Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

İTTİHAT ve TERAKKİ CEMİYETİ

 


TÜRKLER, KÜRTLER. ERMENİLER, RUMLAR
vc DİĞERLERİ

 

 

LÜTFİ ÖZARSLAN


Kızım Ezgi’ye (Hep gülmesi dileğiyle)

Ve

Sarı Xoca’ya


ÎTTÎHAT
VE
TERAKKİ CEMİYETİ
Türkler, Kürtler, Ermeniler,
Rumlar ve Diğerleri

LÜTFİ ÖZARSLAN


ARAŞTIRMA

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ
Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri

LÜTFİ ÖZARSLAN

1.Basım / EKİM 2016



İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ.................................................................. 11

GİRİŞ..................................................................... 13

BÖLÜM 1.............................................................. 21

18.     VE 19. YÜZYILDA DÜNYADA DÜŞÜNSEL ALANDAKİ GELİŞMELER VE OSMANLI İMPARATORUĞUNA YANSIMALARI     23

A-Fransız Devrimi ve Dünyadaki etkisi.............. 23

B-Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu ve Fransız Devrimi Yansımalan   27

C-Ekonomik Yapı ve Sınıflar.............................. 29

a)-Feodaller.............................................................. 29

b)-Bürokrasi............................................................. 34

c)-Azınlıklar............................................................ 37

1)-Fener Aristokrasisi........................................... 39

2)-Ermeni Azınlıklar ve Sarraflar......................... 40

3)-Rum Tüccarlar.................................................. 41

4)-Levantenler....................................................... 41

5)-Müslüman Orta Sınıf........................................ 42

6)-Köylüler............................................................ 42

7)-Şehir Proleteryası............................................. 42

BÖLÜM II............................................................. 45

BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR........ 47

A)-Osmanlı İmparatorluğunda Bunalımdan çıkış Yollarındaki arayışlar; Fikir Akımlan ve Kaynaklan.......................................................... 47

B)-Osmanlı İmparatorluğunda Aydın İnisiyatifin Doğuşunun sonuçlan     54

1)-Batıcılık............................................................... 54

a)-Pozivitizm......................................................... 55

b)-Materyalizm..................................................... 56


c)-Korporatizm.................................................... 57

d)-Solidarizm....................................................... 58

e)-Sosyalizm........................................................ 60

2)-0âmanlıcıhk........................................................ 62

3)-İslamcılık............................................................ 66

a)-Türkler ve İslam.............................................. 67

b)-Osmanlı İmparatorluğunda İslami Anlayışın Boyutları

vc İslam dışı Faktörler......................................... 69

c)-Siyasi Bir İdeolojiye Dönüşen İslam............... 71

d)-Muhalif Bir Siyasi ideoloji olarak İslamcılık ve Yeni

Osmanlı Düşüncesi.............................................. 80

e)-II. Abdülhamid ve İslamcılık.......................... 80

BÖLÜM III.......................................................... 89

JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN

KURULUŞU......................................................... 91

A-İttihat ve Terakki’nin Kuruluşu......................... 92

B-İttihat c Terakki’nin ideolojisinin Oluşumu...... 97

1-Murat Bey ve Mizan.......................................... 101

2-Ahmet Rıza ve Meşveret................................... 103

3-Abdullah Cevdet ve İçtihad............................... 104

4-Osmanlı Gazetesi ve Çevresi............................. 107

5-Prens Sabahattin ve Dönüşümler....................... 108

6-Şûra-yı Ümmet ya da Saflann Belirginleşmesi. 110

C-İttihat ve Terakki-Türkçülük-Öncüleri ve Gelişmeler     111

1              -Y usuf Akçura............................................ 111

2-Ahmet Ağaoğlu................................................. 114

3-Ziya Gökalp....................................................... 115

BÖLÜM IV......................................................... 119

1908 İHTİLALE GİDEN YOL......................... 121

A)-Devrim Yoluna Döşenen Taşlar..................... 121

B)-Paris’ten Manastır’a Uzun Bir Yol; 1908 Jön Türk İhtilali 122

1)-Paris’te Bir Apartman...................................... 122

2)-Yeni Örgüt, Yeni Eylem Planı......................... 132


3)-Makedonya ve Çetecilik................................. 143

4)-İhtilal Pazarlıklan........................................... 153

5)-İhtilale Beş Kala............................................. 164

6)-Ve Devrim...................................................... 174

BÖLÜM V........................................................... 191

1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ.. 193

A)-De vrim—Umutlar—Düşkırıklıkları—Tepkiler 195

B)-31 Mart Olayı ve İslamcı İvmenin Düşüşü...... 197

C)-Türk Milliyetçiliği-Dernekler-Yayınlar........... 199

1)-Türk Derneği.................................................. 199

2)-Türk Yurdu Cemiyeti..................................... 199

3)-Türk Ocağı..................................................... 200

a)-Türk Derneği Dergisi....................................... 202

b)-Genç Kalemler................................................. 202

c)-Türk Yurdu...................................................... 203

D)-Liberalizmin Belirsizliğinden Milliyetçiliğe; İttihat ve Terakki Cemiyeti        205

E)-1916 Kongresi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Türkçülüğü” Kabul ve İlan Etmesi......................................................................... 212

F)-Türkçü İdeolojinin Benimsenmesinden Sonra Tartışma ve Gelişmeler 213

G)-İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Tasfiyesi........ 221

BÖLÜM VI......................................................... 225

İTİKAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER     227

TÜRK -KÜRT KAVRAMININ TARİHSEL SERÜVENİ   227

1)-Türklerin Kökeni.............................................. 227

2)-Türklerin İslam ile Tanışması........................... 230

3)-Kürtlcrin Kökeni ve İslam Öncesi Kürtler....... 232

4)-Kürtlerin İslamla Tanışması............................. 234

5)-Selçuklular, Osmanlılar ve Kürtler................... 240

6)-1908 Devrimi ve Kürt Örgütlenmesi Sorunlar-Sonuçlar...248

1-Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti................... 250

2-Kürdistan Teali Cemiyeti................................ 251

BÖLÜM VII..........................................................   255

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN 257

A-Genç Osmanlılar’ın Yurtdışında Gazetecilik Serüveni    259

1-Muhbir ve Ali Süavi......................................... 260

2-Hürriyet ve Namık Kemal................................ 260

B-İlk Beyanattan Çıkan Basın Gücü..................... 261

C-İttihat ve Terakki ve Basın Yasaklan................ 266

D-İttihat ve Terakki Basınına Prens Sabahattin Etkisi 269

E-Yurt İçinde İttihatçı Basın................................. 272

F-Yurt Dışında İttihatçı Basın............................... 273

G-İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Gazeteleri....... 278

1-Meşveret Gazetesi............................................ 278

2-Mizan Gazetesi................................................. 281

3-Osmanlı Gazetesi.............................................. 290

4-întikam gazetesi................................................ 292

5-İstirdâd Gazetesi............................................... 294

6-Vatan gazetesi................................................... 294

7-İçtihad Dergisi.................................................. 295

8-Şûra-yı Ümmet Gazetesi.................................. 296

9-Efkâr-ı Umumiye Gazetesi............................... 297

10-Sada-yı Millet Gazetesi.................................. 297

H-II.Meşrutiyet’te İttihat ve Terakki Basın Politikası 301

1-1908 Sonrası Gazeteler...................................... 307

1              -Tanin Gazetesi.......................................... 307

2-Tanin’in Kalem Kavgaları................................ 309

3-Siyasi Kapatmalar............................................. 311

4-Meşrutiyet’te Şura-yı Ümmet........................... 320

5-Şura-yı Ümmet’in Yayın Politikası.................. 321

6-İttihad ve Terakki Gazetesi............................... 323

7-İttihad ve Terakki Gazetesi’nin Yayın Politikası 324

8-Silah Gazetesi................................................... 330

9-Silah Gazetesi’nin Yayın Politikası.................. 331

10               - İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Muhalif Basın        335

11-İttihat ve Terakki’nin Gazetecilere Yönelik Şiddet Politikası ve Öldürülen Gazeteciler.............................................................................. 337

a)-Hasan Fehmi................................................... 337

b)-Ahmet Samim................................................. 337

c)-Zeki Bey.......................................................... 338

d)-Hasan Tahsin.................................................. 338

e)-Derviş Vahdeti................................................ 339

BÖLÜM VIH....................................................... 341

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR     343

1-İttihat Terakki Cemiyeti Ve Gayrimüslim Cemaatler       345

2-1908 Öncesi İttihat ve Terakki Cemiyeti

ve Rum İlişkileri..................................................... 348

3-1908 Sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti......... ve Rumlar           349

4-1908 Seçimlerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti

ve Rumlar............................................................... 349

5-Gerilimden Mübadeleye................................. 351

SONUÇ YA DA İTTİHATÇI MİRAS.............. 353

EKLER................................................................ 367

Ek:1 ÜÇTARZ-1 SİYASET-YUSUF AKÇURA 369

Ek:2 TÜRKLERLE KÜRTLER- Yazar Ziya GÖKALP-1922        390

Ek:3 İTTİHAT VE TERRAKİ DÖNEMİNDE PAN-İSLAMÎST HAREKETLER.............................................................................. 394

Ek:4 İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNE KATILIM RİTUELİ VE BAĞLANTILARI................................................ 404

DİPNOTLAR...................................................... 411


‘‘Eğer tarih başlangıçtan beri sivil ve dinsel baskıcı­ları saçlarından tutup sürüklemiş olsaydı, bunların düzeleceklerine ben inanmıyorum; ama daha az saygı görürler ve talihsiz uyrukları da belki daha az sabırlı olmayı öğrenirlerdi. ”

DIDEROT

ÖNSÖZ

İttihat ve Terakki ve II. Meşrutiyet Yüzyıldan fazladır tartışıl­makta; siyasal, ideolojik etkileri bakımından kaynak teşkil eden kavramlardır. Osmanlı coğrafyasmda kalıcı etkiler bırakmış Inkılab- ı Azim ya da 10 Temmuz 1908 Devrimi geçirdiği evreler açısından en çok araştırılan ve tartışılan konulardan biridir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun düşünce yapısının toplanıp Cumhu­riyet Türkiye’sine devredilmesinde önemli rolü olan İttihat Ve Te­rakki Cemiyeti’nin evrimi aynı zamanda bu coğrafyadaki; Düşünce, Felsefe, Milliyetçilik, Din gibi kavramların tartışıldığı bir kaynaktır.

Gerilemeden çıkma çabasının Osmanlı Modernleşmesi üzerinde etkisi olan I. ve II. Meşrutiyeti doğuran koşullar ve kurumlar bu dönemin ürünüdür. Yine "Eşitlik, Adalet, Özgürlük, Kardeşlik” gftn modem siyasal kavramlar hakeza İslamcılık, Milliyetçilik (Türk, Sırp, Kürt, Ermeni, Arap, Bulgar, Arnavut, Bulgar Rum) Sosyalizm, Feminizm, Pozivitizm, Materyalizm, Darwincilik, Kapitalizm, Libe­ralizm gibi birçok toplumsal düşünce bu dönemde literatüre girmiş, tartışılmış tarafını oluşturmuştur.

İttihat ve Terakki Cemiyeti bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi fe­dai tarzda eylemler yapan, sadece askeri çözümler sunan ve sadece iktidan hedefleyen bir örgüt değildir. Siyasi, ekonomik, kültürel, ideolojik, ekonomik, sosyal boyutlan olan bir harekettir. Amaçlarını gerçekleştirmek için basın, eğitim, propaganda gibi modem enstrü- manlan sonuna kadar kullanan ve sonuç almaya çalışan bir orga­nizmadır.


ÖNSÖZ

Kuruluşu, eylemleri ve ideolojisi bugün bile hararetle tartışılan az örgüt vardır. Bende İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü­süne Master tezi olarak sunduğum ve kabul edilen bu çalışmayı genişleterek bu tartışmaya yeni bir pencere açmaya çalıştım.

Lütfi Özarslan


“Bilmek gerekir ki tarih, dünya uygarlığı ile aynı anlamda olmak üzere, insanların toplumsal örgütlenişi üzerine bilgi verir. Uygarlığın niteliğini, örneğin yabanlık ve toplumsal­lık, küme duygusu ve bir bölüm insanların başkaları üze­rinde üstünlük kurma biçimlerini açıklayan koşulları ince­ler. Krallıkların saltık erkinden ve onu elde eden hanedan­lardan ve değişik toplumsal katmanlardan söz eder. Bunun gibi kazanç sağlayan değişik uğraşlardan, bu arada insan­ların türlü uğraş ve çabalarının bir bölümü olarak elde et­mek istedikleri bilimsel çalışmalar, kamusal görevler gibi geçimini sağlama yollarından da, bir uygarlığın niteliğine bağlı olarak ortaya çıkan bütün öbür kurumlardan da söz eder. ’’

İBN-İ HALDUN

GİRİŞ

Tarih bazen ele alman olaylann sürüklemesiyle Savaş tari­hi ya da askeri siyaset hakkında bir metne dönüşebilmektedir. Bazen toplumun askeri siyasetini irdelemeden toplumsal yapı­sını irdelemek neredeyse imkansız bir hale geliyor. Klasik bir deyim vardır “Asker Millet" bu dünya da uzun bir savaş ve ordu geleneği olan Türkler için söylense abartı olmaz. Her sıradan bireyde olduğu gibi asker için de yaşam siyasettir) hatta asker için bu (siyaset) biraz daha fazladır. Bu tez mantık­sal olarak Türkiye’deki bir asker için olmazsa olmazdır. Siya­setin üstünde, altoda ya da gerisinde kalan bir askeri kurum tarih boyunca olmamıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri günümüzde bunun en açık örneğidir. Çünkü askeri okulda okuyan her öğrenci için vazgeçilmez rol model olan Mustafa Kemal Ata- tüık hem ülkenin kurucusu hem de tüm yaşamı şekillendirme iddiasındaydı.

Bunun yanında günlük siyasetin kısır çekişmelerinin dı­şında kalarak saygınlığını koruma özeni göstermeye çalışmıştır. Bu tavn ordunun darbe dönemlerinde halk tarafından destek-

lenmesini sağlamış ya da büyük tepki göstermemiştir. Ancak 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimini bunun dışında tutmak gerekir. Çünkü bu kitap yazıldığında sonuçlan halen netleş- memiş'bir girişim özelliğini koruyordu. Herkesin kendine göre - yorumladığı bu girişim, üzerinden zaman geçtiğinde daha sağlıklı değerlendirilecek bir durumda olacaktır. Bu Küresel­leşme sonucu Yeni Dünya Düzeni’nde kavramların nc kadar alt üst olduğuna çarpıcı bir örnektir, insanlar belki de dijital devrimin etkisi ile bilgisayar oyunundaymış gibi davranıyor ve kendilerine ateş edilmesine değil de öldürme ve yaralanmalara şaşınyorlardı. Bir takım insanlar interaktif oyuncular gibi tank­ların önüne çıkarken diğerleri de dizi izler gibi televizyonlarının başında izleyip yorum yapıyordu.

Dijital devrimin yaşandığı günümüzde sosyal medya etki­sini göz ardı edemeyiz. Büyük çöplük olarak kabul edilen internet ortamında bir konu hakkındaki gerçek bilgi milyarlarca yalan, sahte ve manipulatif bilgi ile kuşatılmıştır. Bazen yalan ya da çarpıtılmış verilere dayanarak tezler ileri sürülüyor, kitap­lar yazıhyor. Bazen doğrusunu bulup sahtesini mahkum etmek için bilgi, uyanıklık, bilimsel akıl ve etik yetersiz kalıyor.

İşte bu nokta da tarihçi önemli bir dönemeci yara bere al­madan yoluna devam etmeyi becermelidir. Yoksa var olan çalışmalara yeni bir askeri tarih çalışması ya da yandaş diye tabir edilen propaganda ağırlıklı galiz bir çalışma eklenir. Bu­rada en büyük tehlike kes-yapıştır anlayışla yapılan ve kahra­man yaratmayı birinci amaç edinen resmi tarih anlayışının tuzağına düşmektir. Özellikle bu tür çalışmalara bilimsel bir çerçeve kazandırmak amacıyla ve kurucu babaların (çoğun­lukla bunlar asker kökenli oluyor) adıyla kumlan enstitülerin birinci amacı bu tür üretimdir. Bu tür çalışmaların geçerliliği ve saygınlığı, içinde bulundukları çevre ya da en fazla ülke ile sınırlıdır. R.G. Collingwood’a göre modem tarih anlayışı kes- yapıştır tarih tezinin reddiyle başlar. Bu anlayışa göre bir oto­ritenin şahitliğinin güvenilir olarak kabul edilmesinin kıstası

diğer bir otorite olamaz. Collinwood, alternatif olarak tarihsel kaynakların şahitliğinin delille (Evidence), söz gelişi arkeolo­jik bir delille desteklenmesi gerektiğini ileri sürer.[1]

Günümüze kadar anlatılan Tarih Metodu ve onun bir alt kolu olan Siyasi Tarih Metodu 19.yüzyıldan beri anlatı ve siyasi merkezli olarak aktarılan bilgilerin faiklı yöntem ve me­totlarla yapılması ve aktan İması gerekmektedir. Bu ihtiyacın gerekli olmasının en belirgin sebebi günün gelişmelerine uy­gun olarak anlatı ve büyük olaylar-kişilcr üzerinden verilen Siyasi Tarih içeriğinin ve bakış açılarının genişletilmesi gerek­liliğidir. Kısacası tarihi hep avcılar yazarsa av her zaman hak­sız olur. Artık yenilenler kendi tarihlerini yazmalılar. 18.Yüzyılda itibar kaybeden tarih ancak 19.yüzyılda Kari Marx’m yapıtlannda kullandığı tarih “bir düşünce akımı için­de bir toplumsal çözümleme aracı olarak kullanılarak” yeni­den moda oldu. Ancak bir süre sonra bu yöntem Kralların konumlarını ve hükümetleri korumak için üniversitelerde kullanılmaya başlandı.

Tarih aynı zamanda canlı ve dinamiktir. E.H.Carr’ın dedi­ği gibi; “Tarihçinin üstünde çalıştığı geçmiş ölü bir geçmiş değildir, belli bir anlamda bugün hala yaşayan bir geçmiştir. Geçmiş bizim için bugünün ışığında anlaşılabilirim ve bugü­nü tümüyle geçmişin ışığında anlaya biliriz. ”[2]

Burada Ortodoks Tarih Tezi, Marksist Tarih Tezi ve Yeni Tarih Tezleri çok farklı yaklaşımlar içermektedir. Hegel’in Tarih Tezi üzerine şekillenen Ortodoks ya da Buıjuva Tarih Tezi, tarihi devletin kurulması ile başlatır. Hegel; “Karmaşık ve kaos içinde yaşayan insanların bilinçlenip yasalar oluş­turmaları ve devlet kurmalarıyla tarih başlamıştır” derken, tarih öncesi toplumlan uyumsuz ve düzensiz olarak niteler. Hegel; “Tarihteyalnız devlet kuran halkların dikkate değer”,

olduğunu belirtir. Bu tezlere karşı çıkan Marx’ın Tarih Tezi de; “Tarih, Sınıfların Mücadelesidir” sloganına indirerek aslında zaaflarla dolu ve her şeyi karşılamayan bir tez geliş­tirmiştir.‘Bu slogan kokan tez daha çok kendini modemist diye tanımlayan burjuva tarihçilerinin işine yarayıp tarihin sona erdiğini ilan ettiler. Tarih uygarlık ve insanlıkla koşut olan bir olgudur. İnsanlık olduğu sürece tarihi olmayan halk­ların mücadeleleri ve sınıf mücadeleleri de yazılacaktır. Çün­kü başta Latin Amerika halklan olmak üzere tüm ezilen dün­ya halkları egemen emperyalist devletlere karşı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi veriyor.

Hegel’in; “Tepe üstü duran diyalektik idealizmini düzelte­rek ayakları üstüne oturttuğu” söylediği Marx’ın “Tarihsel Materyalizm "i aydınlanmacı pozitif bir destekle zorunlu ve sürekli ilerleme yasasına göre toplumlar evrilecektir. Köleci toplumdan, sosyalist topluma zorunlu geçiş gibi dayatmalar artık modem bilim tarafindan kabul edilmiyor. Yeni Fizik bi­liminin öngördüğü gibi; Newton’cu mekanikle ulaşılamayan gerçeklik, şimdi artık kuantum mekaniği ve kaos kuramlarıyla aydınlatılabilmiştir. Yani kesin olarak bilinmiyor, kaostan neyin çıkacağını sosyal bilimlerle kestirmek mümkün değildir. Ne tarih tekerrürden ibarettir, ne de Modemist bir kaderci masal biçimidir.

Taraftarları ve hatta karşıtlarınca 21.yüzyılın en ileri tarih ve toplum yorum-analizi olan Marksizm çağı ve toplumu tanımlamada yetersiz kalmaktadır.

Esasında “tarihsel gelişme düz bir çizgi mi, yoksa helezonik ve inişli çıkışlı bir seyir mi izliyor" diye tartışan tarihçilerin bakış açısı yeni bir tarih anlayışı ortaya çıkarmıştır. Manuel De Landa’nın tanımladığı “Çizgisel Olmayan Tarih ” çözüm- lemeci ve bilimsel tarih anlayışı 1920’lerde Fransa’da Marc Bloch ve Lucien Fenvre tarafindan geliştirilen ve daha sonra Annales Okulu çevresinde gelişen tarih anlayışıdır. Bu akımı geliştiren Femand Braudel’dir. Total tarih olarak da anılan bu

ekolün bir takım ilkesel özellikleri vardır ve önemlidir. Bunlar göz ardı edilerek tarih yapılırsa eksik ve taraflı olur.

1-Her şeyden önce tarih bir olaylar bilimi olmaktan ziyade insan yaşamının bilimidir. Egemenin, sultanın veya kahra­manların öykü ve maceralarını tarih diye anlatan tarih anlayı­şını reddeder.

2-Sadece devlet sahibi olan ya da devletli olanların siyasi tarih anlayışını reddeder. Çünkü devlet ve siyaset insanlık tarihinin çok kısa bir dönemine tekabül etmektedir. Oysa in­sanlık tarihi daha büyük ve geniştir. Devlet ortaya çıkıncaya kadar insanlık nice kavramı deneyimlemiş ve geliştirmiştir. Bu göz ardı edilemez.

3-Kültür olgusuna hak ettiği yeri ve değeri vermek gerekir. Uygarlık sürecinin kültürel birikimler sayesinde ilerleyip gelişti­ği, bu birikimlerin de insanlığın ortak mirası olduğu, tarih bili­minin asıl konusunu oluşturan olgu kültürdür. Tarih-kültür havramı birlikte ilerler ve değerlendirilir.

4-Egemenlerin tarih anlayışına göre "barbar” olan top- lumlann tarihini sahiplenerek ezilenlerin tarihine önem veril­miştir. Devrimci ekolojist Murray Bookchin bu anlayışı şöyle özetlemektedir.

"Ezilenlerin tarihinin bir tarafa atılmasına izin vermeme­liyiz, bu alternatifler tarihin çöp sepetine atılmak bir yana gün ışığını hiçbir zaman görmemiş yaratıcı düşüncelerin yanı sıra, gözle görülebilir kurumlar ve denetimlerden oluşan bir hazine gelecek için coşkuyla hayatta tatmaya çalışmamız gereken bir hazine olarak görülmelidir. ”[3]

5-Gelenekten farklı tarih yazımı anlayışı geliştirilmiştir. Avrupa merkezci tarih bakış açısı yerine Avrupa merkezciliğe eleştirel bir anlayış, benimsenmiştir. Bütün uygarlıklan Batı uygarlığının bir aşaması veya durağı olarak gören anlayış reddedilmektedir. İnsanı merkeze oturtan ve insanla ilişkili

olanı da dâhil eden bir tarih anlayışı benimsenmiştir. Bu gün gerek Asya’da gerekse Latin Amerika’da Avrupa merkezci tarih anlayışı dışında ciddi tarihi çalışmalar yapılmaktadır. Neredeyse Dünya tarihi yeniden yazılmaktadır.

20            .Yüzyılın başlannda ortaya çıkan Annales Okulu ve bu okulun yöntemleri, Siyasi Tarih Eğitim ve Öğretimi’nde kul­lanılabilecek iyi bir yoldur. Annales Okulu dünyada ve Türki­ye’deki temsilcileri vasıtası ile ortaya konan ürünlerinde tari­hin çok katmanlı, sorun odaklı, siyasi olaylar dışında ekono- mik-toplumsal-kültürel-coğrafi vs birçok disiplinle iç içe akta- nlmasının gerekliliğini ortaya koymuştur. Tarihi ele alanların geçmişi birçok yönü ile ele alarak faıkh bakış açıları ve faiklı yönleri ile değerlendirmesine imkân tanıyan bu Okul, Siyasi Tarih eğitim öğretiminde ve üretiminde kullanılabilecek doğ­ru bir yaklaşımdır.

Annales Okulu’nun Siyasi Tarih yönteminin devletlerin birbiri ile ilişkilerinin ele alınmasında ve en önemlisi devletle­rin kendi içlerinde yaşanan gelişmelerin de ele alınıp, analiz edilmesinde iyi bir imkân sunduğu görülmektedir. Bu alanın Siyasi Tarih yönteminde kullanılması ile devletlerin ilişkileri ve devletlerin iç gelişmelerinin dış ilişkilerine etkisini aktar­mada ve anlamada disiplinlerarası çoklu bakış açısı getirdiği görülmektedir. Ayrıca geçmişte yasanmış her durumun ve konunun geniş bir perspektifle ele alınması analiz aşamasında katkı sağlayacaktır. Annales Okulu, gcçmiş-gelecek arasında kurulacak ilişkide çok katmanlı ve yönlü bakış açısı ile aynı zamanda geleceğin doğru şekillendirmesinde de etkili bir yöntemdir.

Çalışma yedi bölüm olarak planlanmıştı. İlk olarak Fransız Devrimi’nin dünyaya ve Osmanlı İmparatorluğu’na yansıma- lan irdelenmiş ve ülkemiz insanlannın neyi nasıl algıladığı sorgulanmıştır. Aynca İmparatorluğun sınıf yapısı ve güç dengesi ele alınmıştır.


18                              .VE 19. YÜZYILDA DÜNYADA DÜŞÜNSEL ALANDAKİ           19

GELİŞMELER VE OSMANLI İMPARATORLUĞU'NA YANSIMALARI ikinci bölümde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun bunalım­dan çıkış yollan arayışı, aydın inisiyatifi ve fikir akımlan ele alınmıştır. Bu akımların bir kısmı günümüzde de tartışılmak­tadır.

Üçüncü bölümde İttihat ve Terakki macerasının başlaması, barındırdığı fikir akımlan ve etkili aydınlan ve çevrelerini ele aldık.

Dördüncü bölümde 1908’e giden yoldaki gelişme ve ça- tışmalan ele alilken Ermeni ve Sırp boyutunu da irdeledik. Günümüzün sıcak konularından biri olan Ermeni Sorunu’nun nasıl cephe değiştirdiğini ele aldık.

Beşinci bölümde 1908 Devrimi’nin Anadolu Cephesi’ni ve sonrasını ele aldık.

Altıncı bölümde günümüzün en sıcak sorunu olan Kürt meselesini detaylı bir şekilde ele almaya çalıştık. Aslında günümüzde ne kadar geriden tartışıldığını göstermek istedik. Çünkü daha dil ve kültürü savunmak bölücülük olarak görü­lüyor ve şiddetle bastırılmaya çalışılıyor, insanlar söylemedik­leri ve yapmadıkları şeylerle suçlanıp konu sürekli suç hane­sinde tutulmaya çalışıhyor.

Yedinci bölümü okurken basın özgürlüğünün neden ola­mayacağını veya basın özgürlüğünün kime yaramadığının anlaşılacağı çok açık. Çünkü bizde sansür ile basının aynı yaşta olduğu ve hep sansürün tercih edildiği çok rahat anlaşı­lır.

Sekizinci bölümde ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Rum Sorunu’na yaklaşımının günümüzde pek değişmediğini ve resmi tarih yazıcıları tarafindan ne kadar saptınldığını irde­ledik.

Sonuçta çok renkli, çok dilli, çok etnili ve çok dinli bir ya­pının tek’e indirgenemeyeceğini anlatan bir hikaye ortaya çıkıyor. Sonunda kimse mutlu değil. Çözüm ise çok zor değil. İki kelime ile açıklanabilir. “Demokratik Cumhuriyet”


BOLUM I

18.VE 19.YÜZYILDA DÜNYADA DÜŞÜNSEL
ALANDAKİ GELİŞMELER VE OSMANLI
İMPARATOLUĞU’NA YANSIMALARI


“Kuskusuz tarih yazılı belgelerle yapılır. Ama yazılı belge­ler yoksa onlarsız da yapılabilir ve yapılmalıdır. Balı alı­nacak her zamanki çiçeklerin yolduğunda, tarihçinin zen­gin buluşları içinde ne varsa hepsi kullanılarak yapılmalı­dır. Sözlerle de tarih yapılabilir. Resimlerle de. Toprak parçasıyla da, çatı kiremitiyle de. Tarla biçimleri ve yaban otlarla da. Ay tutulmasıyla da, at yularlarıyla da. Jeologla­rın uzmanca taş-kanıtlarıyla da, kimyacının kılıçların ma­deni üzerine yaptığı araştırmalarla da. Bir sözcükler: İn­sandan kalma olan, insana bağlı olan, insana yarayan, in­sanın dile getirdiği ve onun varlığını, uğraşlarını, zevkleri­ni ve yaşam biçimlerini anlatan ne varsa, bunların hepsiyle tarih yapılabilir ve yapılmalıdır. ’’

LUCIEN FEBVRE

A-FRANSIZ DEVRİMİ VE DÜNYA’DAKİ ETKİSİ

Fransız Devrimi, bir yerde bir “burjuva devrimi” dir. An­cak, ileriye dönük nice gelişmenin tohumlarının da atıldığı ve yeşerdiği bir devrim. Bir başka özelliği de şu; Devrim tek bir cephede, Fransa’nın sınırlan içinde kalmamıştır. Deyim ye­rindeyse bütün dünyayı sarmıştır. Avrupa’da gerçekleşen diğer burjuva devrimlerinden faiklı olarak evrensel sonuçlara yol açmış bir buıjuva devrimi niteliği taşımaktadır.

Fransa’daki olaylar, önce genel bir merak ve ilgiye yol açar. Devrimci broşür ve gazeteler bütün Avrupa’da bedava yorumcular bulur, ve Strasbourg, bu gizli basını doğuya doğru yayar. Yabancı gazete ve dergiler düzenli olarak Fransa’dan haberler aktarırlar: Varşova gazetesi 1879’dan başlayarak, her sayısında Versailles’den bir mektup verir. Birlik ya da özgür­lük gazetesi Paris’te hem Fransızca hem de İngilizce basılır. Devrimci propaganda hiç kuşkusuz Mason localarının aracılı­ğından da yararlanır. 1790’da İnsan Hakları Bildirisi çeşitli dillere çevrilmiş bir halde liberalizmin dua kitabı olur. Engi­zisyonun bütün bunları mahkûm ettiği Ispanya’da bile dev­rimle ilgili ilk bilgiler alabildiğine benimsenir.1

Fransız Devrimi şüphesiz feodalizmden kapitalizme genel geçişte zorunlu bir aşamaydı. 19.Yüzyılda kapitalist ekonomi­nin kendini kabul ettirmesi her yanda burjuvazinin yükselişine bağlıydı. Burjuva devrimi kapsamlı öneme sahipti.

Fransız Devrimi gerçek bir milli devlet yaratmış sınıf ve yer ayırımı ortadan kaldırılmış, kilise laikleştirilerek bütün dini kurumlar milli bir temele oturtulmuş, milli amaçlara hizmet edecek hale getirilmiştir. Bu devrim ayrıca “halkların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmeleri ” ilkesini ortaya koya­rak, bir milletin mensuplarının seçtikleri diğer bir milli devlet­le birleşebileceklerini savunmuştur.3

Fransız Devrimi’nin getirdiği kavramlarda; gerek Avru­pa’da gerekse büyük imparatorlukların (Rusya, Avusturya Ma­caristan, Osmanlı) egemenlikleri altında yaşayan farklı din ve etniye (etnik yapıya) sahip topluluklar için yeni hedefleri oluş­turmada anahtar rolünü oynadığını görürüz. Vatan, Bayrak, milli marş, milli gün ve bayramlar gibi yeni terimler ulusal di­namizme ivme kazandırmış. Aynca ulusun isteğini ortaya çı­karan bir araç olarak plebisit de devrimin ortaya atıp destekle­diği bir kavramdır.

Bunların dışında Fransız Devrimi’nin üçlü sacayağı olarak bilinen Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik sloganı insan ve Vatandaş Hakları Bildirisi sadece toplulukların değil dünyanın her ye­rindeki bireylerin ilgisini çekmiş ve bunlar daha sonra oluşa­cak liberal, sınıfsal, demokratik oluşumların düsturları haline gelmişlerdir.

Fransız Devrimi’nin dünyaya armağan ettiği bir önemli kavramda "Ulus-Devlet "tir. Bu kavram imparatorlukların par­çalanmasına, bunlardan türeyen devletlerin sadece bir etnik yapıya dayanarak diğer halklan yok varsaymaya ya da baskı altında siyasal, ekonomik ve kültürel gelişmelerini engelleyici oluşumlara dayandığı rejimlerin artmasına yol açmıştır. “Ulus- Devlet" ya da “Devlet-Ulus ” belli bir ideoloji ve doktrin çer-

çevesinde, genel olarak milliyetçilikle bir “Ulus” yaratmak isteğini belirtiyor. İlk örneğini Fransa Cumhuriyeti vermiştir. Onu Ortadoğu’daki kimi rejimler izlemiştir. Bu etkilemede, Ortadoğulu aydınların Fransızcacı oluşları ve tahsillerini Fran­sa’da yapmalan belirleyicidir.4

Bunun yanında bu söz konusu aydınlanıl büyük çoğunlu­ğunun “asker "(ordu) kökenli olması bu tür fikirlerin ordu içinde karşılık bulmasına neden olmuştur. Osmanlı ordusunun askerleri için “Yaşam siyasettir” bunun dışında yaşamak müm­kün değildir. Bu ordunun diğer toplumsal kurumlardan öte, aynı zamanda bürokrasi ve yargı ile birlikte önemli (kilit) bir siyasal kurum olmasından kaynaklanmaktadır.

Ordu yaşamdan aldığı bu ilhamla kendi türünün sürdürül­mesini sağlamak için toplum dinamikleri ile birlikte hareket eder. Duruma göre kural ve koşullan bulur ve yeni koşullar oluşturarak devamlılığını sağlamaya çalışır. Ordunun sahip olduğu siyasal dayanaklardan kendi gücünün kaynaklan ol­duğu yani bunlann ordunun toplumdan güç alma, bu gücü sürdürme ve genişletme çabalarına diğer siyasal kurumlann destek, uyum, tarafsızlık ya da en azından ilgisizliğini sağla­madaki araçlar olduğunu kabul etmek gerekir.

Bunu daha iyi kavramak için ordunun Osmanlı toplumu içindeki yerini çok iyi açıklamak gerekir. Bunu Osmanlı ön­cesi askeri gelenekten soyutlamak yanıltıcı olur. Bundan do­layı Ordunun evrimini ele alırken Osmanlı Öncesi Türk Dev­letleri’nde Ordu geleneğini ve düşünce evrimini irdelemek ge­rekir. Bu irdelemeler yapılınca Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi asker davranışlarının sabit değil değişken bir kavrama zorun­luluğu ortaya çıkar. Aynı zamanda bu yöntemi Osmanlı As- ker-Sivil ilişkilerinde göz önünde bulundurmak gerekir.

18            .Yüzyılın sonlanna doğru gerçekleşen Fransız Devri- mi’nin üzerinden 200 yıl geçmesine rağmen Hürriyet, Eşitlik ve Kardeşlik sloganı etkisini ilk günkü gibi sürdürmektedir.

Günümüze kadar dünyanın birçok yerindeki devrimlcre esin kaynağı olmuştur. Bunlardan biri de o dönemde gerileme dev­rine girqı ve Batı tarafindan hasta adam olarak nitelenen Os­manlI tmparatorluğu’nun barındırdığı uluslar, dini topluluklar ve yeni yeni oluşan aydın kesim için esin kaynağı olmuştur.

Yukarıda değindiğimiz “asker ” ağırlıklı siyaset içine zorun­lu olarak Osmanlı bürokrasisinin elitlerini de katmak zorun­dayız, çünkü devletin yapısı sonucu bürokrasi, yönetici ve aydınlar için sürekli bir yer değiştirme söz konusudur. Çünkü gerileme dönemini aşmak fikri bizzat devletin en üst kademe­sinde bulunan Padişah tarafindan talep edildikten sonra yöne­tici elit tarafindan savunulmaktadır. 3.Selim ile başlayan ve 2.Mahmut’la devam eden yenilikler Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafindan okunan Tanzimat Fermanı (1832) ile uygula­maya konulmuştur. Bundan dolayı Tanzimat Bürokrasisi ve Tanzimat Aydınlan içiçe olmuştur.

Tanzimatçılann iki temel hedefi vardı.

İlk hedefi Avrupa'nın temsil ettiği medeniyet seviyesine ulaşmaktı. Bu amaçla Tanzimat’tan sonra girişilen bütün re­formlarda Avrupa’yı model olarak almak esas olmuştur. Dev­let mefhumu, bürokratik teşkilat, ordu, eğitim, ticaret ve ceza kanunlan, hatta kısmen mahkeme teşkilatı da Avrupa örneği­ne göre düzenlenmiştir. Tanzimat döneminde Batılı mânada gerçekleştirilen reformlara paralel olarak, Osmanlı toplum ve devlet hayatında eski-yeni şeklinde beliren ikilik artarak de­vam etmiştir. Bu dönem Batılı fikirlerin de yoğun bir şekilde imparatorluğa girdiği bir dönem olmuştur. Bu fikirler Tazmi­nat döneminin ikinci devresinde Türk basınında gelişmesine paralel olarak da kitlelere yayılacaktır.

Tanzimat bürokrasisinin ikinci hedefi ise imparatorlukta yaşayan bütün unsurları bir arada tutacak dayanışmayı yarat­maktı. Bu dönemdeki bütün eğitim, idari ve hukuki reformla­rın altında bu anlayış yatıyordu.

»OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN DURUMU VE FRANSIZ DEVRİMİ’NİN YANSIMALARI

Fransız Devrimi’nin doğurmuş olduğu hürriyetçilik akımı Avrupa ülkelerinde çabuk ve yoğun bir etki yapmasına karşı­lık bu etki, Osmanlı İmparatorluğu’nda daha geç ve yavaş olmuştur.5 Bunda Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik sürdürdüğü alanlar bakımından Avrupa’dan farklı dini, kültü­rel ve ekonomik bir yapı arz etmesi önemli bir etkendir. Bun­dan dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyılda dini, kül­türel ve ekonomik bir tahlilinin yapılması gerekir. Bu konuda düşünme ya da tartışma Osmanlı devletinin 17.yüzyılın sonla­rından itibaren toprak kaybetmesine paralel olarak, Osmanlı devlet adamlan ve aydınlarının yıkılmaktan kurtulmak için çareler aramasıyla başladı. Başlangıçta çareyi kendi büyük mazisinde arayan Osmanlı devlet adamlarının, Batı karşısında yenilgilerinin devam etmesi üzerine, geleneksel düzene geri dönme metodunu terkederek ıslahatlarda ilham kaynağı ola­rak Batı’ya döndüklerini görüyoruz.

Osmanlı devleti 18.yüzyılın sonlarına kadar kendi tarihi ve kültürel çerçevesi içinden gönüllü veya zorla gelen (ya da getirilen) Balkan ve Avrupa kökenli olduğu halde İslama geçenlerin yardımı ile özellikle askeri alanda ıslahat girişimle­rinde bulunmuştur. Ancak bu daha çok kişilerin kapasitelerine göre değişen, sistemsiz ve tesadüflere bağlı girişimlerden bek­lenen sonuç alınamamıştı. Bu yöntem bir kenara bırakılarak Batı model alınarak askeri, idari ve siyasi çağdaşlaşma fikri ön plana çıkmaya başlamıştır. Avrupa model alınarak girişilen ilk sistemli çağdaşlaşma fikri 3.Selim’in başlattığı (1789-1808) Nizam-Cedit hareketinde somutlaşmıştır. Bu dönem planlı olarak gençleştirilen askeri ve idari ıslahatların yanında en önemli yenilik Avrupa’nın belli başlı merkezlerinde daimî ikâmet elçiliklerinin açılmasıdır. Bu elçiliklerin Türk aydınla-


nrun Batıyı tanımalarında ve Batılı fikirlerin Osmanlıya giriş­lerinde önemli etkileri olmuştur.

19          Sölim zamanında başlayan sistemli çağdaşlaşma hare­ketlerine 2.Mahmud (1808-1839) devrinde devam edilmiştir. Ancak reformların başarısını merkeziyetçiliğin güçlendirilme­sinde gören, 2.Mahmut ise buradan başlamıştır. Öncelikle “iktidarı ” paylaşmak isteyen ama sorumluluğa katılmayanları bertaraf etmiştir. Islahatların önünde engel olarak gördüğü Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmıştır (1826). Bu daha sonra ele alacağımız asker, bürokrat, aydın, çekişmesinin tohumla­rının atıldığı önemli bir dönemeç olarak değerlendirilecek ve ucu günümüze kadar gelen tartışmaların kaynağı olacaktır.

Diğer taraftan Batılı anlamda modem okullar açan, Avru­pa’ya öğrenciler gönderen ve ilk Türkçe gazeteyi çıkaran 2.Mahmut rasyonel çalışacak yeni bir bürokrasi de kurarak modem tipte işbölümünü gerçekleştirmiştir. Mahmut’un “re­formları’' Osmanlı devletinde dönüşümlerin hızlanmasına önemli etkilerde bulunmuştur. Bu aynı zamanda gayrimüslim unsurların isyanlan ve Avrupalı güçlerin müdahalesini gün­deme getirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu içindeki uluslar (başta gayrimüs­lim olanlar) birer birer bağımsızlık mücadelesi için ayaklanıp koparken 19.yüzyılda Karlofça Anlaşması’ndan beri toprak kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybını hızlan- dınp egemenlik alanlarını daraltıyor. Osmanlıya karşı kazanı­lan her bağımsızlık diğer grupların esin kaynağını da oluştu­ruyor. Şimdi bu yapıyı nedenleriyle birlikte irdeleyelim.


C-EKONOMİK YAPI VE SINIFLAR

a)-Feodaller (Ya da Osmanlı toprak egemenleri): Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Burada kullanılan Feodal kavramı Ba- tı’daki Feodal kavramından çok farklıdır. Öncelikle "topra­ğın ” hep başlıca üretim aracı olarak kaldığı bu ülkede, güçlü- lerde bu toprağı elinde bulunduranlardı. Ancak toprağa sahip olunması için devlet yapısı içinde yer alınması gerekliydi. Bu­nun nasıl olduğunun cevabı Osmanlı toprak sisteminde idi; Osmanlı toprak sistemi; "toprağın ” elde edilişi, paylaşımı ve kullanımı açısından sınıflandırılabilir. Osmanlı Toprak Düze- ni’ndc mülk Allah’ındır ve Padişah Allah adına bu toprakları değerlendiren kişidir. Yani özel mülkiyet ancak önceki koşula göre vardır ve Padişahın rızası ile sınırlıdır.

a-l)-Öşür Topraklar (Aşar ile vergilendirilen)

Öşür ya da aşar topraklar fetih sırasında Müslümanlara ait olan veya ele geçirildiğinde Müslümanlara verilmiş olan top­raklardır. Bu topraklar sahiplerinin mülküydü ve onlar istedik­leri gibi tasarruf edebilirlerdi. Bu mal sahipleri öldükleri za­man öldüklerinde toprakları varislerine kalabiliyordu. Devlet bu toprak sahiplerinden toprak üretim vergisi olan öşür (onda bir oranında alınan vergi) alırdı.

a-2)-Haraci Topraklar

Fetih sırasında Müslüman olmayan yerli halkın ellerinde "mülk” olarak bırakılan topraklardır. Bu şekildeki topraklarda öşrü topraklar gibi sahipleri tarafindan şahsi tasarrufa açıktı. Miras bırakabilirdi. Yalnız bu topraklardan alınan vergi biraz farklıydı.

Haraci topraklardan iki türlü vergi alınırdı:

Harac-ı Mukaseme: Toprağın verimine göre alınan üre­tim vergisidir.

Harac-ı Muvazzaf: Arazinin yüzölçümüne göre alman vergidir. Bunlann dışında özel kullanım için ayrılmış toprak-

lar ya da araziler ise aşağıdaki gibi gruplandınlmıştır.

1.                 Vakıf Arazileri

Gelirleri cami, medrese, hastane, imarethane, han ve ha­. mam gibi topluma hizmet veren kuruluşların masrafları için ayrılmış arazilerdir. Vakıf arazilerinin alınıp satılması kesin­likle yasak olup vergiden muaf tutulmuşlardır. Vakıf topraklar üzerinde çalışan halk, arazisi hangi vakfa ayrılmışsa öşür ver­gisini o vakfin yöneticisine veriyordu. Özellikle savaş ile ele geçen araziler yukanda sayılan amaçlar için vakfedilirdi.

2.                  Miri (Emiri) Arazi

Osmanlı devletinin egemenliği altındaki toprakların büyük bir kısmı Miri topraklardır. Bu topraklar devlete ait topraklar­dır. Bunlar devletin olmakla beraber, ekip-biçmek ve boş bırakılmamak şartıyla yine eski sahiplerinin kullanımına bıra­kılıyordu. Kendilerine arazi verilenler, şartlara uyarak, o top­rağı ekip biçerler ve öldükleri zaman bu yerler vergisini ver­mek suretiyle çocuklarına kalırdı. Ancak bu topraklar onu işleyenlerin özel mülkü olmadığı için alınıp-satılamaz, vakıf yapılamaz ve hibe edilemezdi.

Miri arazi çok çeşitlere aynlmış olup, bazı önemlileri kısa­ca şöyledir:

Havass-ı Hümayun: Bu toprakların geliri devlet hâzine­sine giderdi. Bu toprakların bir kısmı doğrudan padişaha ait olup geliri ise Hâzineye giderdi.

Paşmaklık: Padişahların kızlarına, annelerine ve ailelerine ayrılan topraklardır.

Malikâne: Devlet adamlarına hizmetleri sebebiyle mülk olarak verilen topraklardır. Bu topraklann mülkiyeti şahıslara aitti. Ancak tasarruf yetkisi devletin olup, istediği kimseye verirdi.

Yurtluk: Sınır boylarını bekleyen asker ailelerine verilirdi. Fetih sırasmda bazı komutanların hizmetlerine karşılık olmak

üzere verilen topraklardı. Yurtluk heıhangi bir yerin gelirinin hayatta olduğu sürece bir kimseye verilmesidir.

Ocaklık: Bu hakka sahip olanlar, öldüklerinde miras hakkı söz konusu olan topraklar idi. Kale muhafizlanna ve tersane giderlerine aynlmıştır.

Mukataa: Gelirleri doğrudan hâzineye ayrılan topraklardı.

Dirlik Toprakları: Belli hizmet karşılığı devlet adamlan- na ve görevlilere verilen topraklardır.

Dirlik topraklan üç kısma aynlmıştır:

a)-Has: Yıllık geliri yüz bin akçeden fazla olan dirliklerdir. Haslar; padişahlara, vezirlere, divan üyelerine, şehzadelere, beylerbeylerine, sancak beylerine verilirdi. Has sahipleri dir­liklerinin gelirine göre silahlı vc her an savaşa hazır cebelu beslerdi.

b)-Zeamet: Yıllık yirmi bin ile yüz bin akçe geliri olan topraklardır. Orta derecek devlet memurlarına, kadılara, hazi­ne ve Umar defterdarına, alay beylerine, kethüdalara, kale komutanlarına ve divan kâtiplerine verilirdi. Zeamat sahipleri ilk yirmi bin akçe hariç sonraki her beş bin akçe için bir cebelu beslerdi.

c)-Tımar: Yıllık geliri üç bin ile yirmi bin akçe arasında olan dirliklerdir. Bunlar geçimlerini sağlamak ve hizmetlerine ait masraftan karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara tahsis edilen topraklardı. Tımar sahipleri gelirlerinin üç bin akçesini geçimleri için ayırırdı. Buna kılıç tıman denirdi. Geri kalan her üç bin akçe için bir cebelü beslerlerdi.

Tımar topraklan üç kısma aynlmıştır:

1.              Mustahfaz Tımarı: Camii imam ve Hatiplerine verilirdi.

2.              Eşkinci Tıman: Savaşta yararlılık gösterenlere verilirdi.

3.              Hizmet Tıman: Saray da çalışanlara verilirdi.

Dirlik Sisteminin Amaçlan

Topraktan daha iyi yararlanma,

Devlet gelirlerini arttırma,

Üretimde sürekliliği sağlama,

Devlete masrafsız asker besleme,

Ülkenin,. Tımar bulunan bölgelerinde devlet otoritesini sağ­lama,

Vergilerin toplanmasını kolaylaştırma,

Halkın ezilmesini önleme,

Ülkeyi bayındır hale getirme,

Ekonomik ve sosyal hayatı düzenleme.

Miri araziyi ekip biçen halka ve köylüye reaya denirdi. Bunlar vergileri, devlet o yeri hizmet karşılığı kime vermişse ona ödüyorlardı. Dirlik sahiplerine de sipahi denirdi. Reaya toprağı ekip biçmek ve bakımıyla yükümlüydü.

Tımar rejimi içinde Tımar sahiplerinin ve reayanın haklan karşılıklı olarak düzenlenmiştir. Hiçbir zaman reayanın topra­ğı bırakıp gitmesine tımar sahibi izin vermezdi. Sipahi’nin çift bozan denilen bir tür tazminat vergisi alma hakkı vardı. Bu­nun yanında haksızlığa uğrayan köylünün de şikayet hakkı vardı. Eğer sipahi haksızsa hakkında işlem yapılır, dirliği elin­den alınırdı.

Kuruluş ve Yükselme Dönemleri’nde tımar sistemi iyi iş­lemiştir. Sefer esası üzerine kurulan bu sistem:

1-Savaşlann uzaması,

2-Tımarlann belli kimselerin elinde toplanması,

3-Tımarların iltizama verilmesi,

4-Tımarlann rüşvet ve iltimasla satılması gibi nedenlerden dolayı bozulmuş sistem II.Mahmut devrinde de kaldınlmıştı.

İltizam Sistemi

Osmanlı Devleti’nde tımar sistemi içine yerleştirilemeyen faaliyetlerin gerektirdiği parayı sağlayabilmek için tımar sis-

temi yanında bir de iltizam usulü uygulanıyordu. XVI. Yüzyıl­da bazı eyaletlerin vergilerinin açık artırma yoluyla belirli bir bedel karşılığı peşin olarak mültezim adı verilen kişilere bıra­kılmasına iltizam denir.

XVI.Yüzyılda sınırların genişlemesi sonucu devletin gi­derleri arttı, uzak bölgelerdeki toprakların vergilerinin top­lanması zorlaştı. Böylece uzak eyaletlerde tımar sistemi yerine iltizam sistemi uygulandı. Bu sistem ilk defa Kanuni zama­nında, Sadrazam Rüstem Paşa tarafından uygulandı. Devlet, uzak bölgelerin vergi gelirlerini açık artırmayla nakit olarak satmış, eyaletlerdeki askerler ve yöneticilerin maaşlarını öde­miştir. Mültezim, tımar sahibi gibi vergiye konu olan faaliyeti yapan zümreleri ve bölgeyi yöneten kişiydi. Dirlik sahibinin haklan mültezime de tanınmıştı. Merkezi idarenin zayıflama­sıyla, eyaletlerde asker yetiştirilmemiş ve halktan fazla vergi alınarak reaya zor duruma düşürülmüştür.

Osmanlı Devleti’nin toprak sisteminin Avrupa’daki feodal sistemle bir karşılaştırmasını yapmaya çalıştığımızda 3 temel başlıkta farklılıklan, benzerlikleri sınıflayabiliriz. Bunlar genel anlamıyla;

(l)-ekonomik olarak vergi oranlan, toplanma usulü, ceza­lan,

(2)-İdan olarak lord-serf; köylü-sipahi ilişkileri,

(3)-Tam anlamıyla bu sistemin topluma kattıklan ve yarat­tığı etki.

Ekonomik olarak incelediğimizde kâr merkezli ve insan merkezli iki sistemin çatışmasını görmekteyiz. Zira derebeylik sistemine yani feodal sisteme baktığımızda Lord sürekli zen­ginleşirken, serilerin durumlarında bir iyileşme yoktur.

Feodal beyin aldığı vergi çok yüksek bir oranda olup, ta­mamen lordun gücüne ve isteğine bırakılmıştır.

Lord’a vassalın ödediği bu vergilerin yanında (1) lordun çocuklarının evlenmesinde (2) lord tutsak düştüğünde fidye-


sinin ödenmesinde ve (3) vassalın toprak mirası elde etmesi durumunda da vergi ödüyordu.

Tımar sahibinin ise bu tür kendi isteğiyle alabileceği bir vergi bulunmamaktaydı. Vergi oranı da yasayla belirlenmişti ve öşürün yanındaki diğer vergilerle beraber dahi %15’i geç­memekteydi.

Her iki sistemde o dönemde ekonominin temelini oluştu­ran tanmın düzenlenmesi konusunda oldukça faydalı olmuş­lardı. İşlenişi konusundaki faiklara rağmen feodal sistemde üretimde devamlılığı esas alarak bu sistemin ekonomiye olan etkisini görmemizde en büyük etkendir.

Feodalitenin çıktığı anarşi ortamında ticaret, üretim vb. ekonomik faaliyetler yapılamamaktaydı. Yani aslında bir nevi ekonomiyi tekrar düzen altına almak, güven içinde üretimi teşvik etmek için ortaya çıkan feodalizm çağın gerektirdiği üzerine ortaya çıkmıştır. Tımar ise bir kültürdür ve sosyal mirastır.

Aynca feodal ekonomi bölgesel kalmış kapalı bir ekono­miyken, tımar sistemi her ne kadar bölgesel olsa da gayet açık bir ekonomik rejim oluşturmuştur.6

Bu aileler Osmanlı devletinin büyümesi ile devlete katış- mışlardır. Avrupa’dakine benzer toprağa bağlı mülkiyet re­jimleri vardı, ancak Osmanlı İmparatorluğu feodal değildi.7 Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı belli bir süre Asya-Tipi üretim biçimi çerçevesinde kabul dilip tartışıldı. Ancak gü­nümüzde bu kuram da pek taraftar bulamamaktadır. Günü­müzde Osmanlı Devleti kendine özgü koşullar içinde İnce­lenmektedir.

b)-Bürokrasi: Geçimlerini her şeyden önce hükümdarlık hâzinesinden yani devlet tarafindan gasp edilen fazla üzerin­den sağlayan kişilerden meydana gelen bürokrasinin varlığı bu kaynaklann sürekliliğine bağlıydı .8

Devlet memurlarına (bürokrasi kastediliyor) geleneksel

düzenin bekçileri olarak değil de İmparatorluktaki iktisadi ortağın büyük bölümüne el koyan bir sınıf olarak baktığımız­da Hıristiyan aracı sınıfın doğmasının bürokrasiyi daha dolay­sız bir başka biçimde tehdit ettiği görülür.9

Osmanlı bürokrasi (yöneticiler), modernleşmeyi tam ola­rak kavrayamadıklanndan çağa ayak uyduramamışlardır. Bu nedenle de sosyal, kültürel, bilimsel ve düşünsel yaşam ilerle- yememiş; çağın gereklerine uyum gösterememiştir. Düşünsel yaşam gelişmediğinden, toplumsal dinamizm harekete geç­memiştir. Çağa ayak uyduramama; eskiye daha sıkı sanlma, elde olanı koruma duygusunun güçlenmesine neden olmuştur. Bu da toplumsal ve kurumsal tutuculuğu yaygınlaştırarak bu bakış açısının sosyal yaşama egemen olmasına yol açmıştır.

Osmanlı bürokratik yapısı; yapılacak olan modernleşme hareketleriyle var olan ayncalıklı statülerini kaybedeceklerin­den reform hareketlerine direnç göstermişlerdir. Geleneksel bürokratik yapıyı oluşturan seyfiye ve ilmiye bürokratlan askeri, siyasal, sosyal ve kültürel alanda yapılan reformlara karşı gelmişlerdir.

Osmanlı bürokrasisi ve aydınlan (özellikle Tanzimat dö­nemi) halka yabancıydı. Bürokratlar ve aydınlar bu yönleriyle siyasal ve kültürel açıdan Osmanlı toplumunda ikili bir kültür yapısı oluşturdular: Merkezde, Batı etkilerinin yoğun olduğu "seçkin kültürü’’, çevrede ise İslam ile yoğnılmuş "halk kül­türü’’ oluşturuldu. Halk ile seçkinler arasında tesis edilen bu yeni bölünme, mahiyeti itibariyle eskisinden farklıydı.

Geçmişte halk ve seçkin kültürü arasında "din ”, geniş bir çakışma alanını içine alan ortak paydayken, Batılılaşma ile beraber ortaya çıkan yeni seçkin kültürü, halkın nüfuz edeme­yeceği kadar uzağa düştü; uçurum derinleşti. (Türköne, 1994, 101) Son yüzyıllara gelindiğinde bürokratik kesimin tümüyle toplumsal kesimlerden uzaklaştığını ve nevi şahsına münha­sır, seküler değerler ortaya koyduğunu görmekteyiz. Avru-

pa’da görülen sanayi devrimiyle ortaya çıkan sanayi burjuva­zisi gibi sosyal sınıfların yokluğu Osmanlıda bürokratik gele­neği mutlak egemen siyasal iktidar haline getirmiştir. Osman­lInın genişleme döneminde bürokrasi Batı kurumlan yönünde bir toplumsal değişim projesi başlatmış ve bunun öncülüğünü yapmıştır. Kısaca, Osmanlı siyasal yapısı içinde önceleri Sul- tan’ın dahâ sonralan ise merkeziyetçi-bürokratik geleneğin ağırlığı devleti idarede hakim güç haline getirmiştir. Bu du­rum ise Batı Avrupa’da görülen aristokrasi ve buıjuvazi gibi sivil toplumun temel unsuru olan sınıfların ortaya çıkmasına ve devleti alttan ve üstten sınırlamasına engel teşkil etmiştir.

Batı’da görülen ve orta sınıflan oluşturan sınıfsal yapının oluşmaması zaten geleneksel bir toplum olan Osmanlı toplu- munun modernleşme hamlesini kısıtlamıştır. Osmanlı döne­minde yöneticiler, modernleşmeyi tam olarak kavrayamadık­larından çağa ayak uyduramamışlardır. Bu nedenle de sosyal, kültürel, bilimsel ve düşünsel yaşam istenen seviyede ilerle- yememiş, çağın gereklerine uyum gösterilememiştir. Düşün­sel yaşam gelişmediğinden, toplumsal dinamizm harekete geçmemiştir. Çağa ayak uyduramama, eskiye daha sıkı sarıl­ma, elde olanı koruma Osmanlı Moderleşmesinin temel so­runlarının başında geliyordu. Bu da bürokrasi de duygusal bir ayrışmaya yol açmıştı. Bu durum toplumsal ve kurumsal tu­tuculuğu yaygınlaştırarak bu tutumun sosyal yaşama egemen olmasına yol açmıştır. Bazı dönemlerde birtakım modernleş­me hamleleri olduysa da toplumsal bir dönüşüm sağlanama­mıştır. Yüzeysel reformlarla ve eskinin kurumlannı koruyarak modernleşmenin başarıya ulaşması olanaksızdır. Modernleş­menin olabilmesi için sınıfsal ve kurumsal birtakım değişik­liklerin olması gerekmektedir. Askeri alanda, eğitimde ve bazı bayındırlık hizmetlerinde yapılan reformlar modernleşmede istenen sonuçları yaratmamıştır. Zaten Osmanlıdaki iç dina­mikler de böyle bir sürecin gelişmesine uygun değildir. Bu bağlamda yaşanan zihinsel, toplumsal ve idari dönüşümlerin

bürokratik elit eliyle yürütüldüğü üzerinde kimsenin bir şüp­hesi yoktur. Osmanlı modernleşmesinin o dönem ile Cumhu­riyet döneminde aldığı şeklin mahiyetinin tartışılmasında, yu­karıda geniş bir şekilde üzerinde durulan olay, olgu ile düşün­ce kalıpları da göz önüne alındığında, Osmanlı yönetici sınıfı­nın yani bürokrasinin bu süreçte önemli bir etki gösterdiği ifade edilebilir.

c)-Azuıbklar: Osmanlı İmparatorluğu içersinde özellikle Hıristiyan olan ve Burjuvazi niteliğine sahip Rum, Yahudi ve Ermenilerin oluşturduğu azınlıklar ile alt tabakayı oluşturan ve askerlik görevi özellikle 18.yüzyıldan itibaren sırtlanna bindirilemeyen gayrimüslimler ve Müslüman Araplar, Arna- vutlar ve Kürtler vardı.

Ancak Müslüman reaya Hıristiyanlardan ekonomik olarak düşük bir katmanı oluşturmalarına rağmen Osmanlının Müs­lüman olması dolayısıyla ayrıcalıklı bir durumdaydılar. Bu azınlıkları şöyle sınıflandırabiliriz. Osmanlı egemenlik alanın­da toplam nüfusun üçte ikisi Müslüman üçte biri gayrimüslim idi.(Bu oran rakamla ifade edilmeden çok bir şey ifâde etmi­yor çünkü 19.yüzyılda Osmanlı egemenliği altında yaklaşık olarak 60 milyon insan yaşıyordu. Bunların 40 milyonu Müs­lüman 20 milyonu ise gayrimüslimdi.)

İlerleyen yıllarda görüldü ki yapılan bu siyasi reformlar, azınlıkların milliyetçilik duygularını köreltememiştir, buna birde dönemin süper güçleri arasında yaygınlaşan sömürgeci­lik politikalan eklenince imparatorluk savaşların ve kitlesel göçlerin odağı durumuna gelmiştir. Bu göçler ana hatlanyla Anadolu’daki Hıristiyanların, Anadolu dışına doğru; Balkan­lardaki ve Kafkaslardaki Müslümanlann ise Anadolu’ya doğ­ru akınlan şeklinde gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda mevcut azınlıklar arasında Ermeniler gibi sayıca çok azalanlar olduğu gibi, Çerkez ve Kırım Tatan gibi yeni Müslüman azınlıklar Anadolu’da artmıştır.

Azınlıklar ile ilgili iki tabuyu yıkmak gerekir, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan azınlıkların sahip olduklan sosyal, hukuki ve ekonomik haklarına ilişkin bazı Batılı tarihçilerin objektif davranmadıklan -bir gerçektir. Fakat bir kısım yansız tarih yazarlan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi gayrimüs­lim uyruklarına baskı yaparak onlan istismar eden kah bir teokrasi yönetimi uygulamadığını, tam aksine azınlıklann büyük ölçüde yerel ve toplumsal özerkliğe sahip olduklarını, hatta aynı dönemin Avrupası’nda yaşayan etnik ve dinsel grup­lara kıyasla çok daha toleranslı muamele gördüklerini kabul etmektedirler. Bu iki görüş de gerçeği tam anlamıyla yansıt­mamaktadır. Osmanlının iyimser bir teokratik yönetim uygu­ladığını savunan çok sayıda yabancı akademik çalışma var.

("Stanford Shaw, History of the Ottoman Empirc and Modem Turkey, (Cambridge, 1977), Edward Amold, Turkey in Europe, (London, 1900), A.J.Toynbee, Treatment of Armenians in the Ottoman Empire, (London, 1923), Bemard Lewis, The Emergence of Modem Turkey, (Cambridge, 1965), Felix Valyi, Revolutions in İslam, (New York, 1975), A.Poweli, The Struggle for Power in Moslem Asia, (New York, 1925).)

Yukandaki çalışmalan yapanların uzun süre Türkiye’de çalışmış olmalan düşündürücüdür.

Osmanlı devleti gayrimüslimler açısından Yunan, Ermeni ve Yahudi olmak üzere milet-i selase (3 millet) adı verilen 3 ayn azınlığı esas olarak kabul etmekteydi. Bu sistem içinde Bulgarlar ve Sırplar gibi Hıristiyan Balkan ulusları Yunan, Süryani gibi Anadolu kökenli diğer azınlıklarda Ermeni sayı­lıyordu. Bu şekilde Yunan ve Ermeni uluslan diğer uluslar üzerinde bir hâkimiyet ve kısmi asimilasyon politikası uygu­layabiliyordu.

XVIII. Yüzyılda Amerika’da "herkesin eşit yaratıldığının" ve Fransa’da "İnsan ve Vatandaş Haklarının” ilanlanndan

sonra yayılan milliyetçilik akımlan, Osmanlı Imparatorlu- ğu’nda yaşayan azınlıklar arasında etkisini göstermekte ge­cikmedi. Çocuklannı Avrupa’da okutup Batı kültürü ile ye­tişmelerini sağlayan, askere gitmemelerinden kaynaklanan üstünlükleri iyi kullanarak Osmanlı toplumunda ekonomik açıdan da oldukça yüksek mevkiilere gelen azınlıklar bağım­sızlık isteği ile ayaklanmaya başlamışlardı. Gayrimüslimlerin bu isteklerini kendi yararlarına kullanmakta gecikmeyen Av­rupa devletleri azınlıkların vasiliğini üstlenerek, Osmanlı Dev­leti’ne azınlıklar lehine reformlar yapılması konusunda baskı­lar yaptılar. Osmanlı Millet sistemi içinde etken olan azınlıkla­rı ele alırsak, aşağıdaki gruplandırma içinde inceleyebiliriz;

1>FENER ARİSTOKRASİSİ::

Fener Rum Aristokrasisi özel ve belirli şartlar sonucu orta­ya çıkmıştır. Başkentte sarayın içine düştüğü bazı siyasal ve diplomatik zorunluluklar Fener Rum Aristokrasisini doğurur. Fenerliler, Hıristiyanlan gayrimüslim olduklan için kamu işlevlerinin dışında tutan kuralın istisnasını teşkil ederler. Me­selelerin çözümünde silahlar yetersiz kaldıkça diplomasi oyunlanndan destek arama gerekliliği Osmanlı sarayı ile Av­rupa arasında gitgide sıklaşan ilişkiler doğurur. Bu işi sorun­suz yürütecek gayrimüslim tebaa içinde en önemli unsur Rum Ortodoks Kilisesi etrafında toplanan Hıristiyanlardı. Divan-ı Hümayun tercümanlığı gibi önemli görevler Rumlara veril­mişti. Bunun başhea nedeni, Osmanlı yönetici ve aydınlan daha çok Arapça ve Farsça biliyor ve çok azı Batı dillerine aşina iken İstanbullu Rumların Batı dillerine sahip olmalany- dı. Rumlann bu mevkilere getirilmeleri İstanbul’da bir cins Rum aristokrasisinin doğmasma neden olmuştur. Kentin Fe­ner bölgesinde oturan bu aristokratlar (Fenerli Rumlar), gö­revlerinden elde ettikleri geliri, ailelerinin genişlemesi ve zen­ginleşmesi, Yunan kültürünü öğrenme ve güçlendirme ile hem Ortodoks millet içinde hem de Osmanlı hükümet siste­minde güç ve statülerini artırmak için kullanmışlardır. Bu


ilişkiler "Baş tercümanlık’’ mevkiinin ihdasını zorunlu kıl­mıştır. Öte yandan Tuna beyliklerinde meydana gelen müz­minleşen kanşıklıklar bu beyliklerin başına padişahın sadık bendeleri olup sarayın çıkarlarını mahalli çıkarların üstünde gözeten voyvodaların atanmasını gerektirir. İşte bütün bu görevlere bir yolunu bulup Fenerliler sahip çıkarlar.10

Ancak Hu ayncalık bağımsız bir yunan devletinin doğma­sına neden olacak ve Osmanlıdan koptuktan sonra bu ayrıca­lığın ve servetini İstanbul’daki tefeci kapitalist zümreye terk edecektir. Bu sonuç özellikle Müslüman reayanın belli kesim­lerince başından beri tepkisel olarak izlenmekte ve sonraki gelişmelerin nedenlerinden biri olacaktır.

2>ERMENİ AZINLIK VE SARRAFLAR:

Gregoryen Ermeni Patrikhanesi’nin İstanbul’un fethinden sonra Fatih tarafindan açılmasına izin verildi. Daha sonra 1830 yılında Katolik Ermeni Kilisesi’nin 2.Mahmut tarafin­dan açılmasına izin verildiği, hatta yardım edildiği de iddia edilmektedir. 1870 yılında Bulgar Patrikhanesi’nin çalışması­na Abdülaziz tarafindan izin verilmiştir. Oysa ne Ermeniler ne de Bulgarlar ve diğer bütün gayrimüslim topluluklar bin yıllık Hıristiyan-Bizans egemenliği sırasında böyle bir ayrıcalık gerçekleştirememişlerdir. Bu Osmanlı devletini diğer devlet­lerden ayıran yönetimsel politik bir tercih idi. Bazı tarihçiler tarafindan övünme sebebi sayılan bu durum sürekli bir karşı­laştırmaya tabii tutuluyor. Ama gayrimüslimlerin günlük ha­yatta yapamayacaklarının listesi gündeme geldiğinde başka modlara geçiliyor. Oysa istediğinde çok abartılan ve propa­gandaya dönüşen bu durum bir aslında bir yönetim tercihiydi.

Ermeni sarraflar adından anlaşılacağı gibi, hemen hemen tamamı Ermenilerden meydana geliyordu. Bu tefeci mali grup başlangıçta, 17.yüzyıldan itibaren İmparatorluk bünye­sindeki Hıristiyan kitlenin içinden çıkan ikinci bir kategoriyi oluşturur.11 17. ve 18. yüzyıllarda Ermeniler Doğu ticaretinde,

Fransız yetkililerini kaygıya düşürecek ve onları kendilerine karşı harekete geçirmeye zorlayacak ölçüde önemli bir yer tutarlar.12

3)-RUM TÜCCARLAR:

Gözden geçirilmek üzere geride bir de azınlıklann içinden çıkan üçüncü bir grup, yani en fazla Rumlardan ama aynı zamanda Ermenilerden oluşan tüccarlar zümresi kalıyor. Bun­ların ticarete yatkınlıklarının kökenlerini bir yandan Bi­zans’tan arda kalıpta Osmanlı toplum düzeniyle az buçuk bütünleşebilmiş servetlerde, öte yandan ise Rum ticaret filo­sunun bu günkü Yunanistan’da, On iki Adalar da ve küçük Asya’nın Ege kıyılarında daima muhafaza ettiği üstünlükte bulabiliriz. Böylece Rum unsuru deniz ticaretinde üstünlüğü­nü gösterirken Ermeni unsuru da özellikle Anadolu’yla Iran arasında sefer yapan kervanlarda varlığını duyurur. Ama Er- menilerin Doğu ticaretinin bütünü içinde üstün bir yerleri olduğunu sanmıyoruz.

Ermenilerin ticari alanda yükselişleri nasıl Iranlılann hi­mayeleri sayesinde olmuşsa, Rumların başansında da Rus müdahalesinin etkilerini aramak gerekir.13

4}-LEVANTENLER:

Fransızca’ya 1575’de giren Levanten sözcüğünün anlamı Ortadoğulu, Yakındoğulu, Doğu Akdeniz ülkelerinden olan­dır. Ana Britannica, Levanten’i (Levantin yazılır Levanten okunur) “Osmanlı döneminde, özellikle Tanzimat sonrasında İstanbul’da ve büyük liman kentlerinde yoğunlanan ve ticaret­le uğraşan, Müslüman olmayan azınlıklar" diye tanımlamak­tadır.

Levantenler genellikle, deniz ticareti yapan Akdeniz ülke­lerinden (Venedik, Genova, Ragusa), ticaret ile uğraşan diğer ülke ve şehirlerden (Amsterdam) ya da Haçlı Devletleri’nden gelip, çoğunlukla İzmir ve İstanbul’a yerleşmişlerdir. Bunlar Doğu ticareti içindeki önemlerini giderek kaybeder.14 Levan-


tenlerin boş bırakmak zorunda kaldığı yerleri diğer Avrupalı unsurlar ve azınlıklar doldurmuştur.

5)-MÜSLÜMAN ORTA SINIF:

19.Yüzyıla kadar az çok filizlenip toparlanan Müslüman sınıf Hıristiyan burjuvazisi karşısında tutunamaz. Özellikle 1838 Ticaret Anlaşması ile beli kırılır ve çöküşe geçer. Bu nüve içinde yeterli ekonomik ve siyasal güce sahip olanlar bürokrasiye veya toprak mülkiyetine sığınırlar; geri kalanlar ise şehir küçük burjuvazisine yani ulema ve esnafa katılırlar.15 6>KÖYLÜLER:

Bütün bu çeşitli grupların gerisinde İmparatorluğun üretici ve sömürülen sınıfinı oluşturan köylülüğün büyük kitlesi bu­lunur. Toprağa bağlı yaşayan köylülük dengesiz, tarıma yarar­lı toprağın azalması, buna paralel sömürünün artması bütün bunların üstüne devlet memurlarının suistimalleri ve köylüle­rin zorla askere alınması da eklenince köylülüğün durumunun ne kadar kötü olduğu anlaşılır.

7)- ŞEHİR PROLETERYASI:

Şehir proletaryasının gelişimi diğer (sanayi devrimi olmuş) ülkelerdekinin aksine gelenekleri olmayan cılız bir yapıda kaldı. Türkiye’de demiryolları, Limanlar, maden ocaklan v.b. gibi kuruluşları işleten Batı kapitalizmi iş gücü, ücretli işçi ihtiyacını topraksız fakir köylüler ve dükkanlarını kapamak zorunda kalan zanaatkarlardan karşılar.16

Gülhane Hattı- Hümayunu, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile azınlıklara hak tanıma ve Müslüman tebaa ile eşit kılmanın amacı ve çabalan ülkenin bölünmesini önlemekti. Bu kararlar sadece Müslüman tebaa üzerinde değil gayrimüs­lim kesim üzerinde de hoşnutsuzluk yaratmıştı.

Fermanlarla azınlıklara tanınan haklar, öncelikle cemaat liderlerini ve din adamlarını tedirgin etmiştir. Bunun başlıca sebebi ise, mevcut statünün kendilerine sağladığı ayncalıklan

kaybetme kaygısıdır. Gülhane Hatt-ı Hümayunu okunup, ke­seye konulduğu sırada “O keseden bir daha hiç çıkmaması ” temennisinde bulunan Rum Patriği memnuniyetsizliğini bu şekilde dile getirmişti.

Rumlar azınlıklar içinde en ayncalıklı sınıfı teşkil ediyor­lardı. Daha evvel de söylendiği gibi tercümanlık hizmetleri, Eflak ve Boğdan Beyliği için seçimler Rumlar arasından yapı- hyordu. Rum Patriği protokolde diğer cemaat liderlerinin önünde yer alıyordu. Bu yüzden, Patrik, diğer zimmîlerle eşit sayılarak bu ayncalıklannı kaybetmek istemiyordu. Kaldı ki, sadece Rumlar ayrıcalıklarını yitirmekle kalmıyorlar, aynı zamanda 1856 fermanıyla Rum Patriği ve cemaat şeflerinin ve diğer din adamlannın elinden cemaatlerinin idari yetkileri alınarak laik kişilerin de katıldığı meclislere veriliyordu.

işte ekonomik bağımsızlıklarının yanı sıra sosyal ve politik çıkarlarının da üstüne düşürülen bu gölgeler, zimmî din adam­larını reformlann düşmanı haline getirmişti.

Azınlıkların reformlara karşı oluşlarının bir başka nedeni de vergi ve askerlik alanında getirilmek istenen eşitliktir. Yüzyıllardır kendi cemaatleri tarafindan dini vergilerle sömü­rülen zimmîler, ara sıra devletin vergi suistimallerine maruz kalsalar bile genelde devlete az vergi veriyorlardı. Özellikle ti­caretle uğraşan zimmîler artık mal ve güçlerine göre vergi öde­yeceklerdi. Bu sınıfta bulunan ve ticaretten büyük karlar elde eden zimmîlerc askerlik görevi çok ağır bir yük olarak gelmiş­ti. Aynca, bütün bunların dışında, artık milliyetçilik bilincine kavuşan bir kısım gayrimüslim grup reformlann çökmekte olan İmparatorluğu güçlendirerek, bağımsız bir devlet kurma ideallerine kavuşma yolunda engel oluşturacağından da kay­gılanıyorlardı.

Sayılan sebeplerin dışında, Hıristiyan azınlıklar arasında Yahudilerle eşit tutulmaktan hoşnut olmayanlarda vardı. Bun­lar “Devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz İslam ’ın üstünlü-


ğüne razı idik” diyorlardı. (Bu ayrıcalık savaşı daha sonra Hıristiyan azınlık gruplar ile Yahudiler arasında gizliden giz­liye birbirini tasfiye çalışmalarına kadar ilerleyecekti.) Yeni çıkan belgeler ışığında Anadolu’nun Rum ve Ermenilerden arındın İması politikasının ardındaki aktörlerden birinin Yahu­di cemaati olarak dile getirilse de pek tartışılmıyor. (Bunun nedenlerini ve belgelerini İttihat ve Terakki ve Ermeni Tehciri kısmında ele alacağız.)

Bu veriler ışığında genel bir değerlendirme yapılırsa, Os­manlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslimler, Tanzimat’a kadar, özel hukuk ve kamu hukuku arasında Müslümanlardan farklı bir sistemde yerlerini aldılar. Fakat “millet” adı verilen bu sis­temde kendi dini, sosyal ve hukuki yaşamlarını düzenleme hakkına sahip oldular. Belki, fethedilmiş halk olarak birinci sınıf yurttaş olma haklan ve siyasal özgürlükleri yoktu ama bu sınırlamalar içinde banş ve benliklerini geliştirme olanakla- nndan yararlandılar. Gerçekte, onlara karşı uygulanan bazı kısıtlamalar kendi gelenek, görenek ve adetlerini sürdürmele­rine yaramış ve kendi geçmişlerinden kopanlmadıklan için İmparatorluğun karşısına 19.yüzyılda bağımsızlık isteği ile çıkmışlardır.

Bunun yanında yukanda yapılan sınıflandırmada bulunan azınlıklar ve şehir proletaryasını gruplandırma dışı bırakan araştırmalar17 özellikle II. Meşrutiyetten sonra hoşnutsuzluğun nedenlerinden birini görmemiş ya da gösterememiş olurlar. Oysa her iki grup 19O8’in gerçekleşmesinde en az diğer un­surlar kadar belirleyici olmuş ve azımsanmayacak derecede bir katılımları olmuştur.


BOLUM II

BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR


“İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, içleri doldukça eğilirler. ”

MONTAİGNE

A-OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BUNALIM­DAN ÇIKIŞ YOLLARINDAKİ ARAYIŞLAR; FİKİR AKIMLARI VE KAYNAKLARI

Osmanlı İmparatorluğu Fransız Devrimi’nin neden olacağı büyük değişiklikler öncesinde şu bölgelerde hâkimiyetini sürdürmeye çalışıyordu. Balkanlar (Dünkü Yugoslavya, Ar­navutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’nın büyük bir kısmı), Anadolu ve Arap dünyasının (Bugünkü Suriye, Lüb­nan, Ürdün, İsrail, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan’ın büyük bir kısmı, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir) çoğuna hükmediyor­du. Ancak 25 milyon kilometrekare civannda tahmin edilen bu geniş alan için çok düşük bir insan gücü söz konusuydu.1 Özellikle yapılması istenen kapitalist atılımı gerçekleştirmek­ten uzak, dağınık, vasıfsız bir nüfûs dağılımı söz konusuydu. Bunun yanında sürekliliğini koruyan hastalıklar ve savaşlar, çalışacak nüfusun oranını daha da azaltmıştı.

Bunun yanında İmparatorluğun Asya eyaletlerinde nüfu­sun büyük bir çoğunluğu Müslüman’dı (Bilhassa Türkler, Araplar ve Kürtler). Ayrıca önemli miktarda Hıristiyan ve Musevi topluluklar vardı. Balkanlar da ise çoğunluk Hıristi­yan’dı (Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Ulahlar). Aynca önemli miktarda Müslüman azınlık topluluklar vardı (Boşnaklar Amavutlar, Türkler ve Pomaklar yani Müslüman Bulgarlar).2

İşte nüfusun İmparatorluk içerisindeki yukarıda görülen etnik ve dini dağılımı idari yönden gerileme döneminde de bir takım birikmiş sorunlann ortaya çıkmasına neden olmuştu. Gerek gayrimüslimlerin gitgide imtiyazlı duruma gelmeleri gerekse Müslüman çoğunluğun tek parça olmaması sonucu

Şii kesime (Heteredoks) Hıristiyanlara nazaran yönetimin daha kötü davranması da bu kesimce tepkiyle karşılanmıştır.

Osmanlı yönetim biçiminden kaynaklanan ve halkın aley­hine, yönetici seçkinler sınıfinın (vergi ödemeyen, silah taşı­yan ve mülk edinen) lehine çok katı bir ayırım ortaya çıkmıştı. Bu da reaya arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Bu durum daha önce istendiğinde bina edilen Şeriat’ın (Adaletin) oluşmama­sına ve reayanın gitgide hoşnutsuzluğunun artmasına yol açı­yordu.

Osmanlı İmparatorluğu egemenlik alanı ve yapısıyla ol­ması gereken hacimdeki devlet örgütünden ve modem bir ulus devlet örgütünden oldukça farklıydı.

Devlet örgütünün küçük olması mali ve idari işlerin çoklu­ğu karşılığında yetersiz kalıyordu. İstanbul’daki merkezi yö­netim örgütü (Babıali) 1000 ile 1500 kişi arasında memur istihdam ediyordu.3

İkincisi, küçük çaplı devlet olmasından dolayı bireyden çok birey temsilcisiyle meşgul oluyordu. Osmanlı devletinde birey, mensubu bulunduğu topluluk ya da çeşitli topluluklara çok fazla tabii idi.

Üçüncüsü, yasa önünde eşitlik kavramı yoktu. Yasa önün­de eşitlik modem ulus devletlerde bile bir gerçeklik değildi. Kentlerde oturanlara kırsal kesimlerden farklı, Hıristiyan ve Musevilere Müslümanlardan farklı, göçebelere yerleşik olan­lardan farklı ve kadınlara erkeklerden çok farklı muamele edilirdi. Yerleşik eski ayrıcalıklar; kentler, loncalar, aşiretler ya da bireyler tarafindan kıskançlıkla muhafaza edilirdi.4

Bunun; Osmanlı’nın modem devlet anlayışından ziyade devlet ideolojisinin daha önce oluşturulan ilkeleriyle yönetimi ele alışından kaynaklandığını görürüz.

Şarklı siyaset bilginlerinin eserlerinde geniş yer kaplayan Adalet Dairesi’ni Kınalızâde Ali Efendi (1510-1572) şöyle ifade etmektedir.

1.           Adl’dir mucib-i salâh-ı cihan (Adalettir dünya düzen ve kurtuluşu nu sağlayan)

2.           Cihan bir bağdır dîvan devlet (Dünya bir bahçedir, du- van devlet)

3.           Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur)

4.           Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ile korunur)

5.           Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat-devlet-, ancak ordu ile zapdedilir)

6.           Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile ayak­ta kalır)

7.                 Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan halktır)

8.           Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adi (Halkı idare altına ancak Cihan Padişahı’nın adaleti alır).5

Ali Efendi, İbn-ı Haldun’un da Aristo’dan naklen verdiği bu sekiz maddeyi, Devlet ve Aile Ahlakı adlı eserinin sonuç kısmında, Aristo’nun İskender’e verdiği öğütte Adalet Dairesi olarak zikrettiğini belirtmekte ve daire halinde göstermektedir.

Görüldüğü gibi Adalet Dairesi’nde, din-devlet-toplum iliş­kileri, toplumun çeşitli sınıf ve kesimleri arasındaki çevrimsel ilişkiler çerçevesinde fonksiyonel bir bakış açısıyla ele ahn- makta, formüle edilmektedir. Osmanlı Devleti yöneticilerinin en önemli görevi ülkede “adalet’’! uygulamaktır. Osmanlı Devleti’nin temel görevi adalet üzere bir toplum düzeni temin etmektir.

Başı ve sonu adalet olan bu yönetim yapısı her zaman öne­rilmiş ama uygulamada aksaklıklar olmuştur. Çünkü adaleti gerçekleştirmek için engel olabilecek çok sayıda insani zaaf

vardır. Yazar ve düşünürler “Adaletin gerçekleşmediği yerde zulüm egemen olur” derler. Halil İnalcık’a göre; “daire-i adalet Hint-İran yönetim geleneğidir; ancak Islami gelenek­lerden çok Türk yönetim bilgisinin baskınlığıyla Osmanlı Devleti'ne aktarılmıştır. Bu yönetim geleneğinde adalet te­meldir ve adalet halkı (reayayı) zulümden korumaktır. ” (Halil İnalcık, Osrtıanh’da Devlet, Hukuk, Adâlet, Eren (2,Baskı), İstanbul, 2005)

Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun yukanda açıklanmaya çalışılan; gelişmeye engel yapısı, Karlofça Anlaşması’ndan sonra sürekli toprak kaybı, ekonomik yapısındaki çöküntü, toplumun tüm üst yapı kurumlanın olumsuz yönde etkilemiş­tir. Tımarlann bozulup yeniçerilerin maaş alamamalan ordu­yu çökertirken, bu ulusal ayaklanmaya kalkışan halklann işine yaramış ve siyasal çöküşe yol açmıştır.

Ne yapmak gerekir sorusuna verilen iki yanıt ağır basıyor: Biribcisi “Osmanlı devletinin geleneksel anayasasını meydana getiren şeriat hükümlerine dönülmesi ve tam uygulanması gerekir” diyenler.

İkincis ise “Batıyı taklit ederek, ordudan başlayan bir reform dizisinin gerçekleştirilmesini” önerenler idi.

Bu iki görüşü savunanlar, koşullar uygun olup iktidara yaklaştıkça ellerindeki kozlan tehlikeli birer silaha dönüştüre­rek rejime hâkim olmak için her yol ve aracı çekinmeden deneyerek iktidara doğru daha çetin bir mücadelenin içine gireceklerdir.

Burada yönetici kadro içerisinde; iyi niyetle bunu isteyen­lerin yanında, artı ürünle edindikleri serveti ve canlarını ko­ruma uğrana Batıya yönelişi isteyenler de vardı.

İşte Osmanlı İmparatorluğu’nu yukanda anılan zihniyetle yönetenler, daha önce kapitülasyonlarla ayncalıklı bir ko­numda bulunanlar, Batı’yla daha içli dışlı olmak adına 1838 Ticaret Antlaşması sonucu Emperyalist Batı’nın girişini res-

BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR

men onaylayanlar (İmparatorluğu) yan sömürge olmaya ilk adımı attılar.7

1838 anlaşması serbest ticaret koşullarını hazırlamıştır. Tanzimat ise Batı kapitalizmi yararına kurulan dışa bağımlılı­ğın gerekli kıldığı mali vb. reformlan getirecektir. Batı kapita­lizminin Osmanlı İmparatorluğu içindeki köprübaşlan olan ve azınlıklardan oluşan işbirlikçi buıjuvazinin güvenliğini sağ­lamak, yeni burjuva yaratmak için Batı’dan gelen öneriler, "reform” diye 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu’yla, 1856 Islahat Fermanı’yla bürokrasi tarafindan gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bu reformlar; hiçbir zaman aşağıdan yukanya bir baskının sonucu olmadığı gibi gelenek ve inançlara aykırı yanlanyla, bir kerteye kadar, halkın tepkisini bile uyandıracak nitelikteydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yukarıda anılan duruma gel­mesinin nedeni olarak; yöneticilerin kendi ideolojik bakışı açısından gerçekleri algılayamadığı ve ideolojisinin gelişme­leri karşılayamadığı söylenebilir. Bunda etken olarak gelenek­sel toplum yapısının ağır basması yanı sıra, ekonomik olarak savaş ekonomisine dayalı yapısı sonucu sınıfsal boyutunun belirleyici konuma gelmemesi önemli rol oynamaktadır.

Osmanh devlet adamları bir zamanlar kendi devlet ve ordu yapılarının en ileri düzeyde olduğuna inanıyorlardı. Dünya görüşleri; tüm dünyanın İslam-Osmanlı uygarlığıyla en yük­sek düzeye ulaşma şansını kazanmış olduğu noktasında top­lanıyordu. Osmanhlar dünyayı kendi dünya görüşlerinin için­den algılıyorlardı. Zaman geldi, Osmanh İmparatorluğu Ba- tı’nın karşısında yenilmeye başladı. Bu yenilgi döneminin başlangıcında Osmanlı devlet adamlan kendi devlet meka­nizmalarının gerektiği gibi çalışmadığını fakat düzeltilebile­ceğini düşünüyorlardı. Bir zaman sonra başka bir devlet me­kanizması olan Batı Ulus Devleti’nin taklit edilmesi gerekti­ğini düşündüler.

Bu onlann “Dünya görüşlerinin ” bir parçasının değişmesi anlamını taşıyordu. Oysa bu gibi inançlarda, parçalardan biri değiştikten sonra eski yaklaşımın bütünlüğünü muhafaza etmek gittikçe zorlaşır. Bundan dolayı düşüncenin ön safha­sında yer alan 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı düşünürleri; zamanla Batı’nın yalnız devlet anlayışının değil, tüm “Dünya görüşü­nün ” olayı kendilerininkinden daha doğru olarak izah ettiğini ve daha faydalı olacağını düşünmeye başladılar. Bunun gibi değişiklikler çağdaş dünya tarihinde sık sık görülür. Bu duru­ma düşen milletler içinde bir kısım insanlar da tam aksine, eski görüşlerini kurtarmaya çalışırlar. Eski görüşle yeni dü­şüncelerin bağdaşabileceği uygun bir formül aramaya çıkar­lar.

Buna Anthony Wallace; “Revitalizasyon movements " (Eski Görüşlere Yeniden Canlılık Kazandırma Girişimleri) adını vermiştir. Fakat gene başlangıç noktamıza dönersek, bu tür­den “Dünya görüşlerini ” eski olsun veya yeni olsun toplumun bize hazır olarak verdiği, fakat değişime bir dereceye kadar müsait simgeler aracıhğıyla imal ederiz. Türkiye’de Namık Kemal’in siyasi ideolojisinde İslami öğeleri kullanmaya ça­lışması bunun bir örneğidir.9

Yenilikler başlangıcı 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması’nı tamamlayan Tanzimat bildirgesinin üç temel noktası vardır:

-                Padişahın kendi egemenlik hakkını sınırlaması,

-                 Kişiye bağlı can, mal ve onur koruma haklarının Pa­dişahın egemenlik alanından çıkarılıp yasal düzenlemelere bağlanması,

-                 Yürütmenin “Mevad-ı Esasiye ” olarak nitelenen ilke­ler uyarınca düzenlenecek yasalarca çalışması.10

Yukarıda anılan üç ilke yürütme ile yargı arasmda oluşan ve oluşacak aynlıkları gidermede yeterlilik arz etse de bu organların özerkliğini sağlayacak ya da bağlayacak unsurun “Mevad-ı Esasiye "nin nelerden oluştuğu ve bunun Tanzimat

Bildirgesi’nin asıl etkisini ortaya koyacağı hakkında şüpheler doğurmaktadır.

Yüksek şuranın bir protokolü, söz konusu “Mevad-ı Esa­siye” şöyle belirler

-                 Devlet yönetimi yeni kanunlara göre düzenlenecektir, bu kanunlar şeriata uygun olacaktır.

-                 Bu kanunların amacı, sayılan üç hakkın (Can, Mal, Onur’un korunması haklan) dokunulmazlığını sağlamak ola­caktır.

-                 Hükümdar bunlara aykın eylemlerde bulunmayaca­ğına söz verecektir.11

Bu Ferman halk arasında Hıristiyan Fermanı12 olarak anılmaya başlanmıştı, çünkü o günün koşullan içerisinde Müslüman olmayan halkın lehine bir durum arz ediyordu. Ancak halkın temsil yetkisini ilk defa tartışmaya açması yö­nüyle de önemlidir. Aynca Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşa­yan değişik uluslardan oluşan tebaayı ‘‘Osmanlılık” denilen soyut ve açık olmayan bir ulus duygusu çevresinde toplama çabası da Islahat Fermanı’nda gündeme getirilmiştir.13

Ekonomik ve yasal kurumlanyla Osmanh İmparatorlu- ğu’na sızan kapitalizm, kültürünü de beraberinde getirmiş ve burjuva ideolojisini toplumun tüm katmanlarına özellikle Os­manh Aydını’na benimsetmiştir. Özellikle “Özgürlük”, “Ulus Egemenliği” kavramlan yaşamlarının önemli bir parçası hali­ne getirilmiştir.

Osmanh Asker-Sivil aydını Tanzimat’tan beri süregelen dönüşümlerin etkisiyle burjuva toplumlanna özgü liberal dü­şünceleri yakından tanımaya başlamıştı. Edebiyat alanındaki yenilikler bu düşünceleri daha da yaymaktaydı. Tüm bu ne­denler Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Meşrutiyet hareketinin öncülüğünü yapma görevini doğal bir biçimde aydınlara bı­rakmaktaydı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun "Politik, ekonomik ve kültü­rel” ilerlemesine yönelik çabaları içeren siyasal eylemlerin dayandığı ve bu eylemleri oluşturan ideolojik koşullar 1860’11 yılların başında ortaya çıkmaya başladı. İdeolojik koşullan oluşturan çekirdek "Tasvir-i Efkar" gazetesi çevresinde geliş­ti. Bu gelişimde Türk düşün adamı Şinasi’nin yeri ve etkisi büyüktür. Şinasi "Yeni Osmanhlar" hareketini başlatan kişi­dir.14

B-OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA AYDIN İNSİYATİFİN DOĞUŞUNUN SONUÇLARI: ÖRGÜTLENMELER VE FİKİR AKIMLARI

Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizmin girişiyle Asker- Sivil aydının var olan bunalımdan çıkış yollannı (Batı kökenli fikir akımlarından etkilendiğini) arama çabası içinde örgütlen­meye başlayıp, eyleme dönüştürdüğünü göreceğiz. Önce kı­saca bu akımlan daha sonra örgütsel faaliyetlerini irdeleyelim.

1)     BATICILIK

Osmanlı İmparatorluğu özellikle Avrupa güçleri karşısında düşmeye başladığı kötü durum çerçevesinde, uzun bir süre sistem içerisinde çözümlemeye çalıştığı sorunlann aslında çok daha derinde yatan nedenlerden kaynaklandığı sonucuna va­rarak, mevcut sistem dışından da düzeltme çarelerinin ithali­nin araştınlmasına başlamıştı.15

Bu yönelişlere, Batı buıjuvazisinin dayatması olan 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması ve Islahat Fermanı’nın sonucuna kısaca değinmiştik. Bunun yanında Batı’nın teknolojisinin ithal edilip edilmemesi tartışmalannın sonuçlanmasıyla ithal edilen düşünce yapısının toplumun siyasal gelişim ve müca­dele ekseni üzerinde önemli değişikliklere yol açmıştır. Batıcı­lık akımını başta Padişah ve sadrazamlar devleti bunalımdan kurtarmak için benimsemişken, daha sonra, Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa Batı kültürünü devlete adapte etmek için

öncülük etmişlerdir. Fikri zeminde ise Abdullah Cevdet, Baha Tevfik, Tevfik Fikret, Nuri İleri Bu akımı savunan kişilerdir.

Batıcılar bu noktada ikiye ayrıldılar. Batı’nın bir bütün ol­duğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini savunan Abdullah Cevdet ve arkadaşlan birinci grubu oluşturur. Bu noktada Abdullah Cevdet Batı’yla çatışmayı “Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması ” olarak değerlendirir ve tath fakat boş bir hayal olduğunu ifade eder.

ikinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşlan ise Ba- tı’nın yalnız teknolojisinin alınması gerektiğini, Osmanlı Dev­leti hakkında düşmanca duygular besleyen Batı’ya kültürel açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.

Dikkat çekici olan, İslamcılann ve Batıcılann da Osmanlı­cılığı savunuyor olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı Süleyman Nazif “Cen­giz Hastalığı” adlı makalesinde; “Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan vardır İd oda Osmanlı kanıdır” derken; Batıcı Celal Nuri, Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken; “... Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakim (yanlış) politika milletleri herc-ü merc (altüst) edeceği gibi Avrupa ’yı hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye’ye hamilik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk eder... ” der.

Osmanlı aydını salt Batıcılığa yöncliıkcn Batı’nın sahip olduğu düşünce akımlannı da inceleyip, tercihlerde bulun­muştur. Bunlardan bazılan Osmanlı yönetiminde ve daha sonra kurulacak Tüıkiye Cumhuriyeti’nin inşasında önemli bir yer tutacaktır. Bu fikir akımlan şunlardır,

a)-Pozitivizın: 19.Yüzyılın ilk yansında A. Comte tarafin­dan kullanılan pozitivizm kavramı, felsefeyi bilimselleştirmek ve Avrupa’nın içinde bulunduğu anarşik ortama bir yön vere­cek toplumbilimi kurmak amacıyla ortaya atılmıştır. Bu an­lamda pozitivizm, bir yandan bilimler felsefesi, diğer taraftan

bir politika ve dindir. Pozitivizm, duygularla hissedilebilir dış dünyanın olaylanyla yetinmek isteyen ve başka kökenli her bilgiyi değersiz olarak kabule yönelen her düşünce sistemine verilen addır.

a)             . Yüzyılda Batı felsefesi içinde iki karşıt akım olarak ge­lişen Fransız Pozitivizmi16 ve Alman idealizmi17 karşısında Osmanh aydını, seçimini ilkinden yana yaptı. Böyle bir se­çimde reformcu aydınların eğilimlerini belirleyen tarihsel koşulların rolü büyüktür; Ancak Alman idealizmi yönünde, Tanzimat dönemi boyunca heriıangi bir düşünsel çabanın görülmemesi de bu sistemin daha baskın Osmanlı Modern­leşmesine kapalı olduğu gerçeğini güçlendirmektedir.

Osmanlı reformcularının Fransız modelini örnek almalan yalnızca birinci derecede etkili sayılan iki ülke arasındaki somut ilişkilerin dolaylı bir sonucuydu. Gerçekte ise Osmanlı aydını dolaysız yoldan çok daha belirgin bir biçimde, yapmak istediği yeniliklerin programını Fransız Pozitivist düşüncesin­de ana batlarıyla bulabiliyordu.18

b)-Materyaiizm: Materyalizm, varlık veya gerçeklik hak­kında bir görüştür. Bu görüşe göre, var olan veya gerçek olan sadece maddedir. Madde, evrenin asıl veya temel kurucu unsurudur. Sadece duyumlarla algılanabilen varlıklar, süreçler veya muhtevalar vardırlar ve gerçektirler. Her şeyin kesin nedeni maddesel süreçlerdir. Doğaüstü hiçbir şey var değildir. Zihinsel bir şey de yoktur. Her türlü maddî ve manevî gerçek­liğin özü ve temeli maddedir. Maddenin dışında hiçbir ger­çeklik bulunmamaktadır.

Materyalizm Osmanlı kültür hayatına ilk kez 1880’li yıl­larda girmiş ve gelişiminin ilk evresini II. Meşrutiyet’in ilanıy­la tamamlamıştır. Yaklaşık çeyrek yüzyıl süren bu dönemde materyalizmin algılanış biçimi, onun bağımsız bir felsefe sistemi olmasından çok diğer din dışı düşünce akımlanyla organik bir ilişki içinde bulunduğunu göstermektedir.19

Osmanlı Materyalizmini belirleyen dolaysız düşünce kay­nakları ise şöyle sıralanabilir

b)                 Auguste Comte’un pozitivist teorisi

c)                 Claude Bernard’m fizyolijist akımı

d)                 Charles Darvvin’ in evrim teorisi

e)                 Ludvvig Buchner’in Biyolojik materyalizmi.20

Tartışmayı başlatan materyalizmin (Osmanlı) kurucusu Beşir Fuad olmasına karşılık modem bir anlayış kazandıran Abdullah Cevdet’tir. Ancak her ikisinden de etkilenen Baha Tevfik’in daha kapsamlı bir yapıda olduğu görülür. Baha Tevfik ilk felsefe dergisi olan “Teceddud-i ilmi” yayınlamış ve Felsefi kütüphanesini kurmuştur.21

C)-Korporatizm (Meslekçilik): Korporatizm, özel mül­kiyet ve girişimin önceliği ilkesine dayanan kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplumu varsayan bir düşünce sistemi ve bir dizi kurumu işaret eder. Korporatizm, tanımı gereği anti-sosyalist ve anti-Marksistir. Aynı zamanda felsefe­si siyaset ve iktisat anlayışı bakımından anti-liberaldir, ancak anti-kapitalist değildir.

Meslekçilik U.Meşrutiyet yıllarının toplumsal çöküntüsüne bir çözüm arayışıdır. Klasik iktisattan esinlenen Osmanlı libe­ralizmine bir tepkidir.23

Korporatizm ya da meslekçilik hem Osmanh düşünce ha­yatında, hem daha sonra kurulacak olan Türkiye Cumhuriye- ti’nin düşünce hayatmda önemli ve etkili olan bir yeri olan Ziya Gökalp’in Durkheim’den etkilenerek oluşturduğu dü­şüncesinde önemli yer tutacaktır.

Ziya Gökalp korporatist düzen özleminden ilk kez 1915 başında İslam Mecmuası’nda yayımlanan “İçtimai neviler” başlıklı yazısında söz eder. İttihatçı düşünür, artık Durkheim’ın sosyolojisini benimsemiştir. Fransız üstadının korporatif eği­limlerini geleneksel Osmanlı korporatizmiyle pekiştirir, ulusal

düzeyde meslek örgütlerine dayanan korporatif bir düzen öne­rir.24

Kemaliştlerin Cumhuriyetçiliği ve Milliyetçiliği Gökalp’in çizdiği sınırlar içinde kalmıştır. Buna karşılık, Gökalp’in ikti­sadi devletçiliği ve seçkinci olmayan halkçılığı Kemalistler tarafindan sırasıyla idari devletçiliğe ve vesayetçi bir halkçılı­ğa dönüştürülmüştür. Kemalistler Gökalp’in daha özgürlükçü, çoğulcu, demokratik solidarist korporatizmine, ileride değine­ceğimiz üzere zaman zaman daha otoriter, hatta totaliter ve yan faşizan korporatist açılımlar yönünde zorlamışlardır. Bu bakımdan, "Siyasal Kemalizm "in Gökalp düşüncesinden daha sağda olduğunu söylemek mümkündür.25

Meslekçilik arasında yaşanın ahlak buhranının nedenini sanayii toplumunun sonucu olarak gören A.Mithat’a (Metya) göre Avrupa’da Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’yle baş­layan toplumsal dönüşümler üzerinden bir buçuk yüzyıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen uygarlık ahlaki ve hukuki kargaşadan henüz kurtulamamıştır.26

Solidarist korporatizm, liberalizmi sadece analitik ve ideo­lojik bir toplum modeli olarak reddeder; çünkü genel olarak ekonomik ve siyasal liberalizmin atomist ve egoist bireycili­ğinde, sadece toplumun denge ve uyumuna karşı değil bireyin gerçek gelişimine karşı da bir tehdit görmektedir. Buna karşı­lık faşist korporatizmin tersine özel olarak bazı liberal idealle­ri, kültürel ve felsefi hoşgörüyü ve çoğulculuğu reddetmez. Bir bakıma solidarist korporatizm, faşist korporatizm için söz konusu olmayan bir biçimde liberalizme yakındır. Bunun sonuçlarını zaman zaman solidarist uygulamaların tıkanıklığa yol açtığı dönemlerde liberalizme yeşil ışık yakılmasını ya da liberalizmin popüler hale gelmesinin nedeni bu yakınlıktan kaynaklanmaktadır.

d)Solidarizm: Solidarizm ya da bizde bilinen anlamıyla dayanışmacılık (Tesanütçülük) özellikle n.Meşrutiyetle Tür-

kiye Cumhuriyeti’nin Tek Parti Dönemi olarak anılan 1923­38 döneminde etkili olan bir öğretidir.

Dayanışmayı toplumun, törebilimin, siyasetin ve ekono­minin baş ilkesi sayan öğreti.27 Solidarizm, üçüncü cumhuri­yet Fransa’sının bir anlamda resmi ideolojisidir. Radikal Par­ti’nin benimsediği bir öğretidir. Filozof-Politikacı Başbakan Leon Bourgeois başta olmak üzere birçok düşünürü etrafında toplamıştır.

Solidarizmin en büyük ilkelerinden olan dayanışmaya yö­nelik hamlelerin sonucunda ‘‘Ekonomik sınıfların ortadan kalkacağını ve Tek Parti döneminin sloganı olan “Sınıfsız ve İmtiyazsız Bir Bütün ” oluşturmanın işaretlerini vermektedir. Bundan dolayı Ziya Gökalp’e göre solidarizm “İçtimai Halk­çılık" tır. Siyasal demokrasinin siyasal düzeyde gerçekleştir­diği eşitliği iktisadi alanda uygulamaya çalışır. Gökalp, birey­cilikle toplumculuk arasında “Tezat ” ya da bu günkü deyişiy­le çelişki olmadığım ileri sürer. Bireycilikle toplumculuğu uzlaştırarak her ikisini de aym potada eriten yeni bir toplumsal öğreti de tesanütçülükte karar kılar.28

Böylece Ziya Gökalp’in düşünce yapışma solidarist bir korporatizm egemen oluyor ve bu formülasyonunu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve inşasına taşıyordu.(bunu daha düzgün ifade etmek istiyorsanız değiştirin isterseniz)

Bu çerçevede Gökalp, Halkçılığı smıfsız dayamşmacı bir kitle olarak kavrayan Türk toplumunda çeşitli toplumsal ke­simler arasında eşitliğin sağlanması ve iktisadi gelişmeyle birlikte doğabilecek olan eşitsizliklerin giderilmesi için dev­letçiliğin benimsenmesi gerektiği düşüncesine ulaşmıştır.29

Ziya Gökalp Solidarizmin Türk hukuk yapışma uygun ol­duğunu ve doğasmda olduğunu belirterek buna “Milli meleke ulusal bir öğretidir" der. 4 Nisan 1918 de yayınlanan Yeni Mecmua’daki “Rusya ’daki TürklerNe Yapmalı?” adlı maka-

lede solidarizm ve Osmanlı hukuk yapısı hakkında şöyle de­mektedir.30

“Türk hukukundan tabiatıyla doğmuş milli bir meslek var­dır ki, imine Solidarizm, tesanütçülük denilebilir. Fertçiler yalnız ferdi mülkiyeti, İçtimaiciler yalnız içtimai mülkiyeti kabul ettiği halde, tesanütçüler bu iki mülkiyetin her ikisini de kabul ediyorlar. Bunlara göre Osmanlı arazi kanunnamesin­deki tasarruf ferdi mülkiyetten ibarettir. Fakat tesanütçüler, bu iki türlü mülkiyeti araziye hasretmiyorlar. İstihsal vasıtası olan diğer mülklere de teşmil ediyorlar. ”

“Mesela, ormanlar, sular, madenler, şömendöferler, va­purlar gibi sınai fabrikalarda arazi gibi iki mülkiyete tabiidir. Bir fabrika da arazi gibi muayyen bir zamanda işletilemezse mahlul kalmalı, yani onun üzerinde bulunan ferdi tasarruf sakıt olmalıdır. Çünkü Türk hukukuna göre ferdi tasamıf bir tapu, yani içtimai bir memuriyet mahiyetindedir. Bundan başka, devlet lüzum görürse rakabesi itibariyle arazi ve fabri­kaları, fertlere ait tasarruf bedellerini vermek şartiyle istimlak edebilir. Bu tarikle bütün istihsal vasıtalarım içtimaileştirmek yahut na-ehli ellerden alıp ehliyetli ellere vermek mümkün­dür... Hakiki halkçılık ferdi hürriyetle içtimai adaleti aynı zamanda ferdi mülkiyetle içtimai mülkiyeti telif etmek usulün­den ibarettir. ”

Her ne kadar solidarizmin ve korporatizm üzerine inşa edi­lecek olan Gökalp milliyetçiliği Kemalistlerin rehberi olacak­sa da, Ziya Gökalp’te rastlanmasa da sonradan oluşacak ııkçı ve yayılmacı (Milliyetçi Hareket Partisi ve Turancılık) milli­yetçiliğin benimseyeceği Solidarizm ve Korporatizmin Faşist ideolojinin alt kültürlerini oluşturacaktır. Ancak Kemalizm esas olarak Gökalp’ın çizdiği sınırlara uymuştur.

e)-Sosyalizm: Fransız Devrimi’yle gelen Özgürlük, Eşitlik gibi kavramlara sıkı sıkıya sanlan Osmanh Asker-Sivil aydını sosyalizme pek itibar etmemiştir. Ancak Osmanlı İmparator-

luğu’ndaki gayrimüslim aydınlar ulusal direniş ve örgütlenme aşamasında Sosyalist düşünceyi rehber edinmişlerdir. Özellik­le Makedon, Bulgar, Ermeni ve Rum kesiminde itibar gördü.

1876 Meşrutiyeti öncesinde Türkçe basında Sosya- list/Komünist düşünce, dine ve ahlaka aykınlık gerekçesiyle olumsuz bir biçimde anılmıştır.31

Namık Kemal ve arkadaşlarının ilk elden gözlemledikleri Paris Komünü’nü savunmalarıdır. 1876 sonrasında ise, Sos- yalizm-Komünizm ayırımı yaparak, sosyalizmin İslamiyet’le bağdaşabileceğini ileri süren (Arnavut Müslüman kökenli) Şemsettin Sami Bey ve (Rum Ortodoks kökenli) Sava Paşa gibi Osmanlı düşünürleri çıkmıştır.32

Komün ve birinci Entemasyonal’e ait, aıkalayıcı bu yazıla­rın yanında, her iki hareketi de eleştiren, aşağılayan yazılar da çıkmıştır. Örneğin “Hakayikul vakayı” gazetesinin Haziran 1871 ’de yayınladığı bir haberde “Eşkıyanın kumandanı (Kari Marks) denilen ve hala Londra daki Enternasyonal nam ce­miyetin reisi bulunan pehlivan olup... ” biçiminde komüne, Marx’a ve birinci Entemasyonal’e ağır deyimlerle hücum edilmektedir.33

Osmanlı İmparatorluğu’nda n.Meşrutiyet’in ilanından iti­baren başlayan özgürlükçü hava içinde çeşitli siyasal düşünce ve eylemlerin yanında “Sosyalizm” düşüncesi de gündeme geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Parti, 1908 yılı sonundaki grev hareketleri ve 1909 yılında parla­mentoda uzun tartışmalara sebep olan “işçi sendikaları ” tar­tışmalarından sonra Eylül 1910’da “Osmanlı Sosyalist Fırka­sı” adı ile kuruldu. Parti, beyannamesinde “Sosyalizm'm Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulanmasını istemiştir. Gerek beyanname ve gerekse parti programındaki fikirler sosyaliz­min klasik açıklamalarından öteye gitmemiştir.

Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini partinin kuruluşundan ön­ce Şubat 1910’da Hüseyin Hilmi (Sosyalist Hilmi) tarafindan

çıkanlmaya başlanan “İştirak" dergisinde açıklamışlardır. Ayrıca çok şikâyetçi olduklan “basın hürriyetinin ” fena uy- gulanmaşı yüzünden kısa ömürlü olan günlük gazeteleri de vardı. Parti, işçi meselelerinin tartışılması üzerine kurulmasına rağmen; partinin parlamento içinde işçi sorunları ya da sosya­list düşüncelerin tartışılması gibi konularda hiçbir katkısı ol­madı. Bunun belki de en önemli sebebi, partinin milletvekili­nin bulunmaması ve parlamentodan da partiye hiçbir katılı­mın olmamasıdır.

Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve devamlı olmayan fikirle­ri içinde Batılılaşma meselesini sosyalizmin gerçekleşmesine bağlamıştır. Bu bakımdan, iki devrelik bir program teklif et­tikleri görülmektedir. Birinci devre siyasidir.

Diğer devrenin ise sosyalist olması gerekir. Siyasi devre 10 Temmuz 1908’de meşrutiyetle gerçekleşmiştir. Bu devrede kısa açıklamalar yapan sosyalistler ihtilâlci ve savaşçı düşün­celerini ortaya koymaktan çekinmediler. “10 Temmuz hürri­yeti gerçi harben feth olunmadı, alındı. ” Osmanh sosyalistle­rine göre “Hürriyet ancak harp ve darp ile” büyük fedakâr­lıklarla, “parça parça feth olunur". Bu bakımdan 10 Tem­muz sosyalist bir hareket değildir.

Sonuçta milliyetçiliğe karşı Enternasyonalizmi savunan sosyalizmin Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi İmparatorluklann egemenliği altındaki tutsak ulusların kurtu­luşunu savunması ve kendi geleceklerini belirlemeye ışık tutması açısından öncelikle bu ulusların tarafindan benim­senmesine yol açmıştır.

2)     OSMANLICILIK

Osmanh İmparatorluğu’nun çok etnili ve çok dinli oluşun­dan yola çıkan Osmanlı aydını öncelikle bu yapıyı koruma ve devam ettirme çerçevesinde çıkış yolları aramıştır. Yani (tam anlamıyla) etnik ve dini üst kimlik yaratarak bir arada tuta­bilmek amaçlanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yüceltil-

mesi kendilerinin de yücelmesi olacağı inancının yerleştiril­mesi çabası, bu düşünce akımının bir başka görüntüsü olmak­tadır. Tüm etnik grupların böylesine bir duygu çerçevesinde birleşmeleri İmparatorluğun iç sarsıntılannı yavaşlatabileceği gibi dışardan gelen baskılarında önemli ölçüde hafiflemesine yol açacaktı.34

Milliyetlerin ön plana çıkıp milliyetçi hareketlerin ivme kazandığı böyle bir dönemde “Osmanlıcılık" gibi sonradan oluşturulmaya çalışılan “Yapay" bir milliyetçiliğin tutmaya­cağını, milliyet unsurunu meydana getiren öğelerin tarihsel bir süreci belli topraklar üzerinde bir arada yaşamış toplulukların oluşturduğunu Osmanlı yöneticileri de biliyordu. Ama bu yaratılmak istenen üst kimliğin var olan milliyetçilik akımı karşısında zor da olsa bir başarı sağlayabileceklerini düşün­müşlerdir.35

îşte bu düşünceyle Osmanlıcılık “İttihada-ı Anasır" (Ulus­ların birliği) özellikle devlet adamlannca ortaya atıhp Müslü­man olan asker-sivil aydın tarafindan benimsenmesine rağ­men gayrimüslim ve azınlık aydınlarınca şiddetle reddedildi. Fransız Devrimi’nin başlattığı uluslaşma çağının etkileri ve ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı ağır basıyordu.

Bunun yanında Avrupa'yı kızdırmaktan korkan Batıcı ay­dınlarda Osmanlıcılığa dolaylı yoldan karşı çıkıyorlardı.

“Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakin politika milletleri Here-ü me­ra edeceği gibi Avrupacı hususuyla bazı akvam-ı Osman iye­ye hamilik eden düveli muazzamaydı aleyhimize sevk eder ’*36 diye kaygılarını belirtir. O dönemin önemli düşünürlerinden Celal Nuri.

Gerek İslamcı gerekse İttihat ve Terakki Partisi içindeki aydınlar tarafindan kabul görse de hiçbir zaman temel ya da hakim görüş olmadı. Bunun yanında Muhalefet ve bunun baş temsilcisi Hürriyet ve İtilaf partisi de bu politikayı içtenlikle

benimsemiş ancak iktidara geldikleri 1918’de ve sonrasında Osmanlıcılığın maddi temelleri kalmamıştır.37

Osmanlıcılık düşüncesinin en önemli adamı olan Tunalı Hilmi’de belli bir süre sonra Türkçülüğe yönelince bu alanda­ki teorik çalışmalar da bitmiştir.

Osmanlıcılık devlet adamlannca ortaya atıldığında fazla popüler olamamış ve iktidarda uygulanma şansı bulamamışsa da Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra “üst kim­lik” modeli olarak uygulanma şansı olmuş. Günümüz Türki­ye Cumhuriyeti’nde en çok tartışılan kimlik tanımında Türk kimliği Osmanlıcılık gibi üst kimlik olarak savunulmaktadır.

Prof. Dr. Toktamış Ateş şu şekilde açıklamaktadır: "... Atatürk ulusçuluğunun ilginç bir biçimde Osmanlıcılık düşün­cesinin izlerini de taşıdığını söyleyebiliriz. Zira Atatürk ulus­çuluğu temel olarak ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan ve kendini Türk sayan herkesi ’ Türk olarak kabul eder ve toprak temeline dayanan bir ulusçuluk güderek, Anadolu ’da yaşamış olan tüm uygarlıkların mirasçısı oldu­ğunu savunur.

İşte bu anlayış ile tüm tebaayı Osmanlıcılık potasında erit­mek isteyen anlayış arasında büyük bir benzerlik vardır. ’’38

Ancak bu üst kimlik dayatmasınm Osmanlı İmparatorlu- ğu’ndan kopup bağımsızlıklarını ilan eden ulusların bu müca­dele sürecini düşmanlık sürecine dönüştürdüğünü görürüz. Anthony D.Smith bu gelişmeyi egemen etninin yöneticileri­nin “Resmi milliyetçi” tahriklerine karşı bir yanıt olduğunu söyler:

Demotik etno milliyetçilik devlet ile millet arasındaki farklılıkları tam odağa koyar, Asya ve Afrika’nın her köşe bucağında ayn etnik toplulukları üstü örtülmüş, hasır altı edilmiş ve ihmale uğramış ama yeri doldurulamaz, moderni­zasyon güçleri ile kendisi de ekseriyetle egemen etninin ve onun seçkilerinin hizmetinde olan bürokratik devlet tarafindan

imha tehlikesiyle karşı karşıya bulunan kültür değerleri adına harekete geçirir.

Tamiller, Sihler, Manolar, Beluciler, Patanlar, Özbekler, Kazaklar, Ermeniler, Azeriler, Kürtler, Gürcüler, Filistinliler Güney Sudanlı Eritreliler, Tigreliler, Oramalar, Lua, Ganda, Ndebele, Ovimbundu, Bakongo, Lunda, Eve, Ibo ve daha pek çokları için sömürgeciliğin kendilerini dâhil ettiği bu yeni devletler, bütün bir bölgenin istikrarını tehlikeye düşürücü uzatmalı etnik kurtuluş savaşlanyla sökün edebilecek, yedek­lenmiş bir husumet duygusundan doğrudan düşmanlığa kadar uzanan bir hissiyatı sergilemektedirler?9

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dört kurucusundan biri olan Dr.İbrahim Temo anılarının önsözünde var olan durumu bir gerileme ve cehalete bağlı adamsızlık olarak niteleyip şöyle devam etmektedir:

“Bu hamiyetli Münevverlerin, milliyetperverlerin adedi pek mahdııd idi. Osmanh Milleti, istibdadın idaresi altında mekiepsizlik, medeniyet ve dinin kabul etmediği istibdad ve faasubu cahilane iğfalatile pek geri kaldığından; fikirlerini, kanaatlerini yalnız memuriyetlerde bulunanlara unvan ve ma­aşa koşan menfaat ashabı mürtekiplere, etek öpenlere eriştir­dikleri için hakkile bütün millete telkin edememişlerdi. ’M)

Yukanda Osmanlı milleti kavramını kabul eden daha son­ra Arnavut milliyetçiliğine ağırlık veren Arnavut kökenli İb­rahim Temo gibi birçok aydın öncellikle "Osmanlı’’ üst kim­liğini savunmuş sonra diğerleri gibi kendi etnik kökenine dayalı milliyetçilikte karar kılmıştır. Osmanh üst kimliğini yaratmak onlar için bir nevi staj dönemini oluşturmuş aynca yapay bir milliyetçiliğin reel olarak ne kadar savunulacağını yaşayarak öğrenmişlerdir. Tunah Hilmi’nin sonradan Türkçü­lüğü savunması bir başka örneği teşkil etmektedir.

İttihatçıların Osmanlıcı mı yoksa Türkçü mü olduklan ihti­laflı bir konudur. İttihatçıların ideolojisi, kendi söylemleri ve

çıkardıklan gazetelerin yayın politikasına göre “İttihad-ı Ana­sır" yani bütün Osmanlı uluslarının birliği esasına dayanmak­taydı. Buna bağlı olarak izledikleri politika Osmanlıcılıktı. Osmanlıcılık kavramı hakkında farklı bakış açılan bulunmak­tadır: Bazı araştırmacılar, Osmanlıcılık politikasının “Türk Milliyetçiliği’’ ile aynı anlama (Bu yöndeki görüş için bkz. M.Şükrü Hanioğlu, “Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902)”, İletişim Yay, İstanbul, s.631-632; Taner Akçam, “İnsan Haklan ve Ermeni Sorunu”, İmge, Ankara 1999, s.91-101; Raymond H.Kevorkian, “Lc Genocide des Armeniens”, Odile Jacob, Paris 2006, p.155; Yuri Aşatoviç Petrosyan, “Sovyet Gözüyle Jöntürkler”, çev. Mazlum Beyhan&Ayşe Hacıhasanoğlu, Bilgi Yay., İstanbul 1974, s.286). geldiğini ve bunun bir Türk­leştirme politikasmdan başka bir şey olmadığını, İttihat ve Terakki Partisi’nin “Osmanlıcılık” politikası izlerken bile gerçek niyetinin bütün unsurlan “Türkleştirmek” olduğunu bu nedenle parti üyeleri arasında gayrimüslim ve Türk olma­yanlara rastlansa bile bunlann yönetim kademesine asla so- kulmadıklan görüşünü savunmaktadır. Bazılan ise Osmanlıcı­lık fikrinin Osmanlı’ya bağlı unsurlar arasında yayılan milli­yetçilik akımlarını engellemek için ortaya çıktığını ifade et­mekte, Ermeni ve Arap vatandaşlar arasında milliyetçilik eğiliminin iyice artmasından dolayı İmparatorluğun dağılaca­ğı endişesi taşıyan yöneticilerin İslamcı ve Osmanlıcı politika­larına sımsıkı sanlarak bunun önüne geçmeye çalıştığını dü- şünmektedir.(Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Doğu Batı Yay., İstanbul t.y. s.398; Yusuf Sannay, “Türk Milliyetçiliğinin Tarihî Gelişimi ve Türk Ocakları”, Ötüken, İstanbul 2005, s. 103; Kemal H.Karpat, “Osmanlı’dan Günü­müze Etnik Yapılanma ve Göçler”, Timaş Yay., İstanbul 2010, s. 16)

3)     İSLAMCILIK

İslamcılık ilk siyasallaştığı dönemde milliyetçiliğin karşı­sına bir ideoloji olarak çıkıp uzun süre muhalif olarak etkisini sürdürebilmiş yegâne akım olarak görülür. Günümüzde dahi etkisini zaman zaman belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Bunda Türklerin Müslüman olması ve İslam’ın toplumsal yaşamdaki öneminin belirleyiciliği önemli rol oynar. Bu yüz­den Türklerin İslam’la tanışıp benimsemesinden günümüze detaylı bir tahlil zorunlu olmaktadır.

a)-Türkler ve İslam

Dinin toplum gelişmesinde ve yapısını belirlemedeki di­rekt ve dolaylı etkileri olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır.

Ancak bunlardan iki görüş hem birbirinin karşıtı hem de etkin olmalan bakımından önemlidir.

Ekonomik yapının dini belirlediğini savunan görüş (Kail Maıj) ve dinlerin ekonomik yapıyı belirleyeceğini savunan (Mam Geber) görüş.

Osmanlıdan önce Türklerin İslâmcı benimseme biçimine baktığımızda, Türk kavimlcrinin her ne kadar ekonomik yapı­sında en önemli unsur hayvancılık ise de “Yağma ” seferleri­nin de önemli bir yeri vardır. Orhun yazıtlarında bile bir tür geçim kaynağı olduğu belirtilmektedir.41

Burada Türklerin geçim kaynağı olan “yağma” ile İs­lâm’ın ilkesi ve hedefi olan “Yayılma” kesişmektedir. Çünkü İslâm kâfirlere karşı savaşı ve onların malına mülküne el koymayı emreder.

Türkler Müslümanlıkla işte bu noktada çakışır ve Müslü­manlığı kabul ettikten sonra, göçebe hayatın zorunlu bir par­çası olan “Yağma seferlerini”, bu defa dar-el Harb’e yani Kâfirlere karşı açılan kutsal savaşlara dönüşmüş, dini bir gö­rev duygusu ve ideali gerçekleştirme heyecanı içinde yapılır olmuştur.42

Türklerin "göçmen” ya da "göçebe” hayatı sürdükleri dönemde tamşıp onun (İslam’ın) ilkeleri doğrultusunda çalış­tığı İslam’la birlikte yerleşik aşamaya geçtikleri ya da toprak sorunlanyla ilk karşılaştıklarında onun (İslam’ın) ilkelerine başvurdukları olasıdır. İslam'ın toprak rejimi ile ilgili uygu­lamaları Türkler için yeni olan bu olgunun işlemesinden orta­ya çıkan sorunların çözümünde de başvuru çerçevesi olmuş­tur43

İslam fetihlerinin başladığı dönemde toprak, ganimet hu­kuku çerçevesi içinde ele alınmıştır. Genel olarak “Müslüman olmayanlardan savakta ele geçirilen silah, binek hayvanı ve bütün öteki taşınabilir mallar” anlamını taşıyan ganimet kav­ramı başlangıçta taşınamaz mallan da kapsayacak bir genişlik taşımıştır.

Birçok araştırmacı Max Weber’in "Dinlerin Ekonomik Hayatı Belirleyebileceği” görüşünü temel alarak dinin Türk toplumu üzerindeki etkilerini incelemeye çalışmışlardır. An­cak Türk toplumunun gerek göçebe yaşamında gerekse yerle­şik yaşamda İslâm’la uyum sağladığı için İslâm’ı benimsedi­ğini görürüz. Çünkü göçebe Türk boylarında (hakim olan) "yağma” İslâm’ın “yayılma ve ganimet” (rejimi) ile yerleşik yaşamda da Selçuklu ve Osmanh toprak rejiminin İslami toprak rejimi ile çakıştığını görürüz.

Selçuklu devletinin toprak rejimi Moğol ve Bizans kurum- lanndan da etkilenmekle beraber genellikle Türk sosyal örgü­tüyle İslâmi toprak sisteminin sentezi olmuştur.45 İslam ikta sistemine askeri bir karakter kazandırarak Selçuklu iktasını hazırlamıştır.46

Osmanh İmparatorluğu toprak rejiminde İslâm toprak re­jiminin gediklerini kapatarak "şeri” hukukun yanında “örfi” hukuku da uygulamaya koyar. "Örfi” hukuk daha çok fethe­dilen topraklarda uygulanan ve İslâm hukuku baz alınarak gelişen bir hukuk rejimini ifade eder.

İlk bakışta bir İslâm İmparatorluğu olan OsmanlIlarda top­rak hukukunun şer’i hukuk kurallarına uygun olması beklenir. Ancak Tımar sistemi ve vergilendirme ile bu çerçevenin dışı­na çıkmıştır. Bu da sürekli fetihler yapan, güçlü bir ordunun muhafaza edilmesi, öte yandan dirlik verilenlerin derebeyi gibi bağımsızlaşmasını önlemek gibi gelişen ve değişen ko- şullann sonucu oluşmuştur. İslâm hukuku kaynaklı miri top­rak dışında haraci topraklar ve öşri topraklar “şeri” hukuktan ziyade “örfi ” hukuka göre düzenlenmiştir.

Prof.Dr.llhan Arsel bu noktayı şöyle açıklamaktadır:

“Bütün yüzyıllar boyunca Osmanlı devleti, her ne kadar Türk’e özgü bazı niteliklere sahip bulunmakla beraber, genel­likle İslam devleti olarak kalmış ve siyasal, sosyal ve ekono­mik yaşamlarında İslami esaslara bağlı kalmıştır. İslam ’ın öngördüğü düzene aykırı davranmak gerektiğinde yine de İslam ’a uygun davranıyormuş havasını korumuştur (Örneğin yeniçeri kuruluşunun ya da kanunlar sisteminin oluşumu gibi). Ve şu bir gerçektir ki; başarı sayılabilecek her şeyi şeri­at dışına çıkabildiği sürece yapabilmiş ve her geriliğe ve fela­kete şeri ’at ’e saplandıkça tanık olmuş bulunduğu halde bu acı gerçeğin bilincine bir türlü erişememiştir. ’A1

b) Osmanlı İmparatorluğu’nda İslami Anlayışın Bo­yutları ve İslam Dışı Faktörler

Osmanlı İmparatorluğu’nu bir İslam İmparatorluğu olarak niteleyebiliriz, ancak Osmanlı İmparatorluğu İslam öncesi devlet ve toplum geleneklerini ve gelişen koşulların (Özellikle yeni fethedilen yerlerin ele geçirildikten sonra yönetim ve vergilendirilmesi konusunda) sonucunda İslami hukuk ve görüşe aykın karar almak yoluna gitmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu göçebe ve yerleşik yapıdan oluşan çok toplumlu ve çok dinli olan, ancak devlet dininin İslam olduğu bir İmparatorluktu. Var olan yapıdan dolayı din ve devlet işleri iç içe olan şer’i hukukun gözetiminde işletilen bir

devlet yapısı vardı. Yani padişah yapılan ya da yapılacak olan her işin İslam’a uygunluğunu kontrol etmekle yükümlüydü. Bunun içinde en yüksek dini otorite olan Şeyhülislam’dan fetva (izin) alınması gerekiyordu.

Bu aşamada önemli bir soru akla geliyor; Osmanlı İmpara­torluğu fethettiği ülkelerin halklarını İslamlaştırmak yönünde çaba gösterdi mi? Çünkü İslam kâfirleri dine “Hak dine” davet eder ve bunu zorunlu kılar.

Babıâli, kitle olarak Türkleştirme ya da zorla İslâmlaştırma politikası gütmekle değerlendirilemez kuşkusuz. Yeniçerileri Hıristiyan bir ortamdan alıp onları Osmanlılaştınyordu elbet­te; ancak yeniçeri birlikleri için topladığı oğlan çocukların oranı, İmparatorluk halkı ile karşılaştınldığında devede kulak­tır. Dahası, bu seçkin topluluğa katılış, yetenekli olanlara daha yüksek makamların kapısını açıyordu; bu zorla toplama, ona konu olanlarca her zaman kötü karşılanmadı.48

Tarihçi Nicoara Beldiceanu Osmanlı İmparatorluğu’nun İslami yapısıyla egemenlik alanlarındaki etnik ve dini farklılık boyutunu şöyle anlatıyor,

“İlke olarak Şeriâtı, yani Müslüman din yasasını göz önünde tutmak zorunda olan devlet, halkının karışık doğası nedeniyle, İmparatorluğu oluşturan çeşitli toplulukların örf 've adet hukukunu tanımak zorunda görür kendini; İmparatorlu­ğa katılan halklar arasındaki karışıklıklardan kaçınmak kay­gısının yanı sıra, iktisadi türden düşüncelerde dayatmıştır. Bu tutumu Osmanlı yönetiminin yararcılığını göstermek için, iki örneği hatırlatmak yeter: Osmanlı sultanı Sırp maden yasala­rını sürdürmeyi, bu alanda hiç bir deneyi olmadığından ken­disi için çıkar yol olarak bulmuştur. Öte yandan Hıristiyan askeri kurumlarından yara sağlamak için, Osmanlı fethinden önce hafif süvari birlikleri ya da kale garnizonları sağlamış olan halkların örf ve adet hukukunu tanımıştır. Merkezi yöne­tim özünde Müslümanda olsa, devletin çıkarlarını zedeleme-

eliğinde, kimi idari, mali, hukuksal ve askeri kuramlardan kalan kabul eder. ’49

Osmanlı devletinin soy zinciri içinde yer alan Selçuklular İran’daki uzun ikametleri esnasında hem İslamiyet’i hem de antik devlet modelini iyice bellemişlerdir. Osmanh bir uç beyliği olarak ortaya çıkaıken ve sonra bu beyliği imparator­luğa dönüştürürken. Iran, Bizans ve İslam’ın aynı yöne yöne­len üçlü deneylerinin muhassalasında devlet modelini oluş­turmuştur. Bu siyasal örgütlenme, kaçınılmaz olarak iktisadı ve toplumu da biçimlendirerek Osmanh toplumunun kimliği­nin fonunu kendi renklerine boyamaktadır.50

Osmanh İmparatorluğu’nun yayılma politikaları İslam’ın ilkeleri ile örtüştüğü için fetihlerin başanyla sürdüğü dönem­lerde fazla bir sorun ortaya çıkmamış ya da sorunlar hissedil­memiştir. Özellikle Avrupa’da feodalizmin çözülüp burjuva­zinin filizlenmesiyle ticaret önem kazanmış ve özel mülkiyet ticaret buıjuvazisinin en temel öğelerinden biri olmuştur. Os­manlı’da ise mülk Allah adına padişahındır.

Ancak Osmanlı devleti özellikle Müslüman unsurları (Türk, Kürt ve Arap) daha çok savaşlarda kullanmaya yöne­lince ticaret gayrimüslimlere kaldı. İlk dönemde devlet malla­rının kiralanması, Rumların ve Ermenilerin elinde oldu.

-             5.Yüzyılın son on yılından başlayarak İspanya monarşi­sinin hüküm sürdüğü yerlerden gelen Yahudi sığınmacılar önemli bir rol oynamaya başlar.51 Bu başlangıçta Müslüman kesimde bir tepki yaratmazken gerileme dönemlerinde fetihler durup toprak kayıplan başlayınca; Asker, sivil, aydın başta olmak üzere Müslüman kesim Müslüman olmayan kesimin bu ayncalıklı konumuna tepki göstermeye başladılar.

c)-Siyasi Bir İdeolojiye Dönüşen İslam: Siyasi bir ideolojiye dönüşen İslam her ne kadar Osmanh İmparatorluğu İslam hukuku olan şeriata göre yönetilse de bazı nedenlerle bu çer­çevenin dışına çıktığını görmüştük. İslam’ın diğer dinlerin

tersine devlet yönetiminde rehber kabul edilmesi farklılığını ortaya koyar. Ancak bu farklılık bunu diğer dinlerden bağım­sız kılmaz.

İslam, Yahudi ve Hıristiyan öğretileriyle Arap paganizmi­nin geleneklerinin bağdaştınlmasıdır. Yahudiliğe ve Hıristi­yanlığa pek yakın olan bu din, derinden derine Arap değerle­riyle, giderek diliyle damgalıdır.52

İslam diğer dinlerden etkilense de aşağıda sıralan farklılık- lan arz eder;

-                  Tek tannya ve onun mutlak iradesine inanç,

-           Tann iradesi, yalnız insanın eylemlerini değil devletin etkinliğini devlet ve birey ilişkilerini de düzenlemiştir. Aynı zamanda devlet dini olması sayılan bu özelliğiyle İslam Laik anlayışı dışlamıştır,

-           İslam’da ruhban sınıfının yani tann ile kul arasında iliş­kileri düzenleyen birinin olmaması.

İslam’ın günlük hayatı düzenleyişi yani bir yaşam biçimi dayatması onun otoriter bir yapıda olmasının en önemli gös­tergesidir.

Server Tanilli İslam’ın bu yapısının yanında güçlü bir Arap ideolojisinin varlığını savunarak şöyle açıklar, “Siz üs­tün topluluksunuz ’’ deyip Araplan öne alarak ırk ayınmı ya­par.53 Prof.Dr.Ilhan Arsel, Arap milliyetçiliğinin ilk kurucusu­nun Muhammed olduğunu ileri sürer; “Muhammed Arap toplumunu tanrının seçkin ve üstün olarak benimsediği top­lum olarak göstermekle (yani Arapları ırk birliği ve üstünlüğü duygularında birleştirmekle) ve yine Arapça ’yı tanrı dili şek­linde kabul ettirmekle (yani dil birliği öğesini işlemekle), yine İslam dinini Arap nitelikleri ve gelenekleri içerisinde yoğur­makla (yani din öğesinde Araplar arası ortaklık yaratmakla) ve nihayet Arap çıkarlarını öne almak ve Arapları ortak korku karşısında tutmakla Arap milliyetçiliğinin ilk mimari olmuş-

tur.54 Buna benzer görüşler İttihat ve Terakki’nin Türkçü kesimi tarafindan İslamcılara yöneltilmiş ve onları Arap mil­liyetçiliği yapmakla itham etmişlerdir.

İslam’ı bir Arap ideolojisi ya da milliyetçiliğinin başlangıcı olarak gören görüşlerin yanında İslam’ın diğer kültürlerin ve toplulukların gelişmesi ve zenginleşmesi olarak kullanıldığını savunan görüşler vardır. Yani göreceli olarak İslam kültürün­den (Arap kültürü) daha zayıf olan kültürel yapılar bu zayıf­lıkları İslam’ı bünyelerine katarak gidermeye çalışmışlardır. Bu katılımdan sonra (İslam'ın) üstünlüğünü, iktidarı koru­makla ya da başka topluluklan egemenliği altına almakta araç olarak kullanmışlardır. Bunun gerekçesi olarak da "İslam ’ın farklı toplamlarda farklı uygulanmasıyla ” açıklamaktadırlar.

Tarihçi L.Bazin İslam’ın Türkler tarafindan kültürel yön­den "Türkleştirildiğini” savunarak bu süreci şöyle açıklamak­tadır

1)               Türk Dilinin Yayılışı

13.Yüzyılın ortalarında Moğol etkisiyle İranlılaşmış iktida­rın yıkılışının ardından Anadolu’ya yerleşen Türk göçebe topluluklarının oluşturduğu Müslüman Anadolu’nun bütü­nünde halk Tüıkçede dile gelen yeni bir kültür lehine olmak üzere Arap-İranlı kültürde bir gerileyiş oldu. Öte yandan dö­nemin kararsızlığı ve belirsizliği, Orta Asya kökenli göçebe Türk dervişlerinin gelişiyle çoğu kez Hak-mezhep dışı bir renge boyanmış bir mistisizm kaynaşmasına yol açtı.55

2)               Mistik Edebiyat

Farsçanın hemen her yanda aydınların ve yönetimin dili olduğu bir dönemde, Anadolu’da yazılı bir Türk dilinin kulla­nılışı, önce dinsel amaçlarla olmuştur aslında.65

Bunun yanında Farsça yazan Mevlana’nın oğlu Sultan Veled yazdığı metinlere Türkçe dizeler serptirdi. Derviş Ah­met Fakih "Çarname” adlı Türkçe lirik şiir yazmıştı. Kuşku­suz bu dönemin en uzun soluklu temsilcisi Yunus Emre’dir.

Yunus Emre Arap-Fars sözlüğünü bol bol ve gerçekten de bilerek kullanır şiirinde ve bu şiirde esinlendiği başka kişiler arasında, Konya’da tanıdığı Mevlana’yı zikreder. Ne var ki Yunus Emre, gündelik konuşulan Türk dilinde halktan insan- tann dinleyip anlayabilecekleri şiirler de yazdı. Türkiye’de bu günde anlaşılan bu şiirler hiçbir şey yitirmiş değillerdir şöhret­lerinden.57 *

İlk Kültür Eserleri: Kültürün Genişlemesi

Aynı zamanda Türk Nesri gelişmeye başlar. Başlangıçta Arapça ve Farsça’ dan çeviri ve peygamberlerin hayatı tarzın­daki öyküleme türünden şeylerdir.

Bunların en önemlileri Ahmedi’nin (1335-1413) Germiyan Beyi için yazdığı İskendemame, diğeri ise Süley­man Çelebi’nin, 1409’da peygamberin doğuşu üstüne yazdığı büyük poemi Mevlid’i (Mevlud) idi.

Böylece Anadolu’da Osmanlılann büyük yayıhşından ön­ce, canlı bir düşünce ve kültür etkinliği vardı; Henüz yeterince bilmesek de bunu, sufiliğin etkisiyle, liberal yönde gelişmeye yönelik bir dinsel hava içinde Arap-Fars geleneği ile Tüık dehasının bir sentezi idi.58

tslam’ın diğer tek tanrılı dinlerden farklılıklannı ve hangi toplumsal ve iktisadi yapıya tekabül ettiğini incelemiştik. İs­lam’ın en belirgin farklılığı yeni bir yaşam biçimi dayatması­dır. Bu farklılık Muhammed tarafindan bir din olarak değil de bir millet olarak tanımlamasıyla59 diğer dinsel sistemlerden aynlıp toplumsal sistemlerle karşılaştınlmasını gerektirmiştir. Bu da İslam’ın sosyolojik boyutunu ortaya çıkarmaktadır. İlk başlarda İslamiyet’in toplumsal yapı bakımından belki en önemli niteliği kabile ilişkilerinin çok kuvvetli olduğu bir ortamda belirmiş olmasıdır.60 Burada var olan kabile yapısı ile bir çatışma söz konusudur.

Başka bir ifade ile İslamiyet’in, esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine kurulmuş olmasıdır, fakat bu şe-

hirsel yapı gelişmemiş olduğundan dinin birleştirici yönü bura­da her zamankinden kuvvetli olmuştur. Gibb, bu özel unsur­dan, onun etkisini yakın doğu toplumlan için genelleştirerek şöyle açıklamıştır, "Çağdaş Balı tarihinin siyasal bünyelerini oluşturan birimler kökenleri bakımından ya siyasal ya da ırkla ilgilidir. Tersine Doğu tarihinde siyasal bünyenin temeli genel kural olarak ideolojiktir. Dar anlamıyla dinsel olacak ya da olamayacak (Konföçyüs un geleneksel ahlakı gibi) be­lirli öğretilerin yayılması ve kabulü ile yeni tür bir toplumsal düzen gelişiri Bu İslam ’ın yaşam biçimi dayatmasının ya­nında içinden doğduğu toplumun ve ırkın üstünlüğü üzerine ideolojik bir yapılanmaya yol açmaktadır. ”

Bir başka açıdan Arap toplumuna özgü bir yaşam tarzı içinde İslamiyet kolayca bir ortak değer olabiliyor. Çünkü toplumdaki farklılaşmanın çok gelişmediği durumlarda bu gruplar bir toplanma ekseni oluşturabiliyor. Burada grupların en baştaki amaçlan hükmetmedir. Max Weber’e göre bu gruplar iki tipten oluşur; "siyasal ve hiyerokratik ”.62

Siyasal grup düzenini belirli bir yerde özel bir kadronun fi­ziki güç tehdidi ve uygulamasıyla sürdüren gruptur. Hiyerokra­tik grup ise, düzeni sürdürmek için dinsel faydalan dağıtmak ya da geri almak yoluyla ruhsal (psyehic) zora başvuran grup­tur.63

İslam’ın dinsel özelliğinden sıynlarak Kur’an’ın günlük yaşamı düzenlemeye çalışması ve gruplar üzerinde dindışı etki­ler oluşturması ve toplumun örgütlenmesinde katkıda bulun­ması uygulanma alanını genişletir. Bu da İslam’ın toplumsal gruplar tarafindan dinsel yapı dışında siyasal bir yapı olarak kabul edilmesini getirir. Ancak bu durum İslam’ın dinsel gü­cünü azaltmaz aksine güçlendirir. Dinin İslam toplumunda ifa ettiği fonksiyonun en soyut ve sembolik bir başka ifade ile ideolojik şekli; müminin kendini Allah’a teslimiyeti fikrinde belirir. Bu teslimiyetin özel bir şekli insanın şeriata teslimiye-

tidir. Teşekkül eden cemaatin başında bir idareci değil, Al­lah’ın kendisi mevcuttur. İslamiyet’i kabul eden bir kabile başkanı Peygambere "son hükümdanmızsın” dediği zaman peygamber ona "Hükümdar Allah ’tır ben değil” cevabını ver­miştir.64 İşte bu farklılık yani hükümranlığın Allah’a ait olma­sı ve İslam’ın Allah tarafindan emredilen yayılmacı politikası savaşçı toplumlar ve gruplar tarafindan benimsenmesinde etken olmuştur. Çünkü yukanda belirttiğimiz gibi toplum için­de farklılaşmanın gelişmediği toplumlarda65 siyasal grupların hükmetme ya da iktidara yönelme eğilimleri onları aynı ama­ca sahip eksene doğru yönlendirecektir/* Bu yöneliş göçebe bir yapıdaki İslam öncesi Türiderde67 ve daha sonra İslam’ı benimseyen Selçuklu ve Osmanlı rejimleriyle İslam rejiminin örtüştüğünü açıklamak bakımından önemlidir. Aynca bu re­jimlerin (Selçuklu ve Osmanlı) teokratik yapıda oluşlarını da İslam’ın dinsel farklılığı olan bütüncüllüğünden kaynaklandı­ğını söylemek de mümkündür.68 Şerif Mardin bu etkiyi İslam âlimi Santillana’ya dayanarak şöyle açıklamaktadır,

"İslamiyet, Allah ’ın dolaysız idaresi, milletinin üzerine gözlerini diken ilahın hükümranlığıdır. Diğer toplumlarda civitos, polis devlet olarak bilinen birlik ve düzen ilkesi İs­lam ’da Allah tarafindan temsil edilir. Allah ortak yarar uğru­na çalışan en üst kuvvetin adıdır. Böylece kamu hâzinesi Al­lahın hâzinesi' ordu Allah ’ın ordusu' hatta kamu görevlileri bile Allah ’ın memurları’ dır. ”69

Allah’ın nezaretinde toplum yapılanmasını öngören İslam, toplum içinde bazı örgütlenmeleri (Durkheim bunlara ikincil örgütlenme demektedir)70 kabul etmeyişi ile Roma İmparator- luğu’ndan kalan yetki devrine izin vermemesi farklılığına bir boyut daha kazandırır. Bu da yetki devrinin yasak olduğu (Hı­ristiyan toplumlarda kilise ki zaten İslam toplumunda kul ile Allah arasında aracı ruhban sınıfının olmaması bunun temel nedenidir) yerel yönetimler gibi ikincil yapılann oluşması ve gelişmesine engel olmuştur.

BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR_________ ikincil yapıların toplum içindeki fonksiyonlarının İslami toplumlarda çok silik olarak görülmesi, ortaya bir problem çıkarmaktadır. Devletle fert arasında ikincil yapılar bir tampon vazifesini göremeyince, ferdin bunların yerine geçecek bir sığınak araması gerekir. Batı’da ikincil yapıların yerine getir­dikleri bu koruma fonksiyonunu Doğu’da bir taraftan “üm­met" yapısı diğer taraftan da “ümmet” yapısına bağlı “tan- kat” yapısı görmektedir.71

İslam’ın ikincil yapılara yer vermemesi İslam’i değerlere göre örgütlenen toplumlarda farklı ideolojilerin yapılanmasına olanak sağlamaktadır. Ş.Mardin’e göre: “Müslüman toplu- munda rakip ideolojiler hemen hemen yoktur. Hemen hemen diyorum, zira devletin korunması ideolojisi bir dereceye ka­dar bağımsız bir ideolojik küme olarak çalışır. Bu ideolojik kümenin toplumsal yapısal dayanağı yukarda belirtilen bü­rokrasi ve çıkarlarıdır. Bir diğer rakip ideoloji, dinin içinde olduğu izlenimi yanlış olarak veren Sufiliktir. ”

Bu rakip ideolojilerin oluşamaması ve hâkim ideolojinin devleti koruma amacı gütmesinin sonucunda İslam toplumla- nnda filizlenen ideolojilerin devletin yapısının zayıflamasıyla ortaya çıkması ve bu zayıflığın giderilmesi amacıyla örgüt­lenmeye çabalanmasmda görülür. Bu çelişik yapı hem iktida­rın hem de muhalefetin devletin korunması amacıyla hareket etmesinde de görülür. Bunu Osmanh İmparatorluğu’nda be­lirgin bir şekilde görebiliriz. Osmanh’nın gerileme ve toprak kaybına uğradığı dönemde hem iktidarda bulunan padişah hem de muhalif Asker-sivil aydın birincil olarak devleti ko­rumak ve kurtarmak üzerine politika yapıyordu. Osmanlının kurtanlış çareleri aranırken hem ü. Abdülhamid’in hem de muhalif Jön Türklcrin İslamcılık olgusunu kullanması bir tesadüf değildir. Çünkü ikincil yapıların oluşmasına izin ve­rilmediği için tek ve biricik ideoloji olarak İslam kalmıştır.

Burada İslam’ın ikincil yapılanmayı reddedişiyle birlikte, varlığını güçlendiren biricik ideolojinin Arap kültürüne ve milliyetçiliğine dayalı bir ideolojinin daha sonraları, özellikle devlet otoritesinin faiklı yapıdaki etnik ve dini yapılann boy hedefi haline gelmeleri kaçınılmazdır. Osmanlı İmparatorlu­ğu’nda bunu Hıristiyan olan Slav, Yunan, Ermeni vb. toplu­lukların imparatorluktan bağımsızlıklarını istemelerinin sonu­cu doğan örgütlenmelerin yapısında görebiliriz. Bu yapıya karşı çıkışta devletin yetersiz kaldığı durumlarda ikincil yapı­ların yerini dolduran "tarikatların ” İslam adına bu tür muha­lefetlere karşı tavır aldığı görülür.

İslam’ın ikincil yapılann oluşmasına yer vermeyişi yanın­da İslam’ı kabul eden toplumlarda başlangıçta İslam’la örtü- şen ancak zamanla İslam’ın sahip olduğu norm ve değerleri gölgede bırakan unsurlarla da çatıştığını görürüz.

Buna örnek olarak "göçebe" toplumlann geçim kaynakla- nndan biri olan "yağma ” ile mahalli bir talan faaliyeti olan (Arap kabilelerinin) "Gaza” ile örtüşmektedir. Gazi, bu ba­kımdan bir kabile geçim vasıtasını İslam devleti kurulduktan birkaç yüzyıl sonra sürdürmüş kimsedir. Osmanlı İmparator­luğu bilhassa bu gibi harpten başka bir geçim vasıtası olma­yan asker kümelerinin akıllıca kullanılmasından doğan bir yapıdır.73 Ancak Arap kökenli olan bu unsurun Türklere inti­kal etmesiyle İslam’dan sıyrılış ya da Türkist olmayla değer­lendirilmiştir. Burada da İslam’ın Arap etkisini kabul edilme­yişi ya da İslam’ı kabul eden topluluğun İslam öncesi örf ve adetlerini terk edemeyişi ya da milli duyguların ağır basması olarak açıklayabiliriz. "İslam toplumundan sıyrılabilmenin bir tek yolu vardır: Oda alternatif bir İslami toplum kurmaktır. Sufilik, bunun yollarından biri olmuştur. Bunu Türklerin İs­lam medeniyeti üzerindeki etkilerinden önceki ve sonraki şe­killeri içinde söyleyebiliriz”. (Ş.Mardin)

Sufılik alternatif bir İslam âlemi olarak resmi İslam’ın ne­gatifi’i olarak onunla yan yana ve iç içe yaşamıştır.

İslam’ın bir toplum yapısı olarak özelliklerini beğenme­yenlerin bir alternatif olarak sufiliği kullanmaları ilk defa bir milli duygu meselesi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. İslam’ı Arap- çılığın üstünlüğü olarak kabul eden sonradan İslam’a geçen milletler, İslamiyet’in bu gediğini bir protesto aracı olarak kullanmışlardır. İslam İran’a geldiği zaman, idareciler bir dere­ceye kadar İslam’ın Arapların üstünlüğünü sağlayan bir yapı (Construct) olarak çalışmasını kabul etmişler fakat alt tabaka­lar İslam’ın bu anlayışına karşı tepki göstermişlerdir. Bu tep­kiler, Şiiliğin aşın şekillerini ve Hariciliği kabul etmelerinde gözükmüştür.74

İslam toplumlannda ikincil yapıların yerini alan “tarikat­lar" bu konuda kaynaklık etme ve İslam içinde alternatif formların oluşmasında katkıda bulunmuşlardır. Bu tarikatlar Arap milliyetçiliğinin ya da kültürünün yumuşatılmasının yanında İslâm’ı sonradan seçen toplumun milli duygulannın geliştirilmesi ve etnik yapıdaki isyanların oluşmasına yardım­cı olduğunu görmekteyiz.

Nakşibendi tarikatının 19. ve 2O.yüzyıl Kürdistan’ındaki sosyal ve politik önemi iyi bilinir. En önemli milliyetçi isyan­ların çoğuna nakşibendi şeyhleri liderlik etmiştir. Tarikatlann politik etkisi Nehri’li Şeyh Ubeydullah (1880) ve Palu’lu Şeyh Said (1925) isyanlan arasındaki dönemde en yüksek seviyesindeydi.75

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş devirleri, İslam’ın heteredoks şeklini kabul edenlerle Sünni İslam’ı her tarafla hükümran kılmak isteyenler arasındaki çekişmelerin tarihidir bir bakıma. Bu kuruluşlar hem Sünni iktidarların muhalifi konumundaki unsurlar hem de İslam dışı ideolojilerin güç kazanma dönemleri ve iktidarı ele geçirme dönemlerinde İslami muhalefetin örgütleyicisi konumundadırlar. Osmanlı

İmparatorluğu’nun yönetiminin İttihat ve Terdkki’nin eline geçmesiyle en büyük muhalefet İslami kesimden ve İslami ideolojinin örgütleyicisi tarikatlar tarafindan yapılıyordu. Os­manh Imparatorluğu’na karşı bağımsızlık mücadelesi veren kürtler ilk önce Nakşibendi tarikatı etrafinda toplandılar.

İslam’ın doğuşundan topluluk ve grupların benimsenme­sine kadar etkili olan sosyolojik ve politik aynlıklannı (Diğer dinlere göre) ortaya koymaya çalıştıktan sonra 19.yüzyılda muhalif nitelikli siyasi bir ideolojiye dönüşmesini ve koşulla- nnı ele alacağız.

d)-MuhaIif-Siyasi Bir İdeoloji olarak İslamcılık ve Yeni Osmanlı Düşüncesi

Daha önce de belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu bir İslam imparatorluğu görünümündeydi. Yani hâkim ideoloji, toprak rejimi hukuk rejimi İslam’ın yasası olan şeriata göre düzenlenmişti. Ancak OsmanlI’nın toprak kaybetmesi ve ekonomik olarak gerilemesiyle birlikte başta padişah (Aynı zamanda İslam’ın halifesi) ile birlikte Asker-sivil aydın kesi­mi bu gidişle bir dur diyebilmek için silaha sarılmıştı. Ancak burada bir gariplik vardı. İktidar ve muhalefet aynı aracı ya da silahı seçmişti; İslamiyet (ya da İslamcılık). Görünüşte aynı olan İslam tarafların kullanımıyla farklı nitelik kazanıyordu.

e)-IIAbdülhamit ve İslamcılık

Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve sonrasında en tartı­şılan ve birbirinden çok farklı tanımlamalara maruz kalan ll.Abdülhamid bir kesime göre, OsmanlI’daki gelişmenin en büyük engeli ve 33 yıllık istibdat rejimiyle kan ağlatıcı bir tiran olan Kızıl Sultan’dır. Diğer bir kesim ise yaptığı her şeyi en iyi ve en doğru olarak kabul edip “Ulu Hakan ”dır demek­tedir. Yukarıda özetlenen her iki değerlendirme de aydın nite­likli grupların değerlendirmesidir ve biliırısel kıstaslardan uzak değerlendirmelerdir. Çünkü Abdülhamid İslam şeriatına göre yönetilen ve Osmanh İmparatorluğu gibi büyük bir ülke-

_________ BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR___ nin padişahı ve İslam âleminin halifesi konumundaydı, dola­yısıyla (Bu konuda yapılacak değerlendirmelerin) Abdülha- mit’in işgal ettiği mevki itibariyle olması daha sağlıklı olacak­tır. Tevfik Çavdar onun konumunu değerlendirirken benzer bir yaklaşım içinde şöyle demektedir: “Yalnızca gemisini kayalıklı ve hırçın suların hızla aktığı bir boğazdan sağ salim geçirmeye çalışan kaptandır. Koşulların rasyonaline göre davranmaya çalışan bir yöneticidir, imparatorluğun son yıl­larına imzasını koyan kişili öyle belirlersek, o dönemi anla­mamız daha kolay olur”.

Aslında Abdülhamit kanlı tiran izlenimini 1890’larda Er- meniler’in kanlı şekilde bastınlmasıyla edinmişti. Bunun yanında Abdülhamit halifelik unvan ve sembollerini kullana­rak İslam dayanışmasına önceki sultanlardan daha çok baş­vurmaktaydı. Onun bu tercihi sadece yıkıcı ideolojilere karşı bir ağırlık bulma arzusunu şekillendirmiyor, aynı zamanda 1898’deki kayıplann sonucunda toprak açısından daha Asya- lılaşmış ve nüfusu açısından daha Müslümanlaşmış olan im­paratorluğun yeni durumunu da tam olarak yansıtıyordu.78

D.Koloğlu; “Abdiilhamid’in Pan-İslamcı ‘lığının teknik bir yanlış anlamadan ileri geldiğini” söylüyor: İslami bir daya­nışma, kardeşlik (İttihad-ı İslam, rabıtatül İslam, Uhuvvet-i İslam) kavramlanyla açıklanan bu yöneliş, İslam dünyasının 6/7 sine sahip olan Avrupa sömürgecileri arasında büyük kuşkular yarattı. Hele İttihad-ı İslam (Union İslamique) deyi­minin yanlış olarak Pan-islamizm diye Avrupa dillerine çev­rilmesi kuşkuyu marazi bir korkuya dönüştürdü.79

Abdülhamit günümüzde de karşıt ve yandaş bulduysa da en büyük eleştiriyi kendi dönemindeki asker sivil aydın kesi­minden ve Jön Türklerden almıştır. Bu eleştirilere cevaben hatıralarında şöyle demektedir:

“Ben vazifemi yaptım... Osmanlı ülkesinde hiçbir ceddimin devrinde, benim padişahlığım müddetinde olduğu kadar mek-

tep açılmamıştır. Benim saltanatım zamanında ve benden sonra yapılmış olanlar meydandadır. Siz Hürriyeti kimlerin ilan ettiğine dikkat ettiniz mi? Bunların hepsi, benim saltanat günlerimde kurulmuş yüksek mekteplerde bilgi sahibi olmuş gençlerdir. Ben devletin çökmesi ihtimaliyle yüz yüze oldu­ğum anlarda, hürriyeti kullanacak seviyeye gelmemiş bir karmakarışık'yığını idareye ortak etseydim, netice maazallah ne olurdu? Benim için en büyük suçlama memlekete hizmet edebilecek kişileri iş başından uzaklaştırmış olmamdır. Fakat ne kadar gariptir ki, yeni idare de benim zamanım da sadra­zamlığa layık gördüğüm aynı kişilerin (Kamil Paşa) eline memleketin mukadderatını verdiler. Eğer bu günkü hükümette benim yetiştirdiğim devlet adamları yoksa ya mevcutlarının kalmadığından yahut da artık onların böyle bir sorumluluğa yanaşmayacak kadar ileriyi emniyet içinde görmediklerin- dendir". (Abdülhamid bu cevabı “Gazete de Loussane” muhabiri Jean Felix’e sorusu karşılığında vermiştir.)

Bütün yandaş ve karşıt görüşlerinin yanında Abdülhamid’i bulunduğu koşullar çerçevesinde ve işgal ettiği mevki itibariy­le değerlendirmek gerekiyor, Abdülhamid’in iktidarda olduğu dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda fikir hareketleri ve örgüt­lenmelerin (dini ve etnik) en yoğun olduğu dönemlerdi. Ayn- ca Avrupa’daki fikir hareketleri ve burjuva devrimleri arife­sinde gelişen kapitalist sömürü biçiminin Emperyalist bir dönüşüm arz etmesi sonucu üretime hammadde ve pazar bulabilmek için sıkı bir rekabet eşliğinde atağa kalktıklarını da göz önünde bulundurursak konumunu ve yaptıklarını daha sağlıklı değerlendiririz.

Abdülhamit ve muhaliflerinin aynı silahı kullanarak bu or­tamdan sıynlmanın yollarını İslamcılık kozu ile aşmaya ça­lışmış ve örgütlenmişlerdi.

Mümtaz Türköne geleneksel İslam’dan ideolojik İslam’a geçişin dönüm noktasını oluşturan Yeni Osmanlılann İslam’a

özgü geliştirdikleri kavramların yeri ve önemini faiklı ve çeli­şik yapılarını şöyle bir gruplandırmaya tabi tutmaktadır

1-Yeni Osmanlı düşüncesinin tartışmasız vasfi demokrat­lıktır. Bu vasfin dışında homojen bir yeni Osmanlı düşünce­sinden bahsedilemez. Birazdan göreceğimiz üzere aydınlann geliştirdikleri tezler diğer hareket mensubu aydınlarla girişilen tartışmalarla geliştirilmiştir. Yeni Osmanlılan temsil etme vasfına en fazla layık olan Namık Kemal’dir. Namık Kemal’i, Ali Suavi ve Kanipaşazade Rıfat Bey’le aynı kategoride dü­şünemeyeceğimiz gibi, Kemal’in Avrupa öncesi, Avrupa dönemi ve Avrupa sonrası düşüncelerinin de aynı kaldığını söyleyemeyiz.

a-Yeni Osmanlılann çoğu gazetecidir: Gazeteci-Aydın ti­pinin ilk örnekleridir. Bu aydınlar fikirlerini savaş şartlan al­tında çıkardıklan gazetelerde yazdıklan makalelerde olgunlaş- tımuşlardır. Bu dönemde yeni fikirlerin ifade edildiği, ideoloji oluşturmaya matuf yayın aracı olarak kitap, henüz ortada yoktur. Bunlardan ilki sayılabilecek 1887 tarihli Ahmet Mit­hat’ın Üss-i İnkılabı bile tarih kitabı şeklinde ele alınmıştır.

b-Yeni Osmanlılann Batı’dan aktardıklan fikirlerin Os­manlI düşüncesinde ve geleneğinde çoğu zaman karşılıkları yoktur. İslam’a müracaatlannın, bir selefi yorumunu tercih etmelerinin sebebini “Kendileri” içinde bir temel arayışı oluş­turacaktır. Batı’da demokrasi ve hürriyet mücadelesi uzun bir tarihsel gelişmenin ve felsefi birikimin ürünü olarak 19.asırdaki olgunluğuna ulaşmıştır. Yeni Osmanlılar bu geç­mişi kendi toplumlannın yakın tarihinde bulamazlar. Aynca, OsmanlInın tedavülde tuttuğu siyasi düşünce, geniş felsefi spekülasyonlann değil, İslam hukukunun dar bir bölümüne ve “Nasihatname ” türü eserlere dayanmaktadır.

c-Yeni Osmanlılann öncelikle “aydın", ikincil olarak da “Osmanh aydını ” olarak vazgeçemeyecekleri iki esaslı pren­sipleri vardır. Birincisi aydının her çağda ve mekânda vazge-


84                   İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ

Türkler, Kürtler, Ermenilcr, Rumlar ve Diğerleri çemeyecekleri “hürriyet prensibidir’’, ikinci prensip ise şu­dur: Osmanlı aydınlan çöküşünü hissettikleri, dağıldığını gördükleri imparatorluğu bir arada tutmak, kısaca devleti kurtarmak misyonunu yüklenmişlerdir...81

Yeni Osmanlılar bu prensipleri doğrultusunda yine pratik için Batı’ya yönelirler ancak burada Batı kökenli burjuva uzun süre tezi “milletlerin kendi kendini yönetmesi”82 ya da Alman birliği, İtalyan birliği gibi birliğe dayalı modelleri ile yol gösterici oluyordu. Birlik Osmanlı İmparatorluğu’nun karmaşık yapısına daha uygun bulunur. Peki bu birlik hangi esasa bina edilecektir? Bunun Osmanh Aydınlarının termino­lojilerindeki karşılığı “Nokta-i istinat’’ meselesidir. “Nokta-i istinat’’ Osmanlı milleti veya İslam milleti fikirleri olabilir. Osmanlı aydınlan bu iki fikri birlikte savunmuşlardır. Meşru­tiyet ve milliyet davalarının çelişkileri, önemli ölçüde farklı “nokta-i istinat” lan birlikte savunmak zaruretinden doğmuş­tur.83 Bu tecrübesizlik ve çelişik durum daha sonra da devam edecektir. Bunun en büyük nedeni fikirlerin Batı’dan direkt alınması, kendi kaynak ve geçmişlerindeki felsefi ve siyasi oluşumlarla karşılaştırma, gelenek ve deneyimlerinin olma- masındandır. Bu aynı zamanda bir düşünceden diğerine geç­meyi kolaylaştıracaktır. Bir düşünce akımının kurucusuyken karşıtı olan düşüncenin militanlığına geçenleri ileride görece­ğiz.

d-Yeni Osmanlı hareketi (Cemiyeti) ve bu cemiyetin ya­kın tarihimizdeki yeri yoğun bir entrika ağı ile örtülüdür.84 Burada yine prensiplerin farklılığının yanı sıra çelişkili olma- lan ve karşı tarafa geçişe dönüşen ve buna bağlı olarak gelişen cntrikalan görürüz.

Abdülhamit ve İslamcılık ilişkisine daha önce değinmiştik. İslami uyanış olarak niteleyebileceğimiz ancak Osmanlı İslam­cılığından farklı kımıldamaların 17.yüzyılda Hindistan’da baş­ladığını söyleyebiliriz.' Bu kımıldama Osmanlı topraklarına


Nakşibendi tarikatı tarafından taşındı. Fakat en geniş etkisini bu günkü Doğu vilayetlerinde gösterdi. Bitlis’in Hizan kazası Müceddid-i Nakşibendiliğin bir merkezi haline geldi.86 Nakşi­bendi tarikatı özellikle Kürt isyanlarındaki liderliğiyle de gün­deme gelmektedir.87 Ancak İslamcılığın ciddi şekilde ele alınışı Cemaleddin Afgani ve Muhammad Abduh’un Padişah Abdül- hamit ve Tanzimatçılarla ilişkiye girmesiyle oldu. Abdülhaınit, Afgani ile ilgili düşüncelerini hatıralannda şöyle belirtmektedir, “Cemaleddin Ajğani’yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunu­yordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara ‘Mehdi ’lik iddiası ile bütün orta Asya Müslümanlannı ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak Ingilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal reddettim".*® İngiliz ajanı Abdülhamid’in şüphesi ama söyledikleri fazla tutarlı olmayan ve çelişkili yerler içeren projeleri ileri süren biriydi.89

Yeni Osmanlılann Batı’dan etkilenerek sorunlara İslam'ın içinden ve kendi tarihlerinden kaynaklanan düşünce mirasın­dan cevap getirme amacında olduklarını belirtmiştik.

T.Z.Tunaya’nın belirttiği gibi Osmanlıcı ve İslamcı bir ga­yeye sadık olan Yeni Osmanlılann Cumhuriyetin de methiye­sini yaparken89 Namık Kemal, ömrünün sonuna kadar laik kanunlaştırmalara karşı çıkmış ve hukukun mutlaka ilahi oto­riteye dayanması gerektiğini savunmuştur.90 Yeni Osmanlılar ıslahat isterken ilk şart olarak saltanat tebeddülünde (değişme, dönüşme, başkalaşma) Padişahın değişmesi olabilir ısrar ede­rek91 Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık arasında sürekli gidip gelmektedirler.

Yeni Osmanlılar Batılı emperyalist güçlerin dayatması ile çıkanlan Tanzimat Fermanı ile Müslüman kesimin haklarının elinden alındığı ve bunun giderilmesi gerektiğini savunmak­tadırlar. Öncelikle Namık Kemal’in Avrupa dönüşü yazdığı bir makaledeki şu paragraf Osmanlı Müslümanlannın hisleri-

ne tercüman olmaktadır, “Biz la Müslümanlanz. Vatanımıza hem paramızla hem de canımızla hizmet ederiz. Sair vatan­daşlarımız İd Edyan-ı saire erbabıdır, bu hususta yalnız para sarf ederler. Acaba bize kavaslık onlara köşe sarraflığı divanı kudretten tevcih olmuş bir hizmet midir?” (Namık Kemal, Hadika 13 Ramazan 1289 (15 Kasım 1872))

Namık Kemal’in bu serzenişini Abdülhamid’de onu de­ğerlendirerek onaylamaktadır. “Kemal Bey (Namık Kemal) Benim mağdurlarım arasında sayılır. Belki biraz da öyledir. Fakat aslında o, kendi kendisinin mağduru idi! Kendilerine “Yeni Osmanlılar “ dedirten birkaç kişi arasında en çok gö­zümün tuttuğu, Kemal Beydir. 'fn

İttihad-i İslam ya da İslamcı düşüncenin ilk sinyalleri İttihad-ı Osmani’den sonra yine ilkinde olduğu gibi gazetelerden geldi. İstanbul gazetelerinde rastladığımız ilk makalede bu nitelikleri taşıyor. Makale “Basiret" gazetesinde yer alıyor ve “İttihad" başlığını taşıyor. O devrin gazetelerinde takip edilen geleneğin aksine yazının altında bir de imza buluyoruz, ‘ 'Esad ’ ’.

Esad Efendi 1873’de yayınlanan İttihad-ı İslam başlıklı küçük kitapçığın da yazandır.93

İttihad-ı İslam taraftarlarının aynı zamanda Osmanlı devle­tinin Rusya’nın Pan-Slavizm tehdidine karşı elinde bir silahı vardır. Bu silah İttihad-ı İslam fikridir.94 Abdülhamid’i Pan- İslamcılıkla suçlayan İttihad-ı İslam ilginçtir, onun saltanatı döneminde pek taraftar bulamadı. Asıl yaygın taraftar kazan­dığı dönem II.Meşrutiyet dönemi oldu.

İslamcılık, Osmanlıcılığa karşı bu kadar güçlü ve tekili bir alternatif olarak çıkınca, Osmanlıcılığın kendisinde de kaçı­nılmaz bazı değişiklikler olacaktır. Öncelik- sonralık mesele­sinde Osmanlıcılık İslamcılığa göre daha kıdemlidir. Ancak İslamcılık akımı cephesini Avrupa’ya döndüğü için Avru­pa’daki milliyetçiliklerini dini unsurlara dayanarak yapmışlar. Rus milliyetçiliği Ortodoks Kilisesi’ne, Avusturya’nın Alman

milliyetçiliğine karşı koyarken Katolik Kilisesi’ne dayanması gibi, Osmanlı aydınları da hâkim etnik grubun dini olan İs­lamcılıkla İmparatorluk ideolojisi yaratmaya çalışmışlardır. Dar milliyetçilik yerine daha geniş milliyetçiliği bile kendi çok dinli ve çok etnili yapılarına uygun görmeyen Osmanh aydını “Cins ittihadına95 pek sıcak bakmasa da milliyetçi ya da Türkçü düşüncelerin tohumlarının Pan-İslamizmin ve Abdülhamid’in devlinde çıktığını söylemek mümkündür.

İslamcı düşün akımı ‘İslamiyet mani terakki değildir” derken. Siyasal İslam’ın ilkelerinin araştınlması ile siyasal düşünüşe önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu ilkeleri şöyle sıralamak mümkündür;

-             İslam toplumsal bir dindir ve hükümeti emreder.

-             İslam’da egemenliğin kaynağı üç aşamadan geçerek gelmektedir. Bu aşamalar tann, Peygamber ve Halife- hükümdardır.

-             Tanrı toplumsal dinin temellerini kur’an’ında toplamış­tır. Kur’an bütün zamanlar için değişmez bir anayasadır.

-             Egemenliğin kullanımı iki büyük ilkeye dayanır, Adalet ve Meşveret.

-             Siyasi egemenliği kullanan ve peygambere halef olan hükümdar bütün yönetiminde adaletli davranmak zorundadır.

-             Adaletsiz bir hükümet müstebittir, İslam dini istibdadı reddeder. Böylece “Hâkimiyet ve hükümranı, topluluğun bizzat ahlakı ve tahalluk tarzı olan adalet hudutlamaktadır”. (T.Z.Tunaya)

-             İslam dini adalet üzere davranmayan şer’i sınırlara say­gı duymayan amirlere (devlet reislerine) karşı Müslümanlann hurucuna izin vermiştir.

-             Böylece İslam hukukunda kullanımı belirli koşullara bağlı bir ihtilal (huruç) hakkı vardır.

Bu hak Osmanlı yönetiminin İttihat ve Terakki Cemiye­ti’ni eline geçtiğinde bazı gruplarca kullanılması gündeme gelecektir.

-             İslam’da egemenliği sınırlayan bir başka ilke de “Meş­veret "ûr. “Şura-yı Ümmet” ya da “Meşveret” usulü her ne kadar halkın etkin bir katılımını içermiyorsa da ulema, bürok­rasi zaman zaman eşrafı da kapsayan bir meclis olduğu için tabandan gelen dilek ve eleştirilere bir oranda açıktır.

-             İslamiyet hükümet biçiminden çok ahlakla ilgilenir. Kur’an’a saygı, adalet ve meşrcvct ilkelerini canlı tutmak bunlara dayanmak şartıyla her türlü devlet düzeni ve hükümet şekli İslam’ca makbuldür.

-             İslam’ın bir başka ilkesi de “cemaat ve ittihaf” kuralı­dır. Bu kuralın konmasındaki amaç bütün Müslümanların aralarındaki zıtlıklan unutarak birbirlerine bağlanmaları ve güçlü bir İslam birliği oluşturmalandır.97

İslamcılığın ağır bastığı kimliği ile Yeni Osmanlılar, Os­manlıcı ve Batıcı (cumhuriyetçi) eğilimler ile örgütleneme­mişler, Namık Kemal ve Ziya Paşa tarafindan çıkarılan “Hür­riyet” ve “Muhbir” ile Ali Suavi tarafindan çıkanlan "Ulum ” gazetesi ve ansiklopedisindeki (Kamusülulum vel maarif) görüşleri büyük bir ilgi ile karşılanmıştır. Abdülaziz ve Abdülhamid’e ağır eleştirilerde bulunmuşlardır. Tiyatro piyesi ve matbuat ile halka meşrutiyet ve hürriyet sevgisini telkin eden Yeni Osmanlılan T.Z. Tunaya şöyle değerlendirmiştir:

“Yeni Osmanlılar fert ve cemiyet halinde yakın tarihimiz­de istibdada karşı meşrutiyet ve hürriyet mücadelesine girişen ıslahatçı ve hatta inkılâpçı camianın önderleridirler ve birinci jön Türk hareketinin mihverini teşkil etmektedirler. Yeni Os­manlIlar cemiyetine ‘Fırka ’ veya ‘Parti ’ adı verilmesi, hatta bir ihtilal teşekkülü komitesi olarak vasıflandırılması, görül­düğü gibi, imkânsızdır. Cemiyetin, hakiki önem ve değerini beş seneye varan hayatında değil, fakat tesirinde aramak lazımdır. Jön Türk adı kendisinden fâzla yaşamış, Osmanlı padişahlarının istibdadına karşı herkes bu camiaya bir bay­rak altında toplanma heyecanıyla katılmıştır. ”"


BOLUM III

JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE
TERAKKİNİN KURULUŞU


“Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir, ama önce yanlış bilinirse, doğru­ya ulaşılamaz. ’’

FÂRABÎ

JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİNİN KURULUŞU

Yeni Osmanlılann fikri faaliyeti de birlik arz edememiş1 olmalanna rağmen geleceğe dönük ilhamlar ve deneyimler aktardığını belirtmiştir. O dönemin en önemli olaylan Ali Suavi ve Kleantin Skalyeri’nin darbe girişimleri sayılabilir.2 Yeni Osmanlılar özellikle Namık Kemal yazılanyla “Meşru­tiyet” ve “Hürriyet” telkini3 ile oluşacak Jön Türk düşün hareketinin çekirdeğini oluşturmuştu. Özellikle Namık Ke­mal’in eserleri, makaleleri elden çoğaltılarak gizlice elden ele dağıtılıp okunuyordu. Bu düşün hareketi gizli örgütlenmelere kadar gitmişti. Bunlardan en önemlisi ve en uzun soluklusu “İttihat ve Terakki cemiyeti ”dir. İttihat ve Terakki’nin kurulu­şuna yol açan serüvenin kahramanlarının, kendilerini etkilen­dikleri ve çatıştıklan ortamda nasıl tanımladıklarını Şükrü Hanioğlu şöyle belirtmektedir:

“Jön Türk yayın organlarından birisinde mücadelenin ta­rafları ortaya konulurken, bunların kendi partileri (Le parti de la Turqie) ve karşılarındaki tutucu grubun partisi (Le parti conservateur) olarak tanımladıklarını görüyoruz.4 Jön Türk­ler bu grup farklılığını yaratarak kendilerine ayrı bir yer edinmeye çalışmışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır. Jön Türk olmak ya da gruba dâhil olmak günümüzün deyimiyle heyecan ve statü yaratan bir moda olmuştur. Bu heyecana kapılanlardan biri de Celal Bayar’dır.5 Bu akım daha çok Mülkiye, Tıbbiye ve Harbiye ’de eğitim gören yeni kuşaklar, Liberal ve anayasal kitapları okuyup (gizlice) tartışıyorlardı. Ancak Jön Türkler gerek kendi dönemlerinde gerekse kendi­lerinden önceki aydın kesimin (Yeni Osmanlılar) oluşturma-

dığı bir düşünce kaosu ve istikrarsızlığı içinde geliştiler. Biri­cik kaygılan devleti korumakla kurtarmaktı. (Timaya) Ancak buna uygun bir derin ideoloji ya da fikir oluşturamamışlar­dırb İşte bu siyasi ve ideolojik ortam ve bu gençlik heyecanı vatanı kurtarma devleti kollama aşkıyla da birleşince iş aynı eğilimde olanları bir arada tutmayı sağlayacak örgütü (gizli) kurmaya gide/'ve gidiyordu. ”

A) İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN KURULUŞU

Tıbbiyeli bir genç olan İbrahim Temo İttihat ve Terakki’ye dönüşecek İttihad-i Osmani Cemiyeti’nin kuruluşunu şöyle anlatır,

“... İshak Sukuti yanıma sokuldu, yeni bir şeyler olup ol­madığını sordu?

Ben; gel arkadaş, düşündüklerimi sana biraz anlatayım; Aziz vatanın bu günkü durumu ve idare tarzıyla yok olup gi­deceğini hepimiz biliyoruz Bu hususta her vakit ve her serbest saatlerimizde birbirimizle dertleşip duruyoruz; fakat bu tehli­kenin giderilmesi için bir çare düşünüp bulamıyonız. Bence böyle kuru mülahazalar ve mütalealar da dert yanacağımıza, faaliyete geçmek lazımdır. ’

İshak; ‘Ne gibi bir faaliyete?’

Ben; ‘Bir cemiyet halinde çalışmakla. ’

İshak; ‘Güzel ama sen Idme itimat edipte böyle tehlikeli bir işe teşebbüs etmemizi düşünüyorsun? ’

Ben; ‘Evvela sen, bir (Koğuştan çıkıp bize doğru gelmekte olan yamalı suratlı) Mehmed Reşid’i göstererek bu da iki, olduk üç, işte bir cemiyet başladı demektir! ’

Mehmed Reşid ’e işaret ederek yanımıza çağırdık Fikrimi­zi açtık Bu sıra, o zaman çok sofu olan Abdullah Cevdet ikin­di namazını kılarak mektebin camisinden çıkıp yanımıza ge­lince: Alınız bir de dördüncü ’ dedim.

Mehmed Reşid; ‘Kardeşim teklifinize itiraz değil, teşekkür ederim. Lâkin bu dört tıbbiyeli genç ne yapabilir? Koca bir gizli cemiyeti nasıl teşekkül edebilir? Bu koca şeytani İstibdad- la nasıl boğuşabiliriz? Hayal ile uğraşmayalım; bunun başka bir yolunu bulalım ’, dedi.

Ben; 'Arkadaşlar Türkiye’mizin başına bela kesilerek Yu­nanistan in istiklalini kazandıran ‘Etniki Eteria ’ komitesini teş­kil edenler kimlerdi bilir misiniz? ’

‘Rusya ’nın Odesa şehrinde, ticaretle meşgul bir meyhane­ci ve bir bakkal çırağı ile amcası zengin bir tüccarın yeğeni üç Rum çırağı idi. Tekâmül etmemiş bu cahil gençler pek az zaman içinde buna, bu büyük emellerine muvaffak oldukları halde, bizim gibi yüksek tahsil görmüş, dünyanın iyisini kötü­sünü görüp çıkmış dört tıbbiyeli niçin muvaffak olmasınlar? Hem de dâhili vatanımızda mukaddes bir fikir ve emelle işe başlarsak ve yeter İd, bu ideal ve bu amaçla and edersek, biz dört hamiyetli, namuslu, vatanperver gençlerin elleri birbirini sıkmış olur ve kalbleri vatan sevgisi ile çarparsa, tabii muvaf­fakiyet kapıları açılır ’, dedim.

Dört el birbirlerine kavuştu. Bu ilk ahdi misak 1305 (1889) .senesi bir Mayıs (Bir başka görüşe göre 2 Haziran 1889) gününde tesadüf etmiş ve cemiyet kurulmuştur. ”7

Yukandaki alıntının uzun olmasının nedeni İttihat ve Te- rakki’nin oluşumu ve sonrasında bir takım ipuçları vermesi açısından önemlidir. Ülkenin durumu ve diğer Dini-Etnik yapı­ların durumu dikkatle İncelenmekte, dersler ve örnekler çıka- nlmaktadır. Bu durum milliyetçilik akımının gelişmesinde ağırlıklı olarak kendini hissettirecektir. Vatanın kurtarılması en büyük ideoloji olarak alınmakta, ilende bunun eksildiğini ka­patma zorunluluğuna dönüşecektir. Dört kumcunun taşralı ol­ması (İbrahim Temo-Romen, İshak Sukuti ve Abdullah Cev- det-Kürt, Mehmed Reşid-Gürcü) ve hepsinin Müslüman ol­ması örgütlenmenin gidişatı hakkında malûmat vermektedir.

1889’da Askeri Tıbbiye’nin bahçesinde toplanan îshak Sükûti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Çerkez Mehmed Reşid adjndaki dört öğrenci ile ve sonradan onlara katılan Hüseyinzade Ali Bey, Konyalı Hikmet Emin Bey, Cevdet Osman, Kerim Sebatı, Mekkeli Sabri Bey, Selanikli Nazım Bey, Şerafettin Mağmumi, Giritli Şefik tarafindan ilk adım atılmış. "İttihad-ı OsmanîCemiyeti" adlı gizli bir örgüt olarak kurulmuş.

Genç öğrencileri bir araya getiren düşünce; devletin içinde bulunduğu bunalım ve II.Abdülhamit yönetimine duyulan hoşnutsuzluk olmakta...

Kurtuluş için acilen Meşrutiyet yönetiminin kurulması, Abdülhamid yönetiminin yıkılması gerektiği düşüncesindeki gençler, bu konuda propaganda yapmak üzere örgütlenmişler.

Cemiyet, Haziran 1889’da Edimekapı dışındaki bir bağda, bağ bekçisi Aluş Ağa’nın başkanlığında, 12 kişinin katılımı ile gerçekleşen bir toplantıda başkanlığa en yaşlı üye olan Ali Rüşdî’yi, sekreterliğe Şerefeddîn Mağmûmî’yi, saymanlığa Âsaf Derviş’i seçmişti. İbrahim Temo cemiyette bir göreve getirilmedi fakat üye kaydında cemiyetin bir numaralı üyesi oldu. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türkler (1889-1902), İletişim Yayınlan, İstanbul 1985, s. 175; Ramsaur, a.g.e. s.33) Bir piknik görüntüsü verilerek gerçekleştirilen bu toplantıya, “İnciraltı toplantısı" veya "Onikiler toplantısı ” da denilmişti. İlk toplantıda gizli olan bu milli cemiyete kimlerin üye olacağı tartışması yapıldı. Sonuç­ta güvenilir ve iş yapabilecek her Osmanh vatandaşının dik­katli bir şekilde belli denemelerden geçirildikten sonra üye olabilmesi, her hafta düzenli bir şekilde çeşitli yerlerde topla­nılması, yardımların titizlikle alınması, üyelerin ait olduklan şube ile sıra numarasının deftere kaydedilmesi ve her üyeye bir numara verilmesi kararlaştınldı. Aynca bu toplantıda idare heyeti kuruldu. (Hanioğlu, a.g.e. s. 175) Cemiyette alınan ka-

___________ İTTİHAT VE TERAKKİNİN KURULUŞU rarlan yazma görevi Şerafcttin Mağmumi ile İshak Sukuti’ye verildi. (Temo, a.g.e. s. 15-17) İlk toplantı haberi öğrenciler arasında hızla yayıldı. Alınan kararlar başanlı bir şekilde yet­kililerden gizlendi. Yapılan ikinci toplantıya dikkat çekme­mek için İbrahim Temo ve İshak Sukuti katılmadı. Fakat bu toplantıya Abdülkcrim Sebati’de katıldı. Bundan sonra Cuma günleri çeşitli yerlerde muhtelif toplantılar yapıldı. Bu gizli cemiyetin çalışmalar üyeler aracılığıyla her yere iletildi ve aşın derecede ilgi gördü.

Örgüt olarak şekillenen İttihat-ı Osmani Cemiyeti’nde hi­yerarşik bir yapı kuruldu. Daha sonraki faaliyetlerde bu ilk toplantının adı İnciraltı Toplantısı veya On İkiler Toplantısı olarak da anıldı. Hem okulda hem de okul dışında toplantılara devam edildi. Gençler Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa gibi milliyetçi yazarların eserlerini okuyorlardı.

Yapılan çalışmalar sonunda üyelerin sayısı artmaya başla­dı. Kosovalı Mebus İbrahim Efendi, Mülkiye mezunu Necip Dıraga, Görice Mebusu Şahin Kolonya ve posta memuru Talat Bey cemiyete katıldı. Kısa zamanda Harbiye, Baytar, Mülkiye, Bahriye, Topçu ve Mühendishane gibi okullardaki öğrencilerin çoğu cemiyetin etkisi altında kaldı. (Ramsaur, a.g.e. s.33-35; Temo, a.g.e, s. 18; Hanioğlu, a.g.e. s. 176, 177) Bir öğrenci grubu konumundaki cemiyetin üyeleri 1890’lann ortalarına kadar fazla bir gelişme gösteremeden varlıklarını sürdürdü. Bu tarihlerden sonra cemiyette örgütsel ve düşünsel bir hareketlilik başladı. Paris’teki Agust Comte ve pozitiviz­minden etkilenen genç memur Ahmet Rıza ile temasa geçile­rek cemiyetin yurtdışı şubelerinin açılmasına dönük adımlar da atıldı. Cemiyet, önceleri felsefi tartışmaların ağır bastığı, siyasal faaliyetlerin yok denecek düzeyde olduğu bir düşünce hareketi konumundaydı. Paris ve diğer Avrupa kentlerinde konumlanmış Hamidzede birçok sürgün aydını bulunmak­taydı. Bu kişilerin sürgün edilmeleri ve Abdülhamit’in istib­dadını eleştirmeleri önceleri yumuşak tonlarda vc iktidarla

bağlar kopanlmadan oluyordu. Temel talep de Kanun-ı Esa- si’nin yeniden yürürlüğe girmesiydi. Murad Bey’in Mizan dergisi de bunlardandı ve kendisi Yeni Osmanlılan İttihatçıla­ra bağlayan önemli şahsiyetlerden biriydi. Bu ilişkilenme “dönemi 1895 ve sonrası olarak bilinmektedir. Osmanlı’da muhaliflerin iktidar ile bağlarının inceldiği ve eleştirinin do­zunun artığı dönem 1895 Ermeni katliamlarına dair takındık- lan tutumdu. Hem bu katliamlar sert biçimde eleştirildi hem de bunun üzerinden rejim ve özelde de Abdülhamit bu eleşti­rilerin hedefi oldu. Aynı yıllarda Ahmet Rıza Meşveret, Murad Bey’de Mizan gazetelerini çıkartmaya başladı. Fakat iki grup arasında, Osmanlıyı ve Abdülhamid’i ele alışları ko­nusunda fikir aynlıkları ortaya çıktı. Ayrılığın temel nedeninin gelenekçilerle pozitivistler arasındaki fikir ayrılığı olduğu söylense de Hanioğlu bu fikre katılmadığı gibi asıl aynşmanın bir liderlik tartışması olduğu ve ittihatçıların Abdülhamit’e karşı olmak dışında ortak bir yanlarının olmadığını söyler.

Hücre şeklinde örgütlenerek çalışmalarını gizlilik içinde yürüten cemiyetin üye sayısı 19O3'te 900 oldu. Mekteb-i Tıb­biye öğrencilerinin hemen tamamı bu cemiyete üye oldu.

Bu cemiyet daha sonra Bursa eski maarif müdürü Ahmet Rıza’nın kurduğu ve 1895’tcn itibaren Osmanlıca ve Fransız­ca olarak çıkan “Meşveret" adlı gazeteyi yayınlayan İttihat ve Terakki Cemiyetiyle birleşerek bu adı alıp faaliyetine devam etti.8 A.Bedevi Kuran, cemiyetin beş kişiyle 1892’de kurul­duğunu ve beşinci kişinin Bakü’lü Hüseyinzade Ali olduğunu ileri sürüyor.9 Ortam gerçekten Temo’nun belirttiği gibiydi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’na dışardan bakan birisi yan Avrupalı yan Kuzey Afrikalı ama hepsinden çok daha Asyalı bir kültürün karakterini ve renklerini taşıyan manzaranın al­tında tüm kuşkucu nitelemelere rağmen İslam damanyla bes­lenen Türk milliyetçiliğinin kıpırtılarını görmek için İttihat ve Terakki cemiyetinin serpilip gelişmesini bekleyecekti.


JÖN TÜRKLER VE               97

___________ İTTİHAT VE TERAKKİNİN KURULUŞU B) İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN İDEOLOJİSİNİN OLUŞUMU

Çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluğun en karışık dö­nemi olan son yıllarında yönetme fırsatını bulan İttihat ve Terakki’nin ideolojisini saptamak güçtür. Çünkü çok uluslu ve çok dinliliğin ortaya çıkardığı çok yönlü ve tekili bir ideo­lojiler yumağının karmaşıklığı vardır. Bu ortamda yapılacak saptamalar çelişki yaratabilir.10 Milliyetçiliğin çoğulculuğu yanı sıra ulusal ve yerel ideolojilerin varlığı da doğal bir so­nuçtur.11 Bunlara rağmen bütün bu motiflerin altında yandaş ve karşıt olarak önce hâkim ideoloji ya da siyasallaşan ideoloji olan “İslamcılık'’ tır. Bu bakımdan İslâmcılan Garpçılar, Mes- lekçiler ve sosyalistlerin kurdukları fikir akımları arasında İttihat ve Terakki’nin ideolojisi hayli tartışmalı kalmıştır.12

Ancak İttihat ve Terakki yöneticileri dinin yani İslam’ın iş­levini muhalefet ettikleri Sultan Abdülhamit kadar biliyorlardı ya da anladılar ki imparatorluğun çok milletli Müslüman ter­kibi devam ettiği sürece; İslam’ı bir yana bırakamazlardı.13

Dinin Osmanlı imparatorluğu’ndaki işlevini Ş.Mardin şöy­le açıklıyor:

“Genel çoğunluk için din ahlaki bir destek, yaslanacak bir şey, bir teselli kaynağı, bir yaşam süsüydü; yönetici seçkinler için ek olarak ve belki çok daha fazla, devletin meşrutiyetiyle ilgili bir konuydu. Her iki grup bazı zamanlar dini ihmal ede­bilir veya es geçebilirdi ama bu es geçmenin biçimi farklıydı; kitleler için dini tabuları çiğnemek daha sonra bu günahı telafi etmeyi gerektirirdi. Yöneticiler için ise dünyevi siyasi amaçlar gerektirince dini arka plana atmak anlamına geli­yordu. ‘Din ve Devlet' ikizdir sözü, bu yakın birliğin ifade edil­diği biçimdir ama Osmanlı İmparatorluğunda ikizlerden birinin sık sık daha eşit olması mümkündü. İslam ’ın iki kola ayrılması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bağlantı işlevi ancak kısmen başarılı oldu; karşılıklı söylem ortamı


kuruldu ama altsınıflar, Osmanlı-öncesi kabilesel düzenleme­leri yansıtan, cömertlik ve ‘doğrudan ’ demokrasi gibi siyasi meşruiyet için kısmen bağımsız kriterlere sahipti. ”14

• İşte Jön Türkler dinin ya da İslam’ın toplum içindeki ve üzerindeki bu önemini kavradıktan sonra, hiçbir zaman dış­lamayacaklardı.

Bütün bu irdelemelerden sonra unutulmaması gereken İt­tihat ve Terakki’nin gizli bir cemiyet oluşudur. Bu durumu onun gerçek ideolojisini vc yüzünü anlamakta zorluk çıkar­maktadır. Çünkü; “Bu günkü hanedanı devirmek istemiyo­ruz’’, “... kanımızca düzenin sürmesi için gereklidir. Biz ba­rışçı yoldan zafere ulaşmasını amaçladığımız ilerleme düşün­cesinin yaygınlaşmasına çalışmak istiyoruz. Yalnız şu ya da bu vilayet için değil, Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, Müslü­man olsun bütün Osmanlılar için reform yapılmasını istiyo­ruz”15 diyorlardı. Yayın organlarında. “Osmanlılık”, “Vatan­i Umumi" ya da “İttihad-ı Anasır” Jön Türklere Yeni Os­manlIlardan miras kalmış aslında Osmanh İmparatorluğu’nu bölmekten kurtarmaya çalışan ve yönetimde bulunan asker- sivil kesimin oluşturmaya çalıştığı bu üst kimlik (Osmanlı Kimliği) pek tutmamıştı. Ancak resmi görüşle örtüştüğü için sürekli yayın organlarında Türklerin dışındaki etnik gruplan ve yönetimi oyalamak için kullanıldığı duygusunu veriyordu. Ancak İttihat ve Terakki’nin bu belirsiz ideolojik yapısı za­man zaman zor anlar yaşattı. Bu durum 4 Şubat 1902’de Pa­ris’te yapılan birinci kongresinde ortaya çıktı. Bu kongreye çok sayıda İttihatçı ve prens Sabahattin katılmıştı Kongrede iki nokta üzerinde duruldu:

a)               Yalnız propaganda ve neşriyat ile inkılâp yapılamaz. Buna mabni askeri kuvvetlerinde ihtilal hareketine iştiraklarını temine çalışmalı. (Bu teklifi İsmail Kemal Bey askeri temsilci olarak katılıp teklif etmişti.)

b)              Ecnebi hükümetlerin müdahalesini davet sureti ile memlekette ıslahat icrasına tevessül edilmeli.16

İşte bu ikinci nokta kongre de çok geniş tartışmalara sahne oldu. Çünkü Abdülhamid’e karşı yapılan bu toplantı daha çok Batılılar tarafindan dayatılan ve Abdülhamit tarafindan askıya alınan demokratik ve etnik unsurların lehine olan kararların uygulamaya sokulmasını istiyorlardı. Bunun yolu da yabancı­ların müdahalesini gerektiriyordu, (Bunun savunucusu Erme- nilerdi). Diğer kesimler özellikle Müslüman kökenliler şiddet­le karşı çıkıyorlardı. Prens Sabahattin’de bu görüşü destekli­yor, bir büyük devletin (İngiltere) desteği olmadıkça hiçbir hareketin sonuca ulaştınlamayacağını belirtiyordu.17 Bütün tepkilere rağmen azınlık temsilcileri bu ek karan bir ek bölüm olarak sokuştururlar.18 Kongreye Türk, Arap, Rum, Kürt, Arnavut, Ermeni, Çerkez ve Yahudi delegeler katılır. ‘‘Adem-i merkeziyet” ilkesinde kendilerini milli bağımsızlığa götürecek yolu gören azınlıklar, kendi çıkarlanndan ötürü Prens Saba­hattin ve Liberal eğilimli kuruluşlara destekçi ve yardımcı olacaklardır.19 Bu ilişkiyi yakından takip eden Abdülhamit gelişmelere hatıralannda şöyle değinmişti:

‘‘Ermeniler benim muhtariyet vermeyeceğimi, bunun için her şeyi göze alabileceğimi biliyorlardı. Onlarda kendi arala­rındaki rekabet yüzünden savaşa girecek takâtta değillerdi; Bu yüzdem Ermeni meselesi Türkiye için bir huzursuzluk, Avrupa için Türkiye ’ye müdahale imkanı olarak son yıllara kadar sürdü gitti.

(...) Ben Ermenilerin istiklal sevdalarına kapılmalarına şaşmıyorum; Hele büyük devletler tarafindan durmadan tah­rik edildiklerini bildikten sonra. (...) Fakat Avrupa ’ya kaçıp orada benim aleyhime gazete çıkaran bazı Jön Türklerin Er­meni komitecileri ile işbirliği yapmalarına, hatta onlardan para almalarına hala şaşıyorum ”.20

Jön Türklenn bu pratiklerinin sonucunda teorik yönlerinin de kendilerinden önceki düşünce akımlarının ve örgütlenme­lerin aksine doğal kanunlara ve bilimin rehberliğinde "Top­lumsal gelişmeleri adeta bir fizik problemi çozercesine kesin kurallara bağlı biçimde halletmek iddiasında bulunuyordu. Bu konuda en fazla bilimle iç içe olan Dr.Abdullah Cevdet’tir. Bu şahıs Jön Türkler arasında fikri çizgisi ve etkinliği en be­lirgin şekilde ortaya çıkmış kişidir." Aynca diğer kesimlerce en çok eleştirilen yönleri olan ‘'Materyalist Danvinci” yönleri çağdaşlarından büyük farklılıklarla ona düşünür kisvesini giydirmektedir.

"Materyalist-Darwinist" düşüncenin ayrıntılanna döner­sek eldeki bilgilerin en kabaca muhasebesini yaptığımız za­man aklımıza şöyle bir değerlendirme geliyor. Jön Türklerden tıbbiye çıkışlı olanlarının düşünce kalıbını anlamak bir bakı­ma kolay. Doktor olarak yetiştikleri için bunlar ‘‘hayat’’ adını verdiğimiz süreci kimyasal, fiziksel, biyolojik değişmelere "maddi” etmenlere bağlıyorlardı. Fakat bunun yanında insa­nın aklına daha soyut bir başka açıklama geliyor. Jön Türkle- rin yetiştikleri kültür çevresi Osmanlı İmparatorluğuydu. Böy­le bir çevre içinde (Ş. Hanioğlu’ nun üzerinde durduğu fakat daha derinlemesine işlenmeye elverişli bir tez olarak-Bir dü­şün adamı olarak Abdullah Cevdet-) devlet adamı, devlet ilişkilerinin Doktor-hasta ilişkisine büründüğü düşünülebilir. Devlet hastaysa devlet adamı hastayı iyileştirecektir. Jön Tüıkler bu açıdan "İçtima-i tabib" rolüne kolayca oturabili­yorlardı.23 Bu görüşe Mardin, tarih ve hastalığın sosyal evrim yönünü katarak, statik bir yönünü alarak tarih bilinçlerindeki yüzeyselliğe dikkat çekmiştir. Yine de bu görüşler Encümen-i Mahsus üyeleri tarafindan şiddetle eleştirilmiş ve devletin temellerini sarsacağını belirtmişlerdir.24

Jön Türklerin modernleşmeyi benimsemeleri ve her şeyin Avrupa’da iyi olduğu sabit fikirleri daha önce oluşan "Halkçı­lık” gibi popülist düşüncelerden koparmıştır. Bunun en başta

gelen nedeni "halk"m kurguda kendine atfedilen görevi yeri­ne getirmemesinden kaynaklanıyordu. Ancak, Osmanlı top- lumunda, söz konusu teorilerin geliştiği yapılarda rastlanan anlamdaki bir halkın bulunmayışı ve örgütlenme şeklinin cemaatler şeklinde veya kaba avam-havass (seçkinler-kitle) biçiminde olması da, bu vazgeçişi kolaylaştırmıştır.25

Jön Tüık hareketinin ideolojik oluşum aşamasında çeşitli fikir akımlannın etkisinde kaldıklarını ve bu akımların görüş­lerini gazeteler yoluyla taraftarlarına aktardıklarını ve tartıştık­larını söylemiştik. İttihat ve Terakki içinde etkin olan gruplar, grup liderini ya da fikri ortaya atanın adıyla ya da kurduğu gazeteyle anıhyordu. En önemlileri şunlardır a) MURAT BEY VE MİZAN

Mülkiye’de tarih hocası olan ve ders anlatırken aktardığı fikirlerle tanınan Murat Bey, gazetesi Mizan'da hükümeti eleştiren ve sansüre karşı yazılarıyla ün yapan, daha sonra fazla tanınmasını ya da bir anlamda dışlanmasını 31 Mart Vakası’na taraftar görünmesine ve "Karizmatik ” bir kişiliğe yani örgütlenme yeteneğine27 sahip olmamasına bağlayabili­riz. Mizancı Murat Bey Abdülhamid’e övgüler dizerken hü­kümetine ağır eleştirilerde bulunuyordu.28 Ancak bu Mizan'i kapatılmaktan kurtaramadı.29

Mardin, bu hareketin Jön Türklerin Sultan Abdülhamid’e babalık görevini yerine getirmeyen bir baba olarak baktıklan duygusunun en çok Murat Bey’de görüldüğünü söyler.30 Bu­nu da İslam topluluklannm "Adil Hükümdar” modeline Batı­lılaşma karşısında gösterilen karakteristik bir tepkiyle açık­lar11

Mizan'm diğer yayın organlarına nazaran daha "popülist” olmasını da Murat Bey’in Rusya’daki "Narodnik ”Ierden esinlenişinin bir sonucu olarak algılanabilir.32 Mizan'da işle­nen popülist yapının İttihat ve Terakki’dc hâkim olan seçkinci yapıya nazaran köye ve halka yönelişin kendisine olan ilgiyi

artırdığını söylenebilir. Aynca Murat Bey’in Dağıstanlı olma­sından dolayı orada gelişen politik hareketlerden etkilediğini bunun yanında henüz erken olup anlaşılmayacak derecede tepki toplayacak olan “Türkçü görüşlerini” dilde Türkleşme olarak sınırlamakla yetinmiştir.3' “Mizan ” dilde Türkleşmeye yönelik bu eğilimini o zamana dek görülmeyen “Milli Kül­tür” kavramıyla pekiştiriyordu. Ne ki Mizan'da savunulan “Milli Kültür” ya da “Kültürel bütünlük” yaşanılan dönemin gereği uyarınca teolojik (İslami açıdan) unsurları da içermek­teydi. Görülen odur ki, Yeni OsmanlIlardan bu yana İslami düşün ile yenilikçi düşünü birleştirme, bir orta yol bulma ça­bası Murat Bey’de de vardır.34

Murat Bey’in de diğer Osmanlı düşünürleri gibi herhangi bir ekonomik model üzerine görüşleri yoktu. Tabii ki dolayı­sıyla sınıf kavramı üzerinde dc herhangi bir görüşü yoktu. Sınıf kavramı olmadığı için halkın cehaletinden ürktü, bürok- ratlann yetersizliğinden yakındı ama Abdülhamid’in hafiyelik teklifini reddedecek kadar da bağımsız kalmayı başardı.

Hürriyetin ilanından sonra Murat Bey Mizan'\ tekrar çı­karmaya başladı. Fakat az bir zaman içinde İttihat ve Terakki Partisi’nin hürriyetleri ihlal edici davranışlarına karşı şikâyet­ler başladı. O yılın sonlarında Murat Bey Kamil Paşa’nın em­riyle tutuklandı. Bir ay kadar Köstence’ye kaçtıktan sonra döndü. Mizan yayınlanmaya devam etti. İttihat ve Terakkiye karşı cephe almış olan gazetecilerden Haşan Fehmi Bey 30 Mart 1909’da katledilince Murat Bey Mizan’da ulemayı Ana­yasanın savunulmasına çağıran bir çağn yayınladı.35 Bu da 31 Mart Vakası’nı destekliyormuş izlenimini verdiği için isyanın bastınlmasından sonra Rodos’a gönderildi. Mizancı Murat olarak tarihe geçen ve Tüık düşün hayatında önemli bir yere sahip olan Murat Bey 1914 yılında İstanbul’da öldü.

b)-MEŞVERET VE AHMET RIZA

Paris’te bulunduğu dönemde Comtc’un pozitivist okulu­nun etkisinde kalan Ahmet Rıza eğitimin yenileştirilmesi ile ilgili “Layihadan IT.Abdülhamid’e göndererek başlangıçta övgüler alan ancak daha sonra Abdülhamid’in sıkılmasına yol açan "Layiha" bombardımanına "Meşveret" adlı bir gazete çıkararak devam etti ve Abdülhamit’ten tepki aldı. "Ahmet Rıza nasıl geçiniyor? Beni bu yardımlara iten sebeplerde vardı. Ahmet Rıza Bey Bursa ’da maarif müdürüyken, Paris ’te İhtilalin yüzüncü yılı sebebi ile açılan sergide Bursa ipeklile­rini teşhir etmek bahanesi ile Avrupa'ya gitti ve bir daha dönmedi. Oradan bana bir ‘ıslahat Layihası ’ (Reform rapo­ru) gönderdi, okudum. Hiçbir şey yoktu. Ne memleketi tanı­yor, ne tekliflerinin ne getireceğini hesaplayabiliyordu. Bir kenara koydum.

Ardından Meşrevet ’ adı ile bir gazete çıkarmaya başladı. Paris sefaretimize ‘ne ile geçiniyor' diye sordurdum ‘Paris’te Türkçe dersleri vererek’ diye cevap verdiler. Dolaylı yollar­dan para göndermeye başladım. Çünkü başka çare yoktu! ”35

Meşveret Ahmet Rıza Bey’in siyasal düşüncelerinin eko­nomik ve toplumsal sorunlara getirdiği çözümleri içeren bir yayın organıdır.36 Rıza Bey düşün ve eylem açısmdan ayn düşünceye sahip olsa da Meşveret İttihat ve Terakki’nin de yayın organı olarak işlevini yerine getirdi.

Ahmet Rıza Bey toplumsal düzenini Comtc’un pozitivizm­den almakla birlikte İslam’ı da savunmaktaydı. Ahmet Rıza Bey İslami dogmaya bir "Vahy-i ilahi” olarak hiçbir değer vermemekle beraber, sosyal bir harç olarak son derece önemli sayıyor ve yapısı itibariyle sosyal gelişmeye Hıristiyanlıktan daha elverişli buluyordu.37

İslam’ın bir "Barbarlar" dini olmadığını göstermeye yö­nelen fikirlerin yanı başında Ahmet Rıza Bey İslam’ın siyasi bakımdan gelişmeye elverişliliği üzerinde duruyordu. Kendi ifadesiyle, İslam “Cumhuriyetçi” rejime hiçbir şekilde düşman

değildir. Aksine ancak millet meclisi tarafindan seçileni lider olarak kabul eder.38 Ahmet Rıza Bey’in İttihat ve Terakki’ye ters düşrpe nedenlerinden biri aşın pozitivist taraftarlığının ve buna bağlı olarak dini reddedişinin çoğu Jön Türk tarafindan kabul edilmeyişi yanında39 aşınlığa kaçan inatçı kişiliğinin uzlaşmaz sonuçlara yol açması da etkendi.

Ahmet Rıza’ya göre daha çok İslam’a ve padişaha yakın olan Mizan’cı Murat Bey onun yerine İttihat ve Terakki’ye başkan seçilip 1897’de yönetim meıkezini Cenevre’ye taşı­yınca bağlar iyice koptu.

Başlangıçta daha reformcu olan Ahmet Rıza Bey Avru­pa’da kaldığı yıllarda daha radikal görüşler edindi. Burada AvrupalIların Osmanlının yeniden hayat kazanmasını isteme­diği kanısına vardı.40 Bu kanı Avrupa’da bulunduğu radikal ortamın ve kapitalist kazanç hırsının savaşçı ve işgalci bir yapıyı dayatmasının en geçerli politika olmasından da etkile­nerek oluştu.

Ahmet Rıza Meşveret'm Fransızca ekinde daha çok evren­sel konulan işlerken Türkçe basımda Osmanh vatanseverliği ile Padişahın zalimliğini işlemekteydi. Ancak bunların İttihat ve Terakki cemiyetine sipariş edilmiş hissi uyandırmaktaydı.41 c>ABDULLAH CEVDET VE İÇTİHAD

Abdullah Cevdet İttihat ve Terakki’nin dört kurucusundan biridir.42 İbrahim Temo’nun deyimiyle dindar yönü ağır basan bir tıbbiye öğrencisi olan Abdullah Cevdet Kürt asıllı olduğu halde Kürtçülükle uğraşmamıştır. Onun bu yönünü Hanioğlu şöyle aktarmıştır (İçtihad 25.sayı “Yemen İçin Bir Kelime” adlı makalesinin bir kısmı)

"... Ben Türk, Kürd nam-u sıfatıyla değil Türkiya ’nın hür ve hürendiş bir vatandaşı olmak sıfatıyla söylüyorum, tevhidin en müeser çaresi tefiiddir. Şüphesiz bu hüküm bir tarife görü­necektir. izah edeyim Allah insanları te\>hid etmek için tefrid etmiştir. Ve Kur ’an ’ında (Onları kabileler ve şu 'beler halinde

halik etdik, ta ki yekdiğerlerini tanıyalar diye) demiştir. Bun­dan da sarihan anlaşılır ki unsurların arasında muavafa ve muavalatın tesis etmesi için her unsur kendi temayyülat-ı tabiiye ve ırkiyesine serbest bir sahay-ı cereyan ve tatbik bul­malıdır. Muhtelif unsurlardan müteşekkil imparatorluklarda bu unsurların ittihadı yolu münferid bir lisanın, münferid bir kanunun, münferid bir tarz-ı muamelenin isti'mal ve tatbiki olduğu zehabı, zehab-ı batıldır... Tevhid-i anasır, tevhid-i menafiden ibaretdir... ’43

Ancak Abdullah Cevdet Viyana’da kaldığı üç yıllık dö­nemde Batı kültürü ve düşüncesiyle tanıştı ve bu çerçevede ülkenin sorunlarına çözüm bulma sürecinde muhalefete baş­layıp Osmanlı sefirinden hakaret görünce sefiri düelloya davet etti. İmparatorluk polisi onu sınır dışı etti.44 Bu da onun etkin muhalefetini başlangıcı oldu.

Abdullah Cevdet Ali Şefkati’nin İstikbarmde, Osman­lı'da, Meşveret'te, Kanun-i Esasi'de ve İbrahim Temo’nun Köstence’de çıkardığı Sada-yı Millet'te yazdı.

Ama bu durum onu rahatsız ediyordu. Bu hoşnutsuzluğu­nu şöyle belirtir:

“Anlamıştım ki karileri (okur) yüz adedi geçmeyen kuru sözlerle, kuru kafalarla ab-ü tab vermek muhal-i ender muhal­dir. ”

1 Eylül 1904’te Cenevre’de “De Imprimerie Internationa­le ” adı ile içtihad matbaasını kurdu. Bu arada saltanatı gerek yazılan gerekse şiirleriyle ağır bir eleştiriye tabi tutaıken, Jön Türkleri de hafiflilikle itham ediyordu. 1911 ’de İstanbul’a gelip İçtihad \ çıkardığı sırada45 Dazy’nin “Tarih-i İslamiyet'i”™. çevirip ağır bir önsöz yazınca46 İslam için aşağılayıcı buluna­rak yasaklandı.47 Yine İttihat ve Terakki’yi Türk -İslam sen­tezi yapmakla suçlayan Abdullah Cevdet’tir.** Abdullah Cev­det’in bu saptaması daha sonra sistematik bir hale gelen Türk- tslam sentezi, ideolojik çıkmaza saplanan yönetimlerce uygu-

lamaya konulan bir acil formül olarak gerek Osmanlı döne­mimde gerekse Cumhuriyet döneminde önemini koruyacak­tır. .

_ Atatürk devrimlerinin öncüsü sayılabilecek birçok düşünce ile dolu İçtihafida yazılarında, yine İslam’ı bir sosyal eğitim amacı olarak görüyordu. Müslüman kesimin zülüm ve haka­rete uğramalarının Müslüman olmalarından değil cahil ve tembel olmalarından kaynaklandığını söylüyordu. Burada durumu ileri götürerek Rusya’nın Slavlaştuma politikalarını göremiyor ya da görmüyordu. “Sizin Kemal-i Mas ile Darül hilafe dediğiniz İstanbul’daki Müslümanlar yine sözde Müs­lüman hükümetlerinden daha az mı cebir ve hakaret görüyor­lar zannediyorsunuz? Rusya hükümeti ammeye ve size Rusça öğretmek istiyormuş. Fena mı? O zaman hiç olmazsa hiç bilmediğiniz bir varakayı imzalamaktan kurtulursunuz. Rusya hükümeti sizden asker alıyor ve din kardeşlerimiz üzerine kılıç çekiyorlarmış, bunu sizin halifeniz Abdülhamid yapmıyor mu? ” (“Rusya’da Müslümanlar”, İçtihad, Mart, 1905. S.6)49

Abdullah Cevdet İçtihafh Jön Türklere saltanat aleyhtar­lığının başlangıç yolunu açmıştır. Bütün bu görüşlerinin ya­nında Abdullah Cevdet’te diğer Jön Türkler gibi ekonomiden habersiz ve ilgisiz bir tavır sergilercesine bu alanda ürün ver­memiştir. Tüm sosyal konularda görüş ve model önermesine rağmen ekonomi konusunda bir girişimi yoktu. Bu tavnnı İslamcı düşünüş biçiminin mülkiyet olayına bakışına bağla­yabiliriz. Yeryüzündeki her mülkün Allah’a ait olması onlan sadece bu mülkün yönetimi üzerinde düşünmeye itmiş ve buradaki aksaklıklan bulup giderme üzerinde yoğunlaşmala­rına neden olmuştur.

Abdullah Cevdet her geçen gün anti-monarşist tavrını artı­ran yazılarla birlikte Laik, Radikal, Batıcı yönünü ortaya çıka­ran yazılarıyla ilerde yapılacak reformlara rehberlik edecek etkin bir düşünürdü. Ancak onun referansının İslam olması

onu “milli” yapının önem kazanacağını göımekten alıkoydu. Bundan dolayı kendi ulusal kökeni ve diğer etnik girişimleri şiddetle eleştirdi.

d>OSMANLI GAZETESİ VE ÇEVRESİ

Abdülhamid’in çağasıyla İstanbul’a dönen Mizan’cı Mu­rat Bey Abdülhamid’in ajanlık teklifini reddedip bir kenara çekilince İttihat ve Terakki’de lidersiz kalmıştı. Ancak bunu kayıtsız şartsız bir teslimiyet saymak yanlıştır. Murat Bey 1897 ilkbahannda hapsedilen Jön Türiderin durumuyla ilgili bazı koşulların yerine getirileceği vaadini aldıktan sonra İs­tanbul’a dönmüştü ve bu uzun süre saklı tutulmuştu.50 Bu yine Ahmet Rıza Bey ile Cenevre’deki Jön Türiderin arasın­daki buzlan eritmedi. Murat Bey’in aynlmasından sonra ga­zeteyi çıkaracak olan Ali Kemal Cemal Paşa ile olan anlaş­masından dolayı para isteyince cemiyetten kovulup devreden çıkınca, İshak Sukuti, Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Nuri Ahmet, Halil Mavaffak, Akil ve Refik Beyler “Osmanlı'yı çıkardılar. Bu grup da öncekiler gibi yayın organını çıkarma­dan önce Padişaha bir Islahat Önergesi gönderdi, sonra da o döneme kadar alışılmamış sertlikte bir muhalefete başladı.51 Kuruculardan Tunalı Hilmi Cenevre’de 1896’da “Osmanlı İhtilal Fırkası’m kuran ve ihtilali amaçlayan ajitasyonlanyla bilinen biriydi. Osmanh'mn kuruculannın İttihat ve Terak­ki’nin kurucusu ve genç askerler olması radikal muhalefet ve Osmanlı köhne bürokrasisi karşıtı olmalarında önemli bir etken olarak kabul edilebilir.

Osmanli’mn seslendiği “Halk” daha çok Rumeli de oluş­muş bulunan, az çok okumuş ve hayat düzeyi az çok yüksek olan bir tür Osmanlı “orta tabaka "siydi. Özellikle Bulgaris­tan’ın ve Makedonya’nın o zamanki iktisadi kaynaklan impa­ratorluğun diğer kısımlarının aksine, burada hem kültürü Türk olan ve hem de bir tür iktisadi gelişme sonucunda belini doğ­rultabilmiş bir orta sınıfin varlığından söz edilebilir.

Bunun yanında OsmanlI’nın kurtuluşu ile ilgili makalelerle birlikte alışılmamış tarzda makaleler artmaya başlamıştı. Irk ve cins,üzerine yazılı olan makaleler özellikle Türklerin “Türklüğünü” oluşturan unsurlar üzerine yazılmış makalelere rastlanmaya başladı.53

1902’dekikongrede Prens Sabahattin’in ve Ermenilerin dış müdahaleyi kabul etmek istemeleri54 ateşli tartışmalara ve ayrılmalara yol açmıştı. Kongreden sonra Osmanlı “Osmanlı Hürriyetperver Cemiyeti ”nin yayın organı olmaya devam edip Ethem Ruhi tarafindan Mısır’a nakledilerek yayın hayatı bir süre sonra son buldu.

e)-PRENS SABAHATTİN VE DÖNÜŞÜMLER

Prens Sabahattin Abdülhamid’in kız kardeşiyle evli olan Mahmut Paşa’nın oğludur. Abdülhamit tarafindan askıya alınan Anayasanın tekrar yürürlüğe konulmasını isteyen Mahmut Paşa Abdülhamit tarafindan tüm görevlerinden azle­dildi. Bunun üzerine Mahmut Paşa oğulları Prens Sabahattin ve Lütfiıllah’ı yanına alarak Avrupa’ya kaçtı. Bu kaçış Abdülhamid’i çok tedirgin etmişti. Çünkü ilk defa üst düzey bir yetkilinin muhalefeti ile karşı karşıyaydı. Prens Sabahattin Jön Türk eylemlerinde aktif bir şekilde rol alırken F. Le Play ve E. Desmouline’ ın toplum bilim öğretileri üzerine çalışma­lar yapmaktaydı.55 1901 yılında kardeşi Lütfiıllah Bey’le bir bildiri yayımlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan etnik ve dini toplulukların temsilcisi olan çok sayıda çağndaki amaçlarını şöyle açıklamaktadırlar:

“Amacımız Türk, Arap, Arnavut Ermeni, MakedonyalI, Yunan, Kürt, Yahudi ve bütün yurttaşların güç birliğini sağ­lamak uğruna savaşmak ve böylece bu günkü kötü gidişe son vererek yarın ki hak bilir yönetimin ilk temel taşlarını koy­maktır” biçiminde bir hedef belirlenerek bütün etnik grupların bu hedef çevresinde toplanmalan arzulanıyordu.’ Ancak Ermenilerin önerisi olan ve yabancı hükümetlerin (Avrupa)

Abdiilhamid’e baskı yaparak müdahalesi devleti koruma yö­nü güçlü olan İttihat ve Terakki üyelerini kızdırdı ve iyi başla­yan kongre bölünmelere yol açacak fikirlerin sert tartışmalarla aktarılmasına sahne oldu.

Prens Sabahattin kongredeki fikirlerine itiraz eden Ahmet Rıza ve grubu “Terakki ve İttihat Cemiyeti” ni oluştururken, Prens Sabahattin’in yanındakilerin oluşturduğu grup ise “Te- şebbüsi Şahsi” ve “Ademi merkeziyet Cemiyeti” adı altında örgüt kurdu.58 Prens Sabalıattin’in düşüncelerinin karmaşıklı­ğı ve reddedişi fikirlerinin temel unsurlarını içerdiğini ve bun­ların gerek Avrupa kültürüne aşinalığı sonucu gerekse Os­manlI’ya bir Avrupalı gözüyle bakmasının sonucu olduğunu fikri yapısını sıralarsak anlaşılır

a-Bir insan ideali,

b-Bu insan idealini gerçekleştirecek bir eğitim teorisi, c-Bu insan idealine uygun bir toplum tasavvuru, d-Mevcut toplumlann yapısını tahlil etmeye yarayacak bir ‘ ‘toplum tahlil yöntemi' ’.59

Prens Sabahattin kendi görüşleri dışındaki bütün akımlan kuşkusuz sosyalizm dâhil, bilgisizlikten gelen bir yanlışlık olarak görüyordu.60

Sonuçta Prens Sabahattin eğitim düzeyi düşük halkın kal­kınmasının önündeki engel olarak “Merkeziyet "ten güç alan rejim ve memurlannın olduğunu “Verimli vatandaş”61 ya­ratmak için kültür düzeyinin yükseltilmesi “hırsız memur "a62 engel olunup “gaza” sisteminin telkini savunuyordu. Ancak bu düşüncelerini milliyetçi Tüık gruplar ile muhalif Arap, Arnavut ve Kürt gruplar arasında kalarak somut bir sonuç elde edemedi.

f^URA-YI ÜMMET YA DA SAFLARIN BELİR­GİNLEŞMESİ

Şüra-ı ümmet 15 Nisan 1902’de çıktı. İlk gerçekçi yazar olan Samipaşazade Sezai’nin redaktörlüğünü63 yaptığı bu yayın ilk-sayısında yayın ilkelerini şöyle açıklamıştı;

-      - Osmanlı devletinin devamını sağlamak ve her türlü dış müdahaleyi reddetmek,

-             Keyfi idareye son verip Meşrutiyeti ve Kanun-i Esasiyi uygulatmak,

-             Ümmettin hukukunu Osmanlıya yaraşır şekilde ıslahata ve beklentiler doğrultusunda uygulatmaya çalışmak,

-             OsmanlI’daki unsurların bir arada ve güç birliği içinde olmalan için çalışmak,

-             Ferdinden kavmine Osmanlı egemenlik alanlarını refah ve mutluluk içinde çağdaş bir yaşam seviyesini oluşturup, bunun Osmanlı’nm eksikliği olmadığım ispatlamak,

-             Her hangi bir şekilde özgürlüğü kısıtlanmış kişi ve gruplann esaretten kurtanlıp, gelişmeden faydalandınlıp- Osmanlı’nın ve hilafetin gelişmesine katkıda bulunmalarım sağlamak.

Bu grup 1902’de azınlıkta iken Ermeni grubun yabancı müdahalesini önermesi ve azınlıklar lehine sonuçların alınma­sı sonucu "Türk" sorununu gündeme getirmiştir. Daha çok Osmanlıcılık yanlısı görünmekle birlikte "Peki Türkler ne olacak’M tezini işlemeyi tercih etmiştir.

Böylece bir Osmanlı kültürü yaratmanın zorunluluğu bir daha ortaya çıkarken tamim edilecek bir Osmanlı dili olma­ması Türk dilini alternatif olarak çıkarıyordu. Böylece Os­manlı’nın çoklu unsur modeli tekli ya da tek unsura "Türk’e indirgeniyordu. Böylece çoklu kültür ya da "Anasır-ı Osma- ni" yerine tek kültür olan milli kültür gündeme gelecekti. Şura-yı Ümmet milli kültür sorununu çok ciddiye almaya başlayan ilk Jön Türk dergisidir.65 Jön Türklerin halka tepe­den bakan elitist yaklaşırmna daha önce değinmiştik. Ancak

özellikle popülist bir çizgi izleyen Mizan’cı Murat halka ve Anadolu’ya yöneldiğinde, bunda bir ölçüde farklılık ve başan kaydettiğine değinmiştik.

Milli kültürü oluşturmak ve Türk halkının eğitim düzeyini yükseltmek çabaları Jön Türklerin yayınlarında 1900’lü yıl­larda görülmeye başlamıştır. 1902’de Mısır’da çıkarılan "Anadolu” dergisinde bulunan bir makalede bunun güzel bir örneğini bulmak mümkündür;

"Esselam-ü aleyk ey mübarek Anadolu, ey koca Türkeli merhaba ey sevgili küçük Asya ey mukaddes vatan. Eyad-i zülm-ü istindad, hane ve kaşanelerini viran, ehl-ü ayalin olan ehl-i islami perişan eylemiştir.66 Türk aleyhtan makaleler dergide şiddetle karşılık buluyor, Türklük üzerine çeşitli yazı­lar yazılıyordu.

1906 yılından sonra Şüra-yı ümmet Rusya Tüıkleriyle ilgi­lenmeye başlamaktaydı. Rus Müslümanlarının yaptıklan, üçüncü kongrede dikkat çekici önerileriyle tanınan Yusuf Akçura idi. Akçura daha önce Şüra-yı ÜmmetAe ilgili olmak­la birlikte Türiderin birliği ve dinin etkin kuvvet olmasını savunarak ilgiyi çekmişti. Ancak Akçura’dan önce Rusya Türklerinden Hüseyinzade Ali, Türkler arası bir birlik mey­dana getirmekten ve "Turan ”dan söz eden ilk Tüıkçü düşü­nürlerdendir.67

C İTTİHAT TERAKKİ-TÜRKÇÜLÜK-ÖNCÜLE- Rİ VE GELİŞMELER

A-YUSUF AKÇURA: Jön Türklerle Paris’te Siyasal Bilgiler okurken tanışan Yusuf Akçura 1902’deki kongredeki aynl- madan sonra Ahmet Rıza’nın fraksiyonunda yer alır.68 Jön Tüık yayınlarında özellikle "Şüra-yı Ümmet "ie yazdığı yazı­larda başlangıçta Osmanlının ticarette, sanayide ve tarımda geriliğinin (Avrupa ya göre) nedeni gibi konularda ve aldığı derslerin etkisinde kalarak yazıyordu.69 Yusuf Akçura’nın görüşlerinin kaynağı Kafkasya, Kırım ve özellikle Kazan’dır.

Bunlardan ilk Türkçe gazeteyi “Ekinci ”yi çıkaran Melekzade Haşan Bey Zerdabi (eğitimci, tabiat bilgisi-uzmanı, gezeteci, Azeri milli basınının kurucusu) tarım ve ekonomi konularında ^yazmasına rağmen Türk-Rus savaşı esnasında kapatılmıştır.70

Bunun yanında Akçura’ya en büyük etkiyi yapan Tatar re­formculardan Mercani idi.71 Ancak Akçura’yı dini yönden etkileyen Paris’te görüşleriyle tanıştığı Cemalleddin el Atğani ve Tatar şeyhleridir. Dini etkiyi milliyetin yanında bir güçlen­dirici olarak tanıtan görüşleri İttihat ve Terakki içinde çokça görmek mümkündür. Bunda ittihat Terakki’nin hedefinin daha çok Müslüman unsurlar olmasının etkisi büyüktür. Bu görüş medreselerde işleniyordu.

Akçura bu medreselerden biri olan Kazan’daki Muhammediye Medrescsi’nde 1904-1905 yılları arasına ho­calık yaptı ve Kemalist rejime kadar İslamiyet karşıtı tüm refomılara karşı çıktı.72

Akçura’yı en çok etkileyen Türkçülük hareketinin merkez siması İsmail Gaspıralı’dır. Rusya’da Türk ve Müslümanla- nn birliğini savunma odağında Tercüman gazetesinde “Dilde, fikirde, işte birlik’’ düşüncesini yaygınlaştırmaya çalışan Gaspıralı ile Akçura birçok noktada anlaşıyorlardı.74

Yusuf Akçura’yı ünlü yapan Mısır’da Türkçe yayın yapan ve ılımlı bir çizgisi olan “Türk" gazetesine üç makaleden oluşan ve yazarın adı anılmadan Nisan-Mayıs tarihleri arsında 19O4’te yayınlanan “Üç tar-ı Siyaset" adlı yazı serisi idi.

Akçura bu makalelerinde; Osmanlı Devleti’ne “Kuvvet ve Terakki ’’ kazandırmak amacıyla izlenen politik türlerini tarih­sel bir bakış açısıyla çözümlüyordu. İmparatorluk toprakların­da yaşayan milliyetlerin birliğini ve bir “Osmanlı milleti” oluşturulmasını savunan Osmanlıcılık’ ın genel olarak Tan­zimat Dönemine tekabül ettiğini (1839-1876) söylüyordu. Panislamizm ise 70’li yıllarda ortaya çıkmış ve özellikle Os­manlI devletinin gücünü İslam dayanışması temeline oturt-

mak isteyen Abdülhamit tarafindan savunulmuştu. Son olarak da kısa bir süre önce ortaya çıkan ve "Irk üzerine müstenid bir Türk milliye-i siyasiyesi” oluşturmaya yönelen Pantürkizm’i ele alıyordu.75 Akçura, tarif ettiği "Üç tarz-ı siyaset "ten birini seçmeyi okuyuculanna bırakıyordu, fakat kendisinin Türkçü­lük taraftan olduğuna kuşku yoktu.76 Buna ilk tepki Ferid Paşa hükümetinde eski İçişleri Nazın olan Ali Kemal Bey "Cevabımız ” başlıklı tenkit ve alay dolu bir makale ile karşı­lık verdi77 ve Akçura’yı "Panislam" ve "Türkçü" eğilimleri icat etmekle suçluyordu.78 Ali Kemal’e cevabı "Bir Mektup" başlıklı yazı ile Ahmet Ferit Bey "Türk" gazetesinin 23-24 sayılannda yayınlanan (1904’te) tartışmaya cevap vererek katıldı.79

Üç tarz-ı Siyaset'te Pantürkizm’i teorik olarak ortaya çıka­ran Akçura için sorun bunu Osmanlı devletinin çok uluslulu- ğu ile uzlaştırmaktı. Bunun toprak ve nüfus kaybına yol aça­cağını biliyordu (görüyordu) ama bu kayıplann imparatorluk topraklarında yaşayan başka bazı unsurlann (Hiç kuşkusuz bununla Kürtleri, Lazlan, Çerkezleri vb. kastediyordu) Türk- leştirilmesiyle telafi edileceğini düşünüyordu.80 Ve bunu Türk gazetesindeki Üç Tarz-ı siyasetin "Türklerin Birlik Siyaseti” adlı bölümünde şöyle açıklamaktadır

"Tevhidi etrak siyasetindeki fevaide gelince, Memallik-i Osmaniye 'deki Türkler, hem dini, hem de ırki revabıt ile pek sıkı, yalnız dini olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olma­dığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş Anasır-ı saire-i müslime daha ziyade Türklüğe temessül edecek ve henüz hiç temessül etmemiş ve fakat vican-i millileri bulunmayan anasır da Türkleştirilebilecekti."

B-AHMET AĞAOGLU: İttihat ve Terakki içerisinde Türk­çülük fikrinin yerleşmesinde diğer önemli kişisi olan Ağaoğlu Ahmet’tir.

Türk milliyetçiliğinin doğuş ve gelişmesinde önemli bir mevkiye sahip olan Ahmet Ağaoğlu81 Türk Yurdu dergisinin ilk sayısından itibaren Türkçülük üzerine yazılar yazmıştır.

■ Turan fikrini ortaya atan Hüseyinzade Ali Bey ile gazete çıkarıp Rus hükümeti aleyhinde yazılar yazmıştır. Ağaoğlu Ahmet Türk milliyetçiliği fikrine Şeyh Cemaleddin-i Afgani gibi bütün Müslümanların hatta bütün Doğuluların hayatı, mutluluğu, bağımsızlığı ve gelecek kaygısı ile biıkaç aşama­dan geçerek ulaşmıştır.83

Ahmet Ağaoğlu gazetesi “İrşad” ile Çar hükümetinin düşmanlığını üzerine çekerken, Paris’te tanıştığı Jön Tüıkler- den bazdan da ara sıra İrşada makaleler yazdıklarından bu gazetenin Osmanlı topraklanna girmesi yasaktı.84 Rusya’da 1905 ihtilalini izleyen dönemde Rusya Müslümanlan arasında birlik oluşturma çabalarının yürütüldüğü bir kongrede delege olarak bulundu. Ermenilere karşı direniş yürüten “Difai” adlı bir gizli örgüt kurdu.85 1980’de Rusya’da yeniden sıkı bir idare geldi ve milliyetçilerle devrimciler yönetimce takip edilmeye başlanıldılar. Ağaoğlu bu ortam içinde Azerbay­can’da daha fazla kalmayarak 1908 sonuna doğru İstanbul’a kaçtı.86 Bu kaçışın neden ve öyküsünü anılarında şöyle anlatır;

“Şiddetli izlenenler arasında idim, iş o dereceye geldik, artık yalnız kendimin değil, ailemin de rahatı ve esenliği kay­bolmaya başladı. 1908 yılında da Türkiye de de inkılâb ol­muştu. İş başına tanıdığım bazı şahıslar gelmişti. Aynı za­manda Kafkasya genel valiliğine atanan kont Varantsof- Taşkov beni kesinlikle tutuklamaya ve sürgün etmeye kara vermiş görünüyordu. Bunu öğrenir öğrenmez derhal ben de kaçmaya karar verdim ve 1908 yılının sonlarına doğru İstan­bul'a kaçtım”*1

Ağaoğlu İstanbul Darülfun’una profesör oldu. İttihat ve Terakki partisinde rol aldı, mebus oldu, bunlardan en önemlisi Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ile birlikte İttihat ve Terakki’nin

“Türkçülük” ideologu oldu. Ahmet Agaoğlu’nu daha sonra Cumhuriyet döneminde aynı çizgide devam ederken bulaca- ğ>2.

C)-ZİYA GÖKALP: 23 Mart 1876 tarihinde Diyarbakır’ın Ü.Evrak müdürü Tevfik Efendi’nin ikinci oğlu olarak dünya­ya gelir. Diyarbakır’da idadiyi bitirdikten sonra İstanbul’a Baytar Mektebine kaydını yaptırır.88 Bunu Dr.İbrahim Temo ve Ishak Sukuta ile tanışınca gerçekleştirir. Dr.Abdullah Cevdet’in salık vermesiyle Meşrutiyet ve Özgürlük İçin İhtilal Komitesi'ne İttihat ve Terakkiye üye olur.90 Onu gizli cemiye­te sokan Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp üzerinde etkin olur. İstibdatın, İslam’a sarılmasının nedeni, iktidarını ve geriliğini muhafaza ettiğini ve ateizm ile ilgili bilgileri ondan öğrenir. Bu görüşmeleri amcası istemezdi.91 Ziya Gökalp’in intihan bu döneme rastlar. Abdullah Cevdet daha sonra intihan ve kurtuluşu hakkında şöyle demiştir. “Keşke kurtulmasaydı da memlekete Türkçülük’ gibi geri fikirleri yaymasaydı".2 Evet İttihat ve Terakki’ye Dr. Abdullah Cevdet’in himayesinde giren Ziya Gökalp’in düşünceleri onun (Abdullah Cevdet) tepkisini alacak boyutlarda değişmiş olacaktı. l.Bölümdeki fikir akımlannı incelerken Ziya Gökalp’in Duıkheim’ci ve Korporatist görüşlerine değinmiştik. Ziya Gökalp 2O.yüzyıl başında Osmanh İmparatorluğu’nda hâkim olan üç görüşten Türkçülük akımını yürüten yayın organı “Türk Yurdu"nâz. yazılar yazar. Akçura ile “Ölmüş eski Türk uygarlığını dirilt­me” konusunda ters düşerek “Türkçülüğü”, İslam inancından güç alan bir ülkü olarak benimseyerek; Türidüğün, çağdışı kalmış, ölmüş taşıllaşmış gelenek ve niteliklerini yadsıyarak çağdaş düzeyde oluşup gelişmesini öngörür.93 Diğer İttihat ve Terakki gruplarının ve teorisyenlerinin aksine Ziya Gökalp’in ekonomi üzerine düşünceleri ve modeli vardır. Bunu “Eko­nomik Türkçülük” başlığıyla şöyle anlatır "Türkler geçmişte ulaştıkları bu ekonomik gönence gelecekte de erişmelidirler. Hem de kazanılacak servetler kalır Kazan ’ın varlıklığı gibi,

kamunun olmalıdır. Türkler özgürlük ve bağımsızlığı sevdik­leri için Ortaklıklı (iştirakçi-komünist)olamazlar. Fakat eşitli­ği sevdiklerinden bireyci de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan dizge solidarizm, yani dayanışmacılıktır’’.94

Özet olarak sürekli parti içinde çekişen milliyetçilik hare­ketleri Osmanlı Devleti’nin en büyük düşmanı olarak kabul ediliyor, devletin varlığını devam ettirebilmesi için millî hare­ketler onaylanmıyordu. Devletin devamı ve birliğinin sağ­lanması için ‘‘Ortak dil” yani Türkçe en önemli vasıta olarak kabul edilmişti. Zaten öteden beri devlet memuru olmanın en önemli anahtarı Türkçe bilmekti. Bu iletişim sağlamak için zorunlu görülen bir durumdu. Öte yandan Osmanlı unsurları­nın kendi dillerini, devlet desteğiyle açtıkları okullarda öğret­melerinin yolu açıldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, bazı kongrelerinde gayrimüslim unsurların Türkleştirilmesiyle ilgili kararlar aldığı bu kongrelerin yapılmasından hemen sonra bazı gazetelerde öne sürülmüş, ancak cemiyet bunu derhal yalanlamıştır. Ancak bu iddialar aralıklarla devam ettirilmiş, hatta günümüze kadar ulaştırılmıştır. Bu da iddiayı ortaya atanların kendi aynlıkçı amaçlarını meşrulaştırma gay­reti içine girdikleri izlenimi uyandırmaktadır. İddiaların teme­linde o dönem gazetelerinde yazılan bu haberlerin yer alması ve cemiyetin yayınladığı tekzip metinlerinin görmezden ge­linmesi nedeniyle iddia dayanaksız görünmektedir. Türkçülük fikrini savunan aydınlar arasında görüş birliği yoktu. Bazılan bundan Osmanlı Devleti’nin varlığının korunmasını anlarken bazılan Tüıklerin kültürel birliğini anlıyordu. Bu akımın ön­cülerinden Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Partisi’nde aktif görev aldı. Ama Yusuf Akçura, görüşlerine müdahale edilebi­leceği gerekçesiyle bundan şiddetle kaçındı. Ziya Gökalp, Türkçülük fikrinin güçlenmesinin Osmanlı bünyesindeki diğer kültürlerin serbest olmasıyla gerçekleşebileceği görüşünü ve Türklerin kültürel birliğini savundu. Ziya Gökalp ve bazı


Türkçüler, Türkçülükle ilgili çalışmaların Osmanlılığı güçlen­direceğine inanıyordu.

Ziya Gökalp’in bu görüşleri İttihat ve Terakki’de benim­seneceği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra kurulacak Türkiye Cumhuriyeti için de bir model oluşturacak­tır Ancak Ziya Gökalp ve diğer Tüıkçüler düşüncelerinin uygulama alanı bulması için İttihat ve Terakki’nin iktidan ele geçirmesini beklemeleri gerekecekti. İktidan hedefleyen İtti­hat ve Terakki Cemiyeti OsmanlInın egemenlik alanlarında örgütlenmiş Osmanlının mali ve siyasi bunalımından kaynak­lanan bütün hoşnutsuzluklan örgütleyerek iktidan ele geçirme çabalan içindedir.


BOLUM IV

1908 İHTİLALİNE GİDEN YOL


"Mal kaybeden, bir şey kaybetmiştir, onurunu kay­beden birçok şey kaybetmiştir. Fakat cesaretini kay­beden her şeyini kaybetmiştir. ’’

' ’ GOETHE

1908 İHTİLALİNE GİDEN YOL

A)-Devrim Yoluna Döşenen Taşlar

19O5’te Japonya’nın Rusya’yı yenmesi Osmanlı toplumu- nun, her kesiminden aydınlarını ve Doğulu olmanın ezikliğini duyumsayanlan büyük sevince boğarken, Osmanlı Liberal ve Yurtseverlerini sevindiren tarafı anayasalı bir devlet olmasıdır. Ertesi yıl İran’da despot rejimlerin yıkılışını çağnştıran anaya­salı bir rejim kurulur. Bu olaylar Jön Türkleri tarihin doğrultu­sunda aldıkları ilham ile despot rejimlerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için kolları sıvarlar.1 Osmanlı İm­paratorluğu içte ve dışta büyük sorunlarla çalkalanmaktadır. Doğu Anadolu’daki kanlı olaylar sonucu Avrupa devletleri Osmanlı devleti üzerinde baskılarını artırmıştı.2 Bu arada içer­de huzursuzluklar artmıştı. Ülkenin her yeri kaynıyordu.

1904 Baharına gelindiğinde, vergi yükü, kırsal kesimde köylüler, kasabalarda zanaatkarlar ve esnaf, şehirlerde ise tüccarlar için dayanılmaz bir hal almış bulunuyordu. Buna bir de vergi toplamakla yükümlü mültezimlerin keyfi açgözlülük­leri eklenince durum vergi mükellefleri açısından iyiden iyiye zorlaşıyordu. Bu dönemde bir çeşit gelir vergisi olan “temet- tii’hün, örneğin İzmir’de toplanması bir takım sorunlar do­ğurmuş, verginin toplanması süresiz askıya alınmıştı. Benzer olaylar -Bu kez tepki adanın yerli halkı Yunanlıdan gelse de- 1905 Şubat’ında Midilli’de görüldü. Hayvanat-ı Ehliye rüsu­munun kaldırılması isteğiyle -başka birçok yere ek olarak- 25 Mart 1905’te İşkadra’dan, 13 Nisan 1905’te Basra’dan ve 28 Haziran 1905’te Trablusgarp’tan İstanbul’a telgraflar gelmişti. Şahsi verginin kaldınlması isteğiyle de -Örneğin 14 Ocak

1906’da Kastamonu’dan vc 13 Eylül 1906’da Necid’den- Babı Ali’ye telgraf çekilmişti.3 1906’da başlayan büyük çaplı ayaklanmanın arifesinde "Şehir aç, Köy aç, Ordu aç ve çıp­laktı”.4 Bu huzursuzlukları bilen İttihat ve Terakki harekete geçer.

Yukanda anılan tarihler İttihat ve Terakki için önemli dö­nüm noktalan olmakla birlikte uzun toplantılar, birleşmeler ve ayrıntılar sonucunda asıl ele alınması gereken Bahaeddin Şakir öncülüğünde 1905 yılında yapılan toplantıdır. Çünkü “örgütlenme” enine boyuna ele alınmış ve gidilecek yolun belirlenmesi aşamasına gelinmişti. Bu toplantıda alınacak kararlar yolu belirleyecekti. Ya da yine eski usul örgütlenme devam edecekti. Bütün bunlan izleyen ve örgütleyen İttihat ve Terakki yönetimi için Paris’teki toplantı dönüm noktası idi.

B-Paris’ten Manastır’a Uzun Bir Yol; 1908 Jön Türk İhtilali

l.Paris’de Bir Apartman

1905 yıh Haziran ayında Jön Türk hareketinin yeni bir aşamaya geçtiğine dair hareketlenmeler oluyordu. İttihatçı örgütlenmesinin en önemli yayın organı olarak Kahire’de basılan Şûra-yı Ümmet dergisi küçük bir teşekkür ilânı yayın­ladı.5 Bu kısa notta “hamiyyet ve ulviyyeti nefsinde cem ‘eyle­miş bir zât-ı mekârim-sımât tarafindan cemiyetimize gönderi­len 2,000 Frankdan dolayı arz-ı şükran ederiz” deniliyordu. Kısa süre sonra aynı dergi tahta geçiş için ikinci sırada olan Yusuf İzzcddin Efendi’ye mensup çok sayıda şahsın tutuk­landığını haber verdi. Yusuf İzzeddin Efendi’nin özel doktoru da tutuklananlar arasındaydı. (Hanioğlu, 1908) Tutuklananlar arasındaki bu doktor daha sonra Ermeni Tehcirinde önemli bir rol oynayacak olan ve hayatı bir profesyonel devrimci gibi algılayıp yaşayan Bahaeddin Şakir Bey idi. Doktor Bahaeddin Şakir Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’den en iyi dereceyle mezun olduktan sonra Yusuf İzzeddin Efendi’nin özel doktoru olarak

çalışırken aynı zamanda sarayın istihbarat teşkilâtının başında iken yurt dışına kaçarak muhalefete katılan Ahmed Celâleddin Paşa ile yakın ilişki kuran kişidir. Bahaeddin Şakir öğrencilik yıllannda çoğu genç gibi tttihad ve Terakki Cemiyeti’ne ka­tılmıştı. Tıbbiyeyi üstün derece ile bitirip hem tıbbiye de hoca­lık yapan hem de özel doktorluk yapan Dr.Baha-eddin Şakir bu dönemde Yusuf İzzeddin Efendi’yi (Yusuf efendi resmi) Cemiyet’e yüksek bağışlar yapmaya ikna etmişti. Ancak gizli örgüt faahyetlerini bu kadar aleni yapması hem başı ağrıtmış hem de sürgüne neden olmuştu. Önce tutuklanıp cczalandı- nlmış sonra sürgüne gönderilmişti. Tutuklanışı sonrasında Erzincan’a sürgüne gönderilen Bahaeddin Şakir orada fazla kalmadı. Gizlice Trabzon’a geçen doktor buradaki cemiyet hücresi tarafindan bir süre saklandıktan sonra sahte kimlikle bir vapura bindirildi ve 1905 sonbahannda önce Marsilya’ya oradan da Paris’e ulaşarak sürgündeki Jön Türklere katıldı.6

Şüphesiz Dr.Bahaeddin Şakir 1905 Sonbahannda gerçek­leştirdiği yeniden örgütlenme ile Terakki ve İttihad Cemiye- ti’ni ihtilâlci bir örgüt olarak yeniden düzenleyen ve 1908 ihtilâlinin temellerini atan şahıstır. O dönemde bir Jön Türk sempatizanı olarak Fransa’da bulunan Yahya Kemal’in ifade­siyle Dr.Bahaeddin Şakir kendisine yardım eden Dr.Nâzım Bey ile birlikte bir entelektüel hareketten kısa süre içerisinde bir ‘komita' çıkartmaya muvaffak olmuştu. Bizzat kendi ifa­desiyle Dr.Bahaeddin Şakir “Evolution programı takib ede[n] rüfeka-yı hamiyyete iltihakı[n]da vatanın dahildeki ihtiyacını, halkın cemiyetden beklediğini arkadaşlan[nın] sem ‘-i ıttılâlarına ve artık tekâmül programına ihtilâl esaslarının da ilâvesi lüzümunu enzâr-ı dikkatlerine arz eyle ’’mişti.

1908 İhtilâline giden yolun açıldığı bu toplantılar Bahaeddin Şakir Bey’in Paris’de 9. Arrondissement’de Boulevard de la Madeleine yakınında 6 Rue Godot de Mauroy’deki dairesinde yapılmıştı. Başka bir deyişle Paris’ den Manastır’a uzanan bir ihtilâlin temelleri, günümüzde otel olarak hizmet veren bu

binada atılmıştı. Bahaeddin Şakir Bey’in ifadesine göre ihtilâl amaçlı örgütlenme üzerine yapılan toplantılarda kendisi o ana kadar yapılan faaliyetin önde gelen iki zaafinı vurgulamıştı: organizasyon ve propaganda. O’na göre bu iki zaaf nedeniyle Jön Türk hareketi geçmişte gerçek anlamda ihtilâlci bir karak­ter kazanamamıştı.

Bu alanda yapılması gereken, ihtilâlci VMOR.O (Vnatresna makedonsko-odrisnska revolucionema organizacija-Makedon- ya-Edime İhtilâlci Dâhili Teşkilâtı) ve Daşnaktsutyun (Ermeni İhtilâlci Federasyonu) benzeri örgütlerin teşkilâtlanma yön­temlerini taklit etmekti.7 Propaganda alanında ise o zamana kadar takip edilen entelektüel ağırlıklı yayıncılığın yerini basit ve kitleleri tahrik etme amaçlı neşriyat almalıydı. Toplantılar sonrasında Makedon ve Ermeni örgütlerinin teşkilâtlanmala- nnı tetkik ve bunlara benzer bir yapılanma teşkili görevi Dr.Ba- haeddin Şakir’e verildi ve yeniden örgütlenme kararı alındı.

Kurulacak Cemiyet’in adı Terakki ve İttihad Cemiyeti ola­cak (bu unvan 1902 kongresinden sonra bazı ufak gruplar tarafindan kullanılmakla beraber daha sonra bir kenara bırakı­lan İttihad ve Terakki ifadesinin tersten okunmasından ibaret­ti. Bu ifadenin kullanımıyla 1895 sonrasında gelişen harekete sahip çıkılmaya çalışılıyordu) ve VMORO ve Daşnaktsuyun benzeri bir örgütlenme gerçekleştirilecekti. Gene bizzat Baha­eddin Şakir’in ifadesiyle: “Makedonya’yı vatanımızdan ko­partmak isteyen Sarafov ün yazdığı bir makale bize ufak bir fikir verebilir. Bakınız bu zât ne diyor. ‘Siz Jön Türklerin Av­rupa ’nın teveccühünü kazanacak teşkilâtınız yok. Buna mu­vaffak olmak için çok fedâkârlık göstermek lâzım. Bu maksa­da vüsûl büyük himmetlere ve uzun zamana tevakkuf eder. Her şeyden evvel beyinlerin terbiyesi ile başlar. Bunun için kalemen ve kavlen neşriyata fevkâlâde kuvvet vermek icab eder. Beyni fikirle terbiye olunan zihinler aynı sancak altında gizli olarak toplanır. Bu sayede memleketin her tarafında şubeler tesis ederler... Tarafdarlar çoğaldıkça her ferdin...

kuwe-i ma ‘nevîyesi artar gönüller çoşar... İşte o vakit evvelâ beyinlerde oluşan tohumlar zokaklarda, hürriyet ve muhabbet meydanlarında neşv ü nemaya başlar. Bu cûş ü hurûş önünde en kuvvetli istibdad bile zevâl bulur. Nq.fi' bir makalenin neş­riyle başlayub istibdadın zevâliyle nihayet bulan bu efal ‘organisation ’ denen teşkilâtın muhtelif safhalarını musavver bir tablodur. ” Gene sözü Bahaeddin Şakir Bey’e bırakırsak neşriyat da böyle bir ideolojik zeminde yapılmalıydı. Bizzat kendi ifâdesiyle “Ömründe silah tutmamış bir Osmanlı Ermenisine yahud bir Rus Yahudisine yüz kişiyi parça parça edecek bombalarla oynamak cesaretini veren kuvve-i ma‘neviye-nin menbainı arayacak olursak bunu ‘terbiye-i siyasiye den başka bir şeyde bulamayız. ” Diğer bir ifadeyle yeni neşriyat ihtilâlci bir ideolojinin ürünü ve üreticisi olma­lıydı. (Hanioğlu, 1908)

1905 sonbaharında yeni müttefikler ve yeni örnekler bula­rak yeniden örgütlenen İttihat Ve Terakki ihtilâli gerçekleş­tirmek amacıyla ortaya çıkan Terakki ve İttihad Cemiyeti adını koruyarak adeta yeniden doğuyordu. Bunda Bahaettin Şakir’in katkısı gözardı edilemez.

II.Abdülhamit rejimine karşı yürütülen muhalefet 1889 yı­lına kadar bazı gazete ve dergilerin yurt dışında bastınlarak dağıtımı düzeyinde kalmış ve örgütlü faaliyet bu sene sonra­sında ortaya çıkmıştı. Ancak geçmişi 1889 yılına kadar götü- rülebilen Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve onun en önemli temsilcisi olduğu Jön Türk hareketi ihtilâlciliğin bir hayli uzağında kalmışlardı. İttihad-ı Osmanî adını taşıyan ilk örgüt bir talebe cemiyeti olmaktan öteye gidememiş, 1895 yılında yeni bir nizâmnâme ve entelektüel katılımla güçlene­rek, pozitivizmden esinlenen İttihad ve Terakki adını almıştı. İttihâd-ı Osmânî Cemiyeti tarafindan düzenlenen dağınık örgüt şemalannın yerini bu nizâmnâme aldı. Bu ilk nizâmnâmenin taş basma yöntemiyle çoğaltılan sûretlerinin Ahmed Rızâ’nın hattıyla yazılmış olması ve nizâmnâmenin

‘‘Cemiyetin Esbâb-ı Teşekkülü ve Maksadı” bölümündeki fikirlerin onun daha sonra çeşitli yayın organlarında ileri sür­düğü fikirlerle benzerlikler göstermesi, örgütlenme ayrıntıları dışında pozitivist liderin bu belgenin hazırlanmasında en önemli rolü oynadığını ortaya koymaktadır. (Auguste Comte’un ‘ordre et progres’ sloganının ‘terakki’ kısmı muha­faza edilmiş ‘nizâm’ ifadesi yerine ise ‘ittihad’ konulmuştu.) Cemiyet’in 1896 yılında bürokrat ve askerî liderler desteğiyle yapma girişiminde bulunduğu darbe girişimi daha sonra ise Hama, Humus ve Şam’da örgütlenerek düzenlemeye çalıştığı eylemler bastınlmıştı. Bunların ardından Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye gibi yüksek okullarda gerçekleştirilen örgütlenme de harekete katılan talebelerin Taşkışla Divan-ı Harbi’nde yargı­lanarak Trablusgarb ve Fizan’a sürgüne gönderilmeleriyle çökertilmişti 1895 sonrasında harekete destek vererek Kahi- re’de cemiyetin bir şubesini te’sis eden ve Kanun-i Esasi der­gisini çıkartan ulema ise daha sonra hareketten çekilmeye başlamıştı. 1897 Osmanlı-Yunan harbi sonrasında İmparator­luktaki zafer coşkusu muhalefeti zor durumda bırakmış ve başta Mizancı Murad Bey olmak üzere çok sayıda Jön Türk’ün ülkeye geri dönüşü hareketin artık bittiği kanaatini uyandırmıştı.

Jön Türklüğün bu zor günlerinde pozitivist lider Ahmed Rıza Bey’in çelikten iradesi ve elle yazarak taş baskısıyla çoğaltarak neşrettiği Meşveret dergisinin hareketi ayakta tut­tuğunu belirtmek yanlış olmaz. Jön Türk hareketi 1899 yılı sonunda oğulları Sabahaddinve Lutfûllah Beylerle yurt dışına kaçarak muhalefete iltihak eden Damad Mahmud Paşa ile yeni bir ivme kazandı ancak bu fazla uzun sürmedi. 1902 yılına gelindiğinde İttihad ve Terakki Cemiyeti bir şemsiye örgüt olarak birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan pek çok fraksiyonu bir arada bulunduruyordu. Damad Mahmud Paşa, oğullan ve sabık vali ve Şûra-yı Devlet üyesi İsmail Kemal Bey benzeri İngiliz yanlısı devlet adamlannm oluşturduğu

grup Ermeni komiteleri ile uzlaşmak ve onlar aracılığıyla büyük devletlere düzen değişikliği için başvuruda bulunmak amacıyla bir program takip ediyorlar. Ahmed Rıza Bey ve arkadaşları pozitivist ve Türkçü bir amaç etrafinda örgütlen­meye çalışıyorlar. Kahire’deki ulema gitgide gücünü kaybet­mekle birlikte İslam’î bir muhalefet ortaya koymaya gayret ediyor. İntikam, Tokmak, İstirdad gibi hiçbir fikri düzeyi ol­mayan dergiler neşreden ve “Kan içdik durduk sabah ak- şam/Yirmi beş yıl oldu tamam/İntikam isteriz intikaml/Dünya görmedi bir eşinü/Köpekler sürüsün leşini!” benzeri ifadeler­le dile getirilen anarşist tezler ortaya koyarak kendilerini "ic­raatçılar” olarak adlandıran gençler, hareketi şiddeti savun­madığı gerekçesiyle eleştiriyorlardı. İlk cemiyetin kuruculan olup materyalist fikirleri benimseyen bir doktorlar grubu ken­disini hareketin gerçek sahibi olarak görüyor, Bulgaristan, Kıbrıs benzeri yerlerdeki taşra Jön Türklüğü ise çöküşün eşi­ğinde bulunuyordu.9

Bu arada Tunalı Hilmi Cemiyet içinde etkin olma için ça­ba harcıyordu. Tunalı Hilmi, 1898'dc İttihat ve Terakki Cemi­yeti müfettişi olarak Mısır’a gitti ve cemiyetin Kahire şubesini örgütledi. Kahire’de "Hak” isimli bir gazete çıkardı. Cemiye­tin içinde bir kongre düzenlenmesi fikrini öne attı ve hazırlık­lar için 1900 yılında Paris’e döndü. Hutbe kitapçıklarını yeni­den yayımlamaya başladı. Kongre girişimi, Jön Türk ileri gelenleri tarafindan kabul görmeyince sonuçsuz kaldı.10 An­cak bir yıl sonra Paris’te önemli bir kongre toplanacaktı. Damad Mahmud Paşa’nın oğullan Osmanlı Hürriyetperverân Kongresi adını alacak bir kongre toplayarak hareketi birleş­tirme amacıyla 1901 yılında bir beyannâme kaleme aldılar... Kongreye Ermeni komiteleri ve diğer Osmanh anâsırının örgütleri de davet edildi. Yunan ve Arnavut komiteleri resmen katılmayı kabul etmediler fakat kendilerine yakın kimselerin iştirakini mümkün kıldılar. Ermeni örgütleriyle yapılan uzun pazarlıklardan sonra Hınçak Komitesi daveti reddettiyse de

Daşnaktsuyun ve Verakazmial Hınçakyan komiteleri ortak bir heyetle kongreye katılma karan aldılar. 4 Şubat günü toplana­rak faaliyetine başlayan Kongre 1856 Paris Anlaşması ve Berlin Kongresi kararlarının imzalayıcısı devletleri diğer bir deyişle Düvel-i Muazzama’yi Osmanlı Devleti’ne müdahale­ye davet eden bir karar metni etrafında ikiye bölündü. Müda­haleyi talep eden 4.madde Sabahaddin ve Lûtfiıllah Beyler, Yunanlı delegeler, Arnavut komiteleriyle yakın ilişkileri mev­cut olan İsmail Kemal ve Ermeni delegasyonunun da deste­ğiyle kabul edildi. Ahmed Rıza Bey etrafinda toplanan Türk­çüler ile icraatçılar karara şiddetle karşı çıktılar. Tartışmalar sürerken Osmanlı Kanun-i Esasîsi’nin kendi toplumlannın geleceği için yeterli olmadığını savunarak 11 Mayıs 1895 tarihli Büyük Devletler memorandumu çerçevesinde yapıla­cak ıslahatı karar metnine koydurmaya çalışan Ermeni dele­gasyonu sert tepkiyle karşılaşınca toplantıyı terketti. Sonuçta hareketi birleştirme amacıyla toplanan Kongre İttihad ve Te­rakki Cemiyeti’ni artık bir şemsiye örgüt olarak faaliyetini sürdürememesine ve hareketin bölünmesine yol açtı."

Kongre sonrasında Sabahaddin Bey ile İsmail Kemal İngi­liz makamlarının da desteğiyle bir darbe girişimi plânladılar. Çünkü Kongrenin sonucuna göre; “Yalnızca propaganda ve neşriyat yoluyla ihtilal yapılmaz, ancak yabancı devletin des­teği ile Padişah Abdülhamit’e karşı ihtilal yapılabilir.12 Bu plana göre Yunanistan’dan kiralanacak iki gemi Trablusgarb’a gönderilecek, muhalefete destek veren Vah ve Kumandan Recep Paşa oradaki askeri manevra gerekçesiyle gemilere bindirecekti. Daha sonra gemiler Akdeniz ve Ege’yi katettikten sonra gece karanlığından istifade ile Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’a gelecek, Beşiktaş ve Saraybumu’na asker ihraç edilecek ve Topkapı sarayından Sancak-ı Şerif çıkanla- rak ahali ihtilâle davet olunacaktı. Bütün bunlar olurken de Royal Navy de herhangi bir Rus müdahalesine karşı deniz

ablukası uygulayacaktı. Plânın ne derece hayalî olduğu orta­daydı.

Nitekim Sabahaddin Bey, İsmail Kemal ve Recep Paşa arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda daha gemilerin satın alınması aşamasında plân suya düştü. Ramsaur’a göre, nere­den bakılırsa bakılsın darbe girişiminin gerçekleşmemesinin baş sorumlusu; İsmail Kemal Bey gözükmektedir. Başarısız­lık nedenleri ne olursa olsun bu girişimin Prens Sabahattin’e hayli para ve zamana mal olduğu unutulmamalıdır.12

Bu başansızlık harekette Ahmed Rıza Bey etrafinda topla­nan Türkçü pozitivist-icraatçı koalisyonunun öne çıkması sonucunu doğurdu. Ama bu grup da ihtilâlciliğe karşı çıkan pozitivistler ile anlamsız bir eylemciliği savunan icraatçılann arasındaki ihtilâf nedeniyle Paris’de hazırlanan bir dergiyi Kahire’de dizdirip bastırdıktan sonra yurt içine sokmak dışın­da bir faaliyette bulunamıyordu.

Dr.Bahaeddin Şakir Paris’e ilk geldiğinde sadece Türkçü ve pozitivistleri değil tüm Jön Tüıklcri hatta Ermeni komitele­riyle, Sabahaddin Bey ve takipçilerini de kapsayan bir örgüt kurma fikrindeydi. Birinci Veliaht Mehmet Reşat Efendi’ye yazdığı mektupta Bahaeddin Şakir düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:

“Millet-i Osmaniyeyi Asya-yı vustanın en uzak ekaliminden Viyana ’ya götüren Hanedan-ı Al-i Osmandır. Al-i Osmandan zat-ı meleksemat hazret-i veliyyünniamileri gibi sultan-ı kulüb bir padişah ne zaman bu millete pişva olduysa, millet cihanı hayrette bırakacak asar ve efâl vücuda getirdi. Nakabil-i tagayyür olan usul-ü veraset-i saltanatın meşruiyetine, sela- met-i İslamiyet ve beka-yı millet için elzemiyetine dair yazdı­ğımız mevaız ve nesayihin memalik-i şahanenizde intişarına fedakârane çalışıyorsak da bu husus nakte muhtaç olduğu cihetle naçar hakipayi hacetrevayi veliyyünniamilerini tasdi ve tacize ietisar ediyoruz. Olbabda ve kâtibe-i ahvalde emrüfer-

man hazret-i veltyyülemrindir")İU Bu amaçla Sabahaddin Bey’e başvurduğunda kendisine Fransızca olarak kaleme alınmış bir "Siyasî Program" gönderildi. Sabahaddin Bey ancak bu programın kabûlü halinde yeni örgütlenmeye katıla­cağını bildiriyordu. Sözkonusu Siyasî Program "âdem-i mer­keziyet” ve "tevsi‘-i mezuniyet” kavramlarına yaptığı atıflar dışında aslında bir İdarî ıslâhat programını andırıyordu. Ama "âdem-i merkeziyet", Daşnaktsuyun programında da sıklıkla tekrarlanan bir kavramdı ve Türkçü grupların kelimenin ger­çek anlamıyla nefret ettiği bir ilkeydi. Nitekim Dr.Bahaeddin Şakir programı şiddetle eleştiren bir cevabı kaleme alarak Şüra-yı Ümmet’de neşretti. Bu sert cevap aslında Türkçü gru­bun temel tezlerini tekrarlıyordu: "Bu son senelerdeki vuku ‘at ile Ermeniler, Bulgarlar ve hattâ Arab ve Arnavudlardan bazı firkalar Türklere alenen husumet etdiklerini ve teşkilât-ı esa- sîye-i Osmaniyeye âsi olduklarını göstermediler mi?.. Bütün bir vilâyeti selâhiyet-i tamme ile ellerine bırakacağımız şu yerli âzâlar acaba kimler olacakdır? O âzâlar Arabistan ’da İngilizlerin, Suriye’de Fransızların, Arnavudluk’da İtalya ve Avusturya’nın, Vilâyât-ı Sitte'de (Ermeni) komitecilerin, Ada­lar ’da Yunanistan în, Makedonya ’da Bulgarlar ’ın taht-ı te ’sir ve nüfuzunda bulunan kimselerden mürekkeb olursa ne yapa­cağız?... Meselâ Yanya’da yaşayan bir Rum, Selânik’deki bir Bulgar, Yanya ’yı Yunanistan în bir cüz ’ü, Selânik ’i Bulgaris­tan’ın bir iskelesi görmek ister. Bunlar dünyanın en âdil hükümetine mazhar olsalar kendilerinde maksadlanna vüsül ümidi hâki kaldıkça fikirlerini değiştirmek istemezler. Amaç adem-i merkeziyet ve sâireler ile akvâm-ı muhtelife-i Osmani- yeyi birbirinden ayırmak değil, onları aynı salâhiyet ve hürri­yetle liva-yı Osmanî altında cem ‘ etmekdir... Komiteciler da- va-yı istiklâlde ısrar etmekde, Avrupa hükümetleri her halle­riyle bizi parçalamayı düşünmekde, biçâre millet ise komiteci­ler, Avrupalılar ve Abdülhamid gibi üç düşman arasında ezilüb gitmektedir. ” Bunlara ilâveten Dr.Bahaeddin Şakir

Bey, Sabahaddin Bey’in Ermeni komiteleriyle yaptığı işbirli­ğinden aşın derecede tedirgin oluyordu. Kendisine göre Sabahaddin Bey programında “Ermeni komitecileri kundak­taki masum çocuklar gibi gösterilerek tekmil mes’uliyet hükü­mete isnat ediliyordu.

Bu eleştiriler Sabahaddin Bey ile gerçekleştirilebilecek bir ittifakı imkânsız hale getirdi. Sabahaddin Bey ise bundan sonra Daşnaksutyun’a Doğu vilâyetlerindeki ayaklanmaların düzen­lenmesinde yardımcı oldu ve kendini yüksek siyaset çabaları­na verdi.

Kendisinin 1906 Mart ayında Vatikan’a giderek Papa Pius X ile yaptığı gizli görüşme (buluşmada Sabahaddin Bey’in Papa’nın düzenleyeceği darbe için sağlayacağı yardım karşı­lığında yeni düzende Osmanlı Katolikleri lehine reformlar teklif ettiği anlaşılıyor) daha sonra Avrupa kabinelerine yaptı­ğı müracaatlar imparatorluk gerçeklerine ne kadar uzak oldu­ğunu gösterir. Papa desteğiyle darbe yapma gibi hayaller pe­şindeki Sabahaddin Bey’in hareketin Türkçü kanadıyla an­lamlı bir ittifak yapabilmesi son derece zordu ve doğrusunu söylemek gerekirse Bahaeddin Şakir söz konusunu ittifakı gerçekleştirememekle bir şey kaybetmiş değildi. Tersine Sabahaddin Bey’in âdem-i merkeziyet programına getirdiği Türkçü eleştiri kendisini ve örgütünü Osmanlı subayları naza- nnda daha makbul kılmıştı.15

Dr.Bahaeddin Şakir Ermeni komitecilerine duyduğu tüm nefrete karşın 1905 yılında onlarla yapılacak bir taktiksel an­laşmanın ihtilâli örgütleme konusunda ciddî getirileri olacağı­nı düşünüyordu. Daha sonra Doğu Anadolu işyardan sırasın­da görüldüğü gibi Daşnaktsuyun köy düzeyine inen bir örgüt­lenmeye, çetelere ve fedaî teşkilâtına (yâni Jön Türk teşkilât­lanmasında ne eksikse hepsine) sahipti. Van ve Erzurum’da Türkçe gazeteler basan gizli matbaalan vardı, yani Jön Türk- lerin bin bir müşkilâtla yurt içine sokabildiği neşriyatı bizzat

orada yayınlayabilirdi. Çok sayıda İttihad ve Terakki Cemiye­ti Üyesi Erzurum ve Van’a giderek devrimci etkinliklerde bulunmaya başladılar. Hatta burada yayınladıklan birkaç taş- baskı gazete ve broşür dağıttılar.16 Daşnaktsuyun ile ortak eylem bir anlamda hazır teşkilâtla iş görmek demekti. Dolayı­sıyla Dr. Bahaeddin Şakir bir eylem ortaklığı tesis maksadıyla kendisi gibi Yusuf İzzeddin Efendi’den maaş alan Diran Kelekyan aracılığıyla Daşnaktsuyun’a yaklaşarak bir ortak çalışma programı sundu. Ama Kelekyan yaptığı temaslar sonucunda bu programın Daşnaktsutyun tarafindan tartışmaya bile alınmayacağını bildirdi. Daşnaktsuyun liderliği âdem-i merkeziyet ve tevsi‘-i me’zuniyeti içermeyen programlan mütalâayı bile gereksiz buluyordu. Aynca onlara göre sadece Kanun-i Esasi zemininde bireysel eşitlik yetersizdi ortak ey­lem için Ermenilerin bir cemaat olarak tanınması ve özgün haklara kavuşturulması gerekliydi. Bu girişimin de başansız- lığa uğramasıyla Dr. Bahaeddin Şakir Türkçü-pozitivist koa­lisyonu yeniden örgütlemeye karar verdi.

2.    Yeni Örgüt, Yeni Eylem Plânı:

1905 örgütlenmesi Jön Türk hareketinde iki mühim deği­şikliğe neden oldu. îlk olarak cemiyetteki entelektüeller hare­ketin başından beri sahip olduklan etkin pozisyonlarını kay­bettiler ve komite organizatörleri ipleri ellerine geçirdiler. Ahmed Rıza Bey yıllar süren mücadelesi ve hareketin en zor günlerinde Sultan’ın temsilcilerinden gelen teklifleri reddet­mesinin mükâfatı olarak yeni merkez komitede de yer aldı ama artık bir karar verici değil onur üyesi idi. İkinci olarak 1905 öncesi icraatçılığının yerini örgütlü bir ihtilâlcilik aldı. Ancak bunun radikalizmle kanştınlmaması gerekir. Terakki ve İttihad Cemiyeti yeni örgütlenmesi neticesinde ihtilâlci bir karakter kazanmakla birlikte muhafazakâr Türkçü ideoloji­sinde bir değişiklik yapma ihtiyacı duymamıştı. Rejim deği­şikliği amaçlıyor fakat bunu devleti güçlendirmek kaygısıyla yapmak istiyordu. Meselâ 1907 sonunda Daşnaktsuyun ile

ortak eylem için yapılan pazarlıklar sırasında Ermeni federas­yonunun eylem şekillerinden birisi olarak teklif ettiği ‘ahaliyi askere gitmemeye teşvike Terakki ve İttihad Cemiyeti mem­leketin dört yandan düşmanlarla çevrelendiği, dolayısıyla ordunun her zamankinden daha kuvvetli olmasının zorunlu bulunduğu cevabını vererek karşı çıkmıştı. İttihatçılar Müs­lümanlar arasında taraftar bulmak ve birliği tesis etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Başlarında komutanları olma­dığı zamanlarda bu yokluktan faydalanarak erler arasında da aktif bir ittihatçı propaganda faaliyetinin bir sonucu olarak halk artık İttihat ve Terakki Cemiyeti fedailerine az-çok sem­pati duyduğunu ifade etmeye ve hükümet politikalarını açıkça eleştirmeye başlamış. Fedailerin propagandası halk arasında bir hayli etkili olmuştu.17 Aynı şekilde Daşnaktsuyun’ un ısrarlı taleplerine karşı cemiyet “terör” uygulanmasına kesin­likle karşı olduğunu ilân etmişti. Ermeni delegelerinin kendi­lerini yeterince eylemci bulmamaları karşılığında verilen ce­vap ise —Paris komününe atfen— ‘biz kızıl olamayız’ idi. Nitekim örgütlenme sonrasında İsviçre’de sürgünde bulunan Lenin ile görüşen Sami Paşazade Sezaî Bolşevik liderin ken­disine yaptığı işçilerin örgütlenmesi tavsiyesinden fazla etki­lenmemişti. Diğer bir deyişle Terakki ve İttihad Cemiyeti fikrî düzeyde enternasyonal üyesi Daşnaktsuyun ya da sosyalist VMORO benzeri bir eylemciliği savunmuyor, deyim uygun­sa, muhafazakâr bir eylemciliği benimseyerek bunu ideolojisi haline getiriyordu.

1905 örgütlenmesi sonrasında Terakki ve İttihad Cemiyeti hem merkez teşkilâtını yeniden düzenledi ve hem de yurt içi ve dışında yeni şubeler kurdu. Yeni örgütlenmede en mühim vazife olan şubelerin örgütlenmesi ve onlarla muhaberat gö­revi Umûr-i Dahiliye Şubesi sonımlulan Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nâzım’a veriliyor, sekretarya ise genç bir subayken yurt dışına firar ederek örgüte katılan Seyyid Ken’an Bey’e bırakılıyordu. Örgütün organları arasındaki düzenli işleyişi

te’min görevi ise kendisine müfettiş ûnvanı verilen Mısırlı Sa’id Halim Paşa’ya tevdi ediliyordu. Ahmed Rıza Bey ile Mısırlı Prens Mehmed Ali Paşa’ya ise prestijli merkez komite görevleri veriliyordu. Ama örgütün işleyişi temelde Türkçü ideolojiyi benimseyen komiteci bir grup eline geçmiş oluyor­du. Dr. Bahaeddin Şakir, II. Meşrutiyet’in ilanından yaklaşık bir yıl önce, 1907 yılı Mart ayında Cemiyetin emirleri doğrul­tusunda gizlice Paris’ten İstanbul’a geldi. İstanbul’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir şubesinin açılması için faaliyette bulundu.19 Bahaeddin Şakir, “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti", Şura-yı Ümmet, 7 Kanunusani 1325. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Perakende Evrakı. Askeri Maruzat (1904-1909).

Şube örgütlenmesinde ise yetki yerel teşkilâtlara bırakılı­yordu. Buna göre şubeler kendi dâhili nizâmnâmelerini yapa­bilecekler ve örgütlenme şekli konusunda özerk olacaklardı. Bu hareket serbestisi ve merkez ile haberleşmenin uzamasın­dan kaynaklanıyordu. Merkezden kendilerine verilen talimat daha büyük fedakârlıklarda bulunmaları muhtemel bekâr şahısların ve mümkünse yetimlerin örgüte alınması idi ama yerel üyelik ve örgütsel düzenleme konularında, cemiyetin temel ilkelerine aykırılık bulunmaması kaydıyla, yetki tama­men şubeler bırakılıyordu. Dolayısıyla yerel düzeyde şubeler farklı eğilimlere ve toplumsal statüye sahip bireyler tarafindan kuruluyordu. Bu şimdiye kadar denenmemiş ve yapılacak eylemlerle cemiyete ters düşecek sonuçlar olabilirdi. Ama bunu uzun tartışmanın zamanı değildi ve bu yönde radikal bir karar alındı.

Hiç şüphe yok ki Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin örgüt­lenme alanı savunduğu Türkçü ideolojinin kuvvetlenmesine yol açıyordu. Cemiyet Bulgaristan, Romanya, Kıbns, Girit, Kafkasya gibi imparatorluktan ya yeni aynlmış ya da fiilen yabancı idaresine geçmiş bölgelerde örgütlenince şubelerden gelen yoğun ideolojik taleplerle karşılaştı. Bu bölgelerde ya-

şayan Müslüman nüfusun büyük bir çoğunluğu Türklerden oluşuyordu. Çeyrek asır önce yaşadıkları yerlerde hâkim un­suru temsil eden bu kimseler artık intikamcı azınlık siyasetle­rinin hedefi haline gelmişlerdi. Kendilerine yönelik şiddetli kimlik siyasetleri nedeniyle bu bireyler yurt içindeki OsmanlI­lara göre Türkçü siyasetlere daha fazla ilgi gösteriyor ve Hıris­tiyan unsurlarla daha çatışmacı ilişkiler sürdürüyorlardı. Bu­rada karşılıklı bir gelişme söz konusuydu anılan bölgelerdeki Yunani, Bulgari, Sırp milliyetçilikleri Müslüman unsurlan hedef alıyordu. Müslüman olan Boşnak, Pomak gibi yerel unsurlarda Türk ya da Müslüman kabul ediliyordu. Bu şube­lerden gelerek “yumruklar sıkılarak, kanlı yaşlar akıtılarak okunan ” mektuplar ise Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin Türk­çü eğilimlerini daha da kuvvetlendiriyordu. Cemiyet kendisi­ne yöneltilen aşın taleplere, meselâ Girit Müslümanlannın kendilerine Yunanlıların uyguladığı ekonomik boykotun ben­zerinin Aydın vilâyetinde Rumlara karşı yapılması gibi istek­leri, bunlan haksız bulduğundan dolayı değil, yaratacağı so­runlar nedeniyle karşı çıkıyordu. Buna karşın 1906 yılında Kafkasya Müslümanlanna gönderilen mektuplarda Pan- Türidst temaların dile getirilmesi organizasyon sonrasında Türkçü ideolojik eğilimlerinin ne denli güçlendiğini gösterir “Adriyatik Denizi ’nden Çin hududuna kadar vâki ’ memleket­ler başdan aşağı yalnız bir din ile mütedeyyin, bir lisan ile mütekellim Türk cinsiyle meşguldür. Afrika ve Hindistan ’dan sarf-ı nazar yalnız Türk cinsinden olanlar ittihad etseler dün­yanın en şevketli hükümetini teşkile muktedir olurlar. Aynı dönemde Terakki ve İttihad Cemiyeti ’nin gerektiğinde Pan- Islâmist bir lisan kullandığı, sıklıkla ‘lttihad-ı Islâm ’ tavsiye­sinde bulunduğu, bununla yetinmeyip merkezi Dr.Bahaeddin Şakir’in apartman dairesi olan bir Uhuwet-i İslâmiye Cemi­yeti kurduğu doğrudur. Ama satır araları dikkatle okundu­ğunda bu Pan-İslâmizmin, tıpkı 1908 sonrası İttihad ve Te-

rakki siyaseti gibi, İstanbul merkezli ve Türkçülüğün hizme- 20

tinde bir politika olarak düşünüldüğü görülür. ’’

"Yeni-örgütlenme sonrasında cemiyet Bulgaristan 'da Kı­zanlık, Rusçuk, Dobriç, Filibe, Şumnu, Balçık Burgaz ve Vidin şubelerinden oluşan bir şubeler ağı kurdu. Bu şubeler bilhas­sa örgüt neşriyatının imparatorluğa sokulması açısından büyük önem taşıyordu. Bulgaristan üzerinden Edime, Kosova ve Selanik gibi Avrupa vilayetlerine olduğu kadar Osmanlı Karadeniz sahiline de propaganda malzemesi gönderiliyordu. Burgaz şubesine katılan Mahir Efendi ismindeki bir taka kap­tanının örgütlediği beş takadan oluşan bir cemiyet filosu gizli gazete ve beyannameleri Ereğli ve Zonguldak ’a getirip bura­dan Anadolu içlerine dağıtılmasını temin ediyordu. Roman­ya’da eski teşkilâtın Köstence şubesine tahvili sonucunda gerçekleştirilen yeni yapılanma, örgüte sahte ve gerçek Ro­men pasaportları temin ettiği gibi Bükreş 'deki Arnavut komi­teleriyle irtibatı sürdürüyordu. Müslümanların baskı altında bulunduğu Girit ’de cemiyet Hanya ’da bir şube ve Kandiye ’de hücreler te sisine muvaffak oldu ve buradan da yurt içine propaganda malzemesi ulaştırılmaya başlanıldığı gibi cemi­yet mensupları Sada-yı Girid adında bir dergi de neşrettiler. Aynı şekilde Kıbrıs ’da Lamaka ve Lefkoşe şubeleri kuruldu. Azerbeycan ’da milliyetçi Dıfaî teşkilâtı aracılığıyla hücreler te ’sis edildi. Och ’amch ’ire şubesi Hopa üzerinden Doğu Ka­radeniz’e propaganda malzemesi ulaştırılmasını üstlendi. Ce­miyet ’in teşvikiyle Salih Borovac ve Salih Muhyiddin Bakamo- vic, Mehmed Remzi Delic gibi Boşnak gençler Taşlıca ve Saraybosna ’da yandaşlardan oluşan hücreler te ‘sis ettiler ve Yenipazar üzerinden Arnavutluk’a propaganda malzemesi ulaştırdılar. Bütün bunlar gerçek işte ittihatçıların yerel muha­liflerle işbirliği yapmasına kadar uzanıyordu. Örneğin Bulgar azınlığı ‘dahili teşkilatı ’ ittihadçılarla ortak eylem kararı alıp ortak planlar geliştirmiş ve hareket etmişlerdi. ”21

‘‘Bu şekilde âdeta İmparatorluğun her tarafinapropagan­da malzemesi gönderilmesi sağlanmış oluyordu. Ancak yurt içinde örgütlenmek son derece zordu. Buna karşın cemiyet, Bahaeddin Şakir’in çabaları sayesinde Trabzon ve Of da La- zistan Haricî ve Dâhili Şubeleri olarak adlandırılan iki şube te sisine muvaffak oldu. Buna ilâveten Beyrut ve Musul’da hücreler ve Diyar-ı Bekir ’de de küçük bir şube kurulabildi. Trablusgarb ’daki eski yandaşlarda yeniden bir şube halinde örgütlendi. İzmir ’de ise küçük, bir şube teşkilâtlandırıldı. İs­tanbul’da Ağabey kod adıyla örgüte katılan Silistire’U Hacı İbrahim Paşazâde Hilmi Bey (Kendisi ilk Meclis-i Meb ‘usan âzâianndan Aliş Paşa ’nın kardeşi idi) tarafindan büyük bir gizlilik altında çalışan ve sadece Bahaeddin Şakir ile muha­bere eden bir şube kuruldu. Yahya Kemal Bahaeddin Şakir ’in örgütlenmedeki katkısını şöyle dile getiriyor; ‘Doktor Bahaed­din, müthiş bir seciyenin ateşin temasıyla uyandıktan sonra Paris ’te Genç Türklüğü adeta diriltti. ’ Bu şubenin elemanla­rının sadece kod adlarını biliyoruz ki bunlar içinde Çoban, Derya-dil ve Istakoz adını taşıyanların aktif oldukları cemiyet muhaberatından anlaşılıyor. Ama Yusuf İzzeddin Efendi tara­findan İstanbul da eylem için cemiyete verilen ve merkez teş­kilâtı tarafindan ‘Kırmızı Para ’ olarak adlandırılan 500 altın­lık meblâğa karşın İstanbul ’da herhangi bir eylemin yapılma­sı pâyitahtta kuş uçurtmayan güvenlik tedbirleri nedeniyle neredeyse imkânsızdı. Buna karşın Bahaeddin Şakir istenirse her türlü eylemin yapılacağını ileri sürer ve ‘Bu işi söylediğim gibi ben yapmaya hazırım. Siz yalnız bombaları bulunuz' der. ’’n

Durum yurt içinde şube kurulan diğer yerlerde de farklı değildi. Meselâ 1907 yılı Mart ayında Paris merkezinin teşviki sonrasında Trabzon’daki şube şehirdeki ordu kumandanının öldürülmesi için yerel bir hocadan fetva aldıktan sonra eylem için uygun zaman beklerken, şube mensuplarından Mülâzım Naci Bey kumandan Hamdi Paşa’yı öldürdü. Bu cemiyetin

yurt içinde gerçekleştirdiği en önemli eylemdi ve 1905-1906 yıllarında yeni vergiler ve Yemen’e asker sevkıyatı nedeniyle karışıklıklara sahne olan şehirde yeni bir isyan hareketinin başlatılmasını amaçlamaktaydı. Cemiyet önderlerinden Dok­tor Nazım Bey kimi zaman bir hoca kılığına girerek Anado­lu’yu geziyor ve askerler arasında devrimci propaganda yapa­rak ordudaki efleri devrime kazanmak için zemin hazırlıyor­du.23

Terakki ve İttihad Cemiyeti yeni örgütlenmesi ve artan faaliyeti sürerken Selânik’de muhalifler bu çabalardan bağım­sız bir örgütlenmeye girişmişlerdi. Binbaşı Bursalı Mehmed Tahir, Binbaşı Naki, Posta baş katibi Talât Bey, Evrenos ailesi üyelerinden Mustafa Rahmi Bey, Midhat Şükrü Bey, Yüzbaşı Edib Servet, Yüzbaşı Kâzım Nâmi, Mülâzımlar Ömer Naci, Hakkı Baha ve İsmail oluşan muhalifler 1906 Eylül admda Hilâl Cemiyeti adı altında bir örgüt kurmaya karar verdiler. Bu cemiyet kısa sürede 42 kişiyi cemiyete üye yapmaya mu­vaffak oldu. Türk tarihçiliğinde sıkça tekrarlanan bir sav 1908 İhtilâli’nin bütünüyle bu cemiyetin faaliyetinin ürünü olduğu­dur. Halbuki bu sav pek de anlamlı değildir. Her şeyden önce bu cemiyetin kurucularının pek çoğu eski İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi idiler. Talât Bey cemiyet propagandası yaparken 1896 yılında Edirne’de tutuklanmış ve üç yıl hapse mahkûm edilmişti. Midhat Şükrü Bey 1897’de yurda dönme­den Cenevre şubesinde görev yapmıştı, Mustafa Rahmi 1897 yılında Selânik şubesi üyesi olarak Sultan’a karşı yapılmaya çalışılan bir suikast girişimine katılmıştı. Kâzım Nâmi Bey ise 1897 yılına kadar Tiran şubesinde görev yapmıştı. Yeni ce­miyete katılanlann çoğu da Terakki ve İttihad Cemiyeti ile doğrudan irtibatı olan, cemiyet organlarını gizlice okuyan kimselerdi.24

Dolayısıyla 1907 yılında yurt dışına firar eden Hürriyet Cemiyeti üyelerinin (bunlar kumculardan Ömer Naci ve ör­güte daha sonra katılan Yüzbaşı Hüsrev Sami Beylerdi) Te-

rakki ve İttihad Cemiyeti’ne katılıp önemli vazifelere getiril­meleri pek de şaşırtıcı değildir. Ömer Naci önce cemiyetin merkez yayın organı Şûra-yı Ümmet dergisinin editör yar­dımcılığına getirilmiş daha sonra da İran ihtilâlcileri ile irtibat sağlamak ve Salmas üzerinden cemiyet propaganda malze­mesini Doğu Anadolu’ya sokmak için İran’a gönderilmişti. Hüsrev Sami Bey ise Bahaeddin Şakir’in yardımcısı olarak şubelerle muhaberat vazifesini üstlenmişti.

Türk tarihçiliğinin söz konusu tezinin anlamsızlığını göste­ren bir diğer gelişme ise; 1909 yılında benzeri bir tezi, yani ihtilâlin sadece ordunun eseri olduğunu, Paris’deki kadronun bu alanda herhangi bir katkısı olmadığını iddia eden, Ali Ke­mal Bey’e İttihad ve Terakki Cemiyeti adına Dr. Bahaeddin Şakir Bey tarafindan dava açılması ve mahkemeye bu tezin yanlışlığını kanıtlayan muhaberat ve vesikaların sunulmasıy­dı.25

1907 yılında Talât Bey, aslen Selânikli olan, Dr.Nâzım Bey’e bir mektup yazarak iki örgütün birleşmesi teklifinde bulundu. Bunun üzerine dâhili teşkilât sorumlusu Bahaeddin Şakir Bey Budapeşte’de bir toplantı düzenlemeye çalıştıysa da hareketleri yakından izlenen Hürriyet Cemiyeti üyeleri ülke dışına çıkamadıklarından bu plân uygulanamadı ve Bahaeddin Şakir İstanbul’a daha evvelce yapmayı plânladığı gizli seyahati öne aldı. Bu seyahatin asıl amacı biraz çılgınca bir eylemle şubelerin moralini artırmak ve onlan eyleme da­vet etmekti. Bahaeddin Şakir, hakkında gıyabî idam karan bulunmasına karşın, Avrupalı kıyafetinde ve Romanya şubesi tarafindan temin edilen bir Romen pasaportuyla, pâyitahta giderek bir Cuma selâmlığı sonrasında saray yakınlarında fotoğraf çektirdi ve bu fotoğraf Paris’de çoğaltılarak şubelere gönderildi. Şubelere verilen mesaj azmedilirse Yıldız Sarayı­na bile girmenin mümkün olduğu idi.26 Bu ziyaret sırasında Bahaeddin Şakir, İstanbul’da Hürriyet Cemiyeti temsilcisi olarak çalışan Avukat Baha Bey ile görüştü ve örgütlerin bir-

leştirilmesi için yurt içine bir Terakki ve îttihad Cemiyeti ileri geleninin gönderilmesine karar verildi. Bu iş için en uygun kimse kuşkusuz Dr.Nâzım Bey idi ve kendisinin Yunanistan üzerinden Makedonya’da faaliyet gösteren Yunan komiteleri yardımıyla Selânik’e gönderilmesi kararlaştırıldı. Bu karar aslında ciddî bir riski beraberinde taşıyordu. Çünkü VMORO benzeri örgütlenmelerin tersine Makedonya’daki Yunan çete faaliyeti tamamen Yunan devletinin denetim ve organizasyo­nunda ve bizzat Yunan subaylarının plânlamasıyla yapılıyor­du. Yunan hükümeti ise Jön Türk hareketinin gücüne inanmı­yor ve böyle bir harekete vereceği destek sonucunda Osmanlı yönetimi ile mevcut hassas ilişkilerin bozulmasını göze almak istemiyordu. Dolayısıyla Dr. Nâzım Bey, Makedonya’ya geçmek üzere gittiği Atina’da iki ay süre ile âdeta ev hapsinde tutuldu. Bu sırada Halil Bey isminde Hürriyet Cemiyeti üyesi bir Osmanlı yüzbaşısı ele geçirilen bir Yunan çete liderinin üzerinde Selanik’teki Yunan Konsolos’u Lambros Koromilas tarafindan yazılan ve talimatlar içeren mektuplar buldu. Paris ile muhabere sonrasında bu mektupların teslimine karşın Dr. Nâzım’ın Selânik’e ulaştınlması konusunda yardım istenilme­si karar altına alındı. Makedonya’daki Rum çetelerine Yunan makamlarının doğrudan yardımını kanıtlayan bu vesikalann neşri ya da Osmanlı makamlarına teslimi Yunan hükümetini çok zor duruma sokabilirdi. Nitekim Yunan yetkililerin ona­yıyla komitecilerle bu konuda anlaşmaya vanldı. Sonrasında Dr. Nâzım 1907 yılı Haziran ayının ortalarında bir balıkçı teknesiyle ve hoca kıyafetinde Yenice Vardar Gölü kıyılarına ulaştı, oradan da Yunan komitelerinin yardımıyla bu kez köy­lü kılığında doğduğu şehir Selânik’e gitti. Mithat Şükrü Bleda anılannda, “O tarihlerde Selanik Bulgar, Rum ve Sırp komi­tecilerinin karargahı haline gelmişti. Biz bütün bu komiteci­lerle temasta olmamıza rağmen en iyi anlaştığımı Rum Komi­tecileri idi” demektedir.

Türk tarihçiliğinin genellikle varsaydığının tersine Dr. Nâ­zım, Hürriyet Cemiyeti örgütlenmesini beğenmedi ve birleş­me konusunda ciddî endişelerini merkez komitesine bildirdi. Kendisine göre cemiyet mensuplan amatörce hareket ediyor­lardı. Onlann şifresiz mektup yazma, cemiyet nizamnamesini kahve masalarında bırakarak üye kaydetmeye çalışma ve benzeri davranışlan her an hareketin çökertilmesine yol açabi­lirdi. Halbuki ihtilâl girişiminin başlamasına ve gerçekleşti­rilmesini mümkün kılacak kadar üye sayısına ulaşılana dek hükümetin dikkatini çekmeden, büyük bir gizlilikle örgütlen­mek gerekliydi. Dolayısıyla Dr. Nâzım "çocuklar” ifadesiyle atıfta bulunduğu Hürriyet Cemiyeti üyeleriyle birleşme konu­sunda olumsuz bir görüşü merkez komitesine ulaştırdı.2.

Ancak daha sonra yapılan uzun toplantılar sonucunda bir­leşme için esaslar kabul edildi. Dr. Nâzım 27 Eylül 1907 tari­hinde Paris’e üçüncü ve nihaî rapor ile birleşme vesikasının suretini gönderdi. Terakki ve İttihad Cemiyeti merkez komi­tesi birleşmeyi 16 Ekim’de onaylayarak ihtilâle giden yolda önemli bir adım attı. Yeni örgüt Terakki ve İttihad Cemiyeti adını taşıyacak ve Paris merkezi Haricî Merkcz-i Umumî, eski Hürriyet Cemiyeti ise Dâhili Merkez-i Umumî haline gelecekti. Ancak Dâhili Merkez-i Umumî diğer şubelerle Paris merkezi aracılığıyla muhabere edecekti. Dr. Nâzım Bey’in uyansı üzerine Dr. Bahaeddin Şakir Dâhili Merkez-i Umumî’ye şifre kullanımı ve gizliliğe dair bir nizamname gönderdi ama bunun ötesinde dâhili teşkilât için yeni, aktivist bir nizamnamenin hazırlanması kararlaştırıldı. Çene Dr. Nâ­zım ve Dr. Bahaeddin Şakir Beylerin yardımıyla VMORO ve Daşnaktsutyun iç örgütlenme nizamnamelerine dayanan bir düzenleme yapıldı. Cemiyetin aktif iki yöneticisi aynı zaman­da iki militan gibi çalışıyordu. "İttihat ve Terakki yöneticileri­ni, genellikle iki bölümde incelemek gerekiyor; Eylemciler ve doktrinciler. Bu özelliklerin her ikisini de kişiliklerinde topla­mış olanlar da yok değildir”^

1908 yılı başında yayınlanarak dağıtılan Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti Teşkilât-ı Dâhiliye Nizâmnâmesi tam an­lamıyla eylemci bir örgütün çalışma koşullarını düzenliyordu. Artık cemiyetin diğer ihtilâlci örgütler gibi bir arması da vardı ve üyelik için bir cemiyet kültü oluşturulmasına yönelik esrar­lı bir yemin töreni kabul edilmişti. Nizamname normal şube­lerin yanı sıra fedaî şubelerin kurulmasını emrediyordu. Fedaî­lerin kimlikleri sadece şubelerin hey’et-i merkeziyeleri tarafin­dan bilinecek ve fedaîler şubelerce verilecek emirleri vakit geçirmeden uygulamakla mükellef olacaklardı. Fedaî tayinle­ri, bir eylem için tek bir fedaî gerekiyorsa kur’a çekilerek, daha fazlası gerekiyorsa merkez heyeti tarafindan görevlen­dirme ile yapılacaktı. Emirleri icra ederken ölen fedaîlerin yetimleri ve dul eşleri cemiyet tarafından bakılacak, gösterdik­leri fedakârlıklan anlatan resimli risâleler neşrolunacak ve "arada sırada ” mezarlanna gidilip hususî merasimler yapıla­rak isimleri yaşatılacaktı. Cemiyeti tehlikeye düşüren devlet memurları ve diğer bireyler için şube hey’etleri muhakeme vazifesini üstlenecek ve işlenen suçun "cinayet” sınıflaması­na girdiğine kanaat getirilmesi halinde söz konusu şahıslar idam edileceklerdi. İdam cezalannın merkez komitesi tarafin­dan tasdiki gerekiyordu ama cemiyete yönelik yakın bir tehli­ke görülmesi durumunda bu beklenmeden icraata geçilebile­cekti. Diğer bir deyişle cemiyet, mensuplarına ve fedaîlere diledikleri devlet memurlannı öldürmek için açık çek vermiş oluyordu. Bu teşkilât şehirlerde gerçekleştireceği eylemlerle ihtilâl ortamı yaratılmasına katkıda bulunacaktı.

Cemiyet 1907 sonundan ihtilâle kadar çok sayıda küçük rütbeli subayı ve askerî okul öğrencisini fedaî şubelerine kay­detmeye muvaffak oldu. Bunların hepsi de cemiyete tam an­lamıyla bağlı, verilen emirleri yerine getirmeye hazır kimse­lerdi. İlginç bir misâl verecek olursak ihtilâlde kendisine kur’a isabet etmediğinden fedaîlik vazifesi verilmeyen Mülâzım-ı sânî Hamdi Efendi bundan dolayı kapıldığı üzüntü sonucunda

“vatan ve milletin istihsâl-i hürriyeti emrinde hiç bir hidmet ibraz edememesi nedeniyle ’’ intihar ettiğini belirten bir pusula bırakarak hayatına son vermişti. Benzer şekilde saray casusu olmakla suçlanarak 19 ve 21 Temmuz günleri iki kez saldın- ya uğrayarak ağır yaralanan Kaymakam Ahmed Naim Bey’in, Manastır Askeri Rüşdiyesi talebelerinden ve örgütün fedaî teşkilâtından olan oğlu hastahaneye gittiğinde onu vuran fedaînin vatan vazifesi yaptığını söyleyerek ölüm döşeğinde yatan babasının suratına tükürmüştü. Ve daha sonra babasını yaraladığı için gözaltına alınan cemiyet fedaîsinin jandarma karakolundan kaçırılarak cemiyete ait bir evde saklanması eylemine yardım etmişti.

3.    Makedonya ve Çetecilik

Teşkilât-ı Dâhiliye Nizamnamesi’nin ortaya koyduğu bir gerçek Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin 1905 sonundan itiba­ren temel hedefi haline getirdiği ihtilâli başlatmak için yeni bir örgütlenmeyi gerekli görmesiydi. Hürriyet Cemiyeti ile bir­leşmenin getirdiği en önemli netice harekât alanı ve üye profi­lindeki değişimdi. Birleşmeye kadar neredeyse en uzak hare­kât sahası olarak görülen Manastır ve Selanik vilâyetleri bir anda temel mücadele alanı haline gelmişlerdi. Halbuki bu ana kadar cemiyet Anadolu’da daha iyi örgütlencbilmişti ve pro­paganda malzemesinin önemli kısmını Anadolu vilâyetlerine gönderiyordu. 1905-1907 yılları arasında bilhassa Doğu Ana­dolu’da Sabahaddin Bey taraftarlan ile Daşnaktsutyun komi­tesinin işbirliği sonucu Kanun-i Esasî talebine yönelik gösteri­lere dönüşen vergi isyanlan Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin oldukça ilgisini çekmiş, ancak tüm çabalara rağmen bu ey­lemlere örgütsel katılım mümkün olamamıştı. 1907 sonbaha- nnda ise durum bütünüyle değişmişti. Terakki ve İttihad Ce­miyeti yurt içi şubelerine birleşmeyi müjdelemek amacıyla gönderdiği muhaberatta çoğu zabit olmak üzere 1.000 üyeli bir cemiyetle birleştiklerini iddia ediyordu. Bu rakam biraz abartılı gibi gözüküyor ve söz konusu muhaberatın şubelerin

moralini yükseltmek maksadıyla gönderilmiş olduğu şüphesi­ni uyandırıyor. Nitekim dâhilde örgütlenmenin ne denli zor olduğunu, bilen İstanbul merkezinin reisi bu rakamı ciddî bi­çimde sorguladığında merkez komitesi kendisine pek de tat­minkâr bir cevap verememişti. Ama rakam abartıisa bile ce­miyete subay ağırlıklı ve belirli bir bölgede yoğunlaşan ciddî bir katılım olmuştu. Bunun tabiî bir neticesi olarak ihtilâl mer­kezi bu bölgeye kaydırılacak ve diğer bölgelerdeki faaliyet ihtilâl sırasında karışıklığı artıncı eylemler düzenleme düzeyi­ne inecekti. Nitekim Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin Rumeli vilâyetleri dışındaki şubeleri ihtilâl sırasında son derece sınırlı eylemler yapabildiler ve anlamlı katkılar sağlamadılar.

Makedonya’nın harekât merkezi haline gelmesi hiç şüphe­siz cemiyete daha uygun bir eylem alanı hazırlıyordu. Bu bölgede fiilen bir iç savaş hüküm sürmekteydi, dolayısıyla hükümet kontrolü Anadolu ve bazı Arap vilâyetlerine nazaran çok daha sınırlıydı. Bir Anadolu şehrinde saatli bomba taşı­makla eş anlamlı olan “muzır neşriyat" Selanik kahvehanele­rinde neredeyse alenî biçimde okunuyordu. Bilhassa kırsal bölgelerde hcıkes silah taşıyordu ve subaylar eşkıya takibi gerekçesiyle diledikleri gibi seyahat ediyorlardı. Bunun yanı sıra Prizren Ligi’nin dağıtılması sonrasında temel Osmanh siyaseti olarak benimsenen Müslüman Amavutlan sisteme yeniden kazandırma düşüncesi, bölgenin önemli bölümünde hükümet tarafindan zecrî tedbirler alınmasını zorlaştırıyordu. Osmanlı makamları ile Arnavut ahali arasında tesis edilmiş olan bayraktarlık benzeri aracı kurumlar ise Arnavutların ra­hatlıkla toplanmaları ve idareye talepler sunmasını temin edi­yordu. En aşın istekler bile doğrudan reddedilmeycrek sahip­lerine nasihat verilmesi cihetine gidiliyordu. Anadolu’da top­lantı yapmak, benzer taleplerde bulunmak tutuklanmak için kâfi olurken, bu Rumeli’de bilhassa Kosova, İşkodra vc Ma­nastır vilayetlerinde olağan kabul ediliyordu.

Bölgeyi ihtilâlci faaliyet için cazip hale getiren diğer bir gelişme ise; 1903 yılında Avusturya-Macaristan ve Rusya liderliğinde Osmanh Devleti’ne zorla kabul ettirilen Mürtzeg programı idi. Bölge Hıristiyanları lehine yapılacak reformlar bir yandan Müslüman ahali arasında zaten var olan bölgenin Balkan devletlerine verileceği kuşkusunu artırırken öte yan­dan da bölgedeki Osmanh zabitanı kendilerine kendi vatanla­rında ikinci sınıf kimseler muamelesi yapan yabancı subay­lardan nefret ediyorlardı. Bunu yanı sıra bölgedeki çetelere karşı savaşan Osmanlı subaylarının pek çoğu bu çetelerin milliyetçi ideolojisine hayranlık duyuyordu. Meselâ Terakki ve İttihad Cemiyeti merkezine mektup gönderen bir mülâzım­ı evvel ilinden ayaklanmasının bastınlmasından sonra yakala­narak Anadolu hapishanelerine gönderilen çetecilerin Manas­tır’da trene bindirilmeleri sırasında gözlemlediği bir olayın Türkçü ideolojiyi benimsemesine neden olduğunu belirtiyor­du. Bu zabitin anlattığına göre; çeteciler istasyona getirildikle- ıınde yanlarına yaklaşan bir papaz her birinin cebine ufak miktarda bir para koyduktan sonra bu paranın Bulgar ahali tarafindan toplandığını ve mektep talebesinin bile harçlıklany- la katkıda bulunduklarını söylemiş, ardından bir anda ortaya çıkan bir ‘‘cem ‘-i gafir" hep bir ağızdan Bulgar millî marşı Şumi Maritsdyı söylemişlerdi. Kendi yazdığına göre mülâ- zım-ı evvel bir Osmanlı millî marşının bulunmadığını düşüne­rek hüzünlenmişti. Benzer şekilde Jön Türk hareketinin Türk­çü kanadı, Şûra-yı Ümmet ve Türk dergilerinde, 1904 yılında Statitsa’da öldürüldükten sonra Makedonya’da Yunan müca­delesinin simgesi haline gelen Yüzbaşı Pavlos Melâs’a övgü­ler yağdırmıştı. Dergilere göre Melas Osmanlı menfaatlerinin amansız bir düşmanı, ancak vatanı için her türlü fedakârlığı göze aldığından örnek alınılması gereken bir milliyetçiydi.

Birleşme sonrasında değişen bir diğer husus ise üye yapı­sının değişimi idi. Terakki ve İttihad Cemiyeti örgütlenmesi­nin önemli bir kısmı yurt dışındaydı ve temel amacı propa-

ganda malzemesinin gizlice yurt içine sokularak dağıtılma- sıydı. Yurt içi şubelerde subaylar mevcuttu ama çoğunluk sürgünler, entelektüeller ve bürokratlardan oluşuyordu. Şube­- lerin yapabilecekleri Trabzon’da olduğu gibi vali, kumandan benzeri şahıslara suikast düzenlenmesi ve bunun akabinde doğacak galeyanı (Anadolu’da 1905-1907 olaylarında görül­düğü gibi) Kanun-i Esasî talebine kanalize etmekti. Bunun da ötesinde Sultan’a suikast düzenlenmesi cemiyetin birinci ve en önemli amacını oluşturuyordu. Bu nedenle birleşme önce­sinde yetim ve bekârların cemiyete katılımı için aşın gayret gösteriliyordu. Dr.Bahaeddin Şakir tarafindan gerçekleştiril­meye çalışılıp akim kalan iki eylem plânı durumu teyit etmek­tedir. Bunlardan birincisi Paris’ de özel olarak imal edilecek kibrit kutusu büyüklüğünde ancak tahrip gücü yüksek bir bombanın Cuma selâmlığı sırasında Sultan’a yaklaşabilecek bir şahıs tarafindan patlatılmasıydı. Cemiyetin yüksek meb­lâğlar harcadığı bu proje istenilen boyutta bomba imalâtında karşılaşılan sorunlar nedeniyle bir kenara bırakıldı. İkinci pro­je ise Umur-i Dâhiliye Şubesi tarafindan ‘‘Kimyagerler Proje­si" olarak adlandırılan bir plândı. Sorbonne Üniversitesi’nde kimya eğitimi gören ve Dr. Bahaeddin Şakir tarafindan cemi­yete katılmaya ikna edilen iki Osmanlı talebesine büyük bir infilâka yol açabilecek patlayıcı imalâtı konusunda gerekli bilgiyi edinme ve patlayıcıları hazırlama talimatı verilmişti. Ancak birleşme sonrasında bu proje önce tavsamış, sonra da bir kenara bırakılmıştı.

Bu misâllerin de gösterdiği gibi birleşme sonrası ortaya çı­kan yapı değişik bir eylem plânını da beraberinde getiriyordu. Fedaî şubeleri eylemleriyle şehirlerde kanşıklık çıkartılabilir- di. Ama bu kanşıklıkların ihtilâle dönüştürülmesi oldukça zordu. Dolayısıyla fedaî şubeleri (cemiyet muhaberatında bu şubelerin teşkil ettiği örgütlenmeye Cemiyetin Jandarma Teş­kilâtı adı veriliyordu) eylemleriyle eşanlı olarak daha kapsam- h bir girişimin örgütlenmesi gerekiyordu. Nitekim Dr. Nâzım

Bey, Selanik’ten Mehmed Bey imzasıyla merkez komitesine ulaştırdığı ilk raporunda duruma dikkat çekmiş, ikinci rapo­runda ise yeni bir eylem plânı sunmuştu. Bu ise çete örgüt­lenmesi idi. Bizzat rapordan aktaracak olursak bölgedeki su­baylar ceplerinden para harcayarak ya da gizlice askerî depo­lardaki silahları dağıtarak Müslümanlardan oluşan çeteler teçhiz ediyor ve bunlar mahkemelerin “delilyetersizliği” ne­deniyle serbest bıraktığı Makedon ihtilâlcileri öldürüyorlardı. Dolayısıyla, mesele bu dağınık grupların bir şemsiye altında örgütlenmesinde yatıyordu. Bizzat Dr.Nâzım Bey’in raporun­dan aktaracak olursak: “Bundan başka bize mensub hamiyyetli bâzı zabitândan birkaçı hattâ cebinden para sarfiyla tedârik eylediği tüfenglerle çeteler teçhiz etmişler... [ve] delâil-i kat'iyyenin fıkdanından dolayı resmen tevkif edemedikleri Bulgar muzırrasını bu çetelere öldürtmüşler[di]... Ben bu yolda çete teşkil eden zabitandan üç kişi tanırım. Şimdi Doyran, Koçana, Gevgeli ve havâlisinde Gemici Hüseyin, Martin Mustafa, Arab [Şa ‘banj vesâire kumandalarında dört beş Türk çetesi vardır. Bu çeteler Bulgarlar nerede bir Türk öldürürlerse orada en aşağı beş Bulgar öldürmek üzere icra­yı amel ediyorlar. Bu çetelerin Bulgarlar üzerindeki te siri hükümetin çıkardığı yüz bine yakın askerin te şirinden daha büyükfdür]. Çünkü bu çeteler hükümetin tevkif edemediği komite (organizatör)lerini öldürüb komitenin faaliyetine bü­yük sekte irâs ediyorlar. ”

Dr. Nâzım Bey’in belirttiği gibi Makedonya Müslümanları bilhassa 1906 sonrasında kendi kullandıkları deyimle “millî çeteler ihracına” başlamışlardı. Bu çeteler Müslüman ahali tarafindan kendilerini koruyan örgütlenmeler olarak görülü­yordu. Meselâ Dr.Nâzım Bey’in raporunda övgüyle söz ettiği, halk arasında “Bulgar Kasabı" nâmıyla anılan ve kendi böl­gesinde öldürülen her Müslümana mukabil on Bulgar öldüren Gemici Hüseyin tutuklandığında ahali dilekçelerle yerel ma­kamlara başvurarak tahliyesini taleb ediyordu. Martin Muşta-

fa çetesi ise öldürdüğü Bulgarlann cesetleri yanına bölge kaymakamına hitaben kaleme alınmış mektuplar bırakıyor ve eylemin-hangi Müslüman’ın intikamını almak için yapıldığını -açıklıyordu. Ohri gibi merkezlerde bizzat mülkî âmirlerin desteğinde kurulan ve silahlandırılan bu çetelerin faaliyetine hem idare hepi de askerî makamlar göz yumuyor ve bazılan bizzat subaylar tarafindan yönetilen bu çeteler “ele geçirile- miyordu. ” İlginçtir ki, İngiliz gazeteciler bu çetelerden biri olan Ohri Cemiyet-i Hususiye-i İslâmiyesinin eylemleri ve faili bulunamayan eylemlerdeki rolünü sorduklarında, bizzat örgütün kurucularından olan kaymakam (Süleyman Kani Bey), böyle bir cemiyetin adını bile duymadığını ve bu söy­lentinin Bulgar komitecilerin propagandasından başka bir şey olmadığı cevabını veriyordu.

Merkez komitesinin Dr.Nâzım Bey’in raporları üzerinde 1907 Ekim ayında yaptığı görüşmelerde temel örgütlenmenin çeteler teşkiliyle gerçekleştirilmesi karar altına alındı ve Dâhilî Merkez-i Umumî de karan oy birliğiyle onayladı. Buna göre çete örgütlenmesinin dört temel amacı olacaktı. İlk hedef ola­rak mevcut Müslüman çeteler cemiyet mensubu subayların kumandası altında VMORO çeteleri taklit edilerek disiplin altına alınacaklar ve örgütleneceklerdi. Gerekirse Seyyid Ken‘an ve Hüsrev Sami Beyler gibi Paris’deki cemiyet men­subu subaylar da bu çetelere kumanda etmek üzere ülkeye sokulacaklardı. Bu çetelerin kadrosunda çok sayıda kanun ve asker kaçağının olması ve disiplinlerinin zayıflığı cemiyeti endişelendiriyordu. Ama cemiyet mensubu subaylar tarafin­dan kendilerine Dr.Bahaeddin Şakir Bey’in deyimiyle “terbi- ye-i siyasiye” verilecek, çete mensuplarının “ulvî amaçlar" için kullanılması mümkün olacaktı, ikinci olarak Müslüman Arnavut Beylerinin maiyetinde bulunan silahlı gruplar hare­kete kazanılacaktı. Bunun gerçekleştirilmesi cemiyetin vurucu gücünü ciddî biçimde artırabilirdi. Üçüncü olarak gerek Müs­lümanların çoğunlukta olduğu çok sayıda Geg ve gerekse

Çerçiz Topulli çetesi gibi içinde çok sayıda Hıristiyan’ın bu­lunduğu Tosk Arnavut çeteleriyle ortak hareket plânlanacaktı. Nihayet eğer gerçekleştirilebilirse VMORO ve Ulahlarla be­raber karma çeteler örgütlenecekti.30

Bu noktada cemiyet düzerdi askerî birlikleri eyleme geçi­rebilmek konusunda ciddî endişeler taşıyordu ve kısa süreli bir eylem plânından ziyade uzun vadeli bir mücadeleye için hazırlık yapıyordu. Cemiyetin bu alandaki yeni siyaseti ise hiç beklenmeyen bir kalem tarafindan kamuoyuna duyuruldu. Dr. Nâzım ve Bahaeddin Şakir Beylerin ısrarı üzerine Ahmed Rıza Bey çete örgütlenmesi üzerine detaylı bir yazı yazarak bölgedeki subaylan eyleme davet etti. 1895’den beri Jön Türk neşriyatını yakından izleyenlerin bu makaleyi okuduklarında inanılmaz derecede şaşırdıklannı tahmin etmek pek de yanlış olur. Neredeyse on üç senedir sürekli biçimde ihtilâlcilik aleyhinde yazı yazan, bunun Osmanlı Devleti’nin çöküşüne neden olacağını ileri süren ve bu tezlerini pozitivist felsefeyle destekleyen Ahmed Rıza Bey “Çete Teşkili Lüzumuna Dair Mektub ’’ başlığı altında Osmanlı subaylanna sesleniyordu:

“Kardeşim Ali,

Bana mektublannda hükümetin cebr ü i ‘tisâfâtını, ahalinin hâl-i perişânını giryânını yazma, bildiğim şeyleri tekrar et­me... İşte kardaş, vatana dahilen ve haricen müstevli olan mesâibin vehametini nazar-ı itibara al da bana artık Ha­şan in derdinden, komşunuz Sarkiz ile Vasilin felâketinden bahs etme... Ah ü vahdan vatana ne hayır geldi ki nizâm-ı halde devamını makul görelim! Biz de hayli zaman ah etdik, birçok figanlar dinledik... firkamız da bir müddet ahvâl-i memleketi hem tedkik ve hem tefhim mecburiyetinde bulun­du... Lâkin malûmat-ı müktesebeyi tatbik etmek zamanı gel- mişdir. İmandan sonra amel gerekdir. Kuru laf dinlemekden halk usandı. Cihan bizden bir amel-i hayr, bir eser-i hayat bekliyor... Icraatdan gaye idare-i meşrutayı iâde etmekdir.

Mes 'ele büyükdür, lâkin bir şahıs tarafından hail edilemeye­cek derecede müşldl değildir... Bir fedaî çıksa da sevabına padişahı ursa mesele o saat hallolur, biter. Abdülhamid’in vasıta-i cinâyâtı olan hainlerden bir kaçını öldürmekle de mes elenin halli teshil edilmiş olur... Mes ’eleyi bir de umumî ihtilâlle halletmek yolu var. Ben şimdiye kadar bu usûlün aleyhinde bulundum...

Bu halde mes 'elenin şiddetle halli içün... müsaid olan vilâ­yetlerde onar, on beşer Osmanlı dilâverlerinden mürekkeb çeteler teşkilinden başka tedbir kalmıyor. Bu çeteler haydudluk etmeyecekler, bilakis haydudluk eden hükümet eden hükümet me’murlarının, mütegallibenin pençe-i zulmünden ahaliyi kurtarmağa çalışacaklar. Sen zabitsin, orduda müfreze tertib ve sevk etmek bilirsin. Çetenin başında senin gibi açıkgözlü, vicdanlı bir zabit bulunacak olsa muvaffak olmamak kabil değildir. Fülan yerde, fiilan zabitin kumandası altında fuka­ranın mal ve hukukunu muhafaza etmek ve hükümeti şer' ve nizâmın icra-yı ahkâmına mecbur kılmak maksad-ı hayrıyla bir çete teşkil etdiğini haber alan her köylü bir sevk-i tabiî ile o çeteye meyi eder, dâhil olur. Bahusus asker ise, askerlik etmiş ise daha çabuk girer. Böyle ahalinin iyiliği, devletin selâmeti niyetiyle silaha sarılan bir firkayı hükümet emr etse de asker urmaz, zabtiye uzakdan görse de görmezliğe gelir, mal ve mülk sahihleri ise ma ‘el-memnuniye besler, himâye eder. Rumeli vilâyetlerinin hemen her tarafinda müsellâh çeteler var. Bunların bir takımı Yunan 'dan, diğeri Bulgaris­tan 'dan gelmiş memlekete yabancı ve zerre kadar iyilik etme­dikleri halde barınıyorlar, ta ‘ayyüş eyliyorlar. Yunan hükümeti gizlice tertib etdirdiği çeteler sayesinde o kıt ‘ada Yunan in da bir hisse-i siyasiyesi olduğunu Avrupa 'ya tanıtdı. Mademki hükûmet-i hazıra hukuk-i milleti müdafaadan âcizdir, biz de öksüz çocuk gibi kendi göbeğimizi kendimiz kesmeliyiz... Çete­lerin vezâifi sırf amelî olacağından ayrı ayrı çalışsalar da birbirlerine yardım edecekleri şübhesizdir. Bir vilâyet böyle

sekiz, on muktedir zabitin idare-i muvakkatesi altına girecek olursa Abdülhamid’un zulmünden kurtulmuş sayılır.

Bu fikrimi orada tanıdığın hüsn-i ahlâkına güvendiğin si­lah arkadaşlarına selâm ve ihtirâmımla söyle. Bu hususda kendilerine her veçhile muavenete hazır ve kâdir olduğumuzu da haber ver.

Ali ’m boş durma sây et. ”31

Tarık Zafer Tuna’ya göre bu komitacılığı ittihatçılann Ja- koben olmalarına bağlıyor ve bu özellik iktidar olmalanyla da ortadan kalkmıyor.

1908 başlarında Cemiyet çete teşkilâtı üzerine iki önemli vesika hazırladı. Bunlardan birincisi bir subay tarafindan ha­zırlandığı açık olan bir çete faaliyeti nizamnamesiydi. Bu vesika çete faaliyetinin düzerdi bir biçimde yapılmasını dü­zenliyordu. Düzenlemeye göre çetelerde emir ve komuta kesinlikle, geleceğin Sovyet parti komiserlerini andıran, ce­miyet mensuplarında olacak ve kullanılan mermi adedinden, günlük yer değiştirmelere varıncaya değin her türlü faaliyet kayıt altına alınacaktı. Çete içi işleyiş de bu kimselerin dene­timinde olacak ve cezalar da (bu vesikanın uygunsuz davranış için öngördüğü tek ceza idamdı) onlarca verilecekti, ikinci vesika ise; Haricî Merkez-i Umumî tarafindan hazırlanan ve çıkarılacak çetelerin hareketlerine ait bir talimatname idi. Bu­na göre çeteler “gayet âdilâne ve insaniyetkârâne hareket etmeli’’, servet sahiplerini nakdi yardımlarda bulunmaya teş­vik etmeli, farklı Osmanlı unsurlan arasında “fikr-i ittihadın ve millet meclisi” fikrinin yayılmasına çalışmalı ve “daima cemiyetin re’yüta ‘limatı üzerine hareket etmeli ” idiler.

Makedonya’da çete örgütlenmesini düzenleyen cemiyet buna destek verecek ilginç bir yapılanmayı da harekete ka­zanma girişiminde bulundu. Aydın vilâyetinde bölgeyi kasıp kavuran ve hareketlerine müdahale edilmeyen, kır serdarı benzeri unvanlarla faaliyeti meşrulaştırılan Çakırcalı Mehmed

Efe ve kızanlarından oluşan çete cemiyetin yeni örgütlenmesi için kelimenin tam anlamıyla biçilmiş kaftandı. Üstelik cemi­yet Makedonya’da ihtilâlin başlaması durumunda bölgeye Aydın redif taburlarının sevk edileceğini bildiğinden, bu böl­gede başlatılacak çete eylemleri sayesinde bir taşla iki kuş vuracağını düşünüyordu. 1907 sonlarında hükümetin “Çakırcalı'ya‘ bir darbe-i kat‘ive urulması” için hazırlıklara başlaması da cemiyetin ünlü şakiye yaklaşmasını kolaylaştır­mıştı. Bunun neticesinde Anadolu’da örgütlenme ve Aydın redif taburlarını harekete kazanmak için İzmir’e giden Dr.Nâzım Bey aracılığıyla Mehmed Efe ile temas sağlandı. Bu arada Şüra-yı Ümmet Çakırcalı’nın aslında ülkenin bir bölgesini ıslâh eden bir kimse ve gerçek eşkıyanın sultan ve avanesi olduğunu iddia eden yazılarla Efe’ye övgüler yağdır­dı. Daha sonra yapılan gizli görüşmelerde, Dr.Nâzım Bey Mehmed Efe’nin çok dindar olduğunu bildiğinden onu Avru­palIların ülkeyi bölmek için karar aldıkları ve bu önlenmezse Müslümanlann ırz ve namusunun ayaklar altına alınacağı, camilere çan takılacağı benzeri iddialarla ikna etmeye çalıştı ve buna da muavaffak oldu. Mehmed Efe önce harekete ka­tılma sözü verdi ama daha sonra bunun için Şeyhülislâm’dan fetva alınması konusunda ısrarcı oldu. Araya konulan aracıla­ra ve ikna gayretlerine karşın Çakırcalı bu fikrinden vazgeçiri- lemeyince kendisinin eyleme katılımı gerçekleştirilemedi. 1908 Temmuz’unun sıcak günlerinde dahi Dr.Bahaeddin Şakir, cemiyetin Kıbrıs şubesinde Çakırcalı’yı tanıyan birey­ler aracılığıyla pazarlıkları yeniden başlatmaya çalışıyordu. Ama ihtilâl kısa sürede başarıya ulaşınca bundan vazgeçildi. 1908 İhtilâli sırasında cemiyet Bursa vilâyetinde iki Çerkez subayın komutasında küçük çeteler ihracına muvaffak oldu. Bu Avrupa vilâyetleri dışında ortaya konabilen tek çete eyle­miydi ama Makedonya hareketinin çapı yanında çok ufak kaldığı için kısa sürede unutuldu. Resneli Niyazi Bey’le baş­layan dağa çıkma ya da çeteye çıkma neredeyse ittihatçıların

ortak eğilimi olmuşlardı. Bu eylemi zamanı geldiğinde hemen uygulamaya koydukların yukarıdaki örneklerinden görüyo­ruz.

1908 yılı başmdan itibaren çete örgütlenmesi, tedai teşki­lâtlan, siyasî memurlan ile Daşnaktsuyun ve VMORO benze­ri bir yapı ortaya çıkmış bulunuyordu. Üstelik bu örgütlerin tersine devletin idari teşkilâtı ve askerî örgütlenmesi de bu yapıya destek veriyordu. Artık ihtilâl hazırlıktan tüm hızıyla sürebilirdi. Makedonya’daki hazırlıklar hızla ilerliyor. Merke­zi temsil eden komutanlar ya kaçırılıyor ya da suikastle devre dışı bırakılıyordu. Artık İhtilal durdurulamayacak bir yola girmişti. Ortak hareket ediliyordu. Çünkü Daşnaksutyun Ör­gütü yöneticileri tek başına Abdülhamid’in mutlakıyet rejimi­ni yıkamayacağını anlamıştı. Türk devrimcilerle ortak genel kımıl yapılması kararlaştırıldı.33

4.    İhtilâl Pazarlıkları

Makedonya ihtilâl için oldukça elverişli bir zemin bahşe­diyordu ama bölgenin etnik ve dinî kompozisyonu ile 1878 Berlin Kongresi’nden sonra uluslararası diplomasinin temel meselelerinden birisi haline gelişi (bir benzetme yapılacak olursa Makedonya sorunu ancak günümüz Filistin meselesiy­le karşılaştınlabilinir) Müslümanlar ve ordu tarafindan başlatı­lacak bir eylemi zorlaştırıyordu.34

Dolayısıyla Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin ihtilâl önce­sinde çözmek zorunda olduğu bir dizi sorun vardı. İlk olarak Makedon, Bulgar, Yunan ve Sırp çete teşkilâtlan ya ortak eyleme ikna edilmeli ya da bunların en azından ihtilâl sırasın­da eylemsiz kalmalan sağlanmalıydı. Eylem bir Müslüman- Hıristiyan çatışması haline dönüştüğü ya da bazı unsurlarca Düvel-i Muazzama’ya böyle takdim edildiği takdirde zaten yapılması için bahane aranılan yeni bir müdahale gerçekleşir- di ki, bu sadece ihtilâlin değil, Avrupa’daki Osmanlı hâkimi­yetinin de sonu olurdu, ikinci olarak Amavutlar gerek kitlesel

olarak gerekse de örgütsel düzeyde harekete katılmalıydı. 1878 sonrasında Osmanlı Avrupası’nda Müslüman nüfûsun çoğunluğu Amavut’tu ve Batı’ya, Adriyatik sahiline doğru gidildikçe bu oran % 90’lara varan rakamlara ulaşıyordu. Dolayısıyla Arnavutların desteğini almayan bir eylemin başan şansı sıfırdı. Üçüncü olarak Yunanlılar, Bulgarlar ve Sırplar benzeri güçlü unsurlar gibi bağımsızlık ya da “anavatanlar­la ” birleşme siyaseti takip etmeyen Yahudiler ve Koço Ulah­larla anlaşılarak harekete Osmanlı unsurlarının destek verdiği bir ihtilâl niteliğinin kazandırılması gerekiyordu. Bunlar kâğıt üzerinde kolay gözükmekle beraber gerçekleştirilmesi olduk­ça zor amaçlardı.

Nitekim Cemiyet VMORO’ya 1907 sonunda ittifak için yaklaştığında işin ne denli zor olduğunu görmüştü. Örgütün resmî yayın organı olan ilinden dergisinde belirtildiği gibi “Bizim yolumuz Jön Türklerle kesişmiyor. Biz Makedon­ya ’nın ayrı bir bölge olarak muhtariyet kazanmasını istiyo­ruz... Jön Türklerin amacı ise Makedonya ’yı yabancı kontro­lünden kurtarıp bütünüyle Türk idaresi altına almak.. Türki­ye’nin geleceği bizi ilgilendirmiyor ve biz anavatanımızın geleceğini Türkiye’nin Avrupa, Asya ve Afrika’da farklı dinî ve etnik aşiretlerin, halkların ve ırkların oturduğu, ne olacağı belirsiz arazilerin kaderine bağlamak istemiyoruz... Biz Jön Türklerin tuzağına düşmeyeceğiz. ”

Manastır Vilayetinin kimi bölgelerinde Arnavut, Sırp ve Bulgar azınlıklar Müslüman Türk nüfusla bir arada yaşamak­tan memnun değillerdi. Kendi topraklarında Özerk ya da ba­ğımsız yaşamak istiyorlardı. (Bu yüzden Müslüman Türklere ve Osmanlı yönetimine hasmane bakıyorlardı.)

Ancak bu örgütün aynı dönemde yaşadığı iç hesaplaşma Terakki ve İttihad liderlerinin imdadına yetişti. VMORO’nun sol kanat liderlerinden Jane Sandanski’nin fedaîlerinden Todor Panitza örgütün sağ kanat liderleri Boris Sarafov ve

Ivan Garvanov’u öldürünce örgüt içinde iç savaş başladı. Örgütün yaşadığı 1904 krizi sonrasında tamamen Bulgaristan destekli Vürhovistlerin hâkimiyetine giren Khristo Matov liderliğindeki sağ kanat VMORO’nun 1908 Martındaki Köstendil Kongresi’nde bir kez daha Terakki ve İttihad Ce­miyeti ile ortak hareket etmeme karan aldı. Daha sonra da bu kongreye katılmayan Sandanski liderliğindeki Serez grubunu örgütten ihraç etti.36

Bu Terakki ve İttihad Cemiyeti için âdeta bir tepsi içinde kendisine sunulan bir fırsat gibiydi. Serez grubu sosyalist âdem-i merkeziyetçiliği benimsiyor, Bulgaristan ile birleşme fikrine kesinlikle karşı çıkıyordu. Bu gruba yakın bir entelek­tüel olan Angel Tomov’un editörlüğünde neşredilen Odrinski Glas (Edirne’nin Sesi) dergisi anayasal garantiler altında Jön Türkler ile ortak hareket etmenin mümkün olduğunu savunu­yor ve Matov ile Vürhovistleri Bulgar ajanlığıyla suçluyordu. Dolayısıyla VMORO içindeki bölünmeden istifade eden Te­rakki ve İttihad Cemiyeti, Serez grubuyla ihtilâlin hemen aka­binde ortak eylem için uzlaştı. Sol kanadın 1908 Mayıs-Ha- ziran aylannda yaptığı Bansko Kongresinde bu eylem plânı onaylandı. VMORO sağ kanadı ise ihtilâl sırasında iki türlü baskı altına girdiğinden hareketsiz kalmak zorunda kaldı. Teşkilâttaki sorunlar nedeniyle zaten bir süre için eylemlerden ziyade örgüt içi eğitim faaliyeti sürdürme karan alan sağ ka­nat, Bulgaristan’dan gelen çete faaliyetine ara verilmesi baskı­sıyla karşılaşınca (bunun nedeni yeni ıslahât programına des­tek sağlaması için îngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın Bulgar hü­kümetine yaptığı baskıydı) ihtilâli âdeta seyretti. İhtilâl sıra­sında sağ kanatın kontrolündeki Üsküp ve Manastır’da VMORO hareketsiz kalırken sol kanadın egemenliğindeki Serez’de Sandanski Terakki ve İttihad Cemiyeti’ne destek verdi. Dahili tcşkilat’ın bu desteğinden dolay devrimden sonra Sandansky’nin önerdiği adaylan Il.meclise seçilmesi için desteklediler.37

VMORO’nun iç sorunlarından yararlanan Jön Tüıklerin Yunan çetecileriyle pazarlıklan daha zor geçmeye namzetti. Çünkü bunlar evvelce de belirtmiş olduğumuz gibi tamamen Yunan makamlarının kontrolü ve bilgisi altında çalışıyorlardı. En önemli çeteleri ise takma adlarla Yunan subaylan idare ediyordu. Bunların en ünlüleri Kapetan Akritas takma adıyla çetecilik yapan Yüzbaşı Konstantinos Mazarakis, Kapetan Vardas nâmıyla çete liderliği icra eden Yüzbaşı Giorgios Tsontos ve Kapetan Agras adıyla faaliyette bulunan Yüzbaşı Tellos Agapinos idi. Dr. Nâzım Bey’in dâhile sokulması sıra­sında görüldüğü gibi doğrudan yabancı bir hükümetin idare­sinde olan örgütlerle çalışmak pek çok sorunu beraberinde getiriyordu. Yunan hükümeti, Jön Tüık hareketinin bir blöften ibaret olduğuna inanıyordu. Üstelik VMORO ile yapılan pa­zarlıklarda yaver giden talih Yunanlılarlarla gerçekleştirilen müzakerelerde tersine döndü. Yunan diplomatlan arasında Jön Tüık hareketinin ciddiyetine inanan en önemli diplomat Yunanistan’ın Selanik genel konsolosu Lambros Koromilas idi. Bu şehirdeki örgütlenmeyi yakından izleyen konsolos zannedilenin tersine hareketin kuvvetli olduğunu savunuyor ve Yunan Dışişlerini bu konuda uyarmaya çalışıyordu. Nite­kim Koromilas bu görüşlerini kendisiyle gizlice buluşan Hür­riyet Cemiyeti mensuplarına da söylemiş, Bulgar tehlikesine karşı ortak hareket tavsiye etmişti. Ancak 1908 yılı başında Koromilas’ın görevinden alınması için yoğun Rus-İngiliz baskısıyla karşılaşan Osmanh hükümeti, Yunanlılardan kon­solosun geri çekilmesini talep etti ve Koromilas 22 Şubat günü Selanik’i terk etti. Yerine gelen Kanellopoulos ise Jön Tüıklere yönelik daha ihtiyatlı bir siyaseti tercih ediyordu ki, bu da Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin işini bir hayli güçleşti­riyordu. Nitekim Kanellopoulos, cemiyet adına gizlice kendi­siyle buluşarak ortak eylem teklif eden Mustafa Rahmi Bey’e olumlu cevap vermekten kaçındı. Aynı şekilde Manastır’daki Yunan Konsolosu Dimaras da bölgedeki Rum çetelerine Jön

Türklerle çatışmaktan kaçınmalarını, ancak onları yanlarına da yaklaştırmamalarını tavsiye etti. Kendisine göre her Yu­nanlı Türklerden nefret etmeli ve onlarla çalışmayı reddetme­liydi. Bölgedeki konsoloslarca hareket hakkında bilgilendiri­len Yunan Dışişleri Bakanı Giorgos Baltatzis 10 Temmuz 1908’de bölgedeki tüm diplomatlara bir sirküler göndererek, yerli Rumların Jön Türk faaliyetine katılmamalarının sağlan­masını ve Yunan subaylan idaresindeki çetelerinin ise teyak­kuz durumunda kalmalarını istedi. Özellikle Makedonya’daki bazı çete üyeleri silahlarını bırakarak, yeni duruma uyum sağlama karan almışsa da subaylardan oluşan çete başlan onlan bu karanndan çabucak caydırmıştır?8 Bunun yanısıra Rum Patrikhanesi de ihtilâle karşı bir tavır aldı ve Patrik IILIoakeim de bölgedeki din adamlarına benzer tavsiyelerde bulundu.

Yunanlılarla temaslarda başan sağlanamaması üzerine Te­rakki ve İttihad Cemiyeti ile Rum örgütleri arasındaki ilişkiler çok gerginleşti. 1908 ilkbahannda Yunan komiteleri Ali Efendi adında cemiyet mensubu bir mülâzım-ı evveli katletti­ler. Aynı tarihlerde Paris’de neşrolunarak Makedonya’daki Yunan mücadelesine destek veren L ’Hellenisme dergisi Te­rakki ve İttihad Cemiyet’nin Makedonya ve Kafkasya’daki örgütlenmesi hakkında detaylı bilgiler içeren bir makale ya­yınladı. Bunun Saray’ı cemiyete karşı harekete geçirmek için yapıldığı açıktı. Cemiyet bunlara Mechveret Supplement Fran- çais’de yayınladığı sert bir makale ile cevap verdi ve Rum çetelerini Atina hükümetinin saldın aleti olmakla itham etti.39

Bu gelişmeler üzerine Terakki ve İttihad Yunanlılarla iliş­kilerinde yeni bir siyaset uygulamaya karar verdi. Bu siyasete göre Rum çetecilere elden geldiğince sert davranılacak ama Rum ahali kazanılmaya çalışılacaktı. İki meıkez-i umumî tara­findan ortaklaşa alınan bu karar çerçevesinde yerel örgütler Rumlara sert ihtarlar vermeğe başladılar. Hasib Bey adında bir avukat aracılığıyla Manastır’daki Yunan konsolosuna 13 Tem-

muz 1908 günü bu tür bir ihtamâme ile cemiyetin nizâmnâmesi verildi. Ancak Rum çeteleri, VMORO sol ka­nadı ve Terakki ve İttihad örgütlerine karşı eylemlerini hız­landırma karan aldılar. Buna karşılık olarak cemiyetin Manas­tır Şubesi Rum örgütlerine ve Patrikhane temsilcilerine sert bir uyan yaptı: .

“Osmanh Terakki ve İttihad Cemiyeti nâmıyla mukadde­ma hafi ve fimdi celî olan bir cemiyetin vücûdunu biliyorsu­nuz. Bu cemiyetin maksadı 1293 tarihinde ilân edilen... Ka- nun-i Esası hin istirdadıyla millete hukuk-i hürriyetin bahtın­dan ibaretdir... Nitekim Bulgar vatandaşlarımız, maksad-ı ulvîye olan meyi ve arzularını izhar eylediler... işte şu maksad-ı ulvîye binaen sizden rica ederiz İd ba ‘dema cins ve mezheb dâiyesiyle Rum vatandaşlarımız tarafindan kan dökülmesine kat’iyyen meydan verilmesün. Eğer Rum arkadaşlarımızın maksad-ı aslîleri hakikaten hürriyet ve müsâvat ise bu mak­sadın husulüne bizimle beraber can ü gönülden çahşurlar... Şurası muhakkak olarak bilünsün ki, Rum kardeşlerimiz bu­rada bir maksad-ı mukaddes ve ulvîden ayrılarak (L ’Hellenis- me) fikr ve hayâline hidmetle hem neticesi gayet tehlikeli bir yola sapmış bulunuyor ve hem de Anadolu ’da kendilerinin bir kaç misli bulunan Rumların saadet ve selâmetini ayaklar altında çiğnetmiş bulunuyorlar... Yıldız ile Patrikhane’nin arasındaki hafi müzâkerat Rum milletinin selâmetinden ziya­de mahvını mucib olacakdır... Rum çetelerinin ötede beride dolaşarak kan dökmemelerini ve kabil ise dağılmalarını veya hiç olmazsa şimdilik bitaraf kalarak hal-i sükûtda bulunmala­rını rica ederiz. Bahusus bir takım âdi ve kıymetsiz Müslü­manları da maaşla yanlarına alarak bunlara cinayât-ı vahşiyâne icra etdirmemelerini kat’iyyen arzu etmekdeyiz. Vaki ‘a bu gibi alçak Müslümanlar asla cemiyetimize mensub değildir... Medeniyet, insaniyet ve vatandaşlık nâmına umum Rum kardaşlanmızdan rica ediyoruz. Aksi halde zuhura gele­cek nifâkın, kanların bütün mes illiyetlerinin kendilerine aid

kalacağı ve âlem-i medeniyet ve mahkeme-i insaniyet kabusunda kendilerinin mahkum olacaklarını arz eyleriz. ”40

Ancak Buna rağmen Yanya Vilayetinde Müslüman halkın Rum halka göre nüfus bakımından azınlıkta olduğunu ve Hıristiyanlann devamlı olarak silahlandınlması Müslüman halk üzerinde olumsuz etki yapacağını dikkate alan Osmanh yönetimi Bölgedeki askeri kuvvetlerin artırılması karan aldı.41

Bu sert muhtıra sonrasında 22 Temmuz günü bölgedeki herkes bir Jön Türk-Yunan çatışmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Ama ihtilâlin kısa sürede başanya ulaşması ve Rum kitlelerin ihtilâlin son günü ve sonrasında gösterilere katılmalan bu tabloyu bütünüyle değiştirdi. Bir Bulgar konso­losunun rapor ettiği gibi "düne kadar ihtilâli desteklememele­ri konusunda Patrikhane ’nin kat ’i emrine uyan ” Rum ahali Yunan hükümetinin de onayladığı bu siyasete karşın cemiye­tin boykot ve ceza tehditleri karşısında son anda harekete des­tek verdi. Bu desteğin başını da yeni rejimde zarara uğramak­tan korkan Rum ileri gelenleri vc tüccarlar çektiler. İhtilâl sonrasında Yunan Dışişleri Bakanı Baltatzis’in yaptığı bir yorum heıhalde dönemin Jön Türk-Yunan ilişkilerini ortaya koyan en bir tespittir. Bu yoruma göre Yunanlılar ihtilâlde herhangi bir rol oynamamışlardı. Şimdi iktidarı ele alan Te­rakki ve İttihad Cemiyeti’nin Yunan makamlarının aslında ihtilâl sırasında hareketin karşısında olduğunu anlamaması için elden gelen yapılmalıydı.

VMORO’nun bir kanadı ile ortak eylem kararı alan, Yu­nan çetelerini pasif bir tavır takınmaya zorlayan Terakki ve İttihad Cemiyeti, ihtilâl öncesinde Lazar Mladonovic tarafin­dan yeniden örgütlenerek tek merkezden emir alır hale getiri­len Sırp çetnik hareketinden fazla çekinmiyordu. VMORO ve Yunan çete organizasyonundan farklı olarak çetnik teşkilâtı Makedonya’nın her yerinde eylem yapamaz ve ihtilâle karşı tavır alsa bile mahallî olmaktan ileri giden eylemler gerçekleş-

tiremezdi. Aynca Sırp çeteleriyle anlaşmaya gidilmesi ciddî bir riski de beraberinde getirebilirdi. Böylesi bir anlaşma Ar- navutlan gücendirerek hareket için hayatî ehemmiyete haiz olan Arnavut desteğini tehlikeye düşürebilirdi. Dolayısıyla Sırplarla herhangi bir pazarlık yapılmaması kararlaştırıldı. Dâhilî Merkez-i Umumî Sırp örgütlerinin ihtilâl karşıtı bir faaliyete cesaret etmeleri durumunda Arnavut çetelerle ortak eylem yaparak onları ezme kararını tüm şubelere iletti. Bunun yanı sıra Ahmed Niyazi Bey çetesine katılan bir Sırp öğret­menin yardımıyla Sırp ahali harekete katılmaya çağrıldı. Sırp­ların ihtilâl sonrası cemiyete yönelttikleri ilk talep olan Ama- vutlann aşırılıklarının önlenmesi isteği ise cemiyetin kararının ne denli hakh olduğunu ortaya koydu. Sırp örgütleri de tıpkı VMORO sağ kanadı ve Rum çeteleri gibi ihtilâli seyretmekle yetindiler.

Bu örgütler yanında Terakki ve İttihad Osmanlı hâkimiye­tinin sürmesini kendi menfâatleri açısından isteyen iki unsu­run desteğini aldı. Bunlar bilhassa Selanik şehrinde yoğunla­şan Yahudi cemaati ve bölgede Romen hükümetinin deste­ğiyle varlığını sürdürmeye gayret eden Koço Ulahlaıdı. Ema- nuel Carasso, Nesim Mazliyah, Nesim Ruso ve Emanuel Sa­lem gibi önde gelen Osmanlı Yahudi liderleri harekete ciddî destek verdiler. İki önde gelen Koço Ulah lideri Filip Mişea ve Nicolae Konstantin Batzaria ise yemin ederek cemiyete katıldılar. (İhtilâl sonrasında mükâfat olarak Mişea meb’us Batzaria ise âyân üyesi be nazır yapıldı ve İttihad ve Terakki için çalıştılar). Onların teşvikiyle küçük Koço Ulah çeteleri cemiyet mensubu zabitlerin kumandasında ihtilâle katıldılar. Uygulamada herhangi bir ehemmiyet taşımamakla birlikte sembolik olarak her iki katılım da Jön Türkler için hayatî önem taşıyordu ve harekete Müslim ve gayrimüslim tüm Os- manlılann katıldığının savunulmasını kolaylaştırıyordu. Bu­nun sonucu olarak 1908’den sonra Kurulan Meclis-i Mebu- san’a giren tek Ulah mebus olan Phillip Mishi’yi seçti43

Görüldüğü gibi ihtilâl sırasında cemiyet gayrimüslim örgüt ve cemaatlerle değişik pazarlıklar yapmıştı ve bunlan ya ya­nında yer almaya ya da harekete karşı koymamaya zorlamıştı. Ama başarı için Arnavutlarla uzlaşılması ve onlann desteğinin alınması zorunluluktu. Cemiyet bu alanda Müslüman Arna­vutların en büyük korkusu olan yabancı müdahalesi tehlikesi­ni ikna aracı olarak kullanma karan aldı. Aynca Müslüman Arnavut ahali Sultan’a aşın bağlılık ve saygı duyduğundan (Müslüman Arnavutların büyük bir çoğunluğu 11. Abdülha­mid’e Baba Mbret’e ‘Padişah’ sıfatıyla hitap ediyorlardı) on­lara yönelik propagandada suçlamaların padişaha değil etra- findakilere yöneltilmesi kararlaştınldı. Dolayısıyla Terakki ve İttihad yayınladığı “Arnavutluğun İçinden" benzeri beyan­namelerle İtalyan ve Avusturya-Macaristan komplolan karşı­sında Amavutlan ortak eyleme davet etti. Bu propaganda neti­cesinde çok sayıda Arnavut ileri geleni cemiyete katıldı. Me­selâ Necib Draga Üsküp şubesinin kuruluşuna öncülük etti. Ohri’de kurulan Cemiyet-i Hususiye-i İslamiye’nin kayma­kam ve Arap asıllı bir subay dışındaki tüm mensuplan Arna­vut’tı!, Resnc Belediye Başkanı Hoca Cemal Efendi Resne Millî Taburu’na katılmıştı. Hareketin ilerleyen aşamalarında Arnavut aşiret reisleri meselâ Kıjanlı Ragıb Ağa ve Kırkdölen- ccli Raif Ağa maiyetlerindeki silahlı adamlarını (bunlann sa­yılan 1.000 civarındaydı) cemiyetin emrine verdiler. Hükü­met otoritesinin çok zayıf olduğu Çamlak (Çameria) bölgeler hareketin merkezi haline geldi. Bunun dışında Debre ve Ergiri (Gjirokaster) benzeri şehirlerde mahallî Arnavut teşkilâtlan aym zamanda Terakki ve İttihad şubeleri olarak çalışmayı kabul ettiler.

Bu başansından cesaret alan cemiyet bir yandan örgütlen­me faaliyetini artırırken öte yandan da Fan Stylian Noli ve İsmail Kemal Bey gibi aşın milliyetçileri dış güçlerin ajanı olarak suçlayarak Amavutlan bu tür milliyetçiliğe taviz ver­memeğe davet etti. Buna karşın cemiyet bir yandan da yurt

dışındaki Arnavut milliyetçi örgütleriyle temas sağladı ve 1908 Mayıs ayında en önemli Arnavut cemiyeti olan Başkimi (İttihad) örgütüyle ortak eylem konusunda anlaşma sağlandı.

* Terakki ve İttihad’ın son hedefi ise Arnavut çete örgüt­lenmesi idi. Bunlarla anlaşma sağlanması ise bir hayli zordu, çünkü bu çetelerin bir bölümü aşın milliyetçi, Türkler hak­kında Anadollak benzeri aşağılayıcı sıfatlar kullanan bir ideo­lojiyi benimsiyorlardı. Nitekim Terakki ve İttihad Cemiyeti ilk temasında bu çetelerden rejim değişikliği sonrasında Ar­navutça eğitime izin verilmesi benzeri taleplerle karşılaşmıştı. Cemiyet bu taleplere muğlâk cevaplar verdikten sonra kendisi de Arnavut olan Resneli Kolağası Ahmcd Niyazi Bey’i çete­lerle pazarlık üzere Görice’ye (Korçe) gönderdi. Arnavut temsilciler pazarlıklarda Türklerin Osmanlılık idealine sadık kalmadıklannı vc Arnavut taleplerine sahip çıkmadıklarını savundular. Ahmed Niyazi Bey bizzat kendisinin ayrılığının bu iddianın yanlışhğını ispat ettiğini savundu. Daha sonra İstarova’da (Pogradec) yeni bir toplantı yapıldı ve mahallî Arnavut liderlerin ve başta Hüseyin Baba olmak üzere Bekta­şi şeyhlerinin aracılığıyla anlaşma sağlandı. Çercis Topulli, Mihal Grameno ve Adem Bey gibi çete liderleri harekete katılmaya karar verdiler.

21 Temmuz’da İstarova’dan gelen Topulli, Ohri’den yola çıkan Ohri Millî Taburu, zaten dağda olan Resne Millî Tabu- ru’na katılarak Terakki vc İttihad Cemiyeti Manastır Şubesin­ce verilen yazılı emir uyarınca Manastır’ı basarak Tatar Os­man Paşa’nın dağa kaldırılması eylemine katıldı. Aynı eyleme Erscke’den (Kolonja) çıkarak katılan Adem Bey çetesi ise söz konusu eylemi neredeyse tamamen bir Arnavut girişimine dönüştürdü.

Kolağası Ahmed Niyazi Bey Arnavut komiteleriyle yaptı­ğı pazarlık sırasında “idare-i meşruta... taraftarlarının ekseri­yetini Türkler değil anâsır-ı şâire efradı teşkil etmektedir”

demişti. Bu şüphesiz harekete Arnavut katılımını vurgulayan bir ifadeydi. Nitekim Sultan da ihtilâl sırasında konuştuğu Avusturya-Macaristan elçisi Graf Pallavicini’ye eylemin Ar­navut karakterini vurgulamıştı. Türk tarihçiliği 1908 İhtilâlini Türk tarihinin bir parçası olarak görmektedir. Bu pek tabiî yanlış değildir ama bu olay sadece Tüık tarihinin değil başta Arnavut tarihi olmak üzere pek çok Osmanlı unsurunun geç­mişinin en önemli gelişmelerinden birisidir. Resneli Ahmed Niyazi, Grcbeneli Bekir Fikri, Ohrili Eyüb Sabri gibi subayla­rın idaresinde ezici çoğunluğu Amavutlar’dan oluşan millî taburlar, sayılan bini geçen Tosk ve Geg çete efradı, aynı sayıdaki Arnavut gönüllüler, Firzovik’de Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe konması için besa (yemin) veren on binler­ce Arnavut, hareketin bir Arnavut eylemi olarak görülmesi sonucunu doğurmuştu. Hareketin perde arkası örgütleyicileri- nin Dr.Bahaeddin Şakir, Dr.Nâzım ve Mehmed Talât Beyler gibi kimseler olması bu gerçeği değiştirmez. Nitekim ihtilâl sırasında çekilen resimlerde beyaz fesli Arnavutlann katılım­cılar arasında çoğunluğu sağladığı gözden kaçmamalıdır.44

Yapılan bütün girişimlerden anlaşılıyor ki; Terakki ve İttihad Cemiyeti 1908 ihtilâli öncesinde gerçekleştirilmesi oldukça zor bir başanya imza atarak Makedonya’daki bütün unsurlan ya eylemine katılmaya ya da tarafsız kalmaya bir şekilde ikna etmiş ya da zorlamıştı. Bu ise hareketin bir Os­manlI eylemi olarak sunumu ve yabancı müdahalesinin ön­lenmesini sağlıyordu. Çünkü bu şekilde bir suçlanma zaten yapılıyordu. Cemiyet bu alanda ihtilâl öncesinde bir adım daha attı. 1907 yılı sonunda Paris’te Terakki ve İttihad Cemi­yeti ile Daşnaktsuyun ve Sabahaddin Bey’in örgütü Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî Cemiyeti ile bir dizi paravan örgütün (bu hayalet cemiyetler gerçekte düzensiz olarak ya­yınlanan dergileri çıkartan bireylerden başka bir şey değiller­di) katıldığı bir kongre yapıldı. Terakki ve İttihad kongre top­lanması ve Daşnaksutyun ile ittifak girişimini Makedonya’nın

ihtilâl sahası olarak seçilmesi öncesinde almıştı. Dolayısıyla uygulamada ihtilâle fazla bir yardımı olamasa bile bilhassa Avrupa devletlerini hareketin Osmanlılık boyutuna ikna ko­nusunda Daşnaktsuyun desteği önemliydi. Kongre sonrasında üç örgüt ve onlara katılan Arap, Yahudi cemiyetleri ile Erme­ni Armenakan _partisi ortak eylem konusunda anlaştılar. Bu ortak eylem karan Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin Makedon­ya’daki unsurlarla yaptığı pazarlıklarda kullanıldığı gibi 1908 hareketinin tüm Osmanh anâsınnın desteklediği bir eylem olarak uluslararası kamuoyuna sunulmasını mümkün kıldı. Bu son kongre toplantısı aynca Osmanh Yönetimine bir uyan niteliğindeydi. Çünkü İmparatorlukta tüm unsurların kendisi­ne karşı ortak tavır aldığını gören iktidar, muhalefetin istekle­rini ciddiye almak zorunda kalacaktı. Bütün bağlantılar ya­pılmış, kararlar alınmış Cemiyet için tek iş kalmıştı. İktidara yürümek. Harekete geçildi.

Artık eylem zamanıydı.

5.    İhtilâle Beş Kala

Türk tarihçiliğinin uzun süre savunduğunun tersine 1908 İhtilâli birkaç subayın dağa çıkarak yaptığı bir blöf ve bundan korkan Sultan’ın teslim olması değildi. 1905 ile 1908 arasında uzun süren çalışmalar sonrasında cemiyet Makedonya’da ve diğer Avrupa vilâyetlerinde kasaba düzeyine varan örgütlen­me gerçekleştirmişti. Her türlü ihtimali göze alan cemiyet Makedonya’da başlayacak eyleme müdahale için ilk olarak Aydın redif taburlannın deniz yoluyla gönderileceğini bildi­ğinden, Dr. Nâzım Bey’i İzmir’e göndermişti. 1907 yılı so­nunda Yahudi kıyafetinde ve hac için Kudüs’e giden Osmanh Yahudilcrini taşıyan bir vapurla gizlice Selanik’ten İzmir’e gelen Dr.Nâzım örgütün İzmir şubesinin yardımıyla Asmah- mescit’de Yakub Ağa adı altında bir tütüncü dükkânı açtı ve redif taburları subay ve efradına cemiyet propagandasını ulaş­tırdı. Tatil günlerinde hamal, falcı, sokak satıcısı kılığında

vilâyeti baştan, başa dolaşan, panayırlarda cambazlık yapan Dr. Nâzım Bey tabur mensuplarının çoğuna bölgeye gönde­rildiklerinde din kardeşlerine silah atmamalan için Kur’an üzerine el bastırarak yemin ettirdi ve çok sayıda subayı cemi­yete üye olarak kaydetti. Kendisine hazırlamakta olduğu Os­manlı Müellifleri eseri için yazma eserler toplama bahanesiyle katılan Binbaşı Mehmed Tahir Bey’de yardımcı oldu. Bu çalışma hareketin başansında büyük rol oynadı.

Cemiyet 1907 yılı sonundan itibaren propaganda yöntem­lerini ve bu eylemde işlediği temaları değiştirdi, tik olarak propaganda malzemesi, bilhassa Makedonya’da, çok daha yoğun olarak kullanılmaya başlandı. 1908 İlkbahan’nda böl­geye gönderilen cemiyetin merkez yayın organı (Şûra-yı Ümmet) adedi 1.000’e yükseltildi. Bunun bile yetersiz kalma­sı üzerine derginin elle yazılarak çoğaltılmış suretleri askerî birliklerde yapılacak propaganda için kullanılmaya başlandı. Buna ilâveten Dâhili Merkez-i Umumî Manastır’da elle yazı­larak taş baskı yöntemiyle çoğaltılan Neyyir-i Hakikat isimli bir dergiyi gizli olarak Manastır’da yayınlamaya başladı. Bu yurt içinde cemiyet tarafindan düzenli olarak yayınlanmasına muvaffak olunan ilk dergiydi. Dergilerin daha geniş kitlelere ulaşması için bölgede görevli her taburda görevi okuma bil­meyenlere dergideki önemli makaleleri okuma ve izah etmek olan heyetler kuruldu.

Propaganda malzemesinin daha yaygın ulaştırılması ya­nında cemiyet faiklı toplumsal gruplar için farklı propaganda malzemesi kullanma karan aldı. Köylü ve kadın şubeleri ku­rularak bu toplumsal katmanlara hitap edecek beyannameler hazırlandı. Benzer şekilde az eğitimli ve muhafazakâr grupla­ra yönelik propagandada cemiyetin amacının "şeriatı geri getirmek” olduğu vurgulanırken, subaylara ve bürokratlara yönelik propagandada meşrutî rejim gerekliliği, Kanun-i Esa- sî’ye duyulan ihtiyaç benzeri temalar kullanılması kararlaştı- nldı ve bu karar titizlikle uygulandı. Bunlara ek olarak, Müs-

lüman Amavutlan hedef alan propaganda da Sultan’a sadece üstü kapalı eleştiriler getirilmesi, buna karşın geri kalan pro­paganda, da kendisinin ülkeyi yabancılara satmakta olduğu lezinin işlenmesi kabul edildi.

Propaganda alanında karşılaşılan temel bir zorluk Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin 1905’den itibaren artan bir kuvvetle sarıldığı Tüıkçü ideolojinin Makedonya’da kullanılmasıydı. Böylesi bir ideolojik temele dayanan propaganda ile nüfusun önemli bir kısmının Türk olmadığı Makedonya’da başanlı olmanın imkânı yoktu. O nedenle Türkçü tezleri işleyen be­yannameler elden geçirilerek bunlar içinde diğer unsurları eleştiren ifadeler ayıklandı. Meselâ 1907 yıh yazında dağıtılan bir beyannamede bulunan “bizim... Bulgar’dan hain düşman­larımız kimlerdir?’’ benzeri ifadeler ayıklanarak, bunların yerine “idrak etmeniz gerekir Bulgarlar ve Ulahlar sizin düşmanınız değil bilâkis kardaşlarınızdır’’ gibi cümleler ko­nuldu. Aynı beyannamenin Arnavutların yoğun olarak yaşa­dığı bölgelerde dağıtılan kopyalarından “Muaviyenin oğlu Yezid mel unu da Sultan Hamid gibi halife değil miydi?... Yüz binlerce İslâm kanı döken Nâsır halife değil miydi? ” benzeri ifadeler çıkartıldı. Beyannamelerin yanı sıra halk ozanlarına basit dilde yazdırılan metinler çeşmelere ve halkın görebile­ceği yerlere asılmaya başlandı. Bir misâl vermek gerekirse: Müslümanlar dinleyin sözümü Ağlamakdan kan bürüdü gözümü

Can vererek memleketler alırdık Elimizde kalacakdır sanırdık Sultan Hamid birer birer veriyor Koca millet gürültüye gidiyor Paramız oğlumuz bütün malımız Giden gider iflah olmaz halimiz

Şehidlerin yetimleri dilenir

Sultan Hamid bunlar ile eğlenir

Evimizi soydu Y ıldız çetesi Elimizde kaldı saman şiltesi Çini çıplak avretimiz kızımız Ayaklar altına alındı bütün ırzımız Oğlumuz urulmuş al kan içinde Kızımız bozulmuş Balkan içinde Ağlayarak zırlayarak gideriz Hükümete feryad figan ederiz Dinlemezler bağırırlar koğarlar Sözümüzü ağzımızda boğarlar Döğe Döğe çıkarırlar konakdan Koca millet bakar uzakdan Bir zabtiye köye gelir bağırır Hepimizi karşısına çağırır Söğer döğer tutar alır götürür Bütün köylü miskin miskin oturur

Aldadırlar bizi cahil hocalar Ahmak bunak korkak sersem kocalar Halife diyorlar pinti Hamid’e Yalan değil Halifedir Yezid’e Peygamberin dörtdür ancak vekili Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali Bunlardan sonrası şahdır sultandır Sultan demek musallat bir düşmandır

Kimdir Sultan Hamid kimdir bu denî Tann düşmanı Muhammed düşmanı Gelin artık koıkaklığı bırakın İdamına bu imansız alçağın Fetva vardır ulemadan kıyarız Sultan Reşad Efendi’ye uyarız

Başımızı din yoluna koyanz Düşmanını al kanlara boyanz Bize er oğlu Türkisyanlı derler Bize anlı şanlı Osmanlı derler.45 (Hanioğlu, 1908) bu tür ifadeler kitleler üzerinde daha etkili olabiliyordu.

Cemiyet buna ek olarak propagandasının daha evvelce iş­lediği tüm temalan bir kenara bırakarak ağırlığını Makedonya sorununa vermeye başladı. Bu propagandanın esas amacı bölge Müslümanlannı rejim değişikliği gerçekleşmediği tak­dirde Makedonya’nın kaybedileceğine ikna etmekti. "Make­donya Gidiyor" başlıklı bir yazıdan aktanrsak durum daha iyi anlaşılabilir:

"Ey bedbaht Makedonya Müslümanları, biz bu âfete karşı ne yapacağız? Abdülhamid ile ona şerik-i ihanet olan vükelâ ve vüzerâdan selâmet ummak bir mezar başında ağlamak kadar beyhude ve fa ’idesizdir. Şimdiye kadar Makedonya ’da ‘Aman İslâmlar ses çıkarmasun. Zira ecnebiler müdahale edecekler’ fikr ve itikadını hükûmet-i Hamidiye mensubları ahaliye telkin etmiş idi. Tamam sekiz sene bir çok kanlı man­zaralara sükût edildi. İşte sükûtun mükâfatı. İşte esaret! Sükû­tumuz oradaki hâkimiyetimizi, mevcudiyetimizi inkâr etdi. Oradaki aded-i nüfusumuzun beşde birini teşkil eden Bulvar­lar kullandıkları silah sayesinde bir hakk-ı rüchan kazandılar. Bunu gören Rumlar da silaha sarıldı. Bugün Makedonya ’da Bulgar ve Rum unsuru tasdik ediliyor, ekseriyeti teşkil eden Müslüman mevcudiyetinden bahs bile edilmiyor... Bizim için yalnız bir şey kaldı, o da: Mevcudiyetimizi göstermelidir. Bu toprağın hâkimi olduğumuzdan bir araya toplanarak ne İngil­tere ’nin ve ne de ecnebi bir devletin umur-i dâhiliye-i Osma- niyeye müdahalesi kabul edilmeyeceğini anlatmak.. Girid 'de olduğu gibi memleketimiz elimizden mutlaka gidecek.. Müs- lümanlar katl-i âm edilecek O zaman nereye iltica edeceğiz?

Gelen her dakika yeni ve müdhiş felâketler getiriyor. Artık: Mevcudiyetimizi gösterelim. ”46

Bu yoğunluk kazanan propagandaya karşın, Terakki ve İttihad Cemiyeti liderleri ihtilâli Makedonya’nın elden gide­ceğinden korkan halk ve kadın, köylü şubelerinde çalışan görevliler ile yapamayacaklarının bilincinde idiler. Onun için subaylara yönelik propagandaya hız verildi. Cemiyetin mer­kez yayın organı Hüsrcv Sami Bey’in “Silah Arkadaşlarıma’' başlıklı yazı dizilerini yaymlarken, Ahmed Rıza Bey’in ev­velce kaleme alınan “Asker” risâlesi bölgede yeniden dağıtıl­dı. Daha basit ve subaylan eyleme çağıran Berri ve Bahri Silah Arkadaşlarıma benzeri kitapçıklar da propaganda için kullanıldı. Bunların yanında “Namuslu Zabitlere”, “Askerle­re ” ve “Asker Kardaşlarımıza " gibi başlıklarla, elle yazılarak çoğaltılan beyannameler tüm kışlalarda efiada okundu. “İtaat bir faziletdir, fakat vatanın yağma ve harâbîsine tahammül, zalimlere, hainlere, hırsızlara itaat?... Ne mecburiyetiniz var?... Bundan başka da bu sefil tahammül ve itaate bedel şahsen ne kazanıyorsunuz? Aylık yok elbise yok şan yok, şeref yok itibar yok Zelil bir hayat ki bugün Çinliler bile ka­bul etmiyorlar... Yüreğinizde vatan hissi, damarlarınızda Os­manlı askerliği kanı varsa bu gaza-yı mübareke, vatan ve hürriyet gazasına bizimle beraber gelirsiniz ” ya da “En bü­yük düşman sizi açlıkdan süründüren, memleketi Moskoflara, İngilizlere, Almanlara satmağa uğraşan, o size kumanda eden büyük paşalar, büyük valilerdir. Padişah da onlarla beraber. Silahlarınızı o alçakların kafalarına atarak... niçin aç, çıblak bıraklıdığınızı sorunuz... Haydi bakayım arslanlarım, Allah yardımcınızdır” benzeri basit temalan işleyen ve “bugün bütün millet-i Osmaniye Sultan Hamid’in zincir-i mezâlimi altında inliyor. Bizim en mühlik düşmanımız haricde değil kendi içmizdedir. Evvelâ onu imha ve ifhâ etmek lâzımdır... Durmayınız. Zira istiklâl-i Osmanî mahv oluyor" şeklinde

davetleri içeren bu propaganda cemiyetin askerî birliklerdeki örgütlenmesine belirli bir ivme kazandırdı.

9 Şubat 1907’de yaklaşık yinnidört bin asker Yemen’den İskenderun’a geri getirildi ve burada terhis edildi. Askerler iki yıllık maaş ve emek talebi yerine getirilmeyince isyan çıkarıp devlet dairelepni işgal etti. İstanbul’a telgraf çekildi. Ödeme emri gelince isyan sona erdi.47

Cemiyet artık kendinden emin olarak eyleme geçmek için uygun zaman kararlaştırmaya çalıştı. Bu sırada geçekleştirilen eylemler bu kendine güven duygusunu oldukça açık biçimde ortaya koymaktadır. 1908 Nisan ayında merkez yayın organı Şüra-yı Ümmet'in altıncı kuruluş yılı ilânında yedinci yıl kut­lamasının rejim değişikliği sonrasında İstanbul’da yapılacağı ilân edildi.

13 Mayıs günü Sultan, Serasker Mchmed Rıza Paşa ve di­ğer hey’et-i vükelâ üyelerine ihtar mektupları gönderildi. Sul- tan’a gönderilen mektup oldukça saygılıydı ama sert bir teh­didi de içeriyordu: “Osmanlı Terakki ve ittihad Cemiyeti bu son teşebbüs-i istirhamkârânesinden de bir semere-i fiiliye görmediği takdirde vuku ‘a gelecek ihtilâlât-ı inkılâbiye neti­cesi dökülecek kandan idare-i hâzıranın şedîden mes ül ola­cağını arz eyler. ” Vükelâ’ya ulaştınlan mektuplar ise yardım isteme tonunda kaleme alınmıştı ama ihtardan da geri kalmı­yordu: “Avrupa ile son alâkamız, cihan-ı sây ü terakki ile rabıtamız demek olan vilâyetleri Bulgarlara, Rumlara terk ve teslim ederek Anadolu ’ya geçerek, üç yüz bir askerden mah­rum kalarak ehemmiyetsiz bir Asya hükümeti ve belki aşireti derecesine ineceğimizden... ezilerek perişan olacağız... Hükü­metin idaresinin Abdülhamid ’e münhasır olması sizi mes ’uli- yetden kurtaramaz. ’’ Serasker Mehmed Rıza Paşa’ya gönde­rilen mektup ise oldukça sertti. Kendisi bir kukla olmakla suç­lanarak istifaya davet olunuyor, aksi takdirde, makamından zorla indirileceği söyleniyordu. Cemiyet bunun akabinde veli-

aht Reşad Efendi’den gizlice ihtilâl sonrasında tahta geçirilirse Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koyacağını taahhüt eden bir mek­tup aldı.

Mayıs sonlarında Çoğunluğu Arnavut olan dokuzyüz as­ker Üsküp’ün en büyük camiinde toplanarak maaşlannm ödenmemesini protesto ettiler. Yetkililer, isyancı askerlere aylıklannın kısa sürede ödeneceği konusunda söz verdi.48

Cemiyetin eylem için hangi tarihi kararlaştırdığı elimizde mevcut evrakının incelenmesinden anlaşılamıyor. Zaten ihti­lâl aşamasında verilen talimatlann alındıktan sonra derhal yakılarak imha edilmesi cmredildiğinden elimizde o döneme ait oldukça sınırlı evrak bulunuyor. Buna karşın yapılan bazı atıflar hareketin başlaması için 1908 sonbaharının düşünüldü­ğünün tahminini mümkün kılıyor. Meselâ Haricî Merkez-i Umumî seri ateş edebilen Parabellum tabancaları satın alına­rak bunların Bulgaristan üzerinden ülkeye sokularak fedaîlere dağıtılması projesini 1908 Ağustos ayı sonuna kadar tamam­lamayı planlıyordu. Bu ise en azından Nisan ayında o tarihe kadar eyleme geçilmenin düşünülmediğini gösterir.

Selânik’e gönderilen tahkikat heyetinde yer alan ve bir cemiyet fedaîsi tarafindan yaralanan Hakkı Bey daha eylem­ler hız kazanmadan, 16 Haziran tarihinde Midilli adasındaki Yunan konsolosu Karatzas’a; “Terakki ve İttihad Cemiye­ti ’nin ihtilâlin başlangıç tarihi olarak 1 Kasım tarihini karar­laştırmış olduğunu, ancak daha sonra bunun öne aldığını" söylemişti ki, bu mantıklı gözüküyor. Ahmed Niyazi Bey de bir Bulgar gazeteciye verdiği mülâkatta; “evvelden kararlaştı­rılan tarihten önce harekete geçtiklerini” söylemiş ancak bu tarih hakkında bilgi vermemişti. Hareket içinde yer alan su­baylardan olan Kâzım Karabekir daha sonra yazdığı bir ese­rinde bu tarihin 11 Ekim olduğunu iddia etmiştir.

İki gelişme cemiyetin 1908 yazında tüm hazırlıklarını ta­mamlamadan harekete geçmesine neden oldu. Cemiyet örgüt-

lenme ve propaganda alanında benimsediği yeni siyasetler neticesinde Edime, Yanya, Manastır, Selanik, Kosova, İşkodra ve Draç’da 68 şube ve hücre teşkil ederek 2.000 civarında üye Kaydetmeğe muvaffak olmuştu. Bu ise örgütlenmenin gizlili­ğinin muhafazasını çok zor hale getirmişti. Ne denli ihtiyatlı davranılırsa davranılsın, iki bin üyeli ve kasaba düzeyine inen örgütlenmesiyle artık cemiyetin hükümetin dikkatini çekme­den çalışabilmesi mümkün değildi. Nitekim Şubat ayı sonla­rında Selanik Polisi tarafından şehirdeki Hukuk Mektebi tale­belerinden Alasonyalı Ali İrfan ve Hüseyin Cudî’nin üzerle­rinde cemiyet tarafından gönderilen bir beyanname ve hücre kuruluşuna ait talimat ele geçirildi. Bunun sonrasında soruş­turma derinleştirildi ve yüzü aşkın cemiyet üyesi gözaltına alındı. Bunların çoğu mülâzım-ı evvel ve sânî rütbelerindeki subaylardı. Tutuklananların sayısı Saray tarafindan endişeyle karşılandı ve en sert tedbirlerin alınması emredildi. Dahilî Merkez-i Umumî hemen harekete geçilerek gözaltındaki ce­miyet mensuplarının kurtarılmasını kararlaştırdı. Daha bu karar verilmeden bir fedaî şubesi sorumluluğu alarak girişim­de bulundu fakat bir gardiyanın ölümüyle sonuçlanan çatış­madan netice alınamadı. Haricî Merkez-i Umumî ise yetkilile­rin elinde yeteri kadar delil olmadığını, tutuklananların ko­nuşmayacağını dolayısıyla eylemden kaçınılmasını, henüz ihtilâl için harekete geçme zamanının gelmediğini dâhildeki sorumlulara bildirdi. Gerçekten de Nisan ayında cemiyet üye­lerini yargılayan mahkeme tüm üyeler için beraat kararı verir­ken örgütle ilgisi olmayan bir berberi beş yıl hapse mahkûm etti. Cemiyetin Mayıs ayında Sultan ve vükelâya gönderdiği mektuplar ise şüpheleri artırdı ve yeni bir soruşturma kararına yol açtı ki, bu da cemiyetin ihtilâle daha evvelce planlandığı­nın aksine 1908 yazında başlaması sonucunu doğurdu.

Hareketin kararlaştırılan tarihten önce başlamasının bir di­ğer nedeni de Makedonya sorununun çözümü için yeni bir Rus-İngiliz ıslahât projesinin geliştirilmesiydi. Liberal Par-

ti’nin 1905 yılındaki seçim zaferi İngiltere’de beklenenin ter­sine Makedonya meselesine yönelik yeni bir ilgi uyandırma­mış ve Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey 1907 sonlarına ka­dar soruna müdahale konusunda isteksiz bir tavır benimse­mişti. Ancak 1907 yılı sonlarına doğru Sultan’ın iradesiyle görevleri yenilenecek olan yabancı sivil ajanlar, malî komis­yon üyeleri ve jandarma teşkilâtı görevlilerinin süreleri dol­mak üzereyken İngiltere o ana kadar diğer Avrupa devletleri­nin ikincil roller oynadığı bir Rus-Avusturya programı husu­siyetini koruyan ıslahat programına müdahale etme karan aldı.

1907 Kasım ayı ortalarında huzursuzluk İstanbul’a da sıç­radı. Harbiye nezaretinde görevli askerler ayaklandılar ve istekleri karşılanana kadar barakalanna dönmeyeceklerini bildirdiler.49

Bu arada İttihadçılar devrimci yayınlan Yunanistan üze­rinden ve İmparatorluğun sınırlan içindeki yabancı postahane- ler aracılığıyla gizlice ülkeye sokmaya devam etmekteydi.50

1907 Aralık ayında Osmanh Devleti’ne verilen ve yabancı memur ve subayların görev sürelerinin uzatılmasını talep eden büyük devletler notasından sonra daha muhafazakâr reform taraftan Avusturya-Macaristan ile radikal reformlar talep eden İngiltere arasında ciddî anlaşmazlık çıktı. 1907 yılında ulaşı­lan ve diplomatik tarihçilerin ‘‘diplomatik devrim" olarak adlandırdığı Rus-İngiliz detant’ı İngiltere’nin Balkanlar’daki güç mücadelesinde Rus siyasetine yakın bir tavır alması so­nucunu doğurmuştu. Nitekim, Sir Edward Grey konu Avam Kamarası’nda tartışılırken Makedonya’ya bir Osmanlı valisi­nin, Büyük Devletlerin onayı ile ve belirli bir süre için atan­masının en anlamlı tedbir olduğunu ileri sürdü. 1877-78 Ter­sane Konferansı sırasında Lord Salisbury tarafindan Osmanlı Avrupa vilâyetleri için teklif edilerek Osmanh makamları tarafindan şiddetle reddedilene benzeyen bu projeyi hiçbir

Osmanlı hükümetinin kabul etmeyeceği açıktı. Sir Edward’ın Makedonya’da Türk askeri sayısının azaltılarak tedricen ya­bancı jandarmanın bölgedeki tek güç hale gelmesi benzeri istekleri de meselenin yeni ve Osmanlı idaresini zor duruma sokacak bir aşamaya girmesine yol açtı. Sultan 13 Mart 1908’de bir irade ile yabancı memurların görev sürelerini uzattı. Ama İngiltere yeni ve radikal bir Islahat programı ko­nusundaki ısrarını sürdürdü. Bu diplomatik baskıyı durdur­mak ve Makedonya’nın elden gitmesini önlemek için (tıpkı Tersane Konferansı başlangıcında Lord Salisbury ve Kont Ignatiev tarafindan getirilecek taleplere karşı Kanun-i Esasi ilânı gibi) rejim değişikliğini sağlayacak eylemlerin öne alın­ması kararlaştırdı. Cemiyet 25 Mayıs’da kaleme alınan ve Osmanlı iç işlerine yapılan müdahaleleri kınayan bir muhtıra­yı ayın son günü Rusya hariç diğer büyük devletlerin bölge­deki konsoloslarına ulaştırdı. Artık gizlilik tamamen ortadan kalkmıştı. Makedonya’ya yönelik İngiliz-Rus müdahalesi korkusu, Çar ile Kral VIl.Edward’ın 8-10 Haziran günleri arasında Reval’de (günümüzde Estonya’daki Tallinn şehri) yapacakları buluşmada bu konuda kesin kararın alınacağı şayiaları nedeniyle tırmandı. Bu nedenle her türlü riski göze alarak dertıal harekete geçilmesi kararı alındı. Bu arada Mutlâkiyetçi yönetimin devamını isteyen Yunan tercihi ta­mamen ülkedeki azınlık haklan ve Fener Rum Patrikhane- si’nin ayncalıklı konumundan kaynaklanıyordu.51

6.    Ve Devrim

1908 İhtilâlini dünyaya duyuran Terakki ve İttihad Cemi­yeti Haricî Merkez-i Umumîsi eylemi böyle takdim ediyordu. Haziran ayı başında iki merkez umumî ortak karar alarak cemiyetin jandarma teşkilâtına gizliliğin ortadan kalktığını bildirerek Dâhilî Nizâmnâme gereğince eldeki tüm imkânlara harekete geçilmesi emrini verdiler. Emre göre bizatihi cemi­yetin hayatına yönelik bir tehdit oluştuğundan mahallî teşki­lâtlar ve fedaî şubeleri meıkezden gelecek emirlere uyacaklar

ama her türlü karan almak ve uygulamakta serbest olacaklar­dı. Bunun akabinde şube teşkilâtlan fedaîlere merkez heyetle­riyle irtibatın kesilmesi tehlikesi doğduğu için eylemler için karar alma yetkisi tanıdı. 11 Haziran günü Selanik garnizon kumandanı Kaymakam Ömer Nâzım Bey’e cemiyet fedaîle­rinden Mülâzım-ı evvel Mustafa Necib Bey tarafindan suikast girişiminde bulunuldu. Bu girişimden yaralı olarak kurtulan kumandan, Sultan’ın iradesiyle İstanbul’a getirildi ve soruş­turmaya hız verildi. Bu çerçevede payitahttan Selanik’e bir tahkikat komisyonu gönderildi. Bu arada kendi başına faaliye­te geçen fedaî şubesi mensuplan cemiyetin faaliyetini tahkik için Kruşevo’ya gönderilen Sami Bey adındaki bir polis ko­miserini öldürdüler. Hükümet aynı zamanda pek çok cemiyet üyesini İstanbul’a çağırdı. Cemiyet yüksek rütbeli üyelerden Mirliva Ali Paşa ve Miralay Haşan Rıza Bey’in çağnya uy­masını, kalan subayların ise eyleme geçmesini kararlaştırdı. Dahilî Merkez-i Umumî tarafindan 26 Haziran günü Erkânı­harp Binbaşı Enver Bey’e Tikveş’e giderek çeteye çıkma emri verildi. İki gün sonra Kolağası Ahmed Niyazi Bey Resne Millî Taburunu çeteye çıkarma hazırlıklarına başladı. Manastır Şubesinin onayı ve Belediye Başkanı Cemal Bey’in desteğiyle 3 Temmuz günü tabur çeteye çıtı. Askerlere bir Bulgar çetesini takibe çıkacaklarını söyleyen Ahmed Niyazi Bey daha sonra onlara gerçeği söyleyince az sayıda ihtiyat askeri aynldı ve 160 kişilik birlik dağa çıktı. Kısa sürede Resne Millî Taburuna çoğu asker ve kanun kaçağı pek çok Arnavut katıldı. Ahmed Niyazi Bey bunlara cezalarının affe­dildiğine dair cemiyet tarafindan mühürlenmiş kağıtlar dağıttı. Bunun yanı sıra Manastır Şubesi tarafından evvelce hazırlan­mış mektuplar payitahttaki ve bölgedeki makamlara gönde­rilmeye başlandı. Mahallî yetkililerin tüm çabalarına karşın bölgedeki askerî birlikler Resne Millî Taburunu takibi reddet­ti. Zaten diken üzerinde olan merkezî hükümet taburun dağa çıkışından on gün evvel IlI.Ordu’ya yeni bir kumandan tayin

etmiş ve çeşitli Anadolu ve Arap vilayetlerindeki yetkililere redif taburlarının harekete hazır hale getirilmesi emrini ver­mişti. Ancak bu kuvvetin toplanması, harekete geçirilmesi ve bölgeye ulaştırılması zaman istiyordu. Dolayısıyla iki acil karar alındı. Birincisi cemiyetin de beklediği gibi Aydın redif taburlarının hemen deniz yoluyla bölgeye gönderilmesi ve bunlan İzmir limanına getirilecek diğer Anadolu ve Suriye ihtiyat taburlarının takip etmesiydi, ikinci olarak Saray’ın sadakatine fazlasıyla güvendiği kumandanlardan olan Şemsi Paşa’ya Anadolu ve Suriye redifleri yetişene kadar bölgedeki birlikler ve Arnavut gönüllülerle beraber harekete geçme emri verildi.52

Kendisi de Arnavut olan Şemsi Paşa okuması yazması olmamakla beraber sadakati sayesinde paşalığa terfi etmiş ve değişik Arnavut isyanlannın bastırılmasında üstün başan gös­termişti. Verilen emre göre Şemsi Paşa Metroviçe’deki tabur- lan harekete geçirecek ve istediği kadar Arnavut gönüllüyü de üniforma giydirmek şartıyla yanına alarak Resne Millî Tabu- m’nu takibe çıkacaktı. Şemsi Paşa emri alır almaz bölge Ar- navutlanna Hıristiyan çetelerin Müslümanlara karşı eylem başlattıklarını söyleyerek gönüllü kaydetmeye başladı. Bunun yanı sıra tanıdığı Arnavut eşrafından da yardım istedi. 7 Temmuz günü iki tabur asker ve Arnavut gönüllüyle trenle Metroviçe’den Manastır’a gelen Şemsi Paşa, harekâta başla­mak üzere hazırlık yaparken, cemiyet de bu bastırma harekâ­tını durdurmak için çareler aramaya başladı. Daha eylem yeni başlamıştı ve Resne Millî Taburu’ndan üstün bir kuvvetle bölgeye gelen ve sertliğiyle şöhret kazanmış Şemsi Paşa ha­reketi daha yayılmadan bastırabilirdi. Bunun yanı sıra Arna­vut gönüllülerle yaşanacak çatışma cemiyetin Arnavutlarla ilişkisini tehlikeye sokabilirdi. Ancak takibe başlamadan Sa­ray’a telgraf çekmek için Manastır Postahanesi’ne uğrayan Paşa çıkışta arabasına binmek üzere iken fedaî teşkilâtından Mülâzım-ı evvel Âtıf Bey tarafindan vuruldu ve kısa süre

sonra öldü. Suikastı takip eden karışıklıkta Âtıf Bey de aya­ğından yaralandı ama kaçmaya muvaffak oldu. Paşa’nın ce­miyet tarafindan elde edilmiş Arnavut korumaları ise havaya ateş açmakla yetindiler. Şemsi Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Hükümet yumuşak hareket etme karan alarak ayakla­nan genç subaylan terfi, paye ve hediye verme sözleriyle etki­siz duruma ettirmeye çalıştı.53

Bu arada Manastır Şubesi paşa şehre gelmeden evvelki gece Kaymakam Selâhaddin ve Binbaşı Tosun Beylere çete­ye düzenine geçme emri verdi ve onlara iki yüzbaşı ve iki mülâzımın da katılımıyla Manastır Çetesi adı verilen 120 kişilik birlik dağa çıktı. 11 Temmuz günü asker kaçaklan ve gönüllülerden oluşan bir çeteye kumanda eden Binbaşı Enver Bey Tikveş’de İstanbul’a giderek tutuklanan cemiyet men- suplannın serbest bırakılmalarını isteyen bir ültimatom neşret­ti. Bu eylemler ve bilhassa Şemsi Paşa’nın katli Saray ve hü­kümet çevrelerinde paniğe yol açtı. Redif taburlan yetişene kadar durumu kontrol altına alabilmek için Şemsi Paşa’nın damadı ve Manastır Jandarma Kumandanı Kaymakam Refet Bey’e, paşanın topladığı birliklerin başına geçerek âsileri takip emri verildi. Halbuki Refet Bey cemiyetin Manastır teşkilâtı­na mensuptu. Şubesi kendisine takibe çıkmış gibi yaparak yetkilileri oyalama emri verdi, o da bu talimatı uyguladı. İttihadçıların ordu içindeki propagandası bu dönemde etkisini göstermişti. Olası çatışma durumunda erler çatışmayı reddetti­ler ve komutanlarına devrimcilere karşı savaşmayacaklannı, ancak despotlara karşı savaşacaklarını bildirdiler.54

10 Temmuz günü fevkalade yetkilerle Manastır’a gönderi­len Tatar Osman Paşa, Rumeli Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa ve yeni III.Ordu kumandanı İbrahim Paşa cemiyet ve âsilere af teklif ettiler. Ancak gücüne güvenen cemiyet bunu reddetti.

Bu arada Aydın redif taburları Dr.Nâzım Bey’in çalışma- lan sonucunda cemiyete kazandınklığından hareketlerinde

ciddî güçlüklerle karşılaşıldı. İlk olarak cemiyet mensubu subayların tahrikiyle askerler maaşları ödenmeden yola çık­mamakta direndiler. Ancak hükümet hemen para bulup öde­me yapınca redifleri taşıyan gemiler İzmir’den Selanik’e yola çıkmaya başladı ve ilk redif kafilesi 14 Temmuz’da Selanik limanına ulaştı. Ama daha limanda cemiyet mensubu subayla­rın ateşli nutuklanyla karşılaşan Anadolu askeri Rumeli’deki din kardeşlerine silah çekmeyecekleri söylemeye başladı. Güçlükle bindirildikleri trenler Vodina (günümüzde Edessa) istasyonuna ulaştığında Anadolu askerini karşılayan cemiyet mensubu subaylar ve ulema askere din kardeşlerine silah at­mamalarının vatanseverlik gereği olduğu gibi dinen de emre- dildiğini söyleyince buradan ileri sevkıyat yapılamadı. Redif taburlarının cemiyete İzmir’de kaydedilmiş subaylan, fesleri­nin yerine İzmir’de Dr.Nâzım Bey’in kendilerine verdiği “Ka­tan Fedaîsi’’ ve ‘Ta Hürriyet ya Mevt” yazdı bereleri giyerek Rumeli’de görevli cemiyet mensubu subaylarla kucaklaştılar. Efiad da koyunlarda saklanarak getirilen “Hürriyet-Müsavat- Uhuvvet-Adalet—Yaşasın Kanun-i Esasi” yazılı bayraklan açtı. Potemkin zırhlısının Rus Karadeniz filosu arasından geçişini andıran bu sahneler hükümetin son ümidi olan Ana­dolu askerini isyancılara karşı kullanma planının suya düşmüş olduğunu gösteriyordu. Gerçi arkadan gelmekte olan diğer vilayetlerin redif taburlan faiklı davranabilirdi ama yetkihlerin bunu bilebilme imkânı yoktu.

Artık subaylar hükümete sadık paşalar tarafindan verilen hiçbir emri uygulamıyordu. Meselâ Manastır Komutanı Os­man Hidayet Paşa 17 Temmuz günü subaylan toplayarak emirlere uymalarının askerî disiplin gereği olduğunu söyler­ken cemiyet fedaîlerinden bir mülâzım kendisini tabancayla yaraladı. Üsküp’te Müşir Şükrü Paşa askeri toplayıp benzeri nasihatler ve emirler vermeye çalıştığında bir mülâzım sözünü keserek kendilerine verilen kılıçlan kanunî haklarını talep eden ahaliye karşı kullanmayacaklarını söyledi. Diğer subay-

lar da bu söyleme katılınca müşir birliği terk etmek zorunda kaldı. Ardından cemiyetin Üsküp Şubesi komutan Hüseyin Remzi Paşa’yı ilk trenle vilayetten ihraç ederek Selanik’e gönderdi. Paşa trene bindirilirken eline şube adına vilayette kalmasının yaratacağı sakıncaları dile getiren bir mektup tu­tuşturuldu.

Askerî alanda karşılaşılan başarısızlık üzerine hükümet is­yanın yayıldığı şehir ve kasabalara bürokrat, ulema ve eşraf­tan oluşan "hey ’et-i nâsıhalar” gönderme karan aldı. Ama bu kimselerin pek çoğu cemiyete katılmıştı. Dolayısıyla heyet­lerde çalışmayı reddettiler. Ohri ve Struga’ya gönderilenler gibi birkaç heyet de cemiyet mensuplan tarafindan tehdit edilince dağıldılar. Aynı günlerde cemiyet, Başkimi Komitesi ile ortak bir eylem yaparak İşkodra Valisi Seyfiıllah Paşa’yı vilayetten kovdu. Daha sonra ise herkesi hayrete düşüren bir organizasyon ile bölgedeki tüm şehir, kasaba ve köylerde Kanun-i Esasi talep eden beyannameleri eşanlı olarak mey­danlara ve merkez çeşmelere astı.

Temmuz ortasına gelindiğinde cemiyet Rumeli’de duruma hâkim olmuştu. Kendisine karşı askerî harekât imkânsız hale gelmişti, hükümete sadık paşalar garnizonlara dahi giremi­yordu. Büyük ümitlerle getirilen Anadolu redifleri isyancılara destek vermişti. Cemiyet fedaîlerinin suikastlan hükümet yanlısı alt düzey bürokratlan, din görevlilerini ve subaylan dehşete düşürmüştü. Üst düzey görevlilerden cemiyete muha­lefet edenler vilayetlerden ihraç ediliyorlardı. Merkezî hükü­met olaylan dış kamuoyuna kendi görüş açısından nakletme­ye çalışınca, bu kez Haricî Merkez-i Umumî yabancı gazete­lere açıklamalar göndererek kendilerinin asla bir Müslüman- Hıristiyan çatışması arzulamadıklarını ve Hıristiyan vatandaş­ların can güvenliğinin cemiyetin temel amaçlarından birisi olduğunu duyurdu. Cemiyet bu tekziplerde ayrıca hükümetin iddia ettiğinin aksine ihtilâle katılan birliklerin düzenli taburlar olduğunu, bunların sıkı bir askerî disiplin içinde hareket ettik-

lerini, başıbozuklan kullananın ise Şemsi Paşa örneğinde görüldüğü gibi Saray olduğunu savundu.

Artık hareket çığ gibi gelişiyordu. Bu arada meydana gc- Jen bir gelişme isyancıların durumunu daha da kuvvetlendirdi. Makedonya’da cemiyet eylemleri başladığında Üsküp’te demiryolu idaresinde görevli yabancılann çocuklan için açıl­mış bir Alman-Avusturya Okulu Firzovik’e yakın Saratishta köyüne yakın bir mahalde, Hayrullah isimli bir Arnavut bekçi ile komşusunun arsalarında piknik düzenleme karan almıştı. Yapılan düzenlemeye göre öğrenciler trenle piknik alanına getirilecek ve çeşitli eğlenceler düzenlenecekti. Cemiyet ve Başkimi örgütü bu pikniği firsat bilerek bölgede Avustur­ya’nın Kosova’yı işgal için trenle asker göndereceği şayiasını yaydılar. Her iki cemiyetin ortaklaşa yaptıklan “Avusturya askeri yolda. Kosova ikinci Bosna olacak. Camilerimiz kilise­ye tahvil olunacak" propagandası zaten Avrupa müdahalesi korkusuyla yaşayan bölge ahalisini dehşete düşürdü. Osmanlı makamlarının müdahalesiyle okul pikniği iptal edildi ama ok yaydan çıkmıştı. Kasaba ve köylere çığırtkanlar gönderilerek dinini, vatanını seven herkesin silahını alarak Firzovik’e git­mesi çağası yapılması üzerine Arnavutlar silahlı bir şekilde bölgeye akmaya başladılar. Bölgeye gelen kalabalıklar kendi­lerini dağılmaya ikna için gönderilen hükümet heyetini din­lemeyi reddettiler ve yabancılara piknik için arsalannı tahsis eden Arnavutların evlerini ceza olarak yaktılar. Daha sonra postahane işgal edilerek dört bir yana toplantıya davet telgraf- lan gönderildi. Durumun kontrolden çıktığını gören Sadaret, Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa’dan derhal güvenilir bir subayı bölgeye göndermesini istedi. O da Üsküp jandarma kuman­danı Miralay Galip Bey’i kalabalığı karışıklığa meydan ver­meden dağıtma vazifesiyle Firzovik’e yolladı. Halbuki Galip Bey Cemiyetin Üsküp Şubesi merkez komitesinde görevliydi ve çete harekâtını plânlayan heyetin de üyesiydi. Şubesi ken­disini toplanan Amavutlan, Başkimi komitesi üyelerinin de

yardımıyla kışkırtma ve Kanun-i Esasi talep etmelerini sağ­lamakla vazifelendirdi. Sayılan 20.000’i aşan kalabalık Galip Bey ve Arnavut komite üyelerinin telkinleri sonrasında bir besa vermeye (yemin etmeye) karar verdiler. Besa Arnavut kültüründe çok önemli bir kavramdır ve geleneğe göre besa veren bir kimsenin sözünden dönmesi mümkün değildir. Bu­nu sağlamak için Başkimi komitesine yakın bir hoca Cuma namazından sonra ahaliye elindeki Kur’anı göstererek Kanun­i Esasî’nin yürürlüğe konmasının şeriatın uygulanması ile eşan­lamlı olduğunu söyledi. Bunun üzerine kalabalık 19 Temmuz günü cemiyetin istediği yolda bir besa verdi. Ertesi gün Sada­ret ve Meşihat’a Sultan’a takdimi isteğiyle gönderilen telgraf­larla bu karar ve tüm ahali adına Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe konması talep edildi.55

Artık ihtilâlciler kontrolü iyice ellerine almışlardı. Sul- tan’ın konuya ilişkin görüşlerini talep ettiği vükelâ ve bölge valilerinden sadece Serasker Mehmed Rıza Paşa asiler hak­kında Askerî Ceza Kanunu’nun uygulanmasını istedi. Geri kalanlar münâsib lisanla itidal ve uzlaşma tavsiye ettiler. An­cak cemiyet hâlâ Rumeli’yi kontrol altına alarak Saray’ı tehdit etme ya da bölgedeki askerî birlikler ve gönüllülerden oluşan bir kuvvetle İstanbul’a yürüme seçenekleri arasında karar verememiş durumdaydı. 12 Temmuz günü Manastır’daki İngi­liz Konsolosu ile görüşen cemiyet mensubu bir yüzbaşı hare­ketin birkaç gün içinde daha da yayılacağını telgraf hatları ve tren ulaşımının cemiyet kontrolü altına alınacağını söyleyerek mahallî bir anayasal hükümet tesisi halinde İngiltere’nin ne gibi tavır alacağmı sordu. Ancak Dâhilî ve Haricî meıkez-i umumîler bunun yerine İstanbul’a doğru tam bir asır önce Alemdar Mustafa Paşa’nın Rumeli’den payitahta yürüyüşüne benzer bir harekâtın daha uygun olacağını düşünüyorlardı. Kendilerine göre aksi halde Sultan işi sürüncemede bırakabilir ve beklenmedik bir gelişme ile karşılaşılabilirdi...

21 Temmuz günü Manastır Şubesi cemiyetin selâmet-i umumiye komisyonunun şehir yönetimine el koyduğunu ilân ederek şehirde patlayıcı silahlar kullanmayı yasaklayan bir beyanname neşretti. Aynı gün Dâhili Merkez-i Umumî tüm şehir merkez komitelerine mühürlü zarflar içinde gönderdiği emirde 23 Temmuz Perşembe gününe kadar eylemlerini ta- mamlamalan’ ve hükümet direnirse 26 Temmuz günü başla­yacak İstanbul yürüyüşüne hazırlanmaları direktifini verdi. Aynı gece Kolağası Eyüb Sabri ve Mülâzım-ı sânî Mazhar Efendi komutası altında oluşturulan Ohri Millî Taburu’na çeteye çıkma emri verildi. Ertesi gün Cemiyet, Başkimi komi­tesiyle beraber Firzovik’deki kalabalığı Üsküp’e götürecek trenler tahsisini talep etti ve bu yapılmazsa trenlere el koyaca­ğını ilân etti. Cemiyet kontrolüne geçen Üsküp Garnizonu bu konuda kendisine başvuran valiye trenlerin şehre girmelerine engel olmayacağı cevabım verdi. Öğle saatlerinde Rume­li’deki tüm Avcı Taburları’na çete düzenine geçmeleri talima­tı iletildi. Talimat eline ulaştığında zaten dağa çıkmış olan 3.Avcı Taburu başta olmak üzere tüm birlikler emre uyacağı­m bildirdi. Aym gün Yüzbaşı Bekir Fikri Bey’e Grebene’de çeteye çıkma direktifi verildi. Yunan çetecilerine karşı kazan­dığı başanlar nedeniyle bir halk kahramanı olarak şöhret ka­zanmış olan Bekir Fikri Bey geride 410 kişilik bir ihtiyat kuv­veti bırakarak 390 kişilik çetesiyle dağa çıktı. Aym saatlerde Çemovo, Gevgeli, Nasliç, Koçana, Kırçova, Kesriye, Kaya­lar, Razlog ve Sarışaban’daki İslâm çetelerine kendilerine gönderilecek zabitlerin kumandasına girme ve millî bölükler adı altında eylemlere katılma emri iletildi. Filip Mişea aracılı­ğıyla temasa geçilen Ulah çete teşkilâtı ertesi sabaha kadar hazırlıklarım tamamlayıp çetelerinin en yakın millî birlik ya da çeteye katılacağım bildirdi. Manastır’da küçük bir İslâm çetesinin komutasım alan Yüzbaşı Hamdi Bey, VMORO sağ kanadına mensup gençlerin çetesine katılma arzusunu merkez şubesine ilettiğinde bu katılıma memnuniyetle izin verildi.

Bölge VMORO voyvadası Milen Matov’un şiddetle karşı çıkmasına rağmen birliğe katılan gençler ilk karma Makedon- İslâm çetesini oluşturdu ve çete için iki dilde flama yapıldı. Günün ilerleyen saatlerinde Manastır şubesi, Resne Millî Taburu, Ohri Millî Taburu ve Manastır çetesine o gece Tatar Osman Paşa’yı dağa kaldırma emrini verdi. Çercis Topulli ve Adem Bey çetelerinin de katılımıyla bu kuvvet Manastır şeh­rini bastı, Osman Paşa’yı kaçırdı. Bu kuvvet aynı zamanda tüm resmî binalan kontrol altına aldı ve tüm Rumeli’deki tüm yetkililere Kanun-i Esasî’nin ertesi gün yürürlüğe konacağını, direnenlerin derhal vurulacağını telgraflarla tebliğ etti.

Son olarak da özellikle ordu içindeki hareketi kontrol altı­na alabilmek amacıyla, Padişah hem Sadrazam’ı hem de Se- rasker’i görevden aldı. Avlonyalı Ferid Paşa’nın istifası 23 Temmuz’da kabul edildi.56

Diğer şubeler de 21 Temmuz günü Dâhilî Meıkez-i Umumî tarafindan verilen emir gereğince Mabeyn ve Sadareti telgraf bombardımanına tutmaya başladılar. Gevgeli’den gönderilen ilk örnekte olduğu gibi, birbirlerine benzeyen bu telgraflarda Kanun-i Esasî’nin yürürlüğe konması için 26 Temmuz’a kadar mühlet veriliyordu. Ancak Manastır şubesi herhangi bir cevap beklemeden 23 Temmuz günü 21 pâre top atışıyla Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe girdiğini ilân etti. Selanik’te günün erken saatlerinde polisler cemiyetin astığı afişleri indirmeye kalkışınca cemiyet fedaî teşkilâtmı devreye sokarak aynı polis memurlarına afişleri koruma göre­vini verdi ve polisler emre uydu. Artık otorite eldeğiştirmişti. Günün ilerleyen saatlerinde Rumeli’de pek çok şehir ve kasa­bada cemiyet şubeleri tarafindan toplanan kalabalıklar Kanun­i Esasî’nin ertesi gün yeniden yürürlüğe gireceğini ilân ettiler.

Aynı gün Rumeli’nin her yerinden cemiyet ve ahali adına imzalanan telgraflar Selanik’teki Müfettiş-i Umumîlik aracılı­ğıyla Sadaret ve Mabeyn’e gönderilmeye başlandı. 22 Tem-

muz’da Sultan buhrana bir çözüm bulmak amacıyla Mehmed Ferid Paşa’yı sadaretten azlederek yerine Mehmed Said Pa- şa’yı getirmişti.57

Ertesi gün yani kriz patlama noktasına geldiğinde yeni Sadrazam başkanlığında bir hususî komisyona meselenin çözümü hakkında rapor hazırlama görevi verdi.

Komisyonun Saray’da gerçekleştirdiği toplantıda konu de­taylı olarak ele alındı. Heyetin asker üyeleri ihtilâle katılan subaylan en sert ifadelerle kınadılar, sivil üyeler eylemin tah­rikçilerinin bulunması gerekliliğinin üzerinde durdular. Ama kimse koıkusundan taleplerin kabulüyle meşrutî idarenin yeniden tesisini tavsiye eden bir lâyiha kaleme alınmasını teklif edemedi. Toplantı devam ederken Sadrazam, Rumeli vali ve mutasarrıflarına bir telgraf göndererek komisyonun toplantı halinde olduğunu, siyasî buhranın ortasında Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe konmasının memleket yararına olup olmadığının tartışıldığını dolayısıyla herkesin olup bit­ti‘lerden kaçınmasının gerekliliğini bildirdi. Bu telgraf cemi­yet mensuplarına ve heyecan içinde bekleyen kitlelere iletildi­ğinde Dâhilî Merkez-i Umumî talimatına uygun olarak ikinci bir telgraf bombardımanı başlatıldı. Yeni telgraflarda hürriye­tin zaten ilân edilmiş olduğunu, hükümetin halkın meşru ta­lepleriyle ilgilenmediğini ileri sürülüyor ve İstanbul’a yürüne­ceği tehdidi tekrar ediliyordu. Bazı telgraflarda verilen süre içinde Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe konmazsa Veliahd Reşad Efendi’ye biat edileceği benzeri tehditler de dile getiriliyordu. Bu yeni telgraf dalgası Sultan’ı komisyona bir yetkili göndererek kendisinin meşrutî idarenin yeniden tesisine karşı olmadığı mesajını iletmesine yol açtı. Rahatla­yan komisyon üyeleri asileri en sert tabirlerle eleştirmekle birlikte aynı tedbiri tavsiye eden bir lâyihayı kaleme alıp Sul- tan’a sundular. Hemen bunu onaylayan bir irade sadır oldu ve gazetelere yetiştirildi. Jön Türk hareketi yıllardır beklediği sonucu elde etmişti.

Ertesi gün son bir çaba olarak Sultan’dan aldığı emirle Sadrazam Said Paşa, Selanik’te Rumeli Vilayeti Müfettiş-i Umumîsi Hüseyin Hilmi Paşa’ya tüm siyasî cemiyetlerin dağıtılması ve gösterilere son verilmesi talimatını verdi. Mesaj paşadan önce telgraf merkezlerini kontrol altına alan Dâhilî Merkez-i Umumî’ye ulaştı ve şiddetle reddedildi. Sultan’m 25 Temmuz’da Terakki ve İttihad Cemiyeti’ne Selanik Beyaz Kule etrafindaki bahçeleri hediye etmesi, on yıl müddetle Osmanh siyasî hayatına egemen olacak bir örgütün resmen tanınması ve ihtilâlin resmen kabul edilmesi anlamına geli­yordu. Osmanh dünyasında artık hiçbir şey eskisi gibi olma­yacaktı.58

Son söz olarak Prof.Dr.M. Şükrü Hanioğlu’nun 1908 Bel­geseli için yaptığı tahlil bilimsel açıdan önemli bir tespittir. Bundan dolayı bu tespiti olduğu gibi aktarma bir sorumluluk­tur.

İşkodra’dan Basra’ya uzanan bir alanda derin izler bıraka­cak olan 1908 İhtilâli bu coğrafyaya siyasî katılımdan anaya­sal haklara, siyasî partilerden seçimlere uzanan yeni kurum ve düzenlemeler getirmişti. Bu ihtilâl 1909 Yunan, 1910 Portekiz İhtilâllerinde görüldüğü gibi ihtilâlcilere örnek olmuş, 1911 Çin ve 1917 Bolşevik İhtilâlleri sonrasında bu özelliğini bü­yük ölçüde kaybetmesine karşın yukarıda belirtilen coğrafya­da günümüze uzanan etkiler yapmıştır. Şüphesiz bu etki, 1960 yılma kadar görev yapan ilk üç cumhurbaşkanının bu ihtilâlde değişik roller aldığı Türkiye’de, çok daha kuvvetle hissedil­miştir.

Son zamanlarda rağbet gören bir yaklaşımın tersine 10 (23) Temmuz bir halk hareketi olmaktan oldukça uzaktı. İhtilâlin son günlerinde ve sonrasmda ahali tarafindan gerçek­leştirilen gösteriler bu eylemin asker ve sivil bürokrasinin alt tabakalarını davasına kazanmış bir entelektüeller gurubu tara­findan planlanıp gerçekleştirildiği gerçeğini değiştirmez. Ni-

tekim bu gösterilerden fazla hoşnut olmayan îttihad ve Terak­ki Cemiyeti kısa bir süre sonra yayınladığı "Herkes İşinin Gücünün Başına Dönsün’’ beyannameleriyle bunlara set çekmek konusundaki kararlılığını ortaya koymuştu. "Anadolu ihtilâli” de benzer bir yol izlemiş ve başanya ulaştıktan sonra bürokratlar dışında harekete destek verenlerin siyasete katı- lımlannın asgarî seviyede tutulması yolunda adımlar atmıştı.

İttihad ve Terakki’nin bu alanda gösterdiği kararlılık aslın­da 1908 İhtilâli’nin ilginç ve fazla üzerinde durulmayan bir niteliğini de ortaya koymaktadır. Bu eylem aslında status quo’nun temel ilkelerinin devamını arzulayan, n.Abdülhamid rejiminin bu düzenin sürmesini sağlamakta yetersiz kaldığı için değiştirilmesini arzu eden ve "muhafazakâr eylemcilik” olarak tavsif edilmesi mümkün bir fikrî arka plâna sahipti. Diğer bir deyişle Daşnaktsutyun ile VMORO’nun örgüt ni­zamnamelerinden etkilenerek kurulan fedaî teşkilâtı, kendile­rine istediği kimse hakkında vereceği "vatana ihanet" hük­müyle infaz gerçekleştirme hakkı bahşedilen mahallî komite­leriyle eylemci bir nitelik kazanan İttihad ve Terakki bu ey­lemciliği gerçek anlamda ihtilâlcilik değil "İmparatorluk kurtarıcılığı ” ideolojik zemininde yapıyordu.

Bir anlamda 10 Temmuz, bütün ihtilâlleri sona erdirecek bir ihtilâl yaparak mevcut status quo’nun değişmesini önle­meyi amaçlayan bir eylem niteliği taşıyordu. Siyasî rejimin değişmesi liberal fikirler çerçevesinde değil bu rejimin bir ayrıntı olduğu status quo’nun, yani "temami-i mülkiyet "in, korunması için isteniyordu. Bu nedenle de status quo’nun devamının tehlikeye girdiği düşünüldüğünde eski rejimin baskıcılığını aratmayacak siyasetler uygulanmasında, kavânin-i muvakkate ile meclisin devre dışı bırakılmasında bir sakınca görülmüyordu. Erken Cumhuriyetin Meclisi bir siyasî katılım aracı olmaktan ziyade meşruiyet sağlayıcı bir bürokra­tik kurum olarak gören yaklaşımı ile bu alanda tam bir ideolo­jik devamlılık bulunduğunu belirtmek gerekir.

1908 İhtilâli sonrasında liberal bir parlamenter düzene ge­çileceğini uman çevreler büyük hayal kırıklığına uğramışlardı ama 1905 sonundan itibaren İttihad ve Terraki’nin onbeş yılı aşkın bir süredir Jön Türk çevrelerinde etkili olan entelektüel tartışmalan bir kenara bırakarak Türk unsurunun hâkim millet rolü oynayacağı bir Osmanlıcılık, anti-emperyalizm, Türk olmayan Osmanlı anâsırının ayrılıkçılık olarak yorumlanan hareketlerine engel olma ve İmparatorluğu muhafaza temelle­rine dayanan yeni bir ideolojiye yöneldiğini bilenler açısından yeni gelişmeler hiç de şaşırtıcı olmamıştı. Bu tarihten itibaren Ahmed Rıza Bey gibi pozitivizmi Osmanh resmî ideolojisi haline getirme hayalleri kuran entelektüeller gitgide aıka planda kainken, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım, Talât, Ömer Naci Beyler gibi komitecilik vasıfları ağır basan liderler ön plana çıkmışlardı. Ahmed Rıza Bey’in yorumlarından kendi­sinin bu kimselerin entelektüel kapasitelerini sınırlı bulduğu ve onlan küçümsediği anlaşılmaktadır. Ama bu kimselerin siyasî koşullan kendilerini beğenmeyen entelektüellerden çok daha iyi anladıklan şüphesizdir. Nitekim bu ideolojik yakla­şım İmparatorluktan ulus-devlete geçişin gerektirdiği ufak rötuşlar dışında Cumhuriyet resmî ideolojisinin de zeminini hazırlıyordu.

Bu gibi liderlerin elinde pragmatizmi şiar edinen İttihad ve Terakki temel amacı olan imparatorluk kurtancılığını gerçek­leştirmek için değişik siyasetleri uygulamakta bir sakınca görmüyordu. 1909’da Kanun-i Esasî’yi İslâmileştirccek deği­şiklikler yaparken aynı yıl Nizamî mahkemelerde ilâma rabt edilen şahsî hukuk davalarının Şer‘î Mahkemelerde rü’yetini yasaklayan bir kanun çıkartıyor; bir yandan gayrimüslimlere hakaret edenleri şiddetle cezalandırırken öte yandan İmam Yahya’ya gizlice Yemen’in dağlık kısmındaki Yahudileri Me­dine Paktı çerçevesinde idare yetkisi bahşediyor, herşeyin ötesinde Türkçü, İttihad-ı İslâmcı ve Osmanlıcı siyasetlerin hepsine aynı zamanda destek verebiliyordu. Bunu bir ideolo-

jik zafiyet olarak nitelemek mümkün olduğu gibi temel amacı elde etmeye yönelik anlamlı bir pragmatizm olarak görmek de hatalı qlmaz. Cumhuriyetin de Kadro hareketine gösterilen tepkide şekillendiği gibi katı bir ideolojiye aidiyeti arzulama­ması ilginçtir. Ancak ortada kurtarılacak bir imparatorluk kalmaması ve ulus-devlet inşaı misyonu Cumhuriyete bir dizi siyaseti daha kâtı biçimde uygulama imkânı veriyordu.

1908 İhtilâlinin getirdiği bir diğer değişiklik o zamana de­ğin yerel hanedanlar, tarikatlar ve bürokratik klikler aracılığıy­la yapılan siyasetin partiler tarafindan icra edilmeye başlan- masıydı. Anılan yapılar da kısa sürede kendilerini yeni şartlara uydurmuşlar ve siyasete bu yeni kanalla katılmaya başlamış­lardı. Ancak burada karşılaşılan temel sorun partiler arası mücadelenin eşit kurumlar arasında yapılmamasıydı. Kendini, vatanı felâketten kurtaran bir “cemiyet-i mukaddese” olarak kabul eden İttihad ve Terakki bu nedenle tüm partilerin üze­rinde olduğunu düşünüyordu. Bunun sonucunda ise ona mu­halefet vatan hainliği ile eşanlamlı oluyordu. İttihad ve Terak­ki kendine muhalefet gibi bir rolü asla uygun görmediği gibi iktidan tekelinde tutmak için her çareye başvurmaktan çe­kinmiyordu. Muhalefetin de iktidan ancak eylemle ele geçir­menin mümkün olduğuna kanaat getirmesi nedeniyle bu alandaki değişimler seçimler yoluyla gerçekleşmiyordu.

İttihad ve Terakki’nin entelektüelizmden daha basit ve da­ha milliyetçi bir çizgiye kayması ve “muhafazakâr eylemcili­ği” fobu radikalizm ile kanştınlmamalıdır, şiar edinmesi, bu örgütün genç subaylar arasında hatın sayılır bir taraftar kitlesi bulmasına yol açmıştı. İhtilâlin vurucu gücü bu subaylar ol­duğu gibi bu kitle orduyu, tedricen ve hiyerarşiyi darmadağın ederek, kontrolü altına almıştı. 1913 yılında tamamlanan bu süreç sonrasında ordu Colmar von der Goltz’un kuramı çer­çevesinde “bir Osmanlı Millet-i müsellahası ” yaratmak ama­cıyla siyasetin önemli aktörlerinden birisi haline gelmişti. Bu bir anlamda 1826’da siyaset dışına kaydınldığı düşünülen bir


kurumun yeniden ve değişik bir şekilde siyasete ağırlığını koyması demekti. Bunun ise modem Türk siyasetindeki den­gelere kadar uzanan etkileri olduğu şüphesizdir.

Erzurum Kongresi’nin bu anlamlı günde başlatılması Mü­tareke döneminde de bu en önemli Osmanlı millî gününe gösterilen saygının ilginç bir örneğiydi. Ancak ulus-devlet ya­ratılması sürecinde 10 Temmuz tarihi fazla ehemmiyet taşı­mayan bir ayrıntı haline geldi. Buna karşın, onun İşkodra’dan Basra’ya uzanan bir coğrafyanın günümüzdeki şekillenme­sinde hayatî roller oynadığını unutmamak gerekir.59


BÖLÜM V

1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ


“Akıllı olmak da bir şey değil, mühim olan o aklı yerinde kullanmaktır. ’’

DESCARTES

1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ

Selanik’te devrimci düşüncelerin yayılması örgütlenmele­rin kolaylığını getirir. 1906 Osmanlı Hürriyet Komitesi işte bu bağlamda kurulur.' Bunların içinde Türkler, Müslümanlar ve Osmanlı devletini doğru yönetmek isteyen liberal, aydın ve yurtseverler vardır.

Aynı anda Anadolu kaynamaktadır. Gün geçmiyor ki İs­tanbul’a bir huzursuzluk ve isyan haberi gelmesin. Özellikle isyanların bir kısmı bütün ahalinin katılımı ile gerçekleşmekte ve yerli yöneticiler ya saklanmakta ya da kaçmaktadırlar.

1906 Ocak ayında Kastamonu’da belediye seçimlerinde vergileri ağır bulan halk seçimleri boykot etti. Talepleri ce­vapsız kalınca vilayet konağı önünde kitle toplandı.2 Halkın isteği doğrultusunda saray valiyi azletti.3 Aynı dönemde Mu­sul’da da vergi yüzünden ayaklanma çıkmıştı. Kastamonu’da bu tepkileri Müslüman, Ermeni ve Rumlar birlikte gerçekleş­tirmişti.4 1906’da Erzurum kenti gerçek bir başkaldınya sahne olmuş ve yerel küçük burjuvazi, subaylar ve memurlar katıl­mıştı.5 Ayaklananların isteği doğrultusunda Saray Diyarbakır valisi olan Ata Bey’i atadı. Vali İstanbul’dan verilen kovuş­turma emrinde ayaklanmanın tek bir meıkezden-İttihat ve Terakki Cemiyetinin Paris’teki merkezinden-yönetilmekte olduğuna dikkat çekmişti.6

Erzurum’daki Ekim ayaklanması yalnızca adaletsiz vergi­lendirmeye karşı bir isyan olmaktan çıkmış, kurulu düzenin şiddetle reddedildiği tam anlamıyla devrimci bir harekete dönüşmüştü. Özellikle vali ve polis komiserlerinin huzursuz­luğun ve şiddetin boy hedefi haline gelmeleri de Abdülha- mid’in Mutlakîyetçi rejimine duyulan öfkeden kaynaklanı-

yordu. Yeni konan vergilerin halk tarafından ödenmemesi ve protesto sonunda valilerin görevden alınmak zorunda kalın­ması Türkiye tarihinde eşsiz bir olay olarak yorumlanarak İstanbul’daki merkezi hükümette büyük endişe yaratmıştı.7 Abdülhamid’in Hafıyeleri Şubat ayından itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin saflan arasına sızmayı başarmışlardı; Devrimci hareketler hakkında soruşturma yapmak üzere, sarayın bir teftiş heyeti göndermesinin ardından ilk tutuklama dalgası geldi.8

Bunun üzerine 27 Aralık 1907’de Paris ve Selanik İttihat ve Terakki Cemiyetleri birleşerek kongre topladılar.9 Ahmet Rıza Bey’in yönetiminde Prens Sabahattin gruplarını ve Daşnak Ermeni militanlannı bir araya getirerek10, bir rapor hazırladılar. Rapor Meşveret’te yayınlandı.11 Kongre yirmi oturum sürmüş ve üç anlaşma sağlanmıştı:

—Tüm örgüt üyeleri, oy birliğiyle, Sultan’ı tahttan feraga­te zorlamaya ve ancak ondan sonra silahlarını bırakmaya ka­rar vermişlerdi.

—Örgüt üyeleri, tüm Osmanlılar için eşitlik ve özgürlük temeline dayanan bir temsili meclis yani parlamentonun ku­rulmasına karar vermişlerdir.

—Bu amaçlara ulaşmak için banşçı ve devrimci yollann araştınlmasına yönelik sürekli bir komitenin kurulması onay­lanmıştır.

Komiteye bildirilmesi kararlaştınlan dört eylem vardı:

—Genel ayaklanma

—Hükümete karşı silahlı direnme ve genel grevlerle oluş­turulacak silahsız karşı koyma eylemleri.

—Vergi ödememe gibi pasif direnme yöntemlerinin uygu­lanması.

—Ordu içinde örgütlenerek, devrim sırasında ordu gücünü yanına alma.

Kongre de alınan kararların halka ulaşması ve sonuç alın­ması beklenmeksizin genç subaylar bunları emir telaki ederek harekete geçiyorlardı. 6 Temmuz’da Niyazi, Resne civarında­ki Bulgarlara ve halka vergi vermeme çağnsı yaparak 200 adamıyla dağa çıktı.12 1907’de İngiliz-Rus yakınlaşmasınm Reval’de duyulması Jön Türkleri devleti parçalanmaktan kurtarmak ve Anayasayı yürürlüğe koymak için kamçılamış­tı.13 Saray ise askere Resne’deki isyanı bir Sırp ayaklanması, İttihat ve Terakki Cemiyetini de Hıristiyanlık taraftan ve İs­lamiyet düşmanı bir kuruluş olarak tanıtmaktaydı.14 Aynı gün cemiyet Manastır’daki büyük devletlerin konsolosluklarına Fransızca yazılmış bildiriler gönderiyordu. Bu bildirilerde saray hafiyelerinin imparatorluğu meydana getiren çeşitli unsurların birbirlerine olan güvenlerini yıkmaya uğraştığı, İttihat ve Terakki’nin ise bu davranışa karşı olduğu söylen­mekteydi.15 Niyazi’nin arkadaşlanyla dağa çıkmasından sonra Makedonya’da karışıklıklar artmıştı. Enver Bey ve diğer genç subaylar bu yolu takip etmişti. Sarayın hafiyeleri gelişmelerin önüne geçemiyorlardı.

A)     DEVRİM-UMUTLAR-DÜŞKIRIKLIKLARI- TEPKİLER

1908 Temmuz’unun başlarında, sarayın adamlarına karşı öldürmeler artınca, Abdülhamit git gide açıkça bir başkaldırı­ya dönüşen hareketi bastırmak amacıyla, bir ordu gönderme­ye karar verdi. Ayın ortalarına doğru, Anadolu’dan Make­donya’ya ayaklanmayı bastırmak için 18.000 asker yollandı. Ne var ki askerler ayaklanmayı bastıracak yerde ayaklananlar­la birleşti.16 Bu devrimin dönüm noktası olmuştu. Ancak taş­radaki bu yoğun muhalefet ve ayaklanmaların tersine Başkent İstanbul’da hiçbir hareket yoktu. Bunu da yoğun sansür poli­tikasına bağlamak mümkündür.17 Ancak suikastlar, görevden almalar ve göreve atamalar hızla devam ediyordu. 23 Tem­muz günü Makedonya’da meşrutiyeti ilan etme düşüncesi, ittihatçıların 22 Temmuz gecesi SELANİK’te Manyasizade

Refik Bey başkanlığında toplandıkları sırada kararlaştırıldı.ıx Manastır vilayetinde harbiye mektebi ders nazın Vehip Bey (Paşa) tepmen “Hürriyet” adı verilen meydanda 10 Temmuz (23 Temmuz 1908) Perşembe günü 60 numaralı top arabası üzerinde Meşrutiyeti “açış ” nutkunu irad etmesi milyonlarca insanın meşrutiyeti mucize ile aynı manada anladıklarını bir kere daha ispat etmiştir.19 24 Temmuz’da İstanbul ve impara­torluğun büyük kentleri, Abdülhamit despotluğunun sona erdiğini öğreniyordu sevinç içinde. Yollarda çarpıcı sahneler görülüyordu; bütün cemaatlerden insanlar, Ermeniler, Rum­lar, Bulgarlai', Türkler, Amavutlar birbirlerini kutluyor ve sarmaş dolaş oluyorlardı.20 Bulgar çetelerinin başı “Dağların kralı” Sandansky barış, özgürlük, kardeşlik üzerine nutuklar çekiyordu." Türk, Rum, Ermeni Bulgar ve Musevilerden oluşan yüz bin kişilik grup Beyazıt Meydanı’nda kutlamalara katıldı.22 Ermeni kilisesinde özgürlük ve adalet uğruna canla- nnı vermiş Müslümanların anısına Ayin-i Ruhani yapıldı. Ancak devrim herhangi bir sınıfa dayanmıyordu. Kendini buıjuva olarak nitelendirmesine rağmen, sınıflanyla bağlarını kuramamışlardı. Devleti, halklann birliği ve ülkenin bütünlü­ğü içinde kurtarmaya çalışırken, parçalanmanın ön koşullarını hazırlamışlardı.24

Bu arada devrim şenliklerle kutlanırken İttihat ve Terakki önderlerinin ya da üyelerinin kutlama marşı olarak “La MarseUles ” i (Fransız devriminin ve Fransa’nın ulusal marşı) söylemeleri esin kaynaklarını açıkça ortaya koyuyordu.25

Ancak devrimin coşkusuna rağmen Abdülhamit’i tahttan indiremedi. Çünkü Anayasayı yürürlüğe koyan oydu, İttihat ve Terakki yöneticileri kamuoyunun bu desteğine karşın ilk etapta onu indiremedi. Ancak Abdülhamit’in (Sadrazamlık makamı için) Said Paşa tercihi karşısında İngiliz yanlısı Kamil Paşa’yı destekledi.26

Devrimden sonra yapılan seçimlerde de İttihat ve Terakki diğer etnik ve dini topluluk temsilcileriyle anlaşıp (Meclisteki) 288 sandalyeden % 50’nin üzerinde27 sandalye kazansa da iktidarlarını perçinleyemediler. Bunun nedeni yerli eşrafi aday göstermek zorunda kalıp parti disiplininden taviz vermeleriy- di.a

Ancak Jön Türklerin hazırlıksız olduklan sadece marş ve iktidan ele geçirmek değildi. Birlik sorununu hangi meıkezde gerçekleştirecekleri konusunda her hangi bir modelleri yoktu. Birinci hedefleri Müslüman olsun olmasın imparatorluktaki özeıklikçi ya da aynlıkçı eğilimlerin sona ermesiydi. Bu hızlı değişmeler, otuz yıllık birikimle gelen özgürlükler "Hür­riyet sarhoşluğuna” dönüşmüş, taşkınlıklar ve disiplinsizlik, vergiyi reddetme, memurların daireye, öğrencilerin okula gitmemelerine kadar ilerlemişti.30 Basında da büyük patlama oldu. 24 Temmuz’dan sonra 1908-1909 arası 350 adet gazete ve süreli yayın dolaşıyordu imparatorlukta.31 İmparatorluk birçok ilk ile 1908'den sonra tanışmaya başladı. İlk kadın der­neği (Teali Nisvan cemiyeti ), ilk grev vb. bu arada yeni ve değişik düşünceler İttihatçılarla birlikte imparatorluğun deği­şik yerlerinden İstanbul’a geliyordu. Bunlar içinde en kararlı görünenler İslamcı görüşü savunan, liberal ve modem bir çizgisi olan M. Akif in önderliğinde ‘‘Sırat-ı Müstakim” ile tarikatçı yönü ağır basan “İttihad-i Muhameddi Cemiyeti” ile “Türkçü 'lüğü savunup Kafkasya’dan gelen milliyetçilerdi.

B)    31 MART OLAYI VE İSLAMCI İVMENİN DÜŞÜŞÜ

31 Mart olayı tarihte en çok yazılan ve tartışılan olaylardan biridir. (Türk düşün ve tarih yazınında Abdülhamit ile birlikte zıt bir şekilde yazılıp tartışılan 31 Mart olayı tarafların bakış açısına göre övünülen ya da yerilen bir konu olma dışında bir dönüm noktası olması açısından da önemlidir) Kimileri için gerici—şeriatçı bir ayaklanma, kimileri için talihsizlik, kimileri

içinse gerekli ve şanlı bir isyandır. Nedenlerini de farklı nite­leyenler vardır: Birinci görüş Abdülhamit’i, ikinci görüş mu­halefeti,.üçüncü görüş ise İttihat ve Terakki’yi sorumlu tutar.32 Abdülhamit olayla kesinlikle ilişkisi olmadığını hatıralarında belirterek33, sorumlu olarak İttihat ve Terakki’yi gösterir.

Sonuçta 31 Mart (yeni takvimle 13 Nisan 1909) olayı alay- lı-asker-softa bağlaşması aracılığıyla muhalefetin yaptığı so­nuçsuz kalmış bir hükümet darbesi girişimidir.34 İsyancılar bir takım yöneticinin görevden uzaklaştırılması ve isyana katılan askere dokunulmamasını istemiştir.35

Yukanda isyana katılıp istemlerini sıralayan asker (alaylı ulema ve muhalefetin ortak birleştireni şeriat idi) Osmanlı İmparatorluğu tarihindeki ayaklanmalann temel sloganı olan “Şeriat isteriz”! ilk defa İslam hukuku anlamında kullanılı­yordu; daha önce( Şeriat) adalet anlamında kullanılmıştı (ya da kulanılıyordu); çünkü şer-i hukuk geçerliydi.

İsyancılar İstanbul’u ablukaya alırken hareket ordusu Se­lanik’ten yola çıkıp İstanbul’a vardı ve büyük bir kanşıklık olmadan Başkent’e hâkim oldu.

31 Mart olayı her zaman itibar ve taraftar bulan İslamcı görüşün etkisinin azalmasına ya da dondurulmasına yol açtı. Buna karşın İttihat ve Terakki Cemiyeti Abdülhamit’i indir­mek için bunu bahane olarak kullandı. Meclis-i Mebusan’dan karar, Şeyhülislam’dan fetva alarak Abdülhamit’i azletti.36

31 Mart olayıyla İslamcılar düşüşe geçerken, ordu vc genç subaylar öne çıktı. Bunlarla birlikte Türkçü görüşleri savunan­lar büyük avantaj elde ettiler ve görüşlerini iktidara benim­setmek için rakipsiz bir duruma yükseldiler. 1908’den sonra Türk demekleri ve basın yoluyla iktidan etkileme yanşına girdiler.


199 ______ 1908 İHTİLALİ ’NtN ANADOLU CEPHESİ C) TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ - DERNEKLER - YAYINLAR

1908 Devrimi ile Türkiye’ye gelen Kafkas kökenli Türkçü düşünürler Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura’nın İttihat ve Terakki ile ilişkiye girmesinden daha önce kayıtlı olan Ziya Gökalp gibi düşünürler İslam’dan kopmadan Milliyetçi çizgi­leri farklı da olsa savunuyorlardı. Ancak hem Jön Türiderin illegal olmasından kaynaklanan konumu hem de çok dinli ve çok etnili Osmanh İmparatorluğu egemenlik alanlarına hitap ettiği için, tek bir ırka dayalı görüşlere pek itibar edilmiyor ancak tamamen reddedilmiyordu. 1908 devriminden sonraki özgürlük ortamında çok sayıda demek (etnik ve dini kökenli) ile yayın ortaya çıkıp faaliyete başladı.37 Türk milliyetçiliğini etkin kılmak isteyenler de fikirlerini yaymak ve tekin olmak için demek ve yayın yolunu seçtiler. 1908’den sonra Türk milliyetçiliği fikrine dayanır, demek ve yayınlar şunlardır:

1)     Türk Derneği

25 kanunu evvel 1324’de (8 Ocak 1908) kurulan Türk demeği Yusuf Akçuraoğlu’nun önderliğinde ve başkanlığında kurulmuştur. T.Z.Tunaya demeğin (Türk demeği) amacını şöy­le belirtmektedir:

"... Nizannamesinin birinci maddesine göre tamamıyla harsi (kültürel ve ilmi gayri siyasi) ve Türkçülük gayesiyle kumlan ilk teşekküldür. Maksadını yaymak için muhtelif umumi dersler tertip, risaleler ve Türk derneği adiyle de bir mecmua neşretmiştir. Türk derneğine ittihat ve Terakki ’de ilgi göstermiştir. 1912 yılında faaliyetini durduran dernek kumlan Türk Ocağı ’na geçmiştir. ’’

2)     Türk Yurdu Cemiyeti

31 Ağustos 1911 ’de kumlan Tüık Yurdu Cemiyeti’nin iki temel amacı vardı. Birincisi Tüık öğrenciler için “Talebe yurdu” yaptırmak. İkincisi ise; “Türklerin zekâ ve irfanca seviyelerinin yükselmesin, irade ve teşebbüs sahibi olmalarına


hizmet etmek üzere bir gazete çıkarmak”.39 Kurucusu Şair Mehmet Emin Erzurum valiliğine atanınca imtiyaz sahipliği Akçura’ya geçen "Türk Yurdu” dergisinin ömrü cemiyetten daha fazla oldu.40 Demek ve elamanları daha sonra demeğin yayın organı olacağı "Türk Ocağ ’ına ” katılmıştır.41

3)     Türk Ocağı

(Türk Ocağı Derneği’nin) Fiili kuruluş yılı 3 Temmuz 1911’dir. Askeri tıbbiyeli üyeler, münevverler toplanıp bir demek kurma kararı alarak resmen 15 Mart 1912’de “Türk Ocağı ”nm kuruluş dilekçesini resmi makamlara vermişler­dir.^

Türk Ocağı her ne kadar nizamnamesinde siyasetle uğ­raşmayacağını (madde-3) söylese de faaliyetlerinde ve yayın­larında; Osmanlıcılık, aldatıcı Tanzimat hatta İslamcılıktan (kâbuslarından)43 kurtularak Türk milleti fikrine dayalı kültü­rel ve ekonomik faaliyetlerin önemini savunmuştur. Bu faali­yet alanlarının içinde sanat konusu da vardı. İttihat ve Terakki hükümetinin muhalefetine rağmen kadın sanatçıların piyes­lerde rol almasını sağlamıştır. Türk Ocağı’nın kısa sürede büyük ilgi ve taraftar toplaması ve Ziya Gökalp’in Ocak mer­kezi idare heyetine girmesi ile İttihat ve Terakki’nin ilgisini çekmiş, "Türklük İhtida ve ocağın doktrinini” kabul etmiş­tir.44

Türk Ocağı’nın kuruluşunda "Türkçülük” görüşünü savu- nanlann arasında demeği kapma yönünden ayrılıklar olmuş, 190 tıbbiyeli tarafindan davet edilen Akçura45 demek yöneti­minde etkin olamayınca kendisinin kontrolü altında olan Türk Yurdu’nda küçük bir yer ayırtarak kırgınlığını ortaya koymuş­tur.46

Türk Ocağı etkisinden dolayı İttihat ve Terakki tarafindan kabullenirken, Osmanlıcı ve İslamcı olan parti kurumlannca ırkçılıkla suçlanmakta ve eleştirilmektedir.47 İttihat ve Terak­ki’nin tasfiyesinden sonra İstanbul hükümetlerinin yoğun bas-

kışı sonucu 1920 yılında faaliyetlerini durdurmuş, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra daha yoğun bir şekilde faali­yetlerine başlamıştır.

Türk Ocağı; Türkçülüğün yayılması ve giderek İttihat ve Terakki içerisinde geniş bir kabul görmesinde en etkin olan demektir. Gerek ideolojik yapısı gerekse üyelerince Osmanlı devletinden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri ya­pısı temellerini atan unsurlan bakımından önemlidir. Türk Ocağı’ndan sonra kurulan milliyetçi demekler gerek ideolojik gerekse faaliyet yönünden etkin olamamışlardır. Şunlardır:

—İstihlak-i Milli Cemiyeti: Aralık 1912’de kurulan ce­miyet daha çok iktisadi yönden milliyetçilik yapmış, yerli malı üretimi ve kullanımını savunmuştur. İstanbul’da etkin olmakla birlikte İttihat ve Terakki ile uyuşamamış. Siyasi gelişmeler karşısında yetersiz kaldığından dolayı belli bir süre sonra sessizce kapanmıştır.

—Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti: 21 Nisan 1916’da kurulan cemiyet; faaliyet alanı olan Türkçülüğü eğitim ala­nında kurumlaştırma çabalan göstermiştir.5

—Halka Doğru Cemiyeti: 28 Aralık 1917’de kurulan cemiyet; İttihat ve Terakki’nin milliyetçilik doktrinini, halkçı­lık yönünde ilmi, harsi ve terbiyevi unsurlarla uygulamayı amaçlamış, mütareke devresine kadar yaşamıştır.51

Yukanda anılan ve Milliyetçi (Türkçü) ideoloji temelinde kumlan demekler ve cemiyetlerden en etkin vc en uzun ömür­lüsü “Türk Ocağı ” oldu. (Türk Ocağı)Kendisinden önce ku­mlan “Türk Demeği ” ve “Türk Yurdu Cemiyeti ’ni" bünyesi­ne katarak, Türkçülüğün bütün seçkin simalannı çatısı altında toplamış, İttihat Terakki yönetimi ve hükümeti üzerinde etkin olmuştur. Ocak, görüşlerini yayınlan yoluyla yayıp, etkisini yazılı alanda da gösteriyordu. Türkçü çizgiyi savunan yayınla­tın en önemlileri şunlardır:

a)-Türk Derneği Dergisi

25 Aralık 1908’de kurulan Türk Demeği, Türkçülüğün ge­liştirilmesi doğmltusunda birkaç kitap yayınladıktan sonra 1911 yılında "TürkDerneği” adlı bir dergi çıkarmaya başla­mıştır.52 Ancak 7 sayı yayımlanan dergi53 "Türklüğe dair tetebuatı havi ayda bir çıkar" başlığı istikrarsızlığı yüzünden bir daha çıkmayacak ama sonradan önemli bir kilometre taşı olacaktır.

b)-Genç Kalemler

Selanik’te çıkan Genç Kalemlerim ikinci cildinin ilk sayı­sında çıkan "Yeni Lisan ” başlıklı Ömer Seyfettin’in yazdığı54 makale büyük tartışmalara yol açmıştı. Makalede "Türkler ancak kuvvetli ve ciddi terakki ile hâkimiyetlerini mevcudiyet­lerini muhafaza edebilirler. Terakki ise ilmin fennin, edebiya­tın hepimiz arasında intişarına bağlıdır. Bunları neşr için lazım olan milli ve umumi bir lisandır. Milli ve tabii bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat yine bu günkü gibi muamma ha­linde kalacaktır. Ancak zevk ve şehvet, riya temellük mevzula- rına layık olan o süslü lisanı, eski lisanı, beş asırlık bir man­tıksızlığın, bir tuhaflığın doğurduğu dünkü Türk lisanını terk edelim. Esaslarıyla kaideleriyle yaşayacak olan, konuşulan Türkçe’mizi yazalım”55 derken, Köprülüzade Mehem Fuat- Fuat Köprülü "Yeni Lisanı” sert bir dille eleştirmiştir.56 An­cak daha sert eleştiri Rübab dergisinde Yakup Kadri’den gel­miştir.57 Ziya Gökalp’in katılmasıyla Türkçülüğün sözcüsü konumuna yükselen Genç Kalemler yayınına iki yıl devam etmiştir.

Genç Kalemler'm yazı grubunun İttihat ve Terakki ile il­ginç bir bağı vardı. Birinci ciltteki Başyazar Netimi Merkez-i Umumi’nin kâtibi "Yeni Lisan ”ın yazan Ömer Seyfettin ha­reket ordusunda subaydı.58 Genç Kalemler in önemli yazarlan hemen her gün İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde buluşup ede­biyat ve felsefe konularını tartışırlardı.5 "Yeni Lisan" ilerde

203 ______ 1908 İHTİLALİ'NİN ANADOLU CEPHESİ   milliyetçi yönü ağır basacak olan İttihat ve Terakki Cemiye- ti’nin uygulamaya ilk koyacağı unsurdur ve Türk milliyetçili­ği Türkçe’nin anayasada zorunlu olmasıyla siyasete ağırlığını koyacaktır. Arapça ve Farsça kelimelerin dilden atılması ve yeni lisan yaratılması60 kumlan Türkiye Cumhuriyeti’nin de önemli uğraşlarından biri olacaktır.

c)-Türk Yurdu

19H’de imtiyazı ve müdürlüğü alan Yusuf Akçuraoğlu önemli maddelerini şöyle sıralamıştı:

—Dergi Türk ırkının mümkün olduğu kadar çoğunluğu ta­rafindan korunup anlaşılacak bir şekilde yazılacaktır.

—Dergi bütün Türklerce kabul edilecek bir ideal ortaya çıkarmaya çalışacaktır.

—Dergide Türklerin tanışmalarına, ekonomi ve ahlakta yükselmelerine, ilim ve teknikte zenginleşmelerine hizmet eden konular çoğunlukta olacak, siyaset bunlardan sonra ge­lecektir.

—Türklerin birbirleriyle tanışmaları için, Türk dünyasının her yerinde olup biten, özellikle kardeşler arasında sevindirici veya üzücü olan olaylar ile Türk dünyasının ötesinde berisin­de ortaya çıkan fikir akımlan anlatılacaktır. Türk ırkının çeşitli kavimlerinde doğan edebiyat ürünleri, ırkın bütün fertlerine duyurulacaktır.

—Dergi Osmanlı devletinin iç politikasından söz ederken hiçbir siyasal partiden yana olmayacak, ancak Türklüğün Türk unsurunun siyasal ve iktisadi çıkarlarını savunacaktır. Türk Unsurunun çıkarlarını savunurken, öteki azınlıklar ara­sında anlaşmazlıklar doğmasından kaçınılacaktır.

—Dergi Osmanlı Tüıkleri arasında Türk milli ruhunun ge­lişmesi ve desteklenmesine idealsizlikten doğan tembellik ve kötümserliğin ortadan kaldınlmasına çalışacaktır. Çoğunlukla

hiçbir dayanağı olmayan abartılmış Batı korkusundan da bu milleti kurtarmaya elinden geldiği kadar uğraşacaktır,

—Derginin devletlerarası düzeydeki asıl amacı, Türk dün­yasının çıkarlarını savunmaktır.

Derginin yazarları arasında Rusya’dan göçen ya da Rus­ya’da yazanların (sayısı) az olmasına rağmen, (Rusya Köken- likler) dergide etkin olmuş ve Pan-Türkist yönelim kazan­dırmışlardır.61 Ayrıca Yusuf Akçura’nın yazdığı vc Türk mil- liyetçiğinin dönüm noktası sayılan üç tarz-ı siyaset adlı maka­le dizisinin getirdiği kazanımlarla Pan-Türkist görüşler daha fazla yer alabiliyordu. Ahmet Ağaoğlu ve diğer yazarlarda bu temelde salt Osmanlıcı ve İslamcı teorilere karşı çıkarken62 Ziya Gökalp Balkan Savaşı’ndan sonra “Türkleşmek, İslam­laşmak, Muasırlaşmak’’ başlıklı yazı dizisinde yeni bir bakış açısı getirmiştir. Daha ilerde geniş bir şekilde ele alacağımız dizinin ilk yazısında Tanzimatı eleştirmiş ancak Osmanlılığın ve İslamlığın sonuçta Türklükle buluştuğunu savunmuştur. Osmanlılık modeline Diyarbakır’da yayımlanan Peyman gazetesinde çok uluslu ABD modelini Osmanlı için bir örnek göstermiştir.63 Türk Yurdu’na İslamcılık adına en büyük eleş­tiri Süleyman Nazif ten gelmiş ve Türk milliyetçiliğinin kar­deşliği yok ettiği ve milliyetçiliği dışlayan İslam’ı bozduğunu iddia etmiştir.6* Buna cevabı Ağaoğlu Ahmet verdi ancak bu cevap daha çok kavramlar üzerindedir.65 Bunun dışında İs­lamcılıkla vc Türkçülükle ilgili tartışmalar çıkmamıştır.

Daha sonraki tartışmalar İttihat ve Terakki’nin uygulama­ları ile ilgili tartışmalar olduğu için İslamcılar “Türkçü” poli­tika ya da görüşü tamamen reddettikleri için uygulamaların İslam’a aykınlığı ve çağdışılığı üzerinde durmuşlardır.

Türk Yurdu dergisi demek kapatıldıktan sonra da faaliyeti­ne devam etmiştir.

Türk Yurdunda Marksist Parvus iktisadi konularda yazı yazmıştır. Parvus ele aldığı konularda Avrupa emperyalizmi-

nin durumunu göstererek Osmanh iktisadi ve mali sisteminin perişanlığını ortaya koyarak okuyucular üzerinde iktisadi milliyetçilik yönünde etkide bulunmuştur.66 Türk Yurdu Yu­suf Akçuraoğlu’nun bazı ufak aralarla yönetiminde yayın hayatını 8 yıl sürdürmüştür.67

D)     LİBERALİZMİN BELİRSİZLİĞİNDEN MİLLİ­YETÇİLİĞE; İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ

31 Mart isyanının bastırılması sonucu İttihatçılar zayıf noktalarının ortaya çıktığını ve ders çıkanlması gerektiğini anlamışlardı. Ayrıca işyarım ordu tarafindan bastırılması or­duyu hukuktan üstün konuma çıkarmıştı ve Cemiyet reform çabalannda orduya ilişmiyordu.68 İttihat ve Terakki Cemiyeti muhalefetteyken eğilim duyduğu Türkçülüğü iktidara geldik­ten sonra bastırarak ters bir durum ortaya çıkarmıştır. Ancak 31 Mart isyanı Arap ulusçuluğunun İslamcı politikayla bastırı- lamamış olması, bunun yarımda Bulgaristan’ı, Doğu Rume­li’yi, Bosna-Hersek’i, Mısır’ı, Tunus’u ve Dobruca’yı kay­betmiş69 olması ve Türkçülük akımının etkili olması İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni yeni politikalar alanma sokmuştur. Özel­likle İttihat ve Terakki hükümetinin Türkçeyi Anayasaya resmi dil olarak koyması taraflar ve karşıtlar (Arap, Arnavut, Kürt. Ermeni, Rum) arasında yoğun tartışmalara yol açmıştı. Rıza Tcvfik taraftar olarak karşıt bir mebusa şu açıklamayı yapmıştı: “Mecliste Türkçe konuşulmasının nedeni burasının ne kilise ne de üniversite olmasıdır. Burası millet meclisidir. Millet Osmanlı milletidir, Kanun-i Esasiye göre burada Türk­çe konuşulur. ”70

Anayasada zorunlu resmi dil Türkçe olunca yukandaki mantık İlkokullarda da İttihatçı hükümetin döneminde Tüık- çeyi zorunlu dil durumuna getirdi.71 Buna karşı başta Rumlar olmak üzere diğer azınlıklar direnişe geçti, bunun Türkleştir­me olduğunu öne sürdüler. Özellikle Makedonya’da Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, Amavutlar tarafindan karalı bir muhalefet

gören bu tutum72 Türk olmayan Müslümanlarda da büyük tepki gördü. Onlarda bunu Türkleştirme olarak görüyorlardı. En büyük tepki Araplardan gelmişti. Birçok tarihçi tarafindan bu tutum Arap milliyetçiliğinin ivmesini hızlandıran olay olarak gösterilir. Arap gençlerinden Kabil Gömen, bir Fransız gazetesinde o dönemin havasını şöyle yansıtmaktaydı:

“Genç Türkler bize Türkçeyi kabul ettirmeye kalkıştılar. Biz ise pek haklı olarak dilimizden, dinimizden, kanunlarımız­dan, ibadetlerimizden, Kur’an’dan, halifeliğin dili olan Arap­ça ’dan memnunuz ve müftehiriz. ”73

İttihatçıların bu politikalan en belirgin şekilde bastırılmış muhalefetin katkısıyla sonuçlarını 1912-1913 Balkan sava­şında verdi. Tek tek bağımsızlığına kavuşan Balkan devletleri OsmanlI’dan belli toprak parçalarını koparırken74, Müslüman milletler Halifenin yanında yani Osmanlı padişahının yanında yer almamışlardı.75 Bu Osmanlı devletinin Abdülhamit vası­tasıyla yürüttüğü ve İslam unsurlara dayalı İmparatorluğu diriltme çabalarının sonuydu. Çünkü İmparatorluk içindeki İslam unsurlar olan Araplar, Kürtler, Amavutlar kendi ulusal kurtuluş hareketleri yönünde örgütler ve demekler kurmuş, kendi bağımsızlıklannı elde etmek için OsmanlI’nın rakibi konumunda olan Fransa ve İngiltere ile ilişkiye geçmişlerdi.76 Böylece Türk Milliyetçiliğiyle beraber, Müslüman olan fakat Türk olmayan öteki halkların Arapların, Kürtlerin... milliyetçi­liği de başlamış olmaktadır.77 İttihat ve Terakki’nin asker üyelerinden Kazım Karabekir bunda dış güçlerin etkisi oldu­ğunu ileri sürerek şöyle demekteydi; “Meşrutiyetin ilanından sonra Ademi merkeziyet ’ diyerek bir gayeye varmak isteyen akılsız harisler türedi. Mütareke ilanından sonra ise ‘Kürt istiklali’ fikri büsbütün ateşlendi. Kürtçe gazeteler çıkarıldı. Kürtlerin ıslahı için projeler etrafa yayıldı... ”78

İttihat ve Terakki yönetiminin grup ve örgütlenmeler ara­sında ayırım yapması da büyük tepki toplamıştı. 16 Ağustos

1909 tarihli “Cemiyetler Kanunu ” ise, milliyet ya da ırk adını taşıyan siyasal gruplar kurmayı yasakladı. Bu yasa uyarınca Arnavut, Rum vc Bulgar kulüpleri kapatıldı. Ama bir önceki Ocak ayında kurulmuş olan Türk Derneği’ne bir şey yapıl­madı. Çünkü burada Türk kelimesinin kamulaşan dile ya da halk kültürüne atıf yaptığı, siyasal bir çağnşım yapmadığı ileri sürüldü.79 Hem milliyetçi Türk gruplarını desteklemesi hem de Kazım Karabekir’in belirttiği merkeziyetçilik sonucu Araplar 1911’de Paris’te “Genç Arap Cemiyeti “ni kurmuş, Amavutlar yeni vergilere karşı Hıristiyanlan da içine alacak bir isyana başlamıştı.80

Balkanların, Balkan Savaşlanyla imparatorluktan kopma­sı, Türk olmayan Müslüman unsurların kendi milliyetçi örgüt­lenmelerine yönelişi, Osmanlı devletinin geleceğini düşünme ve kurtarma sorumluluğu ittihatçılara ve Türk unsura kalmıştı ve ittihatçılar bu aşamaya kendi uygulamaları ile geldiklerinin faikında değildiler Ancak ayrılan her parça Osmanlı aydınlan için öğretici oluyordu. Her aynlış yeni bir deneyim ve boyut kazandınyordu. En başta kendileri hakkında ne düşünüldüğü­nü öğrenip daha gerçekçi olmaya itiyordu. İmparatorluğu kurtarmak Osmanlıyı tekrar cihangir devlet yapmak hayalle­rinden sıynlmaya başladılar. Osmanlı Türklcri, artık sadece Türk unsurunu kurtarmanın yollanın aramaya koyuldular.81 Bunun için yeni filizlenen Türkçü demek ve yayınlar ile ara­yış içinde olan gençlik idi. 1908 hareketinden sonraki düşünce ortamında ortaya çıkan yeni düşünceler olgunlaşmıştı. Genç­lik bir hayal kırıklığından ötekine gidiyordu. Devletin güçsüz­lüğü karşısında eli böğründe kalan, siyasal örf ve adetlerden tiksinen gençliğe hareket edebileceği ve düşleyebileceği başka alanlar gerekiyordu. Ne gitgide tutucu bir İslam, ne de gitgide saldırgan bir Batı’da kendini göremeyen gençlik kimliğini arama içindeydi.82 Bu gençliği yeni söylencesel Turan’ın ya­ratıcısı Ziya Gökalp birleştiriyordu.83 İşte bu ortamda İttihat ve Terakki politikalarını daha net ve iktidan ele geçirerek gerçek-

leştirme zorunluluğunda olduğunu kabullenip harekete geçer. Kamil Paşa’nın İngiliz yanlısı politikası gerekçe gösterilerek 23 Ocak 1913 günü “Babıali baskını ” denen şey olur. Kamil Paşa’nın sadrazamlıktan Hariciye Nazırlığı’na tayini Cemiyet aleyhtarlan tarafindan sevinçle karşılarınken, ittihatçılar baş düşmanlan olarak gördükleri (niteledikleri) Kamil Paşa’nın Hariciye Nazıfı olmasına kendilerine yakın gazetelerde (Ta- nin ve İkdam 30 Ekim 1912) şiddetle karşı koyuyorlardı.85 1908 kahramanlanndan biri ve İttihat ve Terakki Komite- si’nin seçkin insanı Enver Bey, bir askeri birliğin başında nazırlar heyeti salonuna girer ve elinde tabancası ile Kamil Paşa’yı görevinden aynlmak zorunda bırakır...86

İttihatçıların iktidan muhalefete kaptırdıklan altı aylık süre içinde Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük değişiklikler olmuş­tu. İmparatorluğun Avrupa kıtasındaki topraklannın hemen hepsi balkan devletlerinin eline geçmişti. Edime kuşatılmış ve ittihatçılar ancak bu şehri kurtarmak gerekçesi ile Kamil Paşa kabinesini devirebilmişlerdi.

İttihat ve Terakki Cemiyeti yeniden iktidara geldiğinde, durumu hiçte sağlam değildi. Son beş yıl içindeki yıpratıcı politik çatışmalar, cemiyeti başlangıçtaki benliğinin bir gölge­si haline getirmiş, itilafçılar ise örgütlenecek zaman kazanmış­lardı. İtilafçı hükümet devrilmiş ama itilafçı örgüt hala vardı. Ve bir karşı darbe tehlikesi ortadan kalkmış değildi.

Babıâli baskınından sonra dağılan Hürriyet ve İtilaf Fırkası bii' kongre ya da teşkilatlanmaya girmeden bir ihtilal komitesi gibi görünmeye çalışmışlardır.88 Bu durum İttihat ve Terakki Cemiyetini öncekinden farklı bir hükümet kurmaya zorluyor­du.

Cemiyet yeni kabineyi kurarken de aynı dikkat ve sağdu­yuyla hareket etti. Bir İttihatçı rejimi kurmaya kalkışmadı. Bu tutum Talat’ın Kamil Paşa kabinesinin “milletin kutsal hakla­rını ” korumak amacıyla devrildiği iddiasını doğruluyordu. Bir

ittihatçı olmadığını çeşitli vesilelerle belli etmiş olan Mahmut Şevket Paşa Sadrazam Ve Harbiye Nazın tayin edilmişti. Kabinenin diğer üyeleri de partizan değildiler. Hükümette görev alan üç ittihatçı (Sait Halim Paşa, Hacı adil ve Hayri Bey’ler) ılımlı olarak tanınmışlardı. Partizan olmayan bir ka­bine kurmaktaki amaçlan parti politikasına bir son verip bütün unsurlan vatanseverlik ülküsü altında toplamaktı.89

Şimdiye kadar olanlan Doğan Avcıoğlu şöyle değerlendi­riyor,

‘‘Esasen İttihat ve Terakki 1913 yılı ortalarına kadar doğ­rudan doğruya iktidarı almaya, Talat Paşa’nın deyimiyle ‘cesaret edememiş ’ eski devrin paşalarının çoğunlukta olduğu bazı kabineleri desteklemekle yetinmiştir. ”

Bu arada ittihat ve Terakki’nin bir takım düşünürleri ara­sında yeni fikirler yeşermeye başlamıştır. Görülmüştür ki eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlan ve Anayasa, İmparator­luğu kurtarmaya yetmemiştir. İmparatorluk çökmekte yalnız Hıristiyan milletler değil Müslüman milliyetler de kaynaş­maktadır. Bil' İngiliz yazan, henüz 1907 yılında “Basra Kör­fezinde İngiliz Çıkarları ’’ başlıklı yazısında “Arabistan artık Türkler için kaybedilmiştir. 1905 ’te bağımsız bir Arap krallığı kurulması cereyanı başlamıştır. Bunun hükümdarı, aynı za­manda İslam halifesi olacaktır’’ demektedir. Arnavutlukta da durum farklı değildir.

Bu şartlar altında, gözler Anadolu’ya çevrilmekte tam bir açıklık kazanmaktan uzak olmakla birlikte halkçılık, Türkçü­lük, milliyetçilik fikirleri filizlenmektedir.911

Yalnız bu halkçılık tepkisi, mesela Türk ve Müslüman derebeylere karşı yönelmiş bir sınıf tepkisi değildir. Kaynağını daha çok Hıristiyan milletlerin Türk ve Müslümanlardan daha zengin, daha müreffeh ve daha bilgili olmasından almaktadır. Tüıkün ve Müslüman’ın bu kaderi değiştirilmek istenmekte­dir91

İttihat ve Terakki’nin Anadolu’ya yönelip Türk’ü keşfet­mesi onu başka yerlerde Türklük unsurları aramaya ve destek­lemeye itmiştir. İmparatorluk dışındaki Türkler Almanlardan ^e Abdülhamit’ten etkilenerek ayaklanmalar yapmayı dü­şünmekte ancak İslam komandolarının Osmanlıcılık ile milli­yetçilik arasında karışık bir gidiş geliş içinde olan İttihat ve Terakki’nin daha netleşmeyen anlayışı yüzünden kanşık bir şekilde yürümekteydi. Ancak Ziya Gökalp’in o tarihlerde milliyetçiliği bir “Ülkü” olarak ele aldığı ve “Bunun Türk aydınının halkçılık, yani Türk toplumunu kalkındırma dava­sında girişeceği siyasi ve kültürel çabalarda bir ölçü, bir yön verici ve başlangıç olduğunu ileri sürmektedir".92

İttihat ve Terakki yöneticilerinin gitgide küçülen impara­torlukta Türk öğesine önem vermesi ve öncelik tanıması, sonunda dış politikaya Pantürkizm olarak yansıdı. İttihat ve Terakki liderleri gittikçe zayıflayan, gücünü kaybeden impa­ratorluğu güçlendirmek ona dünya devletleri arasında yeniden önemli bir yer kazandırabilmek için bütün Türkleri bir araya toplayarak Anadolu’dan Orta Asya’ya kadar (Turan) uzanan bir Türk devleti kurmayı düşünmeye başladılar.93

Bütün bu gelişmeler sonucunda iktidarı yeniden devralan İttihat ve Terakki Cemiyeti 1913 yılında (1329) düzenlenen kongre ile önemli kararlar almıştır. Bu aynı zamanda asıl yü­zünü ortaya çıkaracağı 1916 kongresine hem bir hazırlık hem de zemin yoklaması olmuştur. Tank Zafer Tunaya 1913 kongresini şöyle aktarmaktadır:

“1913 (1329) kongresi: Babıali vakasıyla iktidarı yeniden ve fiilen alması, Mahmud Şevket Paşa ’nın katli Edime ’nin istirdadı gibi mühim ve yekdiğerin takip eden hadiseler neti­cesi siyaset sahnesinde tek başına kalan ve Almanya ’nın Müt­tefiki olarak umumi harbe hazırlanan Cemiyetin siyasi partiye inkılap ettiğini yeni program ve nizamnamenin birinci mad­desinde pek geç olarak ilan eden kongredir. İttihat ve Terakki

bundan böyle fiili hadiseler, hükümet darbeleri sonunda ha­reketlerinin mahsulünü toplamış; yalnız ve tek parti kalmıştır. Fırka, ancak bu kongre tadilatıyla bir Reisi Umumi ve vekili sahip olmuştur.

Balkan savaşlarından sonra Osmanlıcılık politikası artık yerini İslamcılığa ve milliyetçiliğe bırakmıştı. Bu milliyetçili­ğin Türk milliyetçiliği olduğu ileri sürülürse de, Turancılık olduğunu savunanlar da vardı. Ancak bunun “savunmacı ” bir kültürel milliyetçilik olduğunu savunanlar da vardı.95 Yinede üç unsur imparatorluğu bir arada tutmak için gerekliydi. Bunu hem Osmanlı yöneticileri hem de aydın kesim son ana kadar inanıp savundu, sonlara doğru bu üç unsurdan birini öne alır­ken diğer iki unsuru tamamen göz ardı etmiyordu...

İslamcılık Osmanlı İmparatorluğu’nun temel taşlarından biri olmaya devam ederken, Müslüman Arnavutların 1912’de imparatorluktan ayrılmaları Osmanlıcılığa ve İslam bütünlü­ğüne yıkıcı bir darbe indirerek Türkleri hayli şaşırtmıştı.

Türklerin bu değişikliklere karşı tepkisi daha ırksal dü­şünmek ve kendi milliyetçiliklerine belirli bir biçim vermeye başlamak oldu. Bu tepki öncelikle Turancılık biçimini aldı. Turancılık da İslamcılık gibi bir yayılma ideolojisiydi. Batı cephesinde tam anlamıyla gerilemekte olan Jön Türklerin ruhsal gereksinimlerine uygun düşüyordu. Bir yandan Rusya, diğer yandan Fransa ve İngiltere’yle savaşa girilmesi her iki ideolojik akıma da güç kazandırdı. Her ikisi de din kardeşleri­ni Hıristiyan devletlerin boyunduruğundan kurtarmak amacını güdüyordu. İttihatçılar, hangi ideolojik unsurun ağır bastığına önem vermiyorlardı; çünkü hangisi olursa olsun liderlik Türk- lerin elindeydi. Anadolu Türklerinin çevresinde biçimlenen bir Türk milliyetçiliğinin tohumlan 1914’te atılmıştı. Bu ideo­lojik tutumlann iç siyasete etkisi 1908, 1912 ve 1914 meclis­lerinde çeşitli toplulukların temsilci oranlarında hemen kendi­ni belli etmektedir.96

Yıl

Top.

Türk

Arap

Am.

Rum

Erm.

Mus.

Slav

1908

288

147

60

27

26

14

4

10

1912

284

157

68

18

15

13

4

9

1914

259

144

84

-

-

13

14

4

 

Bu yıllar içinde ittihatçılann karşılaştıkları sorunların he­men hepsi inatçı bir azimle sarıldıklan çağdaşlaşma politika­sının doğurduğu meselelerdi. Devleti, Abdülhamid’in çaba­sıyla hali hazırdaki durumunu kabullenemiyorlardı. Ülkeyi dünyadaki sayılı ülkeler arasmdaki saygm yerine oturtmak için her türlü riski göze alıyorlardı. İttihat ve Terakki Yöneti­minin bu çabalan sonucu Osmanh İmparatorluğu’nun (yeni dış politikası) LDünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında sa­vaşa girişi şeklinde gerçekleşti.

E)    1916 KONGRESİ VE İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ’NİN “TÜRKÇÜLÜĞÜ” KABUL VE İLAN ETMESİ

1913 Yılında Parti olan İttihat ve Terakki, 1914 yılında I.Dünya Savaşı’na girilmesi ve 1915 yılında gerçekleşen Ça­nakkale Savaşı’ndan dolayı kongre yapamamış, ancak 1916 kongresi İttihat ve Terakki için büyük dönüşümün (İdeoloji­nin belirlenmesi ve bu doğrultuda alınan kararların uygulan­ması açısından) olduğu bir kongre görüntü veriyordu.

İttihat ve Terakki Partisi yalnızdır. Memleket içinde ve meclis içinde yalnızdır. Ve tek parti halinde faaliyette bulun­maktadır. Doktrini ve programı çok değişmiş. Osmanlıcı ve İttihadı Anasıra karakterini kaybederek Türkçü ve Milliyetçi olmuştur. Parti Osmanh devletini Almanya’nın müttefiki ola­rak idare eden fakat kapitülasyonlan feshetmiş hükümetlerden birisini kurmuştur Kongrede okunan rapor bu bakımdan bir parti faaliyetini izahtan ziyade bir hükümetin siyasetini meşru göstermek isteğindedir ve çok önemli hükümleri içermekte­dir. Kongre nizamnamesinde muhtelif tadiller yapılmıştır.

Siyasi programa yapılan ilavelere gelince bunlar aynca önem­lidir. Öncelikle Şer’i ve dini mahkemeler birbirinden ayrılmış hukuk ve adalet teşkilatı alanında laiklik prensibi getirilerek uzun bir tartışma sürecine start verilmiştir. Sosyal yardım ve sağlık işlerine önem verilmiş, milli iktisadı geliştirecek tedbir­ler alınması ve müesseseler kurulması karalaştırılmıştır. Ra­porda 1915’te İstanbul’un “iaşesi" için kurulan şiıketlerin üçü yüz bin lira kadar temettü temin ettikleri, bu paranın hariç iştiraklerle artırılarak bir milyon lira sermayeli bir banka teşkil edileceği, ziraat ve ticaretin gelişmesine hizmet edilmesi, elde edilecek kazancın bir kısmının sosyal yardım işlerine (emri Hayra) tahsisi derpiş edilmektedir.

Osmanlı aydını ya da düşünürü artık emekleme dönemini tamamen geçirmiş, İttihat ve Terakki’nin bünyesinde yeni bir kimlikle daha önce Laik-Ulusçu, Modemleşmeci-İslamcı, İslamcı-Türkçü, Tüıkçü-İslamcı gibi siyasal ve ideolojik gidip gelmelerden" sıyrılıp Türkçü ve Laik olduğunu söylemeye başlamış ve bunu 1916 kongresi ile resmen ilan etmişti. An­cak İslam’ı tamamen terk etmemiş ve onu zor günler için bir kalkan gibi, belki bir silah gibi yedekte bekletiyordu.

F)     TÜRKÇÜ İDEOLOJİNİN BENİMSENMESİNDEN SONRA TARTIŞMA VE GELİŞMELER

İttihat ve Terakki’nin 1916 kongresine 1915 Mayıs’ınm ortalarında başlayan Ermeni “Tehcir’mm tartışmalan ile ge­linmiştir. Bu tehcir kanununun amacı başlangıçta savaş bölge­sini boşaltmak ise de Anadolu’daki bütün Ermenileri içine alarak işkence, kıyım ve yağmaya dönüşür (Bunda Osmanh içinde son dönemde gelişen milliyetçi örgütlenmelerin sağlık­sız bir şekilde biri birini hedef gösterip dar anlamda en yakı­nında farklı olanın yok edilmesine dayalı bir politikayı dayat­masından kaynaklanıyor. Ayrıca Batık emperyaüst devletler ve Rusya bu etnik farklılığı sonuna kadar körükleyerek sonuç­ların daha da büyümesine neden olmuşlarda). İçte bu boyutu-

nun daha büyük olmasının nedeni Teşkilat-ı Mahsusa’nın ve başıbozuk takımının oluşturduğu çetelerin başrolde oynama­sıdır.10? Ermeni “Tehcir’\ üzerine birbirinin zıttı ve ağır bir şekilde karşı tarafi suçlayan tezler ileri sürülmektedir.

Ermeni tezi; Turan ideali için Tüıklerin önünde, birleşme­sinde engel_ oluşturan bir etnik öğeye Kafkasya’dan söküp atmak olarak ileri sürülmektedir. Bunda gerek İttihat ve Te­rakki’nin Türkçü politikalan gerekse O dönemin Harbiye Nazın Enver Paşa’nın Turan idealleri ve Tehcir Kanunu’nun çıkarılmasındaki rolü göz önüne alınırsa (Ş.S.Aydemir-Enver Paşa Tek Yay.) Ermenilerin tezlerini sağlam dayanaklarla ispatlamak kaygısı içinde olduklan görülür. Buna karşın Türk tezi daha da inceliklere dikkat edecek durumda değildir pek.101 Babıâli 1916’da yayınladığı Beyaz Kitabı’nda alınan kararın gerekçelerini açıklarken aşağıdaki ifadelere yer ver­meyi ihmal etmemiştir:

“Ermeniler hıyanet etdile. Bu pek bedihidir. Hem de hıyaneti lisan. Dil ve milliyetlerin sayesinde muhafaza edebil­dikleri her zaman şefaat ve hürmet gördükleri hükümetin ha­yat ve istiklali mevzu-i bahs olduğu müdhiş bir harb sırasında arkasından vurmak can alacak noktalarına kasdetmek süretiy- le ve muntazam tertibatla yaptılar.

Hükümetin her zaman kendilerinin hukukuna hürmet, hususatı milliyelerine riayet etdi. Umur-i mezhebiyye ve mâliyelerinde kendilerine büyük müsaadat da bulundu. Mu­kabilinde hiyanet ve suıkasd gördü. Harb-i umumide ise ken­dilerinin de sayesinde temin-i refah ve servet etdikleri memle­ketin müdafaası yerine ihanet ve hiyaneti tercih etdiler. ”102

Eımeni tezinde bir buçuk milyon Ermeni’nin öldürüldüğü ileri sürülmektedir. Bir diğer tez de; asıl mağdur olanların Kürtler olduğudur. Mağdur Kürt sayısının 700 bini geçtiği ve çoğunun ya Ermeniler tarafindan öldürüldüğü ya da İttihatçı Tehcir Kanunu yüzünden yollarda öldüğü ileri sürülmekte-

dir.103 Bu rakamın sadece Osmanlılann yani İttihat ve Terak­ki’nin Turan amacının ya da macerasının bir sonucu olduğunu söyleyenler vardır.104 Mayıs 1915 olağanüstü yetkilerinden Araplarda paylarına düşeni aldılar. Cemal Paşa Arap muhalif­lere karşı yıldırma ve sindirme harekâtına girişti. Müslüman liderleri Beyrut Şehri meydanında Cemal Paşa tarafindan idam ettirildi.105 Bunun yanında her iki tarafi da eleştirerek suçlayanlar vardı. Bu suçlamalar büyük ölümlerin olduğu Ermeni meselesinde yoğunlaşıyordu. “Bu feci ve muazzam cinayeti ika eden ittihat ve Ermeni çeteleri yirminci asrın

>>106 medeni nasiyesine silinmez bir kan lekesi sıçratmışlardı. ’’

1916 kongresi ile Türkçü, milliyetçi aksiyon programı ge­reğince iktisadi, sosyal ve hukuki alanlarda bir takım çalışma­lar yaptı. Türk unsurunu ön plana çıkarma eğilimleri 1913 yılından beri iktidar partisi olması dolayısıyla yavaş yavaş uygulamaya konmuştu. 1914’te kapitülasyonlan savaş orta­mında tek taraflı olarak iptal etmiş ve mali tutsaklığın bir bo­yutuna son vermişti.107 Milli iktisat ve Milli kültür politikala­rını uygulamaya koymuştur. Özellikle toplum ve kültür ala­nında aldığı kararlar ve uygulamalan daha sonra 1923’te ku­rulacak olan Türkiye Cumhuriyeti ’nin bu alanlarda alacağı kararlarla çok büyük benzerlikler göstermektedir. T.Z.Tunaya bu faaliyetleri şöyle değerlendirmektedir:

“Milliyetçilik-gaıpçılık prensibinin bilhassa tahakkukuna çalışıldığı bu sahada görülmektedir. Cemiyet Maarif mevzu­unda çok hassastır. Darülfünun Edebiyat fakültesinin 'Umu­mi dersleri sadece erkeklere değil, kadınlara da teşmil kararı­nı vermesi ’ alkışlanmaktadır. Darüljünun hareketleri bu mües- sesenin muhtariyeti yakından takip, yenilikler tesçi edilmekte­dir. Münhasıran din işleriyle iştigal edecek olan Darülhikmeti İslamiyenin layik öğretime müdahale etmemesi sağlanmıştır. Bu arada kadın meselesi bir milli kültür ve iktisat davası ola­rak ele alınmıştır. Kültür ve maarif davaları içinde Milli Kü­tüphane, Milli Hazine-i evrak, Milli Musiki, Milli filmcilik,

Milli coğrafya cemiyeti ve Turizm meseleleriyle ilgili tesisler ve hareketler kısmen tahakkuk ettirilen kararlar ve düşüncele­rin başında gelmektedir. Bu cümleden olmak üzere garp tak­vimi de kanunlaştırılmıştır. Jön Türlderin ‘Türk’ etrafında bu kadar çabalamalarının nedeni bir mitos yaratmaktan ziyade siyasi zorlamaların bir ürünüdür. ”108

Jön Türkleri bir milli kültür aramaya yönelten unsur siyasi zorunluluklar olmakla beraber Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “Communautaire” unsur, kapsayıcı bireye önem vermemiş ve bu anlamda otoriter bir milli kültür kavramı için zemin hazırlamıştı.11)9 Bu otoriter milli kültür sert bir muhalefetle karşılaştı. Öncelikle Türk olmayan unsurlar bu “Türkleştir­me” karşısında ayaklanmaya varan itirazlar oldu. Bunun ya­nında Müslüman olmayan unsurlar Osmanh birliğinin ruhuna aykırı olduğunu savundular. Bütün bunların karşısında İslam cephesi en çok tartışılan oldu. Çünkü İslam cephesi çok bo­yutluluk arz ediyordu. Bu çok boyutluluk hem İttihat ve Te­rakki içinde hem de muhalefet içinde kendini hissettiriyordu.

Özellikle ILMeşrutiyetten sonra hâkim olan diğer siyasal ve ideolojik akımların içinde en etkin olan İslamcılık diğerleri gibi siyasal ve ideolojik bir karaktere sahiptir. Özellikle bir kabileden bir imparatorluğa doğru yükselişte önemli bir yeri olan İslam medeniyetinin devam etmesini savunan İslamcılar Osmanlıyı büyük İslam İmparatorluğu halinde yaşamaktadır. Ve bunu yaşatmak için bir İslam Röncsanssmı gerçekleştir­mek istemektedir.

Bu nedenle İslamcılar Türkçüleri ve İttihat ve Terakki’nin Türkçülük siyasetini şiddetle eleştirmektedirler. Tüıkçülerin ileri sürdüğü üç mefhumu zararlı görürler.110 Türideşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak111 gibi üçlü bir amaca “üç başlı vatan kaygısı ” psikolojik bir katılma ve benimseme gerçekle­şemez. Üçüzlü bir gayenin gerçekleşmesine imkân yoktur. Zira gayenin gerçekleşmesi büyük bir aşk gerektirir. Oysa aşk üçe bölünemez. Kaldı ki din sevgisi bütün sevgilerden üstün-

dür.1 L İslam’ı her durumda bırakmak istemeyenlerde vardı. Bu kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki’nin kullanacağı bir fonksi­yon olacaktı.

“İslamcı-Türkçüler İslam ’ın Türklükle bağdaşma yollarını aramışlardır. İslamcı Türkçüler, Milliyet prensibinin kabulün­defayda görmüşler. Bu fayda hem Müslümanlık, hem Türklük kısacası Osmanlı İmparatorluğu bakımından büyüktür ve siya­si bir faydadır.119 Bu felsefe kısaca şöyle özetlenebilir. İslam birliği, mezhep olarak da Türk Osmanlı halifeliği. Arap kav- mine karşı duyulan hayranlık yerini Türklere bırakmalıdır.120 İslamcı Türkçü cephenin önde geleni Ubeydullah Efganidir.

Buna karşılık Osmanlıcılık (İttihadı Anasır) İslamcı-Türk- çülüğü tamamen red ederek kavmiyet ve milliyetin yıkıcı ve devlet hayatını tehlikeye sokan bir cereyan olarak görür.113

Bu tartışmalar karşısında İttihatçılar, dinin bir “sosyal pe- kiştirici’’ olarak rolünü biliyorlar ve aynı zamanda İslam’ın Osmanlılar arasında ne kadar derin bir şekilde yerleşmiş ol­duğunu anlıyorlar.114 İktidara geldiklerinde bu sorunları bile­rek geldiler ama iktidarda Türkçü görünmelerine rağmen; iktidarda kaldıkları sürede ise programlarında İslam’a gittikçe artan bir değer verdikleri görülüyor. Ancak pratikte yasal iş­lemleri bunun aksine olmuştur. Örneğin 1917’de Meşihate (Şeyhülislamlığa) salt dini konularda geniş yetkiler vermişler bu da bir çeşit Din-Devlet ayırımı yaratmıştır.115 Bütün bunla­ra rağmen İttihat ve Terakki’nin “Türkçü" çalışmalarını ye­tersiz görenler vardı. “Ancak henüz Osmanlı İttihat ve Terakki cemiyeti Türkleşmeye devam edemiyordu”.''6 Ama bu umu­dunu Cumhuriyete taşımayı Kızılelma ve Turan’ın hayal ol­duğunu anladığı zaman bildi.

Bunun için her şeyden gözümüzü ve elimizi çekerek yal­nız Türk’ü düşünmek devri ancak Cumhuriyet zamanına kalmış oldu117 diye o dönemin geciktiğini üzüntülü bir şekilde vurgulamak dışında bir şey yapamadılar uzun süre.

İttihat ve Terakki dinin bir ideolojik etken olarak gücünü anlamıştı. l.Dünya Savaşı’nda “Cihadfetvası ” bu veri üzerine inşa edilmişti. Ancak ittihat ve Terakki bütün bu çabalarına rağmen İslamcıları gerçekten İslam nizamının savunucusu olduğuna ikna edememiştir. Özellikle aile ilişkilerini düzenle­yen kararname ile bu şüpheler iyice artmış.119 İslamcılar bu­nun karşısında başlangıçta yumuşak, 1919’dan sonra da sert ithamlarla saldınya geçmişlerdir.

Buna karşılık İttihat ve Terakki’nin ideologu olan Ziya Gökalp’in İslam dinine bakışı 1914-1917 arasında kurduğu “İslam Mecmuası ”nda ortaya çıkar Bunu “Dinde Türkçülük” adlı makalesinde belirtir.

“Dinde Türkçülük din kitaplarının ve hutbelerle vaızların Türkçe olması demektir. Bir Ulus dinsel kitaplarını okuyup anlayamazsa, doğaldır ki dinin gerçek yönünü öğrenemez. Konuşmacıların, vaizlerin ne söylediklerini anlamadığı süre­ce de tapınmalardan hiçbir zevk alamaz. İmam-ı azam Haz­retleri öyle ki namazdaki sürelerin hile ulusal dille okunması­nın doğru olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü tapınmadan duyu­lacak dinsel coşku, ancak okunan yakarıların (duaların) tü­müyle anlaşılmasına bağlıdır. Halkımızın dinsel yaşayışını incelersek görürüz İd törenler sırasında en çok coşu duyulan­lar namazlardan sonra ona ana diliyle yapılan içten yalvarış­lardır. Müslümanların camiden çıkarken büyük bir coşu ve yürek doygunluğu içinde olmaları, işte her bireyin kendi vic­danı içinde yaptığı bu gizli yalvarışların sonucudur. ”121

İdeologlar ve taraftarları açık açık Türkçülükten söz eder­ken İttihat ve Terakki yöneticileri Osmanlılık siyaseti güttük­lerini söylemektedir. Cemal Paşa şöyle belirtmektedir, “Eğer Adem-i merkeziyetle idare prensibini kabul etseydik ittihat ve Terakki Cemiyeti o zaman ‘Türk Siyaseti ’ yapmaya mecbur olacak ve bütün mahalli muhtariyetlere mazhar olan memle-

ketler meyanında münhasıran Türklerin sakin olduğu vilayet­lerde Türkler için mahalli muhtariyet itasına kalkacaktır. ’’

1917 kongresinde İslamcı-Türkçü bir çizgi benimseyen İt­tihat ve Terakki yine İslamcılar tarafindan ağır eleştirilere uğ­ramışlardır. İttihat ve Terakki’nin Türkçü elemanları ve özel­likle ideologu Ziya Gökalp yukarıdaki makalesi ile İslamcılı­ğın, gelenekçi gidişini zamanın gereklerine göre ıslah ve uy­gulamak yoluna da gitmişler ve İslam mecmuası bu çevrenin yaygın organı olmuştur. Bu yenilik eskileri daha da fazla kız­dırmış. İslamcılık cereyanı mensuplarının tenkitlerini İttihatçı­lara karşı muhalefetlerini şiddetlendirmiştir.123 Oysa 1908’de İktidara gelen İttihat ve Terakki’ye karşı İslamcı çevrelerin büyük bir güven besledikleri görülür, tabii olarak diğer kesim­ler gibi göklere çıkarırlar.

İslamcı kesimin kendi yayın organlarında Cemiyet için ‘ ‘mübarek cemiyet ’ ’, ‘ ‘cemiyeti adile ’ ’, ‘ ‘emniyeti celile ’ ’, ‘ ‘muh­terem ve mukaddes bir cemiyet” İttihatçılar için “mücahid”, “hızır”, ‘‘kahraman ” gibi dini ve övücü kavramların kulla- mldığı bolca görülür.124

ILMeşrutiyetin birçok alanını etkileyen 31 Mart olayı İs- lamcılann İttihat ve Terakki’ye bakışlarını değiştirmişti. İkti­dan ele geçiren İttihat ve Terakki gerçek niyetini uygulamala- nyla ortaya çıkarınca İslamcılar yavaş yavaş yayın organla­rında muhalefet sesini yükseltmeye başladılar. Daha sonra ILAbdülhamid’e yakın tarikatların önde gelenlerinin İttihat ve Terakki tarafindan kovuşturma, sürgün vb. gibi muameleye tabii tutulması125 İslamcı kesimin tepkisine yol açtı. 1913’te Babıâli baskını ve 1916 kongresinde ‘‘Türkçülüğün’’ benim­senmesi ipleri koparan son hareketler oldu.

İttihat ve Terakki’nin “Türkçü ” politikası sadece İslamcı­lar tarafindan tepki görmedi. Osmanlı İmparatorluğu’nda ve özellikle 1908’de İttihat ve Terakki iktidarına büyük destek veren Türk olmayan Müslümanlar (Araplar) ile Müslüman

olmayan diğer unsurlar (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler vb.) büyük tepki gösterdiler.

Osmanh İmparatorluğu’nun çok etnili ve çok dinli olması çok dilli olması sonucunu doğuruyordu. Çok dilin konuşul­ması idari zorluklara yol açıyordu. İttihat ve Terakki cemiye­tinin 1908’de^‘Devletin lisanı resmisi Türkçe kalacaktır" ibaresini 7.Madde olarak siyasi programına alması126 ve daha sonraki yıllarda bunda ısrar etmesi Türkçe konuşmayanlar tarafindan tepkiyle karşılandı. Arap muhalifler, Tüıkçeyi da­yatarak Araplan Türkleştirmeye ve Türkçe konuşmayanları dışlayan ayıklayıcı bir süreci yerleştirmeye çalıştıkları gerek­çesiyle ittihatçılan daha çok suçluyorlardı.127

Arapçaya daha fazla önem verilmesini isteyenler ve okul­larda öğretilmesini destekleyenler sadece Araplar değildi. Kur’an dilinin Arapça olması nedeniyle Arapçanın özel bir önemi vardı. İstanbul’da Türkçe olarak yayınlanan Sırat-ı Müstakim yaygm bir biçimde okullarda okutulan Fransızca’ ya göre Arapça ya da fazla önem verilmesi gerektiğini sa­vunmuş128 ve Arapçanın yaygınlaşmasıyla elde edilebilecek siyasi ve dini çıkarlara dikkat çekmiştir.129

Araplar dışında İttihat ve Terakki’nin politikalarına itiraz eden bir diğer grupta Ermenilerdir. İttihat ve Terakki’nin bu hamlesi zaten fikirlerin çatışma alanı olan II. Meşrutiyet son­rasında yeni fikirlerin ortaya atılmasına yol açmış ve bu akım İslamcıları etkileyerek Garpçı-İslamcılar, İslamcı -Türkçüler, Türkçü-tslamcılar gibi grupların ortaya çıkmasına neden ol­muştur. İslamcılar arasında hiçbir şeye dokunmadan asli kay­naklara dönüş taraftan muhafazakârlann bulunduğu gibi, İslam dünyasındaki reform hareketlerinin temsilcisi olarak İslamcı Rasyonalist olanlan da vardı. Osmanlı İslamcılan şu halde ya gelenekçi ya da rasyonalisttir.130

İttihatçılarla belirgin bir sorun yaşamayan ve hep iyi geçi­nen tek azınlık grubu Yahudilerdi. 1908’dc devrimden sonra

__________ 1908 İHTİLALİ'NİN ANADOLU CEPHESİ   İttihat ve Terakki cemiyetiyle Yahudi cemaati arasında, öbür cemaatlerle yapılan türden bir ilkeler bildirisine ya da işbirliği anlaşmasına rastlamıyoruz. Sonuç olarak Osmanh Yahudile­rinin cemiyetinkinden farklı ne siyasi ne de milli amaçlan vardı ve dolayısıyla bunlan gerçekleştirmeye çalışan ayn bir siyasi örgütleri de yoktu.131 Bu durumda İttihatçılar Yahudile- re sürekli güvendi. Yüksek bürokratların Yahudi olması ya da diğer azınlıklar ayaklanırken Yahudileri Türk köylüleriyle birlikte silahlandırması bu güvenin sonucudur. Türkler ve Yahudiler arasındaki ilişkilerde İmparatorluğun sonuna dek bir karşılıklı güven duygusu egemen oldu ve bu Cumhuriyete de miras kaldı.132

G)    İTTtHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ’NİN TASFİ­YESİ

İttihat vc Terakki’nin son kongresi 1 Kasım 1918’de top­landı.133 Bu son kongrede kendini feshetti.134 2 Kasım’da Talat, Enver, Cemal ve bazı arkadaşları bir Alman savaş ge­misiyle İstanbul’dan uzaklaştılar.135 Geri kalanlardan 100’ün üstünde üye tutuklanıp yargılandı ve birçoğu İngilizler tara­fından Malta’ya sürüldü. Kongrede ittihat ve Terakki fes- hedilse bile İttihatçı ruh ve gelenek gerek Milli mücadelede gerekse günümüzdeki bazı politik girişimlerde kendini hisset­tirmektedir. Özellikle yurtdışına giden Enver, Talat ve Cemal Paşalar ile diğer ittihatçılar ölünceye kadar düşünceleri ve inançları doğrultusunda savaşımlannı sürdürmüşlerdir. ’

İttihatçılar bütün ülkede itibarlannı yitirmelerine rağmen Anadolu’daki ayaklanmayı öngörerek savaş bitmeden (I. Dünya Savaşı) önemli bir adım atarak “Karakol” örgütünü kurmuştu.138 İttihatçılar Karakol örgütü vasıtasıyla Anadolu ve Kafkasya’daki işyardan desteklemek amacıyla İstanbul ve Ankara’dan yiyecek, silah, para vb. yardımlarda bulunuyordu. Bu yardımların toplanıp gönderilmesini organize ediyordu. İttihat ve Terakki’nin gizli örgütü olarak bilinen ve aynlıkçı

hareketleri bastırmak için kullanılan “Teşkilat-ı Mahsusa”nm yöneticileri isyanlara askeri destek veriyordu. Bunlarda biri Eşref Bey, Ali Fuat (Cebesoy) komutasında Geyve cephesin­de görev yaptı daha sonra Adapazan yöresinde Kuva-yı Mil- liye’nin kumandanı oldu.139 Diğer cephelerde de Teşkilat-ı Mahsusa’da görev yapmış çok kimse vardı.140 Özellikle bu destek ve katılımfar Anadolu ayaklanmasınm İttihatçılar tara­fından yapıldığı izlenimi veriyordu. Bu hem örgütlenenleri halkı ikna etmede zorluyor hem de hareketin başına geçen Mustafa Kemal’i kızdırıyordu. Bu kanı hem Anadolu’da hem de İstanbul’da hükümetle işgal kuvvetlerinin ortak görüşüydü. Çünkü İttihatçılar bu tezi doğrulayacak bir çalışma içindeydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti bir taraftan Anadolu’daki silahlı direnişe yardım ederken aynı zamanda da Rum, Ermeni, Fransız, İtalyan ya da İngilizler tarafindan işgal edilme tehli­kesi olan bölgelerdeki Müslüman Türk kesiminin haklarını savunmaya hazırlanıyordu. Bu girişim yerel “Müdafa-i Hu­kuk Cemiyetlerinin ” kurulması şeklini almıştı ki bu örgütler savaş sonrasında Anadolu (ve Trakya’da) direniş hareketinin oluşturulmasında hayati bir rol oynayacaklardı. İlk Cemiyet Kasım 1918’de kurulmuştu.141 Bu durum 1919’da örgütlenen Anadolu hareketini rahatsız ediyordu Çünkü yabancı gazete­ler Anadolu’daki hareketi İttihat ve Terakkiye mal ediyor­du.142 Bu durum Milliyetçilerin İstanbul hükümeti ve İtilaf devletleri ile görüşme ümidini zora sokuyordu. Bunu engel­lemek için Sivas Kongresi’nin açılışında İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ve öteki partilerle hiçbir ilişkileri olmadığını açıkça duyurdular.143 Ancak Kurtuluş Savaşı’na ya da Anado­lu’daki ayaklanmaya katılanlann; İttihat ve Terakki ile geç­mişte bağlarının olmaması mümkün değildi. Çünkü Enver Paşa zamanında ordu da geniş bir tasfiye hareketine girişilmiş.

30-35 yaşlarındaki genç subaylar büyük sorumluluk mevkiilerine getirilmişlerdir. Enver Paşa dahi Harbiye Nazın olduğunda 33 yaşından fazla değildi.144 Dolayısıyla bu subay-

landan önemli bir kısmı Anadolu’ya geçip harekete katılmış­lardır. İşte bu noktada İttihat ve Terakki’nin direnişe destek vermek için kurduğu “Karakol" örgütünün faaliyetleri de direnişi ittihatçılara mal etmede önemli bir işlev görüyordu.

Mustafa Kemal’in Padişah tarafından görevlendirilip Ana­dolu’ya gönderilmesinin bilinmesine rağmen; bu çerçevede geçmişteki ilişkilerinden ve sınıf arkadaşlan ile birlikte görev yaptığı ast ve üstlerinin çoğunun îttihatçı olması dolayısıyla Anadolu’ya geçtiği iddia ediliyor.145

Bu durum Anadolu’da harekete katılan milliyetçileri olduk­ça rahatsız etti. İlişkilerinin olmadığını vurguladıktan sonra “Va­tan ve Milletin selamet ve saadetinden başka gaye hiçbir şahsi gaye taşımayacaklarına ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin canlandırılması yahut mevcut firkaların her hangi birinin siyasi amaçları için çalışmayacaklarına" yemin etmeleri şart koşulmuştu.146 Bu karar Mazhar Müfit dışında herkes tarafin­dan147 kabul edilip, Mustafa Kemal tarafindan 9 Ekim 1919’da Harbiye Nezareti’ne çektiği bir telgrafla belgelendi.148 Mazhar Müfit’in (Kansu) yemine uymamasının nedeni İttihatçıların yemin edemeyeceklerini söylemesiydi. Çünkü hepsi daha önce İttihat ve Terakki Cemiyeti için yemin etmişti.149

İttihatçılara karşı yürütülen 1926 temizlik hareketinden150 ve Mustafa Kemal’in otoritesinin sağjamlaştınlmasından sonra İttihatçı ve Milliyetçi hareketler arasındaki farklılıklar iyice vurgulandı. Dönem üzerine Türk tarih yazımı, Ulusal hareke­tin otonom, orijinal karakterini veri aldı.151 İttihatçıların ve Kemalistlerin bütünüyle farklı iki grup olduğu varsayımına dayanan bu görüş bir iki istisna dışında Batılı tarih yazımına da egemendir. Batılı bir diğer görüş ise ulusal mücadeleyi (muhtemelen önceden hazırlanmış bir plana göre) örgütleme­ye öncülük edenlerin aslında ittihatçılar olduğunu ileri sü­rer.152 Bu görüşe katılan yerli tarih yazımcılarından bazdan Kemal Tahir153, Yakup Kadri Karaosmanoğlu154, Doğan Avcı-


oğlu155, Adnan Adıvar156 ve Mete Tunçay’dır.157 1926’daki tasfiye ile fiilen sona erdirilen İttihatçılık gerek milli mücade­lede gerekse Türkiye Cumhuriyeti kurulurken etkisini sürdür­dü. Ve .günümüzde ittihatçı ruhun etkisi zaman zaman politik alanda kendini gösteriyor. Özellikle İslamcı-Tüıkçü politika­lar gündeme geldiğinde.

BOLUM VI

İTTİHAT VE TERAKKİ VE KÜRTLER


İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER

Araplardan Gürcülere bak, Kürtler burçlardan gibi olmuşlardır. Türkler ve Farslar onlarla çevrilmiştir. Dört bir köşede Kürtler vardır.

Her iki taraf da Kürt halkını Kaderin oklarının hedefi haline getirmiştir, Yenilmesi güç bir siper oluşturan her bir aşiretin Sınırlar için çok önemli olduğu söylenmektedir. Osmanlı Denizi (Osmanlılar) ve Tacik Denizi (Forslar) ne zaman Kabarsa ve çalkalatışa, Kürtler kana bulanıyor Onları (Türkleri ve Forsları) bir kıstak gibi ayırıyor

Ahmede Xanî-Mem û Zîn

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER

TÜRK VE KÜRT KAVRAMININ TARİHSEL SE­RÜVENİ

1-TÜRKLERİN KÖKENİ

İttihat ve Terakki’nin Kürt politikasına girmeden önce, Osmanlı İmparatorluğu’nda hep asli unsur olarak zikredilen Kürtlere ve Türklere nasıl bakıldığını irdelemek lazım. Henüz nedeni net olmamakla birlikte Türklerin lO.asırdan itibaren Asya’dan Anadolu’ya göçü ile başlayan tanımlarla Türklerin kökeni ele alınmaktadır. Asya’dan (Batı’ya doğru göç eden) kavimler arasında hangisinin gerçek Türk’ü temsil ettiği tar- tışmahdır. Bu konuda henüz net bir tanım olmamakla birlikte az çelişen kaynaklara göre Türkler tanımlanmaktadır; Kaşgarlı Mahmud’un ünlü eseri Divan-i Lûgat-it Türk’te şu tanım yapılmıştır; “Tüıkler aslında 20 boydur. Bunların her bir boyun birçok oymağı vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan kök ve ana boylan saydım. Oymaklan bırak- tun. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım.”1

“Bundan başka Rûm yakınından (Bizans'tan) doğuya (Çin e) doğru -Müslim ve gayrimüslim- her boyun olduğu yeri de- bildirdim. ” Bu Boylardan Oğuzların bir kısmının -Anadolu’ya geldiğini tarihçiler söyler. Ancak Halil İnalcık bu bilginin doğru olmadığını söyler.

Celal Beydili Ansiklopedik Sözlük Türk Mitolojisin’de Türk maddesini şöyle yazar: “Türk mitolojisinde var olan kültürel bir kahraman motifi ve ilk ata, Bozkurt, Oğuz kağan, Korkut Ata ve benzerleriyle birlikte Türk, dünya düzeninin oluşumunda faal rol oynayan mitolojik motiflerden biri. Çin tarihinde Göktürkler’in kökeni ile ilgili bir efsanede ateşi yaratarak insanları donmaktan kurtaran ilk ata da Türk’tür. ”2

Oğuz boylarının Anadolu’ya gelmelerinden itibaren, Bi­zans belgelerinde Tourkoı (Türkler) ve Türkie (Türkiye), Pa­palık belgelerinde ise Barbarorum Turci (Barbar Türkler) gibi terimler boy gösterdi. Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de gün­lüğüne şöyle not düşmüştü: “Heryerde Türkler. ’’

Yüz yıl sonra, bu seferi anlatan Guillaume de Tyr, “Türk- lerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan” söz ediyordu. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair Tannhauser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda (Kreuzfahrtlied) şöyle diyordu: “Sert esiyor rüzgârlar/Yüzüme karşı barbarlıktan/Sert ve can yakıcı esiyorlar/Türkiye (Türkei) tarafindan... ”

Elken dönem Osmanlı tarihine dair en önemli eser olan3 Âşıkpaşazade’nin (0.1481) Tevarih-iÂli Osman adlı eserinde Tüıklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken “Yafes neslinden göçer Türki kendülere sened edindiler. Ol sebepten Arab’a galip oldular’’ diyordu. Yeniçeriliğin kökenini anla­tırken “Bunları Türk’e verelim. Türkçe öğrensinler. Bunları dahi çeri edelim dedi’’ diyordu. Türkçeden söz edeıken ise “Türk diline kimesne bakmaz idi/Türklere hergiz gönül akmaz

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER idi /Türk dahi bilmez idi bu dillen/Ince yolu ol ulu menzilleri ” diyordu. Dikkat edilirse, bu ifadeler Türkleri ne yeriyor ne de övüyordu.

Son dönem Türiderin kökeni hakkında Batılı araştırmacı­ların aksine doğulu araştırmacıların yeni tezler ortaya attıkla­rını görmekteyiz. Bu daha çok Kürt hareketinin yükselmesi sonucunda ortaya çıkan bir çaba gibi görünmektedir. Türkleri Anadolu’ya Malazgirt savaşından çok önce geldiklerini ve medeniyet kurduklannı ileri sürmektedirler. Bu tezi savunan- lann Tüık devleti tarafindan desteklenmesi ise dikkat çekici­dir. (Onur Bilge Kula, “Türkiye” Sözcüğünün Kullanıldığı Almanca İlk Belge Tannhauser’in4 ‘Haçlı Seferi Şarkısı’, Tarih ve Toplum, Aralık 1992, S. 108, s.3295 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)ı, Dünya­da Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s.13-266; Muzaffer Özdağ, “Osmanlı Tarih ve Edebiyatında Türk Düşmanlığı”, Tarih ve Toplum, S.65, s.9-157; François Georgeon, Tüık Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1999*; Şair ve Fikir Adamı Olarak Yahya Kemal, Hazırlayan: Osman Oktay...)

Kürtler ise Kitab-ı Mukaddes metinlerinde Kürt ismi ile değil ataları kabul edilen Maddiyler (Medler) olarak geçmiştir (Kitab-ı Mukkaddes, el-efsar). Ancak bu tarihçiler arasında genel kabul görmeyen bir konudur.

Yunanlı tarihçi Heredot Kürt ya da ona yakın anlamı veren kelimeyi kullanan ilk kişidir. Kardakis şeklindeki bu isimlen­dirme Heredot’un Ahameniş Kralı I.Dara’nın (M.Ö.521-486) ordusunda esas tabakayı teşkil eden Kardakisleri gayrinizami kuvvetlerinden bahsetmesiyle ortaya çıkmıştır.

Kültlerden bahseden ikinci Yunanlı tarihçi Ksenofon’dur. (M.Ö.430-399) Yunan ordusu geri çekilirken Kardohi ülkesi­ne girer. Ksenofon Kardohileri sert savaşçı bir kavim, dağlar-

da yaşayan ve otoriteye itaat etmeyen diye tanımlar. Yunan ordusu bu bölgede büyük bir hezimete uğrar.9

Ünlü-Yunanlı Coğrafyacı Strabon; Amid ve Muş arasın­daki bölge ile Dicle’ye yakın kentleri Kürt kenti olarak belir­tir. Ayrıca Yunanlı Filozof ve tarihçi Plutarque (M.Ö.50-125) "Paralele Yayamlar" adlı eserinde Kültlerden bahseder. Sür­yani tarihçiler eserlerinde çok sefer Kürtlerden ve Kürdis- tan’dan bahseder. Bazı eserlerde Kürtlerin Hıristiyanlığı be­nimsediğini yazarlar.

Türkler ile Kürtlerin karşılaşması ise daha öncedir. Çünkü Türkler Kürdistan’dan Anadolu’ya girmiştir ve ilk izlerini Kürdistan’da bırakmışlardır. Ancak Arap kaynaklanna baktı­ğımızda Türkler ve Kürtlerin zorunlu birlikteliği çok daha önce gerçekleşmiştir. Öncelikle Türkler ve Kürtlerin İslam’ı kılıç zoru ile kabul ettiğini belirtmek gerekir. İslam öncesi yapılan ve İslam’la karşılaşmalan farklılık gösterse de yakın- laşmalan İslam sayesinde olmuştur.

2-TÜRKLERİN İSLAMLA TANIŞMASI

Türklerin de İslâmiyet öncesinde Şamanizm kültürüne bağlı olarak Gök Tann dini ile Budizm, Maniheizm, Hıristi­yanlık ve Musevilik gibi muhtelif dinlere inandığı (Bilimsel bir gerçek). Günümüzde bazı Türk topluluklarının bu inançla­rını günümüze kadar sürdürdüklerini günümüz resmi tarih yazıcılarının ve kesimlerin aynı zamanda İslamcı bir siyaset yürütmelerinden dolayı (bu ayrıntıyı) pek dile getirmezler ama bu bir gerçek. Örneğin Kırım, Litvanya ve Polonya’da dağınık olarak yaşayan Karaim ve Kınmçak Türkleri günü­müzde de Museviliğe inanmaktadır. Çuvaşistan ve Moldov- ya’da yaşayan Çuvaşlar ile Gagauzlar Hıristiyan Ortodoks’tur­lar. Güney Sibirya’daki Tuva Türkleri geleneksel dinlerini devam ettirmektedirler.

Türklerin Müslüman Araplarla ilk temaslarının, Hz.Ömer (634-644) devrinde Nihavend Savaşı (642) sonrasında başla-


231 ____ İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER    dığı kabul edilmektedir. Ceyhun Nehri’ni geçen İslâm ordusu komutanı Ahnef bin Kays, hiç beklemediği bir anda kuvvetli bir mukavemette bulunan Türklerle karşılaşmıştır. Bu ilk seferde İslâm ordusu Hz.Ömer’in talimatıyla geri çekilmiştir. Sasani Devleti’nin (226-651) yıkılışıyla birlikte yaklaşık ya­rım yüzyıl boyunca Türk-Arap mücadeleleri Buhara, Semer- kant, Taşkent, Beykent, Uşrusana ve Fergana gibi şehirleri içerisinde barındıran Aşağı Türkistan (Güney Türkistan) böl­gesinde devam etmiştir. Müslüman Araplarla Maveraünnehir bölgesinde Türgişler, Kafkaslarda ise Hazarlar mücadele et­mişlerdir. Dolayısıyla 7 ve 8.yüzyıldaki ilk karşılaşma İslâm fethi ve buna karşı mücadele şeklinde olmuştur. Tabiatıyla da Türklerin Müslümanlaşması, yerel Türk hakanlannrn ve Türk aristokrat kesiminin İslâmiyet’i kabulüyle olmuştur. Bu du­ruma bir örnek olarak Azerbaycan ve Ermeniye Valisi Mervan bin Muhammed’in Hazarların başkenti İtil’i kuşat­masıyla Hazar hakanının İslâmiyet’i kabul etmek mecburiye­tinde kalması gösterilebilir. Ancak 747 yılından sonra baskı­nın azalması ile İslam’ı terk ettiği ve kendi dinine geri döndü­ğü belirtilmektedir.

Türklerin 7.yüzyılda başlayan İslâmlaşma sürecinin, İslâm devletinin fetih politikası ile gerçekleştiği ve bu dönemde bir baskı siyasetinin uygulandığı ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte nisbeten I.Velid’in valilerinden Kuteybe bin Müslim ile Ömer bin Abdulaziz devrinde gerçekleşen bazı uygulamalardan hareketle eıken devir istimâlet politikası güdüldüğü söylenile­bilir. Türklerin Abbasi ihtilalinde oynamış oldukları rolün de etkisiyle devlet kademelerinde almış olduklan görevler îslâ- miyet’le tanışmalannı hızlandırmıştır. Yarı bağımsız Müslü- man-Tüık devletlerinin ve akabinde bağımsız Türk devletleri­nin kurulmasıyla da 9-11.yüzyıllarda kitle ihtidalarında önem­li bir artış olmuştur. Dolayısıyla başlangıçta baskı sonucunda bu yeni dini kabul eden Türk topluluklarının daha sonraki süreçte İslâmiyet’i samimiyetle benimsedikleri görülmüştür.


Türklerin tarihi süreci göz önünde bulundurulduğunda ise, inanç dünyalarında da en önemli yeri İslâmiyet’in tuttuğu aşikârdır. Nitekim pek çok dönemde Türk ile Müslüman ke­limeleri birbirinin yerine kullanılır olmuştur. Bununla birlikte Türkler’in İslâmiyet’i kabulü ve sonrasında teşekkül eden Türk-İslâm devletlerinin tarihte oynadıkları roller, İslâm dün­yası ve Hıristiyan Batı açısından dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olarak. kabul edilmektedir. İsmail Hami Danişmend de, “Eğer Oğuz Türkleri İslâmiyet’ten önce veya Müslüman olmadan Batıya gelmiş olsalardı, daha önceki Türk kitleleri gibi Hıristiyanlaşıp yok olacaklardı. Oğuz Türk­leri İslâmiyet ’i kabul etmekle hem siyasî hâkimiyeti ellerinde bulundurdular, hem de millî kimliklerini korudular. İslâmiyet bugünkü varlığını hangi derecede Türklere borçluysa, Türkler de millî varlıklarını İslâm’a borçludur’’ diyerek İslâmiyet’in Türklerin kültürel kimliklerini muhafaza etmelerine yardımcı olduğunu belirtmiştir.

3-KÜRTLERİN KÖKENİ VE İSLAM ÖNCESİ KÜRTLER

İslam orduları Kürdistan’a uğramadığı dönemde Kürtler Doğu’da Sasani Devleti, Batı’da Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği altında özerk bir şekilde yaşıyorlardı. Artık efsane­lere konu olan Bizans Sasani savaşları daha çok Kürdistan’da gerçekleşiyordu. Bu savaşların sonucunda sınırlar sürekli değişiyordu. Fırat ve Dicle’nin sınır olduğu bu savaşlarda Kürtler konjonktürel duruma göre davranıyor; bazen dağlara çekilip sonucu bekliyor bazen de devletlerle birlikte hareket ediyordu. Bu ikircikli davranış Kürt aşiretleri arasında tutarlı bir ilişkinin gelişmesine engel oluyordu. Çünkü Kürt aşiretleri daha çok egemenliği altında bulunduğu devletin çıkarlarına göre hareket edince zaman, zaman karşı, karşıya geliyorlardı.

M.S.298 Yılında Bizans (Doğu Roma)-Sasani Anlaşması sonucu Bizans’ın elinde olan Nusaybin barış için 120 yıllığına

Sasani Devletine bırakılınca uzun süreli bir barış yaşandı. Ancak daha sonra çıkan vergi anlaşmazlığı yüzünden çıkan savaşta Sasani devleti Amid’i kuşattı. Ağır geçen bir kuşat­manın sonunda Sasaniler 50 bine yakın kayıp verdiler ama kenti ele geçiremediler. Geri çekilen Sasaniler ani bir saldın ile zafer sarhoşluğuna dalan Amid halkından seksen bin kişiyi öldürdü. Bundan sonra 100 yıl sürecek çok kanlı bir süreç başladı. Bu sürede çok kan kaybeden Sasani devleti Dicle Nehri’nin gerisine (Doğusuna) çekilerek yönetimi BizanslIla­ra bıraktı.1

Kürtlerin yanı sıra Araplar da bu çatışmayı dikkatle izleyip kendi egemenlik alanlarını oluşturmak için fırsat kolluyorlar­dı. Bazen Bizans’a bazen de Sasanilere yardım edip ilerliyor­lardı. Bu dönemde Mezopotamya’da yaşayan Arapların bir kısmı Hıristiyan bir kısmı ise putperestti. Ancak ö.asırdan sonra Araplar gelişmelere kayıtsız kalmadılar ortaya çıkan yeni güce doğru yönelmeye başladılar. İslam dini devlet şek­linde örgütlenmiş ve yayılmaya başlamıştı. Bu dönemi daha çok Yunan, Arap ve Pers tarihçilerden öğreniyoruz. Kürtler bugün Kürtlerin yoğun olduğu Mardin Hasankcyf, Amid, Bitlis, Urfa, Ahlat gibi gelişmiş kentlerde yoğun olarak yaşa­mıyorlardı. Kürtler daha çok Dicle Nehri’nin Doğusunda, Van bölgesinde, Irak’ta ve İran’ın Zagros bölgesinde yoğun olarak yaşıyorlardı. Bu da gösteriyor ki Kürtler daha çok aynı inancı paylaştığı devletin egemenlik alanını tercih etmekteydi. Bunda tarihçilerin devletler ve hükümdarların tarihini yazma­larının da etkileri vardır. Ancak daha sonra yapılan arkeolojik çalışmalar etnik yapıyı öne alan yeni bulgular ortaya çıkarmış­tır. Yeni bulgular ışığında tarihin yeniden yazılmaya ve değer­lendirilmeye ihtiyacı vardır. Yani Krallar ve Yenenler de­ğil,yenilenler ve ezilenlerin tarihi de önem kazanmıştır.

Bütün kronikler ve seyyahlar Kürtlerin; savaşçı, özgürlük­lerine (bağımlı olmayı seven ya da patronsuz (yeni bir siyaset terimi) ve geleneksel yapılarına düşkün (daha aşiret kurallan-

nın geçerli olduğu yapı) olduklarını yazarlar. Başka bir grup ve kavmin egemenliği altına girmektense ölmeyi tercih eder­ler. Başka.dil, kültür ve gelenekleri dayatma karşısında şiddet­le. reddederler

4-KÜRTLERİN İSLAMLA TANIŞMASI

İslam orduları Hazreti Muhammed’in 632 yılında ölü­münden sonra yayılmaya ağırlık vermeye başladı. İlk yönel­dikleri alanlardan biri dc İran topraklan idi. İlk ve cn önemli savaş Hazreti Ömer önderliğinde 637 yılında Dicle yakınla­rında Kandisiye’de yapıldı. Yenilen Sasani hükümdan Kür- distan içlerine sığındı. İkinci karşılaşmada tekrar yenilen 3.Yezdegard daha Doğuya çekilmek zorunda kalınca İslam Ordulan Hamedan’ı ve Şehrezor’u (Süleymaniye) ele geçire­rek burada kalıcı olarak yerleşti.

Ünlü İtalyan seyyah Marco Polo Musul’da bulunduğu dö­nemde Kültleri inceleme firsatı bulur ve eserinde Kültlerin dağlık bölgede oturan bir ırk olduğunu söyler ve onlan Hıris­tiyan vc Müslüman olarak sınıflandırır. Zaman zaman Kcldistan ve Kürdistan kelimeleri yer değiştirerek tarihçilerin tartışmalarına yer açsa da Keldanilerin ve Kültlerin ayn coğ­rafyada yaşadıkları tarihsel bir gerçektir.

Ermeni tarihçilerin saptamaları Kültlerin tarihi, kültürü, di­li ve coğrafyası hakkında önemli bilgiler vermektedir. (Erme­ni tarihçi Musa Horani Medlerin Kültlerin atası olduğunu belirtmiştir.)

Fars kayıtlan özellikle İslam öncesi Kürt tarihinin tespiti hakkında kaynaklık etmesi açısından önemlidir. Hudayname ve Karnâme Erdedir Babekan başta gelen iki önemli eserdir. Bu eserlerde Kürtler Pers bedevisi yani göçerleri olarak nite­lendirilir.

Firdevsi’nin ünlü eseri Şâhname'de Kültlerin kökeni ile il­gili bir efsane anlatılır. "Dehak adlı zalim bir hükümdarın her iki omuzunda birer yılanbaşı çıkmış. Doktorlar bunları ala-

mayınca, şeytan devreye girmiş ve bunların doyurulması için her gün iki genç insan beyni vermesini önermiş, insanlar kurulmak için çare ararken, Ermail ve Kermail adlı iki arka­daş bir çare bulmuşlar. Kralın aşçısıyla anlaşmışlar, buna göre aşçı iki insan yerine bir insanın beyni ile yetiniyor ve diğerinin beyni yerine koyun beyni katıp o iki obur yılana veriyormuş. Bu hile sonucunda kurtulan kişi ise dağlara gön- deriliyormuş. Gönderilenlerin sayısı iki yüze ulaşınca aşçı bunlara çok sayıda koyun ve keçi göndermiş. Zamanla bunla­rın sayısı gittikçe artmış ve ülkenin çeşitli yerlerinde bunlar Kürtlerin asıllarını oluşturmuşlar. ”'1

Bunun gibi diğer antik Fars kaynaklan da Kürtleri yaradı­lış öyküleriyle betimlemektedir. Bu da bu iki kavmin çok uzun süredir bir arada yaşadığını ve aynı coğrafyayı paylaştı­ğını gösteriyor. Bazı tarihçiler kendi kavimleri söz konusu olunca olmadık efsaneyi yüceltirken, başka halklar söz konu­su olunca alay konusu yapmaktadır. Bu sadece onların ırkçı­lıklarını pekiştirmektedir. Bunların başında Arap Tarihçi Ya- kubi gelmektedir.12 Şunu unutmamak gerekir ki Ortadoğu’da baskın kültür tarih boyunca Fars kültürü olmuş ve diğer kül­türleri etkilemiştir. Bundan Arap kültürü de nasibini almıştır. Arap ırkçılığı bunu alaya alarak ve kendilerini seçkin bir mil­let olarak görerek bu gerçeklikten kaçamaz.

İslam’ın doğuşu sırasında, Kürtler komşulan Farslar gibi Zerdüştlük inancını benimsiyordu. Onun için Kürtler İslam ordularına dindaşlan Sasaniler ile birlikte şiddetli karşılık vermişlerdir. Musul, Merc, Dazen gibi yerler İslam ordulan- nın eline geçse de Kürdistan’da hâkimiyet kurulamadı. Daha sonra M.644 yılmda İslam ordulan mersiyelere konu olacak şiddet uygulayarak Kürdistan da hâkimiyet kurdular.13

İlginç olan bir nokta bu hâkimiyet kurma döneminde Kürt­ler sürekli isyan ediyor ve isyanlar şiddetle bastırılıyordu. Bu isyanlar Hz.Osman ve Hz.Ali döneminde de sürdü ancak

Muaviye döneminde nispetten daha az isyan ve kargaşa vardı. Çünkü Muaviye politika değiştirerek daha yumuşak bir yöne­tim anlayışı uyguladı ve bölgeye çok sayıda din adamı gönde­rip, ihtiyaç olan şehirlerde eğitim olanakları sağladı. Ayrıca Emevi halifelerinden Mervân b.Muhammed’in annesinin Kürt olması Kürtlerle bağlan güçlendirmiştir.14

Bunun dışında Emevi döneminde Kürtlerle ilgili birkaç (önemsiz) olay dışında başka bir (tarihi) kayda rastlanmamak- tadır. Bazen Kürt âlimlerden dolayı Gayr-ı Arap kavim olarak geçmektedirler, çünkü Emevi dönemi daha çok Emevilerlc Ali yanlılannın çekişmelerinin söz konusu olduğu bir dönem olarak tarihe geçer.

Emevilerin yönetiminin zayıflaması ve egemenlik bölgele­rindeki hoşnutsuzlukların isyana dönüşmesi Kürdistan’da da kendini gösterdi. Bunu firsat bilen ve uzun yıllar faaliyetlerini yeraltında yürüten Abbasiler de bu dönemde gün yüzüne çıktılar. Hicri 129 (M.747) yılı Ramazan ayında Horasan böl­gesinde Abbasilcrin başlattıkları isyan Kürtlerin yaşadığı böl­gelere doğru hızla ilerledi. Ebu Müslim Horasani Emevi kuv­vetlerini bozguna uğratarak egemenliklerine son verdi. Bura­da yine bir tartışma konusu ortaya çıkmıştır. Arap Sünni görü­şe göre Ebu Müslim Horasani’nin doğum yeri bilinmiyor, Arap soyundan değildi, “Mevalî” dendi. Zaten çoğunluk Şii idi. Bu yüzden tarihsel önemi yüzeysel ve geçiştirici idi. Bazı ukçı Türk tarihçiler O’nun Türk olduğunu ileri sürüyorlar ama kaynak göstermiyorlar. Sadece Türklerin Asya’dan ge­çerken Horasan’a da uğrayıp bir dönem yerleştiklerini belirti­yorlar. Ancak araştırmacılar bu konuda çok önemli tespitler yapıyorlar

Ekrem Cemil Paşa’ya göre Ebu Müslim, Horasan Kürtle- rindendir. Yine onun bildirdiğine göre, “Kürtler her taraftan akın akın, O’nun yükselttiği kurtuluş bayrağının altında top­landılar. Hz.Ali hin çocukları da Kürtlere katıldı. (...) Ali’nin

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER çocuklarından Ebû Abbas ibni Abdullah’ı, İslâm Halifesi olarak ilân etti. 5

Nuri Dersimi ise Ebu Müslim Horasanî hakkında şunları yazmaktadır. “Şiâ Partisi ’nde iş başına İbrahim adında fakat Ebu Müslim Horasanî olarak bilinen bir Kürt genci geçerek Emevî ordularını tarumar etmiştir”. (Dersimi, 1997, 153) Aynı yazara göre, Ebu Müslim’in, Horasan’da bir Kürt ba­ğımsızlığı fikrine kapıldığını düşünen Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur, Ebu Müslim’i oradan kaldırmakta tereddüt etmemiştir. (Dersimi, 1997, 154-155) Nuri Dersimi, başka yerlerde de Ebu Müslim’den Kürt olarak bahsetmiştir. Hatta Dersimi’ye göre Ebu Müslim, “çok büyük bir Kürt kumanda­nı ”dır.16

Cigerxwin, “Kürdistan Tarihi ” adlı kitabında Ebu Müslim Horasanî’nin Kürt Rewandi aşiretine mensup olduğunu yaz­mıştır.17

Cemşit Bender’in, İhsan Nuri, İbn-i Kuteybe, İbn-i Halikan ve El Hanbelî’den aktardığına göre, Ebu Müslim, Horasan Kürtlerindendir.18 Başka bir yerde ise aynı Bender, Ebu Müslim’in 719 yılında Güneydoğu Anadolu’da dünyaya geldiğini yazmıştır.19 Kürt Serdan Ebu Müslim, Kürt kökenli kitleleri harekete geçirmiştir.20 Bender’e göre; “Kürt Serdan Ebu Müslim Horasanî, (...) Zerdüştlük ve Yezidîliğin gelenek­sel yapısını İslâmî örtü altında sunmuş ve uygulamaya koy­muştur": Burada diğer iddiaları bir yana bırakarak ifâde etmek gerekir ki, Ebu Müslim Horasanî hayatta iken Yezidî­lik denen bir inanç yoktu.)

Faik Bulut, Ebu Müslim Horasanî’nin İsfahan’da Kürt bir ailenin çocuğu olarak muhtemelen 719 yılında dünyaya gel­diğini aktarmaktadır.

Mehmet Bayrak ise birçok yerde Ebu Müslim Horasa­nî’nin Kürt kimliğine değinmiştir.23 Ermeni tarihçi Arşak Poladyan’a dayanarak Ebu Müslim’in Kürt kökenli olduğunu

tbn-i Kuteybe, İbn-i Halikan ve el-Hanbeli gibi Ortaçağ İslâm tarihçilerine dayandırmıştır24 Ondan, “etkin ve saygın yöneti­ci”, “Kürt lider”25, “efsaneleşmiş kişilik”, “Kürt kökenli dev­let adamı ve komutan26 olarak bahseden Bayrak, daha da ileri iddialara girişerek; “Kürt Alevîliğinde, Ebu Müslim ile Ali, adeta özdeşleştirilmiş” diye yazmıştır. Yine Bayrak’a göre Kızılbaşlar, Babekiler, Hurremiler, İsmaililer ve Ahiler kurucuları olarak Ebu Müslim Horasanî’yi görmektedirler.

Munzur Çem’in bildirdiğine göre, onun doğup büyüdüğü bölgede Ebu Müslim Horasanî, “büyük saygı duyulan, Ali ile hemen eş düzeyde görülen biri ”dir. Büyükleri dua ederken sık sık onun adını anmışlardır.29 Yine Çem’e göre, Ebu Müslim Horasanî, Dersim Alevîleri arasında Hz.Ali ile Hz.Hüseyin düzeyinde kutsallığa sahiptir.30 Hatta Ebu Müslim Horasanî, “Alevîliğin üzerinde şekillendiği inançların mensuplarına oldukç a yakın ” durmuştur.31

Bu konuda Fars ve Batı kaynaklarının olmaması ilginçtir. Yalnız egemenliğin Emevilerden Abbasilere geçmesi çok kanlı oldu ve çoğu olay Kürt bölgelerinde geçti. Ele geçirilen Emevi ailesinin tümü kılıçtan geçirildi. Daha önce tarafsız bir politika izleyen Kürtler Abbasilerin safında yer alır ki; bunda Ebu Müslim Horasan’nin Kürt asıllı olmasının etkisi olduğu söylenmektedir.32 Bu dönemde hem Kürt bölgelerin diğer devletlerle komşu olması hem de dirençli çıkmalan değerleri­ni artırmıştır. Arap Kabilelerine nazaran daha öne çıktıklan görülür ki bu Kültlerin İslam’la uyuşması için önemli bir aşamadır. Bir diğer etkide Kültlerin mevali olması nedeniyle (yani Arap olmayan) Emevi Yönetimi tarafindan sürekli ezilmesi ve dışlanmasıdır. Çünkü Abbasi başarısı aynı za­manda mevalinin Arap ırkçılığına bir isyanı olarak kabul edi­lebilir.

Abbasiler döneminde Kürt bölgesine Hamdaniler hâkimdi. Kürtler ise daha çok el-Cezire’nin yukarı kesimlerinde ve

Musul ve çevresinde yaşamaktaydılar. Ancak Arap Tağlib kabilesinin bu bölgede hakimiyet kurması ile Araplaştırma politikası başladı. Özellikle Diyar-ı Bekir Kürdi bir görünüm­den Arabi bir görünüme dönüşmekteydi. Bu Kürtler ve Arap­ları karşı karşıya getirdi: Mervanilerin döneminde Kürtler Mcyyafârkin’in (Bu günkü Silvan) Batısına geçerek, Hamdani ordusundaki Kürtlerle birleşip bu günkü coğrafyaya yayılmışlardır.33

Özetlenirse;

“İslam halifesi Ömer Ibni Hattap, Hicretin on sekizinci yı­lında (M.S.640) Kürdistan üzerine iki ordu gönderir. Kirman- şah, Emedan, Ray ve Mazindiran taraflarını kontrol eden bi­rinci orduyu imam Haşan Hezikal Yamanı ve Kasım Ibni Abbas Abdulmutalip kumanda eriyordu. İkinci ordu ise, Ab­dullah Ibni Ömer ve Ebu Ubeydi Ensari kumandasında Şeh- rizor ve Pawe dolaylarını ele geçirmekle görevlendirmişti. Her iki Arap ordusu Kürdistan ’a vardığında Kürt savaşçıla­rıyla aralarında birçok çetin meydan savaşı oldu. Başlangıçta Kürtler Araplara baskın geldi. Fakat sonra Kürtler bozguna uğradılar. Araplar kesin zafer sağlayınca Kürtlere karşı ol­dukça katı ve katliamcı hareket ettiler. Kürtlerin Zerdeşti (Zerdüşti) olmaları Araplara iyi bir gerekçe olmuştu. Kürtün canı, malı, ırzı ve namusu Araplar için helal sayıldı, halk kat­ledildi, şehirler, kasabalar, köyler yakıldı ve yağma edildi. Kürdistan i istila eden Müslüman Arap ordusunun zulmü yüz­yıllarca sürdü. Kılıçtan kurtulanların, İslamiyet ’i kabul etme­lerine rağmen yüz yıldan fazla bir süre Kürtçe, Farsça ve diğer dille konuşanların dillerinin ucu makasla kesildi. Kürdü Arap yapmak için her türlü zulüm, her türlü hile ve yöntem geçer- liydi. Şehrizor, Kirmanşah, Medayin, Hemadan gibi büyük şehirlerin kütüphanelerindeki yedi bin yıllık eski bir medeni­yeti bağrında toplayan paha biçilmez kitap ve eserler Medi­ne den gelen emir gereğince yakıldı, kül edildi. ',34

5-SELÇUKLLLAR, OSMANLILAR VE KÜRTLER

Türkler Orta Asya kökenli bir millettir. Kürtler ise Ön As­ya asıllı bir halktır. İki halkın İslamlaşma süreçleri farklı ol­makla birlikte en belirgin ve ortak özellikleri Müslüman ol­malarıdır. İslam dünyasını o dönemde Abbasi Devleti temsil ediyordu. Ancak XI.yüzyıldan itibaren Bağdat merkezli Ab­basi devleti zayıflamış ve İslam coğrafyasında Tevaifül- Mülûk adıyla bilinen küçük devletçikler kurulmuştur. Abbasi devletinden boşalan siyasi ve dini alanı büyük oranda Şii Büveyhoğullan doldurmuştur. Buna paralel olarak Iran, Azerbaycan, Kuzey Irak ve Doğu Anadolu’da Kürt hanedan­lar kurulmuştur. Şii Büveyhoğullan İran ve Irakta büyük bir siyasi güç haline gelmiş ve hemen hemen Kürt hanedanlarının hepsini egemenliği altına almıştır.

Selçuklular İran’a geldikleri zaman Kürt halkıyla temasa geçmiştir. İran ve Azerbaycan’daki Kürt hanedan ve valiler siyaseten Büveyhilere bağlıydı. Kürt hanedan ve valilikler sağlam bir siyasi yapı kurumamıştı. Hanedan içi taht kavgalan mevcuttu. Rakip Kürt hanedanlar birbiriyle mücadele için­deydi. Selçuklular ve Kürtler İran’da karşı karşıya geldiğinde Oğuzlarla Kürtler arasında önce büyük çatışmalar olmuştur. Müslüman Kürtler Selçuklulan tanıyınca Büveyhoğullan yerine Selçuklulan tercih etmiştir. Selçuklular, Kürt hanedan­lar içindeki taht kavgalarına taraf olarak rakip kabilelerle itti­faklar kurmuş ve kendine yakın olanlan kendine bağlayarak iktidarını güçlendirmiştir. Kürt hanedanlar sorun çıkardığı zaman ise iktidarlarına son verilmiş ve Selçuklu asıllı valiler tayin edilmiştir. Sultan Tuğrul döneminde Hasneveyh, Revadi, Şeddadi ve Mervâni hanedanlan büyük oranda Sel­çuklulara bağlanmıştır.35

Selçukluların Maveraünnehir’in Doğusundan İran’a Kür- distan’a ve Anadolu’ya gelmesi ayn ve kapsamlı bir çalışma­nın konusu, Kürtlerle karşılaşması fetihlere başlaması ile ol-

muştur. Horasan’dan başlayarak fethe devam eden Selçuklu­lar Kürt illerine de göz dikmişti.

Özellikle Hamedan Medya Kürt devletinin başkentiydi. Burası Baktabata (Ecbatana) diye isimlendirilmişti ve bu isim Med dilinde “yolların kesiştiği yer” anlamındaydı: Önce Türklerle dokunulmazlık anlaşması yapıldı ancak yine de Tuğrul Bey Kardeşi İbrahim Yinal ile savaşıp Hamedana hâkim oldu. Daha sonraki kargaşada Hamedan İran’a tabi bir vilayet oldu. Selçukluların hâkimiyet bölgesinde çok sayıda Kürt emirliği vardı. Bunlar başka bir çalışmanın konusu ola­cak kadar kapsamlı bir konudur. Ancak Malazgirt Savaşı’nın da etkileri büyük olmuştur. Malazgirt Savaşı’nda Bizans kuv­vetlerinin sayısı 200 bin ile 300 bin arasında ihtilaflıdır. Yazı­lana göre Selçuklu ordusu 15.000 atlısı ile oldukça azdı. Çev­re Kürlerden yaklaşık 10.000 kişilik bir kuvvet katılmıştı.

Aynı durum Arap kaynaklarında görülüyor ama yine de Kültlerden söz eden iki Arap kaynağı var. Ali Sevim ve Faruk Sümer’in İslam Kaynaklarında Malazgirt Savaşı adlı kitabın­da yer alan Sibt İbnü’l-Cevzi’nin (0.1257) anlatısı şöyle: “Az önce 10 bin Kürt de Sultan 'a katılmıştı. Bununla beraber Sultan ulu tanrıdan sonra buyruğundaki 4 bin kişilik hassa askerine güveniyordu. ” (s.34-35) Bu Kültlerin kimler olduğu konusunda bilgi vermeyen yazar, Bizans ordusunun mevcu­dunun 400 bin olduğunu söylüyor. Hâlbuki bugün ciddi araş- tırmacılaı bu sayının 40 bin civarında olduğunda hemfikir.

Aynı kitapta İbnü’d-Devâdârî (ö.l335’ten sonra) de şöyle diyor: “Sultanın yanında 4 bin atlı kalmıştı (...) Sultan Al­parslan ’a Kürtlerden ve sair kavimlerden olmak üzere 10 bin kadar insan da katılmıştı. ” (s. 57)

Türlü anlatım vc abartılara rağmen net bir sonuç vardı, o da Bizans ordusu yenilmiş ve Anadolu’nun kapılan Türklere açılmıştı. Kürtler bu savaştan bir şeyler bekleyerek Türklerin yanında yer almış fakat sonuç bekledikleri gibi olmamıştı;

1-Kürtlerin saldınya açık kentlerine Selçuklular Türk Vali atayıp, Kürtlerin fedakârlıklarını görmezden geldiler, Kürt şehirlerine koruma sağlanmadı.

. 2-Selçuklulann Anadolu’ya ani göçü demografik yapıyı değiştirdi. Yönetimin baskısı ile çok sayıda Kürt, Rum ve Yunan yer değiştirmek zorunda kaldı. Bu Düzenli tanmı ve mimariyi etkiledi. Çünkü gelenler konar-göçer olduklan için tarımsal üretime ve imara önem vermediler.

3-Kürt beylikleri baskı, vergi ve kargaşa ile yok olmaya sürüklendi.

4-Selçuklulann bu politikası karşısında Kürtler ovalardan dağlara doğru çekilip az ile yetinmeye başladılar.

Bir süre sonra Kürtlerin gördükleri zorluklar büyümeye başladı ve ülkelerini Selçuklulardan kurtarma ve kovma yolla­rını düşünmeye başladılar. Bu durum, Kürtlerin kendi arala­rında düşmanlıkları terk etmelerine yol açtı. Ancak bunu ha­ber alan Selçuklu yönetimi Oğuz Türkmenlerini Kürtlerin üzerine saldı ve yapılan büyük savaşta Kürtler bozguna uğra­dı. Oğuzlar Kürtlerin mallarını, eşlerini ve çocuklarını ele geçirdi geriye kalanlar dağlara sığındı.36

Kürt bölgeleri aynı zamanda Selçukluların kendi araların­daki hâkimiyet kavgasınm da zemini oldu. Buradaki hayat yapılan savaşlar yüzünden harap oldu. Ticaret ve tarım yapı­lamaz oldu. Selçuklulann İslam’ı kurtarmak ve hâkimiyet alanını genişletmek amacı ile yaptığı bu hamleler başta Kürt­ler olmak üzere diğer Türk olmayan Müslüman halklara zarar verdi. Yerinden etti, gerilemelerine neden oldu Özellikle Ma­lazgirt Savaşı’nda kuvvetlerinin yansını oluşturan Kürtler bunu yapmışlarsa amaçlannın “İslam Ümmetinin vahdet’i değil tamamen Türk ırkına dayalı bir devlet oluşturmaktı ” demek için eıken olabilir ama daha sonra Selahaddin Eyyubi’nin yaptıklannın İslam’a katkısı düşünülünce Selçuklulann yap­tıklarının yeniden irdelenme ihtiyacı doğuyor.

Ayn ve detaylı bir çalışmanın konusu olacak olan Eyyübiler zamanında Kürtler, Mezopotamya’dan Yemene kadar hüküm sürdüler Selahaddin Eyyubi’nin kişiliğinde örnek bir yönetim gerçekleştirdiler.

Daha sonra Kürler bugün Kürdistan denilen bölgede ken­dilerini koruyacak alan hâkimiyeti politikasını izlediler. Za­man zaman çıkarlarına göre ittifaklar kurdular, savaştılar, kazandılar, yenildiler ta ki Osmanlı İmparatorluğu kurulunca­ya kadar.

Ancak Doğu’dan gelen Moğol saldınsı Ortadoğu halkları­nın ortak kaderi oldu. Çünkü Moğollar Fars, Arap, Kürt, Tüık demeden tüm halkları kılıçtan geçiriyor, şehirlerini, köylerini yakıp yıkıyor, mallarını yağmalıyordu. İbn Esir de bu istilayı Hz.Adem’den bu yana insanoğlunun karşılaştığı en büyük felaket olarak nitelendirerek, “Keşke annem beni doğurma- saydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliamları görmeseydim ” der. İslam tarihi kaynaklan bu istilalardan dolayı Moğollan bir kıyamet alameti olarak görerek, Yecüc-Mecüc olarak da nite­lemişlerdir.

14. ve 15.yüzyılda Kürdistan iki yeni gücün arasında kal­mıştı. Batı’da Osmanlı Devleti Doğu’da ise Safevi Devleti vardı.

Kürtler Safevi Devleti ve Şah İsmail’in yayılmasına karşı şiddetli bir tepki gösterdiler Bu da Şah İsmail’i Kültlere çok şiddetli bir bastırma yoluna itti. Bunda Mezhep farklılıklarının etkisi olduğu kadar gidecekleri başka yer kalmamasıdır. Çün­kü diğer tarafta Beylikler zamanından beri zaman zaman sa­vaştıktan Osmanlı Devleti’nin güven vermeyen politikası vardı. Aynı zamanda iki devlet de birbirine düşmandı.

Safevi Devleti’nin varlığı Osmanlı Devleti’nin Doğu’ya ve Kürdistan’a yayılma politikasında strateji değişikliğine etki etmiştir. Batı’da hızlı bir fethe geçen Osmanlı Devleti ise daha çok sınır güvenliğine dayanan ve tampon bölgeye dayalı bir

Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri strateji izlemiştir. Bunda Kürdistan’ın coğrafi yapısı, toplum­sal yapısı, dini ve mezhepsel yapısı etkili olmuştur. İdris-i Bitlisi’nin miman olduğu Osmanlı devleti-Kürt ittifakı sonu- .cunda Şah İsmail Çaldıran Savaşı’nda yenilerek geri çekilmiş­tir. Kürt beylikleri bu tavırlarından dolayı Osmanlı Devleti nezdinde ayrıcalıklar kazanmıştır. Bu özerklik Sultan Selim’in fermanı ile yazılı bir anlaşmaya dönüşmüştür. Bu anlaşmaya dayanarak bazı Kürt beylikleri Hükümet unvanı bile kazan­mıştı. Ufak çaplı çatışmalan saymazsak 19.yüzyıla kadar Kürtler bu statülerini korumuşlar, hatta devletin bazı seferleri­ne asker verip katılmış, devlet organlarında yönetici olarak görev almışlardır.

Osmanlı siyasetçilerinden İdris-i Bitlisi önemli bir rol oy­namıştır. Safevilerden alınan bölgelerde kurulan vilayetlerde Türiderin yanı sıra Kürtlere de önemli liderlikler verilmiş, birçoğu babadan oğula geçen bu önemli derebeylik benzeri pozisyonlar daha sonra da devam etmiştir. 17. Yüzyılın sonu­na kadar Kültlerin bölgedeki konumu bu iki devletin ihtilafla- nyla belirlenmiş, sonunda Safevilerin tamamen mağlup olup Zagros Dağlan'nın ötesinde kalacak şekilde bölgeden çekil­mesiyle gerek Kürtler için gerek bölge için yeni bir dönem başlamıştır. 17.Yüzyıldan itibaren zaman zaman geçici süre­lerle bölgede Iran etkisi ve saldınlan görülse de, Kürdistan bölgesi barındırdığı Kürt halklar ile birlikte genel olarak Os­manh kontrolünde kalmıştır. Genel olarak Kürtler Osmanh himayesinde Osmanlı ile birlikte dış etmenlere karşı koymuş­larsa da, İranlılann Kürtlerle ilişkisinin olmadığını söylemek yanlış olur, örneğin Nadir Şah'ın ölümünden sonra kısa süre­liğine de olsa ülkeyi yöneten, Zend hanedanına mensup Ke­rim Han olmuştur.

19.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet aygıtında değişim ve reformlar olmaya başladı. Bu gelişmeler yerel yöneticileri huzursuz etti Batı’da Yunanlılardan sonra Suplar­dan İmparatorluktan bağımsızlıklarını alıp aynldılar. Kürt

emirlikleri de imtiyazlan elinden alınınca isyan ettiler. Elli yıl süren bu mücadele Bohtan ve Baban emirliklerinin tasfiyesi ile sonuçlandı. Bu boşluk Kürdistan’da yeni siyasal organi­zasyonların ortaya çıkmasına neden oldu. Gerçi dikkatli ince­lenirse Kürt beyleri üzerinde keyfi baskılar ve uygulamalar 17.yüzyılda başlamıştı. Bazen Osmanlı valileri Kürt Beylerini azlederek hoşnutsuzluğa yol açmış, ancak Osmanlı yönetimi bunu düzeltir gibi yaparken uzun vadede beyliklerin etkilerini azalttılar ve Kürtler bunu fark edemediler. Bazen Osmanlı başka beyliğe vermek üzere topraklara el koyardı. Bu bir süre sonra hoşnutsuzluklara yol açmıştı.37 Bu Kürt aşiretleri ara­sındaki küçük düşmanlıklar görülmüyor ya da görmezden geliniyordu.

17.Yüzyıl ile birlikte Iran-Osmanlı gerginliği tekrar yük­selmiş, Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerden Zuhab ve Süleymaniye bu gerilimin odak noktalan olmuştur. 19. Yüzyıldaki bir diğer önemli gelişme de Osmanlı toprakla­rındaki çeşitli Kürt beylerinin ayaklanmasıdır. 18301u yıllarda Bedirhan Bey, Said Bey, İsmail Bey ve Revanduzlu Mu- hammed gibi isimler ayaklanmış, bölgede önemli bir güce ulaşmış, aldıklan çeşitli yerlerde Hristiyan topluluklar ve Ezidî Kürt topluluklar katledilmiştir. Aynı dönemde eski sad­razamlardan Sivas Valisi Reşid Mehmed Paşa ayaklanan Kürtlerin üzerine, bölgeyi yatıştırması için gönderilmiştir. Uğraşlar sonucu ayaklanmaların önder ismi Muhammed Paşa 1836 yılında yakalanmıştır. Bununla birlikte bölgedeki geri­lim dağılmamış, aksine 1839’daki Nizip Muharebesi’nde Osmanlı Devleti’nin yenilmesi sonrası bölgede ayaklanmalar tekrar baş göstermiş, 1843 yılı dolaylarında Cizre cmiri Bedirhan Bey ile Hakkâri emiri Nurullah Bey ayaklanmıştır. Bu dönemdeki önemli olaylardan biri de kendilerine uygula­nan baskıdan şikâyetlenmiş olan Hakkârili Nasturilcrin Nurul­lah Bey tarafından katledilmeleridir. 1840’lann sonuna doğru Osmanlı bunlann üzerine bir ordu yollamış, yenilen liderler

sürgün edilmiştir. Kürt ayaklanmalarıyla ilgili önemli bir hu­sus da, 19,yüzyılda Osmanlı ile savaş içerisinde olan Rus ordularında bir Kürt alayının tertip edilmesidir ki nitekim Kırım Savaşı’nda Rusların iki Kürt alayı seferber ettikleri bilinmektedir. 1800’lü yılların sonunda Hakkâri ve çevresin­deki bölgede tekrar Kürt ayaklanmalar olmuş, bu ayaklanma­lar Osmanlı tarafindan belirli bir süre içerisinde yatıştınlmış, bu dönemde aynca Osmanlı tarafindan Hamidiye Alaylar olarak anılan Kürt alaylar kurulmuştur ki bu alayların kurul­ması Kürt aşiretleri arasında ihtilafa ve hatta çatışmalara yol açmıştır. Ayrca 1800’lerin başında Osmanh topraklarında bağımsızlık hareketinin güçlendiği bir başka topluluk olan Ermeniler ile Kürtler arasmda gelişen iyi ilişkiler, 1800’lerin son yıllarında düşüşe geçmiş, çeşitli yerlerde Ermeni ayak­lanmalarının bastırlmasında Kürtler aktif rol oynamışlardır.

Osmanlı bunu görünce Kürt beyliklerini zayıflatma siyase­tini artınyordu. “Böl ve yönet’’ siyaseti Kürt isyan hareketle­rinde de etkili oluyordu. O dönemi yazan tarihçilerden biri Bağdat vahşinin Baban emirlerinin birinin isyanı karşısındaki tutumunu anlatnken valinin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Onlarla (Kürtler) savaşa tutuşmadan, başka bir yoldan on­lara yaklaşılacak. Bazı Kürdistan emirlerinin çocuklarıyla yazışacaksın, isim, rütbe vererek onları tarafına çekeceksin. ” (resul el-Keıkükî)

Bu Osmanlı siyaseti gerileyen İmparatorluğu kurtarmak kaygısı ile tüm unsurlara farklı seviyede uygulanan siyasetler idi. Bunda İmparatorlukta yaşayan değişik etnik ve dini yapı­ların birbirinin aleyhine olmalarının da etkisi vardır. Ancak bu uygulama Osmanlıyı sarsacak düzeyde isyanlara yol açsa da kanlı bir şekilde bastırıldı. Kürtlerin yeniden kendine gelmesi için Jön Türk muhalefeti ve 1908 devrimine kadar beklendi.

Kürtlerin ve Türklerin zorla Müslümanlaştınlması Kürtle­rin vc Türklerin yaşamında en önemli sosyal olaylardan biri-

dir. Resmi ideolojinin bize anlattığı öğrettiği gibi bu değişim Kürtler ve Türiderin özgür iradeleriyle olmamış Arap ordula­rının kanlı istilası ve kıyımı sonucu olmuştur. İkinci önemli gelişme 1000 yıllarının ortalarında Anadolu’ya gelen Türkler­le Kültlerin ortak yaşam kurmalarıdır. Kürtlerle Türklerin aynı topraklarda kurdukları bu ortak yaşam inişli çıkışlı süre­rek bu güne kadar gelmiştir. Kürtlerle Türkler ortak yaşadıkla- n topraklarda oıtak bir yaşam kurdular. Kürtler ve Türkler tarihi süreç içerisinde ilişki ve çelişkilerle dolu beş noktada karşılaşmışlardır.

1-Etnik,

2-Kültürel,

3-Siyasal,

4-Sosyal,

5-Ekonomik,

Boyudan olan Kürt Sorunu bu kaynaklardan süzülerek ge­liyor.38 Bugün, bu tarihsel gerçek ve onun üzerinde şekillen­diği sosyolojik durum kavranmadan demokratik çözüm geliş­tirilemez. Ya da sorun anlaşılmadan etrafında tur atılarak çö­zülemez.

Bu ilişkiler o dönem koşullarında ve savaş ittifaklarında kurumsallaşmıştır. Daha sonra belli dönemler bu ilişkinin bo­yutunu şekillendirip günümüze getirmişti. Bu şekil değişiklik­lerini şu aşamalarda irdeleyebiliriz:

1-İlk önemli karşılaşma Kültlerin yardımıyla Türklere Anadolu kapılarının açıldığı Malazgirt’tir. Bunun mahiyeti ve gerçekliği günümüzde de tartışılmaktadır bunun küçük bir bölümüne yukarda değinmiştik.

2-İkincisi, yaklaşık 330 yıl sürecek olan ittifakın temelleri­nin atıldığı Çaldıran’dır. Burada Kürtler arasında büyük bir kırılma yaşanmıştır. Alevi Kürtler Iran, Sünni Kürtler Osman­lI tarafını tutmuş ve bu taraf tutma özünü korumaktadır.

3-Üçüncüsü OsmanlI’nın merkezi kararlarını Kürdistan’da- ki özerk havayı sıkıştırmasıyla ilk büyük çatlağın meydana geldiği «Botan ayaklanmasıdır, 2.Mahmud’ıın Sened-i İttifa- kı’nın tek mağduru neredeyse Kürtler ve Kürdistan’dır ve bu konu tarihçiler tarafindan etraflıca ele alınmayı beklemektedir.

4-Dördün.cüsü II. Abdülhamit’in bozulan ilişkileri ümmet temelinde toparlama girişimidir.

5-Beşincisi ise Erzurum’da başlayan ve sonrasında Kürt sorununun giınümüze kadar şekillendirilerek gelmesine yol açan politikalardır.

Bin yıldır süren bu ortak yaşam 1800’lü yılların başların­dan itibaren Osmanlı devletinde doğan, giderek güçlenip dev­lete egemen olan milliyetçi, ırkçı bir düşünceye sahip ittihatçı­ların, daha sonraları da Kemalistlerin Kürtlerin varlığını inkâr ederek onları baskı, imha ve asimilasyonla yok etme politika­larını gütmesiyle Kürtlerle, Türklerin ortak yaşamı yara alma­ya başlamıştır. Bu gün Batı illerinde ellerinde silahlarla, balta­larla, satırlarla, sopalarla Kürt avına çıkan insanların ruhlanna yerleştirilmiş ırkçı ruhu öldürmek için kitaplarda yazılan, an­latılan gerçeklerin geniş.kitlelere ulaştınlması lazım. Türklerin Kürtlerin bin yıllık ortak yaşam serüvenini o kadar yalın o kadar gerçekçi o kadar objektif anlatmış ki ülkemizde resmi ideolojinin ırkçı faşizan bir ruhla eğittiği insanlarımıza gerçeği öğretmek için bilimsel çalışmaların önemi büyüktür.

Bu şiarla yeniden 1908 devriminde Kürtlerin durumu, ko­numu ve mücadelelerine kaldığımız yerden devam edelim.

6- 1908 DEVRİMİ VE KÜRT ÖRGÜTLENMESİ SORUNLAR-SONUÇLAR

Kültlerden, sonradan milliyetçi olarak tanınacak olanlar o yıllarda katıksız “Osmanlıcı’ydılar. Her ikisi de doktor olan Kürt kurucular çalışkan ve aktiftiler. A.Ccvdet, eneıjik, Fran­sızca, İngilizce, Almanca ve Farsçadan başka İtalyanca bili­yordu. Bu dillerden çeviriler yaptı.39 İ.Sukûti erken yaşta,

1903 yılında Roma’da tüberküloz hastalığına yenilerek öldü. 1909’da kemikleri getirilip Sultanahmet Türbesi bahçesine gömüldü. Beysanoğülu Ş. Diyarbakır’lı Fikir ve Sanat Adam­ları. s.114. Diyarbakır’ın tarihi ismi olan Amed’den olacak, İ.Sukûti “Amedi" adını kullandı. Kendisine ait belgeler “Ar­navutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti Merkez Arşivi ”nde bu­lunuyor.

Osmanh Devleti ile anlaşarak A.Cevdet Viyana vc Î.Sukûti Roma elçiliklerinin doktorluğunu yürüttüler ve arka­daşları zaman zaman onlan eleştirdiler. A.Cevdet İçtihat Mat­baası ve Dcrgisi’ni kurdu, Kürt kültürüne ilişkin yazılar yazdı.

İ.Sukûti “Osmanlı” gazetesinde 1 Ocak 1900 tarihli sayı­da “Arnavutlar ve Kürtler” makalesini yazdı, öz kültürlerini koruyarak değişik etnik toplulukların birlikte yaşayabilmele­rini önerdi. Her ikisi de Osmanlılık içinde eşit ve özgür olma­yı vurguladılar. İçtihad dergisinde “Mekatib" -Okullar- ma­kalesinde bu görüşleri savundu A.Cevdet.

“... İşte bakın ben Kürdüm. Kürdleri ve Kürdlüğü seve­rim. Fakat mademki hukuk ve vezaifçe mütesâvi Türkiye va- tandaşlarındanım, her şeyden evvel Türküm. Benim Şiiliğim, Sünniliğim, mütekidliğim, hürendişliğim, ırk-ı asfer veya beyz- den oluşum hususi ve fenni işlerdir. Benim İm sözümden, ben mademki Türkiya vatandaşıyım Kürd lisanı unutulsun, Kürdlü- ğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın. Bilakis, Kürd Kürdçesi- ni, Ermeni Ermenicesini hars-ü ihya etsin. Bundan Türkiya ’ya mazarrat geleceğine sahib olan ancak kabak kafalı, yahud hain ruhlu kimselerdir... ”40 “Şura-yı Osmani Gazetesi Müdiri- ne” başlıklı yazısı İçtihad’ın 20 Mart 1906 tarihli 3. sayısında çıktı. “...Vatandaşlar! Türkiya Türldyalılarındır. Türkiya va­tandaşları kat ’iyyen aynı hukuk ve hürriyete maliktir. Hiçbir unsurun meselâ Ermeni hin Türk’e, Türkün Arab’a, Arab’ın Arnavud'a hiçbir tefâzulü yoktur..." (Fazla bir yanı)41

İslamiyeti çok iyi incelemiş olan ACevdet, “birlik içinde ayrı olma ” anlayışını dini prensiplere göre açıkladı.

191S yılına gelindiğinde, Osmanlı Devleti’nin ortadan -kalkacağı belli olduğunda da Osmanlılık içinde Kürt kültür ve varlığını savundu. Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin organı “Jin ” Gazetesi’nin. 1.sayısında, “Bir Kürd" imzasıyla “Kürdler Uykuda Değil ” makalesini yazdı. Bir bölümü şöyledir:

“... Kürdler, böyle bir asrın böyle bir kiyametinde uyumak mümkün müdür? Ey Kürd, uyan! Diye bağırmaya ben lüzum görmem. Zira eğer Kürdler uykuda, hâlâ uykuda iseler, çok­tan pek çoktan ölmüşler demektir...’’

“Kürd uyanıktır ve kendisini asırlardan beri uykuya dâvet etmiş ve uykuya dalmış olan hüda-vendleri (Türkleri) de uyandıracaklardır. ’’

“O, kendisine suikast etmiş olanlara hüsnikast ile mukabe­le edecektir. Biz bir asırda yaşıyoruz ki bir saat uyumak, bir millet için ölmektir... ’42

Daha sonra Kültlerin özerkliği veya bağımsızlığı fikirleri­ne yakınlık duydu. ABD Cumhur Başkanı Wilson’un pren­siplerinin açıklanması üzerine bu noktaya geldi. Bu anlayışını "Jin”, “Serbesti”ve “İnkilâb-ı Beşer”gazetelerinde sürdürdü.

Bu arada milliyetçilik akımlarının güçlenmesi Kürt ileri gelenlerini de demek kurma ve gazete çıkarmaya yöneltti;

1-Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti

Sultan 2.Abdülhamit’e karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birlikte hareket eden Bazı Kürt ileri gelenleri 1908 devrimin- den sonra oluşan özgürlük ortamından faydalanıp, farklı Kürt unsurlarını bir araya getirip Kürt Teâvün ve Terakki Cemiye­tim kurmuşlar ancak cemiyet varlık gösteremeden 1909 İT’nin baskısıyla kapanmıştır. Cemiyetin açılışına yaklaşık 500 kişi katılmış ve açılışta bir konuşma ile amaç anlatılmıştı. “Hepimiz imparatorluğun uluslarının kardeşliği ve ortak

çalışması için anayasa ve meşrutiyeti destekliyoruz.43 Cemi- yetin’in aynı adı taşıyan bir gazetesi vardı. Kürtçe Türkçe basılan gazete haftalık yayın yapıyordu. Sadece 9 sayı yayın­lanmıştır. Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti'nm en önemli başarısı aralannda sorunlar olan Kürt ileri gelenlerini bir araya getirebilmesidir.

Cemiyet başta anadilde eğitim olmak üzere bugün de Kürtlerin ana sorunu olan birçok sorunu programına alarak önemli tespitler yapmış ama İttihat ve Terakki’nin ırkçı ve baskıcı politikaları sonucu kapanmıştır.

2-Kürdistan Teali Cemiyeti

II. Meşrutiyet özgürlük ortamı İstanbul’da çok sayıda mil­liyetçi oluşumlara olanak sağlamıştı. İlk Kürt Milliyetçi örgüt­leri de bu yoldan etkilenen Kürt ailelerinin üyeleri tarafindan İstanbul’da kurulmuşlardı. Kürdistan Teali Cemiyeti de bu koşullarda kurulmuştur. Cemiyetin kuruluşu diğer denemelere göre biraz geç olmuştur. 17 Aralık 1981’de kurulan cemiyet Ortadoğu’nun yeniden şekilleneceği öngörüsü koşullarında politik bir aktör olmak amacındaydı. Kuruculan şöyledir; Başkan Seyyid Abdülkadir Efendi, Genel Sekreter Hüseyin Şükrü Bey (Baban), Dr.Şükrü Mehmet (Sekban) Bey, Nami Bey, Babanzade Hikmet Bey ve Aziz Bey idi. Diğer üyelere bakıldığında kumcuların Kurmanci konuşan Kürtler olmasına rağmen Zaza ve Alevi olan Kültlerinde cemiyetin içinde yer almalarıdır.44 Örneğin Koçgiri İsyanı’nm liderlerinden Alişan Bey Cemiyet üyesidir.

Kuruluşuna başlangıçta İttihatçı hükümet olumlu yaklaş­mış, özellikle Kürdistan’da Ermeni ve diğer unsurlara karşı kullanabileceğini düşünmüş, ancak faaliyetleri İstanbul Hü­kümeti yönetiminin isteklerinin tersi yönde gelişmiştir. Wilson Prensipleri çerçevesinde davranışları cemiyeti ayrılık­çı sınıfina koymuştur.

İçindeki radikal kesime rağmen İslamcı Kürt kesimi İmpa­ratorluğa bağlıydı. Sevr Anlaşması’™ red ederek hükümette iki maddeden oluşan bir öneri sundu;

- 1-Osmanlı camiası içinde kalması koşulu ile Kürdistan’a otonomi verilmesi,

2-Bu otonominin ilanı vc uygulanması için etkin tedbirle­rin alınması.45

Kürdistan Teali Cemiyeti’nin başta Hürriyet ve İtilaf Fır­kası olmak üzere İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi siyasal der­neklerle yakınlık kurmuş olması ideolojik tutumu bakımından doğal karşılanabilir. Özellikle Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın programına, doğrudan Kürtlere özerklik verilmesini vadeden bir hüküm koymuş olması dikkat çekicidir.46

Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Kürdistan Gazetesi, Jin Dergisi ve Gazetesi gibi yayın organlan olmuştur. Bunların yanı sıra Anadolu hareketine muhalif cephede yer aldığı için bu cephede yer alan yayın organlarında da sesini duyurmaya çalışıyordu.47

Cumhuriyet döneminde cemiyet Takrir-i Sükûn (1925) yasası ile kapatılmış, cemiyetin eski üyelerinin eylemleri ağır cezalarla karşılaşmıştır.

Kürt aydınlan arasında bu örgütlenmeler İT yönetimini çoklu kaygıya sürüklüyordu. Balkan sendromu diyebileceği­miz bir saplantıdan dolayı Balkan Savaşı’nda başlarına gelen­lerin aynısı Anadolu’da yaşama kaygısı, travmatik bir hal almıştı. Çünkü Anadolu’da Rum, Ermeni ve Kürt ittifakından çekiniyorlardı. Özellikle Kürt-Ermeni ittifakı Ermeni Tehciri karan almalarında önemli bir etken oldu. İttihatçılar Balkan Savaşı sırasındaki Arnavut İsyanı’mn Balkanlar’ın kaybında ne derece etkili olduğunu unutmamışlardı. Doğu halklarmın böylesi bir ittifak olasılığı sadece Kürdistan ve Ermenistan’ın kaybına değil, aynı zamanda Arap topraklarının da kaybına yol açabilecekti. Anadolu’ya saçılmış Eımeni nüfusuna kıyas-


la, Kürt nüfusu bölgede daha yoğundu ve bu da Kürt korku­sunu artıran bir demografik etkendi.48

İttihat ve Terakki’nin tarihi rolü buradadır. Diğer Müslü­man OsmanlIlar da bundan etkilendiler. Araplar, KafkasyalI­lar ve Balkanlardan sonra gecikerek Kültlerin de 2O.yüzyılm ilk çeyreğinde milliyetçi algılarla Ortadoğu’daki mücadelelere katıldıkları biliniyor. Bütün bunlara bakarak düşünsel etkile­şim ve zincire bakarak Ortadoğu’daki günümüz Kürt sorunu­nun iki yüz yıl öncesinin ulus-devlet sorunu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Burjuva devriminin geliştirdiği ve yarattı­ğı milliyetçi sorunlar, kapitalizmin geldiği günümüzde form değiştirdi. Bu nedenledir ki, Türkiye, Iran, Irak ve Suriye Kürt sorununa yüz yıl öncesi bir anlayışla bakmamak. Kürt soru­nunun bir yerel -o ülkeye özgü- ve bir de Ortadoğu bölgesi karakterinin yanında uluslararası yanı var. Kültlerin, dinsel, kültürel, siyasal ve ekonomik haklan dayatıcı konumdadır. Bölge ülkelerinden birisindeki uygulamalar, Kültlerin yaşa­makta olduklan diğer ülkeleri de etkilemektedir.


BOLUM VII

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN


“Sansür, geçerli anlayışları ve var olan kurumlan ve yasaları birilerinin sorgulamasını engellemek için var. Bütün ilerleme geçerli anlayışların sorgu­lanmasıyla ve var olan yasaların ve kurumların de­ğiştirilmesiyle gerçekleşir. Sonuç olarak ilerlemek için gerekli olan ilk şey sansürün kaldınlmasıdır. ”

BERNARD SHAW

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN

Osmanh İmparatorluğu’nda ilk gazeteler (Takvim-i Vakayi (1831), Ceride-i Havadis (1840)) yayınlandığında kimse ga­zetenin etkisi, basın özgürlüğü, demokrasi gibi kavramlar üzerinde düşünmemişti. Sadece yeni bir enstrüman ve kulla­nanın gücüne güç katıyordu. Aynı şeyi ittihatçılarda düşün­müştü. İttihat ve Terakki, çok yönlü bir organizasyon olarak; kuruluşu, örgütleniş şekli, fikri dokusu, iç-dış bağlantılan daha önceki bölümlerdeki anlatımlara rağmen bütün yönleri ile yeterince aydınlatılmış değildir. Bunda ilgili belgelerin tam olarak araştınlmamasının yanında, tarafsız araştırmacılann azlığı da etkilidir. Ne yazık ki kendi ideolojik alanını kuvvet­lendirmek için yapılan araştırmalar aynı zamanda soğukkanlı ve tarafsız yaklaşımları engellemiştir. Bu yüzden İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ilgilendiği ya da ele aldığı her konu (Osmanlıcılık, Batıcılık) ve her kurum (eğitim, din, basın) üzerinden ele almak yapısını anlamakta daha anlaşılır ipuçla­rına ulaşmamızı sağlar. Basın İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en çok ilgilendiği alanlardan biriydi. Bu alanı sonuna kadar kullanmaya çalıştı. Bu durum İttihat Terakki’nin bu alanda çok bilgi ve belge bıraktığı anlamına gelmektedir. En azından o dönem suç sayılan bazı beyan ve bilgilere bu yönden ulaş­mak mümkündür.

İttihat ve Terakki örgütlenmesinin, devlet ve toplum üze­rindeki hâkimiyetinin sonuçlan ile kurucu, örgütleyici güçle­rin doğrudan ilişkileri bulunmaktadır. İttihatçı basın irdelenir-

se: Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi, Alman ekolünün tahakkümü, muhalefetin sindirilmesi, İngiltere bağı, Alman irtibatı, Ermeni ve Sırp örgütleri ile ilişkileri, Kürt ve Ermeni meselesine yaklaşımı devlet içinde kendilerini devlet yerine koyan derin örgütlenmelerin aydınlatılması, iktidan ele geçir­dikten günümüze uzayan çizginin görülmesini sağlayacaktır.

Kuşkusuz İttihat ve Terakki, tek yönlü, silahlı çetelerin kullanıldığı fedai tipi bir örgütlenme değildir. Böylesine bir yapılanmayı içerlemekle birlikte asıl, çok daha temelli bir sosyal dönüşüm/modemleştirme projesi ile ilişkilidir. Bu idea­li daha ilk beyannamesinde bulmak mümkündür. Bunu ilginç bir şekilde kuruluş aşamasında değil büyüme ve iktidan ele geçirme aşamasında gerçekleştirmiştir. Bir medeniyet değiş­tirme planına kadar uzanan köklü değer, kültürel değişimi organize edecek hâkim organizasyon tipindedir. Onun için sıradan bir örgüt yapısından hareket edilmemiş, asırlar ötesin­den örgütlenme birikimi olan dış kuruluşlarla birlikte olun­muştur. Bu kuruluşların en büyük özelliği İmparatorluk içeri­sindeki gayrimüslim topluluklann içinden çıkmasıdır. Bu yüzden İttihat ve Terakki’nin öne çıkan siyasi yüzünün geri­sinde, toplum değiştirme, kültürel dönüşüm planları göz ardı edilmektedir. Özellikle iktidan elde ettikten sonra ciddi bir şekilde toplum mühendisliğine soyunmuştur. Örgüt, dönüşü­mü gerçekleştirebilmek için iki unsuru çok dikkatli kullanmış­tır. Bunlardan birisi; kulüp ve ocaklann denetiminde elinin uzandığı her yerde eğitim kurumlannı açarak kendi zihniye­tinde, tabanını oluşturacak insan unsurunu yetiştirmek üzere okullar açması, açılmış olan okulları ele geçirmesidir.1 Eğiti­™ yaygın-örgün her türü ve kademesi ele alınmaya çalışıl­mıştır. İkinci önemli araç ise, basındır. Örgüt, yurt dışı-yurt içinde, örgütlendiği, kulüp-ocak-okul açtığı her yerde merkezi yayın organlarının dışında, yerel basınını da kurup toplumu şekillendirme, zihin yönlendirme işini ihmal etmemiştir. Der­giler, gazeteler, kitap ve broşürler yayınlanarak, kitleyi etki

altında tutma, kendi doğrultusunda hareket eder hale getirme çalışmasını sürdürmüştür. Bunun pratiğini iktidara gelmeden önce defalarca yapıp iktidan bu çalışmalarının büyük etkisi ile ele geçirmiştir.

Eğitim çalışmalarından uzun vadede sonuç almayı düşü­nen örgüt, basın ile kısa vadede sonuç almayı tasarlamıştır. Onun için basın alanındaki bağlantılarının aydınlatılması, ey­lemlerinin, amaç ve yöntemlerinin açıklanması açısından da vazgeçilmez bir zorunluluktur. İttihatçıların kurduğu ve etkin olduğu eğitim kurumlan ve kulüplere önceki bölümlerde de­ğinilmişti. Ancak basın önceki bölümlerdeki diğer ilintili ko­nuların dışında ayn bölüm olarak incelenmeyi zorunlu kıl­maktadır.

Bunun için, İttihat ve Terakki hakkında yazılıp-basılmış hatırat, telif eserler yanında Başbakanlık Osmanlı Arşivi bel­geleri önemi kaynaklardır. Konu ve dönemle ilgili asıl kay­nak, bizzat basın koleksiyonlandır. Bunlarda da doğrudan mer­kezi temsil eden gazetelerin, yanı sıra İttihat ve Terakki karşıtı basını karşılıklı olarak ele e alıp değerlendirmek gerekir.

Şunu önemle belirtmek gerekir ki; basının gücü ilk olarak Genç Osmanlılar tarafindan keşfedilmişti. Daha önce belirtti­ğimiz gibi içerde baskının artması sonucu Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Süavi gibi aydınlar yurt dışına kaçmış ve gazetele­rini orada çıkarmışlardı. Çünkü Genç Osmanlılara destek veren Mustafa Fazıl Paşa onları çağınp destek vermişti. Bu deneyimleri incelemeden İttihat ve Terakki’nin basın politika­sı anlaşılamaz.

A-GENÇ OSMANLILARIN YURDIŞINDA GAZE­TECİLİK SERÜVENİ

Tanzimatla birlikte Gazete ve dergi sayısı artınca bunu dü­zenleyen nizamname de hemen ardından 1864 yılında Mat­buat Nizamnamesi olarak uygulamaya konur ve ilk ola-

rakl 866 tarihinde mecmua-i havadis adlı gazete kapatılır. Artık Basının durumu ve alınacak tavır belli olmuştur.

1-Muhbir ve Ali Süavi

* Muhbir yurt dışında yayınlanan ilk Türk gazetesidir. Sahi­bi Filip Efendi’dir. Yayınlayan Ali Süavi’dir, yayın yeri İngil­tere’dir. İngiltere’de yayınlanmasının sebebini Ebüzziya Tev- fik şöyle anlatıyor. “Gazetenin Londra’da yayınlanmasına karar verilmişti. Çünkü Fransa ’da basın ağır cezalan öngö­ren bir kanuna tâbi olduğu gibi, gerekirse gazetelere kanun dışı muamele ediliyordu. Hele bir yabancı tarafindan çıkan- lacak gazete, o yabancının mensup olduğu sefaretin, şikâyeti­ne de kurban edilebilirdi.

2-Hürriyet ve Namık Kemal

Daha sonra genç Osmanlılar Muhbir ile yollannı ayırarak 29 Haziran 1868’de Hürriyet gazetesini yayınlamaya başladı­lar.

İlk 63 sayıyı Namık Kemal ve Ziya Paşa birlikte yayınla­dılar Ali Süavi sadece yazı yazıyordu.

İlk sayıdaki makalede, Yeni Osmanlılann eşitlikten yana olduklan, buna da “Meşrevet usulü ”nün uygulanmasıyla ulaşılacağı açıkça belirtilmektedir.

Ali Süavi’nin 20 Ocak 1869’da çıkan bir yazısı “Ali Pa­şa ’nın öldürülmesini teşvik edici ” sayıldığı için İngiliz adliye- si, gazetenin yöneticilerine kovuşturma açtırdı. Bunun üzerine Ziya Paşa İsviçre’ye kaçtı ve 3 Nisan 1870’te Hürriyet 89’uncu sayıdan başlayarak Cenevre’de çıkarmaya başladı. Gazete burada ancak 11 sayı çıkabildi ve 100’üncü sayı çık­tıktan sonra gazete kapandı? Daha sonra Ali Süavi Paris’te Ulûm adlı bir dergi (1869) çıkardı. Alman-Fransız savaşı çıkınca Lyon’a geçip gazetesini Muvakkaten adıyla yayınla­maya başladı. Bunların dışında Hüseyin Vasfi Paşa Mehmet Bey Cenevre’de 1870 yılında İnkılâp gazetesini çıkardı.

Yeni Osmanlılar arasındaki görüş aynlıklannı da yayınla­dıkları gazeteler yoluyla gündeme getiriyorlardı.

2.Abdülhamit Meclis-i Mebusan’ı dağıttıktan sonra Genç Osmanlılann yurt dışında gazetelerinin çıkmaya başladığı görülür. Hayal (Paris 1878; Londra 1879), İstikbal Cenevre, 1889, Gencinei Hayal (Hayal hâzinesi Paris 1881)

II.Abdülhamit’in otuzüç yıllık iktidarı süresince Tercü- man-Hakikat, Ruzname-i Ceride-i Havadis, Vakit ve Saadet gibi saraydan “tahsisat” alan ve suya sabuna dokunmayan birkaç gazete yurt içinde yayınlanabiliyordu.

Fakat bu ikinci dönem diyeceğimiz yurtdışında gazetecilik İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasından sonra başlar. Bu dönemde İTC tarafindan 13 yabancı ülkede gazete çıkar­tılmıştır İngiltere, Fransa, Avusturya, İsviçre, Belçika, Bulga­ristan, Romanya, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Amerika ve Brezilya. Bu gazetelerin çoğu Türkçe, bazıları Fransızca, Arapça, Almanca ve Ibranice’dir.4

ikinci dönem hemen gazete ile başlanmamıştır. Kendi ya­kın çevresini etkilemek ve bilgilendirmek için önce beyanna­me çıkanlmış ve politikasını ve düşüncelerini ilan etmiştir. B-İLK BEYANATTAN ÇIKAN BASIN GÜCÜ

Jön Türkler basın yoluyla fikirlerini ulaştırmak amacıyla basını yoğun bir şekilde kullanmıştı. Her şeyden önce demok­ratik bir rejimi öngörüyorlardı. Ancak çok sayıdaki Jön Türk yayını farklı ıslahat programı öneriyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu farklılığı ortak bir beyanname ve nizamname ile gidermeye çalıştı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bilinen ilk risâle beyanna­mesi 1895’te çoğaltılıp dağıtılmış, “Vatan Tehlikede” başhğy- nı taşıyan ilk beyanname, 30 Eylül 1895 günü ortaya çıkan Ermeni İsyanı üzerine İbrahim Temo ve arkadaşlan tarafin­dan hazırlanıp, çoğaltılarak, dağıtılmıştır. Cemiyetin temel görüşlerini yansıtan risalenin adı, Fransız İhtilâli parolaların-

dan birinin çevirisidir (La Patrie est en danger). Basınla ilgili olarak, matbuat serbestliği, olan-bitenlerin açıkça yazılması ve tartışılması, savunulur: "Bizde matbuat kanun dairesinde bile serbest olmadığından ecnebi memleketlerinde olup biten vu­kuat şöyle dursun kendi memleketimizin halinden bile haber­dar olamıyoruz. İstanbul ’da dört-beş hafta evvel gözümüzün önünde vuku bulan kıtâlden bile bahsetmediler. Vukuatı Av­rupa gazetelerinde yalan yanlış okuyoruz. ’ ’5

İT Nizamnamesinde bu yoldan çıkarak basın yolu ile mü­cadele ön plana çıkarılmıştır. Cemiyetin, 1897’de Mısır’da bastırılan 39 maddelik Nizâmnâmesinin 18. ve 21.maddeleri basın politikası ile ilgilidir. İşte bu Nizâmnâmeye konan ba­sınla ilgili maddeler, partinin başlangıçtan itibaren basın poli­tikasını ortaya koyacaktır. Buna göre, özellikle partinin bir gazetesi bulunacak ve duyurular: "Cemiyet’in gazetesi vasıta­sıyla ilân-ı keyfiyet edilecektir ’’. (md. 18)

Cemiyet, Avrupa ve Osmanlı kamuoyu üzerinde faydalı sonuçlar geliştirecek, yayınlar yapacak, kalemi güçlü, bilim alanında seçkin bireyleri tek tek veya beraberce görevlendire­cektir. Bunlar yabancı ülkelere giderek, cemiyetin fikirlerini yaymak üzere gazete ve benzeri yayınlar çıkaracaklardır. Bu yayınlar, bütün üyelere duyurulacak, ülke içine sokularak dağıtılması için gerekenler yapılacaktır. Aynı zamanda ülke içinde basın hürriyetini elde edinceye kadar böyle gizlice ga­zete ve basılı evrak çıkarmayı üstlenecektir.

Basın hürriyetini sağlamak üzere çalışmaya, yurt dışı ve içinde yayınlar çıkarmaya kendini yükümlü addeden İttihat ve Terakki Cemiyeti, üyelerini üç ana göreve davet etmektedir. Buna göre cemiyet üyeleri, para, kalem veya bizzat hizmet etmeye mecburdur. Bunlann dışında kalmak ise tehlikelidir. Madde şöyledir "Cemiyet efradı nakden, kalemen, bedenen Cemiyet ’e hizmete mecbur olup, bu üç hizmetten birisini olsun

ifa etmeyip Cemiyet’i iğfal edenlere ve Cemiyetin parasını dolandıranlara hain-i vatan muamelesi icra edilecektir.1,6

Burada yurtdışında gazete çıkarma, yayınlanan gazetelerin yurt içinde dağıtım ve okunmasını temin, basın hürriyetinin sağlanmasına kadar gizlice gazete vb. yayıncılık öngörülmek­tedir. O kadar ki parti, bizzat fert veya gurup olarak, bilgi ve kalemi güçlü üyelerini yabancı ülkelere gönderip, fikrinin yayılması için gazeteler çıkartacak, onların parti şubeleri ve ülke içinde okunmasını sağlayacaktır.7

İttihat ve Terakki Cemiyeti gizli yapılanmada tüzüğünü uygulamaya çalışmıştır. Yayın çıkarma yanında gençleri etki­leme yollanndan birisi, önemli okullara istenilen gazetelerin gizlice sokularak okutulmasıdır. Harbiye’de öğrencilere ya­bancı gazete ve dergileri temin eden Fransızca hocası Binbaşı Mahmut ile Mülazımı evvel Bursalı Muhittin’dir. Durum haber alınınca, Binbaşı sorguya çekilerek, merkeze uzak bir adaya sürgün gönderilir. Oradan da kaçarak Paris’te firarilere katılır. Fakat Harbiyeliler, gazetesiz kalmaz. Yaldız’daki telg­rafhanede çalışan, sonralan “Kara Kemal” adıyla ünlenen İttihatçı Kemal Bey, çalıştığı postaneye gelen gazetelerin bir kısmını gizlice dışarıya çıkararak talebelere verir.8

İttihat ve Terakki de, basının yönlendirilmesi karan ikinci Paris Jön Tüık Kongresi’nde alınır. Üç ana guruptan oluşan kongre, “zalim idareye karşı az çok kalemle hücumdan başka eyleme geçme ” karan alır. "Baskı ve eylem ” karan doğrultu­sunda “ne surette eyleme başlanacağı nasıl idare olunacağı ” hakkında aynca bir talimatname hazırlanıp dış, iç şubelere gizlice gönderilmiştir. Buna göre Manastır, Kosova, Sela­nik’teki askeri birliklerde girişimler başlatılır. “Gazetelerle, broşürlerle, mektuplarla ” etraf harekete geçirilir.9

Cemiyet, “İttihat ve Terakki” adını almadan önce gizli nizâmnâmeyi esas tutarak 1324/1908 yılında, Meşrutiyet’in ilânı ardından 67 maddelik bir nizâmnâme bastırır. Karabe-

kir’in yayınladığı, "Osmanh Terakki ve İttihat Cemiyeti Teşki- lât-ı Dâhiliye Nizâmnâmesi” adını taşıyan bu tüzüğün 67. maddesi hasınla ilgilidir. Yayın organı olarak iki gazeteyi anmaktadır “Cemiyetin vasıta-i neşr-i efkârı Türkçe ‘Şura-yı Ümmet’, Fransızca ‘Meşveret’gazeteleridir. ”10

24 Temmuz 1908’de Abdülhamit Kanun-i Esasi’yi yeni­den yürürlüğe koyunca gazeteler coşkuya eşlik ettiler. Daha ilk gün Hüseyin Cahid’in “makalesiyle ’’ Abdullah Zühtü’nün “Oh ” başlıklı yazısı birleştirilerek ikdam’m başyazısı oluştu­rulmuştur. Bu yazı İstanbul’da geniş yankılar uyandırmıştı.

İttihat ve Terakki’nin 1908 parti tüzüğü, doğrudan “cemi­yet gazeteleri ” tabirini defalarca kullanmıştır. Adlar verilmese de tüzüğün basılmasından önce parti adına, parti adını taşıyan gazetelerin yayınına başlanmış bulunmaktadır. Tüzük, sadece vilayet merkezlerinde değil, sancak, kaza hatta nahiyelere kadar parti ve parti kulüplerinin örgütlenmesi ile ilgili kuralları belirlemiştir. Bu arada kulüplere verilen görevlerden birisi, cemiyet gazetelerine verilen önemi artırmak ve onların yayıl­masını sağlamaktır “Kulüpler cemiyet gazetelerinin teshil-i revaç ve intişarına gayret edeceklerdir” (md.106). Yalnız kulübe rast gele kitap ve gazete alınmayacak, bunun için “he- yet-i umumiye"rûn oy çokluğu ile seçim yapılacaktır (Md.107). 109.Maddede, kulübün bütün ihtiyaçlarının yöreden ve mümkün olduğunca yerli ürünlerden sağlanması, bu konudaki çabadan da “cemiyet gazetelerinin haberdar" edilmesi isten­mektedir.11

Cemiyet üyelerinin, gazete ve dergilerden faydalanmasını kolaylaştırmanın bir yolu da abone yönteminin yaygınlaştı- nlmasıdır. Bunun için parti üyelerinden düzenli geliri olanlar hemen abone yapılmıştır. Böylece üyeler, hem düzenli gaze­teleri okuyacaklar hem cemiyetin işleri takip edilmiş olacaktır. Onun için de üyelerden abone bedelinin yansı veya üçte biri alınarak bir gelir sağlanmıştır. Nizamnamenin 144.maddesi,

gazete baskı sayısını artırma ve yayılmasını sağlama açısından önemlidir: “Cemiyet gazetelerinin efrad-ı cemiyet tarafindan muntazaman okunması ve neşriyat ve muamelât-ı cemiyetin takip edilmesi mukteî görüldüğünden abone yazılmak isteyen efrada medar-ı suhulet olmak üzere her gazetenin bir senelik abone bedelinin nısıf veya sülüsân miktarıyla abone kaydolu­nacaktır. ” Tüzük, abone kolaylaştırma işinden faydalanmak isteyen cemiyet üyelerinin, “mensup oldukları cemiyet mer­kezi vasıtasıyla cemiyet gazetelerine abone” kaydedilmesini emreder.

Parti tüzüğü, cemiyet gazetelerinin bir çeşit parti bülteni gibi kullanımını da öngörmektedir. Bu yol ile cemiyet üyeleri parti tüzüğündeki değişiklikleri çok çabuk ve düzenli bir şe­kilde öğrenmek zorunda kalacaklardır. 161 .Madde, öncekilere ilaveten partiden çıkartı lıp-kovulan üyelerin, “cemiyetin resmî gazetesiyle ilân ve Âdem-i ilânı ” hakkında merkez-i umumiyi yetkili kılmaktadır.12 Bu aynı zamanda aynlan-kovulanlarla ilişkinin kesilmesi ya da tavır alınmasını sağlayacağından parti yönetiminin tercihlerine hızla uyum sağlayacağı anlamı­na gelmektedir. (Üyeler açısından parti politikasını takip hızı­nın önemine atfen)

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli ve açık olduğu dö­nemlerde Nizâmnâmesine konulan maddeler, basın politika­sını ortaya koymaktadır. Burada basın özgürlüğünü savun­muştur. Bu basın özgürlüğü ilkelerini çalışmak ve gazete çı­karmak zorunda olduğu Avrupa basın kanunlarından esinle­nerek savunmuştur.25 Temmuz 1908 sabahı gazeteler yıllardan beri ilk defe sansürsüz çıktı. Sansürün kaldınldığı 24 Temmuz günü Cumhuriyet’ten sonra “Basın Bayramı ” kabul edildi.

Bu doğrultuda 1909 basın kanunu çıkanlmış, 1908’den itibaren yayın türü ve sayısı yönünden bir patlama yaşanmış­tır. Yalnız 1908’den sonra daha açık hale gelen cemiyetin basın politikası, özellikle özgürlük konusunda aynı şekilde devam

etmemiştir. Abdülhamit yönetimi devrilip parti zamanla dev­lete hâkim hale gelince, kendi dışındaki fikir ve yayma göz açtırmaz hale gelmiştir. Abdülhamit dönemini aratan yasak­lamalar yaşanmıştır.

Kısa süren “Hürriyet, uhuvvet (kardeşlik), müsavat (eşit­lik)” havası ardından, getirilen yasaklar ve sansür ortamı, kıyasıya eleştirilen önceki dönemleri aratır hale gelmiştir. Bu durum; İttihat ve Terakki’nin devlet yönetimi ile yeni tanış­ması, savunulan meşruti değerlerin yeterince hazmedileme- mesi, komitacı anlayışın terk edilememesi gibi nedenlerle izah edilebilir. Onun için İttihat ve Terakki, kendi aleyhine yaym yapan gazeteleri, gazetecileri baskı altına alarak basmı, cemi­yet yanlısı ve karşıtı olarak tasnif etmiştir.

C-İTTİHAT VE TERAKKİ VE BASIN YASAKLARI

İktidan ele geçiren İttihat ve Terakki ne pahasına olursa ol­sun iktidarda kalma yönünde çaba harcadı ve sonunda “fiili bir tek parti rejimi ” kuruldu. Bunun sonuçlan ilk olarak basın üzerinde görüldü.

lI.Meşrutiyetin ilanından sonra kapatılan ilk gazete Hilal oldu. Hilal, Gazetesi cemiyet ve meşrutiyet aleyhine yayın yaptığı gerekçesi ile toplatıldı, yayını durduruldu ve matbaası kapatılarak sahibi hakkında yasal işlem yapıldı. 31 Mart Ola­yı’ndan sonra, yurt içinde kapatılan, yurt dışından da girişi, dağıtanı yasaklanan gazete sayısı artar. Mevlânâzade Rifat’m gazetesi Serbesti ve matbaası kapatılıp, kendisi hakkında, on yıl sürgüne gönderme karan alındı. Yurt dışında (Paris) yaym- lanıp yurda sokulduğu haber alınınca aynı gazetenin ülkeye girişi yasaklandı. Ardından Fransa hükümeti ile görüşülerek aynı hükümetçe bir Fransız matbaasmda baskısı engellendi. Osmanlı Hükümeti aleyhine yayın yaptığı gerekçesiyle El- Müeyyed (Mısır), Beşeriyet (Paris), Hürriyet, ikdam başyazan Ali Kemal’in Paris’te çıkardığı Yeni Yol, Şerif Paşa’nm Türk- çe-Fransızca Meşrutiyet'i (Paris) gibi gazetelerin ülkeye giri-


267 _____ İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN       şini yasakladı. Önceden İttihat ve Terakki üyesi ve milletveki­li olduğu halde yollan aynlınca önce tutuklanıp yargılanan ardından hayatı tehlikede olduğu bildirilen Rıza Nur ülkeyi terk etmek zorunda kaldı (Birçok basın mensubu sokakta sui­kastçılar tarafindan öldürüldü). Meşrutiyet düşüncesinde, mu­halefetteki propaganda ile devlete egemen olduktan sonra uy­gulamanın paralelliği yani samimiyet bir türlü yakalanamamış­tır. Bunlara basını yönlendirmek için para kullanımı da dahildir.

İttihatçı Cavit, 1910’da Maliye Nazın’dır. Borç aramakta­dır. Öncelikle borç alınmak istenilen ülke Fransa’dır. Fakat bazı Fransız gazeteleri Cavit’in çabalanın baltalamaktadır. “Sonradan Genç Türk hükümeti’’, “Fransız basınına caize (Rüşvet) dağıtma yolunu ” tutar. Le Temps başyazan, sonra­dan başbakan olan M.Andre Tardieu, “Türkparasının tadını ” bilmektedir. Hüseyin Cahit’e göre; “Türk, tezini tutmak için için Matin veLe Temps, para istemişlerdir”. “Basınımız Fran­sa ’yı 'fikrî vatan ’ sakarken, Fransız kültürüne biz bu kadar bağlıyken, Fransız diplomasisi ile mâliyesinin ” düşmanca ha­reketleri arayışa sürükler. Meşrutiyetin ilk günlerinde Marseil- laise nağmeleriyle ortalığı çınlatan, “İngilizlerin Anglo-Sak- son ırkının üstünlüğüne inanan Genç Türkler”, Abdülhamit dönemindeki Almanya’ya şaşkınlıkla dönerler.14

İttihat ve Terakki’nin basın üzerindeki etkisi, sadece iktidar olduğu dönemlere has, yandaş olmayanlan dışlama tarzında değildir. İllegal olduğu sıralardan itibaren basının gücünü sü­rekli kullanmayı denemiştir. Onun için abartısız “partizan gazeteciliğin” ülkemizde geliştiricisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir denilebilir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayını olarak çıkan birçok gazete vardır.

İttihat ve Terakki, ülkeye-hükümete hâkim bir parti olarak gerçek yüzünü Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikast sonucu öldürülmesi (3 Haziran 1913) ile ortaya koyar. Bütün

despotik yönetim anlayışına sahip fırsatçıların davrandığı gibi davranır. Silahlı saldınnın suçluları, yakalanıp cezalandırılır. Ama bu vçsile ile hükümet daha ileri gider, ne kadar muhalif varsa toplar. Basın ve siyasetteki aykın seslerin susturulma zamanıdır. Muhaliflerden ele geçirilenlerden yüzlercesi, bir gemiye doldurularak Sinop’a sürülür. Böylece basın özgülüğü tersine dönmüştür. İstanbul’daki günlük gazete sayısı 9’dan 6’ya, mizah gazete ve dergileri de 7’den 4’e düşer. Yalnız haftalık dergiler 9’dan 1 l’e, bilimsel dergiler 3’ten 7’ye, ço­cuk gazete ve delgileri ll’e, kadın dergileri 3’e çıkmıştır. İktidan savunan, sözcü durumundaki yayınlar güçlü konum­larını korumuşlardır. Bunlann başında Tanin ile Yeni Mecmua adlı dergi bulunmaktadır.

Mütareke dönemine doğru, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile irtibatlı bir yayın örneğini Celâl Bayar anlatır. İttihat ve Te­rakki’nin ileri gelenlerinden Dr. Nazım, 1918 yılı yazında İzmir’e gelir. Bayar, İzmir Valisi Rahmi Bey’le birlikte Halka Doğru Cemiyeti’™ kurmaya karar verirler. Bunun için 20.000 lira toplamp bankaya yatınlır. Yeni cemiyetin mutemet ve sandık emini Halep Valisi Tevfık Bey, Umumî Kâtibi Ba- yar’dır. Halka Doğru adıyla bir dergi çıkarırlar. Müdürü de Bayar’dır. İzmir vilâyetindeki okul ve öğretmenlere bedava dağıtılan dergi, ancak sekiz sayı çıkanlabilir. 30 Mart 1919’da, bu süreli yayın, Türk Ocağı gibi, İttihat ve Terakki ile irtibatlı görülerek kapatılır. Cemiyetin paralan da zorla alınarak Ök­süzler Yurdu’na verilir.15

İttihat ve Terakki Cemiyeti aynı zamanda bir gazeteci ör­gütüdür. Cemiyetin içinde basın mensuplannın özel bir yeri bulunmaktadır. Bunlar içinde, gazeteci, gazete sahibi olarak; baştan itibaren gizli örgüt bünyesinde kurucu, şube başkanı, üye sıfatıyla gazeteciler vardır. Abdullah Cevdet, İshak Süku­ti, İbrahim Temo, Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit (Yalçın), Mi­zancı Murat bunlardan bazılandır. Basın mensuplarının ahlâkî tutarlılıklan, düşünce yapılan, onların çıkardıklan yayın or-

________ İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN       ganlannı şekillendirmiştir. Bu aynı zamanda îttihat ve Terakki Cemiyeti’nin uyguladığı politikalara yansımıştır. Bunun izle­rini günümüz bazı basın organlarında ve gazetecilerde gör­mek mümkündür. Asıl yapması gereken gazetecilik yerine toplum mühendisliğine soyunan gazetecilerin askeri ve sivil cuntaların içinde faal bir şekilde yer aldığını yakın tarihimizde defalarca gördük, okuduk ya da tanık olduk. Fikri yöneliş itiba­riyle İslâmcılıktan, Batıcılık ve Türkçülüğe kadar değişik renk ve tonlan, azınlıklardan değişik gizli örgüt mensuplarını için­de bulmak mümkündür. Fakat İttihat ve Terakki’nin baskın karakteri, Batıcılık tonlan halinde belirir. “İttihad-ı Anasım ” Tanzimat Batıcılan, kabahati toplum yapımızda bulduğu için burada Anglosakson toplum yapısını geliştirmek isteyen P.Sabahattin ve çevresi gibi düşünenler, Pozitivistler. Poziti- vist ekip yurt içinde; Servet-i Fünun, Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaîye etrafinda toplanmışlardır. “Pozitivizm, İttihat ve Terakki hareketinin temel dünya görüşü olmuş ve bu durum daha sonra CHP ’de devam etmiştir. Özellikle tek parti döne­minde bu renk devlet politikası olmuştur. ” Yalnız sonraki devamı ile öncesinin bir farkı vardır “Ahmet Rıza, açık ve seçik olarak pozitivizme ‘intisap etmiş ’, fakat diğer İttihatçı­lar, bilinçli olarak olmasa da, bunu temel dünya görüşü edinmişlerdir.16 Pozitivizmin etkisinde kalan fikir adamlan- nın tamama yakını İttihat ve Terakki irtibatını, yönelişini orta­ya koymaktadır. Bunlar pozitivizmle ilgili önemli bir araştır­mada şöyle belirlenmiştir: Beşir Fuad (ö. 1887), Ahmet Rıza (1859-1930), Salih Zeki (1862-1921), Rıza Tevfik (1868­1949), Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1957), Ahmet Şuayb (1876-1910), Ziya Gökalp (1876-1924).17

D-İTTTtHAT VE TERAKKİ BASININA PRENS SABAHATTİN ETKİSİ

Prens Sabahattin, İttihatçı basın ve son dönem çalışmala­rında etkin bir isimdir. Onun için Avrupa’daki bazı faaliyetleri ile alınması daha doğrudur. Buradaki faaliyetleri ve yazdıklar

bir dönem İttihat ve Terakki’nin belirleyici politikaları olmuş­tur.

Prens Sabahattin, 4 Şubat 1902’de Paris’te "muhtelif ana­sırdan mürekkep”, "Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi”™ (Birinci Jön Türk Kongresi) toplar. Kongrede, başkanlığa seçilir, ikinci başkan Rum milletvekillerinden Sataş Efendi ile Ermeni milletvekillerinden Sisyan Efendi’dir. Zabıt Kâtipleri Ali Fahri ile Adosidis Efendi, kongre dili Türkçe ve Fransız- cadır.18. Sonradan üstünde tartışılan konuşmasında Prens Sa­bahattin, ülkedeki bütün kötülüklerin kaynağı olarak Abdül­hamit yönetimini gösterir: "Yirmi beş seneden beridir zîr-i hakimiyetinde yaşadığımız ve memleketimizde irtikâb olunan bilcümle seyyiatın menşe-i yegânesi ve bütün âlem-i insaniye­tin mûcib-i infial ve neftini bulunan idare-i müstebide-i hâzıra ” dır. Onun için Osmanlı toplumunu oluşturan her türlü kavim ve cinsten insanlar birleşmelidir. Kanun-i Esasi, mutla­ka yürürlüğe konmalıdır. Devletlerarası anlaşmalar, özellikle Berlin Anlaşması’nın Türkiye’nin iç işlerine ait maddelerinin bütün vilâyetlerce uygulanması konusunda kesin karar sahibi­yiz. Bu dört esas nasıl uygulanacaktır? Prens bunun yolunu bulmuştur: Çağın fikir öncüsü olan Batı’nın iç işlerimize mü­dahale etmesini sağlamak. Prens bunu şöyle ifade eder: "Asr-ı hazır cereyan-ı fikrisinin pişdarı olan Garbın umûr-ı dâhili­yemize müdahalesi bir emr-i tabiidir. ”19

Müdahale yadırganmamalıdır. Çünkü Batı, zaranmıza ola­rak içişlerimize defalarca müdahale etmiştir. Bu müdahaleler devam etmektedir. O zaman lehimize müdahaleyi niçin iste­meyelim: "Umur-ı dâhiliyemize birçok müdahaleler olduğu ve olmakta devam ettiği halde niçin bu müdahalelerin lehimi­ze tahavvülünü istemeyelim. Niçin Avrupa ’ya karşı bizim böyle idareye müstahak olmadığımızı bildirmeyelim ?” 1902,1907 Jön Türk Kongrelerini toplayan Prens Sabahattin, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni de kurmuştur.


Prens Sabahattin, Nisan 19O6’da Terakki dergisini çıkartır. Bu derginin ilk sayısında, yazı kurulu (Heyet-i Tahririye) imzasıyla yayınlanan yazıda derginin cemiyet adına çıkanldı- ğı ve dört ana hedefin güdüldüğü belirtilmiştir. Bunlar:

1 .Kişisel hürriyet ve toplum saadeti öğreten sosyal bilimle­rin vatandaşlar arasında okunmasını sağlamak, bu konudaki önemli yayınların çevirisini yapmak.

2.Çeşitli Osmanlı halkları arasındaki anlaşmazlığı anlaş­maya (itilâfa) çevirmek. 3.Medeni ülkelerde, Osmanh hakla­rının savunulması ve Türklük lehine fikri akımlar meydana getirmek.

4.Memleketin para ihtiyacını sağlamak üzere muazzam bir teşkilatı oluşturmak.21

Prens Sabahattin’in çok sonra 26 Teşrinisani 324 (Aralık 1908) tarihli Tanın gazetesinde "İntihabat Entrikaları” baş­lıklı yazısı yayınlanır. Buna göre sekiz yıllık bir uzun çalışma ile kurduğu Teşebbüs-i Şahsi, Meşrutiyet, Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, Anadolu’nun birçok yerinde hizmet vermiştir. Meş- rutiyet’in ilarundan sonra ise "tefrikaya mahal vermemek" için İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşmiştir. Bu 1908 dev- rimine doğru olan yolda önemli bir birleşmeydi. Bunu bütün gazeteler yazmıştır.

Bu birleşim haberini, Prens şöyle tamamlar: "O zamandan beri de hiçbir firka-i siyasiye teşkiline teşebbüs etmedim "i2 Birlik vc bütünlüğün önemine, ilerlemeye dikkat çeken bu uzun yazı, Hüseyin Cahit’in takdim yazısı ardından yayınlan­sa da içinde Hüseyin Cahit’ten şikâyet bulunmaktadır. "Hü­seyin Cahit Bey bize iftiralar firlatmaktan bir zevk-ı mahsus duyuyorsa buna teessüften başka bir diyeceğimiz olamaz.1,23

E-YURT İÇİNDE İTTİHATÇI BASIN

İttihatçı basın yurt içi faaliyetlerinde daha çok birbirini ta­kip ederek ve jurnalcilikle suçlamışlardır. (Bilindiği gibi jur­nalcilik hem gazetecilik hem de ajanlık anlamında kullanıl­maktadır.)

Aralarında, Jön Türk romanı da dâhil iki yüze yakm eser yazan Ahmet Mithat Efendi’yi (1844-1912), Hüseyin Cahit; Edebiyat Anılan'rufa jurnalci olarak anmaktadır “Ahmet Mit­hat Efendi ’nin Mithat Paşa olaylannda Saraya hizmet ettiği­ni, Mithat Paşa ’ya karşı bir tutum aldığını bilmek, bizi kendi­sinden büsbütün ayırmıştı. Mithat Paşayı kötülemiş, Üss-i Inhlâb ’ı yazmış Ahmet Mithat Efendi, bütün yararlanna kar­şın, bu yüzden bize göre pek kabahatliydi. ” 4 Bu ve benzeri yazılan diğer ittihatçı yayınlarda bulmak mümkündü. İttihat ve Terakki’nin basın mücadelesi diğer yandan bir kalem sava­şıydı. Gazeteci olan ittihatçılar aynı zamanda usta birer kalem­şor idi. Bu alışkanlık günümüz gazetecilerine yansımıştır.

Benzeri bir jurnal durumu, Servet-i Fünun'da çalışırken Tevfik Fikret, Mehmet Rauf vb. ile birlikte hazırladıklan Yeni Mecmua adlı edebiyat dergisi sırasında olur. Hazırlıklan biten dergi, çıkmadan tatil edilmiştir. Sebep, saraydan gelen bir buyruktur. Buyruğun gerisinde ise; aleyhte verilen bir jurnal bulunmaktadır. Onlar jurnalci bildikleri Musavver Malûmat gazetesinin sahibi, Baba Tahir’den şüphelenmektedirler. Meh­met Rauf, sonra jurnalciyi öğrenir. Adı söylenince, “hayretler içinde kalacaktan" içlerinden birisidir. Yalnız 1935’lerde ya­şayan ve “saygı gören ” bu Jön Türk’ün adını, Hüseyin Cahit vermez.25

Ahlâkî zaafa, Jön Türklerin meslekî yapıları da eklenir. Batıya öğrenci olarak gönderilen Jön Tüıklerden hemen he­men hiç biri, eğitimini gördüğü konuda milletine hizmet ver­mez. Diyelim ki Osman Hamdi Bey (1842-1910), Paris’te 12 yıl hukuk okumuştur. Döndüğünde, müzecilik ve ressamlık

yapmış, bu alanlarda eser vermiştir. Ahmet Rıza, Paris’te ziraat eğitimi görmüştür. Tarımla hiç meşgul olmaz, poziti­vizm ve politikayla uğraşmak bütün hayatını doldurmuştur. Bunda yurtdışına gönderilen İttihatçıların ya önemli bir Os- manh bürokratının yakını olması ya da varlıklı kişilerden mali yardım almasıdır. Özellikle Mısır Hidivi Mustafa Fazıl Paşa uzun süre Avrupa’daki İttihatçılara para yardımı yapmıştır.

F-YURTD1ŞINDA İTTİHATÇI BASIN

İttihat ve Terakki, gizli bir siyasi örgüt olarak kurulduğu için çalışmaları, yayın faaliyetleri de ülke içinde yasal olma­yan yollardan gerçekleştirilmiştir. Normalde İttihatçı basın denilince 1908 Temmuz’undan yani II.Meşrutiyet’in ilânın­dan sonraki basının söz konusu edilmesi gerekmektedir. Fakat 1908 öncesi faaliyetler olmadan, 1908 sonrası gelişmelerin sağlanması mümkün değildir. Meşrutiyet’in ilânı başta olmak üzere, parti mensubu asker, bürokrat, yazar, siyasetçi, eğitimci kadrolann yetiştiği zeminin göz ardı edilmesi doğru değildir. Onun için cemiyetin kurulduğu tarihten itibaren, cemiyet adı­na çıkartılan yayınların ele alınıp değerlendirilmesi gerekir. Bir başka deyişle 1895 ile 1908 arası yapılan yayın faaliyetle­ri, İttihatçı basının temelidir. Tamamı da yurt dışında yaym- lanmıştır. Burada Jön Türklerin hazırlayıcısı durumunda olan Genç Osmanlılar/I.Jön Türkler (1865 ve sonrası) ile yayın faaliyetleri, öncü rollerine rağmen daha önceki döneme aittir. Aradaki çok yönlü benzerlik, fikri doku, yayın faaliyetlerinin karşılaştırması daha geniş bir çalışmayı gerektirmektedir.

İttihatçı basını anlama için birkaç somya cevap verilmeli­dir,

1-Jön Türklerde fikri yapı nedir, neleri istiyor, neleri savu­nuyorlardı? Savundukları fikirlerin kaynaklan nelerdi? Örnek aldıklan ülke basını var mı?

2-Fikirde, düşüncede derinlikleri ne idi? Neyi nasıl anlayıp tanımlıyorlardı? Fikri kaynaklan kimlerdi, kendi fikir adamla- n var mı? ■

-Jön Türkler, günlük siyasi takıntı yönünden uç noktadaydı­lar. Padişah düşmanlığı ile dolmuş bir kafa yapısına sahiptir­ler. Özellikle Batı’ya gidenler oradaki özgürlükleri görünce bunu daha şiddetle dile getirmeye başlamışlardı. Padişah düşmanlığı her şeyin önüne geçmişti. O kadar ki nefret ettikle­ri Padişah perişan olmasınlar diye onlara gizliden yardım ediyordu. Fikri derinlik aramak boşunaydı, çok iyi yabancı dil bilmediklerinden yeni fikirleri risalelerden öğreniyor ve uygu­lamaya çalışıyorlardı. İmparatorluk içerisinde gerçekleşen olaylara yaklaşımı yüzeyseldi; Fransızca bilenler yenilikleri risalelerden öğrenip çevresine aktarıyor ya da gazete köşele­rinde yazıyordu. Gazetelerde yazılan eleştiri yazılarında dü­şünsel fakirlikleri hemen kendini ele veriyordu;

1-Hepimiz Osmanlıyız; Abdülhamit zulmetmese Hıristi­yan tebaamız çok iyi vatandaş olurlar.

2-Ermeni katliamını icra eden yalnız Yıldız Sarayı’dır, Ermeni meselesi Abdülhamit’le Ermenilik arasında bir müca­deledir.

3-Makedonya meselesi, yine Abdülhamit’in eseridir, Ka- nun-ı Esasi ilân edilse, o da zâil olur.

4-Yunan Harbi’nde galip geldiğimiz halde, üste Girit’i verdik; Abdülhamit’in cinayetidir.

5-İngiltere Akabe’yi aldı, Abdülhamit’in idaresi yüzün- dendir. 1877’den beri ne kaybettikse hep onun belâsıdır. İngil­tere hayırhâhımızdır (iyilikseverdir iyiliğimizi isteyendir).

6-Tüıkiye’de aydınlar Kanun-ı Esasi taraftandır. İstanbul da hür bir idare istiyor, hürriyeti ilân edersek ve İngiltere ile dost olursak vatanımız kurtulur, bütün Osmanlı tebaası kardeş ve kanun nazarında müsavi (eşit) olmalıdır.

7-“Abdülhamit mecnundur (deli), Halife olamaz; Abdül­hamit’in Osmanh Hânedânından olduğu şüphelidir, belki bir 27

Ermeni sulbündendir".

Jön Türklerdeki amansız Abdülhamit düşmanlığı, onlan zaman zaman devletin can düşmanı olan ülkelerle işbirliğine sürüklemiştir. Bunun emarelerini basın organlan ve temsilci­lerinin yazdıklarında bulabiliriz

Bunun en çarpıcı örneği ikinci dönem Jön Tüık basınının öncüsü Ali Şefkati’dir denilebilir. Darbeci İskalyeri-Aziz Bey Komitesi üyesi olan Şefkati’de Abdülhamit husumeti, Sultan Murat taraftarlığı, darbe düşüncesi ile birleşmiştir. Darbe te­şebbüsü başarısız olunca İtalya’ya kaçar. Orada İstikbâl gaze­tesini yayınlar.28 İstiklâl'e, Londra’da çıkarılan Hayal, Hürri­yet gazeteleri eşlik etmektedir. Bu gazeteler, İstanbul’daki Ku­leli Askerî Tıbbiye İdadisi öğrencilerine, İran Şahına bir sui­kast düzenleyerek öldüren, o sıralar İstanbul’da bulunan Babi inanıştaki (Iranlı Seyyid Ali Muhammed 1819-1850, yanlısı) Kitapçı Acem Rıza tarafindan, Temo ve arkadaşlarına tezgâh altından temin edilmektedir. Şahın suikastla öldürülmesi, İttihatçılar tarafindan, “Türkiye halkını heyecan ve harekete getirmek için ’’ büyütülen bir “tahrik ve teşvik” konusu yapı­lır. Bildiri bastınlarak dağıtılır. Temo’nun bildirisinin başına konan beytin ikinci satın: “Deh! Diye diye gitti cennetine Şah-ı Acem ” satın da bulunmaktadır. Temo, destelerle gönderilen basılı evrakı, “Galata ’daki Fransız ve İtalyan posta hanelerin­den ecnebi kavasları vasıtasıyla aldırarak tanıdıklara, cemi­yete mensup olanlara ” dağıttınr.29

Yurt dışındaki İttihatçı basının en önemli desteklerinden birisi, İngiltere’nin himayesinde ama Osmanlıya bağlı Mısır Hidivi’dir. İbrahim Temo’nun yayınladığı mektuplara yansı­dığı kadanyla, Mısır Hidivi İttihatçı gazetecileri parasal yön­den desteklemektedir. Ancak İttihatçılar sadece parasal des­tekle yetinmemektedirler. Bu durumu, Mizancı Murat’ın Pa-

ris’e gelen Hidiv’i ziyaret etmek istemesi ortaya çıkarmıştır. Prensip gereği, Jön Türklerle yurt dışında görüşmek isteme­yen Hidiv’e sert bir mektup yazan Mizancı Murat; bundan böyle “verdiğiniz parayı da istemem ” der. Murat o sıra Figa- ro'ya yazdığı bir yazıda, Türkiye’ye yabancı müdahalesini istemiş, Ahmet Rıza da Meşveret’te, “Ben Müslüman deği­lim, doğru bir adamım ” diye yazmıştır. Bu iki olayı da öğre­nen Ilidiv, “Ben bu cemiyete mahza Islâm oldukları için mu­avenet ediyorum, bunların en büyükleri, birisi İslâm değilim, diğeri devleti ecnebilerin himayesi altına sokmak istiyor, lânet olsun bunlara ” tepkisini verir.30

Jön Türk basınının çıktığı yerlerden bazılan; Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Kıbrıs, Mısır gibi eski Osmanh ülkele­ridir. İşgal yönetimleri, Osmanlı Devleti ile mücadele eden Jön Türklere, gazete çıkarma, barınma, dağıtım imkânlan tanıyarak, onlan desteklemeyi uygun bulmuşlardır. Gerek Os­manlıya bağlı gerek eskiden bağlı olan yönetimler yeni geliş­melerden yaralanmak için İttihatçıların yüzeyselliğinden ol­dukça yaralanmışlardı. Bu dönemi kendi yeteneği ile kazanca çevirmeye çalışanlar da olmuştur. Bu ihbar ya da iftira olduğu gibi şantaj yoluyla da olmuştur. Gazetecilik yaparak şantaj yapıldığını yine bu dönemde görebiliriz.

Bazı gazeteler yönetimden para koparmak ve ayrıcalıklar kapmak için çıkanldı. Bunların en iyi örneği Ezan ve Kânûn-ı Esâsı İdi.

Ezan Gazetesi ve Kânûn-ı Esâsî Gazetesi

Osmanh yönetiminden para sızdırmak için yayınlanıp bu amaca ulaştıktan sonra yayınma son vermiştir. II. Abdülhamit rejimine muhalefet eden Jön Türk hasırımda dinî zeminde muhalefet yapanlar da bulunup, 100'e yalan Jön Türk gazete ve dergisi içinde özellikle 1896'da Tunalı Hilmi tarafindan Cenevre’de çıkanlan Ezan ve 1897'de Kahire’de Hoca Muhyiddin imzasıyla yaymlanan Kânûn-ı Esâsî dikkati çek-

mektedir. Ezan ferdî ve çok kısa sürmüş bir yayın olup, özel­likle Kânûn-ı Esâsı organize, uzun soluklu ve ulemadan ka­lemi güçlü kimselerce çıkarılmış bir gazetedir. Bu gazete Jön Türk basınında dinî zeminde yapılan muhalefetin karakteristi­ğini tek başına verir niteliktedir. Bu gazetelerin İTC tarafindan itibar görmediği belirtilmelidir.

Bu şantajcı gazeteler bazen mektuplara konu oluyordu; "Parasız kalan ya da fazla paraya ihtiyacı olan bir gazete çıkarıyor, biraz bağırıyor, beş on mangır alarak bir tarafa çekiliyor. Bununla milliyeti berbad ediyor, Cemiyetin (İT) namusunu lekeliyorlar. Yeni gazete gördüğümüz zaman, ‘Adam bu da para için çıkıyor, yarın beş on para aldığı gibi susar ’, diye söylenmeye başladı. ”31

İttihatçı basınının en etkililerinin çıktığı yerler, Fransa, İn- gilteıe, Avusturya, İtalya, İsviçre, Belçika gibi Avrupa ülkele­ridir. Ayrıca Brezilya ve Amerika’da da basın faaliyetleri azda olsa vardır. En çarpıcı olan ise Almanya’dır. Avrupa ülkeleri içinde, Almanya yer almamaktadır. Bu durum, muhalif bası­nın yeşerdiği zeminlerle; o ülke yönetimlerinin, Osmanlı poli­tikaları arasındaki bağı düşündürmektedir. n.Abdülhamit yönetiminin Almanya ile yakın ilişkileri gariptir, İttihat ve Terakki devrinde ortaklığa dönüşmüştür. Ama o yakın ilişki, iktidarda iken İngiltere ve Fransa ile temin edilememiştir. Onun için bu ülkeler, Jön Türk basınının, sadece çıkma fırsa­tını bulduğu yerler olmamışlardır. İttihatçı basını, posta yöne­timleri aracılığı ile yasaklandığı Osmanlı topraklarına sokan- okunmasını temin eden, muhalif yazar ve partizanları koruyan devletler olmuştur.

İttihatçı özelliği çok önde olan gazetelerden; Meşveret, Mi­zan, Osmanlı, İntikam, İçtihad gibi gazeteler detaylı ele alınır­sa durum daha iyi kavranır.

G-İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ’NİN GAZE­TELERİ

1-Meşveret

Meşveret kelime anlamı olarak; Danışma, uzmanlara danı­şıp istişarede bulunmadır. Böyle bir hareket biçimi İslam’da sünnet haline getirilmiş ve kur’an "Onların işleri aralarında danışma suretiyledir..." buyurulmuştur. Demokrasilerin te­melinde de danışma kurulu, kurumu ve kurah mevcuttur. Ahmet Rıza tarafından, 3 Aralık 1895 tarihinde Paris’te çıkar­tılmıştır. Türkçe ve Fransızca ilaveleriyle birlikte on beş gün­de bir basılan gazete, İttihat ve Terakki’nin yayın organıdır. Dört sayfadır ve içinde Türkiye’deki baskı yönetimini anlatan haberler ve incelemeler vardır.32 Türkiye’ye, Galata Fransız Postahanesi aracılığı ile sokulmuş, aynı vasıta ile haberleşme temin edilmiştir. Hüseyin Cahit’e göre; "okuyan gençlik üze­rinde, gizli gizli büyütülen derin bir etkisi" vardır. Hakkında büyüklüğünü gösterecek hikâyeler, fikralar anlatılmaktadır. "Avrupa ’da Abdülhamit idaresi aleyhinde çıkardığı, incecik kâğıtlar üzerine bastırarak İstanbul ’a sokabildiği gazetelerden elimize geçenleri okuyarak onu sevdik ve çok büyük gördük".33

Meşveret'ie Ahmet Rıza dışında; Halil Ganem, İstanbul’dan İsmail Safa, Kars Mebusu Muhiddin Paşa, Mizancı Murad’ın da yazıları, imzasız mektuplar, müstear adla makaleler yayın­lanmıştır.

Gazete, cemiyetin yayın organı olduğu için ilk sayısında cemiyetin amaçlan, görüşleri ortaya konmuştur. Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki’nin Paris’teki merkezinin de yöneticisi du­rumundadır. Yalnız Meşveret’i, diğerlerinden ayıran bir özellik, görüş itibariyle pozitivizmi benimsemesi, Auguste Comte’un oluşturduğu teşekkülün "müridi" olması, düşüncelerini pozi­tivizm doğrultusunda şekillendirmesidir. Meşveret'in, ardın­dan partinin temel sloganı, pozitivizmden ödünç alınmıştır. "Düzen içinde ilerleme " (Ordre et Progres), birlik ve ilerleme,

yani "İttihat ve Terakki” Fransız pozitivistlerinin de sloganı­dır. Zaten, Meşveretim yayınlanacağı, ilk defa pozitivistlerin yayın organı Revue Occidentale tarafindan haber verilmiştir: “Pozitivist takvimine göre iki haftada bir sayı çıkacak olan Meşveret, bizim ‘Nizam ve ilerleme ’ politikamıza göre hare­ket edecektir”.34 Haberin muhtevasından, Paris’te Mithat Pa- şa’yı merasimle karşılayan pozitivistlerin, yeni bir başarıdan duyduklan sevinci gizlemedikleri hissedilmektedir. 15 Nisan 1897’ye kadar Comtc’nin sözü olan "Ordre et Progres” slo­ganı, Fransızca Mechveref in başlık kısmmda, Pozitivist tak­vimiyle birlikte kullanılır. Bu yüzden, "Tanrı tanımazlık bay­rağı ” olmakla suçlandığı için, geçici bir süre kaldırılır.35

Paris, Avrupa’ya kaçan Jön Türk’lerin en önemli durağı durumundadır. İttihat ve Terakki’nin başında Ahmet Rıza bulunmaktadır. Yük oldukları için "işe yaramayan” fertleri tutmayan Ahmet Rıza, "Amedî (İshak Sükütî)” gibileri iste­mektedir. Temo’ya yazdığı mektubunda Avrupa’da koparıla­cak "vaveyla"arzusundaMeşverefinFransızcası, "küçükbir numunedir”. Bastırdığı risaleleri başbakanlara, yazarlara, gaze­tecilere göndermektedir.36

Meşveref in başyazarı Ahmet Rıza, kendine has orijinal fi­kir ortaya koyan bir düşünür değildir. Pozitivizmin Türkler, Osmanlı vatandaşları arasında yayıcısı, bir politik gazetenin başyazarı, yayıncısıdır. Onun için politik söylemi serttir. II. Abdülhamit’e karşı âdeta savaşır. Kendisine değer verilerek, ziraat eğitimi aldığı halde, Bursa’da Millî Eğitim Müdürlüğü yapan yönetime karşıdır. Devlet başkanı hakkında; "Bu hü­kümdara insan demeye utanıyorum ” demekten çekinmez. Ona göre Abdülhamit, "Kızıl Sultandır”. "Dolandına, yalancı, cel­lât, Tanrı ’nın lâneti, kanlı majeste, kanlı despot, soysuz tiran, Müslümanların yüzkarası, koyun sürüsüne çobanlık eden kurt ” tur.

Bir ara Osmanlı yönetimi, Meşverefin basıldığı basımevi­ne "daha fazla para vererek" yayınını önlemeye çalışmış, basıldığı matbaadaki Türk harflerini satın aldırttığı için Meş­veret, taşbaskısı ile yayınlanmıştır. Bu tür örtülü çalışmalar Meşveret’i durdurmaya yetmez. Bunun üzerine Ahmet Rıza hakkında Osmanlı yönetimi, devlet başkanına ısrarlı hakaret­leri yüzünden"dava açtınr. Temmuz 1897’de bir Fransız avu­katın takip ettiği davada Fransız mahkemesi, "on altı Frank­lık” sembolik bir ceza verir. Fransız basını, "basın özgürlü­ğü" adı altında Ahmet Rıza’yı destekler. Cesareti ve bir o kadar da hakaretleri artar. Meşveret, hakkındaki ikinci davada kapatılmıştır. Meşveret artık Fransa’da yayınlanmayacaktır. Bunun için yeni bir ülke aranır ve kısa bir süre sonra İsviç­re’de karar kılınır.

Bundan sonra Meşveret, Fransızca olarak bir süre İsviç­re’de, Belçika’da yayınlanmıştır. Belçika’daki yayın işi; tam bir "ideolojik dış destek" ile mümkün olur. Polis, Fransa’da yasaklandığı için Meşveret'e Belçika’nın da izin vermeyece­ğini bildirmiştir. Fakat Ahmet Rıza, Belçika Meclisine gide­rek tanıdığı, "pozitivist M. Hector Deniş ’e ” müracaat eder. O ve bir yakını parlamenter himaye ederek, "pozitivistler ara­sındaki işbirliğini" gösterirler. Hatta M.Laurent: "Ahmet Rı­zanın gazetesi Türkçedir, ne yazdığını bilmiyorum. Fakat Sultan Hamit hakkında ne kadar şiddetli lisan kullansa gene azdır. Binaenaleyh imzamı koyarak ben çıkaracağım, hükü­metin haddi varsa kapatsın" der. Bunun üzerine hemen bir nüsha hazırlayan Ahmet Rıza, Brüksel’e giderek M.Laurent imzası ile Meşvereti yayınlar. Ardmdan Türkçe Meşveret’i Mısır’a götüren Ahmet Rıza, orada Şura-yı Ümmet adıyla Meşrutiyet’in ilânına kadar yayınlar.

“Hürriyet” Gazetesi Denemesi

İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden Mithat Şükrü, Cenevre’ye geçince oradaki "ihtilâl hareketi” elemanı dum-


281 _____ İITİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN        mundaki İttihatçılarla bir araya gelir. İlk kararlan bir gazete çıkartmaktır. Ailelerinden gelen paranın bir kısmı gazeteye aynlacaktır. Kararlaştırdıklan gibi de yaparlar. Yalnız, “gaze­te çıkarma hazırlığı içindeyken bir yabancı el onların içine ” sızar ve kendilerine gazete için imkânlar sunar. Gazetenin adı Hürriyet konmuştur. ‘ ‘Herkes sırasıyla yazı yazmaya başlar ’ Karikatürleri, Doktor Akil Muhtar (Özden) çizer. Bu karika­türleri, Abdülhamit görünce; ' ‘sarayda öfkeden camlar ’ i patla­tacağı cinstendir.38

2-Mizan Gazetesi

Mizan; maddi ve manevi ağırlıkları tartan terazi anlamın­dadır. Mizan, Arapça bir kelime olup, lugatta, “terazi, ölçü, tar­tı, ahi, muhakeme ve idrak’’ manalarına gelir. Bu kelime çe­şitli ilim dallarında kullanılagelmiştir. İslam dininde mizam İslam dininde, ahiret gününe inanmak imanın şartlanndandır. Dünyanın sonu gelip, kıyamet kopunca, bütün canlılar yok edilecektir (Bkz.Kıyamet). Allah’u teâla’nın dilediği bir za­man sonra bütün insanlar kabirlerinden diriltilip dünyada yap­tıklarının hesabını vermek üzere, mahşer denilen yerde topla­nacaklardır (Bkz.Mahşer). Dünyada yapılan iyiliklerle (sevap­larla), kötülükleri (günahlan) tartmak için yüce bir mizan (terazi) kurulacaktır. Bu mizan bilmediğimiz ve bildiklerimize benzemeyen bir alettir.

Bir gazete olarak Mizan Mehmet Murat tarafından 21 Ağustos 1886 tarihinde İstanbul’da çıkanlan bir siyasi gazete­dir. İstanbul, Kahire, Paris Cenevre ve tekrar İstanbul’da Mi­zancı Murat tarafindan yayınlanmıştır. Haftalık, günlük çıktığı gibi, yayını durdurularak tekrar başlatıldığı, sahibi-başyazarı M.Murat’ın bulunduğu yerlerde neşredildiği için yayın yerleri de çeşitlilik arz eder. Yurtdışındaki çıkışları ile İstanbul’daki yayın politikaları birbirinden farklıdır. Onun için dönem dö­nem üzerinde durulması yerinde olacaktır. İlk dönem; 21 Ağustos 1886 ile 11 Aralık 1890 arasında 159 sayı kadar çı-

kanlmıştır. Yayın politikasında hürriyetçi, serbest fikirler ya­nında Pan-İslâmist yapı öne çıkmaktadır. Onun için bazı çev­reler, hükümet ve sarayın organı gibi değerlendirirler. Mizancı Murat, “İkinci Kıble” gördüğü İstanbul’da Halife aracılığıyla bütün Müslümanların yabancı boyunduruğundan kurtarılma­sını, büyük bir İslâm devletinin kurulmasını hedeflemektedir. 21 Ocak 1896-8 Temmuz 1896 arasında 25 sayısı Kahire’de yayınlanan Mizan, içerik itibariyle İstanbul’dan çok farldıdır. Sahibinin, “tahrikçi ve ihtilâlci kişiliği" ile birlikte Osmanlı yönetimine saldıran bir yayını takip eder. Bundan sonra gaze­te, Murat Bey’le birlikte Paris’te 14 Aralık 1896-3 Mayıs 1897 tarihleri arasında 18 sayı yayınlanır. İshak Sükûtî, Çürük- sulu Ahmet, Şerafettin Mağmûmî, Ali Kemal, Süleyman Nazif çevresinde yer alarak gazete idaresinde yardımcı olur­lar. Paris’te Mehmet Murat, cemiyetin reisi seçildiği gibi Mi­zan da “cemiyet tarafindan tayin olunan” bir yazı heyetinin idaresine verilir. Artık “Cemiyetin taht-ı mesuliyetinde neşro­lunan resmî bir vasıta-i efkârıdır. ” Baskısı da orada yapıldığı için yazı heyeti ve Murat Cenevre’ye geçer. Gazete, son (18.) sayısında cemiyet adına harekete geçen bazı kişilerin, tehdit mektuplarıyla para sızdırdıklarının duyulduğunu, bunlann örgütle ilişkilerinin olmadığını açıklar. Zira bilileri Baron Hirch’e mektup yazarak, para vermezse demiryolunu havaya uçuracaklarını tebliğ etmişlerdir.39 Baron Hirch Osmanh Dev­letini dolandırarak Trakya Demiryolu ihalesini alan batık Bir bankerdir. Demiryolunu yaptıktan sonra dünyanın sayılı zen­ginleri arasına girdiği söylenir.

Mizan, 10 Mayıs 1897-19 Temmuz 1897 arasında Paris’in devamı olarak 29.sayıya kadar 11 sayı Cenevre’de yayınlanır. Bu dönemde, II.Abdülhamit’i, “ya Meşveret usulünü kabul” veya saltanatı terk etmeye çağırmaktadır. Diğerlerine göre oldukça düzgün/gösterişli yayınlanan Mizan'm başlığı altında “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatı­dır” ibaresi bulunmaktadır. Bu ibare altında: “İttihad ve Te-

rakki, emniyet ve ma ’delet (adalet), usül-ü meşveret, hâkimi- yet-i millet, vazife ve mesuliyette müsavat” sloganı bulunmak­tadır. Gazetede; Tarsûsîzade Münif, Tunalı Hilmi, “Şehîd-i zîhayat (Mizancı Murad)”, Kaymakam Şefik, 1878’de Os­manlI Meclisi Mebusanı’nda Kudüs Milletvekilliği yapan, meclisin dağıtılmasından sonra Avrupa’ya kaçıp Cenevre’de Hilâl, Paris’te La Jeune Turquie dergilerini çıkaran “Beyrutlu Arap milliyetçisi” Halil Ganem (ö. 1903 Paris), Ammekyan Efendi, “Osmanlı hükümeti aleyhine yazan” Albert Koda da yazılar kaleme alır. Cenevre’de Abdülhamit düşmanlığı iler­lemiştir. Osmanlı Devlet başkanına, “Memleketi yöneten artık bir sultan değil, şeytandır", “Sultan değil, taht üzerine kurul­muş ifritin ta kendisi, uğursuz herif, katil-i ekber, şeyn-i (ayıp) beşeriyet, cani-i âzam ” ifadeleri kullanılır.

Burada Mizan ile Meşverefin arası da açılmıştır. Çünkü Meşveret yazı kadrosunda olan Aristidi, “G. Ümid" imzasıy­la, Girit’te ayaklanan Rumlan haklı gösteren bir yazı yaym- lanmıştır. Cenevre’deki İttihatçılann nefretini çeken bu yazı; uyarı, rica ve tekziplere kulak asmayan Ahmet Rıza tarafin­dan düzeltilmez. Bunun üzerine Mizan'da, Ahmet Rıza’nın cemiyetten ihraç edildiğine dair bir mazbata yayınlanır.40

Fakat bu gelişmelerden iki ay sonra, sarayla anlaşan Mehmet Murat, İstanbul’a döner. Danıştay üyesi olur. İstan­bul’a dönüş, ferdi bir kararın sonucu değildir. Rahmi ve Sü­leyman Nazif de yurda dönmüştür. Mizan’m parti adına yayın kurulu başkanlığını yapan Çürüksulu Ahmet Bey Brüksel; Rauf Ahmet Bey, Atina elçiliğinde memuriyet alırlar. Halil Muvaffak, Roma elçiliği üçüncü kâtipliğine atanır. Resmi göreve tayin yanında; İshak Sükûtî, Abdullah Cevdet ve Tu- nalı Hilmi’ye, “kaydı hayat şartıyla Credit Lion Bankasınca muntazaman ödenecek on ikişer lira maaş" bağlanır. Mağ- mûmî, Nuri, Akil Muhtar, Refik Nevzat ve diğerleri, Paris’te kontrol altında tahsillerine devam edecektir. Cemiyet, yayınını durdurduğu için on bin Frank tazminat, her üye için de talebe

tahsisatı olarak üçer yüz Frank tahsisat talebinde bulunmuştur. Tunalı Hilmi’ye hutbeleri karşılığında 4000 frank verilecek, cemiyetin çvrakı da 1600 frank karşılığında Ahmet Celalettin Paşa’ya teslim edilecektir. Yapılan anlaşmaya rağmen Pa- şa’ya, “lüzumsuz evrak ve bozuk hurufat verilmiş ”, buna kar­şılık da cemiyetin kasası doldurulmuştur. Sertıafiye Ahmet Celâleddin Paşa'ile anlaşma bu kadar değildir. İshak Sükûtî Paşa ile İttihat ve Terakki’nin Mısır şubesinin kapatılması, el­deki basılı malzeme ve cemiyete ait malzemenin teslimi üzeri­ne yazılı metin üzerinde anlaşmıştır. Bin İngiliz lirası karşılı­ğında, dökümü yapılan malzemeler teslim edilecektir. Yalnız Jön Türkler anlaşmaya sadık kalmamışlardır. İshak Sükûtî ve ekibi, elde edilen paranın 260 lirasını Mısır Şubesi’ne verdik­ten sonra, geri kalanla Cenevre’de kapatılan Mizan yerine Osmanlı gazetesini çıkarmışlardır.

Mehmet Murat, uzun bir aradan sonra, 30 Temmuz 1908­12 Nisan 1909 arasında 134 sayı Mizan'ı yeniden yayınlar. Artık İttihat muhalifi bir yayın politikası takip etmektedir.

Mizan’m, 30 Temmuz 19O8’de günlük olarak çıkmaya başlaması, İttihat ve Terakki tarafindan iyi karşılanmamıştır. Gazete, yeni sayısında Meşrutiyeti ilk defa ilân edenin Abdül­hamit olduğu gibi, yeniden ilân edenin de kendisi olduğunu, dolayısıyla meşrutiyetin “bütün şan ve şerefinin’’ ona ait ol­duğunu yazar. Aynca basın yoluyla haberleşmeyi tercih ede­rek, İttihat ve Terakkiye açık mektup yayınlar. U.Meşrutiyet’in ilk günlerinde, yan görünür vaziyette olan cemiyet de, Mizan­cı Murat ile basın üzerinden yazışır. Sebep; önceleri gizli iken cemiyetin şube başkanı olan Murat’ın, örgüte verdiği istifa dilekçesinin sonucunu ve konumunu sormasıdır. Cemiyet, Mizancı Murat’la; ilişkisinin kesildiğini, cemiyet adına açık­lamada bulunamayacağını bildiren açıklamasını, İttihad ve Terakki'de yayınlar. Parti gazetesi olan İttihad ve Terakki, 6 Ağustos 1908 tarihli ilk sayısının üçüncü sayfasında, “Mukte- bisât’’ başlığı altında “Mizan gazetesinden: İttihat ve Terakki

Cemiyet-i Osmaniyesi Riyaset-i A üyesine’’ alıntısını yaparak bu mektubu basmıştır. Mizancı Murat’ın imzasını taşıyan yazıda, gazeteci-ccmiyet ilişkisi ile ilgili dikkat çekici bilgiler bulunmaktadır. Meşrutiyetin ilanından sonra hainlerin bir an evvel açıklanmasını isteyen Murat, cemiyet karşısında bir savunma psikozu içinde, onun vereceği cezaya nza gösteren, on bir yıl aradan sonra banş yolu da arayan biri durumunda­dır: ‘‘Malum-ı âlileridir ki o menhus müdahalenin neticesi olarak işgal ettiğim mevki 'i ariyet (geçici mevkii) sırasında ve talep ve rıza-yı bendeğânem hilâfinda Şurayı Devlete memur buyrulduğum eyyâmda âdet-i veçhile vaki’ olan tahlîf-i res­mîden başka mücerret kendi rızamla aile ve bağ bahçe ve daire-i resmiye umur-ı cariyesinden gayri bir şey ile meşgul olmayacağım hakkında en muhterem makama söz vermiş idim. Kanun-ı Esasi ile aff-ı umumi tabii olarak o bendi üze­rinden ref etmiş iken bununla iktifa etmeyüb geçen Pazar günü mahalline azimetle verilen sözlerin iadesini istidâ ve muvafakatini istihsal eyledim. Şu suretle hürriyet-i hareketime malik olduğum dakikadan bugüne kadar gazete işleri ve me­muriyetten fekk-i rabıta muamelesi ile meşgul olarak ihvan-ı gayretten biriyle görüşüp konuşmağa ve bu babtaki emr-i âlilerini almağa vakit bulamadım. Bu günlerde ise her vakit­ten ziyade meşgul bulunduğumdan şu suret müracaatı ve emir­lerine intizarı tercih ettim. Bu dakikada cemiyet-i muhtereme- nin hakk-ı âcizanemdeki fikir ve mevki ’i ne merkezde olduğu­nu tabii bilemem. Anı bilmek hakk-ı sarihime istinaden arz ve istida eylerim ki son on bir senelik harekât ve sekenât-ı âcizâ- nem icab-ı mev/a ’a ve iktiza-yı namus ve haysiyete muvafik olduğu nezd-i ulyalarında tebeyyün ederek ihsan buyrulacak tebıiye-i zimmet (masum olduğunu ispat etme) mazbatasını nasıl hüsnü kabule mâil ve hâhişker (istekli) isem nizâmât-ı hususiye-i cemiyet ve adâb-ı umumiye-i memleket ahkâmına muvâfik olarak cemiyetçe verilecek hükümlerden ve âdî tev- bihten bed’an (başlayarak) ile en ağırına kadar bilcümle

mücazâtı dahi aynı teslimiyet ile kabul edeceğimi peşinen beyan ederek vakit ve mahal-i mülakatı mübeyyin olacak cevab-ı kerimânelerinin yarınki Cuma günü saat onu geç­mezden evvel matbaaya tebliğe himmet buyrulmasına intizar eylerim. Cevabın Adem-i vürudu nezd-i âcizânemde tebriye-i zimmet mazbatası makamına kâim olarak cemiyete karşı dahi hürriyet-i hareketimi iade etmiş olacağım. Şu isticâl-i âcizâneme olan sebeb-i aslîye gelince hasbe ’l-icâb cemiyetten infikâk ve inzivayı ihtiyar ettiğim sırada her türlü fedakârlığa hazır bulunmak ile beraber hiçbir vakitte nefâhir gibi bir zaa­fa mağluben kendini marifet ve muvaffakiyetlerini ifşaya esa­sen mezun bulunmayan cemiyetimiz namına olarak şu gün­lerde mühürlü mühürsüz ve ‘Biz şöyle ve böyle muvaffak ol­duk’ gibi nâ-bemahal ibareleri havi seyyar ve sabit ilânlar neşrolunmasıdır, ikiden biri: Ya cemiyetimizin şekl-i esasisi tebeddüle uğramış, yahut cemiyet namına bir takım beyancı- lar hüsn veya suiniyetle bu harekete kıyam etmiş demektir. Şu son zannım daha galib olduğu gibi cevab-ı âlilerinin vakt-i muayyende gelmesi dahî anı külliyen te’yît etmiş olacağından Paris ve mülhakâtı şubeleri riyasetinden Senjermen 21 Kanu­nuevvel 312 tarihiyle ve Çürüksulu biraderimizle idarehâneye gönderi-lüb neticesi hakkında henüz bendelerine malumat verilmemiş olan istifanameyi ke’enlemyekün (olmamış gibi) add ile ve yine şube reisi sıfatıyla saye-i adaletvâye-i cenab-ı şehriyârîde Kanun-ı Esasi hin bahşettiği hak ve daire-i alinin dâhilinde mezkûr neşriyatın menâbı ini taharri etmek ve ica­bına göre ifa-yı vazife eylemek üzere kendimi muhtar bilece­ğim. Ol bab-da emr ü irade hazret-i men lehü’l-emrindir. imza Murad".

Murad’ın mektubuna, cemiyet tepkilidir. İttihatçı kadro, "şiddetli hareket edilmezse daha ilk günlerde hürriyet ve meş­rutiyetin döne döne yine Abdülhamit’in ayaklarına kapanaca­ğını ” düşünür. "Bir aralık cemiyete girmek isteyen ’’ Murad’ın talebi kabul olunmayarak karşı tavır alınır.41

Bu yüzden cemiyetin, Mizancı Murat’ın dilekçesine ceva­bı; şiddetlidir:

"Mizan gazetesi sahip ve muharriri Murat Bey ’e: Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin Derseâdet’teki heyet-i idaresi bir he­yet-i merkeziyeye merbuttur. Heyet-i merkeziyenin de tanın­maması meşruttur. Binaenaleyh sizinle mülakat gayri müm­kündür. Tebriye-i zimmet mazbatanızın itasını-İstifanızla bun­dan sonraki ahval-mümteni’ (imkânsız) kılar. Hakkınızdaki karar bilahare ita ve tebliğ olunur. Hüsn veya suiniyetle ce­miyet namına, cemiyetin malumatı olmaksızın yabancılar tara­findan neşrolunan beyannameler hakkında tedabire tevessül katiyen heyet-i merkeziyenin hakkıdır. Sizin hakkınızda heyet-i merkeziyenin re 'yi şudur: Heyet sizi katıyyen efrad-ı cemiyet­ten tanımaz. Şube Reisi sıfatıyla değil hiçbir suretle cemiyet namına bir harekette bulunmanıza da müsaade göstermez. ’42

Murat bu cevap karşısında sessiz kalmaz ağır bir cevap yazar, Mizan’da, 4 Ağustos 1324 (1908) tarihli başyazısında, İttihat ve Terakki’ye, kaç merkezi varsa hepsinden farklı sesin çıktığı yönünde yüklenir: “Hilâfet ve saltanat kisve-i çelilesi ile müzeyyen olan bir istibdadı çekemeyen millet-i muazzama- i Osmaniye yeniçeri zorbalıklarını kendisine derhatır ettiren hafi, başsız, intizamsız, şekli meçhul bir istibdat önünde baş eğemez. Bunu hayalhanelerine sığdıran sersemler cemiyet-i celileye aza olamaz. ”

Mizancı Murat’ın, padişahın cemiyetin fahrî reisi olması, merkez heyeti başkanlığına Ahmet Muhtar Paşa’nın getiril­mesi gibi teklifleri vardır. Zira: gizli, başsız ve vücutsuz bir "ejderhanın ümmeti tahrişe bir müddet daha devam edecek olursa halkı ‘gidene rahmet’ okumaktan" menetmek müm­kün olmayacaktır.43

Bu defa cemiyetten Mizancı’ya gelen cevap, sadece sert değildir. Açık bir tehdidi de içermektedir "Cemiyetimiz diye yad ettiğiniz Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yine size

ve âleme karşı bir daha tekrar edelim ki sizin hiçbir alâkanız, uzaktan, yakından hiçbir merbutiyetiniz yoktur. Biz sizi tanı- mıyoruzfSiz bizim nazarımızda Mizan namıyla bir gazete neş­reden bir adamsınız. Fakat bu lisanda, bu kafada devam eder­seniz o zaman sizi bir sıfatla daha tanıyacağız ki o da müfsit- liktir!” Cemiyet Selanik’ten, “son sözünü" de söyler: “Efkâr­ı umumiyeyi böyle hezeyanlarla ifsad etmekten tevakki (sa­kınma) ediniz. Yoksa buna mecbur edilirsiniz. ”44

Murat, cemiyete cevap vermekte gecikmez: “Cemiyet be­ni içine layık görmüyorsa cevaben teessüf ederim. Fakat me­yus olmayarak ifa-yı vazife-i hamiyetten geri duramam. Dev­let ve millet-i Osmaniye ’nin selâmet ve saadeti her bir şahıs­tan, her bir heyetten her bir cemiyetten nisbet kabul etmez mertebede âli ve mukaddestir. ’45

Bu tartışmanın yakın ve yumuşak sonucu bellidir: Tutuk­lanmak. Nitekim bir süre sonra 26 Eylül 1324 tarihli Mi- zan'da şu telgraf yayınlanır. “Telgrafhame-i sami suretidir Zaptiye Nezaretine, Murat Bey ’in emsâli misillû taht-ı muha­fazada bulundurulmak üzere Harbiye Nezaretine teslimi muktezidir. 26 Eylül 1324 Sadrazam Kâmil”.

Cemiyet, Sadrazamın imzasıyla ve görünürde “korumak” maksadıyla tutuklama emrini çıkartmıştır. Aynı gün tutukla­nan Murat Bey, 27 Eylül’den itibaren Mizan gazetesini dü­zenli çıkaramaz. Çünkü resmî ilânla Zaptiye Nezareti tarafin­dan yayını geçici olarak durdurulmuştur: “Mizan gazetesi, ezhan-ı umumiyeyi tahdiş ve tehyic edecek yolda neşriyata musirrane devam etmesinden dolayı icra olunan tahkikat neticesine intizaren devletçe görülen lüzum üzerine mezkûr gazete bâ emr-i samı muvakkaten tatil olunmuştur. 14 Rama­zan 1326/2 7 Eylül sene 1324 Nezaret-i Umur-ı Zaptiye”. Gazete, 9 Şubat 1324’te tekrar yayınlamaya başlar.46

Mizancı Murad’ın sürgünle biten akıbetinin öncesini, ne­dense Karabekir, İttihat ve Terakki içinden birisi olarak açık-

lamaz. Onun uğradığı muameleyi, Temo ortaya koyacaktır. Mizancı Murat, 31 Mart Olayı sıralarında Mizan gazetesinde, İttihat ve Terakki’yi eleştiren yazılar kaleme almaktadır. Temo, Meşrutiyet yönetiminin henüz yerleşmediğini belirte­rek Mizancı’yı; gazetesinin-kendisinin, mesleğinin "ileride korunabilmesi için" tavnnı değiştirmesi gerektiği yolunda uyarır.47 Fakat eski büyük ağabey ve yeni hasım gazeteciye hakaret; teşkilâttan birisi olarak Temo’yu bile şaşırtmıştır.48 Yalnız, Mizancı’ya uygulanan aşağılama, sürgün; başka gaze­tecilere, suikast olarak yansıyacaktır.

Mizancı, İttihatçıların doğuş, örgütleniş sürecinde büyükle­rindendir. Avrupa’ya kaçmadan önce idama mahkûm edilme­sine İttihatçılar üzülmüş, Avrupa’dan ikna edilerek dönüşünde mideleri bulanmıştır. Mizancı Murat, İttihat yönetimi tarafin­dan ‘‘pek aşağılayıcı bir biçimde tutuklanarak, o vaktin Se­rasker Kapısına (Beyazıt) götürülüp pis ve boş bir odaya " kapatılır. Kendisini tanıyanlar, alkışlayanlar; artık görmemek­te, tanımamaktadırlar. İbrahim Temo, ziyaretine gider. Her taraf tükürük ve balgam içindedir. Kendisini görmeye gelen İttihatçıların tutumundan dolayı Mizancı, İbrahim Temo’nun da ‘‘yüzüne tükürmek için gönderildiğini" sanır. İbretlik du­rumu Temo anlatır: "Talim meydanına bakan açık ve tek pencereli hücrenin demir parmaklıkları, döşemesi, Murat Bey ’in sakalı ve yüzü bile tükürük ve balgam içinde. Silecek bir mendili de yok. Beni görünce şaşırdı ve ‘halime bak dok­tor’ diyerek gözyaşlarını tutamadı. Kendisine silinecek bir mendil ve bir paket sigara verdim ve ‘bu da şeçer ya hu ’ diye dervişanca bir sabır ve sebat tavsiye ettim. ’

Bu son tutuklama, Mizancı’nın da Mizanın da sonunu ge­tirecektir. Ömür boyu kale içinden çıkmama cezasıyla Rodos ve ardından Midilli’ye sürülür. 1912 affiyla dönse de kendi yayın organını çıkaracak derman bulamaz. 1913 yılında vefa­tına kadar başka gazetelerde kalem mücadelesine devam eder.

3-Osmanlı Gazetesi

Jön Türk basını içinde, birçok Osmanlı adlı gazete bulun­maktadır. Bunun nedeni de genç Osmanlılann başlangıçta Osmanlılık ya da Osmanlıcılık fikrini uzun süre terk etmeme­sidir. Burada üzerinde durulan Osmanlı gazetesi, İshak Sükûtî ile Abdullah Cevdet’in Cenevre’de 1 Aralık 1897 tarihinden itibaren Mehmed Murad’ın Mizan'ınm yerine çıkardıklan gazetedir. Uzun solukludur. 142 sayı yayınlanmıştır. Osmanlı çıkış yerine göre, Türkçe yanında, Fransızca ve birer sayı da İngilizce, Almanca ilaveler yayınlamıştır. On beş günde bir yayınlanmakta, düzenli çıkmaktadır. Yazı kadrosu, Mizan'da. da çalışan Tunalı Hilmi, Nuri Ahmet, Çerkez Mehmet Reşit, Halil Muvaffak, Akil Muhtar, Refik Bey’in de bulunduğu Jön Türklerden oluşmaktadır. İshak Sükûtî’nin daveti ile Ahmet Rıza da yazı yazar. Böylece cemiyetten atılan, Paris-pozitivist cemaatinin ileri geleni, yeniden cemiyete kazanılmış olur. Aynca gazetede, İbrahim Temo, Arnavutluk adına; Stock­holm Sefiri Şerif Paşa, “Kürd” imzası ile yazar. Ama Şerif Paşa, her ay yüz frank da yardım eder. Gazeteye Londra’da, kimliği açıklanmayan birileri, 12-14 punto hurufat ile matbaa gereçleri verir, Cenevre’de Doktor Lardy, Damat Mahmud Paşa da destekleyenler arasındadır.

Cenevre’deki OsmanlI’nın klişesi altında, “İttihad ve TerakkiCemiyeti’nin vasıta-i neşriyatı ” cümlesi yer almakta­dır. Cemiyetin sözcüsü olarak gazete, kendi matbaasında ba­sılmaktadır. Cenevre dışında, Londra, Folkestone (İngiltere), Kahire ve tekrar Cenevre’de çıkmıştır.50'51'52 Matbaasında; Jön Türk gazetelerinden, “Sultanın devrilmesi için” Kürtlerle Ermenilerin aralarındaki anlaşmazlıklan çözüp birlik olmala- nnı telkin eden Bedirhan Paşazade Abdurrahman’ın Kürdis- tan gazetesini de basmaktadır. Osmanlı, “İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatı” iken 1902’de “Hürriyetperverân Fırkası Cemiyet-i Merkeziyesinin vasıta-i neşriyatı” olur. 136.sa-yısında “İttihad ve İnkılâh Cemiye-

tinin vasıta-i efkârT’dn. Osmanlı yazı ekibi, 1 Ekim 1898’den itibaren beş sayı, ortaoyunu kahramanlarından Beberuhi ismiyle bir de mizah gazetesi çıkarır. Beberuhi'de resimli, siyasi hiciv yoluyla padişah ve yakınlan aleyhine yayın yapılır. Yerini Tokmak'm alacağı gazete, Osmanlı gaze­tesi ile birlikte yayınını durdurur.

Osmanh gazetesi, başlangıç itibariyle bir bozgun üzerine çıktığı için, ayaklanmayı, ihtilâli teşvik eden yazılar yayınla­mıştır. Yalnız bu tür yayın ve fikirlerinde samimi değildir. Osmanh gazetesi Devleti yönetiminden bazı tavizler kopar­mak için gazete araç olarak defalarca kullanılmıştır. 1899 başlannda Büyükelçi Münir Bey, İshak Sükûtî ve Abdullah Cevdet ile görüşür. Trablus ve Fizan’daki siyasi tutuklulann serbest bırakılmalan karşılığında OsmanlI’nın yayını durduru­lur. Osmanlı ve Beberuhi'yim matbaa malzemeleri, cemiyet mühürleri Paris Elçiliğine teslim edilir.53 Fakat bir süre sonra tekrar Osmanlı adıyla Cenevre’de yayın devam edecektir. Bu defa 1 Haziran 1900’de, yayın durdurmasının sebebi; gazete­nin ileri gelenlerinin maaşh devlet görevlerine atanmalandır. tshak Sükûtî, Roma; Abdullah Cevdet, Viyana elçilikleri dok­torluğuna; Tunalı Hilmi, Madrid elçiliği kâtipliğine tayin edi­lir. Devlet görevi alarak, ihtilâlci gazeteyi görünüşte susturan­lar, bulunduklan görev sırasında takma adla yazı yazmaya devam ettikleri gibi, gazete de tamamen kapanmaz. Sadece yer değiştirir. Hatta Cenevre’de boşalan yerine, İntikam adıyla yeni bir gazete çıkartılır. Yazı kadrosunda bulunan Nuri Ah­met, Ethem Ruhi, OsmanlTyı İngiltere’ye taşıyarak 10 Hazi­ran 1900’den itibaren 62. sayısını yayınlarlar. Gazetenin Londra’ya nakline, bütün haklarını satın alıp, masraflarını üstlenen Prens Sabahattin’in babası Damat Mahmut Paşa karar vermiştir.54 1 Ekim 1900’de 69. Sayı Folkestone’da (İngiltere) çıkarılır. Folkestone, Manş kıyısında, Londra’ya yakın, dünyanın her yeri ile ihşki kurulabilecek, dağıtım ko­laylığı sağlayan bir liman şehridir. Burada gazete, “İslâma

Tebşir” (hayırlı haber, müjde) başlığı altında Esseyyid Şeyh Mehmed el-Merakeşî tarafindan verildiği belirtilen, Abdül- hamit’in tahttan indirilme, V.Mehmed’e bîât fetvasını yayın­lar. Gazetenin Avrupa’daki son sayısı 15 Mart 1903 tarihlidir. Londra ve Folkestone sayılarında Prens Sabahattin’in çok yazısı yayınlanmıştır.

Osmanlı, İngiltere’den sonra, 15 Mart 1904 tarihli 134. sa­yıya kadar Kahire’de yayınlanır. Buradan yeniden İsviçre’ye nakledilerek 8 Aralık 1904 tarihli 142. sayıya kadar çıkartılır. Osmanlı gazetesi de diğer Jön Türk gazeteleri gibi, Abdülha­mit düşmanlığını yayın politikasının merkezine almıştır. Ga­zetede, ‘‘Sultan Hamid bir katildir, Sultan Hamid dinsizdir. Sultan Hamid memleketi ve halkı tahrip etmektedir, Allah in yardımıyla Sultan Hamid ’in tahtını bir gün başında parala­yacağız" türü ifadeler yer almaktadır. Damat Mahmut Paşa yönetiminde iken, zaten var olan İngiliz taraftarlığı, Almanya aleyhtarlığı daha fazla öne çıkar. Gazetenin Türkçesi gibi İngilizcesinin de Türkiye’ye girişi yasaklanmıştır.55'56

4-İntikam Gazetesi

Jön Türkler tarafindan, Osmanlı Devleti ile anlaşılarak Ce­nevre’de yayını durdurulan Osmanlı gazetesi yerine aynı yer­de, 2 Teşrinisani 1900’de çıkartılan bir gazetedir. İlk 21 sayısı, haftada iki defa olmak üzere şapograf usulüyle çoğaltılırken bundan sonra Romanya-Bükreş’teki Sada-yı Millet gazetesi­nin matbaası getirildikten sonra matbaada basılır. İntikam'm hemen ardından aynı ekip, Tokmak adlı bir de mizah gazetesi çıkarmıştır. Gazetenin çıkanlış hikâyesi, adı kadar ilginçtir: Madrid’deki Osmanlı Elçiliğinin Türkçe Baş Kitabetine ata­nan Tunalı Hilmi, görünürde devletle anlaşıp resmî görev aldığı halde, darbeci çalışmalarına devam eder. Madrid’ten Mısır’a giderek orada bulunan Ali Fahri’yi (Ağababa) Cenev­re’deki yayın faaliyetine ikna eder. Adı İntikam olarak belirle­nen gazetenin, finansmanı için de kaynak temin eder. Gazete,

Cenevre’de çıkartılırken bu şehre defalarca gelir. Ayrıca İs­tanbul’da yapılacak eylemler için “temin edilen fedailerle görüşmek üzere Atina'ya" da gider. Tunalı Hilmi’nin resmî görevde iken gerçekleştirdiği faaliyetler, Osmanh yönetiminin dikkatini çektiği için hakkında soruşturma açılmıştır. Fakat asıl dikkat çeken, İngiltere’ye taşınan OsmanlInın redaktör- lüğü’nü yapan Nuri Bey’in bir süre sonra Cenevre’ye gelerek İsviçre makamlarına; ülkelerindeki “Osmanlı sürgünlerinin ajan oldukları ve şantaj amacıyla siyasi gazete neşrettikleri­ni” ihbar etmesidir. Bu arada “yönetimden para sızdırmak için”, Tokmak’ı satmak üzere Akil Muhtar’ın, yönetimle- gazete arasında irtibat kurması, Jön Türk basınında sık uygu­lanan, fikir, gazete ve gizli teşkilatın pazarlama çabası olarak görülür.

Yazı ve destek kadrosunda; Ali Fahri yanında, Akil Muh­tar, Silistreli Hamdi Bey, Asaf Nazmi, İntikam matbaasında basılan Kürdistan gazetesinin sahibi Bedirhan Paşazade Abdurrahman, Ali Galib, Mahir Said, Dr. Hamid Hüsnü gibi isimler bulunmaktadır.

50 sayı yayınlanan İntikam-, İttihatçı ekibin, fikirden çok ihtilâlci hazırlama gazetesidir. Başlığı altında, “Muhakkak Allah, yüce ve intikam sahibidir ” ayet meali ve “İntikamcı Yeni Osmanlılann naşir-i efkârıdır" yazısı bulunmaktadır. Her firsatta darbeci duygulan tahrik eden gazete, Ispanya’daki bir darbe teşebbüsü haberini verirken, Türkiye’de de benzerinin yapılması gerektiğini ve intikam hançeri altında Abdülha­mit’in can vermekte gecikmeyeceğini vurgular. Rusya’da öğrencilerin isyan teşebbüsleri üzerine ise, bizdeki mekteplile­rin “Abdülaziz gibi bir belayı def ve tenkil" ettiklerini, aynı güzel davranışı “Hamid-i pelîd (pis, murdar) hakkında da göstererek, melunu perişan ” eyleyeceklerini yazar. Bazı me­tinlerde düzey sokak çığırtkanlığı seviyesindedir: “Hep bera­ber!.. Kıyam.. İntikam!.. Hazır ol!.. Silah başına!.. ” Biyolojik Materyalist Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının gazetesi; ba-

zen Halifelik makamında oturan devlet başkanına isyanı teş­vik ederken, dinî söylemi kullanmaktan çekinmez: ‘Ta muvah- hid kalk, zalimler elinden -gel de şu- dinini imanını kurtar!... Devletini, milletini -kurtar- batırıyorlar!... Dinini, imanını, devletini, mülkünü -o pis yüreği yar da- kurtar! ’’ O yarılacak yürek kimindir? Bu çok bellidir “Bilhassa Abdülhamid’in murdaryüreğt”. Üstelik Padişahtan alınacak intikam inanmış, muvahhid helkese “farz-ı ayındır". Hem gazetede hem de İstanbul’da beyanname olarak dağıtılan bu isyana teşvik bildi­rileri üzerine, Paris elçisi Salih Münir Paşa, İsviçre devletine müracaat ederek, kışkırtıcı, intikam almayı tahrik edici yayın­lar yapan İntikam ve Tokmak gazetelerini yayınlayanların Cenevre’den çıkanlmalannı ister. Zira İntikam, Tokmak ve İstirdâd gazeteleri Tüık hükümetini yıkmak, sultanı öldürmek amacıyla yayınlanmaktadır. Gazete, bütün ezilen halklann savunucusu olduklarını, “küçük, fakat büyük” olan İsviçre’nin yüce misafirperverliğine teşekkür ettiklerini açıklayan bir yazı da neşreder. Ama İsviçre Hükümeti, bazı Jön Tüıklerin evle­rine baskın düzenler, Ali Fahri’yi sınır dışı eder. Cenevre ga­zeteleri ise, İntikam’ı destekler.5

5-İstirdâd Gazetesi

Paris Jön Türk kongresine kadar Cenevre’de çıkan İstirdâd gazetesinin de yayın politikası açısından İntikam’dan faikı yoktur. Diğerlerinde olduğu gibi bunda da Abdülhamit düş­manlığı ve isyan telkini öne çıkar. İstirdâd’a göre, “Abdülha­mit bir Ermeni den doğma ve annesi bir çengi ”dir. Islâm dün­yasındaki değişik İslâm âlimlerince hilafetten meni hakkında yazılar yazılmıştır. İstanbul’da bir kıyam beklenmektedir. Yal­nız hemen çıkacak bir kıyamdan “yabancılar” koıkmamalı- dır. Çünkü “asıldüşman "onlar değil mevcut yönetimdir.58

6-Vatan Gazetesi

Benzeri bir durum, Osmanlı İstikbâl-i Vatan ve Millet Ce­miyeti tarafindan çıkartılan Vatan gazetesinde vardır. 11 Ocak

1901’de çıkartılıp, şapograf usulü ile çoğaltılmaktadır. Ücret­siz dağıtılan, istenilen yere bol miktarda gönderileceği belirti­len gazetenin, öne çıkardığı yegâne düşman 11. Abdülhamit’tir. “Bir belâ-yı asumâni” olan mevcut hükümdar, “Musa’ya nisbet Firavun, Cibril ’e nLsbet şeytan "dır. Gazete daha ileri giderek, sarayın “nikâhsız ” ilişkilerin metkezi olduğu için üst yönetimi, sarayı; “piçlik girdabı” olarak nitelendirir. O “denâet böceklerine", “cinayet mikroplarına’’ rağbet edecek kadar Türklerin ne kabahati olduğunu sorgular. Bu tür saldın- lardan sonra Paris Elçiliğinin isteği üzerine Vatan da takibe alınmış, yazarları sorgulanmıştır.59

7-İçtihad Dergisi

Jön Türk yayınları içinde önemli bir yere sahip olan yayın­lardan birisi de İçtihad dergisidir. Abdullah Cevdet tarafindan çıkanlmıştır. 1 Eylül 1904’te Cenevre’de yayınlanmıştır. 1905’te Osmanh Devleti’nin Paris Elçisi Münir Paşa, Abdul­lah Cevdet aleyhine dava açarak, onun bir şantajcı olduğunu ispat ettiği için İsviçre’yi terk edip Mısır’a gitmiştir.60

Abdullah Cevdet, dergiyi hayatının son 28 yılı boyunca 358 sayı kadar çıkarmıştır. Ölümünden sonra bir sayı daha yayınlanarak kapanan İçtihadın İttihat ve Terakki’nin yanısıra Türk fikir hayatı ve siyasi yapısı üzerinde etkisi önemlidir. II.Meşrutiyet’in ilânından sonra sahip ve başyazan tarafindan İstanbul’da yayınlanan dergi, Batıcılık akımının öncülüğünü de yapmıştır. Bu yönü ile İçtihad, Cumhuriyet başlarında ger­çekleştirilen inkılâpların fikri yönlendiricisi durumundadır. Bir dönem Abdullah Cevdet’in dine yönelik eleştiri ve siyasal muhalefet konulu yazılarından dolayı çok tepki görmüş ve sık sık kapatılmıştır. Abdullah Cevdet bu yüzden İçtihadı “İşti- had”, "İşhad”, “Cehd”, Alem-i Sanayi ve Ticaret isimleri ile çıkarttı.6

Meşrutiyet yıllarında Kılıçzâde Hakkı imzası ile yayınla­nan Bir Uyanık Rüya, Cumhuriyet devri inkılâplarının listesini çok önceden vermiştir.

8^ûra-yı Ümmet Gazetesi

Paris’te Tüıkçe olarak Ahmet Rıza’ınn çıkardığı ikinci ga­zetedir. İlk sayışı 15 Nisan 1902 tarihinde yayınlanmıştır. Aynı adla Kahire’de de çıkmıştır. Yazı kadrosunda; Selanikli Dr.Nâ- zım, Ahmet Saip, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Samipaşa- zade Sezai, Bahattin Şakir, Mizancı, Ali Kemâl; imzasız yazı­larıyla Selanik komitesinden Ömer Naci, Hüsrev Sami (Kızıl- doğan) gibi İttihatçılar bulunmaktadır. Bir yönüyle, Avru­pa’da kalarak ‘‘Sultan Hamit’le mücadele eden ” Ahmet Rıza ile yazarları; bu gazeteyi kullanarak 31 Mart’a kadar mücade­leyi sürdürmüşlerdir.62

Gazete, başlangıçta Prens Sabahattin’in babası Damat Mahmut Paşa’nın (ö. 1903) desteğini almıştır. Fakat fikir olarak merkeziyetçidir. Gazetenin, Osmanh Devleti’nin bütün unsurlan arasında fikir birliği, ortak vatanseverlik duygusu geliştirmek, 1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymak gibi siyasi ilkeleri bulunmaktadır. İlkeler içinde; Osmanlı Devleti’nin bütünlük ve bağımsızlığını savunmak, hanedanı ve tahtı korumak gibileri, aslında Jön Türk basınının “takiyesi” olarak gözükmektedir. “August Comte ’un hayalperest öğren­cisi” Ahmet Rıza, Osmanlı ülkesindeki ‘‘Hıristiyan ve Müs­lüman bütün ırkları bir (yeni millet) halinde birleştirmek ve Fransa ’yı model alıp merkezî hükümet kurmak” istemektedir. Şüra-yı Ümmefc karşı; Ahmet Rıza ile Paris Kongrelerinde birlikte hareket eden Prens Sabahattin; siyasi görüş olarak adem-i merkeziyeti savunan Terakki adlı Türkçe, küçük ebatlı gazetesini çıkarmıştır.63

Şura-yı Ümmet, 1 Muharremü’l-Haram 1320/10 Nisan 1902/1-1 Zilkade 1320/29 Kanunusani 1903 arasında Mı­sır’da 21 sayı yayınlanmıştır. Fakat yine irtibat adresinin ba-

şında Paris-Meşveret gelmektedir. Meşrutiyet devrinde Şura­yı Ümmet, Ahmet Rıza’nın İstanbul’a gelmesinden sonra yayı­nında burada devam etmiştir.

Şura-yı Ümmet dışında Hoca Kadri Efendi de Mısır’da Kanun-ı Esası gazetesini çıkarmıştır. Bu gazeteyi Osmanlı yönetiminden para sızdırmak için çıkardığını daha önce be­lirtmiştik. Aynca, Havâtır (Hatıralar) adlı bir gazete daha yayınlar. İstinsaf (hakkını bütünüyle alma, ödeşme) adlı bir kitap da yayınlar.

9-Efkâr-ı Umumiye Gazetesi

Bulgaristan’da, İttihat ve Terakki mensubu Mustafa Ragıp tarafından EJkâr-ı Umumiye adıyla bir gazete çıkartılır. Gaze­teye İbrahim Temo da yazılanyla destek verir.64 Mustafa Ra- gıp, burada gazetecilik yaparken, sadece Türkiye’deki iç poli­tikaya dönük değil, Bulgar yönetimine karşı da çakşır. Zira Bulgar yönetimi, Türklerin seçimlerdeki etkinliğini azaltmak için Türkçe konuşan Müslüman Çingenelerin oy hakkını iptal eder. “Türk Çingeneleri”; o sıra Razgrad, Pazarcık gibi yerle­şim yerlerinde toplu ve etkin haldedirler. M.Ragıp, bir eski Bulgar bakanı ile Pazarcık’ta miting düzenleyerek kendisini, “eski Çingeneler Kralı hanedanına mensup, Avrupa ’da tahsil göımüş, dünyayı dolaşmış prens ” olarak takdim eder. Bulgar hükümetinin haksızlığını duyarak gelmiş ve Çingenelerin meşru hakkını savunmaktadır. Bulgar hükümetine karşı alkış­lanan Ragıp, bir protesto metni de hazırlatarak imzaya açar. Bunun üzerine, gösterilerden çekinen Bulgar hükümeti, “Ra- gıh ’ın Ejkâr-ı Umumiye gazetesini kapatarak” kendisini de sınır dışı eder.65

10-Sada-yı Millet Gazetesi

İbrahim Temo’nun, yurt dışındaki ilk yayınlarından birisi, Hareket adlı broşürdür. Osmanlı Devleti’nin, Romanya’da, Tuna kıyısındaki Curcuva Kasabasına konsolos olarak atadığı İzmirli Ali Şefik Bey cemiyetin ilk mensuplanndandır. Temo,

ona giderek misafir olur ve birlikte Hareket broşürünü kaleme alırlar. Yalnız Romanya-Bükreş’te, Türkçe hurufat yoktur. O sıra Bulgaristan’ın Tuna sahilindeki Rusçuk şehrinde Tuna adlı bir Türk gazetesi çıkmaktadır. Tuna gazetesine müracaat eder. Fakat bastıramaz. Gazete çalışan tıbbiyeli Mustafa Ra- gıb’ı oradan alarak, taşbaskı yaptırmak üzere Bükreş’e götü­rür. Baskı masraflarını da ilginçtir, Osmanlı Devleti’nin Bük­reş’teki elçiliğinde Başkâtiplik yapan Alfred Rüstem Bey’den alır. Alfred Rüstem ile Temo’yu Romanya Dışişleri Bakanlı­ğı’nda Türkçe tercüman olarak çalışan Musevi asıllı Jak Levi tanıştırmıştır. Taş baskısı için ödünç alınan para 300 ley yani 15 Napolyon kadardır. Hareket, kırmızı mürekkeple 500 adet basılarak Temo’nun, “İstanbul, İzmir, Selanik, Trabzon iskele­lerindeki ecnebi postalarından alan” adamları vasıtasıyla Türkiye’ye dağıtılır/16

Dr. İbrahim Temo, Osmanh başkentinden aynldıktan sonra ölümüne kadar en uzun süre Romanya’nın Mecidiye şehrinde kalmıştır. Yanına, Saraya ve Dâhiliye Nezaretine mensup ol­duğunu bildiği Ebulmukbil Kemal Bey adında birisi gelir. Kendilerine katılmak istediğini belirterek, gazete çıkartmak için hurufat ve mürettip getirdiğini belirtir. “Hep beraber bir gazete çıkaralım, istibdatla boğuşalım” teklifinde bulunur. “Şüpheli ” bir şahsın serbest bir yerde, kendilerine ve fikirleri­ne zarar veremeyeceğini düşünen Temo, teklifi kabul eder. Çıkanlacak gazetenin adı: Sada-yı Millet’tir. Kaymakam Şe­fik, Dr.İbrahim Ethem Temo, Kadri ve Ebulmukbil Bey bir şirket kurarlar. Şiıket sözleşmesinin ilk maddesi; “İşbu ano­nim şirket, mevcut azaya vekâleten başyazar Ebulmukbil Ke­mal imzası ve Sada-yı Millet unvanıyla bir gazete yayınlamak hususunda anlaşmışlardır” hükmünü taşımaktadır. 15 Aralık 1898 tarihli dört kişinin imzası ile gazete faaliyetine başlanır. “Gazetenin, Romanya’da yayınında bir kesintiye" uğrama­ması için, “yerli bir sorumlu müdür” bulurlar. Bu, Roman­ya’nın ilk krallık devri başbakanının oğlu Vasil’e Kogalniçea-

nu’dur. Temo, tanıdığı bu şahsı; “mağdur bir millete hizmetle büyük bir insanlık görevinde bulunacağına ” ikna edip “kan­dırmıştır". Böylece, Osmanlı Bükreş Büyükelçisinin müraca- atlan üzerine, gazetenin yerel hükümet tarafından kapatıla- maması sağlanır. Gazetenin yayıncıları: Kadri, Şefik, Temo, Ebulmukbil ve İbrahim Naci’dir. Yalnız gazetecilik işi ile uğraşmazlar. Hep birlikte Bükreş’e giderek, Vidin’den oraya gelen Selanikli Midhat Şükrü’nün (Bleda) de katılımıyla “Bük­reş Genç Türkler Komitesi "m kurarlar. Niyetleri Paris, Ce­nevre, Mısır vb. yerlerle sıkı ilişki kurmak ve çıkardıkları gazeteyi, “vatan dâhiline” sokmaktır. Köstence Limanının İs­tanbul ile denizden irtibatı vardır. Bu yolu kullanarak, gazete­nin İstanbul’da yayılıp okunması sağlanır.67 Durumu önleye­mediği için, bir süre Bükreş sefiri görevden alınır. Daha sonra elçinin çabası ile Kaymakam Şefik ve Ebulmukbil Kemal’in arası açılır. Ebulmukbil İstanbul’a döner, Mürettip Rıza da aradan çekilir. Gazete heyeti dağılır.68 Romanya’daki Ama- vutlan ikiye bölecek ve Temocular adıyla bir grup oluşturacak kadar etkili olan Temo, gazetenin kapatılış tarihini vermemek­tedir. Yalnız İstanbul’a dönen İbrahim Naci’nin, kendisine 2 Mayıs 312/1898 tarihli mektubu geldiğine göre69, Mayıs’tan önce gazete kapatılmış olmalıdır. Sada-yı Millet, 15 günlük bir gazetedir. Rumen-Türk dostluğunu savunan yazıların da yayınlandığı gazete, 9. sayısından sonra kapanmıştır.

Bunların dışında, yurt dışında çıkartılan yığınla Jön Türk gazetesi bulunmaktadır. Tunalı Hilmi (1863-1928), Cenev­re’de ihtilâli teşvik için Ezan gazetesini (1899) çıkarır. Asıl amacı para sızdırmaktır. Londra’da Hürriyet, Hamidiye (1896); Hoca Kadri tarafindan Kahire’de Kanun-ı Esasi, El-Kâtip (1897), Laklak (1901); Folkestone’da Dolap (1898), Selâmet (1901); Atina ve Cenevre’de Tarsûsîzade Münif tarafından Hakikat (1896-1897), Beberuhi (1898), Yıldırım, La Foudre, Tokmak (1901); Brüksel’de Türkçe-Fransızca Le Moniteıır Ottoman, Fransızca Le Liberal Ottoman (1901), Le Federation

Ottoman (1903), Ahali (1905); Rio de Janeiro’da El-Rahip, New York’da El-Eyyam, Sofya’da Le Currier de Balcan, Yıldız, Cüret, Eyyam, Kürdistan, Metanet, Vatan, Enîn-i Mazlüm, Tâkib-i İstiklâl, Muvazene, Girit, Darbe gibi gazete­ler bulunmaktadır.70

Jön Türk yayın organları içinde, birkaç sayı çıkıp saman alevi gibi sönen yüze yakın gazete vardır. İhtilâl basının en uzun ömürlüsü Abdullah Cevdet’in İçtihad1 \âm. İçlerinde, fikir namusu olanlar yanında, şantaj yapanların çıkması, "İttihatçı ” adı altında faiklı düşünce, akım ve ülkelerin etkisi altında kalanların bulunması, önemlidir. Yurtdışı yayınların en büyük yardımcısı, yabancı postalardır. Hüseyin Cahit, “Yabancı pos­taların bize büyük yararı olmuştur. Onlar olmasaydı, ülkeye hiçbir gerçeğin ışığı, hiçbir özgürlük havası giremezdi ’’ de­mektedir.71

Dolap, Laklak, Beberuhi gibi mizah gazetelerinin de bu­lunduğu Jön Tüık gazeteleri, yabancı ülkelerin de çok yönlü destekleri ile İkinci Meşrutiyet’in ilanını sağlamıştır. Sonuç itibariyle gerçekleştirilenler hakkında Yahya Kemal; “İttihad ü Terakki hakikatte, Osmanlı hanedanının saltanatına son vermiş, Türkiye ’de iktidar mevkiine merkez-i umumiyi getir­mişti ” değerlendirmesini yapar.72

İttihat ve Terakki basınının en çok etkilendiği ülke, Fransa Cumhuriyetidir. Osmanh yönetimi ile savaşan İttihatçılar, İngil­tere tipi demokrasi ve hürriyeti sevmemişlerdir. Çünkü sonuç­ta orada krallık, Anglikan “Halifeliği" vardır. Geleneksel Os­manh yönetim yapısını yıkabilmek için, Fransız tipi laisizm, pozitivizm ve Jakoben anlayışı gereklidir. İttihatçılar sürgünde mücadele ettikleri model olarak almışlarsa da İktidar da Al­manya ile yakınlaşmışlardır. Meşrutiyet’in hemen ardından Osmanlı topraklarının peş peşe paylaşımı, ilk şok olmuş, Bi­rinci Dünya Harbi ardından gelen "yardımsever" devletlerin işgal şoku ise, vatansever tepkilerle birlikte, zihinleri manda

yönetimlerini içselleştirme doğrultusunda şekillendirmiştir. Abdülhamit yönetimindeki jurnalci, sansürcü yönelişi kıyası­ya eleştiren Jön Türk okumuşlar; darbeden sonra ortaya seri­len jurnal çalışmalarına kendi katkılannı görmezden gelmiş­ler, gazeteci öldürmeleri kınamayı bile haysiyetlice becerme işini, İttihat ve Terakki’nin, devletle birlikte yıkılmasından son­raya ertelemişlerdir.

H-II.MEŞRUTİYET’TE İTTİHAT VE TERAKKİ BASIN POLİTİKASI

İT. Meşrutiyet’in ilânıyla her alanda olduğu gibi, basın ala­nında da dizginsiz bir atılım, yayın çeşnisi, fikrî atmosfer oluş­muştur. Her türlü yayının baskı öncesi kontrolü, kendiliğinden kalkmış, yayından sonra da suçlar hiçbir cezaya tabi tutulma­mıştır. 1907’den beri devam eden bir başkan, 45 üye, 20 adet çeşitli dillerde muayene memuru, gümrük ve postalarda ortak bir sansür müdürü, farklı dillerde 7 muayene memurundan oluşan geniş sansür heyeti varken sansüre ait işler fiilen dur­muştur. Sansür işiyle uğraşan Encümen-i Teftiş ve Muayene ile Müellefat Tetkik Heyetleri kaldınlmıştır. Cumhuriyet baş­lan Matbuat Umum Müdürlüğü yetkililerinden Server Rıfat, Meşrutiyet ortamını şöyle değerlendirir: "Bu günlerin her nevi harekâtı gibi matbuat ve neşriyat hareketlerini de hudut­suz bir matbuat hürriyeti diye tavsif edebiliriz ki, bu da bir hürriyet değil, bir anarşi idi ve bu vaziyet, tabii olarak siyasi şantajlara da vücut vermişti. ’’ Onun için 1876 Kanun-ı Esa- si’sindeki, "Matbuat kanun dairesinde serbesttir” maddesine; "Hiçbir veçhile kablettâh (baskı öncesi) teftiş ve muayeneye tâbi tutulamaz” kısmı eklenir. 1909 Matbuat Kanunu çıkanlır. Sadece bir beyanname verip adı, sıfatı, meskeni, yayın dili bildirilerek isteyen matbaa açıp, gazete, dergi, kitap dâhil ya­yın yapabilecektir.

U.Meşrutiyct ilân edildiğinde İstanbul’da, Ahmet Cev­det’in Jkdam, Mihran Efendi’nin Sabah, Ahmet Midhat Efen-

di’nin Tercüman-ı Hakikat ve Mehmet Efendi ve oğlu Fet- hi’nin Saadet gibi gazeteler öne çıkmaktadır. Bunlara Ahmet Ihsan’ın .Meşrutiyet’ten sonra günlük hale getirdiği Servet-i Fünun eklenmelidir. Yeni dönemle birlikte, mevcut yayın organları içinde yazan İttihatçılar ile yurt dışında yayıncılık yapanlar, merkezlere gelip basın faaliyetlerine katılırlar. Yurt dışından gelenler, yukanda üzerinde durulduğu üzere, genelde önceki gazete ve dergilerini çıkarmışlardır. Bir anlamda bu gazetelerin ve gazetecilerin 1908 devriminde katkılan büyük­tür ve her kesim tarafindan kabul edilmektedir. Gizlilik esa­sından kurtulamayan partinin, Meşrutiyetle birlikte en açık çalışan kuruluşlan, gazeteleridir. İttihat ve Terakki’nin halk, okumuşlar gözünde büyüyen prestijli, gazetelerin çıkmasını da zaruri hale getirmiştir. Gazeteler en çok rağbet edilen un­surlardır. Hürriyet, eşitlik, adalet, kardeşlik nutuklan arasında matbaalar, gün boyu baskı yaptığı halde halka gazeteler yetiş- tirilememektedir. 33 yıllık kati yönetim ve sansürden sonra tam anlamıyla bir basın bayramı yaşanmaktadır. On paraya satılan İkdam gazetesinin Meşrutiyeti öven yazılan nedeniyle karaborsaya düşüp elli kuruşa satılması, kısa sürede yüzlerce gazete ve dergi imtiyazının alınıp çıkarılması, ilk günden iti­baren sansürün fiilen kalkması, basın alanında hareketliliğin hangi düzeyde olduğunu göstermektedir. Partiye doğrudan üye olmayan okumuşlardan, üye olanlar artmaktadır. İki bin civarındaki subay üye yanında sivil memur, amir üyeler var­dır. Bunlardan birisi olan Mehmet Akif, cemiyetin Şehzadebaşı’ndaki İlmiye Mahfeli’nde Arap Edebiyatı dersle­ri vermiştir. İlişkileri bu kadarla sınırlı kalmıştır.73

İlk aylar, daha çok zafer sarhoşluğuyla desteklenen bir iyimserlik düzeyinde giden fikir ortamı, siyasi, edebi derinlik­ten yoksun olsa da yeni bir heyecanla edebî grupların oluştu­rulmasına fırsat vermiştir. Servet-i Fünunculara, Fecr-i Ati grubu eklenir. Servet-i Fünun ekibi, Yeni Mecmua adıyla Batı tipinde bir edebiyat dergisi çıkarma hazırlığı yaparak yayın

izni alır. Fakat ilânları yapıldığı halde bu dergi, ilk sayısı çık­madan tatil edilmiştir Selanik’te, Ziya Gökalp, Enis Avni (Aka Gündüz), Ali Canip, Ömer Seyfettin’den oluşan Genç Kalemler ekibi oluşturulmuştur.74

1908 başlarında Osmanlı Devleti’nde 120 gazete yayın­lanmaktadır. II.Meşrutiyet’in ilk yedi ayında bu rakam 730’a ulaşır. 308’i sadece Türkçe, 41’i Türkçe-Arapça, 20’si Türk- çe-Fransızca, 16’sı Türkçe-Rumca’dır. Başka dilde çıkanların en fazlası, 109 ile Rumcadır. Arapça 67, Fransızca 36, Erme­nice 34, Yahudice 19, Bulgarca 11, Arnavutça 5, Sırpça 4 gazete çıkmaktadır. 1908 öncesi 122 Rumca gazete yayın­lanmışken, 1908 ile 1923 arasında 125 Rumca gazete çıka­rılmıştır.75 Burada Kürt gazeteciliği de özgür ortamdan yara­lanarak kendini gösterir. Bu konu daha detaylı bir şekilde İttihat-Terakki ve Kürtler başlıklı bölümde ele alınmıştır.

Daha sonra, farklı cephelerde yer alan birçok gazeteci ya­zar da yukarıdaki gruplar gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti Sempatizanı ve taraftandır. İttihatçı kadro içinde pek adı anılmayan Mehmet Âkif, İttihat ve Terakki’ye üye olmuş, Mevlevi kimliğini adında da taşıyan yazar Tâhirü’l-Mevlevî İstanbul şubesi daha kurulmadan İttihat ve Terakki’ye girmiş­tir. Meşrutiyet başlarında, Mithat Rebiî’nin, Nekregû adlı gazetesinde cemiyeti öven yazılar yazmıştır.

Meşrutiyetle büyük bir güce erişen İttihat ve Terakki’nin basın politikası; parti politikası ile paralel yürütülmüştür. Par­tinin hedefleri, her türlü vasıtayı meşru gösteren bir ağırlığa sahiptir. Hedeflere varmak için, kullanılan araçlar içinde bası­nın yeri büyüktür. Gizli, hücre tipi örgütlenmenin gerçekleşti­rildiği, iktidan devirmenin hedeflendiği dönemde basın, hem taraftar çoğaltma, fikri yaygınlaştırma hem de vurulmak iste­nilen hedefleri küçültme, aşağılamada önemli bir vasıtadır.

ikinci Meşrutiyet döneminde, basının politika ile âdeta bü­tünleşen bir yapısı vardır. Gazetelerden önemli bir kısmı, par-

tilerin bülteni denebilecek üslupla yayın yapar. Onun için de basına bakış, partiye, parti politikasına bakışla irtibatlandınlır. Volkan gazetesine göre, İttihat ve Terakki’nin berbat olması­nın sebebi İttihatçı basındır. “İttihat ve Terakki Cemiyetinin berbâdına, berbâd-ı zâhirîsine olsun sebep olan Şura-yı Üm­met ’le Tanin ’dir. ” Volkan, parti sallanmaya başlayınca uyar­mış Şura-yı Ümmet müdürü değiştirilmiştir. 1909 Nisan’ında parti için felaket baş göstermiştir. Onun için bu iki yayın or­ganı kapatılmalı, parti de ahlâkını güzelleştirmeye çalışmalı­dır.77

II.Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a gelen ama aradığını bu­lamadığı için farklı yayın ve çalışmalarda bulunan İttihat ve Terakki’nin 1/1 no.lu kurucusu İbrahim Temo, parti merkezi­ne çağırılır. Merkezde Temo’ya; “Merkez-i Umumî böyle arzu ediyor. Bu fikirden ve İttihadın resmî gazetelerinden baş­ka gazeteleri yayınlamaktan vazgeçmezseniz, hakkınızda ha­yırlı olmaz, sonra siz bilirsiniz ve iyi düşününüz” denir. Te- mo’nun kurduğu Partinin kâtib-i umumisi (genel sekreter) ve yazarlardan bazılan, içlerinde okuma yazma bilmeyen Pala­bıyık Haydar da olduğu halde tutuklanıp Bekir Ağa Bölü- ğü’ne tıkılır. Gazeteleri satan fakir çocuklan bile, sokaklardan tutup döverek burunlanndan kan akıtırlar. Harbiye Nezaretine getirilen Mahmut Şevket Paşa, “sıkılmadan kâtib-i umumi Fuad Şükrü Bev 'e baston göstererek: sizi sopa altında geber- tırım der.

Temo’nun anlattığına göre, Mahmut Şevket Paşa’ya sui­kast düzenleyenler; araya “kara kedi” girmesi üzerine, İttihat ve Terakki içinden aynlanlardır. “Yüzbaşı Kâzım, gazeteci Ab­dullah Zühdü, Topal Tevfik ve hempası”, suikast öncesinde Köstence’ye gelerek Temo ile gizlice görüşmüşlerdir.79

Meşrutiyet’in özgürlük ortamı, bütün yayın organlannda “Cemiye-i Mukaddese "ye övgünün artmasını teşvik etmiştir. Buna sadece İttihatçı basın değil, bütün fikirlerden gazeteler

katılmışlardır. Fakat kısa süren bahar havası yerini sert tartış­malara bırakmış, ardından sansürlü dönemleri arayanlar ço­ğalmıştır. Haşan Fehmi, Ahmet Samim, Zeki Bey, Silahçı Haşan Tahsin, Derviş Vahdeti gibi gazetecilerin öldürülmesi basın sansür tarihinde öncesi olmayan bir korkunç yanlışı başlatmıştır: Gazeteciyi öldürerek sansürlemek.

Cemiyetin yönettiği veya yönlendirdiği gazetelerin tam tespiti mümkün olmasa da ilişkisi açık olanlardan bazıları belir­tilebilir. Bunlardan, Selanik’te; İttihat ve Terakki, Hürriyet, Ru­meli, İstanbul’da; Tanin, Şura-yı Ümmet, Erzurum’da; Albay- rak, Konya’da; Hakem, Konya Osmanlı, Türk Sözü, Sivas’ta; Kızılırmak, İzmir’de; İttihat, Trabzon’da; Meşveret, Diyarba­kır’da; Peyman, Dicle sayılabilir. Zira Süleyman Necati, Er­zurum’da parti gazete ve okul müdürlüğünü eşzamanlı olarak yürütmüştür. Sivas’ta Kızılırmak'la adresi İttihat ve Terakki Kulübüdür. Konya’da Hakem'in imtiyaz sahibi, İttihat ve Terakki Kulübü’nün reisidir. Silah, Süngü, Bomba adlanyla gazeteler çıkaran Tahsin Bey, İttihat ve Terakki üyesidir.80

Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip tarafından hazır­lanan 2 Şubat 1910 tarihli, ‘‘Matbuat-ı Osmaniye’nin Hâl-i Hâzırı" başlıkla yayınlanan bir belge; İttihatçı basın tasnifi hakkında içeriden bilgiler vermektedir. Buna göre Tanin başta olmak üzere İttihat ve Terakki Fırkası’na ve hükümete uygun yayın yapan gazeteler önem sırasıyla şunlardır: Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat, Selanik’te; Yeni Asır, İzmir’de; İttihad, İstanbul’da; Ermenice intişar eden Azadamard, Fransızca La Turquie ve Levant Herald.

Cemiyetin en etkin örgütlendiği şehirler, İttihatçı basının en çok odaklandığı yerlerdir. Bunların başında da İstanbul ve Selanik gelmektedir. Tanin, İttihad ve Terakki gibi gazeteler, doğrudan parti adına çıkartılır. Burada doğrudan parti adına çıkartılan merkez gazeteleri üzerinde durulacaktır. Zira İttihat ve Terakki adına Meşrutiyet’ten sonra gazete veya gazetelerin

Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri çıkarılmadığı vilayet yoktur. Parti örgütlenmesi büyütülürken, taban oluşturmak üzere gazeteler yanında parti kulüpleri, doğ­rudan partinin adını taşıyan değişik seviyelerde okullar, gece mektepleri, kurslar açılmıştır. Kamuoyu oluşturmada, parti tabanına ulaşmada gazeteler önemli araç durumundadır. Onun için diğer parti kuruluşlan yanında, özel bir yere sahiptirler. Parti merkezinin kararlan, fikriyatı, haberleri gazeteler aracılı­ğı ile tabana ulaştırılmıştır.

İstanbul, sadece devlet merkezi olarak değil kültür, eko­nomi merkezi olarak da basının odaklanmak zorunda olduğu bir dünya şehridir, ikinci Meşrutiyet döneminde, bütün parti ve akımların kendi yayın organlarını çıkardığı yer olarak İs­tanbul, İttihat ve Terakki basınının da odaklandığı bir mer­kezdir. Parti üst yönetimi henüz Selanik’tedir. Ama neticede meıkez-i umumi İstanbul’a gelmeye mecbur kalır. Ülke yöne­timinde, halk üzerinde söz sahibi olmak isteyenin İstanbul’da bütün mevcudiyeti ile bulunması gerekmektedir.

Meşrutiyetin ilânının ertesi günü, İttihat ve Terakki İstan­bul Merkezi toplanmıştır. Toplantıya 15 kişilik "fedai şube­siyle" Kâzım Karabekir’de katılır. Toplantıda, ordu ve do­nanmanın meşrutiyete sadakat yemini etmesini sağlamak, "donanmayı teşkilâtlandırarak cemiyete sadık kılmak" gibi maddeler arasında; "İstanbul matbuatını tenvir etmek ve ce­miyetin yayım vasıtası olarak yeni bir gazete çıkarmak" karan da alınır. Basın işiyle Mahmut Sadık ve Fatin Hoca en fazla ilgilenir. Basın alanında faydalanılacak; Fatin Hoca’nın "ko­lundan ” (hücre) olan Tevfik Fikret ile Hüseyin Kâzım gibi cemiyete önceden girenler ile Abdullah Zühtü, Hüseyin Cahit gibi cemiyete yakın kimseler bulunmaktadır. “Sonradan me­bus olmak için cemiyete giren" Hüseyin Cahit, çıkaracağı gazete ile cemiyete yardım etme sözü verir. Kâzım Karabe- kir’in belirttiğine göre, cemiyetin (İstanbul şubesi) elinde, bir gazete çıkaracak kadar para da yoktur. Onun için Hüseyin Cahit’in düşüncesi benimsenir. Hüseyin Kâzım "vasıtasıyla

cemiyet bir gazete çıkarıncaya kadar tebliğleri” böylece Ta- nin’e verilecektir.81 Onun için, sahibi başlangıçta doğrudan cemiyet olmasa da, İstanbul’da parti adına ilk çıkan gazete Tanin olur. Tanin ardından Karabet’in sahibi olduğu Resimli Gazete’de yandaş yayın organı durumundadır. İttihatçı Mah­mut Sadık ile Abdullah Zühtü, gazeteyi günlük hale getirirler. Ama cemiyet, daha çok Tanin’i tercih eder.82

1-1908 SONRASI GAZETELER

1-Tanin Gazetesi

Gazetenin kuruculan: Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret ve Hü­seyin Kâzım’dır. İlk sayısı, 1 Ağustos 1908 Cumartesi günü yayınlanır. Gazete çıkarma fikrini Hüseyin Kâzım teklif et­miş, Tevfik Fikret de Tanin adını koymuştur. Tanin, Arapça "tını, tınlama" anlamına gelmektedir. Gazetenin idare yeri: "Bâbıâli Caddesinde daire-i mahsusa "sidir. Müdürü, Hüse­yin Kâzım, başyazan: Hüseyin Cahit’tir. "Taşra için bir sene­lik abone bedeli posta ücretiyle beraber 180 kuruş ", altı aylığı yine taşra için ve posta ücreti ile birlikte 95 kuruştur. Gazete özel uyansını da yapmayı ihmal etmez: "Neşredilmeyen âsâr ve evrak iade olunmaz ”.

Gazetenin matbaası yoktur. Onun için Tanin, Artin Asa- doryan’ın sahibi olduğu Şirket-i Mürettibiye matbaasında 1 Ağustos 1908 Cumartesi günü (19 Temmuz 1324) çıkanlır.84

Bir süre sonra gazete, okurlanndan da destek almak üzere "Tanin Anonim Şirketi "ni kurar. Gazete, 20.000 Lira serma­yeli bir anonim ortaklıkla yönetilecektir. Tanin'in yaym kad­rosu zengindir. Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit, Babanzade İs­mail Hakkı (Baban, 1876-1913), Falih Rıfkı (Atay, 1884­1971), Aka Gündüz (Enis Avni, 1886-1958), Fazıl Ahmet, Asım, Ahmet Şerif, Hakkı Tank (Us, 1889-1956; bir ara yazı işleri müdürü de olan Muhittin (Birgen), İsmail Müştak, Mehmet Ali Tevfik85 gibi, onlarca isim bulunmaktadır.

Gazetenin ilk üç-dört ayından sonra Tevfik Fikret gazeteye gelmez olur. “Tanin gazetesinin bir sayısının kenarına yazdı­ğı ”, “Zehir zemberek mektup", Hüseyin Cahit’e ulaşır. Sebep, Rumelihisarı’nda bir evin eşyasını, maliye memurlarının, vergi toplamak için haczetmeleridir. Fikret, çaresiz halka, vergi memurlarının baskısından dolayı, bütün rejime, Tanin'e, Hüseyin Cahit’e ‘ ‘acı bir saldırı ’' yöneltmiştir.

Tanin'\, Balkan Harplerinden sonra, “dört beş yıllık çok fazla heyecanlı bir yaşayışın yorgunluğuyla ve düş kırıklıkla- nyla bezgin bir durumda ", Hüseyin Cahit de bırakacaktır.86

Meşrutiyetle beklenen gelmemiştir. “Kanun-ı Esasi yürür­lüğe girdi mi, her şey yoluna girecek" beklentisi gerçekleş­mez. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i işgal eder, Bul­garistan bağımsızlığını ilân eder, ardından Girit gider. Hıristi­yan unsurların da azması ile birlikte bütün bunlann “hepsi Meşrutiyet yüzünden başımıza geliyor”, “çoban isteriz, şeriat isteriz, sesleri ile halk Selanik 'ten soğudu ve Yıldız ’a döndü. Artık sürgünlerden dönen Hürriyet kahramanlarının da bir­birlerinin içyüzlerini açığa vuran yazılarını okuyorduk. Bir­çokları jurnalci imişler. Paris ’te Sultan Hamid ’den aylık al­makta imişler. Hatta bizim tercümelerinden hürriyet dersi aldığımız birinin arsızlığı yüzünden elçilikten kovulurken pan­tolonu yırtıldığı için Yıldız ’dan ‘tazminat ’ istediğini öğreni­yorduk. ”87

Gazete-parti ilişkisi, o kadar bilinir ve yaygındır ki, devlet memurlarından birisinin görev yerinin değiştirilmesini iste­yenler, sahte imza ile parti üyeleri adını kullanarak dilekçe bile yazmaktadırlar. Cemiyet üyesi olarak kullanılan adın, Hüseyin Cahit olması aynca önemlidir.

Hüseyin Cahit, “İttihatçıların tam savunusunu yüklenen" birisidir. Bu durumu parti tarafindan ödülsüz bırakılmaz. Ma­liyeci Cavit, kendisini Düyun-ı Umumiye Osmanh alacaklılar vekilliğine seçtireceğini söyler. Böylece görevi; “devlete karşı

________ İTTİI1AT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN      yer almaktır”. Ama gerçekte İngiliz, Fransız alacaklılar vekil­leri ile birlikte bulunarak, “arkadan bir gizli karar alınmasına engel” olacaktır. Hiıseyin Cahit, bu görevde on bir yıl kalır,88 Hüseyin Cahit’in, gazeteci olarak ekonomi ile ilgili işleri bu kadarla kalmamaktadır. Savaş sırasında, Men’i İhtikâr Ko- misyonu’nda görev alır. Bu konuda Tanin elemanlarından gazeteci Hakkı Tarık’ı; Haydarpaşa’da, İstanbul’dan Anado­lu’ya belgesiz manifatura malzemesi gönderilip gönderilme­diğini denetlemede görevlendirir.89

2-Tanin’in Kalem Kavgaları

Tanin’in 25 Temmuz 1908 tarihli sayısında “Ali Kemâl Bey ’e Açık Mektup ” başlıklı bir yazı yayınlanır: “Geçen gün huzur-ı şahâneye kabul buyrularak mazhar-ı iltifat oldunuz. Dört yüz elli lira atıye-i seniyye aldınız. Bu parayı bir cihet-i hayra sarf edeceğinizi ümit ederek iki-üç gündür bekledik. Fakat bu yolda bir ilânınıza tesadüf etmediğimiz için henüz cihet-i sarfnı kararlaştırmadığınız anlaşılıyor. Şu ihsan-ı şahânenin lâne-i Milliye’ hesabına Bank-ı Osmâniye tevdi buyrulmadı hamiyet-i müsellemelerinden muntazırdır. "90

Ali Kemâl, bu yazıya verdiği cevapta, iki yüz altmış altın aldığını, padişahın tebaasına verme hakkının bulunduğunu, böyle bir hakkı yoksa geri vereceğini belirtir. Tanin, ülkeye geri dönerken, padişahtan izin aldığını belirtmesini, “casus­luk” olarak nitelendirir. Ali Kemâl’in İkdam’da verdiği cevap da ağırdır: “Tanin ’in taarruzu müfteriyanesine yegâne ceva­bım Avrupa ’da ve Mısır ’daki hayat-ı malûmemdir. Senelerce temadi eden ‘Türk’ gazetesiyle ‘Mecmua-i Kemâl’, ‘Mesele-i Şarkiye ’ vesaire gibi neşriyat-ı israranemdir. Şayet içimizden çokları gibi, ‘Dahleden dinimize bari Müslüman olsa ’. Devri sabıkta casusluğa tenezzül etmedim. Benim için ne Mısır’a gitmeye, ne o neşriyat ile, ne de bu ticaret ile meşgul olmaya hacet yoktu, bugün ya sefir, ya vali idim. Dersaadet ’e avde­timden beri Utbe-i Şahaneye maruzatım varsa bana ne mut-

lu!.. Çünkü o zamandan beri Padişahımız hayr-ı muhzî işle­miştir. Efkâr-ı amme bir mahkeme-i âdiledir, yazdıklarımız da meydandadır. Artık daha fazla söze hacet yok Ali Kemal. ’m

. 14-15 Mart 1909 tarihinde Mekteb-i Mülkiye talebeleri, tertip ettikleri bir törende, okulun iki eski mezunu olan Ta- nin'in başyazarı Hüseyin Cahit ile İkdam'm başyazarı Ali Kemal’i banştınrlar.92

Karabekir, parti olarak bu kalem kavgasından memnun olmadıklarını da açıklamaktadır. Hüseyin Cahit, dizginlen­meyi reddetmiştir. Sonuç şudur: “İki şahıs ve iki gazete; iki cephe yarattı ve istibdat taraftarlarına ümit verdi ve bu hal 31 Mart irticaına temel taşı oldu. ’ '

Kalem kavgalarını Hüseyin Cahit, basının “hemen hemen tek bir ses halinde yeni rejimi yıkmaya çalışması ’’ olarak de­ğerlendirir. Eleştirilere doğru mu, yanlış mı merakıyla, gerçeği arama endişesiyle bakmaz. İttihat ve Terakki açısından bakar. İttihat ve Terakki ile irtibatı da sanıldığı gibi çok sonra değil, daha Talât’ın tanınmadığı, İstanbul’a gizlice geldiği dönemde vardır. Talât’la, gazeteci Mahmut Sadık’ın evinde görüşmüş­lerdir. Tanin'i sık ziyaret edenlerden birisi İttihat ve Terak­ki’nin “şefi” olan Talât’tır. Gazete matbaasına yeni bir ilâve yapıldığında Dâhiliye Nazın olarak gezer. Balkan Harbi sıra­sında, hükümetin diğer ileri gelenleri gibi kendisinin de aran­dığı bir sırada Talât, sırtında gönüllü asker kıyafeti ile Tanin'i ziyaret eder.

Tanin, sosyal olayların kışkırtılmasında da etkindir. 21 Temmuz’da “Bazı Esrar-ı Mühime” başlığı altında Başkâtip Tahsin ile bazı isimlerini vermediği iki şahsın, padişahı selam­lığa çıkmamak için teşvik ettiklerini yazar. Tahsin ve emsali kimseler, mabeynde kaldıkça bu tezvirlerin arkası kesilmeye­cek, halkın heyecanı geçmeyecektir. Bu durumu Padişaha haber vermek basın görevi olduğu kadar sadrazamın da vazi­fesi değil midir? Bu yazıdan sonraki durumu Karabekir anla-

tır “Halk galeyana gelerek Tahsin Paşa hm Göztepe 'deki köş­künün camlarını taşladılar, gösterişler yaptılar. Bunun üzeri­ne 22 Temmuz’da Mabeyn Başkâtibi Tahsin ve Mabeynci Ragıp Paşaların sarayla ilişikleri kesildi. Baş hafiye Kadri Bey ’le İbriktâr Rıfat ve üç şifre kâtibinin mabeyne gelmemele­ri emrolundu. Hafiyelikle ve halka zulümle iş gören bir takım polis müfettiş ve komiserleri de memuriyetlerinden çıkarıldı. ”95

Gazete yayını üzerine devlet adamlarının görevden atılma­sı, bazı bakanların sokakta hakarete uğraması, hapishaneler­den suçluların, suçlu yakınlan tarafindan salıverilip yerlerine köpeklerin bağlandığı açıklanmaktadır. Mevcut durum, Ce­miyetin itibarını artırırken hükümetin gücünü zayıflatmıştır. İttihat ve Terakki’nin yönetimle, sorunların çözümü ile ilgili hazırlanmış planlan yoktur. Söz ayağa düşmektedir. Asayişin sağlanması için “hükümetin Prestiji" olmadığından cemiyetin nüfuzundan istifade etmek üzere deniz ve kara askerlerinden oluşturulan devriyeler çıkanlacak, devriyelere cemiyet üyele­rinden birer kişi verilerek, onların telkinde bulunması sağlana­caktır

3-Siyasî Kapatmalar

Tanin, özellikle İttihatçı siyasilerle yakın, içli dışlı olmuş­tur. Hüseyin Cahit, sadece başyazar değil aynı zamanda parti milletvekili olarak “İttihatçıların tam savunuculuğunu” üst­lenmiştir. Yalnız Meşrutiyet dönemi, umulanı vermez. Girit, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’ın koparılması gibi ilk can yakı­cı parçalanmalar ardı ardına gelir. Cemiyet yönetiminin sar­sıldığı dönemde siyasî hâkimiyeti perçinleyecek geçişi, 31 Mart Olaylan sağlayacaktır. Üstelik bu arada ezeli rakip du­rumundaki devlet başkanı da tahttan indirilerek Selanik’e gönderilecektir. Tanin'de ilk kısa süreli de olsa kapanış bu sıra gerçekleşir.

“İttihat ve Terakki Cemiyetinin yayın organı Şura-yı Üm­met ve Tanin gazeteleri" idarehanesine 31 Mart Olayı’nın

ertesi günü (14 Nisan 1909 Çarşamba) bir grup, hücum ede­rek matbaayı tahrip ve yağma eder. Can kaybı yoktur. Bu sıra, İttihat ve Terakki’den İstanbul Mebusu bulunan başyazar Hüseyin Cahit, Rus elçiliğine sığınır. Selanik milletvekili Cavit Bey’se bir ecnebi dostunun evine saklanmıştır. (Unat, 1985, 184) Rus elçiliğine ait bir vapura, oradan da Cavit’le birlikte Rusların “Kraliçe Olga ” adlı ticaret gemisiyle Odesa’ya geçer­ler. Odesa’da onlan Rus özgürlükçülerini kanh bir şekilde ezen general ağırlar. Trenle gittikleri Peşte’den sonra Sela- nik’e döndüklerinde, Selanik Milletvekili olan Cavit, Hüseyin Cahit’e; “Hazır buraya gelmişken, seni mason yapalım ” der. Zira “Masonluğun İnsanî ve hür ideali” vardır. “Meşrutiyet­ten evvelki zamanlarda, meşrutiyeti hazırlayanlar masonluğa girmişler ve bundan memleket hesabına az çok bir fayda görmüşlerdir”. Neticeyi H.Cahit şöyle aktarır “Ertesi akşam, Selânik ’te bir mason locasında masonluğa girdim. ” Bu arada H.Cahit, 31 Mart’ın getirdiği iyiliklerden birisi olarak, “Be­yoğlu ’nda bir tarafta birkaç mason ” locasının açıldığını belir­tir. Zira “o tarihte İstanbul ’da bir Türk mason locası ” yoktur. “Masonların dar, taassup ve nasyonalizm mülâhazalarını aşarak hangi din ve mezhepten, hangi ırktan olursa olsun, bütün insanlar arasında yüksek bir kardeşlik muhabbet ve tesanüdü kurmak gibi temiz ve necip bir idealleri” vardır. Masonluğun yüksek, temiz, asil ideallerini öğrenen Hüseyin Cahit, cumhuriyet devrinde hatıralarını yazarken bir itiraf gibi şunları ortaya koyar: “İçtenlikle söylemek gerekir ki, Müslü­man dininin ve şeriatının ne olduğunu hiç birimiz bilmiyor­duk Müslüman dini üzerine okullarda öğretmenler bir parça­cık ne öğretmişlerse, ondan başka kimsede belli bir bilgi yok­tu. Kur ’an ’daki yargılara dayanan gerçek Müslümanlıkla din bilginlerinin yaydıkları Müslümanlık arasındaki derin uçu­numun kimse ayrımında değildi. ”

H.Calıit, Selanik’te Babanzade İsmail Hakkı ile birlikte, "bir hatıra olarak, bir gün için” Tanin in, 26 Nisan 1909 tarihli nüshasını yayınlarlar.

Padişahın ve yönetimin (II.Abdülhamit ve çevresi yöne­timden uzaklaştınlmış) değişimi durulmayı sağlamamıştır. Trablusgarp Savaşı, Arnavutluk’ta isyan ve Balkan Harpleri peş peşe sökün eder. 19 Temmuz 1912’de, Gazi Ahmet Muh­tar Paşa’nın (1839-1919) sadrazam olduğu, "büyük kabine” kurulmuştur. İttihat ve Terakki, yönetimden uzaklaştırılmış; hatta genel meıkezini yeniden Selânik’e taşımıştır. "İttihat ve Terakki ’nin tehlikeye düşmesi bence yurdun tehlikeye düşmesi demek "tir görüşünü açıklayan Hüseyin Cahit, bir protesto olarak Tanin’i kapatmaya karar verir. 10 Ağustos 1912 tarihli açıklaması şöyledir: "Meşrutiyetin çocuğu olan Tanin, tatili seçiyor.(...) İstanbul’a gelince anladım ve Tanin ’i geçici ola­rak kapatmağa karar verdim. ” Fakat arkadaşlarıyla görüştük­ten kısa bir süre sonra karardan vazgeçilir. Tanin 21 Ağus­tos’ta yeniden çıkanlmaya başlanır. Zira Tanin, “namuslu bir muhalefete örnek” olacaktır.

İstanbul’da sıkıyönetim vardır. Hüseyin Cahit’in İttihat ve Terakki Genel Kongresi vesilesiyle yazdığı yazı üzerine Ta­nin, ’i Eylül 1912’de kapatılır. Ama önceden alınmış gazete imtiyazı vardır. Sorumlu müdür Cavit adına ertesi gün 4 Eylül 1912’de Cenin çıkanlır. Cenin de kapatılınca Babanzade İs­mail Hakkı’nın sorumluluğunda Senin gazetesi çıkarılır. Bu arada Hüseyin Cahit ile Cavit, Orhan Talât’la birlikte 4 Eylül 1912’de Nadir Paşa başkanlığındaki Harp Divanı’na verilmiş­lerdir. Divandan, önce ceza almadan serbest bırakıldıkları halde, sonra H.Cahit’e bir ay, diğerlerine yirmişer gün hapis cezası verilir. Tanin başyazarı, ilk defa hapiste yatar. Evlerden gerekli eşyalar hatta ‘buzdolabı ’ bile gönderilmiştir. H.Cahit, başmakalesini müdür odasında yazarak gazeteye gönderir. 12 Eylül 1912’de gazete Hak adıyla yayınlanır. İlk kuruculardan Hüseyin Kâzım, 13 Eylül 1912 tarihli Hak’ta çıkan yazısında;

“Cahid'i ve Cavid’i değil, hepimizi sürükleyip zindanlara, ateşlere atsınlar. Bizler de onlar gibi düşünüyor ve hükümetin kötü yönetimiyle yalnız Arnavutluk değil, bütün Türkiye’yi acılara, yıkılışlara sürüklediğini, her yerde korkusuzca, çe- kifimeden söyleyip duruyoruz. Bugünkü hükümet ülkeyi yıkılış ve dağılışa götürüyor ” diye yazar.

Tanin, asıl adıyla 17 Eylül’de yine çıkmaya başlar. Rakip­lerinin, hapishanenin reklâm aracı olarak kullanılmasına karşı çıkmaları üzerine; hapisten, üç yıldız imzasıyla gönderdiği yazısında; “Meydan Okuyoruz" der. Balkan Harplerinden he­men önceki günlerde, Balkanlar gibi İstanbul’da kaynamak­tadır. Müdür odasından İttihatçılann ve İtilâfçılann gösterile­rini seyretmektedir. Karadağ Prensliğinin Osmanlı Devleti’ne savaş açması ile harp başlamıştır. Gazete, yeniden kapatıldığı için, 13 Ekim 1912 tarihinden itibaren yine Cenin adıyla ya­yıma başlarlar. Bakanlar kurulu, 17 Ekim’de orduya hücum emri vermiş, Yunanistan’da bize savaş açmıştır. Ama ortada garip söylentiler dolaşmaktadır. Bunlardan birisi, Hükümetin Abdülhamit’i Selanik’ten İstanbul’a getirme düşüncesidir. H.Cahit, Abdülhamit’in İstanbul’a değil, Anadolu’da bir yere gönderilmesini savunduğu için gazete tekrar kapatılır. Ertesi gün, 21 Ekim 1912’de gazete, Senin adıyla yayınlanır. Talât’ın gönüllü er olarak cepheye gittiği günlerdir. Sadrazam değişir. Kâmil Paşa başa geçirilmiştir. Hüseyin Cahit, durumu eleştirir. Bu yüzden 30 Ekim 1912’de gazete tekrar kapatılın­ca, 31 Ekim 1912’de yeniden Renin adıyla yayınlanır. Bulgar ordusunun Çatalca’da olduğu, İstanbul’un göçmenlerle dol­duğu sıradır. Gazete, çözüm olarak ordunun başına, Mahmut Şevket Paşa’nın getirilmesini ister. Bu yüzden 9 Kasım 1912’de gazete kapatılır. Fakat bu defa aynı ada yakın başka bir adla çıkanlmasına izin verilmez. Hüseyin Cahit, dostlan- nın karşı koymasına rağmen Avrupa’ya gitme karan verir. Kendisi ile birlikte gelme karan alan Hüseyin Kâzım, Talât Paşa tarafından kandırılarak geri bırakılmış, ardından da tu-

tuklanarak Bekirağa Bölüğüne hapsedilmiştir. H.Cahit ise, Romanya üstünden Viyana’ya gitmek üzere İstanbul’dan ay­rılmış, başka yoldan gelen Babanzade İsmail Hakkı ve Cavit ile Viyana’da buluşmuşlardır. İstanbul’dan, Aka Gündüz’ün yedi, Ubeydullah Efendi ile Tanin yazan Cemil’in beşer yıl kalebentliğe mahkûm edildiklerini haber alır. Bir ay sonra serbest bırakıldıklannı öğrenir. Fakat Kamil Paşa hükümeti, yakaladığı İttihatçılan Bekirağa Bölüğüne hapsetmektedir. Bunlar arasında Tanin'in yazı işleri müdürü Muhittin, eski Trabzon valisi Süleyman Nazif, Dr. Abdullah Cevdet, yazar Hüseyin Suat, kendisini tutuklamaya gelen asker inzibatı vu­rup öldüren Canbulat vardır. Ama ileri gelenlerden aranan Talât; Tokathyan’da (O dönemin ünlü bir binası) kurulup oturmakta, hükümeti devirmek üzere hükümet içinden Nâzım Paşa ile görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmeler, 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleştirilen Babıâli baskını ile sonuçlan­mış, Kâmil Paşa hükümeti devrilerek, ordunun başına geçi­rilmek istenilen Mahmut Şevket Paşa, hem sadrazam hem de Harbiye Nazın yapılmıştır.97

Tehlikeli günleri Viyana’da geçiren Hüseyin Cahit, Babıâ­li baskınını duyunca, hemen hazırlanarak İstanbul’a döner ve 31 Ocak 1913’te Tanin'i yeniden yayınlar. Hükümet darbesi­ni; bir bölük yurtseverin başansı, millet adına övünülecek bir zafer olarak alkışlayan yazılar yazar. Her yönü ile İttihat ve Terakki’nin devlete hâkim olduğu günler gelmiştir.

İttihatçı Parti yönetimi, muhalefeti sindirerek iktidar teke­lini sağlamlaştırmak istemektedir. Jön Tüıklerden Prens Sa­bahattin’in adamı Satvet Lütfi’nin Tünel tarafında bir Yunan­lının matbaasında hükümet aleyhtan bildiri bastırdığı, Babıâli baskınına benzer bir darbe planı hazırlandığı, böyle bir darbe ile mevcut hükümetin tasfiye edilerek, Prens Sabahattin’in sadrazam yapılacağı iddiası ulaşır. Hüseyin Cahit’in Vefa Lise­si’nden talebesi olan Satvet Lütfü bulunamaz ama matbaa, Prens Sabahattin’in evi aranır. Bulunan malzemelere el konur.

İttihat ve Terakki içinden kopan başkalarının da darbe dü­şünceleri vardır. 12 Haziran 1913 tarihinde Mahmut Şevket Paşa, sokak ortasında öldürülür. Fakat bu suikast, İttihat yöne­timini zaafa uğratmaz. Tam tersi güçlendirir. Muhalefet orta- ddh kaldırılmıştır. “Meşrutiyet biraz zorbalık ederek” uygu­lanmakta, meşrutiyetin gerekleri unutulmuş bulunmaktadır. Hüseyin Cahit, devrin güçlü adamı Talât Paşa’ya, “Kardeşim Talât” diye başladığı aynlık mektubunu yazar. “Ben İttihat ve Terakki ’ye yüksek bir inançla sarılmıştım, ittihat ve Terakki benim için bir ülküydü" der. Parti zayıfken değil, güçlü iken aynlmak istemektedir. Şu tespiti ilginçtir: “İttihat ve Terak­ki ’yi yeniden iktidara getirmek için sen ve bazı arkadaşların hayatlarınızı ortaya koyarak bir işe giriştiniz ve başardınız. Yarın yeni bir tehlike daha doğsa ben ortadan kaybolmak çaresini arayacağım. Tehlikeye karşı yürüyenler ise gene sizler olacaksınız. ” Gazete ile ilgili tespitleri vardır. “Tanin, sizin için, öteden beri bir bıkkınlık, yorgunluk nedeni oldu ” der. Öyle ki Tanin, “tutturduğu savunma görevinde o kadar aşırılığa vardı ve bazen o kadar /âzla yardakçılık gösterdi ki, ister istemez Cemiyetin yayın organı gibi sayılması zorunlulu­ğu doğdu halk arasında” ama cemiyet Tanin'e. ayrıcalıklı davranmıştır. Artık ayrıcalıklı davranmaya gerek yoktur. “Yayınlarında isteğe aykırı bir biçim göze çarptığı zaman kendisinin genel yasaya çarptırılmasında duraksanacak bir nokta da kalmamış demektir. ” Parti, genel merkezinde mek­tubunun okunup okunmadığını bilmediğini belirten Hüseyin Cahit’e bir cevap verilmez. O da bir şey olmamış gibi mevcut vaziyetini devam ettirir.

Falih Rıfkı’da tek parti tahakkümüne dikkat çeker. 1913 Haziran’ından sonra, iktidar, muhalefete tahammül edemez duruma gelmiştir: “Yeni muhalefet bozgunculuğuna katlanı­lamayacağı için nazırlar heyetine geçici olarak gazete kapat­mak yetkisi verilmiştir. Dikta rejimine doğru sürükleniyorduk Tabi ne Fransızlar, ne İngilizler, ne de Almanlar tarafından

İstanbul ’da çıkartılan gazeteleri kapatmak Osmanlı nazırları­nın haddi değildi. Büyükelçileri ve elçileri bırakınız, elçilik tercümanları büyük şahsiyetlerdi. Kapıları önlerindeki kavas­lardan bile çekinirdik. ”

Mahmut Şevket Paşa’nın katillerinden birinin Rus gemi­sinde yakalanması işi, bu yönden garip bir örnektir. Rus elçisi ile görüşmemek için Sadrazam Sait Halim Paşa ile İçişleri Bakanı Talât Paşa, acilen Edirne’ye giderler. O gece katil, hapishanede boğulur. Ertesi gün döndüklerinde Rus elçisi, Polis Müdürü Azmi Bey’in görevden alınmasını istemiştir. Azledilir. Adana’ya vali tayin edilmek istenir. Rus elçisi, dev­let görevinde bulunmamak üzere azil isteyince, Birinci Dünya harbi başlayıncaya kadar göreve alınamaz.98

Enver Bey, 3 Ocak 1914’te Mirliva (Tuğgeneral), aynı ta­rihte Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nazın yapılır. Or­duda birçok Orgeneral varken, yeni Tuğgeneralliğe yükselti­len birisinin, Harbiye Nezareti’nin başına getirilmesi uygun değildir. Bunun mahzurlarına, A.İzzet Paşa dikkat çektiği gibi Enver’de işin farkındadır (Ahmet izzet, 1992, 156, 338). Bu durumu, Hüseyin Cahit, “gençliğin, yeniliğin ve terakki ruhu­nun mühim bir zaferi” olarak alkışlar. Yalnız parti kanalıyla istenilen makama getirme, ilk risklerden birisini de parti gaze­tesine yaşatır. Zira Harbiye Nazırlığı’na geçtikten bir-iki gün sonra Enver, Tanin gazetesini arayarak, Hüseyin Cahit’i gö­rüşmeye çağırır. Görüşmede sorduğu, askerliğe ait TanbTde çıkan, “küçük, ehemmiyetsiz bir fıkra "mn kim tarafından yazıldığıdır. Hüseyin Cahit, bilmediğini, kimin tarafindan yazıldığını ve bilgi kaynağını meslek sim olarak veremeyece­ğini söyleyince; “Ama Tanin ’i kaparız! ” der ve Tanin iki gün Enver’in emri ile kapatılır. Bu durumu Hüseyin Cahit; “Hiç kızmadım ve üzülmedim. Hem de Enver’in izlediği ilkeden ötü­rü, yakın bir arkadaşına karşı böyle davranmasından sanki hoşnut bile oldum. Şu dostluk ve hatır belasının resmî işlerden kalktığını görmek gerçek bir mutluluktu ’' diye değerlendirir.

Damat, Harbiye Nazırı, Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili Enver, elbette parti devlet politikalarını yönlendirmede etkilidir. Rarti yazarı Hüseyin Cahit, Enver’in, “Meclis-i Mebusani lüzumsuz bir makine, boşta döner bir çark gibi" düşündüğünü yazar. Bazı düşüncelerinin kanunlara uymadığı hatırlatılınca da; "Kanun yokmuş! Yap kanun, var kanun!" demektedir. Zilminde Napolyon özentisinin olduğu belirtilen Enverli İttihat yönetimi, Meşrutî bir idareyi hazmetmediği gibi, samimiyetle uygulama firsatı da bulamaz. Hâlbuki dağ­lara onun için çıkılmış, onun için savaşılmıştır.

30 Ocak 1914 günü Tanin'de, gazetenin kurucusu ve sahi­bi Hüseyin Cahit’in, "kendince duyduğu gereklere dayana­rak Tanin ’le ilgisini keserek gazetecilikten ” çekildiğini bildi­ren küçük bir haber yayınlanır. Hüseyin Cahit, neredeyse ruh ikizi gibi bütünleştiği gazetesinden aynlış sürecini, uzunca tartışır. Gerekçesi şöyledir: "İttihat ve terakki Cemiyetine karşı kalbimde beslediğim saygı ve iç yükümlülüğü duygusu, içimdeki her çeşit düşünceyi yendi. Arkadaşları çalışmaların­da rahat ve bağımsız bırakmak için Tanin 'i gözden çıkarma­ğa karar verdim. ”

Hüseyin Cahit’in ayrılışı, F.Rıfkı’ya göre faıklıdır. "Bir savaşçı ve tenkitçi” olan H.Cahit, "bir aralık İttihatçıların Maarif Nazırı Şükrü" hakkında yazar. Genç gazeteciler, bu yazıyı görünce; "Ne iyi. Resmî gazeteci değiliz” diye sevin­mişlerdir. Fakat sonuç sevindirici olmaz. Bir süre sonra Yazı İşleri Müdürü Muhittin: "Usta ile resim çektireceğiz” der. Sebebi sorulunca açıklar: "Tanin’i bırakıyor da ondan”. "İt­tihatçılar gazeteyi satın almışlardı. O artık hükümet organlığı yapacaktı. Hüseyin Cahit geldi ortamıza oturarak o fotoğraf çektirdi ve ayrıldı gitti. İttihatçılar kendisine birkaç bin altın lira vermişler, sonra da Düyun-ı Umumîye Türk alacaklılar vekili yapmışlardı ki Osmanlı İmparatorluğu ’nun en yüksek maaşlı ikballerinden biri idi. O savaşçı ve tenkitçi Hüseyin Cahit ’i, bir daha memleketin en güç günlerinde bile aramızda

göremedik. Harp sırasında Büyükada Yat Kulübü ’nde yük­sekçe fiyatlı oyun masalarında rastlardık Bu benim büyük hayal kırıklıklarımdan biridir. Yerine geçen Muhittin bana gazete yazarlığını şöyle tarif etmişti: Bir çok şey yazarak hiç­bir şey söylememek!

Bütün bunlar Hüseyin Cahit’in; on yıla yakın süre 1914’ten başlayarak Mütareke, Malta dönüşüne kadar gazete­cilikten ayrılışını izaha yetmemektedir. Hüseyin Cahit, neden­se gazeteye, partinin müdahale etmediğini savunur: “Gazeteyi çıkarmağa başladığımız günden beri Tanin ’e yazılması iste­nen makale, ya da Tanin 'de değinilmesi istenen bir konu üze­rine ittihat ve Terakki Cemiyeti adına bana hiçbir başvurma yapılmış değildir. Tanin ’de ne çıkmışsa, hepsi, benim isteğim­le, benim düşüncemle doğarak yazılmış şeylerdir.100 Kendi hatıralan, iddiasını tekzip etmektedir. Babıâli baskını, Mah­mut Şevket Paşa’nın öldürülüşünden sonra; Belediye ve bazı bakanlıklar ile ilgili yakınma, kınama içerikli yazılar yayınla­nır. Bunun üzerine parti adına, “bazen Ziya Gökalp bazen Kemal (Kara) matbaaya geliyorlar ve bu gibi yayından vaz­geçilmesi için incelikle ricada bulunuyorlardı. ” Muhalefet susturulduktan sonra ziyaretler sıklaşır. “Yazmasan daha iyi olur" denilir. Muhalefette gazetecilik, vicdanî barışıklık açı­sından daha iyidir. İttihat ve Terakki hükümeti başa geçtikten sonra rahatsızlık artmıştır. Ricalara önem verilmezse, kardeş­çe bakış kalkacak, yerine düşmanca bakışlar gelecektir. Ta­nin i, “yalnız bir haber gazetesi haline sokmak siyasal yo­rumlardan vazgeçmek” bir yol olarak düşünülür. Ama H.Cahit, fikir gazeteciliğine bağlıdır. Gazeteyi, bir “kürsü" olarak kullanmak, topluma diyeceklerini oradan söylemek istemektedir. Gazete çıkarmayı devam ettirirken, “düşündük­lerini hiç söylememek ya da düşündüklerinden başka şeyler yazmak ” akıl ve vicdanına uygun gelmemektedir.

Hüseyin Cahit, Tanin'i, zafer kazanıldıktan (Büyük Mey­dana muhaberesi) sonra tekrar İstanbul’a dönerek 27 Ekim

1922’de Renin adıyla ve akşam gazetesi olarak çıkarmaya başlar. Ermeni gazetesi olan Manzume-i Efkâr gazetesinin yayın hakkını bin liraya satın alarak, Tanin adına izin veril­mediği için Renin ismiyle çıkanr. İlk makalesinde "Mucize” başlığı altında; Mustafa Kemal, arkadaşları ve Türk Ordusunu övmektedir. .

4-Meşru tiyette Şura-yı Ümmet

Tanin'den sonra partinin İstanbul’daki önemli gazetesi Şu- ra-yı Ümmeti. Paris’te yaşayan Ahmet Rıza, 25 Eylül 1908’de (Yurt dışından) İstanbul’a gelir, bunun hemen ardın­dan 6 Ekim- 1908’de Şura-yı Ümmet gazetesi, İstanbul’da yaymlanmaya başlanır. İttihat ve Terakki’yi asıl temsil eden gazete durumundadır.

Gazete, görülebilen 11 Safer 1327/19 Şubat 1324-21 Sa- fer 1327/1 Mart 1324, 17 Teşrinievvel 1325/192 tarihleri ara­sında (S. 150-160) günlük ve sekiz sayfa yayınlanır. Başlığının altında " Ve emruhüm şura ” ayet klişesi bulunmaktadır. “Me- nafi-i umumiye-i Osmaniye ye hâdim yevmi gazetedir" ibaresi iki çizgi ortasına yerleştirilmiştir. Müdürü Mustafa Asım’dır. Matbaa ve idarehanesi, Nuruosmaniye Şeref Sokağı’ndadır.101

Şura-yı Ümmefin, 1909’da kuruluşunun sekizinci sene­sinde /İstanbul’da yeniden çıkışı bir hayli iddialıdır. Sahibi ve imtiyaz müdürü Doktor Bahaeddin Şakir, başyazan; Doktor Cenab Şehabettin’dir. İdare yeri; Nuruosmaniye’de Mubusân Kulübü bitişiğindedir.

Başlığına, “Haftalık Şura-yı Ümmet ” adını yerleştiren ga­zete, başlık altındaki ayet metnini de kısalmıştır: “Ve emru­hüm ”. İki çizgi ortasına konan önceki, genel Osmanh menfa­atlerine hizmet edeceğini belirten ibare yerine, yine iki ama bir hayli genişlemiş çizgi arasına yazı heyetinin adlan konur. Bun­lar: “Samipaşazade Sezai Bey, Maliye Nazın Cavid Bey, Şu- ra-yı Devlet Reis-i Sânisi Kemalpaşazâde Said Bey, Tanin Sermuharriri Hüseyin Cahit Bey, Mebus Rıza Tevfik Bey, Sa-

bah Başmuharrirlerinden Ahmet Rasim Bey, Sabık Ayan Baş­kâtibi İsmail Müştak Bey, Mebusân Başkâtibi Ferit Bey, Bağ­dat Mebusu Babanzade İsmail Hakkı Bey, Yeni Gazete Ser­muharriri Mahmut Sadık Bey, Muharrir Saffet Nezihi Bey, mü- şahid-i etıbbâ-yı Osmaniyeden Besim Ömer Bey, Kilisli Doktor Rıfat Bey, Doktor Hüseyin Avni Bey, Mücahit Vahdaî, Naci, Hasred Beyler, Türkçe şiirler sahibi Emin Bey, Darüşşafaka muallimlerinden Hoca Fatin Efendi, İstanbul Mebusu Ahmet Nesimi Bey, Aydın Mebusu Abdullah Efendi, Biga Mebusu Doktor Arif İsmet Bey, sair diplomat ve muharrirîn-i muktedi­re. ”

5-Şura-yı Ümmet’in Yayın Politikası

Şura-yı Ümmet gazetesi, ‘‘Cemiyetin naşir-i efkârı olan ” bir yayın organıdır. Cemiyeti, partiyi, devleti, parlamentoyu temsil eden zengin yazar kadrosu ile gazete; aslında İttihat ve Terakki’nin kalem gücünü toplayıp ortaya koymaktadır. Haf­talık olması, cemiyetin etki alanındaki her kesimden yazı des­teği almasını kolaylaştırmaktadır. Çünkü yazar listesi içinde günlük gazetelerde başyazarlık yapanlar da vardır.

İmtiyaz sahibi ve müdür Bahaeddin Şakir, okuyuculara hi­tabeden “Kariîn-i Kirâma” başlıklı yazısında, yayın politika­sının esaslarını belirtir “Şura-yı Ümmet mülkümüz şuradan mahrum bulunduğu zamanlarda mücahidîn-i hukuk-ı ümme­tin müşavir-ifedakârı olmuş idi. Mülk ve millet istibdat elinde ezildiği zamanlarda ifa idegeldiği vazife-i irşadiyenin ehem­miyeti bilahare husule gelen mukaddes inkılâbımızla müseb- bettir (tespit olma). Meşrutiyetin galebesiyle beraber, bu mü- dafaa-i hukuk-ı ümmete yeni bir vazife terettüb itti: Mağlup olan istibdadın milleti yeniden pençe-i zulmü altına geçirmek içün ilk fırsattan istifâde itmek isteyeceği mazinin elim tecrü­besiyle müsebbet idi. Hürriyet-i milliye düşmanlarına karşı senelerce hariçten idden mücahedeye şimdi dâhilde devam itmek lâzım geliyordu Şura-yı Ümmet bu vazife-i mukaddese-

nin de ifasını deruhte itti: llân-ı meşrutiyetten biraz sonra dâhilde intişara başladı. ”

Gazete;.hürriyet davasını fedakârca müdafaa ettiği için, "3J Mart vaka-i faciası" sırasında matbaasına saldınlarak, "istibdat taraftarları" tarafindan düşmanlık gösterilmiştir. Batı ülkelerinde, inkılâplardan önce çıkanlan gazeteler, inkı­lâplardan sonra da yayınlanmışlardır. "Düşündüm ki istibda­dın yıkılması ile vazife hitam bulmuş olmuyor. Meşrutiyeti, hürriyeti tebcil (yüceltme) ve tarsîn (sağlam duruma getirme) içün henüz pek nâfi hıdemât ibrazı mümkündür. ”102

Şu haliyle Şura-yı Ümmet, Paris, Mısır ve İstanbul’da ön­ceden çıkarken takip ettiği yayın politikasını, meşrutiyetten sonra da devam ettirecektir. Yalnız önceki dönemlerde, ya­saklı olduğu için, gizlice ülkeye sokulurken artık açıktan, dev­leti de kontrolüne almış vaziyette mücadelesini sürdürecektir. E)oğrudan parti ileri gelenlerinin yönetiminde bulunduğu ga­zete ve matbaası 31 Mart Olayı sırasmda hücuma uğramıştır. Matbaanın tahrip edildiği olayda gazete-cemiyet irtibatınm derecesini ortaya döken bir durum da gelişir. Gazete idareha­nesinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumisi ev­rakları bulunmaktadır. Cemiyetin en önemli organının yazış­maları, baskın sırasında sokaklara atılmıştır.103 İşin ilginç yanı, İttihat karşıtı gözüken kalkışmada; cemiyet ve gazete ileri gelenlerinden bir kaybın verilmemiş olması, üstelik kalkışma- nm önünde İttihat ve Terakki’nin özellikle Selanik’ten getire­rek meşrutiyetin koruyucusu konumunda İstanbul’a yerleştir­diği Avcı taburlarının bulunmasıdır. Böylesine bir kalkışma­dan haberdar ve hazırlıklı olan Hareket Ordusu, İttihat ve Terakki kadrolannm hâkim bulunduğu diğer askerî güçlerle birlikte İstanbul’u kontrol altına alır. William Hale, Hareket Ordusunun bünyesini şöyle anlatır: "Selânik’teki muvazzaf Türklerden ve Rum, Sırp ve MakedonyalI gönüllülerden olu­şan parçalı bir kuvvetti (Saflarında bu kadar çok Hıristiyan in bulunması anlamlıydı) ”104

Hâlâ bazı karanlık noktalan bulunan 31 Mart Olayı’ndan sonraki yeni dönemde Bahaeddin Şakir, Ali Kemal ile sert kalem kavgasına girer. Üslup, bazı İttihat ve Terakki şubeleri­ni bile rahatsız eder. Bahaeddin Şakir’in belgelerine göre, partinin Edime yönetim kumlu, Selanik’teki genel merkeze yazdıklan mektupta; Şura-yı Ümmet sayfalarındaki tecavüz ve karşı saldınlann havayı kirlettiğini düşünmektedir. Onun için, ‘‘hal böyle devam ederse pek az zaman sonra, esas kuv­vet ve Cemiyetin ruhu olan itibar ve itimadı sarsmamak için heyetimizce Şura-yı Ümmet’in cemiyet naşir-i efkârı olmadı­ğını resmen ilâna mecburiyet hâsıl olacaktır” denilir.

“Cemiyetin naşir-i efkârı ” olarak bir ara Şura-yı Ümmet gazetesi hükümet tarafindan kapatılmıştır”.'05

6-İttihad ve Terakki Gazetesi

“İttihad ve Terakki” adının altında “İttihadkuvvettir” slo­ganını yerleştiren doğrudan cemiyetin adını taşıyan ve cemi­yet merkezinin çıkardığı bir gazetedir. Başlık altında, “Journal ‘ittihad ve Terekkı' Organ edu Comite Ottoman Union et Progres ” ibaresi bulunmaktadır.

Gazetenin ilk sayısı, 24 Temmuz 1324/6 Ağustos 1908/9 Recep 1326 tarihini taşımaktadır. Şu hale göre Meşmtiyetin ilanından on dört gün sonra, Selanik’te yayına başlamıştır. Müdir-i Mesulü, Mehmed Talat’tır. İdare yeri, “Selânik’te Hürriyet Meydanı civarında daire-i mahsusa ”dır. Başlık sağ yanında abone şartlan, sol tarafinda ilan tarifesi verilir. Buna göre, Selanik’te aylık abone yapılmakta, Osmanh memleketi için yıllık 140, altı aylık 80 kuruştur. Yabancı ülkeler için senelik 40, altı aylık 22 Franktır. İlanlarda ise, birinci sayfada satın on, ikinci sayfada satın beş, üçüncü sayfada üç kuruş, dördüncü sayfada satın altmış paradır. “İskonto ve sair şerait içün ayrıca tarife mevcuttur” diyerek gazete müşterilerine pazarlık için açık kapı bırakmaktadır. Gazete ile ilgili her türlü konuda idare memurluğuna başvumlması istenilmiştir.

Okuyucu yazılanyla ilgili konuda prensip peşin belirtilmiş­tir: "Cemiyetin makasıdına ve milletin menafiına hâdim her türlü âsâr kpbul olunur. Neşrolunmayan âsâr iade edilmez. ”

.Sayısı on para olan gazetenin konumunu belirleyen çift çizgi arasına aldığı cümle şöyledir "Osmanlı İttihad ve Te­rakki Cemiyeti ’nin vasıta-i neşr-i efkârı olup şimdilik haftada üç gün neşrolunur siyasî, İçtimaî, edebî ve fennî Osmanlı ga­zetesidir. ”

Gazete, "İtizar” başlıklı yazısında, çıkış hazırlığından bah­seder. Aslında günlük ve daha: iyi baskılı yapmak üzere, bir hafta çaba sarf edilmiştir. Fakat dört sayfadan fazla hacim ile haftada üç gün çıkarmaktan başka çıkar yol bulamamıştır. Bunun için yakında kendi matbaasını kuracağını, kısa süre için okuyucularının kendilerini mazur görmelerini ister.

7-İttihad ve Terakki Gazetesi’nin Yayın Politikası

Gazete, ilk sayısında imzasız, “Tayin-i Meslek” başlığı al­tında yayın esasları ile ilgili bilgi verir. Burada gazetenin parti yayın organı olarak konumu çok net ortaya konulmuştun "İttihad ve Terakki gazetesi Osmanlı İttihad ve Terakki Cemi­yetinin Selânik’te vasıta-i neşr-i efkârı olmak üzere teessüs ediyor. Cemiyet, bir cemiyet-i milliye olduğu için bu gazete de bir ceride-i milliye gibi telakki edilebilir. Gazetenin zübde-i mesleği namus ve istikamettir. Burada hakikat hiçbir şeye feda edilmez. Neşriyatımızda menafi-i vatan ve millete hâdim olmaktan başka bir saik bulunmayacaktır. Karilerimiz bu gazetenin sinesinde şuûn-ı muhtelife-i âlemin inikas ettiğini, memleketimize müteallik vekayıların bir nekâh-ı ciddi-i tenkıd ile tetkik olunduğunu görecekler ve her gün askerî, İktisadî, edebî, fennî, kanunî ve hikemî bir Musahabe bulacaklardır. Otuz iki seneden beri matbuat-ı Osmaniye ’yi esir eden istib­dadın en büyük kuvveti olan sansürün vücuda getirdiği tahri­batı tamir eylemek paslanan efkâr-ı umumiyeyi ihya etmek bütün gazetecilerin birinci vazifeleridir. Halen esaret-i atîka

altında kalarak lisan-ı kizb ve riya istimal eylemek -her kime karşı ve her ne hakkında olursa olsun- cebren alınan hürriye­tin suiistimalinden başka bir şey olmaz. Biz bu hürriyeti iste­diğimiz için bu gazetenin daire-i ihtivasına girecek her söz vicdanımızın sedası olacaktır. Meclis-i umumiye... küşad edilince gazetemiz ittihad ve Terakki Fırkasına mensup aza­nın programına tabi olmak ve o programı harfiyen müdafaa edecektir ki bunun da neden ibaret olduğu ileride neşr ve ilan /alınacaktır. ”106

‘‘İhvan-ı Cemiyete” başlıklı yazı ise, İttihat ve Terakki mensuplarına, “Muhterem kardeşlerim ” diye hitap eder. Par­ti, demirden muazzam kaledir: “Kala-i muazzam-ı âhenîn ’’. Başan, ortak ve yüksek gayret sonucu kazanılmıştır. Onun için her üye, eşit miktarda başarıdan övünç payı sahibidir. Arada imtiyaz sahibi yoktur. Üyeler, kendilerini cemiyetin “şahs-ı manevisi" altında gizlemişler, hepsi cemiyeti meydana getir­mişlerdir. Cemiyetin bir reisi, ikinci reisi yoktur. “Cemiyeti heyet idare eder. Reisi de azası da ondan ibarettir ve daima bu halde devam edecektir. ” Bundan sonra da yegâne emeli, maksadının özü, memlekette; “Kanun-ı Esasinin" tatbiki, milletin ilerlemesi, şan ve şerefinin artınlması, bütün yöne­timde adalet ve hakkaniyet, nizam ve emniyet içinde işlerin yürütülmesi, “memalik-i Osmaniye ’de hürriyet, adalet ve mü­savat"} hâkim kılmaktır. Cemiyet herkesi, bu uğurda çalış­maya ve gayret harcamaya davet etmektedir.107

Gazete, 1857 Paris Anlaşması’yla, Avrupa Devleti sayılan Osmanlı Devleti’ndeki yeni yönetim değişikliğinin, Batılı devletler tarafindan “hüsnü kabul” göreceğine inanmaktadır. “Çünkü âlem-i insaniyeti müstağrak-ı envar-ı medeniyet et­meğe sa ’yi bulunan Avrupa ’nın ", meşru bir yönetim altında yaşamak gayretini, “alkışlarla kabul edeceği tabii idi! ”.108

Kazanılmış bir darbe coşkusunu, sayfalarına yansıtmaya çalışan gazete, baş sayfadan itibaren “Dâhili Telgraflar” kıs-

mında, İstanbul, Osmaniye, İşkodra, Serendüz, Drama vb. di­ğer merkezlerden ‘‘İttihad ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umu- isine” gelen telgraflan yayınlar. İstanbul telgrafı, hükümetin kurulması ile ilgilidir. Kabineyi kurma görevi, eski sadrazam Kamil Paşa’ya verilmiştir. "Bahriye Nâzın Rami Paşa, hazi- ne-i bahriyeden yüz bin lira ihtilası sabit olduğundan bugün tevkife alınmıştır. ’’ Serendüz telgrafi, İstanbul’dan gelen bir İtalyan vapurunun limana çok yavaş yaklaşmasını, yolcuların ayn bir mavna ile indirip, yolcu almadan alelacele yola devam etme nedenini anlatır. Buna göre, ‘‘Selim Melhame-i melunu vapurda imiş. İstanbul dan ailesiyle beraber rahip kıyafetine girerek firar etmekte "dir. Beyrut telgraf teatisi ayn bir ilginç­liğe sahiptir. Çünkü Kanun-ı Esasi’nin ilanı üzerine Vali Mehmet Ali Bey, "şadumânî” düzenlememiştir. Durum parti genel merkezine bildirilir. Parti genel merkezi, Beyrut’a gön­derdiği cevabi telgrafta, kutlama yapmayan, ıslahata teşebbüs etmeyenler için "Kanun-ı Esesi’ye ve Meşrutiyete muhalif hareket eden müstebid memurlar”m "bekası caiz” değildir, onlara şiddetle muamele edilmesi, istibdatçılıkta inat edip direnenlerin memuriyetlerinin devamına "sed çekilmesi”, emniyet ve asayişin sağlanması ile birlikte tavsiye edilir. Tav­siye yerini bulmuştur ki, Beyrut’tan cevap bu defa şöyle gelir: "Beyrut 23 Temmuz. Beyrut ’ta dahi hürriyet-i kâmile hüküm- fenna olmağa başlamıştır. Kanun-ı Esasi kemal-i şevk ve meserretle alkışlanıyor. Ahalinin olanca heyecanına rağmen emniyet ve asayiş berkemâldir. ”109

İlk sayıda, yayın politikası itibariyle sansüre şiddetle karşı olduğunu belirten ifadeler bulunmaktadır. Gazete, "Red ve Tek­zip ” başlıklı yazısında, cemiyetin Selanik’te muhabirlere san­sür uygulamakta olduğuna dair çıkartılan söylentilerin tama­mıyla asılsız olduğunu vurgulayarak; "Hürriyet uğruna ve sansür aleyhine feda-yı canı göze alanların sansörlük” ede­ceklerini söyleyenlere lanet eder.110 Yalnız bir sayfa sonra, "Gazetelerden Bir Rica” başlığı altında özellikle Selanik’te

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN çıkmakta olan Asır gazetesinin adını vererek, bazı kimselerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi diye tanıtılmasına karşı çı­kar. Çünkü bu durum cemiyet nizamnamesine aykındır. Eğer bir kimseyi açıklamak gerekiyorsa, bu hak sadece cemiyete aittir. Onun için gazetelerin bundan sonra “hiçbir kimseyi bu sıfat altında zikretmemeleri bilhassa rica olunur."'"

Bütün yazıların imzasız olduğu gazetede, başbakandan beklenen şöyle ortaya konur: “Devr-i dilâra-yı hürriyetten bilistifade ıslah-ı ahval-ı dâhiliyemizi temin edebilecek kudret­i dâhiyane ”yi göstermek.

İlk sayının ilk uzun röportajı bir Bulgar komitacısı ile yapı­lır. Üçüncü sayfadan başlayarak dördüncü sayfanın üç sütu­nunu kaplayan röportajda konuşulan, “Deli Radof Efendi ”dir. Sandorski Çetesi ile birlikte dağa çıkan, daha önce Bulgarca gazete çıkaran çete reisi, Meşrutiyet’in ilanı ile Selanik’e gel­diğini, burada İttihat ve Terakki ileri gelenleri ile irtibat kur­maya çalıştığını, bundan sonra da Selanik’te Bulgarca bir gazete çıkaracağını anlatmaktadır. Adı verilmeyen İttihat ve Terakki gazetesi temsilcisinin, sorduğu bir som durumu açığa çıkarmaktadır: “Türklerle anasır-ı Hıristiyaniye arasında şu gördüğünüz ittihadın devam edeceğinden emin misiniz? R-Bu bapta kati bir şey söyleyemem. Bu ittihadı izale etmeğe çalı­şacak müessirata maruz olacağız. Yunanistan, Sırbistan hü­kümetleri ile Bulgaristan ’ın harici politikaları buradaki Rum­ları, Sırpları, Bulgarları papazlar ve hocalar vasıtasıyla iğfal ederek harekât-ı sabıkayı tecdîd eylemek olacaktır. ” “M- Anasır-ı Hıristiyaniyenin ittihadı ber-devam olacak mı? R- Hürriyet-i Ziraiye, ticariye, siyasiye, mezhebiye, tedrisiye, mev­cut olunca bir husus bir sebeb-i iktisadiye burada sakin bulu­nan akvamı vifak ve ittihad halinde yaşamağa mecbur edince kardaşlığı ihlâl etmek içün bir sebep mevcut olamaz. ”'12

Gazete, hükümete silahını teslim eden Boyacı Dimitri ile ilgili haberi, cemiyet kaynaklı olarak şöyle verin “Hükümete


328             İTİİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ

Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri teslim-i silah eden rüesâdan olub iki gündür misafıreten bu­rada bulunan.. Boyacı Dimitri’nin Cuma treniyle Selânik’e gelecekleri maruzdur. İstromca Merkezi ”.113

Gazete, ikinci sayısının baş sayfasında, “İttihad ve Terakki Cemiyeti Dâhili Merkez-i Umumisi” imzasıyla, “Umuma ih­tar” başlıklı bir yazı yayınlar. Buna göre İttihat ve Terakki, üç şeyden sorumludur Birincisi Kanun-ı Esasi’nin her türlü tah­rif, istismardan uzak uygulanması; İkincisi hükümetin “Os­manlI milletinin hukukunu ” cins, mezhep ayırmadan adalet ve eşitlik içinde uygulayacak görev düşkünü, namuslu memur­lardan oluşması; üçüncüsü ise milletin ilerleme yolunda me­deni milletlerden geri kalmamasıdır. Parti bu arada hükümetle ilgili işlerde iş sahiplerinin parti merkezine müracaat etmeme­si gerektiğini vurgular. Aynı yerde “Mühim ” başlığı altındaki şu açıklama önemlidir “İttihat ve Terakki Cemiyetinin siyasi programı yatanda neşredilecektir. Cemaat-ı muhtelifeden merkez-i umumiye vürud eden programların fiirudan sarf-ı nazar esasında katiyen bir ihtilâf mevcut olmadığını kemal-i mesruriyetle gördük Programlarda mevcut bu itilâf istikbal içün cemiyetimizin muvaffakiyetine kavi bir ümit bahş edi- „ 114 yor .

Gazete-parti bütünleşmesinin bir açık örneği de baş sayfa­da verilen “Erbab-ı Hamiyete” başlıklı partiye yardım topla­ma duyurusudur. Buna göre artık partiye yardım etmek iste­yenler, doğrudan gazeteye gelerek, orada bulunan görevliye makbuz karşılığında yardımda bulunabileceklerdir. “Şimdiye kadar kendisine nakden ita-yı iânât eyleyen bilcümle erbab-ı hamiyete beyan-ı teşekkürât eyler ve bundan sonra iane ita etmek arzu edenlerin şuraya buraya müracaatlarına hacet olmayub doğrudan doğruya Hürriyet Meydanı civarında Siroz Hoteli ittisalindeki gazetemizin idarehanesine gelerek memur-ı mahsusu olan Midhat Bey ’e müracaat ve ianelerini mumaileyhe ita etmelerini ve mukabilinde cemiyetin matbu ve mühürlü iane biletlerini almalarını ve hariçten ita edecek


olanların mahalleri heyet-i merkeziyelerine bilet mukabili ita etmelerini veya gazetemiz idaresine göndermelerini rica ede- ■ ,.115

rız.

Gazete, açık siyasi haberleşmenin zemini durumundadır. Partinin padişaha kulluk ve bağlılık bildiren uzun telgrafi ile cevabını, parti şubelerinin Selanik’teki Dâhili Genel Merkezi ile telgraflarını da yayınlar. Cemiyetin, görevden ayrılan Sad­razam Sait Paşa ve bakanlarına yazdığı telgraf siyasi dil açı­sından bir hayli ağırdır: “Pahalar: Kavlimiz öyle mi idi ya? Bir taraftan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti namına çek­tiğiniz müteaddit telgrafrıamelerle cemiyet hakkındaki hüsnü­niyetinizden bahsederken, diğer taraftan temkin-i selamet-i vatan uğruna kanının son damlasını dökmeğe amade bulunan cemiyetin şahs-ı manevisini Avrupa nazarında lekelemek içlin tedâbir-i iblisaneye müracaat mı buyurdunuz? ”"6

İttihad ve Terakki, son sayısında, "Milletin İttihat ve Te­rakki cemiyetine İanesi ’ ’ başlığı altında toplanan yardımlan yer, şahıs adlanın ve yardım miktarlarını açıklayarak ilân eder."7 Aynca son sayı ile Selanikli okuyuculanna baş sayfadan veda eder ‘ İttihad ve Terakki gazetesi birkaç güne kadar İstanbul ’a nakledeceğinden bugünden itibaren Selanik’te tatil-i neşriyat idiyoruz. Evvelce de yazdığımız veçhile abonelerimize İstan­bul 'dan ‘Şura-yı Ümmet ’ gazetesi gönderilmek üzeredir, ‘itti­hat ve Terakki ’ gazetesi mehd-i intişarı (yayın beşiği) olan Selânik’ten müfarekat (ayrılık) ideceğine mütessif bulunmağla beraber birçok hissiyat ve hatırat-ı lâtife ile merbut olduğu bu şehir hakkında bu hiss-i meveddet (muhabbet, sevgi) ve hürmetperverde idecektir. Selanik ahali-i muhteremesinden bir güne (tarz) kadar gördüğümüz teveccühâta mukabil uh­demize terettüb iden deyn-i şükrânı ifa ve bütün ’’ okuyucula­rına teşekkürler etler. Gazete ayrıca son sayıda, İttihat ve Terakki umum merkezi ile yeni açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı Reisi Ahmet Rıza arasındaki telgraflaşmalara yer

verir. Meclis balkanından cemiyete gelen telgrafın bütün cemiyet şubelerine gönderileceğini belirtir. ”

Gazetepin okuyuculanna açıktan bildirdiği üzere kendi abonelerine, artık İstanbul’dan parti gazetesi olan Şura-yı Ümmet’i gönderecektir. Yani İttihat ve Terakki’yi her ne ka­dar Selanik’te İttihad ve Terakki gazetesi temsil etmişse de İstanbul’da çıkmayacak ve cemiyeti, Şura-yı Ümmet temsil edecektir.

8-SiIah Gazetesi

İttihatçı basının ünlülerinden olan Silah gazetesinin çıka- nldığı yer Selanik’tir. Bütün söylemleri, sembolleri ile İttihat ve Terakki’yi hatırlatan gazetenin İttihat ve Terakki gazetesin­den farkı, parti merkezi tarafindan değil, bir üniformalı subay tarafından çıkanlmış olmasıdır. Sahibi vc müdürü; "Mülazım Tahsin "(hr. Başyazılan da yazan Mülazım Haşan Tahsin, sonradan "Silahçı Tahsin" adıyla ünlenmiştir. Yalnız 10 Ey­lül 1325 tarihli 5.sayısından itibaren künyede değişiklik ya­pılmıştır. Buna göre, sahip ve müdürü; Mehmed İzzeddin, başyazan; "Nâ-kâm ”dır. "Amacına ulaşmamış, mutsuz, baht­sız, nasipsiz" anlamlarında kullandığı bu müstean 21.sayıya kadar değiştirmemiştir.

İlk sayısı, "Cuma, 10 Temmuz 325" 1909 tarihini taşımak­tadır. Çıkanlış günü, II.Meşrutiyet’in ilânının yıldönümüdür. Onuncu nüshaya kadar fiyatı 40 para, ondan sonra 20 paradır. Abone olarak seneliği, otuz kuruştur. "Silah "başlığı altındaki slogan çok açık ve anlamlıdır: "Mesleği ittihad, hedefi terak­kidir". Başlangıçta on beş günde bir çıkarken, 1 Teşrinisani 1325 tarihli 9.nüshasından itibaren de haftalık yayınlanmaya başlar.

Dergi formatında, 16 sayfa çıkan Silah’m ilk sayı kapağı da o sloganik tutumuna tipik örnektir. Kapak, çapraz kırmızı- beyaz zeminlidir. Bu zemin ortasında yıldızı içine almış bir hilal bulunmaktadır. Yıldız içinde "Silah"; hilal içinde "Hazır

ol cenge eğer ister isen sulh ü salah ” yazısı bulunmaktadır. Ay-yıldız’ın kırmızı zemin içindeki kısmı beyaz, beyaz zemin içinde kalan kısmı kırmızıya boyanmıştır.

“İdarehanesi: Selanik’te Örtülü Çarşu'da ‘Asır’Matbaa­sı ”dır. Birinci sayının son sayfasındaki bu adresin yanında, Latin Alfabesiyle “Tahssın: ‘Silah’Salonique" \dinyesi yazı[- mıştır.

9-Silah Gazetesi’nin Yayın Politikası

Tamama yakını askeriye ve ordu ile ilgili yazılara tahsis edilen Silah'm, ilk sayfasında sadece Tevfik Fikret’in, “Kılıç’’ adlı şiiri yer alır. Çekiç altında şekil verilen çelik parçası ola­rak kılıçtan beklenti büyüktür. Çünkü; “Koca bir kavmin olur hâris-i (bekçi) istiklâli/Koca bir memleketin arzı, hayatı, malı ona vabeste (bağlı) kalır’’. Kılıç aynı zamanda, haddi aşanlan yenecek, şanlı silahtır.119

Haşan Tahsin’in, “Tahsin ” imzalı ilk yazısı, onun coşkun, fikrî derinlikten yoksun, slogan düzeyinde kalan düşünce yapısını yansıtır mahiyettedir. Bayramla-yas, şölenle-meydan savaşı arasında gidip gelen söylemi sebepsiz değildir. Meşru­tiyet’in ilanı ve onun birinci yılını doldurması bayramdır. Fakat Bosna-Hersek’in, Girit’in elden çıkması, yeni cidallerin başlaülmasını, Osmanlılığın şahlanmasını gerekli kılmaktadır. “Ordudan, Millete" başlığını taşıyan ve “Selâm!" diye başla­yan yazı şöyledir:

“Bugün vatanda bayram var. Hürriyet bir yaşına girdi. Davullar çalsın... Zurnalar ötsün... Osmanlı bayrağı al ve beyaz sinesini açsın, onun ilk arma-i şevketi budur. Millet, vatan şarkısını okuyor. Altı yüz yiğirmi altı senenin ilk bayra­mı bu gündür. Buna Osmanlılann büyük hürriyet bayramı deniyor. Gülünüz, oynayınız cennetten tebrikler, tahsinler, ne­şeler, şetaretler geliyor. Denizden güneşler yükseliyor. Sema­da handelerden (gülüş) çiçekler, çiçeklerden hilâller, sitareler (yıldız) meşhûd (görülen)... Ne bir zerre-i zulmet, ne bir sani-

ye-i teellüm (elem çekme) var. Mabed-i Mina-yı şiiriyet ilk ve ebedî saat-ı kâmuran baharını çaldı. Osmanlı bayramı var. Kucaklaşınız, ey Osmanlılar öpüşünüz ey zavallı kalbler... Geçirdiğiniz otuz iki senelik leyle-i deycur-ı (karanlık gece) istibdâdın zulm-i zulmeti (karanlık eziyeti) işte bu gün bir sabah nur doğurdu. Artık ebediyen dünya aydınlıktır nurdan, sürûrdan (sevinç), şiirden bir hayat yaşayalım. Beyaz Osman­lılar, lekesiz, beyaz vatan, al ve beyaz bayrağıyla bayram yapıyor. Bugün vatanda güneş var. Nurdan çelenkler, ziyadan ekliller (çelenk?), pırlantadan taçlarla, meleklerle, çiçeklerle hastanelere, ecdadımızın büyük mezarlarına, şüheda-yı hürri­yet makberlerine gidiniz. Başlarınızı eğiniz. Gözyaşlannız onlara dua olsun. Ervah-ı Osmaniyân dünyalar gülerken mezarlarında ağlamasın. Bizi de onlan da Bosna Hersek, Bulgaristan bu iki yare sızlatmıştır. Biz de, onlar da sonuncu ve üçüncü bir zehirli oka göğsümüzü açtık: Girit... Millet bu yareye artık tahammül edemeyecektir. Kuşları susturunuz. Çiçekler solsun. Sihirler sönsün, yıldızlar dökülsün. Artık kâinat parça parça olacaktır. Göklerden cehennemler, bere­ketler yağacak, çünkü Girit içün Osmanlılar harp edecektir. Hayır kâinat mahâsin (güzellikler) yine gülsün... Osmanlılar gavgayı baharlarla, meleklerle, bayramlarla yaparlar. Vatanı öperek ecdadımıza peyâm-ı neşât gönderiniz, bugünkü bay­ramdan işveler meserretler, şevklarla söyleyiniz. Kavgaya başlayacak Osmanlılann ilk dane-i harbi, bayram topudur. Onlar da gülsün. Millet yaşarken vatan ölmez. Hem Osmanlı namusuna ma 'kes, hayatına kan, milletine kefen olan sanca­ğımıza yemin iderim ki bu üç yara da milleti öldüremez. Çün­kü OsmanlIlarda her yaralanan ölmez, alimallah Girit içün dünyayı aydınlatan Osmanlı güneşi parçalanır, Osmanlılann çelikten, demirden pençeleriyle dünyaya yağdınhrsa o vakit güneşten yıldınmlan, bayramdan tufanlcm, çiçeklerden di­namitleri, müsâlemetten (Uyuşmak; fikirler ayrıldığı sözler çoğaldığı zaman münâkaşa etmemek) cenkleri, cidalleri beşe-

riyet görecektir. Ve bir zulmet-i ebediye içinde Garb gurûb idecektir. Damla damla kanayan ve gülen ordunun kalbi mil­letine bu selâm-ı zaferi, bu peyâm-ı tehniyeti (kutlama haberi) hediye idiyor. Öpüşünüz ey millet, bugün Osmanlılar ilk hilâl­i muzafferiyetini gördü. Kevkeb-i (yıldız) muvaffâkiyeti Girit olsun. Millet, Vatan ve onlara kurban ordu yaşa... 10 Tem­muz 325. Tahsin. ’’ (Silah, 1/2-3)

Silah'm “Nefer Kardaşlara’’ başlıklı yazısı Haşan Tah­sin’in asker gazeteciliği, yönlendirme tarzı hakkında fikir veren bir yazıdır:

“Siz zabitlerinizin kardeşi, milletin yavrusu, vatanın ciğer­paresi oldunuz, sizi giydirmek, sizi yedirmek, sizi köylerinize döndüğünüz zaman rahat ettirecek bir surette yetiştirmek artık zabitlerinizin vazife-i hamiyetleridir. Görmediniz mi İstan­bul daki asilerin üstüne giderken zabitleriniz sizinle beraber nefer kıyafetinde mavzerini kucaklayarak ölüme koşmuştu. ’’

“Neferler, size Allah muin, Peygamber şefaatçi, Halife duacıdır. Siz bir eyi asker olmak içün çalışınız. Zabitlerinizi dinleyiniz... Artık müstebitlere aldanmayacağız. Çünkü arlan yavruları köpek yalağına su taşımaz. Arkadaşlar çünkü ordu­nun terakkisi zabitanının iktidar-ı askerîsi ile mütenasibdir. ’’ “Hüseyin Onbaşı ’’ imzasını taşıyan bu yazının, üslup, kullanı­lan kelimeler itibariyle Silahçı Tahsin’e ait olduğu neredeyse açıktır. Askere sıkı sıkıya subaylannıza itaat edin mesajını veren yazının ortasında, “Osmanlı Ordusu Muallimi fon der Golç Paşa ” alt yazısı ile Alman generalin gençlik fotoğrafi konmuştur. (Silah, 1/ 3-4)

Silah, 5-6. sayfalarında ordunun diğer kesimlerini unut­maz. “Küçük Zabit ve Onbaşılara" başlıklı yazı, “Mülazım Said" imzasını taşımaktadır.

Silah, 12 ve 13. sayfalarını “Havadis-i Askeriye "ye ayırır. İdam cezalan konusundaki haberi şöyledir: “Hürriyet aley­hinde isyan iden hainlerden Kabasakal Çerkeş Mehmet Paşa,

Erzurum Kumandanı Yusuf Paşa, Miralay Mehmet ve İsmail Beyler, Mülazım Haşan Efendi, Bahriye Yüzbaşılarından Niya­zi Efendi ve altı nefer mevaki-i muhtelifede şaiben idam olun­muşlardır. ” Ordudaki disiplinin nasıl olduğunu bu haberin devamı ortaya koymaktadır: ‘Edirne de zabitanına itaat et­meyen yedi çavuş idam, bir yüzbaşı, bir Tabur İmamı tard ve müebbed küreğe mahkûm olmuşlardır. ” (Silah, 1/12)

Şu hal, ordunun günlük politikayla içli dışlı hale getirilme­sinin hemen Balkan Harpleri öncesinde emir-kumanda zinci­rini ne hale getirdiğini gösteren, ama ibret alınamayan bir durumdur. Silah'm birçok yazıda birden subaylara itaat konu­sunu işlemesi, bu haberle birlikte anlam kazanmaktadır.

‘‘Golç Paşa ” başlıklı haber de dikkat çekicidir. Uzun süre orduda subay yetiştirdikten sonra ülkesine dönen bu yaşlı asker, 1909’da tekrar Tüıkiye’dedir. “Fon der Golç Paşa İstanbul ’a vürudunu mütea/db maiyetinde Mahmud Muhtar Paşa bu­lunduğu halde Taksim ’e azimetle Sekizinci Alayın birinci ve ikinci ve üçüncü taburlarını ziyaret ve bazı sualler irad itmiş, aldığı cevaplardan pek ziyade memnun olduğu cihetle suret-i mahsusada takdirâtda bulunmuştur. ” (Silah, 1/12)

Aynı yazının devamında Yunan ordusu ile ilgili bilgi veri­lir: “Seferber Yunan Ordusunun 2.088 zabit, J 04.592 küçük zabit ve efradı vardır. Depo kuvvetiyle beraber 129.067 nefer­dir. 246 topu vardır. Geçende gelen 3 bataryadan başkası bizim tanıdığımız ateşi yapar. Fakat levazımatı, teçhizatı, ko­şum hayvanâtı, arabası ve bütün müstahzırât-ı seferiyesi nok­san olduğundan harbe yalınız 80/85 bin mevcutlu bir ordu sevk edebilir. Çünkü parasızdır. Kuvve-i maneviyesi, terbiye-i askeriyesi hastadır. ” (Silah, 1/13)

Haberlerden birisi de subayların rütbelerinin indirilmesi ile ilgilidir. “Tasfiye-i Rütbe’’ ara başlıklı haberde rütbe indirimi­nin bütün kuvvetiyle devam ettiği bildirilmektedir. Örnek Mah­mut Şevket Paşa üstünden verilmiştir “Tasfiye-i rütbe bütün

kuvvetiyle asâr-ı faaliyesini göstermektedir. Hamiyetli ku­mandan Mahmut Şevket Paşa Birinci Feriklik rütbesini terkle kanunun bahşettiği Ferik rütbesine mevkiini tenzil etmiştir. Hamiyetli ümera ve zabitanın dahi bu eser-i müsavâta ittiba ’ ettiklerini mevsukan Silah istihbâr etmiştir. Genç Osmanlı Ordusunun hamiyet-i askeriyesini cihan-ı askeriyet selam­lar." (SMyV \T)

Silah, zaman zaman kampanyalar da düzenler. 13. sayısı­nın kapağı: "Girit de Bayram İster" başlığını taşımaktadır. Diğer sayılan 20 para iken kampanya sayısı 40 para yapılmış, "yalnız bu nüsha 40 paradır" kaydı baş sayfaya düşülmüştür. Gazete "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyet-i muhteremesinin birinci kulübü himayesinde bayram şerefine nısf ücreti iane-i milliye-i bahriye menfaatine olmak üzere bu nüshayı neşredi­yor. ”(11 Kanunuevvel 1325/13)

Silah, defalarca kapanıp faiklı adlarla tekrar çıkar. Fakat ilk sahibinin öldürülmesi temelli kapanmasını sağlar.

İttihat ve Terakki Partisi’nin parasıyla kurulan son gazete, Velid Ebüzziya’nın belirttiğine göre Akşam gazetesidir. Birin­ci Dünya Harbi’nin son yılında, Haziran 1918’de siyasi sansü­rün kaldınlmasından sonra 1922’deki Akşam'm sahipleri, "yalnız biri müstesna olmak üzere hep birden ittihat ve Te­rakki merkez-i umumisinde İttihat ve Terakki parasıyla Akşam matbaasının tesisi için el ve etek öpmekte idiler. ” Kendisi de beş ay öncesine kadar İttihatçı olan yazara göre, AkşanTa yapılan masrafın sebebi, "İttihat ve Terakkiyi müdafaaya hazırlanmaktır. ” Fakat İttihatçıların yıkılmasıyla ilk önce onlar saldınya geçerler.120

10-İtti hat ve Terakki Cemiyeti ve Muhalif Basm a)-Volkan

Meclis açıldıktan sonra basında İttihat ve Terakki’ye yöne­lik eleştiriler artmaya başladı. Yeni muhalefet gazeteleri çık­maya başladı. Bunlan en sert, ilk sayısı 28 teşrin-i sani 1324/11

Aralık 1908 günü yayımlanan Volkan'dı. İlk günlerde ılımlı bir çizgi izleyen Volkan çok geçmeden İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin yayın organına dönüşerek şeriat düzeninin ege­men olmasını savunmaya başlamıştı.

b)-Mizan

Daha önce ittihatçı olarak bilinen Murat Bey Mizan gaze­tesini yeniden çıkarak uygulamaları eleştiren yazılar yazmaya başladı.

c)-İkdaın

Eski bir ittihatçı olan Ali Kemal yurda döner dönmez ken­dini bir tartışma ortamının içinde buldu. Özellikle Hüseyin Cahit ile uzun bir kalem savaşına girdi. Ali Kemal muhalefe­tini ikdam gazetesinde sürdürüyordu.

d)-Serbesti

İttihad ve Terakki tarafindan öldürülen Haşan Fehmi Bey’in başyazarlığını yaptığı Serbesti gazetesi de muhalif cephesinin önemli sesiydi.

ef-Osmanlı

Ahrar Partisinin yayınladığı Osmanh gazetesi yurtdışında yayınlanan Jön Türk gazetesi, Osmanh ile isim benzeridir. Öldürülen gazeteci Ahmet Samim’de yazılar yazmıştır. İtti­hatçılara muhalif yazılar yayınlaya gazete partinin kapanması ile yayın hayatını sona erdirir.

f)-Sada-yı Millet

Sada-yı Millet gazetesi, Osmanlı unsurları arasında uzlaş­manın sağlanması konusunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin izlediği politikaya karşı çıkmış ve gerek Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti’ni, gerekse Hakkı Paşa Hükümeti’ni eleştirmekten kaçınmamıştır. Sada-yı Millet gazetesi kısa bir süre sonra ise Divan-ı Harb-i Örfî karanyla süresiz olarak kapatılmıştır.

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN___ 11-İttihat ve Terakki’nin Gazetecilere Yönelik Şiddet Politikası ve Öldürülen Gazeteciler

ll.Meşrutiyet yıllan basın tarihi bakımından bir terör dö­nemidir. İttihat ve Terakki, doğrudan hasım gördüğü gazeteci­leri, tetikçilerine öldürterek susturmuştur. Kendi bünyesi için­den çıkan tenkitçileri ise, ikbal ve paraya boğarak susturmuş­tur. Dört gazeteci öldürülmüş, katiller yakalanamamış ve ağır bir baskı havası yaratılmıştır. Bunu İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri örgütlemiştir. Baskının panzehiri olan gazetecilik suikastlerle susturulmaya çalışılmıştır. İttihatçılann öldürdüğü kesin olan dört gazetecinin tanınması işin mahiyetinin anla­şılması açısından önemlidir.

a)-Hasan Fehmi

Siyasal bilgileri bitirdikten sonra Paris’e kaçan Haşan Fehmi bir süre Mısır’da yaşamış ve 1908’de ILMeşrutiyet’in ilanı üzerine İstanbul’a dönerek Serbesti gazetesinin başyazan olmuştu. İttihatçıların uyguladığı baskı ve haksızlıkları eleşti­ren yazılar yazdı. İttihatçılar önce susturmak için gözdağı verdiler. Bu olmaymca 5 Nisan 1909 tarihinde Galata köprü­sünden geçcıken bir tetikçiye öldürttüler.

Halk ve öğrenciler protesto etmek için gösteriler düzenle­diler. Sadrazamla görüşerek katillerin bulunmasını istediler ne var ki yöneticiler ve polis işin üzerine pek gitmek istemediler ve bu derin devletin işlediği ilk cinayet olarak tarihe geçti.121

b)-Ahmet Samim

1884’te doğan Ahmet Samim, Galatasaray Lisesi’nde ve Robert Kolej’de okuduktan sonra bir ara Tekel'de çalıştı. II.Meşrutiyet’ten sonra gazeteciliğe başladı. İttihatçılara karşı koyan Ahrar (özgürler) partisinin yayınladığı Osmanlı gazete­sinde yazılar yazdı. Daha sonra Sada-yı Millet gazetesinin başına geçti. Yazdıklan ittihatçı çevreleri rahatsız ediyor, tepki topluyordu. İttihatçılar susturmak içi valilik bile teklif etmişti. Kabul edilmeyince iki gün sonra 9 Haziran 1910 tarihinde

öldürülmüştü. İttihatçıları yolsuzlukların açıklaması hayatına mal olmuştu. Büyük bir cenaze töreni ile gömülecekken ce­nazesi ittihatçılar tarafindan kaçınlarak mezarlığa gömüldü.122 Aynı yöntemin polisler tarafindan Kürt bölgelerinde uygu­lanması düşündürücüdür.

c)-Zeki Bey -

1866 ‘da doğan Zeki Bey Galatasaray Lisesi’ni ve Siyasal Bilgiler Okulu’nu birincilikle bitirdikten sonra, sonra bir süre Dışişleri Bakanlığı Tercüme Odası’nda çalışmış, daha sonra Dûyuni Umumiye Komiserliği’nde Önemli İşler Kalemi Mü- dürlüğü’ne atanmıştı. Zeki bey bunların yanı sıra çeşitli okul­larda Fransızca öğretmenliği yapıyor ve Şâhrah (Anayol) gazetesine başyazı yazıyordu. Zeki Bey yazılarında Maliye Bakanı Cavit Bey’in hırpalayan bir dûyuni umumiye müdür idi. Son dönemde ortaya çıkardığı bir takım yolsuzlukları yazmasını engellemek için 10 Temmuz 1911 tarihinde Bakır­köy’de evine dönerken öldürdüler.

e)-Hasan Tahsin

1883’te İstanbul’da doğan Haşan Tahsin Harbiye’de Ata­türk’ün sınıf arkadaşıydı. Selanik’ de Silah adlı bir gazete çıkardığından dolayı kendisine “Silahçı Tahsin” denirdi. 11 Meşrutiyetten önce Cemiyete giren ve önemli görevler üstle­nen Haşan Tahsin iktidar sırasındaki haksızlıklara itiraz etti. İttihatçılar onu uzaklaştırarak susturmayı denediler. Görevli olarak Sofya’ya giden Haşan Tahsin izinsiz olarak döndüğü İstanbul’da bir ittihatçı toplantıya katıldı. Burada boğularak öldürüldü. Cesedi iki hafta sonra Edimekapı mezarlığında bir çuval içinde bulundu.

İttihatçıların bu yöntemi daha sonra devlet görevlileri tara­findan defalarca uygulandı.123

e)-Derviş Vahdeti

Derviş Vahdeti, 1869’da Kıbrıs Lefkoşa’da doğmuş ve ka­rıştığı 31 Mart Ayaklanması nedeniyle yakalanıp, yargılandığı mahkemece 25 Haziran 1909’da idama mahkûm edilip, 19 Temmuz 1909’da Ayasofya Meydanı’nda idam edilmiştir. İttihatçılar İngiliz ajanı olduğunu ve 31 Mart İsyanı’nın eleba­şı olduğunu ileri sürerek idam ettikleri Derviş Vahdeti’nin İngiliz ajanlığı ispatlanamamış, daha çok idamın yaptığı sert muhalefetten kaynaklandığım ileri sürenler vardı. ‘‘3] Mart günü meydana gelen askeri ve irticai ihtilali hazırlamaktan sorumlu olan Vahdeti’nin, Sı/ayönetim Mahkemesi’nin araş­tırma ve sorgulaması sonunda hiçbir ilmi ve toplumsal terbiye görmediği, şimdiye kadar içki ve şarkıcılıkla düzensiz bir hayat geçirdiği, kendi itiraflarıyla ortaya çıkmıştır. ‘Volkan’ adlı gazetesini yayımlamaya başladıktan sonra iyi niyetle gazetesine müracaat eden bazı ulemayı Cemiyete üye yaza­rak, ilan etmiş, bu saf insanları dayanma alarak onlara şube açtırmıştır. Cemiyetin fikirlerinin yayıcısı ve başkanı olarak, din ve şeriat adı altında halkı tahrik edici bir etki yaptığı, kış­lalara sokulan Volkan gazetesindeki yazılarıyla askeri etkisi altına almış ve bunları hükümet ile Millet Meclisi başkan ve üyelerinden bazılarının aleyhine sevk etmiştir. İnkar etmesine rağmen Derviş ’in 31 Mart günü Millet Meclisi önündeki as­kerlerin içinde olduğu ortaya çıkarılmıştır. ”

Vahdetinin bir İngiliz ajanı olmadığım ve 31 Mart Ayak- lanması’nda İngilizlerden yardım almadığım öne süren görüş­lere göre: Vahdeti’nin resmen kuruluşunu ilan ettiği parti ile 31 Mart Ayaklanması arasında 10 günden az süre olduğu ve bu durumda bu kimsenin bir isyan tertibi yapmasının müm­kün olmadığı iddia edilmektedir. Bunun yanında Vahdeti’nin gazetesi gibi yayın yapan başkaca muhalif gazetelerde bu­lunmaktadır. Zirâ, n.Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki’nin faaliyetleri ve muhaliflere yönelik suikast ve sindirme politi- kalan pek çok kesimden büyük tepki görmektedir. Vahde-


ti’nin bu gergin ortamdaki yazıları ancak bir bardakta damla olabilir. Vahdeti özellikle ihtiyati ve Terakki partisinin disip­linsiz olduklan gerekçesiyle tasviye etmeye çalıştığı ordunun 7/3’ünü oluşturan alaylı yani erlikten subaylığa doğru yükse­len okul eğitimi almamış askerlerin desteğini ittihatçı karşıtı ve şeriat düşüncesini savunan yazıları ile kazanmıştır. Zira bu askerler arasında büyük huzursuzluk bulunmaktadır. Bununla birlikte 31 Mart Olayı sırasında İngiliz Büyükelçiliğindeki ya­zışmalara bakıldığında bu dönemde İngiltere ile yazışmalarda bir düşüş görülmektedir. Bu durum dahi İngiltere’nin isyanda bir parmağının olmadığının Vahdeti’nin İngiliz ajanı olmadı­ğının göstergesi olabilir.124 Bu iddialara aynca şu durumda ek olarak yapılabilir. 31 Mart Ayaklanması sonrası gözaltına alı­nan Hürriyeti Ahrar Fnkası üyeleri ve Prens Sebahattin’i kur­tarmak için çaba gösteren ve onlan kurtaran İngiltere acaba neden Derviş Vahdeti’yi kurtarmak için aynı çabayı sarf et­memiştir? Bütün bu hususlarla Vahdeti’nin İngiliz ajanı ol­madığı savunulmaktadır.


BOLUM-VI11

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ
VE RUMLAR


“Tecrübe ve tarihin öğrettiği şudur: İnsanlar ve hükümet­lerin hiçbir zaman tarihten bir şey öğrenemedikleri veya onlardan çıkarılan prensiplere göre davranamadıkları. ”

HEGEL

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR

Yunan ve Rum sorunu genelde resmi tarih yazıcılığı tara­findan Balkan sorunu ya da Makedonya sorunu içine hapsedi­lerek yapılıyor. Buradaki hinlik Anadolu’daki Rum varlığını yok saymak ya da tartışma dışı bırakmaktır.

İttihat ve Terakki Cemiyetinin Rumlar ile olan ilişkilerini ele almadan önce Rum ya da Yunan kültürünü ve tarihini ele almak gerekiyor.

Öncelikle Balkanlan anlamadan Yunan veya Rum olgu­sunu anlamak zordur. Aynı koşul Sırp, Bulgar ve Amavutlar içinde geçerlidir.

Balkanlar çok dağlık, dağınık ve saldınlara açık bir yer ol­duğu için burada tek bir dil ya da din hâkimiyeti kurmak zor­du. Bu diller arasında Yunanca Bizans İmparatorluğu zama­nında ve sayesinde yaygınlık kazanıyordu. Osmanh döne­minde de Kutsal Kitap’ın Hıristiyan kültürünün ve antik dün­yanın dili olarak hâlâ üst bir konumda bulunduğundan, hayat­ta ilerlemek isteyen Ulah ve Slav gençleri Yunanca öğrenirdi.'

“Yunan” sözcüğü önce Perslerin, ardından Arapların ve genel olarak da İslam dünyasının anti-Yunanlılara ve sonra­sında çağdaş Yunanlılara verdikleri isimdir. Bununla beraber Yunanca konuşanlar, “İonia" sözcüğünden türetilmiş olan Yunan sözcüğünü tarih içinde kendilerini tanımlarken kul­lanmamışlardır. Eski Yunanlılar kendilerine “Helen ” derlerdi. Bizans döneminde Helence konuşan Ortodoks Hıristiyanlan kendilerini “Roma” sözcüğünden türetilmiş olan “Romios" 2

(Rum) sözcüğüyle tanımlamıştır.

OsmanlIlarda ise “Rum ” kavramı belli bir etnik grubu ni­telemekten çok İmparatorluğun Hıristiyan Ortodoks unsurla­rını anlatma için kullanılırdı. OsmanlIlarda Rum Milleti kav­ramı; Rum, Sırp, Romen, Bulgar, Ulah, Ortodoks Arnavut ve Örtodoks Araplan kapsamaktaydı.3

IT.Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı Devleti topraklannda ve ülke dışında sürdürülen uzun ve kararlı bir muhalefet hareketi sonucunda sağlanmıştır. Şüphesiz bu muhalefet hareketinin belirleyici ve baskın aktörü İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Cemiyet, bu uzun ve zorlu mücadelede milliyetçi gayrimüs­lim unsurlarla da ortak çalışma içerisine girmiştir. Özellikle Sırp VMORO ve Ermeni DAŞNAKSUTYUN örgütleri ile neredeyse kader birliği yapmış, yeni örgütlenme ve eylem planlarında söz konusu örgütleri örnek almış onlardan önemli yardımlar almıştır. Bunun sonucunu bu örgütlerin isteği ile seçilen mebusların dağılımında görmek mümkündür. Sul- tan’ın doğrudan kontrolü altında bulunan devlet mekanizması ve istihbarat teşkilatının gerek Ermeni Komitelerinin ve ge­rekse ayrılıkçı Rum unsurların rahat çalışabilmeleri için uy­gun ortam sağlamadığı bilinen bir gerçektir. Bu nedenden dolayı Müslim-Gayrimüslim unsurlar arasında sağlanan bu işbirliği zorunluluk arz etmekteydi.

Başta mutlak bir otorite ile yönetimi elinde bulunduran Sultan Abdülhamit’in tahttan uzaklaştırılması, bu minvalde de en azından yetkilerinin sınırlandırılması, birbirinden çok uzak konumda bulunan muhalif gruplan bir araya getiren ortak gaye idi. Bu birlikteliği, Ermeni temsilcilerin Jön Türklerin 1902 ve 1907 yılında düzenledikleri kongrelerine katılmalan ile düşünceden eyleme geçmiş olarak görmekteyiz. Burada davetin Türk tarafindan geldiğini kabul etmek gerekir

Yahudi cemaati, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile muhalefet hareketinin ilk evrelerinden itibaren işbirliği halinde idi. Bun­da hareketin Selanik merkezli olmasının payı da göz ardı


345 ____ İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR     edilmemelidir. Diğer taraftan İttihat ve Terakki yönetim kad­rosu da oluşturmak istediği yerli burjuvazinin bir öğesi olarak, Hıristiyanların ekonomik egemenliğine karşı Yahudileri doğal müttefik olarak gördü. Sonuç olarak Yahudiler de Selanik’ten Bağdat’a İttihatçıları ve politikalarını destekledi.

Buna rağmen İttihat ve Terakki Cemiyeti gayrimüslim Cemaatlere karşı farklı politikalar ve yaklaşımlar içindeydi. 1-İttihat Terakki Cemiyeti Ve Gayrimüslim Cemaatler

1908 Devrimi gerçekleştikten sonra Enver Bey’in söyle­dikleri aslında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gayrimüslim politikasını açıklar nitelikteydi: ‘‘Bundan böyle Bulgar, Yu­nan, Eflak, Yahudi, Müslüman yoktur. Hepimiz kardeşiz, eşitiz ve Osmanlı olmaktan gururluyuz!,A Bu niyet gerçek miydi? Yoksa o günlerin coşkusuyla mı söylenmişti? Bunu zaman gösterecekti.

Aslında İttihat ve Tcrakki’yi bu ittifaka sokan tek etken vardı; Sultan Abdülhamit. Gayrimüslim unsurlarla İttihat ve Terakki Cemiyeti arasındaki ilişkiler Abdülhamit yönetimine karşı doğal bir ittifak olarak görülmüş ve şekillenmiştir. Farklı sebeplerle de olsa ‘‘istibdat idaresi” olarak niteledikleri yöne­tim karşısında yürütülen muhalefetin güç birliği içinde sürdü­rülmesi, tarafların hedeflerini elde etmeleri açısından önemli bir taktik hareket olarak değerlendirilebilir. Çünkü bütün ta­rafların açıklamadıkları bir B planı vardı. Bunu bazen açık ediyorlardı. Dr.Bahaeddin Şakir 3 Şubat 1907 tarihinde cemi­yetin İzmir Şubesi’ne gönderdiği mektupta şöyle yazıyordu: ‘‘Ermeni, Rum vesair gibi memleketlerimizi parçalayarak bizden ayrılmak fikrini taşıyan bir kısım vatandaşlarımız, saltanat değişikliğinden istifade ederek yabancı müdahalesini davet maksadına şimdiden hazırlanmakta olduklarını tahkik ve vatanımızın ve milli bağımsızlığımızın bugün ve gelecekte maruz olduğu tehlikeleri takdir ederek birfirka-i cemiyet tesi­si ve iınion part de la force’ kaidesini rehber ederek bu

fedakarane teşkilatı cemiyetimizle birleştirmek arzusunda bulunduğunuzu bildiriyorsunuz... Biz Avrupa'dayız ve her şeyi sizden daha iyi görüyoruz... Avrupalılann vatanımızı taksim ve mahv için ne dolaplar çevirdiklerini yakından görü­yoruz... Vatanımız, milli bağımsızlığımız katiyen tehlike altın­dadır. Ve bu tehlike pek yakındır. ”5

Ancak, Sultan’a karşı yürütülen bu geçici ittifak, kalıcı bir beraberliğe yukandaki güvensizlikten dolayı dönüşememiştir. Başlangıçta olmasa bile, gelişen olayların etkisiyle durumu fark etmeye başlayan İttihatçılar, ülkenin toprak bütünlüğünü sağlama adına en son ana kadar gayrimüslim unsurların sa­mimiyetine inanmak istekliliğini sürdürmüşlerdir. Zira bu gruplarla ortaya çıkabilecek sert bir çatışma, Makedonya ve ‘‘Vilayat-ı Sitte ”nin geleceği ile doğrudan ilgilidir.

Ermenilerden ve Rumlardan farklı bir politika izledikleri hemen her aşamada gözlenen Musevi cemaati açısından ise durum farklıdır. Özellikle Selanik Musevileri göz önüne alı­narak bir değerlendirme yapıldığında, Cemiyet ile tam bir birliktelik olduğu görülür. Hatta bu benimseme ve sahip çık­ma tabana da yayılmıştır. Öyle ki; 31 Mart hadisesinde Ça­nakkale, Keşan, Edime ve Selanik’ten toplanan 700 Musevi gönüllü, Hareket Ordusu’na katılmıştır. Bu insanlardan bir kısmı İstanbul’da isyancılarla çıkan çatışmalarda hayatını kaybetmiş ve bugün Abide-i Hürriyet olarak bilinen anıtın bulunduğu Şişli’deki yere defiıedilmişlerdir.6 Bu ilişki çok önemlidir. Özellikle Ermeni tehciri ve Rumlann Anadolu’dan atılmasında Musevi etkisi ele alınmamıştır. Nedense bu alan­da pek çalışma yapılmamakta ya da yapılamamaktadır. An­cak her iki olayda da Musevilerin daha avantaj h konuma gel­diklerine dair göstergeler vardır. Museviler özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin egemen olduğu 1908-1918 yıllan arası ile izleyen dönemde devletin yanında yer almışlar (bazı olay­larda danışmanlık yapmış ya da teşvik edici olduklan sanılı­yor) ve bu tutumlarını Cumhuriyct’e uzanan süreçte devam

ettirmişlerdir. Açıkçası Museviler, Türk unsurunun geleceği ile kendi geleceklerini sıkı sıkıya bağlantılı görmüş, bu değer­lendirmenin sonucunda oluşturulan çizgiyi kararlılıkla sür­dürmüş; karşılığını da Cumhuriyet döneminde bir ölçüde görmüşlerdir. Küçük bir örnek verecek olursak; Mustafa Ke­mal Paşa, kendisine Musevilerle ilgili olarak sorulan bir soru­ya şu cevabı verecektir: “Unsuru hâkim olan Türklerle tevhidi mukadderat etmiş sadık bâzı unsurlarımız vardır ki, bilhassa Museviler, bu millete ve bu vatana sadakatlerini isbat ettikle­rinden, şimdiye kadar müreffehen imrarı hayat etmişler ve bundan böyle refah ve saadet içinde yaşayacaklar.7 Bu ara­da hatırlatmak gerekir ki İttihat ve Terakki Bir Musevi kenti olan Selanik’te kurulup gelişti. Bu bağlantı örgütlenme şek­linden diğer tüm hareketlere sirayet etti, ancak her zaman gizliliğini korudu. Sonuç olarak Yahudiler de Selanik’ten Bağdat’a İttihatçıları ve politikalarını destekledi.

Ancak İttihatçılar, samimiyetle bağlandıklan “ittihad-ı anâsır" fikrinin inancıyla gayrimüslim Osmanlılann birlikte­lik iradesini güçlendirebilecekleri umudunu taşıyorlardı ve ülkenin parçalanmasının önüne ancak böylece geçebilecekle­rini tasarlıyorlardı denilebilir. Gerçekte, 1907’deki kongresine katılan gruplar Abdülhamit’e düşman olduklan kadar, birbir­lerine yakın değildiler, “Terakki ve İttihat Cemiyeti, Türk olmak ve Türk vatanına gönülden bir muhabbetle bağlı bu­lunmak itibariyle... Türkiye’den ayrılmak isteyen gayrimüs­lim gruplara düşmandı. Aynı zamanda gayrimüslim teşekkül­lerin tarafını iltizam eden Sabahaddin Bey fırkasını da hiç sevmiyordu. Diğer taraftan Sabahaddin Bey firkasiyle gayri­müslim gruplar da Terakki ve İttihat Cemiyeti’ni, Osmanlı Devleti ’nin tamamiyet-i mülkiyesini her şeyden evvel ileriye sürdüğünden dolayı, hakikat-ı halde hiç istemiyorlardı. '^

İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde gayrimüslimlerin temsilini artırmanın Osmanlı devletine entegre olmaya niyeti olmayan grupları ne şekilde etkileyeceği noktasında 1902

yılına kadar cemiyet yöneticilerinde iyimser kanaatler ege­mendi. Hürriyetlerin ve siyasal hakların artışıyla gayrimüslim grupların sistemle bütünleşecekleri ve Osmanlılık düşüncesi­nin hayat bulacağı düşünülüyordu.9

Oysa İmparatorluğu oluşturan unsurlar arasında milliyetçi­lik dalgaları hızla yayılıyordu. Bu akım o denli güçlüydü ki, meşrutiyet döneminde gelişen olayların zorlamasıyla, hâkim unsur olan Türkleri de etkisi altına aldı. Nitekim Bemard Lewis bu gelişmeye işaret ederek şunları söyler: “... hâkim ulus Türklerin bile sonunda milliyetçi virüse yakalanması ile çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluğun hükümdar hane­danına ortak bir bağlılık içinde yaşayacak hür, eşit ve barışçıl bir uluslar birliği şeklindeki ‘Osmanlıcı’ rüya da ebediyen sona erdi. ”l()

Rumların kendilerini Osmanlı görmediklerini ortaya ko­yan birçok örnekten söz edilebilir. Bunlann başında Yunanis­tan’ın varlığı geliyordu. Yunanistan’ın 1830 yılında bilimsiz bir devlet kurması bir takım önemli sonuçlar doğurdu. O güne dek Osmanlı yönetimince bir cemaat olarak algılanan Rumlar, birdenbire yabancı bir devletin, Yunan devletinin uzantısı gibi algılanmaya başladı. Benzer şekilde Rum cemaati de devlete karşı yabancılaşmaya başladı. Fenerlilerin ve genel olarak Rumların devlet görevleri üstlenmeleri kısıtlandı."

2-1908 Öncesi İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Rum İliş­kileri

Makedonya’daki Rumlar 1908 öncesi İttihatçılara temkinli yaklaşıyordu Bunda Yunan Hükümeti’nin ve Fener Patrikha- nesi’nin etkisi de vardı. İttihatçılarla yapılacak bir işbirliğinin Rum toplumuna yara getirmeyeceği düşünülüyordu. Serez Yunan konsolosuna göre Jön Türklerin Anayasal yönetim altındaki eşitlik önerisi, Rum unsurunu tatmin etmeye yet- 12 mezdı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ise özellikle Makedonya’daki Rumların kendileriyle ortak hareket etmeyerek Yunan ulusal çıkarlarını savunmak konusundaki politikalarından rahatsızlık duyuyordu. Nitekim ikinci Jön Tüık. Kongresi’ni değerlendi­ren İTC’ ye ait bir raporda Rum ve Bulgarların kendi hükü­metlerine tabi olduklan ve Osmanlı Rum ve Bulgarlannı dü­şünmeyerek bu hükümetlerden aldıklan yönergelere uydukla- n dile getiriliyordu.13

Bu soğukluk ya da temkinli yaklaşım 1908 sonrasının iliş­kilerini belirledi. İttihatçılar devrim sürecinde Rumların yeteri kadar destek vermediğini düşünüyorlardı. 4 Şubat 1909 tarihli Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit Bunu açıkça belirtmiştir.

3-1908 Sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Rumlar

24 Temmuz’da Meşrutiyetin yeniden ilanı İTC yöneticileri dahil herkesi aslında şaşırtmıştır. Çünkü kimse bu kadar kolay olacağını beklemiyordu. Bu yüzden Rum vatandaşlar ortak bir tavır sergileyememiş herkes kendi konumuna göre bir konum almış. Bir kısmı Yunanistan devleti lehine Osmanh İmparatorluğu’ndan toprak alma şeklinde tavır alilken, Fenerli denilen ve Osmanh üst düzey elitlerine yakın olanlar ise Os­manlI İmparatorluğu’nun güçlenmesi gerektiğini savunuyor­lardı. “Hellenottomanizm ” olarak formüle edilen bu yaklaşım İon Dragoumis ve A. Solutiois’in kurmuş oldukları İstanbul Örgütü’nün payı olmuştur.14

Buna rağmen Rumlar ikili yapılarını koruyor ittihatçılar da bu durumu yakından izleyerek gazetelerinde rahatsızlıklarını yazıyorlardı.15

4-1908 Seçimlerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Rumlar

İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Rumlar arasındaki ilk ger­ginlik 1908’de yapılan seçimler nedeniyle yaşandı. Rumlar kısaca eski etnik ve dini ayrıcalıklarının korunmasını istiyor­du. İttihatçılar ise Kanun-i Esasi’nin tüm unsurlara eşit haklar

verdiğini ve ayncalık tanınmayacağını ileri sürüyorlardı. Rumların temsilcisi sayılan Patrikhane ile gerilimi azaltmak için görüşmeler başladı. Ama her iki tarafın gazetelerinde acımasız eleştiri yazıları yazılıyordu. Bu gerilimden yararla­nan Ahrar Fıkrası Patrikhaneye bir heyet gönderdi. Bu durum İttihatçılar tarafindan alay konusu edildi.16

Rumlar gidişat aleyhlerine dönünce 21 Kasım 1908 tari­hinde İstanbul’da seçimlerin feshedilmesi ve koşulların düzel­tilmesi için büyük bir protesto gösterisi düzenlediler. İttihatçı­lar tepki gösterdiler gazetelerinde ağır yazılar yazıldı. Bu geri­lim önce İzmir’e sonra Anadolu’ya taşındı.

Sonunda seçimler oldu ve Rumlar 22 mebus ile Mecliste yer buldu. Bu Mebusların İttihatçılarla uzlaşacağını kimse beklemiyordu. Sürekli Rum Mebuslar ile İttihatçı çekişmesi 31 Mart olayı ile biraz durulsa da 1912 seçimlerine gelindi ve seçim sistemi ve hoşnutsuzluk artarak devam etti. Bu sefer Rumlar Meclise 15 Mebus sokabildi. 1910 yılında çıkan Kili­se ve Mektepler Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile Rum ke­simi artık İttihat yönetimini tam olarak hasım görüyor ve İtti­hatçı karşıtı her oluşuma sıcak bakıyordu. Çünkü okullarda Türkçe okutulmasını Rumlar “Türkleştirme" olarak görüyor­lardı. Bu sefer tartışmaya Patrikhane’de katılarak İTC’nin kendilerine verdikleri sözleri tutmadıklarını ileri sürdü.17 1914 seçimlerinde Patrikhane artık Rum toplumu adına pazarlıklara başladı ve İTC ile kıyasıya pazarlıklara oturdu ancak sonuçta 16 mebus seçtirebildi.

Balkan Savaşı tüm dengelerin bozulmasına yol açtı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Savaş sonunda önemli oranda Rum nüfusunun yaşadığı Osmanlı şehirleri, Yunanis­tan’ın eline geçti. Böylece İmparatorluktaki Rum nüfusunda önemli bir azalma oldu. Daha önce bu sayı 3 Milyon idi. Halk tarafindan Rumlara karşı bir tepki oluştu ve Rumlara yönelik kapsamlı boykotlar düzenlendi. Balkan Savaşlan sırasında

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR

Yunanistan’ın ege adalarını ele geçirmesi ve bu durumun büyük devlet tarafindan kabul görmesi, ülke yönetimini elinde bulunduran ittihatçılan tedirgin etti. Çünkü Yunanistan, bu adaları kullanarak Batı Anadolu’yu ele geçirme girişimlerinde bulunabilirdi. Yunanistan’la, adalar sorunu nedeniyle yaşanan gerginliğin yanı sıra Yunanistan’da kalan Müslüman azınlığa yönelik yapılan baskılar, Osmanlı Devleti ile Yunanistan ara­sında ilişkilerin gerginleştirmesine neden oldu. Bu şartlar al­tında ittihatçılar, Trakya ve Boğazlar bölgesi ile Batı Anado­lu’daki Rumlan “Göç Ettirme ” politikası izlediler.18

5-Gerilimden Mübadeleye

Bu yeni gerilim yeni bir çözümü gündeme getirmişti. Bu çözüm “Mübadele” idi. İttihatçıların Mübadele düşüncesini benimsemeleri, Meşrutiyetin başından beri Rumlara yönelik uyguladıkları politikaların başarısızlığa uğradığını kabul ettik­leri anlamına gelir.19 İttihatçılar bu planlannı uygulayamadan tasfiye oldular ve Rumlardan önce ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Ama mübadele düşüncesi sıcaklığını korudu.

O dönemde dünyayı şekillendiren Britanya İmparatorlu­ğu’nun Balkanların geleceği ile ilgili planlan vardı. Haziran 1915 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı, bir açıklama yaptı. Buna göre “İtilaf devletleri, savaş bittiğinde Balkanların çok daha kapsamlı bir biçimde ulus temelinde yeniden düzenlen­mesini istemektedir.” 1923 Türk-Yunan mübadelesiyle Yu­nanistan’daki Müslümanlar Türkiye’ye gönderilir. Anadolulu Ortodokslarda Yunanistan’a döner. Bu yöntemle 1 milyonda fazla Rum, Yunanistan’a ve 380 bin Müslüman da Türki­ye’ye gönderilmiştir. Makedonya’da artık % 90 Grek bölgesi olur.20

Bu da gösteriyor ki karar resmi tarih yazıcılığının yazdığı gibi Venizelos ve Atatürk’e ait değil savaşın galibi itilaf dev­letlerine ve İngiltere’ye aittir.


Buna en çok itiraz eden Balkan halklan olmuştur. Ancak seslerini bir türlü duyuramamışlardır.

Balkan toplumları sınıfsal ve etnik aynmlan hayatın ola­ğan bir parçası olarak göz ardı edebiliyordu, dolayısıyla milli­yetçilerin bu halklan birbirinden ayırabilmesi için aşın güç kullanmalan gerekmişti.


SONUÇ YA DA İTTİHATÇI MİRAS


"Tarihte ilk kez dram olan bir olay, bir kez daha tekrarla­nırsa komedi olur. ’’

KARLMARX

SONUÇ YA DA İTTİHATÇI MİRAS

İttihat ve Terakki’nin oluşum ve tasfiye sürecini incelerken Türkiye’de siyasi düşünce sürecini de irdelemek zorunda kaldık. OsmanlInın yüzyıllar boyunca savaş halinde bulundu­ğu dünyadaki siyasi ve toplumsal gelişmelere kayıtsız kala- maması kendi ekonomik ve siyasal yapısının tıkanmasının bir sonucudur. Önce yöneticileri sonra asker sivil aydınları ve muhalifleri tarafindan ele alınarak uygulanma koşullan ve alanlan araştınlmıştır. Bu etkileniş birtakım nedenlerden eksik olmuştur. Bu eksiklik iki yönlüdür. Birincisi dünya ile savaş halinin devam etmesi sonucu siyasi ve toplumsal düşünceler büyük sarsıntılar içinde gelişmiştir. İkincisi günlük siyasi ey­leme bağlı ve derin olmaktan uzak bir seyir izlemiştir. Hilmi Ziya Ülken bu süreci şöyle açıklıyor

Mesela Fransız İhtilali’nin dünyaya yaydığı fikirler Tüıki- ye’ye de girerken, bu hareketin arkasındaki büyük düşünürle­rin bütün eserleriyle tanınması ve tartışılması gerekirken, on­lardan hemen hiçbir şey çevrilmemiş ve Türk düşünürleri yakın yıllara kadar gazete ve haftalık dergi sayfalannda günlük som­lara cevap vermeye çırpınan dar bir çerçeveye sıkışıp kalmış­lardır. Bu açıdan bakınca Tanzimat ve Meşrutiyetin olduğu kadar Cumhuriyetin fikir tarihinin de yüzeysel olduğunu be­lirtmek gerekecektir.1 Bunun bir diğer yönü de fakirleşme içinde politika yapma zorunluluğudur. 1826’dan 1923’e kadar son yüzyıllık Osmanlı tarihi temelde hazine talanından ya da egemenlik alanlanndan alınan vergi tahsilâtından başka bir üretim sistemi bulunmadığı için sürekli bir fakirleşme tarihi­dir.2 Talan ekonomisinin merkezinde yer alan ordu, Batılılaş­ma yolunda adım atmanın ilk hedefi oldu. Bu daha sonra ordunun işlevi ve belirleyiciliği (Ordunun benzer toplumlar-

daki konumu ve işlevi ayn ve geniş bir çalışma konusu olabi­lecek boyuttadır) açısından önemlidir. Aydın kesimin ordu kökenli olması ya da orduya yakın olması bunun bir sonucu­dur. Çünkü Batılılaşma ile ilgili ilk adım Batı tipi bir ordu kurmak olmuş ve orduya seçilenlerin halk tabakaları içinden seçilmesinin n.Mahmut devrinden beri gelenek olması4 her kesim ve kültürden insanın orduya katılımını sağlamıştır. Bu farklı fikir ve yaklaşımların zenginliğini doğurmuştur.

Bir sınıf ya da kast sisteminin olmaması sonucu ilk hare­ketler daha çok "Jakoben ” yöntemleri benimsediler. Bu da bulunduklan toplumda; yapı itibariyle sivil toplum örgütü veya yeterince örgütlenme olmadığından kaynaklanıyordu.5 Bunun yanında Osmanh İmparatorluğu’nun siyasi ve toplum­sal yapısı sivil toplum oluşumuna ve örgütlenmeye olanak tanımadığından, Batı kökenli olan “Jakobenizmi” sadece benimsemek ya da dar ve politik bir Literatür bilgisiyle rakip­lerini suçlamak için kullanmayı daha çok uygun görüp, tercih ettiler. Gerek tarih incelemelerinde gerekse günümüz politik söyleminde ‘‘Jakoben Laiklik" ten, ‘‘Jakoben Cumhuriyet­ten" ya da “Kemalist Jakobenizm" den (hatta “Jakoben CHP” den ya da "Jakoben entelijensiyadan”) söz ediliyor.6 Bu da şunu göstermek istiyor ki bütün yetersizliğine ve koşulların uygun olmamasına rağmen Batı düşüncesinin başlıca özellik­lerini tanımış ve toplum bunalımlan karşısındaki sorumlu kişiler bunun bilincinde hareket etmişlerdir. Fildişi kulelerine çekilmemişlerdir. Ellerindeki bütün imkânlan kullanarak eği­timin yayıldığı yerlere kadar yeni fikirleri yaymaya tanıtmaya ve yeni toplumsal hareketlere önderlik etmeye çalışmışlardır.7 Bu örgütlenmeler içinde en uzun ömürlü ve en etkili olan İttihat ve Terakki Cemiyeti olmuştur. Dolayısıyla toplumsal deği­şimleri ve fikir çatışmalarını kendi içinde yoğun bir şekilde yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu sürekli kan kaybederken Jön Türkler İmparatorluğun dağılmasını engellemek amacıyla çözüm yollan ararken Yusuf Akçura "Üç tarz-ı Siyaset" adlı

makaleleriyle Türk siyasal düşüncesine yeni bir boyut katmış ve gelişen olaylar karşısında Tüık milliyetçiliği, İslamcılık, Osmanlıcılık vb. düşünce akımlan karşısında ivme kazanıp yükselişe geçmiştir. Daha sonra diğer akımlar etkinliğini kay­bedince ortalıkta kalan iki akım Türkçü ve İslamcı akımlar İttihat ve Terakki içinde iktidan etkileme savaşına girişmiştir. Ama Türk Milliyetçiliği sistematik karakterini Ziya Gökalp ile birlikte kazandı. Mart 1913’ten itibaren Türk Yurdu'nda yayınlamaya başladığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasır­laşmak” adlı yazı dizisi ile Türkçülük sistematikleşip İttihat ve Terakki’nin himayesine giriyor. Ülken’e göre İttihat ve Terakki Partisi Ziya Gökalp’in bu partiyi yönlendirdiği andan itibaren milliyetçi bir burjuva partisi olmuştu.8 Ama burjuva­ziyi oluşturacak ekonomik yapıda olmayan Osmanlı da tüm oluşumlar gibi yukandan bir etkiyle bu niteliği kazanmaya çalışmıştır. Özellikle 1916 kongresinde alınan kararlarla ulus niteliğine haiz karalar almaya çalışmıştır. (Milli amaçlı bir takım kurumlann oluşturulması için kanun çıkarması vs.) Zafer Toprak Üİken’den şöyle aktarıyor: “Gökalp'ten önce İttihat ve Terakki ’nin ideali istihdâdı yıkıp Meşrutiyeti ilan edip sonuca ulaşmaktı. Ancak çok dinli ve çok etnikli impara­torlukta sonuç düş kırıklığıydı. Çünkü ortak bir ideal oluştu- ramadı. İttihat ve Terakki önce Cavid Beyin etkisiyle libera­lizmden ilham almış, birinci Dünya savaşı yıllarında Gö­kalp ’in sosyolojizminden ve Türkçülükten esinlenerek devletçi burjuvazi sistemini benimsemişti”?

İttihatçılar 1914-1918 arasında kapitalizm ve otokrasiyi bir arada deneyebileceklerini Almanlardan öğrenip uygulamış­lardı.10 Burada en çok tartışılacak konulardan biri de Ermeni Tehciri’nde Alman etkisinin açığa çıkanlmasıdır. Son yıllarda Alman Hükümet kaynaklanna dayalı önemli çalışmalar ya­pıldı ama daha fazla araştırma gerekmektedir. Bu uygulama birçok şey gibi daha sonra kurulacak Kemalist rejime örnek temsil edecekti. Laiklik, Resmi Dilin Tüıkçe olması, Kadın

Haklan, Miladi Takvim, Batı Kökenli Ölçü ve Ayarlar vs.11 İttihat ve Terakki’nin 1916’da yapılan kongrede alınan karar- landır. Qaha sonra Kemalist rejim tarafindan da aynı yönden kararlar alınıp uygulanacaktır.

Bütün bunlara rağmen İttihatçılar ile Kemalistler arasında çok sert sürtüşmeler olmuş, her iki tarafta rakibi devre dışı bırakmak için her yolu denemişlerdir. Bu sürtüşme ittihatçıla­rın tasfiyesi ve Kemalizmin iktidanyla sonuçlansa da İttihatçı ruh hiçbir zaman tamamen silinmemiştir.

İttihat ve Terakki’nin Türkçülüğü benimsemesinin teme­linde başlangıçta Osmanlının dağılmasını önlemek gibi bir amacı vardı ama dağılma sürecini hızlandırdı. Bunun yanında “Türkçü” politika işgal altındaki Anadolu’nun örgütlenip ayaklanmasına ve yeni bir devletin kurulmasına yol açtı.

İttihatçılar Türkçü politika güttükleri halde İslam’ı hep ye­deklerinde tuttular. Özellikle LDünya Savaşı ve Kurtuluş Sa­vaşı’nda İslam motifini çokça işlediler. Türk unsurunun ya­nında “İslam elden gidiyor” propagandasının yanında milli öğeleri de kullandı. Böylece Türk olmayan unsurları “Kürtle- ri" sadece İslam’ı kurtarmaya davet ederken, etnik yapılarına yönelik bir propagandaya ihtiyaç duymuyordu.12 Bunun ya­nında Kurtuluş Savaşı’nın kanun dışı ilan edilmesiyle ilgili olarak Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın verdiği fetvayı protesto edip, Mustafa Kemal’in isteğiyle Ankara’ya geçen Said Nursi, milli mücadelenin manevi ve İslami kanadındaki eksiğini gideriyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan Cumhuriyet uzun süre İslam’ı devre dışı bırakmasına rağmen (Siyasal İslam’ın faaliyetlerini yasaklayarak) ittihatçılardan geri kalmayacak kadar İslam’ı toplumsal düzenleme için kul­lanmıştır. Gerek Diyanet İşleri gibi bir teşkilat kurulması14 gerekse dinin kullanımı ile ilgili düzenlemelerin yapılması ve okullara ders olarak konulması Kemalistlerin dine yaklaşımı­nın ittihatçılardan çok farklı olmadığını gösteriyor. 1930’lann

İslam’ı bir kenara bırakan Tarih Tezi 1970Ter ve 1980 sonra­sında alanına İslam’ı da katarak Tüık-İslam sentezine dönüş­tü. Bu öncellikle ders kitaplarının15 daha sonra yönetimin bir parçası oldu. Başka yerlerde olduğu gibi burada da kökten dinci sapmalan önlemek için işbaşına gelen 1980 darbesinden sonra din üzerindeki devlet denetiminin artması kendine özgü ideolojisini de beraberinde getirdi: Türk-îslam sentezi. Bu, her şeyden önce Pan-Türkçü sağ ile dinci sağ arasında bir sentezi hedefliyordu. Ama bunun yanı sıra hızla değişen çevreye ayak uydurmaya dikkat ederek Cumhuriyetin üzerinde kurul­duğu, ideolojik birikimin tümünü bir araya getirmek de gerek­liydi. Örneğin Şanlı Orta-Asya Kökleri efsanesi korundu Ama bu Hititlerden ata bulmak yerine İslam’ı kötüye kullanan yozlaşmış halifelik kurumunu bir kenara bırakarak onun yeri­ne fetihlere götüren üstün ve uygar Türk’ü koymak, böylece İslam’ı yozlaştıran Türk’ün yerine (Arap Tezi) İslam’ı kurta­ran Türk imgesini koymaktı.16 Zaten Jön Türklerin ve İttihat­çıların da amacı buydu. Bunun için Batılılaşma sürecinden ziyade Türk-İslam sentezinin asıl yol gösterici olacağı kültürel ve ahlaki konularda ayırım yapmaktı.

Türk-İslam sentezinin günümüz siyasal arenasında kabul görmesi ve parti programlarında yer almasına rağmen dok­sanlı yıllara gelince ideologlar eski güçlerini kaybetmek üze­reyken çevre gelişmeleri düşüşü önledi. Bu teze dayanarak geliştirilen ve 2000’lerden sora uygulamaya konulan yeni Osmanlıcılık tezi Türk yönetiminin iç ve dış politikasına yön vermiştir. Bunun en uç örneğini 2013-2016 döneminde Türk dış politikasında Ahmet Davutoğlu ile birlikte görüyoruz. Ahmet Davutoğlu efsanesi Strate/ik Derinlik kitabıyla, “Komşularla Sıftr Sorun" politikası ile yankılanıyordu. An­cak önce bütün komşularla ilişkiler bozuldu, sonra üç saat içinde Emevi camiinde namaz kılma gibi Neo-Osmanlı bir zihniyete büründü. Sonuç olarak; Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’daki Türkiye imajı dönemlik hayaller neticesinde kan

kaybetti. Uzak Asya’dan Amerika’ya uluslararası krizler için­de boğuşan Türkiye, uluslararası güvensizlik ve gerilimlerin neticesinde,siyasi gerilimlerin yanında ekonomik ilişkilerde de daralmayı beraber yaşamaktadır. Tamamen durumu yanlış okuma ve kendini fazla önemseme ile ilgilidir. Yugoslav­ya’nın parçalanması, SSCB’nin dağılması; Kafkasya’da ya­şanan kargaşa, Körfez Savaşı gibi alt üst oluşlardan sonra kendini bölgesel bir güç olarak kabul ettinne isteğinin ideolo­jik temellerini atmayı başardılar. Ya da öyle olduklarına inanmak istediler. Kaldı ki Türkiye’nin projeleri için Batılı güçlerden maddi destek beslediği ölçüde kesinkes Batı yanlısı olması gereken bir konjonktürde bulunması nedeniyle Tüık- İslam sentezcilerinin uğradığı güç kaybı geçici de olabilir. Her durumda Kemalist dönemin ürkek içe kapalılığı ve reddi mi­ras tavrına karşı çıkan Osmanlı dönemini yeniden değerlen­dirme tavn, Türk kamuoyunun Balkanlardaki Müslüman azınlıklara ilgisini artırdığı gibi, Pantürkizmin günün havasına uydurulması ve SSCB’nin dağılması, Kafkasya’daki kardeş­lere coşkuyla yaklaşılmasına yol açtı. Sonuç olarak Tüık- İslam sentezi halkın gözünde Bosnalılar ve Amavutlar (Bos- na-Hersek ve Kosova olaylan) bir zamanlar Osmanlı ve halen Müslüman olduklanna göre, Türk olup olmamalan fazla bir önem taşımadığı, Çeçen, Abaza, Kabarday, Balkar ve öbür Kafkas halklarından hangilerinin Türk olduğuna çok da aldırış etmemek gerektiği, Gagavuzlann ise Türk olduklan sürece Ortodoks olup olmamalannın fark etmediği, Filistinliler ya da Ace’li Müslümanların uzakta olması önemli değil. Kısacası; Osmanh İmparatorluğu’nun varisi Türkiye'nin çevresiyle ilgi­lenme için yepyeni nedenlerinin bulunduğu anlamına geliyor­du. İttihatçı gelenek (ki ittihatçı düşmanlan tarafindan rahat­lıkla uygulanabilen bir argümandır) sahiplenmek ve hâkim olmak için Türk ya da Müslüman olmayı yeter sebep olarak kabul ederek yaşamaya devam ediyor. Sonuçta İttihatçı gele­nek Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük iddialarını zaman

vc duruma göre ileri sürüp geri çekmiştir. Birini ileri sürerken diğerini tamamen terk etmemiş yedekte tutmuştur. Bunun için çok derin tahliller yapmaya gerek yok. İslamcı-Osmanlıcı ideolojinin ilk teorisyenlerinden Namık Kemal’e göre İslami­yet bütün etnik vc dilsel farklılıkları önemsiz hale getirerek siyasal birliği ve bütünleşmeyi sağlayabilir. Bu durumda Müs- lümanlar arasında Lazlık, Kürtlük, Arnavutluk, Araplık gibi ayrımlar dolayısıyla söz konusu etnik gruplann dilleri siyasal bir ayrım nedeni olamaz. Çünkü İslamiyet; vahdeti, yani Müs- lümanlar arasında siyasal birliği emretmektedir.17 İslam’ı çatı yapınca iletişim dili nc olacak? Namık Kemal buna da çözüm bulmuş; “Vâkıa Rumlara, Bulgarlara bizim lisanı Ta'mim etmek kabil değildir, fakat Arnavutlara Lazlara (Kürtlere, Araplara vs) yani Müslimlere ta’mim etmek pek kabildir. Oralarda münasip yolda (bu yol iktidarın tercihine, gücüne ve kararlığına bırakılmıştır) idare olunur mektepler yapılır ve hatta bizim o nâkıs Maarif Nizamnamesi ’nin hükmü icra olur ise, yirmi sene sonra Lazca Arnavutça büsbütün unutulur”.™ Namık Kemal’in yukarıdaki görüşlerini Siyasi görüş, Makale, Nutuk, Bilimsel Çalışma vb olarak İttihatçı yöneticilerden, İttihatçı fikir adamlarından, Atatürk’ten günümüze tüm politi­kacı ve bilim adamlarında, gazetecilerden defalarca duymuş ve okumuşuzdur.

Bu sistematik istek ya da düşünce kanun halini 1924 ana­yasasında almıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası elit iktidar, Türkçülük temelli ırk dayatması ile Türkiye’de etnik kimlikle­re yönelik ayrımcılığı beslemiş, oluşturmuş ve bu durum hak ihlallerine kaynaklık etmiştir.

Milli-Üniter devlet kimliği; tek tipleştirici, farklılıkları yok sayan ve hatta zor kullanarak değiştirme ile Türkleştirme poli­tikasını esas almıştır. Osmanlı dönemindeki ümmetin birliği yerine, bir ırkın esas alındığı, ırk temelli ulus devlet inşa edil-

meye çalışılmıştır. Artık, Kürtler, Lazlar, Araplar, Çerkezler ve diğerleri yok sayılacaktır. Bu kimlik dayatması, niteliği itibariyle zulümle devam edegelmiştir.

1924 Anayasasının 88.maddesinde ‘‘Türkiye ahalisine din ve ırk farla olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olu­nur. Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür... ” denilerek sistem yasal dayanağa kavuşturulmuştur.

Sadece Türk olmak yetmiyor. Diyanet tşleri Başkanlı­ğı’nın tanımladığı gibi Müslüman olman gerekiyor. Farklı bir mezhep ve yapıdaki Müslümanlık kabul edilmiyor. Yani Türk ve Sünni olursan Cumhurbaşkanı bile olursun ama Ale­vi, Kürt, Laz, Arap, Çerkez olduğunu ileri sürersen hiçbir şey olmadığın gibi bölücü ve bozguncu olarak kovuşturmaya uğrarsın.

Bir başka konu din üzerindeki baskıyı bahane ederek her türlü, kanunsuz, ahlaksız ve adaletsiz işini gerçekleştirmek için başvurulan bir yöntem olarak, takiyenin ulaştığı boyutlardır. Yolsuzluk yapanda, siyaset yoluyla iktidan hedefleyen de yala­nı ya da yolsuzluğu açığa çıkınca takiye yaptım diyerek taraftar toplamaya ya da yaptığına meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Peki neden bu kadar kullanışlıdır bu takiye? Aslında tanımı çok net Müslümanlara hayati tehlike altında kullanılması tav­siye edilmiştir. Yoksa ticaret, siyaset vb. yerlerde değil.

Kelime anlamı "örten, koruyan ” olan "takiye", Kur’an’da- ki Nahl suresinin lOö.ayetine dayanarak, Müslüman’ın zorla­yıcı nedenlerle inancını inkar edebilmesi veya gizleyebilmesi anlamına gelir.

Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.

Kur’an, Nahl Suresi19 tüm İslam alimleri bu ayetin Ammar bin Yasir’in başından geçen şu olayla ilgili indiği konusunda

görüş birliğindedir.

“Müşrikler bir gün Ammar bin Yasir’i yakalayıp, onu put­ları ilah olarak kabul edip onları yüceltmeye ve Muhammed ’i tahkir etmeye zorlamışlardır. O kadar zorlamışlar ki, Ammar bin Yasir istediklerini yapmak zorunda kalmıştır. Muham­med’e geri döndüğünde, ona tüm olayları anlatmış. Muham­med kendisine ‘Kalbinde ne hissediyordun? ’ diye sordu. Bu­nun üzerine Ammar dedi ki, ‘Benim kalbim sonuna kadar Allah ’in dini ile doludur’. Bunun üzerine Muhammeddedi ki, Münafıklar senden bir daha aynısını söylemeni isterlerse, söyle ’. Bunun üzerine şu ayet inmiştir. "20

Laik bir sistemi bahane ederek yukandaki takiye kavramı­nı kullanarak her türlü ahlaksızlığı yapan kadar ona bu ortamı yaratan yasakçı zihniyeti de sorgulamak gerekir. Var olan ya da yaşanılan dini yapıyı beğenmeyip kendine göre bir din anlayışı benimser ve bunu dayatırsan insanlar öyle görünüp kendi dünyalarında kendi inançlarını yaşarlar. Dışanya karşı kullandıklan takiye kurumunu da hayatın her yerinde ve çıka­n için kullanırlar. Çünkü dini ve etnik kimlikleri yasaklamakla onlan ortadan kaldıramazsınız ya da dönüştüremezsiniz. Ne yazık ki Osmanh yönetici elitleri de onlara karşı mücadele veren Namık Kemal gibi aydınlan da iki asırdan beri aynı yanlışı sürekli tekrarlıyorlar. Kişisi olmaya kimlik yaratamaz­sınız (Bu Hegel’in görüşüdür yani asıl kimliği yoksayarak yeni kimlik oluşturamazsınız). Bu başkalan tarafindan tanın­ma arzusunu insandan ayn tutamazsınız. Tanınmanın insan için özsel bir önemi vardır ki Hegel’e göre; “her insan bu uğurda hayatıyla oynamaya bile hazırdır. Zira söz konusu olan sadece tatmin duygusu ya da benlik sevgisi değildir. İnsan sadece başkaları tarafindan tanınarak kendini persona, kişi olarak kurabilir.21 Bir başka deyişle Roma hukuku ve kültürüne (sonra bu kavram tüm modem dünyanın temel hu­kuk maddesi olmuştur) göre toplumsal yaşamın tören ve dramlarında bireyin yerini belirleyen “personalita” ya da

kişilik, özgür insanın siyasi onurunu ve yasal haklarını ifade eder. Altını çizmek gerekir; (Roma hukukunda) özgür insanın kişilik haklan (vardır), kölenin zaten kişilik haklan yoktur. Bu kişilik haklan içinde ona ait bir din, bir dil ve bir etnik köken yâni bağlı olduğu atalan vardır. Şimdi siz Namık Kemal, Ziya Gökalp ya da günümüz de bu görüşü savunan bir yöneticiye uyup; Bir Arnavut, Arap, Çerkez, Laz ya da başka bir etnik gruba mensup birine Türk olmayı dayatırsanız ve uymazsa devletin bazı olanaklarından yararlanmayacağını hissettirirse­niz, ne yapar. Asıl etnik kimliğini gizleyerek dayatılan kimli­ğin gereklerini yerine getirir. Ama asıl kimliğini ter etmez- edemez. Gizlediği kimlikle ilgili gizli ya da yan gizli çalışma­lar yapar. Çok kimlikli bir toplumda bunun nasıl bir ortam yarattığını düşünün. Herkes kendi asıl kimliğini kayırmak için üst kimliği silah olarak kullanır. Öyle ki sadece beyan önem­lidir. Herkesin önünde Türk ve Laik Müslüman olduğunu söyle gerisi önemli değil. Çok uygunsuz durumda yakalanın­ca takiye yaptığını söyle gerisi kolay. O zaman bazı şeylerin yavaş yavaş kaybolduğunu fark edince iş işten geçmiştir. Ah­laksızlık, yolsuzluk, rüşvetçilik, adam kayırmacılık, yalancılık geçer akçe olunca şaşırmamak gerekir. Çünkü siz insanları dönemine uygun olarak işe alırken liyakat yerine “Atatürk, 'ün altı ilkesini ezbere bilme” ve “Alnı secde görmüş" kıstasları kullanırsanız insanlar oldukları gibi değil yaşamak ya da tu­tunmak için istenildiği gibi olurlar ve bu düalist yapı yeni bir kişilik olarak topluma hâkim olur. Peki bunlar olursa ne ola­mayız. Toplum olamayız, barış içinde bir arada yaşayamayız ve hiçbir zaman adil ve paylaşımcı gerçek bir demokrasi ola­mayız.

Modem devletin tarihi gelişiminin belirli evrelerini izah edebilecek olan siyaset kavramının bir anlaşılış biçimi, Cari Schmitt’e aittir. Siyaseti anlayabilmek için de siyasî olanı belirleyen kriteri ortaya koymamız gerekmektedir. Bu kriter de, Schmitt’e göre; "biz onlar” ayrımı üzerine inşa edilen


“dost-düşman" kriteridir." Eğer mağdur edebiyatına dayalı bir seçim propagandasını yapmakta ısrar ederseniz, mağdur edenler ve mağdur edilenler üzerinden “biz-onlar" kutup­laşmasını yaratırsınız. Türkiye’de son üç seçimde ne olursa olsun (yolsuzluk, ekonomik durgunluk, siyasi çıkmaz, artan terör vb.) kendini “biz ve mağdur" diye tanımlayan % 50’lik bir kesim ortaya çıktı ve her şeye rağmen aynı partiye oy ve­riyor durumunda. Daha uzlaşmacı bir model tercih edilmesi toplumsal kesimler arasında siyasi çekişme, çatışmaya dö­nüşme riski taşır. Bu bağlamda, modem demokrasinin teme­linde yer alan değerleri ve ilkeleri yeniden gözden geçirip bir arada yaşama koşullarını inşâ etmeye yönelen farklı bir siya­set anlayışının öne çıkanlması gerekir. Yoksa her çatışmada oluşan fay hatlan geri dönülmez travmalara yol açar.

Bunun sonucu oluşan kayıplan da bölük pörçük tarih ki- taplannda bulmak mümkündür. İttihatçıların hiçbir zaman terk etmedikleri Osmanlıcılık-Türkçülük-Lslamcılık saplantısı yere ve zamana göre yer değiştiriyor. Kendisini İttihatçı ola­rak tanımlayan da kullanıyor, kendisini İttihatçı düşmanı ola­rak tanımlayan da kullanıyor. Bu saplantı son dönemde daha sert ve kompleks bir şekilde formüle edildi, “Tek Din, Tek Devlet, Tek Dil, Tek Millet". Dijital devrimin yaşandığı gü­nümüzde artık her şey hızla değişiyor ama aynı hızla da kayıt ediliyor. Artık en ufak bir detayı saklamak ya da tahrif etmek mümkün değil. Böylesine dinamik bir toplumu 150 yıl önceki bir saplantı ile devam ettirmek ne kadar mümkün? Onu da ilerde yine tarihçiler yazacaktır.


EKLER


EK-1

ÜÇ TARZ-1 SİYASET-YUSUF AKÇURA

Osmanlı ülkelerinde, gaipten feyz alarak, kuvvet kazan­mak ve terakki arzulan uyanalı, belli başlı üç siyasi yol tasav­vur ve takip (eba-ucher) edildi sanıyorum: Birincisi, Osmanh Hükümeti’ne tabi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleşti­rerek bir Osmanh milleti vücude getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanh Devleti hükümdarlarında olmasından fay­dalanarak, bütün İslamlan söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin “Panislamisme” dedikleri). Üçün- cüsü, ırka dayanan siyaset bir Türk milleti teşkil etmek.

Bu yollardan ilk ikisinin, bir zamanların Osmanh Devleti umumi siyasetine mühim tesiri oldu. Sonraki ise, ancak bazı muharrirlerin yazılarında görüldü.

Osmanh milleti vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir ha­yali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu, Asıl maksat, Osmanh memleketindeki müslim ve gayrimüslim aha- hye ayni siyasi haklan tanımak ve vazifeleri yüklemek; böy­lece aralarında tam mıisarat husule getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu mıisarat ve serbestiden faydalanarak, sözkonusu ahahyi aralarındaki din ve soy ihtilaflanna rağmen yekdiğerine kanştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hü­kümetlerindeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleş­miş yeni bir milliyet, Osmanh milleti meydana çıkarmak ve bü­tün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, “Devlet-i Aliyye-i Os­maniye ”yi asli şekliyle yani eski hud utlariyle muhafaza eyle­mekti. Ekseriyeti İslam ve mühim bir kısmı Türk olan bir dev­letin bekasında ve kunctinin çoğalmasında, bilcümle Müslü- manlar ve Türkler için fayda olmakla beraber, bu siyasi yol on­lara doğrudan doğruya taalluk etmiyordu. Bu cihetle, Osmanh hududu haricindeki Müslümanlar ve Türkler bununla o kadar meşgul olamazlardı. Mesele mahalli vedahih bir mesele idi.

Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddi olarak İkinci Mah­mut zamanında doğdu.1 Bu padişahın: "Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman gör- ıjıek isterim... ” dediği meşhurdur. Miladi ondokuzuncu asır başlangıç ve ortalarında bu siyasetin Osmanh ülkelerinde itibar kazanması, kabili tatbik zan olunması tabii idi. O zamanlar Av­rupa’da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük İhtilaliyle, soy ve uktan çok vicdani isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet esası kabul ediyordu. Sultan Mahmut ve onu takip edenler, iyice an­layamadıkları bu kaideye aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını serbestlik ve müsavat ile, emniyet ve karşılıklı dost­luk ile meze ve teıkip edip tek bir millet haline sokmanın im­kanına inanıyorlardı.

Avrupa’da milliyetler teşekkülü tarihinde görülen bazı mi­saller de itimatlarını arttırdı. Filhakika, Fransız milliyeti Cer­men, Selt, Latin Grek ve daha bazı soyların birleşmesinden hu­sule gelmemiş midir? Alman milliyetinde birçok Slav unsuru yutulmamış mıdır*? İsviçre, ırk ve din faiklarına rağmen bir mil­let değil midir? Adı geçen yüksek kişilerin, bu sıralarda bir si­yasi birlik vücuda getirmeye çalışan Alman ve İtalyanların ha­reketlerini de, yanlış bir nazarla, doktrinlerinin doğruluğunu is­pata hizmet eden vakalardan addetmiş olmalan dahi, gayri muhtemel değildir.

Osmanlı milleti fikri, en ziyade Ali ve Fuat Paşalar zama­nında geçerli idi. Fransız kaidesinin; plebisit ile milletler teşkil etmenin resulü Üçüncü Napolyon, bu garplılaşmış paşalara kuvvetli destek oluyordu. Sultan Abdülaziz devrindeki Fransız- vari ıslahat ve bu ıslahata timsali Mekteb-i Sultani, hep bu sistemin “Alamod”olduğu zamanlann meyvalandır.

Birinci Sclim’e kadar, bu doktrinin bazı Osmanh padişahları tarafından tabii bir tarzda takip olunduğu iddia edilebilirse de, bu takip Avrupa taklidiyle olmayıp, belki ortam gereğinden ve İslam’ın henüz iyice kökleşmemiş olma­sından çıkmakta idi, binaenaleyh bahsimizden hariçtir.

Vakta ki milliyet kaidesi, Almanlar tarafindan hakiki vaka­lara daha yakın bir surette, milliyetlerin esası ırk olmak üzere tefsir olundu ve bu tefsirin galebesi demek, evvela 1870-71 seferiyle Napolyon ve Fransa İmparatorluğu tekerlendi, işte o zamandan itibaren Osmanlı milleti denilen siyasi görüş, biri­cik dayanağını kaybetmiş oldu.

Vakıa Mithat Paşa, isimleri yukarda geçen iki ünlü vezirin bir dereceye kadar takipçisi idiyse de, Mithat’ın siyasi programı onlarınkine nispetle daha kanşık ve pek gelip geçici olduğun­dan ve Mithat’ı izleyen şimdiki Genç Osmanlılar'ın programla­n ise hayli müphem bulunduğundan Osmanlı milleti teşkili ha­yalinin Fransa İmparatorluğu ile beraber ve onun gibi tekrar dirilmek üzere, öldüğüne hüküm olunsa, hata edilmemiş olur sanınm.

Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine İslamiyat politikası meydan aldı[4], AvrupalIların Panislamizm dedikleri bu fikir son zamanlarda Genç Osmanlılıktan yani Osmanlı milleti teşkili siyasetine kısmen iştirak eden fiıkadan doğdu. Evvelleri en ziyade "Vatan” ve "Osmanlılık” yani vatanda meskun bil­cümle halktan mürekkep bir Osmanlılık nidalanyle işe başla­yan Genç Osmanlı şairlerinin ve siyasetçilerinin bir çoğunun duruş noktası "İslamiyet ” oldu. Avrupa içinde bulunmak, garp fikirlerini yakından görmek, onlann bu değişimine en kuvvetli sebepler idi. Adı geçenler şarkta bulunduklan zaman, başlarını on sekizinci asır siyasi ve içtimai felsefesiyle pek çok doldur­muşlar (içlerinden birisi Rousseau mütercimi idi) ve fakat soy ve dinlerin ehemmiyet derecesini tamamen idrak eylememişler, özellikle yeni bir milliyet teşkili için zamanın pek geciktiğini, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan muhtelif un­surların, menfaatleri değilse bile, arzularının böyle bir ittihat ve

imtizaçta olmadığını ve binaenaleyh Fransız milliyet kaidesinin şarkta tatbiki imkansızlığını, tamamen anlayamamışlardı. Ec­nebi diyarda iken, ekserisi memleketlerini uzaktan daha kav­rayışlı bir nazarla görmeye, din, ırkın şark için gittikçe artan siyasi ehemmiyetini ve bu cihetle Osmanlı milleti ihdası arzu­sunun beyhudeliğini anlamaya muvvafak oldular.

Artık, var kuvveti pazıya verip İslam unsurlarını evvela Osmanh ülkelerindekileri, sonra bütün kürei arzdakileri soy farklarına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tama­men birleştirmeye her müslimin en küçük yaşında ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesi ne uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet kelimesine verdiği mana ile bir tek mil­let haline koymaya çalışmak lüzumuna kani oldular. Bu, bir cihetten Osmanh ülkeleri sakinleri arasında aynşmalan ve fark- lılaşmalan davet edecekti, müslim Osmanlı tebaası ile gayri­müslimler artık ayrılacaktı. Lâkin diğer cihetten, büyük bir im­tizaç ve ittihada sebep olacaktı. Bütün Müslümanlar birleşe­cekti. Bu yol, geçen yola nazaran, daha geniş, yeni bir deyim ile alemşümul (mondiale) idi. İlkin sırf nazari olup yalnız matbuat sahifelerinde görülmekte olan bu fikir, gitgide tatbik olunmak istenildi. Abdülaziz’in son devirlerinde, “Panislamizm" sözü diplomatik konuşmalarda işitilir oldu, bazı Asya İslam hükümdarlanyle münasebet istihsaline uğraşıldı. Mithat Pa- şa’nın düş-mesinden, yani Osmanlı milleti ihdası fikrinin hü­kümetçe büsbütün terk olunmasından sonra, Sultan ikinci Abdülhamid de bu siyaseti tatbike çalıştı. Bu padişah Genç Osmanlılann amansızca karşısında olmakla beraber, bir dere­ceye kadar onlann siyasetlerinin talebesidir. Hukuk müsavatı ve tam serbestlik temin olunsa bile gayrimüslim tebaanın Os­manh siyaset topluluğunda bulunmayacağını anladıktan sonra, Genç Osmanlılar adı geçen tebaaya ve onlann koruyucusu olan Hıristiyan Avrupa’ya düşmanlık göstermeye başlamışlar­dı. Padişahın günümüzdeki siyaseti şu değişmeden sonraki Genç Osmanhlann fikirleriyle pek büyük bir benzerlik gösterir.

Günümüzdeki hükümdar, sultan, padişah lakablan yerine halife dini sıfatını koymaya çalıştı; genel siyasetinde din, İs­lam dini mühim bir mevki tuttu. Nizami mekteplerin tedrisa­tında dini maddelere ayrılan zaman arttınldı. Tedrisatın esası dinileştirilmek istendi. Dindarlık, müttekilik velev zahiri ve ri- yakârane olsun hilafet penahinin teveccühünü celbetmeye en kavi vesileler haline geçti. Yıldız saray-ı hümayunu; hocalar, imamlar, seyyitler, şeyhler, şerifler ile doldu. Bazı mülki me­murluklara sarıklılar tayin edilir oldu. Dinde sağlamlık belki de hilafet makamına, hilafet makamından ziyade o makamı işgal eden zata şiddetli meıbutiyet ve kulluk, gayrimüslim ka- vimlerc karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına vaizler gön­derildi. Her tarafta tekkeler, zaviyeler, camiler yapım ve tami­rine çalışıldı. Hacılar ehemmiyet kazandı. Hac mevsiminde hilafet evine uğrayan hacılar, Müslümanlann önderinin lütuf- lanna ve inayetine mazhar edilerek gerek kendilerinin vc ge­rekse memleketlerindeki diğer Müslümanlann hilafet maka­mına celp ve kalplerinin raptına çalışıldı. Yakın zamanlarda Müslüman ahalisi kalabalık olan Afrika içlerine ve Çin diya­rına elçiler gönderildi. Bu siyasetin en sağlam icra vasıtası ol­mak üzere Hamidiye Hicaz Demiryolu’nun inşasına başlanıl­dı. Lâkin, işbu siyasi doktrin ile, Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde teık etmek isteğini dini devlet (Etat theocratique) şek­lini tekrar alıyordu.

Artık vicdan ve fikir serbestliğini, siyasi serbestliği, keza müsavatı. Din ve ırk müsaviliğini, siyasi müsaviliği, medeni müsaviliği teık etmeye mecbur kalıyordu. Binaenaleyh Avrupavari meşruti hükümete veda etmek, devletin tebaası arasında cins ve din ihtilafından, içtimai vaziyet ihtilafından çıkarak ötedenberi mevcut olan sevişmezlik ve zıddiyetin artmasına ve bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların çoğalmasına, Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın

şiddetlenmesine katlanmak iktiza[5] ediyordu. Filhakika öyle de oldu.

Irk üzerine müstenit bir Türk siyasi milliyeti husule getir­mek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı devletin­de, gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum. Cengiz ve Mo­ğolların tarafını tutan müverrih Lcon Kahon, o büyük Türk hanının bütün Türkleri birleştirmek gibi yüce bir maksatla Asya’yı baştan başa fethettiğini yazıyorsa da, bu iddiasının tarihçe tamamen tevsik edildiği hakkında bir şey diyemem.

Tanzimat vc Genç Osmanlılık hareketlerinde de, Türkleri birleştirmek fikrinin varlığına dair hiçbir belirtiye rastgelme- dim. Bilmem. Merhum Vefik Paşa, lehçesiyle saf Türkçe yaz­mak arzusiyle bu yüksek hayal arkasında biraz olsun dolaşmış mıdır? Şu muhakkakki. Son zamanlarda İstanbul’da Tük mil­liyeti arzu eden bir mahfel, siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahfel teşekkül etti.

Bu mahfelin teşekkülünde, OsmanlIlarla Almanların mü­nasebetinin artmasının, Alman lisanını ve bahusus Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin bilir olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyorum. Çünkü bu genç mahfelde, Fransız izleyicileri de olduğu gibi bazı hafif ve “decla- matoire" edebiyattan ve siyasiyattan ziyade, sessiz, sabırlı ve inceleyici şekilde elde edilmiş sağlam bir ilim mevcuttur.

Şemsettin Sami, Türkçe Şiirlerin muhterem müellifi, (Meh­met Emin) Necip Asım, Veled Çelebi ve Haşan Tahsin bu mah­felin göze görünen azası olup, İkdam bir dereceye kadar dü­şüncelerinin benimseyicileridir. Günümüzdeki hükümetin, bu doktrine iyi bakmamasından olacak ki, hareketleri pek yavaş

oluyor.[6]

Osmanh ülkelerinin, İstanbul’dan başka yerlerinde bu fik­rin taraftarlan olup olmadığını bilmiyorum. Lâkin, Türklük siyaseti de, tıpkı İslam siyaseti gibi umumidir; Osmanlı hudut- lan ile mahdut değildir. Binaenaleyh, kürenin Türkler ile mes­kûn diğer noktalarına da göz atmak iktiza eder.

En çok Türklerle meskûn Rusya’da Türklerin birleşmesi fikrinin pek müphem bir surette varlığını tahmin ediyorum. Henüz doğmuş ‘‘İdil Edebiyatı ” Müslüman olmaktan ziyade Türktür. Dış tazyikler olmasa, bu fikrin kolaylıkla gelişmesine Osmanh ülkelerinden fazla müsait muhit, Türklerin en kalaba­lık bulundukları Türkistan ile Yayık ve İdil havzaları olurdu.

Kafkasya Türklerinde de bu fikir mevcut olsa gerek Azer­baycan’a Kafkasın fikri tesiri olmakla beraber, şimali Iran Türk­lerinin ne derecelere kadar Türklerin birleşmesi taraftan ol­duklarını bilmiyorum.

Ne olursa olsun, nka müstenit siyasi bir millet türetmek fikri henüz pek turfandadır, pek az yaygındır.

-2-

İmdi, bu üç siyasetten hangisinin yararlı ve kabil-i tatbik olunduğunu araştıralım.

Yararlı dedik; lâkin kime ve neye yararh?

Önce bütün insaniyete denilebilir. Bu halde, insaniyetin menfaatına hizmet eden siyasi yol veya yollan tarif, ve sonra o yol veya yolların muayyen ve mahdut bir kısım insaniyete tatbikinde de bütün insaniyetin faydalanacağını ispat eylemek, ve daha sonra, zikrolunan üç yoldan bir veya birkaçının gele­cek şartlara sahip olan yol veya yollarla ayniyetini göstermek gereklidir. Bu ise, sanmam ki şimdi mümkün olsun. Zira, bah­sedilen şartlan ihtiva eden siyasi yol veya yollan, henüz insan­lık bilgisi bulamamıştır.

Yakandaki usulü takip etmeyip de, üç yoldan bir veya bir­kaçının Osmanlı, Müslüman veya Tüıklere tatbikiyle tüm in­sanlığa mcjıfaat ispatına kalkışılsa usulün noksanlığından dola­yı netice pek çok hatalı olur. Ekseri içtimai ve siyasi işlerde bu hatalı usulün kullanılması itiyad edilmiş ise de, hakikatte bir nevi safsata olduğundan vazgeçiyorum.

Meseleyi biraz tahdit edelim, teşekkül etmiş beşeri bir he­yete diyelim.

Yine de pek umumi bir meseleye çatıyoruz: Muayyen bir cemiyetin menfaatlan neden ibarettir? Buna cevap vermeden, falan veya falan siyasi yolun falan cemiyete faydalı olduğu hallolunamaz. •

Malum bir cemiyetin menfaatlannın neden ibaret olduğu­nu tayin etmek siyasi bir meseledir. Yani “Siyaset” denilen ve henüz mevzu ve usulü kati olarak kararlaştınlamamış natamam bir ilmin mühim meselelerinden biridir. Siyaset ilminin mese­leleri hakkında, talil (tümdengelim-deduction) ve istikra (tümeva- nm-İnduction) taraftarlan arasında .münakaşa ve çekişme de­vam etmektedir. “Birinciler derler ki, siyasi kaideler saf fikri­dir (ideal), söz konusu kaideler tıpkı riyaziyenin nütearifeleri (belit-axiome) peşinçe (a priori) vazolunur. Hükümet ricali bu kaideleri, mimarın hendese kaidelerini tatbiki gibi. Cemiyete tatbikte mükelleftir. İkinciler ise, cemiyetler itaat ettikleri kaide­leri zatında ihtiva edip yetişme ve gelişmeleri ile ortaya koyar­lar: bu cihetle siyaset ilmi, beşeri faaliyete hayali bir gaye tayi­ninden sarf-ı nazar eylemeksizin, vakalardan tarihi ve içtimai kaideler çıkarmıya. Muhit, ahval, kuruntular ve ihtirasları göz­den kaçırmamaya çalışmalıdır, derler. '^

Siyaset ilminin usulünde olan bu ihtilaf, ona müteallik me­selelerinde ekserisinde kati bir hal sureti bulmaya mani olu­yor. Beşeri cemiyetlerin hakiki menfaatlan, içtimai ilimler

' Liard: Logique. Methodc des Sciences Morales, s. 185

mensuplannca pek çok tartışmayı davet ettiği halde, henüz karara varılmamış meselelerdir.

Bu kararsızlık ile beraber, her cemiyet kendi menfaatini aldı. Elde etmek ümidiyle bilfiil daimi değişme halindedir. Ya­ni yukarda zikredilen içtimai mesele, ameli olarak her zaman, her mahalde halolunmaktadır. Bu devamlı değişme esnasında menfaat diye fiile getirilen şey hayattır. Hayat ise kuvvetle devam ettiğinden, hayatın varlığı kuvvetin varlığını gerektirir. Demek oluyor ki, her cemiyet menfaatini hayatta, yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini arttırmada buluyor. Bu cihetle, ce­miyetler arasında, kainatın varlık peşinde dolaşan bütün un- surlan arasında olduğu gibi, daimi bir savaşma görülüyor. Biz de bu hal suretini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Her cemi­yetin menfaati; varlığında, binaenaleyh kuvvetli olmaktadır.

Lâkin, hangi cemiyetin menfaatına çalışmalıyız? Bu sualin mantıki bir cevabı verilemez. Filhakika neden Türkler veya Müslümanlar menfaatına hizmet edelim de, mesela Slavlar ve­ya Ortodoksların faydası için uğraşmayalım? Bahusus, bir ce­miyetin menfaati, ekseri hallerde, diğer birisinin zaran ile ka­im olduğundan, hangi makul sebebe istinat ederek, beşeriyetin bir kısmına zarar vermekte haklı olduğumuzu gösterebiliriz?

Bu suali ancak tabii meylimiz, diğer tabirle aklımızın he­nüz tahlil edemediği, hak veremediği hissimiz cevaplandırabi­lir. Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türküm. Binaenaleyh Osmanlı Devleti, İslamiyet ve bütün Türkler menfaatına hiz­met etmek istiyorum. Lâkin siyasi, dini ve soya dayalı olan bu üç cemiyetin menfaatlan müşterek midir? Yani birisinin kuv­vetlenmesi, diğerlerinin de kuvvetlenmesini mucip olur mu?

Osmanlı Devleti’nin menfaati, bütün Müslümanlann ve Türklerin mcnfaatlarına aykın değildir. Zira, tebaası olan Müslümanlar vc Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlen­miş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler de, kuv­vetli bir destek bulmuş olurlar.

Fakat İslam’ın menfaati, Osmanlı Devletinin ve Türklüğün menfaatlarına tamamen uymaz. Zira, İslam’ın kuvvet kazan­ması, Osmanlı tebaasından bir kısmının (gayrimüslim olanların) sonunda kaybını ve bu cihetle Osmanlı Devleti’nin günümüz­deki topluluğundaki bir parçasının yok olmasını mucip olaca­ğı gibi, Türklüğün müslim ve gayrimüslim dini enleşmezliğiyle bölünmesine ve binaenaleyh kuvvetsizlenmesine sebep olur.[7]

Türklüğün menfaatına gelince o da, ne Osmanh Devletinin ve ne de İslam’ın menfaatına büsbütün uygun gelemez. Zira, İslam toplumunu Türk ve Türk olmayan kısımlarına bölerek zayıflatır, ve bunun neticesi olarak Osmanh tebaanın Müslü­manları arasına da nifak salıp Osmanh Devletinin kuvvetsiz- lenmesini mucip olur.

Bunun içindir ki, her üç cemiyete munsup bir şahıs, Os­manlI Devleti menfaatına çalışmalıdır. Lâkin, Osmanh Devle­tinin menfaati. Yani kuvvet kazanması, şimdiye kadar mevcut olup bahsimizin mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı Siyaset’den hangisini takiptedir? Ve bunlardan hangisi Osmanh ülkelerine kabil-i tatbikdiı? Osmanh milleti teşkili, Osmanh ülkelerini şimdiki hudutlanyle muhafaza için yegane çaredir. Fakat, Osmanh Devleti’nin hakiki kuvveti, günümüzdeki coğrafi şeklini korumakta mıdır?

-3-

Osmanlı milletinin ortaya çıkmak halinde, devletin farklı din ve cinslere mensup tebaasmdan, serbestlik vc hukuki mü­savat üzerine kurulmuş karına bir millet hasıl olacak, bunlar sırf vatan (Osmanlı ülkesi) ve millet (Osmanh milleti) fikriyle bir- leşerek, din ve kavimlerin hayatlarından doğma ihtilaflar ve kavgalar kalmayacak, ve bu esnada Rumlar, Ermeniler gibi Türkler, Araplar da eriyecek...

Osmanh Devleti’nin kurucuları olan Osmanh Türkleri, an-

cak ilk önderleri Osman Bey’in namını vatana ve millete ver­menin ve bil hassa analarının, babalannın himmetiyle vücuda gelen imparatorluğun daha ziyade parçalanmadığını görmenin manevi faydalan ile yetinecekler. Belki Osmanlı namından da uzak kalacaklar: Ekseriyeti hakimiyet altındaki eski milletler­den (müslim ve gayrimüslim) meydana gelmiş bu serbest dev­lette, ekseriyetin arzusuyle, eski mahkumiyeti gösteren Os­manh namı bile ortadan kaldınlacak...

Mamafih Osmanlı Türideri uzun bir maziden beri icra et­tikleri hâkimiyetin tesiri ile, belki mahdut bir istikbalde de mad­di nüfuzlarını devam ettirebilirler. Lâkin, atalet hassasının içti­mai işlerdeki bu tecellisi, diğer tabii durumlarda olduğu gibi pek az sürer.

Osmanlı milletinde bulunacak bilumum Müslümanlara ge­lince: Ekseriyeti teşkil edecekleri cihetle, memleketin idare­sinde bütün hâkim kuvvetin onların eline geçmesi ve binaena­leyh manen ve maddeten İslam unsurunun bu karma toplu­lukta en çok faydalanır olması gerekir gibi görünürse de, bu istifadeyi tasavvur ile beraber Osmanlı milletinde dini ihtilafin kalkmamış, hakiki bir müsavatın ortaya çıkmamış, farklı un­surların cidden erimemiş olduğunu düşünmüş oluyoruz...

Osmanh milletinin ortaya çıkmasında, ona dahil olacak Türk ve Müslümanlann nüfuz ve kuvvetleri artmayacak de­mek, Osmanh Devleti’nin kuvveti eksilecek demek değildir. Halbuki asıl meselemiz devletin kuvvetinde idi. Bu kuvvet elbet artacaktır. Muntazam, sıkı, hulasa modadaki bir tabir ile "Bloc” teşkil eden bir millet ahalisi, daimi ihtilaf ve kavga halinde bulunup, aynşmakta olan anarşik bir devletten şüphe­siz daha kuvvetlidir.

Lâkin, asıl mühim mesele, muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan hali kal­mayan unsurların, şimdiden sonra kaynaşmalannın mümkün olup olmadığıdır.

Yukarda görüldü ki bu babdaki tecrübe muvaffakıyetsiz- likle sonuçlanmıştır. Bundan böyle muvaffakiyet kabil olup olmadığını anlamak için, geçmiş tecrübenin muvaffakıyetsiz- lik sebeplerini, tafsilatlı olarak gözden geçirelim:

1.      Bu karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Os­manlI Türkleri istemiyordu. Zira, altı yüz yıllık hakimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıklan reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve maddi bir neticesi olarak, o zamana kadar Meta inhi­sara aldıklan memurluğa ve askerliğe reayayı da iştirak ettir­mek, diğer bir tabirle, nispeten az müşkül, aristokratlarca şe­refli zan olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lazım gelecekti.

2.      İslam istemiyordu. Zira, katılanlann hakiki menfaatlerini pek maddi ve beşeri bir nokta-i nazardan gözeten bu kuvvetli din, müslim ve gayrimüslimin hukuken tam müsavatını kabul etmiyor, gayrimüslimleri daima ikinci kademede bırakıyordu. Serbestliğe gelince: İslam her cihetten dinlerin en hürriyetper- veri olmakla beraber, din bulunması itibariyle menşei fevkelbeşer olduğundan, mutlak hakikatlardan ibaret esas ve kaidelerinden hariç her kaideyi doğru yola aykırı görecek ve binaenaleyh insanlığın saadet kazanması maksadiyle tam bir fikir ve vicdan serbestliğini kabul etmeyecekti.

3.      Gayrimüslim tebaa da istemiyordu. Zira cümlesinin son zamanlardaki terakkileriyle şaşaalandınlan mazileri, istiklalle­ri, hükümetleri vardı. Müslümanlar ve bilhassa Türkler o istik­lali bitirmiş, o hükümetleri mahvetmişti. Osmanlı hâkimiyeti altında ise, iddialarına nazaran, ekseriya adalet değil zulüm, müsavat değil hakaret, rahat değil azap görmüşlerdi. Hatta haysiyet ve namuslan bile bazen ayaklar altına alınmıştı.

Miladi ondokuzuncu asır, bir taraftan bunlara mazilerini, hallerini, haklarını, milliyetlerini öğretti; diğer taraftan da, hâ­kimlerini, Osmanlı Devletini zayıflattı. Bir derecede ki, hüküm

altındaki arkadaşlarından bazıları istiklal bile kazanabildi.

Bu aralık, zayıflamış hâkimleri mecburen ve fakat daima mütereddit şekilde dostluk elini uzattılar, hâkimiyeti arada tak­sim etmek, hukuku birleştirmek istediler. Görme basiretleri ek­seriyetle hâkimlerinkinden açık bulunan bu kuvvetlenmiş mah­kumlar, uzatılan ellerden bazılarının pek samimi ve sadık oldu­ğunu güzelce bilmekle beraber, bu yeni siyasette garbın tesiri­ni, Osmanh Devleti’nin varlığında kendi kazançlarını gören bazı garp devletlerinin zorlamalarını da gözden kaçırmadılar.

Belki bazılarının menfaatleri, Osmanlı milletinin teşekkü­lünde idi. Lâkin, onlar da soğuk akıllanndan ziyade heyecana gelen hisleri ne tabi oluyorlardı. Hiçbirisi, ama hiçbirisi geç­miş istiklalleriyle harbeden bir kavim ile beraber, onunla kan- şarak, eriyerek yeni bir millet husule getirmeye razı değildi.

4.      Osmanlılann büyük düşmanı Rusya ile onun köle ve pişdarlan olan küçük Balkan hükümetleri istemiyordu. Zira; Rusya, Boğazlara, Anadolu ve Irak'a, İstanbul ve Balkanlara, mukaddes topraklara malik olmak böylece siyasi, iktisadi, milli ve dini maksadına erişmek peşinde idi. Boğazlan elde etmekle, donanmasına Karadeniz gibi mahfuz, ve büyük bir liman temin edecek, beynelmilel en mühim ticaret yollarından sayılan Akdeniz'e serbestçe çıkacak ve sonra o muhkem pu­sudan istediği zaman atılarak zamanımızın Hint kervanlanyle onlann muhafızlan olan İngiliz ticaret ve harp gemilerine taarruz ile Birleşik Krallığın en zengin sömürgesinin yolunu kesebilecek kısacası öteden beri göz diktiği Hind'i, garbından bir derece daha kuşatmış olacak, Anadolu’ya sahip olmakla dünyanın en münbit ve mahsuldar kıtasını hükmü altına ala­cak Irak'a kadar sarkarak bütün garbi Asyayı eline geçirdiği gibi Hind’in garp kapılarına dayanmış olacak ve belki, uzak­tan uzağa ta o zamanlar beliren Rusya ve İngiltere’nin İslam topluluğu ve binaenaleyh İslam’ın mukaddes topraklan hak- kındaki rekabetlerinde de kendi faydasına muvazeneyi boza-

cak, velhasıl, Boğazlan. Osmanlı Asyasının mühim bir kısmı­nı elde etmekle Rusya büyük siyasi ve iktisadi meyveler der­lemiş olacaktı.

Çalkatılan geniş imparatorluğuna ilhak ile şimal ve cenup Slavlannı birleştirecek, böylece Ayasofya kubbesine haç dike­rek Ortodoksluğun meydana geldiği beşiği, yani Rusların dinlerinin çıktığı yeri, Mescid-i Kamame’yi idareleri altına alarak, Hıristiyanlı membaını memleketinden sayılır kılacak ve bu suretle, hemen hepsi fazlasıyle dindar tebaasının kalp ile diledikleri en yüksek bir emellerini, dini ve ruhi bir emeli gerçekleştirecekti.

Bu maksatlannın kolaylıkla elde edilmesi, Osmanlı Devle­ti’nin kuvvetsizliğine, Osmanlı tebaasının devamlı nifak ve kavga halinde bulunmasına bağlı idi. Binaenaleyh, Rusya asla bir Osmanh milleti teşekkülüne razı olmazdı.

O zamanlar henüz siyasi hayat kazanmış Sırp ve Yunan devletleri ise “Türk boyunduruğu altında kalan millettaşları- nı ” arttırmak isterlerdi. Bunun için de Osmanlı tebaasının ayrı­lık halinde olması menfaatlan icabındandı ve ona çakşırlardı.

5.      Avrupa kamuoyunun bir kısmı da istemiyordu. Zira, Av­rupa kamuoyunu ihdas edenlerin bazılan hala Müslümanlık- Hıristiyanlık din kavgasından, Ehl-i Salip muharebesi anane­lerinden kurtulamamış olduklanndan, Hıristiyanlan İslam hakimiyetinden kurtarmak, haç’ın hatta ufak bir köşesini bile hilal altında bulundurmamak, gayrimüminleri (inffideles) Avrupa toprağından, blasara ülkesinden (Kudüs) sürüp çı­karmak arzusunda idi. Bazıları ise, sırf insaniyet ve ilim açı­sından muhakeme ederek “her türlü terakkiye istidatlı Avru­palI milletleri, yarı barbar, zulümkar, harp ve kavgadan baş­ka maharetleri görünmeyen Turaniler boyunduruğundan" kurtarmak ve bu Asyalılan geldikleri Asya sahrasına kovmak isterlerdi. Lâkin, ekseriya bu iki fikir birbirine kanşır ve han­gisi hangisinden çıktığı anlaşılamıyacak kadar kanşık bir hal-

de tecelli ederdi.

Demek ki, Osmanlı milletini, Osmanlı ülkelerindeki bütün kavimlerin arzusu hilafına, harici manilere rağmen, Osmanlı hükümetinde işbaşında bulunan birkaç kişi, bazı Avrupa dev­letlerine (bilhassa Üçüncü Napolyon Fransasına) dayanarak meydana getireceklerdi. Bu iş, gayr-i mümkün denecek kadar müşküldü. İşbaşında bulunan zatların hepsi, dahilerden olsa, yine bunca manilere katlanabilmeleri pek az muhtemeldi. Gerçekten iş muvaffakiyetsizlikle bitti.

Zikrolunan mani sebepler, o zamandan beri eksilmedi, art­tı, büyüdü. Abdülhaınid’in siyaseti, Müslim ve gayrimüslim arasındaki nifak ve zıddiyeti arttırdı. Gayrimüslim tebaanın bir kısmı daha istiklal kazanarak, diğerlerinin şevklerini çoğalttı. Rusya’nın gittikçe kuvvet ve şevketi arttığından, Osmanlı Dev­letine olan zararlı tesirleri çoğaldı. Sırp, Yunan, Bulgar, Kara­dağ tesirleri peyda oldu. Avrupa efkan daha ziyade Türkler aleyhine çevrildi. Osmanlı milleti siyasetinin en kuvvetli taraf­tarlarından Fransa, Paris Muahedesi devrindeki azametini kay­bederek, Rusya’nm yardakçısı oldu. Hulasa, memleketin dâ­hilinde ve haricinde bu siyasete büsbütün karşı bir muhit doğ­du Binaenaleyh, zannımca, artık Osmanlı milleti meydana getirmekle uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur.

Şimdi, İslam birliği politikasının Osmanlı Devletine yararlı olup olmadığını, tatbik kabiliyeti bulunup bulunmadığını tet­kik edelim:

Yukarıda ima olunduğu üzere, bu siyasetin tatbiki halinde Osmanlı tebaası arasında dini nifak ve düşmanlığın artması, böylece gayrimüslim tebaa ile onlann ekseriyetle meskûn ol­dukları memleket kısımlannın kaybı ve binaenaleyh Osmanlı Devleti’nin kuvvetinin azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle Türkler arasına Müslim ve gayrimüslim faikı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilaflan ile bozulacaktı.

Lâkin, bu mahzurlara mukabil, Osmanlı Devleti idaresin-

deki bütün Müslümanlar ve binaenaleyh onun bir parçası olan Türkler. Pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı cins ve dinden oluşmuş “Osmanlı milleti “ne nispetle, pek ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle, mülkçe, adetçe, arazi­ce, servetçe olan noksanlıklarına rağmen daha kuvvetli bir topluluk, İslam topluluğu, meydana getireceklerdi.

Daha mühimi, yeryüzündeki bütün Müslümanların gittik­çe kuvvetlenmek üzere birleşmesi, böylece Anglo-Sakson, Cermen, Slav, Latin ve belki san ırkın birleşmeleriyle meyda­na gelecek büyük kuvvetler arasında varlığını muhafaza eyle­yebilecek, din üzerine müstenit bir kuvvetin doğması için hazır­lanacaktı.

Bu yüksek emele varana değin, şüphesiz hayli zaman ge­çecek, ilk devirlerde yalnız şimdiden mevcut manevi müna­sebetler takviye olunarak, müstakbel topluluğun ancak müp­hem bir taslağı yapılacak ve fakat gitgide hatlan ve şekli daha çok belirecek, müspet, kati ve henüz zikri geçen büyük, kor­kunun, manevi eşhasla boy ölçüşebilmeğe muktedir, As­ya’nın büyük bir kısmıyla Afrika’nın yansından ziyadesine hâkim manevi bir şahıs yaratılmış olacaktı.

Lâkin bu taız-ı siyasetin, Osmanlı Devletinde muvaffaki­yetle tatbiki mümkün müdür?

İslam, siyasi ve içtimai işlere pek çok ehemmiyet veren dinlerden biridir. İslam’ın esas kaidelerinden biri “din ve mil­let birdir ”, düsturuyle ifade olunur. İslam, mümin olan kimse­lerin cinsiyet ve milliyetlerini bitirir, lisanlarını kaldırmaya çalışır, mazilerini, ananelerini unutturmak ister “İslam, kuv­vetli bir değirmendir ki, farklı cins ve din müntesiplerini öğü­tüp, dinen, cinsen bir, aynı haklara sahip, yekdiğerinden hiç farksız Müslümanlar çıkarır.

İslam’ın meydana çıkışında, güçlü, muntazam siyasi teşki­latı vardı. Kanun-u esasisi Kufan idi. Resmi dili Arapça idi. İntihap edilmiş bir reisi, mukaddes bir riyaset merkezi vardı.

Lâkin diğer dinlerin tarihinde görülen değişmeler, İslam’da dahi bir dereceye kadar müşahede olunur: Irk tesirleri ve muh­telif vakalar neticesi, dinin teşkil etliği siyasi birlik kısmen bo­zuldu Hicretten henüz bir asır geçmemiş idi ki, Arap ve Acem milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye hanedanlan ara­sındaki nefret tarzında tecelli ile İslam birliğine kapanma bil­mez bir yara açtı, Sünni ve Şii büyük ihtilafını ortaya çıkardı. Daha sonraları, Arap ve Acem unsurlarına Türk, Berber vesai­re gibi muhtelif unsurlar da karıştı. Bunlar İslam’ın düzelt­mek, birleştirmek ve temsildeki şiddetine rağmen, milli his ve ihtiraslarım kısmen muhafaza eylemiş olduklarından, İslam’da­ki fikir ve siyaset birliği daha ziyade bozuldu Şarkta da, tıpkı garpte olduğu gibi tavaif-i müluk hâsıl oldu Hilafet, manevi riyaseti bir dereceye kadar muhafaza etmekle beraber, pek ge­niş Darül-İslam, her tarafta türeyen küçük küçük ve geçici emir­likler, saltanatlar, şahlıklar, padişahlıklar ile parça parça oldu. Bizzat hilafet de ikileşti, hatta üçleşti. Resmi ve dini lisan da birliğini kaybetti. Acemce, Arapça kadar hak iddiasına kalkıştı

Bir zaman geldi ki, İslam’ın kuvveti en aşağı noktasına doğru inmeye başladı. İslam ülkelerinin bir kısmı, gitgide büyük kısmı, dörtte üçünden fazlası, Hıristiyan devletlerinin hâkimiyeti altına geçerek İslamiyet’in birliği delik deşik oldu.

Yakın zamanlarda ise, garp fikirlerinin tesiriyle, İslami­yet’in arzusuna rağmen tamamiyle mahvedemediği kavim ve milliyet taassubu, pek az da olsa, baş göstermeye başladı.

Kuvvetine halel veren bunca vakalar ile beraber, İslam ha­la pek güçlüdür. Müslim’in arasına, dinlerinde şüphelilik veya daha beteri olan imansızlık henüz girmemiş denebilir. İs­lam’ın hemen bütün tabileri, din yolunda her fedakarlığı göze alacak, muti, dini ile heyecanlı, dini bütün kimselerdir.

Bazı Müslüman devletlerin yeni kanunları İslam şeriatmda n ayrılmakla beraber, esası yine İslam kaideleri gibi gösteril­mektedir. Hâlâ. Arapça yegane din lisanıdır. Hatta birçok

Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri yerlerin Müslümanlan için ilmi ve edebi lisandır da. İslam okullan-müstesna bölümleri sarf-ı nazar-aynı program ile aynı lisan üzere (arapça dili) öğretime devam etmektedir. Hulasa, İslam medeniyeti, evvelki birliğiyle devam ediyor denilebilir.

Hala her Müslüman’ın, Türk veya İraniyim demekten ev­vel, "elhamdülillah Müslüman’ım” diyor. Hala İslamiyet dünyasının büyük kısmı, Osmanlı Türkleri hakanını İslam’ın halifesi tanıyor. Hala bütün Müslümanlar, günde beş defa Mükerrem Mekke’ye yüz çeviriyor ve Kabe’ye yüz sürüp Hacer-i Esved’i öpmek için, büyük bir heyecan ile kürenin her tarafindan muhtelif sıkıntıya katlanarak koşuyorlar. Hiç korkmadan tekrar olunabilir ki İslam henüz pek güçlüdür. Bunun üzerine tevhid-i İslam siyasetinin tatbikinde, dahili maniler az güçlük ile katlanılabilecek surettedir. Lâkin harici maniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslam devlet­lerinin hepsi Hıristiyan devletlerinin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki müstesnası dışında, bütün Hıristiyan devletleri Müslüman tebaaya maliktir.

Tabiiyetlerinde bulunan Müslümanların, hattâ kuvvetlice manevi bir vasıta ile olsun, hudutlan haricindeki siyasi mer­kezlere bağlılıklarını istikbalde, mühim neticeleri çıkabilecek umumi bir fikre hizmetlerini menfaatlerine aykın gördükle­rinden ortaya çıkmasına her suretle karşı koymak isterler ve bütün İslam devletleri üstündeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu istediklerini icra da edebilirler. Binaenaleyh, zamanımızda en kuvvetli İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nin bile ciddi bir surette İslam birliği siyasetini tatbike kalkışmasına, belki de muvaffakiyetle, karşı koyarlar.

Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülke­lerindeki Türkler hem dini, hem ırki bağlar ile pek sıkı, yalnız dini olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair müslim unsurlar daha zi­yade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş

unsurlar da Türkleştirilebilecekti.

Lâkin asıl büyük fayda; dilleri, nidan, adetleri ve hatta ek­seriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmiyle Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin bir­leşmesine ve böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığı­nı muhafaza edebilecek büyük bir siyasi milliyet teşkil eyle­melerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Tüık top- lumlannın en güçlü ve en medenilcşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı. Son vakaların fikre getir­diği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve san­lar alemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanh Devleti, şimdi Japonya’nın sanlar Alemin­de yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktı.

Bu faydalara mukabil, Osmanh Ülkelerinde meskun, Müs­lim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslamiyet’in Tüık ve Tüık olmayan kısımlanna aynlarak, artık Osmanh Devleti’nin Tüık olmayan Müslümanlar ile ciddi bir münasebeti kalmaması mahzurlan vardır.

Tüıkleri birleştirmek politikasının tatbikindeki dahih müş­külat İslam siyasetine nazaran ziyadedir. Her ne kadar, garbın tesiriyle Türkler arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise de, yukanda söylenildiği gibi, bu vaka henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Tüık edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur. İslamiyet’te gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür hayat ve pür heyecan hissiyattan, hulasa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiç birisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar.

Lâkin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türiderin büyük bir kısmı Müslüman’dır. Bu cihet­le, İslam dini, büyük Tüık milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir. Milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları,

dine bir Amil (factuer) gibi bakmaktadırlar. İslam, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek için, son zaman­larda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğ­masını kabul edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme ise he­men hemen mecburidir de: Zamanımız tarihinde görülen umu­mi cereyan aklardadır. Dinler, din olmak bakımından, gittikçe siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar. İçtimai olmaktan ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbest­liği, din birliğinin yerini alıyor. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalblerin hâdi ve mürşitliğini deruhte ediyor, ancak halik ile mâhluk arasındaki vicdani rabıta haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar.

Harici engeller ise, İslamiyet siyasetine nispetle daha az kuv­vetlidir. Çünkü Hıristiyan devletlerden yalnız birisinin, Rus­ya’nın Müslüman Türk tebaası vardır. Bu cihetten, menfaatle­ri gereği, Türklerin birleşmemesine çalışacak yalnız bu devlet­tir. Başka Hıristiyan devletlere gelince, ihtimal ki bazılan, Rus­ya menfaatlerine zararlı olduğu için, bu siyaseti desteklerler bile.

Yukarıdaki mütalialardan şu neticeler çıkıyor: Osmanlı milleti yaratılması, Osmanh Devleti için faydalara sahipse de, gayr-i kabil-i tatbiktir. Müslümanlann veya Tüıklerin birleş­mesine dönük siyasetler. Osmanlı Devleti hakkında eşit deni­lebilecek menfaat ve mahzurlar ihtiva etmektedir. Tatbikleri cihetine gelince, kolaylık ve zorluk yine aynı derecede denile­bilir.

Bu halde hangisinin tatbikine çalışılmalıdır? Tüık gazete­sinin ismini işittiğim zaman, nihayet beni rahatsız eden şu suale cevap bulacağımı ümit ve ismine nazaran o cevabın da Tüıklük siyaseti olacağını zanneylemiştim. Lâkin, gördüm ki, “hukuku muhafaza ” olunacak, zihinleri temizlenecek, fikirleri

sevindirilecek Türk, sandığım gibi şimdi bile Hanbalık’tan, Karadağ’a, Timur Yarımadasından Karalar İline kadar Asya, Avrupa ve Afrika’nın mühim birer kısmını kaplayan büyük ırkın efradından herhangi bir Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası olan bir Garp Türküdür. “Türk” yalnız onlan görüyor, onlan biliyor. Ve hem de ancak miladi on dördüncü asırdan beri -ve- Fransız menbalanna nazaran biliyor. Ve binaenaleyh, şu zamanda aynı devletin tebaası olup müslim veya gayrimüslim ve fakat diğer cinsten bulunan cemaatlar ve harici milletlere karşı yalnız onların “hukukunu muhafaza” etmek istiyor. Türk için Türklüğün askeri. Siyasi ve medeni geçmişi yalnız Hüdavendigarlanndan, Fatih’lerden Se- lim’lerden, İbni Kemal’lerden, Nefi’lerden, Bakilerden, Evli­ya Çelebilerden, Kemi İlerden teşekkül ediyor; Oğuz’lara, Cengiz’lere, Timur’lara, Uluğ Beylere, Farabilere, İbni Si­na’lara, Teftazani ve Nevai’lere kadar varamıyor Arada sıra­da İslamiyet, hilafet politikalarına da yaklaşır gibi oluyorda, birleşebilecek Türklerin hemen cümlesi Müslüman olmak cihetiyle esasen mühim noktalarda ortaklıkları bulunan İslam ve Türk siyasetlerinin ikisini birlikte desteklemek istediği zannolunuyor; lâkin bunda da çok kalmıyor, ısrar etmiyor.

Hulasa, öteden beri zihnimi işgal edip de, kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?[8]

EK-2

TÜRKLERLE KÜRTLER Yazar Ziya GÖKALP-1922

Milli Misak’ımız bize etnografik bir hudut çiziyor. Bu hu­dudun içine alınan yerler nerelerdir? İki millet yani Kürtlerle Türklerin sakin oldukları yerler, milli programımız, yeni ara­zimizin haricinde nasıl hiçbir Türk köyün kalmasına nza gös­termiyorsa, hiçbir Kürt aşiretinin yahut köyün buradaki Kürt milletinden ayn düşmesine de razı olamaz.

Bundan dolayıdır ki Musul’da, Bağdat’ta Kürtler’lc yahud Türkler’le meskûn ne kadar sancak, kaza varsa hepsini anava­tana kavuşturmak, vatani vazifelerimizin en mühimlerinden­dir. Bugün anavatandan uzak düşmüş bir “Kürd Irak'ı ” ile bir “Türk Irak'ı“ var: Bunlar Anadolu içtimai uzviyetinin kopa- nlması mümkün olmayan canlı uzuvlandır.

Milli Misak’ımız Türkler’le Kürtler’e aynı kıymeti, aynı ehemmiyeti verdiğini gösteriyor ki, bu iki millet arasındaki vefa bağlan, sadakat rabıtalan her türlü tasavvur fevkinde bir samimilikle maliktir. Filhakika Meşrutiyet’ten beri devletimiz Kürtler yüzünden hiçbir rahatsızlığa uğramadı. Zira aşiret kav­galarından zarar gören yalnız aşiretlerdir. Bu kavgalar zannol- duğu gibi, ne hükümete karşı isyan, ne de ahaliye karşı şeka­vet mahiyetinde değildir. Balkan Harbi gibi, Mütareke zaman­lan gibi en felaketli günlerimizde, bize dostluk elini uzatan, bizimle samimi derd ortaklığını yapan bu vefalı millet değil miydi? Bugünkü istiklal mücadelesine de bütün heyetiyle işti­rak edip, Tüıkler’le beraber “hep yahud hiç! ” diyen bu sada­katli millet değil midir? Tüık nasıl olur da bu kadar samimi bir

kardeşin, bu kadar hukukperver bir arkadaşın emsalsiz vefakâr­lığını, sayısız fedakârlığını unutabilir?

Vaka'ı Kürd bu sadakat yolunda yürümekle, aynı zamanda kendi varlığını, kendi harsını, kendi istikbalini de muhafaza etmiş oldu. Mübarek yurdu başka ülkeler gibi düşmanların murdar ayaklan altında çiğnetmedi. Burası da doğru olmakla beraber, bu neticeyi Kürdün cihanmerdane sadakatine atfet- meyip de yalnız, akılane ihtiyatkârhğına isnad etmek hiçbir veçhile reva değildir. Tarih gösteriyor ki, muvaffakiyet daima doğruluğun mükâfatıdır. Kürd zeki olduğu kadar, doğru imanlı, dost vicdanlıdır da. Bunu ispat için yalnız şu on seneyi değil, on asırlık müşterek maziyi hatırlamamız icab eder. Bundan on asır mukaddem, bugünkü Yunanlılar’la, İngilizlerin, Fransız­ların dedeleri, “Ehl-i Salih ” sürüleri şeklinde İslam ülkelerine akın etmeye başladılar. Bunlan İslam yurdundan kovmak için el ele veren hangi milletler, hangi hükümdarlar oldu? Türk­lerle Kürtlerin o zamanki müşterek cihadı hiç unutulabilir mi? Kara Boğalar, Alparslan’lar, Kılıçarslan’lar, Nureddin Şchid’ler bu cihadda ne kadar uğraştılarsa Selahaddin-i Eyyubi’ler de o derecede çalışmadılar mı? O asırlarda vatan, harici tehlikeye maruz olduğu kadar, din de dâhili muhataralarla (tehlikelerle) tehdid ediliyordu.

Tüıkler, “Babekiyye” “Batıniye” $oi ühad’lan ortadan kal­dırmaya çalıştıklan sırada Selahaddin-i Eyyübiler de Fatımiye Rafıziliği’ne nihayet vermedi mi? Daha sonralan Safeviye kı­zılbaşlığı zuhur edince, bu bid’ate de beraberce mani olmak için bütün Kürt beyleri -Bitlisli Molla İdris’i elçi yaparak- ihti- yarianyla, arzulanyla Sultan Selim’e bi’at etmediler mi? İşte bu tarihi misaller gösteriyor ki, Tüıkler’le Kürtler muazzez vata­nımızı düşmanlardan, mukaddes dinimizi fesaddan esirgemek için, daima birlikte cihada atılmış iki dost millettir. Türkler nasıl daima dini, ahlaki mefkureler için çalışmışlarsa, Kürdlerin de rehberi her zaman iman ile vicdan olmuştur. Bu iki millet, bin seneden beri aynı toprakta, aynı mefkureler için, el ele vererek

mücadele eylemişlerdir. Bu hakikati kim inkar edebilir?

Türkler’le Kürtlerin içleri birbirine benzediği gibi, dışları da benzet. Tüık yahud Kürd milletine mensub bir adamı gör­düğümüz zaman, bunun Kürd mü, yoksa Türk mü olduğunu simasından tanıyamazsınız. Halbuki başka milletlerden bazı­larına mensup fertlerin ilk bakışta hangi kavimden olduğunu, simalarından pek kolay anlayabilirsiniz. Simaların birbirine benzemesi, yekdiğerine karşı kan kaynaması için başlıca şey­dir. Kendimize benzeyen bir çehre, kendimize benzeyen bir ruh demek değil midir? Karşılıklı bir itimadın doğması için, kalplerimizdeki mefkûrelerin müşterek olması kâfi değildir. Simaların da aynı mizaca mensup bulunması lazımdır. Tabia­tın saf evlatları geyikler, kuşlar, balıklar da kendi nevilerinden olanlarla olmayanlan yalnız şekillerinden tanımıyorlar mı?

Kürtlerin medeniyetçe bir kusuru varsa, bazı kısımlarının hala aşiret kalmasıdır. Fakat Türkler’den de henüz aşiret haya­tını yaşayanlar yok mudur? Gerek Kürtlerin gerek Türklerin aşiret şeklinden henüz kurtulamamalan, “çöl” ile temasta bu­lunmalarının neticesidir. Çölde daima seferber halde aşiretler bulundukça, onlara komşu bulunan ahalilerin de göçebe ve silahlı bir halde kalmaları zaruridir. Zira başka suretle ırzlarını hayatlarını, servetlerini koruyamazlar.

Kürtler’le Türklerin aşiret hayatından kurtulabilmesi, yal­nız bir suretle kabil olabilirdi: O da çöldeki aşiretlerle bunların arasında Çin Şeddi gibi bir duvar yapmaktı. Fakat evvelce im­kânsız olan bu iş şimdi kendiliğinden mümkün bir hale girdi. Her felaketten bazen iyi bir netice de çıkabilir. Çölün birçok mamurelerle beraber elimizden çıkması büyük bir felakettir. Hususiyle Arap milleti gibi bir din kardeşinden-velev ki mu­vakkaten olsun-ayn düşmemize ne kadar esef etsek azdır. Fa­kat çöl ile vatanımız arasında askeri bir hududun vucud bulma­sı, aşiretlerin hazarlığa geçmesine çok faydalı olacaktır. Zira askeri bir hudud canlı bir seddir ki Çin'in meşhur şeddinden

daha fazla mukavemetlidir. Gerek El-Cezire’de, gerek Irak’da, çöl ile Kürtler vc Türkmenler arasında blok havzalar yapıla­cak olursa, az zamanda da bütün aşiretler kendiliğinden hazar- lığı isteyeceklerdir. Zaten büyük millet meclisi de bu aşiretlerin iskânına karar vererek, hükümeti icrasına mamur etmiştir.

Hulasa, Türkler’le Kürtler bin senelik, müşterek din, müş­terek tarih, müşterek bir coğrafya neticesi olarak, hem maddi, hem manevi surette birleşmişlerdir. Bugün ise müşterek düş­manlar, müşterek tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehli­kelerden ancak müşterek bir azim ile kurtulabilirler. O halde büyük bir kanaatle diyebiliriz ki bu iki milletin, birbirini sev­mesi, her iki taraf için de hem dini hem siyasi bir tarizedir: KÜRTLERİ SEVMEYEN BİR TÜRK VARSA, TÜRK DE­ĞİLDİR; TÜRKLERİ SEVMEYEN BİR KÜRT VARSA, KÜRT DEĞİLDİR.[9]

EK:3

İTTİHAT VE TERRAKİ DÖNEMİNDE PAN-İSLA- MİST HAREKETLER

Bilindiği gibi İttihat ve Terakki 1913 kongresinde aldığı Türkçü karalar sonucu İmparatorluk içindeki Türk olmayan Müslüman halkların (Kürtler, Araplar, vb) duygusal kopuşuna neden olmuş ve günümüzde süregiden sıcak tartışmalann to­humunu atmıştı. O dönemdeki tartışmalan ilgili bölüm içinde ele almıştık. Ancak aynı İT Almanya’nın zorlaması ile Birinci Dünya Savaşı’na girerken yine Almanya’nın yol göstermesi ile İslamcılık Enstrümanını yeniden kullanmak zorunda kalmıştı. 1-Pan-İslamizmin Çıkış Noktası

Osmanlı Pan-İslamizmi’ni etkilediği söylenen Pan-Cerme- nizm, Pan-Slavizm, Pan-İtalyanizm ve benzeri Pan hareketler; birbirlerine dil, milliyet, kültür bazen de coğrafi yakınlık gibi unsurlarla bağlı gruplann dayanışmasını kuvvetlendirmeyi hedef alan siyasi ve kültürel hareketler olarak tanımlanmakta­dır.1' Pan hareketler daha çok bir milletin sıkıntı dönemlerinde ortaya çıkıp gelişmiştir. Örneğin; Pan-Cermenizm: Alman Devleti’nin Napolyon tarafindan Fransa’nın bir eyaletiymiş gibi bir muameleye tabii tutulduğu zaman doğmuş. Pan-Sla- vizm’in kökeni ise, Avusturya’nın Alman idarecileri tarafin­dan zulüm görmüş olan, küçük slav halklan arasında yer bul­muş, Daha sonra Slav ırkından olanlan birleştirmek bahanesi ile Rusya’nın Balkanlan ele geçirme politikasını bir ifadesi

9 Metin Hülagü, “Pan-İslamist Hareketler” Boğaziçi Yay., 1994, s.9-10, İst

olmuştur.[10]

Pan-İslamizm ise ilk defa İngiliz-Fransız ve Rus diploma­tik yazışmalarında ifade edilmiştir. Bir diğer ifade biçimi de İttihad-ı İslam’dır." Önce muhalifler tarafindan ifade edilen İttihad-ı İslam deyimi ilk defa 1869 yılında kullanılmıştır. Pan­islamizm için kullanılabilecek en erken tarih ise 1875 yılıdır.[11]

Aslında yanıltıcı bir durum ise 2.Abdülhamid’in kısmen tecessüs (gizlice araştırmak) nedeni ve kısmen de halife olarak tüm dünya Müslümanlan ile ilgilenmesi, sömürgelerinde çok sayıda Müslüman nüfus barındıran İngiltere, Fransa ve Fran­sa’yı Padişahı Pan-İslam politika güttüğü iddiasına sevketmiş- tir.

Pan-İslamizm ilk defa İttihad-ı İslam olarak İngilizceye tercümesi 19 Ocak 1882 tarihli The Times gazetesinde bir ma­kalede yer aldı. Fransız Yazar M.G.Charmes ise yazdığı ma­kalede Berlin Antlaşması ile aşağılandığını düşünen Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürt, Arap ve Hintli şeyh ve mollaları İngil­tere ve Rusya’ya karşı cihad çağasıyla ayaklandırmaya çalış­tığını iddia etmiştir. Kısacası Pan-İslamizm ile ilgili çeşitli ve farklı görüşler vardır. Bemard Lewis bunu 1774 Küçük Kay­narca Anlaşması’na kadar götürülebileceğini iddia eder. Anca bu Osmanhnın 2.Abdülhamid yönetiminde görülür olmuştur. Bunda etken olan bir unsurda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İttihad merkezinin Osmanlılıktan, İslamlığa kayması ile orta­ya çıkmasıdır.[12]

2.Abdühamid döneminde devletin resmi politikası olan Pan-İslam askeri-siyasi krizler ve uluslararası Pan hareketler­den etkilenmiştir. Kemal Karpat İttihad-ı İslam hareketinin doğuş ve gelişmesini sağlayan koşullan şöyle sıralamıştır;

1-Toplumsal yapı değişiklikleri

2-Dış siyasetteki gelişmeler

3-Düşünce alanında meydana gelen değişimler

4-Sultan, 2,Abdülhamid’in gelişmekte olan sosyo-politik ofaylan yorumlayarak bunlara verdiği yön ve şekil.[13]

Bu günki anlamıyla anlaşılan Pan-İslamizm hareketinin iç­teki başlangıcı 2.Abdülhamid ile olmuştur. Karpat’a göre 2.Abdülhamid İslamcı politikasıyla modernleşmeyi hedefle­diği ve Müslüman milletinin kimliğini çahşmaya çalıştığını vurgulamaktadır.'[14]

Şerif Mardin’e göre;

2.Abdülhamid’in İslamcılık siyaseti doğru ve iyi anlaşıla­mamıştır. İslamcılık Abdülhamid’den önce şekillenmeye başlamış ve bilhassa Rusların ilerieyişine karşı almanlar tara­findan da desteklenen 1870’ten sonra Avrupa’da kristelleşme- ye başlayan sosyal danvinizmin uzantılarından biri kabul edilebilecek “Pan Milliyetçiliklerine” sekonder olarak ortaya çıkmıştır.[15]

Bazı yazarlar, anti-emperyalist karakterine bakarak, Pan­islamizm’in bir ideoloji olarak milliyetçiliğe benzediğini, tam karşılığının ise İslam Milliyetçiliği olduğunu belirtirken, diğer bir kısmı ise bu fikri Proto Nationalism, yani Ön Milliyetçilik olarak nitelemekte, dolayısıyla Pan-İslamizm geleneksel İs­lam ile modem milliyetçilik arasında bir geçiş olarak ifade edilmektedir.[16]

Sonuç olarak Pan-İslam kavramı özellikle 2.Abdülhamid döneminde diplomasinin önemli bir kavramı yer almıştır. Her ne kadar İngiliz belgelerinde 2.Abdülhamid’in atalan gibi emperyal bir amaçtan çok Halife olmanın gerekleri sonucu

dünya Müslümanlanyia ilgilendiği belirtse de, yine de bunu potansiyel bir birlik oluşturma fikrine dayandığı fikrine yas­lanmaktadır. İslam birliği Fikri Osmanlı Aydınlan arasında da taraftar bulmuştu Machiaveli’nın Katolik Kilisesine yönelttiği eleştirilere pek benzer bir şekilde Abdullah Cevdet, İslam dinini “Millet" fikrinin oluşumunu önlediğinden dolayı eleştiriyor ve İttihad-ı İslam düşüncesinden Osmanh devletinde böyle bir ulusal şuur uyandırmak yolunda istifade etmek istiyordu[17] An­cak Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya Devleti ile yakın­laşması İttihad-ı İslam’ı başka bir şekilde gündeme getirecektir.

2-1. Dünya Savaşı ve Pan-İslamizm

İttihad ve Terraki yönetimi 1913 Kongresi ile Osmanlıcı­lıktan sonra İslamcılıktan vazgeçip Türkçü kararlar aldı. Bu­nun diğer İslam unsurlar için önce duygusal sonra fiziksel kopuşa yol açmıştı. Ama şartlar İttihat ve terakki yönetimine İslam kartını oynama zorunluluğu getirdi. Bu süreci ela alma­dan önce kavramları yeniden ele almak gerekecektir. Çünkü Pan-İslamizm Cihâd-ı Ekber fetva ve beyannamelerle Birinci Dünya Savaşı’nm terminolojisi arasına girmişti.

A-CİHAD KAVRAMI

İslam’ın kutsal kitabı Kuran-ı Kerim İslam’ın yayılması için Cihad’ı en önemli araç olarak görmüştür.

Al-i imran Süresi 142. ayet

dili j^u ü!j AjkJl Ijlkü jl ^l^jjjÂİalI ^uj J ^Ai^ ût^

Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri orta­ya çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi zannettiniz.

Kuran-ı Kerim’de yukandaki gibi onlarca ayet var. Bunu örnek alarak peygamber ve sonrası yöneticiler çok sayıda ciha­da başvurmuş ve İslam’ın çabuk yayılmasında etken olmuş­tur. Müslümanlann yenik halklara önerdikleri, onlann sanıldı-

ğı gibi onlann İslam’a geçmeleri değil, ama İslam’a tabi ol- malandır.[18] Buna rağmen Kuran-ı Kerim emri ile beklenme­yen bu hızlı yayılma Doğu ve Batı kesin olarak birbirinden aynlmıştır.[19] Bu ayırım sadece fiziki bir ayırım değildir. Kav­ramsal alanda da farklı iki dünya karşı karşıya gelmiştir. Ba- tı’nın ya da Hıristiyan dünyanın kavranılan Doğu da çoğu za­man karşılığını bulamamıştır. Cihad kavramı bunlardan biridir.

Osmanlı Devleti’nin 1914 yılına kadar gayrimüslimlerle yaptığı savaşların tamamı cihad olarak ilan edilmiştir. Bu politika gereği fethedilecek yerler için fetva yayınlanarak savaşa dini bir içerik kazandınlır. Savaşacaklara sancak-ı Şerif gösterilerek savaşa gönderilir. Savaştan ister galip, ister mağ­lup olsunlar komutan ve askerlere dini bir tabir olan "Gazi” unvanı atfedilir. Ancak Burada savaşmak bir görev olmakla birlikte savaşın büyüğü küçüğü olmaz. Özellikle kutsal savaş ya da büyük savaş kavramlar İslam tarihinde yoktur. Bu ne­denle Holy war (Kutsal Savaş) gibi bir kavramla kanştırmamak için Cihad-ı Ekber olarak anılmıştır.

C-ALMANLAR VE CİHAD-EKBER

Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya atılan Cihad-Ekber kav­ramının mucidi alışılagelenin tersine Osmanh değil Alman dev­letidir. Alman tezine göre, eğer Osmanh Devleti savaşa girme­ye ikna olursa, Dünya da dağınık şekilde bulunan (Birçoğu İn­giltere, Fransa ve Rusya’nın hâkimiyeti altında olan) Tüık ırkından olmayan diğer Müslümanlan Cihad-ı Ekber ilan ederek Hali­fenin manevi otoritesi ile savaşa sokulabilir. Böylece, Hindis­tan, Habeşistan Müslümanlan propaganda faaliyetlen ile ayak- landınhp İngiliz devleti zor duruma sokulabilir Bu konuda Al­man ordulan Başkomutanı görüşlerini açıkça beyan etmek­teydi. "... Hindistan, Mısır ve Kafkasya ’da ihtilali kışkırtmak son derece önemlidir. Türkiye ile yapılan anlaşma Islâm alemini

taassubunu son reddeye kadar tahrik etme imkanı verecektir. 1

Bu fikirler başlangıçta hem Osmanlı yönetimi hem de Os­manlı coğrafyasında görev yapan Alman elçileri için çok uzak bir ihtimaldi.

Ancak Kaiscr Wilhelm 11 ve Alman generallerinin planına göre Cihad-ı Ekber’in (ilan) edilmesi ile Hindistan, Afganis­tan, Tacikistan ve Kuzey Afrika’da genel bir ayaklanma husûle gelecek ve bu suretle İngiltere, Rusya ve Fransa bu ayaklanmalarla uğraşırken Alman kuvvetleri bunların hayatî noktalarına öldürücü darbelerde bulunabilecekti.[20]

Almanlar aşın iyimser bir şekilde Pan-İslam’ın Batılı güç­leri zayıflatacak bir proje olduğuna inanıyorlardı. Buna birkaç istisna dışında Alman Devletinin tüm yetkilileri büyük- umut bağlamışlardı. Göstergeler bunu destekler nitelikteydi. Dünya Müslümanlarının neredeyse dörtte üçü İngiltere, Fransa ve Rusya’nın egemenliği altında yaşıyorlardı.

Almanlann bu isteği İT yönetimi içinde karşılık buluyor­du. Zira pek dindar olmamakla beraber Jön Türider uygulan­ması düşünülen Pan-İslam hareketini dünya siyasetinde önemli bir nüfuz elde temel yolu olarak değerlendirmekteydiler.[21]

Başta Enver Paşa olmak üzere iktidan elinde tutanlar Os­manlı devletini kaybettiği topraklan geri alacağını, Rus ve Ermeni hâkimiyetinde olan Kafkasya vc Orta Asya Müslü- manlannı kurtanlacağı, Halife’nin siyasi nüfuzunun dünya Müslümanlan üzerinde artacağına inanıyorlardı. Bu nedenle Alman yöneticilerine Halife’nin Cihad-Ekber ilan edeceğine dair vaadler de bulunmuştu. Buna dayanarak Almanya 2 Ağus­tos 2014 Tarihinde Osmanlı devleti ile bir ittifak anlaşması imza etmişti. Savaş ilanı üç aşama da gerçekleşmiştir.

İlk aşamada 7 Kasım 1914 tarihinde Şeyhülislam Hayri Efendi tarafindan cihada fetva verilmiştir.

ikinci aşamada Orduya ve donanmaya, Nihayet Padişah V.Mehmet halifelik insiyatifini kullanarak başta İngiliz ve Rus idaresi altında bulunanlar olmak üzere tüm Müslümanları Cihad-ı Ekber -sancağı altında kafirlere karşı sefer katılmaya davet etmiş.[22] Sultan Raşad’ın ordunun dağıtılması amacıyla kalema alınan, Beyanamesinin günümüz diline sadeleşmiş hali aşağıdadır,

29 TEŞRÎN-İ EVVEL 1330 TARİHLİ CİHAD-I EKBER HATT I HÜMAYUNU

Orduma, Donanmama,

Düvel-i muazzama arasında harp ilân edilmesi üzerine her daim nagihanî ve haksız tecavüzlere uğrayan devlet ve mem­leketimizin hukuk ve mevcudiyetini firsatçı düşmanlara karşı İcabında müdafaa edebilmek üzere sizleri silâh altına çağırmış­tım. Bu suretle müsellâh bitaraflık içinde yaşamakta iken Ka­radeniz Boğazı’na torpil koymak üzere yola çıkan Rus do­nanması talimle meşgul olan donanmamızın bir kısmı üzerine ansızın ateş açtı. Hukuk-u beynelmilele mugayir olan bu hak­sız tecavüzün Rusya tarafindan tashihine intizar olunurken gerek mezkûr devlet ve gerek müttefikleri İngiltere, Fransa devletleri sefirlerini geri çağırmak suretiyle devletimizle mü- nasebat-ı siyasiyelerini katettiler. Müteakiben Rusya askeri hududumuza tecavüz etti. Fransa vc İngiltere donanmalan müştereken Çanakkale Boğazı’na, İngiliz gemileri Akabe’ye top attılar. Böyle yekdiğerini velyeden hainane düşmanlık âsarı üzerine öteden beri arzu ettiğimiz sulhu terk ederek Almanya ve Avusturya-Macaristan devletleriyle müttefikan menafi-i meşruamızı müdafaa için silâha sarılmaya mecbur olduk. Rusya devleti üç asırdan beri devlet-i aliyemizi mülken pek

çok zararlara uğratmış, şevket ve kuvvet-i milliyemizi artıracak intibah ve teceddüt âsannı harple ve bin türlü desayis ile her defasında mahve çalışmıştır. Rusya, İngiltere ve Fransa dev­letleri zalimane bir idare altında inlettikleri milyonlarca ehl-i İslâm’ın diyaneten ve kalben merbut olduklan hilâfet-i muazzamamıza karşı hiçbir vakit su-i fikir beslemekten fariğ olmamışlar ve bize müteveccih olan her müsibet ve felâkete müsebbip ve muharrik bulunmuşlardır. İşte bu defa tevessül ettiğimiz cihad-ı ekber ile bir taraftan şan-ı hilâfetimize, bir taraftan hukuk-u saltanatımıza karşı ika edilegelmekte olan taarruzlara inşaallahü taâlâ ilelebet nihayet vereceğiz. Avn ü inayet-i bari ve meded-i ruhanî-i Peygamberi ile donanmamı­zın Karadeniz’de ve cesur askerlerimin Çanakkale ve Akabe ile Kafkas hududunda düşmanlarımıza vurduklan ilk darbeler hak yolundaki gazamızın zaferle tetevvüç edeceği hakkındaki kanaatimizi tezyit eylemiştir. Bugün düşmanlarımızın mem­leket ve ordularının müttefiklerimizin pay-i celâdeti altında ezilmekte bulunması bu kanaatimizi teyit eden ahvaldendir.

Kahraman askerlerim,

Din-i mübinimize, vatan-ı azizimize kasteden düşmanlara açtığımız bu gaza ve cihat yolunda bir an evvel azm-ü sebat­tan ve fedakârlıktan ayrılmayınız. Düşmana arslanlar gibi savlet ediniz. Zira hem devletimizin, hem fetva-yi şerife ile davet ettiğimiz üç yüz milyon ehl-i İslâm’ın hayat ve bekası sizlerin muzafferiyetinize bağlıdır. Mescitlerde, camilerde, Kâbetullahta huzur-i Rabb-İl-âlemine kemal-i vecd-ü istiğrak ile müteveccih üç yüz milyon masum ve mazlum mümin kalbinin dua ve temenniyeti sizinle beraberdir.

Aziz evlâtlanm,

Bugün uhdemize terettüp eden vazife şimdiye kadar dün­yada hiçbir orduya nasip olmamıştır. Bu vazifeyi ifa ederken bir vakitler dünyayı titretmiş olan Osmanlı ordularının hayrül- halefleri olduğunuzu gösteriniz ki, düşman din ve devleti bir

daha mukaddes topraklarımıza ayak atmaya, Kâbetullahı ve merkad-i münevvere-i Nebeviyeyi ihtiva eden arazi-i mübare- ke-i Hicaayenin istirahatini ihlâle cüret edemesin. Dinini, vatanını, namus-u askerîsini silâh ile müdafaa etmeyi, padişah uğrunda ölümü istihkar etmeyi bilir bir Osmanlı ordu ve do­nanması olduğunu düşmanlarımıza müessir surette gösteriniz.

Hakk-u adi bizde, zulm-ü advan düşmanlarımızda oldu­ğundan düşmanlarımızı kahretmek için Cenab-ı Adil-i Mutla- kın inayet-i gurrası ve Peygamber-i zişanımızın meded-i ru­hanîsi bize yâr ve yaver olacağına şüphe yoktur.

Bu cihattan mazisinin zararlarını telâfi etmiş şanlı ve kavi bir devlet olarak çıkacağımıza eminim. Bugünkü harpte bir­likte hareket ettiğimiz dünyanın en cesur ve muhteşem iki ordusu ile silâh arkadaşlığı ettiğimizi unutmayınız. Şehitleri­miz şüheda-yi salifeye müjde-i zafer götürsün. Sağ kalanlan- nızın gazası mübarek, kılıcı keskin olsun.[23]

22 Zilhicce, 29 Teşrin-i evvel 1330 (1 İKasım 1914)

Mehmet Reşat

Aslında Enver ve Cemal dışında savaşın yenen tarafinın olmayacağını ve ortalama bir banşta OsmanlI’nın da postu kurtaracağını düşünüyordu. Ama asıl tehlike olan Rusya’nın Almanya tarafindan durdurulacağını düşünüyorlardı.

D-SAVAŞ İÇİN FETVA VE BEYANNAMELERİN İLANI

Osmanlı Devleti’nin 11 Kasım 1914’de Halife tarafindan büyük bir ciddiyet ve vakur içerisinde İstanbul’da ilan edilen savaşa katılma ilanından üç hafta gibi bir aradan sonra, Hali­fe’nin hem bu ilanını hem teyid etme ve hem de mevcut şart­lar dahilinde savaşın şeriate uygun bulunduğunu belirtmek ve tüm Müslümanların Halife ve müttefikleri adına savaşa katıl­malarını sağlamak kastiyle Şeyhülislam’ın verdiği fetva takip

etmişti.[24] Daha sonra Osmanh Meclisi bu fetva ve iradeye dayanarak savaş karan almıştı.

Bu gelişmelerden sonra Osmanlı ordusu 6 (Altı) Cephede savaşa girdi. Çanakkale ve Kut-ül Amare dışındaki cepheler de yenildi. Çanakkale ve Kut-ül Amare cephesi ağır kayıplara rağmen uzun soluklu bir zafere dönüşmeden müttefiklerin kontrolüne geçerek hayal kınklığı yarattı.

İttihat ve Terraki Yönetimi Cihad-ı Ekber ilan ettirmişti ama üçlü bir yönetim uyguluyordu. Bunlardan ilk göz ağnsı olan Osmanlıcılık dahili siyasetin temel taşı olmuştur. Tüık milliyetçiliği ise, Rus Tatarlar ile olan ilişkilerin esasını oluş­turmuştur.[25] Bunlardan sonuncusu olan Pan-İslamizme ise, İmparatorluk dahilindeki Araplar, Kürtler, Amavutlar ile diğer yerlerdeki Müslümanlarla olan ilişkilerde başvurulan bir siya­set olmuştur. Ancak İttihat ve Terakki yönetimi dahili de bu­lunan Türk olmayan Müslümanlara da faiklı politik sindirme politikası uygulamaya konulmuştur. Örneğin 1915 yılında Ermenileri tehcir politikası ile Anadolu topraklarının dışına ve ölüme sürükleıken, Müslüman olan Kürtlerc de iskan politi­kalar uygulamıştır.

EK:4

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNE KATILIM RİTLELİ VE BAĞLANTILARI

Yaklaşık 150 yıl öne kurulan bir örgüt olan İttihat ve Te­rakki her yönü ile ilginç bir yapılanmaydı. Örgütü ilginç kılan unsurlardan biri de “Üye kabul yöntemi ve örgüte katılım ritueli’’ idi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kökeni 1860’h yıl­lara kadar uzanır. Cemiyet’in düşünsel kökeni Yeni OsmanlI­lara dayanır. 1860’tan 1918’e kadar uzanan süreçten sonra İttihatçılık ruhu miadını tamamlamış görünse de Cumhuriyet dönemi Kemalizm’inin ideolojisine esin kaynağı olmuştur. Bazı olaylarda Cumhuriyet İttihatçı yöntemlere başvurmuş­tur.[26] Bu yöntemler ayn bir araştırmanın konusudur.

Cemiyet hücre tarzında örgütlenmişti. Hücre mensupları­nın dışında kimse birbirini tanımıyordu. Farmason ve Carbona- ri2’ örgütlerinin yapısı olan hücre tipi yapılanmanın benim­sendiği örgütte, her hücreye ve hücrede bulunan her üyeye birer kod numarası verilmiştir. Üyeler, hücre numarası ve hücre içindeki kod numaralarının kesirli ifade edilmesi şeklinde düzenlenmiştir. Örneğin iki numaralı hücrenin beş numaralı üyesi 2/5 şeklinde düzenlenmiştir. Bu kod o üyenin kimliği-


___________________ F.KLF.R________________ dir. Kurucu üyelerden İbrahim Temo’nun kod numarası ise 1/1’dir. Her hücrede en fazla beş üye bulunmakta ve hücre içerisinde olanlar sadece bu beş üyeyi tanımaktaydı (Hücre tipi örgütlenme daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa’da da uygu­landı). Cemiyete üye kaydı Masonik tarzda yapılıyordu. Önce kuruculardan biri üye yapmak istediği kimseyi merkeze tanı­tıyor, merkezin bu konudaki kararını bekliyordu. Merkez ge­rekli incelemeleri yapıp o kişiyi üyeliğe kabul ederse, yemin merasiminin yapılacağı adayın gözleri bağlanıyor, şaşırtmak için aday biraz dolaştınhyor, sonra da yemin merasiminin (buna tahlif deniliyordu) yapılacağı eve geliniyordu. Evin kapı­sında bulunan bir yetkili, kılavuzun ' ‘Hilal ’ ’ parolasını duyun­ca kapıyı açıyor ve aday içeri alınıyordu. İçerde bir odada Cemiyet’e girip girmemekte ısrarlı olup olmadığı soruluyor, onay alındıktan sonra da yemin (tahlif) merasimi başlıyordu. Aday gözleri bağlı olduğu halde bir masanın karşısındaki iskemleye oturtulup, sağ eli Kur’an-ı Kerim‘in sol eli de ta­bancanın üzerine konarak yemin ettiriliyordu. Tören sırasında adayın karşısında kırmızı cüppeli beş kişi vardır. Ortadaki en kıdemli ses karşıdaki adayı tepeden tırnağa süzdükten sonra sorar:

—Otuz üç senedir (Bu son dönem uygulanan bir rituel’dir. Çünkü 33 sene n. Abdülhamid’in iktidarını son yılına tekabül eder) bünye-i milleti hain kurt gibi kemiren istibdad idaresine karşı mazlum milletin intikammı almaya hazır mısınız?

—Evet, bütünü ile...

—Verdiğiniz sözü önünüzde duran ve elinizi bastığınız Kur’an-ı Kerim, tabanca ve hançerle teyit ve bunların üzerine yemin eder misiniz?

—İşte Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin ediyorum ki siz- lere ihanet edecek olursam hançer ve tabancanıza layık ola­yım. Meşrutiyet’i tesis edinceye kadar Abdülhamit idaresine karşı gücümün yettiği kadar fedakarca mücadele edeceğime;

şayet bu mukaddes maksadın istihsalinden evvel tevkif olu­nursam, Cemiyet’in esrarına dair etlerim kemiklerimden ayrı­lıncaya kadar işkenceye maruz kalsam dahi hiçbir şey ifşa etmeyeceğime dinim, şerefim ve namusum üzerine yemin ederim.’0-[31]

—Yeni üye Cemiyet’e, "Kardeşim seni tebrik ederim. Bundan sonra aramızda kardeşlikten başka bir his olmaya­caktır. Allah Cemiyet’imize muvaffakiyet ihsan etsin. Cemi­yet’imizin nizamnamesine göre numaranız ... dir. ” sözleriyle kabul edilir, merasim noktalanırdı. İttihat ve Terakki’ye gir­mek her üye için bir gurur vesilesiydi. En küçük hatanın, gaf­letin, ağızdan kaçırılacak bir tek kelimenin, görevi savsakla­manın, tereddüdün ölümle noktalanacağını bildiği halde hiç bir üye bu durumdan şikayetçi olmamıştır. Bu uğurda ölmek onlar için ölümlerin en şereflisiydi çünkü.

Yeni üye yemininin ardından gözleri açıldığında karşısın­da siyah maskeli, sadece gözleri açık, baştan aşağı kırmızı pelerine sarılmış üç kişiyi görüyordu. Artık bundan sonra çıkış

yoktur. Aksi takdirde ihanetle yargılanacak, hiç tereddütsüz ölümle cezalandırılacaktır. İlk toplantıda Talat Bey’in şu söz­leri İttihat ve Terakki’nin amacını, hedeflerini ortaya koyar gibiydi.

—“Cemiyetimiz baş verecek, fakat sır vermeyecektir. Neti­ce istihsal edilinceye kadar ve ondan sonra bile herkes Cemi­yet’in sırrına bağlı kalacaktır. Aksi mümkün değildir, müsaade edilmez, yani buna izin de verilemez. Cemiyete girecek arkadaş yalnız kendi rehberini ve iki arkadaşını tanıyacaktır. Diğerleri­ni bilmeyecek, bilemeyecektir. Bizler de bunu kimseye söyle­memeye yemin edeceğiz.

Şu anda birbirimizin adını unutuyoruz. Cemiyete kaydedi­lenler gözleri bağlı olarak tahlif odasına alınacaktır. Tahlif oda­sına geliş rehber vasıtası ile olacak. Yemine gelecek olan üye­nin gözleri yemin yerine gelmeden çok önce bağlanacaktır. Ya­ni nerede yemin ettiğini bilmeyecektir. Rehber tahlif odasında yeni üyenin gözlerini açtığı vakit üye şunları görecektir: Yeşil çulha kaplı bir masa, masanın köşesinde Kur ’an-ı Kerim ’in ya­nında bir tabanca ve bayrak Yemin ettirecek üç aza, ki bunlar masanın gerisinde hususi kıyafetler içinde olacaklar ve yalnız gözleri görünecektir. Tahlif odasında usulümüz gereğince ye­min eden aza Kur’an-ı Kerim ’e, silaha, bayrağa el bastıktan sonra artık Cemiyet için hayatını vermeye hazır demektir. Veri­lecek emri tatbik etmeyerek savsaklayan veya Cemiyet’in sırla­rını her ne şart altında olursa olsun anlatmaya kalkan aza, ta­bancanın başına sıkılmasını kabul etmiş demektir. Usul budur. ”

Talat Bey’in bu nutku, sanki İttihat ve Terakki’nin mani­festosu gibidir. Toplantılar çeşitli evlerde yapılıyordu. Daha sonra ise Alatini Köşkü ile Tramvay deposu arasında küçük bir ev tutuldu. Ev Ömer Naci üzerinde görünüyordu.

Cemiyet üyelerinin birbirini tanıması için bir işaret sistemi vardı. Temel ilke “Kelime-i Mukaddese: Muin, Kelime-i Mu- rur: Hilal” sözcükleriydi. Üye sağ elin üç parmağını büküp,

bir hilal halinde kalbine götürdüğünde işaret tamam sayılacak­tı. Bundan sonra karşılıklı olarak "Mim”, “Ayn", “Ye”harfleri söylenecekti. Bu harfler Arapça “Muin ” (Yardım eden, yardım­cı) anlamına geliyordu.

Cemiyet üyelere bir numara veriyordu. İlk on numara ku­ruculara aitti. Yaş sırasına göre ilk on üyenin numaralan şöyle sıralanıyordu:

Bursalı Tahir Bey 1

NakiBey2

Rahmi Bey 3

Mithat Şükrü Bleda 4

Talat Bey 5

Kazım Nami Bey 6

Ömer Naci Bey 7

İsmail Canbolat Bey 8

Hakkı Baha Bey 9

Edip Servet Bey 10

Yurt düzeyinde örgütlenmeyi, İttihak ve Terakki kulüpleri kanah ile gerçekleştiren Cemiyet 1908-1918 yıllan arasında 4 gizli olmak üzere 9 kongre yaptı. 1909-1918 yıllan arasında Cemiyet’in başkanlıklarım sırası ile Emrullah Efendi, Halil Bey, Seyit Bey, Sait Halim Paşa ve Talat Paşa yürüttü.

İlk kurulduğu günden itibaren gizliliği esas alan Cemi­yet’in birçok yan kuruluşu vardı. Bunlar,

        Teşkilat-ı Mahsusa (Günümüz Milli İstihbarat Teşkilatı’nın çekirdeği)

        Türk Ocağı

        Köylü Bilgi Cemiyeti

        Osmanlı Maarif Cemiyeti

        Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti

        Halka Doğru Cemiyeti

        Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti

        Kalaycı Esnaf Cemiyeti


        Hilal-i Ahmer

        Donanma Cemiyeti

        Bakü Müslüman Cemiyeti

        Müdafa-i Milliye Cemiyeti

        Türk Gücü Cemiyeti

        Osmanlı Genç Demekleri

İttihat ve Terakki bir aysbergi andırır. Onun bir de görün­meyen yüzü vardı. Bu bölümün büyük bir kısmını fedai ve militanlardan oluşan kadro tamamlıyordu. "Fedai-i Zabıtan" diye de anılan bu kadro ordunun en genç, gözü pek subayla­rından oluşuyordu. İdealizm ve gönüllülük bu subayların or­tak paydaşıydı.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın temel taşını oluşturan bu kadro Sü­leyman Askeri Bey, Halim Paşa, Cevat Paşa, Dr.Nâzım, Dr. Bahattin Şakir, Atıf Kamçıl, Rusül Bey, Yarbay Hüsamettin Ertürk, Eşref Kuşçubaşı, Sami Kuşçubaşı, Ömer Naci, Nuri Paşa (Kıllıgil-Enver Paşa’nın kardeşi), Ohrili Eyüp Sabri, Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Yakup Cemil Bey’i bünye­sinde barındırıyordu.


DİPNOTLAR


BİRİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR

18.VE 19.YÜZYILDA DÜNYADA DÜŞÜNSEL ALANDAKİ GE-
LİŞMELER VE OSMANLI İMPARATOLUĞU’NA

YANSIMALARI

1       Server TANİLLİ, “Yüzyıllar Gerçeği IV”, İst, Cem Yay., s.535

2       Albert SCBEUL, “Fransız Devrimi’nin Kısa Tarihi”, İnter, 1989, İst., s.141

3       Doç.Dr. Ali Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ankara, 1994, s.29

4       Prof.Dr.M.Şehmus GÜZEL, “Devlet-Ulus”, Alan Yay., İst, 1995, s.13

5       ProfDr.Fahir ARMAOĞLU, “8O.Yüzyıl Siyasi Tarihi”, Cilt 1, Ankara, 1992

6       S.YEROSİMOS,Cilt2,s.8

7       Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar”, s. 15

8       S.YEROSİMOS,s,14

9       Çağlar KEYDER, s 53

10     S.YEROSİMOS, s. 17

11     S.YEROSİMOS, s. 18

12     S.YEROSİMOS, s. 18

13     S.YEROSİMOS, s.20

14     S.YEROSİMOS, s.23

15     S.YEROSİMOS, s 24

16     Dimitri ŞİŞMANEV, “Türkiye İşçi Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908-1965)”, Belge Yay., İst., 1996

17     Prof.Dr.Toktamış ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, Der Yay., İst., 1993

İKİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR

BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR

1       Erik Jan ZÜRCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İleti­şim, 1995, s.23

2       Erik Jan ZÜRCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İleti­şim, 1995, s.24

3 Erik Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1995, s.30

4 Erik Jan ZÜRCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İleti­şim, 1995, s.31

5 ProfDr. Taner TIMAR, “Osmanlı Toplumsal Düzeni”, İmge, Ank.'1994, s.246

ti Murat SARICA, “Siyasal Tarih”, Ar Basım, İst., 1983, s.123-124

7 A. D. OVİÇEV, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Yan Sömürgeleş­mesi”, Onur, Ank., 197?; Orhan KURMUŞ, “Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi”, Savaş, Ank., 19X2

8 M. SARICA, “Siyasal Tarih”, Ar Basım, İst., 1983, s. 126-127

9 Ş. MARDİN, “İdeoloji”, s. 111 -112

10 T. ÇAVDAR”, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.22

11 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.22-23

12 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.24

13 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.24

14 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.26

15 Dr.Şükrü HANİOĞLU, “İletişim”, Cüt 5, s.1382

16 Orhan HANÇERLİOĞLU, “Felsefe ?? Ansiklopedisi”, İletişim, İst, 1978, Cilt 5, s.235

17 Orhan HANÇERLİOĞLU, “Felsefe ??? Ansiklopedisi”, İletişim, İst, 1978,Cilt3,s.21

18 Ekrem İŞIN, “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, İletişim, Cilt 2, s.353

19 Ekrem IŞIN, “Osmanlı Materyalizmi”, İletişim, Cilt 2, s.363

20 Ekrem IŞIN, “Osmanlı Materyalizmi”, İletişim, Cilt 2, s.363

21 Ekrem IŞIN, “Osmanlı Materyalizmi”, İletişim, Cilt 2, s.368

22 Taha PARLA, “Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Kapita­lizm”, İletişim, İst, 1993, s.90

23 Ekrem IŞIN, a.g.e.,s.371

24 Zafer TOPRAK, “Osmanlı Devletinde Korparatif Dünya Görü­şü”, Cilt 3, s.372

25 Taha PARLA, a.g.e,s.212

26 Ekrem IŞIN, a.g.c., s.374

27 O. HANÇERLİOĞLU, “Felsefen ????Ansiklopedisi”, Cüt 1, s.273

28 Z. TOPRAK, “Osmanlı Devletinde Uluslaşmanın Toplumsal Boyutu”, Cüt 2, s.377

29 L. KÖKER, “Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi”, İletişim, 1995, s.226

30 Z GÖKALP, Kültür Bakanlığı, İsL, 1980

31 “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876­1873)”, (Derleyen: Mete TUNÇAY-Erik Jan ZÜRCHER, İletişim, 1995, s.243

32 “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876­1873)”, (Derleyen: Mete TUNÇAY-Erik Jan ZÜRCHER, İletişim, 1995, s.249

33 Tevfik ÇAVDAR, s.38

34 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, s.74

35 M. Şükrü HANİOĞLU, “Osmanlıcıhk”, İletişim, Cilt 2, s. 1390

36 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, Naklen: Celal NURİ, “Mukad- derat-ı İçtihat”, İstanbul, 1330, s. 184

37 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, s.76

38 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, s.76

39 Anthony D. SMİTH, “Milli Kindik”, İletişim, İstanbul, 1994, s.195- 196

40 İbrahim TEMO, “İttihat ve Terakki Andan”, Arba, İstanbul, 1987, s.2

41 W. BARTHOLD, “Orta Asya Tarihi Hakkında Dersler”, Ankara, 1975, s.11-12

42 Turgut AKPINAR, “Türk Tarihinde İslamiyet”, İletişim, İstanbul, 1993, s.61

43 Dr.Muzaffer SENCER, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.82

44 Dr.Muzaffer SENCER, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.82-83

45 DrJVIuzaffer SENCER, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.94

46 Dr.Muzaffer SENCER, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.95

47 İlhan ARSEL, “Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Dev­let Anlayışına”, İstanbul, 1994, s. 17-18

48 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi”, Cilt 1, Yayın Yönetmeni R. MANTRON, Say, İstanbul, 1991, s. 167-168

49 Server TANİLLİ, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”, Cilt 1, Yayın Yönetmeni R. MANTRON, Say, İstanbul, 1991, s.169

50 Mehmet Ali KILIÇBAY, “Doğunun Devleti Batuun Cumhuriye­ti”, Gece, Ankara, 1992, s.55

51 S. TANİLLİ, “Osmanlı Tarihi”’, Cilt 1, s. 170

52 S. TANİLLİ, “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, Say, İstanbul, 1991, s.45

53 S. TANİLLİ, “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, Say, İstanbul, 1991, s.47

54 İlhan ARSEL, “Arap Milliyetçiliği ve Türkler”, İnkılap, İstanbul, 1990, s. 19-20

55 S. TANİLLİ, “Osmanh Tarihi”, Cilt 2, s.379-3«0

56 S. TANİI.Lİ, “Osmanlı Tarihi-”, Cilt 2, s 381

57 S. TANİLLİ, “Osmanh Tarihi”, Cilt 2, s.383

58 S. TANİLLİ, “Osmanh Tarihi”, Cilt 2, s.385

59 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, İletişim, 1992, s.68

60 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, İletişim, 1992, s.68

61 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”’, İletişim, 1992, s.70

62 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, İletişim, 1992, s.71

63 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, İletişim, 1992, s.71 -72

64 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, İletişim, 1992, s 72

65 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, İletişim, 1992, s.70

66 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, İletişim”, 1992, s.70

67 Muzaffer SENCER

68 S. TANİLLİ, “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”

69 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, s. 72

70 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, 73

71 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, s.76

72 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, s.77-78

73 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, s.91

74 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”, s.93-94

75 Martin Van BRAİNESSEN, “Kürdistan Üzerine Yazılar”, İleti­şim, 1992, s.49

76 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, Anka­ra, 1995, s.45

77 E. L ZÜRCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, s.117

78 E. İ. ZÜRCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim”, s. 120

79 Orhan KOLOĞLU, “Abdülhamit Gerçeği”, Gür, İstanbul, 1987, s.93

80 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.225-226

81 Mttmtaz’er TÜRKAN E, “İslamcılığın Doğuşu”, s.95-96

82 Mümtaz’er TÜRKANE, “İslamcılığın Doğuşu”, s.97

83 Mümtaz’er TÜRKANE, “İslamcılığın Doğuşu”, s.97

84 Mümtaz’er TÜRKAN E, “İslamcılığın Doğuşu”, s.98

85 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, s. 13

86 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, s. 14

87 M.V. BRLTNESSEN, “Kürdistan Üzerine Yazılar”, s.49

88 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.73

89 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, s. 15

89 T.Z TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.94

90 Mümtaz’er TÜRKÖNE, “İslamcılığın Doğuşu”, s.208

91 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995, s.94

92 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.47

93 Mümtaz’er TÜRKÖN E, “İslamcılığın Doğuşu”, s.208

94 Mümtaz’er TÜRKÖNE, “İslamcılığın Doğuşu”, s.216

95 Mümtaz’er TÜRKÖN E, “İslamcılığın Doğuşu”, s.266

96 Ş. MARDİN, “Türk Modernleşmesi”, İst, 1994, s.94

97 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiyc’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.49

98 T.Z TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995, s.95

99 T.Z TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba”, İst., 1995, s.96                                             '

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-DİPNOTLAR

JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİNİN KURULUŞU

1 T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.95

2 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.49

3 T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.99

4 M.Şükrü HANİOĞLU, İletişim, I .Cilt, s.36

5 C.BAYAR, “Ben de Yazdım”, 1 .Cilt, İst, 1965, s.180

6 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, s.22

7    İbrahim TEMA, “Anılan”, Arba, s. 13-15

8       EJ.ZÜTCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1982, s. 131

9       Ahmet Bedevi KURAN, “İnkilab Tarihimiz ve Jön Türkler”, Tan, İst, 1945, s.?

10     T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Cilt 3, Hürriyet Vakti Yay, İst, 1989, s.3O3

11     T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Cilt 3, Hürriyet Vakti Yay, İst, 1989, s.3O3

12     T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Cilt 3, Hürriyet Vakti Yay, İst, 1989, s.303

13     Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, İletişim, İst., 1992, s. 120

14     Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, iletişim, İst., 1992, s. 120     .

15     Paul EMBERT, “Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme Hareket­leri”, llawass, İst., 1981, s. 175

16     Ahmet Bedevi KURAN, “İnkilab Tarihimiz ve Jön Türkler”, Tan, İst., 1945, s.40 .     .

17 S.YEROSİMOS, “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, Cilt 2, Belge, I977.S.421

18 E.E. RAMSAUR, “Jön Türkler ve 1908 İhtilali”, İst., 1972

19 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908)”, İleti­şim, İstanbul, 15.Baskı, 2008, s.79

20      İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.59

21     M.Ş.HANİOĞLU, “Osmanlı İmparatorluğu, T.C. ve Jön Türk­ler”, Cilt 1, İletişim, s.605

22      M.Ş.HANİOĞLU, “Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cev­det”, ÜçdaL, İst., 1982

23      Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s. 18

24      M.Ş.HANİOĞLU, “Osmanlı İmparatorluğu, T.C. ve Jön Türk­ler”, Cilt 1, İletişim, s.39

25 M.Ş.HANİOĞLU, “Osmanlı İmparatorluğu, T.C. ve Jön Türk­ler”, Cilt 1, İletişim, s.613

26 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.78

27 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.78

28 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.63

29 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.63

30 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.83

31 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.83

32 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65

33 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65

34 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65

35 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.62-63

36 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65

37 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s. 183

38      ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s. 185

39      EJ.ZÜTCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim,

1982, s. 132


40 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s. 188

41 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s. 188

42 İbrahim TEMA, “Anılan”, Arba, İst., 1987

43 M.Ş.HANİOĞEU, “Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cev­det”, Ucdal, İst, 1982,s.2l6

44 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.226

45 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişi, s.225

44? İslam Ansiklopedisi, s.45

45? ŞJMARDİN, “Jön 'Türklerin Siyasi Fikirieri”, İletişim, s.228

45? İslam Ansiklopedisi, s.45

46 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirieri”, İletişim, s.228

47 İslam Ansiklopedisi, s.45

48 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirieri”, İletişim, s.228

49 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirieri”. İletişim, s.228

50 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.228

51 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.69

52 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirieri”, İletişim, s. 141

53 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirieri”, İletişim, s. 149

54 A.Bedevi KURAN

55 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.73

56 Ahmet Bedevi KURAN, “İnkilab Tarihimiz ve Jön Türkler”, Tan, İst, 1945

57 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.69

58 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.69

59 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s. 149

60 Y.KÜÇÜK, “Aydın Üzerine Tezler-2”, Tekin, İst., 1985, s.620

61 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.299

62 Y.KÜÇÜK,“Aydın ÜzerineTezler-2”, Tekin, İst., 1985, s.623

63 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.577

64 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, imge, s.78

65 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.268

66 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.270

67 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirieri”, İletişim, s.272-273

68 F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.23

69 F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.23-24

70 Y.AKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay., İst, 1990, s.62-63

71 F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.25


72 F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf

Akçura, Yurt, 1986, s.26

73     Doç.Dr-AJi Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ank., 1594, s. 149

74      - F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf

Akçura, Y urt, 1986, s.26-27

75 F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, ”1986, s.36

76 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.277

77 Y.AKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay., İst., 1990, s. 137

78 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.277

79 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay., İst., 1990, s.62-63

80 F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.26

81 Doç.Dr.Ali Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ank., 1994, s. 157

82 Doç.DrAli Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ank., 1994, s. 159

83 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay., İst, 1990, s. 154

84 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay, İst, 1990, s. 169

85 Ahmet AĞAOĞLU, “Serbest Fırka Hatıraları”, İletişim, İst, 1994,

s. 14

86 Doç.DrAli Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ank, 1994, s. 161

87 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay, İst, 1990,s.l69

88 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün Esasları”, İnkilap ve Aka Yay, Haz. Mahir ÜNLÜ, Yusuf ÇOTUK SÖKEN, İst, 1978, s213

89 İbrahim TEMA, “Anılan”, Arba, İst, 1987, s.213

90 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün Esaslan”, s.10

91 M.E.ERİŞİRGİL, “Bir Fikir Adamının Romanı”, Ziya Gökalp, Remzi, İst, 1984, s.38

92 M.E.ERİŞİRGİL, “Bir Fikir Adamının Romanı”, Ziya Gökalp, Remzi, İst, 1984, s.38

93 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün Esaslan”, s.XIl

94 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün Esaslan”, s. 159


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM DİPNOTLAR

1908 İHTİLALİNE GİDEN VOL

1       Server TANİLLİ, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi İT’, Cem, İst, 1995,s.212

2       Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst, 1995, s.212

3       Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst, 1995, s.37-38

4       Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.39

5       Hanioğlu, M. Şükrü, Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt:39, s;241

6       Çiçek, Hikmet, “Dr.Bahaeddiin Şakir”, Kaynak Yayınlan, İstanbul, 2004

7       İslam Ansiklopedisi c;23,s;481

8       Hanioğlu, İslam Ansiklopedisi c:23 s;477

9       Hanioğlu, M. Şükrü, “1908:Paris’ten Manastır’a İnkılab-ı Azim Belgesel Metni TRT”, 2008, İstanbul

10     Öztürk, Enise Aslı, “Tunah Hilmi Bey’in 1 .TBMM'deki Yasal Faaliyetleri”, Eskişehir, 2006

II Hanioğlu, 1908

12     Ramsaur E.E, “Jöntürkler 1908 İhtilalinin Doğuşu”, çev. Muhsin Öngel Mengüşoğlu, Pınar Yayın, İstanbul, 2004, s. 100-101

13     Kuran, Ahmed Bedevi, “Osmanh İmparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele”, İstanbul, 1956, s.386;

14     Bayur, Yusuf Hikmet, “Türk İnkılâbı Tarihi”, Ankara, 1991, C.2, K.4:121

15     Hanioğlu, 1908

16     Kansu, Aykut “1908 Devrimi” Çev. Ayda Erbal İletişim Yayınlan İstanbul, 2. Baskı, 2001, s.78

17     Kansu, s.79

18     Hanioğlu, 1908

19     Bahaeddin Şakir, “Osmanh İttihad ve Terakki Cemiyeti”, Şura-yı Ümmet, 7 Kanunusani 1325.Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Pera­kende Evrakı. Askeri Maruzat (1904-1909). (TERZİOĞLU, Arslan; “Yerli ve Yabancı Kaynaklar Işığında Dr.Bahaeddin Şâkir’in Berlin’de Öldürülmesi ve Ermeni Tehciri Meselesi”, İstanbul Üniversitesi İstan­bul Tıp Fakültesi Mecmuası (Supplementum), 2001, C.64, S. 1.)

20      Hanioğlu, 1908

21     Tunaya, Tarık Zafer, “Türkiye’de Siyasi Partiler, I. Meşrutiyet Dönemi”, İstanbul, İletişim Yayınlan, 1985, s.509-534

22     Cemil, Arif “İttihat ve Terakki (Bahaeddin Şakir Bey’in Bu-aktığı vesikalara göre)”, Milliyet Tarihi tefrika, 4 Nisan 1934-31 Aralıkl934

23 Halil Menteşe, “Eski Meclis-i Mebusan Reisi Halil Menteşenin

Hatıraları”, Cumhuriyet 15Ekim 1946

24 Hanioğlu, 1908

25 Hanioğlu, 1908

26 Milliyet, Tefrika 1934

27 Bleda, Mithat Şükrü, “İmparatorluğu Çöküşü”, Remzi Kitabevi, İstanbul 1979, s.24

28 Tunaya, Tank Zafer, “Türkiye’de Siyasal Partiler”, c 3 Hürriyet Vakti Yayınlan, 1989

29 Hanioğlu, 1908

30 Hanioğlu, 1908

31 Hanioğlu, 1908

32 Tunaya, c 3

33 Resolutionde la Federation Armenienne. Pro Armenie, 20 Aralık 1907,s 1207-1208

34 Hanioğlu, 1908

35 Kansu, “1908 Devrimi”, s.321

36 Hanioğh, 1908

37 Dakin, Douglas, “The Greek Struggle İn Macedonia”, 1897-1913, s.392

38 Kerimoğlu, Haşan Taner, “İttihar-Terakki ve Rumlar 1908­1914”, Litera, İstanbul, 2009 s. 144

39 Hanioğlu, 1908)

40 Hanioğlu, 1908)

41 Kerimoğlu, “İttihat-Terakki ve Rumlar”, s.145-146

42 Hanioğlu, 1908

43 Kansu, “1908 Devrimi”, s.334

44 Hanioğlu, 1908

45 Hanioğlu, 1908

46 Hanioğlu, 1908

47 Kansu, “1908 Devrimi”, s. 129

48 Güzel Mehmet Şehmus, “Prelüde a la Revulution jeune-Turque, La grogne des casernes”, s.258

49 Kansu, “1908 Devrimi”, Bkz, “les Musulmane contre Hamid, Pro

Armenia” 20 Kasım 1907,s. 1189

50 Zannas A.D., “O Makedinos Agon”, Anamniseis, s.26

51 PanayatoupulosAJ., “Early Relation Between The Greek and The Young Turks”, s.94

52 Hanioğlu, 1908

53 Kansu, “1908 Devrimi”, s. 129

54 Buxton, Charles Roden, “Turkey in Revolution”, s.62-63

55 Hanioğlu, 1908

56 Uzunçarşıh, İsmail Hakkı, “1908 Yılında Ne Suretle İkinci Meşru­tiyetin Ne Suretle İlan Edildiğine Dair Vesikalar”, s. 136-137

57      Kutay, Cemal, “Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tari­hi”, lö.cüt s.9314-9315

58 Hanioğlu, 1908

59 Hanioğlu, 1908

BEŞİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR

1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ

I Server TANİLLİ, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., I995,s.212

2        Server TANİLLİ, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi H”, Cem, İst., 1995,s.212

3        Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.37-38

4        Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.39

5        Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995,s.213

6        Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.40

7        Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst, 1995, s.43

8        Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst, 1995, s.41

9        Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995, s.213

10     Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.51

11     Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.60

12     S.YEROSİMOS, “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, Cilt 2, Belge, 1980, s.427

13     Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.87

14     Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst, 1995,s.214

15     Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.87

16     Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.87

17     Feroz AHMET, “İttihat Terakki”, Kaynak, İst., 1984, s.25-26

18 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995,s.214

19 Feroz AHMET, “İttihat Terakki”. Kaynak, İst., 1984, s.28

20 Feroz AHMET, “İttihat Terakki”, Kaynak, İst, 1984, s.29

21 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem. İst.,

1995,s.217-218

22 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İsL, 1995, s.97-98

23 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.95

24 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1*995, s.161

‘25 Server TANİLLİ, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi 11”, Cem, İst., 1995, s.218

26 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s. 136

27 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s. 138

28 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst, 1995, s. 140

29 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.90

30 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.99

31 “Kamil Paşa’nın Anılan”, İst, 1991

32 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İsL, 1995, s. 138

33      EJ. ZÜTCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1982, s. 143

34      Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst, 1995, s.241

35      Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst, 1995,s.227

36      Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst, 1995, s.227

37      S.AKÇİN, “Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı”, İmge, 1994, s.229    ,

38 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay, İstanbul, 1986, s.102-103                                             ,

39 “Çağdaş Türkiye-4”, Cem, İst, s.31

40 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s. 111

41 Francis McCULLAGH, “Abdülmecid’in Düşüşü”, İstanbul Kitap­lığı, İsL, 1990, s. 193

42 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İsL, 1995,s.242

43 TXTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İsL, 1995, s.376-377

44 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s.82-83

45 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s.83

46 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İsL, 1995, s.377

47 T.Z.TLNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995,s.38O

48 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İsL, 1995, s.380

49 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., !995,s.380-381

50 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.382

51 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay., İst., 1990,s.l72

52 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s.24

53 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995, s.382

54 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Art», İst, 1995, s.383

55 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995,s.386-387

56 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.388

5 7 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.389

58 Bülent VARLIK, Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat’tan Cumhuriyet Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim, s. 120

59 DoçJDr. Ali Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ankara, 1994, s.208

60 Bülent VARLIK, Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat’tan Cumhuriyet Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim, s. 120

61 Bülent VARLIK, Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat’tan Cumhuriyet Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim, s. 120

62 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s.70

63 Bülent VARLIK Tanzimat ve Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat'tan Cumhuriyet Türidye Ansiklopedisi, Cilt 1, İletişim, s. 120

64 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s.75

65 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s.76

66 Y.AKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay., İst., 1990, s.175-178

67 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s.87

68 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi T ürk Milliyetçiliği”, s.93-96

69 “Yeni Osmanhlar”, Peyman, “Ziya Gökalp Makaleler 1”, Kültür

Bakanlığı Yay., Ank., 1976, s.62

70 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s. 108

71 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, s. 108-109

72 Doç.Dr. Ali Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ankara, 1994, s.236

73 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker Yay., İst, 1990, s. 176

74 EJ.ZÜTCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1982, s. 149

75 Leon TROÇKİ, “Balkan Savaştan”, Arba, İst., 1995, s. 16

76 “Osmanh İmparatorluğu Sosyalizm ve Milliyetçilik”, Der: M.TJJNÇAY, EJ.ZÜTCHER, s.31

77 Enver ziya KORAL, “Tanzimat’tan Sonra Türk Dili Sorunu”, ' Cilt II, s.324

78 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst., 1995, s.223

79 Aktaran; Enver ziya KORAL, s.324

80 M.S ARICA, “Siyasal Tarih”, Ar Basım, İst., 1983, s. 126-127

81 İsmail BEŞİKÇİ, “Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm

Mücadelesi-1915-1925”, Yurt, Ank., 1992, s.91

82 “Osmanh İmparatorluğunda Aynlıkçı Arap Örgütleri”, Aziziye Divan-ı Haıt>-i Örfisi, Arba, 1993, s.26

83 İsmail BEŞİKÇİ, “Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm

Mücadelesi-1915-1925”, Yurt, Ank, 1992, s.91

84 K.KARABEKİR, “Kürt Meselesi”, Emre Yay., 1994, s.9

85 Alan PALMER, “Osmanh İmparatorluğu Son Üç Yüz Yıl-Bir Çöküşün Yeni Tarihi”, Yeni Yüzyıl, İst., 1995, s.337

86 Alan PALMER, “Osmanh İmparatorluğu Son Üç Yüz Yıl-Bir Çöküşün Yeni Tarihi”, Yeni Yüzyıl, İst., 1995, s.339

87 İsmail BEŞİKÇİ, “Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm

Mücadelesi-1915-1925”, Yurt, Ank, 1992, s.91

88 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995, s.258

89 Z.Gökalp, “Türkçülüğün Esasları”

90 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986

91 Feroz AHMET, “İttihat ve Terakki”, Kaynak İst., 1984, s.191-192

92 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995, s.258

93 Feroz AHMET, “İttihat ve Terakki”, Kaynak, İst, 1984, s.206

94 Ah BİRİNCİ, “Hürriyet ve İhtilaf Partisi”, Dergah Yay., İst, 1990, s.217

95 Feroz AHMET, “İttihat ve Terakki”, Kaynak, İst., 1984, s.206

96 Doğan AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni”, Cilt I, Tekin Yay., İst, 1995, s.260-261

97 Doğan AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni”, Cilt I, Tekin Yay., İst, 1995, s.261

98 Niyazi BERKES, “Batıcihk, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler”, İst, 1965, s.98

99 Murat SARICA, “Siyasal Tarih”, Ar Basım, İst, 1983, s.242

100 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s. 193

101 Ş. MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.62

102 Feroz AHMET, “İttihat ve Terakki”, Kaynak, İst., 1984, s255

103 Feroz AHMET, “İttihat ve Terakki”, Kaynak, İst, 1984, s.257

104 TATLIN A YA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s. 193-194

105     İlber ORTAYLI, “İmparatorluğun En Uzun Yüzyıh”, Hil. Yay., İst, 1983, s. 189

106     Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi n”, Cem, İst, 1995,s.278-279

107     Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst, 1995,s.279

108     Prof.Dr.Mim Kemal ÖKE, “Ermeni Sorunu”, İz Yay., İst, 1996, s.166

109     Dr.Kemal Mazhar AHMED, “Birinci Dünya Yıllannda Kürctis- tan”, Berhem Yay., Ank, 1992

110 M.Emin ZEKİ,“Kürdistan Tarihi”, Kemal, İsL, 1972,s.l62

111     Haşan KAYALI, “Jön Türkler ve Araplar”, Tarih Vakfi Yurt Yay., İst., 1998,s.217

112 Ahmet Refik, “İki Komite-İki Kıta”, Haz. Hamide Koyukan, Kebikeç Yay., Ank, 1994, s.79

113 Parvus Efendi-Muammer Sencer, “Türkiye’nin Mali Tutsaklığı”, May Yay., İsL, s.305

114 Ş. MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.305

115 Ş. MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.307-308

116 T.Z.TUNAYA, “İslamcıhk Akımı”, Simavi Yay., İst., 1991, s.85

117 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün Esasları”, Inkilap ve Aka Yay., Haz. Mahir ÜNLÜ, Yusuf ÇOTUKSÖKEN, İst, 1978, s.213

118 T.Z.TUNAYA, “İslamcıhk Atamı”, Simavi Yay, İst, 1991, s.85

119 T.Z.TUNAYA, “İslamcılık Atamı”, Simavi Yay, İst, 1991, s.87

120 T.Z.TUN AYA, “İslamcılık Atamı”, Simavi Yay, İst, 1991, s.88

121 Manastırh İsmail Hakta, Aktaran; T.Z. TUNAYA, “İslamcdık Atamı”, Simavi Yay, İst, 1991, s.90

122 ŞJMARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s. 17

123 ŞJMARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s.20

124 Muhittin Birgcn, “(1885-1951) Tarihimiz ve Cumhuriyet”, HZAnkan Tarih Vakfi Yurt Yayınlan, İst, 1997, s. 176

125 Muhittin Birgen, “(1885-1951) Tarihimiz ve Cumhuriyet”, fLZ^Ankan Tarih Vakfi Yurt Yayınlan, İst, 1997, s.176

126 ŞJMARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s.29

127 ŞJVIARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s.29

128 T.Z TUNAYA, “İslamcılık Akımı”, Simavi Yay., İst, 1991, s.106

129 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün Esaslan”, s. 155

130 Cemal Paşa, “Hatıralar”, İst, 1972, s.9

131 T.Z.TUNAYA, “İslamcılık Akımı”, Simavi Yay., İst, 1991,s.H0

132 İsmail KARA, “İslamcıların Siyasi Görüşleri”, İz Yay., İst., 1994, s.66-67

133 İsmail KARA, “İslamcılann Siyasi Görüşleri”, İz Yay., İst, 1994, s.75-76-77

134 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”. Arba, İst, 1995, s.66-67

135 Haşan KAYALI, “Jön Türkler ve Araplar” Tarih Vakfi Yurt Yay, İst, 1998, s.104

136 Haşan KAYALI, “Jön Türkler ve Araplar”, Tarih Vakfi Yurt

Yay, İst, 1998, s. 104

137 Sırat-ı Müstakim, 25 Şubat 1909, Aktaran; H.KAYAL1, a.g.e.

138 T.Z.TUNAYA, “İslamcılık Akımı”, Simavi Yay, İst, 1991,s.246

139 FEROZ AHMAD, “İttihatçılıktan Kemalizme”, Kaynak Yay, İst,

1996,s.l25-126

140 FEROZ AHMAD, a.g.e, s. 129

141 TEVFİK ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839-1950”, İmge Yay, Ank, 1995, s. 138

142 Erik Jan Zürcher, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim

Yay, Ank., 1995, ,s.201

143 TEVFİK ÇAVDAR, ag.c, s. 138

144 EJ.ZÜRCHER,age,s201

145 EJ.ZÜRCHER, a.g.e, s.202

146 EJ.ZÜRCHER,a.g.e,s.l98

147     Dr-PHİLİP H. STODDARD, “Teşldlat-ı Mahsusa”, Arba, Yay, İst, 1993, s. 141-142

148     ERGUN HİÇYILMAZ, “Teşldlat-ı Mahsusa”, Kamer Yay, İst, 1996, s.115

149     EJ.ZÜRCHER, a.g.e, s.198

150     BİLAL N. ŞİMŞİR, “İngiliz Belgelerinde Atatürk”, TİK Yay, Ank. 1985, Cilt I,s239

151     EJ.ZÜRCHER, “Milli Mücadelede İttihatçılık”, Bağlam Yay, İst,

1995, s. 110

152     DOĞAN AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni LKitap”, Tekin Yay, İst, 1995,s.3OO

153 EJ.ZÜRCHER, “Milü”, s. 155

154 EJ.ZÜRCHER,“MilH”, s.l 10

155 MAZHAR MÜFİT KANSU, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar

Atatürkle Beraber”, Ank., 1966, s.219

156 ATATÜRK, “Nutuk”, Cilt 3, Ank., 1962, s. 1078-1080

157 MAZHAR MÜFÜT KANSU, a.g.e„ s.219

158     FERİDUN KANDEMİR, “Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayet­ler”, İst, 1955, s.58

159     Prof.Dr. AHME T MUMCU, “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi

n”, YÖK Yay., No:5, Ank., 1986, s. 17

160 EJ.ZÜRCHER, “Milli mücadele”, s.l 11

161 KEMAL TAHİR, “Esir”, Bağlam Yay., Ank., 1995, s.78

162 Y.K.KARAOSMANOĞLU, “Sodom-Gomore”, İletişim Yay., İst., 1990

163 DOĞAN AVC1OĞLU, “Milli Kurtuluş Tarihi”, Cilt-3, Tekin Yay, İst, 1995, s.976

164 HALİDE ADI VAR, “Hatıralar”, Ank, 1955

165 METE TUNÇAY, “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yöneti­minin Kurulması (1923-1931)” Cem Yay, Ank., 1981, s.168

ALTINCI BÖLÜM DİPNOTLAR

İTTİHAT VE TERAKKİ VE KÜRTLER

1       Mahmut Kaşgarh, “Divan-i Lûgat-it Türk”

2       Beydili-Celal, “Türk Mitolojisi”, Ansiklopedik sözlük, Ankara 2005, s.566  

3       Âşıkpaşazade (ö. 1481), “Tevarih-i ÂH Osman”

4       “Haçlı Seferi Şarkısı”, Tarih ve Toplum, Aralık 1992, S. 108, s.329

5       Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklanndan Yansıyan Türk İmaj(lar)ı”, Dünyada Tüık İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s. 13-26

6       Muzaffer Ozdağ, “Osmanh Tarih ve Edebiyatında Türk Düş­manlığı”, Tarih ve Toplum, S.65, s.9-15

7       François Georgeon, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf

Akçura (1876-1935)”, Tarih Vakfi Yurt Yayınlan, 1999

8       “Şair ve Fikir Adamı Olarak Yahya Kemal”, Hazırlayan: Osman Oktay

9       Ksenofon, “Onbinlerin Geçişi”

10     Tori, “Med İmparatorluğu sonrasında Kürtler”, Aram Y ayınlan

11     Firdevsi, “Şahname”, s.22

12     Ahmed B. Yakub, “Tarihu-1 Yakubi”, Beyrut Daru Sadr, 1960

13     Boris, Thomas, “Târih’ul Ekrad Dimaşk”, 2008, s. 173

14     Ahmet Demir, “İslam’ın Anadolu’ya Gelişi”, İstanbul 2008, s. 170

15 Ekrem Cemil Paşa, “Kürdistan Kısa Tarihi”, 1998, s. 103

16 Dersimi, Nuri, “Kürdistan Tarihi”, 2004, s.67

17 Aktaran: Çent, 2010, s. 243

18 Bender, 2000, s. 149; Bender, 1993, s.44

Bender, 1993, s.69

20 Bender, 1997, s.45

21 Bender, 2000, s. 150; Bender, 1993, s.45

22 Bulut, F aik,-“Ebu Müslim Horasani”, 1998, s.418

23 Bayrak, Mehmet, “Kürtler”, 2014, s. 17

24 Poladyan, 1991,s. 41’dennaklen, Bayrak, 2014 s.22,61

25 Bayrak, 2014, s.22

26 Bayrak, 2014, s.61

27 Bayrak, 2014, s.61

28 Bayrak, 2014, s.71

29 Çem,Munzur, “Kürt Aleviliği”, 2010, s.241

30 Çem,2010,s.l29

31 Çem, 2010, s.355

32 Ahmet B, “Yahya el Belazuri Ensabil Ensar”, Beyrut, 1996, Soberheim, M. “Ilamdaniler”, İA, c. V/l, Eskişehir Milli Eğitim Ba­sımevi, 1997, s. 179, s. 181

34 Soberheim, s.37-38)

35      M. S. Lazerev-Ş. X. Mıhoyyan, “Kürdistan Tarihi”, (Çev. İ. Kale), İstanbul, 2010, s.30,31

36      İbn ül Esir, El-Kamil

37 “Şerefhame”, ŞEREFHAN EL-Bidlis, s.335,702,703

38 Özer Ahmet, “Beş Büyük Kavşakta Kürtler ve Türkler”, Hemen kitap, İstanbul

39 Ramsaur E.E, “Jön Türkler ve 1908 İhtilâli”, S.33

40 Hanioğlu M.Ş. “Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi”, Üçdal Neş., 1981,S.217

41 Hanioğlu M.Ş„ “Abdullah Cevdet”, S.217

42 Hanioğlu, “Abdullan Cevdet”, S.218

43 Malmisanij, “Kürt Teâvün ve Tarakki Cemiyeti ve Gazetesi”, Avesta, İstanbul, 1999, s. 18-19

44 Bruinessen, “Kürtler”, s.409

45 İsmail Göldaş, “Kürdistan Teali Cemiyeti”, Doz Yayınlan, İstanbul, s. 114

46 Tank Zafer Tunaya, “Türkiye’de Siyasal Partiler”, İletişim Yayın­lan, 3.baskı, İstanbul, 2008, s.202

47 Tunaya, a.g.e.202

Fuat Dündar, “Modern Türkiye’nin Şifresi”, İletişim Yayınlan, İstanbul, 2008, s.273

YEDİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN

Kabacah Alpay, 1997,91

Tütengil Cavit Orhan, “İngiltere’de Türk Gazeteciliği”, s.5

İskit Servet, “Türkiye’de Matbuat Rejimleri”, İstanbul, 1939, s.58

(Daha sonra Ali Süavi Paris’te Ulûm adlı bir dergi, 1869)

Topuz Hıfzı, “Türk Basın Tarihi”, Remzi, İstanbul, 2003, s,58

Birinci, Ali, 2001 a, 100-116

Birinci, Ali, 2001 a, 61

Birinci, 2001 a, 59

Sorgun, 2007,30

Temo, İbrahim, 2000,171-172

Topuz, 2003,97

Birinci, 2001 s, 87

Birinci, 2001 a, 96-97

Topuz, Hıfzı, “Türk Basın Tarihi”, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003, s.83

Yalçm, 1976, s.160-161

Bayar, 1997, ciltl, s.88-89

Akşin, 1998, s.351

Topuz, 2003, s.83-93

Prens Sabahattin, 2007,44

Prens Sabahattin, 2007, s.48

Prens Sabahattin, 2007, s.44-49

Prens Sabahattin, 2007, s. 128

Prens Sabahattin, 2007, s.284-297

Prens Sabahattin, 2007, s.289

Us, Hakla Tank, “Ahmet Mithat’ı Anıyoruz”, İstanbul, s.94

Yalçm, Hüseyin, 1999,s. 93

Yalçm, 1999, s.96

Yahya Kemal, 1976, s.191-192

Kuran, 1945, s.22-23

Temo, İbrahim 2000, s.59

Temo, 2000, s.72,85

Kuran, Ahmet Bedevi, “İnkılâp Tarihimiz ve İttihat ve Terakki”, s. 120


432

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri

32

33

34

35

36

37

38

39

40

41

42

43

44

45

46

47

48

49

50

51

52

53

54

55

56

57

58

59

60

61

Topuz, s.42

Yalçın, 2002,61

Ramsour, 2001, s.35

Us, Hakkı Tank, “Ahmet Mithat'ı Anıyoruz”, İstanbul s.201

Temo, 2000, s.68-69

Ramsour, 2001 ,s.49-51

Sorgun, 2007, s. 19

Göçmen, 1995,s. 172

Göçmen, 1995, s.168

Karabekir, 1995, s.345,353

İttihad ve Terakki Gazetesi, 6 Ağustos 1908,1/3

Karabekir, 1995,416-417

Karabekir, 1995, s.418

Karabekir, 1995, s.419

Karabekir, 1995, s.419420

Temo, 2000, s.192-194

Temo, 2000, s. 195

Temo, 2000, s.195

Duman, 2000, s.448

Göçmen, 1995, s. 176-180

Tütengil, 1985,s.87-92

Göçmen, 1995,239

Tütengil, 1985,90. “1 Ekim 1900’de Osmanh”, 69.Sayı

Tütengil, 1995, s. 180-209

İnuğur, 1993, s.298

Topuz, 2003 s. 89

Kabacah, 1999, s.81

Kabacah, 1999,s. 82

Yahya Kemal, 1976, s. 193

Hanioğlu, M.Şükrü, “Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdul­lah Cevdet ve Dönemi”, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981, s.292

62

63

64

65

66

67

68

69

70

71

Karabekir, 1995,353

Topuz, 1993, s.89

Temo, 2000, s. 168-169

Temo, 2000, s. 169

Temo, 2000, s.57-58

Temo, 2000,105-107

Temo, 2000, s. 109

Temo, 2000, s. 109

Topuz. 2003, s.121

Yalçın, 1999, s.61


72 Yahya Kemal, 1976, s. 175

73 Okay, 199«, s.19

74 İskit, 1939, s.129-132

75 Arslan, 2005, s34,117-143

76 Şentürk, 1991,s. 72

77 Topuz, 2003, s.84)

78 Temo, 2000, s.211-213

79 Temo, 2000, s.224

80 Topuz, 2003, s.47-50

81 Karabekir, 1995, s.330-333

82 Karabekir, 1995, s.333

84 Yalçm, 1976,s.l8

85 Topuz, 2003, s.66

87 Yalçın, s. 30

88 Yalçın, 1976, s. 161-163

89 Yalçın, 1976, s.240

90 Tanin, 25 Temmuz 1324, s.2

91 Karabekir, 1995, s.352,396-397

92 Kabacah,1999,s.l8

93 Karabekir, 1995, s.398

94 Yalçm, 2002, s.39,42-43

95 Karabekir, 1995, s399

96 Yalçın, 1976, s.l 17

97 Yalçm, 1976, s.177-181

98 Alay, 1963, s.79

99 Atay, 1963,s.68-69

100 Yalçm, 1976,208

101 Şura-yı Ümmet 11 Safcr 1327/19 Şubat 1324

102 Şura-yı Ümmet 17 Teşrinievvel 1325/192

103 Unat 1985,184

104 Hale, 1996, s.45

105 Aydoğan. 2004,593

106 İttihad ve Terakki, 6 Ağustos 1908,1/1

107 İttihadveTerakki, 6 Ağustos 1908,1/1

108 İttihad vc Terakki, 6 Ağustos 1908,1/1

İttihad vc Terakki, 6 Ağustos 1908,1/1 İttihad ve Terakki, 6 Ağustos 1908,1 /2 İttihad vc Terakki, 6 Ağustos 1908,1 /3 İttihad ve Terakki, 6 Ağustos 1908,1/3^1 İttihad ve Terakki, 9 Ağustos 1908,2/2 İttihad ve Terakki, 9 Ağustos 1908,2/1

115 İttihad ve Terakki, 9 Ağustos 1908, 2/1

116 İttihad ve Terakki, 9 Ağustos 1908,2/2

117 7 Zilhicce 1326/18 Kanunuevvel 1324/31 Kanunuevvel 1908,84/1

118 İttihad ve Terakki, 7 Zilhicce 1326/18 Kanunuevvel 1324/31 Kanunu­- evvel 1908,84/1

119 Silah, 10 Temmuz 1325,1/1

120 Arif Cemil, 1992, s. 179

121 Haşan Amca,'Doğmaya, Hürriyet

122 Topuzr2(X)3, s.89

123 Topuz, s.89-90-91

124 Dura Cihan, “Bir Dincinin Portresi”, Akif Deniz, “Derviş Vahdeti ve 31 Mart Olayı”

SEKİZİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR

1    Mazower, Mark, “Balkanlar”, Alfa, İstanbul, 2014, s.87

2        Milas, Herkül, “Geçmişten Bugüne Yunanlılar, Dil, Din ve Kim­likleri”, İletişim Yayınlan, İstanbul, 2004, s. 160

3        Özbaran, Salih, “Bir Osmanh Kimliği 14.-17.Yüzyıllarda Rum/Rumi Aidiyet ve İmgeleri”, Kitap Yayınlan, İstanbul, 2004

4        Castellan, Georges, “Balkanların Tarihi”, Milliyet Yayınlan, İstan­bul, 1993, s,38O

5        Çiçek, Hikmet, “Dr.Bahattin Şakir”, Kaynak Yayınlan, İstanbul, 2.Baskı, 2007, s.65

6        Bali, Rıfat N-, “Musa’nın Evlatları Cumhuriyet’in Yurttaşlan”, İletişim Yayınlan, İstanbul 2001, s.53-82

7        Galanti, Avram, “Türkler ve Yahudiler”, Tan Matbaası Yayını, İstanbul 1947, s.86

8        Erdal Aydoğan-İsmail Eyüboğlu (Haz.), “Bahaeddin Şakir Bey’in Bıraktığı Vesikalara Göre İttihat ve Terakki”, Alternatif Yayınlan, Ankara, 2004, s. 147

9        Hanioğlu, M.Şükrü, “Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanh İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902”, İletişim Yayınla­n, İstanbul, 1985, s.630

10     l.ewis, Bernard, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, TTK Yayuılan, Ankara I993,s.217

11     Milas, Herkül, s 213

12     Hanioğlu,M:Şükrü, 250,251)

13 Bayur, Yusuf Hikmet, “Türk İnkılap Tarihi”, C.2, TTK Yayınlan, 1991, Kısım 4, s. 140

14 Benlisoy, Feti, Stefo, ”MiIiet-i Rum’dan Hellen Ulusuna (1856­1922)”, iletişim Yayınlan, İstanbul, 2001, s.370

15 Hüseyin Cahit, “Anasır-ı Osmaniye”, Tanin, 17 Ağustos 1324, no:30, s. 1

16 Ahmad, Feroz, Dankwart a.Rustow, “İkinci Meşrutiyet Döne­minde Meclis, 1908-1918”, GÜNEYDOĞU Avrupa Araştırmalan Dergisi, S.4-5,1975, s.256

17 Tanin, “Fener Patriği Beyanatı”, 25 Nisan,! 912, No:1311, s.3

18 Kerimoğlu, Haşan Taner, “İttihat-Terakki ve Rumlar 1908­1914”, Libra Yayınlan, İstanbul, 2009, s.482

19 Kerimoğlu, 2009, s.483

20 ManselJ. “Constantinopie City of The Worid’s Desire 1453­1925”, London, 1995, s.408)

SONUÇ YA DA İTTİHATÇI MİRAS DİPNOTLAR

1       Ord.Prof. Hilmi Ziya Ülken, “Türkiyede Çağdaş Düşünce Tari­hi”, Ülken Yay., İst., 1992, S-13

2       KEMAL T AHİR, “Osmanlıhk-Bizans”, Bağlam Yay., Ank., 1992,

S.56

3       DOĞAN AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni”’, S.230

4       ŞERİF MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim Yay., İst., 1992, S.40

5       ŞERİF MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, İletişim Yay., İst., 1992, S-34

6       TANER TİMUR, “Küreselleşme ve Demokrasi Krizi”, İmge Yay., Ank., 1996, S.34

7       HİLMİ ZİYA ÜLKEN, a.g.e., S. 16

8       HİLMİ ZİYA ÜLKEN, “Siyasi Partiler ve Sosyalizm”, Ülken Yay., İst., 1995, S. 159

9       ZAFER TOPRAK, “İttihat Terakki ve Devletçilik”, Tarih Vakfi Yurt Yay., İst., 1995, S. 159

10     FAROZ AHMAD, “İttihatçılıktan Kemalizme”, Kaynak Yay., İst., 1996, S.162-163

11    TARIK ZAFER TUNAYA, “Siyasi Partiler”, S.202

12    EJ.ZÜRCHER, “Milli”, S. 150

13    ŞERİF MARDİN, “Bediüzaman Said Nursi Olayı”, İletişim Yay., İst., 1992, S. 153


14    İŞTAR B, TARHANLI, “Müslüman Toplum Laik Devlet”, Afa Yay., İsL, 1(X)3,S,17

15    ETTİENNE COPEAUX, “Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine”, Tarih Vakfi Yurt Yay., İsL, S.308-309

16    STEFANOS YERASİMOS, “Miliiyetler-Sınıriar”, İletişim Yay., İst., 1994, S.29-30

17    Kemal, Namık, “İstikbal”, İbret, 13 Haziran 1872, sayı 1, Özon, “Mustafa Nihat, Namık Kemal ve İbret Gazetesi İçinde”, Yapı Kredi yayınlan, İstanbul 1997, s.50

18 “16 Ramazan 1295 Tarihli Mektup”, TTK Arşivinde Bulunmakta­dır, bkz. Fevziye, Abdullah Temel, “Arap Harflerinin Islahı ve De- ğiştirilınesi Hakkında İlk Teşebbüsler ve Neticeleri (1861-1884)”, Türk Tarih Kurumu, Belleten, c.XVH, sayı.65-68,1953, s.246

19 106.Ayet Kur’an Kerim (Diyanet Meali)

20 Nahl/106. ayet, Kuran’-ı Kerim, Diyanet Meali

21 Bir arada, Onay Sözer Armağanı, haz. Sanem Yazıcıoğlu. Makale; “Kişisi Olmayan Kimlik”, Giorgio Agamben, İş Bankası Yayınlan, İstanbul, 2013, s.3

22 “Cari Schmitt’in Politik Felsefesi, Modern Devletin Savunusu


 

11 Public Office Record, Foreing Office Londra, 371 /5170,8940, lOjune 1920

21 Yusuf, Hikmet Bayur, “Türk İnkılabı Tarihi”, c.3, Ankara 1983, s.318

29 Carbonaria (İtalyanca carbonaro "kömürcü", çoğul carbonari 2), 19. yüzyıl başlarında İtalya’da liberal ve yurtsever düşünceleri savunan gizli örgüt 1815'te Napoleon’a karşı zafer kazanan müttefiklerin İtalya’da baskı yoluyla kurduktan tutucu rejimlere karşı gelişen muhalefetin başlıca kaynağı Carbonaria olmuştur. 1807 ile 1812 arasında kurulduğu sanılan Carbonaria’nın nasıl kurulduğu, kökeni, hatta izlediği siyasi program bile tam olarak bilin­memektedir.

30 Rivayet edilir ki Yusuf Akçura Ateist olduğu için Kuran’a el basmamış ve dini üzerine yemin etmemiştir. Osmanlılığa ve Kur’an’a inanmadığını, böyle bayat ve halk ağzına yakışan ifâdeler uğruna canmı feda edemeyeceğini beyan etmiş bu sözler üzerine cemiyet merkezinden kapı dışan edilmişti. Olaydan sonra cemiyetin hışmına ve takibine uğrayan Yusuf Akçura, yaşananları bilen İttihatçılar tarafindan Osmanlılığa ve İslamlığa muhalif olduğu için değil, canım feda etmekten korktuğu için yemin etmemekle suçlanmıştı



[1] Collingwood, R.G., “Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler", s. 14, 2001, İstanbul

[2] Carr, E. Hallet, “Tarih Nedir?”, S.66

' Murray Bookchin, “Özgürlüğün Ekolojisi”, s.69

" Bu siyaset birkaç asır evvel de, Osmanlı hiikiimeti tarafından takip olunmuş­tu. Yıldırım Bayezid, Fatih Mehmet ve Sokullu Mehmet bu fikre himmet etmişlerdir. Birinci Selim’in ise, hemen her hareketinde İslam alemini birleş­tirmek arzusu görülür, lâkin o zamanlar bu makalenin zemininden hariçtir.

Maksadım yanlış anlaşılmasın: Muhtelif unsurlar arasındaki düşmanlığın Avrupa ile Osmanlı Devleti arasındaki çekişmelerin muhtelif sebepleri vardır, yukanda söylenen sebep, söz konusu muhtelif sebeplerden yalnız birini teşkil eder.

[6] Y anılnuyorsam, Türk tarihinin ikinci cildinin neşr olunmasına hükümet müsaade etmedi.

[7] Gayrimüslim Türkler pek az olduğundan bu son mahzur elrenımiyetsizdir.

[8] Zoya Köyü (Rusya) 15 Mart 1904 AKÇURAOĞLU YUSUF, “Makamı Celil-i Hilafet Türk”, 18 Kanunuevvel 1319(1903)

[9] Küçük Mecmua, sayı 1, sah. 7,5, Haziran 1338(1922)

1" Kemal FLKarpat, “Türk Dünyası Araştırmaları”. İstanbul, 1987, sy, 48, s. 13

1 Mümtaz’er Türküne, “İslamcılığın Doğuşu”, İstanbul, s. 199

[12] Türküne, “İslamcılığın Doğuşu”, s.211

[13] Kemal Karpat, a.g.e.

[14] Karpat, 2001, s.71-73

[15] Şerif Mardin, “Türk Modernleşmesi”, İstanbul 1997, s.91-96

[16] Türküne. a.g.e„ s.246

8 M. Şükrü, Hanioğlu, “Bir Siyasal Düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve

Dönemi”, İstanbul, s. 154

[18] Henri Pirenne, “Hz. Muhammed ve chariemagne”, Ankara, 1984, s. 184

[19] Henri Pirenne, ıgc, s.3619

[20] Jacob M. I-andan, “The Polrtics of Pan-Islam Idcokıgy and Organiza-tion”, (Mord 1990,s.96

’’ M.Iarşer, Büyük Harbde Türk Harbi”, c-2, İstanbul 1927, s.50

[22] Stanford j. shaw-E.K.Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Tür­kiye Tarihi”, c-2, İstanbul 1996, s.3 12

[23] Ccnde-i ilmiye. Sene l,sy.7, s.434 vd; Servct-i Fünun 13 Kasım 1914

*6 Metin Hiilagü, a.gc, sj 1

[25] Metin Hülagü, a.g.e-s.238

[26] 1934 Trakya Olayian, Varlık Vergisi, 6.7 Eylül olaylar vb.

[31] Yeminin orijinali şöyledir, “Dinim, vicdanım, namusum üzerine yemin ederim ki esas maksadı, İslamiyet’in tealisine ve Osmanlılann ittihat ve terakkisine çalışmaktan ibaret olan bu cemiyetin dâhili olduğum şu geceden itibaren her türlü usul ve kavaidinc taibik-i banket­le beraber hiçbir sırrını hariçten hiçbir kimseye hatta efrad-ı cemiyetten mezun olduklarım­dan gaynsına katiyen faş etmeyeceğim. Yemin ederim ki millete hukuk-u hürriyetini bahşeden Kanun-u Esasi’nin tamamı tatbik ve dam-ı mer'iyetini maksat bilen cemiyetin kararlarını ve uhdeme tevdi edilecek olan vezaifini tamamen ifâda tereddüt eylemeyeceğim. Hükümet-i haziranın pençe-i zulmüne düşerek taht-ı tevkife alındığım halde dahi yine namusum üzerine yemin erdim ki etlerimi kemiklerimden ayıracak bir işkenceye çarpılacak olsam bile cemiyetin esrarını ve efiaddan hiçbirinin ismini haber vermeyeceğim. Cemiyet efiadından biri duçar-ı felaket olduğu takdirde kendisine ve ailesine vusum yettiği kadar nakden ve bedenen muavenette kusur etmeyeceğim. Şayet bunca taahhüdat-ı namuskaraneyc rağmen hıyanet edecek olursam alçaklık edenlere nerede bulunursa bulun­sun takibe memur edilen zabıta-i cemiyetin icra edeceği idam cezasına karşı şimdiden karamı helal ederim Vallahi ve Billahi”

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to