Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Benzersiz Mevlâna... I. M. Panayotopulos


Yunanca Aslından Çeviren

Kriton Dinçmen

Felsefe dizisi: 05

ARION YAYINEVİ

Nisan 2000 (1. Basım - İstanbul)

Şubat - 2003 (2. Basım - İstanbul)

İçindekiler

Mevlâna’nın Öyküsünü Bana Yazdıran Nedenler  11

Uzaklarda, Bir Belde   13

Bahaeddin Veled’in Kimliği ve Macerası 17

Sessizliğin İçinde Bir Söylence Belde: Nişabur 24

Bahaeddin Veled ve Bağdat Halifesi 28

Bu Arada Güzel Belh’te Süregelen Acılar  33

Beldeden Beldeye... Bir Kadına Kadar 36

Eğitim ve Düşünceyle Dolu Yedi Yıl  44

Buralara Bir Parantezin Konması Gerek  52

Bilinmeyen Uzak Yollardan, Hiç Beklenmedik Bir Anda Timotheos Çıkagelir  55

Aklın Susuzluğu Konusunda Bir İki Kelime 64

Yedi... O Kutsal Sayı Tamamlanıyor 66

Konya’ya Varıncaya Kadar 76

Yazgının Beldesi    84

Bahaeddin Veled, Muhammed’in Cennetine Gider 90

Çağının Adamı 93

Mevlâna’nın O Çok Yönlü Varoluşu  100

Alâeddin ile Konuşmalar  104

Alâeddin’in Yüceliğinin Öyküsü 110

Mevlâna’nın Bunalımı Yeniden Başlar  114

Alâeddin’in Sonu  119

Mevlâna Her Geçen Gün Daha da Artan Bir Güçle Kendi İç Dünyasını Gözlüyor 122

Mevlâna Her Geçen Gün Daha Büyük Bir Güçle Çevresine Bakıyor  133

Kimya Hakkında da Bir Şeyler Söylememiz Gerek İleride, Bunlara Gereksinimimiz Olacak 142

Bizans Parantezi    148

Önemli Bir Kişi Konya’ya Geliyor  156

Bin İki Yüz Kırk Dört’ün Otuz Kasımı  161

“Eğitilmekte Olan Büyücü” İlerliyor  166

Kimya, Tutkuya Kurban Ediliyor  171

Dünyanın Bütün Yolları Şems’e Açılıyor  174

Mevlâna... Aşk Şairi 1 78

Miladi Bin İki Yüz Yetmiş Üç 184

İnsanlık’a yol gösteren ender kişiler arasında ilk sıralarda yer alan M evlâna, hakkında bir yazı yazılabilmesinin öneminin ve dolayısıyla, böyle bir yazının, yazarına yüklemekte olduğu ağır sorumluluğun idrakindeyim.

Ve, benim gibi sade bir çevirmenin, özel bir Mevlâna eğitiminden yoksun bir kimsenin, böyle bir girişimde bulunmaması gerektiğini de biliyorum, hatta, bu hususta yazılmış ve elinizdeki kitap ayarında bir “masal”ı çevirmeye kalkışmanın güçlüğünü de biliyorum.

Ne var kı, çeviriyi bitirmiş olduğum şu anda içimi saran o olağanüstü coşku, insan olma bilincinin fırtınası bendekı tüm tereddüt ve tutuklukları silip atıyor ve beni yazmaya zorluyor...

Mevlâna’yı okumak, Mevlâna’yı bilmek, yaşamının ilk yıllarından ölümüne kadar devam eden süreçteki o kutsal tereddüt, kuşku ve anlama-öğrenme-bilme üçgeninden geçtikten sonra varılan uygulamanın baştan çıkarıcı kasırgasını duymak... İşte tüm bu öğeler, insana, insan olmanın anlamı yanında İnsan olmanın gururunu da vermektedirler.

Mevlâna bir kişiye, bir müride, bir mümine, bir kitleye, bir ırka, bir dine... herhangi bir (bir)e hitap etmiyor... Mevlâna (tüm)e, (bütün)e hitap ediyor... insan olan (herkes)e... Din, ırk, sınır kavramının dışında... her İnsan’a, tüm İnsanlık’a hitap ediyor...

Ve, bunu yaparken de, temel öğe olarak sevgiyi kullanıyor. Bir taşı sevmekten bir ağacı, bir köpeği, heıhangi bir hayvanı,

esen rüzgârı, bir düşünceyi, bir hayali, bir coşkuyu, bir kuşku ve korkuyu, bir emel ve beklentiyi, bir hüzün ve yıkımı, boşluğu, akıp giden bir dereyi, bir gülümsemeyi veya gözyaşını, bir çocuğu, bir kadını veya bir erkeği, bir uçurumu, göğe doğru yükselen bir yakarışı, bir hiddeti, işkence gören ile işkenceciyi, Tanrıyı, Tanrı’ya sığınmayı, gerçeği, sevgiliyi... İnsan’ı sevmek...

Ve, Mevlâna, tek bir şeyden nefret ediyor: İnsanları ayıran, insanlık kavramını parçalayan her şeyden...

Ve, hatta, Mevlâna daha da ileriye gidiyor. Sathi bir bakışla şu veya bu insan grubuna, şu veya bu insan inancına ait oldukları kabul edilerek bugünkü yaşamda (benim), (bizim) kavramlarıyla İnsanları birbirinden ayıran müessese ve dogmaları da harmanlaştırarak, onların temellerinde mevcut aynılıkları buluyor ve bu “değişik ve farklı” kaynaklardan İnsanlık’ın bütünlüğünü oluşturan temel inanc’ı ortaya çıkarıyor.

·  13.    asrın ortalarında, Horasan’ın dağları ile bozkırlarından kalkıp Konya’ya gelen Doğulu bir düşünür, o zamana kadar değişik kültür ve coğrafyalardan gelen bilgileri olağanüstü seziş ve duyuşunun perspektifi altında kullanarak asırlar sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diye bildiğimiz felsefi sistemlerin temellerini atıyor... Spinoza’ya, Goethe’ye, Novalis’e, Kierkega-ard’a, Nietzsche’ye, Dostoyevsky’ye, Gabriel Marcel’e, Rilke’ye yollarını açıyor. Diyebiliriz ki, tüm felsefi sistemlerin en insan-cası olan Varoluşçuluk’un -Heraklitos’tan sonra- ilk ve gerçek temsilcisi, bin iki yüz ortalarının Anadolusu’ndaki Mevlâna’dır,

Mevlâna’yı, kanaatimce, “hoşgörülü” olarak kabul etmek doğru olmaz. Mevlâna, hoşgörülü değildir. Zira, (hoşgörü)de, daima, bir (sen benden farklısın... sen benden ayrısın... ama, ben gene senin bu farklılığını hoş görüyorum, sen’deki farklılığa katlanıyorum=farklılığı tolere ediyorum-tolerans; ben, senden üstünüm... sen, benden aşağısın... ama, ben gene seni hoşgörü-yor, sana katlanıyor, tolere ediyorum), temeli mevcuttur.

Ancak, Mevlâna felsefesinde böyle bir şey hiç yok! Mevlâna sevgili O’nu ve O’ndan hareket ederek bizleri, herkes’i, insanların tümü’nü sever; ve ben’i herkes ile özdeşleştirerek, sonunda ben’i herkes’e dönüştürür... ben, herkes haline gelir.

Aşağıda, Mevlâna’nın kendisine ait bazı satırları aktarmak istiyorum:                                      -

“Benimle senin aranda ne Ben ne de Sen vardır.”

“O, ne yukarılarda ne de aşağılarda, ne içimizde ne de dışımızda bulunur. O, iyiliğin ve de kötülüğün ötesindedir. O, ne imansızlığın ne de imanın bulunduğu bir yerde; bir yerin dahi bulunmadığı bir yerdedir.

Dünyada Sen’den başka hiçbir şey yoktur... Kendin’den başka hiçbir şey arama... bulmaya çalıştığın da, Sen’dir.”

Burada, apaçık görülüyor ki, ne hoşgörü ne de tolerans diye tarif ve kabul edilebilecek bir şey yoktur. Böylesine sınırlı kavramların çok ötesinde, tüm varoluşun tekliği mevcuttur.

Asrımızın başında, Gabriel Marcel’in “sen, ben’in karşısında oturan ben ’dir” şeklindeki motto’yu ortaya koymasından sekiz yüz yıl kadar önce, Mevlâna, “benimle senin aranda ne ben ne de sen vardır” demiştir.

İşte Mevlâna, büyük Mevlâna, kutsal Mevlâna, benzersiz Mevlâna... İNSAN MEVLÂNA...

Dr. Kriton Dinçmen

27 Mart 1999

Mevlâna’nın Öyküsünü

Bana Yazdıran Nedenler

Mevlâna Celâleddin-i Rumf... Adı bu! “Efendi” anlamına gelir Mevlâna sözcüğü. “Rumf’nin de Rum kültürünü benimsemiş kimse anlamına geldiğini tahmin edersiniz. Eskilerde, bazı yazılarda ona rastlamış olduğumu hatırlar gibi oluyorum. On üçüncü asrın adamı. Bir yerlerde onu duymuş, ona dokunmuştum... ama, hemen unutmuştum.

Geçen yaz, bir Anadolu, gezisine çıkmak üzere İstanbul’da idim. Bir arkadaşla konuşuyordum. Arkadaşım ikaz etmişti,

·  - Konya’da özellikle Mevlâna’ya dikkat et.

Adı, bir kez daha içime girdi; ancak, yankı bırakmadı. Sadece, bazı eski yazılarda ona rastlamış olduğumu hatırladım.

Konya’ya gittim. Mezarını, müzesini gördüm. Her şey görkemli bir ışık içinde parlıyordu. Şiire ve de bilgeliğe adanmış bir anıt. Bir süre sonra yeniden İstanbul’da idim. Arkadaşım beni belgelerle bekliyordu: Mevlâna’nın yaşamına ve eserine dair çalışmalar, şiirlerinden çeviriler. Bu suretle pek çok şey öğrenmiş oldum. Goethe’nin ona nasıl hayran olduğunu, Maurice Bar-res’nin onu ne kadar sevmiş olduğunu öğrendim.

Mevlâna, insanı ara bir yerde bırakmaz: ya seni ilgisiz bırakır, ya da esir alır. Beni esir aldı. Ne kadar bir süre için mi? Bunu bilmiyorum. Kendisi, baştan çıkarıcı bir güzelliğin timsalidir. Benim en saklı beklentilerime uymaya gelen bir kimsedir; ama, tüm benliğimi kaplamaya değil... Varmış olduğu sonuçlar, benim sonuçlarım değil; belki de, sırf, dolu dizgin giden bir rüyada sonuçlar olamayacağı için...

İstanbul’daki arkadaş, bir akşam beni evine davet etti. Etrafın gizemli arzularla dolu olduğu sıcak bir Boğaziçi gecesinin geç bir saati idi. Öyle bazı beldeler var ki, onlar uyumakta olan güzel kadınlara benzer... nefesleri gül kokar. Arkadaşın evi kale duvarlı, yüksek tavanlı kocaman salonları olan eski taş bir binadır. Akıp gitmekte olan yüzyıllara tepeden bakan bir bina... O salonlardan Anadolu zenginliği ile bezenmiş bir Avrupa’nın gelip geçmiş olduğunu hissedersiniz. Alçak ışıklar, eski duvar resimleri, fotoğraflar, biblolar, abanoz ve fildişi, yıllanmış altın ile cam ve de görgü ve görenek mutlak bir sükûnete dönüşmüş, etrafınızı sarmakta. Ve de, bol kitap, içeriklerine mi, kâğıda mı, basıma mı, süslemelerine mi, yoksa ciltlerine mi hayran kalacağınızı bilemediğiniz kitaplar. Bulunmayan kitaplar... Anadolu gezginleri, Anadolu şair ve tarihçileri, Avrupa şair ve yazarları... Orada da aslı ve de çevirisi ile Mevlâna... Ona daldık ve okuduk. Etrafımızı düşsel bir rayihanın sarmakta ve içimizde bir aşkın doğmakta olduğunu... huzursuz ruhun sakinleştiğini hissettik. Nihayet bunca fırtınadan sonra, Mevlâna mutlak bir huzur olmuştu. Bir yerlerde durmuş bitmiş olan uçsuz bucaksız bir duygusallığın, bir beklentinin ve de vecdin adımları... Ben zaten hiçbir yerde bitmemiştim... ve Mevlâna’yı sevdim.

Atina’ya döndüm; yaz mevsimi alev alev yanan dallardan oluşan kor bir anı gibi geçti, “Anadolu Beldeleri”ni yazdım. Orada da, kendisine ayrılmış bir Mevlâna bölümü koydum. Ne var ki, kendimi borcumu ödemiş hissetmedim. Böylece bu kitabı düşündüm. Başından sonuna kadar Mevlâna... kendi memleketinde ve kendi zamanında... Anadolu’nun Avrupa’ya öğretmiş olduklarından biri gibi. Ama, tamamen de onlar gibi olmayan; yazıldığı anın duygu düzeni ve düzeyine uygun olan geriye dönmeleri, atıfları, açıklamaları ile bir masal... öyle bir yazı düzeni ki, içinde beklenmeyene de yer ayırtmış olsun. Zira, beklenmeyen olmasa idi yaşamın ne tadı olabilirdi ki?..

Uzaklarda Bir Belde...

Uzaklarda, Hazar denizinin oralarında, adı Horasan olan bir belde var. Yükseklerde bir yerdir orası... denizden bin metre kadar yukarı çıkman gerek; ve de etrafını, daha yüksek tepeler çevreler. Uçsuz bucaksız bozkırlar, derin uçurumlar, yeşil vadiler... sular pek bol değilse de, yazları etrafı serinletirler... kışlar ise, insanın yüreğini rüzgâra kapılmış yaprak misali titreten cinsten ağır geçer. Bu yerin solunda İran’ın en büyük şehri Tahran, sağında ise Afganistan vardır; başının üstünde Rus bozkırları; ayaklarında ise Ankara’nın yakınlarındakine, Anadolu’nun yüreğindekine benzer kupkuru ve tuzlu kocaman kırlar uzanır gider.

Binlerce yıldır ki, Horasanlılar bir kent kurup yerleşeme-mişlerdi. Ovadan ovaya, vadiden vadiye, bugün burada yarın başka bir yerde koyunlarının ve de atlarının peşinde, aileleriyle çadırlarda hayatlarını geçiriyorlardı. Bütün kaygıları mal, güç, sudan oluşan, savaş ve talan insanları idiler. Geçtikleri her yeri huzursuzluğa boğarak yakıp yıkıyorlardı. Bazen de, bir kabile güçlenip diğerlerini ortadan kaldırmaya uğraştıkça, yenilenler dehşet içinde ya çevredeki tepelere tırmanmaya çalışıyor, ya da kuru dere yataklarından uçurumlara yuvarlanan çakıllar gibi derin vadilere kaçışarak daha uygun ve güvenli yerler bulmaya çalışıyorlardı. Halk saf ve basitti. Avı, aşkı ve savaşı seviyordu; yiyecek ile kendine ait olacak bir kadını bulmaktan ve de etrafındakilere karşı gücünü artırmaktan başka bir kaygısı yoktu. Elinde güç oldu mu, her şey senin hakkın ve malın olarak kabul ediliyordu o yörede. .

Bugün dahi, aradan binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen, değişen fazla bir şey yok. Halk daima güçlünün yanındadır. İnsanın tek kaygısı, serveti ve gücünü arttırmaktan başka bir şey değildir. Erkek kadını arzular, kadın da erkeği. Ve, insanın şerefi, gücü ve de saygı görmeyi elde edebilmesi için yapmayacağı bir şey yoktur. Ancak, aradan geçen bu uzun sürede, insan, arzu ve eylemlerinin yutulabilir hale gelmesi için bazı güzel baharatı keşfetmiş bulunuyor: çıplak çirkinliğini örtmeye hazır felsefeyi, güzelleştirmeye hazır şiiri, onu daha da adileştirirken haklılaştır-maya hazır politikayı ...

İşte, böylece, Horasan’daki o eski insanlar bölük bölük geçip gidiyor, yollarda rastladıkları ovalar ile vadilerde çadırlarını kurarak, bir süre için, bir su başına veya bir koruluğa konuyorlardı; bozkır gecesi etrafı sardığında da, gözlerini yıldızlara dikip geleceklerini anlamaya çalışıyorlardı.

Ve, yıllar yılları kovalarken, kervanlar güçlenip geçerken de, bu sonu gelmez göçebelikten bıkıp bir yerlerde yerleşerek çocuklarını yetiştirmek isteyen yorgun ve inatçıları arkalarında bırakarak, onların derme çatma kulübelerinde kalıp, toprağın ekilmesi ve de ekinin biçilmesi işini gerçekleştirmelerini sağlıyorlardı.

Böylece, o küçük kulübe topluluklarından ilk yerleşim merkezleri ortaya çıkmış oldu... O küçük yerleşim merkezlerinden daha büyükleri ve daha da büyükleri oluştu. Ve, kavimler birbirini takip etmeye başladı. Kavimler büyüyüp çoğalırken de insanlar, sürüleri ve de çadırları artarak, güneş altında sürekli yer değiştirmekten bıkıp bir yerlerde yerleşmeye, kurumlaşmaya, başkanlarını seçip kendilerinden güçlü olanlara baş eğmeye başlamışlardı. Sonuçta da, savaş ve talan insanlarından yerleşik düzen insan toplulukları oluştu. Zanaat öğrendiler, mal alıp satmayı öğrendiler, dükkânlar açtılar, işyeri açtılar, güvenlikleri için çevrelerinde kaleler yükselttiler, hapishaneler kurdular. Meslekler gelişti, yazı ortaya çıktı ve onunla birlikte bilgi ve de görgü

arttı. Bu suretle, insanların davranışları yumuşadı... Kaba güç geriledi... ahlak kavramı gelişti.

İşte, o çok eski yıllarda Horasan’da durum böyle idi. Tıpkı, dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi. Ne daha iyi, ne de daha kötü; sonraları, çok sonraları da mutlu bir belde oldu. Ovaları çiçek doldu, meraları zenginleşti, hayvan sürüleri arttı. Buğdayı, pamuğu, afyonu ektiler: vücutlarını beslemeleri, kışın dondurucu soğuğundan korunmaları, uyurken güzel rüya görmeleri için. Şehirler gelişti... Belh, Meşkent... dünyanın en değerlisi olan İran safirinin memleketi Nişabur... Gök gibi, dalgasız deniz gibi, kuzeyli sevgilinin gözleri gibi masmavi ve tertemiz...

O sıralarda, sabırlı adımları ile develerin arşınlamakta olduğu ateşli çöllerden... Mekke’den Tanrı’nın Çağrısı da geldi. Peygamber insanların yedinci kat göğe ulaşmaları için, günde beş kez abdest alıp dua etmeleri için camilerde toplanmalarını emrediyordu. Şarap içmemelerini ve de domuz etine ellerini sürmemelerini, yazgıya inanıp ölümden korkmamalarını, inanmayanlarla savaşmalarını, ve de, kendisinin de tatmış olduğu gibi kadından şan ve saygı ile tat almalarını.

Farklı olduğu kadar istekleri de gerçek yaşama yakın bir peygamberdi. Çağrısına karşı herhangi bir fikir yürütmeye ferasetleri olmadan inandılar. Bu suretle, düşünerek karar vermekten kurtuldukları gibi yok olma korkusundan da kurtulmuş oluyorlardı. Kendileri için, artık, ölüm korkulu bir rüya olmaktan çıkmıştı; hatta, kurtuluşa giden yolun kapısını açmaktaydı.

Her insan kurtulabilirdi. Cennet büyüleyici bir çiçek bahçesidir... sepserin ve tertemiz sular, bol yapraklı ağaçların gölgesinde şarkı söylerken, el değmemiş kızlar gelenleri beklemekteler; gözleri siyah ve utangaç, derileri devekuşu yumurtası rengindedir. Komşuya müşfik, yenilmiş düşmanına hoşgörülü, zavallıya rahim ol!.. Haksızlık yapma, dul ve yetim hakkını koru, dilenene yardım et! İşte, o zaman cennet şenindir.

Kuran, İran’ın dağlarını, gül bahçelerini, meralarını aşıp Horasan’a vardı: “Bu Kitap’ta kuşkuya mahal yoktur. Allah’tan korkanların budur mürşidi. Onlara ihsan etmiş olduğumuz lütuf-ları paylaşanların, dua edenlerin ve de inananların mürşidi.” İslam, Horasan’da yeni bir çığır açtı. Gelen yalnızca İslamiyet değildi; Arap uygarlığı da kendisine eşlik etmekteydi. Takip eden yüzyıllar büyük ilerlemeler ile yücelmelerin zamanı oldu. Halıları, seramik eserleri, oyaları, Horasan’ın değerli taşlar ile bezenmiş kılıçları her yerde aranılır olmuşlardı. Göçebeler memleketi Orta Asya’nın en önemli kültür merkezi haline gelmiş oldu.

Bu, bir masal değildir. Gerçeğin tâ kendisidir.

Bahaeddin Veled’in Kimliği ve Macerası

İslam bilgeliği Horasan ve çevrelerinde derin köklerini salmıştı. O zamanın halkı söylencelere bugünkünden daha çok, daha fazla düşkündü. Doğu, dinlemeyi çok sever; terliklerini ayağına geçirip bağdaş kurmayı ve de dinlemeyi... tespihini çekip dinlemeyi... saatlerce... uykulu gözlerle... Dingin ve de yazgıya boyun eğen Doğu...

Bilgeler, gece gündüz, yazılara... o mavili ve de yeşil altınlı ve kırmızılı süslemelerle bezenmiş o büyük Kitap’a dalıp, surelerin içinde kendilerini bulmaya çalışıyorlardı. Kitap, şüphelere yer vermeyecek kadar açık ve kesindir.

Muhammed, zeki olduğu kadar öğrenme tutkusu içindedir de... Sonu gelmez yolculuklardan sonra Arabistan çöllerine geri dönen arkadaşlarından, Tanrı’nın yüceliğinden söz edildiğini duymuştur... İnsan ruhunu şad eden pırıl pırıl göllerle sakin nehirlerin ve koruların süslemekte olduğu ve de denizle kucaklaşan Filistin denilen bir beldeden de söz edildiğini duymuştur. Ve, en önemlisi, sırf kelâmın gücü ile basit ve sakin insanların koca ırklara ve memleketlere hâkim olduklarını da duymuştur... Peygamberlerden de söz edilmiş olduğu gibi... Bir de, önemli bir hususu anlamıştır: Her insanın yaşam denen bu tuhaf ve kısa macerada nelerin yapılması gerektiğini anlayıp öğrenmeyi istediğini.

Kendisi de, herkese, neler yapmaları gerektiğini söyleme kararını aldı. Bu kararı alırken, içinde dinsel bazı kıpırdamalar hissetti...

Yakıcı güneşin, vücutları ile ruhlarını ve de akıllarını esmerleştirdiği insanların tutkulu vecdi ve de etraflarına ürkü

salan kendinden geçişleri... Tanrısal bir hazla alev alev yanan insanlar... içlerini kazıyıp dalıyor ve Tanrı’yı buluyorlardı... Katı ve emredici bir sessizlik içindeki Yahudilerin öç alıcı Tanrısını, Hıristiyanların sevgi ve şefkat dolu o alçakgönüllü Tanrısını...

Ve, O da kendi içine dalıp Tanrıyı yeniden buldu. Ve de Tanrı’nın Resul’ü... Çocukluğundan beri sıklıkla vecd haline geliyor, o sıralarda etrafında meleklerin kanat çırpmalarını duyuyordu. Sayıklıyor, ve ateşi ilahi bir hazza dönüşüyordu. O vecdler kendi gücünün ifadeleri idi. İşte bu haz dolu vecd halinden Resul’ün kelâmı ve de insanın kılıcı olan bir Kitap doğdu. Ve, ellerinde o Kitap ve kılıç, dünyayı elde etmek için Arabistan çöllerinden kalkan ırklar dört bir yana yayıldılar... öylesine bir güç vardı o Kitap’ın içinde. Ve bilgeler, Kitap’ın surelerine dalarak onlardan hiçbir kuvvetin baş edemeyeceği “mistik” bir dini oluşturmaya başladılar.

Mistik bir kimse, bir hayal dünyasında hayaller içinde yaşar; kavramanın ve anlamanın ötesinde bulunan o kimse, kendi öz dünyasında yaşar. Ve, o hayal dünyasının da kendine özgü olağanüstü güzelliği, çekiciliği ve gizemi vardır; gerçek olanlar ile olmayanların harmanlaşıp şekillendirildikleri o gizemli temas halinde metafizik öğe şiire dönüşür, söz kendi maddi varlığından uzaklaşarak ifade etmekte olduğu anlamından ayrılıp bağlarından sıyrılır ve huzursuz ruhu kendine esir eder. Böylece dinsel yaşam, insanı bilinmeze doğru sürükleyen yolun kapısı haline gelerek çıkmazları ortadan kaldırır... ve, sonuçta, bağnazlık durumuna dönüşerek kişisel bir sorun halini alır.

İşte böyle, on ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Horasan kendi mistik devrini yaşamış oldu. Ulemalar müminleri cami ve medreselerde toplayarak onlara, Doğu’ya has o melodik ses içinde Kuran’ı okumaktaydılar. Okuyarak onu irdeliyor, açıklıyor ve de gerekenleri vurguluyorlardı. Ve kelâm, olgunlaşmış meyve misali, tüm ağırlığı ile düşüyor, vecd tutkuya dönüşüyordu.

Bu ulemalar arasında, çok geçmeden, Bahaeddin Veled sivrilip kendini gösterdi. Asil bir aile ile bilge babadan gelme upuzun sakallı, canlı ve tatlı gözlü, sevgi ve şefkat dolu, güzel yapılı ve alçakgönüllü bir erkek idi.

Ama, önce, Bahaeddin Veled’in dünyaya geliş öyküsünü anlatmamız gerek. O yıllarda Horasan’da Alâeddin namında “büyük bir kral”, yani saygı ve korkuyu aynı anda etrafına salan bir kral hüküm sürüyordu. Komşuları ile savaşta olmayıp kılıç kuşanmadığı zamanlarda, çepeçevre duvar ve kulelerle güçlendirilmiş ve güzel şeylerle bezenmiş sarayında askerleri, karıları ve de kitapları arasında zamanını geçiriyordu. Kralların şiiri sevdikleri günlerdi onlar... Alâeddin’in de sözle tarif edilemeyecek güzellikte bir kızı vardı. Doğu’nun o büyüleyici masallarında hep çok güzel olur kralların kızları; ama, Alâeddin’in kızı, onların tümünün en güzeliydi... Doğu’nun gerçek Afrodit’i... Fağfurf bir fanusta özenle yetiştirilmiş bir sabah yıldızı kadar tatlı... Ve, evlenecek yaşa geldiğinde de, babası kral Alâeddin derin kaygılara düşmüştü. Çünkü, o güzel kızın yatağına uzanacak bir erkek bulunamıyordu koca beldede... Zavallı baba gözlerini dört açıp araştırıyor, ama, ne saraydakiler arasında ne de çevredeki asil ailelerin çocukları arasında o güzel prensese eş olabilecek kimseyi bulamıyordu. Saraydaki müşavirlerini çağırıyor ve onların da görüş ve kanaatlerini alıyor ise de, bir türlü karara varamı-yordu. Tâ ki, bir gün veziri gelip yeni bir haberi kendisine ulaştır ıncaya kadar.

·  -    Ulu kralım! Senin de, kuşkusuz, duymuş olduğun bir söz vardır: “krallar halkları idare etse de, kralları idare edenler bilgelerdir” diye...

Alâeddin başını eğip düşünmüş; sonra da, vezirine sormuş:

·  -    Nerededir o bilge kişi?

·  -    Senin başkentinde... Belh’te... Celâleddin-i Hüseyin Ha-tibfdir adı. ■ ■

Celâleddin-i Hüseyin Hatibf otuz yaşlarında olmasına rağmen, derin bilgilerle dolu bir âlim idi. Soyu, İslamiyetin Horasan’a yayıldığı yıllarda o uğurda şan ve şerefle savaşmıştı. Evet, savaşçı bir soydan geliyordu... ama, ecdadı savaşçı oldukları kadar bilgiye ve ruhsal eğitime de saygılı idiler. Bu suretle, Celâleddin-i Hüseyin, bol dallı ağaçtaki olgun meyve misali, gelip soyunun şerefine yeni şerefler katmıştı; yıllar boyunca kitaplarda ve de sözsel iletişimde birikmiş olan ne varsa, tümünü aklına nakşetmişti. Sınır tanımaz bilgeliği, acundaki bilginin tümünü kapsıyordu. Halk, onun ağzından dökülen, hayat veren bilgiyi kana kana içiyor, üç kıtanın bilgeleri de huşu içinde önünde eğiliyorlardı. Yaptığı her şey bir örneği, bir kanunu oluşturuyordu. Pırıl pırıl ruhunu en ufak bir yanlış dahi gölgelememişti. Kusursuz bir uyum içinde Peygamberini, Arabistan’ın o kutsal şerefini takip ediyordu. Ancak, tek bir noktada henüz ona benzememişti sürekli dersleri ve konuşmaları sayesinde oluşturmuş olduğu çevresinin içine kendi öz ailesini de katabilmesi için bir kadınla evlenip onu tohumlatma ve ekme kararını henüz almamıştı.

Ama, bir gece, rüyasında ulu Peygamber gelip emrini kendisine ulaştırdı:

·  -    Horasan kralının kızıyla evlen!

Ve o aynı gecede, ulu Peygamber kralın kızının ve de kralın ve vezirin rüyalarına girip şimşekler çaktırarak emrini ulaştırdı:

·  -    Prensesi, karısı olarak Hüseyin Hatibfye vereceksiniz! Çünkü biz onu kendisine seçtik... Ve de, şu andan itibaren ona aittir.

Böylece bu mesele de halledilmiş oldu. Senelerdir ki Belh böylesine görkemli şölenlere tanık olmamıştı. Ordu, halk, saray erkânı ve de çevredeki yörelerden gelen sayısız yabancı gönüllerince eğlendiler. Işık oyunları, çiçekler, müzik... ve de, camilerde dua ve ilahiler... müezzin ve duahanların en güzel seslileri, o güzel beldeye böylesine bir neşeyi lütfetmiş olması nedeniyle yedi katlı gökteki Yaradan’a dua ve ilahilerin en güzellerini sunmuşlardı...

Ve, dokuz aylık süre dolar dolmaz da Bahaeddin Veled dünyaya geldi; ama, daha henüz iki yaşına basmıştı ki babasını kaybetti. Bazıları ona hemen saygı duydular; bazıları da çakmak çakmak gözleri ile karşılaşır karşılaşmaz ondaki ilahi gücü hemen anladılar. O, Hüseyin Hatibinin oğluydu! Bu durum, basit bir miras olayından ziyade, ulu bir unvan idi. O da, gün geçtik' çe, kendisini geliştirmeye çalıştı. Uykusuz geceler geçirdi, uğraştı... ve, sonuçta başardı. Yaşı ve onunla birlikte bilgisi ilerledikçe, ünlü babasının müritlerini büyüleme yetisi de artıyordu. Ve, müritlerde hep o aynı soru canlanıyordu: “Yoksa, Hüseyin Hati-bfden de ileri olabilecek bir adım mı var? Ve, o adımı da Bahaeddin Veled mi gerçekleştirecek?”

Ve, gerçekten de, daha ileriye atılacak öylesine adımlar vardı ki... Baba, tüm bilgeliğine karşın, dinsel öğretinin tefsirinden daha ileri gitmemişti... hem de, yapmış olduğu, klasik sınırlar içinde sıkışmış ve dar bir tefsirden başka bir şey değildi. Bu tür bir tefsir ile öğretiye sıcak bir canlılık verip onu daha cazip bir hale getirebilirsin; ama, onu genişletip sonuna dek derinleştirmen için, devrime kadar varacak gürleyen bir cesaret gerek, işte, Bahaeddin Veled’in yapmış olduğu da klasik İslam anlayışında temel bir rönesansı gerçekleştirebilecek oğlu Mevlâna’ya yolu açması oldu. Hüseyin Hatibf artık unutulmuştu. Oğlunun ünü Horasan’ın tüm dağ ve vadilerini sarıp ışığa boğan aydınlık bulutuna dönüşmüştü. Halk adını duyunca vecd içinde kendinden geçiyordu. O, Tanrı’nın, kalplerine seslenip akıllarını aydınlatması için göndermiş olduğu bir haberciydi. Öğretim ve eğitim Bahaeddin Veled’in temel ve sürekli görevi ve de eseri idi... eğitim ve tartışma. Çünkü O, söz ile eylemi birbirinden ayıran o arayı ruhunun derinliklerinde çok iyi hissetmişti.

insanlar, gene de, onları kahreden veya kurtaranın kelâm değil de, eylem olduğunu kabul ederler. Ancak, pek nadir hallerde bu kuramsal görüşü nesnel belgelerle destekleyip sağlam bir temele oturtabildiler. Tarihin tümü pek çok parlak sözler ve pek çok çirkin eylemlerle doludur.

Bahaeddin Veled egemen sınıf ve krallarla çatışmaya başladı. Bu durum da, kendinden üst tabakalara ait kimselerin insanf değerler ve inanç açısından kendisinin bulunduğu seviyeden daha iyi olmadığını, hatta daha düşük olduğunu öğrendiklerinde olduğu gibi, halkı sevindiriyordu. Ve, kolayca anlaşıldığı gibi, saray huzursuzlaşmaya başladı.

Bahaeddin Veled sadece bir hatip ve bilge değil, aynı zamanda dürüst ve ödün vermez bir hâkimdi. O, kılıç ve tehdit ile değil fakat yumuşak davranışı ve tatlı konuşması ile halkın ruhuna egemen olan bir ermişti. Kendisine “ulemalar sultanı” lakabını vermişlerdi. Saray erkânı onun gizli müridi idi. Alâeddin de oturdu ve tüm bu olup bitenleri düşünüp bir karara vardı. Ulakları çağırdı ve onlara Bahaeddin’e gidip devlet idaresini kendisi ile paylaşmasını teklif ermelerini emretti; özellikle, bir beldede iki hükümdarın bulunmasının doğru olmadığını vurgulamalarını istedi. Halk kendisine böylesine bir değer verip saygı gösterdiğine göre, kral da, kendi başına buyruk olarak yaşayacağı, memleketin başka bu yöresine gitmeye hazırmış.

Bahaeddin bu teklife İsa’nın sözleri ile yanıt verdi: “Benim krallığım bu dünyaya air değildir"; ve “fakirliğim şerefimdir"df ye de ekledi. Ulaklar gittikten sonra da oturup düşündü; ve, arkadaşlarını çağırdı: “Güç günler geliyor; sultan sertleşmeye başladı; bana egemenliğinin yarısını teklif ettiğine göre, apaçıktır ki, yakında bizleri buradan sürmeye hazırlanıyor; böyle olunca da, arzusunu biz yerine getirelim ve bir daha geri dönmemecesi-ne Horasan’ın sevgili dağlarını arkamızda bırakıp büyük kutsal yolculuğa girişelim.” Etrafındakiler, kendisini üzüntü ve acı içinde dinlediler. Ruhunu sarmış olan huzursuzluk ve endişeyi açıkça hissediyorlardı; ıstırabını içlerinde duyuyorlardı. Ona karşı gelmediler. Kalktılar ve yolculuktan çok kaçışa benzeyen o seyahatin hazırlıklarına başladılar. Üç yüz develi koca bir kervan hazırlandı; kitap ve eşyalar ile yol gereksinimleri için üç yüz

deveye ihtiyaç vardı. Kendi kendini sürgün eden “ulemalar sul-tanı”nın bu seyahatine kırk müftü refakat edecekti.

Olup bitenleri haber alan sultan, halkın bundan sonra kendisinden ne kadar nefret edeceğini anladı, Bahaeddin Veled’in evine koşarak, gitmemesi için ona yalvarmaya başladı. Ne var ki, O, kararını vermişti. En sonda, hiç kimsenin haberi olmadığı sırada, herhangi bir uğurlama töreni yapılmaksızın Bahaeddin Veled’in Horasan’dan ayrılması kararlaştırıldı. Alâeddin ege-menliğirii korumaya çalışıyordu. Bahaeddin Veled ise, kendi egemenliğinin sapasağlam ayakta durmakta olduğundan emindi. Arkadaşlarını çağırıp düşüncelerini onlara açıkladı. Kelâmı artık basit bir ders değildi; kendisi hiddet ve üzüntü içinde kıvranıyordu. O güzel Belh, peygamberleri katleden Kudüs’e dönüşmüştü. Tutku ve güç dolu cümleler ile, Moğolların yöreyi istila edeceklerinden ve Alâeddin’in hâkimiyetinin sona varacağından söz ediyordu. O yumuşak bilge kişi, kötü olayları öngören bir cadı olmuştu. Ağlaşmalar, kara kıştaki yağmur misali aralıksız herkesi kahrediyor, müminlerin gözlerinden yaşlar yerine kanlar dökülüyordu. Eski Iran kitapları olayların bu şekilde cereyan etmiş olduklarından söz ederler.

Bahaeddin Veled’in ikinci oğlu Mevlâna o sıralarda beş yaşlarında, en büyüğü Çelebi Alâeddin Mehmet ise yedi yaşlarında idiler. Ancak, söylenmesi gerekir ki, bu husustaki bilgiler aralarında çatışmaktalar. Zira, diğer bazı kaynaklar, o sıralarda çocukların yaşlarının daha ileri olduklarından söz ederler; ve, Mevlâna’yı da o sıralarda babasına dost olacak yaşta, aklı başında bir erkek çocuk olarak tanımlarlar. Ancak, ne ağabey ne de anne hakkında... onların durumları ve yaşamları hakkında tek bir kelime etmezler.

Böylece, sürgün yoluna koyuldular. Bilmedikleri beldelere, kahredici yalnızlıklara ve de güzellikleri ve şerefleri ile ünlenmiş memleketlere dalıp geçtiler.

Sessizliğin İçinde Bir Söylence Belde:

Nişabur

Baba ve oğul o yolculuklarında yalnız değillerdi. Kalabalık bir halk onları takip ediyordu. Deveciler ile develer bağırışma-larıyla etrafı uğultuya boğuyorlardı. Ve müminler, heyecan içinde, Peygamberin, sürgünlerin dudaklarına yollayacağı kelâmı beklemekte idiler. İlk kezdi ki, o dağ vadilerinde böylesine bir ordu, böylesine barışçıl ve bilge insan kalabalığı yol almaktaydı. Ancak, baba ve oğul böylesine bir sevgi ve bağlılık gösteren o insanlar arasında dahi yalnızlık ve terk edilmişlik duyguları içinde idiler. Onlar baskı ve düşmanlığı tanımışlar, haris olmanın anlamsızlığını yaşamışlardı. Derin uçurumları tehlikelerle dolu patikalar aşıyor, sazlıklar altında geniş sular, gözden uzak süzülüp akıyordu. O uzun kervanı bazen yağmurlar kamçılıyor, bazen de soğuk rüzgârların buzlu kanatları onu sarmalayıp sağa sola fırlatıyordu. Geceleri de yıldızlar, o tuhaf dünyalar o uzun yolda kendilerine eşlik ediyorlardı. Böylece, Tanrı’nın Resulünün yazmış olduğu O büyük Kitap değişik ve tuhaf bir anlam alıyordu... O zamana kadar kimsenin hiç düşünmediği beklenmedik bir anlam... İnsan nasıl da korkunç bir yalnızlık ve terk edilmişlik içindedir!.. Ve, o zamana dek hep konuşanlar, öğretime ve eğitime her an hazır olup, durmaksızın güzel şeyleri etraflarına saçanlar susmaya başlamışlar, saatlerce süren upuzun yürüyüşlerde mutlak bir suskunluk içinde etraflarına bakınıp duruyorlardı. O zaman, etraflarındaki halk da susuyordu; bekliyor ve endişe ediyorlardı. Akşam üzerleri hava karardığında, dondurucu rüzgârları ile ürkmüş ve ağlamaklı bir sürü gibi onları

sağa sola fırlatan ve kendisine Tanrı dedikleri o güç neydi ki?.. Koruların gölgeliklerinde kendini belli eden, alçakgönüllü dereciklerin fısıldaşmalarında varolan, yıldızlar arasında gezinen ve Tanrı denilen o sır ne olabilirdi?.. Ve, en önemlisi, ancak bir ucundan dalgalanmalarını fark edebildikleri o ölümsüz sırdan insanın kavrayabildiği kadarı ne olabilirdi ki?..

Şan ve şerefe alışmışlardı. Ayak bastıkları her yerde, ko-naklamâyı düşündükleri her yerde, hemen, etraflarında dinsel bir anlayışla karşılaşıyorlardı. Ne var ki, tüm bunlar yeterli değildi. Mutlak sessizliğin kutsallığı şan ve şerefi sevmez!.. Onlara tahammül dahi edemez!.. İddialı davranışı parçalayıp onu aşağılatır. İnsanı yerde sürünen basit bir solucana dönüştürür. Mutlak sessizlik, öylesine büyüktür ki... insan eli yapısı olan herhangi bir kent değildir; Tanrı’dır onun mimarı... Hatta, O, Tan-rı’nın kendisidir. Mutlak sessizlik her şeye hükmedip onu kendi katı görkemi içinde öğüten bir kavramdır. Şehrin en güçlü, en tanınmış, en kudretli insanını al da, onu tek başına mutlak sessizliğin içine, koca dağlarla uçsuz bucaksız ovalara atıver! O adamın şanı ile güç ve kudretinden ne kalır ki? En ufak bir ayak sesinden ürken, yağmur ve rüzgârın dövüp fırlattığı ve nerede durup sığınacağını bilmeyen zavallı ilkel ve korkak bir hayvan... Mutlak sessizliğin Tanrı’sı, farklı bir Tanrı’dır... O’nun insanf herhangi bir vasfı yoktur, şekli yoktur, söze gereksinimi yoktur; zira, söz O’na yetmez... insanın boyut ve buutları ile en ufak bir ilgisi yoktur.

Bahaeddin Veled’in acı dolu kalbi, ezici düşünceler altında kahroluyordu. O, artık, Belh kentinin bir sürgünü değildi.

O, kendisini o zamana kadar bildiği, inandığı, hissettiği her şeyden, kendinden dahi sürgün eden bir kimse idi. Mevlâna da, şaşkınlık içinde yanına sokulmuş duruyordu. Ve etrafındaki dünyalar genişleyip patikalar arttıkça, çevresindeki müminler -yahut, daha doğru bir ifade ile, yarı müminler- azalıyordu. Baba

ile oğlu yolun ortasında bırakmışlardı. Bir kısmı Belh’e geri dönmeyi, bir kısmı da yolları üstünde rastlamış oldukları verimli topraklarda yerleşmeyi isteyenlerdi... Onlar evcil, düzgün, muntazam, uçlardan uzak, insanı şaşırtmayan, günlük yaşama uygun bir Tanrı’yı isteyenlerdi, öyle bir Tanrı ki, camisinde rahat etsin... tatlı sesli müezzinin ezanı ile müminlerin O’nun çağrısına uyup camide toplanmalarından mutlu olsun...

Böylece bir gün o büyük beldeye, Nişabur’a vardılar. Safirlerin her tarafı alev alev yaktığı o beldeye... Güzel evleri ve çiçek dolu bahçeleri olan Nişabur... ve, yumurta sarısının çiçeğinden rengini almış günbatımında da, tavus kuşları o baştan çıkarıcı kuyruklarını açıp gurur içinde etraflarına bakınıyorlardı. Halk, Bahaeddin Veled’in Nişabur kapılarına yaklaşmakta olduğu haberini alınca, onu karşılamaya koştu; en ön safta da mollalar vardı. Ağızlarından çıkan şarkı aleve dönüşürken vecd içindeki haykırışlar, geniş bir ırmak misali etrafa yayılıyordu. Gördüklerinin karşısında Bahaeddin Veled’in kalbinde bir huzur doğdu. Mutlak sessizlik susuz kumun üstündeki perdeyi çekip alırken, kavranması olanaksız o Tanrısal yüzünü açığa çıkardı. Sessizlik ve onunla beraber kuşku ve tereddütler ve de izah edilmeyen hayaller yenilmişti artık, insanlar arasında olup da, onların, sözünün gücüne baş eğmekte olduklarını görmen öylesine güzel ki... insanların düşünce ve tutkuları ile duygularına, rüyalarına ve de gündüzlerine ve gecelerine egemen olduğunu görmen!.. Mutlak sessizlik Bahaeddin Veled’i Çıplak bırakmıştı; şimdi ise, kent onu yeniden giydiriyordu. Kaybetmiş olduğu heybetini yeniden kazanıyordu.

Dönüp oğlu Mevlâna’ya baktı. Bakışı karanlık ve hüzünlüydü. Gerçekten de doğru yol bu mu idi? Yoksa, bir başkası mı? Mevlâna babasının bu bakışını ruhunun derinliklerinde duydu. Ancak, yanıt verme zamanı henüz gelmemişti.

Onları büyük bir medreseye götürdüler; çok güzel eski bir halıya oturttular ve bir rahlenin üstüne Kutsal Kitap’ı, Kuran’ı

açtılar. Bahaeddin. Veled düşünüyordu. Ruhunun diplerinde, hayallerinin en ücra bir derinliğinde saklanmış belli belirsiz ufacık bir çatlağı hissetti. Ve, eskiden Belh’de yaptığı gibi, öğretisine başladı. Koca sarıklı ve uzun sakallı mollalar vecd içinde nefeslerini tutmuşlardı. Ses tatlı, Tanrı’nın gücü karşısında tavır ezik ve mutf, saat durağandı... Doğu’nun öylesine sevdiği, hiç bitmemesini istediği büyük bir an.

Baba konuşmayı bitirdikten sonra söze oğlu başladı. Mollalar onu dinlediler, ve sonra da düşündüler: “Ağzından Tanrı’nın kelâmı çıkıyor”. Mollalar arasında Ferideddin Attar da vardı; o da huşu içinde dinledi ve “işte, verimli toprak budur!” diye düşündü. Ve, Nişabur’un ileri gelenleri, baba ve oğulun kalmaları için ayarlamış oldukları saraya kadar refakat ettiler. Ve, işte o zaman da, genç Mevlâna için, Nişabur’un o aydınlatıcı geceleri başladı. Ferideddin Attar sadece büyük bir bilgin değil, aynı zamanda cazip bir şairdi de... gizemli dünyaların anahtarını taşıyan o mistik kişi idi.

Baba, oğul ve de dost... her üçü çekinmeden kalplerini birbirlerine açtılar. Sözler birbirini takip ederken, onlar da, etraftaki doğanın genişliğinin derinleşmekte olduğunu gördüler. Aklın gelemediği uzaklarda, onun yerini vecd alıp oralara varıyordu. Bahaeddin Veled -her ne kadar mutlak sessizliğin neden olduğu ufak tefek çatlakları da olsa- İslam bilgeliğinin yeniden doğuşunun tâ kendisi idi. Ferideddin Attar, onu daha da derinlere getirme çabası içinde, ilk yan adımları atmış oluyordu. Mevlâna hayran kalmıştı; bir şeyi kavramana aklının yetmediği hallerde, ruhunda o güne kadar bilmediğin yeni bir gücün varolduğunu görebilmek... işte, buydu her şeyin esası... Ferideddin Attar (Esrarname) adlı eserini Mevlâna’ya ithaf etti.

Nişabur’daki bu rastlantı genç erkek için, baba öğretisinden sonra çok değerli yeni ufuklara doğru bir yolun kapısını açmış oluyordu.

Safir beldesini arkalarında bırakarak, mistik bir vecd içinde, yeniden yola koyuldular. Önlerinde yeni ufuklar açılıyordu...

Bahaeddin Veled ve Bağdat Halifesi

Yoldan yola, geçitten geçide girip çıkarak, bilge yolcular, sonunda, masal beldeye, Bağdat’a vardılar... güç ve güzellikle bezenmiş o şehre... Bahçelerde ağaç dalları meyvelerden yerlere kapanırken, gümüşi sularında yusyuvarlak bakır kırmızısı mehtaplar oynaşıyordu; bol minareleri ise, gururlu vecdleri içinde, ince semaları yırtıp yukarılara doğru uzanıyorlardı. Ve, kale burçları ile saraydaki dikkatli nöbetçiler attıkları adımlarla, gece gündüz insan hayatının hesabını tutmakta idiler.

O günlerde Bağdat güzel ve güçlü bir beldeydi. Çevresinde, tüm Doğu, onun nefesini koklayarak haz sarhoşluğunu tatmaktaydı. Kumlu bozkırlarda yaşayan köylüler ile çıplak ve sefil bir haldeki nehir bölgesinde oturanlar ve de öbür dünyanın hayalini canlandırabilmeleri için bakışlarını etraflarında gezdiren dağlılar akıllarına Bağdat’ı getirdiklerinde, iliklerine işleyen bir heyecan duyuyorlardı. Dillere destan o şehir, İslamın göz kamaştırıcı gerdanlığının pırıl pırıl yanan en değerli taşı olarak yükseliyordu.

Bir savaş ve barış adamı olan halifeye gelince, bir an önce cennetin güzelliklerini tadabilmeleri için askerlerini habire ölüme yolluyordu. Halifeyi sorarsanız, o, cennetin nazlarını yaşaması için oraya gitme zamanını bekleme zahmetinden kurtulmak gayesiyle, cenneti bu fani dünyaya getirtip Bağdat’a kur-durmuştu. Gece gündüz aralıksız içmekte olduğu o “haz kahra-manları”nın kuvvetli şaraplarından sarhoş, habire ahlaksızlık batağına dalıyordu. Kadın, içki ve sefahat ile eski anıları canlandıran şarkılardan oluşan frenlenemeyen bir şehvetin ifadesi olan halife, zevk dünyasının bir esiri olup çıkmıştı.

Saray erkânı, şehir kapılarının dışında o günlerde tuhaf bir kafilenin bulunmakta olduğu haberini alınca, doğruca halifenin dairesine çıkıp önünde diz çöktükten sonra haberi kendisine ilettiler. Haberi ilgi ile karşılayan halife de, o tuhaf kafilenin neyin nesi olduğunun öğrenilmesi için, adamlarına en hızlı atlarına binmelerini ve oraya gidip kafiledekilerle görüşmelerini emretti. Onlar da, en süratli atlara atlayıp kafilenin konakladığı yere gittiler.

- Kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz?

Herkes habercilerle atlarına bakıyor ve susuyordu. Cevabı yalnız Bahaeddin Veled verdi:

- Tanrı’dan gelip Tanrıya gidiyoruz! O’nun dışında hiçbir güç yok!

Sesi yumuşak olduğu kadar, kesindi de. O derin bilge, daha ilk anda, o güzel şehrin gururunu kırmak istiyor gibiydi. Haberciler O’nun ağzından çıkan sözü aldılar ve saygı ve korku içinde hemen halifeye ulaştırdılar. Kendini beğenmiş o izansız halifenin hiddetinden herkes korkuyor ve çekiniyordu.

- Kalabalık bir kafile var şehrin kapılarında. Ama, insan, kalabalığın içinden her haliyle bilgelik ve soyluluklarını belli eden kimseleri kolaylıkla ayırt edebilir.

Halife endişelenmiş, merak içinde sormuş:

- Acaba, nereden gelmekteler?

- Horasan taraflarından.

Halife kendi öz dairesine çekildi, sakalını sıvazladı ve düşündü. Sonra da, en büyük şeyhi çağırttı. Olay, kendisinin tek başına anlayabileceği boyutları aşıyordu. Büyük şeyh geldi, söylenen sözü dinledi ve haykırdı:

- Bunu söyleyebilecek tek insan, Belh’teki Bahaeddin Ve-led’den başkası olamaz!

Haber ağızdan ağıza dolaşarak tüm Bağdat’a yayıldı. Şehrin mollalarıyla ileri gelenleri heyecanlandı; halkın kalbi huşu ile doldu. Halife altın bir tabağa üç bin Mısır dinarını koydu ve bununla Bahaeddin’i davet etmelerini emretti.

Büyük şeyh bütün mollaları yanına çağırttı ve hep beraber O’nu karşılamaya gittiler; karşılaştıklarında ise, şeyh Bahaed' din’in önünde saygıyla eğildi ve dizlerini kucaklayarak, onları öptü. Bahaeddin, şeyhin bu davranışından çok etkilendi. Ancak, halifenin göndermiş olduğu dinarları reddetti; çevresindekilere de, böylesine bir sefahat ve ahlaksızlığa batmış ellerden gelen herhangi bir hediyeyi kabul etmenin kendisi için zül olacağını söyledi.

Halife tüm bu olup bitenleri duyduğunda, tarif edilemez bir üzüntü içinde ağlamaya başladı.

O zamanlar, bu tür olaylar hep bu şekilde cereyan ediyordu. İnsanlar ahlakı" yaşamdan ne kadar uzaklaşmış olurlarsa olsunlar, tek bir sözle dahi kahrolabilir ve durumlarını idrak ederek yıkılabilirlerdi. Karanlık ruhları, her an, erdemli aklın ışığının geçmesi için gerekli o kapıyı aralamaya hazırdı; ve, acı içinde kıvranan kalpleri pişmanlıkla özür ve af dilemeye başlardı. Halife, gücün tâ kendisi idi. Kim ona karşı çıkabilirdi ki? Ama, işte, memleketinden kovulup uzaklardan gelen O yumuşak adam, kendi iç özgürlüğünü kazanmış olan O adam koca halifeye karşı koyuyordu... Bağdat’a da, acı bir rüşvet verircesine ruhlarını öldürmüş olmaları nedeniyle aşağılamakta olduğu askerlerine ve de saray erkânı ile halifesine de karşı koyuyordu. Ne bir düşünce, ne bir şeref ne de kendilerine karşı herhangi bir saygınlığı olmayıp, daima, büyüklerin ve güçlülerin çevrelerinde yerlerde sürünerek güncel iktidara karşı hoş görünmekle rahat bir yaşam elde etmekten başka en ufak bir emeli olmayan aşağılık kimselerden nefret ediyordu.

Üzüntü ve acı içinde kıvranan halife büyük şeyhe yeniden haber yollayarak yanına çağırdı.

·  - Bahaeddin Veled’i saraya davet etmen gerek. Kendisini gözlerimle görmek, kendisiyle konuşmak, kendisine kalbimi açmak istiyorum.

Büyük şeyh defalarca gidip geldi. Ne var ki, Bahaeddin Ve-led diretiyordu.

- Maneviyatla ilgilenen kimselerin kral saraylarında bir işleri yoktur... Halife arzu ediyorsa, cuma günü büyük camiye gelsin; orada karşılaşırız.

Cuma günü geldiğinde, halk, Bahaeddjn Veled’in konuşmasını dinlemek üzere büyük camide toplandı. Halife de, erkânı ile camiye gelip tahtına oturduktan sonra pervasız bilgeye gözünü dikti. Bahaeddin gözlerini ona doğru çevirdi; ve, bir an için, bakışını keskin bir kılıç gibi halifenin gözlerine batırdı. Etraflarına ilahi bir seda yayıldı... büyük Tanrı’nın zamanıydı. Bilinmez yüksekliklerden sesi gelenin O’ndan başkası olmasına imkân yoktu. İnsanın, asırların erişilmez derinliklerinden gelip çağlayan zaman içindeki hiçliğinin idrakine vardığı andı o... Halife heyecan ve ateşler içinde kıvranıyordu. Ses pembe ayaklı bir güvercin gibi yükseldi, pırıl pırıl yanan kubbelerde yansıdı ve sonunda durağan altın ışığın içinde söndü...

Bahaeddin Veled yeniden halifeye döndü. Ağzından çıkan söz ağırdı; ve ruhlar O’nunla harmanlaşıp tekleşmeleri için o sesle doldular.

- Abbas soyundan gelip Abbasfleri kirleten sen! Halife! İslam’ın o kutsal kitabının herhangi bir yerinde haksızlık ile sefahatin hayatta takip edilmesi gereken en doğru yol olduğunu yazan bir şey gördün mü, hiç? Büyük Tanrı’nın gazabından korkmuyor musun? Hesap verme saati geldiğinde, ölümden hiç korkmuyor musun? Şu andaki heyecanını hissediyorum ve seni teselli etmek istiyorum. Nerede ise, bu güzel ve güçlü beldeye de ölüme ve kıyıma susamış o çekik gözlü insanlar gelmek üzereler! Tanrı’dır onları buraya gönderen! İşlenmiş günahların kanla temizlenmeleri için gönderiyor onları. Ve sen... herkesten fazla günahkâr olan sen, acılar içinde öleceksin!

Yapmış olduğun aşağılıkların kefareti olarak, Tanrısal Yüceliğin lütfetmiş bulunduğu bu büyük an için ruhunu hazırla!

Halife derin acılar içinde hıçkırıklara boğuldu. Halk da kendilerini beklemekte olan azap ve acıları öğrenince, koca camiyi ağlaşmaları ile doldurdu.

Halife saraya dönünce, kimseyle konuşmadan hemen dairesine çekildi. Ve, orada da gözyaşları ile hıçkırıklarını sürdürdü.

Bu Arada Güzel Belh’te

Süregelen Acılar

Moğol korkusunun bütün Asya’yı kasıp kavurduğu bir devirdi. Moğollar vahşetin romantikleri rolündeydiler. On ikinci asra kadar Sibirya, Mançurya, Çin ve Türkistan arasında sıkışmış yaşıyorlardı. Her kabilenin ayrı bir başbuğu vardı. Ve, sıklıkla, bu kabileler kendi aralarında çatışıp memleketi sürekli kargaşanın içine bırakıyorlardı. Buda rahipleri ile savaşçılar her şeye egemendiler. Öyle bir devre olmuştu ki, halkın üçte birini rahipler sınıfı oluşturuyordu.

Cengiz Han, dünyayı fethetme amacıyla Orta Asya’dan yola koyuldu. Bir gece, sarayında istirahata çekilmişken koca bir imparatorluk hayal etti. Kendisi katı kararlı olduğu kadar, adamları da kan ve şerefe ve de fethe susamış iyi cengâverlerdi. İlk başta diğer kabilelere saldırdı ve onları kendi hâkimiyeti altına aldı. Sonra da, o topraklarda o zamana kadar hiçbir insan gözünün görmemiş olduğu kalabalıkta bir ordu hazırladı. Yüksek dağlara çıktı, gözlerini etrafına gezdirdi, Tanrı’nın dünyasını gördü, ve, o dünyanın Cengiz Han’ın dünyası olabileceğini düşünerek mest oldu.

Birkaç yıl içinde Moğollar tüm halkların korkulu rüyası haline geldiler, isimleri geçtiğinde krallar ürküyor, ordular paniğe kapılıyordu; anneler ise, çelik kılıcın tehdidinden çocuklarını saklayabilecekleri ücra köşeleri arıyorlardı. Moğollar da, ölüm ve talan sarhoşluğu içinde, en ufak bir acıma hissi veya Tanrı korkusu duymaksızın tüm vahşetleri ile saldırıyor, kılıçtan geçiriyor, yakıyor, yıkıyor, esir alıyor, yok ediyorlardı.

Bir süre sonra Hazar denizinin etraflarında dolanmaya, İran topraklarına göz dikmeye başladılar.

Horasan beldelerinden ilk haberler geldiğinde, Bahaeddin Veled, Bağdat’tan hareket etmek üzereydi. Beş yüz bin kişilik bir Moğol kitlesi, insanların tenini korkudan kükürt sarısına çevirerek, ağlayışların iniltilerini semalara kadar yükselterek sınırları geçmişti. Bahaeddin Veled acı içinde kıvrandı. Tanrı’nın cezalandırıcı eli ile felaketin kara kanatlarının dünyayı sarmakta olduğunu gördü. Günden güne, saatten saate haberci sayısı artıyordu. Bağdat, heyecan ve korku içinde, o güzel Belh ile Meşkent ve de safir belde Nişabur’dan gelen haberleri bekliyordu. Sokaktan sokağa, evden eve her tarafı ağır bir hüzün sarmıştı. Haberciler de ikide bir halifenin sarayına çıkıyor, meydanlarda halka sesleniyor ve felaket haberlerini etrafa yayıyorlardı.

Bağdat, böylece, Belh sultanı ile ileri gelenlerinin ve de halkının Cengiz Han’ın acımasız tavırlarına karşı tüm varlıkları ile karşı koyup kahramanca ölmekte oldukları haberini almış oldu. Belh’in kaleleri ile kuleleri ve de burçları koca bir kan ummanı altında boğuluyordu. Düşmanın hıncı ve de savaş dehşeti öylesine şiddetli idi ki, kral ailesinin kendisi de ortalığı kasıp-kavuran ölüm kalım vahşetine katılmış, Cengiz Han’ın korkusuz torunu Çağatay savaş meydanında düşmüştü. Ve büyük Moğol öylesine acı bir hiddete kapıldı ki, Belh’ten benzeri görülmemiş bir öç almaya yemin etmişti. Bunun üzerine Moğollar yalın kılıç halka saldırıp tek bir çocuğu dahi sağlam bırakmaksızın herkesi öldürdüler... hatta, hamile kadınların karınlarını da deşerek içlerindeki bebekleri çıkarıp yerlere atıyor, çizmeleri ile çiğniyorlardı... Geçtikleri her yerde, arkalarında tek bir canlı bırakmaksızın her şeyi yok etmekte idiler...

Sonunda Moğollar Belh’i ateşe verip o güzel şehri yaktılar. Ve, eski vakanüvislerin dediklerine göre de on iki bin camiyi ve o camilerde bulunan çeşitli renkli süslemelerle bezenmiş on dört bin çok değerli elyazması Kuran’ı, Tanrı’nın kelâmını kül

edip yok ettiler. Çünkü Moğolların ne kendi Tanrılarının, çekik gözlü ve kükürt sarısı tenli Tanrılarının kelâmından başka bir kelâma, ne Kuran’a, ne Mekke’ye ne de Kâbe’deki kutsal taşa değer verdikleri vardı. Ayrıca, Belh’te elli bin kadar ulema ile din talebesini, toplam iki yüz bin kişiyi kılıçtan geçirip yok etmişler. '

Alâeddin’e gelince, o badirede öldürülmüş olanların en kötüsünden de kötü, sonunda atına binerek kaçmaya çalıştı. Ancak, onu da, şehirden şehire kovalayarak nihayet yakalamışlar ve öldürmüşler.

Böylece, Belh’in güzel olduğu o devir de kapanmış oldu.

Beldeden Beldeye... Bir Kadına Kadar...

Bahaeddin Veled ile oğlu Mevlâna ve onların sadık çevreleri, tarif edilmez korkular içinde çırpınan Bağdat’tan ayrılıp gittiler. Beklenmekte olan felaketten nasıl kurtulunabileceğine bir türlü akıl erdiremeyen koca bir halk kitlesi, şehrin kapılarına kadar onlara refakat edip orada uğurladılar.

Bilge kervanın yeni hedefi Mekke idi. Kâbe’ye gidip yaşamlarının en önemli anını yaşayacaklardı. Geçtikleri yerler güzeldi. Etraflarındaki hava gitgide hafifliyor, o uzaklarda kalmış ışıl ışıl Horasan’daki kadar olmasa da, geceler daha da parıldıyordu. Yolları üzerinde değişik insanlara rastlıyorlardı; ırklar çoğalıyor, mezhepler yumaklaşıyor, medeniyetler harmanlaşıyordu. Ve, her geçen gün, denizin öbür ucunda bulunan, düşünce ve ilgi ile hiç yakınlaşmamış oldukları başka bir bilgenin varlığından söz edilmekte olduğunu görüyorlardı. Mevlâna, bunları duydukça, içinde yeni dünyaların açılmakta olduğunu hissediyordu.

Islâm Ortodoksluğunun temeline, Mekke’ye gelip secdeye yattılar. Orada ne okumayı ne de yazmayı bilen, ancak ve ancak inanmayı öğrenmiş sade halka rastladılar. Ve, o inançta ne gururun, ne böbürlenmenin ne de zorlanmaların yeri olmadığını gördüler. O inançta insanı esir alan bir güven mevcuttu. Ağızlarında gece gündüz dualar mırıldanan, secdeye yatıp alınlarını yere kapayarak vecd içinde sessiz saatler geçiren bağnazları gördüler; onların tüm mutlulukları inançları idi; inançları onların serveti, solmaz umutları, tek neşeleri idi.

Mevlâna düşüncesini kendine çevirdi. Ruhu büyülü ışıklarla dolu şefkatli bir sığınak olan Ferideddin Attar’ın, Nişabur’da-ki o kutsal kişinin anısı içini doldurdu. Artık sadece inanç

kendisine yetmez olmuştu; inançtan ileri olanı da öğrenmeyi, inancını da düşünce ve akla oturtmayı istiyordu. Diğer insanlara, mümin olmayanlara karşı hiçbir zaman herhangi bir aşağılama ve küçümseme hissi duymamıştı. Onların da bir inanca sahip olduklarını görüyordu. Ve, gün geçtikçe o çıplak, o salt, o yalın ve tek, o yıpranmaz ve değişime uğramaz insan ruhu, bütün insanların ruhu Mevlâna’nın benliğinin ve vücudunun içine daha da güçle yerleşiyordu.

Mekke’deki kutsal Siyah Taş’tan ayrılıp Şam’a doğru yollandılar. Zannediyorum ki, o yolculuk sırasında Mevlâna, Pav-los’u hatırladı. O civarlarda, belki de başka bir yolda, ama, herhalde Şam yolunda Pavlos’a, o sönmez ışığa benliğini yöneltti. Başkaları, belki de, Pavlos’a beddua ediyordu. Ancak, Mevlâna bu tür davranışlardan uzaktı; onun arzusu Pavlos’u ve onunla birlikte İsa’yı anlamaktı. O topraklar bunca insan rüyası ile to-humlanmıştı. Dünya’da cennet kaç tanedir? Mevlâna kendi inancından hiçbir şey kaybetmeksizin bu cenneti keşfetmeye, tüm bu cennetleri tek bir cennette toplamaya çalışıyordu. Zira insanların cennete hep ihtiyaçları vardı; Mevlâna da, cennetsiz kalmayı hiç istemiyordu.

Şehre vardıklarında tüm Şam ayağa kalktı. Şehrin ileri gelenleri ile ulemalar ve de din öğrencileri onları karşılamaya koştular. Ancak, onların ruhu bir sonbahar seması gibi bulutluydu. Akıllarında memleketleri Belh, onun güzelliği ve de felaketi vardı. Etraflarına koca bir kalabalık toplanmış olsa da, kendilerini yapayalnız hissediyorlardı. Horasan yaylalarında, Nişabur’a varıncaya kadar develerle atlar, hamallar ve de çevrelerindeki-ler epeyce yük taşımışlardı; ne var ki, baba ile oğul, daima, çevrelerinden soyutlanmış, farklılaşmış ve yalnız... hep yalnız kalmışlardı... ve, gün geçtikçe, yalnızlıkları daha da artıyordu. Zaman geliyordu ki, çevrelerinde taşlarla kuru ağaçlarlardan ve kumlu topraklardan başka bir şey olmuyordu...

Bazen de sessizlik içinde, ağızlarından tek kelime çıkarmadan yol alıp gidiyorlardı. Ve gerçek kelâmı kendi kalplerine hiçbir zaman söyleyememiş olan çevreleri gün geçtikçe azalıyor ve zayıflıyordu. İnsanlar, nasıl da, böylesine zayıf inançlı olabildiler!

Büyük bir görkem içinde Şam’da konakladılar. Ancak, buna rağmen, kendilerini daha çıplak, ruhlarını da rüzgârda dalları darmadağınık olmuş bir ağaçtan farksız görünüyorlardı. Halkın görünüşü yavaş yavaş içlerine çöküyor, bu çöküntü de, hüzne dönüşüyordu.

Moğolların korkusu tüm Asya’yı kaplamıştı. Memleketler ile halklar ölüm korkusu altında sürekli bir sağa bir sola kovalanıp duran zavallı bir sürü halini almışlardı, Ölümden neden böylesine korkuyorlardı? Neden insan ölümden böylesine korkar? Neden, inanan bir kimse dahi bu ölüm korkusundan bir türlü kurtulamıyor? Ölüm, daima, o büyük sırdır; ve, insan düşüncesinin o sırrı açma çabası da hep boşunadır.

Şam geceleri daima taze çiçekler ile dolu, daima yumuşaktır. Mevlâna o zamana kadar hiç tanımamış olduğu çok tuhaf, değişik bir ruhun kendi içinde doğarak etrafa dal budak sardığını hissetmektedir. Ipışıl yıldızların altında, nemli güller arasında tek başına dolanır, kutsal Kitap’ın metinlerini düşüneceğine eski şairleri hatırlar... aşk hakkında, şarap hakkında, yaşamın güzelliği hakkında öylesine tatlı söz etmiş olan şairlerin dizelerini... Bir cümle, içinde şekillenip gitgide beynini sarar: “hür dü' şünürler başka bir ruhtan etkilenip kendi ruhlarını güçlendirin ler.”Ve de ileride, bir dize halinde olan ikinci bir cümle: “inen lerle dolu o uçsuz bucaksız deniziz..."Etrafında bütün şehir uyumakta. Yalnız, kötüleri korkutmak için sopaları ile sokak taşlarını dövüp duran sert bekçilerin sesi duyulmakta. Saraylarla evlerin, minarelerin ve uykulu bahçelerin üstünde dört melek: Cebrail, Mikail, İsrafil ve de ölüm meleği Azrail o koca kanatlarını

gerip yaymaktalar. Mevlâna, hafif bir burukluk ve hüzün içinde, duymakta olduğu o tarifsiz sükûnetin tadını çıkarmakta. İnsanların bazıları uyurken bazıları uyumazlar... bazıları doğarken bazıları ölürler... Bir yerlerden tutkulu bir şarkının ezgileri gelir... gecenin içinde kurtuluşunu arayan esir bir hüzün... Mevlâna kendi kendine bir sual sorar: “sonunda... ben neyim ki?., artık bilemiyorum...”. Belki de o bir tek an için... uçuruma giden o an için bilemiyor... kendisinin bir gâvur veya bir mümin olduğunu... ancak, katiyetle bildiği tek şey, kendisinin sınır’ı aşmaya hazır olduğudur.

Gözleri açık, yatağına uzanır. Yanmakta olan kandil uykusuzluğuna eşlik etmektedir. Büyük Kitap yanındaki rahlede sükûnet içinde durmaktadır. Onu ellerine alıp göğsüne doğru çeker... ve açar...

Yandaki odadan babasının o rahat ve huzurlu nefes alışverişleri gelir. Mevlâna okur; “Her şeyi yararmış ve düzenlemiş olan; herkesin kaderini çizmiş olup her şeyi idare eden Yüce Tanrı’nın adını yad et! O ki, otu topraktan fışkırtmış ve sonra da onu samana dönüştürmüştür.” Ateş içinde yanmakta olan elleri ile başka bir sayfayı çevirir: “O tektir ve güçlüdür. Gerçekten O’dur gökler ile yeryüzünü yaratmış olan... Geceyi gündüzün, ve de gündüzü gecenin üstüne çekip yürütmektedir. Güneş ile Ay’ı emri altına almış, ve ikisinin de tayin edilmiş zamana kadar yörüngelerinden hiç ayrılmamalarını temin etmiştir.”Düşünür. Kitap’ı yeniden rahlenin üzerine bırakır. Ve, yeniden düşünür “Nedir bu kitabın gücü? Gerçeklik mi? Yoksa, şiirsellik mi? Ve, şayet, şiirsellik gerçeğin tâ kendisi değil de, sadece herhangi bir gerçek ise?..”. Yatağından kalkar, açık pencereden dışarıya bir göz atar. Şam’ı seyreder. Gözlerinin önünde bir gece kuşu kanat çırpıp geçer ve sonra kaybolur. “Ben, işte bu gece kuşu gibiyim... diğerlerinin uyumakta oldukları sıralarda dahi, bir türlü rahat edemiyorum... hayallerim, tıpkı bir kuş gibi,

siyah ve karanlık. Yoksa, bu beldeye yeniden Pavlos’un zamanı mı geliyor? Tanrım! Sen sükûnet, Sen güvensin! Sen geleceğin tek teminatısın.” Yüzüne kan fışkırır. Ağzı yarı açıktır; alev alev yanan dudaklarını birbirine yaklaştıramaz. Odayı bir aşağı bir yukarı adımlarken, hayal ve düşünceleri de karmakarışık bir halde odada dolanıp durmaktadır. “Bu kitapta hiçbir sorun’dan söz edilmiyor; her şeyin daima bir çözüm’ü yazılı... bu da kitabın gücünü oluşturuyor. Ancak, burada herhangi bir sorundan söz edilmiyorsa, bu durum, başka bir yerde sorunlardan söz edilmediği anlamına gelmez; başka bir yer de, neresi? Kitabın dışında!” Dizlerinin titremekte olduğunu hisseder. Bu düşüncelerinin, artık, bir küfürden başka bir şey olmadığını görür! Adımlarını nereye atacağını, nasıl atacağını bilemez. Dünyası yıkılır. Feridet-tin Attar aklına gelir. İlk yan adımı o atmış idi. Ancak, şimdi mesele sadece yan bir adımın atılması değildi.

Semadaki yıldızlar teker teker uykuya dalmaktalar. Mezopotamya horozları tanın patlamış olduğunu bildirmekreler. Sabahın o erken saatinin mavi beyaz ışığında, müezzinler Tanrı’nın ve de son ve en büyük Peygamberin yüceliğini huşu içinde ilan etmekteler. Mevlâna tam bir yıkım, mutlak bir çöküş içinde. Bahaeddin Veled uyanmış, çıplak odasında yapmakta olduğu sabah duası duyulmaktadır; Mekke’ye doğru secdeye yatmış, alnı yerdedir. Mevlâna ise, dua etme gücünü kendinde bulamaz; ne var ki, asırlardan beri devam ede gelen örfe de karşı gelemez? Mümin midir? Yoksa, gâvur mu? Yaşamında, bundan böyle, bu suali pek çok defa kendisine soracaktır; ancak, cevabını hiçbir zaman alamayacaktır.

Ve, baba ile oğul, artık yapayalnız olarak, yeniden yola koyulurlar. Şam’ı bırakıp Malatya’ya yönelirler. Malatya’dan sonra Erzincan’a, Trabzon yolundaki dörtyol ağzına, Erzurum’a, Kafkas’a, İran’a, Sivas’a, Harput’a... Çevre, memleketleri Belh’i hatırlatmaktadır... iklim tatlı, gök temiz... bol meyveli bağlar ile

şarkı mırıldanan dereler etrafı sarmaktadır. O eski beldenin tümü Anahit’e, Küçük Asyalı Afrodit’e adanmıştır. Ve, Ermeni bir aziz, Gregor, kral Tiridat ile çatıştığında inananlarını oraya toplamışlar; çeşitli düşmanlar, geçen zaman içinde beldeye hâkim olmuş ve sonunda kaybedip ortadan silinmişlerdir.

Bir süre sonra baba oğul Karaman’a, Lârende’ye giderler. Gezdikleri tüm bu yerlerin hiçbirinde uzun süre kalmaya niyetleri yoktu. Ama, ne yaparsın ki, insanı başı eğik bir kula çevirten yazgının, “kısmet” dedikleri o bilinmez gücün çizmiş olduğu yol farklıydı. Lârende’de halkın çok saydığı zengin ve bilge bir adam, Lala Şerafeddin oturuyordu. Ünlü Bahaeddin Veled ile oğlunun beldeye gelmiş olduklarının haberini aldığında, içinde büyük bir coşku duydu. Kendisi çok dindar bir kişiydi. Böyle olunca, yeni gelenlerden din konusunda öğreneceği fazla bir şey yoksa da, gene bilgi açısından kazancının çok olacağını düşündü. Onları karşılamaya koştu, ve, kendi evinde kalmalarını rica etti. Gelenler başta reddettiler; ne var ki, Lala Şerafeddin öylesine nazik ve tatlı bir kişi idi ki, sonuçta, ricalarını kıramadılar. Evine gidip orada misafir edildiler. Güzel ev çiçeklerle dolu bir bahçe ile çevrelenmişti. Büyüleyici kameriyeler altında yumuşak patikalar, Tanrı’ya yakaran akan sular ile şadırvanlar, dur-mamacasına öteri çeşitli renkli kuşlar insanı mest ediyor, mutluluk veriyordu. Yani, huzurlu bir ev ile Tanrı yolundan hiç ayrılmayan insanlar. Mevlâna, Şam’ı düşündükçe utanç içinde kahroluyordu. Akşamları, o dost geniş odalarda, hiç sönmeyen o koca avizelerin altında İslam bilgeliğinin en seçkin temsilcileri toplanmaktaydı... ve etkileyici sessizlik devrelerinin aralarında hep Tanrı’nın yüceliğinden söz ediyorlardı. Fakat, uzaklardan gelen savaş rüzgârları kendilerini buralara kadar hissettiriyordu. Moğollar bir beldeden diğerine yayılıyor, karşılarına, onları durdurabilecek herhangi bir güç çıkamıyordu. Ancak, onlar henüz

uzaktaydılar... Bu nedenle de, Karaman hâlâ umutlanabilir, bi' lemediği bir gücün yardımına sığınabilirdi.

Lala Şerafeddin’in dillere destan güzellikte bir kızı vardı. Gevher Hatun idi adı. Yaşmağını bir ucundan azıcık kaldırdığında, tüm doğa gülümsüyor gibi oluyordu. Elleri bembeyaz ve körpe, yürüyüşü bir dağ sülünü kadar edalı idi. Gözleri geceyi, aşk iç çekişmeleri ile dolu tatlı bir geceyi andırıyordu. Lala Şe-rafeddin, kızı ile hep gurur duymaktaydı, O kız, yaşlı günlerini tatlandırmak üzere kendisine Muhammed’in cennetinden gönderilmişti.

Mevlâna, o genç çocuk, Gevher Harun’un çekiciliğine karşı koyamazdı; gençliğin kadına susadığı bir yaştaydı. O duygu dolu bahçede yalnız kaldığında, her yerde, her patikada, Gevher Harun’un, değerli taş ve incilerle bezenmiş kemeri ile sıkılmış incecik belini ve ayaklarında o değerli terlikleri ile taştan taşa seken halini görüyor, aşk ve doğurganlık kokan göğsünden etrafa yayılan havayı soluyordu. Adı dahi aklına geldiğinde, kalbinin arzu ve sevgiden erimekte olduğunu hissediyordu. Belki de, yaşamda, ancak gençlikte bulunabilen, her türlü ölçüyü alıp götüren ve aşk denilen bu güçten başka bir gerçeklik, başka bir güzellik yoktur.

Gevher Hatun ona, o zamana kadar ağzını açıp tek bir kelime söylemiş değildi... Ama, tek bir kez, onu öylesine bir bakışla süzmüştü ki, o bakış, asırlarca süren ve hiç bitmeyen bir aşk konuşmasına bedeldi. Mevlâna o bakışı kendi içine alıp söze dönüştürdü ve o sözü de babasına götürdü:

·  - Peygamber bana kadını gönderdi. Dualarınla, onu kendime almak istiyorum.

- Haklısın! Kadın çok tatlı bir şeydir. O’nu, hep, tertemiz bir su gibi tat! Ve, daima, onun sana mutf olmasını sağla! “Ahlaklı kadınlar kolayca kabul eder ve mutîdirler; kocalarının yokluğunda, ı anrı’nın başkaları tarafından dokunulmamasını istediği şeyin tertemiz kalmasına itina ederler.”

Bu suretle, Mevlâna, karısı olarak, soylu ailesinin kökleri Semerkant’a kadar uzanan Lala Şerafeddin’in kızı Gevher Ha-tun’u aldı. Ve, bu olay Hicri altı yüz yirmi üç, miladf bin iki yüz yirmi üç’te cereyan etmiş oldu. Mevlâna o sıralarda, bazı vaka-nüvislerin yazdıklarına inanacak olursak, on dokuz yaşından büyük değildi. -

Eğitim ve Düşünceyle Dolu Yedi Yıl

İşte, böylece, baba ve oğul dolu dolu yedi yılı Karaman’da, o kutsal adam ile değerli kızının yanında geçirdiler. Mevlâ-na’nın on dokuzundan yirmi altısına kadar... Ve O, bir taraftan rahat yaşamın tadını çıkarırken, diğer taraftan da ruhunu ve de aklını geliştiriyordu. Gevher Harun’a gelince, o da, değerli bir erkeğe değerli bir şekilde eşlik edebilecek değerli bir kadındı... erkeğin çabasına destek olup dehanın sönmez ateşini erkeğiyle beraber körükleyen bir kadın. İşte o yedi yıl, gerçek eğitim yılları olmakla beraber, hiçbir zaman eğitimin son yılları olmadılar. Çünkü, Mevlâna yaşamının sonuna kadar çevresini ve kendisini eğitmekten hiç geri kalmamıştır. O, sürekli olarak hareket e-den bilginin tâ kendisidir; sürekli olarak oluşan ve gelişen bir dünya.

İslam Ortodoksluğunun temel taşlarından en ufak bir kopmaya yer vermemesi için endişe ve korku ile karışık bir özeni sürekli olarak göstermiş olmakla beraber, Mevlâna, gene de bir insanın onu tüm benliği ile sevmesine ve ona inanmasına olanak sağlayacak bütün öğeleri İslam’a kazandırmış oldu.

Şam’da geçirmiş olduğu o geceler, korkulu coşkunun ilk ifadeleri idi. Ondan sonra, bu ilkleri çok daha kötüleri izledi. Bahaeddin Veled bir noktaya kadar oğlunu takip edebildi. Ancak, ondan sonra oğlunun güzelliği ile konuşma gücüne ve bilgeliğine hayret edip hayran kalmaktan daha ileriye gidemedi. Mevlâna, babasının oğlu... fakat, babasının çok ilerisinde idi, artık... bu suretle yedi yıl içinde hayatı sürekli ve olağanüstü yaşantılarla doldu taştı...

Bir kış gecesi, bir Yahudi, Mevlâna’nın kapısını vurdu. Gelen Emmor’un oğlu Mezopotamyalı Neftaleim’den başkası değildi. Teni olgun buğday renginde idi; gözleri ise, yıldırım yanığı bulut misali parlıyordu. Mevlâna’dan ancak birkaç yaş büyüktü. Dünyanın herhangi bir yerinde rastlaşmışlar, konuşmuşlar ve kanları kaynaşmış... Bu fakir ve alçakgönüllü Yahudi’nin içinde karşı konulamaz bir güç vardı: ırkına karşı duymakta olduğu tutku.

Mevlâna’nın içi sarsıldı. Karşısındaki gâvurdu... farklı bir bölge... yasak meyve. Ama, ne olursa olsun acı çeken, seven, güzel konuşan bir insan.

Ne var ki, o yabancının varlığı Mevlâna’nın babası için bir kaygı kaynağı olmuştur. Bununla beraber, fazla bir şey söylemedi.

·  -    O, bir gâvurdur. Evinin kutsallığını kirletecek!

Mevlâna’nın ise, cevabı farklı olmuştur.

·  -    Alçakgönüllü ve temiz bir insandır. Irkı olmayan Tanrı, benim Tanrım’dır... ama, aynı zamanda onun da Tanrı’sıdır.

Kaygılı baba ısrar etti.

·  -    Karşındaki bir gâvurdur... sana kuracağı o sinsi kapanlardan sakın!

Mevlâna ise sakindi:

·  -    Tanrı’ya inanıyor.

Ve, bir gece o gâvur eve geldi. Yağmurlu bir kış gecesi. Mevlâna’nın odasına çıktı. Diğerleri uyuyordu. Fazladan bir mum yaktılar ve bağdaş kurup mindere oturdular. Neftaleim’in yanında bir kitap vardı. O’nu açtı ve okudu. Kitap, Mevlâ-na’nın ancak güçlükle takip edebildiği Neftaleim’in lisanında yazılmıştı. Fakat, söz Neftaleim’in ağzından öylesine tatlı bir gizemle çıkıyordu ki, dikkatli dinleyici, söylenenleri tüm açıklığı ile anlamasa da, onları ruhu ve aklı ile kavrıyordu. Neftaleim ilk sayfada durdu: “Tanrı önce göğü ve yeri yaram. Yeryüzü ka~ ba olduğu kadar, onu çevreleyen zifirî karanlık nedeni ile de,

insan bakışından uzak ve kapkaraydı... bununla beraber, Tanrısal ruh onu sarmalanmıştı." Dışarıda, tüm ağırlığı ile gecenin çökmüş olduğu bahçeyi yağmur kamçılayıp duruyordu.

“Ve Tanrı, ışık verilsin diye buyurdu; ve, her taraf ışığa boğuldu.” O aynı anda, evin yakınlarına düşen yıldırımın ışığı evi sardı... ev sarsıldı .. göğün art arda şimşeklenmesi tüm çevreyi parlak bir ışıkla kapladı. Neftaleim okumayı sürdürdü... o son cümleyi tekrarladı: “Ve Tanrı ışık verilsin diye buyurdu; ve, her taraf ışığa boğuldu.” Mevlâna konuşmuyordu. Kendi kutsal kitabında da yazılı olan bu aynı kelâm, burada da yine o gizemli görkemi taşıyordu... sanki, o sıralarda okunmakta olan metinden fışkıran ışık etrafa yayılıyor, her köşeyi aydınlatıyordu. Neftaleim okumasını sürdürdü: “Ve Tanrı, insanı yarattı... yerden aldığı çamura şekil verdi, ve insan şeklini vermiş olduğu o çamuru yüzüne doğru üfleyerek ona can verdi... böylece, yaşayan insanı yaratmış oldu.” Neftaleim’in sesi, odanın içinde tuhaf değişik bir nağme gibi dolanıp duruyordu, Ve yağmur gitgide güçleniyordu. Mevlâna’nın dudakları kurumuş, gözleri yanıyordu... kalbin atışları genç göğsünün kafesine çarpıyor, etrafa yankılanıyordu. Gece yarısından da öte, gecenin en derin saatlerine kadar orada kalıp okumayı sürdürdüler. Onları sarmış olan kutsal kelâmın büyüsünü bozmamak için, ayrıldıklarında birbirlerine tek bir kelime söylemediler...

Büyü sürüyordu...

Ve, Neftaleim ertesi akşam da geldi... onu takip eden üçüncü ve de dördüncü akşamlar da geldi, ve gecenin geç saatlerine kadar kaldı... geldiği her gece, kitabını da okuyordu.

Kitabı bir şiir, bir medeniyet, bir dünya idi. “Tanrım! Beni ne aklınla yargıla ne de hiddetinle cezalandır! Yardım et bana, Tanrım!., çünkü, ben güçsüzüm... İyileştir beni, Tanrım!., çünkü, kemiklerim hırpalandı... ruhum hırpalandı...” “Tanrı beni yöneltsin ve benden hiçbir şeyi eksik etmesin... beni yemyeşil

çimenlerde oturtsun, sulak yerde serinletsin, ruhumu yücelt' sin... beni kendi adına layık adalet beldelerine yöneltsin.”

Mevlâna, kelâmın sarhoşluğunun kendisini sarmakta olduğunu hissetmekteydi. Yoksa, karşılaşmakta olduğu bu Tanrı, başka bir Tanrı mıydı? Hayır! Bu, o aynı Tanrı, Muhammed’in Tanrı’sı... o karşı gelinmez gücün tâ kendisi idi.

Mevlâna, Neftaleim’in kitabını tek başına okuyup kavrayabilmek istiyordu, artık. Ve bunun üzerine kalkıp hahamlara gitti, öğrenmeyi istedi. Hahamlar da, ilgisi ile herkesi aşıp herkesin önünde olan o adamın kendi talebeleri olmasından hep gurur duyuyorlardı. Neftaleim’e gelince, o sürekli düşünüp duruyordu:

·  -    Mevlâna kendi dinini bırakıp Yahudiliği seçebilir mi, hiç?

Sonra da, kendi sorusunu kendi yanıtlıyordu:

·  -    Hayır... Yahudiliği kabul etmesi çok zor! Çünkü O’nun tutkusu öğrenme’dir. Kendi dinlerini bırakıp başka bir dine yönelenler ise, öğrenme tutkusu içinde değil, inanç susuzluğu içinde kıvranıp kalanlardır.

Böylece, Mevlâna sadece o basit Neftaleim, Emmor’un oğlu Neftaleim’in etkisi altında kalmayıp Talmud felsefesinin en derin bilginlerinin eğitimlerini de alarak Tanrı’yı bambaşka bir buut içinde karşılayıp algılamayı başardı. İçindeki şiir yazgısının etkisi ile de Davut’un kitabının içeriği kendi varlığının derinliklerine nüfuz ederken, aynı zamanda, kendisinin o yüce güzelliğin doruklarına doğru akıp gittiğini de hissetti. Kızgın ve hiddetli peygamberlerin beddualarının ağırlığı altında ezilmiş o zavallı halkın tarif edilmez acılarına sevgi dolu bir tutku ile eğildi. Bir yandan yaban çiçeği Ruth’un rayihasının esiri olurken, öbür yandan da Judith’in sunmakta olduğu cinayet kâsesindeki o kurban kanının her yudumundaki büyülü tadın hazzını alıyordu. O tuhaf, o yabancı dil gizemlerinin tümünü kendisine açmakta idi. Yahudi din bilginleri hayret içinde idiler; Mevlâna’nın ağzı kendi dinlerinin dualarını okurken, bir cennet pınarının Tanrısal

tazeliğini sunuyordu. “Geceleri ruhumun sevgilisini yatağımda aradım, ama bulamadım; onu çağırdım, ama beni dinlemedi; kalkıp şehrin sokakları ile meydanlarında ruhumun sevgilisini aradım, ama bulamadım.” Eyüp’ün kitabı, yanan yüreğine keskin bir bıçak gibi saplandı durdu... ve benliğine, derin acı ile dolu bir cümle oturdu: “Güneşin altında olmuş ve olacak her şeyi tanıdım ve, bütün bunların umutsuz bir boşluk ile aklın uçuşan iddialarından başka bir şey olmadıklarını gördüm.”

Gevher Hatun’a gelince, o, yarı kapalı kapılar arasında kendi huzursuzluğunu dolaştırıp duruyordu. Mevlâna’nın acı iç çekişleri duyuluyordu. Geceleri ağır bir ateşle yanıyormuş gibi, sayıklıyordu. Rüyaları hep Tanrı’nın melekleri ile doluydu. Ancak, bu durum Mevlâna için yeni ve alışılmamış bir şey değildi; beş yaşından beri yanından melekler hiç eksik olmadı. Islamın dört meleği ile Lot’un dört meleği, İbrahim’in meleği, ve de, Meryem’e zambağı getirmiş olan melek... melekler, bir ananın bebesini okşaması ve onu uyutması gibi, karlanmış lacivert, kızıl veya kapkaranlık kanatları ile kendisini hep örtmekte idiler.

Şerafeddin’in bahçesindeki gün batımı dolaşmalarında, Mevlâna, Neftaleim’e hep sorardı:

- Neftaleim, kanatlarını gururla açıp gezinen bu tavus kuşunu, onun renklerle bezenmiş kuyruğunu gördün mü? Ama... bu bir tavus kuşudur. Neftaleim, sen öldüğünde hangi cennete gideceksin?

- Şayet böylesine kutsal bir armağana layık isem, güzelliğinin ufak bir kıyısında... Yehova’nın ayaklarının diplerinde olacağım.

- Ben de, şayet layık isem, Muhammed’in sevgili kulları için vaat etmiş olduğu o hoş su kenarlarından birinde dolanmakta olacağım. Evet, Neftaleim... bu dünyanın ötesinde ve de bu dünyada kaç cennet var? Düşünebiliyor musun?

Ne var ki, Neftaleim bu tür soruları anlayamıyordu.

- Bu tavus kuşuna bak, Neftaleim! Gözler için, bir cennetten başka ne ki? Bu sümbüle bak! Koku için, cennetten başka ne ki? O uçtaki dala konmuş ve şakırdayan kuşun şarkısı kulak için bir cennetten başka bir şey mi? Evet, Neftaleim! Cevabını bekliyorum. Yukarıdaki o köşkün önünden geçmiş olan o kız, sırf onları anman dahi seni baştan çıkarmaya yeten bir tutku, duyu ve arzu sunumundan başka bir şey mi?

- Dua kitabı’nı yeniden oku! “Ve, dönüp baktığımda, amaçsız bir boşluktan başka bir şey görmedim.”

- Biliyorum Neftaleim... süreğen ve elle tutulabilecek hiçbir şey yok bu dünyada. Senin de demek istediğin bu, değil mi? Her şey değişip geçiyor; biz de öyle. Bunu düşünmek öylesine doğal ki...

- Ancak, bununla beraber, ben ölmek istemiyorum... ölümden korkuyorum.

- Şayet, sen Müslüman olsaydın, şu anda küfür etmiş olacaktın. Müslüman, yazgıya ve de ölümün gerekliliğine inanır.

Neftaleim derin düşüncelere dalmıştı. Bir an için, anlaşılmaz bazı şeyler mırıldandı. Sonra sordu:

- Mevlâna, “sürekli” diye adlandırdıkları şey nedir? Bunu hiç düşündün mü? Hepimiz hep sürekliliği özlüyoruz... bu dünyada, veya başka birisinde... Hıristiyanları gördün mü? Aralarında pek çok diğerkâm, yumuşak ve alçakgönüllü olanları var; gözlerinde bir başka cennetin arayışını görürsün... İddiadan da, gururdan da, güç gösterisinden de uzaktalar; yırtık giysileri içinde, zap zayıf ellerinde yorgun bir sopa olduğu halde köyden köye dolanıp dururlar. Hayatında, sen, hiç Hıristiyan bir keşişe rastladın mı?

- Hayır. Şimdiye kadar hiç rastlamadım. Hıristiyanları hep korku ile anarım, Neftaleim. Uzaklardan gelip topraklarımızı yağmalayan o tuhaf yabancılardan ürkmüşüm hep... sırtlarına koca bir haç işleyerek topraklarımıza gelip bizlerle acımasızca

savaşmış olanlardan... Muhammed, bizlere, Hıristiyanların zamanının çoktan geçmiş olduğunu öğretti.

- Ne var ki, İsa da onlara bizlerin zamanının geçmiş olduğunu öğretmişti.

- Sizlere de, putların zamanının geçmiş olduğunu öğretmişlerdi. Bütün bu zamanların hiç geçmemiş olabileceğini hiç düşündün mü, sen?

Neftaleim hiç cevap vermedi.

Bahaeddin Veled, o değişik ve tuhaf oğlunun her hareketini takip etmekteydi. Yüzünde ışıl ışıl parlayan o olağanüstü güzellik nasıl da göz kamaştırıyordu! Sesi yumuşak ve tatlıydı; öyle ki, onu konuşurken duyduğunda, gerçeğin anlamı uçup giderdi; zira, ağzında her şey gerçeklik kazanmış oluyordu. Bahaeddin Veled ve ailesi için, bu dünya ile öbür dünya arasında onları ayıran hiçbir sınır yoktu. Melekler ile İslam öğretisinin “cin” olarak tanımladığı o ruhlar kendisinin arkadaşları, doğrudan doğruya ev halkı olarak sayılırlardı. Nişabur’a vardıklarında orada kalmaları için herkes kendilerine yalvarırken, o ruhlar onlara bilinmeyen yolları gösterir ve kulaklarına fısıldarlardı:

- Daha ileri gideceksiniz!

Ve, Bağdat’a da geldiklerinde gene o aynı ruhlar onları dürtmekte idiler:

- Burada kalmayacaksınız!

Ve, Şam’a da vardıklarında o aynı ses kulaklarındaydı:

- Daha geçeceğiniz epeyce yol var.

Ve, beldeden beldeye geçişlerinde, gene de o ruhlar kendilerinin yanılmaz rehberleri olmuşlardı.

- Yürüyünüz! İleri! Daha da ileri!

Karaman’a varmışlardı; o benzeri olmayan Şerafeddin’e. Orada yaşam öylesine güzeldi ki... Ancak, orada da ruhlar susmuyordu:

·  -    Büyük kral sîzleri bekliyor. Gecelerini sizlerin beklenti ve özleminizle doldurduk; yüreğini sevginizle ve de ruhunu beklentinizle doldurduk. Büyük kral nelerin olacağını bilmiyor; ancak, sabrı da tükendi. Hayır! Sizler için hareket saati henüz gelmedi... ne var ki, bir gün o saatin geleceğini bilmeniz gerek!

Öyle anlar geliyordu ki, Bahaeddin Veled’in tek arzusu yaşlı bacaklarını uzatıp rahatlatacağı bir köşe bulup yerleşmek oluyordu. Yüce Tanrı’nın dünyası ne kadar da güzeldi! Ama, onu tadabilmgn için de, karış karış gezip dolaşmaya gerek yok. Bu dünyanın üstünde hareketsiz ve durağan olan tek bir kimse var... o kimse ki, Tanrı’nın simasını kavrayabilmek için, heyecan ve kan dolu gözlerini yukarılara kaldırıp görmeye çalışır.

Buralara Bir Parantezin

Konması Gerek

“Eğitim ve düşünce yılları” bin iki yüz altı ile bin iki yüz otuz üç senelerini kapsamaktadır. On üçüncü yüzyılda Doğu ile Avrupa’nın yazgıları birbirleri ile yumaklaşmış durumdadır. Bin doksan altı’da haçlılar ilk kez Konstantinopolis surlarının dışında konuşlanmışlardır. Bin iki yüz dörtte dördüncü haçlı seferi ile Konstantinopolis işgal edilmiş; elli yedi yıl sonra kötü anısını geride bırakarak ölecek olan o Latin İmparatorluğu kurulmuştur. Konstantinopolis’teki frenkler ile adalardaki frenkler ve de Küçük Asya yollarında gezinen türlü çeşitli haçlılar; İznik ve Trabzon’daki Yunanlılar; Konyadaki Selçuklular; biraz uzakta kalan Moğollar; ve de “Osmanlı” dedikleri Türkler ile İsfahan’ın gül bahçelerinden Kafkas doruklarına kadar yerel yönetimlerini kurmuş olan diğer Selçuklular... Her biri başka bir memlekete ait olup bazen hep beraber dostça ve kardeşçe yaşayan, bazen de kazanç veya şan veyahut cennet için birbirine, boğazlarcasına öldüresiye saldıran koca bir insan denizi. Uzaktan baktığında güzel gibi görünen bir dönem... İleriki dönemleri hazırlamakta olan bir dönem... On üçüncü yüzyıl, Avrupa için Rönesans’ı ve Küçük Asya için Osmanlı İmparatorluğu’nu hazırlayan bir yüzyıldır.

Lala Şerafeddin’in konağında Tanrı hakkında, insan hakkında tartışılabilir. Ancak, denize yakın bir memlekette güçlüklerle dolu bir ortamda tahtını sürdürmeye çalışan bir kral, baba topraklarını yeniden elde edebilmek için ordularını toplayıp onları savaşa sürmektedir: loannis Dukas. Tanrı’nın koruması

altında bulunan Şehir’de* henüz çocuk yaştaki başka bir kral ise, ikinci Bauldouin, kendi egemenliğini dayandırabilecek herhangi bir destek bulabilme umudu ile, isteği ve hatta haberi olmadan Bulgarların Assan soyundan bir prensesle evlenmiştir. Güvensiz memleketler ile güvensiz krallar... Uzaklardaki Kudüs’teki loannis Vrienios, Trabzon’daki Komninos’lar kendi kişilikleri ile geneldeki güvensizlik sahnesini tamamlamaktadırlar. Ve Avrupa’nın kuzeyindeki konaklarda da, tro-baduro’lar çalgıları ile savaşın ve de gurbetin şarkılarını söyleyip dururlar...

Mevlâna’ya gelince... O, Tanrı ve insan konusundaki konuşmalarını sürdürebilmekte. Öyle devreler var ki, Tanrı’nın adının anılması dahi bir kahramanlığı oluşturur... Sanki, Tanrı, insanları çıkışı olmayan bir karanlıkta kaderleri ile baş başa bırakmış gibidir. Yakub’un, bir zamanlar, yeryüzü ile göğü birleştiren o pembe buluttan yapılmış merdiveninin bir gecede kaybolup ortadan kalkması gibi bir şey.

Mevlâna şöyle sorabilirdi:

·  -    Ve, şimdi bizlere ne olacak?

Ancak, yüreğinin derinliklerinde bu son soruyu sorma zamanı gelmemişti. Yaşamı bir nehri andırıyordu: bir kıyısında, Şerafeddin ile Bahaeddin Veled’in arasında Gevher Hatun duruyor; diğerinde ise, hahamlar arasında Neftaleim oturuyordu. Ve, Mevlâna, elinde Arabistan’dan gelmiş o yalın Kuran, kendi düşüncesi ile ruhunun huzurunu kazanmaya çalışıyordu. Ve, öyle saatler geliyordu ki, o huzuru, kendisine tüm bağlılığı ile varlığını adamış Gevher Harun’dan başka hiçbir yerde bulamıyordu. O güzel kadının sevgisi kendisini sarmalayan bir deniz gibiydi. Bulanık düşüncelerini onun diri ve beyaz genç kadın göğüsleri üzerinde rahatlatıyor, ateş içinde yanan dudakları ile onun dudaklarını arıyor, hüzünlü bakışlarını çıplak omuzları ile ince uzun boynunda ve aşk ile yaratılmış o ince çenesinde gezdiriyordu;

kendi yorgun bedenini o genç kadının artniyetsiz ve tertemiz, aşk ve vericilik ile dolu ellerinin okşamalarına bırakıyordu. İşte o zaman, geceleri açan gül misali, dolu dizgin bir şiiriyetin içini doldurduğunu hissediyordu. İnsanların tek bir insan olarak yaratılmış olmalarının imkânı var mıydı hiç? Tanrı’nın gücünden başka bir şey olmayan o bitmez aşkı ile her şeyin -hatta Tan-rı’nın kendisinin dahi- üstüne çıkmaya çalışan o nezih ve narin kadından daha yüce bir şeyin olabilmesine imkân var mıydı? O birleşme, o gizemli ileti, o sarhoşluk... kendi içinde eksiksiz kusursuzluk ile mutlak bütünlüğü ve aynı zamanda, o korkunç yazgıyı da kapsıyordu...

Bilinmeyen Uzak Yollardan, Hiç Beklenmedik Bir Anda Timotheos Çıkagelir

Timotheos Hıristiyan bir keşinin bütün özelliklerini taşırdı. Yaşamının kırk yılını tek başına geçirmişti. Yalınayak, başı çıplak... ve de sırtında, sürekli esen rüzgârın her gün daha da yıprattığı yırtık elbisesiyle... Bir türlü bitmeyen perhizle yanakları çökmüş, aralıksız dua ve secdeye yatmaları ile dizleri çarpıklaşmış, acı içinde kendisini yumruklayıp dövmeleri ile de ihtiyar göğsü çökmüş ve çukurlaşmıştı. Kırk yıldı ki, günahkârların af edilmeleri için dua ediyor; açgözlüler uğruna açlık, ayyaşlar uğruna susuzluk, sefihler ve işrete dalanlar uğruna cefa, zenginler uğruna fakirlik, harisler uğruna mutlak kanaatkârlık çekiyor, gururlu olanlar için alçakgönüllülük gösterirken de canlılar uğruna yavaş yavaş ölüyordu. Yüksek dağlardaki vahşi kuşları, vadilerdeki nehirleri, yaz mevsiminin yakıcı sıcağını ve de kışın yağmurunu seviyordu. Daha henüz on altı yaşlarında, şehirler ile insan yerleşim bölgelerini arkasında bırakıp haz ve rahatın inkârının o baştan çıkarıcı sarhoşluğuna dalabilmesi için, anne baba ocağını terk ederek kimsesizliğin tahtını kurmuş olduğu uzaklara gitmişti. Ve yalnızlıktan, kendi yazgısını ve mutsuzluğunu ördü. Ve bu şekilde yorgun ve takatsiz ve de güçsüz bir şekilde rüzgârda titreyip her an sönecek zayıf bir alev misali bir deri bir kemik kalmış olarak elli beşine vardı. Memleketi olan Filistin vahşi savaşlar altında inliyordu. Artık, gün geçtikçe,

esasında mezhepler ve filioque’lar* ile ilgisi olmayan İsa’ya, sadece alçakgönül ve temiz yürek ile konuşan ve büyük bir cömertlikle kendi vücudunu işkence ve aşağılamalara verebilen kimselerin, o ilk günlerdeki temel İsa’larına inanmaları öylesine güçleşiyordu ki...

Ve, bir gün, beklenmedik bir anda, nedenini anlamadığı bir sırada, tanrısal bir istemin yazgısı gibi, Timotheos kendini gene insanların arasında buluverdi.

Hasta bir kuşa, ezilmiş ve tüm vahşi tarafları törpülenmiş bir yaban canavarına dönüşmüştü. Sanki derinlerden gelen bir ses, kendisine, yalnızlığından vazgeçip insanlarla yeniden dost olması zamanının geldiğini söylemişti. Yollarda bir dilim ekmek dilenerek Karaman’a gelmiş ve orada Mevlâna için söylenenleri duymuştu. Ve, Yahya’yı hatırlayarak, istediği takdirde Mevlâ-na’nın da büyük Tanrı’nın lütfundan nasip alabileceğini düşündü. Ve, gerçekten de, bu sefil keşiş ile soylu filozofun en üst ve karmaşık konularda tartışarak Şerafeddin’in bahçelerinde gezinmelerini görmek inanılmaz bir manzara oluşturuyordu. Mevlâna, ürpertiler içinde, bir kez daha Şam’ı düşündü. Şayet bu zavallı Timotheos’u kendisine gönderen Tanrı ise, o takdirde bütün bu olanlara hangi insani güç karşı koyabilirdi ki?.. Ancak, Timotheos’un bir “gâvur” olduğu da, gerçekti; hatta Yahudi Neftaleim’den de fazla... Timotheos, bilinen ve kabul edilmiş bulunan temel düşman, temel karşıttı... Aralarında hangi düşünce hayat bulabilirdi ki?..

Böylece, Isa, Mevlâna’ya kadar yürümüş oldu. Başta, Timotheos’un siması ve değneği ile... sonra da, tek başına... kendi öğrencilerine Emmaus’ta rastlamış olan İsa... bir armoni ile dolu... kılıç gibi, sönmez bir alev gibi, ak tarladaki olgun başak gibi görkemle dikiliyordu kelâm... Mevlâna Yunancayı seviyordu; yolunu sürerken her an karşılaştığı lisandı, o. Yunancanın ses

uyumunu beğeniyordu. Yunancanın müziğinden, kendi lisanının müziği daha güzeldi; ama, Yunancanın yuvarlaklığı ile kıvraklığı ve asil yumuşaklığı Mevlâna’yı cezbediyordu. Ve gerek o zamanki, gerekse ondan sonraki yazılarda duygularını ifade ederken, başka lisanlarda olmayan ince ayrıntıları vurgulayan kelimeleri Yunancada buluyordu; ve bulunca da, Farsça metin içinde o kelimeyi olduğu gibi ve en ufak bir değişikliğe uğratmadan kullanıyordu.

Mşte bu anlayış içinde, şimdi de, Matta’nın İncilinin tadına varıyordu. İsa dağa tırmanmış, talebelerini eğitiyordu: "Ne mut' lu, o iyi niyetli garip kimselere... zira, göklerdeki o görkemli mutluluk ancak kendilerine nasip olacak.” İşte, Timotheos böylesine garip bir kimse idi. Göklerde vaat edilen o görkemli mutluluğun elde edilebilmesine olanak tanıyacak alçakgönüllülüğün sınırı ne olabilirdi ki?.. Öylesine bir alçalma ki, kişisel gururun ayakta durabileceği en küçük bir patika, hatta en ufak bir çakılın dahi bulunamayacağı bir seviye... “Ne mutlu, o derin matem içinde bulunanlara... zira, anılacak olan onlar olacak' tır...”Oh! Şükürler olsun sana, Tanrım! Bizlere hüznü tattırma lütfunda bulunduğun için... “Ne mutlu, o yumuşak kalplilere... zira, onlara nasip olacak yeryüzündeki tüm nimetler...” “Ne mutlu, o temiz kalplilere... zira, Tanrı’yı görebilme mutluluğu ancak onlara nasip olacaktır...” “Ne mutlu, o barışseverlere... zi' ra, ancak onlar Tanrı’nın çocukları olarak kabul edilecekler' dir...”

Incil’deki bu bahis, Mevlâna’nın yaşamını olduğu kadar, eserinin tümünün de önemli bir temel taşını oluşturmaktadır. Bu bahsi, önce, Timotheos’un dudaklarından duydu; sonra, kendisi de tekrarladı. Öyle ise, Isa kim ve ne idi? Büyük Peygamber kitabının dokuzuncu bahsinde “‘Yahudilere göre, Esdra Tanrı’nın oğludur! Hıristiyanlar ise, Mesih’in Tanrı’nın oğlu ol' duğunu iddia ederler. İşte, onların ağızlarından çıkmakta olan sözler! Onlar eski inançsızlara benzemekteler. Tanrı onları yok

etsin! Öylesine yalancıdırlar ki...”. Timotheos, Mevlâna’nın uykusunu kaçırmaktadır. Artık, kendisinin Nil’in akıntısına kapılmış bir Osiris’ten başka bir şey olmadığını görmektedir... her an parçalanıp, dağılıp gidiyor.

Bahaeddin Veled bir zamanlar kendisini uyarmıştı:

- Pencerelerini açık bırakma. Rüzgârlar servetini dağıtıp yok edecekler!

Ancak, şimdi, Mevlâna her geçen gün kendisinin daha da rüzgâra kapılıp dağılmakta olduğunu hissediyor. Her şey güzel ve kusursuz ise de, kendi ruhunun derinliklerinde fırtınaların esmekte olduğunu biliyor... esen fırtına ise, özgürlüksün, tâ kendisidir. İnsan, aklının gücü ve de sanatın o ölümsüz kudreti ile daha da özgür olur. İnanç özgürlüğe götürmez! İşte bu son cümle, Mevlâna’nın karabasanı haline gelmişti. Tırnağına ve de dişlerine kadar tümünü saran katran kadar kara, tehdit edici bir karabasan... gece dolu bir karabasan! Nizamsızlığa ve de karşıtlıklara karşı kalkıştığı o savaştan nasıl galip çıkabilecek? Veya, daha doğrusu, birbirlerine karşıt olanları nasıl bağdaştırabile-cekti? O sıralarda Mevlâna’nın kavgası ile çabası ve coşkusunun tümü bundan başka bir şey değildi. Gevher Harun’a gelince, Mevlâna’yı kendi mis kokulu ellerinden kaçırmıştı, artık; Mevlâna bir esintiye kapılıp kaçmıştı... suya dönüşmüş ve ellerinin içinden kayıp gitmişti... Çok cepheli uçucu bir kişilikti, Mevlâna... ufkun dört bucağından cinler gelip onu esir almışlar, zincirlerle sımsıkı bağlamışlar ve de tanrısal bir dehşete sürüklemişler. “Söyleneni duydunuz: yanındakini sev ve düşmanından nefret et! Ama, ben, düşmanlarınızı seviniz, sizlere beddua edenleri seviniz, sizlere kötülük edenlere yardım ediniz, ve, siz-leri tehdit edip etrafı sizlere karşı kışkırtanlar için dua ediniz demekteyim.” Böyle bir şeyi yapabileceğini aklın keserse, giriş buna! Bu, sadece ahlaki bir Öğreti değildir. Bu, bir özgürlük bildirgesidir; yani, keşişlik idealinin kabul ettiği ölümün tâ kendisidir.

Mevlâna uykuya dalar dalmaz kendisine İsa geliyor, ve kahredici huzursuzluğun alnından fışkırttığı ter tanelerini şefkat dolu parmakları ile silip onu rahatlatıyordu. Ve, gözlerini kapattığında da, bakır renkli göz kapaklarında, mutlak yalnızlığın çiçeği olan İsa beliriyordu. Seni çarmıha gersinler, ve sen de seni çarmıha gerene ekmek verebilesin; seni çarmıha gersinler, ve sen de seni çarmıha gerene sevginin tümünü gösterebilesin; sen terk edilmiş bir belde gibi katlanılamaz bir çıplaklıkta ol da, o çıplaklık senin çabanın tacını oluştursun. Timotheos asırlar boyunca yerinden kımıldamaksızın sopasına dayanmış ayakta duruyor, ve, bir serçe gibi bir buğday tanesi ile yaşamını sürdürüyordu; ancak, sevgi gibi basit ve fakat aynı zamanda en kıymetli şeyi bilen bir serçe gibi... Mevlâna bir yerde, koca bir sayfada tek bir dörtlük yazmıştır; dörtlüğün üçüncü satırında “ben seven ve aynı zamanda sevilen biriyim” mealinde yazar; sonra da, kalemini alır ve onu siler; sonra ise yeniden yazar; ya o dizeyi başka türlü hissetmeye başlar, veya, inadını hâlâ yenebilmiş değildir. Giriştiği yol öylesine güç ki1..

İsa, Mevlâna’yı çıldırtmıştır. İsa, Mevlâna’yı tümü ile kendi içine almış, kapatmıştı. O sonsuz aşk, o sonsuz tutku... her adımda, her düşüncesinde karşısına dikilip duran o canlı varlık... uykusuz geceler, acı içinde geçen günler... Neftaleim artık Mevlâna’yı kaybetmiştir... Babanın da oğlunu kaybetmiş olduğu gibi...

Göğe bakabilmesi, aşağılardaki kaldırıma bakıp insan kaderini görebilmesi ve her şeyin birden tutuşması için, çatıdaki bir odaya taşındı. Yahudiler ile Hıristiyanlar ve kendi soydaşları Müslümanlar inanç ve güç -ama, inancın sonucu olan o sarsılmaz güç için değil- uğruna Filistin topraklarında çarpışıyorlardı. İsa, ve özellikle Pavlos’un kavramış ve ifade etmiş olduğu o filozof İsa’sı, yani sevgi’nin lirik olduğu kadar kahraman bir güç olan bildirgesi, Mevlâna’ya, akıl ve mantık üstü bir kendi özünü keşfetme sürecini yaşattı. Din ve mezhep farklılıklarının, bir

kimsenin Yahudi veya Hıristiyan veyahut Müslüman olmasının, o tek ve yüce ve de yalın, kendinden menkul ve de her zaman elde edilemeyen gerçek’in karşısında ne anlamı olabilirdi ki?..

Yavaş yavaş karanlık düşüncelerinde ilkbahar esintileri hissedilmeye başlandı. Sanki, birdenbire, pırıl pırıl ışıltılı bir doğanın ortasındaki yatay bir düzlemde bulunuyormuş gibi oldu; ve, bunun tam ortasında da, her şeyin esasını ve anlamını oluşturan o yıpranmaz varoluş yükselmekte idi. Sevgi’nin tâ kendisi olan Tanrı, Mevlâna’nın ruhuna ve de aklına konuştu. Düşün, belirsizliklerin keskinleştirilip düzeldiği o büyülü işlektir. Ve, sevgi, kendi içinde belirliliği de kapsar. Sevgi ile, ölümü sevecek kadar cesaretin en uç noktasına; nefret ettiğin her şeyi sevecek kadar aşağılanmanın en alt sonuna inebilirsen... yani, insan olma tayfının birbirine karşıt her iki ucuna -ikisi de aynı anlama gelir- erişebilirsen, zaten başka hiçbir şeye ihtiyacın olmaz. O zaman, sen, doymaz açlığının ve de dinmez susuzluğunun içinde doyumun tâ kendisi olmuş durumdasın; o korkunç çıplaklığın içinde kaftanın ve de tacın tâ kendisi; sonsuz çirkinliğin içinde benzersiz güzelliğin tâ kendisi; kaybolmuş dünyaların içinde varoluşun tâ kendisisin. Dünyaları yeniden doldurursun. Sevginin has ellerinden başka bir şey olmayan kendi öz ellerinle yeni dünyaları sen yaratırsın. Ama, acaba, böylesine bir sevgi bir hayal mahsulünden veya lirik bir ütopyadan başka bir şey değil mi?..

Öyle ise, seni doğurmuş olan ananı; seni elinden tutarak ayakta durup insanlar arasında yürümeni öğretmiş olan babanı; sana yardım etmiş olan kardeşini; senin için titreyen, nefesini soluyan, güzelliğini sana sunan, dalga dalga saçları ve de coşkun uğruna sana dikilmiş uykusuz gözlerini ve yorgunluğunu alıp götürmen için seni okşamaya hazır iki eli, ileriki yüzyılların hayal edilemeyecek derinliklerine kadar süre gelecek nesillerin yaratılabilmesi için kendi ruhunu ve aklını ve de kanını alıp götürecek ve kendi fiziksel varlığın ile gücünü kanıtlayacak çocuklarının

yapılanması için içlerine o tarif edilmez hazla ekeceğin tohumunu almaya hazır iki bacağı olan kadını; kendi aile efradın ile komşunu ve arkadaşını ve de ırkdaş ile dindaşını; sokaktan geçen tanımadığın bir kimseyi veya bir dilim ekmek dilenen muhtacı sevmen önemli bir şey değil mi? Öyle ise, aç olanın açlığını ve susuz kalanın susuzluğunu gidermen, hastayı tedavi edip mutsuzu teselli etmen, sana kötülük etmiş olanları affetmen, seni incitmiş olanları incitmek istememen, sana haksızlık edenlere sepin haksızlık etmemen önemli bir şey değil mi? Öyle ise, tüm bunlar önemli değil mi? Ve de, senin sana cefa vermiş eli öpmen; sana tokat atana diğer yanağını da uzatman; seni soymuş hırsız için, seni öldürecek bilenmiş bıçağı sana saplamış katil için, sana hakaret etmiş olan alçak için, seni aldatmış olan dolandırıcı için, seninle alay etmiş olan aşağılık bir kimse için dua etmen gerek... öyle mi? Ve de, cüzzamlının dudağındaki irini emmen için ona doğru eğilmen, iltihap içinde kıvranandan iğrenmeden iltihabı senin de kapman mı gerek? Sana yeterli olanın da yetersiz mi olması gerek? Ve tüm bunları ve herkesi de bir ananın çocuğuna, bir kardeşin kardeşe, kadının değerli erkeğe gösterdiği sevgi ve içtenlikle seveceksin. Ve de, kötü ve iğrenç olanlar dahil bütün insanları, bozkırlardaki taşları, koca dağlardaki mağaralarda yuvalanmış kuşları, ulaşılmaz korkunç ormanlıklardaki vahşi hayvanları, toprağın derinliklerindeki sürüngenleri, denizlerde pusu kurmuş canavarları, uçurumu ve de boşluğu seveceksin de... bir tek kendini sevmeyeceksin!.. Öylemi?..

- Ama bu, deliliktir! Timotheos...

- Hayır! Delilik değil... kendini feda etmektir...

- Ama, dediğin doğru ise, neden Tanrı bizlerden feda ve inkâr etmemizi istediği şeyi böylesine bir bilgelik ve şuur ile yaratmış olsun?

- Şayet dünya böylesine bir görkemle yaratılmış olmasaydı, onu feda ve inkâr etmemize değecek miydi?

- Hayır Timotheos!.. Onu tatmaya başladığımız o ilk andan beri, yaşamı öldürmeye kalkışmamız doğru olmaz. Bizlere güzel bir vücut, nefis bir zarf sunuluyor da, ilk andan itibaren bizleri en ağır bir sefalete mahkûm ediyorlar. Bozkır yalnızlığı sana hiçbir şeyi öğretmedi mi?

- Bana yok olmanın, ölümün değerini öğretti.

- Şayet ölüm varılabilecek en üst nokta ise, Timotheos, yaşamın gerekliliğini ve de haklılığını hiç anlayamıyorum.

- Ama, ölümün esası işte burada yatmakta... Yaşamın haklılığında! Ölüm olmaksızın, yaşamın ne anlamı ne de idraki mümkün olabilir.

- Bu duruma göre, ölümü de sevmemiz mi gerekecek?.. Timotheos...

- Evet, Mevlâna...

- İsa, içimde yerleşmiş bir çılgınlıktır, Timotheos. Tanrısal bir çılgınlık. Gün geçtikçe, içimde İslamın buğulandığını ve İsa’nın belirginleştiğini hissediyorum... Ben ne olacağım Timotheos?..

·  -    Benimle beraber bozkırların yalnızlığına geleceksin! Bunun için yola çıktım, bunun için geri döndüm... Mevlâna... seni benimle götürmek için geldim.

- Hayır! Bu, yeni bir tutsaklıktan başka bir şey olmayacaktır, Timotheos... Kendimi kazanmam için cezalandırıcı ceddimi bırakıyorum. Senin İsa’n kendimizi inkâr ve terk etmemizi emrediyor. Benim ise, bu dünyada, kendimden daha emin olduğum hiçbir şeyim yok... güzellik ile şiiri arzulayan kıpkızıl kan ile dolu capcanlı bir yürek.

Timotheos hıçkırıklara boğuldu. Mevlâna’nın hıçkırıkları da Timotheos’unkilerle birleşti. Biri, inancı sarsılan arkadaşı için; diğeri ise, yıldızsız bir gecede bir sarhoş gibi sendeleyen, içi alev alev vanan kendisi için.

Mevlâna uykuya daldığında, İsa yeniden yanına geldi. “Gerçek benim!” diye ona fısıldadı. Mevlâna yataktan kalktı; kurumuş boğazını ıslatmak üzere yandaki testiye eğildi. Sonra da, İsa’ya bağırdı:

·  -    Gerçek nedir, diye sana sorduklarında susan sen değil miydin7                                 z

Ne var ki, o sırada İsa çıkıp gitmişti.

Mevlâna ise, tam anlamıyla hasta idi, artık...

Aklın Susuzluğu Konusunda

Bir İki Kelime...

İsa ile Katmanlaşmış bir halde bulunan Mevlâna’nın aklını toparlayabilmesi için epeyce bir zamanın geçmesi gerekti. Kendi içinde on binlerce ses durmaksızın ve karmakarışık bir halde konuşup duruyordu... Uzak dünyalardan, bilinmeyen beldeler-den, bilinmeyen yörelerden gelen sesler...

Özellikle sözlü kaynaklara dayanarak, Mevlâna’nın etrafında neden olduğu hayranlık ve kutsallığı izah etmeye çalışan ve çoğunlukla îranlı olan Doğulu bilge ve inançlı yazarlar, çoğu kez, kendilerini hafif ve yarı şaka mahiyetindeki hikâyelere kaptırıve-rirler. Onlar, hayalin sorumsuzluğu ile doğaüstü olmanın cazibesine kapılıp giderler. Böyle olunca da, derinlere inip oraları araştırmaya pek ilgi duymazlar; görünen satırlar onlara yeterlidir. Bu suretle de, eski yazılardan bir büyücü, bir büyüleyici, doğaüstü ve insanüstü bir Mevlâna... yani, bir masal ortaya çıkar.

Ben de masalları severim. Hele o tatlı, sonu gelmez Doğu masallarını... ama, aynı zamanda, bademin kabuğunu kırıp içindeki özünü de toplamayı severim. Bunun ne kadar faydalı olduğunu bilmiyorum. Tek bildiğim, bu durumun benim için bir ihtiyaç, bir yazgı halini almış olmasıdır. Zamanın vakanüvisleri-nin zikretmekte oldukları o olay ve öykülerden söz etmeye kalkışsa idim, ellerimin içinden Mevlâna’yı kaçırmış olacaktım. Gerçekten de, geçişleri esnasında kapıların kendiliklerinden açılmaları, ve de bilinmez dünyalardan çıkıp gelen taptatlı kuşların haberciliğini yapmaları gibi hikâyeler, bazen, çok hoş olabilir. Ne var ki, bizler gibi yarı inançlıların bu tür anlatılara pek gereksinimi olmaz. Bizleri ilgilendiren şey, o içteki insan...

Mevlâna’dır. Acı dolu beklentileri, ve de, sonunda varmış olduğu herhangi bir kurtuluşu... bizi ilgilendiren, O’nun şiirsellikle dolu olan düşün dünyasıdır...

Eldeki bilgiler çoğunlukla birbirini yalanlar... öyle oluyor ki, çok defa, insan, Mevlâna’nın her devresinin başlangıç ve bitiş zamanını bilemez. O’nu “tâ başından beri hazır” olarak gösterenler, varlığının doğaüstülüğü öğesi üzerinde dururlar. Diğerleri ise, arada boşlukları ve de geriye dönüşleri olan ilerleyici bir eğitim sürecini öne sürerler.

Görülüyor kı, “Mevlâna’nın hayatı” olarak kabul edilebilecek bir bütünlük yoktur. Temel kişiliği, Mevlâna’nın oluşturduğu bir mitologya vardır. Ve, o mitologyaya göre de, Mevlâna için imkânsız olarak kabul edilecek hiçbir şey olmadığı gibi, bilinmeyen hiçbir şey de yoktur; Mevlâna rüzgârın tüyüne binerek beldeden beldeye seyahat edebildiği gibi, aynı anda orada ve burada da bulunabilir, doğaya emredebilir, hayvanlarla konuşabilir, ve ileride olacakları önceden bilebilir!

Ama, ne var ki, ben büyücüden çok öğrenciyi tercih ederim. Mevlâna, her şeyden önce öğrenme’yi ister; sonra da anla-ma’yı; içinde korkunç bir bilme açlığı mevcuttur. Öğrendikleri ile anladıklarını harmanlaştırıp onlardan sonuç çıkarmasını ister. Doğru düşüncenin ışığı altında basamak basamak yükselerek basit çoğuldan birleştirici tekili ulaşmaya çalışır. Ve, böylece, biraz sonra, aklın susuzluğu aklın trajedisine dönüşür. Etrafından, tüm gücü ve ağırlığı ile İslam Ortodoksluğunun yüce duvarları yükselmektedir. Ve, görünürde onların dışına çıkmaksızın, onların içine ve aralarına her şeyi yerleştirmeyi başarmıştır.

Basit halk, O’nun kişiliğinde kutsal bir büyücüyü görür. İnananlar, kutsal ve bilgeyi görür. Kelâmın büyüsüne kapılanlar ise, kutsal kişiyi ve şairi görürler. Masalcı vakanüvis olmayan çağdaş tarihçiler ise, onun kişiliğinde “mistik” olanı, “benzersiz” Mevlâna’yı görürler. Ve, “benzersiz” Mevlâna da, İsa’nın “hasta adam” diye tanımladığı kişidir. Mevlâna’nın gücü, hastalığında mevcuttur.

Yedi... O Kutsal Sayı Tamamlanıyor

Karaman’da geçmiş olan yılların sonu gelmek üzere... Bu arada, Mevlâna’nın çocukları olmuş, kendisi baba olmanın o büyük coşkusunu yaşamıştır. Gözü Gevher Harun’a, o değerli hayat arkadaşına yöneldiğinde, içinde, benliğini kaplayan o eşsiz coşkuyu hissetmektedir. Gelecek zamanlara doğru uzanmakta olan bu yeni nesil, kendisi için büyük bir teselli kaynağı oluşturmaktadır. Her şeyin kaybolmuş olduğu duygusunu veren o bunalımlı gecelerde, Mevlâna, sığınacağı son bir kapıyı, çocuğun o neşeli bakış ve gülümsemesinde görmektedir. Koruyucu baba ruhu, bu belirgin kanıt ile ispatlanmış olmaktadır.

Timotheos ise, bu tür bağlardan nefret etmektedir.

·  -    Bizleri dünyaya bağlayan her şeyden nefret etmemiz gerek.

Ancak, Mevlâna aynı kanıda değildir:

·  -    Bizleri dünya ile bağlayan her şey, bizleri Tanrıya bağlamakta.

Zaman, 'birbirine katlanarak uzayıp gidiyor. Ama, Mevlâ-na’yı yakan ateş bir türlü zayıflamıyor. Ve, bir gün Timotheos yeniden kapısına geliyor... dilenci çıkını ile sopası elinde...

·  -    Sana veda etmeye geldim... mutlak sessizlik beni yeniden çağırıyor.

Bakışı bulanıktır; ürkektir... tıpkı yaban güvercini bakışı... Timotheos o ilk yüzyılların İsa’sını seviyordu. İnananların bir kuytulukta toplanıp şükür ve sabır dualarını o anda tertipleyip söyledikleri, ellerindeki yemeği kardeşçe paylaştıkları o eski, basit kiliseyi seviyordu... keşişlerin vahşi hayvanlar gibi çıplak, soğuk taş üzerinde, lağım ve mağaralarda saç sakal karışmış ve kirli

olarak yatıp, en basit bir arzu kalmamacasına bedenlerine eziyet ettikleri o ilk kiliseyi... O keşişler günahkâr hayal ve suçluluk duyguları ile dolu oldukları kadar, bedensel arzulardan da uzaktılar. •

Mevlâna o fikirde değildi:

- Bu, takip edilecek en iyi ve doğru yol değildir. İsa, sizlere, mutsuzlara yardım etmeniz gerektiğini söylemiştir... Ne var ki, mutsuzlara mutlak sessizlikte rastlamazsınız ki... Mutsuzlar, onları ezep güçlüler, onlara cefa çektiren vicdansızlar ve de onların cılız ellerindeki ekmek kırıntılarına da göz dikmiş açgözlüler ile gösterişli davranışlarıyla onları kahreden gururluların arasında, şehirlerde sefalet içinde yaşarlar. Komşu diye tanımladığımız kimse hastalıklar, şiddet, açlık, kölelikten acı içinde kıvranan ve güneş altında rahat bir köşe bulamayan bir büyük ruh, bir evrensel ruhtur. Keşiş anlayışı, insanın kendi içinde kurtulabileceğine inanır; oysa, insan, ancak diğerleriyle beraber iken kurtulabilir. Mutlak sessizliğin, esas sorunu çözebileceğine inanmıyorum, Timotheos... mutlak sessizlik, ancak, sorunu gözden uzaklaştırır.

Ne var ki, Timotheos söylenenleri kabullenemiyor, ikna olamıyordu. Ruhu boş bir saz gibi kurumuştu. Timotheos, ölüm ve cezaladırılmaktan başka bir şey düşünemiyordu; suç işlemesin ki, ceza gelmesin. Mevlâna’ya gelince, yaşamakta olduğu dünyayı seviyordu; yaşamın görünümü, doğanın görünümü içini titreten bir haz veriyordu kendisine.

- Bu çiçeğe bak, Timotheos! İsa, Kral Solomon’un dahi hiçbir zaman böylesine görkemli olmadığını söylüyor. Bu çiçeği bir yana bırakıp bozkırdaki taşların arasındaki dikeni aramana ne neden olabilir? Çiçek güzeldir, Timotheos. Geceleri ormanda yol alan ceylanın, çiçek açmış badem ağacının ucunda şakıyan kuşun, insan vücudunun güzel olduğu gibi... Neden kendi vücudundan, insan vücudundan nefret ediyorsun? Neden kadın vücudunun içinde cehennemi arayıp ondan korkuyorsun?

·  -    Kadın vücudunu aklıma getirme, Mevlâna. Yalnızlığım gecelerle doludur. Tüm gecelerimi, huzursuz aklımdaki hep bu vücut ile geçirdim. Ve onu her yerde, dağdan dağa gezinirken, pınar suyunda veya kayalıktaki su birikintisinde çırıl çıplak yıkanırken, bayırın sükûnetinde soluklanırken hep yanımda gördüm. Evet Mevlâna... bu vücut acımasız ve aralıksız bir ölüm, sürekli bir ölümdür. Ve onu alt edebilmem için tüm bir ebediy-yet, binlerce ve milyonlarca yıl süresince çaba verdim... zira, o çaba süresince her an koca bir yıla dönüşüyordu. Kadın vücudunun etrafa yaydığı o baştan çıkarıcılıktan kurtulabilmem için aklıma sürekli olarak cüzzamı, kolerayı, çiçeği, en iğrenç hastalıkları getirdim. Ve, bu çabadan lekesiz olarak çıkabildim... ancak, bunun bedeli çok acı oldu. İsa’nın huzurunu tertemiz olarak tadabilmem için, içimdeki arzuyu, vücudumu öldürdüm. Şimdi, artık huzura vardım. Bana cevap verme Mevlâna... cevaba katlanamam; arzu hastalığından daha henüz iyileşmiş bir hastayım.

·  -    Ben de hastayım... tümümüz bir dereceye kadar hastayız... Gel, yeniden Incil’i açıp Korintlilere gönderilmiş birinci mektubun on üçüncü kısmını okuyalım... lütfen, bunu bana okusana, Timotheos...

Timotheos kitabı açtı ve okumaya başladı: “Şayet insanla' tın ve de meleklerin lisanını konuşmama rağmen sevgiyi bula' mıyorsam, boş bir aks'i sedadan ve ses çıkaran boş bir kaptan başka bir şey değilim. Ve de, şayet, çok güçlü bir peygamber olup tüm gizemleri ve de bilgileri çözebildiğim halde sevgi yoksa içimde, ben bir hiçim. Ve de, şayet tüm varlığımı dağıtıp gurur duyduğum vücudumu da feda ettiğim halde sevgi yoksa içimde, hiçbir şeye yaramam."Mevlâna heyecan içinde dinliyordu.

·  - Bu bölümü yeniden okusana, Timotheos. Bunu, senin dudaklarından bir kez daha dinlemek istiyorum.

Timotheos sabırla bir kez daha okudu.

- Şimdi de, bu sevgi bildirgesinin mutlak yalnızlık ile nasıl bağdaşabileceğini bana izah edebilir misin? Mutlak yalnızlığın bir suç ve gururdan başka bir şey olmadığını anlayamadın mı? Pavlos’un bir iki yazısında insan ve Tanrı’nın anlamını çok belirgin olarak açıklamasının üzerinden bin iki yüz yıl geçti. Ve insanlar her tarafta acı içinde kıvranırken, sen, onu kazanmak için yeniden yalnızlığındaki taş ve dikenlere gidiyorsun. Ve, görevimizin başkalarını kendi arzumuza göre şekillendirmeye çalışmadan,' oldukları gibi sevmek olduğunu hâlâ anlayamadın mı? Ve, yöneldiği her şeyi güzelleştirmeyen hiçbir sevginin bulunmadığını, sana, benim gibi bir “inanmayan”ın mı söylemesi gerek? Gerçek dua, sevginin tâ kendisidir, Timotheos. Şimdi, gel de, başka bir şey okuyalım. Yahya Incil’ini aç da bana dördüncü bahsi oku.

Timotheos yeniden kitabı açtı ve okudu: "Ve zamanı geldi' ğinde, ki, şimdi zamanıdır, Tanrı’ya gerçekten bağlı olanlar O’na huşu ve içtenlikle bağlanacaklar; zira, Tanrı böylelerinin kendisine bağlanmalarını ister. Tanrı huşunun tâ kendisidir; ve Tanrı, kendisine bağlananların böyle olmalarını ister.”

Mevlâna, elini kaldırarak Timotheos’a gitmemesini söylemeye hazırlandı.

- Bundan büyük başka bir söz söylenmiş değildir, Timotheos. Ancak, ben henüz gerçek'in ne olduğunu anlamış değilim.

- Gerçek, İsa’dır.

Mevlâna düşündü. Ağzını açıp tek kelime söylemedi. Ve, işte, o sırada Neftaleim çıkageldi. Saçı karmakarışık, sakalı pis, bakışı bulanık, gözü buruşuk, elleri titremekteydi:

- Karım Raşel hastadır! Karım Raşel ölecek!

Timotheos ona şaşkınlıkla baktı:

- Cennetin ölümsüzlüğüne kavuşacağı için, Raşel’in mutlu olması gerek.

Mevlâna ise üzüntü içinde Neftaleim’e bakmaktaydı. Gözlerini tavana doğru kaldırdı; dudaklarını kımıldattı ve ağzından tek bir kelime çıkardı:

- Kısmet.

Neftaleim derin bir üzüntü içindeydi. Ölüm gerçeğinin acısı karşısında dünyadaki felsefelerin tümünün en ufak bir değeri dahi, kalmamıştı.

Neftaleim hıçkırdı.

- Çok yumuşak bir yol arkadaşıydı. Hastalıklarımda, üzüntülerimde hep yanımda kaldı. Bana üç çocuk verdi. Beni sevgi ile sarmaladı. Benim için, Raşel olmadan artık yaşamın bir anlamı kalmıyor.

Mevlâna’nın aklına Gevher Hatun geldi; ve onun da bir gün ölebileceği düşüncesi, kendisini ürpertti.

Neftaleim ise, yalvarmalarını sürdürdü;

- Benimle gel... gücün kendisine yardım edecek.

- Kısmet! Kısmet, Tanrı’nın isteğidir. Şayet ölecekse, hiçbir insan gücü onu kurtaramaz.

Umutsuzluk içinde çırpınan Neftaleim bağırdı:

- Hayır! Kısmet diye bir şey yoktur! Bu, Tanrı’nın isteği değil, insanın güçsüzlüğüdür. Sen ise, güçsüz değilsin! Sen “harikulade”, “kutsal”, “benzersiz” Mevlâna’sın... baş edilmez, yıkılmaz Celâleddin’sin... Benimle gel!

- Ben, sadece, Allah’ın isteğine boyun eğen, mümin bir Müslümanım.

- Benimle gel! Mevlâna, sen onu kurtarabilirsin! Onu kurtarabileceğine inanıyorum!

- Benim onu kurtarabileceğime inanıyor musun? Raşel de, kendisini kurtarabileceğime inanıyor mu?

- Evet! Çocuklar da, Raşel de... herkes de... Bu, Tanrı’nın isteği ve de gücüdür.

- Allah’ın isteği!., artık, ben pek emin değilim, Neftaleim...

·  -    Yehova’nın isteği farklı bir şey değildir, Mevlâna. Tan-rı’ya varabilmek için pek çok yol vardır, Mevlâna! Sen, O’na vardın!

Mevlâna bir an içinde havanın çok soğumuş olduğunu hissetti. Zavallı Neftaleim’in sözleri kendisine ürperti vermekteydi.

Timotheos’a beklemesini tembih ederek ayrıldılar. Eve gittiler. Ev, Yahudi mahallesinin ortasında taş döşeli dar bir sokakta idi. Girişteki saksılar susuz kalmış, pörsümüşlerdi. Karanlık basmak üzereydi; ruhu ezen o yarı karanlık saatlerden biri idi. Hastanın çevresinde üç kızı... Thamar, Sara ve Meryem durmakta idiler. En büyükleri, örgülü saçlarını tertemiz alnının etrafına toplamış ırkının ve de hasta annesinin acısını üzgün gözleri ile yansıtan Thamar’dı.

Mevlâna hafif adımlarla odaya girdi; sadece, geniş kol ağızları sessizce uçuşuyordu. Raşel iç çekti, inledi. Yüzü kurumuş, saçları ve derisi rengini kaybetmiş, solmuştu. Mevlâna alçak bir iskemleyi çekerek hastanın yanına oturdu ve ellerini kendi elleri arasına alarak düşüncelere daldı.

Raşel inliyordu.

·  -    Ah! sen ki Tanrı’nın sevgili kulusun... bir süre daha yaşayabilmem için yalvar O’na. Neftaleim’in yanında, üç kızımın yanında hayat güzeldir, Mevlâna... Güneşi görmek, ışıl ışıl mavi denizi hayal etmek de güzeldir... Sen Mevlâna, denizin ne denli harikulade olduğunu bilemezsin. Aşağılarda, memlekette, soydaşlarımızın yanında deniz büyük bir mutluluk, bir coşkudur.

Mevlâna konuşmuyordu. Sadece hasta kadının elini okşuyor ve düşünüyordu.

Kadın mırıldandı:

·  -    Bana güç veriyorsun, Mevlâna... bana yeniden yaşam coşkusunu veriyorsun.

Neftaleim avludan içeri geçmeye çalışan kalabalığı önlemek üzere kapıda duruyordu. Avludakiler, bilge Müslümanın

kendi mahallelerine, evlerinin içlerine kadar girmiş olmasından gocunan eski kırgın Yahudilerdi. Bir kısmı ise, sırf merak nedeniyle toplanmıştı. Oradakiler her şeyi tanımış, Doğu’nun üstüne bir çekirge sürüsü gibi saldırmış o çılgın karşı dinli haçlıları dahi görmüş kimselerdi... İmanları sarsılmış, düşüncelerine kuşkunun girmiş olduğu kimseler...

Ve, bunlar olup biterken ağızlardan bir mırıltı çıktı:

- Raşel yatağında doğrulmuş! Raşel yatağında oturabilmiş!

Ve nereden başladığı bilinmeyen bir mırıltı ağızdan ağıza, kapıdan kapıya yayılıp durdu. Ve kalabalık, bir an içinde patlak veren bir fırtına gibi kaynayıp kabardı.

Mevlâna hâlâ düşünceli, hasta kadının yanında oturuyordu. Kendindeki gücü ona aktarmak istercesine, sadece kadının zapzayıf ellerine dokunuyordu. Meryem ve Sara bir köşede hafifçe ağlıyorlardı. Thamar ise, ayakta, gözlerini Mevlâna’nın ve de annesinin ellerine dikmiş nefesini tutmuştu. Ve, bir an için, Raşel, dipsiz uçurumların diplerinden gelircesine inledi, ve ayağa kalktı. Sonra da hıçkırıklara boğuldu. Bu, kurtuluşun kendisi idi. Sonra da yeni kurtulmuş bir lohusanın rahatlığı içinde yatağına uzandı ve gözlerini kapadı... gülümsedi.

Mevlâna tek kelime söylemedi. Gitmek için ayağa kalktığında, kalabalık huşu ve saygı içinde ikiye ayrılarak ona yol verdi. Neftaleim’e gelince, o, mutluluktan çıldırmıştı. Ağzından bir tek “teşekkür ederim” sözcüğü çıktı. Sonra da, odaya dönerek karısının yanında diz çöktü ve tüm gözyaşları ile ağladı.

Timotheos onu kapıda bekliyordu.

- Ben şimdi gidiyorum.

- Raşel, kurtulma gücünü kendinde buldu. İnsanın gücü, senin tasavvurundan çok daha kuvvetlidir, Timotheos, yeniden o on üçüncü bahsi, sevgi bahsini okumamızı ister misin? İnsanları sevmeyi öğrenmen gerek, Timotheos!

·  -    Hayır Mevlâna! Okumak istemiyorum. Bozkırın o verimsiz taşının içinde nasıl bir sıcaklık ve sevginin olduğunu, bir bil-sen... Bomboş tepeler ile dazlak uçurumların, ve de, uzaktan baktığında yürüyeceklermiş gibi gelen kupkuru mavi kayaların içlerindeki arzu ve gücü bir bilsen... İnsanı canavarlaştıran şey o taşlar değildir... etraftaki capcanlı, uyumlu ve renkli doğa insanın kalbini sevgi ve hayranlık duyguları ile doldurur. Taşın da kendi ruhu vardır, Mevlâna... sadece, insanın değil... taştan taşa sürünüp geçen ve altın yeşili sırtını kayalıklarda güneşe tutan kertenkelenin de ruhu var... Yaban çalının ve de mis kokulu çiçeğin. Ve de, bir yerlerde tek başına bir kayanın dibinden süzülen ufacık pınarın suyunun... Benim dünya hakkındaki şuurum, çok farklı bir şuurdur, Mevlâna... İnsanların duygu, istek ve sorunları ile acılarının ateşinde ve de üstünde... Acı, insanı alçaltan ve küçülten bir güçtür.

·  -    Acı, insanın insanlığıdır... Timotheos. Acı olmasaydı, doğanın hiçbir anlamı olmayacaktı... ve dünya da, kurumuş dallar sarkan boş bir kabuktan başka bir şey olmayacaktı.

·  -    Tanrı ile insan arasında bir yer var, Mevlâna... benim bulunduğum yer... İyi geceler, Mevlâna...

·  -    Tanrı seninle beraber olsun... mutlak sessizliğin yolcusu... Ve onu, yağ kandili elinde, dış kapıya kadar uğurladı.

Sonra da, karısını ve çocuklarını bulmaya gitti. Gevher Hatun kendisini sabırsızlıkla bekliyordu.

·  -    Efendim... Tanrı’nın yüce gücü daim olsun! Ancak, ne var ki, senin yanında ben basit ve mutsuz bir kadından, artık senin ihtiyaç duymadığın bir kimseden başka bir şey değilim.

Mevlâna şaşkınlıkla ona baktı. îlk kezdi ki, karısının ağzından böyle bir sözün çıktığına tanık oluyordu.

Gevher Hatun konuşmasını sürdürdü:

·  -    Aşağılarda, büyük suların arasındaki Hindistan’da Tan-rı’ya ulaşmış insanlar varmış. Ve, Tanrı da onlara ateşin üstünde

yürüyüp de yanmamaları, sivri çivilerin üstüne yatıp da parçalanmamaları, canlı olarak toprağa gömülüp de ölmemeleri, hastaları iyileştirmeleri ve de ölüleri canlandırmaları yolunu göstermiş ve bunlar için gerekli gücü de vermiştir. Şimdiye kadar benden saklandın... ama, ben senin hakkında pek çok karmakarışık şey duyuyordum. Şimdi de, Neftaleim’in evine gidip karısını bir an içinde iyileştirdiğini duydum, Mevlâna, sen benim için çok büyüksün... Sen, efendim, bir mucize... ben ise, gölgende bulunan değersiz bir varlığım.

Mevlâna gülmek ihtiyacını duydu. Fakat, o ürkek kadın öylesine tatlı ve yumuşak idi ki, bir anda o bilge adam tüm heybetini kaybetti. O anda, kendinin, hiç çekinme ve tereddüt duymaksızın, varoluşunun o namuslu armağanını, helalini tadacak basit ve sakin bir ruh, basit bir insancık olmasını öylesine istiyordu ki...

Yedi yıllık bir düşün ve eğitimden sonra, henüz genç yaşta iken, Mevlâna bu dünyadaki insan bilgeliğinin zavallılığını anlamıştı. Etrafındakilerin ona karşı göstermekte oldukları saygı, bağlılık ve hayranlık duyguları, kendisini acı düşüncelere dalmasına götürecek nedenlerden başka bir şey değildi. Onun tek kaygısı, İslam Ortodoksluğunun temel öğelerinden belirgin bir şekilde kayıp kopmamak idi... Göz kamaştırıcı bir hayalin o korkunç sorumsuzluğunu omuzlarına yükleyebilecek cesareti henüz kendisinde bulamıyordu. Kaldı ki, böylesine bir davranışın kendisine ne gibi bir faydası olabileceğini de henüz kavrayamıyordu. İnsanların, yeni olanın eskimesi için daha yeni kalıpların yayılmasını sağlayacak düşün ve sistemlerini kurmaya başlamalarının üzerinden binlerce yıl geçmişti. Mevlâna’nın temel arzu ve amacı, kendisine ait olacak bir acunu kurabilmesi idi... her, şey ve her kavram için yeni bir ifade tarzı, yeni bir kelime bulmaktı. Kendi aklının çalışma düzeni ve sürati içinde “aykırılık”, “sapma” kelimelerinin en ufak bir anlamı ve değeri yoktu. Ve, esasında, başkalarının kendisini anlayamamalarından da

memnundu. Kaldı ki, onu niçin ve neye anlasınlar? Kendisini taşa tutup, sonra da taşa tutmuş olmaları nedeniyle insanlar neden pişman olma zahmetine katlansınlar?

Bir gün babası Bahaeddin Veled onu yanına çağırdı.

- Tanrı’nın yol gösterici meleği gene geldi. Ve, bizlerin gitme zamanımızın geldiği de belli oldu.

Mevlâna karısını, çocuklarını, o kutsal adam Lala Şerafed-din’i düşündü.

-Nereye gideceğiz?

- Konya taraflarına... Selçukluların yuvasına!

Gevher Hatun haberi duyar duymaz kahroldu. Evini, alışkanlıklarını, günlük yaşamının huzurunu kaybetmek... meyve ve çiçeklerle dolu bahçesini kaybetmek... tüm bunlar içini parçalıyordu. Ama, söyleyeceği tek bir söz yoktu. Alçakgönüllü bir tavırla kocasını yanıtladı:

- Nasıl istersen, efendim... seninle dünyanın her tarafına giderim!

Takip etmiş olan günler yorucu çabalarla dolu geçti. Evi bozup eşyaları denklere yerleştirmeleri, onları develere yüklemeleri, refakatçileri ayarlayıp bilinmeyen bir beldeye doğru hareket etmeleri gerekiyordu... Lala Şerafeddin’in gözleri, sürekli olarak gözyaşı akıtan iki pınarcığa dönüşmüştü.

Ancak Tanrı’nın meleği yeniden Bahaeddin Veled’e gelip ona seslendi:

- Vakit geçiştirme! Hareket etme zamanı geldi!

- Tanrı’nın tertemiz ve kutsal ulağı! Emrindeyim, artık...

Ve, kalkıp gittiler...

Konya’ya Varıncaya Kadar...

Karaman’dan ayrılma kararlarının oradaki halkı ne kadar üzmüş olduğunu anlamak güç olmasa gerek. Şehrin eşrafı ile bilgeleri kadar, tertemiz, iyi niyetli sade halk da korkunç bir felaket geliyormuşçasına ağır bir yıkıma uğradı. Herkes, kendilerine böylesine bir misafirseverlik göstermiş olan şehri terk etmemeleri için ayaklarına kapanmış, sürekli olarak yalvarmaktaydı. Ve, hareket gününün bir önceki akşamında Raşel de geldi, Mevlâna’nın önüne diz çöktükten sonra, nereye giderse gitsin, Neftaleim ve kızları ile birlikte onu takip etme kararını almış olduklarını bildirdi. Mevlâna, tatlı ve yumuşak bir ifade ile kadını bu kararından vazgeçirmeye çalıştı ise de, kadın, ısrarlıydı. Böylece, Neftaleim eşyalarının satabildiği kadarını satmış, ailesi için şart olanları yanına almış, geri kalanları da muhtaç fakirlere dağıtmış ve ailesi ile birlikte Konya dedikleri o bilinmez beldeye hareket etmiş.

Kocaman birer deveye binmiş olan baba ile oğul, yan yana, kervanın önünde ilerliyorlardı. Arkalarından Gevher Hatun ile çocuklar, Neftaleim ve ailesi ile Bahaeddin Veled’i çok sevmiş oldukları için ondan ayrılmak istemeyen üç ulema geliyordu. O zamanlar, daha, arkadaşın arkadaşı sevdiği ve yanında bulunabilme mutluluğunu elde edebilmek için tüm servetini feda ettiği yıllardı...

Yeşil vadiler ile sessiz nehirleri ve de yeşermiş tepeleri aşıp duruyorlardı; sık yapraklı ağaçlar altına konuşlanıyor, istirahat ediyorlardı. Birlikte yürüyüp çevresinde kutsal bir yakınlığı hisseden bir insan topluluğu idi. Tanrı’nın kendilerine gülümse-

mekte olduğu gün ve geceler geçiriyorlardı. Mevlâna kuşku duyulmayan, eski, zamandan önce var olup ebedf olacak o Tan-rı’yı seviyordu. O’nu, sabretmesini ve beklemesini bilen ve pek çok hal çaresini bilmesine rağmen daima iyi niyetli olan eski bir dost olarak görüyordu. Ve, o iyilerin iyisi Allah’a şimdi ve bu yolda yeniden rastlamış olmaktan mutlu idi... Mutlak huzurun ancak bu eski Tanrının ellerinde bulunabilineceğine inanıyordu... Düşüncelerini O’na teslim edeceksin ve Kendisi’nin nereden gelip nereye gitmekte olduğunu sormayacaksın... O’nun güç ve bilgeliğine iman edeceksin... ve, şayet, ters bir şeye rastlarsan da, onu pek soruşturmayacaksın; zira, terslik Tanrı’nın isteminde değil, senin kendi aklında mevcuttur. İşte bu şekilde... ecdadının Tanrı’sının yanında... İbrahim, İshak ve de Yakub’un Tanrı’sının... Muhammed’in Tanrı’sının yanında ve yolunda olarak, Mevlâna kendi yazgısına doğru yol alıyordu.

Timotheos’a gelince... o bozkır çakalının şimdi nerelerde olduğunu kim bilebilirdi ki...

Ve gitgide her biri diğerinden daha da büyüyerek, beldeler art arda aralanmaya başladılar... Oralarda, yanlarında kalmaları için halklarının ve yöneticilerinin Bahaeddin Veled ile Mevlâ-na’ya yalvarmakta oldukları beldeler... Her yerde aynı iş tekrarlıyordu. Tanrı’nın melekleri, çiftçinin ileriki hasadı alabilmesi için tohumu etrafa serptiği gibi, adlarını her tarafa yaymışlardı. Ve, şehirlerin hepsi onları aramakta idiler, hanlı vakanüvislerin yazılan bu tür haberci, eşraf ve ulemanın ricalarla dolu bu gelip gidişlerinin en ufak ayrıntıları ile doludur; söyledikleri her söz ile aldıkları her cevap... Ancak, hatırlamamız gerekir ki, İran yazıları (Doğu’nun ebediyyeti) göz önüne alınarak yazılmış bulunmaktadır; biz ise, bu yazdıklarımızı, çok kısa ve sevgili bir yaşam beklentisi içinde sizlere aktarmaktayız.

Biz de, sizlere, basit bir köyde rastlamış oldukları yoldan çıkmış bir haçlının öyküsünü anlatalım. Kendisi Flandre

bölgesindendi. Anadolu’da unutulup oralarda kalmış benzeri şövalyelerden biri... O yıllarda, Anadolu bu tür unutulup kalmış haçlılarla dolu idi. Özellikle, Frenklere Tanrı koruması altındaki imparatorluğun* o güzelim topraklarını paylaştırmış olan IV. Haçlı Seferi’nden sonra, zırhlar içindeki pek çok şövalye ile basit savaşçıların birçoğu, rahat etmiş oldukları o topraklarda yerleşmiş bulunuyorlardı. Aralarından bazıları da, daha uzaklardaki Anadolu’yu kaplayan tülü kaldırıp açmak merakı ile, daha içlere doğru sokuldular. Ve, sırf, Romalıların** topraklarını ellerine geçirmiş olmakla, küçük de olsa, saygın bir durum elde etmiş bulunan bu tür IV. Haçlı Seferi kalıntıları değildi. Bunlardan başka, haçlılar arasındaki iyi kötü temiz karakterlilerin o topraklar hakkında söylemiş oldukları olumlu sözlerin etkisinde kalıp buralara gelip yerleşmiş olanlar da vardı. Bu suretle, bir zamanlar eski medeniyetlerin çiçek açtığı, ancak şimdi, tamamen kurumamış ise de, eski tazeliklerini kaybetmiş olan bu topraklara Batı Frenkler gelip yerleşmeye başlamışlardı.

İşte bu sözünü ettiğimiz Flandreli şövalye B€n£dict de la Brokier, Andadolu’nun içlerinde unutulmuş bu tür şövalyelerden biri idi!

Bruges şehrinden, sürekli fırtınalar altında inleyen ve güneş yüzü görmeyen o yerlerden, kuzeydeki denizin yakınlarından gelmişti. Eskiden, Bruges bir nehir limanı olup büyük bir deniz işletmeciliği şehri idi. Güçlü ve de süratli gemileri, seyahat ve de zenginlik arzularıyla dolarak tüm denizlerde yol alıyor ve zenginliklerle dolu olarak dönüyorlardı. Ve tüccarlarla gemi sahipleri gün geçtikçe öylesine zenginleşmişlerdi ki, bir süre sonra, şehrin ileri gelenleri ile şövalyelere baş kaldırıp şehrin idaresini ellerine geçirmişlerdi.

Bruges’ün bugünkü önemi eskisi kadar değildir. Ne var ki, gene de, şehir sükûnet, güzellik ve de asalet ile doludur. Sessiz taş yolları ile uyuklamakta olan kanallarında eski zaman masalları seyahatlerine devam ededururlar. Flaman ressamların eserlerinden çıkmışçasına, gene de, başlarında o bembeyaz kocaman şapkaları ile rahibeler sokaktan sokağa, evden eve girip çıkarlar. Ve de gül renkli yüzleri ile halk kızları, hâlâ, tüm günlerini o meşhur Flandre dantellerinin tezgâhları önünde geçirirler.

İşte -bizim Ben£dict de la Brokier de, Konstantinopolis’teki Latin İmparatorluğu’nun kurucusu 1. Baudouin’in sadık bir askeri olarak, böyle bir şehirden yola çıkmıştı. Ne o Baudouin ne de sonraki II. Baudouin herhangi öneme sahip kişiler değillerdi... Şehir’de imparator olma gibi o beklenmedik şansın kendilerini şaşırtmış olduğu herhangi birileri! Etraflarında, öylesine sinsi ve ikiyüzlü bir alçaklıkla memleketleri ellerinden alınmış olan eski hükümdarlar, huzursuz bir denizin bir an için sinmiş dalgası gibi, topraklarını yeniden elde etme fırsatını beklemekte idiler. Ve, gün geçtikçe, Baudouin’ler, beklemekte oldukları haklı cezanın kâbusu altında titreyip duruyorlardı.

BenĞdict de la Brokier, Konstantinopolis’in işgalinin tadını çıkarmıştı. Talancı bir aileden gelip tüm servetini kadınlarla gösterişli eğlencelerde ve de av partilerinde kaybetmiş olan o eski para babası, şansını bir kez daha denemek için orduya katılmıştı. Esasına bakılırsa, o bir savaş adamı değildi. Yiyip içmekten ve de eğlenmekten başka bir şey bilmiyor; hatta, şayet istedikleri gibi tozup eğlenmek için sefere çıkmamışlar ise, Frenkle-rin neden buralara kadar inmiş olmalarına bir türlü akıl erdire-miyordu.

Konstantinopolis’in Frenkler tarafından işgalinden Mevlâ-na’nın Konya’ya seyahatine kadarki zaman içinde, Frenkler yeni bir haçlı seferi tertiplemişler ve Mısır ile Finike sahillerine saldırmışlardı. Ve o sefer de başladığı gibi bittikten sonra, Frenkler, Almanya İmparatoru II. Frederick’in başkanlığı altında bir

yenisini tertiplemişlerdi. Fakat, söylemiş olduğumuz gibi, Bene-dict de la Brokier bir savaş adamı değildi. İnanmış birer Hıristi' yan olan arkadaşlarından bazıları, çok defa mırıldanıp dururlar' dı:

- Şu veya bu şekilde nasılsa öleceğimize göre, neden birkaç günahımızdan kurtulabilmemiz için bir an önce ölmüyoruz ki?..

B€n6dict ise onları yanıtlıyordu:

- Nasılsa bir gün öleceğimize göre, neden bir an önce ölelim ki?.. Dünya güzel değil mi? Işıklar içinde pırıl pırıl parıldayan bir dünyayı solumak, hayat denen o harikulade güzelliği manen ve maddeten tatmak güzel değil mi?

Benedict serseri takımından birkaç adamı yanında tutmuş, onları sofrasının kalıntıları ile beslemekte idi. Şehrin işgalinden payına oldukça büyük bir parça düşmüştü. Ve, başkalarının yaptığı gibi, bir an önce bir gemi ayarlayarak elde ettiği bu büyük servetle memleketine dönüp bir asilzade rolünü oynayacağına ve o çok su götüren şereflerini terennüm edecek bir şairi kotala-yacağına ve kahraman rolünü oynayacağına, etrafındaki beş para etmez adamları ile karşı sahile, ve oradan da, bir hırsız gibi, zavallı İznik İmparatorluğu’nun topraklarından Selçuk Türklerinin memleketine geçmiş ve ihtida edeceğini söylemişti. Kaldı ki, bir fırtına gibi eserek haçlıları topraklarından söküp atan ve Pierre l’Hdrmite’e cahil frenk köylülerine ağlamaklı gözlerle bir sürü uyduruk masal anlatmasına yol açan Selçukluların da hiç de fena kimseler olmadıklarına, kendisi tanık olmuştur.

Ve, öyle bir gün geldi ki, uzaktan, yolun üstlerinden bir şamata duydu. Yeniden huzurunu kaçırtacak olan bir savaşın yaklaşmakta olduğu korkusu ile içi titredi. Zaten, insanları birbirlerine düşürecek ne gibi sebeplerin olabileceğini bir türlü aklı almıyordu. Güneşe karşı elini gözüne siper ederek uzaklara baktı. Ve, masum gözlü develerle sırım gibi Arap atlarını, etraftaki deveci ve seyis kalabalığını görünce de, bunların herhangi bir eşkıya grubu veya savaş birliği veyahut herhangi bir insan kalabalığı

olup olmadığını anlayamadı. Ve orada gördüklerine hayretle gözlerini dikmiş, korku içinde beklemeye koyulmuştu.

Oradaki arkadaşlarından, Bertrand isimli eski bir şarkıcı olup şimdi yeme içmeden başka her şeyi, hatta şarkı söylemeyi de unutmuş olan tanınmış tembellerden biri, ağzının içinde mırıldandı:                                          -

·  -    Mekke’den dönmekte olan hacı kafileleri olsa gerek.

Bir diğeri ise, başka bir izahta bulundu:

·  -    Banlar, İsfahan’dan dönen manifatura tüccarlarıdır.

Benedict’e gelince, o, köyünden geçmekte olan o kalabalığın neyin nesi olduğunu anlamak istiyordu. Ve, aradaki mesafe azaldıkça, onun merakı da artıyordu. Nihayet, develerin üstündeki baba ile oğulun farkına vardı; havada uçuşan uzun sakallarını, sarıklarını... ve sonunda, tatlılıkla dolu yumuşak gözlerini... ayrıca, gümüş işlemeli mendillerle örtülü kadınları çocukları... hayvanların yanlarında yorgun argın yürümekte olan kafiledeki diğer insanları. Görmekte olduğu bu insanların, şimdiye kadar görmüş oldukları ile en ufak bir benzerlikleri yoktu. Ve B6n6-dict, bir an için, karşısında Doğu’nun o büyülü masallarından birisinin canlanmakta olduğunu ve insanı şaşırtan tüm o kervanın gerçek değil, güzellik ve tatlılıkla dolu bir hayal olduğunu düşündü. Benedict karşı koyamadı; kalbinin taptaze bir buğday gibi, yumuşadığını hissetti.

Ve, Bahaeddin Veled ile Mevlâna önünden geçerken o kaba, hırsız, ilkel, aşağılık adam önlerinde huşu ve saygı ile eğildi. Her ikisi de selamına yanıt verdiler:

·  -    Tanrı hep seninle beraber olsun!

Benedict köy meydanına kadar onlara eşlik etti. Bahaeddin Veled’in adı, o ücra yerlerde dahi biliniyordu. Ve, o zamana kadar hep olduğu gibi, ulemalar ile köyün ileri gelenleri toplanarak, kısıtlı imkânlarıyla, gelenleri elden gelebildiğince misafir etmeye ve konuşmalarını dinlemeye çalıştılar.

Bir köşede büzülüp kalmış B€n6dict, konuşmaları hazla dinliyordu. Bir ara, Mevlâna’nın gözü ona ilişti.

- Yabancı bir dünyanın adamı olan senin buralarda işi ne?

Herkes irkildi. BĞnĞdict bir ara kaçmayı düşündü; ne var ki, ayakları titriyor, dizleri çözülüyordu. Mevlâna’nın sesi, cezalandırıcı ilahi bir tebliğ gibi gelmişti kendisine.

Mevlâna ise, konuşmasını sürdürdü:

- İsa’yı kurtarmaya geldin! Öyle mi? Ama, sen, daha önce hiç kendini sorguladın mı? Böyle bir eyleme girişmeye senin layık olup olmadığını; ve, ayrıca, başkalarını kurtarmaya gelmiş olan İsa’nın kurtarıcılara ihtiyacı olup olmadığını hiç düşündün mü?

Şehrin ileri gelenleri ile ulemalar, iyi niyetli sade halk, Be-n^dict ve arkadaşları susuyorlardı. Mevlâna’nın sesi yeniden yükseldi:

- Dinmeyen bir kan ve servet açlığı içinde dünyanın öbür ucundan kalkıp geldiniz. Ve, yüz elli yıldır ki, ordularınızla Do-ğu’yu kasıp kavuruyorsunuz. Sizler buralara İsa uğruna gelmiyorsunuz... Doğu’yu ele geçirmek için... evlerimiz, bahçelerimiz, kadınlarımız, malımız ve mülkümüz için geliyorsunuz.

B£n£dict’in yandaşlarından biri, Mevlâna’ya cevap verme cüretinde bulundu:

- Sizler de bir yerlerden geldiniz. Sizler de yabancı bir toprakta vatan aramaktasınız. Herkes bir yerlerden gelir.

Halk, ona, birazdan tehdide dönüşmeye hazır bir hayretle bakıyordu. Ancak, adam, biraz daha ileri gitti:

- Sizler de kılıçtan geçirdiniz, gaspettiniz, yaktınız, tahrip ettiniz, yok etliniz. Bizler de, Tanrı’nın kabul etmiş olduğu öcü almaya geldik,

Mevlâna’nın cevabı farklı idi:

- Öç, kılıç ile alınmaz! Öç, sevgi ile alınır. Kötülük, dağlı bölgelerde oturanların ifade ettikleri gibi, dağın tepesinde ufak

bir tipi gibi oluşup aşağı doğru yuvarlanırken gitgide büyüyen ve korkunçlaşan bir çığa dönüşen kara benzer.

Söze oradaki ulemalardan biri karıştı:

·  -    Savaş savaşı davet eder! Asya toprakları kan, gözyaşı ve acılarla doludur.

Mevlâna bakışını yeniden B6n£dict’e yöneltti:

·  -    Sen korkaksın! Korkak olduğun için de korktun. Benim sana kötülük yapacağımı düşündün. Gel de, elini ver bana!

B£n£dict, uyurgezer bir halde, kalabalığın içinden ilerledi. Mevlâna’ya yaklaştı. O da, acılı babanın hayırsız evlâda yaptığı gibi, kucağını açıp kolları ile Benedict’i sardı.

Herkes susuyordu. Büyük bir an yaşanıyordu. Ve, birdenbire Mevlâna’nın gözleri yaşlarla doldu... derin bir iç çekti ve mırıldandı:

·  -    Sevgiyi bana öğrettiğin için, şükürler olsun sana... Tanrım.

ATlına Timotheos gelmişti. Ertesi gün kervan ünlü Konya’ya doğru yol aldı. Kervana Benedict ile yandaşları da katılmışlardı.

Yazgının Beldesi

Akşam düşmek üzere idi ki, şehir uzaktan gözüktü. Bir taraftan Batı ufukları kızarırken, ince uzun ve narin minarelerin üzerine gece de örtüsünü çekmekte idi. Saray ve büyük Selçuk camisi aynı düzlükte yükselmekte idiler; güçlü ve iyi korunmalı bir duvar ikisini de çevreliyordu. Bir zamanlar Nişabur’da, Bağdat ve Şam’da, Karaman ve Lârende’de olduğu gibi, burada da halk ve şehrin ileri gelenleri bilge yolcuları saygı ve heyecan içinde beklemekte idiler. Konya’nın ünlü sultanı Alâeddin, ünlü bilge Bahaeddin Veled’in şehre doğru gelmekte olduğunu öğrendiğinde, onu karşılamak ve saraya davet etmek üzere ulaklarını göndermişti.

O zamanlar Selçukluların en şaşaalı devreleriydi. Başkentleri Konya, bütün güzelliklerle şiirin ve de bilginin başkomutanı ve başkanı Alâeddin’in etrafında toplanarak Bizans ve Arap medeniyetlerinin harikulade bir şekilde harmanlandığı bir şehirdi. Konya Selçuklularına, güçlerinin bir zamanlar Bizans hâkimiyeti altında bulunan beldelere de uzanmakta olması nedeniyle “Rumf’ adı verilmekte idi. Ancak, Selçuklular bir başka yönden de “Rumf’ idiler; zira, ister Bizans’ta esir, isterse de BizanslIların dost ve müttefiki olduklarında, şartlara ve özellikle savaşın gidişatına göre, daima o büyük ortaçağ medeniyetinden birçok şey duyma ve kapma isteminde bulunmuşlardı. Bu suretle de, İsa’ya yakınlaşmış oldular; onlar artık, kaskatı ve kuru karşıt dinli olmaktan çok tartışmacı, durumuna gelmişlerdi. Hıristiyan kadınlarla evlenmişler, çocuklarını hoşgörü ve affetme kavramları içinde büyütmüşlerdi Ecdatlarının yolundan sapmadan

Bizans’a, ve oradan da antik klasik anlayışa karşı hayranlık duyguları beslemeye başlamışlardı.

Konya, hep o Yunanlı İkonion havasını sürdürüyordu. Mermer üzerine kazınmış veyahut sözlü geleneklerle yaşatılmış o ölmez anılar, nesiller boyunca, Yunanlıların o eski güzel zamanından söz etmekte idiler. Ne var ki, insan kalbi tuhaftır; tek bir anlık kargaşa, her şeyin ters yüz olması için yeterli olabilir...

/ lâeddin’in sarayında altın bir gece yaşanıyordu. Kalenin burçları ile kapılarında güçlü nöbetçiler, ağır silahlarıyla etrafı gözetiyorlardı. Ardında ise, ulaklarla hizmetçiler ve o sırada izinli olan askerler yaktıkları ateşlerin etrafına toplanmışlar, lafa dalmışlardı. Bahar yeni yeni gelmekte idi. Bununla beraber, gecenin ayazı iliklere işleyip yürekleri donduruyordu. Saray ışıl ışıldı. Altın ve gümüş, sedef ve de ustaca işlenmiş yaldızlar içinde sarayın tümü parlıyordu. Saraydaki iç hizmetçiler hafif adımları ile odalarla sofalar arasında mekik dokuyorlardı; haremağaları ise, haremin kapısında bekliyorlardı. Haremin içinde, kokular sürünmüş boyalı ve de süslü ve de değerli şallara bürünmüş kadınlar sorumsuz bir tembellik içinde içli şarkılar ile zamanlarını geçiriyorlardı.

Büyük sultan Alâeddin, saray erkânı ile çevrelenmiş olarak altın tahtında oturmuş, yanına çağırmış olduğu Bahaeddin Veled ve oğlu ile konuşmalarını sürdürüyordu. Doğu’nun en tatlı ruhunu bulmuş olduğu ve büyüsünün tümünün etrafı sarmış olduğu o olağanüstü etkileyici huzurlu ve sakin saatlerden biriydi... pencerelerdeki camların ardında, sabahın erken saatlerinin o titrek ışıması etrafın sessiz topraklarına aksediyordu. Ve, yeniden o eski zamanlar ile güzel gecelerin gelmekte olduğunu bilmek insanı mutluluğa boğuyordu.

Ve, Alâeddin misafirlerine yöneldi:

·  -    Sevgili misafirlerim? Konya ve onunla birlikte ülkemin tümü, sizleri şeref ve saygı ile karşılar. Yüce Tanrı bana gözlerinizde

beliren gerçeğin parıltısını görmek ve sizlerle el ele tutuşabilmek ayrıcalığını bahşettiği için çok mutluyum. Dilerim ki, burada bulunacağınız sürece, sizleri ne kader ne de herhangi bir insan üzmesin! Dilerim ki, yüreğiniz hep huzur ve mutluluk ile dolu olsun!

Bahaeddin Veled cevap vermek üzere ayağa kalktı:

- Devletlim! Tanrı’nın meleği, alev alev yanan parmağı ile bizleri haşmetli tahtının önlerine kadar getirdi. Yıllardır ki, beldeden beldeye sürüklenmelerimizde, artık, barbarların mahvedip yeryüzünden kaldırmış olduğu o güzelim memleketimizi, Belh’i unuttuk. Upuzun, bitmez tükenmez sessiz bölgeler ve kalabalık yörelerden geçtik; ve her yerde, insanın insana göstermesi beklenen sevgi ve anlayışla karşılandık. Ancak, hiçbir yerde yerleşip tüm yaşamımızı orada geçirmeyi istemedik. Zira, Tanrı’nın habercisi, alev alev yanan parmağı ile bizlere hep ileriyi gösteriyordu... ve, işte, o “ileri” de, bizleri buralara getirdi. Tanrı’nın habercisi kanatları ile ellerini örtmüş ve artık parmağı görünmüyor. Yazgı, söyleyeceğini söylemiş oldu. Bizler de, ayaklarına kapanıp, şerefli hükümranlığının gölgesindeki bu topraklarda namuslu bir ölümü buluncaya kadar kalmaya geldik.

Bu güzel sözlere, Alâeddin şu yanıtı verdi:

- Dostlarım! Tanrı’nın da kararı olan kararınız, bizleri mutlu etti. Bu memleketi kendi memleketiniz, bu evi kendi eviniz, dostlarımı kendi dostunuz olarak bilin! Bilgeliğiniz karşısında benim gücüm bir kuştüyünden de hafif kalır. Ben, alt tarafı, bir silah adamıyım; ama, kısmetin bir ifadesi olarak, yüreğimin bir köşesinde gerçeğe ve ruh güzelliğine ayrılmış bir parça var. Konya’da, yaşamlarını kutsal kaidelere ve manevi değerlere vakfetmiş pek çok insana rastlayacaksınız. Sizlerin onlardan daha iyi olduğunuzu biliyorum. Ancak, bu husus, sizlerin onlarla konuşmanıza ve onlara kendilerinin bu ana kadar öğrenme fırsatını bulamadıkları bilgileri aktarmanıza engel olmayacaktır.

Bahaeddin Veled’in cevabı alçakgönüllülükle doluydu.

- Ancak Tanrı ve onun Peygamberi öğretme hakkına sahiptir; onların dışında, hiç kimse başkasına herhangi bir şeyi öğretmeye layık değildir. Ne mutlu ona ki, yaşamının son anına kadar bir şeyler öğrenmeye çalışır! Tanrı’nın ve de Dünya’nın bilgisi, sonsuz bucaksız bir ummana benzer. Kısa ömürlü ve güçsüz olan bizler gibi iki ufacık testiye ne kadar su sığabilir ki!

Hizmetçiler, inci ve pırlantalarla bezenmiş altın kâselerle şerbetleri dağıttılar. Taptatlı bir an yaşanıyordu. Biraz ileride oturmuş birkaç sazende ve hanende çalgı çalıp şarkı söylemeye başladı.'Alâeddin görkemli tahtından inip misafirlerine yaklaştı. Sonra da, oradaki bir sofada hafifçe uzandı, gözlerini kapadı ve rüyalara daldı. Gecenin içinde her şey susuyordu; yalnız, hafif bir şarkı etrafa uçuşarak yayılıyordu...

Uzun bir süre geçmemişti ki, Mevlâna, Konya’nın kendi yazgısının beldesi olduğunu tüm benliği ile hissetti. Şehirdeki camileri, sarayları, köşkleri, medreseleri, bahçeleri dolaştı. Eski kitapları karıştırdı. Eski ustaların huzurlu akılları ve de iç ferahlatıcı ruhlarını aktarmış oldukları altın, yeşil, mavi ve vişne rengindeki çeşitli süslemeler ve minyatürlerle bezenmiş geçmiş zamanlara ait o elyazmalarını tüm duygusallığı ile inceledi. Onlar, bilgelerin ve de şairlerin yazmış olduğu kitaplardı. Bir kez daha İran şiiri ile; Tanrı aşkı, kadın ve doğanın güzelliğinden söz eden o az mısralı kitaplarla karşılaşmış oldu... Sevgilinin kulağına fısıldanan o dua ve tutku ile dolu şarkılar...

Karaman’dan kalkıp gelmiş olan bütün o insanlar, birbirinden hiç ayrılmadan beraberce yasamakta idiler. Ecdatlarının tanrılarını terk etmeyi akıllarından dahi geçirmeyen bir topluluktu o... Neftaleim, Raşel ve üç kız da o topluluktan hiç ayrılmıyordu. Raşel, Mevlâna’ya saygı, şefkat ve de derin vefa duyguları ile bağlıydı... kutsallığa varan gizli ve derin bir aşktı, onun duyduğu... O rezil Ben^dict dahi, gün geçtikçe, kendi iç dünyasını daha da tanımaya başlamıştı. Bir tek Timotheos, o bozkır yaratığı eksikti o topluluktan.

Bahaeddin Veled, Konya’da Seyid Burhaneddin Muhakkik adlı ünlü bir bilge ile tanıştı. O da, Nişabur’daki bilge Feridettin Attar gibi bir mistik, âdeta bir büyücüydü. Günlerce, gecelerce insanın kendi iç gücü ile Tanrı’nın her an ve her yerde kendini belirtmesi konularında tartıştılar. Ve bu tartışmaların sonunda, Bahaeddin Veled, kendisi ile oğlunun bilmediklerini öğrenebilmesi için Mevlâna’yı Muhakkik’e teslim etmeyi kararlaştırdı. O insanlar, işte bu tür bir hamurdan yapılmışlardı; görüp öğrenmeye dayanıyordu hamurları. Ve, kendileri ne kadar bilge olurlarsa olsunlar, bilgelik ve şerefte ne kadar nam yapmış olurlarsa olsunlar, kendilerinden daha bilge olanlara müracaat edip içlerindeki bilgi hâzinesini zenginleştirmekten hiç çekinmezlerdi. Böylece, kendisi de bir hoca olan Mevlâna kendini Muhakkik’e teslim ederek, onunla şarkının ve vecdin eğitimini ilerletti. Zira vecd bir sanattı. Muhakkik’e göre, insanın en uç amacı bilgi değildir; en uç amaç, insanın Tanrı ile birleşip tekleşmesidir. Tanrı, sadece akıl gücüyle kavranamayan, mantıkla anlaşılamayan, mantıki bir sistem olmayan ışıl ışıl bir varlık, sonsuz bir ışıktır. Tanrı, ruhun dünya gailelerinden kurtulup bulutsuz görünümün kutsal yörelerine doğru yükselmeye hazır olduğu o gizemli saatte inanmış kimseye kendini gösterir. Tanrı’yı insan ölçütleri içine indirgemeye çalışmamız saçmadır. O’nu herhangi bir kavram veya boyut içine sokabilecek herhangi bir insan gözü yoktur. Ne var ki, Tanrı, bunun için de bir hal çaresini bulmuştur. İnsanın o dipsiz derinliklerinde kendi gücünden ufacık bir dalı eksik durumdadır; insan da, kendi ideal kusursuzluğuna varmak istiyorsa, ölümlü ve geçici olandan ölümsüz ve ebedi olanı ortaya çıkarmak istiyorsa, işte bu ufacık dalı kullanmak zorundadır. Mevlâna, bu tür sözleri ilk kez dinlemiyordu. Gizemli mistikler adımdan adıma, patikadan patikaya yolunu gözlemekte idiler. Ve Mevlâna, İslamııı, aklın dizginleri içine alabilmeye kalkışmanın imkânsız ve saçma olduğu mistik bir bilgi yüceliğinde olduğunu görüyordu. Bütün medreselerde toplanmış olan bilginin amacının, Kuran’ı temel alarak, pratikte geçerli olacak sosyal ve

siyasi bir hukuk sistemi kurmak olduğunun farkında idi. Ancak, bunun ötesinde, o sihirli Doğu’nun sadece İslama ait olmayıp o kutsal topraklarda doğmuş diğer bütün dinlerce de ortaya konmuş bulunan tüm doğal temel öğelerle doldurmaya çalıştığı bir sahanın varlığını görüyordu. Sonra, bunların dışında da, şarkı öğesi vardı... Şarkı, bir eğlence öğesi değildi;, şarkı, geçici olandan ebedi olana, bugünden sonsuza, insandan Tanrı’ya uzanan ve bunların tümünü birbirine bağlayan bir köprüdür. Şarkı, insanın en derin kökü ve gücü olan doğal alandan doğaüstüne götüren b gizli ilişkiyi çalıştıran bir içsel ses, bir kendinden geçiş, kutsal bir sarhoşluktur. Mevlâna huşu içinde, bu baş döndürücü ifadeleri yeniden duyuyordu. Ancak, içindeki ölümsüz başağın daha henüz olgunlaşmaya başladığını hissediyordu. Kendinden ürkmekte olduğu haller az değildi. İçinde, kendisi olmayan ve her bakımdan kendisini tanıyamadığı ikinci bir Mevlâna’nın mevcudiyetini görüyordu; baştan çıkarıcı ve zorlayıcı bir gücün hükmü altında hissediyordu kendini... O güç, etrafındakilerini şaşırtacak, tuhaf davranışlara sürükleyecek denli kendisini hükmü altına almıştı. Kendi sorumluluğunun altında sözler sarf ediyor, hareketlerde bulunuyordu. Sanki “mucize” kendi varoluşunun bir ifadesi olmuş, varoluşunun tümü bir “mucize’ye dönüşmüştü. Ve, gerçekten de insan bir mucizenin tâ kendisidir. Ama zaten kendisi mucize olan insan “mucize”ye dönüşür de gerek şuur, gerekse güç ve varlık olarak insanüstü bir niteliğe kavuşursa, -gerçek ile ilişkisini tamamen kaybetmediği takdirde- kendi şuurunun panik fırtınaları altında savrulup atıldığını hisseder. İşte, Mevlâna’nın gerçek dramı da burada idi. Mantığı ölmemiş-ti. Muhakkik’in öğrettikleri, kendisi için, daha önce çok iyi bildiği bir yöreye bir seyahatten farklı bir şey değildi; ancak, bu seyahatte kullanılan vasıtaları ilk kez tanımakta idi... fakat, sonunda, Muhakkik’in kendisine öğrettiklerinin, kendisine uygun olmayan farklı bir tadı olan harikulade şeyler olduğu kanaatine vardı. Kendisi, büyük bir savaşın henüz başlamadığını, fakat daha yeni yeni ortaya çıkmakta olduğunu biliyordu...

Bahaeddin Veled, Muhammed’in

Cennetine Gider

O yemyeşil Konya beldesine geldikleri günden, uzun bir süre geçmemişti. Mevlâna hâlâ, o tuhaf Muhakkik’in talebesi idi. Neftaleim’in Judith adında yeni bir kızı doğdu; anlaşıldığı gibi, Raşel herhangi bir erkek çocuğu dünyaya getirmemeye ahdetmişti. BĞnĞdict de la Brokier, kendisine kötülük yapabilecekleri endişesi ile, tam bir şövalye eliaçıklılığını göstererek o serseri yandaşlarına para verdi ve yanından kovdu; kendisi de akıllı uslu bir adam olarak servetini ölçülü bir şekilde yiyip parasını fakir fukarayla paylaşmak üzere Konya’ya yerleşti ve yaşamının geri kalan süresini orada geçirdi... o serseri Flaman akıllanmıştı.

Bir gece, Bahaeddin Veled oğlu Mevlâna’yı yatağının yanına çağırdı. Uzun sakalı göğsünün üstüne yayılmış bir şekilde, yatağında sırtüstü uzanmıştı. Yolunu yürüyüp bitirmiş ve şimdi de, istirahat etmek üzere ve mutlu bir şekilde bir köşeye uzanıp yatmış bir yolcuya benziyordu; titreyen bir yaprak gibi...

Mevlâna babasına doğru eğildi... gözleri doldu. Kusursuz kelâmı söyleyen o dudakların solmuş, avurtların çökmüş, bulutsuz alnın yıpranmış olduğunu gördü.

Bahaeddin Veled güçlükle konuşuyordu.

- Seni, arkamda, İslamın savunucusu olarak bırakıyorum... çocuğum. Aklın hangi yollara saparsa sapsın, ki, pek çok yollara sapacağını biliyorum, sarsılmaz imanın tâ kendisi olan o yüce gücü, ecdadının Tanrı’sına karşı olan inancını inkâr etmemeye dikkat et. Bir Kitap’ta ebedi şereflerini inşa etmiş olan sessizliğin

silahşörleri olan Arabistan’daki o basit bedevileri düşün. Kendinin tâ kendisi olan sen, oğlum Celâl... sana hayranım, senden korkuyorum ve seni seviyorum. Benden hareket ettiğin için seni seviyor, böylesine yükseklere ulaşabildiğin için sana hayranlık duyuyor, ve daha hangi uca kadar yükselebileceğini bilmediğim için senden korkuyorum. Kalbinin bana, bizlere yakın olduğunu hissediyorum; ne var ki, aklının dizgin tanımadığını da biliyorum. Ve ben, senin aklından korkuyorum, çocuğum... Oh! Yol uzun... ve bu uzun yol beni yordu... Ölümün habercisi, oğlum ve efendim, beni örtmek üzere koca kanatlarını açmakta... allahaısmarladık... oğlum ve efendim...

-Güle güle, baba...

Yüce Tanrı’ya secde etmesi için, Mekke’ye doğru dönmeye çalıştı Bahaeddin Veled... Ancak, bunda başarılı olamadı ve çabası yarıda kaldı. Yüzü, tanrısal bir sükûnetle dolu olarak yeniden yastığa düştü. Benzersiz bir ölüm abidesi...

İşte o zaman Mevlâna yetim olmanın anlamını yaşadı. Bir mürşit, bir koruyucu, bir yardımcı olarak yaratılmış olan o, bir an içinde, koca bir ovada yalnız bırakılmış bir ağaca döndü. Kendini, katlanılamayan bir yalnızlık içinde buldu.

Bahaeddin Veled’in ölümü sultan Alâeddin ile Konya’nın ileri gelenlerini ve de halkı mateme boğdu. Ve sultan, Bahaeddin Veled için bir hükümdar cenaze töreninin tertibini, naaşı-nın gömülmesi için de görkemli bir anıt mezarın dikilmesini emretti.

O zaman, Mevlâna, kısa bir yolculuğundan sonra babasının konağına dönüşünde, onun kendisini karşılamak için heyecan içinde ayağa kalkmış olduğunu anımsadı. Mevlâna, babasının kendisine göstermiş olduğu o saygılı davranışı, babanın oğluna saygı göstermesini hiç unutmamıştır. Ve, bu anı üzerine, babasının ayakta gömülmesini istedi. Bugün, aradan altı yüz küsur yıl geçtikten sonra, Konya şehrindeki Mevlâna türbesinde,

Mevlâna’nın mezarının yanında dik duran bir mezar mevcuttur; işte o mezar, büyük bilge Bahaeddin Veled’in istirahatgâhıdır. Ve, oraya giden ziyaretçiler, meraklı gezginler bu mezar karşısında şaşırarak hep sorarlar. Oradaki rehber de yanıtlar:

·  -    Bir zamanlar oğlu Mevlâna’yı karşılarken, Bahaeddin Veled böyle ayağa kalkmıştı. Çünkü, o yıllarda kesin bir kaide vardı: oğul, babasının gelişinde hep ayağa kalkardı; ve bu durum, babanın ölümüne kadar aynen sürerdi... baba basit bir manifaturacı olmasına karşın, oğul âlim bir gezgin veya büyük bir bilge ise de kaide hiç değişmezdi.

Mevlâna, babasının o son isteğini hiç unutmadı. O istek, aklının ıstırabını daha da keskinleştiren bir hatıra idi... Mevlâna, kendilerine sunulan hazır dünyaları kabul eden insanlardan değildi. Ve, kanaatimce, Mevlâna’nın en yüksek özelliği, kendisine sunulmuş hazır dünyaya yeni bir içeriği yerleştirmiş olmasıdır.

Çağının Adamı

Mevlâna, tamamı ile bir on üçüncü yüzyıl adamıdır; yaşamını ve eserlerini dikkatle inceleyecek bir araştırmacının -bir halk öğesi olan “büyücülük”ü bir yana bırakır bırakmaz- O’nun derin düşünme gücü karşısında hayran kalmamasına imkân yoktur. Mevlâna, pek az kişinin erişebildiği bir derinlikte, kendi çağındaki Doğu’nun anlamı ve tarzını kavramış bulunmaktadır. Geçtikleri her yerde yokluk ve yıkım tohumlarını ekerek veya orada yerleşip devlet ve medeniyetler kurarak gelip geçen ka-vimlerin her biri, kendine has lisanı ile kendi tarih ve yazgısını onun yüreğine ve de aklına nakşetmiştir. Mevlâna, Selçuklular ve diğer Doğu kavimleri ile birlikte Haçlıları ve Bizanslıları anlamış ve kavramıştır. Ve, imparatorluk kurucuları ile kolay kazanç peşinde koşan maceracıların, sert savaşçılar ile vahşi hazine arayıcılarının, serseriler ile hayalcilerin, inananlarla bağnazların birbirlerine karıştığı; Latin öncesi bir gelenekten Latin ve ondan sonra da Hıristiyan Ortaçağ geleneğinden gelen Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyanlardan oluşan ve düzensiz bir sürüden başka bir şey olmayan Haçlıları kavraması hiç de kolay bir şey değildi. On üçüncü yüzyıl, ondan önceki hiçbirinin olmadığı kadar, değişik coğrafyadaki insanları birbirine yaklaştırmış ve birbirlerini tanıma ve anlamalarına neden olmuş bir yüzyıldır; ortaçağ ile rönesans arasındaki o olağanüstü tana doğru kapıları açmıştır. Bir çağı kapatan o büyük insanların kendileri, yeni bir çağın da kapılarını açarlar: Gotik metropollerin kurucuları, şövalye troba-duro’ları, Toskana’nın o melodik lisanını ilk kez kullanmış olan kızgın bir şair.

İşte, Mevlâna, o eşine rastlanılmaz hassas duygusu ile çağın anlamını kavrayabiliyordu. Düşün dünyası, tarih içindeki ve de dışındaki tüm varoluş’a yayılmaktadır. Dünyayı kavrayabilme gücü şaşırtıcı bir genişlik taşır; sınır ve kuşku tanımayan bir ge-nişlik... Ahlakı öylesine doğru, düzgün ve de bilgi doludur.

Bir gün yanına BenĞdict’i çağırdı.

·  -    Bana kendi dünyandan, memleketinden söz etmeni istiyorum. Kim olursan ol, seni tanımak istiyorum.

·  -    Hocam... ben bir hiç’im. Bir zamanlar kendime ait dünyam, bir memleketim vardı; şimdi ise hiçbir şeyim yok. Ormanda poyrazın etrafa savurup durduğu bir.yapraktan başka bir şey değilim.

Mevlâna ısrar etti:

·  -    Adamım benim... memleketini hatırlamaya çalış, memleketinin güneşini hatırla!..

·  -    Memleketimin güneşi, tuhaf bir güneşti... gün boyunca üst üste yığılmış bulutların arasından yürür... ve şayet, bir yerde hafif bir maviliğe rastlarsa, duraklar ve aşağıdaki doğayı seyreder. Memleketimin güneşi çürük bir limona benzer; solgun damlaları taş yollara düşer, kadınların yüzlerini lekeler ve sonra da o kara yeşil kanallara dökülür. Yollar keşişlerle doludur; hüzünlü koca kukuletaları, bellerindeki kalın ipleri, çıplak ayaklarına geçirmiş oldukları kalın tahta ayakkabıları ile yollardan birer gölge gibi süzülür ve kuytu sessiz şapellerde kaybolurlar. Şapeller altın taşlı, kızıl gözlü, şaşkın yüzlü resimlerle doludur; işte o resimlerde Tanrı’nın melekleri sessiz şarkılarını sürdürürler; bazen de, melekler orgun sütunlarına inip etrafa tanrısal sesleri yayarlar. Oralarda her şeyde bir sessizlik hâkim. Sular ve de ormanlar koyu bir sessizlik mayasından yapılmışlardır... rüzgâr da, insanların konuşmaları da... ve, o kuytu şapeller olduğu gibi, oradaki insanların kalpleri de...

Mevlâna kızmıştı. Benedıct’in konuşmasını kesti:

- Hayır! bana böyle şeyler anlatmanı istemiyorum. Orada da insanların acı çekip çekmediklerini söylemeni istiyorum.

- insanlar her yerde ve daima acı çekerler! Bizim oralarda da kızgın şişler, mengeneler, mafsalları çekip koparan işkenceler, çivili tekerlekler, etleri parçalayan keskin bıçaklar vardır... Kafalara indirdiğimiz topuzlar, etleri lime haline getiren cımbızlarımız vardır... Bağdat’taki o haşmetli halife kendi karşıtlarına ne uyguluyorsa, Hıristiyan kral da karşıtlarına aynısını uygular. Mevlâna... dünya koca bir nefret denizinde yol alan ufacık bir adacıktır. Ve, insanın en önemli gayesi de, komşusuna kötülüğü nasıl daha etkin yapabileceğidir... Keşişler İsa’nın kelâmını, sevginin kelâmını yayabilmek için yol alıp memleketlerini dolaşırlar... Ve, o büyük sevgilerinin sonucu olarak da, inanmayanları yakmak üzere, dua eden veya kahkahalarla gülen bir kalabalığın ortasında koca koca ateşleri yakarlar. Ben, aşağılık bir kimseyim Mevlâna. Buralara kutsal toprakları barbarların kirletmelerinden kurtarmaya gelmiş değilim... ben buralara çalmaya, yiyip içmeye geldim. Ben inanan bir Hıristiyanım, Mevlâna... evet, mümin bir Hıristiyan... Aziz veya din şehidi kabul edileceksem kırk gün perhiz yapabilir, günde kırk kez dua edebilirim, karda ve yağmurda yalınayak yürüyebilirim... ama, para cüzdanımı kolay kolay açmam. Ve, sana söyleyeyim ki, para cüzdanını kolay kolay açan mümin bir Hıristiyana da hiç rastlamadım. Ben, şimdi, mümin miyim?.. Hatta, lafı açılmış olduğuna göre, inanmayanın da ne demek olduğunu anlamamış olduğunu sana söyleyeyim. Çünkü, şayet o, benim inandığım Tanrıya inanmadığı için imansız oluyorsa, ben de, onun inandığı Tanrıya inanmadığım için, ona göre imansız oluyorum.

- Hayır, konu bu değil... sevgili Ben^dict... Olayın esası iman değildir! Olayın esası ıstıraptır, acıdır. Sen, Tanrı’nın bazı insanlara diğerlerine acı çektirme hakkını tanımış olduğuna inanıyor musun?

- Gayet tabif... Bu hakkı tanımıştır. Erk! Erk dediğimiz kavram, bu hakkın tâ kendisidir. Ben memleketimde de, bura da da erk’i hep böyle gördüm. Erk, diğer insanlara işkence etmeye veya onları yok etmeye yönelik bir iki yöntem bulmak için kafa yoran insanlardan başka bir şey midir ki?..

On emir’de çok açık olarak belirtilmiştir: “Öldürmeye çeksin”; ancak, şu veya bu şartlar altında “öldürmen” de mubah kabul edilebilir. İnsanlar her gün öldürürler; birileri söz, diğerleri silah ile... insanlar diğer insanların neşe ve mutluluğunu öldürürler. Bazen de, o karşıdaki insanın kendisini de öldürürler. Evleri yetim bırakır, tüm insan mutluluklarını temellerinden yıkarlar. Asrımız kan ve gözyaşı ile doludur. Senin o uzaktaki kuzey memleketinin kumlu tepelerinden Finike sahillerine, Tur ve Sidon’dan Hazer denizi sahillerine, Libya çöllerinden Arabistan çöllerine ve oralardan da daha uzaklara, uzun yıllardır ki insanlar insanları öldürmekteler... Ellerinde türlü renkli kanlı bayrakları ile... birinde altın zambak, diğerinde altın haç, başkasında kıpkızıl haç, dördüncüde vişne yarım ay, bunda kale burcu, şunda kızgın arslan, ötekinde tırnaklarını çıkarmış kartal... Ama, tümünde ortak olan gerçek, hepsinin öldürmekten başka bir şey yapmadığıdır. Öyle vahşi hayvan var ki, öldürmez de, sadece ölü hayvan yer; insan ırkı ise, sadece öldürür... Yıllardır ki, insan, komşunun etini yememekte... kaldı ki, yese idi, öldürmesi için çok iyi bir mazereti olurdu... Ama, gel gör ki, insan ırkı insanı öldürür ve kendi karnını otlarla doldurur. Öyle ise, Bdnddict, insan neden diğer insanı öldürür?

- O’nu sen bilirsin, sen bulabilirsin... Bilgeliğinin sınırı yok... İyiliğinin de sınırı yok. Beni ilk süzdüğün o anı hatırlıyorum. Bakışın bir alevden, bir bıçaktan farksızdı... o bakışın tâ kalbime kadar inmişti. Kararlılıklarla doluydun... Ve, o anda, bilinmez göklerden bir ışık geldi. Yıllardır ki Flandre’ın dörtyol ağızlarında aşk şarkılarını söylüyordum. Güzel kadınlar şarkılarımı

beğeniyor, ben de güzel kadınları beğeniyordum... O, Aşk idi Mevlâna... sen ise, bana Sevgiyi öğrettin.

— Bunun için mi yanıma geldin?

- Hayır Mevlâna. Yanına neden geldiğimi henüz bilmiyorum. Henüz, hiçbir şeyden emin değilim. Senin tek bir bakışın ile hiç savaşmadan fethettiğin o kahrolası benliğimin ne olduğunu, bir an içinde nasıl silinip ortadan kaybolduğunu anlayabilmem için kendi derinliklerimi kazıyıp duruyorum. Mevlâna, sana şimdiye kadar hiç kimseye söylememiş olduğum bir şeyi söyleyeceğim: ben, herhangi bir amacı olmayan, kaderi belirsiz bir kimse idim; ama, sende, kendi amacımı buldum... evet, yanında kalarak, dudaklarından damla damla akan o yüce bilgiyi alabilmek için yaşıyorum.

- Senin gibi pek çok kişi var ki, B£n£dict, yüreklerini bana açtılar; gün geçmiyor ki, sokakta biri bana yaklaşıp yüreğini açmasın. Bunun nedenini biliyor musun? Çünkü ben insanların arasında hep yüreğim açık olarak dolaşırım. Ancak, ben sana başka bir şeyi sormak istiyorum. Sen bir Avrupalısın, B£nedict; sen bana Avrupa’nın ne olduğunu, Avrupalı Isa’nın ne olduğunu söyleyebilir misin?

- İsa, tek bir tanedir... Senin de tanıdığın Galileli ve Şa-marlı İsa!

- Hayır! Ben, çok İsa tanıyorum! Kendi talebelerinin ayaklarını yıkayanı; yaya olarak Pavlos ile beraber Tarsus’tan Atina’ya ve Atina’dan Roma’ya kadar yürüyeni; Arios’un İsa’sını; klasik bilgelik ve klasik bilgelikle dolu olan o kilise ulularının tarif ettiği İsa’yı; talebelerini en üst mertebeye yükselten Do-ğu’nun o hüzünlü Bizans İsa’sını, “büyücüler” ile “serbest tefsir-ciler”i kahreden İsa’yı... ve diğer birçok İsa’yı... öyle ise, B6nĞ-dict, tüm bunların arasında gerçek ve tek olan İsa hangisidir?

- Ben, böylesine çok İsa’yı tanımıyorum ki... bildiğim bir teki var, o da Kutsal Kitap’ta sözü edilen İsa’dır.

- Ama, Kutsal Kitap’ta sözü edilen İsa da tek değildir ki? İstersen bazılarını sayalım. Bunlardan biri Eski Ahit’teki “beklenen”, “gelmekte olan”dır; Yahya’nınki bir diğeri; Matta’nınki, Lukas’ınki, Markos’unki diğerleri; ayrıca, Pavlos’unki... o benzersiz, o tarife sığmaz İsa... Ve, şayet yazılı belgeleri dikkat ve bilgiyle tetkik edecek olursak daha birçoklarına rastlarız. B^ne-dict, çoğun içinden hepsini kapsayacak o tek’i arayıp bulabilmenin ne denli güç olduğunu bilir misin? İsa’nın önüne haçlı üniformanı çıkarıp insan’ın çıplaklığı ile çıkabilir misin? İşte o zaman karşında o tek İsa’yı görmüş olacaksın. Sorun, İsa’nın bizlere Pavlos’un veya Matta’nın kapılarından veya başka bir kapıdan gelip gelmemesi değil. Sorun, bizlerin İsa’ya nasıl ve hangi yoldan gitmekte olduğumuzdur.

Ben€dict şaşkın bir şekilde başını kaldırdı. Kıpkızıl gözleri Mevlâna’ya buğulu bir korku ile bakmakta idiler.

- “Gitmekte olduğumuz” demekle neyi kastediyorsun Mevlâna?

- İsa’ya benim senden çok daha yakın olduğumu kastediyorum. Sen şimdiye kadar kaç kişiyi öldürmüş bulunuyorsun, BânĞdict?

- Belki çok, belki de hiç. Ben sonuca aldırmaksızın savaşan sıradan bir askerdim; tek isteğim, ölmeyip hayatta kalabilmekti

- Ben, hayatımda tek bir kişiyi öldürmedim... ne aklım, ne sözüm, ne de kılıcımla... Ancak, içimde, kendi benliğime ait olan ve kısa bir süre için yaşamış ve sonra ölmüş birkaç ceset var...

- Konuştuğunda öylesine olağanüstüsün ki, Mevlâna... Söylediklerinin ne kadar adil ve doğru olduğunu bilemiyorum. Ama, sırf seni dinleyebilmek için binlerce ve binlerce yüzyıl yaşayabilmeyi öylesine isterdim ki...

- Bu söylediğinin değeri çoktur, B^nedict. Sözün şeklinin, özünden daha değerli olduğu durumlar vardır; yani, esasın şe-kip’de bulunduğu durumlar. Bu gibi hallerde sonuç da daha

sürekli ve derin olur. Gerçeğin her zaman güzel olması şart değildir; ancak, güzellik daima önemli bir gerçeklik taşır. Zamanımızın, neredeyse, eski Yunanistan’ı, demokrasinin Roma’sını keşfedeceği kanısındayım. Ben Platon’u okumaya başladım; kanımca, bu, bir isyanın tâ kendisidir. Bizlerin her zaman bunca özenle tetkik ettiğimiz Aristoteles gerçeğin kendisi, gerçeğin önemli bir yönüdür... bilgidir. Ama, Platon gerçeğe dönüşen güzelliktir. Şimdi de, sana yeniden Avrupa’nın anlamını soruyorum. Avrupa hâlâ manastırlarda, seminerlerde uygun ve çok faydalı olan Aristoteles’i okumayı sürdürüyor; Mevlâna ise, Celâl ise... Konya’da, Avrupalıların kullandıkları tabir ile o “kahrolası” Selçukluların yuvasında Platon’u okumaya başladı. Bunun bir anlamı vardır, Bdn^dict... ve, bir gün bunu sen hatırlayacaksın.

·  -    Bana böylesine bir bilgiyi neden verdiğine akıl erdiremiyorum, Mevlâna. Ben sorularını yamtlayamayan cahil ve işe yaramaz bir kimseyim.

·  -    Bilgelerin, kendilerine soracak her soruya verecekleri hazır bir cevapları vardır. Ben onlardan iğreniyorum... Sen farkına varmadın mı? Nefret ederim ben hep kendisi konuşan ve her konuyu aydınlatmaya hazır bekleyen o tür bilgelerden. Ama, bizlere, çok farklı bir bilgelik gerekir... dıştan gelmeyip içten gelen bilgeliğe ihtiyacımız var.

Mevlâna’nın aklı hep bu tür ve buna benzer konularla doluydu. O sıralarda Konya’da çok zengin kitaplıkların bulunuşu çok büyük bir mutluluktu. Kral Alâeddin’in kendisi de, tutsaklığı sırasında Yunanca eğitimi görmüştü. O yıllarda Konya’da Doğu ile Batı el sıkışmışlardı. Orası, asrın en önemli dörtyol ağzı idi.

Mevlâna’nın O Çok Yönlü Varoluşu

Varoluş sürekli coşku dolu bir çabadır. Hiçbir yere varma-mak üzere, bir yerlerden yola çıkar. Pek çok kişide bir varoluş şuuru yerleşmiş değildir. Onlar, sadece bir amaç aramaktalar; zira, onlar, herhangi bir neden olmadan yaşayabilmelerine karşın, mazeret olmaksızın yaşayamazlar. Nedensiz varoluş, sürekli olarak kendi kendine katlanırcasına çoğalan acı’dır; mazeret'siz va' roluş ise, boşluktur.

Mevlâna yapısındaki insanların boşluk’tan nefret etmeleri doğaldır. Ancak öyle bir an geliyor ki, bu yapıdaki insanlar etraflarında boşluk’u görür gibi oluyor, kokusunu hisseder gibi oluyorlar. İşte, şimdi ben de, umutsuzca, matem çanı ile o boşluk saatini çalmak isterim. İnsanı o izah edilmez ve anlaşılmaz baş eğme haline zorlayan fikirlerin ruha hâkim oldukları hallerde, mantık kaybolup insanı terk eder. Derin platonik düşüncelere dalarken, Mevlâna, karşılaşmakta olduğu bu yeni mantık sisteminden cesaret alıyor ve mantığını buna göre yönlendiriyordu. Sonra da, gözlerini kapayıp düşünüyordu. Gerçekten bu mantık şekli çok güzeldi; çoğu kez de çok ikna edici idi; ancak, “ikna” nedir? Aç hayvana et parçaları ne anlam taşıyorsa, mantık açlığı için de çeşitli düşünce temel taşlarının anlamı aynıdır. Ne var ki, mantığı doyuran bir şey gerçeği de doyuruyor mu?

Mevlâna hep bunları düşünüyordu.

Kişiliğinin derinliklerinde çok cepheli ve çok yönlü bir ruh, umutsuz bir huzursuzluk içinde devinip duruyordu. Senelerdir ki, Bahaeddin Veled, kendisini saran o lekesiz hâlesiyle dik duran mezarında istirahat etmekteydi. Ancak, bazen, o huşu ile

dolu gizemli Doğu gecelerinde cennet perdesinin kenarından hafifçe sıyrılarak bir mehtap huzmesine biniyor ve Mevlâna’nın uykusuna giriyordu. Mevlâna, o yıllarda, bedensel hayatının en olgun devresini yaşıyordu. Kendisi, yetişkin bir kimsenin bilgeliğini taşıyan genç bir erkekti. Kadınların arzu ettiği sağlam ve güçlü bir vücut, iyi niyetli ve içtenlikli bir ruh... ve, tüm bunların yanında, zamanının bilgeler bilgelerinin kıskandığı bir bilgi ve düşünce derinliği... Mevlâna, rengârenk süslemeler ile bezenmiş nefis ciltli ve güzel basılmış apaçık bir kitap gibi idi. Ayrıca, yaşamm-Ve de yıkımın tatlarını, birbirlerinden ayrılmaz bir şekilde sarmallanmış olarak dudaklarında yaşatıyordu. Ruhunun ve de vücudunun gücü katı, sert, tek cepheli, kalıp gibi yeknesak ve heyecansız değildi; O, her biri diğerinden ayrı ve özerk bir özne taşıyan ve fakat aynı zamanda birbirine uyan bir güçler bileşkesini taşımakta idi. Mevlâna, kendi içinde bazen tatlı bir şekilde konuşan ve anlaşan, fakat bazen de korkunç bağrışma-larla kavga eden bir sesler dünyasını, bir sesler ırmağını barındıran bir masal manzarasını andırıyordu.

Bir savaş ve ruh beldesi olan Konya’da güzellik ve görkem kendisini hemen belli ediyordu. Mevlâna, Yahudi Neftaleim veya gitgide kendisine daha da yakınlaşmakta olan Ben£dict gibi güvendiği dostları ile çevrelenmiş olarak açık havadaki kır patikalarında dolaşmayı çok seviyordu. Konya yaygın ve her yeri açık bir şehirdir. Uzaklarda dağlarla çevrili olan o geniş ovada insan öylesine bir ferahlık duyar ki... Ve, sabahları serin ve ışıklı olduğu kadar/ güneş batımları da yeşim ve yakut şiiriyetiyle doludur. Mevlâna da gözlerini o gizemli göklere diker, gezintilerini sürdürürdü. Bir an için boz bir toprak topakçığına konduktan sonra uzaklara uçup giden kuşlara, veyahut o ufacık yaprak yeşilliğiyle yaşamını sürdürmeye çalışan böceğe bakıyor, sonra, göğsünü akşam esintisine doğru açarak serinletmeye çalışıyordu. Ve, öyle anlar oluyordu ki, kendisini, geceleri gökyüzünde parlayan yıldızlara, elleri ile fezanın yollarına özen ve dikkatle

yerleştirmiş olduğu binlerce fenerden oluşan ve her tarafı kapsayan bir ışık topluluğuna benzetiyorlardı. İşte o zaman Mevlana, gökyüzü ve yer arasında hafifçe uçuşan huzur dolu bir yıldız gibi hissediyordu... tıpkı, ölümün o zor kapısından yeni geçmiş ve boşluğun karışık yollarında seyreden bir ruh gibi... îşte bu şekilde, ölümden önceki ve sonraki Mevlâna’lar uyum içinde beraberce yaşıyor oluyorlardı; ancak, çok değişik bir zaman ve aynı şekilde çok değişik bir mekân içinde...

Mevlâna, bir zamanlar Timotheos’un savunmakta olduğu keşişlik anlayışını hâlâ kabul edemiyordu. Yaşam olağanüstü güzellikte bir haz ve zevk kaynağıdır. Doğanın kendisi dahi, yaşamı değerlendirip onu doya doya tatmaktan başka bir şey yapmıyor. Varoluşun temel nedeni ve amacı, senin kendi varolma’nı olabildiğince hissetmenden başka bir şey midir? Mevlâna, çiçeğe dönüşebilmesi için goncanın; meyveye dönüşebilmesi için çiçeğin; meyvenin olgunlaşması ve de ağacın meyveyi üstünden atabilmesi ve sırası geldiğinde onu yeniden araması şeklindeki yaşam kanununun gerçekleşmesi için her kademede ve her şey tarafından verilmekte olan çabayı görüyordu. Bu sürekli yeniden doğuşlar, varoluşun o doymaz açlığının doyurulması çabasından başka nedir ki? Dalga dalgayı doğurur... Ve, bunların tümünde, Tanrı’nın varlığı kendini belli eder. İnsan, yaşamı şuur-laştırabilme ayrıcalığına sahip olan tek canlıdır. Mevlâna, varolma şuurunun derinleştirilmesi ve genişletilmesi için onun öldürülmesinin gerektiği şeklindeki Timotheos’un görüşüne bir türlü katılamıyor. Yoksa, varolmanın tek bir yolu mu var, diye bazen düşünüyor. Yoksa maddi varolmanın şuuru, manevi varolmanın şuurunun karşıtı mıdır? Ve, İkincinin gerçek benliğini bulabilmesi için ilkinin ölmesi mi lazım? Ama, gene de Tan-rı’nın böylesine bir cömertlikle bizlere ihsan etmiş bulunduğu tüm bu zevkleri, beş duyunun bazlarını, maddi varoluşu, yaşam denen bu büyük coşkuyu yadsımanın imkânı var mı?

Şu an. için, tanrısal ve inşam Mevlâna’nın ikisi de aynı se-viyedeler... gergin bir ipin üzerine kurulmaya çalışılan tehlikeli bir denge... Ve, bir de, bu dengenin Doğu cariyelerinin giymekte oldukları o yumuşacık ve hafif terliklerle korunması gerektiği de düşünülürse...

Alâeddin ile Konuşmalar

Alâeddin, Mevlâna’yı çok sevmişti. Devletin gaileleri arasında, daima, onunla konuşma ve tartışma zamanını da buluyordu. Ve, işte o zamanlarda, kale burçlarında savaşmış o sert yüz yumuşuyor, kendisi, etrafında göklerin genişleyip derinlik kazanmakta olduklarını hissediyordu. Yemyeşil Konya’da yaşam tadı ile dolu sepserin geceler. O gecelerde, Alâeddin, etrafındaki kadınlara oynamalarını, neyi ve de tefi, Doğu’nun tutkusu ile hoşgörüsünü daha da tutkulu çalmalarını emrediyordu.

Ve, Alâeddin’in sarayındaki kadınlar arasında öylesine nadir rastlanan güzelleri vardı ki, bunlar, Mevlâna’nın tereddüt ve kuşkusunu daha da kahredici bir acıya dönüştürüyorlardı... Huzursuz gençlikleri daha henüz meyve bağlamamış olan kızlar... Nefis yontulmuş yuvarlaklıklar, naz ve eda, baştan çıkarıcı davetkâr bakışlar, işveler, İsfahan gülleri misali yarı açılmış dudaklar... Ressamın paletine veya yaşamdan haz alma tutkusuna sunulmuş ipek şalvarlarına ve değerli taşlarla süslenmiş yaşmaklarına sarılmış insanı çıldırtan yaratıklar. Alâeddin iyice çökmüştü. Felsefi bir baş eğme ile yaşamı damla damla tatmaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştı; yaşı pek ileri olmamakla beraber, sınır tanımaz o eski arzuları fırtınadan sonra birdenbire kesilen yel gibi çöküp sinmişlerdi.

Mevlâna, o kızların uzaklarda bir yerde, bir dağda, bir yayla veya bir ovada unutulup gitmiş ve eski bir rüyadan başka bir şey olmayan bir memleketleri, çöldeki bedevinin hasretini çektiği gibi arzuladıkları bir evi, kendilerine ait bir dünyaları olduğunu düşünüyordu. Onların, kendi efendilerinden bir başkasını

sevmeye, veya içlerindeki arzuyu çıldırtan bir güç ile harman-laştırabilecek bir erkeği arzulamaya hakları yoktu. Alâeddin’in sarayındaki kadınları Mevlâna’ya yakınlaştıran öğe, arzu değildi... Mevlâna o genç kızlara arzu ile bakmıyordu. Onların büyülü gençliklerine, aşk şarkıları ile oynarlarken kendilerini okşar-casına vücutları etrafında hazla dolaştırdıkları ince uzun parmaklarına baktığında içinde bir acıma hissi duyuyor, bu his kendisini bu arzu dolu dişilere yaklaştırıyordu. Ama, bununla beraberrbu hususta fikrini açıklamaya da hakkı yoktu; Doğu nuri o çok güçlü haz ilminin kanunlarına boyun eğiyordu. Kadınların oyunlarını seyrediyor, hafif sesle söylenen şarkıları dinliyor; ve tüm bunlar olurken de, Alâeddin ile birçok konu hakkında konuşuyor, tartışıyorlardı.

Bir defa, büyük sultan, alacağı cevaba çok önem verdiğini belirten bir ciddiyetle Mevlâna’ya sordu:

- Ellerimde bunca gücü bulundurduğum, parmağımın bir tek işareti ile bunca kişiyi öldürebileceğim, veya bir askerin postalı ile ayakları altında açan bir çiçeği ezip yok edebildiği gibi birçok beldeyi ortadan kaldırabileceğim için beni mutlu sayıyor musun? Benim yerimde olmayı ister miydin?

- Hayır, sultanım! Hiç de yerinde olmayı istemezdim. Sana karşı duymakta olduğum sevgi büyüktür. Ama, güç... kılıç ile elde edilen bu türlü bir güç, istediğim bir şey değildir.

Alâeddin şaşırdı:

- Öyle ise, güç ne ki?

- Kahredecek denli bir korku. Güçlerini silahları ile elde eden ve koruyan kimseler insanların en mutsuz olanlarıdır.

Yık surlarını, dağıt ordularını, soyun bu dünyanın nafile süslerinden, ve, eline bir sopa alarak şehirlere, insanlara karış! Ürkmüş vahşi bir hayvandan farklı olmayacağını göreceksin... Çünkü erk, kendinden de, başkalarından da korkar. Erk’in acı duymaması için diğerlerinin acı duymaları gerek. Soyun hep korkunç ve ürkütücü sultanlarla doludur. Kılıç, korkuttuğu

kimseyi ürkütmekle kalmaz, onu elinde tutanı da ürkütür. Eski Roma’nın tarihi, saray şaşaası içinde bir türlü rahat uyuyamayan bu tür ürkmüş insancıklarla doludur. Koskoca salonlar, uçsuz bucaksız sofalar, yanan meşaleler, her birinin dibinde sayısız köle ve saray erkânının nöbet beklediği sütunlar... Ve, korku içinde deli gözleri ile kahrolan sezarlar, sessiz ormandaki aç hayvanlar veya bozkırdaki yaban kuşları gibi dolanıp dururlar. Bana kalırsa, efendim, akıl ve bilgelik ve de dudaklardaki doğru sözlerle idare edilmiş olan o eski Yunan şehirlerini daha çok severim. Savaş değil de, halk meydanları ile agoralarda yaşlanmış olan insanlar... bir yandan sulandırılmış şarap içip köşedeki şarkıcılara kulak verirken, diğer taraftan halk ile tartışıp görüşen idareciler... hiçbir kimseyi öldürmemiş ve daima doğru olanı yasalaş-tıran insanlar.

- Onların tarihini ben de biliyorum, Mevlâna. Eski kitaplar onların ahlak yüceliğinden söz ederler. Ne var ki, ben tarihe inanmıyorum. Çünkü, tarihi yazanlar erk’in adamlarından başkası değildir... Seven veya nefret eden, veyahut hiçbir şeyden haberleri olmayan kimselerdir tarihi yazmış olanlar... İnsan kendini dahi tanımazken, nasıl olur da başkasını tanıyabilir, nasıl olur da gerçeği bulabilmek için başkasının ruhunu eşeleyebilir? Sen bana eski Yunanlıların şehirlerinden ve o şehirlerin bilge idarecilerinden söz ettin. Ama, unutma ki, eski kitaplar bizim, sakat ve fakire karşı sevgi ve acıma duygularıyla dolu, memleket ve halklarını iyi söz ve sevecenlikle idare eden, iyi niyetli, bilge ve düşünceli emirlerimizden de söz ederler; ancak, onların tümünün elinde kılıç vardı. Çünkü, kılıcı elinde tutmazsan halkları da kendi idaren altında tutamazsın. Güç’ün, senin öylesine bir düşüncesizlikle küfrettiğin o güç’ün ne denli zor olduğunu bilmiyorsun, Mevlâna... Güç olmasaydı, erk de olmazdı... bizler de böylesine bir huzur içinde bu sarayda tartışamayacaktık. İnsan zor bir hayvandır; ve ondaki yıkıcı eylemleri ehlileştirmek için dizginleri elinde tutman gerek.

·  -    Düşüncelerin de kılıçtan farksızdır, Alâeddin. Sözünü süslemeyi, onu, kendisini arzulatan o kadife gibi şeftalinin kendi özündeki çekirdeği örttüğü gibi örtmeyi beceremiyorsun

·  -    Doğu şiiri bizlere bu sanatı öğretmiş ise de, senin önünde, Mevlâna, faydası yoktur. Sen her şeyi bilen, her şeyi hisseden bir ruhsun. Senden bir şeyi saklamaya çalışmak öylesine beyhude ki...

Konya’nın dışında Meram denen bir köy vardır. Bugün dahi, Meram’ın meyve ve çiçeklerle dolu bahçelerini görebiliriz. Havada uçuşan çizgilerle çizilmiş gibi duran bir tepecik çevreye hâkimdir. Yamaçları ile tepesindeki banklarda tembeller, işsiz güçsüzler uzanıp yatarlar. Ve, şayet sen gözlerini açıp etrafında gezdirirsen tüm şehrin ayaklarının altına serilmiş olduğunu hissedersin. Selçuk kalesi ile geniş kemerli büyük cami, aradan geçen uzun yılların sakatlamış olduğu yarı yıkık minare, Karatay medresesi, Mevlâna camii ile mozolesi, ince uzun minareleri ile etraftaki camiler, köşkler ve de ileride ufukların boyutları yuttuğu derinliklere kadar uzanan ova... Ağaç gövdeleri ile dallardan yapılı ufacık köprülerle süslenmiş sessiz bir dere o romantik tepeciği çevreler. Bu satırları yazmakta olan ben de, tatlı dostlarımla birlikte oralarda huzur ve sükûnet dolu bir saat geçirdim. Ve, Selçukluların devrinde de oraların pek farklı olmayacağını düşündüm... ne o ağaçlarla dolu bahçeler ne de köşkler eksik olacaktı...

Alâeddin de, devlet işlerinden yorulup huzurlu bir nefes alma gereğini duyduğunda, yanına kendisine sadık Mevlâna’yı alarak oralara gidiyordu. Ve, büyük sultan gelmeden önce asık suratlı silahlılar çevredeki halkı uzaklaştırarak huzurlu bir sessizliği temin ederlerken, Alâeddin ile Mevlâna o sessiz kuytuluklara doğru ilerliyorlardı. Biraz ötede de, büyük bir ulema kalabalığı, ellerinde kâğıt kalem Alâeddin ile Mevlâna’nın ağızlarından çıkacak önemli bir şeyi yazmak için hazır bekliyordu. Tüm çevre kutsal bir havaya bürünüyordu. Ve, Tanrı’nın kendisi dahi,

kendini belli etmeden inip o çiçek tarlalarının arasında geziniyordu.

Bir gün Alâeddin çok düşünceliydi.

- Senin gücün ne Mevlâna?

- Ben içimde herhangi bir güç hissetmiyorum. Ben gök ile yeryüzü arasında dolanan çok alçakgönüllü ve acı çeken zavallı bir gezginim.

- Senin kendi içinde neler duyduğunu sormadım. Biz ikimiz de birer sultanız. Ben kılıç ile vücutlara, sen sözün ile ruhlara hâkim oluyorsun. Rahmetli baban Bahaeddin Veled ulemaların sultanı idi. Sen de öylesin, Şimdi, anlat! Ne oluyor?

- Öğrenmeye çalışıyorum... ve de hiçbir zaman kötüyü dü-şünmemeye. İşte, olan bu! Şayet iyilik ve bilgi bir güç ise, o zaman ben de güçlü sayılırım.

·  - Mevlâna... bana, iki kelime ile kötünün ne olduğunu söyleyebilir misin?

·  - Bu yolun içine pek girmedim... ancak, şimdilik, komşuya zarar verecek bir şeyin kötü olduğunu zannediyorum.

Şiiri de seven Alâeddin bir başka kez, sanatın zenginin bir süsünden, veya fakirin bir tesellisinden başka bir şey olup olmadığını sordu.

- Şiir, yaşamın bir yazgısı ve de ifadesidir. Ve, ancak ve ancak, varoluşun tümünden kaynaklandığında haklılık kazanan bir eylemdir. Yunanlılar şiir kelimesini poiein, yaratmak fiilinden türetirler; böyle olunca da, şiir bir işlem, işlemlerin en ulvisi, bir yaratıdır. Şayet vücudunun ve de ruhunun tümüyle kendini ona veremezsen, bu zor uğraşa hiç girişmemen çok daha iyi olacaktır. Ufak tefek dizecikler çiziştirmek şiir değil, çok aşağılık bir zaman öldürme halidir. Şiir sadece söz sanatının bir şekli değil, en ulvf bir bilgeliktir de... tıpkı Bursa kayalarının diplerinden kaynar suyun fışkırması gibi, şiir de insanın en içinden fokurdayarak çıkan bir bilgeliktir. Benim nefret ettiğim bilgelik ise, ruhsuz kimselerin o soğuk bilgisidir.

Bir başka defa da, Alâeddin gene sordu:

- Yaşam’ın amacı ne Mevlâna?

- Yaşam’da herhangi bir amaç söz konusu değildir. Onda sadece Tanrı’nın isteği mevcuttur. Ne mutlu o kimseye ki, kendi içinde bu çağrıyı hissetmiş, mucizenin esası olan o en yüce sessizliği, o en büyük kuşkuyu kendinde hissetmiştir. Ne mutlu o kimseye ki, Tanrı kendisi ile konuşmuştur.

- Ve Tanrı, ona hangi lisanda hitap etmiştir...

- İnsan lisanında, sultanım... içinde Tanrı’nın sesini taşımayan herhangi bir insan olabilir mi?

·  -    Ve sana gene başka bir şey sormak isterim. Tanrı nedir?

·  -    Sonu gelmeyen bir yaratıcılık, dinmeyen yaratma arzusu, kendi ifadesini bulan sessizlik... cevabı olmayan o soru...

·  -    Bu, çok güç... Mevlâna. Kavrayamıyorum.

·  -    Ben kavrayabiliyorum. Ancak, mantıkf bir sistem içinde onu sınırlandırmama, anlamama imkânım yok.

·  -    Sen olağanüstüsün, Mevlâna. Seni, Tanrı’yı sevdiğim gibi seviyorum; ne var ki, ben seni de anlayamıyorum.

·  -    Muayyen bir sınırın ötesinde, sevginin gücünden başka bir şey kalmaz.

Alâeddin’in Yüceliğinin Öyküsü

Alâeddin oturduğu yerden kalktı ve derin düşüncelere dalmış bir halde yürümeye başladı. Bu, o yıllarda Doğu’ya ait bir ayrıcalıktı; oranın kralları düşünürlerdi de... Sonra, kaleye dönüş işaretini verdi. Ve o akşam, silahlı nöbetçilerin yarı karanlık rutubetli bodrumlara gidip oradaki tutukluları serbest bırakmaları için emir çıkardı. Ölüme mahkûm edilmiş ye infaz gününü bekleyenlere de af çıkardı. Hapishaneler boşaldı. Ve, hapishane bekçileri de anahtarları alarak karıları ile yatmak üzere evlerine gittiler. Eşkıyalar, hırsızlar ve de katiller rahat bir nefes aldılar. Ve hep birlikte, sultanın ayaklarına kapanıp onun bastığı toprağı neşe ve minnet gözyaşları ile ıslatmak üzere saraya yönlendiler. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ama, nal sesleri ile şarkıların yankıları hâlâ, her tarafta duyuluyordu. Ve de çalışkan müezzinler, sultanın kalbini böylesine bir cömertlikle, iyilik ve âlicenaplık duyguları ile doldurmuş olduğu için, minarelerin yüksekliklerinden yüce Tanrı’ya şükür dualarını tekrar ve tekrar okudular.

Gecenin ileri bir saatinde, horozların ötmesine yakın Alâeddin ulak gönderip Mevlâna’yı çağırttı:

- Tanrı’nın habercisi! İsteğin gerçekleşti.

- Senin isteğin, demek istiyorsun... her halde.

- Nihayet' Gerçekten de, kimin isteği olduğunu bilemiyorum. Ancak, erk’i ellerinden kaçırmış, soğuk havada titreyen bir insancıktan farklı hissetmemekte olduğum da, doğru! Görülüyor ki, benim gücüm hapishane, işkenceci ve de nöbetçilerdi. Ama, ben şimdi ne olacağım, Mevlâna? Karşıtlarım yarın sokaklara çıkıp, halka, Alâeddin’in delirip katilleri serbest bıraktığını

söyleyeceklerdir. Düşünüp hayal ettiğimiz her şeyi gerçekleştirmek çok tehlikeli bir eylemdir. Ve, şayet, katiller başkalarını da öldürürlerse? Onları yeniden serbest mi bırakacağız. Böyle olunca da, iyi ve sade vatandaşlar ne yapacak? Yoksa... vatandaşı katillerin eylemlerinden korumak, üçkâğıtçılığı önlemek, nefretleri dizginleyip, matemleri azaltmak devletin görevi değil mi?

Mevlâna ürperdi. Timotheos ile yapmış olduğu o konuşmaları, sevgi ilanını hatırladı:

- Mutlak ancak kendi içimizde vardır. Ve, mutlak Tan-rı’nın kendisidir... insan değildir.

Anlaşılıyor ki, o sıralarda Mevlâna kusursuzluğun zirvesine henüz varmış değildi.

îleriki günler sürekli bir bayram havası içinde geçti. Çünkü, bu gibi hallerde hep olduğu gibi, hapiste bulunanlar sadece suçlular değildi; çoğu, sebepsiz yere cezalandırılmış olanlardı. Yıllardır güneş ışığını görmemiş olan insanlar evlerine dönmüşlerdi. Gözleri, baykuşunkine dönüşmüşlerdi. Yürümesini unutmuş insanlar koşamıyor... ancak inliyor, vahlıyor, vahşi hayvanlar gibi uluyorlardı. Zincirler nedeniyle ellerinde kalın nasırlar ve yaralar oluşmuştu. Kamçı darbeleri vücutlarında derin yarıklara neden olmuştu. Ateş ve demir, kaynar yağ ve kızgın şişlerle yıllarca işkence yaşamış başka bir dünyanın yaratıkları, kendilerinin yeniden yaşamın ışığına çıktıklarına, bir minderde bağdaş kurup hazırlanmış bir sofrada yemek yediklerine, bir kadınla yattıklarına bir türlü inanamıyorlardı. Ve gerek onların gerekse karşılarındaki kimselerin gözünde beliren o şaşkınlık ifadesi insanı ürkütüyordu. Binlercesi işkence görmüştü. Düşünmeden ağızdan çıkmış bir söz nedeniyle veyahut komşu hatırı için cezalandırılmış, hiçbir kabahatleri olmayan insanlar... Hırsız ve katillere gelince, o zavallı kalabalığın içinde, onlar bir avuçtan fazla değillerdi. Camiler günlerce dolup taştı. Kurtulmuş olan mahkûmlar ve de onların aileleri, yumuşak halılar üstünde

secdeye yatarak Tanrı’ya şükrediyorlardı. Mevlâna evden eve dolaşmayı âdet edinmişti; nasihat veriyor, teselli ediyordu... Çünkü, o korkunç lağımlarda yıllarını geçirmiş olanların bir kısmı, oralardan kurtulup çıktıktan sonra ne ev ne kan ne de çocuklarını bulabilmişlerdi; ne de üzerine yataklarını serebilecekleri bir taş, yemeklerini koyabilecekleri bir yer... Ve de, bunların tümü çullara bürünmüş ve yaralı olarak sokaklara dökülüp dilenmeye başlamıştı. Mevlâna o büyük bayram günlerinde kimsenin üzgün olmaması için, bunlara giyecek ve aş temin ediyor, onlarla ilgileniyordu.

Cuma günü geldiğinde de, Alâeddin, saray erkânı ile beraber büyük camiye gitti. Kendisini orada görenler, koca sultanın ölümünün yakın olduğunu hemen anlamışlardı. Kendisiyle yapmış olduğu o büyük mücadele o görkemli sultanı harap etmişti. Şayet o sıralarda Bahaeddin Veled yaşamakta olsa idi, Alâeddin’in yüceliği hakkında yapmış olacağı bir konuşma ile kalabalıkları çok etkileyecekti. Ne var ki, Mevlâna köşesinde sessiz oturuyor, gözlerini kâh yere indiriyor kâh göğe kaldırıyordu; Tanrı ile konuşur gibi bir hali vardı...

Camiden çıkışta Alâeddin fakirlere dağıtılmak üzere, görevlilere üç koca torba altın verdi. Halk da, sultanın böylesine iyi kalpli davranışını görünce, onun yakında öleceğine iyice kani oldu. Zira, yaklaşmakta olan ölüm karşısındaki zavallı güçsüzlüğünü hissettiğinde, insanın davranışlarında genelde bir iyilik kendini belli eder. Kuşku ve tereddütlerle dolu günler birbirini izledi. Esasında hiç de kötü bir insan olmayan Alâeddin, düşüncelerinde belirgin bazı sonuçlara varabilmesi için, sürekli olarak, benliğinin derinliklerini karıştırıp duruyordu. Gerçekten de, kendisi, yakınındakine kötülük etmeyi hiç istemiyordu; ancak, bu denli bir yumuşaklık karşısında yüreği de aklı da zorlanıyordu. O sıralarda Konya-Afyon yolunda bazı serseriler bir kervana saldırmış ve üç deveciyi öldürmüştü. Alâeddin bu olaya müthiş kızmış ve eşkıyaların bir an önce yakalanmalarını

emretmişti. Askerler de aramadıkları dağ, taş bırakmamışlar, ve sonunda, eşkıyaların kendilerini -veya, onların yerine diğer bazılarını- yakalayıp sultana teslim etmişler. Sultan da, gelip geçenlerin görüp ibret almaları için, yakalananları Konya’nın merkezindeki kapıların en büyüğünün önünde astırmış. Cesetlerini de, yaban kuşları tamamen yiyip sadece kemikleri kalıncaya kadar orada asılı bıraktırmış.

Böylece, erk dünyasının içinde filizlenen ilahiyat ve felsefenin maceraları da son bulmuş oldu.

Mevlâna’nın Bunalımı Yeniden Başlar

Konya’daki günler çok iyi geçiyordu. Çünkü, arada geçen tüm bu tür olaylara rağmen, güzel fikirlerle güzel konuşmalardan hoşlanan bir sultanın yanında ve de mümin ve de dostların arasında Mevlâna huzurlu idi.

Tarih, Konya sultanı birinci Alâeddin Keykûbat, Selçuk hanedanının on üçüncü sultanı için daima övgülü sözler sarf etmiştir. Hükümet sürdüğü o uzun yirmi beş yıl boyunca, halkı için hep iyi ve olumlu şeyler yapmıştır. Taş üzerine taş bırakmayıp halkı evlerinden eden eşkıya kavimler! memleket hudutlarının dışına sürmüş, Konya ve Sivas’ı surlarla çevirtmiş, halkına rahat bir uyku temin etmiş, ticari yaşamı genişletip büyütmeye gayret etmişti. Komşu yöreler ile uzak masal beldelerinden gelen mallar Konya pazarlarını doldurmakta idi; insan ve deve kalabalığı, güzel binalarla çevrili yollarda dolaşıp durmakta idiler. Ve, her ne kadar devlet sert davranışları gerektiriyor idiyse de, kimsenin ağzından, büyük sultanın ününü gölgeletebilecek en ufak bir söz çıkmıyordu.

Böyle olunca da, Mevlâna’nın Selçukluların Konya’sında tasasız bir hayat sürmemesi için herhangi bir sebep olmayabilirdi. Ancak, onun huzursuz aklı ve rüyalara kapılıp uçan yüreği kendisini rahat bırakmıyordu. Aradan geçen yıllar içini alev alev yakan sorular ile dolduruyordu. Bu garip dünyada öyle kimseler var ki, sahip oldukları servet, eşleri, çocukları ve de sosyal itibarları onların mutlu ve huzurlu bir yaşamı sürmelerine yeter. Ve, gerçekten de, bütün bu dediklerimizin olumlu olmaları, kendilerinin ve sevdiklerinin sağlık içinde bulunmaları büyük bir nimettir. Fakat, bütün insanlar o aynı kalıptan çıkmış değiller

ki... Ruh, vücut ve akıl doymazlığının ıstırabı altında inleyenler her şeyi bilmeyi, tatmayı, hissetmeyi, tüm doğayı içlerine kapatmayı isteyenler... bilgi günahkârı, yaşama açlığı içinde olanlar... huzursuz bir denizden farksız olanlar... içtikçe susuzlukları artan, daha ve daha da içmek isteyen o sürekli susuzlar da vardır...

Mevlâna da, işte bu tür insanlardandı. Aklı tam rahat edecek iken, yeni esmeye başlayan fırtınalar kendisini altüst ediyordu. Daha önceki bahislerde Avrupa rönesansından söz etmiştik. İşte, Mevlâna, inanılmayacak yörelerde, Yakın Asya’nın kalbinde ve de Avrupa rönesansından çok önce gerçekleşmiş bir rönesansıdır. O, her ne kadar kendini öne çıkartıp gösterme gibi bir iddiada bulunmayacak kadar yüce ise de, baş eğmez hür bir düşünürdür. Kendisinin en büyük şerefini oluşturan yazılarını dikkatle incelediğimizde, aklındaki trajedi hemen gözümüze çarpar. Manevi sorumluluk bilincini daima en yüksekte tutar, hiçbir zaman uzlaşmalara girişmezdi. Ve, çevresinde, şan’ı “do-ğurtabilme”leri -bu tabiri, ekmaieuein tabirini Sokrates’ten öğrenmişti- için kendilerine ait hükmetme haklarını başkalarından dilenen erk sahiplerini gördüğünde kahroluyordu; zira, kendiliğinden geleceğine âdi pazarlıklar, ayarlamalar, dolambazlık-larla elde edilen ve değersiz kimselerin kendilerini alçaltarak dilenmekte oldukları şan’ın boş ve anlamsız olduğunu biliyordu. Mevlâna, manevi borç kavramının tam idrakinde bulunuyordu. Insariı insan saygınlığı kavramının dışında tasavvur dahi edemezdi. Kendisi de, çevresinde bulunanların onu adlandırdıkları gibi bir ulema, bir bilge idi. Ne var ki, kendisi, unvansız ve adsız basit bir insan olmayı... anlamsızlık ve ölüm kavramı karşısında gururlu, dik, yalın bir ruhtan başka bir şey olmamayı öylesine istiyordu ki... çevreleyen ulemalar -saygı ve, hatta, bazen sevgi gösterilerine rağmen- çok defa onu kızdırıyorlardı. Çünkü, onların, gerçeği arama çabası içinde olacaklarına, geçici ve gündelik ucuz parlak görünümler peşinde koşan yalancı, ikiyüzlü ve küçük kimseler olduklarını görüyordu. Tek istedikleri ve peşinde

koştukları şey, kendilerinden söz edilmesi idi; onun için de şaşaalı toplantı ve bayram günlerini kaçırmazlardı. Ve çok defa, sırf adlarının insan ve de tanrılar tarafından sonsuzluğa dek yad edilebilmesi için, olayları büyük defterlere kaydeden kâtiplere, Alâeddin’den söz ederlerken arada kendilerinden de biraz bahsetmeleri için şerefsizce yalvarır duruma düşerlerdi. Bazen de, uzak beldelerden Konya’ya yabancı bir ulema geldiğinde, kendilerinin de çok şey bildiklerini gösterebilmek için peşinden ayrılmazlardı. Tüm bu yapılanlar Mevlâna’yı kızdırıyor ve üzüyordu; her şey kendisine öylesine alçak, ucuz ve kötü görünüyordu ki... Gerçekten saygı duyulmaya değer ve bilgili ulemalar pek azdı; Ve, geri kalan o büyük çoğunluk, koca koca lafları ve de kendilerine karşı duymakta oldukları o boş güven nedeni ile Mevlâ-na’ya acı veriyordu. Mevlâna artık hiçbir şeye güvenemiyor, hiçbir şeyden emin olamıyordu. Boş ve anlamsız bir dünyada yaşıyordu. Ve, gün geçtikçe, bu tatlı konuşmacı yavaş yavaş çevresinden kopma, kendi içine kapanma, kendisinin de haberi olmaksızın Tanrı ile girişeceği bir düelloya hazırlanmaya başladı. Alâeddin onu kaybetmişti; artık saraya ayak dahi basmıyordu. Ve, Alâeddin, Mevlâna’nın kendisine kırgın olabileceğini düşünerek, tüm saray erkânı ile gidip ondan af diledi.

İçini bir trajedi kasıp kavururken, etrafında komedi oynanıyordu. Aklı karışmaya başladı. İnsanlar, bilinmeyen uzak dünyalardan gelmiş tuhaf yaratıklar gibi geliyordu... gülünç ve gurur dolu yaratıklar. Sultanın kendisi, kumandanlar, ulemalar, o çok zengin kumaş tüccarları... hepsi... gözlerinin önünden gösterişli silah ve değerli kumaşlara bürünmüş iskeletler gibi geçiyorlardı. Yarın, yarın değilse ertesi gün hepsi toprakta olacaklar ve tümünü iğrenç kurtlar kemirecekti. Bu dünyada sahip oldukları servetlerinin tümü, çürük ciğerler, erimiş bağırsaklar, etlerden ayrılmış kıllar ve kara kemiklerden oluşan iğrenç bir yığından başka bir şey olmayacaktı. Öyle ise, insanın bu dünyadaki görevi nedir? Nedir onun gerçek yazgısı? Nedir onun Tanrı ile ilişkisi?

Eski bir kurukafanın gözleri ile bu dünyaya bakabilir misin? Kâinatı, senin olmayan bir sonsuzluk içinde kavrayabilir misin? Onu, çamur ve yok oluş şuurunun dışına koyma olanağın var mı?

Bir süre için ruhu platoncu felsefe ile rahatladı ve serinledi. Öylesine kusursuz bir mantık organizasyonu, öylesine güzellik dolu o dünyada, bir süre için, bulutsuz bir bilgeliğin huzurunu hissetti. “Şölen”, kendisi için büyük bir keşif olmuştu. Bütün kitaplar idinde o, kendisini en fazla ağlatan kitap olmuştu. Ve, öylesine nezih bir şekilde konuşup aşkı idealize eden ve hayatı seven Atinahlar Mevlâna’nın ruhuna hitap ettiler. Timotheos kendisine İsa’nın seygi’sini öğretmişti; şimdi de “Şölen” aşk'ı öğretiyordu... O kitap ileriki ufka doğru uçuşan bir tanrıça gibi ona yaklaştı ve pembe parmaklarıyla içini karıştırarak, kendisince mevcut o harikulade güzel manzaranın uyumakta olan dünyalarını ortaya çıkardı. Ve, yavaş yavaş ulema soyunarak, içindeki ışıl ışıl bir denizin karşısında görkemli alıntılarıyla yükselen o ölmez mabet belirdi. Ateşler içinde kıvrandıran sarhoş düşüncelerinde tanrıça Athena’nın gemisi pupa yelken yol almaya başlamıştı bile. O güne kadar elde etmiş bulunduğu tüm manevi yaşam içinde, eski Yunan felsefesinin etkisi bambaşka olmuştu. Hiç olmazsa, kendisi öyle inanıyordu. Ve, Alâeddin’in hiçbir masraftan kaçınmadan Bizans hattatlarından getirtmiş olduğu o koca el yazmaları yığınına daldı. Sokrat’tan önceki ve sonraki yazarları okudu. İlerleme ve gerileme devirlerinin yazarlarını okudu. Septikler, stoikler, epiküriyenler, sinikler, sentez ve de analiz... derin mantık ve yorumlarla kabuPü ve de recTdi irdeleyen ve insan kuşkusunun tüm konularını tartışmış bulunan bir düşün harikası, aklının içinden geçerek korkunç bir tereddüt ile sonlandı. İskenderiye ve Roma yazarlarına kadar uzandı. Epikthitos’un huzursuz acunu yatıştırma çabası karşısında, derin bir hüzüne kapıldı, Plotonios’un o yüce saatini yaşadı; onun kitapları, gizli huzursuzluğunu kışkırtan birer etken olmuştur.

Ve cevap’ı, geniş caddelerde aradığı gibi, kızgın bir yılan gibi dolanan patikalarda da aradı, içinde hüzün dolu aç bir ruh uyandı.

İnsanlar, düşün yolculukları ve tarihlerini kanları ile; bir de, diplerinde aç arslanların ulumakta olduğu derin uçurumlardaki yolculukları ile yazarlar.

Bütün bunlardan sonra, Mevlâna yemden o sonsuz umutsuzluğa kapıldı. Tüm yaşamı, o zamana kadar, birbirini izleyen nöbetler içinde geçmişti; mutluluk devreleri ile onları takip eden gece fırtınalarının kamçılamış olduğu karanlık devrede... Şam’da geçirmiş olduğu huzursuzluk saatlerini, Karaman’daki o doğurgan günleri hatırlıyordu. Ve, yöreden yöreye, zamandan zamana hep o aynı sorun, her defasında şekil değiştirerek ama hep tehdit dolu, yeniden doğuyordu.

Mevlâna’nın yaşamı bir dolu dış olaydan oluşmaz... o, içsel bir yaşamın öyküsüdür.

Alâeddin’in Sonu

Doğaldır ki, Alâeddin’in, aklı çeşitli tutkularla debelenen Mevlâna’yı takip edebilmesi olanaksızdı. Böyle olunca da, Mev-lâna’nın kendisinden olabildiğince kaçınmaya çalışması kolaylıkla araşılır. Mevlâna diğer ulemalardan da uzak duruyordu; onlarla birlikte geçirmiş olduğu bunca yıldan sonra, bilgeliklerinin niteliklerini iyi biliyordu... Hepsi, boş şerefler peşinde koşan skolastik kimselerdi. Kuran’ı ellerinde tutuyor ve ondaki her sureyi etkin ve törensel bir ses tonu ve yüz ifadesiyle mırıldanarak, oradaki her kelimenin anlamını genişletip derinleştirdikleri izlenimini veriyorlardı. Onların bilgeliği Mevlâna’nınkinden çok farklıydı. Onlardaki bilgelik, birçoklarınca önemsenen fakat gerçek bilgeliğin yüzeysel görünümünden başka bir şey olmayan bir gösterişten ibaretti.

Çok kişi, tutkulu düşün heyecanına katlanamazdı. Onlar, senden, ancak duymak istediklerini söylemeni isterler; ve ellerinde tuttukları bir tomar unvan ile yollarına devam ederler. Günlük hayatta kullanılan ahlak çok kolay kırılır; ve insanların çoğunluğu onu kırıp geçiyor. Ne var ki, hiçbir insan, o zedelenmiş ahlakı kanun haline getirip onu öğreti ve de yaşam tarzı haline dönüştürme cesaretini gösteremiyor. Ve, çoğu kez de, bu tür sapmalar usul haline geliyor. Öyle olunca da, bunların yerlerinden kımıldatılmaları imkânsızlaşıyor.

Mevlâna, sürekli isyanın tâ kendisi idi. Koca bir kuşku. Ve sıklıkla korkunç bir kaçış arzusuna kapılıyordu. Hayır! Konya, yazgının beldesi değildi, artık. Belki de, yazgı dedikleri şey de yoktur. Belki de, hiçbir şey yoktur. Bir zamanlar hayatından sert bir rüzgâr gibi geçmiş olan o keşişin sesi, belki de kendi sesi idi... Ama, gene de, tek başına kimsenin bulunmadığı o sessizlikte

dolanmaya karar veremiyordu. Her şeye rağmen, gene Konya iyi idi. Ve sultan Alâeddin de kendisini seviyor ve de sayıyordu. Kaldı ki, Konya, bir dörtyol ağzı... daha doğrusu, oradan her şeye, insanlara, fikirlere, tarihe bakabileceği bir gözlem mihrakı i-di.

Mevlâna bunları düşünüyordu. Ve, bir gece Alâeddin’in hasta yatağına düştüğü ve saraydaki bütün bilgelerin yatağın başına geçip onu tedavi etmeye uğraştıkları haberi geldi. Memleket bulutlandı, kalpler bulutlandı, dudaklardaki gülümsemeler soldu. Ulemalar saraya yerleştiler ve sultana sağlığını kazandırması için ulu Tanrıya sürekli dua ve yakarışlara başladılar. Alâeddin’in karıları, o hafif ve narin yürüyüşleri ile yatağın çevresine toplandılar ve sevgi dolu yumuşaklıkları ile sultanın acısını dindirmeye çalıştılar. Ama, ne yazık ki, tüm bu uğraşlara rağmen sultanın durumu ağırlaşıyordu... O güçlü adamın, gün geçtikçe, bu dünya ile olan ilişkisi kesiliyordu. Gözlerinin feri sönüyor, dudakları ve elleri titriyor, dizleri kendisini kaldıramıyordu.

Sevgili arkadaşı Mevlâna’yı görünce ona doğru döndü ve sönük bir sesle mırıldandı:

·  -    Neftaleim’in karısını tedavi etmiş olan sen, beni de tedavi edeceksin. Gel de, o kutsal ellerini alnıma koy, gözlerime bak, içimde sönmekte olan alevi yeniden tutuştur.

Ancak, Mevlâna artık inancını yitirmişti; tek bir kelimeyle, kendi imanı ile imanının gücünü hastaya aktarabildiği o zamanlar çoktan geçmişti. Sultanın yanında sesi çıkmadan duruyor, ve, fırtınalı bir deniz gibi yüreği karanlık düşüncelerle doluyordu. Anlaşılıyor ki kuşku’nun kendisine kazandırmış olduğu o büyük kazanç, bundan başka bir şey değildi! Gücünü kaybettiği gibi, kendisi de hastalanmıştı. Kendine “inanabildiğine, inanmak istediğine inan!” diye emredebilmeyi istiyordu. Sultan, batağa saplanmış ve her an görünmez bir gücün kendisini dibe doğru çekmekte olduğunu hisseden bir yolcudan farksızdı. Acı ve umutsuzluk içinde inliyordu. Halk, sultanın sağlığı hakkında bir haber alabilme kaygısı ile kale kapılarının önünde

toplanmakta idi; fakat, nöbetçilerin elinden başlarını umutsuzca sallamaktan başka bir şey gelmiyordu. Etrafa söylentiler yayılmaya başladı. Bazıları, Alâeddin’in çoktan ölmüş olduğuna ve haberi halka verme saati gelene kadar cesedinin mumyalanmış olarak muhafaza edildiğine inanıyorlardı; Alâeddin’in bir katil bıçağı ile öldürülmüş olduğunu söylemekte idiler. Bazılarına göre de, yemeğine her gün azar azar zehir katıldığı için sultan yavaş yavaş erimekteydi ve kurtuluş umudu yoktu.

Halk bu tür masalları sever; onun için de aklı bu tür şüphelere "hep kayar.

·  -    Mevlâna... Ölüyorum! Ve sen bana, hâlâ, ölümün ne olduğunu öğretmiş değilsin!..

Ulemalar taş havanlarda ilaçlar hazırlıyor, kâselerde nadir şifalı otlar kaynatıyor, eski kitapları karıştırıp hastalığın nedenini ve tedavisini bulmaya çalışıyorlardı. Tüm bunlara rağmen, Alâeddin’in durumu her geçen gün kötüleşiyordu. Görkemle süslenmiş o koca yatakta acı içinde kıvranan ve nefes alamayan bir adamcıktan başka bir şey kalmamıştı. Alçak sesle bir şeyler mırıldanıyor, yatağında boşuna doğrulmaya çabalıyor, kemikleri ağrıyor, gözlerinin feri sönüyor ve anasının memesini boş bulan bir bebek gibi ağlaşıp duruyordu.

Mevlâna hep düşünüyordu. Böylesine acınacak bir şekilde kaybolmakta olan bu gücü, sönmekte olan bu şerefi, hiçbir şeye yaramayan bu yaşamı... hep, ölümü düşünüyordu. Demek ki, kati olan tek bir şey vardı... o da, ölümden başka bir şey değildi.

Ve, işte şimdi o katiyet Alâeddin’i sarmış, sarmalamıştı. Saray ağlaşmalar ile dolup taştı. Tüm beldenin üstünden soğuk bir rüzgâr esti, ve karanlık kanatları ile koca beldeyi sardı. Müezzinler minarelere çıkmışlar ve o hafifuzun sesleri ile meleklerini ölü sultana göndermesi için Tanrıya dua etmeye başlamışlardı.

Bin iki yüz otuz yılı idi. Konya Selçuklularının tahtına Alâeddin’in oğlu İkinci Gıyaseddin çıktı.

Mevlâna çok önemli bir dostunu kaybetmişti.

Mevlâna Her Geçen Gün Daha da Artan Bir Güçle Kendi İç Dünyasını Gözlüyor

Esasında, Alâeddin’in ölümü Mevlâna’nın yaşamını fazla etkilemiş değildi. Saray, eskiden olduğu gibi, gene o düşün ve irfan havasını sürdürüyordu. Ve, Mevlâna gene memleketin kutsal kişisi, bilgesi, sevileni, manevi otoritesi, erişilemeyen zirvesi konumunda idi. Konya Selçukluları, Boğaziçi sahillerindeki dinsel otoritelerin değer yargılarının aynısını taşıyor, en üst ve karmaşık konulardaki o uzun ve bitmez tükenmez tartışmaları seviyorlardı. Ancak, bu durum, Mevlâna’nın gün geçtikçe daha da sevmediği ve hatta kaçındığı sosyal gösterişi .amaçlayan, sat-hf bir çabadan başka bir şey değildi. Sarayın o kalabalığı içinde konuşmadan nasıl kalabildiğine, veya diğerlerin çok önemli sanarak zevkle yuttukları o basma kalıp tatsız sözleri nasıl söylediğine kendisi de bir türlü akıl erdiremiyordu.

Ve, öyle zamanlar oluyordu ki, o en derin ve ulvi kavramların dahi, zamanla, defalarca yapılan tekrarlar sonunda güçlerini onarılmaz bir şekilde kaybettiklerine tanık oluyordu. Kutsal Ki-tap’ın bölümlerindeki her kelimenin en son anlamını da çıkara-bilmeleri için, onun her noktasını iğne ile kazırcasına tekrar ve tekrar irdeleyen saray ulemalarına bakıyordu. Halk, o insanlara, konuştuklarının içerikleri açısından değil de, söylediklerini ifade etme tarzları nedeni ile hayrandı.

Ve bütün bunları gördükçe de, Mevlâna her geçen gün daha da içine kapanıyor ve kahroluyordu. Ve içinde korkunç bir kargaşa yaşanıyordu. O eski huzur ve mutluluğu kaybolmuştu. Bulutlanmış alnı, düşünceli bakışı ve de acı gülümsemesi ile de

o, artık, ruh ve akıl ıstırabı içinde kıvranan gergin bir insandan başka bir şey değildi. Gözü ne karısını ne de çocuklarını görüyordu. Evindeki o eski güzel günler, bunalım günlerine dönüşmüştü. Yaşam boş ve anlamsız olmuştu. Kimse ile yakın olmayı istemiyordu; ancak kimseyi de küçümsemiyordu. O, başkasının emeğine çok önem veren, alışılmamış bir efendiydi. Evindeki hizmetçiler, her ne kadar günlük görevleri nedeniyle çeşitli tekneler ve de eldeğirmenlerinin karşısında ter dökerek evin içinde koşuşup'durmaktaysalar da, katı bir efendi karşısında ezilmiyorlardı. Tatlı dilli Gevher Hatun, Mevlâna’yla beraber geçirmiş olduğu bunca yıldan sonra, en kutsal kavramın el emeği olduğunu ve ona saygı göstermeyen bir kimsenin hiçbir şeye saygı gösteremeyeceğini öğrenmişti.

Mevlâna’ya gelince, O, zamanının tümünü içgörü ile geçiriyordu. Kendi içinde iki varlığın birlikteliğini görüyordu: Mevlâna ve Tanrı. Ve, öylesine korkunç saatler oluyordu ki, Mevlâna, Tanrı’yı insanların kendisine yüklemiş oldukları bütün o gösterişli süslerden arındırıp soyutlayabiliyor ve O’na, O’na mahsus o sonsuz hüzünlü yalnızlığı içinde hissedebiliyordu. İşte o zaman, Mevlâna’nın Tanrı’sının ne siması, ne güzelliği ne de ifadesi kalıyordu. O, artık, senin insan gözlerinle bakamayacağın bir ışık, hüzün dolu bir yazgı oluyordu. Öyle hallerde de Mevlâna korku içinde titriyor, bir şeyler sormaya çalışıyordu... Ancak, susan bir ışığa ne sorabilirsin ki?.. Böyle olunca, soruları dudaklarına yapışıp ağzından çıkmıyordu. Fakat, gerçek olan tek şey, kendisinin tek sığınağı olan o ışığı görmesi, hissetmesi idi. O ışık hangi uzak mesafelerden, hangi uçsuz bucaksızlıklar-dan çıkıp geliyordu? Bir soru daha: Tanrı’nın emri ne idi? Emirleri nelerdi? İnsanların O’nun ağzına yakıştırıp O’na söyletmiş oldukları şeylerin, kendi düşünce ve isteklerini O’na tasdik ettirmeye kalkışmalarının ifadesi olduğunu düşündükçe, Mevlâna, acılar içinde kıvranıyordu.

Mevlâna her geçen gün kendini Tanrı’ya daha da çıplak gösteriyordu. Sonunda da, her ikisi, kendi kendilerinin hünkârları ve güçsüzlükleri ile karşı karşıya kaldılar. înanç ve mantık yerlerinde ve güçlerinde oldukları takdirde, insana güven, emniyet ve huzuru verirler. Ancak, Mevlâna mantık kazanmadan inancı kaybetmişti... ve, geçirmekte olduğu bunalımın altında eziliyordu. Fakat, daha önce tanımış olduklarından çok daha yüksek bir zirveye adım adım çıkabilmesi için, bu tür ve hatta bunlardan çok daha kötü bunalımları yaşaması gerekiyordu. Ulemalara gelince, gülünç olarak nitelendirdiği pek çok sorunu ona takdim etmeye devam ediyorlardı; ve bu tür davranışlara karşı duymakta olduğu iğrenme duygusu da, gün geçtikçe artıyordu. Doğasında mevcut olan kendine saygısı, artık, kibir hudutlarına yaklaşmakta idi. Etrafındakiler, küçük insancıklardan başka bir şey değillerdi; kendisi ise artık gerçek değerini bulmayı istiyordu. Küçük olmaktansa, hiç olmamayı yeğliyordu. Oysa bu durum, delilikten başka bir şeye varmayabilirdi... Yahut da, kendi kendini tahrip etme eylemine... tümünün arasında en kahraman, en ulvi olanına...

İşte, bütün bunlardan sonra Mevlâna hastalandı. Ve, hastalandığını kimse bilmiyordu... kendisi hariç...

Kapısının önüne toplanıp sağlığını soranlara Gevher Harun’un vermekte olduğu cevap hep aynı oluyordu:

- Kendisi çok yorgundur!..

Mevlâna, gözleri kapalı ve dudakları yarı açık bir halde döşeğine uzanmış yatıyordu. Güçlükle nefes alıyordu. Kafasının içi, binlerce görünmez buğday taneciği öğütülürcesine zonklu-yordu. Kulaklarında ise, sürekli vuran çekiç sesleri kendisini tek bir an rahat bırakmıyordu.

Sultan Alâeddin’in ölümünden sonra, Konya’da, Mevlâ-na’nın bu hastalığından daha önemli bir olay olmamıştı. Ulemalar, bir kez daha, o eski püskü yağlı kitaplarını açıp, ilaç

hazırlamaya hazır idiler. Fakat, bu seferki hasta, önceki takatsiz sultandan farklıydı; hastalığı kendi öz kişiliğinden kaynaklanıyordu. Ev halkından başka kimseyle görüşmeyi istemiyordu. Bu dünyadan kopmuşçasına, tek başına, gece gündüz hareketsiz duruyordu. Adını bir türlü koyamadığı bu acı, vücudunun bu işkencesi yedi hafta sürdü... başını sıkan mengene, güçlükle alınabilen nefes, bitmez tükenmez inlemeler... her şey... Bu yedi hafta içinde Mevlâna kendini bazen şeytan gibi hissediyor, bazen de meleklerin yakınında görüyordu. “Yaşamın nedenini ve de amacını bilmeden yaşayamam. Kesin, sürekli ve de değişmez olacak o tek yanıtı arıyorum. Şayet, Tanrı, insan hayalinin bir mahsulü değilse o yanıtı vermesi gerek... Ve, o yanıtın da mecazi, tahmini veya simgesel değil, açık ve tartışılmaz olması gerek. Şayet, benim için, varoluşum Tanrı’yı sürekli bir arayıştan başka bir şey değilse; şayet, Tanrı olmaksızın hiçbir şey için herhangi bir anlam bulamıyorsam; şayet, ben kendi kendime sönüp gitmekte olan bir alev isem Tanrı’nın bir yerlerde var olması, bir yerlerden yola çıkıp bana rastlaması gerek. Bütün bu konuların yükünün sadece benim omuzlanma yüklenmesi âdil değildir; bir yardıma gereksinimim var. Ve, karanlıklar içinde sürüklenmekte olduğum bu gecede elini bana uzatıp yardımda bulunabilecek de, Tanrı’nın kendisinden başkası olamaz” diye düşünüyordu. “Göz kapaklarımın altından insanlar, asırlar geçip gidiyordu; asırlar da arkalarından acınası bir sefalet, bir hüzün, onanmaz bir tutku bırakıyorlardı. Geçen asırların her biri, sorularının yanıtını almaksızın onları tekrarlayıp durmakta idiler. Kaybolup giden bu asırlar nerelere gitmişlerdir? Bunca acı, bunca düşün, bunca heyecan... ne oldu? Tanrı’nın ayaklarının dibinde azıcık toz, ellerinde azıcık kül mü? Acı çekmenin gerçek amacı nedir? Tüm bu suskunluğun ne anlamı var?.. İnsanların acı çekmelerinin, gözyaşı dökmelerinin, yanıt bulamamanın nedeni nedir ki?.. Ve, bunca güzellik varken, gerçek Son’a

vardığımızda kayıptan, çirkinlikten, matemden başka bir şeyle karşılaşmamamızın nedeni ne ola ki? Düşünce ve coşkudan uzak huzurlu bir insan olarak doğmuş olmam, yaşamı bana sunulduğu gibi kabul edip tatmam, içimdeki sorular ile uğraşmamam ne kadar da iyi olacaktı! Hiç olmazsa, bu, bir hal çaresi olacaktı. Ne var ki, bu tür bir hal çaresi insan saygınlığına, insanın insanlığına ters düşer.”

Yedi haftanın bitiminde Mevlâna kapısını açtı ve sokağa çıktı. Yüzüne bitik, ancak, aynı zamanda çok asil bir ifade gelmişti. Yanından geçenler huşu içinde kendisini selamlıyorlardı. Herkes, Mevlâna’nın ortadan kaybolmuş olduğu tüm bu süre boyunca, başka bir dünyada, çok daha iyi bir varoluş çevresinde bulunduğundan... cennetin derin bir vadisinde Peygamber ile konuşmuş olduğundan emindi.

O ise eski masallardaki seyahatlerde hep işe yarayan o “bir bulut üzerine otururcasına” deyimini doğrular gibi, hafif adımlarla aralarında dolaşıyordu.

Bir ara, Neftaleim ona bir soru sorma cesaretini buldu:

- Nereden geliyorsun, Mevlâna?

Konya’ya geldikten sonra o inanmış Yahudi zenginleşmişti. Raşel ve kızları, Filistin’deki dere kenarlarında açan sümbüller gibi, evinin içinde neşe ve güzellikle dolanıp durmakta idiler. Kendisi de mutlu ve neşeli bir insandı.

Mevlâna kolunu uzattı ve elini Neftaleim’in başına değdirdi. Hiçbir şey söylemedi. Ve, böylece, sessizce kalabalığın içinden geçerek Selçukluların büyük camisine gitti. Oranın yumuşak ışığı, huzuru kendisini rahatlatıyordu. Bir köşede bağdaş kurdu ve siyah tespihini çıkardı. Bir ilkbahar bahçesine düşen mahmur bir yağmurun damlaları gibi sessizce etrafa yayılan o sesi, o melodiyi hazla dinledi. Hiçbir şeyi hatırlamamaya, hiçbir şeyi aklına takmamaya çalıştı; istediği tek şey, derinlere inmek-sizin, o duru vecdin tadına varmaktı. Başka bir köşede bağdaş

kurmuş oturan başları eğik ve yüzleri kalın peçelerle örtülü birkaç kadın, yerine getirilmesi gerekli bir işi ifa edercesine, duayı takip etmekteydi. Yaşlı emekliler boğum boğum olmuş ellerini dizlerine dayamış, duruyorlardı. Güçlü genç çocuklar ise, önlerindeki rahlelerde açık duran kitaplarına eğilmişlerdi. Onlar, din eğitimi gören talebelerdi. Yüzleri mutlak bir teslimiyeti aksettiriyordu. Ve, her yerde Tanrı’nın yüceliliğinin kendisini belli ettiği o sakin ve sessiz saat, insan ruhunun isteyebileceği her güzelUk ve mutluluğu sunmakta idi... İşte tam o sırada, büyük kale kapısının dışında davulun o ağır ve etkileyici sesi duyuldu. Ve, onunla beraber, korku içinde ve endişeli koca bir kalabalığın sesleri de etrafa yayıldı. Kendisinin de izah edemediği bir güç Mevlâna’yı camiden çıkarıp o ses kalabalığına doğru yöneltti. Karşılaştığı manzara alışılmamış bir şey değildi. Sultanın askerleri iki suçluyu idam sehpasına doğru sürüklemekte idiler. Onlar ırz düşmanı hırsızlardı. Peygamber’e ve de sultana hakaret etmiş halk düşmanlarıydı. Ağızları kan ve köpüklerle dolu, yarı çıplak, ayaklarındaki ağır zincirler altında inleyerek af ve merhamet dileyen kimselerdi. Etraflarındaki halk ya onlarla alay ediyor, ya da suçluluk dolu bir merak içinde bakıyordu; ancak, halk memnundu ve memnuniyetini de gösteriyordu. Mahkûmların çevresindeki askerler ellerindeki kamçıları şaklatarak o çıplak vücutları acımasızca kamçılıyorlardı. Ve o zavallı vücutlardan dere gibi kanlar akıyordu. Akan kanlar yoldaki tozlarla karışarak kara kırmızı bir çamura dönüşüyordu. Mahkûmların derileri kamçı darbeleri altında lime lime olmuştu. Acıdan çıldırmış, inleyen, tökezleyen bu iki aç, iki zavallı, pislik içindeki saç sakalları, kanlı gözleri ve bulanık bakışlarıyla, ne insana ne de hayvana benzeyen bu iki yaratık, gerçekten de suçlu veya suçsuz oldukları dahi bilinmeyen bu acınası iki mahluk hakkında tek bilinen şey, yakında, çok yakında o yüksek sehpalardan sarkarak ölmüş olacakları idi... Ve, işte, bu ikisini askerler -suçlu

veya suçsuz olduklarına aldırmaksızın- acımasızca, kudurmuşça-sına kamçılamakta idiler.

İnsanın diğer bir insanı dövmesi öylesine iğrenç bir aşağılama ki... ve Mevlâna, o kutsal Mevlâna bir köşede durmuş, olup bitenleri sessizce takip ediyordu. Bir an için, o iki zavallıdan biri, önünden geçen Mevlâna’yı fark etti... ve, öylesine bir ıstırap içinde inledi ki, etraftaki her şey ve herkes ürperdi:

·  -    Kutsal Mevlâna! Kurtar bizi... kurbanın olalım...

Bakışında öylesine bir acı, bir şikâyet, bir umutsuzluk vardı ki Mevlâna donakaldı. Biraz önce duasını yarıda bıraktırıp kendisini dışarı çıkartan o aynı gücün benliğini sardığını hissetti. Elini kaldırıp askerlerin durmaları için işaret verdi ve konuştu:

·  -    Devletli büyük sultanımızın ayaklarına kapanıp, suçlarınızın affı için yalvaracağım; Tanrı’nın isteğine karşı gelmiş olan sizler beni bekleyiniz. Sizler de, devletin adamları! Sizler de beni bekleyiniz ve de sizler! Halk! Sizler de suçlular için dua ediniz... onları cezalandıranlar için de, dua ediniz! Çünkü, dövenle dövülen arasında hiçbir fark yoktur.

Bunları söyledikten sonra da gitti ve saraya çıktı. Aradan uzun bir süre geçti. Ve, Tanrı’nın isteği üzerine, sarayın kapısı yeniden açıldı ve etrafında erkânı ve Mevlâna olduğu halde, altın ve vişne renkli giysilerinin içinde sultan belirdi. Ve, büyük tören nazırı asasını kaldırarak herkesin susmasını istedikten sonra, sultan yumuşak sesle konuştu:

·  -    Sevgili Mevlâna, Tanrı’nın o seçkin kulu gelip bu iki iğrenç çamur kurdu için bana yalvardı. Yüce kalpliliğim isteğini kabul etmeme razı oldu. Ve, bu kanun dışı kimselerin ölüm cezalarını kaldırıyorum. Ancak, soluklarının dahi memleketimizi ve de halkımı kirletmekte olması nedeni ile onların hükümranlığım altındaki toprakları terk ederek yabancı yerlere gitmelerini; orada sığınak ve ölümü aramalarını emrediyorum.

O koca kalabalıktan sevinç çığlıkları yükseldi, mahkûmları tutan askerlerin kolları gevşedi; mahkûmlar sultan ve

Mevlâna’nın ayaklarına kapanarak o beklenmedik kurtuluşları için heyecan içinde toprağı öperlerken, sultan da, göstermiş olduğu bu büyük iyilikten menmun, simsiyah sakalını sıvazlıyordu. Sonra, serbest bırakılanlar, ayaklarındaki zincirleri fırlatarak kovulmuş köpekler gibi ilerideki koruluğa doğru kaçıştılar ve onları bir daha hiç kimse görmedi. ,

Neşeli bir gündü. Sultan, sarayına dönerken Mevlâna’yı da beraberinde aldı. Fakat, o iki lanetlenmişin hayali Mevlâ-na’nın aklından çıkmıyordu. Gerçek olan o ki, bu hususta sultan kalbinin yüceliğini göstermişti. Ancak, Mevlâna’nın kafasında dolanan sorular kendisine acı veriyordu. Ölüme mahkûm edilmiş olanlar gerçekten de suç işlemiş mi idiler? Suç işlemişseler, onların affedilmeyip ceza görmeleri gerekmez miydi? Ve, neden suç işlemişlerdi? Kendi iradeleri ile mi? Yoksa, iyi ile kötüyü ayırt edebilme yetilerinin yetersizliğinden mi? “İyi” ne ola ki? “Kötü” ne ola ki? Adil hâkim kim ki? Sultan mı? Ve, sultan insanları yargılama hakkını nereden almıştır? Sultan hata yapmaz mı?

Ve, böylece, bir kez daha, Mevlâna’nın içinde “iyi” ve “kötü” sorusu alevlenmiş oldu. “İyi” ile “kötü” arasındaki farkı tayin eden kim ki? Aralarındaki farkı, gerçek olarak, kim bilebilir? Kim mükâfatlandırabilir? Kim cezalandırabilir?

Düşüncelere dalmış olarak sarayın merdivenlerinden indi, Kendisi mutlak olanın âşığı idi. Uğraş ise, onun yazgısı. Kalenin büyük kapısından çıktığında, bir kez daha o kara kırmızı çamur lekesi, sefil muhkûmların oradan geçişlerini hatırlatan o işaret gözüne çarptı. Oralarda bir yerde oturan nöbetçiler konuşup gülüşüyorlardı. Gözünü koca şehrin üstünde gezdirdi. Camilere, yüksek minarelere baktı. Gökte beyaz bulutlar yollarına devam etmekte idiler. Bahçeler güllerle dolu idi. Aklına gülleri getirdi; sonra da, kendi müdahalesi sayesinde kaybolmuş hayatlarını kazanmış olan o zavallıların sırtlarındaki kamçı yaralarını... Yaşam

korkunç bir zıtlıktan başka bir şey değildir. Gerçekten mi? Sorular Mevlâna’yı kahretmeye devam ediyorlardı.

Konya geceleri öylesine görkemli idi ki... kükürtten veya parlak pirinçten yapılmış geceler... karanlık kış geceleri veya mutlu yaz geceleri.

Mevlâna, artık günlerini medreselerde geçirmiyordu. Laf olsun diye yapılan konuşmalardan hep uzak kalıyordu. Sadece kendilerine uygun düşeni ve isteklerini söyletip söz’ü yıpratan, tatsızlaştıran, parçalayan o boş kafalı, iddialı, kötü niyetli ve boş sözlü konuşmalardan iğreniyordu. Kendisi ise ağzından çıkan her kelimeye, her cümleye dikkat ediyordu. Kulağı okşayan, sessiz harfleri bol, nameli bir lisan kullanıyordu. Lisanın en güzel tarafını alıyor, uygun ve güzel bulmadığı en ufak noktayı kullanmıyordu. Konuşurken birçok fikir ve düşünceyi yabancı bir lisanda ifade etmekten haz duyuyordu. Herhangi bir zihinsel faaliyetle meşgul olmadığı o yarı şuurlu devrelerinde, bazen, tek bir kelime veya cümlenin gelip kendi içine yerleştiğini hissediyordu. O zaman da o tek kelime, o tek cümle, kendisini mutlu etmeye yetiyordu. Ne anlama geliyor? Ne anlama gelirse gelsin! Kaldı ki, güzellik ne anlama gelir?

Böylece o huzursuz Mevlâna’nın içinde “şair”, güzelliğin âşığı yeşermeye başladı! Güzel şekillere dönük açlığı gitgide artıyordu. Doğu da, bu tür amaçların elde edilebilmesi için en uygun zemini oluşturuyordu; oranın lirik fikirleri ile lirik duyguları diğer yörelerdeki herhangi bir insanınkinden daha güçlü idi. Tanrı aşkı, doğa aşkı... ve de, özellikle o tutkulu kadın aşkı... Doğu’nun tümü kadın aşkı, güzellik aşkı uğruna arzular içinde kıvranıyordu... Mevlâna, o önüne geçilmez tutkusu ile, İran denizi incilerini ya da Şam güllerinin yapraklarını ayıklar gibi o şaşaalı görüntülere, benzetmelere ve zıtlıklara dalıp gidiyordu. Rubaiyat, dörtlükler bunun için kullanılabilecek en güzel yoldu... O dört satırın içine tüm bir doğayı sokabilmek... derdini dökebilmek, kaygını ve de arzu /e beklentilerini ifade edebilmek... Ve

de, sevgilinin boynunu süsleyen bir gerdanlık gibi dizeyi işlemek... bir mücevher gibi, fildişi gibi işlemek... ve onu, değerli ellerinde bir yaz dereciğinin köpüğüne dönüştürmek... ve sonunda bu bir tek dörtlüğün seni bir kurtarıcı gibi kucaklaması. Ve senin onu alçak sesle okuman, onu, şarkıya döndürmen, onunla oynaman... ve ona vücut ve ruh aşılaman... Ve, biraz sonra senin o dörtlüğün bal renkli değerli mermere veyahut gecenin rengini taşıyan bazalta kazınmış bir epigram olup karşısına dikilir.-

Böylece, Mevlâna kendi benliğini kazıyıp karıştırarak yeniden Doğu’nun şiirine döndü. Kalemi eline aldı ve ileride kendi şanlı abidesini oluşturacak, o gitgide daha da kusursuzlaşan, daha da yakıcı bir tatlılıkla yumuşaklaşan şarkılarını önündeki parşömen yapraklarına birbiri ardına dökmeye başladı. Kendisi ise, hep acılar içinde parçalanmış tutkulu bir ruh olarak kaldı. Doğu şiiri karşımıza daima bir hayat felsefesi, tatmin olmamış açgözlü bir aşk gibi çıktı. Renkleri, canlı renkleri, ışıl ışıl parıldayan görüntüleri seven bir şiir idi. Bir benzerlik veya bir karşıtlık o şiirin yapısal görünümünü tayin ederdi; bu durum da, şiirin mazeretini ve de haklılığını belirtmiş oluyordu.

Ancak, oralarda, Yunan dünyasının sahillerinde, insanın yüceliğinin şarkısını söylemiş bir başka şiir de boy göstermişti... Yüksek hayal gücü ile düşünü kendi içine hapsetmiş bir şiir... insan saygınlığı için savaşan, on binlerce düşmanı tek bir şarkıyla silip süpüren, tüm benliklerini aktarmış oldukları tutkuları ile ahlakı arayanlar... işte onlardı o şiiri yazanlar...

Ve, Tanrı’nın koruması altındaki şehrin kubbeleri altında bir üçüncü şiir, keşişlerin şiiri, insanın kurtuluşunun şarkısını söylerken, aynı zamanda, insanın peşine düştüğü boş ve amaçsız istekler için de gözyaşı döküyordu.

Ve, uzaklarda, Teuton’Iarın memleketinde sepserin bir şiir, kahramanlık ve de genç kız aşkı için yazılmış şarkı ve şiir mısralarını birbiri ardına diziyordu.

İnsanlar, beldeler, zamanlar... İşte, bu olağanüstü görünümde herkesin kendi şiiri, kendi malı olan güzelliği vardı. Böyle olunca da, Mevlâna’nın kendi öz şiirini kazanma gayretinden daha dürüst bir çaba olur mu? Ve, ne idi Mevlâna’nın kendi öz şiiri? O zamana kadar yazmış olduğu her şey, binlerce kez işlenmiş, binlerce kez söylenerek tekrarlanmış ve değerini yitirmiş gibi göründü, kendisine... Gerçek bir ifadesinin olabilmesi için gerçek bir varoluşun şart olduğunu düşündü. Kendi kendini kazan! İşte, senin en temel görevin!.. Belki de, tek görevin! Bir ikinci görevin varsa, o da kendini ifade etme olması gerek...

Mevlâna Her Geçen Gün Daha Büyük Bir Güçle Çevresine Bakıyor

Konya’da Bayramın birinci günü kutlanmaktaydı. Gece boyunca, o tatlı sesleri ile müezzinler Tanrı’nın gücünü, yüce rahmetini dört bir yana ilan etmişlerdi. Tan yeri ışığı artınca da, büyük bayramın huzuru ile soylu şehrin haşmeti birbirini tamamladı.

Mevlâna, sultan ile yapmış olduğu yarenlikten sonra saraydan çıktığında, bayram neşesiyle dolu sokak ve mahallelere dalıp dolaşmak ihtiyacını duydu; zaten, böyle bir ihtiyacı sıklıkla duyuyordu. Fakat, o sabah, bir iki dakika sonra, her zaman öylesine haz aldığı bu tür gezintileri artık yapamayacağını anladı. Zira, kendisi sokaklara dalıp çıkarken müminler saygılarını sunmak üzere kapılardan çıkıyor, ulemalar da peşinden gidiyorlardı. Halbuki, onun tek aradığı şey, yalnızlık ve tek başına dolanmaktı. Eve dönüp yeniden kitaplarına dalmak üzere adımlarını sıklaştırdı. İşte o zaman, kendisinin çevresinden ne denli soyutlanmış olduğunu anladı. Ve bundan böyle gerçek kimliği ile, kutsal Mevlâna olarak sokaklarda dolaşamayacağını; bunu, ancak halk tarafından nefret edilmeyi kabul ettiğinde yapabileceğini anladı. Doğaldır ki, bu son durum kendisinin kabul edebileceği bir şey değildi. Bu suretle, ev halkının ve de sevgili kocasının her isteğini yerine getirmeye amade olan Gevher Harun’un yardımları ile akşam üzerleri bir dilenci kılığına giriyor ve elinde bir sopayla köşkünden çıkarak şehrin arka sokaklarına dalmaya, yarı açık kapılardan evlerin içlerini gözlemeye... ve, insan denilen, herhangi bir insan denilen o yüce konuyu, o

bilinmezi irdelemeye başlıyordu. O zamana kadar ciddi olarak üstünde durmamış olduğu o muammayı çözmeye çalışıyordu.

Mevlâna, Konya’ya gelişinden beri hep Tanrı’nın adamı, düşünür, şair, büyücü, Konya sokaklarının dostu olmuştu. Şimdi ise, bunlardan öte, yeni bir ufka doğru açılma ihtiyacını duy-makta idi... Bir çıkın, bir matara ve bir sopadan başka hiçbir şe-ye sahip olmayan, “benim” diye tanımlayabileceği bir yeri veya bir adamı olmayan, fakirin kendi kıtlığının artıkları ile bugün burada yarın orada geçinen, yaralı bir sokak köpeğinin kışın çamuru ve yazın yakıcılığı altında vermekte olduğu yaşam mücadelesinin aynısını yaşayan, hiçbir şey... hatta kötülük yapmayı bile lüzumsuz bir süs olarak kabul eden gezgin dervişlerin hissetmekte oldukları o hazzı almak, o hazzı yaşamak istiyordu.

O sıralarda Mevlâna’nın aklına sık sık Timotheos geliyordu. Timotheos mutlak yalnızlığı seviyordu. Ondaki insan sevgisi, keşiş hummasının bir ifadesinden başka bir şey değildi.

Mevlâna kendine bu suali sordu:

“Hep insandan söz ediyorum; insanı çok seviyorum; ancak, insanı tanıyor muyum? Ama, ben nasıl, ne suretle onu hissedebileceğim ve öğrenebileceğim? Ve, insanı tanıyabilmeme yardım edebilecek ne tür vasıta var elimde? Merak mı, insan sevgisi mi? Keskin gözlem ve anlayış mı? Kaldı ki, gezgin dervişin anlamı nedir ki? Sağa sola dolanan basit bir gözlemci mi? Öyle olunca da, sırf bu dünya hakkındaki bilgiyi arttırmak amacı ile sefaleti kabul etmemden daha aşağılık bir şey düşünülebilir mi? Ve, alt tarafı, karşındaki insana ne kadar yakınlaşabilir, onu ne kadar hissedebilirsin! Yanında yaşamakta olan kişileri daha his-sedemeden, İnsan’ı hissetmeye kalkıştım. Karım Gevher Hatun hakkında bildiklerim neler ki? Güzelliğini mi, iyiliğini mi... yoksa, kâh yanında kâh uzak hayal âleminde bulunan o tuhaf eşinin aciyipliklerine göstermekte olduğu sabrını mı? Gevher Hatun benim karım olduğu için, benim isteklerimi tartışmasız olarak gerçekleştirmeye hazır ve amadedir; ama, Gevher

Harun’un, kendisine ait bir dünyası, bir ruhu yok mu? O sırf hizmetçilere emretmek, eve bakmak, çocukları yetiştirmek, ve de kendisini arzu etme lütfunda bulunduğumda, Arabistan’ın tüm rayihalarını sürmüş olarak beni beklemek için mi yaratılmış? Ayrıca, çocuklarım hakında ne biliyorum ki? Evlatlığım Kimya hakkında ne biliyorum ki? Ve, çalışkan arılür misali bahçelerimle avlularımı ve evimin odalarını dolduran bunca kadın erkek hakkında ne biliyorum? Ve, Konya sultanı hakkında bildiğim ne?ki? Susup düşüncelere daldığı sıralarda sultanın aklına girebilmem mümkün mü? Kaldı ki, sultanın gerçekten bir şeyler düşündüğü de, doğru mu ki? Ve, şayet, düşünce gücüne sahip olsaydı, sultan olabilecek miydi, eminim ki hayır! Çünkü, öyle olsaydı, ya onu şimdiye kadar öldürmüş olacaklardı, yahut da, kendisi, tümünüzün canı cehenneme diyerek her şeyi ve herkesi bırakıp gidecekti. Öyle ise, korkunç olan husus, ne kendimizi ne de çevremizi tanımamakta olmamızdır. Hayallerle çevrelenmiş bir dünyada yaşıyoruz. Herkes rolünü oynayıp duruyor. Biz, kendi rolümüzü; diğerleri de kendi rollerini. Ve, nedir o rol? Ruh durumu, bir yaşam durumu... bir varoluş durumu. Ve, insan kendisinin seçmiş olduğu rolü değil de, başkalarının kendisine uygun buldukları rolü oynamakta. Ne kadar da tuhaf!., insanın, kendisinin seçmiş olduğu rolü dahi oynayamaması... Ama, insana rolünü tayin eden kim? Hiç kimse ne kendini ne de çevresindekilerin! tanımadığına göre, insanlık şuuru diye tanımlanan şey, gizemli pınarlardan çıkıp ebedf denize doğru akan bulanık bir dereden başka bir şey olamaz.”

Ve, hep bu tür fikirlerle meşgul iken, bir gece Isa gene Mevlâna’nın yatağına geldi. Yaşamış olduğu acı eziyetlerden avurtları çökmüş, takatsiz ve zayıftı. Yalnız, gözleri Şafak yıldızının Anadolu geceleri semalarında hiçbir zaman parlamamış olduğu kadar ışıl ışıldı. Alnındaki diken izleri hâlâ kendilerini belli ediyordu. Yavaş adımlarla Mevlâna’ya yaklaştı. İkisi yan

yana yatağa oturdular. Ve, bir an içinde, sessizlik etraflarını sardı.

- Celâl... yüreğin korku ve kuşkularla doludur. Aklın ise endişeler ile debeleniyor. Sana, bunca çabaya gerek olmadığını hatırlatmaya geldim. Sevgi yeter! Emin ol ki, sevgi yeter. ■

- Hiçbir şeyden emin değilim, artık.

- Tanrı’yı kaybettin. Böyle olunca da, hem kendini hem de değerlerini kaybetmiş olmandan daha doğal ne olabilir? Çünkü, bütün bu hususlar, biri diğerinden farklı olan şeyler değil ki... Tanrı, sevgidir. Bunu neden unuttun, Mevlâna? İşte, bak, ben de sana başkalarının vermiş olduğu ve sana hiç de uymayan o isimle hitap ediyorum.

- Uymayan isim... bununla, neyi kastediyorsun ki...

- Bu dünyada “efendi”, başkalarına emretme ve onlardan karşısında eğilmelerini isteme hakkını elinde bulunduran Tan-rı’dan başka kim ki? Tanrı’nın yüceliğini ve gücünü hissedebilecek kadar alçakgönüllü değilsin!

- Her geçen gün kendimi daha alçaltıyor, daha da ezip siliyorum. Ben boş bir sazdan başka bir şey değilim...

- Evet... diğer insanların önünde dimdik duran boş bir saz! Tanrı’nın önünde ayağa kalkan boş bir saz!

Mevlâna ruhunun korku ile hüzün arasında havada asılı kaldığını hissetti. İsa, gözlerini Mevlâna’nın gözlerine dikmiş, yanında oturuyordu. Sonra da, korku içinde bir sual yöneltti:

- İnsanın alçalmasının herhangi bir sınırı var mı?

- Alçalmada herhangi bir sınır olamaz. Alçalma bir nevi yaratma, bir nevi yeniden doğuş... ve de, insana verilmiş bir görev... görevlerin en yücesidir.

- Ve, neden insana bu görev verilmiştir?

Sonra da, yarı karanlıkta yataktan kalktı ve yürüdü. Gözleri çakmak çakmak parlıyor, dudakları ateş içinde yanıyordu. Konuşmasını sürdürdü:

- Tanrı neden insanı yarattı? Ve, neden onu, varlığı kuşku duymaksızın bilinen kötülük ile şimdiye kadar hiç kimsenin rastlamamış olduğu iyilik arasında, ıstırap kütüğüne mıhlamış oldu? Ve, neden onu bunca hüzün ve sıkıntı ile dolu bir dünyaya yolladı? Ve, neden, neden ona her an alçalmayı... alçalmanın en kötü, en anlamsız şekli olan kendi kendini alçaltmayı emrediyor? Ve, neden insan ıstırap çekiyor?.. İstırap çekmenin temel anlamı ile onun nedeni ve de mazereti ne olabilir ki? Ben, hiçbir şeye yaramayan ve hiçbir şey anlamayan bir “bilge”yim. Sen... işkenceyi, sonsuz acıyı, sonsuz hüznü böylesine hissetmiş olan Sen... sorularıma Sen cevap ver...

Ateşler içinde yanan titrek ellerini İsa’ya dokunmak... o-nun elbiselerine, alnına değdirmek üzere uzattı. Ancak, hiçbir şeye dokunamadı. İsa, bir an içinde, Mevlâna’yı saran ışıl ışıl bir hâleye dönüşmüştü... Defne yapraklarının üzerlerindeki sabah çiği gibi, elleri arasında kaybolup gitti...

Mevlâna yatağına düştü... Yüzünü, yanan ellerinin arasına aldı... ve ağladı...

Sonra, yeniden o dilenci sopasını aldı. Sokaktan sokağa, kapıdan kapıya... fakir mahallelere, badana sürülmüş gösterişsiz küçük camilere, pazarlara, kervanların geceledikleri hanlara... Orada, böyle bir handa, böyle bir kervanda Yusuf’a seslendi. Memleketten memlekete, beldeden beldeye sürekli seyahet e-den bir deveci idi. Kırk beş elli yaşlarında, kara tenli, tatlı, dertlerden uzak ve kendi felsefesini yürüten bir adamdı. Durduğu her yerde, oturduğu her yerde etrafında hep kalabalık toplanırdı. Herkes, kendine özgü ifadeleriyle onun anlattığı hikâyeleri dinlemeyi severdi. Mevlâna, sopasını dizlerinin arasına aldı ve hanın bir köşesindeki basamaklara çöktü; etrafını süzmeye başladı. Büyük havuz tertemiz su ile doluydu. Her şeyin ve herkesin uyuklamakta olduğu bir öğleden sonra idi. Develer diz çökmüş, o düşünceli halleriyle bir demet şeker kamışını geveleyip

duruyorlardı. Kazlar havuzdan su içiyor ve kendilerini beğenmiş halleri ile ortalarda dolanıyorlardı. Kene dolu köpeklere gelince, onlar da uzun yolun yorgunluğunu çıkarmaya bakıyorlardı. Yusuf ise ikide bir matarasını kaldırıp rakısını yudumlayıp duruyordu; zaten, şimdiye kadar, boğazındaki susuzluğu gidermiş olduğu tek bir anı gören olmamıştı. Yusuf rakısını seviyordu. Onu Mısır’dan getirmişti; hurma rakısı öylesine keskindi ki, arslanla-rı dahi öldürebilirdi.

- Allah, razı olsun Peygamberden... bize rakının değerini o öğretti!

Mevlâna, çekinerek, cevap vermek istedi:

- Peygamber rakıyı bizlere yasakladı, Yusuf!

- Peygamberin yasaklamış olduğu hiçbir şey yok! O, insana “keyfine bak! Yeter ki... fakire yardım et ve gâvurla dost olma! Gâvur sana kötülük yapabilir... Rakı ise, asla! Ancak, onu ölçülü içmeyi öğren” dedi:

- Yusuf, sen akıllı bir adamsın... Ancak, bu konuda yanıldığını zannediyorum.

Yusuf rakısından bir yudum daha aldı ve cevabını verdi:

- Allah’ını seversen, yahu! Bu dünyada yanılmayan kim ki? Sen dahi, gerçeği diğerlerine anlatmak ve izah etmek üzere kapıdan kapıya dolaşıp giden sen dahi, yanılıyorsun.

- Ben boş bir sazdan başka bir şey değilim... herkesten daha da değersiz olan bir kimseyim.

Yusuf un yanıtı, rakının da etkisiyle, sert oldu.

- Bunda da yanılıyorsun! Diğerlerinden değersiz olan hiç kimse yoktur. Tanrı tümümüzü hep o aynı çamurdan yarattı. Ayaklarımla bütün dünyayı dolaştım. Her yerde hep aynı acıya, aynı coşkuya rastladım. Allah’a bin şükür, ayaklarım hâlâ titremiyor. Söz gelişi, köpek gibi çalışıyorum... bulduğumu yiyor, içebildiğim kadar da içiyorum... Kadına desen, gücüm yettiğince iş görüyorum... gücüm de, hani, pek fena değil... Sen de, yani, pek fena sayılmazsın... gücün kuvvetin yerinde... neden

şurada burada dilenmeye karar verdin? Kazmaya başla, devenin yanında yollarda yürümeye başla... Ve, emin ol ki, kitaplarının içinde hissedebildiklerinin tümünü yaşamaya başlayacaksın. Sen, neyin peşindesin?

Derin bir sessizlik oldu. Bir yaz öğleden sonrasının o ağır ve yapışkan sessizliği.                              '

- Tanrı’yı ve onun kanununu arıyorum.

Yusuf gülümsedi.

- Bunca yıldır Tanrı’yı ve onun kanununu bulamadın mı? Ben on yedi yaşlarında iken bulmuştum. Sina Dağı’nın yakınlarında bir gece idi. Kırk develi, otuz atlı kocaman bir kervanla; köyden köye dolaşarak o ücra yerlerde oturanlara mal götürüyorduk.. Gece yarısına yakındı... bütün yıldızlar uyuşmuş, susuyorlardı. Tüccarlar uyuyor, deveciler uyuyor... her şey uyuyordu... bir tek köpekler, arada bir havlıyorlardı. İşte o gece ben hiç göz kırpmadım. Ayşe’ye aşağıda, limanda Cedda’da rastlamıştım; ben ona gülümsedim, o da bana gülümsemişti; “döndüğümde” diye işaret etmiştim; cennetteki bir huri gibi bana gülümsedi. Anlayacağın, o gece ben hiç uyuyamadım. Ve, tuhaftır, şunu bunu düşünmeye başladım... O sırada aklımda hiç yokken, Tanrıyı düşünmeye koyuldum. Ve kendi kendime de sordum: “Tanrım, neden bizleri yarattın, neden bizleri bu dünyaya getirdin? Tanrım, ben ufacık bir kurttan başka bir şey değilim; yüceliğin bana tenezzül etmiyor, bile... Ama, ne var ki, o ufacık kurtta dahi akıl var ve o öğrenmek istiyor. Öğrenmek de, onun hakkı... değil mi?” Ve, o anda içimde kısa bir ses yükseldi... ve, korktum... Ve, biraz sonra, o ses bir sedaya dönüştü ve içimde Tanrı konuştu, bana cevap verdi: “Yusuf... benim iyi kulum... ben cedlerinin Tanrı’sı, ve de senin Tanrı’nım... Ben keyfime baktım; sen de, keyfine bak! Yalnız, komşuna kötülük etme! Budur.benim kanunum. Bunu da bil! Evet, bir tek komşuya kötülük etme... çünkü, komşunun da kendi istediğini yapma hakkı var!” Tan yeri, çölde yükselen bir portakal gibi ağardı. Kalktım,

yıkandım, yedim, içtim ve Tanrı’ya şükrettim. Sonra Cedda’ya indim, ve beni orada bekleyen Ayşe’yi buldum... beraber olduk. Kendisi on beş yaşlarında idi. Ateşinin en yakıcı olduğu yaşlarda... Sarışın bir inek gibi altımda debelendi. Ben de, keyfimi yapayım... dedim. Tanrı’nın emri olduktan sonra...

Bir süre sessizlik oldu. Sonra, Yusuf konuşmasını sürdürdü:

- O gün bu gündür, Tanrıyı rahat bıraktım... dünyayı istediği gibi idare etmesi için... O da beni, kendimi ve kervanımı istediğim gibi idare etmem için rahat bıraktı. Senin Tanrı ile sürekli alışverişlerin oluyor. Neden, yani? Senin içini kemirip rahat bırakmayan ve dilenmen için sokaktan sokağa dolaştıran sebep nedir, ki? Gel de, bir yudum çek! Tanrı rahmet ile doludur. Gün gelecek ki, bizler de ona gidip sakalının gölgesinde uzanacağız... ama, o zamana kadar... Bana kalırsa, sende eksik ne, biliyor musun? İşin yok! Toprağı kazman gerekse idi, yedi çocuğun boğazı sana baksa idi, arada sırada çıkanlar hariç kırk karıyı idare etmen gerekse idi... o zaman senin de Tanrı ile cebelleşmeye zamanın kalmazdı. Şimdi, gel de, mataramdan bir yudum çek! Nerede ise, bitmek üzere... ve, Peygamber şahidim olsun ki, sonunu kendime saklayacağım.

Mevlâna elini uzatacak oldu; ancak, ürperti içinde durdu. Ve düşündü: “İnsanlar böyle mi? Sana söyleyebilecekleri şeyler bu küfürler mi? Ve, hayatta gününü gün etmekten başka önemli bir şey yok mu? Sadece yiyeceksin, içeceksin, ve, bir kadınla yatacaksın! Öyle mi?” Fakat, aynı anda aklına “Şölen” geldi... Yanan meşaleler, şarap, oynayan kadınlar, neylerden çıkan o tatlı nameler geldi. Yusuf kendisini yalnız bıraktı. Develerine su vermeye gitti; diğerlerine de aynı şeyi yapmalarını öğütledi. Gece düşer düşmez hareket edeceklerdi. Sivas’a gitmekte idiler. Beldeden beldeye... insanlara rastlayacaklar, rakı içecekler, kadınlarla birlikte olacaklar...

Anlaşılıyor ki, Yusuf her şeyi halletmişti. Kendisi bundan emindi ve hiçbir şekilde nedenler ve nasıllarla aklını yormuyordu. Aynı şekilde Timotheos da emindi; Neftaleim de emindi. Davranışları ile Mevlâna’yı öylesine kızdırmakta olan ulemalar da eminlerdi. Ve, dünya, şayet ayakta durabiliyorsa... işte, bunu, bu tür küçük veya büyük katiyetlere borçludur.-Mevlâna gibi insanlara gelince, onlar, içlerindeki kuşku bunalımlarıyla bütün katiyetleri öldürmekten başka bir şey yapmıyorlar... ve, öldürdüklerinin yerine de hiçbir şey koymuyorlar...

Mevlâna’nın Yusuf ile yapmış olduğu o konuşmadan çıkan netice, bundan başka bir şey değildi.

Kimya Hakkında da Bir Şeyler

Söylememiz Gerek...
İleride, Bunlara Gereksinimimiz Olacak

Kimya’nın da sırası geldi. Bu masalın içinde, şimdiye kadar, bir tek kez ismi geçti; ancak, bununla beraber, adı Kimya olan bu kızın Mevlâna’nın yaşamındaki yeri hiç de önemsiz değildir. Mevlâna’nın o fırtınalı yüreğinde, bir türlü sükûnet bulamayan o denizde Kimya’nın yeri önemlidir.

Konya’yı çevreleyen o geniş ovada, güneşli bir gün, biçil-meyi bekleyen başakları neşeli, sarı bir parlaklıkla sarıp sarmalıyordu. Mevlâna, o kirli dilenci hırka'sını henüz üzerine geçirme-mişti. O sıralarda, hâlâ, kutsallığının ve de bilgeliğinin karşılığı olarak Alâeddin’in kendisine hibe ettiği geniş topraklarda gezintiye çıkmış, zengin ve güçlü bir kimse idi. Ve de kendi hâkimiyeti altında gördüğü o gepgeniş verimli topraklarda gözünü gezdirdikçe de mutluluk duyuyordu.

Bir ara, gözü, ufak bir dereciğin yumuşak şarkısını mırıldandığı gölgelik bir koruda konaklamış bir çingene topluluğuna takıldı. Eskimiş pirinç renkli yüzlerine Doğu gecelerinin karanlığı akseden, derin ve parlak gözlü, zayıf, tasasız, yaşamları her gün yeni bir yerde konaklama ile sürüp giden insanlar çocukları, karıları, arabaları, ve de açlık ve sabır yüklü eşekçikleriyle gölgelikte toplanmış, bir yandan sepet örerken, diğer yandan da yonttukları tahtalardan halkı etkileyecek türlü eşya yapmaya çalışıyorlardı.

Çingeneler karşılarında Mevlâna’yı görünce, Tanrı’nın o çok sevdiği adamın ayaklarının bastığı toprağı öpmek üzere yere kapandılar. Mevlâna da, hiçbir şeye sahip olmayan, bugün burada yarın orada kalacak yer arayan, başka insanların avuçlarından kendi rızkını bulmasını bilen bu halka karşı büyük bir merak duymakta idi. Yanlarına yaklaştı, bozkır rüzgârı ve sürekli yol yorgunluğundan buruşmuş, kırış kırış olmuş yüzlerine dikkatle baktı.

- Benim iyi insanlarım... nerelerden geliyorsunuz?

Kendisine duydukları saygı öylesine büyüktü ki, cevap veremediler. Mevlâna üsteledi:

- Nerelerden geliyorsunuz?

Bunun üzerine, aralarından yaşlı bir kimse ilerideki ufku göstererek yanıtladı:

- Ötelerdeki dağlardan...

Mevlâna, bu sefer şaşırdı.

·  -    Yerinizin adı yok mu?

·  -    Bizim bir yerimiz yok ki... nerede konaklarsak, yerimiz orası olur.

Bu söz Mevlânâ’nın çok hoşuna gitti. Çingene grubuna iyice yaklaştı, oradaki yaşlı bir ağaca sırtını dayadı ve onlarla bir süre yalnız kalmak istediğini işaretleyerek maiyetini uzaklaştırdı. Bunun üzerine, Çingenelerden genç bir çocuk cesaret aldı, kendisine yaklaştı ve oradaki bir taşın üzerine bağdaş kurarak oturdu. Gözlerini kaldırdı ve bakışı ile Mevlâna’yı sarmaladı... her tarafına öylesine dikkatle, kendi içine sindirir gibi bakıyordu ki... Tanrı’nın adamına böylesine yakından bakabilmesi, ona öyle bir mutluluk veriyordu ki, bu anı yaşamının son nefesine kadar saklayacağı belli oluyordu. Kadınların boyunları ve bilekleri çeşitli gerdanlık ve bileziklerle doluydu; üstlerindeki rengârenk parlak ve göz alıcı elbiselerin uzun süre yıkanmamış olduğu belli idi. Ancak, kendileri karanfil gibi güzel ve vişne gibi de

buruk idiler; onlara sahip olma, onları ellerinin arasına alıp ağlatma isteği duyardı, insan.

On yaşlarındaki siyah yeşil gözlü bir kız çocuğu biraz ilerideki bir dere kenarında oturuyor ve parmağını suya sokup sonra güneşe doğru kaldırarak, dökülen altın sarısı damlaları seyrediyordu.

Bu kız, çıldırtırcasına çekici, küçücük bir kadındı. Kızın güzelliği ile yüzüne aksetmekte olan asil ifade, Mevlâna’nın dikkatini çekti. Kız da dönüp ona baktı. Kız, gerçekten de küçük bir insandı.

Mevlâna’nın kızı süzmekte olduğunu gören yaşlı bir adam, ona yöneldi:

- Yetimdir... zavallıcık. Bir ara, deniz kenarında Mersin dedikleri bir yere gelmiştik. İnsanın içini ferahlatan güzel bir yer. Ve orada, bozkırdan gelen bir kadın, elinden tuttuğu bu çocukla yaklaştı. O sıralarda bu zavallıcık ilk adımlarını daha yeni atıyordu. Bizlere, “Kocam öldü... büyük nehirler arasındaki o yerlerde sıtmalar içinde yandı ve öldü; bana bakacak kimsem yok; beni de yanınıza alır mısınız? Yalvarırım, size...” diye dil döktü. Bizler de, kendisine “bizimle gel... hayatımızı bilirsin; ve, Allah yardımcın olsun” dedik. Çok iyi kalpli bir kadındı ve hepimiz de onu hemen sevdik. Fukaralığımızı ve de özgürlüğümüzü kendisiyle paylaştık. Aradan üç yaz geçmişti ki, kış bizleri Malatya taraflarında yakaladı. Kadın hastalandı, kan tükürdü, bir daha tükürdü, kan kustu, gözlerinin feri söndü... ve bir ağacın dibinde kalakaldı. Zavallının peşinden çok ağladık. Kötü nedir bilmeyen bir kimse idi. Derin bir çukur açtık ve onu içeri koyduk. Sonra da oradan ilerilere doğru yol aldık... Kızı da yanımıza aldık. Adı Kimya’dır.

Mevlâna düşünceli bir şekilde sakalını sıvazladı. Kıza bir daha baktı. Gözleri siyah ve yeşildi. İçlerinde bir alev oynaşıp duruyordu. Sonra, Mevlâna konuştu.

- Bana bu kızı verir misiniz? Evime alıp onu terbiye edeceğim, yetiştireceğim... Onu kendi kızım yapacağım.

Elini koynuna soktu ve oradan şişkin bir torba çıkardı; torbadan çil çil altınların sesi geliyordu. Etraftaki halk, kendisini boğacak bir halka oluşturdu. Yaşlı adamın gözleri parladı. Sonra da, çevresindeki bozkır yolcularına baktı. O kalabalıktan gür bir kadın sesi yükseldi:

- Kimya’yı seviyoruz!

Ama, "başka hiç kimseden ses çıkmadı. Kadının sesi yeniden yükseldi:

- Kimya’yı seviyoruz!

Fakat, ondan başka herkes susuyordu. Mevlâna’ya gelince, sanki o sırada tüm yaşamı Kimya’nın yazgısına bağlı imiş gibi, gelecek cevabı gerçek bir heyecan ile bekliyordu. Nihayet, ihtiyar dudaklarını kımıldattı; ağzından sadece iki kelime çıktı:

- Onu alabilirsin!

Kimya’ya gelince, o, tüm bu olup bitenleri pek umursamıyordu. Sadece, gözlerini kaldırdı ve tek bir an için, Mevlâna’yı süzdü... bir erkeği tartan bir kadın gibi... Mevlâna, yanına gelmesi için ona işaret etti. Kimya, kendisine yapılan işareti anlamamış gibi, yerinden kımıldamadı. Sadece, o anı anılarına iyice nakşetmek istercesine bakışını çevredeki o insan kalabalığının üzerinde gezdirdi. Sonra, oralarda duran kül rengi küçük bir eşeğe yöneldi, onu alnından öptü, sırtını okşadı. Soluğu ağırlaştı, gözleri doldu. Çingeneler de ağlıyorlardı; ancak, kimse karşı çıkmadı. Mevlâna, Kimya’nın yazgısı idi. Öyle olunca da, karşı çıkmak kimsenin hakkı ya da görevi olamazdı. Mevlâna’nın da soluğu ağırlaşmıştı. Tüm olup bitenleri, o kısa sürede almış olduğu kararı düşünmeye başladı. Bir an için tereddüt etti. Ne var ki, Kimya, fazla düşünmesine fırsat vermedi. O hafif güvercin adımları ile Mevlâna’ya yaklaştı, ipek elceğizini güvenle onun avucuna koydu, ve ağzından tek bir kelime çıktı:

·  -    Gidelim.

Mevlâna ve maiyeti hareket ettiler. Güneş tüm haşmetiyle Konya’nın ufuklarındaki dağlara yaslanmıştı bile. Gün harımının kızıllığı kralların kaftanlarını andırıyordu. Mevlâna ise anlayamadığı bir nedenle canı sıkkın, ilerliyordu. Kimya onun yanında yürüyordu. Epeyce ilerlemişlerdi ki, Kimya durakladı ve geriye doğru dönerek son bir kez Çingenelere baktı. Ağlamama-yı istiyordu... ama, yapamadı.

Mevlâna’nın köşküne vardılar. Kimya eşikte durakladı. Görmekte olduğu zenginlik kendisini şaşırtıyordu. Bir anda, o tuhaf hayal dünyasında gözlerini açan bir masal prensesi olmuştu.

Mevlâna karısına izah etti:

·  -    Anadan ve babadan yetimdir. Onu bir Çingene kervanında buldum, acıdım ve sevdim; aldım ve getirdim. O da, bizim evlatlığımız olacak.

Gevher Hatun gülümsedi. Kimya’ya bir göz attı. Her ikisinin birbirlerine attıkları bakış, gerçek bir kadın bakışı idi.

·  -    Emrin bana kanun olur, efendim.

Böylece, Kimya, Mevlâna’nın evine yerleşmiş oldu. Onu giydirdiler, yedirdiler, ilgi gösterdiler. O yıllarda şehrin ileri gelenleri ile saray erkânı ailelerinin kızlarının almakta oldukları derslere girmesi için, çeşitli öğretmen ve eğitmenler tuttular. Kendisine şarkı söylemesini öğretmeye çalıştılar... ama, zaten, Kimya’nın yüreği şarkılarla dolu idi. Bozkır şarkılarını, bitmez bir gurbetin şarkılarını kendisi zaten biliyordu; dudaklarından acı ve yakıcı nameler dökülüyordu. Ve öyle zamanlar oluyordu ki, Kimya bembeyaz bir dişi güvercin gibi köşkün, üst katlarına çıkıp gözlerini ovalara daldırıyor ve geride bırakmış olduğu o kendi insanlarını arıyordu. Ne var ki, Çingeneler çoktan çekip gitmişlerdi. Ve, ovalar sessiz ve hareketsiz uzaklarda duruyordu. Kimya da hep şarkı söylüyor... büyüyor... ve, büyüdükçe daha da güzelleşiyor, gözleri ışıkla doluyordu. Öyle bir zaman geldi ki, Mevlâna, bu kızın nesini sevmekte olduğunu kendisi de bilmez

olmuştu. Kızın kendisinde uyandırmakta olduğu duygu acıma mı, şefkat mi, yoksa, gençliğinden fışkıran tuhaf bir aşk, bir tun ku mu idi? Kimya on iki yaşına geldiğinde öyle bir olmuştu ki, kendisini gören bir erkeğin aklının çalınmamasına imkân yoktu. On dördüne bastığında ise pek çok şey öğrenmişti, artık... Mevlâna’ya gelince, Kimya’nın o alışılmamış güzelliği ile evinin içinde bir çiçek gibi açmasından büyük bir haz duyarak onu ipeklere, kadifelere ve altınlara boğuyordu. Böylece, Kimya bir güç, daha doğru bir deyimle, bir erk haline gelmişti.

Gevher Hatun’a gelince, o, Mevlâna’nın isteklerine hiçbir zaman karşı gelmemiş, ve hatta, en ufak bir üzüntü emaresi bile göstermemişti. Kimya olmadan, Celâl’in mutsuz bir erkek olacağını biliyordu. Onun mutlu olması da, kendisine yetiyordu. Kış gecelerinde Kimya ile Gevher Hatun, küllenmiş ateşi karıştırarak ocak başında yan yana oturuyor, tatlı konuşmalara dalıyorlardı.

Mevlâna ise, kendi dairesine çekilmiş kâh Paygamber, kâh İsa, kâh Yahudiler veya Yunanlılarla... herkesle cebelleşip duruyordu. Onun da yazgısı, bu idi. Gevher Harun’un yazgısı sabretmek, susmak, evdeki hizmetçileri idare etmek, evin düzenini sürdürmekti. Kimya’nın yazgısına gelince, onunki de bir çiçek gibi açmaktı; o, güzellik için yaratılmıştı... On beşinde, gerçek bir kadın olmuştu.

İşte ondan sonradır ki, Mevlâna, dilenci sopası elinde, insanları ve dünyayı tanımak üzere yollara düşmüştü. Yusuf a da, o sıralarda rastlamıştı. Keyfini sürebilmen de, bir sanattır, Yusuf, bu sanatı iyi biliyordu. Mevlâna ise, o sanatı bir türlü öğrenemi-yordu.

İşte, Mevlâna’nın Agis Hariton keşişlerine rastlaması da o sıralara düşüyordu. Mevlâna’nın yaşamını eksiksiz olarak tetkik etmek isteyen bir kimse için bu öykü de, gerçekten, vazgeçilemez bir önem taşır.

Bizans Parantezi

Konya’nın yakınlarında, dereciklerin akmakta olduğu bir korulukta, Agios Hariton’a adanmış, tâ eski yıllardan kalma bir manastır vardı. Kendilerini Tanrı’ya ve O’na tapınmaya adamış birkaç keşiş yaşamlarını orada geçirmekteydiler. Kilise kırmızı tuğlalar, tahtaya veya mermere kazınmış haçlar, azizlerin ve kilise şehitlerinin resimleri ile süslenmişti. Keşişlerin kaldığı bölmelerde bir ev havası eserken, bahçeler gerçek bir itina ile düzenlenmişti. Keşişlere gelince, onlar şu veya bu nedenle sık sık Konya’ya gidip gelmekte idiler; hepsi de çevrede tanınmış kimselerdi. Ve özellikle, Alâeddin’in, maiyeti ve de ulemalar ile birlikte çıktığı gezilerini manastırın oralara kadar sürdürmeye başlamasından sonra, oradaki keşişlere düşman gözü ile bakmak bir yana, herkes daima saygı ile davranır olmuştu.

Daha önce de söylediğimiz gibi, Selçuklular hiçbir zaman İsa’ya karşı düşmanca davranmamışlardı. İçlerinden pek çok kişinin Konstantinopolis’te eğitim görmüş olması nedeniyle, çoğu Yunanca eserlere aşinaydı, hatta Bizans elyazmalarını ve de o çok güzel süslemeleri sarayda toplamakta idiler. Hatta, dendiğine göre, aralarında Hıristiyan dinini kabul etmiş olanları da vardı.

İşler böyle olunca, o eski Bizans manastırının, oralarda güven içinde bulunmasında yadırganacak hiçbir şey olmadığı kolayca anlaşılır. Kaldı ki, oradaki keşişler, bütün düşüncelerinde ve yüreklerinde cehennemi bulunduran ve karşıtlarına beddua etmekten başka hiçbir şey yapmayan o pis, aç, bağırıp çağıran, bağnaz kimselerden değillerdi; tam tersine akıl ve bilgelikle

dolu ve konuşmalarıyla karşılarındakilere huzur ve sükûnet veren, yumuşak ve iyi huylu kimselerdi. Başrahibin adı İoannikios idi. Kendisi Konstantinopolis’te eğitim görmüştü. Kendinden ve inançlarından emin bir insandı. Sesi güzel olduğu gibi, dinsel şarkı ve dua besteleri yapar ve okurdu.

Her şeyi merak eden bir kişi olan Mevlâna, çok geçmeden o keşişlerle ilgilenmeye başladı. Onlara, büyük .pazarın kurulduğu bir gün Konya’da rastlamıştı. Keşişler, manastırda yetiştirdiklerini satmak ve alacakları para ile manastır yaşamı gereksinimlerini almak üzere gelmişlerdi. Manastırın geniş bahçesi, tarlaları, üzüm bağları olduğu gibi orada elde edilen bal da tüm bölgenin gurur kaynaklarından biri idi. O gün Mevlâna şurada burada dolanırken keşişlere rastlamıştı. Adı Grigorios olan tatlı dilli bir keşiş kendisine yaklaşıp bilgi ve kutsallığını methetti:

·  -    Bizler, manastırda, senin bilgin ve de yüce kalpliliğin hakkında pek çok şey duymuş bulunuyoruz. Şayet, bir gün, yolun bizlerin yalnızlığına düşerse, kapımızı çalmaya hiç tereddüt etme. Emin ol ki, kapıcı, seni layık olduğun saygı ve şeref ile kabul edecektir. Ve de, ömrünün uzun yıllarının, başına ürkek bir güvercininkinden de fazla ak düşürmüş olduğu başrahibimiz İoannikios da, seninle tanışıp konuşmaktan çok mutlu olacaktır.

·  -    Ben de sizlerin bilgeliği ve ahlakı hakkında az şey duymuş değilim. Başrahibiniz İoannikios’a, lütfen, benim de kendisi ve sizlerle tanışmayı çok arzu ettiğimi söyleyin. İsa, sıklıkla, gecelerimde bana eşlik eder... o, benim dostumdur.

Ve, birkaç gün sonra, başrahiple tanışmak üzere manastıra gitti. Başrahip, görkemli sakalı karnına kadar inen, yılların çökerttiği ince uzun bir adamdı. Gözlerinde, kararlılık ve zekâ parlıyordu. Sesine gelince, kilisenin kubbelerine yükselip onları dolduran tatlı bir güç ile dolu idi. Mevlâna’nın, yılların aşındırmış olduğu eşiği geçip içeri ayak bastığı o gün, manastır tarafından bir bayram günü olarak kabul edilmişti. Herkes masanın çevresine toplanıp o soğuk, alçak iskemlelere oturduktan sonra,

bakışlar badanalanmış duvarlarda gezindi. Sonra da, bir somun ekmekle şarap getirdiler; Mevlâna biraz ekmek yedi, şarabı iç-meyi istemedi. O saat İsa’ya adanmıştı, Mevlâna uykusuz geçen o geceleri, kuşkularını hatırladı. Kalbinde fırtınalar esmekte idi. İoannikios kalın ve budaklı sopasını dizlerinin arasına yerleştirdi. İsa’ya gelince... O, yukarılardan, ikonasının içinden onlara bakmakta idi.

Konuşmayı Mevlâna açtı.

·  -    Bizans’a gitmeyi çok istedim. Ne yazık ki, ihmal ettim.

Keşişler Bizans kelimesini duyduklarında, içlerinde sevgi dolu bir ürperti duydular. Mevlâna’yı yanıtlayan İoannikios oldu.

- Bizans bir şehir, bir deniz değildir. O, içimizde hissetmekte olduğumuz bir dünyadır. Bizans kilise pederleri ve azizler, duahanlardır... insana yaklaşıp onu kendisinin şerefine yüceltmeye gelen Tanrı’nın esintisidir. Frenkler ona hayran kaldılar; sonra da, onunla alay ettiler ve örselediler. İsa’yı alıp onu katil ve korsan haline getirdiler. Doğuyu mahvettiler. Ayak bastıkları her yere felaketi getirdiler.

·  -    Kutsal peder, Frenkler hakkındaki kanaatim sizinkinden farklı değildir. Ne var ki, epeyce zamandır, onları unutmaya çalışıyorum. İnsanların kılıç ile örülmüş ve halen de örülmekte olan tarihini unutmaya çalışıyorum. Sükûnete hasretim.

İoannikios’un tavrı ve sesi sakin ve huzurlu idi.

·  -    Sükûnet Tanrıya ait o büyük ayrıcalıktı. Bu dünyadaki güçlerin tümü geçicidir. Örselenmeyen tek güç, Tanrı’nın gücüdür.

Mevlâna’nın nefesi daralmaya başladı. Bir an için, oturduğu yerden kalkmak ihtiyacını duydu.

·  -    Tanrı’nın gücünün örselenemeyeceği hususunda emin misin kutsal peder?..

·  -    Eminim!

Etraftaki keşişler tüm varlıklarını sarsan bir ürperti içindeye diler. Mevlâna, neredeyse küfür etmiş olacaktı! Kutsal Mevlâna sözünü sürdürdü:

·  - Ben, artık, hiçbir şey hususunda emin değilim.

·  - Sen, zannettiğinden de fazla eminsin! Hissetmekte olduğun tereddüt basit bir düşün oyunundan başka bir şey değil.

Zaman ağırlaşmış, yoğunlaşmıştı. İoannikios düşünceli bir şekilde bembeyaz sakalını sıvazlıyordu. Çevredeki keşişler, heyecan içinde, o iki insanın konuşmasını takip ediyorlardı. O iki insan arasında bir düello mu başlamak üzereydi?

Mevlâna sakindi:

- Beni kendi inancına doğru çekmeye çalışma! Yüksek bir dağın tepesinde bulunduğumu zannediyorum. İnançların tümü, yüksek dağ tepelerinde bulunurlar.

- Tıpkı Musa gibi... Ve de, her an, Tanrı’nın sana görünüp kanunu bir taşa yazılmış olarak sunmasını bekliyorsun. Sarsılmaz inancı kaybetmiş olduğunu iddia ediyorsun... Hiç olmazsa, bana söylemiş olduklarından ben bu sonucu çıkarıyorum,

- Evet... o sarsılmaz inancımı kaybettim.

- Ama... sen, sarsılmaz inanç diye adlandırdığın şeyin ne olduğunu hiç düşünmedin mi? Aramızda önemli bir fark var: Sen huzuru sarsılmaz inancın içinde arıyorsun; ben ise, sarsılmaz inancı alçakgönüllülüğün ve huzurun içinde buldum. Yaşım epeyce ilerledi... almış olduğum yol epeyce fazla... ve artık geri dönecek gücü bulamıyorum.

- Kendimi ürkmüş bir hayvan gibi hissediyorum. Kuşkularla doluyum. Bir şekle güvenecek olursam, belki de, bir aldatmacaya inanmış olabilirim. Ve, aldatılmayı da istemem... son nefesime kadar uyanık kalmak isterim... Bütün mesele de bu... Manevi uyanıklık, insana layık bir görevdir. Hiçbir şey bilmiyoruz... bunda, hiçbirimizin karşı koyacağı bir şey yok; ancak, hiçbirimizin de, hiçbir şey bilmediğimizi unutmaması gerek.

- Kurtar ruhunu kuşkudan! Sen, bir hastasın!

O sıralarda manastırın çanı hafifçe, sanki azıcık şikâyet ediyormuş gibi çaldı. İoannikios ayağa kalktı ve haç çıkardı. Dışarıda bir güvercin uçuştu ve kanadı ile orta camın yukarılarını tıklattı. Huzur, kendi içinde katlandı, yoğunlaştı ve elle tutulur bir hal aldı. Keşişler başrahibin önünde diz çökerek hafif adımlarla uzaklaştılar. Biraz sonra da, yukarılara doğru tırmanan tertemiz bir ses duyuldu. Başrahip izah etti:

·  -    Panaretos’un sesidir. Melekler onun ağzından şarkı söylerler.

Zaman ilerlemiyordu... ve ilerlemeyen saat içinde, o ses yükselip alçalarak eğriler çizmeye başladı. Mevlâna, önceden bildiği, ancak, şimdi ilk kez nameli okunuşlarına tanık olduğu sözlere kendini verdi. Başrahip yorgun kolunu uzattı ve Mevlâ-na’nın elini hafifçe tuttu.

- Bir zamanlar ben de senin hastalığına tutulmuştum... Konstantinopolis’te tahsilde bulunduğum o ilk gençlik yıllarımda... Az kalsın, putperest oluyordum. Ben de gecenin ileri saatlerinde hücremde Platon’u okuyordum; Atina’nın o günlerinin çok güzel olması gerektiğini düşünüyordum. Fakat, hastalığım uzun sürmedi. İçimde örselenmiş olan Ortodoksluğum kısa sürede onarıldı. Sokrates milli bir peygamberdi... ve sonunda, beni kurtaran da o oldu. O günlerden altmış küsur yıl geçti. Vahşi dalganın bir kayayı parçalaması gibi, vücudum da yendi, parçalandı. Tek... sesim... Tanrıya şükredebilmek için sesim kaldı... Ve, içim hep huzurda kaldı. Yazgımı Tanrı’nın ellerine teslim ettim. Ve, bana hep yardım ettiği için de, O’na minnettarım. Ben aşağıda, Filistin’de iken o kötü günler geldi; az kalsın düşman bıçağı altında ölecektim. Çok acı çektim; ama, dayandım. Tanrı beni beklemekte olduğuna göre, ölümden neden korkayım ki, diye düşünüyordum.

·  -    Tanrı’nın seni beklemekte olduğundan emin miydin? Bu gün de, seni gene beklemekte olduğundan emin misin?

Mevlâna nefes nefese kalmış, sorularına devam ediyordu. Sonra, İoannikios’un gözlerine baktı. Kanlı, kıpkırmızı, yanağa kadar sarkmış iki yaşlı göz... Ve, bir anda, sanki şiddetli bir rüzgâr esti... ve, ölüm korkusu onu yeniden sardı. Ölümünden önce vücudunun eriyip gitmekte olduğunu görmen, derinin yıpranmış bir parşömen kâğıdına dönüşmesi, gözlerinin... ve sonra da kulaklarının boşalması, her yerinin hastalanması... Ve, sonra güzelliğinden veya yaşlılığından o arta kalanları da kemirmeye gelen o açgözlü kurt! Ve, çevrende gençlik çiçek açarken, kızlar güzellik içinde ışık saçarken, bebekler o ilk anlaşılmaz kelimelerini hecelerken, kuşlar şarkı söylerken, taptatlı sular akarken ve kendi şarkılarını etrafa yayarken, ağaçlar tomurcuklanıp sulu meyvelerini verirken... sen, mutlak bir güçsüzlük içinde gecene gömülürken, dudaklarından sessiz bir mırıldanma çıkacak ve alay edercesine, o son ışık gözünde oynaşacak...

Mevlâna bir kez daha sorusunu tekrarladı:

·  -    Şimdi de, gene seni beklemekte olduğundan emin misin?

-Eminim!

Dışarıda sesler kesilmişti. Akşam alacakaranlığı düşmek üzere idi. Mevlâna başrahibe yaklaştı.

·  -    Teşekkür ederim, peder...

·  -    Ben de sana teşekkür ederim, çocuğum...

Bunları söylerken, İoannikios yeniden kalktı, Mevlâna’nın başını ellerine aldı ve kendisini alnından öptü.

Mevlâna manastırın büyük dış kapısından çıktı. Arkasından, gece için kapıcının kapıyı kapattığını ve ağır anahtarları ile çifte kilitlediğini duydu. Serin bir rüzgâr esmekte idi. Yüzünü apaçık göğe doğru kaldırdı. Her şeye rağmen, içi rahatlamıştı.

O günden sonra Mevlâna sıklıkla manastıra gidip gelmeye başladı. Oradaki keşişlerle dost oldu. Tüm yaşamını dua ve perhizlerle geçirmiş olan o lekesiz insana, loannikios’a büyük saygı besledi. Ve, bütün Konya’nın gurur kaynağı olan kutsal

Mevlâna’nın o Bizans manastırının eşiğini her geçişinde eğitim çağlarındaki genç bir öğrenciye dönüşmekte olduğunu düşünebilmek, gerçekten de çok güçtür.

Ulemalara gelince, onlar, o saygın hocanın medreseleri sesinden mahrum bırakıp zamanını gâvurlarla geçirmekte olduğunu Öğrendiklerinde, hayretlerini gizleyem iyotlardı Ancak, artık bu tür olaylar Mevlâna’yı etkilemiyordu. Hayalleri ve onlarla birlikte bunalımı derinleşip artmıştı... Tek isteği ise, bu durumdan kurtulmaktan başka bir şey değildi... Kurtarıcısının yakınlardan veya uzaklardan gelmesinin ise hiçbir önemi yoktu.

İoannikios’a gelince, sağlam yapılı ve yakışıklı Mevlâ-na’nın, konağında gezinen bir kimsenin güveni içinde manastırın misafirhaneleriyle hücreleri ve geçitlerinde dolaşmasını görmek, ona gerçek mutluluk veriyordu. Mevlâna, bir tek, kiliseye girme cesaretini göstermemişti. Orada, İsa, koca gözleri ile etrafı süzerek huzur içinde oturuyordu.

Bununla beraber, bir gün ulemalar cesaret alarak konuyu Mevlâna’ya açtılar.

·  -    Peygamber sana kızgındır!

Mevlâna bu söze hiddetle karşı geldi:

·  -    Peygamber hakkında sizlerin bildiği bir şey yok!

Ulemalar bakıştılar. Tüm yaşamlarını Kutsal Kitap’ı inceleyerek geçirmelerine rağmen Peygamber hakkında bir şey bilmemelerine bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Ve, konuşmanın bu sırasında, Agios Hariton manastırından üç keşiş... Grigorios, Pa-naretos ve de Sofronios... Mevlâna ile görüşmek üzere çıkageldiler. Ve, gelir gelmez de, saygıların ve de şereflerin en büyüğünü göstererek Mevlâna’nın ayaklarına kapandılar. Konuşma Tanrı’nın yüceliği ve rahmeti konusunda yoğunlaştı. Kısa zamanda tarzı ve içeriği öyle bir hal aldı ki, her iki taraf için, karşıt dinli kimseler arasında geçen bir münazara değil de, ortak çabada tekleşmiş dost ve kardeşlerin konuşmasına dönüştü. Bu nedenle, eski yazılı belgelere göre, tüm yaşamlarını Agios

Hariton’un manastırında İsa’nın hizmetine vakfetmiş pek çok bilge kişi kendi inançlarından çıkarak Mevlâna’nın inancına katılmış olduğu gibi, Mevlâna’nın pek çok müridi de o Bizans manastırına giderek ölümüne kadar İsa’nın hizmetinde kaldı. Bu durum akla pek yakın gelmemekle beraber, bugün dahi, aradan bunca yıl geçtikten sonra, ahlaklı ve bilge bazı Hıristiyanların her şeyi bırakıp din değiştirerek Konya’ya gittiklerini ve Ce-lâl’in, büyük Mevlâna’nın müritleri arasına katılmakta olduklarını görmekteyiz.

Önemli Bir Kişi Konya’ya Geliyor

Tanınmış bir derviş uzak yerlerden Konya’ya geldiğinde, Mevlâna otuz altı yaşlarında idi. Gelen, çıkını, sopası ve de matarasından başka hiçbir serveti olmayan o yaşlı gezginlerden biri idi. Çıkınlarında kuru bir ekmek parçası, mataralarında da gözlerden uzak kalmış bir pınarcığın suyu vardır; esen poyrazla, rüzgârla, karla ve de yaz sıcağının ateşi ile cebelleşip dururlar. Köyden köye, belden beldeye... bir zamanlar bütün Anadolu bu tür gezginlerle dolu idi. Hepsi de İslamın müminlerinden değillerdi. Bazıları, lanetlenmiş gibi, Hindistan’ın koca dağları ve sularını geçip duran Budha’nın müminleriydi; bazıları da, İsa’nın yardımını dilenirlerdi. Arkalarında ana babalarını, kardeşlerini, karıları ile çocuklarını, komşu ve dostlarını bırakarak bir daha dönmemek üzere yola koyulurlardı. Ve bazen de, Tanrı, onların şaşkın kulaklarına büyük çağrısını fısıldardı... Tanrı... şu ya da bu yüzlü Tanrı... Soluk benizli çekik gözlü Tanrı ile esmer yüzlü Tanrı, ve de olgun buğday misali sarışın Tanrı... O andan sonra, yüce Tanrı’nın seçkin davetlileri için başka herhangi bir şeyin duyulmasına imkân olmaz... Onlar, artık, dünyanın en alçakgönüllü ve fakir kimseleridir... tutku ve korkudan arınmışlardır... Ve, kaybedecekleri herhangi bir şeyleri olmaması için de her şeylerini arkalarında bırakıp giderler... Ve, arzunun gerçekleşmesinin bedelini acı çekerek ödemek zorunda kalmamaları için hiçbir şeyi arzulamazlar. Ve, çalışkan bir kadının evini silip süpürdüğü gibi, onlar da ruhlarını silip süpürürler... ve, bu dünyaya ait her şeyi toplayıp çöpe atarlar. İşte böylesine bir yokluğa, bir çıplaklığa eriştiğinde, ne ölümden ne de başka bir şeyden

korkun kalmaz. İnsanlardan da korkacağın şey kalmaz... onların ne açgözlülüğünden, ne kibirlerinden ne de yıkıp yağmalamalarından. Ve o yıllarda, çıplaklıkları, alçakgönüllülükleri ve de sabırları için kutsanmalarını, Tanrı’nın yanındaki o ebedi ışığı kazanmalarını bekleyen binlerce... binlerce insan vardı... Hiçbir acı ve ıstırap onları korkutmuyordu; onlar kendilerine acı çektiriyorlardı. Böyle olunca, başkalarının kendilerine acı çektirmeleri için hiçbir sebep kalmazdı.

Ve işte... hicri altı yüz kırk iki, miladi bin iki yüz kırk dört yılı kışının başlarındaki bir günde Konya’ya gelen dilenci derviş de bunlardan biri idi. Her şeyi çok fakirdi. Zenginlik yalnız isminde vardı: Şemseddin Muhammed bin Ali bin Melekdad Tebrizi idi adı. Artık iyice yaşlanmış olmakla bu tür isimlerden sıkılan Tarih, kendisini adı ile, Şemseddin olarak... ve daha sık da Şems olarak anar.

Kısa zamanda, Şems’in çok kıymetli ve inanılmaz derecede önemli bir kişi olduğu anlaşıldı. Kendisi, isminden de anlaşılacağı üzere, Tebriz’den gelmekte idi. Bir zamanlar bunları söylemişti: “Mektebe giden küçük bir çocuktum... ve ağzıma tek bir lokma koymadan otuz kırk gün geçirdiğim olurdu; Peygamber’in yaşamına karşı öylesine yüce bir aşk duymaktaydım.” Peygamber’in hayatının en ince ayrıntısına dalıp, Tanrı’nın kendi resulüne yaşarma lütfunda bulunduğu tecrübeleri öğrenebilmek uğruna ağzına hiçbir şey koymaksızın geçirmiş olduğu kırk gün... Bu suretle, bilgelikte diğer bütün bilgeleri geride bırakmayı becermişti. Çünkü, başkaları, Peygamber’in yedinci kez göğe çıkışında geride bırakmış olduğu geleneği elde etmeye çalışırken; Şems, Peygamber’in kendi içinde yaratmış olduğu gizemin özünü öğrenmiş oldu. Bu durumu idrak ettiğinde de, kendisi için artık ne mekteplere ne de eğitime lüzum kalmıştı. Böylece, kendi koca kitapları içinde debelenmeleri için ulemaları bir yana bırakarak, dünyayı ve insanları öğrenmek üzere yollara düştü.

İçinde, mistik ruhun gücü uyanmıştı, bir kere. İçi, olağanüstü parlaklıkta bir ışık ile doldu. Ve, bir anda, kendi iradesi boyutlara egemen oldu. Kollarını açıyor ve boşluğa atlıyordu... hiçbir kuş onunla yarışamazdı; boşluğun yukarılarından aşağıdaki toprağın dönüp durduğunu görüyor, ve rüzgâra binerek beldeden beldeye seyahat ediyordu. Önlerinden geçtiğinde, müminler huşu içinde yüceliğinden söz ediyorlardı: “O! Şems Tebrizf... Pey-gamber’in tüm gizemlerini bilen, sen!.. Senin adın, cesaretlerini kaybetmiş olanlara ilaç olur!..”

Bir gün Şems konuşuyordu. “Tanrı, her yarattığından üç şey ister: Merbudiyeti, tatmin hissini, belleği. Merbudiyet, onun isteğine bağlılıktır; tatmin, Tanrı’ya yaklaşıp emirleri altına giren her kişinin içinde yeşeren duygudur; bellek ise, bilgidir.” Çevresinde bulunanlardan biri kendisine sordu: “Bilgi, nedir?” Şems ona şu yanıtı verdi: “Tanrı’nın aracılığı ile oluşan, yüreğin yaşamıdır. Canlı olan her şeyi, yani vücudunu öldür; ölü olan her şeyi, yani yüreğini dirilt; belirgin olan her şeyi, yani bu dünyayı sakla; görülmeyeni, yani öbür yaşamı çağır ki gelsin; mevcut olanı, yani tutkuyu yok et; mevcut olmayanı, yani iyi niyeti tahrik et! Gerçek bilgi, yürektedir.” Ve, bir başkası, söze karıştı: “Sana yaklaşabilmek için, neleri yapmam gerekir?” “Vücudunu bırak ve benimle gel” diye yanıtladı. “İnsanın Tanrı’yı görmesini engelleyen şey vücuttur; vücut da dört kısımdan oluşur: İlki, en utanmazın bile saklı olarak tuttukları; İkincisi, açgözlülüğün simgesi olan gırtlak; üçüncüsü, servet; dördüncüsü de güç. Kadın arzusunu öldür, açlığını ortadan kaldır, servetini dağıt, bu dünyadaki gücünden sıyrıl... ve benimle gel.” Bunları söylerken de, çıkınını açıyor ve içinden küflenmiş ekmeğini çıkarıp kemirmeye başlıyordu. Sonra, kollarını açıp yukarılara doğru uçuyor ve çevresinde toplanmış kalabalığı şaşkın bir hayret içinde bırakarak gözden kayboluyordu.

Bir başka defa, birisi ona sordu: “Nelerdir, senin o gizemli gücünün işaretleri? Şems yanıtladı: “Tanrı’nın gizemlerini elde

etmiş kişiyi diğer kalabalıktan ayıran işaretler üç tanedir: Hayal ve düşün dolu bir kalp, baş eğme duygusu ile dolu bir vücut, ve de Tanrıya yaklaşabilen göz.” Bir başka konuşmasında da “En büyük ilim, gene üç şeyle kaimdir: Konuşan bir dil, şükreden bir kalp ve sabreden bir vücut.” Bunun üzerine, dinleyicilerden biri bir sual sordu: “Pekiyi... en büyük ilim bu ise, en büyük bilgi ne olabilir?” Şems yanıtladı: “Buna da cevap vereceğim... en büyük bilginin, yani bilgeliğin üç görünümü vardır: Söz, eylem ve görünüm. Şöz, okumuş kimselere aittir; eylem, itaat edenlere; gö-rünümTe mistiklere. Kuru dal suyun üstünde yol alır; kuşlar havada uçar; mistikler ise, bir gecede dünyanın bir ucundan öbür ucuna geçebilirler.”

Geçtiği her yerden, binlerce mümin, kendilerini yanlarına alması için diz çöküp yalvarıyordu. Ancak o, yol arkadaşı olarak kimseyi istemiyordu. O, birisini bekliyordu. Ve, o birisi de Mevlâna idi. Bir zaman, ikisi Şam’da buluşmuşlardı. Büyük caminin önünde Şems halka hitap ediyordu. O sıralarda, kuşku ve sıkıntının mengenesine yeni yakalanmakta olduğu için uykusuz geceler geçiren Mevlâna, dinlemek üzere yaklaştı. Ses, başka bir dünyadan... gizemli bir dünyadan geliyordu. Tüm o topluluğu kökten sarıp sarsan şey, ne sözler ne de anlamdı; konuşmanın tınısı, rengi, o korkunç baştan çıkarıcı tattı herkesi etkileyen... Mevlâna bakışını Şems’e odaklaştırdı... fukaralığına, ıstırabına ve de görkemine... Şems de ona baktı. Ve, o anda bakışları bir-leşerek içlerinde sonsuz bir ölümsüzlüğün inlemesi oluştu. Mevlâna kendisini tutamadı. Kollarını birer kanat gibi uzattı:

·  -    Beni yanına al!

Yanıt çok kısa idi:

·  -    Zamanın daha gelmedi.

Sonra, meydan boşaldı. Şems, fezada dağılan bir duman gibi kayboldu. Aynı büyülü gücü taşıyan Mevlâna, bu olaya şaşırmadı. Heyecanını yatıştırmak üzere büyük caminin basamaklarına

çöktü. Biraz sonra, bu olay silinip unutuldu. Hayallerinin içine esmekte olan fırtına, Mevlâna’yı uzun süre Şam’da tutmadı. Sonra, Konya’ya geldi. Selçuklular. Ve de, insan bilgeliği konusunda yoğunlaşan o uzun ve yorucu öğrenim ile onu takip eden kuşkular...

Mevlâna, Şems’i unutmuştu. Şems ise, Mevlâna’yı unutmamıştı, meyvenin olgunlaşacağı zamanı bekliyordu. Bu iki kişinin, her biri, diğerinin yazgısı olmuştu. Bugünkü dostluk ve dost kavramlarının yozlaşmaları karşısında, bizlere bu tür bir dostluk gerçekten de inanılmaz gibi geliyor. Ancak, daha o günlerde dahi, Şems, bir gün bir yolda... bir dörtyol ağzında Mevlâna’ya rastlamaması halinde tüm yaşamının boşa gideceğini biliyordu. Ve sonra, Mevlâna da, Şems olmaksızın hiçbir kurtuluşun söz konusu olamayacağını öğrendi.

Bin İki Yüz Kırk Dört’ün Otuz Kasımı

Yukarıdaki tarih Mevlâna’nın hayatında bir dönüm noktasını oluşturur; Şems’in hayatında olduğu gibi... O kutsal, o bilge Mevlâna hiç kimseden en ufak yardım görmeyen bir insandı. Ve... Şems uzak yörelerden, O’nun yardımcısı ve O’nun koruyucusu olarak geldi. Ne var ki, Şems’in kendisi de Mevlâna’ya muhtaçtı.

O yüksek ağaçtaki meyve olgunlaşmıştı artık...

Şemsedd’in Konya’da bulunuyordu. Kendisi daha şehre gelmeden çok önce, bilgeliği ve de gücü hakkındaki söylentiler oradaki ulemalara ve de sade halka ulaşmıştı bile. Bu suretle, Konya’ya gelir gelmez çevresinde hemen bir dost kitlesi toplandı. Her ne kadar sopasıyla onları kovalamakta ise de çevre köylerden bir kalabalık kendisine eşlik etmişti.

Evet... Konya’ya varmış oldu. Orası, yazgının ayarlamış olduğu belde... ayarlamış olduğu zamandı. Almış olduğu gizemli işaretler, Şems’e orada ikinci ruhunun, Mevlâna’nın kendisini büyük bir heyecanla beklemekte olduğunu göstermişlerdi. O aynı işaretler, aynı gizemli işaretler Mevlâna’ya da, içinde debelenmekte olduğu korkunç azaptan kurtarılması için Yedinci Gök’ten gönderilecek o seçilmiş kimsenin gelişinin yaklaşmakta olduğunu haber vermişlerdi. Ve, zamanın vakanüvislerinin yazdıklarına göre, iki erkeğin ilk karşılaşmalarında, Mevlâna, içinin bir alevle kavrulduğunu hissetmiş. Aynı anda Şemseddin de, gücünün kendisini terk etmekte olduğunu, kendi öz varoluşunun sevgi denen o mucizenin içinde eriyip kaybolduğunu hissetmiş. Otuz kasım bin iki yüz kırk dört. Birisi Mevlâna’yı

kurtarmıştı; o, Tebrizli Şems idi. Birisi de, Şems’i kurtarmıştı; o, Horasanlı Mevlâna Celâleddin-i Rumf idi.

Kanaatimce, bu rastlaşmanın altında çok önemli bir gerçek yatmaktadır: O da, insanın kurtuluşunun, ancak, başka bir insan tarafından gerçekleştirilebileceğidir. Şefkat, o tatlı sevgi! Zamanımızda (dostluk) kavramı yozlaşmış, anlamını yitirmiş boş bir kelimeden başka bir şey değildir. O zamanlarda, hâlâ insanlar birbirlerini sevebilirlerdi; birbirlerine kalplerini açabilir, dostları yanlarında olmadıkça ve dostun yakınlığını duymadıkça ruhlarının boş ve yetim kaldığını söyleyebilirlerdi.

Bununla beraber, o iki erkek arasındaki dostluk, tahmin edilebileceğinin aksine, kolay kurulmadı. Önce, pek çok şeyin değişmesi, hatta kaybolması gerekiyordu. Önce, Şems’in de Mevlâna’nın da birbirlerini yenmeleri gerekirdi... her ikisinin de kendilerini yenilmiş'olarak görmeleri gerekiyordu; o durumda, her ikisi de başarılı sayılacaktı. İlk karşılaştıklarında, Mevlâna, alışkanlık haline getirmiş olduğu gibi, ulemaların rahmetli sultanı, babası Bahaeddin Veled’in Kutsal Kitap’taki sureler hakkında yapmış olduğu tefsirleri okumakta idi. Bunu görünce, Şems hiddetle karşı koydu:

- Bir daha, bu şeyleri okuma!

Ve sonra da aynı şeyi iki kez tekrarladı.

·  -    Bir daha, bu şeyleri okuma! Bir daha, bu şeyleri okuma!

Bunları duyduğunda, Mevlâna’nın canı sıkıldı. Ancak, ağzını açıp tek kelime söylemedi. Tek yaptığı şey, kâğıtlarını toplayıp dolaba koyması oldu.

Bir başka zaman, Şems, Mevlâna’yı dikkatle Müteneb-bi nin divanını okurken buldu. O divan Mevlâna’nın en çok sevdiği kitaplardan biri idi. Şems, gene karşı koydu:

·  -    Hiçbir değeri olmayan bir kitap! Bir daha eline alma onu!

Mevlâna dayanamadı, karşı koydu. Bu, bir yağmacılıktan... haksiz bir işgalden başka bir şey değildi... Ancak, Mevlâna o geceyi çok huzursuz geçirdi. Rüyasında Şems, Mütenebbi ve

Bahaeddin Veled hiddet ve kızgınlıktan kendilerinden geçmiş bir halde birbirlerine saldırıyor, küfür ediyor, savaşıyorlardı.

Ertesi gün, Şems, bu olanları duyduğunda Mevlâna’ya çıkıştı: - Başına gelenleri gördün mü? Ruhunu ve de aklını o değersiz Mütenebbi’ye teslim etmeni sana kim söyledi ki?

Ve gene, Mevlâna, Mütenebbi’nin kâğıtlarını toplayıp hepsini dolaba kaldırdı.

Bu suretle Şems, Mevlâna’yı başka herhangi bir etkiden, herhangi bir cazibeden soyutlamış oldu. Bazen emir, bazen de istihza veya ricalarla Mevlâna’nın kütüphanesini öldürebildi. Yalnız insandan insana, ağızdan ağıza yaşayabilen o yüce kelâmın karşısında, tüm güzel yazılmış ve süslerle bezenmiş kitapların ne değeri olabilirdi ki?.. Sokrates herhangi bir şeyi yazdı mıydı ki?.. İsa’nın kendisinin yazmış olduğu herhangi bir şey var mı? Şeref, şayet şeref senin için bir değer taşıyorsa, senin herhangi bir şey yazman değil, başkalarının senin hakkında bir şeyler yazmaları önemlidir.

Mevlâna dayanamadı sordu:

-Şiire ne dersin?

Şems sükûnetle yanıtladı:

- Şiir Kelâm’dır! Yazı değildir! Şiir insandır! İnsanın en yüce ifadesidir.

Bu suretle, Mevlâna ile Şems arasındaki o ünlü konuşmalar başlamış oldu. Uç ay... geceli gündüzlü üç ay sürdü o konuşmalar. Yan yana yürüyorlardı; ve, her ikisi ulvfbir mutluluk içinde idiler. Mevlâna heyecanlarını, kuşkularını, her şeyi unuttu. Şems en eğitilmiş olanı değildi; O, en inandırıcı olanıydı. Bilgeliği, herhangi bir kuşkuya meydan bırakmayan o sarsılmaz imandan geliyordu. Tıpkı Timotheos gibi, îoannikios gibi... Şems de güvenini hiç kaybetmemişti. İlk tartışmalar çok güç oluyordu. Mevlâna, kendisinin de oralara kadar varmayı istemediği en son uca, redde kadar sürdürüyordu. Sonunda yenileceğini biliyordu; ve, yenilmeyi de istiyordu; ancak namuslu bir savaşçı gibi, tüm oklarını sarf etmeden düşmeyi istemiyordu.

Şems’in kendine has, tuhaf bir cevap verme yöntemi vardı. Mevlâna daha red cevabını ağzından çıkarmadan, kendisinin karşı cevabı dudağının ucuna geliyordu. Mevlâna’ya gelince, Şems’in hazır cevaplarının ne denli kahredici olduklarını düşünüyordu. “Hayatımda en çok korktuğum şey! Hazır cevabı içlerinde bulunduran hazır kimseler, gerçeğin en amansız karşıtlarıdır. Yalnız, (gerçek) denilen şey nedir, ki?..” diye tekrar ve tekrar düşünüyordu. Bununla beraber, gün geçtikçe, Şems’in kendi etrafında oluşturmakta olduğu büyük sahanın, kendi öz sahasına da dönüştüğünü; ve böylece, kendi öz gücünün kaybolmakta olduğunu, ancak, onun yerine yeni ve çok kuvvetli bir güce sahip olmaya başladığını hissediyordu. O zamana kadar hissetmemiş olduğu parlaklıkta bir ışık ruhunu aydınlatıyordu. Şemseddin ise, o yumuşak sesi ile ona mırıldanıyordu:

- Akıl ve düşün yolu ile Tanrı’ya varmaya kalkışmış olmakla çok büyük bir hata yaptın.

- O’na ruh ve akıl yoluyla yaklaşmaya çalıştım. Bunun için de, mistiklere ve de vecde varanlara talebelik yaptım, kendimi asrın büyük bilgelerine bıraktım, bizden ve yabancı daha eski bilgeleri tetkik ettim. Tüm yolları denedim. Hiçbiri beni Tan-rı’ya götürmedi.

- Yolların tümü Tanrı’ya götürür. Ancak, aralarından biri var ki o, bizlerin Tanrı’ya dokunmamızı, O’nu yaşamamızı, içimizde hissetmemizi, kendi varoluşumuzu onun varoluşunun içinde ve O’nun varoluşu ile harmanlaşmış ve halitalaşmış olarak hissetmemizi sağlar. Tanrı her yerde mevcuttur; şehirde ve de ıssız bozkırda, uçsuz buçaksız ormanda ve de saksıdaki çiçekte; coşku ile dökülen şelalede ve de sessiz denizde; sakin su havuzunda ve de tan yaprağının üstünde titreyerek parıldayan su damlasında; Tanrı bulutun üstünde yol alabildiği gibi, uzaktaki o yıldızda da bulunur; o, güneşin alevi olduğu gibi, mehtabın teselli verici o incecik huzmesinde de bulunur; o dağın arkalarında uyanık bulunduğu gibi, hastanın yastığına da elini uzatır;

hapiste olanın dostu olduğu gibi, yorgun kimseye ve acı çekene ve de ölüm mahkûmuna da kanat gerer; Tanrı, serçe kuşunun yediği ekmek kırıntısı olduğu gibi, güllere hayat veren yağmurdur da; O, dilencinin sopasıdır; O, fakir kulübesinin lambasında titreşen zayıf ışık ile ocaktaki hafif ateş olduğu gibi zengin köşkünün avizesinden binbir ışık saçan güçtür de. Tanrı, katilin ruhunda ağlar; çocuğun mutlu gülücüğünde mutlu olur. Tanrı, en yüce bilgi ve de en yüce sevgidir. Tanrı erkektir, kadındır, aşktır. Her şey Tanrı’nın o bitmez ve sonu gelmez şefkati ile gücünden kaynaklanır. Feza, sınır tanımaz bir denizdir. Ve, her şey bu denizin içinde yol alır. Feza Tanrı’dır. Bizler O’nun içinde yol alıyoruz, O’nun içinde varız. Bizler O’nun gücünden kendi varolma gücümüzü almaktayız. Soluyoruz, ve soluğumuzda Tanrı vardır. Konuşuyoruz, ve kelâmda Tanrı vardır. Düşünüyoruz, ve düşüncede Tanrı vardır. Kuşku duyuyoruz ve gene kuşkumuzda Tanrı vardır. Bizim karşı koymamızda, reddimizde Tanrı vardır. Bunu düşündün mü, Mevlâna?

- Bu suretle, Tanrı’yı parçalamış ve örselemiş olabileceğimizi düşünüyorum.

- Tanrı parçalanmaz, örselenmez. O’nun ne başlangıcı ne de sonu vardır. O, güven ve katiyettir. O, cevap vermez. O’nun varlığında ne bir soru ne de bir yanıt vardır. O’nun asası Evet' tir. Sen soruşturmuş olmakla, tüm yıllarını boşa harcadın. Bu, senin en büyük yanlışındır. Soracağın herhangi bir şey yoktur! Zira, soru yoktur. Soru, insan hayalinin eseri ve acının bir ifadesinden başka bir şey değildir. Kardeşim Celâl! Tanrı tarafından sana geliyorum... seni kurtarmaya geliyorum...

Mevlâna kahredici düşüncelere dalmıştı. Şemseddin’in kendisine söylemekte olduğu tüm bunlar çok güzel, sıcak ve kuşkuya yer vermeyecek kadar açıktı. Ancak, onları yeterli bulmuyordu. Ruhundaki açlık, ruhunun susuzluğu hocasının kendisine vermekte olduklarından çok daha büyüktü. Bununla beraber, aklının yol ağızlarında bir başka rüzgâr esmeye başlamıştı bile...

“Eğitilmekte Olan Büyücü” İlerliyor

Günden güne, geceden geceye... şiiri oluşturan gerçekle dolu o güzel ve derin konuşmalarla, Mevlâna mutlulukla bezenmiş kurtuluşun o mucizevf lütfü ile sarmallanmakta olduğunu hissediyordu. Geçmişe, bataklıklar arasında geçmiş bir seyahat gözü ile bakmaya başlamıştı.

Acı ve iyiliklerle dolu ruhu, umutsuz hastanın kendini hekiminin ellerine emanet etmesine benzer bir teslimiyetle, kendini Şems’e bırakıyordu.

Tüm Konya’da... gerek sarayda gerekse ulemalar ve de sade halk arasında, bu beklenmedik sınır tanımaz bağlılık büyük bir etki uyandırmıştı. Gevher Hatun, manevi kızı Kimya, ve de manevi yoğunluk açısından büyükbabası ile babasından pek de geri olmayan oğlu Celâl... onu öylesine seven ailesi... artık Mevlâ-na’dan kopmuş olduklarını hissetmeye başlamışlardı. Bu sebeple Mevlâna da, kendisine böylesine mutf yakın çevresinden gün geçtikçe kopuyordu. Şems’de sadece ideal hocayı değil, yumıi' şak ve müşfik arkadaş'ı da bulmuştu. Mevlâna için Şems, tüm vasıfları ile ideal kişilik’i oluşturuyordu. O, ebedf ve kusursuz kardeş’ti. Kendisi de (hoca) olan Mevlâna, Şems’in yanında (eğitilmekte olan büyücü) haline gelmişti. Ve, bu suali sıkça Şems’e sormaktan geri kalmıyordu:

- Tanrı’ya nasıl ulaşılabilir, nasıl yaklaşılabilir?., onu nasıl elde edebiliriz? Tanrı ile ebediyyen sürecek bir birlikteliği insan nasıl kazanabilir?

- Sadece, kendi varoluşumuzu derinleştirerek Tanrı ile rastlaşabiliriz... bunu elde etmek için de, yollar pek çoktur.

·  -    Şimdiye dek, varoluşumu derinleştirmekten başka bir şey yapmadım ki... en iç derinliklerime vardım... yalnızlık, ürpertici yalnızlık beni korkuttu. Ve de, sual...

·  -    Orada Tanrıyı bulman gerekirdi. Ve, sualini de buldun. Büyük hata olarak tanımladığım şey de, bu!

·  -    Yönelt beni! Eminim ki senin tek bir kelimen, tek bir cümlen beni kurtarabilecek. ,

·  -    Kendisi istemedikçe, hiç kimsenin kurtulmasına imkân yoktur. Kurtuluşu akıl yolu ile bulmaya çalış. Şimdiye kadar takip etmiş olduğun yol, hatasız değildi. Sen vecdi düşünmedin!

·  -    Plotinos ile İslam ve Hıristiyan mistiklerin eserlerini okudum. Özellikle bilge ulemalar bana sıklıkla vecdden söz ettiler. Onun, zekice ayarlanmış bir oyun olduğu kanaatine vardım.

·  -    O bir oyun değildir; gerçekten de, baş edilmez bir güçtür o...

Mevlâna, işin köküne varmış olduklarını artık anlamıştı. Şuuru yeniden dipsiz uçurumların kenarlarında yol alıyordu... ve bu uç noktada dahi, Şems’in böylesine huzurlu ve emin hareket ettiğini gördükçe de şaşırıyordu.

Mevlâna, acılarla dolu aklında bir yaşam macerası örmekte idi. Horasan ovalarını, dağlar arasında sıkışmış oradaki küçük şehirleri, babasının öğretisini, yaşamının yolunda rastlamış olduğu mistikleri... Anılarının içinde Timotheos sıkça gelip gidiyordu. Ve, Tanrı’nın ebediliğinin içinde kendisini kurtarma isteği de gittikçe artıyordu. Şems’in yardımı ile içinde koca bir deniz, tek bir adası dahi bulunmayan uçsuz bucaksız bir deniz açılmıştı. Ve, İşte şimdi, o nihai sözü, evet’i veya hayır’ı söylemesi gereken an gelmişti. Ve, evet’i söyledi. Hiç düşünmeden, hiç korkmadan.

Şemseddin çok alçak bir sesle konuşuyordu... öylesine alçak ki, ses tâ uzaklardan... diğerinin sesi imişcesine geliyordu... Mevlâna’ya gelince... O, etkilenmiş, büyülenmiş... Şems’i dinliyordu. ■

- Vecd, bizlere varlığımızın maddi yükünden kurtulmamızı sağlar... önümüzdeki engelleri aşmamızı... Maddi varlık sadece büyük engel değil, aynı zamanda büyük ve zorlayıcı istek'tir; bizleri dünya unsurlarına bağlar. “Mümin, ruhunu yavaş yavaş dünyanın maddi varlığından uzaklaştırdığı gibi, yaşam gereksinimlerinden de uzaklaştırır. Ve, kendisini o tek amaca yöneltir. Ve kendisini, başka herhangi bir şeyi düşünmeksizin, o amaca verir. Bizler çifte şuura sahibiz: Vücut şuuruna ve de ruh şuuruna. İkincisinin layık olduğu güce kavuşması için de, ilkinin ölmesi gerekmektedir. Ruh şuuru ile hareket eden kişi, adım adım Tanrı’ya yaklaşmaktadır. Ve, o göz kamaştırıcı ışık içinde O’nunla tekleşir.”

- Ve, biz bunu nasıl elde edebiliriz? Duyduğuma göre, bazı Hıristiyan keşişler yere uzanırlar ve karınlarını çırılçıplak açtıktan sonra gözlerini göbeklerine dikerler; onlara “omfaloskop” denirmiş. Bunun gerçek veya yalan olup olmadığını bilmiyorum. Ancak, ben de, bir kimsenin çıplak karnına bakarak Tan-rı’ya ulaşmaya çalışmasını hep tuhaf ve hatta günah bir şey olarak kabul ettim. Karın, vücudun içinde en vücut olanıdır; orası vücudun çamuru, arzunun alanıdır.

- Hayır! Omfaloskop’lar aptaldır. Pencab’ın ilerisinde Bud-ha’yı düşünerek dik çivilerin üstüne yatıp vücudu tamamen öldürmeyi düşünenlerin aptal oldukları gibi... Vecd’in kazanılması için kullanılacak asil ve insana layık tek bir yol vardır, o da zi' kir’dir. Doğu kavimlerinin hepsi zikir’i daima sevmişlerdir. O, hep en ulvi eylem... Tanrılara en üst sunu olmuştur. Zikir, kendi öz tabiatından dahi “mistik” bir eylemdir. Vücudunu ritme teslim ederek, varlığının tümü ritim oluncaya kadar kendini ritme teslim etmek!..

Mevlâna hemen araya girdi:

- Yunanlılar Doğu’dan ritmi alarak, onu en ulvi insanı ifadeler haline getirmişlerdir. Dionisos dans tanrısıydı. Seilen’ler, Satyr’ler, Mainad’lar, Bakhos’lar derin uçurumların diplerinde

kutsal bir delilik içinde vücutları ile akıllarını ve de ruhlarını ritme teslim ederek, doğurgan toprağın gücünün kendi öz güçlerine dönüştüğü hissini alırlarmış. Orphe kutlamaları ile Demet-ra, Kore ve de Kaveir’lerin dinsel törenlerinin temellerinde daima kutsal zikir öğesi kendini gösterir.

- Ben, senin bu söylediklerini hiç duymuş değilim... Zi-kir’in ulviyetini hissedebilmen için, senin hâlâ, misallere ihtiyacın varsa, çok bilgili ve okumuş olan sen, böyle pek çok misal bulabilirsin.

- Evet... hatta, bunu da hatırlamama müsaade et... Konu, gene Yunanlılar ile ilgilidir... onların ritm ile sözü, hareketi, şarkıyı, şiiri harmanlaştırıp tragedya denen o harikayı ortaya çıkarmaları ile ilgili... tragedya, insanların karşısında Insan’ı... meseleleri ve de yazgısı ile İnsan’ı oturtmuştur.

- Bunları unutmaya çalış! Bahaeddin Veled’in yazdıkları ile Mütenebbi’nin kâğıtlarında sergilemeyi arzuladığı o gereksiz bilgiyi unuttuğun gibi... Bu dünyadaki laf bolluğunu terk et! Vecd’de kaçamaklara yer yoktur. Bu dünyada, insan, ancak kendisini vermekte olduğu sürece mutlu olur: Sevgide veya kendisini kurban etmede. Ve, kendisini Tanrı’ya verdiğinde de, mutlulukların en büyüğü onun olur. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeyden kuşku duymadan, hiçbir şey öğrenmeye çabalamadan kendini Tanrı’ya teslim etmen... kendini vermen... İşte o zaman, tüm varlığın mutluluğa dönüşmüş olacaktır. İnsanın temel amacı ve de varlığının nedeni Tanrı’ya varıp ona kavuşmasıdır. Ama, Tanrı yücelerin yücelerinde, insan ise bu dünyanın çamurunda sürünmekte iken... bu kavuşma nasıl gerçekleşebilecektir ki?.. Sana tekrarlamam gerek, Mevlâna: Tanrı’yı kazanabilmemiz için dünyaya ait olanların tümünden soyutlanmamız gerekiyor. Sarhoşluk bir nevi soyutlanmadır. Ve, herkes kendi usulüne göre sarhoş olmaktadır; sarhoş olunca da kendinden geçmiş olduğuna inanmakta; ancak, o durum kurtulurun kendisinden başka bir şey değildir. Mümin, sarhoşlukta kendisini bulmakta... kendisini ve de Tanrı’yı...

·  -    Ama, böyle olunca, Tanrı’yı anlama kabiliyetimi kaybetme tehlikesi ile karşılaşmış olurum.

·  -    Tanrı’yı anlamana neden yok, ki!.. O’nu hissetmen yeter. Bu, insanın elde edebileceği mutlulukların en büyüğüdür.

Şemseddin doğurgan tohumlarını Mevlâna’nın aklına ekmişti, bile. Bütün bir yazı birlikte geçirdiler. Sonbaharın sonlarına gelindiğinde, eğitim devresi bitmişti. Şems’in o sınırlanamaz varlığı nedeniyle Mevlâna’yı kaybetmiş olanlar bu duruma karşı koymak, bağırmak ihtiyacını duymaktaydılar. Bu karşı ko-yuş, bu engelleme uğraşları Şems’i hiç rahatsız etmedi.

Şems’i esas rahatsız eden şey, içindeki şeytan... o önlenemez, bastırılamaz kaçış arzusu idi...

Kimya, Tutkuya Kurban Ediliyor

Mevlâna havadaki kokuyu almaya başlamıştı, bile. Pek hayra alamet değildi. Fırtınanın yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. Birbirini kovalayan huzursuzluk günleri... ne biri ne diğeri düşüncelerini açıklamaya cesaret edemiyordu. Ve... nihayet, o büyük an geldi.

İlk konuşan Şems olmuştu.

- Artık bana ihtiyacın kalmadı. Yollar gene beni çağırmaktadır. Ve, o yollarda dolanmam benim yazgımdır. Gene sopamı elime alacak, yollara ve insanlara dalıp gideceğim. Ruhumu sana açtım ve onu senin ruhuna boşalttım.

- Bir zamanlar gidebilirdin... şimdi ise, artık onu yapamazsın. Ben bir bozkır sazı idim; sen, o sazı örten kabuk, yeşil yaprakların çiçeği oldun... ve, içinde benim varoluşum yeşerip meyve verdi. Bir zamanlar çekip gidebilirdin. Ama, artık, yazgın benim yazgım oldu. Beraberce yollara dökülmemizi ister misin? Beldeden beldeye gitmemizi, büyük bozkırları aşmamızı, ölümsüz yıldızların altında Allah’la tekleşmemizi ister misin? Her şeyi terk etmeye hazırım. Çocuklarımı, karımı... hatta, huzurlu evimin içinde parlak bir Şafak Yıldızı gibi parlayan o Kimya’yı da...

- Hayır, Mevlâna. Seni bulmaya, sana o yüce amaç ve nedeni göstermeye, seni kuşkudan kurtarmaya geldim. Sen, kuşkunun dörtyol ağızlarında debelenen imansız bir düşünürdün; mümin oldun. Artık senin için korkmuyorum, içinde kalmış boş ve çürümüş her şeyi, zamanla düşürüp atacak ve sana dahilf birliğin

huzurunu kazandırabilecek harikulade bir aklın var. Şu anda, her şeyi senin gücüne teslim edebilirim.

·  —    Şemseddin sensin benim gücüm. Benden uzak olursan, ürpertiler içinde kalacağım... tıpkı kara kışta her tarafı don tut' muş yolcu misali...

·  -    Artık, kışın o dondurucu soğuğu kalmadı, Mevlâna. Kutsal alev senin kendinde yanmaktadır.

Şemseddin ikna olmuyordu. Aynı şekilde, Mevlâna’nın da ikna olmasına imkân yoktu. İkisinin arasında inatçı ve sert bir düello... fakat, aynı zamanda bir sevgi düellosu başlamıştı, Ve, tüm bu olup bitenlere rağmen, Şemseddin’in bir zamanlar Şam’da yapmış olduğu gibi kanatlarını açıp gitmediği görünüyordu, içinde kıvranmakta olduğu o kahredici korkuya rağmen, Mevlâna bu noktayı gördü... ve düşündü... düşündü...

Evinde her şeyin iyi gitmekte olduğu bir akşam, Mevlâna, Gevher Hatun ile Kimya’yı yanına çağırdı. Yüzünün her tarafı buruşmuş, kırışmıştı. Kadınlar şaşırdılar. Epeyi zamandan beri kendini tamamen Şemseddin’e teslim etmiş olan Mevlâna, artık onları aramıyordu. Nefesinin ağırlaştığını, gözlerinin yaşlarla dolduğunu fark ettiler. Gevher Harun’un içi burkuldu. Kim-ya’nın içi burkuldu. Kendilerine, hocası ve dostunun peşinden gideceğini söylemesini bekliyorlardı. Ancak, Mevlâna’nın aklında böyle bir şey yoktu. Sesi, uzaklardan geliyormuşçasına titrekti.

·  -    Kızım Kimya... Tanrı sana, bu toprağın haklı gurur kaynağı olan bir erkeği koca olarak nasip etti. Şemseddin kimsesiz bir insandır. Bir kadının yoldaşlığına ihtiyacı vardır. Bu suretle de, üçleşeceksiniz: Şemseddin, sen ve Tanrı.

Gevher Hatun, ateş gibi yanan elleri ile yüzünü kapatarak hıçkırıklara boğuldu. Kimya ise ellerini Mevlâna’nın dizlerine koyarak yere yığıldı, kaldı. Biraz sonra da güçlükle konuştu:

·  -    Emrine karşı gelecek herhangi bir şey söylemeye cesaret edemiyorum, baba... Yalnız, Tanrı’nın beni bu hırpani Şemsed-din’e nasip ettiğinden emin misin?

Kimya’nın bu sözleri ile yüzündeki korku dolu o red ifadesini, ve de paha biçilmez Şems’e karşı kızın duymakta olduğu aşağılama hissini gördükçe, Mevlâna kahroluyordu.

·  -    Kalbim, yaralı bir hayvan gibi parçalanıyor. Ancak, bu, Tanrı’nın emridir. Ve, bu dünyada yüreği cehennem gibi karanlık olmayan herhangi bir kişinin Tanrı’nın isteğini reddedebileceğini tasavvur edemem.

Kadınları şaşkınlık içinde bırakarak kalktı ve Şems’in kapısını vurmaya gitti.

·  - Sana sunabileceğim daha değerli bir hediyem yoktu. Kimya’yı al!

Şaşırma sırası şimdi Şems’e gelmişti. Karşısında tamamen değişmiş, her şeyi yapmaya hazır bir Mevlâna vardı.

- Kimya bozkır sessizliğinin evlatlığı, Tanrı’nın çocuğudur. Tanrı, kendisini benim korumama verdi... şimdi de, ben onu senin korumana veriyorum. Yanında kalacak ve sen de bizim yanımızda kalacaksın. Şu an emreden benim! Sevgim ve heyeca-nımdır, emreden...

Bu uçsuz bucaksız bağlılığın görkemi karşısında Şems cevap vermedi... kabul etti.

Bir hafta sonra, Kimya, karısı olarak Şems’in evine yollandı.

Dünyanın Bütün Yolları Şems’e Açılıyor

Kimya ile yalnızlığını paylaşmasından sonra, Şems’in yüreğinde olup bitenleri bize anlatabilecek hiç kimse yoktur.

Kız sessiz ve yumuşakbaşlıydı. Hüzün ve şaşkınlık içinde hafif adımlarla evde dolanıp duruyordu. Düşüncelerinin tümünü Mevlâna’ya yöneltmişti, bir kere... Esmer narin vücudu olgunlaşmış, cinsiyetinin tüm bilgeliği karanfil veya nar kırmızısı dudaklarında yerleşmiş, odaklaşmıştı. Kendisini hiç arzulamamış, hiç istememiş yabancı bir erkeğe... vücudunun gözyaşı ve davete dönüşerek onun vücuduna aktarılmasını hiçbir zaman istememiş olan bir erkeğe gitmişti. İnsan nesillerinin tohumlarını ektiren o sevgi rayihalarını etrafa saçan sıcak aile odaları haline hiç gelmemiş olan evde, günler ve geceler soğuk bir durgunluk içinde geçip gidiyordu. Şems, onu hep beklentide... yapayalnız bırakıyordu.

Mevlâna’ya gelince, o, her geçen gün artan, kahredici bir susuzluk içinde Şems’in sözlerini, konuşmalarını bekliyordu. Kimya, Mevlâna tarafından, Şems’in başka yeni yollar aramasını engelleyecek bir araç, bir kapan olarak ayarlanmıştı. Ve, Mevlâna, olayların takip etmiş olduğu o karmaşa içinde, Kim-ya’nın o bilgenin yanında mutlu olup olamayacağını ve kendisinin almış olduğu o kararın haklı bir işlem mi, yoksa bir günah mı olduğunu düşünme imkânını bulamamıştı.

Bu arada, müminler arasında, huzursuzluk artıp duruyordu. Mevlâna’nın kendisine, kendilerini büyüleyen konuşmalarına hasret kalmışlardı... Mevlâna’nın ıstırabını, acı ve kuşkularla dolu heyecanını takdir edememişlerdi. Ve aralarından en cesurları, onları gizemli mutluluklarından, “yaşam ekmekleri”nden

yoksun bırakan o gizli gücü, Şems’i ortadan kaldırmayı dahi planlamaya başlamışlardı. Sıkıntılı günler birbirini takip ediyordu. Tüm şehre acı bir sessizlik çökmüştü. Ulemalar, gizliden gizliye, bu karşı koyma girişimlerini körüklüyorlardı. Şems artık “aranılan”, “istenen” olmaktan çıkmış, skandalin odağı haline gelmişti.

Mevlâna da yavaş yavaş yıkılmaya başlamıştı. Ancak, onun yıkılması, yukarıda ifade etmiş olduğumuz nedenlerden kaynaklanmıyordu. Kendisi de, artık, yazgıya karşı savaşamayacağını, onu ak edemeyeceğini hissediyordu; fakat, bunu bir türlü ifade edemiyordu. Mevlâna’yı tehdit etmekte olan güç, o aynı güç Şemseddin’e yol gösteriyordu. Tâ uzaklardan gelen bir emir gibiydi o... ölüm gibi, kurtuluş gibi. Asırların ölümsüz olarak tanımlamakta oldukları o dostluğun hikâyesinin de bir gün bitmesi lazımdı.

Böylece, bir akşam, bir şairin bir gülü bir vazoya yerleştirmesindeki o kutsal saygı ile, Şemseddin, hiç el değdirmemiş olduğu Kimyayı aldı ve Mevlâna’nın evine geri götürdü. Böyle bir davranışı beklemekte olmasına rağmen, Mevlâna şaşırdı. Kimya’nın gelişi ile bir an içinde o hüzün dolu konak yeniden aydınlandı, ışıdı, parladı. Gevher Hatun iç odalardan koşarak geldi, Kimya’yı kucakladı, ve sonra, iki kadın, beklenmedik macera nedeniyle, uzun süre mutluluk içinde, sessizce ağladılar.

Şems kararlı ve cesurdu:

- Kardeşim, ben bir kadın için yaratılmış değilim. Bir evi yürütmeye de becerikli değilim. Armağanın bana çok büyüktür. Sana iade ediyorum.

- Hayır! Kimya sana aittir, şenindir. Yapabileceğim başka bir şey yoktu; kalbimi parçaladım ve Kimya’yı sana verdim. Evimin neşesi, hayatımın ışığı, beni ısıtan güneş ve de gecelerimi aydınlatan mehtaptı... beni rahatlatan düşüncemdi. Kalbimi yırttım, içinden Kimyayı çıkardım ve onu sana verdim. Kardeşim, daha başka ne yapabilirim?

Şems’in yüzünde değişmez bir kararlılık vardı.

- Dünyanın yolları yeniden bana açılıyor...

Mevlâna’nın hissetmiş olduğu umutsuzluk ile yıkımı ve de acıyı tarif etmenin olanağı yoktur. Akşamdı. Ve o anda esen şiddetli bir rüzgâr ile koca evin kapıları kuvvetle açılıp kapanırken herkes ürperdi... rüzgârın içinde Şems kayboldu, silindi ve bir daha hiçbir yerde gölgesine dahi rastlanmadı.

Mevlâna yatağa yığıldı ve bir çocuk gibi ağladı... O bilge ve yakışıklı erkek tüm gözyaşları ile ağladı. Ev, ağır kışın dondurucu soğuğu misali, hüzne boğdu. Kadınlar acı içinde ortadan kayboldular... Ve, Mevlâna, o kahredici yalnızlığında tek başına kaldı.

Sonra, kalemi alıp o ilahi aşka adanmış en ünlü rubailerinden bazılarını yazdı.

Günlerin biri diğerini takip etti. Ve, matemin o ilk günlerindeki ölüm havasından sonra acının daha da yoğunlaşıp katlanamaz bir hal alması gibi, Şems’in yokluğu da Mevlâna’nın bulanık ruhunda tam bir karmaşaya yol açtı. Büyük Hoca’nın nerede olduğunu anlayıp öğrenebilmesi için dört tarafa adam yolladı; ve bir süre sonra, Şam’a gitmiş olduğunu öğrendi. Bunun üzerine de, Şems’e, büyük eseri Mevlâna’nın onsuz yaşayamayacak bir durumda olduğunu ve yeniden Konya’ya dönmesini istediğini, yalvardığını söylemeleri için Şam’a haberciler yolladı.

Eski İran vakanüvisleri olayın ayrıntılarını açıklamaya çalışırken, işleri büsbütün karıştırırlar. Böylece, hiç kimsenin, Mevlâna ile Şems arasında olup bitenler hakkında sağlıklı ve kesin bir bilgisi yoktur. Mevlâna, Şam’a gidip Şems’i alarak Konya’ya geri getirdi mi? Baba sevgisi ile dolu, ancak, Şems’in amansız düşmanı olan Alâeddin Çelebi Şam’a gelip onu, kendisinden nefret etmiş olan şehre ve kendisini böylesine bir tutku ile sevmiş insana geri getirdi mi? Ve, Şems de, anlamsız yazgısı olan kaçış yazgısının etkisi ile yeniden kaçmak ve yeniden gelip yeniden kaçmak için birkaç kez Konya’ya geri döndü mü? Belki

de, anısının kendi öz varlığından daha etkin ve daha derin izler bırakacağını kendisi de biliyordu. Ancak, gerçek olan şu ki, bu dramatik dönüşler ve tekrar kaçışlar kısa sürmüş değildir.

Ve, son saat geldi. O tuhaf adam yeniden Şam’da bulundu. Ve, Şam’dan bir daha kayboldu... Sonra da artık hiç ses gelmedi. Onu dünyanın yolları mı, yoksa bozkırlar mı yutmuştu? Yoksa, batı bulutuna tırmanıp göklere mi yükseldi? Amansız düşmanları, ona yalnız iken rastlamışlar ve gözlerden uzak bir vadide öldürerek cesedini yalnızca kemikleri kalıncaya ve onlar da parçalanıprcaya kadar yaban kuşlarına mı teslim etmişlerdi? Şems’in akibetini doğru olarak bilen tek bir kişi çıkmadı. Rüzgârın toprağın üzerinden esip gitmesi gibi, O’da bir çağrı, bir davet idi. Ben, kendi açımdan, hiç var olmamış olmasını... onun, Mevlâna’nın ikinci kişiliği, ruhundan çıkmış ikinci ruhu olmasını isterdim. Ne var ki, bu dediğimin gerçek olma olasılığı da, hiç yok! Şems, açık ruhların, kendi yazgılarını yaşayabilmeleri için hep beklemekte oldukları habercilerden biri idi.

Mevlâna’nın acısı hiç dinmiyordu. Fakat, belki de, Şems’in gitmesi çok daha iyi olmuştu. Belki de, kendisinin gerçekten yaşamış olmasından çok, varlığının söylencelere katılıp dilden dile dolaşması daha iyi oldu. Mevlâna’ya yakın olacak yeni dostlar gelmişti. Selâhaddin adındaki bir kuyumcudan, tatlı dilli bir okumuş kişi olan Çelebi Hüsameddin’den söz edilir. Fakat, hiçbiri Şems’in yerini tutmadı. Mevlâna O’na sadece hayatının bilgi ve şiir yönünden en doğurgan devresini değil; insana bir kardeş ruhunun yakınlaşmasının mutluluğunu tattırmış olmasıyla da, borçludur... Şems, art niyetli olmayan daveti, art niyetli olmayan sunuyu, o eksiksiz ve ebedi sunuyu tatmıştır.

Şems’in gidişi ile arkasında bırakmış olduğu boşluğu, Mevlâna, kendisinin doymaz arzusu ve de ateşli şarkısı ile doldurdu. O’nun vecdi, bir aşk eylemi idi. Ve, Tanrının yerini sevgi aldı.

Mevlâna... Aşk Şairi

Kendini tümü ile sevgi’ye vermiş olmakla, Mevlâna, sonunda kendisini kazanmayı -veya, daha doğru bir deyim ile- kendisini bulmayı elde edebilmiştir. O, bir şairdi... ve heyecanları ile kuşkuları ve de hayattaki bocalamaları, lirik insanın, insanlar arasında en insan olanın ebedf hasretinin, sürekli tatminsizliğinin ve de sonsuz susuzluğunun ifadelerinden başka bir şey değildi.

Mevlâna’nın kutsal bir yaşamı yaşaması kolaydı; aile geleneği de böyle bir şeye çok müsaitti... hiç olmazsa, bir bilge-kut-sal olması... Güç olan; kendisinin şiiri yaşaması... onu da, korkunç bir yazgı olarak yaşaması idi. Arzusu, kusursuz şiirin gerektirdiği gibi, çifte idi: kavram arzusu ve şekil arzusu... ve bu arzunun, şiirin kendisi içinde kusursuzluğa ulaşması.

Şemseddin ona yolu göstermişti. Fakat, arzulanan sonuca varabilmesi için, Mevlâna’nın tüm o yolu tek başına yürümesi gerekti. Böylece, rubaiyat’ı... en uç sadeliğin en üst güzelliğini kazandı... uzaktaki, o uçsuz bucaksız denizin tertemiz güzelliği gibi... içinde Tanrı’nın aksetmesi gibi, insanın da aksetmesi... susamış vücudun, susuzluğu hiç dinmeyecek vücudun, o ateşli duygusunun da aksetmesi...

Mevlâna’nın şarkısında tüm bilgeliği, arzuları, tasavvuf bilgisi, yazgısı ve de Tanrı’nın kendisi olan her şeyin özü ile yoğrulup o vecd dolu vuslata doğru uzanmasıyla, Doğu’nun tümü vardır.

Ben, kendi açımdan, O’nu Sainte Therese ile... birleşmeyi hiçbir zaman gerçekleştirmemiş gelin ile kıyaslarım... ve bu kıyaslamada da haklı olduğum kanısındayım. Mevlâna’da platonik

aşk ve Hıristiyanlıktaki sevgi kavramı ile Doğunun baştan çıkarıcı şehvetli yaklaşımı ve de sonu gelmez insan merkeziyetçiliği, agnostisizmi ve de içsel düşün kavramı... yukarıdakilerin tümü... insan’ın bütün hisleri haz ile sarmalanarak tuhaf ve büyülü bir ney gibi yayılan bir şarkının içinde, bir duygu ummanına dönüşmüştür.

Burada, aşk şairi Mevlâna hakkında önemli bir Mevlâna uzmanı tarafından hazırlanmış bir çalışmadan bir kesiti aktarmak ihtiyacını duymaktayım;

“Mevlâna adını Doğu’da ve de Batı’da duyuran temel eserin adı Mesnevidir. Ancak, onun şaheseri Şems’e adanmış bulunan Büyük Divan’ıdır. Mesneviyi yazarken amacı müritlerini aydınlatmak, onlara doğru yolu göstermektir. Buna mukabil, dörtlüklerden oluşan Büyük Divan’ında ruhunun en derin coşku ve titreşimlerini ifade eder. Divan’ın bir kısmı, en ince ve kavranması güç tasavvuf fikirlerini kapsar; fakat, bu birinciden çok daha geniş olan geri kalan kısımda Gerçek'e -yani, Tanrısal-; ve, alegorik veya daha doğru bir tabir ile platonik bir anlayışla yüce Güzelik'e ulaşan Aşk’a dair şiirler mevcuttur. Aşk, manevf yaşamın ve de ilahf yüceliğe varmanın nihai amacıdır. Mevlâna’nın dörtlükleri Aşk ile doludur... öyle bir Aşk ki, yüzeysel okuyucu tarafından şehvetten pek ayırt edilemez. Sevgili kavramında -Doğu aşk şiirlerinin tümünde olduğu gibi- cinsiyet belirgin değildir. Şair şarkısında sevgilinin mehtap gibi yuvarlak ve güneş gibi parlak yüzünden, öldürücü bakışından, yakut kırmızısı dudağından söz eder... sevgili hep tuhaf nazlarla doludur; sevenden hep olmayacak ve biri diğeri ile çatışan isteklerde bulunur: kendisi konuşurken seven susacak, kendisi susmayı yeğlerken seven konuşacak... bazen sevenden her şeyi esirger, bazen de kendisini tüm varlığı ile sevene teslim eder... Ve, geneldeki davranışı, böylesine meleksi bir yaratığa pek uymayacak

kadar, acımasızca serttir. Sevene gelince, o, bu Aşk’ı yazgının bir emri olarak görür ve kabul eder... Sevgi, vuslat, ayrılık... hepsi, yazgımızı düzenlemiş olan Ebediyet’in her şeye kadir İs-tem’ince çok önceden ayarlamış durumdadır. Ve, ayrıca, Aşk savaşının cesuru, daima, başını eğip kabul etmeyi başarabilendir. Seven, kendini tümü ile Sevilen’in ellerine teslim edip o-nun bir oyuncağı, en ufak bir temasıyla inleyen bir rûbab olmaktan başka bir şey istemez. Ve, o acımasız işkenceye kendini hazırlar. Çünkü, Aşk, ellerine aldığı yaratığı kendisi de yok olup bitinceye kadar yakıp kavuran bir ateştir. Aşk, onu tedavi etmeye kalkışan hekimi de içine alıp yok eden amansız bir hastalıktır. Kurbanını çıldırtan bir sarhoşluktur; ve de dipsiz uçurumlara doğru çeken bir deliliktir... sevgililerin vuslatlarında dahi dinmeyen bir huzursuzluk kaynağıdır. Elde etmekte olduğu hiçbir şey kendisini tatmin etmez; ve, bu suretle felakete ve rezilliğe de yol açabilir.

Ancak, bu tuhaf huzursuzluk insana sonsuz bir mutluluk verir. Bu aşk şiirinin, sürekli olarak, yakıcı cinsel bir tutkuyu alevlendirmekte olduğunu görmekteyiz. Bununla beraber, şair bizle-re, Aşk ile cinsel tutku arasında sınırsız bir mesafenin varlığını vurgulamaktan geri kalmaz... onu sarhoş eden şarabın başka bir şarap, tüm varlığı ile sevdiği güzelin bir başka güzel olduğunu söyler; benimle senin arasında ne ben ne de sen vardır diye tekrarlar durur. Sevgili gizemlidir... O, duygularımızın boyutlarının dışında ve ötesinde yaşamlanacak bir varlıktır. O, ne yukarılar' da ne de aşağılarda, ne içimizde ne de dışımızda bulunur. O, iyi' liğin ve de kötülüğün ötesindedir. O, ne imansızlığın ne de ima' nın bulunduğu bir yerde; bir yerin dahi bulunamadığı bir yerde' dir. O, nasıl ve ne şekilde tarif edilecekse edilsin, daima başka bir şey olacaktır. O, herhangi belirgin bir şey olmadığı gibi, o-nun zıddı da değildir. O’nu bazen şarap, bazen de kadeh; bazen kapan bazen de av diye isimlendiririz; O, sonsuz bir ummandır;

dalgasından da sayısız dalgalar doğar. O, tek bir kelime ile, her şey’dir.

Ve, O, her şey olduğuna göre, O biziz de. Bizler bir umma' nız... bir damla değil. Bizler kutsal gizemlerin hâzinesinin tâ kendisiyiz. Ve, her tüm gibi, içimizde tüm karşıtları da beraberce bulundurmaktayız. Bizler meleklerden saf, zebanilerden gü' nahkârız. Ve, bizler tüm olduğumuza göre, dolayısıyla bizler O’yuz; dolayısıyla, bizler O’nda kendimiz’i aramaktan ve sevmekten başka bir şey yapmamaktayız. Dünya’da Sen’den başka hiçbir şey yoktur... kendinden başka hiçbir şey arama... bulmaya çalıştığın da Sen’dir. Buna rağmen, Ben, kendisinin O olduğunun farkında değildir. Çünkü Ben ile O arasında daima bir engel mevcuttur. Engeli yırtmamız, karanlıklar bölgesini aşmamız ve Ab-ı Hayat’a yaklaşmamız gerek. Ancak, bu çaba güçlüklerle doludur.”

Gerek bu alıntılardan, gerekse daha önce bu kitapta yazılmış olanlardan, insanın, Mevlâna’nın şarkısının içeriği hakkında bir fikir edinmesinin pek güç olmadığı kanısındayım. On üçüncü asırda, Küçük Asya’da bir insan Novalis ve Rilke’nin yollarını hazırlamaya geliyor... böylesine insan ve aynı zamanda böylesine kutsal olan bir insan. Şayet Spinoza ondan önce yaşamış olsaydı, Mevlâna’nın Spinoza’nın öğretisinden etkilenmiş olabileceğini ileri sürebilirdik.

Ve, bu şiire böylesine bir gücü ve büyüyü veren husus, sadece içerik değil, şeklin o bilge kuruluşudur da...

Şimdi, ben de, Mevlâna’dan bazı satırlarla imgeleri sözlere aktarmak istiyorum... öylesine, tesadüfi diyebileceğimiz şekilde seçilmiş bazı satırlar...

Sen yanımda iken, güzelliğin ve çekiciliğin uyutmuyor be' ni; sen benden uzakken, gözyaşlarını uyutmuyor beni.

Sen beni terk ettin; ne var ki, hüznüm beni hiç terk etmi' yor. Ve, gerçeği söylemek gerekiyorsa, hüznüm bana senden sa~ diktir. Ben kendim değilim, sen kendin değilsin, sen ben değil' sin; ama, ben kendimim, sen kendinsin ve sen bensin. Sen... Hotan idolü olan sen... beni öyle bir duruma getirdin ki, ben ar' tık, Sen veya Ben olduğumun farkında bile değilim.

Gittin; ayrılık gözlerimi yaşartıyor. Her an artmakta olan heyecanım, gözyaşlarımı da arttırıyor. Sen, yalnız gitmiş değil' sin... gözlerim de seninle gitti. Ve, artık, gözlerim yokken ben nasıl akıtabilirim gözyaşlarımı?

Sen, yüz bin vücuda sahip olan tek ruhsun. Ancak, ne ya' pabilirim ki? Ağzım kapalı duruyorum. Benim kendimden başka bir şeyi olmayan birçok insana rastladım; ama aralarında kendi' mi görmedim. Dün akşam, yaşlı bir bilgeden alçak sesle bir İS' tekte bulundum: “Dünyanın gizemlerinden hiçbir şeyi benden saklama!” O da, alçak sesle kulağıma fısıldadı: “Sus! İnsan his' sedebilir; ama ifade edemez ki...” Bugün, sarhoş bir kafa ile bu şehirde dolanıp duruyorum. Kendisini delirteceğim bir bilge aramaktayım.

Dün akşam, benim taptığım sevgilim, Varlık’ın tümünü ay-tınlatan mehtabın aynı idi... yok, yok... güzelliği güneşininkini de aşıyordu. Hayallerimizin sınırlarını da aşıyordu. O’nun güzel olduğunu biliyordum... ama, bu kadarını değil...

Çok sevdiğinin varoluşunu hissetmeyi istediğine göre, gö' rünenleri bir yana bırak da esasa dal. Kalın perdeler esası bizler' den saklamaktalar. O da kendi içinde dalmış, Varlık’ın tümü de O’nun içine dalmıştır.

Gece konuşuyor: Ben içenlerin yoldaşı, yürekleri alevler içinde yananların ruhuyum; ve, yazgının, aşkı kendilerinden sakınılmış olanlar için de, her gece ölümün habercisiyim.

İşte, sizlere kısa bir antoloji. Mevlâna, tasavvuf şairi... Mevlâna, aşk şairi.

Miladi Bin İki Yüz Yetmiş Üç...

Dendiğine göre, Mevlâna altmış yıl boyunca Konya’da ya-şadı. Şems’i kaybetmesinden, kendini yeniden bulmasından sonra bilgeliğini ve tutkusunu, tüm gücü ile büyük yazgısı olan sistem’inin, tarikatının kurulmasına yöneltmiştir. Bir ara, kitabın bu bölümlerinden birinde Mevlâna’yı yenilmiş olarak tanımladım. Kendisinin dogmaya varmamış olmasını; hep bir lirik, sınır tanımaz hayalci bir düşünür, frenlenemeyen bir coşkunun adamı olarak kalmasını isterdim. Bunu yapamadı. Kendisini tarikatına verdi, şarkısını organize etti... sistematize etti. Etrafına geniş bir mürit kitlesi toplayarak, hep birlikte geleneğe indirgenmiş oldular. Bununla beraber, geleneği genişlettiler, ve Mevlâna’nın kendi manevi coşkusu ile halklardan ve dinlerden almış oldukları bütün öğelerle onu zenginleştirdiler. Kendisinin, hayatının en ilk anından son anına kadar, daima, dinsel ayırım kavramından uzak kalmış olması, anısına büyük bir saygınlık kazandırır. Ve, her ne kadar eski ve soylu bir aileden geliyor idiyse de daima halkın sesini takip edip onun acısına katılmış olması, bu saygınlığı daha da arttırır. O, bir eğitim reformcusu olmuştur. En olgun yaşlarını, sade halkın aydınlanması uğruna sarf etmiştir. Okullar açıp öğretmenler yetiştirmiş, o zamana kadar dar ve kendini beğenmiş bir okumuş kitlesinin tekelinde bulunan eğitimin, geniş halk kitlelerine dağılmasını sağlamıştır. Kendi zamanında onun kadar hiç kimse, gerçek bilgi ile karşılaşmanın insan ruhuna vermekte olduğu huzur ve aydınlığın değerini bilmemiştir. Sonuç vermeyen bilginin amaçsız bir düşmanı olmasına karşın, O gene, önceden ayarlanmış yollarda sorumsuzca gezinmemesi şartı ile düşün’ün gücünün ifade

edilmesinde en yetkin kişi olmuştur. Onun amacı, her kişinin kendi öz dünyasını kurabilmesine yardım etmekti. Bu amacın gerçekleşmesi, imkânsız değilse de, son derece güçtür. Ve bu a-maç tamamen gerçekleşmemiş ise de, bir rönesansa yol açmış olmakla, .pek çok kişiye büyük yarar sağlamıştır.

Mevleviler, semâzen adı verilen o dönem dervişleri Mevlâ-na’dan kök alırlar. O kutsal semâ, insanı vecde götürür. İnançlarına göre, vecd hali de, insanı Tanrı’ya yakınlaştıran vuslatın tek yoludur. Semâ, daha önce görmüş olduğumuz gibi, Mevlâ-na’nın veya Şems’in bir buluşu değildir. Semâ, tüm dinlerin ve, özellikle, daha ziyade yeryüzü kavramına, tohum kavramına bağlı olan dinlerin sevdiği çok eski bir gelenektir...

Kutsal Semâ, ayakta durarak ney çalanın (baş semâzen) etrafında bir daire oluşturulması ile başlar. Hareket, neyin ritmine katılınarak ilave olunur. Semâzenler, geniş kol ağızlı ferah elbiseleri ile neyin belli belirsiz şarkısının ritmine uyarak yavaşça hareket etmeye başlarlar; ve, şarkının ve dansın hız kazanması ile, kanatlanmakta oldukları hissine kapılırlar. Kollarını, yumuşak eğrilerle yukarılara doğru -dik, değil!- kaldırırlar... Ve, bir fırtınadaki dalgalar misali, kol ve bacakların hareketleri çabuklaşır, hız yoğunlaşır... Artık, şarkının sivrileşip çılgınlaşması ile birlikte, ruhları, tüm vücutlarının onun etrafında gidip geldiği, nefes nefese kaldığı ve de çılgınlaştığı bir eksene dönüşmüştür. An be an, kutsal bir sarhoşluk, tuhaf bir delilik dansın hareketine egemen olur. O anda vecd içindeki ruh tam bağlarından koparken, vücut kaybolup her şey söner... ve... tek bir his... baş dönmesi her şeye hâkim olur. İşte, o andan sonra semâzenler, kutsal maddeyi oluşturan o sonsuz ışıkla temasın ifadesi olan mutluluktan başka hiçbir şeyin idrakinde olmazlar... ve, bundan sonra, artık ayakta durmaları imkânsızlaşır, başka bir dünyanın gizemli sesine dönüşmüş olan neyin yavaş yavaş uzaklaşarak kaybolması ile yere yığılıp kalırlar.

Kutsal Mevlâna’ya bağlı olan Mevlevi’ler ödün tanımaz bir kesinlikle alçakgönüllülüğün erdemini göstermeye mecburdurlar... Kendilerini inkâr etmeye, mutlak fakirliğe alışmaya, karşı dinden olanları sevmeye ve de yardım etmeye mecbur oldukları gibi... pek çok kişi, Mevlâna’nın dizelerine büyüleyici bir müziği de eklemiş bulunmaktadır. O dizelerin temel öğesi olan derin anlamın kavranması, oradaki insani heyecan ile aklın ıstırabının duyulması çoğu kez gerçekleşmeyebilir. Bununla beraber, herkes oradaki söz’ün büyüsüne kapılıp gider. Çünkü, haçlılar zamanında dahi, tüm o karşıt manevi akımlar, Horasan’ın o uzak yörelerinden gelmiş olan o tuhaf kişilikte kendi aralarında denkleşme yolunu bulmuşlardır. Fars ve ondan önce Arap geleneğinden yola çıkan Mevlâna bugünkü Avrupa’ya gelmiş ve bugünkü Avrupa’nın habercisi ve yol göstericisi olmuş, Hıristiyan hayat anlayışı ile çok sıkı ve doğurgan ilişkiler kurmuştur.

Söylenceye göre, Mevlâna’nın büyük oğlu bir gün Agios Hariton manastırının yakınlarındaki bir uçuruma yuvarlanmış ve oradan saygın bir yaşlı tarafından kurtarılmıştı. Çocuğa Agios Hariton’un ikonasını gösterdiklerinde, resimdeki yaşlı ile kendisini kurtaranın aynı kişi olduğunu söylemişti. Ve, o günden sonradır ki, o aynı günün yıldönümlerinde Mevlâna, çocukları ve de torunları, beraberlerinde yağ getirerek manastırda-kilerle vecd içinde dua etmeye gelirlermiş. Söylencenin mecazi olma olasılığı da mevcuttur. Çünkü, işaret etmiş olduğumuz gibi, Mevlâna’nın ilişkileri çok daha derindi; o ilişkiler bir “muci-ze”den değil, bir ruh susuzluğu ve manevi bir emirden kaynaklanmaktaydı.

Yaşlılık yılları gelmişti. Mevlâna artık Son’a doğru gitmekte idi. Kurtuluşu için acılar içinde çırpınıyor, o yıllardaki bütün dostlarını... Timotheos’u, Neftaleim’i duygu dolu bir özleyişle hatırlıyordu. Agios Hariton’un başrahibi ölmüştü; manastırda

ve de Mevlâna’nın kalbinde, onun yerine, bir başkası, Evsevios geçmişti. Neftaleim’e gelince, o, karısı Raşel ve de Filistin’in çiçekleri olan kızları ile çoktan ayrılıp gitmişti.

Zamanın boşluğu, yalnızlık Mevlâna’yı hep etkiliyordu. Gençliğin uçup gitmesi... bir zamanlar capcanlı ve dipdiri olan arkadaşlarını, tanıdıklarını değişmiş, yorulmuş, yıpranmış, hırpalanmış, örselenmiş görmen... bazılarını çağırmana rağmen onların cevap vermemeleri... ölmüş, gitmiş olanlar... Ve, etrafında, ne kadar çaba göstermiş olsalar da seni anlayamayanlar... senin, daha eskileri anlayamadığın gibi... Hayat dedikleri, böylesine iç parçalayıcı bir sahne mi? Böylesine korkunç anlamsız bir boşluk mu?

Yılların geçmesi ile, Mevlâna, kendisinin artık bir tarih, bir ahlak ve de yazgı haline gelmiş olduğunu daha iyi anlıyordu. Ölümsüzlük kendisini yudum yudum yutuyor, bitiriyordu. Ölümsüzlük ışık dolu harikulade bir yüzdür... ancak, onun yüreği yoktur. O, insani bir durum, insani bir his değildir. O, yontulmuş bir taştan, bir kitabın bölümlerinden yapılmıştır. Ve, insanın daha hayatta iken heykelleşmesi bir şeref olduğu kadar, talihsizliktir de... insan, kendi heykelinin sorumluluk ve görevlerini de yüklenmiş olur.

Öyle günler oluyordu ki, Mevlâna’nın aklına, kuşku gene, kayıp girebiliyordu. İçinde yeniden o eski heyecan canlanıp uyanıyordu. Ve şimdi, o eski kuşkuyu gece vaktinde sık dalların arasındaki kuşun şarkısı kadar tatlı buluyordu. Çevresinin göstermekte olduğu bağlılık ile hayranlığın ve de inancın tadını alıyordu. Ancak, bazen belli belirsiz bir hüzün dudaklarını büzüyor, bulutlanmış gözlerinde uçuşuyordu. O, insanları pek çok sevmişti; insanlar da O’nu. Ne var ki, hiçbir sevgi kendisini doyurmuyor, o hep aç ve susuz kalıyordu. Gevher Hatun’a gelince, geçirmiş olduğu bunca yıldan sonra, eski kişiliğinin gölgesinden başka bir .şey kalmamıştı; kendisine ve emirlerine karşı bağlılığı

sonsuzdu... kötülüğü hiçbir zaman aklına getirmemiş bir kişiydi. Belki, bazen, bu sürekli düşün gezgininin yanında üzüldüğü ve kırıldığı oluyordu... bununla beraber, kendisi için O’nun varlığının dışında, dünyanın en ufak bir anlamı yoktu. Kimyaya gelince, O da, Mevlâna’nın yanında büyümüş ve olgunlaşmıştı. O’nun şarkılarını söylüyor, O’nun dudaklarından düşen her sözü alıp değerli bir mücevher haline getiriyordu. O’nun her hareketini, her bakışını ruhuna aktarıp orada saklıyordu. Gerçekten de, cennetlerin habercisinin çevresinde yaşamak, eskimeyen ve yıpranmayan büyülü bir nefesten, sessiz ve sürekli bir mutluluktan başka bir şey değildi: .

Mevlâna’nın yaşamı, şehrin ilerlemesini ve müritlerin teşkilatlanmasını amaçlayan çalışmalarla doluydu. Kutsal mahallelere gidiyor, dua ve çalışmanın o mutluluk dolu saatlerini yaşıyordu. Her şeyi bir sonuca bağlayabilmişti. Kalan tek şey, ölümü beklemesi idi. Bir zamanlar ölüm kendisi için korkunç bir karabasandı; şimdi ise, ikinci ve kati kurtuluş... yaşı pek Ölümü hak edecek kadar ilerlememiş olmasına rağmen, ruhu yorulmuş ve yüreği hırpalanmıştı.

Aralık’ın on yedisinde, bin iki yüz yetmiş üç’te, altmış altı yaşında iken yorgun çocuğun anasının koynunda uyuması gibi, Mevlâna uyudu. Ölümü rahattı. Şehrin tümü hıçkırıklara boğuldu; inanılmaz haber herkesi derinden sarstı; halk ebediyetini kaybediyor, yetim kalıyordu. O gece Konya’nın üstüne bozkır yalnızlığının rüzgârı esmişti; ve, felaket habercisi karanlık kanatları ile koca şehri sarmıştı. Konya halkı, Mevlâna’nın naaşı önünde saygılı gözyaşlarını dökmek üzere toplanmıştı; maneviyatı ve davranışı en üst yazgı olarak kabul eden koca bir halk... Vakanüvisler Mevlâna’nın ölüm günü ile cenazesindeki olup bitenleri tarif edebilmek için pek zorlanmışlardı. O genel hüzün ile cenaze töreninin görkemini ve de katılımın inanılmaz boyutlarını insanların anılarına teslim edebilmeleri için gerekli sözleri bulabilmeleri çok zordu. Sultan ile saray erkânı, ulemalar ile şehrin ileri

gelenleri, zenginler ile fakirler, kimsesizler, şehrin çevrelerinde ve içinde çalışan işçiler, ihtiyarlar ve de çocuklar... hepsi... Mevlâna’ya mezarına kadar eşlik etmişlerdi. Ve, vurgulanması gereken bir nokta da sadece Müslüman halkın değil, başka dinlere mensup insanların da O’nu kendilerinden biri olarak his ve kabul etmiş olmaları idi. Ve de Hıristiyanlar ellerindeki Incil’i okuyarak manastır ve kiliselerden geldikleri gibi, Yahudi din adamları da ellerinde Tevrat olduğu halde cenazeye katılmışlardı. Musikişinaslar gruplar halinde zaman zaman insanın içini parçalayan en acı parçaları okumaktaydılar. Cenaze töreni saatlerce sürmüştü. Şehrin matemi ise günlerce sürüp gitti... şehrin bütün ileri gelenleri kırk gün sürece at eyerine çıkmamışlar, kilerlerini açıp Mevlâna’nın kutsallığı ile bilgeliğini yâd ederek, tüm mallarını fakir halka dağıtmışlardı. Ve, her yıl, O’nun ölüm yıldönümünde, vuslat gecesi’nde, Büyük Hoca’nın gecesinde, dinsel tören ve oyunlarla O’nun anısını yâd etmekteler.

Bugüne kadar Selçukluların baş şehri, hâlâ, Rumf Mevlâ-na’nın şehri olarak kabul edilmektedir. Anadolu’nun o göz alıcı zenginliği içinde O’nun mozolesi ile tekkesi, asırlardır O’nun ününü insanlara yayıyorlar. Orada, ölümün o mutlak hareketsizliği ve sükûneti içinde, ailesinin bütün üyeleri toplanmış bulundular: Ayakta gömülü babası, çocukları, torunları ve de ismi kati olarak bilinmeyen bir Hıristiyan; herhalde, İslâm dini müminleri arasında bulunmakta olduğuna göre, bu Hıristiyanın çok tuhaf biri olması gerek... Bazıları Evsevios adlı, Mevlevi-ler’in çok yakın dostu bir piskopos olduğunu söylerler; bazıları ise, onun Mevlâna’ya çok bağlı bir dostu olduğunu, ve büyük şairin, öbür dünyada da yan yana olmayı istemiş olduğunu ileri sürerler.

Orada Mevlâna’nın büyük kitaplarını ayakta açıp okuduğu rahleler de bulunur. Gene, orada, kendisinin veya tarikattaki seleflerinin büyük bir itina ile toplayıp çok ünlü hattatlara yazdırmış olduğu, insanı hayran bırakan güzellikteki tezyinlerle

bezenmiş el yazmaları da bulunur. Gene orada, o büyüleyici semâ âyini sırasında kullanılan musiki aletleri de vardır. Ve, gene orada, tahta ve sedefte veyahut altın ve gümüşte veyahut da taşta ve insan aklının düşünebileceği herhangi bir maddede işlenmiş pek çok nadide eşya vardır.

Ve, her yıl, aralık’ın on yedisinde şehir halkı ile diğer şehirlerden ve de yabancı ülkelerden gelen müritler, ışık saçan anı ve saygınlığının böylesine bir huzur içinde yatmakta olduğu kendi mekânında, O’nu çeşitli törenlerle anarlar. Ben şahsen, bu törenlerin, oraya gelenlerin belki de hiç tatmamış oldukları şiiri için yapıldığına pek inanmıyorum. Ancak, diğerleri için, bizler için her şey O’nun şiirine değer. Maneviyat ve tutku dolu bir şarkı... akıl ve yürek dolu şarkı... Öyle bir şarkı ki, sevgi açlığı içinde olup gözlerini bir toprağa, bir göğe diken ve kurtuluşu sadece sevgide bulabilen zavallı ve yetim bir çocuktan başka bir şey olmayan İnsan’ın derinliklerinden çıkagelmiş bir şarkı...

Masalımızı bitirmekte olduğumuz bu son anlarda, yeniden Şems’i hatırlamamız gerekiyor. 1396’da Konya’dan geçmiş olan Avrupalı bir gezgin şunları yazmıştır: “Burada Kutsal Şems’in de mezarı bulunur. Şems, her ne kadar tüm yaşamının İsiamın gerçek bir mümini olarak geçirmiş ise de, ölümünün yaklaşmakta olduğunu hissettiğinde, Hıristiyan olduğunu söylemiş ve etrafındakilerden, kendisinin İsa’nın kanı ile vücudunun lütfuna erişebilmesini rica etmiştir. Ve, yanındakiler, komünyon’u bir elmanın içine saklanmış olarak kendisine getirmişlerdir.” Böylece, Şems, öbür dünyaya Hıristiyan olarak göçmüş oldu.

Bu söylenceden sadece söz etmiş bulunuyorum. Çünkü, Mevlâna’nın, hayatının son anına kadar böylesine bir tutku ile aramasına rağmen bir türlü bulamamış olduğu kayıp dostunun garip kişiliğine uygun düşmektedir.

O tuhaf mutasavvıftan, zaten, böylesine tuhaf davranışlar beklenebilirdi...

***********

13. Asrın ortalarında Horasan dağları ile bozkırlarından kalkıp Konya'ya gelen Doğulu bir düşünür, o zamana kadar değişik kültür ve coğrafyalar- dan gelen bilgileri olağanüstü seziş ve duyuşunun perspektifi altında kullanarak asırlar sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diye bildiğimiz felsefi sistemlerin temellerini atıyor... Soinoza'ya, Goethe'ye, Novalis'e, Kierkegaard'a, Nietzsche'ye, Dostoyevsky'ye, Gabriel Marcel'e, Rilke'ye yollarını açıyor.

Bu suretle, 13. Asrın Selçuklu Konya'sı Renaissance'ın beşiği olarak karşımıza çıkmış, tüm görkemiyle yükseliyor. Diyebiliriz ki, tüm felsefi sistemlerin en insancası olan Varoluşculuk'un -Heraklitos'tan sonra- ilk ve gerçek temsilcisi, bin iki yüz ortalarının Anadolusundaki Mevlâna'dır.

Asrımızın başında Gabriel Marcel'in "sen, ben'in karşısında oturan ben'dir" şeklindeki motto'yu ortaya koymasından sekiz yüzyıl kadar önce, Mevlâna, "benimle senin aranda ne ben ne de sen vardır" demiştir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to