Kızım Ezgi’ye (Hep gülmesi dileğiyle)
Ve
Sarı Xoca’ya
ÎTTÎHAT
VE
TERAKKİ CEMİYETİ
Türkler, Kürtler, Ermeniler,
Rumlar ve Diğerleri
LÜTFİ ÖZARSLAN
ARAŞTIRMA
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ
Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri
LÜTFİ ÖZARSLAN
1.Basım / EKİM 2016
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ.................................................................. 11
GİRİŞ..................................................................... 13
BÖLÜM 1.............................................................. 21
18. VE 19. YÜZYILDA DÜNYADA DÜŞÜNSEL ALANDAKİ GELİŞMELER VE
OSMANLI İMPARATORUĞUNA YANSIMALARI 23
A-Fransız
Devrimi ve Dünyadaki etkisi.............. 23
B-Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu ve Fransız Devrimi
Yansımalan 27
C-Ekonomik Yapı ve Sınıflar.............................. 29
a)-Feodaller.............................................................. 29
b)-Bürokrasi............................................................. 34
c)-Azınlıklar............................................................ 37
1)-Fener
Aristokrasisi........................................... 39
2)-Ermeni Azınlıklar ve Sarraflar......................... 40
3)-Rum Tüccarlar.................................................. 41
4)-Levantenler....................................................... 41
5)-Müslüman Orta Sınıf........................................ 42
6)-Köylüler............................................................ 42
7)-Şehir Proleteryası............................................. 42
BÖLÜM II............................................................. 45
BUNALIMDAN
UMUDA ARAYIŞLAR........ 47
A)-Osmanlı
İmparatorluğunda Bunalımdan çıkış Yollarındaki arayışlar; Fikir Akımlan ve
Kaynaklan.......................................................... 47
B)-Osmanlı
İmparatorluğunda Aydın İnisiyatifin Doğuşunun sonuçlan 54
1)-Batıcılık............................................................... 54
a)-Pozivitizm......................................................... 55
b)-Materyalizm..................................................... 56
c)-Korporatizm.................................................... 57
d)-Solidarizm....................................................... 58
e)-Sosyalizm........................................................ 60
2)-0âmanlıcıhk........................................................ 62
3)-İslamcılık............................................................ 66
a)-Türkler ve
İslam.............................................. 67
b)-Osmanlı İmparatorluğunda İslami
Anlayışın Boyutları
vc İslam dışı
Faktörler......................................... 69
c)-Siyasi Bir
İdeolojiye Dönüşen İslam............... 71
d)-Muhalif Bir Siyasi ideoloji olarak
İslamcılık ve Yeni
Osmanlı
Düşüncesi.............................................. 80
e)-II.
Abdülhamid ve İslamcılık.......................... 80
BÖLÜM III.......................................................... 89
JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN
KURULUŞU......................................................... 91
A-İttihat ve Terakki’nin Kuruluşu......................... 92
B-İttihat c
Terakki’nin ideolojisinin Oluşumu...... 97
1-Murat Bey ve
Mizan.......................................... 101
2-Ahmet Rıza ve
Meşveret................................... 103
3-Abdullah
Cevdet ve İçtihad............................... 104
4-Osmanlı Gazetesi ve Çevresi............................. 107
5-Prens Sabahattin ve Dönüşümler....................... 108
6-Şûra-yı Ümmet
ya da Saflann Belirginleşmesi. 110
C-İttihat ve Terakki-Türkçülük-Öncüleri ve Gelişmeler 111
1
-Y usuf Akçura............................................ 111
2-Ahmet Ağaoğlu................................................. 114
3-Ziya Gökalp....................................................... 115
BÖLÜM IV......................................................... 119
1908 İHTİLALE GİDEN YOL......................... 121
A)-Devrim Yoluna Döşenen Taşlar..................... 121
B)-Paris’ten Manastır’a Uzun Bir Yol;
1908 Jön Türk İhtilali 122
1)-Paris’te Bir
Apartman...................................... 122
2)-Yeni Örgüt, Yeni
Eylem Planı......................... 132
3)-Makedonya ve Çetecilik................................. 143
4)-İhtilal Pazarlıklan........................................... 153
5)-İhtilale Beş Kala............................................. 164
6)-Ve Devrim...................................................... 174
BÖLÜM V........................................................... 191
1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ.. 193
A)-De
vrim—Umutlar—Düşkırıklıkları—Tepkiler 195
B)-31 Mart Olayı ve
İslamcı İvmenin Düşüşü...... 197
C)-Türk
Milliyetçiliği-Dernekler-Yayınlar........... 199
1)-Türk Derneği.................................................. 199
2)-Türk Yurdu Cemiyeti..................................... 199
3)-Türk Ocağı..................................................... 200
a)-Türk Derneği Dergisi....................................... 202
b)-Genç
Kalemler................................................. 202
c)-Türk Yurdu...................................................... 203
D)-Liberalizmin
Belirsizliğinden Milliyetçiliğe; İttihat ve Terakki Cemiyeti 205
E)-1916 Kongresi ve
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Türkçülüğü” Kabul ve İlan Etmesi......................................................................... 212
F)-Türkçü İdeolojinin Benimsenmesinden Sonra Tartışma
ve Gelişmeler 213
G)-İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Tasfiyesi........ 221
BÖLÜM VI......................................................... 225
İTİKAT VE
TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER 227
TÜRK -KÜRT
KAVRAMININ TARİHSEL SERÜVENİ 227
1)-Türklerin
Kökeni.............................................. 227
2)-Türklerin İslam ile Tanışması........................... 230
3)-Kürtlcrin Kökeni ve İslam Öncesi Kürtler....... 232
4)-Kürtlerin İslamla Tanışması............................. 234
5)-Selçuklular, Osmanlılar ve Kürtler................... 240
6)-1908 Devrimi ve
Kürt Örgütlenmesi Sorunlar-Sonuçlar...248
1-Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti................... 250
2-Kürdistan Teali Cemiyeti................................ 251
BÖLÜM VII.......................................................... 255
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN 257
A-Genç Osmanlılar’ın Yurtdışında Gazetecilik Serüveni 259
1-Muhbir ve Ali Süavi......................................... 260
2-Hürriyet ve Namık Kemal................................ 260
B-İlk
Beyanattan Çıkan Basın Gücü..................... 261
C-İttihat ve Terakki ve Basın Yasaklan................ 266
D-İttihat ve Terakki Basınına Prens Sabahattin Etkisi 269
E-Yurt İçinde
İttihatçı Basın................................. 272
F-Yurt Dışında İttihatçı Basın............................... 273
G-İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin Gazeteleri....... 278
1-Meşveret
Gazetesi............................................ 278
2-Mizan Gazetesi................................................. 281
3-Osmanlı Gazetesi.............................................. 290
4-întikam gazetesi................................................ 292
5-İstirdâd Gazetesi............................................... 294
6-Vatan gazetesi................................................... 294
7-İçtihad Dergisi.................................................. 295
8-Şûra-yı Ümmet Gazetesi.................................. 296
9-Efkâr-ı Umumiye Gazetesi............................... 297
10-Sada-yı Millet Gazetesi.................................. 297
H-II.Meşrutiyet’te İttihat ve Terakki Basın
Politikası 301
1-1908 Sonrası
Gazeteler...................................... 307
1
-Tanin
Gazetesi.......................................... 307
2-Tanin’in Kalem Kavgaları................................ 309
3-Siyasi Kapatmalar............................................. 311
4-Meşrutiyet’te Şura-yı Ümmet........................... 320
5-Şura-yı Ümmet’in Yayın Politikası.................. 321
6-İttihad ve Terakki Gazetesi............................... 323
7-İttihad ve Terakki Gazetesi’nin Yayın Politikası 324
8-Silah Gazetesi................................................... 330
9-Silah Gazetesi’nin Yayın Politikası.................. 331
10
- İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Muhalif Basın 335
11-İttihat ve
Terakki’nin Gazetecilere Yönelik Şiddet Politikası ve Öldürülen Gazeteciler.............................................................................. 337
a)-Hasan Fehmi................................................... 337
b)-Ahmet Samim................................................. 337
c)-Zeki Bey.......................................................... 338
d)-Hasan Tahsin.................................................. 338
e)-Derviş Vahdeti................................................ 339
BÖLÜM VIH....................................................... 341
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR 343
1-İttihat
Terakki Cemiyeti Ve Gayrimüslim Cemaatler 345
2-1908 Öncesi İttihat ve Terakki
Cemiyeti
ve Rum
İlişkileri..................................................... 348
3-1908 Sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti......... ve Rumlar 349
4-1908 Seçimlerinde İttihat ve
Terakki Cemiyeti
ve Rumlar............................................................... 349
5-Gerilimden Mübadeleye................................. 351
SONUÇ YA DA İTTİHATÇI MİRAS.............. 353
EKLER................................................................ 367
Ek:1 ÜÇTARZ-1
SİYASET-YUSUF AKÇURA 369
Ek:2 TÜRKLERLE
KÜRTLER- Yazar Ziya GÖKALP-1922 390
DİPNOTLAR...................................................... 411
‘‘Eğer tarih
başlangıçtan beri sivil ve dinsel baskıcıları saçlarından tutup sürüklemiş
olsaydı, bunların düzeleceklerine ben inanmıyorum; ama daha az saygı görürler
ve talihsiz uyrukları da belki daha az sabırlı olmayı öğrenirlerdi. ”
DIDEROT
İttihat ve Terakki ve II. Meşrutiyet
Yüzyıldan fazladır tartışılmakta; siyasal, ideolojik etkileri bakımından
kaynak teşkil eden kavramlardır. Osmanlı coğrafyasmda kalıcı etkiler bırakmış
Inkılab- ı Azim ya da 10 Temmuz 1908 Devrimi geçirdiği evreler açısından en çok
araştırılan ve tartışılan konulardan biridir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun düşünce
yapısının toplanıp Cumhuriyet Türkiye’sine devredilmesinde önemli rolü olan
İttihat Ve Terakki Cemiyeti’nin evrimi aynı zamanda bu coğrafyadaki; Düşünce,
Felsefe, Milliyetçilik, Din gibi kavramların tartışıldığı bir kaynaktır.
Gerilemeden çıkma çabasının Osmanlı Modernleşmesi
üzerinde etkisi olan I. ve II. Meşrutiyeti doğuran koşullar ve kurumlar bu
dönemin ürünüdür. Yine "Eşitlik, Adalet, Özgürlük, Kardeşlik” gftn modem
siyasal kavramlar hakeza İslamcılık, Milliyetçilik (Türk, Sırp, Kürt, Ermeni,
Arap, Bulgar, Arnavut, Bulgar Rum) Sosyalizm, Feminizm, Pozivitizm,
Materyalizm, Darwincilik, Kapitalizm, Liberalizm gibi birçok toplumsal düşünce
bu dönemde literatüre girmiş, tartışılmış tarafını oluşturmuştur.
İttihat ve Terakki Cemiyeti bazı
kesimlerin ileri sürdüğü gibi fedai tarzda eylemler yapan, sadece askeri
çözümler sunan ve sadece iktidan hedefleyen bir örgüt değildir. Siyasi,
ekonomik, kültürel, ideolojik, ekonomik, sosyal boyutlan olan bir harekettir.
Amaçlarını gerçekleştirmek için basın, eğitim, propaganda gibi modem enstrü-
manlan sonuna kadar kullanan ve sonuç almaya çalışan bir organizmadır.
ÖNSÖZ
Kuruluşu, eylemleri ve ideolojisi
bugün bile hararetle tartışılan az örgüt vardır. Bende İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsüne Master tezi olarak sunduğum ve kabul edilen bu
çalışmayı genişleterek bu tartışmaya yeni bir pencere açmaya çalıştım.
Lütfi Özarslan
“Bilmek
gerekir ki tarih, dünya uygarlığı ile aynı anlamda olmak üzere, insanların
toplumsal örgütlenişi üzerine bilgi verir. Uygarlığın niteliğini, örneğin
yabanlık ve toplumsallık, küme duygusu ve bir bölüm insanların başkaları üzerinde
üstünlük kurma biçimlerini açıklayan koşulları inceler. Krallıkların saltık
erkinden ve onu elde eden hanedanlardan ve değişik toplumsal katmanlardan söz
eder. Bunun gibi kazanç sağlayan değişik uğraşlardan, bu arada insanların
türlü uğraş ve çabalarının bir bölümü olarak elde etmek istedikleri bilimsel
çalışmalar, kamusal görevler gibi geçimini sağlama yollarından da, bir
uygarlığın niteliğine bağlı olarak ortaya çıkan bütün öbür kurumlardan da söz
eder. ’’
İBN-İ HALDUN
Tarih bazen ele alman olaylann
sürüklemesiyle Savaş tarihi ya da askeri siyaset hakkında bir metne
dönüşebilmektedir. Bazen toplumun askeri siyasetini irdelemeden toplumsal yapısını
irdelemek neredeyse imkansız bir hale geliyor. Klasik bir deyim vardır “Asker
Millet" bu dünya da uzun bir savaş ve ordu geleneği olan Türkler için
söylense abartı olmaz. Her sıradan bireyde olduğu gibi asker için de yaşam
siyasettir) hatta asker için bu (siyaset) biraz daha fazladır. Bu tez mantıksal
olarak Türkiye’deki bir asker için olmazsa olmazdır. Siyasetin üstünde, altoda
ya da gerisinde kalan bir askeri kurum tarih boyunca olmamıştır. Türk Silahlı
Kuvvetleri günümüzde bunun en açık örneğidir. Çünkü askeri okulda okuyan her
öğrenci için vazgeçilmez rol model olan Mustafa Kemal Ata- tüık hem ülkenin
kurucusu hem de tüm yaşamı şekillendirme iddiasındaydı.
Bunun yanında günlük siyasetin kısır
çekişmelerinin dışında kalarak saygınlığını koruma özeni göstermeye
çalışmıştır. Bu tavn ordunun darbe dönemlerinde halk tarafından destek-
lenmesini sağlamış ya da büyük tepki
göstermemiştir. Ancak 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimini bunun dışında
tutmak gerekir. Çünkü bu kitap yazıldığında sonuçlan halen netleş- memiş'bir
girişim özelliğini koruyordu. Herkesin kendine göre - yorumladığı bu girişim,
üzerinden zaman geçtiğinde daha sağlıklı değerlendirilecek bir durumda
olacaktır. Bu Küreselleşme sonucu Yeni Dünya Düzeni’nde kavramların nc kadar
alt üst olduğuna çarpıcı bir örnektir, insanlar belki de dijital devrimin
etkisi ile bilgisayar oyunundaymış gibi davranıyor ve kendilerine ateş
edilmesine değil de öldürme ve yaralanmalara şaşınyorlardı. Bir takım insanlar
interaktif oyuncular gibi tankların önüne çıkarken diğerleri de dizi izler
gibi televizyonlarının başında izleyip yorum yapıyordu.
Dijital devrimin yaşandığı günümüzde
sosyal medya etkisini göz ardı edemeyiz. Büyük çöplük olarak kabul edilen
internet ortamında bir konu hakkındaki gerçek bilgi milyarlarca yalan, sahte ve
manipulatif bilgi ile kuşatılmıştır. Bazen yalan ya da çarpıtılmış verilere
dayanarak tezler ileri sürülüyor, kitaplar yazıhyor. Bazen doğrusunu bulup
sahtesini mahkum etmek için bilgi, uyanıklık, bilimsel akıl ve etik yetersiz
kalıyor.
İşte bu nokta da tarihçi önemli bir
dönemeci yara bere almadan yoluna devam etmeyi becermelidir. Yoksa var olan
çalışmalara yeni bir askeri tarih çalışması ya da yandaş diye tabir edilen
propaganda ağırlıklı galiz bir çalışma eklenir. Burada en büyük tehlike
kes-yapıştır anlayışla yapılan ve kahraman yaratmayı birinci amaç edinen resmi
tarih anlayışının tuzağına düşmektir. Özellikle bu tür çalışmalara bilimsel bir
çerçeve kazandırmak amacıyla ve kurucu babaların (çoğunlukla bunlar asker
kökenli oluyor) adıyla kumlan enstitülerin birinci amacı bu tür üretimdir. Bu
tür çalışmaların geçerliliği ve saygınlığı, içinde bulundukları çevre ya da en
fazla ülke ile sınırlıdır. R.G. Collingwood’a göre modem tarih anlayışı kes-
yapıştır tarih tezinin reddiyle başlar. Bu anlayışa göre bir otoritenin
şahitliğinin güvenilir olarak kabul edilmesinin kıstası
diğer bir otorite olamaz. Collinwood,
alternatif olarak tarihsel kaynakların şahitliğinin delille (Evidence), söz
gelişi arkeolojik bir delille desteklenmesi gerektiğini ileri sürer.[1]
Günümüze kadar anlatılan Tarih Metodu
ve onun bir alt kolu olan Siyasi Tarih Metodu 19.yüzyıldan beri anlatı ve
siyasi merkezli olarak aktarılan bilgilerin faiklı yöntem ve metotlarla
yapılması ve aktan İması gerekmektedir. Bu ihtiyacın gerekli olmasının en
belirgin sebebi günün gelişmelerine uygun olarak anlatı ve büyük
olaylar-kişilcr üzerinden verilen Siyasi Tarih içeriğinin ve bakış açılarının
genişletilmesi gerekliliğidir. Kısacası tarihi hep avcılar yazarsa av her
zaman haksız olur. Artık yenilenler kendi tarihlerini yazmalılar. 18.Yüzyılda
itibar kaybeden tarih ancak 19.yüzyılda Kari Marx’m yapıtlannda kullandığı
tarih “bir düşünce akımı içinde bir toplumsal çözümleme aracı olarak
kullanılarak” yeniden moda oldu. Ancak bir süre sonra bu yöntem Kralların
konumlarını ve hükümetleri korumak için üniversitelerde kullanılmaya başlandı.
Tarih aynı zamanda canlı ve
dinamiktir. E.H.Carr’ın dediği gibi; “Tarihçinin üstünde çalıştığı geçmiş
ölü bir geçmiş değildir, belli bir anlamda bugün hala yaşayan bir geçmiştir.
Geçmiş bizim için bugünün ışığında anlaşılabilirim ve bugünü tümüyle geçmişin
ışığında anlaya biliriz. ”[2]
Burada Ortodoks Tarih Tezi,
Marksist Tarih Tezi ve Yeni Tarih Tezleri çok farklı yaklaşımlar
içermektedir. Hegel’in Tarih Tezi üzerine şekillenen Ortodoks ya da Buıjuva
Tarih Tezi, tarihi devletin kurulması ile başlatır. Hegel; “Karmaşık ve kaos
içinde yaşayan insanların bilinçlenip yasalar oluşturmaları ve devlet
kurmalarıyla tarih başlamıştır” derken, tarih öncesi toplumlan uyumsuz ve
düzensiz olarak niteler. Hegel; “Tarihteyalnız devlet kuran halkların
dikkate değer”,
olduğunu belirtir. Bu tezlere karşı
çıkan Marx’ın Tarih Tezi de; “Tarih, Sınıfların Mücadelesidir” sloganına
indirerek aslında zaaflarla dolu ve her şeyi karşılamayan bir tez geliştirmiştir.‘Bu
slogan kokan tez daha çok kendini modemist diye tanımlayan burjuva
tarihçilerinin işine yarayıp tarihin sona erdiğini ilan ettiler. Tarih uygarlık
ve insanlıkla koşut olan bir olgudur. İnsanlık olduğu sürece tarihi olmayan
halkların mücadeleleri ve sınıf mücadeleleri de yazılacaktır. Çünkü başta
Latin Amerika halklan olmak üzere tüm ezilen dünya halkları egemen emperyalist
devletlere karşı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi veriyor.
Hegel’in; “Tepe üstü duran
diyalektik idealizmini düzelterek ayakları üstüne oturttuğu” söylediği
Marx’ın “Tarihsel Materyalizm "i aydınlanmacı pozitif bir destekle
zorunlu ve sürekli ilerleme yasasına göre toplumlar evrilecektir. Köleci
toplumdan, sosyalist topluma zorunlu geçiş gibi dayatmalar artık modem bilim
tarafindan kabul edilmiyor. Yeni Fizik biliminin öngördüğü gibi; Newton’cu
mekanikle ulaşılamayan gerçeklik, şimdi artık kuantum mekaniği ve kaos
kuramlarıyla aydınlatılabilmiştir. Yani kesin olarak bilinmiyor, kaostan neyin
çıkacağını sosyal bilimlerle kestirmek mümkün değildir. Ne tarih tekerrürden
ibarettir, ne de Modemist bir kaderci masal biçimidir.
Taraftarları ve hatta karşıtlarınca
21.yüzyılın en ileri tarih ve toplum yorum-analizi olan Marksizm çağı ve
toplumu tanımlamada yetersiz kalmaktadır.
Esasında “tarihsel gelişme düz bir
çizgi mi, yoksa helezonik ve inişli çıkışlı bir seyir mi izliyor" diye
tartışan tarihçilerin bakış açısı yeni bir tarih anlayışı ortaya çıkarmıştır.
Manuel De Landa’nın tanımladığı “Çizgisel Olmayan Tarih ” çözüm- lemeci
ve bilimsel tarih anlayışı 1920’lerde Fransa’da Marc Bloch ve Lucien Fenvre
tarafindan geliştirilen ve daha sonra Annales Okulu çevresinde gelişen tarih
anlayışıdır. Bu akımı geliştiren Femand Braudel’dir. Total tarih olarak da
anılan bu
ekolün bir takım ilkesel özellikleri
vardır ve önemlidir. Bunlar göz ardı edilerek tarih yapılırsa eksik ve taraflı
olur.
1-Her şeyden önce tarih bir olaylar
bilimi olmaktan ziyade insan yaşamının bilimidir. Egemenin, sultanın veya kahramanların
öykü ve maceralarını tarih diye anlatan tarih anlayışını reddeder.
2-Sadece devlet sahibi olan ya da
devletli olanların siyasi tarih anlayışını reddeder. Çünkü devlet ve siyaset
insanlık tarihinin çok kısa bir dönemine tekabül etmektedir. Oysa insanlık
tarihi daha büyük ve geniştir. Devlet ortaya çıkıncaya kadar insanlık nice
kavramı deneyimlemiş ve geliştirmiştir. Bu göz ardı edilemez.
3-Kültür olgusuna hak ettiği yeri ve
değeri vermek gerekir. Uygarlık sürecinin kültürel birikimler sayesinde ilerleyip
geliştiği, bu birikimlerin de insanlığın ortak mirası olduğu, tarih biliminin
asıl konusunu oluşturan olgu kültürdür. Tarih-kültür havramı birlikte ilerler
ve değerlendirilir.
4-Egemenlerin tarih anlayışına göre "barbar”
olan top- lumlann tarihini sahiplenerek ezilenlerin tarihine önem verilmiştir.
Devrimci ekolojist Murray Bookchin bu anlayışı şöyle özetlemektedir.
"Ezilenlerin tarihinin bir
tarafa atılmasına izin vermemeliyiz, bu alternatifler tarihin çöp sepetine
atılmak bir yana gün ışığını hiçbir zaman görmemiş yaratıcı düşüncelerin yanı
sıra, gözle görülebilir kurumlar ve denetimlerden oluşan bir hazine gelecek
için coşkuyla hayatta tatmaya çalışmamız gereken bir hazine olarak
görülmelidir. ”[3]
5-Gelenekten farklı tarih yazımı
anlayışı geliştirilmiştir. Avrupa merkezci tarih bakış açısı yerine Avrupa
merkezciliğe eleştirel bir anlayış, benimsenmiştir. Bütün uygarlıklan Batı
uygarlığının bir aşaması veya durağı olarak gören anlayış reddedilmektedir.
İnsanı merkeze oturtan ve insanla ilişkili
olanı da dâhil eden bir tarih
anlayışı benimsenmiştir. Bu gün gerek Asya’da gerekse Latin Amerika’da Avrupa
merkezci tarih anlayışı dışında ciddi tarihi çalışmalar yapılmaktadır.
Neredeyse Dünya tarihi yeniden yazılmaktadır.
20
.Yüzyılın başlannda ortaya çıkan Annales
Okulu ve bu okulun yöntemleri, Siyasi Tarih Eğitim ve Öğretimi’nde kullanılabilecek
iyi bir yoldur. Annales Okulu dünyada ve Türkiye’deki temsilcileri vasıtası
ile ortaya konan ürünlerinde tarihin çok katmanlı, sorun odaklı, siyasi
olaylar dışında ekono- mik-toplumsal-kültürel-coğrafi vs birçok disiplinle iç
içe akta- nlmasının gerekliliğini ortaya koymuştur. Tarihi ele alanların
geçmişi birçok yönü ile ele alarak faıkh bakış açıları ve faiklı yönleri ile
değerlendirmesine imkân tanıyan bu Okul, Siyasi Tarih eğitim öğretiminde ve
üretiminde kullanılabilecek doğru bir yaklaşımdır.
Annales Okulu’nun Siyasi Tarih
yönteminin devletlerin birbiri ile ilişkilerinin ele alınmasında ve en önemlisi
devletlerin kendi içlerinde yaşanan gelişmelerin de ele alınıp, analiz
edilmesinde iyi bir imkân sunduğu görülmektedir. Bu alanın Siyasi Tarih
yönteminde kullanılması ile devletlerin ilişkileri ve devletlerin iç
gelişmelerinin dış ilişkilerine etkisini aktarmada ve anlamada
disiplinlerarası çoklu bakış açısı getirdiği görülmektedir. Ayrıca geçmişte
yasanmış her durumun ve konunun geniş bir perspektifle ele alınması analiz
aşamasında katkı sağlayacaktır. Annales Okulu, gcçmiş-gelecek arasında
kurulacak ilişkide çok katmanlı ve yönlü bakış açısı ile aynı zamanda geleceğin
doğru şekillendirmesinde de etkili bir yöntemdir.
Çalışma yedi bölüm olarak
planlanmıştı. İlk olarak Fransız Devrimi’nin dünyaya ve Osmanlı
İmparatorluğu’na yansıma- lan irdelenmiş ve ülkemiz insanlannın neyi nasıl
algıladığı sorgulanmıştır. Aynca İmparatorluğun sınıf yapısı ve güç dengesi ele
alınmıştır.
18
.VE 19. YÜZYILDA
DÜNYADA DÜŞÜNSEL ALANDAKİ 19
GELİŞMELER VE OSMANLI
İMPARATORLUĞU'NA YANSIMALARI ikinci bölümde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun
bunalımdan çıkış yollan arayışı, aydın inisiyatifi ve fikir akımlan ele
alınmıştır. Bu akımların bir kısmı günümüzde de tartışılmaktadır.
Üçüncü bölümde İttihat ve Terakki
macerasının başlaması, barındırdığı fikir akımlan ve etkili aydınlan ve
çevrelerini ele aldık.
Dördüncü bölümde 1908’e giden yoldaki
gelişme ve ça- tışmalan ele alilken Ermeni ve Sırp boyutunu da irdeledik.
Günümüzün sıcak konularından biri olan Ermeni Sorunu’nun nasıl cephe
değiştirdiğini ele aldık.
Beşinci bölümde 1908 Devrimi’nin
Anadolu Cephesi’ni ve sonrasını ele aldık.
Altıncı bölümde günümüzün en sıcak
sorunu olan Kürt meselesini detaylı bir şekilde ele almaya çalıştık. Aslında
günümüzde ne kadar geriden tartışıldığını göstermek istedik. Çünkü daha dil ve
kültürü savunmak bölücülük olarak görülüyor ve şiddetle bastırılmaya
çalışılıyor, insanlar söylemedikleri ve yapmadıkları şeylerle suçlanıp konu
sürekli suç hanesinde tutulmaya çalışıhyor.
Yedinci bölümü okurken basın
özgürlüğünün neden olamayacağını veya basın özgürlüğünün kime yaramadığının
anlaşılacağı çok açık. Çünkü bizde sansür ile basının aynı yaşta olduğu ve hep
sansürün tercih edildiği çok rahat anlaşılır.
Sekizinci bölümde ise İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin Rum Sorunu’na yaklaşımının günümüzde pek değişmediğini ve
resmi tarih yazıcıları tarafindan ne kadar saptınldığını irdeledik.
Sonuçta çok renkli, çok dilli, çok
etnili ve çok dinli bir yapının tek’e indirgenemeyeceğini anlatan bir hikaye
ortaya çıkıyor. Sonunda kimse mutlu değil. Çözüm ise çok zor değil. İki kelime
ile açıklanabilir. “Demokratik Cumhuriyet”
BOLUM I
18.VE 19.YÜZYILDA DÜNYADA DÜŞÜNSEL
ALANDAKİ GELİŞMELER VE OSMANLI
İMPARATOLUĞU’NA YANSIMALARI
“Kuskusuz
tarih yazılı belgelerle yapılır. Ama yazılı belgeler yoksa onlarsız da
yapılabilir ve yapılmalıdır. Balı alınacak her zamanki çiçeklerin yolduğunda,
tarihçinin zengin buluşları içinde ne varsa hepsi kullanılarak yapılmalıdır.
Sözlerle de tarih yapılabilir. Resimlerle de. Toprak parçasıyla da, çatı
kiremitiyle de. Tarla biçimleri ve yaban otlarla da. Ay tutulmasıyla da, at
yularlarıyla da. Jeologların uzmanca taş-kanıtlarıyla da, kimyacının
kılıçların madeni üzerine yaptığı araştırmalarla da. Bir sözcükler: İnsandan
kalma olan, insana bağlı olan, insana yarayan, insanın dile getirdiği ve onun
varlığını, uğraşlarını, zevklerini ve yaşam biçimlerini anlatan ne varsa,
bunların hepsiyle tarih yapılabilir ve yapılmalıdır. ’’
A-FRANSIZ
DEVRİMİ VE DÜNYA’DAKİ ETKİSİ
Fransız Devrimi, bir yerde bir “burjuva
devrimi” dir. Ancak, ileriye dönük nice gelişmenin tohumlarının da
atıldığı ve yeşerdiği bir devrim. Bir başka özelliği de şu; Devrim tek bir
cephede, Fransa’nın sınırlan içinde kalmamıştır. Deyim yerindeyse bütün
dünyayı sarmıştır. Avrupa’da gerçekleşen diğer burjuva devrimlerinden faiklı
olarak evrensel sonuçlara yol açmış bir buıjuva devrimi niteliği taşımaktadır.
Fransa’daki olaylar, önce genel bir
merak ve ilgiye yol açar. Devrimci broşür ve gazeteler bütün Avrupa’da bedava
yorumcular bulur, ve Strasbourg, bu gizli basını doğuya doğru yayar. Yabancı
gazete ve dergiler düzenli olarak Fransa’dan haberler aktarırlar: Varşova
gazetesi 1879’dan başlayarak, her sayısında Versailles’den bir mektup verir.
Birlik ya da özgürlük gazetesi Paris’te hem Fransızca hem de İngilizce
basılır. Devrimci propaganda hiç kuşkusuz Mason localarının aracılığından da
yararlanır. 1790’da İnsan Hakları Bildirisi çeşitli dillere çevrilmiş bir halde
liberalizmin dua kitabı olur. Engizisyonun bütün bunları mahkûm ettiği
Ispanya’da bile devrimle ilgili ilk bilgiler alabildiğine benimsenir.1
Fransız Devrimi şüphesiz feodalizmden
kapitalizme genel geçişte zorunlu bir aşamaydı. 19.Yüzyılda kapitalist ekonominin
kendini kabul ettirmesi her yanda burjuvazinin yükselişine bağlıydı. Burjuva
devrimi kapsamlı öneme sahipti.
Fransız Devrimi gerçek bir milli
devlet yaratmış sınıf ve yer ayırımı ortadan kaldırılmış, kilise
laikleştirilerek bütün dini kurumlar milli bir temele oturtulmuş, milli
amaçlara hizmet edecek hale getirilmiştir. Bu devrim ayrıca “halkların kendi
geleceklerini kendilerinin tayin etmeleri ” ilkesini ortaya koyarak, bir
milletin mensuplarının seçtikleri diğer bir milli devletle
birleşebileceklerini savunmuştur.3
Fransız Devrimi’nin getirdiği
kavramlarda; gerek Avrupa’da gerekse büyük imparatorlukların (Rusya, Avusturya
Macaristan, Osmanlı) egemenlikleri altında yaşayan farklı din ve etniye (etnik
yapıya) sahip topluluklar için yeni hedefleri oluşturmada anahtar rolünü
oynadığını görürüz. Vatan, Bayrak, milli marş, milli gün ve bayramlar gibi yeni
terimler ulusal dinamizme ivme kazandırmış. Aynca ulusun isteğini ortaya çıkaran
bir araç olarak plebisit de devrimin ortaya atıp desteklediği bir kavramdır.
Bunların dışında Fransız Devrimi’nin
üçlü sacayağı olarak bilinen Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik sloganı insan ve
Vatandaş Hakları Bildirisi sadece toplulukların değil dünyanın her yerindeki
bireylerin ilgisini çekmiş ve bunlar daha sonra oluşacak liberal, sınıfsal,
demokratik oluşumların düsturları haline gelmişlerdir.
Fransız Devrimi’nin dünyaya armağan
ettiği bir önemli kavramda "Ulus-Devlet "tir. Bu kavram
imparatorlukların parçalanmasına, bunlardan türeyen devletlerin sadece bir
etnik yapıya dayanarak diğer halklan yok varsaymaya ya da baskı altında
siyasal, ekonomik ve kültürel gelişmelerini engelleyici oluşumlara dayandığı
rejimlerin artmasına yol açmıştır. “Ulus- Devlet" ya da “Devlet-Ulus
” belli bir ideoloji ve doktrin çer-
çevesinde, genel olarak
milliyetçilikle bir “Ulus” yaratmak isteğini belirtiyor. İlk örneğini
Fransa Cumhuriyeti vermiştir. Onu Ortadoğu’daki kimi rejimler izlemiştir. Bu
etkilemede, Ortadoğulu aydınların Fransızcacı oluşları ve tahsillerini Fransa’da
yapmalan belirleyicidir.4
Bunun yanında bu söz konusu
aydınlanıl büyük çoğunluğunun “asker "(ordu) kökenli olması bu tür
fikirlerin ordu içinde karşılık bulmasına neden olmuştur. Osmanlı ordusunun
askerleri için “Yaşam siyasettir” bunun dışında yaşamak mümkün
değildir. Bu ordunun diğer toplumsal kurumlardan öte, aynı zamanda bürokrasi ve
yargı ile birlikte önemli (kilit) bir siyasal kurum olmasından
kaynaklanmaktadır.
Ordu yaşamdan aldığı bu ilhamla kendi
türünün sürdürülmesini sağlamak için toplum dinamikleri ile birlikte hareket
eder. Duruma göre kural ve koşullan bulur ve yeni koşullar oluşturarak
devamlılığını sağlamaya çalışır. Ordunun sahip olduğu siyasal dayanaklardan
kendi gücünün kaynaklan olduğu yani bunlann ordunun toplumdan güç alma, bu
gücü sürdürme ve genişletme çabalarına diğer siyasal kurumlann destek, uyum,
tarafsızlık ya da en azından ilgisizliğini sağlamadaki araçlar olduğunu kabul
etmek gerekir.
Bunu daha iyi kavramak için ordunun
Osmanlı toplumu içindeki yerini çok iyi açıklamak gerekir. Bunu Osmanlı öncesi
askeri gelenekten soyutlamak yanıltıcı olur. Bundan dolayı Ordunun evrimini
ele alırken Osmanlı Öncesi Türk Devletleri’nde Ordu geleneğini ve düşünce evrimini
irdelemek gerekir. Bu irdelemeler yapılınca Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi asker
davranışlarının sabit değil değişken bir kavrama zorunluluğu ortaya çıkar.
Aynı zamanda bu yöntemi Osmanlı As- ker-Sivil ilişkilerinde göz önünde
bulundurmak gerekir.
18
.Yüzyılın sonlanna doğru gerçekleşen
Fransız Devri- mi’nin üzerinden 200 yıl geçmesine rağmen Hürriyet, Eşitlik ve
Kardeşlik sloganı etkisini ilk günkü gibi sürdürmektedir.
Günümüze kadar dünyanın birçok
yerindeki devrimlcre esin kaynağı olmuştur. Bunlardan biri de o dönemde
gerileme devrine girqı ve Batı tarafindan hasta adam olarak nitelenen OsmanlI
tmparatorluğu’nun barındırdığı uluslar, dini topluluklar ve yeni yeni oluşan
aydın kesim için esin kaynağı olmuştur.
Yukarıda değindiğimiz “asker ”
ağırlıklı siyaset içine zorunlu olarak Osmanlı bürokrasisinin elitlerini de
katmak zorundayız, çünkü devletin yapısı sonucu bürokrasi, yönetici ve
aydınlar için sürekli bir yer değiştirme söz konusudur. Çünkü gerileme dönemini
aşmak fikri bizzat devletin en üst kademesinde bulunan Padişah tarafindan
talep edildikten sonra yönetici elit tarafindan savunulmaktadır. 3.Selim ile
başlayan ve 2.Mahmut’la devam eden yenilikler Sadrazam Mustafa Reşit Paşa
tarafindan okunan Tanzimat Fermanı (1832) ile uygulamaya konulmuştur. Bundan
dolayı Tanzimat Bürokrasisi ve Tanzimat Aydınlan içiçe olmuştur.
Tanzimatçılann iki temel hedefi
vardı.
İlk hedefi Avrupa'nın temsil ettiği
medeniyet seviyesine ulaşmaktı. Bu amaçla Tanzimat’tan sonra girişilen bütün reformlarda
Avrupa’yı model olarak almak esas olmuştur. Devlet mefhumu, bürokratik
teşkilat, ordu, eğitim, ticaret ve ceza kanunlan, hatta kısmen mahkeme
teşkilatı da Avrupa örneğine göre düzenlenmiştir. Tanzimat döneminde Batılı
mânada gerçekleştirilen reformlara paralel olarak, Osmanlı toplum ve devlet
hayatında eski-yeni şeklinde beliren ikilik artarak devam etmiştir. Bu dönem
Batılı fikirlerin de yoğun bir şekilde imparatorluğa girdiği bir dönem
olmuştur. Bu fikirler Tazminat döneminin ikinci devresinde Türk basınında
gelişmesine paralel olarak da kitlelere yayılacaktır.
Tanzimat bürokrasisinin ikinci hedefi
ise imparatorlukta yaşayan bütün unsurları bir arada tutacak dayanışmayı yaratmaktı.
Bu dönemdeki bütün eğitim, idari ve hukuki reformların altında bu anlayış
yatıyordu.
»OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN DURUMU VE FRANSIZ DEVRİMİ’NİN
YANSIMALARI
Fransız Devrimi’nin doğurmuş olduğu
hürriyetçilik akımı Avrupa ülkelerinde çabuk ve yoğun bir etki yapmasına karşılık
bu etki, Osmanlı İmparatorluğu’nda daha geç ve yavaş olmuştur.5 Bunda
Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik sürdürdüğü alanlar bakımından Avrupa’dan
farklı dini, kültürel ve ekonomik bir yapı arz etmesi önemli bir etkendir. Bundan
dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyılda dini, kültürel ve ekonomik bir
tahlilinin yapılması gerekir. Bu konuda düşünme ya da tartışma Osmanlı
devletinin 17.yüzyılın sonlarından itibaren toprak kaybetmesine paralel
olarak, Osmanlı devlet adamlan ve aydınlarının yıkılmaktan kurtulmak için
çareler aramasıyla başladı. Başlangıçta çareyi kendi büyük mazisinde arayan
Osmanlı devlet adamlarının, Batı karşısında yenilgilerinin devam etmesi
üzerine, geleneksel düzene geri dönme metodunu terkederek ıslahatlarda ilham
kaynağı olarak Batı’ya döndüklerini görüyoruz.
Osmanlı devleti 18.yüzyılın sonlarına
kadar kendi tarihi ve kültürel çerçevesi içinden gönüllü veya zorla gelen (ya
da getirilen) Balkan ve Avrupa kökenli olduğu halde İslama geçenlerin yardımı
ile özellikle askeri alanda ıslahat girişimlerinde bulunmuştur. Ancak bu daha
çok kişilerin kapasitelerine göre değişen, sistemsiz ve tesadüflere bağlı
girişimlerden beklenen sonuç alınamamıştı. Bu yöntem bir kenara bırakılarak
Batı model alınarak askeri, idari ve siyasi çağdaşlaşma fikri ön plana çıkmaya
başlamıştır. Avrupa model alınarak girişilen ilk sistemli çağdaşlaşma fikri
3.Selim’in başlattığı (1789-1808) Nizam-Cedit hareketinde somutlaşmıştır. Bu
dönem planlı olarak gençleştirilen askeri ve idari ıslahatların yanında en
önemli yenilik Avrupa’nın belli başlı merkezlerinde daimî ikâmet elçiliklerinin
açılmasıdır. Bu elçiliklerin Türk aydınla-
nrun Batıyı tanımalarında ve Batılı
fikirlerin Osmanlıya girişlerinde önemli etkileri olmuştur.
19
Sölim zamanında başlayan sistemli
çağdaşlaşma hareketlerine 2.Mahmud (1808-1839) devrinde devam edilmiştir. Ancak
reformların başarısını merkeziyetçiliğin güçlendirilmesinde gören, 2.Mahmut
ise buradan başlamıştır. Öncelikle “iktidarı ” paylaşmak isteyen ama
sorumluluğa katılmayanları bertaraf etmiştir. Islahatların önünde engel olarak
gördüğü Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmıştır (1826). Bu daha sonra ele
alacağımız asker, bürokrat, aydın, çekişmesinin tohumlarının atıldığı önemli
bir dönemeç olarak değerlendirilecek ve ucu günümüze kadar gelen tartışmaların
kaynağı olacaktır.
Diğer taraftan Batılı anlamda modem
okullar açan, Avrupa’ya öğrenciler gönderen ve ilk Türkçe gazeteyi çıkaran
2.Mahmut rasyonel çalışacak yeni bir bürokrasi de kurarak modem tipte
işbölümünü gerçekleştirmiştir. Mahmut’un “reformları’' Osmanlı
devletinde dönüşümlerin hızlanmasına önemli etkilerde bulunmuştur. Bu aynı
zamanda gayrimüslim unsurların isyanlan ve Avrupalı güçlerin müdahalesini gündeme
getirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki
uluslar (başta gayrimüslim olanlar) birer birer bağımsızlık mücadelesi için
ayaklanıp koparken 19.yüzyılda Karlofça Anlaşması’ndan beri toprak kaybeden
Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybını hızlan- dınp egemenlik alanlarını
daraltıyor. Osmanlıya karşı kazanılan her bağımsızlık diğer grupların esin
kaynağını da oluşturuyor. Şimdi bu yapıyı nedenleriyle birlikte irdeleyelim.
a)-Feodaller (Ya da Osmanlı
toprak egemenleri): Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Burada kullanılan Feodal
kavramı Ba- tı’daki Feodal kavramından çok farklıdır. Öncelikle "toprağın
” hep başlıca üretim aracı olarak kaldığı bu ülkede, güçlü- lerde bu toprağı
elinde bulunduranlardı. Ancak toprağa sahip olunması için devlet yapısı içinde
yer alınması gerekliydi. Bunun nasıl olduğunun cevabı Osmanlı toprak
sisteminde idi; Osmanlı toprak sistemi; "toprağın ” elde edilişi,
paylaşımı ve kullanımı açısından sınıflandırılabilir. Osmanlı Toprak Düze-
ni’ndc mülk Allah’ındır ve Padişah Allah adına bu toprakları değerlendiren
kişidir. Yani özel mülkiyet ancak önceki koşula göre vardır ve Padişahın rızası
ile sınırlıdır.
a-l)-Öşür Topraklar (Aşar ile
vergilendirilen)
Öşür ya da aşar topraklar fetih
sırasında Müslümanlara ait olan veya ele geçirildiğinde Müslümanlara verilmiş
olan topraklardır. Bu topraklar sahiplerinin mülküydü ve onlar istedikleri
gibi tasarruf edebilirlerdi. Bu mal sahipleri öldükleri zaman öldüklerinde
toprakları varislerine kalabiliyordu. Devlet bu toprak sahiplerinden toprak
üretim vergisi olan öşür (onda bir oranında alınan vergi) alırdı.
a-2)-Haraci Topraklar
Fetih sırasında Müslüman olmayan
yerli halkın ellerinde "mülk” olarak bırakılan topraklardır. Bu
şekildeki topraklarda öşrü topraklar gibi sahipleri tarafindan şahsi tasarrufa
açıktı. Miras bırakabilirdi. Yalnız bu topraklardan alınan vergi biraz
farklıydı.
Haraci topraklardan iki türlü vergi
alınırdı:
Harac-ı Mukaseme: Toprağın
verimine göre alınan üretim vergisidir.
Harac-ı Muvazzaf: Arazinin
yüzölçümüne göre alman vergidir. Bunlann dışında özel kullanım için ayrılmış
toprak-
lar ya da araziler ise aşağıdaki gibi
gruplandınlmıştır.
Gelirleri cami, medrese, hastane,
imarethane, han ve ha. mam gibi topluma hizmet veren kuruluşların masrafları
için ayrılmış arazilerdir. Vakıf arazilerinin alınıp satılması kesinlikle
yasak olup vergiden muaf tutulmuşlardır. Vakıf topraklar üzerinde çalışan halk,
arazisi hangi vakfa ayrılmışsa öşür vergisini o vakfin yöneticisine veriyordu.
Özellikle savaş ile ele geçen araziler yukanda sayılan amaçlar için
vakfedilirdi.
Osmanlı devletinin egemenliği
altındaki toprakların büyük bir kısmı Miri topraklardır. Bu topraklar devlete
ait topraklardır. Bunlar devletin olmakla beraber, ekip-biçmek ve boş
bırakılmamak şartıyla yine eski sahiplerinin kullanımına bırakılıyordu.
Kendilerine arazi verilenler, şartlara uyarak, o toprağı ekip biçerler ve
öldükleri zaman bu yerler vergisini vermek suretiyle çocuklarına kalırdı.
Ancak bu topraklar onu işleyenlerin özel mülkü olmadığı için alınıp-satılamaz,
vakıf yapılamaz ve hibe edilemezdi.
Miri arazi çok çeşitlere aynlmış
olup, bazı önemlileri kısaca şöyledir:
Havass-ı Hümayun: Bu toprakların
geliri devlet hâzinesine giderdi. Bu toprakların bir kısmı doğrudan padişaha
ait olup geliri ise Hâzineye giderdi.
Paşmaklık: Padişahların
kızlarına, annelerine ve ailelerine ayrılan topraklardır.
Malikâne: Devlet
adamlarına hizmetleri sebebiyle mülk olarak verilen topraklardır. Bu topraklann
mülkiyeti şahıslara aitti. Ancak tasarruf yetkisi devletin olup, istediği
kimseye verirdi.
Yurtluk: Sınır boylarını
bekleyen asker ailelerine verilirdi. Fetih sırasmda bazı komutanların
hizmetlerine karşılık olmak
üzere verilen topraklardı. Yurtluk
heıhangi bir yerin gelirinin hayatta olduğu sürece bir kimseye verilmesidir.
Ocaklık: Bu hakka sahip
olanlar, öldüklerinde miras hakkı söz konusu olan topraklar idi. Kale
muhafizlanna ve tersane giderlerine aynlmıştır.
Mukataa: Gelirleri
doğrudan hâzineye ayrılan topraklardı.
Dirlik Toprakları: Belli hizmet
karşılığı devlet adamlan- na ve görevlilere verilen topraklardır.
Dirlik topraklan üç kısma aynlmıştır:
a)-Has: Yıllık geliri
yüz bin akçeden fazla olan dirliklerdir. Haslar; padişahlara, vezirlere, divan
üyelerine, şehzadelere, beylerbeylerine, sancak beylerine verilirdi. Has
sahipleri dirliklerinin gelirine göre silahlı vc her an savaşa hazır cebelu
beslerdi.
b)-Zeamet: Yıllık yirmi
bin ile yüz bin akçe geliri olan topraklardır. Orta derecek devlet memurlarına,
kadılara, hazine ve Umar defterdarına, alay beylerine, kethüdalara, kale
komutanlarına ve divan kâtiplerine verilirdi. Zeamat sahipleri ilk yirmi bin
akçe hariç sonraki her beş bin akçe için bir cebelu beslerdi.
c)-Tımar: Yıllık geliri
üç bin ile yirmi bin akçe arasında olan dirliklerdir. Bunlar geçimlerini
sağlamak ve hizmetlerine ait masraftan karşılamak üzere bir kısım asker ve
memurlara tahsis edilen topraklardı. Tımar sahipleri gelirlerinin üç bin
akçesini geçimleri için ayırırdı. Buna kılıç tıman denirdi. Geri kalan her üç
bin akçe için bir cebelü beslerlerdi.
Tımar topraklan üç kısma aynlmıştır:
1.
Mustahfaz Tımarı: Camii imam ve
Hatiplerine verilirdi.
2.
Eşkinci Tıman: Savaşta
yararlılık gösterenlere verilirdi.
3.
Hizmet Tıman: Saray da
çalışanlara verilirdi.
Topraktan daha iyi yararlanma,
Devlet gelirlerini arttırma,
Üretimde sürekliliği sağlama,
Devlete masrafsız asker besleme,
Ülkenin,. Tımar bulunan bölgelerinde
devlet otoritesini sağlama,
Vergilerin toplanmasını
kolaylaştırma,
Halkın ezilmesini önleme,
Ülkeyi bayındır hale getirme,
Ekonomik ve sosyal hayatı düzenleme.
Miri araziyi ekip biçen halka ve
köylüye reaya denirdi. Bunlar vergileri, devlet o yeri hizmet karşılığı kime
vermişse ona ödüyorlardı. Dirlik sahiplerine de sipahi denirdi. Reaya toprağı
ekip biçmek ve bakımıyla yükümlüydü.
Tımar rejimi içinde Tımar
sahiplerinin ve reayanın haklan karşılıklı olarak düzenlenmiştir. Hiçbir zaman
reayanın toprağı bırakıp gitmesine tımar sahibi izin vermezdi. Sipahi’nin çift
bozan denilen bir tür tazminat vergisi alma hakkı vardı. Bunun yanında
haksızlığa uğrayan köylünün de şikayet hakkı vardı. Eğer sipahi haksızsa
hakkında işlem yapılır, dirliği elinden alınırdı.
Kuruluş ve Yükselme Dönemleri’nde
tımar sistemi iyi işlemiştir. Sefer esası üzerine kurulan bu sistem:
1-Savaşlann uzaması,
2-Tımarlann belli kimselerin elinde
toplanması,
3-Tımarların iltizama verilmesi,
4-Tımarlann rüşvet ve iltimasla
satılması gibi nedenlerden dolayı bozulmuş sistem II.Mahmut devrinde de
kaldınlmıştı.
İltizam Sistemi
Osmanlı Devleti’nde tımar sistemi
içine yerleştirilemeyen faaliyetlerin gerektirdiği parayı sağlayabilmek için
tımar sis-
temi yanında bir de iltizam usulü
uygulanıyordu. XVI. Yüzyılda bazı eyaletlerin vergilerinin açık artırma
yoluyla belirli bir bedel karşılığı peşin olarak mültezim adı verilen kişilere
bırakılmasına iltizam denir.
XVI.Yüzyılda sınırların genişlemesi
sonucu devletin giderleri arttı, uzak bölgelerdeki toprakların vergilerinin
toplanması zorlaştı. Böylece uzak eyaletlerde tımar sistemi yerine iltizam
sistemi uygulandı. Bu sistem ilk defa Kanuni zamanında, Sadrazam Rüstem Paşa
tarafından uygulandı. Devlet, uzak bölgelerin vergi gelirlerini açık artırmayla
nakit olarak satmış, eyaletlerdeki askerler ve yöneticilerin maaşlarını ödemiştir.
Mültezim, tımar sahibi gibi vergiye konu olan faaliyeti yapan zümreleri ve
bölgeyi yöneten kişiydi. Dirlik sahibinin haklan mültezime de tanınmıştı.
Merkezi idarenin zayıflamasıyla, eyaletlerde asker yetiştirilmemiş ve halktan
fazla vergi alınarak reaya zor duruma düşürülmüştür.
Osmanlı Devleti’nin toprak sisteminin
Avrupa’daki feodal sistemle bir karşılaştırmasını yapmaya çalıştığımızda 3
temel başlıkta farklılıklan, benzerlikleri sınıflayabiliriz. Bunlar genel
anlamıyla;
(l)-ekonomik olarak vergi oranlan,
toplanma usulü, cezalan,
(2)-İdan olarak lord-serf;
köylü-sipahi ilişkileri,
(3)-Tam anlamıyla bu sistemin topluma
kattıklan ve yarattığı etki.
Ekonomik olarak incelediğimizde kâr
merkezli ve insan merkezli iki sistemin çatışmasını görmekteyiz. Zira
derebeylik sistemine yani feodal sisteme baktığımızda Lord sürekli zenginleşirken,
serilerin durumlarında bir iyileşme yoktur.
Feodal beyin aldığı vergi çok yüksek
bir oranda olup, tamamen lordun gücüne ve isteğine bırakılmıştır.
Lord’a vassalın ödediği bu vergilerin
yanında (1) lordun çocuklarının evlenmesinde (2) lord tutsak düştüğünde fidye-
sinin ödenmesinde ve (3) vassalın
toprak mirası elde etmesi durumunda da vergi ödüyordu.
Tımar sahibinin ise bu tür kendi
isteğiyle alabileceği bir vergi bulunmamaktaydı. Vergi oranı da yasayla
belirlenmişti ve öşürün yanındaki diğer vergilerle beraber dahi %15’i geçmemekteydi.
Her iki sistemde o dönemde ekonominin
temelini oluşturan tanmın düzenlenmesi konusunda oldukça faydalı olmuşlardı.
İşlenişi konusundaki faiklara rağmen feodal sistemde üretimde devamlılığı esas
alarak bu sistemin ekonomiye olan etkisini görmemizde en büyük etkendir.
Feodalitenin çıktığı anarşi ortamında
ticaret, üretim vb. ekonomik faaliyetler yapılamamaktaydı. Yani aslında bir
nevi ekonomiyi tekrar düzen altına almak, güven içinde üretimi teşvik etmek
için ortaya çıkan feodalizm çağın gerektirdiği üzerine ortaya çıkmıştır. Tımar
ise bir kültürdür ve sosyal mirastır.
Aynca feodal ekonomi bölgesel kalmış
kapalı bir ekonomiyken, tımar sistemi her ne kadar bölgesel olsa da gayet açık
bir ekonomik rejim oluşturmuştur.6
Bu aileler Osmanlı devletinin
büyümesi ile devlete katış- mışlardır. Avrupa’dakine benzer toprağa bağlı
mülkiyet rejimleri vardı, ancak Osmanlı İmparatorluğu feodal değildi.7 Osmanlı
İmparatorluğu’nun yapısı belli bir süre Asya-Tipi üretim biçimi çerçevesinde
kabul dilip tartışıldı. Ancak günümüzde bu kuram da pek taraftar
bulamamaktadır. Günümüzde Osmanlı Devleti kendine özgü koşullar içinde İncelenmektedir.
b)-Bürokrasi: Geçimlerini her
şeyden önce hükümdarlık hâzinesinden yani devlet tarafindan gasp edilen fazla
üzerinden sağlayan kişilerden meydana gelen bürokrasinin varlığı bu kaynaklann
sürekliliğine bağlıydı .8
Devlet memurlarına (bürokrasi
kastediliyor) geleneksel
düzenin bekçileri olarak değil de
İmparatorluktaki iktisadi ortağın büyük bölümüne el koyan bir sınıf olarak
baktığımızda Hıristiyan aracı sınıfın doğmasının bürokrasiyi daha dolaysız
bir başka biçimde tehdit ettiği görülür.9
Osmanlı bürokrasi (yöneticiler),
modernleşmeyi tam olarak kavrayamadıklanndan çağa ayak uyduramamışlardır. Bu
nedenle de sosyal, kültürel, bilimsel ve düşünsel yaşam ilerle- yememiş; çağın
gereklerine uyum gösterememiştir. Düşünsel yaşam gelişmediğinden, toplumsal
dinamizm harekete geçmemiştir. Çağa ayak uyduramama; eskiye daha sıkı sanlma,
elde olanı koruma duygusunun güçlenmesine neden olmuştur. Bu da toplumsal ve
kurumsal tutuculuğu yaygınlaştırarak bu bakış açısının sosyal yaşama egemen
olmasına yol açmıştır.
Osmanlı bürokratik yapısı; yapılacak
olan modernleşme hareketleriyle var olan ayncalıklı statülerini kaybedeceklerinden
reform hareketlerine direnç göstermişlerdir. Geleneksel bürokratik yapıyı
oluşturan seyfiye ve ilmiye bürokratlan askeri, siyasal, sosyal ve kültürel
alanda yapılan reformlara karşı gelmişlerdir.
Osmanlı bürokrasisi ve aydınlan
(özellikle Tanzimat dönemi) halka yabancıydı. Bürokratlar ve aydınlar bu
yönleriyle siyasal ve kültürel açıdan Osmanlı toplumunda ikili bir kültür
yapısı oluşturdular: Merkezde, Batı etkilerinin yoğun olduğu "seçkin
kültürü’’, çevrede ise İslam ile yoğnılmuş "halk kültürü’’
oluşturuldu. Halk ile seçkinler arasında tesis edilen bu yeni bölünme, mahiyeti
itibariyle eskisinden farklıydı.
Geçmişte halk ve seçkin kültürü
arasında "din ”, geniş bir çakışma alanını içine alan ortak
paydayken, Batılılaşma ile beraber ortaya çıkan yeni seçkin kültürü, halkın
nüfuz edemeyeceği kadar uzağa düştü; uçurum derinleşti. (Türköne, 1994, 101)
Son yüzyıllara gelindiğinde bürokratik kesimin tümüyle toplumsal kesimlerden
uzaklaştığını ve nevi şahsına münhasır, seküler değerler ortaya koyduğunu
görmekteyiz. Avru-
pa’da görülen sanayi devrimiyle
ortaya çıkan sanayi burjuvazisi gibi sosyal sınıfların yokluğu Osmanlıda
bürokratik geleneği mutlak egemen siyasal iktidar haline getirmiştir. OsmanlInın
genişleme döneminde bürokrasi Batı kurumlan yönünde bir toplumsal değişim
projesi başlatmış ve bunun öncülüğünü yapmıştır. Kısaca, Osmanlı siyasal yapısı
içinde önceleri Sul- tan’ın dahâ sonralan ise merkeziyetçi-bürokratik geleneğin
ağırlığı devleti idarede hakim güç haline getirmiştir. Bu durum ise Batı
Avrupa’da görülen aristokrasi ve buıjuvazi gibi sivil toplumun temel unsuru
olan sınıfların ortaya çıkmasına ve devleti alttan ve üstten sınırlamasına
engel teşkil etmiştir.
Batı’da görülen ve orta sınıflan
oluşturan sınıfsal yapının oluşmaması zaten geleneksel bir toplum olan Osmanlı
toplu- munun modernleşme hamlesini kısıtlamıştır. Osmanlı döneminde
yöneticiler, modernleşmeyi tam olarak kavrayamadıklarından çağa ayak
uyduramamışlardır. Bu nedenle de sosyal, kültürel, bilimsel ve düşünsel yaşam
istenen seviyede ilerle- yememiş, çağın gereklerine uyum gösterilememiştir.
Düşünsel yaşam gelişmediğinden, toplumsal dinamizm harekete geçmemiştir. Çağa
ayak uyduramama, eskiye daha sıkı sarılma, elde olanı koruma Osmanlı
Moderleşmesinin temel sorunlarının başında geliyordu. Bu da bürokrasi de
duygusal bir ayrışmaya yol açmıştı. Bu durum toplumsal ve kurumsal tutuculuğu
yaygınlaştırarak bu tutumun sosyal yaşama egemen olmasına yol açmıştır. Bazı
dönemlerde birtakım modernleşme hamleleri olduysa da toplumsal bir dönüşüm
sağlanamamıştır. Yüzeysel reformlarla ve eskinin kurumlannı koruyarak
modernleşmenin başarıya ulaşması olanaksızdır. Modernleşmenin olabilmesi için
sınıfsal ve kurumsal birtakım değişikliklerin olması gerekmektedir. Askeri
alanda, eğitimde ve bazı bayındırlık hizmetlerinde yapılan reformlar
modernleşmede istenen sonuçları yaratmamıştır. Zaten Osmanlıdaki iç dinamikler
de böyle bir sürecin gelişmesine uygun değildir. Bu bağlamda yaşanan zihinsel,
toplumsal ve idari dönüşümlerin
bürokratik elit eliyle yürütüldüğü
üzerinde kimsenin bir şüphesi yoktur. Osmanlı modernleşmesinin o dönem ile
Cumhuriyet döneminde aldığı şeklin mahiyetinin tartışılmasında, yukarıda
geniş bir şekilde üzerinde durulan olay, olgu ile düşünce kalıpları da göz
önüne alındığında, Osmanlı yönetici sınıfının yani bürokrasinin bu süreçte
önemli bir etki gösterdiği ifade edilebilir.
c)-Azuıbklar: Osmanlı
İmparatorluğu içersinde özellikle Hıristiyan olan ve Burjuvazi niteliğine sahip
Rum, Yahudi ve Ermenilerin oluşturduğu azınlıklar ile alt tabakayı oluşturan ve
askerlik görevi özellikle 18.yüzyıldan itibaren sırtlanna bindirilemeyen
gayrimüslimler ve Müslüman Araplar, Arna- vutlar ve Kürtler vardı.
Ancak Müslüman reaya Hıristiyanlardan
ekonomik olarak düşük bir katmanı oluşturmalarına rağmen Osmanlının Müslüman
olması dolayısıyla ayrıcalıklı bir durumdaydılar. Bu azınlıkları şöyle
sınıflandırabiliriz. Osmanlı egemenlik alanında toplam nüfusun üçte ikisi
Müslüman üçte biri gayrimüslim idi.(Bu oran rakamla ifade edilmeden çok bir şey
ifâde etmiyor çünkü 19.yüzyılda Osmanlı egemenliği altında yaklaşık olarak 60
milyon insan yaşıyordu. Bunların 40 milyonu Müslüman 20 milyonu ise
gayrimüslimdi.)
İlerleyen yıllarda görüldü ki yapılan
bu siyasi reformlar, azınlıkların milliyetçilik duygularını köreltememiştir,
buna birde dönemin süper güçleri arasında yaygınlaşan sömürgecilik politikalan
eklenince imparatorluk savaşların ve kitlesel göçlerin odağı durumuna
gelmiştir. Bu göçler ana hatlanyla Anadolu’daki Hıristiyanların, Anadolu dışına
doğru; Balkanlardaki ve Kafkaslardaki Müslümanlann ise Anadolu’ya doğru
akınlan şeklinde gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda mevcut azınlıklar arasında
Ermeniler gibi sayıca çok azalanlar olduğu gibi, Çerkez ve Kırım Tatan gibi
yeni Müslüman azınlıklar Anadolu’da artmıştır.
Azınlıklar ile ilgili iki tabuyu
yıkmak gerekir, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan azınlıkların sahip olduklan
sosyal, hukuki ve ekonomik haklarına ilişkin bazı Batılı tarihçilerin objektif
davranmadıklan -bir gerçektir. Fakat bir kısım yansız tarih yazarlan, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kendi gayrimüslim uyruklarına baskı yaparak onlan istismar
eden kah bir teokrasi yönetimi uygulamadığını, tam aksine azınlıklann büyük
ölçüde yerel ve toplumsal özerkliğe sahip olduklarını, hatta aynı dönemin
Avrupası’nda yaşayan etnik ve dinsel gruplara kıyasla çok daha toleranslı
muamele gördüklerini kabul etmektedirler. Bu iki görüş de gerçeği tam anlamıyla
yansıtmamaktadır. Osmanlının iyimser bir teokratik yönetim uyguladığını
savunan çok sayıda yabancı akademik çalışma var.
("Stanford Shaw, History of the
Ottoman Empirc and Modem Turkey, (Cambridge, 1977), Edward Amold, Turkey in
Europe, (London, 1900), A.J.Toynbee, Treatment of Armenians in the Ottoman
Empire, (London, 1923), Bemard Lewis, The Emergence of Modem Turkey,
(Cambridge, 1965), Felix Valyi, Revolutions in İslam, (New York, 1975),
A.Poweli, The Struggle for Power in Moslem Asia, (New York, 1925).)
Yukandaki çalışmalan yapanların uzun
süre Türkiye’de çalışmış olmalan düşündürücüdür.
Osmanlı devleti gayrimüslimler
açısından Yunan, Ermeni ve Yahudi olmak üzere milet-i selase (3 millet) adı
verilen 3 ayn azınlığı esas olarak kabul etmekteydi. Bu sistem içinde Bulgarlar
ve Sırplar gibi Hıristiyan Balkan ulusları Yunan, Süryani gibi Anadolu kökenli
diğer azınlıklarda Ermeni sayılıyordu. Bu şekilde Yunan ve Ermeni uluslan
diğer uluslar üzerinde bir hâkimiyet ve kısmi asimilasyon politikası uygulayabiliyordu.
XVIII. Yüzyılda Amerika’da "herkesin
eşit yaratıldığının" ve Fransa’da "İnsan ve Vatandaş
Haklarının” ilanlanndan
sonra yayılan milliyetçilik akımlan,
Osmanlı Imparatorlu- ğu’nda yaşayan azınlıklar arasında etkisini göstermekte gecikmedi.
Çocuklannı Avrupa’da okutup Batı kültürü ile yetişmelerini sağlayan, askere
gitmemelerinden kaynaklanan üstünlükleri iyi kullanarak Osmanlı toplumunda
ekonomik açıdan da oldukça yüksek mevkiilere gelen azınlıklar bağımsızlık
isteği ile ayaklanmaya başlamışlardı. Gayrimüslimlerin bu isteklerini kendi
yararlarına kullanmakta gecikmeyen Avrupa devletleri azınlıkların vasiliğini
üstlenerek, Osmanlı Devleti’ne azınlıklar lehine reformlar yapılması konusunda
baskılar yaptılar. Osmanlı Millet sistemi içinde etken olan azınlıkları ele
alırsak, aşağıdaki gruplandırma içinde inceleyebiliriz;
Fener Rum Aristokrasisi özel ve
belirli şartlar sonucu ortaya çıkmıştır. Başkentte sarayın içine düştüğü bazı
siyasal ve diplomatik zorunluluklar Fener Rum Aristokrasisini doğurur.
Fenerliler, Hıristiyanlan gayrimüslim olduklan için kamu işlevlerinin dışında
tutan kuralın istisnasını teşkil ederler. Meselelerin çözümünde silahlar
yetersiz kaldıkça diplomasi oyunlanndan destek arama gerekliliği Osmanlı sarayı
ile Avrupa arasında gitgide sıklaşan ilişkiler doğurur. Bu işi sorunsuz
yürütecek gayrimüslim tebaa içinde en önemli unsur Rum Ortodoks Kilisesi
etrafında toplanan Hıristiyanlardı. Divan-ı Hümayun tercümanlığı gibi önemli
görevler Rumlara verilmişti. Bunun başhea nedeni, Osmanlı yönetici ve aydınlan
daha çok Arapça ve Farsça biliyor ve çok azı Batı dillerine aşina iken
İstanbullu Rumların Batı dillerine sahip olmalany- dı. Rumlann bu mevkilere
getirilmeleri İstanbul’da bir cins Rum aristokrasisinin doğmasma neden
olmuştur. Kentin Fener bölgesinde oturan bu aristokratlar (Fenerli Rumlar), görevlerinden
elde ettikleri geliri, ailelerinin genişlemesi ve zenginleşmesi, Yunan
kültürünü öğrenme ve güçlendirme ile hem Ortodoks millet içinde hem de Osmanlı
hükümet sisteminde güç ve statülerini artırmak için kullanmışlardır. Bu
ilişkiler "Baş tercümanlık’’
mevkiinin ihdasını zorunlu kılmıştır. Öte yandan Tuna beyliklerinde meydana
gelen müzminleşen kanşıklıklar bu beyliklerin başına padişahın sadık bendeleri
olup sarayın çıkarlarını mahalli çıkarların üstünde gözeten voyvodaların
atanmasını gerektirir. İşte bütün bu görevlere bir yolunu bulup Fenerliler
sahip çıkarlar.10
Ancak Hu ayncalık bağımsız bir yunan
devletinin doğmasına neden olacak ve Osmanlıdan koptuktan sonra bu ayrıcalığın
ve servetini İstanbul’daki tefeci kapitalist zümreye terk edecektir. Bu sonuç
özellikle Müslüman reayanın belli kesimlerince başından beri tepkisel olarak
izlenmekte ve sonraki gelişmelerin nedenlerinden biri olacaktır.
2>ERMENİ AZINLIK VE SARRAFLAR:
Gregoryen Ermeni Patrikhanesi’nin
İstanbul’un fethinden sonra Fatih tarafindan açılmasına izin verildi. Daha
sonra 1830 yılında Katolik Ermeni Kilisesi’nin 2.Mahmut tarafindan açılmasına
izin verildiği, hatta yardım edildiği de iddia edilmektedir. 1870 yılında
Bulgar Patrikhanesi’nin çalışmasına Abdülaziz tarafindan izin verilmiştir.
Oysa ne Ermeniler ne de Bulgarlar ve diğer bütün gayrimüslim topluluklar bin
yıllık Hıristiyan-Bizans egemenliği sırasında böyle bir ayrıcalık
gerçekleştirememişlerdir. Bu Osmanlı devletini diğer devletlerden ayıran
yönetimsel politik bir tercih idi. Bazı tarihçiler tarafindan övünme sebebi
sayılan bu durum sürekli bir karşılaştırmaya tabii tutuluyor. Ama
gayrimüslimlerin günlük hayatta yapamayacaklarının listesi gündeme geldiğinde
başka modlara geçiliyor. Oysa istediğinde çok abartılan ve propagandaya
dönüşen bu durum bir aslında bir yönetim tercihiydi.
Ermeni sarraflar adından anlaşılacağı
gibi, hemen hemen tamamı Ermenilerden meydana geliyordu. Bu tefeci mali grup
başlangıçta, 17.yüzyıldan itibaren İmparatorluk bünyesindeki Hıristiyan
kitlenin içinden çıkan ikinci bir kategoriyi oluşturur.11 17. ve 18.
yüzyıllarda Ermeniler Doğu ticaretinde,
Fransız yetkililerini kaygıya
düşürecek ve onları kendilerine karşı harekete geçirmeye zorlayacak ölçüde
önemli bir yer tutarlar.12
Gözden geçirilmek üzere geride bir de
azınlıklann içinden çıkan üçüncü bir grup, yani en fazla Rumlardan ama aynı
zamanda Ermenilerden oluşan tüccarlar zümresi kalıyor. Bunların ticarete
yatkınlıklarının kökenlerini bir yandan Bizans’tan arda kalıpta Osmanlı toplum
düzeniyle az buçuk bütünleşebilmiş servetlerde, öte yandan ise Rum ticaret filosunun
bu günkü Yunanistan’da, On iki Adalar da ve küçük Asya’nın Ege kıyılarında
daima muhafaza ettiği üstünlükte bulabiliriz. Böylece Rum unsuru deniz
ticaretinde üstünlüğünü gösterirken Ermeni unsuru da özellikle Anadolu’yla
Iran arasında sefer yapan kervanlarda varlığını duyurur. Ama Er- menilerin Doğu
ticaretinin bütünü içinde üstün bir yerleri olduğunu sanmıyoruz.
Ermenilerin ticari alanda
yükselişleri nasıl Iranlılann himayeleri sayesinde olmuşsa, Rumların
başansında da Rus müdahalesinin etkilerini aramak gerekir.13
Fransızca’ya 1575’de giren Levanten
sözcüğünün anlamı Ortadoğulu, Yakındoğulu, Doğu Akdeniz ülkelerinden olandır.
Ana Britannica, Levanten’i (Levantin yazılır Levanten okunur) “Osmanlı
döneminde, özellikle Tanzimat sonrasında İstanbul’da ve büyük liman kentlerinde
yoğunlanan ve ticaretle uğraşan, Müslüman olmayan azınlıklar" diye
tanımlamaktadır.
Levantenler genellikle, deniz
ticareti yapan Akdeniz ülkelerinden (Venedik, Genova, Ragusa), ticaret ile
uğraşan diğer ülke ve şehirlerden (Amsterdam) ya da Haçlı Devletleri’nden
gelip, çoğunlukla İzmir ve İstanbul’a yerleşmişlerdir. Bunlar Doğu ticareti
içindeki önemlerini giderek kaybeder.14 Levan-
tenlerin boş bırakmak zorunda kaldığı
yerleri diğer Avrupalı unsurlar ve azınlıklar doldurmuştur.
19.Yüzyıla kadar az çok filizlenip
toparlanan Müslüman sınıf Hıristiyan burjuvazisi karşısında tutunamaz.
Özellikle 1838 Ticaret Anlaşması ile beli kırılır ve çöküşe geçer. Bu nüve
içinde yeterli ekonomik ve siyasal güce sahip olanlar bürokrasiye veya toprak
mülkiyetine sığınırlar; geri kalanlar ise şehir küçük burjuvazisine yani ulema
ve esnafa katılırlar.15 6>KÖYLÜLER:
Bütün bu çeşitli grupların gerisinde
İmparatorluğun üretici ve sömürülen sınıfinı oluşturan köylülüğün büyük kitlesi
bulunur. Toprağa bağlı yaşayan köylülük dengesiz, tarıma yararlı toprağın
azalması, buna paralel sömürünün artması bütün bunların üstüne devlet
memurlarının suistimalleri ve köylülerin zorla askere alınması da eklenince
köylülüğün durumunun ne kadar kötü olduğu anlaşılır.
Şehir proletaryasının gelişimi diğer
(sanayi devrimi olmuş) ülkelerdekinin aksine gelenekleri olmayan cılız bir
yapıda kaldı. Türkiye’de demiryolları, Limanlar, maden ocaklan v.b. gibi
kuruluşları işleten Batı kapitalizmi iş gücü, ücretli işçi ihtiyacını topraksız
fakir köylüler ve dükkanlarını kapamak zorunda kalan zanaatkarlardan karşılar.16
Gülhane Hattı- Hümayunu, Tanzimat
Fermanı ve Islahat Fermanı ile azınlıklara hak tanıma ve Müslüman tebaa ile
eşit kılmanın amacı ve çabalan ülkenin bölünmesini önlemekti. Bu kararlar
sadece Müslüman tebaa üzerinde değil gayrimüslim kesim üzerinde de
hoşnutsuzluk yaratmıştı.
Fermanlarla azınlıklara tanınan
haklar, öncelikle cemaat liderlerini ve din adamlarını tedirgin etmiştir. Bunun
başlıca sebebi ise, mevcut statünün kendilerine sağladığı ayncalıklan
kaybetme kaygısıdır. Gülhane Hatt-ı
Hümayunu okunup, keseye konulduğu sırada “O keseden bir daha hiç çıkmaması
” temennisinde bulunan Rum Patriği memnuniyetsizliğini bu şekilde dile
getirmişti.
Rumlar azınlıklar içinde en
ayncalıklı sınıfı teşkil ediyorlardı. Daha evvel de söylendiği gibi
tercümanlık hizmetleri, Eflak ve Boğdan Beyliği için seçimler Rumlar arasından
yapı- hyordu. Rum Patriği protokolde diğer cemaat liderlerinin önünde yer
alıyordu. Bu yüzden, Patrik, diğer zimmîlerle eşit sayılarak bu ayncalıklannı
kaybetmek istemiyordu. Kaldı ki, sadece Rumlar ayrıcalıklarını yitirmekle
kalmıyorlar, aynı zamanda 1856 fermanıyla Rum Patriği ve cemaat şeflerinin ve
diğer din adamlannın elinden cemaatlerinin idari yetkileri alınarak laik
kişilerin de katıldığı meclislere veriliyordu.
işte ekonomik bağımsızlıklarının yanı
sıra sosyal ve politik çıkarlarının da üstüne düşürülen bu gölgeler, zimmî din
adamlarını reformlann düşmanı haline getirmişti.
Azınlıkların reformlara karşı
oluşlarının bir başka nedeni de vergi ve askerlik alanında getirilmek istenen
eşitliktir. Yüzyıllardır kendi cemaatleri tarafindan dini vergilerle sömürülen
zimmîler, ara sıra devletin vergi suistimallerine maruz kalsalar bile genelde
devlete az vergi veriyorlardı. Özellikle ticaretle uğraşan zimmîler artık mal
ve güçlerine göre vergi ödeyeceklerdi. Bu sınıfta bulunan ve ticaretten büyük
karlar elde eden zimmîlerc askerlik görevi çok ağır bir yük olarak gelmişti.
Aynca, bütün bunların dışında, artık milliyetçilik bilincine kavuşan bir kısım
gayrimüslim grup reformlann çökmekte olan İmparatorluğu güçlendirerek, bağımsız
bir devlet kurma ideallerine kavuşma yolunda engel oluşturacağından da kaygılanıyorlardı.
Sayılan sebeplerin dışında,
Hıristiyan azınlıklar arasında Yahudilerle eşit tutulmaktan hoşnut olmayanlarda
vardı. Bunlar “Devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz İslam ’ın üstünlü-
ğüne razı idik” diyorlardı.
(Bu ayrıcalık savaşı daha sonra Hıristiyan azınlık gruplar ile Yahudiler
arasında gizliden gizliye birbirini tasfiye çalışmalarına kadar
ilerleyecekti.) Yeni çıkan belgeler ışığında Anadolu’nun Rum ve Ermenilerden
arındın İması politikasının ardındaki aktörlerden birinin Yahudi cemaati
olarak dile getirilse de pek tartışılmıyor. (Bunun nedenlerini ve belgelerini
İttihat ve Terakki ve Ermeni Tehciri kısmında ele alacağız.)
Bu veriler ışığında genel bir
değerlendirme yapılırsa, Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslimler,
Tanzimat’a kadar, özel hukuk ve kamu hukuku arasında Müslümanlardan farklı bir
sistemde yerlerini aldılar. Fakat “millet” adı verilen bu sistemde
kendi dini, sosyal ve hukuki yaşamlarını düzenleme hakkına sahip oldular.
Belki, fethedilmiş halk olarak birinci sınıf yurttaş olma haklan ve siyasal
özgürlükleri yoktu ama bu sınırlamalar içinde banş ve benliklerini geliştirme
olanakla- nndan yararlandılar. Gerçekte, onlara karşı uygulanan bazı
kısıtlamalar kendi gelenek, görenek ve adetlerini sürdürmelerine yaramış ve
kendi geçmişlerinden kopanlmadıklan için İmparatorluğun karşısına 19.yüzyılda
bağımsızlık isteği ile çıkmışlardır.
Bunun yanında yukanda yapılan
sınıflandırmada bulunan azınlıklar ve şehir proletaryasını gruplandırma dışı
bırakan araştırmalar17 özellikle II. Meşrutiyetten sonra
hoşnutsuzluğun nedenlerinden birini görmemiş ya da gösterememiş olurlar. Oysa
her iki grup 19O8’in gerçekleşmesinde en az diğer unsurlar kadar belirleyici
olmuş ve azımsanmayacak derecede bir katılımları olmuştur.
BOLUM II
BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR
“İnsanlar
başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, içleri doldukça
eğilirler. ”
MONTAİGNE
A-OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA BUNALIMDAN
ÇIKIŞ YOLLARINDAKİ ARAYIŞLAR; FİKİR AKIMLARI VE KAYNAKLARI
Osmanlı İmparatorluğu Fransız
Devrimi’nin neden olacağı büyük değişiklikler öncesinde şu bölgelerde
hâkimiyetini sürdürmeye çalışıyordu. Balkanlar (Dünkü Yugoslavya, Arnavutluk,
Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’nın büyük bir kısmı), Anadolu ve Arap
dünyasının (Bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Irak, Kuveyt, Suudi
Arabistan’ın büyük bir kısmı, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir) çoğuna hükmediyordu.
Ancak 25 milyon kilometrekare civannda tahmin edilen bu geniş alan için çok
düşük bir insan gücü söz konusuydu.1 Özellikle yapılması istenen
kapitalist atılımı gerçekleştirmekten uzak, dağınık, vasıfsız bir nüfûs
dağılımı söz konusuydu. Bunun yanında sürekliliğini koruyan hastalıklar ve
savaşlar, çalışacak nüfusun oranını daha da azaltmıştı.
Bunun yanında İmparatorluğun Asya
eyaletlerinde nüfusun büyük bir çoğunluğu Müslüman’dı (Bilhassa Türkler,
Araplar ve Kürtler). Ayrıca önemli miktarda Hıristiyan ve Musevi topluluklar
vardı. Balkanlar da ise çoğunluk Hıristiyan’dı (Rumlar, Bulgarlar, Sırplar,
Karadağlılar, Ulahlar). Aynca önemli miktarda Müslüman azınlık topluluklar
vardı (Boşnaklar Amavutlar, Türkler ve Pomaklar yani Müslüman Bulgarlar).2
İşte nüfusun İmparatorluk
içerisindeki yukarıda görülen etnik ve dini dağılımı idari yönden gerileme
döneminde de bir takım birikmiş sorunlann ortaya çıkmasına neden olmuştu. Gerek
gayrimüslimlerin gitgide imtiyazlı duruma gelmeleri gerekse Müslüman çoğunluğun
tek parça olmaması sonucu
Şii kesime (Heteredoks)
Hıristiyanlara nazaran yönetimin daha kötü davranması da bu kesimce tepkiyle
karşılanmıştır.
Osmanlı yönetim biçiminden
kaynaklanan ve halkın aleyhine, yönetici seçkinler sınıfinın (vergi ödemeyen,
silah taşıyan ve mülk edinen) lehine çok katı bir ayırım ortaya çıkmıştı. Bu
da reaya arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Bu durum daha önce istendiğinde bina
edilen Şeriat’ın (Adaletin) oluşmamasına ve reayanın gitgide hoşnutsuzluğunun
artmasına yol açıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu egemenlik alanı
ve yapısıyla olması gereken hacimdeki devlet örgütünden ve modem bir ulus
devlet örgütünden oldukça farklıydı.
Devlet örgütünün küçük olması mali ve
idari işlerin çokluğu karşılığında yetersiz kalıyordu. İstanbul’daki merkezi
yönetim örgütü (Babıali) 1000 ile 1500 kişi arasında memur istihdam ediyordu.3
İkincisi, küçük çaplı devlet
olmasından dolayı bireyden çok birey temsilcisiyle meşgul oluyordu. Osmanlı
devletinde birey, mensubu bulunduğu topluluk ya da çeşitli topluluklara çok
fazla tabii idi.
Üçüncüsü, yasa önünde eşitlik kavramı
yoktu. Yasa önünde eşitlik modem ulus devletlerde bile bir gerçeklik değildi.
Kentlerde oturanlara kırsal kesimlerden farklı, Hıristiyan ve Musevilere
Müslümanlardan farklı, göçebelere yerleşik olanlardan farklı ve kadınlara
erkeklerden çok farklı muamele edilirdi. Yerleşik eski ayrıcalıklar; kentler,
loncalar, aşiretler ya da bireyler tarafindan kıskançlıkla muhafaza edilirdi.4
Bunun; Osmanlı’nın modem devlet
anlayışından ziyade devlet ideolojisinin daha önce oluşturulan ilkeleriyle
yönetimi ele alışından kaynaklandığını görürüz.
Şarklı siyaset bilginlerinin
eserlerinde geniş yer kaplayan Adalet Dairesi’ni Kınalızâde Ali Efendi
(1510-1572) şöyle ifade etmektedir.
1.
Adl’dir mucib-i salâh-ı cihan
(Adalettir dünya düzen ve kurtuluşu nu sağlayan)
2.
Cihan bir bağdır dîvan devlet (Dünya
bir bahçedir, du- van devlet)
3.
Devletin nâzımı şeriattır (Devletin
nizamını kuran Allah kanunudur)
4.
Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk
(Allah kanunu ancak saltanat ile korunur)
5.
Mülk zabt eylemez illa leşker
(Saltanat-devlet-, ancak ordu ile zapdedilir)
6.
Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu,
ancak mal ile ayakta kalır)
7.
Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı
toplayan halktır)
8.
Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adi
(Halkı idare altına ancak Cihan Padişahı’nın adaleti alır).5
Ali Efendi, İbn-ı Haldun’un da
Aristo’dan naklen verdiği bu sekiz maddeyi, Devlet ve Aile Ahlakı adlı
eserinin sonuç kısmında, Aristo’nun İskender’e verdiği öğütte Adalet Dairesi
olarak zikrettiğini belirtmekte ve daire halinde göstermektedir.
Görüldüğü gibi Adalet Dairesi’nde,
din-devlet-toplum ilişkileri, toplumun çeşitli sınıf ve kesimleri arasındaki
çevrimsel ilişkiler çerçevesinde fonksiyonel bir bakış açısıyla ele ahn- makta,
formüle edilmektedir. Osmanlı Devleti yöneticilerinin en önemli görevi ülkede “adalet’’!
uygulamaktır. Osmanlı Devleti’nin temel görevi adalet üzere bir toplum düzeni
temin etmektir.
Başı ve sonu adalet olan bu yönetim
yapısı her zaman önerilmiş ama uygulamada aksaklıklar olmuştur. Çünkü adaleti
gerçekleştirmek için engel olabilecek çok sayıda insani zaaf
vardır. Yazar ve düşünürler “Adaletin
gerçekleşmediği yerde zulüm egemen olur” derler. Halil İnalcık’a göre; “daire-i
adalet Hint-İran yönetim geleneğidir; ancak Islami geleneklerden çok Türk
yönetim bilgisinin baskınlığıyla Osmanlı Devleti'ne aktarılmıştır. Bu yönetim geleneğinde
adalet temeldir ve adalet halkı (reayayı) zulümden korumaktır. ” (Halil
İnalcık, Osrtıanh’da Devlet, Hukuk, Adâlet, Eren (2,Baskı), İstanbul, 2005)
Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun
yukanda açıklanmaya çalışılan; gelişmeye engel yapısı, Karlofça Anlaşması’ndan
sonra sürekli toprak kaybı, ekonomik yapısındaki çöküntü, toplumun tüm üst yapı
kurumlanın olumsuz yönde etkilemiştir. Tımarlann bozulup yeniçerilerin maaş
alamamalan orduyu çökertirken, bu ulusal ayaklanmaya kalkışan halklann işine
yaramış ve siyasal çöküşe yol açmıştır.
Ne yapmak gerekir sorusuna verilen
iki yanıt ağır basıyor: Biribcisi “Osmanlı devletinin geleneksel anayasasını
meydana getiren şeriat hükümlerine dönülmesi ve tam uygulanması gerekir”
diyenler.
İkincis ise “Batıyı taklit ederek,
ordudan başlayan bir reform dizisinin gerçekleştirilmesini” önerenler idi.
Bu iki görüşü savunanlar, koşullar
uygun olup iktidara yaklaştıkça ellerindeki kozlan tehlikeli birer silaha
dönüştürerek rejime hâkim olmak için her yol ve aracı çekinmeden deneyerek
iktidara doğru daha çetin bir mücadelenin içine gireceklerdir.
Burada yönetici kadro içerisinde; iyi
niyetle bunu isteyenlerin yanında, artı ürünle edindikleri serveti ve
canlarını koruma uğrana Batıya yönelişi isteyenler de vardı.
İşte Osmanlı İmparatorluğu’nu yukanda
anılan zihniyetle yönetenler, daha önce kapitülasyonlarla ayncalıklı bir konumda
bulunanlar, Batı’yla daha içli dışlı olmak adına 1838 Ticaret Antlaşması sonucu
Emperyalist Batı’nın girişini res-
BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR
men onaylayanlar (İmparatorluğu) yan
sömürge olmaya ilk adımı attılar.7
1838 anlaşması serbest ticaret
koşullarını hazırlamıştır. Tanzimat ise Batı kapitalizmi yararına kurulan dışa
bağımlılığın gerekli kıldığı mali vb. reformlan getirecektir. Batı kapitalizminin
Osmanlı İmparatorluğu içindeki köprübaşlan olan ve azınlıklardan oluşan
işbirlikçi buıjuvazinin güvenliğini sağlamak, yeni burjuva yaratmak için
Batı’dan gelen öneriler, "reform” diye 1839 Gülhane Hatt-ı
Hümayunu’yla, 1856 Islahat Fermanı’yla bürokrasi tarafindan gerçekleştirilmeye
çalışıldı. Bu reformlar; hiçbir zaman aşağıdan yukanya bir baskının sonucu
olmadığı gibi gelenek ve inançlara aykırı yanlanyla, bir kerteye kadar, halkın
tepkisini bile uyandıracak nitelikteydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yukarıda
anılan duruma gelmesinin nedeni olarak; yöneticilerin kendi ideolojik bakışı
açısından gerçekleri algılayamadığı ve ideolojisinin gelişmeleri
karşılayamadığı söylenebilir. Bunda etken olarak geleneksel toplum yapısının
ağır basması yanı sıra, ekonomik olarak savaş ekonomisine dayalı yapısı sonucu
sınıfsal boyutunun belirleyici konuma gelmemesi önemli rol oynamaktadır.
Osmanh devlet adamları bir zamanlar
kendi devlet ve ordu yapılarının en ileri düzeyde olduğuna inanıyorlardı. Dünya
görüşleri; tüm dünyanın İslam-Osmanlı uygarlığıyla en yüksek düzeye ulaşma
şansını kazanmış olduğu noktasında toplanıyordu. Osmanhlar dünyayı kendi dünya
görüşlerinin içinden algılıyorlardı. Zaman geldi, Osmanh İmparatorluğu Ba-
tı’nın karşısında yenilmeye başladı. Bu yenilgi döneminin başlangıcında Osmanlı
devlet adamlan kendi devlet mekanizmalarının gerektiği gibi çalışmadığını
fakat düzeltilebileceğini düşünüyorlardı. Bir zaman sonra başka bir devlet mekanizması
olan Batı Ulus Devleti’nin taklit edilmesi gerektiğini düşündüler.
Bu onlann “Dünya görüşlerinin
” bir parçasının değişmesi anlamını taşıyordu. Oysa bu gibi inançlarda,
parçalardan biri değiştikten sonra eski yaklaşımın bütünlüğünü muhafaza etmek
gittikçe zorlaşır. Bundan dolayı düşüncenin ön safhasında yer alan 19. ve 20.
yüzyıl Osmanlı düşünürleri; zamanla Batı’nın yalnız devlet anlayışının değil,
tüm “Dünya görüşünün ” olayı kendilerininkinden daha doğru olarak izah
ettiğini ve daha faydalı olacağını düşünmeye başladılar. Bunun gibi
değişiklikler çağdaş dünya tarihinde sık sık görülür. Bu duruma düşen
milletler içinde bir kısım insanlar da tam aksine, eski görüşlerini kurtarmaya
çalışırlar. Eski görüşle yeni düşüncelerin bağdaşabileceği uygun bir formül
aramaya çıkarlar.
Buna Anthony Wallace; “Revitalizasyon
movements " (Eski Görüşlere Yeniden Canlılık Kazandırma Girişimleri)
adını vermiştir. Fakat gene başlangıç noktamıza dönersek, bu türden “Dünya
görüşlerini ” eski olsun veya yeni olsun toplumun bize hazır olarak
verdiği, fakat değişime bir dereceye kadar müsait simgeler aracıhğıyla imal
ederiz. Türkiye’de Namık Kemal’in siyasi ideolojisinde İslami öğeleri
kullanmaya çalışması bunun bir örneğidir.9
Yenilikler başlangıcı 1838 İngiliz
Ticaret Anlaşması’nı tamamlayan Tanzimat bildirgesinin üç temel noktası vardır:
-
Padişahın kendi egemenlik hakkını
sınırlaması,
-
Kişiye bağlı can, mal ve onur koruma
haklarının Padişahın egemenlik alanından çıkarılıp yasal düzenlemelere
bağlanması,
-
Yürütmenin “Mevad-ı Esasiye ”
olarak nitelenen ilkeler uyarınca düzenlenecek yasalarca çalışması.10
Yukarıda anılan üç ilke yürütme ile
yargı arasmda oluşan ve oluşacak aynlıkları gidermede yeterlilik arz etse de bu
organların özerkliğini sağlayacak ya da bağlayacak unsurun “Mevad-ı Esasiye
"nin nelerden oluştuğu ve bunun Tanzimat
Bildirgesi’nin asıl etkisini ortaya
koyacağı hakkında şüpheler doğurmaktadır.
Yüksek şuranın bir protokolü, söz
konusu “Mevad-ı Esasiye” şöyle belirler
-
Devlet yönetimi yeni kanunlara göre
düzenlenecektir, bu kanunlar şeriata uygun olacaktır.
-
Bu kanunların amacı, sayılan üç
hakkın (Can, Mal, Onur’un korunması haklan) dokunulmazlığını sağlamak olacaktır.
-
Hükümdar bunlara aykın eylemlerde
bulunmayacağına söz verecektir.11
Bu Ferman halk arasında Hıristiyan
Fermanı12 olarak anılmaya başlanmıştı, çünkü o günün koşullan
içerisinde Müslüman olmayan halkın lehine bir durum arz ediyordu. Ancak halkın
temsil yetkisini ilk defa tartışmaya açması yönüyle de önemlidir. Aynca
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan değişik uluslardan oluşan tebaayı ‘‘Osmanlılık”
denilen soyut ve açık olmayan bir ulus duygusu çevresinde toplama çabası da
Islahat Fermanı’nda gündeme getirilmiştir.13
Ekonomik ve yasal kurumlanyla Osmanh
İmparatorlu- ğu’na sızan kapitalizm, kültürünü de beraberinde getirmiş ve
burjuva ideolojisini toplumun tüm katmanlarına özellikle Osmanh Aydını’na
benimsetmiştir. Özellikle “Özgürlük”, “Ulus Egemenliği” kavramlan
yaşamlarının önemli bir parçası haline getirilmiştir.
Osmanh Asker-Sivil aydını
Tanzimat’tan beri süregelen dönüşümlerin etkisiyle burjuva toplumlanna özgü
liberal düşünceleri yakından tanımaya başlamıştı. Edebiyat alanındaki
yenilikler bu düşünceleri daha da yaymaktaydı. Tüm bu nedenler Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki Meşrutiyet hareketinin öncülüğünü yapma görevini doğal bir
biçimde aydınlara bırakmaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun "Politik,
ekonomik ve kültürel” ilerlemesine yönelik çabaları içeren siyasal
eylemlerin dayandığı ve bu eylemleri oluşturan ideolojik koşullar 1860’11
yılların başında ortaya çıkmaya başladı. İdeolojik koşullan oluşturan çekirdek "Tasvir-i
Efkar" gazetesi çevresinde gelişti. Bu gelişimde Türk düşün adamı
Şinasi’nin yeri ve etkisi büyüktür. Şinasi "Yeni Osmanhlar"
hareketini başlatan kişidir.14
B-OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA AYDIN
İNSİYATİFİN DOĞUŞUNUN SONUÇLARI: ÖRGÜTLENMELER VE FİKİR AKIMLARI
Osmanlı İmparatorluğu’nda
kapitalizmin girişiyle Asker- Sivil aydının var olan bunalımdan çıkış yollannı
(Batı kökenli fikir akımlarından etkilendiğini) arama çabası içinde örgütlenmeye
başlayıp, eyleme dönüştürdüğünü göreceğiz. Önce kısaca bu akımlan daha sonra
örgütsel faaliyetlerini irdeleyelim.
Osmanlı İmparatorluğu özellikle
Avrupa güçleri karşısında düşmeye başladığı kötü durum çerçevesinde, uzun bir
süre sistem içerisinde çözümlemeye çalıştığı sorunlann aslında çok daha derinde
yatan nedenlerden kaynaklandığı sonucuna vararak, mevcut sistem dışından da
düzeltme çarelerinin ithalinin araştınlmasına başlamıştı.15
Bu yönelişlere, Batı buıjuvazisinin
dayatması olan 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması ve Islahat Fermanı’nın sonucuna
kısaca değinmiştik. Bunun yanında Batı’nın teknolojisinin ithal edilip
edilmemesi tartışmalannın sonuçlanmasıyla ithal edilen düşünce yapısının
toplumun siyasal gelişim ve mücadele ekseni üzerinde önemli değişikliklere yol
açmıştır. Batıcılık akımını başta Padişah ve sadrazamlar devleti bunalımdan
kurtarmak için benimsemişken, daha sonra, Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa Batı
kültürünü devlete adapte etmek için
öncülük etmişlerdir. Fikri zeminde
ise Abdullah Cevdet, Baha Tevfik, Tevfik Fikret, Nuri İleri Bu akımı savunan
kişilerdir.
Batıcılar bu noktada ikiye
ayrıldılar. Batı’nın bir bütün olduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini
savunan Abdullah Cevdet ve arkadaşlan birinci grubu oluşturur. Bu noktada
Abdullah Cevdet Batı’yla çatışmayı “Bal kabağının Krupp güllesiyle
çarpışması ” olarak değerlendirir ve tath fakat boş bir hayal olduğunu
ifade eder.
ikinci grubu oluşturan Celal Nuri ve
arkadaşlan ise Ba- tı’nın yalnız teknolojisinin alınması gerektiğini, Osmanlı
Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batı’ya kültürel açıdan karşı
çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.
Dikkat çekici olan, İslamcılann ve
Batıcılann da Osmanlıcılığı savunuyor olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın
gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı Süleyman Nazif “Cengiz
Hastalığı” adlı makalesinde; “Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan
vardır İd oda Osmanlı kanıdır” derken; Batıcı Celal Nuri, Osmanlıcılığı
eleştirenleri kınarken; “... Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın müsavatı
siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakim (yanlış) politika milletleri herc-ü
merc (altüst) edeceği gibi Avrupa ’yı hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye’ye
hamilik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk eder... ” der.
Osmanlı aydını salt Batıcılığa
yöncliıkcn Batı’nın sahip olduğu düşünce akımlannı da inceleyip, tercihlerde
bulunmuştur. Bunlardan bazılan Osmanlı yönetiminde ve daha sonra kurulacak
Tüıkiye Cumhuriyeti’nin inşasında önemli bir yer tutacaktır. Bu fikir akımlan
şunlardır,
a)-Pozitivizın: 19.Yüzyılın ilk
yansında A. Comte tarafindan kullanılan pozitivizm kavramı, felsefeyi
bilimselleştirmek ve Avrupa’nın içinde bulunduğu anarşik ortama bir yön verecek
toplumbilimi kurmak amacıyla ortaya atılmıştır. Bu anlamda pozitivizm, bir
yandan bilimler felsefesi, diğer taraftan
bir politika ve dindir. Pozitivizm,
duygularla hissedilebilir dış dünyanın olaylanyla yetinmek isteyen ve başka
kökenli her bilgiyi değersiz olarak kabule yönelen her düşünce sistemine
verilen addır.
a)
. Yüzyılda Batı felsefesi içinde iki
karşıt akım olarak gelişen Fransız Pozitivizmi16 ve Alman idealizmi17
karşısında Osmanh aydını, seçimini ilkinden yana yaptı. Böyle bir seçimde
reformcu aydınların eğilimlerini belirleyen tarihsel koşulların rolü büyüktür;
Ancak Alman idealizmi yönünde, Tanzimat dönemi boyunca heriıangi bir düşünsel
çabanın görülmemesi de bu sistemin daha baskın Osmanlı Modernleşmesine kapalı
olduğu gerçeğini güçlendirmektedir.
Osmanlı reformcularının Fransız
modelini örnek almalan yalnızca birinci derecede etkili sayılan iki ülke
arasındaki somut ilişkilerin dolaylı bir sonucuydu. Gerçekte ise Osmanlı aydını
dolaysız yoldan çok daha belirgin bir biçimde, yapmak istediği yeniliklerin
programını Fransız Pozitivist düşüncesinde ana batlarıyla bulabiliyordu.18
b)-Materyaiizm: Materyalizm,
varlık veya gerçeklik hakkında bir görüştür. Bu görüşe göre, var olan veya
gerçek olan sadece maddedir. Madde, evrenin asıl veya temel kurucu unsurudur.
Sadece duyumlarla algılanabilen varlıklar, süreçler veya muhtevalar vardırlar
ve gerçektirler. Her şeyin kesin nedeni maddesel süreçlerdir. Doğaüstü hiçbir
şey var değildir. Zihinsel bir şey de yoktur. Her türlü maddî ve manevî gerçekliğin
özü ve temeli maddedir. Maddenin dışında hiçbir gerçeklik bulunmamaktadır.
Materyalizm Osmanlı kültür hayatına
ilk kez 1880’li yıllarda girmiş ve gelişiminin ilk evresini II. Meşrutiyet’in
ilanıyla tamamlamıştır. Yaklaşık çeyrek yüzyıl süren bu dönemde materyalizmin
algılanış biçimi, onun bağımsız bir felsefe sistemi olmasından çok diğer din
dışı düşünce akımlanyla organik bir ilişki içinde bulunduğunu göstermektedir.19
Osmanlı Materyalizmini belirleyen
dolaysız düşünce kaynakları ise şöyle sıralanabilir
b)
Auguste Comte’un pozitivist teorisi
c)
Claude Bernard’m fizyolijist akımı
d)
Charles Darvvin’ in evrim teorisi
e)
Ludvvig Buchner’in Biyolojik
materyalizmi.20
Tartışmayı başlatan materyalizmin
(Osmanlı) kurucusu Beşir Fuad olmasına karşılık modem bir anlayış kazandıran
Abdullah Cevdet’tir. Ancak her ikisinden de etkilenen Baha Tevfik’in daha
kapsamlı bir yapıda olduğu görülür. Baha Tevfik ilk felsefe dergisi olan “Teceddud-i
ilmi” yayınlamış ve Felsefi kütüphanesini kurmuştur.21
C)-Korporatizm (Meslekçilik):
Korporatizm, özel mülkiyet ve girişimin önceliği ilkesine dayanan kapitalist
üretim tarzının egemen olduğu bir toplumu varsayan bir düşünce sistemi ve bir
dizi kurumu işaret eder. Korporatizm, tanımı gereği anti-sosyalist ve
anti-Marksistir. Aynı zamanda felsefesi siyaset ve iktisat anlayışı bakımından
anti-liberaldir, ancak anti-kapitalist değildir.
Meslekçilik U.Meşrutiyet yıllarının
toplumsal çöküntüsüne bir çözüm arayışıdır. Klasik iktisattan esinlenen Osmanlı
liberalizmine bir tepkidir.23
Korporatizm ya da meslekçilik hem
Osmanh düşünce hayatında, hem daha sonra kurulacak olan Türkiye Cumhuriye-
ti’nin düşünce hayatmda önemli ve etkili olan bir yeri olan Ziya Gökalp’in
Durkheim’den etkilenerek oluşturduğu düşüncesinde önemli yer tutacaktır.
Ziya Gökalp korporatist düzen
özleminden ilk kez 1915 başında İslam Mecmuası’nda yayımlanan “İçtimai
neviler” başlıklı yazısında söz eder. İttihatçı düşünür, artık Durkheim’ın
sosyolojisini benimsemiştir. Fransız üstadının korporatif eğilimlerini
geleneksel Osmanlı korporatizmiyle pekiştirir, ulusal
düzeyde meslek örgütlerine dayanan
korporatif bir düzen önerir.24
Kemaliştlerin Cumhuriyetçiliği ve
Milliyetçiliği Gökalp’in çizdiği sınırlar içinde kalmıştır. Buna karşılık,
Gökalp’in iktisadi devletçiliği ve seçkinci olmayan halkçılığı Kemalistler
tarafindan sırasıyla idari devletçiliğe ve vesayetçi bir halkçılığa
dönüştürülmüştür. Kemalistler Gökalp’in daha özgürlükçü, çoğulcu, demokratik
solidarist korporatizmine, ileride değineceğimiz üzere zaman zaman daha
otoriter, hatta totaliter ve yan faşizan korporatist açılımlar yönünde
zorlamışlardır. Bu bakımdan, "Siyasal Kemalizm "in Gökalp
düşüncesinden daha sağda olduğunu söylemek mümkündür.25
Meslekçilik arasında yaşanın ahlak
buhranının nedenini sanayii toplumunun sonucu olarak gören A.Mithat’a (Metya)
göre Avrupa’da Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’yle başlayan toplumsal
dönüşümler üzerinden bir buçuk yüzyıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen
uygarlık ahlaki ve hukuki kargaşadan henüz kurtulamamıştır.26
Solidarist korporatizm, liberalizmi
sadece analitik ve ideolojik bir toplum modeli olarak reddeder; çünkü genel
olarak ekonomik ve siyasal liberalizmin atomist ve egoist bireyciliğinde,
sadece toplumun denge ve uyumuna karşı değil bireyin gerçek gelişimine karşı da
bir tehdit görmektedir. Buna karşılık faşist korporatizmin tersine özel olarak
bazı liberal idealleri, kültürel ve felsefi hoşgörüyü ve çoğulculuğu
reddetmez. Bir bakıma solidarist korporatizm, faşist korporatizm için söz
konusu olmayan bir biçimde liberalizme yakındır. Bunun sonuçlarını zaman zaman
solidarist uygulamaların tıkanıklığa yol açtığı dönemlerde liberalizme yeşil
ışık yakılmasını ya da liberalizmin popüler hale gelmesinin nedeni bu
yakınlıktan kaynaklanmaktadır.
d)Solidarizm: Solidarizm ya
da bizde bilinen anlamıyla dayanışmacılık (Tesanütçülük) özellikle
n.Meşrutiyetle Tür-
kiye Cumhuriyeti’nin Tek Parti Dönemi
olarak anılan 192338 döneminde etkili olan bir öğretidir.
Dayanışmayı toplumun, törebilimin,
siyasetin ve ekonominin baş ilkesi sayan öğreti.27 Solidarizm,
üçüncü cumhuriyet Fransa’sının bir anlamda resmi ideolojisidir. Radikal Parti’nin
benimsediği bir öğretidir. Filozof-Politikacı Başbakan Leon Bourgeois başta
olmak üzere birçok düşünürü etrafında toplamıştır.
Solidarizmin en büyük ilkelerinden
olan dayanışmaya yönelik hamlelerin sonucunda ‘‘Ekonomik sınıfların
ortadan kalkacağını ve Tek Parti döneminin sloganı olan “Sınıfsız ve
İmtiyazsız Bir Bütün ” oluşturmanın işaretlerini vermektedir. Bundan dolayı
Ziya Gökalp’e göre solidarizm “İçtimai Halkçılık" tır. Siyasal
demokrasinin siyasal düzeyde gerçekleştirdiği eşitliği iktisadi alanda
uygulamaya çalışır. Gökalp, bireycilikle toplumculuk arasında “Tezat ”
ya da bu günkü deyişiyle çelişki olmadığım ileri sürer. Bireycilikle
toplumculuğu uzlaştırarak her ikisini de aym potada eriten yeni bir toplumsal
öğreti de tesanütçülükte karar kılar.28
Böylece Ziya Gökalp’in düşünce
yapışma solidarist bir korporatizm egemen oluyor ve bu formülasyonunu Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve inşasına taşıyordu.(bunu daha düzgün ifade etmek
istiyorsanız değiştirin isterseniz)
Bu çerçevede Gökalp, Halkçılığı
smıfsız dayamşmacı bir kitle olarak kavrayan Türk toplumunda çeşitli toplumsal
kesimler arasında eşitliğin sağlanması ve iktisadi gelişmeyle birlikte
doğabilecek olan eşitsizliklerin giderilmesi için devletçiliğin benimsenmesi
gerektiği düşüncesine ulaşmıştır.29
Ziya Gökalp Solidarizmin Türk hukuk
yapışma uygun olduğunu ve doğasmda olduğunu belirterek buna “Milli meleke
ulusal bir öğretidir" der. 4 Nisan 1918 de yayınlanan Yeni Mecmua’daki
“Rusya ’daki TürklerNe Yapmalı?” adlı maka-
lede solidarizm ve Osmanlı hukuk
yapısı hakkında şöyle demektedir.30
“Türk hukukundan tabiatıyla doğmuş
milli bir meslek vardır ki, imine Solidarizm, tesanütçülük denilebilir.
Fertçiler yalnız ferdi mülkiyeti, İçtimaiciler yalnız içtimai mülkiyeti kabul
ettiği halde, tesanütçüler bu iki mülkiyetin her ikisini de kabul ediyorlar.
Bunlara göre Osmanlı arazi kanunnamesindeki tasarruf ferdi mülkiyetten
ibarettir. Fakat tesanütçüler, bu iki türlü mülkiyeti araziye hasretmiyorlar.
İstihsal vasıtası olan diğer mülklere de teşmil ediyorlar. ”
“Mesela, ormanlar, sular, madenler,
şömendöferler, vapurlar gibi sınai fabrikalarda arazi gibi iki mülkiyete
tabiidir. Bir fabrika da arazi gibi muayyen bir zamanda işletilemezse mahlul
kalmalı, yani onun üzerinde bulunan ferdi tasarruf sakıt olmalıdır. Çünkü Türk
hukukuna göre ferdi tasamıf bir tapu, yani içtimai bir memuriyet
mahiyetindedir. Bundan başka, devlet lüzum görürse rakabesi itibariyle arazi ve
fabrikaları, fertlere ait tasarruf bedellerini vermek şartiyle istimlak
edebilir. Bu tarikle bütün istihsal vasıtalarım içtimaileştirmek yahut na-ehli
ellerden alıp ehliyetli ellere vermek mümkündür... Hakiki halkçılık ferdi
hürriyetle içtimai adaleti aynı zamanda ferdi mülkiyetle içtimai mülkiyeti
telif etmek usulünden ibarettir. ”
Her ne kadar solidarizmin ve
korporatizm üzerine inşa edilecek olan Gökalp milliyetçiliği Kemalistlerin
rehberi olacaksa da, Ziya Gökalp’te rastlanmasa da sonradan oluşacak ııkçı ve
yayılmacı (Milliyetçi Hareket Partisi ve Turancılık) milliyetçiliğin
benimseyeceği Solidarizm ve Korporatizmin Faşist ideolojinin alt kültürlerini
oluşturacaktır. Ancak Kemalizm esas olarak Gökalp’ın çizdiği sınırlara
uymuştur.
e)-Sosyalizm: Fransız
Devrimi’yle gelen Özgürlük, Eşitlik gibi kavramlara sıkı sıkıya sanlan Osmanh
Asker-Sivil aydını sosyalizme pek itibar etmemiştir. Ancak Osmanlı İmparator-
luğu’ndaki gayrimüslim aydınlar
ulusal direniş ve örgütlenme aşamasında Sosyalist düşünceyi rehber
edinmişlerdir. Özellikle Makedon, Bulgar, Ermeni ve Rum kesiminde itibar
gördü.
1876 Meşrutiyeti öncesinde Türkçe
basında Sosya- list/Komünist düşünce, dine ve ahlaka aykınlık gerekçesiyle
olumsuz bir biçimde anılmıştır.31
Namık Kemal ve arkadaşlarının ilk
elden gözlemledikleri Paris Komünü’nü savunmalarıdır. 1876 sonrasında ise, Sos-
yalizm-Komünizm ayırımı yaparak, sosyalizmin İslamiyet’le bağdaşabileceğini
ileri süren (Arnavut Müslüman kökenli) Şemsettin Sami Bey ve (Rum Ortodoks
kökenli) Sava Paşa gibi Osmanlı düşünürleri çıkmıştır.32
Komün ve birinci Entemasyonal’e ait,
aıkalayıcı bu yazıların yanında, her iki hareketi de eleştiren, aşağılayan
yazılar da çıkmıştır. Örneğin “Hakayikul vakayı” gazetesinin Haziran
1871 ’de yayınladığı bir haberde “Eşkıyanın kumandanı (Kari Marks) denilen
ve hala Londra daki Enternasyonal nam cemiyetin reisi bulunan pehlivan olup...
” biçiminde komüne, Marx’a ve birinci Entemasyonal’e ağır deyimlerle hücum
edilmektedir.33
Osmanlı İmparatorluğu’nda
n.Meşrutiyet’in ilanından itibaren başlayan özgürlükçü hava içinde çeşitli
siyasal düşünce ve eylemlerin yanında “Sosyalizm” düşüncesi de gündeme
geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Parti, 1908 yılı sonundaki
grev hareketleri ve 1909 yılında parlamentoda uzun tartışmalara sebep olan “işçi
sendikaları ” tartışmalarından sonra Eylül 1910’da “Osmanlı Sosyalist
Fırkası” adı ile kuruldu. Parti, beyannamesinde “Sosyalizm'm Osmanlı
İmparatorluğu’nda uygulanmasını istemiştir. Gerek beyanname ve gerekse parti
programındaki fikirler sosyalizmin klasik açıklamalarından öteye gitmemiştir.
Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini
partinin kuruluşundan önce Şubat 1910’da Hüseyin Hilmi (Sosyalist Hilmi)
tarafindan
çıkanlmaya başlanan “İştirak"
dergisinde açıklamışlardır. Ayrıca çok şikâyetçi olduklan “basın
hürriyetinin ” fena uy- gulanmaşı yüzünden kısa ömürlü olan günlük
gazeteleri de vardı. Parti, işçi meselelerinin tartışılması üzerine kurulmasına
rağmen; partinin parlamento içinde işçi sorunları ya da sosyalist düşüncelerin
tartışılması gibi konularda hiçbir katkısı olmadı. Bunun belki de en önemli
sebebi, partinin milletvekilinin bulunmaması ve parlamentodan da partiye
hiçbir katılımın olmamasıdır.
Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve
devamlı olmayan fikirleri içinde Batılılaşma meselesini sosyalizmin
gerçekleşmesine bağlamıştır. Bu bakımdan, iki devrelik bir program teklif ettikleri
görülmektedir. Birinci devre siyasidir.
Diğer devrenin ise sosyalist olması
gerekir. Siyasi devre 10 Temmuz 1908’de meşrutiyetle gerçekleşmiştir. Bu
devrede kısa açıklamalar yapan sosyalistler ihtilâlci ve savaşçı düşüncelerini
ortaya koymaktan çekinmediler. “10 Temmuz hürriyeti gerçi harben feth
olunmadı, alındı. ” Osmanh sosyalistlerine göre “Hürriyet ancak harp ve
darp ile” büyük fedakârlıklarla, “parça parça feth olunur". Bu
bakımdan 10 Temmuz sosyalist bir hareket değildir.
Sonuçta milliyetçiliğe karşı
Enternasyonalizmi savunan sosyalizmin Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı
gibi İmparatorluklann egemenliği altındaki tutsak ulusların kurtuluşunu
savunması ve kendi geleceklerini belirlemeye ışık tutması açısından öncelikle bu
ulusların tarafindan benimsenmesine yol açmıştır.
Osmanh İmparatorluğu’nun çok etnili
ve çok dinli oluşundan yola çıkan Osmanlı aydını öncelikle bu yapıyı koruma ve
devam ettirme çerçevesinde çıkış yolları aramıştır. Yani (tam anlamıyla) etnik
ve dini üst kimlik yaratarak bir arada tutabilmek amaçlanıyordu. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yüceltil-
mesi kendilerinin de yücelmesi
olacağı inancının yerleştirilmesi çabası, bu düşünce akımının bir başka
görüntüsü olmaktadır. Tüm etnik grupların böylesine bir duygu çerçevesinde
birleşmeleri İmparatorluğun iç sarsıntılannı yavaşlatabileceği gibi dışardan
gelen baskılarında önemli ölçüde hafiflemesine yol açacaktı.34
Milliyetlerin ön plana çıkıp
milliyetçi hareketlerin ivme kazandığı böyle bir dönemde “Osmanlıcılık"
gibi sonradan oluşturulmaya çalışılan “Yapay" bir milliyetçiliğin
tutmayacağını, milliyet unsurunu meydana getiren öğelerin tarihsel bir süreci
belli topraklar üzerinde bir arada yaşamış toplulukların oluşturduğunu Osmanlı
yöneticileri de biliyordu. Ama bu yaratılmak istenen üst kimliğin var olan
milliyetçilik akımı karşısında zor da olsa bir başarı sağlayabileceklerini
düşünmüşlerdir.35
îşte bu düşünceyle Osmanlıcılık “İttihada-ı
Anasır" (Ulusların birliği) özellikle devlet adamlannca ortaya atıhp
Müslüman olan asker-sivil aydın tarafindan benimsenmesine rağmen gayrimüslim
ve azınlık aydınlarınca şiddetle reddedildi. Fransız Devrimi’nin başlattığı
uluslaşma çağının etkileri ve ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı
ağır basıyordu.
Bunun yanında Avrupa'yı kızdırmaktan
korkan Batıcı aydınlarda Osmanlıcılığa dolaylı yoldan karşı çıkıyorlardı.
“Bunun gibi Osmanlıcılık, yani
anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakin politika milletleri
Here-ü mera edeceği gibi Avrupacı hususuyla bazı akvam-ı Osman iyeye hamilik
eden düveli muazzamaydı aleyhimize sevk eder ’*36 diye
kaygılarını belirtir. O dönemin önemli düşünürlerinden Celal Nuri.
Gerek İslamcı gerekse İttihat ve
Terakki Partisi içindeki aydınlar tarafindan kabul görse de hiçbir zaman temel
ya da hakim görüş olmadı. Bunun yanında Muhalefet ve bunun baş temsilcisi
Hürriyet ve İtilaf partisi de bu politikayı içtenlikle
benimsemiş ancak iktidara geldikleri
1918’de ve sonrasında Osmanlıcılığın maddi temelleri kalmamıştır.37
Osmanlıcılık düşüncesinin en önemli
adamı olan Tunalı Hilmi’de belli bir süre sonra Türkçülüğe yönelince bu alandaki
teorik çalışmalar da bitmiştir.
Osmanlıcılık devlet adamlannca ortaya
atıldığında fazla popüler olamamış ve iktidarda uygulanma şansı bulamamışsa da
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra “üst kimlik” modeli olarak
uygulanma şansı olmuş. Günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde en çok tartışılan
kimlik tanımında Türk kimliği Osmanlıcılık gibi üst kimlik olarak
savunulmaktadır.
Prof. Dr. Toktamış Ateş şu şekilde
açıklamaktadır: "... Atatürk ulusçuluğunun ilginç bir biçimde
Osmanlıcılık düşüncesinin izlerini de taşıdığını söyleyebiliriz. Zira Atatürk
ulusçuluğu temel olarak ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı
olan ve kendini Türk sayan herkesi ’ Türk olarak kabul eder ve toprak temeline
dayanan bir ulusçuluk güderek, Anadolu ’da yaşamış olan tüm uygarlıkların
mirasçısı olduğunu savunur.
İşte bu anlayış ile tüm tebaayı
Osmanlıcılık potasında eritmek isteyen anlayış arasında büyük bir benzerlik
vardır. ’’38
Ancak bu üst kimlik dayatmasınm
Osmanlı İmparatorlu- ğu’ndan kopup bağımsızlıklarını ilan eden ulusların bu
mücadele sürecini düşmanlık sürecine dönüştürdüğünü görürüz. Anthony D.Smith
bu gelişmeyi egemen etninin yöneticilerinin “Resmi milliyetçi”
tahriklerine karşı bir yanıt olduğunu söyler:
Demotik etno milliyetçilik devlet ile
millet arasındaki farklılıkları tam odağa koyar, Asya ve Afrika’nın her köşe
bucağında ayn etnik toplulukları üstü örtülmüş, hasır altı edilmiş ve ihmale
uğramış ama yeri doldurulamaz, modernizasyon güçleri ile kendisi de
ekseriyetle egemen etninin ve onun seçkilerinin hizmetinde olan bürokratik
devlet tarafindan
imha tehlikesiyle karşı karşıya
bulunan kültür değerleri adına harekete geçirir.
Tamiller, Sihler, Manolar, Beluciler,
Patanlar, Özbekler, Kazaklar, Ermeniler, Azeriler, Kürtler, Gürcüler,
Filistinliler Güney Sudanlı Eritreliler, Tigreliler, Oramalar, Lua, Ganda,
Ndebele, Ovimbundu, Bakongo, Lunda, Eve, Ibo ve daha pek çokları için sömürgeciliğin
kendilerini dâhil ettiği bu yeni devletler, bütün bir bölgenin istikrarını
tehlikeye düşürücü uzatmalı etnik kurtuluş savaşlanyla sökün edebilecek, yedeklenmiş
bir husumet duygusundan doğrudan düşmanlığa kadar uzanan bir hissiyatı
sergilemektedirler?9
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dört
kurucusundan biri olan Dr.İbrahim Temo anılarının önsözünde var olan durumu bir
gerileme ve cehalete bağlı adamsızlık olarak niteleyip şöyle devam etmektedir:
“Bu hamiyetli Münevverlerin,
milliyetperverlerin adedi pek mahdııd idi. Osmanh Milleti, istibdadın idaresi
altında mekiepsizlik, medeniyet ve dinin kabul etmediği istibdad ve faasubu
cahilane iğfalatile pek geri kaldığından; fikirlerini, kanaatlerini yalnız
memuriyetlerde bulunanlara unvan ve maaşa koşan menfaat ashabı mürtekiplere,
etek öpenlere eriştirdikleri için hakkile bütün millete telkin edememişlerdi.
’M)
Yukanda Osmanlı milleti kavramını
kabul eden daha sonra Arnavut milliyetçiliğine ağırlık veren Arnavut kökenli
İbrahim Temo gibi birçok aydın öncellikle "Osmanlı’’ üst kimliğini
savunmuş sonra diğerleri gibi kendi etnik kökenine dayalı milliyetçilikte karar
kılmıştır. Osmanh üst kimliğini yaratmak onlar için bir nevi staj dönemini
oluşturmuş aynca yapay bir milliyetçiliğin reel olarak ne kadar savunulacağını
yaşayarak öğrenmişlerdir. Tunah Hilmi’nin sonradan Türkçülüğü savunması bir
başka örneği teşkil etmektedir.
İttihatçıların Osmanlıcı mı yoksa
Türkçü mü olduklan ihtilaflı bir konudur. İttihatçıların ideolojisi, kendi
söylemleri ve
çıkardıklan gazetelerin yayın
politikasına göre “İttihad-ı Anasır" yani bütün Osmanlı
uluslarının birliği esasına dayanmaktaydı. Buna bağlı olarak izledikleri
politika Osmanlıcılıktı. Osmanlıcılık kavramı hakkında farklı bakış açılan
bulunmaktadır: Bazı araştırmacılar, Osmanlıcılık politikasının “Türk
Milliyetçiliği’’ ile aynı anlama (Bu yöndeki görüş için bkz. M.Şükrü
Hanioğlu, “Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön
Türklük (1889-1902)”, İletişim Yay, İstanbul, s.631-632; Taner Akçam, “İnsan
Haklan ve Ermeni Sorunu”, İmge, Ankara 1999, s.91-101; Raymond H.Kevorkian, “Lc
Genocide des Armeniens”, Odile Jacob, Paris 2006, p.155; Yuri Aşatoviç
Petrosyan, “Sovyet Gözüyle Jöntürkler”, çev. Mazlum Beyhan&Ayşe
Hacıhasanoğlu, Bilgi Yay., İstanbul 1974, s.286). geldiğini ve bunun bir Türkleştirme
politikasmdan başka bir şey olmadığını, İttihat ve Terakki Partisi’nin “Osmanlıcılık”
politikası izlerken bile gerçek niyetinin bütün unsurlan “Türkleştirmek”
olduğunu bu nedenle parti üyeleri arasında gayrimüslim ve Türk olmayanlara
rastlansa bile bunlann yönetim kademesine asla so- kulmadıklan görüşünü
savunmaktadır. Bazılan ise Osmanlıcılık fikrinin Osmanlı’ya bağlı unsurlar
arasında yayılan milliyetçilik akımlarını engellemek için ortaya çıktığını ifade
etmekte, Ermeni ve Arap vatandaşlar arasında milliyetçilik eğiliminin iyice
artmasından dolayı İmparatorluğun dağılacağı endişesi taşıyan yöneticilerin
İslamcı ve Osmanlıcı politikalarına sımsıkı sanlarak bunun önüne geçmeye
çalıştığını dü- şünmektedir.(Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Doğu Batı
Yay., İstanbul t.y. s.398; Yusuf Sannay, “Türk Milliyetçiliğinin Tarihî
Gelişimi ve Türk Ocakları”, Ötüken, İstanbul 2005, s. 103; Kemal H.Karpat,
“Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler”, Timaş Yay., İstanbul 2010,
s. 16)
3)
İSLAMCILIK
İslamcılık ilk siyasallaştığı dönemde
milliyetçiliğin karşısına bir ideoloji olarak çıkıp uzun süre muhalif olarak
etkisini sürdürebilmiş yegâne akım olarak görülür. Günümüzde dahi etkisini
zaman zaman belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Bunda Türklerin Müslüman
olması ve İslam’ın toplumsal yaşamdaki öneminin belirleyiciliği önemli rol
oynar. Bu yüzden Türklerin İslam’la tanışıp benimsemesinden günümüze detaylı
bir tahlil zorunlu olmaktadır.
a)-Türkler ve İslam
Dinin toplum gelişmesinde ve yapısını
belirlemedeki direkt ve dolaylı etkileri olduğu hakkında çeşitli görüşler
vardır.
Ancak bunlardan iki görüş hem
birbirinin karşıtı hem de etkin olmalan bakımından önemlidir.
Ekonomik yapının dini belirlediğini
savunan görüş (Kail Maıj) ve dinlerin ekonomik yapıyı belirleyeceğini savunan
(Mam Geber) görüş.
Osmanlıdan önce Türklerin İslâmcı
benimseme biçimine baktığımızda, Türk kavimlcrinin her ne kadar ekonomik yapısında
en önemli unsur hayvancılık ise de “Yağma ” seferlerinin de önemli bir
yeri vardır. Orhun yazıtlarında bile bir tür geçim kaynağı olduğu
belirtilmektedir.41
Burada Türklerin geçim kaynağı olan “yağma”
ile İslâm’ın ilkesi ve hedefi olan “Yayılma” kesişmektedir. Çünkü İslâm
kâfirlere karşı savaşı ve onların malına mülküne el koymayı emreder.
Türkler Müslümanlıkla işte bu noktada
çakışır ve Müslümanlığı kabul ettikten sonra, göçebe hayatın zorunlu bir parçası
olan “Yağma seferlerini”, bu defa dar-el Harb’e yani Kâfirlere karşı
açılan kutsal savaşlara dönüşmüş, dini bir görev duygusu ve ideali
gerçekleştirme heyecanı içinde yapılır olmuştur.42
Türklerin "göçmen” ya da "göçebe”
hayatı sürdükleri dönemde tamşıp onun (İslam’ın) ilkeleri doğrultusunda çalıştığı
İslam’la birlikte yerleşik aşamaya geçtikleri ya da toprak sorunlanyla ilk
karşılaştıklarında onun (İslam’ın) ilkelerine başvurdukları olasıdır. İslam'ın
toprak rejimi ile ilgili uygulamaları Türkler için yeni olan bu olgunun
işlemesinden ortaya çıkan sorunların çözümünde de başvuru çerçevesi olmuştur43
İslam fetihlerinin başladığı dönemde
toprak, ganimet hukuku çerçevesi içinde ele alınmıştır. Genel olarak “Müslüman
olmayanlardan savakta ele geçirilen silah, binek hayvanı ve bütün öteki
taşınabilir mallar” anlamını taşıyan ganimet kavramı başlangıçta taşınamaz
mallan da kapsayacak bir genişlik taşımıştır.
Birçok araştırmacı Max Weber’in "Dinlerin
Ekonomik Hayatı Belirleyebileceği” görüşünü temel alarak dinin Türk toplumu
üzerindeki etkilerini incelemeye çalışmışlardır. Ancak Türk toplumunun gerek
göçebe yaşamında gerekse yerleşik yaşamda İslâm’la uyum sağladığı için İslâm’ı
benimsediğini görürüz. Çünkü göçebe Türk boylarında (hakim olan) "yağma”
İslâm’ın “yayılma ve ganimet” (rejimi) ile yerleşik yaşamda da Selçuklu
ve Osmanh toprak rejiminin İslami toprak rejimi ile çakıştığını görürüz.
Selçuklu devletinin toprak rejimi
Moğol ve Bizans kurum- lanndan da etkilenmekle beraber genellikle Türk sosyal
örgütüyle İslâmi toprak sisteminin sentezi olmuştur.45 İslam ikta
sistemine askeri bir karakter kazandırarak Selçuklu iktasını hazırlamıştır.46
Osmanh İmparatorluğu toprak rejiminde
İslâm toprak rejiminin gediklerini kapatarak "şeri” hukukun
yanında “örfi” hukuku da uygulamaya koyar. "Örfi” hukuk daha
çok fethedilen topraklarda uygulanan ve İslâm hukuku baz alınarak gelişen bir
hukuk rejimini ifade eder.
İlk bakışta bir İslâm İmparatorluğu
olan OsmanlIlarda toprak hukukunun şer’i hukuk kurallarına uygun olması
beklenir. Ancak Tımar sistemi ve vergilendirme ile bu çerçevenin dışına
çıkmıştır. Bu da sürekli fetihler yapan, güçlü bir ordunun muhafaza edilmesi,
öte yandan dirlik verilenlerin derebeyi gibi bağımsızlaşmasını önlemek gibi
gelişen ve değişen ko- şullann sonucu oluşmuştur. İslâm hukuku kaynaklı miri
toprak dışında haraci topraklar ve öşri topraklar “şeri” hukuktan
ziyade “örfi ” hukuka göre düzenlenmiştir.
Prof.Dr.llhan Arsel bu noktayı şöyle
açıklamaktadır:
“Bütün yüzyıllar boyunca Osmanlı
devleti, her ne kadar Türk’e özgü bazı niteliklere sahip bulunmakla beraber,
genellikle İslam devleti olarak kalmış ve siyasal, sosyal ve ekonomik
yaşamlarında İslami esaslara bağlı kalmıştır. İslam ’ın öngördüğü düzene aykırı
davranmak gerektiğinde yine de İslam ’a uygun davranıyormuş havasını korumuştur
(Örneğin yeniçeri kuruluşunun ya da kanunlar sisteminin oluşumu gibi). Ve şu
bir gerçektir ki; başarı sayılabilecek her şeyi şeriat dışına çıkabildiği
sürece yapabilmiş ve her geriliğe ve felakete şeri ’at ’e saplandıkça tanık
olmuş bulunduğu halde bu acı gerçeğin bilincine bir türlü erişememiştir. ’A1
b) Osmanlı İmparatorluğu’nda İslami
Anlayışın Boyutları ve İslam Dışı Faktörler
Osmanlı İmparatorluğu’nu bir İslam
İmparatorluğu olarak niteleyebiliriz, ancak Osmanlı İmparatorluğu İslam öncesi
devlet ve toplum geleneklerini ve gelişen koşulların (Özellikle yeni fethedilen
yerlerin ele geçirildikten sonra yönetim ve vergilendirilmesi konusunda)
sonucunda İslami hukuk ve görüşe aykın karar almak yoluna gitmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu göçebe ve
yerleşik yapıdan oluşan çok toplumlu ve çok dinli olan, ancak devlet dininin
İslam olduğu bir İmparatorluktu. Var olan yapıdan dolayı din ve devlet işleri
iç içe olan şer’i hukukun gözetiminde işletilen bir
devlet yapısı vardı. Yani padişah
yapılan ya da yapılacak olan her işin İslam’a uygunluğunu kontrol etmekle yükümlüydü.
Bunun içinde en yüksek dini otorite olan Şeyhülislam’dan fetva (izin) alınması
gerekiyordu.
Bu aşamada önemli bir soru akla
geliyor; Osmanlı İmparatorluğu fethettiği ülkelerin halklarını İslamlaştırmak
yönünde çaba gösterdi mi? Çünkü İslam kâfirleri dine “Hak dine” davet
eder ve bunu zorunlu kılar.
Babıâli, kitle olarak Türkleştirme ya
da zorla İslâmlaştırma politikası gütmekle değerlendirilemez kuşkusuz.
Yeniçerileri Hıristiyan bir ortamdan alıp onları Osmanlılaştınyordu elbette;
ancak yeniçeri birlikleri için topladığı oğlan çocukların oranı, İmparatorluk
halkı ile karşılaştınldığında devede kulaktır. Dahası, bu seçkin topluluğa
katılış, yetenekli olanlara daha yüksek makamların kapısını açıyordu; bu zorla
toplama, ona konu olanlarca her zaman kötü karşılanmadı.48
Tarihçi Nicoara Beldiceanu Osmanlı
İmparatorluğu’nun İslami yapısıyla egemenlik alanlarındaki etnik ve dini
farklılık boyutunu şöyle anlatıyor,
“İlke olarak Şeriâtı, yani Müslüman
din yasasını göz önünde tutmak zorunda olan devlet, halkının karışık doğası
nedeniyle, İmparatorluğu oluşturan çeşitli toplulukların örf 've adet hukukunu
tanımak zorunda görür kendini; İmparatorluğa katılan halklar arasındaki
karışıklıklardan kaçınmak kaygısının yanı sıra, iktisadi türden düşüncelerde
dayatmıştır. Bu tutumu Osmanlı yönetiminin yararcılığını göstermek için, iki
örneği hatırlatmak yeter: Osmanlı sultanı Sırp maden yasalarını sürdürmeyi, bu
alanda hiç bir deneyi olmadığından kendisi için çıkar yol olarak bulmuştur.
Öte yandan Hıristiyan askeri kurumlarından yara sağlamak için, Osmanlı
fethinden önce hafif süvari birlikleri ya da kale garnizonları sağlamış olan
halkların örf ve adet hukukunu tanımıştır. Merkezi yönetim özünde Müslümanda
olsa, devletin çıkarlarını zedeleme-
eliğinde, kimi idari, mali, hukuksal
ve askeri kuramlardan kalan kabul eder. ’49
Osmanlı devletinin soy zinciri içinde
yer alan Selçuklular İran’daki uzun ikametleri esnasında hem İslamiyet’i hem de
antik devlet modelini iyice bellemişlerdir. Osmanh bir uç beyliği olarak ortaya
çıkaıken ve sonra bu beyliği imparatorluğa dönüştürürken. Iran, Bizans ve
İslam’ın aynı yöne yönelen üçlü deneylerinin muhassalasında devlet modelini
oluşturmuştur. Bu siyasal örgütlenme, kaçınılmaz olarak iktisadı ve toplumu da
biçimlendirerek Osmanh toplumunun kimliğinin fonunu kendi renklerine
boyamaktadır.50
Osmanh İmparatorluğu’nun yayılma
politikaları İslam’ın ilkeleri ile örtüştüğü için fetihlerin başanyla sürdüğü
dönemlerde fazla bir sorun ortaya çıkmamış ya da sorunlar hissedilmemiştir.
Özellikle Avrupa’da feodalizmin çözülüp burjuvazinin filizlenmesiyle ticaret
önem kazanmış ve özel mülkiyet ticaret buıjuvazisinin en temel öğelerinden biri
olmuştur. Osmanlı’da ise mülk Allah adına padişahındır.
Ancak Osmanlı devleti özellikle
Müslüman unsurları (Türk, Kürt ve Arap) daha çok savaşlarda kullanmaya yönelince
ticaret gayrimüslimlere kaldı. İlk dönemde devlet mallarının kiralanması,
Rumların ve Ermenilerin elinde oldu.
-
5.Yüzyılın son on yılından başlayarak
İspanya monarşisinin hüküm sürdüğü yerlerden gelen Yahudi sığınmacılar önemli
bir rol oynamaya başlar.51 Bu başlangıçta Müslüman kesimde bir tepki
yaratmazken gerileme dönemlerinde fetihler durup toprak kayıplan başlayınca;
Asker, sivil, aydın başta olmak üzere Müslüman kesim Müslüman olmayan kesimin
bu ayncalıklı konumuna tepki göstermeye başladılar.
c)-Siyasi Bir İdeolojiye Dönüşen
İslam: Siyasi bir ideolojiye dönüşen İslam her ne kadar Osmanh
İmparatorluğu İslam hukuku olan şeriata göre yönetilse de bazı nedenlerle bu
çerçevenin dışına çıktığını görmüştük. İslam’ın diğer dinlerin
tersine devlet yönetiminde rehber
kabul edilmesi farklılığını ortaya koyar. Ancak bu farklılık bunu diğer
dinlerden bağımsız kılmaz.
İslam, Yahudi ve Hıristiyan
öğretileriyle Arap paganizminin geleneklerinin bağdaştınlmasıdır. Yahudiliğe
ve Hıristiyanlığa pek yakın olan bu din, derinden derine Arap değerleriyle,
giderek diliyle damgalıdır.52
İslam diğer dinlerden etkilense de
aşağıda sıralan farklılık- lan arz eder;
-
Tek tannya ve onun mutlak iradesine
inanç,
-
Tann iradesi, yalnız insanın
eylemlerini değil devletin etkinliğini devlet ve birey ilişkilerini de
düzenlemiştir. Aynı zamanda devlet dini olması sayılan bu özelliğiyle İslam
Laik anlayışı dışlamıştır,
-
İslam’da ruhban sınıfının yani tann
ile kul arasında ilişkileri düzenleyen birinin olmaması.
İslam’ın günlük hayatı düzenleyişi
yani bir yaşam biçimi dayatması onun otoriter bir yapıda olmasının en önemli
göstergesidir.
Server Tanilli İslam’ın bu yapısının
yanında güçlü bir Arap ideolojisinin varlığını savunarak şöyle açıklar, “Siz
üstün topluluksunuz ’’ deyip Araplan öne alarak ırk ayınmı yapar.53
Prof.Dr.Ilhan Arsel, Arap milliyetçiliğinin ilk kurucusunun Muhammed olduğunu
ileri sürer; “Muhammed Arap toplumunu tanrının seçkin ve üstün olarak
benimsediği toplum olarak göstermekle (yani Arapları ırk birliği ve üstünlüğü
duygularında birleştirmekle) ve yine Arapça ’yı tanrı dili şeklinde kabul
ettirmekle (yani dil birliği öğesini işlemekle), yine İslam dinini Arap
nitelikleri ve gelenekleri içerisinde yoğurmakla (yani din öğesinde Araplar
arası ortaklık yaratmakla) ve nihayet Arap çıkarlarını öne almak ve Arapları
ortak korku karşısında tutmakla Arap milliyetçiliğinin ilk mimari olmuş-
tur. ”54
Buna benzer görüşler İttihat ve Terakki’nin Türkçü kesimi tarafindan
İslamcılara yöneltilmiş ve onları Arap milliyetçiliği yapmakla itham
etmişlerdir.
İslam’ı bir Arap ideolojisi ya da
milliyetçiliğinin başlangıcı olarak gören görüşlerin yanında İslam’ın diğer
kültürlerin ve toplulukların gelişmesi ve zenginleşmesi olarak kullanıldığını
savunan görüşler vardır. Yani göreceli olarak İslam kültüründen (Arap kültürü)
daha zayıf olan kültürel yapılar bu zayıflıkları İslam’ı bünyelerine katarak
gidermeye çalışmışlardır. Bu katılımdan sonra (İslam'ın) üstünlüğünü, iktidarı
korumakla ya da başka topluluklan egemenliği altına almakta araç olarak
kullanmışlardır. Bunun gerekçesi olarak da "İslam ’ın farklı
toplamlarda farklı uygulanmasıyla ” açıklamaktadırlar.
Tarihçi L.Bazin İslam’ın Türkler
tarafindan kültürel yönden "Türkleştirildiğini” savunarak bu
süreci şöyle açıklamaktadır
13.Yüzyılın ortalarında Moğol
etkisiyle İranlılaşmış iktidarın yıkılışının ardından Anadolu’ya yerleşen Türk
göçebe topluluklarının oluşturduğu Müslüman Anadolu’nun bütününde halk
Tüıkçede dile gelen yeni bir kültür lehine olmak üzere Arap-İranlı kültürde bir
gerileyiş oldu. Öte yandan dönemin kararsızlığı ve belirsizliği, Orta Asya
kökenli göçebe Türk dervişlerinin gelişiyle çoğu kez Hak-mezhep dışı bir renge
boyanmış bir mistisizm kaynaşmasına yol açtı.55
Farsçanın hemen her yanda aydınların
ve yönetimin dili olduğu bir dönemde, Anadolu’da yazılı bir Türk dilinin kullanılışı,
önce dinsel amaçlarla olmuştur aslında.65
Bunun yanında Farsça yazan Mevlana’nın
oğlu Sultan Veled yazdığı metinlere Türkçe dizeler serptirdi. Derviş Ahmet
Fakih "Çarname” adlı Türkçe lirik şiir yazmıştı. Kuşkusuz bu
dönemin en uzun soluklu temsilcisi Yunus Emre’dir.
Yunus Emre Arap-Fars sözlüğünü bol
bol ve gerçekten de bilerek kullanır şiirinde ve bu şiirde esinlendiği başka
kişiler arasında, Konya’da tanıdığı Mevlana’yı zikreder. Ne var ki Yunus Emre,
gündelik konuşulan Türk dilinde halktan insan- tann dinleyip anlayabilecekleri
şiirler de yazdı. Türkiye’de bu günde anlaşılan bu şiirler hiçbir şey yitirmiş
değillerdir şöhretlerinden.57 *
İlk Kültür Eserleri: Kültürün
Genişlemesi
Aynı zamanda Türk Nesri gelişmeye
başlar. Başlangıçta Arapça ve Farsça’ dan çeviri ve peygamberlerin hayatı
tarzındaki öyküleme türünden şeylerdir.
Bunların en önemlileri Ahmedi’nin
(1335-1413) Germiyan Beyi için yazdığı İskendemame, diğeri ise Süleyman
Çelebi’nin, 1409’da peygamberin doğuşu üstüne yazdığı büyük poemi Mevlid’i
(Mevlud) idi.
Böylece Anadolu’da Osmanlılann büyük
yayıhşından önce, canlı bir düşünce ve kültür etkinliği vardı; Henüz yeterince
bilmesek de bunu, sufiliğin etkisiyle, liberal yönde gelişmeye yönelik bir
dinsel hava içinde Arap-Fars geleneği ile Tüık dehasının bir sentezi idi.58
tslam’ın diğer tek tanrılı dinlerden
farklılıklannı ve hangi toplumsal ve iktisadi yapıya tekabül ettiğini
incelemiştik. İslam’ın en belirgin farklılığı yeni bir yaşam biçimi dayatmasıdır.
Bu farklılık Muhammed tarafindan bir din olarak değil de bir millet olarak
tanımlamasıyla59 diğer dinsel sistemlerden aynlıp toplumsal
sistemlerle karşılaştınlmasını gerektirmiştir. Bu da İslam’ın sosyolojik
boyutunu ortaya çıkarmaktadır. İlk başlarda İslamiyet’in toplumsal yapı
bakımından belki en önemli niteliği kabile ilişkilerinin çok kuvvetli olduğu
bir ortamda belirmiş olmasıdır.60 Burada var olan kabile yapısı ile
bir çatışma söz konusudur.
Başka bir ifade ile İslamiyet’in,
esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine kurulmuş olmasıdır,
fakat bu şe-
hirsel yapı gelişmemiş olduğundan
dinin birleştirici yönü burada her zamankinden kuvvetli olmuştur. Gibb, bu
özel unsurdan, onun etkisini yakın doğu toplumlan için genelleştirerek şöyle
açıklamıştır, "Çağdaş Balı tarihinin siyasal bünyelerini oluşturan
birimler kökenleri bakımından ya siyasal ya da ırkla ilgilidir. Tersine Doğu
tarihinde siyasal bünyenin temeli genel kural olarak ideolojiktir. Dar
anlamıyla dinsel olacak ya da olamayacak (Konföçyüs un geleneksel ahlakı gibi)
belirli öğretilerin yayılması ve kabulü ile yeni tür bir toplumsal düzen
gelişiri Bu İslam ’ın yaşam biçimi dayatmasının yanında içinden doğduğu
toplumun ve ırkın üstünlüğü üzerine ideolojik bir yapılanmaya yol açmaktadır. ”
Bir başka açıdan Arap toplumuna özgü
bir yaşam tarzı içinde İslamiyet kolayca bir ortak değer olabiliyor. Çünkü
toplumdaki farklılaşmanın çok gelişmediği durumlarda bu gruplar bir toplanma
ekseni oluşturabiliyor. Burada grupların en baştaki amaçlan hükmetmedir. Max
Weber’e göre bu gruplar iki tipten oluşur; "siyasal ve hiyerokratik ”.62
Siyasal grup düzenini belirli bir
yerde özel bir kadronun fiziki güç tehdidi ve uygulamasıyla sürdüren gruptur.
Hiyerokratik grup ise, düzeni sürdürmek için dinsel faydalan dağıtmak ya da
geri almak yoluyla ruhsal (psyehic) zora başvuran gruptur.63
İslam’ın dinsel özelliğinden sıynlarak
Kur’an’ın günlük yaşamı düzenlemeye çalışması ve gruplar üzerinde dindışı etkiler
oluşturması ve toplumun örgütlenmesinde katkıda bulunması uygulanma alanını
genişletir. Bu da İslam’ın toplumsal gruplar tarafindan dinsel yapı dışında
siyasal bir yapı olarak kabul edilmesini getirir. Ancak bu durum İslam’ın
dinsel gücünü azaltmaz aksine güçlendirir. Dinin İslam toplumunda ifa ettiği
fonksiyonun en soyut ve sembolik bir başka ifade ile ideolojik şekli; müminin
kendini Allah’a teslimiyeti fikrinde belirir. Bu teslimiyetin özel bir şekli
insanın şeriata teslimiye-
tidir. Teşekkül eden cemaatin başında
bir idareci değil, Allah’ın kendisi mevcuttur. İslamiyet’i kabul eden bir
kabile başkanı Peygambere "son hükümdanmızsın” dediği zaman
peygamber ona "Hükümdar Allah ’tır ben değil” cevabını vermiştir.64
İşte bu farklılık yani hükümranlığın Allah’a ait olması ve İslam’ın Allah
tarafindan emredilen yayılmacı politikası savaşçı toplumlar ve gruplar
tarafindan benimsenmesinde etken olmuştur. Çünkü yukanda belirttiğimiz gibi
toplum içinde farklılaşmanın gelişmediği toplumlarda65 siyasal
grupların hükmetme ya da iktidara yönelme eğilimleri onları aynı amaca sahip
eksene doğru yönlendirecektir/* Bu yöneliş göçebe bir yapıdaki İslam öncesi
Türiderde67 ve daha sonra İslam’ı benimseyen Selçuklu ve Osmanlı
rejimleriyle İslam rejiminin örtüştüğünü açıklamak bakımından önemlidir. Aynca
bu rejimlerin (Selçuklu ve Osmanlı) teokratik yapıda oluşlarını da İslam’ın
dinsel farklılığı olan bütüncüllüğünden kaynaklandığını söylemek de
mümkündür.68 Şerif Mardin bu etkiyi İslam âlimi Santillana’ya dayanarak şöyle
açıklamaktadır,
"İslamiyet, Allah ’ın dolaysız
idaresi, milletinin üzerine gözlerini diken ilahın hükümranlığıdır. Diğer
toplumlarda civitos, polis devlet olarak bilinen birlik ve düzen ilkesi İslam
’da Allah tarafindan temsil edilir. Allah ortak yarar uğruna çalışan en üst
kuvvetin adıdır. Böylece kamu hâzinesi Allahın hâzinesi' ordu Allah ’ın
ordusu' hatta kamu görevlileri bile Allah ’ın memurları’ dır. ”69
Allah’ın nezaretinde toplum
yapılanmasını öngören İslam, toplum içinde bazı örgütlenmeleri (Durkheim
bunlara ikincil örgütlenme demektedir)70 kabul etmeyişi ile Roma
İmparator- luğu’ndan kalan yetki devrine izin vermemesi farklılığına bir boyut
daha kazandırır. Bu da yetki devrinin yasak olduğu (Hıristiyan toplumlarda
kilise ki zaten İslam toplumunda kul ile Allah arasında aracı ruhban sınıfının
olmaması bunun temel nedenidir) yerel yönetimler gibi ikincil yapılann oluşması
ve gelişmesine engel olmuştur.
BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR_________
ikincil yapıların toplum içindeki fonksiyonlarının İslami toplumlarda çok
silik olarak görülmesi, ortaya bir problem çıkarmaktadır. Devletle fert
arasında ikincil yapılar bir tampon vazifesini göremeyince, ferdin bunların
yerine geçecek bir sığınak araması gerekir. Batı’da ikincil yapıların yerine
getirdikleri bu koruma fonksiyonunu Doğu’da bir taraftan “ümmet"
yapısı diğer taraftan da “ümmet” yapısına bağlı “tan- kat” yapısı
görmektedir.71
İslam’ın ikincil yapılara yer
vermemesi İslam’i değerlere göre örgütlenen toplumlarda farklı ideolojilerin
yapılanmasına olanak sağlamaktadır. Ş.Mardin’e göre: “Müslüman toplu- munda
rakip ideolojiler hemen hemen yoktur. Hemen hemen diyorum, zira devletin
korunması ideolojisi bir dereceye kadar bağımsız bir ideolojik küme olarak
çalışır. Bu ideolojik kümenin toplumsal yapısal dayanağı yukarda belirtilen bürokrasi
ve çıkarlarıdır. Bir diğer rakip ideoloji, dinin içinde olduğu izlenimi yanlış
olarak veren Sufiliktir. ”
Bu rakip ideolojilerin oluşamaması ve
hâkim ideolojinin devleti koruma amacı gütmesinin sonucunda İslam toplumla-
nnda filizlenen ideolojilerin devletin yapısının zayıflamasıyla ortaya çıkması
ve bu zayıflığın giderilmesi amacıyla örgütlenmeye çabalanmasmda görülür. Bu
çelişik yapı hem iktidarın hem de muhalefetin devletin korunması amacıyla
hareket etmesinde de görülür. Bunu Osmanh İmparatorluğu’nda belirgin bir
şekilde görebiliriz. Osmanh’nın gerileme ve toprak kaybına uğradığı dönemde hem
iktidarda bulunan padişah hem de muhalif Asker-sivil aydın birincil olarak
devleti korumak ve kurtarmak üzerine politika yapıyordu. Osmanlının kurtanlış
çareleri aranırken hem ü. Abdülhamid’in hem de muhalif Jön Türklcrin İslamcılık
olgusunu kullanması bir tesadüf değildir. Çünkü ikincil yapıların oluşmasına
izin verilmediği için tek ve biricik ideoloji olarak İslam kalmıştır.
Burada İslam’ın ikincil yapılanmayı
reddedişiyle birlikte, varlığını güçlendiren biricik ideolojinin Arap kültürüne
ve milliyetçiliğine dayalı bir ideolojinin daha sonraları, özellikle devlet
otoritesinin faiklı yapıdaki etnik ve dini yapılann boy hedefi haline gelmeleri
kaçınılmazdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda bunu Hıristiyan olan Slav, Yunan,
Ermeni vb. toplulukların imparatorluktan bağımsızlıklarını istemelerinin sonucu
doğan örgütlenmelerin yapısında görebiliriz. Bu yapıya karşı çıkışta devletin
yetersiz kaldığı durumlarda ikincil yapıların yerini dolduran "tarikatların
” İslam adına bu tür muhalefetlere karşı tavır aldığı görülür.
İslam’ın ikincil yapılann oluşmasına
yer vermeyişi yanında İslam’ı kabul eden toplumlarda başlangıçta İslam’la
örtü- şen ancak zamanla İslam’ın sahip olduğu norm ve değerleri gölgede bırakan
unsurlarla da çatıştığını görürüz.
Buna örnek olarak "göçebe"
toplumlann geçim kaynakla- nndan biri olan "yağma ” ile mahalli bir
talan faaliyeti olan (Arap kabilelerinin) "Gaza” ile örtüşmektedir.
Gazi, bu bakımdan bir kabile geçim vasıtasını İslam devleti kurulduktan birkaç
yüzyıl sonra sürdürmüş kimsedir. Osmanlı İmparatorluğu bilhassa bu gibi harpten
başka bir geçim vasıtası olmayan asker kümelerinin akıllıca kullanılmasından
doğan bir yapıdır.73 Ancak Arap kökenli olan bu unsurun Türklere
intikal etmesiyle İslam’dan sıyrılış ya da Türkist olmayla değerlendirilmiştir.
Burada da İslam’ın Arap etkisini kabul edilmeyişi ya da İslam’ı kabul eden
topluluğun İslam öncesi örf ve adetlerini terk edemeyişi ya da milli duyguların
ağır basması olarak açıklayabiliriz. "İslam toplumundan sıyrılabilmenin
bir tek yolu vardır: Oda alternatif bir İslami toplum kurmaktır. Sufilik, bunun
yollarından biri olmuştur. Bunu Türklerin İslam medeniyeti üzerindeki
etkilerinden önceki ve sonraki şekilleri içinde söyleyebiliriz”.
(Ş.Mardin)
Sufılik alternatif bir İslam âlemi
olarak resmi İslam’ın negatifi’i olarak onunla yan yana ve iç içe yaşamıştır.
İslam’ın bir toplum yapısı olarak
özelliklerini beğenmeyenlerin bir alternatif olarak sufiliği kullanmaları ilk
defa bir milli duygu meselesi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. İslam’ı Arap-
çılığın üstünlüğü olarak kabul eden sonradan İslam’a geçen milletler,
İslamiyet’in bu gediğini bir protesto aracı olarak kullanmışlardır. İslam
İran’a geldiği zaman, idareciler bir dereceye kadar İslam’ın Arapların
üstünlüğünü sağlayan bir yapı (Construct) olarak çalışmasını kabul etmişler fakat
alt tabakalar İslam’ın bu anlayışına karşı tepki göstermişlerdir. Bu tepkiler,
Şiiliğin aşın şekillerini ve Hariciliği kabul etmelerinde gözükmüştür.74
İslam toplumlannda ikincil yapıların
yerini alan “tarikatlar" bu konuda kaynaklık etme ve İslam içinde
alternatif formların oluşmasında katkıda bulunmuşlardır. Bu tarikatlar Arap
milliyetçiliğinin ya da kültürünün yumuşatılmasının yanında İslâm’ı sonradan
seçen toplumun milli duygulannın geliştirilmesi ve etnik yapıdaki isyanların
oluşmasına yardımcı olduğunu görmekteyiz.
Nakşibendi tarikatının 19. ve
2O.yüzyıl Kürdistan’ındaki sosyal ve politik önemi iyi bilinir. En önemli
milliyetçi isyanların çoğuna nakşibendi şeyhleri liderlik etmiştir.
Tarikatlann politik etkisi Nehri’li Şeyh Ubeydullah (1880) ve Palu’lu Şeyh Said
(1925) isyanlan arasındaki dönemde en yüksek seviyesindeydi.75
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş
devirleri, İslam’ın heteredoks şeklini kabul edenlerle Sünni İslam’ı her
tarafla hükümran kılmak isteyenler arasındaki çekişmelerin tarihidir bir
bakıma. Bu kuruluşlar hem Sünni iktidarların muhalifi konumundaki unsurlar hem
de İslam dışı ideolojilerin güç kazanma dönemleri ve iktidarı ele geçirme
dönemlerinde İslami muhalefetin örgütleyicisi konumundadırlar. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yönetiminin İttihat
ve Terdkki’nin eline geçmesiyle en büyük muhalefet İslami kesimden ve İslami
ideolojinin örgütleyicisi tarikatlar tarafindan yapılıyordu. Osmanh
Imparatorluğu’na karşı bağımsızlık mücadelesi veren kürtler ilk önce Nakşibendi
tarikatı etrafinda toplandılar.
İslam’ın doğuşundan topluluk ve
grupların benimsenmesine kadar etkili olan sosyolojik ve politik aynlıklannı
(Diğer dinlere göre) ortaya koymaya çalıştıktan sonra 19.yüzyılda muhalif
nitelikli siyasi bir ideolojiye dönüşmesini ve koşulla- nnı ele alacağız.
d)-MuhaIif-Siyasi Bir İdeoloji olarak
İslamcılık ve Yeni Osmanlı Düşüncesi
Daha önce de belirttiğimiz gibi
Osmanlı İmparatorluğu bir İslam imparatorluğu görünümündeydi. Yani hâkim
ideoloji, toprak rejimi hukuk rejimi İslam’ın yasası olan şeriata göre
düzenlenmişti. Ancak OsmanlI’nın toprak kaybetmesi ve ekonomik olarak
gerilemesiyle birlikte başta padişah (Aynı zamanda İslam’ın halifesi) ile
birlikte Asker-sivil aydın kesimi bu gidişle bir dur diyebilmek için silaha
sarılmıştı. Ancak burada bir gariplik vardı. İktidar ve muhalefet aynı aracı ya
da silahı seçmişti; İslamiyet (ya da İslamcılık). Görünüşte aynı olan İslam
tarafların kullanımıyla farklı nitelik kazanıyordu.
e)-IIAbdülhamit ve İslamcılık
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve
sonrasında en tartışılan ve birbirinden çok farklı tanımlamalara maruz kalan
ll.Abdülhamid bir kesime göre, OsmanlI’daki gelişmenin en büyük engeli ve 33
yıllık istibdat rejimiyle kan ağlatıcı bir tiran olan Kızıl Sultan’dır. Diğer
bir kesim ise yaptığı her şeyi en iyi ve en doğru olarak kabul edip “Ulu
Hakan ”dır demektedir. Yukarıda özetlenen her iki değerlendirme de aydın
nitelikli grupların değerlendirmesidir ve biliırısel kıstaslardan uzak
değerlendirmelerdir. Çünkü Abdülhamid İslam şeriatına göre yönetilen ve Osmanh
İmparatorluğu gibi büyük bir ülke-
_________ BUNALIMDAN
UMUDA ARAYIŞLAR___ nin padişahı ve
İslam âleminin halifesi konumundaydı, dolayısıyla (Bu konuda yapılacak
değerlendirmelerin) Abdülha- mit’in işgal ettiği mevki itibariyle olması daha
sağlıklı olacaktır. Tevfik Çavdar onun konumunu değerlendirirken benzer bir
yaklaşım içinde şöyle demektedir: “Yalnızca gemisini kayalıklı ve hırçın
suların hızla aktığı bir boğazdan sağ salim geçirmeye çalışan kaptandır.
Koşulların rasyonaline göre davranmaya çalışan bir yöneticidir, imparatorluğun
son yıllarına imzasını koyan kişili öyle belirlersek, o dönemi anlamamız daha
kolay olur”.
Aslında Abdülhamit kanlı tiran
izlenimini 1890’larda Er- meniler’in kanlı şekilde bastınlmasıyla edinmişti.
Bunun yanında Abdülhamit halifelik unvan ve sembollerini kullanarak İslam
dayanışmasına önceki sultanlardan daha çok başvurmaktaydı. Onun bu tercihi
sadece yıkıcı ideolojilere karşı bir ağırlık bulma arzusunu şekillendirmiyor,
aynı zamanda 1898’deki kayıplann sonucunda toprak açısından daha Asya- lılaşmış
ve nüfusu açısından daha Müslümanlaşmış olan imparatorluğun yeni durumunu da
tam olarak yansıtıyordu.78
D.Koloğlu; “Abdiilhamid’in
Pan-İslamcı ‘lığının teknik bir yanlış anlamadan ileri geldiğini” söylüyor:
İslami bir dayanışma, kardeşlik (İttihad-ı İslam, rabıtatül İslam, Uhuvvet-i
İslam) kavramlanyla açıklanan bu yöneliş, İslam dünyasının 6/7 sine sahip olan
Avrupa sömürgecileri arasında büyük kuşkular yarattı. Hele İttihad-ı İslam
(Union İslamique) deyiminin yanlış olarak Pan-islamizm diye Avrupa dillerine
çevrilmesi kuşkuyu marazi bir korkuya dönüştürdü.79
Abdülhamit günümüzde de karşıt ve
yandaş bulduysa da en büyük eleştiriyi kendi dönemindeki asker sivil aydın kesiminden
ve Jön Türklerden almıştır. Bu eleştirilere cevaben hatıralarında şöyle
demektedir:
“Ben vazifemi yaptım... Osmanlı
ülkesinde hiçbir ceddimin devrinde, benim padişahlığım müddetinde olduğu kadar
mek-
tep açılmamıştır. Benim saltanatım
zamanında ve benden sonra yapılmış olanlar meydandadır. Siz Hürriyeti kimlerin
ilan ettiğine dikkat ettiniz mi? Bunların hepsi, benim saltanat günlerimde
kurulmuş yüksek mekteplerde bilgi sahibi olmuş gençlerdir. Ben devletin çökmesi
ihtimaliyle yüz yüze olduğum anlarda, hürriyeti kullanacak seviyeye gelmemiş
bir karmakarışık'yığını idareye ortak etseydim, netice maazallah ne olurdu?
Benim için en büyük suçlama memlekete hizmet edebilecek kişileri iş başından
uzaklaştırmış olmamdır. Fakat ne kadar gariptir ki, yeni idare de benim zamanım
da sadrazamlığa layık gördüğüm aynı kişilerin (Kamil Paşa) eline memleketin
mukadderatını verdiler. Eğer bu günkü hükümette benim yetiştirdiğim devlet
adamları yoksa ya mevcutlarının kalmadığından yahut da artık onların böyle bir
sorumluluğa yanaşmayacak kadar ileriyi emniyet içinde görmediklerin-
dendir". (Abdülhamid bu cevabı “Gazete de Loussane” muhabiri
Jean Felix’e sorusu karşılığında vermiştir.)
Bütün yandaş ve karşıt görüşlerinin
yanında Abdülhamid’i bulunduğu koşullar çerçevesinde ve işgal ettiği mevki
itibariyle değerlendirmek gerekiyor, Abdülhamid’in iktidarda olduğu dönem
Osmanlı İmparatorluğu’nda fikir hareketleri ve örgütlenmelerin (dini ve etnik)
en yoğun olduğu dönemlerdi. Ayn- ca Avrupa’daki fikir hareketleri ve burjuva
devrimleri arifesinde gelişen kapitalist sömürü biçiminin Emperyalist bir
dönüşüm arz etmesi sonucu üretime hammadde ve pazar bulabilmek için sıkı bir
rekabet eşliğinde atağa kalktıklarını da göz önünde bulundurursak konumunu ve
yaptıklarını daha sağlıklı değerlendiririz.
Abdülhamit ve muhaliflerinin aynı
silahı kullanarak bu ortamdan sıynlmanın yollarını İslamcılık kozu ile aşmaya
çalışmış ve örgütlenmişlerdi.
Mümtaz Türköne geleneksel İslam’dan
ideolojik İslam’a geçişin dönüm noktasını oluşturan Yeni Osmanlılann İslam’a
özgü geliştirdikleri kavramların yeri
ve önemini faiklı ve çelişik yapılarını şöyle bir gruplandırmaya tabi
tutmaktadır
1-Yeni Osmanlı düşüncesinin
tartışmasız vasfi demokratlıktır. Bu vasfin dışında homojen bir yeni Osmanlı
düşüncesinden bahsedilemez. Birazdan göreceğimiz üzere aydınlann
geliştirdikleri tezler diğer hareket mensubu aydınlarla girişilen tartışmalarla
geliştirilmiştir. Yeni Osmanlılan temsil etme vasfına en fazla layık olan Namık
Kemal’dir. Namık Kemal’i, Ali Suavi ve Kanipaşazade Rıfat Bey’le aynı
kategoride düşünemeyeceğimiz gibi, Kemal’in Avrupa öncesi, Avrupa dönemi ve
Avrupa sonrası düşüncelerinin de aynı kaldığını söyleyemeyiz.
a-Yeni Osmanlılann çoğu gazetecidir:
Gazeteci-Aydın tipinin ilk örnekleridir. Bu aydınlar fikirlerini savaş şartlan
altında çıkardıklan gazetelerde yazdıklan makalelerde olgunlaş- tımuşlardır.
Bu dönemde yeni fikirlerin ifade edildiği, ideoloji oluşturmaya matuf yayın
aracı olarak kitap, henüz ortada yoktur. Bunlardan ilki sayılabilecek 1887
tarihli Ahmet Mithat’ın Üss-i İnkılabı bile tarih kitabı şeklinde ele
alınmıştır.
b-Yeni Osmanlılann Batı’dan
aktardıklan fikirlerin OsmanlI düşüncesinde ve geleneğinde çoğu zaman
karşılıkları yoktur. İslam’a müracaatlannın, bir selefi yorumunu tercih
etmelerinin sebebini “Kendileri” içinde bir temel arayışı oluşturacaktır.
Batı’da demokrasi ve hürriyet mücadelesi uzun bir tarihsel gelişmenin ve
felsefi birikimin ürünü olarak 19.asırdaki olgunluğuna ulaşmıştır. Yeni
Osmanlılar bu geçmişi kendi toplumlannın yakın tarihinde bulamazlar. Aynca,
OsmanlInın tedavülde tuttuğu siyasi düşünce, geniş felsefi spekülasyonlann
değil, İslam hukukunun dar bir bölümüne ve “Nasihatname ” türü eserlere
dayanmaktadır.
c-Yeni Osmanlılann öncelikle “aydın",
ikincil olarak da “Osmanh aydını ” olarak vazgeçemeyecekleri iki esaslı
prensipleri vardır. Birincisi aydının her çağda ve mekânda vazge-
84 İTTİHAT
VE TERAKKİ CEMİYETİ
Türkler, Kürtler, Ermenilcr, Rumlar
ve Diğerleri çemeyecekleri “hürriyet prensibidir’’, ikinci prensip ise
şudur: Osmanlı aydınlan çöküşünü hissettikleri, dağıldığını gördükleri
imparatorluğu bir arada tutmak, kısaca devleti kurtarmak misyonunu
yüklenmişlerdir...81
Yeni Osmanlılar bu prensipleri
doğrultusunda yine pratik için Batı’ya yönelirler ancak burada Batı kökenli
burjuva uzun süre tezi “milletlerin kendi kendini yönetmesi”82
ya da Alman birliği, İtalyan birliği gibi birliğe dayalı modelleri ile yol
gösterici oluyordu. Birlik Osmanlı İmparatorluğu’nun karmaşık yapısına daha
uygun bulunur. Peki bu birlik hangi esasa bina edilecektir? Bunun Osmanh Aydınlarının
terminolojilerindeki karşılığı “Nokta-i istinat’’ meselesidir. “Nokta-i
istinat’’ Osmanlı milleti veya İslam milleti fikirleri olabilir. Osmanlı
aydınlan bu iki fikri birlikte savunmuşlardır. Meşrutiyet ve milliyet
davalarının çelişkileri, önemli ölçüde farklı “nokta-i istinat” lan
birlikte savunmak zaruretinden doğmuştur.83 Bu tecrübesizlik ve
çelişik durum daha sonra da devam edecektir. Bunun en büyük nedeni fikirlerin
Batı’dan direkt alınması, kendi kaynak ve geçmişlerindeki felsefi ve siyasi
oluşumlarla karşılaştırma, gelenek ve deneyimlerinin olma- masındandır. Bu aynı
zamanda bir düşünceden diğerine geçmeyi kolaylaştıracaktır. Bir düşünce
akımının kurucusuyken karşıtı olan düşüncenin militanlığına geçenleri ileride
göreceğiz.
d-Yeni Osmanlı
hareketi (Cemiyeti) ve bu cemiyetin yakın tarihimizdeki yeri yoğun bir entrika
ağı ile örtülüdür.84 Burada yine prensiplerin farklılığının yanı
sıra çelişkili olma- lan ve karşı tarafa geçişe dönüşen ve buna bağlı olarak
gelişen cntrikalan görürüz.
Abdülhamit ve İslamcılık ilişkisine
daha önce değinmiştik. İslami uyanış olarak niteleyebileceğimiz ancak Osmanlı
İslamcılığından farklı kımıldamaların 17.yüzyılda Hindistan’da başladığını
söyleyebiliriz.' Bu kımıldama Osmanlı topraklarına
Nakşibendi tarikatı tarafından
taşındı. Fakat en geniş etkisini bu günkü Doğu vilayetlerinde gösterdi.
Bitlis’in Hizan kazası Müceddid-i Nakşibendiliğin bir merkezi haline geldi.86
Nakşibendi tarikatı özellikle Kürt isyanlarındaki liderliğiyle de gündeme
gelmektedir.87 Ancak İslamcılığın ciddi şekilde ele alınışı
Cemaleddin Afgani ve Muhammad Abduh’un Padişah Abdül- hamit ve Tanzimatçılarla
ilişkiye girmesiyle oldu. Abdülhaınit, Afgani ile ilgili düşüncelerini
hatıralannda şöyle belirtmektedir, “Cemaleddin Ajğani’yi yakından tanırdım.
Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara ‘Mehdi ’lik iddiası
ile bütün orta Asya Müslümanlannı ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir
olamadığını biliyordum Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak
Ingilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal
reddettim".*® İngiliz ajanı Abdülhamid’in şüphesi ama söyledikleri
fazla tutarlı olmayan ve çelişkili yerler içeren projeleri ileri süren biriydi.89
Yeni Osmanlılann Batı’dan etkilenerek
sorunlara İslam'ın içinden ve kendi tarihlerinden kaynaklanan düşünce mirasından
cevap getirme amacında olduklarını belirtmiştik.
T.Z.Tunaya’nın belirttiği gibi
Osmanlıcı ve İslamcı bir gayeye sadık olan Yeni Osmanlılann Cumhuriyetin de
methiyesini yaparken89 Namık Kemal, ömrünün sonuna kadar laik
kanunlaştırmalara karşı çıkmış ve hukukun mutlaka ilahi otoriteye dayanması
gerektiğini savunmuştur.90 Yeni Osmanlılar ıslahat isterken ilk şart
olarak saltanat tebeddülünde (değişme, dönüşme, başkalaşma) Padişahın değişmesi
olabilir ısrar ederek91 Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık
arasında sürekli gidip gelmektedirler.
Yeni Osmanlılar Batılı emperyalist
güçlerin dayatması ile çıkanlan Tanzimat Fermanı ile Müslüman kesimin
haklarının elinden alındığı ve bunun giderilmesi gerektiğini savunmaktadırlar.
Öncelikle Namık Kemal’in Avrupa dönüşü yazdığı bir makaledeki şu paragraf
Osmanlı Müslümanlannın hisleri-
ne tercüman olmaktadır, “Biz la
Müslümanlanz. Vatanımıza hem paramızla hem de canımızla hizmet ederiz. Sair
vatandaşlarımız İd Edyan-ı saire erbabıdır, bu hususta yalnız para sarf
ederler. Acaba bize kavaslık onlara köşe sarraflığı divanı kudretten tevcih
olmuş bir hizmet midir?” (Namık Kemal, Hadika 13 Ramazan 1289 (15 Kasım
1872))
Namık Kemal’in bu serzenişini
Abdülhamid’de onu değerlendirerek onaylamaktadır. “Kemal Bey (Namık Kemal)
Benim mağdurlarım arasında sayılır. Belki biraz da öyledir. Fakat aslında o,
kendi kendisinin mağduru idi! Kendilerine “Yeni Osmanlılar “ dedirten birkaç
kişi arasında en çok gözümün tuttuğu, Kemal Beydir. 'fn
İttihad-i İslam ya da İslamcı
düşüncenin ilk sinyalleri İttihad-ı Osmani’den sonra yine ilkinde olduğu gibi
gazetelerden geldi. İstanbul gazetelerinde rastladığımız ilk makalede bu
nitelikleri taşıyor. Makale “Basiret" gazetesinde yer alıyor ve “İttihad"
başlığını taşıyor. O devrin gazetelerinde takip edilen geleneğin aksine
yazının altında bir de imza buluyoruz, ‘ 'Esad ’ ’.
Esad Efendi 1873’de yayınlanan
İttihad-ı İslam başlıklı küçük kitapçığın da yazandır.93
İttihad-ı İslam taraftarlarının aynı
zamanda Osmanlı devletinin Rusya’nın Pan-Slavizm tehdidine karşı elinde bir
silahı vardır. Bu silah İttihad-ı İslam fikridir.94 Abdülhamid’i
Pan- İslamcılıkla suçlayan İttihad-ı İslam ilginçtir, onun saltanatı döneminde
pek taraftar bulamadı. Asıl yaygın taraftar kazandığı dönem II.Meşrutiyet
dönemi oldu.
İslamcılık, Osmanlıcılığa karşı bu
kadar güçlü ve tekili bir alternatif olarak çıkınca, Osmanlıcılığın kendisinde
de kaçınılmaz bazı değişiklikler olacaktır. Öncelik- sonralık meselesinde
Osmanlıcılık İslamcılığa göre daha kıdemlidir. Ancak İslamcılık akımı cephesini
Avrupa’ya döndüğü için Avrupa’daki milliyetçiliklerini dini unsurlara
dayanarak yapmışlar. Rus milliyetçiliği Ortodoks Kilisesi’ne, Avusturya’nın
Alman
milliyetçiliğine karşı koyarken
Katolik Kilisesi’ne dayanması gibi, Osmanlı aydınları da hâkim etnik grubun
dini olan İslamcılıkla İmparatorluk ideolojisi yaratmaya çalışmışlardır. Dar
milliyetçilik yerine daha geniş milliyetçiliği bile kendi çok dinli ve çok
etnili yapılarına uygun görmeyen Osmanh aydını “Cins ittihadına ”95
pek sıcak bakmasa da milliyetçi ya da Türkçü düşüncelerin tohumlarının
Pan-İslamizmin ve Abdülhamid’in devlinde çıktığını söylemek mümkündür.
İslamcı düşün akımı ‘İslamiyet
mani terakki değildir” derken. Siyasal İslam’ın ilkelerinin araştınlması
ile siyasal düşünüşe önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu ilkeleri şöyle
sıralamak mümkündür;
-
İslam toplumsal bir dindir ve
hükümeti emreder.
-
İslam’da egemenliğin kaynağı üç
aşamadan geçerek gelmektedir. Bu aşamalar tann, Peygamber ve Halife-
hükümdardır.
-
Tanrı toplumsal dinin temellerini
kur’an’ında toplamıştır. Kur’an bütün zamanlar için değişmez bir anayasadır.
-
Egemenliğin kullanımı iki büyük
ilkeye dayanır, Adalet ve Meşveret.
-
Siyasi egemenliği kullanan ve peygambere
halef olan hükümdar bütün yönetiminde adaletli davranmak zorundadır.
-
Adaletsiz bir hükümet müstebittir,
İslam dini istibdadı reddeder. Böylece “Hâkimiyet ve hükümranı, topluluğun
bizzat ahlakı ve tahalluk tarzı olan adalet hudutlamaktadır”. (T.Z.Tunaya)
-
İslam dini adalet üzere davranmayan
şer’i sınırlara saygı duymayan amirlere (devlet reislerine) karşı Müslümanlann
hurucuna izin vermiştir.
-
Böylece İslam hukukunda kullanımı
belirli koşullara bağlı bir ihtilal (huruç) hakkı vardır.
Bu hak Osmanlı yönetiminin İttihat ve
Terakki Cemiyeti’ni eline geçtiğinde bazı gruplarca kullanılması gündeme
gelecektir.
-
İslam’da egemenliği sınırlayan bir
başka ilke de “Meşveret "ûr. “Şura-yı Ümmet” ya da “Meşveret”
usulü her ne kadar halkın etkin bir katılımını içermiyorsa da ulema, bürokrasi
zaman zaman eşrafı da kapsayan bir meclis olduğu için tabandan gelen dilek ve
eleştirilere bir oranda açıktır.
-
İslamiyet hükümet biçiminden çok
ahlakla ilgilenir. Kur’an’a saygı, adalet ve meşrcvct ilkelerini canlı tutmak
bunlara dayanmak şartıyla her türlü devlet düzeni ve hükümet şekli İslam’ca
makbuldür.
-
İslam’ın bir başka ilkesi de “cemaat
ve ittihaf” kuralıdır. Bu kuralın konmasındaki amaç bütün Müslümanların
aralarındaki zıtlıklan unutarak birbirlerine bağlanmaları ve güçlü bir İslam
birliği oluşturmalandır.97
İslamcılığın ağır bastığı kimliği ile
Yeni Osmanlılar, Osmanlıcı ve Batıcı (cumhuriyetçi) eğilimler ile örgütlenememişler,
Namık Kemal ve Ziya Paşa tarafindan çıkarılan “Hürriyet” ve “Muhbir”
ile Ali Suavi tarafindan çıkanlan "Ulum ” gazetesi ve
ansiklopedisindeki (Kamusülulum vel maarif) görüşleri büyük bir ilgi ile
karşılanmıştır. Abdülaziz ve Abdülhamid’e ağır eleştirilerde bulunmuşlardır.
Tiyatro piyesi ve matbuat ile halka meşrutiyet ve hürriyet sevgisini telkin
eden Yeni Osmanlılan T.Z. Tunaya şöyle değerlendirmiştir:
“Yeni Osmanlılar fert ve cemiyet
halinde yakın tarihimizde istibdada karşı meşrutiyet ve hürriyet mücadelesine
girişen ıslahatçı ve hatta inkılâpçı camianın önderleridirler ve birinci jön
Türk hareketinin mihverini teşkil etmektedirler. Yeni OsmanlIlar cemiyetine
‘Fırka ’ veya ‘Parti ’ adı verilmesi, hatta bir ihtilal teşekkülü komitesi
olarak vasıflandırılması, görüldüğü gibi, imkânsızdır. Cemiyetin, hakiki önem
ve değerini beş seneye varan hayatında değil, fakat tesirinde aramak lazımdır.
Jön Türk adı kendisinden fâzla yaşamış, Osmanlı padişahlarının istibdadına
karşı herkes bu camiaya bir bayrak altında toplanma heyecanıyla katılmıştır.
”"
BOLUM III
JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE
TERAKKİNİN KURULUŞU
“Önce doğruyu
bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir, ama önce yanlış bilinirse,
doğruya ulaşılamaz. ’’
FÂRABÎ
JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİNİN KURULUŞU
Yeni Osmanlılann fikri faaliyeti de
birlik arz edememiş1 olmalanna rağmen geleceğe dönük ilhamlar ve
deneyimler aktardığını belirtmiştir. O dönemin en önemli olaylan Ali Suavi ve
Kleantin Skalyeri’nin darbe girişimleri sayılabilir.2 Yeni
Osmanlılar özellikle Namık Kemal yazılanyla “Meşrutiyet” ve “Hürriyet”
telkini3 ile oluşacak Jön Türk düşün hareketinin çekirdeğini
oluşturmuştu. Özellikle Namık Kemal’in eserleri, makaleleri elden çoğaltılarak
gizlice elden ele dağıtılıp okunuyordu. Bu düşün hareketi gizli örgütlenmelere
kadar gitmişti. Bunlardan en önemlisi ve en uzun soluklusu “İttihat ve
Terakki cemiyeti ”dir. İttihat ve Terakki’nin kuruluşuna yol açan
serüvenin kahramanlarının, kendilerini etkilendikleri ve çatıştıklan ortamda
nasıl tanımladıklarını Şükrü Hanioğlu şöyle belirtmektedir:
“Jön Türk yayın organlarından
birisinde mücadelenin tarafları ortaya konulurken, bunların kendi partileri
(Le parti de la Turqie) ve karşılarındaki tutucu grubun partisi (Le parti
conservateur) olarak tanımladıklarını görüyoruz.4 Jön Türkler bu
grup farklılığını yaratarak kendilerine ayrı bir yer edinmeye çalışmışlar ve
bunda da başarılı olmuşlardır. Jön Türk olmak ya da gruba dâhil olmak günümüzün
deyimiyle heyecan ve statü yaratan bir moda olmuştur. Bu heyecana kapılanlardan
biri de Celal Bayar’dır.5 Bu akım daha çok Mülkiye, Tıbbiye ve
Harbiye ’de eğitim gören yeni kuşaklar, Liberal ve anayasal kitapları okuyup
(gizlice) tartışıyorlardı. Ancak Jön Türkler gerek kendi dönemlerinde gerekse
kendilerinden önceki aydın kesimin (Yeni Osmanlılar) oluşturma-
dığı bir düşünce kaosu ve
istikrarsızlığı içinde geliştiler. Biricik kaygılan devleti korumakla
kurtarmaktı. (Timaya) Ancak buna uygun bir derin ideoloji ya da fikir
oluşturamamışlardırb İşte bu siyasi ve ideolojik ortam ve bu
gençlik heyecanı vatanı kurtarma devleti kollama aşkıyla da birleşince iş aynı
eğilimde olanları bir arada tutmayı sağlayacak örgütü (gizli) kurmaya gide/'ve
gidiyordu. ”
A) İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN KURULUŞU
Tıbbiyeli bir genç olan İbrahim Temo
İttihat ve Terakki’ye dönüşecek İttihad-i Osmani Cemiyeti’nin kuruluşunu şöyle
anlatır,
“... İshak Sukuti yanıma sokuldu,
yeni bir şeyler olup olmadığını sordu?
Ben; gel arkadaş, düşündüklerimi sana
biraz anlatayım; Aziz vatanın bu günkü durumu ve idare tarzıyla yok olup gideceğini
hepimiz biliyoruz Bu hususta her vakit ve her serbest saatlerimizde
birbirimizle dertleşip duruyoruz; fakat bu tehlikenin giderilmesi için bir
çare düşünüp bulamıyonız. Bence böyle kuru mülahazalar ve mütalealar da dert
yanacağımıza, faaliyete geçmek lazımdır. ’
İshak; ‘Ne gibi bir faaliyete?’
Ben; ‘Bir cemiyet halinde çalışmakla.
’
İshak; ‘Güzel ama sen Idme itimat
edipte böyle tehlikeli bir işe teşebbüs etmemizi düşünüyorsun? ’
Ben; ‘Evvela sen, bir (Koğuştan çıkıp
bize doğru gelmekte olan yamalı suratlı) Mehmed Reşid’i göstererek bu da iki,
olduk üç, işte bir cemiyet başladı demektir! ’
Mehmed Reşid ’e işaret ederek
yanımıza çağırdık Fikrimizi açtık Bu sıra, o zaman çok sofu olan Abdullah
Cevdet ikindi namazını kılarak mektebin camisinden çıkıp yanımıza gelince:
Alınız bir de dördüncü ’ dedim.
Mehmed Reşid; ‘Kardeşim teklifinize
itiraz değil, teşekkür ederim. Lâkin bu dört tıbbiyeli genç ne yapabilir? Koca
bir gizli cemiyeti nasıl teşekkül edebilir? Bu koca şeytani İstibdad- la nasıl
boğuşabiliriz? Hayal ile uğraşmayalım; bunun başka bir yolunu bulalım ’, dedi.
Ben; 'Arkadaşlar Türkiye’mizin başına
bela kesilerek Yunanistan in istiklalini kazandıran ‘Etniki Eteria ’
komitesini teşkil edenler kimlerdi bilir misiniz? ’
‘Rusya ’nın Odesa şehrinde, ticaretle
meşgul bir meyhaneci ve bir bakkal çırağı ile amcası zengin bir tüccarın
yeğeni üç Rum çırağı idi. Tekâmül etmemiş bu cahil gençler pek az zaman içinde
buna, bu büyük emellerine muvaffak oldukları halde, bizim gibi yüksek tahsil
görmüş, dünyanın iyisini kötüsünü görüp çıkmış dört tıbbiyeli niçin muvaffak
olmasınlar? Hem de dâhili vatanımızda mukaddes bir fikir ve emelle işe
başlarsak ve yeter İd, bu ideal ve bu amaçla and edersek, biz dört hamiyetli,
namuslu, vatanperver gençlerin elleri birbirini sıkmış olur ve kalbleri vatan
sevgisi ile çarparsa, tabii muvaffakiyet kapıları açılır ’, dedim.
Dört el birbirlerine kavuştu. Bu ilk
ahdi misak 1305 (1889) .senesi bir Mayıs (Bir başka görüşe göre 2 Haziran 1889)
gününde tesadüf etmiş ve cemiyet kurulmuştur. ”7
Yukandaki alıntının uzun olmasının
nedeni İttihat ve Te- rakki’nin oluşumu ve sonrasında bir takım ipuçları
vermesi açısından önemlidir. Ülkenin durumu ve diğer Dini-Etnik yapıların
durumu dikkatle İncelenmekte, dersler ve örnekler çıka- nlmaktadır. Bu durum
milliyetçilik akımının gelişmesinde ağırlıklı olarak kendini hissettirecektir.
Vatanın kurtarılması en büyük ideoloji olarak alınmakta, ilende bunun
eksildiğini kapatma zorunluluğuna dönüşecektir. Dört kumcunun taşralı olması
(İbrahim Temo-Romen, İshak Sukuti ve Abdullah Cev- det-Kürt, Mehmed Reşid-Gürcü)
ve hepsinin Müslüman olması örgütlenmenin gidişatı hakkında malûmat
vermektedir.
1889’da Askeri Tıbbiye’nin bahçesinde
toplanan îshak Sükûti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Çerkez Mehmed Reşid
adjndaki dört öğrenci ile ve sonradan onlara katılan Hüseyinzade Ali Bey,
Konyalı Hikmet Emin Bey, Cevdet Osman, Kerim Sebatı, Mekkeli Sabri Bey,
Selanikli Nazım Bey, Şerafettin Mağmumi, Giritli Şefik tarafindan ilk adım
atılmış. "İttihad-ı OsmanîCemiyeti" adlı gizli bir örgüt
olarak kurulmuş.
Genç öğrencileri bir araya getiren
düşünce; devletin içinde bulunduğu bunalım ve II.Abdülhamit yönetimine duyulan
hoşnutsuzluk olmakta...
Kurtuluş için acilen Meşrutiyet
yönetiminin kurulması, Abdülhamid yönetiminin yıkılması gerektiği
düşüncesindeki gençler, bu konuda propaganda yapmak üzere örgütlenmişler.
Cemiyet, Haziran 1889’da Edimekapı
dışındaki bir bağda, bağ bekçisi Aluş Ağa’nın başkanlığında, 12 kişinin
katılımı ile gerçekleşen bir toplantıda başkanlığa en yaşlı üye olan Ali
Rüşdî’yi, sekreterliğe Şerefeddîn Mağmûmî’yi, saymanlığa Âsaf Derviş’i
seçmişti. İbrahim Temo cemiyette bir göreve getirilmedi fakat üye kaydında
cemiyetin bir numaralı üyesi oldu. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihat ve Terakki
Cemiyeti ve Jön Türkler (1889-1902), İletişim Yayınlan, İstanbul 1985, s. 175;
Ramsaur, a.g.e. s.33) Bir piknik görüntüsü verilerek gerçekleştirilen bu
toplantıya, “İnciraltı toplantısı" veya "Onikiler
toplantısı ” da denilmişti. İlk toplantıda gizli olan bu milli cemiyete
kimlerin üye olacağı tartışması yapıldı. Sonuçta güvenilir ve iş yapabilecek
her Osmanh vatandaşının dikkatli bir şekilde belli denemelerden geçirildikten
sonra üye olabilmesi, her hafta düzenli bir şekilde çeşitli yerlerde toplanılması,
yardımların titizlikle alınması, üyelerin ait olduklan şube ile sıra numarasının
deftere kaydedilmesi ve her üyeye bir numara verilmesi kararlaştınldı. Aynca bu
toplantıda idare heyeti kuruldu. (Hanioğlu, a.g.e. s. 175) Cemiyette alınan ka-
___________ İTTİHAT VE TERAKKİNİN
KURULUŞU rarlan yazma görevi
Şerafcttin Mağmumi ile İshak Sukuti’ye verildi. (Temo, a.g.e. s. 15-17) İlk
toplantı haberi öğrenciler arasında hızla yayıldı. Alınan kararlar başanlı bir
şekilde yetkililerden gizlendi. Yapılan ikinci toplantıya dikkat çekmemek
için İbrahim Temo ve İshak Sukuti katılmadı. Fakat bu toplantıya Abdülkcrim
Sebati’de katıldı. Bundan sonra Cuma günleri çeşitli yerlerde muhtelif
toplantılar yapıldı. Bu gizli cemiyetin çalışmalar üyeler aracılığıyla her yere
iletildi ve aşın derecede ilgi gördü.
Örgüt olarak şekillenen İttihat-ı
Osmani Cemiyeti’nde hiyerarşik bir yapı kuruldu. Daha sonraki faaliyetlerde bu
ilk toplantının adı İnciraltı Toplantısı veya On İkiler Toplantısı olarak da
anıldı. Hem okulda hem de okul dışında toplantılara devam edildi. Gençler Namık
Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa gibi milliyetçi yazarların eserlerini okuyorlardı.
Yapılan çalışmalar sonunda üyelerin
sayısı artmaya başladı. Kosovalı Mebus İbrahim Efendi, Mülkiye mezunu Necip
Dıraga, Görice Mebusu Şahin Kolonya ve posta memuru Talat Bey cemiyete katıldı.
Kısa zamanda Harbiye, Baytar, Mülkiye, Bahriye, Topçu ve Mühendishane gibi
okullardaki öğrencilerin çoğu cemiyetin etkisi altında kaldı. (Ramsaur, a.g.e.
s.33-35; Temo, a.g.e, s. 18; Hanioğlu, a.g.e. s. 176, 177) Bir öğrenci grubu
konumundaki cemiyetin üyeleri 1890’lann ortalarına kadar fazla bir gelişme
gösteremeden varlıklarını sürdürdü. Bu tarihlerden sonra cemiyette örgütsel ve
düşünsel bir hareketlilik başladı. Paris’teki Agust Comte ve pozitivizminden
etkilenen genç memur Ahmet Rıza ile temasa geçilerek cemiyetin yurtdışı
şubelerinin açılmasına dönük adımlar da atıldı. Cemiyet, önceleri felsefi
tartışmaların ağır bastığı, siyasal faaliyetlerin yok denecek düzeyde olduğu
bir düşünce hareketi konumundaydı. Paris ve diğer Avrupa kentlerinde
konumlanmış Hamidzede birçok sürgün aydını bulunmaktaydı. Bu kişilerin sürgün
edilmeleri ve Abdülhamit’in istibdadını eleştirmeleri önceleri yumuşak
tonlarda vc iktidarla
bağlar kopanlmadan oluyordu. Temel
talep de Kanun-ı Esa- si’nin yeniden yürürlüğe girmesiydi. Murad Bey’in Mizan
dergisi de bunlardandı ve kendisi Yeni Osmanlılan İttihatçılara bağlayan
önemli şahsiyetlerden biriydi. Bu ilişkilenme “dönemi 1895 ve sonrası olarak
bilinmektedir. Osmanlı’da muhaliflerin iktidar ile bağlarının inceldiği ve
eleştirinin dozunun artığı dönem 1895 Ermeni katliamlarına dair takındık- lan
tutumdu. Hem bu katliamlar sert biçimde eleştirildi hem de bunun üzerinden
rejim ve özelde de Abdülhamit bu eleştirilerin hedefi oldu. Aynı yıllarda
Ahmet Rıza Meşveret, Murad Bey’de Mizan gazetelerini çıkartmaya
başladı. Fakat iki grup arasında, Osmanlıyı ve Abdülhamid’i ele alışları konusunda
fikir aynlıkları ortaya çıktı. Ayrılığın temel nedeninin gelenekçilerle
pozitivistler arasındaki fikir ayrılığı olduğu söylense de Hanioğlu bu fikre
katılmadığı gibi asıl aynşmanın bir liderlik tartışması olduğu ve
ittihatçıların Abdülhamit’e karşı olmak dışında ortak bir yanlarının olmadığını
söyler.
Hücre şeklinde örgütlenerek
çalışmalarını gizlilik içinde yürüten cemiyetin üye sayısı 19O3'te 900 oldu.
Mekteb-i Tıbbiye öğrencilerinin hemen tamamı bu cemiyete üye oldu.
Bu cemiyet daha sonra Bursa eski
maarif müdürü Ahmet Rıza’nın kurduğu ve 1895’tcn itibaren Osmanlıca ve Fransızca
olarak çıkan “Meşveret" adlı gazeteyi yayınlayan İttihat ve Terakki
Cemiyetiyle birleşerek bu adı alıp faaliyetine devam etti.8 A.Bedevi
Kuran, cemiyetin beş kişiyle 1892’de kurulduğunu ve beşinci kişinin Bakü’lü
Hüseyinzade Ali olduğunu ileri sürüyor.9 Ortam gerçekten Temo’nun
belirttiği gibiydi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’na dışardan bakan birisi yan
Avrupalı yan Kuzey Afrikalı ama hepsinden çok daha Asyalı bir kültürün
karakterini ve renklerini taşıyan manzaranın altında tüm kuşkucu nitelemelere
rağmen İslam damanyla beslenen Türk milliyetçiliğinin kıpırtılarını görmek
için İttihat ve Terakki cemiyetinin serpilip gelişmesini bekleyecekti.
JÖN TÜRKLER VE 97
___________ İTTİHAT VE TERAKKİNİN
KURULUŞU B) İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN
İDEOLOJİSİNİN OLUŞUMU
Çok uluslu ve çok dinli bir
imparatorluğun en karışık dönemi olan son yıllarında yönetme fırsatını bulan
İttihat ve Terakki’nin ideolojisini saptamak güçtür. Çünkü çok uluslu ve çok
dinliliğin ortaya çıkardığı çok yönlü ve tekili bir ideolojiler yumağının
karmaşıklığı vardır. Bu ortamda yapılacak saptamalar çelişki yaratabilir.10
Milliyetçiliğin çoğulculuğu yanı sıra ulusal ve yerel ideolojilerin varlığı da
doğal bir sonuçtur.11 Bunlara rağmen bütün bu motiflerin altında
yandaş ve karşıt olarak önce hâkim ideoloji ya da siyasallaşan ideoloji olan “İslamcılık'’
tır. Bu bakımdan İslâmcılan Garpçılar, Mes- lekçiler ve sosyalistlerin
kurdukları fikir akımları arasında İttihat ve Terakki’nin ideolojisi hayli
tartışmalı kalmıştır.12
Ancak İttihat ve Terakki yöneticileri
dinin yani İslam’ın işlevini muhalefet ettikleri Sultan Abdülhamit kadar
biliyorlardı ya da anladılar ki imparatorluğun çok milletli Müslüman terkibi
devam ettiği sürece; İslam’ı bir yana bırakamazlardı.13
Dinin Osmanlı imparatorluğu’ndaki
işlevini Ş.Mardin şöyle açıklıyor:
“Genel çoğunluk için din ahlaki bir
destek, yaslanacak bir şey, bir teselli kaynağı, bir yaşam süsüydü; yönetici
seçkinler için ek olarak ve belki çok daha fazla, devletin meşrutiyetiyle
ilgili bir konuydu. Her iki grup bazı zamanlar dini ihmal edebilir veya es
geçebilirdi ama bu es geçmenin biçimi farklıydı; kitleler için dini tabuları
çiğnemek daha sonra bu günahı telafi etmeyi gerektirirdi. Yöneticiler için ise
dünyevi siyasi amaçlar gerektirince dini arka plana atmak anlamına geliyordu.
‘Din ve Devlet' ikizdir sözü, bu yakın birliğin ifade edildiği biçimdir ama
Osmanlı İmparatorluğunda ikizlerden birinin sık sık daha eşit olması mümkündü.
İslam ’ın iki kola ayrılması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bağlantı
işlevi ancak kısmen başarılı oldu; karşılıklı söylem ortamı
kuruldu ama altsınıflar,
Osmanlı-öncesi kabilesel düzenlemeleri yansıtan, cömertlik ve ‘doğrudan ’
demokrasi gibi siyasi meşruiyet için kısmen bağımsız kriterlere sahipti. ”14
• İşte Jön Türkler dinin ya da
İslam’ın toplum içindeki ve üzerindeki bu önemini kavradıktan sonra, hiçbir
zaman dışlamayacaklardı.
Bütün bu irdelemelerden sonra
unutulmaması gereken İttihat ve Terakki’nin gizli bir cemiyet oluşudur. Bu
durumu onun gerçek ideolojisini vc yüzünü anlamakta zorluk çıkarmaktadır.
Çünkü; “Bu günkü hanedanı devirmek istemiyoruz’’, “... kanımızca düzenin
sürmesi için gereklidir. Biz barışçı yoldan zafere ulaşmasını amaçladığımız
ilerleme düşüncesinin yaygınlaşmasına çalışmak istiyoruz. Yalnız şu ya da bu
vilayet için değil, Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, Müslüman olsun bütün
Osmanlılar için reform yapılmasını istiyoruz”15 diyorlardı.
Yayın organlarında. “Osmanlılık”, “Vatani Umumi" ya da “İttihad-ı
Anasır” Jön Türklere Yeni OsmanlIlardan miras kalmış aslında Osmanh
İmparatorluğu’nu bölmekten kurtarmaya çalışan ve yönetimde bulunan asker- sivil
kesimin oluşturmaya çalıştığı bu üst kimlik (Osmanlı Kimliği) pek tutmamıştı.
Ancak resmi görüşle örtüştüğü için sürekli yayın organlarında Türklerin
dışındaki etnik gruplan ve yönetimi oyalamak için kullanıldığı duygusunu
veriyordu. Ancak İttihat ve Terakki’nin bu belirsiz ideolojik yapısı zaman
zaman zor anlar yaşattı. Bu durum 4 Şubat 1902’de Paris’te yapılan birinci
kongresinde ortaya çıktı. Bu kongreye çok sayıda İttihatçı ve prens Sabahattin
katılmıştı Kongrede iki nokta üzerinde duruldu:
a)
Yalnız propaganda ve neşriyat ile
inkılâp yapılamaz. Buna mabni askeri kuvvetlerinde ihtilal hareketine
iştiraklarını temine çalışmalı. (Bu teklifi İsmail Kemal Bey askeri temsilci
olarak katılıp teklif etmişti.)
b)
Ecnebi hükümetlerin müdahalesini
davet sureti ile memlekette ıslahat icrasına tevessül edilmeli.16
İşte bu ikinci nokta kongre de çok
geniş tartışmalara sahne oldu. Çünkü Abdülhamid’e karşı yapılan bu toplantı
daha çok Batılılar tarafindan dayatılan ve Abdülhamit tarafindan askıya alınan
demokratik ve etnik unsurların lehine olan kararların uygulamaya sokulmasını
istiyorlardı. Bunun yolu da yabancıların müdahalesini gerektiriyordu, (Bunun
savunucusu Erme- nilerdi). Diğer kesimler özellikle Müslüman kökenliler şiddetle
karşı çıkıyorlardı. Prens Sabahattin’de bu görüşü destekliyor, bir büyük
devletin (İngiltere) desteği olmadıkça hiçbir hareketin sonuca
ulaştınlamayacağını belirtiyordu.17 Bütün tepkilere rağmen azınlık
temsilcileri bu ek karan bir ek bölüm olarak sokuştururlar.18
Kongreye Türk, Arap, Rum, Kürt, Arnavut, Ermeni, Çerkez ve Yahudi delegeler
katılır. ‘‘Adem-i merkeziyet” ilkesinde kendilerini milli bağımsızlığa
götürecek yolu gören azınlıklar, kendi çıkarlanndan ötürü Prens Sabahattin ve
Liberal eğilimli kuruluşlara destekçi ve yardımcı olacaklardır.19 Bu
ilişkiyi yakından takip eden Abdülhamit gelişmelere hatıralannda şöyle
değinmişti:
‘‘Ermeniler benim muhtariyet
vermeyeceğimi, bunun için her şeyi göze alabileceğimi biliyorlardı. Onlarda
kendi aralarındaki rekabet yüzünden savaşa girecek takâtta değillerdi; Bu
yüzdem Ermeni meselesi Türkiye için bir huzursuzluk, Avrupa için Türkiye ’ye
müdahale imkanı olarak son yıllara kadar sürdü gitti.
(...) Ben Ermenilerin istiklal
sevdalarına kapılmalarına şaşmıyorum; Hele büyük devletler tarafindan durmadan
tahrik edildiklerini bildikten sonra. (...) Fakat Avrupa ’ya kaçıp orada benim
aleyhime gazete çıkaran bazı Jön Türklerin Ermeni komitecileri ile işbirliği
yapmalarına, hatta onlardan para almalarına hala şaşıyorum ”.20
Jön Türklenn bu pratiklerinin sonucunda
teorik yönlerinin de kendilerinden önceki düşünce akımlarının ve örgütlenmelerin
aksine doğal kanunlara ve bilimin rehberliğinde "Toplumsal gelişmeleri
adeta bir fizik problemi çozercesine kesin kurallara bağlı biçimde halletmek
iddiasında bulunuyordu. Bu konuda en fazla bilimle iç içe olan Dr.Abdullah
Cevdet’tir. Bu şahıs Jön Türkler arasında fikri çizgisi ve etkinliği en belirgin
şekilde ortaya çıkmış kişidir." Aynca diğer kesimlerce en çok eleştirilen
yönleri olan ‘'Materyalist Danvinci” yönleri çağdaşlarından büyük
farklılıklarla ona düşünür kisvesini giydirmektedir.
"Materyalist-Darwinist" düşüncenin
ayrıntılanna dönersek eldeki bilgilerin en kabaca muhasebesini yaptığımız zaman
aklımıza şöyle bir değerlendirme geliyor. Jön Türklerden tıbbiye çıkışlı
olanlarının düşünce kalıbını anlamak bir bakıma kolay. Doktor olarak
yetiştikleri için bunlar ‘‘hayat’’ adını verdiğimiz süreci kimyasal,
fiziksel, biyolojik değişmelere "maddi” etmenlere bağlıyorlardı.
Fakat bunun yanında insanın aklına daha soyut bir başka açıklama geliyor. Jön
Türkle- rin yetiştikleri kültür çevresi Osmanlı İmparatorluğuydu. Böyle bir
çevre içinde (Ş. Hanioğlu’ nun üzerinde durduğu fakat daha derinlemesine
işlenmeye elverişli bir tez olarak-Bir düşün adamı olarak Abdullah Cevdet-)
devlet adamı, devlet ilişkilerinin Doktor-hasta ilişkisine büründüğü
düşünülebilir. Devlet hastaysa devlet adamı hastayı iyileştirecektir. Jön
Tüıkler bu açıdan "İçtima-i tabib" rolüne kolayca oturabiliyorlardı.23
Bu görüşe Mardin, tarih ve hastalığın sosyal evrim yönünü katarak, statik bir
yönünü alarak tarih bilinçlerindeki yüzeyselliğe dikkat çekmiştir. Yine de bu
görüşler Encümen-i Mahsus üyeleri tarafindan şiddetle eleştirilmiş ve devletin
temellerini sarsacağını belirtmişlerdir.24
Jön Türklerin modernleşmeyi
benimsemeleri ve her şeyin Avrupa’da iyi olduğu sabit fikirleri daha önce
oluşan "Halkçılık” gibi popülist düşüncelerden koparmıştır. Bunun
en başta
gelen nedeni "halk"m
kurguda kendine atfedilen görevi yerine getirmemesinden kaynaklanıyordu.
Ancak, Osmanlı top- lumunda, söz konusu teorilerin geliştiği yapılarda
rastlanan anlamdaki bir halkın bulunmayışı ve örgütlenme şeklinin cemaatler
şeklinde veya kaba avam-havass (seçkinler-kitle) biçiminde olması da, bu
vazgeçişi kolaylaştırmıştır.25
Jön Tüık hareketinin ideolojik oluşum
aşamasında çeşitli fikir akımlannın etkisinde kaldıklarını ve bu akımların
görüşlerini gazeteler yoluyla taraftarlarına aktardıklarını ve tartıştıklarını
söylemiştik. İttihat ve Terakki içinde etkin olan gruplar, grup liderini ya da
fikri ortaya atanın adıyla ya da kurduğu gazeteyle anıhyordu. En önemlileri
şunlardır a) MURAT BEY VE MİZAN
Mülkiye’de tarih hocası olan ve ders
anlatırken aktardığı fikirlerle tanınan Murat Bey, gazetesi Mizan'da
hükümeti eleştiren ve sansüre karşı yazılarıyla ün yapan, daha sonra fazla
tanınmasını ya da bir anlamda dışlanmasını 31 Mart Vakası’na taraftar
görünmesine ve "Karizmatik ” bir kişiliğe yani örgütlenme
yeteneğine27 sahip olmamasına bağlayabiliriz. Mizancı Murat Bey
Abdülhamid’e övgüler dizerken hükümetine ağır eleştirilerde bulunuyordu.28
Ancak bu Mizan'i kapatılmaktan kurtaramadı.29
Mardin, bu hareketin Jön Türklerin
Sultan Abdülhamid’e babalık görevini yerine getirmeyen bir baba olarak
baktıklan duygusunun en çok Murat Bey’de görüldüğünü söyler.30 Bunu
da İslam topluluklannm "Adil Hükümdar” modeline Batılılaşma
karşısında gösterilen karakteristik bir tepkiyle açıklar11
Mizan'm diğer yayın
organlarına nazaran daha "popülist” olmasını da Murat Bey’in
Rusya’daki "Narodnik ”Ierden esinlenişinin bir sonucu olarak
algılanabilir.32 Mizan'da işlenen popülist yapının İttihat
ve Terakki’dc hâkim olan seçkinci yapıya nazaran köye ve halka yönelişin
kendisine olan ilgiyi
artırdığını söylenebilir. Aynca Murat
Bey’in Dağıstanlı olmasından dolayı orada gelişen politik hareketlerden
etkilediğini bunun yanında henüz erken olup anlaşılmayacak derecede tepki
toplayacak olan “Türkçü görüşlerini” dilde Türkleşme olarak sınırlamakla
yetinmiştir.3' “Mizan ” dilde Türkleşmeye yönelik bu eğilimini
o zamana dek görülmeyen “Milli Kültür” kavramıyla pekiştiriyordu. Ne ki
Mizan'da savunulan “Milli Kültür” ya da “Kültürel bütünlük”
yaşanılan dönemin gereği uyarınca teolojik (İslami açıdan) unsurları da içermekteydi.
Görülen odur ki, Yeni OsmanlIlardan bu yana İslami düşün ile yenilikçi düşünü
birleştirme, bir orta yol bulma çabası Murat Bey’de de vardır.34
Murat Bey’in de diğer Osmanlı
düşünürleri gibi herhangi bir ekonomik model üzerine görüşleri yoktu. Tabii ki
dolayısıyla sınıf kavramı üzerinde dc herhangi bir görüşü yoktu. Sınıf kavramı
olmadığı için halkın cehaletinden ürktü, bürok- ratlann yetersizliğinden
yakındı ama Abdülhamid’in hafiyelik teklifini reddedecek kadar da bağımsız
kalmayı başardı.
Hürriyetin ilanından sonra Murat Bey Mizan'\
tekrar çıkarmaya başladı. Fakat az bir zaman içinde İttihat ve Terakki
Partisi’nin hürriyetleri ihlal edici davranışlarına karşı şikâyetler başladı.
O yılın sonlarında Murat Bey Kamil Paşa’nın emriyle tutuklandı. Bir ay kadar
Köstence’ye kaçtıktan sonra döndü. Mizan yayınlanmaya devam etti.
İttihat ve Terakkiye karşı cephe almış olan gazetecilerden Haşan Fehmi Bey 30
Mart 1909’da katledilince Murat Bey Mizan’da ulemayı Anayasanın
savunulmasına çağıran bir çağn yayınladı.35 Bu da 31 Mart Vakası’nı
destekliyormuş izlenimini verdiği için isyanın bastınlmasından sonra Rodos’a
gönderildi. Mizancı Murat olarak tarihe geçen ve Tüık düşün hayatında önemli
bir yere sahip olan Murat Bey 1914 yılında İstanbul’da öldü.
b)-MEŞVERET VE AHMET RIZA
Paris’te bulunduğu dönemde Comtc’un
pozitivist okulunun etkisinde kalan Ahmet Rıza eğitimin yenileştirilmesi ile
ilgili “Layihadan IT.Abdülhamid’e göndererek başlangıçta övgüler alan
ancak daha sonra Abdülhamid’in sıkılmasına yol açan "Layiha"
bombardımanına "Meşveret" adlı bir gazete çıkararak devam etti
ve Abdülhamit’ten tepki aldı. "Ahmet Rıza nasıl geçiniyor? Beni bu
yardımlara iten sebeplerde vardı. Ahmet Rıza Bey Bursa ’da maarif müdürüyken,
Paris ’te İhtilalin yüzüncü yılı sebebi ile açılan sergide Bursa ipeklilerini
teşhir etmek bahanesi ile Avrupa'ya gitti ve bir daha dönmedi. Oradan bana bir
‘ıslahat Layihası ’ (Reform raporu) gönderdi, okudum. Hiçbir şey yoktu. Ne
memleketi tanıyor, ne tekliflerinin ne getireceğini hesaplayabiliyordu. Bir
kenara koydum.
Ardından Meşrevet ’ adı ile bir
gazete çıkarmaya başladı. Paris sefaretimize ‘ne ile geçiniyor' diye sordurdum
‘Paris’te Türkçe dersleri vererek’ diye cevap verdiler. Dolaylı yollardan para
göndermeye başladım. Çünkü başka çare yoktu! ”35
Meşveret Ahmet Rıza
Bey’in siyasal düşüncelerinin ekonomik ve toplumsal sorunlara getirdiği
çözümleri içeren bir yayın organıdır.36 Rıza Bey düşün ve eylem
açısmdan ayn düşünceye sahip olsa da Meşveret İttihat ve Terakki’nin de
yayın organı olarak işlevini yerine getirdi.
Ahmet Rıza Bey toplumsal düzenini
Comtc’un pozitivizmden almakla birlikte İslam’ı da savunmaktaydı. Ahmet Rıza
Bey İslami dogmaya bir "Vahy-i ilahi” olarak hiçbir değer
vermemekle beraber, sosyal bir harç olarak son derece önemli sayıyor ve yapısı
itibariyle sosyal gelişmeye Hıristiyanlıktan daha elverişli buluyordu.37
İslam’ın bir "Barbarlar"
dini olmadığını göstermeye yönelen fikirlerin yanı başında Ahmet Rıza Bey
İslam’ın siyasi bakımdan gelişmeye elverişliliği üzerinde duruyordu. Kendi
ifadesiyle, İslam “Cumhuriyetçi” rejime hiçbir şekilde düşman
değildir. Aksine ancak millet meclisi
tarafindan seçileni lider olarak kabul eder.38 Ahmet Rıza Bey’in
İttihat ve Terakki’ye ters düşrpe nedenlerinden biri aşın pozitivist
taraftarlığının ve buna bağlı olarak dini reddedişinin çoğu Jön Türk tarafindan
kabul edilmeyişi yanında39 aşınlığa kaçan inatçı kişiliğinin
uzlaşmaz sonuçlara yol açması da etkendi.
Ahmet Rıza’ya göre daha çok İslam’a
ve padişaha yakın olan Mizan’cı Murat Bey onun yerine İttihat ve Terakki’ye
başkan seçilip 1897’de yönetim meıkezini Cenevre’ye taşıyınca bağlar iyice
koptu.
Başlangıçta daha reformcu olan Ahmet
Rıza Bey Avrupa’da kaldığı yıllarda daha radikal görüşler edindi. Burada
AvrupalIların Osmanlının yeniden hayat kazanmasını istemediği kanısına vardı.40
Bu kanı Avrupa’da bulunduğu radikal ortamın ve kapitalist kazanç hırsının
savaşçı ve işgalci bir yapıyı dayatmasının en geçerli politika olmasından da
etkilenerek oluştu.
Ahmet Rıza Meşveret'm
Fransızca ekinde daha çok evrensel konulan işlerken Türkçe basımda Osmanh
vatanseverliği ile Padişahın zalimliğini işlemekteydi. Ancak bunların İttihat
ve Terakki cemiyetine sipariş edilmiş hissi uyandırmaktaydı.41 c>ABDULLAH
CEVDET VE İÇTİHAD
Abdullah Cevdet İttihat ve
Terakki’nin dört kurucusundan biridir.42 İbrahim Temo’nun deyimiyle
dindar yönü ağır basan bir tıbbiye öğrencisi olan Abdullah Cevdet Kürt asıllı
olduğu halde Kürtçülükle uğraşmamıştır. Onun bu yönünü Hanioğlu şöyle
aktarmıştır (İçtihad 25.sayı “Yemen İçin Bir Kelime” adlı makalesinin bir kısmı)
"... Ben Türk, Kürd nam-u
sıfatıyla değil Türkiya ’nın hür ve hürendiş bir vatandaşı olmak sıfatıyla
söylüyorum, tevhidin en müeser çaresi tefiiddir. Şüphesiz bu hüküm bir tarife
görünecektir. izah edeyim Allah insanları te\>hid etmek için tefrid etmiştir.
Ve Kur ’an ’ında (Onları kabileler ve şu 'beler halinde
halik etdik, ta ki yekdiğerlerini
tanıyalar diye) demiştir. Bundan da sarihan anlaşılır ki unsurların arasında
muavafa ve muavalatın tesis etmesi için her unsur kendi temayyülat-ı tabiiye ve
ırkiyesine serbest bir sahay-ı cereyan ve tatbik bulmalıdır. Muhtelif
unsurlardan müteşekkil imparatorluklarda bu unsurların ittihadı yolu münferid
bir lisanın, münferid bir kanunun, münferid bir tarz-ı muamelenin isti'mal ve
tatbiki olduğu zehabı, zehab-ı batıldır... Tevhid-i anasır, tevhid-i menafiden
ibaretdir... ’43
Ancak Abdullah Cevdet Viyana’da
kaldığı üç yıllık dönemde Batı kültürü ve düşüncesiyle tanıştı ve bu çerçevede
ülkenin sorunlarına çözüm bulma sürecinde muhalefete başlayıp Osmanlı sefirinden
hakaret görünce sefiri düelloya davet etti. İmparatorluk polisi onu sınır dışı
etti.44 Bu da onun etkin muhalefetini başlangıcı oldu.
Abdullah Cevdet Ali Şefkati’nin İstikbarmde,
Osmanlı'da, Meşveret'te, Kanun-i Esasi'de ve İbrahim Temo’nun Köstence’de
çıkardığı Sada-yı Millet'te yazdı.
Ama bu durum onu rahatsız ediyordu.
Bu hoşnutsuzluğunu şöyle belirtir:
“Anlamıştım ki karileri (okur) yüz
adedi geçmeyen kuru sözlerle, kuru kafalarla ab-ü tab vermek muhal-i ender
muhaldir. ”
1 Eylül 1904’te Cenevre’de “De
Imprimerie Internationale ” adı ile içtihad matbaasını kurdu. Bu arada
saltanatı gerek yazılan gerekse şiirleriyle ağır bir eleştiriye tabi tutaıken,
Jön Türkleri de hafiflilikle itham ediyordu. 1911 ’de İstanbul’a gelip İçtihad
\ çıkardığı sırada45 Dazy’nin “Tarih-i İslamiyet'i”™. çevirip
ağır bir önsöz yazınca46 İslam için aşağılayıcı bulunarak
yasaklandı.47 Yine İttihat ve Terakki’yi Türk -İslam sentezi
yapmakla suçlayan Abdullah Cevdet’tir.** Abdullah Cevdet’in bu saptaması daha
sonra sistematik bir hale gelen Türk- tslam sentezi, ideolojik çıkmaza saplanan
yönetimlerce uygu-
lamaya konulan bir acil formül olarak
gerek Osmanlı dönemimde gerekse Cumhuriyet döneminde önemini koruyacaktır. .
_ Atatürk devrimlerinin öncüsü
sayılabilecek birçok düşünce ile dolu İçtihafida yazılarında, yine
İslam’ı bir sosyal eğitim amacı olarak görüyordu. Müslüman kesimin zülüm ve
hakarete uğramalarının Müslüman olmalarından değil cahil ve tembel
olmalarından kaynaklandığını söylüyordu. Burada durumu ileri götürerek
Rusya’nın Slavlaştuma politikalarını göremiyor ya da görmüyordu. “Sizin
Kemal-i Mas ile Darül hilafe dediğiniz İstanbul’daki Müslümanlar yine sözde Müslüman
hükümetlerinden daha az mı cebir ve hakaret görüyorlar zannediyorsunuz? Rusya
hükümeti ammeye ve size Rusça öğretmek istiyormuş. Fena mı? O zaman hiç olmazsa
hiç bilmediğiniz bir varakayı imzalamaktan kurtulursunuz. Rusya hükümeti sizden
asker alıyor ve din kardeşlerimiz üzerine kılıç çekiyorlarmış, bunu sizin
halifeniz Abdülhamid yapmıyor mu? ” (“Rusya’da Müslümanlar”, İçtihad, Mart,
1905. S.6)49
Abdullah Cevdet İçtihafh Jön
Türklere saltanat aleyhtarlığının başlangıç yolunu açmıştır. Bütün bu
görüşlerinin yanında Abdullah Cevdet’te diğer Jön Türkler gibi ekonomiden
habersiz ve ilgisiz bir tavır sergilercesine bu alanda ürün vermemiştir. Tüm
sosyal konularda görüş ve model önermesine rağmen ekonomi konusunda bir
girişimi yoktu. Bu tavnnı İslamcı düşünüş biçiminin mülkiyet olayına bakışına
bağlayabiliriz. Yeryüzündeki her mülkün Allah’a ait olması onlan sadece bu
mülkün yönetimi üzerinde düşünmeye itmiş ve buradaki aksaklıklan bulup giderme
üzerinde yoğunlaşmalarına neden olmuştur.
Abdullah Cevdet her geçen gün
anti-monarşist tavrını artıran yazılarla birlikte Laik, Radikal, Batıcı yönünü
ortaya çıkaran yazılarıyla ilerde yapılacak reformlara rehberlik edecek etkin
bir düşünürdü. Ancak onun referansının İslam olması
onu “milli” yapının önem
kazanacağını göımekten alıkoydu. Bundan dolayı kendi ulusal kökeni ve diğer
etnik girişimleri şiddetle eleştirdi.
Abdülhamid’in çağasıyla İstanbul’a
dönen Mizan’cı Murat Bey Abdülhamid’in ajanlık teklifini reddedip bir kenara
çekilince İttihat ve Terakki’de lidersiz kalmıştı. Ancak bunu kayıtsız şartsız
bir teslimiyet saymak yanlıştır. Murat Bey 1897 ilkbahannda hapsedilen Jön
Türiderin durumuyla ilgili bazı koşulların yerine getirileceği vaadini aldıktan
sonra İstanbul’a dönmüştü ve bu uzun süre saklı tutulmuştu.50 Bu
yine Ahmet Rıza Bey ile Cenevre’deki Jön Türiderin arasındaki buzlan eritmedi.
Murat Bey’in aynlmasından sonra gazeteyi çıkaracak olan Ali Kemal Cemal Paşa
ile olan anlaşmasından dolayı para isteyince cemiyetten kovulup devreden
çıkınca, İshak Sukuti, Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Nuri Ahmet, Halil
Mavaffak, Akil ve Refik Beyler “Osmanlı'yı çıkardılar. Bu grup da
öncekiler gibi yayın organını çıkarmadan önce Padişaha bir Islahat Önergesi
gönderdi, sonra da o döneme kadar alışılmamış sertlikte bir muhalefete başladı.51
Kuruculardan Tunalı Hilmi Cenevre’de 1896’da “Osmanlı İhtilal
Fırkası’m kuran ve ihtilali amaçlayan ajitasyonlanyla bilinen biriydi. Osmanh'mn
kuruculannın İttihat ve Terakki’nin kurucusu ve genç askerler olması radikal
muhalefet ve Osmanlı köhne bürokrasisi karşıtı olmalarında önemli bir etken olarak
kabul edilebilir.
Osmanli’mn seslendiği “Halk”
daha çok Rumeli de oluşmuş bulunan, az çok okumuş ve hayat düzeyi az çok
yüksek olan bir tür Osmanlı “orta tabaka "siydi. Özellikle Bulgaristan’ın
ve Makedonya’nın o zamanki iktisadi kaynaklan imparatorluğun diğer
kısımlarının aksine, burada hem kültürü Türk olan ve hem de bir tür iktisadi
gelişme sonucunda belini doğrultabilmiş bir orta sınıfin varlığından söz
edilebilir.
Bunun yanında OsmanlI’nın kurtuluşu
ile ilgili makalelerle birlikte alışılmamış tarzda makaleler artmaya
başlamıştı. Irk ve cins,üzerine yazılı olan makaleler özellikle Türklerin “Türklüğünü”
oluşturan unsurlar üzerine yazılmış makalelere rastlanmaya başladı.53
1902’dekikongrede Prens Sabahattin’in
ve Ermenilerin dış müdahaleyi kabul etmek istemeleri54 ateşli
tartışmalara ve ayrılmalara yol açmıştı. Kongreden sonra Osmanlı “Osmanlı
Hürriyetperver Cemiyeti ”nin yayın organı olmaya devam edip Ethem Ruhi
tarafindan Mısır’a nakledilerek yayın hayatı bir süre sonra son buldu.
e)-PRENS SABAHATTİN VE DÖNÜŞÜMLER
Prens Sabahattin Abdülhamid’in kız
kardeşiyle evli olan Mahmut Paşa’nın oğludur. Abdülhamit tarafindan askıya
alınan Anayasanın tekrar yürürlüğe konulmasını isteyen Mahmut Paşa Abdülhamit
tarafindan tüm görevlerinden azledildi. Bunun üzerine Mahmut Paşa oğulları
Prens Sabahattin ve Lütfiıllah’ı yanına alarak Avrupa’ya kaçtı. Bu kaçış
Abdülhamid’i çok tedirgin etmişti. Çünkü ilk defa üst düzey bir yetkilinin
muhalefeti ile karşı karşıyaydı. Prens Sabahattin Jön Türk eylemlerinde aktif bir
şekilde rol alırken F. Le Play ve E. Desmouline’ ın toplum bilim öğretileri
üzerine çalışmalar yapmaktaydı.55 1901 yılında kardeşi Lütfiıllah
Bey’le bir bildiri yayımlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan etnik ve dini
toplulukların temsilcisi olan çok sayıda çağndaki amaçlarını şöyle
açıklamaktadırlar:
“Amacımız Türk, Arap, Arnavut Ermeni,
MakedonyalI, Yunan, Kürt, Yahudi ve bütün yurttaşların güç birliğini sağlamak
uğruna savaşmak ve böylece bu günkü kötü gidişe son vererek yarın ki hak bilir
yönetimin ilk temel taşlarını koymaktır” biçiminde bir
hedef belirlenerek bütün etnik grupların bu hedef çevresinde toplanmalan
arzulanıyordu.’ Ancak Ermenilerin önerisi olan ve yabancı hükümetlerin (Avrupa)
Abdiilhamid’e baskı yaparak
müdahalesi devleti koruma yönü güçlü olan İttihat ve Terakki üyelerini
kızdırdı ve iyi başlayan kongre bölünmelere yol açacak fikirlerin sert
tartışmalarla aktarılmasına sahne oldu.
Prens Sabahattin kongredeki
fikirlerine itiraz eden Ahmet Rıza ve grubu “Terakki ve İttihat Cemiyeti”
ni oluştururken, Prens Sabahattin’in yanındakilerin oluşturduğu grup ise “Te-
şebbüsi Şahsi” ve “Ademi merkeziyet Cemiyeti” adı altında örgüt
kurdu.58 Prens Sabalıattin’in düşüncelerinin karmaşıklığı ve
reddedişi fikirlerinin temel unsurlarını içerdiğini ve bunların gerek Avrupa
kültürüne aşinalığı sonucu gerekse OsmanlI’ya bir Avrupalı gözüyle bakmasının
sonucu olduğunu fikri yapısını sıralarsak anlaşılır
a-Bir insan ideali,
b-Bu insan idealini gerçekleştirecek
bir eğitim teorisi, c-Bu insan idealine uygun bir toplum tasavvuru, d-Mevcut
toplumlann yapısını tahlil etmeye yarayacak bir ‘ ‘toplum tahlil yöntemi' ’.59
Prens Sabahattin kendi görüşleri
dışındaki bütün akımlan kuşkusuz sosyalizm dâhil, bilgisizlikten gelen bir
yanlışlık olarak görüyordu.60
Sonuçta Prens Sabahattin eğitim
düzeyi düşük halkın kalkınmasının önündeki engel olarak “Merkeziyet
"ten güç alan rejim ve memurlannın olduğunu “Verimli vatandaş”61
yaratmak için kültür düzeyinin yükseltilmesi “hırsız memur "a62 engel
olunup “gaza” sisteminin telkini savunuyordu. Ancak bu düşüncelerini
milliyetçi Tüık gruplar ile muhalif Arap, Arnavut ve Kürt gruplar arasında
kalarak somut bir sonuç elde edemedi.
f^URA-YI ÜMMET YA DA SAFLARIN BELİRGİNLEŞMESİ
Şüra-ı ümmet 15 Nisan
1902’de çıktı. İlk gerçekçi yazar olan Samipaşazade Sezai’nin redaktörlüğünü63
yaptığı bu yayın ilk-sayısında yayın ilkelerini şöyle açıklamıştı;
-
- Osmanlı devletinin devamını
sağlamak ve her türlü dış müdahaleyi reddetmek,
-
Keyfi idareye son verip Meşrutiyeti
ve Kanun-i Esasiyi uygulatmak,
-
Ümmettin hukukunu Osmanlıya yaraşır
şekilde ıslahata ve beklentiler doğrultusunda uygulatmaya çalışmak,
-
OsmanlI’daki unsurların bir arada ve
güç birliği içinde olmalan için çalışmak,
-
Ferdinden kavmine Osmanlı egemenlik
alanlarını refah ve mutluluk içinde çağdaş bir yaşam seviyesini oluşturup,
bunun Osmanlı’nm eksikliği olmadığım ispatlamak,
-
Her hangi bir şekilde özgürlüğü
kısıtlanmış kişi ve gruplann esaretten kurtanlıp, gelişmeden faydalandınlıp-
Osmanlı’nın ve hilafetin gelişmesine katkıda bulunmalarım sağlamak.
Bu grup 1902’de azınlıkta iken Ermeni
grubun yabancı müdahalesini önermesi ve azınlıklar lehine sonuçların alınması
sonucu "Türk" sorununu gündeme getirmiştir. Daha çok
Osmanlıcılık yanlısı görünmekle birlikte "Peki Türkler ne olacak’M
tezini işlemeyi tercih etmiştir.
Böylece bir Osmanlı kültürü
yaratmanın zorunluluğu bir daha ortaya çıkarken tamim edilecek bir Osmanlı dili
olmaması Türk dilini alternatif olarak çıkarıyordu. Böylece Osmanlı’nın çoklu
unsur modeli tekli ya da tek unsura "Türk’e indirgeniyordu. Böylece
çoklu kültür ya da "Anasır-ı Osma- ni" yerine tek kültür olan
milli kültür gündeme gelecekti. Şura-yı Ümmet milli kültür sorununu çok
ciddiye almaya başlayan ilk Jön Türk dergisidir.65 Jön Türklerin
halka tepeden bakan elitist yaklaşırmna daha önce değinmiştik. Ancak
özellikle popülist bir çizgi izleyen
Mizan’cı Murat halka ve Anadolu’ya yöneldiğinde, bunda bir ölçüde farklılık ve
başan kaydettiğine değinmiştik.
Milli kültürü oluşturmak ve Türk
halkının eğitim düzeyini yükseltmek çabaları Jön Türklerin yayınlarında 1900’lü
yıllarda görülmeye başlamıştır. 1902’de Mısır’da çıkarılan "Anadolu”
dergisinde bulunan bir makalede bunun güzel bir örneğini bulmak mümkündür;
"Esselam-ü aleyk ey mübarek
Anadolu, ey koca Türkeli merhaba ey sevgili küçük Asya ey mukaddes vatan.
Eyad-i zülm-ü istindad, hane ve kaşanelerini viran, ehl-ü ayalin olan ehl-i
islami perişan eylemiştir. ”66 Türk aleyhtan
makaleler dergide şiddetle karşılık buluyor, Türklük üzerine çeşitli yazılar
yazılıyordu.
1906 yılından sonra Şüra-yı ümmet
Rusya Tüıkleriyle ilgilenmeye başlamaktaydı. Rus Müslümanlarının yaptıklan,
üçüncü kongrede dikkat çekici önerileriyle tanınan Yusuf Akçura idi. Akçura
daha önce Şüra-yı ÜmmetAe ilgili olmakla birlikte Türiderin birliği ve
dinin etkin kuvvet olmasını savunarak ilgiyi çekmişti. Ancak Akçura’dan önce
Rusya Türklerinden Hüseyinzade Ali, Türkler arası bir birlik meydana
getirmekten ve "Turan ”dan söz eden ilk Tüıkçü düşünürlerdendir.67
C İTTİHAT TERAKKİ-TÜRKÇÜLÜK-ÖNCÜLE- Rİ VE GELİŞMELER
A-YUSUF AKÇURA: Jön Türklerle
Paris’te Siyasal Bilgiler okurken tanışan Yusuf Akçura 1902’deki kongredeki
aynl- madan sonra Ahmet Rıza’nın fraksiyonunda yer alır.68 Jön Tüık
yayınlarında özellikle "Şüra-yı Ümmet "ie yazdığı yazılarda
başlangıçta Osmanlının ticarette, sanayide ve tarımda geriliğinin (Avrupa ya
göre) nedeni gibi konularda ve aldığı derslerin etkisinde kalarak yazıyordu.69
Yusuf Akçura’nın görüşlerinin kaynağı Kafkasya, Kırım ve özellikle Kazan’dır.
Bunlardan ilk Türkçe gazeteyi “Ekinci
”yi çıkaran Melekzade Haşan Bey Zerdabi (eğitimci, tabiat bilgisi-uzmanı,
gezeteci, Azeri milli basınının kurucusu) tarım ve ekonomi konularında
^yazmasına rağmen Türk-Rus savaşı esnasında kapatılmıştır.70
Bunun yanında Akçura’ya en büyük
etkiyi yapan Tatar reformculardan Mercani idi.71 Ancak Akçura’yı
dini yönden etkileyen Paris’te görüşleriyle tanıştığı Cemalleddin el Atğani ve
Tatar şeyhleridir. Dini etkiyi milliyetin yanında bir güçlendirici olarak
tanıtan görüşleri İttihat ve Terakki içinde çokça görmek mümkündür. Bunda
ittihat Terakki’nin hedefinin daha çok Müslüman unsurlar olmasının etkisi
büyüktür. Bu görüş medreselerde işleniyordu.
Akçura bu medreselerden biri olan
Kazan’daki Muhammediye Medrescsi’nde 1904-1905 yılları arasına hocalık yaptı
ve Kemalist rejime kadar İslamiyet karşıtı tüm refomılara karşı çıktı.72
Akçura’yı en çok etkileyen Türkçülük
hareketinin merkez siması İsmail Gaspıralı’dır. Rusya’da Türk ve Müslümanla- nn
birliğini savunma odağında Tercüman gazetesinde “Dilde, fikirde, işte
birlik’’ düşüncesini yaygınlaştırmaya çalışan Gaspıralı ile Akçura birçok
noktada anlaşıyorlardı.74
Yusuf Akçura’yı ünlü yapan Mısır’da
Türkçe yayın yapan ve ılımlı bir çizgisi olan “Türk" gazetesine üç
makaleden oluşan ve yazarın adı anılmadan Nisan-Mayıs tarihleri arsında 19O4’te
yayınlanan “Üç tar-ı Siyaset" adlı yazı serisi idi.
Akçura bu makalelerinde; Osmanlı
Devleti’ne “Kuvvet ve Terakki ’’ kazandırmak amacıyla izlenen politik
türlerini tarihsel bir bakış açısıyla çözümlüyordu. İmparatorluk topraklarında
yaşayan milliyetlerin birliğini ve bir “Osmanlı milleti” oluşturulmasını
savunan Osmanlıcılık’ ın genel olarak Tanzimat Dönemine tekabül ettiğini
(1839-1876) söylüyordu. Panislamizm ise 70’li yıllarda ortaya çıkmış ve
özellikle OsmanlI devletinin gücünü İslam dayanışması temeline oturt-
mak isteyen Abdülhamit tarafindan
savunulmuştu. Son olarak da kısa bir süre önce ortaya çıkan ve "Irk
üzerine müstenid bir Türk milliye-i siyasiyesi” oluşturmaya yönelen
Pantürkizm’i ele alıyordu.75 Akçura, tarif ettiği "Üç tarz-ı
siyaset "ten birini seçmeyi okuyuculanna bırakıyordu, fakat kendisinin
Türkçülük taraftan olduğuna kuşku yoktu.76 Buna ilk tepki Ferid
Paşa hükümetinde eski İçişleri Nazın olan Ali Kemal Bey "Cevabımız
” başlıklı tenkit ve alay dolu bir makale ile karşılık verdi77 ve
Akçura’yı "Panislam" ve "Türkçü" eğilimleri
icat etmekle suçluyordu.78 Ali Kemal’e cevabı "Bir
Mektup" başlıklı yazı ile Ahmet Ferit Bey "Türk"
gazetesinin 23-24 sayılannda yayınlanan (1904’te) tartışmaya cevap vererek
katıldı.79
Üç tarz-ı Siyaset'te Pantürkizm’i
teorik olarak ortaya çıkaran Akçura için sorun bunu Osmanlı devletinin çok
uluslulu- ğu ile uzlaştırmaktı. Bunun toprak ve nüfus kaybına yol açacağını
biliyordu (görüyordu) ama bu kayıplann imparatorluk topraklarında yaşayan başka
bazı unsurlann (Hiç kuşkusuz bununla Kürtleri, Lazlan, Çerkezleri vb.
kastediyordu) Türk- leştirilmesiyle telafi edileceğini düşünüyordu.80
Ve bunu Türk gazetesindeki Üç Tarz-ı siyasetin "Türklerin Birlik
Siyaseti” adlı bölümünde şöyle açıklamaktadır
"Tevhidi etrak siyasetindeki
fevaide gelince, Memallik-i Osmaniye 'deki Türkler, hem dini, hem de ırki
revabıt ile pek sıkı, yalnız dini olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı
halde bir dereceye kadar Türkleşmiş Anasır-ı saire-i müslime daha ziyade
Türklüğe temessül edecek ve henüz hiç temessül etmemiş ve fakat vican-i
millileri bulunmayan anasır da Türkleştirilebilecekti."
B-AHMET AĞAOGLU: İttihat ve
Terakki içerisinde Türkçülük fikrinin yerleşmesinde diğer önemli kişisi olan
Ağaoğlu Ahmet’tir.
Türk milliyetçiliğinin doğuş ve
gelişmesinde önemli bir mevkiye sahip olan Ahmet Ağaoğlu81 Türk
Yurdu dergisinin ilk sayısından itibaren Türkçülük üzerine yazılar
yazmıştır.
■ Turan fikrini ortaya atan
Hüseyinzade Ali Bey ile gazete çıkarıp Rus hükümeti aleyhinde yazılar
yazmıştır. Ağaoğlu Ahmet Türk milliyetçiliği fikrine Şeyh Cemaleddin-i Afgani
gibi bütün Müslümanların hatta bütün Doğuluların hayatı, mutluluğu,
bağımsızlığı ve gelecek kaygısı ile biıkaç aşamadan geçerek ulaşmıştır.83
Ahmet Ağaoğlu gazetesi “İrşad”
ile Çar hükümetinin düşmanlığını üzerine çekerken, Paris’te tanıştığı Jön
Tüıkler- den bazdan da ara sıra İrşada makaleler yazdıklarından bu
gazetenin Osmanlı topraklanna girmesi yasaktı.84 Rusya’da 1905
ihtilalini izleyen dönemde Rusya Müslümanlan arasında birlik oluşturma
çabalarının yürütüldüğü bir kongrede delege olarak bulundu. Ermenilere karşı
direniş yürüten “Difai” adlı bir gizli örgüt kurdu.85 1980’de
Rusya’da yeniden sıkı bir idare geldi ve milliyetçilerle devrimciler yönetimce
takip edilmeye başlanıldılar. Ağaoğlu bu ortam içinde Azerbaycan’da daha fazla
kalmayarak 1908 sonuna doğru İstanbul’a kaçtı.86 Bu kaçışın neden ve
öyküsünü anılarında şöyle anlatır;
“Şiddetli izlenenler arasında idim,
iş o dereceye geldik, artık yalnız kendimin değil, ailemin de rahatı ve
esenliği kaybolmaya başladı. 1908 yılında da Türkiye de de inkılâb olmuştu.
İş başına tanıdığım bazı şahıslar gelmişti. Aynı zamanda Kafkasya genel
valiliğine atanan kont Varantsof- Taşkov beni kesinlikle tutuklamaya ve sürgün
etmeye kara vermiş görünüyordu. Bunu öğrenir öğrenmez derhal ben de kaçmaya
karar verdim ve 1908 yılının sonlarına doğru İstanbul'a kaçtım”*1
Ağaoğlu İstanbul Darülfun’una
profesör oldu. İttihat ve Terakki partisinde rol aldı, mebus oldu, bunlardan en
önemlisi Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ile birlikte İttihat ve Terakki’nin
“Türkçülük” ideologu oldu.
Ahmet Agaoğlu’nu daha sonra Cumhuriyet döneminde aynı çizgide devam ederken
bulaca- ğ>2.
C)-ZİYA GÖKALP: 23 Mart 1876
tarihinde Diyarbakır’ın Ü.Evrak müdürü Tevfik Efendi’nin ikinci oğlu olarak
dünyaya gelir. Diyarbakır’da idadiyi bitirdikten sonra İstanbul’a Baytar
Mektebine kaydını yaptırır.88 Bunu Dr.İbrahim Temo ve Ishak Sukuta
ile tanışınca gerçekleştirir. Dr.Abdullah Cevdet’in salık vermesiyle Meşrutiyet
ve Özgürlük İçin İhtilal Komitesi'ne İttihat ve Terakkiye üye olur.90
Onu gizli cemiyete sokan Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp üzerinde etkin olur.
İstibdatın, İslam’a sarılmasının nedeni, iktidarını ve geriliğini muhafaza
ettiğini ve ateizm ile ilgili bilgileri ondan öğrenir. Bu görüşmeleri amcası
istemezdi.91 Ziya Gökalp’in intihan bu döneme rastlar. Abdullah
Cevdet daha sonra intihan ve kurtuluşu hakkında şöyle demiştir. “Keşke
kurtulmasaydı da memlekete Türkçülük’ gibi geri fikirleri yaymasaydı".2
Evet İttihat ve Terakki’ye Dr. Abdullah Cevdet’in himayesinde giren Ziya
Gökalp’in düşünceleri onun (Abdullah Cevdet) tepkisini alacak boyutlarda
değişmiş olacaktı. l.Bölümdeki fikir akımlannı incelerken Ziya Gökalp’in
Duıkheim’ci ve Korporatist görüşlerine değinmiştik. Ziya Gökalp 2O.yüzyıl
başında Osmanh İmparatorluğu’nda hâkim olan üç görüşten Türkçülük akımını
yürüten yayın organı “Türk Yurdu"nâz. yazılar yazar. Akçura ile “Ölmüş
eski Türk uygarlığını diriltme” konusunda ters düşerek “Türkçülüğü”,
İslam inancından güç alan bir ülkü olarak benimseyerek; Türidüğün, çağdışı
kalmış, ölmüş taşıllaşmış gelenek ve niteliklerini yadsıyarak çağdaş düzeyde
oluşup gelişmesini öngörür.93 Diğer İttihat ve Terakki gruplarının
ve teorisyenlerinin aksine Ziya Gökalp’in ekonomi üzerine düşünceleri ve modeli
vardır. Bunu “Ekonomik Türkçülük” başlığıyla şöyle anlatır "Türkler
geçmişte ulaştıkları bu ekonomik gönence gelecekte de erişmelidirler. Hem de
kazanılacak servetler kalır Kazan ’ın varlıklığı gibi,
kamunun olmalıdır. Türkler özgürlük
ve bağımsızlığı sevdikleri için Ortaklıklı (iştirakçi-komünist)olamazlar.
Fakat eşitliği sevdiklerinden bireyci de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun
olan dizge solidarizm, yani dayanışmacılıktır’’.94
Özet olarak sürekli parti içinde
çekişen milliyetçilik hareketleri Osmanlı Devleti’nin en büyük düşmanı olarak
kabul ediliyor, devletin varlığını devam ettirebilmesi için millî hareketler
onaylanmıyordu. Devletin devamı ve birliğinin sağlanması için ‘‘Ortak dil”
yani Türkçe en önemli vasıta olarak kabul edilmişti. Zaten öteden beri devlet
memuru olmanın en önemli anahtarı Türkçe bilmekti. Bu iletişim sağlamak için
zorunlu görülen bir durumdu. Öte yandan Osmanlı unsurlarının kendi dillerini,
devlet desteğiyle açtıkları okullarda öğretmelerinin yolu açıldı. İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin, bazı kongrelerinde gayrimüslim unsurların
Türkleştirilmesiyle ilgili kararlar aldığı bu kongrelerin yapılmasından hemen
sonra bazı gazetelerde öne sürülmüş, ancak cemiyet bunu derhal yalanlamıştır.
Ancak bu iddialar aralıklarla devam ettirilmiş, hatta günümüze kadar
ulaştırılmıştır. Bu da iddiayı ortaya atanların kendi aynlıkçı amaçlarını
meşrulaştırma gayreti içine girdikleri izlenimi uyandırmaktadır. İddiaların
temelinde o dönem gazetelerinde yazılan bu haberlerin yer alması ve cemiyetin
yayınladığı tekzip metinlerinin görmezden gelinmesi nedeniyle iddia dayanaksız
görünmektedir. Türkçülük fikrini savunan aydınlar arasında görüş birliği yoktu.
Bazılan bundan Osmanlı Devleti’nin varlığının korunmasını anlarken bazılan
Tüıklerin kültürel birliğini anlıyordu. Bu akımın öncülerinden Ziya Gökalp,
İttihat ve Terakki Partisi’nde aktif görev aldı. Ama Yusuf Akçura, görüşlerine
müdahale edilebileceği gerekçesiyle bundan şiddetle kaçındı. Ziya Gökalp,
Türkçülük fikrinin güçlenmesinin Osmanlı bünyesindeki diğer kültürlerin serbest
olmasıyla gerçekleşebileceği görüşünü ve Türklerin kültürel birliğini savundu.
Ziya Gökalp ve bazı
Türkçüler, Türkçülükle ilgili
çalışmaların Osmanlılığı güçlendireceğine inanıyordu.
Ziya Gökalp’in bu görüşleri İttihat
ve Terakki’de benimseneceği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra
kurulacak Türkiye Cumhuriyeti için de bir model oluşturacaktır Ancak Ziya
Gökalp ve diğer Tüıkçüler düşüncelerinin uygulama alanı bulması için İttihat ve
Terakki’nin iktidan ele geçirmesini beklemeleri gerekecekti. İktidan hedefleyen
İttihat ve Terakki Cemiyeti OsmanlInın egemenlik alanlarında örgütlenmiş
Osmanlının mali ve siyasi bunalımından kaynaklanan bütün hoşnutsuzluklan
örgütleyerek iktidan ele geçirme çabalan içindedir.
BOLUM IV
1908 İHTİLALİNE GİDEN YOL
"Mal
kaybeden, bir şey kaybetmiştir, onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir.
Fakat cesaretini kaybeden her şeyini kaybetmiştir. ’’
' ’ GOETHE
A)-Devrim Yoluna Döşenen Taşlar
19O5’te Japonya’nın Rusya’yı yenmesi
Osmanlı toplumu- nun, her kesiminden aydınlarını ve Doğulu olmanın ezikliğini
duyumsayanlan büyük sevince boğarken, Osmanlı Liberal ve Yurtseverlerini
sevindiren tarafı anayasalı bir devlet olmasıdır. Ertesi yıl İran’da despot
rejimlerin yıkılışını çağnştıran anayasalı bir rejim kurulur. Bu olaylar Jön
Türkleri tarihin doğrultusunda aldıkları ilham ile despot rejimlerden biri
olan Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için kolları sıvarlar.1 Osmanlı
İmparatorluğu içte ve dışta büyük sorunlarla çalkalanmaktadır. Doğu
Anadolu’daki kanlı olaylar sonucu Avrupa devletleri Osmanlı devleti üzerinde
baskılarını artırmıştı.2 Bu arada içerde huzursuzluklar artmıştı.
Ülkenin her yeri kaynıyordu.
1904 Baharına gelindiğinde, vergi
yükü, kırsal kesimde köylüler, kasabalarda zanaatkarlar ve esnaf, şehirlerde
ise tüccarlar için dayanılmaz bir hal almış bulunuyordu. Buna bir de vergi
toplamakla yükümlü mültezimlerin keyfi açgözlülükleri eklenince durum vergi
mükellefleri açısından iyiden iyiye zorlaşıyordu. Bu dönemde bir çeşit gelir
vergisi olan “temet- tii’hün, örneğin İzmir’de toplanması bir takım
sorunlar doğurmuş, verginin toplanması süresiz askıya alınmıştı. Benzer
olaylar -Bu kez tepki adanın yerli halkı Yunanlıdan gelse de- 1905 Şubat’ında
Midilli’de görüldü. Hayvanat-ı Ehliye rüsumunun kaldırılması isteğiyle -başka
birçok yere ek olarak- 25 Mart 1905’te İşkadra’dan, 13 Nisan 1905’te Basra’dan
ve 28 Haziran 1905’te Trablusgarp’tan İstanbul’a telgraflar gelmişti. Şahsi
verginin kaldınlması isteğiyle de -Örneğin 14 Ocak
1906’da Kastamonu’dan vc 13 Eylül
1906’da Necid’den- Babı Ali’ye telgraf çekilmişti.3 1906’da başlayan
büyük çaplı ayaklanmanın arifesinde "Şehir aç, Köy aç, Ordu aç ve çıplaktı”.4
Bu huzursuzlukları bilen İttihat ve Terakki harekete geçer.
Yukanda anılan tarihler İttihat ve
Terakki için önemli dönüm noktalan olmakla birlikte uzun toplantılar,
birleşmeler ve ayrıntılar sonucunda asıl ele alınması gereken Bahaeddin Şakir
öncülüğünde 1905 yılında yapılan toplantıdır. Çünkü “örgütlenme” enine
boyuna ele alınmış ve gidilecek yolun belirlenmesi aşamasına gelinmişti. Bu
toplantıda alınacak kararlar yolu belirleyecekti. Ya da yine eski usul
örgütlenme devam edecekti. Bütün bunlan izleyen ve örgütleyen İttihat ve
Terakki yönetimi için Paris’teki toplantı dönüm noktası idi.
B-Paris’ten Manastır’a Uzun Bir Yol;
1908 Jön Türk İhtilali
l.Paris’de Bir Apartman
1905 yıh Haziran ayında Jön Türk
hareketinin yeni bir aşamaya geçtiğine dair hareketlenmeler oluyordu. İttihatçı
örgütlenmesinin en önemli yayın organı olarak Kahire’de basılan Şûra-yı
Ümmet dergisi küçük bir teşekkür ilânı yayınladı.5 Bu kısa
notta “hamiyyet ve ulviyyeti nefsinde cem ‘eylemiş bir zât-ı mekârim-sımât
tarafindan cemiyetimize gönderilen 2,000 Frankdan dolayı arz-ı şükran ederiz”
deniliyordu. Kısa süre sonra aynı dergi tahta geçiş için ikinci sırada olan
Yusuf İzzcddin Efendi’ye mensup çok sayıda şahsın tutuklandığını haber verdi.
Yusuf İzzeddin Efendi’nin özel doktoru da tutuklananlar arasındaydı. (Hanioğlu,
1908) Tutuklananlar arasındaki bu doktor daha sonra Ermeni Tehcirinde önemli
bir rol oynayacak olan ve hayatı bir profesyonel devrimci gibi algılayıp
yaşayan Bahaeddin Şakir Bey idi. Doktor Bahaeddin Şakir Mekteb-i Tıbbiye-i
Şâhâne’den en iyi dereceyle mezun olduktan sonra Yusuf İzzeddin Efendi’nin özel
doktoru olarak
çalışırken aynı zamanda sarayın
istihbarat teşkilâtının başında iken yurt dışına kaçarak muhalefete katılan
Ahmed Celâleddin Paşa ile yakın ilişki kuran kişidir. Bahaeddin Şakir
öğrencilik yıllannda çoğu genç gibi tttihad ve Terakki Cemiyeti’ne katılmıştı.
Tıbbiyeyi üstün derece ile bitirip hem tıbbiye de hocalık yapan hem de özel
doktorluk yapan Dr.Baha-eddin Şakir bu dönemde Yusuf İzzeddin Efendi’yi (Yusuf
efendi resmi) Cemiyet’e yüksek bağışlar yapmaya ikna etmişti. Ancak gizli örgüt
faahyetlerini bu kadar aleni yapması hem başı ağrıtmış hem de sürgüne neden
olmuştu. Önce tutuklanıp cczalandı- nlmış sonra sürgüne gönderilmişti.
Tutuklanışı sonrasında Erzincan’a sürgüne gönderilen Bahaeddin Şakir orada
fazla kalmadı. Gizlice Trabzon’a geçen doktor buradaki cemiyet hücresi
tarafindan bir süre saklandıktan sonra sahte kimlikle bir vapura bindirildi ve
1905 sonbahannda önce Marsilya’ya oradan da Paris’e ulaşarak sürgündeki Jön
Türklere katıldı.6
Şüphesiz Dr.Bahaeddin Şakir 1905
Sonbahannda gerçekleştirdiği yeniden örgütlenme ile Terakki ve İttihad Cemiye-
ti’ni ihtilâlci bir örgüt olarak yeniden düzenleyen ve 1908 ihtilâlinin
temellerini atan şahıstır. O dönemde bir Jön Türk sempatizanı olarak Fransa’da
bulunan Yahya Kemal’in ifadesiyle Dr.Bahaeddin Şakir kendisine yardım eden
Dr.Nâzım Bey ile birlikte bir entelektüel hareketten kısa süre içerisinde bir ‘komita'
çıkartmaya muvaffak olmuştu. Bizzat kendi ifadesiyle Dr.Bahaeddin Şakir “Evolution
programı takib ede[n] rüfeka-yı hamiyyete iltihakı[n]da vatanın dahildeki
ihtiyacını, halkın cemiyetden beklediğini arkadaşlan[nın] sem ‘-i ıttılâlarına
ve artık tekâmül programına ihtilâl esaslarının da ilâvesi lüzümunu enzâr-ı
dikkatlerine arz eyle ’’mişti.
1908 İhtilâline giden yolun açıldığı
bu toplantılar Bahaeddin Şakir Bey’in Paris’de 9. Arrondissement’de Boulevard
de la Madeleine yakınında 6 Rue Godot de Mauroy’deki dairesinde yapılmıştı.
Başka bir deyişle Paris’ den Manastır’a uzanan bir ihtilâlin temelleri,
günümüzde otel olarak hizmet veren bu
binada atılmıştı. Bahaeddin Şakir
Bey’in ifadesine göre ihtilâl amaçlı örgütlenme üzerine yapılan toplantılarda
kendisi o ana kadar yapılan faaliyetin önde gelen iki zaafinı vurgulamıştı:
organizasyon ve propaganda. O’na göre bu iki zaaf nedeniyle Jön Türk hareketi
geçmişte gerçek anlamda ihtilâlci bir karakter kazanamamıştı.
Bu alanda yapılması gereken,
ihtilâlci VMOR.O (Vnatresna makedonsko-odrisnska revolucionema organizacija-Makedon-
ya-Edime İhtilâlci Dâhili Teşkilâtı) ve Daşnaktsutyun (Ermeni İhtilâlci
Federasyonu) benzeri örgütlerin teşkilâtlanma yöntemlerini taklit etmekti.7
Propaganda alanında ise o zamana kadar takip edilen entelektüel ağırlıklı
yayıncılığın yerini basit ve kitleleri tahrik etme amaçlı neşriyat almalıydı.
Toplantılar sonrasında Makedon ve Ermeni örgütlerinin teşkilâtlanmala- nnı
tetkik ve bunlara benzer bir yapılanma teşkili görevi Dr.Ba- haeddin Şakir’e
verildi ve yeniden örgütlenme kararı alındı.
Kurulacak Cemiyet’in adı Terakki ve
İttihad Cemiyeti olacak (bu unvan 1902 kongresinden sonra bazı ufak gruplar
tarafindan kullanılmakla beraber daha sonra bir kenara bırakılan İttihad ve
Terakki ifadesinin tersten okunmasından ibaretti. Bu ifadenin kullanımıyla
1895 sonrasında gelişen harekete sahip çıkılmaya çalışılıyordu) ve VMORO ve
Daşnaktsuyun benzeri bir örgütlenme gerçekleştirilecekti. Gene bizzat Bahaeddin
Şakir’in ifadesiyle: “Makedonya’yı vatanımızdan kopartmak isteyen Sarafov
ün yazdığı bir makale bize ufak bir fikir verebilir. Bakınız bu zât ne diyor.
‘Siz Jön Türklerin Avrupa ’nın teveccühünü kazanacak teşkilâtınız yok. Buna muvaffak
olmak için çok fedâkârlık göstermek lâzım. Bu maksada vüsûl büyük himmetlere
ve uzun zamana tevakkuf eder. Her şeyden evvel beyinlerin terbiyesi ile başlar.
Bunun için kalemen ve kavlen neşriyata fevkâlâde kuvvet vermek icab eder. Beyni
fikirle terbiye olunan zihinler aynı sancak altında gizli olarak toplanır. Bu
sayede memleketin her tarafında şubeler tesis ederler... Tarafdarlar çoğaldıkça
her ferdin...
kuwe-i ma ‘nevîyesi artar gönüller
çoşar... İşte o vakit evvelâ beyinlerde oluşan tohumlar zokaklarda, hürriyet ve
muhabbet meydanlarında neşv ü nemaya başlar. Bu cûş ü hurûş önünde en kuvvetli
istibdad bile zevâl bulur. Nq.fi' bir
makalenin neşriyle başlayub istibdadın zevâliyle nihayet bulan bu efal
‘organisation ’ denen teşkilâtın muhtelif safhalarını musavver bir tablodur. ” Gene sözü
Bahaeddin Şakir Bey’e bırakırsak neşriyat da böyle bir ideolojik zeminde
yapılmalıydı. Bizzat kendi ifâdesiyle “Ömründe silah tutmamış bir Osmanlı
Ermenisine yahud bir Rus Yahudisine yüz kişiyi parça parça edecek bombalarla
oynamak cesaretini veren kuvve-i ma‘neviye-nin menbainı arayacak olursak bunu
‘terbiye-i siyasiye den başka bir şeyde bulamayız. ” Diğer bir ifadeyle
yeni neşriyat ihtilâlci bir ideolojinin ürünü ve üreticisi olmalıydı.
(Hanioğlu, 1908)
1905 sonbaharında yeni müttefikler ve
yeni örnekler bularak yeniden örgütlenen İttihat Ve Terakki ihtilâli gerçekleştirmek
amacıyla ortaya çıkan Terakki ve İttihad Cemiyeti adını koruyarak adeta yeniden
doğuyordu. Bunda Bahaettin Şakir’in katkısı gözardı edilemez.
II.Abdülhamit rejimine karşı
yürütülen muhalefet 1889 yılına kadar bazı gazete ve dergilerin yurt dışında
bastınlarak dağıtımı düzeyinde kalmış ve örgütlü faaliyet bu sene sonrasında
ortaya çıkmıştı. Ancak geçmişi 1889 yılına kadar götü- rülebilen Osmanlı
İttihad ve Terakki Cemiyeti ve onun en önemli temsilcisi olduğu Jön Türk
hareketi ihtilâlciliğin bir hayli uzağında kalmışlardı. İttihad-ı Osmanî adını
taşıyan ilk örgüt bir talebe cemiyeti olmaktan öteye gidememiş, 1895 yılında
yeni bir nizâmnâme ve entelektüel katılımla güçlenerek, pozitivizmden
esinlenen İttihad ve Terakki adını almıştı. İttihâd-ı Osmânî Cemiyeti
tarafindan düzenlenen dağınık örgüt şemalannın yerini bu nizâmnâme aldı. Bu ilk
nizâmnâmenin taş basma yöntemiyle çoğaltılan sûretlerinin Ahmed Rızâ’nın
hattıyla yazılmış olması ve nizâmnâmenin
‘‘Cemiyetin Esbâb-ı Teşekkülü ve
Maksadı” bölümündeki fikirlerin onun daha sonra çeşitli yayın
organlarında ileri sürdüğü fikirlerle benzerlikler göstermesi, örgütlenme
ayrıntıları dışında pozitivist liderin bu belgenin hazırlanmasında en önemli
rolü oynadığını ortaya koymaktadır. (Auguste Comte’un ‘ordre et progres’
sloganının ‘terakki’ kısmı muhafaza edilmiş ‘nizâm’ ifadesi yerine ise
‘ittihad’ konulmuştu.) Cemiyet’in 1896 yılında bürokrat ve askerî liderler
desteğiyle yapma girişiminde bulunduğu darbe girişimi daha sonra ise Hama,
Humus ve Şam’da örgütlenerek düzenlemeye çalıştığı eylemler bastınlmıştı.
Bunların ardından Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye gibi yüksek okullarda
gerçekleştirilen örgütlenme de harekete katılan talebelerin Taşkışla Divan-ı
Harbi’nde yargılanarak Trablusgarb ve Fizan’a sürgüne gönderilmeleriyle
çökertilmişti 1895 sonrasında harekete destek vererek Kahi- re’de cemiyetin bir
şubesini te’sis eden ve Kanun-i Esasi dergisini çıkartan ulema ise daha sonra
hareketten çekilmeye başlamıştı. 1897 Osmanlı-Yunan harbi sonrasında İmparatorluktaki
zafer coşkusu muhalefeti zor durumda bırakmış ve başta Mizancı Murad Bey olmak
üzere çok sayıda Jön Türk’ün ülkeye geri dönüşü hareketin artık bittiği
kanaatini uyandırmıştı.
Jön Türklüğün bu zor günlerinde
pozitivist lider Ahmed Rıza Bey’in çelikten iradesi ve elle yazarak taş
baskısıyla çoğaltarak neşrettiği Meşveret dergisinin hareketi ayakta tuttuğunu
belirtmek yanlış olmaz. Jön Türk hareketi 1899 yılı sonunda oğulları
Sabahaddinve Lutfûllah Beylerle yurt dışına kaçarak muhalefete iltihak eden
Damad Mahmud Paşa ile yeni bir ivme kazandı ancak bu fazla uzun sürmedi. 1902
yılına gelindiğinde İttihad ve Terakki Cemiyeti bir şemsiye örgüt olarak
birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan pek çok fraksiyonu bir arada
bulunduruyordu. Damad Mahmud Paşa, oğullan ve sabık vali ve Şûra-yı Devlet
üyesi İsmail Kemal Bey benzeri İngiliz yanlısı devlet adamlannm oluşturduğu
grup Ermeni komiteleri ile uzlaşmak
ve onlar aracılığıyla büyük devletlere düzen değişikliği için başvuruda
bulunmak amacıyla bir program takip ediyorlar. Ahmed Rıza Bey ve arkadaşları
pozitivist ve Türkçü bir amaç etrafinda örgütlenmeye çalışıyorlar. Kahire’deki
ulema gitgide gücünü kaybetmekle birlikte İslam’î bir muhalefet ortaya koymaya
gayret ediyor. İntikam, Tokmak, İstirdad gibi hiçbir fikri düzeyi olmayan
dergiler neşreden ve “Kan içdik durduk sabah ak- şam/Yirmi beş yıl oldu
tamam/İntikam isteriz intikaml/Dünya görmedi bir eşinü/Köpekler sürüsün
leşini!” benzeri ifadelerle dile getirilen anarşist tezler ortaya koyarak
kendilerini "icraatçılar” olarak adlandıran gençler, hareketi
şiddeti savunmadığı gerekçesiyle eleştiriyorlardı. İlk cemiyetin kuruculan
olup materyalist fikirleri benimseyen bir doktorlar grubu kendisini hareketin
gerçek sahibi olarak görüyor, Bulgaristan, Kıbrıs benzeri yerlerdeki taşra Jön
Türklüğü ise çöküşün eşiğinde bulunuyordu.9
Bu arada Tunalı Hilmi Cemiyet içinde
etkin olma için çaba harcıyordu. Tunalı Hilmi, 1898'dc İttihat ve Terakki Cemiyeti
müfettişi olarak Mısır’a gitti ve cemiyetin Kahire şubesini örgütledi.
Kahire’de "Hak” isimli bir gazete çıkardı. Cemiyetin içinde bir
kongre düzenlenmesi fikrini öne attı ve hazırlıklar için 1900 yılında Paris’e
döndü. Hutbe kitapçıklarını yeniden yayımlamaya başladı. Kongre girişimi, Jön
Türk ileri gelenleri tarafindan kabul görmeyince sonuçsuz kaldı.10
Ancak bir yıl sonra Paris’te önemli bir kongre toplanacaktı. Damad Mahmud
Paşa’nın oğullan Osmanlı Hürriyetperverân Kongresi adını alacak bir kongre
toplayarak hareketi birleştirme amacıyla 1901 yılında bir beyannâme kaleme
aldılar... Kongreye Ermeni komiteleri ve diğer Osmanh anâsırının örgütleri de
davet edildi. Yunan ve Arnavut komiteleri resmen katılmayı kabul etmediler
fakat kendilerine yakın kimselerin iştirakini mümkün kıldılar. Ermeni
örgütleriyle yapılan uzun pazarlıklardan sonra Hınçak Komitesi daveti
reddettiyse de
Daşnaktsuyun ve Verakazmial Hınçakyan
komiteleri ortak bir heyetle kongreye katılma karan aldılar. 4 Şubat günü
toplanarak faaliyetine başlayan Kongre 1856 Paris Anlaşması ve Berlin Kongresi
kararlarının imzalayıcısı devletleri diğer bir deyişle Düvel-i Muazzama’yi
Osmanlı Devleti’ne müdahaleye davet eden bir karar metni etrafında ikiye
bölündü. Müdahaleyi talep eden 4.madde Sabahaddin ve Lûtfiıllah Beyler,
Yunanlı delegeler, Arnavut komiteleriyle yakın ilişkileri mevcut olan İsmail
Kemal ve Ermeni delegasyonunun da desteğiyle kabul edildi. Ahmed Rıza Bey
etrafinda toplanan Türkçüler ile icraatçılar karara şiddetle karşı çıktılar.
Tartışmalar sürerken Osmanlı Kanun-i Esasîsi’nin kendi toplumlannın geleceği
için yeterli olmadığını savunarak 11 Mayıs 1895 tarihli Büyük Devletler
memorandumu çerçevesinde yapılacak ıslahatı karar metnine koydurmaya çalışan
Ermeni delegasyonu sert tepkiyle karşılaşınca toplantıyı terketti. Sonuçta
hareketi birleştirme amacıyla toplanan Kongre İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni
artık bir şemsiye örgüt olarak faaliyetini sürdürememesine ve hareketin
bölünmesine yol açtı."
Kongre sonrasında Sabahaddin Bey ile
İsmail Kemal İngiliz makamlarının da desteğiyle bir darbe girişimi
plânladılar. Çünkü Kongrenin sonucuna göre; “Yalnızca propaganda ve neşriyat
yoluyla ihtilal yapılmaz, ancak yabancı devletin desteği ile Padişah
Abdülhamit’e karşı ihtilal yapılabilir. ”12 Bu plana göre
Yunanistan’dan kiralanacak iki gemi Trablusgarb’a gönderilecek, muhalefete
destek veren Vah ve Kumandan Recep Paşa oradaki askeri manevra gerekçesiyle
gemilere bindirecekti. Daha sonra gemiler Akdeniz ve Ege’yi katettikten sonra
gece karanlığından istifade ile Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’a gelecek,
Beşiktaş ve Saraybumu’na asker ihraç edilecek ve Topkapı sarayından Sancak-ı
Şerif çıkanla- rak ahali ihtilâle davet olunacaktı. Bütün bunlar olurken de
Royal Navy de herhangi bir Rus müdahalesine karşı deniz
ablukası uygulayacaktı. Plânın ne
derece hayalî olduğu ortadaydı.
Nitekim Sabahaddin Bey, İsmail Kemal
ve Recep Paşa arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda daha gemilerin satın alınması
aşamasında plân suya düştü. Ramsaur’a göre, nereden bakılırsa bakılsın darbe
girişiminin gerçekleşmemesinin baş sorumlusu; İsmail Kemal Bey gözükmektedir.
Başarısızlık nedenleri ne olursa olsun bu girişimin Prens Sabahattin’e hayli
para ve zamana mal olduğu unutulmamalıdır.12
Bu başansızlık harekette Ahmed Rıza
Bey etrafinda toplanan Türkçü pozitivist-icraatçı koalisyonunun öne çıkması
sonucunu doğurdu. Ama bu grup da ihtilâlciliğe karşı çıkan pozitivistler ile
anlamsız bir eylemciliği savunan icraatçılann arasındaki ihtilâf nedeniyle
Paris’de hazırlanan bir dergiyi Kahire’de dizdirip bastırdıktan sonra yurt içine
sokmak dışında bir faaliyette bulunamıyordu.
Dr.Bahaeddin Şakir Paris’e ilk
geldiğinde sadece Türkçü ve pozitivistleri değil tüm Jön Tüıklcri hatta Ermeni
komiteleriyle, Sabahaddin Bey ve takipçilerini de kapsayan bir örgüt kurma
fikrindeydi. Birinci Veliaht Mehmet Reşat Efendi’ye yazdığı mektupta Bahaeddin
Şakir düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:
“Millet-i Osmaniyeyi Asya-yı vustanın
en uzak ekaliminden Viyana ’ya götüren Hanedan-ı Al-i Osmandır. Al-i Osmandan
zat-ı meleksemat hazret-i veliyyünniamileri gibi sultan-ı kulüb bir padişah ne
zaman bu millete pişva olduysa, millet cihanı hayrette bırakacak asar ve efâl
vücuda getirdi. Nakabil-i tagayyür olan usul-ü veraset-i saltanatın
meşruiyetine, sela- met-i İslamiyet ve beka-yı millet için elzemiyetine dair
yazdığımız mevaız ve nesayihin memalik-i şahanenizde intişarına fedakârane
çalışıyorsak da bu husus nakte muhtaç olduğu cihetle naçar hakipayi hacetrevayi
veliyyünniamilerini tasdi ve tacize ietisar ediyoruz. Olbabda ve kâtibe-i
ahvalde emrüfer-
man hazret-i veltyyülemrindir")İU Bu amaçla
Sabahaddin Bey’e başvurduğunda kendisine Fransızca olarak kaleme alınmış bir "Siyasî
Program" gönderildi. Sabahaddin Bey ancak bu programın kabûlü halinde
yeni örgütlenmeye katılacağını bildiriyordu. Sözkonusu Siyasî Program "âdem-i
merkeziyet” ve "tevsi‘-i mezuniyet” kavramlarına yaptığı
atıflar dışında aslında bir İdarî ıslâhat programını andırıyordu. Ama "âdem-i
merkeziyet", Daşnaktsuyun programında da sıklıkla tekrarlanan bir
kavramdı ve Türkçü grupların kelimenin gerçek anlamıyla nefret ettiği bir
ilkeydi. Nitekim Dr.Bahaeddin Şakir programı şiddetle eleştiren bir cevabı
kaleme alarak Şüra-yı Ümmet’de neşretti. Bu sert cevap aslında Türkçü
grubun temel tezlerini tekrarlıyordu: "Bu son senelerdeki vuku ‘at ile
Ermeniler, Bulgarlar ve hattâ Arab ve Arnavudlardan bazı firkalar Türklere
alenen husumet etdiklerini ve teşkilât-ı esa- sîye-i Osmaniyeye âsi olduklarını
göstermediler mi?.. Bütün bir vilâyeti selâhiyet-i tamme ile ellerine
bırakacağımız şu yerli âzâlar acaba kimler olacakdır? O âzâlar Arabistan ’da
İngilizlerin, Suriye’de Fransızların, Arnavudluk’da İtalya ve Avusturya’nın,
Vilâyât-ı Sitte'de (Ermeni) komitecilerin, Adalar ’da Yunanistan în, Makedonya
’da Bulgarlar ’ın taht-ı te ’sir ve nüfuzunda bulunan kimselerden mürekkeb
olursa ne yapacağız?... Meselâ Yanya’da yaşayan bir Rum, Selânik’deki bir
Bulgar, Yanya ’yı Yunanistan în bir cüz ’ü, Selânik ’i Bulgaristan’ın bir
iskelesi görmek ister. Bunlar dünyanın en âdil hükümetine mazhar olsalar
kendilerinde maksadlanna vüsül ümidi hâki kaldıkça fikirlerini değiştirmek
istemezler. Amaç adem-i merkeziyet ve sâireler ile akvâm-ı muhtelife-i Osmani-
yeyi birbirinden ayırmak değil, onları aynı salâhiyet ve hürriyetle liva-yı
Osmanî altında cem ‘ etmekdir... Komiteciler da- va-yı istiklâlde ısrar
etmekde, Avrupa hükümetleri her halleriyle bizi parçalamayı düşünmekde, biçâre
millet ise komiteciler, Avrupalılar ve Abdülhamid gibi üç düşman arasında
ezilüb gitmektedir. ” Bunlara ilâveten Dr.Bahaeddin Şakir
Bey, Sabahaddin Bey’in Ermeni
komiteleriyle yaptığı işbirliğinden aşın derecede tedirgin oluyordu. Kendisine
göre Sabahaddin Bey programında “Ermeni komitecileri kundaktaki masum çocuklar
gibi gösterilerek tekmil mes’uliyet hükümete isnat ediliyordu.
Bu eleştiriler Sabahaddin Bey ile
gerçekleştirilebilecek bir ittifakı imkânsız hale getirdi. Sabahaddin Bey ise
bundan sonra Daşnaksutyun’a Doğu vilâyetlerindeki ayaklanmaların düzenlenmesinde
yardımcı oldu ve kendini yüksek siyaset çabalarına verdi.
Kendisinin 1906 Mart ayında Vatikan’a
giderek Papa Pius X ile yaptığı gizli görüşme (buluşmada Sabahaddin Bey’in
Papa’nın düzenleyeceği darbe için sağlayacağı yardım karşılığında yeni düzende
Osmanlı Katolikleri lehine reformlar teklif ettiği anlaşılıyor) daha sonra
Avrupa kabinelerine yaptığı müracaatlar imparatorluk gerçeklerine ne kadar
uzak olduğunu gösterir. Papa desteğiyle darbe yapma gibi hayaller peşindeki
Sabahaddin Bey’in hareketin Türkçü kanadıyla anlamlı bir ittifak yapabilmesi
son derece zordu ve doğrusunu söylemek gerekirse Bahaeddin Şakir söz konusunu
ittifakı gerçekleştirememekle bir şey kaybetmiş değildi. Tersine Sabahaddin
Bey’in âdem-i merkeziyet programına getirdiği Türkçü eleştiri kendisini ve
örgütünü Osmanlı subayları naza- nnda daha makbul kılmıştı.15
Dr.Bahaeddin Şakir Ermeni
komitecilerine duyduğu tüm nefrete karşın 1905 yılında onlarla yapılacak bir
taktiksel anlaşmanın ihtilâli örgütleme konusunda ciddî getirileri olacağını
düşünüyordu. Daha sonra Doğu Anadolu işyardan sırasında görüldüğü gibi
Daşnaktsuyun köy düzeyine inen bir örgütlenmeye, çetelere ve fedaî teşkilâtına
(yâni Jön Türk teşkilâtlanmasında ne eksikse hepsine) sahipti. Van ve
Erzurum’da Türkçe gazeteler basan gizli matbaalan vardı, yani Jön Türk- lerin
bin bir müşkilâtla yurt içine sokabildiği neşriyatı bizzat
orada yayınlayabilirdi. Çok sayıda
İttihad ve Terakki Cemiyeti Üyesi Erzurum ve Van’a giderek devrimci
etkinliklerde bulunmaya başladılar. Hatta burada yayınladıklan birkaç taş-
baskı gazete ve broşür dağıttılar.16 Daşnaktsuyun ile ortak eylem
bir anlamda hazır teşkilâtla iş görmek demekti. Dolayısıyla Dr. Bahaeddin
Şakir bir eylem ortaklığı tesis maksadıyla kendisi gibi Yusuf İzzeddin
Efendi’den maaş alan Diran Kelekyan aracılığıyla Daşnaktsuyun’a yaklaşarak bir
ortak çalışma programı sundu. Ama Kelekyan yaptığı temaslar sonucunda bu
programın Daşnaktsutyun tarafindan tartışmaya bile alınmayacağını bildirdi.
Daşnaktsuyun liderliği âdem-i merkeziyet ve tevsi‘-i me’zuniyeti içermeyen
programlan mütalâayı bile gereksiz buluyordu. Aynca onlara göre sadece Kanun-i
Esasi zemininde bireysel eşitlik yetersizdi ortak eylem için Ermenilerin bir
cemaat olarak tanınması ve özgün haklara kavuşturulması gerekliydi. Bu
girişimin de başansız- lığa uğramasıyla Dr. Bahaeddin Şakir Türkçü-pozitivist
koalisyonu yeniden örgütlemeye karar verdi.
2.
Yeni Örgüt, Yeni Eylem Plânı:
1905 örgütlenmesi Jön Türk
hareketinde iki mühim değişikliğe neden oldu. îlk olarak cemiyetteki
entelektüeller hareketin başından beri sahip olduklan etkin pozisyonlarını kaybettiler
ve komite organizatörleri ipleri ellerine geçirdiler. Ahmed Rıza Bey yıllar
süren mücadelesi ve hareketin en zor günlerinde Sultan’ın temsilcilerinden
gelen teklifleri reddetmesinin mükâfatı olarak yeni merkez komitede de yer
aldı ama artık bir karar verici değil onur üyesi idi. İkinci olarak 1905 öncesi
icraatçılığının yerini örgütlü bir ihtilâlcilik aldı. Ancak bunun radikalizmle
kanştınlmaması gerekir. Terakki ve İttihad Cemiyeti yeni örgütlenmesi
neticesinde ihtilâlci bir karakter kazanmakla birlikte muhafazakâr Türkçü
ideolojisinde bir değişiklik yapma ihtiyacı duymamıştı. Rejim değişikliği
amaçlıyor fakat bunu devleti güçlendirmek kaygısıyla yapmak istiyordu. Meselâ
1907 sonunda Daşnaktsuyun ile
ortak eylem için yapılan pazarlıklar
sırasında Ermeni federasyonunun eylem şekillerinden birisi olarak teklif
ettiği ‘ahaliyi askere gitmemeye teşvike Terakki ve İttihad Cemiyeti memleketin
dört yandan düşmanlarla çevrelendiği, dolayısıyla ordunun her zamankinden daha
kuvvetli olmasının zorunlu bulunduğu cevabını vererek karşı çıkmıştı.
İttihatçılar Müslümanlar arasında taraftar bulmak ve birliği tesis etmek için
ellerinden geleni yapıyorlardı. Başlarında komutanları olmadığı zamanlarda bu
yokluktan faydalanarak erler arasında da aktif bir ittihatçı propaganda
faaliyetinin bir sonucu olarak halk artık İttihat ve Terakki Cemiyeti
fedailerine az-çok sempati duyduğunu ifade etmeye ve hükümet politikalarını
açıkça eleştirmeye başlamış. Fedailerin propagandası halk arasında bir hayli etkili
olmuştu.17 Aynı şekilde Daşnaktsuyun’ un ısrarlı taleplerine karşı
cemiyet “terör” uygulanmasına kesinlikle karşı olduğunu ilân etmişti.
Ermeni delegelerinin kendilerini yeterince eylemci bulmamaları karşılığında
verilen cevap ise —Paris komününe atfen— ‘biz kızıl olamayız’ idi.
Nitekim örgütlenme sonrasında İsviçre’de sürgünde bulunan Lenin ile görüşen
Sami Paşazade Sezaî Bolşevik liderin kendisine yaptığı işçilerin örgütlenmesi
tavsiyesinden fazla etkilenmemişti. Diğer bir deyişle Terakki ve İttihad
Cemiyeti fikrî düzeyde enternasyonal üyesi Daşnaktsuyun ya da sosyalist VMORO
benzeri bir eylemciliği savunmuyor, deyim uygunsa, muhafazakâr bir eylemciliği
benimseyerek bunu ideolojisi haline getiriyordu.
1905 örgütlenmesi sonrasında Terakki
ve İttihad Cemiyeti hem merkez teşkilâtını yeniden düzenledi ve hem de yurt içi
ve dışında yeni şubeler kurdu. Yeni örgütlenmede en mühim vazife olan şubelerin
örgütlenmesi ve onlarla muhaberat görevi Umûr-i Dahiliye Şubesi sonımlulan Dr.
Bahaeddin Şakir ve Dr. Nâzım’a veriliyor, sekretarya ise genç bir subayken yurt
dışına firar ederek örgüte katılan Seyyid Ken’an Bey’e bırakılıyordu. Örgütün
organları arasındaki düzenli işleyişi
te’min görevi ise kendisine müfettiş
ûnvanı verilen Mısırlı Sa’id Halim Paşa’ya tevdi ediliyordu. Ahmed Rıza Bey ile
Mısırlı Prens Mehmed Ali Paşa’ya ise prestijli merkez komite görevleri
veriliyordu. Ama örgütün işleyişi temelde Türkçü ideolojiyi benimseyen komiteci
bir grup eline geçmiş oluyordu. Dr. Bahaeddin Şakir, II. Meşrutiyet’in
ilanından yaklaşık bir yıl önce, 1907 yılı Mart ayında Cemiyetin emirleri
doğrultusunda gizlice Paris’ten İstanbul’a geldi. İstanbul’da İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin bir şubesinin açılması için faaliyette bulundu.19
Bahaeddin Şakir, “Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti", Şura-yı Ümmet,
7 Kanunusani 1325. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Perakende Evrakı. Askeri
Maruzat (1904-1909).
Şube örgütlenmesinde ise yetki yerel
teşkilâtlara bırakılıyordu. Buna göre şubeler kendi dâhili nizâmnâmelerini
yapabilecekler ve örgütlenme şekli konusunda özerk olacaklardı. Bu hareket
serbestisi ve merkez ile haberleşmenin uzamasından kaynaklanıyordu. Merkezden
kendilerine verilen talimat daha büyük fedakârlıklarda bulunmaları muhtemel
bekâr şahısların ve mümkünse yetimlerin örgüte alınması idi ama yerel üyelik ve
örgütsel düzenleme konularında, cemiyetin temel ilkelerine aykırılık
bulunmaması kaydıyla, yetki tamamen şubeler bırakılıyordu. Dolayısıyla yerel
düzeyde şubeler farklı eğilimlere ve toplumsal statüye sahip bireyler
tarafindan kuruluyordu. Bu şimdiye kadar denenmemiş ve yapılacak eylemlerle
cemiyete ters düşecek sonuçlar olabilirdi. Ama bunu uzun tartışmanın zamanı
değildi ve bu yönde radikal bir karar alındı.
Hiç şüphe yok ki Terakki ve İttihad
Cemiyeti’nin örgütlenme alanı savunduğu Türkçü ideolojinin kuvvetlenmesine yol
açıyordu. Cemiyet Bulgaristan, Romanya, Kıbns, Girit, Kafkasya gibi
imparatorluktan ya yeni aynlmış ya da fiilen yabancı idaresine geçmiş
bölgelerde örgütlenince şubelerden gelen yoğun ideolojik taleplerle karşılaştı.
Bu bölgelerde ya-
şayan Müslüman nüfusun büyük bir
çoğunluğu Türklerden oluşuyordu. Çeyrek asır önce yaşadıkları yerlerde hâkim unsuru
temsil eden bu kimseler artık intikamcı azınlık siyasetlerinin hedefi haline
gelmişlerdi. Kendilerine yönelik şiddetli kimlik siyasetleri nedeniyle bu
bireyler yurt içindeki OsmanlIlara göre Türkçü siyasetlere daha fazla ilgi
gösteriyor ve Hıristiyan unsurlarla daha çatışmacı ilişkiler sürdürüyorlardı.
Burada karşılıklı bir gelişme söz konusuydu anılan bölgelerdeki Yunani,
Bulgari, Sırp milliyetçilikleri Müslüman unsurlan hedef alıyordu. Müslüman olan
Boşnak, Pomak gibi yerel unsurlarda Türk ya da Müslüman kabul ediliyordu. Bu
şubelerden gelerek “yumruklar sıkılarak, kanlı yaşlar akıtılarak okunan
” mektuplar ise Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin Türkçü eğilimlerini daha da
kuvvetlendiriyordu. Cemiyet kendisine yöneltilen aşın taleplere, meselâ Girit
Müslümanlannın kendilerine Yunanlıların uyguladığı ekonomik boykotun benzerinin
Aydın vilâyetinde Rumlara karşı yapılması gibi istekleri, bunlan haksız
bulduğundan dolayı değil, yaratacağı sorunlar nedeniyle karşı çıkıyordu. Buna
karşın 1906 yılında Kafkasya Müslümanlanna gönderilen mektuplarda Pan- Türidst
temaların dile getirilmesi organizasyon sonrasında Türkçü ideolojik
eğilimlerinin ne denli güçlendiğini gösterir “Adriyatik Denizi ’nden Çin
hududuna kadar vâki ’ memleketler başdan aşağı yalnız bir din ile mütedeyyin,
bir lisan ile mütekellim Türk cinsiyle meşguldür. Afrika ve Hindistan ’dan
sarf-ı nazar yalnız Türk cinsinden olanlar ittihad etseler dünyanın en
şevketli hükümetini teşkile muktedir olurlar. Aynı dönemde Terakki ve İttihad
Cemiyeti ’nin gerektiğinde Pan- Islâmist bir lisan kullandığı, sıklıkla
‘lttihad-ı Islâm ’ tavsiyesinde bulunduğu, bununla yetinmeyip merkezi
Dr.Bahaeddin Şakir’in apartman dairesi olan bir Uhuwet-i İslâmiye Cemiyeti
kurduğu doğrudur. Ama satır araları dikkatle okunduğunda bu Pan-İslâmizmin,
tıpkı 1908 sonrası İttihad ve Te-
rakki siyaseti gibi, İstanbul merkezli
ve Türkçülüğün hizme- 20
tinde bir politika olarak düşünüldüğü
görülür. ’’
"Yeni-örgütlenme sonrasında
cemiyet Bulgaristan 'da Kızanlık, Rusçuk, Dobriç, Filibe, Şumnu, Balçık Burgaz
ve Vidin şubelerinden oluşan bir şubeler ağı kurdu. Bu şubeler bilhassa örgüt
neşriyatının imparatorluğa sokulması açısından büyük önem taşıyordu.
Bulgaristan üzerinden Edime, Kosova ve Selanik gibi Avrupa vilayetlerine olduğu
kadar Osmanlı Karadeniz sahiline de propaganda malzemesi gönderiliyordu. Burgaz
şubesine katılan Mahir Efendi ismindeki bir taka kaptanının örgütlediği beş
takadan oluşan bir cemiyet filosu gizli gazete ve beyannameleri Ereğli ve
Zonguldak ’a getirip buradan Anadolu içlerine dağıtılmasını temin ediyordu.
Romanya’da eski teşkilâtın Köstence şubesine tahvili sonucunda
gerçekleştirilen yeni yapılanma, örgüte sahte ve gerçek Romen pasaportları
temin ettiği gibi Bükreş 'deki Arnavut komiteleriyle irtibatı sürdürüyordu.
Müslümanların baskı altında bulunduğu Girit ’de cemiyet Hanya ’da bir şube ve
Kandiye ’de hücreler te sisine muvaffak oldu ve buradan da yurt içine
propaganda malzemesi ulaştırılmaya başlanıldığı gibi cemiyet mensupları
Sada-yı Girid adında bir dergi de neşrettiler. Aynı şekilde Kıbrıs ’da Lamaka
ve Lefkoşe şubeleri kuruldu. Azerbeycan ’da milliyetçi Dıfaî teşkilâtı
aracılığıyla hücreler te ’sis edildi. Och ’amch ’ire şubesi Hopa üzerinden Doğu
Karadeniz’e propaganda malzemesi ulaştırılmasını üstlendi. Cemiyet ’in
teşvikiyle Salih Borovac ve Salih Muhyiddin Bakamo- vic, Mehmed Remzi Delic
gibi Boşnak gençler Taşlıca ve Saraybosna ’da yandaşlardan oluşan hücreler te
‘sis ettiler ve Yenipazar üzerinden Arnavutluk’a propaganda malzemesi
ulaştırdılar. Bütün bunlar gerçek işte ittihatçıların yerel muhaliflerle
işbirliği yapmasına kadar uzanıyordu. Örneğin Bulgar azınlığı ‘dahili teşkilatı
’ ittihadçılarla ortak eylem kararı alıp ortak planlar geliştirmiş ve hareket
etmişlerdi. ”21
‘‘Bu şekilde âdeta İmparatorluğun her
tarafinapropaganda malzemesi gönderilmesi sağlanmış oluyordu. Ancak yurt
içinde örgütlenmek son derece zordu. Buna karşın cemiyet, Bahaeddin Şakir’in
çabaları sayesinde Trabzon ve Of da La- zistan Haricî ve Dâhili Şubeleri olarak
adlandırılan iki şube te sisine muvaffak oldu. Buna ilâveten Beyrut ve Musul’da
hücreler ve Diyar-ı Bekir ’de de küçük bir şube kurulabildi. Trablusgarb ’daki
eski yandaşlarda yeniden bir şube halinde örgütlendi. İzmir ’de ise küçük, bir
şube teşkilâtlandırıldı. İstanbul’da Ağabey kod adıyla örgüte katılan
Silistire’U Hacı İbrahim Paşazâde Hilmi Bey (Kendisi ilk Meclis-i Meb ‘usan
âzâianndan Aliş Paşa ’nın kardeşi idi) tarafindan büyük bir gizlilik altında
çalışan ve sadece Bahaeddin Şakir ile muhabere eden bir şube kuruldu. Yahya
Kemal Bahaeddin Şakir ’in örgütlenmedeki katkısını şöyle dile getiriyor;
‘Doktor Bahaeddin, müthiş bir seciyenin ateşin temasıyla uyandıktan sonra
Paris ’te Genç Türklüğü adeta diriltti. ’ Bu şubenin elemanlarının sadece kod
adlarını biliyoruz ki bunlar içinde Çoban, Derya-dil ve Istakoz adını
taşıyanların aktif oldukları cemiyet muhaberatından anlaşılıyor. Ama Yusuf
İzzeddin Efendi tarafindan İstanbul da eylem için cemiyete verilen ve merkez
teşkilâtı tarafindan ‘Kırmızı Para ’ olarak adlandırılan 500 altınlık meblâğa
karşın İstanbul ’da herhangi bir eylemin yapılması pâyitahtta kuş uçurtmayan
güvenlik tedbirleri nedeniyle neredeyse imkânsızdı. Buna karşın Bahaeddin Şakir
istenirse her türlü eylemin yapılacağını ileri sürer ve ‘Bu işi söylediğim gibi
ben yapmaya hazırım. Siz yalnız bombaları bulunuz' der. ’’n
Durum yurt içinde şube kurulan diğer
yerlerde de farklı değildi. Meselâ 1907 yılı Mart ayında Paris merkezinin
teşviki sonrasında Trabzon’daki şube şehirdeki ordu kumandanının öldürülmesi
için yerel bir hocadan fetva aldıktan sonra eylem için uygun zaman beklerken,
şube mensuplarından Mülâzım Naci Bey kumandan Hamdi Paşa’yı öldürdü. Bu
cemiyetin
yurt içinde gerçekleştirdiği en
önemli eylemdi ve 1905-1906 yıllarında yeni vergiler ve Yemen’e asker sevkıyatı
nedeniyle karışıklıklara sahne olan şehirde yeni bir isyan hareketinin
başlatılmasını amaçlamaktaydı. Cemiyet önderlerinden Doktor Nazım Bey kimi
zaman bir hoca kılığına girerek Anadolu’yu geziyor ve askerler arasında
devrimci propaganda yaparak ordudaki efleri devrime kazanmak için zemin
hazırlıyordu.23
Terakki ve İttihad Cemiyeti yeni
örgütlenmesi ve artan faaliyeti sürerken Selânik’de muhalifler bu çabalardan
bağımsız bir örgütlenmeye girişmişlerdi. Binbaşı Bursalı Mehmed Tahir, Binbaşı
Naki, Posta baş katibi Talât Bey, Evrenos ailesi üyelerinden Mustafa Rahmi Bey,
Midhat Şükrü Bey, Yüzbaşı Edib Servet, Yüzbaşı Kâzım Nâmi, Mülâzımlar Ömer
Naci, Hakkı Baha ve İsmail oluşan muhalifler 1906 Eylül admda Hilâl Cemiyeti
adı altında bir örgüt kurmaya karar verdiler. Bu cemiyet kısa sürede 42 kişiyi
cemiyete üye yapmaya muvaffak oldu. Türk tarihçiliğinde sıkça tekrarlanan bir
sav 1908 İhtilâli’nin bütünüyle bu cemiyetin faaliyetinin ürünü olduğudur.
Halbuki bu sav pek de anlamlı değildir. Her şeyden önce bu cemiyetin
kurucularının pek çoğu eski İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi idiler. Talât
Bey cemiyet propagandası yaparken 1896 yılında Edirne’de tutuklanmış ve üç yıl
hapse mahkûm edilmişti. Midhat Şükrü Bey 1897’de yurda dönmeden Cenevre
şubesinde görev yapmıştı, Mustafa Rahmi 1897 yılında Selânik şubesi üyesi olarak
Sultan’a karşı yapılmaya çalışılan bir suikast girişimine katılmıştı. Kâzım
Nâmi Bey ise 1897 yılına kadar Tiran şubesinde görev yapmıştı. Yeni cemiyete
katılanlann çoğu da Terakki ve İttihad Cemiyeti ile doğrudan irtibatı olan,
cemiyet organlarını gizlice okuyan kimselerdi.24
Dolayısıyla 1907 yılında yurt dışına
firar eden Hürriyet Cemiyeti üyelerinin (bunlar kumculardan Ömer Naci ve örgüte
daha sonra katılan Yüzbaşı Hüsrev Sami Beylerdi) Te-
rakki ve İttihad Cemiyeti’ne katılıp
önemli vazifelere getirilmeleri pek de şaşırtıcı değildir. Ömer Naci önce
cemiyetin merkez yayın organı Şûra-yı Ümmet dergisinin editör yardımcılığına
getirilmiş daha sonra da İran ihtilâlcileri ile irtibat sağlamak ve Salmas
üzerinden cemiyet propaganda malzemesini Doğu Anadolu’ya sokmak için İran’a
gönderilmişti. Hüsrev Sami Bey ise Bahaeddin Şakir’in yardımcısı olarak
şubelerle muhaberat vazifesini üstlenmişti.
Türk tarihçiliğinin söz konusu
tezinin anlamsızlığını gösteren bir diğer gelişme ise; 1909 yılında benzeri bir
tezi, yani ihtilâlin sadece ordunun eseri olduğunu, Paris’deki kadronun bu
alanda herhangi bir katkısı olmadığını iddia eden, Ali Kemal Bey’e İttihad ve
Terakki Cemiyeti adına Dr. Bahaeddin Şakir Bey tarafindan dava açılması ve
mahkemeye bu tezin yanlışlığını kanıtlayan muhaberat ve vesikaların sunulmasıydı.25
1907 yılında Talât Bey, aslen
Selânikli olan, Dr.Nâzım Bey’e bir mektup yazarak iki örgütün birleşmesi
teklifinde bulundu. Bunun üzerine dâhili teşkilât sorumlusu Bahaeddin Şakir Bey
Budapeşte’de bir toplantı düzenlemeye çalıştıysa da hareketleri yakından
izlenen Hürriyet Cemiyeti üyeleri ülke dışına çıkamadıklarından bu plân
uygulanamadı ve Bahaeddin Şakir İstanbul’a daha evvelce yapmayı plânladığı
gizli seyahati öne aldı. Bu seyahatin asıl amacı biraz çılgınca bir eylemle
şubelerin moralini artırmak ve onlan eyleme davet etmekti. Bahaeddin Şakir,
hakkında gıyabî idam karan bulunmasına karşın, Avrupalı kıyafetinde ve Romanya
şubesi tarafindan temin edilen bir Romen pasaportuyla, pâyitahta giderek bir
Cuma selâmlığı sonrasında saray yakınlarında fotoğraf çektirdi ve bu fotoğraf
Paris’de çoğaltılarak şubelere gönderildi. Şubelere verilen mesaj azmedilirse
Yıldız Sarayına bile girmenin mümkün olduğu idi.26 Bu ziyaret
sırasında Bahaeddin Şakir, İstanbul’da Hürriyet Cemiyeti temsilcisi olarak
çalışan Avukat Baha Bey ile görüştü ve örgütlerin bir-
leştirilmesi için yurt içine bir
Terakki ve îttihad Cemiyeti ileri geleninin gönderilmesine karar verildi. Bu iş
için en uygun kimse kuşkusuz Dr.Nâzım Bey idi ve kendisinin Yunanistan
üzerinden Makedonya’da faaliyet gösteren Yunan komiteleri yardımıyla Selânik’e
gönderilmesi kararlaştırıldı. Bu karar aslında ciddî bir riski beraberinde
taşıyordu. Çünkü VMORO benzeri örgütlenmelerin tersine Makedonya’daki Yunan çete
faaliyeti tamamen Yunan devletinin denetim ve organizasyonunda ve bizzat Yunan
subaylarının plânlamasıyla yapılıyordu. Yunan hükümeti ise Jön Türk
hareketinin gücüne inanmıyor ve böyle bir harekete vereceği destek sonucunda
Osmanlı yönetimi ile mevcut hassas ilişkilerin bozulmasını göze almak
istemiyordu. Dolayısıyla Dr. Nâzım Bey, Makedonya’ya geçmek üzere gittiği
Atina’da iki ay süre ile âdeta ev hapsinde tutuldu. Bu sırada Halil Bey isminde
Hürriyet Cemiyeti üyesi bir Osmanlı yüzbaşısı ele geçirilen bir Yunan çete
liderinin üzerinde Selanik’teki Yunan Konsolos’u Lambros Koromilas tarafindan
yazılan ve talimatlar içeren mektuplar buldu. Paris ile muhabere sonrasında bu
mektupların teslimine karşın Dr. Nâzım’ın Selânik’e ulaştınlması konusunda yardım
istenilmesi karar altına alındı. Makedonya’daki Rum çetelerine Yunan
makamlarının doğrudan yardımını kanıtlayan bu vesikalann neşri ya da Osmanlı
makamlarına teslimi Yunan hükümetini çok zor duruma sokabilirdi. Nitekim Yunan
yetkililerin onayıyla komitecilerle bu konuda anlaşmaya vanldı. Sonrasında Dr.
Nâzım 1907 yılı Haziran ayının ortalarında bir balıkçı teknesiyle ve hoca
kıyafetinde Yenice Vardar Gölü kıyılarına ulaştı, oradan da Yunan komitelerinin
yardımıyla bu kez köylü kılığında doğduğu şehir Selânik’e gitti. Mithat Şükrü
Bleda anılannda, “O tarihlerde Selanik Bulgar, Rum ve Sırp komitecilerinin
karargahı haline gelmişti. Biz bütün bu komitecilerle temasta olmamıza rağmen
en iyi anlaştığımı Rum Komitecileri idi” demektedir.
Türk tarihçiliğinin genellikle
varsaydığının tersine Dr. Nâzım, Hürriyet Cemiyeti örgütlenmesini beğenmedi ve
birleşme konusunda ciddî endişelerini merkez komitesine bildirdi. Kendisine
göre cemiyet mensuplan amatörce hareket ediyorlardı. Onlann şifresiz mektup
yazma, cemiyet nizamnamesini kahve masalarında bırakarak üye kaydetmeye çalışma
ve benzeri davranışlan her an hareketin çökertilmesine yol açabilirdi. Halbuki
ihtilâl girişiminin başlamasına ve gerçekleştirilmesini mümkün kılacak kadar
üye sayısına ulaşılana dek hükümetin dikkatini çekmeden, büyük bir gizlilikle
örgütlenmek gerekliydi. Dolayısıyla Dr. Nâzım "çocuklar”
ifadesiyle atıfta bulunduğu Hürriyet Cemiyeti üyeleriyle birleşme konusunda
olumsuz bir görüşü merkez komitesine ulaştırdı.2.
Ancak daha sonra yapılan uzun
toplantılar sonucunda birleşme için esaslar kabul edildi. Dr. Nâzım 27 Eylül
1907 tarihinde Paris’e üçüncü ve nihaî rapor ile birleşme vesikasının suretini
gönderdi. Terakki ve İttihad Cemiyeti merkez komitesi birleşmeyi 16 Ekim’de
onaylayarak ihtilâle giden yolda önemli bir adım attı. Yeni örgüt Terakki ve
İttihad Cemiyeti adını taşıyacak ve Paris merkezi Haricî Merkcz-i Umumî, eski
Hürriyet Cemiyeti ise Dâhili Merkez-i Umumî haline gelecekti. Ancak Dâhili
Merkez-i Umumî diğer şubelerle Paris merkezi aracılığıyla muhabere edecekti.
Dr. Nâzım Bey’in uyansı üzerine Dr. Bahaeddin Şakir Dâhili Merkez-i Umumî’ye
şifre kullanımı ve gizliliğe dair bir nizamname gönderdi ama bunun ötesinde
dâhili teşkilât için yeni, aktivist bir nizamnamenin hazırlanması
kararlaştırıldı. Çene Dr. Nâzım ve Dr. Bahaeddin Şakir Beylerin yardımıyla
VMORO ve Daşnaktsutyun iç örgütlenme nizamnamelerine dayanan bir düzenleme
yapıldı. Cemiyetin aktif iki yöneticisi aynı zamanda iki militan gibi
çalışıyordu. "İttihat ve Terakki yöneticilerini, genellikle iki
bölümde incelemek gerekiyor; Eylemciler ve doktrinciler. Bu özelliklerin her
ikisini de kişiliklerinde toplamış olanlar da yok değildir”^
1908 yılı başında yayınlanarak
dağıtılan Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti Teşkilât-ı Dâhiliye Nizâmnâmesi
tam anlamıyla eylemci bir örgütün çalışma koşullarını düzenliyordu. Artık
cemiyetin diğer ihtilâlci örgütler gibi bir arması da vardı ve üyelik için bir
cemiyet kültü oluşturulmasına yönelik esrarlı bir yemin töreni kabul edilmişti.
Nizamname normal şubelerin yanı sıra fedaî şubelerin kurulmasını emrediyordu.
Fedaîlerin kimlikleri sadece şubelerin hey’et-i merkeziyeleri tarafindan
bilinecek ve fedaîler şubelerce verilecek emirleri vakit geçirmeden uygulamakla
mükellef olacaklardı. Fedaî tayinleri, bir eylem için tek bir fedaî
gerekiyorsa kur’a çekilerek, daha fazlası gerekiyorsa merkez heyeti tarafindan
görevlendirme ile yapılacaktı. Emirleri icra ederken ölen fedaîlerin yetimleri
ve dul eşleri cemiyet tarafından bakılacak, gösterdikleri fedakârlıklan
anlatan resimli risâleler neşrolunacak ve "arada sırada ”
mezarlanna gidilip hususî merasimler yapılarak isimleri yaşatılacaktı.
Cemiyeti tehlikeye düşüren devlet memurları ve diğer bireyler için şube
hey’etleri muhakeme vazifesini üstlenecek ve işlenen suçun "cinayet”
sınıflamasına girdiğine kanaat getirilmesi halinde söz konusu şahıslar idam
edileceklerdi. İdam cezalannın merkez komitesi tarafindan tasdiki gerekiyordu
ama cemiyete yönelik yakın bir tehlike görülmesi durumunda bu beklenmeden
icraata geçilebilecekti. Diğer bir deyişle cemiyet, mensuplarına ve fedaîlere
diledikleri devlet memurlannı öldürmek için açık çek vermiş oluyordu. Bu
teşkilât şehirlerde gerçekleştireceği eylemlerle ihtilâl ortamı yaratılmasına
katkıda bulunacaktı.
Cemiyet 1907 sonundan ihtilâle kadar
çok sayıda küçük rütbeli subayı ve askerî okul öğrencisini fedaî şubelerine kaydetmeye
muvaffak oldu. Bunların hepsi de cemiyete tam anlamıyla bağlı, verilen
emirleri yerine getirmeye hazır kimselerdi. İlginç bir misâl verecek olursak
ihtilâlde kendisine kur’a isabet etmediğinden fedaîlik vazifesi verilmeyen
Mülâzım-ı sânî Hamdi Efendi bundan dolayı kapıldığı üzüntü sonucunda
“vatan ve milletin istihsâl-i
hürriyeti emrinde hiç bir hidmet ibraz edememesi nedeniyle ’’ intihar
ettiğini belirten bir pusula bırakarak hayatına son vermişti. Benzer şekilde
saray casusu olmakla suçlanarak 19 ve 21 Temmuz günleri iki kez saldın- ya
uğrayarak ağır yaralanan Kaymakam Ahmed Naim Bey’in, Manastır Askeri Rüşdiyesi
talebelerinden ve örgütün fedaî teşkilâtından olan oğlu hastahaneye gittiğinde
onu vuran fedaînin vatan vazifesi yaptığını söyleyerek ölüm döşeğinde yatan
babasının suratına tükürmüştü. Ve daha sonra babasını yaraladığı için gözaltına
alınan cemiyet fedaîsinin jandarma karakolundan kaçırılarak cemiyete ait bir
evde saklanması eylemine yardım etmişti.
Teşkilât-ı Dâhiliye Nizamnamesi’nin
ortaya koyduğu bir gerçek Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin 1905 sonundan itibaren
temel hedefi haline getirdiği ihtilâli başlatmak için yeni bir örgütlenmeyi
gerekli görmesiydi. Hürriyet Cemiyeti ile birleşmenin getirdiği en önemli
netice harekât alanı ve üye profilindeki değişimdi. Birleşmeye kadar neredeyse
en uzak harekât sahası olarak görülen Manastır ve Selanik vilâyetleri bir anda
temel mücadele alanı haline gelmişlerdi. Halbuki bu ana kadar cemiyet
Anadolu’da daha iyi örgütlencbilmişti ve propaganda malzemesinin önemli
kısmını Anadolu vilâyetlerine gönderiyordu. 1905-1907 yılları arasında bilhassa
Doğu Anadolu’da Sabahaddin Bey taraftarlan ile Daşnaktsutyun komitesinin
işbirliği sonucu Kanun-i Esasî talebine yönelik gösterilere dönüşen vergi
isyanlan Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin oldukça ilgisini çekmiş, ancak tüm
çabalara rağmen bu eylemlere örgütsel katılım mümkün olamamıştı. 1907 sonbaha-
nnda ise durum bütünüyle değişmişti. Terakki ve İttihad Cemiyeti yurt içi
şubelerine birleşmeyi müjdelemek amacıyla gönderdiği muhaberatta çoğu zabit
olmak üzere 1.000 üyeli bir cemiyetle birleştiklerini iddia ediyordu. Bu rakam
biraz abartılı gibi gözüküyor ve söz konusu muhaberatın şubelerin
moralini yükseltmek maksadıyla
gönderilmiş olduğu şüphesini uyandırıyor. Nitekim dâhilde örgütlenmenin ne
denli zor olduğunu, bilen İstanbul merkezinin reisi bu rakamı ciddî biçimde
sorguladığında merkez komitesi kendisine pek de tatminkâr bir cevap
verememişti. Ama rakam abartıisa bile cemiyete subay ağırlıklı ve belirli bir
bölgede yoğunlaşan ciddî bir katılım olmuştu. Bunun tabiî bir neticesi olarak
ihtilâl merkezi bu bölgeye kaydırılacak ve diğer bölgelerdeki faaliyet ihtilâl
sırasında karışıklığı artıncı eylemler düzenleme düzeyine inecekti. Nitekim
Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin Rumeli vilâyetleri dışındaki şubeleri ihtilâl
sırasında son derece sınırlı eylemler yapabildiler ve anlamlı katkılar
sağlamadılar.
Makedonya’nın harekât merkezi haline
gelmesi hiç şüphesiz cemiyete daha uygun bir eylem alanı hazırlıyordu. Bu
bölgede fiilen bir iç savaş hüküm sürmekteydi, dolayısıyla hükümet kontrolü
Anadolu ve bazı Arap vilâyetlerine nazaran çok daha sınırlıydı. Bir Anadolu
şehrinde saatli bomba taşımakla eş anlamlı olan “muzır neşriyat"
Selanik kahvehanelerinde neredeyse alenî biçimde okunuyordu. Bilhassa kırsal
bölgelerde hcıkes silah taşıyordu ve subaylar eşkıya takibi gerekçesiyle
diledikleri gibi seyahat ediyorlardı. Bunun yanı sıra Prizren Ligi’nin
dağıtılması sonrasında temel Osmanh siyaseti olarak benimsenen Müslüman
Amavutlan sisteme yeniden kazandırma düşüncesi, bölgenin önemli bölümünde
hükümet tarafindan zecrî tedbirler alınmasını zorlaştırıyordu. Osmanlı
makamları ile Arnavut ahali arasında tesis edilmiş olan bayraktarlık benzeri
aracı kurumlar ise Arnavutların rahatlıkla toplanmaları ve idareye talepler
sunmasını temin ediyordu. En aşın istekler bile doğrudan reddedilmeycrek sahiplerine
nasihat verilmesi cihetine gidiliyordu. Anadolu’da toplantı yapmak, benzer
taleplerde bulunmak tutuklanmak için kâfi olurken, bu Rumeli’de bilhassa
Kosova, İşkodra vc Manastır vilayetlerinde olağan kabul ediliyordu.
Bölgeyi ihtilâlci faaliyet için cazip
hale getiren diğer bir gelişme ise; 1903 yılında Avusturya-Macaristan ve Rusya
liderliğinde Osmanh Devleti’ne zorla kabul ettirilen Mürtzeg programı
idi. Bölge Hıristiyanları lehine yapılacak reformlar bir yandan Müslüman ahali
arasında zaten var olan bölgenin Balkan devletlerine verileceği kuşkusunu
artırırken öte yandan da bölgedeki Osmanh zabitanı kendilerine kendi vatanlarında
ikinci sınıf kimseler muamelesi yapan yabancı subaylardan nefret ediyorlardı.
Bunu yanı sıra bölgedeki çetelere karşı savaşan Osmanlı subaylarının pek çoğu
bu çetelerin milliyetçi ideolojisine hayranlık duyuyordu. Meselâ Terakki ve
İttihad Cemiyeti merkezine mektup gönderen bir mülâzımı evvel ilinden
ayaklanmasının bastınlmasından sonra yakalanarak Anadolu hapishanelerine
gönderilen çetecilerin Manastır’da trene bindirilmeleri sırasında gözlemlediği
bir olayın Türkçü ideolojiyi benimsemesine neden olduğunu belirtiyordu. Bu
zabitin anlattığına göre; çeteciler istasyona getirildikle- ıınde yanlarına
yaklaşan bir papaz her birinin cebine ufak miktarda bir para koyduktan sonra bu
paranın Bulgar ahali tarafindan toplandığını ve mektep talebesinin bile
harçlıklany- la katkıda bulunduklarını söylemiş, ardından bir anda ortaya çıkan
bir ‘‘cem ‘-i gafir" hep bir ağızdan Bulgar millî marşı Şumi
Maritsdyı söylemişlerdi. Kendi yazdığına göre mülâ- zım-ı evvel bir Osmanlı
millî marşının bulunmadığını düşünerek hüzünlenmişti. Benzer şekilde Jön Türk
hareketinin Türkçü kanadı, Şûra-yı Ümmet ve Türk dergilerinde,
1904 yılında Statitsa’da öldürüldükten sonra Makedonya’da Yunan mücadelesinin
simgesi haline gelen Yüzbaşı Pavlos Melâs’a övgüler yağdırmıştı. Dergilere
göre Melas Osmanlı menfaatlerinin amansız bir düşmanı, ancak vatanı için her
türlü fedakârlığı göze aldığından örnek alınılması gereken bir milliyetçiydi.
Birleşme sonrasında değişen bir diğer
husus ise üye yapısının değişimi idi. Terakki ve İttihad Cemiyeti örgütlenmesinin
önemli bir kısmı yurt dışındaydı ve temel amacı propa-
ganda malzemesinin gizlice yurt içine
sokularak dağıtılma- sıydı. Yurt içi şubelerde subaylar mevcuttu ama çoğunluk
sürgünler, entelektüeller ve bürokratlardan oluşuyordu. Şube- lerin
yapabilecekleri Trabzon’da olduğu gibi vali, kumandan benzeri şahıslara suikast
düzenlenmesi ve bunun akabinde doğacak galeyanı (Anadolu’da 1905-1907
olaylarında görüldüğü gibi) Kanun-i Esasî talebine kanalize etmekti. Bunun da
ötesinde Sultan’a suikast düzenlenmesi cemiyetin birinci ve en önemli amacını
oluşturuyordu. Bu nedenle birleşme öncesinde yetim ve bekârların cemiyete
katılımı için aşın gayret gösteriliyordu. Dr.Bahaeddin Şakir tarafindan
gerçekleştirilmeye çalışılıp akim kalan iki eylem plânı durumu teyit etmektedir.
Bunlardan birincisi Paris’ de özel olarak imal edilecek kibrit kutusu
büyüklüğünde ancak tahrip gücü yüksek bir bombanın Cuma selâmlığı sırasında
Sultan’a yaklaşabilecek bir şahıs tarafindan patlatılmasıydı. Cemiyetin yüksek
meblâğlar harcadığı bu proje istenilen boyutta bomba imalâtında karşılaşılan
sorunlar nedeniyle bir kenara bırakıldı. İkinci proje ise Umur-i Dâhiliye
Şubesi tarafindan ‘‘Kimyagerler Projesi" olarak adlandırılan bir
plândı. Sorbonne Üniversitesi’nde kimya eğitimi gören ve Dr. Bahaeddin Şakir
tarafindan cemiyete katılmaya ikna edilen iki Osmanlı talebesine büyük bir
infilâka yol açabilecek patlayıcı imalâtı konusunda gerekli bilgiyi edinme ve
patlayıcıları hazırlama talimatı verilmişti. Ancak birleşme sonrasında bu proje
önce tavsamış, sonra da bir kenara bırakılmıştı.
Bu misâllerin de gösterdiği gibi
birleşme sonrası ortaya çıkan yapı değişik bir eylem plânını da beraberinde
getiriyordu. Fedaî şubeleri eylemleriyle şehirlerde kanşıklık çıkartılabilir-
di. Ama bu kanşıklıkların ihtilâle dönüştürülmesi oldukça zordu. Dolayısıyla
fedaî şubeleri (cemiyet muhaberatında bu şubelerin teşkil ettiği örgütlenmeye
Cemiyetin Jandarma Teşkilâtı adı veriliyordu) eylemleriyle eşanlı olarak daha
kapsam- h bir girişimin örgütlenmesi gerekiyordu. Nitekim Dr. Nâzım
Bey, Selanik’ten Mehmed Bey imzasıyla
merkez komitesine ulaştırdığı ilk raporunda duruma dikkat çekmiş, ikinci raporunda
ise yeni bir eylem plânı sunmuştu. Bu ise çete örgütlenmesi idi. Bizzat
rapordan aktaracak olursak bölgedeki subaylar ceplerinden para harcayarak ya
da gizlice askerî depolardaki silahları dağıtarak Müslümanlardan oluşan
çeteler teçhiz ediyor ve bunlar mahkemelerin “delilyetersizliği” nedeniyle
serbest bıraktığı Makedon ihtilâlcileri öldürüyorlardı. Dolayısıyla, mesele bu
dağınık grupların bir şemsiye altında örgütlenmesinde yatıyordu. Bizzat
Dr.Nâzım Bey’in raporundan aktaracak olursak: “Bundan başka bize mensub
hamiyyetli bâzı zabitândan birkaçı hattâ cebinden para sarfiyla tedârik
eylediği tüfenglerle çeteler teçhiz etmişler... [ve] delâil-i kat'iyyenin
fıkdanından dolayı resmen tevkif edemedikleri Bulgar muzırrasını bu çetelere
öldürtmüşler[di]... Ben bu yolda çete teşkil eden zabitandan üç kişi tanırım.
Şimdi Doyran, Koçana, Gevgeli ve havâlisinde Gemici Hüseyin, Martin Mustafa,
Arab [Şa ‘banj vesâire kumandalarında dört beş Türk çetesi vardır. Bu çeteler
Bulgarlar nerede bir Türk öldürürlerse orada en aşağı beş Bulgar öldürmek üzere
icrayı amel ediyorlar. Bu çetelerin Bulgarlar üzerindeki te siri hükümetin
çıkardığı yüz bine yakın askerin te şirinden daha büyükfdür]. Çünkü bu çeteler
hükümetin tevkif edemediği komite (organizatör)lerini öldürüb komitenin
faaliyetine büyük sekte irâs ediyorlar. ”
Dr. Nâzım Bey’in belirttiği gibi
Makedonya Müslümanları bilhassa 1906 sonrasında kendi kullandıkları deyimle “millî
çeteler ihracına” başlamışlardı. Bu çeteler Müslüman ahali tarafindan
kendilerini koruyan örgütlenmeler olarak görülüyordu. Meselâ Dr.Nâzım Bey’in
raporunda övgüyle söz ettiği, halk arasında “Bulgar Kasabı" nâmıyla
anılan ve kendi bölgesinde öldürülen her Müslümana mukabil on Bulgar öldüren
Gemici Hüseyin tutuklandığında ahali dilekçelerle yerel makamlara başvurarak
tahliyesini taleb ediyordu. Martin Muşta-
fa çetesi ise öldürdüğü Bulgarlann
cesetleri yanına bölge kaymakamına hitaben kaleme alınmış mektuplar bırakıyor ve
eylemin-hangi Müslüman’ın intikamını almak için yapıldığını -açıklıyordu. Ohri
gibi merkezlerde bizzat mülkî âmirlerin desteğinde kurulan ve silahlandırılan
bu çetelerin faaliyetine hem idare hepi de askerî makamlar göz yumuyor ve
bazılan bizzat subaylar tarafindan yönetilen bu çeteler “ele geçirile-
miyordu. ” İlginçtir ki, İngiliz gazeteciler bu çetelerden biri olan Ohri
Cemiyet-i Hususiye-i İslâmiyesinin eylemleri ve faili bulunamayan eylemlerdeki
rolünü sorduklarında, bizzat örgütün kurucularından olan kaymakam (Süleyman
Kani Bey), böyle bir cemiyetin adını bile duymadığını ve bu söylentinin Bulgar
komitecilerin propagandasından başka bir şey olmadığı cevabını veriyordu.
Merkez komitesinin Dr.Nâzım Bey’in
raporları üzerinde 1907 Ekim ayında yaptığı görüşmelerde temel örgütlenmenin
çeteler teşkiliyle gerçekleştirilmesi karar altına alındı ve Dâhilî Merkez-i
Umumî de karan oy birliğiyle onayladı. Buna göre çete örgütlenmesinin dört
temel amacı olacaktı. İlk hedef olarak mevcut Müslüman çeteler cemiyet mensubu
subayların kumandası altında VMORO çeteleri taklit edilerek disiplin altına
alınacaklar ve örgütleneceklerdi. Gerekirse Seyyid Ken‘an ve Hüsrev Sami Beyler
gibi Paris’deki cemiyet mensubu subaylar da bu çetelere kumanda etmek üzere
ülkeye sokulacaklardı. Bu çetelerin kadrosunda çok sayıda kanun ve asker
kaçağının olması ve disiplinlerinin zayıflığı cemiyeti endişelendiriyordu. Ama
cemiyet mensubu subaylar tarafindan kendilerine Dr.Bahaeddin Şakir Bey’in
deyimiyle “terbi- ye-i siyasiye” verilecek, çete mensuplarının “ulvî
amaçlar" için kullanılması mümkün olacaktı, ikinci olarak Müslüman
Arnavut Beylerinin maiyetinde bulunan silahlı gruplar harekete kazanılacaktı.
Bunun gerçekleştirilmesi cemiyetin vurucu gücünü ciddî biçimde artırabilirdi.
Üçüncü olarak gerek Müslümanların çoğunlukta olduğu çok sayıda Geg ve gerekse
Çerçiz Topulli çetesi gibi içinde çok
sayıda Hıristiyan’ın bulunduğu Tosk Arnavut çeteleriyle ortak hareket
plânlanacaktı. Nihayet eğer gerçekleştirilebilirse VMORO ve Ulahlarla beraber
karma çeteler örgütlenecekti.30
Bu noktada cemiyet düzerdi askerî
birlikleri eyleme geçirebilmek konusunda ciddî endişeler taşıyordu ve kısa
süreli bir eylem plânından ziyade uzun vadeli bir mücadeleye için hazırlık
yapıyordu. Cemiyetin bu alandaki yeni siyaseti ise hiç beklenmeyen bir kalem
tarafindan kamuoyuna duyuruldu. Dr. Nâzım ve Bahaeddin Şakir Beylerin ısrarı
üzerine Ahmed Rıza Bey çete örgütlenmesi üzerine detaylı bir yazı yazarak
bölgedeki subaylan eyleme davet etti. 1895’den beri Jön Türk neşriyatını
yakından izleyenlerin bu makaleyi okuduklarında inanılmaz derecede
şaşırdıklannı tahmin etmek pek de yanlış olur. Neredeyse on üç senedir sürekli
biçimde ihtilâlcilik aleyhinde yazı yazan, bunun Osmanlı Devleti’nin çöküşüne
neden olacağını ileri süren ve bu tezlerini pozitivist felsefeyle destekleyen
Ahmed Rıza Bey “Çete Teşkili Lüzumuna Dair Mektub ’’ başlığı altında
Osmanlı subaylanna sesleniyordu:
“Kardeşim Ali,
Bana mektublannda hükümetin cebr ü i
‘tisâfâtını, ahalinin hâl-i perişânını giryânını yazma, bildiğim şeyleri tekrar
etme... İşte kardaş, vatana dahilen ve haricen müstevli olan mesâibin
vehametini nazar-ı itibara al da bana artık Haşan in derdinden, komşunuz
Sarkiz ile Vasilin felâketinden bahs etme... Ah ü vahdan vatana ne hayır geldi
ki nizâm-ı halde devamını makul görelim! Biz de hayli zaman ah etdik, birçok
figanlar dinledik... firkamız da bir müddet ahvâl-i memleketi hem tedkik ve hem
tefhim mecburiyetinde bulundu... Lâkin malûmat-ı müktesebeyi tatbik etmek
zamanı gel- mişdir. İmandan sonra amel gerekdir. Kuru laf dinlemekden halk
usandı. Cihan bizden bir amel-i hayr, bir eser-i hayat bekliyor... Icraatdan
gaye idare-i meşrutayı iâde etmekdir.
Mes 'ele büyükdür, lâkin bir şahıs
tarafından hail edilemeyecek derecede müşldl değildir... Bir fedaî çıksa da
sevabına padişahı ursa mesele o saat hallolur, biter. Abdülhamid’in vasıta-i
cinâyâtı olan hainlerden bir kaçını öldürmekle de mes elenin halli teshil
edilmiş olur... Mes ’eleyi bir de umumî ihtilâlle halletmek yolu var. Ben
şimdiye kadar bu usûlün aleyhinde bulundum...
Bu halde mes 'elenin şiddetle halli
içün... müsaid olan vilâyetlerde onar, on beşer Osmanlı dilâverlerinden
mürekkeb çeteler teşkilinden başka tedbir kalmıyor. Bu çeteler haydudluk
etmeyecekler, bilakis haydudluk eden hükümet eden hükümet me’murlarının,
mütegallibenin pençe-i zulmünden ahaliyi kurtarmağa çalışacaklar. Sen zabitsin,
orduda müfreze tertib ve sevk etmek bilirsin. Çetenin başında senin gibi
açıkgözlü, vicdanlı bir zabit bulunacak olsa muvaffak olmamak kabil değildir.
Fülan yerde, fiilan zabitin kumandası altında fukaranın mal ve hukukunu
muhafaza etmek ve hükümeti şer' ve nizâmın icra-yı ahkâmına mecbur kılmak
maksad-ı hayrıyla bir çete teşkil etdiğini haber alan her köylü bir sevk-i
tabiî ile o çeteye meyi eder, dâhil olur. Bahusus asker ise, askerlik etmiş ise
daha çabuk girer. Böyle ahalinin iyiliği, devletin selâmeti niyetiyle silaha
sarılan bir firkayı hükümet emr etse de asker urmaz, zabtiye uzakdan görse de
görmezliğe gelir, mal ve mülk sahihleri ise ma ‘el-memnuniye besler, himâye
eder. Rumeli vilâyetlerinin hemen her tarafinda müsellâh çeteler var. Bunların
bir takımı Yunan 'dan, diğeri Bulgaristan 'dan gelmiş memlekete yabancı ve
zerre kadar iyilik etmedikleri halde barınıyorlar, ta ‘ayyüş eyliyorlar. Yunan
hükümeti gizlice tertib etdirdiği çeteler sayesinde o kıt ‘ada Yunan in da bir
hisse-i siyasiyesi olduğunu Avrupa 'ya tanıtdı. Mademki hükûmet-i hazıra
hukuk-i milleti müdafaadan âcizdir, biz de öksüz çocuk gibi kendi göbeğimizi
kendimiz kesmeliyiz... Çetelerin vezâifi sırf amelî olacağından ayrı ayrı
çalışsalar da birbirlerine yardım edecekleri şübhesizdir. Bir vilâyet böyle
sekiz, on muktedir zabitin idare-i
muvakkatesi altına girecek olursa Abdülhamid’un zulmünden kurtulmuş sayılır.
Bu fikrimi orada tanıdığın hüsn-i
ahlâkına güvendiğin silah arkadaşlarına selâm ve ihtirâmımla söyle. Bu hususda
kendilerine her veçhile muavenete hazır ve kâdir olduğumuzu da haber ver.
Ali ’m boş durma sây et. ”31
Tarık Zafer Tuna’ya göre bu
komitacılığı ittihatçılann Ja- koben olmalarına bağlıyor ve bu özellik iktidar
olmalanyla da ortadan kalkmıyor.
1908 başlarında Cemiyet çete
teşkilâtı üzerine iki önemli vesika hazırladı. Bunlardan birincisi bir subay
tarafindan hazırlandığı açık olan bir çete faaliyeti nizamnamesiydi. Bu vesika
çete faaliyetinin düzerdi bir biçimde yapılmasını düzenliyordu. Düzenlemeye
göre çetelerde emir ve komuta kesinlikle, geleceğin Sovyet parti komiserlerini
andıran, cemiyet mensuplarında olacak ve kullanılan mermi adedinden, günlük yer
değiştirmelere varıncaya değin her türlü faaliyet kayıt altına alınacaktı. Çete
içi işleyiş de bu kimselerin denetiminde olacak ve cezalar da (bu vesikanın
uygunsuz davranış için öngördüğü tek ceza idamdı) onlarca verilecekti, ikinci
vesika ise; Haricî Merkez-i Umumî tarafindan hazırlanan ve çıkarılacak
çetelerin hareketlerine ait bir talimatname idi. Buna göre çeteler “gayet
âdilâne ve insaniyetkârâne hareket etmeli’’, servet sahiplerini nakdi
yardımlarda bulunmaya teşvik etmeli, farklı Osmanlı unsurlan arasında “fikr-i
ittihadın ve millet meclisi” fikrinin yayılmasına çalışmalı ve “daima
cemiyetin re’yüta ‘limatı üzerine hareket etmeli ” idiler.
Makedonya’da çete örgütlenmesini
düzenleyen cemiyet buna destek verecek ilginç bir yapılanmayı da harekete kazanma
girişiminde bulundu. Aydın vilâyetinde bölgeyi kasıp kavuran ve hareketlerine
müdahale edilmeyen, kır serdarı benzeri unvanlarla faaliyeti meşrulaştırılan
Çakırcalı Mehmed
Efe ve kızanlarından oluşan çete
cemiyetin yeni örgütlenmesi için kelimenin tam anlamıyla biçilmiş kaftandı.
Üstelik cemiyet Makedonya’da ihtilâlin başlaması durumunda bölgeye Aydın redif
taburlarının sevk edileceğini bildiğinden, bu bölgede başlatılacak çete
eylemleri sayesinde bir taşla iki kuş vuracağını düşünüyordu. 1907 sonlarında
hükümetin “Çakırcalı'ya‘ bir darbe-i kat‘ive urulması” için hazırlıklara
başlaması da cemiyetin ünlü şakiye yaklaşmasını kolaylaştırmıştı. Bunun
neticesinde Anadolu’da örgütlenme ve Aydın redif taburlarını harekete kazanmak
için İzmir’e giden Dr.Nâzım Bey aracılığıyla Mehmed Efe ile temas sağlandı. Bu
arada Şüra-yı Ümmet Çakırcalı’nın aslında ülkenin bir bölgesini ıslâh
eden bir kimse ve gerçek eşkıyanın sultan ve avanesi olduğunu iddia eden
yazılarla Efe’ye övgüler yağdırdı. Daha sonra yapılan gizli görüşmelerde,
Dr.Nâzım Bey Mehmed Efe’nin çok dindar olduğunu bildiğinden onu AvrupalIların
ülkeyi bölmek için karar aldıkları ve bu önlenmezse Müslümanlann ırz ve
namusunun ayaklar altına alınacağı, camilere çan takılacağı benzeri iddialarla
ikna etmeye çalıştı ve buna da muavaffak oldu. Mehmed Efe önce harekete katılma
sözü verdi ama daha sonra bunun için Şeyhülislâm’dan fetva alınması konusunda
ısrarcı oldu. Araya konulan aracılara ve ikna gayretlerine karşın Çakırcalı bu
fikrinden vazgeçiri- lemeyince kendisinin eyleme katılımı gerçekleştirilemedi.
1908 Temmuz’unun sıcak günlerinde dahi Dr.Bahaeddin Şakir, cemiyetin Kıbrıs
şubesinde Çakırcalı’yı tanıyan bireyler aracılığıyla pazarlıkları yeniden
başlatmaya çalışıyordu. Ama ihtilâl kısa sürede başarıya ulaşınca bundan
vazgeçildi. 1908 İhtilâli sırasında cemiyet Bursa vilâyetinde iki Çerkez
subayın komutasında küçük çeteler ihracına muvaffak oldu. Bu Avrupa vilâyetleri
dışında ortaya konabilen tek çete eylemiydi ama Makedonya hareketinin çapı yanında
çok ufak kaldığı için kısa sürede unutuldu. Resneli Niyazi Bey’le başlayan
dağa çıkma ya da çeteye çıkma neredeyse ittihatçıların
ortak eğilimi olmuşlardı. Bu eylemi
zamanı geldiğinde hemen uygulamaya koydukların yukarıdaki örneklerinden görüyoruz.
1908 yılı başmdan itibaren çete
örgütlenmesi, tedai teşkilâtlan, siyasî memurlan ile Daşnaktsuyun ve VMORO
benzeri bir yapı ortaya çıkmış bulunuyordu. Üstelik bu örgütlerin tersine
devletin idari teşkilâtı ve askerî örgütlenmesi de bu yapıya destek veriyordu.
Artık ihtilâl hazırlıktan tüm hızıyla sürebilirdi. Makedonya’daki hazırlıklar
hızla ilerliyor. Merkezi temsil eden komutanlar ya kaçırılıyor ya da suikastle
devre dışı bırakılıyordu. Artık İhtilal durdurulamayacak bir yola girmişti.
Ortak hareket ediliyordu. Çünkü Daşnaksutyun Örgütü yöneticileri tek başına
Abdülhamid’in mutlakıyet rejimini yıkamayacağını anlamıştı. Türk devrimcilerle
ortak genel kımıl yapılması kararlaştırıldı.33
Makedonya ihtilâl için oldukça
elverişli bir zemin bahşediyordu ama bölgenin etnik ve dinî kompozisyonu ile
1878 Berlin Kongresi’nden sonra uluslararası diplomasinin temel meselelerinden
birisi haline gelişi (bir benzetme yapılacak olursa Makedonya sorunu ancak
günümüz Filistin meselesiyle karşılaştınlabilinir) Müslümanlar ve ordu
tarafindan başlatılacak bir eylemi zorlaştırıyordu.34
Dolayısıyla Terakki ve İttihad
Cemiyeti’nin ihtilâl öncesinde çözmek zorunda olduğu bir dizi sorun vardı. İlk
olarak Makedon, Bulgar, Yunan ve Sırp çete teşkilâtlan ya ortak eyleme ikna
edilmeli ya da bunların en azından ihtilâl sırasında eylemsiz kalmalan
sağlanmalıydı. Eylem bir Müslüman- Hıristiyan çatışması haline dönüştüğü ya da
bazı unsurlarca Düvel-i Muazzama’ya böyle takdim edildiği takdirde zaten
yapılması için bahane aranılan yeni bir müdahale gerçekleşir- di ki, bu sadece
ihtilâlin değil, Avrupa’daki Osmanlı hâkimiyetinin de sonu olurdu, ikinci
olarak Amavutlar gerek kitlesel
olarak gerekse de örgütsel düzeyde
harekete katılmalıydı. 1878 sonrasında Osmanlı Avrupası’nda Müslüman nüfûsun
çoğunluğu Amavut’tu ve Batı’ya, Adriyatik sahiline doğru gidildikçe bu oran %
90’lara varan rakamlara ulaşıyordu. Dolayısıyla Arnavutların desteğini almayan
bir eylemin başan şansı sıfırdı. Üçüncü olarak Yunanlılar, Bulgarlar ve Sırplar
benzeri güçlü unsurlar gibi bağımsızlık ya da “anavatanlarla ” birleşme
siyaseti takip etmeyen Yahudiler ve Koço Ulahlarla anlaşılarak harekete
Osmanlı unsurlarının destek verdiği bir ihtilâl niteliğinin kazandırılması
gerekiyordu. Bunlar kâğıt üzerinde kolay gözükmekle beraber gerçekleştirilmesi
oldukça zor amaçlardı.
Nitekim Cemiyet VMORO’ya 1907 sonunda
ittifak için yaklaştığında işin ne denli zor olduğunu görmüştü. Örgütün resmî
yayın organı olan ilinden dergisinde belirtildiği gibi “Bizim yolumuz
Jön Türklerle kesişmiyor. Biz Makedonya ’nın ayrı bir bölge olarak muhtariyet
kazanmasını istiyoruz... Jön Türklerin amacı ise Makedonya ’yı yabancı kontrolünden
kurtarıp bütünüyle Türk idaresi altına almak.. Türkiye’nin geleceği bizi
ilgilendirmiyor ve biz anavatanımızın geleceğini Türkiye’nin Avrupa, Asya ve
Afrika’da farklı dinî ve etnik aşiretlerin, halkların ve ırkların oturduğu, ne
olacağı belirsiz arazilerin kaderine bağlamak istemiyoruz... Biz Jön Türklerin
tuzağına düşmeyeceğiz. ”
Manastır Vilayetinin kimi
bölgelerinde Arnavut, Sırp ve Bulgar azınlıklar Müslüman Türk nüfusla bir arada
yaşamaktan memnun değillerdi. Kendi topraklarında Özerk ya da bağımsız
yaşamak istiyorlardı. (Bu yüzden Müslüman Türklere ve Osmanlı yönetimine
hasmane bakıyorlardı.)
Ancak bu örgütün aynı dönemde
yaşadığı iç hesaplaşma Terakki ve İttihad liderlerinin imdadına yetişti.
VMORO’nun sol kanat liderlerinden Jane Sandanski’nin fedaîlerinden Todor
Panitza örgütün sağ kanat liderleri Boris Sarafov ve
Ivan Garvanov’u öldürünce örgüt
içinde iç savaş başladı. Örgütün yaşadığı 1904 krizi sonrasında tamamen
Bulgaristan destekli Vürhovistlerin hâkimiyetine giren Khristo Matov
liderliğindeki sağ kanat VMORO’nun 1908 Martındaki Köstendil Kongresi’nde bir
kez daha Terakki ve İttihad Cemiyeti ile ortak hareket etmeme karan aldı. Daha
sonra da bu kongreye katılmayan Sandanski liderliğindeki Serez grubunu örgütten
ihraç etti.36
Bu Terakki ve İttihad Cemiyeti için
âdeta bir tepsi içinde kendisine sunulan bir fırsat gibiydi. Serez grubu
sosyalist âdem-i merkeziyetçiliği benimsiyor, Bulgaristan ile birleşme fikrine
kesinlikle karşı çıkıyordu. Bu gruba yakın bir entelektüel olan Angel Tomov’un
editörlüğünde neşredilen Odrinski Glas (Edirne’nin Sesi) dergisi
anayasal garantiler altında Jön Türkler ile ortak hareket etmenin mümkün
olduğunu savunuyor ve Matov ile Vürhovistleri Bulgar ajanlığıyla suçluyordu.
Dolayısıyla VMORO içindeki bölünmeden istifade eden Terakki ve İttihad
Cemiyeti, Serez grubuyla ihtilâlin hemen akabinde ortak eylem için uzlaştı.
Sol kanadın 1908 Mayıs-Ha- ziran aylannda yaptığı Bansko Kongresinde bu
eylem plânı onaylandı. VMORO sağ kanadı ise ihtilâl sırasında iki türlü baskı
altına girdiğinden hareketsiz kalmak zorunda kaldı. Teşkilâttaki sorunlar
nedeniyle zaten bir süre için eylemlerden ziyade örgüt içi eğitim faaliyeti
sürdürme karan alan sağ kanat, Bulgaristan’dan gelen çete faaliyetine ara
verilmesi baskısıyla karşılaşınca (bunun nedeni yeni ıslahât programına destek
sağlaması için îngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın Bulgar hükümetine yaptığı
baskıydı) ihtilâli âdeta seyretti. İhtilâl sırasında sağ kanatın kontrolündeki
Üsküp ve Manastır’da VMORO hareketsiz kalırken sol kanadın egemenliğindeki
Serez’de Sandanski Terakki ve İttihad Cemiyeti’ne destek verdi. Dahili
tcşkilat’ın bu desteğinden dolay devrimden sonra Sandansky’nin önerdiği adaylan
Il.meclise seçilmesi için desteklediler.37
VMORO’nun iç sorunlarından yararlanan
Jön Tüıklerin Yunan çetecileriyle pazarlıklan daha zor geçmeye namzetti. Çünkü
bunlar evvelce de belirtmiş olduğumuz gibi tamamen Yunan makamlarının kontrolü
ve bilgisi altında çalışıyorlardı. En önemli çeteleri ise takma adlarla Yunan
subaylan idare ediyordu. Bunların en ünlüleri Kapetan Akritas takma adıyla
çetecilik yapan Yüzbaşı Konstantinos Mazarakis, Kapetan Vardas nâmıyla çete
liderliği icra eden Yüzbaşı Giorgios Tsontos ve Kapetan Agras adıyla faaliyette
bulunan Yüzbaşı Tellos Agapinos idi. Dr. Nâzım Bey’in dâhile sokulması sırasında
görüldüğü gibi doğrudan yabancı bir hükümetin idaresinde olan örgütlerle
çalışmak pek çok sorunu beraberinde getiriyordu. Yunan hükümeti, Jön Tüık
hareketinin bir blöften ibaret olduğuna inanıyordu. Üstelik VMORO ile yapılan
pazarlıklarda yaver giden talih Yunanlılarlarla gerçekleştirilen müzakerelerde
tersine döndü. Yunan diplomatlan arasında Jön Tüık hareketinin ciddiyetine
inanan en önemli diplomat Yunanistan’ın Selanik genel konsolosu Lambros
Koromilas idi. Bu şehirdeki örgütlenmeyi yakından izleyen konsolos zannedilenin
tersine hareketin kuvvetli olduğunu savunuyor ve Yunan Dışişlerini bu konuda
uyarmaya çalışıyordu. Nitekim Koromilas bu görüşlerini kendisiyle gizlice
buluşan Hürriyet Cemiyeti mensuplarına da söylemiş, Bulgar tehlikesine karşı
ortak hareket tavsiye etmişti. Ancak 1908 yılı başında Koromilas’ın görevinden
alınması için yoğun Rus-İngiliz baskısıyla karşılaşan Osmanh hükümeti,
Yunanlılardan konsolosun geri çekilmesini talep etti ve Koromilas 22 Şubat
günü Selanik’i terk etti. Yerine gelen Kanellopoulos ise Jön Tüıklere yönelik
daha ihtiyatlı bir siyaseti tercih ediyordu ki, bu da Terakki ve İttihad
Cemiyeti’nin işini bir hayli güçleştiriyordu. Nitekim Kanellopoulos, cemiyet
adına gizlice kendisiyle buluşarak ortak eylem teklif eden Mustafa Rahmi Bey’e
olumlu cevap vermekten kaçındı. Aynı şekilde Manastır’daki Yunan Konsolosu
Dimaras da bölgedeki Rum çetelerine Jön
Türklerle çatışmaktan kaçınmalarını,
ancak onları yanlarına da yaklaştırmamalarını tavsiye etti. Kendisine göre her
Yunanlı Türklerden nefret etmeli ve onlarla çalışmayı reddetmeliydi.
Bölgedeki konsoloslarca hareket hakkında bilgilendirilen Yunan Dışişleri
Bakanı Giorgos Baltatzis 10 Temmuz 1908’de bölgedeki tüm diplomatlara bir
sirküler göndererek, yerli Rumların Jön Türk faaliyetine katılmamalarının
sağlanmasını ve Yunan subaylan idaresindeki çetelerinin ise teyakkuz
durumunda kalmalarını istedi. Özellikle Makedonya’daki bazı çete üyeleri
silahlarını bırakarak, yeni duruma uyum sağlama karan almışsa da subaylardan
oluşan çete başlan onlan bu karanndan çabucak caydırmıştır?8 Bunun
yanısıra Rum Patrikhanesi de ihtilâle karşı bir tavır aldı ve Patrik IILIoakeim
de bölgedeki din adamlarına benzer tavsiyelerde bulundu.
Yunanlılarla temaslarda başan
sağlanamaması üzerine Terakki ve İttihad Cemiyeti ile Rum örgütleri arasındaki
ilişkiler çok gerginleşti. 1908 ilkbahannda Yunan komiteleri Ali Efendi adında
cemiyet mensubu bir mülâzım-ı evveli katlettiler. Aynı tarihlerde Paris’de
neşrolunarak Makedonya’daki Yunan mücadelesine destek veren L ’Hellenisme
dergisi Terakki ve İttihad Cemiyet’nin Makedonya ve Kafkasya’daki örgütlenmesi
hakkında detaylı bilgiler içeren bir makale yayınladı. Bunun Saray’ı cemiyete
karşı harekete geçirmek için yapıldığı açıktı. Cemiyet bunlara Mechveret
Supplement Fran- çais’de yayınladığı sert bir makale ile cevap verdi ve Rum
çetelerini Atina hükümetinin saldın aleti olmakla itham etti.39
Bu gelişmeler üzerine Terakki ve
İttihad Yunanlılarla ilişkilerinde yeni bir siyaset uygulamaya karar verdi. Bu
siyasete göre Rum çetecilere elden geldiğince sert davranılacak ama Rum ahali
kazanılmaya çalışılacaktı. İki meıkez-i umumî tarafindan ortaklaşa alınan bu
karar çerçevesinde yerel örgütler Rumlara sert ihtarlar vermeğe başladılar.
Hasib Bey adında bir avukat aracılığıyla Manastır’daki Yunan konsolosuna 13
Tem-
muz 1908 günü bu tür bir ihtamâme ile
cemiyetin nizâmnâmesi verildi. Ancak Rum çeteleri, VMORO sol kanadı ve Terakki
ve İttihad örgütlerine karşı eylemlerini hızlandırma karan aldılar. Buna
karşılık olarak cemiyetin Manastır Şubesi Rum örgütlerine ve Patrikhane
temsilcilerine sert bir uyan yaptı: .
“Osmanh Terakki ve İttihad Cemiyeti
nâmıyla mukaddema hafi ve fimdi celî olan bir cemiyetin vücûdunu biliyorsunuz.
Bu cemiyetin maksadı 1293 tarihinde ilân edilen... Ka- nun-i Esası hin
istirdadıyla millete hukuk-i hürriyetin bahtından ibaretdir... Nitekim Bulgar
vatandaşlarımız, maksad-ı ulvîye olan meyi ve arzularını izhar eylediler...
işte şu maksad-ı ulvîye binaen sizden rica ederiz İd ba ‘dema cins ve mezheb
dâiyesiyle Rum vatandaşlarımız tarafindan kan dökülmesine kat’iyyen meydan
verilmesün. Eğer Rum arkadaşlarımızın maksad-ı aslîleri hakikaten hürriyet ve
müsâvat ise bu maksadın husulüne bizimle beraber can ü gönülden çahşurlar...
Şurası muhakkak olarak bilünsün ki, Rum kardeşlerimiz burada bir maksad-ı
mukaddes ve ulvîden ayrılarak (L ’Hellenis- me) fikr ve hayâline hidmetle hem
neticesi gayet tehlikeli bir yola sapmış bulunuyor ve hem de Anadolu ’da
kendilerinin bir kaç misli bulunan Rumların saadet ve selâmetini ayaklar
altında çiğnetmiş bulunuyorlar... Yıldız ile Patrikhane’nin arasındaki hafi
müzâkerat Rum milletinin selâmetinden ziyade mahvını mucib olacakdır... Rum
çetelerinin ötede beride dolaşarak kan dökmemelerini ve kabil ise dağılmalarını
veya hiç olmazsa şimdilik bitaraf kalarak hal-i sükûtda bulunmalarını rica
ederiz. Bahusus bir takım âdi ve kıymetsiz Müslümanları da maaşla yanlarına
alarak bunlara cinayât-ı vahşiyâne icra etdirmemelerini kat’iyyen arzu
etmekdeyiz. Vaki ‘a bu gibi alçak Müslümanlar asla cemiyetimize mensub değildir...
Medeniyet, insaniyet ve vatandaşlık nâmına umum Rum kardaşlanmızdan rica
ediyoruz. Aksi halde zuhura gelecek nifâkın, kanların bütün mes illiyetlerinin
kendilerine aid
kalacağı ve âlem-i medeniyet ve
mahkeme-i insaniyet kabusunda kendilerinin mahkum olacaklarını arz eyleriz. ”40
Ancak Buna rağmen Yanya Vilayetinde
Müslüman halkın Rum halka göre nüfus bakımından azınlıkta olduğunu ve
Hıristiyanlann devamlı olarak silahlandınlması Müslüman halk üzerinde olumsuz
etki yapacağını dikkate alan Osmanh yönetimi Bölgedeki askeri kuvvetlerin
artırılması karan aldı.41
Bu sert muhtıra sonrasında 22 Temmuz
günü bölgedeki herkes bir Jön Türk-Yunan çatışmasının kaçınılmaz olduğunu
düşünüyordu. Ama ihtilâlin kısa sürede başanya ulaşması ve Rum kitlelerin
ihtilâlin son günü ve sonrasında gösterilere katılmalan bu tabloyu bütünüyle
değiştirdi. Bir Bulgar konsolosunun rapor ettiği gibi "düne kadar
ihtilâli desteklememeleri konusunda Patrikhane ’nin kat ’i emrine uyan ”
Rum ahali Yunan hükümetinin de onayladığı bu siyasete karşın cemiyetin boykot
ve ceza tehditleri karşısında son anda harekete destek verdi. Bu desteğin
başını da yeni rejimde zarara uğramaktan korkan Rum ileri gelenleri vc
tüccarlar çektiler. İhtilâl sonrasında Yunan Dışişleri Bakanı Baltatzis’in yaptığı
bir yorum heıhalde dönemin Jön Türk-Yunan ilişkilerini ortaya koyan en bir
tespittir. Bu yoruma göre Yunanlılar ihtilâlde herhangi bir rol oynamamışlardı.
Şimdi iktidarı ele alan Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin Yunan makamlarının
aslında ihtilâl sırasında hareketin karşısında olduğunu anlamaması için elden
gelen yapılmalıydı.
VMORO’nun bir kanadı ile ortak eylem
kararı alan, Yunan çetelerini pasif bir tavır takınmaya zorlayan Terakki ve
İttihad Cemiyeti, ihtilâl öncesinde Lazar Mladonovic tarafindan yeniden
örgütlenerek tek merkezden emir alır hale getirilen Sırp çetnik hareketinden
fazla çekinmiyordu. VMORO ve Yunan çete organizasyonundan farklı olarak çetnik
teşkilâtı Makedonya’nın her yerinde eylem yapamaz ve ihtilâle karşı tavır alsa
bile mahallî olmaktan ileri giden eylemler gerçekleş-
tiremezdi. Aynca Sırp çeteleriyle
anlaşmaya gidilmesi ciddî bir riski de beraberinde getirebilirdi. Böylesi bir
anlaşma Ar- navutlan gücendirerek hareket için hayatî ehemmiyete haiz olan
Arnavut desteğini tehlikeye düşürebilirdi. Dolayısıyla Sırplarla herhangi bir
pazarlık yapılmaması kararlaştırıldı. Dâhilî Merkez-i Umumî Sırp örgütlerinin
ihtilâl karşıtı bir faaliyete cesaret etmeleri durumunda Arnavut çetelerle
ortak eylem yaparak onları ezme kararını tüm şubelere iletti. Bunun yanı sıra
Ahmed Niyazi Bey çetesine katılan bir Sırp öğretmenin yardımıyla Sırp ahali
harekete katılmaya çağrıldı. Sırpların ihtilâl sonrası cemiyete yönelttikleri
ilk talep olan Ama- vutlann aşırılıklarının önlenmesi isteği ise cemiyetin
kararının ne denli hakh olduğunu ortaya koydu. Sırp örgütleri de tıpkı VMORO
sağ kanadı ve Rum çeteleri gibi ihtilâli seyretmekle yetindiler.
Bu örgütler yanında Terakki ve
İttihad Osmanlı hâkimiyetinin sürmesini kendi menfâatleri açısından isteyen
iki unsurun desteğini aldı. Bunlar bilhassa Selanik şehrinde yoğunlaşan
Yahudi cemaati ve bölgede Romen hükümetinin desteğiyle varlığını sürdürmeye
gayret eden Koço Ulahlaıdı. Ema- nuel Carasso, Nesim Mazliyah, Nesim Ruso ve
Emanuel Salem gibi önde gelen Osmanlı Yahudi liderleri harekete ciddî destek
verdiler. İki önde gelen Koço Ulah lideri Filip Mişea ve Nicolae Konstantin
Batzaria ise yemin ederek cemiyete katıldılar. (İhtilâl sonrasında mükâfat
olarak Mişea meb’us Batzaria ise âyân üyesi be nazır yapıldı ve İttihad ve
Terakki için çalıştılar). Onların teşvikiyle küçük Koço Ulah çeteleri cemiyet
mensubu zabitlerin kumandasında ihtilâle katıldılar. Uygulamada herhangi bir
ehemmiyet taşımamakla birlikte sembolik olarak her iki katılım da Jön Türkler
için hayatî önem taşıyordu ve harekete Müslim ve gayrimüslim tüm Os- manlılann
katıldığının savunulmasını kolaylaştırıyordu. Bunun sonucu olarak 1908’den
sonra Kurulan Meclis-i Mebu- san’a giren tek Ulah mebus olan Phillip Mishi’yi
seçti43
Görüldüğü gibi ihtilâl sırasında
cemiyet gayrimüslim örgüt ve cemaatlerle değişik pazarlıklar yapmıştı ve bunlan
ya yanında yer almaya ya da harekete karşı koymamaya zorlamıştı. Ama başarı
için Arnavutlarla uzlaşılması ve onlann desteğinin alınması zorunluluktu.
Cemiyet bu alanda Müslüman Arnavutların en büyük korkusu olan yabancı
müdahalesi tehlikesini ikna aracı olarak kullanma karan aldı. Aynca Müslüman
Arnavut ahali Sultan’a aşın bağlılık ve saygı duyduğundan (Müslüman
Arnavutların büyük bir çoğunluğu 11. Abdülhamid’e Baba Mbret’e ‘Padişah’
sıfatıyla hitap ediyorlardı) onlara yönelik propagandada suçlamaların padişaha
değil etra- findakilere yöneltilmesi kararlaştınldı. Dolayısıyla Terakki ve
İttihad yayınladığı “Arnavutluğun İçinden" benzeri beyannamelerle
İtalyan ve Avusturya-Macaristan komplolan karşısında Amavutlan ortak eyleme
davet etti. Bu propaganda neticesinde çok sayıda Arnavut ileri geleni cemiyete
katıldı. Meselâ Necib Draga Üsküp şubesinin kuruluşuna öncülük etti. Ohri’de
kurulan Cemiyet-i Hususiye-i İslamiye’nin kaymakam ve Arap asıllı bir subay
dışındaki tüm mensuplan Arnavut’tı!, Resnc Belediye Başkanı Hoca Cemal Efendi
Resne Millî Taburu’na katılmıştı. Hareketin ilerleyen aşamalarında Arnavut
aşiret reisleri meselâ Kıjanlı Ragıb Ağa ve Kırkdölen- ccli Raif Ağa
maiyetlerindeki silahlı adamlarını (bunlann sayılan 1.000 civarındaydı)
cemiyetin emrine verdiler. Hükümet otoritesinin çok zayıf olduğu Çamlak
(Çameria) bölgeler hareketin merkezi haline geldi. Bunun dışında Debre ve
Ergiri (Gjirokaster) benzeri şehirlerde mahallî Arnavut teşkilâtlan aym zamanda
Terakki ve İttihad şubeleri olarak çalışmayı kabul ettiler.
Bu başansından cesaret alan cemiyet
bir yandan örgütlenme faaliyetini artırırken öte yandan da Fan Stylian Noli ve
İsmail Kemal Bey gibi aşın milliyetçileri dış güçlerin ajanı olarak suçlayarak
Amavutlan bu tür milliyetçiliğe taviz vermemeğe davet etti. Buna karşın
cemiyet bir yandan da yurt
dışındaki Arnavut milliyetçi
örgütleriyle temas sağladı ve 1908 Mayıs ayında en önemli Arnavut cemiyeti olan
Başkimi (İttihad) örgütüyle ortak eylem konusunda anlaşma sağlandı.
* Terakki ve İttihad’ın son hedefi
ise Arnavut çete örgütlenmesi idi. Bunlarla anlaşma sağlanması ise bir hayli
zordu, çünkü bu çetelerin bir bölümü aşın milliyetçi, Türkler hakkında
Anadollak benzeri aşağılayıcı sıfatlar kullanan bir ideolojiyi
benimsiyorlardı. Nitekim Terakki ve İttihad Cemiyeti ilk temasında bu
çetelerden rejim değişikliği sonrasında Arnavutça eğitime izin verilmesi
benzeri taleplerle karşılaşmıştı. Cemiyet bu taleplere muğlâk cevaplar
verdikten sonra kendisi de Arnavut olan Resneli Kolağası Ahmcd Niyazi Bey’i
çetelerle pazarlık üzere Görice’ye (Korçe) gönderdi. Arnavut temsilciler
pazarlıklarda Türklerin Osmanlılık idealine sadık kalmadıklannı vc Arnavut taleplerine
sahip çıkmadıklarını savundular. Ahmed Niyazi Bey bizzat kendisinin ayrılığının
bu iddianın yanlışhğını ispat ettiğini savundu. Daha sonra İstarova’da
(Pogradec) yeni bir toplantı yapıldı ve mahallî Arnavut liderlerin ve başta
Hüseyin Baba olmak üzere Bektaşi şeyhlerinin aracılığıyla anlaşma sağlandı.
Çercis Topulli, Mihal Grameno ve Adem Bey gibi çete liderleri harekete
katılmaya karar verdiler.
21 Temmuz’da İstarova’dan gelen
Topulli, Ohri’den yola çıkan Ohri Millî Taburu, zaten dağda olan Resne Millî
Tabu- ru’na katılarak Terakki vc İttihad Cemiyeti Manastır Şubesince verilen
yazılı emir uyarınca Manastır’ı basarak Tatar Osman Paşa’nın dağa kaldırılması
eylemine katıldı. Aynı eyleme Erscke’den (Kolonja) çıkarak katılan Adem Bey
çetesi ise söz konusu eylemi neredeyse tamamen bir Arnavut girişimine
dönüştürdü.
Kolağası Ahmed Niyazi Bey Arnavut
komiteleriyle yaptığı pazarlık sırasında “idare-i meşruta...
taraftarlarının ekseriyetini Türkler değil anâsır-ı şâire efradı teşkil
etmektedir”
demişti. Bu şüphesiz harekete Arnavut
katılımını vurgulayan bir ifadeydi. Nitekim Sultan da ihtilâl sırasında
konuştuğu Avusturya-Macaristan elçisi Graf Pallavicini’ye eylemin Arnavut
karakterini vurgulamıştı. Türk tarihçiliği 1908 İhtilâlini Türk tarihinin bir
parçası olarak görmektedir. Bu pek tabiî yanlış değildir ama bu olay sadece
Tüık tarihinin değil başta Arnavut tarihi olmak üzere pek çok Osmanlı unsurunun
geçmişinin en önemli gelişmelerinden birisidir. Resneli Ahmed Niyazi,
Grcbeneli Bekir Fikri, Ohrili Eyüb Sabri gibi subayların idaresinde ezici
çoğunluğu Amavutlar’dan oluşan millî taburlar, sayılan bini geçen Tosk ve Geg
çete efradı, aynı sayıdaki Arnavut gönüllüler, Firzovik’de Kanun-i Esasî’nin
yeniden yürürlüğe konması için besa (yemin) veren on binlerce Arnavut,
hareketin bir Arnavut eylemi olarak görülmesi sonucunu doğurmuştu. Hareketin
perde arkası örgütleyicileri- nin Dr.Bahaeddin Şakir, Dr.Nâzım ve Mehmed Talât
Beyler gibi kimseler olması bu gerçeği değiştirmez. Nitekim ihtilâl sırasında
çekilen resimlerde beyaz fesli Arnavutlann katılımcılar arasında çoğunluğu
sağladığı gözden kaçmamalıdır.44
Yapılan bütün girişimlerden
anlaşılıyor ki; Terakki ve İttihad Cemiyeti 1908 ihtilâli öncesinde
gerçekleştirilmesi oldukça zor bir başanya imza atarak Makedonya’daki bütün
unsurlan ya eylemine katılmaya ya da tarafsız kalmaya bir şekilde ikna etmiş ya
da zorlamıştı. Bu ise hareketin bir OsmanlI eylemi olarak sunumu ve yabancı
müdahalesinin önlenmesini sağlıyordu. Çünkü bu şekilde bir suçlanma zaten
yapılıyordu. Cemiyet bu alanda ihtilâl öncesinde bir adım daha attı. 1907 yılı
sonunda Paris’te Terakki ve İttihad Cemiyeti ile Daşnaktsuyun ve Sabahaddin
Bey’in örgütü Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî Cemiyeti ile bir dizi
paravan örgütün (bu hayalet cemiyetler gerçekte düzensiz olarak yayınlanan
dergileri çıkartan bireylerden başka bir şey değillerdi) katıldığı bir kongre
yapıldı. Terakki ve İttihad kongre toplanması ve Daşnaksutyun ile ittifak
girişimini Makedonya’nın
ihtilâl sahası olarak seçilmesi öncesinde
almıştı. Dolayısıyla uygulamada ihtilâle fazla bir yardımı olamasa bile
bilhassa Avrupa devletlerini hareketin Osmanlılık boyutuna ikna konusunda
Daşnaktsuyun desteği önemliydi. Kongre sonrasında üç örgüt ve onlara katılan
Arap, Yahudi cemiyetleri ile Ermeni Armenakan _partisi ortak eylem konusunda
anlaştılar. Bu ortak eylem karan Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin Makedonya’daki
unsurlarla yaptığı pazarlıklarda kullanıldığı gibi 1908 hareketinin tüm Osmanh
anâsınnın desteklediği bir eylem olarak uluslararası kamuoyuna sunulmasını
mümkün kıldı. Bu son kongre toplantısı aynca Osmanh Yönetimine bir uyan
niteliğindeydi. Çünkü İmparatorlukta tüm unsurların kendisine karşı ortak
tavır aldığını gören iktidar, muhalefetin isteklerini ciddiye almak zorunda
kalacaktı. Bütün bağlantılar yapılmış, kararlar alınmış Cemiyet için tek iş
kalmıştı. İktidara yürümek. Harekete geçildi.
Artık eylem zamanıydı.
Türk tarihçiliğinin uzun süre
savunduğunun tersine 1908 İhtilâli birkaç subayın dağa çıkarak yaptığı bir blöf
ve bundan korkan Sultan’ın teslim olması değildi. 1905 ile 1908 arasında uzun
süren çalışmalar sonrasında cemiyet Makedonya’da ve diğer Avrupa vilâyetlerinde
kasaba düzeyine varan örgütlenme gerçekleştirmişti. Her türlü ihtimali göze alan
cemiyet Makedonya’da başlayacak eyleme müdahale için ilk olarak Aydın redif
taburlannın deniz yoluyla gönderileceğini bildiğinden, Dr. Nâzım Bey’i İzmir’e
göndermişti. 1907 yılı sonunda Yahudi kıyafetinde ve hac için Kudüs’e giden
Osmanh Yahudilcrini taşıyan bir vapurla gizlice Selanik’ten İzmir’e gelen
Dr.Nâzım örgütün İzmir şubesinin yardımıyla Asmah- mescit’de Yakub Ağa adı
altında bir tütüncü dükkânı açtı ve redif taburları subay ve efradına cemiyet
propagandasını ulaştırdı. Tatil günlerinde hamal, falcı, sokak satıcısı
kılığında
vilâyeti baştan, başa dolaşan,
panayırlarda cambazlık yapan Dr. Nâzım Bey tabur mensuplarının çoğuna bölgeye
gönderildiklerinde din kardeşlerine silah atmamalan için Kur’an üzerine el
bastırarak yemin ettirdi ve çok sayıda subayı cemiyete üye olarak kaydetti.
Kendisine hazırlamakta olduğu Osmanlı Müellifleri eseri için yazma
eserler toplama bahanesiyle katılan Binbaşı Mehmed Tahir Bey’de yardımcı oldu.
Bu çalışma hareketin başansında büyük rol oynadı.
Cemiyet 1907 yılı sonundan itibaren
propaganda yöntemlerini ve bu eylemde işlediği temaları değiştirdi, tik olarak
propaganda malzemesi, bilhassa Makedonya’da, çok daha yoğun olarak kullanılmaya
başlandı. 1908 İlkbahan’nda bölgeye gönderilen cemiyetin merkez yayın organı (Şûra-yı
Ümmet) adedi 1.000’e yükseltildi. Bunun bile yetersiz kalması üzerine derginin
elle yazılarak çoğaltılmış suretleri askerî birliklerde yapılacak propaganda
için kullanılmaya başlandı. Buna ilâveten Dâhili Merkez-i Umumî Manastır’da
elle yazılarak taş baskı yöntemiyle çoğaltılan Neyyir-i Hakikat isimli
bir dergiyi gizli olarak Manastır’da yayınlamaya başladı. Bu yurt içinde
cemiyet tarafindan düzenli olarak yayınlanmasına muvaffak olunan ilk dergiydi.
Dergilerin daha geniş kitlelere ulaşması için bölgede görevli her taburda
görevi okuma bilmeyenlere dergideki önemli makaleleri okuma ve izah etmek olan
heyetler kuruldu.
Propaganda malzemesinin daha yaygın
ulaştırılması yanında cemiyet faiklı toplumsal gruplar için farklı propaganda
malzemesi kullanma karan aldı. Köylü ve kadın şubeleri kurularak bu toplumsal
katmanlara hitap edecek beyannameler hazırlandı. Benzer şekilde az eğitimli ve
muhafazakâr gruplara yönelik propagandada cemiyetin amacının "şeriatı
geri getirmek” olduğu vurgulanırken, subaylara ve bürokratlara yönelik
propagandada meşrutî rejim gerekliliği, Kanun-i Esa- sî’ye duyulan ihtiyaç
benzeri temalar kullanılması kararlaştı- nldı ve bu karar titizlikle uygulandı.
Bunlara ek olarak, Müs-
lüman Amavutlan hedef alan propaganda
da Sultan’a sadece üstü kapalı eleştiriler getirilmesi, buna karşın geri kalan
propaganda, da kendisinin ülkeyi yabancılara satmakta olduğu lezinin işlenmesi
kabul edildi.
Propaganda alanında karşılaşılan
temel bir zorluk Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin 1905’den itibaren artan bir
kuvvetle sarıldığı Tüıkçü ideolojinin Makedonya’da kullanılmasıydı. Böylesi bir
ideolojik temele dayanan propaganda ile nüfusun önemli bir kısmının Türk
olmadığı Makedonya’da başanlı olmanın imkânı yoktu. O nedenle Türkçü tezleri
işleyen beyannameler elden geçirilerek bunlar içinde diğer unsurları eleştiren
ifadeler ayıklandı. Meselâ 1907 yıh yazında dağıtılan bir beyannamede bulunan “bizim...
Bulgar’dan hain düşmanlarımız kimlerdir?’’ benzeri ifadeler ayıklanarak,
bunların yerine “idrak etmeniz gerekir Bulgarlar ve Ulahlar sizin düşmanınız
değil bilâkis kardaşlarınızdır’’ gibi cümleler konuldu. Aynı beyannamenin
Arnavutların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde dağıtılan kopyalarından “Muaviyenin
oğlu Yezid mel unu da Sultan Hamid gibi halife değil miydi?... Yüz binlerce
İslâm kanı döken Nâsır halife değil miydi? ” benzeri ifadeler çıkartıldı.
Beyannamelerin yanı sıra halk ozanlarına basit dilde yazdırılan metinler
çeşmelere ve halkın görebileceği yerlere asılmaya başlandı. Bir misâl vermek
gerekirse: Müslümanlar dinleyin sözümü Ağlamakdan kan bürüdü gözümü
Can vererek memleketler alırdık
Elimizde kalacakdır sanırdık Sultan Hamid birer birer veriyor Koca millet
gürültüye gidiyor Paramız oğlumuz bütün malımız Giden gider iflah olmaz halimiz
Şehidlerin yetimleri dilenir
Sultan Hamid bunlar ile eğlenir
Evimizi soydu Y ıldız çetesi Elimizde
kaldı saman şiltesi Çini çıplak avretimiz kızımız Ayaklar altına alındı bütün
ırzımız Oğlumuz urulmuş al kan içinde Kızımız bozulmuş Balkan içinde Ağlayarak
zırlayarak gideriz Hükümete feryad figan ederiz Dinlemezler bağırırlar koğarlar
Sözümüzü ağzımızda boğarlar Döğe Döğe çıkarırlar konakdan Koca millet bakar
uzakdan Bir zabtiye köye gelir bağırır Hepimizi karşısına çağırır Söğer döğer
tutar alır götürür Bütün köylü miskin miskin oturur
Aldadırlar bizi cahil hocalar Ahmak
bunak korkak sersem kocalar Halife diyorlar pinti Hamid’e Yalan değil Halifedir
Yezid’e Peygamberin dörtdür ancak vekili Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali Bunlardan
sonrası şahdır sultandır Sultan demek musallat bir düşmandır
Kimdir Sultan Hamid kimdir bu denî
Tann düşmanı Muhammed düşmanı Gelin artık koıkaklığı bırakın İdamına bu imansız
alçağın Fetva vardır ulemadan kıyarız Sultan Reşad Efendi’ye uyarız
Başımızı din yoluna koyanz Düşmanını
al kanlara boyanz Bize er oğlu Türkisyanlı derler Bize anlı şanlı Osmanlı
derler.45 (Hanioğlu, 1908) bu tür ifadeler kitleler üzerinde daha
etkili olabiliyordu.
Cemiyet buna ek olarak
propagandasının daha evvelce işlediği tüm temalan bir kenara bırakarak ağırlığını
Makedonya sorununa vermeye başladı. Bu propagandanın esas amacı bölge
Müslümanlannı rejim değişikliği gerçekleşmediği takdirde Makedonya’nın
kaybedileceğine ikna etmekti. "Makedonya Gidiyor" başlıklı
bir yazıdan aktanrsak durum daha iyi anlaşılabilir:
"Ey bedbaht Makedonya
Müslümanları, biz bu âfete karşı ne yapacağız? Abdülhamid ile ona şerik-i
ihanet olan vükelâ ve vüzerâdan selâmet ummak bir mezar başında ağlamak kadar
beyhude ve fa ’idesizdir. Şimdiye kadar Makedonya ’da ‘Aman İslâmlar ses çıkarmasun.
Zira ecnebiler müdahale edecekler’ fikr ve itikadını hükûmet-i Hamidiye
mensubları ahaliye telkin etmiş idi. Tamam sekiz sene bir çok kanlı manzaralara
sükût edildi. İşte sükûtun mükâfatı. İşte esaret! Sükûtumuz oradaki
hâkimiyetimizi, mevcudiyetimizi inkâr etdi. Oradaki aded-i nüfusumuzun beşde
birini teşkil eden Bulvarlar kullandıkları silah sayesinde bir hakk-ı rüchan
kazandılar. Bunu gören Rumlar da silaha sarıldı. Bugün Makedonya ’da Bulgar ve
Rum unsuru tasdik ediliyor, ekseriyeti teşkil eden Müslüman mevcudiyetinden
bahs bile edilmiyor... Bizim için yalnız bir şey kaldı, o da: Mevcudiyetimizi
göstermelidir. Bu toprağın hâkimi olduğumuzdan bir araya toplanarak ne İngiltere
’nin ve ne de ecnebi bir devletin umur-i dâhiliye-i Osma- niyeye müdahalesi
kabul edilmeyeceğini anlatmak.. Girid 'de olduğu gibi memleketimiz elimizden
mutlaka gidecek.. Müs- lümanlar katl-i âm edilecek O zaman nereye iltica
edeceğiz?
Gelen her dakika yeni ve müdhiş
felâketler getiriyor. Artık: Mevcudiyetimizi gösterelim. ”46
Bu yoğunluk kazanan propagandaya
karşın, Terakki ve İttihad Cemiyeti liderleri ihtilâli Makedonya’nın elden gideceğinden
korkan halk ve kadın, köylü şubelerinde çalışan görevliler ile
yapamayacaklarının bilincinde idiler. Onun için subaylara yönelik propagandaya
hız verildi. Cemiyetin merkez yayın organı Hüsrcv Sami Bey’in “Silah
Arkadaşlarıma’' başlıklı yazı dizilerini yaymlarken, Ahmed Rıza Bey’in evvelce
kaleme alınan “Asker” risâlesi bölgede yeniden dağıtıldı. Daha basit ve
subaylan eyleme çağıran Berri ve Bahri Silah Arkadaşlarıma benzeri
kitapçıklar da propaganda için kullanıldı. Bunların yanında “Namuslu
Zabitlere”, “Askerlere ” ve “Asker Kardaşlarımıza " gibi
başlıklarla, elle yazılarak çoğaltılan beyannameler tüm kışlalarda efiada
okundu. “İtaat bir faziletdir, fakat vatanın yağma ve harâbîsine tahammül,
zalimlere, hainlere, hırsızlara itaat?... Ne mecburiyetiniz var?... Bundan
başka da bu sefil tahammül ve itaate bedel şahsen ne kazanıyorsunuz? Aylık yok
elbise yok şan yok, şeref yok itibar yok Zelil bir hayat ki bugün Çinliler bile
kabul etmiyorlar... Yüreğinizde vatan hissi, damarlarınızda Osmanlı askerliği
kanı varsa bu gaza-yı mübareke, vatan ve hürriyet gazasına bizimle beraber
gelirsiniz ” ya da “En büyük düşman sizi açlıkdan süründüren, memleketi
Moskoflara, İngilizlere, Almanlara satmağa uğraşan, o size kumanda eden büyük
paşalar, büyük valilerdir. Padişah da onlarla beraber. Silahlarınızı o
alçakların kafalarına atarak... niçin aç, çıblak bıraklıdığınızı sorunuz...
Haydi bakayım arslanlarım, Allah yardımcınızdır” benzeri basit temalan
işleyen ve “bugün bütün millet-i Osmaniye Sultan Hamid’in zincir-i mezâlimi
altında inliyor. Bizim en mühlik düşmanımız haricde değil kendi içmizdedir.
Evvelâ onu imha ve ifhâ etmek lâzımdır... Durmayınız. Zira istiklâl-i Osmanî
mahv oluyor" şeklinde
davetleri içeren bu propaganda
cemiyetin askerî birliklerdeki örgütlenmesine belirli bir ivme kazandırdı.
9 Şubat 1907’de yaklaşık yinnidört
bin asker Yemen’den İskenderun’a geri getirildi ve burada terhis edildi.
Askerler iki yıllık maaş ve emek talebi yerine getirilmeyince isyan çıkarıp
devlet dairelepni işgal etti. İstanbul’a telgraf çekildi. Ödeme emri gelince
isyan sona erdi.47
Cemiyet artık kendinden emin olarak
eyleme geçmek için uygun zaman kararlaştırmaya çalıştı. Bu sırada
geçekleştirilen eylemler bu kendine güven duygusunu oldukça açık biçimde ortaya
koymaktadır. 1908 Nisan ayında merkez yayın organı Şüra-yı Ümmet'in
altıncı kuruluş yılı ilânında yedinci yıl kutlamasının rejim değişikliği
sonrasında İstanbul’da yapılacağı ilân edildi.
13 Mayıs günü Sultan, Serasker Mchmed
Rıza Paşa ve diğer hey’et-i vükelâ üyelerine ihtar mektupları gönderildi. Sul-
tan’a gönderilen mektup oldukça saygılıydı ama sert bir tehdidi de içeriyordu:
“Osmanlı Terakki ve ittihad Cemiyeti bu son teşebbüs-i istirhamkârânesinden
de bir semere-i fiiliye görmediği takdirde vuku ‘a gelecek ihtilâlât-ı
inkılâbiye neticesi dökülecek kandan idare-i hâzıranın şedîden mes ül olacağını
arz eyler. ” Vükelâ’ya ulaştınlan mektuplar ise yardım isteme tonunda
kaleme alınmıştı ama ihtardan da geri kalmıyordu: “Avrupa ile son alâkamız,
cihan-ı sây ü terakki ile rabıtamız demek olan vilâyetleri Bulgarlara, Rumlara
terk ve teslim ederek Anadolu ’ya geçerek, üç yüz bir askerden mahrum kalarak
ehemmiyetsiz bir Asya hükümeti ve belki aşireti derecesine ineceğimizden...
ezilerek perişan olacağız... Hükümetin idaresinin Abdülhamid ’e münhasır
olması sizi mes ’uli- yetden kurtaramaz. ’’ Serasker Mehmed Rıza Paşa’ya
gönderilen mektup ise oldukça sertti. Kendisi bir kukla olmakla suçlanarak
istifaya davet olunuyor, aksi takdirde, makamından zorla indirileceği
söyleniyordu. Cemiyet bunun akabinde veli-
aht Reşad Efendi’den gizlice ihtilâl
sonrasında tahta geçirilirse Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koyacağını taahhüt eden
bir mektup aldı.
Mayıs sonlarında Çoğunluğu Arnavut
olan dokuzyüz asker Üsküp’ün en büyük camiinde toplanarak maaşlannm
ödenmemesini protesto ettiler. Yetkililer, isyancı askerlere aylıklannın kısa
sürede ödeneceği konusunda söz verdi.48
Cemiyetin eylem için hangi tarihi
kararlaştırdığı elimizde mevcut evrakının incelenmesinden anlaşılamıyor. Zaten
ihtilâl aşamasında verilen talimatlann alındıktan sonra derhal yakılarak imha
edilmesi cmredildiğinden elimizde o döneme ait oldukça sınırlı evrak bulunuyor.
Buna karşın yapılan bazı atıflar hareketin başlaması için 1908 sonbaharının
düşünüldüğünün tahminini mümkün kılıyor. Meselâ Haricî Merkez-i Umumî seri
ateş edebilen Parabellum tabancaları satın alınarak bunların Bulgaristan
üzerinden ülkeye sokularak fedaîlere dağıtılması projesini 1908 Ağustos ayı
sonuna kadar tamamlamayı planlıyordu. Bu ise en azından Nisan ayında o tarihe
kadar eyleme geçilmenin düşünülmediğini gösterir.
Selânik’e gönderilen tahkikat
heyetinde yer alan ve bir cemiyet fedaîsi tarafindan yaralanan Hakkı Bey daha
eylemler hız kazanmadan, 16 Haziran tarihinde Midilli adasındaki Yunan
konsolosu Karatzas’a; “Terakki ve İttihad Cemiyeti ’nin ihtilâlin başlangıç
tarihi olarak 1 Kasım tarihini kararlaştırmış olduğunu, ancak daha sonra bunun
öne aldığını" söylemişti ki, bu mantıklı gözüküyor. Ahmed Niyazi Bey
de bir Bulgar gazeteciye verdiği mülâkatta; “evvelden kararlaştırılan
tarihten önce harekete geçtiklerini” söylemiş ancak bu tarih hakkında bilgi
vermemişti. Hareket içinde yer alan subaylardan olan Kâzım Karabekir daha
sonra yazdığı bir eserinde bu tarihin 11 Ekim olduğunu iddia etmiştir.
İki gelişme cemiyetin 1908 yazında
tüm hazırlıklarını tamamlamadan harekete geçmesine neden oldu. Cemiyet örgüt-
lenme ve propaganda alanında
benimsediği yeni siyasetler neticesinde Edime, Yanya, Manastır, Selanik,
Kosova, İşkodra ve Draç’da 68 şube ve hücre teşkil ederek 2.000 civarında üye
Kaydetmeğe muvaffak olmuştu. Bu ise örgütlenmenin gizliliğinin muhafazasını
çok zor hale getirmişti. Ne denli ihtiyatlı davranılırsa davranılsın, iki bin
üyeli ve kasaba düzeyine inen örgütlenmesiyle artık cemiyetin hükümetin
dikkatini çekmeden çalışabilmesi mümkün değildi. Nitekim Şubat ayı sonlarında
Selanik Polisi tarafından şehirdeki Hukuk Mektebi talebelerinden Alasonyalı
Ali İrfan ve Hüseyin Cudî’nin üzerlerinde cemiyet tarafından gönderilen bir
beyanname ve hücre kuruluşuna ait talimat ele geçirildi. Bunun sonrasında soruşturma
derinleştirildi ve yüzü aşkın cemiyet üyesi gözaltına alındı. Bunların çoğu
mülâzım-ı evvel ve sânî rütbelerindeki subaylardı. Tutuklananların sayısı Saray
tarafindan endişeyle karşılandı ve en sert tedbirlerin alınması emredildi.
Dahilî Merkez-i Umumî hemen harekete geçilerek gözaltındaki cemiyet
mensuplarının kurtarılmasını kararlaştırdı. Daha bu karar verilmeden bir fedaî
şubesi sorumluluğu alarak girişimde bulundu fakat bir gardiyanın ölümüyle
sonuçlanan çatışmadan netice alınamadı. Haricî Merkez-i Umumî ise yetkililerin
elinde yeteri kadar delil olmadığını, tutuklananların konuşmayacağını
dolayısıyla eylemden kaçınılmasını, henüz ihtilâl için harekete geçme zamanının
gelmediğini dâhildeki sorumlulara bildirdi. Gerçekten de Nisan ayında cemiyet
üyelerini yargılayan mahkeme tüm üyeler için beraat kararı verirken örgütle
ilgisi olmayan bir berberi beş yıl hapse mahkûm etti. Cemiyetin Mayıs ayında
Sultan ve vükelâya gönderdiği mektuplar ise şüpheleri artırdı ve yeni bir
soruşturma kararına yol açtı ki, bu da cemiyetin ihtilâle daha evvelce
planlandığının aksine 1908 yazında başlaması sonucunu doğurdu.
Hareketin kararlaştırılan tarihten
önce başlamasının bir diğer nedeni de Makedonya sorununun çözümü için yeni bir
Rus-İngiliz ıslahât projesinin geliştirilmesiydi. Liberal Par-
ti’nin 1905 yılındaki seçim zaferi
İngiltere’de beklenenin tersine Makedonya meselesine yönelik yeni bir ilgi
uyandırmamış ve Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey 1907 sonlarına kadar soruna
müdahale konusunda isteksiz bir tavır benimsemişti. Ancak 1907 yılı sonlarına
doğru Sultan’ın iradesiyle görevleri yenilenecek olan yabancı sivil ajanlar,
malî komisyon üyeleri ve jandarma teşkilâtı görevlilerinin süreleri dolmak
üzereyken İngiltere o ana kadar diğer Avrupa devletlerinin ikincil roller
oynadığı bir Rus-Avusturya programı hususiyetini koruyan ıslahat programına
müdahale etme karan aldı.
1907 Kasım ayı ortalarında
huzursuzluk İstanbul’a da sıçradı. Harbiye nezaretinde görevli askerler
ayaklandılar ve istekleri karşılanana kadar barakalanna dönmeyeceklerini
bildirdiler.49
Bu arada İttihadçılar devrimci
yayınlan Yunanistan üzerinden ve İmparatorluğun sınırlan içindeki yabancı
postahane- ler aracılığıyla gizlice ülkeye sokmaya devam etmekteydi.50
1907 Aralık ayında Osmanh Devleti’ne
verilen ve yabancı memur ve subayların görev sürelerinin uzatılmasını talep
eden büyük devletler notasından sonra daha muhafazakâr reform taraftan
Avusturya-Macaristan ile radikal reformlar talep eden İngiltere arasında ciddî
anlaşmazlık çıktı. 1907 yılında ulaşılan ve diplomatik tarihçilerin ‘‘diplomatik
devrim" olarak adlandırdığı Rus-İngiliz detant’ı İngiltere’nin
Balkanlar’daki güç mücadelesinde Rus siyasetine yakın bir tavır alması sonucunu
doğurmuştu. Nitekim, Sir Edward Grey konu Avam Kamarası’nda tartışılırken
Makedonya’ya bir Osmanlı valisinin, Büyük Devletlerin onayı ile ve belirli bir
süre için atanmasının en anlamlı tedbir olduğunu ileri sürdü. 1877-78 Tersane
Konferansı sırasında Lord Salisbury tarafindan Osmanlı Avrupa vilâyetleri
için teklif edilerek Osmanh makamları tarafindan şiddetle reddedilene benzeyen
bu projeyi hiçbir
Osmanlı hükümetinin kabul etmeyeceği
açıktı. Sir Edward’ın Makedonya’da Türk askeri sayısının azaltılarak tedricen
yabancı jandarmanın bölgedeki tek güç hale gelmesi benzeri istekleri de
meselenin yeni ve Osmanlı idaresini zor duruma sokacak bir aşamaya girmesine
yol açtı. Sultan 13 Mart 1908’de bir irade ile yabancı memurların görev
sürelerini uzattı. Ama İngiltere yeni ve radikal bir Islahat programı konusundaki
ısrarını sürdürdü. Bu diplomatik baskıyı durdurmak ve Makedonya’nın elden
gitmesini önlemek için (tıpkı Tersane Konferansı başlangıcında Lord Salisbury
ve Kont Ignatiev tarafindan getirilecek taleplere karşı Kanun-i Esasi ilânı
gibi) rejim değişikliğini sağlayacak eylemlerin öne alınması kararlaştırdı.
Cemiyet 25 Mayıs’da kaleme alınan ve Osmanlı iç işlerine yapılan müdahaleleri
kınayan bir muhtırayı ayın son günü Rusya hariç diğer büyük devletlerin bölgedeki
konsoloslarına ulaştırdı. Artık gizlilik tamamen ortadan kalkmıştı.
Makedonya’ya yönelik İngiliz-Rus müdahalesi korkusu, Çar ile Kral VIl.Edward’ın
8-10 Haziran günleri arasında Reval’de (günümüzde Estonya’daki Tallinn şehri)
yapacakları buluşmada bu konuda kesin kararın alınacağı şayiaları nedeniyle
tırmandı. Bu nedenle her türlü riski göze alarak dertıal harekete geçilmesi
kararı alındı. Bu arada Mutlâkiyetçi yönetimin devamını isteyen Yunan tercihi
tamamen ülkedeki azınlık haklan ve Fener Rum Patrikhane- si’nin ayncalıklı
konumundan kaynaklanıyordu.51
1908 İhtilâlini dünyaya duyuran Terakki
ve İttihad Cemiyeti Haricî Merkez-i Umumîsi eylemi böyle takdim ediyordu.
Haziran ayı başında iki merkez umumî ortak karar alarak cemiyetin jandarma
teşkilâtına gizliliğin ortadan kalktığını bildirerek Dâhilî Nizâmnâme gereğince
eldeki tüm imkânlara harekete geçilmesi emrini verdiler. Emre göre bizatihi
cemiyetin hayatına yönelik bir tehdit oluştuğundan mahallî teşkilâtlar ve
fedaî şubeleri meıkezden gelecek emirlere uyacaklar
ama her türlü karan almak ve
uygulamakta serbest olacaklardı. Bunun akabinde şube teşkilâtlan fedaîlere
merkez heyetleriyle irtibatın kesilmesi tehlikesi doğduğu için eylemler için
karar alma yetkisi tanıdı. 11 Haziran günü Selanik garnizon kumandanı Kaymakam
Ömer Nâzım Bey’e cemiyet fedaîlerinden Mülâzım-ı evvel Mustafa Necib Bey
tarafindan suikast girişiminde bulunuldu. Bu girişimden yaralı olarak kurtulan
kumandan, Sultan’ın iradesiyle İstanbul’a getirildi ve soruşturmaya hız
verildi. Bu çerçevede payitahttan Selanik’e bir tahkikat komisyonu gönderildi.
Bu arada kendi başına faaliyete geçen fedaî şubesi mensuplan cemiyetin
faaliyetini tahkik için Kruşevo’ya gönderilen Sami Bey adındaki bir polis komiserini
öldürdüler. Hükümet aynı zamanda pek çok cemiyet üyesini İstanbul’a çağırdı.
Cemiyet yüksek rütbeli üyelerden Mirliva Ali Paşa ve Miralay Haşan Rıza Bey’in
çağnya uymasını, kalan subayların ise eyleme geçmesini kararlaştırdı. Dahilî
Merkez-i Umumî tarafindan 26 Haziran günü Erkânıharp Binbaşı Enver Bey’e
Tikveş’e giderek çeteye çıkma emri verildi. İki gün sonra Kolağası Ahmed Niyazi
Bey Resne Millî Taburunu çeteye çıkarma hazırlıklarına başladı. Manastır
Şubesinin onayı ve Belediye Başkanı Cemal Bey’in desteğiyle 3 Temmuz günü tabur
çeteye çıtı. Askerlere bir Bulgar çetesini takibe çıkacaklarını söyleyen Ahmed
Niyazi Bey daha sonra onlara gerçeği söyleyince az sayıda ihtiyat askeri aynldı
ve 160 kişilik birlik dağa çıktı. Kısa sürede Resne Millî Taburuna çoğu asker
ve kanun kaçağı pek çok Arnavut katıldı. Ahmed Niyazi Bey bunlara cezalarının
affedildiğine dair cemiyet tarafindan mühürlenmiş kağıtlar dağıttı. Bunun yanı
sıra Manastır Şubesi tarafından evvelce hazırlanmış mektuplar payitahttaki ve
bölgedeki makamlara gönderilmeye başlandı. Mahallî yetkililerin tüm çabalarına
karşın bölgedeki askerî birlikler Resne Millî Taburunu takibi reddetti. Zaten
diken üzerinde olan merkezî hükümet taburun dağa çıkışından on gün evvel
IlI.Ordu’ya yeni bir kumandan tayin
etmiş ve çeşitli Anadolu ve Arap
vilayetlerindeki yetkililere redif taburlarının harekete hazır hale getirilmesi
emrini vermişti. Ancak bu kuvvetin toplanması, harekete geçirilmesi ve bölgeye
ulaştırılması zaman istiyordu. Dolayısıyla iki acil karar alındı. Birincisi
cemiyetin de beklediği gibi Aydın redif taburlarının hemen deniz yoluyla
bölgeye gönderilmesi ve bunlan İzmir limanına getirilecek diğer Anadolu ve
Suriye ihtiyat taburlarının takip etmesiydi, ikinci olarak Saray’ın sadakatine
fazlasıyla güvendiği kumandanlardan olan Şemsi Paşa’ya Anadolu ve Suriye
redifleri yetişene kadar bölgedeki birlikler ve Arnavut gönüllülerle beraber
harekete geçme emri verildi.52
Kendisi de Arnavut olan Şemsi Paşa
okuması yazması olmamakla beraber sadakati sayesinde paşalığa terfi etmiş ve
değişik Arnavut isyanlannın bastırılmasında üstün başan göstermişti. Verilen
emre göre Şemsi Paşa Metroviçe’deki tabur- lan harekete geçirecek ve istediği
kadar Arnavut gönüllüyü de üniforma giydirmek şartıyla yanına alarak Resne
Millî Tabu- m’nu takibe çıkacaktı. Şemsi Paşa emri alır almaz bölge Ar-
navutlanna Hıristiyan çetelerin Müslümanlara karşı eylem başlattıklarını
söyleyerek gönüllü kaydetmeye başladı. Bunun yanı sıra tanıdığı Arnavut
eşrafından da yardım istedi. 7 Temmuz günü iki tabur asker ve Arnavut
gönüllüyle trenle Metroviçe’den Manastır’a gelen Şemsi Paşa, harekâta başlamak
üzere hazırlık yaparken, cemiyet de bu bastırma harekâtını durdurmak için
çareler aramaya başladı. Daha eylem yeni başlamıştı ve Resne Millî Taburu’ndan
üstün bir kuvvetle bölgeye gelen ve sertliğiyle şöhret kazanmış Şemsi Paşa hareketi
daha yayılmadan bastırabilirdi. Bunun yanı sıra Arnavut gönüllülerle yaşanacak
çatışma cemiyetin Arnavutlarla ilişkisini tehlikeye sokabilirdi. Ancak takibe
başlamadan Saray’a telgraf çekmek için Manastır Postahanesi’ne uğrayan Paşa
çıkışta arabasına binmek üzere iken fedaî teşkilâtından Mülâzım-ı evvel Âtıf
Bey tarafindan vuruldu ve kısa süre
sonra öldü. Suikastı takip eden
karışıklıkta Âtıf Bey de ayağından yaralandı ama kaçmaya muvaffak oldu.
Paşa’nın cemiyet tarafindan elde edilmiş Arnavut korumaları ise havaya ateş
açmakla yetindiler. Şemsi Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Hükümet yumuşak
hareket etme karan alarak ayaklanan genç subaylan terfi, paye ve hediye verme
sözleriyle etkisiz duruma ettirmeye çalıştı.53
Bu arada Manastır Şubesi paşa şehre
gelmeden evvelki gece Kaymakam Selâhaddin ve Binbaşı Tosun Beylere çeteye
düzenine geçme emri verdi ve onlara iki yüzbaşı ve iki mülâzımın da katılımıyla
Manastır Çetesi adı verilen 120 kişilik birlik dağa çıktı. 11 Temmuz günü asker
kaçaklan ve gönüllülerden oluşan bir çeteye kumanda eden Binbaşı Enver Bey
Tikveş’de İstanbul’a giderek tutuklanan cemiyet men- suplannın serbest
bırakılmalarını isteyen bir ültimatom neşretti. Bu eylemler ve bilhassa Şemsi
Paşa’nın katli Saray ve hükümet çevrelerinde paniğe yol açtı. Redif taburlan yetişene
kadar durumu kontrol altına alabilmek için Şemsi Paşa’nın damadı ve Manastır
Jandarma Kumandanı Kaymakam Refet Bey’e, paşanın topladığı birliklerin başına
geçerek âsileri takip emri verildi. Halbuki Refet Bey cemiyetin Manastır
teşkilâtına mensuptu. Şubesi kendisine takibe çıkmış gibi yaparak yetkilileri
oyalama emri verdi, o da bu talimatı uyguladı. İttihadçıların ordu içindeki
propagandası bu dönemde etkisini göstermişti. Olası çatışma durumunda erler
çatışmayı reddettiler ve komutanlarına devrimcilere karşı savaşmayacaklannı,
ancak despotlara karşı savaşacaklarını bildirdiler.54
10 Temmuz günü fevkalade yetkilerle
Manastır’a gönderilen Tatar Osman Paşa, Rumeli Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa ve
yeni III.Ordu kumandanı İbrahim Paşa cemiyet ve âsilere af teklif ettiler.
Ancak gücüne güvenen cemiyet bunu reddetti.
Bu arada Aydın redif taburları
Dr.Nâzım Bey’in çalışma- lan sonucunda cemiyete kazandınklığından
hareketlerinde
ciddî güçlüklerle karşılaşıldı. İlk
olarak cemiyet mensubu subayların tahrikiyle askerler maaşları ödenmeden yola
çıkmamakta direndiler. Ancak hükümet hemen para bulup ödeme yapınca redifleri
taşıyan gemiler İzmir’den Selanik’e yola çıkmaya başladı ve ilk redif kafilesi
14 Temmuz’da Selanik limanına ulaştı. Ama daha limanda cemiyet mensubu subayların
ateşli nutuklanyla karşılaşan Anadolu askeri Rumeli’deki din kardeşlerine silah
çekmeyecekleri söylemeye başladı. Güçlükle bindirildikleri trenler Vodina
(günümüzde Edessa) istasyonuna ulaştığında Anadolu askerini karşılayan cemiyet mensubu
subaylar ve ulema askere din kardeşlerine silah atmamalarının vatanseverlik
gereği olduğu gibi dinen de emre- dildiğini söyleyince buradan ileri sevkıyat
yapılamadı. Redif taburlarının cemiyete İzmir’de kaydedilmiş subaylan, feslerinin
yerine İzmir’de Dr.Nâzım Bey’in kendilerine verdiği “Katan Fedaîsi’’ ve
‘Ta Hürriyet ya Mevt” yazdı bereleri giyerek Rumeli’de görevli cemiyet
mensubu subaylarla kucaklaştılar. Efiad da koyunlarda saklanarak getirilen “Hürriyet-Müsavat-
Uhuvvet-Adalet—Yaşasın Kanun-i Esasi” yazılı bayraklan açtı. Potemkin
zırhlısının Rus Karadeniz filosu arasından geçişini andıran bu sahneler
hükümetin son ümidi olan Anadolu askerini isyancılara karşı kullanma planının
suya düşmüş olduğunu gösteriyordu. Gerçi arkadan gelmekte olan diğer
vilayetlerin redif taburlan faiklı davranabilirdi ama yetkihlerin bunu
bilebilme imkânı yoktu.
Artık subaylar hükümete sadık paşalar
tarafindan verilen hiçbir emri uygulamıyordu. Meselâ Manastır Komutanı Osman
Hidayet Paşa 17 Temmuz günü subaylan toplayarak emirlere uymalarının askerî
disiplin gereği olduğunu söylerken cemiyet fedaîlerinden bir mülâzım kendisini
tabancayla yaraladı. Üsküp’te Müşir Şükrü Paşa askeri toplayıp benzeri
nasihatler ve emirler vermeye çalıştığında bir mülâzım sözünü keserek
kendilerine verilen kılıçlan kanunî haklarını talep eden ahaliye karşı
kullanmayacaklarını söyledi. Diğer subay-
lar da bu söyleme katılınca müşir
birliği terk etmek zorunda kaldı. Ardından cemiyetin Üsküp Şubesi komutan
Hüseyin Remzi Paşa’yı ilk trenle vilayetten ihraç ederek Selanik’e gönderdi.
Paşa trene bindirilirken eline şube adına vilayette kalmasının yaratacağı
sakıncaları dile getiren bir mektup tutuşturuldu.
Askerî alanda karşılaşılan
başarısızlık üzerine hükümet isyanın yayıldığı şehir ve kasabalara bürokrat,
ulema ve eşraftan oluşan "hey ’et-i nâsıhalar” gönderme karan
aldı. Ama bu kimselerin pek çoğu cemiyete katılmıştı. Dolayısıyla heyetlerde
çalışmayı reddettiler. Ohri ve Struga’ya gönderilenler gibi birkaç heyet de
cemiyet mensuplan tarafindan tehdit edilince dağıldılar. Aynı günlerde cemiyet,
Başkimi Komitesi ile ortak bir eylem yaparak İşkodra Valisi Seyfiıllah Paşa’yı
vilayetten kovdu. Daha sonra ise herkesi hayrete düşüren bir organizasyon ile
bölgedeki tüm şehir, kasaba ve köylerde Kanun-i Esasi talep eden beyannameleri
eşanlı olarak meydanlara ve merkez çeşmelere astı.
Temmuz ortasına gelindiğinde cemiyet
Rumeli’de duruma hâkim olmuştu. Kendisine karşı askerî harekât imkânsız hale
gelmişti, hükümete sadık paşalar garnizonlara dahi giremiyordu. Büyük
ümitlerle getirilen Anadolu redifleri isyancılara destek vermişti. Cemiyet
fedaîlerinin suikastlan hükümet yanlısı alt düzey bürokratlan, din
görevlilerini ve subaylan dehşete düşürmüştü. Üst düzey görevlilerden cemiyete
muhalefet edenler vilayetlerden ihraç ediliyorlardı. Merkezî hükümet olaylan
dış kamuoyuna kendi görüş açısından nakletmeye çalışınca, bu kez Haricî
Merkez-i Umumî yabancı gazetelere açıklamalar göndererek kendilerinin asla bir
Müslüman- Hıristiyan çatışması arzulamadıklarını ve Hıristiyan vatandaşların
can güvenliğinin cemiyetin temel amaçlarından birisi olduğunu duyurdu. Cemiyet
bu tekziplerde ayrıca hükümetin iddia ettiğinin aksine ihtilâle katılan
birliklerin düzenli taburlar olduğunu, bunların sıkı bir askerî disiplin içinde
hareket ettik-
lerini, başıbozuklan kullananın ise
Şemsi Paşa örneğinde görüldüğü gibi Saray olduğunu savundu.
Artık hareket çığ gibi gelişiyordu.
Bu arada meydana gc- Jen bir gelişme isyancıların durumunu daha da
kuvvetlendirdi. Makedonya’da cemiyet eylemleri başladığında Üsküp’te demiryolu
idaresinde görevli yabancılann çocuklan için açılmış bir Alman-Avusturya Okulu
Firzovik’e yakın Saratishta köyüne yakın bir mahalde, Hayrullah isimli bir
Arnavut bekçi ile komşusunun arsalarında piknik düzenleme karan almıştı.
Yapılan düzenlemeye göre öğrenciler trenle piknik alanına getirilecek ve
çeşitli eğlenceler düzenlenecekti. Cemiyet ve Başkimi örgütü bu pikniği firsat
bilerek bölgede Avusturya’nın Kosova’yı işgal için trenle asker göndereceği
şayiasını yaydılar. Her iki cemiyetin ortaklaşa yaptıklan “Avusturya askeri
yolda. Kosova ikinci Bosna olacak. Camilerimiz kiliseye tahvil olunacak"
propagandası zaten Avrupa müdahalesi korkusuyla yaşayan bölge ahalisini dehşete
düşürdü. Osmanlı makamlarının müdahalesiyle okul pikniği iptal edildi ama ok
yaydan çıkmıştı. Kasaba ve köylere çığırtkanlar gönderilerek dinini, vatanını
seven herkesin silahını alarak Firzovik’e gitmesi çağası yapılması üzerine
Arnavutlar silahlı bir şekilde bölgeye akmaya başladılar. Bölgeye gelen
kalabalıklar kendilerini dağılmaya ikna için gönderilen hükümet heyetini dinlemeyi
reddettiler ve yabancılara piknik için arsalannı tahsis eden Arnavutların
evlerini ceza olarak yaktılar. Daha sonra postahane işgal edilerek dört bir
yana toplantıya davet telgraf- lan gönderildi. Durumun kontrolden çıktığını
gören Sadaret, Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa’dan derhal güvenilir bir subayı
bölgeye göndermesini istedi. O da Üsküp jandarma kumandanı Miralay Galip Bey’i
kalabalığı karışıklığa meydan vermeden dağıtma vazifesiyle Firzovik’e yolladı.
Halbuki Galip Bey Cemiyetin Üsküp Şubesi merkez komitesinde görevliydi ve çete
harekâtını plânlayan heyetin de üyesiydi. Şubesi kendisini toplanan Amavutlan,
Başkimi komitesi üyelerinin de
yardımıyla kışkırtma ve Kanun-i Esasi
talep etmelerini sağlamakla vazifelendirdi. Sayılan 20.000’i aşan kalabalık
Galip Bey ve Arnavut komite üyelerinin telkinleri sonrasında bir besa vermeye
(yemin etmeye) karar verdiler. Besa Arnavut kültüründe çok önemli bir kavramdır
ve geleneğe göre besa veren bir kimsenin sözünden dönmesi mümkün değildir. Bunu
sağlamak için Başkimi komitesine yakın bir hoca Cuma namazından sonra ahaliye
elindeki Kur’anı göstererek Kanuni Esasî’nin yürürlüğe konmasının şeriatın
uygulanması ile eşanlamlı olduğunu söyledi. Bunun üzerine kalabalık 19 Temmuz
günü cemiyetin istediği yolda bir besa verdi. Ertesi gün Sadaret ve Meşihat’a
Sultan’a takdimi isteğiyle gönderilen telgraflarla bu karar ve tüm ahali adına
Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe konması talep edildi.55
Artık ihtilâlciler kontrolü iyice
ellerine almışlardı. Sul- tan’ın konuya ilişkin görüşlerini talep ettiği vükelâ
ve bölge valilerinden sadece Serasker Mehmed Rıza Paşa asiler hakkında Askerî
Ceza Kanunu’nun uygulanmasını istedi. Geri kalanlar münâsib lisanla itidal ve
uzlaşma tavsiye ettiler. Ancak cemiyet hâlâ Rumeli’yi kontrol altına alarak
Saray’ı tehdit etme ya da bölgedeki askerî birlikler ve gönüllülerden oluşan
bir kuvvetle İstanbul’a yürüme seçenekleri arasında karar verememiş durumdaydı.
12 Temmuz günü Manastır’daki İngiliz Konsolosu ile görüşen cemiyet mensubu bir
yüzbaşı hareketin birkaç gün içinde daha da yayılacağını telgraf hatları ve
tren ulaşımının cemiyet kontrolü altına alınacağını söyleyerek mahallî bir
anayasal hükümet tesisi halinde İngiltere’nin ne gibi tavır alacağmı sordu.
Ancak Dâhilî ve Haricî meıkez-i umumîler bunun yerine İstanbul’a doğru tam bir
asır önce Alemdar Mustafa Paşa’nın Rumeli’den payitahta yürüyüşüne benzer bir
harekâtın daha uygun olacağını düşünüyorlardı. Kendilerine göre aksi halde
Sultan işi sürüncemede bırakabilir ve beklenmedik bir gelişme ile
karşılaşılabilirdi...
21 Temmuz günü Manastır Şubesi
cemiyetin selâmet-i umumiye komisyonunun şehir yönetimine el koyduğunu ilân
ederek şehirde patlayıcı silahlar kullanmayı yasaklayan bir beyanname neşretti.
Aynı gün Dâhili Merkez-i Umumî tüm şehir merkez komitelerine mühürlü zarflar
içinde gönderdiği emirde 23 Temmuz Perşembe gününe kadar eylemlerini ta-
mamlamalan’ ve hükümet direnirse 26 Temmuz günü başlayacak İstanbul yürüyüşüne
hazırlanmaları direktifini verdi. Aynı gece Kolağası Eyüb Sabri ve Mülâzım-ı
sânî Mazhar Efendi komutası altında oluşturulan Ohri Millî Taburu’na çeteye
çıkma emri verildi. Ertesi gün Cemiyet, Başkimi komitesiyle beraber
Firzovik’deki kalabalığı Üsküp’e götürecek trenler tahsisini talep etti ve bu
yapılmazsa trenlere el koyacağını ilân etti. Cemiyet kontrolüne geçen Üsküp
Garnizonu bu konuda kendisine başvuran valiye trenlerin şehre girmelerine engel
olmayacağı cevabım verdi. Öğle saatlerinde Rumeli’deki tüm Avcı Taburları’na
çete düzenine geçmeleri talimatı iletildi. Talimat eline ulaştığında zaten
dağa çıkmış olan 3.Avcı Taburu başta olmak üzere tüm birlikler emre uyacağım
bildirdi. Aym gün Yüzbaşı Bekir Fikri Bey’e Grebene’de çeteye çıkma direktifi
verildi. Yunan çetecilerine karşı kazandığı başanlar nedeniyle bir halk
kahramanı olarak şöhret kazanmış olan Bekir Fikri Bey geride 410 kişilik bir
ihtiyat kuvveti bırakarak 390 kişilik çetesiyle dağa çıktı. Aym saatlerde
Çemovo, Gevgeli, Nasliç, Koçana, Kırçova, Kesriye, Kayalar, Razlog ve
Sarışaban’daki İslâm çetelerine kendilerine gönderilecek zabitlerin kumandasına
girme ve millî bölükler adı altında eylemlere katılma emri iletildi. Filip
Mişea aracılığıyla temasa geçilen Ulah çete teşkilâtı ertesi sabaha kadar
hazırlıklarım tamamlayıp çetelerinin en yakın millî birlik ya da çeteye
katılacağım bildirdi. Manastır’da küçük bir İslâm çetesinin komutasım alan
Yüzbaşı Hamdi Bey, VMORO sağ kanadına mensup gençlerin çetesine katılma
arzusunu merkez şubesine ilettiğinde bu katılıma memnuniyetle izin verildi.
Bölge VMORO voyvadası Milen Matov’un
şiddetle karşı çıkmasına rağmen birliğe katılan gençler ilk karma Makedon-
İslâm çetesini oluşturdu ve çete için iki dilde flama yapıldı. Günün ilerleyen
saatlerinde Manastır şubesi, Resne Millî Taburu, Ohri Millî Taburu ve Manastır
çetesine o gece Tatar Osman Paşa’yı dağa kaldırma emrini verdi. Çercis Topulli
ve Adem Bey çetelerinin de katılımıyla bu kuvvet Manastır şehrini bastı, Osman
Paşa’yı kaçırdı. Bu kuvvet aynı zamanda tüm resmî binalan kontrol altına aldı
ve tüm Rumeli’deki tüm yetkililere Kanun-i Esasî’nin ertesi gün yürürlüğe
konacağını, direnenlerin derhal vurulacağını telgraflarla tebliğ etti.
Son olarak da özellikle ordu içindeki
hareketi kontrol altına alabilmek amacıyla, Padişah hem Sadrazam’ı hem de Se-
rasker’i görevden aldı. Avlonyalı Ferid Paşa’nın istifası 23 Temmuz’da kabul
edildi.56
Diğer şubeler de 21 Temmuz günü
Dâhilî Meıkez-i Umumî tarafindan verilen emir gereğince Mabeyn ve Sadareti
telgraf bombardımanına tutmaya başladılar. Gevgeli’den gönderilen ilk örnekte
olduğu gibi, birbirlerine benzeyen bu telgraflarda Kanun-i Esasî’nin yürürlüğe
konması için 26 Temmuz’a kadar mühlet veriliyordu. Ancak Manastır şubesi
herhangi bir cevap beklemeden 23 Temmuz günü 21 pâre top atışıyla Kanun-i
Esasî’nin yeniden yürürlüğe girdiğini ilân etti. Selanik’te günün erken
saatlerinde polisler cemiyetin astığı afişleri indirmeye kalkışınca cemiyet
fedaî teşkilâtmı devreye sokarak aynı polis memurlarına afişleri koruma görevini
verdi ve polisler emre uydu. Artık otorite eldeğiştirmişti. Günün ilerleyen
saatlerinde Rumeli’de pek çok şehir ve kasabada cemiyet şubeleri tarafindan
toplanan kalabalıklar Kanuni Esasî’nin ertesi gün yeniden yürürlüğe gireceğini
ilân ettiler.
Aynı gün Rumeli’nin her yerinden
cemiyet ve ahali adına imzalanan telgraflar Selanik’teki Müfettiş-i Umumîlik
aracılığıyla Sadaret ve Mabeyn’e gönderilmeye başlandı. 22 Tem-
muz’da Sultan buhrana bir çözüm
bulmak amacıyla Mehmed Ferid Paşa’yı sadaretten azlederek yerine Mehmed Said
Pa- şa’yı getirmişti.57
Ertesi gün yani kriz patlama
noktasına geldiğinde yeni Sadrazam başkanlığında bir hususî komisyona meselenin
çözümü hakkında rapor hazırlama görevi verdi.
Komisyonun Saray’da gerçekleştirdiği
toplantıda konu detaylı olarak ele alındı. Heyetin asker üyeleri ihtilâle
katılan subaylan en sert ifadelerle kınadılar, sivil üyeler eylemin tahrikçilerinin
bulunması gerekliliğinin üzerinde durdular. Ama kimse koıkusundan taleplerin
kabulüyle meşrutî idarenin yeniden tesisini tavsiye eden bir lâyiha kaleme
alınmasını teklif edemedi. Toplantı devam ederken Sadrazam, Rumeli vali ve
mutasarrıflarına bir telgraf göndererek komisyonun toplantı halinde olduğunu,
siyasî buhranın ortasında Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe konmasının
memleket yararına olup olmadığının tartışıldığını dolayısıyla herkesin olup bitti‘lerden
kaçınmasının gerekliliğini bildirdi. Bu telgraf cemiyet mensuplarına ve
heyecan içinde bekleyen kitlelere iletildiğinde Dâhilî Merkez-i Umumî
talimatına uygun olarak ikinci bir telgraf bombardımanı başlatıldı. Yeni
telgraflarda hürriyetin zaten ilân edilmiş olduğunu, hükümetin halkın meşru talepleriyle
ilgilenmediğini ileri sürülüyor ve İstanbul’a yürüneceği tehdidi tekrar
ediliyordu. Bazı telgraflarda verilen süre içinde Kanun-i Esasî’nin yeniden
yürürlüğe konmazsa Veliahd Reşad Efendi’ye biat edileceği benzeri tehditler de
dile getiriliyordu. Bu yeni telgraf dalgası Sultan’ı komisyona bir yetkili
göndererek kendisinin meşrutî idarenin yeniden tesisine karşı olmadığı mesajını
iletmesine yol açtı. Rahatlayan komisyon üyeleri asileri en sert tabirlerle
eleştirmekle birlikte aynı tedbiri tavsiye eden bir lâyihayı kaleme alıp Sul-
tan’a sundular. Hemen bunu onaylayan bir irade sadır oldu ve gazetelere
yetiştirildi. Jön Türk hareketi yıllardır beklediği sonucu elde etmişti.
Ertesi gün son bir çaba olarak
Sultan’dan aldığı emirle Sadrazam Said Paşa, Selanik’te Rumeli Vilayeti
Müfettiş-i Umumîsi Hüseyin Hilmi Paşa’ya tüm siyasî cemiyetlerin dağıtılması ve
gösterilere son verilmesi talimatını verdi. Mesaj paşadan önce telgraf
merkezlerini kontrol altına alan Dâhilî Merkez-i Umumî’ye ulaştı ve şiddetle
reddedildi. Sultan’m 25 Temmuz’da Terakki ve İttihad Cemiyeti’ne Selanik Beyaz
Kule etrafindaki bahçeleri hediye etmesi, on yıl müddetle Osmanh siyasî
hayatına egemen olacak bir örgütün resmen tanınması ve ihtilâlin resmen kabul
edilmesi anlamına geliyordu. Osmanh dünyasında artık hiçbir şey eskisi gibi
olmayacaktı.58
Son söz olarak Prof.Dr.M. Şükrü
Hanioğlu’nun 1908 Belgeseli için yaptığı tahlil bilimsel açıdan önemli bir
tespittir. Bundan dolayı bu tespiti olduğu gibi aktarma bir sorumluluktur.
İşkodra’dan Basra’ya uzanan bir
alanda derin izler bırakacak olan 1908 İhtilâli bu coğrafyaya siyasî
katılımdan anayasal haklara, siyasî partilerden seçimlere uzanan yeni kurum ve
düzenlemeler getirmişti. Bu ihtilâl 1909 Yunan, 1910 Portekiz İhtilâllerinde
görüldüğü gibi ihtilâlcilere örnek olmuş, 1911 Çin ve 1917 Bolşevik İhtilâlleri
sonrasında bu özelliğini büyük ölçüde kaybetmesine karşın yukarıda belirtilen
coğrafyada günümüze uzanan etkiler yapmıştır. Şüphesiz bu etki, 1960 yılma
kadar görev yapan ilk üç cumhurbaşkanının bu ihtilâlde değişik roller aldığı
Türkiye’de, çok daha kuvvetle hissedilmiştir.
Son zamanlarda rağbet gören bir
yaklaşımın tersine 10 (23) Temmuz bir halk hareketi olmaktan oldukça uzaktı.
İhtilâlin son günlerinde ve sonrasmda ahali tarafindan gerçekleştirilen
gösteriler bu eylemin asker ve sivil bürokrasinin alt tabakalarını davasına
kazanmış bir entelektüeller gurubu tarafindan planlanıp gerçekleştirildiği
gerçeğini değiştirmez. Ni-
tekim bu gösterilerden fazla hoşnut
olmayan îttihad ve Terakki Cemiyeti kısa bir süre sonra yayınladığı "Herkes
İşinin Gücünün Başına Dönsün’’ beyannameleriyle bunlara set çekmek
konusundaki kararlılığını ortaya koymuştu. "Anadolu ihtilâli” de
benzer bir yol izlemiş ve başanya ulaştıktan sonra bürokratlar dışında harekete
destek verenlerin siyasete katı- lımlannın asgarî seviyede tutulması yolunda
adımlar atmıştı.
İttihad ve Terakki’nin bu alanda
gösterdiği kararlılık aslında 1908 İhtilâli’nin ilginç ve fazla üzerinde
durulmayan bir niteliğini de ortaya koymaktadır. Bu eylem aslında status
quo’nun temel ilkelerinin devamını arzulayan, n.Abdülhamid rejiminin bu düzenin
sürmesini sağlamakta yetersiz kaldığı için değiştirilmesini arzu eden ve "muhafazakâr
eylemcilik” olarak tavsif edilmesi mümkün bir fikrî arka plâna sahipti.
Diğer bir deyişle Daşnaktsutyun ile VMORO’nun örgüt nizamnamelerinden
etkilenerek kurulan fedaî teşkilâtı, kendilerine istediği kimse hakkında
vereceği "vatana ihanet" hükmüyle infaz gerçekleştirme hakkı
bahşedilen mahallî komiteleriyle eylemci bir nitelik kazanan İttihad ve
Terakki bu eylemciliği gerçek anlamda ihtilâlcilik değil "İmparatorluk
kurtarıcılığı ” ideolojik zemininde yapıyordu.
Bir anlamda 10 Temmuz, bütün
ihtilâlleri sona erdirecek bir ihtilâl yaparak mevcut status quo’nun
değişmesini önlemeyi amaçlayan bir eylem niteliği taşıyordu. Siyasî rejimin
değişmesi liberal fikirler çerçevesinde değil bu rejimin bir ayrıntı olduğu
status quo’nun, yani "temami-i mülkiyet "in, korunması için
isteniyordu. Bu nedenle de status quo’nun devamının tehlikeye girdiği
düşünüldüğünde eski rejimin baskıcılığını aratmayacak siyasetler
uygulanmasında, kavânin-i muvakkate ile meclisin devre dışı bırakılmasında bir
sakınca görülmüyordu. Erken Cumhuriyetin Meclisi bir siyasî katılım aracı
olmaktan ziyade meşruiyet sağlayıcı bir bürokratik kurum olarak gören yaklaşımı
ile bu alanda tam bir ideolojik devamlılık bulunduğunu belirtmek gerekir.
1908 İhtilâli sonrasında liberal bir
parlamenter düzene geçileceğini uman çevreler büyük hayal kırıklığına
uğramışlardı ama 1905 sonundan itibaren İttihad ve Terraki’nin onbeş yılı aşkın
bir süredir Jön Türk çevrelerinde etkili olan entelektüel tartışmalan bir
kenara bırakarak Türk unsurunun hâkim millet rolü oynayacağı bir Osmanlıcılık,
anti-emperyalizm, Türk olmayan Osmanlı anâsırının ayrılıkçılık olarak
yorumlanan hareketlerine engel olma ve İmparatorluğu muhafaza temellerine
dayanan yeni bir ideolojiye yöneldiğini bilenler açısından yeni gelişmeler hiç
de şaşırtıcı olmamıştı. Bu tarihten itibaren Ahmed Rıza Bey gibi pozitivizmi
Osmanh resmî ideolojisi haline getirme hayalleri kuran entelektüeller gitgide
aıka planda kainken, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım, Talât, Ömer Naci Beyler
gibi komitecilik vasıfları ağır basan liderler ön plana çıkmışlardı. Ahmed Rıza
Bey’in yorumlarından kendisinin bu kimselerin entelektüel kapasitelerini
sınırlı bulduğu ve onlan küçümsediği anlaşılmaktadır. Ama bu kimselerin siyasî
koşullan kendilerini beğenmeyen entelektüellerden çok daha iyi anladıklan
şüphesizdir. Nitekim bu ideolojik yaklaşım İmparatorluktan ulus-devlete
geçişin gerektirdiği ufak rötuşlar dışında Cumhuriyet resmî ideolojisinin de
zeminini hazırlıyordu.
Bu gibi liderlerin elinde pragmatizmi
şiar edinen İttihad ve Terakki temel amacı olan imparatorluk kurtancılığını
gerçekleştirmek için değişik siyasetleri uygulamakta bir sakınca görmüyordu.
1909’da Kanun-i Esasî’yi İslâmileştirccek değişiklikler yaparken aynı yıl
Nizamî mahkemelerde ilâma rabt edilen şahsî hukuk davalarının Şer‘î
Mahkemelerde rü’yetini yasaklayan bir kanun çıkartıyor; bir yandan
gayrimüslimlere hakaret edenleri şiddetle cezalandırırken öte yandan İmam
Yahya’ya gizlice Yemen’in dağlık kısmındaki Yahudileri Medine Paktı
çerçevesinde idare yetkisi bahşediyor, herşeyin ötesinde Türkçü, İttihad-ı
İslâmcı ve Osmanlıcı siyasetlerin hepsine aynı zamanda destek verebiliyordu.
Bunu bir ideolo-
jik zafiyet olarak nitelemek mümkün
olduğu gibi temel amacı elde etmeye yönelik anlamlı bir pragmatizm olarak
görmek de hatalı qlmaz. Cumhuriyetin de Kadro hareketine gösterilen tepkide
şekillendiği gibi katı bir ideolojiye aidiyeti arzulamaması ilginçtir. Ancak
ortada kurtarılacak bir imparatorluk kalmaması ve ulus-devlet inşaı misyonu
Cumhuriyete bir dizi siyaseti daha kâtı biçimde uygulama imkânı veriyordu.
1908 İhtilâlinin getirdiği bir diğer
değişiklik o zamana değin yerel hanedanlar, tarikatlar ve bürokratik klikler
aracılığıyla yapılan siyasetin partiler tarafindan icra edilmeye başlan-
masıydı. Anılan yapılar da kısa sürede kendilerini yeni şartlara uydurmuşlar ve
siyasete bu yeni kanalla katılmaya başlamışlardı. Ancak burada karşılaşılan
temel sorun partiler arası mücadelenin eşit kurumlar arasında yapılmamasıydı.
Kendini, vatanı felâketten kurtaran bir “cemiyet-i mukaddese” olarak
kabul eden İttihad ve Terakki bu nedenle tüm partilerin üzerinde olduğunu
düşünüyordu. Bunun sonucunda ise ona muhalefet vatan hainliği ile eşanlamlı
oluyordu. İttihad ve Terakki kendine muhalefet gibi bir rolü asla uygun
görmediği gibi iktidan tekelinde tutmak için her çareye başvurmaktan çekinmiyordu.
Muhalefetin de iktidan ancak eylemle ele geçirmenin mümkün olduğuna kanaat
getirmesi nedeniyle bu alandaki değişimler seçimler yoluyla gerçekleşmiyordu.
İttihad ve Terakki’nin
entelektüelizmden daha basit ve daha milliyetçi bir çizgiye kayması ve “muhafazakâr
eylemciliği” fobu radikalizm ile kanştınlmamalıdır, şiar edinmesi, bu
örgütün genç subaylar arasında hatın sayılır bir taraftar kitlesi bulmasına yol
açmıştı. İhtilâlin vurucu gücü bu subaylar olduğu gibi bu kitle orduyu,
tedricen ve hiyerarşiyi darmadağın ederek, kontrolü altına almıştı. 1913
yılında tamamlanan bu süreç sonrasında ordu Colmar von der Goltz’un kuramı çerçevesinde
“bir Osmanlı Millet-i müsellahası ” yaratmak amacıyla siyasetin önemli
aktörlerinden birisi haline gelmişti. Bu bir anlamda 1826’da siyaset dışına
kaydınldığı düşünülen bir
kurumun yeniden ve değişik bir
şekilde siyasete ağırlığını koyması demekti. Bunun ise modem Türk siyasetindeki
dengelere kadar uzanan etkileri olduğu şüphesizdir.
Erzurum Kongresi’nin bu anlamlı günde
başlatılması Mütareke döneminde de bu en önemli Osmanlı millî gününe
gösterilen saygının ilginç bir örneğiydi. Ancak ulus-devlet yaratılması
sürecinde 10 Temmuz tarihi fazla ehemmiyet taşımayan bir ayrıntı haline geldi.
Buna karşın, onun İşkodra’dan Basra’ya uzanan bir coğrafyanın günümüzdeki
şekillenmesinde hayatî roller oynadığını unutmamak gerekir.59
BÖLÜM V
1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ
“Akıllı olmak
da bir şey değil, mühim olan o aklı yerinde kullanmaktır. ’’
DESCARTES
1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ
Selanik’te devrimci düşüncelerin
yayılması örgütlenmelerin kolaylığını getirir. 1906 Osmanlı Hürriyet Komitesi
işte bu bağlamda kurulur.' Bunların içinde Türkler, Müslümanlar ve Osmanlı
devletini doğru yönetmek isteyen liberal, aydın ve yurtseverler vardır.
Aynı anda Anadolu kaynamaktadır. Gün
geçmiyor ki İstanbul’a bir huzursuzluk ve isyan haberi gelmesin. Özellikle
isyanların bir kısmı bütün ahalinin katılımı ile gerçekleşmekte ve yerli
yöneticiler ya saklanmakta ya da kaçmaktadırlar.
1906 Ocak ayında Kastamonu’da
belediye seçimlerinde vergileri ağır bulan halk seçimleri boykot etti.
Talepleri cevapsız kalınca vilayet konağı önünde kitle toplandı.2
Halkın isteği doğrultusunda saray valiyi azletti.3 Aynı dönemde Musul’da
da vergi yüzünden ayaklanma çıkmıştı. Kastamonu’da bu tepkileri Müslüman,
Ermeni ve Rumlar birlikte gerçekleştirmişti.4 1906’da Erzurum kenti
gerçek bir başkaldınya sahne olmuş ve yerel küçük burjuvazi, subaylar ve
memurlar katılmıştı.5 Ayaklananların isteği doğrultusunda Saray
Diyarbakır valisi olan Ata Bey’i atadı. Vali İstanbul’dan verilen kovuşturma
emrinde ayaklanmanın tek bir meıkezden-İttihat ve Terakki Cemiyetinin
Paris’teki merkezinden-yönetilmekte olduğuna dikkat çekmişti.6
Erzurum’daki Ekim ayaklanması
yalnızca adaletsiz vergilendirmeye karşı bir isyan olmaktan çıkmış, kurulu
düzenin şiddetle reddedildiği tam anlamıyla devrimci bir harekete dönüşmüştü.
Özellikle vali ve polis komiserlerinin huzursuzluğun ve şiddetin boy hedefi
haline gelmeleri de Abdülha- mid’in Mutlakîyetçi rejimine duyulan öfkeden kaynaklanı-
yordu. Yeni konan vergilerin halk
tarafından ödenmemesi ve protesto sonunda valilerin görevden alınmak zorunda
kalınması Türkiye tarihinde eşsiz bir olay olarak yorumlanarak İstanbul’daki
merkezi hükümette büyük endişe yaratmıştı.7 Abdülhamid’in Hafıyeleri
Şubat ayından itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin saflan arasına sızmayı
başarmışlardı; Devrimci hareketler hakkında soruşturma yapmak üzere, sarayın
bir teftiş heyeti göndermesinin ardından ilk tutuklama dalgası geldi.8
Bunun üzerine 27 Aralık 1907’de Paris
ve Selanik İttihat ve Terakki Cemiyetleri birleşerek kongre topladılar.9
Ahmet Rıza Bey’in yönetiminde Prens Sabahattin gruplarını ve Daşnak Ermeni
militanlannı bir araya getirerek10, bir rapor hazırladılar. Rapor
Meşveret’te yayınlandı.11 Kongre yirmi oturum sürmüş ve üç anlaşma
sağlanmıştı:
—Tüm örgüt üyeleri, oy birliğiyle,
Sultan’ı tahttan feragate zorlamaya ve ancak ondan sonra silahlarını bırakmaya
karar vermişlerdi.
—Örgüt üyeleri, tüm Osmanlılar için
eşitlik ve özgürlük temeline dayanan bir temsili meclis yani parlamentonun kurulmasına
karar vermişlerdir.
—Bu amaçlara ulaşmak için banşçı ve
devrimci yollann araştınlmasına yönelik sürekli bir komitenin kurulması onaylanmıştır.
Komiteye bildirilmesi kararlaştınlan
dört eylem vardı:
—Genel ayaklanma
—Hükümete karşı silahlı direnme ve
genel grevlerle oluşturulacak silahsız karşı koyma eylemleri.
—Vergi ödememe gibi pasif direnme
yöntemlerinin uygulanması.
—Ordu içinde örgütlenerek, devrim
sırasında ordu gücünü yanına alma.
Kongre de alınan kararların halka
ulaşması ve sonuç alınması beklenmeksizin genç subaylar bunları emir telaki
ederek harekete geçiyorlardı. 6 Temmuz’da Niyazi, Resne civarındaki Bulgarlara
ve halka vergi vermeme çağnsı yaparak 200 adamıyla dağa çıktı.12
1907’de İngiliz-Rus yakınlaşmasınm Reval’de duyulması Jön Türkleri devleti
parçalanmaktan kurtarmak ve Anayasayı yürürlüğe koymak için kamçılamıştı.13
Saray ise askere Resne’deki isyanı bir Sırp ayaklanması, İttihat ve Terakki
Cemiyetini de Hıristiyanlık taraftan ve İslamiyet düşmanı bir kuruluş olarak
tanıtmaktaydı.14 Aynı gün cemiyet Manastır’daki büyük devletlerin
konsolosluklarına Fransızca yazılmış bildiriler gönderiyordu. Bu bildirilerde
saray hafiyelerinin imparatorluğu meydana getiren çeşitli unsurların birbirlerine
olan güvenlerini yıkmaya uğraştığı, İttihat ve Terakki’nin ise bu davranışa
karşı olduğu söylenmekteydi.15 Niyazi’nin arkadaşlanyla dağa
çıkmasından sonra Makedonya’da karışıklıklar artmıştı. Enver Bey ve diğer genç
subaylar bu yolu takip etmişti. Sarayın hafiyeleri gelişmelerin önüne
geçemiyorlardı.
A)
DEVRİM-UMUTLAR-DÜŞKIRIKLIKLARI-
TEPKİLER
1908 Temmuz’unun başlarında, sarayın
adamlarına karşı öldürmeler artınca, Abdülhamit git gide açıkça bir başkaldırıya
dönüşen hareketi bastırmak amacıyla, bir ordu göndermeye karar verdi. Ayın
ortalarına doğru, Anadolu’dan Makedonya’ya ayaklanmayı bastırmak için 18.000
asker yollandı. Ne var ki askerler ayaklanmayı bastıracak yerde ayaklananlarla
birleşti.16 Bu devrimin dönüm noktası olmuştu. Ancak taşradaki bu
yoğun muhalefet ve ayaklanmaların tersine Başkent İstanbul’da hiçbir hareket
yoktu. Bunu da yoğun sansür politikasına bağlamak mümkündür.17
Ancak suikastlar, görevden almalar ve göreve atamalar hızla devam ediyordu. 23
Temmuz günü Makedonya’da meşrutiyeti ilan etme düşüncesi, ittihatçıların 22
Temmuz gecesi SELANİK’te Manyasizade
Refik Bey başkanlığında toplandıkları
sırada kararlaştırıldı.ıx Manastır vilayetinde harbiye mektebi ders
nazın Vehip Bey (Paşa) tepmen “Hürriyet” adı verilen meydanda 10 Temmuz
(23 Temmuz 1908) Perşembe günü 60 numaralı top arabası üzerinde Meşrutiyeti “açış
” nutkunu irad etmesi milyonlarca insanın meşrutiyeti mucize ile aynı manada
anladıklarını bir kere daha ispat etmiştir.19 24 Temmuz’da İstanbul
ve imparatorluğun büyük kentleri, Abdülhamit despotluğunun sona erdiğini
öğreniyordu sevinç içinde. Yollarda çarpıcı sahneler görülüyordu; bütün
cemaatlerden insanlar, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlai', Türkler, Amavutlar
birbirlerini kutluyor ve sarmaş dolaş oluyorlardı.20 Bulgar
çetelerinin başı “Dağların kralı” Sandansky barış, özgürlük, kardeşlik
üzerine nutuklar çekiyordu." Türk, Rum, Ermeni Bulgar ve Musevilerden
oluşan yüz bin kişilik grup Beyazıt Meydanı’nda kutlamalara katıldı.22
Ermeni kilisesinde özgürlük ve adalet uğruna canla- nnı vermiş Müslümanların
anısına Ayin-i Ruhani yapıldı. Ancak devrim herhangi bir sınıfa dayanmıyordu.
Kendini buıjuva olarak nitelendirmesine rağmen, sınıflanyla bağlarını
kuramamışlardı. Devleti, halklann birliği ve ülkenin bütünlüğü içinde kurtarmaya
çalışırken, parçalanmanın ön koşullarını hazırlamışlardı.24
Bu arada devrim şenliklerle
kutlanırken İttihat ve Terakki önderlerinin ya da üyelerinin kutlama marşı
olarak “La MarseUles ” i (Fransız devriminin ve Fransa’nın ulusal marşı)
söylemeleri esin kaynaklarını açıkça ortaya koyuyordu.25
Ancak devrimin coşkusuna rağmen
Abdülhamit’i tahttan indiremedi. Çünkü Anayasayı yürürlüğe koyan oydu, İttihat
ve Terakki yöneticileri kamuoyunun bu desteğine karşın ilk etapta onu
indiremedi. Ancak Abdülhamit’in (Sadrazamlık makamı için) Said Paşa tercihi
karşısında İngiliz yanlısı Kamil Paşa’yı destekledi.26
Devrimden sonra yapılan seçimlerde de
İttihat ve Terakki diğer etnik ve dini topluluk temsilcileriyle anlaşıp
(Meclisteki) 288 sandalyeden % 50’nin üzerinde27 sandalye kazansa da
iktidarlarını perçinleyemediler. Bunun nedeni yerli eşrafi aday göstermek
zorunda kalıp parti disiplininden taviz vermeleriy- di.a
Ancak Jön Türklerin hazırlıksız
olduklan sadece marş ve iktidan ele geçirmek değildi. Birlik sorununu hangi
meıkezde gerçekleştirecekleri konusunda her hangi bir modelleri yoktu. Birinci
hedefleri Müslüman olsun olmasın imparatorluktaki özeıklikçi ya da aynlıkçı
eğilimlerin sona ermesiydi. Bu hızlı değişmeler, otuz yıllık birikimle gelen
özgürlükler "Hürriyet sarhoşluğuna” dönüşmüş, taşkınlıklar ve
disiplinsizlik, vergiyi reddetme, memurların daireye, öğrencilerin okula
gitmemelerine kadar ilerlemişti.30 Basında da büyük patlama oldu. 24
Temmuz’dan sonra 1908-1909 arası 350 adet gazete ve süreli yayın dolaşıyordu
imparatorlukta.31 İmparatorluk birçok ilk ile 1908'den sonra
tanışmaya başladı. İlk kadın derneği (Teali Nisvan cemiyeti ), ilk grev vb. bu
arada yeni ve değişik düşünceler İttihatçılarla birlikte imparatorluğun değişik
yerlerinden İstanbul’a geliyordu. Bunlar içinde en kararlı görünenler İslamcı
görüşü savunan, liberal ve modem bir çizgisi olan M. Akif in önderliğinde ‘‘Sırat-ı
Müstakim” ile tarikatçı yönü ağır basan “İttihad-i Muhameddi Cemiyeti”
ile “Türkçü 'lüğü savunup Kafkasya’dan gelen milliyetçilerdi.
B)
31 MART OLAYI VE İSLAMCI İVMENİN
DÜŞÜŞÜ
31 Mart olayı tarihte en çok yazılan
ve tartışılan olaylardan biridir. (Türk düşün ve tarih yazınında Abdülhamit ile
birlikte zıt bir şekilde yazılıp tartışılan 31 Mart olayı tarafların bakış
açısına göre övünülen ya da yerilen bir konu olma dışında bir dönüm noktası
olması açısından da önemlidir) Kimileri için gerici—şeriatçı bir ayaklanma,
kimileri için talihsizlik, kimileri
içinse gerekli ve şanlı bir isyandır.
Nedenlerini de farklı niteleyenler vardır: Birinci görüş Abdülhamit’i, ikinci
görüş muhalefeti,.üçüncü görüş ise İttihat ve Terakki’yi sorumlu tutar.32
Abdülhamit olayla kesinlikle ilişkisi olmadığını hatıralarında belirterek33,
sorumlu olarak İttihat ve Terakki’yi gösterir.
Sonuçta 31 Mart (yeni takvimle 13
Nisan 1909) olayı alay- lı-asker-softa bağlaşması aracılığıyla muhalefetin
yaptığı sonuçsuz kalmış bir hükümet darbesi girişimidir.34
İsyancılar bir takım yöneticinin görevden uzaklaştırılması ve isyana katılan
askere dokunulmamasını istemiştir.35
Yukanda isyana katılıp istemlerini
sıralayan asker (alaylı ulema ve muhalefetin ortak birleştireni şeriat idi)
Osmanlı İmparatorluğu tarihindeki ayaklanmalann temel sloganı olan “Şeriat
isteriz”! ilk defa İslam hukuku anlamında kullanılıyordu; daha önce(
Şeriat) adalet anlamında kullanılmıştı (ya da kulanılıyordu); çünkü şer-i hukuk
geçerliydi.
İsyancılar İstanbul’u ablukaya
alırken hareket ordusu Selanik’ten yola çıkıp İstanbul’a vardı ve büyük bir
kanşıklık olmadan Başkent’e hâkim oldu.
31 Mart olayı her zaman itibar ve
taraftar bulan İslamcı görüşün etkisinin azalmasına ya da dondurulmasına yol
açtı. Buna karşın İttihat ve Terakki Cemiyeti Abdülhamit’i indirmek için bunu
bahane olarak kullandı. Meclis-i Mebusan’dan karar, Şeyhülislam’dan fetva
alarak Abdülhamit’i azletti.36
31 Mart olayıyla İslamcılar düşüşe
geçerken, ordu vc genç subaylar öne çıktı. Bunlarla birlikte Türkçü görüşleri
savunanlar büyük avantaj elde ettiler ve görüşlerini iktidara benimsetmek
için rakipsiz bir duruma yükseldiler. 1908’den sonra Türk demekleri ve basın
yoluyla iktidan etkileme yanşına girdiler.
199 ______ 1908 İHTİLALİ ’NtN ANADOLU
CEPHESİ C) TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ -
DERNEKLER - YAYINLAR
1908 Devrimi ile Türkiye’ye gelen
Kafkas kökenli Türkçü düşünürler Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura’nın İttihat ve
Terakki ile ilişkiye girmesinden daha önce kayıtlı olan Ziya Gökalp gibi
düşünürler İslam’dan kopmadan Milliyetçi çizgileri farklı da olsa
savunuyorlardı. Ancak hem Jön Türiderin illegal olmasından kaynaklanan konumu
hem de çok dinli ve çok etnili Osmanh İmparatorluğu egemenlik alanlarına hitap
ettiği için, tek bir ırka dayalı görüşlere pek itibar edilmiyor ancak tamamen
reddedilmiyordu. 1908 devriminden sonraki özgürlük ortamında çok sayıda demek
(etnik ve dini kökenli) ile yayın ortaya çıkıp faaliyete başladı.37
Türk milliyetçiliğini etkin kılmak isteyenler de fikirlerini yaymak ve tekin
olmak için demek ve yayın yolunu seçtiler. 1908’den sonra Türk milliyetçiliği
fikrine dayanır, demek ve yayınlar şunlardır:
25 kanunu evvel 1324’de (8 Ocak 1908)
kurulan Türk demeği Yusuf Akçuraoğlu’nun önderliğinde ve başkanlığında
kurulmuştur. T.Z.Tunaya demeğin (Türk demeği) amacını şöyle belirtmektedir:
"... Nizannamesinin birinci
maddesine göre tamamıyla harsi (kültürel ve ilmi gayri siyasi) ve Türkçülük
gayesiyle kumlan ilk teşekküldür. Maksadını yaymak için muhtelif umumi dersler
tertip, risaleler ve Türk derneği adiyle de bir mecmua neşretmiştir. Türk
derneğine ittihat ve Terakki ’de ilgi göstermiştir. 1912 yılında faaliyetini
durduran dernek kumlan Türk Ocağı ’na geçmiştir. ’’
31 Ağustos 1911 ’de kumlan Tüık Yurdu
Cemiyeti’nin iki temel amacı vardı. Birincisi Tüık öğrenciler için “Talebe
yurdu” yaptırmak. İkincisi ise; “Türklerin zekâ ve irfanca seviyelerinin
yükselmesin, irade ve teşebbüs sahibi olmalarına
hizmet etmek üzere bir gazete
çıkarmak”.39 Kurucusu Şair Mehmet Emin Erzurum
valiliğine atanınca imtiyaz sahipliği Akçura’ya geçen "Türk Yurdu”
dergisinin ömrü cemiyetten daha fazla oldu.40 Demek ve elamanları
daha sonra demeğin yayın organı olacağı "Türk Ocağ ’ına ”
katılmıştır.41
(Türk Ocağı Derneği’nin) Fiili
kuruluş yılı 3 Temmuz 1911’dir. Askeri tıbbiyeli üyeler, münevverler toplanıp
bir demek kurma kararı alarak resmen 15 Mart 1912’de “Türk Ocağı ”nm
kuruluş dilekçesini resmi makamlara vermişlerdir.^
Türk Ocağı her ne kadar
nizamnamesinde siyasetle uğraşmayacağını (madde-3) söylese de faaliyetlerinde
ve yayınlarında; Osmanlıcılık, aldatıcı Tanzimat hatta İslamcılıktan
(kâbuslarından)43 kurtularak Türk milleti fikrine dayalı kültürel
ve ekonomik faaliyetlerin önemini savunmuştur. Bu faaliyet alanlarının içinde
sanat konusu da vardı. İttihat ve Terakki hükümetinin muhalefetine rağmen kadın
sanatçıların piyeslerde rol almasını sağlamıştır. Türk Ocağı’nın kısa sürede
büyük ilgi ve taraftar toplaması ve Ziya Gökalp’in Ocak merkezi idare heyetine
girmesi ile İttihat ve Terakki’nin ilgisini çekmiş, "Türklük İhtida ve
ocağın doktrinini” kabul etmiştir.44
Türk Ocağı’nın kuruluşunda "Türkçülük”
görüşünü savu- nanlann arasında demeği kapma yönünden ayrılıklar olmuş, 190
tıbbiyeli tarafindan davet edilen Akçura45 demek yönetiminde etkin
olamayınca kendisinin kontrolü altında olan Türk Yurdu’nda küçük bir yer
ayırtarak kırgınlığını ortaya koymuştur.46
Türk Ocağı etkisinden dolayı İttihat
ve Terakki tarafindan kabullenirken, Osmanlıcı ve İslamcı olan parti
kurumlannca ırkçılıkla suçlanmakta ve eleştirilmektedir.47 İttihat
ve Terakki’nin tasfiyesinden sonra İstanbul hükümetlerinin yoğun bas-
kışı sonucu 1920 yılında
faaliyetlerini durdurmuş, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra daha yoğun bir
şekilde faaliyetlerine başlamıştır.
Türk Ocağı; Türkçülüğün yayılması ve
giderek İttihat ve Terakki içerisinde geniş bir kabul görmesinde en etkin olan
demektir. Gerek ideolojik yapısı gerekse üyelerince Osmanlı devletinden sonra
kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri yapısı temellerini atan unsurlan
bakımından önemlidir. Türk Ocağı’ndan sonra kurulan milliyetçi demekler gerek
ideolojik gerekse faaliyet yönünden etkin olamamışlardır. Şunlardır:
—İstihlak-i Milli Cemiyeti: Aralık 1912’de
kurulan cemiyet daha çok iktisadi yönden milliyetçilik yapmış, yerli malı
üretimi ve kullanımını savunmuştur. İstanbul’da etkin olmakla birlikte İttihat
ve Terakki ile uyuşamamış. Siyasi gelişmeler karşısında yetersiz kaldığından
dolayı belli bir süre sonra sessizce kapanmıştır.
—Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti: 21 Nisan
1916’da kurulan cemiyet; faaliyet alanı olan Türkçülüğü eğitim alanında
kurumlaştırma çabalan göstermiştir.5
—Halka Doğru Cemiyeti: 28 Aralık
1917’de kurulan cemiyet; İttihat ve Terakki’nin milliyetçilik doktrinini,
halkçılık yönünde ilmi, harsi ve terbiyevi unsurlarla uygulamayı amaçlamış,
mütareke devresine kadar yaşamıştır.51
Yukanda anılan ve Milliyetçi (Türkçü)
ideoloji temelinde kumlan demekler ve cemiyetlerden en etkin vc en uzun ömürlüsü
“Türk Ocağı ” oldu. (Türk Ocağı)Kendisinden önce kumlan “Türk Demeği
” ve “Türk Yurdu Cemiyeti ’ni" bünyesine katarak, Türkçülüğün
bütün seçkin simalannı çatısı altında toplamış, İttihat Terakki yönetimi ve
hükümeti üzerinde etkin olmuştur. Ocak, görüşlerini yayınlan yoluyla yayıp,
etkisini yazılı alanda da gösteriyordu. Türkçü çizgiyi savunan yayınlatın en
önemlileri şunlardır:
25 Aralık 1908’de kurulan Türk
Demeği, Türkçülüğün geliştirilmesi doğmltusunda birkaç kitap yayınladıktan
sonra 1911 yılında "TürkDerneği” adlı bir dergi çıkarmaya başlamıştır.52
Ancak 7 sayı yayımlanan dergi53 "Türklüğe dair tetebuatı
havi ayda bir çıkar" başlığı istikrarsızlığı yüzünden bir daha
çıkmayacak ama sonradan önemli bir kilometre taşı olacaktır.
b)-Genç Kalemler
Selanik’te çıkan Genç Kalemlerim
ikinci cildinin ilk sayısında çıkan "Yeni Lisan ” başlıklı Ömer
Seyfettin’in yazdığı54 makale büyük tartışmalara yol açmıştı.
Makalede "Türkler ancak kuvvetli ve ciddi terakki ile hâkimiyetlerini
mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakki ise ilmin fennin, edebiyatın
hepimiz arasında intişarına bağlıdır. Bunları neşr için lazım olan milli ve
umumi bir lisandır. Milli ve tabii bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat yine
bu günkü gibi muamma halinde kalacaktır. Ancak zevk ve şehvet, riya temellük
mevzula- rına layık olan o süslü lisanı, eski lisanı, beş asırlık bir mantıksızlığın,
bir tuhaflığın doğurduğu dünkü Türk lisanını terk edelim. Esaslarıyla
kaideleriyle yaşayacak olan, konuşulan Türkçe’mizi yazalım”55
derken, Köprülüzade Mehem Fuat- Fuat Köprülü "Yeni Lisanı” sert bir
dille eleştirmiştir.56 Ancak daha sert eleştiri Rübab
dergisinde Yakup Kadri’den gelmiştir.57 Ziya Gökalp’in katılmasıyla
Türkçülüğün sözcüsü konumuna yükselen Genç Kalemler yayınına iki yıl
devam etmiştir.
Genç Kalemler'm yazı grubunun
İttihat ve Terakki ile ilginç bir bağı vardı. Birinci ciltteki Başyazar Netimi
Merkez-i Umumi’nin kâtibi "Yeni Lisan ”ın yazan Ömer Seyfettin
hareket ordusunda subaydı.58 Genç Kalemler in önemli
yazarlan hemen her gün İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde buluşup edebiyat ve
felsefe konularını tartışırlardı.5 "Yeni Lisan"
ilerde
203 ______ 1908
İHTİLALİ'NİN ANADOLU CEPHESİ milliyetçi
yönü ağır basacak olan İttihat ve Terakki Cemiye- ti’nin uygulamaya ilk
koyacağı unsurdur ve Türk milliyetçiliği Türkçe’nin anayasada zorunlu
olmasıyla siyasete ağırlığını koyacaktır. Arapça ve Farsça kelimelerin dilden
atılması ve yeni lisan yaratılması60 kumlan Türkiye Cumhuriyeti’nin
de önemli uğraşlarından biri olacaktır.
c)-Türk Yurdu
19H’de imtiyazı ve müdürlüğü alan
Yusuf Akçuraoğlu önemli maddelerini şöyle sıralamıştı:
—Dergi Türk ırkının mümkün olduğu
kadar çoğunluğu tarafindan korunup anlaşılacak bir şekilde yazılacaktır.
—Dergi bütün Türklerce kabul edilecek
bir ideal ortaya çıkarmaya çalışacaktır.
—Dergide Türklerin tanışmalarına,
ekonomi ve ahlakta yükselmelerine, ilim ve teknikte zenginleşmelerine hizmet
eden konular çoğunlukta olacak, siyaset bunlardan sonra gelecektir.
—Türklerin birbirleriyle tanışmaları
için, Türk dünyasının her yerinde olup biten, özellikle kardeşler arasında
sevindirici veya üzücü olan olaylar ile Türk dünyasının ötesinde berisinde
ortaya çıkan fikir akımlan anlatılacaktır. Türk ırkının çeşitli kavimlerinde
doğan edebiyat ürünleri, ırkın bütün fertlerine duyurulacaktır.
—Dergi Osmanlı devletinin iç
politikasından söz ederken hiçbir siyasal partiden yana olmayacak, ancak
Türklüğün Türk unsurunun siyasal ve iktisadi çıkarlarını savunacaktır. Türk
Unsurunun çıkarlarını savunurken, öteki azınlıklar arasında anlaşmazlıklar
doğmasından kaçınılacaktır.
—Dergi Osmanlı Tüıkleri arasında Türk
milli ruhunun gelişmesi ve desteklenmesine idealsizlikten doğan tembellik ve
kötümserliğin ortadan kaldınlmasına çalışacaktır. Çoğunlukla
hiçbir dayanağı olmayan abartılmış
Batı korkusundan da bu milleti kurtarmaya elinden geldiği kadar uğraşacaktır,
—Derginin devletlerarası düzeydeki
asıl amacı, Türk dünyasının çıkarlarını savunmaktır.
Derginin yazarları arasında Rusya’dan
göçen ya da Rusya’da yazanların (sayısı) az olmasına rağmen, (Rusya Köken-
likler) dergide etkin olmuş ve Pan-Türkist yönelim kazandırmışlardır.61
Ayrıca Yusuf Akçura’nın yazdığı vc Türk mil- liyetçiğinin dönüm noktası sayılan
üç tarz-ı siyaset adlı makale dizisinin getirdiği kazanımlarla
Pan-Türkist görüşler daha fazla yer alabiliyordu. Ahmet Ağaoğlu ve diğer
yazarlarda bu temelde salt Osmanlıcı ve İslamcı teorilere karşı çıkarken62
Ziya Gökalp Balkan Savaşı’ndan sonra “Türkleşmek, İslamlaşmak,
Muasırlaşmak’’ başlıklı yazı dizisinde yeni bir bakış açısı getirmiştir.
Daha ilerde geniş bir şekilde ele alacağımız dizinin ilk yazısında Tanzimatı
eleştirmiş ancak Osmanlılığın ve İslamlığın sonuçta Türklükle buluştuğunu
savunmuştur. Osmanlılık modeline Diyarbakır’da yayımlanan Peyman gazetesinde
çok uluslu ABD modelini Osmanlı için bir örnek göstermiştir.63 Türk
Yurdu’na İslamcılık adına en büyük eleştiri Süleyman Nazif ten gelmiş ve
Türk milliyetçiliğinin kardeşliği yok ettiği ve milliyetçiliği dışlayan
İslam’ı bozduğunu iddia etmiştir.6* Buna cevabı Ağaoğlu Ahmet verdi
ancak bu cevap daha çok kavramlar üzerindedir.65 Bunun dışında İslamcılıkla
vc Türkçülükle ilgili tartışmalar çıkmamıştır.
Daha sonraki tartışmalar İttihat ve
Terakki’nin uygulamaları ile ilgili tartışmalar olduğu için İslamcılar “Türkçü”
politika ya da görüşü tamamen reddettikleri için uygulamaların İslam’a
aykınlığı ve çağdışılığı üzerinde durmuşlardır.
Türk Yurdu dergisi demek
kapatıldıktan sonra da faaliyetine devam etmiştir.
Türk Yurdunda Marksist
Parvus iktisadi konularda yazı yazmıştır. Parvus ele aldığı konularda Avrupa
emperyalizmi-
nin durumunu göstererek Osmanh
iktisadi ve mali sisteminin perişanlığını ortaya koyarak okuyucular üzerinde
iktisadi milliyetçilik yönünde etkide bulunmuştur.66 Türk Yurdu
Yusuf Akçuraoğlu’nun bazı ufak aralarla yönetiminde yayın hayatını 8 yıl
sürdürmüştür.67
D)
LİBERALİZMİN BELİRSİZLİĞİNDEN MİLLİYETÇİLİĞE;
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ
31 Mart isyanının bastırılması sonucu
İttihatçılar zayıf noktalarının ortaya çıktığını ve ders çıkanlması gerektiğini
anlamışlardı. Ayrıca işyarım ordu tarafindan bastırılması orduyu hukuktan
üstün konuma çıkarmıştı ve Cemiyet reform çabalannda orduya ilişmiyordu.68
İttihat ve Terakki Cemiyeti muhalefetteyken eğilim duyduğu Türkçülüğü iktidara
geldikten sonra bastırarak ters bir durum ortaya çıkarmıştır. Ancak 31 Mart
isyanı Arap ulusçuluğunun İslamcı politikayla bastırı- lamamış olması, bunun
yarımda Bulgaristan’ı, Doğu Rumeli’yi, Bosna-Hersek’i, Mısır’ı, Tunus’u ve
Dobruca’yı kaybetmiş69 olması ve Türkçülük akımının etkili olması
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni yeni politikalar alanma sokmuştur. Özellikle
İttihat ve Terakki hükümetinin Türkçeyi Anayasaya resmi dil olarak koyması
taraflar ve karşıtlar (Arap, Arnavut, Kürt. Ermeni, Rum) arasında yoğun
tartışmalara yol açmıştı. Rıza Tcvfik taraftar olarak karşıt bir mebusa şu
açıklamayı yapmıştı: “Mecliste Türkçe konuşulmasının nedeni burasının ne
kilise ne de üniversite olmasıdır. Burası millet meclisidir. Millet Osmanlı
milletidir, Kanun-i Esasiye göre burada Türkçe konuşulur. ”70
Anayasada zorunlu resmi dil Türkçe
olunca yukandaki mantık İlkokullarda da İttihatçı hükümetin döneminde Tüık-
çeyi zorunlu dil durumuna getirdi.71 Buna karşı başta Rumlar olmak
üzere diğer azınlıklar direnişe geçti, bunun Türkleştirme olduğunu öne
sürdüler. Özellikle Makedonya’da Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, Amavutlar
tarafindan karalı bir muhalefet
gören bu tutum72 Türk
olmayan Müslümanlarda da büyük tepki gördü. Onlarda bunu Türkleştirme olarak
görüyorlardı. En büyük tepki Araplardan gelmişti. Birçok tarihçi tarafindan bu
tutum Arap milliyetçiliğinin ivmesini hızlandıran olay olarak gösterilir. Arap
gençlerinden Kabil Gömen, bir Fransız gazetesinde o dönemin havasını şöyle
yansıtmaktaydı:
“Genç Türkler bize Türkçeyi kabul
ettirmeye kalkıştılar. Biz ise pek haklı olarak dilimizden, dinimizden,
kanunlarımızdan, ibadetlerimizden, Kur’an’dan, halifeliğin dili olan Arapça
’dan memnunuz ve müftehiriz. ”73
İttihatçıların bu politikalan en
belirgin şekilde bastırılmış muhalefetin katkısıyla sonuçlarını 1912-1913
Balkan savaşında verdi. Tek tek bağımsızlığına kavuşan Balkan devletleri
OsmanlI’dan belli toprak parçalarını koparırken74, Müslüman milletler
Halifenin yanında yani Osmanlı padişahının yanında yer almamışlardı.75
Bu Osmanlı devletinin Abdülhamit vasıtasıyla yürüttüğü ve İslam unsurlara
dayalı İmparatorluğu diriltme çabalarının sonuydu. Çünkü İmparatorluk içindeki
İslam unsurlar olan Araplar, Kürtler, Amavutlar kendi ulusal kurtuluş
hareketleri yönünde örgütler ve demekler kurmuş, kendi bağımsızlıklannı elde
etmek için OsmanlI’nın rakibi konumunda olan Fransa ve İngiltere ile ilişkiye
geçmişlerdi.76 Böylece Türk Milliyetçiliğiyle beraber, Müslüman olan
fakat Türk olmayan öteki halkların Arapların, Kürtlerin... milliyetçiliği de
başlamış olmaktadır.77 İttihat ve Terakki’nin asker üyelerinden
Kazım Karabekir bunda dış güçlerin etkisi olduğunu ileri sürerek şöyle
demekteydi; “Meşrutiyetin ilanından sonra Ademi merkeziyet ’ diyerek bir
gayeye varmak isteyen akılsız harisler türedi. Mütareke ilanından sonra ise
‘Kürt istiklali’ fikri büsbütün ateşlendi. Kürtçe gazeteler çıkarıldı.
Kürtlerin ıslahı için projeler etrafa yayıldı... ”78
İttihat ve Terakki yönetiminin grup
ve örgütlenmeler arasında ayırım yapması da büyük tepki toplamıştı. 16 Ağustos
1909 tarihli “Cemiyetler Kanunu
” ise, milliyet ya da ırk adını taşıyan siyasal gruplar kurmayı yasakladı. Bu
yasa uyarınca Arnavut, Rum vc Bulgar kulüpleri kapatıldı. Ama bir önceki Ocak
ayında kurulmuş olan Türk Derneği’ne bir şey yapılmadı. Çünkü burada
Türk kelimesinin kamulaşan dile ya da halk kültürüne atıf yaptığı, siyasal bir
çağnşım yapmadığı ileri sürüldü.79 Hem milliyetçi Türk gruplarını
desteklemesi hem de Kazım Karabekir’in belirttiği merkeziyetçilik sonucu
Araplar 1911’de Paris’te “Genç Arap Cemiyeti “ni kurmuş, Amavutlar yeni
vergilere karşı Hıristiyanlan da içine alacak bir isyana başlamıştı.80
Balkanların, Balkan Savaşlanyla
imparatorluktan kopması, Türk olmayan Müslüman unsurların kendi milliyetçi
örgütlenmelerine yönelişi, Osmanlı devletinin geleceğini düşünme ve kurtarma
sorumluluğu ittihatçılara ve Türk unsura kalmıştı ve ittihatçılar bu aşamaya
kendi uygulamaları ile geldiklerinin faikında değildiler Ancak ayrılan her
parça Osmanlı aydınlan için öğretici oluyordu. Her aynlış yeni bir deneyim ve
boyut kazandınyordu. En başta kendileri hakkında ne düşünüldüğünü öğrenip daha
gerçekçi olmaya itiyordu. İmparatorluğu kurtarmak Osmanlıyı tekrar cihangir
devlet yapmak hayallerinden sıynlmaya başladılar. Osmanlı Türklcri, artık
sadece Türk unsurunu kurtarmanın yollanın aramaya koyuldular.81 Bunun
için yeni filizlenen Türkçü demek ve yayınlar ile arayış içinde olan gençlik
idi. 1908 hareketinden sonraki düşünce ortamında ortaya çıkan yeni düşünceler
olgunlaşmıştı. Gençlik bir hayal kırıklığından ötekine gidiyordu. Devletin
güçsüzlüğü karşısında eli böğründe kalan, siyasal örf ve adetlerden tiksinen
gençliğe hareket edebileceği ve düşleyebileceği başka alanlar gerekiyordu. Ne
gitgide tutucu bir İslam, ne de gitgide saldırgan bir Batı’da kendini göremeyen
gençlik kimliğini arama içindeydi.82 Bu gençliği yeni söylencesel
Turan’ın yaratıcısı Ziya Gökalp birleştiriyordu.83 İşte bu ortamda
İttihat ve Terakki politikalarını daha net ve iktidan ele geçirerek gerçek-
leştirme zorunluluğunda olduğunu
kabullenip harekete geçer. Kamil Paşa’nın İngiliz yanlısı politikası gerekçe
gösterilerek 23 Ocak 1913 günü “Babıali baskını ” denen şey olur. Kamil
Paşa’nın sadrazamlıktan Hariciye Nazırlığı’na tayini Cemiyet aleyhtarlan
tarafindan sevinçle karşılarınken, ittihatçılar baş düşmanlan olarak gördükleri
(niteledikleri) Kamil Paşa’nın Hariciye Nazıfı olmasına kendilerine yakın
gazetelerde (Ta- nin ve İkdam 30 Ekim 1912) şiddetle karşı koyuyorlardı.85
1908 kahramanlanndan biri ve İttihat ve Terakki Komite- si’nin seçkin
insanı Enver Bey, bir askeri birliğin başında nazırlar heyeti salonuna girer ve
elinde tabancası ile Kamil Paşa’yı görevinden aynlmak zorunda bırakır...86
İttihatçıların iktidan muhalefete
kaptırdıklan altı aylık süre içinde Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük
değişiklikler olmuştu. İmparatorluğun Avrupa kıtasındaki topraklannın hemen
hepsi balkan devletlerinin eline geçmişti. Edime kuşatılmış ve ittihatçılar
ancak bu şehri kurtarmak gerekçesi ile Kamil Paşa kabinesini devirebilmişlerdi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti yeniden
iktidara geldiğinde, durumu hiçte sağlam değildi. Son beş yıl içindeki
yıpratıcı politik çatışmalar, cemiyeti başlangıçtaki benliğinin bir gölgesi
haline getirmiş, itilafçılar ise örgütlenecek zaman kazanmışlardı. İtilafçı
hükümet devrilmiş ama itilafçı örgüt hala vardı. Ve bir karşı darbe tehlikesi
ortadan kalkmış değildi.
Babıâli baskınından sonra dağılan
Hürriyet ve İtilaf Fırkası bii' kongre ya da teşkilatlanmaya girmeden bir
ihtilal komitesi gibi görünmeye çalışmışlardır.88 Bu durum İttihat
ve Terakki Cemiyetini öncekinden farklı bir hükümet kurmaya zorluyordu.
Cemiyet yeni kabineyi kurarken de
aynı dikkat ve sağduyuyla hareket etti. Bir İttihatçı rejimi kurmaya
kalkışmadı. Bu tutum Talat’ın Kamil Paşa kabinesinin “milletin kutsal haklarını
” korumak amacıyla devrildiği iddiasını doğruluyordu. Bir
ittihatçı olmadığını çeşitli
vesilelerle belli etmiş olan Mahmut Şevket Paşa Sadrazam Ve Harbiye Nazın tayin
edilmişti. Kabinenin diğer üyeleri de partizan değildiler. Hükümette görev alan
üç ittihatçı (Sait Halim Paşa, Hacı adil ve Hayri Bey’ler) ılımlı olarak
tanınmışlardı. Partizan olmayan bir kabine kurmaktaki amaçlan parti politikasına
bir son verip bütün unsurlan vatanseverlik ülküsü altında toplamaktı.89
Şimdiye kadar olanlan Doğan Avcıoğlu
şöyle değerlendiriyor,
‘‘Esasen İttihat ve Terakki 1913 yılı
ortalarına kadar doğrudan doğruya iktidarı almaya, Talat Paşa’nın deyimiyle
‘cesaret edememiş ’ eski devrin paşalarının çoğunlukta olduğu bazı kabineleri
desteklemekle yetinmiştir. ”
Bu arada ittihat ve Terakki’nin bir
takım düşünürleri arasında yeni fikirler yeşermeye başlamıştır. Görülmüştür ki
eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlan ve Anayasa, İmparatorluğu kurtarmaya
yetmemiştir. İmparatorluk çökmekte yalnız Hıristiyan milletler değil Müslüman
milliyetler de kaynaşmaktadır. Bil' İngiliz yazan, henüz 1907 yılında “Basra
Körfezinde İngiliz Çıkarları ’’ başlıklı yazısında “Arabistan artık
Türkler için kaybedilmiştir. 1905 ’te bağımsız bir Arap krallığı kurulması
cereyanı başlamıştır. Bunun hükümdarı, aynı zamanda İslam halifesi olacaktır’’
demektedir. Arnavutlukta da durum farklı değildir.
Bu şartlar altında, gözler Anadolu’ya
çevrilmekte tam bir açıklık kazanmaktan uzak olmakla birlikte halkçılık, Türkçülük,
milliyetçilik fikirleri filizlenmektedir.911
Yalnız bu halkçılık tepkisi, mesela
Türk ve Müslüman derebeylere karşı yönelmiş bir sınıf tepkisi değildir.
Kaynağını daha çok Hıristiyan milletlerin Türk ve Müslümanlardan daha zengin,
daha müreffeh ve daha bilgili olmasından almaktadır. Tüıkün ve Müslüman’ın bu
kaderi değiştirilmek istenmektedir91
İttihat ve Terakki’nin Anadolu’ya
yönelip Türk’ü keşfetmesi onu başka yerlerde Türklük unsurları aramaya ve
desteklemeye itmiştir. İmparatorluk dışındaki Türkler Almanlardan ^e
Abdülhamit’ten etkilenerek ayaklanmalar yapmayı düşünmekte ancak İslam
komandolarının Osmanlıcılık ile milliyetçilik arasında karışık bir gidiş geliş
içinde olan İttihat ve Terakki’nin daha netleşmeyen anlayışı yüzünden kanşık
bir şekilde yürümekteydi. Ancak Ziya Gökalp’in o tarihlerde milliyetçiliği bir “Ülkü”
olarak ele aldığı ve “Bunun Türk aydınının halkçılık, yani Türk toplumunu
kalkındırma davasında girişeceği siyasi ve kültürel çabalarda bir ölçü, bir
yön verici ve başlangıç olduğunu ileri sürmektedir".92
İttihat ve Terakki yöneticilerinin
gitgide küçülen imparatorlukta Türk öğesine önem vermesi ve öncelik tanıması,
sonunda dış politikaya Pantürkizm olarak yansıdı. İttihat ve Terakki liderleri
gittikçe zayıflayan, gücünü kaybeden imparatorluğu güçlendirmek ona dünya
devletleri arasında yeniden önemli bir yer kazandırabilmek için bütün Türkleri
bir araya toplayarak Anadolu’dan Orta Asya’ya kadar (Turan) uzanan bir Türk
devleti kurmayı düşünmeye başladılar.93
Bütün bu gelişmeler sonucunda
iktidarı yeniden devralan İttihat ve Terakki Cemiyeti 1913 yılında (1329)
düzenlenen kongre ile önemli kararlar almıştır. Bu aynı zamanda asıl yüzünü
ortaya çıkaracağı 1916 kongresine hem bir hazırlık hem de zemin yoklaması
olmuştur. Tank Zafer Tunaya 1913 kongresini şöyle aktarmaktadır:
“1913 (1329) kongresi: Babıali
vakasıyla iktidarı yeniden ve fiilen alması, Mahmud Şevket Paşa ’nın katli
Edime ’nin istirdadı gibi mühim ve yekdiğerin takip eden hadiseler neticesi
siyaset sahnesinde tek başına kalan ve Almanya ’nın Müttefiki olarak umumi
harbe hazırlanan Cemiyetin siyasi partiye inkılap ettiğini yeni program ve
nizamnamenin birinci maddesinde pek geç olarak ilan eden kongredir. İttihat ve
Terakki
bundan böyle fiili hadiseler, hükümet
darbeleri sonunda hareketlerinin mahsulünü toplamış; yalnız ve tek parti
kalmıştır. Fırka, ancak bu kongre tadilatıyla bir Reisi Umumi ve vekili sahip
olmuştur.
Balkan savaşlarından sonra
Osmanlıcılık politikası artık yerini İslamcılığa ve milliyetçiliğe bırakmıştı.
Bu milliyetçiliğin Türk milliyetçiliği olduğu ileri sürülürse de, Turancılık
olduğunu savunanlar da vardı. Ancak bunun “savunmacı ” bir kültürel
milliyetçilik olduğunu savunanlar da vardı.95 Yinede üç unsur
imparatorluğu bir arada tutmak için gerekliydi. Bunu hem Osmanlı yöneticileri
hem de aydın kesim son ana kadar inanıp savundu, sonlara doğru bu üç unsurdan
birini öne alırken diğer iki unsuru tamamen göz ardı etmiyordu...
İslamcılık Osmanlı İmparatorluğu’nun
temel taşlarından biri olmaya devam ederken, Müslüman Arnavutların 1912’de
imparatorluktan ayrılmaları Osmanlıcılığa ve İslam bütünlüğüne yıkıcı bir
darbe indirerek Türkleri hayli şaşırtmıştı.
Türklerin bu değişikliklere karşı
tepkisi daha ırksal düşünmek ve kendi milliyetçiliklerine belirli bir biçim
vermeye başlamak oldu. Bu tepki öncelikle Turancılık biçimini aldı. Turancılık
da İslamcılık gibi bir yayılma ideolojisiydi. Batı cephesinde tam anlamıyla
gerilemekte olan Jön Türklerin ruhsal gereksinimlerine uygun düşüyordu. Bir
yandan Rusya, diğer yandan Fransa ve İngiltere’yle savaşa girilmesi her iki
ideolojik akıma da güç kazandırdı. Her ikisi de din kardeşlerini Hıristiyan
devletlerin boyunduruğundan kurtarmak amacını güdüyordu. İttihatçılar, hangi
ideolojik unsurun ağır bastığına önem vermiyorlardı; çünkü hangisi olursa olsun
liderlik Türk- lerin elindeydi. Anadolu Türklerinin çevresinde biçimlenen bir
Türk milliyetçiliğinin tohumlan 1914’te atılmıştı. Bu ideolojik tutumlann iç
siyasete etkisi 1908, 1912 ve 1914 meclislerinde çeşitli toplulukların
temsilci oranlarında hemen kendini belli etmektedir.96
Yıl |
Top. |
Türk |
Arap |
Am. |
Rum |
Erm. |
Mus. |
Slav |
1908 |
288 |
147 |
60 |
27 |
26 |
14 |
4 |
10 |
1912 |
284 |
157 |
68 |
18 |
15 |
13 |
4 |
9 |
1914 |
259 |
144 |
84 |
- |
- |
13 |
14 |
4 |
Bu yıllar içinde ittihatçılann
karşılaştıkları sorunların hemen hepsi inatçı bir azimle sarıldıklan
çağdaşlaşma politikasının doğurduğu meselelerdi. Devleti, Abdülhamid’in çabasıyla
hali hazırdaki durumunu kabullenemiyorlardı. Ülkeyi dünyadaki sayılı ülkeler
arasmdaki saygm yerine oturtmak için her türlü riski göze alıyorlardı. İttihat
ve Terakki Yönetiminin bu çabalan sonucu Osmanh İmparatorluğu’nun (yeni dış
politikası) LDünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında savaşa girişi şeklinde
gerçekleşti.
E)
1916 KONGRESİ VE İTTİHAT VE TERAKKİ
CEMİYETİ’NİN “TÜRKÇÜLÜĞÜ” KABUL VE İLAN ETMESİ
1913 Yılında Parti olan İttihat ve
Terakki, 1914 yılında I.Dünya Savaşı’na girilmesi ve 1915 yılında gerçekleşen
Çanakkale Savaşı’ndan dolayı kongre yapamamış, ancak 1916 kongresi İttihat ve
Terakki için büyük dönüşümün (İdeolojinin belirlenmesi ve bu doğrultuda alınan
kararların uygulanması açısından) olduğu bir kongre görüntü veriyordu.
İttihat ve Terakki Partisi yalnızdır.
Memleket içinde ve meclis içinde yalnızdır. Ve tek parti halinde faaliyette
bulunmaktadır. Doktrini ve programı çok değişmiş. Osmanlıcı ve İttihadı
Anasıra karakterini kaybederek Türkçü ve Milliyetçi olmuştur.
Parti Osmanh devletini Almanya’nın müttefiki olarak idare eden fakat kapitülasyonlan
feshetmiş hükümetlerden birisini kurmuştur Kongrede okunan rapor bu bakımdan
bir parti faaliyetini izahtan ziyade bir hükümetin siyasetini meşru göstermek
isteğindedir ve çok önemli hükümleri içermektedir. Kongre nizamnamesinde
muhtelif tadiller yapılmıştır.
Siyasi programa yapılan ilavelere
gelince bunlar aynca önemlidir. Öncelikle Şer’i ve dini mahkemeler birbirinden
ayrılmış hukuk ve adalet teşkilatı alanında laiklik prensibi getirilerek uzun
bir tartışma sürecine start verilmiştir. Sosyal yardım ve sağlık işlerine önem
verilmiş, milli iktisadı geliştirecek tedbirler alınması ve müesseseler
kurulması karalaştırılmıştır. Raporda 1915’te İstanbul’un “iaşesi"
için kurulan şiıketlerin üçü yüz bin lira kadar temettü temin ettikleri, bu
paranın hariç iştiraklerle artırılarak bir milyon lira sermayeli bir banka
teşkil edileceği, ziraat ve ticaretin gelişmesine hizmet edilmesi, elde
edilecek kazancın bir kısmının sosyal yardım işlerine (emri Hayra) tahsisi
derpiş edilmektedir.
Osmanlı aydını ya da düşünürü artık
emekleme dönemini tamamen geçirmiş, İttihat ve Terakki’nin bünyesinde yeni bir
kimlikle daha önce Laik-Ulusçu, Modemleşmeci-İslamcı, İslamcı-Türkçü,
Tüıkçü-İslamcı gibi siyasal ve ideolojik gidip gelmelerden" sıyrılıp
Türkçü ve Laik olduğunu söylemeye başlamış ve bunu 1916 kongresi ile resmen
ilan etmişti. Ancak İslam’ı tamamen terk etmemiş ve onu zor günler için bir
kalkan gibi, belki bir silah gibi yedekte bekletiyordu.
F)
TÜRKÇÜ İDEOLOJİNİN BENİMSENMESİNDEN
SONRA TARTIŞMA VE GELİŞMELER
İttihat ve Terakki’nin 1916
kongresine 1915 Mayıs’ınm ortalarında başlayan Ermeni “Tehcir’mm
tartışmalan ile gelinmiştir. Bu tehcir kanununun amacı başlangıçta savaş bölgesini
boşaltmak ise de Anadolu’daki bütün Ermenileri içine alarak işkence, kıyım ve
yağmaya dönüşür (Bunda Osmanh içinde son dönemde gelişen milliyetçi
örgütlenmelerin sağlıksız bir şekilde biri birini hedef gösterip dar anlamda
en yakınında farklı olanın yok edilmesine dayalı bir politikayı dayatmasından
kaynaklanıyor. Ayrıca Batık emperyaüst devletler ve Rusya bu etnik farklılığı
sonuna kadar körükleyerek sonuçların daha da büyümesine neden olmuşlarda).
İçte bu boyutu-
nun daha büyük olmasının nedeni
Teşkilat-ı Mahsusa’nın ve başıbozuk takımının oluşturduğu çetelerin başrolde
oynamasıdır.10? Ermeni “Tehcir’\ üzerine birbirinin zıttı ve
ağır bir şekilde karşı tarafi suçlayan tezler ileri sürülmektedir.
Ermeni tezi; Turan ideali için
Tüıklerin önünde, birleşmesinde engel_ oluşturan bir etnik öğeye Kafkasya’dan
söküp atmak olarak ileri sürülmektedir. Bunda gerek İttihat ve Terakki’nin
Türkçü politikalan gerekse O dönemin Harbiye Nazın Enver Paşa’nın Turan
idealleri ve Tehcir Kanunu’nun çıkarılmasındaki rolü göz önüne alınırsa
(Ş.S.Aydemir-Enver Paşa Tek Yay.) Ermenilerin tezlerini sağlam dayanaklarla
ispatlamak kaygısı içinde olduklan görülür. Buna karşın Türk tezi daha da
inceliklere dikkat edecek durumda değildir pek.101 Babıâli 1916’da
yayınladığı Beyaz Kitabı’nda alınan kararın gerekçelerini açıklarken aşağıdaki
ifadelere yer vermeyi ihmal etmemiştir:
“Ermeniler hıyanet etdile. Bu pek
bedihidir. Hem de hıyaneti lisan. Dil ve milliyetlerin sayesinde muhafaza
edebildikleri her zaman şefaat ve hürmet gördükleri hükümetin hayat ve
istiklali mevzu-i bahs olduğu müdhiş bir harb sırasında arkasından vurmak can
alacak noktalarına kasdetmek süretiy- le ve muntazam tertibatla yaptılar.
Hükümetin her zaman kendilerinin
hukukuna hürmet, hususatı milliyelerine riayet etdi. Umur-i mezhebiyye ve
mâliyelerinde kendilerine büyük müsaadat da bulundu. Mukabilinde hiyanet ve
suıkasd gördü. Harb-i umumide ise kendilerinin de sayesinde temin-i refah ve
servet etdikleri memleketin müdafaası yerine ihanet ve hiyaneti tercih
etdiler. ”102
Eımeni tezinde bir buçuk milyon
Ermeni’nin öldürüldüğü ileri sürülmektedir. Bir diğer tez de; asıl mağdur
olanların Kürtler olduğudur. Mağdur Kürt sayısının 700 bini geçtiği ve çoğunun
ya Ermeniler tarafindan öldürüldüğü ya da İttihatçı Tehcir Kanunu yüzünden
yollarda öldüğü ileri sürülmekte-
dir.103 Bu rakamın sadece
Osmanlılann yani İttihat ve Terakki’nin Turan amacının ya da macerasının bir
sonucu olduğunu söyleyenler vardır.104 Mayıs 1915 olağanüstü
yetkilerinden Araplarda paylarına düşeni aldılar. Cemal Paşa Arap muhaliflere
karşı yıldırma ve sindirme harekâtına girişti. Müslüman liderleri Beyrut Şehri
meydanında Cemal Paşa tarafindan idam ettirildi.105 Bunun yanında
her iki tarafi da eleştirerek suçlayanlar vardı. Bu suçlamalar büyük ölümlerin
olduğu Ermeni meselesinde yoğunlaşıyordu. “Bu feci ve muazzam cinayeti ika
eden ittihat ve Ermeni çeteleri yirminci asrın
>>106 medeni nasiyesine silinmez bir kan
lekesi sıçratmışlardı. ’’
1916 kongresi ile Türkçü, milliyetçi
aksiyon programı gereğince iktisadi, sosyal ve hukuki alanlarda bir takım
çalışmalar yaptı. Türk unsurunu ön plana çıkarma eğilimleri 1913 yılından beri
iktidar partisi olması dolayısıyla yavaş yavaş uygulamaya konmuştu. 1914’te
kapitülasyonlan savaş ortamında tek taraflı olarak iptal etmiş ve mali
tutsaklığın bir boyutuna son vermişti.107 Milli iktisat ve Milli
kültür politikalarını uygulamaya koymuştur. Özellikle toplum ve kültür alanında
aldığı kararlar ve uygulamalan daha sonra 1923’te kurulacak olan Türkiye
Cumhuriyeti ’nin bu alanlarda alacağı kararlarla çok büyük benzerlikler
göstermektedir. T.Z.Tunaya bu faaliyetleri şöyle değerlendirmektedir:
“Milliyetçilik-gaıpçılık prensibinin
bilhassa tahakkukuna çalışıldığı bu sahada görülmektedir. Cemiyet Maarif mevzuunda
çok hassastır. Darülfünun Edebiyat fakültesinin 'Umumi dersleri sadece
erkeklere değil, kadınlara da teşmil kararını vermesi ’ alkışlanmaktadır.
Darüljünun hareketleri bu mües- sesenin muhtariyeti yakından takip, yenilikler
tesçi edilmektedir. Münhasıran din işleriyle iştigal edecek olan Darülhikmeti
İslamiyenin layik öğretime müdahale etmemesi sağlanmıştır. Bu arada kadın
meselesi bir milli kültür ve iktisat davası olarak ele alınmıştır. Kültür ve
maarif davaları içinde Milli Kütüphane, Milli Hazine-i evrak, Milli Musiki,
Milli filmcilik,
Milli coğrafya cemiyeti ve Turizm
meseleleriyle ilgili tesisler ve hareketler kısmen tahakkuk ettirilen kararlar
ve düşüncelerin başında gelmektedir. Bu cümleden olmak üzere garp takvimi de
kanunlaştırılmıştır. Jön Türlderin ‘Türk’ etrafında bu kadar çabalamalarının
nedeni bir mitos yaratmaktan ziyade siyasi zorlamaların bir ürünüdür. ”108
Jön Türkleri bir milli kültür aramaya
yönelten unsur siyasi zorunluluklar olmakla beraber Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
“Communautaire” unsur, kapsayıcı bireye önem vermemiş ve bu anlamda
otoriter bir milli kültür kavramı için zemin hazırlamıştı.11)9 Bu
otoriter milli kültür sert bir muhalefetle karşılaştı. Öncelikle Türk olmayan
unsurlar bu “Türkleştirme” karşısında ayaklanmaya varan itirazlar oldu.
Bunun yanında Müslüman olmayan unsurlar Osmanh birliğinin ruhuna aykırı
olduğunu savundular. Bütün bunların karşısında İslam cephesi en çok tartışılan
oldu. Çünkü İslam cephesi çok boyutluluk arz ediyordu. Bu çok boyutluluk hem
İttihat ve Terakki içinde hem de muhalefet içinde kendini hissettiriyordu.
Özellikle ILMeşrutiyetten sonra hâkim
olan diğer siyasal ve ideolojik akımların içinde en etkin olan İslamcılık
diğerleri gibi siyasal ve ideolojik bir karaktere sahiptir. Özellikle bir
kabileden bir imparatorluğa doğru yükselişte önemli bir yeri olan İslam
medeniyetinin devam etmesini savunan İslamcılar Osmanlıyı büyük İslam
İmparatorluğu halinde yaşamaktadır. Ve bunu yaşatmak için bir İslam Röncsanssmı
gerçekleştirmek istemektedir.
Bu nedenle İslamcılar Türkçüleri ve
İttihat ve Terakki’nin Türkçülük siyasetini şiddetle eleştirmektedirler.
Tüıkçülerin ileri sürdüğü üç mefhumu zararlı görürler.110
Türideşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak111 gibi üçlü bir amaca “üç
başlı vatan kaygısı ” psikolojik bir katılma ve benimseme gerçekleşemez.
Üçüzlü bir gayenin gerçekleşmesine imkân yoktur. Zira gayenin gerçekleşmesi
büyük bir aşk gerektirir. Oysa aşk üçe bölünemez. Kaldı ki din sevgisi bütün
sevgilerden üstün-
dür.1 L İslam’ı her
durumda bırakmak istemeyenlerde vardı. Bu kısa bir süre sonra İttihat ve
Terakki’nin kullanacağı bir fonksiyon olacaktı.
“İslamcı-Türkçüler İslam ’ın
Türklükle bağdaşma yollarını aramışlardır. İslamcı Türkçüler, Milliyet
prensibinin kabulündefayda görmüşler. Bu fayda hem Müslümanlık, hem Türklük
kısacası Osmanlı İmparatorluğu bakımından büyüktür ve siyasi bir faydadır. ”119
Bu felsefe kısaca şöyle özetlenebilir. İslam birliği, mezhep olarak da Türk
Osmanlı halifeliği. Arap kav- mine karşı duyulan hayranlık yerini Türklere
bırakmalıdır.120 İslamcı Türkçü cephenin önde geleni Ubeydullah
Efganidir.
Buna karşılık Osmanlıcılık (İttihadı
Anasır) İslamcı-Türk- çülüğü tamamen red ederek kavmiyet ve milliyetin yıkıcı
ve devlet hayatını tehlikeye sokan bir cereyan olarak görür.113
Bu tartışmalar karşısında
İttihatçılar, dinin bir “sosyal pe- kiştirici’’ olarak rolünü biliyorlar
ve aynı zamanda İslam’ın Osmanlılar arasında ne kadar derin bir şekilde
yerleşmiş olduğunu anlıyorlar.114 İktidara geldiklerinde bu
sorunları bilerek geldiler ama iktidarda Türkçü görünmelerine rağmen;
iktidarda kaldıkları sürede ise programlarında İslam’a gittikçe artan bir değer
verdikleri görülüyor. Ancak pratikte yasal işlemleri bunun aksine olmuştur.
Örneğin 1917’de Meşihate (Şeyhülislamlığa) salt dini konularda geniş yetkiler
vermişler bu da bir çeşit Din-Devlet ayırımı yaratmıştır.115 Bütün
bunlara rağmen İttihat ve Terakki’nin “Türkçü" çalışmalarını yetersiz
görenler vardı. “Ancak henüz Osmanlı İttihat ve Terakki cemiyeti Türkleşmeye
devam edemiyordu”.''6 Ama bu umudunu Cumhuriyete taşımayı
Kızılelma ve Turan’ın hayal olduğunu anladığı zaman bildi.
Bunun için her şeyden gözümüzü ve
elimizi çekerek yalnız Türk’ü düşünmek devri ancak Cumhuriyet zamanına kalmış
oldu117 diye o dönemin geciktiğini üzüntülü bir şekilde vurgulamak
dışında bir şey yapamadılar uzun süre.
İttihat ve Terakki dinin bir
ideolojik etken olarak gücünü anlamıştı. l.Dünya Savaşı’nda “Cihadfetvası
” bu veri üzerine inşa edilmişti. Ancak ittihat ve Terakki bütün bu çabalarına
rağmen İslamcıları gerçekten İslam nizamının savunucusu olduğuna ikna
edememiştir. Özellikle aile ilişkilerini düzenleyen kararname ile bu şüpheler
iyice artmış.119 İslamcılar bunun karşısında başlangıçta yumuşak,
1919’dan sonra da sert ithamlarla saldınya geçmişlerdir.
Buna karşılık İttihat ve Terakki’nin
ideologu olan Ziya Gökalp’in İslam dinine bakışı 1914-1917 arasında kurduğu “İslam
Mecmuası ”nda ortaya çıkar Bunu “Dinde Türkçülük” adlı makalesinde
belirtir.
“Dinde Türkçülük din kitaplarının ve
hutbelerle vaızların Türkçe olması demektir. Bir Ulus dinsel kitaplarını okuyup
anlayamazsa, doğaldır ki dinin gerçek yönünü öğrenemez. Konuşmacıların,
vaizlerin ne söylediklerini anlamadığı sürece de tapınmalardan hiçbir zevk
alamaz. İmam-ı azam Hazretleri öyle ki namazdaki sürelerin hile ulusal dille
okunmasının doğru olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü tapınmadan duyulacak dinsel
coşku, ancak okunan yakarıların (duaların) tümüyle anlaşılmasına bağlıdır.
Halkımızın dinsel yaşayışını incelersek görürüz İd törenler sırasında en çok
coşu duyulanlar namazlardan sonra ona ana diliyle yapılan içten yalvarışlardır.
Müslümanların camiden çıkarken büyük bir coşu ve yürek doygunluğu içinde
olmaları, işte her bireyin kendi vicdanı içinde yaptığı bu gizli yalvarışların
sonucudur. ”121
İdeologlar ve taraftarları açık açık
Türkçülükten söz ederken İttihat ve Terakki yöneticileri Osmanlılık siyaseti
güttüklerini söylemektedir. Cemal Paşa şöyle belirtmektedir, “Eğer Adem-i
merkeziyetle idare prensibini kabul etseydik ittihat ve Terakki Cemiyeti o
zaman ‘Türk Siyaseti ’ yapmaya mecbur olacak ve bütün mahalli muhtariyetlere
mazhar olan memle-
ketler meyanında münhasıran Türklerin
sakin olduğu vilayetlerde Türkler için mahalli muhtariyet itasına kalkacaktır.
’’
1917 kongresinde İslamcı-Türkçü bir
çizgi benimseyen İttihat ve Terakki yine İslamcılar tarafindan ağır eleştirilere
uğramışlardır. İttihat ve Terakki’nin Türkçü elemanları ve özellikle ideologu
Ziya Gökalp yukarıdaki makalesi ile İslamcılığın, gelenekçi gidişini zamanın
gereklerine göre ıslah ve uygulamak yoluna da gitmişler ve İslam mecmuası bu
çevrenin yaygın organı olmuştur. Bu yenilik eskileri daha da fazla kızdırmış.
İslamcılık cereyanı mensuplarının tenkitlerini İttihatçılara karşı
muhalefetlerini şiddetlendirmiştir.123 Oysa 1908’de İktidara gelen
İttihat ve Terakki’ye karşı İslamcı çevrelerin büyük bir güven besledikleri
görülür, tabii olarak diğer kesimler gibi göklere çıkarırlar.
İslamcı kesimin kendi yayın
organlarında Cemiyet için ‘ ‘mübarek cemiyet ’ ’, ‘ ‘cemiyeti adile ’ ’, ‘
‘emniyeti celile ’ ’, ‘ ‘muhterem ve mukaddes bir cemiyet” İttihatçılar
için “mücahid”, “hızır”, ‘‘kahraman ” gibi dini ve övücü kavramların
kulla- mldığı bolca görülür.124
ILMeşrutiyetin birçok alanını
etkileyen 31 Mart olayı İs- lamcılann İttihat ve Terakki’ye bakışlarını
değiştirmişti. İktidan ele geçiren İttihat ve Terakki gerçek niyetini
uygulamala- nyla ortaya çıkarınca İslamcılar yavaş yavaş yayın organlarında
muhalefet sesini yükseltmeye başladılar. Daha sonra ILAbdülhamid’e yakın tarikatların
önde gelenlerinin İttihat ve Terakki tarafindan kovuşturma, sürgün vb. gibi
muameleye tabii tutulması125 İslamcı kesimin tepkisine yol açtı.
1913’te Babıâli baskını ve 1916 kongresinde ‘‘Türkçülüğün’’ benimsenmesi
ipleri koparan son hareketler oldu.
İttihat ve Terakki’nin “Türkçü
” politikası sadece İslamcılar tarafindan tepki görmedi. Osmanlı
İmparatorluğu’nda ve özellikle 1908’de İttihat ve Terakki iktidarına büyük
destek veren Türk olmayan Müslümanlar (Araplar) ile Müslüman
olmayan diğer unsurlar (Ermeniler,
Rumlar, Yahudiler vb.) büyük tepki gösterdiler.
Osmanh İmparatorluğu’nun çok etnili
ve çok dinli olması çok dilli olması sonucunu doğuruyordu. Çok dilin konuşulması
idari zorluklara yol açıyordu. İttihat ve Terakki cemiyetinin 1908’de^‘Devletin
lisanı resmisi Türkçe kalacaktır" ibaresini 7.Madde olarak siyasi
programına alması126 ve daha sonraki yıllarda bunda ısrar etmesi
Türkçe konuşmayanlar tarafindan tepkiyle karşılandı. Arap muhalifler, Tüıkçeyi
dayatarak Araplan Türkleştirmeye ve Türkçe konuşmayanları dışlayan ayıklayıcı
bir süreci yerleştirmeye çalıştıkları gerekçesiyle ittihatçılan daha çok
suçluyorlardı.127
Arapçaya daha fazla önem verilmesini
isteyenler ve okullarda öğretilmesini destekleyenler sadece Araplar değildi.
Kur’an dilinin Arapça olması nedeniyle Arapçanın özel bir önemi vardı.
İstanbul’da Türkçe olarak yayınlanan Sırat-ı Müstakim yaygm bir biçimde
okullarda okutulan Fransızca’ ya göre Arapça ya da fazla önem verilmesi
gerektiğini savunmuş128 ve Arapçanın yaygınlaşmasıyla elde
edilebilecek siyasi ve dini çıkarlara dikkat çekmiştir.129
Araplar dışında İttihat ve
Terakki’nin politikalarına itiraz eden bir diğer grupta Ermenilerdir. İttihat
ve Terakki’nin bu hamlesi zaten fikirlerin çatışma alanı olan II. Meşrutiyet sonrasında
yeni fikirlerin ortaya atılmasına yol açmış ve bu akım İslamcıları etkileyerek
Garpçı-İslamcılar, İslamcı -Türkçüler, Türkçü-tslamcılar gibi grupların ortaya
çıkmasına neden olmuştur. İslamcılar arasında hiçbir şeye dokunmadan asli kaynaklara
dönüş taraftan muhafazakârlann bulunduğu gibi, İslam dünyasındaki reform
hareketlerinin temsilcisi olarak İslamcı Rasyonalist olanlan da vardı. Osmanlı
İslamcılan şu halde ya gelenekçi ya da rasyonalisttir.130
İttihatçılarla belirgin bir sorun
yaşamayan ve hep iyi geçinen tek azınlık grubu Yahudilerdi. 1908’dc devrimden
sonra
__________ 1908 İHTİLALİ'NİN ANADOLU
CEPHESİ İttihat ve Terakki
cemiyetiyle Yahudi cemaati arasında, öbür cemaatlerle yapılan türden bir
ilkeler bildirisine ya da işbirliği anlaşmasına rastlamıyoruz. Sonuç olarak
Osmanh Yahudilerinin cemiyetinkinden farklı ne siyasi ne de milli amaçlan
vardı ve dolayısıyla bunlan gerçekleştirmeye çalışan ayn bir siyasi örgütleri
de yoktu.131 Bu durumda İttihatçılar Yahudile- re sürekli güvendi.
Yüksek bürokratların Yahudi olması ya da diğer azınlıklar ayaklanırken
Yahudileri Türk köylüleriyle birlikte silahlandırması bu güvenin sonucudur.
Türkler ve Yahudiler arasındaki ilişkilerde İmparatorluğun sonuna dek bir
karşılıklı güven duygusu egemen oldu ve bu Cumhuriyete de miras kaldı.132
G)
İTTtHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ’NİN TASFİYESİ
İttihat vc Terakki’nin son kongresi 1
Kasım 1918’de toplandı.133 Bu son kongrede kendini feshetti.134
2 Kasım’da Talat, Enver, Cemal ve bazı arkadaşları bir Alman savaş gemisiyle
İstanbul’dan uzaklaştılar.135 Geri kalanlardan 100’ün üstünde üye
tutuklanıp yargılandı ve birçoğu İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü.
Kongrede ittihat ve Terakki fes- hedilse bile İttihatçı ruh ve gelenek gerek
Milli mücadelede gerekse günümüzdeki bazı politik girişimlerde kendini hissettirmektedir.
Özellikle yurtdışına giden Enver, Talat ve Cemal Paşalar ile diğer ittihatçılar
ölünceye kadar düşünceleri ve inançları doğrultusunda savaşımlannı
sürdürmüşlerdir. ’
İttihatçılar bütün ülkede itibarlannı
yitirmelerine rağmen Anadolu’daki ayaklanmayı öngörerek savaş bitmeden (I.
Dünya Savaşı) önemli bir adım atarak “Karakol” örgütünü kurmuştu.138
İttihatçılar Karakol örgütü vasıtasıyla Anadolu ve Kafkasya’daki işyardan
desteklemek amacıyla İstanbul ve Ankara’dan yiyecek, silah, para vb.
yardımlarda bulunuyordu. Bu yardımların toplanıp gönderilmesini organize
ediyordu. İttihat ve Terakki’nin gizli örgütü olarak bilinen ve aynlıkçı
hareketleri bastırmak için kullanılan
“Teşkilat-ı Mahsusa”nm yöneticileri isyanlara askeri destek veriyordu.
Bunlarda biri Eşref Bey, Ali Fuat (Cebesoy) komutasında Geyve cephesinde görev
yaptı daha sonra Adapazan yöresinde Kuva-yı Mil- liye’nin kumandanı oldu.139
Diğer cephelerde de Teşkilat-ı Mahsusa’da görev yapmış çok kimse vardı.140
Özellikle bu destek ve katılımfar Anadolu ayaklanmasınm İttihatçılar tarafından
yapıldığı izlenimi veriyordu. Bu hem örgütlenenleri halkı ikna etmede zorluyor
hem de hareketin başına geçen Mustafa Kemal’i kızdırıyordu. Bu kanı hem
Anadolu’da hem de İstanbul’da hükümetle işgal kuvvetlerinin ortak görüşüydü.
Çünkü İttihatçılar bu tezi doğrulayacak bir çalışma içindeydi. İttihat ve
Terakki Cemiyeti bir taraftan Anadolu’daki silahlı direnişe yardım ederken aynı
zamanda da Rum, Ermeni, Fransız, İtalyan ya da İngilizler tarafindan işgal
edilme tehlikesi olan bölgelerdeki Müslüman Türk kesiminin haklarını savunmaya
hazırlanıyordu. Bu girişim yerel “Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin ”
kurulması şeklini almıştı ki bu örgütler savaş sonrasında Anadolu (ve
Trakya’da) direniş hareketinin oluşturulmasında hayati bir rol oynayacaklardı.
İlk Cemiyet Kasım 1918’de kurulmuştu.141 Bu durum 1919’da örgütlenen
Anadolu hareketini rahatsız ediyordu Çünkü yabancı gazeteler Anadolu’daki
hareketi İttihat ve Terakkiye mal ediyordu.142 Bu durum
Milliyetçilerin İstanbul hükümeti ve İtilaf devletleri ile görüşme ümidini zora
sokuyordu. Bunu engellemek için Sivas Kongresi’nin açılışında İttihat ve
Terakki Cemiyeti ile ve öteki partilerle hiçbir ilişkileri olmadığını açıkça
duyurdular.143 Ancak Kurtuluş Savaşı’na ya da Anadolu’daki
ayaklanmaya katılanlann; İttihat ve Terakki ile geçmişte bağlarının olmaması
mümkün değildi. Çünkü Enver Paşa zamanında ordu da geniş bir tasfiye hareketine
girişilmiş.
30-35 yaşlarındaki genç subaylar
büyük sorumluluk mevkiilerine getirilmişlerdir. Enver Paşa dahi Harbiye Nazın
olduğunda 33 yaşından fazla değildi.144 Dolayısıyla bu subay-
landan önemli bir kısmı Anadolu’ya
geçip harekete katılmışlardır. İşte bu noktada İttihat ve Terakki’nin direnişe
destek vermek için kurduğu “Karakol" örgütünün faaliyetleri de
direnişi ittihatçılara mal etmede önemli bir işlev görüyordu.
Mustafa Kemal’in Padişah tarafından
görevlendirilip Anadolu’ya gönderilmesinin bilinmesine rağmen; bu çerçevede
geçmişteki ilişkilerinden ve sınıf arkadaşlan ile birlikte görev yaptığı ast ve
üstlerinin çoğunun îttihatçı olması dolayısıyla Anadolu’ya geçtiği iddia
ediliyor.145
Bu durum Anadolu’da harekete katılan
milliyetçileri oldukça rahatsız etti. İlişkilerinin olmadığını vurguladıktan
sonra “Vatan ve Milletin selamet ve saadetinden başka gaye hiçbir şahsi
gaye taşımayacaklarına ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin canlandırılması yahut
mevcut firkaların her hangi birinin siyasi amaçları için
çalışmayacaklarına" yemin etmeleri şart koşulmuştu.146 Bu
karar Mazhar Müfit dışında herkes tarafindan147 kabul edilip,
Mustafa Kemal tarafindan 9 Ekim 1919’da Harbiye Nezareti’ne çektiği bir
telgrafla belgelendi.148 Mazhar Müfit’in (Kansu) yemine uymamasının
nedeni İttihatçıların yemin edemeyeceklerini söylemesiydi. Çünkü hepsi daha
önce İttihat ve Terakki Cemiyeti için yemin etmişti.149
İttihatçılara karşı yürütülen 1926
temizlik hareketinden150 ve Mustafa Kemal’in otoritesinin
sağjamlaştınlmasından sonra İttihatçı ve Milliyetçi hareketler arasındaki farklılıklar
iyice vurgulandı. Dönem üzerine Türk tarih yazımı, Ulusal hareketin otonom,
orijinal karakterini veri aldı.151 İttihatçıların ve Kemalistlerin
bütünüyle farklı iki grup olduğu varsayımına dayanan bu görüş bir iki istisna
dışında Batılı tarih yazımına da egemendir. Batılı bir diğer görüş ise ulusal
mücadeleyi (muhtemelen önceden hazırlanmış bir plana göre) örgütlemeye öncülük
edenlerin aslında ittihatçılar olduğunu ileri sürer.152 Bu görüşe
katılan yerli tarih yazımcılarından bazdan Kemal Tahir153, Yakup
Kadri Karaosmanoğlu154, Doğan Avcı-
oğlu155, Adnan Adıvar156
ve Mete Tunçay’dır.157 1926’daki tasfiye ile fiilen sona erdirilen
İttihatçılık gerek milli mücadelede gerekse Türkiye Cumhuriyeti kurulurken
etkisini sürdürdü. Ve .günümüzde ittihatçı ruhun etkisi zaman zaman politik
alanda kendini gösteriyor. Özellikle İslamcı-Tüıkçü politikalar gündeme
geldiğinde.
BOLUM VI
İTTİHAT VE TERAKKİ VE KÜRTLER
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER
Araplardan
Gürcülere bak, Kürtler burçlardan gibi olmuşlardır. Türkler ve Farslar onlarla
çevrilmiştir. Dört bir köşede Kürtler vardır.
Her iki taraf
da Kürt halkını Kaderin oklarının hedefi haline getirmiştir, Yenilmesi güç bir
siper oluşturan her bir aşiretin Sınırlar için çok önemli olduğu
söylenmektedir. Osmanlı Denizi (Osmanlılar) ve Tacik Denizi (Forslar) ne zaman
Kabarsa ve çalkalatışa, Kürtler kana bulanıyor Onları (Türkleri ve Forsları)
bir kıstak gibi ayırıyor
Ahmede Xanî-Mem û Zîn
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE
KÜRTLER
TÜRK VE KÜRT KAVRAMININ TARİHSEL SERÜVENİ
1-TÜRKLERİN KÖKENİ
İttihat ve Terakki’nin Kürt
politikasına girmeden önce, Osmanlı İmparatorluğu’nda hep asli unsur olarak
zikredilen Kürtlere ve Türklere nasıl bakıldığını irdelemek lazım. Henüz nedeni
net olmamakla birlikte Türklerin lO.asırdan itibaren Asya’dan Anadolu’ya göçü
ile başlayan tanımlarla Türklerin kökeni ele alınmaktadır. Asya’dan (Batı’ya
doğru göç eden) kavimler arasında hangisinin gerçek Türk’ü temsil ettiği tar-
tışmahdır. Bu konuda henüz net bir tanım olmamakla birlikte az çelişen
kaynaklara göre Türkler tanımlanmaktadır; Kaşgarlı Mahmud’un ünlü eseri Divan-i
Lûgat-it Türk’te şu tanım yapılmıştır; “Tüıkler aslında 20 boydur. Bunların
her bir boyun birçok oymağı vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan
kök ve ana boylan saydım. Oymaklan bırak- tun. Yalnız herkesin bilmesi için
gerekli olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım.”1
“Bundan başka Rûm yakınından
(Bizans'tan) doğuya (Çin e) doğru -Müslim ve gayrimüslim- her boyun olduğu yeri
de- bildirdim. ” Bu Boylardan Oğuzların bir kısmının -Anadolu’ya
geldiğini tarihçiler söyler. Ancak Halil İnalcık bu bilginin doğru olmadığını
söyler.
Celal Beydili Ansiklopedik Sözlük
Türk Mitolojisin’de Türk maddesini şöyle yazar: “Türk mitolojisinde var
olan kültürel bir kahraman motifi ve ilk ata, Bozkurt, Oğuz kağan, Korkut Ata
ve benzerleriyle birlikte Türk, dünya düzeninin oluşumunda faal rol oynayan
mitolojik motiflerden biri. Çin tarihinde Göktürkler’in kökeni ile ilgili bir
efsanede ateşi yaratarak insanları donmaktan kurtaran ilk ata da Türk’tür. ”2
Oğuz boylarının Anadolu’ya
gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoı (Türkler) ve Türkie
(Türkiye), Papalık belgelerinde ise Barbarorum Turci (Barbar Türkler) gibi
terimler boy gösterdi. Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya
civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de günlüğüne şöyle not düşmüştü: “Heryerde
Türkler. ’’
Yüz yıl sonra, bu seferi anlatan
Guillaume de Tyr, “Türk- lerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan” söz
ediyordu. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair
Tannhauser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda (Kreuzfahrtlied) şöyle diyordu: “Sert
esiyor rüzgârlar/Yüzüme karşı barbarlıktan/Sert ve can yakıcı esiyorlar/Türkiye
(Türkei) tarafindan... ”
Elken dönem Osmanlı tarihine dair en
önemli eser olan3 Âşıkpaşazade’nin (0.1481) Tevarih-iÂli Osman
adlı eserinde Tüıklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken “Yafes
neslinden göçer Türki kendülere sened edindiler. Ol sebepten Arab’a galip
oldular’’ diyordu. Yeniçeriliğin kökenini anlatırken “Bunları Türk’e
verelim. Türkçe öğrensinler. Bunları dahi çeri edelim dedi’’ diyordu.
Türkçeden söz edeıken ise “Türk diline kimesne bakmaz idi/Türklere hergiz
gönül akmaz
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE KÜRTLER idi /Türk dahi bilmez idi bu
dillen/Ince yolu ol ulu menzilleri ” diyordu. Dikkat edilirse, bu ifadeler
Türkleri ne yeriyor ne de övüyordu.
Son dönem Türiderin kökeni hakkında
Batılı araştırmacıların aksine doğulu araştırmacıların yeni tezler ortaya
attıklarını görmekteyiz. Bu daha çok Kürt hareketinin yükselmesi sonucunda
ortaya çıkan bir çaba gibi görünmektedir. Türkleri Anadolu’ya Malazgirt
savaşından çok önce geldiklerini ve medeniyet kurduklannı ileri sürmektedirler.
Bu tezi savunan- lann Tüık devleti tarafindan desteklenmesi ise dikkat çekicidir.
(Onur Bilge Kula, “Türkiye” Sözcüğünün Kullanıldığı Almanca İlk Belge
Tannhauser’in4 ‘Haçlı Seferi Şarkısı’, Tarih ve Toplum, Aralık 1992,
S. 108, s.3295 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk
İmaj(lar)ı, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s.13-266;
Muzaffer Özdağ, “Osmanlı Tarih ve Edebiyatında Türk Düşmanlığı”, Tarih ve
Toplum, S.65, s.9-157; François Georgeon, Tüık Milliyetçiliğinin
Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1999*; Şair ve
Fikir Adamı Olarak Yahya Kemal, Hazırlayan: Osman Oktay...)
Kürtler ise Kitab-ı Mukaddes
metinlerinde Kürt ismi ile değil ataları kabul edilen Maddiyler (Medler) olarak
geçmiştir (Kitab-ı Mukkaddes, el-efsar). Ancak bu tarihçiler arasında genel
kabul görmeyen bir konudur.
Yunanlı tarihçi Heredot Kürt ya da
ona yakın anlamı veren kelimeyi kullanan ilk kişidir. Kardakis şeklindeki bu
isimlendirme Heredot’un Ahameniş Kralı I.Dara’nın (M.Ö.521-486) ordusunda esas
tabakayı teşkil eden Kardakisleri gayrinizami kuvvetlerinden bahsetmesiyle
ortaya çıkmıştır.
Kültlerden bahseden ikinci Yunanlı
tarihçi Ksenofon’dur. (M.Ö.430-399) Yunan ordusu geri çekilirken Kardohi ülkesine
girer. Ksenofon Kardohileri sert savaşçı bir kavim, dağlar-
da yaşayan ve otoriteye itaat etmeyen
diye tanımlar. Yunan ordusu bu bölgede büyük bir hezimete uğrar.9
Ünlü-Yunanlı Coğrafyacı Strabon; Amid
ve Muş arasındaki bölge ile Dicle’ye yakın kentleri Kürt kenti olarak belirtir.
Ayrıca Yunanlı Filozof ve tarihçi Plutarque (M.Ö.50-125) "Paralele
Yayamlar" adlı eserinde Kültlerden bahseder. Süryani tarihçiler
eserlerinde çok sefer Kürtlerden ve Kürdis- tan’dan bahseder. Bazı eserlerde
Kürtlerin Hıristiyanlığı benimsediğini yazarlar.
Türkler ile Kürtlerin karşılaşması
ise daha öncedir. Çünkü Türkler Kürdistan’dan Anadolu’ya girmiştir ve ilk
izlerini Kürdistan’da bırakmışlardır. Ancak Arap kaynaklanna baktığımızda
Türkler ve Kürtlerin zorunlu birlikteliği çok daha önce gerçekleşmiştir.
Öncelikle Türkler ve Kürtlerin İslam’ı kılıç zoru ile kabul ettiğini belirtmek
gerekir. İslam öncesi yapılan ve İslam’la karşılaşmalan farklılık gösterse de
yakın- laşmalan İslam sayesinde olmuştur.
Türklerin de İslâmiyet öncesinde
Şamanizm kültürüne bağlı olarak Gök Tann dini ile Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık
ve Musevilik gibi muhtelif dinlere inandığı (Bilimsel bir gerçek). Günümüzde
bazı Türk topluluklarının bu inançlarını günümüze kadar sürdürdüklerini
günümüz resmi tarih yazıcılarının ve kesimlerin aynı zamanda İslamcı bir
siyaset yürütmelerinden dolayı (bu ayrıntıyı) pek dile getirmezler ama bu bir
gerçek. Örneğin Kırım, Litvanya ve Polonya’da dağınık olarak yaşayan Karaim ve
Kınmçak Türkleri günümüzde de Museviliğe inanmaktadır. Çuvaşistan ve Moldov-
ya’da yaşayan Çuvaşlar ile Gagauzlar Hıristiyan Ortodoks’turlar. Güney
Sibirya’daki Tuva Türkleri geleneksel dinlerini devam ettirmektedirler.
Türklerin Müslüman Araplarla ilk
temaslarının, Hz.Ömer (634-644) devrinde Nihavend Savaşı (642) sonrasında
başla-
231 ____ İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE
KÜRTLER dığı kabul edilmektedir.
Ceyhun Nehri’ni geçen İslâm ordusu komutanı Ahnef bin Kays, hiç beklemediği bir
anda kuvvetli bir mukavemette bulunan Türklerle karşılaşmıştır. Bu ilk seferde
İslâm ordusu Hz.Ömer’in talimatıyla geri çekilmiştir. Sasani Devleti’nin
(226-651) yıkılışıyla birlikte yaklaşık yarım yüzyıl boyunca Türk-Arap
mücadeleleri Buhara, Semer- kant, Taşkent, Beykent, Uşrusana ve Fergana gibi
şehirleri içerisinde barındıran Aşağı Türkistan (Güney Türkistan) bölgesinde
devam etmiştir. Müslüman Araplarla Maveraünnehir bölgesinde Türgişler,
Kafkaslarda ise Hazarlar mücadele etmişlerdir. Dolayısıyla 7 ve 8.yüzyıldaki
ilk karşılaşma İslâm fethi ve buna karşı mücadele şeklinde olmuştur. Tabiatıyla
da Türklerin Müslümanlaşması, yerel Türk hakanlannrn ve Türk aristokrat
kesiminin İslâmiyet’i kabulüyle olmuştur. Bu duruma bir örnek olarak
Azerbaycan ve Ermeniye Valisi Mervan bin Muhammed’in Hazarların başkenti İtil’i
kuşatmasıyla Hazar hakanının İslâmiyet’i kabul etmek mecburiyetinde kalması
gösterilebilir. Ancak 747 yılından sonra baskının azalması ile İslam’ı terk
ettiği ve kendi dinine geri döndüğü belirtilmektedir.
Türklerin 7.yüzyılda başlayan
İslâmlaşma sürecinin, İslâm devletinin fetih politikası ile gerçekleştiği ve bu
dönemde bir baskı siyasetinin uygulandığı ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte
nisbeten I.Velid’in valilerinden Kuteybe bin Müslim ile Ömer bin Abdulaziz
devrinde gerçekleşen bazı uygulamalardan hareketle eıken devir istimâlet
politikası güdüldüğü söylenilebilir. Türklerin Abbasi ihtilalinde oynamış
oldukları rolün de etkisiyle devlet kademelerinde almış olduklan görevler îslâ-
miyet’le tanışmalannı hızlandırmıştır. Yarı bağımsız Müslü- man-Tüık
devletlerinin ve akabinde bağımsız Türk devletlerinin kurulmasıyla da
9-11.yüzyıllarda kitle ihtidalarında önemli bir artış olmuştur. Dolayısıyla
başlangıçta baskı sonucunda bu yeni dini kabul eden Türk topluluklarının daha
sonraki süreçte İslâmiyet’i samimiyetle benimsedikleri görülmüştür.
Türklerin tarihi süreci göz önünde
bulundurulduğunda ise, inanç dünyalarında da en önemli yeri İslâmiyet’in
tuttuğu aşikârdır. Nitekim pek çok dönemde Türk ile Müslüman kelimeleri
birbirinin yerine kullanılır olmuştur. Bununla birlikte Türkler’in İslâmiyet’i
kabulü ve sonrasında teşekkül eden Türk-İslâm devletlerinin tarihte oynadıkları
roller, İslâm dünyası ve Hıristiyan Batı açısından dünya tarihinin en önemli
olaylarından biri olarak. kabul edilmektedir. İsmail Hami Danişmend de, “Eğer
Oğuz Türkleri İslâmiyet’ten önce veya Müslüman olmadan Batıya gelmiş olsalardı,
daha önceki Türk kitleleri gibi Hıristiyanlaşıp yok olacaklardı. Oğuz Türkleri
İslâmiyet ’i kabul etmekle hem siyasî hâkimiyeti ellerinde bulundurdular, hem
de millî kimliklerini korudular. İslâmiyet bugünkü varlığını hangi derecede
Türklere borçluysa, Türkler de millî varlıklarını İslâm’a borçludur’’
diyerek İslâmiyet’in Türklerin kültürel kimliklerini muhafaza etmelerine
yardımcı olduğunu belirtmiştir.
3-KÜRTLERİN KÖKENİ VE İSLAM ÖNCESİ KÜRTLER
İslam orduları Kürdistan’a uğramadığı
dönemde Kürtler Doğu’da Sasani Devleti, Batı’da Bizans İmparatorluğu’nun
egemenliği altında özerk bir şekilde yaşıyorlardı. Artık efsanelere konu olan
Bizans Sasani savaşları daha çok Kürdistan’da gerçekleşiyordu. Bu savaşların
sonucunda sınırlar sürekli değişiyordu. Fırat ve Dicle’nin sınır olduğu bu
savaşlarda Kürtler konjonktürel duruma göre davranıyor; bazen dağlara çekilip
sonucu bekliyor bazen de devletlerle birlikte hareket ediyordu. Bu ikircikli
davranış Kürt aşiretleri arasında tutarlı bir ilişkinin gelişmesine engel
oluyordu. Çünkü Kürt aşiretleri daha çok egemenliği altında bulunduğu devletin
çıkarlarına göre hareket edince zaman, zaman karşı, karşıya geliyorlardı.
M.S.298 Yılında Bizans (Doğu
Roma)-Sasani Anlaşması sonucu Bizans’ın elinde olan Nusaybin barış için 120
yıllığına
Sasani Devletine bırakılınca uzun
süreli bir barış yaşandı. Ancak daha sonra çıkan vergi anlaşmazlığı yüzünden
çıkan savaşta Sasani devleti Amid’i kuşattı. Ağır geçen bir kuşatmanın sonunda
Sasaniler 50 bine yakın kayıp verdiler ama kenti ele geçiremediler. Geri
çekilen Sasaniler ani bir saldın ile zafer sarhoşluğuna dalan Amid halkından
seksen bin kişiyi öldürdü. Bundan sonra 100 yıl sürecek çok kanlı bir süreç
başladı. Bu sürede çok kan kaybeden Sasani devleti Dicle Nehri’nin gerisine
(Doğusuna) çekilerek yönetimi BizanslIlara bıraktı.1
Kürtlerin yanı sıra Araplar da bu
çatışmayı dikkatle izleyip kendi egemenlik alanlarını oluşturmak için fırsat
kolluyorlardı. Bazen Bizans’a bazen de Sasanilere yardım edip ilerliyorlardı.
Bu dönemde Mezopotamya’da yaşayan Arapların bir kısmı Hıristiyan bir kısmı ise
putperestti. Ancak ö.asırdan sonra Araplar gelişmelere kayıtsız kalmadılar
ortaya çıkan yeni güce doğru yönelmeye başladılar. İslam dini devlet şeklinde
örgütlenmiş ve yayılmaya başlamıştı. Bu dönemi daha çok Yunan, Arap ve Pers
tarihçilerden öğreniyoruz. Kürtler bugün Kürtlerin yoğun olduğu Mardin
Hasankcyf, Amid, Bitlis, Urfa, Ahlat gibi gelişmiş kentlerde yoğun olarak yaşamıyorlardı.
Kürtler daha çok Dicle Nehri’nin Doğusunda, Van bölgesinde, Irak’ta ve İran’ın
Zagros bölgesinde yoğun olarak yaşıyorlardı. Bu da gösteriyor ki Kürtler daha
çok aynı inancı paylaştığı devletin egemenlik alanını tercih etmekteydi. Bunda
tarihçilerin devletler ve hükümdarların tarihini yazmalarının da etkileri
vardır. Ancak daha sonra yapılan arkeolojik çalışmalar etnik yapıyı öne alan
yeni bulgular ortaya çıkarmıştır. Yeni bulgular ışığında tarihin yeniden
yazılmaya ve değerlendirilmeye ihtiyacı vardır. Yani Krallar ve Yenenler değil,yenilenler
ve ezilenlerin tarihi de önem kazanmıştır.
Bütün kronikler ve seyyahlar
Kürtlerin; savaşçı, özgürlüklerine (bağımlı olmayı seven ya da patronsuz (yeni
bir siyaset terimi) ve geleneksel yapılarına düşkün (daha aşiret kurallan-
nın geçerli olduğu yapı) olduklarını
yazarlar. Başka bir grup ve kavmin egemenliği altına girmektense ölmeyi tercih
ederler. Başka.dil, kültür ve gelenekleri dayatma karşısında şiddetle.
reddederler
İslam orduları Hazreti Muhammed’in
632 yılında ölümünden sonra yayılmaya ağırlık vermeye başladı. İlk yöneldikleri
alanlardan biri dc İran topraklan idi. İlk ve cn önemli savaş Hazreti Ömer
önderliğinde 637 yılında Dicle yakınlarında Kandisiye’de yapıldı. Yenilen
Sasani hükümdan Kür- distan içlerine sığındı. İkinci karşılaşmada tekrar
yenilen 3.Yezdegard daha Doğuya çekilmek zorunda kalınca İslam Ordulan
Hamedan’ı ve Şehrezor’u (Süleymaniye) ele geçirerek burada kalıcı olarak
yerleşti.
Ünlü İtalyan seyyah Marco Polo
Musul’da bulunduğu dönemde Kültleri inceleme firsatı bulur ve eserinde
Kültlerin dağlık bölgede oturan bir ırk olduğunu söyler ve onlan Hıristiyan vc
Müslüman olarak sınıflandırır. Zaman zaman Kcldistan ve Kürdistan kelimeleri
yer değiştirerek tarihçilerin tartışmalarına yer açsa da Keldanilerin ve Kültlerin
ayn coğrafyada yaşadıkları tarihsel bir gerçektir.
Ermeni tarihçilerin saptamaları
Kültlerin tarihi, kültürü, dili ve coğrafyası hakkında önemli bilgiler
vermektedir. (Ermeni tarihçi Musa Horani Medlerin Kültlerin atası olduğunu
belirtmiştir.)
Fars kayıtlan özellikle İslam öncesi
Kürt tarihinin tespiti hakkında kaynaklık etmesi açısından önemlidir. Hudayname
ve Karnâme Erdedir Babekan başta gelen iki önemli eserdir. Bu
eserlerde Kürtler Pers bedevisi yani göçerleri olarak nitelendirilir.
Firdevsi’nin ünlü eseri Şâhname'de
Kültlerin kökeni ile ilgili bir efsane anlatılır. "Dehak adlı zalim
bir hükümdarın her iki omuzunda birer yılanbaşı çıkmış. Doktorlar bunları ala-
mayınca, şeytan devreye girmiş ve
bunların doyurulması için her gün iki genç insan beyni vermesini önermiş,
insanlar kurulmak için çare ararken, Ermail ve Kermail adlı iki arkadaş bir
çare bulmuşlar. Kralın aşçısıyla anlaşmışlar, buna göre aşçı iki insan yerine
bir insanın beyni ile yetiniyor ve diğerinin beyni yerine koyun beyni katıp o
iki obur yılana veriyormuş. Bu hile sonucunda kurtulan kişi ise dağlara gön-
deriliyormuş. Gönderilenlerin sayısı iki yüze ulaşınca aşçı bunlara çok sayıda
koyun ve keçi göndermiş. Zamanla bunların sayısı gittikçe artmış ve ülkenin
çeşitli yerlerinde bunlar Kürtlerin asıllarını oluşturmuşlar. ”'1
Bunun gibi diğer antik Fars kaynaklan
da Kürtleri yaradılış öyküleriyle betimlemektedir. Bu da bu iki kavmin çok
uzun süredir bir arada yaşadığını ve aynı coğrafyayı paylaştığını gösteriyor.
Bazı tarihçiler kendi kavimleri söz konusu olunca olmadık efsaneyi yüceltirken,
başka halklar söz konusu olunca alay konusu yapmaktadır. Bu sadece onların
ırkçılıklarını pekiştirmektedir. Bunların başında Arap Tarihçi Ya- kubi
gelmektedir.12 Şunu unutmamak gerekir ki Ortadoğu’da baskın kültür
tarih boyunca Fars kültürü olmuş ve diğer kültürleri etkilemiştir. Bundan Arap
kültürü de nasibini almıştır. Arap ırkçılığı bunu alaya alarak ve kendilerini
seçkin bir millet olarak görerek bu gerçeklikten kaçamaz.
İslam’ın doğuşu sırasında, Kürtler
komşulan Farslar gibi Zerdüştlük inancını benimsiyordu. Onun için Kürtler İslam
ordularına dindaşlan Sasaniler ile birlikte şiddetli karşılık vermişlerdir.
Musul, Merc, Dazen gibi yerler İslam ordulan- nın eline geçse de Kürdistan’da hâkimiyet
kurulamadı. Daha sonra M.644 yılmda İslam ordulan mersiyelere konu olacak
şiddet uygulayarak Kürdistan da hâkimiyet kurdular.13
İlginç olan bir nokta bu hâkimiyet
kurma döneminde Kürtler sürekli isyan ediyor ve isyanlar şiddetle
bastırılıyordu. Bu isyanlar Hz.Osman ve Hz.Ali döneminde de sürdü ancak
Muaviye döneminde nispetten daha az
isyan ve kargaşa vardı. Çünkü Muaviye politika değiştirerek daha yumuşak bir
yönetim anlayışı uyguladı ve bölgeye çok sayıda din adamı gönderip, ihtiyaç
olan şehirlerde eğitim olanakları sağladı. Ayrıca Emevi halifelerinden Mervân
b.Muhammed’in annesinin Kürt olması Kürtlerle bağlan güçlendirmiştir.14
Bunun dışında Emevi döneminde
Kürtlerle ilgili birkaç (önemsiz) olay dışında başka bir (tarihi) kayda
rastlanmamak- tadır. Bazen Kürt âlimlerden dolayı Gayr-ı Arap kavim olarak
geçmektedirler, çünkü Emevi dönemi daha çok Emevilerlc Ali yanlılannın
çekişmelerinin söz konusu olduğu bir dönem olarak tarihe geçer.
Emevilerin yönetiminin zayıflaması ve
egemenlik bölgelerindeki hoşnutsuzlukların isyana dönüşmesi Kürdistan’da da
kendini gösterdi. Bunu firsat bilen ve uzun yıllar faaliyetlerini yeraltında
yürüten Abbasiler de bu dönemde gün yüzüne çıktılar. Hicri 129 (M.747) yılı
Ramazan ayında Horasan bölgesinde Abbasilcrin başlattıkları isyan Kürtlerin
yaşadığı bölgelere doğru hızla ilerledi. Ebu Müslim Horasani Emevi kuvvetlerini
bozguna uğratarak egemenliklerine son verdi. Burada yine bir tartışma konusu
ortaya çıkmıştır. Arap Sünni görüşe göre Ebu Müslim Horasani’nin doğum yeri
bilinmiyor, Arap soyundan değildi, “Mevalî” dendi. Zaten çoğunluk Şii
idi. Bu yüzden tarihsel önemi yüzeysel ve geçiştirici idi. Bazı ukçı Türk
tarihçiler O’nun Türk olduğunu ileri sürüyorlar ama kaynak göstermiyorlar.
Sadece Türklerin Asya’dan geçerken Horasan’a da uğrayıp bir dönem
yerleştiklerini belirtiyorlar. Ancak araştırmacılar bu konuda çok önemli
tespitler yapıyorlar
Ekrem Cemil Paşa’ya göre Ebu Müslim,
Horasan Kürtle- rindendir. Yine onun bildirdiğine göre, “Kürtler her
taraftan akın akın, O’nun yükselttiği kurtuluş bayrağının altında toplandılar.
Hz.Ali hin çocukları da Kürtlere katıldı. (...) Ali’nin
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE
KÜRTLER çocuklarından Ebû Abbas ibni Abdullah’ı, İslâm Halifesi olarak ilân
etti. 5
Nuri Dersimi ise Ebu Müslim Horasanî
hakkında şunları yazmaktadır. “Şiâ Partisi ’nde iş başına İbrahim adında
fakat Ebu Müslim Horasanî olarak bilinen bir Kürt genci geçerek Emevî
ordularını tarumar etmiştir”. (Dersimi, 1997, 153) Aynı yazara göre, Ebu
Müslim’in, Horasan’da bir Kürt bağımsızlığı fikrine kapıldığını düşünen Abbasi
halifesi Ebu Cafer Mansur, Ebu Müslim’i oradan kaldırmakta tereddüt etmemiştir.
(Dersimi, 1997, 154-155) Nuri Dersimi, başka yerlerde de Ebu Müslim’den Kürt
olarak bahsetmiştir. Hatta Dersimi’ye göre Ebu Müslim, “çok büyük bir Kürt
kumandanı ”dır.16
Cigerxwin, “Kürdistan Tarihi ”
adlı kitabında Ebu Müslim Horasanî’nin Kürt Rewandi aşiretine mensup olduğunu
yazmıştır.17
Cemşit Bender’in, İhsan Nuri, İbn-i
Kuteybe, İbn-i Halikan ve El Hanbelî’den aktardığına göre, Ebu Müslim, Horasan
Kürtlerindendir.18 Başka bir yerde ise aynı Bender, Ebu Müslim’in
719 yılında Güneydoğu Anadolu’da dünyaya geldiğini yazmıştır.19 Kürt
Serdan Ebu Müslim, Kürt kökenli kitleleri harekete geçirmiştir.20
Bender’e göre; “Kürt Serdan Ebu Müslim Horasanî, (...) Zerdüştlük ve
Yezidîliğin geleneksel yapısını İslâmî örtü altında sunmuş ve uygulamaya koymuştur":
Burada diğer iddiaları bir yana bırakarak ifâde etmek gerekir ki, Ebu Müslim
Horasanî hayatta iken Yezidîlik denen bir inanç yoktu.)
Faik Bulut, Ebu Müslim Horasanî’nin
İsfahan’da Kürt bir ailenin çocuğu olarak muhtemelen 719 yılında dünyaya geldiğini
aktarmaktadır.
Mehmet Bayrak ise birçok yerde Ebu
Müslim Horasanî’nin Kürt kimliğine değinmiştir.23 Ermeni tarihçi
Arşak Poladyan’a dayanarak Ebu Müslim’in Kürt kökenli olduğunu
tbn-i Kuteybe, İbn-i Halikan ve
el-Hanbeli gibi Ortaçağ İslâm tarihçilerine dayandırmıştır24 Ondan, “etkin
ve saygın yönetici”, “Kürt lider”25, “efsaneleşmiş kişilik”, “Kürt
kökenli devlet adamı ve komutan ”26 olarak bahseden Bayrak,
daha da ileri iddialara girişerek; “Kürt Alevîliğinde, Ebu Müslim ile Ali,
adeta özdeşleştirilmiş” diye yazmıştır. Yine Bayrak’a göre Kızılbaşlar,
Babekiler, Hurremiler, İsmaililer ve Ahiler kurucuları olarak Ebu Müslim
Horasanî’yi görmektedirler.
Munzur Çem’in bildirdiğine göre, onun
doğup büyüdüğü bölgede Ebu Müslim Horasanî, “büyük saygı duyulan, Ali ile
hemen eş düzeyde görülen biri ”dir. Büyükleri dua ederken sık sık onun
adını anmışlardır.29 Yine Çem’e göre, Ebu Müslim Horasanî, Dersim
Alevîleri arasında Hz.Ali ile Hz.Hüseyin düzeyinde kutsallığa sahiptir.30
Hatta Ebu Müslim Horasanî, “Alevîliğin üzerinde şekillendiği inançların
mensuplarına oldukç a yakın ” durmuştur.31
Bu konuda Fars ve Batı kaynaklarının
olmaması ilginçtir. Yalnız egemenliğin Emevilerden Abbasilere geçmesi çok kanlı
oldu ve çoğu olay Kürt bölgelerinde geçti. Ele geçirilen Emevi ailesinin tümü
kılıçtan geçirildi. Daha önce tarafsız bir politika izleyen Kürtler Abbasilerin
safında yer alır ki; bunda Ebu Müslim Horasan’nin Kürt asıllı olmasının etkisi
olduğu söylenmektedir.32 Bu dönemde hem Kürt bölgelerin diğer
devletlerle komşu olması hem de dirençli çıkmalan değerlerini artırmıştır.
Arap Kabilelerine nazaran daha öne çıktıklan görülür ki bu Kültlerin İslam’la
uyuşması için önemli bir aşamadır. Bir diğer etkide Kültlerin mevali olması
nedeniyle (yani Arap olmayan) Emevi Yönetimi tarafindan sürekli ezilmesi ve
dışlanmasıdır. Çünkü Abbasi başarısı aynı zamanda mevalinin Arap ırkçılığına
bir isyanı olarak kabul edilebilir.
Abbasiler döneminde Kürt bölgesine
Hamdaniler hâkimdi. Kürtler ise daha çok el-Cezire’nin yukarı kesimlerinde ve
Musul ve çevresinde yaşamaktaydılar.
Ancak Arap Tağlib kabilesinin bu bölgede hakimiyet kurması ile Araplaştırma
politikası başladı. Özellikle Diyar-ı Bekir Kürdi bir görünümden Arabi bir
görünüme dönüşmekteydi. Bu Kürtler ve Arapları karşı karşıya getirdi:
Mervanilerin döneminde Kürtler Mcyyafârkin’in (Bu günkü Silvan) Batısına
geçerek, Hamdani ordusundaki Kürtlerle birleşip bu günkü coğrafyaya
yayılmışlardır.33
Özetlenirse;
“İslam halifesi Ömer Ibni Hattap,
Hicretin on sekizinci yılında (M.S.640) Kürdistan üzerine iki ordu gönderir.
Kirman- şah, Emedan, Ray ve Mazindiran taraflarını kontrol eden birinci orduyu
imam Haşan Hezikal Yamanı ve Kasım Ibni Abbas Abdulmutalip kumanda eriyordu.
İkinci ordu ise, Abdullah Ibni Ömer ve Ebu Ubeydi Ensari kumandasında Şeh-
rizor ve Pawe dolaylarını ele geçirmekle görevlendirmişti. Her iki Arap ordusu
Kürdistan ’a vardığında Kürt savaşçılarıyla aralarında birçok çetin meydan
savaşı oldu. Başlangıçta Kürtler Araplara baskın geldi. Fakat sonra Kürtler
bozguna uğradılar. Araplar kesin zafer sağlayınca Kürtlere karşı oldukça katı
ve katliamcı hareket ettiler. Kürtlerin Zerdeşti (Zerdüşti) olmaları Araplara
iyi bir gerekçe olmuştu. Kürtün canı, malı, ırzı ve namusu Araplar için helal
sayıldı, halk katledildi, şehirler, kasabalar, köyler yakıldı ve yağma edildi.
Kürdistan i istila eden Müslüman Arap ordusunun zulmü yüzyıllarca sürdü. Kılıçtan
kurtulanların, İslamiyet ’i kabul etmelerine rağmen yüz yıldan fazla bir süre
Kürtçe, Farsça ve diğer dille konuşanların dillerinin ucu makasla kesildi.
Kürdü Arap yapmak için her türlü zulüm, her türlü hile ve yöntem geçer- liydi.
Şehrizor, Kirmanşah, Medayin, Hemadan gibi büyük şehirlerin kütüphanelerindeki
yedi bin yıllık eski bir medeniyeti bağrında toplayan paha biçilmez kitap ve
eserler Medine den gelen emir gereğince yakıldı, kül edildi. ',34
5-SELÇUKLLLAR, OSMANLILAR VE KÜRTLER
Türkler Orta Asya kökenli bir
millettir. Kürtler ise Ön Asya asıllı bir halktır. İki halkın İslamlaşma
süreçleri farklı olmakla birlikte en belirgin ve ortak özellikleri Müslüman olmalarıdır.
İslam dünyasını o dönemde Abbasi Devleti temsil ediyordu. Ancak XI.yüzyıldan
itibaren Bağdat merkezli Abbasi devleti zayıflamış ve İslam coğrafyasında
Tevaifül- Mülûk adıyla bilinen küçük devletçikler kurulmuştur. Abbasi
devletinden boşalan siyasi ve dini alanı büyük oranda Şii Büveyhoğullan
doldurmuştur. Buna paralel olarak Iran, Azerbaycan, Kuzey Irak ve Doğu
Anadolu’da Kürt hanedanlar kurulmuştur. Şii Büveyhoğullan İran ve Irakta büyük
bir siyasi güç haline gelmiş ve hemen hemen Kürt hanedanlarının hepsini
egemenliği altına almıştır.
Selçuklular İran’a geldikleri zaman
Kürt halkıyla temasa geçmiştir. İran ve Azerbaycan’daki Kürt hanedan ve valiler
siyaseten Büveyhilere bağlıydı. Kürt hanedan ve valilikler sağlam bir siyasi
yapı kurumamıştı. Hanedan içi taht kavgalan mevcuttu. Rakip Kürt hanedanlar
birbiriyle mücadele içindeydi. Selçuklular ve Kürtler İran’da karşı karşıya
geldiğinde Oğuzlarla Kürtler arasında önce büyük çatışmalar olmuştur. Müslüman
Kürtler Selçuklulan tanıyınca Büveyhoğullan yerine Selçuklulan tercih etmiştir.
Selçuklular, Kürt hanedanlar içindeki taht kavgalarına taraf olarak rakip
kabilelerle ittifaklar kurmuş ve kendine yakın olanlan kendine bağlayarak
iktidarını güçlendirmiştir. Kürt hanedanlar sorun çıkardığı zaman ise
iktidarlarına son verilmiş ve Selçuklu asıllı valiler tayin edilmiştir. Sultan
Tuğrul döneminde Hasneveyh, Revadi, Şeddadi ve Mervâni hanedanlan büyük oranda
Selçuklulara bağlanmıştır.35
Selçukluların Maveraünnehir’in
Doğusundan İran’a Kür- distan’a ve Anadolu’ya gelmesi ayn ve kapsamlı bir
çalışmanın konusu, Kürtlerle karşılaşması fetihlere başlaması ile ol-
muştur. Horasan’dan başlayarak fethe
devam eden Selçuklular Kürt illerine de göz dikmişti.
Özellikle Hamedan Medya Kürt
devletinin başkentiydi. Burası Baktabata (Ecbatana) diye isimlendirilmişti ve
bu isim Med dilinde “yolların kesiştiği yer” anlamındaydı: Önce
Türklerle dokunulmazlık anlaşması yapıldı ancak yine de Tuğrul Bey Kardeşi
İbrahim Yinal ile savaşıp Hamedana hâkim oldu. Daha sonraki kargaşada Hamedan
İran’a tabi bir vilayet oldu. Selçukluların hâkimiyet bölgesinde çok sayıda
Kürt emirliği vardı. Bunlar başka bir çalışmanın konusu olacak kadar kapsamlı
bir konudur. Ancak Malazgirt Savaşı’nın da etkileri büyük olmuştur. Malazgirt
Savaşı’nda Bizans kuvvetlerinin sayısı 200 bin ile 300 bin arasında
ihtilaflıdır. Yazılana göre Selçuklu ordusu 15.000 atlısı ile oldukça azdı.
Çevre Kürlerden yaklaşık 10.000 kişilik bir kuvvet katılmıştı.
Aynı durum Arap kaynaklarında
görülüyor ama yine de Kültlerden söz eden iki Arap kaynağı var. Ali Sevim ve
Faruk Sümer’in İslam Kaynaklarında Malazgirt Savaşı adlı kitabında yer
alan Sibt İbnü’l-Cevzi’nin (0.1257) anlatısı şöyle: “Az önce 10 bin Kürt de
Sultan 'a katılmıştı. Bununla beraber Sultan ulu tanrıdan sonra buyruğundaki 4
bin kişilik hassa askerine güveniyordu. ” (s.34-35) Bu Kültlerin kimler
olduğu konusunda bilgi vermeyen yazar, Bizans ordusunun mevcudunun 400 bin
olduğunu söylüyor. Hâlbuki bugün ciddi araş- tırmacılaı bu sayının 40 bin
civarında olduğunda hemfikir.
Aynı kitapta İbnü’d-Devâdârî
(ö.l335’ten sonra) de şöyle diyor: “Sultanın yanında 4 bin atlı kalmıştı
(...) Sultan Alparslan ’a Kürtlerden ve sair kavimlerden olmak üzere 10 bin
kadar insan da katılmıştı. ” (s. 57)
Türlü anlatım vc abartılara rağmen
net bir sonuç vardı, o da Bizans ordusu yenilmiş ve Anadolu’nun kapılan
Türklere açılmıştı. Kürtler bu savaştan bir şeyler bekleyerek Türklerin yanında
yer almış fakat sonuç bekledikleri gibi olmamıştı;
1-Kürtlerin saldınya açık kentlerine
Selçuklular Türk Vali atayıp, Kürtlerin fedakârlıklarını görmezden geldiler,
Kürt şehirlerine koruma sağlanmadı.
. 2-Selçuklulann Anadolu’ya ani göçü
demografik yapıyı değiştirdi. Yönetimin baskısı ile çok sayıda Kürt, Rum ve
Yunan yer değiştirmek zorunda kaldı. Bu Düzenli tanmı ve mimariyi etkiledi.
Çünkü gelenler konar-göçer olduklan için tarımsal üretime ve imara önem
vermediler.
3-Kürt beylikleri baskı, vergi ve
kargaşa ile yok olmaya sürüklendi.
4-Selçuklulann bu politikası
karşısında Kürtler ovalardan dağlara doğru çekilip az ile yetinmeye başladılar.
Bir süre sonra Kürtlerin gördükleri
zorluklar büyümeye başladı ve ülkelerini Selçuklulardan kurtarma ve kovma yollarını
düşünmeye başladılar. Bu durum, Kürtlerin kendi aralarında düşmanlıkları terk
etmelerine yol açtı. Ancak bunu haber alan Selçuklu yönetimi Oğuz
Türkmenlerini Kürtlerin üzerine saldı ve yapılan büyük savaşta Kürtler bozguna
uğradı. Oğuzlar Kürtlerin mallarını, eşlerini ve çocuklarını ele geçirdi
geriye kalanlar dağlara sığındı.36
Kürt bölgeleri aynı zamanda
Selçukluların kendi aralarındaki hâkimiyet kavgasınm da zemini oldu. Buradaki
hayat yapılan savaşlar yüzünden harap oldu. Ticaret ve tarım yapılamaz oldu.
Selçuklulann İslam’ı kurtarmak ve hâkimiyet alanını genişletmek amacı ile
yaptığı bu hamleler başta Kürtler olmak üzere diğer Türk olmayan Müslüman
halklara zarar verdi. Yerinden etti, gerilemelerine neden oldu Özellikle Malazgirt
Savaşı’nda kuvvetlerinin yansını oluşturan Kürtler bunu yapmışlarsa amaçlannın “İslam
Ümmetinin vahdet’i değil tamamen Türk ırkına dayalı bir devlet oluşturmaktı
” demek için eıken olabilir ama daha sonra Selahaddin Eyyubi’nin yaptıklannın
İslam’a katkısı düşünülünce Selçuklulann yaptıklarının yeniden irdelenme
ihtiyacı doğuyor.
Ayn ve detaylı bir çalışmanın konusu
olacak olan Eyyübiler zamanında Kürtler, Mezopotamya’dan Yemene kadar hüküm
sürdüler Selahaddin Eyyubi’nin kişiliğinde örnek bir yönetim gerçekleştirdiler.
Daha sonra Kürler bugün Kürdistan
denilen bölgede kendilerini koruyacak alan hâkimiyeti politikasını izlediler.
Zaman zaman çıkarlarına göre ittifaklar kurdular, savaştılar, kazandılar,
yenildiler ta ki Osmanlı İmparatorluğu kuruluncaya kadar.
Ancak Doğu’dan gelen Moğol saldınsı
Ortadoğu halklarının ortak kaderi oldu. Çünkü Moğollar Fars, Arap, Kürt, Tüık
demeden tüm halkları kılıçtan geçiriyor, şehirlerini, köylerini yakıp yıkıyor,
mallarını yağmalıyordu. İbn Esir de bu istilayı Hz.Adem’den bu yana
insanoğlunun karşılaştığı en büyük felaket olarak nitelendirerek, “Keşke
annem beni doğurma- saydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliamları görmeseydim
” der. İslam tarihi kaynaklan bu istilalardan dolayı Moğollan bir kıyamet
alameti olarak görerek, Yecüc-Mecüc olarak da nitelemişlerdir.
14. ve 15.yüzyılda Kürdistan iki yeni
gücün arasında kalmıştı. Batı’da Osmanlı Devleti Doğu’da ise Safevi Devleti
vardı.
Kürtler Safevi Devleti ve Şah
İsmail’in yayılmasına karşı şiddetli bir tepki gösterdiler Bu da Şah İsmail’i
Kültlere çok şiddetli bir bastırma yoluna itti. Bunda Mezhep farklılıklarının
etkisi olduğu kadar gidecekleri başka yer kalmamasıdır. Çünkü diğer tarafta
Beylikler zamanından beri zaman zaman savaştıktan Osmanlı Devleti’nin güven
vermeyen politikası vardı. Aynı zamanda iki devlet de birbirine düşmandı.
Safevi Devleti’nin varlığı Osmanlı
Devleti’nin Doğu’ya ve Kürdistan’a yayılma politikasında strateji değişikliğine
etki etmiştir. Batı’da hızlı bir fethe geçen Osmanlı Devleti ise daha çok sınır
güvenliğine dayanan ve tampon bölgeye dayalı bir
Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar
ve Diğerleri strateji izlemiştir. Bunda Kürdistan’ın coğrafi yapısı, toplumsal
yapısı, dini ve mezhepsel yapısı etkili olmuştur. İdris-i Bitlisi’nin miman
olduğu Osmanlı devleti-Kürt ittifakı sonu- .cunda Şah İsmail Çaldıran
Savaşı’nda yenilerek geri çekilmiştir. Kürt beylikleri bu tavırlarından dolayı
Osmanlı Devleti nezdinde ayrıcalıklar kazanmıştır. Bu özerklik Sultan Selim’in
fermanı ile yazılı bir anlaşmaya dönüşmüştür. Bu anlaşmaya dayanarak bazı Kürt
beylikleri Hükümet unvanı bile kazanmıştı. Ufak çaplı çatışmalan saymazsak
19.yüzyıla kadar Kürtler bu statülerini korumuşlar, hatta devletin bazı
seferlerine asker verip katılmış, devlet organlarında yönetici olarak görev
almışlardır.
Osmanlı siyasetçilerinden İdris-i
Bitlisi önemli bir rol oynamıştır. Safevilerden alınan bölgelerde kurulan
vilayetlerde Türiderin yanı sıra Kürtlere de önemli liderlikler verilmiş,
birçoğu babadan oğula geçen bu önemli derebeylik benzeri pozisyonlar daha sonra
da devam etmiştir. 17. Yüzyılın sonuna kadar Kültlerin bölgedeki konumu bu iki
devletin ihtilafla- nyla belirlenmiş, sonunda Safevilerin tamamen mağlup olup
Zagros Dağlan'nın ötesinde kalacak şekilde bölgeden çekilmesiyle gerek Kürtler
için gerek bölge için yeni bir dönem başlamıştır. 17.Yüzyıldan itibaren zaman
zaman geçici sürelerle bölgede Iran etkisi ve saldınlan görülse de, Kürdistan
bölgesi barındırdığı Kürt halklar ile birlikte genel olarak Osmanh kontrolünde
kalmıştır. Genel olarak Kürtler Osmanh himayesinde Osmanlı ile birlikte dış
etmenlere karşı koymuşlarsa da, İranlılann Kürtlerle ilişkisinin olmadığını
söylemek yanlış olur, örneğin Nadir Şah'ın ölümünden sonra kısa süreliğine de
olsa ülkeyi yöneten, Zend hanedanına mensup Kerim Han olmuştur.
19.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda
devlet aygıtında değişim ve reformlar olmaya başladı. Bu gelişmeler yerel
yöneticileri huzursuz etti Batı’da Yunanlılardan sonra Suplardan
İmparatorluktan bağımsızlıklarını alıp aynldılar. Kürt
emirlikleri de imtiyazlan elinden
alınınca isyan ettiler. Elli yıl süren bu mücadele Bohtan ve Baban
emirliklerinin tasfiyesi ile sonuçlandı. Bu boşluk Kürdistan’da yeni siyasal
organizasyonların ortaya çıkmasına neden oldu. Gerçi dikkatli incelenirse
Kürt beyleri üzerinde keyfi baskılar ve uygulamalar 17.yüzyılda başlamıştı.
Bazen Osmanlı valileri Kürt Beylerini azlederek hoşnutsuzluğa yol açmış, ancak
Osmanlı yönetimi bunu düzeltir gibi yaparken uzun vadede beyliklerin etkilerini
azalttılar ve Kürtler bunu fark edemediler. Bazen Osmanlı başka beyliğe vermek
üzere topraklara el koyardı. Bu bir süre sonra hoşnutsuzluklara yol açmıştı.37
Bu Kürt aşiretleri arasındaki küçük düşmanlıklar görülmüyor ya da görmezden
geliniyordu.
17.Yüzyıl ile birlikte Iran-Osmanlı
gerginliği tekrar yükselmiş, Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerden Zuhab
ve Süleymaniye bu gerilimin odak noktalan olmuştur. 19. Yüzyıldaki bir diğer
önemli gelişme de Osmanlı topraklarındaki çeşitli Kürt beylerinin
ayaklanmasıdır. 18301u yıllarda Bedirhan Bey, Said Bey, İsmail Bey ve
Revanduzlu Mu- hammed gibi isimler ayaklanmış, bölgede önemli bir güce ulaşmış,
aldıklan çeşitli yerlerde Hristiyan topluluklar ve Ezidî Kürt topluluklar
katledilmiştir. Aynı dönemde eski sadrazamlardan Sivas Valisi Reşid Mehmed
Paşa ayaklanan Kürtlerin üzerine, bölgeyi yatıştırması için gönderilmiştir.
Uğraşlar sonucu ayaklanmaların önder ismi Muhammed Paşa 1836 yılında
yakalanmıştır. Bununla birlikte bölgedeki gerilim dağılmamış, aksine 1839’daki
Nizip Muharebesi’nde Osmanlı Devleti’nin yenilmesi sonrası bölgede ayaklanmalar
tekrar baş göstermiş, 1843 yılı dolaylarında Cizre cmiri Bedirhan Bey ile
Hakkâri emiri Nurullah Bey ayaklanmıştır. Bu dönemdeki önemli olaylardan biri
de kendilerine uygulanan baskıdan şikâyetlenmiş olan Hakkârili Nasturilcrin
Nurullah Bey tarafından katledilmeleridir. 1840’lann sonuna doğru Osmanlı
bunlann üzerine bir ordu yollamış, yenilen liderler
sürgün edilmiştir. Kürt
ayaklanmalarıyla ilgili önemli bir husus da, 19,yüzyılda Osmanlı ile savaş
içerisinde olan Rus ordularında bir Kürt alayının tertip edilmesidir ki nitekim
Kırım Savaşı’nda Rusların iki Kürt alayı seferber ettikleri bilinmektedir.
1800’lü yılların sonunda Hakkâri ve çevresindeki bölgede tekrar Kürt
ayaklanmalar olmuş, bu ayaklanmalar Osmanlı tarafindan belirli bir süre
içerisinde yatıştınlmış, bu dönemde aynca Osmanlı tarafindan Hamidiye Alaylar
olarak anılan Kürt alaylar kurulmuştur ki bu alayların kurulması Kürt
aşiretleri arasında ihtilafa ve hatta çatışmalara yol açmıştır. Ayrca
1800’lerin başında Osmanh topraklarında bağımsızlık hareketinin güçlendiği bir
başka topluluk olan Ermeniler ile Kürtler arasmda gelişen iyi ilişkiler, 1800’lerin
son yıllarında düşüşe geçmiş, çeşitli yerlerde Ermeni ayaklanmalarının
bastırlmasında Kürtler aktif rol oynamışlardır.
Osmanlı bunu görünce Kürt
beyliklerini zayıflatma siyasetini artınyordu. “Böl ve yönet’’ siyaseti
Kürt isyan hareketlerinde de etkili oluyordu. O dönemi yazan tarihçilerden
biri Bağdat vahşinin Baban emirlerinin birinin isyanı karşısındaki tutumunu
anlatnken valinin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Onlarla (Kürtler) savaşa
tutuşmadan, başka bir yoldan onlara yaklaşılacak. Bazı Kürdistan emirlerinin
çocuklarıyla yazışacaksın, isim, rütbe vererek onları tarafına çekeceksin. ” (resul
el-Keıkükî)
Bu Osmanlı siyaseti gerileyen
İmparatorluğu kurtarmak kaygısı ile tüm unsurlara farklı seviyede uygulanan
siyasetler idi. Bunda İmparatorlukta yaşayan değişik etnik ve dini yapıların
birbirinin aleyhine olmalarının da etkisi vardır. Ancak bu uygulama Osmanlıyı
sarsacak düzeyde isyanlara yol açsa da kanlı bir şekilde bastırıldı. Kürtlerin
yeniden kendine gelmesi için Jön Türk muhalefeti ve 1908 devrimine kadar
beklendi.
Kürtlerin ve Türklerin zorla
Müslümanlaştınlması Kürtlerin vc Türklerin yaşamında en önemli sosyal
olaylardan biri-
dir. Resmi ideolojinin bize anlattığı
öğrettiği gibi bu değişim Kürtler ve Türiderin özgür iradeleriyle olmamış Arap
ordularının kanlı istilası ve kıyımı sonucu olmuştur. İkinci önemli gelişme
1000 yıllarının ortalarında Anadolu’ya gelen Türklerle Kültlerin ortak yaşam
kurmalarıdır. Kürtlerle Türklerin aynı topraklarda kurdukları bu ortak yaşam
inişli çıkışlı sürerek bu güne kadar gelmiştir. Kürtlerle Türkler ortak
yaşadıkla- n topraklarda oıtak bir yaşam kurdular. Kürtler ve Türkler tarihi
süreç içerisinde ilişki ve çelişkilerle dolu beş noktada karşılaşmışlardır.
1-Etnik,
2-Kültürel,
3-Siyasal,
4-Sosyal,
5-Ekonomik,
Boyudan olan Kürt Sorunu bu
kaynaklardan süzülerek geliyor.38 Bugün, bu tarihsel gerçek ve onun
üzerinde şekillendiği sosyolojik durum kavranmadan demokratik çözüm geliştirilemez.
Ya da sorun anlaşılmadan etrafında tur atılarak çözülemez.
Bu ilişkiler o dönem koşullarında ve
savaş ittifaklarında kurumsallaşmıştır. Daha sonra belli dönemler bu ilişkinin
boyutunu şekillendirip günümüze getirmişti. Bu şekil değişikliklerini şu
aşamalarda irdeleyebiliriz:
1-İlk önemli karşılaşma Kültlerin
yardımıyla Türklere Anadolu kapılarının açıldığı Malazgirt’tir. Bunun mahiyeti
ve gerçekliği günümüzde de tartışılmaktadır bunun küçük bir bölümüne yukarda
değinmiştik.
2-İkincisi, yaklaşık 330 yıl sürecek
olan ittifakın temellerinin atıldığı Çaldıran’dır. Burada Kürtler arasında
büyük bir kırılma yaşanmıştır. Alevi Kürtler Iran, Sünni Kürtler OsmanlI
tarafını tutmuş ve bu taraf tutma özünü korumaktadır.
3-Üçüncüsü OsmanlI’nın merkezi
kararlarını Kürdistan’da- ki özerk havayı sıkıştırmasıyla ilk büyük çatlağın
meydana geldiği «Botan ayaklanmasıdır, 2.Mahmud’ıın Sened-i İttifa- kı’nın tek
mağduru neredeyse Kürtler ve Kürdistan’dır ve bu konu tarihçiler tarafindan
etraflıca ele alınmayı beklemektedir.
4-Dördün.cüsü II. Abdülhamit’in
bozulan ilişkileri ümmet temelinde toparlama girişimidir.
5-Beşincisi ise Erzurum’da başlayan
ve sonrasında Kürt sorununun giınümüze kadar şekillendirilerek gelmesine yol
açan politikalardır.
Bin yıldır süren bu ortak yaşam
1800’lü yılların başlarından itibaren Osmanlı devletinde doğan, giderek
güçlenip devlete egemen olan milliyetçi, ırkçı bir düşünceye sahip ittihatçıların,
daha sonraları da Kemalistlerin Kürtlerin varlığını inkâr ederek onları baskı,
imha ve asimilasyonla yok etme politikalarını gütmesiyle Kürtlerle, Türklerin
ortak yaşamı yara almaya başlamıştır. Bu gün Batı illerinde ellerinde
silahlarla, baltalarla, satırlarla, sopalarla Kürt avına çıkan insanların
ruhlanna yerleştirilmiş ırkçı ruhu öldürmek için kitaplarda yazılan, anlatılan
gerçeklerin geniş.kitlelere ulaştınlması lazım. Türklerin Kürtlerin bin yıllık
ortak yaşam serüvenini o kadar yalın o kadar gerçekçi o kadar objektif anlatmış
ki ülkemizde resmi ideolojinin ırkçı faşizan bir ruhla eğittiği insanlarımıza
gerçeği öğretmek için bilimsel çalışmaların önemi büyüktür.
Bu şiarla yeniden 1908 devriminde
Kürtlerin durumu, konumu ve mücadelelerine kaldığımız yerden devam edelim.
6- 1908 DEVRİMİ VE KÜRT ÖRGÜTLENMESİ SORUNLAR-SONUÇLAR
Kültlerden, sonradan milliyetçi
olarak tanınacak olanlar o yıllarda katıksız “Osmanlıcı’ydılar. Her
ikisi de doktor olan Kürt kurucular çalışkan ve aktiftiler. A.Ccvdet, eneıjik,
Fransızca, İngilizce, Almanca ve Farsçadan başka İtalyanca biliyordu. Bu
dillerden çeviriler yaptı.39 İ.Sukûti erken yaşta,
1903 yılında Roma’da tüberküloz
hastalığına yenilerek öldü. 1909’da kemikleri getirilip Sultanahmet Türbesi
bahçesine gömüldü. Beysanoğülu Ş. Diyarbakır’lı Fikir ve Sanat Adamları.
s.114. Diyarbakır’ın tarihi ismi olan Amed’den olacak, İ.Sukûti “Amedi"
adını kullandı. Kendisine ait belgeler “Arnavutluk Sosyalist Halk
Cumhuriyeti Merkez Arşivi ”nde bulunuyor.
Osmanh Devleti ile anlaşarak A.Cevdet
Viyana vc Î.Sukûti Roma elçiliklerinin doktorluğunu yürüttüler ve arkadaşları
zaman zaman onlan eleştirdiler. A.Cevdet İçtihat Matbaası ve Dcrgisi’ni
kurdu, Kürt kültürüne ilişkin yazılar yazdı.
İ.Sukûti “Osmanlı” gazetesinde
1 Ocak 1900 tarihli sayıda “Arnavutlar ve Kürtler” makalesini yazdı, öz
kültürlerini koruyarak değişik etnik toplulukların birlikte yaşayabilmelerini
önerdi. Her ikisi de Osmanlılık içinde eşit ve özgür olmayı vurguladılar. İçtihad
dergisinde “Mekatib" -Okullar- makalesinde bu görüşleri savundu
A.Cevdet.
“... İşte bakın ben Kürdüm. Kürdleri
ve Kürdlüğü severim. Fakat mademki hukuk ve vezaifçe mütesâvi Türkiye va-
tandaşlarındanım, her şeyden evvel Türküm. Benim Şiiliğim, Sünniliğim,
mütekidliğim, hürendişliğim, ırk-ı asfer veya beyz- den oluşum hususi ve fenni
işlerdir. Benim İm sözümden, ben mademki Türkiya vatandaşıyım Kürd lisanı
unutulsun, Kürdlü- ğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın. Bilakis, Kürd Kürdçesi-
ni, Ermeni Ermenicesini hars-ü ihya etsin. Bundan Türkiya ’ya mazarrat
geleceğine sahib olan ancak kabak kafalı, yahud hain ruhlu kimselerdir... ”40
“Şura-yı Osmani Gazetesi Müdiri- ne” başlıklı yazısı İçtihad’ın 20 Mart
1906 tarihli 3. sayısında çıktı. “...Vatandaşlar! Türkiya Türldyalılarındır.
Türkiya vatandaşları kat ’iyyen aynı hukuk ve hürriyete maliktir. Hiçbir
unsurun meselâ Ermeni hin Türk’e, Türkün Arab’a, Arab’ın Arnavud'a hiçbir
tefâzulü yoktur..." (Fazla bir yanı)41
İslamiyeti çok iyi incelemiş olan
ACevdet, “birlik içinde ayrı olma ” anlayışını dini prensiplere göre
açıkladı.
191S yılına gelindiğinde, Osmanlı
Devleti’nin ortadan -kalkacağı belli olduğunda da Osmanlılık içinde Kürt kültür
ve varlığını savundu. Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin organı “Jin ” Gazetesi’nin.
1.sayısında, “Bir Kürd" imzasıyla “Kürdler Uykuda Değil ”
makalesini yazdı. Bir bölümü şöyledir:
“... Kürdler, böyle bir asrın böyle
bir kiyametinde uyumak mümkün müdür? Ey Kürd, uyan! Diye bağırmaya ben lüzum
görmem. Zira eğer Kürdler uykuda, hâlâ uykuda iseler, çoktan pek çoktan
ölmüşler demektir...’’
“Kürd uyanıktır ve kendisini
asırlardan beri uykuya dâvet etmiş ve uykuya dalmış olan hüda-vendleri
(Türkleri) de uyandıracaklardır. ’’
“O, kendisine suikast etmiş olanlara
hüsnikast ile mukabele edecektir. Biz bir asırda yaşıyoruz ki bir saat uyumak,
bir millet için ölmektir... ’42
Daha sonra Kültlerin özerkliği veya
bağımsızlığı fikirlerine yakınlık duydu. ABD Cumhur Başkanı Wilson’un prensiplerinin
açıklanması üzerine bu noktaya geldi. Bu anlayışını "Jin”, “Serbesti”ve
“İnkilâb-ı Beşer”gazetelerinde sürdürdü.
Bu arada milliyetçilik akımlarının
güçlenmesi Kürt ileri gelenlerini de demek kurma ve gazete çıkarmaya yöneltti;
1-Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti
Sultan 2.Abdülhamit’e karşı İttihat
ve Terakki Cemiyeti ile birlikte hareket eden Bazı Kürt ileri gelenleri 1908
devrimin- den sonra oluşan özgürlük ortamından faydalanıp, farklı Kürt
unsurlarını bir araya getirip Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyetim kurmuşlar
ancak cemiyet varlık gösteremeden 1909 İT’nin baskısıyla kapanmıştır. Cemiyetin
açılışına yaklaşık 500 kişi katılmış ve açılışta bir konuşma ile amaç
anlatılmıştı. “Hepimiz imparatorluğun uluslarının kardeşliği ve ortak
çalışması için anayasa ve meşrutiyeti
destekliyoruz. ’43 Cemi- yetin’in aynı adı taşıyan bir
gazetesi vardı. Kürtçe Türkçe basılan gazete haftalık yayın yapıyordu. Sadece 9
sayı yayınlanmıştır. Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti'nm en önemli
başarısı aralannda sorunlar olan Kürt ileri gelenlerini bir araya
getirebilmesidir.
Cemiyet başta anadilde eğitim olmak
üzere bugün de Kürtlerin ana sorunu olan birçok sorunu programına alarak önemli
tespitler yapmış ama İttihat ve Terakki’nin ırkçı ve baskıcı politikaları
sonucu kapanmıştır.
II. Meşrutiyet özgürlük ortamı
İstanbul’da çok sayıda milliyetçi oluşumlara olanak sağlamıştı. İlk Kürt
Milliyetçi örgütleri de bu yoldan etkilenen Kürt ailelerinin üyeleri
tarafindan İstanbul’da kurulmuşlardı. Kürdistan Teali Cemiyeti de bu koşullarda
kurulmuştur. Cemiyetin kuruluşu diğer denemelere göre biraz geç olmuştur. 17
Aralık 1981’de kurulan cemiyet Ortadoğu’nun yeniden şekilleneceği öngörüsü
koşullarında politik bir aktör olmak amacındaydı. Kuruculan şöyledir; Başkan
Seyyid Abdülkadir Efendi, Genel Sekreter Hüseyin Şükrü Bey (Baban), Dr.Şükrü
Mehmet (Sekban) Bey, Nami Bey, Babanzade Hikmet Bey ve Aziz Bey idi. Diğer
üyelere bakıldığında kumcuların Kurmanci konuşan Kürtler olmasına rağmen Zaza
ve Alevi olan Kültlerinde cemiyetin içinde yer almalarıdır.44
Örneğin Koçgiri İsyanı’nm liderlerinden Alişan Bey Cemiyet üyesidir.
Kuruluşuna başlangıçta İttihatçı
hükümet olumlu yaklaşmış, özellikle Kürdistan’da Ermeni ve diğer unsurlara
karşı kullanabileceğini düşünmüş, ancak faaliyetleri İstanbul Hükümeti
yönetiminin isteklerinin tersi yönde gelişmiştir. Wilson Prensipleri
çerçevesinde davranışları cemiyeti ayrılıkçı sınıfina koymuştur.
İçindeki radikal kesime rağmen
İslamcı Kürt kesimi İmparatorluğa bağlıydı. Sevr Anlaşması’™ red ederek
hükümette iki maddeden oluşan bir öneri sundu;
- 1-Osmanlı camiası içinde kalması
koşulu ile Kürdistan’a otonomi verilmesi,
2-Bu otonominin ilanı vc uygulanması
için etkin tedbirlerin alınması.45
Kürdistan Teali Cemiyeti’nin başta
Hürriyet ve İtilaf Fırkası olmak üzere İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi siyasal
derneklerle yakınlık kurmuş olması ideolojik tutumu bakımından doğal
karşılanabilir. Özellikle Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın programına, doğrudan
Kürtlere özerklik verilmesini vadeden bir hüküm koymuş olması dikkat çekicidir.46
Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Kürdistan
Gazetesi, Jin Dergisi ve Gazetesi gibi yayın organlan olmuştur. Bunların
yanı sıra Anadolu hareketine muhalif cephede yer aldığı için bu cephede yer
alan yayın organlarında da sesini duyurmaya çalışıyordu.47
Cumhuriyet döneminde cemiyet Takrir-i
Sükûn (1925) yasası ile kapatılmış, cemiyetin eski üyelerinin eylemleri ağır
cezalarla karşılaşmıştır.
Kürt aydınlan arasında bu
örgütlenmeler İT yönetimini çoklu kaygıya sürüklüyordu. Balkan sendromu
diyebileceğimiz bir saplantıdan dolayı Balkan Savaşı’nda başlarına gelenlerin
aynısı Anadolu’da yaşama kaygısı, travmatik bir hal almıştı. Çünkü Anadolu’da
Rum, Ermeni ve Kürt ittifakından çekiniyorlardı. Özellikle Kürt-Ermeni ittifakı
Ermeni Tehciri karan almalarında önemli bir etken oldu. İttihatçılar Balkan
Savaşı sırasındaki Arnavut İsyanı’mn Balkanlar’ın kaybında ne derece etkili
olduğunu unutmamışlardı. Doğu halklarmın böylesi bir ittifak olasılığı sadece
Kürdistan ve Ermenistan’ın kaybına değil, aynı zamanda Arap topraklarının da
kaybına yol açabilecekti. Anadolu’ya saçılmış Eımeni nüfusuna kıyas-
la, Kürt nüfusu bölgede daha yoğundu
ve bu da Kürt korkusunu artıran bir demografik etkendi.48
İttihat ve Terakki’nin tarihi rolü
buradadır. Diğer Müslüman OsmanlIlar da bundan etkilendiler. Araplar,
KafkasyalIlar ve Balkanlardan sonra gecikerek Kültlerin de 2O.yüzyılm ilk
çeyreğinde milliyetçi algılarla Ortadoğu’daki mücadelelere katıldıkları
biliniyor. Bütün bunlara bakarak düşünsel etkileşim ve zincire bakarak
Ortadoğu’daki günümüz Kürt sorununun iki yüz yıl öncesinin ulus-devlet sorunu
olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Burjuva devriminin geliştirdiği ve yarattığı
milliyetçi sorunlar, kapitalizmin geldiği günümüzde form değiştirdi. Bu nedenledir
ki, Türkiye, Iran, Irak ve Suriye Kürt sorununa yüz yıl öncesi bir anlayışla
bakmamak. Kürt sorununun bir yerel -o ülkeye özgü- ve bir de Ortadoğu bölgesi
karakterinin yanında uluslararası yanı var. Kültlerin, dinsel, kültürel,
siyasal ve ekonomik haklan dayatıcı konumdadır. Bölge ülkelerinden birisindeki
uygulamalar, Kültlerin yaşamakta olduklan diğer ülkeleri de etkilemektedir.
BOLUM VII
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN
“Sansür,
geçerli anlayışları ve var olan kurumlan ve yasaları birilerinin sorgulamasını
engellemek için var. Bütün ilerleme geçerli anlayışların sorgulanmasıyla ve
var olan yasaların ve kurumların değiştirilmesiyle gerçekleşir. Sonuç olarak
ilerlemek için gerekli olan ilk şey sansürün kaldınlmasıdır. ”
İTTİHAT
VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN
Osmanh İmparatorluğu’nda ilk
gazeteler (Takvim-i Vakayi (1831), Ceride-i Havadis (1840)) yayınlandığında
kimse gazetenin etkisi, basın özgürlüğü, demokrasi gibi kavramlar üzerinde
düşünmemişti. Sadece yeni bir enstrüman ve kullananın gücüne güç katıyordu.
Aynı şeyi ittihatçılarda düşünmüştü. İttihat ve Terakki, çok yönlü bir
organizasyon olarak; kuruluşu, örgütleniş şekli, fikri dokusu, iç-dış
bağlantılan daha önceki bölümlerdeki anlatımlara rağmen bütün yönleri ile
yeterince aydınlatılmış değildir. Bunda ilgili belgelerin tam olarak
araştınlmamasının yanında, tarafsız araştırmacılann azlığı da etkilidir. Ne
yazık ki kendi ideolojik alanını kuvvetlendirmek için yapılan araştırmalar
aynı zamanda soğukkanlı ve tarafsız yaklaşımları engellemiştir. Bu yüzden
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ilgilendiği ya da ele aldığı her konu
(Osmanlıcılık, Batıcılık) ve her kurum (eğitim, din, basın) üzerinden ele almak
yapısını anlamakta daha anlaşılır ipuçlarına ulaşmamızı sağlar. Basın İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin en çok ilgilendiği alanlardan biriydi. Bu alanı sonuna
kadar kullanmaya çalıştı. Bu durum İttihat Terakki’nin bu alanda çok bilgi ve
belge bıraktığı anlamına gelmektedir. En azından o dönem suç sayılan bazı beyan
ve bilgilere bu yönden ulaşmak mümkündür.
İttihat ve Terakki örgütlenmesinin,
devlet ve toplum üzerindeki hâkimiyetinin sonuçlan ile kurucu, örgütleyici
güçlerin doğrudan ilişkileri bulunmaktadır. İttihatçı basın irdelenir-
se: Mahmut Şevket Paşa’nın
öldürülmesi, Alman ekolünün tahakkümü, muhalefetin sindirilmesi, İngiltere
bağı, Alman irtibatı, Ermeni ve Sırp örgütleri ile ilişkileri, Kürt ve Ermeni
meselesine yaklaşımı devlet içinde kendilerini devlet yerine koyan derin
örgütlenmelerin aydınlatılması, iktidan ele geçirdikten günümüze uzayan
çizginin görülmesini sağlayacaktır.
Kuşkusuz İttihat ve Terakki, tek
yönlü, silahlı çetelerin kullanıldığı fedai tipi bir örgütlenme değildir.
Böylesine bir yapılanmayı içerlemekle birlikte asıl, çok daha temelli bir
sosyal dönüşüm/modemleştirme projesi ile ilişkilidir. Bu ideali daha ilk
beyannamesinde bulmak mümkündür. Bunu ilginç bir şekilde kuruluş aşamasında
değil büyüme ve iktidan ele geçirme aşamasında gerçekleştirmiştir. Bir
medeniyet değiştirme planına kadar uzanan köklü değer, kültürel değişimi
organize edecek hâkim organizasyon tipindedir. Onun için sıradan bir örgüt
yapısından hareket edilmemiş, asırlar ötesinden örgütlenme birikimi olan dış
kuruluşlarla birlikte olunmuştur. Bu kuruluşların en büyük özelliği
İmparatorluk içerisindeki gayrimüslim topluluklann içinden çıkmasıdır. Bu
yüzden İttihat ve Terakki’nin öne çıkan siyasi yüzünün gerisinde, toplum
değiştirme, kültürel dönüşüm planları göz ardı edilmektedir. Özellikle iktidan
elde ettikten sonra ciddi bir şekilde toplum mühendisliğine soyunmuştur. Örgüt,
dönüşümü gerçekleştirebilmek için iki unsuru çok dikkatli kullanmıştır.
Bunlardan birisi; kulüp ve ocaklann denetiminde elinin uzandığı her yerde
eğitim kurumlannı açarak kendi zihniyetinde, tabanını oluşturacak insan
unsurunu yetiştirmek üzere okullar açması, açılmış olan okulları ele
geçirmesidir.1 Eğiti™ yaygın-örgün her türü ve kademesi ele
alınmaya çalışılmıştır. İkinci önemli araç ise, basındır. Örgüt, yurt
dışı-yurt içinde, örgütlendiği, kulüp-ocak-okul açtığı her yerde merkezi yayın
organlarının dışında, yerel basınını da kurup toplumu şekillendirme, zihin
yönlendirme işini ihmal etmemiştir. Dergiler, gazeteler, kitap ve broşürler
yayınlanarak, kitleyi etki
altında tutma, kendi doğrultusunda
hareket eder hale getirme çalışmasını sürdürmüştür. Bunun pratiğini iktidara
gelmeden önce defalarca yapıp iktidan bu çalışmalarının büyük etkisi ile ele
geçirmiştir.
Eğitim çalışmalarından uzun vadede
sonuç almayı düşünen örgüt, basın ile kısa vadede sonuç almayı tasarlamıştır.
Onun için basın alanındaki bağlantılarının aydınlatılması, eylemlerinin, amaç
ve yöntemlerinin açıklanması açısından da vazgeçilmez bir zorunluluktur.
İttihatçıların kurduğu ve etkin olduğu eğitim kurumlan ve kulüplere önceki
bölümlerde değinilmişti. Ancak basın önceki bölümlerdeki diğer ilintili konuların
dışında ayn bölüm olarak incelenmeyi zorunlu kılmaktadır.
Bunun için, İttihat ve Terakki
hakkında yazılıp-basılmış hatırat, telif eserler yanında Başbakanlık Osmanlı
Arşivi belgeleri önemi kaynaklardır. Konu ve dönemle ilgili asıl kaynak,
bizzat basın koleksiyonlandır. Bunlarda da doğrudan merkezi temsil eden
gazetelerin, yanı sıra İttihat ve Terakki karşıtı basını karşılıklı olarak ele
e alıp değerlendirmek gerekir.
Şunu önemle belirtmek gerekir ki;
basının gücü ilk olarak Genç Osmanlılar tarafindan keşfedilmişti. Daha önce
belirttiğimiz gibi içerde baskının artması sonucu Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali
Süavi gibi aydınlar yurt dışına kaçmış ve gazetelerini orada çıkarmışlardı.
Çünkü Genç Osmanlılara destek veren Mustafa Fazıl Paşa onları çağınp destek
vermişti. Bu deneyimleri incelemeden İttihat ve Terakki’nin basın politikası
anlaşılamaz.
A-GENÇ OSMANLILARIN YURDIŞINDA GAZETECİLİK SERÜVENİ
Tanzimatla birlikte Gazete ve dergi
sayısı artınca bunu düzenleyen nizamname de hemen ardından 1864 yılında Matbuat
Nizamnamesi olarak uygulamaya konur ve ilk ola-
rakl 866 tarihinde mecmua-i havadis
adlı gazete kapatılır. Artık Basının durumu ve alınacak tavır belli olmuştur.
* Muhbir yurt dışında
yayınlanan ilk Türk gazetesidir. Sahibi Filip Efendi’dir. Yayınlayan Ali
Süavi’dir, yayın yeri İngiltere’dir. İngiltere’de yayınlanmasının sebebini
Ebüzziya Tev- fik şöyle anlatıyor. “Gazetenin Londra’da yayınlanmasına karar
verilmişti. Çünkü Fransa ’da basın ağır cezalan öngören bir kanuna tâbi olduğu
gibi, gerekirse gazetelere kanun dışı muamele ediliyordu. Hele bir yabancı
tarafindan çıkan- lacak gazete, o yabancının mensup olduğu sefaretin, şikâyetine
de kurban edilebilirdi.
Daha sonra genç Osmanlılar Muhbir
ile yollannı ayırarak 29 Haziran 1868’de Hürriyet gazetesini yayınlamaya
başladılar.
İlk 63 sayıyı Namık Kemal ve Ziya
Paşa birlikte yayınladılar Ali Süavi sadece yazı yazıyordu.
İlk sayıdaki makalede, Yeni
Osmanlılann eşitlikten yana olduklan, buna da “Meşrevet usulü ”nün
uygulanmasıyla ulaşılacağı açıkça belirtilmektedir.
Ali Süavi’nin 20 Ocak 1869’da çıkan
bir yazısı “Ali Paşa ’nın öldürülmesini teşvik edici ” sayıldığı için
İngiliz adliye- si, gazetenin yöneticilerine kovuşturma açtırdı. Bunun üzerine
Ziya Paşa İsviçre’ye kaçtı ve 3 Nisan 1870’te Hürriyet 89’uncu sayıdan
başlayarak Cenevre’de çıkarmaya başladı. Gazete burada ancak 11 sayı çıkabildi
ve 100’üncü sayı çıktıktan sonra gazete kapandı? Daha sonra Ali Süavi Paris’te
Ulûm adlı bir dergi (1869) çıkardı. Alman-Fransız savaşı çıkınca Lyon’a
geçip gazetesini Muvakkaten adıyla yayınlamaya başladı. Bunların
dışında Hüseyin Vasfi Paşa Mehmet Bey Cenevre’de 1870 yılında İnkılâp
gazetesini çıkardı.
Yeni Osmanlılar arasındaki görüş
aynlıklannı da yayınladıkları gazeteler yoluyla gündeme getiriyorlardı.
2.Abdülhamit Meclis-i Mebusan’ı
dağıttıktan sonra Genç Osmanlılann yurt dışında gazetelerinin çıkmaya başladığı
görülür. Hayal (Paris 1878; Londra 1879), İstikbal Cenevre, 1889,
Gencinei Hayal (Hayal hâzinesi Paris 1881)
II.Abdülhamit’in otuzüç yıllık
iktidarı süresince Tercü- man-Hakikat, Ruzname-i Ceride-i Havadis, Vakit
ve Saadet gibi saraydan “tahsisat” alan ve suya sabuna dokunmayan
birkaç gazete yurt içinde yayınlanabiliyordu.
Fakat bu ikinci dönem diyeceğimiz
yurtdışında gazetecilik İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasından sonra
başlar. Bu dönemde İTC tarafindan 13 yabancı ülkede gazete çıkartılmıştır
İngiltere, Fransa, Avusturya, İsviçre, Belçika, Bulgaristan, Romanya, İtalya,
Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Amerika ve Brezilya. Bu gazetelerin çoğu Türkçe,
bazıları Fransızca, Arapça, Almanca ve Ibranice’dir.4
ikinci dönem hemen gazete ile
başlanmamıştır. Kendi yakın çevresini etkilemek ve bilgilendirmek için önce
beyanname çıkanlmış ve politikasını ve düşüncelerini ilan etmiştir. B-İLK
BEYANATTAN ÇIKAN BASIN GÜCÜ
Jön Türkler basın yoluyla fikirlerini
ulaştırmak amacıyla basını yoğun bir şekilde kullanmıştı. Her şeyden önce demokratik
bir rejimi öngörüyorlardı. Ancak çok sayıdaki Jön Türk yayını farklı ıslahat
programı öneriyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu farklılığı ortak bir
beyanname ve nizamname ile gidermeye çalıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
bilinen ilk risâle beyannamesi 1895’te çoğaltılıp dağıtılmış, “Vatan
Tehlikede” başhğy- nı taşıyan ilk beyanname, 30 Eylül 1895 günü ortaya
çıkan Ermeni İsyanı üzerine İbrahim Temo ve arkadaşlan tarafindan hazırlanıp,
çoğaltılarak, dağıtılmıştır. Cemiyetin temel görüşlerini yansıtan risalenin
adı, Fransız İhtilâli parolaların-
dan birinin çevirisidir (La Patrie
est en danger). Basınla ilgili olarak, matbuat serbestliği, olan-bitenlerin
açıkça yazılması ve tartışılması, savunulur: "Bizde matbuat kanun
dairesinde bile serbest olmadığından ecnebi memleketlerinde olup biten vukuat
şöyle dursun kendi memleketimizin halinden bile haberdar olamıyoruz. İstanbul
’da dört-beş hafta evvel gözümüzün önünde vuku bulan kıtâlden bile
bahsetmediler. Vukuatı Avrupa gazetelerinde yalan yanlış okuyoruz. ’ ’5
İT Nizamnamesinde bu yoldan çıkarak
basın yolu ile mücadele ön plana çıkarılmıştır. Cemiyetin, 1897’de Mısır’da
bastırılan 39 maddelik Nizâmnâmesinin 18. ve 21.maddeleri basın politikası ile
ilgilidir. İşte bu Nizâmnâmeye konan basınla ilgili maddeler, partinin
başlangıçtan itibaren basın politikasını ortaya koyacaktır. Buna göre,
özellikle partinin bir gazetesi bulunacak ve duyurular: "Cemiyet’in
gazetesi vasıtasıyla ilân-ı keyfiyet edilecektir ’’. (md. 18)
Cemiyet, Avrupa ve Osmanlı kamuoyu üzerinde
faydalı sonuçlar geliştirecek, yayınlar yapacak, kalemi güçlü, bilim alanında
seçkin bireyleri tek tek veya beraberce görevlendirecektir. Bunlar yabancı
ülkelere giderek, cemiyetin fikirlerini yaymak üzere gazete ve benzeri yayınlar
çıkaracaklardır. Bu yayınlar, bütün üyelere duyurulacak, ülke içine sokularak
dağıtılması için gerekenler yapılacaktır. Aynı zamanda ülke içinde basın
hürriyetini elde edinceye kadar böyle gizlice gazete ve basılı evrak çıkarmayı
üstlenecektir.
Basın hürriyetini sağlamak üzere
çalışmaya, yurt dışı ve içinde yayınlar çıkarmaya kendini yükümlü addeden
İttihat ve Terakki Cemiyeti, üyelerini üç ana göreve davet etmektedir. Buna
göre cemiyet üyeleri, para, kalem veya bizzat hizmet etmeye mecburdur. Bunlann
dışında kalmak ise tehlikelidir. Madde şöyledir "Cemiyet efradı nakden,
kalemen, bedenen Cemiyet ’e hizmete mecbur olup, bu üç hizmetten birisini olsun
ifa etmeyip Cemiyet’i iğfal edenlere
ve Cemiyetin parasını dolandıranlara hain-i vatan muamelesi icra edilecektir.1,6
Burada yurtdışında gazete çıkarma,
yayınlanan gazetelerin yurt içinde dağıtım ve okunmasını temin, basın
hürriyetinin sağlanmasına kadar gizlice gazete vb. yayıncılık öngörülmektedir.
O kadar ki parti, bizzat fert veya gurup olarak, bilgi ve kalemi güçlü üyelerini
yabancı ülkelere gönderip, fikrinin yayılması için gazeteler çıkartacak,
onların parti şubeleri ve ülke içinde okunmasını sağlayacaktır.7
İttihat ve Terakki Cemiyeti gizli
yapılanmada tüzüğünü uygulamaya çalışmıştır. Yayın çıkarma yanında gençleri etkileme
yollanndan birisi, önemli okullara istenilen gazetelerin gizlice sokularak
okutulmasıdır. Harbiye’de öğrencilere yabancı gazete ve dergileri temin eden
Fransızca hocası Binbaşı Mahmut ile Mülazımı evvel Bursalı Muhittin’dir. Durum
haber alınınca, Binbaşı sorguya çekilerek, merkeze uzak bir adaya sürgün
gönderilir. Oradan da kaçarak Paris’te firarilere katılır. Fakat Harbiyeliler,
gazetesiz kalmaz. Yaldız’daki telgrafhanede çalışan, sonralan “Kara Kemal”
adıyla ünlenen İttihatçı Kemal Bey, çalıştığı postaneye gelen gazetelerin bir
kısmını gizlice dışarıya çıkararak talebelere verir.8
İttihat ve Terakki de, basının
yönlendirilmesi karan ikinci Paris Jön Tüık Kongresi’nde alınır. Üç ana
guruptan oluşan kongre, “zalim idareye karşı az çok kalemle hücumdan başka
eyleme geçme ” karan alır. "Baskı ve eylem ” karan doğrultusunda
“ne surette eyleme başlanacağı nasıl idare olunacağı ” hakkında aynca
bir talimatname hazırlanıp dış, iç şubelere gizlice gönderilmiştir. Buna göre
Manastır, Kosova, Selanik’teki askeri birliklerde girişimler başlatılır. “Gazetelerle,
broşürlerle, mektuplarla ” etraf harekete geçirilir.9
Cemiyet, “İttihat ve Terakki”
adını almadan önce gizli nizâmnâmeyi esas tutarak 1324/1908 yılında,
Meşrutiyet’in ilânı ardından 67 maddelik bir nizâmnâme bastırır. Karabe-
kir’in yayınladığı, "Osmanh
Terakki ve İttihat Cemiyeti Teşki- lât-ı Dâhiliye Nizâmnâmesi” adını
taşıyan bu tüzüğün 67. maddesi hasınla ilgilidir. Yayın organı olarak iki
gazeteyi anmaktadır “Cemiyetin vasıta-i neşr-i efkârı Türkçe ‘Şura-yı
Ümmet’, Fransızca ‘Meşveret’gazeteleridir. ”10
24 Temmuz 1908’de Abdülhamit Kanun-i
Esasi’yi yeniden yürürlüğe koyunca gazeteler coşkuya eşlik ettiler. Daha ilk
gün Hüseyin Cahid’in “makalesiyle ’’ Abdullah Zühtü’nün “Oh ”
başlıklı yazısı birleştirilerek ikdam’m başyazısı oluşturulmuştur. Bu
yazı İstanbul’da geniş yankılar uyandırmıştı.
İttihat ve Terakki’nin 1908 parti
tüzüğü, doğrudan “cemiyet gazeteleri ” tabirini defalarca kullanmıştır.
Adlar verilmese de tüzüğün basılmasından önce parti adına, parti adını taşıyan
gazetelerin yayınına başlanmış bulunmaktadır. Tüzük, sadece vilayet
merkezlerinde değil, sancak, kaza hatta nahiyelere kadar parti ve parti
kulüplerinin örgütlenmesi ile ilgili kuralları belirlemiştir. Bu arada
kulüplere verilen görevlerden birisi, cemiyet gazetelerine verilen önemi
artırmak ve onların yayılmasını sağlamaktır “Kulüpler cemiyet gazetelerinin
teshil-i revaç ve intişarına gayret edeceklerdir” (md.106). Yalnız kulübe
rast gele kitap ve gazete alınmayacak, bunun için “he- yet-i
umumiye"rûn oy çokluğu ile seçim yapılacaktır (Md.107). 109.Maddede,
kulübün bütün ihtiyaçlarının yöreden ve mümkün olduğunca yerli ürünlerden
sağlanması, bu konudaki çabadan da “cemiyet gazetelerinin haberdar"
edilmesi istenmektedir.11
Cemiyet üyelerinin, gazete ve
dergilerden faydalanmasını kolaylaştırmanın bir yolu da abone yönteminin
yaygınlaştı- nlmasıdır. Bunun için parti üyelerinden düzenli geliri olanlar
hemen abone yapılmıştır. Böylece üyeler, hem düzenli gazeteleri okuyacaklar
hem cemiyetin işleri takip edilmiş olacaktır. Onun için de üyelerden abone
bedelinin yansı veya üçte biri alınarak bir gelir sağlanmıştır. Nizamnamenin
144.maddesi,
gazete baskı sayısını artırma ve
yayılmasını sağlama açısından önemlidir: “Cemiyet gazetelerinin efrad-ı
cemiyet tarafindan muntazaman okunması ve neşriyat ve muamelât-ı cemiyetin
takip edilmesi mukteî görüldüğünden abone yazılmak isteyen efrada medar-ı
suhulet olmak üzere her gazetenin bir senelik abone bedelinin nısıf veya
sülüsân miktarıyla abone kaydolunacaktır. ” Tüzük, abone kolaylaştırma
işinden faydalanmak isteyen cemiyet üyelerinin, “mensup oldukları cemiyet
merkezi vasıtasıyla cemiyet gazetelerine abone” kaydedilmesini emreder.
Parti tüzüğü, cemiyet gazetelerinin
bir çeşit parti bülteni gibi kullanımını da öngörmektedir. Bu yol ile cemiyet
üyeleri parti tüzüğündeki değişiklikleri çok çabuk ve düzenli bir şekilde
öğrenmek zorunda kalacaklardır. 161 .Madde, öncekilere ilaveten partiden
çıkartı lıp-kovulan üyelerin, “cemiyetin resmî gazetesiyle ilân ve Âdem-i
ilânı ” hakkında merkez-i umumiyi yetkili kılmaktadır.12 Bu aynı
zamanda aynlan-kovulanlarla ilişkinin kesilmesi ya da tavır alınmasını
sağlayacağından parti yönetiminin tercihlerine hızla uyum sağlayacağı anlamına
gelmektedir. (Üyeler açısından parti politikasını takip hızının önemine atfen)
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli
ve açık olduğu dönemlerde Nizâmnâmesine konulan maddeler, basın politikasını
ortaya koymaktadır. Burada basın özgürlüğünü savunmuştur. Bu basın özgürlüğü
ilkelerini çalışmak ve gazete çıkarmak zorunda olduğu Avrupa basın
kanunlarından esinlenerek savunmuştur.25 Temmuz 1908 sabahı
gazeteler yıllardan beri ilk defe sansürsüz çıktı. Sansürün kaldınldığı 24
Temmuz günü Cumhuriyet’ten sonra “Basın Bayramı ” kabul edildi.
Bu doğrultuda 1909 basın kanunu
çıkanlmış, 1908’den itibaren yayın türü ve sayısı yönünden bir patlama yaşanmıştır.
Yalnız 1908’den sonra daha açık hale gelen cemiyetin basın politikası,
özellikle özgürlük konusunda aynı şekilde devam
etmemiştir. Abdülhamit yönetimi
devrilip parti zamanla devlete hâkim hale gelince, kendi dışındaki fikir ve
yayma göz açtırmaz hale gelmiştir. Abdülhamit dönemini aratan yasaklamalar
yaşanmıştır.
Kısa süren “Hürriyet, uhuvvet
(kardeşlik), müsavat (eşitlik)” havası ardından, getirilen yasaklar ve
sansür ortamı, kıyasıya eleştirilen önceki dönemleri aratır hale gelmiştir. Bu
durum; İttihat ve Terakki’nin devlet yönetimi ile yeni tanışması, savunulan
meşruti değerlerin yeterince hazmedileme- mesi, komitacı anlayışın terk
edilememesi gibi nedenlerle izah edilebilir. Onun için İttihat ve Terakki,
kendi aleyhine yaym yapan gazeteleri, gazetecileri baskı altına alarak basmı,
cemiyet yanlısı ve karşıtı olarak tasnif etmiştir.
C-İTTİHAT VE TERAKKİ VE BASIN YASAKLARI
İktidan ele geçiren İttihat ve
Terakki ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma yönünde çaba harcadı ve
sonunda “fiili bir tek parti rejimi ” kuruldu. Bunun sonuçlan ilk olarak
basın üzerinde görüldü.
lI.Meşrutiyetin ilanından sonra
kapatılan ilk gazete Hilal oldu. Hilal, Gazetesi cemiyet ve
meşrutiyet aleyhine yayın yaptığı gerekçesi ile toplatıldı, yayını durduruldu
ve matbaası kapatılarak sahibi hakkında yasal işlem yapıldı. 31 Mart Olayı’ndan
sonra, yurt içinde kapatılan, yurt dışından da girişi, dağıtanı yasaklanan
gazete sayısı artar. Mevlânâzade Rifat’m gazetesi Serbesti ve matbaası
kapatılıp, kendisi hakkında, on yıl sürgüne gönderme karan alındı. Yurt dışında
(Paris) yaym- lanıp yurda sokulduğu haber alınınca aynı gazetenin ülkeye girişi
yasaklandı. Ardından Fransa hükümeti ile görüşülerek aynı hükümetçe bir Fransız
matbaasmda baskısı engellendi. Osmanlı Hükümeti aleyhine yayın yaptığı
gerekçesiyle El- Müeyyed (Mısır), Beşeriyet (Paris), Hürriyet,
ikdam başyazan Ali Kemal’in Paris’te çıkardığı Yeni Yol, Şerif
Paşa’nm Türk- çe-Fransızca Meşrutiyet'i (Paris) gibi gazetelerin ülkeye
giri-
267 _____ İTTİHAT
VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN şini yasakladı.
Önceden İttihat ve Terakki üyesi ve milletvekili olduğu halde yollan aynlınca
önce tutuklanıp yargılanan ardından hayatı tehlikede olduğu bildirilen Rıza Nur
ülkeyi terk etmek zorunda kaldı (Birçok basın mensubu sokakta suikastçılar
tarafindan öldürüldü). Meşrutiyet düşüncesinde, muhalefetteki propaganda ile
devlete egemen olduktan sonra uygulamanın paralelliği yani samimiyet bir türlü
yakalanamamıştır. Bunlara basını yönlendirmek için para kullanımı da dahildir.
İttihatçı Cavit, 1910’da Maliye
Nazın’dır. Borç aramaktadır. Öncelikle borç alınmak istenilen ülke Fransa’dır.
Fakat bazı Fransız gazeteleri Cavit’in çabalanın baltalamaktadır. “Sonradan
Genç Türk hükümeti’’, “Fransız basınına caize (Rüşvet) dağıtma yolunu ”
tutar. Le Temps başyazan, sonradan başbakan olan M.Andre Tardieu, “Türkparasının
tadını ” bilmektedir. Hüseyin Cahit’e göre; “Türk, tezini tutmak için için
Matin veLe Temps, para istemişlerdir”. “Basınımız Fransa ’yı 'fikrî vatan ’
sakarken, Fransız kültürüne biz bu kadar bağlıyken, Fransız diplomasisi ile
mâliyesinin ” düşmanca hareketleri arayışa sürükler. Meşrutiyetin ilk
günlerinde Marseil- laise nağmeleriyle ortalığı çınlatan, “İngilizlerin
Anglo-Sak- son ırkının üstünlüğüne inanan Genç Türkler”, Abdülhamit
dönemindeki Almanya’ya şaşkınlıkla dönerler.14
İttihat ve Terakki’nin basın
üzerindeki etkisi, sadece iktidar olduğu dönemlere has, yandaş olmayanlan
dışlama tarzında değildir. İllegal olduğu sıralardan itibaren basının gücünü sürekli
kullanmayı denemiştir. Onun için abartısız “partizan gazeteciliğin”
ülkemizde geliştiricisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir denilebilir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
yayını olarak çıkan birçok gazete vardır.
İttihat ve Terakki, ülkeye-hükümete
hâkim bir parti olarak gerçek yüzünü Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın bir
suikast sonucu öldürülmesi (3 Haziran 1913) ile ortaya koyar. Bütün
despotik yönetim anlayışına sahip
fırsatçıların davrandığı gibi davranır. Silahlı saldınnın suçluları, yakalanıp
cezalandırılır. Ama bu vçsile ile hükümet daha ileri gider, ne kadar muhalif
varsa toplar. Basın ve siyasetteki aykın seslerin susturulma zamanıdır.
Muhaliflerden ele geçirilenlerden yüzlercesi, bir gemiye doldurularak Sinop’a
sürülür. Böylece basın özgülüğü tersine dönmüştür. İstanbul’daki günlük gazete
sayısı 9’dan 6’ya, mizah gazete ve dergileri de 7’den 4’e düşer. Yalnız
haftalık dergiler 9’dan 1 l’e, bilimsel dergiler 3’ten 7’ye, çocuk gazete ve
delgileri ll’e, kadın dergileri 3’e çıkmıştır. İktidan savunan, sözcü
durumundaki yayınlar güçlü konumlarını korumuşlardır. Bunlann başında Tanin
ile Yeni Mecmua adlı dergi bulunmaktadır.
Mütareke dönemine doğru, İttihat ve
Terakki Cemiyeti ile irtibatlı bir yayın örneğini Celâl Bayar anlatır. İttihat
ve Terakki’nin ileri gelenlerinden Dr. Nazım, 1918 yılı yazında İzmir’e gelir.
Bayar, İzmir Valisi Rahmi Bey’le birlikte Halka Doğru Cemiyeti’™ kurmaya
karar verirler. Bunun için 20.000 lira toplamp bankaya yatınlır. Yeni cemiyetin
mutemet ve sandık emini Halep Valisi Tevfık Bey, Umumî Kâtibi Ba- yar’dır. Halka
Doğru adıyla bir dergi çıkarırlar. Müdürü de Bayar’dır. İzmir vilâyetindeki
okul ve öğretmenlere bedava dağıtılan dergi, ancak sekiz sayı çıkanlabilir. 30
Mart 1919’da, bu süreli yayın, Türk Ocağı gibi, İttihat ve Terakki ile
irtibatlı görülerek kapatılır. Cemiyetin paralan da zorla alınarak Öksüzler
Yurdu’na verilir.15
İttihat ve Terakki Cemiyeti aynı
zamanda bir gazeteci örgütüdür. Cemiyetin içinde basın mensuplannın özel bir
yeri bulunmaktadır. Bunlar içinde, gazeteci, gazete sahibi olarak; baştan
itibaren gizli örgüt bünyesinde kurucu, şube başkanı, üye sıfatıyla gazeteciler
vardır. Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, İbrahim Temo, Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit
(Yalçın), Mizancı Murat bunlardan bazılandır. Basın mensuplarının ahlâkî
tutarlılıklan, düşünce yapılan, onların çıkardıklan yayın or-
________ İTTİHAT
VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN ganlannı
şekillendirmiştir. Bu aynı zamanda îttihat ve Terakki Cemiyeti’nin uyguladığı
politikalara yansımıştır. Bunun izlerini günümüz bazı basın organlarında ve
gazetecilerde görmek mümkündür. Asıl yapması gereken gazetecilik yerine toplum
mühendisliğine soyunan gazetecilerin askeri ve sivil cuntaların içinde faal bir
şekilde yer aldığını yakın tarihimizde defalarca gördük, okuduk ya da tanık
olduk. Fikri yöneliş itibariyle İslâmcılıktan, Batıcılık ve Türkçülüğe kadar
değişik renk ve tonlan, azınlıklardan değişik gizli örgüt mensuplarını içinde
bulmak mümkündür. Fakat İttihat ve Terakki’nin baskın karakteri, Batıcılık
tonlan halinde belirir. “İttihad-ı Anasım ” Tanzimat Batıcılan, kabahati
toplum yapımızda bulduğu için burada Anglosakson toplum yapısını geliştirmek
isteyen P.Sabahattin ve çevresi gibi düşünenler, Pozitivistler. Poziti- vist
ekip yurt içinde; Servet-i Fünun, Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaîye
etrafinda toplanmışlardır. “Pozitivizm, İttihat ve Terakki hareketinin temel
dünya görüşü olmuş ve bu durum daha sonra CHP ’de devam etmiştir. Özellikle tek
parti döneminde bu renk devlet politikası olmuştur. ” Yalnız sonraki
devamı ile öncesinin bir farkı vardır “Ahmet Rıza, açık ve seçik olarak
pozitivizme ‘intisap etmiş ’, fakat diğer İttihatçılar, bilinçli olarak olmasa
da, bunu temel dünya görüşü edinmişlerdir. ”16 Pozitivizmin
etkisinde kalan fikir adamlan- nın tamama yakını İttihat ve Terakki irtibatını,
yönelişini ortaya koymaktadır. Bunlar pozitivizmle ilgili önemli bir araştırmada
şöyle belirlenmiştir: Beşir Fuad (ö. 1887), Ahmet Rıza (1859-1930), Salih Zeki
(1862-1921), Rıza Tevfik (18681949), Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1957), Ahmet
Şuayb (1876-1910), Ziya Gökalp (1876-1924).17
D-İTTTtHAT VE TERAKKİ BASININA PRENS SABAHATTİN ETKİSİ
Prens Sabahattin, İttihatçı basın ve
son dönem çalışmalarında etkin bir isimdir. Onun için Avrupa’daki bazı
faaliyetleri ile alınması daha doğrudur. Buradaki faaliyetleri ve yazdıklar
bir dönem İttihat ve Terakki’nin
belirleyici politikaları olmuştur.
Prens Sabahattin, 4 Şubat 1902’de
Paris’te "muhtelif anasırdan mürekkep”, "Osmanlı Hürriyetperveran
Kongresi”™ (Birinci Jön Türk Kongresi) toplar. Kongrede, başkanlığa
seçilir, ikinci başkan Rum milletvekillerinden Sataş Efendi ile Ermeni
milletvekillerinden Sisyan Efendi’dir. Zabıt Kâtipleri Ali Fahri ile Adosidis
Efendi, kongre dili Türkçe ve Fransız- cadır.18. Sonradan üstünde
tartışılan konuşmasında Prens Sabahattin, ülkedeki bütün kötülüklerin kaynağı
olarak Abdülhamit yönetimini gösterir: "Yirmi beş seneden beridir
zîr-i hakimiyetinde yaşadığımız ve memleketimizde irtikâb olunan bilcümle
seyyiatın menşe-i yegânesi ve bütün âlem-i insaniyetin mûcib-i infial ve
neftini bulunan idare-i müstebide-i hâzıra ” dır. Onun için Osmanlı
toplumunu oluşturan her türlü kavim ve cinsten insanlar birleşmelidir. Kanun-i
Esasi, mutlaka yürürlüğe konmalıdır. Devletlerarası anlaşmalar, özellikle
Berlin Anlaşması’nın Türkiye’nin iç işlerine ait maddelerinin bütün
vilâyetlerce uygulanması konusunda kesin karar sahibiyiz. Bu dört esas nasıl
uygulanacaktır? Prens bunun yolunu bulmuştur: Çağın fikir öncüsü olan Batı’nın
iç işlerimize müdahale etmesini sağlamak. Prens bunu şöyle ifade eder: "Asr-ı
hazır cereyan-ı fikrisinin pişdarı olan Garbın umûr-ı dâhiliyemize müdahalesi
bir emr-i tabiidir. ”19
Müdahale yadırganmamalıdır. Çünkü
Batı, zaranmıza olarak içişlerimize defalarca müdahale etmiştir. Bu
müdahaleler devam etmektedir. O zaman lehimize müdahaleyi niçin istemeyelim: "Umur-ı
dâhiliyemize birçok müdahaleler olduğu ve olmakta devam ettiği halde niçin bu
müdahalelerin lehimize tahavvülünü istemeyelim. Niçin Avrupa ’ya karşı bizim
böyle idareye müstahak olmadığımızı bildirmeyelim ?” 1902,1907 Jön Türk
Kongrelerini toplayan Prens Sabahattin, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet
Cemiyeti’ni de kurmuştur.
Prens Sabahattin, Nisan 19O6’da Terakki
dergisini çıkartır. Bu derginin ilk sayısında, yazı kurulu (Heyet-i Tahririye)
imzasıyla yayınlanan yazıda derginin cemiyet adına çıkanldı- ğı ve dört ana
hedefin güdüldüğü belirtilmiştir. Bunlar:
1 .Kişisel
hürriyet ve toplum saadeti öğreten sosyal bilimlerin vatandaşlar arasında
okunmasını sağlamak, bu konudaki önemli yayınların çevirisini yapmak.
2.Çeşitli Osmanlı
halkları arasındaki anlaşmazlığı anlaşmaya (itilâfa) çevirmek. 3.Medeni
ülkelerde, Osmanh haklarının savunulması ve Türklük lehine fikri akımlar
meydana getirmek.
4.Memleketin para ihtiyacını sağlamak
üzere muazzam bir teşkilatı oluşturmak.21
Prens Sabahattin’in çok sonra 26
Teşrinisani 324 (Aralık 1908) tarihli Tanın gazetesinde "İntihabat
Entrikaları” başlıklı yazısı yayınlanır. Buna göre sekiz yıllık bir uzun
çalışma ile kurduğu Teşebbüs-i Şahsi, Meşrutiyet, Adem-i Merkeziyet
Cemiyeti, Anadolu’nun birçok yerinde hizmet vermiştir. Meş- rutiyet’in
ilarundan sonra ise "tefrikaya mahal vermemek" için İttihat ve
Terakki Cemiyeti ile birleşmiştir. Bu 1908 dev- rimine doğru olan yolda önemli
bir birleşmeydi. Bunu bütün gazeteler yazmıştır.
Bu birleşim haberini, Prens şöyle
tamamlar: "O zamandan beri de hiçbir firka-i siyasiye teşkiline
teşebbüs etmedim "i2 Birlik vc bütünlüğün önemine,
ilerlemeye dikkat çeken bu uzun yazı, Hüseyin Cahit’in takdim yazısı ardından
yayınlansa da içinde Hüseyin Cahit’ten şikâyet bulunmaktadır. "Hüseyin
Cahit Bey bize iftiralar firlatmaktan bir zevk-ı mahsus duyuyorsa buna
teessüften başka bir diyeceğimiz olamaz.1,23
İttihatçı basın yurt içi
faaliyetlerinde daha çok birbirini takip ederek ve jurnalcilikle
suçlamışlardır. (Bilindiği gibi jurnalcilik hem gazetecilik hem de ajanlık
anlamında kullanılmaktadır.)
Aralarında, Jön Türk romanı da dâhil
iki yüze yakm eser yazan Ahmet Mithat Efendi’yi (1844-1912), Hüseyin Cahit; Edebiyat
Anılan'rufa jurnalci olarak anmaktadır “Ahmet Mithat Efendi ’nin Mithat
Paşa olaylannda Saraya hizmet ettiğini, Mithat Paşa ’ya karşı bir tutum
aldığını bilmek, bizi kendisinden büsbütün ayırmıştı. Mithat Paşayı kötülemiş,
Üss-i Inhlâb ’ı yazmış Ahmet Mithat Efendi, bütün yararlanna karşın, bu yüzden
bize göre pek kabahatliydi. ” 4 Bu ve benzeri yazılan diğer
ittihatçı yayınlarda bulmak mümkündü. İttihat ve Terakki’nin basın mücadelesi
diğer yandan bir kalem savaşıydı. Gazeteci olan ittihatçılar aynı zamanda usta
birer kalemşor idi. Bu alışkanlık günümüz gazetecilerine yansımıştır.
Benzeri bir jurnal durumu, Servet-i
Fünun'da çalışırken Tevfik Fikret, Mehmet Rauf vb. ile birlikte
hazırladıklan Yeni Mecmua adlı edebiyat dergisi sırasında olur.
Hazırlıklan biten dergi, çıkmadan tatil edilmiştir. Sebep, saraydan gelen bir
buyruktur. Buyruğun gerisinde ise; aleyhte verilen bir jurnal bulunmaktadır.
Onlar jurnalci bildikleri Musavver Malûmat gazetesinin sahibi, Baba
Tahir’den şüphelenmektedirler. Mehmet Rauf, sonra jurnalciyi öğrenir. Adı
söylenince, “hayretler içinde kalacaktan" içlerinden birisidir.
Yalnız 1935’lerde yaşayan ve “saygı gören ” bu Jön Türk’ün adını,
Hüseyin Cahit vermez.25
Ahlâkî zaafa, Jön Türklerin meslekî
yapıları da eklenir. Batıya öğrenci olarak gönderilen Jön Tüıklerden hemen hemen
hiç biri, eğitimini gördüğü konuda milletine hizmet vermez. Diyelim ki Osman
Hamdi Bey (1842-1910), Paris’te 12 yıl hukuk okumuştur. Döndüğünde, müzecilik
ve ressamlık
yapmış, bu alanlarda eser vermiştir.
Ahmet Rıza, Paris’te ziraat eğitimi görmüştür. Tarımla hiç meşgul olmaz, pozitivizm
ve politikayla uğraşmak bütün hayatını doldurmuştur. Bunda yurtdışına
gönderilen İttihatçıların ya önemli bir Os- manh bürokratının yakını olması ya
da varlıklı kişilerden mali yardım almasıdır. Özellikle Mısır Hidivi Mustafa
Fazıl Paşa uzun süre Avrupa’daki İttihatçılara para yardımı yapmıştır.
İttihat ve Terakki, gizli bir siyasi
örgüt olarak kurulduğu için çalışmaları, yayın faaliyetleri de ülke içinde
yasal olmayan yollardan gerçekleştirilmiştir. Normalde İttihatçı basın
denilince 1908 Temmuz’undan yani II.Meşrutiyet’in ilânından sonraki basının
söz konusu edilmesi gerekmektedir. Fakat 1908 öncesi faaliyetler olmadan, 1908
sonrası gelişmelerin sağlanması mümkün değildir. Meşrutiyet’in ilânı başta
olmak üzere, parti mensubu asker, bürokrat, yazar, siyasetçi, eğitimci
kadrolann yetiştiği zeminin göz ardı edilmesi doğru değildir. Onun için
cemiyetin kurulduğu tarihten itibaren, cemiyet adına çıkartılan yayınların ele
alınıp değerlendirilmesi gerekir. Bir başka deyişle 1895 ile 1908 arası yapılan
yayın faaliyetleri, İttihatçı basının temelidir. Tamamı da yurt dışında yaym-
lanmıştır. Burada Jön Türklerin hazırlayıcısı durumunda olan Genç
Osmanlılar/I.Jön Türkler (1865 ve sonrası) ile yayın faaliyetleri, öncü
rollerine rağmen daha önceki döneme aittir. Aradaki çok yönlü benzerlik, fikri
doku, yayın faaliyetlerinin karşılaştırması daha geniş bir çalışmayı
gerektirmektedir.
İttihatçı basını anlama için birkaç
somya cevap verilmelidir,
1-Jön Türklerde fikri yapı nedir,
neleri istiyor, neleri savunuyorlardı? Savundukları fikirlerin kaynaklan
nelerdi? Örnek aldıklan ülke basını var mı?
2-Fikirde, düşüncede derinlikleri ne
idi? Neyi nasıl anlayıp tanımlıyorlardı? Fikri kaynaklan kimlerdi, kendi fikir
adamla- n var mı? ■
-Jön Türkler, günlük siyasi takıntı
yönünden uç noktadaydılar. Padişah düşmanlığı ile dolmuş bir kafa yapısına
sahiptirler. Özellikle Batı’ya gidenler oradaki özgürlükleri görünce bunu daha
şiddetle dile getirmeye başlamışlardı. Padişah düşmanlığı her şeyin önüne
geçmişti. O kadar ki nefret ettikleri Padişah perişan olmasınlar diye onlara
gizliden yardım ediyordu. Fikri derinlik aramak boşunaydı, çok iyi yabancı dil
bilmediklerinden yeni fikirleri risalelerden öğreniyor ve uygulamaya
çalışıyorlardı. İmparatorluk içerisinde gerçekleşen olaylara yaklaşımı
yüzeyseldi; Fransızca bilenler yenilikleri risalelerden öğrenip çevresine
aktarıyor ya da gazete köşelerinde yazıyordu. Gazetelerde yazılan eleştiri
yazılarında düşünsel fakirlikleri hemen kendini ele veriyordu;
1-Hepimiz Osmanlıyız; Abdülhamit
zulmetmese Hıristiyan tebaamız çok iyi vatandaş olurlar.
2-Ermeni katliamını icra eden yalnız
Yıldız Sarayı’dır, Ermeni meselesi Abdülhamit’le Ermenilik arasında bir mücadeledir.
3-Makedonya meselesi, yine
Abdülhamit’in eseridir, Ka- nun-ı Esasi ilân edilse, o da zâil olur.
4-Yunan Harbi’nde galip geldiğimiz
halde, üste Girit’i verdik; Abdülhamit’in cinayetidir.
5-İngiltere Akabe’yi aldı,
Abdülhamit’in idaresi yüzün- dendir. 1877’den beri ne kaybettikse hep onun
belâsıdır. İngiltere hayırhâhımızdır (iyilikseverdir iyiliğimizi isteyendir).
6-Tüıkiye’de aydınlar Kanun-ı Esasi
taraftandır. İstanbul da hür bir idare istiyor, hürriyeti ilân edersek ve
İngiltere ile dost olursak vatanımız kurtulur, bütün Osmanlı tebaası kardeş ve
kanun nazarında müsavi (eşit) olmalıdır.
7-“Abdülhamit mecnundur (deli),
Halife olamaz; Abdülhamit’in Osmanh Hânedânından olduğu şüphelidir, belki bir 27
Ermeni sulbündendir".
Jön Türklerdeki amansız Abdülhamit
düşmanlığı, onlan zaman zaman devletin can düşmanı olan ülkelerle işbirliğine
sürüklemiştir. Bunun emarelerini basın organlan ve temsilcilerinin
yazdıklarında bulabiliriz
Bunun en çarpıcı örneği ikinci dönem
Jön Tüık basınının öncüsü Ali Şefkati’dir denilebilir. Darbeci İskalyeri-Aziz
Bey Komitesi üyesi olan Şefkati’de Abdülhamit husumeti, Sultan Murat taraftarlığı,
darbe düşüncesi ile birleşmiştir. Darbe teşebbüsü başarısız olunca İtalya’ya
kaçar. Orada İstikbâl gazetesini yayınlar.28 İstiklâl'e,
Londra’da çıkarılan Hayal, Hürriyet gazeteleri eşlik etmektedir. Bu
gazeteler, İstanbul’daki Kuleli Askerî Tıbbiye İdadisi öğrencilerine, İran
Şahına bir suikast düzenleyerek öldüren, o sıralar İstanbul’da bulunan Babi
inanıştaki (Iranlı Seyyid Ali Muhammed 1819-1850, yanlısı) Kitapçı Acem Rıza
tarafindan, Temo ve arkadaşlarına tezgâh altından temin edilmektedir. Şahın
suikastla öldürülmesi, İttihatçılar tarafindan, “Türkiye halkını heyecan ve
harekete getirmek için ’’ büyütülen bir “tahrik ve teşvik” konusu
yapılır. Bildiri bastınlarak dağıtılır. Temo’nun bildirisinin başına konan
beytin ikinci satın: “Deh! Diye diye gitti cennetine Şah-ı Acem ” satın
da bulunmaktadır. Temo, destelerle gönderilen basılı evrakı, “Galata ’daki
Fransız ve İtalyan posta hanelerinden ecnebi kavasları vasıtasıyla aldırarak
tanıdıklara, cemiyete mensup olanlara ” dağıttınr.29
Yurt dışındaki İttihatçı basının en
önemli desteklerinden birisi, İngiltere’nin himayesinde ama Osmanlıya bağlı
Mısır Hidivi’dir. İbrahim Temo’nun yayınladığı mektuplara yansıdığı kadanyla,
Mısır Hidivi İttihatçı gazetecileri parasal yönden desteklemektedir. Ancak
İttihatçılar sadece parasal destekle yetinmemektedirler. Bu durumu, Mizancı
Murat’ın Pa-
ris’e gelen Hidiv’i ziyaret etmek
istemesi ortaya çıkarmıştır. Prensip gereği, Jön Türklerle yurt dışında
görüşmek istemeyen Hidiv’e sert bir mektup yazan Mizancı Murat; bundan böyle “verdiğiniz
parayı da istemem ” der. Murat o sıra Figa- ro'ya yazdığı bir
yazıda, Türkiye’ye yabancı müdahalesini istemiş, Ahmet Rıza da Meşveret’te, “Ben
Müslüman değilim, doğru bir adamım ” diye yazmıştır. Bu iki olayı da öğrenen
Ilidiv, “Ben bu cemiyete mahza Islâm oldukları için muavenet ediyorum,
bunların en büyükleri, birisi İslâm değilim, diğeri devleti ecnebilerin
himayesi altına sokmak istiyor, lânet olsun bunlara ” tepkisini verir.30
Jön Türk basınının çıktığı yerlerden bazılan;
Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Kıbrıs, Mısır gibi eski Osmanh ülkeleridir.
İşgal yönetimleri, Osmanlı Devleti ile mücadele eden Jön Türklere, gazete
çıkarma, barınma, dağıtım imkânlan tanıyarak, onlan desteklemeyi uygun
bulmuşlardır. Gerek Osmanlıya bağlı gerek eskiden bağlı olan yönetimler yeni
gelişmelerden yaralanmak için İttihatçıların yüzeyselliğinden oldukça
yaralanmışlardı. Bu dönemi kendi yeteneği ile kazanca çevirmeye çalışanlar da
olmuştur. Bu ihbar ya da iftira olduğu gibi şantaj yoluyla da olmuştur.
Gazetecilik yaparak şantaj yapıldığını yine bu dönemde görebiliriz.
Bazı gazeteler yönetimden para
koparmak ve ayrıcalıklar kapmak için çıkanldı. Bunların en iyi örneği Ezan
ve Kânûn-ı Esâsı İdi.
Ezan Gazetesi ve Kânûn-ı Esâsî
Gazetesi
Osmanh yönetiminden para sızdırmak
için yayınlanıp bu amaca ulaştıktan sonra yayınma son vermiştir. II. Abdülhamit
rejimine muhalefet eden Jön Türk hasırımda dinî zeminde muhalefet yapanlar da
bulunup, 100'e yalan Jön Türk gazete ve dergisi içinde özellikle 1896'da Tunalı
Hilmi tarafindan Cenevre’de çıkanlan Ezan ve 1897'de Kahire’de Hoca
Muhyiddin imzasıyla yaymlanan Kânûn-ı Esâsî dikkati çek-
mektedir. Ezan ferdî ve çok
kısa sürmüş bir yayın olup, özellikle Kânûn-ı Esâsı organize, uzun
soluklu ve ulemadan kalemi güçlü kimselerce çıkarılmış bir gazetedir. Bu
gazete Jön Türk basınında dinî zeminde yapılan muhalefetin karakteristiğini
tek başına verir niteliktedir. Bu gazetelerin İTC tarafindan itibar görmediği
belirtilmelidir.
Bu şantajcı gazeteler bazen
mektuplara konu oluyordu; "Parasız kalan ya da fazla paraya ihtiyacı
olan bir gazete çıkarıyor, biraz bağırıyor, beş on mangır alarak bir tarafa
çekiliyor. Bununla milliyeti berbad ediyor, Cemiyetin (İT) namusunu
lekeliyorlar. Yeni gazete gördüğümüz zaman, ‘Adam bu da para için çıkıyor,
yarın beş on para aldığı gibi susar ’, diye söylenmeye başladı. ”31
İttihatçı basınının en etkililerinin
çıktığı yerler, Fransa, İn- gilteıe, Avusturya, İtalya, İsviçre, Belçika gibi
Avrupa ülkeleridir. Ayrıca Brezilya ve Amerika’da da basın faaliyetleri azda
olsa vardır. En çarpıcı olan ise Almanya’dır. Avrupa ülkeleri içinde, Almanya
yer almamaktadır. Bu durum, muhalif basının yeşerdiği zeminlerle; o ülke
yönetimlerinin, Osmanlı politikaları arasındaki bağı düşündürmektedir.
n.Abdülhamit yönetiminin Almanya ile yakın ilişkileri gariptir, İttihat ve
Terakki devrinde ortaklığa dönüşmüştür. Ama o yakın ilişki, iktidarda iken
İngiltere ve Fransa ile temin edilememiştir. Onun için bu ülkeler, Jön Türk
basınının, sadece çıkma fırsatını bulduğu yerler olmamışlardır. İttihatçı
basını, posta yönetimleri aracılığı ile yasaklandığı Osmanlı topraklarına
sokan- okunmasını temin eden, muhalif yazar ve partizanları koruyan devletler
olmuştur.
İttihatçı özelliği çok önde olan
gazetelerden; Meşveret, Mizan, Osmanlı, İntikam, İçtihad gibi gazeteler
detaylı ele alınırsa durum daha iyi kavranır.
G-İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ’NİN
GAZETELERİ
Meşveret kelime anlamı
olarak; Danışma, uzmanlara danışıp istişarede bulunmadır. Böyle bir hareket
biçimi İslam’da sünnet haline getirilmiş ve kur’an "Onların işleri
aralarında danışma suretiyledir..." buyurulmuştur. Demokrasilerin temelinde
de danışma kurulu, kurumu ve kurah mevcuttur. Ahmet Rıza tarafından, 3 Aralık
1895 tarihinde Paris’te çıkartılmıştır. Türkçe ve Fransızca ilaveleriyle
birlikte on beş günde bir basılan gazete, İttihat ve Terakki’nin yayın
organıdır. Dört sayfadır ve içinde Türkiye’deki baskı yönetimini anlatan
haberler ve incelemeler vardır.32 Türkiye’ye, Galata Fransız
Postahanesi aracılığı ile sokulmuş, aynı vasıta ile haberleşme temin
edilmiştir. Hüseyin Cahit’e göre; "okuyan gençlik üzerinde, gizli
gizli büyütülen derin bir etkisi" vardır. Hakkında büyüklüğünü
gösterecek hikâyeler, fikralar anlatılmaktadır. "Avrupa ’da Abdülhamit
idaresi aleyhinde çıkardığı, incecik kâğıtlar üzerine bastırarak İstanbul ’a
sokabildiği gazetelerden elimize geçenleri okuyarak onu sevdik ve çok büyük
gördük".33
Meşveret'ie Ahmet Rıza
dışında; Halil Ganem, İstanbul’dan İsmail Safa, Kars Mebusu Muhiddin Paşa,
Mizancı Murad’ın da yazıları, imzasız mektuplar, müstear adla makaleler
yayınlanmıştır.
Gazete, cemiyetin yayın organı olduğu
için ilk sayısında cemiyetin amaçlan, görüşleri ortaya konmuştur. Ahmet Rıza,
İttihat ve Terakki’nin Paris’teki merkezinin de yöneticisi durumundadır.
Yalnız Meşveret’i, diğerlerinden ayıran bir özellik, görüş itibariyle
pozitivizmi benimsemesi, Auguste Comte’un oluşturduğu teşekkülün "müridi"
olması, düşüncelerini pozitivizm doğrultusunda şekillendirmesidir. Meşveret'in,
ardından partinin temel sloganı, pozitivizmden ödünç alınmıştır. "Düzen
içinde ilerleme " (Ordre et Progres), birlik ve ilerleme,
yani "İttihat ve Terakki”
Fransız pozitivistlerinin de sloganıdır. Zaten, Meşveretim
yayınlanacağı, ilk defa pozitivistlerin yayın organı Revue Occidentale
tarafindan haber verilmiştir: “Pozitivist takvimine göre iki haftada bir
sayı çıkacak olan Meşveret, bizim ‘Nizam ve ilerleme ’ politikamıza göre hareket
edecektir”.34 Haberin muhtevasından, Paris’te Mithat Pa- şa’yı
merasimle karşılayan pozitivistlerin, yeni bir başarıdan duyduklan sevinci
gizlemedikleri hissedilmektedir. 15 Nisan 1897’ye kadar Comtc’nin sözü olan "Ordre
et Progres” sloganı, Fransızca Mechveref in başlık kısmmda,
Pozitivist takvimiyle birlikte kullanılır. Bu yüzden, "Tanrı
tanımazlık bayrağı ” olmakla suçlandığı için, geçici bir süre kaldırılır.35
Paris, Avrupa’ya kaçan Jön Türk’lerin
en önemli durağı durumundadır. İttihat ve Terakki’nin başında Ahmet Rıza
bulunmaktadır. Yük oldukları için "işe yaramayan” fertleri tutmayan
Ahmet Rıza, "Amedî (İshak Sükütî)” gibileri istemektedir. Temo’ya
yazdığı mektubunda Avrupa’da koparılacak "vaveyla"arzusundaMeşverefinFransızcası,
"küçükbir numunedir”. Bastırdığı risaleleri başbakanlara,
yazarlara, gazetecilere göndermektedir.36
Meşveref in başyazarı
Ahmet Rıza, kendine has orijinal fikir ortaya koyan bir düşünür değildir.
Pozitivizmin Türkler, Osmanlı vatandaşları arasında yayıcısı, bir politik
gazetenin başyazarı, yayıncısıdır. Onun için politik söylemi serttir. II.
Abdülhamit’e karşı âdeta savaşır. Kendisine değer verilerek, ziraat eğitimi
aldığı halde, Bursa’da Millî Eğitim Müdürlüğü yapan yönetime karşıdır. Devlet
başkanı hakkında; "Bu hükümdara insan demeye utanıyorum ” demekten
çekinmez. Ona göre Abdülhamit, "Kızıl Sultandır”. "Dolandına,
yalancı, cellât, Tanrı ’nın lâneti, kanlı majeste, kanlı despot, soysuz tiran,
Müslümanların yüzkarası, koyun sürüsüne çobanlık eden kurt ” tur.
Bir ara Osmanlı yönetimi, Meşverefin
basıldığı basımevine "daha fazla para vererek" yayınını
önlemeye çalışmış, basıldığı matbaadaki Türk harflerini satın aldırttığı için Meşveret,
taşbaskısı ile yayınlanmıştır. Bu tür örtülü çalışmalar Meşveret’i
durdurmaya yetmez. Bunun üzerine Ahmet Rıza hakkında Osmanlı yönetimi, devlet
başkanına ısrarlı hakaretleri yüzünden"dava açtınr. Temmuz 1897’de bir
Fransız avukatın takip ettiği davada Fransız mahkemesi, "on altı Franklık”
sembolik bir ceza verir. Fransız basını, "basın özgürlüğü"
adı altında Ahmet Rıza’yı destekler. Cesareti ve bir o kadar da hakaretleri
artar. Meşveret, hakkındaki ikinci davada kapatılmıştır. Meşveret
artık Fransa’da yayınlanmayacaktır. Bunun için yeni bir ülke aranır ve kısa bir
süre sonra İsviçre’de karar kılınır.
Bundan sonra Meşveret,
Fransızca olarak bir süre İsviçre’de, Belçika’da yayınlanmıştır. Belçika’daki
yayın işi; tam bir "ideolojik dış destek" ile mümkün olur.
Polis, Fransa’da yasaklandığı için Meşveret'e Belçika’nın da izin
vermeyeceğini bildirmiştir. Fakat Ahmet Rıza, Belçika Meclisine giderek
tanıdığı, "pozitivist M. Hector Deniş ’e ” müracaat eder. O ve bir
yakını parlamenter himaye ederek, "pozitivistler arasındaki
işbirliğini" gösterirler. Hatta M.Laurent: "Ahmet Rızanın
gazetesi Türkçedir, ne yazdığını bilmiyorum. Fakat Sultan Hamit hakkında ne
kadar şiddetli lisan kullansa gene azdır. Binaenaleyh imzamı koyarak ben
çıkaracağım, hükümetin haddi varsa kapatsın" der. Bunun üzerine hemen
bir nüsha hazırlayan Ahmet Rıza, Brüksel’e giderek M.Laurent imzası ile Meşvereti
yayınlar. Ardmdan Türkçe Meşveret’i Mısır’a götüren Ahmet Rıza, orada Şura-yı
Ümmet adıyla Meşrutiyet’in ilânına kadar yayınlar.
“Hürriyet” Gazetesi Denemesi
İttihat ve Terakki’nin ileri
gelenlerinden Mithat Şükrü, Cenevre’ye geçince oradaki "ihtilâl
hareketi” elemanı dum-
281 _____ İITİHAT
VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN mundaki
İttihatçılarla bir araya gelir. İlk kararlan bir gazete çıkartmaktır.
Ailelerinden gelen paranın bir kısmı gazeteye aynlacaktır. Kararlaştırdıklan
gibi de yaparlar. Yalnız, “gazete çıkarma hazırlığı içindeyken bir yabancı
el onların içine ” sızar ve kendilerine gazete için imkânlar sunar.
Gazetenin adı Hürriyet konmuştur. ‘ ‘Herkes sırasıyla yazı yazmaya
başlar ’ Karikatürleri, Doktor Akil Muhtar (Özden) çizer. Bu karikatürleri,
Abdülhamit görünce; ' ‘sarayda öfkeden camlar ’ i patlatacağı
cinstendir.38
Mizan; maddi ve
manevi ağırlıkları tartan terazi anlamındadır. Mizan, Arapça bir kelime
olup, lugatta, “terazi, ölçü, tartı, ahi, muhakeme ve idrak’’
manalarına gelir. Bu kelime çeşitli ilim dallarında kullanılagelmiştir. İslam
dininde mizam İslam dininde, ahiret gününe inanmak imanın şartlanndandır.
Dünyanın sonu gelip, kıyamet kopunca, bütün canlılar yok edilecektir
(Bkz.Kıyamet). Allah’u teâla’nın dilediği bir zaman sonra bütün insanlar
kabirlerinden diriltilip dünyada yaptıklarının hesabını vermek üzere, mahşer
denilen yerde toplanacaklardır (Bkz.Mahşer). Dünyada yapılan iyiliklerle
(sevaplarla), kötülükleri (günahlan) tartmak için yüce bir mizan (terazi)
kurulacaktır. Bu mizan bilmediğimiz ve bildiklerimize benzemeyen bir alettir.
Bir gazete olarak Mizan Mehmet
Murat tarafından 21 Ağustos 1886 tarihinde İstanbul’da çıkanlan bir siyasi
gazetedir. İstanbul, Kahire, Paris Cenevre ve tekrar İstanbul’da Mizancı
Murat tarafindan yayınlanmıştır. Haftalık, günlük çıktığı gibi, yayını
durdurularak tekrar başlatıldığı, sahibi-başyazarı M.Murat’ın bulunduğu
yerlerde neşredildiği için yayın yerleri de çeşitlilik arz eder. Yurtdışındaki
çıkışları ile İstanbul’daki yayın politikaları birbirinden farklıdır. Onun için
dönem dönem üzerinde durulması yerinde olacaktır. İlk dönem; 21 Ağustos 1886
ile 11 Aralık 1890 arasında 159 sayı kadar çı-
kanlmıştır. Yayın politikasında
hürriyetçi, serbest fikirler yanında Pan-İslâmist yapı öne çıkmaktadır. Onun
için bazı çevreler, hükümet ve sarayın organı gibi değerlendirirler. Mizancı
Murat, “İkinci Kıble” gördüğü İstanbul’da Halife aracılığıyla bütün
Müslümanların yabancı boyunduruğundan kurtarılmasını, büyük bir İslâm
devletinin kurulmasını hedeflemektedir. 21 Ocak 1896-8 Temmuz 1896 arasında 25
sayısı Kahire’de yayınlanan Mizan, içerik itibariyle İstanbul’dan çok
farldıdır. Sahibinin, “tahrikçi ve ihtilâlci kişiliği" ile birlikte
Osmanlı yönetimine saldıran bir yayını takip eder. Bundan sonra gazete, Murat
Bey’le birlikte Paris’te 14 Aralık 1896-3 Mayıs 1897 tarihleri arasında 18 sayı
yayınlanır. İshak Sükûtî, Çürük- sulu Ahmet, Şerafettin Mağmûmî, Ali Kemal,
Süleyman Nazif çevresinde yer alarak gazete idaresinde yardımcı olurlar.
Paris’te Mehmet Murat, cemiyetin reisi seçildiği gibi Mizan da “cemiyet
tarafindan tayin olunan” bir yazı heyetinin idaresine verilir. Artık “Cemiyetin
taht-ı mesuliyetinde neşrolunan resmî bir vasıta-i efkârıdır. ” Baskısı da
orada yapıldığı için yazı heyeti ve Murat Cenevre’ye geçer. Gazete, son (18.)
sayısında cemiyet adına harekete geçen bazı kişilerin, tehdit mektuplarıyla
para sızdırdıklarının duyulduğunu, bunlann örgütle ilişkilerinin olmadığını
açıklar. Zira bilileri Baron Hirch’e mektup yazarak, para vermezse demiryolunu
havaya uçuracaklarını tebliğ etmişlerdir.39 Baron Hirch Osmanh Devletini
dolandırarak Trakya Demiryolu ihalesini alan batık Bir bankerdir. Demiryolunu
yaptıktan sonra dünyanın sayılı zenginleri arasına girdiği söylenir.
Mizan, 10 Mayıs
1897-19 Temmuz 1897 arasında Paris’in devamı olarak 29.sayıya kadar 11 sayı
Cenevre’de yayınlanır. Bu dönemde, II.Abdülhamit’i, “ya Meşveret usulünü
kabul” veya saltanatı terk etmeye çağırmaktadır. Diğerlerine göre oldukça
düzgün/gösterişli yayınlanan Mizan'm başlığı altında “Osmanlı İttihad
ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatıdır” ibaresi bulunmaktadır. Bu
ibare altında: “İttihad ve Te-
rakki, emniyet ve ma ’delet (adalet),
usül-ü meşveret, hâkimi- yet-i millet, vazife ve mesuliyette müsavat” sloganı
bulunmaktadır. Gazetede; Tarsûsîzade Münif, Tunalı Hilmi, “Şehîd-i zîhayat
(Mizancı Murad)”, Kaymakam Şefik, 1878’de OsmanlI Meclisi Mebusanı’nda
Kudüs Milletvekilliği yapan, meclisin dağıtılmasından sonra Avrupa’ya kaçıp
Cenevre’de Hilâl, Paris’te La Jeune Turquie dergilerini çıkaran “Beyrutlu
Arap milliyetçisi” Halil Ganem (ö. 1903 Paris), Ammekyan Efendi, “Osmanlı
hükümeti aleyhine yazan” Albert Koda da yazılar kaleme alır. Cenevre’de
Abdülhamit düşmanlığı ilerlemiştir. Osmanlı Devlet başkanına, “Memleketi yöneten
artık bir sultan değil, şeytandır", “Sultan değil, taht üzerine kurulmuş
ifritin ta kendisi, uğursuz herif, katil-i ekber, şeyn-i (ayıp) beşeriyet,
cani-i âzam ” ifadeleri kullanılır.
Burada Mizan ile Meşverefin
arası da açılmıştır. Çünkü Meşveret yazı kadrosunda olan Aristidi, “G.
Ümid" imzasıyla, Girit’te ayaklanan Rumlan haklı gösteren bir yazı
yaym- lanmıştır. Cenevre’deki İttihatçılann nefretini çeken bu yazı; uyarı,
rica ve tekziplere kulak asmayan Ahmet Rıza tarafindan düzeltilmez. Bunun üzerine
Mizan'da, Ahmet Rıza’nın cemiyetten ihraç edildiğine dair bir mazbata
yayınlanır.40
Fakat bu gelişmelerden iki ay sonra,
sarayla anlaşan Mehmet Murat, İstanbul’a döner. Danıştay üyesi olur. İstanbul’a
dönüş, ferdi bir kararın sonucu değildir. Rahmi ve Süleyman Nazif de yurda
dönmüştür. Mizan’m parti adına yayın kurulu başkanlığını yapan Çürüksulu
Ahmet Bey Brüksel; Rauf Ahmet Bey, Atina elçiliğinde memuriyet alırlar. Halil
Muvaffak, Roma elçiliği üçüncü kâtipliğine atanır. Resmi göreve tayin yanında;
İshak Sükûtî, Abdullah Cevdet ve Tu- nalı Hilmi’ye, “kaydı hayat şartıyla
Credit Lion Bankasınca muntazaman ödenecek on ikişer lira maaş"
bağlanır. Mağ- mûmî, Nuri, Akil Muhtar, Refik Nevzat ve diğerleri, Paris’te
kontrol altında tahsillerine devam edecektir. Cemiyet, yayınını durdurduğu için
on bin Frank tazminat, her üye için de talebe
tahsisatı olarak üçer yüz Frank
tahsisat talebinde bulunmuştur. Tunalı Hilmi’ye hutbeleri karşılığında 4000
frank verilecek, cemiyetin çvrakı da 1600 frank karşılığında Ahmet Celalettin
Paşa’ya teslim edilecektir. Yapılan anlaşmaya rağmen Pa- şa’ya, “lüzumsuz
evrak ve bozuk hurufat verilmiş ”, buna karşılık da cemiyetin kasası
doldurulmuştur. Sertıafiye Ahmet Celâleddin Paşa'ile anlaşma bu kadar değildir.
İshak Sükûtî Paşa ile İttihat ve Terakki’nin Mısır şubesinin kapatılması, eldeki
basılı malzeme ve cemiyete ait malzemenin teslimi üzerine yazılı metin
üzerinde anlaşmıştır. Bin İngiliz lirası karşılığında, dökümü yapılan
malzemeler teslim edilecektir. Yalnız Jön Türkler anlaşmaya sadık
kalmamışlardır. İshak Sükûtî ve ekibi, elde edilen paranın 260 lirasını Mısır
Şubesi’ne verdikten sonra, geri kalanla Cenevre’de kapatılan Mizan
yerine Osmanlı gazetesini çıkarmışlardır.
Mehmet Murat, uzun bir aradan sonra,
30 Temmuz 190812 Nisan 1909 arasında 134 sayı Mizan'ı yeniden yayınlar.
Artık İttihat muhalifi bir yayın politikası takip etmektedir.
Mizan’m, 30 Temmuz
19O8’de günlük olarak çıkmaya başlaması, İttihat ve Terakki tarafindan iyi
karşılanmamıştır. Gazete, yeni sayısında Meşrutiyeti ilk defa ilân edenin Abdülhamit
olduğu gibi, yeniden ilân edenin de kendisi olduğunu, dolayısıyla meşrutiyetin “bütün
şan ve şerefinin’’ ona ait olduğunu yazar. Aynca basın yoluyla
haberleşmeyi tercih ederek, İttihat ve Terakkiye açık mektup yayınlar.
U.Meşrutiyet’in ilk günlerinde, yan görünür vaziyette olan cemiyet de, Mizancı
Murat ile basın üzerinden yazışır. Sebep; önceleri gizli iken cemiyetin şube
başkanı olan Murat’ın, örgüte verdiği istifa dilekçesinin sonucunu ve konumunu
sormasıdır. Cemiyet, Mizancı Murat’la; ilişkisinin kesildiğini, cemiyet adına
açıklamada bulunamayacağını bildiren açıklamasını, İttihad ve Terakki'de
yayınlar. Parti gazetesi olan İttihad ve Terakki, 6 Ağustos 1908 tarihli
ilk sayısının üçüncü sayfasında, “Mukte- bisât’’ başlığı altında “Mizan
gazetesinden: İttihat ve Terakki
Cemiyet-i Osmaniyesi Riyaset-i A
üyesine’’ alıntısını yaparak bu mektubu basmıştır. Mizancı Murat’ın
imzasını taşıyan yazıda, gazeteci-ccmiyet ilişkisi ile ilgili dikkat çekici
bilgiler bulunmaktadır. Meşrutiyetin ilanından sonra hainlerin bir an evvel
açıklanmasını isteyen Murat, cemiyet karşısında bir savunma psikozu içinde,
onun vereceği cezaya nza gösteren, on bir yıl aradan sonra banş yolu da arayan
biri durumundadır: ‘‘Malum-ı âlileridir ki o menhus müdahalenin neticesi
olarak işgal ettiğim mevki 'i ariyet (geçici mevkii) sırasında ve talep ve
rıza-yı bendeğânem hilâfinda Şurayı Devlete memur buyrulduğum eyyâmda âdet-i
veçhile vaki’ olan tahlîf-i resmîden başka mücerret kendi rızamla aile ve bağ
bahçe ve daire-i resmiye umur-ı cariyesinden gayri bir şey ile meşgul
olmayacağım hakkında en muhterem makama söz vermiş idim. Kanun-ı Esasi ile
aff-ı umumi tabii olarak o bendi üzerinden ref etmiş iken bununla iktifa
etmeyüb geçen Pazar günü mahalline azimetle verilen sözlerin iadesini istidâ ve
muvafakatini istihsal eyledim. Şu suretle hürriyet-i hareketime malik olduğum
dakikadan bugüne kadar gazete işleri ve memuriyetten fekk-i rabıta muamelesi
ile meşgul olarak ihvan-ı gayretten biriyle görüşüp konuşmağa ve bu babtaki
emr-i âlilerini almağa vakit bulamadım. Bu günlerde ise her vakitten ziyade
meşgul bulunduğumdan şu suret müracaatı ve emirlerine intizarı tercih ettim.
Bu dakikada cemiyet-i muhtereme- nin hakk-ı âcizanemdeki fikir ve mevki ’i ne
merkezde olduğunu tabii bilemem. Anı bilmek hakk-ı sarihime istinaden arz ve
istida eylerim ki son on bir senelik harekât ve sekenât-ı âcizâ- nem icab-ı
mev/a ’a ve iktiza-yı namus ve haysiyete muvafik olduğu nezd-i ulyalarında
tebeyyün ederek ihsan buyrulacak tebıiye-i zimmet (masum olduğunu ispat etme)
mazbatasını nasıl hüsnü kabule mâil ve hâhişker (istekli) isem nizâmât-ı
hususiye-i cemiyet ve adâb-ı umumiye-i memleket ahkâmına muvâfik olarak
cemiyetçe verilecek hükümlerden ve âdî tev- bihten bed’an (başlayarak) ile en
ağırına kadar bilcümle
mücazâtı dahi aynı teslimiyet ile
kabul edeceğimi peşinen beyan ederek vakit ve mahal-i mülakatı mübeyyin olacak
cevab-ı kerimânelerinin yarınki Cuma günü saat onu geçmezden evvel matbaaya
tebliğe himmet buyrulmasına intizar eylerim. Cevabın Adem-i vürudu nezd-i
âcizânemde tebriye-i zimmet mazbatası makamına kâim olarak cemiyete karşı dahi
hürriyet-i hareketimi iade etmiş olacağım. Şu isticâl-i âcizâneme olan sebeb-i
aslîye gelince hasbe ’l-icâb cemiyetten infikâk ve inzivayı ihtiyar ettiğim
sırada her türlü fedakârlığa hazır bulunmak ile beraber hiçbir vakitte nefâhir
gibi bir zaafa mağluben kendini marifet ve muvaffakiyetlerini ifşaya esasen
mezun bulunmayan cemiyetimiz namına olarak şu günlerde mühürlü mühürsüz ve
‘Biz şöyle ve böyle muvaffak olduk’ gibi nâ-bemahal ibareleri havi seyyar ve
sabit ilânlar neşrolunmasıdır, ikiden biri: Ya cemiyetimizin şekl-i esasisi
tebeddüle uğramış, yahut cemiyet namına bir takım beyancı- lar hüsn veya
suiniyetle bu harekete kıyam etmiş demektir. Şu son zannım daha galib olduğu
gibi cevab-ı âlilerinin vakt-i muayyende gelmesi dahî anı külliyen te’yît etmiş
olacağından Paris ve mülhakâtı şubeleri riyasetinden Senjermen 21 Kanunuevvel
312 tarihiyle ve Çürüksulu biraderimizle idarehâneye gönderi-lüb neticesi
hakkında henüz bendelerine malumat verilmemiş olan istifanameyi ke’enlemyekün
(olmamış gibi) add ile ve yine şube reisi sıfatıyla saye-i adaletvâye-i cenab-ı
şehriyârîde Kanun-ı Esasi hin bahşettiği hak ve daire-i alinin dâhilinde mezkûr
neşriyatın menâbı ini taharri etmek ve icabına göre ifa-yı vazife eylemek
üzere kendimi muhtar bileceğim. Ol bab-da emr ü irade hazret-i men
lehü’l-emrindir. imza Murad".
Murad’ın mektubuna, cemiyet
tepkilidir. İttihatçı kadro, "şiddetli hareket edilmezse daha ilk
günlerde hürriyet ve meşrutiyetin döne döne yine Abdülhamit’in ayaklarına
kapanacağını ” düşünür. "Bir aralık cemiyete girmek isteyen ’’
Murad’ın talebi kabul olunmayarak karşı tavır alınır.41
Bu yüzden cemiyetin, Mizancı Murat’ın
dilekçesine cevabı; şiddetlidir:
"Mizan gazetesi sahip ve
muharriri Murat Bey ’e: Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin Derseâdet’teki heyet-i
idaresi bir heyet-i merkeziyeye merbuttur. Heyet-i merkeziyenin de tanınmaması
meşruttur. Binaenaleyh sizinle mülakat gayri mümkündür. Tebriye-i zimmet
mazbatanızın itasını-İstifanızla bundan sonraki ahval-mümteni’ (imkânsız)
kılar. Hakkınızdaki karar bilahare ita ve tebliğ olunur. Hüsn veya suiniyetle
cemiyet namına, cemiyetin malumatı olmaksızın yabancılar tarafindan
neşrolunan beyannameler hakkında tedabire tevessül katiyen heyet-i merkeziyenin
hakkıdır. Sizin hakkınızda heyet-i merkeziyenin re 'yi şudur: Heyet sizi
katıyyen efrad-ı cemiyetten tanımaz. Şube Reisi sıfatıyla değil hiçbir suretle
cemiyet namına bir harekette bulunmanıza da müsaade göstermez. ’42
Murat bu cevap karşısında sessiz
kalmaz ağır bir cevap yazar, Mizan’da, 4 Ağustos 1324 (1908) tarihli
başyazısında, İttihat ve Terakki’ye, kaç merkezi varsa hepsinden farklı sesin
çıktığı yönünde yüklenir: “Hilâfet ve saltanat kisve-i çelilesi ile müzeyyen
olan bir istibdadı çekemeyen millet-i muazzama- i Osmaniye yeniçeri
zorbalıklarını kendisine derhatır ettiren hafi, başsız, intizamsız, şekli
meçhul bir istibdat önünde baş eğemez. Bunu hayalhanelerine sığdıran sersemler
cemiyet-i celileye aza olamaz. ”
Mizancı Murat’ın, padişahın cemiyetin
fahrî reisi olması, merkez heyeti başkanlığına Ahmet Muhtar Paşa’nın getirilmesi
gibi teklifleri vardır. Zira: gizli, başsız ve vücutsuz bir "ejderhanın
ümmeti tahrişe bir müddet daha devam edecek olursa halkı ‘gidene rahmet’
okumaktan" menetmek mümkün olmayacaktır.43
Bu defa cemiyetten Mizancı’ya gelen
cevap, sadece sert değildir. Açık bir tehdidi de içermektedir "Cemiyetimiz
diye yad ettiğiniz Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yine size
ve âleme karşı bir daha tekrar edelim
ki sizin hiçbir alâkanız, uzaktan, yakından hiçbir merbutiyetiniz yoktur. Biz
sizi tanı- mıyoruzfSiz bizim nazarımızda Mizan namıyla bir gazete neşreden bir
adamsınız. Fakat bu lisanda, bu kafada devam ederseniz o zaman sizi bir
sıfatla daha tanıyacağız ki o da müfsit- liktir!” Cemiyet
Selanik’ten, “son sözünü" de söyler: “Efkârı umumiyeyi böyle
hezeyanlarla ifsad etmekten tevakki (sakınma) ediniz. Yoksa buna mecbur
edilirsiniz. ”44
Murat, cemiyete cevap vermekte
gecikmez: “Cemiyet beni içine layık görmüyorsa cevaben teessüf ederim.
Fakat meyus olmayarak ifa-yı vazife-i hamiyetten geri duramam. Devlet ve
millet-i Osmaniye ’nin selâmet ve saadeti her bir şahıstan, her bir heyetten
her bir cemiyetten nisbet kabul etmez mertebede âli ve mukaddestir. ’45
Bu tartışmanın yakın ve yumuşak
sonucu bellidir: Tutuklanmak. Nitekim bir süre sonra 26 Eylül 1324 tarihli Mi-
zan'da şu telgraf yayınlanır. “Telgrafhame-i sami suretidir Zaptiye
Nezaretine, Murat Bey ’in emsâli misillû taht-ı muhafazada bulundurulmak üzere
Harbiye Nezaretine teslimi muktezidir. 26 Eylül 1324 Sadrazam Kâmil”.
Cemiyet, Sadrazamın imzasıyla ve
görünürde “korumak” maksadıyla tutuklama emrini çıkartmıştır. Aynı gün
tutuklanan Murat Bey, 27 Eylül’den itibaren Mizan gazetesini düzenli
çıkaramaz. Çünkü resmî ilânla Zaptiye Nezareti tarafindan yayını geçici olarak
durdurulmuştur: “Mizan gazetesi, ezhan-ı umumiyeyi tahdiş ve tehyic edecek
yolda neşriyata musirrane devam etmesinden dolayı icra olunan tahkikat
neticesine intizaren devletçe görülen lüzum üzerine mezkûr gazete bâ emr-i samı
muvakkaten tatil olunmuştur. 14 Ramazan 1326/2 7 Eylül sene 1324 Nezaret-i
Umur-ı Zaptiye”. Gazete, 9 Şubat 1324’te tekrar yayınlamaya başlar.46
Mizancı Murad’ın sürgünle biten
akıbetinin öncesini, nedense Karabekir, İttihat ve Terakki içinden birisi
olarak açık-
lamaz. Onun uğradığı muameleyi, Temo
ortaya koyacaktır. Mizancı Murat, 31 Mart Olayı sıralarında Mizan
gazetesinde, İttihat ve Terakki’yi eleştiren yazılar kaleme almaktadır. Temo,
Meşrutiyet yönetiminin henüz yerleşmediğini belirterek Mizancı’yı;
gazetesinin-kendisinin, mesleğinin "ileride korunabilmesi için"
tavnnı değiştirmesi gerektiği yolunda uyarır.47 Fakat eski büyük
ağabey ve yeni hasım gazeteciye hakaret; teşkilâttan birisi olarak Temo’yu bile
şaşırtmıştır.48 Yalnız, Mizancı’ya uygulanan aşağılama, sürgün;
başka gazetecilere, suikast olarak yansıyacaktır.
Mizancı, İttihatçıların doğuş,
örgütleniş sürecinde büyüklerindendir. Avrupa’ya kaçmadan önce idama mahkûm
edilmesine İttihatçılar üzülmüş, Avrupa’dan ikna edilerek dönüşünde mideleri
bulanmıştır. Mizancı Murat, İttihat yönetimi tarafindan ‘‘pek aşağılayıcı
bir biçimde tutuklanarak, o vaktin Serasker Kapısına (Beyazıt) götürülüp pis
ve boş bir odaya " kapatılır. Kendisini tanıyanlar, alkışlayanlar;
artık görmemekte, tanımamaktadırlar. İbrahim Temo, ziyaretine gider. Her taraf
tükürük ve balgam içindedir. Kendisini görmeye gelen İttihatçıların tutumundan
dolayı Mizancı, İbrahim Temo’nun da ‘‘yüzüne tükürmek için
gönderildiğini" sanır. İbretlik durumu Temo anlatır: "Talim
meydanına bakan açık ve tek pencereli hücrenin demir parmaklıkları, döşemesi,
Murat Bey ’in sakalı ve yüzü bile tükürük ve balgam içinde. Silecek bir mendili
de yok. Beni görünce şaşırdı ve ‘halime bak doktor’ diyerek gözyaşlarını
tutamadı. Kendisine silinecek bir mendil ve bir paket sigara verdim ve ‘bu da
şeçer ya hu ’ diye dervişanca bir sabır ve sebat tavsiye ettim. ’
Bu son tutuklama, Mizancı’nın da Mizanın
da sonunu getirecektir. Ömür boyu kale içinden çıkmama cezasıyla Rodos ve
ardından Midilli’ye sürülür. 1912 affiyla dönse de kendi yayın organını
çıkaracak derman bulamaz. 1913 yılında vefatına kadar başka gazetelerde kalem
mücadelesine devam eder.
Jön Türk basını içinde, birçok Osmanlı
adlı gazete bulunmaktadır. Bunun nedeni de genç Osmanlılann başlangıçta
Osmanlılık ya da Osmanlıcılık fikrini uzun süre terk etmemesidir. Burada
üzerinde durulan Osmanlı gazetesi, İshak Sükûtî ile Abdullah Cevdet’in
Cenevre’de 1 Aralık 1897 tarihinden itibaren Mehmed Murad’ın Mizan'ınm
yerine çıkardıklan gazetedir. Uzun solukludur. 142 sayı yayınlanmıştır. Osmanlı
çıkış yerine göre, Türkçe yanında, Fransızca ve birer sayı da İngilizce,
Almanca ilaveler yayınlamıştır. On beş günde bir yayınlanmakta, düzenli
çıkmaktadır. Yazı kadrosu, Mizan'da. da çalışan Tunalı Hilmi, Nuri
Ahmet, Çerkez Mehmet Reşit, Halil Muvaffak, Akil Muhtar, Refik Bey’in de
bulunduğu Jön Türklerden oluşmaktadır. İshak Sükûtî’nin daveti ile Ahmet Rıza
da yazı yazar. Böylece cemiyetten atılan, Paris-pozitivist cemaatinin ileri
geleni, yeniden cemiyete kazanılmış olur. Aynca gazetede, İbrahim Temo,
Arnavutluk adına; Stockholm Sefiri Şerif Paşa, “Kürd” imzası ile yazar.
Ama Şerif Paşa, her ay yüz frank da yardım eder. Gazeteye Londra’da, kimliği
açıklanmayan birileri, 12-14 punto hurufat ile matbaa gereçleri verir,
Cenevre’de Doktor Lardy, Damat Mahmud Paşa da destekleyenler arasındadır.
Cenevre’deki OsmanlI’nın klişesi
altında, “İttihad ve TerakkiCemiyeti’nin vasıta-i neşriyatı ” cümlesi
yer almaktadır. Cemiyetin sözcüsü olarak gazete, kendi matbaasında basılmaktadır.
Cenevre dışında, Londra, Folkestone (İngiltere), Kahire ve tekrar Cenevre’de
çıkmıştır.50'51'52 Matbaasında; Jön Türk
gazetelerinden, “Sultanın devrilmesi için” Kürtlerle Ermenilerin
aralarındaki anlaşmazlıklan çözüp birlik olmala- nnı telkin eden Bedirhan
Paşazade Abdurrahman’ın Kürdis- tan gazetesini de basmaktadır. Osmanlı, “İttihad
ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatı” iken 1902’de “Hürriyetperverân
Fırkası Cemiyet-i Merkeziyesinin vasıta-i neşriyatı” olur. 136.sa-yısında “İttihad
ve İnkılâh Cemiye-
tinin vasıta-i efkârT’dn. Osmanlı yazı
ekibi, 1 Ekim 1898’den itibaren beş sayı, ortaoyunu kahramanlarından Beberuhi
ismiyle bir de mizah gazetesi çıkarır. Beberuhi'de resimli, siyasi hiciv
yoluyla padişah ve yakınlan aleyhine yayın yapılır. Yerini Tokmak'm
alacağı gazete, Osmanlı gazetesi ile birlikte yayınını durdurur.
Osmanh gazetesi, başlangıç itibariyle
bir bozgun üzerine çıktığı için, ayaklanmayı, ihtilâli teşvik eden yazılar
yayınlamıştır. Yalnız bu tür yayın ve fikirlerinde samimi değildir. Osmanh
gazetesi Devleti yönetiminden bazı tavizler koparmak için gazete araç olarak
defalarca kullanılmıştır. 1899 başlannda Büyükelçi Münir Bey, İshak Sükûtî ve
Abdullah Cevdet ile görüşür. Trablus ve Fizan’daki siyasi tutuklulann serbest
bırakılmalan karşılığında OsmanlI’nın yayını durdurulur. Osmanlı ve Beberuhi'yim
matbaa malzemeleri, cemiyet mühürleri Paris Elçiliğine teslim edilir.53
Fakat bir süre sonra tekrar Osmanlı adıyla Cenevre’de yayın devam
edecektir. Bu defa 1 Haziran 1900’de, yayın durdurmasının sebebi; gazetenin
ileri gelenlerinin maaşh devlet görevlerine atanmalandır. tshak Sükûtî, Roma;
Abdullah Cevdet, Viyana elçilikleri doktorluğuna; Tunalı Hilmi, Madrid
elçiliği kâtipliğine tayin edilir. Devlet görevi alarak, ihtilâlci gazeteyi
görünüşte susturanlar, bulunduklan görev sırasında takma adla yazı yazmaya
devam ettikleri gibi, gazete de tamamen kapanmaz. Sadece yer değiştirir. Hatta
Cenevre’de boşalan yerine, İntikam adıyla yeni bir gazete çıkartılır.
Yazı kadrosunda bulunan Nuri Ahmet, Ethem Ruhi, OsmanlTyı İngiltere’ye
taşıyarak 10 Haziran 1900’den itibaren 62. sayısını yayınlarlar. Gazetenin
Londra’ya nakline, bütün haklarını satın alıp, masraflarını üstlenen Prens
Sabahattin’in babası Damat Mahmut Paşa karar vermiştir.54 1 Ekim
1900’de 69. Sayı Folkestone’da (İngiltere) çıkarılır. Folkestone, Manş
kıyısında, Londra’ya yakın, dünyanın her yeri ile ihşki kurulabilecek, dağıtım
kolaylığı sağlayan bir liman şehridir. Burada gazete, “İslâma
Tebşir” (hayırlı
haber, müjde) başlığı altında Esseyyid Şeyh Mehmed el-Merakeşî tarafindan
verildiği belirtilen, Abdül- hamit’in tahttan indirilme, V.Mehmed’e bîât fetvasını
yayınlar. Gazetenin Avrupa’daki son sayısı 15 Mart 1903 tarihlidir.
Londra ve Folkestone sayılarında Prens Sabahattin’in çok yazısı yayınlanmıştır.
Osmanlı, İngiltere’den
sonra, 15 Mart 1904 tarihli 134. sayıya kadar Kahire’de yayınlanır. Buradan
yeniden İsviçre’ye nakledilerek 8 Aralık 1904 tarihli 142. sayıya kadar
çıkartılır. Osmanlı gazetesi de diğer Jön Türk gazeteleri gibi, Abdülhamit
düşmanlığını yayın politikasının merkezine almıştır. Gazetede, ‘‘Sultan
Hamid bir katildir, Sultan Hamid dinsizdir. Sultan Hamid memleketi ve halkı
tahrip etmektedir, Allah in yardımıyla Sultan Hamid ’in tahtını bir gün başında
paralayacağız" türü ifadeler yer almaktadır. Damat Mahmut Paşa
yönetiminde iken, zaten var olan İngiliz taraftarlığı, Almanya aleyhtarlığı
daha fazla öne çıkar. Gazetenin Türkçesi gibi İngilizcesinin de Türkiye’ye
girişi yasaklanmıştır.55'56
Jön Türkler tarafindan, Osmanlı
Devleti ile anlaşılarak Cenevre’de yayını durdurulan Osmanlı gazetesi
yerine aynı yerde, 2 Teşrinisani 1900’de çıkartılan bir gazetedir. İlk 21
sayısı, haftada iki defa olmak üzere şapograf usulüyle çoğaltılırken bundan
sonra Romanya-Bükreş’teki Sada-yı Millet gazetesinin matbaası
getirildikten sonra matbaada basılır. İntikam'm hemen ardından aynı
ekip, Tokmak adlı bir de mizah gazetesi çıkarmıştır. Gazetenin çıkanlış
hikâyesi, adı kadar ilginçtir: Madrid’deki Osmanlı Elçiliğinin Türkçe Baş
Kitabetine atanan Tunalı Hilmi, görünürde devletle anlaşıp resmî görev aldığı
halde, darbeci çalışmalarına devam eder. Madrid’ten Mısır’a giderek orada
bulunan Ali Fahri’yi (Ağababa) Cenevre’deki yayın faaliyetine ikna eder. Adı İntikam
olarak belirlenen gazetenin, finansmanı için de kaynak temin eder. Gazete,
Cenevre’de çıkartılırken bu şehre
defalarca gelir. Ayrıca İstanbul’da yapılacak eylemler için “temin edilen
fedailerle görüşmek üzere Atina'ya" da gider. Tunalı Hilmi’nin resmî
görevde iken gerçekleştirdiği faaliyetler, Osmanh yönetiminin dikkatini çektiği
için hakkında soruşturma açılmıştır. Fakat asıl dikkat çeken, İngiltere’ye
taşınan OsmanlInın redaktör- lüğü’nü yapan Nuri Bey’in bir süre sonra
Cenevre’ye gelerek İsviçre makamlarına; ülkelerindeki “Osmanlı sürgünlerinin
ajan oldukları ve şantaj amacıyla siyasi gazete neşrettiklerini” ihbar
etmesidir. Bu arada “yönetimden para sızdırmak için”, Tokmak’ı satmak
üzere Akil Muhtar’ın, yönetimle- gazete arasında irtibat kurması, Jön Türk
basınında sık uygulanan, fikir, gazete ve gizli teşkilatın pazarlama çabası
olarak görülür.
Yazı ve destek kadrosunda; Ali Fahri
yanında, Akil Muhtar, Silistreli Hamdi Bey, Asaf Nazmi, İntikam matbaasında
basılan Kürdistan gazetesinin sahibi Bedirhan Paşazade Abdurrahman, Ali Galib,
Mahir Said, Dr. Hamid Hüsnü gibi isimler bulunmaktadır.
50 sayı yayınlanan İntikam-,
İttihatçı ekibin, fikirden çok ihtilâlci hazırlama gazetesidir. Başlığı
altında, “Muhakkak Allah, yüce ve intikam sahibidir ” ayet meali ve “İntikamcı
Yeni Osmanlılann naşir-i efkârıdır" yazısı bulunmaktadır. Her firsatta
darbeci duygulan tahrik eden gazete, Ispanya’daki bir darbe teşebbüsü haberini
verirken, Türkiye’de de benzerinin yapılması gerektiğini ve intikam hançeri
altında Abdülhamit’in can vermekte gecikmeyeceğini vurgular. Rusya’da
öğrencilerin isyan teşebbüsleri üzerine ise, bizdeki mekteplilerin “Abdülaziz
gibi bir belayı def ve tenkil" ettiklerini, aynı güzel davranışı “Hamid-i
pelîd (pis, murdar) hakkında da göstererek, melunu perişan ”
eyleyeceklerini yazar. Bazı metinlerde düzey sokak çığırtkanlığı
seviyesindedir: “Hep beraber!.. Kıyam.. İntikam!.. Hazır ol!.. Silah
başına!.. ” Biyolojik Materyalist Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının
gazetesi; ba-
zen Halifelik makamında oturan devlet
başkanına isyanı teşvik ederken, dinî söylemi kullanmaktan çekinmez: ‘Ta muvah-
hid kalk, zalimler elinden -gel de şu- dinini imanını kurtar!... Devletini,
milletini -kurtar- batırıyorlar!... Dinini, imanını, devletini, mülkünü -o pis
yüreği yar da- kurtar! ’’ O yarılacak yürek kimindir? Bu çok bellidir “Bilhassa
Abdülhamid’in murdaryüreğt”. Üstelik Padişahtan alınacak intikam inanmış,
muvahhid helkese “farz-ı ayındır". Hem gazetede hem de İstanbul’da
beyanname olarak dağıtılan bu isyana teşvik bildirileri üzerine, Paris elçisi
Salih Münir Paşa, İsviçre devletine müracaat ederek, kışkırtıcı, intikam almayı
tahrik edici yayınlar yapan İntikam ve Tokmak gazetelerini
yayınlayanların Cenevre’den çıkanlmalannı ister. Zira İntikam, Tokmak ve
İstirdâd gazeteleri Tüık hükümetini yıkmak, sultanı öldürmek amacıyla
yayınlanmaktadır. Gazete, bütün ezilen halklann savunucusu olduklarını, “küçük,
fakat büyük” olan İsviçre’nin yüce misafirperverliğine teşekkür ettiklerini
açıklayan bir yazı da neşreder. Ama İsviçre Hükümeti, bazı Jön Tüıklerin evlerine
baskın düzenler, Ali Fahri’yi sınır dışı eder. Cenevre gazeteleri ise, İntikam’ı
destekler.5
Paris Jön Türk kongresine kadar
Cenevre’de çıkan İstirdâd gazetesinin de yayın politikası açısından İntikam’dan
faikı yoktur. Diğerlerinde olduğu gibi bunda da Abdülhamit düşmanlığı ve isyan
telkini öne çıkar. İstirdâd’a göre, “Abdülhamit bir Ermeni den doğma
ve annesi bir çengi ”dir. Islâm dünyasındaki değişik İslâm âlimlerince
hilafetten meni hakkında yazılar yazılmıştır. İstanbul’da bir kıyam
beklenmektedir. Yalnız hemen çıkacak bir kıyamdan “yabancılar” koıkmamalı-
dır. Çünkü “asıldüşman "onlar değil mevcut yönetimdir.58
Benzeri bir durum, Osmanlı İstikbâl-i
Vatan ve Millet Cemiyeti tarafindan çıkartılan Vatan gazetesinde
vardır. 11 Ocak
1901’de çıkartılıp, şapograf usulü
ile çoğaltılmaktadır. Ücretsiz dağıtılan, istenilen yere bol miktarda
gönderileceği belirtilen gazetenin, öne çıkardığı yegâne düşman 11.
Abdülhamit’tir. “Bir belâ-yı asumâni” olan mevcut hükümdar, “Musa’ya
nisbet Firavun, Cibril ’e nLsbet şeytan "dır. Gazete daha ileri giderek,
sarayın “nikâhsız ” ilişkilerin metkezi olduğu için üst yönetimi,
sarayı; “piçlik girdabı” olarak nitelendirir. O “denâet
böceklerine", “cinayet mikroplarına’’ rağbet edecek kadar Türklerin ne
kabahati olduğunu sorgular. Bu tür saldın- lardan sonra Paris Elçiliğinin
isteği üzerine Vatan da takibe alınmış, yazarları sorgulanmıştır.59
Jön Türk yayınları içinde önemli bir
yere sahip olan yayınlardan birisi de İçtihad dergisidir. Abdullah
Cevdet tarafindan çıkanlmıştır. 1 Eylül 1904’te Cenevre’de yayınlanmıştır.
1905’te Osmanh Devleti’nin Paris Elçisi Münir Paşa, Abdullah Cevdet aleyhine
dava açarak, onun bir şantajcı olduğunu ispat ettiği için İsviçre’yi terk edip
Mısır’a gitmiştir.60
Abdullah Cevdet, dergiyi hayatının
son 28 yılı boyunca 358 sayı kadar çıkarmıştır. Ölümünden sonra bir sayı daha
yayınlanarak kapanan İçtihadın İttihat ve Terakki’nin yanısıra Türk
fikir hayatı ve siyasi yapısı üzerinde etkisi önemlidir. II.Meşrutiyet’in
ilânından sonra sahip ve başyazan tarafindan İstanbul’da yayınlanan dergi,
Batıcılık akımının öncülüğünü de yapmıştır. Bu yönü ile İçtihad,
Cumhuriyet başlarında gerçekleştirilen inkılâpların fikri yönlendiricisi
durumundadır. Bir dönem Abdullah Cevdet’in dine yönelik eleştiri ve siyasal
muhalefet konulu yazılarından dolayı çok tepki görmüş ve sık sık kapatılmıştır.
Abdullah Cevdet bu yüzden İçtihadı “İşti- had”, "İşhad”, “Cehd”,
Alem-i Sanayi ve Ticaret isimleri ile çıkarttı.6
Meşrutiyet yıllarında Kılıçzâde Hakkı
imzası ile yayınlanan Bir Uyanık Rüya, Cumhuriyet devri inkılâplarının
listesini çok önceden vermiştir.
Paris’te Tüıkçe olarak Ahmet Rıza’ınn
çıkardığı ikinci gazetedir. İlk sayışı 15 Nisan 1902 tarihinde yayınlanmıştır.
Aynı adla Kahire’de de çıkmıştır. Yazı kadrosunda; Selanikli Dr.Nâ- zım, Ahmet
Saip, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Samipaşa- zade Sezai, Bahattin Şakir,
Mizancı, Ali Kemâl; imzasız yazılarıyla Selanik komitesinden Ömer Naci, Hüsrev
Sami (Kızıl- doğan) gibi İttihatçılar bulunmaktadır. Bir yönüyle, Avrupa’da kalarak
‘‘Sultan Hamit’le mücadele eden ” Ahmet Rıza ile yazarları; bu gazeteyi
kullanarak 31 Mart’a kadar mücadeleyi sürdürmüşlerdir.62
Gazete, başlangıçta Prens
Sabahattin’in babası Damat Mahmut Paşa’nın (ö. 1903) desteğini almıştır. Fakat
fikir olarak merkeziyetçidir. Gazetenin, Osmanh Devleti’nin bütün unsurlan
arasında fikir birliği, ortak vatanseverlik duygusu geliştirmek, 1876
Anayasasını yeniden yürürlüğe koymak gibi siyasi ilkeleri bulunmaktadır.
İlkeler içinde; Osmanlı Devleti’nin bütünlük ve bağımsızlığını savunmak,
hanedanı ve tahtı korumak gibileri, aslında Jön Türk basınının “takiyesi” olarak
gözükmektedir. “August Comte ’un hayalperest öğrencisi” Ahmet Rıza,
Osmanlı ülkesindeki ‘‘Hıristiyan ve Müslüman bütün ırkları bir (yeni
millet) halinde birleştirmek ve Fransa ’yı model alıp merkezî hükümet kurmak”
istemektedir. Şüra-yı Ümmefc karşı; Ahmet Rıza ile Paris Kongrelerinde
birlikte hareket eden Prens Sabahattin; siyasi görüş olarak adem-i merkeziyeti
savunan Terakki adlı Türkçe, küçük ebatlı gazetesini çıkarmıştır.63
Şura-yı Ümmet, 1
Muharremü’l-Haram 1320/10 Nisan 1902/1-1 Zilkade 1320/29 Kanunusani 1903
arasında Mısır’da 21 sayı yayınlanmıştır. Fakat yine irtibat adresinin ba-
şında Paris-Meşveret
gelmektedir. Meşrutiyet devrinde Şurayı Ümmet, Ahmet Rıza’nın
İstanbul’a gelmesinden sonra yayınında burada devam etmiştir.
Şura-yı Ümmet dışında Hoca
Kadri Efendi de Mısır’da Kanun-ı Esası gazetesini çıkarmıştır. Bu
gazeteyi Osmanlı yönetiminden para sızdırmak için çıkardığını daha önce belirtmiştik.
Aynca, Havâtır (Hatıralar) adlı bir gazete daha yayınlar. İstinsaf
(hakkını bütünüyle alma, ödeşme) adlı bir kitap da yayınlar.
Bulgaristan’da, İttihat ve Terakki
mensubu Mustafa Ragıp tarafından EJkâr-ı Umumiye adıyla bir gazete
çıkartılır. Gazeteye İbrahim Temo da yazılanyla destek verir.64
Mustafa Ra- gıp, burada gazetecilik yaparken, sadece Türkiye’deki iç politikaya
dönük değil, Bulgar yönetimine karşı da çakşır. Zira Bulgar yönetimi, Türklerin
seçimlerdeki etkinliğini azaltmak için Türkçe konuşan Müslüman Çingenelerin oy
hakkını iptal eder. “Türk Çingeneleri”; o sıra Razgrad, Pazarcık gibi
yerleşim yerlerinde toplu ve etkin haldedirler. M.Ragıp, bir eski Bulgar
bakanı ile Pazarcık’ta miting düzenleyerek kendisini, “eski Çingeneler Kralı
hanedanına mensup, Avrupa ’da tahsil göımüş, dünyayı dolaşmış prens ”
olarak takdim eder. Bulgar hükümetinin haksızlığını duyarak gelmiş ve
Çingenelerin meşru hakkını savunmaktadır. Bulgar hükümetine karşı alkışlanan
Ragıp, bir protesto metni de hazırlatarak imzaya açar. Bunun üzerine,
gösterilerden çekinen Bulgar hükümeti, “Ra- gıh ’ın Ejkâr-ı Umumiye
gazetesini kapatarak” kendisini de sınır dışı eder.65
İbrahim Temo’nun, yurt dışındaki ilk
yayınlarından birisi, Hareket adlı broşürdür. Osmanlı Devleti’nin,
Romanya’da, Tuna kıyısındaki Curcuva Kasabasına konsolos olarak atadığı İzmirli
Ali Şefik Bey cemiyetin ilk mensuplanndandır. Temo,
ona giderek misafir olur ve birlikte Hareket
broşürünü kaleme alırlar. Yalnız Romanya-Bükreş’te, Türkçe hurufat yoktur. O
sıra Bulgaristan’ın Tuna sahilindeki Rusçuk şehrinde Tuna adlı bir Türk
gazetesi çıkmaktadır. Tuna gazetesine müracaat eder. Fakat bastıramaz.
Gazete çalışan tıbbiyeli Mustafa Ra- gıb’ı oradan alarak, taşbaskı yaptırmak
üzere Bükreş’e götürür. Baskı masraflarını da ilginçtir, Osmanlı Devleti’nin
Bükreş’teki elçiliğinde Başkâtiplik yapan Alfred Rüstem Bey’den alır. Alfred
Rüstem ile Temo’yu Romanya Dışişleri Bakanlığı’nda Türkçe tercüman olarak
çalışan Musevi asıllı Jak Levi tanıştırmıştır. Taş baskısı için ödünç alınan
para 300 ley yani 15 Napolyon kadardır. Hareket, kırmızı mürekkeple 500
adet basılarak Temo’nun, “İstanbul, İzmir, Selanik, Trabzon iskelelerindeki
ecnebi postalarından alan” adamları vasıtasıyla Türkiye’ye dağıtılır/16
Dr. İbrahim Temo, Osmanh başkentinden
aynldıktan sonra ölümüne kadar en uzun süre Romanya’nın Mecidiye şehrinde
kalmıştır. Yanına, Saraya ve Dâhiliye Nezaretine mensup olduğunu bildiği
Ebulmukbil Kemal Bey adında birisi gelir. Kendilerine katılmak istediğini
belirterek, gazete çıkartmak için hurufat ve mürettip getirdiğini belirtir. “Hep
beraber bir gazete çıkaralım, istibdatla boğuşalım” teklifinde bulunur. “Şüpheli
” bir şahsın serbest bir yerde, kendilerine ve fikirlerine zarar
veremeyeceğini düşünen Temo, teklifi kabul eder. Çıkanlacak gazetenin adı: Sada-yı
Millet’tir. Kaymakam Şefik, Dr.İbrahim Ethem Temo, Kadri ve Ebulmukbil Bey
bir şirket kurarlar. Şiıket sözleşmesinin ilk maddesi; “İşbu anonim şirket,
mevcut azaya vekâleten başyazar Ebulmukbil Kemal imzası ve Sada-yı Millet
unvanıyla bir gazete yayınlamak hususunda anlaşmışlardır” hükmünü
taşımaktadır. 15 Aralık 1898 tarihli dört kişinin imzası ile gazete faaliyetine
başlanır. “Gazetenin, Romanya’da yayınında bir kesintiye" uğramaması
için, “yerli bir sorumlu müdür” bulurlar. Bu, Romanya’nın ilk krallık
devri başbakanının oğlu Vasil’e Kogalniçea-
nu’dur. Temo, tanıdığı bu şahsı; “mağdur
bir millete hizmetle büyük bir insanlık görevinde bulunacağına ” ikna edip “kandırmıştır".
Böylece, Osmanlı Bükreş Büyükelçisinin müraca- atlan üzerine, gazetenin yerel
hükümet tarafından kapatıla- maması sağlanır. Gazetenin yayıncıları: Kadri,
Şefik, Temo, Ebulmukbil ve İbrahim Naci’dir. Yalnız gazetecilik işi ile
uğraşmazlar. Hep birlikte Bükreş’e giderek, Vidin’den oraya gelen Selanikli
Midhat Şükrü’nün (Bleda) de katılımıyla “Bükreş Genç Türkler Komitesi
"m kurarlar. Niyetleri Paris, Cenevre, Mısır vb. yerlerle sıkı ilişki
kurmak ve çıkardıkları gazeteyi, “vatan dâhiline” sokmaktır. Köstence
Limanının İstanbul ile denizden irtibatı vardır. Bu yolu kullanarak, gazetenin
İstanbul’da yayılıp okunması sağlanır.67 Durumu önleyemediği için,
bir süre Bükreş sefiri görevden alınır. Daha sonra elçinin çabası ile Kaymakam
Şefik ve Ebulmukbil Kemal’in arası açılır. Ebulmukbil İstanbul’a döner,
Mürettip Rıza da aradan çekilir. Gazete heyeti dağılır.68
Romanya’daki Ama- vutlan ikiye bölecek ve Temocular adıyla bir grup oluşturacak
kadar etkili olan Temo, gazetenin kapatılış tarihini vermemektedir. Yalnız
İstanbul’a dönen İbrahim Naci’nin, kendisine 2 Mayıs 312/1898 tarihli mektubu
geldiğine göre69, Mayıs’tan önce gazete kapatılmış olmalıdır. Sada-yı
Millet, 15 günlük bir gazetedir. Rumen-Türk dostluğunu savunan yazıların da
yayınlandığı gazete, 9. sayısından sonra kapanmıştır.
Bunların dışında, yurt dışında
çıkartılan yığınla Jön Türk gazetesi bulunmaktadır. Tunalı Hilmi (1863-1928),
Cenevre’de ihtilâli teşvik için Ezan gazetesini (1899) çıkarır. Asıl
amacı para sızdırmaktır. Londra’da Hürriyet, Hamidiye (1896); Hoca Kadri
tarafindan Kahire’de Kanun-ı Esasi, El-Kâtip (1897), Laklak
(1901); Folkestone’da Dolap (1898), Selâmet (1901); Atina ve
Cenevre’de Tarsûsîzade Münif tarafından Hakikat (1896-1897), Beberuhi
(1898), Yıldırım, La Foudre, Tokmak (1901); Brüksel’de Türkçe-Fransızca Le
Moniteıır Ottoman, Fransızca Le Liberal Ottoman (1901), Le Federation
Ottoman (1903), Ahali
(1905); Rio de Janeiro’da El-Rahip, New York’da El-Eyyam,
Sofya’da Le Currier de Balcan, Yıldız, Cüret, Eyyam, Kürdistan, Metanet,
Vatan, Enîn-i Mazlüm, Tâkib-i İstiklâl, Muvazene, Girit, Darbe gibi gazeteler
bulunmaktadır.70
Jön Türk yayın organları içinde,
birkaç sayı çıkıp saman alevi gibi sönen yüze yakın gazete vardır. İhtilâl
basının en uzun ömürlüsü Abdullah Cevdet’in İçtihad1 \âm.
İçlerinde, fikir namusu olanlar yanında, şantaj yapanların çıkması, "İttihatçı
” adı altında faiklı düşünce, akım ve ülkelerin etkisi altında kalanların
bulunması, önemlidir. Yurtdışı yayınların en büyük yardımcısı, yabancı
postalardır. Hüseyin Cahit, “Yabancı postaların bize büyük yararı olmuştur.
Onlar olmasaydı, ülkeye hiçbir gerçeğin ışığı, hiçbir özgürlük havası giremezdi
’’ demektedir.71
Dolap, Laklak, Beberuhi gibi mizah
gazetelerinin de bulunduğu Jön Tüık gazeteleri, yabancı ülkelerin de çok yönlü
destekleri ile İkinci Meşrutiyet’in ilanını sağlamıştır. Sonuç itibariyle
gerçekleştirilenler hakkında Yahya Kemal; “İttihad ü Terakki hakikatte,
Osmanlı hanedanının saltanatına son vermiş, Türkiye ’de iktidar mevkiine
merkez-i umumiyi getirmişti ” değerlendirmesini yapar.72
İttihat ve Terakki basınının en çok
etkilendiği ülke, Fransa Cumhuriyetidir. Osmanh yönetimi ile savaşan
İttihatçılar, İngiltere tipi demokrasi ve hürriyeti sevmemişlerdir. Çünkü
sonuçta orada krallık, Anglikan “Halifeliği" vardır. Geleneksel Osmanh
yönetim yapısını yıkabilmek için, Fransız tipi laisizm, pozitivizm ve Jakoben
anlayışı gereklidir. İttihatçılar sürgünde mücadele ettikleri model olarak
almışlarsa da İktidar da Almanya ile yakınlaşmışlardır. Meşrutiyet’in hemen
ardından Osmanlı topraklarının peş peşe paylaşımı, ilk şok olmuş, Birinci
Dünya Harbi ardından gelen "yardımsever" devletlerin işgal
şoku ise, vatansever tepkilerle birlikte, zihinleri manda
yönetimlerini içselleştirme
doğrultusunda şekillendirmiştir. Abdülhamit yönetimindeki jurnalci, sansürcü
yönelişi kıyasıya eleştiren Jön Türk okumuşlar; darbeden sonra ortaya serilen
jurnal çalışmalarına kendi katkılannı görmezden gelmişler, gazeteci
öldürmeleri kınamayı bile haysiyetlice becerme işini, İttihat ve Terakki’nin,
devletle birlikte yıkılmasından sonraya ertelemişlerdir.
H-II.MEŞRUTİYET’TE İTTİHAT VE TERAKKİ BASIN POLİTİKASI
İT. Meşrutiyet’in ilânıyla her alanda
olduğu gibi, basın alanında da dizginsiz bir atılım, yayın çeşnisi, fikrî
atmosfer oluşmuştur. Her türlü yayının baskı öncesi kontrolü, kendiliğinden
kalkmış, yayından sonra da suçlar hiçbir cezaya tabi tutulmamıştır. 1907’den
beri devam eden bir başkan, 45 üye, 20 adet çeşitli dillerde muayene memuru,
gümrük ve postalarda ortak bir sansür müdürü, farklı dillerde 7 muayene
memurundan oluşan geniş sansür heyeti varken sansüre ait işler fiilen durmuştur.
Sansür işiyle uğraşan Encümen-i Teftiş ve Muayene ile Müellefat
Tetkik Heyetleri kaldınlmıştır. Cumhuriyet başlan Matbuat Umum Müdürlüğü
yetkililerinden Server Rıfat, Meşrutiyet ortamını şöyle değerlendirir: "Bu
günlerin her nevi harekâtı gibi matbuat ve neşriyat hareketlerini de hudutsuz
bir matbuat hürriyeti diye tavsif edebiliriz ki, bu da bir hürriyet değil, bir
anarşi idi ve bu vaziyet, tabii olarak siyasi şantajlara da vücut vermişti. ’’
Onun için 1876 Kanun-ı Esa- si’sindeki, "Matbuat kanun dairesinde
serbesttir” maddesine; "Hiçbir veçhile kablettâh (baskı öncesi)
teftiş ve muayeneye tâbi tutulamaz” kısmı eklenir. 1909 Matbuat Kanunu
çıkanlır. Sadece bir beyanname verip adı, sıfatı, meskeni, yayın dili
bildirilerek isteyen matbaa açıp, gazete, dergi, kitap dâhil yayın
yapabilecektir.
U.Meşrutiyct ilân edildiğinde
İstanbul’da, Ahmet Cevdet’in Jkdam, Mihran Efendi’nin Sabah,
Ahmet Midhat Efen-
di’nin Tercüman-ı Hakikat ve
Mehmet Efendi ve oğlu Fet- hi’nin Saadet gibi gazeteler öne çıkmaktadır.
Bunlara Ahmet Ihsan’ın .Meşrutiyet’ten sonra günlük hale getirdiği Servet-i
Fünun eklenmelidir. Yeni dönemle birlikte, mevcut yayın organları içinde
yazan İttihatçılar ile yurt dışında yayıncılık yapanlar, merkezlere gelip basın
faaliyetlerine katılırlar. Yurt dışından gelenler, yukanda üzerinde durulduğu
üzere, genelde önceki gazete ve dergilerini çıkarmışlardır. Bir anlamda bu
gazetelerin ve gazetecilerin 1908 devriminde katkılan büyüktür ve her kesim
tarafindan kabul edilmektedir. Gizlilik esasından kurtulamayan partinin,
Meşrutiyetle birlikte en açık çalışan kuruluşlan, gazeteleridir. İttihat ve
Terakki’nin halk, okumuşlar gözünde büyüyen prestijli, gazetelerin çıkmasını da
zaruri hale getirmiştir. Gazeteler en çok rağbet edilen unsurlardır. Hürriyet,
eşitlik, adalet, kardeşlik nutuklan arasında matbaalar, gün boyu baskı yaptığı
halde halka gazeteler yetiş- tirilememektedir. 33 yıllık kati yönetim ve
sansürden sonra tam anlamıyla bir basın bayramı yaşanmaktadır. On paraya
satılan İkdam gazetesinin Meşrutiyeti öven yazılan nedeniyle karaborsaya
düşüp elli kuruşa satılması, kısa sürede yüzlerce gazete ve dergi imtiyazının
alınıp çıkarılması, ilk günden itibaren sansürün fiilen kalkması, basın
alanında hareketliliğin hangi düzeyde olduğunu göstermektedir. Partiye doğrudan
üye olmayan okumuşlardan, üye olanlar artmaktadır. İki bin civarındaki subay
üye yanında sivil memur, amir üyeler vardır. Bunlardan birisi olan Mehmet
Akif, cemiyetin Şehzadebaşı’ndaki İlmiye Mahfeli’nde Arap Edebiyatı dersleri
vermiştir. İlişkileri bu kadarla sınırlı kalmıştır.73
İlk aylar, daha çok zafer
sarhoşluğuyla desteklenen bir iyimserlik düzeyinde giden fikir ortamı, siyasi,
edebi derinlikten yoksun olsa da yeni bir heyecanla edebî grupların oluşturulmasına
fırsat vermiştir. Servet-i Fünunculara, Fecr-i Ati grubu eklenir. Servet-i
Fünun ekibi, Yeni Mecmua adıyla Batı tipinde bir edebiyat dergisi
çıkarma hazırlığı yaparak yayın
izni alır. Fakat ilânları yapıldığı
halde bu dergi, ilk sayısı çıkmadan tatil edilmiştir Selanik’te, Ziya Gökalp,
Enis Avni (Aka Gündüz), Ali Canip, Ömer Seyfettin’den oluşan Genç Kalemler
ekibi oluşturulmuştur.74
1908 başlarında Osmanlı Devleti’nde
120 gazete yayınlanmaktadır. II.Meşrutiyet’in ilk yedi ayında bu rakam 730’a
ulaşır. 308’i sadece Türkçe, 41’i Türkçe-Arapça, 20’si Türk- çe-Fransızca,
16’sı Türkçe-Rumca’dır. Başka dilde çıkanların en fazlası, 109 ile Rumcadır.
Arapça 67, Fransızca 36, Ermenice 34, Yahudice 19, Bulgarca 11, Arnavutça 5,
Sırpça 4 gazete çıkmaktadır. 1908 öncesi 122 Rumca gazete yayınlanmışken, 1908
ile 1923 arasında 125 Rumca gazete çıkarılmıştır.75 Burada Kürt
gazeteciliği de özgür ortamdan yaralanarak kendini gösterir. Bu konu daha
detaylı bir şekilde İttihat-Terakki ve Kürtler başlıklı bölümde ele alınmıştır.
Daha sonra, farklı cephelerde yer
alan birçok gazeteci yazar da yukarıdaki gruplar gibi İttihat ve Terakki
Cemiyeti Sempatizanı ve taraftandır. İttihatçı kadro içinde pek adı anılmayan
Mehmet Âkif, İttihat ve Terakki’ye üye olmuş, Mevlevi kimliğini adında da
taşıyan yazar Tâhirü’l-Mevlevî İstanbul şubesi daha kurulmadan İttihat
ve Terakki’ye girmiştir. Meşrutiyet başlarında, Mithat Rebiî’nin, Nekregû
adlı gazetesinde cemiyeti öven yazılar yazmıştır.
Meşrutiyetle büyük bir güce erişen
İttihat ve Terakki’nin basın politikası; parti politikası ile paralel
yürütülmüştür. Partinin hedefleri, her türlü vasıtayı meşru gösteren bir
ağırlığa sahiptir. Hedeflere varmak için, kullanılan araçlar içinde basının
yeri büyüktür. Gizli, hücre tipi örgütlenmenin gerçekleştirildiği, iktidan
devirmenin hedeflendiği dönemde basın, hem taraftar çoğaltma, fikri
yaygınlaştırma hem de vurulmak istenilen hedefleri küçültme, aşağılamada
önemli bir vasıtadır.
ikinci Meşrutiyet döneminde, basının
politika ile âdeta bütünleşen bir yapısı vardır. Gazetelerden önemli bir
kısmı, par-
tilerin bülteni denebilecek üslupla
yayın yapar. Onun için de basına bakış, partiye, parti politikasına bakışla
irtibatlandınlır. Volkan gazetesine göre, İttihat ve Terakki’nin berbat
olmasının sebebi İttihatçı basındır. “İttihat ve Terakki Cemiyetinin
berbâdına, berbâd-ı zâhirîsine olsun sebep olan Şura-yı Ümmet ’le Tanin ’dir.
” Volkan, parti sallanmaya başlayınca uyarmış Şura-yı Ümmet müdürü
değiştirilmiştir. 1909 Nisan’ında parti için felaket baş göstermiştir. Onun
için bu iki yayın organı kapatılmalı, parti de ahlâkını güzelleştirmeye
çalışmalıdır.77
II.Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a
gelen ama aradığını bulamadığı için farklı yayın ve çalışmalarda bulunan
İttihat ve Terakki’nin 1/1 no.lu kurucusu İbrahim Temo, parti merkezine
çağırılır. Merkezde Temo’ya; “Merkez-i Umumî böyle arzu ediyor. Bu fikirden
ve İttihadın resmî gazetelerinden başka gazeteleri yayınlamaktan
vazgeçmezseniz, hakkınızda hayırlı olmaz, sonra siz bilirsiniz ve iyi
düşününüz” denir. Te- mo’nun kurduğu Partinin kâtib-i umumisi (genel
sekreter) ve yazarlardan bazılan, içlerinde okuma yazma bilmeyen Palabıyık
Haydar da olduğu halde tutuklanıp Bekir Ağa Bölü- ğü’ne tıkılır. Gazeteleri
satan fakir çocuklan bile, sokaklardan tutup döverek burunlanndan kan
akıtırlar. Harbiye Nezaretine getirilen Mahmut Şevket Paşa, “sıkılmadan
kâtib-i umumi Fuad Şükrü Bev 'e baston göstererek: sizi sopa altında geber-
tırım der.
Temo’nun anlattığına göre, Mahmut
Şevket Paşa’ya suikast düzenleyenler; araya “kara kedi” girmesi
üzerine, İttihat ve Terakki içinden aynlanlardır. “Yüzbaşı Kâzım, gazeteci
Abdullah Zühdü, Topal Tevfik ve hempası”, suikast öncesinde Köstence’ye
gelerek Temo ile gizlice görüşmüşlerdir.79
Meşrutiyet’in özgürlük ortamı, bütün
yayın organlannda “Cemiye-i Mukaddese "ye övgünün artmasını teşvik
etmiştir. Buna sadece İttihatçı basın değil, bütün fikirlerden gazeteler
katılmışlardır. Fakat kısa süren
bahar havası yerini sert tartışmalara bırakmış, ardından sansürlü dönemleri
arayanlar çoğalmıştır. Haşan Fehmi, Ahmet Samim, Zeki Bey, Silahçı Haşan
Tahsin, Derviş Vahdeti gibi gazetecilerin öldürülmesi basın sansür tarihinde
öncesi olmayan bir korkunç yanlışı başlatmıştır: Gazeteciyi öldürerek
sansürlemek.
Cemiyetin yönettiği veya
yönlendirdiği gazetelerin tam tespiti mümkün olmasa da ilişkisi açık olanlardan
bazıları belirtilebilir. Bunlardan, Selanik’te; İttihat ve Terakki, Hürriyet,
Rumeli, İstanbul’da; Tanin, Şura-yı Ümmet, Erzurum’da; Albay-
rak, Konya’da; Hakem, Konya Osmanlı, Türk Sözü, Sivas’ta; Kızılırmak,
İzmir’de; İttihat, Trabzon’da; Meşveret, Diyarbakır’da; Peyman,
Dicle sayılabilir. Zira Süleyman Necati, Erzurum’da parti gazete ve okul
müdürlüğünü eşzamanlı olarak yürütmüştür. Sivas’ta Kızılırmak'la adresi
İttihat ve Terakki Kulübüdür. Konya’da Hakem'in imtiyaz sahibi, İttihat
ve Terakki Kulübü’nün reisidir. Silah, Süngü, Bomba adlanyla gazeteler
çıkaran Tahsin Bey, İttihat ve Terakki üyesidir.80
Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip
tarafından hazırlanan 2 Şubat 1910 tarihli, ‘‘Matbuat-ı Osmaniye’nin Hâl-i
Hâzırı" başlıkla yayınlanan bir belge; İttihatçı basın tasnifi
hakkında içeriden bilgiler vermektedir. Buna göre Tanin başta olmak
üzere İttihat ve Terakki Fırkası’na ve hükümete uygun yayın yapan gazeteler
önem sırasıyla şunlardır: Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat,
Selanik’te; Yeni Asır, İzmir’de; İttihad, İstanbul’da; Ermenice
intişar eden Azadamard, Fransızca La Turquie ve Levant Herald.
Cemiyetin en etkin örgütlendiği
şehirler, İttihatçı basının en çok odaklandığı yerlerdir. Bunların başında da
İstanbul ve Selanik gelmektedir. Tanin, İttihad ve Terakki gibi
gazeteler, doğrudan parti adına çıkartılır. Burada doğrudan parti adına
çıkartılan merkez gazeteleri üzerinde durulacaktır. Zira İttihat ve Terakki
adına Meşrutiyet’ten sonra gazete veya gazetelerin
Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar
ve Diğerleri çıkarılmadığı vilayet yoktur. Parti örgütlenmesi büyütülürken,
taban oluşturmak üzere gazeteler yanında parti kulüpleri, doğrudan partinin
adını taşıyan değişik seviyelerde okullar, gece mektepleri, kurslar açılmıştır.
Kamuoyu oluşturmada, parti tabanına ulaşmada gazeteler önemli araç
durumundadır. Onun için diğer parti kuruluşlan yanında, özel bir yere
sahiptirler. Parti merkezinin kararlan, fikriyatı, haberleri gazeteler aracılığı
ile tabana ulaştırılmıştır.
İstanbul, sadece devlet merkezi
olarak değil kültür, ekonomi merkezi olarak da basının odaklanmak zorunda olduğu
bir dünya şehridir, ikinci Meşrutiyet döneminde, bütün parti ve akımların kendi
yayın organlarını çıkardığı yer olarak İstanbul, İttihat ve Terakki basınının
da odaklandığı bir merkezdir. Parti üst yönetimi henüz Selanik’tedir. Ama
neticede meıkez-i umumi İstanbul’a gelmeye mecbur kalır. Ülke yönetiminde,
halk üzerinde söz sahibi olmak isteyenin İstanbul’da bütün mevcudiyeti ile
bulunması gerekmektedir.
Meşrutiyetin ilânının ertesi günü,
İttihat ve Terakki İstanbul Merkezi toplanmıştır. Toplantıya 15 kişilik "fedai
şubesiyle" Kâzım Karabekir’de katılır. Toplantıda, ordu ve donanmanın
meşrutiyete sadakat yemini etmesini sağlamak, "donanmayı
teşkilâtlandırarak cemiyete sadık kılmak" gibi maddeler arasında; "İstanbul
matbuatını tenvir etmek ve cemiyetin yayım vasıtası olarak yeni bir gazete
çıkarmak" karan da alınır. Basın işiyle Mahmut Sadık ve Fatin Hoca en
fazla ilgilenir. Basın alanında faydalanılacak; Fatin Hoca’nın "kolundan
” (hücre) olan Tevfik Fikret ile Hüseyin Kâzım gibi cemiyete önceden girenler
ile Abdullah Zühtü, Hüseyin Cahit gibi cemiyete yakın kimseler bulunmaktadır. “Sonradan
mebus olmak için cemiyete giren" Hüseyin Cahit, çıkaracağı gazete ile
cemiyete yardım etme sözü verir. Kâzım Karabe- kir’in belirttiğine göre,
cemiyetin (İstanbul şubesi) elinde, bir gazete çıkaracak kadar para da yoktur.
Onun için Hüseyin Cahit’in düşüncesi benimsenir. Hüseyin Kâzım "vasıtasıyla
cemiyet bir gazete çıkarıncaya kadar
tebliğleri” böylece Ta- nin’e verilecektir.81 Onun
için, sahibi başlangıçta doğrudan cemiyet olmasa da, İstanbul’da parti adına
ilk çıkan gazete Tanin olur. Tanin ardından Karabet’in sahibi
olduğu Resimli Gazete’de yandaş yayın organı durumundadır. İttihatçı Mahmut
Sadık ile Abdullah Zühtü, gazeteyi günlük hale getirirler. Ama cemiyet, daha
çok Tanin’i tercih eder.82
1-1908 SONRASI GAZETELER
Gazetenin kuruculan: Hüseyin Cahit,
Tevfik Fikret ve Hüseyin Kâzım’dır. İlk sayısı, 1 Ağustos 1908 Cumartesi günü
yayınlanır. Gazete çıkarma fikrini Hüseyin Kâzım teklif etmiş, Tevfik Fikret
de Tanin adını koymuştur. Tanin, Arapça "tını,
tınlama" anlamına gelmektedir. Gazetenin idare yeri: "Bâbıâli
Caddesinde daire-i mahsusa "sidir. Müdürü, Hüseyin Kâzım, başyazan:
Hüseyin Cahit’tir. "Taşra için bir senelik abone bedeli posta
ücretiyle beraber 180 kuruş ", altı aylığı yine taşra için ve posta
ücreti ile birlikte 95 kuruştur. Gazete özel uyansını da yapmayı ihmal etmez: "Neşredilmeyen
âsâr ve evrak iade olunmaz ”.
Gazetenin matbaası yoktur. Onun için Tanin,
Artin Asa- doryan’ın sahibi olduğu Şirket-i Mürettibiye matbaasında 1 Ağustos
1908 Cumartesi günü (19 Temmuz 1324) çıkanlır.84
Bir süre sonra gazete, okurlanndan da
destek almak üzere "Tanin Anonim Şirketi "ni kurar. Gazete,
20.000 Lira sermayeli bir anonim ortaklıkla yönetilecektir. Tanin'in
yaym kadrosu zengindir. Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit, Babanzade İsmail Hakkı
(Baban, 1876-1913), Falih Rıfkı (Atay, 18841971), Aka Gündüz (Enis Avni,
1886-1958), Fazıl Ahmet, Asım, Ahmet Şerif, Hakkı Tank (Us, 1889-1956; bir ara
yazı işleri müdürü de olan Muhittin (Birgen), İsmail Müştak, Mehmet Ali Tevfik85
gibi, onlarca isim bulunmaktadır.
Gazetenin ilk üç-dört ayından sonra
Tevfik Fikret gazeteye gelmez olur. “Tanin gazetesinin bir sayısının
kenarına yazdığı ”, “Zehir zemberek mektup", Hüseyin Cahit’e ulaşır.
Sebep, Rumelihisarı’nda bir evin eşyasını, maliye memurlarının, vergi toplamak
için haczetmeleridir. Fikret, çaresiz halka, vergi memurlarının baskısından
dolayı, bütün rejime, Tanin'e, Hüseyin Cahit’e ‘ ‘acı bir saldırı ’'
yöneltmiştir.
Tanin'\, Balkan
Harplerinden sonra, “dört beş yıllık çok fazla heyecanlı bir yaşayışın
yorgunluğuyla ve düş kırıklıkla- nyla bezgin bir durumda ", Hüseyin
Cahit de bırakacaktır.86
Meşrutiyetle beklenen gelmemiştir. “Kanun-ı
Esasi yürürlüğe girdi mi, her şey yoluna girecek" beklentisi
gerçekleşmez. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i işgal eder, Bulgaristan
bağımsızlığını ilân eder, ardından Girit gider. Hıristiyan unsurların da
azması ile birlikte bütün bunlann “hepsi Meşrutiyet yüzünden başımıza
geliyor”, “çoban isteriz, şeriat isteriz, sesleri ile halk Selanik 'ten soğudu
ve Yıldız ’a döndü. Artık sürgünlerden dönen Hürriyet kahramanlarının da birbirlerinin
içyüzlerini açığa vuran yazılarını okuyorduk. Birçokları jurnalci imişler.
Paris ’te Sultan Hamid ’den aylık almakta imişler. Hatta bizim tercümelerinden
hürriyet dersi aldığımız birinin arsızlığı yüzünden elçilikten kovulurken pantolonu
yırtıldığı için Yıldız ’dan ‘tazminat ’ istediğini öğreniyorduk. ”87
Gazete-parti ilişkisi, o kadar
bilinir ve yaygındır ki, devlet memurlarından birisinin görev yerinin
değiştirilmesini isteyenler, sahte imza ile parti üyeleri adını kullanarak
dilekçe bile yazmaktadırlar. Cemiyet üyesi olarak kullanılan adın, Hüseyin
Cahit olması aynca önemlidir.
Hüseyin Cahit, “İttihatçıların tam
savunusunu yüklenen" birisidir. Bu durumu parti tarafindan ödülsüz
bırakılmaz. Maliyeci Cavit, kendisini Düyun-ı Umumiye Osmanh alacaklılar
vekilliğine seçtireceğini söyler. Böylece görevi; “devlete karşı
________ İTTİI1AT
VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN yer
almaktır”. Ama gerçekte İngiliz, Fransız alacaklılar vekilleri ile
birlikte bulunarak, “arkadan bir gizli karar alınmasına engel”
olacaktır. Hiıseyin Cahit, bu görevde on bir yıl kalır,88 Hüseyin
Cahit’in, gazeteci olarak ekonomi ile ilgili işleri bu kadarla kalmamaktadır.
Savaş sırasında, Men’i İhtikâr Ko- misyonu’nda görev alır. Bu konuda Tanin
elemanlarından gazeteci Hakkı Tarık’ı; Haydarpaşa’da, İstanbul’dan Anadolu’ya
belgesiz manifatura malzemesi gönderilip gönderilmediğini denetlemede
görevlendirir.89
Tanin’in 25 Temmuz 1908
tarihli sayısında “Ali Kemâl Bey ’e Açık Mektup ” başlıklı bir yazı
yayınlanır: “Geçen gün huzur-ı şahâneye kabul buyrularak mazhar-ı iltifat
oldunuz. Dört yüz elli lira atıye-i seniyye aldınız. Bu parayı bir cihet-i
hayra sarf edeceğinizi ümit ederek iki-üç gündür bekledik. Fakat bu yolda bir
ilânınıza tesadüf etmediğimiz için henüz cihet-i sarfnı kararlaştırmadığınız
anlaşılıyor. Şu ihsan-ı şahânenin lâne-i Milliye’ hesabına Bank-ı Osmâniye
tevdi buyrulmadı hamiyet-i müsellemelerinden muntazırdır. "90
Ali Kemâl, bu yazıya verdiği cevapta,
iki yüz altmış altın aldığını, padişahın tebaasına verme hakkının bulunduğunu,
böyle bir hakkı yoksa geri vereceğini belirtir. Tanin, ülkeye geri
dönerken, padişahtan izin aldığını belirtmesini, “casusluk” olarak
nitelendirir. Ali Kemâl’in İkdam’da verdiği cevap da ağırdır: “Tanin
’in taarruzu müfteriyanesine yegâne cevabım Avrupa ’da ve Mısır ’daki hayat-ı
malûmemdir. Senelerce temadi eden ‘Türk’ gazetesiyle ‘Mecmua-i Kemâl’,
‘Mesele-i Şarkiye ’ vesaire gibi neşriyat-ı israranemdir. Şayet içimizden
çokları gibi, ‘Dahleden dinimize bari Müslüman olsa ’. Devri sabıkta casusluğa
tenezzül etmedim. Benim için ne Mısır’a gitmeye, ne o neşriyat ile, ne de bu
ticaret ile meşgul olmaya hacet yoktu, bugün ya sefir, ya vali idim. Dersaadet
’e avdetimden beri Utbe-i Şahaneye maruzatım varsa bana ne mut-
lu!.. Çünkü o zamandan beri
Padişahımız hayr-ı muhzî işlemiştir. Efkâr-ı amme bir mahkeme-i âdiledir,
yazdıklarımız da meydandadır. Artık daha fazla söze hacet yok Ali Kemal. ’m
. 14-15 Mart 1909 tarihinde Mekteb-i
Mülkiye talebeleri, tertip ettikleri bir törende, okulun iki eski mezunu olan Ta-
nin'in başyazarı Hüseyin Cahit ile İkdam'm başyazarı Ali Kemal’i
banştınrlar.92
Karabekir, parti olarak bu kalem
kavgasından memnun olmadıklarını da açıklamaktadır. Hüseyin Cahit, dizginlenmeyi
reddetmiştir. Sonuç şudur: “İki şahıs ve iki gazete; iki cephe yarattı ve
istibdat taraftarlarına ümit verdi ve bu hal 31 Mart irticaına temel taşı oldu.
’ '
Kalem kavgalarını Hüseyin Cahit,
basının “hemen hemen tek bir ses halinde yeni rejimi yıkmaya çalışması ’’
olarak değerlendirir. Eleştirilere doğru mu, yanlış mı merakıyla, gerçeği
arama endişesiyle bakmaz. İttihat ve Terakki açısından bakar. İttihat ve
Terakki ile irtibatı da sanıldığı gibi çok sonra değil, daha Talât’ın
tanınmadığı, İstanbul’a gizlice geldiği dönemde vardır. Talât’la, gazeteci
Mahmut Sadık’ın evinde görüşmüşlerdir. Tanin'i sık ziyaret edenlerden birisi
İttihat ve Terakki’nin “şefi” olan Talât’tır. Gazete matbaasına yeni
bir ilâve yapıldığında Dâhiliye Nazın olarak gezer. Balkan Harbi sırasında,
hükümetin diğer ileri gelenleri gibi kendisinin de arandığı bir sırada Talât,
sırtında gönüllü asker kıyafeti ile Tanin'i ziyaret eder.
Tanin, sosyal
olayların kışkırtılmasında da etkindir. 21 Temmuz’da “Bazı Esrar-ı Mühime”
başlığı altında Başkâtip Tahsin ile bazı isimlerini vermediği iki şahsın,
padişahı selamlığa çıkmamak için teşvik ettiklerini yazar. Tahsin ve emsali
kimseler, mabeynde kaldıkça bu tezvirlerin arkası kesilmeyecek, halkın
heyecanı geçmeyecektir. Bu durumu Padişaha haber vermek basın görevi olduğu
kadar sadrazamın da vazifesi değil midir? Bu yazıdan sonraki durumu Karabekir
anla-
tır “Halk galeyana gelerek Tahsin
Paşa hm Göztepe 'deki köşkünün camlarını taşladılar, gösterişler yaptılar.
Bunun üzerine 22 Temmuz’da Mabeyn Başkâtibi Tahsin ve Mabeynci Ragıp Paşaların
sarayla ilişikleri kesildi. Baş hafiye Kadri Bey ’le İbriktâr Rıfat ve üç şifre
kâtibinin mabeyne gelmemeleri emrolundu. Hafiyelikle ve halka zulümle iş gören
bir takım polis müfettiş ve komiserleri de memuriyetlerinden çıkarıldı. ”95
Gazete yayını üzerine devlet
adamlarının görevden atılması, bazı bakanların sokakta hakarete uğraması,
hapishanelerden suçluların, suçlu yakınlan tarafindan salıverilip yerlerine
köpeklerin bağlandığı açıklanmaktadır. Mevcut durum, Cemiyetin itibarını
artırırken hükümetin gücünü zayıflatmıştır. İttihat ve Terakki’nin yönetimle,
sorunların çözümü ile ilgili hazırlanmış planlan yoktur. Söz ayağa düşmektedir.
Asayişin sağlanması için “hükümetin Prestiji" olmadığından
cemiyetin nüfuzundan istifade etmek üzere deniz ve kara askerlerinden
oluşturulan devriyeler çıkanlacak, devriyelere cemiyet üyelerinden birer kişi
verilerek, onların telkinde bulunması sağlanacaktır
Tanin, özellikle
İttihatçı siyasilerle yakın, içli dışlı olmuştur. Hüseyin Cahit, sadece
başyazar değil aynı zamanda parti milletvekili olarak “İttihatçıların tam savunuculuğunu”
üstlenmiştir. Yalnız Meşrutiyet dönemi, umulanı vermez. Girit, Bosna-Hersek ve
Bulgaristan’ın koparılması gibi ilk can yakıcı parçalanmalar ardı ardına
gelir. Cemiyet yönetiminin sarsıldığı dönemde siyasî hâkimiyeti perçinleyecek
geçişi, 31 Mart Olaylan sağlayacaktır. Üstelik bu arada ezeli rakip durumundaki
devlet başkanı da tahttan indirilerek Selanik’e gönderilecektir. Tanin'de
ilk kısa süreli de olsa kapanış bu sıra gerçekleşir.
“İttihat ve Terakki Cemiyetinin yayın
organı Şura-yı Ümmet ve Tanin gazeteleri" idarehanesine
31 Mart Olayı’nın
ertesi günü (14 Nisan 1909 Çarşamba)
bir grup, hücum ederek matbaayı tahrip ve yağma eder. Can kaybı yoktur. Bu
sıra, İttihat ve Terakki’den İstanbul Mebusu bulunan başyazar Hüseyin Cahit,
Rus elçiliğine sığınır. Selanik milletvekili Cavit Bey’se bir ecnebi dostunun
evine saklanmıştır. (Unat, 1985, 184) Rus elçiliğine ait bir vapura, oradan da
Cavit’le birlikte Rusların “Kraliçe Olga ” adlı ticaret gemisiyle
Odesa’ya geçerler. Odesa’da onlan Rus özgürlükçülerini kanh bir şekilde ezen
general ağırlar. Trenle gittikleri Peşte’den sonra Sela- nik’e döndüklerinde,
Selanik Milletvekili olan Cavit, Hüseyin Cahit’e; “Hazır buraya gelmişken,
seni mason yapalım ” der. Zira “Masonluğun İnsanî ve hür ideali” vardır.
“Meşrutiyetten evvelki zamanlarda, meşrutiyeti hazırlayanlar masonluğa
girmişler ve bundan memleket hesabına az çok bir fayda görmüşlerdir”.
Neticeyi H.Cahit şöyle aktarır “Ertesi akşam, Selânik ’te bir mason
locasında masonluğa girdim. ” Bu arada H.Cahit, 31 Mart’ın getirdiği
iyiliklerden birisi olarak, “Beyoğlu ’nda bir tarafta birkaç mason ”
locasının açıldığını belirtir. Zira “o tarihte İstanbul ’da bir Türk mason
locası ” yoktur. “Masonların dar, taassup ve nasyonalizm mülâhazalarını
aşarak hangi din ve mezhepten, hangi ırktan olursa olsun, bütün insanlar
arasında yüksek bir kardeşlik muhabbet ve tesanüdü kurmak gibi temiz ve necip
bir idealleri” vardır. Masonluğun yüksek, temiz, asil ideallerini öğrenen
Hüseyin Cahit, cumhuriyet devrinde hatıralarını yazarken bir itiraf gibi
şunları ortaya koyar: “İçtenlikle söylemek gerekir ki, Müslüman dininin ve
şeriatının ne olduğunu hiç birimiz bilmiyorduk Müslüman dini üzerine okullarda
öğretmenler bir parçacık ne öğretmişlerse, ondan başka kimsede belli bir bilgi
yoktu. Kur ’an ’daki yargılara dayanan gerçek Müslümanlıkla din bilginlerinin
yaydıkları Müslümanlık arasındaki derin uçunumun kimse ayrımında değildi. ”
H.Calıit, Selanik’te Babanzade İsmail
Hakkı ile birlikte, "bir hatıra olarak, bir gün için” Tanin in, 26
Nisan 1909 tarihli nüshasını yayınlarlar.
Padişahın ve yönetimin (II.Abdülhamit
ve çevresi yönetimden uzaklaştınlmış) değişimi durulmayı sağlamamıştır.
Trablusgarp Savaşı, Arnavutluk’ta isyan ve Balkan Harpleri peş peşe sökün eder.
19 Temmuz 1912’de, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın (1839-1919) sadrazam olduğu, "büyük
kabine” kurulmuştur. İttihat ve Terakki, yönetimden uzaklaştırılmış; hatta
genel meıkezini yeniden Selânik’e taşımıştır. "İttihat ve Terakki ’nin
tehlikeye düşmesi bence yurdun tehlikeye düşmesi demek "tir görüşünü
açıklayan Hüseyin Cahit, bir protesto olarak Tanin’i kapatmaya karar
verir. 10 Ağustos 1912 tarihli açıklaması şöyledir: "Meşrutiyetin
çocuğu olan Tanin, tatili seçiyor.(...) İstanbul’a gelince anladım ve Tanin ’i
geçici olarak kapatmağa karar verdim. ” Fakat arkadaşlarıyla görüştükten
kısa bir süre sonra karardan vazgeçilir. Tanin 21 Ağustos’ta yeniden
çıkanlmaya başlanır. Zira Tanin, “namuslu bir muhalefete örnek”
olacaktır.
İstanbul’da sıkıyönetim vardır.
Hüseyin Cahit’in İttihat ve Terakki Genel Kongresi vesilesiyle yazdığı yazı
üzerine Tanin, ’i Eylül 1912’de kapatılır. Ama önceden alınmış gazete
imtiyazı vardır. Sorumlu müdür Cavit adına ertesi gün 4 Eylül 1912’de Cenin
çıkanlır. Cenin de kapatılınca Babanzade İsmail Hakkı’nın
sorumluluğunda Senin gazetesi çıkarılır. Bu arada Hüseyin Cahit ile
Cavit, Orhan Talât’la birlikte 4 Eylül 1912’de Nadir Paşa başkanlığındaki Harp
Divanı’na verilmişlerdir. Divandan, önce ceza almadan serbest bırakıldıkları
halde, sonra H.Cahit’e bir ay, diğerlerine yirmişer gün hapis cezası verilir. Tanin
başyazarı, ilk defa hapiste yatar. Evlerden gerekli eşyalar hatta ‘buzdolabı
’ bile gönderilmiştir. H.Cahit, başmakalesini müdür odasında yazarak
gazeteye gönderir. 12 Eylül 1912’de gazete Hak adıyla yayınlanır. İlk
kuruculardan Hüseyin Kâzım, 13 Eylül 1912 tarihli Hak’ta çıkan
yazısında;
“Cahid'i ve Cavid’i değil, hepimizi
sürükleyip zindanlara, ateşlere atsınlar. Bizler de onlar gibi düşünüyor ve
hükümetin kötü yönetimiyle yalnız Arnavutluk değil, bütün Türkiye’yi acılara,
yıkılışlara sürüklediğini, her yerde korkusuzca, çe- kifimeden söyleyip
duruyoruz. Bugünkü hükümet ülkeyi yıkılış ve dağılışa götürüyor ” diye yazar.
Tanin, asıl adıyla 17
Eylül’de yine çıkmaya başlar. Rakiplerinin, hapishanenin reklâm aracı olarak
kullanılmasına karşı çıkmaları üzerine; hapisten, üç yıldız imzasıyla
gönderdiği yazısında; “Meydan Okuyoruz" der. Balkan Harplerinden hemen
önceki günlerde, Balkanlar gibi İstanbul’da kaynamaktadır. Müdür odasından
İttihatçılann ve İtilâfçılann gösterilerini seyretmektedir. Karadağ
Prensliğinin Osmanlı Devleti’ne savaş açması ile harp başlamıştır. Gazete,
yeniden kapatıldığı için, 13 Ekim 1912 tarihinden itibaren yine Cenin
adıyla yayıma başlarlar. Bakanlar kurulu, 17 Ekim’de orduya hücum emri vermiş,
Yunanistan’da bize savaş açmıştır. Ama ortada garip söylentiler dolaşmaktadır.
Bunlardan birisi, Hükümetin Abdülhamit’i Selanik’ten İstanbul’a getirme
düşüncesidir. H.Cahit, Abdülhamit’in İstanbul’a değil, Anadolu’da bir yere
gönderilmesini savunduğu için gazete tekrar kapatılır. Ertesi gün, 21 Ekim
1912’de gazete, Senin adıyla yayınlanır. Talât’ın gönüllü er olarak
cepheye gittiği günlerdir. Sadrazam değişir. Kâmil Paşa başa geçirilmiştir.
Hüseyin Cahit, durumu eleştirir. Bu yüzden 30 Ekim 1912’de gazete tekrar
kapatılınca, 31 Ekim 1912’de yeniden Renin adıyla yayınlanır. Bulgar
ordusunun Çatalca’da olduğu, İstanbul’un göçmenlerle dolduğu sıradır. Gazete,
çözüm olarak ordunun başına, Mahmut Şevket Paşa’nın getirilmesini ister. Bu
yüzden 9 Kasım 1912’de gazete kapatılır. Fakat bu defa aynı ada yakın başka bir
adla çıkanlmasına izin verilmez. Hüseyin Cahit, dostlan- nın karşı koymasına
rağmen Avrupa’ya gitme karan verir. Kendisi ile birlikte gelme karan alan
Hüseyin Kâzım, Talât Paşa tarafından kandırılarak geri bırakılmış, ardından da
tu-
tuklanarak Bekirağa Bölüğüne
hapsedilmiştir. H.Cahit ise, Romanya üstünden Viyana’ya gitmek üzere
İstanbul’dan ayrılmış, başka yoldan gelen Babanzade İsmail Hakkı ve Cavit ile
Viyana’da buluşmuşlardır. İstanbul’dan, Aka Gündüz’ün yedi, Ubeydullah Efendi
ile Tanin yazan Cemil’in beşer yıl kalebentliğe mahkûm edildiklerini
haber alır. Bir ay sonra serbest bırakıldıklannı öğrenir. Fakat Kamil Paşa
hükümeti, yakaladığı İttihatçılan Bekirağa Bölüğüne hapsetmektedir. Bunlar
arasında Tanin'in yazı işleri müdürü Muhittin, eski Trabzon valisi
Süleyman Nazif, Dr. Abdullah Cevdet, yazar Hüseyin Suat, kendisini tutuklamaya
gelen asker inzibatı vurup öldüren Canbulat vardır. Ama ileri gelenlerden
aranan Talât; Tokathyan’da (O dönemin ünlü bir binası) kurulup oturmakta,
hükümeti devirmek üzere hükümet içinden Nâzım Paşa ile görüşmeler yapmaktadır.
Bu görüşmeler, 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleştirilen Babıâli baskını ile
sonuçlanmış, Kâmil Paşa hükümeti devrilerek, ordunun başına geçirilmek
istenilen Mahmut Şevket Paşa, hem sadrazam hem de Harbiye Nazın yapılmıştır.97
Tehlikeli günleri Viyana’da geçiren
Hüseyin Cahit, Babıâli baskınını duyunca, hemen hazırlanarak İstanbul’a döner
ve 31 Ocak 1913’te Tanin'i yeniden yayınlar. Hükümet darbesini; bir
bölük yurtseverin başansı, millet adına övünülecek bir zafer olarak alkışlayan
yazılar yazar. Her yönü ile İttihat ve Terakki’nin devlete hâkim olduğu günler
gelmiştir.
İttihatçı Parti yönetimi, muhalefeti
sindirerek iktidar tekelini sağlamlaştırmak istemektedir. Jön Tüıklerden Prens
Sabahattin’in adamı Satvet Lütfi’nin Tünel tarafında bir Yunanlının
matbaasında hükümet aleyhtan bildiri bastırdığı, Babıâli baskınına benzer bir
darbe planı hazırlandığı, böyle bir darbe ile mevcut hükümetin tasfiye
edilerek, Prens Sabahattin’in sadrazam yapılacağı iddiası ulaşır. Hüseyin
Cahit’in Vefa Lisesi’nden talebesi olan Satvet Lütfü bulunamaz ama matbaa,
Prens Sabahattin’in evi aranır. Bulunan malzemelere el konur.
İttihat ve Terakki içinden kopan
başkalarının da darbe düşünceleri vardır. 12 Haziran 1913 tarihinde Mahmut
Şevket Paşa, sokak ortasında öldürülür. Fakat bu suikast, İttihat yönetimini
zaafa uğratmaz. Tam tersi güçlendirir. Muhalefet orta- ddh kaldırılmıştır. “Meşrutiyet
biraz zorbalık ederek” uygulanmakta, meşrutiyetin gerekleri unutulmuş
bulunmaktadır. Hüseyin Cahit, devrin güçlü adamı Talât Paşa’ya, “Kardeşim
Talât” diye başladığı aynlık mektubunu yazar. “Ben İttihat ve Terakki
’ye yüksek bir inançla sarılmıştım, ittihat ve Terakki benim için bir
ülküydü" der. Parti zayıfken değil, güçlü iken aynlmak istemektedir.
Şu tespiti ilginçtir: “İttihat ve Terakki ’yi yeniden iktidara getirmek
için sen ve bazı arkadaşların hayatlarınızı ortaya koyarak bir işe giriştiniz
ve başardınız. Yarın yeni bir tehlike daha doğsa ben ortadan kaybolmak çaresini
arayacağım. Tehlikeye karşı yürüyenler ise gene sizler olacaksınız. ”
Gazete ile ilgili tespitleri vardır. “Tanin, sizin için, öteden beri bir
bıkkınlık, yorgunluk nedeni oldu ” der. Öyle ki Tanin, “tutturduğu
savunma görevinde o kadar aşırılığa vardı ve bazen o kadar /âzla yardakçılık
gösterdi ki, ister istemez Cemiyetin yayın organı gibi sayılması zorunluluğu
doğdu halk arasında” ama cemiyet Tanin'e. ayrıcalıklı davranmıştır.
Artık ayrıcalıklı davranmaya gerek yoktur. “Yayınlarında isteğe aykırı bir
biçim göze çarptığı zaman kendisinin genel yasaya çarptırılmasında duraksanacak
bir nokta da kalmamış demektir. ” Parti, genel merkezinde mektubunun
okunup okunmadığını bilmediğini belirten Hüseyin Cahit’e bir cevap verilmez. O
da bir şey olmamış gibi mevcut vaziyetini devam ettirir.
Falih Rıfkı’da tek parti tahakkümüne
dikkat çeker. 1913 Haziran’ından sonra, iktidar, muhalefete tahammül edemez
duruma gelmiştir: “Yeni muhalefet bozgunculuğuna katlanılamayacağı için
nazırlar heyetine geçici olarak gazete kapatmak yetkisi verilmiştir. Dikta
rejimine doğru sürükleniyorduk Tabi ne Fransızlar, ne İngilizler, ne de
Almanlar tarafından
İstanbul ’da çıkartılan gazeteleri
kapatmak Osmanlı nazırlarının haddi değildi. Büyükelçileri ve elçileri
bırakınız, elçilik tercümanları büyük şahsiyetlerdi. Kapıları önlerindeki kavaslardan
bile çekinirdik. ”
Mahmut Şevket Paşa’nın katillerinden
birinin Rus gemisinde yakalanması işi, bu yönden garip bir örnektir. Rus
elçisi ile görüşmemek için Sadrazam Sait Halim Paşa ile İçişleri Bakanı Talât
Paşa, acilen Edirne’ye giderler. O gece katil, hapishanede boğulur. Ertesi gün
döndüklerinde Rus elçisi, Polis Müdürü Azmi Bey’in görevden alınmasını istemiştir.
Azledilir. Adana’ya vali tayin edilmek istenir. Rus elçisi, devlet görevinde
bulunmamak üzere azil isteyince, Birinci Dünya harbi başlayıncaya kadar göreve
alınamaz.98
Enver Bey, 3 Ocak 1914’te Mirliva
(Tuğgeneral), aynı tarihte Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nazın yapılır.
Orduda birçok Orgeneral varken, yeni Tuğgeneralliğe yükseltilen birisinin,
Harbiye Nezareti’nin başına getirilmesi uygun değildir. Bunun mahzurlarına,
A.İzzet Paşa dikkat çektiği gibi Enver’de işin farkındadır (Ahmet izzet, 1992,
156, 338). Bu durumu, Hüseyin Cahit, “gençliğin, yeniliğin ve terakki ruhunun
mühim bir zaferi” olarak alkışlar. Yalnız parti kanalıyla istenilen makama
getirme, ilk risklerden birisini de parti gazetesine yaşatır. Zira Harbiye
Nazırlığı’na geçtikten bir-iki gün sonra Enver, Tanin gazetesini
arayarak, Hüseyin Cahit’i görüşmeye çağırır. Görüşmede sorduğu, askerliğe ait TanbTde
çıkan, “küçük, ehemmiyetsiz bir fıkra "mn kim tarafından
yazıldığıdır. Hüseyin Cahit, bilmediğini, kimin tarafindan yazıldığını ve bilgi
kaynağını meslek sim olarak veremeyeceğini söyleyince; “Ama Tanin ’i
kaparız! ” der ve Tanin iki gün Enver’in emri ile kapatılır. Bu
durumu Hüseyin Cahit; “Hiç kızmadım ve üzülmedim. Hem de Enver’in izlediği
ilkeden ötürü, yakın bir arkadaşına karşı böyle davranmasından sanki hoşnut
bile oldum. Şu dostluk ve hatır belasının resmî işlerden kalktığını görmek
gerçek bir mutluluktu ’' diye değerlendirir.
Damat, Harbiye Nazırı, Osmanlı
Orduları Başkumandan Vekili Enver, elbette parti devlet politikalarını
yönlendirmede etkilidir. Rarti yazarı Hüseyin Cahit, Enver’in, “Meclis-i
Mebusani lüzumsuz bir makine, boşta döner bir çark gibi" düşündüğünü
yazar. Bazı düşüncelerinin kanunlara uymadığı hatırlatılınca da; "Kanun
yokmuş! Yap kanun, var kanun!" demektedir. Zilminde Napolyon
özentisinin olduğu belirtilen Enverli İttihat yönetimi, Meşrutî bir idareyi
hazmetmediği gibi, samimiyetle uygulama firsatı da bulamaz. Hâlbuki dağlara
onun için çıkılmış, onun için savaşılmıştır.
30 Ocak 1914 günü Tanin'de, gazetenin
kurucusu ve sahibi Hüseyin Cahit’in, "kendince duyduğu gereklere
dayanarak Tanin ’le ilgisini keserek gazetecilikten ” çekildiğini bildiren
küçük bir haber yayınlanır. Hüseyin Cahit, neredeyse ruh ikizi gibi
bütünleştiği gazetesinden aynlış sürecini, uzunca tartışır. Gerekçesi şöyledir:
"İttihat ve terakki Cemiyetine karşı kalbimde beslediğim saygı ve iç
yükümlülüğü duygusu, içimdeki her çeşit düşünceyi yendi. Arkadaşları
çalışmalarında rahat ve bağımsız bırakmak için Tanin 'i gözden çıkarmağa
karar verdim. ”
Hüseyin Cahit’in ayrılışı, F.Rıfkı’ya
göre faıklıdır. "Bir savaşçı ve tenkitçi” olan H.Cahit, "bir
aralık İttihatçıların Maarif Nazırı Şükrü" hakkında yazar. Genç
gazeteciler, bu yazıyı görünce; "Ne iyi. Resmî gazeteci değiliz”
diye sevinmişlerdir. Fakat sonuç sevindirici olmaz. Bir süre sonra Yazı İşleri
Müdürü Muhittin: "Usta ile resim çektireceğiz” der. Sebebi
sorulunca açıklar: "Tanin’i bırakıyor da ondan”. "İttihatçılar
gazeteyi satın almışlardı. O artık hükümet organlığı yapacaktı. Hüseyin Cahit
geldi ortamıza oturarak o fotoğraf çektirdi ve ayrıldı gitti. İttihatçılar
kendisine birkaç bin altın lira vermişler, sonra da Düyun-ı Umumîye Türk
alacaklılar vekili yapmışlardı ki Osmanlı İmparatorluğu ’nun en yüksek maaşlı
ikballerinden biri idi. O savaşçı ve tenkitçi Hüseyin Cahit ’i, bir daha
memleketin en güç günlerinde bile aramızda
göremedik. Harp sırasında Büyükada
Yat Kulübü ’nde yüksekçe fiyatlı oyun masalarında rastlardık Bu benim büyük
hayal kırıklıklarımdan biridir. Yerine geçen Muhittin bana gazete yazarlığını
şöyle tarif etmişti: Bir çok şey yazarak hiçbir şey söylememek!
Bütün bunlar Hüseyin Cahit’in; on
yıla yakın süre 1914’ten başlayarak Mütareke, Malta dönüşüne kadar gazetecilikten
ayrılışını izaha yetmemektedir. Hüseyin Cahit, nedense gazeteye, partinin
müdahale etmediğini savunur: “Gazeteyi çıkarmağa başladığımız günden beri
Tanin ’e yazılması istenen makale, ya da Tanin 'de değinilmesi istenen bir
konu üzerine ittihat ve Terakki Cemiyeti adına bana hiçbir başvurma yapılmış
değildir. Tanin ’de ne çıkmışsa, hepsi, benim isteğimle, benim düşüncemle
doğarak yazılmış şeylerdir. ”100 Kendi hatıralan, iddiasını
tekzip etmektedir. Babıâli baskını, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülüşünden
sonra; Belediye ve bazı bakanlıklar ile ilgili yakınma, kınama içerikli yazılar
yayınlanır. Bunun üzerine parti adına, “bazen Ziya Gökalp bazen Kemal
(Kara) matbaaya geliyorlar ve bu gibi yayından vazgeçilmesi için incelikle
ricada bulunuyorlardı. ” Muhalefet susturulduktan sonra ziyaretler sıklaşır.
“Yazmasan daha iyi olur" denilir. Muhalefette gazetecilik, vicdanî
barışıklık açısından daha iyidir. İttihat ve Terakki hükümeti başa geçtikten
sonra rahatsızlık artmıştır. Ricalara önem verilmezse, kardeşçe bakış
kalkacak, yerine düşmanca bakışlar gelecektir. Tanin i, “yalnız bir haber
gazetesi haline sokmak siyasal yorumlardan vazgeçmek” bir yol olarak
düşünülür. Ama H.Cahit, fikir gazeteciliğine bağlıdır. Gazeteyi, bir “kürsü"
olarak kullanmak, topluma diyeceklerini oradan söylemek istemektedir.
Gazete çıkarmayı devam ettirirken, “düşündüklerini hiç söylememek ya da
düşündüklerinden başka şeyler yazmak ” akıl ve vicdanına uygun
gelmemektedir.
Hüseyin Cahit, Tanin'i, zafer
kazanıldıktan (Büyük Meydana muhaberesi) sonra tekrar İstanbul’a dönerek 27
Ekim
1922’de Renin adıyla ve akşam
gazetesi olarak çıkarmaya başlar. Ermeni gazetesi olan Manzume-i Efkâr
gazetesinin yayın hakkını bin liraya satın alarak, Tanin adına izin
verilmediği için Renin ismiyle çıkanr. İlk makalesinde "Mucize”
başlığı altında; Mustafa Kemal, arkadaşları ve Türk Ordusunu övmektedir. .
Tanin'den sonra partinin
İstanbul’daki önemli gazetesi Şu- ra-yı Ümmeti. Paris’te yaşayan Ahmet
Rıza, 25 Eylül 1908’de (Yurt dışından) İstanbul’a gelir, bunun hemen ardından
6 Ekim- 1908’de Şura-yı Ümmet gazetesi, İstanbul’da yaymlanmaya
başlanır. İttihat ve Terakki’yi asıl temsil eden gazete durumundadır.
Gazete, görülebilen 11 Safer 1327/19
Şubat 1324-21 Sa- fer 1327/1 Mart 1324, 17 Teşrinievvel 1325/192 tarihleri arasında
(S. 150-160) günlük ve sekiz sayfa yayınlanır. Başlığının altında " Ve
emruhüm şura ” ayet klişesi bulunmaktadır. “Me- nafi-i umumiye-i
Osmaniye ye hâdim yevmi gazetedir" ibaresi iki çizgi ortasına
yerleştirilmiştir. Müdürü Mustafa Asım’dır. Matbaa ve idarehanesi, Nuruosmaniye
Şeref Sokağı’ndadır.101
Şura-yı Ümmefin, 1909’da
kuruluşunun sekizinci senesinde /İstanbul’da yeniden çıkışı bir hayli
iddialıdır. Sahibi ve imtiyaz müdürü Doktor Bahaeddin Şakir, başyazan; Doktor
Cenab Şehabettin’dir. İdare yeri; Nuruosmaniye’de Mubusân Kulübü
bitişiğindedir.
Başlığına, “Haftalık Şura-yı Ümmet
” adını yerleştiren gazete, başlık altındaki ayet metnini de kısalmıştır: “Ve
emruhüm ”. İki çizgi ortasına konan önceki, genel Osmanh menfaatlerine
hizmet edeceğini belirten ibare yerine, yine iki ama bir hayli genişlemiş çizgi
arasına yazı heyetinin adlan konur. Bunlar: “Samipaşazade Sezai Bey, Maliye
Nazın Cavid Bey, Şu- ra-yı Devlet Reis-i Sânisi Kemalpaşazâde Said Bey, Tanin
Sermuharriri Hüseyin Cahit Bey, Mebus Rıza Tevfik Bey, Sa-
bah Başmuharrirlerinden Ahmet Rasim
Bey, Sabık Ayan Başkâtibi İsmail Müştak Bey, Mebusân Başkâtibi Ferit Bey, Bağdat
Mebusu Babanzade İsmail Hakkı Bey, Yeni Gazete Sermuharriri Mahmut Sadık Bey,
Muharrir Saffet Nezihi Bey, mü- şahid-i etıbbâ-yı Osmaniyeden Besim Ömer Bey,
Kilisli Doktor Rıfat Bey, Doktor Hüseyin Avni Bey, Mücahit Vahdaî, Naci, Hasred
Beyler, Türkçe şiirler sahibi Emin Bey, Darüşşafaka muallimlerinden Hoca Fatin
Efendi, İstanbul Mebusu Ahmet Nesimi Bey, Aydın Mebusu Abdullah Efendi, Biga
Mebusu Doktor Arif İsmet Bey, sair diplomat ve muharrirîn-i muktedire. ”
5-Şura-yı Ümmet’in Yayın Politikası
Şura-yı Ümmet gazetesi, ‘‘Cemiyetin
naşir-i efkârı olan ” bir yayın organıdır. Cemiyeti, partiyi, devleti,
parlamentoyu temsil eden zengin yazar kadrosu ile gazete; aslında İttihat ve
Terakki’nin kalem gücünü toplayıp ortaya koymaktadır. Haftalık olması,
cemiyetin etki alanındaki her kesimden yazı desteği almasını
kolaylaştırmaktadır. Çünkü yazar listesi içinde günlük gazetelerde başyazarlık
yapanlar da vardır.
İmtiyaz sahibi ve müdür Bahaeddin
Şakir, okuyuculara hitabeden “Kariîn-i Kirâma” başlıklı yazısında,
yayın politikasının esaslarını belirtir “Şura-yı Ümmet mülkümüz şuradan
mahrum bulunduğu zamanlarda mücahidîn-i hukuk-ı ümmetin müşavir-ifedakârı
olmuş idi. Mülk ve millet istibdat elinde ezildiği zamanlarda ifa idegeldiği
vazife-i irşadiyenin ehemmiyeti bilahare husule gelen mukaddes inkılâbımızla
müseb- bettir (tespit olma). Meşrutiyetin galebesiyle beraber, bu mü- dafaa-i
hukuk-ı ümmete yeni bir vazife terettüb itti: Mağlup olan istibdadın milleti
yeniden pençe-i zulmü altına geçirmek içün ilk fırsattan istifâde itmek
isteyeceği mazinin elim tecrübesiyle müsebbet idi. Hürriyet-i milliye
düşmanlarına karşı senelerce hariçten idden mücahedeye şimdi dâhilde devam
itmek lâzım geliyordu Şura-yı Ümmet bu vazife-i mukaddese-
nin de ifasını deruhte itti: llân-ı
meşrutiyetten biraz sonra dâhilde intişara başladı. ”
Gazete;.hürriyet davasını fedakârca
müdafaa ettiği için, "3J Mart vaka-i faciası" sırasında
matbaasına saldınlarak, "istibdat taraftarları" tarafindan
düşmanlık gösterilmiştir. Batı ülkelerinde, inkılâplardan önce çıkanlan
gazeteler, inkılâplardan sonra da yayınlanmışlardır. "Düşündüm ki
istibdadın yıkılması ile vazife hitam bulmuş olmuyor. Meşrutiyeti, hürriyeti
tebcil (yüceltme) ve tarsîn (sağlam duruma getirme) içün henüz pek nâfi hıdemât
ibrazı mümkündür. ”102
Şu haliyle Şura-yı Ümmet,
Paris, Mısır ve İstanbul’da önceden çıkarken takip ettiği yayın politikasını,
meşrutiyetten sonra da devam ettirecektir. Yalnız önceki dönemlerde, yasaklı
olduğu için, gizlice ülkeye sokulurken artık açıktan, devleti de kontrolüne
almış vaziyette mücadelesini sürdürecektir. E)oğrudan parti ileri gelenlerinin
yönetiminde bulunduğu gazete ve matbaası 31 Mart Olayı sırasmda hücuma
uğramıştır. Matbaanın tahrip edildiği olayda gazete-cemiyet irtibatınm
derecesini ortaya döken bir durum da gelişir. Gazete idarehanesinde, İttihat
ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumisi evrakları bulunmaktadır. Cemiyetin en
önemli organının yazışmaları, baskın sırasında sokaklara atılmıştır.103
İşin ilginç yanı, İttihat karşıtı gözüken kalkışmada; cemiyet ve gazete ileri
gelenlerinden bir kaybın verilmemiş olması, üstelik kalkışma- nm önünde İttihat
ve Terakki’nin özellikle Selanik’ten getirerek meşrutiyetin koruyucusu
konumunda İstanbul’a yerleştirdiği Avcı taburlarının bulunmasıdır. Böylesine
bir kalkışmadan haberdar ve hazırlıklı olan Hareket Ordusu, İttihat ve Terakki
kadrolannm hâkim bulunduğu diğer askerî güçlerle birlikte İstanbul’u kontrol
altına alır. William Hale, Hareket Ordusunun bünyesini şöyle anlatır: "Selânik’teki
muvazzaf Türklerden ve Rum, Sırp ve MakedonyalI gönüllülerden oluşan parçalı
bir kuvvetti (Saflarında bu kadar çok Hıristiyan in bulunması anlamlıydı) ”104
Hâlâ bazı karanlık noktalan bulunan
31 Mart Olayı’ndan sonraki yeni dönemde Bahaeddin Şakir, Ali Kemal ile sert
kalem kavgasına girer. Üslup, bazı İttihat ve Terakki şubelerini bile rahatsız
eder. Bahaeddin Şakir’in belgelerine göre, partinin Edime yönetim kumlu,
Selanik’teki genel merkeze yazdıklan mektupta; Şura-yı Ümmet
sayfalarındaki tecavüz ve karşı saldınlann havayı kirlettiğini düşünmektedir.
Onun için, ‘‘hal böyle devam ederse pek az zaman sonra, esas kuvvet ve
Cemiyetin ruhu olan itibar ve itimadı sarsmamak için heyetimizce Şura-yı
Ümmet’in cemiyet naşir-i efkârı olmadığını resmen ilâna mecburiyet hâsıl
olacaktır” denilir.
“Cemiyetin naşir-i efkârı ” olarak
bir ara Şura-yı Ümmet gazetesi hükümet tarafindan kapatılmıştır”.'05
“İttihad ve Terakki” adının altında
“İttihadkuvvettir” sloganını yerleştiren doğrudan cemiyetin adını
taşıyan ve cemiyet merkezinin çıkardığı bir gazetedir. Başlık altında, “Journal
‘ittihad ve Terekkı' Organ edu Comite Ottoman Union et Progres ” ibaresi
bulunmaktadır.
Gazetenin ilk sayısı, 24 Temmuz
1324/6 Ağustos 1908/9 Recep 1326 tarihini taşımaktadır. Şu hale göre
Meşmtiyetin ilanından on dört gün sonra, Selanik’te yayına başlamıştır. Müdir-i
Mesulü, Mehmed Talat’tır. İdare yeri, “Selânik’te Hürriyet Meydanı civarında
daire-i mahsusa ”dır. Başlık sağ yanında abone şartlan, sol tarafinda ilan
tarifesi verilir. Buna göre, Selanik’te aylık abone yapılmakta, Osmanh
memleketi için yıllık 140, altı aylık 80 kuruştur. Yabancı ülkeler için senelik
40, altı aylık 22 Franktır. İlanlarda ise, birinci sayfada satın on, ikinci
sayfada satın beş, üçüncü sayfada üç kuruş, dördüncü sayfada satın altmış
paradır. “İskonto ve sair şerait içün ayrıca tarife mevcuttur” diyerek
gazete müşterilerine pazarlık için açık kapı bırakmaktadır. Gazete ile ilgili
her türlü konuda idare memurluğuna başvumlması istenilmiştir.
Okuyucu yazılanyla ilgili konuda
prensip peşin belirtilmiştir: "Cemiyetin makasıdına ve milletin
menafiına hâdim her türlü âsâr kpbul olunur. Neşrolunmayan âsâr iade edilmez. ”
.Sayısı on para olan gazetenin
konumunu belirleyen çift çizgi arasına aldığı cümle şöyledir "Osmanlı
İttihad ve Terakki Cemiyeti ’nin vasıta-i neşr-i efkârı olup şimdilik haftada
üç gün neşrolunur siyasî, İçtimaî, edebî ve fennî Osmanlı gazetesidir. ”
Gazete, "İtizar” başlıklı
yazısında, çıkış hazırlığından bahseder. Aslında günlük ve daha: iyi baskılı
yapmak üzere, bir hafta çaba sarf edilmiştir. Fakat dört sayfadan fazla hacim
ile haftada üç gün çıkarmaktan başka çıkar yol bulamamıştır. Bunun için yakında
kendi matbaasını kuracağını, kısa süre için okuyucularının kendilerini mazur
görmelerini ister.
7-İttihad ve Terakki Gazetesi’nin Yayın Politikası
Gazete, ilk sayısında imzasız, “Tayin-i
Meslek” başlığı altında yayın esasları ile ilgili bilgi verir. Burada
gazetenin parti yayın organı olarak konumu çok net ortaya konulmuştun "İttihad
ve Terakki gazetesi Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyetinin Selânik’te vasıta-i
neşr-i efkârı olmak üzere teessüs ediyor. Cemiyet, bir cemiyet-i milliye olduğu
için bu gazete de bir ceride-i milliye gibi telakki edilebilir. Gazetenin
zübde-i mesleği namus ve istikamettir. Burada hakikat hiçbir şeye feda edilmez.
Neşriyatımızda menafi-i vatan ve millete hâdim olmaktan başka bir saik
bulunmayacaktır. Karilerimiz bu gazetenin sinesinde şuûn-ı muhtelife-i âlemin
inikas ettiğini, memleketimize müteallik vekayıların bir nekâh-ı ciddi-i tenkıd
ile tetkik olunduğunu görecekler ve her gün askerî, İktisadî, edebî, fennî, kanunî
ve hikemî bir Musahabe bulacaklardır. Otuz iki seneden beri matbuat-ı Osmaniye
’yi esir eden istibdadın en büyük kuvveti olan sansürün vücuda getirdiği tahribatı
tamir eylemek paslanan efkâr-ı umumiyeyi ihya etmek bütün gazetecilerin birinci
vazifeleridir. Halen esaret-i atîka
altında kalarak lisan-ı kizb ve riya
istimal eylemek -her kime karşı ve her ne hakkında olursa olsun- cebren alınan
hürriyetin suiistimalinden başka bir şey olmaz. Biz bu hürriyeti istediğimiz
için bu gazetenin daire-i ihtivasına girecek her söz vicdanımızın sedası
olacaktır. Meclis-i umumiye... küşad edilince gazetemiz ittihad ve Terakki
Fırkasına mensup azanın programına tabi olmak ve o programı harfiyen müdafaa
edecektir ki bunun da neden ibaret olduğu ileride neşr ve ilan /alınacaktır. ”106
‘‘İhvan-ı Cemiyete” başlıklı yazı
ise, İttihat ve Terakki mensuplarına, “Muhterem kardeşlerim ” diye hitap
eder. Parti, demirden muazzam kaledir: “Kala-i muazzam-ı âhenîn ’’. Başan,
ortak ve yüksek gayret sonucu kazanılmıştır. Onun için her üye, eşit miktarda
başarıdan övünç payı sahibidir. Arada imtiyaz sahibi yoktur. Üyeler,
kendilerini cemiyetin “şahs-ı manevisi" altında gizlemişler, hepsi
cemiyeti meydana getirmişlerdir. Cemiyetin bir reisi, ikinci reisi yoktur. “Cemiyeti
heyet idare eder. Reisi de azası da ondan ibarettir ve daima bu halde devam
edecektir. ” Bundan sonra da yegâne emeli, maksadının özü, memlekette; “Kanun-ı
Esasinin" tatbiki, milletin ilerlemesi, şan ve şerefinin artınlması,
bütün yönetimde adalet ve hakkaniyet, nizam ve emniyet içinde işlerin
yürütülmesi, “memalik-i Osmaniye ’de hürriyet, adalet ve müsavat"}
hâkim kılmaktır. Cemiyet herkesi, bu uğurda çalışmaya ve gayret harcamaya
davet etmektedir.107
Gazete, 1857 Paris Anlaşması’yla,
Avrupa Devleti sayılan Osmanlı Devleti’ndeki yeni yönetim değişikliğinin,
Batılı devletler tarafindan “hüsnü kabul” göreceğine inanmaktadır. “Çünkü
âlem-i insaniyeti müstağrak-ı envar-ı medeniyet etmeğe sa ’yi bulunan Avrupa
’nın ", meşru bir yönetim altında yaşamak gayretini, “alkışlarla
kabul edeceği tabii idi! ”.108
Kazanılmış bir darbe coşkusunu,
sayfalarına yansıtmaya çalışan gazete, baş sayfadan itibaren “Dâhili
Telgraflar” kıs-
mında, İstanbul, Osmaniye, İşkodra,
Serendüz, Drama vb. diğer merkezlerden ‘‘İttihad ve Terakki Cemiyeti
Merkez-i Umu- isine” gelen telgraflan yayınlar. İstanbul telgrafı,
hükümetin kurulması ile ilgilidir. Kabineyi kurma görevi, eski sadrazam Kamil
Paşa’ya verilmiştir. "Bahriye Nâzın Rami Paşa, hazi- ne-i bahriyeden
yüz bin lira ihtilası sabit olduğundan bugün tevkife alınmıştır. ’’
Serendüz telgrafi, İstanbul’dan gelen bir İtalyan vapurunun limana çok yavaş
yaklaşmasını, yolcuların ayn bir mavna ile indirip, yolcu almadan alelacele
yola devam etme nedenini anlatır. Buna göre, ‘‘Selim Melhame-i melunu
vapurda imiş. İstanbul dan ailesiyle beraber rahip kıyafetine girerek firar
etmekte "dir. Beyrut telgraf teatisi ayn bir ilginçliğe sahiptir.
Çünkü Kanun-ı Esasi’nin ilanı üzerine Vali Mehmet Ali Bey, "şadumânî”
düzenlememiştir. Durum parti genel merkezine bildirilir. Parti genel merkezi,
Beyrut’a gönderdiği cevabi telgrafta, kutlama yapmayan, ıslahata teşebbüs
etmeyenler için "Kanun-ı Esesi’ye ve Meşrutiyete muhalif hareket eden
müstebid memurlar”m "bekası caiz” değildir, onlara şiddetle muamele
edilmesi, istibdatçılıkta inat edip direnenlerin memuriyetlerinin devamına "sed
çekilmesi”, emniyet ve asayişin sağlanması ile birlikte tavsiye edilir. Tavsiye
yerini bulmuştur ki, Beyrut’tan cevap bu defa şöyle gelir: "Beyrut 23
Temmuz. Beyrut ’ta dahi hürriyet-i kâmile hüküm- fenna olmağa başlamıştır.
Kanun-ı Esasi kemal-i şevk ve meserretle alkışlanıyor. Ahalinin olanca
heyecanına rağmen emniyet ve asayiş berkemâldir. ”109
İlk sayıda, yayın politikası
itibariyle sansüre şiddetle karşı olduğunu belirten ifadeler bulunmaktadır.
Gazete, "Red ve Tekzip ” başlıklı yazısında, cemiyetin Selanik’te
muhabirlere sansür uygulamakta olduğuna dair çıkartılan söylentilerin tamamıyla
asılsız olduğunu vurgulayarak; "Hürriyet uğruna ve sansür aleyhine
feda-yı canı göze alanların sansörlük” edeceklerini söyleyenlere lanet
eder.110 Yalnız bir sayfa sonra, "Gazetelerden Bir Rica”
başlığı altında özellikle Selanik’te
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN çıkmakta olan Asır
gazetesinin adını vererek, bazı kimselerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi
diye tanıtılmasına karşı çıkar. Çünkü bu durum cemiyet nizamnamesine aykındır.
Eğer bir kimseyi açıklamak gerekiyorsa, bu hak sadece cemiyete aittir. Onun
için gazetelerin bundan sonra “hiçbir kimseyi bu sıfat altında
zikretmemeleri bilhassa rica olunur."'"
Bütün yazıların imzasız olduğu
gazetede, başbakandan beklenen şöyle ortaya konur: “Devr-i dilâra-yı
hürriyetten bilistifade ıslah-ı ahval-ı dâhiliyemizi temin edebilecek kudreti
dâhiyane ”yi göstermek.
İlk sayının ilk uzun röportajı bir
Bulgar komitacısı ile yapılır. Üçüncü sayfadan başlayarak dördüncü sayfanın üç
sütununu kaplayan röportajda konuşulan, “Deli Radof Efendi ”dir.
Sandorski Çetesi ile birlikte dağa çıkan, daha önce Bulgarca gazete çıkaran
çete reisi, Meşrutiyet’in ilanı ile Selanik’e geldiğini, burada İttihat ve
Terakki ileri gelenleri ile irtibat kurmaya çalıştığını, bundan sonra da
Selanik’te Bulgarca bir gazete çıkaracağını anlatmaktadır. Adı verilmeyen
İttihat ve Terakki gazetesi temsilcisinin, sorduğu bir som durumu açığa
çıkarmaktadır: “Türklerle anasır-ı Hıristiyaniye arasında şu gördüğünüz
ittihadın devam edeceğinden emin misiniz? R-Bu bapta kati bir şey söyleyemem.
Bu ittihadı izale etmeğe çalışacak müessirata maruz olacağız. Yunanistan,
Sırbistan hükümetleri ile Bulgaristan ’ın harici politikaları buradaki Rumları,
Sırpları, Bulgarları papazlar ve hocalar vasıtasıyla iğfal ederek harekât-ı
sabıkayı tecdîd eylemek olacaktır. ” “M- Anasır-ı Hıristiyaniyenin ittihadı
ber-devam olacak mı? R- Hürriyet-i Ziraiye, ticariye, siyasiye, mezhebiye,
tedrisiye, mevcut olunca bir husus bir sebeb-i iktisadiye burada sakin bulunan
akvamı vifak ve ittihad halinde yaşamağa mecbur edince kardaşlığı ihlâl etmek
içün bir sebep mevcut olamaz. ”'12
Gazete, hükümete silahını teslim eden
Boyacı Dimitri ile ilgili haberi, cemiyet kaynaklı olarak şöyle verin “Hükümete
328 İTİİHAT
VE TERAKKİ CEMİYETİ
Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar
ve Diğerleri teslim-i silah eden rüesâdan olub iki gündür misafıreten burada
bulunan.. Boyacı Dimitri’nin Cuma treniyle Selânik’e gelecekleri maruzdur.
İstromca Merkezi ”.113
Gazete, ikinci sayısının baş
sayfasında, “İttihad ve Terakki Cemiyeti Dâhili Merkez-i Umumisi”
imzasıyla, “Umuma ihtar” başlıklı bir yazı yayınlar. Buna göre İttihat
ve Terakki, üç şeyden sorumludur Birincisi Kanun-ı Esasi’nin her türlü tahrif,
istismardan uzak uygulanması; İkincisi hükümetin “OsmanlI milletinin
hukukunu ” cins, mezhep ayırmadan adalet ve eşitlik içinde uygulayacak
görev düşkünü, namuslu memurlardan oluşması; üçüncüsü ise milletin ilerleme
yolunda medeni milletlerden geri kalmamasıdır. Parti bu arada hükümetle ilgili
işlerde iş sahiplerinin parti merkezine müracaat etmemesi gerektiğini
vurgular. Aynı yerde “Mühim ” başlığı altındaki şu açıklama önemlidir “İttihat
ve Terakki Cemiyetinin siyasi programı yatanda neşredilecektir. Cemaat-ı
muhtelifeden merkez-i umumiye vürud eden programların fiirudan sarf-ı nazar
esasında katiyen bir ihtilâf mevcut olmadığını kemal-i mesruriyetle gördük
Programlarda mevcut bu itilâf istikbal içün cemiyetimizin muvaffakiyetine kavi
bir ümit bahş edi- „ 114 yor .
Gazete-parti bütünleşmesinin bir açık
örneği de baş sayfada verilen “Erbab-ı Hamiyete” başlıklı partiye
yardım toplama duyurusudur. Buna göre artık partiye yardım etmek isteyenler,
doğrudan gazeteye gelerek, orada bulunan görevliye makbuz karşılığında yardımda
bulunabileceklerdir. “Şimdiye kadar kendisine nakden ita-yı iânât eyleyen
bilcümle erbab-ı hamiyete beyan-ı teşekkürât eyler ve bundan sonra iane ita
etmek arzu edenlerin şuraya buraya müracaatlarına hacet olmayub doğrudan
doğruya Hürriyet Meydanı civarında Siroz Hoteli ittisalindeki gazetemizin
idarehanesine gelerek memur-ı mahsusu olan Midhat Bey ’e müracaat ve ianelerini
mumaileyhe ita etmelerini ve mukabilinde cemiyetin matbu ve mühürlü iane
biletlerini almalarını ve hariçten ita edecek
olanların mahalleri heyet-i
merkeziyelerine bilet mukabili ita etmelerini veya gazetemiz idaresine
göndermelerini rica ede- ■ ,.115
rız.
Gazete, açık siyasi haberleşmenin
zemini durumundadır. Partinin padişaha kulluk ve bağlılık bildiren uzun
telgrafi ile cevabını, parti şubelerinin Selanik’teki Dâhili Genel Merkezi ile
telgraflarını da yayınlar. Cemiyetin, görevden ayrılan Sadrazam Sait Paşa ve
bakanlarına yazdığı telgraf siyasi dil açısından bir hayli ağırdır: “Pahalar:
Kavlimiz öyle mi idi ya? Bir taraftan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti
namına çektiğiniz müteaddit telgrafrıamelerle cemiyet hakkındaki hüsnüniyetinizden
bahsederken, diğer taraftan temkin-i selamet-i vatan uğruna kanının son
damlasını dökmeğe amade bulunan cemiyetin şahs-ı manevisini Avrupa nazarında
lekelemek içlin tedâbir-i iblisaneye müracaat mı buyurdunuz? ”"6
İttihad ve Terakki, son sayısında,
"Milletin İttihat ve Terakki cemiyetine İanesi ’ ’ başlığı altında
toplanan yardımlan yer, şahıs adlanın ve yardım miktarlarını açıklayarak ilân
eder."7 Aynca son sayı ile Selanikli okuyuculanna baş sayfadan
veda eder ‘ İttihad ve Terakki gazetesi birkaç güne kadar İstanbul ’a
nakledeceğinden bugünden itibaren Selanik’te tatil-i neşriyat idiyoruz. Evvelce
de yazdığımız veçhile abonelerimize İstanbul 'dan ‘Şura-yı Ümmet ’ gazetesi
gönderilmek üzeredir, ‘ittihat ve Terakki ’ gazetesi mehd-i intişarı (yayın
beşiği) olan Selânik’ten müfarekat (ayrılık) ideceğine mütessif bulunmağla
beraber birçok hissiyat ve hatırat-ı lâtife ile merbut olduğu bu şehir hakkında
bu hiss-i meveddet (muhabbet, sevgi) ve hürmetperverde idecektir. Selanik
ahali-i muhteremesinden bir güne (tarz) kadar gördüğümüz teveccühâta mukabil uhdemize
terettüb iden deyn-i şükrânı ifa ve bütün ’’ okuyucularına teşekkürler etler.
Gazete ayrıca son sayıda, İttihat ve Terakki umum merkezi ile yeni açılan
Osmanlı Meclis-i Mebusanı Reisi Ahmet Rıza arasındaki telgraflaşmalara yer
verir. Meclis balkanından cemiyete
gelen telgrafın bütün cemiyet şubelerine gönderileceğini belirtir. ”
Gazetepin okuyuculanna açıktan
bildirdiği üzere kendi abonelerine, artık İstanbul’dan parti gazetesi olan Şura-yı
Ümmet’i gönderecektir. Yani İttihat ve Terakki’yi her ne kadar Selanik’te İttihad
ve Terakki gazetesi temsil etmişse de İstanbul’da çıkmayacak ve cemiyeti, Şura-yı
Ümmet temsil edecektir.
İttihatçı basının ünlülerinden olan Silah
gazetesinin çıka- nldığı yer Selanik’tir. Bütün söylemleri, sembolleri ile İttihat
ve Terakki’yi hatırlatan gazetenin İttihat ve Terakki gazetesinden
farkı, parti merkezi tarafindan değil, bir üniformalı subay tarafından
çıkanlmış olmasıdır. Sahibi vc müdürü; "Mülazım Tahsin "(hr.
Başyazılan da yazan Mülazım Haşan Tahsin, sonradan "Silahçı
Tahsin" adıyla ünlenmiştir. Yalnız 10 Eylül 1325 tarihli 5.sayısından
itibaren künyede değişiklik yapılmıştır. Buna göre, sahip ve müdürü; Mehmed
İzzeddin, başyazan; "Nâ-kâm ”dır. "Amacına ulaşmamış,
mutsuz, bahtsız, nasipsiz" anlamlarında kullandığı bu müstean
21.sayıya kadar değiştirmemiştir.
İlk sayısı, "Cuma, 10 Temmuz
325" 1909 tarihini taşımaktadır. Çıkanlış günü, II.Meşrutiyet’in
ilânının yıldönümüdür. Onuncu nüshaya kadar fiyatı 40 para, ondan sonra 20
paradır. Abone olarak seneliği, otuz kuruştur. "Silah "başlığı
altındaki slogan çok açık ve anlamlıdır: "Mesleği ittihad, hedefi terakkidir".
Başlangıçta on beş günde bir çıkarken, 1 Teşrinisani 1325 tarihli 9.nüshasından
itibaren de haftalık yayınlanmaya başlar.
Dergi formatında, 16 sayfa çıkan Silah’m
ilk sayı kapağı da o sloganik tutumuna tipik örnektir. Kapak, çapraz kırmızı-
beyaz zeminlidir. Bu zemin ortasında yıldızı içine almış bir hilal
bulunmaktadır. Yıldız içinde "Silah"; hilal içinde "Hazır
ol cenge eğer ister isen sulh ü salah ” yazısı
bulunmaktadır. Ay-yıldız’ın kırmızı zemin içindeki kısmı beyaz, beyaz zemin
içinde kalan kısmı kırmızıya boyanmıştır.
“İdarehanesi: Selanik’te Örtülü
Çarşu'da ‘Asır’Matbaası ”dır. Birinci sayının son
sayfasındaki bu adresin yanında, Latin Alfabesiyle “Tahssın:
‘Silah’Salonique" \dinyesi yazı[- mıştır.
9-Silah Gazetesi’nin Yayın Politikası
Tamama yakını askeriye ve ordu ile
ilgili yazılara tahsis edilen Silah'm, ilk sayfasında sadece Tevfik
Fikret’in, “Kılıç’’ adlı şiiri yer alır. Çekiç altında şekil verilen
çelik parçası olarak kılıçtan beklenti büyüktür. Çünkü; “Koca bir kavmin
olur hâris-i (bekçi) istiklâli/Koca bir memleketin arzı, hayatı, malı ona
vabeste (bağlı) kalır’’. Kılıç aynı zamanda, haddi aşanlan yenecek, şanlı
silahtır.119
Haşan Tahsin’in, “Tahsin ”
imzalı ilk yazısı, onun coşkun, fikrî derinlikten yoksun, slogan düzeyinde
kalan düşünce yapısını yansıtır mahiyettedir. Bayramla-yas, şölenle-meydan
savaşı arasında gidip gelen söylemi sebepsiz değildir. Meşrutiyet’in ilanı ve
onun birinci yılını doldurması bayramdır. Fakat Bosna-Hersek’in, Girit’in elden
çıkması, yeni cidallerin başlaülmasını, Osmanlılığın şahlanmasını gerekli
kılmaktadır. “Ordudan, Millete" başlığını taşıyan ve “Selâm!"
diye başlayan yazı şöyledir:
“Bugün vatanda bayram var. Hürriyet
bir yaşına girdi. Davullar çalsın... Zurnalar ötsün... Osmanlı bayrağı al ve
beyaz sinesini açsın, onun ilk arma-i şevketi budur. Millet, vatan şarkısını
okuyor. Altı yüz yiğirmi altı senenin ilk bayramı bu gündür. Buna Osmanlılann
büyük hürriyet bayramı deniyor. Gülünüz, oynayınız cennetten tebrikler,
tahsinler, neşeler, şetaretler geliyor. Denizden güneşler yükseliyor. Semada
handelerden (gülüş) çiçekler, çiçeklerden hilâller, sitareler (yıldız) meşhûd
(görülen)... Ne bir zerre-i zulmet, ne bir sani-
ye-i teellüm (elem çekme) var.
Mabed-i Mina-yı şiiriyet ilk ve ebedî saat-ı kâmuran baharını çaldı. Osmanlı
bayramı var. Kucaklaşınız, ey Osmanlılar öpüşünüz ey zavallı kalbler...
Geçirdiğiniz otuz iki senelik leyle-i deycur-ı (karanlık gece) istibdâdın
zulm-i zulmeti (karanlık eziyeti) işte bu gün bir sabah nur doğurdu. Artık
ebediyen dünya aydınlıktır nurdan, sürûrdan (sevinç), şiirden bir hayat
yaşayalım. Beyaz Osmanlılar, lekesiz, beyaz vatan, al ve beyaz bayrağıyla
bayram yapıyor. Bugün vatanda güneş var. Nurdan çelenkler, ziyadan ekliller
(çelenk?), pırlantadan taçlarla, meleklerle, çiçeklerle hastanelere,
ecdadımızın büyük mezarlarına, şüheda-yı hürriyet makberlerine gidiniz.
Başlarınızı eğiniz. Gözyaşlannız onlara dua olsun. Ervah-ı Osmaniyân dünyalar
gülerken mezarlarında ağlamasın. Bizi de onlan da Bosna Hersek, Bulgaristan bu
iki yare sızlatmıştır. Biz de, onlar da sonuncu ve üçüncü bir zehirli oka
göğsümüzü açtık: Girit... Millet bu yareye artık tahammül edemeyecektir. Kuşları
susturunuz. Çiçekler solsun. Sihirler sönsün, yıldızlar dökülsün. Artık kâinat
parça parça olacaktır. Göklerden cehennemler, bereketler yağacak, çünkü Girit
içün Osmanlılar harp edecektir. Hayır kâinat mahâsin (güzellikler) yine
gülsün... Osmanlılar gavgayı baharlarla, meleklerle, bayramlarla yaparlar.
Vatanı öperek ecdadımıza peyâm-ı neşât gönderiniz, bugünkü bayramdan işveler
meserretler, şevklarla söyleyiniz. Kavgaya başlayacak Osmanlılann ilk dane-i
harbi, bayram topudur. Onlar da gülsün. Millet yaşarken vatan ölmez. Hem
Osmanlı namusuna ma 'kes, hayatına kan, milletine kefen olan sancağımıza yemin
iderim ki bu üç yara da milleti öldüremez. Çünkü OsmanlIlarda her yaralanan
ölmez, alimallah Girit içün dünyayı aydınlatan Osmanlı güneşi parçalanır, Osmanlılann
çelikten, demirden pençeleriyle dünyaya yağdınhrsa o vakit güneşten yıldınmlan,
bayramdan tufanlcm, çiçeklerden dinamitleri, müsâlemetten (Uyuşmak; fikirler
ayrıldığı sözler çoğaldığı zaman münâkaşa etmemek) cenkleri, cidalleri beşe-
riyet görecektir. Ve bir zulmet-i
ebediye içinde Garb gurûb idecektir. Damla damla kanayan ve gülen ordunun kalbi
milletine bu selâm-ı zaferi, bu peyâm-ı tehniyeti (kutlama haberi) hediye
idiyor. Öpüşünüz ey millet, bugün Osmanlılar ilk hilâli muzafferiyetini gördü.
Kevkeb-i (yıldız) muvaffâkiyeti Girit olsun. Millet, Vatan ve onlara kurban
ordu yaşa... 10 Temmuz 325. Tahsin. ’’ (Silah, 1/2-3)
Silah'm “Nefer Kardaşlara’’ başlıklı
yazısı Haşan Tahsin’in asker gazeteciliği, yönlendirme tarzı hakkında fikir
veren bir yazıdır:
“Siz zabitlerinizin kardeşi, milletin
yavrusu, vatanın ciğerparesi oldunuz, sizi giydirmek, sizi yedirmek, sizi
köylerinize döndüğünüz zaman rahat ettirecek bir surette yetiştirmek artık
zabitlerinizin vazife-i hamiyetleridir. Görmediniz mi İstanbul daki asilerin
üstüne giderken zabitleriniz sizinle beraber nefer kıyafetinde mavzerini
kucaklayarak ölüme koşmuştu. ’’
“Neferler, size Allah muin, Peygamber
şefaatçi, Halife duacıdır. Siz bir eyi asker olmak içün çalışınız.
Zabitlerinizi dinleyiniz... Artık müstebitlere aldanmayacağız. Çünkü arlan
yavruları köpek yalağına su taşımaz. Arkadaşlar çünkü ordunun terakkisi
zabitanının iktidar-ı askerîsi ile mütenasibdir. ’’ “Hüseyin Onbaşı ’’ imzasını
taşıyan bu yazının, üslup, kullanılan kelimeler itibariyle Silahçı
Tahsin’e ait olduğu neredeyse açıktır. Askere sıkı sıkıya subaylannıza itaat
edin mesajını veren yazının ortasında, “Osmanlı Ordusu Muallimi fon der Golç
Paşa ” alt yazısı ile Alman generalin gençlik fotoğrafi konmuştur. (Silah,
1/ 3-4)
Silah, 5-6.
sayfalarında ordunun diğer kesimlerini unutmaz. “Küçük Zabit ve
Onbaşılara" başlıklı yazı, “Mülazım Said" imzasını
taşımaktadır.
Silah, 12 ve 13.
sayfalarını “Havadis-i Askeriye "ye ayırır. İdam cezalan
konusundaki haberi şöyledir: “Hürriyet aleyhinde isyan iden hainlerden
Kabasakal Çerkeş Mehmet Paşa,
Erzurum Kumandanı Yusuf Paşa, Miralay
Mehmet ve İsmail Beyler, Mülazım Haşan Efendi, Bahriye Yüzbaşılarından Niyazi
Efendi ve altı nefer mevaki-i muhtelifede şaiben idam olunmuşlardır. ” Ordudaki disiplinin
nasıl olduğunu bu haberin devamı ortaya koymaktadır: ‘Edirne de zabitanına
itaat etmeyen yedi çavuş idam, bir yüzbaşı, bir Tabur İmamı tard ve müebbed
küreğe mahkûm olmuşlardır. ” (Silah, 1/12)
Şu hal, ordunun günlük politikayla
içli dışlı hale getirilmesinin hemen Balkan Harpleri öncesinde emir-kumanda
zincirini ne hale getirdiğini gösteren, ama ibret alınamayan bir durumdur. Silah'm
birçok yazıda birden subaylara itaat konusunu işlemesi, bu haberle birlikte
anlam kazanmaktadır.
‘‘Golç Paşa ” başlıklı haber
de dikkat çekicidir. Uzun süre orduda subay yetiştirdikten sonra ülkesine dönen
bu yaşlı asker, 1909’da tekrar Tüıkiye’dedir. “Fon der Golç Paşa İstanbul ’a
vürudunu mütea/db maiyetinde Mahmud Muhtar Paşa bulunduğu halde Taksim ’e
azimetle Sekizinci Alayın birinci ve ikinci ve üçüncü taburlarını ziyaret ve
bazı sualler irad itmiş, aldığı cevaplardan pek ziyade memnun olduğu cihetle
suret-i mahsusada takdirâtda bulunmuştur. ” (Silah, 1/12)
Aynı yazının devamında Yunan ordusu
ile ilgili bilgi verilir: “Seferber Yunan Ordusunun 2.088 zabit, J 04.592
küçük zabit ve efradı vardır. Depo kuvvetiyle beraber 129.067 neferdir. 246
topu vardır. Geçende gelen 3 bataryadan başkası bizim tanıdığımız ateşi yapar.
Fakat levazımatı, teçhizatı, koşum hayvanâtı, arabası ve bütün müstahzırât-ı
seferiyesi noksan olduğundan harbe yalınız 80/85 bin mevcutlu bir ordu sevk
edebilir. Çünkü parasızdır. Kuvve-i maneviyesi, terbiye-i askeriyesi hastadır.
” (Silah, 1/13)
Haberlerden birisi de subayların
rütbelerinin indirilmesi ile ilgilidir. “Tasfiye-i Rütbe’’ ara başlıklı
haberde rütbe indiriminin bütün kuvvetiyle devam ettiği bildirilmektedir.
Örnek Mahmut Şevket Paşa üstünden verilmiştir “Tasfiye-i rütbe bütün
kuvvetiyle asâr-ı faaliyesini
göstermektedir. Hamiyetli kumandan Mahmut Şevket Paşa Birinci Feriklik
rütbesini terkle kanunun bahşettiği Ferik rütbesine mevkiini tenzil etmiştir.
Hamiyetli ümera ve zabitanın dahi bu eser-i müsavâta ittiba ’ ettiklerini
mevsukan Silah istihbâr etmiştir. Genç Osmanlı Ordusunun hamiyet-i askeriyesini
cihan-ı askeriyet selamlar." (SMyV \T)
Silah, zaman zaman
kampanyalar da düzenler. 13. sayısının kapağı: "Girit de Bayram
İster" başlığını taşımaktadır. Diğer sayılan 20 para iken kampanya
sayısı 40 para yapılmış, "yalnız bu nüsha 40 paradır" kaydı
baş sayfaya düşülmüştür. Gazete "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyet-i
muhteremesinin birinci kulübü himayesinde bayram şerefine nısf ücreti iane-i
milliye-i bahriye menfaatine olmak üzere bu nüshayı neşrediyor. ”(11
Kanunuevvel 1325/13)
Silah, defalarca
kapanıp faiklı adlarla tekrar çıkar. Fakat ilk sahibinin öldürülmesi temelli
kapanmasını sağlar.
İttihat ve Terakki Partisi’nin
parasıyla kurulan son gazete, Velid Ebüzziya’nın belirttiğine göre Akşam
gazetesidir. Birinci Dünya Harbi’nin son yılında, Haziran 1918’de siyasi sansürün
kaldınlmasından sonra 1922’deki Akşam'm sahipleri, "yalnız biri
müstesna olmak üzere hep birden ittihat ve Terakki merkez-i umumisinde İttihat
ve Terakki parasıyla Akşam matbaasının tesisi için el ve etek öpmekte idiler.
” Kendisi de beş ay öncesine kadar İttihatçı olan yazara göre, AkşanTa yapılan
masrafın sebebi, "İttihat ve Terakkiyi müdafaaya hazırlanmaktır. ”
Fakat İttihatçıların yıkılmasıyla ilk önce onlar saldınya geçerler.120
10-İtti hat ve Terakki Cemiyeti ve Muhalif Basm a)-Volkan
Meclis açıldıktan sonra basında
İttihat ve Terakki’ye yönelik eleştiriler artmaya başladı. Yeni muhalefet
gazeteleri çıkmaya başladı. Bunlan en sert, ilk sayısı 28 teşrin-i sani
1324/11
Aralık 1908 günü yayımlanan Volkan'dı.
İlk günlerde ılımlı bir çizgi izleyen Volkan çok geçmeden İttihad-ı
Muhammedi Cemiyeti’nin yayın organına dönüşerek şeriat düzeninin egemen
olmasını savunmaya başlamıştı.
b)-Mizan
Daha önce ittihatçı olarak bilinen
Murat Bey Mizan gazetesini yeniden çıkarak uygulamaları eleştiren
yazılar yazmaya başladı.
c)-İkdaın
Eski bir ittihatçı olan Ali Kemal
yurda döner dönmez kendini bir tartışma ortamının içinde buldu. Özellikle
Hüseyin Cahit ile uzun bir kalem savaşına girdi. Ali Kemal muhalefetini ikdam
gazetesinde sürdürüyordu.
d)-Serbesti
İttihad ve Terakki tarafindan
öldürülen Haşan Fehmi Bey’in başyazarlığını yaptığı Serbesti gazetesi de
muhalif cephesinin önemli sesiydi.
ef-Osmanlı
Ahrar Partisinin yayınladığı Osmanh
gazetesi yurtdışında yayınlanan Jön Türk gazetesi, Osmanh ile
isim benzeridir. Öldürülen gazeteci Ahmet Samim’de yazılar yazmıştır. İttihatçılara
muhalif yazılar yayınlaya gazete partinin kapanması ile yayın hayatını sona
erdirir.
f)-Sada-yı Millet
Sada-yı Millet gazetesi,
Osmanlı unsurları arasında uzlaşmanın sağlanması konusunda İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin izlediği politikaya karşı çıkmış ve gerek Hüseyin Hilmi Paşa
Hükümeti’ni, gerekse Hakkı Paşa Hükümeti’ni eleştirmekten kaçınmamıştır. Sada-yı
Millet gazetesi kısa bir süre sonra ise Divan-ı Harb-i Örfî karanyla
süresiz olarak kapatılmıştır.
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN___
11-İttihat ve Terakki’nin Gazetecilere Yönelik Şiddet
Politikası ve Öldürülen Gazeteciler
ll.Meşrutiyet yıllan basın tarihi
bakımından bir terör dönemidir. İttihat ve Terakki, doğrudan hasım
gördüğü gazetecileri, tetikçilerine öldürterek susturmuştur. Kendi bünyesi
içinden çıkan tenkitçileri ise, ikbal ve paraya boğarak susturmuştur. Dört
gazeteci öldürülmüş, katiller yakalanamamış ve ağır bir baskı havası
yaratılmıştır. Bunu İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri örgütlemiştir.
Baskının panzehiri olan gazetecilik suikastlerle susturulmaya çalışılmıştır.
İttihatçılann öldürdüğü kesin olan dört gazetecinin tanınması işin mahiyetinin
anlaşılması açısından önemlidir.
a)-Hasan Fehmi
Siyasal bilgileri bitirdikten sonra
Paris’e kaçan Haşan Fehmi bir süre Mısır’da yaşamış ve 1908’de ILMeşrutiyet’in
ilanı üzerine İstanbul’a dönerek Serbesti gazetesinin başyazan olmuştu.
İttihatçıların uyguladığı baskı ve haksızlıkları eleştiren yazılar yazdı.
İttihatçılar önce susturmak için gözdağı verdiler. Bu olmaymca 5 Nisan 1909
tarihinde Galata köprüsünden geçcıken bir tetikçiye öldürttüler.
Halk ve öğrenciler protesto etmek
için gösteriler düzenlediler. Sadrazamla görüşerek katillerin bulunmasını
istediler ne var ki yöneticiler ve polis işin üzerine pek gitmek istemediler ve
bu derin devletin işlediği ilk cinayet olarak tarihe geçti.121
b)-Ahmet Samim
1884’te doğan Ahmet Samim,
Galatasaray Lisesi’nde ve Robert Kolej’de okuduktan sonra bir ara Tekel'de
çalıştı. II.Meşrutiyet’ten sonra gazeteciliğe başladı. İttihatçılara karşı
koyan Ahrar (özgürler) partisinin yayınladığı Osmanlı gazetesinde
yazılar yazdı. Daha sonra Sada-yı Millet gazetesinin başına geçti.
Yazdıklan ittihatçı çevreleri rahatsız ediyor, tepki topluyordu. İttihatçılar
susturmak içi valilik bile teklif etmişti. Kabul edilmeyince iki gün sonra 9
Haziran 1910 tarihinde
öldürülmüştü. İttihatçıları
yolsuzlukların açıklaması hayatına mal olmuştu. Büyük bir cenaze töreni ile
gömülecekken cenazesi ittihatçılar tarafindan kaçınlarak mezarlığa gömüldü.122
Aynı yöntemin polisler tarafindan Kürt bölgelerinde uygulanması
düşündürücüdür.
c)-Zeki Bey -
1866 ‘da doğan Zeki Bey Galatasaray
Lisesi’ni ve Siyasal Bilgiler Okulu’nu birincilikle bitirdikten sonra, sonra
bir süre Dışişleri Bakanlığı Tercüme Odası’nda çalışmış, daha sonra Dûyuni
Umumiye Komiserliği’nde Önemli İşler Kalemi Mü- dürlüğü’ne atanmıştı. Zeki bey
bunların yanı sıra çeşitli okullarda Fransızca öğretmenliği yapıyor ve Şâhrah
(Anayol) gazetesine başyazı yazıyordu. Zeki Bey yazılarında Maliye Bakanı Cavit
Bey’in hırpalayan bir dûyuni umumiye müdür idi. Son dönemde ortaya çıkardığı
bir takım yolsuzlukları yazmasını engellemek için 10 Temmuz 1911 tarihinde
Bakırköy’de evine dönerken öldürdüler.
e)-Hasan Tahsin
1883’te İstanbul’da doğan Haşan
Tahsin Harbiye’de Atatürk’ün sınıf arkadaşıydı. Selanik’ de Silah adlı bir
gazete çıkardığından dolayı kendisine “Silahçı Tahsin” denirdi. 11
Meşrutiyetten önce Cemiyete giren ve önemli görevler üstlenen Haşan Tahsin
iktidar sırasındaki haksızlıklara itiraz etti. İttihatçılar onu uzaklaştırarak
susturmayı denediler. Görevli olarak Sofya’ya giden Haşan Tahsin izinsiz olarak
döndüğü İstanbul’da bir ittihatçı toplantıya katıldı. Burada boğularak
öldürüldü. Cesedi iki hafta sonra Edimekapı mezarlığında bir çuval içinde
bulundu.
İttihatçıların bu yöntemi daha sonra
devlet görevlileri tarafindan defalarca uygulandı.123
Derviş Vahdeti, 1869’da Kıbrıs
Lefkoşa’da doğmuş ve karıştığı 31 Mart Ayaklanması nedeniyle yakalanıp,
yargılandığı mahkemece 25 Haziran 1909’da idama mahkûm edilip, 19 Temmuz
1909’da Ayasofya Meydanı’nda idam edilmiştir. İttihatçılar İngiliz ajanı
olduğunu ve 31 Mart İsyanı’nın elebaşı olduğunu ileri sürerek idam ettikleri
Derviş Vahdeti’nin İngiliz ajanlığı ispatlanamamış, daha çok idamın yaptığı
sert muhalefetten kaynaklandığım ileri sürenler vardı. ‘‘3] Mart günü
meydana gelen askeri ve irticai ihtilali hazırlamaktan sorumlu olan
Vahdeti’nin, Sı/ayönetim Mahkemesi’nin araştırma ve sorgulaması sonunda hiçbir
ilmi ve toplumsal terbiye görmediği, şimdiye kadar içki ve şarkıcılıkla
düzensiz bir hayat geçirdiği, kendi itiraflarıyla ortaya çıkmıştır. ‘Volkan’
adlı gazetesini yayımlamaya başladıktan sonra iyi niyetle gazetesine müracaat
eden bazı ulemayı Cemiyete üye yazarak, ilan etmiş, bu saf insanları dayanma
alarak onlara şube açtırmıştır. Cemiyetin fikirlerinin yayıcısı ve başkanı
olarak, din ve şeriat adı altında halkı tahrik edici bir etki yaptığı, kışlalara
sokulan Volkan gazetesindeki yazılarıyla askeri etkisi altına almış ve bunları
hükümet ile Millet Meclisi başkan ve üyelerinden bazılarının aleyhine sevk
etmiştir. İnkar etmesine rağmen Derviş ’in 31 Mart günü Millet Meclisi önündeki
askerlerin içinde olduğu ortaya çıkarılmıştır. ”
Vahdetinin bir İngiliz ajanı
olmadığım ve 31 Mart Ayak- lanması’nda İngilizlerden yardım almadığım öne süren
görüşlere göre: Vahdeti’nin resmen kuruluşunu ilan ettiği parti ile 31 Mart
Ayaklanması arasında 10 günden az süre olduğu ve bu durumda bu kimsenin bir
isyan tertibi yapmasının mümkün olmadığı iddia edilmektedir. Bunun yanında
Vahdeti’nin gazetesi gibi yayın yapan başkaca muhalif gazetelerde bulunmaktadır.
Zirâ, n.Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki’nin faaliyetleri ve muhaliflere
yönelik suikast ve sindirme politi- kalan pek çok kesimden büyük tepki
görmektedir. Vahde-
ti’nin bu gergin ortamdaki yazıları
ancak bir bardakta damla olabilir. Vahdeti özellikle ihtiyati ve Terakki
partisinin disiplinsiz olduklan gerekçesiyle tasviye etmeye çalıştığı ordunun
7/3’ünü oluşturan alaylı yani erlikten subaylığa doğru yükselen okul eğitimi
almamış askerlerin desteğini ittihatçı karşıtı ve şeriat düşüncesini savunan
yazıları ile kazanmıştır. Zira bu askerler arasında büyük huzursuzluk
bulunmaktadır. Bununla birlikte 31 Mart Olayı sırasında İngiliz
Büyükelçiliğindeki yazışmalara bakıldığında bu dönemde İngiltere ile
yazışmalarda bir düşüş görülmektedir. Bu durum dahi İngiltere’nin isyanda bir
parmağının olmadığının Vahdeti’nin İngiliz ajanı olmadığının göstergesi
olabilir.124 Bu iddialara aynca şu durumda ek olarak yapılabilir. 31
Mart Ayaklanması sonrası gözaltına alınan Hürriyeti Ahrar Fnkası üyeleri ve
Prens Sebahattin’i kurtarmak için çaba gösteren ve onlan kurtaran İngiltere
acaba neden Derviş Vahdeti’yi kurtarmak için aynı çabayı sarf etmemiştir?
Bütün bu hususlarla Vahdeti’nin İngiliz ajanı olmadığı savunulmaktadır.
BOLUM-VI11
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ
VE RUMLAR
“Tecrübe ve
tarihin öğrettiği şudur: İnsanlar ve hükümetlerin hiçbir zaman tarihten bir
şey öğrenemedikleri veya onlardan çıkarılan prensiplere göre davranamadıkları.
”
İTTİHAT
VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR
Yunan ve Rum sorunu genelde resmi
tarih yazıcılığı tarafindan Balkan sorunu ya da Makedonya sorunu içine hapsedilerek
yapılıyor. Buradaki hinlik Anadolu’daki Rum varlığını yok saymak ya da tartışma
dışı bırakmaktır.
İttihat ve Terakki Cemiyetinin Rumlar
ile olan ilişkilerini ele almadan önce Rum ya da Yunan kültürünü ve tarihini
ele almak gerekiyor.
Öncelikle Balkanlan anlamadan Yunan
veya Rum olgusunu anlamak zordur. Aynı koşul Sırp, Bulgar ve Amavutlar içinde
geçerlidir.
Balkanlar çok dağlık, dağınık ve
saldınlara açık bir yer olduğu için burada tek bir dil ya da din hâkimiyeti
kurmak zordu. Bu diller arasında Yunanca Bizans İmparatorluğu zamanında ve
sayesinde yaygınlık kazanıyordu. Osmanh döneminde de Kutsal Kitap’ın
Hıristiyan kültürünün ve antik dünyanın dili olarak hâlâ üst bir konumda
bulunduğundan, hayatta ilerlemek isteyen Ulah ve Slav gençleri Yunanca
öğrenirdi.'
“Yunan” sözcüğü önce
Perslerin, ardından Arapların ve genel olarak da İslam dünyasının
anti-Yunanlılara ve sonrasında çağdaş Yunanlılara verdikleri isimdir. Bununla
beraber Yunanca konuşanlar, “İonia" sözcüğünden türetilmiş olan
Yunan sözcüğünü tarih içinde kendilerini tanımlarken kullanmamışlardır. Eski
Yunanlılar kendilerine “Helen ” derlerdi. Bizans döneminde Helence
konuşan Ortodoks Hıristiyanlan kendilerini “Roma” sözcüğünden türetilmiş
olan “Romios" 2
(Rum) sözcüğüyle tanımlamıştır.
OsmanlIlarda ise “Rum ”
kavramı belli bir etnik grubu nitelemekten çok İmparatorluğun Hıristiyan
Ortodoks unsurlarını anlatma için kullanılırdı. OsmanlIlarda Rum Milleti kavramı;
Rum, Sırp, Romen, Bulgar, Ulah, Ortodoks Arnavut ve Örtodoks Araplan
kapsamaktaydı.3
IT.Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı
Devleti topraklannda ve ülke dışında sürdürülen uzun ve kararlı bir muhalefet
hareketi sonucunda sağlanmıştır. Şüphesiz bu muhalefet hareketinin belirleyici
ve baskın aktörü İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Cemiyet, bu uzun ve zorlu
mücadelede milliyetçi gayrimüslim unsurlarla da ortak çalışma içerisine
girmiştir. Özellikle Sırp VMORO ve Ermeni DAŞNAKSUTYUN örgütleri ile neredeyse
kader birliği yapmış, yeni örgütlenme ve eylem planlarında söz konusu örgütleri
örnek almış onlardan önemli yardımlar almıştır. Bunun sonucunu bu örgütlerin
isteği ile seçilen mebusların dağılımında görmek mümkündür. Sul- tan’ın
doğrudan kontrolü altında bulunan devlet mekanizması ve istihbarat teşkilatının
gerek Ermeni Komitelerinin ve gerekse ayrılıkçı Rum unsurların rahat
çalışabilmeleri için uygun ortam sağlamadığı bilinen bir gerçektir. Bu
nedenden dolayı Müslim-Gayrimüslim unsurlar arasında sağlanan bu işbirliği
zorunluluk arz etmekteydi.
Başta mutlak bir otorite ile yönetimi
elinde bulunduran Sultan Abdülhamit’in tahttan uzaklaştırılması, bu minvalde de
en azından yetkilerinin sınırlandırılması, birbirinden çok uzak konumda bulunan
muhalif gruplan bir araya getiren ortak gaye idi. Bu birlikteliği, Ermeni
temsilcilerin Jön Türklerin 1902 ve 1907 yılında düzenledikleri kongrelerine
katılmalan ile düşünceden eyleme geçmiş olarak görmekteyiz. Burada davetin Türk
tarafindan geldiğini kabul etmek gerekir
Yahudi cemaati, İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile muhalefet hareketinin ilk evrelerinden itibaren işbirliği halinde
idi. Bunda hareketin Selanik merkezli olmasının payı da göz ardı
345 ____ İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE
RUMLAR edilmemelidir. Diğer
taraftan İttihat ve Terakki yönetim kadrosu da oluşturmak istediği yerli
burjuvazinin bir öğesi olarak, Hıristiyanların ekonomik egemenliğine karşı
Yahudileri doğal müttefik olarak gördü. Sonuç olarak Yahudiler de Selanik’ten
Bağdat’a İttihatçıları ve politikalarını destekledi.
Buna rağmen İttihat ve Terakki
Cemiyeti gayrimüslim Cemaatlere karşı farklı politikalar ve yaklaşımlar
içindeydi. 1-İttihat Terakki Cemiyeti Ve Gayrimüslim Cemaatler
1908 Devrimi gerçekleştikten sonra
Enver Bey’in söyledikleri aslında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gayrimüslim
politikasını açıklar nitelikteydi: ‘‘Bundan böyle Bulgar, Yunan, Eflak,
Yahudi, Müslüman yoktur. Hepimiz kardeşiz, eşitiz ve Osmanlı olmaktan
gururluyuz!,A Bu niyet gerçek miydi? Yoksa o günlerin coşkusuyla
mı söylenmişti? Bunu zaman gösterecekti.
Aslında İttihat ve Tcrakki’yi bu
ittifaka sokan tek etken vardı; Sultan Abdülhamit. Gayrimüslim unsurlarla
İttihat ve Terakki Cemiyeti arasındaki ilişkiler Abdülhamit yönetimine karşı
doğal bir ittifak olarak görülmüş ve şekillenmiştir. Farklı sebeplerle de olsa ‘‘istibdat
idaresi” olarak niteledikleri yönetim karşısında yürütülen muhalefetin güç
birliği içinde sürdürülmesi, tarafların hedeflerini elde etmeleri açısından
önemli bir taktik hareket olarak değerlendirilebilir. Çünkü bütün tarafların
açıklamadıkları bir B planı vardı. Bunu bazen açık ediyorlardı. Dr.Bahaeddin
Şakir 3 Şubat 1907 tarihinde cemiyetin İzmir Şubesi’ne gönderdiği mektupta
şöyle yazıyordu: ‘‘Ermeni, Rum vesair gibi memleketlerimizi parçalayarak
bizden ayrılmak fikrini taşıyan bir kısım vatandaşlarımız, saltanat
değişikliğinden istifade ederek yabancı müdahalesini davet maksadına şimdiden
hazırlanmakta olduklarını tahkik ve vatanımızın ve milli bağımsızlığımızın
bugün ve gelecekte maruz olduğu tehlikeleri takdir ederek birfirka-i cemiyet
tesisi ve iınion part de la force’ kaidesini rehber ederek bu
fedakarane teşkilatı cemiyetimizle
birleştirmek arzusunda bulunduğunuzu bildiriyorsunuz... Biz Avrupa'dayız ve her
şeyi sizden daha iyi görüyoruz... Avrupalılann vatanımızı taksim ve mahv için
ne dolaplar çevirdiklerini yakından görüyoruz... Vatanımız, milli
bağımsızlığımız katiyen tehlike altındadır. Ve bu tehlike pek yakındır. ”5
Ancak, Sultan’a karşı yürütülen bu
geçici ittifak, kalıcı bir beraberliğe yukandaki güvensizlikten dolayı
dönüşememiştir. Başlangıçta olmasa bile, gelişen olayların etkisiyle durumu
fark etmeye başlayan İttihatçılar, ülkenin toprak bütünlüğünü sağlama adına en
son ana kadar gayrimüslim unsurların samimiyetine inanmak istekliliğini
sürdürmüşlerdir. Zira bu gruplarla ortaya çıkabilecek sert bir çatışma,
Makedonya ve ‘‘Vilayat-ı Sitte ”nin geleceği ile doğrudan ilgilidir.
Ermenilerden ve Rumlardan farklı bir
politika izledikleri hemen her aşamada gözlenen Musevi cemaati açısından ise
durum farklıdır. Özellikle Selanik Musevileri göz önüne alınarak bir
değerlendirme yapıldığında, Cemiyet ile tam bir birliktelik olduğu görülür.
Hatta bu benimseme ve sahip çıkma tabana da yayılmıştır. Öyle ki; 31 Mart
hadisesinde Çanakkale, Keşan, Edime ve Selanik’ten toplanan 700 Musevi
gönüllü, Hareket Ordusu’na katılmıştır. Bu insanlardan bir kısmı İstanbul’da
isyancılarla çıkan çatışmalarda hayatını kaybetmiş ve bugün Abide-i Hürriyet
olarak bilinen anıtın bulunduğu Şişli’deki yere defiıedilmişlerdir.6
Bu ilişki çok önemlidir. Özellikle Ermeni tehciri ve Rumlann Anadolu’dan
atılmasında Musevi etkisi ele alınmamıştır. Nedense bu alanda pek çalışma
yapılmamakta ya da yapılamamaktadır. Ancak her iki olayda da Musevilerin daha
avantaj h konuma geldiklerine dair göstergeler vardır. Museviler özellikle
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin egemen olduğu 1908-1918 yıllan arası ile
izleyen dönemde devletin yanında yer almışlar (bazı olaylarda danışmanlık
yapmış ya da teşvik edici olduklan sanılıyor) ve bu tutumlarını Cumhuriyct’e
uzanan süreçte devam
ettirmişlerdir. Açıkçası Museviler,
Türk unsurunun geleceği ile kendi geleceklerini sıkı sıkıya bağlantılı görmüş,
bu değerlendirmenin sonucunda oluşturulan çizgiyi kararlılıkla sürdürmüş;
karşılığını da Cumhuriyet döneminde bir ölçüde görmüşlerdir. Küçük bir örnek
verecek olursak; Mustafa Kemal Paşa, kendisine Musevilerle ilgili olarak
sorulan bir soruya şu cevabı verecektir: “Unsuru hâkim olan Türklerle
tevhidi mukadderat etmiş sadık bâzı unsurlarımız vardır ki, bilhassa Museviler,
bu millete ve bu vatana sadakatlerini isbat ettiklerinden, şimdiye kadar
müreffehen imrarı hayat etmişler ve bundan böyle refah ve saadet içinde
yaşayacaklar. ”7 Bu arada hatırlatmak gerekir ki İttihat ve
Terakki Bir Musevi kenti olan Selanik’te kurulup gelişti. Bu bağlantı
örgütlenme şeklinden diğer tüm hareketlere sirayet etti, ancak her zaman
gizliliğini korudu. Sonuç olarak Yahudiler de Selanik’ten Bağdat’a
İttihatçıları ve politikalarını destekledi.
Ancak İttihatçılar, samimiyetle
bağlandıklan “ittihad-ı anâsır" fikrinin inancıyla gayrimüslim
Osmanlılann birliktelik iradesini güçlendirebilecekleri umudunu taşıyorlardı
ve ülkenin parçalanmasının önüne ancak böylece geçebileceklerini
tasarlıyorlardı denilebilir. Gerçekte, 1907’deki kongresine katılan gruplar
Abdülhamit’e düşman olduklan kadar, birbirlerine yakın değildiler, “Terakki
ve İttihat Cemiyeti, Türk olmak ve Türk vatanına gönülden bir muhabbetle bağlı
bulunmak itibariyle... Türkiye’den ayrılmak isteyen gayrimüslim gruplara
düşmandı. Aynı zamanda gayrimüslim teşekküllerin tarafını iltizam eden
Sabahaddin Bey fırkasını da hiç sevmiyordu. Diğer taraftan Sabahaddin Bey
firkasiyle gayrimüslim gruplar da Terakki ve İttihat Cemiyeti’ni, Osmanlı
Devleti ’nin tamamiyet-i mülkiyesini her şeyden evvel ileriye sürdüğünden
dolayı, hakikat-ı halde hiç istemiyorlardı. '^
İttihat ve Terakki Cemiyeti
içerisinde gayrimüslimlerin temsilini artırmanın Osmanlı devletine entegre
olmaya niyeti olmayan grupları ne şekilde etkileyeceği noktasında 1902
yılına kadar cemiyet yöneticilerinde
iyimser kanaatler egemendi. Hürriyetlerin ve siyasal hakların artışıyla
gayrimüslim grupların sistemle bütünleşecekleri ve Osmanlılık düşüncesinin
hayat bulacağı düşünülüyordu.9
Oysa İmparatorluğu oluşturan unsurlar
arasında milliyetçilik dalgaları hızla yayılıyordu. Bu akım o denli güçlüydü
ki, meşrutiyet döneminde gelişen olayların zorlamasıyla, hâkim unsur olan
Türkleri de etkisi altına aldı. Nitekim Bemard Lewis bu gelişmeye işaret ederek
şunları söyler: “... hâkim ulus Türklerin bile sonunda milliyetçi virüse
yakalanması ile çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluğun hükümdar hanedanına
ortak bir bağlılık içinde yaşayacak hür, eşit ve barışçıl bir uluslar birliği
şeklindeki ‘Osmanlıcı’ rüya da ebediyen sona erdi. ”l()
Rumların kendilerini Osmanlı
görmediklerini ortaya koyan birçok örnekten söz edilebilir. Bunlann başında
Yunanistan’ın varlığı geliyordu. Yunanistan’ın 1830 yılında bilimsiz bir
devlet kurması bir takım önemli sonuçlar doğurdu. O güne dek Osmanlı
yönetimince bir cemaat olarak algılanan Rumlar, birdenbire yabancı bir
devletin, Yunan devletinin uzantısı gibi algılanmaya başladı. Benzer şekilde
Rum cemaati de devlete karşı yabancılaşmaya başladı. Fenerlilerin ve genel
olarak Rumların devlet görevleri üstlenmeleri kısıtlandı."
2-1908 Öncesi İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Rum İlişkileri
Makedonya’daki Rumlar 1908 öncesi
İttihatçılara temkinli yaklaşıyordu Bunda Yunan Hükümeti’nin ve Fener Patrikha-
nesi’nin etkisi de vardı. İttihatçılarla yapılacak bir işbirliğinin Rum
toplumuna yara getirmeyeceği düşünülüyordu. Serez Yunan konsolosuna göre Jön
Türklerin Anayasal yönetim altındaki eşitlik önerisi, Rum unsurunu tatmin
etmeye yet- 12 mezdı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ise
özellikle Makedonya’daki Rumların kendileriyle ortak hareket etmeyerek Yunan
ulusal çıkarlarını savunmak konusundaki politikalarından rahatsızlık duyuyordu.
Nitekim ikinci Jön Tüık. Kongresi’ni değerlendiren İTC’ ye ait bir raporda Rum
ve Bulgarların kendi hükümetlerine tabi olduklan ve Osmanlı Rum ve Bulgarlannı
düşünmeyerek bu hükümetlerden aldıklan yönergelere uydukla- n dile
getiriliyordu.13
Bu soğukluk ya da temkinli yaklaşım
1908 sonrasının ilişkilerini belirledi. İttihatçılar devrim sürecinde Rumların
yeteri kadar destek vermediğini düşünüyorlardı. 4 Şubat 1909 tarihli Tanin
gazetesinde Hüseyin Cahit Bunu açıkça belirtmiştir.
3-1908 Sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Rumlar
24 Temmuz’da Meşrutiyetin yeniden
ilanı İTC yöneticileri dahil herkesi aslında şaşırtmıştır. Çünkü kimse bu kadar
kolay olacağını beklemiyordu. Bu yüzden Rum vatandaşlar ortak bir tavır
sergileyememiş herkes kendi konumuna göre bir konum almış. Bir kısmı Yunanistan
devleti lehine Osmanh İmparatorluğu’ndan toprak alma şeklinde tavır alilken,
Fenerli denilen ve Osmanh üst düzey elitlerine yakın olanlar ise OsmanlI
İmparatorluğu’nun güçlenmesi gerektiğini savunuyorlardı. “Hellenottomanizm
” olarak formüle edilen bu yaklaşım İon Dragoumis ve A. Solutiois’in kurmuş
oldukları İstanbul Örgütü’nün payı olmuştur.14
Buna rağmen Rumlar ikili yapılarını
koruyor ittihatçılar da bu durumu yakından izleyerek gazetelerinde
rahatsızlıklarını yazıyorlardı.15
4-1908 Seçimlerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Rumlar
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile
Rumlar arasındaki ilk gerginlik 1908’de yapılan seçimler nedeniyle yaşandı. Rumlar
kısaca eski etnik ve dini ayrıcalıklarının korunmasını istiyordu. İttihatçılar
ise Kanun-i Esasi’nin tüm unsurlara eşit haklar
verdiğini ve ayncalık tanınmayacağını
ileri sürüyorlardı. Rumların temsilcisi sayılan Patrikhane ile gerilimi
azaltmak için görüşmeler başladı. Ama her iki tarafın gazetelerinde acımasız
eleştiri yazıları yazılıyordu. Bu gerilimden yararlanan Ahrar Fıkrası
Patrikhaneye bir heyet gönderdi. Bu durum İttihatçılar tarafindan alay konusu
edildi.16
Rumlar gidişat aleyhlerine dönünce 21
Kasım 1908 tarihinde İstanbul’da seçimlerin feshedilmesi ve koşulların düzeltilmesi
için büyük bir protesto gösterisi düzenlediler. İttihatçılar tepki gösterdiler
gazetelerinde ağır yazılar yazıldı. Bu gerilim önce İzmir’e sonra Anadolu’ya
taşındı.
Sonunda seçimler oldu ve Rumlar 22
mebus ile Mecliste yer buldu. Bu Mebusların İttihatçılarla uzlaşacağını kimse
beklemiyordu. Sürekli Rum Mebuslar ile İttihatçı çekişmesi 31 Mart olayı ile
biraz durulsa da 1912 seçimlerine gelindi ve seçim sistemi ve hoşnutsuzluk
artarak devam etti. Bu sefer Rumlar Meclise 15 Mebus sokabildi. 1910 yılında
çıkan Kilise ve Mektepler Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile Rum kesimi artık
İttihat yönetimini tam olarak hasım görüyor ve İttihatçı karşıtı her oluşuma
sıcak bakıyordu. Çünkü okullarda Türkçe okutulmasını Rumlar “Türkleştirme"
olarak görüyorlardı. Bu sefer tartışmaya Patrikhane’de katılarak İTC’nin
kendilerine verdikleri sözleri tutmadıklarını ileri sürdü.17 1914
seçimlerinde Patrikhane artık Rum toplumu adına pazarlıklara başladı ve İTC ile
kıyasıya pazarlıklara oturdu ancak sonuçta 16 mebus seçtirebildi.
Balkan Savaşı tüm dengelerin
bozulmasına yol açtı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Savaş sonunda
önemli oranda Rum nüfusunun yaşadığı Osmanlı şehirleri, Yunanistan’ın eline
geçti. Böylece İmparatorluktaki Rum nüfusunda önemli bir azalma oldu. Daha önce
bu sayı 3 Milyon idi. Halk tarafindan Rumlara karşı bir tepki oluştu ve Rumlara
yönelik kapsamlı boykotlar düzenlendi. Balkan Savaşlan sırasında
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR
Yunanistan’ın ege adalarını ele
geçirmesi ve bu durumun büyük devlet tarafindan kabul görmesi, ülke yönetimini
elinde bulunduran ittihatçılan tedirgin etti. Çünkü Yunanistan, bu adaları
kullanarak Batı Anadolu’yu ele geçirme girişimlerinde bulunabilirdi.
Yunanistan’la, adalar sorunu nedeniyle yaşanan gerginliğin yanı sıra
Yunanistan’da kalan Müslüman azınlığa yönelik yapılan baskılar, Osmanlı Devleti
ile Yunanistan arasında ilişkilerin gerginleştirmesine neden oldu. Bu şartlar
altında ittihatçılar, Trakya ve Boğazlar bölgesi ile Batı Anadolu’daki Rumlan
“Göç Ettirme ” politikası izlediler.18
Bu yeni gerilim yeni bir çözümü
gündeme getirmişti. Bu çözüm “Mübadele” idi. İttihatçıların Mübadele
düşüncesini benimsemeleri, Meşrutiyetin başından beri Rumlara yönelik
uyguladıkları politikaların başarısızlığa uğradığını kabul ettikleri anlamına
gelir.19 İttihatçılar bu planlannı uygulayamadan tasfiye oldular ve
Rumlardan önce ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Ama mübadele düşüncesi
sıcaklığını korudu.
O dönemde dünyayı şekillendiren
Britanya İmparatorluğu’nun Balkanların geleceği ile ilgili planlan vardı.
Haziran 1915 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı, bir açıklama yaptı. Buna göre “İtilaf
devletleri, savaş bittiğinde Balkanların çok daha kapsamlı bir biçimde ulus
temelinde yeniden düzenlenmesini istemektedir.” 1923 Türk-Yunan
mübadelesiyle Yunanistan’daki Müslümanlar Türkiye’ye gönderilir. Anadolulu
Ortodokslarda Yunanistan’a döner. Bu yöntemle 1 milyonda fazla Rum,
Yunanistan’a ve 380 bin Müslüman da Türkiye’ye gönderilmiştir. Makedonya’da
artık % 90 Grek bölgesi olur.20
Bu da gösteriyor ki karar resmi tarih
yazıcılığının yazdığı gibi Venizelos ve Atatürk’e ait değil savaşın galibi
itilaf devletlerine ve İngiltere’ye aittir.
Buna en çok itiraz eden Balkan
halklan olmuştur. Ancak seslerini bir türlü duyuramamışlardır.
Balkan toplumları sınıfsal ve etnik
aynmlan hayatın olağan bir parçası olarak göz ardı edebiliyordu, dolayısıyla
milliyetçilerin bu halklan birbirinden ayırabilmesi için aşın güç kullanmalan
gerekmişti.
SONUÇ YA DA İTTİHATÇI MİRAS
"Tarihte
ilk kez dram olan bir olay, bir kez daha tekrarlanırsa komedi olur. ’’
SONUÇ
YA DA İTTİHATÇI MİRAS
İttihat ve Terakki’nin oluşum ve
tasfiye sürecini incelerken Türkiye’de siyasi düşünce sürecini de irdelemek
zorunda kaldık. OsmanlInın yüzyıllar boyunca savaş halinde bulunduğu dünyadaki
siyasi ve toplumsal gelişmelere kayıtsız kala- maması kendi ekonomik ve siyasal
yapısının tıkanmasının bir sonucudur. Önce yöneticileri sonra asker sivil
aydınları ve muhalifleri tarafindan ele alınarak uygulanma koşullan ve alanlan
araştınlmıştır. Bu etkileniş birtakım nedenlerden eksik olmuştur. Bu eksiklik
iki yönlüdür. Birincisi dünya ile savaş halinin devam etmesi sonucu siyasi ve
toplumsal düşünceler büyük sarsıntılar içinde gelişmiştir. İkincisi günlük
siyasi eyleme bağlı ve derin olmaktan uzak bir seyir izlemiştir. Hilmi Ziya
Ülken bu süreci şöyle açıklıyor
Mesela Fransız İhtilali’nin dünyaya
yaydığı fikirler Tüıki- ye’ye de girerken, bu hareketin arkasındaki büyük
düşünürlerin bütün eserleriyle tanınması ve tartışılması gerekirken, onlardan
hemen hiçbir şey çevrilmemiş ve Türk düşünürleri yakın yıllara kadar gazete ve
haftalık dergi sayfalannda günlük somlara cevap vermeye çırpınan dar bir
çerçeveye sıkışıp kalmışlardır. Bu açıdan bakınca Tanzimat ve Meşrutiyetin
olduğu kadar Cumhuriyetin fikir tarihinin de yüzeysel olduğunu belirtmek
gerekecektir.1 Bunun bir diğer yönü de fakirleşme içinde politika
yapma zorunluluğudur. 1826’dan 1923’e kadar son yüzyıllık Osmanlı tarihi
temelde hazine talanından ya da egemenlik alanlanndan alınan vergi
tahsilâtından başka bir üretim sistemi bulunmadığı için sürekli bir fakirleşme
tarihidir.2 Talan ekonomisinin merkezinde yer alan ordu, Batılılaşma
yolunda adım atmanın ilk hedefi oldu. Bu daha sonra ordunun işlevi ve
belirleyiciliği (Ordunun benzer toplumlar-
daki konumu ve işlevi ayn ve geniş
bir çalışma konusu olabilecek boyuttadır) açısından önemlidir. Aydın kesimin ordu
kökenli olması ya da orduya yakın olması bunun bir sonucudur. Çünkü
Batılılaşma ile ilgili ilk adım Batı tipi bir ordu kurmak olmuş ve orduya
seçilenlerin halk tabakaları içinden seçilmesinin n.Mahmut devrinden beri
gelenek olması4 her kesim ve kültürden insanın orduya katılımını
sağlamıştır. Bu farklı fikir ve yaklaşımların zenginliğini doğurmuştur.
Bir sınıf ya da kast sisteminin
olmaması sonucu ilk hareketler daha çok "Jakoben ” yöntemleri
benimsediler. Bu da bulunduklan toplumda; yapı itibariyle sivil toplum örgütü
veya yeterince örgütlenme olmadığından kaynaklanıyordu.5 Bunun
yanında Osmanh İmparatorluğu’nun siyasi ve toplumsal yapısı sivil toplum
oluşumuna ve örgütlenmeye olanak tanımadığından, Batı kökenli olan “Jakobenizmi”
sadece benimsemek ya da dar ve politik bir Literatür bilgisiyle rakiplerini
suçlamak için kullanmayı daha çok uygun görüp, tercih ettiler. Gerek tarih
incelemelerinde gerekse günümüz politik söyleminde ‘‘Jakoben Laiklik"
ten, ‘‘Jakoben Cumhuriyetten" ya da “Kemalist Jakobenizm"
den (hatta “Jakoben CHP” den ya da "Jakoben entelijensiyadan”) söz
ediliyor.6 Bu da şunu göstermek istiyor ki bütün yetersizliğine ve
koşulların uygun olmamasına rağmen Batı düşüncesinin başlıca özelliklerini
tanımış ve toplum bunalımlan karşısındaki sorumlu kişiler bunun bilincinde
hareket etmişlerdir. Fildişi kulelerine çekilmemişlerdir. Ellerindeki bütün
imkânlan kullanarak eğitimin yayıldığı yerlere kadar yeni fikirleri yaymaya
tanıtmaya ve yeni toplumsal hareketlere önderlik etmeye çalışmışlardır.7 Bu
örgütlenmeler içinde en uzun ömürlü ve en etkili olan İttihat ve Terakki
Cemiyeti olmuştur. Dolayısıyla toplumsal değişimleri ve fikir çatışmalarını
kendi içinde yoğun bir şekilde yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu sürekli kan
kaybederken Jön Türkler İmparatorluğun dağılmasını engellemek amacıyla çözüm
yollan ararken Yusuf Akçura "Üç tarz-ı Siyaset" adlı
makaleleriyle Türk siyasal
düşüncesine yeni bir boyut katmış ve gelişen olaylar karşısında Tüık
milliyetçiliği, İslamcılık, Osmanlıcılık vb. düşünce akımlan karşısında ivme
kazanıp yükselişe geçmiştir. Daha sonra diğer akımlar etkinliğini kaybedince
ortalıkta kalan iki akım Türkçü ve İslamcı akımlar İttihat ve Terakki içinde
iktidan etkileme savaşına girişmiştir. Ama Türk Milliyetçiliği sistematik karakterini
Ziya Gökalp ile birlikte kazandı. Mart 1913’ten itibaren Türk Yurdu'nda yayınlamaya
başladığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı yazı dizisi ile
Türkçülük sistematikleşip İttihat ve Terakki’nin himayesine giriyor. Ülken’e
göre İttihat ve Terakki Partisi Ziya Gökalp’in bu partiyi yönlendirdiği andan
itibaren milliyetçi bir burjuva partisi olmuştu.8 Ama burjuvaziyi
oluşturacak ekonomik yapıda olmayan Osmanlı da tüm oluşumlar gibi yukandan bir
etkiyle bu niteliği kazanmaya çalışmıştır. Özellikle 1916 kongresinde alınan
kararlarla ulus niteliğine haiz karalar almaya çalışmıştır. (Milli amaçlı bir
takım kurumlann oluşturulması için kanun çıkarması vs.) Zafer Toprak Üİken’den
şöyle aktarıyor: “Gökalp'ten önce İttihat ve Terakki ’nin ideali istihdâdı
yıkıp Meşrutiyeti ilan edip sonuca ulaşmaktı. Ancak çok dinli ve çok etnikli
imparatorlukta sonuç düş kırıklığıydı. Çünkü ortak bir ideal oluştu- ramadı.
İttihat ve Terakki önce Cavid Beyin etkisiyle liberalizmden ilham almış,
birinci Dünya savaşı yıllarında Gökalp ’in sosyolojizminden ve Türkçülükten
esinlenerek devletçi burjuvazi sistemini benimsemişti”?
İttihatçılar 1914-1918 arasında
kapitalizm ve otokrasiyi bir arada deneyebileceklerini Almanlardan öğrenip
uygulamışlardı.10 Burada en çok tartışılacak konulardan biri de
Ermeni Tehciri’nde Alman etkisinin açığa çıkanlmasıdır. Son yıllarda Alman
Hükümet kaynaklanna dayalı önemli çalışmalar yapıldı ama daha fazla araştırma
gerekmektedir. Bu uygulama birçok şey gibi daha sonra kurulacak Kemalist rejime
örnek temsil edecekti. Laiklik, Resmi Dilin Tüıkçe olması, Kadın
Haklan, Miladi Takvim, Batı Kökenli
Ölçü ve Ayarlar vs.11 İttihat ve Terakki’nin 1916’da yapılan
kongrede alınan karar- landır. Qaha sonra Kemalist rejim tarafindan da aynı
yönden kararlar alınıp uygulanacaktır.
Bütün bunlara rağmen İttihatçılar ile
Kemalistler arasında çok sert sürtüşmeler olmuş, her iki tarafta rakibi devre
dışı bırakmak için her yolu denemişlerdir. Bu sürtüşme ittihatçıların
tasfiyesi ve Kemalizmin iktidanyla sonuçlansa da İttihatçı ruh hiçbir zaman
tamamen silinmemiştir.
İttihat ve Terakki’nin Türkçülüğü
benimsemesinin temelinde başlangıçta Osmanlının dağılmasını önlemek gibi bir
amacı vardı ama dağılma sürecini hızlandırdı. Bunun yanında “Türkçü”
politika işgal altındaki Anadolu’nun örgütlenip ayaklanmasına ve yeni bir
devletin kurulmasına yol açtı.
İttihatçılar Türkçü politika
güttükleri halde İslam’ı hep yedeklerinde tuttular. Özellikle LDünya Savaşı ve
Kurtuluş Savaşı’nda İslam motifini çokça işlediler. Türk unsurunun yanında “İslam
elden gidiyor” propagandasının yanında milli öğeleri de kullandı. Böylece
Türk olmayan unsurları “Kürtle- ri" sadece İslam’ı kurtarmaya davet
ederken, etnik yapılarına yönelik bir propagandaya ihtiyaç duymuyordu.12
Bunun yanında Kurtuluş Savaşı’nın kanun dışı ilan edilmesiyle ilgili olarak
Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın verdiği fetvayı protesto edip, Mustafa
Kemal’in isteğiyle Ankara’ya geçen Said Nursi, milli mücadelenin manevi ve
İslami kanadındaki eksiğini gideriyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan
Cumhuriyet uzun süre İslam’ı devre dışı bırakmasına rağmen (Siyasal İslam’ın
faaliyetlerini yasaklayarak) ittihatçılardan geri kalmayacak kadar İslam’ı
toplumsal düzenleme için kullanmıştır. Gerek Diyanet İşleri gibi bir teşkilat
kurulması14 gerekse dinin kullanımı ile ilgili düzenlemelerin
yapılması ve okullara ders olarak konulması Kemalistlerin dine yaklaşımının
ittihatçılardan çok farklı olmadığını gösteriyor. 1930’lann
İslam’ı bir kenara bırakan Tarih Tezi
1970Ter ve 1980 sonrasında alanına İslam’ı da katarak Tüık-İslam sentezine
dönüştü. Bu öncellikle ders kitaplarının15 daha sonra yönetimin bir
parçası oldu. Başka yerlerde olduğu gibi burada da kökten dinci sapmalan
önlemek için işbaşına gelen 1980 darbesinden sonra din üzerindeki devlet
denetiminin artması kendine özgü ideolojisini de beraberinde getirdi:
Türk-îslam sentezi. Bu, her şeyden önce Pan-Türkçü sağ ile dinci sağ arasında
bir sentezi hedefliyordu. Ama bunun yanı sıra hızla değişen çevreye ayak
uydurmaya dikkat ederek Cumhuriyetin üzerinde kurulduğu, ideolojik birikimin
tümünü bir araya getirmek de gerekliydi. Örneğin Şanlı Orta-Asya Kökleri
efsanesi korundu Ama bu Hititlerden ata bulmak yerine İslam’ı kötüye kullanan
yozlaşmış halifelik kurumunu bir kenara bırakarak onun yerine fetihlere
götüren üstün ve uygar Türk’ü koymak, böylece İslam’ı yozlaştıran Türk’ün
yerine (Arap Tezi) İslam’ı kurtaran Türk imgesini koymaktı.16 Zaten
Jön Türklerin ve İttihatçıların da amacı buydu. Bunun için Batılılaşma sürecinden
ziyade Türk-İslam sentezinin asıl yol gösterici olacağı kültürel ve ahlaki
konularda ayırım yapmaktı.
Türk-İslam sentezinin günümüz siyasal
arenasında kabul görmesi ve parti programlarında yer almasına rağmen doksanlı
yıllara gelince ideologlar eski güçlerini kaybetmek üzereyken çevre
gelişmeleri düşüşü önledi. Bu teze dayanarak geliştirilen ve 2000’lerden sora
uygulamaya konulan yeni Osmanlıcılık tezi Türk yönetiminin iç ve dış
politikasına yön vermiştir. Bunun en uç örneğini 2013-2016 döneminde Türk dış
politikasında Ahmet Davutoğlu ile birlikte görüyoruz. Ahmet Davutoğlu efsanesi Strate/ik
Derinlik kitabıyla, “Komşularla Sıftr Sorun" politikası ile
yankılanıyordu. Ancak önce bütün komşularla ilişkiler bozuldu, sonra üç saat
içinde Emevi camiinde namaz kılma gibi Neo-Osmanlı bir zihniyete büründü. Sonuç
olarak; Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’daki Türkiye imajı dönemlik hayaller
neticesinde kan
kaybetti. Uzak Asya’dan Amerika’ya
uluslararası krizler içinde boğuşan Türkiye, uluslararası güvensizlik ve
gerilimlerin neticesinde,siyasi gerilimlerin yanında ekonomik ilişkilerde de
daralmayı beraber yaşamaktadır. Tamamen durumu yanlış okuma ve kendini fazla
önemseme ile ilgilidir. Yugoslavya’nın parçalanması, SSCB’nin dağılması;
Kafkasya’da yaşanan kargaşa, Körfez Savaşı gibi alt üst oluşlardan sonra
kendini bölgesel bir güç olarak kabul ettinne isteğinin ideolojik temellerini
atmayı başardılar. Ya da öyle olduklarına inanmak istediler. Kaldı ki
Türkiye’nin projeleri için Batılı güçlerden maddi destek beslediği ölçüde
kesinkes Batı yanlısı olması gereken bir konjonktürde bulunması nedeniyle Tüık-
İslam sentezcilerinin uğradığı güç kaybı geçici de olabilir. Her durumda
Kemalist dönemin ürkek içe kapalılığı ve reddi miras tavrına karşı çıkan
Osmanlı dönemini yeniden değerlendirme tavn, Türk kamuoyunun Balkanlardaki
Müslüman azınlıklara ilgisini artırdığı gibi, Pantürkizmin günün havasına
uydurulması ve SSCB’nin dağılması, Kafkasya’daki kardeşlere coşkuyla
yaklaşılmasına yol açtı. Sonuç olarak Tüık- İslam sentezi halkın gözünde
Bosnalılar ve Amavutlar (Bos- na-Hersek ve Kosova olaylan) bir zamanlar Osmanlı
ve halen Müslüman olduklanna göre, Türk olup olmamalan fazla bir önem
taşımadığı, Çeçen, Abaza, Kabarday, Balkar ve öbür Kafkas halklarından hangilerinin
Türk olduğuna çok da aldırış etmemek gerektiği, Gagavuzlann ise Türk olduklan
sürece Ortodoks olup olmamalannın fark etmediği, Filistinliler ya da Ace’li
Müslümanların uzakta olması önemli değil. Kısacası; Osmanh İmparatorluğu’nun
varisi Türkiye'nin çevresiyle ilgilenme için yepyeni nedenlerinin bulunduğu
anlamına geliyordu. İttihatçı gelenek (ki ittihatçı düşmanlan tarafindan rahatlıkla
uygulanabilen bir argümandır) sahiplenmek ve hâkim olmak için Türk ya da
Müslüman olmayı yeter sebep olarak kabul ederek yaşamaya devam ediyor. Sonuçta
İttihatçı gelenek Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük iddialarını zaman
vc duruma göre ileri sürüp geri
çekmiştir. Birini ileri sürerken diğerini tamamen terk etmemiş yedekte
tutmuştur. Bunun için çok derin tahliller yapmaya gerek yok. İslamcı-Osmanlıcı
ideolojinin ilk teorisyenlerinden Namık Kemal’e göre İslamiyet bütün etnik vc
dilsel farklılıkları önemsiz hale getirerek siyasal birliği ve bütünleşmeyi
sağlayabilir. Bu durumda Müs- lümanlar arasında Lazlık, Kürtlük, Arnavutluk,
Araplık gibi ayrımlar dolayısıyla söz konusu etnik gruplann dilleri siyasal bir
ayrım nedeni olamaz. Çünkü İslamiyet; vahdeti, yani Müs- lümanlar arasında
siyasal birliği emretmektedir.17 İslam’ı çatı yapınca iletişim dili
nc olacak? Namık Kemal buna da çözüm bulmuş; “Vâkıa Rumlara, Bulgarlara
bizim lisanı Ta'mim etmek kabil değildir, fakat Arnavutlara Lazlara (Kürtlere,
Araplara vs) yani Müslimlere ta’mim etmek pek kabildir. Oralarda münasip yolda
(bu yol iktidarın tercihine, gücüne ve kararlığına bırakılmıştır) idare olunur
mektepler yapılır ve hatta bizim o nâkıs Maarif Nizamnamesi ’nin hükmü icra
olur ise, yirmi sene sonra Lazca Arnavutça büsbütün unutulur”.™ Namık
Kemal’in yukarıdaki görüşlerini Siyasi görüş, Makale, Nutuk, Bilimsel Çalışma
vb olarak İttihatçı yöneticilerden, İttihatçı fikir adamlarından, Atatürk’ten
günümüze tüm politikacı ve bilim adamlarında, gazetecilerden defalarca duymuş
ve okumuşuzdur.
Bu sistematik istek ya da düşünce
kanun halini 1924 anayasasında almıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu
sonrası elit iktidar, Türkçülük temelli ırk dayatması ile Türkiye’de etnik
kimliklere yönelik ayrımcılığı beslemiş, oluşturmuş ve bu durum hak
ihlallerine kaynaklık etmiştir.
Milli-Üniter devlet kimliği; tek
tipleştirici, farklılıkları yok sayan ve hatta zor kullanarak değiştirme ile
Türkleştirme politikasını esas almıştır. Osmanlı dönemindeki ümmetin birliği
yerine, bir ırkın esas alındığı, ırk temelli ulus devlet inşa edil-
meye çalışılmıştır. Artık, Kürtler,
Lazlar, Araplar, Çerkezler ve diğerleri yok sayılacaktır. Bu kimlik dayatması,
niteliği itibariyle zulümle devam edegelmiştir.
1924 Anayasasının 88.maddesinde ‘‘Türkiye
ahalisine din ve ırk farla olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.
Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür... ” denilerek sistem yasal dayanağa
kavuşturulmuştur.
Sadece Türk olmak yetmiyor. Diyanet
tşleri Başkanlığı’nın tanımladığı gibi Müslüman olman gerekiyor. Farklı bir
mezhep ve yapıdaki Müslümanlık kabul edilmiyor. Yani Türk ve Sünni olursan
Cumhurbaşkanı bile olursun ama Alevi, Kürt, Laz, Arap, Çerkez olduğunu ileri
sürersen hiçbir şey olmadığın gibi bölücü ve bozguncu olarak kovuşturmaya
uğrarsın.
Bir başka konu din üzerindeki baskıyı
bahane ederek her türlü, kanunsuz, ahlaksız ve adaletsiz işini gerçekleştirmek
için başvurulan bir yöntem olarak, takiyenin ulaştığı boyutlardır. Yolsuzluk
yapanda, siyaset yoluyla iktidan hedefleyen de yalanı ya da yolsuzluğu açığa
çıkınca takiye yaptım diyerek taraftar toplamaya ya da yaptığına meşruiyet
kazandırmaya çalışıyor. Peki neden bu kadar kullanışlıdır bu takiye? Aslında
tanımı çok net Müslümanlara hayati tehlike altında kullanılması tavsiye
edilmiştir. Yoksa ticaret, siyaset vb. yerlerde değil.
Kelime anlamı "örten, koruyan
” olan "takiye", Kur’an’da- ki Nahl suresinin lOö.ayetine
dayanarak, Müslüman’ın zorlayıcı nedenlerle inancını inkar edebilmesi veya
gizleyebilmesi anlamına gelir.
Kalbi imanla dolu olduğu hâlde
zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre
açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.
Kur’an, Nahl Suresi19 tüm
İslam alimleri bu ayetin Ammar bin Yasir’in başından geçen şu olayla ilgili
indiği konusunda
görüş birliğindedir.
“Müşrikler bir gün Ammar bin Yasir’i
yakalayıp, onu putları ilah olarak kabul edip onları yüceltmeye ve Muhammed ’i
tahkir etmeye zorlamışlardır. O kadar zorlamışlar ki, Ammar bin Yasir
istediklerini yapmak zorunda kalmıştır. Muhammed’e geri döndüğünde, ona tüm
olayları anlatmış. Muhammed kendisine ‘Kalbinde ne hissediyordun? ’ diye
sordu. Bunun üzerine Ammar dedi ki, ‘Benim kalbim sonuna kadar Allah ’in dini
ile doludur’. Bunun üzerine Muhammeddedi ki, Münafıklar senden bir daha
aynısını söylemeni isterlerse, söyle ’. Bunun üzerine şu ayet inmiştir. "20
Laik bir sistemi bahane ederek
yukandaki takiye kavramını kullanarak her türlü ahlaksızlığı yapan kadar ona
bu ortamı yaratan yasakçı zihniyeti de sorgulamak gerekir. Var olan ya da
yaşanılan dini yapıyı beğenmeyip kendine göre bir din anlayışı benimser ve bunu
dayatırsan insanlar öyle görünüp kendi dünyalarında kendi inançlarını yaşarlar.
Dışanya karşı kullandıklan takiye kurumunu da hayatın her yerinde ve çıkan
için kullanırlar. Çünkü dini ve etnik kimlikleri yasaklamakla onlan ortadan
kaldıramazsınız ya da dönüştüremezsiniz. Ne yazık ki Osmanh yönetici elitleri
de onlara karşı mücadele veren Namık Kemal gibi aydınlan da iki asırdan beri
aynı yanlışı sürekli tekrarlıyorlar. Kişisi olmaya kimlik yaratamazsınız (Bu
Hegel’in görüşüdür yani asıl kimliği yoksayarak yeni kimlik oluşturamazsınız).
Bu başkalan tarafindan tanınma arzusunu insandan ayn tutamazsınız. Tanınmanın
insan için özsel bir önemi vardır ki Hegel’e göre; “her insan bu uğurda
hayatıyla oynamaya bile hazırdır. Zira söz konusu olan sadece tatmin duygusu ya
da benlik sevgisi değildir. İnsan sadece başkaları tarafindan tanınarak kendini
persona, kişi olarak kurabilir. ”21 Bir başka deyişle Roma
hukuku ve kültürüne (sonra bu kavram tüm modem dünyanın temel hukuk maddesi
olmuştur) göre toplumsal yaşamın tören ve dramlarında bireyin yerini belirleyen
“personalita” ya da
kişilik, özgür insanın siyasi onurunu
ve yasal haklarını ifade eder. Altını çizmek gerekir; (Roma hukukunda) özgür
insanın kişilik haklan (vardır), kölenin zaten kişilik haklan yoktur. Bu
kişilik haklan içinde ona ait bir din, bir dil ve bir etnik köken yâni bağlı
olduğu atalan vardır. Şimdi siz Namık Kemal, Ziya Gökalp ya da günümüz de bu
görüşü savunan bir yöneticiye uyup; Bir Arnavut, Arap, Çerkez, Laz ya da başka
bir etnik gruba mensup birine Türk olmayı dayatırsanız ve uymazsa devletin bazı
olanaklarından yararlanmayacağını hissettirirseniz, ne yapar. Asıl etnik
kimliğini gizleyerek dayatılan kimliğin gereklerini yerine getirir. Ama asıl
kimliğini ter etmez- edemez. Gizlediği kimlikle ilgili gizli ya da yan gizli
çalışmalar yapar. Çok kimlikli bir toplumda bunun nasıl bir ortam yarattığını
düşünün. Herkes kendi asıl kimliğini kayırmak için üst kimliği silah olarak
kullanır. Öyle ki sadece beyan önemlidir. Herkesin önünde Türk ve Laik
Müslüman olduğunu söyle gerisi önemli değil. Çok uygunsuz durumda yakalanınca
takiye yaptığını söyle gerisi kolay. O zaman bazı şeylerin yavaş yavaş
kaybolduğunu fark edince iş işten geçmiştir. Ahlaksızlık, yolsuzluk,
rüşvetçilik, adam kayırmacılık, yalancılık geçer akçe olunca şaşırmamak
gerekir. Çünkü siz insanları dönemine uygun olarak işe alırken liyakat yerine “Atatürk,
'ün altı ilkesini ezbere bilme” ve “Alnı secde görmüş"
kıstasları kullanırsanız insanlar oldukları gibi değil yaşamak ya da tutunmak
için istenildiği gibi olurlar ve bu düalist yapı yeni bir kişilik olarak
topluma hâkim olur. Peki bunlar olursa ne olamayız. Toplum olamayız, barış
içinde bir arada yaşayamayız ve hiçbir zaman adil ve paylaşımcı gerçek bir
demokrasi olamayız.
Modem devletin tarihi gelişiminin
belirli evrelerini izah edebilecek olan siyaset kavramının bir anlaşılış
biçimi, Cari Schmitt’e aittir. Siyaseti anlayabilmek için de siyasî olanı
belirleyen kriteri ortaya koymamız gerekmektedir. Bu kriter de, Schmitt’e göre;
"biz onlar” ayrımı üzerine inşa edilen
“dost-düşman"
kriteridir." Eğer mağdur edebiyatına dayalı bir seçim propagandasını
yapmakta ısrar ederseniz, mağdur edenler ve mağdur edilenler üzerinden “biz-onlar"
kutuplaşmasını yaratırsınız. Türkiye’de son üç seçimde ne olursa olsun
(yolsuzluk, ekonomik durgunluk, siyasi çıkmaz, artan terör vb.) kendini “biz
ve mağdur" diye tanımlayan % 50’lik bir kesim ortaya çıktı ve her şeye
rağmen aynı partiye oy veriyor durumunda. Daha uzlaşmacı bir model tercih edilmesi
toplumsal kesimler arasında siyasi çekişme, çatışmaya dönüşme riski taşır. Bu
bağlamda, modem demokrasinin temelinde yer alan değerleri ve ilkeleri yeniden
gözden geçirip bir arada yaşama koşullarını inşâ etmeye yönelen farklı bir siyaset
anlayışının öne çıkanlması gerekir. Yoksa her çatışmada oluşan fay hatlan geri
dönülmez travmalara yol açar.
Bunun sonucu oluşan kayıplan da bölük
pörçük tarih ki- taplannda bulmak mümkündür. İttihatçıların hiçbir zaman terk
etmedikleri Osmanlıcılık-Türkçülük-Lslamcılık saplantısı yere ve zamana göre
yer değiştiriyor. Kendisini İttihatçı olarak tanımlayan da kullanıyor,
kendisini İttihatçı düşmanı olarak tanımlayan da kullanıyor. Bu saplantı son
dönemde daha sert ve kompleks bir şekilde formüle edildi, “Tek Din, Tek
Devlet, Tek Dil, Tek Millet". Dijital devrimin yaşandığı günümüzde
artık her şey hızla değişiyor ama aynı hızla da kayıt ediliyor. Artık en ufak
bir detayı saklamak ya da tahrif etmek mümkün değil. Böylesine dinamik bir
toplumu 150 yıl önceki bir saplantı ile devam ettirmek ne kadar mümkün? Onu da
ilerde yine tarihçiler yazacaktır.
EKLER
EK-1
ÜÇ TARZ-1 SİYASET-YUSUF AKÇURA
Osmanlı ülkelerinde, gaipten feyz
alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzulan uyanalı, belli başlı üç siyasi yol
tasavvur ve takip (eba-ucher) edildi sanıyorum: Birincisi, Osmanh Hükümeti’ne
tabi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanh milleti
vücude getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanh Devleti hükümdarlarında
olmasından faydalanarak, bütün İslamlan söz konusu hükümetin idaresinde
siyaseten birleştirmek (Frenklerin “Panislamisme” dedikleri). Üçün- cüsü, ırka
dayanan siyaset bir Türk milleti teşkil etmek.
Bu yollardan ilk ikisinin, bir
zamanların Osmanh Devleti umumi siyasetine mühim tesiri oldu. Sonraki ise,
ancak bazı muharrirlerin yazılarında görüldü.
Osmanh milleti vücuda getirmek
arzusu, pek yüksek bir hayali gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu,
Asıl maksat, Osmanh memleketindeki müslim ve gayrimüslim aha- hye ayni siyasi
haklan tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam mıisarat husule
getirmek; fikirlerce ve dince tam serbesti vermek; bu mıisarat ve serbestiden
faydalanarak, sözkonusu ahahyi aralarındaki din ve soy ihtilaflanna rağmen
yekdiğerine kanştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetlerindeki
Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanh
milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, “Devlet-i
Aliyye-i Osmaniye ”yi asli şekliyle yani eski hud utlariyle muhafaza eylemekti.
Ekseriyeti İslam ve mühim bir kısmı Türk olan bir devletin bekasında ve
kunctinin çoğalmasında, bilcümle Müslü- manlar ve Türkler için fayda olmakla
beraber, bu siyasi yol onlara doğrudan doğruya taalluk etmiyordu. Bu cihetle,
Osmanh hududu haricindeki Müslümanlar ve Türkler bununla o kadar meşgul
olamazlardı. Mesele mahalli vedahih bir mesele idi.
Osmanlı milleti yaratmak siyaseti,
ciddi olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu.1 Bu padişahın: "Ben
tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman gör-
ıjıek isterim... ” dediği meşhurdur. Miladi ondokuzuncu asır başlangıç ve
ortalarında bu siyasetin Osmanh ülkelerinde itibar kazanması, kabili tatbik zan
olunması tabii idi. O zamanlar Avrupa’da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük
İhtilaliyle, soy ve uktan çok vicdani isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet
esası kabul ediyordu. Sultan Mahmut ve onu takip edenler, iyice anlayamadıkları
bu kaideye aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını serbestlik ve müsavat
ile, emniyet ve karşılıklı dostluk ile meze ve teıkip edip tek bir millet
haline sokmanın imkanına inanıyorlardı.
Avrupa’da milliyetler teşekkülü
tarihinde görülen bazı misaller de itimatlarını arttırdı. Filhakika, Fransız
milliyeti Cermen, Selt, Latin Grek ve daha bazı soyların birleşmesinden husule
gelmemiş midir? Alman milliyetinde birçok Slav unsuru yutulmamış mıdır*?
İsviçre, ırk ve din faiklarına rağmen bir millet değil midir? Adı geçen yüksek
kişilerin, bu sıralarda bir siyasi birlik vücuda getirmeye çalışan Alman ve
İtalyanların hareketlerini de, yanlış bir nazarla, doktrinlerinin doğruluğunu
ispata hizmet eden vakalardan addetmiş olmalan dahi, gayri muhtemel değildir.
Osmanlı milleti fikri, en ziyade Ali
ve Fuat Paşalar zamanında geçerli idi. Fransız kaidesinin; plebisit ile
milletler teşkil etmenin resulü Üçüncü Napolyon, bu garplılaşmış paşalara
kuvvetli destek oluyordu. Sultan Abdülaziz devrindeki Fransız- vari ıslahat ve
bu ıslahata timsali Mekteb-i Sultani, hep bu sistemin “Alamod”olduğu
zamanlann meyvalandır.
Birinci Sclim’e kadar, bu doktrinin bazı Osmanh padişahları tarafından
tabii bir tarzda takip olunduğu iddia edilebilirse de, bu takip Avrupa
taklidiyle olmayıp, belki ortam gereğinden ve İslam’ın henüz iyice kökleşmemiş
olmasından çıkmakta idi, binaenaleyh bahsimizden hariçtir.
Vakta ki milliyet kaidesi, Almanlar
tarafindan hakiki vakalara daha yakın bir surette, milliyetlerin esası ırk
olmak üzere tefsir olundu ve bu tefsirin galebesi demek, evvela 1870-71
seferiyle Napolyon ve Fransa İmparatorluğu tekerlendi, işte o zamandan itibaren
Osmanlı milleti denilen siyasi görüş, biricik dayanağını kaybetmiş oldu.
Vakıa Mithat Paşa, isimleri yukarda
geçen iki ünlü vezirin bir dereceye kadar takipçisi idiyse de, Mithat’ın siyasi
programı onlarınkine nispetle daha kanşık ve pek gelip geçici olduğundan ve
Mithat’ı izleyen şimdiki Genç Osmanlılar'ın programlan ise hayli müphem
bulunduğundan Osmanlı milleti teşkili hayalinin Fransa İmparatorluğu ile
beraber ve onun gibi tekrar dirilmek üzere, öldüğüne hüküm olunsa, hata
edilmemiş olur sanınm.
Osmanlı milliyeti siyasetinin
başarısızlığı üzerine İslamiyat politikası meydan aldı[4],
AvrupalIların Panislamizm dedikleri bu fikir son zamanlarda Genç Osmanlılıktan
yani Osmanlı milleti teşkili siyasetine kısmen iştirak eden fiıkadan doğdu.
Evvelleri en ziyade "Vatan” ve "Osmanlılık” yani
vatanda meskun bilcümle halktan mürekkep bir Osmanlılık nidalanyle işe başlayan
Genç Osmanlı şairlerinin ve siyasetçilerinin bir çoğunun duruş noktası "İslamiyet
” oldu. Avrupa içinde bulunmak, garp fikirlerini yakından görmek, onlann bu
değişimine en kuvvetli sebepler idi. Adı geçenler şarkta bulunduklan zaman,
başlarını on sekizinci asır siyasi ve içtimai felsefesiyle pek çok doldurmuşlar
(içlerinden birisi Rousseau mütercimi idi) ve fakat soy ve dinlerin ehemmiyet
derecesini tamamen idrak eylememişler, özellikle yeni bir milliyet teşkili için
zamanın pek geciktiğini, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan
muhtelif unsurların, menfaatleri değilse bile, arzularının böyle bir ittihat
ve
imtizaçta olmadığını ve binaenaleyh
Fransız milliyet kaidesinin şarkta tatbiki imkansızlığını, tamamen
anlayamamışlardı. Ecnebi diyarda iken, ekserisi memleketlerini uzaktan daha
kavrayışlı bir nazarla görmeye, din, ırkın şark için gittikçe artan siyasi
ehemmiyetini ve bu cihetle Osmanlı milleti ihdası arzusunun beyhudeliğini
anlamaya muvvafak oldular.
Artık, var kuvveti pazıya verip İslam
unsurlarını evvela Osmanh ülkelerindekileri, sonra bütün kürei arzdakileri soy
farklarına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmeye
her müslimin en küçük yaşında ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesi
ne uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet kelimesine verdiği mana ile
bir tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna kani oldular. Bu, bir cihetten
Osmanh ülkeleri sakinleri arasında aynşmalan ve fark- lılaşmalan davet
edecekti, müslim Osmanlı tebaası ile gayrimüslimler artık ayrılacaktı. Lâkin
diğer cihetten, büyük bir imtizaç ve ittihada sebep olacaktı. Bütün
Müslümanlar birleşecekti. Bu yol, geçen yola nazaran, daha geniş, yeni bir
deyim ile alemşümul (mondiale) idi. İlkin sırf nazari olup yalnız matbuat
sahifelerinde görülmekte olan bu fikir, gitgide tatbik olunmak istenildi.
Abdülaziz’in son devirlerinde, “Panislamizm" sözü diplomatik
konuşmalarda işitilir oldu, bazı Asya İslam hükümdarlanyle münasebet
istihsaline uğraşıldı. Mithat Pa- şa’nın düş-mesinden, yani Osmanlı milleti
ihdası fikrinin hükümetçe büsbütün terk olunmasından sonra, Sultan ikinci
Abdülhamid de bu siyaseti tatbike çalıştı. Bu padişah Genç Osmanlılann
amansızca karşısında olmakla beraber, bir dereceye kadar onlann siyasetlerinin
talebesidir. Hukuk müsavatı ve tam serbestlik temin olunsa bile gayrimüslim
tebaanın Osmanh siyaset topluluğunda bulunmayacağını anladıktan sonra, Genç
Osmanlılar adı geçen tebaaya ve onlann koruyucusu olan Hıristiyan Avrupa’ya
düşmanlık göstermeye başlamışlardı. Padişahın günümüzdeki siyaseti şu
değişmeden sonraki Genç Osmanhlann fikirleriyle pek büyük bir benzerlik
gösterir.
Günümüzdeki hükümdar, sultan, padişah
lakablan yerine halife dini sıfatını koymaya çalıştı; genel siyasetinde din, İslam
dini mühim bir mevki tuttu. Nizami mekteplerin tedrisatında dini maddelere
ayrılan zaman arttınldı. Tedrisatın esası dinileştirilmek istendi. Dindarlık,
müttekilik velev zahiri ve ri- yakârane olsun hilafet penahinin teveccühünü
celbetmeye en kavi vesileler haline geçti. Yıldız saray-ı hümayunu; hocalar,
imamlar, seyyitler, şeyhler, şerifler ile doldu. Bazı mülki memurluklara
sarıklılar tayin edilir oldu. Dinde sağlamlık belki de hilafet makamına,
hilafet makamından ziyade o makamı işgal eden zata şiddetli meıbutiyet ve
kulluk, gayrimüslim ka- vimlerc karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına
vaizler gönderildi. Her tarafta tekkeler, zaviyeler, camiler yapım ve tamirine
çalışıldı. Hacılar ehemmiyet kazandı. Hac mevsiminde hilafet evine uğrayan
hacılar, Müslümanlann önderinin lütuf- lanna ve inayetine mazhar edilerek gerek
kendilerinin vc gerekse memleketlerindeki diğer Müslümanlann hilafet makamına
celp ve kalplerinin raptına çalışıldı. Yakın zamanlarda Müslüman ahalisi
kalabalık olan Afrika içlerine ve Çin diyarına elçiler gönderildi. Bu
siyasetin en sağlam icra vasıtası olmak üzere Hamidiye Hicaz Demiryolu’nun
inşasına başlanıldı. Lâkin, işbu siyasi doktrin ile, Osmanlı Devleti, Tanzimat
devrinde teık etmek isteğini dini devlet (Etat theocratique) şeklini tekrar
alıyordu.
Artık vicdan ve fikir serbestliğini,
siyasi serbestliği, keza müsavatı. Din ve ırk müsaviliğini, siyasi müsaviliği,
medeni müsaviliği teık etmeye mecbur kalıyordu. Binaenaleyh Avrupavari meşruti
hükümete veda etmek, devletin tebaası arasında cins ve din ihtilafından,
içtimai vaziyet ihtilafından çıkarak ötedenberi mevcut olan sevişmezlik ve
zıddiyetin artmasına ve bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların
çoğalmasına, Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın
şiddetlenmesine katlanmak iktiza[5] ediyordu. Filhakika
öyle de oldu.
Irk üzerine müstenit bir Türk siyasi
milliyeti husule getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı
devletinde, gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu
fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum. Cengiz ve Moğolların tarafını tutan
müverrih Lcon Kahon, o büyük Türk hanının bütün Türkleri birleştirmek gibi yüce
bir maksatla Asya’yı baştan başa fethettiğini yazıyorsa da, bu iddiasının
tarihçe tamamen tevsik edildiği hakkında bir şey diyemem.
Tanzimat vc Genç Osmanlılık
hareketlerinde de, Türkleri birleştirmek fikrinin varlığına dair hiçbir
belirtiye rastgelme- dim. Bilmem. Merhum Vefik Paşa, lehçesiyle saf Türkçe yazmak
arzusiyle bu yüksek hayal arkasında biraz olsun dolaşmış mıdır? Şu muhakkakki.
Son zamanlarda İstanbul’da Tük milliyeti arzu eden bir mahfel, siyasi olmaktan
ziyade ilmi bir mahfel teşekkül etti.
Bu mahfelin teşekkülünde,
OsmanlIlarla Almanların münasebetinin artmasının, Alman lisanını ve bahusus
Almanların tarih ve lisan ilimleri hakkındaki tetkikatını Türk gençlerinin
bilir olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyorum. Çünkü bu genç mahfelde,
Fransız izleyicileri de olduğu gibi bazı hafif ve “decla- matoire"
edebiyattan ve siyasiyattan ziyade, sessiz, sabırlı ve inceleyici şekilde elde
edilmiş sağlam bir ilim mevcuttur.
Şemsettin Sami, Türkçe Şiirlerin
muhterem müellifi, (Mehmet Emin) Necip Asım, Veled Çelebi ve Haşan Tahsin bu
mahfelin göze görünen azası olup, İkdam bir dereceye kadar düşüncelerinin
benimseyicileridir. Günümüzdeki hükümetin, bu doktrine iyi bakmamasından olacak
ki, hareketleri pek yavaş
oluyor.[6]
Osmanh ülkelerinin, İstanbul’dan
başka yerlerinde bu fikrin taraftarlan olup olmadığını bilmiyorum. Lâkin,
Türklük siyaseti de, tıpkı İslam siyaseti gibi umumidir; Osmanlı hudut- lan ile
mahdut değildir. Binaenaleyh, kürenin Türkler ile meskûn diğer noktalarına da
göz atmak iktiza eder.
En çok Türklerle meskûn Rusya’da
Türklerin birleşmesi fikrinin pek müphem bir surette varlığını tahmin ediyorum.
Henüz doğmuş ‘‘İdil Edebiyatı ” Müslüman olmaktan ziyade Türktür. Dış
tazyikler olmasa, bu fikrin kolaylıkla gelişmesine Osmanh ülkelerinden fazla
müsait muhit, Türklerin en kalabalık bulundukları Türkistan ile Yayık ve İdil
havzaları olurdu.
Kafkasya Türklerinde de bu fikir
mevcut olsa gerek Azerbaycan’a Kafkasın fikri tesiri olmakla beraber, şimali
Iran Türklerinin ne derecelere kadar Türklerin birleşmesi taraftan olduklarını
bilmiyorum.
Ne olursa olsun, nka müstenit siyasi
bir millet türetmek fikri henüz pek turfandadır, pek az yaygındır.
-2-
İmdi, bu üç siyasetten hangisinin
yararlı ve kabil-i tatbik olunduğunu araştıralım.
Yararlı dedik; lâkin kime ve neye
yararh?
Önce bütün insaniyete denilebilir. Bu
halde, insaniyetin menfaatına hizmet eden siyasi yol veya yollan tarif, ve
sonra o yol veya yolların muayyen ve mahdut bir kısım insaniyete tatbikinde de
bütün insaniyetin faydalanacağını ispat eylemek, ve daha sonra, zikrolunan üç
yoldan bir veya birkaçının gelecek şartlara sahip olan yol veya yollarla
ayniyetini göstermek gereklidir. Bu ise, sanmam ki şimdi mümkün olsun. Zira,
bahsedilen şartlan ihtiva eden siyasi yol veya yollan, henüz insanlık bilgisi
bulamamıştır.
Yakandaki usulü takip etmeyip de, üç
yoldan bir veya birkaçının Osmanlı, Müslüman veya Tüıklere tatbikiyle tüm insanlığa
mcjıfaat ispatına kalkışılsa usulün noksanlığından dolayı netice pek çok
hatalı olur. Ekseri içtimai ve siyasi işlerde bu hatalı usulün kullanılması
itiyad edilmiş ise de, hakikatte bir nevi safsata olduğundan vazgeçiyorum.
Meseleyi biraz tahdit edelim,
teşekkül etmiş beşeri bir heyete diyelim.
Yine de pek umumi bir meseleye
çatıyoruz: Muayyen bir cemiyetin menfaatlan neden ibarettir? Buna cevap
vermeden, falan veya falan siyasi yolun falan cemiyete faydalı olduğu
hallolunamaz. •
Malum bir cemiyetin menfaatlannın
neden ibaret olduğunu tayin etmek siyasi bir meseledir. Yani “Siyaset”
denilen ve henüz mevzu ve usulü kati olarak kararlaştınlamamış natamam bir
ilmin mühim meselelerinden biridir. Siyaset ilminin meseleleri hakkında, talil
(tümdengelim-deduction) ve istikra (tümeva- nm-İnduction) taraftarlan arasında
.münakaşa ve çekişme devam etmektedir. “Birinciler derler ki, siyasi
kaideler saf fikridir (ideal), söz konusu kaideler tıpkı riyaziyenin
nütearifeleri (belit-axiome) peşinçe (a priori) vazolunur. Hükümet ricali bu
kaideleri, mimarın hendese kaidelerini tatbiki gibi. Cemiyete tatbikte
mükelleftir. İkinciler ise, cemiyetler itaat ettikleri kaideleri zatında
ihtiva edip yetişme ve gelişmeleri ile ortaya koyarlar: bu cihetle siyaset
ilmi, beşeri faaliyete hayali bir gaye tayininden sarf-ı nazar eylemeksizin,
vakalardan tarihi ve içtimai kaideler çıkarmıya. Muhit, ahval, kuruntular ve
ihtirasları gözden kaçırmamaya çalışmalıdır, derler. '^
Siyaset ilminin usulünde olan bu
ihtilaf, ona müteallik meselelerinde ekserisinde kati bir hal sureti bulmaya
mani oluyor. Beşeri cemiyetlerin hakiki menfaatlan, içtimai ilimler
' Liard: Logique. Methodc des Sciences Morales, s. 185
mensuplannca pek çok tartışmayı davet
ettiği halde, henüz karara varılmamış meselelerdir.
Bu kararsızlık ile beraber, her
cemiyet kendi menfaatini aldı. Elde etmek ümidiyle bilfiil daimi değişme
halindedir. Yani yukarda zikredilen içtimai mesele, ameli olarak her zaman,
her mahalde halolunmaktadır. Bu devamlı değişme esnasında menfaat diye fiile
getirilen şey hayattır. Hayat ise kuvvetle devam ettiğinden, hayatın varlığı
kuvvetin varlığını gerektirir. Demek oluyor ki, her cemiyet menfaatini hayatta,
yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini arttırmada buluyor. Bu cihetle, cemiyetler
arasında, kainatın varlık peşinde dolaşan bütün un- surlan arasında olduğu gibi,
daimi bir savaşma görülüyor. Biz de bu hal suretini kabul etmek
mecburiyetindeyiz. Her cemiyetin menfaati; varlığında, binaenaleyh kuvvetli
olmaktadır.
Lâkin, hangi cemiyetin menfaatına
çalışmalıyız? Bu sualin mantıki bir cevabı verilemez. Filhakika neden Türkler
veya Müslümanlar menfaatına hizmet edelim de, mesela Slavlar veya
Ortodoksların faydası için uğraşmayalım? Bahusus, bir cemiyetin menfaati,
ekseri hallerde, diğer birisinin zaran ile kaim olduğundan, hangi makul sebebe
istinat ederek, beşeriyetin bir kısmına zarar vermekte haklı olduğumuzu
gösterebiliriz?
Bu suali ancak tabii meylimiz, diğer
tabirle aklımızın henüz tahlil edemediği, hak veremediği hissimiz
cevaplandırabilir. Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türküm. Binaenaleyh Osmanlı
Devleti, İslamiyet ve bütün Türkler menfaatına hizmet etmek istiyorum. Lâkin
siyasi, dini ve soya dayalı olan bu üç cemiyetin menfaatlan müşterek midir?
Yani birisinin kuvvetlenmesi, diğerlerinin de kuvvetlenmesini mucip olur mu?
Osmanlı Devleti’nin menfaati, bütün
Müslümanlann ve Türklerin mcnfaatlarına aykın değildir. Zira, tebaası olan
Müslümanlar vc Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi,
diğer Müslüman ve Türkler de, kuvvetli bir destek bulmuş olurlar.
Fakat İslam’ın menfaati, Osmanlı
Devletinin ve Türklüğün menfaatlarına tamamen uymaz. Zira, İslam’ın kuvvet
kazanması, Osmanlı tebaasından bir kısmının (gayrimüslim olanların) sonunda
kaybını ve bu cihetle Osmanlı Devleti’nin günümüzdeki topluluğundaki bir
parçasının yok olmasını mucip olacağı gibi, Türklüğün müslim ve gayrimüslim
dini enleşmezliğiyle bölünmesine ve binaenaleyh kuvvetsizlenmesine sebep olur.[7]
Türklüğün menfaatına gelince o da, ne
Osmanh Devletinin ve ne de İslam’ın menfaatına büsbütün uygun gelemez. Zira,
İslam toplumunu Türk ve Türk olmayan kısımlarına bölerek zayıflatır, ve bunun
neticesi olarak Osmanh tebaanın Müslümanları arasına da nifak salıp Osmanh
Devletinin kuvvetsiz- lenmesini mucip olur.
Bunun içindir ki, her üç cemiyete
munsup bir şahıs, OsmanlI Devleti menfaatına çalışmalıdır. Lâkin, Osmanh Devletinin
menfaati. Yani kuvvet kazanması, şimdiye kadar mevcut olup bahsimizin mevzuunu
teşkil eden Üç Tarz-ı Siyaset’den hangisini takiptedir? Ve bunlardan hangisi
Osmanh ülkelerine kabil-i tatbikdiı? Osmanh milleti teşkili, Osmanh ülkelerini
şimdiki hudutlanyle muhafaza için yegane çaredir. Fakat, Osmanh Devleti’nin
hakiki kuvveti, günümüzdeki coğrafi şeklini korumakta mıdır?
-3-
Osmanlı milletinin ortaya çıkmak
halinde, devletin farklı din ve cinslere mensup tebaasmdan, serbestlik vc
hukuki müsavat üzerine kurulmuş karına bir millet hasıl olacak, bunlar sırf
vatan (Osmanlı ülkesi) ve millet (Osmanh milleti) fikriyle bir- leşerek, din ve
kavimlerin hayatlarından doğma ihtilaflar ve kavgalar kalmayacak, ve bu esnada Rumlar,
Ermeniler gibi Türkler, Araplar da eriyecek...
Osmanh Devleti’nin kurucuları olan
Osmanh Türkleri, an-
cak ilk önderleri Osman Bey’in namını
vatana ve millete vermenin ve bil hassa analarının, babalannın himmetiyle
vücuda gelen imparatorluğun daha ziyade parçalanmadığını görmenin manevi
faydalan ile yetinecekler. Belki Osmanlı namından da uzak kalacaklar:
Ekseriyeti hakimiyet altındaki eski milletlerden (müslim ve gayrimüslim)
meydana gelmiş bu serbest devlette, ekseriyetin arzusuyle, eski mahkumiyeti
gösteren Osmanh namı bile ortadan kaldınlacak...
Mamafih Osmanlı Türideri uzun bir
maziden beri icra ettikleri hâkimiyetin tesiri ile, belki mahdut bir
istikbalde de maddi nüfuzlarını devam ettirebilirler. Lâkin, atalet hassasının
içtimai işlerdeki bu tecellisi, diğer tabii durumlarda olduğu gibi pek az
sürer.
Osmanlı milletinde bulunacak bilumum
Müslümanlara gelince: Ekseriyeti teşkil edecekleri cihetle, memleketin idaresinde
bütün hâkim kuvvetin onların eline geçmesi ve binaenaleyh manen ve maddeten
İslam unsurunun bu karma toplulukta en çok faydalanır olması gerekir gibi
görünürse de, bu istifadeyi tasavvur ile beraber Osmanlı milletinde dini
ihtilafin kalkmamış, hakiki bir müsavatın ortaya çıkmamış, farklı unsurların
cidden erimemiş olduğunu düşünmüş oluyoruz...
Osmanh milletinin ortaya çıkmasında,
ona dahil olacak Türk ve Müslümanlann nüfuz ve kuvvetleri artmayacak demek,
Osmanh Devleti’nin kuvveti eksilecek demek değildir. Halbuki asıl meselemiz
devletin kuvvetinde idi. Bu kuvvet elbet artacaktır. Muntazam, sıkı, hulasa
modadaki bir tabir ile "Bloc” teşkil eden bir millet ahalisi, daimi
ihtilaf ve kavga halinde bulunup, aynşmakta olan anarşik bir devletten şüphesiz
daha kuvvetlidir.
Lâkin, asıl mühim mesele, muhtelif
cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan hali kalmayan
unsurların, şimdiden sonra kaynaşmalannın mümkün olup olmadığıdır.
Yukarda görüldü ki bu babdaki tecrübe
muvaffakıyetsiz- likle sonuçlanmıştır. Bundan böyle muvaffakiyet kabil olup
olmadığını anlamak için, geçmiş tecrübenin muvaffakıyetsiz- lik sebeplerini,
tafsilatlı olarak gözden geçirelim:
1.
Bu karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve
bilhassa OsmanlI Türkleri istemiyordu. Zira, altı yüz yıllık hakimiyetleri
hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıklan reaya ile
müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve maddi bir neticesi olarak, o
zamana kadar Meta inhisara aldıklan memurluğa ve askerliğe reayayı da iştirak
ettirmek, diğer bir tabirle, nispeten az müşkül, aristokratlarca şerefli zan
olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve
ticarete girmek lazım gelecekti.
2.
İslam istemiyordu. Zira, katılanlann
hakiki menfaatlerini pek maddi ve beşeri bir nokta-i nazardan gözeten bu
kuvvetli din, müslim ve gayrimüslimin hukuken tam müsavatını kabul etmiyor,
gayrimüslimleri daima ikinci kademede bırakıyordu. Serbestliğe gelince: İslam
her cihetten dinlerin en hürriyetper- veri olmakla beraber, din bulunması
itibariyle menşei fevkelbeşer olduğundan, mutlak hakikatlardan ibaret esas ve
kaidelerinden hariç her kaideyi doğru yola aykırı görecek ve binaenaleyh
insanlığın saadet kazanması maksadiyle tam bir fikir ve vicdan serbestliğini
kabul etmeyecekti.
3.
Gayrimüslim tebaa da istemiyordu.
Zira cümlesinin son zamanlardaki terakkileriyle şaşaalandınlan mazileri,
istiklalleri, hükümetleri vardı. Müslümanlar ve bilhassa Türkler o istiklali
bitirmiş, o hükümetleri mahvetmişti. Osmanlı hâkimiyeti altında ise,
iddialarına nazaran, ekseriya adalet değil zulüm, müsavat değil hakaret, rahat
değil azap görmüşlerdi. Hatta haysiyet ve namuslan bile bazen ayaklar altına
alınmıştı.
Miladi ondokuzuncu asır, bir taraftan
bunlara mazilerini, hallerini, haklarını, milliyetlerini öğretti; diğer
taraftan da, hâkimlerini, Osmanlı Devletini zayıflattı. Bir derecede ki, hüküm
altındaki arkadaşlarından bazıları
istiklal bile kazanabildi.
Bu aralık, zayıflamış hâkimleri
mecburen ve fakat daima mütereddit şekilde dostluk elini uzattılar, hâkimiyeti
arada taksim etmek, hukuku birleştirmek istediler. Görme basiretleri ekseriyetle
hâkimlerinkinden açık bulunan bu kuvvetlenmiş mahkumlar, uzatılan ellerden
bazılarının pek samimi ve sadık olduğunu güzelce bilmekle beraber, bu yeni
siyasette garbın tesirini, Osmanh Devleti’nin varlığında kendi kazançlarını
gören bazı garp devletlerinin zorlamalarını da gözden kaçırmadılar.
Belki bazılarının menfaatleri,
Osmanlı milletinin teşekkülünde idi. Lâkin, onlar da soğuk akıllanndan ziyade
heyecana gelen hisleri ne tabi oluyorlardı. Hiçbirisi, ama hiçbirisi geçmiş
istiklalleriyle harbeden bir kavim ile beraber, onunla kan- şarak, eriyerek
yeni bir millet husule getirmeye razı değildi.
4.
Osmanlılann büyük düşmanı Rusya ile
onun köle ve pişdarlan olan küçük Balkan hükümetleri istemiyordu. Zira; Rusya,
Boğazlara, Anadolu ve Irak'a, İstanbul ve Balkanlara, mukaddes topraklara malik
olmak böylece siyasi, iktisadi, milli ve dini maksadına erişmek peşinde idi.
Boğazlan elde etmekle, donanmasına Karadeniz gibi mahfuz, ve büyük bir liman
temin edecek, beynelmilel en mühim ticaret yollarından sayılan Akdeniz'e
serbestçe çıkacak ve sonra o muhkem pusudan istediği zaman atılarak
zamanımızın Hint kervanlanyle onlann muhafızlan olan İngiliz ticaret ve harp
gemilerine taarruz ile Birleşik Krallığın en zengin sömürgesinin yolunu
kesebilecek kısacası öteden beri göz diktiği Hind'i, garbından bir derece daha
kuşatmış olacak, Anadolu’ya sahip olmakla dünyanın en münbit ve mahsuldar
kıtasını hükmü altına alacak Irak'a kadar sarkarak bütün garbi Asyayı eline
geçirdiği gibi Hind’in garp kapılarına dayanmış olacak ve belki, uzaktan uzağa
ta o zamanlar beliren Rusya ve İngiltere’nin İslam topluluğu ve binaenaleyh
İslam’ın mukaddes topraklan hak- kındaki rekabetlerinde de kendi faydasına
muvazeneyi boza-
cak, velhasıl, Boğazlan. Osmanlı
Asyasının mühim bir kısmını elde etmekle Rusya büyük siyasi ve iktisadi
meyveler derlemiş olacaktı.
Çalkatılan geniş imparatorluğuna
ilhak ile şimal ve cenup Slavlannı birleştirecek, böylece Ayasofya kubbesine
haç dikerek Ortodoksluğun meydana geldiği beşiği, yani Rusların dinlerinin
çıktığı yeri, Mescid-i Kamame’yi idareleri altına alarak, Hıristiyanlı membaını
memleketinden sayılır kılacak ve bu suretle, hemen hepsi fazlasıyle dindar
tebaasının kalp ile diledikleri en yüksek bir emellerini, dini ve ruhi bir
emeli gerçekleştirecekti.
Bu maksatlannın kolaylıkla elde
edilmesi, Osmanlı Devleti’nin kuvvetsizliğine, Osmanlı tebaasının devamlı
nifak ve kavga halinde bulunmasına bağlı idi. Binaenaleyh, Rusya asla bir
Osmanh milleti teşekkülüne razı olmazdı.
O zamanlar henüz siyasi hayat
kazanmış Sırp ve Yunan devletleri ise “Türk boyunduruğu altında kalan
millettaşları- nı ” arttırmak isterlerdi. Bunun için de Osmanlı tebaasının
ayrılık halinde olması menfaatlan icabındandı ve ona çakşırlardı.
5.
Avrupa kamuoyunun bir kısmı da
istemiyordu. Zira, Avrupa kamuoyunu ihdas edenlerin bazılan hala Müslümanlık-
Hıristiyanlık din kavgasından, Ehl-i Salip muharebesi ananelerinden
kurtulamamış olduklanndan, Hıristiyanlan İslam hakimiyetinden kurtarmak, haç’ın
hatta ufak bir köşesini bile hilal altında bulundurmamak, gayrimüminleri
(inffideles) Avrupa toprağından, blasara ülkesinden (Kudüs) sürüp çıkarmak
arzusunda idi. Bazıları ise, sırf insaniyet ve ilim açısından muhakeme ederek “her
türlü terakkiye istidatlı AvrupalI milletleri, yarı barbar, zulümkar, harp ve
kavgadan başka maharetleri görünmeyen Turaniler boyunduruğundan" kurtarmak
ve bu Asyalılan geldikleri Asya sahrasına kovmak isterlerdi. Lâkin, ekseriya bu
iki fikir birbirine kanşır ve hangisi hangisinden çıktığı anlaşılamıyacak
kadar kanşık bir hal-
de tecelli ederdi.
Demek ki, Osmanlı milletini, Osmanlı
ülkelerindeki bütün kavimlerin arzusu hilafına, harici manilere rağmen, Osmanlı
hükümetinde işbaşında bulunan birkaç kişi, bazı Avrupa devletlerine (bilhassa
Üçüncü Napolyon Fransasına) dayanarak meydana getireceklerdi. Bu iş, gayr-i
mümkün denecek kadar müşküldü. İşbaşında bulunan zatların hepsi, dahilerden
olsa, yine bunca manilere katlanabilmeleri pek az muhtemeldi. Gerçekten iş
muvaffakiyetsizlikle bitti.
Zikrolunan mani sebepler, o zamandan
beri eksilmedi, arttı, büyüdü. Abdülhaınid’in siyaseti, Müslim ve gayrimüslim
arasındaki nifak ve zıddiyeti arttırdı. Gayrimüslim tebaanın bir kısmı daha
istiklal kazanarak, diğerlerinin şevklerini çoğalttı. Rusya’nın gittikçe kuvvet
ve şevketi arttığından, Osmanlı Devletine olan zararlı tesirleri çoğaldı.
Sırp, Yunan, Bulgar, Karadağ tesirleri peyda oldu. Avrupa efkan daha ziyade
Türkler aleyhine çevrildi. Osmanlı milleti siyasetinin en kuvvetli taraftarlarından
Fransa, Paris Muahedesi devrindeki azametini kaybederek, Rusya’nm yardakçısı
oldu. Hulasa, memleketin dâhilinde ve haricinde bu siyasete büsbütün karşı bir
muhit doğdu Binaenaleyh, zannımca, artık Osmanlı milleti meydana getirmekle
uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur.
Şimdi, İslam birliği politikasının
Osmanlı Devletine yararlı olup olmadığını, tatbik kabiliyeti bulunup
bulunmadığını tetkik edelim:
Yukarıda ima olunduğu üzere, bu
siyasetin tatbiki halinde Osmanlı tebaası arasında dini nifak ve düşmanlığın
artması, böylece gayrimüslim tebaa ile onlann ekseriyetle meskûn oldukları
memleket kısımlannın kaybı ve binaenaleyh Osmanlı Devleti’nin kuvvetinin
azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle Türkler arasına Müslim ve
gayrimüslim faikı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilaflan ile
bozulacaktı.
Lâkin, bu mahzurlara mukabil, Osmanlı
Devleti idaresin-
deki bütün Müslümanlar ve binaenaleyh
onun bir parçası olan Türkler. Pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler,
böylece farklı cins ve dinden oluşmuş “Osmanlı milleti “ne nispetle, pek
ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle, mülkçe, adetçe, arazice, servetçe olan
noksanlıklarına rağmen daha kuvvetli bir topluluk, İslam topluluğu, meydana
getireceklerdi.
Daha mühimi, yeryüzündeki bütün
Müslümanların gittikçe kuvvetlenmek üzere birleşmesi, böylece Anglo-Sakson,
Cermen, Slav, Latin ve belki san ırkın birleşmeleriyle meydana gelecek büyük
kuvvetler arasında varlığını muhafaza eyleyebilecek, din üzerine müstenit bir
kuvvetin doğması için hazırlanacaktı.
Bu yüksek emele varana değin,
şüphesiz hayli zaman geçecek, ilk devirlerde yalnız şimdiden mevcut manevi
münasebetler takviye olunarak, müstakbel topluluğun ancak müphem bir taslağı
yapılacak ve fakat gitgide hatlan ve şekli daha çok belirecek, müspet, kati ve
henüz zikri geçen büyük, korkunun, manevi eşhasla boy ölçüşebilmeğe muktedir,
Asya’nın büyük bir kısmıyla Afrika’nın yansından ziyadesine hâkim manevi bir
şahıs yaratılmış olacaktı.
Lâkin bu taız-ı siyasetin, Osmanlı
Devletinde muvaffakiyetle tatbiki mümkün müdür?
İslam, siyasi ve içtimai işlere pek
çok ehemmiyet veren dinlerden biridir. İslam’ın esas kaidelerinden biri “din
ve millet birdir ”, düsturuyle ifade olunur. İslam, mümin olan kimselerin
cinsiyet ve milliyetlerini bitirir, lisanlarını kaldırmaya çalışır, mazilerini,
ananelerini unutturmak ister “İslam, kuvvetli bir değirmendir ki, farklı
cins ve din müntesiplerini öğütüp, dinen, cinsen bir, aynı haklara sahip,
yekdiğerinden hiç farksız Müslümanlar çıkarır.
İslam’ın meydana çıkışında, güçlü,
muntazam siyasi teşkilatı vardı. Kanun-u esasisi Kufan idi. Resmi dili Arapça
idi. İntihap edilmiş bir reisi, mukaddes bir riyaset merkezi vardı.
Lâkin diğer dinlerin tarihinde
görülen değişmeler, İslam’da dahi bir dereceye kadar müşahede olunur: Irk
tesirleri ve muhtelif vakalar neticesi, dinin teşkil etliği siyasi birlik
kısmen bozuldu Hicretten henüz bir asır geçmemiş idi ki, Arap ve Acem
milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye hanedanlan arasındaki nefret
tarzında tecelli ile İslam birliğine kapanma bilmez bir yara açtı, Sünni ve
Şii büyük ihtilafını ortaya çıkardı. Daha sonraları, Arap ve Acem unsurlarına
Türk, Berber vesaire gibi muhtelif unsurlar da karıştı. Bunlar İslam’ın düzeltmek,
birleştirmek ve temsildeki şiddetine rağmen, milli his ve ihtiraslarım kısmen
muhafaza eylemiş olduklarından, İslam’daki fikir ve siyaset birliği daha
ziyade bozuldu Şarkta da, tıpkı garpte olduğu gibi tavaif-i müluk hâsıl oldu
Hilafet, manevi riyaseti bir dereceye kadar muhafaza etmekle beraber, pek geniş
Darül-İslam, her tarafta türeyen küçük küçük ve geçici emirlikler,
saltanatlar, şahlıklar, padişahlıklar ile parça parça oldu. Bizzat hilafet de
ikileşti, hatta üçleşti. Resmi ve dini lisan da birliğini kaybetti. Acemce,
Arapça kadar hak iddiasına kalkıştı
Bir zaman geldi ki, İslam’ın kuvveti
en aşağı noktasına doğru inmeye başladı. İslam ülkelerinin bir kısmı, gitgide
büyük kısmı, dörtte üçünden fazlası, Hıristiyan devletlerinin hâkimiyeti altına
geçerek İslamiyet’in birliği delik deşik oldu.
Yakın zamanlarda ise, garp
fikirlerinin tesiriyle, İslamiyet’in arzusuna rağmen tamamiyle mahvedemediği
kavim ve milliyet taassubu, pek az da olsa, baş göstermeye başladı.
Kuvvetine halel veren bunca vakalar
ile beraber, İslam hala pek güçlüdür. Müslim’in arasına, dinlerinde şüphelilik
veya daha beteri olan imansızlık henüz girmemiş denebilir. İslam’ın hemen
bütün tabileri, din yolunda her fedakarlığı göze alacak, muti, dini ile
heyecanlı, dini bütün kimselerdir.
Bazı Müslüman devletlerin yeni
kanunları İslam şeriatmda n ayrılmakla beraber, esası yine İslam kaideleri gibi
gösterilmektedir. Hâlâ. Arapça yegane din lisanıdır. Hatta birçok
Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar
ve Diğerleri yerlerin Müslümanlan için ilmi ve edebi lisandır da. İslam
okullan-müstesna bölümleri sarf-ı nazar-aynı program ile aynı lisan üzere
(arapça dili) öğretime devam etmektedir. Hulasa, İslam medeniyeti, evvelki
birliğiyle devam ediyor denilebilir.
Hala her Müslüman’ın, Türk veya
İraniyim demekten evvel, "elhamdülillah Müslüman’ım” diyor. Hala
İslamiyet dünyasının büyük kısmı, Osmanlı Türkleri hakanını İslam’ın halifesi
tanıyor. Hala bütün Müslümanlar, günde beş defa Mükerrem Mekke’ye yüz çeviriyor
ve Kabe’ye yüz sürüp Hacer-i Esved’i öpmek için, büyük bir heyecan ile kürenin her
tarafindan muhtelif sıkıntıya katlanarak koşuyorlar. Hiç korkmadan tekrar
olunabilir ki İslam henüz pek güçlüdür. Bunun üzerine tevhid-i İslam
siyasetinin tatbikinde, dahili maniler az güçlük ile katlanılabilecek
surettedir. Lâkin harici maniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslam
devletlerinin hepsi Hıristiyan devletlerinin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan
bir iki müstesnası dışında, bütün Hıristiyan devletleri Müslüman tebaaya
maliktir.
Tabiiyetlerinde bulunan
Müslümanların, hattâ kuvvetlice manevi bir vasıta ile olsun, hudutlan
haricindeki siyasi merkezlere bağlılıklarını istikbalde, mühim neticeleri
çıkabilecek umumi bir fikre hizmetlerini menfaatlerine aykın gördüklerinden
ortaya çıkmasına her suretle karşı koymak isterler ve bütün İslam devletleri
üstündeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu istediklerini icra da edebilirler.
Binaenaleyh, zamanımızda en kuvvetli İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nin
bile ciddi bir surette İslam birliği siyasetini tatbike kalkışmasına, belki de
muvaffakiyetle, karşı koyarlar.
Türk birliği siyasetindeki faydalara
gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dini, hem ırki bağlar ile pek sıkı,
yalnız dini olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye
kadar Türkleşmiş sair müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve
henüz hiç benimsememiş
unsurlar da Türkleştirilebilecekti.
Lâkin asıl büyük fayda; dilleri,
nidan, adetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının
büyük bir kısmiyle Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine
ve böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığını muhafaza edebilecek
büyük bir siyasi milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük
toplulukta Tüık top- lumlannın en güçlü ve en medenilcşmişi olduğu için Osmanlı
Devleti en mühim rolü oynayacaktı. Son vakaların fikre getirdiği uzakça bir
istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sanlar alemi arasında bir Türklük
cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanh Devleti, şimdi Japonya’nın
sanlar Aleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktı.
Bu faydalara mukabil, Osmanh
Ülkelerinde meskun, Müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün
bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslamiyet’in Tüık ve
Tüık olmayan kısımlanna aynlarak, artık Osmanh Devleti’nin Tüık olmayan
Müslümanlar ile ciddi bir münasebeti kalmaması mahzurlan vardır.
Tüıkleri birleştirmek politikasının
tatbikindeki dahih müşkülat İslam siyasetine nazaran ziyadedir. Her ne kadar,
garbın tesiriyle Türkler arasında milliyet fikirleri girmeye başlamış ise de,
yukanda söylenildiği gibi, bu vaka henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Tüık
edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur.
İslamiyet’te gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür hayat ve pür heyecan
hissiyattan, hulasa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve
hazırlıktan hemen hiç birisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini
unutmuş bir halde bulunuyorlar.
Lâkin şu da unutulmamalıdır ki,
zamanımızda birleşmesi muhtemel Türiderin büyük bir kısmı Müslüman’dır. Bu
cihetle, İslam dini, büyük Tüık milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur
olabilir. Milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları,
dine bir Amil (factuer) gibi
bakmaktadırlar. İslam, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine getirebilmek
için, son zamanlarda Hıristiyanlıkta da olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını
kabul edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de:
Zamanımız tarihinde görülen umumi cereyan aklardadır. Dinler, din olmak
bakımından, gittikçe siyasi ehemmiyetlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar.
İçtimai olmaktan ziyade şahsileşiyorlar. Cemiyetlerde vicdan serbestliği, din
birliğinin yerini alıyor. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek,
kalblerin hâdi ve mürşitliğini deruhte ediyor, ancak halik ile mâhluk
arasındaki vicdani rabıta haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak ırklarla
birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai
ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar.
Harici engeller ise, İslamiyet
siyasetine nispetle daha az kuvvetlidir. Çünkü Hıristiyan devletlerden yalnız
birisinin, Rusya’nın Müslüman Türk tebaası vardır. Bu cihetten, menfaatleri
gereği, Türklerin birleşmemesine çalışacak yalnız bu devlettir. Başka Hıristiyan
devletlere gelince, ihtimal ki bazılan, Rusya menfaatlerine zararlı olduğu
için, bu siyaseti desteklerler bile.
Yukarıdaki mütalialardan şu neticeler
çıkıyor: Osmanlı milleti yaratılması, Osmanh Devleti için faydalara sahipse de,
gayr-i kabil-i tatbiktir. Müslümanlann veya Tüıklerin birleşmesine dönük
siyasetler. Osmanlı Devleti hakkında eşit denilebilecek menfaat ve mahzurlar
ihtiva etmektedir. Tatbikleri cihetine gelince, kolaylık ve zorluk yine aynı
derecede denilebilir.
Bu halde hangisinin tatbikine
çalışılmalıdır? Tüık gazetesinin ismini işittiğim zaman, nihayet beni rahatsız
eden şu suale cevap bulacağımı ümit ve ismine nazaran o cevabın da Tüıklük
siyaseti olacağını zanneylemiştim. Lâkin, gördüm ki, “hukuku muhafaza ”
olunacak, zihinleri temizlenecek, fikirleri
sevindirilecek Türk, sandığım gibi
şimdi bile Hanbalık’tan, Karadağ’a, Timur Yarımadasından Karalar İline kadar
Asya, Avrupa ve Afrika’nın mühim birer kısmını kaplayan büyük ırkın efradından
herhangi bir Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası olan bir Garp
Türküdür. “Türk” yalnız onlan görüyor, onlan biliyor. Ve hem de ancak
miladi on dördüncü asırdan beri -ve- Fransız menbalanna nazaran biliyor. Ve
binaenaleyh, şu zamanda aynı devletin tebaası olup müslim veya gayrimüslim ve
fakat diğer cinsten bulunan cemaatlar ve harici milletlere karşı yalnız onların
“hukukunu muhafaza” etmek istiyor. Türk için Türklüğün askeri. Siyasi ve
medeni geçmişi yalnız Hüdavendigarlanndan, Fatih’lerden Se- lim’lerden, İbni
Kemal’lerden, Nefi’lerden, Bakilerden, Evliya Çelebilerden, Kemi İlerden
teşekkül ediyor; Oğuz’lara, Cengiz’lere, Timur’lara, Uluğ Beylere, Farabilere,
İbni Sina’lara, Teftazani ve Nevai’lere kadar varamıyor Arada sırada
İslamiyet, hilafet politikalarına da yaklaşır gibi oluyorda, birleşebilecek
Türklerin hemen cümlesi Müslüman olmak cihetiyle esasen mühim noktalarda
ortaklıkları bulunan İslam ve Türk siyasetlerinin ikisini birlikte desteklemek
istediği zannolunuyor; lâkin bunda da çok kalmıyor, ısrar etmiyor.
Hulasa, öteden beri zihnimi işgal
edip de, kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme
dikilmiş cevap bekliyor: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı
Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?[8]
EK-2
TÜRKLERLE KÜRTLER Yazar Ziya
GÖKALP-1922
Milli Misak’ımız bize etnografik bir
hudut çiziyor. Bu hududun içine alınan yerler nerelerdir? İki millet yani
Kürtlerle Türklerin sakin oldukları yerler, milli programımız, yeni arazimizin
haricinde nasıl hiçbir Türk köyün kalmasına nza göstermiyorsa, hiçbir Kürt
aşiretinin yahut köyün buradaki Kürt milletinden ayn düşmesine de razı olamaz.
Bundan dolayıdır ki Musul’da,
Bağdat’ta Kürtler’lc yahud Türkler’le meskûn ne kadar sancak, kaza varsa
hepsini anavatana kavuşturmak, vatani vazifelerimizin en mühimlerindendir.
Bugün anavatandan uzak düşmüş bir “Kürd Irak'ı ” ile bir “Türk
Irak'ı“ var: Bunlar Anadolu içtimai uzviyetinin kopa- nlması mümkün olmayan
canlı uzuvlandır.
Milli Misak’ımız Türkler’le Kürtler’e
aynı kıymeti, aynı ehemmiyeti verdiğini gösteriyor ki, bu iki millet arasındaki
vefa bağlan, sadakat rabıtalan her türlü tasavvur fevkinde bir samimilikle
maliktir. Filhakika Meşrutiyet’ten beri devletimiz Kürtler yüzünden hiçbir
rahatsızlığa uğramadı. Zira aşiret kavgalarından zarar gören yalnız aşiretlerdir.
Bu kavgalar zannol- duğu gibi, ne hükümete karşı isyan, ne de ahaliye karşı
şekavet mahiyetinde değildir. Balkan Harbi gibi, Mütareke zamanlan gibi en
felaketli günlerimizde, bize dostluk elini uzatan, bizimle samimi derd
ortaklığını yapan bu vefalı millet değil miydi? Bugünkü istiklal mücadelesine
de bütün heyetiyle iştirak edip, Tüıkler’le beraber “hep yahud hiç! ”
diyen bu sadakatli millet değil midir? Tüık nasıl olur da bu kadar samimi bir
kardeşin, bu kadar hukukperver bir
arkadaşın emsalsiz vefakârlığını, sayısız fedakârlığını unutabilir?
Vaka'ı Kürd bu sadakat yolunda
yürümekle, aynı zamanda kendi varlığını, kendi harsını, kendi istikbalini de
muhafaza etmiş oldu. Mübarek yurdu başka ülkeler gibi düşmanların murdar
ayaklan altında çiğnetmedi. Burası da doğru olmakla beraber, bu neticeyi Kürdün
cihanmerdane sadakatine atfet- meyip de yalnız, akılane ihtiyatkârhğına isnad
etmek hiçbir veçhile reva değildir. Tarih gösteriyor ki, muvaffakiyet daima
doğruluğun mükâfatıdır. Kürd zeki olduğu kadar, doğru imanlı, dost vicdanlıdır
da. Bunu ispat için yalnız şu on seneyi değil, on asırlık müşterek maziyi
hatırlamamız icab eder. Bundan on asır mukaddem, bugünkü Yunanlılar’la,
İngilizlerin, Fransızların dedeleri, “Ehl-i Salih ” sürüleri şeklinde İslam
ülkelerine akın etmeye başladılar. Bunlan İslam yurdundan kovmak için el ele
veren hangi milletler, hangi hükümdarlar oldu? Türklerle Kürtlerin o zamanki
müşterek cihadı hiç unutulabilir mi? Kara Boğalar, Alparslan’lar,
Kılıçarslan’lar, Nureddin Şchid’ler bu cihadda ne kadar uğraştılarsa
Selahaddin-i Eyyubi’ler de o derecede çalışmadılar mı? O asırlarda vatan,
harici tehlikeye maruz olduğu kadar, din de dâhili muhataralarla (tehlikelerle)
tehdid ediliyordu.
Tüıkler, “Babekiyye” “Batıniye”
$oi ühad’lan ortadan kaldırmaya çalıştıklan sırada Selahaddin-i Eyyübiler
de Fatımiye Rafıziliği’ne nihayet vermedi mi? Daha sonralan Safeviye kızılbaşlığı
zuhur edince, bu bid’ate de beraberce mani olmak için bütün Kürt beyleri
-Bitlisli Molla İdris’i elçi yaparak- ihti- yarianyla, arzulanyla Sultan
Selim’e bi’at etmediler mi? İşte bu tarihi misaller gösteriyor ki, Tüıkler’le
Kürtler muazzez vatanımızı düşmanlardan, mukaddes dinimizi fesaddan esirgemek
için, daima birlikte cihada atılmış iki dost millettir. Türkler nasıl daima
dini, ahlaki mefkureler için çalışmışlarsa, Kürdlerin de rehberi her zaman iman
ile vicdan olmuştur. Bu iki millet, bin seneden beri aynı toprakta, aynı
mefkureler için, el ele vererek
mücadele eylemişlerdir. Bu hakikati
kim inkar edebilir?
Türkler’le Kürtlerin içleri birbirine
benzediği gibi, dışları da benzet. Tüık yahud Kürd milletine mensub bir adamı
gördüğümüz zaman, bunun Kürd mü, yoksa Türk mü olduğunu simasından
tanıyamazsınız. Halbuki başka milletlerden bazılarına mensup fertlerin ilk
bakışta hangi kavimden olduğunu, simalarından pek kolay anlayabilirsiniz.
Simaların birbirine benzemesi, yekdiğerine karşı kan kaynaması için başlıca şeydir.
Kendimize benzeyen bir çehre, kendimize benzeyen bir ruh demek değil midir?
Karşılıklı bir itimadın doğması için, kalplerimizdeki mefkûrelerin müşterek
olması kâfi değildir. Simaların da aynı mizaca mensup bulunması lazımdır. Tabiatın
saf evlatları geyikler, kuşlar, balıklar da kendi nevilerinden olanlarla
olmayanlan yalnız şekillerinden tanımıyorlar mı?
Kürtlerin medeniyetçe bir kusuru
varsa, bazı kısımlarının hala aşiret kalmasıdır. Fakat Türkler’den de henüz
aşiret hayatını yaşayanlar yok mudur? Gerek Kürtlerin gerek Türklerin aşiret
şeklinden henüz kurtulamamalan, “çöl” ile temasta bulunmalarının
neticesidir. Çölde daima seferber halde aşiretler bulundukça, onlara komşu
bulunan ahalilerin de göçebe ve silahlı bir halde kalmaları zaruridir. Zira
başka suretle ırzlarını hayatlarını, servetlerini koruyamazlar.
Kürtler’le Türklerin aşiret hayatından
kurtulabilmesi, yalnız bir suretle kabil olabilirdi: O da çöldeki aşiretlerle
bunların arasında Çin Şeddi gibi bir duvar yapmaktı. Fakat evvelce imkânsız
olan bu iş şimdi kendiliğinden mümkün bir hale girdi. Her felaketten bazen iyi
bir netice de çıkabilir. Çölün birçok mamurelerle beraber elimizden çıkması
büyük bir felakettir. Hususiyle Arap milleti gibi bir din kardeşinden-velev ki
muvakkaten olsun-ayn düşmemize ne kadar esef etsek azdır. Fakat çöl ile
vatanımız arasında askeri bir hududun vucud bulması, aşiretlerin hazarlığa
geçmesine çok faydalı olacaktır. Zira askeri bir hudud canlı bir seddir ki
Çin'in meşhur şeddinden
daha fazla mukavemetlidir. Gerek
El-Cezire’de, gerek Irak’da, çöl ile Kürtler vc Türkmenler arasında blok
havzalar yapılacak olursa, az zamanda da bütün aşiretler kendiliğinden hazar-
lığı isteyeceklerdir. Zaten büyük millet meclisi de bu aşiretlerin iskânına
karar vererek, hükümeti icrasına mamur etmiştir.
Hulasa, Türkler’le Kürtler bin
senelik, müşterek din, müşterek tarih, müşterek bir coğrafya neticesi olarak,
hem maddi, hem manevi surette birleşmişlerdir. Bugün ise müşterek düşmanlar,
müşterek tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak müşterek
bir azim ile kurtulabilirler. O halde büyük bir kanaatle diyebiliriz ki bu iki
milletin, birbirini sevmesi, her iki taraf için de hem dini hem siyasi bir
tarizedir: KÜRTLERİ SEVMEYEN BİR TÜRK VARSA, TÜRK DEĞİLDİR; TÜRKLERİ SEVMEYEN
BİR KÜRT VARSA, KÜRT DEĞİLDİR.[9]
EK:3
İTTİHAT VE TERRAKİ DÖNEMİNDE PAN-İSLA- MİST HAREKETLER
Bilindiği gibi İttihat ve Terakki
1913 kongresinde aldığı Türkçü karalar sonucu İmparatorluk içindeki Türk
olmayan Müslüman halkların (Kürtler, Araplar, vb) duygusal kopuşuna neden olmuş
ve günümüzde süregiden sıcak tartışmalann tohumunu atmıştı. O dönemdeki
tartışmalan ilgili bölüm içinde ele almıştık. Ancak aynı İT Almanya’nın
zorlaması ile Birinci Dünya Savaşı’na girerken yine Almanya’nın yol göstermesi
ile İslamcılık Enstrümanını yeniden kullanmak zorunda kalmıştı. 1-Pan-İslamizmin
Çıkış Noktası
Osmanlı Pan-İslamizmi’ni etkilediği
söylenen Pan-Cerme- nizm, Pan-Slavizm, Pan-İtalyanizm ve benzeri Pan
hareketler; birbirlerine dil, milliyet, kültür bazen de coğrafi yakınlık gibi
unsurlarla bağlı gruplann dayanışmasını kuvvetlendirmeyi hedef alan siyasi ve
kültürel hareketler olarak tanımlanmaktadır.1' Pan hareketler daha
çok bir milletin sıkıntı dönemlerinde ortaya çıkıp gelişmiştir. Örneğin;
Pan-Cermenizm: Alman Devleti’nin Napolyon tarafindan Fransa’nın bir eyaletiymiş
gibi bir muameleye tabii tutulduğu zaman doğmuş. Pan-Sla- vizm’in kökeni ise,
Avusturya’nın Alman idarecileri tarafindan zulüm görmüş olan, küçük slav
halklan arasında yer bulmuş, Daha sonra Slav ırkından olanlan birleştirmek
bahanesi ile Rusya’nın Balkanlan ele geçirme politikasını bir ifadesi
9 Metin Hülagü,
“Pan-İslamist Hareketler” Boğaziçi Yay., 1994, s.9-10, İst
olmuştur.[10]
Pan-İslamizm ise ilk defa
İngiliz-Fransız ve Rus diplomatik yazışmalarında ifade edilmiştir. Bir diğer
ifade biçimi de İttihad-ı İslam’dır." Önce muhalifler tarafindan ifade
edilen İttihad-ı İslam deyimi ilk defa 1869 yılında kullanılmıştır. Panislamizm
için kullanılabilecek en erken tarih ise 1875 yılıdır.[11]
Aslında yanıltıcı bir durum ise
2.Abdülhamid’in kısmen tecessüs (gizlice araştırmak) nedeni ve kısmen de halife
olarak tüm dünya Müslümanlan ile ilgilenmesi, sömürgelerinde çok sayıda
Müslüman nüfus barındıran İngiltere, Fransa ve Fransa’yı Padişahı Pan-İslam
politika güttüğü iddiasına sevketmiş- tir.
Pan-İslamizm ilk defa İttihad-ı İslam
olarak İngilizceye tercümesi 19 Ocak 1882 tarihli The Times gazetesinde
bir makalede yer aldı. Fransız Yazar M.G.Charmes ise yazdığı makalede Berlin
Antlaşması ile aşağılandığını düşünen Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürt, Arap ve
Hintli şeyh ve mollaları İngiltere ve Rusya’ya karşı cihad çağasıyla
ayaklandırmaya çalıştığını iddia etmiştir. Kısacası Pan-İslamizm ile ilgili
çeşitli ve farklı görüşler vardır. Bemard Lewis bunu 1774 Küçük Kaynarca
Anlaşması’na kadar götürülebileceğini iddia eder. Anca bu Osmanhnın 2.Abdülhamid
yönetiminde görülür olmuştur. Bunda etken olan bir unsurda Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki İttihad merkezinin Osmanlılıktan, İslamlığa kayması ile
ortaya çıkmasıdır.[12]
2.Abdühamid döneminde devletin resmi
politikası olan Pan-İslam askeri-siyasi krizler ve uluslararası Pan hareketlerden
etkilenmiştir. Kemal Karpat İttihad-ı İslam hareketinin doğuş ve gelişmesini
sağlayan koşullan şöyle sıralamıştır;
1-Toplumsal yapı değişiklikleri
2-Dış siyasetteki gelişmeler
3-Düşünce alanında meydana gelen
değişimler
4-Sultan, 2,Abdülhamid’in gelişmekte
olan sosyo-politik ofaylan yorumlayarak bunlara verdiği yön ve şekil.[13]
Bu günki anlamıyla anlaşılan
Pan-İslamizm hareketinin içteki başlangıcı 2.Abdülhamid ile olmuştur. Karpat’a
göre 2.Abdülhamid İslamcı politikasıyla modernleşmeyi hedeflediği ve Müslüman
milletinin kimliğini çahşmaya çalıştığını vurgulamaktadır.'[14]
Şerif Mardin’e göre;
2.Abdülhamid’in İslamcılık siyaseti
doğru ve iyi anlaşılamamıştır. İslamcılık Abdülhamid’den önce şekillenmeye
başlamış ve bilhassa Rusların ilerieyişine karşı almanlar tarafindan da
desteklenen 1870’ten sonra Avrupa’da kristelleşme- ye başlayan sosyal
danvinizmin uzantılarından biri kabul edilebilecek “Pan Milliyetçiliklerine”
sekonder olarak ortaya çıkmıştır.[15]
Bazı yazarlar, anti-emperyalist
karakterine bakarak, Panislamizm’in bir ideoloji olarak milliyetçiliğe
benzediğini, tam karşılığının ise İslam Milliyetçiliği olduğunu belirtirken,
diğer bir kısmı ise bu fikri Proto Nationalism, yani Ön Milliyetçilik olarak
nitelemekte, dolayısıyla Pan-İslamizm geleneksel İslam ile modem milliyetçilik
arasında bir geçiş olarak ifade edilmektedir.[16]
Sonuç olarak Pan-İslam kavramı
özellikle 2.Abdülhamid döneminde diplomasinin önemli bir kavramı yer almıştır.
Her ne kadar İngiliz belgelerinde 2.Abdülhamid’in atalan gibi emperyal bir
amaçtan çok Halife olmanın gerekleri sonucu
dünya Müslümanlanyia ilgilendiği
belirtse de, yine de bunu potansiyel bir birlik oluşturma fikrine dayandığı
fikrine yaslanmaktadır. İslam birliği Fikri Osmanlı Aydınlan arasında da
taraftar bulmuştu Machiaveli’nın Katolik Kilisesine yönelttiği eleştirilere pek
benzer bir şekilde Abdullah Cevdet, İslam dinini “Millet" fikrinin
oluşumunu önlediğinden dolayı eleştiriyor ve İttihad-ı İslam düşüncesinden
Osmanh devletinde böyle bir ulusal şuur uyandırmak yolunda istifade etmek
istiyordu[17] Ancak Osmanlı
İmparatorluğu’nun Almanya Devleti ile yakınlaşması İttihad-ı İslam’ı başka bir
şekilde gündeme getirecektir.
2-1. Dünya Savaşı ve Pan-İslamizm
İttihad ve Terraki yönetimi 1913
Kongresi ile Osmanlıcılıktan sonra İslamcılıktan vazgeçip Türkçü kararlar
aldı. Bunun diğer İslam unsurlar için önce duygusal sonra fiziksel kopuşa yol
açmıştı. Ama şartlar İttihat ve terakki yönetimine İslam kartını oynama
zorunluluğu getirdi. Bu süreci ela almadan önce kavramları yeniden ele almak
gerekecektir. Çünkü Pan-İslamizm Cihâd-ı Ekber fetva ve beyannamelerle Birinci
Dünya Savaşı’nm terminolojisi arasına girmişti.
A-CİHAD KAVRAMI
İslam’ın kutsal kitabı Kuran-ı Kerim
İslam’ın yayılması için Cihad’ı en önemli araç olarak görmüştür.
Al-i imran Süresi 142. ayet
dili j^u ü!j AjkJl Ijlkü jl
^l^jjjÂİalI ^uj J ^Ai^ ût^
Allah, sizin içinizden cihad
edenlerle sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan, kolayca cennete
girivereceğinizi mi zannettiniz.
Kuran-ı Kerim’de yukandaki gibi
onlarca ayet var. Bunu örnek alarak peygamber ve sonrası yöneticiler çok sayıda
cihada başvurmuş ve İslam’ın çabuk yayılmasında etken olmuştur. Müslümanlann
yenik halklara önerdikleri, onlann sanıldı-
ğı gibi onlann İslam’a geçmeleri
değil, ama İslam’a tabi ol- malandır.[18]
Buna rağmen Kuran-ı Kerim emri ile beklenmeyen bu hızlı yayılma Doğu ve Batı
kesin olarak birbirinden aynlmıştır.[19]
Bu ayırım sadece fiziki bir ayırım değildir. Kavramsal alanda da farklı iki
dünya karşı karşıya gelmiştir. Ba- tı’nın ya da Hıristiyan dünyanın kavranılan
Doğu da çoğu zaman karşılığını bulamamıştır. Cihad kavramı bunlardan biridir.
Osmanlı Devleti’nin 1914 yılına kadar
gayrimüslimlerle yaptığı savaşların tamamı cihad olarak ilan edilmiştir. Bu
politika gereği fethedilecek yerler için fetva yayınlanarak savaşa dini bir
içerik kazandınlır. Savaşacaklara sancak-ı Şerif gösterilerek savaşa
gönderilir. Savaştan ister galip, ister mağlup olsunlar komutan ve askerlere
dini bir tabir olan "Gazi” unvanı atfedilir. Ancak Burada savaşmak
bir görev olmakla birlikte savaşın büyüğü küçüğü olmaz. Özellikle kutsal savaş
ya da büyük savaş kavramlar İslam tarihinde yoktur. Bu nedenle Holy war
(Kutsal Savaş) gibi bir kavramla kanştırmamak için Cihad-ı Ekber olarak
anılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya
atılan Cihad-Ekber kavramının mucidi alışılagelenin tersine Osmanh değil Alman
devletidir. Alman tezine göre, eğer Osmanh Devleti savaşa girmeye ikna
olursa, Dünya da dağınık şekilde bulunan (Birçoğu İngiltere, Fransa ve
Rusya’nın hâkimiyeti altında olan) Tüık ırkından olmayan diğer Müslümanlan
Cihad-ı Ekber ilan ederek Halifenin manevi otoritesi ile savaşa sokulabilir.
Böylece, Hindistan, Habeşistan Müslümanlan propaganda faaliyetlen ile ayak- landınhp
İngiliz devleti zor duruma sokulabilir Bu konuda Alman ordulan Başkomutanı
görüşlerini açıkça beyan etmekteydi. "... Hindistan, Mısır ve Kafkasya
’da ihtilali kışkırtmak son derece önemlidir. Türkiye ile yapılan anlaşma Islâm
alemini
taassubunu son reddeye kadar tahrik
etme imkanı verecektir. 1
Bu fikirler başlangıçta hem Osmanlı
yönetimi hem de Osmanlı coğrafyasında görev yapan Alman elçileri için çok uzak
bir ihtimaldi.
Ancak Kaiscr Wilhelm 11 ve Alman
generallerinin planına göre Cihad-ı Ekber’in (ilan) edilmesi ile Hindistan,
Afganistan, Tacikistan ve Kuzey Afrika’da genel bir ayaklanma husûle gelecek
ve bu suretle İngiltere, Rusya ve Fransa bu ayaklanmalarla uğraşırken Alman
kuvvetleri bunların hayatî noktalarına öldürücü darbelerde bulunabilecekti.[20]
Almanlar aşın iyimser bir şekilde
Pan-İslam’ın Batılı güçleri zayıflatacak bir proje olduğuna inanıyorlardı.
Buna birkaç istisna dışında Alman Devletinin tüm yetkilileri büyük- umut
bağlamışlardı. Göstergeler bunu destekler nitelikteydi. Dünya Müslümanlarının
neredeyse dörtte üçü İngiltere, Fransa ve Rusya’nın egemenliği altında
yaşıyorlardı.
Almanlann bu isteği İT yönetimi
içinde karşılık buluyordu. Zira pek dindar olmamakla beraber Jön Türider
uygulanması düşünülen Pan-İslam hareketini dünya siyasetinde önemli bir nüfuz
elde temel yolu olarak değerlendirmekteydiler.[21]
Başta Enver Paşa olmak üzere iktidan
elinde tutanlar Osmanlı devletini kaybettiği topraklan geri alacağını, Rus ve
Ermeni hâkimiyetinde olan Kafkasya vc Orta Asya Müslü- manlannı kurtanlacağı,
Halife’nin siyasi nüfuzunun dünya Müslümanlan üzerinde artacağına
inanıyorlardı. Bu nedenle Alman yöneticilerine Halife’nin Cihad-Ekber ilan
edeceğine dair vaadler de bulunmuştu. Buna dayanarak Almanya 2 Ağustos 2014
Tarihinde Osmanlı devleti ile bir ittifak anlaşması imza etmişti. Savaş ilanı
üç aşama da gerçekleşmiştir.
İlk aşamada 7 Kasım 1914 tarihinde
Şeyhülislam Hayri Efendi tarafindan cihada fetva verilmiştir.
ikinci aşamada Orduya ve donanmaya,
Nihayet Padişah V.Mehmet halifelik insiyatifini kullanarak başta İngiliz ve Rus
idaresi altında bulunanlar olmak üzere tüm Müslümanları Cihad-ı Ekber -sancağı
altında kafirlere karşı sefer katılmaya davet etmiş.[22]
Sultan Raşad’ın ordunun dağıtılması amacıyla kalema alınan, Beyanamesinin
günümüz diline sadeleşmiş hali aşağıdadır,
29 TEŞRÎN-İ EVVEL 1330 TARİHLİ CİHAD-I EKBER HATT I HÜMAYUNU
Orduma, Donanmama,
Düvel-i muazzama arasında harp ilân
edilmesi üzerine her daim nagihanî ve haksız tecavüzlere uğrayan devlet ve memleketimizin
hukuk ve mevcudiyetini firsatçı düşmanlara karşı İcabında müdafaa edebilmek
üzere sizleri silâh altına çağırmıştım. Bu suretle müsellâh bitaraflık içinde
yaşamakta iken Karadeniz Boğazı’na torpil koymak üzere yola çıkan Rus donanması
talimle meşgul olan donanmamızın bir kısmı üzerine ansızın ateş açtı. Hukuk-u
beynelmilele mugayir olan bu haksız tecavüzün Rusya tarafindan tashihine
intizar olunurken gerek mezkûr devlet ve gerek müttefikleri İngiltere, Fransa
devletleri sefirlerini geri çağırmak suretiyle devletimizle mü- nasebat-ı
siyasiyelerini katettiler. Müteakiben Rusya askeri hududumuza tecavüz etti.
Fransa vc İngiltere donanmalan müştereken Çanakkale Boğazı’na, İngiliz gemileri
Akabe’ye top attılar. Böyle yekdiğerini velyeden hainane düşmanlık âsarı
üzerine öteden beri arzu ettiğimiz sulhu terk ederek Almanya ve
Avusturya-Macaristan devletleriyle müttefikan menafi-i meşruamızı müdafaa için
silâha sarılmaya mecbur olduk. Rusya devleti üç asırdan beri devlet-i aliyemizi
mülken pek
çok zararlara uğratmış, şevket ve kuvvet-i
milliyemizi artıracak intibah ve teceddüt âsannı harple ve bin türlü desayis
ile her defasında mahve çalışmıştır. Rusya, İngiltere ve Fransa devletleri
zalimane bir idare altında inlettikleri milyonlarca ehl-i İslâm’ın diyaneten ve
kalben merbut olduklan hilâfet-i muazzamamıza karşı hiçbir vakit su-i fikir
beslemekten fariğ olmamışlar ve bize müteveccih olan her müsibet ve felâkete
müsebbip ve muharrik bulunmuşlardır. İşte bu defa tevessül ettiğimiz cihad-ı
ekber ile bir taraftan şan-ı hilâfetimize, bir taraftan hukuk-u saltanatımıza
karşı ika edilegelmekte olan taarruzlara inşaallahü taâlâ ilelebet nihayet
vereceğiz. Avn ü inayet-i bari ve meded-i ruhanî-i Peygamberi ile donanmamızın
Karadeniz’de ve cesur askerlerimin Çanakkale ve Akabe ile Kafkas hududunda
düşmanlarımıza vurduklan ilk darbeler hak yolundaki gazamızın zaferle tetevvüç
edeceği hakkındaki kanaatimizi tezyit eylemiştir. Bugün düşmanlarımızın memleket
ve ordularının müttefiklerimizin pay-i celâdeti altında ezilmekte bulunması bu
kanaatimizi teyit eden ahvaldendir.
Kahraman askerlerim,
Din-i mübinimize, vatan-ı azizimize
kasteden düşmanlara açtığımız bu gaza ve cihat yolunda bir an evvel azm-ü sebattan
ve fedakârlıktan ayrılmayınız. Düşmana arslanlar gibi savlet ediniz. Zira hem
devletimizin, hem fetva-yi şerife ile davet ettiğimiz üç yüz milyon ehl-i
İslâm’ın hayat ve bekası sizlerin muzafferiyetinize bağlıdır. Mescitlerde,
camilerde, Kâbetullahta huzur-i Rabb-İl-âlemine kemal-i vecd-ü istiğrak ile
müteveccih üç yüz milyon masum ve mazlum mümin kalbinin dua ve temenniyeti
sizinle beraberdir.
Aziz evlâtlanm,
Bugün uhdemize terettüp eden vazife
şimdiye kadar dünyada hiçbir orduya nasip olmamıştır. Bu vazifeyi ifa ederken
bir vakitler dünyayı titretmiş olan Osmanlı ordularının hayrül- halefleri
olduğunuzu gösteriniz ki, düşman din ve devleti bir
daha mukaddes topraklarımıza ayak
atmaya, Kâbetullahı ve merkad-i münevvere-i Nebeviyeyi ihtiva eden arazi-i
mübare- ke-i Hicaayenin istirahatini ihlâle cüret edemesin. Dinini, vatanını,
namus-u askerîsini silâh ile müdafaa etmeyi, padişah uğrunda ölümü istihkar
etmeyi bilir bir Osmanlı ordu ve donanması olduğunu düşmanlarımıza müessir
surette gösteriniz.
Hakk-u adi bizde, zulm-ü advan
düşmanlarımızda olduğundan düşmanlarımızı kahretmek için Cenab-ı Adil-i Mutla-
kın inayet-i gurrası ve Peygamber-i zişanımızın meded-i ruhanîsi bize yâr ve
yaver olacağına şüphe yoktur.
Bu cihattan mazisinin zararlarını
telâfi etmiş şanlı ve kavi bir devlet olarak çıkacağımıza eminim. Bugünkü
harpte birlikte hareket ettiğimiz dünyanın en cesur ve muhteşem iki ordusu ile
silâh arkadaşlığı ettiğimizi unutmayınız. Şehitlerimiz şüheda-yi salifeye
müjde-i zafer götürsün. Sağ kalanlan- nızın gazası mübarek, kılıcı keskin
olsun.[23]
22 Zilhicce, 29 Teşrin-i evvel 1330
(1 İKasım 1914)
Mehmet Reşat
Aslında Enver ve Cemal dışında
savaşın yenen tarafinın olmayacağını ve ortalama bir banşta OsmanlI’nın da
postu kurtaracağını düşünüyordu. Ama asıl tehlike olan Rusya’nın Almanya
tarafindan durdurulacağını düşünüyorlardı.
D-SAVAŞ İÇİN FETVA VE BEYANNAMELERİN İLANI
Osmanlı Devleti’nin 11 Kasım 1914’de
Halife tarafindan büyük bir ciddiyet ve vakur içerisinde İstanbul’da ilan
edilen savaşa katılma ilanından üç hafta gibi bir aradan sonra, Halife’nin hem
bu ilanını hem teyid etme ve hem de mevcut şartlar dahilinde savaşın şeriate
uygun bulunduğunu belirtmek ve tüm Müslümanların Halife ve müttefikleri adına
savaşa katılmalarını sağlamak kastiyle Şeyhülislam’ın verdiği fetva takip
etmişti.[24]
Daha sonra Osmanh Meclisi bu fetva ve iradeye dayanarak savaş karan almıştı.
Bu gelişmelerden sonra Osmanlı ordusu
6 (Altı) Cephede savaşa girdi. Çanakkale ve Kut-ül Amare dışındaki cepheler de
yenildi. Çanakkale ve Kut-ül Amare cephesi ağır kayıplara rağmen uzun soluklu
bir zafere dönüşmeden müttefiklerin kontrolüne geçerek hayal kınklığı yarattı.
İttihat ve Terraki Yönetimi Cihad-ı
Ekber ilan ettirmişti ama üçlü bir yönetim uyguluyordu. Bunlardan ilk göz ağnsı
olan Osmanlıcılık dahili siyasetin temel taşı olmuştur. Tüık milliyetçiliği
ise, Rus Tatarlar ile olan ilişkilerin esasını oluşturmuştur.[25] Bunlardan sonuncusu
olan Pan-İslamizme ise, İmparatorluk dahilindeki Araplar, Kürtler, Amavutlar
ile diğer yerlerdeki Müslümanlarla olan ilişkilerde başvurulan bir siyaset
olmuştur. Ancak İttihat ve Terakki yönetimi dahili de bulunan Türk olmayan
Müslümanlara da faiklı politik sindirme politikası uygulamaya konulmuştur.
Örneğin 1915 yılında Ermenileri tehcir politikası ile Anadolu topraklarının
dışına ve ölüme sürükleıken, Müslüman olan Kürtlerc de iskan politikalar
uygulamıştır.
EK:4
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNE KATILIM RİTLELİ VE BAĞLANTILARI
Yaklaşık 150 yıl öne kurulan bir
örgüt olan İttihat ve Terakki her yönü ile ilginç bir yapılanmaydı. Örgütü
ilginç kılan unsurlardan biri de “Üye kabul yöntemi ve örgüte katılım
ritueli’’ idi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kökeni 1860’h yıllara kadar
uzanır. Cemiyet’in düşünsel kökeni Yeni OsmanlIlara dayanır. 1860’tan 1918’e
kadar uzanan süreçten sonra İttihatçılık ruhu miadını tamamlamış görünse de
Cumhuriyet dönemi Kemalizm’inin ideolojisine esin kaynağı olmuştur. Bazı
olaylarda Cumhuriyet İttihatçı yöntemlere başvurmuştur.[26]
Bu yöntemler ayn bir araştırmanın konusudur.
Cemiyet hücre tarzında örgütlenmişti.
Hücre mensuplarının dışında kimse birbirini tanımıyordu. Farmason ve Carbona-
ri2’ örgütlerinin yapısı olan hücre tipi yapılanmanın benimsendiği
örgütte, her hücreye ve hücrede bulunan her üyeye birer kod numarası
verilmiştir. Üyeler, hücre numarası ve hücre içindeki kod numaralarının kesirli
ifade edilmesi şeklinde düzenlenmiştir. Örneğin iki numaralı hücrenin beş
numaralı üyesi 2/5 şeklinde düzenlenmiştir. Bu kod o üyenin kimliği-
___________________ F.KLF.R________________ dir. Kurucu üyelerden
İbrahim Temo’nun kod numarası ise 1/1’dir. Her hücrede en fazla beş üye
bulunmakta ve hücre içerisinde olanlar sadece bu beş üyeyi tanımaktaydı (Hücre
tipi örgütlenme daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa’da da uygulandı). Cemiyete üye
kaydı Masonik tarzda yapılıyordu. Önce kuruculardan biri üye yapmak istediği
kimseyi merkeze tanıtıyor, merkezin bu konudaki kararını bekliyordu. Merkez gerekli
incelemeleri yapıp o kişiyi üyeliğe kabul ederse, yemin merasiminin yapılacağı
adayın gözleri bağlanıyor, şaşırtmak için aday biraz dolaştınhyor, sonra da
yemin merasiminin (buna tahlif deniliyordu) yapılacağı eve geliniyordu. Evin
kapısında bulunan bir yetkili, kılavuzun ' ‘Hilal ’ ’ parolasını duyunca
kapıyı açıyor ve aday içeri alınıyordu. İçerde bir odada Cemiyet’e girip
girmemekte ısrarlı olup olmadığı soruluyor, onay alındıktan sonra da yemin
(tahlif) merasimi başlıyordu. Aday gözleri bağlı olduğu halde bir masanın
karşısındaki iskemleye oturtulup, sağ eli Kur’an-ı Kerim‘in sol eli de tabancanın
üzerine konarak yemin ettiriliyordu. Tören sırasında adayın karşısında kırmızı
cüppeli beş kişi vardır. Ortadaki en kıdemli ses karşıdaki adayı tepeden
tırnağa süzdükten sonra sorar:
—Otuz üç senedir (Bu son dönem
uygulanan bir rituel’dir. Çünkü 33 sene n. Abdülhamid’in iktidarını son yılına
tekabül eder) bünye-i milleti hain kurt gibi kemiren istibdad idaresine karşı mazlum
milletin intikammı almaya hazır mısınız?
—Evet, bütünü ile...
—Verdiğiniz sözü önünüzde duran ve
elinizi bastığınız Kur’an-ı Kerim, tabanca ve hançerle teyit ve bunların
üzerine yemin eder misiniz?
—İşte Kur’an-ı Kerim’e el basarak
yemin ediyorum ki siz- lere ihanet edecek olursam hançer ve tabancanıza layık
olayım. Meşrutiyet’i tesis edinceye kadar Abdülhamit idaresine karşı gücümün
yettiği kadar fedakarca mücadele edeceğime;
şayet bu mukaddes maksadın
istihsalinden evvel tevkif olunursam, Cemiyet’in esrarına dair etlerim
kemiklerimden ayrılıncaya kadar işkenceye maruz kalsam dahi hiçbir şey ifşa
etmeyeceğime dinim, şerefim ve namusum üzerine yemin ederim.’0-[31]
—Yeni üye Cemiyet’e, "Kardeşim
seni tebrik ederim. Bundan sonra aramızda kardeşlikten başka bir his olmayacaktır.
Allah Cemiyet’imize muvaffakiyet ihsan etsin. Cemiyet’imizin nizamnamesine
göre numaranız ... dir. ” sözleriyle kabul edilir, merasim noktalanırdı.
İttihat ve Terakki’ye girmek her üye için bir gurur vesilesiydi. En küçük
hatanın, gafletin, ağızdan kaçırılacak bir tek kelimenin, görevi savsaklamanın,
tereddüdün ölümle noktalanacağını bildiği halde hiç bir üye bu durumdan
şikayetçi olmamıştır. Bu uğurda ölmek onlar için ölümlerin en şereflisiydi
çünkü.
Yeni üye yemininin ardından gözleri
açıldığında karşısında siyah maskeli, sadece gözleri açık, baştan aşağı
kırmızı pelerine sarılmış üç kişiyi görüyordu. Artık bundan sonra çıkış
yoktur. Aksi takdirde ihanetle
yargılanacak, hiç tereddütsüz ölümle cezalandırılacaktır. İlk toplantıda Talat
Bey’in şu sözleri İttihat ve Terakki’nin amacını, hedeflerini ortaya koyar
gibiydi.
—“Cemiyetimiz baş verecek, fakat sır
vermeyecektir. Netice istihsal edilinceye kadar ve ondan sonra bile herkes
Cemiyet’in sırrına bağlı kalacaktır. Aksi mümkün değildir, müsaade edilmez,
yani buna izin de verilemez. Cemiyete girecek arkadaş yalnız kendi rehberini ve
iki arkadaşını tanıyacaktır. Diğerlerini bilmeyecek, bilemeyecektir. Bizler de
bunu kimseye söylememeye yemin edeceğiz.
Şu anda birbirimizin adını
unutuyoruz. Cemiyete kaydedilenler gözleri bağlı olarak tahlif odasına
alınacaktır. Tahlif odasına geliş rehber vasıtası ile olacak. Yemine gelecek
olan üyenin gözleri yemin yerine gelmeden çok önce bağlanacaktır. Yani nerede
yemin ettiğini bilmeyecektir. Rehber tahlif odasında yeni üyenin gözlerini
açtığı vakit üye şunları görecektir: Yeşil çulha kaplı bir masa, masanın
köşesinde Kur ’an-ı Kerim ’in yanında bir tabanca ve bayrak Yemin ettirecek üç
aza, ki bunlar masanın gerisinde hususi kıyafetler içinde olacaklar ve yalnız
gözleri görünecektir. Tahlif odasında usulümüz gereğince yemin eden aza
Kur’an-ı Kerim ’e, silaha, bayrağa el bastıktan sonra artık Cemiyet için
hayatını vermeye hazır demektir. Verilecek emri tatbik etmeyerek savsaklayan
veya Cemiyet’in sırlarını her ne şart altında olursa olsun anlatmaya kalkan
aza, tabancanın başına sıkılmasını kabul etmiş demektir. Usul budur. ”
Talat Bey’in bu nutku, sanki İttihat
ve Terakki’nin manifestosu gibidir. Toplantılar çeşitli evlerde yapılıyordu.
Daha sonra ise Alatini Köşkü ile Tramvay deposu arasında küçük bir ev tutuldu.
Ev Ömer Naci üzerinde görünüyordu.
Cemiyet üyelerinin birbirini tanıması
için bir işaret sistemi vardı. Temel ilke “Kelime-i Mukaddese: Muin,
Kelime-i Mu- rur: Hilal” sözcükleriydi. Üye sağ elin üç parmağını büküp,
bir hilal halinde kalbine
götürdüğünde işaret tamam sayılacaktı. Bundan sonra karşılıklı olarak "Mim”,
“Ayn", “Ye”harfleri söylenecekti. Bu harfler Arapça “Muin ”
(Yardım eden, yardımcı) anlamına geliyordu.
Cemiyet üyelere bir numara veriyordu.
İlk on numara kuruculara aitti. Yaş sırasına göre ilk on üyenin numaralan
şöyle sıralanıyordu:
Bursalı Tahir Bey 1
NakiBey2
Rahmi Bey 3
Mithat Şükrü Bleda 4
Talat Bey 5
Kazım Nami Bey 6
Ömer Naci Bey 7
İsmail Canbolat Bey 8
Hakkı Baha Bey 9
Edip Servet Bey 10
Yurt düzeyinde örgütlenmeyi, İttihak
ve Terakki kulüpleri kanah ile gerçekleştiren Cemiyet 1908-1918 yıllan arasında
4 gizli olmak üzere 9 kongre yaptı. 1909-1918 yıllan arasında Cemiyet’in
başkanlıklarım sırası ile Emrullah Efendi, Halil Bey, Seyit Bey, Sait Halim
Paşa ve Talat Paşa yürüttü.
İlk kurulduğu günden itibaren
gizliliği esas alan Cemiyet’in birçok yan kuruluşu vardı. Bunlar,
•
Teşkilat-ı Mahsusa (Günümüz Milli
İstihbarat Teşkilatı’nın çekirdeği)
•
Türk Ocağı
•
Köylü Bilgi Cemiyeti
•
Osmanlı Maarif Cemiyeti
•
Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti
•
Halka Doğru Cemiyeti
•
Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti
•
Kalaycı Esnaf Cemiyeti
•
Hilal-i Ahmer
•
Donanma Cemiyeti
•
Bakü Müslüman Cemiyeti
•
Müdafa-i Milliye Cemiyeti
•
Türk Gücü Cemiyeti
•
Osmanlı Genç Demekleri
İttihat ve Terakki bir aysbergi
andırır. Onun bir de görünmeyen yüzü vardı. Bu bölümün büyük bir kısmını fedai
ve militanlardan oluşan kadro tamamlıyordu. "Fedai-i Zabıtan" diye
de anılan bu kadro ordunun en genç, gözü pek subaylarından oluşuyordu.
İdealizm ve gönüllülük bu subayların ortak paydaşıydı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın temel taşını
oluşturan bu kadro Süleyman Askeri Bey, Halim Paşa, Cevat Paşa, Dr.Nâzım, Dr.
Bahattin Şakir, Atıf Kamçıl, Rusül Bey, Yarbay Hüsamettin Ertürk, Eşref Kuşçubaşı,
Sami Kuşçubaşı, Ömer Naci, Nuri Paşa (Kıllıgil-Enver Paşa’nın kardeşi), Ohrili
Eyüp Sabri, Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Yakup Cemil Bey’i bünyesinde
barındırıyordu.
DİPNOTLAR
BİRİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR
18.VE 19.YÜZYILDA DÜNYADA DÜŞÜNSEL
ALANDAKİ GE-
LİŞMELER VE OSMANLI İMPARATOLUĞU’NA
YANSIMALARI
1
Server TANİLLİ, “Yüzyıllar Gerçeği
IV”, İst, Cem Yay., s.535
2
Albert SCBEUL, “Fransız Devrimi’nin
Kısa Tarihi”, İnter, 1989, İst., s.141
3
Doç.Dr. Ali Engin OBA, “Türk
Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ankara, 1994, s.29
4
Prof.Dr.M.Şehmus GÜZEL,
“Devlet-Ulus”, Alan Yay., İst, 1995, s.13
5
ProfDr.Fahir ARMAOĞLU, “8O.Yüzyıl
Siyasi Tarihi”, Cilt 1, Ankara, 1992
6
S.YEROSİMOS,Cilt2,s.8
7
Çağlar KEYDER, “Türkiye’de Devlet ve
Sınıflar”, s. 15
8
S.YEROSİMOS,s,14
9
Çağlar KEYDER, s 53
10 S.YEROSİMOS, s. 17
11 S.YEROSİMOS, s. 18
12 S.YEROSİMOS, s. 18
13 S.YEROSİMOS, s.20
14 S.YEROSİMOS, s.23
15 S.YEROSİMOS, s 24
16 Dimitri ŞİŞMANEV, “Türkiye İşçi Sosyalist Hareketi Kısa
Tarihi (1908-1965)”, Belge Yay., İst., 1996
17 Prof.Dr.Toktamış ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, Der Yay.,
İst., 1993
İKİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR
BUNALIMDAN UMUDA ARAYIŞLAR
1
Erik Jan ZÜRCHER, “Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1995, s.23
2
Erik Jan ZÜRCHER, “Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1995, s.24
3 Erik Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin
Tarihi”, İletişim, 1995, s.30
4 Erik Jan ZÜRCHER, “Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1995, s.31
5 ProfDr. Taner TIMAR, “Osmanlı
Toplumsal Düzeni”, İmge, Ank.'1994, s.246
ti Murat SARICA, “Siyasal Tarih”, Ar Basım,
İst., 1983, s.123-124
7 A. D. OVİÇEV, “Osmanlı
İmparatorluğu’nun Yan Sömürgeleşmesi”, Onur, Ank., 197?; Orhan KURMUŞ,
“Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi”, Savaş, Ank., 19X2
8 M. SARICA, “Siyasal Tarih”, Ar
Basım, İst., 1983, s. 126-127
9 Ş. MARDİN, “İdeoloji”, s.
111 -112
10 T. ÇAVDAR”, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.22
11 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.22-23
12 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.24
13 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.24
14 T. ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi
Tarihi”, İmge, s.26
15 Dr.Şükrü HANİOĞLU, “İletişim”, Cüt
5, s.1382
16 Orhan HANÇERLİOĞLU, “Felsefe ??
Ansiklopedisi”, İletişim, İst, 1978, Cilt 5, s.235
17 Orhan HANÇERLİOĞLU, “Felsefe
??? Ansiklopedisi”, İletişim, İst, 1978,Cilt3,s.21
18 Ekrem İŞIN, “Osmanlı
Modernleşmesi ve Pozitivizm”, İletişim, Cilt 2, s.353
19 Ekrem IŞIN, “Osmanlı
Materyalizmi”, İletişim, Cilt 2, s.363
20 Ekrem IŞIN, “Osmanlı
Materyalizmi”, İletişim, Cilt 2, s.363
21 Ekrem IŞIN, “Osmanlı
Materyalizmi”, İletişim, Cilt 2, s.368
22 Taha PARLA, “Ziya Gökalp,
Kemalizm ve Türkiye'de Kapitalizm”, İletişim, İst, 1993, s.90
23 Ekrem IŞIN, a.g.e.,s.371
24 Zafer TOPRAK, “Osmanlı
Devletinde Korparatif Dünya Görüşü”, Cilt 3, s.372
25 Taha PARLA, a.g.e,s.212
26 Ekrem IŞIN, a.g.c., s.374
27 O. HANÇERLİOĞLU, “Felsefen
????Ansiklopedisi”, Cüt 1, s.273
28 Z. TOPRAK, “Osmanlı Devletinde
Uluslaşmanın Toplumsal Boyutu”, Cüt 2, s.377
29 L. KÖKER, “Modernleşme Kemalizm
ve Demokrasi”, İletişim, 1995, s.226
30 Z GÖKALP, Kültür Bakanlığı,
İsL, 1980
31 “Osmanlı İmparatorluğu’nda
Sosyalizm ve Milliyetçilik (18761873)”, (Derleyen: Mete TUNÇAY-Erik Jan
ZÜRCHER, İletişim, 1995, s.243
32 “Osmanlı İmparatorluğunda
Sosyalizm ve Milliyetçilik (18761873)”, (Derleyen: Mete TUNÇAY-Erik Jan
ZÜRCHER, İletişim, 1995, s.249
33 Tevfik ÇAVDAR, s.38
34 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, s.74
35 M. Şükrü HANİOĞLU,
“Osmanlıcıhk”, İletişim, Cilt 2, s. 1390
36 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, Naklen:
Celal NURİ, “Mukad- derat-ı İçtihat”, İstanbul, 1330, s. 184
37 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, s.76
38 T. ATEŞ, “Türk Devrim Tarihi”, s.76
39 Anthony D. SMİTH, “Milli
Kindik”, İletişim, İstanbul, 1994, s.195- 196
40 İbrahim TEMO, “İttihat ve
Terakki Andan”, Arba, İstanbul, 1987, s.2
41 W. BARTHOLD, “Orta Asya Tarihi
Hakkında Dersler”, Ankara, 1975, s.11-12
42 Turgut AKPINAR, “Türk Tarihinde
İslamiyet”, İletişim, İstanbul, 1993, s.61
43 Dr.Muzaffer SENCER, “Dinin Türk
Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.82
44 Dr.Muzaffer SENCER, “Dinin Türk
Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.82-83
45 DrJVIuzaffer SENCER, “Dinin
Türk Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.94
46 Dr.Muzaffer SENCER, “Dinin Türk
Toplumuna Etkileri”, Ant, İstanbul, 1968, s.95
47 İlhan ARSEL, “Teokratik Devlet
Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına”, İstanbul, 1994, s. 17-18
48 Server TANİLLİ, “Osmanh
İmparatorluğu Tarihi”, Cilt 1, Yayın Yönetmeni R. MANTRON, Say,
İstanbul, 1991, s. 167-168
49 Server TANİLLİ, “Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi”, Cilt 1, Yayın Yönetmeni R. MANTRON, Say,
İstanbul, 1991, s.169
50 Mehmet Ali KILIÇBAY, “Doğunun
Devleti Batuun Cumhuriyeti”, Gece, Ankara, 1992, s.55
51 S. TANİLLİ, “Osmanlı Tarihi”’, Cilt
1, s. 170
52 S. TANİLLİ, “İslam Çağımıza
Yanıt Verebilir mi?”, Say, İstanbul, 1991, s.45
53 S. TANİLLİ, “İslam Çağımıza
Yanıt Verebilir mi?”, Say, İstanbul, 1991, s.47
54 İlhan ARSEL, “Arap
Milliyetçiliği ve Türkler”, İnkılap, İstanbul, 1990, s. 19-20
55 S. TANİLLİ, “Osmanh Tarihi”, Cilt
2, s.379-3«0
56 S. TANİI.Lİ, “Osmanlı Tarihi-”,
Cilt 2, s 381
57 S. TANİLLİ, “Osmanh Tarihi”, Cilt
2, s.383
58 S. TANİLLİ, “Osmanh Tarihi”, Cilt
2, s.385
59 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, İletişim, 1992, s.68
60 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, İletişim, 1992, s.68
61 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”’, İletişim, 1992, s.70
62 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”,
İletişim, 1992, s.71
63 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, İletişim, 1992, s.71 -72
64 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, İletişim, 1992, s 72
65 Şerif MARDİN, “Din ve İdeoloji”,
İletişim, 1992, s.70
66 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, İletişim”, 1992, s.70
67 Muzaffer SENCER
68 S. TANİLLİ, “İslam Çağımıza
Yanıt Verebilir mi?”
69 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, s. 72
70 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, 73
71 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, s.76
72 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, s.77-78
73 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, s.91
74 Şerif MARDİN, “Din ve
İdeoloji”, s.93-94
75 Martin Van BRAİNESSEN,
“Kürdistan Üzerine Yazılar”, İletişim, 1992, s.49
76 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, Ankara, 1995, s.45
77 E. L ZÜRCHER, “Modernleşen Türkiye’nin
Tarihi”, İletişim, s.117
78 E. İ. ZÜRCHER, “Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi”, İletişim”, s. 120
79 Orhan KOLOĞLU, “Abdülhamit
Gerçeği”, Gür, İstanbul, 1987, s.93
80 İsmet BOZDAĞ, “Sultan
Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.225-226
81 Mttmtaz’er TÜRKAN E,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.95-96
82 Mümtaz’er TÜRKANE,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.97
83 Mümtaz’er TÜRKANE,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.97
84 Mümtaz’er TÜRKAN E,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.98
85 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din
ve Siyaset”, s. 13
86 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din
ve Siyaset”, s. 14
87 M.V. BRLTNESSEN, “Kürdistan
Üzerine Yazılar”, s.49
88 İsmet BOZDAĞ, “Sultan
Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.73
89 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din
ve Siyaset”, s. 15
89 T.Z TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.94
90 Mümtaz’er TÜRKÖNE,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.208
91 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995, s.94
92 İsmet BOZDAĞ, “Sultan
Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.47
93 Mümtaz’er TÜRKÖN E,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.208
94 Mümtaz’er TÜRKÖNE,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.216
95 Mümtaz’er TÜRKÖN E,
“İslamcılığın Doğuşu”, s.266
96 Ş. MARDİN, “Türk
Modernleşmesi”, İst, 1994, s.94
97 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiyc’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.49
98 T.Z TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995, s.95
99 T.Z
TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba”, İst., 1995, s.96 '
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM-DİPNOTLAR
JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİNİN
KURULUŞU
1 T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.95
2 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.49
3 T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.99
4 M.Şükrü HANİOĞLU, İletişim,
I .Cilt, s.36
5 C.BAYAR, “Ben de Yazdım”, 1
.Cilt, İst, 1965, s.180
6 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, s.22
7 İbrahim TEMA, “Anılan”, Arba, s.
13-15
8
EJ.ZÜTCHER, “Modernleşen Türkiye’nin
Tarihi”, İletişim, 1982, s. 131
9
Ahmet Bedevi KURAN, “İnkilab
Tarihimiz ve Jön Türkler”, Tan, İst, 1945, s.?
10 T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Cilt 3,
Hürriyet Vakti Yay, İst, 1989, s.3O3
11 T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Cilt 3,
Hürriyet Vakti Yay, İst, 1989, s.3O3
12 T.ZTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Cilt 3,
Hürriyet Vakti Yay, İst, 1989, s.303
13 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, İletişim,
İst., 1992, s. 120
14 Şerif MARDİN, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, iletişim,
İst., 1992, s. 120 .
15 Paul EMBERT, “Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme Hareketleri”,
llawass, İst., 1981, s. 175
16 Ahmet Bedevi KURAN, “İnkilab Tarihimiz ve Jön Türkler”, Tan, İst.,
1945, s.40 . .
17 S.YEROSİMOS, “Azgelişmişlik
Sürecinde Türkiye”, Cilt 2, Belge, I977.S.421
18 E.E. RAMSAUR, “Jön Türkler ve
1908 İhtilali”, İst., 1972
19 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri (1895-1908)”, İletişim, İstanbul, 15.Baskı, 2008, s.79
20 İsmet BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay.,
İstanbul, 1986, s.59
21 M.Ş.HANİOĞLU, “Osmanlı İmparatorluğu, T.C. ve Jön Türkler”, Cilt 1,
İletişim, s.605
22 M.Ş.HANİOĞLU, “Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet”, ÜçdaL, İst.,
1982
23 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.
18
24 M.Ş.HANİOĞLU, “Osmanlı İmparatorluğu, T.C. ve Jön Türkler”, Cilt 1,
İletişim, s.39
25 M.Ş.HANİOĞLU, “Osmanlı
İmparatorluğu, T.C. ve Jön Türkler”, Cilt 1, İletişim, s.613
26 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.78
27 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.78
28 İsmet BOZDAĞ, “Sultan
Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.63
29 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.63
30 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.83
31 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.83
32 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65
33 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65
34 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65
35 İsmet BOZDAĞ, “Sultan
Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986, s.62-63
36 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.65
37 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s. 183
38
ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s. 185
39 EJ.ZÜTCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim,
1982, s. 132
40 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s. 188
41 Ş.MARDİN,
“Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”, İletişim, s. 188
42 İbrahim TEMA, “Anılan”, Arba,
İst., 1987
43 M.Ş.HANİOĞEU, “Bir Siyasal
Düşünür Olarak Abdullah Cevdet”, Ucdal, İst, 1982,s.2l6
44 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.226
45 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişi, s.225
44? İslam Ansiklopedisi, s.45
45? ŞJMARDİN, “Jön 'Türklerin
Siyasi Fikirieri”, İletişim, s.228
45? İslam Ansiklopedisi, s.45
46 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirieri”, İletişim, s.228
47 İslam Ansiklopedisi, s.45
48 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirieri”, İletişim, s.228
49 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirieri”. İletişim, s.228
50 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.228
51 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.69
52 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirieri”, İletişim, s. 141
53 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirieri”, İletişim, s. 149
54 A.Bedevi KURAN
55 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi
Tarihi”, İmge, s.73
56 Ahmet Bedevi KURAN, “İnkilab
Tarihimiz ve Jön Türkler”, Tan, İst, 1945
57 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.69
58 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.69
59 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s. 149
60 Y.KÜÇÜK, “Aydın Üzerine
Tezler-2”, Tekin, İst., 1985, s.620
61 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.299
62 Y.KÜÇÜK,“Aydın
ÜzerineTezler-2”, Tekin, İst., 1985, s.623
63 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.577
64 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, imge, s.78
65 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.268
66 ŞJMARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.270
67 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirieri”, İletişim, s.272-273
68 F.GEORGEON, “Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.23
69 F.GEORGEON, “Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.23-24
70 Y.AKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay., İst, 1990, s.62-63
71 F.GEORGEON, “Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.25
72 F.GEORGEON, “Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf
Akçura, Yurt, 1986,
s.26
73
Doç.Dr-AJi Engin OBA, “Türk
Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ank., 1594, s. 149
74
- F.GEORGEON, “Türk Milliyetçiliğinin
Kökenleri”, Yusuf
Akçura, Y urt, 1986, s.26-27
75 F.GEORGEON, “Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, ”1986, s.36
76 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.277
77 Y.AKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay., İst., 1990, s. 137
78 Ş.MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim, s.277
79 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay., İst., 1990, s.62-63
80 F.GEORGEON, “Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri”, Yusuf Akçura, Yurt, 1986, s.26
81 Doç.Dr.Ali Engin OBA, “Türk Milliyetçiliğinin
Doğuşu”, İmge, Ank., 1994, s. 157
82 Doç.DrAli Engin OBA, “Türk
Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ank., 1994, s. 159
83 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay., İst, 1990, s. 154
84 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay, İst, 1990, s. 169
85 Ahmet AĞAOĞLU, “Serbest Fırka
Hatıraları”, İletişim, İst, 1994,
s. 14
86 Doç.DrAli Engin OBA, “Türk
Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ank, 1994, s. 161
87 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay, İst, 1990,s.l69
88 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün
Esasları”, İnkilap ve Aka Yay, Haz. Mahir ÜNLÜ, Yusuf ÇOTUK SÖKEN, İst,
1978, s213
89 İbrahim TEMA, “Anılan”, Arba,
İst, 1987, s.213
90 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün
Esaslan”, s.10
91 M.E.ERİŞİRGİL, “Bir Fikir
Adamının Romanı”, Ziya Gökalp, Remzi, İst, 1984, s.38
92 M.E.ERİŞİRGİL, “Bir Fikir
Adamının Romanı”, Ziya Gökalp, Remzi, İst, 1984, s.38
93 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün
Esaslan”, s.XIl
94 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün
Esaslan”, s. 159
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM DİPNOTLAR
1908 İHTİLALİNE GİDEN VOL
1 Server TANİLLİ, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi İT’, Cem, İst,
1995,s.212
2 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst, 1995,
s.212
3 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst,
1995, s.37-38
4 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.39
5 Hanioğlu, M. Şükrü, Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt:39,
s;241
6 Çiçek, Hikmet, “Dr.Bahaeddiin Şakir”, Kaynak
Yayınlan, İstanbul, 2004
7 İslam Ansiklopedisi c;23,s;481
8 Hanioğlu, İslam Ansiklopedisi c:23 s;477
9 Hanioğlu, M. Şükrü, “1908:Paris’ten Manastır’a İnkılab-ı Azim
Belgesel Metni TRT”, 2008, İstanbul
10 Öztürk, Enise Aslı, “Tunah Hilmi Bey’in 1 .TBMM'deki Yasal
Faaliyetleri”, Eskişehir, 2006
II Hanioğlu, 1908
12 Ramsaur E.E, “Jöntürkler 1908 İhtilalinin Doğuşu”, çev.
Muhsin Öngel Mengüşoğlu, Pınar Yayın, İstanbul, 2004, s.
100-101
13 Kuran, Ahmed Bedevi, “Osmanh İmparatorluğu’nda İnkılâp
Hareketleri ve Milli Mücadele”, İstanbul, 1956, s.386;
14 Bayur, Yusuf Hikmet, “Türk İnkılâbı Tarihi”, Ankara, 1991,
C.2, K.4:121
15 Hanioğlu, 1908
16 Kansu, Aykut “1908 Devrimi” Çev. Ayda
Erbal İletişim Yayınlan İstanbul, 2. Baskı, 2001, s.78
17 Kansu, s.79
18 Hanioğlu, 1908
19 Bahaeddin Şakir, “Osmanh İttihad ve Terakki Cemiyeti”, Şura-yı Ümmet,
7 Kanunusani 1325.Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Perakende Evrakı. Askeri
Maruzat (1904-1909). (TERZİOĞLU, Arslan; “Yerli ve Yabancı Kaynaklar Işığında
Dr.Bahaeddin Şâkir’in Berlin’de Öldürülmesi ve Ermeni Tehciri Meselesi”,
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Mecmuası (Supplementum), 2001,
C.64, S. 1.)
20 Hanioğlu, 1908
21 Tunaya, Tarık Zafer, “Türkiye’de Siyasi Partiler, I.
Meşrutiyet Dönemi”, İstanbul, İletişim Yayınlan, 1985,
s.509-534
22 Cemil, Arif “İttihat ve Terakki (Bahaeddin Şakir Bey’in
Bu-aktığı vesikalara göre)”, Milliyet Tarihi tefrika, 4 Nisan
1934-31 Aralıkl934
23 Halil Menteşe, “Eski Meclis-i
Mebusan Reisi Halil Menteşenin
Hatıraları”, Cumhuriyet
15Ekim 1946
24 Hanioğlu, 1908
25 Hanioğlu, 1908
26 Milliyet, Tefrika 1934
27 Bleda, Mithat Şükrü,
“İmparatorluğu Çöküşü”, Remzi Kitabevi, İstanbul 1979, s.24
28 Tunaya, Tank Zafer, “Türkiye’de
Siyasal Partiler”, c 3 Hürriyet Vakti Yayınlan, 1989
29 Hanioğlu, 1908
30 Hanioğlu, 1908
31 Hanioğlu, 1908
32 Tunaya, c 3
33 Resolutionde la Federation
Armenienne. Pro Armenie, 20 Aralık 1907,s 1207-1208
34 Hanioğlu, 1908
35 Kansu, “1908 Devrimi”, s.321
36 Hanioğh, 1908
37 Dakin, Douglas, “The Greek
Struggle İn Macedonia”, 1897-1913, s.392
38 Kerimoğlu, Haşan Taner,
“İttihar-Terakki ve Rumlar 19081914”, Litera, İstanbul, 2009 s. 144
39 Hanioğlu, 1908)
40 Hanioğlu, 1908)
41 Kerimoğlu, “İttihat-Terakki ve
Rumlar”, s.145-146
42 Hanioğlu, 1908
43 Kansu, “1908 Devrimi”, s.334
44 Hanioğlu, 1908
45 Hanioğlu, 1908
46 Hanioğlu, 1908
47 Kansu, “1908 Devrimi”, s.
129
48 Güzel Mehmet Şehmus, “Prelüde a
la Revulution jeune-Turque, La grogne des casernes”, s.258
49 Kansu, “1908 Devrimi”, Bkz,
“les Musulmane contre Hamid, Pro
Armenia” 20 Kasım
1907,s. 1189
50 Zannas A.D., “O Makedinos
Agon”, Anamniseis, s.26
51 PanayatoupulosAJ., “Early
Relation Between The Greek and The Young Turks”, s.94
52 Hanioğlu, 1908
53 Kansu, “1908 Devrimi”, s.
129
54 Buxton, Charles Roden, “Turkey
in Revolution”, s.62-63
55 Hanioğlu, 1908
56 Uzunçarşıh, İsmail Hakkı, “1908
Yılında Ne Suretle İkinci Meşrutiyetin Ne Suretle İlan Edildiğine Dair
Vesikalar”, s. 136-137
57
Kutay, Cemal, “Türkiye İstiklal ve
Hürriyet Mücadeleleri Tarihi”, lö.cüt s.9314-9315
58 Hanioğlu, 1908
59 Hanioğlu, 1908
BEŞİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR
1908 İHTİLALİ’NİN ANADOLU CEPHESİ
I Server TANİLLİ, “Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., I995,s.212
2
Server TANİLLİ, “Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi H”, Cem, İst., 1995,s.212
3
Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.37-38
4
Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.39
5
Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu
Tarihi II”, Cem, İst., 1995,s.213
6
Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.40
7
Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst,
1995, s.43
8
Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim, İst,
1995, s.41
9
Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu
Tarihi II”, Cem, İst., 1995, s.213
10 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.51
11 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.60
12 S.YEROSİMOS, “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, Cilt 2, Belge,
1980, s.427
13 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.87
14 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst,
1995,s.214
15 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.87
16 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”, İmge, s.87
17 Feroz AHMET, “İttihat Terakki”, Kaynak, İst.,
1984, s.25-26
18 Server TANİLLİ, “Osmanh
İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995,s.214
19 Feroz AHMET, “İttihat Terakki”.
Kaynak, İst., 1984, s.28
20 Feroz AHMET, “İttihat Terakki”,
Kaynak, İst, 1984, s.29
21 Server TANİLLİ, “Osmanh
İmparatorluğu Tarihi II”, Cem. İst.,
1995,s.217-218
22 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İsL, 1995, s.97-98
23 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.95
24 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1*995, s.161
‘25 Server TANİLLİ, “Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi 11”, Cem, İst., 1995, s.218
26 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s. 136
27 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s. 138
28 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst, 1995, s. 140
29 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.90
30 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s.99
31 “Kamil Paşa’nın Anılan”, İst,
1991
32 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İsL, 1995, s. 138
33 EJ. ZÜTCHER, “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim,
1982, s. 143
34 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst,
1995, s.241
35 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst,
1995,s.227
36 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst,
1995, s.227
37
S.AKÇİN, “Şeriatçı Bir Ayaklanma 31
Mart Olayı”, İmge, 1994, s.229 ,
38 İsmet
BOZDAĞ, “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay, İstanbul, 1986,
s.102-103 ,
39 “Çağdaş Türkiye-4”, Cem,
İst, s.31
40 Tevfik ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi”, İmge, s. 111
41 Francis McCULLAGH,
“Abdülmecid’in Düşüşü”, İstanbul Kitaplığı, İsL, 1990, s. 193
42 Server TANİLLİ, “Osmanh
İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İsL, 1995,s.242
43 TXTUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İsL, 1995, s.376-377
44 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s.82-83
45 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s.83
46 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İsL, 1995, s.377
47 T.Z.TLNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995,s.38O
48 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İsL, 1995, s.380
49 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., !995,s.380-381
50 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.382
51 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay., İst., 1990,s.l72
52 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s.24
53 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995, s.382
54 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Art», İst, 1995, s.383
55 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst., 1995,s.386-387
56 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.388
5 7 T.Z.TUNAYA, “Türkiye’de Siyasi
Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s.389
58 Bülent VARLIK, Tanzimat ve
Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat’tan Cumhuriyet Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1,
İletişim, s. 120
59 DoçJDr. Ali Engin OBA, “Türk
Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ankara, 1994, s.208
60 Bülent VARLIK, Tanzimat ve
Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat’tan Cumhuriyet Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1,
İletişim, s. 120
61 Bülent VARLIK, Tanzimat ve
Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat’tan Cumhuriyet Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1,
İletişim, s. 120
62 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s.70
63 Bülent VARLIK Tanzimat ve
Meşrutiyet Dergileri, Tanzimat'tan Cumhuriyet Türidye Ansiklopedisi, Cilt 1,
İletişim, s. 120
64 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s.75
65 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s.76
66 Y.AKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay., İst., 1990, s.175-178
67 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s.87
68 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
T ürk Milliyetçiliği”, s.93-96
69 “Yeni Osmanhlar”, Peyman, “Ziya
Gökalp Makaleler 1”, Kültür
Bakanlığı Yay., Ank., 1976, s.62
70 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s. 108
71 Masanni ARAİ, “Jön Türk Dönemi
Türk Milliyetçiliği”, s. 108-109
72 Doç.Dr. Ali Engin OBA, “Türk
Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İmge, Ankara, 1994, s.236
73 YAKÇUROĞLU, “Türkçülük”, Teker
Yay., İst, 1990, s. 176
74 EJ.ZÜTCHER, “Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi”, İletişim, 1982, s. 149
75 Leon TROÇKİ, “Balkan Savaştan”,
Arba, İst., 1995, s. 16
76 “Osmanh İmparatorluğu Sosyalizm
ve Milliyetçilik”, Der: M.TJJNÇAY, EJ.ZÜTCHER, s.31
77 Enver ziya KORAL, “Tanzimat’tan
Sonra Türk Dili Sorunu”, ' Cilt II, s.324
78 Aykut KANSU, “1908 Devrimi”, İletişim,
İst., 1995, s.223
79 Aktaran; Enver ziya KORAL, s.324
80 M.S ARICA, “Siyasal Tarih”, Ar
Basım, İst., 1983, s. 126-127
81 İsmail BEŞİKÇİ, “Kürdistan
Üzerinde Emperyalist Bölüşüm
Mücadelesi-1915-1925”, Yurt, Ank.,
1992, s.91
82 “Osmanh İmparatorluğunda
Aynlıkçı Arap Örgütleri”, Aziziye Divan-ı Haıt>-i Örfisi, Arba, 1993,
s.26
83 İsmail BEŞİKÇİ, “Kürdistan
Üzerinde Emperyalist Bölüşüm
Mücadelesi-1915-1925”, Yurt, Ank,
1992, s.91
84 K.KARABEKİR, “Kürt Meselesi”, Emre
Yay., 1994, s.9
85 Alan PALMER, “Osmanh
İmparatorluğu Son Üç Yüz Yıl-Bir Çöküşün Yeni Tarihi”, Yeni Yüzyıl, İst.,
1995, s.337
86 Alan PALMER, “Osmanh
İmparatorluğu Son Üç Yüz Yıl-Bir Çöküşün Yeni Tarihi”, Yeni Yüzyıl, İst.,
1995, s.339
87 İsmail BEŞİKÇİ, “Kürdistan
Üzerinde Emperyalist Bölüşüm
Mücadelesi-1915-1925”, Yurt, Ank,
1992, s.91
88 Server TANİLLİ, “Osmanh
İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995, s.258
89 Z.Gökalp, “Türkçülüğün
Esasları”
90 İsmet BOZDAĞ, “Sultan
Abdülhamit’in Hatıra Defteri”, Pınar Yay., İstanbul, 1986
91 Feroz AHMET, “İttihat ve
Terakki”, Kaynak İst., 1984, s.191-192
92 Server TANİLLİ, “Osmanh
İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst., 1995, s.258
93 Feroz AHMET, “İttihat ve
Terakki”, Kaynak, İst, 1984, s.206
94 Ah BİRİNCİ, “Hürriyet ve
İhtilaf Partisi”, Dergah Yay., İst, 1990, s.217
95 Feroz AHMET, “İttihat ve
Terakki”, Kaynak, İst., 1984, s.206
96 Doğan AVCIOĞLU, “Türkiye’nin
Düzeni”, Cilt I, Tekin Yay., İst, 1995, s.260-261
97 Doğan AVCIOĞLU, “Türkiye’nin
Düzeni”, Cilt I, Tekin Yay., İst, 1995, s.261
98 Niyazi BERKES, “Batıcihk,
Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler”, İst, 1965, s.98
99 Murat SARICA, “Siyasal Tarih”, Ar
Basım, İst, 1983, s.242
100 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de
Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s. 193
101 Ş. MARDİN, “Jön Türklerin
Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.62
102 Feroz AHMET, “İttihat ve
Terakki”, Kaynak, İst., 1984, s255
103 Feroz AHMET, “İttihat ve
Terakki”, Kaynak, İst, 1984, s.257
104 TATLIN A YA, “Türkiye’de
Siyasi Partiler (1859-1952)”, Arba, İst, 1995, s. 193-194
105 İlber ORTAYLI, “İmparatorluğun En Uzun Yüzyıh”, Hil. Yay.,
İst, 1983, s. 189
106 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi n”, Cem, İst,
1995,s.278-279
107 Server TANİLLİ, “Osmanh İmparatorluğu Tarihi II”, Cem, İst,
1995,s.279
108 Prof.Dr.Mim Kemal ÖKE,
“Ermeni Sorunu”, İz Yay., İst, 1996, s.166
109 Dr.Kemal Mazhar AHMED, “Birinci Dünya Yıllannda Kürctis-
tan”, Berhem Yay., Ank, 1992
110 M.Emin ZEKİ,“Kürdistan
Tarihi”, Kemal, İsL, 1972,s.l62
111 Haşan KAYALI, “Jön Türkler ve Araplar”, Tarih Vakfi
Yurt Yay., İst., 1998,s.217
112 Ahmet Refik, “İki Komite-İki
Kıta”, Haz. Hamide Koyukan, Kebikeç Yay., Ank, 1994, s.79
113 Parvus Efendi-Muammer Sencer,
“Türkiye’nin Mali Tutsaklığı”, May Yay., İsL, s.305
114 Ş. MARDİN, “Jön Türklerin
Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.305
115 Ş. MARDİN, “Jön Türklerin
Siyasi Fikirleri”, İletişim, s.307-308
116 T.Z.TUNAYA, “İslamcıhk Akımı”,
Simavi Yay., İst., 1991, s.85
117 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün
Esasları”, Inkilap ve Aka Yay., Haz. Mahir ÜNLÜ, Yusuf ÇOTUKSÖKEN, İst,
1978, s.213
118 T.Z.TUNAYA, “İslamcıhk Atamı”,
Simavi Yay, İst, 1991, s.85
119 T.Z.TUNAYA, “İslamcılık
Atamı”, Simavi Yay, İst, 1991, s.87
120 T.Z.TUN AYA, “İslamcılık
Atamı”, Simavi Yay, İst, 1991, s.88
121 Manastırh İsmail Hakta, Aktaran;
T.Z. TUNAYA, “İslamcdık Atamı”, Simavi Yay, İst, 1991, s.90
122 ŞJMARDİN, “Türkiye’de Din ve
Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s. 17
123 ŞJMARDİN, “Türkiye’de Din ve
Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s.20
124 Muhittin Birgcn, “(1885-1951)
Tarihimiz ve Cumhuriyet”, HZAnkan Tarih Vakfi Yurt Yayınlan, İst, 1997, s.
176
125 Muhittin Birgen, “(1885-1951)
Tarihimiz ve Cumhuriyet”, fLZ^Ankan Tarih Vakfi Yurt Yayınlan, İst, 1997,
s.176
126 ŞJMARDİN, “Türkiye’de Din ve
Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s.29
127 ŞJVIARDİN, “Türkiye’de Din ve
Siyaset”, İletişim, İst, 1992, s.29
128 T.Z TUNAYA, “İslamcılık
Akımı”, Simavi Yay., İst, 1991, s.106
129 Ziya GÖKALP, “Türkçülüğün
Esaslan”, s. 155
130 Cemal Paşa, “Hatıralar”, İst,
1972, s.9
131 T.Z.TUNAYA, “İslamcılık
Akımı”, Simavi Yay., İst, 1991,s.H0
132 İsmail KARA, “İslamcıların
Siyasi Görüşleri”, İz Yay., İst., 1994, s.66-67
133 İsmail KARA, “İslamcılann
Siyasi Görüşleri”, İz Yay., İst, 1994, s.75-76-77
134 T.Z. TUNAYA, “Türkiye’de
Siyasi Partiler (1859-1952)”. Arba, İst, 1995, s.66-67
135 Haşan KAYALI, “Jön Türkler ve
Araplar” Tarih Vakfi Yurt Yay, İst, 1998, s.104
136 Haşan KAYALI, “Jön Türkler ve
Araplar”, Tarih Vakfi Yurt
Yay, İst, 1998, s. 104
137 Sırat-ı Müstakim, 25 Şubat 1909,
Aktaran; H.KAYAL1, a.g.e.
138 T.Z.TUNAYA, “İslamcılık
Akımı”, Simavi Yay, İst, 1991,s.246
139 FEROZ AHMAD, “İttihatçılıktan
Kemalizme”, Kaynak Yay, İst,
1996,s.l25-126
140 FEROZ AHMAD, a.g.e, s. 129
141 TEVFİK ÇAVDAR, “Türkiye’nin
Demokrasi Tarihi 1839-1950”, İmge Yay, Ank, 1995, s. 138
142 Erik Jan Zürcher, “Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi”, İletişim
Yay, Ank., 1995, ,s.201
143 TEVFİK ÇAVDAR, ag.c, s.
138
144 EJ.ZÜRCHER,age,s201
145 EJ.ZÜRCHER, a.g.e, s.202
146 EJ.ZÜRCHER,a.g.e,s.l98
147 Dr-PHİLİP H. STODDARD, “Teşldlat-ı Mahsusa”, Arba, Yay,
İst, 1993, s. 141-142
148 ERGUN HİÇYILMAZ, “Teşldlat-ı Mahsusa”, Kamer Yay,
İst, 1996, s.115
149 EJ.ZÜRCHER, a.g.e, s.198
150 BİLAL N. ŞİMŞİR, “İngiliz Belgelerinde Atatürk”, TİK Yay, Ank.
1985, Cilt I,s239
151 EJ.ZÜRCHER, “Milli Mücadelede İttihatçılık”, Bağlam Yay,
İst,
1995, s. 110
152 DOĞAN AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni LKitap”, Tekin Yay,
İst, 1995,s.3OO
153 EJ.ZÜRCHER, “Milü”, s. 155
154 EJ.ZÜRCHER,“MilH”, s.l 10
155 MAZHAR MÜFİT KANSU,
“Erzurum’dan Ölümüne Kadar
Atatürkle Beraber”, Ank., 1966,
s.219
156 ATATÜRK, “Nutuk”, Cilt 3,
Ank., 1962, s. 1078-1080
157 MAZHAR MÜFÜT KANSU, a.g.e„
s.219
158 FERİDUN KANDEMİR, “Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler”, İst, 1955,
s.58
159 Prof.Dr. AHME T MUMCU, “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi
n”, YÖK Yay.,
No:5, Ank., 1986, s. 17
160 EJ.ZÜRCHER, “Milli mücadele”, s.l
11
161 KEMAL TAHİR, “Esir”, Bağlam
Yay., Ank., 1995, s.78
162 Y.K.KARAOSMANOĞLU, “Sodom-Gomore”,
İletişim Yay., İst., 1990
163 DOĞAN AVC1OĞLU, “Milli
Kurtuluş Tarihi”, Cilt-3, Tekin Yay, İst, 1995, s.976
164 HALİDE ADI VAR, “Hatıralar”, Ank,
1955
165 METE TUNÇAY, “Türkiye
Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931)” Cem Yay, Ank.,
1981, s.168
ALTINCI BÖLÜM DİPNOTLAR
İTTİHAT VE TERAKKİ VE KÜRTLER
1 Mahmut Kaşgarh, “Divan-i Lûgat-it Türk”
2
Beydili-Celal, “Türk Mitolojisi”, Ansiklopedik
sözlük, Ankara 2005, s.566 „
3 Âşıkpaşazade (ö. 1481), “Tevarih-i ÂH Osman”
4 “Haçlı Seferi Şarkısı”, Tarih ve
Toplum, Aralık 1992, S. 108, s.329
5 Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklanndan Yansıyan Türk
İmaj(lar)ı”, Dünyada Tüık İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s. 13-26
6 Muzaffer Ozdağ, “Osmanh Tarih ve Edebiyatında Türk Düşmanlığı”,
Tarih ve Toplum, S.65, s.9-15
7 François Georgeon, “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf
Akçura (1876-1935)”, Tarih Vakfi
Yurt Yayınlan, 1999
8 “Şair ve Fikir Adamı Olarak Yahya Kemal”, Hazırlayan:
Osman Oktay
9 Ksenofon, “Onbinlerin Geçişi”
10 Tori, “Med İmparatorluğu sonrasında Kürtler”, Aram Y ayınlan
11 Firdevsi, “Şahname”, s.22
12 Ahmed B. Yakub, “Tarihu-1 Yakubi”, Beyrut Daru
Sadr, 1960
13 Boris, Thomas, “Târih’ul Ekrad Dimaşk”, 2008, s. 173
14 Ahmet Demir, “İslam’ın Anadolu’ya Gelişi”, İstanbul 2008,
s. 170
15 Ekrem Cemil Paşa, “Kürdistan
Kısa Tarihi”, 1998, s. 103
16 Dersimi, Nuri, “Kürdistan
Tarihi”, 2004, s.67
17 Aktaran: Çent, 2010, s. 243
18 Bender, 2000, s. 149; Bender,
1993, s.44
1£ Bender, 1993, s.69
20 Bender, 1997, s.45
21 Bender, 2000, s. 150; Bender,
1993, s.45
22 Bulut, F aik,-“Ebu Müslim
Horasani”, 1998, s.418
23 Bayrak, Mehmet, “Kürtler”, 2014,
s. 17
24 Poladyan, 1991,s.
41’dennaklen, Bayrak, 2014 s.22,61
25 Bayrak, 2014, s.22
26 Bayrak, 2014, s.61
27 Bayrak, 2014, s.61
28 Bayrak, 2014, s.71
29 Çem,Munzur, “Kürt Aleviliği”, 2010,
s.241
30 Çem,2010,s.l29
31 Çem, 2010, s.355
32 Ahmet B, “Yahya el Belazuri
Ensabil Ensar”, Beyrut, 1996, Soberheim, M. “Ilamdaniler”, İA, c. V/l,
Eskişehir Milli Eğitim Basımevi, 1997, s. 179, s. 181
34 Soberheim, s.37-38)
35 M. S. Lazerev-Ş. X. Mıhoyyan, “Kürdistan Tarihi”, (Çev. İ.
Kale), İstanbul, 2010, s.30,31
36 İbn ül Esir, El-Kamil
37 “Şerefhame”, ŞEREFHAN
EL-Bidlis, s.335,702,703
38 Özer Ahmet, “Beş Büyük Kavşakta
Kürtler ve Türkler”, Hemen kitap, İstanbul
39 Ramsaur E.E, “Jön Türkler ve
1908 İhtilâli”, S.33
40 Hanioğlu M.Ş. “Doktor Abdullah
Cevdet ve Dönemi”, Üçdal Neş., 1981,S.217
41 Hanioğlu M.Ş„ “Abdullah
Cevdet”, S.217
42 Hanioğlu, “Abdullan Cevdet”,
S.218
43 Malmisanij, “Kürt Teâvün ve
Tarakki Cemiyeti ve Gazetesi”, Avesta, İstanbul, 1999, s. 18-19
44 Bruinessen, “Kürtler”, s.409
45 İsmail Göldaş, “Kürdistan Teali
Cemiyeti”, Doz Yayınlan, İstanbul, s. 114
46 Tank Zafer Tunaya, “Türkiye’de
Siyasal Partiler”, İletişim Yayınlan, 3.baskı, İstanbul, 2008, s.202
47 Tunaya, a.g.e.202
Fuat Dündar, “Modern Türkiye’nin
Şifresi”, İletişim Yayınlan, İstanbul, 2008, s.273
YEDİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE BASIN
Kabacah Alpay, 1997,91
Tütengil Cavit Orhan, “İngiltere’de
Türk Gazeteciliği”, s.5
İskit Servet, “Türkiye’de Matbuat
Rejimleri”, İstanbul, 1939, s.58
(Daha sonra Ali Süavi Paris’te Ulûm
adlı bir dergi, 1869)
Topuz Hıfzı, “Türk Basın Tarihi”, Remzi,
İstanbul, 2003, s,58
Birinci, Ali, 2001 a,
100-116
Birinci, Ali, 2001 a, 61
Birinci, 2001 a, 59
Sorgun, 2007,30
Temo, İbrahim, 2000,171-172
Topuz, 2003,97
Birinci, 2001 s, 87
Birinci, 2001 a, 96-97
Topuz, Hıfzı, “Türk Basın Tarihi”, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2003, s.83
Yalçm, 1976,
s.160-161
Bayar, 1997, ciltl,
s.88-89
Akşin, 1998, s.351
Topuz, 2003, s.83-93
Prens Sabahattin, 2007,44
Prens Sabahattin, 2007, s.48
Prens Sabahattin, 2007, s.44-49
Prens Sabahattin, 2007, s. 128
Prens Sabahattin, 2007,
s.284-297
Prens Sabahattin, 2007, s.289
Us, Hakla Tank, “Ahmet Mithat’ı
Anıyoruz”, İstanbul, s.94
Yalçm, Hüseyin, 1999,s. 93
Yalçm, 1999, s.96
Yahya Kemal, 1976,
s.191-192
Kuran, 1945, s.22-23
Temo, İbrahim 2000, s.59
Temo, 2000, s.72,85
Kuran, Ahmet Bedevi, “İnkılâp
Tarihimiz ve İttihat ve Terakki”, s. 120
432 |
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ
Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Diğerleri |
32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 |
Topuz, s.42 Yalçın, 2002,61 Ramsour, 2001, s.35 Us, Hakkı Tank, “Ahmet Mithat'ı
Anıyoruz”, İstanbul s.201 Temo, 2000, s.68-69 Ramsour, 2001 ,s.49-51 Sorgun, 2007, s. 19 Göçmen, 1995,s. 172 Göçmen, 1995, s.168 Karabekir, 1995, s.345,353 İttihad ve Terakki Gazetesi, 6
Ağustos 1908,1/3 Karabekir, 1995,416-417 Karabekir, 1995, s.418 Karabekir, 1995, s.419 Karabekir, 1995, s.419420 Temo, 2000, s.192-194 Temo, 2000, s. 195 Temo, 2000, s.195 Duman, 2000, s.448 Göçmen, 1995, s. 176-180 Tütengil, 1985,s.87-92 Göçmen, 1995,239 Tütengil, 1985,90. “1
Ekim 1900’de Osmanh”, 69.Sayı Tütengil, 1995, s. 180-209 İnuğur, 1993, s.298 Topuz, 2003 s. 89 Kabacah, 1999, s.81 Kabacah, 1999,s. 82 Yahya Kemal, 1976, s. 193 Hanioğlu, M.Şükrü, “Bir Siyasal
Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi”, Üçdal Neşriyat,
İstanbul, 1981, s.292 |
62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 |
Karabekir, 1995,353 Topuz, 1993, s.89 Temo, 2000, s. 168-169 Temo, 2000, s. 169 Temo, 2000, s.57-58 Temo, 2000,105-107 Temo, 2000, s. 109 Temo, 2000, s. 109 Topuz. 2003, s.121 Yalçın, 1999, s.61 |
72 Yahya Kemal, 1976, s. 175
73 Okay, 199«, s.19
74 İskit, 1939, s.129-132
75 Arslan, 2005, s34,117-143
76 Şentürk, 1991,s. 72
77 Topuz, 2003, s.84)
78 Temo, 2000, s.211-213
79 Temo, 2000, s.224
80 Topuz, 2003, s.47-50
81 Karabekir, 1995, s.330-333
82 Karabekir, 1995, s.333
84 Yalçm, 1976,s.l8
85 Topuz, 2003, s.66
87 Yalçın, s. 30
88 Yalçın, 1976, s. 161-163
89 Yalçın, 1976, s.240
90 Tanin, 25 Temmuz 1324, s.2
91 Karabekir, 1995,
s.352,396-397
92 Kabacah,1999,s.l8
93 Karabekir, 1995, s.398
94 Yalçm, 2002, s.39,42-43
95 Karabekir, 1995, s399
96 Yalçın, 1976, s.l 17
97 Yalçm, 1976, s.177-181
98 Alay, 1963, s.79
99 Atay, 1963,s.68-69
100 Yalçm, 1976,208
101 Şura-yı Ümmet 11 Safcr 1327/19
Şubat 1324
102 Şura-yı Ümmet 17 Teşrinievvel
1325/192
103 Unat 1985,184
104 Hale, 1996, s.45
105 Aydoğan. 2004,593
106 İttihad ve Terakki, 6 Ağustos
1908,1/1
107 İttihadveTerakki, 6 Ağustos
1908,1/1
108 İttihad vc Terakki, 6 Ağustos
1908,1/1
İttihad vc Terakki, 6 Ağustos
1908,1/1 İttihad ve Terakki, 6 Ağustos 1908,1 /2 İttihad vc Terakki, 6 Ağustos
1908,1 /3 İttihad ve Terakki, 6 Ağustos 1908,1/3^1 İttihad ve Terakki, 9
Ağustos 1908,2/2 İttihad ve Terakki, 9 Ağustos 1908,2/1
115 İttihad ve Terakki, 9 Ağustos
1908, 2/1
116 İttihad ve Terakki, 9 Ağustos
1908,2/2
117 7 Zilhicce 1326/18 Kanunuevvel
1324/31 Kanunuevvel 1908,84/1
118 İttihad ve Terakki, 7 Zilhicce
1326/18 Kanunuevvel 1324/31 Kanunu- evvel 1908,84/1
119 Silah, 10 Temmuz 1325,1/1
120 Arif Cemil, 1992, s. 179
121 Haşan Amca,'Doğmaya, Hürriyet
122 Topuzr2(X)3, s.89
123 Topuz, s.89-90-91
124 Dura Cihan, “Bir Dincinin
Portresi”, Akif Deniz, “Derviş Vahdeti ve 31 Mart Olayı”
SEKİZİNCİ BÖLÜM DİPNOTLAR
İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE RUMLAR
1 Mazower, Mark, “Balkanlar”, Alfa,
İstanbul, 2014, s.87
2
Milas, Herkül, “Geçmişten Bugüne
Yunanlılar, Dil, Din ve Kimlikleri”, İletişim Yayınlan, İstanbul, 2004, s.
160
3
Özbaran, Salih, “Bir Osmanh Kimliği
14.-17.Yüzyıllarda Rum/Rumi Aidiyet ve İmgeleri”, Kitap
Yayınlan, İstanbul, 2004
4
Castellan, Georges, “Balkanların
Tarihi”, Milliyet Yayınlan, İstanbul, 1993, s,38O
5
Çiçek, Hikmet, “Dr.Bahattin Şakir”, Kaynak
Yayınlan, İstanbul, 2.Baskı, 2007, s.65
6
Bali, Rıfat N-, “Musa’nın Evlatları
Cumhuriyet’in Yurttaşlan”, İletişim Yayınlan, İstanbul 2001,
s.53-82
7
Galanti, Avram, “Türkler ve
Yahudiler”, Tan Matbaası Yayını, İstanbul 1947, s.86
8
Erdal Aydoğan-İsmail Eyüboğlu (Haz.), “Bahaeddin
Şakir Bey’in Bıraktığı Vesikalara Göre İttihat ve Terakki”, Alternatif
Yayınlan, Ankara, 2004, s. 147
9
Hanioğlu, M.Şükrü, “Bir Siyasal Örgüt
Olarak Osmanh İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902”, İletişim
Yayınlan, İstanbul, 1985, s.630
10 l.ewis, Bernard, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, TTK Yayuılan,
Ankara I993,s.217
11 Milas, Herkül, s 213
12 Hanioğlu,M:Şükrü, 250,251)
13 Bayur, Yusuf Hikmet, “Türk
İnkılap Tarihi”, C.2, TTK Yayınlan, 1991, Kısım 4, s. 140
14 Benlisoy, Feti, Stefo,
”MiIiet-i Rum’dan Hellen Ulusuna (18561922)”, iletişim Yayınlan, İstanbul,
2001, s.370
15 Hüseyin Cahit, “Anasır-ı
Osmaniye”, Tanin, 17 Ağustos 1324, no:30, s. 1
16 Ahmad, Feroz, Dankwart
a.Rustow, “İkinci Meşrutiyet Döneminde Meclis, 1908-1918”, GÜNEYDOĞU
Avrupa Araştırmalan Dergisi, S.4-5,1975, s.256
17 Tanin, “Fener Patriği
Beyanatı”, 25 Nisan,! 912, No:1311, s.3
18 Kerimoğlu, Haşan Taner,
“İttihat-Terakki ve Rumlar 19081914”, Libra Yayınlan, İstanbul, 2009,
s.482
19 Kerimoğlu, 2009, s.483
20 ManselJ. “Constantinopie City
of The Worid’s Desire 14531925”, London, 1995, s.408)
SONUÇ YA DA İTTİHATÇI MİRAS DİPNOTLAR
1
Ord.Prof. Hilmi Ziya Ülken,
“Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi”, Ülken Yay., İst., 1992, S-13
2
KEMAL T AHİR, “Osmanlıhk-Bizans”, Bağlam Yay.,
Ank., 1992,
S.56
3
DOĞAN AVCIOĞLU, “Türkiye’nin
Düzeni”’, S.230
4
ŞERİF MARDİN, “Jön Türklerin Siyasi
Fikirleri”, İletişim Yay., İst., 1992, S.40
5
ŞERİF MARDİN, “Türkiye’de Din ve
Siyaset”, İletişim Yay., İst., 1992, S-34
6
TANER TİMUR, “Küreselleşme ve
Demokrasi Krizi”, İmge Yay., Ank., 1996, S.34
7
HİLMİ ZİYA ÜLKEN, a.g.e., S. 16
8
HİLMİ ZİYA ÜLKEN, “Siyasi Partiler ve
Sosyalizm”, Ülken Yay., İst., 1995, S. 159
9
ZAFER TOPRAK, “İttihat Terakki ve
Devletçilik”, Tarih Vakfi Yurt Yay., İst., 1995, S. 159
10 FAROZ AHMAD, “İttihatçılıktan Kemalizme”, Kaynak Yay.,
İst., 1996, S.162-163
11 TARIK ZAFER TUNAYA, “Siyasi Partiler”, S.202
12 EJ.ZÜRCHER, “Milli”, S. 150
13 ŞERİF MARDİN, “Bediüzaman Said Nursi Olayı”, İletişim Yay.,
İst., 1992, S. 153
14 İŞTAR B, TARHANLI, “Müslüman Toplum Laik Devlet”, Afa Yay., İsL,
1(X)3,S,17
15 ETTİENNE COPEAUX, “Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine”,
Tarih Vakfi Yurt Yay., İsL, S.308-309
16 STEFANOS YERASİMOS, “Miliiyetler-Sınıriar”, İletişim Yay.,
İst., 1994, S.29-30
17 Kemal, Namık, “İstikbal”, İbret, 13
Haziran 1872, sayı 1, Özon, “Mustafa Nihat, Namık Kemal ve İbret Gazetesi
İçinde”, Yapı Kredi yayınlan, İstanbul 1997, s.50
18 “16 Ramazan 1295 Tarihli
Mektup”, TTK Arşivinde Bulunmaktadır, bkz. Fevziye, Abdullah Temel,
“Arap Harflerinin Islahı ve De- ğiştirilınesi Hakkında İlk Teşebbüsler ve
Neticeleri (1861-1884)”, Türk Tarih Kurumu, Belleten, c.XVH,
sayı.65-68,1953, s.246
19 106.Ayet Kur’an Kerim (Diyanet
Meali)
20 Nahl/106. ayet, Kuran’-ı Kerim,
Diyanet Meali
21 Bir arada, Onay Sözer Armağanı,
haz. Sanem Yazıcıoğlu. Makale; “Kişisi Olmayan Kimlik”, Giorgio
Agamben, İş Bankası Yayınlan, İstanbul, 2013, s.3
22 “Cari Schmitt’in Politik
Felsefesi, Modern Devletin Savunusu
11
Public Office Record, Foreing Office Londra, 371 /5170,8940, lOjune 1920
21 Yusuf, Hikmet
Bayur, “Türk İnkılabı Tarihi”, c.3, Ankara 1983,
s.318
29
Carbonaria (İtalyanca carbonaro "kömürcü", çoğul carbonari 2), 19.
yüzyıl başlarında İtalya’da liberal ve yurtsever düşünceleri savunan gizli
örgüt 1815'te Napoleon’a karşı zafer kazanan müttefiklerin İtalya’da baskı
yoluyla kurduktan tutucu rejimlere karşı gelişen muhalefetin başlıca kaynağı
Carbonaria olmuştur. 1807 ile 1812 arasında kurulduğu sanılan Carbonaria’nın
nasıl kurulduğu, kökeni, hatta izlediği siyasi program bile tam olarak bilinmemektedir.
30
Rivayet edilir ki Yusuf Akçura Ateist olduğu için
Kuran’a el basmamış ve dini üzerine yemin etmemiştir. Osmanlılığa ve Kur’an’a
inanmadığını, böyle bayat ve halk ağzına yakışan ifâdeler uğruna canmı feda
edemeyeceğini beyan etmiş bu sözler üzerine cemiyet merkezinden kapı dışan
edilmişti. Olaydan sonra cemiyetin hışmına ve takibine uğrayan Yusuf Akçura, yaşananları
bilen İttihatçılar tarafindan Osmanlılığa ve İslamlığa muhalif olduğu için
değil, canım feda etmekten korktuğu için yemin etmemekle suçlanmıştı
[1] Collingwood, R.G., “Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler", s. 14, 2001, İstanbul
[2] Carr, E. Hallet, “Tarih Nedir?”, S.66
" Bu siyaset birkaç asır
evvel de, Osmanlı hiikiimeti tarafından takip olunmuştu. Yıldırım Bayezid,
Fatih Mehmet ve Sokullu Mehmet bu fikre himmet etmişlerdir. Birinci Selim’in
ise, hemen her hareketinde İslam alemini birleştirmek arzusu görülür, lâkin o
zamanlar bu makalenin zemininden hariçtir.
Maksadım yanlış anlaşılmasın:
Muhtelif unsurlar arasındaki düşmanlığın Avrupa ile Osmanlı Devleti arasındaki
çekişmelerin muhtelif sebepleri vardır, yukanda söylenen sebep, söz konusu
muhtelif sebeplerden yalnız birini teşkil eder.
[6] Y anılnuyorsam, Türk tarihinin
ikinci cildinin neşr olunmasına hükümet müsaade etmedi.
[7] Gayrimüslim Türkler pek az
olduğundan bu son mahzur elrenımiyetsizdir.
[8] Zoya Köyü (Rusya) 15 Mart 1904 AKÇURAOĞLU
YUSUF, “Makamı Celil-i Hilafet Türk”, 18 Kanunuevvel 1319(1903)
[9] Küçük Mecmua, sayı 1, sah. 7,5,
Haziran 1338(1922)
[12] Türküne, “İslamcılığın Doğuşu”, s.211
[13] Kemal Karpat, a.g.e.
[14] Karpat, 2001,
s.71-73
[15] Şerif Mardin, “Türk Modernleşmesi”, İstanbul 1997, s.91-96
[16] Türküne. a.g.e„
s.246
’8 M. Şükrü, Hanioğlu,
“Bir Siyasal Düşünür olarak Doktor Abdullah Cevdet ve
Dönemi”, İstanbul, s. 154
[18] Henri Pirenne, “Hz. Muhammed ve chariemagne”, Ankara, 1984, s. 184
[19] Henri Pirenne, ıgc, s.3619
[20] Jacob M. I-andan, “The Polrtics of Pan-Islam Idcokıgy and
Organiza-tion”, (Mord
1990,s.96
[22] Stanford j. shaw-E.K.Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye
Tarihi”, c-2,
İstanbul 1996, s.3 12
[23] Ccnde-i ilmiye. Sene l,sy.7,
s.434 vd; Servct-i Fünun 13 Kasım 1914
[25] Metin Hülagü, a.g.e-s.238
[26] 1934 Trakya Olayian, Varlık
Vergisi, 6.7 Eylül olaylar vb.
[31] Yeminin orijinali şöyledir,
“Dinim, vicdanım, namusum üzerine yemin ederim ki esas maksadı, İslamiyet’in
tealisine ve Osmanlılann ittihat ve terakkisine çalışmaktan ibaret olan bu
cemiyetin dâhili olduğum şu geceden itibaren her türlü usul ve kavaidinc
taibik-i banketle beraber hiçbir sırrını hariçten hiçbir kimseye hatta efrad-ı
cemiyetten mezun olduklarımdan gaynsına katiyen faş etmeyeceğim. Yemin ederim
ki millete hukuk-u hürriyetini bahşeden Kanun-u Esasi’nin tamamı tatbik ve
dam-ı mer'iyetini maksat bilen cemiyetin kararlarını ve uhdeme tevdi edilecek
olan vezaifini tamamen ifâda tereddüt eylemeyeceğim. Hükümet-i haziranın
pençe-i zulmüne düşerek taht-ı tevkife alındığım halde dahi yine namusum
üzerine yemin erdim ki etlerimi kemiklerimden ayıracak bir işkenceye çarpılacak
olsam bile cemiyetin esrarını ve efiaddan hiçbirinin ismini haber vermeyeceğim.
Cemiyet efiadından biri duçar-ı felaket olduğu takdirde kendisine ve ailesine
vusum yettiği kadar nakden ve bedenen muavenette kusur etmeyeceğim. Şayet bunca
taahhüdat-ı namuskaraneyc rağmen hıyanet edecek olursam alçaklık edenlere
nerede bulunursa bulunsun takibe memur edilen zabıta-i cemiyetin icra edeceği
idam cezasına karşı şimdiden karamı helal ederim Vallahi ve Billahi”