Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte ZAMAN ENERJİSİ

 

 

Murry Hope

Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte

ZAMAN ENERJİSİ

Dinlerde, Bilim de ve Metafizikte
ZAMAN
ENERJİSİ

Murry Hope, ezoterik bilgiler, eski büyüsel dinler ve bağlantılı konularda önde gelen ya­zarlardan biridir. 1988'de Amerika'da, Kişilik Ötesi Duyarlılığın Araştırılması ve Geliştiril­mesi Enstitüsünü kurmuştur. Çok sayıda ki­tap yayınlamıştır. Bu konularda dersler ve se­minerler vermektedir. Ayrıca bu alandaki bir uzman olarak dünya televizyonlarında ve radyolarında düzenlenen programlara katıl­maktadır.

Murry HOPE

Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte

ZAMAN ENERJİSİ

Çeviren

Mehmet İSMAİL

Kitabın orijinal adı

Time: Tite Ultimate Energy

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ   11

GİRİŞ    13

Gerçekler ve Teoriler

ZAMAN NEDİR?  19

Modeller    20

Zamanın Okları      .,  21

Newton’un Teorisi        22

En tropi  25

Kaos  26

Rölativite  28

Bir Büyük Birleşik Teori mi?  31

Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi  32

Kuantum Teorisi  37

ZAMAN ve EVREN  43

Antropik İlke  ;    44

Büyük Patlama  48

Kozmik Bir Beyin mi?  55

Düzen Kaosa Karşı  58

Bir "Parçalı Bulmaca" Teorisi mi?  60

Süperuzay  61

Ouroboros Teorisi  64

Uzay-Zamanlar  66

Zaman ve Işık  68

Kuantum Sıçrayışları  70

PARALEL EVRENLER M İ?  72

Enerjilenmiş Zaman Devreleri mi?  72

Karanlık Madde  78

Süpersicim Teoris i i  80

Kuarklar ve Diğer Atomaltı Harika I lar  81

Schrödinger'in Kedisi  85

VVigncr'in Arkadaş ı ı  86

EPR Paradoksu   86

Bell Teoremi  87

Ayakkabı Bağı Felsefesi  88

Bohm'un Hologram Analojisi  88

Kara Delikler  89

Beyaz Delikler  92

Kurt Delikleri  93

ZAMAN EĞİMLERİ, DÜĞÜMLERİ, KAYMALARI ve KAPSÜLLERİİ  95

Zaman Eğim1leri   95

Zaman Düğümleri ;  98

Zaman Kaymaları  100

Zaman Kapsülleri  105

Taş Bilgisayarlar  108

Piram i itler   109

Ekin Daireleri, Zaman Göstergeleri mi?  112

Genetik Zaman Kapsülleri mi?  113

Aııtimadde  114

ZAMANIN PERİYODİK DEVİRLERİ  119

Saros Devri   119

Buzul Çağı Devirleri  121

Zaman ve Sera Etkisi   122

Felâket Devirleri   126

İlkel Zaman-Kayıtları  127

Astrolojik ve Mitolojik Çağlaır  128

Büyük Yı I l  129

Eski Yunanistan'ın Dört Çağı  130

Babil Astronomisi   131

Sirius Faktörü  131

Vedik Yuga I la ı r  135

Biyolojik Ritmler   137

Zaman ve Evrim  142

Soyutlamalar ve Sonuçlar

EFSANE, TARİH ve DİNDEKİ ZAMAN  153

Sümer / Babil  153

Mısır  155

Kuzey Amerika  159

Roma  160

Yunan   162

AvustraIlya  165

Hindiistan  165

Atalarımız Arasında Bilimsel Bi I lg i i  168

ZAMANIN PSİKOLOJİSİ  179

Zaman ve İnsan Şuuru  179

Beyin, Zihin ve Psişe  181

Zaman ve Eşzamanlılık  184

Zaman ve Uyku Hâli  188

Telepati   191

Zaman ve Kehanet  192

Zaman ve İpnoz  196

Hayvanlar ve Zaman  203

ZAMANIN METAFİZİĞİ  205

"Kuantum Benlik" Teorisi  207

Kara Delikler, Beyaz Delikler ve ÖYD  211

Ölüm ve Zamanın Geriye Doğru Giden Oku 214

Parça Teoris i i  215

Zaman, Bireyselleşme ve Evrensel Beyin  218

Zaman, Antimadde ve Psişe  221

Zaman ve "Altına His"      222

Zaman vc Özgür İrade  224

Zaman Bedenleri  227

Din ve Uzay-Zaman  229

Zaman ve Tanrı  232

BİR ENERJİ OLARAK ZAMAN  ...234

Zaman ve Madde  234

Zamanın Boyutları  239

Zaman vc Zihin  240

Zaman Enerjisinin Metafiziksel Tezahürleri .......245

Paralel Zaman    248

Zaman, Evren ve Tanrı      ;  252

UZAY-ZAMAN YOLCULUĞU ve  GELECEK  258

Uzay Yolculuğu  258

Zaman Yolculuğu mu?  261

Efsane - Gerçek mi Hayal mi?  .„268

Zihin Yolculuğu, Kehanet ve Gelecek  272

SÖZLÜK      275

BİBLİYOGRAFYA  ;  282

İNDEKS    ;  284

ÖNSÖZ

Yazar, çok geniş bir yelpaze çizmiş. Burada, yazmış olduğu sayfalarda, okuyucu; mitlerde, tarihte ve bilimde zaman, zaman eğimleri ve kaymaları hakkında birçok şey okuyabilir. Bunlara The Millcnnium (Binyıl) adlı filmde de değinilmişti, film aynı adı taşıyan bir kitaba dayanmaktay­dı ve her ikisi de aynı yazarın (söz konusu yazar, bu kita­bın yazarı Murry Hope değildir) kaleminden çıkmasına karşın, kitap ile senaryo arasında geçen sürede, yazar algı­layış bakımından bir hayli gelişmişti. Zaten bu da zama­nın, her birimiz için en iyi, en derin ve en kişisel manası değil midir; yani vizyon, bütünlük ve bilgide gelişmemizin ölçüsü olarak... Çünki bilgide gelişmek vizyon olmadan ve bütünlük de vizyonu izlemeden imkânsızdır.

En sonunda, zamanın en büyük gizemi; uğraşlarımı­zın, neşemizin, kederimiz ve zaferlerimizin sürüp giden önemidir, yani kendine özgü bireyler olarak bizlerin, sü­rüp giden kaderi. Bu önemin parçalanmaması veya fiziksel çözünmeyle bulanıklaşmaması; zamanın, üstünde hem bi­limsel hem deneysel anlamda çalıştığım nihaî gizidir.

Kitabın sayfalarında, okuyucu, zamanın tapmağının merdivenlerinde buluyor kendini ve kapıdan içeri girmeye davet ediliyor.

Zaman, Augustine'in İtiraflar'mdan bu yana, Batılı zi­hinleri büyülemiştir. Ayrıca Hindistan'da, zamanın hem yıkıcı hem de dönüştürücü gücünün kişileştirildiği, belki

en büyük Hint tanrıçası Kali ve onunla yakından ilişkili olan uzun bir Mahakala (Büyük Zaman) geleneği bulun­maktadır.

Ancak kuantum fiziğinin sibernetik teorisi ve yüksek matematikteki antizaman ve rezonans gibi ilgili kavramla­rın ortaya çıkışından beri, nihaî enerji kaynağı olarak za­man dalgalarına yönelik yeni ve devrimsel bir yaklaşımın eşiğindeyiz. Ben bu akıma Kronotopoloji adım veriyorum.

Bu konular üzerinde bilimsel kitaplarda ve dergilerde çok şey yayınladığımdan, zaman hakkmdaki bu araştırma­cı eseri, bu meselelere daha popüler bir tarzda yaklaşan kamuoyu için gerçek bir harekete geçirici ve yardıma kay­nak olarak tavsiye etmekten dolayı mutluyum.

Dr. C. Muses

Matematik ve Morfoloji Araştırma Merkezî Müdürü

GİRİŞ

Zamanı, ne olduğunu gerekli bir şekilde araştırmaksı- zm olduğu gibi kabul ederiz. Biliyoruz ki zaman gelip ge­çer ve bizler de yaşlanırız; bedenlerimiz birçok değişikliğe uğrar. Hayata karşı davranışlarımız ve zihinsel bakış açı­mız kesin olarak, bu geçmekte olan zaman esnasında olu­şan şeyler tarafından renk kazanır. Zaman kavramı, bildi­ğimiz üzere medeniyetin ortaya çıkışından beri, hatta is­patlayacağımı umduğum yazılı tarih öncesi zamanlardan beri araştırıcı aklın ilgisini çekmiştir. "Zaman koridorları", "zamanın okları" ve buna benzer ifadeleri duyuyor ve oku­yoruz. Acaba bunlar yalnızca konuşma biçimleri midir yoksa insan psikolojisinin ve bütün yaşayan varlıkların ha­yat devrelerinin daha derin bölümlerine bağlı bulunan, da­ha derin bir anlam mı içerirler?

Hızla yayılan kuantum, parçacık ve astrofizik alanları, tabiatın ve zamanm fonksiyonunun yeni bir şekilde anla­şılması konusunda yavaş yavaş yeni boyutlar açıyorlar ve bu; fiziksel evren ve bilim adamlarının, ara sıra ortaya çı­kıp kaybolan görüntüsünü yakalamaya başladıkları daha gizli boyutlarla bağlantılı olarak gerçekleşiyor. Nükleer araştırmada atom hızlandırıcıları kullanmamız ve buna benzer teknolojik araçlar, gerçekten, zamanın daha yaygın önemini kavrama yeteneğimizi sınırlandırır mı? Zamanın ince sırlarını araştırma konusunda en uygun yaradılış in­san aklıdır ve kafatası bilgisayarı uygun bir şekilde programlandığında şaşırtıcı açılmalar üretebilir.

Üzerinde yaşadığımız gezegen ve gezegenin üzerinde bulunan binlerce hayat biçimleri, evrendeki her şey ile uyum içinde yaşama açısından; sürekli olarak değişim dai­resini oluşturan kozmik kanuna tâbidirler. Bazıları bunu kaos ve düzen arasında gidip gelen sarkaç, bazıları ise te­kâmül (evrim) olarak sınıflandırırlar. Eski medeniyetlerde ise buna dişi bir şahsiyet -yok edici ve yenileştirici tanrıça- olarak bakılmıştır ve bunun ismi bölgeden bölgeye değiş­miştir. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Eyleminin araçları olan fiziksel fenomeni ve dinin itibar ettiği şahsîleşmiş güçlerin katkısını bir kenara iten, sürekli devam eden bu devrelerin ardındaki aslî güç nedir? Bunun cevabı kesin şe­kilde zaman olmalıdır. Zamanın her şeyi tedavi ettiği; za­manın hareketlerimizin, ümitlerimizin ve isteklerimizin so­nucunu belirlediği ve zamanın tırpanının hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin ondan muaf olamayacağı kaçınılmaz bir biçici olduğu, bizlere söylenmiştir. Zaman bakış açımızı, görüşlerimizi, inançlarımızı değiştirir ve atasözünde söy­lendiği gibi eğer zamanın rüzgârına göre eğilmezsek so­nuçlarına katlanmak zorunda kalırız. Gerçekten de, zaman bizi psikolojik ve fiziksel olarak yönlendiriyor gibidir.

Bizim gezegenimizin tekâmül sürecinin şu aşamasın­da, zamanın tabiatına dair düşüncelerimiz, çok defa bizle- rin hayat devrelerinin sübjektif tecrübeleri tarafmdan dikte edilmiştir. Zamanı; gezegenimiz, güneş sistemimiz ve fi­ziksel evrenin doğuşunda geçerli olan doğrusal açıdan görmeye eğilimliyiz. Bu devre bizim her günkü yaşamları­mızla bağlantılı olarak kendini; doğum, büyüme, olgun­luk, yaşlanma ve son olarak da ölüm olarak gösterir.

Mutlaktır ve geri çevrilemez niteliktedir ve şu anda üzerinde hiçbir kontrolümüz yoktur. İlerideki sayfalarda zamanm gerçekten de çok çehreli olduğunu göstereceğim.

Fakat zamanın tezahürlerinin çoğu iki ana kategoride top­lanabilir. Saatlerimizde gördüğümüz doğrusal zaman var­dır. Bu, gezegenimizin hem kendi ekseni etrafında hem de anne-güneşe bağlantılı şekilde yaptığı hareketi tarafından belirlenir. Bu hareket önceden tahmin edilebilen ve önce­den belirlenmiş tarzdadır. Ben buna İç Zaman diyorum. Bir de bizim küçük evren köşemizi aşan bölümde var olan doğrusal olmayan zaman vardır ve buna da Dış Zaman di­yorum. İç Zaman, herhangi bir kozmik çevredeki cisimle­rin hareketi tarafından meydana getirilen fiziksel şartlara göre tezahür olur, tıpkı dünyanın hareketinin, güneşe bağlı olması gibi. Dış Zaman ise fiziksel şartlara tâbi olmadığın­dan zamansızlığı da kucaklar. Ayrıca maddî âlemlerle ilgi­si olmayan o seyyal boyutları da kucaklar; bunun hakkın- daki bilgimiz sadece spekülâtiftir; bu yüzden fizikselden ziyade metafizikseldir.

Çok az insan, bugüne kadar, Dış Zamanı anlayacak ve değerlendirecek şekilde "programlanmıştır". Gerçi bilim adamları Dış Zaman varlığı için çok ilgi çekici görünen denklemler sunabiliyorlar. Bu denklemleri bazen, "bir gu- rudan daha ezoterik" diye tarif ettiklerini duydum. Buna rağmen başlangıçta beyinlerimizi kim veya ne yaptıysa, Dış Zamanın tabiatını tam anlamıyla biliyorlardı. Yaklaş­makta olan kuantum sıçrayışları tümel anlayışımız için ge­rekli olan zihinsel ve fiziksel aktiviteye etki edecektir.

Benim inancım od ur ki, beynin değişik bölümleri muhtemelen, "tekâmül ettirici kuantum sıçrayışları" olarak adlandırılan şey esnasında faal hâle getirilmektedir; daha henüz tanımlanmamış olan böyle bir bölge, Dış Zamanın kavranmasına ait anahtara sahiptir. Zaman kodu deşifre edildiğinde tabiatını ve genişliğini hayal bile edemeyeceği­miz çok büyük enerji alanları, kendisinden faydalanılmak üzere ortaya çıkacaktır. Biz yalnızca onların varlığı ve aşi-

kâr yararlılığı konusunda tahminde bulunabiliriz. Ama el­bette, "düşmanı" ele geçirdiğimizde ve kendimizi, geçmek­te olduğumuz bu evrimsel devrede bizi bağlayan İç Zama­nın zincirlerinden kurtardığımızda, öyle ümit ediyorum ki, daha bilge, daha hassas ve ruhsal yönden daha olgun ola- Câğiz.

Metafizikçi olarak görevlerimden biri değişik felsefî, bilimsel ve tasavvuf sistemleri ve düşünce ekolleri arasın­da bağlantı kurmak ve böylelikle konunun daha bütünsel bir açıdan ele almmasına yardım etmek. Böylelikle hem bi­limsel kurumlar tarafından çok tutulan bilgi ve teorilere yer vereceğim hem de kozmoloji ve fizik dahilerinin zihin­lerinden kaynaklanmayan zaman ve evren konusunda da­ha az tutucu hipotezlerine yer vermeyi amaçlıyorum. Tarih ispatlamıştır ki bütün büyük buluşlar bilginlere veya mes­leklerinin zirvesinde bulunanlara özgü bir şey değildir. Üstelik hakikat; hiçbir itikadın, mantığın veya bilimin ön koşulu değildir ve bazen dış gözlemci de bütünün manza­rasını, fırça izlerini ayrı ayrı tetkik eden uzmandan daha iyi bir şekilde görebilir.

Eğer kendiniz ve gezegenin geleceğiyle ilgileniyorsa­nız ve sîzlerin, çocuklarınızın ve torunlarınızın gelmekte olan ve bizleri büsbütün yeni bir zaman devresine atacak olan evrimsel kuantum sıçrayışıyla nasıl başa çıkacağımızı düşünüyorsanız, bu kitabı okuyun. İlk bakışta korkutucu gibi görünebilir fakat serüven ruhuna kendinizi kaptırdığı­nızda bu deneyimin, belki de Gaia'nın sinesinde geçirme­niz muhtemel olanların en kışkırtıcısı ve heyecan vereni ol­duğunu göreceksiniz.

Gerçekler ve Teoriler

ZAMAN NEDİR?

Geçmişte ne varsa, gelecekle de, hepsi

Kabuklarla ve unutuluşun şekilsiz artıklarıyla saçılmış oraya buraya

Sonraki, hepsine taç giydirecektir

Ve Zaman, şu şanlı ortak hüküm verici Her şeye bir nokta koyacaktır.

SHAKESPEARE (Troilus ve Cressida)

Zaman birçoğumuzun araştırmaksızın kabul ettiği, kanıksadığı bir şeydir. Yalnızca vardır ve bizler küçük, ra­hat, zaman tarafmdan düzenlenen dünya hâlinin dışındaki bir mevcudiyeti kavrayamayız. Dış Zaman, ciddîye alın­maması gereken bir bilim kurgu konusu olarak kabul edi­lir. Bilimin elle tutulur kamtlar getirdiği durumlarda ise korku, çirkin başmı kaldınverir. Asırlar boyunca, insanla­rın çoğunluğu, zamanı bu gezegen üzerinde tezahür ettiği şekilde, sorguya tâbi tutmaksızm kabul ettiler. Onlara göre zaman ya kayıran Tanrı'mn işiydi ya da tabiatın kanunu. Her zaman İç Zamanı aşan, kozmosun birçok örtülü bö­lümleri tarafından sunulan bilmecelere cevap bulmak için uğraşan bazüarı -filozoflar, bilim adamları, metafizikçiler ve meraklılar- bulunur. Dış Zamanın ana yollarındaki ve ara yollarındaki yolculuğumuza başlamadan önce İç Za­manın ayrıntılı bir analizi yararlı olacaktır. Bu, tezahürle­riyle yakından ilgili olduğumuzdan dolayı kolayca kabul ettiğimiz fizik kanunlarmı anlamamıza yardım edebilir.

MODELLER

Senelerdir zamanı ölçmemiz, Yeryüzünün gök cisim­lerine bağlantılı dönüş periyoduna göre belirlendi. Örne­ğin, güneş zamanı, güneşin meridyen dairesi boyunca ge­çişleri arasındaki birbirini takip eden aralıklarla hesaplanır ve bu, bir güneş saati ile gösterilir. Vasatî güneş saati bu aralığı bütün yıl boyutunda ortalar ve günlük baza uygula­yarak kullanır. Güneş günü gece yarısında başlar. Vasatî güneş, göksel ekvator kuşağı çevresinde düzenli şekilde hareket eden bir noktadır ve bunun süresi, gerçek güneşin ekliptiğin etrafında aldığı süreye eşittir. Görünen ve vasatî güneş zamanı arasındaki 16 dakikaya kadar uzanabilen fark, zaman denklemi olarak bilinir. Ayrıca yıldızların ha­reketine göre hesaplanan sidereal zaman da vardır. Bu, Koç takım yıldızının ilk noktasının meridyen boyunca bir­birini takip eden geçişleriyle hesaplanır ve gök cisimlerinin ufka göre pozisyonuyla gösterilir. Vasatî sidereal zaman, bu aralığı yıl boyuna ortalar ve astronomlar tarafından kullanılır. Bunu müteakiben güneş yılı (veya tropik yıl), güneş ayı ve de güneş günü, sidereal yıl, sidereal ay ve si­dereal gün de vardır. Son olarak da takvim yılı (veya sivil yıl) vardır; süresi, ortalama güneş yılının süresi olacak bi­çimde oluşturulmuştur. (*) Son zamanlarda atomik saatler, İç Zaman konusunda bizleri daha kesin ölçülere kavuştur­muştur.

Yukarıda belirtilenler, doğal ve günlük bir oluşum olarak kabul ettiğimiz zamanın temelini gösterirler. Basit olarak anlatmak gerekirse, üstünde yaşadığımız hareketli kürenin, evrendeki diğer görünür referans noktalarına gö­re belirli bir andaki pozisyonu sebebiyle saat bizim için 09.00 veya 17.30'dur. Çok iyi düzenlenmiş olduğu aşikâr

O A Dictioııary of Plıysics, s. 383-4.

olan bu zaman biçimi binlerce yıl hâkim olmuş ve bizler onun kesinliğini, üzerinde yaşadığımız gezegendeki haya­tın bize teslim ettiği emniyetli bir faktör olarak kabul etmi­şiz. Asırlar boyu oluşan gözlemler göstermiştir ki, hayatı­mızda oluşan olaylar dizisini bir sıraya sahipmiş gibi kabul ederiz. Geriye baktığımızda şeylerin nasıl değiştiğinin ve gerçekten, nasıl olup da şu güne kadar hayatımızı oluştu­ran zaman koridorundan şu andaki insanlar olarak ortaya çıktığımızın farkına varırız. Aym şekilde gözlemleyebiliriz ki yaşlı Zaman Baba, içinde yaşadığımız dünyaya derin et­kiler yapmıştır; hem de geçmiş tarih sayfalan araşma o çok belirgin ayak izlerini bırakarak. Bu bizi doğal olarak zama­nın doğrusal olduğuna dair mantıklı bir sonuca götürür. Zaman bir nehir gibi akar ve bizler, geleceğin kudretli de­nizine taşıdığı birçok kırılmış dallar, kum, artık maddeleri ve diğer enkazlarla birlikte sürükleniriz. Zamanı sübjektif olarak görüşümüz böyledir ve bu görüş, evrenin bütün olarak tek yönlü değişim içinde olduğunu örgören bilimsel tezle onaylanmaktadır. Buna göre, geçmişten geleceğe doğru gidişi işaret eden sembolik bir "zaman oku" bunu gösterir.

ZAMANIN OKLARI

"Zaman oku" terimi ilk kez 1927’de, bir astrofizikçi ve genel rölâtivite uzmanı olan ve Einstein'ın Rölâtivite Teori­sini tanıtan ve kanıtlanmasına yardım eden İngiliz astro­nom Sir Arthur Eddington tarafından kullanılmıştır. Bu te­rim, yaydan fırlayan ok örneğinde olduğu gibi zamanm da geriye dönüşü olmayan biçimde ileriye doğru hareket etti­ği görüşünü içerir. Bir şeyin sadece gözlenmesi, bilim adamları için yeterli kamt değildir. Çünkiıfiziğin büyük kanunları, örneğin Einstein'ın Rölâtivite Teorisi ile Heisen-

berg ve Schrödinger'in atomu parça parça eden kuantum mekaniği; sübjektif tecrübelerin de gösterebildiği üzere as­lında bir ileri yön zaman okuna sahip değillerdir ve zaman geriye hareket ettirildiğinde de geçerlidirler. Eddington'un zamanından beri "ok" veya "zamanın okları" terimleri dü­zenli olarak bilimsel terimler arasında, kitap başlıklarında ve gazetelerde göründü.

NEYVTON'UN TEORİSİ

Yıllar boyunca bilim bizlere çelişkili gibi görünen mo­deller sundu. Örneğin İngiliz fizikçi Sir Isaac Newton (1642-1727) 1687'de yayınlanan anıtsal eseri Principia Mat- hematica'da (Matematik Prensipleri) bizleri kesin matema­tiksel formüllerle, maddî cisimlerin hareketini yöneten meşhur üç kanunla tanıştırdı (bkz. Sözlük, Newton Hare­ket Kanunları). Eğer bu kanunlar bazı bilim adamlarının inanmaya yüz tuttuğu gibi mutlak ve sabit iseler, o zaman bundan çıkacak sonuç evrendeki bütün olayların ya sabit ya da önceden sabitleştirildiğidir. Newton’un "saat gibi ça­lışan evren"inin ifna ettiği şeyler, 19. yy’da Fransız fizikçi Marquis Pierre de Laplace tarafından çok geçmeden farkı­na varıldı. Bu fizikçi şöyle diyordu:

Öyle bir zekâ düşünün ki, her an, tabiatı bütün güçleriyle kontrol etsin ve tabiatın oluşturduğu bütün mevcudiyetin du­rumlarını bilsin. Eğer bu zekâ bütün bu bilgileri analize tâbi kıl­maya yetecek derecede güçlü ise, o zaman tek bir formülle evren­deki bütün büyük cisimlerin ve en hafif atomların hareketlerini kucaklayabilir. Çiinki hiçbir şey belirsiz olmayacaktır. Gelecek ve geçmiş aynı şekilde gözleri önünde mevcut olacaktır. (*)

Laplace'm açıklamasından çıkarılacak sonuç şudur: Bütün seviyelerde, bütün evren içinde meydana gelmiş olan her şey, şimdi meydana gelen her şey ve gelecekte

(*) Paul Davies, The Cosmic Blueprint, s. 10.

oluşacak her şey; zamanın ilk anından beri belirlenmiştir. Böylece önümüzdeki yılları bir belirsizlik içinde görmemi­ze rağmen, gelecekteki olaylar sabit olduğundan bunları değiştirmeye kalkışmak boşuna zaman harcamak olacak­tır. Genellikle metafizikçilerin tercih ettiği alternatif yo­rum; her şey plânda belirlendiğinden dolayı, kararlarımı­zın ve davranışlarımızın sonuçlarının şu an bilindiği ve tüm plâna esaslı bir parça sunduğunu ifade eden öneriye karşıdır.

Newton mekaniğinin bu "determinizmi" yıllardır bi­lim adamları arasında öylesine tutuldu ki, hâlâ teorik fizi­ğin kanunlarına göre bilimsel testlerin temelini oluşturur. Başka bir deyişle, fiziksel gerçekler matematiksel denklem­ler şeklinde yansıyanlar olarak görüldüğünden, teorik fi­zikçi dış uzaydaki şartlar konusunda tam bir görüş elde edebilir; örneğin yalnızca doğru hesaplamaları yaparak. Böyle hesaplamalar gerçekten şimdiye kadarki uzay araş­tırmalarının temel taşı oldu ve kesinlik derecesi saliseler içinde hesaplandı.

Yıllarca Newton'un mutlak zaman kavramı hayatları­mızın öyle bir parçası oldu ki, yaz saati uygulaması ilk de­fa 1916'da kullanıma sunulduğunda bu, insanlık "Tann'mn zamanı"na müdahale ediyor yaygarasıyla karşılaştı. Çünki bu zaman, birçoklan tarafından değişmez ve kutsal olarak kabul ediliyordu. Newton'un gününden bugüne, eski Newtoncu kavramlar büyük genişleme ve değişikliklere konu oldu. B'.limsel araştırmadaki ana ilerlemeler ve onu takip eden buluşlar, temel maddî varlıkların artık parça­cıklar olarak kabul görmediği görüşlere yol açtı; son görüş­ler, enerji alanları kavramını savunmaktadırlar, parçacıklar bu alanların içinde düzen bozucu faktörler olarak vardır. Buna rağmen Newton’cu model birçokları tarafından sabit olarak görülür. Çünki "alanların" aktivitesi bu modelin ku-

rallanna uyuyor olarak kabul edilir. Gittikçe yükselen ku- antum ve rölâtivite devrimlerinden sonra sürekli genişle­yen mekân, zaman ve maddeye dair bilgiler pınarı, ayrıca Newton'un determinizm doktrinine de yer açmaktadır.

Ancak Newton Zamam, hareket kanunlarıyla ilgilenir ve "ileri" ve "geriye doğru" arasında bir ayrım yapmadığın­dan geriye gidebilir olarak da görülür -zamanın göstergesi her iki yöne doğru yönelebilir- ve paradoks da burada yat­maktadır. Bu varsayım üzerinde çalışarak, zamanı, bir film şeridini geriye sardığımız tarzda geriye çekerek, yıkılmış bir duvarı restore edebilir veya gençliğimizi kazanabiliriz. Mantıklı bir kişi için bu tabiî ki gülünçtür ve hemen akıl­dan çıkarılması gerekir, oysa bazıları bunun teorik değeri üzerinde düşünebilirler. Fizikçi Dr. John Gribbin tarafın­dan verilen mantıklı bir örnek, ayakta dimdik duran tenis oyuncusunun tenis topunu yere tekrar tekrar vurmasıdır. Bu aktivite filme alınıp, geriye doğru oynatılsaydı izleyici­ler bunu tuhaf bulup kabul etmeyeceklerdi çünki topun zıplama eylemi ileri geri gider veya "zaman simetrik"tir. Fakat aynı kişi şölen ateşi yakarken filme alınsa ve film ge­riye doğru gösterilse, birçok izleyici bunda hata olduğu­nun açıkça farkına varacaktı. Bunun sebebi şölen ateşi yak­ma eyleminin "geriye çevrilememesi"dir. Bu, zamanda bir asimetri olduğunu gösterir.

O hâlde şimdi şunu sorabiliriz, niçin fark vardır? Söy­lendiğine göre bu bir zaman sorunudur. En sonunda tenis oyuncusu, tenis topu yıpranmazdan çok önce yaşlılıktan dolayı vefat edecektir; oysa tenis turnuvalarında kullanılan yeni topların sayısı hesaba katıldığında yukarıdaki yargı­nın kesinliğini yadırgayabiliriz. Zannediyorum Dr. Grib- bin'in vurgulamak istediği şeyi anlıyoruz. Güneş etrafında yörüngede bulunan gezegenlerimiz örneği de aslında tersi­ne döndürülemez; yörüngelerindeki değişiklik dışsal rota-

lar tarafından etkilenebilirdi, Dünyanın dönüşü değişebi­lirdi ve Ay ana gezegeninden uzaklaşabilirdi. Ancak bu et­kilerin hepsi, bu tip fenomenler için yeterli derecede hassas bir âlet kullanan bir fizikçi tarafından saptanabilir ve böy- lece, zaman okunun yalnız bir yöne doğru var olduğu so­nucu çıkarılır. Çok küçük parçacıklar dünyasına geldiği­mizde ise bilmece başlar; burada zaman tersinebilir gibi görünmektedir ve zaman oku çok değişik bir yönü göste­rir. Zaman yönündeki bu ince farklılıkları açıklamak; daha çok örnek tarafından desteklenen hayli karışık bazı denk­lemlerin açıklanmasını gerektirdiğinden bu kitabın boyu­tunu aşar. Teknik düşünen araştırıcı kitabın kaynakçasın­dan yararlanabilir. Bu simetri sorununu göz önünde tutan birisi geçmişteki bir olayın "zaman simetrik" veya tersine­bilir olup olmamasının; hassas, psişik ve medyomsal yete­nekleri olan kişilerin bu olaya ayarlanıp, yorumlaması ol­gusunu kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını merak edebilir. Halbuki, simetrik olmayan veya tersinemeyen oluşumlar onları mağlûp edebilir çünki eğilim, bu görüntüye şuurlu biçimde itiraza yol açmasa bile şuuraltında itirazla sonuç- lanabilen tabiî gözleyici mantık uygulamaktır. Araştırma alanında çalışan parapsikologlar tarafından belirtilen ve belgelenmiş bazı örnekler vardır.

ENTROPİ

Prof. Paul Davies bu çok yönlü zaman okları sorusu­nun cevabının, termodinamiğin ikinci kanununda bulun­duğunu ileri sürer.-

Sıcak suya buz koyduğumuzda, su buzu eritir çünki sıcak sıvıdan soğuk buza doğru ısı akımı vardır. Bunun aksi, yani buzdan ısı akımı olup suyu daha sıcak yapan bir olay hiçbir za­man gözlenmemiştir. Entropi denilen miktarı tarif ederek bu gö-

rüşler kesinliğe ulaşmıştır ve çok kaba olarak ısı enerjisinin kuv­vetinin ölçüm aracı olarak düşünülebilir. ([1])

Termodinamik, ısı ve diğer enerji şekilleri arasındaki bağlantıyı araştırır ve yalnızca enerji değişimleriyle ilgile­nir; bu değişikliğin gerçekleştirildiği mekanizmalarla ilgi­lenmez ve üç ana kanuna dayanır. Davies'in değindiği bu "ikinci kanun", entropi diye bilinen şeyi içerir. Bu kelime Yunancadaki en (içeri) ve trope (dönüş) kelimelerinden oluşur. Basit şekilde, entropi düzenden düzensizliğe veya organize olmuşluktan dağılmaya geçişi tarif eder. Daha teknik düşünen okuyucular, kitabın arkasındaki sözlükte entropinin bilimsel tanımına göz atabilirler.

Fizik kanunları arasında yalnızca entropi zamanın yön okunu kapsar. Bu entropi ilkesini bu kadar erken aşa­mada takdim etmemin sebebi; bariz fonksiyonları bir tara­fa, özellikle daha ince frekanslar içinde zamanla ilişkili ola­rak, psikolojik ve metafizik seviyelerde titreşen "oktavlara" sahip gibi görünmesidir. Daha fazlasina ileride değinece­ğiz.

KAOS

Uzay-zaman arenasına giren bir sonraki oyuncu, bir­çok fizikçi tarafından Newtoncu fizik inancını yok etmiş büyük devrim olarak görülen Kaos Bilimidir. Bir bilim adamı onu şöyle tarif etmiştir: "Rölativite, Ncıvtoncu mutlak uzay ıfe zaman illüzyonlarını ortadan kaldırmıştır; kuanlum te­orisi, Neıvtoncu kontrol edilebilir bir ölçüm işlemi rüyasını or­tadan kaldırmıştır; ve kaos, Laplace'cı determinist önceden tah­min etme fantezisini ortadan kaldırmıştır. ([2])

Kaos bilimi konusunda yazmış olan James Gleick şöy-

le diyor:

Kaosun başladığı yerde klâsik bilim durur. Dünya, tabiatın kanunlarını araştıran fizikçilere sahip olduğundan beri atmos­ferdeki düzensizlik, dalgalı deniz, vahşî hayvanların nüfusların­daki iniş çıkışlar, kalp ve beyin titreşimleri konularında özel bir ilgisizlikten dolayı çok çekti. Tabiatın düzensiz bölümü, yani ke­sintili ve kararsız bölümü - bütün bunlar bilim için bulmacalar­dan veya daha da kötüsü anormalliklerden ibarettir. (*)

Bizim küçük, zamana göre düzenlenmiş dünya anî­den yeni bir görünüşe bürünüyor. Acaba "kaos ilkesinin" yeni tezahürü için psikolojik olarak hazır mıyız? Devam eden bölümlerde ümit ediyorum ki, kaos gerçeğini ve biz- lerin geniş zaman alanları olarak gördüğümüz şeylerin, as- hnda kozmik göz kapağının kırpılmasından başka bir şey olmadığını göstereceğim. Bütün yaradılış, düzen ve kaos arasında gidip gelir, titreşir. Belki de şanslıyız çünki son birkaç asırda zaman faktörü bakımmdan gezegenimiz dü­zenlilik devrini yaşamıştır. Dünyanın ekseninden her 10.000 yılda bir ayrıldığını söyleyeh Yunanlı filozoflar, bü­yük ihtimalle kaos-düzen çatışmasından haberdardılar. Bu çatışma temel maddeden görünmeyen dalga bantlarına ka­dar bütün varoluş aşamalarına hükmeder. Ancak, şu anda yalnızca, şuurun yüksek frekanslarının alıcısı olan zekâlar tarafından kavranabilir. "İnsan" kelimesini buraya ekleme­ye tereddüt ediyorum; çünki, bu gezegeni paylaştığımız hayat biçimlerinin birçoğunun ve Gaia'nm (Dünya'nın) kendisinin, bizlerin şimdiye kadar hayal edeceğimizden daha aşkın frekansları kavrayabildiklerine son derece ha­raretle inanmaktayım.

The Arrow of Time (Zamanın Oku) adlı kitaplarında, Daily Telegraph bilim editörü Dr. Roger Highfield ve kita­bın diğer yazan Dr. Peter Coveney (Gal Üniversitesinde Fi-

(’) a.g.e., s. 3.

ziksel Kimya Bölümünde öğretim üyesidir) kaos tarafın­dan gösterilen tahmin edilemezliğin, "zaman okunun" bir­leştirici faktör olduğunu haklı çıkaran bir şey olduğu ko­nusunda görüş belirtiyorlar. Bilim adamları tarafından de­ğer verilen kanunların pek çoğunun evrensel olmaktan zi­yade seçici olduğunun ispatlandığım öne sürüyorlar. Bu durum ise, zamanın bir merkezî bağ oluşturduğuna dair yeni bir anlayışa ihtiyaç göstermektedir. Daily Telegraph: Weekend gazetesinde (11 Ağustos 1990) Eric Bailey ile yap­tığı görüşmede Coveney şunları söylüyordu: "Tabiatı ta­mamen anlamaktan uzak olmakla birlikte, belki de zama­nın, önemsiz değil de merkezî bir yer işgal ettiği, tamamıy­la yeni bir çerçevenin eşiğindeyiz." Bu önerinin anlamı; ce­vaplara ulaşmanın, estetik ile ruhsallığm geleneksel bilim­sel düşünce ile birleşmesini gerektirdiğidir. Coveney bize, Newton'un evreninde Tanrı’nm sadece bir havaî fişek pat­lattığını ve sonra emekliye ayrıldığını, halbuki bu yeni bi­limsel fikirlerin, yaratıcılığı, yenilikçiliği ve özgür iradeyi vurguladığmı söylemektedir. Dolayısıyla mantık da bunun gibi kendi sınırlarına ulaşmıştır ve bizler, zamanın seyyal ve güçlü dünyasını anlamak için daha fazla sol beyin mu­hakemesine ihtiyaç duymaktayızdır.

RÖLATİVİTE

Parlak isminde bir bayan vardı Sürati ışıktan çok daha fazlaydı Bir gün yola koyuldu Rölâtif bir şekilde, Önceki gece dönmek üzere!

Bu eğlendirici küçük beşlik şüphesiz bilim adamların­da ve normal vatandaşta gülümsemeye sebep olur fakat

birçokları için akılla hesaplanabilen daha değişik bir za­man varlığının gerçeğini vurgular. Zaman, görünürdeki tüm karmaşıklıklarında, henüz yavaş yavaş anlamaya baş­ladığımız belirli doğa kanunlarına tâbi' olacağından, mistik olanından ayrılmalıdır ve gezegenimizin geleceğindeki kudretli bir enerji olması anlamında potansiyelinin pratik bir değerlendirilmesi yapılmalıdır.

Rölâtivite; göreli hareket, uzay ve zaman teorisi,' Al- bert Einstein'in beyninden doğmuştur. Bu Alman doğumlu matematikçi ve fizikçi 26 yaşında iken, 300 senelik eski mutlak zaman fikrini yıkmış, klâsik Newton fiziğinin bü­tün temellerini alt üst etmiştir ve bunları, içinde zamanın ve uzayın yeni bir mana aldığı yeni realitenin devrimcrbir değerlendirmesi ile değiştirmiştir. Einstein’in teorisi iki bö­lüm şeklinde ortaya çıkmıştır. İlki 1905 yılında yayınlan­mıştır ve Özel Rölâtivite Teorisi olarak bilinir; 1915'te ya­yınlanan kısım ise Genel Rölâtivite Teorisi olarak tanındı. Özel Rölâtivite, iki ilkeden gelişmiştir. Birincisi, doğa feno­menleri kanunlarının bütün gözlemciler için aynı olması ve İkincisi, ışığın hız derecesinin bütün gözlemciler için kendi hız derecelerine bağlı olmaksızın, sürekli olmasıdır. Einstein bu iki temel prensipten, kütle ve enerjinin birbi- riyle yer değiştirebildiği sonucunu çıkarmıştır ve bunu çok iyi bilinen E= mc2formülüyle açıklamıştır ("E" enerji, "m" kütle ve "c" ışığın hızıdır). Bu formül küçük bir kütlenin büyük bir enerji miktarına dönüşebileceğini gösterir; bunu "bütün madde donmuş enerjidir" deyimi çok iyi açıklar.

Bu fikir, diğer şeylerin yanı sıra nükleer silâhların ica­dına, termonükleer gücün gelişmesine de yol açtı. Ayrıca güneşte oluşan, ısısı ve ışığına sebep olan nükleer füzyon süreçlerini de açıklamaktadır. Özel Rölâtivitenin bir sonu­cu da (ki bu özel olarak eşzamanlılık kavramını etkiler) za­man genişlemesine yol açmasıdır. Bu fenomene göre, eğer

iki gözlemci birbirlerine göreli olarak sabit hızla hareket ediyorlarsa, her ikisine de bir diğerinin saati yavaşlamış gi­bi görünecektir.

Genel Rölativite Teorisinde, Einstein uzaydaki büyük cisimlerin mevcudiyetinin -veya daha ayrıntılı olarak kütle çekim alanlarının mevcudiyetinin- uzayın kendisini çarpıt­tığını ve böylece her iki nokta arasındaki uzaklığın doğru bir çizgiden ziyade eğri olduğunu göstermiştir. Ayrıca ışık da büyük cismin kütle çekim alanı sonucu eğilir. Astrofi­zikteki ve nükleer fizikteki son buluşlar ve ayrıca uzay araştırmalarından kazamlan bilgi, Einstein'm çalışmasının geçerlüiğini göstermiştir.

Einstein'm teorisi hareketin göreli olduğunu ve mut­lak hareketsizliğin anlamsız olduğunu önerir. Ya da daha basit olarak açıklamak gerekirse, hareket ve hareketsizlik kendiliğinden var olmaz; bu, bir cismi diğerine göre kıyas­lamaya bağlıdır. Tüm bu öneri; uzay zamanının eğriliğini, zaman genişlemesini ve ayrıca hem İç hem de Dış Zaman ile ilişkili, örneğin birinin diğerine dönüşebildiği kesişme noktalan gibi diğer fenomenleri hesaba kattığından her türlü özel zaman araştırması için bilhassa geçerlidir. Ayn- ca (ki bu benim önermem için çok önemlidir) kütlenin enerjiye dönüştüğü sürece katılan üçüncü faktör -yalnızca bir saniye bile olsa- Zamanda\

Einstein’m bütün denklemleri, genel anlamda, Newton mekaniğinde olduğu gibi aynı determinist yapıya ve tersinebilir zaman özelliklere sahiptir. Örneğin, ileri ha­reket eden zaman ile geriye doğru akan zaman arasında bir ayrım yoktur. Zaman yolculuğunu mümkün kılan işte bu görüştür ve Highfield ve Coveney'e göre, "zaman oku" teorisiyle bağlı bulunan bütün sebep sonuç kavramlarını zayıflatacağı gerekçesiyle bunu yasaklamak için buna mahsus bir iddianın ortaya çıkarılmasına ihtiyaç olmasının

sebebi de budur. Bunun neden gerekli olduğunu anlama konusunda zorlanıyorum. Tabiî ki bizim bilgili arkadaşla­rımız kaos ve kuantum teorisinin özgürleşmiş âlemini, dünyasal mantığın sınırlı boyutlarıyla uyum hâline getirir­lerse iş değişir. Bu ve diğer frekanslardaki ileri/geri giden zaman hareketleriyle bağlantılı anormallikler tabiî ki var­dır. Burada açıkladığımız şey; her frekansın dalga bandı­nın kendine ait kanununun bulunduğu ve bu kanunların komşu bantlarda uygulanmasının şart olmadığı yönündeki eski metafizik inançla büyük bir ihtimalle uyuşmaktadır. Yine de "Paralel Evrenler mi?" adlı bölümde, zamanın ileri hareket eden okuyla çatışır görünen ve mantığın sınırlarım aşan bu paradoksları inceleyeceğiz.

BİR BÜYÜK BİRLEŞİK TEORİ Mİ?

Son yıllarda; kütle çekimsel, elektromanyetik ve nük­leer alanların özelliklerini birleştiren Büyük Birleşik Teori­yi (BBT) formüle etmek için birçok girişim yapılmıştır. Bu­nun amacı da bütün özelliklerini öngörebilmek için tek bir denklemin kullanılmasıdır. Fakat şimdiye kadar bu yönde elle tutulur bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bu olgu üzerin­de görüşlerini dile getiren Prof. Stephen Hawking, gerçek­ten böyle bir birleşik teorinin bulunup bulunmadığım, bir serap peşinde olup olmadığımızı sorar. Belirttiğine göre üç olasılık vardır:

1)                Gerçekten tamam bir birleşik teori vardır. Eğer ye­terli derecede akıllıysak bunu bir gün bulacağız.

2)                Evreni daha kesin olarak tarif eden sonsuz teoriler silsilesi türünden nihaî bir evren teorisi yoktur.

3)                Evren teorisi yoktur. Olaylar belli bir noktadan son­ra kestirilemez; rastgele ve keyfî bir şekilde oluşur. (*)

t*) S.W. Hawking,/! Brief History of Time, s. 165-6.

Hawking muhtemel sınırlandırmaları, kuantum me­kaniğinin Heisenberg belirsizlik ilkesi açısından görür. Ay­rıca çok basit durumlar dışında, teorinin denklemlerini çö­zemeyeceğimizi düşünür.

Zaman ve uzay içinde bütün enerji alanlarının birleşti­ği evrensel noktanın olması gerektiği bana mantıklı görü­nüyor ve bu yirminci yüzyıl fiziği, kuantum teorisi ve röla­tivitenin ana kavramları aracılığıyla açıklanabilir. Potansi­yel enerji kaynaklarının bulunması (yoksa yeniden bulun­ması mı?) ve kullanılması son derece muhtemel olduğun­dan, bulmacamn önemli bir parçası hâlâ eksiktir. Muon nötrinosunun keşfi sebebiyle 1988 Nobel fizik ödülünü paylaşmış olan Dr. Leon M. Lederman ve Dr. David N. Schramm Front Quarks to the Cosmos (Kuarklardan Kozmo­sa) adlı kitaplarında, "tabiatın dört kuvvetini” birleştirmek için büyük enerji miktarlarının gerektiğini kabul etmeleri­ne rağmen, "her şey teorisi" ile aynı doğrultuda görüş be­lirtiyor gibi görünmektedirler (şekildeki gibi), i[3])

HEISENBERG'İN BELİRSİZLİK İLKESİ

Bu ilke indeterminizm ilkesi olarak da bilinir; geçmişe ve şu ana dayanarak geleceği kestirebilmenin imkânsız­lığını yansıtır. İlk defa 1926 veya 1927 civarında Werner Heisenberg (1901-1976) tarafından ileri sürüldü. Kuantum fiziğinin temel taşlarından biri olmuştur ve dünyanın, ne­den sebep-sonuç kanunlarıyla tamamıyla ilişkilendirileme- yen olaylardan müteşekkil olduğuna dair bir anlayış sağ­lar. Kuantum diliyle, bir kişinin hiçbir zaman parçacığın hem pozisyonundan hem de hızından tamamen emin ola­mayacağını çünki her ikisinin kesin bir değerlendirmesini elde etmenin mümkün olmadığını iddia eder. İngiliz fizik-

 


 

Tabiatın dört kuvvetini birleştirmek için çok büyük enerjiler gerekli­dir. Dört kuvvetin, bir kerede, Büyük Patlamadan sonra, evrenin yük­sek enerjileri karakteristiğinde birleştiği düşünülür. Gerçekten de za­yıf güç ile elektromanyetik gücü birleştiren teori, birkaç yüz GeV'bk enerjiler için doğrulanmıştır.

çi Sir Arthur Eddington tarafından bu ilke için şu hoş yo­rum yapılmıştır: "Bilinmeyen bir şey, bilmediğimiz bir şey ya­pıyor." Bu prensip, madde dünyasına mahsus değildir; kendini, şüpheler ve güvensizlikler olarak gösterdiği insan psikolojisi aracılığıyla eşit şekilde çalıştığı da gözlenmiştir.

Bu prensibi metafizik dünyasına kadar genişleterek şunu ekleyeceğim: Bir seferde keşfedebileceğimiz evrenin ne kadan, gezegenin (bizim durumumuzda, Gaia’nm) geç­mekte olduğu tekâmül safhasına ve bilhassa bu safhanın, o gezegenin hayat verdiği baskın türün düşünüş biçimleri üstündeki muhtemel etkisine bağlı olacaktır?

Tabiî ki fizikçi değilim fakat bir metafizikçi olarak bü-

tün bilimsel teorileri, buluşları ve denklemleri, sağ beyin yarım küresiyle göz önüne getirilebilir ve kategorize edile­bilir ve sol beyin yarı küresi tarafından mantıklı bir biçim­de sokaktaki adamın kolayca tanıyabileceği referans terim­leri hâline tercüme edilebilecek prensipler anlamında gö- rüyorum./Asırlar boyunca-filozoflar, düşünüHer ve zeki in­sanlar bu pratikle meşgul oldular ve sık sık daha karışık hipotezleri ve onların bağlı olduğu denklemleri aktarabil­mek için meseller, mit veya peri masalları kullandılar. Bu prosedür içindeki tek yanlış; "ilerlemenin" daha çok deney­sel yaklaşımı desteklemesi sebebiyle, mesajlarının ardında­ki gerçek öneminin çoğunlukla örtülü hâle gelmesidir. Ör­neğin kişi, modern teknolojinin demirci dükkânının artık olmadığı, bildiğimiz uygarlığın artık mevcut olmadığı ve insanlığın çok daha doğal bir yaşam moduna indirgendiği bir eksen değişimi sonrası dünyada, modern fizik nasıl ta­nınırdı diye merak etmeden duramaz. Nesiller, şüphesiz "sihirli ateş" (nükleer enerji), yolcuların 100 sene uzakta kalmış olmalarına rağmen yalnızca bir sene yaşlanarak ge­ri döndükleri o periler ülkesine yapılan yolculuklara (uzay yolculuğu), yiyecekleri mucizevî biçimde ısıtan gizemli ku­tular (mikrodalga fırınlar) ve karanlık aynalarda görünen sihirli resimler (televizyon) hakkındaki fantastik bilim kur­gu öyküleri duyacaklardı.

Rölativite ve kuantum mekaniği bizleri, daha önceki sağduyulu realite kavramlarımızı gözden geçirmeye mec­bur kılmıştır. Sanki, her günkü varoluşumuzun basit ina­nışlarının alt üst olmak üzere olduğu veya önemli miktar­da akıl ayarlaması ya da şöyle söylemeyi tercih edeceğim, o harika bilgisayarın, yani insan beyninin, bugüne dek kul­lanılmamış olan bir dizi yeni devreyi meydana çıkaracak biçimde tamamıyla yeniden programlanmasını gerektire-

cek, tümüyle yeni bir düzenle yer değiştireceği, yeni bir dönemin ucunda asılı duruyoruz. Mutlak anlar silsilesinin ve zaman içinde olayları düzenleyen objektif bir yolun ol­madığı gerçeği konusunda, kendimizi ayarlamaya mecbur kalacağız. Genel rölâtivitenin bazı yorumlarına göre; za­man, dairesel veya spiral olabilir; bu da teorik olarak, geç­mişe ve geleceğe yolculuk mümkündür anlamına gelir. Elemente! parçacıkların ezoterik (içrek) dünyasının, bilim­sel bilginin temellerini sürekli olarak parçaladığı şu ortam­da, zamanın geçici düzenliliği hakkındaki daha önceki ka­nılarımız gittikçe daha az makul olmaktadır. Zaman, aslın­da, şu anımızda ve geleceğimizde gittikçe artan bir şekilde, muammalı bir rol üstlenmiştir ve er veya geç, zamanın hepsinin aslında bir olduğunu kabul edeceğiz. Her şey Ebedî Şimdi'de mevcuttur ve işte bu noktayı anlamada fi­zik; metafizik ile birbiriyle buluşacaktır. Geçmiş, şimdi ve gelecek tekil bir bağlamda görülecek ve kendisi de bir enerji olan zamanın gerçek değeri en sonunda kabul edilecektir.

Uzay yolculuğu veya Dış Zaman açısından rölativite kavramı; bunun, pratik temel üzerinde nasıl işleyeceği ko­nusunda birçok örneklerin çıkmasına yol açmıştır. Böyle bir senaryo, Cambridge Üniversitesinde Uygulamalı Mate­matik ve Teorik Fizik Bölümünde öğretim görevlisi olan Dr. J.M. Stuart tarafından ileri sürülmüştür. 19 Nisan 1978’ de, Athene VVilliams takma adıyla (o sırada, bu isimle bir gazetede köşe yazarlığı yapıyordum), Dr. Stuart ve mes­lektaşı Dr. Lyall Watson'un yer aldığı, Radio 4'teki bir programa katılma ayrıcalığına sahip oldum.

Söylediklerinin meşhur televizyon serüven dizilerini basit gösterecek türden olduğunu belirterek konuşmaya başlayan Dr. Stuart, şöyle devam etmişti: Her ikisi de ast­ronot olan bir baba oğul düşünün. Uzayın içinde bir yerde,

çok güçlü bir kütle çekim alanı bulunan çok yoğun bir dünyayı incelemeye giderler. Baba, güçlü kütle çekim ala­nından uzak bir şekilde, yörüngedeki uzay aracının içinde kalmaya ve gezegenin yüzeyine gitmemeye karar verir. Oysa oğlu, araştırmalar yapmak için küçük uzay aracıyla aşağıya gider. İki hafta sonra oğul, ana uzay aracına döner. Ziyaret etmekte olduğu gezegendeki kütle çekimi alanının ana uzay aracındakinden çok güçlü olması sebebiyle fizik­sel süreçler çok hızlanmış olacağmdan, babasından çok da­ha hızlı bir şekilde yaşlanmıştır. Oğul, iki haftalık bir za­man uzak kaldığına inanmasına rağmen, baba oğlunun bundan daha uzun süre kaldığını tahmin eder. Oğul, baba­dan daha süratle yaşlanmış olacağından, her ikisi de, oğul gemiye döndüğünde babasından daha yaşlı olması gibi gülünç ve garip bir durumla karşılaşırlar!

Stuart'ın hipotezi 1960'ta Harvard Üniversitesindeki kulenin tepesine ve dibine yerleştirilen çok kesin atomik saatlar deneyine dayanır. Bu deneyde gözlenen; tepede bu­lunan saatin, diptekine göre çok az da olsa biraz geri kal­mış olmasıdır. Bu kavramı dış uzaya taşırsak, Dr. Stuart'ın teorisinin mümkün olabileceği sonucuna varırız. Birçok bi­lim adamı tarafından tasavvur edilen uzay yolculuğu; boş­luk içinde yaklaşık olarak saniyede 300.000 km olan, ev­rendeki nihaî hız sınırı olduğuna inanılan ve de en bilinen biçimde foton gücü diye söz edilen ışık hızında veya öte­sinde yolculuk eden bir aracı içermektedir. Tayf içindeki dar kısmında ışık, dalgalarının frekansına veya uzunluğu­na bağlı olarak renk değiştirir; nispeten düşük frekanslı kırmızıdan turuncuya, sarı, yeşil ve maviden yüksek fre­kanslı mora dek. İnsan, foton gücünde yolculuk eden ast­ronotların ne çeşit renk veya renklerle karşılaşacağını me­rak etmeden duramıyor.

KUANTUM TEORİSİ

Bu teori, soyut miktarlarda (kuanta) enerji ve açısal moment gibi yalnız belirli özelliklere sahip olabilmeleri fikrine dayanan fiziksel varlıkların hareketleriyle ilgilenir. Buradaki "ayrı”, farklı veya belirgin bölümlerden oluşan bağlamında kullanılmaktadır. Fizikte kuantum deyimi, ku- antun\ teorisine göre bir sistemin sahip olabileceği bazı fi­ziksel özelliklerin en küçük miktarını ifade eder. Kuantum mekaniği, kuantum teorisine dayanan bir bilim dalıdır. Newton mekaniğine sadık olmayan öğesel parçacık ve atomların hareketini yorumlamak için kullanılır.

Acaba kuantum dünyaları, zamanın incelenmesi ve anlaşılması için neden bu kadar önemlidir? Kuantum sis­temleri, uzay ve zamanı fethedip aşarlar çünki herhangi anlaşılabilir bir bağlantı olmaksızın parçacıklar birbirlerini mesafeler boyunca etkilerler -fizikçilerin "lokal olmayış" olarak bildikleri bir aksiyondur. Maddenin kuantum dal­gaları ayrıca "Belirsizlik İlkesi" de denilen ve nihayetinde parçacıklar kümeler oluşturuncaya kadar devam eden sonsuz sayıda olasılıklar içerir. En önemli ve ilgi çekici yön, maddenin atomlarının ve daha küçüklerinin boyutun­da olan parçacıkların, doğanm geri kalanına göre daha de­ğişik kurallarla işlemeleridir. İlk defa modern biçimleriyle 1920'lerde Erwin Schrödinger ve Werner Heisenberg tara­fından sunulan bu kurallar, toplu olarak "kuantum meka­niği” olarak bilinir.

Kuantum mekaniğinde her parçacık, her dalgada ol­duğu gibi dalga denklemi ile tarif edilebilen bir "dalga"ya yüklenmiştir. Bu, Schrödinger parçacık denklemi olarak bili­nir. Klâsik (büyük çaplı) durumlarda, dalga denklemleri­nin anlam ve değerini değerlendirmek kolaydır. Örneğin, göl boyunca hareket eden su dalgalarının hem yüksekliği

 

hem de bir fazı vardır. Schrödinger denklemlerinde ise çö­zümler değişiktir. Yükseklikler, uzunluklar ve fazlar ola­rak değinilmesine rağmen dalganın uygun yükseklik kare­si; parçacığın bir. yerde bulunmasına veya kuantum meka­nik sürecinde yer alması ihtimaline bağlıdır.

Örneğin, elektronlar gibi mikroskobik parçacıkların dalgalar gibi hareket etmesine benzer şekilde (normalde dalga gibi düşünülen) ışık da, belirli koşullar altında "kan yuvarı özellikler" diye bilinen durumu sergileyebilir. Işığın bu kuantum zerreleri, fotonlar olarak bilinir ve aslında, herhangi bir frekanstaki bütün, elektromanyetik radyasyo­nun ayrı fotonlardan oluştuğu düşünülmektedir.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikalı fizikçi Dr. Richard Feynman; elektronlar gibi elektriksel biçimde yük­lü mikroskobik parçacıkların, ışık ile etkileşimini tarif et­mek için kurulan kuantum elektrodinamik kavramını tak­dim etmiştir. Schrödinger ve Heisenberg'in daha önceki ça­lışmalarına dayanan Feynman'ın kuantum elektrodinami­ği; ışık dalga parçacıkları ile etkileşimde bulunan yüklen­miş maddenin dalga parçacıklarından oluşur. Bu görüşler ilk defa takdim edildiğinde (1920), garip karşılandı. Bugün bile hiç kimsenin kuantum mekaniğinin nasıl çalıştığını gerçekten anlayamadığını ifade edebiliriz, ancak çalışmak­tadır.

Mikroskobik tersinebilirlik ve tersirıemezlik konula­rında bütün bilim adamları aym görüşü paylaşmaz; örne­ğin, Ilya Prigogine her ikisini uzlaştırma problemine karşı çıkmıştır. Prigogine 1917'de Moskova'da doğmuş, 1947'den itibaren Brüksel’deki Free Üniversitesinde bulunmuştur ve şimdilerde Teksas Üniversitesinde (Austin) çalışmaktadır. 1977'de dengede-olmayan termodinamik konusundaki ça­lışmasıyla kimya dalında Nobel ödülünü almış; oysa gö­rüşlerinin ders kitaplarına girişi çok yavaş olmuştur. Dr. John Gribbin (5 Şubat 1988) Guardian'da Evrenin Ana Kay­nağı başlıklı yazısında Prigogine’in teorisine dayanarak zamanın okuna değinmiş ve saati neden geri alamayacağı­mızı açıklamaya çalışmıştır:

Kuantum fiziğinin, Evrenin termodinamiğiyle bağlantılı bulunan iki ana özelliği vardır.

İlki, kuantum fiziğinin denklemleri, klâsik fizikte olduğu gibi, zaman simetriktir. Öyle görünüyor ki bu bizleri, Neıvton- cu mekaniğinin tersinebil iri iği ile gerçek dünyanın yaşlanması olgusu arasındaki çatışma ile baş başa bırakıyor. Yeni fiziğin ikinci özelliği, bizi bu kancadan kurtarır.

Werner Heisenberg, denklemlerin, aynı anda bir parçacı­ğın pozisyonunun ve momentinin kesin bir şekilde ölçülmesine imkân vermediğini keşfetmiştir. Prensip olarak bir parçacığın tam olarak nerede olduğunu ve nereye gidiyor olduğunu bileme­yiz. Bu. iki özellikten herhangi birini kesin bir şekilde tespit ede­biliriz fakat pozisyonu ne kadar kesin ölçersek moment hakkında o kadar az bilgi elde edebiliriz ya da tam tersi olur.

Ilık bir kahveyle dolu fincan karşısında ne kadar oturursak oturalım, bu fincan hiçbir zaman anîden bir buz parçası doğur­maz ya da ısınmaz. Gazla dolu bir kutu karşısında ne kadar otu­rursak oturalım, hiçbir zaman gazın tamamının, düşük entropi durumunda yakalayacağımız biçimde kutunun bir bölümünde toplandığını görmeyiz. Zamanın oku, Evrenin mutlak özelliği­dir.

Hawking, zamanın en azmdan üç değişik okunun bu­lunduğundan söz eder.

1                - Termodinamik zaman oku: Entropinin arttığı za­man yönü.

2                - Psikolojik zaman oku: Bu bizim zamanın geçtiğini hissettiğimiz yöndür.

3                - Kozmolojik zaman oku: Evrenin daralmaktan ziya­de sürekli olarak arttığı zaman yönü. ([4])

Gelecek bölümde 3. şıkla ilgili daha fazla bilgi bula­caksınız.

Kuantum mekaniğindeki son buluşlar, tamamıyla ye­ni bir küçük parçacıklar dünyasını açmıştır; bunlardan ba- zısmın mekânda hiç yer işgal etmediği gözlenmiştir. Fakat Heisenberg'in çok zeki bir şekilde gözlediği gibi, "Duyular, dünyanın çalıştığı şekli göstermeye yeterli yol göstericiler değildir. Böyle olaylarda dil yararsızdır." 14 Şubat 1990'da- ki bir televizyon programı, özel olarak, zamana bağlı par­çacık fiziği konusuyla ilgilenmiştir. Yüksek hızda parçacık hızlandırıcı, belirli bir sürati aşan parçacığa ne olacağı so­rusuna belki de bazı cevaplar verebilir. Bazı teoriler zama­nın gerçekten tersindiği bir noktanın varlığı fikrini destek­lerler. Bir kişi ne kadar süratli giderse zamanın o kadar ya­vaş geçtiği olgusu, yüksek süratli nötron dönüşlü yıldızlar aracılığıyla zaman yolculuğu ve uzay-zamanla ilgili seyir­cinin üstünde düşüneceği daha birçok ilgi çekici konu da­hil, zamanın değişik açıları tartışılmıştır.

Bugün böyle fenomenleri şüphe ile karşılayabiliriz. Unutmamalıyız ki tarih, bir dönemde bilimkurgu olan şe­yin diğer dönemde bilim olduğu fikrini desteklemiştir. Şüphe yok ki gelecek nesiller böyle şeyleri zamanın yön­lendirmeleri olarak kabul edeceklerdir, tıpkı bizlerin ken­dimizi videolara ve mikroçiplere alıştırmamız gibi. Belki

de Einstein "Evren hakkmdaki en anlaşılmaz şey belki de anlaşılabilir oluşudur." dediği zaman haklıydı. Çok açık ki temel yapısı ve kuralları hakkında öğreneceğimiz daha pek çok şey var ve bunlar analiz edildiğinde, hiç şüphe yok ki çok şey açıklayacaklardır.

Daha spekülâtif araştırma alanlarına geçmeden önce, bu kitapta, daha tutucu bilim okullarının geçerli teori ve inançlarının araştırılması, önemli olacaktır. Bu teori ve inançlar, daha sonraki önermelerin tartılabileceği ve değer­lendirilebileceği arka plânı oluşturacaktır. Şüphesiz, şu an­da bilimsel kurumlar tarafından desteklenen birçok teori, zaman içinde gelişmemiz sonucu değişecektir; çürıki disip­linlerinde saygın hâle gelenlerin hepsi, zamanı, Newton veya Einstein gibi aynı çerçevede görmüyorlar. Korkusuz düşüncesi ve metafizik eğilimleri sonucu, yaşarken efsane hâline gelmekte olan antropolog/zoolog Dr. Lyall Watson, zamanı, üzerinden geçtiğimiz durağan bantlar şeklinde var olan biçimde anlar. Onun mükemmel Parçalanmış Ho­logram teorisi ("Zamanın Metafiziği" adlı bölüme bakınız) hem tutucu bilimin hem de metafiziğin önerme ve teorile­rini kapsar. Benim kişisel görüşüm, her hakikî bilimsel ol­gunun, hayatın daha gizli yönlerinde veya bu yönlerle bir­likte titreşmesi gerektiğidir. Örnek olarak, psikoloji ve şu anda yalnızca beynin sağ yarım küresi aracılığıyla algıla­nabilen ve fiziksel olarak algılanamayan dalga bantlarını verebilirim.

Oxford'lu fizikçi Danah Zohar Quantum Self (Kuan- tum Benlik) adlı kitabında, bu kavramı genişleterek şuu­run kuantum fiziksel bir sistem olduğunu ve yaşayan her şeyi diğerleriyle, doğayla, tarihle ve Tanrı'yla yakın ve sü­rekli bir etkileşim içinde tuttuğunu ifade etmiştir. Bu ko­nuda daha fazla bilgi "Zamanın Metafiziği" adlı bölümde verilecektir. The Nature of Things (Eşyanın Tabiatı) adlı ki-

tapta ise Lyall Watson bu kavramı daha da genişletmiş ve kapsamı içine eski animizm inancım da almıştır. Yeryüzü­nün yüzeyindeki son gelişmeler, ki bunlar birçok durumda insanoğlu tarafından hızlandırılmıştır, yukarıda biraz önce belirtilen her iki görüşü de destekler tarzdadır. Profesör Sir James Loveİock'un "Gaia Hipotezi" de Homo sapiens olarak bizim sâdece küçük bir parçası olduğumuz, çok karışık bir şekilde iç içe örülmüş bulunan tüm hayat gerçeğine son fırça darbesini vurur.

ZAMAN ve EVREN

Zamanın nihaî önemi geçici oluşudur; buna "mutlak oluş" denir.

G.J. VVHITROVV

Mavi veya bulutlarla kaplanmış veya yıldızla dolu gökyüzüne baktığımızda, evren diye adlandırılan şeyin küçük bir bölümünü algılayabiliriz. Fakat bu gördüğümü­zün tek evren olduğundan nasıl emin olacağız? Birçok bi­lim adamı ve metafizikçinin yaptığı gibi, belki başka evrenler de vardır diye varsaydığımızda ise şunu sorabili­riz: O zaman bizim manzaramız niçin yalnız bu bir taneyle sınırlanmıştır? Metafizikçinin vereceği cevap doğal olarak şu olacaktır: "Bunun cevabı kolay. Gördüğünüz şeyi görü­yorsunuz çünki bu belirli evrenle aynı frekansta titreşiyorsu­nuz. Eğer şu anda başka bir frekansta olsaydınız, bu evreni bü­yük bir ihtimalle algılayamayacaktınız." Bütün bunlar hak­kında bilim ne demektedir? Beyinlerimizin henüz algıla­maya programlanmadığı daha gizli evrenler var mı? Varsa bunlar ne çeşit zaman kullanıyorlar? "Gerçek dünya" diye bir şey duyuyoruz fakat bu "gerçek dünya" nedir? Fizik duyularımız ve sol beyin mantığı ile algılandığı için mi tek gerçek olan odur? Psikoloji dünyasmda bir kişinin "gerçe­ğinin" diğer bir kişi için geçerli olamayacağı tezi bilinir; ay­nı prensip kozmos için de geçerli midir?

Paul Davies, "Bayan Bilim" örtülerini yavaş yavaş aç-

tıkça, neler keşfedebileceğimiz konusunda açık fikirli ol­mamız gerektiği inancında olan bilim adamlarından biri. Diyor ki:

Silim adamları tabiatın kanunlarını ortaya çıkardıkların­dan te bunlara inandıklarından; evrenin kendi başına 'tıkır tkır işlediğine', yardım görmediğine ve insan iştirakinin belirsiz ol­duğuna inanırlar. Bunun netliği, ne kadar zayıf bir temele otur­tulduğunu keşfettiğimizde daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar.

Sir kişinin gerçekten tecrübe ettiği dünya, tamamen objek­tif olamaz çünki dünyayı onunla etkileşerek tecrübe ederiz...

Fiziksel bilimin amacı bu kişileştirilmiş ve yarı sübjektif dünyı görüşünden kurtulabilmek ve gözlemciden bağımsız olan bir gerçeklik modeli inşa etmektir. Bıı amacı elde etmek için kul­lanılan geleneksel prosedürler; tekrarlanabilir deneyleri makine ile ölşünı, matematik formiilasyonlar vs.dir. Bilim tarafından sunu'an bu objektif model ne kadar başarılıdır? Onu algılayan insanlardan bağımsız olarak var olan bir dünya gerçekten tarif edebilir mi? (*)

ANTROPİK İLKE

Birçok bilim dalı tarafmdan tasdik olunan, algıladığı­mız 'realite"; gözlem, denklem ve deney üzerine dayanan maddî evrenin bir resminden oluşur. Hawking şunları söy­lüyor: "Evreni olduğu şekilde görürüz. Çünki varız." ' (**) Bu, "antropik ilke" diye bilinen şeyin temelini oluşturur ve bunun tarif ettiği şey şudur: Tabiat, bir evren yapmak için sonsuz sayıdaki olasılıklardan birini seçebilirdi, biz yaratı- labilelim diye bunu seçti. Bu prensibin, kuantum teorisinin hangi yorumunun kabul edileceğine bağlı olarak, zayıf ve güçlü biçiminde iki versiyonu vardır. Coveney ve Highfi- eld aynca "nihaî antropik ilke"den bahsederler; bu ilkenin

(1)    P Davies, Other Worlds, s. 108.

(2)    ) SW. Hawking, A Brief History of Time,s. 124.

ek olarak savunduğu şey şudur: "Hayat evrende bir defa var oldu mu hiçbir zaman yok olmaz." ([5]) Geleneksel Ko­penhag Yorumu (sözlüğe bakınız) ile uyum hâlinde olan zayıf antropik ilke (1973'te Brandon Carter tarafından orta­ya atılmıştır), gerçekten var olanın sadece bizim dünyamız olduğunu belirtir: Buradayızdır çünki şartlar yerindedir veya tam tersi, şartlar yerindedir çünki biz buradayızdır. Güçlü antropik ilkeye göre, evren, hayatın varoluşuna mü­saade edecek biçimde olmalıdır; bu versiyon, sık olarak za­yıf versiyonunun uygunsuz sonuçlarından kurtulmak için kullanılır.

Ancak geleneksel olarak kabul edilen antropik ilke ko- nusunda/bilim adamları birbirleriyle anlaşamıyor gibiler. Örneğin son zamanlarda, Lederman ve Schramm, evrenin muazzam kapsamı ile atomun içindeki hayal edilemeyecek kadar küçük mikrodünya arasında bir bağlantıyı ortaya koydular. Fizik ile kozmoloji arasındaki dramatik birleş­me; bir alanda gelişmiş olan deneylerin ve teorik tahminle­rin nasıl diğer alandaki problemlere ipuçları ve çözümler sağladığım göstermektedir. Ayrıca bu birleşen alanların, yakm bir zamanda "her şey teorisi" üretebileceğini de gös­terir.

Lederman ve Schramm'dan aşağıdaki alıntıyı aktarı­yorum:

Şimdiye kadar nihaî amacımızdan, kendine özgü ve mate­matiksel biçimde tutarlı olacak olan tek bir 'her şey teorisi' ola­rak söz ettik. Bazı saygıdeğer bilim adamları biraz farklı bir yak­laşım içindeler. Tartıştıkları da evrenin; kendine göre matema­tiksel biçimde tutarlı teori yerine, "antropik ilke" ile yönetildiği­dir. Bu ilkenin ileri sürdüğü şey, fizik kanunlarının fizik kanun­ları olduğudur çünki evreni tasarlayabilen zeki varlıkları (yani bizleri) üreten yalnız ve yalnız o kanunlardır. Bu ilkeye göre,

geçerli olan evrenler, sadece, onları tasarlayan nihaî nitelikte ge­lişmiş varlıkları içerenlerdir.

Antropik ilkenin taraftarları, çok değişik fizik kanunlarına tâbi olan büyük sayıda evrenlerin var olabileceğini savunurlar fakat evrenimizde var olan kanunlar, zeki varlıkların varoluşu­nu mümkün kılan kanunlardır. Böyle bir ilke; kendine özgü, matematiksel biçimde tutarlı olan tek bir teori bulma konusun­daki üzüntüleri bertaraf etmenin bir yoludur. Bunun yerine, matematiksel biçimde tutarlı birsürü teorinin varlığını varsaya­biliriz fakat bunların çoğu, insan üretmez ve hiç de eğlenceli de­ğillerdir. Antropik ilke konusunda birsürü kitap yazılmasına rağmen [örneğin J. Barrow ve F. Tipler'in Oxford University Press tarafından 1986'da yayınlanan The Anthropic Principle (Antropik İlke) adlı kitabı], bunu gçrçekten yararlı görmemekte­yiz. Bizim görüşümüze göre bu, sorulara cevap bulmaya çalış­maktan kaçınmadır. ("Şeyler oldukları gibidirler çünki oldukları gibiydiler.") Bunun yerine bu ilkeyi, yeni bir anlayışa götüren bir şey olarak görmek gerekir. (*)

Bu görüş ayrıca Fred Hoyle tarafından da paylaşılır. Fred Hoyle antropik ilkeye, "çevremiz, ne kadar hariku­lade olduğu ortaya çıksa da evrenin amacına dair işaretle­rin hepsini ortadan kaldırmaya kalkışan modem bir giri­şim" diye değinmiştir. Ayrıca şunları eklemiştir: "Antropik ilkenin mantığı Bertrand Russell tarafından öne sürülen meşhur paradoks gibidir: 'Bir şehirde, şehir berberinin yaptığı şey, kendini traş etmeyen kişilerin sakalını traş et­mektir.' Bu ibare, her ne kadar antropik ilke gibi masum görünse de, gerçekte zıtlıklarla yüklüdür..." (**)

Uzay-zaman bakımından sınırsız olan bir evrende, ze­ki hayatın, evrenin uzay-zaman bakmamdan sınırlı bölgele­rinde gelişeceği fikrini ileri sürmek mantıklı gibi görünü­yor. Bu bölgelerdeki zeki varlıklar kendi bölgelerindeki hâ-

(1)    L.M. Lederman ve D.M. Schramm, From Quarks to Cosmos, s. 229.

(2)    ) F.Hoyle, The Intelligent Universe, s. 220.

kim koşulların, varoluşları için gerekli olduğunu düşün­meye eğilimli olacaklardır. Oysa diğer kozmik komşuları­nın da kendi evrimleri için gerekli olan şartlar konusunda aynı şeyi düşünecekleri gerçeğini ihmal edeceklerdir. Zayıf antropik ilke hem bencillik açısından, hem de kozmik evri­min mantık silsilesini hesaba katma açısmdan, birçok kişi­ye uygun düşer. Kozmologlar "zeki hayatın" gelişmesi için önemli unsurlarm ne olduğu konusunda kendi aralarında ihtilaf halimdedirler. Fakat görünen odur ki zekâ ile ilgili fi­kirlerini Homo sapiens modeline dayandırmaktadırlar. Eğer temel dünya dinlerinin, diğer hayat biçimleri konu­sunda kabul ettikleri tutum göz önünde bulundurulursa, bunun şaşırtıcı olmadığı görülür. Ayrıca birçok bilim ada­mı ateist olduğunu ileri sürmesine rağmen, şuuraltlannda- ki kendi kabile/eski ilâhlara tapma ve türler konusundaki görüşlerin; onların yargılarına kendüerinin kabul edecekle­rinden çok daha fazla etki ettiğini gösterir. Mevcut insansı şekilde bulunuşumuz bir rastlantı sonucu mudur, yoksa bizim özel türler şeklinde düzenlenişimiz (hem de zeki ha­yatın en ileri şeklini içine alaraktan) üstün bir güç tarafın­dan mı düzenlenmiştir?

Cari Sağan Cosmos (Kozmos) adlı kitabında şöyle ya­zar:

Eğer yeryüzü, bütün fiziksel özellikleriyle tıpatıp tekrar baştan yaratılsa; insan varlığına yakın da olsa benzeyen bir şe­yin tekrar ortaya çıkması imkân dışıdır. Evrim sürecinin güçlü rastlantısal bir karakteri vardır. Bir kozmik ışının farklı bir gene çarpması, değişik bir mutasyon üretmesi başlangıçta küçük etki­ler yapar fakat sonunda etkiler çok derin olur. Biyolojide rast­lantı çok önemli rol oynar aynen tarihte olduğu gibi. Kritik olaylar ne kadar geçmişte, oluşursa, şu ana o kadar fazla etki ederler X*)

(*) CSagan, Cosmos, s. 282.

Bilim adamları tarafından tutulan bu ve buna benzeyen görüşleri göz önünde bulundurduğumuzda, insansı şeklin; maddî evrendeki en ileri evrim modeli olduğu konusunda bir garantimizin olmadığını görürüz. Örneğin Paul Davies, kristallerin, kendilerini çoğaltma kapasitesine sahip olan ileri derecede organize yapılar, yıldızların da karmaşık ve özenle organize olmuş sistemler olduğu gerçeğini işaret et­mektedir. Fred Hoyle ise kozmik maddenin canlı bulutları­nı, kendi kendilerine motive olmuş ve kendi hareketlerini kontrol eden varlıklar olarak görmektedir, tıpkı amip gibi. Bütün bu şeyler "yaşayan" ve "zeki" varlıklar değiller mi­dir? Tüm bunlar ve James Lovelock’un, Yeryüzünün oto­nom, kendi kendini düzenleyen bir varlık olduğu görüşle­ri, hiç şüphesiz, insanın en üstün olduğu mitine yeni bir açı kazandırır.

Güçlü antropik ilkeye, birçok değişik bilim dalından değişik itirazlar gelmiştir; bunlardan biri, gözlenebilen ev­renin, bizim hatırımız için var olduğunu iddia eden gö­rüşün geçerliliğini sorgular. Ancak bu konudaki görüşler çok karışıktır ve daha fazla,ayrıntı isteyen okuyucular kay­nakçaya başvurabilirler. Genelde evrenle ve özelde kozmik ormandaki arsamızla ilgili ana kaygımız Zamandır; bu da bizi kaçınılmaz soru olan Büyük Patlamaya ve onun önce­den öngörülebilen yıkılışına, yani Büyük Çatırtıya götürür.

BÜYÜK PATLAMA

Büyük Patlama teorisinin fiziği ve kimyası, kozmolog- lar tarafından iyi bir şekilde araştırılmıştır. Burada bana düşen, bu hipotezin mantık dışı bölümleri hakkında yo­rumda bulunmaktır. Hawking, Büyük Patlamadan sonra ne olduğu konusunda bilgi sahibi olduğumuza işaret edi­yor ve bundan önce ne oluştuğu konusunda ise bir bilgi

sahibi olmanın mümkün olmadığım belirtiyor. Bunun so­nucu olarak da bildiğimiz zamamn, gürültülü arkadaşı­mızla başladığını kabul etmemiz gerektiğini vurguluyor. Birçok kişi, Büyük Patlama veya "teklik'1teorisini, kutsal bir müdahaleyi önerdiğinden, reddediyorlar. Birçok dinler, kutsal yaradılış efsanesi inancını bu varsayım üzerine da­yandırmışlardır. Bu fikri mantıksal sonucuna doğru yürü­türsek bizç önerdiği şey; genişleyen bir evrendir, zamanın başlangıcından itibaren sayılacağı ve en sonunda kendili­ğinden yok olacağı - yani Büyük Çat I ırtı!

Evrenin nihaî yok oluşu ile ilgili olarak 1854 yılında, Alman fizikçi Hermann Von Helmholtz'un yaptığı açıkla­yıcı tahminler, termodinamiğin ikinci kanununa dayanır. Bu fizikçiye göre doğal süreçlere eşlik eden entropideki amansız yükseliş, ancak evrendeki bütün hayat veren akti- vitenin'nihaî duruşuna götürür. Helmholtz, kendi sınırlı ve telâfi edilemez kaynaklarını merhametsizce yok eden ve böylece kendi entropisini tıkayarak yavaş yavaş ölen bir evreni hayal ediyordu.

Benim bütün bunlarla ilgili olarak kafamı karıştıran şey, dalgalarm kozmos içinde oynadıkları rolün bu kadar önemli görünmesine karşın, dalga prensibinin evrenin ha­yat çemberine neden tatbik edilmediğidir? Örneğin evre­nin, şimdilik hesaplanamayan veya kavranamayan periyo­dik kanuna göre yayılma ve büzülme ritmlerine karşılık verdiğini, her bir "soluk alma ve vermeyle" değişik fre­kansların oluştuğunu; hiçbir tecrübenin tekrarlanmadığını varsayalım. Bu durumda evren hiçbir zaman mutlak yayıl­ma ve büzülmeye yaklaşamayacak ve merkezî bir sabit içinde hareket edecektir. Hem zaten, daha önce belirttiğim gibi, bizlerin fiziksel evren olarak gördüğümüz şeyin ger­çekte tek olduğu konusunda ne tür bir kanıta sahibiz?

Bilindiği üzere astronomi, profesyonellerle birlikte

amatörlerin de katkıda bulunacağı ve buluş yapabilecekle­ri birkaç fizik bilim dalmdan biridir. Bu doğrultuda ben de fikrimi Amerikalı amatör astronom Jared Collard ile görüş­tüm. Jared Collard şu hipotezi ileri sürdü:

Tekillik - Olmama Teorisi

Sıkça kııramlaştırılmış olan Büyük Patlama teorisi; evre­nin veya uzay-zaman sürekliliğinin, geçmişte belirli bir zaman içinde başladığını ileri sürer. Bu, tekillik durumundan (yani maddenin sonsuz bir şekilde bölünemeyecek kadar küçük hacim­lere sıkıştırıldığı, uzay içindeki farazî bir nokta) ortaya çıkmıştır ve yeterli bir kütleye ulaştığında evren kendi üstüne çökecek ve tekrar tekillik hâline dönecektir. Görsel olarak bu şöyle ifade edi­lebilir:

 

Matematikte bundan sinüs eğrisi diye söz edilir. Halbuki bu eğri tam değildir çünki maddenin tamamı, bir kez daha tekil­liğe döndüğünde her şeyin tamamen duracağını ima eder! Başka bir deyişle evren, bir kerelik bir mucize midir, yoksa düz bir ta­şın düz bir göl üzerinde yaptığı gibi zaman içinde kayarak bir kez daha tekillikten başlayarak sıçrayacak mıdır?

 

Bu eğri, tam bir sinüs dalgasının yalnız yarısını mı temsil etmektedir?

 

Yoksa birbirine bağlı bir dizi sinüs dalgaları mıdır?

 

Zaman çizgisi üstünde kalan dalga kısmı pozitif maddedir, altındaki ise antimaddedir. Eğer bu sinüs dalgası kozmosun ke­sin bir temsilcisiyse paradoks şudur: Maddî veya antimaddî bir evrende olup olmadığımızı ya da gerçekten bu iki evrenin birbir­lerinden yalnız ince bir zaman zarıyla ayrılmış olarak var olup olmadıklarını bilemeyiz. Astrofizikçiler, çılgınlar gibi "kayıp maddeyi" bulmaya çalışıyorlar. Bu, yalnızca evrenin genişleme­sini yavaşlatarak en sonunda durdurmakla kalmayıp gidiş yö­nünü de geriye çevirecek ve bir kez daha tekilliğe geri getirecek olan yeterli kütle çekimini sağlamak için şart olan o muamma kütledir. Şimdiye kadar, evrenin bu geriye doğru tekilliğe çökü­şünü başlatabilmek için gerekli olan kütlenin %10'unu bulduk­larına inantyorlar. Geriye kalan eksik %90'lık bölüm, bilim adamlarının inanışlarına göre, "karanlık madde"dir; bilinme­yen, görülemeyen elementler veya kütle parçacıkları, belki de ge­nişlemeyi durdurmak ve geriye döndiirebilmek için yeterli mik­tarlarda uzay-zaman sürekliliğinin içine serpiştirilmiştir. Teo- risyeıılere göre bu "kayıp kiitle"siz evren, sonsuza kadar geniş­leyecektir.

İlk defa 1963'te ileri sürülmüş olan Lifshitz ve Khalattıikov teorisi, Büyük Patlamanın belki de hiç gerekli olmadığını öner­miştir. Bütün galaksiler direkt olarak birbirlerinden uzağa hare­ket etmediklerinden veya aynı hız açılarına sahip olmadıkların­dan, hepsi aynı başlangıç noktasına veya tekilliğe sahip olmama­lıydılar (eğer ilk galaksiler, Büyük Patlamadan sonra belirli bir noktada çarpışıp birbirlerini sektirmemişler ise; fakat bu olasılık pek gerçekçi değildir). Bu iki Rus bilim adamı aslen, evrende tabiî büzülme ve yayılma aşamalarının var olabileceğini ve bun­dan dolayı tekilliğin gerekmediğini varsaymışlardır. Ne yazık ki Lifshitz ve Khalattıikov kendi teorilerini 1970 yılında reddetmiş­ler ve tekilliğin büyük ihtimalle oluştuğunu savunan Fried- tnann modellerini kabul etmişlerdir. Halbuki onların orijinal varsayımı, eğer kozmik ölçeğe uygulansa belki de Paııli Dışlama

Prensibi ile desteklenebilir ve yalnızca, nükleer yakıtları tükenen bazı yıldızların neden içeri çökmelere maruz kaldığı ama diğer­lerinin kalmadığı alanıyla sınırlı kalmazdı.

1928'de Subrahmanyan Chandrasekhar adında bir Hindis­tanlı öğrenci, bir yıldızın ne kadar büyük olabileceğini ve buna rağmen nükleer yakıtı tükendikten sonra kendini, kendi çekim gücüne karşı nasıl destekleyebileceğini ortaya çıkarmıştır. "Bir yıldız küçüldüğünde madde parçacıkları birbirine çok yakınla­şırlar ve bu yüzden Pauli Dışlama Prensibine göre, çok değişik sürat açılarına sahip olmalıdırlar. Bu onları birbirlerinden uzak­laşmaya zorlar ve böylece yıldızın genişlemesi eğilimini doğu­rur. Bundan dolayı yıldız kendini sabit bir yarıçapta tutar ve bu; yıldızın hayatının başında çekim, ısı ile nasıl dengelendiyse, çekim ile dışlama prensibinden ortaya çıkan itme arasındaki denge sonucu gerçekleşir."(*) Güneşimizin de çok düzenli ara­lıklarla, hafif bir şekilde genişleyip büzüldiiğü gözlenmiştir. Bu da, hidrojenden helyuma kadar olan nükleer füzyon güçleri ile çekim arasındaki hassas dengedeki oynamalardan ileri gelmiştir; metafizik inanca göre sanki nefes alıp vermek gibi. Eğer bu böy- leyse, sinüs eğrisi aşağıdaki gibi olacaktır:

 

V) S.W'. Havvking, A Brief Hhtoıy of Time, s. 83.

Paııli Dışlama Prensibi, bütün kozmosa uygulanmalıdır. Daha yüksek oranlı çekilme hızlarına sahip olan en uzaktaki ga­laksiler gözlenmiş ve ölçülmüştür. Büzülme safhasında değişik hız oranına sahip olmaya devam edecekler ve dolayısıyla büzül­meye karşı gerekli karşıt gücü yaratacaklar ve tekilliğe dönüşü önleyeceklerdir. Hız açısı probleminden başka düşünülmesi ge­reken bir şey daha var. Büyük bir ihtimalle bütün galaksiler, ori­jinal başlangıç noktası her neresiyse oradan aynı uzaklıkta olma­dıklarından; hepsi birden tekilliğe aynı anda dönemezler. Dola­yısıyla, kütlelerin hepsi de hesaba katılana kadar kütlesi ne tcım ne de sonsuz olacağından evreni de tekilliğe dönmekten altko- yarlar.

Burada çıkarılacak sonuç; zamanın, Büyük Patlama üe başlamadığı çünki böyle bir şeyin olmadığıdır; ancak ev­ren, kalıcı bir zamansızlık durumunda bulunan, içindeki düşün­ce biçimlerinin kendilerini, algılanamayacak olandan, bilinen maddî dünyalara doğru sonsuz çeşitteki frekanslarda gösterdik­leri sonsuz bir Zekâdır. "Fiziksel" evren diye adlandırdığı­mız ortamda yaşayanlar, tabiî olarak çevrelerini somut bir şekilde göreceklerdir; bunun sebebi de ayru dalga bandın­da yaşıyor olmalarıdır! Okurlarımdan acaba kaçı beden dı­şı deneyim veya aşkın kişilik deneyimi yaşayıp da, kendi­lerini rahatsız edecek şekilde elektrik düğmesinin çalışma­yı istemediği veya kapı kollarının dönmeyi reddettiklerini yaşadı? Fakat uyanık hâle gelindiğinde -yani maddî boyu­tun frekansına gelindiğinde- bütün bu şeylerin mükemmel olarak fonksiyonlarını yerine getirdikleri görülmüştür.

Lifshitz/Khalatnikov teorisi (*) ve onun geri çekilme­si; muhtemelen nefes verişi Büyük Patlamaya sebep olmuş ve tersine, nefes alışları da muhtemelen Büyük Çatırtı'nın önceden haber verilişi anlamım taşıyan, canlı bir evren fik­rinde yeni bir şeyin olmadığım kabul etmiştir. Mısır'daki Mettemich anıtı, içinde Güneş Tanrısı Ra'nm düzenli se- (*) a.g£., s.48-9.

mavî yolculuklarını yaptığı "Milyon Yıllık Tekneye" deği­nir. Hindistanlı bilim filozofları ise evrenin yaşını yaklaşık olarak iki milyar yıl olarak hesaplamışlardır. Ancak "Brah­ma yılı" 321 trilyon yıl sürer; bu bütün kozmosun büzülme ve genişlemesini temsil eder. Hindu yılı hesaplama tarzı bir daireyi esas alır; her "kozmik nefes alış" bir başka tril­yon yıllık süreli dairenin başlangıcını haber verir. İlk Hintli filozofların bu bilgileri elde ettikleri insanların, sonsuzlu­ğun tabiatından ve uzay-zaman eğimi konusundan haber­dar oldukları açık bir şekilde ortadadır. (Bu konuda ayrıca "Zamanın Periyodik Devirleri" bölümünde Vedik Yugalara bkz.)

KOZMİK BİR BEYİN Mİ?

Dört bilim adamından oluşan bir ekip, Avustralya ve Amerika'da güçlü optik teleskoplar kulanarak, evrenin altı milyar ışık yılı ötedeki "incecik bir dilimi"ndeki 200 galak­sinin ilk araştırmasını kısa bir süre önce tamamlamışlardır. Yedi yıl süren projeleri sırasında, galaksilerin topaklar hâlinde düzgün bir şekilde dağılmış ve her birinin birbiri­ne uzaklığının aşağı yukarı 400 milyon ışık yılı olduğunu keşfetmişlerdir. Bu ise onları, evrenin; düzenli, tekrar eden galaktik hücrelerden oluşan ve her bir hücresinin çapı 300­400 milyon ışık yılı genişliğinde olan devasa bir "bal pete­ği" olabileceği inancına götürmüştür. Durham Üniversite­sinde astronomi profesörü olan Richard Ellis'in ve Londra' daki Queen Mary ve Westfield Kolejinde öğretim üyesi olan Dr. Torn Broadhurst'ün de içinde bulunduğu bu ekip, durumu daha iyi kavrayabilmek için daha fazla araştırma yapmayı düşünüyorlar. Richard Ellis'in (23 Mart 1990’da) Observer gazetesi muhabiri ile yaptığı röportajda; bu araş­tırmanın sonuçlarının, bir uzaklık ölçütü olarak kırmızıya

kaymanın (Sözlüğe bkz.) güvenirliliğini nasıl etkilediği so­rusu ortaya çıkmıştır. Ellis şunları söylüyordu:

Arlık kıtazarlardan elde edilen çok iyi kanıtlar var. Kıtazar- lar kırmızıya kayması düşük olan cisimlerin arkasında görül­müşlerdi ve uzaktaki bir cisimden gelen ışık, ön plândaki bir cis­min gaz bulutlarının içinden geçtiğinde; cisim A'nın cisim B'rıin arkasında olduğunu açıkça gösterir bir şekilde tayfta be­lirli bir özellik meydana çıkar. Her test yapılışta-kırnıızıya kay­ma ne kadar yüksekse, cismin de o kadar uzak olduğu görülür. Ama bu, evrenin egzotik bölümlerinde, kırmızıya kaymaya ara sıra katkılar vardır anlamına gelmez. Fakat galaksiler gibi dü­zenli cisimler için bu bağlantı, zannediyorum, artık daha sağ­lamdır.

Galaktik yapının topaklar şeklinde oluşunu açıklamak için yapılan teorik girişimlerden ortaya çıkan acayip şey­lerden biri "karanlık madde" kavramıdır ("Paralel Evrenler mi?" adlı bölüme bakınız). Yalnızca görünebilen galaksiler üstündeki kütle çekimi etkileri yoluyla bilinebilen karanlık maddenin, evren kütlesinin %90’ını oluşturduğu ve koz­mik düzenin gerisindeki saklı güç olduğu düşünülmekte­dir.

Yukarıdakileri okuyan herhangi bir kişi, evrensel "pe­tekler" ile, herhangi bir benzeri âletin programlanmasına benzer biçimde programlanmış bir karmaşık bilgisayardan başka bir şey olmayan insan beyninin hücre yapısı arasın­daki benzerliği görecektir. Öyleyse, evren, düzen ve kaos unsurlarını içeren büyük bir beyin midir acaba? Ki düzen ve kaos birbirleriyle eşanlamlı olmadıklarından, hem bilgi hem de anlama konusunda sonsuz kapasiteye sahip her­hangi bir zekâ için temel önkoşullar gibi gözükmektedir. Bu da bizleri en başa, yani dinin şu dikenli konusuna geti­rir.

İnsan ölçüleri içinde algılanan tek ilâh fikrini (yani

"insanın suretinde ve insana benzer”); kabilesel, dar görüş­lü ve evrensel veya her türlü mantıksal standart ile sınır­lanmış olarak görüyorum. Fakat bu büyük kozmik maki­nede gerçekten tek bir hayalet mi vardır? Hiç sanmam. Eğer böyle şeyleri bir kategoriye koymak istersek, şunu önerebilirim: Mısırlılar bütün yaradılışın arkasında bulu­nan Zekâyı, birçok çehreye sahip olarak algıladıklarında büyük ihtimalle haklıydılar. Bizler kim oluyoruz da, koz­mosun ardındaki Zihin, kozmostaki sonsuzluk içinden, bi­zim insan görünüşümüzü tercih edecek? Çok şükür ki bü­tün bu modası geçmiş kabile görüşlerinin ortadan kalkaca­ğı ve bu gezegeni paylaştığımız diğer hayat biçimleriyle aramızdaki eşitliği yüzümüze yıkıcı ve trajik durumlarla vuracağı bir devre giriyoruz. Bu konuda daha fazla bilgiyi, diğer periyodik devirleri ele aldığımızda bulabilirsiniz.

Bu, bızleri tekrar zaman konusuna geri getiriyor. Baş­ka evrenler bulunduğunu farz ettiğimizde, en azmi söyle­mek gerekirse, bu evrenlerin vatandaşlarının bizimle aynı zaman kavramını paylaşmaları olasılığı azdır. Paralel ol­sun veya olmasınlar, bu evrenlerin, değişik frekanslarda olsalar bile birbirlerinin içinde var olduğu; X ışınlarını, ga­ma ışınlarını, radyo dalgalarını veya elektrik akımını nasıl göremiyorsak onları da göremediğimiz fikri çok defa öne sürülmüştür. İddia edebiliriz ki, bu yukarıda belirttiğimiz enerjiler vardır çünki onların varlığını meydana çıkardık ve hem onları ölçebiliyor, hem de kendi amaçlarımız yö­nünde kullanabiliyoruz. Bu iddiaya benim cevabım şu ola­caktır: birkaç yüzyıl önce böyle bir fenomen "okült", "sihir", "büyü" olarak nitelendiriliyordu; bunun böyle olmadığını gözlüyor olmamızın tek sebebi şu anda teknolojiye sahip olmamızdır. Aynı şey paralel evrenler için de geçerlidir ve şu anda en ileri araçlar tarafından bile kavranamayan ben­zeri radyo dalgalarının, belki bir gün şu anda bildiğimiz

bilimsel kanunlardan daha farklılarına uyduklarını keşfe­debiliriz. Bu grubun içine bizim esrarengiz arkadaşımız Zaman da girer; öyle inanıyorum ki bu, yani zaman, hem kavranabilen hem de kavranamayan bütün enerji alanları arasındaki birleştirici zincirdir.

DÜZEN KAOSA KARŞI

Fiziğin kabul edilmiş kanunlarına göre, bizim kavra­dığımız kozmos, yerleşmiş kurallar serisine uyar. Başka bir deyişle, "organize olmuş" biçimde nitelenebilir; bunun se­bebi, düzenliden kaosa doğru veya Büyük Patlamadan Bü­yük Çatırtıya doğru, eğri benzeri bir yoldan geçerek hare­ket eder görünmesidir. Halbuki bütün evrenlerin bu dü­zenlilik şekline uyduğu söylenemez. Bazılarında düzensiz­lik sürekli olarak hüküm sürer. Bazılarında ise düzensiz bir başlangıçtan sonra düzene doğru bir gelişme olur. Paul Davies'in kabul ettiğine göre böyle dünyalardaki zaman, "kendi dünyamıza göre geriye doğru" gidecektir. Eğer üst­lerinde gözlemciler ikamet etmekte iseler, (Davies'e göre) bu gözlemcilerin beyinleri de geriye doğru gidiş operasyo­nuna tâbi olacak ve evreni algılayışları bizimkinden biraz değişik olacaktır. Ve evrenin süregelen devirlerini (kozmik bir frekans soluk alırken, diğeri aynı anda soluk vermekte­dir) resimleyen Collard grafikleri (sayfa 50-53) bunu ima eder.

Davies'in önerdiğine göre bizim varoluşumuz, çevre­mizdeki dünya içindeki zamandaki asimetri ve ilk kozmik düzen arasındaki bağlantı; süperuzay kavramı içinde dü­şünülmelidir. Ve şunları ekliyor:

Siiperuzaym kuantum gelişmesi denklemleri incelendiğin­de, bu denklemlerin geriye doğru gidebilir oldukları gözlenir - geçmiş ile geleceği birbirlerinden ayırmazlar. Süperuzayda geç-

miş ve gelecek ayrımı yoktur. Bazı dünyalarda güçlü bir geçmiş- gelecek özelliği vardır ve bunlar hayatı hassas bir şekilde destek­lemektedir. Bazılarında ise gelecek-geçmiş, geriye doğru gidiş vardır ve büyük ihtimalle bunlar da meskûndurlar. Çok büyük bir çoğunluğu ise böyle belirgin geçmiş ve gelecek ayrımına sa­hip değillerdir; bu yüzden hayat için uygun olmayıp, farkına bi­le varılmazlar. Everett teorisinde bütün bu diğer dünyalar (geri­ye doğru giden zamana sahip olanlar da dahil), gerçekten bizim­le birlikte var olurlar. Daha geleneksel teoriye göre bunlar, bü­yük bir şans eseri var olamamış olan olası dünyalardır; buna rağmen uzak gelecekte veya evrenin diğer kısmında var olabilir­ler. Belki de bizim minik, aşırı derecede düzenli dünyamız, bas­kın şekilde kaotik olan kozmosta sadece noktasal bir ılımlılık ka­barcığıdır. Yalnız bizim tarafımızdan görülmesinin sebebi de, varoluşumuzun buradaki yumuşak huylu şartlara bağlı bulun- masındandır. (*)

Zaman kavramımıza göre, bazılarının gelecekte bu­lunduğu değişik zaman "bölgelerinde" var olan değişik dünyalar var mıdır ve bunu hesaplamak zor mudur? Ha­yır, değildir. "Zaman dışında" rüya gördüğümüz konusun­daki inancı, birçok psikolog ile birlikte paylaşırım. Bu pa­ralel dünyalarda, "özümüzün" bölümleri belki de, onlara göre son derece fiziksel ve gerçek olan koşullan tecrübe et­mektedirler. Dış Zamanda, bütün zamanın bir olduğu bir nokta yar olduğundan, bizi, dünyevî gerçeklik olarak kav­radığımız şeye getiren şey yalnızca İç Zamanın "düzenlili- ği"dir. Aynı şekilde bizim zaman çerçevemize göre, henüz yaratılmamış olan gelecekteki dünyalardaki zeki varlıklar bizlerden (teknolojik ve zihinsel başarı açısından) pekâlâ üstündürler. Bunun sonucu olarak da "geriye doğru" bizim dünyalarımıza ilgili ve büyüleyici bir şekilde bakmaktadır­lar. Gelecekten telepati mi? Neden olmasın? Geçmiş asırlar

(') P.Davies, Other Worlds, s. 198-9.

boyunca görüşlerimizi, bilimi ve teknolojiyi devrime uğ­ratmış olan fikirler nereden geliyor acaba? Rüyaların ince­lenmesi, bilim adamlarının ne kadarının buluşlarını rüya­larında "gördüğünü" veya geçmiş veya geleceğimizde bu­lunan ve zeki hayatın bu gelişmeleri zaten etkiledikleri pa­ralel bir evreni ziyaret ettiklerini, bunları gözlemlediklerini ve uyandıklarında, bekleyen dünyaya yeni bir bilgi hedi­yesi sunduklarım bizlere gösterecektir. İleride bundan da­ha fazla bahsedeceğiz.

BİR "PARÇALI BULMACA" TEORİSİ Mİ?

Dünya gibi bir gezegenin veya içinde yer aldığı güneş sisteminin evrimsel dairesi, büyük bir parçalı bulmaca şek­linde görülebilir. Bu bulmacanın, bütün zamanın bir oldu­ğu süperuzay içindeki bir noktada yaratılmış olan orijinal görüntüsü; daha yoğun veya daha düşük bir frekansla et­kileşme sonucu parçalanmıştır. Bundan dolayı, Hawking ve arkadaşları Büyük Patlama ile ilgili olduğunu ileri sür­dükleri "zamanın" başlangıcında, bütün parçalar, kaotik bir yığın hâlinde toplanmıştır. Bundan sonra, Zamanın ha­reket eden Eli, görüntü tamam oluncaya kadar, yavaş ve dikkatlice bunları toplar ve düzen, tekrar hüküm sürmeye başlar; ta ki düzeni teşkil eden, yapılandırılan malzemele­rin, zamanın baskısı yoluyla "zaman yorgunluğunu" (yok­sa entropiyi mi?) tecrübe etmeye başlamalarına kadar. Baş­ka bir deyimle, bu malzemeler yıpranırlar ve spiral hâlinde aşağı doğru kaos başlar. Ama görüntünün tamamlandığı ara esnasında, bu resim, düzen periyodu esnasında var o­lan birçok hayat biçimlerinin zihinlerine kopyalanacak ya da programlanacaktır. Zihin, şuur veya "öz" kendisi bir ku- antum faktörü olduğundan ("Zamanın Metafiziği" adlı bö­lüme bakınız); yeni dünyalar içinde doğmuş olup eski

dünyalardan gelen bütün zeki varlıklar, geçmişlerinin ko­lektif şuuraltı rüyaları aracılığıyla bilgilerini yavaş yavaş ortaya çıkaracaklardır. Amaç da gelecek devrin doğumu­na, büyümesine ve gelişmesine katkıda bulunmak olacak­tır. Parçalar tekrar toplanacak fakat bu defa resim biraz de­ğişik olacaktır. Sebebi de, bunu daha önce görenlerin ger­çeği tecrübe ediş biçimlerine göre, görüntünün renklenmiş olmasıdır. Hepimiz biliyoruz ki eğer on kişi bir resme ba­karsa her biri onu değişik görür ve mesajını değişik bir bi­çimde yorumlar.

SÜPERUZAY

"Süperuzay" terimi, içlerinde üçten fazla boyut bulu­nan durumları tasavvur eden hayalî matematiksel yapıları tanımlamak için kullanılmıştır. Bu kavram, rölativite ile kuantum fiziği arasında bağlayıcı bir nokta bulma girişi­minde bulunan fizikçiler tarafından yaratılmıştır. Süper- uzay, aynen sıradan uzay gibi noktalar içerir ancak aradaki fark, süperuzaydaki her noktanın bütün evren içindeki her objenin bulunduğu yeri işaretlemesidir. Başka bir deyimle, süperuzaydaki her nokta, bütün ve farklı bir evrenin kü­çük ölçekli modelidir.

Hikâye ve masalların yeraltı dünyası gibi, kuantum fi­ziğinin dünyası da kaos dünyasıdır. Sürekli atomaltı trans- mutasyonları, bütün sürece şans-benzeri bir özellik veren rastlantısal değişiklikler doğurur. Bu acayip, karanlık ve kestirilemeyen bölgede disiplinsiz madde parçacıkları kao- ük işlerini, belki de, kozmik dünyadaki rollerinin önemli tabiatından habersiz olarak yerine getirirler.

Bu senaryonun oynandığı yerin arkasında elbette, sü- peruzay bulunur. Aynı şekilde uzay-zamanın kendisinin dinamik vasıflara sahip olduğu bilinir ve bu vasıflar onun

eğilmesine, dönmesine veya Kaos Bilimi tarafından ona at­fedilen belirsizlik ile hareket etmesine sebep olur. Uzay ve zaman içindeki değişiklikler, bundan dolayı, dünyanın üzerinde veya etrafında ya da evrenin içinde meydana ge­lebilir. Başka bir deyişle, bilimin bir zamanlar inandırdığı gibi önceden kestirebilme faktörü zannedildiği kadar sert ve süratli değildir.

Televizyonda birkaç yıl önce gösterilmiş olan bir bi­limsel programı hatırladım. İzleyicilere ilk önce bölünme sürecinin ilk safhalarında bulunan, kaotik durumdaki ha­yat hücrelerinin yakın bir görüntüsü gösterildi. Bundan sonra kamera geriye çekilerek, daha uzak, daha kapsamlı bir bütün görüntü gösterildi. Bunun sonucunda, ilk bakışta gelişigüzel ve karışık olan şey, büyük bir güzelliğin simet­risine dönüştü.

Bu küçük ve belki de önemsiz gerçekten; kuantum dünyalarının düzensizlik ve kestirilememe durumunun en sonunda eski Newtoncu kanunlara sıkı bir şekilde uyduğu görünen o çok daha katı durumların düzenine yol açtığı sonucu çıkarılabilir mi? Yıllarca bilimin temelini oluşturan güvenli katılık sadece evrim dalgalarındaki bir faz mıdır ve farz olunan bu katılığın güvenliği en sonunda entropiye yol açıp, başka bir şekil veya enerji boyutu yönündeki nihaî bir değişim hazırlığı içinde, kendi yapılarını çözüp dağıtacak mıdır? Kaos Bilimine göre kaos, eninde sonunda kendi kendini organize eder; öyleyse neden sürekli bir dai­re şeklinde bunun tersi olmasın? Bütün bu değişikliklerde belirleyici faktör nedir? Zaman. Enerji olarak bakıldığında, zaman belki de lineerden ziyade spiral şeklinde ve spirali boyunca bizim kendi aşamalarımız ve bütün diğer evrenle­rin aşamalarının ilerlediği sonsuz uzunlukta bir dalga gibi görülebilir mi?

Süperuzay konusunda görüş belirten Paul Davies dik-

katimizi, evrenin ana güçlerinden biri olan çekim gücünün "dalga" prensibine bağlı olarak çalıştığı; bu çekim dalgala­rının, bir titreşim kaynağından yayılan, zamanın dalgalan­maları olarak gözlendiği olasılığına çekiyor. (*) Gerçekten de Guardian gazetesindeki (12 Ekim 1990) bir rapora göre, bir Alman-İngiliz ekibi, kütle çekimsel dalgalan ilk bulan­lar olmak için rekabet ediyorlar. Artık elektromanyetik tayfın çoğa astronomiye açık olduğundan, görünüşe göre, kütle çekimsel radyasyondan istifade konusunda bir yarış­ma var. Glasgow Üniversitesinden Prof. Jim Hough ve Münih yakınındaki Garching kasabasında bulunan Max Planck Kuantum Optik Enstitüsünden Dr. Karsten Danz- mann, dünyanın ilk kütle çekimsel dalga gözlem evinin yapılmasını amaçlayan girişimin iki ortağıdır. Einstein'm rölâtivite teorisinin, dalgalarm kütleler hızlandığında orta­ya çıkacağını tahmin etmesine karşın, bunlar görünürde öyle zayıftırlar ki yalnızca kozmik anlamda sarsıntı yara­tan olaylardan saptanabilirler. Daha önce dalgalarla ilgili olarak vurguladıklarımın ışığında bu, ilgi çekicidir. Dalga­nın evrensel bir sabit olma ihtimali, ciddî bir araştırma ko­nusudur.

Bilinen rölâtivite ve kuantum fiziği ikilemi, düzen/ka- os bağlamından bakıldığında, uzak zamanlarda bilimsel buluş yolunu izleyenler, metafizik meselelere geldiğinde çok daha açık görüşlü olma eğilimi göstermelerine karşın evrenin eski öğrencileri için bir problem arz etmiyordu. Hem zaten, Newton'un kendisi ateşli bir astroloji tarafta­rıydı ve bunu şüpheyle karşılayan Halley'e, yani kuyruklu yıldızıyla ünlü olan bilim adamına bu konudaki yorumu şöyledir: " Bayım, bu konuyu ben araştırdım, oysa siz araş­tırmadınız!" Bu ibare, Newton bunu 1680'de ilk defa söyle­diğinden beri konuyu savunmak için hep ileri sürülmüş­tür.

(*) a. g. e., s. 93.

OUROBOROS TEORİSİ

Evrenin evrimiyle ilgilenen başka görüşler de vardır; bunlar metafiziğe komşudurlar ve dolayısıyla tutucu bilim tarafından kabul görmemişlerdir; örneğin ouroboros teori­si ve bunun çok yakından bağlı olduğu spiral kavramı. Bunlardan ilki evrensel evrim siklusunu; doğumu hemen takip eden kaosu temsil eden "yılanın başı" pozisyonundan başlar şeklinde, yani alt istikrar eğrisi boyunca ilerleyen ve tekrar kaotik şekle dönen biçimde algılar. Bu noktaya ula­şınca, ilk daireyi olduğu gibi tekrar etmek yerine, yeni, bir daireye (yoksa spirale mi?) başlamazdan önce frekansını, az da olsa değiştirir. Bu yolla hiçbir tecrübe lüçbir zaman tekrarlanmaz veya aynı şekilde tekrar oynanmaz. Bu ve paralel evren teorisi arasındaki tek farkın, çizgisel olmayan zaman faktörleri veya İç ve Dış Zaman olduğu görünüyor.

Burada psikoloji dünyasından gelen ilgi çekici bir ne­tice var. İspanyol psikolog ve filozof J.E. Cirlot, ouroboros konusunda şunlan söylüyor:

Bu sembol aslen Gnostikler arasında görülür ve kendi kuy­ruğunu ısıran ejderha veya yılan şeklinde çizilmiştir. En geniş anlamda, zamanı ve hayatın devamım sembolize eder. Bazen 'Hen to pan’ başlığını taşır; yani, M.Ö. 2. asırda Codex Marcia- nus'ta olduğu gibi 'Bir, Hepsi'. Ayrıca yılan tarafından temsil edilen yeraltı dünyası prensibi ile kuş tarafından belirtilen semavî prensip arasındaki birlik şeklinde açıklanmıştır (bu sen­tez ayrıca ejderha için de geçerli olabilir). Rııland bunun, Mer­kür sembolünün bir türü olduğunu ispat ettiğini ileri sürer. Ouroboros'un bazı versiyonlarında vücut yarı aydınlık yarı ka­ranlıktır ve bu yolla (Çinlilerin Yang-Yin sembolünde tasvir olunduğu üzere) birbirine karşıt prensiplerin, ardışık karşılıklı dengelenişi zikrolunmııştur. Evola bunun vücudun sona erme­sini veya 'bütün şeylerin içinden geçen' (Gnostik tabire göre)

 

evrensel yılanı temsil ettiğini öne sürer. Zehir, engerek yılanı ve evrensel eritici; bütün şeylerin içinde hareket eden ve onları or­tak bir bağla bağlayan değiştirilmemiş, değişmeyen kanunun sembolleridir. Ouroboros'un kendi kuyruğunu ısırması, kendi kendini döllemesinin veya kendi kendine yeterli olan, Nietzs- che'nin deyimiyle sürekli olarak bir daire şeklinde kendi başlan­gıcına dönen ilk Tabiat görüşünün sembolüdür. ([6])

Ouroboros, modem kimyanın öncüsünün -simyanın- ana sembollerinden biri olduğundan; teorilerini gerçekleş­tirmek için teknolojiden yoksun olsalar bile eski zamanın bilgilerinin prensip olarak, evrenin yapısı ve hareketi ko­nusunda bazı fikirlere sahip olduklarını farz edebiliriz. Es­ki zamanlarda prensiplerin çok sık olarak efsanevî kişilik­ler tarafından temsil edildiğini hatırlamalıyız. Bu kişilikle­re belirli özellikler atfedilmiştir ve böylece okuma yazma bilmeyenlerin kolayca anlaması ve bilgili kişilere ise yeterli bir referans teşkil etmesi sağlanır. Hermes, Merkür, Tot, Sin, Aion gibi bütün zaman tanrıları kaçınılmaz olarak hız­lı hareket eden ve ikili görünüşlüdürler. Hepsi yeraltı diya­rını idare ediyorlardı (kaotik atomaltı transmutasyonlarm dünyasını) ve aynı zamanda bir gökyüzünden diğerine ve

bir galaksiden diğerine yolculuk edebiliyorlardı. Bu kula­ğınıza tanıdık geliyor mu?

UZAY-ZAMANLAR

"Uzay-zaman" terimi modern araştırmalarda ve koz­moloji konusundaki tezlerde çok sık olarak kullanılır. Ör­neğin, uzay-zaman arenası, eğik uzay-zaman, düz uzay- zaman ve kuantum uzay-zaman vardır.

"Uzay-zaman arenası" deyimi, evrendeki geniş hacim­li bütün uzaya ve halihazırda bilinen ve anlaşılan bütün za­mana değinir. Uzay-zamandaki her bir nokta, uzaysal ko­ordinatları ve geçici koordinatı tarafından işaretlenmiş olan bir olay olarak kaydolunmaktadır. Uzay-zaman are­nasını kavrayışımız sürekli olarak arttığından, bu öyle bir arena olacaktır ki, zaman içinde teknoloji ilerledikçe, er geç keşfedilip haritaları çıkarılacak diğer çok daha süptil ev­renleri de içine alacaktır.

Eğik uzay-zamanı, belirli şekilde eğrilmiş bulunan, bütün uzay ve zamanın birlikte dört boyutlu bir yüzey oluşturduğu kavramına dayanır. Amerikalı teorik fizikçi Fred Alan Wolf, bu eğriyi açıklamak için aşağıdaki örneği veriyor:

Global bir küre hayal edin. Boylam çizgileri zamanı, enlem çizgileri uzayı temsil ediyor olsun. Boylam boyunca hareket eden bir kişi, kutuplardan geçer. Kuzey kutbundan sonra kuzeye doğru yolculuk, kişiyi güneye doğru getirir. Kuzeye doğru yol­culuk zaman içinde ileri doğru gidiştir; oysa güneye doğru gi­diş, bir kimseyi, zaman içinde geriye doğru getirir. ([7])

"Düz uzay-zamana" göre bütün uzay ve zaman birlik­te dört boyutlu bir düz yüzey oluşturur. Wolf'un önceki örneğini bu kavrama uygularsak, bunu, bir parça kâğıt

üzerine çizilmiş yatay ve dikey çizgiler olarak görürüz. Ya­tay çizgiler uzayı, dikey çizgiler zamanı temsil eder. Bütün bu önerilerde, zamanın önemli ve inkâr edilemez rol oyna­dığım gözleyebiliriz.

Kuantum uzay-zamanın ise, hesap edilemeyen bü­yüklükteki evrenden, küçüklüğü sebebiyle çok uzaklarda­ki bir dünyayı içerdiği görülmektedir. Buna rağmen, kü­çük parçacıkların kuantum dünyasının varsayılan kaosu içinde hareketlenen enerjiler, yansımalarını kozmosun bü­tün aşamalarında gösterirler. Eğer uzay-zamanlann bütün görüntüsüne bakarsak anlarız ki hiç de yeknesak ve nite­liksiz değillerdir; tam aksine karmaşık ve sürekli hareketin sürekli değişen lâbirentidir.

Davies'in ileri sürdüğüne göre zaman geçmez; geçmiş, şimdi ve gelecek diye bir şey de yoktur. Harekete etki eden, biz ve kozmos içindeki diğer hayat formlarıdır; keş­fedilmemiş en küçüğünden görebildiğimiz en büyük par­çacığa ve hatta daha da büyüklerine. Zaman enerjisini kul­lanan ve bu bizim evrenin ve daha az kavranabilen dünya­ların saat gibi işlemesine sebep olan, bana göre, işte bu ha­rekettir. Peki ya zamansızlık veya Dış Zaman? Zamansızlık bütün zamanın içinde vardır ve Dış Zaman kavramı içinde kucaklanır. Dış Zaman, bizim Dünyada aşina olduğumuz zaman yapısının bir parçasını oluşturmayan zaman bölge­leri için son derece uygun bir referans deyimidir.

Ben yatılı okulda okuyan küçük bir çocuk iken, bizlere Tanrfnm her yerde olduğu ve dolayısıyla nerede bulunsak veya ne yapsak her zaman bizi seyrettiği söylenirdi. Bu­nun, bende özellikle normal günlük bedensel gereksinim­leri yerine getirirken dehşete sebep olduğunu hatırlatmalı­yım. En sonunda konuyu, bu Yüce Varlık gerçekten beni yarattıysa, benim anatomimi ve psikolojimi biçimlemekte de söz sahibiydi ve bundan dolap her şeyin plâna göre ça-

lışmasmı beklemeliydi diye akıl yürüterek çözmüştüm. Daha ileride şunun farkına vardım ki, bana açıkladıkları şey -hoş, bu gerçekten, kendilerinin haberdar oldukları ko­nusunda şüpheliyim ama- bizim dünyamızla değişik fre­kanslarda eşzamanlı biçimde var olan başka dünyaların varlığı ve bunun fiziksel duyular tarafından algılanamıyor olması idi. Bunları uzlaştırmaya yetecek derecede hassas her zekâ, hem benim özel alışkanlıklarımı hem de yaşayan her varlığın alışkanlıklarım gözlemleyebilecektir.

Tanrı'nın haberi olmadan bir serçenin bile döşemeye­ceği konusunda İncil'de bir bölüm olduğunu hatırlıyorum. Benim dilimde bunun anlamı; en küçük parçacığın en hızlı hareketi ve iletişiminin, Dış Zamanda kaydedilmiş olduğu­dur; bu kayıt, diğer her hareket ve düşünce ile eşzamanlı olarak, zamanın, bu gelişme aşamasındaki beyinlerimizde kavranabilen veya hesaplanabilen her noktasında ve ilerisinde oluşur. Bizim, şimdi diye adlandırdığımız bu zaman mıntıkasındaki tecrit oluşumuz, sadece bizlerin Dış Zaman görüntüsünü belir­sizleştirir. Bu belki de birçok insanın iyiliği içindir. Dış Za­man şuuru, eğer beyin onu idare edecek şekilde program- lanmamışsa beyni paramparça edebilir - ta ki bir sonraki kuantum sıçrayışına kadar.

ZAMAN ve IŞIK

Bilim adamlarının, ışığın süratini hiçbir şeyin aşama­yacağı ortak inancını paylaşmaları o kadar da uzun zaman öncesine dayanmamaktadır. Fizikçiler de eğer roket, ışığın süratine ulaşırsa neler olabileceğine dair spekülâsyonlar yaparken en iyi günlerini yaşıyorlardı; roketin ön kısmı ar­ka kısmından saliselerce önce o noktaya ulaşırsa bu, göz­lemciye acaba nasıl görünecekti? Oysa bugün, bu bile tar­tışmalı. Bugün bilim adamları değişik enerji durumların-

daki tekil atomların hareketlerini, atomların nasıl bir du­rumdan diğerine "zıpladıklarını" ve parçacığın görünme­yen ihtimaller dünyasının nasıl olup da bizim kendi ger­çekliğimizin daha somut dünyasında kolayca anlaşılabile­cek formlarda ifade edildiğini büyük bir kesinlikle araştı- rabilirler. Elektronik ve astrofizik, öyle görünüyor ki, sıfır işaret zamanlarından istifade edildiği ve geniş mesafeler boyunca o gizemli anında haberleşme olasılığının benim­sendiği yeni bir çağa doğru süratle hareket etmektedir. Bi­yokimyan Dr. Rupert Sheldrake bu inancı, kendi morfik rezonans teorisinde tekrarlamış ve bu teoride parçacıkların birbirleriyle, büyük mesafeler boyunca anmda haberleşebi­leceklerini ileri sürmüştür.

Bir kişi, insanın ve diğer zihinlerin veya zekâların bu­nu asırlardan beridir yaptığını düşünürse, benzer sonuçla­rı üreten bir teknoloji ihtimalinin bu kadar çok heyecan ya­ratması biraz acayip gibi görünüyor. Belki de bu, parapsi- koloji ve metafizik dünyasını yıllarca işgal etmiş olan bu eski "olasılık" öcüsünü ortadan kaldıracak olan, şu eşeğin önüne asılan havuç yerine geçecek şeydir. Bunu zaman söyleyecek. Ancak, minik kuantum sıçramasının gözlen­mesi beni ilgilendiriyor. Bu minicik desenlerin daha büyük nesnelerin dalga frekanslarında tekrar eder oluşlan (mak- rokozmos/mikrozmos prensibi) varsayımı üzerinde çalış­mak; özellikle ekologlara ve iklimbilimcilerin, bir yandan gezegenimizdeki hava modellerini, diğer yandan Gaia'nın çocuklarının hayat devirlerini değiştirebilecek ve olması yakın evrimsel mutasyonlan çarpıcı bir şekilde etkileyebi­lecek, gelecekteki kuantum sıçrayışları ihtimaline ulaşma­larına yardım edebilir. İnsan şunları düşünmeden edemi­yor; Gözlenebilen evreni Büyük Patlama safhası boyunca nakleden şey bir tür kuantum sıçraması mıydı ve er geç evreni, bir sonraki safhada ne olacak ise -ama olacak, buna

kaniyim, olacak!- o olması için Büyük Çatırtı'dan geçmesi­ni (entropi veya antimadde vasıtasıyla mı?) hızlandıracak mıdır?

KUANTUM SIÇRAYIŞLARI

Tutucu bilim, kuantum sıçrayışlarını veya atlayışları­nı, atomik veya moleküler sistemdeki belirli bir enerji aşa­masından diğerine geçiş olarak tarif eder. Bu süreç, iki se­viye arasındaki farka eşit enerjiye sahip olan radyasyonun emilmesi veya dışarı atılmasıyla normal olarak oluşur. Bu deyim ayrıca büyük bir hamleyi veya anî bir ilerlemeyi an­latmak için de kullanılır. Benim ve bazı araştırmacı ve filo­zofların gördüğü üzere, kuantum sıçrayışı, küçük parça­cıkların birbirlerini etkilemelerinden tutun şuurun evrimi­ne kadar hayatın ve deneyimin her alanında meydana ge­lebilir. Bunların yeryüzüne olan etkisi, eski "katı durum" teorisini kendilerinden emin bir şekilde savunan bilim adamları tarafından uzak geçmişte sıklıkla inkâr edilmiştir; neyse ki, kuantum fiziği ile Kaos Biliminin kombinasyonu, bu eski hayaleti defetme süreci içindedir. Evrenin kendisi acaba zaman zaman kuantum sıçramaları gerçekleştirir mi? Fizikçiler kesin olarak evet diyemiyorlar. Oysa Kopen­hag Yorumu, bunun olası olduğunu önerir gibi görünüyor; bunu da kuantumdaki parçacıkların hareketine bağlı ola­rak ve olasılık faktörüyle mümkün görüyor.

Kuantum sıçrayışları, zaman enerjisinin akışındaki hızlan­mış noktaları temsil ediyor gibi görülebilir. Bir ana yolda orta boyda bir araba içinde, sabit olarak saatte 100 km süratle gittiğinizi hayal edin. Yolculuk bu ana kadar çok iyi gitmiş olsun, etrafta çok az bir trafik var, şoförünüz dürüst ve ta­mamen güvenilir; ve kendinizi sahte bir güvenlik hissi içinde sakinleşmiş olarak buluyorsunuz. Anîden, damdan

düşer gibi karşı yönde seyreden büyük bir araç kontrolden çıkıyor ve ortadaki koruma çizgisini geçiyor. Şoförünüz kurtulmak için çabuk bir şekilde eyleme geçiyor, aracı ken­di etrafında doğru açılarda döndürüyor, gelen araçtan kaç­mak için arabayı hızlandırıyor; bu süreç esnasında rezerv çizgisini geçiyor ve sonuçta aracı daha önceki sabit çizgi ve süratine getirmeyi başarıyor, ancak şimdi ters yönde ilerli­yorsunuz! Bazen ise bizim hayali şoför, yolun ortasında anîden oluşan bu engelden kaçınamıyor ve felâket meyda­na geliyor. Öyle görünüyor ki eğer bir kimse, şuur akışı dı­şında normal olarak var olan dünyalarla özel, telepatik ha­berleşme şekline sahip değilse, habersiz yakalanabilir; tıp­kı dinozorlar ve daha sonra Sibirya mamutları gibi. Böyle örnekler, mit ve efsanelere serpiştirilmiş durumdadır; an­cak biz artık bunların daha önce inandığımız gibi hepsinin de peri hikâyeleri olmadığı korkutucu gerçeğiyle yüz yüze gelmekteyiz; bunlar, kuantum sıçrayışı realiteleriydi ve bunların tekrar meydana gelme olasılığı, hem de hayatları­mız sırasında, yakm geleceğimizi tehdit eder biçimde dur­maktadır.

PARALEL EVRENLER Mİ?

Zamanın tek bir gerçeği var, o da bu anın gerçeği. Başka bir deyimle zaman bu ana yerleşmiş bir gerçek ve iki dünya arasında asılı durumda.

GASTON BACHELARD

Bir dizi paralel evrenin bizimki ile birlikte yan yana var olduğu olasılığı konusunda, hem teorik fizikçiler hem de bilim kurgu yazarları tarafından birçok teoriler ortaya atılmıştır. Bu varoluş; birbirlerini kavramayı imkânsız­laştıracak şekilde değişik boyutlarda veya değişik frekans­larda olabilir. Bütün zaman işlemlerinin geriye döndüğü dünyaların bulunabileceği spekülasyon konusu yapılmış­tır; bunun sonucunda hayat bizlerin ölüm noktası olarak gördüğümüz yerde başlayacak ve geriye ana rahmine doğ­ru gidecektir; olaylar aynen geriye doğru giden filmlerdeki gibi görünecek, su çeşmeye geri döner şekilde, yıkılmış olan binanın kendini yeniden kurması şeklinde vs. Bu bi­zim anlayışımıza göre çok acayip görünüyor ve insan, Ed- dington'un meşhur okunun gerilmiş kirişi arkasında daha güvende hissediyor kendisini.

ENERJİLENMİŞ ZAMAN DEVRELERİ Mİ?

Paralel evren, ileriye doğru hareket eden zaman pro­sedürünün geriye doğru gidişini neden illâ içermesi gere-

kir? Cevap şu: Gerekmez ama geriye doğru giden zaman, eğer varsa, maddeyi bizim bildiğimiz şekilde içermeyen ama er geç zamanın gizli boyutlarından biri olarak tanına­cak seyyal bir boyut içinde fonksiyon göstermektedir. Be­nim burada önerdiğim, her ne kadar onların varlığı konu­sunda spekülasyon yapsak da henüz aşina olmadığımız zaman frekanslarının olduğudur; onların yerlerini nihayet bulduğumuzda göreceğiz ki bunlar, bizim fizik dünyası diye kabul ettiğimiz dünya dışında söz konuşudurlar. Ha­yır, belirsiz bir metafizik kavrama değinmiyorum, aksine, halihazır teknolojimizin kaydedemediklerini de kapsayan bütün boyutlara giren, halen keşfedilmemiş ve meçhul bir enerji alanını kastediyorum. Bu alan, terminalleri geçmiş ve geleceğe bağlı bulunan bir süper bilgisayarın karmaşık devrelerine benzeyen bir çeşit çok yönlü şebekedir. Kendi­si bir enerji kaynağı olduğundan, bir kez saptandığmda ve anlaşıldığında, kendisiyle iletişime girenlerin, istedikleri anda, zaman ve evren içinde hareket etmelerine olanak ta­nır.

Bunu, çıkışları belirli aralıklarda mevcut olan ve her biri değişik yöne giden bir otoban bağlantısı olarak görebi­liriz -evrenimizde ileri veya geriye doğru; başka bir paralel fiziksel dünyada yanlara doğru veya "Uzay Yolu" veya "Dr. Who" tarzı, kavranamayacak bir boyuta doğru . Bun­dan dolayı gelecek zaman yolcuları, bu yol işaretlerini us­talıkla okuyan kişiler olmalılar; aksi hâlde kendilerini yan­lış yönde bulabilirler veya son çıkıŞa doğru süratlerini iki katma çıkarmak zorunda kalabilirler -bunların hepsi de çok zaman tüketicidir! Bu çıkış noktaları, kuantum şartla­rındaki enerjilerinin özel tabiatına bağlı olarak, zaman eğimleriyle veya zaman kaymalarıyla eşitlenebilir. Diğer bir benzetme, değişik indirme noktaları veya "kozmik du­raklarıyla" demiryolu şebekesi olabilir, ancak trenleri bu-

lunmayan bir hat çünki yolculuk eden kişi, kendi aracını kendi temin ediyor olacaktır. Bu sadece, enerji taşıyan de­miryolu hattı veya yukarıdaki güç hattı ile irtibata geçme meselesidir; aynen elektrikle hareket eden trenin elektrik gücüyle bağlantısını sağlaması gibi; sonra gidivereceksiniz. Bilim kurgu mu? Buna inanmıyor musunuz? O orada. Ge­lecekteki bilimimizde önemli bir rol oynamaya yönelmiş durumda.

Paralel Evrenle temas ilk kez 1950 ve 1960'larda fizik­çiler tarafından desteklendi; kuantum fiziği ve genel rölâ- tivitenin garip bulgularından somut bir anlam ortaya çı­karma yönünde bir devrim olarak görüldü. Oysa böyle vizyonlar, gerçeğin tekrar gözden geçirilmesi kavramını gerektirir; bilimin karşılaştığı paradokslar, uzay araştırma­larımız açısından kesin olduğu ortaya konan Newton ve Einstein fiziğinden radikal biçimde uzaklaşmayı gerektir­meyecek kadar, belirsiz ve zayıf tanımlanmıştır.

Kısacası, Paralel Evren teorisi sonsuz sayıda evrenle­rin varlığını ileri sürer; bunlardan birçoğu aşina olduğu­muz evrenle, benzerlik taşır ve içlerinde bizim dünyamıza paralel olan madde vardır ve bunların içlerinde belki de bir doppelganger (yaşayan bir insanın ektoplâzmik dublesi) veya hayaletimsi karşılığımız vardır. Ancak ikiz ruh kavra­mı, hiç de yeni değildir, yıllarca değişik ezoterik öğretiler­de ortaya çıkmıştır. Amerikalı teorik fizikçi Fred Alan Wolf bizleri bu konuda temin ediyor:

Paralel evrende yalnızca diğer insanlar var olmakla kalma­malıdır; aynı zamanda belki de bu insanlar, bizlerin kopyası ola­bilir ve yalnızca kuantıım fiziği kavramları kullanarak anlaşıla­bilecek mekanizmalar aracılığıyla bizlere bağlıdırlar. ([8])

Wolf, ayrıca paralel evrenlerin varoluşunu, tanıdık ev­ren hakkındaki yeni fikirlerin birleşmesine doğru yol açan

biçimde görüyor: kuantum fiziği, rölativite, kozmoloji, ye­ni bir zaman kavramı ve. psikoloji. Öyle bir gelecek öngö­rüyor ki; Dış Zaman içinde çalışan, uygun bir şekilde prog­ramlanmış ve hayli karışık bilgisayarlar, günlük yaşantıla­rımızdaki kararlan almaya yardım edecekler ve bunun da­yanağı da gelecekte ortaya çıkacak ve paralel varoluşlar­dan alınacak derslerden elde edilen bilgiler olacak. Ancak Wolf, dikkatli bir şekilde şunu da ekliyor:

Paralel evren deneyleri lâboratuvarı, Jules Yeme tarzı bir zaman makinesinde değil de iki kulağımız arasında var olabilir. *

Eğer rölativitenin paralel evrenleri, kuantum teorisinde- kiyle aynıysa, paralel evrenlerin bizlere çok yakın olma ihtimali vardır; bu yakınlık belki yalnızca atomik boyutlara, belki de uza­yın yüksek boyutlarına, yani fizikçilerin süperuzay diye adlan­dırdıkları şeye kadar uzanmaktadır. Modern nörobilimi, değiş­miş farkındalık durumları, şizofreni ve berrak rüya görme konu­sunda yaptığı araştırmalarla, belki de paralel dünyaların bizim­kine yakınlığını göstermektedir.{*)

Dr. Wo I lfun bu son beyamyla tamamen aynı fikirde­yim ve öyle ümit ediyorum ki ileri bölümlerde, alternatif dünyalardaki tecrübelerimizin bizleri tamamlayarak, şu andaki gerçeğimizi oluşturan inişli çıkışlı gidişimiz aracılı­ğıyla bize nasıl yardım ettiği konusunda sizlere kanıt bula­cağım. Zihin, gerçekten de, uzaylararası bilgisayarın işaret­çisidir ve insanoğlu, zihnin, makinenin veya Dr. Wolfun hayal ettiğinin daha fazlasını yapacağının farkına vardı­ğında, en sonunda onun yerine geçecektir. Şunu önerebilir miyim acaba; belki de bizim bilgili arkadaşımız böyle bir paralel evrende geleceğin hafif görüntüsünü daha şimdi­den tecrübe etti ve bu imajı, rasyonalize etmek için sağ be­yin aracılığıyla sol yansına doğru aktarmayı başardı. Aynı şekilde, kişinin hiç ücret ödemeksizin geçip, henüz haritası

çıkarılmamış evreni araştırabileceği, zamanın enerji devre­leri şebekesinin bilgisini hatırlayabilirim (yoksa geleceği hatırlama mı?).

UFO fenomeni araştırmaları çok iyi bilinen Fransız bi­lim adamı Dr. Jacques Vallée, "çok boyutlu evren" kavra­mına, bu kavramın içinde UFO'larm orijinleri konusunda mantıklı bir açıklama görmesi sebebiyle büyük bir ilgi gös­termiştir. Onun inancına göre UFO'lar bir boyuttan diğer boyuta doğru yolculuk ederler ve onların bu yeteneği, bir­çok özelliklerini açıklar. Buna daha önce adı geçen zaman uzay şebekesini ekleyebilir miyim?

Paralel evrenler birbirine dokunduğunda (veya bizler, istemeyerek zamanın sondaki uçlarına biraz yakın bir şe­kilde geçtiğimizde) her ne kadar bizler, hissettiğimizin, mevcut gerçek anlayışımıza göre normal bir şey olduğunu algılasak da gerçek sınav; duruma, şuurlu dünyamızda göstereceğimiz şekilde tepki gösterdiğimizde, ortaya çıkar. Örneğin lâmbayı yakmaya çalışırız fakat lâmba, düğmeyi çevirmemize tepki göstermeyi reddeder veya yanımızda duran birinin dikkatini çekmek için bağırırız fakat o bizim varlığımızdan bihaber ve bağırışlarımıza sağır görünür. Uykuda olduğum bir anda, böyle bir tecrübeyi yaşadığımı hatırlıyorum. Kendimi, Yeryüzü zamanı olarak farz etti­ğim başka bir devirdeki oda içinde buldum; belki de 20. yüzyılın ilk bölümüydü. Bir adam aceleyle, hırpalanmış bir bavulun içindekileri alt üst ediyordu. Sanki çaresiz bir şe­kilde önemli bir şey arıyordu. Biri, sinsi bir şekilde odaya girdi. Odadaki adamı gelen tehlike konusunda uyarmak için bağırdım fakat o duymuyordu veya duyamıyordu. Bı­çak tutan bir el havaya yükseldi ve tam isabetle kurbanm üzerine düştü; kurban çaresiz bir şekilde perdeleri yakala­yarak ölümün kucağına düşerek devrildi. Bugün hâlâ, per­deleri ve adamın ellerini en ince ayrıntısıyla tarif edebili-

rim. Geriye doğru, bir duvarın içinden geçtiğimi hatırlıyo­rum ve anîden uyandım. O zamanlar tanıdığım medyom- lar, "astral projeksiyon" yaptığımı ileri sürdüler; dolayısıy­la duyulmuyordum ve kaim duvarlar içinden kaybolabili­yordum ama belki bir paralel evrenin içine de kaymış ola­bilirdim. Aym şekilde bu evrenden biri veya bu dünyadaki şartlarımızı yansıtabilen diğerleri, bizlerle iletişime geçtik­lerinde aynı problemleri tecrübe edebilirler.

Benim en son ve çok sevdiğim dadımın, yatağının üzerinde asılı duran, Victoria zamanından kalma eski bir resmi vardı. Bu resimde, altından azgın suların akt I ığı, çü­rümeye yüz tutmuş köy köprüsünün kenarına çok yakın, tehlikeli bir biçimde duran güzel küçük bir çocuk vardı. Bu resimde ayrıca, çocuğu gölgeleyen Hristiyan türü bir me­lek ve "Rehber" yazısı vardı. Semavî ve "yol gösterici var­lıklara" atfedilen belirtilerin, bazı paralel dünyaların kısa görüntüleri, bu paralel dünyalarda ikamet edenlerin, belki bizlerin parçaları ve bizleri gözleyerek hayatımızın birçok aşamalarında bizlere yardım etmeye çalışan fakat dikkati­mizi uygun bir yol gösterici işarete veya mantıklı bir eylem biçimine çekemeyen varlıklar olup olmadığını, insan me­rak etmeden duramıyor.

Metafizik eğilimi olan fizikçilere sormak istediğim bir başka soru da şudur: Şuurumu fiziksel aracından uzağa projekte ettiğimde, vücudum ve çevresindeki her şey ne­den giderek küçülür ve en sonunda kavranamaz hâle ge­lir? Wolf bu ve benzeri sorulara verilecek cevabın, atomaltı parçacıkların dünyasında yatabileceğim düşünüyor. Ato- maltı parçacıklar dünyasının acayip davranışı, fizikçi ve Princeton Üniversitesinde itibarlı fizikçi John Archibald Wheeler gözetiminde master öğrencisi olan Hugh Everett Hl'ü harekete geçirerek, 1957'de paralel dünyalar fikrini kavramlandırmasını sağladı. Atomaltı dünyasında, maddî

ve maddî olmayan dünya arasındaki çizgi eğer gerçekten belirsiz değilse bile hayal meyal bellidir. Deneyler sürekli olarak aynı soruyu ortaya çıkarıyor: Dalga ne zaman bir dalga ve ne zaman bir parçacıktır? Parçacıkların iki veya daha fazla olasılıkla karşılaştığı zamanki bu tutarsız davra­nışının, artık bir adı (yani dalga/parçacık ikiliği) olmasına rağmen yine de problem vardır. Kuantum araştırma dün­yası, eldeki problemleri vurgulamaya devam eden birçok manalar ortaya çıkardı. Örneğin kuantum dalga fonksiyonu veya olasılık dalgası; bu, dalga şeklinde uzay içinde meyda­na gelen olayların olasılığını sunan bir matematik formül­dür. Dalga/paket ise> ne tam parçacık ne de tam dalga olan atomaltı varlıkları gösterir.

Kuantum mekaniğinde olasılık, bir bakıma eş zamanlı biçimde var olması gereken olasılıkların bir ölçüsüdür. Bu olasılıklar birbirlerine etki'ettiklerinden, maddenin fiziksel özelliklerinde değişiklikler meydana getirirler. Gerçek şu­dur ki bilim adamları, küçük parçacıkların hareketi ko­nusunda hâlâ karanlıktadırlar ve daha fazla bilgi edilince­ye kadar yukarıdakiler ve bu araştırmaya bağlı birçok soru cevapsız kalacaktır. (Metafizik işaretler için bkz. s. 205­209.)

KARANLIK MADDE

Sön zamanlarda bilim, bizleri bir dizi beyanat bom­bardımanına uğrattı. Bunlardan çıkaracağımız sonuç, evre­nimizin göründüğünden 10 veya 100 defa daha büyük ol­duğudur. Kozmosun büyük bir bölümünün "kaybolduğu" söylendi bize. Cardiff teki Üniversite Kolejinde astronomi profesörü olan Dr. Michael Disney’e göre, bugün, tutucu astronomlar bile uzaym en yakınlardaki bölgelerinin bile şu ankinden on ilâ yüz kat fazla kütleye sahip olması ge-

rektiği ile ilgili önemli bir buluşla yüz yüze gelmektedirler. Galaksilerin çevresindeki, içindeki ve arasındaki boşluk, saptama çabalarma karşı koyan ve evrenle ilgili şimdiki te­orilerle alay eden, görünmeyen devasa etkenler tarafından yönetiliyormuş gibi görünüyor. Disney'in The Hidden Uni­verse (Gizli Evren) admı taşıyan kitabı ilk defa 1984'te ya­yınlandığından beri kanıtlar bulundu. Bu konudaki iki ki­tabın yayım (John Gribbin ve Martin Rees tarafından yazı­lan The Stuff of the Universe: Dark Matter, Mankina and the Coincidences Cosmology (Evrenin Malzemesi: Karanlık Madde, İnsanoğlu ve Kozmolojinin Tesadüfleri) ve Law- rence M. Krauss tarafından yazılan The Fifth Essence: the Search ofor Dark Matter in the Universe (Beşinci Öz: Evren­deki Karanlık Maddenin Araştırılması), hafta sonu Guardi- an (23 Haziran 1990) gazetesinde birkaç sayfa içinde yer aldılar. Guardian gazetesinin bilimsel verileri basit kişiler­ce anlaşılabilecek bir dille anlatma yeteneğine sahip bilim muhabiri Tim Radforctv bu kitaplardaki bazı olağanüstü bulguları okurlarına iletmiştir; bilhassa kozmik sicim (string) teorisini. Dediğine göre kozmik sicim -ki bu fizikçi­lere göre teorik olarak mümkündür ve dolayısıyla var ol­duğu varsayılır - "tüyler ürpertici hatta doğaüstü bir şey­dir." Radford bu acayip maddeyi şöyle tarif ediyor:

   neredeyse sonsuz şekilde ince: Hiçbir şeye dokunmaksı- zın en küçük atomların içinden bir çırpıda geçecek kadar incel­miş. Işık hızına yakın bir hızla evren içinde kıvrılır veya salla­nır. Ya sonsuz şekilde uzundur ya da milyon ışık yılı boyunca bir düğüm şeklindedir. Üzerine basan herhangi bir kişi için, yal­nız bir tek dezavantajı vardır. Ağırdır. Bir iki santimi bile 10 trilyon ton civarındadır. Bundan dolayı eğer bir parçası vücu­dumuzdan geçse bunu hissetmezsiniz; yalnızca uç noktalarınızı saatte 16.000 km hızla biraraya getiren kütle çekim gücünü his­sedersiniz.

Kozmik sicim, yaradılışın karanlık bölümü için bir adaydır. Belki de yoktur fakat bilim adamları onu bulmaya çalışıyorlar çüııki bu, evrendeki en büyük soruya cevap verecektir. Bu soru da, evrenin büyük çoğunluğunun nerede saklandığıdır.

SÜPERSİCİM TEORİSİ

Bu teori, Londra'daki Queen Mary Kolejinden Mike Green tarafından geliştirildi ve şüphesiz Gribbin/ Rees’in önermesi ile uyuşuyor. Bu konu hakkmdaki Parçacık Patla­ması adlı yazısında Frank Close, teorinin bizimkiyle birlik­te hareket eden bütün bir gölge evren varlığını öngördüğü­nü düşünüyora benziyor. Close ekliyor:

Bizim bildiğimiz evren, bu sicimlerin yalnızca küçük bir parçasından oluşmuştur. Bizimkiyle aynı yerde bulunan daha ağır bir evren, süpersicimlerin daha ağır bölümlerinden yapıl­mış olabilir. Sicimlerin diğer bölümlerinde, belki de başka evren­ler veya başka boyutlar vardır.([9])

Karanlık madde veya evrenin diğer % 90 veya % 99'u için araştırma devam ediyor. Şu ana kadar az bir başarı sağlandığı görülüyor. Bunun sebebi de (Radford'un öner­diği gibi) bütün adayların "karanlık atlar" oluşu. Örneğin "wimp"ler (zayıf etkileşimde olan büyük parçacıklar) ve "macho"lar (büyük yoğun hale objeleri) önerilmiş fakat bu­lunamamışlardı. Her kozmik nükleer reaksiyondan ortaya çıkan, ne yüke ne kütleye sahip kavramsal parçacıklar - nötrinolar- belki aday olabilirler ama ancak eğer belirli bir kütle ortaya çıkarırlarsa. Öyle görünüyor ki bunların çok azı varlıklarını hissedilir hâle getireceklerdir. Kahverengi cüceler, yani yanacak kadar büyük derecede büyüyemeyen yıldızlar ve manyetik monopoller -yani kutupluluğa sahip olmayan yalnız şeyler- Gribbin ve Rees tarafından hesaba

katılmamışlardır. Böylece tekrar kozmik sicime veya sü- persicime gelmiş bulunuyoruz.

KUARKLARve

DİĞER ATOMALTI HARİKALAR

Parçacık hızlandırıcıları atomaltı gizlerini ortaya çı­karmazdan önce, parçacık fiziğinin standart modeli; bütün maddelerin iki çeşit parçacıktan oluştuğu fikrini destek­liyordu: leptonlar ve kuarklar. Bu parçacıklar dört kuvve­tin aracılığıyla (güçlü, zayıf, elektromanyetik ve kütle çe­kim gücü) etkileşirler ve salkımlar hâlinde toplanırlar. Lepton, elektron, muon, tau parçacıkları ve onların bağlı bulunduğu nötrinolarm da dahil olduğu basit parçacıklar ailesinin herhangi biri olarak tarif edilir. Hepsinin 1/2'ye eşit spini ve mezonlarmkinden daha küçük kütleleri var­dır. Kuarklar, maddenin temel teşkil edici öğelerinden biri olduğuna inanılan atomaltı parçacıkları ailesine aittir. Pro­ton ve nötronlar nasıl atom çekirdeğini oluşturuyorlar ise, aynı şekilde bu parçacıkların da kuarkları içerdiği düşünü­lüyor. Kuarklar, kendileri ile ilgili çalışmasından ötürü No- bel ödülünü kazanan, California Teknoloji Enstitüsü fizik­çisi Murray Gell-Mann tarafından adlandırılmıştır. Gell- Mann, bu adı, James Joyce'un Finnegan's Wake (Finne- gan'ın Uyanışı) adlı eserindeki bir satırdan almıştır. O satır da şöyledir: "Muster Mark için üç kuark.” Kuark deyimi Almancada, süzme peynir türü bir tatlının adıdır. Ayrıca yine Alman argosunda "saçma" anlamına gelir. Kuarklar birkaç değişik şekildedirler: Yukan, Aşağı, Üst (Gerçek olarak da adlandırılır), Dip (Güzellik olarak da adlandırı­lır), Acayip ve Cazibe; bunların her biri de sırasıyla bir ren­ge bölünür: kırmızı, yeşil ve mavi. Bir proton veya nötron üç kuarktan oluşur; her bir renkten bir tane. Protonlarda

iki "yukarı" ve bir "aşağı" kuark vardır; nötronlarda ise iki "aşağı" ve bir "yukarı" kuark vardır. Değişik tür kuark tip­lerinden oluşan parçacıklar da yaratılabilir. Fakat bunların kütlesi büyüktür ve çabucak proton ve nötronlara doğru bozulurlar. (*) Yandaki tablo Lederman ve Schramm'a gö­re, leptonların ve kuarkların mevcut standart modelini gösteriyor. (**)

Bazı teorisyenler, örneğin Londra'da çalışan PakistanlI fizikçi Abdus Salam, kuarkların altında başka bir parçacık realite seviyesi olduğunu ileri sürer. Salam bunları preon- lar diye adlandırıyor ve "her kuarkın biri tadı, diğeri ise rengi tanımlayan iki preondan oluştuğunu" ileri sürüyor (L.M. Lederman ve D.N. Schramm, From Quarks to the Cos­mos (Kuarklardan Kozmosa, sayfa 161). Her şey teorisini desteklemek için Lederman ve Schramm şunu öneriyorlar: Bütün bunların altında, bütün parçacıkları ve onların etki­leşmesini sağlayan bir güç bulunmalıdır. Bu, metafizik bir anlam taşıyor gibi.

, Bütün bunlar, büyük bir taşı kaldırıp altında tuhaf, çe­kici ve biraz korkutucu yaratıklar bulan bir çocuğa benze­tilebilir. Kişi, Yaratıcı ve insan arasındaki görünmeyen dünyada var olan sonu gelmez aracılar sicimine inandıkla­rı için eskilerin haklı olup olmadığını merak etmeden du­ramıyor. Bunların tanrılar, şeytanlar, doğa ruhları, melek­ler bağlamında görülmesi olgusu, pek önemli değil. Yine de Gnostiğin "iyi demonlan", Hristiyanlığın melekleri, Yu­nan mitolojisinin yarı tanrıçaları ve sentorları, Mısır'ın ve Doğunun hayvan kafalı tannları tabiî ki kendilerinkini bir "yukarı kuark" veya "wimp"e yeğ tutacaklardır. Veya belki de bu, onların birçoğunun olduğu şey midir? Avukat ve Cambridge'te klâsikler konusunda akademisyen olan John Ivimy'nin çıkardığı sonucu hatırlıyoruz. Şöyle yazmıştı:

(»j S.W. Hawking, A BriefHistory of Time, s. 65.

(»•) L.M. Lederman ve D.N. Schramm, From Quarks to the Cosmos, s. 111.

STANDART MODELDEKİ PARÇACIKLAR TABLOSU

Leptonlar

Kuarklar

Üretim Parçacık ismi Sembol Hareketsiz Elektrik kütle (MeV) yükü

Parçacık ismi Sembol Hareketsiz  Elektrik

kütle (MeV)  yükü

1  Elektron nötrino ve  Yaklaşık 0 0

Yukarı  u  Yaklaşık 5  +2/3

Elektron  e'  0.511  -1

Aşağı  d  Yaklaşık 7  -1/3

11  Muon nötrino vp  Yaklaşık 0  0

Cazibe  c  1.500  +2/3

Muon  p‘  105.7  -1

Acayip  s  Yaklaşık 150 . -1/3

111  Tau nötrino  vT  35’ten az 0

Üst/gerçek t  >41.000  +2/3

Tau  f  1.784  -1

Dip/güzellik  Yaklaşık 5.000 -1/3

PARALEL EVRENLER Mİ?


"Klâsik tarihçiler, geleneksel olarak büyü masallarını, bi­limsel dikkate değer olmadıkları gerekçesiyle kabul etmez­ler. Oysa bize göre, cadının süpürge sopasına veya büyü­cünün değneğine değinilmesi, bir bilim adamının lâbora- tuvarmm kokusunu taşır." (*) Dinsel kitaplarda bahsedilen Tufandan çok önce, süpersicimlerin ve bunların karşılıklı kozmik kardeşliğinin gizlerini belki de bizim bugün bildi­ğimizden daha iyi bilen, çok ileri bir insan ırkının var ol­duğu bir zaman vardı ve belki de onların bilgileri zaman içinde dejenere olup, batıl inançlara ve ilkel türden folklora dönüştü.

En iyi tahminle köktendinciler bütün bunları şüphesiz küfür olarak kabul edeceklerdir. Fakat Einstein'in öğüdü­nü kabul etmeyi tercih ediyorum: "Bilimi olmayan din kör­dür; dini olmayan bilim topaldır." Başka bir deyişle, her ikisine de yer vardır fakat biri mantıkla diğeri ise sezgi ile yumuşatılmalıdır. Din görevlisi erkekler (ve umarız ki, çok geçmeden kadınlar) arasında belki de en aydınlanmış olan­lar; inancın bilimsel geçerliliği olmayan "batıl itikatlarını" bilimin keşifleriyle gittikçe daha fazla birleştirmektedirler. Eski bir din görevlisi, şimdi ise şair ve yazar olan Tony Grist, Guardian gazetesindeki Yüzünü İmana Döndür adı altındaki köşe yazısında (21 Ocak 1990) şunları ileri sürü­yordu:

Görünen, elle tutulur olan kozmos; birbirlerine dokunmak­sam ya da karışıklığa sebep olmaksıztn birbiri içine nüfuz eden bir dizi paralel evrenlerden yalnızca biridir. Tıpkı, bütünlüğünü kaybetmeksizin aynı mekânı işgal eden değişik frekanslardaki radyo dalgaları gibi...

19.                yüzyıl materyalizminin batıl inançları, tıpkı dinin batıl inançları gibi geçmişte kalmıştır. Açık fikirlilikle ılımlılaştırıl- mış olan agnostisizm, yani bilinemezcilik tek dürüst gidiştir. Yeni, genişlemiş kozmosumuzda, her şey oluşabilir. Uçan daire- (*) ]. İvimy, The Sphinx and the Megaliths, s. 96.

lerden kutsal varlıkların vizyonlarına kadar bütün fenomenler, köklerini bir paralel evrende bulundurabilirler; bunlar da bizler gibi fiziksel realitenin bir parçasıdır.

Fizikçiler, Belirsizlik Prensibinin zaman ve kuantum dünyalarında kendisini gösterebilmesinin muhtemelliği konusunda bazı tuhaf örnekler ortaya attılar. Bunlardan en iyi bilinenleri şüphesiz, Schrödinger’in Kedisi, Wigner'in Arkadaşı ve Einstein-Podolsky-Rosen paradoksudur. Daha yakın zamanlarda bunlar ya tartışıldılar ya da Bell teoremi, Chevv'un ayakkabı bağı felsefesi ve Bohm'un hologram analojisi gibi teorilerle karşı karşıya kaldılar. Tüm bunlarm zamanla ilişkisi olduğundan, bunların birkaç kısa özetini vereceğim. Daha fazla bilgi, bibliyografyadaki kitaplardan elde edilebilir.

SCHRÖDİNGER'İN KEDİSİ

Kuantum mekaniğinin dalga teorisini tasarlayan AvusturyalI fizikçi Erwin Schrödinger (1887-1961), "kedi paradoksu" olarak bilinen şeye dikkat çekti. Bu teori için Schrödinger'in ortaya attığı senaryo, bir Rube Goldberg aleti içeren bir kutuya bir kedinin kapatılmasıydı. Bu kutu­daki alet, tek bir kuantum olayının, yani bir atomun radyo­aktif deşarjı sonucuna bağlı olarak siyanür gazım yayacak ya da yaymayacaktır. Paradoksun dayandığı gerçek şudur: Kedi, atomun deşarj ihtimalinin %50 olduğu bir zaman di­limi içinde kutuda kalacaktır. Hiç kimse ne olduğunu araş­tırmadığı takdirde, kedi ölü müdür yoksa canlı mı? Kopen­hag okulu, bu soruya cevap bulamamış gibiydi. Paralel Ev­ren teorisi öğrencileri ise, ayrı fakat eşit dünyalarda kedi­nin hem ölü hem de diri olacağını ileri sürdüler. Bu para­doksun Zohar, Eysenck ve Sargent tanımları ayrıntılı ola­rak "Zamanın Metafiziği" adlı bölümde verilmiştir. Ayrıca

fenomenin değişik şekilde tezahürlerinin metafizik ve psi­kolojik yorumları yapılmıştır.

YVİGNER’İN ARKADAŞI

Adı geçen Wigner, kuantumun öncüsü Profesor Euge- ne Wigner'dir ve Schrödinger’in meslektaşıdır. "Arkadaşı" ise farazî bir kişidir ve kediyi bulunduran kafesi tutmakta­dır. Ne olduğunu görmek için kafesin içine bakmaya karar verebilecek kişidir. Kedi ölü mü olacak yoksa diri mi? Pro­fesör Wigner'in arkadaşının ve kafesteki kedinin birlikte kapalı bir odada bulunduklarını hayal edelim. Wolf şunla­rı söylüyor:

Eğer profesör, arkadaşı kediye bakmış olmasına rağmen, ar­kadaşına bakmamış olsa; arkadaşının kediyi canlı görmesi duru­munda mutlu mudur yoksa kediyi ölü görmesi durumunda üzüntülü müdür, bilemez. Kopenhag'ta yazılmış kuantum ku­rallarına göre, profesör bakıncaya kadar, arkadaşının durumu konusunda karar verilmez. Paralel evren savma göre ise, arka­daş ve kedi iki değişik düzende de vardırlar.!*)

EPR PARADOKSU

Albert Einstein, Boris Podolski ve Nathan Rosen'in adlarını taşıyan ve fizikte EPR deneyleri olarak bilinen şey, yerellik ve yerel olmayış problemiyle ilgilenir. Bu bağlam­daki yerellik, uzay ve zaman içinde bir noktada oluşan her­hangi bir şeyin yalnızca olayın yakın çevresindeki etkilere bağlı olduğu durumları anlatır. Bundan dolayı kuantum mekaniği yerel olmayan olarak kabul edilir. Einstein'm, ku- antum mekaniği konusunda aşırı derecede şüpheli olduğu görülür. Bunun sonucu olarak, iki parçacığın birbiriyle et­kileştiği ve sonra aralarında bir hayli mesafe olacak şekilde

(’) Wolf, Parallel Universes, s. 50-1.

ayrıldığı bir deney yapmıştır. Bu şartlar göz önüne alındı­ğında, birleşik sistemin kuantum durumu şunu göstermiş­tir: Bir parçacık üzerinde yapılan ölçümler, birinciden bir hayli uzakta olan ikinci parçacık üstünde yapılan ölçümle­rin sonucunu etkiler.

Bu, Einstein’ın mantığına karşı gelir gibi göründü; do­layısıyla adını "tekinsiz uzaktan aksiyon" şeklinde değiştir­di. (*) Aynı deney parapsikoloji araştırmalarında da kulla­nıldı; ulaşılan sonuçlar ise şunu önermektedir: Bir gözlem­ci, kendisinden ne kadar uzakta oluşursa oluşsun bir olaya etki edebilir. Bu da gösteriyor ki dalga fonksiyonunun çök­mesi uzaysa 1olarak sabit kalır; aynı zamanda bu paradok­sun belirli bazı uygulamalarında, çöküş, zamansal olarak sabit kalma özellikleri gösterebilir. Başka bir deyişle, bura­da sahip olduğumuz şey, uzay ve zaman kısıtlamalarıyla sınırlanmamış olan gözlem sonuçlarıdır. Dolayısıyla psi ile ortak noktalar gösterdikleri söylenebilir. (**)

BELL TEOREMİ

Einstein ve arkadaşlarının formüle ettikleri meşhur paradokstan otuz yıl sonra, Avrupa Parçacık Fiziği Merke­zinde (CERN) teorik fizikçi olan John Bell, EPR deneyine dayanan bir teorem ortaya çıkarmıştır. Bu teorem, gizli ye­rel değişkenlerin varoluşunun, kuantum düşüncesinin is­tatistiksel tahinin edilebilirliği ile bağdaşmadığım ve dola­yısıyla Einstein'm gerçek kavramıyla birbirine zıt olduğu­nu göstermiştir. Deneyler göstermiştir ki iki foton birbirine öyle yakın bir şekilde bağlıdırlar ki, uzay ve zaman , İç Za­man farklarına rağmen hiçbir şekilde fotonlarm birbirleriy- le anlık irtibatına etki etmemiştir. Başka bir deyişle foton­lar, Dış Zaman içinde iletişim kuruyorlar. Bu senaryo,

<*) P. Davies, The Cosmic Blueprint, s. 176.

(” ) H.J. Eysenck ve C. Sargcnl, Explaining the Unexplained, s. 144.

uzaktan şifa ve insanlann, düşüncelerini ve dualarını yol­lamadan önce gözlerinin önünde akrep ve yelkovanı öğlen 12'de olan bir saati canlandırmaları istendikleri zincirlen­meler ve "armonik toplanma" çeşidinden ezpterik pratik­lerde tekrarlanmaktadır; ki bu da Dış Zaman iletişim usu­lünü kullanmaktadır.

AYAKKABI BAĞI FELSEFESİ

Bu teoriyi ortaya atan ve destekleyen fizikçi Geoffrey Chevv'dür. Ayakkabı bağı kavramı, özel bir parçacıklar teo­risi kurmak için meslektaşlarıyla üstlendikleri bir çalışma­dan çıkmıştır. Ayakkabı bağı felsefesi, modern fizikteki mekanik dünya görüşünün son inkârını oluşturduğu şek­linde görülmektedir. Evreni; "...birbirine bağlı olayların di­namik bir ağı. Bu ağın hiçbir parçasının özellikleri temel değildir; hepsi diğer bölümlerin özelliklerinden çıkmışlar­dır. Ve bunların karşılıklı bağlantılarının tutarlılığı, bütün ağın yapısını belirler." (*) şeklinde algılar. Chew, teorileri­nin metafizikle komşu olması bakımından daha bütünsel bir bilim görüşünü kabul eden yeni tür fizikçilerden biri­dir.

BOHM'UN HOLOGRAM ANALOJİSİ

Profesör David Bohm'un, bilimsel bağlamda şuur ile madde arasındaki ilişkiyi araştırma konusunda, kendi ala­nında herkesten daha ileri gittiği bazı fizikçiler tarafından kabul edilmiştir. Bohm'un ana kaygılarından biri "kırılma­mış bütünlük" kavramıydı ve EPR deneyi ile örneklenmiş olan yerel olmayan bağlantıları, kendi teorisine katkıda bulunur biçimde görmüştür. Bohm uygun bir analoji ola­rak holograma yönelmiştir çünki kırılmış olan bütünün her

(*) F. Capra, The Tao of Pİıysics, s. 316.

parçası, görüntünün (daha az detaylı olsa bile) tam bir imajını içermektedir. Her ne kadar yararlı olsa da, Bohm, hologram analojisinin atomaltı seviyedeki "örtülü dü- zen"in bilimsel bir modeli olarak sınırlarının farkındaydı. Bunun sonucu olarak kendi hipotezini tarif etmek için ken­di deyimini ortaya attı: holohareket. Bohm’m vardığı so- nuçlffr, Wholeness and the Implicate Order (Bütünlük ve Ör­tülü Düzen) adlı kitabında bulunabilir. Bohm'ın fikri üze­rinde görüş bildiren Capra şöyle yazıyor: "Bohm'a göre uzay ve zaman, holohareketten ortaya çıkan formlar olarak beliriyor; onlar bile düzenin içinde kucaklanıyorlar." (*) Lyall Watson daha sonraları reenkarnasyonun metafizik teorisini açıklamak için, aynı hologram analojisini kullan­mıştır.

KARA DELİKLER

Wolf kara deliği şöyle tarif eder:

Uzayın , muazzam bir kütle çekim alanı içeren küresel bir bölgesi. Alan o kadar büyüktür ki yüzeyinde bulunan her şey içine emilir, ışık dahil . Mıknatıs gibi çevresinde bulunan her şeyi çeken bir küre hayal edin. Güneş ışığını da emdiğini düşü­nün, işte size bir kara delik. (**)

Wolf un sözünü ettiği uzay içindeki bu bölge, kendi çekim gücü altında çöken bir yıldız tarafından meydana getirilir. Bu oluşumun boyutu o kadar güçlüdür ki, yıldı­zın çekim alanı her türlü maddenin, ışığın veya diğer man­yetik radyasyonun bölgeyi terk etmesini engeller. Başka bir deyişle, bu, dönüşü olmayan bir yolculuktur.

"Kara delik" terimi, 1969'da Amerikalı bilim adamı John Wheeler tarafından ortaya atılmıştır ve 1973'te bir John Taylor klasiği olan Black Holes (Kara Delikler) ile po-

(*) a.g£., s.353.

(»*) Wolf, Parallel Universes , s. 50-1.

püler olmuştur. Bu fenomenler bilim kurgu yazarlarına il­ham kaynakları oluşturmuş; bu yazarlar halka, bu delikler­den birinde yok olan ve kendilerini bir paralel evrende ve­ya değişik bir zaman periyodunda bulan uzay araçları ko­nusunda acayip hikâyeler sunmuşlardır. "Zaman Eğimle­riyle Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kaymaları ve Kapsülle­ri" adlı bölümde ilgileneceğimizden, şu an için kara deliğin bu niteliğini bir kenara bırakıyor ve kara deliklerin, bilim­sel bakış açısından gerçekten ne olduğu konusuna yoğun­laşmak istiyoruz.

Kara delikler, bazı fizikçiler için, kötü kader gibi görü­nüyor. Örneğin, John Gribbin şunları söylüyor:

Her nerede bir bölgede yeterli madde toplandı ise -'yeter- li'nin yalnızca bizimki gibi birkaç.Güneşe eşit olması gerekir- rölâtivite teorisinin denklemlerine göre öyle görünüyor ki, o küt­le çekimi nihaî "karşı konulamayan güç" hâline geliyor, madde­yi matematiksel tekilliğe doğru eziyor ve onunla birlikte, uzay- zamanın dokusunu da eziyor. Tekilliğe ulaşılmazdan önce, sü­per yoğun nesnenin etrafındaki kütle çekimi o kadar giiçlüdür ki ışık bile kaçamaz ve dolayısıyla "kara delik" terimi de buradan gelir. İçinden kaçışın imkânsız olduğu bölge, bu tekilliğe doğru nihaî çöküşün kaçınılmaz olduğu bu bölge, 'olay ufku' denilen şeyle sınırlanıyor.([10])

Bütün bunlar, şüphe yok ki sokaktaki adama korku veren şeyler. Bana göre kara delikler, belirli türdeki mad­denin frekanslarını veya dalga bantlarını ciddî biçimde de­ğiştiren kuantum sıçrayışlarının araçlarıdır. Örneğin, bir evrenin malzemesini başka bir paralel alanın malzemesine döndürüyorlar veya başka bir kozmik zaman bölgesinde yeni bir evren oluşturuyorlar ve dolayısıyla zaman enerji­leriyle bağlantıları açıkça ortada. Bir metafizikçi olarak, ev­reni, ya kendi kendine programlanmış ya da bir tür kavra-

namayan Zihin tarafından etkilenen kesin bir mekanizma olarak görme eğilimindeyim. Bundan dolayı, her parça; ye­rine getirmesi gereken, açık şekilde tanımlanmış bir fonksi­yona veya resmin bütünü içinde oynaması gereken bir role sahip. Bu özel kapasitelerimizi şimdi belki anlamakta güç­lük çekebiliriz fakat onlar, türümüz geliştikçe, bizlere git­tikçe artan bir şekilde açık hâle gelecektir.

"Zamanın devreselliği"ni ilgilendiren kendi görüşle­rim ışığında, Gribbin, dikkatimi çeken ilgi çekici bir açıkla­mada bulunuyor:

White Holes (Beyaz Delikler) adlı kitabımda, uzaydaki deliklerin mevcudiyetine dair fiziksel işaretleri ve Evrendeki uzay-zaman tekilliklerinin varlığım tarif ettim. Varsayımsal bi­le olsa böyle delikler sayesinde bir tür kozmik metro yoluyla uzayda yolculuk fikri, Adrian Berry tarafından The Iron Sun (Demir Güneş) adlı kitabında ayrıntılı olarak işlenmiştir. Bura­da tabiî ki uzay-zaımnın, bir tekilliğin yoğun kütle çekimi sonu­cu imha olmasının diğer yanı hakkında, zaman içinde yolculuk olasılıklarının ortaya çıkması hakkında bilgi istiyoruz. ([11])

Belki de benim zamanlar-arası şebeke teorisi hiç de o kadar aşırı değildi. Fakat Gribbin'in kitabı 1979'da yayın­lanmıştı ve bu alandaki bilimsel buluşlar sonraki on sene içinde o kadar hızlandı ki, fizikçiler bile onları takip etme konusunda zorlandılar. Gerçekten de, bu konuda karşılaş­tığım, tam anlamıyla yetenekli bilim adamları tarafından yazılmış olan birçok araştırmanın yazarlarının çoğu, çağ­daşlarının teori ve buluşlarından tamamen habersiz görü­nüyorlar; ayrıca mevcut araştırma malzemesinin yorum­lanması konusundaki görüşler, büyük ölçüde değişiklik arz ediyor. Örneğin Havvking'in kara deliklere yaklaşımı temel olarak tekniktir ve daha çok çökmüş yıldızlardan ak­tüel oluşumlarına konsantre oluyor. Dolayısıyla, okuyucu-

lardan teknik bilgiye ilgi gösterenlere Hawking'in eseri önerilir; bu eser uygun diyagramlarla yeterince izah edil­miştir. Öte yandan Davies, Gribbin ve Wolf; kozmos yo­rumlarını psikoloji, metafizik ve insan bilimleri ile harman­layarak daha geniş bir yaklaşımı kabul etme eğilimindedir­ler.

BEYAZ DELİKLER

"Kara delikler" terimi ile, yaratıcı bilim kurgu hikâye­lerinde veya popüler basında karşılaşmamıza rağmen, bunların zıtları olan "beyaz delikler"e çok seyrek değinil­miştir. Beyaz delik, olay ufkundan geçen uzay-zaman te­killiğinden ortaya çıkan maddenin oluşturduğu varsayım­sal astrofiziksel nesne şeklinde tarif edilir. Kara delikler gi­bi beyaz delikler de uzay-zaman tekilliği ile bağlantılıdır­lar. Fakat madde kara delikte kaybolup evrenden dışarı doğru zorlanmasına karşın, beyaz delikten, Gribbin'in "kozmik fışkırma" diye tanımladığı şekilde, dışarı akar. Bu­rada karşımıza çıkan, maddeyi emen, tekrar organize eden ve sonra da evrene geri gönderen bir sistem midir? Ama geri gönderilen tıpatıp aynı madde midir yoksa bir delikten içeri girip diğerinden çıkana dek yaptığı yolculukta bir de­ğişikliğe uğramış mıdır? Örneğin, oluşum aşaması içindeki yeni galaksilerin, kara delikteki dönüştürücü bir değişim için evrendeki yerini boşaltan, yaşlanmakta olan bir siste­min parçası olmadıklarını nereden biliyoruz? Çıkan sonuç şudur: Yıldızların veya galaksilerin doğum ve ölümleri sü­rekli devam eden bir oluşumdur ve ezoterik inancın önem­li ilkelerinden biri olan doğum, ölüm ve tekrar dirilme çemberine benzetilebilir. Eski Mısırlılar Klıet Khet veya "Çifte Ateş" fikrine bağlıydılar: dağıtma ateşi ve katılaşma ateşi; ve bunlar Nefitis ve Isis tanrıçalarıyla temsil ediliyor-

lardı. Nefitis her zaman "siyah" veya "gizli" olan kûtsal varlıktı; oysa Isis, annelik vasfıyla temsil edildiği üzere - katılaştırma ışığını taşıyordu; Isis yeni oğul (yoksa güneş mi?) Horus’u doğurmuştur. Temel kozmik bilgi, basit bir hikâyede saklanmıştır ve adı geçen kuvvetler, izah kolaylı­ğı için kişileştirilmişlerdir. Bütün bunlar konusunda daha fazla bilgi "Efsane, Tarih ve Dindeki Zaman" adlı bölümde ele alınacaktır.

KURT DELİKLERİ

Kara/beyaz deliklere çok yakın dost olanlar ise, belirli bir evrendeki uzak bölgeleri veya bir evreni diğer bir para­lel evrenle bağlayan uzaydaki açıklıklar olarak tanımlanan kurt delikleridir. "Kurt deliği" adı ilk defa John Archibald Wheeler tarafından kullanılmıştır ve o zamandan beri, ku- antum topologları tarafından enerjinin bir evrenden diğeri­ne sızdığı noktaları tanımlamak için kullanılmıştır. Kurt delikleri, kara deliklerin içinde ortaya çıkar ve türlü şekil­lerde ve ölçülerde olurlar. Örneğin, küçük bir parçacık, eğer mikroskopik açıdan bakılırsa, bir kurt deliği olabilir. Wolf, Hawking'in şunu belirttiğini açıklıyor: Çok açık ol­masa bile, kurt delikleri aracılığıyla evrenler arasından sı­zan tek şey, enerji değildir; bilgi ve düzen kavramı da di­ğer iki olasılıktır. ([12]) Zamanın labirentli dairesinin bazı ka­nalları, gittikçe daha açık şekilde tarif edilmiş hâle gelmek­tedir.

"Delik" fenomenleri bazen, denklemlerin "uydurması" diye eleştirilmiştir. Eğer kişi bunları bu ölçüte göre tartar­sa, Büyük Patlama teorisini üretenin de aynı denklemler olduğu söylenmelidir. Teorik fizik, birçok hipotez için de­ney alanı olmuştur; bunlardan bazılan, örneğin, şu andaki

bazı uzay araştırmaları nihaî olarak ispatlanmıştır; halbuki diğerleri hâlâ gizem olarak kalmıştır. Bütün bu gizemler, herkesi tatmin edecek biçimde deneysel olarak çözüme ka­vuşuncaya kadar, "kara deliğin içinde ve beyaz delikten dı­şarı" tabiri, aynen Khet Khet gibi şaşırtıcı bir şey olarak ka­lacaktır.

Kitabımızın konusu zaman olduğundan, ister kara is­ter beyaz, deliklerin enerji olarak zaman kavramıyla ilgisi nedir diye sorabilirsiniz. Bilimsel kaynaklardan elde ettiği­miz az miktarda bilgi, ister safi kütle çekimsel alanla bağ­lantılı olsun ister henüz farkına varmadığımız başka özel­likler taşısın, bu fenomenlerle bağlantılı bulunan bu enerji­lerin, dönüştürme vasıfları olduğu fikrini güçlendirir nite­likte görünmektedir. Tamamıyla metafizik bakış açısından bakıldığında, zaman enerjileriyle bağlantıları açık olarak or­tadadır çünki zaman en yüce dönüştürücüdür. Kara delik ile onun zıddı arasmda var olduğu spekülasyonu yapılan "za­man /zamansızlık kanalı" boyunca bir yerde, dönüşüm olu­şur. Tıpkı her birimizin karanlık bir tünel içinden geçerek "ölümün kara deliğine" girip ötedeki beyaz ışığa varışımız, güneşimiz diye çağırdığımız yıldızın ışığını gözlemek için benzer bir tünelden geçerek yeniden doğumda ortaya çıkı­şımız gibi. Bu metafizik bir göz yıkama mı? Hayır, değil.

Lyall YVatson, Helen Wambach, Edith Fiore ve kendi alanlarında seçkin diğer birçok araştırmacı şu fikri onaylı­yor görünüyorlar: Bize ne olursa diğer bütün değişik evren­lerdeki, hatta var olan teknolojimizle henüz saptayamadık- larımızdaki her şeye aynı şey olur. Bu açık şekilde tanım­lanmış daire, en küçük parçacıktan evrenin merkezine ka­dar, bütün seviyelerde ve her şeyle birlikte tekrar edilir. Metafizik kardeş olan bizler, Kozmik Kanuna değinmekten hoşlanırız. Peki, ya bunu gerçekleştiren temsilci nedir? Za­man!

Kendi tecrübelerimizin yarattığı sürekli varoluşta yaşıyoruz.

Kendi başına zaman yoktur.

LUCRETIUS (Yaklaşık M.Ö. 95 - 55)

Zaman araştırmaları dünyası, kendi anlambilim setini geliştirdi; bunların birçoğunun anlamı sokaktaki adam için pek azdır. Oysa eğlence sektörü, bu konuya sürekli biçim­de büyüyen ilginin farkına varmada bir hayli hızlıydı. Ay­nı şekilde medya da zaman konusundaki aşırı derecede teknik olanlardan hayalî anlamda gülünç olanlara kadar, çeşitli fıkra ve programlarıyla, okurlarım, dinleyicilerini ve izleyicilerini bombardımana tuttu. Birçoğumuzun ise za­man düğümü, zaman kayması ve zaman eğimi arasındaki farkları bilmediğimizden, aydınlanmaya ihtiyacımız var­dır.

ZAMAN EĞİMLERİ

Zaman eğimi tek bir cümleyle şöyle tarif edilebilir: (Bilim kurguda tipik biçimde gösterildiği gibi) zamanın geçmişten geleceğe akışındaki imajinatif bir bozulma veya kesinti. Televizyondaki "Uzay Yolu" dizisinin hayranları, aşağıda belirteceğim senaryoya aşinadırlar: Uzay aracı ön­ceden tespit edilmiş rotasında başarılı bir şekilde ilerle-

mektedir; personel işlerini yapmakta, ortalıkta sakinlik hü­küm sürmektedir. Derken, birdenbire gümbürtüler, çarp­malar ve bariz sallantılar oluşur. Bunlar, herkesi oturduğu yerden söküp atar, araçları kontrolden çıkarır, ışıklar yanıp sönmeye başlar ve seyir subayı, kaptana şöyle lütap eder: "Efendim, bir zaman eğiminin içine emilmiş bulunuyoruz!”

Biz izleyicilerin bundan çıkaracağı anlam şudur: Evre­nin çevresinde oluşmuş acayip enerji cepleri vardır ve bazı uzay araçları kazara bunların içine girebilir ve Yeryüzü za­manı bakımından ya geçmişe ya geleceğe ya da paralel ve­ya bilinmeyen bir evrenin içine sürüklenebilir. Bu aklı alt üst eden durumdan kurtulma, genellikle uzay aracının za­man eğimine girdiği noktaya tekrar dönüşüyle olur; koor­dinatlar tekrar geriye doğru ayarlanır ve uzay aracı tekrar rotasına girer. Hikâyenin sonrasında ise, uzay aracı zaman eğimi içindeyken bazı hoş ve nahoş serüvenler yaşanır ve işin doğrusu, bizler de iyi bir hikâyenin zevkine varmış oluruz.

Ünlerini riske etmekten korkmayan bazı bilim adam­ları, zaman zaman hayal güçlerini kullanarak mümkün olan zaman eğimlerinin varoluşu konusunda, matematik­sel formüller ileriye sürmüşlerdir. Dr. John Gribbin Tiıtıe- Hwrps(Zaman Eğimleri) adlı kitabında; Einstein'm genel rölâtivite teorisinin gelecekte mümkün görünen zaman yolculuğu ile ilgili yanının, gerçek bir zaman eğimiyle bağ­lantısının olduğunu ileri sürer:

... Buluşlarla ortaya konan şudur: Kütle çekim alanı kendi civarındaki uzayı ve zamanı bozar ve bilhassa güçlü bir kütle çe­kimine sahip bir alanda bir saat yavaş ilerler; aynen hızlı ilerle­yen bir saatin yaptığı gibi. Eğer çekim alanı yeteri derecede güç­lü ise zaman etkin bir şekilde yerinde kalır; aynen ışık hızında yolculuk esnasında bir saatin yaptığı gibi ve bu, kara delikler fe­nomenini anlamanın bir yoludur. Bir kara deliğin sınırında çe­kim o kadar yoğundur ki, zaman yerinde durur ve hiçbir şey ka- 96

ra delikten dışarı çıkmaz; -ışık dahil- herhangi bir şeyin kendini kurtarabilmesi, dışarıdaki dünyadaki saatler için sonsuz zaman demektir.

Kara deliğin içinde, bildiğimiz anlamda zamanın (bildiği­miz anlamda uzayla birlikte) varoluşu durur. (*)

Öyleyse bize, zaman eğimlerinin kara deliklerle eş an­lamlı oldukları mı söylenmektedir yoksa kara deliklerin, evrene birden fazla şekilde yararlı olan çok fonksiyonlu enerji hücreleri olduğu sonucuna da varabilir miyiz? Daha önceki bölümlerde önerdiğim bilgisayar analojisini kulla­narak kara delikleri veya zaman eğimlerini bütün bir veri kısmını bir bölümden diğerine kaydıran, tekrar düzenle­yen ve değişik açı ve olasılıkları görüntü olarak sunan ko­mutlara denk biçimde görebiliriz.

Daha önceki bölümde ele aldığımız üzere, Einstein'm uzay-zaman eğrisi ve buna eşlik eden tekillikler; büyük çarpılmaların, eğikliklerin meydana geldiği bölgelerin var­lığını önerir. Ve burada fiziğin normal kanunları geçerli değildir. Bu çarpılmalar, bazı bilim adamları, bilhassa Wolf tarafından, diğer evrenlere açılan kapıları içerir biçimde görülmektedir. Wolf, bu görüşü, kendi paralel evren teori­sine Einstein’m katkısı olarak gördüğü Einstein-Rosen köp­rüsüyle destekler. (**)

Kara delikler ile zaman eğimlerinin spesifik özelliği, bunları birbirleriyle ilişkilendirirsek, kütle çekimidir, yani evreni birarada tutan anahtar kuvvettir ("Zaman ve Evren" adlı bölüme bakınız). Bundan dolayı, kozmosun anlaşılma­sı için kütle çekiminin değerlendirilmesi önemlidir. Kara delik fenomenindeki kütle çekimi, zaman enerjilerinin za­mansızlık yanıyla bağlantılı görüldüğünden, kütle çekim güçleri ile zamanın, çok yakından ve açıklanamaz biçimde bağlantılı olduğunu öneriyorum. Oysa, aynı şey, bilim

(1)   J. Gribbin, Tiıııeumrps, s. 74.

(2)    ) F.A. Wolf, Parallel Universes, s.143.

adamlarının Büyük Birleşik Teorinin tek kubbesi altında birleştirmeye çalıştıkları diğer bütün enerji kaynakları için de söylenebilir. Öyleyse neden zamanı; bilimin katasım ka­rıştırmaya devam eden, süptil kozmik tesadüfler zincirin­deki son halka olarak düşünmüyoruz?

"Demiryolu" benzetmeme tekrar dönelim. Bu benzet­mede kara deliği, tarifede yer alan durak noktasıyla, za­man eğimini ise a) ya noktalan değiştirip aracın, orijinal yönünden sapmasını sağlayan bir sinyalizasyon hatası ya da b) araç raydan çıkma noktasına geri getirildiği ve sin­yaller düzeltildiği takdirde düzeltilebilir olan hafif bir ray­dan çıkma ile denk görebiliriz.

Dr. Gribbin'in, zaman eğimleri ve kara deliklerin, en sonunda zaman yolculuğuna giden "açıl susam açıl" paro­lası olduklarını ispat edecek olan karmaşık şebekenin bir bölümünü oluşturdukları hakkmdaki varsayımının doğru olduğunu düşündüğümü belirtmek istiyorum. İnsan me­rak etmeden duramıyor: Acaba Dr. Gribbin veya fizikçi meslektaşları, zamanın kendisinin aynı zamanda bir enerji olduğu sonucuna ulaştılar mı? Cari Jung'un çok sevdiği (senkronizite) eşzamanlılık kanununa güven duyduğu­muzda, ben kişisel olarak, zaman ve zamanın, evrensel ener­jinin gelecekte olası bir kaynağı olarak kullanımı konusundaki inançlarımı da hesaba katarak, bu konuda hiç de yalnız ol­madığımı düşünüyorum.

ZAMAN DÜĞÜMLERİ

Wolf bunları şöyle tarif ediyor: "Şimdiden geleceğe ve tekrar gerisin geriye şimdiye daire çizerek düğümlenen yolculuklar veya şimdi başlayıp ve zaman içinde geriye gi­den; tekrar şimdiye dönen yolculuklar veya bunların her­hangi bir kombinasyonu." Böyle düğümler Wolfun dediği

ZAMAN EĞİMLERİ, DÜĞÜMLERİ, KAYMALARI ve KAPSÜLLERİ gibi, "fizik kanunları tarafından yasaklanmış değildir; özel­likle eğer başlama ve bitiş noktalan aynı zaman ve uzayda ancak değişik paralel evrenlerde ise." (*)

Zaman konusunun epey satılabilen bir ürün olduğu gerçeği, bu konudaki Geleceğe Dönüş gibi filmlerin ve Ku- antıım Sıçrayışı gibi TV dizilerinin çok tutulmasıyla kanıt­lanabilir. Bunların yapımcıları, bizlerin, lineer Yeryüzü za­manı boyunca ileri ve geri gidebileceğimiz olasılığından para kazanmakta acele ettiler. Oysa dizinin bir iki bölümü­nü izleyince, kuantum sıçrayışının gerçek anlamıyla bağ­lantısı olduğunu göremedim çünki bu fenomenler, tanım gereği, geçmiş hataları düzeltme amacıyla zamandan za­mana zıplamalar biçiminde gösterilmeleriyle sınırlanmaz­lar. Ancak bilimsel ve popüler bilim kurgunun mevcut avangard düşünce ortamında her şey mümkün göründü­ğünden, belki de yanılıyorumdur.

Lineer geçmişteki belirli bir noktaya dönen kişiler hakkında, değişik türden hayalî hikâyeler yazılmıştır. Bu kişiler, daha önce ateşli biçimde inandıkları şeylerin ger­çekte hiçbir zaman olmadığım keşfetmişlerdir. Böylece, ta­rih kitaplarım doğru bir şekilde ortaya koymak amacıyla ve birçok kişi tarafından benimsenen inançları içermek üzere; ilgili kişiliklerin rol ve rollerini varsayıp, piyesi bu­günkü insanların inandığı şekilde oynamışlardır. Michael Moorcock’ın Behold the Mfln(İnsam Gözle) adlı kitabı ve Ward Moore'm Bring the Jubillee(Jubilee'yi Getir) adlı kita­bı bu türe girer. Bütün bunlar kaliteli bilim kurgu kitapları­dır fakat acaba gerçek olabilir miydi? Gerçekten de bir kişi, geçmiş bir döneme giderek ve dünya kültürünü sonradan etkileyecek bir harekette bulunarak, bütün evrimsel deseni değiştirebilir mi? Öyle zannediyorum ki, bu, resmin koz­mik olaylar şemasının neresinden ve nasıl görüleceğine bağlıdır.

<*) a. g. e., s. 329.

Oysa bir metafizikçi, zaman içinde zamansız, sonsuz bir noktanın bulunduğunu size garanti edecektir. Bu nok­tada bütün zaman birdir ve her evren içinde her seviyede algılanabilen her hayat ve tecrübe permütasyon,bu nokta­da birleşir ve bu noktada ansızın mevcuttur. Hiç şüphe yok ki bazı okuyucular, bu sürecin tek bir Zekânın varlığı­nı içerdiği ve bu Zekânın bütün kozmik senaryoyu yönet­me işinde parmağının bulunduğu inancına katılacaklardır. Durum böyle olunca, hepimizin bildiği ve her iyi yönetici­nin alıntı yapmakta usta olduğu o Shakespeare’in bilgece gözlemlediği durum söz konusudur: "Yerde ve gökte, Ho­ratio, senin felsefende hayal ettiğinden çok daha fazla şey vardır.”

Eğer zaman düğümleri çeşidinden fenomenler varsa; bunlar, zaman devirleri boyunca olan gidiş dönüş biletle­rinden başka şeyler değildir ve en sonunda, bunlarm hangi amaç için kullanılacaklar ise onun sağlanacağı bir dönem gelecektir. Mecazî olarak konuşursak, gelecek zaman yol­cularına şu nasihatleri verebilirim: Sinyalizasyonun arıza­lanabileceğim, raydan çıkabileceğinizi, daha az merhametli bir zekânın, işaret kutusuyla oynayabileceği olasılıklarını hesaba katın -Schrödinger’in kedisini hatırlayın! Anlatma­ya çalıştığım şey şu: En sonunda zamanın bir enerji olarak kullanılışını öğrensek bile, her zaman için başa çıkılması gereken, şüphe edilmeyen olasılıklar vardır ve belirsizlik prensibi, nasıl İç Zamanda kestirilemeyen bir şekilde fonk­siyon gösteriyorsa Dış Zaman içinde de aynı şekilde fonk­siyon gösterdiği görülecektir.

ZAMAN KAYMALARI

İşte bu noktada, bilim ve insan tecrübesi, ya biraraya gelir veya boynuzlarını birbirine kilitlerler. Zaman kayma-

sı kavramı; evrende ve hâliyle bizim gezegenimizde, Dış ve İç Zaman arasındaki bağlantının nazik olacağı bölgele­rin varlığıyla ilgili bir düşüncedir. Okültistler bunlara fi­ziksel ve süptil dünyalar (bilimsel tutuculuğun gözünde gerçek ve hayal edilmiş dünyalar) arasındaki noktalar ola­rak değiniyorlardı (bazısı hâlâ böyle değinir), işte bu nok­talarda örtü zayıftır ve dolayısıyla bir taraftan diğerine ko­layca geçilebilir. Yıllardan beridir bunlar; "güç merkezleri" "ley hatları" ve bunlarla bağlantılı fenomenler diye bilinen ve birçoğu hâlâ birçok bilim adamı tarafından değersiz olarak görülen deyimlerle anılmışlardır.

An Adventure(B\r Serüven) adlı kitapta iki İngiliz ba­yanın başından geçen iyi biçimde belgelenmiş hikâyede ol­duğu gibi, zaman kaymaları hakkında garip olan şey, bun­larla hiç şüphe etmeyenlerin karşılaşmasıdır. Bu kitap ilk olarak 1911'de yayınlandı, oysa gerçek olay 1901’de mey­dana gelmişti. Olayda adı geçen Bayan Anne Moberly (Ox- ford’ta St. Hugh College’de müdürlük yapmıştır) ve sene­lerce müdür yardımcılığı yapmış ve Bayan Moberly'nin ar­dından kolej müdürü olan Bayan Eleanor F. Jourdain nor­malde hayallere kapılan hanımlar değildir. Meydana gelen olay şuydu: Fransa'da tatildeyken, birden kendilerini, 1789 yılında Versailles Sarayı'nda yürürken buldular; karşıları­na, bu aşina olmadıkları geçmişten değişik tipte insanlar çıkıyordu.

Bu hikâye yıllarca takma isimlerle yayınlandı, sebebi de adı geçen hanımların önemli eğitim mevkilerinde bu­lunmaları ve açıkçası kendi bütünlüklerini korumakta ya­rar görmeleridir. Ancak gerçek kimlikleri bir ara dışarı sız­dı ve kitabın daha sonraki baskılarında takma isimler de düzeltildi. Her ikisinin de tarif ettikleri bayıltıcı depresyon ve ağırlık duygusu, sonradan psikologlar ve fizikçilerin il­gi odağı oldu. Bayan Moberly'nin yorumu şöyle: "Her şey

anîden doğa dışı göründü, dolayısıyla da nahoş. Binaların arkasındaki ağaçlar bile bir goblene işlenmiş bir ağaç gibi cansız ve düz göründü. Işık ve gölge etkileri yoktu, ağaçla­rı kıpırdatan rüzgâr yoktu. Her şey yoğun bir biçimde du­rağandı." ([13]) Tarif edilen olaylar, giyim kuşam, bahçelerin plânı ve diğer fiziksel olarak gözlenebilen fenomenler son­radan araştırıldı ve en ince noktasına kadar tarihsel olarak doğru olduğu ortaya çıktı.

Ben kendim de zaman kaymalarını yaşadım ve ortaya çıkışlarına eşlik eden depresyon ve düzlük duygularını te­yit edebilirim. Ayrıca çok boyutlu farkındalığı da tecrübe ettim (birden fazla realite durumunu veya zaman bölgesi­nin eşzamanlı biçimde zihinsel olarak hesaplanması). Bu olay büyük bir ihtimalle, beynin belirli bir bölgesine bağlı­dır ve en sonunda, zaman bir kez fethedilir edilmez genel kullanıma konu olacaktır; aksi takdirde böyle bir fenomene maruz kalış, birçokları için delirtici olabilir.

Belirli bölgeler, zaman kaymalarının oluştuğu yerler olduklarına inanıldığından meşhur oldu -örneğin Bermu­da Şeytan Üçgeni; her ne kadar bölgede kaybolmuş gemi­lerin ve uçakların başka boyutlara veya paralel evrenlere taşındığı teorisi, bazı kaybolmuş uçakların okyanusun di­binde neredeyse hiç bozulmamış şekilde bulunmasıyla çü­rütülmüş olsa bile. Sonradan filmi de yapılan Philadelphia Deneyi adını taşıyan kitap, büyük bir geminin görünmez yapılabileceği ve böylece düşman sularına emniyetli şekil­de girebileceği fikrine dayanmaktadır. Bu filmde meydana gelen olay şudur: Teknolojinin geri tepmesi sonucu, gemi ve mürettebatın tamamı alternatif bir dünyaya projekte olurlarken, en sonunda yalnızca bir kişi geleceğe ulaşır. Adamın şansına, kendini bulduğu gelecek zamandaki bi-

ZAMAN EĞİMLERİ, DÜĞÜMLERİ, KAYMALARI ve KAPSÜLLERİ lim, zamanı fethetmiştir ve zaman yolcularmdan birisi onu, ait olduğu yer ve yıla geri getirir.

Bilim kurgu mu? Kimbilir? Evlerini bir gün terk edip bir daha hiç görünmeyen bu kadar çok sayıda insana ne oluyor acaba? Bunlardan bazılarının öldürülmüş olduğu veya üstesinden gelemedikleri bazı aile olaylarından bil­hassa kaçarak ortadan kaybolmaları olasılıkları göz önün­de bulundurulmalıdır. Bazı olayların açıklanması ise çok zordur. Bu türden olayları toplamak ve kitap formunda sunmada uzmanlaşmış bazı yazarlar tarafından, hiç şüphe­siz biraz fazla süslenmiş biçimde sunulmuşlardır. Her ne kadar kaybolmaların büyük bir çoğunluğu mantıksal bir açıklamaya sahipse de, her zaman orada veya burada bir zaman kaymasını ve içinde kaza sonucu kaybolmuş bulu­nan bir kurbanın bulunduğunu ima eden garip bir olay vardır.

Bayan Moberly ve Jourdain'm şansları, yalnızca olaya tanık olmaları ve olayın içinde yer almamalarıdır. Aynı türden bir tecrübeyi yaşamış, benim tanıdığım çok bilgili ve sağduyu sahibi yaşlı adam, böyle bir olayı bana ilk el­den nakletmiştir. Aristokrat ailelerden birinin üyesi, Iskoç- ya'da eski bir şato bozması olan büyük bir binada kalıyor­muş. Kırsal kesimde yaşadığından çok sık olarak dışarıda yürüyüşlere çıkıyormuş. Kendisini çok iyi hissettiği bir gün, ufkunu genişletmeye ve değişik görüntülerin zevkine varmaya karar verir. Hayli yürüdükten sonra, karşısında bir İskoç çiftliği bulur. Bu eviyle, çevre binalarıyla, akarsu­yu ve canlı varlıklarıyla tam bir çiftliktir. "Ne kadar aca­yip." diye düşünür ve şunu ekler: "Bu çiftliği daha önce görmedim, ne kadar geri zekâlıyım!" Binanın dışındaki ba­zı kişilerin değişik bir dönem stiline göre giyinmiş olduğu dikkatini çeker. Onları selâmlar fakat onlar duymamışlar

gibidirler; yalıuz hayvanlar kafalarım çevirirler ve merakla bakarlar. Şatoya geri döndüğünde bu yeni keşfi hakkında sorular sorar. Kendisine bu yörede böyle bir çiftliğin bu­lunmadığı söylenir. "Fakat en ince ayrıntısına kadar onu gördüm." diye ısrar eder. "Hatta, sizi oraya götürüp göste­receğim." der.

Adı geçen bölgeye ulaştıklarında çiftliği göremezler. Yalnız açık bir alan, dalgalı bir arazi ve küçük bir akarsu vardır. Tanıdığımın kafasında birçok soru işareti vardır ve biraz küçük düşmüş olarak eve geri döner. Eğitimli ve zekâ seviyesi normalin üzerinde bir kişi olduğundan, olayı orada bırakmaz ve sonraki günlerde birsürü araştırma ya­par ve Edinburgh'daki eski kayıtları kontrol eder. Ortaya çıkan gerçek şudur: Bu noktada 18. yüzyılda bir çiftlik var­dı ancak bu yıllar önce yıkılmıştı. Bu alanın tarifi kesindir. Hikâyeyi anlattığında beni şaşırtan şey, gördüğü insanla­rın onu görmemeleri veya duymamaları, oysa hayvanların, varlığından tamamen haberdar olmalarıdır.

İnsanın akima, ister istemez hayvanların, Dış Zama­nın ne kadarını sezdikleri sorusu geliyor. Benim kedileri­min, beş insan duyusuyla kaydedilmeyen şeyleri gördük­lerini ve sezdiklerini biliyorum. Ayrıca ne zaman ölecekle­ri konusunda önceden haberdar olduklarına da inanıyo­rum.

Elde bulunan kanıtlardan, yeryüzü atmosferinde bazı noktaların bulunduğu ve bunlar aracılığıyla diğer zaman yöreleriyle, alternatif frekanslarla veya paralel evrenlerle irtibatın kolayca sağlanabileceği görülüyor. Her ne kadar teknolojinin, en sonunda bizleri zaman şebekesiyle iletişi­me girme ve enerjilerini kullanma konusunda muktedir kı­lacağını yazıyorsam da; ayrıca, insan zihninin bunu, tekno­lojinin yardımı olmaksızın da gerçekleştirebileceği görü­şündeyim.

ZAMAN KAPSÜLLERİ

Zaman kapsülü şöyle tarif edilmiştir: "Uzak gelecekte araştırılması için, içinde, modern kültürün eşyalarını ve kayıtlarını koruyan mühürlü bir kap." Buradaki anlamı ile zaman kapsülleri, yalnızca, tarihçi ve antropologlar tara­fından genelde kabul edilen insanlık tarihini ilgilendiren bilgiyle ilgili görülecektir. Fakat zaman kapsülleri, örneğin tarih öncesine bağlı çok uzak türden bir bilgi (dürüst ol­mak gerekirse bunlar hakkmda çok az bilgimiz var) içeri­yorlarsa veya bizim dünyamızla irtibat hâlinde olmayan ve zaman bölgelerini işgal edebilen başka dünyalarla ilgili bilgi içeriyorsa, ne olacak acaba?

"Bantlar" veya "diskler" gibi maddî nesnelerin geçmiş­ten hatta gelecekten bilgi edinilmesi için kullanılması ko­nusunda, bilim adamları ve metafizikçiler tarafından deği­şik hipotezler ileriye sürülmüştür; eski zaman taşları bu listede en üsttedir. Tarih öncesi kültürlerin büyük taşları­nın (megalitlerin), jeofiziksel faylar içerdiğinden şüphele­nilen bölgelere -bu bölgeler, yeryüzünün altında değişik türden kayaların bulunduğu yerlerdedir- dikilmiş olması gerçeği, birçok insana, bu taşların ta kendilerinin zaman kapsülleri olduğu konusunda ilham vermiştir.

1980'lerin başlarında, Arkeoloji Enstitüsünde araştır­malar yapan bir inorganik kimyacı olan Dr. Don Robins, birçok şeyin yanı sıra, taşlardan yapılmış dairelerin (örne­ğin, Oxfordshire bölgesindeki Rollrights taşları) doğal güç alanları ihtiva ettiğini keşfetmiştir. Ayrıca gece ile gündü­zün eşit olduğu mart ve ekim aylarında, güneş görünsün veya görünmesin, taşların düzenli biçimde yüksek frekans­lı işaretler yaydığı ortaya çıkarıldı. Yıl, gündönümlerine yaklaştığında, işaretler kaybolmaktadır. Dr. Robins ve eki­bi tarafından gözlenen bir diğer ilgi çekici fenomen, daire-

nin dışındaki doğal radyoaktivite seviyesinin, her zaman, dairenin içindekinden yüksek olmasıdır. Ayrıca kozmik radyasyonu dışarıda tuttukları da bulundu; bu da gösteri­yor ki, ya taşların daire şeklinde oluşumundan dolayı ya da daire içinden geçerek yeryüzünden yayılan doğal enerji sonucu, bir çeşit koruyucu kılıf oluşmuştur. Dolayısıyla, bu göstergeler; jeolojik fay çizgileri, bu dairelerin mevkileri ve elektromanyetik radyasyon arasındaki ilişki bakımın­dan önemlidir.

Fenomenlerin çoğu geçmiş zamanlarda UFO'lara bağ­landı ve benzeri olayların ortaya çıkışlarının, elektroman­yetik alana etki eden jeofiziksel düzensizliklere kadar izleri sürüldü. Bu alanın etkisinin, kapladığı alanda yaşayan ve­ya buradan geçen insanlarda halüsinasyonlar görme veya psikokinezi (PK) oluşturma biçiminde etkilerde bulundu­ğu görülmüştür. Uzun zamandan beridir araştırmacılar, dikili taşlar veya diğer megalit yapılarının bulunduğu böl­gelerde, garip parlayan, ışıltılı fenomenler gördüklerini id­dia eden tanıklardan birsürü bilgi topladılar. Bu görgü ta­nıklarından bazıları fenomenin, bir çeşit telepatik tepki do­ğurduğunu ileri sürdüler. Yani zihninsel istek üzerine, fe­nomenin parlaklığının kısılması, hatta fenomene son veril­mesi gibi. Ancak Gaia hipotezine önem verecek olursak, bu şaşırtıcı değildir çünki bu hipotez, yeryüzünü kendi ba­şına yaşayan canlı bir organizma olarak düşünmektedir. Hatta taraftarlarının bazıları, Gaia'ya, evrimimizin bu nok­tasında sahip olduğumuza eşit veya daha fazla zekâ sevi­yesi atfetmişlerdir.

UFO meraklıları, Yeryüzünün elektromanyetik ala- nıhdaki düzensizlikten ortaya çıkmış türden fenomenlere tek tanık olan insanlar değildir. İkinci Dünya Savaşı esna­sında pilotlar, düşünce gücüne tepki gösterdiği görülen benzer fizik ötesi tezahürler tarafından rahatsız edildikleri-

ZAMAN EĞİMLERİ, DÜĞÜMLERİ, KAYMALARI ve KAPSÜLLERİ ne tanık oldular. Öyleyse belki de, taşların kendileri değil de, dikilmiş bulundukları yerler zaman kapsülüdürler: Es­ki çağ insanları bizlerin bugün olduğumuzdan çok daha az sol beyin yönlendirmesindeydiler ve zihinlerini, içgüdüsel ve sezgi yolu ile kullanmaya, modem insandan çok daha fazla eğilimliydiler. Belki de Gaia'nm bedeni, yani dünya üzerindeki hassas noktaların varlığından daha fazla haber­dardılar ve ibadet yerleri veya yalnızca kutsal yerler olarak işaretlemek üzere buralarda, taştan yapılmış ibadet yerleri inşa ettiler.

Gezegenimizi enlemesine ve boylamasına geçtiğine inanılan seyyal enerji damarları olarak düşünülen (Çinliler tarafından "ejderha hatları" veya Keltliler tarafından "peri hatları” diye adlandırılan) ley hatları, bu bölgeleri birbirine bağlıyor gi.bi görünmektedir. İlginçtir, bu ley hatlarının, taş dairelerinde birbirlerini kesen fay hatlarının paralelinden geçtikleri anlaşılmıştır. Eğer bu böyleyse, bu bölgelerdeki elektromanyetik enerji ve onun sonucu olan atmosferik fe­nomenlerin, çevre bölgelerden daha güçlü olma olasılığı vardır. Eğer doğal zaman kapsülleri denen şeyler varsa şu­nu önermek istiyorum: Bunlar Gaia'nm (Yeryüzünün) bey­ninin bir bölümünü oluştururlar ve o doğduğundan bu ya­na yüzeyi üzerinde meydana gelen her şeyin kaydını de­polamaktadır. Bu varsayım üzerinde çalışarak, Gaia'nm bellek bankasına girecek kadar hassas olan bir kimse, bili­min şu anda bildiğine çok şeyler ekleyebilir. Acı gerçek ise şu olguda yatar: Bilimsel disiplinlerde araştırma yapanla­rın çoğu, sol beyin yönlendirmesinde olma eğilimindedir ve sağ beyin tarafından ortaya atılanları kabul etmez. Bu söylediklerimiz bilimsel kuruluşlar içinde yetküi pozisyon­ları tutanlar için özellikle geçerlidir. Neyse ki bazı bilim adamları, yavaş yavaş bunun farkına varıyorlar. Son za­manlarda oluşturulan Girişim Araştırma Ünitesi (Dr. Don

Braben tarafından kurulmuştur) "yaratıcı bilim" in geliş­mesini sağlayacak araştırma bursları elde etmeyi amaçla­maktadır ve gerçek bilimsel araştırmanın hem temel hem de uygulamalı yanlarım kapsar. (Bu kitabın yazıldığı tarih­te, Girişim Araştırma Ünitesinin adresi, ilgilenenler için şöyledir: BT Britannia House, Moore Lane, London EC2, İngiltere.)

TAŞ BİLGİSAYARLAR

Her dikili taşm kendi başına bir zaman kapsülü olma­masına karşın; onları diken insanların, en azından bazıları­nın, zamanın ritmlerine aşina oldukları konusunda ise pek şüphe yoktur. Gribbin şunu belirtiyor: "Stonehenge'in ast­ronomi ile ilgili bir bilgisayar olduğu konusunda artık hiç­bir şüphe yoktur zaten, bu amaç için yapıldığı konusunda şüpheye neredeyse hiç yer yoktur." ([14]) Gribbin ileri sürdü­ğü fikri, diğerlerinin yanı sıra Fred Hoyle, Colin Renfrew ve Gerald Hawkins adlı profesörlerin buluşlarıyla da ispat ediyor. Gribbin, megalitleri yaratanların bilgilerini ve güç­lerini Doğu Akdeniz, Yunan ve Mısır kaynaklarından al­dıkları görüşlerini paylaşmamaktadır. Radyokarbon tek­nikleri ve ağaç halkaları hesaplamalarının (dendrokronolo- ji) kombinasyonu, arkeologlara, eski örenlerin tarihlerini daha kesin şekilde hesaplama konusunda yardımda bu­lunmuştur. Bunun sonucunda da arkaik araştırmalarla iliş­kili olan tarihçiler ve diğer disiplinlerin üyeleri, eski görüş­lerini tekrar gözden geçirmek zorunda kalmışlardır.

Gribbin'e göre megalit mezarları, piramitlerden yüz­lerce yıl önce yapılmıştır. Mezolitik veya Orta Taş Devrin­den (M.Ö. 9000 yılı civarında başladığı tahmin edilir) önce ve bu devir boyunca ilerlemiş bir kültürün varlığım kabul

ZAMAN EĞİMLERİ, DÜĞÜMLERİ, KAYMALARI ve KAPSÜLLERİ etmeye hazırım ama aynı zamanda bunu, aynı dönemde ortaya çıkan Mısır'daki, Akdeniz bölgesindeki ve Atlantik kıyısı boyunca oluşan benzer kültürlerden ayırmak gereği­ni duymuyorum. Alternatif bir görüş, The Sphinx and the Mega!iths(Sienks ve Megalitler) adlı kitabında John Ivimy tarafından sunulmuştur. Her iki araştırıcı da bu konuda ayrıntılı bilgi verirler ve her iki görüş de düşünülmeye de­ğerdir; çünki her ikisi de gerçeğin ayrı bir boyutunu ortaya koyar.

PİRAMİTLER

Metafizikçilerin inançlarına göre, eskiler büyük ihti­malle, zamanın, matematiksel ve geometriksel sembolleri konusunda bizlerin bugün bildiğimizden daha çok şey bi­liyorlardı ve piramitler de bunun bir örneğidir. Büyük Pi- ramit’in küçük ölçüdeki modellerinin altına yerleştirilen eşyaların, zamanın normal yıpratmasına karşı koymaları, birçok bilim adamını düşündürmüştür. Aynı şekilde pira­mit şeklinin, insan zihni üzerinde garip sonuçlar ürettiği gözlenmiştir. Yıllar önce bir New Age festivaline katıldı­ğımda, Büyük Piramit'in küçük ölçüdeki bir modeli bana gösterildi. Bunun büyüklüğü, bir kişiyi içine alabilecek bo­yuttaydı ve bana içine oturmam ve ne hissedeceğimi gör­mem için bir teklif yapıldı. Biraz kuşkulu olduğumdan ve kobay olarak kullanılmaktan çekindiğimden, o sırada ya­nımda duran bir Doğu mistiği olan Swami Rama'ya ilk ola­rak onun girmesini önerdim. O zamanlarda benden daha olgun ve kendine güvenen bir kişi olan Swami hemen tek­lifimi kabul edip, piramidin içine girdi. Onun sakin olu­şundan cesaret alarak, onu takip etmeye karar verdim. Tecrübe ettiğim şey, geçici bir zaman duraklamasıydı ve sanki geçmiş ve gelecek bir an için önümde göründü. O za-

mandan beri birkaç çok boyutlu farkındalık tecrübeleri ya­şadım ve şimdi anlıyorum ki bunlar, çocukluğumdan beri yaşadığım şeylerdi ve ben ne olduklarım bilmiyordum.

Piramitten çıkan Swami, ne hissettiğimi ve ne gördü­ğümü sordu. Ona anlattığımda, aynı fenomenleri aym şe­kilde yaşadığmı söyledi ve gerçekten de ben yapının içinde iken çevresindekilere bunları tekrarlamış. O zamandan be­ri geometrik desen ve zamanı ilgilendiren çok şey öğren­dim; fakat bunların çoğu sübjektif olduğundan, bu konuda daha fazla şey söylemeden önce bunların bilimsel olarak test edilip ispatlanması gerekir. Matematik eğilimi olan araştırmacılar, Peter Lemesurier'nin The Great Pyramid De- coded (Büyük Piramidin Sırrı Çözüldü) adlı kitabından bir­çok ilgi çekici bilgi elde edebilirler. Bu kitap benim inancı­mı teyit etmektedir; evrenin bilgisi açısından, sahneye ilk çıkanlar hiçbir şekilde bizler değiliz.

Kefren piramidindeki o zamana kadar ortaya çıkma - mış gömülü malzemenin araştırılması için Birleşik Arap Cumhuriyeti tarafından organize edilen bir bilimsel proje (1967-69) ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Normal X-ışmları- nm taştan geçmeye yetecek güçte olmadığını hisseden, fi­zik dalında Nobel ödülü sahibi ve aynı zamanda Califor- nia Üniversitesinde Lawrence Radyasyon Lâbora tuvarında direktör olan Dr. Louis Alvarez, kozmik ışın saptayıcısının bu iş için kullanılabileceğini önerdi. Sebebi de bu teknoloji­nin, yeryüzünü dış uzaydan bombardımana uğratan rad­yasyon parçacıklarının ölçümü için geliştirilmiş olmasıydı. Varsayılan şuydu: Eğer alet Kefren piramidinin mevcut la­hit odasına yerleştirilirse, taş şebekesinden geçerek bölüme gelen radyasyon miktarı manyetik banda kaydedilebilir ve yapının sağlamlığındaki herhangi bir sapmanın farkına va­rılmasıyla da daha bulunmamış lâhit odalarının ortaya çı­karılışım kolaylaştırırdı.

Karmaşık radyasyon dedektörleri usulüne uygun şe­kilde inşa edildi ve kozmik ışın konusunda büyük bir bilgi toplandı ve orijinal sorunun cevaplanması için yeterli bilgi bulunmaktadır. Califomia Üniversitesinden Lauren Yazo- lino bilgisayarda iki bant kullandı ve aletin düzgün bir şekilde fonksiyon gösterdiğinden emin oldu. Dr. Alvarez piramidi ziyaret etti, aracından kayıtlı bantları çıkardı ve derken, bulgulan üzerinde hiçbir yorum yapmaksızın ilke­den ayrıldı. Amerikalılar ülkeyi terk ettiklerinde Kahire' deki Mısır El Shams Üniversitesinden Dr. Amir Gohed ara­cı gözetmekle yükümlü kılındı ve açıkladığına göre deney, tam bir çıkmaza girmiş durumda. Dikkate değer tek yoru­mu şu:

Bilim ve elektroniğin bütün bilinen kanunlarını ihlâl edi­yor. Kaydedilen sonuçlar bilimsel olarak imkânsız! Büyük bu­luşlar yapacağımızı umduğumuz kayıtlar; karışık, anlamsız bir semboller yığınından başka bir şey değil. Tamamen aynı olması gereken teyp bantları ise tamamen farklı. Ya piramidin geomet­riği tamamen hatalı, ki bunun böyle olmadığını biliyoruz ya da izahın ötesinde bir giz var. Ne şekilde adlandırırsanız adlandı­rın -büyücülük, firavunların bedduası, sihir- Kefren piramidin­de işleyen ve bilinen bütün bilimsel kanunları ihlâl eden bir güç var.{[15])

Deney hiçbir zaman tekrarlanmadı. Bildiğim kadany- la, bu fenomen üzerinde başka yorumlar yapılmamıştır. Hiç şüphe yok ki paralel evrende bulunan birileri kıs kıs gülmekteler ve bizler bunu, bilinen bilimsel kanunlara uy­madığı gerekçesiyle reddediyoruz. Tabiî ki bunun, fira- vunvari PK veya bu türden saçmalıkla bir ilgisi yoktur. Sa­dece, bizler zaman enerjilerinin gerçek doğası ile bilimsel olarak irtibat hâlinde değiliz.

\

EKİN DAİRELERİ, ZAMAN GÖSTERGELERİ Mİ?

Artan sayıda ve kompleks bir görüntüde ortaya çıkan ekin daireleri, bazılarının zamanla ilgili olabileceğine inan­dıkları bir fenomendir. Öyle görünüyor ki ortaya çıktıkları noktalar arasında ve bu bölgelerden dışarı yayılan elektro­manyetik statik konusunda bazı bağlantılar vardır. Çünki sıklıkla, yoğun biçimde fay hatlarının olduğu İngiltere'nin batı kısmında oluşuyorlar. Ne oldukları ve neyi temsil et­tikleri konusunda birçok açıklamalar ileriye sürülmüştür. Açıklamalar arasında şunlar da vardır: öğrenci şakaları, garip rüzgârlar, Gaia tarafından dış uzayda bulunan "akra­balarına" yardım çağrısı, isteğini duyan ve yardım vaat eden zeki varlıklardan mesajlar, eski bir yazı şeklinden glifler, insanoğluna yaklaşmakta olan kozmik felâket ko­nusunda ihtarlar, güneş sistemimiz içindeki yaklaşmakta olan gezegensel hareketlerin haritası veya şimdiye kadar gizli kalmış göksel bir cismin gelişi/ortaya çıkarılışı vs.

Eğer değişik biçimler ve yerleşim bölgeleri kategorize edilip bilgisayar analizine tâbi tutulsa, belki de bizim aşa­ğıdaki hususları anlamamıza yardım eden tutarlı bir desen ortaya çıkabilir:

a) ne ile ilgilenmekte olduğumuz ve, b) sonuçlardan bir anlam çıkaracağımızı farz ederek nasıl tepki gösterece­ğimiz. Tuhaf bir hile de ortaya çıkabilir fakat en akıllıca ha­reket, bu konudaki hükmü, ileride belirecek kanıtların or­taya çıkmasına bırakmaktır.

Değişik biçimlerde ortaya çıkan ekin alanları konu­sunda, son zamanlarda bir araştırma yapılmıştır. Kindred Sp/riKAkrabalık Ruhu) adlı dergide yazan Richard Beau- mont (Cilt 1, sayı 12, Sonbahar 1990) şunları belirtiyor:

Stroud bölgesinde bulunan HSC (İrlanda ve İngiltere) baş­lığını taşıı/an Limited Lâboratuvar özel bir hizmet sunuyor:

Kandaki kristalize yapılar analiz ediliyor ve hastanın kanındaki benzeri yapılarla aynılık gösteren otların kristalize örnekleri ile karşılaştırılıyor. Bu, her bireyin ihtiyaçlarına özgü olan ve has­taları holistik olarak tedavi etmede başarı sağlayan Spagyrik yönteminin bir bölümüdür.

"Enerji ilâcının" bir türü olan bu yöntem değişik ekin dai­relerinden alman hububat ürünlerine uygulanmış ve ilgi çeken sonuçlar elde edilmiştir.

Fotoğraflardan açıkça anlaşılıyor ki, daire içinden alınan ile daire dışından alınan kontrol örneklerinde mısırın enerji mo­dellerinde göze çarpan bir değişiklik var. Bu bir ara bulgu olup, araştırmalar devanı etmektedir ve bu yılın sonunda rapor yayın­lanacaktır.

 

Alton Bames bölgesinde ortaya çıkan olağanüstü karmaşıklıktaki ekin dairesi

GENETİK ZAMAN KAPSÜLLERİ Mİ?

Meşhur Rus bilim adamı Profesör Ivan A. Efremov, zaman konusundaki avangard görüşlerini bir roman şek­linde açıkladı. Razor's EdgeÇUsturanm Ucu) adlı kitabında Efremov, hücrelerimizin, sayısız atalarımızın zaman kayıt­larını içerebileceği olasılığını ortaya atıyor ve insan orga­nizmasının, mağara insanından astronota kadar, değişik sayıda nesillerin birikmiş tecrübelerini taşıyabileceğini ileri sürüyor. Bunu, reenkamasyon fikrine çok daha mantıklı

bir cevap olarak görüyor çünki bilimsel çalışmaları, onu re- enkamasyon fikrini kabul etmekten alıkoymaktadır. ([16]) Bu tartışmayla daha önce birçok durumda karşı karşıya gel­dim ve yaptığım gözlemler ve araştırmalar, beni aşağıda belirttiğim sonuçlara ulaştırdı: Genlerimiz kesin olarak ön­ceki atalarımızın tarihini taşıyorlar fakat hesaba katmamız gereken diğer bir faktör daha var, o da şuurdur. Eğer şuur yeterli derecede güçlü ise genetik etkilerin üstesinden gele­bilir. Bu konu, "Zamanın Metafiziği" adlı bölümde ele alın­mıştır.

ANTİMADDE

Rasyonel bilimin kabul edilmiş gerçeklerini takip eden ve fiziksel dünyada zamanın enerjisiyle ilgili olan bir keşif vardır: Bu da antimadde veya Havvking'in adlandır­dığı gibi "antiparçacık"tır. Kuantum teorisi ve özel röla­tivite kombinasyonu üzerinde çalışmakta olan İngiliz ma­tematikçi ve fizikçi Paul Adrien Maurice Dirac, 1930 başla­rında, daha önce gözlemlenmemiş olan değişik tür bir maddenin varlığım ortaya koymuştur -antimadde- ve böy- lece Dirac Denklemi matematik bir sezgi sonucu ortaya çıkmıştır.

Neyse ki, bu denklem ciddiyetle karşılanmış ve sonra­ları Amerikalı fizikçi Cari Anderson'm çalışmaları pozit- ron'un varlığını ispatlamıştır. Bu pozitron veya antielekt- ron, antimaddenin bulunuşu ve tanımlanmasında ilk adım olmuştur. O zamandan beri lâboratuvarlarda tutarlı bir şe­kilde antimadde üretilmiştir. Oysa antimadde uzun süre baki kalmaz. Pozitif enerji parçacıkları, negatif enerji deni­zindeki her türlü boşluğu araştıracaklardır ve eğer sıradan bir elektron böyle bir delikle karşılaşırsa, onun içinde yok

ZAMAN EĞİMLERİ, DÜĞÜMLERİ, KAYMALARI ve KAPSÜLLERİ olacak ve evrenimizi terk ederken, yerini bildiren bir gama ışınını salacaktır. Davies şöyle bir yorum yapıyor: "Bu sü­reç, çift yaratmanın tersidir ve bir elektronun bir pozitro- nun, karşılıklı yokoluşlanyla sonuçlanan karşılaşmalarıdır. Böylece antimadde, ne zaman madde ile karşılaşırsa patla­yıcı yokoluşlar ortaya çıkar." (*) Hawking bunu kendi söz­lüğünde basit bir dille onaylar: "Her tür madde parçacığı­nın bir antiparçacık karşılığı vardır. Bir parçacık kendi an- tiparçacığı ile çarpıştığında yok olur ve yalnızca enerji bı­rakır." (**)

Her ne kadar bu çarpışan madde ve antimadde parça­cıkları birbirlerini bu evrende yok ediyor görünseler de, belki de onların çarpışması onların değişik bir kozmik za­man bölgesine atılmasına hizmet eder. Böylece değişik bir frekansta tekrar doğmuş olurlar ve onların hoşçakalın di­yen gama ışını ise, süratle zaman dairelerine yükselişleri anında yansımaları sonucunda bıraktıkları alevden başka bir şey değildir. Antimadde fenomeninin ayrıca derinleme­sine metafiziksel bir yorumu vardır ve buna ben "Zamanın Metafiziği" adlı bölümde değineceğim.

Antimadde konusunda bazı bilim adamları, örneğin Paul Davies, şu şaşırtıcı soruyu ortaya attılar: Neden evren neredeyse %100 maddeden oluşur ve antimadde, yokluğu ile dikkati çeker? Ders kitaplarına göre cevap şudur: Bü­yük Patlama esnasındaki belirli bir safhada madde/anti- madde simetrisi bozulmuştur ve bizler, birinin aşırı dere­cede varlığı, diğerinin yolduğu ile karşı karşıya kalmışız­dır. Birkaç açık görüşlü bilim adamı tarafından destekle­nen metafizik bir inanç vardır: Evrende hiçbir şey gerçek­ten yok olmaz, yalnızca şekil değiştirir. Bundan dolayı, acaba şöyle bir spekülasyonda bulunabilir miyiz? Evreni­mize paralel ve antimaddeden oluşan bir evren vardır ve

(*) P. Davies, Other Yİforİds, s. 86.

(*») S. Hawking, A Brief History of Time, s. 183.

maddenin, antimaddeye karşı üstünlüğü ilk defa oluştu­ğunda, antimadde işte bu gezegene fışkırtılmıştır. Bunun, ilk patlamadan saniyeler sonra oluştuğuna inanılır. Bu olu­şumdaki kuarkların, nükleer parçacıklar ile birleşmesinin yalnızca bir mikrosaniye aldığı hesaplanır ve böylece ilk saniyenin sonuna kadar, geri kalan antimadde, madde ile teması sonucu negatif olmuştur. (*)

Teorize olmuş antimadde dünyalar ve paralel evren­ler açısından, zamanjokunun tersinmesi ve ima ettikleriyle ilgili kavram hakkında, bütün bilim adamları aynı görüşü paylaşmazlar. Coveney ve Highfield, sebeplerini kitapla­rında belirtmişlerdir. Bu iki bilim adamı, Newtoncu deter­minizmi biraz kuşkuyla karşılamakta ve evrim gerçeğini ve biyolojik ritmlerin varoluşunu, kendi savlarını güçlen­dirmesi açısından örnek olarak verirler. Madde, antimad- de, uzaysal simetri ve zamanın iki yönü konusu arasında var olan karışık bağı kabul eder ve okuyucularına şunu da garanti ederler: G. Lüders (1954) ve Wolfgang Pauli (1955) tarafından geliştirilmiş olan meşhur YPZ, yani Yük-Parite- Zaman teoremi; zaman simetrisinin, zaman okuna sebep olacak şekilde nasıl kırılabileceğini açıklamak için kullanı­labilir. YPZ teoreminin bu şekilde adlandırılmasının sebe­bi, aşağıda belirtilen kombinasyonlar sonucu simetrinin denenmiş olmasıdır:

-                 Y; yükün birleşmesi: bunun aracılığıyla madde anti- maddeye dönüşür.

-                 P; paritenin ters yüz oluşu: bu, uzaysal koordinatları aynasal imajlarına dönüştürür.

-                 Z; zamanın geriye gidişi: zamanın yönünü geriye doğru çevirir. (**)

Coveney ve Highfield zaman oku konusunda iyi bir sunuş yaparlar. Birçok açılardan da haklıdırlar çünki yer- İÜ P. Davies, The Cosmic Blııeprint, s.127.

(**) P. Coveney ve K. Highfield, The Arroıo of Time, s.139.

ZAMAN EĞİMLERİ, DÜĞÜMLERİ, KAYMALARI ve KAPSÜLLERİ yüzü üzerinde tecrübe ettiğimiz üzere, lineer zamanda ile­ri yöne doğru bir empüls olduğu görünür. Ancak, fizik ka­nunları, tamamen karanlıkta olduğumuz boyutlar konu­sunda açık görüşlü olmamız için, bizi uyarıyor gibiler. Ay­rıca diğer evrenlerdeki şartlara önyargı ile yaklaşmaktan çekinmeliyiz. Çünki bu evrenler keşfedildiklerinde, fonksi­yonlarının, fiziksel evrenimizin frekanslarından daha deği­şik olduğu ortaya çıkabilir. Homo sapiens ve Gaia'nın sine­sinde paylaştığımız diğer hayat biçimlerinin evrimi konu­sunda, zamanın geçmesinin etkileri ile ilgili olarak bilgi sa­hibi doktorlar bazı ilgi çekici gözlemler yapmışlardır. Bu konulara ayrıntılı olarak sonraki bölümlerde değineceğim.

Determinizm ve paralel evren taraftarı olan lobiye dö­nüyoruz. Bizim açımızdan zaman içinde geriye doğru gi­der görünen evren, aııtimaddeden oluşuyor olabilir. Bun­dan dolayı bir kara delik aracılığıyla fiziksel bir gezi yapmış olsak, kendi karşıtımızla karşılaşabilirdik ve her ikimiz de yok olabilirdik. Antievrenlerden gelen bir erkek ve bir kadın iki zaman yolcusunun birbiriyle irtibata geçip geçemeyeceği konusunda spekülasyon yapan Wolf, şunu öneriyor: Bunun cevabı, gerçekten geriye doğru giden za­man akıntıları içinde yaşayıp yaşamadıklarına bağlıdır. Eğer durum böyle olsaydı, onların gelecekleri bizim geç­mişimiz olacaktı. Evrenlerindeki ışık, zaman içinde ileriye doğru yolculuk edecekti ve dolayısıyla alacakaranlık kuşa­ğından geçen yolcular bunu görmezlerdi. Ve şunu ekliyor:

Onların bütün ışığı, geçmiş tekilliğe doğru geçip gidecekti. Erkek yolcu tarafından görülmeyecek biçimde, zaman içinde yanlış yöne gidiyor olacaktı.

Böylece kadın yolcu ve erkek yolcu birbirlerini görmeyecek­lerdi. Eğer kadın yolcu, bizimkiyle karşılaştırıldığında zaman içinde geriye doğru giden bir evrenden geliyorsa; o da (kadın) untimaddeden yapılmış olacaktı. Bu da düşünülmesi gereken di-

ğer bir konu.

Kadının geçmişi bizim geleceğimiz olsa bile, yanılmış ola­biliriz. Bizim için geriye doğru giden, onlar için de geriye gide­bilir. Başka bir deyişle, onların evrenleri, bizlerin geçmişten ge­leceğe neyi hesapladığımıza göre, normal olarak ilerleyebilir.(*)

Yani gerçekten emin olamayız. Antimadde konusun­da bütün bildiğimiz, parçacıkların tutumlarında gözlediği­miz şeydir. Makrokozmos ve mikrokozmosun birbirlerini değişik frekanslarda yansıttığım farz ederek şu sonuca ulaşmamız mantıklı görünüyor: Güneş sistemleri, yıl­dızlar, galaksiler ve belki bütün evren aynı tür oluşumu ta­kip edebilir. Eğer evren içinde bütün aşamalardaki bu süreçle­rin her birinde ortak olan bir öğe varsa, o da zamandır, ister bir mikrosaniye ister bir milyon lineer yıl olsun, eğer zaman ilerlemezse ne madde ve antimadde olurdu; ne galaksileri ve evrenleri yaratan nükleer reaksiyonlar; ne de, ister bilin­sin ister bilinmesin, herhangi bir evrenin bir bölümünde bir evrim ve de bizler olurduk.

(’) Wolf, Parallel Universes, s.163-4.

ZAMANIN PERİYODİK DEVİRLERİ

Zaman oku bizim bilgimizi arttıran bir araçtır; ceha­letimizi gizleyen bir aygıt değil.

COVENEY ve HİGHFİELD (*)

Asırlar boyunca, periyodik devirlerin yeryüzü üzerin­de yaşayan varlıkların yaşam devirleri üstüne tesir ettiği hesaplanmıştır. Bu hesaplamalar, âlim ve filozofların geç­miş büyük medeniyetleri gözlemlemesinden, günümüz bi­lim adamlarının hava modelleri ve diğer küresel fenomen­lerle ilgili olarak önceden tahminde bulunmasına kadar değişiklik arz etmiştir. Hiç şüphe yok ki aşağıda belirtilen­lerden bazıları, diğerlerinden daha fazla aşina görünecek­tir fakat her biri, bütün olarak zamanın araştırılmasıyla ya­kından ilgilidir.

SAROS DEVRİ

Astronomlar, güneş ve ay tutulmalarının her 18 yıl 11 1/3 günde veya 223 kamerî ayda oluştuğunu çok öncesin­den tespit etmişlerdir. Başka bir deyişle, güneş ve ayın merkezleri neredeyse aynı yerlerine dönerler ve böylece, bir sonraki dönemin tutulmaları aşağı yukarı aynı düzen içinde tekrar oluşur. Devrin uzunluğu bir günün üçte biri­ni kapsadığmdan, görünebilirlik bölgesi her defasında, 120 derece veya bir devrin üçte biri kadar batıya doğru yük- O) P.Coveney ve R.Highfieİd, The Arrow of Time, s. 264.

selir. Astronomi ve astroloji konularında uzman olan Kai­deliler, bunu, Saros devri olarak adlandırmışlardır. (Bu de­yim Yunanca olup, Babillilerin 3600 sene anlamında sam kelimesinden gelir. Modern kullanımı ise, anlaşıldığı kada­rıyla orijinal devrin, 18.5 senelik olarak yanlış bir yorumu­na dayanır.) Ve bu devre büyülü güçler isnat edilip, bir gün dünyanın yokoluşuna sebep olmakta aracı olacağı be­lirtilmiştir.

Bazı bilim adamları bu açıklamayı, batıl inanç saçma­lığı olarak niteleseler de; bu, Saros'un dünya işleriyle bir il­gisi olmadığı anlamına gelmez. Gerçekten de Fransız psi­kolog ve istatistikçi Michel Gauquelin, meslektaşı Le Da- nois'in, bizim hayatlarımız üzerinde Saros devrinin büyük öneminin olabileceğini vurguladığını belirtir. Le Danois, güneş ve ayın birleşik kütle çekimlerinin gelgitlere etki et­tiğini; su alanlarında geniş çaplı düzensizliklere sebep ol­duğunu ve bunun, asırlar boyunca iklimdeki değişiklikle­rin sebebi olabileceğini ileri sürmüştür. Her ne kadar kli­matologlar (iklim uzmanları) Le Danois'i gerçekleri kendi isteğine göre yorumladığı konusunda suçlamışlarsa da, di­ğer bir hidrolik mühendisinin (E. Paris-Teynac) gözlemleri de aynı modelin, büyük nehirler için (örneğin Nil) de ge­çerli olduğunu göstermiştir.

Nil nehrinin gelgitleri konusunda mevcut kayıtlar, 4 bin sene öncesine kadar uzanır. Bu kayıtlardan bazı garip olgular ortaya çıkar. Astronomik devirlere rastlayan ritmik değişiklikler, bariz bir kanıt olarak ortadadır. Paris-Teynac, güneş lekesi devri ile ahenkli olan bir on bir yıllık değişik­lik ve güneş ay tutulmaları aralıklarını yansıtan Saros dev­rine karşılık oluşturan on sekiz yıllık periyotları tanımla­mıştır ve bu bilim adamı, Saros'un, gerçekten de dünyanın bazı bölgelerindeki su seviyelerini yükselttiğini öne sür­müştür. Başka bir deyişle, belirli noktalarda güneş ve ay

ZAMANIN PERİYODİK DEVİRLERİ tutulmaları meydana geldiğinde göksel bir dramanm mey­dana gelme olasılığı artar.

BUZUL ÇAĞI DEVİRLERİ

Gezegenlerin kütle çekim güçlerinin etkilerini, Buzul Çağlarına bağlama konusunda girişimler olmuştur. 1938 senesinde Sırp astronom M. Milankovitch bunları kullana­rak, buzul çağlarının birbirini takip edişlerini açıklamaya çalıştı. Hesabına göre, iklim eğrileri görünüşte kesin bir şe­kilde, buzul ilerleme eğrilerine denklik oluşturuyordu. 1956 senesinde, California Ünivesitesinden Hans Suess, ay­nı jeolojik periyotta, aynı eğrilerin, okyanuslardaki ısı deği­şikliklerini takip ettiğini ileri sürmüştür.

Her ne kadar Milankovitch’in rakamları bilim dünya­sından birçok kişi tarafından şüphe ile karşılanmışsa da, Colorado Üniversitesinden George Gamov, aşağıdaki be­yanla onu savunmaya koşmuştur:

İklimdeki birkaç derece farkın buzul çağlarına yol açmaya­cağını ileri süren bazı klimatologların itirazlarına rağmen, öyle görünüyor ki yaşlı Sırp haklıydı. Dolayısıyla şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: Her 11e kadar gezegenlerin bireylerin hayatlarında etkileri yoksa da (astrologlar olduğuna inanırlar), insanların, hayvanların ve bitkilerin hayatlarına uzun jeolojik periyotlar aracılığıyla etki ederler. (*)

Artık, genelde güneş ve ayın, sağlık üzerine etkisi ol­duğu kabul edilmektedir. 1940 yılında Dr. William Peter- son, verem yoluyla meydana gelen ölümlerin, dolunaydan 7 gün önce çok sıklaştığını ve bazen de 11 gün sonra oldu­ğunu ileri sürmüştür. Bu deseni, kandaki pH içeriğine, ya­ni dünyasal manyetizmanın kamerî devrine göre değişen asiditenin alkaliniteye oranına bağlamıştır. O zamandan beri kamerî safhalar ile değişik biyolojik fenomenler ara­cı M. Gauquelin, Cosnıic Clocks, s.105.

smdaki uygunluk ortaya çıkmış ve aym zamanda güneş le­kelerinin, insan ve iklim üzerindeki etkilerini teyit eden bilgiler belirmiştir.

Rus bilim adamları, dünya dışı cisimlerin, Dünya ve insan ilişkileri üzerine etkileri konusunda daha az şüpheci olmuşlardır. Örneğin Sovyet astronomu R.P Romachuk, astrologların çok dikkat ettiği "gezegenlerin birbirine göre konumlarını" bilimsel kanunlara karşılık teşkil ettiğini gör­müştür. "Güneş lekeleri faaliyetlerini belirleyen, Güneş, Jü­piter ve Satürn'ün pozisyonlarıdır." diyor ve ulaştığı so­nuçlan, bir seri haritalara ve bir dönem boyunca gerçekle­şen gözlemlerine dayandırıyor. Andrew Tomas, Znanie-Si- la adlı Rus dergisinde A. Gangnus'un yaptığı yoruma de­ğiniyor:

Eski zamanlarda astrologlar, gezegenlerin pozisyonlarına göre geleceği tespite yeltenmişlerdir. Bu belki de, o kadar saçma bir şey değildir. Eğer gezegenlerin pozisyonları gerçekten güne­şe etki ediyorsa, o zaman astronomiye ait tablolar, helio-jeofizik- sel ve daha uzun aralıklı iklimsel öııgörmeler için bilgi kaynağı oluşturacaktır.

Rus astronotlar A.A. Leonoff ve Dr. V.I. Lebedeff ayrı­ca şunları belirtmişlerdir: "Güneşteki patlamalardan sonra­ki ikinci günde meydana gelen trafik kazalarının sayısının, güneşin sakin olduğu günlerde meydana gelen kazalarla karşılaştırıldığında, dört kez daha fazla olduğu gözlenir.” (*) Yüksek güneş düzensizlikleri dönemleri boyunca ger­çekleşen intiharlar bile, öyle görünüyor ki, normalden dört veya beş defa daha fazla artmaktadır.

ZAMAN ve SERA ETKİSİ

"Sera" korkusu, bütün olarak gezegenimiz üzerine de-

(*) A.Tomas, Wt." are Not the First, s.96.

ğişik devirlerin etkisi ve özel olarak da iklimimiz üzerine etkisi konusuyla bağlantılı, ciltler dolusu bilimsel spe­külasyon doğurdu. East Anglia Üniversitesinin iklim araş­tırma bölümünden Profesör Hugh Lamb (dünyanın sayılı klimatologlarından biridir) Evening Standard gazetesine verdiği demeçte (27 şubat 1990) şunları belirtti: "İngiltere, gelecek yirmi sene zarfında hızı saatte 179 mile varan de­niz fırtınaları ile karşı karşıya kalabilir. 1987'de ve 1990’da İngiltere'yi mahveden sert rüzgârlar, devirsel bir oluşu­mun parçasıdırlar. Bu rüzgârlar en azından dört asır geç­mişe sahip olup, son 400 yıl içinde her asrm sonunda kötü fırtınalar meydana gelmiştir; dolayısıyla deniz dalgalarını ve rüzgârların etkisini kontrol edici önlemleri almalıyız."

25 Şubat 1990'da, rüzgâr dışarda hırçın bir şekilde eserken, dünyanın en ileri iklim uzmanları Edinburgh şeh­rinde toplantı hâlindeydiler. Konuştukları konu ise, iklim­deki şiddetli değişikliklerin, insan ürünü olan sera etkisi­nin ilk uyarı verici sonuçları olup olmadığıydı. Halbuki bi­lim adamları, kendilerini adama söz konusu olduğunda hep ihtiyatlı davranmışlardı. Birmingham Üniversitesin­den Dr. Mike Hamilton, şu beyanatla doğa olaylarını suç­ladı: "Bazıları bunu, küresel ısınmaya bağlayabilirler. Ama önerim beklemek ve görmektir." Dr. David Parker, şu yo­rumda bulundu: "Bütün bu olanlar için insanı suçlamaya başlamadan önce, daha dikkatli araştırmalar yapılmalıdır." (*) Öte yandan, East Anglia Üniversitesi İklim Araştırma Bölümünden Dr. Jean Palutikov, gelecek 125.000 yıl için hava tahmininde bulunmaktan mutlu olmuş ve bir grafik sunmuştur. Daily Telegraph gazetesinde yayınlandığı üzere (22 Ağustos 1990) Dr. Palutikov şu öneride bulunmuştur: Sera etkisi sonucu oluşan sıcaklık, belki de gelecek Buzul Çağı etkisini ılımlılaştırabilir. Adı geçen araştırma; milyar-

(’) The Daily Mail, 26 Şubat 1990.

larca paund değerindeki ulusal yeraltı atık deposu projesi için uzun vadeli hava tahminleriyle ilgilenen nükleer atık şirketi Nirex için yapılmıştır. İnsan yaşamının başlamasın­dan beri, dünyanın ekseninin, güneşe ve güneş sisteminde­ki diğer göksel cisimlere bağlı olarak değişmesinden mey­dana gelmiş olan buzul çağları, büyük iklim değişiklikle­rinden bazılarından sorumludurlar. Dr. Palutikov'a göre gelecek buzul çağları, sera etkisi sonucu ılımlılaşabilir ve böylece de İngiltere, uzak geçmişte olduğu gibi aşırı dere­cede kalın buz tabakalarıyla kaplanmaz.

Ayrıca deniz seviyelerinde 50 ile 70 metre arasında düşüşler de öngörülmekte ve bu tahminler, sera etkisini ve 100.000 }yıltboyunca}yeryüzü}yörüngesinde meydanaggele cek değişiklikleri hesaba katmaktadır. Daha kısa vadeli et­kilerin ana hatları aşağıdaki gibidir:

*                 41.000 yıllık bir dönemde yörünge, mevsimlerin zaman­lamasını değiştirebilir.

*                  22.000 yıllık bir dönemde dünyanın ekseninin eğimi de­ğişebilir.

*                  Dağların yüksekliği ve kıtaların pozisyonları gibi diğer faktörler de önemlidir.

*                 Bu değişiklikler, dünya tarafından alman güneş ısısı mik­tarı bakımından, mevsimsel ve bölgesel değişikliklere yol açabi­lir. İşte bu olayın, bugün İngiltere'deki ılıman iklim ile buzul çağındaki İngiltere koşulları arasındaki farka yol açtığı düşünül­müştür.

*                 Fosil yakıt rezervleri bittiğinde, en sonunda küresel ısın­ma da sona erecektir. Fakat sera etkisi, iklimi binlerce yıl etkile­yebilir.

* Eğer öngörülen iklim değişikliği oluşursa, güneş banyosu yapanlar bir gün hava tahmini ile birlikte mor ötesi uyarıları da alabilirler. İstasyonları mor ötesi radyasyonunu ölçmeye davet eden Glasgow Üniversitesinden Profesör Rona MacKie şöyle di-

yor: "Eğer küresel ısınma Britanya 'ya Akdeniz iklimi türünden bir iklim getirirse, İngilizler de aynetrArizona 'da deri kanserini önlemek için verilen türden mor ötesi uyarılarından yararlana­bilirler."

İNGİLTERE: ÇOK UZUN VADELİ TAHMİN

 

Diğer bilim adamları tarafından değişik devirler ileri­ye sürülmüştür. Örneğin, Sovyet Bilim Akademisi Profesö­rü D. Nalivkin şu yorumda bulunmuştur:

"Felâket fenomenlerinin, 4.000-6.000 yıldan fazla olmayan zaman aralığı ile sınırlandığı gözlenmiştir. Jeolojik oluşumlar için bu kısa bir dönemdir ve korkunç felâketlerin bazılarının in­san tarihine kaydedilmemiş olması mümkündür. Yeryüzünün varoluşundan beri oluşmuş olan bütün her şeyi, modern stan­dartlara uydurmayalım. ([17])

Dünyanın ikliminde dramatik değişiklikler meydana getiren daha önceki eksen eğimleri ve dünyanın sakinleri üstünde yaptığı uzun vadeli ve kısa vadeli etkiler hakkın­da daha fazla bilgi, Profesör Charles Hapgood'un çalışma­larında bulunabilir.

Bu profesörün bu konudaki eserleri şunlardır: Maps of the Ancient Sea Kings(Kadim Deniz Krallıklarının Harita­sı), Earth's Shifting Cr»sf(Dünyamn Yükselen Kabuğu), The Path of the PoleiKutbun Yolu). Bunlara, ayrıca Peter Warlow'm The Reversing Earth(Geriye Dönen Dünya) ve Jeffrey Goodman'm The Earthquake Generation'ı (Deprem Nesli) da ekleyebiliriz. Bilimsel açıdan Hapgood'un yaptığı çalışma daha fazla itibara sahiptir çünki çalışmalarının ço­ğu, en son uydu görüntüleriyle onaylanmıştır. Bu görüntü­ler açık bir şekilde, diğer şeyler arasında, şimdi kıraç olan topraklarda eski nehir izlerinin bulunduğunu gösterir ve bunların akışları, Dünya’nın, Güneş ve Ay'a göre farklı bir açıda olduğunu öneriyor. Bir araştırmacı fizikçi olan War- low, Eflâtun tarafından son derece canlı biçimde tarif edil­miş olan Atlantis kıtasının yokoluşu gibi gizemleri açıkla­mak için kendi teorisini ileri sürer.

İLKEL ZAMAN - KAYITLARI

Pierres Folles, La Filouziere, Vendie ve Brittany gibi bölgelerde bulunmuş ve tarih öncesi astronomik haritalar olarak kabul edilen taş oymalarından anlaşılan o ki, zama­nı kaydetme, medeniyetten asırlar önce yapılmaya başlan­mıştır. Taş ve kemik üzerine yontulmuş olan binlerce çizgi, nokta, dik açılı işaretler ve diğer tutarlı işaretlerin (Azili- yen, Magdalenyan ve Aurignacyan kültürlerine ait olarak görülürler), aynı zamanda zamanın kaydedilmesi ile bağ­lantılı olduğuna inanılır.

Bunlardan bazılarının Eski Taş Devrinin son dönemle­rine ait olduklarına inanılır (yani M.Ö. 35.000 yılından M.Ö. 8000 yılma kadar) ve mitolojide belirtilen zaman ara­lıklarıyla ve dünyanın bilinen en eski medeniyetlerinin.(ör- neğin Hindistan, eski Mısır ve Sümerler) kutsal kitapları ile uyum içindedirler. Bu acayip işaretlerden birçoğu daha sonraki İskandinav alfabesiyle yazılmış yazılara benzerlik gösterirler. Andrew Tomas'ın önerdiğine göre Baltık hav­zasının takvimi, belki de tarih öncesi işaret sisteminin toru­nudur. Şunları ekliyor:

Sovyetler Birliği'ııdeıı Dr. L.E. Maistrov'un dediğine göre Baltık takvimi, 28 yıllık güneş devrine dayanır. Bu takvim siste­minin başlangıcı M.Ö. 4713 yılına kadar gider... Bir kronoloji geliştirmek, uzun zaman boyunca birikmiş olan astronomi ve matematik bilgisini gerektirir.([18])

Bu bilgi eski Frizyelilerin masal ve hikâyelerinde beli­rir ve Kuzey Denizinde yapılan son sondaj çalışmaları, bunların orijinal topraklarının İskandinav kıyılan tarafında olduğunu ve M.Ö. 5000 yılmda battığını ortaya koymuş­tur.

ASTROLOJİK ve MİTOLOJİK ÇAĞLAR

Büyük Yıl ismi; Dünya'nın ekseninin kutuptan başla­yarak ekliptik etrafında tam bir daireyi tamamladığı (aşağı yukarı 25.826 yıl olan) zaman periyoduna verilir ve bu ek- liptik, takımyıldızlarını arkasına alır şekilde bakıfdığmda güneşin, yıldızlar arasındaki yoludur. Dünyanın ekseninin uzay içinde dereceli olarak yön değiştirmesi, ekinoksların gerilemesi (presesyonu) olarak bilinir. Her yıl, güneşin uzay içinde gök büyük kuşağını kestiği nokta, -astronom­lar buna, ilkbahar noktası, astrologlar ise Koç Burcu der- Dünya'dan takımyıldızları arkasına alır şekilde bakıldığın­da, bir önceki yıla göre işgal ettiği noktadan hafifçe geride olarak görünür. Sonuçta eksenin işaret ettiği Kuzey Yıldızı diye bilinen en yakın yıldız, çağlar boyunca değişir. 4.000­5.000 yyılcöncefKuzey Kutbu, Alpha Draconis'ii işareteediyor du halbuki şimdi Küçük Ayı'ya doğru işaret etmektedir.

Karışıklık; takımyıldızlarının ön iki burç ile aynı isim­leri taşımasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla astronom­lar, astrolojinin inceliklerinden habersiz ama meraklısı olanların, örneğin, "Aslan burcu altında doğduğundan" söz etmelerine küçümseyerek bakarlar. Burçlar, aynı ortak adı kullanan takımyıldızlarla eş anlamlı değillerdir ve bu gerçek, kişi, astrolojik çağları düşünürken göz önünde tu­tulmalıdır. Yıldız haritaları üzerinde yıldız grupları olarak işaretlenmiş olan takımyıldızlar, sadece referans noktala­rıdır çünki bu yıldızların ışıklarının bize ulaşması yüzlerce ışık yılını almıştır ve o zamandan beri çoktan farklı mahal­lere hareket etmişlerdir. Bu takımyıldızlar adlandırıldıkla- rında, ilkbahar noktasından başlayan ekliptiğin bölümü Koç Burcu olarak ve bunun arkasında bulunan takımyıldız da Koç Burcu olarak adlandırılmıştır. Ekliptiğin bilinen her 30 derecesi ilkbahar noktasından hesaplanır ve ekinoks

(gün ve gecenin eşitliği) diğer takımyıldızlarla bağlantılı olarak her yıl, hafifçe geridedir.

BÜYÜK YIL

Bir yılımız nasıl on iki aya ayrılmışsa, Büyük Yıl da aynı şekilde on iki çağa ayrılmıştır. Bu zaman periyotları, ekinoksun, kaba taslak olarak ekliptik civarında olduğu görülen on iki takımyıldızın her birini arkasma almış şekil­de kabul edilmesiyle ortaya çıkar. Söylendiğine göre bu periyotlar gerçek bir kesinlik derecesiyle hesaplanamaz fa­kat her biri kaba taslak 2000 yıl civarındadır. Her periyo­dun başlangıcı da sabit olarak tespit edilemez çünki takım­yıldızların sınırları açık olarak tanımlanmarruştır. Hareket; takımyıldızın sonundan geriye doğru, yani başlangıcına yöneldiğinden, burçlar boyunca zaman periyotları geriye doğru bir düzen içindedir. Son 2000 yılın baskın şekilde Balık Burcu özellikleri gösterdiği, oysa daha önceki 2000 yıllık periyodun açıkça Koç Burcu özelliğinde olduğu ve ondan 2000 yıl öncesindekinin ise kesinlikle Boğa burcu özelliği taşıdığı, astrologlar tarafından görülmüştür. Bu şe­kilde geriye doğru giderek İkizlerden, Yengeç ve eski zod- yakçılara göre, Gaia'nm son kuantum sıçramasında ana ro­lü oynayacak gibi görülen Aslan Burcuna doğru bütün çağların izleri sürülebilir. Her çağın belirli psikolojik etki­ler yaptığı ortaya çıkmış ve bu etkiler kendilerini, kendi özellikleri altında gelişen medeniyetlerde güçlü bir şekilde göstermiştir. Eski Mısır dininde her tann bu periyotların her birine tahsis edilmiştir. Kutsallık ile bağlantılı özellik­ler ise bedensel evrim ve ruhsal olgunluk seviyelerine göre ya negatif ya da pozitif şekilde bu zamanların insanlarına yansımıştır. Astroloji uzmanlarına göre, bütün astrolojik çağrışımlarıyla birlikte, Kova Çağına girmek üzereyiz. (Sözlüğe balanız.)

ESKİ YUNANİSTAN'IN DÖRT ÇAĞI

Eski Yunanlılar, belirli "çağların" Hoıno sapieııs’m ge­lişmesi ve evrimiyle yakın bağlantılar gösterdiğini kabul ediyorlardı. Bunları da Altın Çağ, Gümüş Çağ, Bronz Çağ ve Demir Çağ diye adlandırıyorlardı. Bu sonuncusu bizim çağımızı içeriyordu ve Hesiod'un, görünüşe göre, bu çağa pek önem vermiyordu. Bunları kesin olarak tarihlemek im­kânsız gibi, fakat aşağıdaki tablodaki medeniyetlerin geliş­mesinin incelenmesi bunları daha kolay tanınabilir kılıyor:

Paleolitik veya Eski Taş Devri: En eski taş aletlerin ya­pıldığı tarihten başlayıp (2.5 - 5 milyon yıl önce), Mezolitik ve­ya Orta Taş Çağına (12.000 yıl önce) kadar uzanan kültürel pe­riyodu gösterir.

Neolitik veya Yeni Taş Devri: Orta Doğu ve başka bölge­lerdeki M.Ö. 12.000 ile 7.000 tarihleri arasındaki kültürel peri­yodu anlatır. Bu çağ, çiftçiliğin gelişmesi ve teknik olarak geliş­miş, cilalı taş aletlerin yapılışıyla karakterize olmuştur.

Kalkolitik veya Bakır Taş Devri: Hem taş hem de bakı­rın kullanıldığı, insanın gelişimindeki bir periyot.

Bronz Çağı: Bu çağ, Taş Çağını sonuna erdirip, bronzun icadıyla göze çarpar. (M.Ö. 3000 yıllarında)

Demir Çağı: Bronz Çağını takip etmiştir ve demir aletleri­nin yayılması özelliğini göstermiştir. Orta Doğu'da M.Ö. 12. yy. civarında ve Avrupa’da ise M.Ö. 8. yy. civarında başlamış­tır.

Yukarıda belirtilenlerden Yunanlıların Bronz Çağımn yerini belirlemek kolaydır; oysa Avrupa'daki anaerkil peri­yoda karşılık teşkil ettiği söylenebilecek olan Gümüş Çağ ise, büyük ihtimalle M.Ö. 8.000 ile 6.000 yılları arasında ge­lişmiştir; yani astrolojik Yengeç Çağı. Ancak Altın Çağın­da, bilim metafizikten ayrıldı; bilim bunu, bir Yunan masa­lından başka bir şey olmadığı şeklinde görmekteyken, me-

tafizik ise bunu, Eflâtun'un Timeus ve Kritias adlı eserle­rinde değinmiş olduğu, M.Ö. 14.000 ile 8.000 yılları arasın­da (yani Taş Devri ile yan yana) geliştiğine inanılan hayli ileri bir medeniyete bağlı olduğu şeklinde anladı.

BABİL ASTRONOMİSİ

Babilli astronom ve tarihçi Berosus, tabiî ki Büyük Yıl ve presesyonuna, yani gerilemesine aşinaydı. Babillilerin bilgilerini miras aldıkları Sümerliler, zodyak şekillerine ilk olarak isim verenlerdir. Günümüze kadar kalan kayıtların gösterdiğine göre Sümerliler, göksel fenomenler konusun­da, yakın bir zamana dek, artlarından gelen bütün kültür­lerden daha geniş bilgiye sahiplerdi. Ruhban sınıfına sahip diğer birçok erken kültürlerde olduğu üzere, en derin ha­kikatleri, kaçınılmaz olarak gizlilik örtüsüyle kaplıydı ve böylece inisiye olmayanlar tarafından kavranamıyorlardı.

SİRİUS FAKTÖRÜ

Eski Mısırlılar güneş, ay ve Sotik takvimlerine sahip­lerdi. Yükselen ikili yıldız Sirius'a dayanan Sotik takvimi, Mısırlıların ilk tarihinde güçlü bir şekilde belirtiliyordu. Alsas'lı Mısır uzmanı ve filozof R.A. Schwaller de Lubicz, Sotik devrinin ayrıntılı bir araştırmasını yaptı ve çok ilgi çekici bazı gerçekler ortaya çıkarttı:

Sotik devri, 365 gimlük muğlak yıl ile 364 1/4 günlük Sotik (veya Siriun) yılı arasındaki, her 1460 yılda bir oluşan karşılaşma üzerine kurulmuştur. Bütün sivil kanunlar muğlak yıla göre tarihlendirilmiş ve bu muğlak yıl, tanı olarak 360 gün­den ve tanrılara adanmış (epagomenal) 5 günden oluşmuştur. Adı geçen tanrılar Osiris, Isis, Set, Nefitis ve Horus'tur.

Siriun veya sabit yıl, Sirius'un güneşe bağlı olarak yiik-

selmesine göre tespit edilmiştir; Sirius'un iki defa güneşe bağlı yükselmesi arasındaki zaman ne tropik yıla (ki bu kısadır), ne de sidereal (dünyanın güneş çevresindeki dönüşü) yıla (ki bu da uzundur) karşılık teşkil eder. Bir taraftan ekinoksların preses- yonu dolayısıyla, öbür taraftan Sirius'un hareketi sebe­biyle, güneşin Siriııs'a göre pozisyonun I un aynı yönde ve neredeyse aynı genişlikte yer değiştirmiş olduğu dikkate değer bir noktadır.

Astronomlar tarafından yapılan hesaplamalar göstermiştir ki M.Ö. 4231 ve 2231 yılları arasındaki Siriun yılının süresi, bizim 365 1/4 gün olan Julian yılımıza eşittir. Bu periyot bütün Kadim İmparatorluğu kapsar ve bizler, Sirius'un "sabit yıl­dızlar" arasında bu devre imkân veren tek yıldız olması sebebiyle, böyle bir rastlantıyı bulabilen bilimin yüceliğini tak­dir etmekten başka bir şey yapamayız. Dolayısıyla Sirius'un, bi­zim tüm güneş sistemimizin devrinde bir merkez rolü oynadığı­nı varsayabiliriz. (*)

Firavun takviminin M.Ö. 4240 yılında kullanıma su­nulduğuna inanılır. Beş epagomenal gün, beş Neter'in (yoksa, Büyük Yılın içindeki astrolojik çağlar mı?) doğu­muyla ilişkilidir ve bütün düzenleme; her 365 1/4 günde periyodik olarak geri gelen tek yıldız olan Sirius'un etra­fında döndüğünden, öyle görünüyor ki lineer zaman de­virlerinin Yeryüzüyle tutarlı olması ve bundan kaynakla­nan her şey, bizim Sirius diye bildiğimiz ikili yıldız bölge­sinden yönetilmektedir. Schwaller de Lubicz de bu sonuca ulaşmış gibi görünmektedir ve Sirius'un etkisi konusunda­ki inançları şu sözlerle açıklamıştır:

Firavun Mısırı'nda bütün güneş sistemimiz için merkezî güneş rolünü oynamış olan Sirius ikili yıldızı, bugün için ato­mik yapıda bir kozmik sistemin varlığını öneriyor ve bu yapının çekirdeği, eskilerin Sothis dedikleri "Yüce Tedarik Edici"dir.

(*) R.A.Schvvaller de Lubicz, Sacred Scicııcc, s. 26-7.

Çok uzak olmayan bir gelecekte kozmolojimizi gözden geçirme­miz gerekebilir. (*)

Schwaller de Lubicz ayrıca Sirius'un, gezegenimizin iklimi üzerinde etkisi olacağım öngörüyor ve bu saptama üzerinde şu yorumda bulunuyor: Birkaç derece bile olsa klimatolojik (iklimsel) bir değişiklik, Dünya üzerindeki bü­tün hayata etki edebilir. Isıdaki düşüş, insanları daha az zorlu bölgelere doğru yöneltiyor; daha ılık iklimler ise yeni bitki ve hayvan yaşamlarının doğumuna tanık oluyor. Gü­neş sistemimizdeki bazı ana hareketler çok iyi bilinir, bazı­ları ise bilinmez. Klimatolojik değişiklikler, güneşin sabit bir yıldızdan iki kere geçtiği, yani sidereal yıldaki değişik­liklere uyar göründüğünden, de Lubicz , Sirius'un hem bi­zim iklimimizden hem de bütün güneş sisteminden so­rumlu olduğunu kabul eder.

Aşağıda belirteceğim teoriye bağlanan bir düşünce okulu vardır: Bu teoriye göre bir yıl içindeki günlerin sayı­sı bir zamanlar 360 gündü; bizim yılımızı tamamlayan 5 epagomenal gün ise, tarih öncesi dönemdeki bir eksen eği­mi sonucu elde edilmiştir. Bu olay sonucunda, Dünyamn yörüngesi güneşe bağlı olarak hafifçe değişmiştir. (Bu tar­tışma başlı başma bir araştırma konusu teşkil ettiğinden, il­gilenen okuyuculara şu kitaplarımı okumalarını salık veri­rim: Atlantis: Hikâye mi Gerçek mi?, Eski Mısır: Sirius Bağ­lantısı. Bu iki kitap da bu konuda ayrıntılı bilgiler sunu­yorlar ve daha fazla araştırma için referans kitapları içeri­yorlar.)

Son yıllarda, insan evrimi ile bağlantılı olarak Siri- us'un önemi, dünyaca ünlü matematikçi ve filozof Dr. Charles Arthur Muses tarafından ayrıntılarıyla araştırıl­mıştır. Bu bilim adamının büim ve matematik konuların­daki çalışmaları, yüksek cebir, modem fizik, sibernetik ve

(*) a. g. e. s. 28.

zamanın doğası konusunda yayınlanmış araştırmalara yol açmıştır. The Lion Path (Aslan Yolu) adını taşıyan daha po­püler bir çalışmasında, bilimsel tecrübesini; zaman rezo­nanslarının rolüne hasretmiştir, ki bu Gaia ile ilgili mesele­lerde Sirius'un rolünü de kapsar.

Özellikle evrimsel kuantum sıçrayışını incelemiştir. İnanıldığına göre bu sıçrayış, Sirius ve onun beyaz cüce arkadaşıyla (Sirius B) rezonant olan noetik (yani zihin­sel, beyinsel faaliyetle ilgili) enerjilerin aracılığıyla hare­kete geçecektir. The Lion Path (Aslan Yolu) adlı kitabında, aşağıda belirtilen konularla ilgili yeni şeyler söylemekte­dir: a) Henüz genel anlamda bilinmeyen iki tanesini de kapsayacak şekilde, güneş sistemimizdeki gezegenlerin uzay-zaman rolü ve b) Sirius sisteminin insanlığın gele­ceği konusundaki önemi. Onun, Sirius'u ve zaman dalga­larının geleceğimizdeki faal güç olarak önemini vurgula­ması; metafizik kavramları için akademik alanda saygın ve vasıflı bir kişiyi temel almayı tercih edenler için ilgi kayna­ğı olabilir.

Yukarıdaki (a) şıkkı ile ilgili olarak, güneş sistemimiz­de, on iki zaman etkileyici cismin bulunduğu fikrini savu­nur. Aşina olduklarımıza, yani Satürn, Jüpiter, Merih, Gü­neş, Venüs, Merkür, Ay, Uranüs, Neptün ve Plüton’a ek olarak, Pan ve Vulkan'ı da belirtir: (*)

Pan, diğer gök cisimlerinin etkisi sonucu güneş sistemimi­zin en dışında kalan bir gezegen olup, güneşe en yakın noktası; Plüto'nun güneşten en uzak olduğu noktasının biraz dışında­dır. Bunun anlamı da Pan'm, Plüto'nun yörüngesini tamamen içine alan bir yörüngede olduğudur. Neptün'ü bulan büyük ast­ronom Leverrier tarafından adlandırılmış olan Vulkan ise, bizim sistemimizdeki tek Merkür ötesi gezegendir. Bu saptama, sonra­ları astronomlar tarafından inkâr edilmiştir fakat bu, 0.24 astro-

(*) Musaios, The Lion Paih, s. 60 .

nomik birim (böyle bir birim Dünya ile Güneş arasındaki ortala­ma uzaklıktır) ortalama uzaklıkta yattığını ve 43 günlük bir pe­riyoda sahip olduğunu göstermiştir. İlk sıranın ilk sıfırından da­ha yakın olan yalnızca bir Bessel fonksiyonlu sıfır vardır ve bu da Merkür ötesi Vulkan gezegenine karşılık teşkil eden sıfırına sıranın ilk sıfırıdır.

Muses, Sirius'u, göğümüzdeki en parlak yıldız olarak görür. Ona göre Sirius, Yeryüzüne aktarılan dönüştürücü enerjilerin kozmik merkezidir. Bu olay da, daha önce be­lirttiğimiz on iki gök cismi ile rezonans olan uzay-zaman dalgaları aracılığıyla gerçekleşir; bu, aynen mikrokozmik kuantum alanlarında açığa çıkan ve aktarılan o enerjilerle gibi düşünülebilir. İnsanoğlundan bu enerjiyle rezonant ol­maya muktedir olanlar ve bunları doğru bir şekilde kulla­nanlar, kendi hayatlarında ve evrim içinde zaman unsuru­nun kontrolünü kazanabilirler ve insanlığı, mevcut politik ve çevresel çarpışma rotası batağından kurtarabilirler. Bu bir mesajdır.

Dr. Muses'nin Zaman konusundaki ana çalışması Destiny and Control in Human Systems (Gelecek ve İnsan Sistemlerindeki Kontrol) başlığını ve "Zamanın Etkileşimli Bağlantıları üzerine Araştırmalar" alt başlığını taşır. Bu ki­tap aşırı derecede tekniktir fakat ana bölümleri olan 3 ve 5, herkes tarafından anlaşılabilir.

VEDİK YUGALAR

En eski Hindistan belgeleri olarak kabul edilen Hin­duizmin Vedaları; Hindistan'ı M.Ö. 1.400'den 500 senesine kadar işgal etmiş olan Arîlerin dinini temsil eder. Vediz- rcıin ana öğretilerinden biri şudur: Evrenin, zaman içindeki rotası daireseldir. Her olay daha önce olmuştur ve tekrar olacaktır. Bu teori, sadece bireylerin tekrardoğuşu konu­sunda değil, aynı zamanda, toplumlarm tarihi, tanrıların

hayatları ve bütün kozmosun evrimi konularında da geçer- lidir.

Hindu kozmolojisinde, kozmik devirde yer almış en küçük zaman birimleri yugalar veya dünya çağlarıdır. Bunlar dört adettir ve her biri gittikçe daha kısalır ve ev­rendeki toplam dharma'nın veya moral düzenin azalması­nı temsil eder. Bunlar sırasıyla krita (krta da yazılır), t re ta, dvapara ve kali olarak adlandırılmışlardır. Krita yııga veya mükemmellik dönemi 1.728.000 yıldan oluşur; treta yuga- da ise erdemlik bir çeyrek azalmışır ve uzunluğu üç çey­rektir yani 1.296.000 yıl; dvapara yugada ise erdemlik yarı­ya kadar inmiştir ve uzunluğu yalnızca 864.000 yıldır. Son dönem olan kali yugada ise erdemlik bir çeyreğe kadar in­miştir ve süresi yalnızca 432.000 yıldır. Bizim dönemi de kapsayan kali yuganm, 18 Şubat Cuma M.Ö 3102'de başla­dığına inanılır. Vedik öğretilerine göre kali yuga dönemi­nin sona erişi, sosyal sınıfların yok olması, ibadetin terk e­dilmesi, kutsal kitaba, hikmet sahiplerine ve ahlâkî değer­lere saygısızlık tarafından karakterize olacaktır. Bu çökün­tü, en noktasma ulaştığında ise su baskını, ateş ve sa­vaşla yuga sona erecektir. O zaman, mahayuga veya büyük yuga diye bilinen dört yuga devrinin tamamı, 4.320.000 yıllık bir süre için tekrar açılmaya başlayacaktır.

Bin adet mahayuga, yani 4.320.000.000 yıl, bir kalpa oluşturur; yani tanrı Brahma'nın hayatındaki bir tek günü. Böyle bir günün sonunda, evrendeki bütün madde ev­rensel ruh içine tekrar emilir ve yine bir kalpa uzunluğun­da olan Brahma gecesi esnasında da madde, tekrar görüne­cek bir potansiyel olarak kalır. Her şafak vakti, Brahma, Vişnu tanrısının denizinde büyüyen nilüfer çiçeğinden tek­rar ortaya çıkar ve madde tekrar oluşur. Şu andaki çağ, Brahma'nın 51. yılının ilk günüdür. Yıl, 360 gün ve gece­den yapılmıştır. Brahma 100 sene yaşar, bundan sonra bü-

tün evren tamamen çözülür ve bütün varlık küreleri mev- cudiyetsiz olarak bir Brahma aşırı boyunca kalır. En so­nunda Brahma tekrar doğar ve 311.040.000.000.000 yıl sü­ren muazzam devir yeniden başlar.

Burada, öyle görünüyor ki, şu anda adı Büyük Patla­ma diye geçen olayın mükemmel bir tarifiyle karşı karşıya- yız. Bu olağanüstü evrensel yaradılışın hayatındaki ilk yıl­lar, düzenin yüceliğini yansıtır; bundan sonra entropi ya­vaş ama kaçınılmaz biçimde ilerler; en sonunda kaos ve nihaî parçalanmaya götürür; yani Büyük Çatırtı'ya. Daha önce izah edilmiş olan sinüs dalga teorimiz ile gösterilmiş olan madde/antimadde ardıllığı, bu kavrama uyuyor gö­rünüyor. Bu da mikrokozmos anlamında, evren içindeki diğer bütün hayat biçimlerinin gibi, insanoğlunun da tâbi olduğu doğum/olgunlaşma/yaşlanma sürecine paralellik arz ediyor görünür.

BİYOLOJİK RİTMLER

Nasıl gök cisimleri, hem düzenli hem de kaotik şekil­de bazı dairesel kalıplara göre fonksiyon gösteriyor görü­nüyorlarsa, aynı şekilde insan vücudu da ay, güneş ve di­ğer dış güçler tarafından belirlenen bazı ritmlere karşılık verirler. Bunlar arasında göze çarpanlar sirkadiyan ritm- lerdir (circadian kelimesi Lâtince circa: dolaylarında ve di­es: gün kelimelerinden oluşur) ve bunlar, aşağı yukarı 24 saatlik periyotlar gösteren içsel ve dışsal süreçlere aittir. Her ne kadar doğaya yakın yaşayanlar, bu doğal devirler­den asırlardan beridir haberdar iseler de, bilimsel çevreler için elle tutulur bir belge, 1729 yılma kadar yayınlanma­mıştır. Bu tarihte Jean de Mairan adındaki Fransız astro­nom, Mimosa pudica'mn (mimoza, küstümdotu) düzenli devirlerini keşfetmiştir. O zamandan beri 24 saat uzunlu-

ğundaki ritmlerin değişik örnekleri tanımlanmış ve onların doğal ritm ile aynı zamanda oluşları gözlenmiştir. Son se­nelerde, jet-lag (jetle yapılan yolculuktan sonra duyulan çeşitli rahatsızlıklar) fenomeni, biz insanların aynen böcek­ler, hayvanlar ve.bitkilerde olduğu üzere, bizlerin biyolojik saatlerden etkilendiğini teyit etmiştir.

24 saatlik devir sadece bir tanedir ama kadınların ta­kip etmeye eğilimli göründüğü karışık kamerî ritmler var­dır. Örneğin kadınların âdet devri, 29.6 günlük kamerî ay­la bir yakınlık gösterir. Şunu da eklemek gerekir ki, bütün kadınlar kamerî devre tepki göstermezler. Beden saatleri güneş ritmlerine ayarlı olan birçok kadın biliyorum fakat bu, ayrı bir araştırma konusu oluşturur. Birçok bitki ve bö­cekler kamerî enerjilere tepki gösterirler. Bu enerjiler, bir­çok küçük deniz hayat biçiminin üreme ve rutin alışkanlık­ları için önemli olan ısı, basınç ve dalga düzensizliklerinde değişiklikler meydana getiren gelgit devirlerini yaratırlar. Böyle ritmler endojen (içerde üretilen) saatler tarafından yönlendirilir.

Her ne kadar sürekli olarak yeni bilgiler ortaya çıksa da, bilim adamları, sirkadiyan saatlerin biyokimyasal me­kanizmalarının bilinmediğini söylerler. Örneğin sirkadi- van ritmin, tek bir saatin değil, aslında 25 saatlik bir devir olan tek bir özel atışı üretmek üzere birleşen bir dizi karı­şık organizmanın ürünü olduğuna dair kanıtlar vardır . Burada gerçekleşen şey, bedenin, mekanizmalarını "trene bindirme” diye bilinen süreç aracılığıyla ayarlamasıdır; bu olay, her gün biraz ilerleyen saatin ayarlanmasına benzetil­miştir. (*) Beden saatinin 25'ten 24 saatlik devre doğru bu doğal ayarlanışı, 1972 yılında Fransız mağara araştırıcısı Michel Siffre tarafından deneysel olarak ispatlanmıştır. Bu araştırıcı Texas'daki Del Rio bölgesindeki Midnight Mağa-

C) Coveney and High field, The Arrow of Time, s. 302.

rasında 7 ay tek.başma yaşamıştır. Her ne kadar Siffre, be­den saatini yönlendirecek doğal ışıktan yoksun bir şekilde düzenli olarak dinlenme ve faaliyeti gerçekleştirmişse de, 25 saatlik devri rahatlıkla varsaymıştır.

Tüm bunlar, uzak geçmişte, tarih öncesinde, bizim alı­şık olduğumuz 24 saatten ziyade 25 saatlik bir günün var­lığını öneriyor. 5 günlük epagomenal sürenin takvime ko­layca uyumlanmasını sağlayan takvim yapıcılar gibi, insan bünyesi kendi uyarlamasını gerçekleştirmiştir. Siffre, için­de Jacques Chabert ve Phillipe Englander'in yer aldığı bir başka deney düzenlemiştir. Bu iki kişi, Fransa'nın güneyin­de bulunan iki ayrı mağaraya 1968 Ağustos ortasında gir­mişler ve 15 Ocak 1969 tarihinde çıkmışlardır. Her ikisi de mağaradan çıkış tarihi olarak 15 Kasım 1968 tarihini tespit etmişlerdir ancak yalnızca biyolojik saatlerine göre dav­randıklarından, iki ay geri kalmışlardır. (*)

Bütün bitkiler ve hayvanlar da tıpkı insanoğlu gibi ay­nı sirkadiyan ritmleri paylaşmazlar; onlarda 22'den 28'e kadar değişiklik gösteren biyolojik saatler tespit edilip, kaydedilmiştir. Bu değişik biyolojik saatler tarafından be­nimsenmiş ritmlerdeki ana faktörün, ışık olduğu görül­müştür ve bu konudaki son araştırmalardan hayli bilgi toplamıştır. Coveney ve Highfield şunları söylüyor:

Franz Halberg vücut ritmlerinin ayrıntılarının bazılarını ortaya çıkarmak için bilgisayar analizini kullanmış ve bunların birçok tempoyu içerdiğini bulmuştur. Bu ritmler spektrumun keşfini, Newton'un 1666'da beyaz ışığın bir prizma aracılığıyla renkler spektrunıuna dönüşebileceğini keşfedişiyle karşılaştır­maktan hoşlanır. Bizler, görünen elektromanyetik tayfın her iki ucunu tarif etmek için nasıl mor ötesi ve kızıl ötesi deyimlerini kullanıyorsak, Halberg de, sirkadiyan periyodundan kısa ve uzun devirleri tanımlamak için "ultradyaıı" ve "infradyan" de­yimlerini kullanır. Doğada ultradyaıı notalar, sinir sistemi tara-

<*) A.Tomas, Bcı/oıııl the Time Barrier, s. 24.

fından çalınır. Buradaki titreşimler saniyenin yalnızca onda biri kadar sürer ve bizler kalp atışlarıyla, saniye başına bir devir ci­varında ve soluk alışıyla dört saniyede bir devir şeklinde karşı­laştığımızdan, frekansı düşer. Daha uzun honnonal ve metabo- lik titreşimlerde ve 24 saatlik devirlerde, biyolojik bütünlük bi­zim zaman hissimizi yönetiyor gibi görünüyor.(*)

Bizlere, sirkadiyan ritmlerin, belirli genlere şifrelendi- ği söylenmiştir ve buna göre kişi, bunların doğumumuz­dan önce belirlendiğini ileriye sürebilir. Ancak bunları mantal olarak tekrar programlamak mümkündür. Ben bu­nu, özellikle 24 saat veya daha fazla süren uçuşlarda dene­dim ve işe yaradığını gördüm. Doğudan batıya uçuldu- ğunda, sirkadyan ritmlerin daha az soruna neden olduğu­nu duymuştum: Oysa ben bunun tam zıddını tespit ettim. Rahatsız uyku, beden ısısındaki değişiklikler, hormon de­virleri ve vardiyalı çalışma, bunların her biri, bizim doğal ritmlerimizin düşmanı gibi görünmektedir. Bazı insanların bütün gece uyanık kalıp, sonraki gün öğleye kadar uyuma­ları beni şaşırtır. Ritmleri, güçlü bir şekilde güneşsel devir tarafından etkilenen benim gibi insanlar ise, kötü bir baş ağrısı çekmeksizin, gece aktivitesi veya gündüz boyunca uyumayla baş edemezler.

Bizim ana saatimizi yöneten makinede, epifizin (koza­laksı bez) hayatî bir rol oynadığına dair eski inanç, bilim adamları tarafından da teyit edilmiştir. Metafizikçiler, uzun zamandan beri bu konudan haberdar idiler fakat kendi inançlarına göre durumu ispat edecek deneysel araştırmadan yoksundular. Epifiz bezi, beynin üçüncü ka- rıncığuun arka kısmında, küçük, kırmızı renkte, damarlı bir nesnedir. Son zamanlara kadar bunun, Homo sapiens' deki fonksiyonu bilinmiyordu; hayvanlarda ise "melato- nin” diye bilinen maddeyi salgıladığı bilinmekteydi. Son

(•) Coveney and Highfield, The Arrmo of Time, s. 303.

araştırmalar ise bununla, ışık ve mevsimsel değişikliklerin bedenin işleyişi üzerindeki etkileri arasında bir bağlantı kurmuştur. Mevsimsel depresyonların, epifiz bezinden kaynaklandığına inanılır, melatonin pigmenti ise deri ren- giyle bağlantılıdır. Eskilere göre bu, "üçüncü göz" idi ve bir zamanlar René Descartes bunu, "ruhun, beden üzerinde et­ki yaptığı yer" olarak tarif etmiştir. (*) Şimdi ışığa duyarlı olduğuna ve retina (ağtabaka) ile birsürü ortak özellikler gösterdiğine inanılır ve salgıladığı melatonin aracılığıyla, bu gezegen üzerindeki zamanın düzenli devirleri -yani ge­ce, gündüz ve mevsimler hakkında- konusunda hayatî en­formasyon sağlar. Epifiz bezi, ayrıca bedenin ısı düzenle­mesinden ve karşılaştığımız değişik ruh durumlarından da sorumludur.

Eski zamanlardaki mevsimsel ayinlerin araştırılması; insanlardaki epifiz bezinin fonksiyonlarının analizine giriş­miş olan bilim adamlarına yararlı olabilir. Bu ayinler aslen, epifiz bezini uyarmak için düzenlenmiştir ve böylece kişi, gelecek mevsime intibak etmiş olur. Yani, kabilenin zihin­sel ve fiziksel sağlığının bir bölümü, gelecek aylar için ga­rantilenmiş olur. Giderek popüler olan değişik zihin prog­ramlama şekilleri gibi ayinler de, otonom sinir sistemine, beyine, zihin sistemine ve endokrin sistemine büyük etki­ler yapabilir. Bu programlama (veya duruma göre, kendi kendini programlama) sistemleri akıllıca ve uzman gözeti­minde kullanıldığında çok kişiye yararlı olabilir fakat işin içine giren zihinsel ve biyolojik mekaniğin eğitimi ve ön bilgisi olmaksızın kullanılırsa tehlikeler ortaya çıkabilir.

Eski anıtların ve megalitlerin araştırılması, güneş ve kamerî devirler ve onların bütün hayat biçimlerine olan et­kilerinin, bunları diken insanlar tarafından anlaşıldığını önerecek yeterÜ kanıtı sunmuştur. Güneş’in devri ufukta,

(*) a'.'g'e.', s. 309 

kış ortasından yaz ortasına kadar her gün biraz daha ku­zeyden gerçekleşir ve bundan sonra doğuş ve batışını, ge­lecek kış ortasına kadar her gün biraz güneye kaydırır. Ay'ın doğuş ve batışı ise, her ne kadar bazı günlerde daha çok kuzeyden ve bazı günlerde ise daha çok güneyden do­ğarsa da, böyle kesin yıllık bir desen izlemez; devir, dünya bakışı açısından 18.61 yıllık bir süre boyunca kendini tek­rarlar. Gribbin dikkatimizi şu gerçeğe çekiyor: "Bu kamerî ritme mantıklı bir şekilde uyacak en yakın tam yıllar sayısı 56 yıldır ve bu sürede, devir kendini üç kez tekrarlar. Bu sayının bile, Stonehenge'i inşa edenler için önemi vardır.." (*) Bu konu ise başka bir araştırmanın konusudur. İlgi du­yanlara, Gribbin'in TimeıuarpsÇZaman Eğimleri) kitabı öne­rilir.

Epifiz bezinin İç ve Dış Zaman arasında bir giriş kapı­sı olarak fonksiyon gördüğü konusunda hiç şüphem yok­tur ve bazi'tarih öncesi medeniyetler, bundan haberdar idi­ler. Çok boyutlu farkındalığı tecrübe etme veya zihinsel olarak yolculuk etme yeteneğine sahip olan kişilerin, noro- hormonal işleyişle bağlantılı olarak bilimsel biçimde araştı- rılması, ilginç olacaktır. Öyle hissediyorum ki bilim adam­larımız gelecek araştırmalar için ilgi çekici gerçekler bula­caklardır. Örneğin şamanik "ısı" etkisi; Dış Zamandaki tec­rübeler veya paralel evrenlere yolculukları kapsayan rüya­larla ilgili olarak değişmiş şuur durumları sırasında oto­nom sinir sisteminde tecrübe edilmiş değişiklikler gibi. Pa­ralel evrenlerden ileride daha fazla söz edeceğiz.

ZAMAN ve EVRİM

Bizlerin artık Dünya'nın gerçek yaşı diye bildiğimiz şey için "derin jeolojik zaman" deyimi kullanılır ve bu de-

(*) J. Gribbin, Tiniewarps, s. 9.

yim, atalarımızın yıllarca inanmaya şartlandıkları değişik tahminlere ve dinsel kanaatlere karşıdır. Radyoaktif bo- zunmanm ölçümü bu sayıya daha fazla sıfır ekledi. Bizler, bilhassa türümüzün evriminden milyarlarca yıl önce var o­lan, hareket eden bir bedende yaşıyor olduğumuz gerçe­ğiyle, artık yüz yüze geliyoruz. Derin zaman, çok defa an­laşılması güç bir kavramdır ve Dünya'nın tahmin edilen yaşını hesaba katınca, onun üstünde ikamet ediş süremiz, lineer zamanda 24 saatlik bir günün içinde bir dakikadan daha az olarak görünmektedir. Ve bizlerin ikameti için uy­gun bir çevreyi yaratmak, bütün bu uzun yılları aldı; tabiî eğer Dünya'nın, bir tek insan soyunu rahat ettirme amacıy­la tüm o zamanı kendini hazırlamakla geçirdiği inancına katılıyor iseniz (ben katılmıyorum). Hayatın bizim bildiği­miz anlamıyla, ilkel bataklıklardan ilk ortaya çıkışından bu yana, birsürü tür gelip gitmiştir. Profesör Sir James Love- lock'un kısa ve öz olarak ortaya koyduğu gibi, eğer ev sa­hibimiz olan gezegenimize karşı hakarete devam edersek, dinozorlardan sonra kapı dışarı edilecekler biz olacağız. İş­te, bu kadar basit.

Evrimimizde ve Gaia doğduğundan bu yana geçimle­rini dünyadan elde eden diğer türlerin evriminde acaba zamanın rolü nedir? "Türler" deyimini kullanırken, sadece "canlılar" diye bildiğimiz gerçek dünya sakinlerini değil, aynı zamanda, evrimsel gelişmesindeki birbirini izleyen her bir safha için gezegenimizin yüzeyini hazırlayan oriji­nal elementel ve mikroorganik enerjileri de kastediyorum. Bütün bunlarda zaman, temel bir rol oynamıştır. Ortaya çı­kışımıza kadar acaba kaç milyon sene geçti? Bizim için do­ğal olan, şu anda bildiğimiz yıl anlamında düşünmektir. Uzun zaman periyotları boyunca süren değişik sayıda ay ve günden oluşan yıllar olsa ne olurdu acaba? Örneğin, Ay biraz daha yakma veya şimdiki pozisyonundan biraz uza-

ğa yerieştirilmiş olsa ve Dünya’nm Güneş’e olan açısı, bu­gün olduğundan biraz daha değişik olarak doğal ritmlerini gerçekleştirmiş olsa, acaba ne olurdu?

Bu geniş zaman periyotları boyunca Gaia, yani Dün­ya, bütün zeki türler için bir tecrübe ortamı sağlamıştır. (Eğer birisi bütün canlı varlıkların bazı dış faktörler tara­fından motive olduğu fikrine katılıyorsa; o zaman bu, or­ganize bir grup varlığı veya bireysel bir zihin ya da şuur olabiLr.) Evrimcilere göre mikroorganizmalar ve bakteri­ler, bizim bildiğimiz hayatın temelini oluşturmuşlardır ve böylece en sonunda, bedenlerimizi oluşturan elementlerin gelecekteki büyümesi için önemli temeli teşkil etmişlerdir. Bu bakterilerden birçoğuna hâlâ ev sahipliği etmekteyiz ve dengeli bir sağlık durumu için onlara güvenmekteyiz.

Eir televizyon söyleşisinde, James Lovelock, Dünya' nın yaşından ve evriminden söz etmiş ve gezegenimizin bünyesini düzenleyen değişik hayat biçimlerine ayrıntılı bir şdkilde değinmiştir. Dünya'nm doğası ile ilgili olarak izleyicilere söylediği birsürü gerçek arasında, bana çok önemli gibi görünen şu beyanı da vardır: "Etrafındakilere zarara olan herhangi bir tür, yok olacak veya kendi kendi­ni yo.< edecektir". İnancına göre, insanoğlu kuralları ihlâl etmiştir ve şu ana kadar, idare etmeyi başarmıştır ama eğer Dünya’yı tahrip etmeye devam edersek, harcanabiliriz çünk: Gaia, kendi evrimsel deseni ile uyum içinde olma­yan değişikliklere karşı koyacaktır. Deniz yosunları ve ağaçlar, onun bünyesini uygun hâle getirip, düzenlerler ve sâğhtlı durumda tutarlar. Her ne kadar Gaia, uzak geçmiş­te dış uzaydan gelen tecavüze uğramış ve küçük, dünya dışı ösimlerden bir iki tokat yemişse de bunlar onu öldür­mez.

Her ne kadar dünya ruhsal gelişmesini temin etmek için bünyesini ayarlasa da, kutupların ve ekvatorun pozis-

yonundaki değişiklikler; arazilerin yükselmesine ve alçal­masına, daha önceleri kıraç olan arazilerin, okyanuslar ta­rafından kaplanmasına, verimli düzlüklerin, asırlar boyun­ca buzla kaplanmasına yol açacaktır; tıpkı, zeki bir çiftçinin aym araziye bir yıl buğday, diğer yıl lahana ekmesi ve er­tesi yılda ise toprağı dinlendirerek, toprağı besleyiciliğirü tazelemesine izin vermesi ve doğal bir dengeyi sağlaması gibi. Lovelock; bizlerin, bencilliğimiz içinde nasıl her şeyi kendi isteklerimiz ve bize uygun olanlar açısından gördü­ğümüzü, oysa Gaia'nın, kendi bünyesinde oluşanları daha holistik anlamda ele almaya eğilimli olduğu yorumunu da yapmıştır. Dünyanın yüzeyini kirletenler bitkiler, ağaçlar, hayvanlar, bakteriler veya deniz yosunları değildir der Lo- velock; gerçek kirlilik, insanlardır!

Lovelock ayrıca dünyanın karanlık yanına de değin­miştir. Bu ilgi, çekicidir, sebebi de mitlere göre ceza ve mükâfatın intikam alan tanrıçalar tarafından dağıtılması­dır. Ve bu tanrıçalar ihlâlcilerin cezalandırılmasında mer­hametsizdirler. Eğer geçmişin yüce medeniyetleri tarafın­dan bu ilâhlara verilmiş değişik adlar, dünyanın değişik adlarından başka bir şey değil ise, o zaman mesajlarına ku­lak aşmalıyız. Bütün bunlara bağlı bulunan ilgi çekici bir nokta, eskilere göre, yok etme ve üretme tanrıçalarının, ka­çınılmaz biçimde zaman tanrılarına bağlı olmalarıdır. Bu konuyla gelecek bölümde ilgileneceğim.

Eğer zaman (Lyall Watson’m önerdiği gibi) bizlerin içinden geçmekte olduğumuz sabit bantlarda var ise, o za­man evrim, sökülemez bir biçimde zaman faktörüyle veya bu gezegenin içinden geçtiği veya geçmekte olduğu zaman bantıyla iç içe geçmiştir. Her kuantum sıçrayışıyla birlikte, Dünya değişik bir zaman bandına kaymış olabilir mi? Öy­leyse frekansların değişikliği ile birlikte evrimimiz yeni bir yön alabilir mi ya da tıpkı dinozorlarda olduğu gibi, bu

noktada durabilir mi? Düşünülmesi gereken bir husus. NeySe, "gerçek dünya" dediğimize ve Darwin tarafından takdim edilen evrimsel plâna dönelim. Nobel ödüllü Sal­vador Luria aşağıdakileri yazdığında, belki de önemli bir şey söylemek istiyordu:

Evrim; tarih gibi bir yazı tura atma veya kâğıt oyunu de­ğildir. Daha önemli bir başka özelliği vardır: geri alınamaz olu­şu. Bütün olacak olan, olmakta olanın bir devamıdır; tıpkı ol­makta olanın, ne olabilirdiden değil olmuş olandan geldiği gibi. İnsanlar realitenin çocuklarıdırlar, farazi durumların değil ve evrimsel realite -gerçekten var olmuş organizmalar silsilesi- bü­tün o geçmiş fırsatların küçük bir örneklemesinden başka bir şey değildir. (*)

Biyolojik evrimde artan karmaşıklık, onun, zamanın yönettiği bir süreç olduğunun sağlam bir göstergesidir ve bundan dolayı, Coveney ve Highfield tarafından vurgula­nan zaman okunu onaylar.

Yine de yukarıda belirtilenler birçok sorulara yol açı­yor. Luria'nın beyanı, bu gezegen üzerinde bildiğimiz evri­me uygulandığında, tutarlı görünüyor. Fakat zaman oku­nun tersine çevrilemeyişinin, bizim lineer zamana aitmiş gibi görünmesi (bunu tartışmıyorum), Gâia'yı da içine alan, maddenin bilhassa bu seviyesinde tecrübe edinmek üzere onun bedenini kullanan biz ve diğer hayat biçimleri­ni de içeren hiçbir paralel evren olmadığının bir kanıtı de­ğildir. Bunu dikkate almakla, bize sunduğu imkânlar ko­nusunda daha değişik, belki daha nazik ve daha tutarlı ka­rarlar alabilirdik.

Peki,'bilimsel bağlamda, zamanın yönettiği bir süreç fikri, bizlere bütün bunların arkasında bulunan bir master plân veya "zihni" mi öneriyor yoksa bir kez daha kaosun rastgeleliği ile mi karşı karşıyayız? Dine bağlı bir kişi, do-

C) Coveney and Highfield, The Arrow of Time, s. 254.

ğal olarak bütün bunların arkasında "Tanrı"nın olduğunu önerecektir; oysa metafizikçi, değişik güçleri yani tanrıları, tanrısal varlıkları, Neterleri vb. kapsamına sokacak biçim­de bu ufku genişletecektir. Bunun yanı sıra bütün araştır­macılar, insanoğlunun, bu gezegen üzerinde evrim sonu­cunda ortaya çıktığı görüşünde değillerdir. Örneğin Ric- hard Mooney, Homo sapietıs ın ithal edilen bir tür olduğu­nu ileri sürer ve bu iddiasını, her ne kadar olağan dışı olsa bile yine de soru işaretleri uyandıran kanıtlarla destekler. (*)

Büyük ihtimalle, değişik zaman devirleri veya bantla­rı değişik itici güçler taşımaktadır. O gezegenin yüzeyinde, en sonunda evrime uğrayarak, maymunların, kedilerin, kertenkelelerin veya böceklerin baskın türler olup olmaya­cağım belirleyen faktör, bir gezegenin belirli bir frekansta seyahat etmesini sağlayan zaman-itiliminin yapısıdır. (Be­nim inancıma göre, bütün evrenler birden fazla frekans üzerinde varlıklarım sürdürürler ve dolayısıyla bir tecrübe hiçbir zaman tekrarlanmaz. Bu konuda daha fazla bilgiyi "Zaman ve Evren" adlı bölümde bulabilirsiniz.)

İnanılması her ne kadar güç de olsa, maymuna benze­yen atalarımız olduğunu inkâr eden dinî düşünce okulları hâlâ vardır. Halbuki genetik izlerin karşılaştırılması, bizle- re önemli bazı kanıtlar sunmuştur ve bunlar Darvvin'in ori­jinal iddiasını destekliyorlar. Her ne kadar bizler, evrimsel anlamda, kıllı kuzenlerimizden biraz uzakta duruyorsak da, DNA'mızm yalnızca %1'i şempanzelerinkinden farklı­lık gösterir. 1980 sonlarına doğru VVayne State Üniversite­sinden Morris Goodman, insanoğlunu kendi mağrur kate­gorisi içinde tek başına bırakmaktansa; şempanzeler, goril­ler ve insanoğlunu, Homininae adını taşıyan yeni bir alt ai­leye dahil edebileceğimizi önerdi. Şempanze ailesinin iki

(*) R.Mooney, Colony: Earth and Cods of Air and Darkness.

çeşidi vardır; normal şempanze ve cüce şempanze ve bunların her ikisi de, insanlara, biz insanların goriller de dahil olmak üzere herhangi bir türe bağlılığımızdan, çok daha yakından bağlıdırlar. Los Angeles California Üniver­sitesinden Jared Diamond, doğru şempanze tipi ayrımının üçlü olabileceğini önermiştir: normal, cüce ve insan. Goril çizgisi; şempanze çizgisinden sekiz ilâ on bir milyon yıl önce ayrılmış ve bizim kendi cinsimiz ile şempanzeler ara­sındaki ayrılma ise beş milyon yıldan biraz daha fazla süre önce gerçekleşmiştir. (*)

Ortadaki ezelî soru şu: Bu kopma neden gerçekleşti ve neden şempanze cinsinin iki türü aynı şekilde kalıp, üçün­cü türü biyolojik evrimsel kuantum sıçrayışa dahil oldu? Herhangi bir türün, zamanın sabit bantlarından birinin devresinde hareket etmekteyken, bir kuantum sıçrayışına denk gelecek bir noktaya vardığında, o türün üyeleri ara­sında bu itici güce cevap verecek olanlar ve bunun önemi­ni, zihinsel ve bedensel açıdan kaydedemeyecek kadar ye­tersiz derecede hassas olanlar bulunacaktır şeklinde varsa­yımda bulunulabilir. Bunu açıklamak için bir sınıftaki öğ­rencileri ele alalım.

Bu öğrenciler, değişik dönemler boyunca aynı öğret­men tarafından eğitilmiş olsunlar. Öğrencilerden bazıları derslerini ortalama bir kolaylıkla sindirmiş olsunlar, diğer­leri, dikkatsiz olduklarından veya onlara ne öğretildiğini anlayamadıklarından, kavrayamamış olsunlar ve birkaçı­nın da ilkeleri kolaylıkla öğrendiklerini ve bundan dolayı geriye kalan dönemin onlar için sıkıcı olduğunu farz ede­lim. Dönemin yarısında şartlar, öğretmeni, görevi bırak­maya zorluyor ve yerine yeni ve daha vasıflı bir öğretmen geliyor. Yeni öğretmenin öğretme temposu ve ilham gücü, öncekinden daha güçlü ve bunun sonucunda, parlak öğ-

(*) J.Gribbin ve M.Gribbin, Tİıe Guardian (14 Haziran 1988).

renciler göze çarpıyorlar. Orta seviyedeki öğrenciler ise ev ödevleri yaparak veya okul dışı kurslara katılarak dersle güç belâ baş edebiliyorlar. Ağır olanlar ise zaten geriden seyrettiklerinden, onları bir üst sınıfa taşımak için gerekli dönem sonu sınavlarını geçemiyorlar.

Bu senaryo Gaia bağlamında uygulandığında, dino­zorların neden anîden (ve bildiğimiz kadarıyla benzeri gö­rülmemiş bir şekilde) yok oldukları konusunda bir ipucu verebilir. Gerçekten de zamanı enerji anlamında ele almak, insanoğlunu asırlar boyunca şaşırtmış olan ve hâlâ bilimsel tartışmalara yakıt sağlayan birsürü evrimsel bilmeceye ce­vapları sağlayabilir.

Soyutlamalar ve Sonuçlar

EFSANE, TARİH ve DİNDEKİ ZAMAN

Zeki kişi geçmişi hatırlar ve geleceği anlar, fakat bil­gisiz kişi yalnızca şu anm fani zevkleri için yaşar.

ZERDÜŞT (»)

Uzay-zamanın araştırılmasının, modem çağa özgü ol­duğunu zannedenler yanılıyorlar. Zaman, insanoğlunun beynini sürekli meşgul etmiştir ve soyut prensipler, tarihi­mizin erken dönemlerinde nasıl hikâye, efsane yolu ile an­latılmışsa aynı şekilde zaman kavramı da, okuma yazma bilmeyen kişilere âlimler tarafından aktarılmıştır. Uzak geçmişte bir yerlerde, insanlar zamanın bir enerji olarak ta­biatından haberdar olmalıydılar çünki diğer doğa güçlerini veya enerjileri nasıl kişiselleştirmişler ise aynı şekilde za­mana da kutsal bir kimlik vermişlerdir. Bu konuda en er­ken ipucu, eski Sümer ve Mısır kaynaklarından gelir ve bu kaynaklara göre zaman tanrılarının çoğu, kaçınılmaz bi­çimde kamerî tanrılar idiler.

SÜMER /BABİL

Eski bir metin, Sümerli gök ve yeryüzü kraliçesi Inannaı'nın, o karardık bölgelerin kraliçesi olan kız kardeşi Ereshkigal'in yaşadığı "Yüce Yeraltına" inişini hikâye eder. Inanna; Babil efsanesinde sıkça sözü geçen ay tanrısı Sin'in

kızıydı. Sin ve karısı Ningal'in (Yüce Hanımefendi, Mısırlı Nut ile aynı düzeyde görülebilir) üç çocuğu vardı: Sümerli tanrıça Inanna (ayrıca Ishtar diye biliniyordu ve Venüs ge­zegeninin enerjileriyle ilişkilendirilir), güneşi temsil eden tanrı Shamash ve ateş tanrısı Nusku. Ancak daha sonraki bir versiyon, Inanna'nın Ereshkigal kişiliğinde bir "karanlık ikiz" sahibi olduğundan söz eder. Sin'in birçok fonksiyonu vardı ve bunlardan pek de önemsiz olmayan biri ise zama­nı ölçmesiydi; bu fonksiyon onu, aynı zamanda "zaman tanrısı" olan diğer erkek ay tanrısı, Mısırlı Tot ile bağlıyor­du.

Fiziksel yanıyla Sin, aynı zamanda Nannar ismi altın­da Ur'da saygı görüyordu ve lâcivert renkli büyük sakallı, normalde sarık giyen yaşlı bir adam şeklinde temsil edili­yordu. Her gece barkasına (yarımay) girip, gece göğünün geniş alanlarında geziyordu. Efsaneye göre "bir gün yan- may, diske dönüştü ve gökyüzünde parlayan bir taç gibi durdu" (*) ve o zamandan beri Sin "Taçm Tanrısı" diye bili­nir. Sin'e zaman ölçücü rolü, anlaşılan bereket tanrısı Mar- duk tarafından, yaradılış gününde verilmiştir.

■Ayın başında dünya üzerinde parlayacaksın

Altı günü belirtmek için iki boynuz göstereceksin.

Yedinci günde tacı ikiye ayır

On dördüncü günde tam yüzünü döndür. (**)

Buradaki kozmolojik çağrışımları belirlemek kolaydır. Zamanın enerjileri yoluyla güneş, onun kızgın kardeşi (ge­zegensel kimliği belirsizdir, orijinalde böyle bir tanesine sahip olduğu varsayılır) ve Venüs gezegeni yaratılmıştır ve sonradan bunu, Venüs'ün karanlık ikizi veya kız kardeş gezegeninin (Dünya mı?) yaradılışı takip etmiştir. Birçok

(•) Larousse, Encylopedia of Mythology, s. 56.

(»») a. g. e., s. 56.

eski efsane ve geleneklerde Dünya karanlık veya düşmüş bir yer olarak gösterilmiştir veya benim tercih ettiğim gibi, her nasüsa "kendi zamanı dışında" olmuş bir gezegen. Gö­züme çarpan bir deyim ise "bir gün yarımay diske dönüş­tü" deyimidir. Bundan acaba, zaman içinde belirli bir nok­taya kadar Ay'ın kendini bir bütün küre olarak gösterme­diğini mi varsayacağız? Uzun bir zamandan beri, Ay'ın gökyüzünde her zaman şimdiki pozisyonunu işgal etmedi­ğinden ve bunu yapmaya başladığı zamandan beri insa­noğlunun zaman kavramının da değişmiş olduğundan şüphelenmişimdir; zaman ile antik ay tanrıları arasındaki bağlantı da böylece ortaya çıkmıştır.

MISIR

Bütün zaman tanrıları arasında en meşhur olan, son­raları Tot diye de bilinen Mısırlı Tehuti'ye gelmiş bulunu­yoruz. Ve bir kez daha Ay, zaman hikâyesinde güçlü bir şekilde belirmektedir. Tot hakkında ünlü Mısır uzmanı E. A. Wallis Budge şunları söylemiştir:

...gökyüzünü, yıldızları ve dünyayı sabitleştirmeyle ilgili hesaplamalar yapmıştır. O, Ra'nın kalbiydi, o, hem fizik hem moral kavramlarında hukukun efendisiydi ve 'kutsal konuşma­nın' bilgisine vâkıftı. Birçok pasajdan, onun bütün sanatların ve bilimlerin tanrısı, "kitapların tanrısı" ve "tanrıların kâtibi" ol­duğunu anlıyoruz..X[19])

Yararlandığı şeylerin en ünlüsü ise, beş epagomenal günün ele geçirilmesiydi. Hikâye şöyledir: Ra’nın çocukları olan, zamanın ikiz aslan-tanrıları, Şu ve Tefnut, sırasıyla Geb ve Nut'u doğurdular (Dünya ve Gökyüzü). Bazı anla­tılara göre Nut, Ra'mn karısı idi ve sadakatsizliği ile Ra’yı gücendirdi. Yaşlı tanrı, ona, yılının 360 gününün hiçbirin-

de çocuk doğuramayacağı cezasını verdi. Bu ceza, eğer Tot Ay ile meşhur oyununu oynamasa, Nut'a sorun yaratacak­tı. Bu oyundan Tot, Ay'ın ışığının bir yetmiş iki bölümünü kazandı (360'ın 1/72'si tam olarak 5'tir) ve Tot bunu "epa- gomenal” veya aynı zamanda "eklenmiş gün veya ayı olan" diye de bilinen beş yeni güne dönüştürdü. Bunun sonu­cunda Nut karnında taşıdığı beş çocuğu doğurdu, yani Osiris, Büyük Horus, Set, Isis ve Neftis. Bu efsane, Yunan Kronos (Zaman) mitinde de kendisini göstermiştir. Bu mi­te göre, Kronos kendi çocuklarının beşini yutmuştur ve Metis (Adalet) tarafından bir iksirin verilmesiyle onları dı­şarıya çıkartmıştır.

Düşünürler, fizikçiler ve romantikler tarafından, bu hikâyelere dayanılarak değişik mistik ve sihirli yorumlar getirilmiştir! Mitlerin bizlere basit olarak söylediği şey ise şudur: Dünya, Ay ve bizim yıldız sistemimiz dışındaki bir güneş enerjisi arasında oynanmış olan kozmolojik bir dra­ma sonucunda takvim değişmek zorunda kalmıştır ve de­ğişikliğin gerçekleşmesinden sorumlu ay tanrısı Tot’tur. Başka bir deyişle, uzak geçmişte bir noktada Dünya'nın Ay'la olan yörüngesel ekseninde bir değişme oluşmuştur. Ve bu da Dünya'nın ekseninde, bugünkü takvimlerimizde bulunan ilâve beş günlük sürenin sebebi olan bir hızlanma meydana getirmiştir. Eski Mısır kaynaklarına göre bu olu­şuma iştirak edenler arasında Sirius da vardı; Büyük Kö­pek takımyıldızındaki parlak, mavi-beyaz ikili yıldız, bu göksel oyundaki üçüncü ve belki de en etkili oyuncuydu. Tot, aynca bütün yaşayan varlıkların düşüncelerini, eylem­lerini "Akaşa"nm sonsuz tarih kayıtlarına kaydeden kâtip olarak da bilinir. Bunun, incelemekte olduğumuz zaman ile bağlantılı olarak önemi açıktır.

Ancak, bütün zaman tanrıları erkek değillerdi. Mısır panteonundaki iki tanrıçanın da zamansal bağlantıları var-

dı. Bunların isimleri Seşat ve Maat idi; her ikisi de bir dö­nemde Tot'un karılan (yoksa dişil yânları mı?) olarak belir­tilmiştir. Seşat bir yazı ve tarih tanrıçası, zaman ölçücü ve aynen Tot gibi kayıt edici idi. Öte yandan Maat ise gerçek ve adalet tanrıçası idi ve onun terazinin kefelerinde ölen kişinin kalbi kaçınılmaz biçimde tartılırdı. Zaman tanrılan genellikle adalet ve hüküm vermeyle ilişkili sayılıyordu. Bundan çıkan sonuç ise şudur: Sonuçta terazi kefelerinden birini bir yana yatıracak olan şey, bizim zaman enerjilerini idare edişimiz olacaktır.

İkiz aslan tanrılar, yani Şu ve Tefnut da aynı zamanda güçlü bir şekilde zaman ile ilişkiliydiler. Şu gökyüzü tanrı­sı idi; bazen insan şeklinde ve bazen aslan şeklinde tasvir ediliyordu. Onun kız kardeşi olan Tefnut (o da dişi aslan olarak tasvir ediliyordu) ise bir çiy, çisilti ve bazen de gök­kuşağı tanrıçası idi. Aslan tanrılar ve zaman arasındaki bağlantı çok eskilere uzanır. En eski, bilinen dişi aslan tan­rıça, Aker'di. Aker'in, her sabah, içinden güneş tanrısının geçtiği şafak kapışım koruduğuna inanılırdı. Piramit kayıt­larından, bu tanrının rolünün ve özelliklerinin eski impa­ratorlukta açıkça tanımlandığı anlaşılır. Daha sonraki ha­nedanlarda, güneşin; geceleri alt-bölgede bulunan bir çeşit tünelden geçtiğine inanılırdı. Bu tünelin her bir çıkışı bir aslan tanrı, Akeru veya Akerui ismini taşıyan iki tanrı tara­fından korunuyordu. Aynı kutsal aslan varlıkları sonraları, arka arkaya oturmuş, aralarındaki Ra'yı temsil eden güneş diskine destek olacak şekilde, "dünün ve bugünün" ikiz as­lan tanrıları olarak Teban zamamnda ortaya çıkmışlardır.

Ra'ya çok kez "İki Ufkun Ra'sı" diye hitap edilmiştir. Buradaki "ufuk", bazı akademisyenler tarafından, bir bo­yutlar sistemini veya bir referans çerçevesini ortaya koyan matematiksel bir terim olarak algılanmıştır. Bu ufuklar, Işık ve Hayat ufkundan oluşuyordu ve her biri maddî

dünyaları ve seyyal boyutları temsil ediyordu. Hayat Uf­kunun Ra'sı, ikiz aslan tanrılarının arkalarına oturtulmuş yassı bir daire veya güneş diski tarafından gösteriliyordu.

Bu semboloji, ezoterikten matematiğe dek değişik yo­rumlara konu olmuştur. Örneğin bazıları iki aslanı, haya­tın ilk başta var olan güçleri olarak görmüşler -istek ve korku-, bazılarına göre ise aslanlar, Sonsuz Şimdi'nin gü­neşi tarafından birleştirilmiş geçmiş ve gelecektir; başka bir deyişle zamanın gücü. Arka arkaya duruşları ise şu şeklide yorumlanabilir:

a) Eril "istek" gücü ve dişil "korku" gücü, farklı yönle­re doğru çekiyorlar (kaos mu?) ve Ra diskinin ağırlığı onla­rı kontrol altında tutuyor (mantık, kendi kendini kontrol ve düzen); veya b) "zaman" bağlamında ise disk, gezegeni­mizi yörüngesinde tutan ve böylece gece ve gündüz -saat­lerimizdeki zamanı- İç Zamanı meydana getiren güneş gü­cü olarak görülebilir. Bu aslanlardan biri veya her ikisi po­zisyonlarını hafif bir şekilde bile değiştirseler, o zaman Ra'nm küresi bu değişikliğe göre ayarlanacak ve bizler, gü­neşi bugün gördüğümüzden daha değişik bir açıdan görece­ğiz. Eski Mısır kayıtlarına göre Dünya'nm eksenindeki kaymalar ve beraberindeki iklimsel ve katastrofik feno­menler, her zaman aslan tanrılardan birinin görünmesin­den sonra gerçekleşmiştir; Sekmet tanrıçası ise bu türden felâketlerin ana habercisi olmuştur. Böylece eski Mısırlılar için aslan sembolü ve zaman, ayrılmaz bir şekilde birbirle­rine bağlıdırlar.

Eski Mısırlılar ayrıca düzen ve kaosun kozmik pren­sipleri arasındaki sürekli gidip gelmelerden haberdar gö­rünüyorlardı ve bunlara tanınabilen kimlikler atfetmişler­di. Bu sonsuz düelloda binlerce yıl boyunca oluşmuş görü­len, zaman tarafından oynanmış role, Budge şu sözlerle dikkat çekiyor:

İlk Mısır geleneği, ışık tanrısı ve karanlık tanrısı arasında yer alabilmek için büyük bir savaş vermiştir. Bundan sonraki günlerde ise Ra'nın kendisi veya onun bir şekli ve genelde Ho- rus tanrılarından biri; ışık tanrısı ile ve Set ise, öyle veya böyle bir şekilde, karanlık tanrısı ile özdeşleştirilmiştir. Böylece Ra ile Apep'in, Heru-Behutet'in ve Set ve Horus'un, Isis'in oğlu ile Set'in arasındaki savaşlar, değişik dönemlere ait olmakla birlikte aslında tek ve aynı hikâyenin versiyonları idi. Bütün bu savaş­larda Tot önemli bir rol oynadı çünki Ra'nın Gözü (Güneş) Set ile savaşırken bu kötü güç, üzerine bulutlar çekiyordu ve Tot bulutları uzaklaştırıyordu ve "Gözü sağ, bütün, sağlam ve ku­sursuz" efendisine getiriyordu. (Ölüler Kitabı ’ndan, xvii)(*)

Bu hikâyedeki "Tot" yerine "Zaman"ı koyun ve diğer kutsal varlıkların, kozmik olayların kişileştirilmeleri oldu­ğunu farz edin, o zaman kendimizi., dünya üzerinde tarih öncesi dönemlerde oluşmuş değişik karışıklıkların doğru bir tanımlamasıyla karşı karşıya buluruz. Bu olaylar hiç şüphesiz, uzun bir süre önce yok olmuş bazı ırkların tarih­lerine kaydedilmiş ve yok oluşlarından sonra ise efsane ve peri masallarına indirgenmiştir.

KUZEY AMERİKA

Çok eski geçmişte meydana gelmiş kozmik olayları gözleyen ve kaydeden tek ırk, sadece Mısırlılar değildir. Dünyanın eksen dönüşündekiki değişikliklerle bağlantılı olan sembolojinin evrenselliği, örneğin, Dünya'nın kuzey ve güney eksenlerinin koruyucuları olup, görevleri geze­geni uygun bir şekilde döner vaziyette tutmak olan ikiz tanrılar Pokangoya ve Polangavoya'yı konu alan Hopi Kı­zılderili efsanesinde görülebilir. Efsane, Yaratıcının yeğeni olan Sotuknang tarafından bu ikiz tanrılara yerlerini terk

(*) a. g. e., s. 405.

etmeleri konusunda nasıl emir verildiğinden ve insanları­nın kötü oluşlarından dolayı "ikinci dünya"nm yok edildi­ğinden söz eder. O zaman dünya, onu kontrol eden kimse kalmadığından dengesini kaybederek sendelemiş , etrafın­da iki kez dönmüştür. Bunun sonucunda dağlar, su sıçra­tarak denizlere akmış, denizler ve göller arazi üzerine sıç­ramış ve dünya soğuk ve hayatsız uzayda dönerek katı bir buz parçasına dönüşmüştür. (*) Hopiler "ilk dünyalarının" ateş tarafından, "üçüncü dünyalarının" ise su tarafından yok edilmiş olduğunda ısrarlıdırlar.

And Dağları gibi sıra dağlarının yükselmesine, Buz Çağının ve Tufanın ortaya çıkmasına sebep olan ve jeolojik olarak da kanıtlanabilen bu büyük karışıklıklara, Yunan, İrlanda, Galler, Kuzey ve Güney Amerika, İskandinavya gibi birçok eski kültürün millerinde, folklorunda ve herkes tarafından bilinen Eski Ahit'te yer verilmiştir. Başka bir de­yişle, zaman enerjisinin güçlü etkileri, geçmiş zamanlarda onun kızgınlığına tanık olanlar tarafından farkına varılmış­tır ve gözledikleri olayları gelecek nesiller için cömert bir şekilde kaydetmişlerdir. Bu dönemlerde gezegenimiz, Lyall Watson'in da tarif ettiği üzere daha aktif "sabit bant­lara" girmiş ve çocuklarını kendisiyle birlikte ölümün diş­lerinin araşma atmıştır.

ROMA

Romalı Lejyonlar arasında meşhur olan erkek-mer- kezli Mitra mezhebi, kendine özgü bir zaman tanrısına, ya­ni aslan kafalı Aion'a sahipti: "Bütün evren boyunca hare­ket etmeden ve hareket ettirilemeden hüküm süren Sınır­sız 'Zaman'" Aion, gündönümüne ait kapüarın iki anahta­rını tutuyordu. Mystery Religions^Gizemli Dinler) adlı kita-

(*) J.Go odman, The Earthquake Generation, s.160-1.

bında Joscelyn Godwin şunları söylüyor:

Gümüş olan anahtar Yengeç Kapısı içindi, bu, atalar (Pit- ri-yana) ve reenkarnasyona götürüyordu. Altın olanı ise Oğlak Kapısı içindi ve bu, Gereklilik Dairesi'nin ötesindeki Tanrıların Kapısına doğru olan yoldu (Deva-yana) ve yani doğum ve ölüm devrinden kurtarıyordu. İşte bunlar, ölen ruhun dünyadan çıka­cağı iki yoldur ve Oğlak Kapısından ise tanrılar dünyaya iner­lerdi.

İnanıldığına göre Mitras, diğer ana kutsal tanrılarla birlikte kış gündoğumu zamanında doğmuştu.

Aion, büyük bir olasılıkla, Budist Shin-je, Ölüm Yargı­cı ile bir tutulabilir. Bu benzerlik ise Aion'u, Mısırlı Tot ve yargılama rolü verilmiş diğer zaman tanrılanyla birlikte aynı çizgiye getirir. Aion, her zaman aslan kafalı olarak çi­zilmiştir ve bazen dört kanadı olup bir yılan tarafından çember içine alınmıştır. Bu semboller, dört katlı ayrımı ve zamanın devirsel hareketini temsil ettiği şeklinde görül­müştür. Diğer yokediş ve yenilenme tanrılarıyla birlikte Aion'un açık aslansı ağzı, her kozmik tezahür devresinin sonunda, neslini yutar. Bu olgu bize kendi çocuklarını yu­tan Yunanlı Kronos'u hatırlatır. Aion'un açık bir şekilde yeraltı dünyasını çağrıştıran birçok sembolü, zamanın ato­malli bölgeler üstündeki etkisini vurgular. Diğer bir çizim­de zodyak tarafından çevrelenmiş bir küre üzerine otur­muş şekilde gösterilmiştir ve elinde bir asa taşımaktadır. Bu asa üzerinde ise zodyağa ait işaretler açık bir şekilde on iki bölüm aracılığıyla gösterilmiştir. Godwin şöyle diyor:

Küreden geçen iki bant, Eflâtunun Timaeus adlı eserinde­ki Dünya Ruhunun yaradılış metodunu hatırlatmaktadır. Bu iki bant dünyanın iki dairesini bir X işareti şeklinde geçmektedir. Aion bir yaratıcıdır fakat dünyaların yaratıcısı değildir; metafi­zik ilkeleri ve tanrıları yaratır. İran tanrılar kitabında o, Zer- van’dır. Zervan'ın iki oğlu Ormuzd ve Ahriman birbirine karşı-

dırlar ve onların arasında Mitras aracılık yapar. Bir bakımdan Zervan, Mitras'm daha yüksek bir veçhesidir çünki iki karşıtın arasında değil ötesindedir.

Yukarıda bahsedilenlerden zamanın, düzen ve ka- os’un iki kutup ucuna etkileri kolayca görülebilir. Gözüme çarpan diğer nokta ise Yengeç Kapışma, Atalara doğru olan yol olarak değinilmesidir; zira, Sirius, bazılarının inandığına göre zamanın ortaya çıkışında temel bir rol oy­namaktaydı ve astronomik olarak Yengeç'e 13 derece ve 24 dakika bir mesafede bulunuyordu. Doğum ve ölüm devre­sinden kopmanın imasının açıklaması, kuantum mekani­ğindeki parçacık ve antiparçacık keşiflerinde görülebilir. Bunun metafiziksel yorumunu "Zamanın Metafiziği ve Bir Enerji Olarak Zaman" adlı bölümlerde bulabilirsiniz.

YUNAN

Kronos adı "zaman" anlamına geldiğinden, Yunanlı tanrı Kronos’un mitinin araştırılması, Yunanlı âlimlerin, fi­lozofların ve düşünürlerin zaman ile ilgili olarak sahip oldukları bilgiye ışık tutacaktır. Birçok düşünür tarafından bilimsel ve felsefî önyargılar ve açıklamalarındaki türlü so­yutlamalar sonucu ilk bulunduğu noktadan uzaklaştığına inanılan Orfik Kozmogoniye göre, Kronos veya zaman, ilk ilkedir. Zaman, Sonsuzu (Dış Zaman veya ebedîliği) sem­bolize eden Kaos ve sınırlı olanı (İçsel veya lineer zamanı) temsil eden Ether tarafından takip edilmiştir.

Kronos; Titanlardan veya ilk kutsal ırktan biriydi ve adı "kral" anlamına gelen Girit kelimesinden türemiştir. Yunan’da, Titanlar, insanların ataları olarak onurlandırıl­mışlardı ve sanat ve büyünün icadı onlara atfedilmişti. At- lantolojinin (kayıp kıta Atlantis bilimi) öğrencileri, Titanla­rın, kayıp kıta Atlantis'in insanları olduklanna sıkı bir şe-

kilde inanırlar. Atlantis'in insanları çök ileri bir medeniyete sahiplerdi ve Atlantik Okyanusu ortasında bulunan ada kı­taları, Dünyanın ekseninin eğimi sırasında tamamen bat­mıştır ve bu olay beş epagomenal günün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Eflâtun meşhur Timaeus ve Kriiias adlı diyaloglarında bunu tarif etmiştir.

Yukarıda belirtilenlerden, "Kronos"un isminin kendi­sinden, mit ve efsaneden elde edilen diğer kanıtlardan yola çıkarak şu varsayımda bulunmak mantıklı görünüyor: İlk takvim büyük ihtimalle Atlantik orijinliydi (belki de eski Mısırlılar tarafından kabul edilmiş Sotik takvim miydi?) ve kim olurlarsa olsunlar, bu tarih öncesi insanlar, bizimkine denk veya daha üstün bir zaman ve evren bilgisine sahip­lerdi.

Doğduklarında her bir çocuğunu yutan Kronos efsa­nesine değinmiştik, fakat zaman bu olaydan önce de vardı. Uranüs (Gökyüzü) ve Gaia’dan (Yeryüzü) ilk doğan çocuk­lar on iki Titanlardı. Altısı erkek ve altısı kızdı ve bunlar­dan en küçüğü Kronos'tu. Çocukları yakışıklı, zeki, güzel­diler, dolayısıyla anne babalarına hiçbir sorun çıkarmadı­lar. Fakat zaman içinde Gaia, ayrıca birsürü korkunç ve şekli bozuk canavarlar dünyaya getirdi. Bu olay kocasını çok rahatsız etti ve doğduklarında onları Dünyanın derin­liklerine kapadı. Nazik bir anne olan Gaia, doğal olarak, kaybolan çocukları için yas tuttu ve zaman içinde üzüntü­sü kızgınlığa dönüştü ve kocasından korkunç bir intikam almayı plânladı. Parlayan bir orak (veya arp) ortaya çıka­rarak, plânını çocuklarına açıkladı ve çocukları çok korktu­lar; yalnızca Kronos bu alçakça işi yerine getirmeyi kabul etti. O gece, Uranüs hiçbir şeyden şüphelenmeden uyur- ken,'Kronos, babasının testislerini kesti ve denize attı. Mi­tin ardındaki mesaj, zaman tarafından, bütün bir medeni­yetin iktidarsız kılınmış olduğudur.

Kronos'un çocuklarını nasıl yuttuğundan daha önce bahsetmiştik. Sırasıyla Hestia, Demeter, Hera, Hades ve Poseidon her biri yutuldu ama Kronos'un eşi Rhea, Zeus'u doğuracağı zaman, kocasının davranışından çok rahatsız oldu ve anne babasına (Uranüs ve Gaia) son çocuğunu kurtarmaları için yalvardı. Anne babasının tavsiyeleri üze­rine Girit'e gitti; burada Aegeum Dağı'nın ormanları altın­daki derin bir mağarada çocuğunu doğurdu. Gaia yeni doğmuş çocuğun bakımım üstlendi ve Rhea, büyük bir taşı kundağa sararak, hiçbir şeyden şüphelenmeyen Kronos'a sundu ve Kronos bunu hemen yuttu. Sonraları Zeus ol­gunluk yaşma ulaştığında, hapisteki kardeşlerini kurtar­mak için Metis’in yardımını istedi. Bunun üzerine Metis, yaşlı tanrıya bir cereyan gönderip, kusmasına sebep oldu. Bu kusma sonucunda Hestia, Demeter, Hera, Hades, Pose- idon ve taş ortaya çıktılar. Bu olaydan sonra Kronos mut­luluk içinde yaşamak üzere belirlenemeyen bir bölgeye git­ti veya başka otoritelere göre, Thule’de gizemli bir uykuya daldı. (*)

İşte, beş epagomenal günün edinilmesini konu edinen Mısır hikâyesini teyit eden mesel türünden bir hikâye. Ay­nı zamanda, zamanın dünya üzerinde birbirini takip eden nesilleri nasıl ortaya çıkardığım ve yok ettiğini ve aynı şe­kilde bu nesillerin kendilerini ifade ettikleri kültürleri ya­ratıp yok ettiğini açıklıyor.

Zaman ile bağlantılı diğer bir Yunan ilâhı Hermes'ti. Aynen İskandinav karşılığı Loki gibi hilecinin biriydi. İs­kandinav versiyonunda Loki, kaotik bir unsurdu ve tanrı­lar arasına sürekli felâket getiriyordu, oysa Yunanlılar, Hermes'i değişik bir ışık altmda görüyorlardı. Yunanlılara göre Hemıes, ulaştırma ve ticaret tanrısı idi, tanrıların ha­bercisiydi ve eğer bir kimse, onun gizlerine sürekli olarak

(1)   Larousse, Ena/dopcdia of Mythology, s. 96.

uyanık ise, aynen Zaman gibi, iyi bir hizmetçi olabilirdi. Simyada ise Merkürius; Zaman/Tot/Merkür'dür ve Jung, bunun hakkında serbest bir şekilde yorumda bulunmuştur ("Bir Enerji Olarak Zaman" adlı bölüme bakınız).

Yunanlılar ayrıca, zamanla bağlantılı üç ölümsüz ka­dına da sahiplerdi. Bunlara Moera veya Fdtes denirdi. İlki, Döndürücü olan Clotho idi; özelliği, hayatın ipliğini eğiren mekiği veya tekerleği döndürmekti; şimdiki anda şekille­nen geleceği temsil ediyordu. Clotho'dan sonra Taksim Edici olan Lachesis geliyordu; ölçü aleti olarak kullanılan bir sopa veya değnek tutmaktaydı ve bu değnek, her kişi­nin hak ettiği farz edilen şans unsurunu temsil ediyordu. Bu kül renkli saçlı tanrıçalar üçlüsünün en son üyesi ise Atropos, yani Kaçınılmaz idi. Atropos, ölüm diye adlan­dırdığımız entropinin kaçınılmaz modelini vurgulayan, uygun bir kesici alet tutar şekilde resmedilirdi.

AVUSTRALYA

Avustralya yerlileri (aborijinler) zaman bulmacasma verilecek cevabm, "olaylar ne önceleri ne de sonraları vardı fakat hepsi birden vardı" şeklindeki inançlarında yatmakta olduğunu görürler. Rüya zamanında bütün geçmiş, şimdi ve gelecek birlikte var olurlar ve temel kabile inisiyasyon- larmdan biri, inisiyeye sonsuz hiçbir yer'den haberdar ol­ma konusunda yardım etmekten oluşur. (*)

HİNDİSTAN

Hindu tanrısı Şiva, birçok araştırmacı tarafından Za­manın bir örneği olarak görünür. Aynen Zaman gibi yok eder, fakat aynen Zaman gibi merhametlidir. Şiva, Natard-

(*) Tomas, Beyond tfıe Time Barrier, s. 43.

ja idi yani dans kralı idi ve onu çevreleyen ateş ile püskül- lenmiş hale bütün kozmosu temsil eder ve onun diğer özellikleri, bütün seviyelerde oynanan hayat-ölüm devresi­ni temsil eder. Tandava dansında, tanrı yok eder ve yaratır ve her bir kozmik periyodun sonunda, görüntüler dünyası yok olur fakat gerçekte Mutlak ile tekrar bütünleşmiştir. Şiva'nm dansı ayrıca kutsal aktiviteyi, evrendeki hareket kaynağı olarak sembolize eder ve bu, özellikle yaradılışın kozmik fonksiyonlarıyla bağlantılı olarak gerçekleşir. Ko­ruma, yok etme, enkamasyon ve özgürleştirme. (*)

Tomas, üç yüzlü Brahma'nın Trimurti'jsini, Vişnu’yu ve Şiva'yı, zaman devresini sembolize etmek üzere eski Hindistan bilgeleri tarafından icat edilmiş olarak görür. Ve şunları ekler: "Brahma, geçmişte, görünen dünyayı yarat­mıştır. Vişnu onu şu anda korur ve Şiva, eskinin enkazın­dan yeni dünyalar inşa etmek üzere, gelecekte yaradılışı yok edecektir. Ölüm, hayatın ziyafetinde ortaya çıkar fakat hayat, her zaman dünyaların cenazelerinde doğmuştur" (**)

Zamanın, dünyadaki evrimle bağlantılı olarak geçişi de, Hindistan'ın eski insanları tarafından anlaşılmıştır. Sanskrit Mamı Kitabı (M.Ö. ikinci yüzyıl); bakteriler ve mikroorganizmalardan bitki, böcek, balık, sürüngen, me­meliler ve insana kadar hayat biçimlerini kapsayacak ev­rimsel gelişmeyi tarif etmiştir. Buna benzer şekilde Viş- mı 'mm Enkarnasyonları, aşağıda belirtilen düzen içinde sı­ralanmıştır: balık, kaplumbağa, domuz, aslan adam, cüce, baltalı insan, Rama ve Krişna.f***) Muğlak fakat anlamlı bir kutsal prensibin bu farklı tezahüründe tarif edilmiş sembolizminin derinlemesine araştırılması, öğrenciler için yararlı olabilir. Bunlara dair kendi fikirlerim vardır ve her

(*) Larousse, Eııcyclopedia of Mythology, s. 386.

(2)        ) Tomas, Beyoııd the Time Barrier, s. 34.

(w ) A. Tomas, We are Not the First, s. 98-9.

EFSANE, TARİH ve DİNDEKİ ZAMAN ne kadar bunlardan birçoğu antropolojik olarak tanınsalar da, eğer hakkında düşünürseniz, uyumsuz olanları da var­dır. Enteresan bir şekilde, eski İrlanda efsaneleri ve özellik­le Boz İnek Kitabı, buna çok yakın bir hikâyeden bahseder. Bu hikâyeye göre bir insan, ölümü üzerine aşağıdaki dü­zen içinde bir seri yaratığın bedenlerini almıştır: geyik, do­muz, kartal ve somon balığı; ve bunlardan her birine kitap­ta bir bölüm ayrılmıştır.

Gautama Buda'nın zamanla ilgili olarak söylediği bir- sürü sözden bahsedilir ve en iyi şeküde bilinenleri belki de şunlardır: "İnanıyorum ki dünya sonsuza kadar var ola­caktır. Hiçbir zaman son'a gelmeyecektir. Ve sonu olma­yan herhangi bir şeyin, başı da yoktur. Dünya hiçbir kimse tarafından yaratılmamıştır. Dünya her zaman vardı." Şu anı tarif ederken de şöyle demiştin "Nasıl araba tekerleğin­deki tekerlek, tekerlek çemberinin yalnızca bir noktasmda dönüyorsa ve durduğunda yalnızca bir noktasmda duru­yor ise, aynı şekilde yaşayan bir varlığın hayatı, yalnızca bir düşünce periyodu kadar sürer." En son söz ile ilgili ola­rak yazar Andrew Tomas şunu eklemiştir: "Ama bütün olarak Zaman, tekerlektir." (*)

Zamanın araştırılması, ayrıca, diğer birsürü eski kül­türde kendini göstermektedir. Çin, İnka, Kopan ve Palen­que Mayaları ve Orta ve Güney Amerika’nın diğer eski insanları; her biri de, zaman oklarının tanınması ve kayıt etme metotları konusunda kendi usullerine sahiplerdi. Za­man, uzun geçmişte bir noktada adım eski bir kaynaktan almış olması gereken şifalı bir bitki (yani kekik -thyme-, İn­gilizce "zaman" anlamındaki "time” kelimesi ile benzeştiri­lerek) şeklinde, batıl inançlar alanına bile sızmıştır. Eski bir folklorik inanca göre, bir zamanlar ölen kişilerin ruhları, fasulye çiçeklerinde ve yüksükotunda olduğu kadar kekik

(*) A.Tomas, Beyond the Time Barrier, s.24 ve s.42.

çiçeklerinde de (zamansızlık - belki de daha derin metafi­zik bir kabile hatırası?) ikamet ediyorlardı.

Bu son iki bağlantının kökü, eski Mısır inancında bu­lunabilir. Bu inanç, Paraselsus'un daha sonraları meşhur İmzalar Doktrini'ne dahil ettiği şeyle ilgilidir. Bizi şu anda ilgilendiren konu zaman olduğuna göre, bu ilginç batıl inançtan neler çıkaracağımıza bakalım ve sözler üzerinde oynayalım. Öyle görünüyor ki kekiğin kokusu her zaman için bu dünyadan göç edenlerin psişik tezahürleriyle bağ­lantılı görünmüştür. İngiltere’nin bazı bölgelerinde bir ölü­mün ardından eve kekik ve kara pelin getirmek ve ceset gömülmek üzere dışarı çıkartılıncaya dek evde tutmak âdetti. Oysa tabut süslenmesinde kekik hiç kullanılmazdı çünki "ölünün zamanla yapacak hiçbir işi yoktu.” (*) Bu acayip batıl inanç ayrıca diğer birsürü ülkede de bulunu­yordu. Ölümle bağlantısı yanında kekik, ayrıca cesaret ile de bağlantılıydı ve kabile ilâçları arasında depresyona bir şifa olarak yer alıyordu (zaman her şeyi tedavi eder?).

ATALARIMIZ ARASINDA BİLİMSEL BİLGİ

Hermes'in Zümrüt Tabloları diye adlandırılan şeyler, eski bilim ve ezoterizm öğrencileri arasında ilgi uyandır­mıştır. Mistikler tarafmdan, (Yunanlılar tarafından Hermes olarak bilinen) Tot'un bizzat kendisi tarafmdan, eski Mısır papazlarına vasiyet edildiğine inanılır ve en eski simya metinlerinden birini oluştururlardı. Orijinal tablolar, iddia edildiğine göre Büyük İskender tarafmdan Hermes'in me­zarında bulanmıştı. Efsaneye göre Hermes, onların şifrele­rini bir zümrüt plâka üzerine sivri bir elmas ile kazımıştı. Bu metin en sonunda, 18. yüzyıl Arap düşünürü ve simya­cısı El Cebir’in gözetiminde Arapça bir nüsha olarak ortaya

(*) E.Radford, Encydop ' edia of Superslitions,. s. 340.

EFSANE, TARİH ve DİNDEKİ ZAMAN çıkarılmıştır. Bu Arap düşünürü hâlâ, bazıları tarafından, bilimin babası olarak kabul edilir. Bu metnin Karanlık Çağ­lar boyunca ne kadarının değiştirildiğini ise hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yıllarca bu tabloların içeriği, Orta Çağın bir ürünü olarak kabul edildi. Fakat 18. yüzyıl düşünürü Dr. Sigismund Bacstrom tarafından gerçekleştirilen araştırma sonucunda köklerinin M.Ö. 2500 yılında olduğu ortaya çı­karıldı. Bu metinler içinde bulunan değişik beyanlar, hem zamanla hem de modem fizikle bağlantılı bulunan bilimsel ve kozmolojik çağrışımlar taşırlar.

Açılış cümlesi, örneğin, şöyledir: Yukarıdaki aşağı­dakine benzer ve aşağıdaki yukandakine benzer ve her bi­ri, tek ve aynı işin mucizelerini gerçekleştirir. Buradaki mikrokozmik/makrokozmik ima çok açıktır; bu basit be­yan ayrıca kuantum fiziği ve balpeteği evrenler seviyesin­de de okunabilir. Diğer bir bölümde ise şöyle denmektedir:

Bütiin şeyler varlıklarını Tek Bir'e borçludurlar, böy- lece bütün şeyler orijinlerini Tek Bir Şey'e borçludurlar.

Dünyayı ateşten, inceyi kabadan, dikkatle ve ustaca ayır. Bu öz, dünyadan gökyüzüne yükselir ve tekrar, dün­yaya gelir. Ve böylece üstün olanın da ve aşağı olanın da giiçii artırılır.

Bu, bütün güçlerin saklı gücüdür ve iyi olanların tü­münü üstün getirecektir ve bütün kaba olanların içine nü­fuz edecektir çünki dünya, bu yolla yaratılmıştır. (*)

Hesap edilemez hızla hareket eden küçük parçacıklar, daha yoğun parçacıklara nüfuz etmektedirler - eskiler bu gerçeklerin pekâlâ farkındaydılar ve bunların prensiplerini fiziksel teyide gerek kalmaksızın anlamakla yetiniyorlardı gibi görünüyor. Bizler ise, tam tersine, maddî olarak ölçül- meyenlerin ölçülebilen tezahürünü tekrar üretebilmek için, parçacık hızlandırıcılarımızla ve sürekli olarak artan tek-

(*) A.Tomas, VVfi are Not the First, s. 71-2.

nolojik engeller silsilesi ile mücadele ediyoruz.

Birsürü mitoloji arasında ortak olan konu, Tufandan önce var olan ve yok olmuş bulunan Altın Çağ olgusudur. İnsanoğlu böyle çok tehlikeli bir bilgiye sahip olduğunda, tanrılar bütün ırkı yok etmenin gerekli olduğunu düşün­düler. Maya Popol Vıth'ta örneğin şöyle denmiştir: "İlk İn­sanlar" uzakta olanı ve çok küçük olanı görebiliyorlardı ve küre­nin dört bir tarafım araştırmışlardı. Tanrılar ilk insanların göz­lerini kapattılar ve onların bütün bilgileri kaybolduX*) Burada çok açık bir şekilde kuantum ve süperuzay dünyaların bil­gileri ima edilmektedir.

Halbuki eski bilgeler tarafmdan, evrenin gerçek doğa­sının derin bir bilgisini aktarmak için yalnızca mitoloji se­çilmiş değildir. Yunan filozofu ve bilim adamı olan Abde- ralı Demokritus (M.Ö. 460-370), evrenin küçük parçacıklar­dan veya atomlardan yapıldığını, maddenin değişik özel­liklerini ortaya koyar şekilde çok çeşitli şekilde düzenlen­diğini ileri sürmüştür. Fizikçi Heisenberg (Belirsizlik Pren­sibi ile ünlüdür), Eflâtun ve Demokritus arasındaki tartış­ma ile ilgili bir bilimsel araştırma yazmıştır ve bu araştır­ma, alt başlıkları altında şunları içermektedir: "Eski Felse­fede Madde Kavramı", "Modem Bilimin Eski Problemlere Cevabı" ve "Günümüzde İnsan Düşüncesi Evriminin So­nuçları". Bunlar, sayfa 72-85'te yer alan Kuantum Sorula­rında yayınlanmıştır.

Andrew Tomas'a göre, Demokritus bilgisini Finikeli Moschus'tan almıştır: Moschus'un bilgisi gerçeğe daha ya­kındır çünki atomun bölünebilirliğini vurgulamıştır. Görü­nüşe göre Yunan filozofları Hermes'in Zümrüt Tablola­rında bulunan bilgiden etkilenmişlerdir ve ayrıca diğer yıl­dız cisimler ile Dünya arasında bir ayrım olmadığını da id­dia etmişlerdir.

(*) R.Mooney, Cods of Air and Darkness, s.47.

Leucippus (M.Ö. 5. yy.) ve Epikür (M.Ö. 341-270) de atomik teoriyi desteklemişlerdir. Romalı düşünür Lucreti­us (M.Ö. 1. yy.) atomlar hakkında şunları söylemiştir: "Bü­tün uzay boyunca hiç durmaksızın koşuşmaktadırlar" ve "çarpışmaların rahatsız edici etkisi altında binlerce değişik­liğe" (*) uğramaktadırlar. Nature of the Universe (Evrenin Tabiatı) adlı eserinde Lucretius şunları belirtmiştir: "... Son­suzlukta hiçbir merkez olamaz" (**), ki bazılarınca bu söz­ler Einstein'm Rölâtivite Teorisinin temel taşım temsil eder.

\Ne are Not the First (Biz İlk Değiliz) ve Beyond the Time Barrier(Zaman Engelinin Ötesinde) adlı kitaplarında To- mas, bizlere daha önce bilinen bilgilerden şu aşağıdaki ör­nekleri vermektedir:

- Fisagor'un Kroiona'daki (M.Ö. 580-500) okulunda öğ­retmiş olduğu, Dünyanın doğasının küre şeklinde olduğu hak- kmdaki inancı.

- Samos'lu Aristarchus'un Dünyanın güneş etrafında döndüğü hakkındaki teorisi. (M.Ö. 270)

-Heraklitus'un, "Yukarı yol ve aşağı yol bir ve aynı yol­dur-... canlı ve ölü, uyanık ve uykuda, genç ve yaşlı olan tek ve aynı yaratıktır" beyanı. (M.Ö. 5. yy.)

-Elea'lı Zenon aşağıdaki soru ile M.Ö. 5. yy. hareket ve za­manın rölativitesini ortaya atmıştır: "Eğer uçan bir ok, uçuşu­nun her anında, uzunluğuna eşit bir şekilde uzayda hareketsiz ise, ne zaman hareket etmektedir? "

-Philolaus, antimaddenin var olduğunu (M.Ö. 5. yy.) ön­gördü. Ona göre "antiktoıı" veya "antidünya " diye adlandırılan ve göriinemeyen bir cisim olan bir şey, güneş sistemimizde var­dır. Antimadde kanununun küçük parçacıklara uygulanışının ayrıca büyük cisimlere de uygulandığı varsayımı üzerinde çalı­şırsak, Philoaus belki haklı da çıkabilir.

-Anaksimenes, Büyük İskender’i şu beyanıyla şaşkına çe-

(*) A.Tomas, VVc are Not the First, s. 72.

<‘ ») a. g. e* s .73.

virmiştir: "Siz bir dünyayı işgal ettiniz oysa sonsuz uzay içinde birsürü dünya vardır." (M.Ö. 570-500)

-Anaksagoras (M.Ö. 500-428) ayrıca evrende "başka dün­yaların" bulunduğunu öğretmiştir.

-                Eflâtun (M.Ö. 428-347) "Devlet Adamı" adlı eserinde; gidip gelen, periyodik olarak zaman okunu geriye döndüren ve bazen gelecekten geçmişe doğru hareket eden evrenden söz et­miştir. Daha önceki bölümlerde verilen bilgiyi göz önünde tu­tarsak, öyle görünüyor ki konuya son derece vâkıftı.

-                İsa Peygamber ile çağdaş Yunanlı bir Yeni Pisagorcu filo­zof olan Tyana'lı Apollonius, Consul Valerius'a bir mektupta şunları yazmıştır: "Hiçbir kimsenin öldüğü yoktur fakat yalnız­ca görünüşte öyledir ve kimsenin de doğduğu yoktur, sadece gö­rünüşte öyledir. Varlıktan olmaya doğru değişme, doğuş olarak görünüyor. Fakat gerçekte hiçbir kimse ne doğmuştur ne de öle­cektir. Bu yalnızca, görünebilir olmak ve sonra görünmez ol­maktır; ilki maddenin yoğunluğu ile, İkincisi de varlığın seyyal- liği ile oluşur - varlık, her zaman aynıdır ve onun değişikliği yalnızca hareket ve dinlenmedir.

-                Cusa Kardinali 15. yy. düşünürü Nicolaus da evreni, merkezi olmayan şeklinde düşünmüştür.

-Bir Dominikan keşişi olup, gelen bilimsel ve yeni pagan inançlarından dolayı yakılan bir heretik olan Giordano Bruno da kitaplarından birinde şunları belirtmiştir: "Evrende sonsuz sayıda güneş vardır. Nasıl bizim güneşimiz dünyamız etrafında dönüyor ise aynı şekilde birsürü gezegen de bu güneşler etrafın­da döner". Ayrıca bu dünyalarda canlıların yaşadığı görüşünü belirtmiştir.

-Taoizmi kuran Lao Tse (M.Ö. 6. ve 5. yy.) evrendeki her şeyin doğal bir kanuna veya Tao'ya göre yaratıldığını ve bunun bütün kozmoslarda işlediğini öğretmiştir. Bütün yaradılış iki basit kozmik prensibin birbiriyle etkileşimi sonucudur - eril Yang ve dişil Yin. (Nükleer dünyadaki pozitif ve negatif yükler,

doğanın binlerce tezahürünü belirler.)

-Brahmin'in "Vaisesika" ve "Nyaya" adlı araştırmaların­da, maddenin atomik yapısı vurgulanmıştır. Yoga Vasişta ise şunları belirtmiştir: "Her atomun delikleri içinde çok geniş dün­yalar vardır ve güneş ışığındaki zerreler kadar çok çeşitlidirler."

Burada belirtilebilecek olan birsürü örnek daha var­dır. Burada karşımıza çıkan soru ise şudur: Bunları ispatla­yacak teknolojinin varoluşundan önce bu insanlar böyle konuları nasıl biliyorlardı? Siz okuyucular kendi teorileri­nize, fizikçiler kendilerinkine, fakat ben, benimkine sahi­bim.

Eski mitlerin önerdiğine göre eski zamanlarda, bizle- rin sahip olduğu bilgilere, belki de daha fazlasına sahip olan bir medeniyet vardı. Bu medeniyetin gelişmişlik sevi­yesi, insanlığın şimdiki seviyesinden çok ileriydi. Büyük bir eksen kayması sonucu nihaî kaderi ile karşılaştığında ise hayatlarını kurtaranlar, kendilerini çok ilkel bir ortam­da buldular. Bu yeni ortam, onların geniş bilgilerini ileriye yönelik olarak geliştirecek malzeme ve teknolojiyi sunama- mıştır. Dolayısıyla onların başarılarıyla ilgili masallar; sihir ve batıl inançlar alanlarına havale edilmiştir. Büyük psiki­yatr Cari Gustav Jung gibi insan zihninin ciddî öğrencileri, eski zamanların bu mitlerine, son zamanlarda önem ver­meye başlamışlardır. Bu gözlemi, benimkinden daha bü­yük olan zihinler yapmıştır. Fizikçi ve Nobel ödülü sahibi olan Profesör Frederick Soddy örneğin, bu eski kayıtları ef­saneden öte bir şey olarak algılamıştır. Interpretation of Ra­dium (Radyumun Yorumu) (1909) adlı kitabında Soddy şöyle yazmıştır:

Bu efsaneleri, yalnızca bizleriıı son zamanlarda elde ettiği­miz bilgilere sahip olan değil, ayrıca bizlerin henüz sahip olma­dığı güce sahip olmayı da başarmış, eskinin unutulmuş insan ırklarından birisinin teyidi alarak görmeyecek miyiz? (*)

DI a.g.e., s. 74.

Tabiî ki Soddy bunları yazdığında nükleer güç daha keşfedilmemişti. Oysa Soddy'ninki gibi bazı büyük zihin­ler, şüphesiz, nükleer gücün çok uzak bir hatırasını şuural­tının derinliklerinde taşıyordu. Bu geçmiş başarıların hatı­ralarının kaydedildiği konusuna inanıyorum. Jung bu kay- dedilişe "kolektif şuuraltı" demiştir. Metafizikçiler ise bunu geçmiş hayatların hatırası olarak görebilirler. Benim ise bu­nu, diğer zaman bölgeleri veya evrenlerdeki şuur parçala­rının tecrübeleri çlarak düşünmek hoşuma gider: geçmiş, şimdi ve gelecek. Bundan daha ayrıntılı olarak ileride bah­sedeceğiz.

1978 senesinde, yaptığı çalışmalardan dolayı daha ön­celeri Nobel ödülüne lâyık görülmüş bir bilim adamı tara­fından öğlen yemeğine davet edilme onuruna eriştim. Ye­mek esnasında bu bilim adamı bana bazı sırlar verdi. Dedi­ğine göre, saygılı bir biçimde "Eski Ülke" diye söz ettiği ve hatırası gözlerini yaşlarla dolduran Atlantis'te bir ses bi­limcisi olduğuna dair gençliğinden beri, bazı açık hatırala­ra sahipti. Ona, niye şimdiki hayatında ses üzerine araştır­ma yapmadığını sordum. "Dünyanın bu türden bir gücü idare etmeye yeterli güce daha henüz sahip olmadığı" ve bundan dolayı, bu tür bir bilimsel araştırma yapmaması gerektiği konusunda, şuuraltında ikaz edildiği cevabını verdi. İlginç olan yön, bilim adamları her ne kadar normal- üstü bir şeye karşı bariz bir şekilde düşmanca tavır takın­salar da, özel durumlarda birçoğu, Profesör Soddy ve be­nim tecrübemde olduğu gibi aynı görüşleri paylaşırlar. Gerçekten de bazı üstün yetenekli kişilerle derin sohbetlere girdim ve bu sohbetlerin önkoşulu, bu konuşulanların hiç­birinin açıkça toplum önünde tekrarlanmamasıydı. Kişi ka­riyerini düşünmek zorundadır.

Uzak geçmişe ilgi duyan modern bilim öğrencilerin­den birçoğu, yeteneklerini eski metinlerin incelenmesine

uyguladılar. Bu metinler, dinsel ve maddî konulan kapsa­maktadır; umutları ise mit ile bilimsel gerçeklik arasında sağlam bir bağlantı bulmaktır. Örneğin, İşaya'nın Vizyonu adlı bölümde, Eski Ahit peygamberi bir melek tarafından göğe çıkartılıyor ve semavî ev sahipleri arasında iki hafta kalma zevkine varıyor. Dönüşte, uzakta kaldığı süre için­de, Dünya üzerinde otuz iki yılın geçtiğini öğrendiğinde ise şoke oluyor. Zaman genişlemesi mi? Bazısı böyle oldu­ğunu kabul edebilir fakat mantıklı varsayım ile deneysel gerçek arasındaki uçurum, çoğu bilim adamı için, bazı sa­kin anlarda sağ beyin sezgileri onları bunu düşünmeye itse bile kapanması çok zor olan bir genişliktedir.

Mit, tarih ve din içindeki zaman araştırmamız, bu noktaya kadar Hristiyanlık öncesi inançlarla sınırlı bulun­maktadır. Bu dönemin düşünürleri, iş evrenin doğasına geldiğinde, sebep ve araştırmaya, Hristiyan meslektaşla­rından çok daha fazla açık bulunuyorlardı. Oysa Aziz Au­gustine bu kurala istisna teşkil ediyordu. Bu gerçeği gören ünlü astronom, matematikçi ve fizikçi Sir James Jeans (1877-1946) şu yorumda bulunmayı uygun gördü:

Modern bilim teorisi bizleri, yaratıcının, zaman ve uzay -ki aslında, zaman ve uzay da onun yarattıklarının bir parçasıdır- dışmda çalıştığını düşünmeye zorluyor, aynen bir ressamın, tu­valinin dışında olması gibi. Bu Augustine'in varsayımı ile uyum içindedir: 'Non in tempore, sed cum tempore, finxit Deus mundıım.' Gerçekten de doktrin gerilere, Eflâtun'a kadar uzanıyor: Zaman ve sema aynı anda oluştular; sebebi de eğer çözülürlerse, birlikte çözülsünler diye. Zamanın ya­radılışında, Tanrının fikri ve düşüncesi, işte buydu.(*)

Augustine bir defasında da şöyle yazmıştır: "Zaman, aynen bir ırmak gibi oluşan olaylardan yapılmıştır ve akın­tısı güçlüdür; bir şeyin görünmesiyle, sürüklenmesi bir olur."

(') Quantum Questions, s.143.

İlk Hristiyan gnostikler, bilgilerinin çoğunu aldıkları Yunan, Mısır ve Doğu kaynaklarına katkıda bulunanlar gi­bi zaman fenomeni konusunda meraklı görünmekteydiler. 19. yüzyılın sonuna doğru teozofi düşünürü G.R.S. Mead, Yunan teozofisinden ve gnosisten bir seri risale ve bölüm­ler toparladı; bunların arasında değişik eski filozofların, düşünürlerin, tarihçilerin, Kilise ileri gelenlerinin seçilmiş parçalan ve öğütleri vardı. Mead, bütün bunları Yunanca- dan , ilk Mısır versiyonlarından ve İbranice metinlerden tercüme etti ve bu derlemeye, Thrice Greatest Hermes (Üç Kez Büyük Hermes) adı verildi. Bu metinlere uygulanan değişik sayıdaki tercümeler göz önüne alındığında, okuyu­cunun dikkati, yorumlardaki kaçınılmaz hatalar konusuna çekilmelidir. Böyle hataların olasılığı yüksektir çünki bir çağın düşünürleri, daha önceki bir neslin görüş ve teorile­riyle uğraşmışlardır. Mead'in Hermes Trismegistus adlı ya­pıtı üç ciltten oluşur. Aşağıda sıralanan, zamanla ilgili alın­tılar ise bu eserin, 3. cildinin ilk bölümündeki "Stobaeus" başlığım taşıyan parçadan alınmıştır:

1)                 Şimdi üç zaman ile ilgilenelim. Onlar ne kendi başlarına ne de (henüz) birliktedirler; yine de birdirler ve (bir o kadar da) kendi başlarınadırlar.

Şu anın geçmişsiz olabileceğini düşünme: eğer geçmiş ol­mazsa şu an olmaz.1

Çünki geçmişten şimdi oluşur ve şimdiden gelecek oluşur.

Fakat eğer yakından inceleı/ecek olursak, şöyle tartışalım:

2)                Geçmiş zaman, şimdiye1 geçer ve gelecek (zaman), şu anda var olmadığından yoktur; şu an bile, devam ederken şu an değildir.

Sabit kalmayan fakat duracak merkezî bir noktası olmaksı­zın dönen zaman, sabit kalacak güce sahip olmadığım göre göre nasıl şimdf diye tanımlanabilir.

Tekrar, şimdiyle birleşen geçmiş ve gelecekle birleşen şimdi birdir; çünki aynılıklarında, tekliklerinde ve devamlılıklarında birbirlerinden3 ayrı değiller.

Böylece zaman, bir ve aynı (zaman) olmasına rağmen hem süreklidir hem de kesintilidir.

1yani şimdi

2an,şu an

3yani diğer ikisi olmaksızın biri veya diğer biri olmaksızın ikisi (*)

Buraya yazarın notlarını almamın sebebi, okuyucula­rın arasında muhtemelen bulunabilecek olan Yunanlı dü­şünürlere, Mead'in yorumlarım sorgulama olanağı verebil­mektir.

Yukarıda belirtilenlerden öyle anlaşılıyor ki, burada hem zaman oku hem de rölativite ortamı içindeki zaman, tartışılmış bulunuyor. Böyle bir bilginin, sonraki asırlarda uygar dünyayı etldleyecek olan öğretilerde ihmal edilmiş olması inşam üzüyor. İnsan, geçmişin yüce kütüphaneleri­nin yok edilmesi sonucu bize ulaşmayan bilimsel bilgi ve eski bilgelik cevherleri merak etmeden duramıyor. Bu yok edilen kütüphaneler konusunda burada birkaç örnek vere­ceğim; oysa şüphesiz, rakam bunun çok çok üzerinde: Memphis'teki Ptah tapmağındaki kütüphanenin Papirüsle­ri tamamen yok edilmiştir; Atina'daki Pisistratus koleksi­yonu (M.Ö. 6. yy.) tahrip edilmiştir; 200.000 ciltlik kitap bulunduran Küçük Asya'daki Bergama kütüphanesi de ay­nı kaderi paylaşmıştır; yarım milyon ciltlik kitaplarıyla bir­likte Kartaca kütüphanesi de Romalılar tarafından M.Ö. 146'da yerle bir edilmiştir; ve hepsinden daha büyük olan trajedi ise Sezar'ın Mısır çıkartması sırasmda, İskenderiye kütüphanesinin yakılmasıdır. Bu yangın sırasında, (400.000 adedi Bruchion'da ve 300.000 ise Serapis'te) 700.000 civa-

(*) G.R.S.Mead, Thrice Grcalcst Hermes, 3.cilt, s.28-9.

rmda paha biçilmez tomar kaybolmuştur. Lucian ismini ta­şıyan hayal gücü kuvvetli bir şair ise büyük yangımn alev­lerinin, Roma'dan bile görüldüğünü ileri sürmüştür. Bu yı­kımın ardından Bruchion tekrar inşa edilmiş ve Bergama kütüphanesinden geri kalmış olanlar da yeni binaya taşın­mıştır. Bu yeni bina, şehir tarafından Senatoya vasiyet edil­miş ve kara sevdaya kapılmış Antonius tarafından, Bat- lamyusların en sonuncusu olan Kleopalra'ya devredilmiş­tir.

İskenderiye'nin çöküşü ile birlikte kütüphaneleri de aynı kaderi paylaşmıştır. 387 senesinde Hristiyan fanatik­ler Serapis'e saldırmışlar, tapınağı yerle bir etmişler ve bir zamanların meşhur kütüphanesinden geriye yalnızca boş raflarını bırakmışlardır. Öğrenmeye karşı en son saldırı ise 641'de, Peygamberin halifelerinin İkincisi olan Ömer'in ge­nerali Amru tarafından gerçekleştirilmiştir; İskenderi­ye'nin 4.000 hamamının ocaklarında altı ay boyunca, Bruc- hion'm paha biçilmez hâzineleri yakılmıştır. ([20])

ZAMANIN PSİKOLOJİSİ

Psişik varlığımızın en azından bir parçasının, uzay ve zamanın rölâtivilesi tarafından tanımlandığına kaııi- yimdir. Bu rölâtivite, öyle görünüyor ki, şuura olan mesafeyle orantılı olarak, bir mutlak zamansızlık ve uzaysızlık durumuna kadar artmakladır.

C. G. JUNG ([21])

Zamanın, insan psikolojisinde her. birey için farklı fonksiyon gördüğü konusunda hiç şüphe yok gibidir. Za­manı kavrayışımız da, hayatlarımızı işgal eden olaylar sil­silesi tarafından değiştirilmekte veya renklenmektedir. Psi­kolojik açıdan zamanın geçişini, hepimizin aynı şekilde al­gıladığı söylenemez. Zamanm bize nasıl etki ettiği konusu­nu belirleyen faktörler arasında, kişilik tipleri ve kişisel tepkiler vardır.

ZAMAN ve İNSAN ŞUURU

Acaba hangimiz on sene önce olmuş olayları isabetli bir şekilde hatırlayabilir? Kişi, genel manzarayı koruyor ama bireysel tecrübeler, beyin diye adlandırdığımız kar­maşık bilgisayarın hafıza bankasının bir yerinde kaybolu­yor. Tabiî ki gerçekten yok olmuyorlar fakat hayat şartları ve bizlerin sağdan ziyade sol beyin yan küresine dayanma

eğilimimizden dolayı; şuuraltı zihinlerimizin, önemsizlik bölgelerine indirgediği veya travmatik sebeplerden şuural­tımızın bazı karanlık köşelerine yığdığı şeyleri unutuyo­ruz. Bazı araştırmacılar tarafından, insanın ana hafıza dev­relerinin, derin şuurdışında kilitli bulunduğuna dair spe­külasyonlar yapılmıştır. Bu görüşü ben de onaylıyorum. Şu andaki "realitemiz" olarak değindiğimiz zaman bandın­daki varoluşumuzla ilgili travmalarla birlikte, bu "uzak ha­tıralar", sağ beyin vasıtasıyla Dış Zaman'a çıkıp uygun de­rinlikleri araştırabilen yetenekli bir psikolog veya ipnotera- pist tarafından ortaya çıkarılabilir.

Hafıza, geçmişimizin mutsuz yanlarının unutulmasını sağlar ve bunun yerine, nostalji diye adlandırdığımız o pembe renkli zihin ülkesini teşvik eder. Kaçımız, örneğin, ıstırap veren ağrı durumlarını hatırlayabilir? Ancak aşırı derecede bir travma tecrübe edildiğinde, yoğun fiziksel (veya zihinsel) ıstırabın psişemiz üstündeki izleri o kadar derindir ki, bunları, bizlere zamansız bir deyim veya olay, bazı haberlerin içerikleri veya belgesel programlar biçimin­de ya da uyku hâlinde hatırlatıldıklarında tekrar tekrar ya­şarız. Neyse ki çoğumuzda beynin savunma sistemi eyle­me geçer, apandisit ıstırabı veya trafik kazası unutulur. Bu zaman bandındaki konaklamamız süresince karşılaştığı­mız acil durumlara nasıl tepki göstereceğimizi belirleyen faktör, bu durumların bedenlerimizde bıraktıkları izlerin­den ziyade şuur üstünde bıraktıkları izlerdir.

Nostalji, bizlere geçmişte her şeyin çok iyi göründüğü günleri hatırlatıyor. Savaş yıllarında meslektaşlarımızın yoldaşlıklarını içimiz ısınarak hatırlayabiliriz. Ne iyi arka­daşlardı onlar! Kendimize karşı daha dürüst olmuş olsak, aynı zamanda başımızdan geçen zorlukları ve zahmetleri ve bizlere zorluk çektiren bir subaya nasıl katlanamadığı- mızı hatırlarız. Aynı şekilde, zamanın etkisi, çocukları bü-

yüyüp evden uzaklaşmış bulunan anne babalann zihinleri üzerinde kolayca gözlenebilir. Çocuk büyütme tecrübeleri­nin zorlukları, gözyaşları ve acısı unutulmuştur; yalnızca çoğu tamamen hayal olan renkli hatıralar hatırlanır. Yıl­larca münakaşa etmiş bulunan ve komşularına, akrabaları­na ve arkadaşlarına, bir diğerinin ölmesi hâlinde mutlu olacaklarım söylemekten zevk duyan kan kocalarda da ay­nı tepki gözlenmiştir. Kronos'un tırpanı düştüğünde ise değişik bir hikâyeyle karşı karşıya kalırız; ölmüş olan eş, hatıralarda neredeyse ilâhlaşmış bir yer alır. Gerçek olan şudur: Zaman, hem gerçeklik duyumuzu çarpıtır hem de insan duygularına bazı acayip oyunlar oynar.

Bazı psikolojik tipler, zamanın acımasızlığına kurban gitmeye diğerlerinden daha yatkındırlar, örneğin parano­yaklar, depresifler, obsesifler. Stres ve depresyon dönemle­rinde, Jung'un "Zaman yok" diye tarif ettiği duruma kaçma eğilimi içinde oluşumuzdan, hepimiz suçluyuz. Gerçekte ise bu, zamamn "güvenli limanlarından" biridir ve şimdi­nin şartlarını cesaretle karşılamak çok zor olduğunda, he­pimiz bu limana çekilebiliriz. Belirli uyuşturucuların etkisi altında bulunan insanlar da, zamamn kendileri için yavaş­ladığını tecrübe etmişlerdir. Bu ve diğer gözlemlerden şu­nu gözleyebiliriz: Zaman enerjileri ne iyi ne kötüdür; ama onları kullananların zihinleri tarafından, şuursuzca da ol­sa, etkileninceye kadar aynen diğer bütün doğal kozmik enerji şekilleri gibi nötrdür.

BEYİN, ZİHİN ve PSİŞE

Hoşça vakit geçirdiğimizde, zaman, bizlere çok hızlı geçiyor gibi geliyor. Her şeyin ters gider göründüğü kara günlerimizde veya canımız sıkıldığında ise zaman, çok ağır geçiyor izlenimi veriyor. Bu acaba neden böyle? Bizim

ruhsal hâlimiz değişse bile, saatlerimizdeki zaman aynı sü­ratle ilerler. Acaba bu illüzyonlar zihinlerimiz, beyinleri­miz, psişemiz tarafından mı yaratılmıştır? Her şeyden önce a) beyin b) zihin ve c) psişe veya kişilik ötesi benliğin, za­man enerjilerinin emilmesi ve düzenlenmesi konusunda oynadıkları rolü inceleyelim. Bu bizleri, çoğu tartışma ko­nusu olan ve çoğumuzun, birinden birinin tarafını tutma eğilimi gösterdiğimiz davranış, şuurun doğası, özgür irade terimi, rüyalar ve paralel evrenler gibi kavramlara götürür. Örneğin bizim düşünce mekanizmamız, beyin içinde sade­ce mekanik fonksiyonlara indirgenebilir mi? Bu konu hak­kında üç düşünce ekolü vardır:

Monoizm: Bu görüş zihni, fizikse! beynin sadece bir ifade­si olarak görür. Bireyin ne türden bir mantaüteye sahip olacağı­nı belirleyen faktör; bu organın boyutu, doğası ve iç çalışması­dır.

Diializm:Bu görüş bugüne kadar ölçiilemeyen bir tür dış­sal enerji alanı ile ilgilenir. Ve bu enerji alanı, fiziksel beyin üze­rine programlayıcı bir etki yapar.

Metafizik inanç: Bu görüş ise beyni sadece psişe, ruh ve­ya "öziiıı" maddî aracı olarak görür.

Beynin ameliyat sonucu değiştirilebilmesi olgusu ve bunun sonucunda zihnin yine de güçlü kalabileceği beyin soruya açıktır, oysa zihin, ahlâkî veya dinsel önyargıları işin içine katmamak şartıyla psişeyi tarif etmenin daha bi­limsel yolu olabilir. Paul Davies şu yorumda bulunuyor:

Sinir fizyolojisi açısından beyin, iki aşamada incelenebilir. Alt aşama, tekil nöronların (beyin hücrelerinin) çalışmaları ve birbiriyle bağlantıları konusu ile ilgilenir; onları ateşleyenin ne olduğunu ve nöronlar arasındaki elektrik darbelerinin nasıl oluştuğunu ortaya koyar. Daha yüksek aşamada, beyin çok kar­maşık bir şebeke olarak kabul edilebilir ve bu şebekenin etrafın­da elektriksel desenler döner. Eğer, ki açıkça öyle göriinmekte-

dir, mantal işlemler, belirli nöronların durumuna bağlı olmak­tan ziyade sinirsel aktivite modellerine bağlanıyorsa, o zaman, davranış ve şuurun yüksek fonksiyonlarını aydınlatması en muhtemel olan yaklaşım, İkincisidir. (*)

Davies ayrıca, okuyucularına bilgisayar plânlayıcıla- rının, zihnin belirli birleştirici görevlerini bulma konusun­da nasıl istekli olduklarını ve bu yüzden, "zeki" makineler tasarlamayı düşündüklerini belirtiyor.

Burada ele alınması gereken belirli noktalar vardır. İl­ki zekâ ile ilgili olanıdır ve halen bilinmeyen bir faktör olup, yaratıcılık ile eş anlamlı değildir. Gerçekte yaratıcı süreçler temel olarak sağ beyin kaynaklıdırlar ve Einstein' m ileri sürdüğü gibi, sıklıkla sol beyin mantığı ile uyuş­mazlar. Medeniyetin büyümesine yardım eden buluşlar­dan sorumlu olan, yaratıcı zihindir ve sol beyin ağırlıklı teknoloji uzmanlan, bu buluşları geliştirirler. Her ne kadar yüksek zekâ bölümü, genellikle zekâ yeteneğinin bir gös­tergesi olarak kabul edilse de, Mensa testini en üst dere­ceyle geçen ve şahsen tanıdığım bazı kişiler yalnızca oriji­nal düşünürlerdi ve tek yetenekleri, belki daha düşük IQ'ye ama daha yaratıcı zihin sahibi olanların hünerlerini geliştirmek veya yorumlamaktır.

İkinci konu programlama ile ilgili. Bilgisayar prog­ramsız çalışmaz. Tek başına yalnızca metal, plastik ve mik- roçip bileşimidir fakat doğru programı eklediğinizde eyle­me geçer. Psişenin veya programlama kabiliyetine sahip dış bir gücün yokluğunu varsayarsak, acaba bizim prog­ramları kim tasarlıyor? Sosyolojik açıdan bu bizleri, doğa ile beslenme arasındaki zıtlığın kaygan kapısı önünde indi­riyor. Genel manzara açısından ise bunların her ikisi de as­lında zaman tarafından kullanılırlar çünki içinden geçtiği­miz zaman enerjilerinin kullanılması konusunda, belirleyi­ci faktörleri oluşturmaktadırlar.

(’)P.Davies, The Cosmic Blucprint, s.183.

Bu bizleri diğer bir konuya götürür: şuurun doğası. Bu, üstü örtülü bir kavram olup zihin, zekâ, mantık, far- kmdalık, özgür irade, uyanıklık ve buna benzer şeyleri be­lirlemek için kullanılır. Zaman bağlamında, zihinle eşit bir şekilde görülen şuur, fizyolojik ussal fonksiyondan ayrı olarak görülür ve psişenin, "özün" veya kişilik ötesi benli­ğin bir ifadesi olarak kabul edilir. Ve bu sırasıyla sağ beyin yarıküresi aracılığıyla kendi Dış Zaman talimatlarını beyne bildirir. Psikoloji, hümanizm, metafizik veya dinsel ekolle­re bağlı olunuşa göre "zihin" teriminin değişik insanlar için değişik anlamlar ifade etmesine rağmen, şüphe yoktur ki "zihin" bu hâliyle bile, gerçek doğası veya fonksiyonu ne olursa olsun, kendiliğinden bir kuvvettir. Bu kuvvet, mad­denin gelişimini ve davranışını motive eder ve etkiler; bu hâliyle de zamamn temsilcisidir. Bu etki; negatif olarak (ör­neğin psikosomatik hastalıklarda) veya bireyin eğilimleri­ne ve karakter gücüne göre herhangi bir yararlı zihinsel di­siplin yoluyla uygulanabilir.

ZAMAN ve EŞZAMANLILIK

Jung, fiziksel olayların açıklanmasında bilimsel dü­şüncenin sebepsiz bir şekilde nedensellik kavramlarının baskısı altında olduğu görüşündeydi. Dolayısıyla, kuan- tum mekaniğindeki olasılık faktörü onu etkilemiştir; bu­nun nedeni, katı nedenselliği ortadan kaldırma eğilimidir ve Jung, bundan şu fikri çıkarmıştır: Nedenselliğin yanı sı­ra, normalde bağımsız biçimde fonksiyon gördüğü gözle­nen olayları bağlayan başka bir fiziksel prensip var olabi­lir. "Olaylar, genelde bir yanda nedensellik zincirleriyle ve öte yanda, bir tür anlamlı çapraz bağlantı yoluyla birbirleri­ne bağlıdırlar."!*) İşte bu fiziksel prensibe Jung, "eşzaman-

(*) C.G. Jung, The Stnıclure and Dynamics of Ihe Psychc, s. 423.

lılık" adını verdi. Bu eşzamanlılık prensibi için çok sayıda anlatı biçiminde ve birçoğumuzun kolaylıkla bağlantı ku­rabileceği kanıt topladı; örneğin, bir kişinin uzun yıllar gö­rüşmediği eski bir arkadaşı hakkında konuşmasından he­men sonra onunla karşılaşması veya yanlış telefon numa­rasını çevirmeniz sonucu telefonu açan kişinin, yıllardan beri aradığınız bir kişi olması gibi.

Başımdan geçen bu türden iki olaya değineceğim. İlki bir zamanlar bir kız lisesinde okumuş olan bir kız arkada­şımla ilgili. Bir klâsik müzik konserindeki resitaline gitme­den önce, bana yirmi senedir görmediği okul arkadaşına ne olduğunu merak ettiğini söyledi. Yola çıktığında, araba­sıyla üç yönlü bir yolda trafiğe takılıp durmak zorunda kaldı. Yanındaki araçtaki kadın ona hiç yabancı gelmiyor­du ve bu kişi, o sabah bana sözünü ettiği okul arkadaşın­dan başkası değildi. Söylemeye gerek yok sanırım, ileride­ki benzin istasyonunda buluşmak üzere sözleştiler.

ikinci "tesadüf ise araştırma amacıyla belirli bir kita­ba ihtiyacım olduğunda ortaya çıktı. Londra metrosunda yolculuk ederken, gürültülü bir öğrenci grubu trene bindi; gürültü yapmalarının sebebi tıp fakültesinden diplomaları­nı almış olmalarıydı. Bir kız öğrenci, içinde birsürü kitap olan bir çanta taşıyordu ve erkek arkadaşı ona şöyle hitap etti: "Hayatım, artık bunlara ihtiyacın yok, hemen dışarı fırlat!" Bunun üzerine kız, üç ciltlik kalın kitabı "İyi Gün­ler!" diyerek kucağıma bıraktı. İşte o anda istasyona geldik, kapılar açıldı ve öğrenciler, şarkı söyleyerek ve çılgınca bağrışarak treni terk ettiler. Söylemeye gerek yok, bana ve­rilen hediyeler, tam o sırada aradığım kitapların ta kendi­leriydi.

Her ne kadar Jung, kendi eşzamanlılık fikrini sayısız vaka örnekleri ile takviye etmiş ve görüşleri Arthur Koest- ler’in The Roots of Coincidence (Rastlantının Kökleri) adlı ki-

tabında benimsenmiş Ve takip edilmişse de, çok az bilim adamı onu gerçekten ciddîye almıştır. Bu çok büyük bir üzüntü kaynağıdır çünki araştırması bilimseldi ve kusur­suzdu. Bir disiplin yalnızca mekanik olanla, diğeri ise, me­kanik türden nöral fonksiyon göstermesine rağmen, hassas nedensellik kanunlarına nadiren tepki gösteren insan zihni ile ilgileniyorsa olacak olan budur. Rastlantının sınırları ile ilgili olarak Jung şöyle yazıyor:

Bütün bu türden doğal fenomenler kendine özgüdürler ve aşırı derecede garip şans birleşimleridir. Başka bir şeyle karıştı- alamayacak bir bütün oluşturmak üzere bölümlerinin ortak an­lamı ile birarada tutulur. Her ne kadar anlamlı rastlantılar, fe- nomenolojilerinde sonsuz şekilde değişiklik arz etseler de, neden­sel olmayan olaylar olarak yine de, dünyanın bilimsel manzara­sının bir parçası olan bir öğeyi oluştururlar. Nedensellik denen şeyle, birbirini takip eden olaylar arasındaki bağlantıyı açıklarız. Eşzamanlılık, psişik ve psikofiziksel olaylar arasındaki zaman ve anlamın paralelliğini düzenler. Bilimsel bilgi şu ana kadar bun­ları ortak bir prensibe indirgeyememiştir. (*)

Halbuki Paul Davies kuantum mekaniğinin, uzayda birbirinden ayrılmış olan eşzamanlı olaylar arasında bağ­lantıların varoluşuna izin verdiğini kabul eder. Bu, bilindi­ği üzere, herhangi bir geleneksel bilimsel realite kavramın­da imkânsızdır. Paul Davies, eşzamanlılık prensibinin, bi- limsel-metafiziksel geçilmezlik sınırını geçmeksizin parça­cık fiziği tarafından içine alınabileceği bir yolu kavramlan- dırmıştır. İkinci kavram ve açıklayıcı diyagram tamamıyla onundur.

Gördüğüm kadarıyla birsürü açıklama var: 1) Bildiği­miz zaman, birsürü "bantlardan" yalnızca biridir. Arada bir bunlar geçici olarak birbirine dokunurlar veya sadece, mikrosaniye süresince birbirine yaklaşırlar fakat bu, aşırı

(*) a. g. e., s. 530.

derecede hassas olan beynin sinir hücrelerinin yakalaması ve yorumda bulunması için yeterlidir. Her biri özel bir program taşıyan iki zaman bölgesinin belirli bir noktada yakınlaştığım farz edelim. Bir kişi, bir programla meşgul­dür, diğeri ise İkincisi ile uğraşmaktadır. Dolayısıyla her ikisinin yolları, birleşme noktasında birleşir. Öyle ki belirli programlar arasında paylaşılan herhangi bir nitelik, benim "kitap" anekdotu örneğindeki gibi, her ne kadar şuuraltın­da da olsa, söz konusu kişiler tarafından otomatik olarak kaydedilecektir. Eminim ki bu kavram, kuantum terimle­riyle kolay bir şekilde açıklanabilir. 2) Evren içinde belirli bir frekansta, tüm zaman bir olduğundan ve bütün sezgi sahibi varlıklar pekâlâ, hem İç hem de Dış Zamanı, şuurlu olmasa da şuurdışı biçimde, aynı anda yaşama yeteneği ile donatılmış olabileceklerinden, o zaman hem birey hem de daha geniş kapsamda dünya içinde evrimsel süreçleri ger­çekleştiren kozmik kanunlar işin içine karışacaktır. Başka bir deyişle, zaman doğru olduğunda gelişmemiz için önemli farz edilen veya dünyanın gelişmesi için önemli olan olaylar, olaylann doğal akışı içinde oluşacaktır. Şunu göz önünde bulundurunuz; yakından bakıldığında kaotik biçimde görünen küçük parçacık hareketleri, uzaktan ba­kıldığında, büyük güzellik simetrilerine ve tek amaca sebe­biyet verebilirler; tıpkı fraktallerin incelenmesindeki gibi (Sözlüğe bakınız). Bilgisayar Bilimi ile Kaos Biliminin bir­leşimi son zamanlarda, bilhassa fraktaller konusunda, so­yuta biçim vermemize yardımcı olarak, değişik frekanslar­da işleyen kozmik ilkeler bilgimize cömertçe katkıda bu­lunmuştur.

Uzay-zaman sürekliliği ile eşzamanlılık arasında etki­leşim ve ayrıca insan psişesi, Jung'un şu beyamyla vurgu­lanmıştır:

Eşzamanlılığı; psişik biçimde koşullanmış uzay ve zaman

göreliği olarak tanımladım. Rhine'ın tecrübeleri şunu gösteri­yor: Psişe ile bağlantılarında uzay ve zaman, "elâstiktirler" ve görünüşte neredeyse yokoluş noktasına kadar küçültülebilirler; sanki psişik koşullara bağlıdırlar ve kendiliklerinden var olma­yıp, şuurlu zihin tarafından "oluşturulmuşlardır"! İlkel insan­lar arasında gördüğümüz üzere, insanın ilk dünya görüşünde, uzay ve zaman çok şüpheli bir varoluştu. Bunlar, insanın zihin­sel gelişmesi sonucunda "sabit" kavramlar oldular ve bu da öl­çünün ortaya çıkışı sayesinde gerçekleşti.!*)

ZAMAN ve UYKU HÂLİ

Zamanın, uyku hâlinde değişik bir değer üstlendiği gerçeği, sayısız deneylerle gösterilmiştir. Zamanın algılan­masındaki bu şuur-şuurdışı değişikliğinin, çocukluğum­dan beri farkındayım. 20 yaşıma kadar, bunun olaylara da­yanan geçerliliğini kuracak,sağlam bir dayanağım yoktu. Derken küçük, görünüşte önemsiz bir olay oldu. Çalmaya başlamadan üç saniye önce rahatsız edici yüksek sesli bir takırtı çıkaran bir çalar saatim vardı. Zaman zaman bu ta­kırtıyı duyuyordum ve sonraki sert çalar saat sesinden kurtulmak için başımı örtülerin altına sokuyordum. Bir sa­bah bu takırtıyı duydum ve hemen tekrar uykuya daldım. Bu üç saniye sırasında bir rüya gördüm. Bu rüyanın "ger­çek" dünya dediğimiz ortamda gerçekleşmesi birkaç saati alır. Saat alarmı çalmaya başlayınca, ne olduğunun farkına vardım. Senelerden beri hem kendi, hem de başkalarının rüyalarını araştırdığım için şu sonuca ulaştım: Bizler uyku­dayken, beyinlerimiz İç Zamandan kurtulurlar ve böylece psişelerimizin zamansızlıkta serbestçe dolaşmasına izin verirler. Ayrıca rüya araştırmalarında şunlara kani oldum: Paralel evrenler vardır ve hepimiz böyle zamanlarda eşza-

('*) C.G. Jung, Synchronicily, s. 28.

manii biçimde birsürü varlıklarla içli dışlı oluruz; bu da sol beyin yarı küremiz, sağ küreye teslim olduğunda ve böyle- ce, psişe aracılığıyla zamansızlığı erişilebilir küdığmda ger­çekleşir.

Rüyalarla bağlantılı olarak bana yöneltilen sorulardan biri, neden bazı insanların gece esnasındaki tecrübeleri ha­tırladıkları, diğerlerinin ise hatırlayamadıklarıdır. Bu tabiî ki, bir taraftan kişilik tipine ve kişisel psikolojiye, öbür ta­raftan ise metafizikçilerin ruhsal olgunluk aşaması olarak kavradıkları şeye bağlıdır. Okuyucularımın iki gruba gire­ceğini sanmaktayım: Birinci gruba dahil olanlar, yukarıda­ki en son varsayımı hemen göz ardı edip bu kitabın sayfa­larını hızla tarayarak normale dönüp dönmeyeceğime ve kitabın geri kalanının okumaya değip değmeyeceğine ba­kanlardır. İkinci gruba ise; ruhlarımızın, şu anda işgal et­mekte olduğumuz vücutlarımızdan bağımsız bir varoluşa sahip oldukları fikrine ya tereddütlü ya da ateşli bir şekil­de sahip olanlar girer. Ümit ediyorum ki, bütün bu görüş­lerde yalnız olmadığımı göstereceğim ve aslında, bu gö­rüşleri destekleyecek yeterli bilimsel kanıt da mevcuttur. Bu konuların çoğu "Zamanın Metafiziği" adlı bölümde iş­lendiğinden, şimdi uyku diyarına ve beden dinlenip enerji­lerini tazelerken, psişenin uzay-zaman içindeki serüvenle­rine dönelim.

Son günlerinde Jung şöyle yazmıştı: "Yalnız benim rü­yalarım değil, bazen başkalarının rüyaları da, ölümden sonraki yaşam hakkmdaki görüşlerimi oluşturmaya, tekrar gözden geçirmeye veya teyit etmeye yardım etti." Ayrıca jung, dünyanın tam bir görüntüsü için, diğer bir boyutun ilâve edilmesi gerektiği fikrini savunuyordu.

... yalnızca o zaman, fenomenlerin hepsi bütünleştirici bir açıklamaya kavuşabilir. Bugüne kadar yalnızca rasyonalistler, parapsikolojik tecrübelerin gerçekte var olmadığı görüşünde ıs-

rar ettiklerinden; onların diinya görüşü bu soruyla ayakta kalır ya da düşer. Eğer böyle bir fenomen varsa, rasyonalist evren gö­rüşü geçersizdir çürıki tam değildirX[22])

Kabul edelim ya da etmeyelim, uyku halindeyken zi­hin, beyin, psişe, şuur veya bunu nasıl adlandırırsak adlan­dıralım, seyyal bir öz kendi varoluşumuzu ateşler ve hem geçmişe hem geleceğe erişime izin veren zamansızlık ve mekânsızlık durumuna doğru hareket eder. Bazı psikolog­lara göre rüyalar bizleri, yaklaşmakta olan travmatik ve belki de akıl sağlığımızı veya dengemizi olumsuz yönde etkileyebilecek olaylara karşı önceden programlar veya ha­zırlar. Radyoda bir bilim adamı ve bir psikolog arasında tam bu konunun tartışıldığını hatırlıyorum ve buradaki bir anekdot dikkatimi çekti. Radyodaki bilim adamı, bir rüya görüyor. Rüyasında onun gibi bilim adamı olan babası (Avustralya'da bilimsel bir araştırma programı gerçekleş­tirmektedir), kalp krizinden anîden ölüyor. Uyanması üze­rine normal mantığı geçici olarak durağanlaşıyor ve ger­çekten iyi olup olmadığını öğrenmek üzere babasına tele­fon ediyor. Eski Helmholtz geleneğinden yetişmiş olan ba­bası, oğlunun kaygısına anlayış göstermek yerine, oğlunu "aptalca, boş şeylere inandığı için" azarlıyor. Oğlan normal mantığına kavuşuyor, fakat rüyada tecrübe ettiği şok, san­ki olay gerçekten oluşmuş gibi, olaydan sonra belirli bir süre etkisini koruyor. Birkaç ay sonra babası İngiltere'ye dönüyor ve gelişinden bir iki hafta sonra, yaşlı adam kalp krizi geçiriyor ve ölüyor. Bu olayın geçtiği oda, çocuğun rüyasında gördüğü oda ile tıpatıp aynıdır. "Gerçek" dün­yada bu olay gerçekten gerçekleştiğinde, oğlun şok hissi büyük derecede hafiflemişti ve psişesi, onu uyku durumun­da, şuuraltında olaya hazırlamıştı.

TELEPATİ

Bizim zaman incelememiz ile tamamen ilgili olan bir şey de telepati gücüdür çünki hem zamanı hem de uzayı (mekân) dışarıda bırakmaktadır ve mesajları, ışık hızının önünden gitmektedir. Metafizik araştırmalarla ilk defa kar­şılaştığımda, ilk öğrendiğim şeylerden biri, düşüncelerin "şeyler" olduğudur. Anlamı da, her düşüncenin bir enerji parçası taşıması ve bunun sonucunda bir zaman bölgesin­den diğerine transfer edilebilmeleridir. Düşünceler, büyük ölçüde soyut ve yönsüz olduklarından, bana öyle görünü­yor ki, kuantum dünyalarmda yer alabilirler. Başka bir de­yimle, belirli tür parçacıklar olduklarını varsayarak, bazıla­rının "bulanık" (belirsiz veya düzensiz), bazılarının ise "gö­ze çarpan" veya "belirgin" oldukları zamanlar vardır; bu ikinci özellikte olanlar ayrıca belirli bir yönü ima ederler. Dolayısıyla eğitimli zihin, göze çarpan parçacıklar üretme­ye disiplin altında olmayan zihinden çok daha eğilimli ola­caktır. Bu da şu olguyu açıklar: Bazı kişiler, kendi sağlıkla­rı ve fiziksel bünyeleri (veya genel olarak fiziksel fenomen­ler) üzerinde zihinsel bir kontrol gerçekleştirebilirler; hal­buki, kendi kendine şifa veya zihinde canlandırma gibi po­püler pratiklere başvuranlar ise çok küçük bir başarıyla karşılaşabilirler.

Birçok kişi, düşüncelerinin kontrolsüz bir şekilde za­man ve uzay içinde dolaşmalarına izin verirler ve böylelik­le, telepatlar için kolay bir hedef olurlar (bunlara "psişik­ler" adı verirler). Benim inancıma göre psişizm diye geçen şeyin çoğu, yalnızca telepatidir. Gerçekte, bunu eylem hâlinde gördüm; özellikle de sorucunun, "okuma" sırasın­da güçlü bir biçimde gözünde canlandırdığı, güçlü, aşın is­teğe sahip olduğu durumlarda. Bu türden düşünceler ka­sıtlı olarak maskelenmedikçe veya gizlenmedikçe, herhan-

gi bir telepat bunlan bulmakta hiç zorluk çekmez.

Normal ötesi fenomenlerin varlığını ispat etmeyi ya da çürütmeyi amaçlayan bir araştırma programı üzerinde çalışmakta olan parapsikologlar, "deneyci etkisi" diye bili­nen bir şeyle karşılaştılar. Basit bir deyimle bunun anlamı; deneyi gerçekleştirenin, bunun sonucuna belirli bir şekilde etki edebileceğidir. Gözlemcilerin gözlediğine göre, ateşli bir inançsız tarafından bir test gerçekleştirildiğinde elde edilen sonuçlar, aşırı derecede düşüktü. Oysa inanmak is­teyen bir bilim adamı veya araştırmacının yönetiminde, deneklerin performansının kesinliği artıyordu. Bu ayrıca, daha önce değinilmiş olan Schrödinger'in Kedisi ve Wig- ner'in Arkadaşı gibi kuantum paradokslarında teyit edil­miş olarak görülebilir. Bu örneklerde, deneyin sonucu, ka­çınılmaz olarak mevcut olan bir kişinin eylemi veya gözle­mi sonucunda belirlenmiştir.

Gelecekte, uzun boylu, esmer, çalı bıyıklı bir erkek ve­ya sokağın karşısındaki tatlı sarışın ile birlikte olacağınız günü söylemesi ümidi ile yaklaştığınız bir medyom varsa eğer; bunun, tam olarak sizi okuyan medyomdan alacağı­nız bilgi olması ihtimali çok yüksektir. Tabiî ki size söyle­nen şeyin gerçekleşip gerçekleşemeyeceği, kendi düşünce­lerinizin özel niteliğine bağlıdır. Bunlar acaba, örneğin, fantezinin oluşturduğu şeyler midir yoksa vizyonu bir rea­lite yapacak olan, zamanın uygun frekanslarının tezahürü için sağlam bir temel getiren daha belirgin parçacıklar mı­dır? Basit bir dille bunun anlamı, her şeyin zihnin içinde olduğudur ve bazılarımız, diğerlerinden daha güçlü bir zihne sahiptirler!

ZAMAN ve KEHANET

Kehanet, her zaman için rasyonalizm merhemindeki

bir sinek gibi görünmüştür. Einstein'ın denklemleri zama­nın ileri ve geri doğru hareketine müsaade ettiğinden, aca­ba niye hâlâ sorun oluyor? Cevap, tabiî ki, bilimin değişik dallarının hâlâ Jung ve onun takipçilerinin görüşüne katıl­mayı reddetmelerinde yatmaktadır. Bu görüşe göre insan şuuru, a) bedenden bağımsız olarak vardır; ve b) Dış Za­mam kapsayacak yetenektedir. Bu da bütün zaman anla­mındadır, yani hem geri hem ileri hem de yukarı, aşağı ve yana doğru.

Amerikalı kâhin Edgar Cayce’den, genellikle yirminci asrın en iyi tanınan medyomlanndan biri olarak söz edilir. Okumaları, kendi ismini taşıyan vakıf tarafından iyi bir şe­kilde belgelendirilmiştir. Cayce'ye çok defa "uyuyan kâ­hin" denmiştir. Bunun sebebi ise, şu gerçekten ileri gelir: Bütün kehanetleri, karşı koyamayacak bir biçimde kendin­den geçmiş bir durumda veya "uykuda iken" ortaya atıl­mıştır. Bu duruma ise bugünkü parapsikolojide "değiştiril­miş şuur hâlleri" denmektedir. Bu seanslar esnasında, Cay- ce, hiçbir tıbbî bilgiye sahip olmaksızm herhangi bir hasta­lığı teşhis etmesiyle ve dünya üzerinde gelecekte oluşacak muhtemel olaylar hakkında yorumda bulunmasıyla tanmı- yordu. Onu hayatı boyunca incelemiş olanlar arasındaki genel görüş birliğine göre, o, bu gezegenin kayıtlarını içe­ren merkezî bilgi birikim sistemine kilitlenme yeteneğine sahipti. Kehanetlerinin geçerliliği konusunda (her ne kadar birçoğunun gerçekleştiğine inanılmakta ise de), onun ileri sürdüğü bilgiler bu bin yılın sonunda gerçekleşecek olay­larla ilgilidir. Bunları, nefesimiz kesilmiş olarak beklemek­teyiz!

Edgar Cayce olayı ve tarihsel olarak göze batan aynı türden kâhinler, örneğin efsanevî Nostradamus ve Kont Louis de Hamon (Cheiro) hakkında bizler ne düşünürsek düşünelim, uyku hâlinde veya tam şuurluluk hâlinde pre-

kognisyon, hem günlük hayatta hem de deney şartlan al­tında, gerçekten oluşmuştur. Bizzat ben, bu her iki türün birçok örneği ile uğraştım ve bunlardan biri ise, Radio 4 kanalındaki "Zaman Okları" adlı programında Leslie Smith ile yaptığımız görüşme esnasında meydana geldi. Canlı yayınından birkaç hafta önce, Dr. Lyall Watson'u konu alan ve Dr. Lyall Watson'un belirli bir beyanda bulunduğu bir televizyon programına değindim. Benden habersiz ola­rak program yapımcıları Dr. Watson ile irtibata geçmişler ve benim değindiğim programın (ki yukarıda belirtilen be­yanı içeriyordu) birkaç hafta daha gösterime girmesinin söz konusu olmadığını öğrenmişlerdi. Bir başka zaman ve bir başka programda Dr. Watson böyle bir beyanda da bu­lunmamıştı. Smith ona, benim prekognisyonumu (bu, bü­tün samimiyetle söylemek gerekirse, kehanette bulunmak amacıyla yapılmamıştır) nasıl izah edebileceğini sordu. Gerçekten de adı geçen programı gördüğüme inanıyor­dum fakat nasıl ve ne zaman olduğunu hatırlayamıyor­dum. Belki de rüyamda görmüştüm! Watson şu cevabı verdi: "Eğer bir kimse bu uzay-zamanı içinde ise, geleceği hatırlayabilir."

Bu iyi belgelenmiş ve bilimsel olarak ispatlanmış, is­tek dışı bir prekognisyon olayıdır. Daha birsürü vardır. Ba­zıları oldukça mucizevîdir; içlerinde yeteneğin, isteğe bağlı olarak kullanımı örnekleri vardır. Bu durumlarda kehanet­te bulunan araştırmacı veya deneyi yapan kişi, aynen falcı­ların panayırlarda yaptığı gibi geçmiş ve geleceği düşüne­rek ortaya çıkarmaya çalışır. İnsan zihnini, zamanı incele­yecek yetenekte olduğunu destekleyen yeterli derecede ka­nıt vardır. Her ne kadar bu konuda birsürü kitap yazılmış­sa da benim en beğendiğim Ex-plaining the Unexplained (Açıklanamayanı Açıklama) adlı eserdir. Bu kitap saygıde­ğer psikiyatri profesörü Hans Eysenck ve Cambridge'li pa-

rapsikolog Dr. Carl Sargent tarafından yazılmıştır ve bu iki araştırmacı, araştırmalarını çok sıkı bilimsel şartlar altında gerçekleştirmişlerdir. Vardıkları sonuca gelince: Profesör Eysenck, çeyrek yüzyıl önce yazılmış olan kendi sözlerini tekrarlamıştır:

Dünyanın her yanından otuz civarında üniversite depart­manım ve değişik alanlardan, çoğu ilk başlarda psişik araştırma­cıların iddialarına kuşkucu yaklaşmış olan yüzlerce saygın bilim adamını içeren devasa bir komplo olmadığı takdirde, tarafsız bir gözlemcinin ulaşabileceği tek sonuç şu olmalıdır: Az sayıda da olsa, diğer insanların zihinlerinden veya dış dünyadan, bilim ta­rafından şu ana kadar bilinmeyen araçlarla bilgi alan insanlar vardır.

Gerekli olan tek düzeltme, şu anda bu insanların sayısının geçıııiştekilerden daha fazla olmasıdır.

Bilimdeki, hile konusundaki kaygı, normaldir. Fakat her şeyi "hile" ile açıklamak muteber değildir.

Bazı bilim adamlarını kaygılandıran diğer bir tarihsel fak­tör; parapsikolojinin, bilimin uzun zaman önce düşman olarak ilâıı ettiği sihir kokusu taşımasıdır. Bazı bilim adamlarının kor­kusu ise, psi'yi bilimsel bir temel üzerine oturtma girişiminin, batıl itikada dayanan, mantıksız, bilim karşıtı bir tavrı teşvik et­mesidir. Buna iyi bir cevap Amerikan "Hümanist" dergisindeki başyazarın astroloji konusundaki engelleyici yazısına saldıran astronom Cari Sağan’dan gelmiştir: "Temel nokta, astrolojinin orijininin batıl inançlarda gizlendiği değildir. Sadece üç örnek vermek gerekirse, bu aynı zamanda kimya, tıp ve astronomi için de geçeri idi r.(*)

Eysenck ve Sargent'in bakış açılarına göre, fanatik şüphecilik de aynen aşırı saflık gibi mantıksızdır. Her ikisi de o şahısların kişiliklerindeki, eğitimli gözlemciye zaten bariz olan zayıflık ve güvensizlikleri açığa çıkarırlar. Daha

(*) H.Eysenck ve C.Sargent, Explaining the Unexplained, s.182.

önce katıldığım bir yayını hatırlıyorum. Bu yayında bir psikolog, bir psikiyatrist ve bir de beyin cerrahı da yer al­mışlardı. Bu beyin cerrahına Profesör X diye hitap edece­ğim. Bu Profesör X, aynen büyük bilim adamı Helmholtz gibi telepati ve prekognisyon konusunda hoşgörüsüz idi. Helmholtz'un meşhur beyanı şöyledir: "Ne Kraliyet Aka­demisindeki akademi üyelerinin tanıklığı ne de benim ken­di duyularımın tanıklığı, beni bir kişiden diğer bir kişiye, bilinen duyu kanallarından bağımsız olarak, düşünce akta­rılması hususunda inanmaya itebilir." (*) Bu cümle, çok sık olarak kapalı akim klâsik bir örneği olarak ortaya atılmış­tır. Profesör X'in reaksiyonu, hem psikologda hem de psi- kiyatristte bir tür şaşkınlığa yol açmıştı. Her ikisiyle, yayın­dan sonraki yarım saat içinde BBC'nin kantininde, adı ge­çen beyin "çok açık psikolojik takıntılarını" tartıştık. Acaba zihnin Dış Zamanda fonksiyon gösterebileceği hususunda fikir ileri sürmeye hazır mıydılar? Kendi araştırmaları sü­resince, şüphesiz, rasyonel bilimin tahmin edeceğinden de fazla bir şekilde olaylarla karşılaşmışlardı ve aynen Ey- senck ve Sargent gibi, onlar da bu aşırı rasyonelliği, genel "korku" sendromunun bir parçası olarak gördüler. Bilindi­ği üzere, "yetkililer" diye adlandırılanlar; makamlarının tehdit edildiğini hissettiklerinde bu korkuya kurban gitme­ye eğilimlidirler.

ZAMAN ve İPNOZ

İpnoz altında geriye doğru gitme, yani regresyon, te­davi alanlarında yıllarca çalışmış olan psikiyatristler ve profesyonel şifacılar tarafından kullanılmıştır. Yapılışının amacı ise müşteri veya hastayı zaman içinde geriye götü­rüp, şu anda onlara zihinsel sorun yaratan travmanın, geç-

(*) a.g. e.,s.!84.

mişte hangi noktada oluştuğunu ortaya çıkarmıştır. Şuu­run gerçek döllenmeden önce ve belki de bundan daha ön­ce (başka bir şekilde olsa bile) var olduğunun keşfedilme­sinden önce bebekliğe veya daha önceki safha olan ana rahmine kadar geriye gidiş sık görülen bir yol değildi. İp­noz aracılığı ile geçmişe doğru gidişi deneyen birçok ipno- terapistler, psikiyatristler veya psikologlar, müşterilerinin, daha önceki hayatlarına veya "reenkarnasyonlarma" döğru kaydıklarını keşfetmişlerdir. Bu bulgular da birçok kişi ta­rafından, insanların daha önceden dünya üzerinde yaşa­dıklarının kanıtı olarak kabul edilmiştir. Bu konuda yayın­lanmış olan eserlerin çoğunluğu, lineer zaman içinde, in­sanların başlarından geçtiğine inandıkları insan hayatlarıy­la ilgilidir. Genelde kamuoyunun ve özelde bilim dünyası­nın alay konusu olma hususunda kaygüı olmayan diğer araştırmacılar ise sarsıcı biçimde farklı sonuçlarla ortaya çıkmışlardır; bunların ima ettiğine göre, bazılarımız, geze­genimize yabancı olan hayat biçimlerini deneyimlemişiz- dir. Benim dikkatimi çeken iki örnek şudur: a) İpnotize edilmiş bir kişi, uzak bir yıldızda oluşmuş olan sürekli bir atomik sürecin içindeki elementel parçacık veya helyum atomu olduğunu hatırlamıştır, ve b) kişi hem Dünya za­manı ve hem de genel evrimsel gelişme açısından asırlarca önümüzde, ileri derecede gelişmiş bir kedigil hayat biçimi enkarnasyonu hatırlamıştır. Bu türde dünya öncesi tecrü­beler, ipnoz ile gerçekleştirilmiş deneyler esnasında, Rus­ya'da da ortaya çıkmıştır.

Evrenlerde bulunan bütün hayat biçimlerinin bir ze­kâ, psişe, öz veya siz bunlan nasıl adlandırırsanız adlandı­rın, içerdiği ve bu özün, hem zaman hem de uzay içinde hareket kabiliyetine sahip olduğu ve kozmosta Homo Sapi­ens dışındaki hayat biçimlerini de tecrübe ettiği hakkında- ki önermemde hiçbir şekilde yalnız değilim. Metafizik göz

boyama mı? Hiç de değil çünki uzay-zaman sürekliliği bo­yunca birbirine gizli mesajlar gönderen küçük parçacıkla­rın bu sırlarını bulmanın eşiğindeyiz. Bunlardan bazıları­nın taşıdığı bilgi çok ileri düzeyde olup, bütün bir türün genetik ve kimyasal inşasını sağlayacak türdendir. Eğer evrenlerin ve Homo sapiens gibi bir türün evrimsel plânı­nın arkasında gelişmiş bir Zekâ varsa, bu Özün, kendi di­şinin iç görünüşünü görmek üzere belirli bir noktada insan bedenine bürünmesi, mantık sınırları dışında değildir.

Böyle bir düşünce-tarzı Profesör Fred Hoyle'ı^n "pans- permia" teorisi ile uyum hâlindedir. Bu teoriye göre evren; yaşayan, zeki bir varlıktır ve yıldızlar arası parçacıklarını (tohumlarını mı?) plânlı ve düzenli bir şekilde yaymakta­dır. Hoyle şunları söylüyor:

Yıldızlar arası uzayda dağıtılan mikroorganizmalar kavra­mı, tamamen yeni bir kavram değildir. 19. yy.'da İngiliz fizikçi Lord Kelvin tarafından düşünülmüştür. Ne yazık ki, bıı dünya üzerindeki biyolojik evrimin, bu kavram bağlamında anlaşılması olasılığı takdir görmemiştir. Bunun sonucunda Darvinciliğin yükselen dalgası ile bilim adamları doğru teoriden uzaklaşmış­lardır. Bu olay, "panspermia" (kelime anlamı "her yerdeki to- humlar"dır) teorisini dikkatli olarak gerekçelendirilıııiş tartış­malarla desteklemek isteyen İsveç’ti kimyacı Svante Arrheııi- us’un bu asırdaki cesur girişimlerine rağmen gerçekleşmiştir.(*)

Dr. Rupert Sheldrake aynı türden kozmik şuuru ku­caklayan diğer bir bilim adamıdır. Sheldrake gelişim biyo­lojisinin morfogenetik alan kavramını ciddî bir şekilde ele alıp, bu fenomenleri tamamen yeni türden fiziksel etkiler şeklinde yorumlamıştır. Önerdiğine göre, alan, embriyo­nun son şekli konusundaki bilgiyi belirli bir şekilde depo­lar ve büyüdükçe, gelişmesine yol göstermeye devam eder. Her ne kadar Gribbin türünden bilim adamları, bunu eski

(*) F.Hoyİe, The Intelligent Uıüverse, s. 158.

teleolojinin canlandırılması şeklinde görmüşlerse de, Sheldrake "morfik rezonans" şeklinde yeni bir unsur orta­ya atmaktadır. Buna göre, yeni bir form türü ortaya çıktı­ğında, bu tür kendi morfogenetik alanını kurmaktadır. Da­ha sonra bu teknolojik bilgi yayılır ve doğa, adı geçen or­ganizmaların gelişmesine kılavuzluk edebilir. (*)

Bu morfogenetik alanlar, yalnızca yaşayan organiz­malara özgü değillerdir. Sheldrake'in dediğine göre, kris­taller de bu alanlara sahiptirler ve bu alanlar ayrıca hatırla­ma yeteneği ile yakından ilişkilidirler. Örneğin, bir hayvan yeni bir şey öğrendiğinde, aynı türün diğer hayvanlan onu taklit ederler. Sheldrake'in alanları, uzay ve zaman içinde normal sebep-sonuç bağı içinde hareket etmezler. Gerçekte ise onların doğası, genelde fizikçiler için aforoz edilecek bir şeydir ve dolayısıyla Sheldrake'in çalışması, ana bilim bu­luşlarının bir parçası olarak kabul edilmez. Kişisel olarak, kendi zekâlarını ortaya koyar görünen kristallerin, neden yaşayan organizmalar olarak kabul edilmediklerine şaşa­rım; fakat bu ileride yazılacak başka bir kitabın konusudur. Eğer küçük parçacıkları olduğumuz büyük evrensel şuuru kavramak istiyorsak, Teilhard de Chardin'in şuurlu atom filozofisi daha çok anlam ifade eder. William Blake şöyle yazmış: "Her şey mevcuttur ve ne bir iç çekiş, ne gülüş, ne gözyaşı, ne bir saç, ne bir toz parçacığı ve ne de bir kişi yok olabilir." (**) Kırk küsur yıldan beridir yaptığım araştırma­larımın ve gözlemlerimin ışığında, bu kavramı daha çok kabul edilebilir buluyorum.

Şimdi ipnotik regresyona veya duruma göre ileri gidi­şe, yani progresyona dönelim, ipnotize olmuş zihin, za­man içinde ileri gidebileceği gibi geri de gidebilir. İnsanın , ipnotize olduğunda hatırladığı ayrıntıları, hafızaya alışıla­gelen müracaat sırasında neden normal şuurlu zihnine ge-

(1)   Davies, The Cosnıic Blucprint, s.164.

(2)    ) A.Tomas, Beyond l iıe Time Barricr, s. 26.

tiremediği konusu sık sık tartışılmıştır. Gribbin şu gerçeğe işaret eder: İpnotik kendinden geçme hâli, uyku hâline bir benzerlik gösterir ve rüya gören zihin, şuurlu ve uyanık zi­hinden farklı olarak dünyasal hayatın zaman devrelerine daha az bağlıdır. Gerçekten de Gribbin, sorusunda çok ik­na edici bir noktayı ortaya atıyor:

Bu deneklerin trans hâlinde, kendi geçmiş hayatlarını tek­rar yaşamaktansa, zaman engelinin çok ötesinde tetkikler yapa­rak, geçmişten bazı insanlarla irtibatta bulunmaları mümkün müdür? (Unutmamalıyız ki bazı felsefelere, örneğin bu kitabın başka bir bölümünde tartışılmış olan Hoyle'unkine göre, hepi­miz zaten tek bir şuurun tezahürleri olabiliriz!) Böyle bir olasılı­ğı göz önünde bulundurarak, böyle tecrübeleri rüya tecrübeleri­ne daha kolayca bağlayabiliriz. Bazı zihinlerin, trans hâlindeki bir deneğe diğerlerinden daha kolay bir şekilde uyumlanabileceği fikrine bir itirazım yok ve çütıki, bu geriye gidişlerin yakın idan- tifikasyonu, zaman dışına kaymış yalnızca birkaç sahneyle ger- çekleşiri*)

Dr.Gribbin, bu konuda sizinle tamamen aynı sonuca ulaştım. Kleopatralann, Kraliçe Nefertitilerin, İsa Peygam­berlerin, Kral Arthurların ve lineer tarihsel geçmişten ge­lip, bu yüzyıla uzanan diğer sayısız karakterlere bir an için bile inanmıyorum. Bu türden fantezi ürünü ego-yolculuğu, mantıklı düşünen insanların alay konusu olmaya adaydır. Jung'un "kolektif şuurdışı" teorisi ise sıklıkla, geçmiş ha­yatlarının hatıraları olarak geçen şeyler için suçlanmıştır; oysa diğer bir düşünce okulu ise, bütün bu bilgilerin şu şüpheli zaman kapsülleri içinde bulunduğunu ileri sürer - bu zaman kapsülleri "Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kay­maları ve Kapsülleri" adlı bölümde tartıştığımız genleri- mizdir. Bu sonuncusu, bazı otoriteler tarafından kabul edilmemiştir; sebepleri de tek yumurta ikizlerinin, geriye

(*) j. Gribbin, Timeıvarps, s.130.

doğru götürüldüklerinde değişik "karmik" geçmişle ortaya çıkmalarıdır. Başka bir deyimle, "geçmiş hayat" modelleri tamamen farklıydı.

İpnoz muammasıyla ilgili bütün cevaplara sahip ol­duğumuza bir an için bile inanmıyorum ama buna karşın, diğer açık görüşlü araştırmacılarla birlikte hareket ederek, öyle zannediyorum ki ipnoz altında hatırlanan daha Önce­ki hayatlar fikrine karşı ileri sürülmüş savlar, en azından, tuhaftı. Örneğin Galli genç kız vakası. Bu kız, diş dokto- rundayken kaza sonucu ipnotik uyku hâline dalmış ve eski Fransızca konuşmaya başlamış. Diş doktorunun yanında teyp kayıt cihazı varmış ve teyp bandı sonradan bazı "uz­manlara" dinletiliyor. Bu uzmanlar kızın, hayatında eski Fransızca dilini öğrenmeye çalışıp çalışmadığını araştırı­yorlar fakat hiçbir bulguya rastlamıyorlar. Ta ki biri, anî­den, bir akşam üzeri, bu kızın iki saatlik bir süre için yerel rahibin evinde temizlik yapmak için bulunduğunu ve bu rahibin, zengin kütüphanesinde diğer kitaplar arasında birkaç eski Fransızca kitabın bulunduğunu hatırlıyor. Uz­manlar "Cevap işte bu." diyorlar ve şunu ekliyorlar: "Belirli bir anda, bu kız çocuğu bu kitapları gözden geçirdi ve zih­ni, bu dili görüntüledi." Bunun üzerine, bulmaca çözülmüş olarak görüldü ve bu bilgili beyler, bürolarına döndüler; bilimi, rahatsız edici batıl inançların ağından bir kez daha kurtarmayı başardıkları için rahattılar. (Kız çocuğu ise her­hangi bir kitaba dokunduğunu inkâr etmişti.)

Geçmiş hayatlar ve ipnotik geriye gidiş konularında ilgi çekici ve aydınlatıcı sonuçlarla, geniş araştırmalar yap­mış bulunan iki Amerikalı psikolog vardır. Kitapları olan Geçmiş Hayata Dönüş (*) (Dr. Edith Fiore) ve Doğmadan Önceki Hayatımız (*) (Dr. Helen Wambach), şimdiye kadar burada tartışılmış birsürü teorinin ışığında, dikkatle okun-

C*) Ruh ve Madde Yayınları., 1995.

maya değer. Belirli EEG kayıtlarının, belirli bir beyin dal­gası hâlinde tecrübe edilmiş olan sübjektif fenomenlere bağlı olduğu görülmüştür. Örneğin Wambach, doğum ön­cesi tecrübe konusunda bilgi almak için, ideal durum ola­rak 5 Hz'i seçmiştir. ([23]) Hiç şüphe yok ki, müşteri İnsanî tecrübeyi aşıp Dış Zamana ulaştığında bu rakam değişe­cektir. Başka bir deyimle, Kozmosa açıldığında!

Yukarıda belirtilen örnekler ve bilgiler, şu görüşü güç­lendirir: Belirli değişmiş şuur hâlleri esnasında zihin, uzay ve zaman engellerinden kurtulur ve bizlerin anladığı an­lamda zaman bulunmayan dünyalara, boyutlara ve paralel evrenlere girer. Rüya durumundaki paralel evrenler konu­sunda ilk elden tecrübelerim var. Bu yerlere hiçbir zaman gitmişliğim yok, bu insanları tanımıyorum veya normal şuur durumunda hiç karşılaşmadım, bu olaylar gerçek dünyadaki hayatımda hiç gerçekleşmedi. Ayrıca zamanın geriye doğru giden oku boyunca yolculuk ettim: "Rüya olaymda" ölü, parçalara ayrılmış, kötürüm olmuş bir kedi­nin, gözlerim önünde yokoluşundan önceki tam, canlı hay­van hâlinde tekrar birleşmesini seyrettim. (Burada şunu belirteyim ki değiştirilmiş şuur hâllerini başlatmak üzere herhangi bir çeşit uyuşturucu kullanmadım. Yirmisinden beri içki içmeyen, et yemeyen biriyim. Akşam üzerleri de geç saatlerde hiç yemek yemedim. Bunu söyleyişimin se­bebi, "rüyalarımın", uyku öncesi alınmış belirli sıvılara ve­ya yiyeceklere bağlanmaması içindir.) Bunun sonucunda ulaştığım sonuç şu oldu: Bizlerin günlük hayatlarımızda şu anda tecrübe ettiğimiz problemlerin birçoğu, başka ev­rendeki paralel bir dünyada sonuçlandırılmaktadır. Aynen eski bir deyişin söylediği gibi: "Onu düşünerek yat ve sa­baha, cevabı bileceksin." Ve işe yarıyor gibi görünüyor.

HAYVANLAR ve ZAMAN

Bana sık sık yöneltilen sorulardan biri, hayvanların veya böceklerin, bizler gibi aynı türden zaman kavramını paylaşıp paylaşmadıklarıdır. Açıktır ki, bir böceğin birkaç gün süren veya bazen birkaç saat tutan sınırlı yaşamı, (has­talığı, kazada veya benzeri durumlarda geçen süreleri he­saba katmasak bile) bizim yaşamamız beklenen süre ile karşılaştırılamaz. Uzmanların ileri sürdüklerine göre bu yaratıklar için bu birkaç saat ya da gün, bizim gözümüze az görünen 75 yıl veya daha fazlası türünden bir tecrübe oluşturur. Başka bir deyişle zamanın geçişi göreli bir kav­ramdır ve her tür için, anlamı değişiktir.

Hayvanlar ve zaman ile ilgili olarak benim tecrübele­rimin olduğu alan, kedigülerin dünyasıdır. Bir kedinin uy­ku süreleri esnasında zamansızlığı tecrübe edebileceği ko­nusunda hiçbir şüphem yok. REM’ler (hızlı göz hareketle­ri) normal olarak rüya faaliyeti ile bağlantılı olmalarına rağmen, kedilerde kesinlikle görülebilir. Kediler ayrıca prekognisyonda son derece yeteneklidirler. Örneğin, çok soğuk bir kışın gelmesinden önce, kedilerim bu zor günle­re hazırlık için ekstra tüy büyütmüşler ve kendilerini şiş- manlatmışlardır. Bunu nasıl biliyorlardı? Siz, eğer hoşunu­za giderse, bunu içgüdü olarak adlandırabilirsiniz fakat ben, onların prekognisyon yeteneklerinde, insanlarınkin- den bir fark görmüyorum. Ayrıca güçlü bir zaman hissine sahipler ve buna kanıtım da şöyle: Yıllar önce zeki, yaşlı bir kadın bana şunları söyledi: Eğer uzak bir yere gitmen ve kedileri belirli bir süre evde bırakman gerekirse, onlara döneceğin konusunda garanti vermek üzere yapman gere­ken, evde bulunmayacağın gece ve gündüz sayısınca ka­falarına hafifçe vurmandır. Bunu ben sürekli olarak yap­tım. 1978'de Kanada'ya gitmezden önce kedilerimin hava-

yoluyla Kanada’ya gelmeleri için belirli bir gün ayarladım. _Bırakacağım günden döneceğim güne kadarki süre sayı­sınca kafalarına hafifçe vurdum ve onları, sevdiğim ve samimî olduğum arkadaşlanmm ailesine bıraktım.

Ancak Kanada'ya ulaşmamdan birkaç gün sonra, işle­rin isteğim doğrultusunda gitmemesi üzerine arkadaşları­ma telefon edip kedilerin uçuş tarihini iptal etmelerini iste­dim. O ana kadar üç kedim (ikisi Siyam biri Birmanez) de iyi ve mutluymuşlar. Bundan sonra ise, çöküş içine girip rahatsız olmuşlar. Gerçekten de Siyamlı yaşlı kedi o kadar hasta olmuş ki veteriner, ölümün eşiğinde olduğunu söyle­miş. Diğer ikisi de aşırı hastalık belirtileri göstermişler. Ar­kadaşım bu bilgilerle beni üzmek istememiş fakat yazar ve psikolog olan diğer bir arkadaşım ise bunun bana söylen­mesi gerektiğine inanarak telefon etmiş. Eşyalarımı topla­yıp ilk uçakla, tekrar dönmemek üzere Kanada'dan ayrıl­dım.

Arkadaşımın babası beni Heathrow'da karşıladı ve arabasıyla Cheltenham'a götürdü. Orada, kedilerimi, arka­daşımın evinin dışmdaki kaldırımda, hasta olsalar da bek­lerken gördüm. Söylemeye hiç gerek yok; yaşlı Siyam kedi­si hızlı ve mucizevî bir iyileşme gösterdi ve yirmi yaşma kadar yaşadı. Garip ve sebebi bilinmeyen bir nedenden ötürü, onların kafalanna hafifçe vuruşum, benim yoklu­ğum süresince bir işaret olarak kaldı. Ayrıca onlar dönüşü­mün kesin zamanını biliyorlardı. Sonradan arkadaşımın te­yit ettiğine göre, Vancouver'dan uçağa bindiğimde, her bi­ri heyecan hâli göstermişler. Acaba hayvanlar, Dış Zaman içinde fonksiyon gösterme yeteneğine sahipler mi? Benim kararım: Tabiî ki sahipler!

ZAMANIN METAFİZİĞİ

Bugiin, bilgi akışının mekanik olmayan bir gerçekliğe doğru gidiyor ve evrenin, büyük bir makineden ziyade büyük bir düşünceye benziyor olduğuna dair büyük bir fikir birliği var 

Sir JAMES JEANS (1877-1946)

Daha önceki bölümde "psi"ye değinmemiz, kısaca, metafiziğin daha soyut olan bölgeleri için mükemmel bir başlangıç noktasını teşkil eden parapsikoloji konusuna gi­rişimizi sağladı. Metafizik, felsefenin bir dalıdır ve siste­matik olarak son realitenin ilk prensiplerini ve problemle­rini araştırır. "Varlığın" araştırılması (ontoloji) ile sık olarak evrenin yapısının (kozmoloji) araştırılmasını kapsar. Genel olarak eleştirel felsefeyi kucaklamasına rağmen, ayrıca spe­külatif akıl yürütmenin seyyal veya soyut açılarım da vur­gular. Metafizik kelimesi Yunanca Ta meta ta phusika keli­mesinden türer; anlamı da "fizikten sonraki işler"dir. Aris­to'nun aşkın felsefe konusundaki araştırması bu adı taşır; sebebi de fizik üstündeki çalışmalarını takip etmesidir.(*)

Yukarıda belirtilen tanıma şunu eklemek istiyorum: Günümüzde metafizik, bilim ile felsefe arasında (ya da eğer tercih ederseniz, fizik ile mistisizm arasında) köprü yaratmakla meşguldür çünki metafizikçinin bakış açısın­dan baktığımızda, her biri temelde aynı şeyi söylüyor fakat değişik kelimeler veya referans deyimleri kullanıyorlar.

(*) Reader's Digest Great Iliustrated Diclionary, 2.cilt, s.1070.

Metafizik, bazılarının inanabildiği gibi büyü, sihir veya psikolojinin değişik tezahürlerinin bir başka adı değildir; metafizikçi, belirli bir dinsel, felsefî veya deney ötesi dü­şünce okulu veya araştırmasıyla kaçınılmaz olarak bağlan­tılı değildir. Tabiî ki büyük dinlerden birinde, Hermetik geleneklerde veya felsefe okullarında teselli bulan metafi- ziksel eğilimler vardır fakat yazarınız, onların arasmda de­ğildir.

Kimyanın simyadan, astronominin astrolojiden ve tıb­bın doğal tçdaviden ayrıldığı andan itibaren; bilim ve fizik ötesi arasında bulunan uçurum, 20. yüzyılın ilk elli yılında en uç noktasına ulaşmıştır. Artık bu uçurum, yavaş fakat anlamlı bir şekilde kapanıyor ve eğer her iki taraf, uygula­malarının en az istenen bölümlerini atmaya hazır iseler, es­ki ve modern bilgi arasındaki birleşme gelecekteki mirası­mızın bir bölümü olabilir.

The Tao of Physics (Fiziğin Taosu) gibi en son çıkan ki­tapların popülerliği; geçmiş asırda ortaya çıkmış olan mo­dern kuantum fiziği ile mistisizm arasındaki ilişkiye olan eşi benzeri görülmemiş ilgiye kanıt teşkil eder. Gerçekten de bilim adamı ve The Holographic Paradigm and Other Pa- radoxes (Holografik Paradigma ve Diğer Paradokslar) adlı eserin yazarı olan Ken Wilber tarafından yayınlanmış olan Quantum Questions (Kuantum Soruları) adlı kitapta yazar, Heisenberg, Schrödinger, Einstein, de Broglie, Jeans, Planck, Pauli ve Eddington gibi dünyanın en meşhur fizik­çileri tarafından yazılmış mistik yazıların bazılarına deği­nir. Kapak yazısında, bu yazarların hepsinin "fizik ile mis- tisizm'in bir tür kardeş ikizler olduklarına dair derin bir inana ifade ettikleri" belirtilir. Bilhassa Heisenberg, bilim adamı olmasının yanısıra, Fisagorcu/Eflâtuncu okulun hem mistiği hem de metafizikçisiydi. Onların ilgilendikleri bilim dalını göz önünde bulundurarak şu soruyu sorabili-

riz: Neden bu büyük fizikçilerin hepsi şöyle veya böyle mistisizmi kucaklamayı seçmişlerdir? Jung, "insan psişesi, semavî olanı kabul etmek üzere inşa edilmiş bulunan şuu­raltı ihtiyacını barındırır" dediğinde, belki de yukarıdaki sorunun cevabını vermek istiyordu. Her ne kadar, ateist eğilimleri bulunanlar, bunu mantıksız bir saçmalık olarak kmasalar da, tecrübenin teyit ettiğine göre en ateşli inanç­sızların bile aşırı zor durumlarda o ana kadar inkâr ettikle­ri görünmez bir gücü yardıma çağırdıkları bilinmektedir. Herhangi bir psikoloğun işaret etmekte çabuk davranaca­ğı, telâfi edici bir açı da vardır. Herhangi bir araştırma ve­ya çalışmaya aşırı derecede yüklenme; mantıklı, zihinsel bir denge sağlamak amacıyla, şu veya bu şekilde kaçınıl­maz olarak karşıta yönelmeye sebep olur.

"KUANTUM BENLİK" TEORİSİ

Holistik-bilimsel-metafiziksel alandaki avangard dü­şünürlerden biri de fizikçi Dana Zohar'dır. Bu fizikçi, psi- kiyatrist olan kocasının (I.N. Marshall) yardımı ile The Qu­antum Self (Kuantum Benlik) adlı kitabı yazmıştır. Zohar, inançlı bir şekilde, tutucu bilimsel araştırmanın bir kişiye kaçınılmaz olarak verdiği kendine güven ile profesyonel bilgisini kullanarak, bazılarımızın yıllardan beridir öğretti­ği şeyleri ifade etmektedir. Bu kitap, Oxford Union'da, 1990 yılının soğuk bir Ocak gününde tanıtıldığında; bu toplantıda seçkin fizikçiler, psikiyatristler, filozoflar, pa­pazlar ve aynca iki Musevî dinî lider bulunuyordu. Bu ka­dar seçkin düşünürlerin huzurunda Zohar, acaba ne söyle­mek istiyordu? Teorisi kısaca şuydu: Şuur, bir kuantum-fi- ziksel sistemdir. Bütün yaşayan varlıkları diğerleriyle sü­rekli bir etkileşim içinde tutar; yani doğa, tarih ve Tanrı ile. Zamanla irtibatı da buradan gelir.

Zohar, herkesi, fiziksel olarak diğer herkesin ve her şeyin bir parçası olarak görür. Bizlerin, ruhsal bağlamda düşündüğümüz "dalga yanımız" ve fiziksel olarak niteledi­ğimiz "parçacık yanımız" gerçekte birdir. Dolayısıyla bizler gerçekte hiçbir zaman ölmeyiz çünki bizlerin bir parçası, diğer insanların kuantum şuurunda kalır. Bu, Jung'un ko­lektif şuurdışı teorisinin, ipnotik regresyondan toplanan bilgilerin ve diğer bilimsel olarak "şüpheli" psi şekillerinin ışığında, bir anlam ifade eder. Zohar'm teorisi; çevrecilerin, doğaya bütünsel yaklaşmaya yönelik çağrılarına bir cevap olarak görülebilir. Bu aynı zamanda ruh/madde ikiliğin­den bir kaçıştır. Bu ikilik, Yunanlı filozofların animizmi ve diğer eski inançları rasyonalleştirmeyi seçmelerinden itiba­ren Batı düşüncesini etkilemiştir. Bizlerden birçoğu gibi Zohar'm da inandığına göre, bütün hayvanların ve bitkile­rin ruhları vardır. Kuantum fiziği ise psişe, öz veya ruh olarak adlandırılmış olan ve her ikisinde de bulunan şuur, kişilik ve motive edici faktörün açıklanması için eksik olan ipucunu vermektedir.

Kuantum sistemleri, zaman ve uzayı fethederler çünki parçacıklar, sebebi anlaşılamayan bir bağlantı olmadan da (yerel olmayış) uzun mesafelere rağmen etkileşirler ve maddenin kuantum dalgalan, en sonunda büyük kümeleri oluşturacak biçimde çökene kadar, sonsuz olasılıklar çeşit­liliği içerirler (Belirsizlik Prensibi). Aynı şekilde, psişe veya ruh olarak adlandırdığımız şuur, zaman zaman, bedenleri­miz olarak adlandırdığımız madde parçacıklan şeklinde çökerek, benzer şekilde hareket ediyor görünebilir. Schrö- dinger'm Kedisi paradoksuna göre; varoluş ve var olmayış, hayat ve ölüm birbirlerini örterler ve ancak gözlendikleri takdirde belirgin bir realiteyi üstlenirler. Zohar'm ileri sür­düğü gibi, "Gözlem veya ölçümleme anında, hem dalga hem de parçacık olup, daha önce gözlemlenmemiş elekt-

ronlar; dalga veya parçacık olurlar". (*)

Eysenck ve Sargent, olayı başka bir şekilde açıklarlar. Gözlemden önce, bir parçacığın özellikleri belirsizdir, veya ayın anda pozisyonlar ya da oluşan bir menzil içinde dal­galanırlar. Bu dalgalanışa, bazen "bulanıklık" denir ve bazı otoritelerin düşündüğüne göre, evren belki de gerçekte bu­lanık olabilir. (**) Fizikçi Dr. Evan Harris Walker tarafın­dan verilen, bir evin kapı eşiğinde bir ayağı içeride bir aya­ğı dışarıda bulunur şekilde duran bir kişi benzetmesine de­ğinirler: Bu kişi, aynı anda, kapının hem içinde hem de dı­şındadır. Bedene ve psişeye uygulandığında, bu prensip; bireyi, herhangi veya çok sayıda hayatta, süregelen bir bü­tün olarak ele alır. Çünki her enkamasyon, bulanık dalga özelliğiyle birlikte tüm Özü kapsayan o gözlenebilen par­çacığın, belki de ö kadar rastgele olmayan düzenlemeleri­nin sonucudur. Dolayısıyla beden ve ruhu/psişeyi, birbi­rinden tamamen ayrı iki varlık olarak görmek yanlıştır. Çünki gerçekte bunlar tek bir birimdir; bazı parçalan Dış Zamanın bulanık dünyasında fonksiyon gösterir, diğerleri ise belirgin, gözlenebilen İç Zamanda ortaya çıkarlar. Bu çeşit bir mantık yürütme, aynı zamanda, psikoterapi veya danışma esnasında yüzeye çıkan kişiliklerimizin çok deği­şik yönlerini; gerçek dışı veya fantezi sınırlarına tutunma eğilimi gösteren Dış Zaman tecrübelerini ve gerçek dünya anlamında daha rasyonel görünen İç Zaman "benliğini" açıklar.

Sağ beyin yarım küresinin; şuurlu benliklerimiz ve Dış Zaman arasında bir bağlantı oluşturduğu; sol beyinle­rimizin, mevcut realitemizin daha az soyut olan ve daha fazla belirgin yanlarıyla başa çıkmak için düzenlenmiş ol­duğu önerilmiştir. Bu, belki de böyledir fakat eğer sağ yan küre bilgilerini, bulanık veya dalga kuantumu (psişe) özel-

(1)    D. Zohar, The Quantum Self, s.24.

(2)    ) H.Eysenck ve C.Saı^enl, Explaining the Unexplained, s.139.

liginden alırsa; (tabiî burada corpııs callosum'un birbirin­den ayrılmadığını ve bireyin, psikolojik olarak bütünlük içinde olduğunu varsayıyoruz) o zaman, iki yarım küre arasından geçen mesajlar, her ikisinin kombinasyonu ile bir­likte çözümlenir, kategorize edilir ve uygun referans de­yimlerine dönüştürülür.

Bu noktada düşünülecek olan üçüncü faktör, bireyin ruhsal olgunluğudur. Bu, eğer kuantum anlamında yo­rumlanırsa, o bireye özgü, kuantum parçacığı/dalgası ta­rafından gerçekleştirilmiş dönüşümler ve değişiklikler sa­yısına eşittir. Eğer bedensel evrime paralel olarak işleyen, ruhsal olgunluk oluşumu kavramına dayanan mistik öğre­tilere dikkat etmek gerekirse, şunu ileri sürebiliriz ki, bazı parçacıklar diğerlerine göre evrenin daha fazlasını gör­müşlerdir. Halbuki böyle spekülasyonlar tamamen felsefî olduklarından ve dolayısıyla deneysel veya teorik daya­naktan yoksun bulunduklarından, sonuçta bizim inanmayı seçtiklerimiz; neyin sonlu ve sonsuz olduğuna dair birey­sel yorumumuzla karara bağlanacaktır.

Zohar ve Marshall, şuurun bir kuantum-fiziksel sis­tem olduğunu ilk belirtenlerin kendileri olduklarını iddia ederler. Öbür yandan, şuur ve kuantum oluşumları arasın­daki acayip benzerliğin fizikçi David Bohm ve Profesör Fritjof Capra tarafından da gözlendiğini kabul ederler. Bu listeye daha birçok isim ekleyebilirim - duyarlılıklarına ve öngörü yeteneklerine rağmen, toplumun, yüce düşünürle­rinden beklediği akademik geçmişten yoksun olan insanla­rı düşünerek, bunu söylüyorum. Zohar'ın kuantum teorisi­ni benlik terimleriyle yorumlayışı; felsefe, parapsikoloji ve dinin gelecekteki eğilimlerinin perde arkasını ortaya çıka­rabilir fakat şu anda birsürü belirsiz metafizik konu vardır. Ortalama bir insanın kuantum dünyasını anlaması ile ilgili olarak, belki de kuantum sıçrayışmı beklememiz lâzım. Bu

sıçrayış bize; bunun gibi ve daha seyyal ama bizlerin ne ol­duğu, şu anda uzay-zaman bölgesi olarak adlandırdığımız yerde ne yaptığımız türünden bir o kadar aydınlatıcı ger­çekler hakkında, insanların şuurlarını dünya çapında aça­cak kilidi sunar.

KARA DELİKLER, BEYAZ DELİKLER ve

ÖLÜME YAKIN DENEYİMLER

Kuantum kimliğine sahip olduğumuzu varsayarsak, bu, acaba pratikte nasıl çalışır ve zaman enerjisinden ne dereceye kadar etkilenir? Daha önceki bölümlerden birin­de kara ve beyaz delikler konusunda yazarken, paralel ev­ren kavramı, yani bir kara delikten kaybolup, değişik bo­yut veya evrendeki bir beyaz delikten ortaya çıkabileceği­miz olgusu ile Dr.Lyall VVatson gibi güvenilir araştırmacı­lar tarafından kataloglandınlmış (Romeo Hatası) çok sayı­da ölüme yakın deneyimleri (ÖYD) arasındaki benzerlik beni etkilemiştir. ÖYD tarifleri genelde şu şekildedir: Has­ta bir araba kazasında, ağır bir şekilde yaralanmıştır veya ciddî bir kalp krizi geçirmiştir veya iç organlarındaki bir komplikasyondan ötürü bir hastaneye götürülmüştür ve kendini, ameliyat yapan doktorun üstünda, havada asüı durup, ölüm-kalım mücadelesine tanık olarak bulmuştur... Bu tecrübeler, ipnoz altındaki zaman yolculuğu ve değiş­miş şuur hâlleri sırasında isteğe bağlı olan veya olmayan vecd hâli vizyonları ile birsürü ortak şeyi paylaşırlar.

İşte tipik bir örnek. Bu kitabı yazarken, mahallî dokto­ruma bir ziyarette bulunmak zorunda kaldım. Sıramı bek­lerken, yanımda oturan diğer hasta benimle konuşmaya başladı ve biraz sonra görüşeceğimiz Doktor X'in, bir mu­cize yaratıcısı olduğunu söyledi. Anlattığına göre, bu kadı­nın kocası ciddî bir kalp krizi geçirmiş ve neyse ki telefona

Dr. X'in hemen cevap verişi ve hızlı tedavisiyle, kocası ha­yatta kalmış ve tamamen iyileşmiş. Oysa kriz anında koca­sı acayip bir tecrübe yaşamış. Kendini uzun, karanlık bir tünele girerken bulmuş. Bu tünelin sonunda küçük bir ışık bulunuyormuş ve bu ışığa doğru güçlü bir şekilde çekildi­ğini hissetmiş. Bu ışığa doğru yola devam edecekken, o an­da, doktorun sesini çok berrak olarak duymuş: "Geri gel yaşlı delikanlı, hepimiz senin için buradayız ve sen, şimdi gidemezsin". Bir an için kararsız kalmış ve ilerlemesi için çok istekli olmasına rağmen, aynı zamanda geride'bırak­tıklarına karşı olan sorumluluklarmı hatırlamış. Böylece is­teksiz olarak dönmüş ve doktorun sesine doğru, tünelden geçerek geri gelmiş. Gözlerini açtığında, karşısında ayakta durur şekilde Doktor X'i buluyor: "Yaşlı delikanlı geri gel­din, biliyorum bu bir özveriydi, fakat senin için iyi olan bu."

Bu hikâye, gözyaşları içindeki karısı tarafından bana anlatıldı. Bana neden anlatma ihtiyacı duyduğunu -veya sık olarak bu hikâyeyi yabancılara anlatıp anlatmadığını sordum. Verdiği cevapta herhangi bir kişiye bu hikâyeyi anlatmadığını, bu hikâyeyi yalnızca kendisinin ve dokto­run bildiğini söyledi fakat bir şeyler ona sanki şunu söyler gibiydi: "Bu bayana hikâyeyi anlatman gerek çünki önem­li." Bu kadar basit işte.

Sevdiğim bir arkadaşım, ipnoz altında geçmişe geri götürüldüğünde oradaydım ve bu olayda, bir çocuk dü­şürme olayım yaşadı; cenin, kendisi idi. Şüphesiz karanlık doğum tüneli vardı; çıkış ucundaki ışığı bulamama paniği ve "çok ışık olan diğer bir bölüme dönme" olayı vardı. Bundan sonraki olayda, aynı tünele girdiğinde sona ulaş­mayı başardı ve doğdu.

Şimdi, eğer ölüm bir kara delik ile ve doğum bir be­yaz delik ile eşanlama gelirse, bu ne demektir? Başka bir

şekilde ortaya koyalım: Öldüğümüzde, bizlerin kuantum benliği olan parçacık, bir zaman eğimine (kara delik) gire­rek, zamansızlığın dalga fonksiyonunu tecrübe eder. Ay­nen bir parçacık hızlandırıcısı içinde hareket eden bir par­çacık gibi, kara delikte, zaman enerjisi devrelerinden biri içinde yolculuk eder. Yalnız bu örnekte, hızlanma için ge­rekli enerjiyi zaman sağlar. Bu oluşum esnasında zaman­sızlık durumunda bulunan kuantum benliği, bulanık veya belirsizdir. Bunun anlamı da şudur: Dünya gerçeği anla­mında, ne buradadır ne de orada fakat kara deliği bırakıp, tekrardoğuşun beyaz deliğine girdiğinde gözlemlenebilir ve dolayısıyla belirginleşir. Başka bir deyimle zamansızlık cebinden (buna genel olarak ezoterik deyimiyle "seyyal bo­yutlar", "ruh dünyası" türünden kelimeler verilir) geçmiştir ve bütün şeylerin farklı veya belirgin karakter gösterdiği, maddenin zaman bölgelerinden birine tekrar girmiştir.

Schrödinger'in Kedisi Paradoksu veya Heisenberg'in Belirsizlik İlkesinde olduğu gibi, zaman ve zamansızlık ay­nı anda var olduğundan; bizim kendi düşüncelerimizle et­kilediklerimizin dışında ruh ile madde arasında hiçbir fark yoktur; biz bu ayrımı, olayların çoğunluğunda, içinde doğ­duğumuz toplumun isteklerine uygun şartlanmalar sonu­cu yaratırız. Durum bu olunca, daha önce de ima ettiğim gibi, zihnimizdeki bazı bölümler, zihinsel denge için önemli olan çok boyutlu farkındalığı içerecek ve şuurlu bir şekilde Dış Zamana maruz kaldığımızda ise parçalanma­yacak şekilde yaratılmıştır. Bundan dolayı, zamansızlık ve zaman kavramları bir enerji olarak tamamen kavranmaz- dan önce, evrimsel lazer, onları harekete geçirmek için, uyuyan sinir hücreleri üzerinde denenmelidir. Ancak o za­man, zamanın devirsel damarları içinde ilerleyen sonsuz güç kaynağıyla bağlantı kurabiliriz.

ÖLÜM ve ZAMANIN GERİYE

DOĞRU GİDEN OKU

Daha önceki bölümlerde değindiğimiz gibi, zamanın, bazı evrenlerde geriye doğru yolculuk edebileceği fikri, hem Newtoncu hem de Einsteincı fizik ile uyum hâlinde görünmektedir. Bilim adamlarının düşüncelerine göre, böyle bir dünyada bir kişi yavaş bir şekilde gençliğe ve be­beklik dönemine ve belki de ileri doğru hareket eden bir dünyaya doğum ile aynı anlama gelebilecek ölüme doğru gider. Birçok okuyucu bu fikri, imkânsız diye kabul etme­yebilir. Yıllar boyunca karşılaştığım birsürü tesadüfler ol­masaydı, ben de aynısını yapardım. Bunlardan ilki, yirmi yaşımda iken meydana geldi. Belirli bir kültüre sahip bir adamın liderliğinde, Londra’da, bir araştırma/tartışma grubuna katılmaktaydım. Ayda bir bizlere bir konu verili­yordu ve bizlerden on dakikalık bir süre içinde buna ne­den inandığımız veya inanmadığımız türünden bir yorum­da bulunmamız isteniyordu.

Bir hafta, söyleşinin konusu "Ölüm sonrası hayata ina­nıyor musunuz? Bu konudaki görüşünüzü ispatlayacak kanıtınız var mı?" idi. Grup üyelerinden biri, iri, kemikli, Yorkshire'lı biriydi ve genelde çok az konuşuyordu. Bu olayda ise cesaretini topladı ve şöyle dedi:

Ölüm sonrası ı/aşama inanıyorum. Çünki bir gece yarısı acayip bir duygu ile uyandım. Zaman durmuş gibiydi. Karını yanımda derin bir uykudaydı ve hiçbir şeyden haberdar görün­müyordu. Oda garip bir aydınlıkla dolu gibiydi ve yatağımın ayak ucunda annem duruyordu. Yalnız en son olarak öldüğün­de olduğu gibi yaşlı değildi. Piyanonun üzerinde duran fotoğra­fındaki gibi genç bir hanımdı.

Bu hikâyeyi anlatmaktan ötürü rahatsız gibi görünü­yordu. Aşağıdaki sözlerini eklerken savunmaya geçmiş gi-

biydi: "Eğer herhangi bir kişi beni burada yalancı diye suç­lamak isterse, onunla dışarıda erkek erkeğe dövüşebili­rim." Derken, gömleğinin kollarım sıvamaya başladı!

Eklemeye gerek yok, hiç kimse bir şey söylemedi. Bir­kaç nazik öksürme vardı ve ben arkadaşımla birlikte elleri­mizle ağzımızı kapatıp kıkırdadık. (Ne kadar ayıp!) Bu ola­yı, yıllarca önce yaşlı olarak kaybetmiş olduğum sevdiğim kişiler hakkında birsürü rüya görmeye başlayana dek ta­mamen unutmuştum. Bu kişiler, birbirini takip eden rüya­larımda, yavaş bir şekilde gençleşiyorlardı.

O zamandan beri diğer insanlara sorular yönelttim ve aynı türden fenomenleri tecrübe ettiklerini keşfettim. Ör­neğin ruhçular arasında şu ortak inanç var: Ruh ölümden sonra, "kaybolmadığını" varsayarsak (zamanın kara delik­lerinden birinde); hayalimizin çok ötesinde gençlik, sıhhat ve mutluluk tecrübe ettiği bir yere gider. Belki de sevdiği­miz kişiler, ölümlerinin kara deliğinde kaybolduktan son- ray başka bir evrendeki beyaz delik ışığında ortaya çıkarlar. Burada zamanın oku, bilim adamlarının ileri sürdüğü üze­re ters yönde işleyebilir. Bunun avantaj ve dezavantajlarını düşünmek, biraz hayal gücü gerektirir fakat bu bir fikirdir. Swedenborg şu iddiada bulunmadı mı: "Gökyüzünde me­lekler, sürekli olarak gençliklerinin baharına doğru ilerler­ler ve bunun sonucunda, en yaşlı melek, en genci olarak görünür." (*) Belki de, antidünya veya paralel bir evrenle ilgili ruhsal bir bilgiye değinmektedir.

PARÇA TEORİSİ

Kişi; sıra, şuurun doğasım ilgilendiren birsürü fikir ve teoriye gelince, az da olsa bir tercih göstermeksizin, meta­fizik konusunda yazamaz. Lineer reenkamasyon olgusunu araştırmış biri olarak, senelerden beri sağlam bir alternatif

(*) A.Tomas, Beyond Ihc Time Barrier, s. 30.

sunamama karşın, bu konudaki çoğu şeyin bir bütün oluş­turmadığını, birbirini tutmadığını buldum. Hem mantık ve hem de Eysenck ve Sargent gibi meşhur ve muteber araş­tırmacılar tarafından kategorize edilmiş ve derlenmiş sayı­sız ÖYD'ler ve benzeri beden dışı deneyimlere (BDD) imkân veren görüş açısından; daha fazla araştırmaya, tec­rübeye ve gözleme ihtiyaç vardır. İhtiyacım olan ipucuna, en sonunda, Lyall VVatson'un, "parçalanmış hologram teo­risinde" kavuştum. Bu teorisinde, Watson, Öz'ün bütünü­nü (yani kuantum benliğinin birleşmiş yanlarını), tam bir hologram olarak ele almıştır. Bu hologram, parçalanmış ve parçaları, zamanın bütün periyotları ve bütün evrenlerin sınırsız boyutları içinde aynı arıda dağılmıştır. Her parça, bütün olarak aynı imajı içerdiğinden; aslî Benliğin bir par­çası (dalga/parçacık?), her hayat biçiminde alıkonmuştur ve bu, "daha yüksek" veya kişi ötesi Benlik kavramını orta­ya çıkaran, temel Oz'le olan bağlantıdır. Dolayısıyla, bazı hayatları genç parçalar olarak, bazılarını ise orta veya ol­gun şekillerde tecrübe ederiz. Bu teori, ezoterik ve mistik inanç tarafından benimsenen ve bir dizi enkarnasyonu li­neer veya İç Zaman içinde yaşanır gibi anlayan ve böylece yalnızca zamanın ileriye doğru yönelik okuna müsaade eden meşhur inanç ile zıttır. Belki de Coveney ve Highfi- eld’in ileri sürdüğü gibi, aynı performansı her ayrıntısı ile tekrarlayanlayız ama belki de daha önceki hatalarımızdan kaçındığımızda, başka bir zaman bandı içinde, birkaç sah­neyi oynamamıza izin verilebilir.

Teorilerimin birçoğu, bana rüyalarımda göründü ve genellikle de, uygun akademik vasıfları olan birinin, bu­nun hakkında bir şeyler yazmasıyla teyit edildi. Uykumda, bir keresinde bir sinemaya ziyaret sembolü verilmişti. Sey­retmeye zorlanıyor gibi göründüğüm film, çok ürkütücüy­dü. Kan, çile, korku içeriyordu. Film bittiğinde, derin bir

rahatlama hissettim, ışıklar yandı ve şu rahatlatıcı bilgi ile eve yöneldim: Tanık olduğum bu rahatsız edici perfor­mans esnasında akan gözyaşlarım, damarlarımda dolaşan adrenalin; Hollyvvood rüya makinesi tarafından yapılan­dan farklı bir şey değildi. Istırap veren film ile aynı derece­de rahatsız edici dünyasal hayat arasındaki paralellik ve gösterim bitip (ölüm mü?) sinemayı terk ettiğimde hissetti­ğim rahatlama, beni güçlü bir şekilde etkiledi ve daha en başta paramı (zaman enerjisi) ne diye böyle kötü bir filme yatırdığımı sordum kendime. Ama, reenkarnasyonun en ateşli inananlarının bile, homurdanarak "Bu rezil hayatı seçtiğime göre delirmiş olmalıyım!" dediğini kaç kez duy­dum.

Lineer zamanın anayollarında ve yan yollarında iler­leyişe, sıklıkla sıkıntı ve ıstırap eşlik eder. Bu, zamanın enerjisine karşı ittiğimiz maddenin kalıpları içine tıkıldığı- mızda böyledir; hem yıpratıcı hem de yorucu bir uğraştır. Kadim Mısır Ammonitlerin, bu kabilenin üyeleri tarafın­dan yüzyıllardan beri canlı tutulan felsefesine göre:

Bu pek, Kaos'a üstün gelmek değildir; kişinin, yapabildiği kadarım tezahür ettirmeyi öğrenmesidir. Bu, iradenin gücüne ve yaklaşmakta olanla yüzleşmekten ziyade bir kimlik edinme arzusuna bağlıdır. Yine, bu bir tezahürün üstadı olmak için baş­lama yeri, Benliğin içindedir. Lineer ilerleyiş, kişinin, Benliği; hedefe yararlı olduğu sürece, farkındaltk, yön, kavis veya açı çiz­gisinin hiç önemi olmayacak biçimde ilerlettiği yol hâline ge- lir.(*)

Bu felsefenin yeni öğrencilerinden biri olarak, evrenin gerçek doğasının kapsamı ve derinliği konusunda ileri sür­dükleriyle şaşkına döndüm. Bu insanlar hakkında şunu söyleyebiliriz: Ataları, Kaos Bilimi, Avrupa medenileşme­den asırlarca önce öğretmişlerdir. Bu verdiğim, tek örnek-

(*) The Ammonite Teaclnııgs.

ten çok daha geniş olan bilgilerinin, M.Ö.12.000 ve daha öncesine gittiğini iddia ediyorlar. Bu da bize, "dünya bilgi­sinin" bir ouroborik devresel bir düşüş kaydettiğini göste­rir; nihayet, bu düşüşün en alt noktasından tekrar yüksel­meye başlamıştır.

Zamanın gerçek veya gerçek dışılığına ilişkin tahmin, bilimsel mesleğe özgü değildir. Büyük Doğu düşünürleri, örneğin Advaita Vedanta'nm hocası olan Shankara, şunu önermiştir: Şu an, gerçekten yoksundur, dolayısıyla yalnız­ca bir illüzyon veya "maya"dır. (*) Daha yakın zamanlarda ise, 19. yy.'da ipnotizm konusunda geniş araştırmalar yap­mış olan ve bütün canlıları çevreleyen aurik enerji alanları­na değinen ilk bilimsel gözlemcilerden biri olan Baron von Reichenbach, şu yorumda bulunmuştur: "Yarın, dünün oluştuğu anlamda çoktan oluştu. Ancak bütün sebeplerin toplamı, gelecekle ilgili bir anlayışa izin verir."(**) Hâlâ öğ­renmemiz veya tekrardan öğrenmemiz gereken çok şey var gibi görünüyor.

ZAMAN, BİREYSELLEŞME ve EVRENSEL BEYİN

Jung, birey olma sürecini, bireysel psişede düzen ve denge durumu üretmek üzere, kişilikteki anima ve ani- mus'un (eril ve dişil unsurları) birleşmesi olarak tanımla­mıştır. Ayrıca bu, bir bireyin kendi başına tek, seçkin ve dengeli bir olmasını, bir "benlik hâline gelmesini" veya kozmik kimliğin farkındalığını sağlayan bir psikolojik evrimsel oluşum olarak yorumlanabilir. Bundan dolayı bi­rey olmama durumu; sinir sisteminin, şuur kontrolünden yoksun olarak işleyen otonom tepkilerine benzetilebilir; öyle ki birey olmadan önce, bızler sadece, engin bir beyin­deki hücrelerizdir ve bu beyin, madde bantları içinde fonk- (*) Tomas, Bcyotıd the Time Barrier, s. 30.

(”) a. g. e. s. 44.

siyon gösterirken, hayatlarımızın motor (maddî) yanını kontrol eder. Dolayısıyla bazı filozoflar ve metafizikçiler, birey olma sürecini; psişenin, İç Zamanın dünyalarındaki serüveninin ardındaki varoluş sebebi olarak görmeye eği­lim göstermişlerdir.

Doğal olarak sonraki soru şudur: Birey oluşun acaba zamam kavrayışımıza etkisi var mıdır? Sol beyin yarı küre­sine bağlı vasıfların sıklıkla dişilden ziyade eril olarak gö­rüldüğü göz önünde bulundurulursa (sağ beyin için ise ak­si geçerlidir), burada acaba ayrıca soyutu rasyonalize etme yeteneğinden bahsetmiyor muyuz? Bu tabiî ki zamanın ha­rekete geçmiş devrelerini müzakere etmeyi arzulayan her­hangi bir kişi için önemli bir zihinsel önkoşuldur. Bize an­latıldığına göre, ilkel insanın sezgi yetileri bizlerden çok daha gelişmiş idi; örneğin Avustralya yerlileri, birsürü eği­tilmiş insanın anlamakta güçlük çektiği zamansızhk anla­yışına sahiplerdi ve hâlâ da sahipler. Bu, zihinsel fonksi­yonlar açısından acaba nasıl açıklanabilir?

Fonksiyonları, tıp bilim adamları tarafından hâlâ tartı­şılan beynin, birsürü bölgesi vardır. Örneğin:

Art beyin: Rhombencephalon adını taşıyan eınbriyonik be­yin bölümünden, metencephalon, myelencephalon ve en sonun­da da beyincik ve soğanilik gelişir. Art beynin ilkel gelişim ile ilişkisi, bazı araştırmacıları, onu bir taraftan kolektif şuurdışı (Dış Zaman?) ile, öbür taraftan ise belirli içgüdüsel farkıııdalık modelleriyle bağlantı kurmaya teşvik etti.

Linıbik Sistem: Bu sistem, yarı daire şeklinde, beynin or­tasında yer almıştır ve kendini koruma, üreme, korku ve kızgın­lık ifadeleri türünden basit faaliyetleri yönetir. Hafıza sistemi ve fonksiyonları ve rüyalar ile de bir ilişkisi gözlenmiştir ve bu iliş­ki, bazı araştırmacıların, psişe veya zihne, limbik sistem içinde yer tahsis etmelerine yol açmıştır.

Talatnus: Yunanca bir kelime olup,"gizli oda" anlamına

gelir. Bazı bilim adamları buna "eski beyin " veya "sürüngen be­yin" der. Yumurta şeklindeki iki tane kütleden oluşur ve bunlar, (koku hariç) bütün duyulardan gelen sinir uyarılarını beyin korteksiııe (kabuğuna) iletirler. Psikoanalist Dr. Eric Berne, bazı DDA yeteneklerini ve diğer psi becerilerini, aşırı derecede has­sas olan talamus'a mal etmiştir. Sonradan Dr. Alexis Carrel şöyle yazmıştır: "Normal olarak, talamasun esrarengiz güçleri, beyin korteksi (kabuğu) tarafından bastırılmış ve ayak altına alınmıştır. Bilim, ilkel geçmişimizdeki gizem perdesini kaldırır­ken, bizler de sadece potansiyellerimizle bağlantı kurduğumuzu anlamaya başlıyoruz. Altıncı hissin varoluşunun kesinliği, uzun zamandan beri uyku hâlinde bulunan zihin kabiliyetleri­nin araştırılmasını, acil ve heyecan verici bir yükümlülük hâline getiriyor. "(*)

Metafizik ve psikoloji, yıllardan beridir değişik isimler verilmiş olan insan şuurunun değişik yanlarını kabul et­mekte birleşirler. En popüler olanı, üçlü sınıflandırmadır: içgüdüsel, Rasyonel ve Sezgisel. İlki ya art beyne veya tala- musa, sonraki de limbik sisteme atfedilir. Son araştırmalar limbik aktivite ile atomaltı dünyalar arasındaki ilişkiyi göstermiştir. Oysa rasyonel sonuç çıkarma ile beynin sol yarım küresi arasındaki ilişki, açıkça ortadadır.

Yukarıda anlatılanlardan gözleyebiliriz ki, zamanın, değişik yönlerinin anlaşılması, pekâlâ, insan beyninin li­mitleri dahilindedir. Ama birçoğumuz henüz daha birey olmadığımızdan, ya gerçek potansiyellerimizden tamamen yoksun olarak ilkel, otonom bir zemin üzerinde fonksiyon gösteriyoruz ya da bizleri kontrol eden dışsal zihin tarafın­dan yönetiliyoruz. Bu durum da, bu şeyleri kendimiz için yapabileceğimiz gerçeğinin farkına varıncaya kadar de­vam eder; aynen hamile bir kadının, karnında taşıdığı ço­cuğun fonksiyonlannı üstlenmeye çocuk doğuncaya kadar devam etmesi gibi. Belki de kozmik realite şuuru içine do-

(*) M.Hop e, I ıe Psychology oj Ritual, s. 291.

ğuşumuz için zaman yaklaşmaktadır ve sancılarını yaşaya­rak ve üstesinden gelerek, zamanın realitelerini bütün ima ettikleriyle idrak edeceğiz.

ZAMAN, ANTİMADDE ve PSİŞE

Bir öğrencimle yakınlarda yaptığım bir konuşmada bana, bir parçacığın, antiparçacığı tarafından devre dışı bı­rakıldığı bir ortamda, madde/antimadde fenomenleri ile metafiziksel bir paralel kurup kuramayacağım sorulmuştu. Parçacık ve antiparçacığın daha önce var olduğuna dair tek kanıt, oluşum esnasında birikmiş olan küçük bir enerji cebiydi (yani gamma ışını) "Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kaymaları ve Kapsülleri" adlı bölüme bakınız). Paul Davi- es'e göre, bilim adamları şu gerçekle şaşkına dönmüşlerdir: Evren, neredeyse %100 oranında maddeden oluşmuştur ve antimadde, yokluğu ile dikkati çekmektedir. Benim buna metafizik cevabım şu olacaktır: Fiziksel varoluş dünyaları­na zincirli olduğumuz sürece (Budistler buna "Karma Te­kerleğine zincirli olma" veya benim referans terminolojime göre ise ayru zaman devresinde dönüp durmak veya yuka­rı ve aşağı gitmektir), antibenliğimiz veya antiparçacığımız ile karşılaşmamız imkân dışıdır. Bunun sonucunda da, biz- lerin parçacık/dalga durumları, kendi yarılarıyle irtibatta olmadıklarından, dokunulmamış olarak kalırlar.

Yine de, er ya da geç, psişelerimiz yeterince olgunla­şacak veya kozmik biçimde şuurlu olacaklardır ve bizim, madde dünyalarını (özellikle maddî/fiziksel durum ile bağlantılı olan zaman devrelerini) terk etmemize izin vere­ceklerdir. İşte o zaman bizlerin antiparçacığı, bir görüntü­ye bürünecektir. Bunun sonucunda da bizlerin parça- cık/dalga durumu yok olacak, kendini belirli bir şekilde veya belirli bir frekansta tezahür ettirme gereği kalmadı-

ğıııdan, sadece, fiziksel hayat okulundaki öğrencilik kaydı­nı gamma işareti şeklinde bırakacaktır. Parçalanışından önceki tam holograma eşit bir şekilde görülecek olan temel Öz, belki de antiparçacığmı elinde tutmaktadır. Bu elde tu­tuş da, kendi ikizinin madde evrenleri içindeki yolculukla­rından dönüşüne ve yeterli derecede aydınlanıp veya koz­mik açıdan şuur sahibi olup, birleşmeyi hak edinceye ka­dar devam eder. Bu teori; Gnostik Hristos/Sophia hikâye­sinden, ayrılmış Nommo ikizlerinin semavî eşleri ile tekrar birleşmek için giriştikleri ebedî arayış hakkmdaki Dogon inancına kadar değişen mistik öğretilerde ortaya atılmıştır. En sonunda, eşiyle karşılaştığında ise, aşkın bireyselleşme- yi yaşar ve bir metafiziksel şuur olarak olgunlaşmış bir varlık olduktan sonra ise, tekrar dönmemek üzere madde dünyalarını terk ederler. Eskiler işte bu prensipten andro- jin (hem eril hem de dişil olma) kavramını ortaya çıkarmış­lardır ve hepimiz, başlangıçtaki bu birleşik durumdan or­taya çıkmışız ve en sonunda da ona döneceğiz.

ZAMAN ve "ALTINCI HİS"

"Benliklerimizin"; bazı bölümleri (Zohar'a göre dalga bölümü) Dış Zaman içinde şuurluluk durumunu yaşarken, diğer bölümleri (parçacık bölümü) madde dünyalarının gözlenebilen gerçekliğini tecrübe eden kuantum faktörleri olduklarım varsayarsak, şöyle bir varsayımda bulunmak acaba mantıklı olmaz mı? Bizlerin yerel olmayan dalga ya­nımız, bütün diğer hayat biçimlerinin dalga yanları ile irti­bat sağlayamaz mı? Kuantum mekaniği göstermiştir ki, büyük bir mesafe içinde ayrı tutulmuş olsalar bile, belirli koşullar altında, bir parçacık çifti birbirinden tamamen ba­ğımsız olarak düşünülemez (bu, bir biçimde matematiksel olarak uygun biçimde ifade edilebilir). Aynı şekilde, Ver-

mont'taki Montpelier Üniversitesinde gerçekleştirilen de­neyler de ağaçların birbirleriyle irtibatta bulunduğu konu­sunda önemli bilimsel kanıtlar sunmuştur. Buna Rupert Sheldrake'in "morfik rezonans" teorisini de eklersek, gö­rüntü daha net hâle gelir.

Bir yüzyıl önce saygın fizikçi Lord Kelvin, altıncı hisse inanıp inanmadığı sorulduğunda, "inanıyorum" dediğinde çağdaşlarını şaşırtmıştır. Hiç inanmadığı okült fenomenle­re değinmiyordu tabiî ki. Onun tahminine göre, içimizde belki de manyetik alanları kavrayacak bir yetenek vardı. Radyasyon sonucu X-ışmları, gamma ışınları ve diğer koz­mik fenomenlerden etkilendiğimiz keşfedilirken, son araş­tırmalar da Kelvin’in fikrini teyit etmiştir. Saygıdeğer pro­fesörler, psi çeşidinden ekstra bir duyu hakkında, inançla­rında değişiklikler yaptılar. Örneğin John Taylor, kendi de­neylerinin kanıtları ile geçici olarak ikna olmuştu fakat bu­nun, bilim tarafından bilinen kuvvetler tarafından açıkla- hamayacağı sebebiyle ilk görüşünden vazgeçti. Öbür taraf­tan Profesör John Hasted, The Metal Benders (Metal Bükü­cüler) adlı kitabında psikokinezi hakkında bir dolu kanıt üretti. Oysa psikokinezi, psikolojik fenomenlerin yalnızca bir örneğiydi. Birsürü bilim adamını kaygılandırması gere­ken (bu konuda tabiî ki metafizikçileri de) soru şu olmalı­dır: Bütün bu cansız nesneler, durağan hayat biçimleri ve küçük parçacıklar, eğer iletişim işiyle meşgul iseler, o za­man çizgilerimiz neden ve ne zaman kesişir? Cevap tabiî ki iletişim hâlinde olmadıklarıdır. Öyleyse, niçin bu büyük gizem?

Benim inancımda olan birsürü bilim adamına göre, ruhsal/fiziksel, süperşuurlu/şuurlu benliklerimiz (eğer tercih ederseniz, dalga/parçacık kuantum yanlan diyebi­lirsiniz), doğal olmayan bir biçimde ayrılmışlardır. Seyyal bir ikiye bölünme oluşmuş ve fülen ikiye ayrılmışız. Bu,

asırlardan beridir felsefî, sosyolojik ve dinsel kaynaklar ta­rafından gerçekleştirilen negatif programlama sonucu oluşmuştur; hele dinsel etki belki de çoğumuzda en ağır basan faktördür. Kendi dalga nitelikleriyle veya Dış Za­man dalga bantlarında hareket eden diğer zekâlar ile irti­bata geçme eğilimi gösteren birkaç kişi; hâkim felsefî veya ruhban akıma göre, ya iyi ya da kötü gitmiştir. Örneğin es­ki zamanlarda, kadın kâhinler saygı görürlerdi ve hiçbir imparator, kral veya lider, böyle bir kâhine danışmaksızın bir savaşa girmeyi göze alamazdı. Hristiyanlık dalgaları dünyada yayılmaktayken, Engizisyonun parmağı hedefi buldu ve "Psi"ye eğilim gösterdikleri gerekçesiyle milyon­larca masum insan korkunç şekilde öldürüldü. Cadı avına bugün hâlâ devam edilmektedir; muğlak biçimde de olsa mistisizm, metafizik ve hatta psikoloji ve bilim ile ilgilenen herhangi bir kişi, dinci fanatikler tarafından "Şeytan ile iş­birliği içinde" (ne anlama geliyorsa) bulunduğu gerekçe­siyle hâlâ suçlamyor. Bilgisini ve farkındalığmı genişletme­si için zihne hiç yer bırakmayan ve gezegenimizin yaşı ve nasıl var olduğu gibi saptanmış gerçeklerin varlığını inkâr eden herhangi bir rejim veya inanç, özgürlük ve özgür ira­de adına sorgulanmalıdır. Kabul etmemiz gerekir ki, insan­ların kendi inançlarına sahip olmaya hakları vardır; fakat bu inançları hile veya zorla başkalarına kabul ettirmeye ge­lince, bunun bir mesafesi olmalıdır. Öyle zannediyorum ki, şu cümleyi söyleyen, en son Amerikan başkanlarmdan biri idi: "Diğer herkesin özgürlüğü, yüzümün on beş santim ötesinde, durur."

ZAMAN ve ÖZGÜR İRADE

Özgür irade sorusu, geçmişte ve şu anda, bilhassa Fransız filozofu Henri Louis Bergson (1859-1941) gibi bir-

sürü büyük düşünür için bir mücadele alanı oluştur­muştur. Prof. Bergson'un felsefesinin ana teması, hayat gü­cü ile maddî dünya arasındaki zıtlıktır ve bu teoriyi, çok iyi bilinen Time and Free Will (Zaman ve Özgür İrade) adlı eserinde ileriye sürmüştür. Ayrıca, insanın gerçeği kavra­masında, rasyonel zekâya muhalefet eden sezgiye de önemli bir rol yüklemiştir. Bergson şöyle diyordu:

... iki ayrı benlik. Bunlardan biri diğerinin dış projeksiyo­nu, uzamsal ve sosyal temsilcisidir. Birincisine derin iç gözlemi sonucunda ulaşırız ve bu, canlı şeyler olarak bizleri, iç hâlle­rimizi; sürekli oluşan ve ölçüye vurulamayan hâller olarak algı­lamamıza götürür. Bu hâller birbirlerinin içinden geçer ve bun­ların birbirini zaman içinde takip etmelerinin, homojen uzay içindeki bitişme ile hiçbir ortak noktası yoktur. Fakat kendimizi kavradığımız anlar çok seyrektir ve dolayısıyla çok seyrek olarak özgiiriizdür. Kendimiz dışında yaşadığımız zamanın büyük bö­lümünde, kendimizden çok ender olarak herhangi bir şey algıla­yabiliriz; yalnızca kendi hayaletimiz olan, homojen uzay içinde saf şiire projeleri olan renksiz bir gölgeyi algılayabiliriz. Hayat­larımız, zaman içinden ziyade uzay içinde yayıldığından, bizler kendimizden çok dış dünya için yaşarız; düşünmekten çok konu­şuyoruz; hareket etmekten çok " hareket ettiriliyoruz". Özgür bir şekilde hareket etmek, bir kimsenin kendi hâkimiyetini tekrar el­de etmesi ve kusursuz bir sürece tekrar geri gelmesidir.(*)

Bu pasajında Bergson, yarıuyamk olan bireyselleşme­miş kişinin hem dış manipülasyonunu (aldanmasını) hem de bazıları tarafından birkaç kişinin isteklerinin diğer bir- sürü insan üzerine empoze edilmesi sonucu ortaya çıkmış olarak görülen şuur ve süperşuur benlikleri arasındaki ay- nmı özetler. Acaba bir kez enkarne olduktan sonra gerçek­te ne kadar özgür iradeye sahibizdir? Bu konudaki görüş­ler doğal olarak çeşitlilik arz eder. Bir ezoterik düşünce

(*) H.L.Bergson, T/mtf atid Free Will, s. 231-2.

okuluna göre, özgür irademiz, enkarnasyona girmemizden önce tatbik edilir. Bu konu üzerinde fikri sorulan, şu, teo­rik kedisi çok ünlü olan Erwin Schrödinger şöyle yazmıştı:

Belki de ilân edilmiş olan belirsizlik; Tabiat Kanununun belirlenmemiş olarak bıraktığı olayları özgür iradenin belirleme­si biçiminde bir boşluğa özgür iradenin adım atmasını sağlar. Bu umut, ilk bakışta, açık ve anlaşılabilirdir.(*)

Schrödinger, gerçekten de bu konu üzerinde, daha ön­ce adı geçmiş olan Kuantınıı Soruları'nda yer almış olan ve Neden Fizik Konuşmuyoruz adını taşıyan yazıda, geniş bir şekilde yorumda bulunmuştur.

Determinist evren görüşü, bütün şeylerde önceden saptanmış model fikrine yatkındır ve bu, astrolojide teyit edilmiş gibidir; gezegenlerin doğumdaki pozisyonu, belirli bir hayatta ne olacağı konusunda belirleyici bir faktördür. Öbür taraftan birsürü astrolog, doğum haritasını, bu haya­tın krokisine (karma) uygun birtakım araçlar şeklinde gö­rürler; biz bunu ya geliştirir ve dikkatlice kullanırız veya ihmal eder ve karmik sonuçlarına katlanırız. Ne de olsa, sağlığımıza olumsuz yönde etki ettiği kesin olan uyuşturu­cu, alkol ve yiyeceklere hayır diyebilme özgür iradesine sa­hibiz. Her ne kadar kibar, müşfik veya vahşi ve kötü olma­yı seçebilirsek de, Bergson'un gözlemlerine göre, çoğumuz bu hakkı kullanmakta başarısızız çünki yakın ihtiyaçları­mızın ötesinde düşünecek derecede şuurlu değilizdir.

Herhangi bir inancın, disiplinin veya eylemin seçilme­sinde uygulayabileceğimiz düşünce güçlerimiz konusun­daki belirleyici faktör, içinde doğduğumuz veya üstlenme­yi seçtiğimiz şu andaki müştereklerin içinde ağır basan eğilimlerdir. Kolektif davranış psikolojisi, diğer kitaplarda üzerinde yorumda bulunduğum bir konudur. Fakat za­man ve özgür irade ile bağlantılı olarak şunu söylemek ye- terlidir ki, birsürü insan kendini, kolektivizmm hapseden (*) Quantum Qucstions, Editör K.Wilmer, s. 80.

ve bazen de boğan bağlarından kurtarmayı başaramaz. Bi­reyselliklerini tatbik edecek yerde, kolektif olarak hareket ederler; halbuki bireyselleşmiş kişilik, kalabalıktan gerekli kopuşu başarır ve kendi özgür irade ifadesini kurar ve böylece zaman enerjileriyle uzlaşır. Kolektif düşünce ve hareket fenomeni, birsürü meşhur bilim adamı ve psikolog tarafından gözlenilmiş ve üzerinde yorum yapılmıştır. Bunlar arasında Lyall YVatsoıı, Elias Canetti ve Rupert Sheldrake'i belirtebiliriz.

Aynı zamanda öyle görünmektedir ki zamanın saati, mecazî anlamda saati çalarak bildirir ve yalnızca belirli aralıklarda, bu belirli hayat için seçilmiş olan krokiyi bizle- re hatırlatır. Aradaki altmış dakika içinde ne yapacağımız, özgür irademize bağlıdır - bu ayrıcalığı kullanmayı seçtiği­mizi varsayarsak. Ve önhayatımız (dalga-benliğimiz?) biz- lere önemli bir karar almayı veya belirli bir zamanda be­denlerimizi boşaltmayı emrederse, zamanın çanları uygun biçimde çalacaktır.

ZAMAN BEDENLERİ

Ezoterizm öğrencileri, bilim adamlarını rahatsız eden bir kelime anlamları dizisini kullanmaya eğilim göstermiş­lerdir, halbuki sıra kuantum dünyalarına gelince, her ikisi de temelde aynı şeyleri söylüyor hâle geldiler. Gençliğim­de bana, fiziksel bedenin eterik, astral, mantal, kozal ve ruhsal karşılıklarının bulunduğu söyleniyordu ve bunlara, bizim madde diye adlandırdığımız, donmuş enerji sınırlan dışındaki birsürü varoluş plânlarıyla iletişimde bulunmak için ihtiyaç vardı. Aslında, bu gizli "bedenlerin" tam bir di­zisi kendilerini değişik mistik öğretilerde ortaya çıkarmış­lardır. Örneğin Eski Mısır'ın Sahu, Khu, Ba ve Ka'sı.

Bu ayrımlarla ilgili olarak genelde kabul edilmiş olan

metafiziksel görüşe hiçbir zaman inanmadım ve bunlan; psişenin başka boyutlarda, zaman bölgelerinde veya para­lel evrenlerdeki tezahürlerine uygun referans deyimleri olarak görmeye eğilimliydim. Oysa bu konudaki eski Mısır Ammonit öğretileri, kuantum dünyalarından gelen kanıt­ların ışığında, anlam ifade ediyor gibidir. Yani nasıl bura­da, dünyada ayrımlar varsa, hiç şüphe yok ki, uzay-zaman içinde de farklılıklar vardır. Hepimiz bireysellikleri değiş­mesi pek mümkün olmayan bireysel varlıklarız, çünki dal- ga-benliklerimiz ya uzaktaki bir galaksiyle ya da Stonehen- ge'deki monolitler ile iletişimde bulunuyor diye değişmesi pek muhtemel değildir!

Benim kavradığım kadarıyla, evren içinde, sonsuz bir frekans aralığı var. Burada, Big Bang ile bağlantılı görüne­bilir evrene değinmiyorum. Daha ziyade bizlere tek başına bir parça şeklinde görünmeyen (ve dolayısıyla diyalektik düşünürler tarafından reddedilen) ama benliklerimiz veya kuantum-dalga yönlerimizin, üzerinde anlaşmaya varabi­lecekleri bütün bu seyyal boyutlara değiniyorum.

Ammonitler ile fikir birliği içinde olduğum nokta, bu ayrıcalığı kullanma yeteneğimizin, kozmik farkmdalık se­viyemize bağlı bulunmasıdır veya Ammonitlerin ifade edebileceği gibi, kendi becerilerimizle Khu, Sahu veya Ba'yı kazanıp kazanmadığımızdır. Sonuçta, bunların hepsi de aynı şeyi oluştururlar.

Yukarıda belirtilmiş olan evrensel çok-frekanslılıklar arasındaki temel ayırıcı faktörün, hız olduğu görülmekte­dir; ve parçacıklar, bazı seviyelerde diğer seviyelerdekin- den daha hızlı hareket etmektedirler. Bu teoriyi kanıtlaya­cak bilimsel kanıta şu anda sahip değilim fakat aklıma şu geliyor: Bir atom veya parçacık ne kadar hızlı hareket eder­se, frekansı o kadar ince ve o kadar algılanamaz olur. Dola­yısıyla süratli hareket eden frekanslar ile irtibatta olabil-

mek için, çok ileri derecede bulunan bir duyarlılık gerekli­dir; oysa sağ ve sol beyin yarım küreleri arasındaki gerçek­ten sağlam bir birlik (yoksa bireyselleşme mi?), doğru bir bilginin bu ince dalga bantlarından, "gerçek" düpya ile bağlantılı daha yoğun madde bedenlerine taşınması için bir önkoşuldur. Buna semantik problemini de eklersek (uygun referans deyimleri olmaksızın soyut olanı nasıl ta­rif edebiliriz), o zaman psişizm ve dinsel ilham adına ne­den bu kadar karışık kavramların ortaya atıldığını anla­mak kolaylaşır. Görebildiğim kadarıyla bilim, özellikle bil­gisayar ve kaos araştırmaları alanlarmda, kendi dağarcığı­na itaatle katkıda bulunmaktadır.

Belirli bir inancın veya felsefî düşünce okulunun bir sempatizanının, değiştirilmiş şuur hâlleri altındayken, kendi tecrübelerini bu inancın prensiplerine bağlama eğili­minde olması kulağa anlamlı gelmektedir. Örneğin bir Pa­gan, güzel bir kadın "vizyonu" ile karşılaştığında, bunu he­men Dünya Ana, İsis veya Demeter ile ilişkilendirecektir; eğer bu kişi Cadılar kültünde ise, o zaman "vizyon" Aradia veya Artemis olacaktır. Katolik biri Hazreti Meryem tara­fından ziyaret edildiğine yemin edecek; Hindu ise, kendini gösteren Sarasvati'nin varlığından bahsedecektir. Görünen o ki, Dış Zaman tecrübelerimizin tualini, maddî uygunluk boyaları ile renklendiriyoruz. Bütün bunlar, bir kişinin "uygunluğunun" birdenbire bir dogmalar dizisi biçiminde diğerlerinin üzerine çullanmasına kadar iyi ve güzel şey­lerdir. Ve bu, bizleri dikenli bir polemik konusuna getiri­yor - tutucu din.

DİN ve UZAY-ZAMAN

Mısırlı Ammonitlerin tarifine göre din, "gerçekte, bir kişiye, seçmiş bulunduğu hedeflerinin gerçekleşmesinde

yardımcı olan günlük aksiyonlar, düşünceler rejimidir..." (*); aynı zamanda dinin, grup iştirakinden oluşan'bir sere­moniden çok, hem bireysel hem da grup tecrübesi olduğu­nu ve ağırlığın bireyde bulunduğunu da dikkatle vurgula­maktadırlar. Bu, dualarını papağan gibi tekrarlayan, kul­landıkları metinlerin orijinlerine ve anlamlarına ne dikkat eden ne de ilgi duyan, popüler Batı dinsel seremonilerin­deki katılımcılardan çok değişiktir. Bütün dinler, zaman içinde belli bir noktada kurulmuştur ve eğer bir kimse, bu oluşumla aynı zamana düşen tarihsel olaylara bir göz atar­sa, başarılarının arkasındaki sebep açıkça ortaya çıkar. Fa­kat zaman ilerliyor ve dünya koşulları değişiyor. Her ne kadar belirli temel ilkeler, Aldebaran, Sirius, Orion bölge­lerinde geçerli iseler de, asırlar önce dünya üzerinde ko­nulmuş olan kural ve düzenlemelere uyum sağlamaları pek muhtemel değildir.

Dine değinmenin ortaya çıkarttığı soru, "Tanrı",, bütün bunların neresine uymaktadır sorusudur. Guardian gazete­sinde düzenli yayınlanan İnançla Baş Başa adlı yazıda (28 Mayıs 1990), psikolojik danışman Dr. James Hemming bazı olasılıkları araştırdı. Bunlar arasında, uzaya uygun biçim­de adımımızı attığımızda bulabileceğimiz imkânların ne olabileceğinin yanı sıra, değişik dünya dinleri liderlerine yöneltilmiş etkileyici sorular da vardı. Ayrıca başka yerler­de hayat bulunma olasılıklarının matematiksel olarak kı­saldığı ve dünya dışı hayatın var olduğuna karşı iddiaların yavaşça çökmekte olduğu üzerinde yorumda bulundu. Kendini kopyalayan molekül, artık, sağlıklı ve şartlar uy­gun olduğunda gelişme olasılığı yüksek biçimde görül­mektedir. Sir James Lovelock ve onun görüşlerini payla­şanlar, ilk hayat geliştiğinde, onun, daha ileri gelişimi için gerekli atmosferi ortaya çıkardığım savunurlar ve böylelik-

(‘) The Ammonite Teachiııgs.

le hayatın aksi yöndeki gezegensel şartlar altında gelişe- meyeceği fikrine karşı çıkarlar. Buradan çıkan sonuç, haya­tın, kozmosta potansiyel hâlde olduğu ve değişik yer ve şekillerde ortaya çıkabileceği olasılığının yüksek olduğu­dur.

Kopernik, Kepler ve Galile'nin buluşları, dünyayı, teo­logların desteklediğinden daha değişik bir perspektif için­de gösterdiklerinde, meydana gelen zulümleri göz önünde bulunduran Dr. Hemming (hiç şüphe yok ki daha birçoğu) doğal olarak şu soruyu soruyor: Günümüz teolojisi, dün­yanın, birçok dinin asırlardan beri inandığı biçimde "Bir ve Tek İlâh"ın imtiyazlı rehberliğinde olan eşiz bir yer olma­dığı fikriyle nasıl başa çıkabilir? Hemming, bu konuyu, de­ğişik büyük dinlerin temsilcileriyle konuştu. Bir din adamı, diğer dünyaların da "kurtuluş" kavramı içinde bulunabile­ceği olasılığı konusunda şaşkına döndü; diğer bir Hristi- yan inancının temsilcisi ise şöyle bir görüş belirtti: Dünya belki de kutsal bir sırrın ortaya çıkarılması için seçildi ve "iyi haberleri" etraftaki galaksilere ve evrendeki diğer yerlere taşıma yükümlülüğünü taşıyordu.

Roma Katolik görüş ise, dünyanın, kurtuluşa ihtiyaç duyan düşmüş bir gezegen olduğunu ve böylece, başka dünyalara yapılacak bu türden bir ziyaretin, o gezegenle­rin de düşmüş olup olmadıkları fikrine bağlı olduğu etra­fında odaklaşır. Bir Musevî din lideri ise, bu diğer dünya­ların "Tanrı'mn.yüce ihtişamına katkıda bulunduğu" fikri­ne katılıp, Musevî inancının zaten her zaman için kozmik bir yönelime sahip olduğunu ileri sürmüştür. Musevîlerin seçilmiş bir ırk oldukları konusunda hiçbir problemi yoktu çünki bu sadece, dünya üzerindeki belirli bir yükümlülüğe değiniyordu. İslâm dininin temsilcisi de ortada bir prob­lem görmeyip, Musevî dini lidere katılarak, İslâmî inancın da her zaman bakış açısının kozmik olduğu görüşünü ileri

sürmüştür. Oysa Hemming'in, İslâmırı, Peygamberin (Hz. Muhammed) değişik versiyonlarının, değişik dünyalarda tezahürünü kabul edip etmeyeceği konusunda şüpheleri vardı. Hemming yazışım şu sözlerle bitiriyor:

Kolejlerin ve ilahiyat fakültelerinin çatılarının altında, çağdaş sorulara ne türden çözümler ortaya atılırsa atılsın, bun­lar sıradan insanlar tarafından paylaşılmıyor. Bu insanlar gele­neksel dogmalarla baş başa bırakılmışlar ve önlerinde yeni bir kozmos görüşü açılıyor ama bununla, dogma birbirine pek de uymuyor. Çözüm, tabiî ki dogmaların çoğunun atalardan kal­mış olduğunu kabul etmek ve bunun yerine büyük dinlerin po­zitif öğretilerine yönelmektir.

Örneğin, İnciller, kötü ve cehennem ateşi eklerinden arın­dığında, Yeryüzü gezegenini korumanın kaçınılmaz yükümlü­lüğüne sahip bir nesil için bilgelik gösteren zenginliktedir. Aca­ba dogmayı dogma ile karşı karşıya getirmeyi bırakıp, uzay için­deki küçük ve güzel adamızdaki hayat kalitesini yükseltme za­manı gelmedi mi?(*)

Çok cesur sözler bunlar, Dr. Hemming ama korkarım ki dogma duvarlarının temellerini sarsmak çok zordur; bu, özellikle, bu türden esnemeyen ve aşırı inançlar, kalplerin­de ve zihinlerinde temel bir psikolojik malzeme oluşturan kişiler için geçerlidir.

ZAMAN ve TANRI

Sir James Jeans, evrene, bir Büyük Düşünce demekte­dir. Diğer bilim adamları ise, evreni, bir zaman makinesi veya büyük bir bilgisayar şeklinde görmüşlerdir. Eğer bü­tün hayatın merkezinde bir Zekânın var olduğunu varsa­yarsak, onun Doğası nedir acaba? Bu gerçekte, hiçbirimi­zin kesin olarak bilmediği bir şeydir. Bu bir düalizm (iki- (*) The Guardian 28 Mayıs 1990.

lik) - sürekli bir çarpışma içinde olan Kaos ve Düzen - ola­rak görülmüştür ve bu, belirli bir dereceye kadar kuantum dünyaları hakkındaki bilgimiz ile uyum içindedir. Kaos yanı, Belirsizlik Prensibi veya dalga yanı ile eşittir ve Dü­zen de, parçacık veya parçacıkların gözlenebilen tezahürle­ri ile eşittir. (Ama Zaman da aynı şekilde hareket eder! Bu konudan ilerki bölümde daha fazla bahsedeceğiz.) O, her ne ise veya her nerede ise, şu varsayımda bulunmak mantıklı görünüyor: Bu, bütün sonsuz evrenlerin içinde bulunan şeyleri içermeli veya en azından bunlara anında erişebilmelidir.

Çocukluğumda, Tanrı'ya neden her zaman eril bağ­lamda değinildiğini merak etmişimdir. Bize söylendiğine göre o, bizlerin babası idi. "O zaman annemiz kimdir?" di­ye sorduğumda, bana verilen cevap "Anne yoktur, yalnız­ca Baba Tanrı vardır." olmuştu. "Fakat bu mantık dışı!" di­ye itirazda bulundum. Bunu söylediğim için ceza aldım ve bana "şeytanî bir zihnim" olduğu söylendi. Başka bir deyiş­le, kurulmuş olan inançları sorgulamak cüretinde bulun­muştum. Feministler, Yüce Varlığın dişil olduğuna inanır­lar. Bu görüşlerini desteklemek üzere, tutucu bünyelerin eril fikrini desteklemek için sunduklarından daha mantıklı kanıtlar ileri sürerler. Fakat sonuçta, hiçbirimiz bunu ger­çekten bilmiyoruz ve ne olacağını beklemek ve görmek, bence en iyi yoldur. Ölümden hiçbir korkum yok ve Za­man kapımı çaldığında, merakla ve yaşlı dadımın öğüdü­nü izleyerek "kara deliğe" gireceğim: "En iyisini ümit et, en kötüsünü bekle ve geleni al!"

BİR ENERJİ OLARAK ZAMAN

Olayların tesadüf yanlan -alternatif olasılık dünyala­rı- kuantum mekaniği ve istatistiksel olasılık. Hepsi ayrılmaz bir şekilde birbiriyle iç içe geçmiştir...

JOHN GRIBBIN (*)

Bu kitabın daha önceki bölümlerinde, gerçek doğaları­nı açıklamaksızın zaman enerjilerinin fiziksel, psikolojik, doğa ötesi ve aşkın tezahürlerinin birkaçına değindim. Bü­yük Birleşik Teorinin olasılığım düşündüğümüzde; kütle çekimsel, elektromanyetik ve nükleer alanlardan kaçınıl­maz olarak söz edildi ama bunların her biri, çeşitli süreçle­ri esnasında zamanı gerçekten kullanmakta mıdırlar? Her­hangi bir kesin sonuca ulaşmazdan önce, zamanın madde üzerindeki açık etkilerine yakından bir göz atalım ve ayrı­ca enerjilerinin, şuuraltı ve süperşuurun daha az algılana­bilen fakat eşit derecede ilgili alanlarına değinelim.

ZAMAN ve MADDE

Ana rahmine düştükten doğuma kadarki 9 aylık bir süre içinde, küçük bir cenin, yeni bir insan şekline dönü­şür. Tıpkı bütün diğer hayat biçimlerinde olduğu üzere, doğal olarak gebelik dönemleri her türde değişiklik arz eder. Doğar doğmaz büyümeye başlarız ve sağlığımız mü-

(1)    J.Gribbin, Tiıııeıvarps, s.158.

saade ettiği sürece zamanın sarkacı ile birlikte dengenin en uç noktasına kadar gideriz ve bu, bizlere tam bir olgunlu­ğun güç ve enerjisini bahşeder. Bugün kuantum mekaniği­nin kabul ettiğine göre, bütün parçacıklar gerçekte dalga­lardır ve bir parçacığın enerjisi ne kadar yüksek ise, karşı­lık teşkil eden dalganın uzunluğu da o kadar kısadır. (*) Bunu metafizik diline aktaracak olursak, şu anlama gelir: Ne kadar materyalist olursak, üstün veya aşkın benlikleri­mizin varlığının farkına o kadar az varırız. Zaten genelde bizim en iyi fiziksel (parçacık yönelimli mi?) günlerine kar­şılık teşkil eden hayatlarımızın "rasyonel" veya orta döne­mi, genellikle dünya işlerine en fazla girmiş bulunduğu­muz zamandır. Ancak sarkaç, "düzenin" en uç noktasına ulaştığında, kaosa doğru geriye gitmeye başlar. Eski za­manların bilgeleri gözlemlerinde; çocukluk ve ilk gençliğin içgüdüsel yeteneklerimizin gelişimi ile, olgunluk ve orta yaşın rasyonelliğimiz ile ve ileri yaşın da sezginin işgali ile (gerçek mistikler, istisnadırlar) tesadüf ettiğine çok çabuk dikkat etmişlerdi. Dişil-yönelimli toplumlarda bu aşama­lar; Bakire, Ana ve Kocakarı şeklinde ele alınmıştır.

Doğduğumuz andan itibaren zamanın enerjisi ile kar­şı karşıya geliriz ve kurtuluşa ulaşmak için de zamanı it­memiz gerekmektedir. Eğer bunu yapmayı başaramazsak o zaman ölüm bizi otomatik olarak zamansızlığa götürür ve burada "beyaz bir deliğin" içine yerleşip madde dünya­sında ortaya çıkıncaya kadar kalırız. Ve böylece mücadele­lerimize devam ederiz ve bir süre için zaman ile karşılaş­mamız bizleri canlandırır. Aynen galip geldiği bir savaş alanından gelen genç bir savaşçı gibi, gençliğimizin ve ol­gunluğumuzun en parlak döneminde yeriz, içeriz ve mut­lu oluruz. İşte sürekli bir itiş kakıştan yorgun olduğumuz bir an, kaçınılmaz olarak zaman gelir ve bizlere yavaşça

(*) S.Hawking, A Brief History of Time, s. 65-6.

hâkim olur. Bedenlerimizin molekül yapısını aşamalı ola­rak gevşetip, "ileri yaş" dediğimiz şekle dönüştürür. Zama­nın strateji kurnazı yaşlı generali olan entropi, en sonunda galip gelir ve bedenlerimizi oluşturan molekül yapı, atom­lar ve parçacıklar, tekrar dönüşüm için evrene dönerler ve psişemiz veya parçacık/dalga yanımız tekrar zamansızlık durumuna girer. Hangi açıdan bakarsanız bakın, bütün oluşum içindeki hâkim faktör, zamandır.

Fiziksel koşullara bağlı olarak zaman enerjileri, farklı yoğunluk arz ederler. Büyük Birleştirici Teori için büim ta­rafından uygun adaylar olarak düşünülen ana güç kaynak­ları -kütle çekimi, nükleer enerji ve elektrodinamik-, belirli bir andaki maddenin hayat süresi için belirleyici faktörler­dir. Lederman ve Schramm dört katlı bir bölüm öneriyor­lar. Daha önce bir gezegenin dışında, güçlü bir çekim ala­nında, uzay aracının içinde bulunan bir kişinin, bu gezege­nin yüzeyine yaklaşan oğlundan daha yavaş ihtiyarladığı­nı görmüştük. Aynı şekilde nükleer veya elektromanyetik enerjiler, çılgın bir şekilde serbest bırakıldıklarında, hayata etkileri korkunç olur. Aynı zamanda bu enerji kaynakları­nın uygun bir şekilde kullanıldıklarında nasıl yararlı olabi­leceklerini düşünelim. Dolayısıyla enerjinin bu tezahürleri­ni, zamanın "oluşları", zaman ordusundaki kıdemli me­murlar veya aynen Yunan tanrıçaları Temis ve Nemesis gi­bi hem adaleti hem de cezayı dağıtan zaman hizmetçileri olarak düşünelim. Zaten, gezegenimizin tarihinin göstere­ceği üzere, doğa kanunlarının ihlâli er veya geç zamanın hiddetine yol açar.

Daha teknik düşünenler için, bu aşamada belirtmek gerekir ki, genel olarak zamanla veya fizikle ilişkili olarak kuantum mekaniğinin, evrensel bir rol modeli olarak ge­çerliliği konusunda bütün bilim adamları memnun değil­dirler. Bunlar arasında en ünlüsü Oxford matematikçisi

Roger Penrose'dir. Bu matematikçi, düşüncesini kara delik­lerin ve kozmolojinin ayrıntılı incelemelerine dayandırır:

Kııantum mekaniğinin mevcut geleneksei formülasyonu konusunda çok derin bir tatminsizlik var; formülasyon iki adet tamamen ayrı evrim modelini barındırıyor: Biri Schrödinger'in denklemine göre tamamen determinist, diğeri ise olasılığa daya­nan bir çöküş. Geleneksel teorinin en büyük zayıflığı, kişiye, bir evrimsel şeklin bir diğerine muhtemelen ne zaman yol açacağını söylemiyor olmasıdır. Tek söylediği, bir gözlem yapılmazdan ön­ce, oluşacak olmasıdır... Eğer haklıysam, o zaman Schrödinger' in denklemi bir şekilde düzeltilmelidir.(*)

Penrose ayrıca, kütle çekiminin, dalga fonksiyonunun yok olmasında bir rol oynadığı konusuna tamamıyla yeni bir öneri getirir. Bu öneriyi kabul etmekte hiçbir zorluk çekmiyorum; zaten bu öneri, zamanın, bir enerji olarak metafizikse! bir kavram olmasına müdahale etmez, hatta kıymetini arttırır. Kütle çekiminin etkisi, maddeyi kesinlik­le ön plâna çıkarmaktadır. Dolayısıyla çekim ne kadar güç­lü olursa, metafiziksel veya psikolojik karşılıkları anlamın­da ele alındığında, parçacık ve dalga fonksiyonu arasmda uçurum da o kadar geniş olur. Yani zaman, bizleri madde dünyasında hapsettiğinde, madde ne kadar yoğun ise, aş­kın benliklerimiz ile temasta bulunma olasüığı da o kadar azdır. Ancak zaman, değişik yoğunluklarda tecrübelerde bulunmamızı da emrettiğinden, bütünsel gelişmemiz için bu izolasyon gerekli olduğunda, evrimsel devirlerimiz içinde açık bir şekilde periyotlar bulunmalıdır.

Zaman konusunda Ilya Prigogine şu yorumda bulun­muştur: "Belirli bir bilgi birliğine mi ulaştık yoksa bilim, çelişkili öneriler üzerine dayanan değişik parçalara mı ay­rılmıştır? Bu türden sorular bizleri, zamanın rolünü daha iyi bir şekilde anlamaya götürecektir." (**) Penrose gibi, (*) P.Davies, The Cosmic Blueprinl, s.171.

(2)    ) P.Coveney ve R.Highfield, The Arrow of Time, s.293.

Prigogine de belirli kuantum teorilerini sorgular. Fiziğin mikroskopik kanunlarını değiştirmek için bir öneri sunar­ken şunları vurgular: "...Mekanik kanunlarının tabiatında bulunan zaman simetrisi, formüle edildikleri üzere, kar­maşıklığın zaman-asimetrik büyümesinden asla sorumlu olmayacaklarını ima etmektedir." (*) Buna karşılık, dina­mik yasalarında bir değişikliği önermektedir. Burada ku- antum mekaniği hatırlatan, yaradılıştaki indeterminizmi sunuyor ama biraz daha ileriye giderek, açıkça zamanı asi­metrik bir şekilde ele alıyor. (**) Basit bir dille söyleyecek olursak, atomaltı dünya ile bağlantılı olan kaos, en sonun­da kendi kendini organize etmektedir. Oysa bu oluşum es­nasında, zaman okuna bağlı olarak, hem simetrik hem asi­metrik veya ya simetrik ya asimetrik olarak görülebilir. Za­man, dolayısıyla, gözlenebilenden ezoterik olana kadar bü­tün dünyalara hükmeder çünki açık bir şekilde, kaos-dü- zen sarkacının gidiş gelişlerini kontrol eder.

Zaman, saatlerimiz aracılığıyla hayatlarımıza hükme­der. Saatlerimiz de, Dünya'nın kendi ana yıldızına bağlı olaraktan gerçekleştirdiği hareketlerine dayanır. Bu ana yıldızın enerjileri de zaman kaynaklıdır çünki bizler gibi "General" Entropi'nin emri altındadır! Kaçınılmaz bir şekil­de zaman, ayrı bir parçacık şeklinde mi (maddî dünya) te­zahür edeceğimiz veya zamansızlığın dalga hapishanesin­de mi kalacağımız konusunda karar verir. Bütün zamanın bir olduğu belirli bir frekansı varsaydığımızda, bizlere so­mut şekilde olmamızı emreden çekimin bulunduğu ayrı bir zaman cebine takılıp kaldığımızda, işte o zaman, kendi­mizi ve çevremizdeki evreni katı ve göze çarpan bir şekil­de gözleyebiliriz. Frekansı değiştirdiğimizde, her şey tek­rardan Birlik hâline dönüşür. Bilim adamlarının ve sokak­taki adamın zihinlerini her şeyin birliği kavramına açan ki-

(») P.Davies, The Cusmic Blueprinl, s.155.

(*») a.g.e. s.155.

şi olan Fritjof Capra, satış rekorları kıran The Tao of Physics (Fiziğin Taosu) adlı kitabında şunları yazmıştır:

Doğu dünya görüşünün en önemli özelliği -özü de diyebi­liriz-; birliğe ve biilün şeylerin ve olayların karşılıklı bağlantısı­na ait bir şuurluluk dünyadaki bütün fenomenlerin, temel bir birliğin tezahürleri olduğuna dair bir farkındalıktır. Bütün şey­ler, kozmik bütünün, birbirine bağlı ve ayrılabilen parçaları, ay­nı nihaî realitenin farklı tezahürleri olarak görülmüştürX[24])

ZAMANIN BOYUTLARI

Son yıllarda, zamanın, bildiğimizden çok daha fazla boyutları bulunduğu olasılığı hakkında değişik teoriler ile­ri sürüldü. Bazı araştırmacılar tarafından (on bir veya on i­ki kişi) birkaç yıl önce bu teoriler (on bir veya on iki adet­tir) ileriye sürülmüştür fakat böyle önermeleri vasıflandı­ran belirli evrakları bulamadım ve dolayısıyla, bu türden iddialar şimdilik spekülasyon olarak kalacaktır. Kara de­liklerde var olduğuna inanılan zamansızlık durumları, her ne kadar tanınabilen enerji alanlarının tezahürü olarak gö­rünmese de, bu, gerçekten uzak olamaz. Benim ulaştığım sonuçlara göre zaman, bütün diğer enerji kaynaklan gibi

yükselme-gözlenebilir mod-İç Zaman

azalma-görülemez mod-Dış Zaman

sinüs dalgalarında fonksiyon gösterir; hızlanmış veya par­çacık modu gözlemlenebilen ve de yavaşlamış veya dalga modu ise "zamansızlık" olarak görünür ve kendi enerjileri­nin daha az algılanan (veya algılanamayan) yanıdır.

Zamanın, büyük bir frekans değişikliği gerçekleştirdi­ği ve bir modun diğerine yol verdiği nokta (merkezî çizgi ile temsil edilmiştir), bilim kurgu yazarlarının söylemekten hoşlandığı gibi ışık hızı ile veya "eğim hızı" ile eşit olabilir.

ZAMAN ve ZİHİN

Zihin ve şuur, mekanik yönelimli bilim adamlarmı ra­hatsız edeceği kesin olan iki deyimdir. "Enerji" deyiminin zaman ile ilişkili kullanımı da (ki bu kullanım fiziksel bi­limler ile bağlantısında tartışmalı bir niteliğe bürünür) aynı şekildedir; bunun sebebi de fizikçi için anlamının, tıp pra­tisyenine, metafizikçiye veya sıradan bir insana göre deği­şik olmasıdır. Peki, bütünsel açıdan bakıldığında, acaba bu ayrımlar geçerli midir? Cevabım hayır. Bilim adamları bel­ki de katı fizik kuralları içinde enerjiyi tarif edebilirler; fa­kat ayrıca bireyler, hayvanlar, bitkiler vs. tarafından yayı­lan kişisel enerjiler, parapsikologlar tarafından ispatlanmış psikokinetik (PK) ve birleşik enerji alanları vardır. Benim anladığım kadarıyla, hepsi aynı olup, değişik frekanslarda fonksiyon gösterirler. Eleştirilerden kurtulmak amacı ile kabul edilmiş ayrımları tanımaya hazırım ve bu deyimi ka­tı bir şekilde kullanmadığımı da kabul ediyorum. Aynı şey, bu çalışmanın ana hipotezi için de geçerlidir; belki me- tafiziksel olarak bir anlam ifade eder fakat fiziksel bilimin kabul edilmiş kalıbı içine girmez. Eğer bir enerji olarak za­manın, bilimin mevcut bünyesi içinde olduğu ispat edile­bilseydi, bu kitap için duyulan ihtiyaç ortadan kalkardı ve hiç şüphe yok ki, bazı mutlu bilim adamları, gururlu bir

şekilde Nobel ödüllerini gösterirlerdi.

"Zihin" ve "şuur" ile ilgili olarak kuantum teorisyeni Dr. Evan Harris Walker tarafından ulaşılan sonuçlara katıl­ma eğilimi gösteriyorum. Bu teorisyen, uzayı; sayısız, bir- biriyle bağlı, şuurlu varlıkların ikamet ettiği yer olarak gö­rür ve bu varlıklar evrenin ayrıntılı çalışması konusundan sorumludurlar... "Şuur," der, "her yerdedir." Sheldrake’in, benzer şeyleri anında, eş zamanlı ve uzay içinde birbirine bağlamaya hizmet eden, görünemeyen morfogenelik (biçim yaratan alanlar) kavramı, bu teori ile uyum hâlinde görü­nüyor. Bell Teoremi ve Chew ile Bohm'm çalışmaları için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Aynı şekilde metafizikçiler ve parapsikologlar, düşünce hızının ışık hızını aştığını kavra­mışlardır. Prekognitif telepati deneyleri ise, insan zihninin, zamanın devreleri ile iletişime geçebileceği gerçeğini vur­gulamıştır.

Düşünce, daha önce de önerdiğim üzere, kendi başına bir enerjidir ve bunun üzerinde kontrol edici bir etki yapa­bilir. Zihnin maddeyi etkileyebileceği gerçeği, lâboratuvar koşullan altında birçok defa ispat edilmiştir. Buna ek ola­rak cansız nesnelere, elektrik devrelerine vs. ve aynca ken­di bedenine ve zihnine, diğer kişilerin zihin ve bedenlerine etki edebilir.

Duyduğuma göre hem insanlar, hem de diğer şuurlu fiziksel hayat biçimleri, proton ve nötronlara benzetiliyor ve küçük parçacıklara yaydıkları düşüncelerin birçoğu hâlâ keşfedilmiş değil; fakat her biri belirli bir tür enerji yükü taşır. Dolayısıyla, düşüncelerimizin patronları olarak ve hayatın iniş çıkışlarının kolay ve sakin bir şekilde müza­keresine müsaade edecek türden zihinsel bir disiplini sağ­lamak; zamanın gelgitleri ile savaşıp kendimizi gereksiz yere tüketmek yerine, onlarla birlikte yüzmemize yardım eder.

Düşünce veya zihin enerjisi zamanı düzenleyebildiği- ne göre, zaman kendi başına bir enerji olmalıdır. Yerçeki­minin kullanımında hâlâ öğrenmemiz gereken çok şey bu­lunmasına karşın; elektromanyetiğin ve belirli bir dereceye kadar nükleer alanların kontrol ve düzenlenmesini başar­dığımızdan, neden zamanmkini de başaramayalım? Fakat her şeyden önce ne türden bir enerji potansiyeli ile karşı karşıya bulunduğumuzu anlamamız lâzım ve muamma da orada yatmakta.

Bildiğimiz şey; zamanın, bir dizi temel kurala göre fonksiyon gösterdiğidir ve isterseniz bu kurallara "kozmik kanunlar" diyebilirsiniz. Bu kurallardan birine göre her şey, en iyi şekilde kendi frekansı içinde iş görür. Bizim par­çacık veya fiziksel yönümüz vurgulanmışken, anlaşılması için, bu moda bağlı her şeyin fiziksel kavramlarla açıklan­ması gerekir. Dolayısıyla dalga açımız (psişe, kişi ötesi benlik veya kullanacağımız herhangi bir terim), parçacık yanımızla bağlı olarak bir değişiklik gerçekleştirmek iste­diğinde, bu parçacığa bağlı frekanslar aracılığıyla bunu yapmak zorundadır. (Rahatsız olmuş bir fizikçi üzerime yürümeden önce şunu aceleyle ekleyeyim ki, şimdi metafi- ziksel olarak konuşuyorum.) Psi'nin, fiziksel terimlerle açıklanamayacağını belirten nedenlerden biri budur -kişi, kesinlikle maddî dünyanmkilerle uyuşmayan, denk düş­meyen ve dolayısıyla normal fiziksel ölçümlere göre smıf- landırılamayan yerel olmayışla ilgili frekanslarlar içinde­dir.

Örneğin bir kimse, benim kendi dalga açılarım ile iyi bir irtibat hâlinde ise, o zaman dezenkarne varlıkların (bir kimsenin kendi "dalga-benliği”nin ve/veya diğerlerinin ”dalga-benlikleri"nin yönleri) her zaman için kendi fikirle­rini, önerilerini ve buluşlarını aktarmak için, neden dünya

seviyesinde birilerine ihtiyaç duyduğunu tam olarak anla­yabilirim. Ayrıca anladığıma göre başka bir paralel evren­den olan varlıklar, değişik dalga bandında bulunanlar ile temas kurmaya giriştiklerinde (özellikle ilkinin frekansları diğerinkinden daha hızlı ise), bu son derecede hayal kırık­lığı yaratan bir olaydır. Böyle bir olaya "Paralel Evrenler mi?" adlı bölümde, belirli bir rüyayı anlatırken değinmiş­tim. Eğer tamamlayıcı bir rezonans olursa, problem o za­man büyük ölçüde azalır.

Tekrar zaman enerjilerine dönmek istiyorum. Günlük varoluşun bir parçası olarak algıladığımız açık tezahürle­rinden başka, bunları (zaman enerjilerini) aynen elektriği kullandığımız gibi acaba nasıl kullanabiliriz? Elektrik ener­jisini her ne kadar görmesek de, etkilerini gözleyebildiği- mizden var olduğunu biliriz. Aynı şekilde ilkel insanlar da, yıldırım ve şimşek şeklinde tezahür eden enerjilerine tanık oluyorlardı fakat gördükleri şeyi rasyonel bir şekilde kavramaktan yoksun olduklarından, bu fenomenleri bazı doğaüstü güçlere bağlıyorlardı. Böylece yıldırım ve şimşek tanrıları her eski inançta ortaya çıktı: Tor, Donner, Zeus, Indra vs. En sonunda bilim adamları elektriği bir güç ola­rak tanımlayıp dizginleyebildiler; bunun sonucunda da bütün elektromanyetik alanın muazzamlığını keşfettiler.

Biliyoruz ki zaman var çünki etrafımızdaki her şeyde onun kamtını görüyoruz. Aynı şekilde ilkel insanlar da yıl­dırım ve şimşeğin etkilerinden tamamen haberdar idiler çünki gözleyebiliyorlardı. Yine, "gözleme modu'muza gel­miş bulunuyoruz -fiziksel evren vardır çünki gözlenebilir. Yalnızca teorik fizik, gözlenemeyeni varsayan dalga fonk­siyonunu kavrar. Şunu söyleyebiliriz ki sonuçta, zaman e­nerjisi faktörünü ortaya çıkaracağımız yer, teorik fizik ala­nı olacaktır. Öbür taraftan fizikçiler, küçük parçacıkların

davranışları konusunda sürekli olarak yeni şeyler öğreni­yorlar. Bunun sonucunda mikrokozmiğin enerji modelleri, belki de makrokozmiğin zaman enerjisi devirlerinin tama­mı konusundaki cevabı sunabilirler. Er geç bunu yaptıkla­rında ise bana öyle geliyor ki ancak birkaç şok yiyecekler. Zümrüt Tabloların dediği gibi, "Yukarıdaki aşağıdakine benzer."

Bilim adamlarryıllardan beri, atomun varoluş içinde­ki en küçük parçacık olduğuna ve tamamen yök edilemez olduğuna inanıyorlardı. Böyle bir dogmatizme karşı ko­nuşmak, fiziksel bilime karşı sapık bir görüşün savunul­ması olacaktı. Sapık bir görüşe sahip biri olmak tehlikesini göze alarak, şöyle bir öneride bulunmak istiyorum: Parça­cıkların büyüklüğü veya yolculuk edecekleri hız konusun­da bir sınır yoktur. Teknoloji, bilim adamlarına daha rafine araçlar sağladığı sürece, daha küçük olanları ortaya çıka­caktır. Bu, ayrıca evrenin kendi boyutu için de geçerlidir - zaman, enerjilerini bütün yönlere yayar. Hiç şüphem yok ki, birçok bilim adamı, benim gibi, zaman konusunda aym sonuca ulaşmışlardır. Fakat şu anda, ispat etmek için gere­ken doğru denklemden veya gerekli araçtan yoksundurlar. Teknolojideki hızlı iyileştirmeler, özellikle zamanın pozitif doğası konusundaki gerçeğin ipuçlarının yattığı Belirsizlik Prensibi ve yerel olmayışla ilgili olarak ufuklarını yavaş yavaş genişletmelerine imkân verdiğinden, yakında birkaç sürprizle karşı karşıya geleceğiz.

Bir ucuyla aşağıya, diğeri ile yukarıya doğru işaret eden çifte piramit, basit bir model sunmaktadır; merkezde­ki buluşma noktası madde dünyalarmı, iki uzantısı ise ato- maltı dünyası ve genişleyen evreni temsil ediyor; bu uzan­tıların uçları ise her iki uçta da sonsuzluğa girişimde bulu­nuyor. Veya her zaman sonsuzluk için kabul edilmiş sem­bol vardır ve o kendisini anlatır!

 

ZAMAN ENERJİSİNİN

METAFİZİKSEL TEZAHÜRLERİ

Zaman, metafiziksel olarak, madde içindeki enerji dö­nüşümü ile çok yakından ilgili bir pozitif güç olarak kabul edilmiştir. Düşünce de ayrıca bir yaratıcı enerjidir ve İç Za­man seviyesinde biçim üretmek üzere madde ile etkileşir. Ölüme götüren zamanın geçişini takiben, bu şekil, devre dışı bırakılır ve mekânlık yaptığı zekâ, varlığım Dış Zaman içinde devam ettirir veya paralel evrene ya da alternatif dünyaya sıçrar. Eğer ilkiyse, artık fiziksel evrenimiz için geçerli olan zamanın sinüs dalgasına tâbi değildir ve eğer İkincisi ise, pekâlâ, zaman enerjilerinin tamamen değişik tezahürü ile karşı karşıya gelebilir.

Fiziksel evrim araçlarını yavaş yavaş mükemmelleş- tirdikçe, bir dönüşümü (kuantum sıçramasını) barındırma­ya hazır olana dek, daha fazla ego-enerjisi onun yoluyla te­zahür edebilir. Buna, fiziksel türden fenomenler, eksen kaymaları veya benzeri eşlik edebilir veya edemez, ama Homo sapiens gibi baskın türlerde, o zamana kadar batıl inançlar veya soyut düşünce bölgelerine indirgenmiş kav-

ramlarla rasyonel bir şekilde başa çıkmak üzere, yeni bir zihinsel yetenek ortaya çıkarabilir. En sonunda, kontrol eden ego-enerjisinin frekansı veya şuur o kadar yoğunlaşır ki, maddenin molekül yapısının yoğunluğuna tolerans göstermez ve böylece fiziksel tecrübe için gerekli olan ya­kın atomik birleşmeyi sağlayamaz. Bu zamana kadar, söz konusu olan gezegen veya kozmik "yerleşim", fiziksel ev­rim devresinin sonuna yaklaşır ve bundan sonra konuyu fizikçilere devredebiliriz; onlar da bizlere, yıldızının enerji­si tükenmiş olan bir sistemin en sonunda nasıl "öldüğünü" açıklayabilirler.

Tüm maddelerin donmuş enerji olduğu önermesi üze­rinde çalışarak, bunu dalgalar terimleriyle açıkladığımız­da, ağır atomik maddeler, uzun dalgalar veya derin fazlar­la, ince frekanslar ise kısa ve sığ dalga bantları ile denk ola­rak görülebilirler. Katı enerji, uzayı işgal eder ve böyle ya­parak zaman elementini meşgul eder veya zaman momen­tini kullanarak evrimsel devrinde ileri doğru hareket etti­rir; tıpkı hayat boyunca olan yolculuğumuz esnasında, za­manın enerji bantları boyunca hareket etmemiz gibi. Hangi yol olursa olsun, bu süreç, kendi başına enerji harekete ge­çiricidir.

Uzay da aynen zaman gibi, bir tecrübe seviyesine bağ­lıdır; yani maddenin maddî veya katı dünyası. Uzay ger­çekte bir illüzyondur; her ne kadar madde onun içinde ha­reket etse veya gerilemekte olan evren ile birlikte geriliyor görünse de. O hâlde acaba, madde sınırlamalarından kur­tulan zihin, herhangi bir kozmik frekansa doğru düşünce hızı ile yolculuk edebilir diye bir önermede mi bulunuyo­ruz? Teoride, evet. Fakat pratikte bu şekilde işlemiyor. Ni­çin işlemediğiyle ilgilenen koca bir psikoloji var ve bunlar­dan dinsel ve sosyal şartlanma, bireyselleşme ve kozmik olgunluk ile ilgili olan bazılarına değindik. Daha önceki

bölümde değinilen, herhangi bir türün evrimsel programı­nın ardındaki yönetici odaklar tarafmdan kararlaştırılan, bir tür aşılması yasak sınır bulunduğuna da inanılıyordu. Ancak, bizim "gerçek" diye bildiğimiz dünya bağlamında, bizlerle ilişkili olan şeyin zaman olmasından ve şu anda onunla ilgilendiğimizden dolayı, bu türden karışık konula­rı geçici olarak terk edelim.

Bu kadar metafizik yeter. Bir sonraki adımımız; yuka­rıda belirtilmiş olanları, "şu an içinde" gözleyebilir olduğu­muz olaylara bağlamaktır. Dünya üzerindeki hayatımızın belirli bir amacı olduğu fikrine eğer katılıyorsak, zamanın, bütün türlerin hem fiziksel hem de ruhsal evrimsel gelişi­mi için bir sıçrama tahtası olarak hareket ettiğini düşün­mek yerindedir. Kaos, evrim hâlinde olan şuurun düzen­sizliği ile temsil edilmektedir. Evrim hâlindeki şuur, za­man enerjilerini bir arıtma aracı olarak kullanarak, daha ince ve daha süratli frekanslara geçer. İnsanın fiziksel siste­minin entropik düzensizliği, yaşlılık sürecinde yalnızca bir zaman cebi içinde gözlenebilir. Parçacık (beden) gözlenebi­lecek tezahürden yoksun olunca, dalga yanı, geçici olarak hâkimiyeti ele geçirir; çünki Penrose'ın önerdiği gibi kütle çekiminden artık etkilenmez. Zamansızlığın kaotik alanın­da bulunduğunda ise belirginleşir; aynen parçacık yanının madde dünyasında iken belirginleşmesi gibi. Zaman ener­jisi bu her iki dünyayı da kapsar ve nasıl fiziksel evrende tezahür ediyorsa, aynı şekilde zamansızlık içinde de teza­hür eder.

İnsan ve bütün diğer şuur hâlleri anlanunda, her bir zaman periyodu (fiziksel ya da fiziksel olmayan dünyalar­da olsun), kendi inançlarına ve karakterlerine özgü olan belirli bir tecrübeyi sunar. Hiçbir tecrübe ikinci defa oluş­maz ya da tekrarlanmaz. Bilim adamları ayrıca şu feno­menleri gözlemişlerdir: Örneğin Penrose, kristalimsiler (*)

(*) Davies, The Cosmic Blueprinl, s.79.

konusundaki araştırmasında ve de Coveney ve Highfield şöyle bir yorumda bulunuyorlar:

Evrenin doğumu ve genişlemesi, zamanın oku konusunda tanıklık ediyorlar. Uzun süre yaşamış kaon'uıı garip bozu uma­sı; ışık dalgalarının geçmişe değil de geleceğe yayılma eğilimi göstermesi; şeylerin karışma, soğuma ve çürüme eğilimi; ve ev­rimsel ağaçta asimetrik farklılık da bu oka tanıklık eder. Yalnız­ca tersinmeyen bir dünyada sebep ve sonuç belirgindir ve böyle­likle, olayların mantıklı bir açıklanması ortaya konabilir.

Tersinmezlik, heyecan veren yeni olasılıklar çeşitliliğine imkân verir. Bu ayrıca yaradılış ve hayat için de çok önemlidir. Birçok kişinin yaptığı gibi rolünü azaltmaya çalışmak yerine, şimdi onu nasıl kullanacağımızı biliyoruz. (*)

Aynı bağlamda, Yunanlı filozof Heraklitus zamanla il­gili olarak şöyle demiştir: "Aynı nehir içine iki defa adımı­nızı atamazsınız çünki diğer sular daima akmaktadırlar." (**) Şunu ekleyeceğim: Bu evren içinde değil.

PARALEL ZAMAN

Bazı fizikçilere göre, zamanın tersinebilirliğini içerebi- len diğer dünyalar kavramı, nasıl bir şeydir acaba? Örne­ğin, eğer yaşlılıktan bebekliğe doğru gidişimizde geçmiş bulunduğumuz yerlerden aynı şekilde geriye doğru gidişi­mizde de geçecek miyiz? Sanmıyorum, sebebi de aynı tek­rarlanmama kanununun geçerli olacağıdır. Şimdi zamanın ileriye yönelik okuna bağlı bulunan tersinemeyişin, paralel bir evrende nasıl işleyeceğini düşünelim. Bir tren çarpışır çünki yanlış bir karar verilmiştir; bunun sonucunda da bir- sürü insan hayatlarını kaybeder, diğerleri de yaralanır ve­ya sakatlanır. Diğer bir zaman boyutunda veya paralel ev­rende, bu aynı insanlar aynı türden bir tren içinde yolcu-

(») Coveney ve Highfield, The Arrmo of Time, s.293.

(*») A.Tomas, Beyoıııl tlıe Time Barricr, s.21.

luk eder olabilirler fakat burada hata yapılmayacaktır ve hiçbir kimse ölmeyecek ya da yaralanmayacaktır. Bu tür­den küçük değişiklikler teorik metafizikçilere göre, bizlere, daha önceki hata ve seçeneklerimizi düzeltme ve değiştir­me imkânı vermektedir.

Her ne kadar kişiye, bir zaman bölgesi veya paralel varoluşta tecrübe ettiği giysi, gelenek ve maddî teçhizatlar bir diğerindekiyle aynı gibi görünse de, her zaman için iki­si arasında ince farklılıklar vardır. Bazı insanlar, aslında, bu değişik zaman bölgelerini uyku hâlinde ziyaret edebilir ve deneyimleri, bir diğerindekilerle dengeleyebilirler. Ka­çımız, rahatsız edici bir rüyadan uyanıp da, karşı karşıya bulunduğumuz tehlikelerin bu dünyada hiçbir gerçeklik ifade etmediğini anlayıp rahatlamamışızdır? Ama yine de, diğer bir boyut içinde ürettikleri korku veya endişe dalga­sı; şu an diye ifade ettiğimiz realiteye girecek otonom sinir sisteminde belirgin etkiler üretecek kadar güçlü olmuştur.

Birkaç yıl kadar önce, gördüğüm rüya dizilerinden bazılarının, şimdi yaşadığım hayattan tamamen değişik bir hayatla ilişkili olduklarını anladım. Bazı ortak noktalar vardı, fakat sonuçlar büyük ölçüde değişikti. Şimdi bu pa­ralel manzaralar ile içli dışlı oldum, onların etrafında yolu­mu bulabiliyorum, hangi yolun nereye götürdüğünü ve oyun esnasında karşılaştığım insanlarla bağlantısını hatırlı­yorum ancak bunlar, uyanık hayatımda karşılaştığım in­sanlara çok seyrek olarak, bir benzerlik gösteriyorlar. Ba­zen zıt bir geçiş var ve bir akrabam, arkadaşım ya da çok sevdiğim bir hayvan, rüya senaryosunda görünüyorlar. Buna ek olarak, hiçbir şekilde bu fiziksel dünyadaki hayat­la ilişkisi olmayan şekiller ve hisler ile rüya görüyorum. İp­noz altında geriye doğru gittiğimde, hayatı, helyum ato­mundan bir parçacık olarak tecrübe ettim ve uzak bir gü­neşte gerçekleşen güneşe ait oluşumlarda yer aldım. Uy-

kumda da bu hâle döndüm ve ne kadar insanın benimle birlikte aynı türden bir tecrübeyi paylaştığını hep merak etmişimdir. Fakat rüyalar konusu o kadar engin ki, sayısız karmaşıklığını tarif etmek için birsürü kitaba ihtiyaç var. Hiç şüphe yok ki Zohar ve Marshall, bunu, bütün yaşamla­rın birbiriyle bağlılığını savunan teorilerinin teyidi olarak göreceklerdir ve belki de bunda haklıdırlar. Bununla bir­likte benim dalga parçacığıma özgü olan helyum atomu tecrübelerimin, daha önceki bir varoluş durumuna bağlı olduğunu ispat edemem; aynı şekilde evrensel kolektif şu- urdışına girdiğim de tartışılabilir.

Şüphesiz rüyalar bizleri, Dış Zaman içine götürürler ve oradan da paralel hayatların çoklu mevcudiyetlerine. Birçok zaman araştırıcısına Arı Experiment with Time (Za­manla Bir Deney) adlı üstün çalışması ile yol gösteren mer­hum John William Dunne, şöyle bir sonuca ulaşmıştır: Za­man, sade bir kronoloji olmaktan çok, diğer daha seyyal şekiller içinde var olmaktadır. Bir havacılık mühendisi olan Dunne, fikirlerini, prekognisyon ile bağlantılı rüyalar serisine dayandırmıştır. İleri sürdüğü şeyler geçerli ve araştırması titiz olmasına rağmen, 1920'lerde bulgularını yayınladığında, bunlar bilim adamları ve sokaktaki adam tarafından kabul görmemiştir. Daha ileriki tarihte ise göz­lemlerinin geçerliliği; kuantum fiziğinden parapsikolojiye yayılan birsürü araştırma alanında teyit edilmiştir.

Dunne'nin önermesine göre zaman, tam olarak sonu olan ve ölçülebilen türden görünmüyor ve bir enerji ola­rak, standart kronoloji kavramı ile uyuşmayan açılarda ve­ya frekanslarda var oluyor. Dunne'nin rüya tecrübelerin­den birçoğu şüphe ile karşılanmıştır fakat onun kitabını okumuş biri olarak böyle "tesadüflerin" meydana geldiğini teyit edebilirim. Bu türden olaylar, çocukluğumun ilk yılla­rından beri benim başımdan da geçti. Yürümeye başlamaz-

dan önce gördüğüm bir rüyada bir yetişkinin berraklığına ve algılama gücüne sahip bir yetişkin olduğumu hatırlıyo­rum; gerçekte hiçbir zaman, bir çocuk olduğumu rüyamda görmedim. Bir keresinde uykuya daldığımda, zaman ve uzay içinde hareket edebilen ve o sıralarda (1930'lar), dün­yada oluşmakta olan olayları gözleyebilen tamamen deği­şik biriydim. Bunları ertesi gün dadıma anlatıyordum ve kaçınılmaz bir şekilde bunlar prekognitif idiler. Çocuklu­ğumda gördüğüm bir rüya, İkinci Dünya Savaşından son­ra televizyonda eski bir filmi görme şansını elde edene ka­dar, "tamama ermemişti". Film, çocukluk rüyamın tam ola­rak bir tekrar gösterimiydi!

Dunne; gece tecrübelerini, kendi hayatı ve fiillerinin bir tür önceden bilinmesi biçiminde görme eğilimindeydi ve durugörüyü, medyomluğu veya telepatiyi bir kenara bı­rakıyordu. Bu fenomenler üzerinde Tlıe Mask of Time (Za­manın Maskesi) adlı kitabında yorumda bulunan Joan Fo- reman şöyle bir gözlemde bulunmuştur: Dunne'nin rüyala­rı, onun geleceğini önceden ortaya atıyorlardı veya gelecek (zaman?), bilgileri ona geriye doğru gönderiyordu. Joan Foreman şöyle devam ediyor:

Eğer ilk varsayım doğru ise o zaman gelecek, evvelce var olmalıdır çiinki öngörülmüştür; eğer ikinci varsayım doğru ise, kendi ayrıntılarını şu ana geri gönderebilecek biçimde var olan bir gelecek düşünülmelidir. Böylelikle her iki durumda da gele­cek ayrıntılarıyla vardır; oysa siije, kronolojik zaman anlamın­da, onun belirli bir bölümünden geçişi kendisine bildirildiğin­den, belirli bir uzaklıktadır. Şu an bilinir çünki yaşanmaktadır; geçmiş bilinir çünki yaşanmıştır ve gelecek bilinebilir çünki çok­tan oradadır.(*)

Bayan Foreman'ın kitabı; prekognisyon, zaman kay­maları ve kendi felsefeleri ile bağlantılı olarak zamanın İl-

Cl J.Foreman, Tİıe Mask of Time, s.82-3.

gisini vurgulamayan çeşitli mistiklerin (Gurdjieff, Ous- pensky, Maurice Nicholl, J.G.Bennett, T.S. Eliot ve son ola­rak da Lyall Watson ve J.B.Priestley) öğretileriyle ilgili il­ginç anekdotlarla doludur. Priestley'nin zaman kavramı il­gi çekicidir çünki zihni kontrol eden zaman olasılığına yer verir. Priestley, zamanı, üç yollu bir parça olarak kavra­mıştır. İlk zaman, saat zamanı; ikinci zaman rüyalar, olası­lıklar ve kapsayıcı gelecek; ve üçüncü zaman ise içinde ira­de ile eylemin birleştiği yaratıcı imajinasyondur. Burada imajinasyonun veya vizüalizasyonun gücü basit bir "şim­diki" zamandan bir kaçış olmayıp, realitenin kendisi de olabilir. ([25]*

Dunne'ye ve deneylerine ilgi duyanlar için, yukarıda belirtilmiş olan klâsiklere ek olarak bu konu ile ilgili olan eserlerini salık verebilirim: The Serial Universe (Seri Ev­ren), Nothing Dies (Hiçbir Şey Ölmez), Intrusions?(Davet- siz Misafirler) ve The New Mortality (Yeni Fanilik). En son belirtilen eserinde şöyle diyor: "İnsan ırkı tarafından göste­rilen belirgin sezgisel farkındalık, kendi işlerinde zamanın oynadığı rolü gösterir." ([26]) Kişisel olarak Dunne'nin bazı yazılarını karışık buluyorum. Bu yazıların şifreleri çözül­düğünde ise, onun varsayımlarının gerçeği açık bir şekilde ortaya çıkar. Öbür taraftan Foreman, okunması zevk veren bir yazardır ve onun bütün kitaplarım önermede hiçbir te­reddüt göstermeyeceğim.

ZAMAN, EVREN ve TANRI

Dunne, zamanı, kendi başına bir varoluş olarak gör­müştür. Son zamanlarda ise zaman; dördüncü, beşinci ve­ya altıncı boyut, bir süreç, bir seviyeler dizisi vs. olarak gö-

rülmüştür. Eski günlerin insanlarından farklı olarak birço­ğumuz, ona belirli bir kimlik bulamamışızdır. Zamanın varliğı hakkında "geçen zaman", "belirleyici zaman", "za­man, bir düşman", "zaman ve gelgit insanı beklemez" ve daha birçoğu gibi günlük deyimlerle yorumda bulunma­mız yukarıdaki saptamayı değiştirmez. Ben, Dunne'nin gö­rüşlerine katılıyorum. Zaman; yaşayan, şuurlu ve kendi kendini düzenleyen bir varlıktır. Damarları; enerjisinin içinde yürüdüğü devirlerdir; tıpkı evren gibi, o da algıla­nabilen (ve genellikle algılanamayan) Her boyutta birbirini takip eden kaos ve düzen, madde ve antimaddeyi kapsar. Aynı anda hem dalga hem de parçacıktır; maddî evren, onun fiziksel tezahürlerinin (İç Zaman) birinden başka bir şey değildir ve seyyal evrenler ise onun dalga yanları veya seyyal bedenleridir (Dış Zaman). Kendi kendini enerjilen- diren bir zekâdır; ayak sesleri kütle çekimi olup, sesi ise so- niktir. Nükleer enerji, onun içsel dönüşüm sistemi; elektro­dinamik, dalgalanan nabzı ve uzay içindeki değişik "delik­ler", onun ağzıdır.

Zaman, kozmik bir kanundur ve onun ileriye yönelik atılımları ile ya birlikte gideriz ya da onlara karşı savaşırız. Eğer onlarla birlikte gidersek kârlı çıkarız; fakat onlara kar­şı didinmeyi seçersek, geçici bir enerji yükselişine yol aça­rız ve en sonunda bu bizleri yok eder. Zaman çok yüzlü­dür ve bu birçok yüzü veya yönleri, her bireysel evrenin ihtiyaçlarına veya içinde tezahür ettiği kozmik frekansa göre değişir. Bu bir kaos ve düzen ikiliğidir ve aynen ,en yüksek ortak faktör gibi, ayrıca en büyük ortak bölendir. Simyasal ve kaotik açısı, Jung tarafından gözlemlenmiş ve üzerinde yorumda bulunulmuştur. Jung, kaotik ve zaman bağlantıları olan Merkürius (Merkür'ün gezegensel ruhu) ile Satürn, yani Vahşi Biçici arasındaki yakın ve mistik iliş­kiyi vurgulamıştır. Gnostisizmde Satürn, en yüksek hü-

kümdardır, aslan kafalı Ildabaoth'tur ("kaosun çocuğu"); fakat simyada ise kaosun çocuğu Merkürius’tur. Jung şöyle devam ediyor:

Myliııs diyor ki eğer Merkiirins arındırılacaksa, o zaman Lüsifer cennetten düşer. Elimdeki, 17. yüzyıl bilimine ait bir çağdaş marjinal not, Merkiirius'un eril prensibi olan sülfür (kü­kürt) deyimini, diabolus (şeytansı) olarak açıklar. Eğer Mer­kür'ün kendisi tamamen Kötü Olan değilse bile en azından onu kapsamaktadır. Yani, ahlaksal olarak nötr, iyi ve kötüdür veya Kunralh'ın dediği gibi: "İyi ile iyi, kötü ile kötü." Eğer kişi onu kötü ile başlayan ve iyi ile sona eren bir süreç olarak kavrarsa, doğası daha iyi bir şekilde tarif edilmiş olur. (*)

Merkiirius'un simgesi olan Caduceus (yılanlı asa), merkezde bulunan kanatlı bir değneğe sarılmış bulunan biri negatif (kaotik) diğeri ise pozitif (düzenli) iki yılanı gösterir. Bu güçleri zihnin dengeleyebileceği olgusu, aşkın kişilik veya Yüksek Benliği temsil eden tepedeki kanatlarla gösterilmiştir.

Jung'un bilgece ortaya koyduğu gibi, Merküryen enerjiler (Merkür, Tot, Sin, Hermes, Kronos, Aion veya za­man tanrılarından herhangi biri), düalistik olmaları bakı­mından nötrdürler. Her ne kadar kaos/düzen sarkacı, ev­rende belirli bir periyodik düzen içinde gidip geliyor gibi görünse de, belirli bir anda herhangi bir "zihnin" veya "zekânın" bu enerjileri düzenleyiş biçiminin, onun kendine özgü bir varlık olarak gelişmesinde veya Jung'un dediği gibi bireyselleşmesinde etkisi olduğu görülebilir. Zaman tanrıları, kaçınılmaz hakemlerdi; örneğin Mısır mitlerinde Tot/Tehuti; Işık veya Düzen tanrıları Horus ile Kaosun ka­ranlık tanrısı Set arasında tekrar eden savaşta hakemdi. Aynı şekilde, astrologların inandığına göre, doğum harita­larımızda, bizlerin diğer zaman bölgeleri veya paralel ev-

Cl C.G.Jung, Alchetnical Studics, s. 228.

 

renlerdeki (normal metafiziksel deyişle geçmiş yaşamlar) fiillerimiz ile ilgilenen Satürn’dür. Öyleyse diyebiliriz ki, Shakespeare, Zamana, "Yaşlı Ortak Arabulucu" dediğinde haksız değildi.

Zaman tanrılarının çoğu, eril cinsiyetinde ortaya çı­karlar ve bunun neden böyle olduğu sorusu ile sık sık kar­şılaştım. Tabiî ki dişil zaman tanrıları da vardır: Örneğin, Mısırlı tanrıçalar Seşat ve Maat,Yunan Moerae, Clotho, Lachesis ve Atropos (bunlara "Efsane, Tarih ve Dindeki Zaman" adlı bölümde değinmiştik). Bunlar zamanın kaotik biçiminden ziyade genelde düzenli yanı ile bağlantılıdırlar ve bu ilginç bir gözlemdir. Belki de, bizim evrendeki dişi-

nin rolü ile ilgili olarak bundan öğreneceğimiz bir şeyler olmalıdır.

Sıra, zamanı kendi başına bir güç olarak düşünmeye geldiğinde ise, kendimize sormamız gereken sorular şun­lardır: Zaman bizi gerçekten de denemeye tâbi tutuyor mu veya bizler onu, şuursuz bir şekilde de olsa kullanıyor mu­yuz? Zamanın ana yolları veya yan yollarındaki yolculuk­larımız esnasında gerçekleştirdiğimiz başarıların veya ba­şarısızlıkların hakemleri, gerçekte bizler miyiz? Zamanın bizler üzerinde hüküm verici bir tesir uyguladığı olgusu, eski zaman bilgeleri tarafından açık bir şekilde gözlenmiş­tir; belki de bizler zaman enerjileri tarafından kışkırtılan ve dolayısıyla sıra, kişilik ötesi gelişmemizi veya eksikliğini değerlendirmeye geldiğinde, bizler Tot, Kronos, Yaşlı Baba Tanrı veya buna benzer olanların rolünü üstlenenler bizle- rizdir.

Yukarıda söylediklerimden, Zamanı Tanrı gibi veya belki de, Tanrıyı Zaman gibi gördüğüm sonucu çıkarılabi­lir. Her şey "Tanrı" ile ne kastettiğinize bağlıdır. Hawking, Aziz Augustine tarafından vurgulanmış aldatıcılığa deği­nir: "Tanrıyı zaman içinde var olan bir varlık olarak hayal etmek: Zaman, sadece Tanrımn yarattığı evrenin bir özelli­ğidir. Bu dünyayı yarattığında da, ne yaratmak istediğini biliyordu." (*) Dinsel anlamda, Tanrının bulunduğu veya Tanrının Erkek olduğu konusunda ne türden bir kanıtımız (tabiî ki bilimsel) vardır? Tabiî ki yukarıda değinilen mitsel eril Zaman karakterleri söz konusu olduğunda, cevap olumlu olur; bu eril karakterlerin hepsi, zamanın düzenli yanlarından ziyade kaotik yanlarını içeriyor gibi görünü­yorlar. Öbür taraftan Zaman, çok bariz bir faktördür ve he­pimiz, onun belirli bir tezahürüne fiziksel duyularımız ile tanık olabiliriz. Ayrıca kandırıcı, illüzyon yaratıcı veya da-

(*) Hawking, A Brief History of Time, s.166.

ha ezoterik yanlara sahiptir ve bunlar kuantum, rüyalar ve normal ötesi dünyalarda bile kanıtlanabilir.

Sir James Jeans, evrenin "Büyük bir Makineden" ziya­de "Büyük bir Düşünce" olduğunu ima etti ve bu, geçerli bir metafiziksel düşüncedir. Bu "Büyük Düşünce"ye bizler acaba ne ad vereceğiz? Tanrı mı? Zaman mı? Tehuti eski Mısırlılar için, Sin Sümerliler için, Kronos Yunanlılar için, Aion Romalılar için yeterliydi. Tanrı acaba aynen zaman gibi çok yüzlü olarak mı gösterilecektir? Kişisel olarak, yü­ce bir varlığı teklik anlamında kavrayamıyorum. Daha çok bütün zamanı kapsayan çok yönlü bir zekâyı düşünüyo­rum ve bizler, ruhsal ve bedensel evrimimizin şu aşama­sında onun Zihnini idrakten yoksunuz. Tanrıya eril biçim­de hitap etmek birçok kadını rahatsız ediyor, çünki cinsi­yeti olup olmadığını kimse bilmiyor. Bazı büyük dinlerin inanmamızı salık verdiği üzere, Tanrının en güçlü varlık olduğunu varsayarsak, mantık bize, Onun hem eril hem de dişil ilkeleri eşit biçimde kapsıyor olduğunu söyler. Alfred North VVhitehead'in dediği gibi, "Doktrinlerin çarpışması bir felâket değil, bir fırsattır." ([27]) ve ben de davamı buna dayandırıyorum.

UZAY-ZAMAN YOLCULUĞU
ve GELECEK

Şimdiki zaman ve geçmiş zaman
Belki birliktedir gelecek zamanda.

Ve gelecek zamanı kapsar geçmiş zaman

T.S. ELIOT, Dört Dörllii

Dr.John Gribbin, Timeıoarps'ı (Zaman Eğimleri) ya­zarken, zaman yolculuğu için iyi olasılığın insan zihni ol­duğu görüşünü bildirdi. Bu şüphesiz, fiziksel zaman yol­culuğu imkân dışıdır anlamına gelmiyor ve bu olasılıklar, araştırmaya çağrıda bulunuyorlar.

UZAY YOLCULUĞU

Zamanda yolculuk ile yakından ilgili olan şey, uzay yolculuğudur. Bununla yalnızca Ay'a ve oradan da geriye, roket tepkime gücü ile yapılan yolculuk anlaşılmaz. Bilim kurgu yazarları ile birlikte ileriyi gören bazı bilim adamla­rı, uzay ve zaman boyutları içindeki geleceğimiz konusun­da aklı karmakarışık eden fikirler ileriye sürmüşlerdir. 1987/88 yıllarında New York Hofstra Üniversitesinden Charles Pellegrino ile Brookhaven Ulusal Lâboratuvarları Nükleer Enerji Bölümünden James Powell, antimadde ro­ketleri kullanarak yıldızlararası uçuş olasılıklarını araştır-

mışlardır. Aralarında New Hampshire'deki Dartford Kole­jinde astronomi profesörü olan Robert Jastrow, NASA'da astronom olan Jill Tarter, Hughes Corporation'da (Califor- nia) enerji bilim adamı olan Robert Forward ve Virginia Arlington'daki Kaman Uzay Havacılık Şirketinde başkan yardımcısı olan John Rather da bulunan diğer araştırmacı­lar da buna katılmışlardır. Guardian gazetesinde, 10 Tem­muz 1987'de, Paul Simons tarafından yayınlanan bir habe­re göre, ilk uçuş için, bize en yakın yıldız ve uzaklığı 4.3 ışık yılı olan Alfa Centauri seçilmiştir. Dünya zamanına göre uzay yolcuları, yaklaşık olarak on üç yıl dönmeyecek­lerdir. Fakat ışık hızına yakın bir hızla yolculuk eden mü­rettebat için yolculuk yalnızca altı yıl sürecek ve bu süre, ulaştıkları yerde geçirecekleri bir yılı da kapsayacaktır. Si- mons şöyle diyor:

Uzay aracı hızım ilk altı ay içinde sürekli olarak hızlandı­racak ve bundan sonra , bir yıldan daha fazla bir süre için ışık hızına yakın bir hızla uzayda ilerleyecek ve ondan sonra da altı ay için süratini azaltacaktır (bütün bu rakamlar mürettebat ta­rafından algılananlardır). Alfa Centauri'nin civarına ulaştığı zaman ise, mürettebat bölümü, bağlama noktasında ayrılacak, ayrı bir uzay aracı olarak araştmrıalarını sürdürecektir.

Alfa Centauri'yi ilgi çekici yapan diğer bir faktör ise Alfa Centauri A ile B'nin, yerleşilebilir bölgelerde bulunan gezegenlerin, sabit yörüngelere sahip olabilecek kadar bir­birinden yeterince uzak olmalarıdır. Bu yüzden belki de bi­zim anladığımız anlamda bir hayat var olabilir.

Böyle ilginç bir yolculuk için kullanılan itici güç ile il­gili olarak Simons şu açıklamalarda bulunuyor: "Yıldızla- rarası uzay aracını götüren motor, gerçekten de 'Uzay Yo- lu'ndan çıkmadır. Hayrete düşürücü güç sağlamak üzere madde ile antimaddeyi birleştirir. Bunun için gerekli tek­noloji halihazırda süratle gelişmektedir..." Amerika Birleşik

Devletleri, antiprotonları manyetik bir tuzakta dizginleme konusunda belirli bir başarı sağlamıştır; antiproton, negatif yerine pozitif yükle yüklenmiştir. Fakat bir antiproton nor­mal veya negatif yüklenmiş proton ile karşılaştığında bü­tün kütleleri enerjiye dönüşür. Simons daha ileri giderek şunu ekliyor: "Bir perspektif içine koyarsak maddenin enerjiye dönüşmesi, hidrojen bombasının yüz katıdır."

Sanırım bu, dünya teknolojimizin geçmeye mecbur ol­duğu bir safhadır ama ben gelecekteki bir zamanı şöyle düşünüyorum: Bu türden demir-eşyacılığa gerek olmaya­cak. Uzay yolcuları sakin bir şekilde bir galaksiden diğeri­ne veya bir evrenden diğerine, zamanın serbest enerjisi ile yolculuk edecek. Ayrıca zamanın gözlenebilen bir şekilde tezahür ettiği madde dünyalarına inmek için antikütle çe­kim güçleri kullanılacak. İlk uzay araştırmaları, hiç şüphe yok ki, bilim adamlarımızı zaman enerjilerinin varlığı ko­nusunda uyaracaktır veya gökyüzü diye adlandırdığımız yıldızlı semanın bir yerinde bulunan dost uzaylılar, bilim adamlarına bu konuda bilgi verecektir. Oysa göz ardı et­mememiz gereken bir olay var: En sonunda, üstünde canlı­ların yaşadığı bir gezegeni ziyaret ettiğimizde, uzaylılar biz olacağız!

Kozmosun, haritası belirsiz derinliklerindeki gelecek için önceden ayarlandığımızı varsaysak bile, elde edilecek bilgi için ödenecek bedelin bir parçası olarak görünen, fi­ziksel bedenlerimizdeki yıpranmayı acaba nasıl açıklarız? Anlatıldığına göre astronotlar, ağırsızlığa (çekimsizliğe) aşırı derecede maruz kaldıklarında fiziksel olarak ıstırap çekmektedirler ve Dış Zaman ve uzaydaki tecrübeleri ise onlarda zihinsel/psikolojik problemlere sebebiyet verebi­lir. Bir iddiaya göre, zaman genişlemesi acayip bazı feno­menler doğurabilir. Örneğin ışık hızına yakın bir şekilde yıldızlar arasında yolculuk edenler, birbirlerine değişik gö-

rünebilirler ve belki de, şu ana kadar düşünülmemiş diğer bazı fiziksel yan etkilere maruz kalabilirler. Bütün bunlara mantıklı bir cevap tabiî ki vardır ama şu anda onunla başa çıkacak teknolojiye sahip değiliz. Dolayısıyla girişimci ve uzak görüşlü bir bilim adamı, bu bilginin gizli -bulunduğu zaman kapsülüne tesadüfen rastgelinceye kadar, bu ger­çek, gelecek içinde gömülü kalacaktır.

ZAMAN YOLCULUĞU MU?

Zaman makinesi fikri yeni bir şey değildir. H.G. Wells’in aynı adı taşıyan romanında ölümsüzleştirilmiştir. Zaman yolculuğu konusunda hayatı boyunca araştırma yapmış bulunan Fransız mühendis ve astronom Emile Drouet şöyle yazmıştır: "Birkaç asır ya da binyıl içinde, Za­man içinde yolculuk, bir gerçek ve pratik bir imkân olacak­tır ve bunu kabul etmemiz gerekir." (*) Birçok bilim adamı gibi Drouet de zamanı statik olarak kabul etmiştir: Zaman durur, bizler hareket ederiz. Dolayısıyla geçmişe doğru ge­riye gitmemiz için, izlerimizi takip etmemiz ve belirli bir günde, dünyanın işgal ettiği yeri bulmamız gerekiyor. Dünya güneşin etrafında saatte 107.181 kilometre bir hızla, helezonî bir iz takip ederek yıldızlararası uzayda hareket ettiğinden ve sırasıyla bütün sistem saatte 69.198 kilometre bir hızla Vega'ya yakın bir noktada, Herkül takımyıldızına doğru uzay içinde hareket ettiğinden, yukarıda söylediği­miz yerin bulunması zor olabilir. Hem zaten, kişi geriye nasıl döner?

Coveney ve Highfield zaman yolculuğunu, hem özel hem de göreli zaman genişlemesine izin veren rölâtivitenin büyüleyici bir sonucu olarak görürler:

Bir gözlemcinin zaman yolculuğu, diğerinkine görelidir.

(*) A.Tomas, Beyond the Time Barrier, s.48.

Oysa olayların zamansal şekilde düzenlenmesi bütün gözlemci­ler için aynıdır; evrensel "şimdi" üzerinde anlaşanınsalar bile durum değişmez. Hiçbir gözlemci, hareketin herhangi bir duru­munda, yıldızlarda parlamadan önce, bir ışığın dünyaya ulaştı­ğını göremez. (*)

Öyle görünüyor ki Kurt Gödel ismini taşıyan bir man­tıkçı, dönen bir evrenin kozmolojik bir modelini tasavvur etmişti ve buna göre, Einstein'ın genel rölâtivite denklem­lerine uygun bir şekilde geçmişe yolculuklar mümkündür. Bununla birlikte Gödel, ortaya çıkabilecek garip olasılıkla­ra da değinmiştir. Bu olasılıklar arasında, bir kişinin, daha genç bir versiyonü ile karşı karşıya gelmesini belirtebiliriz. Bilim adamlarının genelde ve mantıkçıların özelde reddet­tikleri "parça" veya reenkarnasyon faktörünü ise belirtme­ye gerek yok zannediyorum. Karar nedir acaba? Reductio ad absürdüm! (yani, mantıksızlığa indirgeme) Öyle görü­nüyor ki bilgili arkadaşlarımız, Oxford astronomu Cedric Lacey'in sözlerini önemsemişlerdir ve bu yazar aynen şöy­le yazmıştı: "Zaman yolculuğuna, hiçbir mantıklı kozmolo­jik modelde müsaade edilmemiştir. (Öyle tahmin ediyo­rum ki bu, mantığın da tanımıdır!)" (**) Bu biraz iki taraf için de bahse girmek değil midir?

Kurt delikleri, bazı bilim adamlarına göre (örneğin John Wheeler) zaman içinde bulunan yolları sağlar gibi gö­rünmüşlerdir ama bilim adamları arasında kurt deliğinin müzakeresinin, Newtoncu veya Einsteincı mekanik veya maddenin kuantum özelliklerine karşı bir ağırlık teşkil edip etmeyeceği tartışmalıdır. Eğer ilki geçerli ise şans, sı­fır olarak görünüyor; İkincisi geçerli ise bu en azından bir olasılığı öneriyor; yani eğer doğru bir kurt deliğinden dü­şersek belki de geçmişteki bir yere çıkabiliriz. Ama neden gelecekteki bir yer olmasın?

(*) P.Covoncv ve R.Highfield, The Arrow of Time, s.103.

(»*) a. g. e., s.l'04.

Birçok düşünürün önerdiğine göre, zaman içinde geri­ye doğru yolculuk edip kendini bu dönemin "normal" in­sanları arasında bir yabancı bulmaktan başka, zamanı da­ha basit bir şekilde araştırma yollan bulunmalıdır. Bu, da­ha önce "Paralel Evrenler mi?" adlı bölümde ortaya attığım zamanlararası telepati sorusunu gündeme getiriyor. EPR paradoksunun (sayfa 86) ve benzeri deneylerin önerdiğine göre parçacıklar, uzay ve zamanın normal sınırlan dışında irtibatta bulunabilmektedirler ve düşünce de aynı çizgiler boyunca fonksiyon gösteriyor gibi görünmektedir. O za­man bizleri, binlerce yıl önce yaşamış insanlarla telepati yoluyla haberleşmekten ne alıkoyabilir ki? Durum bu olunca, insan, (belki bilinçaltıyla algılanarak süperşuura kaydedilmiş) böyle haberleşmeler sonucunda acaba ne ka­dar ilham parıltıları ortaya çıkmıştır diye merak etmeden duramıyor.

Aynı şey, gelecekten geçmişe yönelen zaman yolculu­ğu için de söylenebilir. Belki birden çok yoldan çıkmış "krononot" (sözlüğe bu yeni eklemeye ne dersiniz?) misti­ğin "Şam'a giden yolu"na düşmüş veya dua eden basit bir kıza üzülerek, ona dünyanın geleceğine bir göz atma imkânı tanımış olabilirler! Merak ettiğim konulardan biri de, daha önce bahsettiğim ("Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kaymaları ve Kapsülleri" adı bölüm) bayan Moberly ve Jo- urdain'ın Fransa'ya yolculukları esnasında, Trianon'da gör­dükleri Fransız soylularının, gerçekten misafirlerini (ba­yanları) görüp görmedikleridir. Eğer gördüler ise acaba bayanları hayalet olarak yoksa gerçek insan olarak nn gördüler? İkinci olasılığı varsayarsak, giyimleri onlara aca­yip geldi mi acaba? Eğer ben, anîden alışılmadık derecede garip giyinişli iki kişi ile karşılaşsam (tabiî ki bugünün mo­dasının izin verdiği giysi çeşitliliğini göz önünde bulundu­ruyorum), içimde bir merak uyanırdı. Eğer "orta kesimi"

karşısında görme alışkanlığı olmayan bir Fransız soylusu olsaydım, hizmetçilere bu durumu araştırmalarını emre­derdim. Belki de, bu geçmişteki insanlar, bu iki akademik bayanı, onların gördüğü şekilde görememişlerdi.

Sonra, İskoç çiftliğini gören bir adamın olayı vardı ("Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kaymaları ve Kapsülleri" adı bölüm). Anlattığına göre, selâm vermesine rağmen, in­sanlar onu görmüyorlar gibiydi; oysa hayvanlar yukarı ba­karak karşılık veriyorlardı ve gördüklerini belirten bir ta­vır içindeydiler. Bütün bunlar beni, benimle birinci elden ilgili olan bir hikâyeye getiriyorlar. Ancak mahremiyet se­bebiyle, olayda adı geçen insanların gerçek adlarını belirt­meyeceğim.

Orta yaşlı ve hayli saygın bir doktorun kansı, tekrar­lanan rüyalar görmeye başlamıştı ve bu olay onu kaygılan­dırmaya başlamıştı. Bu gece dolaşmaları o kadar nettiler ki kadın, olayların yer aldığı bölgeyi ve evi, en ince ayrıntısı­na kadar tarif edebiliyordu. Bütün bu rüyalara önemli bir korku öğesi eşlik ettiğinden, sağlığı olumsuz yönde etki­lendi ve bu durum, doğal olarak kocasında üzüntüye yol açtı çünki karısı normalde çok mantıklı ve ayağı yere basan biriydi. Karısının psikiyatriste gitmesini önereceği ve mes­lektaşları olan birçok arkadaşı tarafından önerilen reenkar- nasyon teorisine değer vereceği yerde, karısına rüyasında beliren özellikteki evin yerini tanımlayıp tanımlayamaya- cağmı sordu. Karısı, o yerin Fransa'da bulunduğu konu­sunda emin olduğunu ve nerede olduğu hakkında iyi bir fikre sahip olduğunu belirtti. "Oraya gideceğiz ve bu haya­leti tamamen ortadan kaldıracağız." dedi ve gittiler.

Fransa'da araba ile dolaşmaya başladıkları ilk iki gün sırasında, kadının rüyasında gördüğüyle ilgisi olan bir yer­le karşılaşamadılar. Fakat üçüncü gün, Kuzey Fransa'nın bir köyünün yakınlarından geçerlerken, kadın kocasmın

dikkatini, bir kiliseye ve sollarında bulunan ve küçük bir korunun yanından geçen bir yola çekti. Ondan sondaki yönleri açık bir şekilde belliydi: Buralarda bir kavşak bu­lunması gerekiyordu, işaretin bir kolu gevşemiş bir şekilde duruyor olacaktı, sol tarafta bazı çiftlik binaları bulunmalı ve yol daralarak, üç küçük evin yanından geçmeliydi. Her şey aynen kadının tarif ettiği şekildeydi. Kadının tavsiyele­rine uyarak daha ileri doğru gittiler ve bitiminde Gotik sti­linde (hep öyle değiller midir!) büyük bir bina olan özel bir yolla karşı karşıya geldiler. Bu sırada kadın, aşırı derecede korkuyordu fakat kocası, rasyonalist biri olarak, binaya gi­derek sorunu çözmeleri gerektiğini vurguladı.

Koca, gidip kapının zilini çaldı ve kapı gıcırtı ile açıl­dı; adamın karşısında ciddî yüzlü bir kadın duruyordu ve muhtemelen orta yaşın üstündeydi. Biraz soğuk bir şekilde adamı selâmladı ve başını, adamm karısına doğru döndür­düğünde beti benzi attı ve anîden bayıldı! Doktorun, yani adamm yardım istemesi üzerine evin sakinlerinden diğer iki kişi hemen ortaya çıktılar; biri kadının oğlu, diğeri ise hizmetçisiydi. Kadın uygun bir yere taşındığında ailenin diğer üyeleri de geldiler ve çabucak açıklama getirdiler. Son aylarda, gece yarılan evin üst katında, bir bayamn ha­yaleti sürekli olarak ortaya çıkıyordu; görünüşe göre so­runları vardı ve yukarıdan aşağı inerken kendi kendine ha­fif hafif ağlıyordu. Ev sakinlerinin hepsi "bu hayaleti" gör­müşlerdi ve bu hayalet, yaşlı kadının sinirlerini bozmuştu. Doktorun karısı, gördükleri hayaletin tanımına tıpatıp uyuyordu ve bundan başka, doktorun karısının birçok de­fa kocasma anlattığı rüya, aynen Fransız ailesinin tarif etti­ği şekildeydi.

Bu anlatılan olay, mekanik anlamda, belki de zaman yolculuğuna uymayabilir ama dalga yanlarımızın, uyku esnasında "yabancı bir ülkeye" yolculuk edebilme yetene-

ğini vurgular. Oysa metafizik eğilimli okuyucularım, dok­torun karısının daha önceki yaşamında belki de bu evde yaşadığını ve bu esnada, rahatsız edici bir olayla karşılaş­mış olabileceği önerisiyle ortaya çıkabilirler. Karı-koca ay­rıca Fransız aileye, eskiden beri bu evin sahibi olup olma­dıklarını sordular. Bu ev onlara dul amcalarından kalmıştı ve onun özel yaşamı hakkında çok az bir şey biliyorlardı; tek bildikleri beş yaşındaki oğlunun basamaklardan düşe­rek ölmüş olması ve karısının da kısa bir süre sonra üzün­tüden ölmüş olmasıydı. En azından onlara olayın anlatılışı bu şekildeydi. Fakat bu olay çok, çok uzun bir zaman önce gerçekleşmişti!

Acaba bu türden bir olay, diyalektik materyalistlerce kabul edilebilen terimlerle anlatılabilir mi? Belki de Roger Penrose bu sorunun cevabını, aşağıdaki açıklaması ile veri­yordu:

Kuantum fiziği, birçok karışık ve gizemli davranış biçimle­rini içerir. Bunların çoğu (yerel olmayış) kuantum bağlantılı­dırlar ve geniş bir şekilde ayrılmış mesafeler arasında gerçekleşe­bilirler. Bana öyle geliyor ki, böyle şeylerin şuur ve düşünce bi­çimlerinde rol oynaması kesin bir olasılıktır. Kuantum bağlantı­larının, beynin geniş alanlarında belirleyici bir rol oynamalarını önermek belki de o kadar saçına değildir. "Farkındalık hâli" ve beyindeki hayli tutarlı kuantum durumu arasında herhangi bir ilişki var mıdır acaba? Şuurun bir özelliği olarak görünen "tek­lik" veya "globallik" bununla ilişkili midir acaba? Böyle oldu­ğuna inanmak daha tutarlı galiba.(*)

1950 yılında zaman konusu ile ilgili birkaç kısa hikâyem bir dergide yayınlandı. Bu hikâyelerden ilki, l.Elizabeth'in hükümdarlığı sırasında, İngiltere'de geçmek­tedir. Burada kaza sonucu bir zaman eğimine rastlayan ve geçici olarak kendini İkinci Dünya Savaşı esnasındaki bir İngiliz hava alanı içinde bulan genç bir çobanın hikâyesin-

(*) D.Zohar, The Quaittum Self, s. 61.

den bahsedilir. İkinci hikâye "Zaman Kamerası" adını taşı­yordu. Konusu ise zaman dışında fotoğraflar çekebilen bir elektronik alet yapmış olan Yeni ZelandalI bir araştırmacı ile ilgili idi; ancak bu araştırmacının bir problemi vardı, ge­lişmenin şu aşamasında ne ile karşılaşıp karşılaşmayacağı­nı kontrol edemiyordu. Bununla ilgili haberler, kısa sürede yayılır ve politik, dinî ve ticarî temsilcilikler, araştırmacıyı ve kamerasını yok etmek için ortaya çıkarlar. Hikâye, alay­cı bir muhabir tarafından birinci tekil şahıs ağzından anla­tılıyor ve alaycı bir üslûpla sona eriyordu.

Yaklaşık olarak yirmi yıl sonra Andrew Tomas'ın kita­bı ilk defa ortaya çıktığında aşağıdaki beyan gözüme çarp­tı:

Geçmişteki oiayiar, oluşumlarından sonra acaba görüntü­lenebilirler mi? İlk bakışta bu soru saçma gibi görünebilir. Fakat 17 Ağustos 1958’de Miami Herald gazetesi tarafından yayınla­nan AP ajansı haberi, ABD'ıtiıı Hava Kuvvetlerinin bu sıralar­da yürüttüğü, dünyayı sarsan tecrübelerini tarif etmiştir.

Özel bir kızıl ötesi kamera, bir araştırma uçağından boş bir park alanı görüntülemiştir. Bu fotoğraf, birkaç saat önce bu ala­na park edilmiş arabaların görüntüsünü taşıyordu ama bu ara­balar fotoğraf çekildiği aııda yerlerinde değildi.{*)

Hiç şüphe yok ki günümüzde bu fenomeni, ısı imajla­rı ile açıklayabiliriz ama bu, zaman fotoğrafçılığının bir ge­lecek olasılığı olmadığı anlamına gelmez. Taşların, ağaçla­rın ve hatta jeofiziksel yerleşim yerlerinin, zaman kaydedi­ciler olarak hareket etmeleri olasılığını araştırdık ve bunun yeterli derecede duyarlı olanlar tarafından anlaşılabileceği­ni ortaya koyduk. İngiliz bilim adamı Arthur Clarke'ın gö­rüşüne göre, bütün olaylar evren üzerinde bizim şu andaki teknolojimizin kavrayamadığı etkiler bırakmaktadır. Görü­nüşe göre bu fikirler, kolektif şuurdışmda eşzamanlılaşmış gibi görünmektedir. Ünlü bilim kurgu yazarı Isaac Asi-

<*) Tomas, Baeyomi the Time Barrier, s. 51.

mov'un The Dead Past (Ölü Geçmiş) adlı kitabında da za­man görüntülemesini mümkün kılan bir kayıt aracım icat eden bir kişi anlatılmıştır.

EFSANE - GERÇEK Mİ HAYAL Mİ?

"Efsane, Tarih ve Dindeki Zaman" adlı bölümde daha önce ele aldığımız üzere, tarih öncesinde var olan medeni­yetlerin; zaman, uzay, ses, kütle çekimi, nükleer güç ve elektrodinamik hakkında gelişmiş bilgiye sahip oldukları ileri sürülmüştür. Bütün bu medeniyetler sonradan yok edildiler ve belki, yakın bir gelecekte gidişatım değiştirme­diği takdirde bizimki de aynı kaderi paylaşacaktır. Bu teo­riyi destekleyen küçük de olsa bir kanıt ortaya çıkmıştır ve birçok yörenin mitoloji ve efsanelerinden, bu konuda bilgi toparlanmıştır. Büdiğimiz kadarıyla mitoloji, mecaz açısın­dan zengindir ve bir örnek vermek gerekirse Truva hikâyelerinin gerçek bir temeli olduğu son yıllara kadar is­pat edilememişti. Jung, mitoloji ve efsanenin karşılaştırma­lı araştırması konusunda geniş bir incelemede bulunmuş ve bu onu, şu sonuca ulaştırmıştır:

İç vizyonumuza göre ne olduğumuz ve insanın alt bir cins olarak görüntüsü, yalnızca efsane yolu ile ifade edilebilir. Efsane daha bireyseldir ve bilimden farklı olarak, hayatı daha bir kesin­likle ifade eder. Bilim ortalama kavramları ile çalışır ve bunlar bireysel yaşamın sübjektif değişikliğini tam olarak anlatmaktan çok uzaktırlar.(*)

Jung'un duyguları, Sovyet Profesörü I.A.Efremov'un sözlerinde tekrar yankılanmıştır. Efremov, "tarihçilerin es­ki, gelenek ve folklorlara daha fazla saygı göstermeleri ge­rektiği" konusu üzerinde durmuş ve Batılı bilim adamları­nın "sözde sıradan insanların hikâyeleri diye bilinen şeyler

(*) C.G.Jung, Memories, Dreams and Reflcctions, s.17. —

konusunda züppelik yaptıkları" suçlamasında bulunmuş­tur. (*) Zamanın uç noktalarına giden kapıların kısa bir sü­re içinde açılacağını varsayarsak, bütün bu sorular uzak ol­mayan bir gelecekte cevaplarına ulaşacaktır.

Geçmiş zaman içinde var olduğuna inanılan saygın bilimlerden biri de, ses bilimidir. Sesin, insan ve hayvanla­rın psikoloji ve biyoritmleri üzerindeki etkileri yıllarca bi­limsel olarak gözlenmiştir. Bir inanç okuluna göre hepimiz kişisel bir "anahtar notaya" sahibiz ve bu bilgi yanlış ellere geçerse, hayatlarımızda psikolojik ve fiziksel hasar meyda­na getirebilir. Belki de bu, "Efsane, Tarih ve Dindeki Za­man" adı bölümde değindiğim bilimci arkadaşımın bu bi­limsel araştırma çizgisini takip etmesi konusunda çekimser olmasının sebeplerinden biridir.

Stalking the Wild Pendulum (Vahşi Sarkacın Yaklaşma­sı) adlı ilgi uyandıran kitabında Çekoslovakya doğumlu biyotıp mühendisi Itzhak Bentov, zaman ve değiştirilmiş şuur hâllerine bağlı ses dalga ve titreşimlerini işlemiştir. Bentov'un zaman, uzay ve kuantum dünyaLarı konuların­daki teorileri ilk defa 1976'da yayınlanmıştır ve bu yazar, parçacık-dalga ikiliğini, insan şuuru anlamında ilk kavra­yanlar arasında bulunduğunu iddia edebilir. Zohar gibi Bentov da "dalga paketlerinden" söz eder (bu dalga paket­leri, ne tamamen parçacık ne de tamamen dalga ama her ikisinin birleşimi olan elektronlar ve diğer atomaltı parça­cıklardır). Parçacık-dalga ikiliği prensibinin yalnızca foton­lar, elektronlar ve nükleer parçacıklar sınırlı bölgesi için geçerli olmayıp, aynı zamanda daha geniş bir alan olan madde topluluklarını da kapsadığım görür. Bentov aynca ses, ışık, elektrodinamik ve nükleer radyasyon dalgalanrun birleşimi için yeni bir teori ortaya atmıştır. Bunların her bi­rini yalmzca insan şuuruna bağlamakla kalmıyor, aynı za-

(*) A.Tomas, Atlantis, From Legend to Discovery, s. 27.

manda her animistin maddenin tamamında var olduğuna inandığı, yaradılıştan gelen şuura da bağlıyor. Bentov şun­ları söylüyor:

Bir an için düşüncelerin, eşya ve insanlar üzerindeki etki­lerine bakalım. Düşünce bir enerjidir ve beyindeki sinir hücrele­rinin belirli bir şekilde ateşlenmesine sebep olur. Bu doğal olarak beyin kabuğunda küçük akımlar üretir ve bunlar kafatasının yü­zeyindeki elektrotlar aracılığıyla, duyarlı araçlarla anlaşılabilir. Başka bir deyimle bir düşünce; küçük bir hareket olarak başla­masına rağmen, en sonunda tam olgunlaşmış bir düşünce şekli­ne dönüşür ve beyin kabuğunda, en azından 70 milivolt gücün­deki bir gerilim üretir. İlk sinir hücresini ateşler ve bu sinir hüc­resi de sırasıyla diğer sinir hücrelerinin belirli aralıklarla ateş­lenmesine sebep olur. Oysa bu evren içinde hiçbir enerji yok ol­maz. Düşünce tarafından üretilen akımı kafamızın dışında ya­kalayabilirsek bunun anlamı şu olur: Düşünce enerjisi, elektro­manyetik dalgalar şeklindeki bir yayındır ve bulunduğumuz çevre içinde ve nihaî olarak kozmos içinde, ışık hızına sahip­tir.(*)

Bentov, bu pasajında ve kitabındaki buna benzer di­ğer pasajlarında, bütün enerji sistemlerinin birbiriyle bağlı olduğu fikrini vurgular ve tezahürlerinde, genel olarak "bütün tamamen duygusal hayat" diye değindiğimiz şeyle sınırlı olmadıklarını ileri sürer. Dolayısıyla bireyselleşme süreci örneğin nasıl bir çiçeğe, bir kristale, bir hayvana ve­ya bir insana bağlı bulunuyorsa aynı şekilde bir parçacığa da bağlıdır ve sonuçta evrensel Zaman-Zihin, en küçük parçacıktan, kozmosun sonsuzluğuna kadar bütün yaradı­lış içinde aynı şekilde hareket eder. Ses ve diğer enerji alanları arasındaki ilişki ile ilgili teorileri, Nikola Tesla ta­rafından gerçekleştirilen araştırmalarda teyit edilmiştir. Nikola Tesla, halkın baskısı sonucu araştırmalarından vaz-

(*) I.Bentov, Slalking the Wild Pendulum, s.100.

geçmeye zorlanmıştır; sebebi de ses ile ilgili deneylerinin, yaşamakta olduğu New York bölgesindeki elektrik enerjisi dağıtımını olumsuz yönde etkilemesiydi! Hislerime göre ses biliminin gizli sırları, aynen zamanınkiler gibi en so­nunda tekrar yüzeye çıkacaklardır. Bu da, herhalde insan­lık, böyle evrensel enerjilerin, yalnızca yok edici amaçlar için var olmadığını anladığında gerçekleşecektir. Yoksa ha­yal mi kuruyorum?

Öyle görünüyor ki ikilik, şu ana kadar araştırdığımız bütün sistemlerde ortaya çıkmaktadır. Bu saptama, enerji anlamında kavranan zamanı da kapsar. Kuantum dünyası­nın parçacık-dalga yanlarına mikroskobik plânda sahip ol­duğumuzdan, bunun doğal sonucu, aynı prensibin daha geniş olan makroskobik seviyede de tekrar yankılanması­dır. Benim sinüs-dalga teorimin, zaman ve evreni kapsaya­cak şekilde bütün enerji kaynaklarına rahat bir şekilde uy­gulanabilir olması da bunu gösterir.

Eğer zamanı (kişileştirilmiş veya değil) bir enerji ola­rak kavrarsak ve yetkili kişilerin ima ettikleri gibi (zihinle­rimizi pozitif bir şekilde kullanarak zaman enerjilerini ya­pıcı bir şekilde kullanmayı bir tarafa bıraktığımızda) pek azımızın, etrafımızda ne olduğu konusunda yeterli derece­de şuurlu olduğunu göz önünde bulunduracak olursak; acaba bizler zamanın elindeki zarlar mıyız? Birkaç yıl önce fason ve Argonotlar adını taşıyan bir film izlediğimi hatırlı­yorum. Bu filmde Olimpos'un tanrıları satranç oynuyorlar­dı ve satranç taşları, mücadele içindeki kahramanlan tem­sil ediyordu. İlk olarak Zeus kendi hareketini yaptı ve par­çalanan taşların, Jason’un gemisine yaklaşmasına sebebiyet verdi. Hera, karşı harekette bulundu ve Poseidon'un de­nizden çıkarak parçalanan taşları tutmasına ve küçük ge­minin emniyetli bir şekilde yolculuğuna devam etmesine olanak sağladı. Bu sahneden çok etkilendiğimi hatırlıyo-

rum ve kendi kendime, gerçekte ne kadar otonomiye veya özgür iradeye sahip olduğumuzu sordum. Aradan yıllar geçti ve şu sonuca ulaştım: Bizler genellikle tanrıların oyu­nundaki piyonlarız ve bunun oluşumuna müsaade ettiğimiz sürece, bu hep böyle devam edecektir. İnsanın kendini böyle bir durumdan kurtarmayı ileri sürmesi kolay fakat gerçekleştirmesi zor bir şeydir ve tamamen yeni bir zihin programlanmasını gerektirir. Buna ek olarak kuantum benliklerimiz, bazı kuantum "grup benliklerinin" parçası olabilir; bu durumda düşünmemiz gereken, bireyler olarak yalnız bizlerin değil, aynı zamanda aşkın bağlantıları so­nucu aynı kozmik yolda yolculuk edenler de bulunacaktır. Başka bir deyimle hiçbirimiz yalnız değilizdir; belki de çok iyi çalışmış ve uyum içindeki bir orkestradaki çalgıcılar gi­bi bütün gösterinin uyumuna katkıda bulunuyoruz.

ZİHİN YOLCULUĞU, KEHANET ve GELECEK

Kitabımın değişik yerlerinde, bazı şeylerin ve olayla­rın ön bilgisi ile doğduğumu ima etmiştim. Şu ana kadar 62 yıllık lineer zamanımı oluşturan yaşam içinde, sık sık "geleceği hatırlayabildim"; bazıları buna "geçmişin hatır­lanması' diyebilirler. Bunu göz önünde bulundurarak, Dünya diye adlandırdığımız bu gezegenin geleceği ile ilgili tahminlerde bulunmadan bu kitabı bitirmeyeceğim.

1)                 DünyDünya,sküreselnısınma sonucuaya edaabaşkab çimde sona ermeyecektir. James Lovelock’un, Gaia (Dün­ya) ile ilgili görüşüne katılıyorum. Bu görüşe göre Gaia, maceralı bir şekilde dalgınlığından kurtulabilir ve çoğu­muza, kozmik cevaplar bulmada yardımcı olabilir. Bunun sonucunda da bizler kozmik bütün hakkında daha fazla bilgiye sahip olabiliriz. Bu kategori içine, inançları ve bi­limsel eğilimleri ne olursa olsun (belki sizleri de kapsar!),

"kapalı zihin sendromundan" mustarip olan herkesi dahil ediyorum. Tabiî ki Gaia Anne ve Zaman Amca, benim bu değerlendirmeme katılmayabilirler. Bunun için de göster­genin en-sonunda nereye yöneleceğini beklemek ve gör­mek gerekir.

2)                Beni Benim cinancıma ; göre,ydünyanm yörünge vey seninde büyük, korkunç ve katastrofik bir değişiklik ola­caktır ve bu, kutupların ve ekvatorun pozisyonlarında de­ğişikliğe sebebiyet verecektir. Ne zaman? Bu konuda bir ipucuna sahip değilim! Fakat bunu çok açık bir şekilde gördüm ve zamanı geldiğinde, bu olaya tanık olacağım ko­nusunda tereddüt ediyorum. Belki de kara deliğimin sa­kinliğini yaşayacağım veya birçok ışık yıl ilerideki doğal evrenime döndüğüm için mutlu olacağım. Sevgili Gaia'ya nazik ve iyileştirici düşünceler göndereceğim ve insanların kendi hemcinsleri ve diğer türler üzerinde açtıkları yarala­rın tedavisinin, zaman tarafından yapüacağma güvenece­ğim.

Ancak, bu önsezimde hiçbir şekilde yalnız değilim ve düzenli olarak psi kaynaklarından ortaya çıkan değişik ke­hanetlere de değinmiyorum. 1960'larda Almanya doğumlu psikiyatrist Dr.Charlotte Wolfe tarafından çay içmeye da­vet edüdim. Konuşmamız esnasında kaçınılmaz olarak rü­yalar konusu ortaya atıldı ve tekrar tekrar gördüğüm, bü­yük bir eksen eğiminin söz konusu olduğu bir rüyamdan bahsettim. Bu konuda yalnız olmadığımdan emin olmamı ve aynı rüyanın bütün dünyadaki insanlar tarafından gö­rüldüğünü söyledi. Gerçekten de bu konuda birçok meş­hur kadm ve erkek onun bu konudaki tavsiyelerine baş­vurmuşlardı ve bu insanlar "gece hayali" gördüklerine ina­nıyorlardı. Bana anlattığına göre, onlara şunlan söylemiş: Dünya tarihindeki gelecek olaylar kaçınılmaz olarak gölge­lerini ortaya koyarlar ve kolektif şuurdışında bilindiklerin-

den, hassas ve sosyal açıdan bilinçli olan herhangi bir kişi, uyku hâlinde veya değişmiş şuur hâllerinde böyle bir bil­giyi elde edebilir.

3)                Büyük Birleşik Teori, en sonunda, Lederman ve Schramm'm önerileri doğrultusunda kabul edilecektir ve tabiî birkaç sürpriz de işin içine girecektir, insanoğlu yıl- dızlararası uzaya adımını atacaktır ve böyle yapmakla, en sonunda düşüncenin gücünün değerini ve nasıl kullanıla­bileceğini anlayacaktır. Bütün bunlar onu mükemmel ya­pacak mıdır? Hayır! Evrimin her aşamasında problemler ve tehlikeler bulunacaktır ve bunlar, şu anda karşılaştıkla­rından biraz değişik olacaktır.

4)                Ve bunlar son sözlerim. Dünyanın geleceğinde, sa­kinlerinin, zaman enerjilerini kullanacakları ve bunun so­nucunda, tamamen yeni, bilimsel ve metafiziksel tecrübe alanları yaratacakları bir ortam oluşacaktır. Şuursuz şekil­de hizmet eden uykucular, uyku hâllerinden uyandırıla- caklardır ve kolektif veya grup düşüncesine katılacaklar­dır. Geçmişin tarihî olayları onlara açıldığından, iktidar pe­şindeki art arda gelen nesillerin onlara anlattıklarıyla değil, gerçekte ne olduğunun ışığı altında; dinsel, kültürel, sos­yolojik inanç ve tercihlerini tekrar değerlendireceklerdir. Bütün hayatın tekliğinin ve şuurun en küçük hücrelerde bile bulunduğu idraki, bütün Gaia çocuklarının uyum ve anlayış içinde yaşamalarına yardımcı olacaktır.

Bu kitabın okuyucuları; barış, sevgi, ilgi, anlayış ve uyum değerlerinin hâkim olduğu bir dünyayı tamamen sı­kıcı buluyor ise; onların parçalan kendilerini, Orion bölge­sindeki savaş yanlısı, hazcı bir ırkın yanında bulacaktır. Kaos, en sonunda kendi kendini organize ettiğinden, Gaia; kendi üzerinde gerçekleşen saygısızlıklardan sonra cö­mertliğine belki de geri dönmekte mutlu olacaktır; aynen "zamanın her şeyi tedavi ettiği" deyişinde olduğu gibi.

SÖZLÜK

Akaşa: Sanskritçe Atosn'dan gelmektedir. Anlamı ise, doğanın beş ana prensibinden biri olan "ses çıkartan eter"dir. Bu sözcük Fisagor tara­fından kullanılmıştır ve özün beşinci elementine uygulanmıştır (baş­lıca dördü hava, ateş, toprak ve su’dur). Fisagor'a göre yıldız ışığının semavî eteri bütün uzayı doldurmaktadır. Fisagor'un takipçilerine göre fiziksel dünyada oluşan her eylem ve düşünce, semaya kayde­dilmektedir (Akaşik Kayıtlar) ve bu fikir, o zamandan beri metafi- ziksel araştırmalarda gözlenmiştir. Fisagor'un bu bilgileri, Orfeci okullardan elde ettiğine inanılır. Örfe okulları Doğu havası taşıyor­lardı, oysa bu kavramın asırlar önce var olduğuna inanılıyordu.

Antimadde (Antiparçacık): Madde dünyasında, her parçacığın karşılığı olan bir antiparçacık vardır. Bu parçacık, kendi antiparçacığı ile çar­pıştığında, her ikisi de yok olur ve ortamda yalnızca gamma ışını şeklinde bir enerji yükü kalır.

Çok Boyutlu Farkındalık: Zihinsel olarak birden fazla realite veya za­man bölgesini aynı anda hesap edebilme yeteneğidir.

Deneycinin Etkisi: Normalüstü fenomenlerin varlığını ispat etmek (ya da aksini ispat etmek) için düzenlenmiş araştırma programlan üze­rinde çalışan parapsikologlar, deneyi gerçekleştirelim belirli bir şe­kilde sonucuna etki edebileceğini gözlemişlerdir. Gözlemcilerin dik­kat ettiğine göre, aşırı inançsız bir kişi tarafından bir test gerçekleşti­rildiğinde, gerçekleşen sonuçlar aşırı derecede düşüktür. Oysa ina­nan bir bilim adamının ya da araştırmacının yönetiminde ise denek­lerin performansının isabeti çok yüksektir.

Determinizm: Olayların, özgür irade veya rastlantısal faktörler tarafın­dan etkilenmeyip, tamamen daha önceki sebepler tarafından belir­lendiğini kabul eden doktrin. Determinizm, Neıvtoncu kütle çekimi teorisi ile uyum halindedir ve 19. yüzyılın başında Fransız bilim ada-

Marquis de Laplace tarafından desteklenmiştir. Determinizmin bilimsel doktrini, birçok kişi tarafından bireysel özgür irade ve dün­ya işlerine kutsal varlığın müdahalesi olasılığım kaldırdığından bir tecavüz olarak görülmüştür.

Dış Zaman: (Metafizik) Bizim küçük evrenimizi aşan bölümde bulunan, lineer olmayan zamandır. Ayrıca zamansızlığı da kapsar. Zamansız­lığın gizli boyutlarda bulunduğuna inanılır ve ruh, fiziksel dünya veya dünyaların İç Zaman devrinden serbest kaldığında, zamansızlı­ğı tecrübe eder.

Düşman: Zamanın kişiselleşmiş niteliğidir ve günlük anlamında genel olarak zamanın geçmesi ile empoze olunan sınırlamaları gösterir: Bir kişinin belirlenmiş bir yükümlülüğü yerine getirmesi için, belirli bir randevuya zamanında gitmesi için yeterli zamanı yoktur. Bilimsel bağlamda ise daha çok anlam ifade eder çünki zamanın geçmesi ka­çınılmaz olarak entropi eylemini içerir ve bu , insan sisteminde yaş­lanma süreci olarak kendini gösterir.

Elektromanyetik Alan: Sürekli olarak artan elektrik yükü ile bağımlı güç alanı. Hem elektriksel hem de manyetik kısımlardan oluşur ve belirli bir miktarda elektromanyetik enerji içerir.

Elektromanyetik Tayf: Yaklaşık olarak 1021 hertz'den 0 hertz'e kadar değişen frekansa sahip olan tam bir radyasyon aralığıdır (veya 10-13 metreden sonsuza kadar olan dalga uzunluklarına karşılık teşkil eder) ve azalan bir frekans düzeni içinde, gamma ışınlarını, X-ışınla- rını, morötesi radyasyonu, görünen ışığı, kızılötesi radyasyonu, mik­rodalgaları ve radyo dalgalarını kaps

Entropi: Yunanca en (içeri) ve trope (dönüş) kelimelerinden oluşur. Dü­zenden düzensizliğe geçişi veya organizasyondan çözülmeye gidişi gösterir.

1)            Anî bir değişiklik geçirmesi için bir sistemin kapasite ölçüm biri­midir. Termodinamikte bu dS=dQ/T formülüyle gösterilir. dS, öl­çümdeki sınırı sıfıra yaklaşan değişikliği ifade eder, T termodinamik ısı olup, dQ ise sının sıfıra yaklaşan ısı miktarıdır.

2)            Evrenin kendini kapsayacak şekilde kapalı bir sistemin enerjisi­nin, zamanın geçmesi ile daha az yapma özelliğine sahip olma eği­limidir.

3)            Statik mekanikte S=klnP+c formülüyle belirlenen rastlantı, düzen­sizlik ve kaos ölçümüdür. S, verilmiş bir durumun değerini ifade

eder. P ise bu durumun oluşma olasılığıdır; k Boitzmann sabitidir ve c ise indî bir sabittir.

Epagomenal: Yunanca efxtgomenos sözcüğünden ileri gelir (e/büzerin- de, û£eı'ıı=getirmek). Eski güneş yılındaki ayın bölümünü oluştur­mayan ilâve edilmiş günlerdir. Mısırlı tanrılara bu günlerde ibadet edilmekteydi.

Eşzamanlılık: Olayların gerçekten aynı zamanda oluşmuş olması için aynı zamanda oluşması yeterli değildir, aynı yerde de oluşması ge­reklidir. Örneğin Jüpiter üzerindeki bir olay, Dünya üzerindeki bir olay ile aynı anda oluşmuş olabilir. Her iki olay da değişik referans boyutu içinde meydana geldiğinden ve bilgi, bir referans boyutun­dan diğerine ışık hızından daha süratle yolculuk edemeyeceğinden, iki olay ayru anda oluşmuş sayılmaz.

Fermion: Aynen elektron, proton veya nötron gibi bir parçacıktır. Her­hangi bir çiftin koordinatları birbiriyle değiştiğinde, değişik benzer parçacıkların dalga fonksiyonunun işaret değiştirmesi ile ilgili kura­la uyar. Dolayısıyla Pavli Dışlama Prensibine riayet eder.

Fraktaller: Bilgisayar bilimindeki sivri uçlu, karmakarışık, bükülmüş, kıymıklanmış ve kırılmış şekiller ailesi ve düzensiz modeller. Bunla­rın, doğadaki organize eden prensibi temsil ettiğine inanılır ve buna ayrıca "doğa geometrisi" denir. Gerçek nesnelerin parçalanmış bo­yutlarını belirli bir şekilde hesaplamak için özel bir yol, Benoit Man- delbrot tarafından bulunmuştur. Kendi şekillerini, boyutlarını ve ge­ometrisini tarif etmek için bir isme ihtiyaç duyan Mandelbrot, oğlu­nun Lâtince sözlüğüne göz atarken, fractus sıfatı ile karşılaşmış. Bu kelime frangere fiilinden ileri gelmektedir ve anlamı kırmak'tır. Aynı kökten gelen İngilizce kelimeler de -fradure ve fradion- uygun gö­rünmektedir.

"Fraktaller, kendi kendine benzerlik temel özelliğini ortaya koyarlar - bütün uzunluk boyutlarında tekrarlanan ve motifler içinde motifler oluşturan sonsuz bir seridir."

Fraktaller bazı bilim adamları tarafından sonsuzluğu görmenin veya be­lirsizliğe, tanınabilen bir şekil vermenin bir yolu olarak görülürler.

Gaia Hipotezi: Profesör Sir James Lovelock’un, kendi başına kendi ken­dini düzenleyen Dünya kavramı. Lovelock bu kavrama eski Yunan mitolojisinden seçilmiş Gaia sözcüğü ile değinmiştir. Gaia teorisi çok taraftar bulmuştur. Bu taraftarların çoğu, Gaia'nm yaşayan bir varlık

olduğu ve yüzeyinde meydana gelen şeylerden tamamen haberdar olduğu fikrine katılırlar.

Holografi: boyutlu imajları ortaya koymak ve kaydetmek için, film ve lazer ışığı kullanan bir metottur.

Hologram: Holografiye maruz bırakılan, ışığa duyarlı bir araç üzerinde üretilen desendir ve bu sonradan fotoğraf biçiminde basılır. Ortaya çıkan imajın, üç boyutta var olduğu görünür ve dolayısıyla birçok açıdan görülebilir. Görüş açısındaki her değişiklik ile imaj da deği­şikliğe uğrar.

Işık Hızı: Genel olarak saniyede 300.000 kilometredir. Uzay içinde ise hız 2,997925 X 108 ms'1 'dir.

İç Zaman: Lineer zamandır. Bu zamanı, saatlerimizde görürüz ve bu za­man, gezegenimizin güneşe bağlı olarak hareketine göre belirlenir.

Karma: Hinduizm ve Budizmde, insan hayatının durumunu belirleyen ödüllendirici adalet prensibi ve geçmiş başarıların sonucu olarak re- enkarnasyon durumu olarak tarif edilmiştir. Karma kavramı "Ne ekersen onu biçersin" prensibine dayanır ve ayrıca "ataların günahla­rı" temasının meşhur metafiziksel çeşitlemesi olarak da görülebilir . Bunun anlamı da daha önceki yaşamlarımızda gerçekleştirdiğimiz kötü hareketlerimizi affettirici hareketlerde bulunmamız gerekliği­dir. (Burada lineer reenkarnasyon teorisinin kabulünü varsayıyoruz ve yazarınız, bu teoriyi kabul etmiyor.) Ayrıca "Zamanın Metafiziği" adlı bölümdeki Parça Teorisine bakınız.

Kırmızıya Kayma: İşığın ve uzak galaksilerden gelen elektromanyetik radyasyon şekillerinin dalga uzunluklarının arttığı miktardır.

Kopenhag Yorumu: DanimarkalI bilim adamı Nils Bohr tarafından orta­ya atılmıştır ve kuantum fiziğinin öncüsü olarak görünür. Bohr oku­luna göre, nesneler Nevvtoncu fiziğin onlara atfettiği özelliklere artık bağlı değillerdir.

Kova Çağı: Astrolojide bir çağ, yaklaşık olarak 2160 yıllık bir dönemdir veya 25.900 yıllık bir güneş devrinin 12'de biridir ve bu da aşağı yu­karı presesyon hâlindeki ilkbahar noktasının bütün zodyak etrafında yolculuk etmesi için gerekli süredir. Yirminci yüzyıl bu noktaya yak­laştığından (ki bu her zaman Koç Burcunun sıfır derecesidir) Balık Burcu Çağını terk etme noktasındadır. Presesyon, zodyak kuşağı bo­yunca geriye doğru hareket eder. İlkbahar noktası Kova Burcuna ulaştığında, Kova Burcu Çağına gireceğiz. Takımyıldızların kesin bir

sınırları olmadığından, astrologlar arasında, Kova Çağma ne zaman gireceğimiz konusunda anlaşmazlık vardır. Dolayısıyla her dönemin başlangıç ve sonları tahminidir.

Kozmoloji: Evrenin doğum, büyüme ve gelişme teorisi.

Kuanlum Sıçraması: Bir seviye veya kategoriden tamamen değişik bir diğerine anî bir geçiş; özellikle bilgi alanında.

Kuanlum Teorisi: Bu teoriyi ortaya atan, Berlin Üniversitesinde profe­sör iken (1889-1928), Alman fizikçi Max (Karl Ernst Ludwig) Planck (1858-1947) olmuştur. Planck' m Kuantum teorisi, ona 1918'de Nobel ödülünü kazandırmıştır. Bu teori Einstein, Bohr ve diğerleri tarafın­dan 20. yüzyıl fiziğini değişikliğe uğratarak uygulanmıştır. Bu teori klâsik Newloncu mekanikten uzaklaşmayı içermektedir.

Newton Hareket Kanunları: Hareketi tarif eden üç kanun, Newton Me­kaniğinin temeli olarak kullanılmıştır. Bu üç kanun şunlardır: Dış güçler tarafından etkilenmedikçe bir cisim, birleşik hareketin dinlen­me durumunu doğrusal bir şekilde devam ettirir. Bir cismin momen­tinin değişim hızı, dış güçle orantılıdır. Herhangi bir sistem üzerin­deki güç, eşit ve karşıt bir gücün ortaya çıkmasına sebebiyet verir (reaksiyon).

Pauli Dışlama Prensibi: Aynı türden iki fermionun, aynı anda kuantum durumunu işgal edemeyeceği prensibi.

Periyodiklik: Periyodik olma özelliği. Düzenli aralıklarla tekrar oluşma.

Planck Kanunu: Kuantum teorisinin temelini oluşturan kanun. Elektro­manyetik radyasyon enerjisi, küçük, bölünemeyen "foton" paketleri­ne hapsedilmiştir. Her biri hız enerjisine sahiptir. V radyasyon fre­kansıdır, h ise Planck sabitidir.

Psi: Parapsikolojide kullanılan bir deyim. Bu deyim telepati, altıncı du­yu, gözle görünmeyen şeyleri görme, prekognisyon, psikokinezi ve buna bağlı fenomen alanlarını kapsar.

Quarternion (Matematik): Elementlerin ortaya çıkardığı gerçek sayı üzerinde bölüm cebiri.

Quarternion Cebiri: F alanı üzerindeki herhangi bir dört boyutlu, bağ­lantılı bulunmayan cebir. İki boyutlu bağlantısız cebirden Cayley- Dickinson yöntemi ile elde edilir. F veya F’nin kendisi ile direkt top­lamından oluşur veya F üzerindeki ayrı bir dörtlü alandan oluşur. İşte bu, quarternion kavramım ortaya çıkarır.

Sonik (Sesle ilgili): 1) Duyulabilir sese bağlı olan, bir sonik dalga. 2) Hı­zı, hava içindeki sesin hızına yakındır ve deniz seviyesinde ise sani­yede 332 metredir. Lâtince son (us) -ses- kelimesinden gelmektedir.

Soniks (Ses bilimi): Ses dalgalarının bir enerji şekli olarak uygulanması­nın araştırılması.

Tekillik: "Uzay-zaman eğiminin sonsuz olduğu uzay-zaman içindeki bir noktadır. Teorik olarak bir kara delik içindeki maddenin nihaî kaderidir. Çıplak tekillik, kara delik tarafından çevrelenmiş tekillik değildir (Hawking). 'Tekilliklerin, kara deliklerin en merkezinden yükseldiklerine inanılır" (Wolf). "Tekillikler, uzay-zaman içindeki uzay-zaman gösteriminin ötesindeki giriş ve çıkış noktalarıdır (Grib- bin).

Teleoloji: 1) Doğal oluşumlardaki plân ve amaç tezahürlerinin felsefî araştırılması. 2) Doğal fenomenlerde ortaya konulan amaç ya da yöntem. 3) Böyle amaç veya yöntemin doğal oluşumları belirlediğini ileri siiren doktrin.

Termodinamik: Termodinamiğin birinci kanunu: Isı bir enerji şeklidir ve kapalı bir sistem içinde bütün enerji çeşitlerinin toplamı, sabittir.

Termodinamiğin ikinci kanunu: Bu kural, herhangi bir kimyasal veya fiziksel oluşumun yer aldığı yönle ilgilidir ve Carnot devrini ve Pro­fesör Davies tarafından değinilen entropi'yi içerir. Enlropi, geriye doğru hareket edebilen bir termodinamik niceliğidir ve miktarı; ter­modinamik ısı tarafından bölünmüş olan emilmiş ya da yayılmış ısı miktarına eşittir. Değişik birsürü permütasyon vardır ve bunlardan en iyi bilineni Boltzmann enlropi hipotezidir.

TermodinamFiğin iiçüncii kanunu: Toplam ısı denen oluşum ile de ilgi­lidir. Bir sistemin kendi enerji toplamına eşit olan termodinamik fonksiyonudur.

Yerel Olmayış: Yerel bir sebep yokken, bir şeyin etkilenebileceği prensi­bi. Yerel olmayış, kuantum fiziğinde açık bir şekilde EPR paradoksu deneyinde ortaya çıkmıştır. Bu paradoksta iki parçacık birbiriyle et­kileşir ve büyük bir mesafe oluşturacak şekilde birbirlerinden ayrı­lırlar. Bir parçacık üzerinde gerçekleştirilen ölçümlerin diğer parça­cığa da aradaki uzak mesafeye rağmen etki ettiği gözlenmiştir. Baş­ka bir deyimle, her iki parçacık da aynı yerelliği paylaşmamaktadır. Ayrıntılı bilgi için "Paralel Evrenler mi?" adlı bölüme bakınız.

Zaman ve Hareket: Newton mekaniği: Hareket (dinamik) ile ilgilenen fi­zik dalıdır.

Einstein 'ın özel ve genel rölativite teorileri: Hareket ve kütle çekimini tarif eder.

Kuantum mekaniği: Atom ve moleküllerin dünyalarını yöneten ka­nunlardır.

Termodinamik: Isı değişimi ve enerji korunumu ile ilgilenir.

Kaos: Görünüşe göre gelişigüzel hareketin, determinist kanunlar ta­rafından yönetildiği yerdir.

Evrim: Dünya üzerindeki ardışık nesiller boyunca değişik hayat bi­çimlerinin gelişmesini açıklar.

Zamanın genişlemesi: Özel rölâtivitenin sonucudur. Bu fenomene gö­re eğer iki gözlemci birbirlerine bağımlı olarak sürekli bir hızla hare­ket ediyorlarsa, her birine diğerinin saatleri yavaşlamış görünecek­tir. Bu eşzamanlılık kavramına da etki eder.

Belirsizlik Prensibi: Aynı zamanda "indeterminizm prensibi" olarak da bilinir. Geçmiş ya da şimdiki zamana dayanarak geleceği kestir­menin imkânsız olduğunu yansıtır. İlk önce VVerner Heisenberg (1901-16) tarafından 1926 veya 1927 yılında ortaya atılmıştır ve ku­antum fiziğinin temel taşı olmuştur. Tamamen sebep ve sonuç ka­nunlarına bağlı olarak açıklanamayan olaylardan yola çıkarak, ne­den dünyanın oluştuğunun açıklamasını yapar. Kuantum anlamında iddia ettiği ise şudur: "Bir kimse hiçbir zaman tam olarak bir parçaa- ğın pozisyonundan ve hızından emin olamaz. Kişi, birisini ne kadar kesin bir şekilde biliyorsa, diğerini ise o kadar az bilir" (Hawking). Sir Arthur Eddington'un belirsizlik prensibi üzerindeki yorumu şöy- ledir: "Bilinmeyen bir şey, bilmediğimiz bir şey yapmaktadır".

BİBLİYOGRAFYA

Bentov, Itzhak. Slalkh I ıg The Wild Pendulum Fontana/Collins, Londra 1977

Bergson, H.L. Time and Freewill, Macmillan, Londra 1911

Berlitz, Charles. Atlantis, Macmillan, Londra 1984

Bohm, David. Wholeness and the Implicate Order, Routledge and Kegan Paul, Londra 1983

Capra, Fritjof. The Tao of Physics, Fontana Paperback, Londra 1985

Coveney, P. ve Highfield, R. The Arrow of Time, W.H. Allen, Londra 1990

Davies, Paul. The Cosmic Blueprint, Unwin Paperbacks, Londra 1989

Davies, Paul. O ther Worlds, J.M. Dent veSons Ltd, Londra 19S1

Dunne, J.W. An Experiment With Time, Faber and Faber, Londra 1958

Eysenck, Hans J. ve Sargent, Carl. Explaining the Unexplained, Weiden- feld and Nicolson, Londra 1982

Fiore, Edith. You Have Been Here Before, Sphere Books, Londra 1980

Foreman, Joan. The Mask of Time, Corgi Books, Londra 1989

Gauquelin, M. The Cosmic Clocks, Granada Publications, St Albans 1980

Gleick, James. Chaos, Heinemann, Londra 1987

Gribbin, John. Timewarjis, Sphere Books, Londra 1979

Hawking Stephen. A Brief History of Time, Bantam Press, Londra 19S8

Hope, Murry. Atlanlis-Mythe or Reality? Penguin/Arkana, Londra 1991

Hope, Murry. Ancient Egypt: The Sirius ConnectionI, Element Books, Shaf- tesbury 1990

Hope, Murry. The Lion People. Thoth Publications, Loughborough 1985

Hoyle, F. The Intelligent Universe, Michael Joseph, Londra 1983

Ivimy, John. The Sphinx and the Megaliths, Abacus Books, Londra 1976

Jung, C.G. Alchemical Studies, Routledge and Kegan Paul, Londra 1983

Jung, C.G. The Archetypes and the Collective Unconscious, Routledge and Kegan Paul, Londra 1979

Jung, C.G. Memories, D reams and Reflections, Routledge and Kegan Paul, Londra 1973

Jung, C.G. Synchronicily, (Picador Edition), Routledge and Kegan Paul, Londra 1972

Jung, C.G. The Structure and Dynamics of the Psyche, Routledge and Ke- gan Paul, Londra 1960

Lederman, L.M. ve Schramm, D.M. From Quarks to the CosmIos, Scientific American Library, New York 1989

Lemesurier, Peter. The Gread Pyramid Decoded, Compton Russell Ele­ment, Tibsury 1977

Man, John, (ed.) The Encyclopedia of Space Travel and Astronomy, Octopus Books, Londra 1979

Mead, G.R.S. Fragments of a Faith Forgotten, John M. Watkins, Londra 1931

Mead, G.R.S. Thrice Greatest Hermes Cilt 1-2-3, The Theosophical Publis- hing Society, Londra 1906

Moberley, A. ve Jourdain, E. An A dven ture, Faber and Faber, Londra 1937

Mooney, Richard. Gods of Air and Darkness, Souvenir Press, Londra 1975 Mooney, Richard. Colony Earth, Souvenir Press, Londra 1974

Musaios. The Lion Path, 4. Baskı, Golden Sceptre Publishing, California 1990

Muses, Charles. Destiny and Control in Human Systems, Kluwer-Nijhoff Publishing, Dorchester 1985

Pitt, Valerie E. (ed.) A Dictionary of Physics, Penguin, Londra 1988

Radford, Edwin. Encyclopedia of Sup1erstitions, (Christina Hole tarafından edit edildi ve düzenlendi), Hutchinson, Londra 1961

Sagan Carl. Cosmos, Random House, New York, NY 1980

Schwaller de Lubicz, R.A. Sacred Science, Inner Traditions International, Rochester, VT 1961

Sheldrake Rupert. The Presence of the Past Muller, Blond and White, Londra 1986

Sheldrake, Rupert. A New Science of Life, Paladin Books, Londra 1981 Temple, Robert. The Sirius Mystery, Sidgwick and Jackson, Londra 1976 Tomas, Andrew. Beyond the ti I mte Barrier, Sphere Books, Londra 1974 Tomas, Andrew. We are Not the First, Souvenier Press, Londra 1971 Wambach, Helen. Life Before Life, Bantam Books, New York, NY 1979 Watson, Lyall. The Nature of Things, Hodder and Stoughton, Londra 1990

Wilber, Ken, (ed.) Quantum Questions, Shambhala Publications, Boston, MA 1984

Wolf, Fred Alan. Parallel Universes, Bodley Head Ltd, Londra 1988

Zohar, Danah. The Quantum Self, Bloomsbury Publishing Ltd. Londra 1990

Zohar, Danah. Through the Time Barrier, Paladin Books, Londra 1983.

Aion 65,160-1,257 altına his 222-4 Altın Çağ 130-1,170 Alvarez, Louis 110-1 Ammonitler 217,228,229 Anaksagoras 172 Anaksimenes'171 Anderson, Cari 114 anlimadde 51,70,114-8,171,221- 2,253,258 antropik ilke 44-48 Apollonius 170 Aristarchus 169 art beyin 219 Asimov, Isaac 267 astrofizik 13,30,69 astrolojik çağlar 127-129 Atlantis 126,163,174 Avustralya yerlileri 165,219 ayakkabı bağı felsefesi 85,88 Aziz Augustine 175,256

Babil mitolojisi 131,153-155 Beaumont, Richard 112 Belirsizlik İlkesi 32-6,85,208, 213, 233,244

Bell, John 87 Bell Teoremi 85,87-8,241 Bentov, Itzhak 269-70 Bergson, Henri Louis 224-5 Bermuda Şeytan Üçgeni 102 Berne, Eric 220 Berosus 131 beyaz delikler 92-3,211-14,235

bireyselleşme 218-21,222,227, 229,246,254,271

biyolojik ritmler 137,142

Blake, William 199

Bohm, David 88-9,210,241

Bohm'un hologram analojisi 85, 88-9

Braben, Don 107

Brahma 55,138,169

Bronz Çağı 130

< Bruno, Giordano 172

Buda 167

Budge, E.A. VVallis 155,158-9

Buzul Çağı devirleri 121-2

Büyük Birleşik Teori 31-2,98,234, 236,274

Büvük Çatırtı 49,51,54, 58,70, 137

Büyük Patlama 48-55,58,60,69, 93,115,137

Capra, Fritjof 89,210,238

Carrel, Alexis 218

Carter, Brandon 45

Cayce, Edgarl91

Chandrasekhar, Subrahmanyan 53

Chevv, Geoffrey 88,240

Clarke, Arthur 266

Close, Frank 80

Collard, Jared 50-54

Coveney, Peter ve Highfield Ro­ger 27-28,30,44,116,139, 146,216,248,261

oik boyutlu farkındalık 102,110, 142,213

dlalgalar 37,49,63,69,78,208-10, 221-22,235,237

dlalga paketleri 78,270

Darwin, Charles 146,149

Davies, Paul 25-6,43-4,48,58-9,

67,84,92,115,182-3,221

değişmiş şuur hâlleri 202,211,

229,269

Demir Çağ 130

Demokritus 170

derin zaman 142-3

Dış Zaman 19,30,35,59,64,67,

75,87-8,101,104,142,162,

180,18!4,187,193,202,209,

213,219,222,229,245,250,

253

Diamond, jared 148

din 229-32

Dirac, Paul U4

Disney, Michael 78-9

Drouet, Emily 261

Dunne, John William 250

düalizm 182

Eddington, Arthur 21,33,72,206

Eflâtun 126,131,161,163,172

Efremov, Ivan A. 113,268-9

Einstein, Albert 22,29,30,41,63, 74,84,86,96,183,192,206

Einstein - Podolsky - Rosen para­doksu 85,86

Einstein - Rosen köprüsü 97

ekin daireleri 112-3

El Cebir 169

Elea'h Zenon 171

elektronlar 81,114

Ellis, Richard 55

enerji 29-30,32,35,57,70,73,76, 93-4,97,98,114,135,213,221 234-57,271


 

entropi 25-6,40,49,6 I 0,62,70,165, . 236,238,247

epagomenat günler 131,133,155,

163

epıfiz 140-2

Eski Ahit 160,175 eşzamanlılık 98,184-8

Everett, Hugh III 77

Everett teorisi 59

evren 39,41,43-70,115-8,163,

197,221,228,236,244,248, 253-7,273-

Eysenck, Hans 85,194 . -5,209-10,

216

Feynman, Richard 38

Fiore, Edith 94,201

Fisagor 171

Foreman, Joan 251

fotonlar 36,38,87

Gaia 27,33,107-7,117,129,134, 144-6,149,163,272-4

Gaia Hipotezi 42,106

Gamov, George 121

Gangnus, A. 122

Gauquelin, Michel 121

genler 114

Gleick, James 26-7

Gnostikler 65,176,222

Godwin, Joscelyn 161,162

Gohed, Amir 111

Goodman, Morris 147

Gödel, Kurt 262

Green, Mike 80

Gribbin, John 24-5,39,79,92,96­7,98,108,142,198-200,234, 258

Grist, Tony 84

Gümüş Çağ 130

hafıza 179-81,199

Halberg, Franz 139

Hamilton, Charles 123

Hasted, John 223

Hawking, Stephen 31-2,40,44, 48-9,91,93,115,256

hayvanlar 203-4

Heisenberg, Werner 21,32-3,38, 40,170,206

Helmholtz; Herman von 49,196

Hemming, James 231-32

Heraklitus 171,248

Hermes 65,164-5,168,254

Hermes'in Zümrüt Tabloları 168

her şey teorisi 45

Highfield, Roger bkz. Coveney ve

Highfield

Hint mitolojisi 165-8 holohareket 89

Hopi Kızılderilileri 159-60

Hoyle, Fred 46,48, 108,198

Ivimy, John 82-109

İç Zaman 30,59,64,87,100,142, 158, 162, 187,188,197,209, 219,245,253

İncil 68

İndeterminizm İlkesi, bkz. Belir­sizlik İlkesi

ipnoz 196-202,208,211,212,218, 250

Jeans, James 175,205,232,257

Jourdain, Eleanor bkz. Moberly ve Jourdain

Jung, Carl Gustav 98,165,173, 179,181,184,186,187-8,193, 200,207,208,253,254,268

kaos 26-8,58-9,62,64,137,146, 233,238,247,253,254

Kaos Bilimi 26-8,62,70,187,218 kara delikler 89-91,96-8,211-3, 239

karanlık madde 52,56, 78-80

kehanet 192-6

Kelvin, Lord 223

Khel Klıel 92,94

kırmızıya kayma 56

Kopenhag Yorumu 45

Krauss, Lawrence 79

Kronos 161-4,181,256,257 kuantum benlik 207-11, 213,216,

222,227-8,272

kuantum elektrodinamiği 38 kuantum fiziği 26,31,32,34,37-

42,70,74,78,86i, 169, 184,

206,208,235,236-7,266

kuantum sıçrayışları 61,68,70-1,

90,129,134, 145,148, 245

kuarklar 81-5,116

kuaza ! r156

kurt delikleri 93-4,262

Lacey, Cedric 262

Lamb, Hung 123

Lao Tse 170-1

Laplace, Pierre de 22-3

Lebedeff, V.l. 122

Lederman, Leon M. ve Schramm,

David N. 32,45-6,82,236,274

Leonoff A. A. 122

ley hatları 101,107

Lifshilz ve Khalatnikov teorisi 52

limbik sistem 219

lineer zaman, bkz. İç Zaman

Loki 164

Lovelock, James 42,48,144-5,230,

272

Lucretius 171

Lurra, Salvador 145-6

Lüders, G. 116

Maat 157

Mackie, Rona 124-5

mahayugalar 136

makrokozmos/mikrokozmos il­

kesi 69,118,169

Marshall, I. N. 207,209,250

Mayalar 167,170

Mead, G. R. S. 176-7

Merkür 64,165,253

Mısır mitolojisi 155-9,168,228

Milankovitch, M. 121

mistisizm ve bilim 205-6

Mitras 161-2

Moberly, Anne ve Jourdain, Elea- nor 101-2,263

monoizm 182

Mooney, Richard 182

Musds, Charles Arthur 133-5

Nalivkin, D. 126

Newton, Isaac 22-4,28,30,41,63,

74

Nicolaus 172

ourobQros teorisi 64-5,218

ölüme yakın deneyimler 211-14

öz 59,60,182,184,197,216.222

(ayrıca bkz. psişe)

özgür irade 226-7,272

Palutikov, Jean 123-4

Pan 134

paralel evrenler 43,57,58-60,72­8,84-6,90-1,93,99,102,104, 142,146,182,188-9,202,211­3,228,243,245,248-52,2 ! 54

parçacıklar 35,40,69,78,81-3,86­7,162,169,191,198,208-10, 221-2,227-8,235,253,269-70

Parçalanmış Hologram teorisi 41, 216

parça teorisi 215-8,262

Paris - Teynac, E. 120

Parker, David 123

Pauli Dışlama Prensibi 53-4

Pauli, Wolfgang 116, 206

Penrose, Roger 237,247-8,266

Peterson, William 121

Philolaus 171

piramitler 109-11

Podolski, Boris 86

Presesyon 128

Priestley, J.B. 252

Prigogine, Ilya 39, 237-8

psi 87,195,205,208,220,223-4,

242,273

psişe 181-84,187-8,189,190,208­

9,218-9,221-2,228,236 (ayrı­ca bkz. öz)

Ra 54-5

Radford, Tim 80

Rama, Swami 109-10

Rees, Martin 80

Reichenbach, Baron von 218

Rhine, J. B. 188

Robins, Don 105-6

Romachuk, R. P. 122

Rosen, Nathan 86

Rölativite 21,26,28-31,32,34,75,

261

rüyalar 59-60,188-90,200,202, 216-7,249-50,256,264-5,273

Sagan, Carl 47,195

Salam, Abdus 82

Sargent, Carl 85,194-6,209,216

Saros devri 119-21

Schramm, David N. bkz. Leder- man ve Schramm

Schrödinger denklemi 37,237

Schrödinger, Erwin 22,37-8,85, 206,226

Schrödinger'in Kedisi 85,192,208, 213

Schwaller de Lubicz, R. A. 131-2 sera etkisi 122-4

Seşat 157

Sheldrake, Rupert 69,198-9,227, 241

Siffre, Michel 138-9

Simons, Paul 260

Sin 65,156-7,257

Sirius 131-5

sirkadiyan ritmler 137-40

Soddy, Frederick 173-4

Sotik takvim 131-5,163

Stonehenge 108,142

Stuart, J. M. 35-6

Sümer mitolojisi 131,153-5

süpers i icimler80-l, 84

süperuzay 58-9,61-3,75,170

Swedenborg, Emmanuel 215

Şiva 165-6

Şu 157

talamus 219-20

Tann 28,41,67-8,146,175,207,

231-33,256-7

Taylor, John 89,223

Tefnut 155,157

tekillik 50-4,92,97,117

tekyönlü değişim, bkz. zamanın oklan

telepati 191-2

Termodinamiğin İkinci Yasası 25­6,49

Tesla, Nikola 271-2

Tomas, Andrew 122,127,166-7,

171,267

Tot 65,155-7,168,25 . 4,256

UFO'lar 76,106

uyku 188-90

uzay yolculuğu $4,36^59-61

uzay - zâıVıan &4 ! 6,50,52,61,66­8,90; 91,92* 9 ' ?, 134,155,187, 189,198,227

Vallée, Jacques 76

Vedalar 135-6

Vişnu 136

Vulkan 134

Walker, Evan Harris 242,209

Wambach, Helen 94,201,202

Watson, Lyall 35,42,89,94,145,

160,194,211,216,227,252

Wheeler, John Archibald 77,89, 93,262

Wigner, Eugene 86

Wigner'in Arkadaşı 85-6,192

Wolf, Fred Alan 6 6,74-5,77,86, 89,92> 93,97,98-9,117-8

Wolfe, Charlotte 273

Yoga Vasişta 173

yugalar 135-6

Yunan mitolojisi 162-5

Yük - Parité - Zaman Teorisi 116

zaman düğümleri 95,98-100 zaman eğimleri 73,95-8,266 zamanın oklan 21-2,26,116,214-

5,238,2!48

zaman kapsülleri 105-8,113

zaman kaymalan 73,95,1 I 00-4

zaman koridoru 21

zaman sapması 29-31

zaman yolculuğu 261-8

Zekâ 54,57,90-1,100,198,232-3

Zihin, bkz. Zekâ

zihin 240-4 (ayrıca bkz. psişe)

Zohar, Danah 41,85,207-8,250,

269

Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte

ZAMAN ENERJİSİ

 

Murry Hope

Yazar Murry Hope, bu eserde, Zamanın tanınması ve anlaşılması gerekli bir enerji olduğunu ifade etmektedir. Bu enerji kendisini birçok şekilde göstermekte ve Dünya üzerindeki her hayat biçiminin fiziksel, psikolojik ve ruhsal evrimini etkilemektedir.

Bu kapsamlı araştırmasında Murry Hope,

      Zamanı bir enerji olarak keşfetmenin yollarını açan kuantum fiziği, kaos bilimi ve psikoloji gibi dallardaki araştırmalardan elde edilen son bulguları,

      Zamanın yapısını ele alarak yeni bilgilerin temelini oluşturmuş dinler ve mitolojilerdeki eski inançları,

      Zamanın psikolojik ve metafizik işaretlerini ve zamanın bizim günlük yaşamımızda, düşüncelerimizde ve ilhamlarımızda oynadığı rolü vurgulamaktadır.

(*) A.Tomas, Beyond the Time Barrier, s. 43.



[1] a. s. e. (adı gecen eser), s. 15.

[2] J. Gleick, Chaos, s. 6.

[3] L.M. Lederman ve D. N. Schramm, Front Qnarkss to thc Cosmos, s. 160.

[4] S.W. Hasvking, A Brief Hislory of Time, s. 145.

[5] P.Coveney ve R. Highfield, The Arrmu of Time, s. 103.

[6] C.E. Cirİol, A Dictionary öf Symbols, s. 235.

[7] F. A. Wolf, Parallel Universes, s. 328-9.

[8] F.A Wolf, Parallel Universes, s. 21.

[9] Flying Saucer Review, cilt 32, No.3,1987.

[10] J. Gribbin, Timcımrps, s. 78.

[11] * ■8-) s. 78-9İ..........................

[12] Wolf, Parallel Univ erses, s.195.

[13] A.Moberly ve E.F. Jourdain, An Adventure, s 45 - 6.

[14] Gribbin, Time Warps, s. 5-6.

[15] P.Donaghy, Prediclion, Mart 1986.

[16] A. Tomas, Beyond the Time Bnrrîcr, s. 64-6.

[17] C. Berlitz, Atlantis:, s.193-4

[18] Tomas, Beyond the Time Barrier, s. 79-80.

[19] E.A. Wallis Budge, The Cods of the Egyptians, 1 .cilt, s. 401.

[20] G.R.S.Mead, Fragments of a Faith Forgotten, s.105-6.

[21] C.G. Jung, Memories, Dreams and Reflections, s. 283.

[22] C.G.Jung, Memories, Dreanısand Reflections, s. 282-3.

[23] H.Wambach, Life Before Life (Doğmadan Önceki Hayatımız) ,sA7.

[24] F.Capra, TheTao of Physics,s.14l.

[25] a. g. e., s.89.

(»») a. g. e., s.19.

[27] Covency ve Highfield, The Arrmo of Time, s. 260. 

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to