20 ASKER VE 1 YÜZBAŞI
OSMAN PAMUKOGLU
Cehennemdere Kanyonu/ Osman Pamukoğlu
2013, İnkılap Kitabevi
Öykü ve
Atahan'a...
"Bugün, yarın, dün hiçtir!"
Z orlu, haşin ve
kasvetli bir geceydi. Gece yansına doğru, gizlendikleri mağaradan çıkarak vadi tabanına gelip
yerleştiler.
Hava zehir gibiydi. Ciğerleri donduran
soğuk yüzünden
soluklan hırıltılı çıkıyordu. Burunlarını korumak için sardıkları atkılar da neredeyse donacaktı. Ayazlı gecenin rüzgarı kemiklerine
kadar işliyordu.
Her şeyi maskeleyip
kirpi gibi büzülmüşlerdi.
Bir terslikle karşılaşmamak için, üç kat daha tedbirli olmak zorundaydılar. Komando Er Hasan fısıltıyla, "Allah, çok soğuk!" dedi. Mevzide, hemen yanı başında bulunan Uzman Çavuş Ziya,
"Dınldayıp
durma, soğuk zaten
canımıza
okuyor, köyünü görmeden nalları dikeceksin!" diye azarladı onu.
Hepsi
iyi biliyordu; her pusunun temeli ateş açma anının iyi seçilmesine bağlıdır, başarının sırrı ise ses ve hareket disiplinidir.
Asker oturup beklememelidir. içindeki ateş onu düşmana.götürmeli ve saldırmalıdır. Eğer oynamazsan, seninle
oynarlar.
Kar
birkaç
gün önce yağmış ama
kuytu yerler ve dağların
dorukları hariç eriyip
gitmişti.
Askerler eşi görülmemiş bir kışın geldiğinden habersizdiler. Havalar soğuduğundan, yurtiçinden Irak'taki kamplarına dönmek için sadece geceleri
hareket eden bir grubun, pusuya yattıkları vadiden geçeceği istihbaratını alınca burada tertiplenmişlerdi. Yirmi kişiydiler. Müfreze muvazzaf subaylan, astsubay ve
uzman erbaşlar
daha önce defalarca
çatışmaya
girip çıkmış tecrübeli askerlerdi. Asteğmenler ve erler ise, fiziksel ve ruhsal
yetenekleri test edilmiş,
gönüllü, seçkin adamlardı.
Gece
bitmeden bu vadi yolundan geçecekler! Yak/aş- tıkları zaman vuracaklar. Gelsinler de günlerini görsünler! Ama ya gelmezlerse!
.Siper
aldığı
kayalığın dibinde vücudunu tortop
etmiş
oturan Asteğmen Tekin:
"Metin
Üsteğmenim,
'Buralan Sevemedim,' diye bir türkü var
ya, hep aklıma o geliyor. Aklımdan çıkarmak istiyorum ama yapamıyorum," dedi. Cümlesini bitirir
bitirmez de dişlerinin takırtısı duyuldu.
Üsteğmen
Murat, bir de bu çıktı başı- ıruza der gibi kayıtsız ve
soğuk bir şekilde, "O
türkü, sevgililer için söylenmiş. Burada konu yurt. Yurdu
seveceksin. Yurt var olacaktır. Ocak
yoksa biz de yokuz. Sen iyi misin?"
"Savaş sırasında iyi olunur mu hiç."
"Sen
aklına muzip şeyler getir.
Cephede gülmek iyidir.
Korku
kaçar, ruh güçlenir."
Saatlerce
süren sessizlik işin en
korkunç
tarafıydı. Ne derin bir sessizlik... Tek tük kar
atıştırmaya
başlamıştı. Tabanda
akan çayın kayalara çarpan cılız sesi geliyordu. Dört saati
aşkın bir süredir pusuda
beklediklerinden artık
gözleri karanlığa tam
uyum sağlamıştı.
Uzman
Onbaşı Cengiz, "Mustafa Başçavuşum, şimdi bir bardak çay olsa,
bütün
dünyayı verirdim," dedi.
"Dünya senin mi ki veriyorsun be
adam," diye homurdandı
başçavuş. Sonra sesinin çok yükseldiğini anlayıp fısıltıyla, "Askerden önce işin bile
yokmuş senin, çulsuzun birisin,
neyin var ki neyi vereceksin. Bir canın var,
onun da buralarda peşine
düşmüşler."
"Mustafa
Başçavuşum,
ister misin bu herifler
gelmesin!" "Bırak
gelip gelmemelerini, savaşta birkaç dakika içinde neler
olabilecegini bile kimse kestiremez."
"Bu
kadar sajukta kurtlar bile gelebilir, degil mi?"
"Buzdan
kaya olmaktansa hareket edebilmek için onlara
bile razıyım,"
diyerek zoraki gülümsedi başçavuş.
"Soguğun en iyi yanı, hiçbir şey hissetmemen. Her şey donuyor.
Yaz aylannı,
mesela temmuzu düşünmeye çalışıyorum."
·
Mustafa Başçavuş,
daha fazla uzatmanın alemi
yok der- cesine, "Eğer
gelecek temmuzu görebilirsek," dedi.
Müfrezenin Sağlık Çavuşu Ahmet ile Komando Er Burak
siperde yan yanaydılar.
Birbirlerinin saat tıkırtılannı bile duyabiliyorlardı.
Burak,
"Ahmet Çavuş, sen dini bütün adamsın, adam öldürmek gerçekten büyük bir günah mı?"
"Bütün çareler tükendiyse ve başka yol
kalmadıysa,
karşı taraf da seni öldürmeyi amaçlıyorsa günah değildir, üstelik
eger ülken için çarpışırken hayatını kaybedersen, en yüksek mertebeye, yani
şehitlige yükselirsin."
Ahmet Çavuş tam sözünü bitirmek üzereyken gece
yır- tıcılanndan birinin, "Huu oo huu," diye haykıran tiz sesi vadide
akisler yaptı. Tüm mevzidekilerin fısıltıları kesildi, hatta soluk almalan
bile... insan mı yoksa hayvan mıydı bu sesin sahibi? Şüpheyle geçen. saniyeler
sanki yıl gibiydi. Sesin tekrarı olmadı ama herkes kendiliginden parmaklarını
silahlarının tetiklerine dayamıştı.
Müfreze Komutanı Yüzbaşı Tayfun'un yanında
bulunan Teğmen Aykut, "Bu neydi komutanım?" diye sordu.
"Bu, buradaki baykuş tO:rlerinden biri.
Muhtemelen kulaklı, puhu veya peçelilerden biridir."
"Buralarda
ne geziyorlar ki?"
Yüzbaşı gülümsedi: "Kuşlara en olmadık zamanlarda
en olmayacak yerlerde rastlayabilirsiniz."
"Ama
hiç kanat sesi duymadık!"
"Gece
hareket edip avlanabilmek, sessiz olmaya ve çok iyi
görmeye
bağlıdır. Gece sessizliğin simgesidir. Avcılara av
olanlann bir kısmı gece hareketlidir. Avlanabilmek için sessizlik
gerekir. Baykuşlar
da oldukça az
ses çıkararak
uçarlar. Onlann kıvrak ve
estetik uçma
ihtiyaçlan da yoktur.
Geceleri olabildiğince
hareketsiz kalıp belli
bir yerden çevreyi
gözetlerler. Başlannı 180
dereceden fazla döndürebilirler. Böylece gövdelerini hiç hareket ettirmeden bütün çevrelerini gözetleyebilirler."
"Bunlar
için
uğursuz derler komutanım."
"Hurafe
işte,
saçma ve aptalca... Baykuşlardan korkmaya ve çekinmeye gerek
yok. Doğal hayatta her şey düzenli ve uyumludur. insanlar uğursuzluk anyorlarsa
kendi yaşam alanlanna, kendi türlerine baksınlar."
Aykut
Teğmen,
müfreze .komutanı hakkında önceden çok şey duymuştu ama duyulan bir sese, bu derece
bir değerlendirme
yapmasını hiç beklemiyordu.
Yüzbaşıwn
doğa bilgisi onu şaşırtmaya yetmişti. Şimdi sırası değil, diye düşünerek başka bir soru sormaya cesaret edemedi.
"Afat"
isimli müfrezenin
"Balabanlar" kolunun komutanı Teğmen Aykut'tu, Üsteğmen Metin
ise "Buzkıranlar"
kolunun komutanıydı. Her kolda onar savaşçı vardı.
Alacakaranlığa iki saatten daha az bir zaman kalmasına rağmen hareketli hedef hala ortada görünmüyordu. Nefesini sıcak tutmak
için komando atkısını çenesi hizasına kaldıran yüzbaşı,
"ihtiyatlı bir
savaşçı,
düşmanı hiçbir zaman
küçük
görmez. Savaşın en açık sözcüğü 'Öl!' değil, 'Öldür!'dür. Savaşta
piştikçe kalbim böyle şeylere pek sızlamıyor artık. Düşmanı korkutmak zorundayız. Kendine aşın güven de
insanı
küstah yapar. Savaşta insanlara
acıyın ve koruyun. Savaş en
üstün okuldur. Ölmeye acele
etmeyin, savaşı
öğrenin. Savaş, kalemler
ve haritalar değil
insanlardır. Savaşta hem
kendinizden hem de düşmandan
çok şey Öğrenirsiniz. Tüm savaş psikolojiktir
ve zafer ödediğin
bedeldir. Ordu da saraydan yönetilmez. Savaş aklın akıldışılıkla
rastlaşmasıdır. Asaletin
gerektirdiği
birtakım görevler vardır ve
bizler onları yerine getirmek zorundayız."
Teğmen Aykut,
can kulagı ile anlatılanları dinliyordu, devamı gelecek
sandı ama öyle olmadı. Yüzbaşı, "Aykut, sen git, adamlarını tek
tek kontrol et. Söyle,
aynı şeyi Üsteğmen Metin
de yapsın. Bu zehir gibi soğuk, insanı olduğu yerde işe yaramaz
hale getirebilir. Hesabıma
göre hedef bir saat içinde bulunduğumuz yere ulaşır veya
bu gece avucumuzu yalanz," dedi. Teğmen yay
gibi yükseldi
ve sağdaki ilk
kayanın
arkasında kayboldu.
Hadi
artık, gelsinler, gelsin/er, gelsinler.
Gelin bakalım,
büyüğünüz, küçüğünüz gelin
balıklar!
Bu duygu, hepsinin ortak ruhunu yansıtıyordu. Rüzgar ·hafif de olsa kayalıkların gerisindeki siperlerde uluyor;
bulutlar, bir görünüp
bir kaybolan ayın· üzerinden acele
acele geçiyor,
kara gölgeler durmaksızın yer değiştiriyordu. Mevzidekiler, birbirlerine sokulmuş, sabırlarının son kertesinde bekliyorlardı.
Bir
mucizenin gerçekleşmesi
gibi, hiç olmayacakmış gibi duran şey oldu!
Mevzilerin solunda bulu^an kayalık yann
önünde
karartılar görünmeye başladı. Bir,
iki, üç,
dört, beş, altı, yedi,
sekiz... Sıra
sıra yürüyorlardı. On
altıncı adam
geçtiğinde arkası gelmedi. Herhalde hepsi bu kadardı. Kerpetenin açık ağzından kapanacak kavisine doğru yürümeye devam ediyorlardı. Hallerinden, kendilerinden emin
olduk- lan anlaşılıyordu.
ilerlerken aralanndaki dört beş metrelik
mesafeyi sanki kalıba
sokmuşlar gibi muhafaza ediyorlardı.
Birden,
iki komando havanından
fırlayan aydınlatma mermileri,
dar vadinin karşı
kayalıklannı aydınlattı. Tam
görülmese
bile vadi yolunda ilerlemeye çalışanların şaşkınlıktan dışarı fırlayacakmış
gibi olan gözlerini bütün müfreze hissetti. Aynı anda
gökte keskin bir ıslık ve
aslan kükremesine benzeyen bir ses duyuldu:
"Vurun!" Müfrezenin
silah- lanndan çıkan mermilerin
sesi, sanki bir tenekeye binlerce çekiç vuruluyormuş gibi vadinin iki yanını çınlatırken vadi tabanı feryatlar
ve bağnş
çağnşlarla inlemeye başladı. Ara
ara küfür ve hakaretler de meydanı doldurdu.
Tüfeklerle
birlikte çalışmaya başlayan makinelilerin takırtılan, roketatarlar ve komando havanlannın tükürür gibi üst üste atışları sessizliği yırtarken izli mermilerin göz kamaştıran fırlamalan dere yatağını takip
eden yolu gündüze
çevirdi. Kayalıklar bile
sarsılıyordu
sanki, toprak zemin sallandı, buz
tutmuş
çalılar titredi. Tüfekler yağmur gibi çiselemedi, adeta ortalığı biçti geçti. "Sarıldık", "fare gibi gebereceğiz", "ölümü
özlemişler", "hapı yuttular",
"kafalannı
kırın" diye
yükselen haykırışlan yakası açılmamış küfürler izledi. Her şey on
dakikada bitti. Müfrezeden
hiç kimsenin bumu bile kana- mamıştı. Kayalıklardan aşağıdaki vadi yoluna keçi gibi
seke seke indiler. Vadi tabanında bir
mağaraya
girip ateş yakarak iyice ısındıktan sonra, ateşi söndürdüler ve gün ışımadan başka bir
vadinin içinde
gözden kayboldular...
D
ağlarda, gün geceye döndü mü ortalığa birden bir sessizlik çöker. Diller
birden susar, yüzler
soluklaşır. Bu durum hiç kimse
tarafından,
hiçbir sahne yaratılmadan, sessizce kendi kendine olur. Canlı cansız her şey korkunç bir sessizliğin içine gömülür. Özellikle loş gecelerde, bu yüksek dağlarda, bu karaltı zemininde,
insan sanki yalnız
değildir. Sanki bulunduğunuz yere birtakım ruhlar
sızmaktadır.
Bu ruhlar sessiz kanatlannı dalgalandırarak havada uçuşmaktadır. insan bu kanat dalgalanmalarının sessiz çırpınışını, ölü rüzgarını, başının üzerinde, hatta yüzünde hisseder.
Evet, ölü
rüzgarlar, ölü ruhlar...
Ama hayata doymamış,
buruk ve şikayetçi ruhlar...
Şahlanmış
dağlar ve asi iklim ruhu bambaşka b[r
yaşama
sürükler.
Öğlene doğru daha da yoğun bir
şekilde kar yağmaya başlamıştı. Bilinen kar tanesi gibi değillerdi, mübarek her biri el kadardı. Sığınak olarak kullandıklan kayalık dehlizin uzunluğu yaklaşık otuz metreydi. Dumansız ateşi, sönmesine meydan vermeden sürekli yakmanın teknik yollarını çok iyi biliyorlardı. Dehlizin ileri bölümlerinde de gündüz olmasına rağmen beş altı mum yanıyordu. Tavanı çok da yüksek olmayan
bu sığınak,
yanan ateş, mumlar
ve nefeslerden buğulanmıştı.
Muharebe ve yaşam·paylanndan
kalanlar he-
nüz kritik
bir ölçüye
düşmemişti. Silahlarda da herhangi bir sorun
yoktu, herkes sağlamdı.
Sığınağın dışında müfrezeden
iki nöbetçi
vardı v^ her saat başı nöbet değiştiriyorlardı. Nöbeti bitirip dönen askerler
"kar çocuğu"
gibi görünüyorlardı.
Müfreze Komutanı Yüzbaşı Tayfun, "Beyler," diye başladı söze, "kar yağışı kesilirse,
bu gece güneye
doğru yer değiştireceğiz. Çoğu savaş klasiktir. Bizimkisi aykın savaş olacak. Karşı tarafı, uçsuz bucaksız bu coğrafyada dağlann sessiz tehdidiyle baş başa bırakacağız. Akıllannı kanştınp psikolojilerini bozacağız; şekilsizlik yaratacak, kızdıracak ve
yönlerini
şaşırtacağız. Hassas
noktalan tekrar tekrar vuracağız. Tutulamayan kaygan bir misket olacağız. Su
gibi sabit bir şeklimiz olmayacak.
Ordu da rakibe göre
değişmeli ve uyum sağlamalıdır. Dağılacak ve soyut bir durum yaratacağız. Alandaki şekilsizlik, fiziksel güçleri kadar
zihinsel güçlerinin
de dağılmasını sağlayacaktır. Karşılaşınca güçlü ve şiddetli bir
darbe indireceğiz.
Savaş irade ile kazanılır, iradelerini
kınp bu karaçalıyı söküp atmalıyız.
insanlar
da kuşlar gibidir, hep beraber hareket edip
hep beraber dururlar, yuvada ne duyarlarsa havada da onu söylerler. Müfreze olarak
biz de onlar gibi olmalıyız."
Er
ve erbaşlar
dışındaki rütbeliler cep
deftei-lerini çıkarmış,
küçük notlar alıyorlardı.
"Zor
ve tehlikeli bir dönemeçteyiz.
Toprak ve kar yığınları arasında uyuduğumuz, karın hepimizi gafil avladığı zamanlar
da oldu. Birçok
arkadaşımız, kardeşimiz, ağaçtan düşen bir
yaprak gibi sessizce şehit olup
bu dünyadan
aynldı. Görevlerimiz zor,
hedeflerimiz ise gizemli... Bu yüzden çok dikkatli
ve uyanık
olacağız. Özveri ve
mertlik olmadan hiçbir
başan elde edilemez. Bilginin insanı asker
yapacağına
inanmak aymazlıktır. Askerlik sanatı savaşta öğrenilir. Çelik bir beden ve çelik sinirler
olmadan başan olmaz. Muharebeleri kazandıracak olan bacaklardır. Onlar sağlamsa karanlık derin çukurlar, vadiler,
zifiri geceler vız gelir. Karşınıza çıkacak olan ilk yükseltiye çıkın ve avazınız çıktığı kadar bağınn: 'Beni
öldürecek
kurşun daha dökül- m^miştir!' Ve bunu ara ara yapın. Ruhunuz
çelikleşecek
ve güçlenecektir, dileğiniz kabul edilecektir. Çoğunuz, muharebelere ve sürpriz durumlara
alışıksınız
ama hiçbir çatışma silahlann sesinden başka benzerlik
taşımaz.
Bunu bilmeli ve hazır olmalısınız. Bizim ana vazifemiz, kış koşullannda bölge taraması yapmak, hedefleri bulmak ve yok
etmektir. Bize hayalet müfreze de
diyebilirsiniz. Bizim için bugün, ya- nn, dün hiçtir! Biz anı biliriz.
'Senin dünyaya gelip gitmen neye yarar?' sözüne karşı, işe yaradığımızı, faydalı insanlar olduğumuzu kanıtlayacağız. 'Tarih 50 yıl sonra
yazılacak,'
lafı kaçmaktır, korkmaktır. Tarih
her gün
yazılır, şimdi de
burada, bu anda yazılıyor.
Hiçbir zaman,
hiçbir
işte endişelenmeyin. Endişelenmek de
korkmak kadar kötüdür,
işleri kanştırmaktan başka bir
işe yaramaz. Yorgunluk ve yılgınlığın gölgesini bile aklınızdan geçirmeyin."
Asteğmen Tekin
psikoloji ve felsefe eğitimi almış biriy^ di. Müfreze komutanının söylediklerinin aslında bir emir olduğunu biliyor
ve bazen söylediklerini
defterine yazıyordu. içinden, bir asker olarak sıradan biri
degi/, önceden
belirlenmiş kurallarla
davranan ve yaşayan insanlardan da degi/, yüzbaşımın en
önemli
kişisel dürtüsü gururu,
diye geçirdi.
Yüzbaşı konuşmasına devam
ediyordu:
"Savaş daima, taraflann birbirini yok
etmeye çalışbğı
bir mücadeledir. Taraflar sadece güçlerine degil,
her türlü hileye başvurur. Karşı tarafın ateş gücünün daha düşük olması onWl, savaşbğı ordudan
sayıca daha az olduğu anlamına gelmez. Yöre halkının desteği olmadan da olmaz. Bu olmazsa
olmaz koşuldur.
Örgüt ilk yıllarda olmayan
bu desteği,
eylemlerini yoğunlaştınp kendilerine moral veren sonuçlar elde
edince kazanmışbr.
Savaşla ilgili
romantik ve sportmen kavramlann tümü palavradır. Savaş tüfekli, trampetli bir bayram değildir; onun
manzarası
kandır, ölümdür. Savaşın acı gerçeği, şiirsel hayalleri ezer."
Yüzbaşının önünde yere yapıştınlmış fiziki bir harita vardı ama
dağlar, kanyonlar, nehir ve dereler,
mezra ve köyler isimsizdi. Yalnızca, tepeler
isimlendirilmiş
ve her yüksekli- ge
bir numara verilmişti.
Yüzbaşı haritanın üzerinde duran
keçeli kalemi aldı ve
dağlann
arasında bulunan derenin bir kenanna sabit
bir şekilde tuttu. Burası muhtemelen
bulun- duklan mevkiydi ama üzerine işaret koymadı. Sığınağın ağzından
görünen aydınlık arlık azalmıştı. Sona
yaklaşan
akşamın ışıklan gittikçe kınlıyordu. Yola
çıkmak
için belli bir hazırlık da
gerekiyordu. "Bana soracağınız bir şey var
mı?"
dedi. Ne soracaklardı ki? Her şey net,
kısa ve yalındı. Üstçavuş Ömer'in biraz kıpırdadıgını hisseden yüzbaşı, "Ömer, senin bir sorun var galiba,"
dedi.
"Komutanım belki tuhaf gelebilir ama ben bir
şeyi
anlamakta zorlanıyorum, daha doğrusu ne
olduğu konusunda hep ikilemde kalıyorum."
"Nedir
o?"
"Bu
örgüt
yazılı sözlü her
şeyinde bize 'düşman' diyor.
Hepsi
aynı
sözü kullanıyor. Başlanndakiler de,
tek tek militanlan da ısrarla konuşuyorlar. Biz ise onlara terörist diyoruz. Düşman mı demeli,
terörist
mi demeli, nedir bunun doğrusu?"
Müfreze komutanı bu soruyu hiç yadırgamadı ve şöyle cevapladı: "Bunlann derdi, Türkiye'den toprak koparİnak bu
bir. Türkiye'ye
düşmanca ve hasmiıne davranan
devletlerden siyasi ve lojistik destek alıyorlar bu
iki. Örgütsel
yapılan, silah sistemleri ve geniş çaplı eylemlerine bakıldığında bunu sıradan, münferit terör işleri gibi göstermek halkın ne olup bittiğini anlamasını da zorlaşhnyor, bu üç. Arbk,
yazılı ve görsel basın, hatta siyasetçiler bile "savaş ve banş" laflannı aleni, uluorta yazıp konuşuyorlar, bu dört.· Türkiye Cıniıhuriyeti devletinin ceza kanunlannda yer
alan madde ise çok
açık, 'Dağdaki silahlı eşkıya düşman sayılır ve düşman gibi
bir işleme tabi tutulur,' kimse olup biteni
kibarlaştırarak,
küçülterek hiçbir yere
gidemez: Sonuç da ortada. Düşman lafı az kalır. Bunlar
halk•düşmanı, öldürülen
kadınlar, çocuklar, yaşlılar hangi
ülkenin
insanları? Herkes bilgi, algılama ve
kavrama yeteneğine
göre bunlara layık olduklan
ismi, unvanı ve sıfah kullanmakta
serbesttir. Bence onlara sorarsan bize savaş ilan
ettiler de biz terör diye avunuyoruz."
Sonra,
"Acı
çekenin halinden ötekiler pek
bir şey anlamıyor,"
diye devam etti, "yiğitlik elbette hayalın en
son amacı degil ama amaçların en
büyüğüdür.
Amaçlar insanın dünyasıdır. 'Niçin? Ne
diye? Neden dolayı?'
diye soranlar, kahramanlıktan bir şey anlamazlar."
Ayağa
kalktİ, sığınağın çıkışına gelince
durup dışarıdaki
beyaz ve grl coğrafyaya bakarak, "Akşam dünyayı daha güzel yapıyor. Dağlarda savaşırken değil tabii," dedi.
u dağlarda olup
bitenler, aslında
hiçbir harekat şekline uymaz.
Zaten askerin vazifesi çete, komitacı ve eşkıya takip
etmek de değildir
ama bölgede her
yer tehdit altındaydı.
Her takip, her çarpışma, başlı başına bir hikayedir, bir roman veya bir
film konusudur. Dağlarda,
ormanlarda her an, her kayanın arkasından bir silah patlayabilir. Her çalının kıpırdanışı şüphelidir. Ölüm ise bu dağlarda kol
gezer. Bin şüphe, bin
pusu, bin kuşku ve bin türlü çatışma... Meydan boş bırakılmamalıydı. Aksi halde, halk kendini yalnız hisseder
ve korkardı.
Bununla da kalmaz istemese bile karşı tarafa
geçer ve onları desteklerdi.
Mevcut hükümetler
bugüne kadar sorumlu oldukları gerçeklerle karşılaşmaktan adeta korkmuşlardı. Tehlikeyi görmek istemeyen
bu insanlar, onu bertaraf etme· çareleri düşüneceğine, gözlerini kapatarak hep kendilerini aldatmaya çalışmışlardı.
Müfrezenin tamamı kişisel hazırlıklarını
bitirmiş, hareket emrini bekliyordu. Ciddi,
anlayışlı
ve büyük olaylara
karışmış,
büyük işlerin içinden geçmiş yüz ifadeleri
vardı.
Ağır, düşünceli ve
durgun ifadeler... Fakat yalnızlık, birlikteyken bile onları bırakmıyordu. O gün kendilerinde,
Allah'ın
bir lütfu olarak,
sonsuz bir korkusuzluk, cesaret ve cüret hissediyorlardı. Ölümü zaten daha en baştan göze almışlardı.
Hiçbir an
ondan ürkmenin
ve kaçmanın bir
anlamı yoktu. iyi ama işin sonu
ne olacak? Ve bütün bunlar nereye kadar? diye düşünmeden de
edemiyorlardı.
Bin bir türlü dram,
başı ve sonu bilinmeden sürüp gidiyordu.
Denilebilir ki olup biten her şey insanüstü bir cesaretin misalleridir.
Bunlara atılmak,
göğüs germek için insanüstü erdemler gerekir. Öncelikle de,
gençlik ve macera aşkına varan
yiğitlik.
Buzkıran kolu
komutanı
Üsteğmen Metin, kendi askerlerine ağır muharebe
yükünün belini büktüğünü fark
ettirmemek için azami
ölçüde dik durarak, "Yol göründü kalkın, dağ, tepe, dere aşın; meydan
sizi bekliyor," dedi. Balaban kolu da hazırdı. Kar
bazen dinse de yağmaya devam ediyordu.
Kar kalınlığı
kuytu yerler hariç henüz 20-25 santimetreyi geçmemişti. Beyaz örtü sayesinde
görüş mesafesi açıktı. Müfreze komutanı yüzbaşı, epey zamandır sığınağın çıkışında put gibi duruyordu. Sonra dağlan ve
kalbini göstererek yürüdü. Herkes
onu izledi.
Cilo
ve Sat dağlan,
yüzlerce zirve ve tepesiyle bölgenin göbeğine oturmuş haldedir. Batıda Zap
Suyu, doğuda Ora- mar Çayı, kuzeyde
ise Nehil Çayı
arasında kalan bölgede; 60
kilometre uzunluğu,
40 kilometre genişliği ve
4136 metrelik Uludoruk zirvesiyle, doğu batı yönünde uzanan Cilo Dağlan yer
almaktadır.
Cilo'nun bir bölümü olan
Buzul Dağı'nın
Erinç Tepesi ise 4116 metredir. Cilo Dağlan üzerinde; Beyazsu Vadisi yoluyla
Beyazsu-Mergen Yaylası'na,
Deri Kün Geçidi'yle Doğu Uludoruk Vadisi'ne, Deri Cafer Geçidi'yle Orişa yurduna ve Gelyano Buzul Gölü'ne, Deri
Kervan Geçidi yoluyla Serpil Yaylası'na geçilir. Sat, Cilo'dan daha alçaktır. Sat
Dağlan'na
Cilo'dan geçiş Serpil
Yaylası'ndan
Yeşilöz Vadisi'ne inilerek Yeşiltaş köyü üzerin- 26
den
yapılır..
Yeşiltaş'tan sonra
Deki Yaylası
üzerinden Sat- başı (3000
metre) Yaylası'na
çıkılır. Yolun devamından Sat
Gevaruk (2850 metre) Yaylası'na geçilir. Daha sonra, Bay Gölü'ne ulaşılır. Bay Gölü'nde (2870
metre) dört mevsim bir arada yaşanır. Yaylalarda
"zoma" adı verilen yerleşimler vardır. Aralık ve mart aylan ar.^sında bölgede ısı ortalama -10 °C'dir. Kar kalınlığı 134
ila 206 santimetredir. Karla örtülü günler 23 ile 28 gün arasındadır. Güneşli ve yan güneşli günler birkaç günü geçmez. Buz, kar ve buzullardan beslenen tüm akarsular,
sürekli
yüksek tempoda akar. Köyler
vadi tabanlanndadır.
Yükler katırla taşınır. Bir
zamanlar pars türü bir hayvanın Cilo'nun
güney
yüzeyindeki sarp bölgelerde yaşadığını ve
köylüler
tarafından görüldüğünü söylerler. Bölgede kurtlarla
ve mağaralarda
yaşayan zararsız ayı aileleriyle
yüz yüze
gelmek her zaman mümkündür. Bu
dağlar yol kesen, haraç alan
dağlardır.
Bir şairin dediği gibi:
Kurtların payı var gelip geçende.
Ki
alırlar vermek istemesen .de!
Müfreze komutanı, Sat Dağlan'nın batısına doğru, gece ve kış şartlarında 20 kilometre yürümeyi planlamıştı. Kar tipiye döner veya
fırtına ile karşılaşırlarsa korunaklı bir yere geçeceklerdi. Tersi olur, hava ısınırsa 20
kilometrelik yürüyüş
25-30 kilometreye çıkabilirdi. Kollar birbirinin ardından gidiyordu,
iki kol arasında
30 metre mesafe bırakılmıştı. Askerler arasında ise
beşer metre mesafe vardı. Kar
iki gündür,
bir yağıp bir
dindiğinden
müfrezenin önünde giden
iki iz açıcı,
ayı pençelerini ayaklarına takmamışlardı. Takip
ettikleri keçi yolundaki
kar kalınlığı,
henüz bot boyunu aşacak
seviyede
değildi.
Bazılan kar gözlüklerini takmış, bazılan ise nefes kontrolü için sakızlanm çiğnemeye
başlamışlardı.
iki
saatlik yürüyüşün
sonunda kan ter içinde kaldılar ve mola verdiler. Arazi bembeyaz,
yer yer isli griydi. Gökyüzü alaca
bulaca, bulutlar renksizdi. Renksiz bulutlar kuzeyden güneye arkalanndan
biri kovalıyormuş
gibi koş^rken ay,
aralanndaki boşluklarda
bir görünüp bir
kayboluyordu. Nazlı
nazlı yağan kar durmuştu. Yüksek bir kaya bloğunun kendi
içinde kavis yaptığı girintide
duruyorlardı.
Bir midye kabuğunun içine çekilir gibi sırt sırta verip
avcı
çadırlanm ve naylonlanm üzerlerine çektiler. Soğuktan buz tutan ellerini soluğu ile
ısıtanlar,
kamuUajla sigara içenler, görünmez ateşle mum yakıp çadınn içinde bir nebze olsun ısınanlar oldu.
Bu halleriyle kayalıklann
içinde bir yığın topraktan
farksızdılar.
Toprak, üniforma ve
21 parça hayat...
Ay,
veda eder gibi bir müddet
havayı aydınlattı, sonra
da dağlann
ardında kayboldu. Dağ taş zifiri
karanlık
oldu. Balabanlar kolundan Komando
Er Hasan ile Komando Er Burak birlikte aynı avcı çadınnda dinleniyordu. Isınan bedeni iyice gevşeyen Hasan
devamlı bir şeyler mınldanıyordu. Burak dayanamayıp, "Oğlum, sen fısır fısır ne sayıklıyorsun?" diye sordu.
"Bir
şiir
yazdım. ilk fırsatta eve
göndereceğim."
"Bak,
palavra atıyorsan
senin pestilini çıkannm."
Hasan
ıstırap dolu bir bakış, utangaç ve saygılı bir
tavırla,
"Dinleyeceksen, okuyayım!" dedi.
"Oku
bakalım,
belki ısınırım!"
"Mezarımın toprağı kuruyunca
Beni
unutma ana,
Yabani
otlar bürür
üstümde,
Onlar
kederinden gür olsun baba.
Can
yakarsın
sen kurşun,
Üstünde ölüm yazıyor.
Kara
toprak,
Sen
örtüyorsun
üstümü.
Ey
soğuk
ölüm,
Gövdemi toprak
alacak,
Ruhumu gökler. . . ” '
Şiiri dinleyen Burak uzun süre sustu, boğazına
bir şeyler düğümlendi. Zorla gülümsemeye çalışarak, "Hay Allahım ya! Nereden
çıkanyorsun bunları be adam. Sırası mıydı şimdi! Biz kuyrugu erkenden buralarda
titretmeyeceğiz. Bu kesin. Kafana da sok. Senin böyle ölümle dirimle zihnini
meşgul ettigini komutan dliymasın. Ne diyor adam, 'Kafanızda endişe, şüphe,
kaygı sokmayın!' Peki bunun yazılısı var mı?"
"Var, defterimde."
"Ne diyeyim birader. Çıkar oglum böyle
düşünceleri kafandan. Sakın bir başkasına da okuma. Zinhar, eve de gönderip
oradakileri hüzün ve acıya boğma."
Askerler birbirleri hakkında fazla bir şey
bilmek istemezler. Arkadaştırlar bu da onlara yeter.
Gece yansını geçeli çok olmuştu. Buz ve rüzgar
tutmayan bir yer bulana kadar üç kez daha mola verdiler. Günün agarmasına
birkaç saat vardı. Ondan önce bir sığınak bulup gözden kaybolmaları
gerekiyordu. Burası bir mağara, oyuk bir kayanın altı, bir dere yatagının içi
olabilirdi. Doga... ilk hasım oydu. Soguk, düşmanların en tehlikelisiydi. Tipi,
hrtı-
na,
yön kaybettirebilir ve boğabilir. Rüzgar, karın ıslaklığını buza çevirebilir. Derin karda birkaç saatte
150-200 metre bile yürünemeyebilir.
Şu ana
kadar tipi ve fırtınayla
karşılaşmamışlar, görüş mesafelerini
hiç
kaybetmemişlerdi. El
ve ayak parmaklan kaçınılmaz
olarak üşümüş ama
donma emaresi tespit edilmemişti. Sık mola ile bedenleri yumuşatmak, sürekli hareket halinde olmak, donma tehlikesini.
azaltıyordu.
Harekat üssünden alana
çıkmadan
önce Müfreze Komutanı Yüzbaşı Tayfun,
donmanın
ne şekilde farkına vanlacağı konusunda da eğitim vermiş ve uyanlarda bulunmuştu:
"Donma
ayaklar ve ellerden, özellikle de
ayakuçlanndan
başlar. Parmak uçlan üşür, titrer ve kanncalanır. Buralardan başlayan titreme
giderek şiddetlenir
ve yayılır. Ayak
ve bacaklara, el ve kollara ulaşır. Eklemlere,
kemiklere, iliklere kadar inerek vücudun tümüne yayılır. Beden soğur ağırlaşır ve kaskatı kesilir.
Sakın ha sakın, donma
emareleri gösteren el ve ayağı birdenbire
ateş veya bir ısıtıcıya tutmayın, yaklaştırmayın. Sıcak suya da asla sokmayın. Karla
ovuri. Geç
kalınıp donmanın bütün bedeni
sarması halinde, insan bir rahatlık ve
huzur veren bir gevşeklik
hissetmeye başlar. Donmada
en son hal budur. Eğer biri durumu fark edemezse sonrasında yapacak
bir şey kalmaz."
Şimdi, doğu batı istikametinde uzanan, güney yanı kayalıklara dayalı bir patikada yürümekteydiler. Bir müddet sonra arazi yay gibi geniş bir
alana açıldı. Aksine, büyük kaya
kütlelerine
ihtiyaçlan vardı. Çünkü mağara, in,
sığınak gibi yerler ve kuytular bu tip yapılann içinde veya arasındaydı. O zaman yürüyüşe devam
etmekten başka yapacak bir şey yoktu.
Çok
geçmedi, müfrezedekilerin bumuna
odun ateşi 30
olduğu hissini
uyandıran
bir koku geldi. Açık havada
dağ
ayazındaki bu kokuyu neredeyse hepsi fark
etti. Yüzbaşı Tayfun'un ne yapacağını anlamak
için her iki kol komutanı da
gözlerini· ona çevirmişlerdi.
Görüş mesafesi açık olduğundan ve kollann aralığı fazla
olmadığından
en öndeki durup geriye baktığında en
sondakini, en sondaki de en başta- kini
görebiliyordu.
Müfreze komutanının sağ koluyla
verdiği
işaretle herkes olduğu yere
çöktü.
Vücutlan sınlsıklamdı, hepsinin
ağzından
çıkan sıcak nefes, soğukla temas
edince şimdi daha iyi fark edilen buharlar
haline gelmişti.
Yürüyüş düzeninde bu
kez Balaban kolu önde
olduğundan, Buzkıran kolunun
önünde bulunan yüzbaşı, üsteğmene "beni takip et" işareti vererek
baş tarafa doğru yürümeye başladı. Üçü birden çömelmişti, müfreze komutanı, Üsteğmen Metin ile Teğmen Aykut'u
karşısına
alarak konuşmaya başladı: "Bulunduğumuz mevki itibariyle, bu koku normal değil. Biri
veya birilerinin hemen yakınımızda odun ateşi yaktığı kesin. Bu civarda köy ve
mezra olmadığını
biliyorum. Yayla evleri olsa
bile, bu mevsimde kimse onlann içinde olamaz.
Üstelik koku güneyden geliyor.
Solumuzdaki yamaç, ilersini görmemize mani
olduğundan
ateşin yakıldığı yeri
bilemiyoruz. Kim ve neci olduklarını ortaya çıkarmadan önce ateş yakılan yerin neresi ve ne durumda olduğunu keşfetmemiz şart," dedi.
Teğmen Aykut'a
dönerek,
"Aykut, senin timden yanına
iki kişi al. Yürüdüğümüz istikametten 200 metre kadar daha
ilerledikten sonra sola dönün ve
oradaki yamacın
üstüne çıkın. Yamaçtan ve
daha sonraki yerlerden bazı şeyler görülebilir diye tahmin ediyorum. Ne görürseniz görün sakın çok fazla ileriye gitmeyin. Noktayı tespit
edin ve
tarifini yapabilecek
arazi bilgisine ulaşınca
hızla buraya gelin," dedi. Teğmen, "Baş üstüne," dedi. Kısa bir süre sonra da, Başçavuş Mustafa ile keskin nişancı Uzman Çavuş Ziya ile birlikte aynldılar. Giderken ağırlıktan kurtulmak için sırt
çantalannı bulunduklan yere bıraktılar.
Üsteğmen Metin, "Kaçakçı olabilir mi komutanım?"
diye sordu.
Ufka bakıp gidenlerin ardından
bakan Yüzbaşı Tayfun, "Her şey olabilir. Tabii, kaçakçılar hesap kitap adamlandır. Yerleşim noktalan arasındaki mesafeleri, ne kadar zamanda alacaklannı bilerek hareket ederler ve mutlaka oraya va- nrlar. Biz yol alabiliyorsak
onlar hayli hayli yol alırlar, niye gece konaklamaya geçsinler ki! Aynca yerleşim olmayan bu patika güzergahını niye seçsinler? Ama gene de mümkündür.
Hayatta hiçbir şey için olriıaz demeyeceksin. Olmaz
demek haddini bihnemektir!" diye cevap verdi.
Üsteğmen, "Köylü değilse, kaçakçı değilse ayılarla kurtlar da ateş yakmasını bilmediklerine göre,
geriye kimler kalıyor komutanım?"
Yüzbaşı güldü. "Senin düşündüklerin!"
Müfrezede herkes bulunduğu yerde çökmüş, bazılan
ise altlanna çadırlannı ahp üzerine oturmuş bekliyordu. Görüntüleri
uzaktan, kann üzerine aralıklarla yerleştirilmiş sıralı taşlan andınyordu. Zaman geçtikçe terleri soğuyor, hareket etmediklerinden botlannın içindeki ayaklannın varlığını daha fazla hissediyorlardı.
Keşfe gidenler yanlarından aynlalı neredeyse bir saate yakın olmuştu. Yüzbaşı anlan zaten daha önce beklemiyordu ama gayriihtiyari, birkaç kez saatine bakmaktan da
kendini alamadı. Nihayet gittikleri yönden üç karalh göründü. Teğmen
Aykut,
Bcışçawş
Mustafa ve keskin nişancı Uzman
Çawş Ziya, müfreze komutanının karşısına gelip çömeldiler. Soluk soluğaydılar. Çok seçilemese de yüzlerinin pancardan fark- sız.olduğunu anlamak zor değildi. Teğmen, hemen raporunu vermeğe başladı, "Şu anda bulunduğumuz yerden başlayan yamaçtan 300 ila 350 metre ileride bir
koyun a!?P]ı ve a!?P]ın doğu yönünde, çitlerle çevrili tek katlı bir
ev var. Salaş bir yapı. Muhtemelen
briket veya tuğladan
yapılmış. Uzaktan çatısında bir
baca olduğu
anlaşılıyor. Evin
kuzey istikametinde yani bize doğm olan cephesinde bir kapı ve bir pencere
rar. Gece g& ıüşünü yakına aldıgımda, kapının tek parçalı,
pencerenin de bir bölümünün camsız olduğunu ve kartonla kapatıldığını gördüm.
Binanın arka tarafında pencere olup olmadığını bilmiyoruz. Çok zaman
kaybederiz diye gitmedik, dolayısıyla öğrenemedik. Çitlerin bir bölümü,
muhtemelen karlann altında kalıp yıkıldığı için fark edilmiyor.
herleyebildiğimiz noktada, sönmüş ateş ve kömür kokusu daha da yoğun
hissediliyor. Kapı önünü ve civannı dürbünle ısrarla gözetledim. Hiçbir ayak
izine rastlayamadım. Bunu da normal olarak değerlendiriyorum. Çünkü gece
yansından önce buraya yağan kar, izleri yok etmiştir. Bacadan çok hafif
belirli belirsiz bir duman çıkıyor. Ve çok uzak da olsa etrafı, nöbetçi
olabilecek her noktayı defaatle gece göıüşüyle taradım, hiçbir şey. tespit
edemedim. Benim arz edebileceklerim bunlar komutanım."
Yüzbaşı, sanki bildiği bir şeyi dinliyormuş
gibi, ne şaşırdı ne de düşündüğünü belli etti. Sadece, "Üçünüze de teşekkür
ederim," dedi. Sonra, tegmenin sağında duran Başçavuş Mustafa'ya döndü.
"Ne dersin Mustafa? içeride insan veya
insanlar olduğu kesin. Diyelim, terörist bir grup var. Nöbetçi niye yok?"
"Dağlarda bu mevsimde, buralara kimsenin uğramayacağını düşündükleri için komutanım. Kendilerini çok güvende hissediyorlar, haksız da
sayılmazlar
hani, bizim gibi şeytan adamların, vahşi dağlarda yaban gibi dolaşarak onları aradığını nereden bilsinler? inşallah, içerdekiler teröristtir."
Müfreze komutanı, Başçavuş Mustafa ve Uzman Çavuş Ziya'ya,
"Siz gidebilirsiniz arkadaşlar," diyerek onları kolda
bulunanların
yanına gönderdi.
Karşısında duran
üsteğmen
ve teğmene talimat
vermeden önce saatine
bir göz
atlı. Ve sonra, "Bu mevsimde, bu yükseklikteki bir evde ne bir köylü, ne
bir kaçakçı,
ne de bir çoban veya
sıradan bir kanun kaçağının olması milyonda bir ihtimaldir. Havanın aydınlanmasına iki saat kadar bir süre kaldı. Kuşatmayı karanlıkta bitirip günün ağarmasını bekleyeceğiz. Şayet
içerdekiler teröristse bazıları karanlıktan istifade ile kaçma imkanı bulabilir. Kulübe kapı ve penceresi dışında da,
bilemediğimiz
çıkış ve kaçış yollan
olabilir. Kulübenin
diğer cephesini de gÇirmediğimizden pek bir şey söyleyemeyiz. Ama başka bir
kapı
olduğunu sanmıyorum, bu
tip binalarda, belki bir pencere de arka tarafta olabilir. Uzun zamandır buradalarsa
tahliye için
binanın içinden duvarların ötesine çıkan tüneller kazmış da olabilirler. Bütün bunlar
hücumu
karanlıkta değil, gündüz gözüyle yapmamızı gerektiriyor.
Binanın
dışına çıkmadan ateş edebilecekleri
kapı ve pencere dışında bir
olanakları
yok. Aykut, senin kol, binayı ve
ağılı
güneyden, göremediğimiz yanından kuşatacak. Kuşatma tamamlanınca telsizden kripto gönder. 'Teslim
olun,' çağrısı
yapılıncaya kadar ne bir görüntü ne
de bir sese meydan vermeyin. Ben, Üsteğmen Metin'in
timiyle beraberim. Gelişmelere göre, her iki kol da emrimi
bekleyecek.
Hadi, ikinize de kolay gelsin. Dilerim, içeride terörist bir grup olsun!" Her iki
subay da, "Emredersiniz," diyerek, yüzbaşının yanından aynldılar.
Kol
komutanlan, kendi savaşçılannı
etraflanna bir hilal gibi
toplayarak neyi, nasıl
yapacaklaİını anlatblar.
Kimse, ne soru sordu ne de bir şeyi me.rak
etti! Canlannı
sıkan tek şey, "kuŞluk vaktini" beklemekti. Ama
bunun zorunlu olduğunu
da biliyorlardı. Şayet, kulübede bir terörist grup
varsa bunlar ya topluca teslim alınmalı veya
yok edilmeliydiler. Karanlıkta
yapılacak hücum ve
ateş
gücü ne kadar etkili ve yoğun olursa
olsun bir kısmının
kaçıp kurtulma imkanı olabilirdi.
Karar doğru ve isabetli ama iki saati aşkın süre bu
dağ
ayazında, bir noktada ve hareketsiz halde sabırla beklemek
zordu.
Müfreze, sırt çantalannda, çabşmada ihtiyaç
duyabilecekleri
teknik malzemeler ile yedek şarjörler, mermi
şeritleri, ilave cephane gibi muharebe paylannı aldıktan·
sonra, tüm
ağırlıklannı yamacın bir
kenanna yığdı.
Önce Teğmen Aykut'un Balaban kolu, daha önce keşif için gittikleri yönde ilerleyerek
bulunduklan yerden aynldı.
Üsteğmen Metin'in Buzkıran kolunun
ise.bulunduklan yerden açılarak yamacın üstüne çıkmalan. gerekiyordu. Buzkıran savaşçılan açıldı, yayıldı ve yamacın ötesinde bulunan ağılı görünceye kadar brmandı.
Tam
bir saat sonra Teğmen Aykut, kriptolu mesajını gönderdi. Yüzbaşı hızla kriptoyu çözdü: "Mevkimiz
tamam. Bu yönde
kapı ve pencere yok."
Ağıl, kulübesi ile birlikte güneyden ve
kuzeyden yanm iki yay şeklinde kuşatılmıştı. Doğu ve bab yönleri açıldı. Her iki koldaki askerler de, kulübeden birinin
pencereden dışan
bakması veya
kapıdan
dışan çıkarak etrafı kolaçan etmeye kalkması halinde
gÖrülmeyecek
bir pozisyonda ileriye yanaşmışlardı. Görülmeyen yere havanlar hariç ateş edilmezdi! Birinci safhada böyle durulacaktı, ta ki gün ağarana kadar. Sadece kol komutanlan kısa aralıklarla ileri çıkarak hedefe
bakıp geri çekildiler. lçerdekiler, olup bitenden henüz haberli
değillerdi.
Ne ses, ne de bir ışık panltısı vardı, uyuyorlardı.
. Dağlarda ufuk
görülmez.
Gün ışığı dağlann ardından yansır. Dağlann öteki yüzünden itibaren kendini bu tarafta da göstermeye başlayan aydınlıkla birlikte müfreze komutanı, her iki kolun da ilerleyip ateş menziline
girmesi emrini verdi. Bu emrin gelmesini beklediklerinden, patikadan daha fazla
kar almış olan bu bölgede, karlann
içine bata çıka ama
hırsla ileri atılıp mevzilendiler.
Kulübe
artık, tabanca hariç bütün silahların menzili içindeydi. Hedefi görmek hepsini
rahatlattı
ve huzur verdi: Demek buradaydılar! Bazılan, bunlar fare kapanına girmişler, diye düşündü. Olumsuz
düşünenler
de vardı: Ya
içerden
teröristler degil
de başka birileri çıkarsa.
Yüzbaşının, "Başla!" işaretiyle
Üsteğmen Metin, batar- yalı küçük megafonun ses kontrolünü yaparak dizlerinin üzerine çöktü. Kulübeden bakacak olan biri artık herkesi
görebilirdi,
üsteğmen artık göğüs hedefi
gibiydi. Güçlü ve ahenkli bir sesle bağırdı:
"Kulübedekiler, biz Türkiye Cumhuriyeti
ordusu men- suplanyız.
Çepeçevre kuşatıldınız. Silahlannız varsa
bırakın ve çıkıp teslim
olun!"
Bu
çağnyı
üst üste birkaç kere
tekrarladı.
On dakikadan fazla bir süre geçmesine rağmen karşıdan hiç ses çıkmadı _
veya
duyulmadı.
Üsteğmen, müfreze komutanına baktı ve
göz göze
geldiler. Yüzbaşının yüzündeki ifade çok keskindi
ve yüksek sesle, "Şoktalar," dedi. Hemen yakında bulunan askerler de bu sözü duydular.
Yüzba,şı,
"Anonsa devam et," işareti verdi.
Zaman geçtikçe,
ya içeride kimse
yoksa! düşüncesi
öne çıkarken birdenbire
bir cam şangırtısı
ve kütleme
duyuldu. Kulübenin
yansı karton kaplanmış penceresi
patlayıp
karlann içine gömüldü. Yüzbaşı içinden, karar uer- diler, rahatladı/ar, çarpışacaklar, dedi. Güneyde bulunan
Balaban kolu bunu görememişti
ama kulübeye cepheden
bakan Buzkıran
askerleri, sevinçten havaya
uçtular.
Adamlar içerdeydiler. Cam çerçevenin sökülüp dışan atılmasıyla, ne dedikleri anlaşılmamakla birlikte panik ve telaşı andıran sesler de dışan taşmaya başlamıştı. Üsteğmen ısrarla, "Teslim'olun!" çağnsına devam
ediyordu.
Ve
nihayet, hançeresi
yırtılır gibi bir ses duyuldu!
"Sen
ne dirsen
sömürge
düzeninin ordusu! Sen birinci düşmanımızsan. Sizinle işbirliği yapan
herkes işbirlikçi,
hain, ajan ve düşmandır. Silahlı mücadeleyi geliştirmek için,
hangi biçimde olursa
olsun, kin ve düşmanlık.yaratabiliriz."
Üsteğmen Metin,
"Bu koyunlann çoban
köpeği sen misin?" diye bağırdı.
"Ne
demek isteyirsin sen?"·
"Dümendeki çemişoğlan sen misin? Onu soruyorum?"
"Bana
öyle dememelisin. Biz Kürdistan gerillalanyız. Sömürge ordusunu topraklarımızdan atacağız."
"Senin
adın ne?"
"Seni
niye ilgilendiriy? Ama söyleyeyim, Reşkoyum ben.''.
"Tepenin
adını
aldın demek. Teslim olmazsanız, tepeniz ova olacak. Oradaki
cahillerin üzerinde
baskı kurma, söy-
le
teslim olsunlar. Yüreğin varsa kendin çarpış, anladın mı Reşo?" ,
"Bizden
olmayan herkese ölüm, bize yaramayan her şeye ölüm, anladın mı komitan? Politik gücü silahlı mücadele yoluyla ele geçireceğiz. Çekilin yolumuzdan."
"Siz
kuklasınız,
Batılıların Ortadoğu'daki kuklasısınız. Sizi
sahte vaatler ve demokratik demagojilerle kullanıyorlar. Halka ve kendinize yazık ediyorsunuz.
Teslim olun ve yargılanın.
Teslim olursanız kılınıza bile dokunulmayacak. Söz veriyorum."
"Halk
güçleri orduya karşı bu
savaşı
kazanacaktır. Devrim için koşullann beklenmesi gerekmez. Silahlı mücadele alanı temelde kırsal kesimdir.
Mücadelenin
çıkmasıyla birlikte halkın memnuniyetsizliği de tamamen açığa çıkmıştır. Profesyonel ordu karşısında hiçbir şey yapılamaz bahanelerine sığınan ve
zayıflıklarına
gerekçe yaratan pısırıklar da
artık bizi fark etmişlerdir."
"Sen
robotlaştırılmış
budalanın tekisin. Hem yalancı hem
de dangalak. Bu iki özellik bir arada nadiren bulunur. Yanındakilere yazık etme. Görünen o
ki, senin ve yanındaki
kandırılmış insanların ömrü uzun
ve yazgısı iyi olmayacak. Bizim de bu masalları daha
fazla dinleyeceğimizi
sanma, gelin ve teslim
olun."
"Komitan!
Sizin, bu kara kış
altında, bu dağlarda ne
işiniz var ki?"
"Buralarda
beyaz tavşan
varmış! Biz de meraklısıyız, aramaya geldik! Sana mı soracağız sefil, ülkemizin neresinde,
ne zaman bulunacağımızı?
Sizin gibi iğdişlerden bir horoz olacağını sanan
zeka noksanlarının
da kafasına turp
sıkayım."
"Kızma kızma, ne güzel tartışıyoruz komitan!"
"Odun
kafalı! Biraz sonra kim bu ağacın üstünde en urun süre kalacak
göreceğiz.
Yanındakilere yazık olacak."
"Tartişmak iyidir, komitan."
"Sen
de, çok insan gibi son saatinin geldiğine inanmamış olarak öleceksin. Aptalın daniskası,-son saatinin geldiğini fark edemeden konuşup duruyorsun.
Öğren o zaman, insanlar savaş alanında söylevlerle savaşçı olmazlar. Sen okudun mu?"
"Hayır terkim. Annem de okuma yazma
bilmiyir."
"Siz
ahıra hah sermeye kalkışan cahillersiniz.
Her önünüze
çıkanı öldürerek nereye
varacağınızı
sanıyorsunuz."
"Sizin
TC duvara tosladı komitan, farkında değilsiniz! ABD ve Avrupa bizim arkamızda."
"Akılsız herif, yumurta taşla kavga
edince tavuğun
kıçını şahit gösterirmiş! Seninki
de o hesap. Size 15 dakika müsaade
ediyoruz. Silahlannızı
bırakarak dışan çıkın ve
teslim olun. Aksi halde cam gibi paramparça edileceksiniz."
Siperde
bir an önce
çarpışmak için can
atan ve sabırlan
son kerteye dayanan askerler için bu
konuşmalar
çok uzun ve gereksizmiş gibi geldi. Tecrübeliler bu konuşmayı uzatmanın bir psikolojik harp olduğunun farkındaydılar. Amaç, başlarındaki adamlann dışında, aralanndan
bir kısmının
diğerlerini zor
da olsa teslime zorlamasıydı.
Ancak, şu ana
kadar pek de etkili olduğu görülmemişti. Ortalık derin bir sessizliğe gömüldü. Verilen 15 dakikalık zaman
da çok aşılmıştı.
Birden, pencereden Buzkıran kolu
üzerine otomatik tüfeklerle yaylım ateşi başladı ve aniden ardına kadar
açılan
kapıdan dışan, sırtındaki RPG-7
veya RPG-11 roketatanyla çıkan bir
terörist
birkaç metre koştuktan sonra
roket atma-
ya
çalıştı.
Buzkıranlann her
çeşit
silahı dakika değil saniyeler içinde patlamaya
başladı.
Gerideki yükselti ve
sırtlar
uğuldadı, her yeri barut ve kükürt kokusu
sardı. Roket atmak için dışan çıkan, silahını ateşlemeye fırsat bulamadan karlann içine devrildi.
Atılan roketlerden iki tanesi doğrudan
pencereden içeri girdi. Bina, ateş ve
duman içinde
kaldı. Sağ kalanlann dumandan boğulmamak için dışan çık- malan gerekiyordu ancak görünen olmadı. Bir ara kapı ve
pencere gerisinde birkaç silah sesi duyuldu ve kesildi. O
da ne? Kulübenin
damı üzerinde bir
asker belirdi. Buzkıranlar,
emir almış gibi
ateşi
anında kestiler. Bu, Balabanlardan Uzman Onbaşı Cengiz'di.
Eğile
eğile ilerledi lie bacadan içeriye üst üste iki
el bombası
bıraktı. lçerdeki tok
patlamalar bulunduklan yerden duyuldu. Cengiz geldiği yönde gözden kayboldu. Alevler içinde yanmaya
devam eden kulübenin
tavanı kısa bir süre sonra
çöktü.
Bölgeyi koyu bir duman, sis ve koku kapladı. Müfreze toplandı ve kullandıklan .patikadan yeniden yürüyüşe başladılar.
G
ökyüzü açık, hava ise taptazeydi. Sanki bütün gece
yürümenin
getirdiği yorgunluğu üzerlerinden atmışlardı.
Savaşçılar da
insandır.
Hem zaaftan hem üstünlükleri vardır. Belki alınlarının yazılan ezelden yazılmıştır. Belki öyle değil de,
kaderlerini kendileri arar, kendileri yaratırlar. Yahut gerçek büsbütün başkadır. Belki onlar da bir avcının tuzağına, yani.kendi ruh yapılarının çarklarına kendi ayaklarıyla takılan heyecanlı kuşlardır... Evet, onların da
kaderinde bir muamma, bir tılsım var
ve bu muammanın
tılsımı belki.de hiçbir zaman
çözülemeyecektir.
Vadi
tabanında
tavanı iki adam boyu yüksekliğinde bir dehlizin içindeydiler. Gözcüler hariç uyku tulumlarının içine girip ikindiye kadar uyumuşlardı. Sonra birer ikişer uyanıp bakımlarına başladılar. Henüz
botlarının dikişi atmamıştı ama
her gün değiştirmek
zorunda kaldıkları çoraplarının bazı yerleri ufak tefek de olsa iğne iplikle
onanlmalıydı.
Herkes eski çoraplarını çalılardan yaptıktan kurutma·düze- neklerine asmış, alevsiz
ateşte kurutuyordu. Üniforma ceketi ile pantolonunda sökük olanlar
ise dikişi atan yerleri kuvvetlendirmeye çalışıyordu. En büyük mutluluk
ise çay içiyor olmalanydı. Çaydanlık ve demlik her kolun en kıymetli malzemelerinden
biriydi.
Yağış yoktu,
gökyüzü
parlaktı, hafif esintiler dışında rüzgann da can sıkacak bir
etkisi yoktu. Müfreze
komutanı, kod defterine bakarak göndereceği mesajı eliyle şifreledi, her
kelimeyi beş harfli bir nwiıaraya çevirdi. Sonra mesajı yüksek frekanslı radyo ile yolladı. Mesajın açılmış hali şuydu: "iki
ayn yerde, iki iş tamam. Eksilme ve yaralanma yok.
Tabancalar hariç,
tüm silahların bütünleme mühimmatı ile
erzaka ihtiyaç var. Mevkimiz XYK401716. Bu gece
uygundur. "
Kısa bir
süre sonra gönderilen mesajın cevabı geldi. "Hava koşulları uçuşa engel olmadığı takdirde.
Tam 22.00'de. XYK401716'nın
bir kilometre güneyinde, NTP375844'te
hazır olun."
Yüzbaşı, kol
komutanlarını
yanına çağırdı. "Bu
akşam bize bütünleme ikmali
yapılacak.
Mühimmat ve erzak gelecek. Bulunduğumuz yerin bir kilometre kadar güneyine bırakılacak. Metin, indirilecek yükü senin
kol alacak ve bulunduğumuz
yere taşıyacak. Aykut,
havanın
kararmasıyla birlikte
gözetleme
ve dinleme faaliyetlerini
seninkiler üstlenecek."
Üsteğmen Metin,
"Komutanım,
şimdi bir katırımız olsaydı, ne kadar iyi olurdu," dedi.
Yüzbaşı gülerek, "Sen hiç katır yedekledin
mi?" diye sordu.
"Hayır komutanım."
"Bir
katır
yüz kiloyu bile taşıyabilir ama inadına da
katlanacaksın.
Eğer bir işte katır kullanacaksınız mutlaka sahibi ve bakıcısı ile
beraber olmalıdır.
Onun huyunu ve suyunu ancak onlar
bilebilir. Aksi halde burnunuzdan gelir."
"Aman
komutanım,
o zaman yerinde kalsın."
Teğmen Aykut,
"Efendim, atma noktası bize çok yakın sayılmaz mı? Gece helikopterin uçuş sesi
yeri göğü
inletecektir!"
diye araya girdi.
Yüzbaşı, "Yakınımızda köy ve mezra yok. Uçtuğu tüm güzergah elbette sesi duyacaktır. Duyacaklar da ne olacak? Karakol
ya da ana üslerden
bitinden bir yaralı veya
hasta almaya gittiğini
düşüneceklerdir. Buna
alışkınlar.
Bu kış kıyamette alan taraması yaptığımızı dost düşman, kim
olursa olsun, rüyalarında
görseler bile inanmazlar. Çok uzağa bırakıldığında yükü buraya taşımaya bir
gece karanliğı
yetmez ki."
Teğmenin yüzü, gizlenemeyecek kadar kızardı. Mahcup
olduğu her halinden belliydi.
"Metin,
sadece silahlarınız
olsun yanınızda. Kolileri
parçalayıp
olabildiği kadar ayırarak herkese
dengeli bir şekilde
dağıt. Kırmızı lazerli
fenere ihtiyacın
olacak. Hadi beyler, kolay
gelsin," dedi müfreze
komutanı.
Kılık kıyafetin onarım ve bakım işleri bittiği için Komando Onbaşı irfan
ile komando erler Hasan ve Burak uyku tulumlarının üzerine oturmuş, silah bakımı yapıyorlardı.
Burak,
"Size bir Bektaşi
fıkrası anlatayım mı?" diye
sordu.
Hasan
ile irfan birbirlerinin yüzüne baktılar.
Burak'ın ne
kadar dalgacı biti olduğunu .bildiği için Onbaşı irfan içinden, gene
ne muziplik yapacak bu hergelenin önde gideni,
diye düşündü.
ikisi
birden, anlaşmış
gibi, "Eee. Anlat bakalım," dediler.
Burak
başladı:
"Bektaşi ve komşusu ölüyor. Bektaşi cehenneme, komşusu cennete
gidiyor. ikisi de uzun bir süre sonra
görevlerine giderken Araf'ta karşılaşıyor. Kucaklaşmalarından sonra karşılıklı sorular
başlıyor.
Komşusu Bektaşi'ye cehennem
azaplarını
soruyor. Bektaşi, 'Çok kalabalığız, fazla iş düşmüyor. Bütün gün dalga geçiyoruz. Bu
kalabalıkta
bana
düşen tek
iş, cehennem ateşine günde iki el arabası kömür atmaktan ibaret.' Komşusu ise
hayretler içersinde
kalarak anlatıyor. 'Yapma yahu! Ben her sabah saat altıda kalkıyorum. Ama işleri yetiştiremiyorum. Yağmur bulutlarını gezdiriyorum. Şimşek çaktınyorum, Yağmur yağdınyorum. iş gece yanlanna kadar sürüyor.'
Bektaşi, niçin bu kadar işi olduğunu sorunca komşusu açıklıyor: 'Adam yok adaaaam!"'
Diğer ikisi
kahkahayı
patlatmamak için ellerini
gayriihti- yari ağızlarına
götürdüler.
irfan,
"Ulan aydede suratlı,
senin çıranı yakmalı," diye takıldı ona.
"Ne
var oğlum biz büyük şehir, metropol çocuğuyuz."
"Belli
oluyor!"
"Bakın size söyleyeyim. insan da yeryüzü gibidir.
Bir yüzü
karanlık bir yüzü aydınlıktır. .. ”
Hasan, "Başka nelerin var anlatacak?"
diye sordu;
irfan ise, "Bugün bir hal var senin
üzerinde, " dedi.
"O zaman duyduk duymadık demeyin,"
diye konuşmaya başladı Burak, "her aşk geçicidir. Acı verici ve
aldatıcıdır. Sevmek aşınlıkbr. Kendini teslim etmektir. ^kta yargılama olmaz.
Yargılama aşkı sarsıntıya uğratır. Aşk başkasının iyilik ve çı- kannı
istemektir. Kişisel çıkarlardan vazgeçmeden aşk olmaz. Aşk; parayı, gücü,
bedeni sevilen şey için adamak demektir. Aşkta korku olmamalıdır. Kusursuz aşk,
korkuyu kovar. "
Hasan araya girip, "Sen hiç aşık oldun
mu?" diye sordu.
"Sen bana baksana! Bende, aşık olacak göz
var mı oğlum?" irfan, "Aslanım sen, palaman çözülmüş tekne
gibisin," diye fikir belirtti.
"Siz bir şeyin henüz farkına
varamamışsınız. Dünya hiç
durmayan
bir salıncak,
oı:tada her şey sallanıyor. Ömrün, otsu, çiçeksi ve
meyveli dönemleri
vardır, nihayetinde ise solgunluğu. "
Burak'ın konuşması, gittikçe üstün ve inandırıcı bir
hal alıyordu.
irfan, "Bu işleri az
buçuk biz de biliyoruz ama sen işi ilerletmişsin," dedi.
Hasan,
"Sen her şeyi bilen allame olmuşsun, fakat
beynin dumanlı, "
diye takıldı
genç askere.
"insanların çoğu ölü bir beyin, kupkuru bir ruhla bir kabuğun içine çekilmiş orada yaşıyor!"
"Sen
liseden sonra okudun mu?"
"Ben
ikinizden daha yaşlıyım.
Meydancılığı da
bilirim, sosyete salonlarını
da. Ailemin ekonomik durumu
iyidir. Evin tek oğluyum.
Sosyal bilimler okudum. Üniversiteyi 3'üncü sınıftan terk ederek iş hayatına atıldım. Bu bölgeye gelebilmek
için torpil bile aradım. Buralarda
yaşanan haya- tı^ bizzat
içinde olmak benim için tarifsiz
bir tecrübe
olacaktı ve işte, sizlerle
beraberim."
Konuşmanın uzayıp gideceği ortadaydı ama yanıbaşla- nnda
Mustafa Başçavuş'un
iri gövdesi belirdi.
"Nöbet
sırası gelenler hazırlansın!" dedi ve yürüdü.
Üsteğmen Metin'in
komutasındaki
Buzkıranlar, saat
19.00'da, hafif donanımlı
olarak, birerli kol düzeninde, dehlizden
indirme noktasına
hareket etti. Gözetleme ve
dinleme mevkilerini Balaban kolu askerleri aldı. Gökyüzü masmaviydi, dolunay dağlara ve
yerdeki beyaz dünyaya meydan okurcasına tepede
dikiliyordu. Çok uzaklardan bir gece yırtıcısının, "Ben de buralardayım," der gibi haykıran cırtlak sesi duyuldu.
Sıi;jınak olarak
konakladıkları
kayalık koridorda, gene dumansız ateş ve birkaç mumun
titreyen ışığı
etraflarını aydınlatıyordu. Müfreze komutanının hesabına göre, helikopter tam zamanında bildirilen
noktaya gelebilse bile, Buzkıran- lann
gece yansından
önce dönebilmeleri mümkün değildi. Balaban
kolunun görevde olmayan askerleri bulundukları köşede birbirleriyle şakalaşıyorlardı.
Yüzbaşı, Teğmen Aykut ile Asteğmen Murat'ı yanına çağırdı. Komutan, "Oturun,"
deyince her ikisi de pançolarını yere serip üzerine oturdulc^r.
Müfreze
komutanı gözlerini, asteğmenin gözlerine çevirerek sordu:
"Murat,
sen siyasal okudun degil mi?"
"Evet,
efendim....
"Özgeçmişinden siyaset ve kitle hareketleriyle uğraştığın anlaşılıyor. "
"Evet,
komutanım,
bir şeyler yapmaya
çalıştık."
"Ne
oldu peki?"
"Bu
işler i!;jne ile kuyu kazmaya benziyor.
Askerlik de bekliyordu. Bıraktım ve
orduya katıldım."
"Devam
edecek misin?"
"Sag
salim dönersek
komutanım."
"Dönersin, dönersin, bir şey olmaz."
"Tann
bilir komutanım.
"
"Dul
görünüyorsun."
"Doğrudur komutanım. Kız baktı ki biz başka alemlerde
dolaşıyoruz.
Ev bark ikinci planda, çekti gitti.
Haklıydı.
"
"Peki,
sen ne diyorsun Türkiye'de
olup bitenlere, hem dış siyaset
hem de içeride
yürütülen politikalara?"
"Lozan
diyorum, efendim,"
"Tek
başına Lozan mı?"
"Evet
Lozan ama ekleriyle birlikte! Ortadoğu'nun enerji kaynaklanna oturmak."
"PKK,
bunun neresinde?"
"O,
bugün ya da yann, bir yerlere gelse
bile, Ortadoğu'da
Batı'ya hizmet etmekten ve onun bir kuklası olmaktan
öteye gidemeyecek. 1918'lerin Kürt Teali
Cemiyeti ile lngiliz Muhipler Cemiyeti izin ve sıfat değiştirerek Türkiye'de yeniden hayat buldular. Hamam da tas da
eski, insanlan ise şimdikiler."
"Amerika
ve Avrupa, PKK'nın
varlığını devam ettirmesi konusunda fikir aynlığı olmaksızın tam ittifak halindeler mi
sence?"
"Ona
ne şüphe, bu'PKK dünyanın işe yaramaz köşesinde bilinen
söylem ve eylemleriyle çıksa, _affedersiniz
komutanım,
kim takar. Mesele Ortadoğu yani
petrol, su, toprak ve madenler. Dün de
Vietnam'ın
bakın, kauçuğu, kurşunu idi.
Amerika ve Avrupa'nın
ucuz ve bol petrol sayesinde
ekonomilerini güçlendirmesi ve büyümesi gerekiyor.
Amerika şu anda, toplam petrol ihtiyacının yansından fazlasını ithal petrolden karşılıyor. Dünya petrol rezervlerinin %65'i Körf^z ülkelerinin toprak- lannda. Petrol, ana
enerji kaynağı ve ekonomik büyümenin en
temel öğesi durumunda. Amerika çözümü ordusuyla
kukla yönetimler
ve hükümetler oluşturarak PKK gibi taşeronlarla da dikkati başka yönlere çekip iç çabşmalar çıkartarak
zayıf düşürme politikalannda
buluyor."
"O
zaman, ABD ve Avrupa ülkeleri, ki
hepsi NATO'dan müttefikimiz,
niye ikide bir PKK'yı terör örgütleri listesine aldık deyip
duruyorlar?"
"Komutanım, dış politikada yalan, 'ülke için yapılan yurtseverliktir.' Aldılar da
bugüne kadar ne yapmışlar?
Avrupa'da
göstermelik
bir iki tutuklama tiyatrosundan başka
bir şey
yapılmış mı? Hepsi
göz boyama, hepsi sahte. Bize de zeka
noksanı muamelesi yapıyorlar. Üstelik bu oyunu yıllardır utanmadan
sahneliyorlar. Hadi diyelim halk bunu yutuyor. Ülkeyi yöneteceğim diye somun pehlivan- lan gibi
ortaya ablıp da bu ,zokayı damaktan
alan siyasilere ne demeli? Amerika ve Avrupa,
Basra Körfezi ile Orta Asya'dan çıkan petrole
giderek daha bağımlı hale gelecek. Dolayısıyla bu bölgedeki petrole
erişimi garantilemek için Amerikan
kuwetleri buralarda yaşanan pek çok etnik,
dini ve siyasi çarpışmaya
katılacak ve ulusal çıkarlanna uygun
hükümetleri
destekleyecek. işine gelmeyenleri,
el altından
yürüteceği siyasal ve kitlesel hareketlerle
devirecektir."
"Her
şeyi jeopolitik zorluyor, değil mi?"
"Çok doğru komutanım. Jeopolitik ve yan sömürge ekonomisi
zorluyor. imtiyazlı
yabancı işletmelerle de
alan hakimiyetini pekiştirmek
istiyorlar. "
Karşısındakinin konuşmasını hiç kesmeden, konuşmasını bitirince bile belki söyleyecek başka şeyleri kalmıştır diye bir süre. sessizce
bekleyen yüzbaşı,
kendine has çocuksu gülümsemesiyle devam et anlamında başını salladı.
Asteğmen Murat
konuşmasını
sürdürdü:
"Parlamenter
rejim demokrasinin bir şeklidir. Bir
orta sınıf demokra.sisidir. Bütün orta
sınıf demokrasileri gibi kendi ilerici kurumlannın yanında, kendi iç çekişmelerini de beraberinde getirir. Yapısının esnekliği bir sürü düzenbaz üretmeye uygundur. Halkın çıkarlannı aslında siyasi partiler değil, aydınlar korur ve takip ederler ama
maales^f bizde haklar ve özgürlükler anlamında böyle bir durum söz konusu değil. Aydın bayrak adamdır. Eğilmez, bükülmez, paraya
pula
eyvallah etmez. Patrona, işverene, parasını ödeyene bağlı değildir.
Kişisel bagımsızhk onun
sancağıdır.
Ne ithaldir
ne de onun bunun yanaşması.
Bu nitelikte olanların sayısı o kadar az ki bugün.
Halkı egitilme!1
iş,
basını özgür olmayan
ülkelerde
demokrasi dahil, tüm haklar
ve eşitlikler
lafügüzaftır. Oyalanmaktan
ve bir şey
olduklarını sanmaktan
başka ne yapabilirsiniz ki? Bu gerçek, gerek
sınıflı toplumlarda gerekse sosyal düzenin daha
ileri aşamasındaki
sınıfsız rejimlerde aynı derecede
dogrudur.
Devlet
adamına gelince, o ileri ve üstün aydın demektir. , Çünkü toplumda
en güç ve en üstün sanatın yani siyasetin sözcüsü ve
icracısı
odur. Ancak aydın ve
usta bir devlet adamı toplumdaki çekişmeleri toplum yararına yönetebilir. Mesela, ideolojiler, büyük reform
formülleri
düşünürlerin buluşları olabilir.
Ama bunlann uygulamak devlet adamının işidir.
Büyük yoksunluk,
çağın
gerçek ölçüleri ile
hem aydın hem devlet adamı yetiştirememektir. Sözün manası, adam kıtlıgıdır.
PKK
bir anarşi hareketidir. Anarşi düzenin iflasıdır. Mevcut müesseseler' iktidarlarını kaybederse anarşinin ağlan, toplumun yapısını sarmaya
başlar.
Türkiye Cumhuriyeti devletinde olan tam
olarak budur.
Halk,
tutarsızlık,
lafebeli!:li ve laf cambazhgıyla karşı karşıyadır. Her yerde olduğu gibi
bizde de basın
bazı ekonomik ve siyasi çıkar gruplarının emrindedir. Her şeyin emperyalizmi
var. Güçlü
paranın emperyalizmi, dinin emperyalizmi,
uluslararası
bazı konulann emperyalizmi. Yanılmış olmayı dilerim ama her geçen gün devlet
parçalanmaya
gidiyor. Devleti ilk sarsanlar
kendi yıkımlanru
benimser."
Yüzbaşı Tayfun,
"Murat, kitaplar yazılabilinecek konulan, akademisyenliğine toz kondurmayacak şekilde yalın, kısa ve net olarak özetledin. Teşekkürler, sağ ol."
"Estağfurullah komutanım. Bizler buralarda kimsenin hayal
bile edemeyeceği
koşullar albnda hiçbir karşılık beklemeden yaşıyor ve
çarpışıyoruz.
Bunu da cloğal olarak,
Türkiye Cumhuriyeti'nin birer ferdi
olarak özveri
sınırlannın üstüne çıkarak yapıyoruz. Ama
ülke, materyalist bir topluma doğru gidiyor.
Materyalist toplumun atmosferi huzur değil; stres,
endişe ve belirsizliktir. Bunun bizim de
içinde
olduğumuz mücadeleye etkisi
duyarsızlıkbr.
Komutanım, düşmanın kafasına egemen
olmadığınız
ve yenildiğini itiraf ettiremediğiniz sürece gerçek zafer yoktur. Ve son bir şey söyleyeyim. Siyasi tarih boyunca, savaşta görÜşmek isteyen taraf (kale), ·yan yanya
teslim alınmıştır."
Yüzbaşı Tayfun,
"Haklısın,
ancak basını özgür, halkı okuyan ülke güvendedir. iç politikaya dışandan açık ve gizli bir müdahale her
şeyi daha da kötüye götürüyor. PKK bunun en çarpıcı örneğidir. Devletin bir ağacın kökleri gibi kendine özgü kökleri vardır. Onu bir aşı yaparmış gibi başka üt^ kelerin
siyasetine bağlamak,
onu doğal kişiliğinden yoksun bırakmak, bir
eşya
düzeyine indirmektir," dedi.
Buzkıranlar helikopterle randevu mevkine vanp
tertiplenmişlerdi.
Üstçavuş Ömer, "Üsteğmenim, helikopterin uçama- ması diye bir şey olmaz
değil mi? Bata çıka bu
kadar yol yürüdük.
Üstelik geri gideceğiz. Emeğimiz heba olup gitmesin,
" dedi.
"Sanmam,
baksana hava cam gibi, gökyüzü pınl pınl,
görüş mesafesi
açık. Daha yanm saatten fazla zaman
var. Şüpheye mi düştün?"
"Yok,
değil de, gene de insan düşünmeden edemiyor."
Buzkıran kolu
helikopterin yük
bırakacağı mevkiye buluşma
saatinden bir saat önce
ulaşmıştı. Bölge yayvan
arazinin diğer taraflan gibi karla örtülüydü. Buluşma saati 22.00 idi. Saat tam
21.45'te kuzey istikametinden çok hafif
olmakla birlikte kulaklarının
aşina olduğu bir
ses duyuldu. Ses gittikçe
yükseldi, tok bir hal aldı, yankılan geniş alanlara yayıldı. Ve
aniden tertiplendikleri yerin ilerisindeki vadiden dev gibi uçan simsiyah
bir gövde belirdi. Helikopter gece görüşü ile
uçtuğundan
hiçbir ışığı yanmıyordu.
Üsteğmen Metin'in,
birkaç kez lazerli fenerini yakıp söndürmesiyle pilotlar, aşağıdakilerin bulunduğu yeri tahmin ettiler ve yanıp sönen ışığın 100 metre kadar önüne iniş yaptılar. Uçuşun sürdüğü intibasını vermek için de
motoru susturmadılar.
Helikopterden yere atlayan dört kişi, içerden kendilerine verilen mühimmat sandıklanyla malzeme torbalannı acele
acele helikopterin yakınına
istiflediler. Helikopterin inişi ile
kalkışı tam on dakika sürdü. Helikopter
inerken karlan nasıl toza dumana çevirdiyse giderken
de aynısını
yaptı. Yerdekiler kısa bir
kavis yaparak. geldiği
istikamette kaybolan helikopterin arkasından bakakaldılar. Beliti dillendirmiyorlar, belki imrenmiyorlardı ama ruhlarını bir
hüzün ve burukluk sarmıştı. On
adam, yükün bir kısmını sırtlanna bağlayarak, bir kısmını da
özellikle,
mühimmat sandıklannı, iki
kişi birer kenarından tutarak
dönüşe
geçtiler. Saat 23.00 olmuştu.
Sığınağın gözetleme ve dinleme görevinde sıra Sağlık
Çavuşu Ahmet
ile Komando Er Burak'taydı.
Seçilen yer, bir mevzi ve siper hazırlanmasına gerek görülmediği için, insan boyunu geçmeyen arazide
gelişigüzel
duran bir kayanın arkasındaydı, sığınağın da sağ tarafında bulunuyordu. Arkalanndaki dev kayalık haıiç diğer yönler rahatlıkla gözetlenebiliyordu. Zaman gece yansını geçiyordu.
_Burak,
"Buzkıranlar
daha ortada yoklar," dedi.
Ahmet
Çavuş "Daha erken sayılır ama
sabaha kalacakla- nnı
sanmıyorum," diye
cevap verdi ona.
Hava
açıktı, ay görünmese bile
kann beyazlığı
uzak mesafelere
kadar görüş
alanı sağlıyordu.
Burak,
"Dağlar
çok yaman. Hep soğuk, hep
sisli, hep karlı ve özgür. ..
insanı kendine boyun eğdiriyor. Dik
başlı, teslim alınamaz," diye konuşmaya başladı.
"Ben
sağlıkçı
oldugum için askerden
önceki
hayatım köy yerlerindeki sağlık ocaklarında geçti. insan tabiatın içinde, kendi dünyasının bunalbcı hayhuyundan, sıkıcı darlığından kurtuluyor. Burada her şey olduğu gibidir,
gösterişsiz,
yapmacıksız, sessiz
ve büyük. O büyüklük içindeki yalnızlıkta insan kendini bulur, kendi önündeki saçma asiliği fark eder. Şehirde azgın çoktur, ben ormanı ve
dağlan sevelim. "
"iyi
de Ahmet Çavuş,
şehrin insanlara sunduğu olanaklar, renkli sosyal yaşam, sanat
ve kültür faaliyetlerinin hepsinden
mahrum kalırsın
o zaman."
"Ben
şehir
olmasın ve şehirde yaşanmasın demiyorum. Nasıl çok insanla
düşüp kalkmak kişiliği bozarsa,
şehirlerin
yaşamı da insanlan makineleştiriyor. Herkes yanş abndan
farksız.
Bir telaşbr, bir
harran gürradır
gidiyor orada. Ben 30 yaşına geliyorum.
Sen daha gençsin.
Bazı düşünce ve
fikirler, ister i^temez zamanını bekliyor.
Şehirde
lüks bir ha-
yat
yaşayacak
kadar para kazananlar bile bir fırsat yakalar
yakalamaz yazlıklanna
veya çiftliklerine kaçarlar. Dinlenme ve huzuru orada
ararlar."
!'O
bakımdan
haklısın. En çok özlediğim şey deniz. Bir de uyku, yarasalar
bile bizden çok uyuyor."
Gökte seyrek
de olsa parlayan yıldızlar
vardı. Gözetleme yeti
hep aynı
olduğundan ve epey zamandır da.
kullanıldığından
zemindeki kar betondan farksızdı. Kar
başlıklan-
nın üzerine parka kapüşonlannı da geçirmişlerdi. Hareket edemiyorlar, bulunduklan
yerde zaman zaman zıplayarak
ayaklanna saplanan soğuğu kovmaya.çalışıyorlardı. Çoğu zaman da bir ağaç gibi
hareketsiz kalıyorlardı.
Burak
birden telaşlandı.
Ahmet Çavuş, "Ne
var? Bir şey mi oldu?" diye sordu.
Kulak.lan zaten kirişteydi.
"Gece
görüşle,
sıra kayalann bitimindeki bodur ağacın solwıa bir bakar mısın?"
Ahmet
Çavuş
sağdan sola, soldan sağa tarif
edilen yeri boydan boya taradı.
"Bir
şey
görünmüyor," dedi
ama dürbünü
gözünden ayırmadan bakmayı sürdürdü.
Burak
tüfeğin emniyet mandalını açarak, dipçiği yumuşak bir şekilde omzuna
dayadı. ikisi de sanki nefes almıyordu. Çok geçmedi, Burak'ın ilk tarif ettiği noktanın 30 metre kadar solwıda iki
küçükbaş
gördüler. Görünen cisimler
çok kısa bir sürede kayboldu.
Ahmet
Çavuş,
"Bwılar hayvan,"
dedi.
"Doğru insana benzemiyorlar, köpek olmasınlar?"
"Bu
mevsimde davar ve otlak işleri olmadan
köpekleri
buralarda göremezsin. Onlar, şimdilerde köylerde ve mezralardadır. Muhtemelen çakal veya
kurtlardır."
"Ne
işleri var buralarda, gitseler ya köylere, mezralara
koyunlar, tavuklar oralarda birader."
Bı.i lafın üzerine Ahmet Çavuş'u bir
gülme tuttu.
"Çok aç kalır da gözleri dönerse, oralara da giderler. Anlaşılan o
ki, daha o· kadar aç
değiller. Şunu unutma,
eğer ileri derecede kannları aç olsaydı, bizim bile üzerimize gelebilirlerdi."
"Daha
neler! Gelsinler de günlerini
görseler. Postlarını kevgire
çeviririm
alimallah."
Ahmet
Çavuş
içinden, ah bu şehir çocukları; birçok şeyi öf1renemeyecekler,
dedi.
Konuşmaları bittikten sonra ikisi de derin
bir nefes aldılar, kendilerini mutlu hissediyorlardı.
Saat
03.00'te Buzkıranlar
kolu, üs olarak
kullandıkları
sığınağa döndü. Üsteğmen Metin
raporunu müfreze
komutanına verdi, "Her şey yolunda
gitti. Tüm malzemeleri getirdik.
Bir sandığı iki tarafından tutarak
taşıyan iki arkadaş, sırtlarındaki yüklerle birlikte bir kar çukuruna düştü. Kolla-· nndan ve bacaklarından aldıkları darbeler yüzünden kas
ağ-
rılan var. işlerine mani
olacak bir durumları
yok. Yüklerini diğer arkadaşlar paylaştılar. Kendileri .de yardımsız yürüyerek buraya kadar geldiler. "
Yüzbaşı teşekkür ederek hemen istirahate geçmelerini söyledi.
ti uzkıran" ve "Balaban" isimli
iki koldan oluşan "Afat" isimli müfreze, komutan hariç 20 kişilik bir
savaşçı örgüttü: Liderleri yüzbaşı olan ekip, bir komanda üsteğmeni, bir
komando teğmeni, iki komando asteğmeni, iki komando astsubayı, iki komando
uzman çavuşu, iki komando uzman onbaşısı ile yedi komando erden meydana
getirilmişti.
Müfrezenin silah sistemleri, ayriı zamanda
bomba atar da takılabilen, 17 piyade tüfeği, iki keskin nişancı tüfeği Kanas,
iki makineli tüfek, iki roketatar, iki komando havanı, her birinde dörder adet
savunma ve taarruz el bombası, erler hariç her rütbelide bir Law silahı vardı.
Subay ve astsubayların tabancaları da bellerindeydi. Dağ halatı, komando
bogma teli ve bıçaklan, herkesin şahsi teçhizatı olarak yanındaydı.
Hepsi 30 yaşın altındaydı. Rütbeliler
tecrübeli, erler ise tamamı bölgeye gönüllü olarak gelen askerlerdi. Alana çıkmadan
önce gayrinizami savaşın duayeni ve dağlarda kış koşullarında muharebe etmenin
teknik, yöntem ve taktiklerinde gerçek ve tam usta olan bir komutan tarafından
eğitime alındılar. Bu eğitim, konuşlandıkları ana üssün civarında gece gündüz
kesintisiz 15 gün sürdü.
Ustaları her
seferinde daha enerjik, hızlı, yiğit, kendisine acımayan, becerikli
ve sinirleri sağlam bir adam olarak karşılarına çıktı. Asker hayatının aşırı güçlüklerini seviyordu. Sürekli hqreket
halinde ve çetin
yaşamak hayatının anlamıydı.
Bir
keresinde, "Bir sürü dert
içinde bir de çocuklarımı mı düşüneceğim, " dediğinde, eğitimdekilerin bazılarının ağzı
açık kaldı.
Müfreze alana
çıkmadan
bir gün önce onlarla
son konuşmasını
yaptı. Karşılarına geçip avının üzerine atlamaya
hazır bir kaplan gibi durdu. Bas
bariton sesiyle coşkulu
şekilde konuştu:
"Siz,
solucansınız!
Onun gibi arazide kıvrak hareketler
yapacaksınız.
Siz, karabataksınız! Onun gibi bir görünüp bir
kaybolacaksınız.
Siz, salyangozsunuz! Onun gibi,
evinizi sırtınızda
taşıyacaksınız.
Her
zaman esneklik, her zaman şaşırtma, her
zaman .katılık,
her zaman zeka, her zaman hıziı karar
verme ve her zaman cesaret, cesaret ve daha çok cesaret
göstereceksiniz.
Tehlikeyi
ölçmeyin
onu üzerinize çekip yönetin. Engel mi? O da neymiş! insanların engeli kafalanndadır. Kuşkuyu, endişeyi, karamsarlığı
atın kafanızdan. Engel
denilen şey işte
odur.
Gecenin
dilini, gecenin gizemini, gecenin sessizliğini kendinize dost ve müttefik edineceksiniz.
Ondan korkmayın,
çekinmeyin, onu
sevin. Severseniz göreceksiniz,
hep sizin yanınızda olacaktır.
Bu
görevde
dağ, buz, kar ve ayaz sizin ilk düşmanınız olacaktır. Onlara kafa tutmayın. Yenemezsiniz.
Onlar doğanın
silahlarıdır, kimse
ona saldıramaz.
Ona ancak boyun 60
eğebilirsiniz. Onlann gücünü her
hareketinizde önemseyin,
dikkate alın.
Dağlarda aykın savaş, yaratıcılık ve ele avuca sığmamak demektir.
Bu savaşın savunma yöntemi gizlilik
ve devamlı harekettir.
Savaşın bir
dizi yasası
vardır ve bunları savsaklayan
her kim olursa bozguna uğramaya mahkCımdur. Bu yasalar gayrinizami olarak dağlarda yapılan savaş için de geçerlidir. Yardımcı yasaları ise savaşın tarzı ve biçimi tayin
eder, yani coğrafya
ile onun doğası.
Düşman bastığı araziyi, giriş çıkış yollannı çok iyi tanıdığından çevik manevralar yapabilir. Bizim tarafımızdan gözetlenemeyen büyük arazilerde hareket edebilme olanağı olduğundan, daima şaşırtma uygulayabilir.
Bütün
yaptığı; 'vur ve kaç', 'bekle
ve pusu kur', 'vurmak için dön ve
kaç',
'düşmana nefes aldırmadan bunu sürdür'den ibarettir. Ün" !ar
kendi darbelerinin sürekli
olmasını, bizim askerlere uyku uyutmamayı, etrafımızın her an kuşatılmış olduğu hissini yaratmayı isterler. Gündüz ormanlık ve engebeli arazide, geceleri
·bizim girmemizin kolay olmayacağı bölgelerdedirler. Eylemsizlik dışında iyi
korunan bir harekat üssünde bulunurlar. Buralan ele geçirmek şeytanca bir hile ve istisnai bir planlama
gerektirir. Çünkü bu yerler seçilirken kaç kişiyle saldınlacağı değil, kaç
kişiyle savunulacağı hesaplanmıştır. 60-80
kişi bu tip bir üssü, sarp
ve erişimi
güç arazide 600700 kişilik bir
tabura karşı kolayca savunabilir.
Düşman asla
belli bir savaş
biçimine alıştınlmamalıdır. Sürekli olarak
eylem yerleri, saatleri ve uygulama biçimleri değiştirilmelidir.
Siz,
gece savaşçıları,
kurnaz olacaksınız. Bir kasırga gibi
düşmanın üzerine binecek ve her şeyi yerle
bir edeceksiniz. Aynı zamanda dilsiz olacaksınız. Her şey orada
kalmalıdır.
Mermilerinize altın gibi
sahip çıkmanız
şarttır.
Gece
ışık sizin düşmanınızdır. Her zaman diri ve zinde kalmalısınız. Hepiniz, fizik olarak sağlam, at
gibisiniz, aslan gibi bir yüreğiniz var.
Ama su gibi akışkan,
ince bir ruha sahipsiniz. Karanlık korkulan
büyütüp onu yurtseverlik duy- gulannız)a. ezin. Korkuyu reddedin. Siz,
korku ekin!
Annem,
askeri okula girdiğimde
çok üzülmüştü. Onun
için askerlik bir nevi ölümdü. Tek
oğluydum.
Annemin felsefesi yalın ve
doğruydu.
Ne yapalım, söz konusu savaşsa bu
da olacaktır."
Dikkatli
gözleri keskindi fakat dinleyenleri sakin
bir biçimde
süzüyordu:
"Tan
yeri ağarmaya
başladığında, bir
tüfek
patladı. Ardından roketler
gürledi,
tüfekler şakırdamaya, mermiler
ıslık
çalmaya başladı. Kulakları sağır edercesine
bağırıyorlar,
kayadan kayaya atlıyorlardı. Pusuya düşmüştük. Kurşunu yiyen yere serildi. Bir mermi
boynuma isabet etti. Kan tükürdüm ve
lanet okuyarak oturdum. Kabarık üst dudağım kımıldıyordu ama ağzımı açamıyordum. Yaranın ölümcül olup olmadığını bilemiyordum. Belki de ölecektim. Hatıralar, art arda hızla geçiyordu gözlerimden. Bunl.an hayal ediyor
fakat hiçbir
şey hissetmiyordum. Ne acıma, ne
merhamet ne de herhangi bir heves: Bütün bunlar
önemsizdi.
Gücümü toplayıp doğruldum. Biri
siper ettiği kayadan çıkıp bana
doğru
yürüdü. Çok yakınımdaydı. Birkaç el
ateş ettim, afalladı ve
yere düştü.
Ölü sandığım bedeni
kıpırdadı,
gövdesini kayaya tutunarak ayağa dikildi.
Öyle
korkunç bir hali vardı ki,
gören donakalabilirdi. Titredi ve
kayadan ayrıldı.
Kesilmiş bir
ağaç gibi yüzükoyun yere
kapaklandı.
Artık kıpırdamıyordu. Ayağımdan da
yaralanmış
olduğumu sonradan
fark ettim. Kaburgalarım,
başım, kollarım, bacaklarım paramparçaydı sanki.
Sağ
yanımda onlarca metre derinlikte bir uçurum vardı. Her tarafım kan
kokuyordu. Şaşır-
bcı olabilir ama ilk aklıma gelen,
'Kan kokuyorum, hemen bir yerde yıkanmalıyım,' oldu. İkincisi ise,
'Bizim eve doğru
uçun kuşlar, söyleyin anama,
eşime,
çocuklarıma, biz
yurdumuz için öldük!' demekti.
Kader
için,
Allah'ın takdirinin ne olduğunu bilmek
imkansızdı.
Boynumda parlak bir deri kaldı. Ayağım iyileşti. Arrıa barometre gibidir, rutubeti, yağışı ve
havanın
soğuyacağını bana
erkenden haber verir!"
Neşeli bir
gülümseme
parladı gözlerinde. Kendinden
emin ve mağrur, fakat aynı zamanda
sıradan
şeylerden bahsediyor
gibi de umursamazlık
içindeydi.
"Tanrı ne yazdıysa o
olur! Vatanseverlik ateşi kısmen bile küllenmemeli! Kimi kazancına bakar,
kimi de şan ve şeref için yaşar."
Gerçek ve
gözü kara bir cephe subayı savaşan bir askerdir. Tanıyan herkes
onun karargah subaylarından
nefret ettiğini bilirdi.
Büyük bir coŞku ve
yurt sevgisiyle doluydu. Sık kullandığı bir sözü vardı: "Uzaktan kahraman olmak kolaydır!"
Konuşmasını sürdürdü:
"Rutubetli
mağaralar,
sığınaklar, tezek
kokulan, sıyrıklar,
çizikler, bütünüyle kara
gömülmeler,
mekanizma şakırtıları, zaman içerisinde yüz çizgilerinde sefalet ve kahramanlığı birbirine kanşhnr. Kirli
üniformalar,
uzamış sakallar. .. Sizden
bekleneni hakkıyla
yerine getirmekten fazlasını uzun
boylu
düşünmeyerek
ve hissetmeyerek bütün bunlardan
sıy- nlabilirsiniz.
Sebepsiz
yere bir darbe aldığınızda,
karşılığı çok şiddetli verilmelidir.
Öyle ki, bir daha aynı haltı yemesinler.
Karşımızdaki
teröristler aslında siyasi
bir amaç
için silahlı eylemler yürüttüğünden komitacıdan başka bir şey değiller. Onlarca yıl geçti, devlet
sorumluluğu
taşıyan bir sürü an-
daval, bugün bile olup biteni ve gelecekte
neler olacağını
kavrayabilmiş değildir.
Vatan
taş, toprak değil şereftir. Şerefsizlik ve onursuzluk bir ağaçtaki yara
gibidir. Yaranın izi zamanla kaybolmaz, sadece büyür. Ve
bir vatansever, vatansız
olmaz. Yolunuz ve bahtınız açık olsun."
Yüz kaslan
hiç oynamadan, yan gurur duyan, yan merhamet
ve acıma
taşıyan bir bakışla, herkesin
gözünün
içine baktı. Müfrezeden beklenenler,
neredeyse insanüstü
görevlerdi. Acaba kaçı sağ olarak
dönecek!
diye aklından geçirmeden de edemedi. Belki de hiçbiri!
"Yüzbaşı! Üsteğmen ve teğmeni al,
barakadaki odama gelin!" dedi. Sonra sert bir selam vererek müfrezenin yanından aynldı.
Yüzbaşı Tayfun,
Üsteğmen
Metin ve Teğmen Aykut
barakaya girdiginde üstat çay içiyordu. içerisi serindi. Tahta bir masanın arkasında bir sandalyede oturuyqrdu. Arkasındaki duvarda, tavandan aşağı doğru sarkıtılmış dev bir Türk bayrağı vardı. Masanın üstünde, neredeyse masa boyunu kaplayan geniş bir
harita bulunuyordu. Üç subay, kendilerine gösterilen iskemlelere
oturdular ve cep defterleriyle kalemlerini ellerine aldılar.
"Bazı şeyleri size söylemek için buraya çağırdım," diye
söze başladı, "disiplinin temel şartı, astın üstüne boyun eğmesidir. Kanun aracılığıyla kurulmuş bütün ilişkiler gibi bunun bir zorunluluk olduğunu iki
tarafın da kabul etmesi gerekir. Bu ilke,
daha çok
üstün deneyimi, askeri yiğitliği ve
iyi ahlakı ast tarafından kabul edildiği zaman
gerçekleşir.
Kendini astlarına saydıracak kişiliğe sahip olmayan ve bunun güvenini kendi
içinde duymayan bir üst veya
amir, astlarına
yaklaşmaya çekinir. Kendine
saygı
duyulması amacıyla, bazı gösterişli tavırlara başvurur. Böylece kendini eleştirilerden koruduğunu zanneder.
Müfreze ve
kol komutanlarının
bir baskında müfrezesinin en önünde bulunması askeri usullere sığmaz gibi
görünür.
Bu klasik ordular için böyledir ve buna inanılmıştır. Burası artık sizin için askerlik
değil yolun sonudur, son hamle ve
beklenen sonu arayıştır.
Sizler hep en önde olmalısınız. Bu yol ise ölüm ve
şehadettir
belki de. Onun içindir ki
bu tavırda;
hesap, mantık ve
nefsi koruma endişesi
olmamalıdır. Yapacaklarınız o
nedenle hem bir tarih, hem bir efsane, hem de bir dramdır. Denilebilir
ki, bütün
doğru ve yanlışlarıyla bu türlü büyük kader mücadelelerinde doğru ve yanlış bile
tam ölçü
değildir. Şimdi gök kubbe
altında,
bugüne kadar kaybettiğimiz genç askerlerimizden kalan seda, işte bu
kanlı
mücadelenin hala.dağlarda yaşayan yansımasıdır.
insan,
zayıflığı
reddedip bir kere güçlü oldu
mu, hep güçlü olarak kalır.
İnsanların da dört mevsimi
vardır.
Çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık..
. Bu dağlar,
çocuklarımızı daha
gençlik mevsimlerindeyken elimizden aldı.
Şan ve
şöhret denilince sıradan bir
insanın
aklına şövalyelik
gelir ama bu onların
sandığı gibi değildir. Şan ve
şöhrete en
yatkın olan halktır. Çünkü şan ve şöhretin akılla ilgisi yoktur, bu duygusal bir iştir.
Şunu unutmayın! Bir hiç, bazen
çok
büyük olayların gerçekleşmesine sebep
olabilir. insan büyük bir işte, daim.a
tesadüfe
bir pay ayırmak zorundadır. Zor ve büyük işler, iyice pişmemiş birtakım çıtkınldımlarla olmaz. Yarın sizin
için,
'büyük mücadelede vardı,' denilecek.
Gelecek nesillerin ha- tıralannda kalacak kadar bü^k bir iş üstlenmiş
durnmdası- nız.
Sizlere son olarak söyleyeceklerim ise
şunlardır: Dünyanın bütün ordularında subay ve generaller üçe ayrılır.
Birinciler, körü körüne boyun eğen, her söylenene inanıp kanan, işin kolayına
kaçan askerlerdir. ikinciler, yükselme tutkunu ve oportünistlikle kıvranan,
siyas^tle de ilgilenen askerlerdir. Üçüncüler, yurt sevgisini ahlak ilkesi
olarak uygulayan bilinçli askerlerdir.
Dış destekli yıpratma savaşı bütün hızıyla
sürüyor. Bizim de yaralı aslandan farkımız yok. Aklı başında insanlarımız ise
manen bitkin bir halde."
Sonra müfreze komutanına döndü.
"Her şey tamam mı Tayfun?"
"Tamam komutanım. Yarın havanın
kararmasıyla birlikte alana hareket edecegiz."
Gizlemeye çalışsa da başaramadığı hüzünlü ve
yumuşak bir sesle ekledi:
"Ayrılmadan önce rütbeli rütbesiz herkesin
aileleri ve sevdikleriyle haberleşmesini mutlaka sağlayın. "
"Bunu kesinlikle yapacağız
komutanım."
Üç subay barakadan çıkıncaya kadar ayakta,
arkalarından baktı.. Uzun süre öylece durdu. Yıldırım hızıyla, katıldığı
çarpışmalar zihninden geçti. Oturmadan
önce, "Allah yardımcıları olsun," dedi.
Sabaha
karşı
çıkan rüzgar, aniden
beliren kar bulutlarını
götürmüştü. Bin
bir yıldız
canlı ve soğuk bir
şekilde
parlı- yordu.·Ay küçük bir
bulutun arkasına
saklanmış, b^ bulutun çevresinde bir hare yaratmıştı. Gün agardığında ise havanın ne
yapacağını
kestirmek çok zordu.
Sabaha
karşı
dönen Buzkıranlar halen
istirahatteydi. Bala- banlann bazıları uyanmış, ateşi tazelemeye ve çay yapmaya
çalışıyorlardı.
Müfreze komutanı, teğmeni yanına çağırdı.
"Aykut,
senin kol bugün arazi keşfine çıkacak!"
"Emredersiniz
komutanım."
"Biz
şu anda Çığlı Suyu'nun
aktığı vadi tabanının üstünde bir mevkideyiz. Bizim topraklarımızda kuzey güney istikametinde
akan bu çay, sekiz on kilometre sonra sınırımızdan çıkıp Kuzey lrak'a geçiyor. PKK,
Kuzey lrak'taki merkez kamplarından biri olan Mezi Karyaderi (Avaşin) kampından bizim topraklara girişi Çıglı Suyu Vadisi'ni kullanarak yapıyor. Hatta
bazen Zap (Şive)
kampında üs tutan
gruplar da bu mihverden giriş yapıyorlar. Buzul Dagları'nın güneyi, Sat Dağları'nın batısı, Rejgar, Tove Dagları ile
Han Yaylası
arasında bulunan Oramar (Alan- düz) her
zaman Hakkari bölgesindeki
en aktif kamplardan biri olmuştur. Bu
kamptan Han Yaylası'nı
kullanarak Çukurca'nın kuzeyine, Hakkari'nin batısına, keçi ve eşek gediklerinden
geçerek de Yüksekova'ya ulaşıp eylem yaparlar. Şu anda,
Oramar'da bir PKK grubu var mı yok
mu
bilmiyoruz ama çok iyi gizledikleri mühimmat ve
erzak depolarının
oldugu kesin."
"Gidip
o yerleri bulalım o zaman komutanım."
"Zamanı gelince onu da yaparız ama
bizim işimiz
Öncelikle elinde silah taşıyanlar. Aynca bu hava koşulannda, yüzlerce sıgınak ve gömünün yer
aldıgı Oramar'da arama yapmak, ki orası uçsuz bucaksız bir alandır, yirmi
kişilik bir müfrezeyle haftalan, hatta aylan alabilir. Kışın Oramar'da
herhangi bir grup bırakmasalar
dahi, Kuzey· lrak'takilerin orayı zaman
zaman kolaçan edeceklerini hesaplıyorum. Senin yapacağın, bulunduğumuz yerden daha aşağılara, Çığlı Vadisi'ne giderek bu vadiyi güneye doğru sıçramalarla yer değiştirerek gözetlemek ve keşfetmektir. Bir gece o güzergahta kalabilecek gibi hazırlanın. Gözetlemeyi hakim tepelerden yapın. Tabana
inmek durumtında
kalırsanız, kat
düzeni
uygulayın, keskin nişancı ve
makineli tüfekçi daima yukanda olsun."
"Kolu,
beşerli iki kısma ayınp vadinin iki tarafından gözetleme yapmaya gerek var mı komutanım?"
"Hiç gerekmez.
Tek tarafta kalın, iki gözetleme noktası. tesis edin. Doğru mevkileri
tutup açık ve kapalı kesimleri
görebildikten
sonra, ikiye aynlmaya bir neden
kalmaz. Bizim bultınduğumuz tarafta durun ki ters giden bir
durum olursa buradan müdahale edelim."
Başka soracak
bir şey
olmadığından teğmen, "Baş üstüne," deyip aynldı.
Balaban
kolu bir saati geçmeden
sığınak olarak kullan- dıklari kayalık dehlizden hareket etti. Sert bir rüzgar altındaydılar. Rüzgar yerlerdeki kan dalga dalga etrafa
ve yürüdükleri
patikclya çarpıp duruyordu.
Rüzgar bodur çalılıklara
vurdukça yüksek sesle uğulduyordu. Gün, henüz griydi ve uyuyordu.
Öndekilerin açtıkları kar izlerini takip ederek sonsuz gibi
görünen vadi tabanına doğru inmeye devam ettiler. Baş aşağı indikçe, arkalarında bıraktıkları izler kardan birer merdiven
halini alıyordu.
Karda yama^lardan aşağı inmek
çok daha sıkınb yaratıyordu. Kayma ve yuvarlanmalar oldu aina
ciddi bir sıkıntı
olmadı. En arkadan gelenler daha şanslıydı, önde- kilerin ayak izlerinden oluşan basamakları kullanıyorlardı.
Vadinin
tabanı
rüzgarsız ve karsızdı. Oramar'ın güneyinden başlayarak bizim sınırımızı terk ettikten sonra da devam eden
bu heyula, vadinin her iki yanının da
ortaçağ
kalelerinden farksız görünmesine sebep oluyordu. Duvarları yer
yer girintili çıkıntılıydı,
tabandan bakıldığında ürkütücü, koyu renk yalçın kayalarla
kaplı bu vadiye, dar ve derin bir boğaz da
denilebilirdi. Hem bizim topraklanmızdaki bölümü hem de lrak'taki kısmı düşünüldüğünde çok uzun sayılırdı.
Kol
komutanı
teğmen, kolu ikiye ayırdı. ilk
noktayı dere yatağını takip ederek kımla kıvnla giden
patikanın hemen üstünde, yirmi metre yukarıda seçti. Burası inişli çıkışlı, parçalı
bir kayanın arkasıydı. Yanlarından sağa ve sola azami gözetleme sağlıyor ve her
çeşit silaha iyi ateş imkanı veriyordu. Buraya kendisi, Başçawş Mustafa,
Sağlık Çavuşu Ahmet, komando erleri; Hasan, Necip ve Burak yerleşti. Onların
otuz metre üstilnde uygun bir mevkiye de; Asteğmen Murat, keskin nişancı
Kanaslı Uzman Çavuş Ziya, makineli tüfekçi Uzman Onbaşı Cengiz ve havancı
Komando Er irfan tertiplendi. Bu nokta da iyi gözetleme ve atış koşullarına
sahipti. Arazi her iki yere de tam gizleme ve örtü sağlayacak durumdaydı.
Önce herkes
yarım saat kadar, üç yüz altmış derecelik alanı, bazen
çıplak
gözle bazen mevcut el dürbünleriyle taradı. Göz aşinalığı ve göz algısı önemliydi. Zihin bu taramayı alır ve zamanı gelince
yardım ederdi. Hangi şekil, ne
kadar mesafede? Arazinin kanatlan nerede açılıyor, nerede
kapanıyor?
Ölü bölgeler nerelerde?
Bulunduğumuz
yerlerden aşağı hareket
etmek zorunda kalırsak
hangi yönü kullanacağız? Tersine geri çekilmek zorunda
olduğumuzda
arkamızdaki kayalıkları nasıl kullanabileceğiz?
Son
bir kez daha silahlarını
ve mermilerini kontrol ettikten
sonra, her iki noktada birer dürbünlü gözcü bırakarak istirahate çekildiler. Bulundukları yerlerde karın bir
hükmü yoktu ve zemin kayalıktı. Dağ çadırlarının üzerine koydukları
sırt çantalarına oturarak
beklemeye başladılar.
Sığınakta, Yüzbaşı Tayfun'un etrafında Üsteğmen Metin, Asteğmen Tekin
ve Üstçavuş
Ömer vardı. Üsteğmen Metin dün geceki
görevleriyle
ilgili ayrıntıları anlattıktan sonra yüzbaşı anlatmaya
başladı:
"Bölgeye ilk gelişimdi, yıllar önce... Üsten karanlıkta hareket ettik. Birlik sessizce,
birer ikişer kol başlarını izliyordu. Kol başlarında kılavuzlar vardı. Haritaya göre üç saat
sonra bir doruk çizgisindeki
boyun noktasını geçeceğiz sanıyorduk. iki katı uzaklıkta yol aldık ama
yine yokuştan
kurtulamadık. Dağa çıktıkça çevrenin görüntüsü hem güzel hem
de yabani bir hal alıyordu.
Her taraf, derin ve yalçın derelerden
oluşmuş gibi görünüyordu. Biz kar ve buz kayalarıyla örtülü olan bütün dereleri,
tepeleri ve sonra .birçok 70
alçak dağı ayağımızın altında göıüyorduk. O zamanlar, bu dik ve derin karlı dağ yollanndan
aşkerlerin
nasıl çıkacağına aklım ermiyordu.
Buna rağmen biz zahmetle, güçlükle, fakat
disiplin ve düzenden
ayrılmayarak tırmanıyorduk. En
sonunda zirveye çıktık. Fakat bizi, arka tarafı iniş olan bir boyun noktası değil, çok geniş ve uçsuz bucaksız bir kar yaylası karşıladı. Pek yorulmuş ve
takatsiz kalmıştık.
Tam yayla üstünde, bizi
keskin bir rüzgar ve şiddetli bir
tipi karşıladı.
O andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etme
hatta söz
söyleme ve sesini duYürma olanağı yoktu. Yürüyüş kolunun
düzeni bozuldu. Subaylar çok uğraştı çünkü kimsede sesini duyurma gücü kalmamıştı. Önümüzde uzanan sonsuz kar deryasını herkes
gördüğü
için, erler dahil hepimiz içgüdü ve
sezgilerimizi kullanarak aştığımız boyundan
gerisin geriye dönmeye karar verdik. Yamaçtan aşağıya doğru yürüyerek daha sakin yerlere çekildik. Bazı askerlerin
ayak ve parmak uçlarında
başlayan ufak tefek donma emareleri dışında, başkaca bir zarar görmedik
fakat herkes bir kere daha, 'Dağlarda dağların kanunu geçer,' doğa yasasını yaşayarak gördü."
Soluklanan
yüzbaşı,
Asteğmen Tekin'e dönerek, "Evinden ayrılırken, sana ne söylediler?" diye sordu.
"Gözyaşları arasında evden ayrıldım komutanım. Ben ne kadar sevinerek gidiyorsam
ev halkı da o derece mutsuz ve üzgündü. Televizyon
ve gazetelerde her gün
çıkan şehit ve
yaralı haberleri, herkes gibi
bizimkilerin de psikolojisini bozmuştu. Çocukluğumdan beri birçok kez
evimden ayrılmıştım
ama bu seferki ayrılış öncekilere benzemiyordu. Ağlamaların bana da sıçrayacağından korkarak kendimi dışarı attım. Arkamdan gelenek icabı su
döküldü,
dualar edildi. "
Müfreze komutanı bu kez, Üstçavuş Ömer'e döndü, "Baban ne iş yapıyor?" diye sordu.
"Babam
yetmiş
yaşında komutanım. Yetmişinde bile
her Allah'ın
günü tarlada hava karanncaya kadar çalışır. iki
büklüm bir adam düşünün komutanım. Annem ileri derecede astım hastası olduğundan ev işlerini ablam
yürit
ür. Kendisine
gelen talipleri de bu yüzden geri
çevirdi.
Ben zaten bekanm. Bu gidişle de
zor evlenirim. Ablam ve benim bu durumumuzdan en çok babam
ve annem hoşnut
değil. Torun yüzü göremedikleri için ... Torun deyince komutanım, Uzman Onbaşı Cemil'in
üç ay önce bir
çocuğu oldu. Resmini iç cebinde
taşıyor ve her önüne gelene
onu gösteriyor.
Kendisi daha onun yüzünü görmedi. Görmediği yavrusunun resmini herkese göstermeye bayılıyor."
"Cemil'i
yanıma
çağır bakalım. "
Üstçavuş Ömer, yan karanlık bir
yerde makineli tüfeğinin mermi şeritlerini cephane kutusuna istif etmeye çalışan Uzman
Onbaşı Cemil'in yanına giderek,
"Komutan seni istiyor," dedi.
"Hayrola,
bir şey mi oldu?"
"Yok
canım, bir şey yok!"
Müfreze komutanının yanına vardıklannda yüzbaşı
sevecen bir tavırla,. "Otur
bakalım Cemil. Gözün aydın," dedi.
Cemil
hemen anladı ve gözleri parladı.
"Sağ ol
komutanım.
Allah herkese nasip etsin. "
"Biz
de görelim,
şu delikanlıyı. Herkese
gösteriyormuşsun."
"Erkek
değil
kız komutanım."
"Senin
kızın da delikanlı olur,
Cemil."
"Sağ olun
komutanım:
Kanm hastaydı. Geçen bayram arifeden bir gün önce doğum yaptı."
"Niye
izne gitmedin, o zaman!"
"Yeni
dönmüştüm.
Sıra başka arkadaşlardaydı."
"Görevden döner dönmez hemen izne gideceksin, anlaşıldı mı? Ben de göreyim şu ay parçasını, çıkar bakalım. "
Cemil
bunu bekliyordu. Bir hamlede sağ kolunu
üniformasının
iç cebine attı ve
bir naylona sanlmış olan fotoğrafı yüzbaşıya uzatb. Yüzbaşı kundağa sanlı, yuvarlak yüzlü, iri
gözlü bir çocuk gördü fotoğrafta. Sonra, "Kime benziyor
Cemil?" dedi.
"Annesi
bana benzetiyor, ben ·ise annesine benzetiyorum komutanım."
Yüzbaşı fotoğrafı uzanırken, "Allah bağışlasın. Bahtı açık olsun. Ama şunu söyleyeyim. Sizler bizim müfrezeye değişik birliklerden seçildiniz. Doğan çocuğunu hiç görmediğini bilseydim seni müfrezeye almazdım."
"Olsun
komutanım,
dönünce gider görürüm."
Yüzbaşı içinden, inşallah, dedi.
Cemil
yerine giderken müfreze
komutanı seslendi: "Ne iş yapıyordu senin baban?"
Cemil
dönüp
hazır ola geçti.
"Biz
eski bir marangoz ailesinden geliyoruz komutanım."
Balabanlann
bulunduğu
vadi tabanındaki sis, öğleden sonra
dagılınca
ortalık daha bir netlik kazandı. Görüş alanlan iyice berraklaştı, en uzak mevkiler bile aynntılanyla ortaya çıktı.
Komando
Er Burak, sol yanında omuz omuza durduğu Necip'e,
sadece ikisinin duyabileceği
bir sesle, "Biz burada ne yapıyoruz?" diye sordu.
"Milletten
yediğimiz
ekmeği helal ettirmeye çalışıyoruz," dedi Necip.
"Bu
bilinmez ve karlı
dağların heyulalar gibi korkunç ve
karanlık
vadileri içinde, bizden
kimin haberi var ki? Başkalarının deveyi havuduyla yuttuğu bu
ülkede
ekmeği helal ettirmek için bizim
yaptıklarımızı
mı yapmak gerekiyor ha?"
Necip'in
duygularına
biraz kuşku karıştı. Kuşkulu olmamasına da imkan yoktu. Burak'ın söylediği de yanlış değildi.
Burak,
"Şimdi
var ya Necip, şişman pirelerle
dolu bir yorganın
altında uyumaya bile razıyım, "
dedi.
"Birkaç güne kalmaz, pireler yerine dikiş _
yerlerinden başlayarak
çamaşırlarının her
tarafında
konuşlanacak olan
bitlerle yetinmeyi öğrenirsin."
"Ölünce bol bol uyurum nasıl olsa!"
"Yarın geberdiğin zaman seni tanıyabilmeleri için tıraş da olsan fena olmaz. Böyle ahmak
ahmak konuşup
tepemin tasını athrma!
Canımı
sıkma benim!"
Burak'ın yüzünde çokbilmiş bir gülümseme belirdi
ve, "Kımıldamayalım,
hiç kımıldamayalım! Kımıldamazsak, kütük zannederler
bizi!" Sonra da mırıldanmaya başladı:
"Kara
tren gecikir belki hiç gelmez
Dağ/arda salınır da derdimi bilmez
Dumanın savurur
halimi görmez
Gam
dolar yüreğim
gözyaşım dinmez. "
Durup
yutkundu: "Ne denir Necip! Belki de gelip bizi bulamayacaklar! Olmayan şeyi nasıl bulunsunlar ki?"
"Sus
ulan şom
ağızlı. Biraz daha devam edersen
askerlii:ji filan unutup senin suratını çarşamba çanağına çeviririm."
Dağlann ihtişamı, dar ve qerin vadilerin ıssızlığı, ortaklıkta sanki anlaşmışlar gibi hiçbir canlının görülmemesi, yönü hiçbir zaman kestirilemeyen rüzgarlar, karla kapanmış derin çukurlar . .. Hepsinin ötesinde ise
sonsuz bir sessizlik insandaki yalnızlık duygusunu
zirveye çıkartır.
Yalnızlık ama etrafında başkaları varken bile, etrafın onlarca
yüzlercesiyle
sarıldığı zamanlarda bile yalnızlık...
Bu duygu etrafta birtakım
uğursuz rüzgarların estiği duygusunu
kırbaçlar.
Vehim, şüphe ve
ümitsizliği
davet eder.
Tek
tük kar atıştırmaya başlamıştı ve gözetledikleri vadinin rengi, yükseklerden grinin en açık tonundan
başlayarak
en koyusuna doğru gidiyordu.
Henüz
görüş alanlan daral- mamıştı ama
bir iki saate kalmaz ortalık kararacaktı. .
Mustafa Başçavuş, Teğmen Aykut'un yanındaydı. "Bugün iyi geçeceğe benziyor
teğmenim,"
dedi.
"Mı..ıstafa Başçavuşum, benim rahmetli dedem, 'Akşam olmadan
günü
övme,' derdi hep."
"Çok doğru söylemiş rahmetli: Hele buralarda!"
"Başka bir sözü daha
vardı ki, tam da bizim mücadelemize ışık tutacak
bir laf: 'Kargalar, saçma yedikleri
dala bir daha konmazlar.' Bu söz baskın ve pusu yerlerinin seçimleri için ne kadar hayati değil mi?''
"Teğmenim rahmetli dedeniz gerçekten bilge
bir adammış."
"Kolay
değil tabii. Balkan Harbi'ni, Birinci Dünya Harbi'ni,
istiklal Savaşı'nı
yaşayıp görmüşler. O
nesli hayat yetiştirmiş."
Konuşma devam
edip gidecek gibi görünüyordu
ki, gözcülük sırası kendisinde olan Komando Er Hasan
iki büklüm . eğilerek heyecanlı bir halde yanlarına geldi.
"Teğmenim, sol dip köşeden görüntü aldım!" Teğmenle birlikte başçavuş fırladı. Görüntü doğruydu. Teğmen yu- kandaki noktada bulunanlara baktı. Onlann
da gördükleri
anlaşılıyordu. Bu
kez dürbünle
baktı. Vadi tabanını takip
ederek patika yolda bulunduklan mevkiye doğru yaklaşan bir adam ve arkasında, birbiri
ardından
gelen yüklü iki
katır
vardı. Siyah bir köpek de
önden gidiyordu. Ağır ağır yürüyorlardı ve bulundukları noktadan en fazla yüz elli
iki yüz metre uzaktaydılar.
Teğmen Aykut:
"Kaçakçı gibi ama belli olmaz! iç bölgedeki gruplara ikmal yapıyor da
olabilir. Bir de gerisi var mı yok
mu? Bunu görmemiz
lazım."
"Doğru her şey olabilir"
"Aşırı çabadan doğan gereksiz bir acemilikle hareket
etmeye meydan vermeyelim. En Önemli şey bunların ardından gelen birilerinin olup olmadığı. Sen
iki asker alıp
bulunduğumuz yerin
sağından
yola kadar in ve gizlen. Ben bunların gerisinde
kalan yolu kayalıklann
artık görüşe engel
olduğu noktadan itibaren gözetleyeceğim. Kimse yoksa hemen
senin yanına geliyorum. Üst noktadakiler
biz aşağıdayken yolun tümünü gözetleyecek ve ateş altına almaya hazır halde
bekleyecekler."
Mustafa
Başçavuş,
"Baş üstüne," diyerek
sağ tarafa seğirtti.
Teğmen yukarıdan kendisine bakanlara, sağ eliyle
yak- laşanlann
istikametini gösterdi ve
iki elini dürbün yaparak gözlerinin hizasına getirdi. işaretler açıktı: "Geliş istikametini gözetlemeye devam edin!"
Siyah
ses.siz gölgeler
hiç acelesiz, kendinden emin bir şe- .
kilde
ilk noktaya elli metre kadar yaklaşınca teğmen, çevik hareketlerle Mustafa Başçavuş ve
iki komandoyu gizleyen kayalığa geldi.
Yaklaşanlar, tam hizalarına geldiğinde, "Bir şey olacağını sanmıyorum ama sen gene de tetikte dur
Mustafa Başçavuş,"
diyen teğmen kendini
yola attı.
Mustafa
Başçavuş
kol komutanı teğmeni çok iyi tanıyordu. Sert bir ceviz kadar sağlam...
Gözü
hiçbir şeyden yılmazdı, eşsiz bir
cesareti vardı. Bu nedenle onun şimdi de
tek başına yola atlamasını hiç yadırgamadı. Çok temiz, yaradılıştan saf, zeki ve belleği çok kuwetli bir çocul\tU. Görevlerinin ağır sorumluluğunu üstlenebilecek bir ruh yapısı vardı.
Teğmenin aniden
yolun üzerinde
belirmesine köpek hariç hiçbiri tepki vermedi. Önce şaşırıp geriye kaçan köpek, sonra bir hamleye yeltendiyse de
adam anlaşılmayan
bir şey söyleyince süt dökmüş kedi gibi oldu.
Teğmen bulunduğu yerden, "Olduğun yerde kal ve davranma!" diye bağırdı.
Bu
söz
söylenmeden de
onlar zaten bulundukları
yerde donup kalmışlardı.
"Üstünde ve hayvan yüklerinin içinde silah var mı?"
"Yoktur
beyim."
Teğmen tüfeğinin namlusunu yere doğru tutarak
adama yaklaştı.
Köpek adamın ayağının dibinde
arka ayaklan üzerine
oturmuş bekliyordu. Artık gelenin
yüzünü
yakından çok iyi
görebiliyordu.
Yaşlı bir adamdı.
"Hayrola
babalık!
Tek başına-burada, bu saatte ne arıyorsun? Yol nereye?"
"Köyüme gidirem. "
"Arkandaki
kahrlar ve sırtlarındaki
yükler kimin?"
"Benimdir
komitan."
"Nereden
yükledin
bu mallan?"
"Jrak'tandır, komitan."
"Sen
yaptığın
bu işin kaçakçılık ve kanunsuz olduğunu bilmiyor
musun?"
"Geçimim için şarttır komitan. "
"Sının geçerken PKK daharacını almıştır herhalde, değil mi?"
"Aldı, komitan. "
"Ne.verdin
onlara?"
"Param
olmadığı
için malların bir
kısmını.
işlerine gelenleri aldılar. "
Sen
bu işi ne zamandan beri yapıyorsun?"
"Kendimi
bildim bileli."
"Çok badireler
atlatmış
olmalısın, yani çok tehlike."
"Tehlike!
Ne sen sor ne ben söyleyim
komitan! "
Teğmenin bir
kol işaretiyle
zaten sabırsızlıkla bekleyen başçavuş ile
iki komando koşarak
yanlarına geldi. Erler katırların iki yanına gelince
başçavuş
çuval ve denkleri elle üsttef) kontrol
etmeye başladı.
"Neler
var peki bu yüklerin
içinde?"
"iki
bidonda mazot var. Diğerleri
bakır, sigara, çay, kıyılmış tütün, Kabe hurması. .."
"Kaç gündür yoldasın?"
"Altı gündür komitan."
"Çok uzun
değil mi?"
"Çok daha
uzunları.
olabilir. Bu vakitte normaldir komitan."
"Seni
bıraksam
ne yapacaksın?"
"Ne
edebilirim ki, köyüme
ulaşmaya çalişirim. "
"Hep
buyolu mu kullanıyorsunuz?"
"Genelde
öyledir."
"Bu
vadiden geçerken
başkalanna da rastlıyor musun?"
"Burası Pekeke'nin yoludur! Avaşin-Oramar gidiş gelişi hep buradandır komitan!"
Teğmen Aykut,
bu net ve inançla
söylenmiş söz üzerine durakladı. Aslında müfreze komutanı söylemişti ama şimdi işin içinde olan birinden duymaktaydı.
Yolun
ortasında
bulunanlardan belli bir mesafe uzaklaşıp kriptolu
mesaj gönderdi.
"Bir
şahıs, iki katır ve
yük, elimizde... Gönderiyorum... Gece burada kalmam uygundur.
"
On
dakikayı
geçmeden cevap geldi: "Gönderin, kalın. Size doğru gelenlere
teslim edin. "
Mustafa
Başçavuş,
"Kaçak mallar
dışında bir şey yok
teğmenim,"
dedi.
Hava
iyiden iyiye kararmıştı.
Kar yağıyım mı yağmayayım mı der gibi nazlı nazlı serpiştiriyordu.
Teğmen Aykut,
"Mustafa Başçavuşum,
yukandakilerden Uzman Çavuş Ziya,
yanına bir de asker alsın ve
bunlan müfreze komutanına götürsün. Makineli tüfek nişancısı Uzman Onbaşı Cengiz'in
yerinde kalması
lazım. Birkaç saat
de olsa onu buradan, yanımızdan ayıramayız. Bu gece bulunduğumuz mevkide kalacağız. Buzkıranlar bizimkileri karşılamaya gelecekler. Emaneti teslim eder
!?tmez hemen dönsünler.
Asteğmen Murat ve beraberinde bulunanlar
da bizim tertiplediğimiz
noktaya insinler," diye emir
verdi.
Teğmen Aykut
yaşlı
kaçakçıya, "Bir süre bizim
misafirimiz olacaksınız," dedi.
Öbürü, "Olur
komitarum, başım
gözüm üstüne," diye
cevap verdi.
"Senin
katırlann
çok sakin görünüyor, köpeğin de çok uysal,
hiçbiri huysuzluk yapmadı. Hele
de katırlar!
Hep böyle
mi bunlar?"
"Nasıl yapsınlar ki, bunlar da benim gibi, yaşlı ve
güngör- müşlerdir
beyim. Bizden, senin gibi ateşli olmayı bekleme!"
Kısa bir
süre sonra Uzman Çavuş Ziya
ve Komando Er Hasan ile refakatindeki katır kolu,
vadi yolundan aynlarak ilerlediler dağlann eteğindeki patika yola girip tırmanmaya başladılar. Tepelere doğru çıktıkça etraftaki karın beyazlığı çevreyi daha aydınlık gösteriyordu. Tek tük yanıp sönen yıldızlar dışında gökyüzü
bulanıktı. Onlar da sağa sola
hızla
dönüp duran bulutlardan fırsat bulabilirlerse
yüzlerini
gösteriyordu.
Ay henüz
ortalıklarda yoktu.
Üst noktada
bulunanlar yanlanna inmeden önce Burak,
"Ahmet Çavuş,
kaçak malların içinde sigara
ve çay da varmış. Birazını biz alsak ne olurdu sanki! Biz yakaladığımıza göre ganimet sayılmaz mı?·
Savaştayız
deniliyor ya hani!" dedi.
"Ulan
sen var ya sen, denize atsalar bir avuç kum
alıp
çıkarsın. Teğmen senin
bu dediklerini duysa o katırlardaki yükleri senin
sırtına vurur, müfreze komutanının yanına öyle gönderirdi. "
"Tamam
be çavuşum!
Size de hiç şaka yapmaya
gelmiyor."
Buzkıranlardan hareket edenlerle Balabanlardan gelenler
bir saat içinde
karşı karşıya geldiler.
Emanet Buzkıranlara teslim edilince Uzman Çavuş Ziya
ve Komando Er Ha- san geri döndü.
Katırları kayalık dehlizin girişinde tutarak
yaşlı
kaçakçıyı yüzbaşının yanına, içeriye götürürlerken köpek de sahibi ile gitmek istedi. Köpek sahibinin
ikazını bu defa dinlemedi ve içeri dalmaya
çalıştı.
Yüzbaşı gördü ve,
"Bırakın
o da gelsin," dedi.
Uzmanlar
dahil, rütbelilerin
hepsi yüzbaşının etrafını çevirmiş oturuyorlardı.
içeride, duvar kenarında birkaç metre aralıkla mumlar,
oturdukları
yerin biraz ilersinde de batarc yalı aydınlatma fenerleri yanıyordu. Daha
ilerde de köze
dönmüş bir ateş vardı.
Yüzbaşı yaşlı kaçakçıya, "Oturun," dedi. Adam
tam karşısına
çömeldi. Köpek de
yanına oturdu. Sanki söz ona
söylenmişti.
"Önce şunu sorayım. Hiçbir kaçakçı yanında
köpek taşımaz. Sen
nasıl oluyor da yanında bir
köpekle
kaçağa gidiyorsun?"
"Haklısınız komitan. Havlar, sağa sola
sataşır,
koldan oraya buraya hırlar diye
düşünüyorsun.
Ama o beni, bir insandan daha çok dinler ve benim uyanın olmadan
mümkün
değil havlamaz ve hiç dibimden
ayrılmaz."
"Ama
dehlize girerken seni dinlemedi."
"O
normaldir komitan. Benim başıma bir
şeyler
gelebileceğini sandı. Sizler,
mağara,
yatı karanlık, yanan
çıra gibi şeyler ona
'tehlike var' işaretleri
verdi."
"Rahat
ol! Şu
sıralarda bu dağlarda ve
ağır iklim koşullarında en güvenli yerdesin.
Çay içer
misin? Biz de içelim. Arkadaşlardan biri baksın bakalım şu çay işine."
Uzman
Onbaşı Cemil hemen yerinden fırlayıp isten
kararmış
çaydanlık ve demliğin yanına geldi.
"Hangi
köydensin
sen?"
' "Pekeke
işi
çıkmadan Oramar Çanaklı köyünde yaşardık. Şimdi Yemişli'de
yaşarız."
"Bence,
artık sen bu işi bırakmalısın, yaşlanmışsın."
"Ben
bırakırsam
evi kim geçindirecek komitan? Eskiden birkaç hayvan
var idi. Kaça!;la
az çıkardık. Bölgede heç hayvan kalmadı ki,.
yaylaları
hiç kullanmıyoruz ki...
Devlet bir yandan Pekeke diğer yandan.
Öldü bitti hayvancılık. Siz de bilirsiniz ki hayvancılık öldü. Geçim de öldü. Da!;llardan
yer mi var ki başka
şeyler ekip biçebilelim. Kaçakçılık, yağmacılık dedelerimizin dedeleıinden önce de vardı. Ama
şimdi
arttı da arttı. Kim
ister ki üç
kuruşluk mal için bir
candarma kurşunuyla
adı sanı bilinmez bir dere çukurunda can
vermeyi. "
"Artık belli bir yaşa gelmişsin. Hiç değilse sen yapma."
"Kimse
yoktur ki hanede beyim. Kocakarıdan başka evde bir kötürüm kız var. Diğer iki
kız gelin gitti, göçtü. Oğlan ise askerde, terhisine çok kalmadı ama."
"Nerede
askerlik yapıyor?"
"Trakya'dadır beyim. Bilirim ki askerden sonra
o buralara adım atmaz.
Gelse ne yapacak ki?"
"Oğluna ablaları para göndeıiyor mu?"
"Askere
gitmeden onlara uğramıştı.
Verdiler mi bilemey- cem. Ama ben
elime geçtikçe
gönderiyor'um. Askeıin parası olursa,
ona askerlik kolay_ gelir."
Herkes
gayıiihtiyari
birbirine baktı. Belli
etmemeye çalışsalar da hüzünlendiler.
"Bunların hepsini satsan ne kazanırsın?"
"Hiç belli
olmaz beyim. Ama ele üç beş kuruş geçer. Yıllardır bir de Pekeke tebelleş oldu
ortalığa,
o da bizden haraç keser.
Bizim elimize ne geçtiğini
bilmezmiş gibi... Sınırda
güya gümrükler açmış. Gelenden geçenden vergi
diye para topluyor."
"Vermeseniz
ne olur?"
"Aman
aman, vermeyince başımıza
ne geleceği oradaki
gözü
dönmüşlerin keyfine kalmıştır."
"Peki,
sen ne diyorsun bu bölücü
örgüte ve yediği haltlara. Sen güngörmilş birisin,
bu bölgenin
vatandaşısın. Olup
biteni yıllarca
gördün, yaşadın."
"Ben
ne diyebilirim ki! Hökümet
işi haline geldi. ilk zamanlar çalı çırpı ateşinden farksızdı. Yıllar içinde
büyüdü. Orman yangınından farksızlaştı. En doğrusunu sen
bilirsin beyime"
"Senin
nasıl
gördüğün bizim için önemli. Onun için soruyorum."
"Bu
dağlarda
her zaman eşkıya, yağmacı olmuştur. Hır- kızlık, kız
kaçırma, adam öldürme gibi
sebeplerden ... Ka- çabiklikleri
kadar kaçmışlar, saklanabildikleri
kadar saklanmışlardır,
kendilerine yataklık yapanlar
da çıkmıştır.
Ama sonunda ya candarma· tarafından vurulmuşlar veya teslim olmak zorunda
kalmışlarôır. Her aşiret,
eğer kendi mensubu
ise eşkıyasını
korumuştur. Pekeke başkadır, bunlardan değildir. Köyde, mezrada, yaylada kime rastladılarsa, 'Kürdistan'ı kuracağız, bize destek olun,' demiştir. Karşı çıkanlan, devletten yana olanları; çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı demeden
katletmiştir.
Evleri barkları yak-
nuştır
yıknuştır. Bebeklere bile acımamıştır. Şiddeti ve asıp kesmeyi
her geçen
yıl artırmıştır. Şiddet, öldürme, adam
kaçırma
işi arttıkça halk
korkudan, can ve mal derdinden yavaş yavaş Pekeke'ye destek vermek zorunda kalmıştır. Ona
haber uçurmuştur.
isteklerini gönülsüz de
olsa yap-
maya
başlamıştır.
Ah... Ah ... komitan! Hökümet ne
olup bittiğini
anlamadı. Önünü kesecek
tedbirleri alamadı.
Baskı ve şiddeti kim
yapıyordu?
ilk zamanlar dört beş kişilik silahlı çeteciler. Sonra, bu dört beşler, oldu sekiz on, yirmi otuz, altmış yetmiş... Her geçen sene
arttı da arttı bu
sayılar.
Sayılar arttıkça da
halkın devlete olan güveni kayboldu
ve bugünlere
geldik. Artık orman
yanıyor beyim, orman yanıyor! Devlet
güçtür, kudrettir beyim. Hep böyle bilirik,
hep öyle
görmüşüzdür. Pekeke
ne yaparsa yapsın, devletin askerinin, candarmasının, polisinin, mahkemelerinin tırnağı bile
olamaz! O zaman, nedir bu bizim çektiklerimiz? Ve yıllardır kaybolan
huzurumuz? Ben ne diyeyim komitan? Ben ne söyleyeyim?"
Yaşlı kaçakçı, kilim gibi olup biteni ortaya sermişti. Bu
arada getirilen çaylardan
ilki yüzbaşının işaretiyle ona verildi. Gözetleme ve
dinleme görevleri
biten askerler de içeri girip
ileride köz halindeki ateşi kuwetlendirerek
ısınmaya
çalışıyorlardı. Yaşlı adam
verilen çayı bir solukta içti ve
mahcup bir şekilde
bardağı yere bıraktı. Yüzünden bakışını ayırmayan köpeğinin
başını birkaÇ kere
okşadı.
Köpek kuyruğu ile
mutluluğunu
anlattı.
lçtigi çay ihtiyar adamın canlılığını artırmıştı. Devam etti: "Komitan, hatta işin nerelerden
nerelere geldiğini
anlatayım sana, Pekeke'nin ortaya çıktığı ilk
yıllardan
biriydi. Bizim yukarı köylerden, o zaman benim yaşlanmda olan
bir köylü yayladan eşeğiyle beraber
evine giderken üç Pekekeli yolunu kesiyor. Diyorlar
ki, 'Emce biz Pekekeliyiz. Senin eşeğine el
koyduk. Onu bize teslim et.' O da, 'Ne yapacaksınız siz benim eşeğimle?' diyor. Onlar da·, 'Nakliye yapacağız. Cephane ve erzak taşıyacağız,' diye cevap veriyorlar.
Bunun
üzerine,
'Bu Pekeke ne yapacak ki, siz
benim eşeğimi almaya kalkıyorsunıiz,' deyince Pekekeliler, 'Biz. devlet
kuracağız!'
lafını söyler söylemez adam
'Allah sizin belanızı
versin, bir eşeğiniz bile
yok, devlet kurmak için benim eşeğimi almaya
kalkıyorsunuz.
Hastir ordan,' diyerek bir odun parçası ele
geçirip
bunları kovalıyor."
"Bir
eşeğiniz
bile yok. Devlet kurmaya kalkıyorsoouz," sözüne herkes elinde olmadan güldü. Ama
bu, buruk ve hüzün
taşıyan bir gülrneydi.
Yaşlı adam
sanki bir doğa
olayını anlatıyordu. Önce gökyüzünde küçük renksiz bulutlar, sonra büyük ve
koyu bulutlar. .. Zayıf gök gürlemeleri... Daha sonra koyu ve elektrik yüklü her
an boşalmaya
hazır kasvetli bir gökyüzü ...
Arkasından
sarsıcı gök gürültüleri, şimşeklerin birbiri
ardına
çakması, sonunda peşi·sıra yıldırımların toprağa düşmesi. ..
Yapılamayan, kestirilemeyen, sezilemeyen, algılanama- yan ne? Bu yolun ötesinde ne
olduğunu
ve yolun sonunda
nereye çıkılacağını
anlamayanlara sormak lazım. Yaşlı adam, yanlış mı konuştum, karşımdakileri kızdırdım mı
yoksa, diye düşünerek susmuştu.
Yüzbaşı Tayfun,
"Çok
doğru söyledin. Evet,
aynen böyle oldu. Bir sürü aklı ewelin
ne anlatabildiği
ne de kavrayabildiği şeyleri, o kadar yalın bir
şekilde
anlattın ki, daha ötesi olamaz,
" dedi.
"Bana
ne yapacaksınız
şimdi komitan?"
"Hiçbir şey yapmayacağız!"
"Nasıl komitan? Bırakır mısınız beni!"
"Biz
seni hiç
görmedik. ki!"
Bu
söz
üzerine adamcağız sarsıldı.
"Yüküme de el koymayacak mısınız?"
"Ne
yükü? Nerden çıkanyorsun?"
Adamcağız bu
konuşmaları
duydukça kızarıp bozarıyor, şaşkınlıktan şaşkınlığa geçiyordu.
Yüzbaşı konuşmasını sürdürdü:
"Bak
dayı! Biz savaşçı Türk komandolarıyız. Bu işlere bakmayız. Geçim koşullan ve ticari bozukluklar bizi
ilgilen- dirmez..Hele pespaye ekonominin, insanları çaresizliğe iterek kanunsuzluğa teşvik etmesi gibi meseleler hiç mi
hiç bizim sorunumuz değil, vazifemiz
hiç değil.
Bizim işimiz dağlarda gezen komitacı, terörist ve bölücülerle, anlaşıldı mı? Sen şu andan
itibaren serbestsin istersen sabahı bekle
öyle yola çık. Ama
şunu da unutma! Sen de bizi hiç görmedin. Evindekilere bile bir şey anlatmayacaksın. Bu dedikleıimi unutma, çünkü köyün belli, sen bellisin. Durup
dururken PKK'nın
işbirlikçisi ve
kuryesi durumuna düşersin.
O takdirde günah bizden
gider."
"Beyim
yaptığınız
bu iyiliğe nankörlük eden insan olamaz.
iki cihanda yakası bir araya gelmez. Bir şey söylesem kabul edersiz?"
"Nedir
o?"
"Katırlarda sizin ışınıze yarayabilecek
bazı
şeyler var. Mazottur, çaydır, sigaradır. işte bunlar gibi. Birazını size
bırakayım?"
"Mazot
gerekmez, çay,
şeker, sigara olabilir. Ama bir şart!^, parasını ödeyeceğiz.,;
"O
zaman ne kıymeti olur beyim!"
"Şöyle düşünürsen olur. Senin mallarına karşılık ödediğimiz parayı _ oğluna gönder. Askerde paraya ihtiyacı yok
mu ?
Yaşlı adam bu kez iyice şaşırdı!
"Ne
diyeyim. Bugünlerde
sizin gibi insanlara pek rastlanmıyor beyim. Allah tuttuğunuzu altın etsin. Başınızın gözünüzün sadakası olsun. n
"Ama
bize az bir miktar bırak. Bizim yükümüz esasen
yeteri kadar ağır,
üstelik senin gibi katırlanmız da yok. Her şeyi kendi
sırtımızda
taşınmak zorundayız. "
Bizim
katırlanmız
yok sözü gülüşmelere sebep oldu. Yüzbaşının elini üniformasının iç cebine atmasıyla dinleyenlerin
hepsi de cüzdanlanna
sanldı.
Yaşlı adam
yerinden kalktı ve katırlannın yanına gitti. Askerlerin yardımıyla naylonlara doldurulan bir miktar çay, şeker ve sigarayı getirip
bulunduklan yerin biraz uzağına bıraktı.
Yüzbaşı, "Gece
bizimle kalacak mısın, yoksa devam mı edeceksin?"
diye sordu.
"Dışarıda tek tük kar
atıştınyor,
ama tipiye döneceğini pek sanmam. Müsaade edin
gideyim komitan. Altı
gündür de yoldayım. Bölgeyi çocukluğumdan beri bilirem. "
"iyi,
yolun açık olsun. Sağlıcakla git. Ama artık bu
işi mutlaka bırak. Bütün söylediklerinde haklı olmana rağmen
..."
Adam
ayaktaydı.
Boynunu büktü. Tamam
da demedi. Geri dönüp
çıkışa doğru hareket
etmeden önce
tereddütle, "Beyim
belki işinize yarar, bir şey söyleyebilir miyim?" diye sordu.
"Tabii,
buyur!"
"Pekeke
bize güvenmediği
için kamplarına yanaştırmaz. Ama
benden haraç alanlann bir konuşmasına kulak misafiri oldum."
"Neden
bahsediyorlardı?"
"Av.
aşin ka. mpında erzaktan
sıkıntıya
düşmüşler. Miktar- lan çok azalmış, öyle konuştular. En çok da
un bitmek üze- reymiş.·Oramar adı birkaç defa
geçti,
aralarındaki konuşmalarda
oradaki gömülerden
takviye yapmalıyız gibi
laflar ettiler."
Yüzbaşı Tayfun,
"işte
şimdi, turnayı gözünden vurdun!"
diye bağırdı.
Sığınaktan aynlan
yaşlı adam, ağzından sis
bulutu gibi çıkan nefesiyle, karlar içinde eşinen katırlarını düzene sokup önde köpeği onun arkasında kendisi,
en geride de birbirini takip eden iki katırıyla doğuya, dağ yoluna doğru tırmanmaya başladı.
Yaşlı adam
çıkıp gittikten sonra da konuşmaya devam
ettiler.
Üsteğmen Metin,
"Komutanım,
daha sorgulamaya başlamadan önce, hemen
PKK ile ilgili bir şeyler soracağınızı· bekledim ama öyle olmadı!" dedi.
Müfreze komutanı açıklamaya çalıştı: "Eğer
öyle yapsaydım; korkulu,
şüpheli ve endişeli olduğu bir anda, karmaşık bir
ruh hali içinde,
sırf kendini korumak için yalan
yanlış bir sürü bilgi
uydurmaya çalışacaktı.
PKK kaçakçıların nasıl olsa bir gün bizimkiler
tarafından
yakalanacağını ve
sorguya çekileceğini bildiğinden onları kritik üs ve
kamplarına
yanaştırmaz. Genel
birtakım
bilgiler verirler ancak onlar da
operatif olarak bir işe yaramaz. Bir baskın yapılabileceğini hiçbir zaman bir kaçakçıdan veya
kaçakçı grubundan öğrenemezsiniz. Keza bir. pusunun ne zaman,
nerede kurulacağını
da... Bu size bir çelişki gibi
gelebilir ama yakınlardaki
köy veya mezralarda yaşayanların bir bölümü bir
baskın
yapılacağını · veya bir pusu kurulacağını, ne yapılacağını, ne
zaman
yapılacağını
kesinlikle bilir. Ama bölgede görev yapan asker veya sivil devi.et görevlileri bunu asla öğrenemez, öğrenemez derken yüzde seksen
bu mekanizmayı
çözemezler. Tersi olsa, bu kadar baskın ve
pusuda gafil avlanılır
mı?"
Asteğmen Tekin,
"Sonunda verdiği bilgi önemli sayılır herhalde, değil mi
komutanım?"
diye sordu.
"O
çok
doğal bir şey. Bizim
Balaban kolunun o vadiyi tuttuğunu gördü. 'Kısa zamanda oradan geçebilirler,' demek istedi. Ben onlann bu
vadiyi bir şekilde kullanabileceklerini düşündüğüm için Balabanları oraya sevk ettim. Şimdi, esas
soru şu: 'Ne zaman?' Bunu ancak PKK'lılar bilir.
Bizim yapacağımız
iş, Buzkıran kolunu
da Çığlı Vadisi'ne indirmek ve"müfreze olarak vadinin iki yakasında tertibat
almaktır."
Üstçavuş Ömer araya girerek, "Bizim şu anda
bulunduğumuz
yer de açığa çıktı komutanım!" dedi.
."Giden
adamcağızı
kastediyorsan söyleyeyim. O artık en
az bir ay kaçağa gitmeyecek. Sonradan gitse de
uzun süre bu güzergahı kullanmayacak.
Bunu hem PKK'dan hem de bizimkilerden kendini korumak için yapacak.
Çünkü bize PKK'yı ispiyonladı. Vicdanını rahatlatmak için bunu
yapma ihtiyacı duydu.
PKK'nın bizim Zap Vadisi'nin güneyinde kurduğumuz pusu.ile Beyazsu Yaylası'ndaki baskından çoktan haberi oldu. PKK, bizim müfrezenin uyguladığı stratejiyi anlayamayacağı için onları birer tesadüf olarak
değerlendirir ve kendi gruplarının dikkatsizliğine, aymazlığına verir. Onların bile
eylem yapmaya cesaret edemediği bu
ağır kış
şartlarında bizden gelecek bir hareketi rüyalarında görseler inanmazlar. Üstelik alışkın da değiller, "
dedi ve sonra çantasının
yan cebinde duran ve üzerinde renkli
kalemlerle çeşitli
işaretler konmuş özel haritayı önüne açıp el
feneri ile ay-
dınlattı. Naylon
geçirilmiş
olan haritadaki kabartılan, daha iyi görebilmek için sol eliyle bastırdı. Fenerin
ışı!':jı,
Kuzey Irak topraklannda işaretlenmiş olan Avaşin kampı ile Buzul Dağlan'nın güneyinde yer alan Oramar bölgesi arasında birkaç kez gitti geldi. Ve sonra:
"Metin,
biz de gün
ağarmadan önce vadiye
ineceğiz.
Senin kol, şimdi vadinin
bu tarafında
bulunan Balabanlann karşısında, akarsuyun ötesinde tertibat
alacak. Orada ne kadar kalacağımız be!İi olinayacağı için, gözetleme ve dinleme mevzilerimizin yakınında birer
sığınak
şart. O bölgede böyle bir yer bulmak zor degil. Her
tarafta istemedi!'.jiniz kadar var. Aynı şeyi Teğmen Aykut da yapacak. Ben onun yanında olacağım. Burada kaldığımızı gösteren hiçbir emareyi yok etmeyin. Çerçöp toplamayın, ateşin küllerini dagıtmayın.
Bahardan önce zaten
buralarda göıi emezler, geldiklerinde is^ afallasınlar bakalım. Binlerce mağaranın, kayalık dehlizlerin hangisinde olabileceğimize kafa patlatsınlar ve psikolojileri altüst olsun.
Demek ki karda, buzda, ayazda her zaman her yerde olabiliriz_ ve karşılanna çıkabiliriz. Hiçbir şey onlannın
kafasını bu derece kanştıramaz ve pani!:je düşüremez. Buradan intikal ve yerinizi almanız üç saati
geçmez. Saat altıda mevzilerinizi
işgal
etmiş olmalısınız."
Müfreze komutanı emri Üste!:jmen Metin'e
verhıişti
ama yanında bulunarak
kendisini dinleyen rütbelilerin
hepsi bir ağızdan:
"Emr_edersiniz,"
deyip aynldılar.
Yüzbaşının başında bulunduğu Buzkıranlar, saat
02:30'da hareket ettiler. Beyazla örtülü alanda kendisi görünmeyen ayın
aydınlığı yürüyüş koluna yeterli görüşü sağlamaktaydı. Daha önceden
Balabanların kullandığı ve kaçakçının getiril-
diği patikayı kullandıkları için, çiğnenmiş kar yürüyüşlerini kolaylaştırıyordu. Gecenin ayazı eski
ayak izlerini sıkıştırılmış
buza çevirdiğinden yere her ayak basışlarında zemin gıcırdayıp duruyordu.
Kafileyi Teğmen Aykut karşıladı. Müfreze komutanı, Buzkıranlardan
ayrıldı. Geri kalanlar Üsteğmen Metin'in
önderliğinde,
vadi tabanına doğru yayvanlığını kaybederek dikleşen yamaçtan düşüp yuvarlanmamak için daha
dikkatli ve tedbirli davranarak dere yatağına inmeye
başladılar.
Yola indikten sonra kuzeye doğru giderek karşıya geçiş için sığ bir yer aradılar. Bunun
için zaman zaman ·el fenerlerini de
kullanmak zorunda kaldılar.
Karşıya ilk geçen ile
en arkadan gelenin bellerine çelik kelepçelerle dağ halatları bağladılar.
Buzkıranlar bu şekilde bir
zincirin halkaları
haline geldi. Böylece, talihsiz
bir durumla karşılaşırlarsa
suya düşen savrulup
sürüklenmeyecek,
özellikle de başını herhangi
bir yere vurarak yaralanmayacaktı.
Akarsuyun
geçilmesinden
sonra tekrar güney istikametinde ilerleyerek tam Balabanların karşısına de_nk gelen kayalıklarda gözetleme ve dinleme mevkilerini işgal ettiler.
Bir saat sonra da, önce
dağların buzulları sonra
kayalık
yamaçlar ve bulundukları vadinin tabanı kademe
kademe aydınlanmaya başladı. Hava
gene yağayım
mı yağmayayım mı diye
tereddütlü
görünüyordu.
Sırt çantası ve diğer ağırlıklarını Teğmen Aykut'un gizlenmek için arkasında durduğu kayalığa bırakılan
müfreze komutanı, vadi
boyunca dereyi takip eden patika yolu soldan sağa birkaç kere çıplak gözle ve dürbünle inceledi.
Sonra da, "Dün gece
nasıl
geçti?" diye
sordu.
"Çok normaldi
komutanım.
Olağandişı hiçbir şey yoktu.
Gece Çayın sesi bütün vadiye
hakim ollıyor.
Bulunduğumuz
yer
ise tabanda olduğu
için daha önce kaldığımız yerlere göre daha
ılıman. "
"Sığınak buldunuz mu kendinize?"_
"Bu
gece beklenmedik bir durumla karşılaşabiliriz diye siperlerde kaldık komutanım. Ama geride, dört beş kişinin sığabileceği birkaç kayalık
keşfettik."
Yüzbaşı, "Doğru yapmışsın!" dedi ve gülmeye başladı. Teğmen anlamıştı:
"Gelecekler
değil mi komutanım?"
"Evet,
Aykut, misafirlerimiz olacak. "
"Şu kaçakçıyla konuştuktan sonra içime doğdu. O ne- derile bu gece burada kalma
müsaadesi
istedim sizden."
"Gelecekler
de ne zaman? Ama çok uzun süreceğini de
sanmıyorum."
"Irak
tarafından
gelecekler değil mi
komutanım?"
"Öyle görünüyor. Fakat tam tersi de olabilir. Ya
siz vadide tertiplenmeden önce Oramar
alanına
geçmiş bir grup varsa? Bu defa içeriden dışanya bir hareket yapılacak demektir. Ne olursa olsun fark etmez.
Eninde sonunda önümüzden
geçmek zorundalar. Bu bölgede Oramar
(Alandü-
zü) dışında büyük üs oluşturabilecekleri, erzak
ve mühimmat
depolayabilecekleri bir yer yok. Avaşin-Oramar güzergahı da bizim üzerinde bulunduğumuz vadi. "
"Dağlar bize sabn öğretti komutanım. Bekleriz."
"Beklediğimize değecek. Gelecekler. Personelin durumu nasıl?"
"Moralleri
iyi, sağlıklannda
bir sorun yok. PKK'lılann buradan geçeceğini öğrenince de çok sevinecekler.
Yararlı bir işin üzerinde olmalan anlan daha da mutlu
edecek. Hele bir sıcak banyo yapabilseler değmeyin keyiflerine
komutanım."
"Bu
işi
sonuçlandıralım, bir
çare
bulacağız. Hepimizin ihtiyacı var
zaten. Çorapların
bile bir kısmı lime
lime oldu. Kirlendiği
için çantalara tıkılmış iç çamaşırlarını da
yıkamamız
şart."
"Çok isabetli
olur komutanım.
Islak ılık havlu
ile vücudu silmek işe yarıyor ama bir yere kadar."
"Buradan
sonra sıra o işte."
Teğmen, dağların tepelerinde, aralarında, yirmi kişiye nasıl ve
nerede sıcak banyo yaptıracak acaba,
diye düşündü ama bunun şimdi sırası değil diye sormadı. Onunla
konuşurken
bile yüzbaşının aklının başka şeylerde olduğu belliydi. Yüzbaşı dürbünü ile vadinin karşı kayalıklarını gözetledi. ilk önce hiç kimseyi
göremedi.
Araştırmaya devam edince zor fark edilen iki baş görüntüsü aldı. Fakat çabucak kaybetti.
Buzkıran/ar
iyi gizlenmişler, diye içinden geçirdi. Sonra Balabanlann bulunduğu mevkileri
dolaştı.
Alt noktadaki Başçavuş Mustafa,
Sağlık
Çavuşu Ahmet, komando erler Hasan, Necip
ve Burak'ı
gördü. Birkaç cümle ile
onların
hatırlannı sorup üst noktada
bulunanların
yanına gitmek için yamaca
tırmanmaya
başladı.
Yüzbaşı uzaklaştıktan sonra Komando Er Burak, "Ahmet Çavuş bizim
yüzbaşı bekar değil mi?"
diye sordu.
"Sana
ne! Şimdi de yüzbaşının bekar
mı evli mi olduğuna mı merak
sardın?"
.
"Ne var kızacak bunda? Sen de hep öküzün altında buzağı apyorsun."
"Buzağıyı öküzün altına sen koyuyorsun· da onun için. Oğlum yüzbaşı bekar anladın mı? Teğmen olunca bu bölgeye atanmış, gitmiş gelmiş, gene gitmiş
gene gelmiş. Bak hala burada."
"Fırsat bulamamış evlenmeye demek ki!"
"Aklın fikrin evlenmede be oğlum."
"Benim
öyle bir niyetim yok. "
"Aslanım, yüzbaşı bağnaz bir yurtsever. Artık PKK
işi onun için bir
vazife ve şeref
işi olmuş. Enerji ve ruhi gıdasını hep
vatan fikri ve sevgisinden alıyor. Bayrak
ve aksiyon adamı o. Ruhunu ve bedenini beraber eğitmiş, tıpkı bir koşuma bağlı iki at gibi. Dağlara tırmanırken görmüyor musun hepimize nal toplatıyor. Böyle bir adamı eve
barka bağlayamazsın.
Benim bildiğim, memleketinde
anne ve babası ile okuyan iki kardeşi var.
Maaşını da onlara yolluyor. "
"Bekar
kalacak desene!"
"Tasası sana mı düştü?"
"Yok
be çavuşum,
öylesine ·sormuştum. Ben de kolay kolay
evlenmem."
"Memleket
bir baştan
diğer başa şehit mezarlığı oldu.
Sen önce bir dön de,
evliliğe
o zaman bakarsın!"
Ahmet
Çavuş'un
bu son sözü Burak'ın kulaklarını düşürdü.
"Haklısın Ahmet Çavuş, yazgının işlerine akıl ermez," dedi. ■
Yukarıdaki Balabanların yanına giden müfreze komutanı Asteğmen Murat, keskin nişancı Uzman
Çavuş Ziya, makineli tüfekçi Uzman
Onbaşı Cengiz ve havancı Komando
Onbaşı lrfan'la biraz sohbet etti. Bu üç özel silahın nişancılarına bulunduklan mevzilerden başka bir
yere sıçramadan
patika yolun ne kadarını ateş altına alabildiklerini sordu. Aslında, yanlarına gittiğinde kendisi durumu görmüştü. Her
üçünün
cevabı da yüzbaşının değerlendirmesine tıpa ·tıp uygundu.
"Aferin,
silahlannızın
erbabısınız," dedi.
Bir
ara gözü kuytu bir kayanın dibinde
duran simsiyah olmuş
çaydanlığa ilişti.
"Murat,
sabah çayı
mı?"
"Evet
komutanım,
hepimiz ikişer bardak
içtik. "
"Biraz
burada yanınızda
kalacağım. Bana da bir bardak verin bakalım. "
Asteğmen közü yeniden canlandırmak için gittiğinde müfreze komutanı kriptolu telsiz mesajını Üsteğmen Metin'e gönderdi:
"Yerleşme ve tertibat tamam mı?"
"Her
şey tamam. Gözetlemedeyiz."
"Hem
kuzeye hem güneye dikkat!"
"Öyle yapıyoruz. "
Bir
taşın
üzerine katlayıp serdiği pançosunun üzerine oturan ve tüfeğini kayaya
dayayan yüzbaşının
yanına çayın getirilmesi
yirmi dakikayı
geçti.
Asteğmen Murat
çay dolu plastik bardağı yüzbaşıya uzatırken, "Biraz geç oldu
komutanım,
kusura bakmayın," dedi.
"Yok
canım, ne geç kalması, o kör ateşte, çok hızlı bile getirdiniz. "
Yüzbaşı çayını bitirir bitirmez ayağa kalktı ve önündeki kayalık sırtına, bulunduğu mevzilerin yanına doğru gitti. En sağda bulunan
makineli tüfeğin mevzisinden elli altmış metre sağa, kuzeye
doğru
yürüdü. Beş altı adımda bir
durup vadi tabanını
inceledi. Aynı şeyi, en solda bulunan keskin nişancı tüfeğinin soluna doğru da
yaptı. Bu hareketlerinde sürekli dürbününü kullandı. Zihninde, çok zor
olmasa da netleştirmesi
gereken iki şey vardı. Bunlardan biri, bu
adamların gece
mi yoksa gündüz
mü bu güzergahı kullanacağıydı. Diğeri ise tek başlarına mı yoksa yanlarında hayvanlarla mı buradan
geçeceğiydi?
Bu iki husus, işin karanlıkta yapılması ile yürüyüş kolunun
hayvanlı
olup olmaması, teknik
anlamda farklı
uygulamaları gerektirecekti.
Bir başka mesele ise, PKK'lıların daha önceden Oramar'a
gitmiş
olmalarıydı. Bu
da aslında gene iki durumu içeriyordu. Yani fark etmezdi, ya kuzeyden
geleceklerdi ya güneyden.
PKK'lılann, "Teslim olun," çağrısına olumlu
cevap vermesi halinde kaç kişilerse geriye, ana üsse sevk
edilmeleri gerekiyordu. Teslim olurlar mıydı? Pusunun
kapsamını
anlayamadıkları ve
tam imha bölgesinde
olup olmadıklarını tahmin edemeyeceklerinden hemen ateşle karşılık vere- meyebilirlerdi. Kış mevsiminin
ağır
koşullarında böylesine derin
bir vadide pusuyla karşılaşmayı
hayal bile edemediklerinden paniğe kapılıp ateş etmeye de başlayabilirlerdi. Gece geçiş ihtimali
olduğu dikkate alınarak her
iki kolun personelinin de tam tabana indirilip yeni mevziler seçmeleri
gerekiyordu. Aksi halde kaçıp kurtulanlar
olması
mümkündü. Karanlıkta ilerleyen
ve hayvanlı
koldan oluşan bir
gruptan birkaç
kişinin sıyrılıp uzaklaşması işten bile
değildi.
Ancak, henüz sabahın erken saatlilerindeydiler.
Olabilecek her olasılığı
da hesaplamıştı. Esas sıkıntıyı yaratan karanlıktı. Çünkü tertibatın yeniden alınmasını veya
. değiştirilmesine
sebep oluyordu. Her ne olursa
olsun Çığlı
Çayı Vadisi'nin iki tarafında bulunan
kolların
genel yerleri değişmeyecekti. Makasın bir ağzı bu
yakada, diğer
ağzı ise karşıda olacaktı.
Yüzbaşı yeniden
eski oturduğu
yere gitti. Asteğmen Murat
bu defa çayla birlikte bir kağıdın içine sanlı iki peksimet
getirdi.
Yüzbaşı,
"Sağ ol Murat, çayı alayım ama-peksimeti yiyemem. Şu anda
içimden gelmiyor," dedi.
Biraz
geçtikten
sonra tekrar konuşmaya başladı:
"Gel
bakalım Murat, şuralarda bir
yere otur da sohbet edelim. Sende, siyaset bilimi, teoloji, pedagoji,
antropoloji ne ararsan var!"
"Estağfurullah komutanım. Meslek dışında da
çok okudum, onların faydasını görüyorum. Benim okuduğum yazarları Çok az kişi okuyordu.
Üstelik
okuyanların da pek anladığını sanmıyorum."
"insanlarla
sıkıntın
var gibi görünüyor. "
"Yok
desem yalan olur. Hayat sürekli bir
çarjJışma,
yıkılma ve bozulmadan oluşan bir
keşmekeş
gibi. .. Su kabağı şeklini alanlar var. insanların da
fırıldakları
oluyor. Fırıldakları döndüren ise çıkarlardır. Kaypaklıklarının pervanesi onları sonunda
kul köle
yapıyor."
"Dünya yansa, kılı kıpırdamayanlar için ne diyorsun?"
"Gevşek ve uyuşuklara gök gürültüsü gerekir. Kiminde yürek, kimindeyse
ruh kocar ilkin. Kimi de gençliğinde ko- car. Uyuyanlar arasında ne
yapacaksınız
ki? Savaşçı ve
yaratıcı
olmadığı takdirde çöplükte tavukların bile gagaladığı horoza
döner insan_"
"Rahatları olsun da, ne olursa olsun tavrından vazgeçmiyorlar değil mi?"
"Tam
da öyle
komutanım. Kitlenin büyük bölümünün ne rejim, ne güvenlik ne
de soyulmaları
yönünden bir derdi olmaz.
Sosyal ve politik düzenin
çürümesiyle de ilgilenmezler."
"Sonunda
işi gene ideolojiye ve siyasete getireceğin anlaşılıyor Murat. "
"ideoloji
olmadan dünya
gözü ve bakışı olamaz.
Dolayı-
sıyla bir
iddiası da bulunamaz. Öyle olunca
da kavrayamadığı
şeyleri muhakeme edip bir fikir öne süremez. Bütün rüzgarlara açık ince bir daldan farksız halde
yaşar.
Zamanı gelip kırılınca da,
sadece yediği,
içtiği ve boşa harcadığı zaman kalır geriye.
ideoloji yani keskin bir ilke ve hedef olmayınca siyaset
de yapamaz. Siyaset, yol ve yöntemdir. Hedefi olmayan yol aramaz ki! ihtiyaç da
duymaz."
"Genel
insan yapısı bu olduğu için çağlar boyunca bütün toplumlar
önder
aramışlardır ve
bilge adamlar onlara ışık tutmuştur. Önderleri ve bilge adamları olmadığı zamanlarda ise sarsılmışlar ve tehlikelere maruz kalmışlardır. Siyasi tarih ve harp tarihinden
bahsediyorum. Böyle
olmamış mı? Sıkıntı onların eksikliğinden kaynaklanmamış mı?"
"Elbette
elbette, ama insanların
meydana getirdiği bir
toplum, halk veya millet var. Olup biten her şeyde birey
olan herkesin bir sorumluluğu
var. Bu . sorumluluk bilinci
yoksa ve geliştirilmemişse,
algı ve kavrama yetenekleri ar- tınlmamışsa, yükseliş ve sürat elde
etmek çok zordur. Zihin fukara olunca insanoğlu denize
tuz atar komutanım.
Şunu anlatmak istiyorum, konuşmalarımızı toplumsal hayata çevirirsek, dış yardımların dünyayı denetleme yöntemlerinden biri olduğunu anlayamaz
böyle insanlar. Aydın denilen
fırıldak
ve entrikacıları ayırt etmekte zorlanır. Devşirme demagogları fark edemez. Açık yürekten yoksun, ikiyüzlü insanları siyasetten atamaz. Yolsuzluğun, hırsızlığın.diğer adı
olduğunu bilemez. Kuru sıkı milliyetçilik devrinin geçtiğini anlayamaz.
Ne kadar parası olursa olsun siyaseten bağımsız olmayan
bir milletin uşak muamelesinden kurtulamayacağını tayin edemez. Demokrasi çakallığını kavrayamaz. 'Nene lazım!' diyenlerden
halk olmaz! O zaman da ülkede geceler,
98··
aysız ve
karanlık
olur. Yüksek dağın itiban, başında dumanı, tepesinde kar olmasındandır. Bunlan söylerken Ömer Hayyam'ın bir dörtlüğü geldi
aklıma,
şöyle:
Dünyada akla
deger ueren yok madem,
Aklı az
olanın
parası çok madem,
Getir
şu
şarabı, alın aklımızı:
Belki
böyle begenir bizi ela/em!"
"Murat,
Hayyam'la aran iyi anlaşılan
onun kadar şaraptan
da anlar mısın?"
"Hayır yüzbaşım. Arkadaş toplantı veya yemekleri dışında
pek alakam yok."
"Hayyam
öyle, insanlara düşkün biri
değildir.
Mesafelidir. Çok güvendiği ve sevdiği birkaç dostu dışında kimseyi
de yanına
yaklaştırmaz. Laubalilikten
hiç
hoşlanmaz. 1071 Malazgirt Savaşı'nda, Alparslan'ın ordusunda, Horasan alayında askerdi
ve on yedi yaşındaydı.
Bu alay ordunun ihti- yatındaydı. Hayyam savaşa girip
Bizans ordusuna karşı
çarpışamadı. Çünkü Selçuklu Türkleri ihtiyatlannı kullanmaya gerek kalmadan Bizans
ordusunu bozguna uğrattı.
Alparslan Anadolu içlerine sadece
Selçuklu
Türklerinin ilerlemesini istediğinden Hayyam da, alayıyla birlikte
Horasan'a geri döndü.
Melikşah hükümdar olduğunda ise
devlet yönetiminde her zaman onun yakınında bulundu."
"Ooo
... Komutanım
neredeyse bütün yaşamını biliyorsunuz Hayyam'ın!"
"Şiir ve·felsefeyle aram iyidir."
"Bu
kadar farklı
işleri ve konulan, nasıl oluyor
da otuz yaşın
altına siğdırabiliyorsunuz?"
"Kendimi
bildim bileli okurum. Önceleri ne
bulursam okuyordum. Sonra fark ettim ki okumak tamam da saptan samandan kitap
ve yazarlan okumak da zamanı katletmekten başka bir
şey
değil. _Yazar ve kitapta seçiciyimdir." · "Ben de öyleyim. Aksi
halde vaktinizi çöpe
atmış oluyorsunuz."
Bir
süre sessizlik oldu. Konuşmadan durdular. Asteğmen Murat
yeniden başladı:
"Yabancılann içişlerimize kanşması ve hükümetlerin buna boyun eğmeleri, bizim
işlerimiz
üzerine başka ülkelerin yargıya varmaları, bana her zaman dayanılmaz geliyor. Biliyorsunuz, geçenlerde Avrupa Parlamentosu'na mensup
yedi kişilik bir heyet, Türkler kimyasal
silah kullanmışlar mı inceleyeceğiz diye Çukurca'ya geldi. Düşünebiliyor musunuz? Avrupa ülkeleri operasyon
sahasında
araşbrma yapıyor. Çukurca belediye
başkanı olan herifte bunlara refakat
ediyor! Üstelik bunlar müttefiklerimiz! NATO'cular! Elalemin siyaseti ve parası ile
sonunda müstemleke
olunur. Herkes tilkilik peşinde. 'Dünya barışı, evrensel değişim,' gibi
boş laflarla, safları uyutuyorlar.
Bağımsızlığı tam, üretimi güçlü bir ülkeye hiç kimse bir şey yapamaz.
Bu dünyada,
gücü gücü yetenedir. insanın kendi
yaşanbsı
bir filmdir. Konusu ise dram ve
komedidir. Her şeyde, rasgele ve günlük yaşıyorlar. Romantik beklentilerle de avunuyorlar. Hayvanlar dünyasında acımasız yok ediş vardır. Ama eziyet ve işkence yalnız insanlara özgüdür. Savaşı insan doğası başlabr, sürdürür ve gene insan doğası bitirir.
Ama çok
geçmez, yine bir sebep bulup tekrar başlatırlar. Yılan dolu çukura girmeden
ve birbirlerini boğazlamadan duramazlar. "
Müfreze komutanı kayaya dayalı tüfeğini ve üzerine oturduğu pançostınu alarak ayağa kalktı.
"Yaşamda dur durak yok değil mi?"
"Evet
komutanım
ama herkes için değil!"
"Sizin
civarda sığınak
aramanıza gerek yok. Sizi de hava
kararmadan önce
aşağıdaki mevzilere alacağım. Şimdilik bulunduğumuz yerden gözetlemeyi sürdürün. "
"Anlaşıldı. Emredersiniz komutanım."
Sonra,
makineli tüfekçi Cengiz'in yanına gidip
sordu:
"Çalışacak im? 'Baba baba,' diye?"
"Hem
de yağ gibi, komutanım!"
Yan
tarafa yürüyüp keskin nişancı Ziya'ya
seslendi:
"Sektirmezsin
değil mi?"
“^, bir görsem komutanım!"
Havancı Komando Onbaşı lrfan'ın mevzisine
gidip, "Senin havan dakikada kaç kere tükürecek?" diye sordu.
"Komutanım ben onu dakika başına
tükürtürüm de yanımızda sadece taşıyabildiğimiz kadar mermi var."
"Sen de o zaman, bir tükür tam tükür.
Başkasına hacet kalmasın."
"Öyle yapacağım komutanım. "
Müfreze komutanı dere yatağında bultınanlann
yanına gitmek için yamaçtan inmeye başladıgında öğle vaktiydi. Zeminler beyaz,
kayalıklar nemrut suratlı, bulutlann geçişi telaşsızdı. Mevsimin klasik rengi
olan gıi ise yüksekliklere bağlı olarak çeşitleniyordu. Doğa semboller ve
işaretlerle konuşuyordu. Her zaman olduğu gibi bütün btınlar ve delin sessizlik
insana hüzün veriyordu.
Vadi tabanındakileıin mevzilerine inen yüzbaşı
orada fazla kalmadan akarsuyun geçişi çok zorlaştırmayan bir
noktasından karşıya geçip Buzkıranlann yanına gitti. Burada
da siperdekiler ve gözetleme
yapanlarla konuştu. Bu
kez oradan vadi tabanını
dürbünle uzun uzun gözetledi. Bazı kesi.mleri daha bir özenle izledi.
Üsteğmen
Metin de bera- berindeydi.
"Komutanım, bugün bir şey beklemiyorsunuz
sanınm!"
"Bu
işler bazen, üstü çeşitli tahıl ürünleriyle dolu bir tepside,
alta gizlenmiş
bir pirinç tanesini
aramaya benzer. Haklısın
özellikle gündüz beklemiyorum.
Nedenini bilmiyorum ama hiçbir sezgim
yok. Kullanacaklan yol kesinlikle bu patika
olacak ama zaman onlann inisiyatifinde olduğu için şu saatte demek çok zor.
"
. "inşallah günlerce bekletmezler bizi. Bir de bu adam
doğru mu söyledi?" .
"O
adamı
bırak! Bizi bu vadiye o sevk etmedi
ki... PKK gruplan kışın şu
veya bu sebeple içeri giriş ve çıkış yapacaklarsa en uygun mihver bu vadi. Aşağıda Avaşin kampı . yukan da Oramar alanı. Yaz
dönemleri
kadar olamaz ama Oramar bir membadır onlar
için. Bu bölge, lojistik
yapıyoruz diye en çok silah,
mühimmat
ve erzak depoladıklan yerdir. Bunlar, malzeme almak için değil, sırf ne var, ne yok diye kontrol etmek
için bile oraya gideceklerdir. Bütün bunlar
kesin de dediğim gibi ne zaman?"
"Oramar'a
girip o depo ve gömüleri
bularak tahrip etmek
de PKK'ya iyi bir darbe olacaktır komutanım."
"Bu
söz
doğru olmasına doğru da
orası tam bir gayya kuyusu. Alanın içinde PKK'ya karşı mücadele eden aşiret mensuplannın yaşadığı beş köy vardı. Onlarca yıl önce, sal-
dınlar ve baskınlarla baş edemeyip çok kayıp verdiklerinden
kaçmak zorunda kalmışlar. PKK'nın .zaman zaman bu köy-
!erin
evlerini de kullandıgı
olmuştur. Özellikle kış aylannda.
Hadi onlar da bir tarafa; Oramar alanında yüzlerce sığınak, mağara ve dehliz var. PKK genellikle
buralan tercih eder. Onlan tek tek bulup çıkarmak için binlerce askeri görevlen- dirsen
bile birkaç ayda^ önce onlan
bulup çıkartmak
mlirn- kün değildir. Aynca bu yerlerin çoğu da
tuzaklanmıştır."
"Bir
ara bahsetmiştiniz.
Siz bu alana girdiniz değil mi
komutanım?"
"Evet
girmiştik.
Uzun yıllar önce...
Gördüklerimize
şaşı- np kaldık. O
zaman ben bile, bölgeyi terk edinceye kadar, Oramar'ın bize
düşen
kısmının ancak onda birini görebildim."
Müfreze komutanı anlatırken yüz kaslan, açılıp kapanan
gözleri ve ses tonuyla oralarda nelerle karşılaştığını ve yaşadığı zorluklan
yansıtıyordu.
"Tabii,
bizim işimiz
gömü ve sığınak değil silahh adamlar ve gruplar ama
bunu yaparken rastladıklanmızı
da tahrip eder, işe yaramaz
hale getiririz," dedi ve devam etti, "Metin, siz de hava karannca vadi tabanına inin
ve orada tertiplenin. Gece bir iş çıkarsa atışlann kesin isabetli olması ve
hızla
üzerlerine çullanmak için bu
şart. Yol karşı kıyıya paralel gidiyor, sendeki megafonu bana
ver. Ben Balabanlarla beraberim. Duruma göre haberleşiriz."
Yüzbaşı yanından geçerken Uzman Onbaşı Cemil'e
seslendi:
"Cemil,
kız ne yapıyor?"
"Sağlığınıza duacı komutanım. Koynumda uyuyor."
"Ama
bana haber göndermiş!"
"Ne
diyor komutanım."
"'Doğdum. Babam beni görmeye gelmedi,'
diyor. "
"inşallah dönünce 'komutanım."
Biraz
ileride keskin nişancı Uzman Çavuş Halil
mevzi- deydi. Yüzbaşı,
"Halil!" diye ona da
seslendi:
"Buyur
komutanım!"
"Sizin
yanınıza
gelmeden önce Balabanların keskin nişancısı Ziya ile konuştı.im. Ne diyor biliyor musun?"
"Ne
diyor, komutanım?"
"'Üstüme keskin nişancı tanımam,' diyor."
"Halt
etmiş komutanım.
Onu nişancılıkta sulu derelere götürür, susuz
getiririm. "
''Yani,
ben daha mı iyiyim diyorsun?"
"Ona
ne şüphe
komutanım. Yanştınn bizi,
herkes görsün."
"Olur,
bir madeni para bulayım o zaman. "
Yüksek sesle
yapılan
konuşmalan duyan komando erleri,
bulunduktan yerlerde kıs kıs gülüyorlardı.
Yüzbaşı yanlarından ayrıldı.
O gün hava
uzun bir süre
açıktı. Batıp çıkan güneş, sanki
önlerinde
yürüyordu ve vadinin tabanındakiler için mat, kirli kırmızı bir
tepsi gibi erkenden battı.
G
ece
çabuk
çökmüştü. Ortalığı yoğun bir
sis ve duman kapladı,
yer gök belli
olmuyordu. Bütün gece karla karışık pis
bir yağmur iliklerine işleyerek yağdı. Sabah olduğunda her
taraf siS ve duman içindeydi.
Böyle karanlık ve
soğuk bir hava insanın sinirlerini
de kötü etkiliyordu. Bir iki saat içinde gece
gri bir sabaha döndü. Vadinin dibinde olmalarına rağmen soğuğu da beraberinde getirdi.
Beklemek,
bilinmeyen zamanı beklemek... Benim diyen çelik gibi.
bir insanın bile sinirlerini laçkalaştıran saatler. .. Kollarındaki saatler sanki birer gong gjbi çaldığında saat
onu yirmi geçiyordu.
Buzkıran ve
Balaban gözcüleri
aynı anda gördüler. Güneyden, vadinin Irak tarafından geliyorlardı. Hiç aceleleri yokmuş gibiydi.
Yürüyüş kolu, on PKK'lı ve
beş
katırdan müteşekkildi. Hepsi
silahlıydı.
Rahat ve endişesiz oldukları her hallerinden belliydi.
Müfreze komutanı, vadinin karşısında bulunanlara
kripto ile talimat verdi:
"Teslim
olmazlarsa ateşi biz açacağız. Siz
yoksunuz.' Ta ki akarsudan sizin bulunduğunuz tarafa geçmeye kalkıştıkları ana kadar. Sonra
serbestsiniz."
iki
dakika içinde,
"Alındı, anlaşıldı," cevabı geldi.
Adamların silahları omuzlarına baş aşağı
takılıydı ve katırlar yüksüzdü. Patikada salına salına ilerleyen yürüyüş kolu
tam Balabanlann mevzilerinin ortasına g'elcliğinde Teğmen Aykut'un, megafondaki titreşimlerden mutluluk yayan sesi duyuldu:
"Silahlarınızı atın ve teslim olun. Kuşatıldınız!"
Adamlar
dondu. Katırlar
yularları kasılıncaya kadar
birkaç
adım attılar. Sonra
onlar da durdu.
ikinci
anons geldi:
"Sakın silaha davranmayın."
Sanki
mumya olmuşlardı.
Kıpırdamadan oldukları yerde
duruyorlardı.
Ne kadar tehdit altında olduklarını çıkarmaya çalışıyorlar ama bir karar da veremiyorlardı. Aralarında konuştular:
"Yol
kesildi, yol kesildi!"
Bu
durum belki b^ş dakika sürdü. Birden,
yürüyüş
kolunun başı olduğu anlaşılan ve en önde bulunan
PKK'lı, teslim olun sesinin geldiğini düşündüğü kayalıkları
Kalaşnikof'uyla taramaya başladı. On adamdan sekizi Balabanların mevzilerinin
önündeki kayalıkların arasına saklanmaya çalışırken, iki kişi kendini akarsuyun
karşısına atmaya çalıştı. Makineli tüfek bu iki adamı, daha suyun
ortasındalarken paramparça etti. Gövdeleri henüz suyun akışına kapılmadan,
keskin nişancının birkaç mermisi de bedenlerine saplandı.
Yolun yamacına sığınanların durumu da
diğerlerinden farklı olmadı. Silahlar kör yerleri de vurabilecek şekilde tabana
yerleştirildiğinden tırpanla biçilmiş gibi yere serildiler. Bu adamlar,
sıçrıyor, ileri atılıyor sonra da ipleri kopmuş kuklalar gibi havaya uçuyordu.
Vadiyi boydan boya yoğun bir kükürt kokusu ve
duman
sardı. Silah
seslerine doğduklan
günden beri alışık olan
katırlar
birkaç ileri geri hareket dışında olduklan
yerde kaldılar. Olup bitenler, sanki gündüzcü yırtıcı kuşlann bir .ava saldırmalan ve avı kapıp götürmelerinin bir benzeriydi.
Müfreze komutanı, Teğmen Aykut, Başçavuş Mustafa-ve
iki komando efi yola indiler.
Yüzbaşı, "Aykut,
silah ve mühimmatlannı
toplayın," dedi.
Başçavuş
ve iki asker etrafa dağılan silahlan
ve ölülerin üzerindeki mühimmati toplamayıp bir noktaya istiflemeye başladılar.
"Katırlar için de birkaç kişi daha gelsin," emrini verdi müfreze komutanı.
. Teğmen Aykut'un
işaretiyle
iki uzman da yola doğru inmeye başladı.
Yüzbaşı bu
taraftaki son PKK'lının,
sekizinci olanın yanına geldiğinde onun iki kolunu kayalara doğru açtığını ve vücudunu da
büzerek
toprağa yasladığını fark
edince durdu. Karşıdaki
gizlese de yüzbaşı onun
nefes aldığını
hissetti. Bu canlıydı!
Yüzbaşı, "Oyun
oynamayı
bırak çocuk! Ayağa kalk!"
.
diye
bağırdı.
Yamaca
yapışmış
gibi duran PKK'lıda hiçbir hareket olmadı. Yüzbaşı tüfeğinin kurma kolunu ileri geri hareket
ettirince mekanizma şakırdadı.
Bu ses yerde yatanı hareketlendirdi. Böyle devam
ederse ölüm geliyordu. Beklenmeyen bir hızla doğruldu ve yüzünü yüzbaşıya çevirdi. Yirmi yaşlanndaydı. Gözlerinden ölüm korkusu okunuyordu. Kar- makanşık bir
sakalı
vardı. Birden vücudu kendisinin
hakim olamadığı
bir titremeye tutuldu ve sonra
durdu. Ceketinin sağ omzundan kan aktığı görülüyordu.
Yüzbaşı, şimdi yanına gelmiş olan Teğmen Aykut'a,
"Bunu mevzilerin olduğu yere
götürün.
Yarasının önemli bir
şey
olmadığı anlaşılıyor. Sağlık çavuşu baksın,'' dedi.
Sonra
karşı
kıyıdan kendini ^leyen Buzkıranlara, sağ yumruğunu havaya kaldırarak işaret verdi:
"Bizim
tarafa geçin."
Sağlık Çavlışu Ahmet, yaralı PKK'lının tedavisini bitirmek üzereyken yüzbaşı yanlarına gitti.
"Durumu
nedir Ahmet?"
"Önemli sayılabilecek bir şeyi yok
komutanım.
Bir mermi sağ omzı.ınun dört parmak altından sıyırmış. Ağrı kesici verdim. Yarayı temizledim,
ilaç
sürdüm ve sargı beziyle
bağladım.
Üzerinden henüz korkuyu
atamamış.
ikide bir, 'Bana ne yapacaksınız?' diye sorup duruyor."
Buzkıranlar bulundukları yere ulaşmak üzereydiler.
Müfreze komutanı Başçavuş Mustafa'ya seslendi.
"Mustafa,
şuna
birkaç bardak çay verin.
Biraz sakinleşip
kendine gelince sorgulayacağım. Buradan, fazla gecikmeden ayrılacağız."
"Anladım komutanım, hemen."
Teğmen Aykut
yüzbaşının
yanına geldi:
"Silah
ve mühimmatı
topladık komutanım."
"Neler
var?"
"Beş Kalaşnikof, bir RPG-7, bir BCK ve bir Kanas ile
bunların
mermi; roket ve şarjörleri. Katırların bazılarının heybelerinde boş çuvallar vardı. Hepsini iki çuvalın içine doldurarak bir katıra bağladık. "
"Güzel. Üsteğmen Metin'in kolu da geldi. Biraz dinlendikten sonra derlenip toparlanın. Buradan gidiyoruz."
"Emredersiniz
komutanım."
Yüzbaşı aynı talimatı Üsteğmen Metin'e de verdi. Gelen Buzkıranlann bazılan bellerine kadar ıslanmıştı, çamur içindeydiler. Bu durumu gören müfreze komutanı, onlara büyük bir
ateş
yakıp ısınmalannı ve
kıyafetlerini
olabildiğince kurutmalannı söyledi. Islak,
ağzına kadar su dolmuş botlar,
suyun içinde
kalmış ayaklar ve çoraplarla yürüyüşe kalkışmak zaman içinde büyük sorunlar çıkarabilirdi. Şu durumda ise vadide ateş yakmanın, yükselen dumanla çevreyi kokuya
bogmanın
zerrece bir olumsuzluğu yoktu.
Müfrezeden herkesin
imece usulü etrafta ne kadar yanabilecek çalı çırpı varsa
toplayıp
bir yere yığmaları uzun
sürmedi. Yaş agaçların tutuşturulması, özel yakıtla dahi kolay olmadı ama
sonunda alevler kümenin
tümünü sardı.
Müfreze komutanı, PKK'lının oturduğu yerin karşısına geçti ve sırt çantasının üzerine oturdu. Üstegmen Metin'le
Teğmen Aykut da aynı şeyi yaptı.
Yüzbaşı karşısında duran gence, "Adın ne
senin?" diye sordu.
"Hizan!"
"Kaç yıldır PKK'dasın?"
"Dört oldu."
"Daga
kendi isteğinle
mi çıktın?"
"Değil. Üç arkadaş kaçınldık."
"Ne
oldu onlara?"
"Biri
öldü.
Öbürü başka bir grupta çalışıyordu. Haberim yok."
"Nereye
gidiyordunuz?"
"Oramar
alanına."
"Katırlar niye yanınızda?"
"Lojistik
yapacaktık."
"Erzaksız mı kaldınız?"
"Vardır erzak ama azaldı."
"Başınızdakiler ne kadar tüketeceğinizi hesaplayamadı- lar demek!"
"Hakurke
ve Zap'tan Avaşin'e
gidip gelmeler yüzünden yiyecekler
eridi."
"Sen
Oramar'daki depolann yerini biliyor musun?"
"Yürüyüşün sorumlusu yoldaş biliyordu.
Ben bazılannı
bilirim. "
"iyi
düşün
bakalım! Ne kadar iyi düşünürsen senin hayn- na olur, anladın mı?
"Anlamışım. "
"Ne
zaman dönmeyi
planlamıştınız?"
"iki
günde gidip gelin dediler bize. Kar fırbnası ve
tipiye
tutulsanız bile üç günden fazla
gecikmeyin dendi."
"Bugün birinci gününüz, öyle mi?"
"Öyledir komitan."
"Oramar'da
gömü ve depolan bekleyen grup veya gruplar
var mı?"
"Bir
ay önceye kadar vardı. Güney Kürdistan'a askeri ve siyasi eğitim için alındılar. Ama ara ara keşifler yapılıyor."
"Şu anda
orada kimse yok, öyle mi?
"Yoktur." ,
"Gece
nerede kalacaktınız?
Mağara ve sığınakta mı yoksa eski köylerde mi?"
"Bunu
ben bilmiyorum. Parti başı karar
verir."
"Avaşin'de 'çevre kamplardan gelip gidenler hariç kaç kişi var ve kaç ayn
yerde bulunuyorlar? Zap'ta kaç kişi var?"
"Yüzü aşkındırlar."
"Sana
son soru," dedi yüzbaşı. "Sakın yalan söylemeye kalkışma! Kaç baskın ve ■ pusuya
katıldın?"
PKK'lı epey
bir süre susunca yüzbaşı, "Dilini
mi yuttun be adam!" diye bağırdı.
"Birkaçına katılmışımdır. "
Yüzbaşıyla birlikte,
üsteğmen
ve teğmen de
oradan ayrılıp
ateşin yanına gittiler.
Ateşin
çevresinde duranların yüzleri kıpkırmızıydı. Uzun zamandır bu
kadar yüksek ve alevleri gökyüzüne vuran
bir ateş
yakmamışlardı.
Müfreze komutanı iki subaya, "Yarım saat sonra hareket etmeliyiz,"
dedi.
Buzkıran kolundan
Komando Er Tahsin bir yandan çantasıyla uğraşırken diğer yandan da bir kenarda tortop olmuş oturan
PKK'lıdan
gözünü ayırmıyordu. Biraz
ileride hazırlık
yapan Uzman Çavuş Halil'e,
"Halil Çavuşum,
şu adamı bana bir teslim etseler, ben
bilirim ona ne· yapacağımı,"
dedi.
Halil
Çavuş
gülümsedi.
"Ne
yapacaksın,
bakalım!"
"Çavuşum bu da sorulur mu? Neler yapmam ki
kim bilir kaç asker arkadaşımızı şehit etti bu saloz," diye
gamatoyu bastı.
"Tamam
da, o cezasız kalmayacak ki, bu safhada bize çok yararı olacaktır. Komutan ondan bütün her
şeyi
öğrenmiştir."
"Ceza
olsa ne olacak. Yok pişmanlık
yasası, yok iyi hal yasası, yok
bilmem ne affı.
Yediği naneler yanına kar
kalacak. Yıllardır böyle oluyor mu bu işler? Bizim
de bu karlı
dağlarda anamız ağlasın. Ne
iyi be!"
"iyi
de, gördün
işte dokuz tanesi yok oldu
gitti."
"Anladım da bu niye.duruyor?"
"Canlı ele geçeni öldürmek bize şeref getirmez
Tahsin.
Kendimize
olan saygımızı
ve vicdanımızı rah.atsız ederiz. Sen öfkeni biraz
dindir. "
"Demesi
kolay çavuşum.
Bundan sonra nereye?"
"Nereye
mi? Aptalca sorular soruyorsun. Devam ediliyor.
Devam. Nereye olduğu ne fark eder. Sadece devam."
Yirmi
bir dağ komandosundan oluşan Afat
Müfrezesi,
Hizan isimli PKK'lı ve
beş
katırdan oluşan yürüyüş kolu
kuzeye, Oramar alanına doğru yola koyulduğunda vakit ikindi sıralanydı.
Vadi
tabanını
takip eden yolda olmalanna rağmen rüzgar buz gibi esiyor, tenlerini
kesiyordu. Bir saat kadar yol almışlardı ki, iri kar tanelerini önüne katmış olan fırtına yüzlerine vurdu. Beyaz kar bulutlan her
yeri sardı.
Yağış öyle yoğundu
ki kol sonundakiler kol başını zor
görebiliyordu.
Her şey beyaza
boyandı.
Fırtına böyle devam
ederse ilerlemeleri çok
zorlaşacak, belki de Oramar'a varmadan vadi içinde bir
kuytuya sığınmak
zorunda kalacaklardı. Geçit vermez bu dağlık arazideki
yol kuzeye ilerledikçe
o kadar sarp bir boğazdan geçiyordu ki fırtınanın uğultusu iki yanda yükselen yalçın kayalıklardan sesler getiriyordu.
Katırlardan biri huysuzdu, deli deli
hareketler yaptıkça
askerlerin canını sıkıyordu. Bu hayvanı PKK'lı yedekliyordu.
Düşmanın en
acımasızı
olan doğa, "Ben
buradayım,"
diyordu. içlerinden bir
kısmı,
müfreze komutanı geçici de
o/sa bir kuytuda bizi bekletir, diye düşünseler de
öyle olmadı.
Aksine yüzbaşı, PKK'lıyı da yanına alarak
yürüyüş
kolunun
başına
geçip hızı daha da artırdı. Düş^cesi, bir an önce bu
cendereden, vadiden, boğazdan kurtulmaktı. Her biri üç bin
metreden yüksek
dağlarla çevrili Oramar
alanı karla kaplı olabilirdi
ama daha korunaklı
ve yumuşak bir
bölgeydi.
Hava tamamen kararmadan oraya ulaşmak istiyordu.
Vadinin
Oramar'a açılan
ağzı göründüğünde havanın hırçınlıgı da
eski sertliğini
kaybetmişti. Akşam karanlı!;jının basmasına da bir saat kadar vardı.
Vadiden
çıktıklarında
dağların arasındaki kar
denizi ile karşılaştılar.
Yüzbaşı şimdi de
kenarları
yayvanlaşmış, yüksekliği birkaç adam
boyunu geçmeyen
Çığlı Suyu'nu besleyen
bir dere yatağını
takip ederek yürümeyi. sürdürdü. Çok geçmeden pencere kenarlarına kadar kar yığılı, çatılan karla kaplı birkaç tane tek katlı köy evi
ile uzaktan alacalı bir buket gibi görünen ağaçlan fark e^iler.
Takip
ettikleri dağ
patikası, eskiden burada yaşayan köylülerin bir zamanlar kullandığı yollardan biriydi.
Müfreze komutanı ayakta kalmış yedi
evden en büyüğü
sayılan ve pencerelerine saç ve
teneke çakılmış
olan evi gözüne kestirip
doğrudan
oraya .yöneldi. Ana
giriş
kapısı menteşelerinden sökülmüş ve
yana yatırılmıştı.
Kapı demirdendi.
Karlara bata çıka evin etrafında bir
tur attı.
PKK'lı da arkasından onu takip ediyordu. Yüzbaşı içeri girdi. Burası rutubet
ve küf kokuyordu, salon sayılabilecek bir yer ve üç oda.
Gene de kapalı bir mekanda olmak içine huzur
verdi.
Bu
arada müfrezenin
tamamı da seçilen evin
önüne
gelmişti. Hepsinin yüzü pancar
gibiydi, vücutları
terden sırılsıklam olmuştu.
. Yüzb_aşının talimat vereceğini anladıklarından kapüşon
ve
kar başlıklannı
oynatarak kulaklannın açığa çıkmasını sağladılar.
Müfreze komutanı, "Arkadaşlar hepimiz arkamdaki evde kalacağız. Yandaki metruk binaya ise katırlan sokacağız. Kalacağımız evde bir salon, üç küçük oda,
bir ocak, duş ve tuvalet diye kullanılmış bir bölüm var.
içeri girip agıi-lıklarını- zı bıraktıktan sonra Balaban kolu katırlarla ilgilenecek, civar e^lerde bulabildiği kadar boş teneke,
kutu ne varsa toplayıp
getirecek. Buzkıranlar da yakılabilecek ne kadar malzeme varsa kalacağımız evin bir odasına yığacak. Bu Hizan da Balabanlara yardım edecek.
Biliyorum çok yorgunsunuz. Fırtına hepimizin
enerjisini düşürdü.
Ancak hava daha da kötüleşip karanlık çökmeden bu işleri bitirmeliyiz.
Haydi demir adamlar, başlayın."
Yapılması gerekenlere
aydınlık
yetmedi. Kapalı gökyüzü ve seyrekleşen kar altında, zemininin
beyaz aydınlığından
istifade ederek bir saatten fazla
çalışmak
zorunda kaldılar. Bu
arada köydeki su kuyularından birini de bulmuşlardı. Evlerden birinde orta büyüklükte, pınl pırıl, iki alüminyum kazan çıkması onlan
pek şaşırtmadı.
PKK da buraları kullanıyordu. Keza su kuyusunun çıkrıgı, ipi
ve ağaç bir makaraya bağlı kovası da bunun kanıtıydı.
Odalardan
birinin yansı, etraftan toplanan ağaç parçalan, latalar daha önceden kesilip
evlerden birine istif edilmiş halde
duran odunlarla dolmuştu.
Birkaç tane kulplu, paslanmamış teneke ile sağlam iki
tane de testi bulmuşlardı.
Evin
içersini,
mumlar, bataryalı aydınlatma fenerleri ve kesilip istiflenmiş odunların yaninda buldukları büyük bir demet çırayı kullanarak
aydınlattılar.
Yüzbaşı kol
komutanlarını,
"Bu gece, yarın ve
belki de
yann
gece burada kalacağız.
Müfrezenin tamamı vardiya
usulü ile sabaha kadar banyo yapmış olsunlar.
Nöbeti de dönüşümlü yapın. Mevzi olarak bu binanın köşelerini kullanın. Katırlara
verebileceğimiz bir
yiyecek yok. Heybeleri de boş olduğuna göre PKK'lılar hayvanları buradaki gömülerden çıkacaklarla doyurmayı hesaplamışlar anlaşılan.
Onlar dayanıklıdır, su verelim yeter. Gene nöbetler bir
saati geçmesin. Bu geceyi, bu sıcak ve
korunaklı
yerde banyo, şahsi
temizlik, yırtık
sökük dikme, silah ve mühimmata bakım yapma gibi işlerle verimli
bir şekilde
kullanmalıyız. Herkes
olabildiğince
istirahatine baksın. Yann
bu oğlanın
göstereceği yerlerden
itibaren aramalara başlayacağız,"
diye bilgilendirdi.
Üsteğmen ve
teğmen,
"Baş üstüne, "
diyerek ağırlıklarını
bıraktıktan ve
adamlannın
bulduğu odalara gittiler.
Müfreze komutanı el radyosunun frekansını ayarladı ve mesajı kodlayıp gönderdi.
"Ondan
dokuz eksildi. Biri yanımızda. Kayıp yok. Yaralı yok."
Ocakta
ateş hemen yakıldı. lki
kazan taşlardan
yapılan saç ayaklar
üzerine
yerleştirilerek sular
kaynatılmaya
başlandı. Baca iyi çekmediği ve
muhtemelen yazın
kuş yuvalarıyla örtüldüğü için fazla
verimli değildi.
Bu sebeple dumanın bir
kısmı salon ve odalara doldu. Ama
bundan kimse rahatsız
olmadı. Sıcak olsun
da ne olursa olsundu! Çamaşırlar ve çoraplar içi su
dolu tenekelere basıldı ve ocağın üzerine konmak üzere sıraya dizildi. ilk nöbeti Balabanlar
kolu üstlendi.
Katırlar sulandı. Hayvanlara
birer kova yetmedi. ikincileri verildi. Sudan sonra beklediler; arpa, çavdar gibi
yiyecekleri beklediler, ancak onlara yemek veren olmadı.
Üsteğmen Metin,
müfreze
komutanına ne zaman banyo yapmak istediğini sorduğunda yüzbaşı, "En son ben," dedi.
Gece
yansından
önce, binanın içine yayılan buhar
ve duman; nem, rutubet ve küf kokusunu
nispeten giderdi. Hepsi iliklerine kadar ısındı. Hele
banyo yapanlar yeniden dünyaya gelmiş gibi
oldular. Gerginlikler azaldı. Hatta
aralannda şakalaşmalar
arttı. Banyosunu bitirenler uyku tuluriılannın içine girip derin bir uykuya daldılar.
Yüzbaşı bir
ara evden dışarı
çıktı. Yan aydınlık, tek
tük kar atıştıran bir
hava vardı. Etrafı
çeviren, sanki gökyüzünü yakalamak
istercesine yükselen
Buzul, Rejgar, Tove dağlan ile
onlarla yarış edercesine yükselen Han
Yaylası'na
baktı. Uzun yıllar önce gene buraya gelmişti. Biraz
düşüncelere
daldı, eskilere gitti. Böyle dalıp gitmişken kulaklarını sıkıp geriye atarak kar örtüsü üzerinde koşan minik bir hayvan gördü. Tavşan çok yakınındaydı. iri gözlerini görebiliyordu·.
Tavşan ileri geri hareketler yaparak bir
çalılığa
ulaşıp kayboldu. Yüzbaşı nöbetçilerden birinin de tavşanı gördüğünü fark edince, "Aklından ateş etmek veya onu yakalamak gibi bir
saçmalığı
geçirmiyorsun herhalde,"
diye takıldı.
Onbaşı irfan, "Yok komutanım, ben hayvanları severim. Kırk yıl et
yemesem aklıma bile gelmez," dedi.
"Bırak oğlum şimdi palavrayı, bu koşullarda ateş edilmez desene! Sen hiç koşarak tavşan tutabilen bir insan gördün mü?"
"Görmedim."
"Ateş edemeyeceğine ve koşarak da
tutamayacağına
göre, izle yeter."
"Anladım komutanım. "
"O
dabizim gibi, bütün insanlar gibi yaşam mücadelesin-
de.
Onu gördüğümüze
göre, yakınlarda onun
aile fertlerinin de olduğunu
bil. "
Yüzbaşı binanın etrafını. kolaçan etti. Sonra katırların bulunduğu binaya girip çıktı. Uzun
uzun dağlan izledi. Bir şeyleri hatırlamak, yeniden yaşamak ister
gibi bir hali vardı.
Köy evine
girmeden önce dii;IE!r gözcü Hasan'a,
"Şu
karşıdaki ağaç ne
ağacı?"
diye sordu.
Hasan
biraz düşündü,
"Tam çıkaramadım, komutanım," dedi.
"Bir
meşe, bir ardıç, bir
kayın, bir kızılağaç, bir
dişbudak,
bir yemişen mi?
Yoksa bir meyve ağacı
mı?"
Hasan
ağır bir sınavın altında ezilen bir öğrenciden farksız hissediyordu kendisini.
"Hepsi
de olabilir," diyerek işin içinden sıyrılmak istedi.
Müfreze komutanı kesin ve net bir ifadeyle,
"O bir elma ağacı. Yann sabah karlan eşelediğinde altında yüzlerce elma bulacaksın. Kimse toplamadığından bütün elmalar zamanı gelince
döküldü ve şu anda
karların
altında tıpkı mevsiminde olduğu gibi
dinç ve taze duruyorlar. Sana görev, yann
karlan temizle, elmaları
topla ve arkadaşlarına dağıt," dedi.
Hasan
önce bu bilgileri şaka sandı. Yüzbaşı nüktedandı ama laubaliliği ve aptalca şakaları sevmezdi.
Hemen kendini toparlardı:
"Emredersiniz
komutanım,
gün ağanr ağarmaz, hemen
elmaları
toplayıp arkadaşlara dağıtacağım," dedi.
Yüzbaşı binadan içeri girdi.
Uzaktan
anlan izleyen irfan, Hasan'ın yanına geldi.
"Ne
diyordu komutan?"
"Karşıdaki ağacın ne olduğunu sordu.
Ben nereden bileyim. Onun elma agacı olduğunu söyledi ve sabah olunca
git,
karların
aitından elmaları topla,
müfrezedeki
arkadaşlarına dağıt dedi."
"Yüzbaşı, seninle kafa bulmuş oğlum. Ne ^iması koçum? · Ne armudu? Farz edelim elma ağacı, bu
saate elma mı kalır
ortalıkta! Hepsi çürüyüp gitmiştir."
"Eee.
Ben ne deseydim kendisine, olmaz mı deseydim?"
"Ben
senin yerinde olsam, iddiaya girerdim. Elmalar çıkmazsa
diye."
"Sen
ne şaşkalozsun
be! Hadi git, söyle bakalım komutana."
"iyi
ya! Gözetleme
yerini terk ettik diye bir araba
dolusu laf işitelim
değil mi? Benim aklıma ne
geldi biliyor musun?"
"Sen
de hınzırın
birisin! Ne geldi?"
"Ağaç iki adım ötede, sen benim şu tüfeği tut,
ıslanmasın.
Ben bir sopa ile karlan eşeleyeyim." .
Hasan
biraz ilersindeki lrfan'ın karlan
eşeleyerek
sağa sola atmasını olduğu yerden izledi. Birkaç kez
elini parkasının
ceplerine soktuğunu da
gördü. Yirmi dakika sonra irfan yanına geldi
ve iki cebinden sekiz tane elma çıkardı. Hepsi
de taş gibi ve pırıl pırıldı.
iki
asker de dil birliği
yapmışçasına, "Pes,
pes ve gene pes. Pes ki ne pes!" dediler. ’
Gece
yansını
geçeli epey olmuştu. Üsteğmen Metin, yüzbaşının harita üzerinde çalıştığını görünce ona bir bar" <lak çay getirdi
ve onun oturmasını
işaret etmesiyle yanına oturdu.
Üsteğmen, "Bakalım bu oğlan yarın bize kaç gömü gösterebilecek komutanım?" diye sordu.
"Çok yer
gösterebileceğini
sanmıyorum. Ama
esas olan,
kıymetli gömüleri gösterebilmesi. PKK'nın
yöntemidir. Hiç kimse
her şeyi tam olarak bilmez ve gösteremez. Herkes bir parça bilgiye
sahiptir. Bu oglan da bütün Oramar
alanı
gömülerini bilemez. Yarın anlayacağız. "
"Şu yaşadıklarımızı batıda birilerine anlatsak dilleri tutulur,
inanamazlar komutanım.
"
"Anlatmayın zaten. Hem anlamazlar, hem yanlış anlarlar, hem de şöyle olsaydı böyle olsaydı diye akıl veren
Hacivatlar çıkabilir.
Memleket bu konularda çokbilmişten geçilmiyor. Her şeyin nesli
tükenir,
ağızdan dolma, kuru sıkı tüfeklerin nesli tükenmez. Çok eskiden izne gittiğim bir
zamanda çocukluk
arkadaşlarımızdan birinin
ağabeyinin
kitap yazmak için araştırmalar yaptığını duymuştum. Benim izinde olduğumu bildiği için arkadaşım da
ağabeyini benim yanıma getirdi. Bana sorular sonnaya başladı. 'Size hiçbir şey
anlatmayacağım. Savaşı başkalarının anlattıkları ile yazanlara dayanamam,'
dedim. 'Neden? diye sordu. 'Aşkın ne olduğunu· bilir misin?' diye sordum.
'Biliyorum,' dedi. 'Savaşa kadar ben de bildiğimi sanırdım. Bir kadını sevmiştim.
Savaş en büyük tutkuları ve en büyük kinleri doğuruyor. Bunu yaşamayanlar
bilemez. Siz savaş ne, vicdan ne biliyor musunuz?' dedim. Kesin olmamakla
beraber, 'Anlıyorum,' dedi. 'Hayır, hayır anlayamazsın. Siz iki duygunun nasıl
bir- biriyle çarpıştığını bilmiyorsunuz. Korkunun ve vicdanın ... Siz, kişinin,
çalışanın, kocanın vicdanını tanıyabilirsiniz. Ama askerlerinkini
bilmiyorsunuz. Siz hiç düşman mevzi- !erine bomba attınız mı?' dedim. 'Hayır,'
diye cevap verdi. 'O halde, savaşan bir askerin duygularını nasıl yazacaksınız?
Asker birliği ile saldırıya geçiyor, hücuma kalkıyor. Karşıdan otomatik
silahlarla ateş açıyorlar. Yanındaki arkadaşları
düşüyor. O
ise emekliyor, surünüyor.
Emekliyor. Bir saat geçiyor, altmış dakika. Her dakikanın altmış saniyesi vçır ve
her saniyede onu yüz defa öldürebilirler. O ise emekliyor, topraklara kayalıklara sürtünüyor. Savaşın, askerin iç duygusu
budur. Sevinmek nedir bilir misin?' dedim. 'Kesinlikle, bunu biliyorum,' dedi. 'Doğru. Siz
belki aşkın sevincini, belki
de yaratmanın
sevincini biliyorsunuzdur. Belki
bir kadın sizinle annelik sevincini paylaŞmıştır. Ama zaferin sevincini, düşmanı yenmenin
sevincini, askerin kahramanlık
sevincini tatmayanlar, onlann en güçlü ve
en yakıcı sevincinin ne olduğunu anlamazlar.
Peki siz bunları
nasıl yazacaksınız? Uydurmaya
başlayacaksınız,'
dedim. Sonra bana güya bu
konularda çalışma
yapılmış bir dergiyi uzattı. Şöyle bir göz atarak
elimde olmadan kaldırıp
attım. 'Ben savaşta mürekkeple değil, kanla
yazılmış
kitap okudum. Böyle. bir
kitaptan sonra uydurmalara dayanamam. Siz
ne yazabilirsiniz ki? Yalanlardan nefret ederim. Siz doğruyu yazamayacaksınız!' diye sert çıktım. Agabeyinin
yanındaki
arkadaşım da böyle
bir girişimde
bulunduğu için mahcup
oldu. Bilmiyorum, sonradan bana hak verdiler mi?"
Bu
anıyı dinleyen Üsteğmen Metin,
"·Umarım anlamışlardır
ve ders almışlardır komutanım," dedi.
"Güzel de bu bize rastlayanı, bizim bilmediklerimiz ne olacak?
Onlara kim, 'Bu işler
böyle olmaz,' diyecek?"
Elinde
tuttuğu plastik bardaktaki çay soğumuştu. Çayı soğuk soğuk içerek, "Banyo durumu ne oldu? Sizin
kolun banyosu bitti mi?" diye sordu.
"Son
iki kişi
kalmıştı komutanım. Şimdi bakacağım ve
nöbeti biz devralarak Balabanların banyoya başlamasını sağlayacağız."
"Tamam."
Üsteğmen selam verip aynldı.
Sabaha karşı serseri gibi sağa
sola savrulan bulutlar, ka- nn da ara ara kesilmesini sağladı. ihtişamlı sessizliği ise gece yırtıcılannın sanki planlarruş gibi karşılıklı
seslenişleri bozdu. Bunlar te^k edilmiş harap köylerin
değişmez sakinleri olan baykuşlardı. Artık buraların misafiri değil, sahipleriydiler. Seslerindeki tiz ve tok ritimler, benim
diyenin sinirlerini boşaltmaya yetiyordu. En çok da nöbettekiler bundan etkilendiler. Yakınlarda öten
baykuşun köyün en gerisindeki evlerin birinin bacasında veya çahsında olduğu
kesindi. Baykuşu göreme^elerine rağmen dinleme ve gözetleme yapanların bazıları
içinden, şuna bir şarjör
boşaltayım da
görsün! diye geçirenler bile oldu. Ama yapamazlardı.
Yakalanan PKK'lının kılavuzluğunda sığınak ve gömü aramaya başlamak için harekete hazır olduklannda ortalık
da ağarmaya başlamıştı. Her biri üç bin metreyi geçen,
Oramar'ı çeviren dağlar yan beline kadar sisin
altındaydı. Sanki ortadan gelişigüzel
kesilmiş hissi veriyorlardı insana. Oramar'ı boydan boya geçen
Çığlı Suyu'nun aktığı vadi tabanı da sanki bulut kümelerinin
barınağını andırıyordu.
ilerleme düzeninde bu kez Üsteğmen Metin'in Buzkıran kolu önde, Teğmen Aykut'un Balabanlar kolu arkadaydı. Yürüyüşe geçmeden müfreze komutanı ikisini yanına çağırdı:
"Bu oğlan, bu dönemde Oramar alanında PKK'lı
bir grup olmadığını söyledi ama bu alan devasa bir
yerdir. Buradan görebildiğimiz
kısmı bile. alanın onda biri değil. Birincisi doğru bilmeyebilir. ikincisi başka bölgelerden şu veya bu sebeple bazı gruplar gelmiş olabilir. PKK kışın,
yurtiçi
kamplanndan
başka birine geçmediği gibi,
aksine bulunduğu
yere daha da kapanır ve
kamufle olur. Gene de tedbirli olacağız. Olası bir karşılaşma iki
taraf için de bir sürpriz olacaktır. Sürprizin bize düşen kısmı, onlarla aniden burun buruna
gelmemiz olur. Onlar beklemiyor, biz ise anyoruz. Aykut, aramayı Metin
ve adanılan
yapacak. Biz vadi tabanında ilerlerken
siz, vadinin iki tarafındaki
hakim arazilerden bizim güvenliğimizi sağlayacaksınız. Metin, katırları senin
askerler yedeklesin. Onlara ihtiyacımız olacak. Bulacağımız sığınaklardan çıkanlarla
açlıklarını da giderirler."
Teğmen Aykut,
"Komutanım,
PKK'lıyla bizim arkadaşlar
gece görüşürken,
'Bana da silah verin, bundan
sonra ben de sizinle beraber savaşayım,' demiş," dedi.
Müfreze komutaı;ıı zorla gülümsedi. ·
"Bunlann
bazıları
hep böyle yapar.
Hangisinin ne kadar dürüst
davrandığını da
hiçbir zaman bilemezsin. Önce bugün yapması gerekenleri yapsın. Katırların dilinden iyi anlar bunlar. Vadi tabanına inip
gömü aramaya başlayıncaya kadar size yardım etsin."
iki
subay müfreze
komutanının yanından aynlarak
kollarının
tertiplendiği yere
gitti. Köy evinden Çığlı Suyu'nun
içinden
geçtiği vadiye inmeleri bir saatten fazla
sürdü. Vadi kanatlarının emniyetini alacak olan Balabanlardai'ı beş asker, müfreze vadi
yamacının
kenarına gelince, akarsuyun kuzey kısmında bekleyerek
diğerlerinin
inişlerini göz temasını kaçırmadan takip
ettiler. Akarsu boyunca döne döne vadiyi
takip eden patika, karşı kenarda olduğu için bir müddet
uygun geçiş yeri aradılar ve
bulunca da karşıya
geçtiler. Geçiş esnasında katırlar can sıkıcı bir
şekilde inat etti. PKK'lı ile
birlikte katırları
yedekleyen Buzkıranlardan Ko- 124
mando
Er Mehmet, önünde
yürüyen Hüseyin'e, "Katırlar niye
böyle delilik
etmeden tıpış
tıpış yürüyor sence?" diye sordu. Herkes
gibi yüzü
kıpkırmızı kesilen, vücudu ter
içinde
kalan Hüseyin,
"Gene ne yumurtlayacaksın? Nereden
bileyim ben? Allah'ın
katın işte! Neymiş? Sen
söyle
bakayım," diye çıkıştı.
"Bunlar,
iki gündür
aç ya yiyecek bulunacak bir yere
git^ tiklerini anladılar.
Onun için."
"Hay
senin saman kafana. Başka ne
varmış gidilen
yerlerde?
Sorsana seninkine, belki onu da söyler!"
"Bak
gör, benim
dediğim
çıkacak."
"Allahım Yarabbim!
Bunu bilmeyecek ne var? Bu herif, yer gösterirse bazılanndan mutlaka
yiyecek bir şeyler
çıkacak. Pusuya düşürdüklerimiz zaten
erzak için gelmiyorlar
mıydı
akıllım?"
"Sana
da yaranılmıyor
ki!"
"Sen,
bu katır
işini geliştir bence askerden sonra birkaç katır edinir,
çiftçilik
işlerinde kullanırsın."
"Bizim
oralarda kalır olmaz
oğlum.
Hiç. işim yok da katırların kahnnı mı çekeceğim. "
"iyi
iyj tamam. Kes şu
katırcılığı. Konuşmak için bahane
anyorsun."
Suyun
karşısına
geçer geçmez, Balabanlann diğer beş askeri
de yamaçtan
yukanya tırmanmak için bir
iz aramaya başladı.
Yamaç kesik kesik ve kademeli bir yapıya sahipti.
Gözlerine
kestirdikleri bir noktadan
yukanya hareket ettiler.
Şimdi tabanda,
Buzkıranlar
ve müfreze komutanı vardı. Yüzbaşı Hizan'·•
çağırarak,
"Hangi yönü takip
ederek senin göstereceğin
noktalara gideceğiz? Şu istikamet
kuzeybatı,
arkamız güneydoğu. Bulunduğumuz yere
göre
düşün. Va-
kit
kaybedecek zamanımız
yok ve göstereceğin her yerde yapacağımız işleri gün ışığında bitirmemiz gerekiyor," dedi.
PKK'lı ·hiç
tereddüt
geçirmeden ileriye, kuzeybatı yönüne doğru yürüyüşe başladı.
Arkasından müfreze komutanı, Üsteğmen Metin
ile Buzkıranlar
hareket ettiler. Çığlı Suyu'nun
kıvnmlanna
uyarak dere yatağını takip
eden patikanın
zemini yer yer kayalık ve
toprak olduğundan,
bas- tıklan her
taraf vıcık
vıcık çamurdu. Bulunduklan
mıntıka
hiçbir zaman tekin olmadıgı için bütün silahlann mermileri atış yataklanna
süriilmüş
ve emniyetleri açılmıştı.
PKK'lı silahı, mühimmatı ve sırtında yükü olmadığından çabuk çabuk,
koşarcasına yürüyor, ikide
bir durarak yolun dayalı
olduğu yamaca bakıp yer
kestirmeye çalışıyordu.
Her tarafı birbirine
benzeyen bu vadide, keskin bir işaret olmaksızın bir yerin bulunması ise
deveyi igne deliğinden
geçirmekten
bile zordu.
Bir
saatten fazla bu şekilde
yürüdükten sonra birden durdular.
ilerde yürüyen
PKK'lı etrafında fır dönüyor, kollannı uzatıp birleştiriyor, sanki canlı bir
totem gibi hareketler yapıyordu. Hepsi onun yanına geldiğinde, sol taraftaki yayvan araziye doğru tırmanmaya başladı. Görünürde farklı bir şey yoktu.
Yirmi metre çıktıktan
sonra gene sağa sola
baktı ve kavisli ama yüksek olmayan,
testere gibi bir kayalığa
dayalı, sıradan bir
taşı kendine dogru çekti. Aşagıdakiler karanlık bir oyuk gördüler uzaktan.
PKK'·lı neredeyse gövdesini
yan beline kadar içeri soktu
ve sonra zorla sürtüne
sürtüne geri çıkıp ayağa kalktı. Bir elinde kürek, bir
elinde de kısa
saplı bir kazma vardı.
PKK'lı, bulunan
gömünün ilerisine doğru en
fazla otuz kırk metre aralıklarla altı gömü daha gösterdi. Durum
şuy-
du: PKK, Oramar alanının bu mıntıkasında,
gömüler için doğal imkanlara sahip iki yüz
ila iki yüz elli metre içinde uygun bir yer bulmuş
ve depolama yeri olarak kullanmaya başlamışh. Ne var ki, Oramar'da bulunan gömüler sırf bunlardan ibaret. olamazdı. Başka mıntıkalarda, başka yerlerde de gömüler
olduğu muhakkaktı. Fakat yanlarında tuttukları adamın
bunların hepsini bilmesi imkansızdı. Örgütte gömüler konusunda herkesin ancak bir kısım hakkında bilgisi olabilirdi. Bu
PKK'nın en çok özen
gösterdiği konuların başında geliyordu.
Yedi gömü ve sığınağın beşinden
erzak, ikisinden silah ve mühimmat çıktı. Buzkıranlardan herkes, ağır işçilere
taş çıkaracak bir azim ve gayretle bütün mallan, dehliz lie çukurlardan dışarı çıkardılar. Erzak çuvalları,
içlerinde bulgur, kuru fasulye, nohut,
mercimek gibi tahıl ve baklagilleri ihtiva etmesine karşın, ağırlık çuvallar dolusu undaydı. Uzun zamandır sulu ve sıcak yemek yemedikleri için hepsinden birer parça kendilerine ayırdılar,
kalanları ise çırpına çırpına akan Çığlı Suyu'na döküp imha ettiler. Akarsuyun dirsekli kenarlarında toplanan çeşitli erzaklar, suyun rengini alacalı bulacalı bir hale getirdi. Katırlar da kendi paylarına
düşenlerle karınlarını tıka basa doyurdular. Erzak
gömülerinin ikisinde tenekeler dolusu yağ ile çeşitli markalarda salça
bulundu. Bazılarından erz<!kla birlikte
kap kacak, tencere, kazan, kaşık, çatal gibi malzemeler de çıkh. Hepsini param. parça ederek, ezerek, yamyassı hale getirerek dere yatağına, vadiye savurdular. ■
Silah ve mühimmatın depolandığı iki dehlizden, PKK'nın
kullandığı her çeşit silahtan bir miktar çıktı. Hatırı sayılır miktarda patlayıcı ve saniyeli fitil de buldular. Kalaşnikof-
lar,
Kanaslar, BCK otomatik tüfekler, RPG-7
ve RPG-11 roketatarlar... Bu silahlara ait sandık ve
çantalara
doldurulmuş mühimmat, çuvallarca şarjör, taarruz
ve savunma el bombalan ... Hepsini boşaltılan un
çuvallarına
dolduruldular. Beş katır ele
geçirilen
silah ve mühimmatı, o
da çok iyi yüklenmesi şartıyla ancak taşıyabildi.
Hepsinin
üstü
başı, yüzü gözü, çamur içinde kalmıştı, defalarca inip çıkarken kayaların jilet gibi kenarları bazılarının botlarını yırtmıştı. Bir ara karla karışık bir
yağmur da üzerlerinden geçti. Çok yorulmuşlardı ama huzurluydular. Aşırı enerji
kullanmak zorundaydılar
çünkü hava kararmadan işin bitmesi
gerekiyordu.
Silah
ve mühimmat
çuvalları katırlara yüklendiğinde, hayvanların sadece başlan, kuyrukları ve ayaklan görülebiliyordu. Dönüşe geçtiklerinde karanlık da artık, ben
geliyo- mm,
diyordu. Dönüşe geçtiler.
Ayrıldıkları eve döndüklerinde hava kararmıştı.
Nöbetçiler hemen yerlerini aldılar. Katırların yükleri süratle indirildi. Ateş
yakmaları uzun sürmedi. Yemek işlerinden anlayanlar mercimek çorbası ve bulgur,
fasulye, nohut karışımından karma bir yemek yapmak için kollan sıvadı.
Müfrezenin büyük kısmı, eşofmanlarını giyerek tepesine kadar çamura batan
pantolonlarını kurutmaya hazırlandılar. Botlar ise kurumadan suyla
temizlenmeliydi, onları silmeye başladılar. Yemekten sonra gene banyo ve
çamaşır yıkamak için su gerekliydi. Kuyudan kovalarla su çekerek dün geceki alüminyum
kazan ve kaplara doldurdular. Gece yansına doğru işlerin çoğu yoluna girmiş ve
nöbetçiler hariç herkes yavaş yavaş köşelerine çekilmişti.
Ana üsten ayrıldıklarından beri ilk defa
mideleri sıcak bir
yiyecek görüyordu. Çorba ve baklagil karışımı
yemek hepsini çok memnun etmişti.
Yemekten sonra
askerler birbirleriyle şakalaştılar:
"Şu PKK'nın kırk yılda bir, bize bir yaran
dokundu!"
"Ne yani! Bu
heriflerin erzaklanndan istifade ettik diye mi böyle söylüyorsun?"
"Öyle ya, teşekkür etmeliyiz, değil
mi?"
"Ne demek? Teşekkür etmezsek nankörlük olur! Etmez olur muyum, edeceğim. Hem de görür görmez. Tüfeğin namlusundan!"
"Komutanı işitmediniz mi? Bunlar, bizim bulduklarımız. Oramar-Alandüz denilen yerde sadece bir yere depolananlar diyor. Bizim ele geçirdiğimiz erzaklarla bir tabur bir ay ya^ayabilir. Başka yerdekileri de düşün!
Nerelerden, nasıl, neyle toplanıyor ve buralara depolanıyor?
Bu nedir böyle? Kimlerden toplandı? Buralara nasıl taşındı? Bunlan sadece PKK'lılar mı
topladı ve taşıdı? Çıldırmamak işten değil!
Güya bir sürü istihbarat kurumu var
bu devletin! Nerede ne iş yapar bu kurumlar? Ve biz buralarda kann, \.'.ağmurun, çamurun, ayazın, bıçaktan farksız soguğun içinde debelenip duruyoruz. Tamam, bizim azmimiz ve inancımızda en küçük bir azalmayı yok, hırslıyız.
Böyle giderse bizim ülkenin başına daha çok şeyler gelecek. Kimse şaşırmamalı."
"Senin bu saydıklannı yüzbaşımız bilmiyor mu . sanki. Ama bak, hiç istifini bozuyor mu? Bizim sorumluluğumuz bu, vazifemiz bu diyor
ve hiçbir şey onu sarsmıyor."
"Biz kendimizi
onunla mukayese edebilir miyiz? O bir kurşun asker ve kendini
memlekete adamış. Ama biz, ya- nn öbür gün terhis olacak ve çekip gideceğiz. Halkın içine
kanşacağız. Ne anlatacağız insanlara?Anlatsak bize inanır-
lar
mı
sanıyorsun? Zaten
komutanın
ağzından ben bile kaç kere
duydum. 'Döndüğünüzde
anlatmayın. Anlahrsanız da,
sizi kimse dinlemez,' diyor."
"işin içine girince başka, dışına çıkınca başka... Nedir bu başımıza gelenler?
Bu meseleler, durdu durdu da bizim kuşağı yakaladı. Bir türlü kökünden koparılıp ahlamadı."
"Vatan
me5elesi bizim gibiler için de
artık bir 'ben' meselesi
haline geldi. En gururlu, en sert askerler biziz. Kimse de nasıl geri
döneceğini
bilemez. Dişlerimizle çukur kazmak gerekirse onu da yaparız. "
"iyi
güzel de sana bir şey söyleyeyim mi? Askere gelmeden önce bir
büyüğümüz
söylemişti: 'Cesaret,
ödünün
koptuğunu senden başka kimsenin
bilmemesidir.' Kimse eve torba içinde dönmek istemez. Bizim işimiz düşmanı bulmak ve onu yok etme yeteneğimizi bütün güçlüklere rağmen ko- _
rumaktır. Amaaan,
kafam taş gibi oldu, işlemiyor artık."
Kol
komutanları
yanındayken Yüzbaşı Tayfun,
radyodan özel frekansa girdi ve kriptolu mesajı gönderdi: "Tonlarca erzak tahrip. Çok sayıda silah ve cephane beraberimizde, Yanımızdakinin ve silahların teslimi yarın uygundur.
Teslim mevkii ulaşabileceğimiz
noktalardan biridir. Kesin koordinatlar ancak yann verilebilir."
Kol
komutanlarına
yarınki planını söyledi:
"Yann
gündüz
burayı terk ediyoruz. Bugün indiğimiz yerden vadiye geçeceğiz. Bu kez, güneybatı istikametinde
ters yönde
ilerleyeceğiz. Çığlı Suyu'na
batıdan
katılan bir dere var. Onun açtığı yolu
ve Akdağı
Boğazı'nı takip ederek
gene Oramar'da, yıllar
önce terk edilmiş olan
Çanaklı
köyüne ulaşacak, bu
köyün
batısındaki dağ yolundan
Han
Yaylası'na çıkacağız. Yürüyüş hızımızı da dikkate alarak tespit edeceğimiz bir mevkiye helikopter
isteyeceğim. Ya- nımızdakini, silah ve mühimmatı helikoptere teslim. edeceğiz."
"Sonraki yönümüz ne olacak komutanım?"
diye sordu üsteğmen.
"Han Yaylası'ndan itibaren tamamen güneye doğru yürüyerek Çukurca'nın on beş yirmi kilometre batısındaki boğaz ve vadilerin birine konuşlanacağız. Bu hareketimizde Kuzey Irak'ta bulunan Avaşin-Mezi Karyaderi kampının hi- zalanndaydık.
Şimdi de yine Kuzey Irak'taki Zap-Şive kampı doğrultusuna geçerek
orada avlanacağız."
Bu kez Teğmen Aykut, "Yükleri teslim ettikten sonra katırlar ne olacak?" diye
sordu.
"lnsanlann yaşadığı bir köye süreceğiz anlan. Köye bizden birilerinin gitmesine ihtiyaç yok. Katırlar belli bir mesafeden odun, kömür ve tezek kokusunu alır ve dosdoğnı oraya kendi başlanna
giderler."
Tam konuşma bitmişti ki, yanık ve içten bir ses bütün hüznüyle evin içini sardı. Belli ki kimse uyumuyordu.
"Hem
okudum, hem yazdım
Yalan
dünya senden bezdim. Of.
Dağlar koyağını gezelim.
Yiten
ya11ru bulunur mu? Of.
El
yazıya, el yazıyçı
Duman
çökmüş
çöl yazıya. Of
Kurban
olam, kurban olam
Beşikte yatan
kuzuya. Vay.
El
veriyor el veriyor
Orta
direk bel veriyor. Of.
Döndüm baktım saf}
yanıma
Mehmetçik can
veriyor vay."
Yüzbaşı epey bir süre sustu. Kör ışıkla yan aydınlanan yüz
kasları gerildi.
"Söyleyen, Murat Asteğmen değil mi?" diye sordu.
Teğmen Aykut, hemen onayladı ...
Dışarıda rüzgar, henüz eski kann üzerine tam tutunamamış olan kar taneciklerini kovalıyordu. Soğuk, benden kurtulamazsınız, diyordu sanki. Bulutlar ise yere inmek için talimat bekler gibiydi. Kulaklı, peçeli ya da alaca olabilirdi
ama sesinden en büyük
baykuş türü olan puhu olduğu anlaşılıyordu. Puhunun tiz ve karanlığı
yırtan ürpertici çığlığı .
nöbettekilerin sinirlerini altüst etti.
Ve biri dayanamayıp, "Allah belanı
versin, " diye bağırdı.
afağın ilk
ışıklannın
sökmesiyle gelen sisli ve dumanlı bir
QJ günün
sabahında, sırt çantalan ve silahlannın son kontrollerini yapmaya başladılar.
Yaptıklan sıcak banyo hepsine son derece iyi gelmişti. Bugün, belki tüm gece
uzun ve sıkı bir yürüyüş yapacaklanndan ayaklanna merhem sürdüler. Silah ve
mühimmat yüklü çuvallann katırlara yüklenmesi ve sağlam bir şekilde bağlanması
biraz zarnanlannı aldı. Bu iş iyi yapılamadığı takdirde iniş çıkışlarda can
sıkıcı durumlarla karşılaşmalan kaçınılmazdı.
Müfreze yüıilyüş tertibini, önde Buzkıranlar,
ortada katır' kolu ve arkasında Balabanlar olarak aldı ve hep beraber eski
Kapaklı köyünü terk ettiler. Önce Çığlı Suyu Vadisi'ne indiler, sonra güneye
dönerek patika yolu takibe başladılar. Bir saat sonra ise doğuya döndüler.
Takip ettikleri bu yön de, Çığlı Suyu'na doğudan katılan bir derenin içinden
aktığı fakat yanları daha alçak olan başka bir vadiydi. Önde yüıii- yen Buzkıran
kolu aralanndaki mesafeyi yirmi beş otuz metreye çıkararak emniyet
tedbirlerini artırdı. iki kişiyi de öncü olarak görevlendirdi. Ne kadar
güvenilir ve doğruya yakın olsalar da, eldeki bilgilerden Oramar'ın hiçbir
zaman tekin bir yer olmadığını biliyorlardı. Bütün dağlar, özellikle bu
bölgedeki dağlann boğazlan, vadileri, geçitleri, kanyonlan
her
zaman her şeye gebeydi. Buralarda, "Olmaz
olmaz," demek, gaflete düşmekti.
Bir
saat sonra vadiden çıktılar
ve uzaktan, terk edilmiş Çanakçı köyüılün damlan karla kaplı, pencereleri
zor görünen evlerini gördüler.
Yüzbaşı, üsteğmene, "Biz hızımızı düşüreceğiz. Yay düzeninde "köye yanaşıp inceleyin. Görünen evlerin
damlann- da neredeyse bir metre kar var. Bu, onlann kullanılmadığını gösterir. Bulunduğumuz yerden göremediğimiz evler de olabilir. Köy temizse
işaret verin. "
Üsteğmen adlmlannı hızlandırarak öncü askerlerin yanına
vannca kol işaretleriyle
Buzkıranlan yay
düzenine
soktu. Arkadan gelenler yanm adımla yürüyüşlerini sürdürdü. Ancak, katır kolunu
geride bırakıp
öne çıktılar ve
onlar da hat düzenine
geçerek görüş ve
ateş
sahalannı genişlettiler.
Uzun sürmedi, Üsteğmen Metin geriden gelenlerin görebileceği bir yere gelerek sağ kolunu
bel hizasına
getirip birkaç kez
yere paralel olarak hareket ettirdi. Bu, "Temiz," demekti.
Çanaklı'da evlere girmeden önce etraftaki
ağaçlann
altında dağınık bir
düzende
kırk beş dakikalık bir
mola verdiler. Yıllardır sahipleri
olmayan, bakımsız
ve meyveleri mevsiminde toplanmayan sıra sıra beş elma ağacı vardı. Köy, sırtını bundan sonra tırmanacaklan Han Yaylası'nın doğu yamaçlarına dayamıştı. Civan düz ve
yayvan olan köyde, kann. kalınlığı yanm
metreden fazlaydı.
Bu demekti ki
Han Yaylası burayı dibi kırmızı mumla
aratırdı.
Müfreze komutanı, özel işaretli haritasına göz
atıp yeniden çantasına soktu.
Radyo frekansını
ayarlayarak mesajı kriptolayıp gönderdi:
"Teslim
noktası XAlYSM olacak. iki saat sonra hazır. Afat
güneye
doğru."
Kısa bir
süre sonra karşılığı geldi:
"Alındı,
anlaşıldı. "
Yeniden
yola koyuldular. Çanaklı'dan
Han Yaylası'na tırmanışa geçmek, kar olmasa bile çok zordu.
Hele katırlarla hiç olmazdı. Güneye doğru yürüyerek Han Yaylası ile
Rejgar Dağı'nın
meylinin kınlarak bitiştiği hatta geldiler. Bu mevki aynı zamanda
Oramar'ın
Han Yaylası'ndaki en güneydoğu ucuydu, Rejgar Dağı'nın ise
en kuzeydoğu
noktasıydı. Kuzeye
doğru, karla kaplı olmasına rağmen hala belirgin olan, eskiden köylülerin kullandığı dag patikc:İsına tırmanmaya başladılar. Şimdiki haliyle yol ancak bir keçinin
hareketine imkan verebilecek durumdaydı. Birkai; kere katırlar tökezledi. Yükü ile devrilen de oldu. Yük çuvallan kuwetli sanldığından hayvan yıkıldığı yerden
kendi kendine doğrulamadı. Onu yeniden ayağa kaldırmak için büyük çaba gösterdiler.
Sırtlanndaki çantalar ve
silahlar her geçen dakika daha da ağırlaştı. Dağ köylüleri bir yamaca doğrudan çıkmanın insanın nefesini kısa sürede keseceğini bildikleri için, bu
yolu da münhani
yüıüyüşü şeklinde; yani,
önce
sağa sonra da sola doğru belli
bir mesafe yüıüme
biçiminde, helozoni bir yapıda kullanmışlardı. Müfreze de bu kavislere
uygun olarak çıkışını
sürdürüyordu. Aslında yapılan iş bu
mevsim koşullannda,
doğanın kabul ettiği ölçüleri zorlamaktı. Kış şartları olmasa bile geçiş, tırmanış ve yürüyüş güçlüğü dağlann yüksekliğinden çok
yamaçlann dik ve yalçın olmasından ileri gelir. Bu tırmanışta da aynı durumla
karşı
karşıyaydılar.
Yokuş bittiğinde, ucu bucagı olmayan
sonsuz bir beyaz-. tıkla
karşılaştılar. Ünlü Han
Yaylası,
1924 yılında lngiliz-
lerin
desteği ile başlatılan Nasturi
lsyanı'nda
tüfeklerin ilk patladığı yer,
diz boyu kar tabakasıyla
örtülüydü. Görüntüsünün uçsuz bucaksızlığı can sıkıcıydı. Bakana,
"Bu kar çiğnemekle
bile ezilemez, " duygusu
veriyordu.
Yokuştan birkaç yüz metre kuzeye doğru yürüdükten sonra durup biraz soluklandılar. Gökyüzü kapalıydı ama görüş mesafesi
iyiydi. Halen Han Yaylası'nın
doğu kenarında sayılırlardı. Gayriihtiyari geldikleri tarafa baktılar. Buzul
Dağı, Ulu Doruk, Sat Dağlan, Tove
ve Rejgar Dağı'nın
yalçın kayalıklı başlan, yeryüzüne meydan
okur gibiydi. Ortalarında
yer alan Oramar bölgesinin muhafızları biziz derce- sine bir duruşları vardı.
Müfreze komutanı, Teğmen Aykut'a, "iki yüz metre
daha ileri gidin ve yükleri bir noktaya, yan yana indirin ve katırlarla birlikte
bulunduğumuz
yere gelin, " talimatını verdi.
Balabanlarla
birlikte hareket eden PKK'lı da
gitmeye kalkışınca
yüzbaşı, "Sen burada kal!" dedi.
Esasen
gitmeyi ve müfrezeden
ayrılmayı hiç istemeyen
PKK'lı Hizan, buna çok sevindi,
hatta inanamadı.
Bu
durumu gören komandolar da şaşırdılar.
Komutan
l)erhalde bunu başka bir plan için yanımızda tutuyor, diye düşündüler.
Buzkıran kolunun
beklediği
yerden iki yüz metre
uzağa on beş çuval silah
ve mühimmatı
topluca bırakan Balaban. lar, boş katırlarla beraber geri döndüler.
Yarım saati
geçti
geçmedi, sonsuz gibi algılanan kar
deryasının
kuzey ufkundan ·hafif bir ses çıkaran siyah
bir nokta belirdi. On dakika sonra helikopter yüklerin bulunduğu noktada havada sabitlendi, iri
bir kuşun
kontrollü bir şekilde yere
konması gibi yavaş yavaş yere doğru alçaldı.
iniş bölgesi alabora oldu. Bir ara helikopter
bile kar bulutundan görünemez hale
geldi. Helikopterden dört asker
indi ve yerdeki çuvalları
helikopterin içinde bekleyenlere
vermeye başladı.
Yüzbaşı, Uzman
Çavuş Halil'i çağırdı.
"Al
bu oğlanı ve bu mektubu helikoptere götür. Mektubu
pilotlara ver. Bunun durumunu anlatıyor."
Halil
hemen fırlayıp
PKK'lının kolundan tuttu onu ileri itti.
"Hadi oğlum
koş koş. Yoksa helikopteri kaçınnz. "
PKK'lı sendeledi,
şaşırdı ve korktu. Beklemediği bir şey olmuştu. Halil Ça^ş'un, "Bak, hala
yürüyor. Ayaklann h- çını dövsün. Koş ulan. Yoksa şimdi başlarım
ha!" dediği duyuldu.
PKK'lının da binmesinden sonra motorları
susturulmamış olan helikopterin havalanmasıyla karların havayı bembeyaz
buluta çevirmesi bir oldu. Müfrezenin üzerinden geçerken iki pilot da
aşağıdakileri selamladı. Oramar üzerinde bir miktar süzülen helikopter, tekrar
kuzeye dönerek ^sa bir süre sonra ufukta kayboldu. Karların ortasında kalanlar
da karmaşık duygularla onun arkasından bakakaldılar.
PKK'lıyı helikoptere götüren Halil Çavuş,
yüzbaşının yanına geldi.
"Komutanım, helikopterin teknisyen
astsubayı söyledi. Pilotlar, size iletmemi istemişler. Birkaç saat içersinde
nadir görünen bir fırtına gelebilirmiş. "
Müfreze hiç vakit kaybetmeden yürüyüş düzeni
alarak güneye, Çukurca'nın batı istikametine doğru hareket etti. Beş katır en
arkada birbirine bağlıydı ve önde hepsini yedekleyen bir komando vardı.
ikindi sıralan, birden gökyüzü simsiyah oldu.
Önde yü-
rüyen k.omandolar
diz boyu kan çiğnemekten
yorgun düştüklerinde arkaya alındılar. Çöken hava görüş alanını birkaç metreye düşürdü, arkasından da yeri göğü birbirine
katan bir tipi ve kar fırtınası bastırdı. Sonsuz bir beyazlık içinde ilerliyorlardı. Herkes kar gözlüklerini takmış ve kapüşonlannı başlanna geçirmişti. Kimse beş metre
önünde
yürüyenden başka bir
şey
görmüyordu. Hepsinin sırtından sel
gibi ter akıyordu. Soluklan buz gibi havada dağılıp gidiyordu.
Sürekli ilerliyor, öndekinin bırakhğı derin izden başka bir
yere bakmıyor,
ayal<lannı öndekinin bıraktığı ayak
izinin tam üstüne basmaya çalışıyorlardı. Rüzgarm taşıdığı sertleşmiş kar parça- cıklannın yüzlerini yaralanmasından
çekindikleri için başlannı kalkık yakalannın arasına soktular. Yüze, bir
bıçak veya deri kamçı gibi
vuran keskin rüzgar; her şeyi, kederi
olduğu kadar sevinci, korkuyu olduğu kadar
cesareti de uyuşturuyordu.
Yüzbaşı sık sık saatine baktı ve
pusulayı
kontrol etti. Yürüyüş kolunun
kenarına
çıkıp durdu ve yanından geçenlere, "Ha gayret evlatlar! Ha
gayret!" diye bağırdı.
Kimse
kaç kilometre ve ne kadar süre yürüdüler hiç hesaplamadı. Fakat şimdi baş aşağı yürüdüklerini fark ediyorlardı. Baş aşağı, sürekli baş aşağı
gidiyorlardı. Fırtına ise
yu- kanda, geride kalmıştı.
Kar kalınlığı da
gittikçe
azalıyordu. Bu Han Yaylası'nın güney ucuna geldiklerinin ve çöküntü bir
alana doğru indiklerinin işaretiydi. indikçe görüş mesafesi de arttı ve
rüzgann
şiddeti kesildi.
Nihayet,
küçük bir koru ve bir derenin iki tarafına dağılmış, toprak evler gördüler. Burası Kazan Vadisi'nin çıkışında, doğu kısmında bulunan Taşbaşı köyüydü. Birkaç bacadan titrek dumanlar yükseliyordu. Boğuk bir köpek havlaması duyi.ıldu.
Müfreze komutanı iç geçirdi ve, "PaÇayı iyi sıyırdık," dedi, derin bir nefes alarak Teğmen Aykut'a,
"katırları
köye doğru sürün. Onlar
nereye gideceğini
iyi bilir," dedi.
Müfreze indiği vadide, Taşbaşı köyünün tam tersi istikametinde, doğuya doğru yüıüyüşüne devam etti.
Kar,
bir saati geçmeden,
vadiye inerken geride bırakhk- ları bütün izleri tamamen kapath. Bu güzergahtan hayvan dahil herhangi bir canlının geçebilmesi veya geçmeye kalkışması hayal bile edilemezdi.
Güney yanı Çukurca Karadağ'a dayalı, kuzey kenarı daha
düşük
rakımlı olan vadi boyunca doğuya doğru bir saat kadar yürüdüler. Konuşlanmak için uygun bir yer aradılar. Mağaradan bol yer olmayan bu dağlarda, aradıklarını bulmaları uzwı sürmedi.
Ayı ini gibi gözden iyice
gizlenmiş
bir yer tespit ettiler. Mağaranın ağzından eğilerek giriliyor, içeri girdikten
sonra ise tavan iki insan boyundan daha yükseğe çıkıyordu. İçeride birkaç dirseği olan dev mağaranın uzunluğu yetmiş seksen metre kadardı.
· Tabanında herhangi
bir dere veya çay gibi akarsu bulunmayan bu vadinin iki yanında seyrek
de olsa muhtelif cins ağaçlar vardı. Vadinin güneyindeki Karadağ'ın ötesinde jandarma sınır karakolları bulW1uyordu. Onlardan sonra da
Kuzey Irak sının
başlıyordu. Çukurca, kuzey
ve kuzeydoğudaki bölgelere nazaran
daha ılıman ve daha az karlı olan
bir mıntıkaydı.
Buralar da kar albnda ve elbette soğuktu fakat
diğer
bölgelerle mukayese edilemezdi.
Müfreze, mağara ağzının tam karşısında bulunan sırtta bir
emniyet noktası tesis ederek içeriye yerleşti. ilk işleri, sırt çantaları ve diğer ilave
malzemeleri çıkararak
yakacak bir şeyler toplamak
oldu. içeride iki noktada özel tutuştu-
ruculannı kullanarak
dumansız
ateş yaktılar. Dumansız da
olsa ateş
ateşti. Rutubet kokan mağarayı sis
ve odun kokusu sardı.
Ateş hayat ve canlılık demekti,
hiç kimse ne sisten, ne kokudan, ne
de rutubetten şikayetçi
değildi. Sırılsıklam ve
vıcık
vıcık olmuş çoraplar ve
botlann bir an önce
çıkanlma- sı, yedek
çoraplann
giyilmesi, botlann kurutulması lazımdı. Onlar da böyle yaptılar. iç çamaşırlannı yedekleıiyle
degiş- tirdiler, çıkardıklannı ve pantolonlannı kurutmak için ateşlerin etrafında değneklerden kurutma düzenekleıi yaptılar.
Herkesin
teçhizatlannın
bir parçası olan
iki matarasının
dışında; yanlannda başka su
yoktu. Mataralannın
biıindeki suyu kullanarak çay yaptılar. Çay en kıymetli şeydi. Dağlarda ve kahredici soguk iklimde içi ısıtabilecek tek şey oydu.
Herkes kendi kumanyasından
da bir miktar yedi.
Gece
yansına
doğru şahsi işleıini bitirenler
uyku tulum- lanna girerek istirahate çekildiler. Mağaranın giıişinden itibaren sekiz·on metre aralıklarla koyduklan bataryalı aydınlatma fenerleıi ile mumlar, içeıisini alacalı ve göz kırpan ışıklanyla aydınlatıyordu.
Yüzbaşı başını egerek mağaradan dışarı çıktı. Tam karşı sırtta bir kayayı siper
yapmış olan iki gözcünün başlannı gördü. Uzun süre cansız bir nesne gibi hareketsiz durdu. Önleıinde bulunan
Karadag'a çarpmak
için sanki aeeleleıi varmış gibi koşuşturan, bazen çok koyuya
bazen de gıiye
dönen bulutlan izledi. Tek tük atıştıran kar taneleıinin yüzüne çarpmasına aldırış etmedi. Sonra içeri girdi.
Yüzbaşı, üstegmen ve teğmen, önleıinde bir fenerle birkaç kat
yaptıklan
pançolannın üzeıinde oturuyorlardı. Diger-
leıi ya uyku tulumunu bogazına kadar
çekmiş uyuyor veya uyku tulumunun içinde oturuyordu.
Belli ki uyuyamamışlardı.
Yüzbaşı Tayfun,
"Şimdiki
yerimiz burası," diye, el fenerinin ışığını haritadaki
bir noktada döndürdü.
"Arkamızdaki yükseklik doğu bab istikametinde bir balina gibi
uzanan Çukurca
Karadağı. Ötesinde bizim
jandarma. sınır
karakolları var.
Ve onların hemen önündeki hattan
itibaren. de Irak arazisi başlıyor. Güneybatımızda bizden kuş uçuşu on
iki kilometre ileride Çukurca ilçesi var. Yanından geçerek sola, doğuya dönmüş olduğumuz köy Taşbaşı'ydı.
Taşbaşı _netameli bir yerde, Kazan
Vadisi'nin doğu
çıkışında. Kazan
Vadisi'nde eski bir Ermeni köyü var.
Adı Tijen. Orayı PKK
hiç boş
bırakmaz. Beş altı metruk
evi olan çok eski bir köy. Devamlı kalmasalar bile oraya ara sıra mutlaka
uğrarlar. Bulunduğumuz yer itibariyle gene kuş uçuşu mesafeyle
PKK'nın Kuzey lrak'taki merkez kampı ve
en ünlü
üslerinden biri olan Zap (Şive) kampına on sekiz, yirmi kilometre uzaktayız."
Diğer iki
subay, konuşurken
tarif ettiği yerleri
haritada ışıkla da gösteren müfreze komutanın anlatımını, yerdeki paftadan takip ettiler. Müfreze komutanın konuşması bitince, Üsteğmen Metin
meraklı,
aynı zamanda da hevesli bir ses tonuyla
sordu:
"Bundan
sonraki planınız
ne komutanım?" Yüzbaşı öne doğru eğik olan vücudunu doğrulttu, mağaranın girişine doğru,
boşluğa baktı ve
sonra buz gibi bir sesle, "Zap kampını basacağız!" dedi.
Bunu
duyan iki subay önce donup kaldılar. Fakat
şaşkınlıkları
uzun sürmedi. Sonra
Teğmen Aykut, "Bu muhteşem bir
şey olur komutanım," dedi.
Üsteğmen Metin
ise, "Allah derim komutanım," diyerek ona katıldı.
"Baskın, baskın, baskın... Her şey bu
sihirli sözcükte
saklı arkadaşlar. Ben
sizin rütbenizdeyken,
bizim on yedi kişilik timimizin,
bir tesadüf eseri, sınırlanmızın dört beş kilometre ilersinde, sabaha karşı seksen
altı
kişilik bir PKK grubunu yakalayıp nasıl perişan ettiğini bilirim. Baskının sonu
bozgundur. Ama şunu da unutmamak lazım, 'insanlar plan yapar, Tann gülermiş!; Harekat alanı karanlıklarla doludur. Tetikte olup her fırsattan yararlanmak
lazımdır.
Savaşı daima bir filozof değil, pratisyen
gözüyle
görmeye çalışın. Birlikler,
özellikle
de gayrinizami savaşta habersiz
ve istihbaratsız
kör bir adama benzerler. "
"Oranın nasıl bir yer olduğunu ve
PKK gruplannın
ne tarzda yerleştiğini hangi vasıtayla öğreneceğiz?" diye sordu teğmen.
"Ben
senin rütbendeyken
dağ komando taburlannda görevdeydim, 1995'te oraya taarruz ettik. Bir
gün
sürmeden Zap'ı düşürdük. Nisanın ilk
haftasıydı.
Yalnız Zap'a değil, aynı anda Avaşin'e de
saldırmıştık.
Bu harekatı o
zaman tugayca yapmıştık.
Ben Zap'ta dört gün kaldım. Elbette coğrafya değişmemiştir ama içinde çok farklı tertiplerle karşılaşmak olasıdır. Çünkü aradan çok zaman
geçti. Bak ben şimdi kıdemli yüzbaşıyım."
Üsteğmen Metin,
"Son durum değil mi komutanım?" diye sordu.
"Evet,
son durum!"
"Şimdi bizim buraya niye geldiğimiz anlaşıldı, komutanım," dedi teğmen.
"Aklıma istihbarat almak için birçok vasıta geliyor ama hepsi de zaman
gerektirecek şeyler,"
dedi Üsteğmen Metin.
Yüzbaşı, "Neymiş onlar?"diye sordu.
"Bir
PKK'lının
teslim olması, bir
pusu veya baskınla
buralardan birkaç PKK'lı ele geçirmek, bir
kaçakçıyla
karşıl^ş- mak gibi."
"Bunlann
hepsi de zaman içinde olabilir ama bize Zap'ın içini bilen birisi lazım. Zap'ı bilmiyorsa ne işimize yarar
ki?"
iki
subay zihin muhakemesi yaparken müfreze komutanı onlan şaşırth:
"Bize
lazım olan adam, Herdeki Taşbaşı köyünde!"
Üsteğmen ve
teğmen, bu beklenmedik bilgi üzerine neredeyse küçük dillerini
yutacaklardı.
Yüzbaşı devam
etti.
"Yeter
ki köyde olsun. Çünkü sık sık köyden aynlır ve uzun süre vilayete
veya bağlı
ilçelere gider. Hatta bazen vilayetin dışına. Talih
ve olaylar yaŞamın
özüdür. Savaşta ise
daha da özüdür."
"^idip
bakalım,
evde bulursak alıp buraya
getirelim. Ama ancak gece olur değil mi
komutanım?"
"Evet
gece olacak ama buraya gelip gitmesi sakıncalı. Biz gideceğiz. Ben ve dört kişi daha.
Dedim ya, talih bakalım
bizden yana mı?"
Mağaranın ağzının yavaş yavaş ışıldaması günün
geldiğinin işaretiydi. Ahmet
Çavuş Balabanlann mataralannı toplayıp hepsini kapak zincirlerinden bir dağ halatına geçirdi. Kendisi gibi uyuyamayan Onbaşı Ali
de aynı
şeyi yaptı. Mataralann
doldurulması
için bir kaynak suyuna ihtiyaç vardı. Köy olmayacağına göre vadi içinde böyle bir kaynak bulmalan gerekiyordu. Dışan çıktıklannda hangi istikamete gideceklerini bir müddet düşündüler ve köyün tersine,
doguya dogru yürümeye
başladılar. ikisi
de sırtlannda
ipe
dizilmiş mataralarla,
en fazla yirmi dakika yürüdükten sonra bir kayalığın iki
yanından
yamaçtaki karlann altına sızan bir kaynak gördüler. Akan
sular suyun çıktığı yerin hemen civanndaki karlan eritmiş ve
kaynağın
dibinde çamurdan birer
çukur
oluşturmuşlardı. Gökyüzü koyu
bulutlarla örtülü, dar vadi ılıman, çevre irili ^faklı çalılarla kaplı ve seyrek de olsa ağaçlıklıydı. Her iki yamacın tabana
yakın yerleri alacalı karlıydı, kullandıİdan patika ise on beş santimi
geçmeyen
bir kar tabakasıyla kaplıydı. Görünüşe göre de bu yolun yakın zamanda
kullanılmamıştı.
Mataralannı sırayla daha çok suyu
dışan veren kaynağın ağzına dayayarak doldururlarken, Ahmet Çavuş, Onbaşı Ali'ye, "Sen devam et, ben
bir yere bakacağım,"
dedi.
"Niye?
Ne oldu? Bir şey mi var?"
"Yok
canım,
önemli bir şey değil."
Ahmet
Çavuş,
birkaç hamlede yola indi ve sonra karşı yamaçta bulunan dikenli bir çalılığın önüne gidip durdu. Yerde göğsü ve
iki kanadıyla
kara yapışmış .
halde duran küçük bir kuş vardı. Kuşu eline alarak yarası olup
olmadığını
kontrol etti. Göğsü kızıl, gövdesi koyu kahverengi, kanatlan uçlanna doğru kırçıllıydı. Ahmet Çavuş kuşun yarası beresi olup olmadığını tüylerini üfleyerek kontrol ettiğinde de
bir şey
bulamadı. Belirgin bir sebep olmamasına karşın hayvan yorgun ve takatsizdi. Kuşu avucunun
içine alarak çalılığın biraz
ötesinde
bulunan kayalığın yanına gitti, çevresini dolaştı ve
bir oyuğu
gözüne kestirdi. Kuşu yere
bırakıp
oyuğu belinden çıkardığı komando
bıçağı ile tabanından aşağı doğru genişletti. Şimdi, üstü ve iki yanı kapalı, kendisine dönük yüzü ise
açık bir yuva meydana gelmişti. Üstündeki su geçirmez pançosunun eteğinden bıçağı ile
otuz
santim boyunda beş altı
santim eninde bir parça kesti
ve bunu üçe
böldü. Parçanın birini
meydana getirdiği
kovuğun tabanına serdi.
Kuşu
alıp üzerine yerleştirdi. Sonra
parkasının
cebinden bir bisküvi çıkanp kuşun önüne ufaladı. Bir diğer parçayı da avuç içi haline
getirerek su kabı
yaptı, karlan sıkıp içine koydu. En son parçayla yukanda
havalandırma
yeri bırakarak kovuğu kapattı. Kovuğu kapatan parça düşmesin veya herhangi bir sebeple uçmasın diye
de etrafını
bol çamurla takviye
etti. Kuş
bitkinliği geçer geçmez üstteki boşluklan açıp uçabilir, seri bir kanat darbesi
bile kovuğu kapatan naylon perdeyi
devirebilirdi. Bu tip bir yardımda kuş etrafı görmemeliydi. Ahmet Çavuş'un yaptığı da buydu. Kuşun, en
geç üç
dört saatte kendine gelip uçması gerekiyordu.
Çamur içinde kalan ellerini karla temizleye
temizleye su kaynağının
yanına gitti.
Onbaşı Ali
uzaktan bir şeyler
görmüş ama ne olup bittiğini tam çıkaramamıştı. Ahmet Çavuş anlattı.
Onbaşı Ali,
"Pes be, Ahmet Çavuş! Başkalarını bilmem ama sen cennet işini garantilemişsin. Ya peki, sonuç dediğin gibi olmazsa ne olacak?"
"O
zaman doğa, bu sorunu kendi yasalanna uygun
bir biçimde halledecektir."
Dolu
mataralan tespih gibi yeniden dağ halatına qizerek sırtlanna vurup
sığınağın
yolunu tuttular.
Müfreze komutanı ve Üsteğmen Metin
mağaranın
dışındaydı. Birkaç kez
şimşek
çaktı ve gerilerde bir yerlerde gürültüyle yıldırım düştü.
Üsteğmen, "Buralarda
her şey ne kadar farklı. Normalde
şimşek ve yıldınm, bahar
ve yaz aylannda görünür.
Burada
kışın göbeğinde şimşekler çakıyor, yıldınmlar
düşüyor. Her şey bir
acayip komutanım."
"Sen
buralarda hiç normal olan bir şeye rastladın mı? Burası, zamandan, mekandan ve bilinen her
şeyden uzak bir bölge. Havası da, dagı da,
kan da, soğuğu da asar-ı atika!"
"Halkın durumu da metcezir halinde.
Ortada kalmış bir haldeler," dedi-üsteğmen.
"Maalesef
buna sebep olan mevcut hükümetler ile on- lann çokbilmiş bürokratlan. Memlekette, ne yaptığını bilen
insanlar da var, ne yaptığını bilmeyen
insanlar da. Ne yazık ki, ne yaptığını bilen
insanlar azınlıkta."
"Bunu,
mücadelenin
uzaması bu hale getirdi değil mi
komutanım?"
"Gayet
tabii. işe ciddiyetle ve inançla sanlmadılar ki, lafla peynir gemisi yürüttüler yıllarcci. Elbette her şeyin başı ve sorumlusu hükümettir ama yıllarca bu
işi biz silahla bitiririz diyenler
kim? Çuvaldızı
hükümetlere batınrken kendimize
de iğneyi
batırmalıyız. Anlayacağın aşağısı sakal
yukansı
bıyık. iki tarafta da tükürük var."
"Çok iyi
anlıyorum,"
dedi üsteğmen.
"Metin,
Taşbaşı
köyünü gözetlemek için iki
kişi
görevlendir.
Fazla ileri yanaşmasınlar.
'Dürbünlü olsunlar. Basit bir krokiye köyün planını çıkarsınlar. Hava karanncci dönsünler ve beni görsünler."
Üsteğmen, "Baş üstüne," deyip aynldı.
Şahsi teçhizatlanna bakım yapan·birkaç komando hariç diğerleri mağaranın dışında birer ikişer oturuyordu,
bulduk- lan kayalara ya oturarak ya da yaslanarak duruyor, birbir- leriyle konuşuyor veya
şakalaşıyorlardı.
Kapalı yer insanı hüzünlendiriyor ve ruhunu baskı altına alıyordu.
Köyü gözetlemeye giden Asteğmen Tekin
ve Uzman Çavuş Halil dışında herkes,
konuşlandıklan
yerde kalmıştı.
Müfreze komutanının etrafında Üstegmen Metin, Tegmen Aykut, Asteğmen Murat,
Başçavuş
Mustafa ve Üstçavuş Ömer vardı.
Yüzbaşı, "Mustafa
sen en son ne zaman izne gitmiştin?" diye sordu.
"Beş ayı geçti komutanım."
"Nasıl ailen ^e dostlann iyiler mi?
"
"Ne
kadar iyi görünseler
de hep kaygılı ve
hep endişeliler, ta ki ben buradan dönünceye kadar."
"Niçin öyleler?"
"Bu
işin sonunun gelmeyeceğine ve bitirilemeyece!:jine inanmışlar. "
"Neden
böyle
düşünüyorlar?"
"Umutsuzlar
komutanım.
Ne olup bitti!'.jini de tam anlayamıyorlar. Bitsin istiyorlar ama kim
bitiremiyor, niye bitiremiyor, anlamakta zorlanıyorlar."
"Onlann,
batıdakilerin
hiç suçu yok. Bu yanardöner medya ve işbirlikçi Levantenler olup bitenlerin ne
kadar doğru ve gerçekçi oldugunu
yansıtamıyor
da onun için," dedi yüzbaşı.
"Ben
izindeyken, bizim oralardan şehit düşmüş bir çocuğun cenaze
merasimine katıldım.
Olup bitenleri uzaktan izledim. inanır mısınız komutanım, utandım ve yerin dibine geçtim. Tamamen,
saman alevinden farksızdı
toplum. 'Şehitler ölmez, vatan bölünmez,' klişe laflanyla bagınp durdular.
Bunlan uzaktan inceledim. Sanki suni bir havayla doldurulmuş balonlardan farksızdılar. Ve on yıllardır bu
içi boş
kalabalıklar hep
aynı
şeyleri yaptılar. Sonuç ne?
işte
geldiğimiz nokta. Hele, musalla taşının etrafına dizilen o
siyasi
partilerin temsilcileri yok mu? Önlan dişlerimi sıkarak izledim ve kendi adıma yakası açılmamışlarla nasiplendirdim. Şehidin defninden
sonra, ki hiç bilip tanımadığım, genç yaşta hayatını ülkesi için feda eden rahmetlinin mezarının başında sadece ben, anne ile babası, genç yaşta dul kalan bir kadın ve
üç yaşında
küçük bir oğlan kaldık. Ertesi gün ise,
ki bizim orası
küçük bir yer, her şey eski
tas eski hamamdı.
Bu anlatbklanm her taraf için geçerli."
Mustafa
Başçavuş'un
anlatımı boyunca hepsi başlarıyla ·onayladı. Demek herkes benzer şeyleri yaşamıştı.
Yüzbaşı Tayfun,
hiçbir zaman mevcut hi.ikümetleri ve buraları sevmediğini bildiğinden, Asteğmen Murat'a, "Ne ders,in
Murat?" diye sordu.
"Yaşam yoğurİluğu, dağ havası, eşsiz
gökyüzü, başı dik
doruklarla burası sanki başka bir
gezegen. Öyle
hissediyorum
ki biz, beceriksiz adamların
yönetiminde Han
Yayla- sı'ndaki
gibi karların içine gömüldük, vadi tabanlarındaki cıvık cıvık çamurlara battık.
Çıkabilir miyiz? Hiç sanmıyorum. Çünkü olaylan siyasi ve genel askeri
stratejiler yönünden
Ankara'daki hükümet yönetmiyor. Tersine her şey ABD
ile Avrupa'nın
sinsi sinsi ve sabırla yürüttüğü siyasal ve ulusal çıkadanna göre ilerliyor. Buna inanan olur,
olmaz! Anlayabilir, anlayamaz! Benim bilgim, görgüm ve
kültürüm
bunu görüyor, bunu
algılıyor
ve bu hi.ikmÜ getiriyor.
"
Yüzbaşı başını kaldırıp koyu bulutlara ve onların güneye doğru koşuşturan telaşlarına uzun uzun baktı.. Sonra,
"Hanginiz daha iyi türkü söylüyor? Çıksın ortaya bakayım," dedi.
Hepsi
bir başkasını
işaret etti. Bir süre sonra,
herkesin ittifak halinde olduğu, parmaklarının işaret ettiği kişi, Komando Er Tahsin oldu.
Yüzbaşı, "Hadi
bakalım Tahsin, herkes seni
istiyor," dedi.
Tiıhsin mahcup
bir şekilde,
sağa sola bakb, kızardı ve
kurtuluşu
olmayacağını anladığı için de
itiraz edemedi.
Henüz başlamamıştı ki yüzbaşı, "Evleneli
kaç yıl oldu
Tahsin?
Kaç-çocuğun
var?" diye sordu.
Tahsin,
"Üç
yıl oldu komutanım. iki yaşında bir
oğlum var. Ellerinizden öper," diye cevap verdi.
"Hadi,
seni dinliyoruz," dedi müfreze komutanı.
"Çekip gittin buralardan Canımın canı neredesin Gittiğin yol
çok mu uzak Dönülmeyen yerde
misin Gel yağmur gel Gel rüzgar ol
gel Bulutlar yoldaşın
olsun Al/ahım seni
korusun Yolun açık
aydın olsun Turnalara tutun da gel Gel yağmur gel
Gel rüzgar ol gel Şimdi hangi
yaban elde Belki dağda esen yelde Allah aşkına dön gel
de Şu
gönlüme bayram olsun."
Sanki
herkesin istediği
bu türküymüş ve
istekleri yerine gelmişçesine
Tahsin'i alkışladılar.' Karşı sırtta nöbette olan komandolar dahil.
Taşbaşı köyünü gözetleyen Asteğmen Tekin ile Uzman Çavuş Halil,
havanın kararmasından
yanm saat sonra sığınağa dönüp raporlannı müfreze komutanına verdiler.
Köyün basit
ve ölçeksiz
krokisini takdim eden asteğmen, "Köyde dikkatimizi çeken, köy yaşamının bÜinen günlük hayatı
dışında tespit ettiğimiz hiçbir şey olmadı. Birkaç evden plastik bidonlarla köyün meydandaki
çeşmesinden
su almaya giden ·kadınlar,
ikindileyin camiye gidip sonra evlerine dönen yaşlı adamlar; bazı ahırlardan dışanya çıkanlıp kısa bir süre sonra
yeniden ahıra soklılan hayvanlar
dışında hiçbir hareket
tespit edilmedi. Köyün en dışındaki evin
önünden hareket edip ayrılan kırmızı renkli bir otomobil de üç saat
sonra döndü ve aynı evin
önüne park etti. Araç şoförü .He gitti ve gene şoföril ile
döndü.
Araçtan inen adam gene çıktığı eve
girdi, " diye bilgi verdi.
Sözlü rapom alan müfreze komutanı asteğmen ve
^- man çavuşa teşekkür etti. Gözü, kağıda çizilen köyün yerle- şimindeydi. Bir
şeyi tespit etmeye ve hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Bir daha, bir daha baktı.
Zihnini ve belleğini ölçüyordu. Bu d^m on dukayı geçti. İstediğini bulmuş veya
hatırlamış gibi başını krokiden kaldırdı. Tekrar, "Sağ olun,
gidebilirsiniz," dedi. Teğmen Aykut'u çağırdı.
"Aykut benimle beraber köye sen
geleceksin. Yanında Başçavuş Mustafa, Uzman Çavuş Ziya, Uzman Onbaşı Cengiz
olacak. Saat 22:00'de hareket edeceğiz. Yanınızda sadece silah ve mühimmatınız
olacak. Hazırlık yapın."
Teğmen sevinerek, "Emredersiniz,"
dedi ve aynldı.
Saat tam 21:45'te yüzbaşı ayağa kalktı.
Palaskasının sağ tarafından aşağı doğru sarkan, artık siyaha dönmüş olan deri
kılıfın içindeki tabancanın emniyetinin açık olup olma-
dı!)ını kontrol
etti ve yerine soktu. Sonra deri kılıfın ucunda
sarkan deri sicimleri sa!) aya!)ının baldırına çok sıkı olmayacak şekilde bağladı. Aynı işlemleri palaskasının solunda dizlerine kadar uzanan
komando bıçağı
için de yaptı. Her
zaman yapmazdı,
bu gece gözlerinin altı ve yüzünün parlayan kısımlannı da siyah kamuflaj kalemiyle karartmıştı. Tüfeğinin ucuna bomba atar da takılmıştı.
Saat
tam 22:00'de mağaranın
girişinden dışarı çıktı. Oi-
!)er dört komando da onu takip etti. Ne çok zifiri
karanlık
ne de aydınlık bir
geceydi. Kar her zaman oldugu gibi arazinin göri.inebilirli!)ine beyazlıgı ile yardım ediyordu.
Yağış yoktu, patika yol yan çamurlu, yan
karlı
sayılırdı.
Yarım saati
geçmedi,
uzaktan köyün puslu
ve kör
ışıklan göründü. Tezek
ve odun kokusuyla karışan bacalardan tüten dumanların yo!)unluğu ise yaklaştıkça artı . Kör ışıklar ve gelen yanık kokulan
olmasa dışarıdan
bakıldığında burada
insan varlığına
dair bir emare görünmüyordu. Bu köy diğerlerine nazaran daha bir ağaçlıktı. Köyün ilk evlerine iki yüz metre
kalınca
yüzbaşı çömeldi ve
diğerlerini
işaretle yanına çağırıp talimat
verdi:
"Bu
köy emniyetli bir yer değildir. Hem
PKK yanlıları
hem de PKK karşıtları vardır. Ama iç içe yaşamaya alışmışlardır. Ben köyde bir
eve girip g^>rüşme
yapacağım. Benimle içeriye Teğmen Aykut gelecek. Mustafa Başçavuş, sen
iki uzmanla evin güvenliğini
sağla. Belki de aradığımız kişi evde değil. O
takdirde hızla
köyü terk edeceğiz. Arılaşddı mı?"
Hepsi
kısık sesle, "Evet," diyerek
ve başlarını
da sallayarak anladıklarını gösterdiler.
Köyle aralarında yayvan bir yamaç vardı. Yüzbaşı adımlarını hızlandırdı,
tüfeğini kalçadan ateş durumuna
getirdi:
Ötekiler de
aynı pozisyona geçtiler. Yüzbaşı köyün içine girmedi. Kuzeye doğru en
dışanda yer alan evlerin etrafından dolaşarak ilerlemeye
devam etti. Köyün sonuna gelmişlerdi, önlerinde şimdi iki ev kalmıştı. Evlerden
köye
doğru olanın yanında ilave
bir ahır ve gelişigüzel çitlerle çevrili bir ağıl vardt
Yüzbaşı içinden, bul dedi.
İşaretle teğmene, "yaklaş", başça^şa
da, "düzen al" talimatı verdi.
Evin kapısı güneye bakıyordu. Sadece bir odada
ışık vardı. Yüzbaşı saçla kaplanmış kapıya, üç kere uzun, bir kere kısa
şekilde vurdu. Ses çıkmayınca tekrarladı.
Yaşlı bir kadın sesi, "Kimdirsiniz? Ne
istersiniz?" diye sordu.
"Ben Yüzbaşı Tayfun. Eski Üsteğmen Tayfun.
Tebriz Ağa ile görı:işmeye geldim."
"Kendisi yoktur. Başka yerlerdedir.
Gelirse aradığınızı haber veririm."
Konuşmasından kadının dişsiz olduğu anlaşılıyordu.
Yüzbaşı devam etti.
"Ne zaman gelir?"
"Heç bilinemez."
Yüzbaşının tetikteki kulağı, kapının arkasına
birinin.daha yaklaşbğını, yürüyenin sessizliğe özen göstermesine rağmen duydu.
Ve hiç tereddüt etmeden, "Tebriz Ağa, ben
Yüzbaşı Tay- rurı, hani o Şorti Köprüsü'ndeki pusudaki Üsteğmen Tayfun!"
dedi.
Birkaç sürgü çekme sesinden sonra kapı yan
yanya açılınca yüzbaşı ve teğmen hemen içeri süzüldüler.
Tebriz
Ağa, "Ah be kurnandan, hayır mıdır, şer midir, gecenin bir yarısında gene
karşımdasın.
Gurbanın alam, bu biziı;n koca kanya kusur görme, emi.
Neler çektiğimizi
sen bilmez misin?" dedi.
"Ne
kusuru Tebriz Ağa, ne yapsın teyze?
Hele içinde
bulunduğunuz, neyin
ne olduğu bilinmeyen bu zamanlarda."
"Yemek,
siz yemek yememişsinizdir.
Bizimki hemen sofra
kursun. Allah ne verdiyse artık, kusura
kalmayın
ama."
"Sakın ha, Tebriz Ağa. Yemekle,
onunla bununla hiç vakit kaybedecek halimiz yok. Ama
çay veya kahve gibi bir '
şeyler olursa
makbule geçer. "
"Hanım hanım! Beylere çay, süt, ayran,
kahve hepsinden getir. Ama hıznan ha!
Vay anasını be! Seni buralara, bu ellere,
gene hangi rüzgar
attı?"
Rütbelerini parkaları kapattığı için görüp
anlayamadığından teğmeni göstererek, "Bu civanın nişanı nedir?" diye sordu.
"Teğmen," dedi yüzbaşı.
"Hele
bak, teğmen kurnandan. Şayet bu
adamların
adamı kumandan olmasaydı, ben dahil asker sivil, çok kişi çoktan .tahtalı köyü boylamıştık. Onun yanındakiler hep şanslı olmuştur. Ah bir bilsen, ıi.eler görüp geçirdik, ne kimse sorsun
ne de ben söyleyeyim."
Yüzbaşı, "Buialarda
ortalık nasd, Tebriz A!:ia?" diye sordu.
"Sen
hiç bilmez misin? Kötünün de
kötüsü beyim. Bizim gibilerin artık buralarda yaşaması ancak
Pekeke'ye taraf olmakla mümkündür. Gidecem, gitmek isterem
ama bu yaştan sonra, bu koca karıyla nereye gidip ne yapacam? Çocuklar da bırak
gel derler, ama bu toprağa bağlı köküm
yok
mu? Ondan geçemiyorum.
Bizim için artık buralarda hayır da
şer de bir oldu anlayacağın."
Başını odanın kapısına çevirip bagırdı:
"Hadi,
çabuk ol be kadın. Bir
ayagını atarken ötekini köpek kapıyor."
Odun
ve tezekle ısıtılan
bir soba yanıyordu içeride. Loş bir ışık odayı zor aydınlatıyordu. Bağdaş kurmuş olarak yerde
oturuyordu üçü de. Yaşlı kadın çaydanlık, demlik ve bardaklar
bulunan tepsiyi önlerine
bırakıp çıktı.
Müfreze komutanı, "Tebriz Ağa, senin
malumatına
ihtiyacım var. Biliyorum, bu mıntıkada senin
bilgin ve haberin olmayan hiçbir şey yoktur. Bana yardım etmeni
istiyorum," dedi.
"Ah
kumandanım,
bir zamanlar öyleydi de
artık eskisi gibi yapamıyorum. Her şey bir
alem oldu. Ama sen gene de, de bakalım!"
"Tebriz
Ağa ben seni iyi tanınm. Bu
işlerde benim diyeni sen okutursun."
"Ne
bileyim. Ne desem yalan olur. lstei:jin başım gözüm üstüne. Senin iyiliklerini insan olan
unutamaz. Gözüne
dizine durur."
"Zap
kampının
son durumunu, orada ne olup bittiğini öi:jrenmek ve basit bir krokisini. almak
istiyorum."
Yüzbaşı Tayfun'u
çok iyi tanıyan Tebıiz Aga, bu istek karşısında hiç mi hiç şaşırmadı.
"Başım üstüne ama sen çok aynntılı bir şeyler istiyorsun,
öyle mi anladım. "
"Evet,
dogru anladın."
"Genel
yapıyı sen de bilirsin. Ben de bilirim. Şimdiki durumu, her bir şeyiyle istersin.
Hemen mi lazım?"
"Evet,
olabildiğince
çabuk."
"Hiç değişmemişsin. insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur diye, eskiler boşuna söylememişler. "
"Tebriz
Ağa ben köye yakınlarda bir yerdeyim. En fazla kalsam iki
üç gün
kalının. Bilemedin biraz fazla."
"Pekeke,
bu kara kışta,
kış uykusuna yatmış ayılardan farksız. Ortaya çıkamaz ki.
Daha fazla da kalabilirsin."
"Mesele
o degil. Üstelik biz fellik fellik onu anyoruz. Ama
demir tavında
dövülür. Yapılacak bir
işi niye uzatalım. Sizin
gerinizdeki Kazan Vadisi'nde durum ne?"
"Oradan
ne zaman eksik oldular ki? Ama bu mevşimde kendilerine
göre
savaşçı gruptan değil de
alh ila sekiz kişilik,
'irtibat' dedikleri birileri var.
Bilirsin bizim tek yolumuz o vadiden geçer. Ara
sıra bir ikisini uzaktan görüyorum."
"Anladım. Bilgi çok çabuk lazım Tebriz Aga. Kazan Vadisi'ne de
bir alıcı
gözle bakar mısın? Tıjen'deler degil mi?"
"f:lem
bilir hem de sorarsın
komutan!"
"Bizim
için bir keşif yap
anlamında
söyledim. Keşif yapmak için zaman
harcamayalım,
onu kastettim."
"Bana
ne kadar zaman tanıyorsun?"
"Azami
iki gün Tebriz Aga!"
"Artıramaz mısın beyim?"
"Olmaz,
Tebriz Ağa. Bilirsin, bu tip işler uzadıkça tavsar. Biz tekrardan buraya mı gelelim
yoksa sen bizim bulundu- ğlırnuz yere
mi gelirsin?"
"Ben
sizin yanınıza
geleyim. Buralarda şeytanın hem
kulağı hem de gözü var."
"Sana
yerimizi tarif edeyim," dedi yüzbaşı.
Tebriz
Aga güldü.
Mınbkada gizlenebilinecek ve yaşam sürdürülecek bir yer olacak da o bilmeyecekti!
"Ben
söyleyeyim,
bakalım tutturabilecek miyim? Karadağ'ın solundan giden eski kaçakçı yolu
üzerindeki
büyük mağara mı? Çok eskilerden
orada bir ayı ailesi yaşardı."
Yüzbaşı hiç şaşırmadı. Teğmenin ağzı açık
kaldı.
Konuşmalar süresince yaşlı kadın süt, yoğurt, ayran gibi içecekleri odaya taşımaya devam
etti. Beraber içtiler.
Müfreze komutanı, "Arbk bize müsaade Tebriz
Ağa.
Yardımlann için şimdiden teşekkürler, "
diyerek yavaşça
ayağa kalktı. Teğmen de
yerinden fırladı.
Tebriz
Ağa, "Dur biraz bekle. Bu aniden
oldu. Hiç
hazır değildik. Adamlann
için evde hazır olanlardan
bir şeyler
hazırlayalım," dedi.
Yüzbaşı, "Yok,
olmaz," dediyse de dinletemedi.
Kan
koca çarçabuk,
temizlenmiş iki
tavuk, köy
fınnında pişirilmiş dört büyük ekmek,
üç şişe
süt ve bir büyük kap
içinde
tereyağını paketleyip geniş bir
çuvalın
içine doldurdular.
"Kış olduğu için tavuklar yumurtadan
kesildiler," dedi Tebriz Ağa.
Teğmen Aykut,
çuvalı
sırbna vurdu. Vedalaşıp aynldılar.
Dışan çıkbklannda hava biraz daha aydınlık geldi.
Ortalık
buram buram tezek kokuyordu. iki farklı noktadan
çok da hırslı olmayan
iki köpeğin havlamalan duyuldu. Sığınağa döndüklerinde saatleri 03:00'ü gösteriyordu.
Gün ışığında hava gene diğer günlerden farksızdı. Koyu bulutlarla kapalı bir
hava, erken saatlerde dumanlı, aralıklarla kar atıştıran ve
sonra da hızla yer değiştiren bulutlar ... Vadi rüzgar tutmadığı için kullandıklan dii;ler bölgelere göre daha bir ılımandı.
Tebriz
Ağa'nın gelmesini beklemek zorundaydılar. Müfreze komutanı, onun
ne kadar tez canlı biri olduğunu bildiğinden, ne kadar ç^k zaman
istese de, haber getirmeyi fazla geciktirmeyeceğini biliyordu. Ama ondan istenilen de
kelimenin tam anlamıyla "stratejik"
bir istihbarath. Dağlarda
muharebe etmenin en önde gelen
meziyetlerinden biri de cesaret kadar, sabır göstermek, sinirleri çelik gibi
tutmaktı.
Bir
yanlışlık
ve trajik bir durumla karşılaşmamak için, zamanı belli olmasa da, batı istikametinden
sığınaklannın
bulunduğu yere doğru, kendilerinin
de kullandıgı
patika yolu kullanarak bir
sivilin gelebileceği
tebliğ edildi, eşkali verildi.
Hemen
herkes, mağaranın
dışındaydı, kimi
arkadaşlany-
Ia sohbet ediyor, .kimi ise silah
ve teçhizatıyla
meşgul oluyordu.
Üsteğmen Metin,
Teğmen Aykut ve iki Asteğmen Murat
ve Tekin birlikteydiler. Müfreze komutanı yanlanna gelince dördü birden
ayağa kalkmaya çalıştı, yüzbaşı onlara eliyle,
"Oturun!" işareti yaptı. Kendisi de onlann bulunduklan yerde
bir kayalık
seçip oturdu.
Müfreze komutanı, Asteğmen Murat'ın her meseleye farklı baktığını bildiği için, "hal ve gelecek nedir Murat?
Gidişatı
nasıl görüyorsun?" diye
sordu.
'"^ Türkiye!' diyomm komutanım. İnan
sa^şta duygulu bir yabani oluyor. Bir şey yapmayan insanlar çok konuşur.
Acaba ben de onlardan biri mi oldum diye bazen kendime kızıyorum."
"Yok yok. Öyle düşünme. Fikir ve
düşünceler degil mi insanı farklı kılan!" dedi yüzbaşı.
"Savaşta ceza görmeksizin insan
öldürülüyor. Hayvanlan öldürmeyi sevmem, insanlan öldürmeyi de sevmem. Deli
olmadıkça kimse
sevmez. Ama gerektiği
zaman, kaçınılmaz olunca sevip sevmemek söz konusu
olmuyor. Bir dava uğruna öldürülüyor."
"Dünya barışı üzerine içeride ve dışarıda ne
güzel
nutuklar veriliyor ama."
"Onların hepsi çıkarcı ve
düzenbaz
ikiyüzlü fınldaklar. Fırıldağın bile
bir noktası sabittir, diğer tarafları ha babam de babam dÖner. Bunlarda
o sabit nokta bile yok. Ben hep onu bilir, onu söylerim. Dünya kişisel çıkarlar ve bencillik üzerine dönüyor. Tarihe bakıp görsünler. Tabii, gözleri varsa ve beyinleri löp olmadıysa. Bu insanoğlu birbirini
boğazlamadan yedi gün bile
duramaz."
"Sen
ne dersin Metin?" dedi yüzbaşı üsteğmene. Üsteğmen cevapladı:
"Bir
devlet, düşmanının
büyümesine izin verdiği sürece gücünü yitirmeye
başlıyor.
Belli bir zamandan sonra da karşı taraf
terazinin kefesine ağırlığını
koyuyor. Benim en çok dikkatimi
çeken husus da şu: Her
şeyi savunmak isteyen, hiçbir şeyi tam savunamıyor. Savunulacak yerler eldeki mevcut güçlerden çok daha fazla yer kaplıyor. Dar
görüşlü insanlar her şeyi savunmak
ister. Hayal gücü ve değişim alışkanlığı olmayınca da makara boşa dönüyor. Sabit yerlere bağlanıp kalmak
saldırılara
açık hale getiriyor, her zaman yanlar açık kalıyor, kuşatılabilecek siperlere gömülmek de,
ne yaparsan yap ölüm getiriyor. Savunmak, yani düşmanı beklemek,
özellikle
de gayrinizami bir savaşta, önceliği ve ilk vuruşu yapma
imkanını
karşı tarafa veriyor. Sen arkadan ne
yaparsan yap kınlan testi bir daha suyunu
doldurmuyor. iyi bir kafan da olsa eğitimsiz askerle
güç duruma düşebiliyorsun. Aman vermeyen azgın hücumlar olmadan, nakavt 160
edici
darbeler üst üste
gelmeden, durmadan sürüp giden
gayrinizami savaşı kesin bir zaferle sonuçlandıramıyorsun. Ortaya kural dışı, kalıplan reddeden söylemler atıldığında, gelenek ve göreneklerin dar çerçevesinde yetişmiş klasikçi- ler hemen, 'Yok canım, böyle bir şey olmaz,'
der. Dikkatler bence, bu tür düzensiz savaşlar üzerine toplanmalıdır. Bu muharebede her şey, hareket
ve sürate
bağlı. Düşman dakikada yetmiş adım atıyorsa siz de dakikada yüz yirmi
adım
atacaksınız. Akıncı tarzının da,
gerillatarzının
da esası buna
dayanıyor.
işte daglar! Görülüyor ki
dağlarda
topu topu iki tane yön var:
Yukansı ve aşağısı. Her
şey o kadar net ve açık ki.
Ama ne var ki bilgi, kavrama olmadan bir işe yaramıyor."
Havanın kararmaya
başlamasıyla
birlikte birer ikişer içeri girip sırt çantaları ve uyku tulumlannın bulunduğu yerlere gittiler. Saat 20:00
civannda gözcülerden
biri mağaranın kapısına soluk soluğa gelip
içeriye
bağırdı:
"Bir
karaltı bize doğru yaklaşıyor!"
Sanki
olağan bir şeymiş gibi,
kimsede ne bir telaş ne de bir heyecan yaratmadı bu
çağn.
Yüzbaşı yanında kol komutanlan oldugu halde
ma!:)ara- nın
önüne çıktı ve
gözünü
köy yönüne dikti. Yaklaşan şahıs, zemini alacalı kar
olan patika yolda siyah bir noktadan farksızdı. Yavaş yavaş hareket eden ve kendilerine doğru yaklaşan şekilsiz bir cisim...
"Gece
görüşü getireyim mi komutanım?" dedi te!:)men.
"ihtiyaç yok," dedi yüzbaşı ve
biraz daha yaklaşmış
olan için, "bu
Tebrlz Ağa.
Şaşılacak şey, bu
kadar erken beklemiyordum. Dur bakalım neyin
nesi?"
Tebriz
Ağa'nın elinde·bir bakraç ve
sırtında
da orta büyüklükte bir çuval vardı. iki komando hemen koşturup Tebriz Ağa'nın elindeki
ve sırtındakileri
aldılar.
Adamcağızın yüzü kıpkırmızı ve ter içindeydi. Konuşmadan önce biraz
soluklanma ihtiyacı
hissetti.
Müfreze komutanı, "Tebriz Ağa, zamanlaman
sürpriz oldu. Hızını bilirim
ama geçen zamanlar seni daha da çabuklaştırmış," dedi.
"Ne
dersin Tayfun komutan! Görmüyor musl.l
halimi, tık nefes olduk. Biz de kocadık artık."
·
"Sen mi? Senin elirie benim diyen adam su dökemez. Kim
dedi sana bakraçları,
çuvalları vur sırtına diye,
bu karda çamurda!"
"Ana
baba kuzuları
sıcak bir şeyler yesin
diye bizim kocakarı
hazırladı. Keşke daha
fazlasını
yapabilsek."
Müfreze komutanı ile Tebriz Ağa, bir
müddet oradan buradan,
eski günlerden
konuştular. Birlikte
çay
içtiler. Sonra, yüzbaşı kol
komutanlarını
da yanlarına çağırdı.
Tebriz
Ağa: .
"Ben,
sabah kalkar kalkmaz sizin bizim eve gelirken kullandığınız istikametleri bulmak için iz
aradım.
Çok kar yağışı da
yok, hiçbir ayak izi göreme?im," deyince yüzbaşı kahkahayı bastı:
"Biz
eski memuruz, Tebriz Ağa!"
"Anlamam
mı, hemen anladım."
"Peki
ben sana sorayım!
iki gün önce sizin
köye
koşum .takımları üzerinde beş katır geldi
mi?"
"He,
geldi. Mıhtar, bl.ll ar bir yerden çalıntıdır diye korktu
ve onları
götürüp başım belaya
girmesin diye, Köprülü
Jandarması'na teslim
etti. O mallar senindir, değil mi?"
"Yo,
bizim değil,
PKK'nındı."
"Hemi
şimdi,
bütünüyle anlamışımdır."
Yüzbaşı derin
bir nefes aldıktan
sonra konuştu:
"Tebriz
Ağa, ben seni iyi bilirim. Sanki esas
konuyu erteliyorsun gibi bir hal var sende."
"Yok,
e5sah değil.
BaŞka durumlar zuhur ettiği için ve acil olduğundan gelmişimdir. n
"Bu
kadar çabuk
gelişinden tahmin etmiştim zaten.
Nedir acil olan?"
Üsteğmen ve
teğmen kulak kesildiler. Tebriz Ağa konuşmasını sürdürdü:
"Bu
Kazan Vadisi, metruk köyünde gizlenen
Pekekelilere bir haber gelmiştir ve
çok
mühimdir. Çabuk bilmeliydiniz.
"
"Nedir
o, mühim olan haber?"
Teğmen Aykut
dayanamadı:
"Yoksa
bizim yerimizi mi öğrenmişler?"
Üsteğmen Metin,
"Öğrenip
ne halt yiyecekler?" diye
araya girdi.
Yüzbaşı Tebriz
Ağa'ya devam etmesini işaret etti.
"Şöyle düşün! Bizim köy ile
Tijen köyünü bir çizgi ile
birleştirdikten
sonra yukarı doğru çık."
"Kuzeye
doğru demek istiyorsun?"
"Güneş nereden doğuyor? Doğrudur, kuzeye doğru. Han
Yaylası'nın
bu tarafa doğru uzanan,
kocaman bir dile benzeyen bir uzantısı vardır."
"Tamam,
sonra?"
"Yann
gece oraya bir helikopter konacak."
Üç subay,
ellerinde olmadan, başlannı
geriye attılar.
Yüzbaşı, "Ne
helikopteri? Kime ait? Niçin geliyor?"
diye sordu.
"Kime
aittir, millet ve devlet olarak bilmiyorum ama Pekeke'ye malzeme
getirecek."
"Tebriz
Ağa seni tanımasam bu
ya deli ya da bunamış
diyeceğim. PKK'ya malzeme getirecekse kim
olursa olsun onlan götürüp niye bu bölgeye bıraksın. Gitsin aşağıda kuzey lrak'taki kamplara teslim etsin.
"
"Benim,
o tarafına
aklım ermez beyim."
"Ne
malzemesiymiş
peki?"
"ilaçlar ve doktorlara lazım olan
şeylermiş,
aldığım habere göre."
"Anladım da PKK'nın yaralı ve hastalannın hepsine Barzani'nin bölgesinde, Ş1?hirlerdeki hastanelerin hepsi el- birliğiyle hizmet veriyor zaten. Eğer bu
haber doğruysa
işin içinde başka bir
şey
olması lazım. Teslim
aldılar ne yapacaklar, Zap'a mı götürecekler? Bulunduklan yere göre en
yakın ve en doğrudan ulaşılacak yer Zap kampı. "
"Doğru söylersin beyim."
Yüzbaşı, üsteğmen ve teğmene döndü:
"Ne
dersiniz arkadaşlar?"
onlar cevap vermeden ileriye bağırdı, "sigara
içenlerinizden
biri bana bir sigara getirsin, çocuklar! "
Üsteğmen Metin,
"Şayet
bu bilgi doğruysa sizin
sorularla da açtığınız
gibi birkaç şeyi ortaya çıkartmalıyız. Neden Kuzey
lrak'taki kamplan değil de bizim topraklan seçiyorlar? Getirilen malzemelerin
hassasiyetinden ve acilen Zap'ın ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir. Bizim topraklanmızdan içeriye, derine götürmeden doğrudan Han Yaylası, Kazan
Vadisi bitişiği,
Çukurca-Zap kampı hattını kullandığı akla
geliyor. En kısa ve doksan dereceden ulaşım sağlamak... " diye fikir belirt i.
Teğmen Aykut,
"Komutanım,
bu bölgedeki komşularımızdan hiçbirinde,
bildiğiniz gibi gece uçuş kabiliyetine
sahip helikopter yok ki. Böyle bir
helikopter ile uçuş
personeli, üstelik helikopteri
dağlık alanda gece, kullanabilecek
yetenek ancak NATO'ya mensup ülkelerde mevcut,"
dedi.
Müfreze komutam,
"Hepsi güzel de, Kuzey lrak'ta sivil toplum örgütü ve
yardım
kuruluşları adı altında UNESCO'
su dahil hepsi cirit atıp ajanlık yapıyor. Onlar da ilaç mı yok?
Tıbbi malzeme mi eksik? Bunda bir bit yeniği var!
Eğer bu bölgeye atılacak veya indirilecekse bir korku veya
çekindikleri bir şey olmalı. Bu da ancak siyasi bir sebep, can
sıkacak bir neden olmalı ki,
yer seçimini
etkilesin," dedi.
Üsteğmen Metin,
"Komutanım
biz, tecrübe ve
zekamızı
kullanarak şu anda
kılı
kırk yarıyoruz ama
bunlar çok
akıllı insanlar değildir. Onlarla
beraber çalışanların
hepsi bunu bilir. Çok ince
bir hesap yapmanın
yanıiıda, akıl almayacak
bir aptallıkla
da bir şeyi yapabilirler.
Belki de öyledir,"
diye ekledi.
Müfreze komutanı, "Sadece ilaç olduğuna emin misiniz Tebriz Ağa? Başka şeyler de olmasın?" diye sordu.
"Bana
getirilen bilgi böyle. Ben ne getirildiğinden daha çok, helikopterin
ne zaman, nereye geleceği
üzerine çok ısrar
ettim. Ve de haberciyi çok sıkıştırdım. Söylemesi ayıptır Tayfun komutan, karşİlığını da büyük verdim.
" .
"Doğru, sen bu işlerin içinde piştiğin için. Gelecek mi, gelmeyecek mi, yeri
ve zamanı
doğru olmadıktan sonra,
getirilen şuymuş buymuş ne kıymeti var.
Ama hareket aptalca geliyor bize Tebriz Ağa. Adamların kampı kuş uçuşu on sekiz,
bilemedin yirmi kilometre aşağıda, sen
gel, malzemeyi bu tarafa indir."
"Haklısınız beyim. Siz konuştukça şimdi ben de meraklandım. Benimki, biraz geç işler de."
"Seninki
mi Tebriz Ağa? Seninki var ya şeytana çelik çomak oynatır."
"Ama
bak, pek de oynatamamış!
"
"Oynatamamış mı? Bu bilgi, müthiş bir
haber alma harikası.
Bunu benim diyen servis yapamaz.
Daha ne yapacaksın.
"
"Sizin
sağlığınız
olsun yeter beyim. "
"Bu
uçuş
şayet olursa komutanım. Ya helikopter yere park edecek
veya yüksekten
malzemeleri paketler halinde paraşütle atacaklardır. Artık fazla yüksek olmayan
mesafeler için de
paraşütler
geliştirdiler. Bunu
söyle·me sebebim şu:
Paraşütle atarlarsa helikopteri vurabilme şansımız azalır," dedi, Teğmen Aykut.
Üsteğmen Metin,
"Bu tip operasyonlarda her şey saniyelerle ölçüleceği, hareketler çok süratli olacağı için çok fazla titiz olmak gerekecektir. Karanlıkta uçan bir helikopter! Kime ait? Ulusu
ne? Farz edelim ki en basitinden, helikopterin modeli ve markasını anladık, ülkesinin arma ve logo- lannı görebilecek miyiz? Kaşla göz arasında, fırdöndü bir durumda isabet aldı ve
düştü.
içinden ölülerden başka hiçbir şey çıkmadı. Bütü^ dünya ayağa kalkar. Seni, hükümetin ve
büyüklerin
koruyacak mı sanıyorsun?" diye ekledi.
"Görmüyor musun Tebriz Ağa, dünyayı birbirine sokacak
bilgiler getiriyorsun," diyen Yüzbaşı Tayfun,
gülmeye
başladı.
"Demek
yann gece?"
"He
öyledir,
Tayfun kumandan."
"Saat
yok, kesin değil mi?"
"Hayır yoktur."
Yüzbaşı teğmene, ''Aykut çay kaldıysa bize birer bardak
versinler," dedi ve tekrar Tebriz Ağa'ya dönerek, "Tijen'de irtibat işleri için altı ila sekiz PKK'lı var
demiştin.
Bu kadar az kişi indirilecek
malzemeleri taşımaya
yetecek mi? Zap'tan baŞkalan da
gelmesin? Eğer
öyleyse, bu gece oraİ:lan hareket ederler, gün ağarmadan Kazan'ın içindeki Tijen'e ulaşırlar," dedi.
"Bunun
üzerinde
çok durmuşum ama
yok dendi. Ti- jen 'dekiler vazifelendirilmiş bu işe."
"Bu
çok
önemliydi. Aksi halde, bizim de farklı bir
plan uygulamamız
gerekirdi. Şayet olursa
Tijen'dekiler atma noktasına
o bildiğimiz dağ yollarından tırmanarak gelecekler, değil mi?"
"Başka yönler de vardır ama
oralardan giderlerse sabaha kadar ulaşamazlar. Bu dönemde hiçbir tehlike de görmüyorlar ki kendileri için."
"Şu Tijen'dekilerin
işini zaten bitirecektik de zaman,
mekan ve ona bağlı olaylar daha farklı bir
plan gerektirdi."
"Ben
zaten, siz Tijen'i sorup orada birilerinin olduğunu öğrenince anlan sağ bırakmayacağınızı tahmin etmiştim."
"Zap
işi çok uzarriaz değil mi
Tebriz Ağa?"
"Birini
bekliyorum. Mühim.
Bölük pörçük şeyler senin
işine yaramaz. Garantilemeliyim
bildiklerimi. Artık bana müsaade beyim.
Kocakan evde, geceleri geç kaldığımda dokuz doğuruyor. Bilirsin sebebini."
Müsaade isteyip
ayağa
kalktı. Halen pire gibiydi. Aynl- madan önce, "Tayfun
kumandan, sen ağa
dedikçe etrafındaki gençler beni
bilinen ağalardan
sanmasınlar? Büyütüp sağa sola
savrulan çocuklanmdan,
evdeki kocakan ve bir-
kaç baş hayvanımdan başka bir şeyim olmadığını bilmezler de, onun için söyleyeyim dedim," dedi.
"Sen
gönlünü rahat tut Tebriz Ağa, senin
büyüklüğün
yürekliliğinden geliyor.
Onlar her şeyin
farkındalar. Senin
şu
yaptığın hizmeti; ne beyi, ne paşası, ne
de ağası
yapamaz. Bizim unvanlarla, sıfatlarla, isimlerin önüne konmuş boş sözcüklerle hiç mi hiç alakamız yok, öyle şeylere metelik de vermeyiz. Mevlana'nın dediği gibi:
Seni
ve bizi bilen bilir
Bilmeyen
de, kendisi gibi bilir. "
Yüzbaşı, Tebriz
Ağa ile birlikte mağaradan dışan çıktı ve patika yolda gözden kayboluncaya
kadar gidişini
izledi. Sonra yerine döndü. Bir
talimat verir mi acaba? diye kendisini
bekleyen subaylara, "iyi istirahatler arkadaşlar, yarın görüşeceğiz," dedi.
Müfreze komutanı, sabahın köründe subay, astsubay ve uzmanları yanında çağırdı. Müfrezenin
doğasında, sabah kahvaltı yapılır, öğlen ve akşam olunca
yemek yenir gibi, sıradan ve kalıplaşmış işler yoktu. Ne zaman?... Herkes fırsat buldukça kumanyasından bir parça yiyecek
atıştırabilirdi.
Kural, kalıp, sıradanlık yoktu. Bu tip şeyler sıradan insanlara ait zamanlar ve işlerdi. Yüzbaşı da ara ara söylerdi:
"Kalıplardan nefret ediyorum. Çünkü onlar,
harekat alanında
bizim ölüm sebebimiz
oluyor."
"Hepinizi,
olaylan benim a!:lzımdan
duyun ve fikirlerinizi söyleyin diye
topladım
arkadaşlar, "
diye söze
başladı Yüzbaşı Tayfun:
'.'Kazan
Vadisi içerisinde
bulunan, eski Ermeni köyü Tıjen'de yedi sekiz PKK'lı var.
Bunlar, kış
şartlannda Zap kampındakilerle yurtiçinde yaşayan gruplar arasında irtibat
sağlayanlar.
Aldıklan talimat şu: 'Bu
gece bir helikopter, Tijen'in üstü ile
Han Yaylası'nın
Kazan Vadisi'ne uzandığı mevkiye
ilaç paketleri bırakacak. Onlan teslim alın.' Haber
kaynağının
güvenirliği şüphe götürmez. Helikopter
işi olmasa da Tijen'e gidip oradakileri
halledecektik. Tijen buradan kuş uçuşu altı yedi kilometre batıda ve
Kazan Vadisi'nin tam ortasında bulunuyor.
Helikopterin gelmesi oldukça aynntılı · bir planlama yapmamızı gerektiriyor.
Şimdi aklınıza, 'Helikopter niye Zap'a değil de
buraya geliyor? ilaç
için buna ne gerek var?' gibi ve
benzeri sorular geliyordur, sormayın. Kol
komutanlannız
size teferruatı ile anlatırlar. Ben size işin yöntem ve tekniklerinin nasıl olacağını ve olası planlan
anlatacağım.
Hepinize anlatıyorum çünkü harekat uygulamada şahsi inisiyatif
kullanmaya gereksinim duyuyor. Ben, Kazan Vadisi'nde
ve Tijen üstünde
birkaç kez çarpışmaya girdim. Bu irtibat görevini yapanlar
helikqpterin atma ve indirme bölgesine, Kazan Vadisi'nin kuzeyinde yer
alan bir ortaçağ kalesinden daha sarp ve yaF çın dağ bloğunu kullanarak çıkacaklar. Yükü aldıklan zaman da aynı yönden Tijen'e inecekler. Ne kadar sarp
ve dik olsa da birbirine çok yakın iki
keçi yolu var. Onlan kullana- caklan
kesin. Hangisini ya da ikisini birlikte kullanmalannın bizim için hiçbir önemi yok. Çünkü bu
iki keçi yolu; kardeş gibi
birbirine yakın.
Şimdi soru şu: Acaba
hepsi yukan çıkar
mı? Çıkmazsa sebep
ne olabilir? Birini hasta olduğu için bı- rakmalan veya çok işkilli olduklan için bir
nöbetçi dikmeleri mümkün! Geride
kalan bu olası
kişiler yukandakilerin insan
ve malzeme olarak işlerini bitirdiğimizi görmeseler de anlayacaklardır.
Baktılar ki gidenler gelmiyor, hemen
oradan tüyecekler. Ver elini Zap kampı!
Buna kesinlikle müsaade edemeyiz. ihmale gelmez. Tümünü almalıyız.
Şimdi gelelim helikopter meselesine. Konsa da atsa da bunu açık ve geniş bir alan üzerinde yapacak. Herhalde bizim, çil keklik gibi meydanda, kar ortasında onu bekleyecek veya takip edecek halimiz yok. Belki PKK'lılar yerin ve bölgenin
anlaşılması için açık alana çıkabilirler. Olabilir mi, evet olabilir. Aşın güven ve aptallığın yapbramayacağı iş yoktur çünkü.
Kritik olan diğer
bir soru şudur:
'Helikopter yere konarak mı yükü indirir? Belli bir yükseklikten özel geliştirilmiş paraşütle mi atar? Yoksa hoııerdan
sa!;j- lam ambalajlarla paketlenmiş yükü havadan yere mi bırakır?'
Şayet helikopter gelirse kesinlikle yere inmeyecektir. Bunun sayısız sebebi var! Buna mayın dahil, sabitlenerek
vurulma riski dahil. Herkes bunu kafasına yerleştirsin. O takdirde biz onu
vurabilir miyiz? Boş ve saçma hayallere gerek yok! Neden? Biz, karlann içinde birkaç kişi de olsak susak gibi ortaya çıkıp oturabilir miyiz? Hayır. Bölgeye PKK'lılardan erken gidip çukurlar
açarak bekleyebilir miyiz? Hayır. O zaman? Planının
yürümesi için bizim yapmamız gereken şey ne? Karlı alana çıkmadan, Han Yaylası'nın
dağlarla kesiştiği noktada pusuya yatmak!
Malzemeler bizim pusumuzdan en az, bir daha söylüyorum en az, beş yüz ila alb yüz metre uzağa atılacak.
Elimizde hangi silahlar var? Orduda bulunanlann
hepsi ve en iyileri. Bu mesafeye ancak Kanaslar ve makineli tüfekler ateş'edebilir. Dediğim gibi, ö da beş yüz ve altı yüz metre kadar yakına
yük bırakırlarsa.
O zaman yeni soru şudur? Bağcıyı mı döveceğiz, üzüm mü yiyeceğiz? isteriz ki hem bağcıyı dövelim hem de üzüm yiyelim. Ama, 'Öncelik
nedir,' diye sorup pratik hesap yaptığımızda şunu görüyoruz: Üzüm yemeyi garantiye almalıyız. Bağcıyı da odundan geçirirsek ideal bir şey
yapmış oluruz. Daima meseleyi pratiğe indirgeyin. PKK'lılar
helikopterin ve yükün peşinde. Biz ise hem PKK'lılann,
hem helikopterin, hem de yükün peşindeyiz."
Yüzbaşı bütün bunlan sanki bir solukta anlatb. Dün geceden konuyu bilen Üsteğmen Metin ve Teğmen Aykut dışındakiler de hiç soluk almadan dinlediler.
Müfreze komutanı kendisini can kulağı
ile dinleyen Uzman Onbaşı .Cemil'e, "Cemil senin kız bu saatte uyanmış mıdır?" diye sordu.
Böyle bir şeyi hiç beklemeyen uzman onbaşı, "Hiç bilmiyorum komutanım. Bu ilk çocuğum. Hiç
çocuk büyütmedim. Bunu da görmedim. Müsaadeniz olursa dönünce
inşallah," diye cevap verdi.
"Askerlerin çay kaynattığını görüyorum, söyleyin onlara, bize de getirsinler," dedi.
Asteğmen Murat, "Bu ne cürettir, komutanım! Biz bitmişiz komutanım!" diye söylendi.
Yüzbaşı acı acı gülerek, "Ne bitmiş Murat? Tarla mı?
Ürün mü? Irgatlar mı? Yanaşmalar mı? Kahya mı? Yoksa Ağa mı?" •
"Bana sorarsanız
hepsi! Bizim başımıza gelecek var! Ve
gelecek nesiller bunu bize soracak. Hayatta olalım veya olmayalım. Gafletimizi, aymazlığımızı,
ikiyüzlülüğümüzü ve riyakarlığımızı, mutlaka soracaklar. Sonunda tarihin adil terazisinden kimse kurtulamamıştır."
Üsteğmen Metin,
"iki gruba ayrılacağız
gibi görünüyor efendim,"
dedi.
"Evet,
öyle olacak."
Asteğmen Tekin,
"Bir ilaç
için böyle büyük siyasi
riske girmeye değer mi?" diye sordu.
Asteğmen Murat
onu yanıtladı:
"Sen ne diyorsun? Herifler için, at
beylik kıç beylik. Dik durmayıp onun
bunun siyasi yanaşması
olursan senin topraklarında işte böyle at oynatırlar. 1952'den beri bu böyle hemşerim. Bu memlekette yırtındık, anlatamadık kimseye. Hoş, kimsenin
iplediği
de yok ki. Sel önünde kütük gibi, bir o tarafa bu tarafa vura
vura gidiyoruz. Ne lsa'ya yaranabildik, ne Musa'ya. Yıllardır çerden çöpten siyasetçiler ve bürokratlarla gelebildiğimiz yer işte burası. Biz de bu dağlarda ölümü arayan adamlar durumundayız. Ölünce de arkada kalanlar için cenaze törenleri düzenliyoruz. Cenaze törenleri giden
gençleri
geri getirmez. Sadece geride
kalanlann avunmasına
yarar."
Müfreze komutanı, "Sen ne diyorsun olup
bitenlere Mustafa Başçavuş?"
diye sordu.
"Ne diyeyim komutanım. İnciğine cinciğine kadar anlattınız. Sonuçta, bunları tepeleyeceğimiz kesin. Siyaset gibi işlere benim
aklım ermez. Emredin, silip süpürelim. Şimdiden avucum kaşınmaya başladı. Bu helikopter işi ne
me- nem bir iştir? Nedendir? Onu çözmeye çalışıyorum; Allah, Allah!" '
Müfreze komutanı belinden çıkarttığı komando bıçağıyla, yarı kayalık yan toprak olan zemine biraz önce tarif
ettiği arazilerin basit bir krokisini çizdi. Sonra,
sanki biri yol tarifi sormuş da
sokakta ona tarif yapıyormuş
gibi, sakin ve umursamaz bir tavırla planı açıkladı:
"Metin,
sen Buzkıran
koluyla Taşbaşı köyünün üstünden ba^ya doğru yürüyerek Kazan Vadisi'nin kuzeyi ile Han Yaylası'nın batısında kalan bölgede pusuya
yatacaksın.
Çok fazla batıya gitme,
çünkü
PKK'lılar oradan çıkarak atma
indirme bölgesine gelecekler.
Atma ve indirme olmadan sakın ateş açmayın. Helikopter gelmeli, yükü atmalı, PKK'lılar ona doğru hareket
etmeli. Helikopter gelip yükü attıktan sonra, PKK'lılar hala
ortaya çıkıp malzemelere doğru gitmiyorsa bir karar vermek lazım. Mesafenin
ne kadar olduğu da çok önemli. Helikopter uygun bir mesafede ise
ateş açılabilir ama bu kez karanlıkta PKK'lılan görüp ateş etmek zorlaşır. Çünkü kabak gibi karlı düz alana
çıkmayacaklardır.
Önce kayalıklarda belli
bir süre
kalıp sizin gücünüzü tahmine çalışacaklar, sonra geldikleri yere, Kazan
Vadisi'ne ineceklerdir. Artık oranın da güvenli olmadığını düşünüp karar verecekler ve bir müddet başka bir yere geçeceklerdir. Sen bütün bunlan
dikkate alarak hareket et.
Ben,
Teğmen Aykut ve Balabanlarla, buradan dosdoğru .
Kazan Vadisi'ne gireceğim
ve Tijen köyünü gözaltına alacağız. Birden köye girmeyeceğiz. PKK'lıların aynlışını
gözetleyeceğiz. Zaten
köyde ayakta kalmış benim
bildiğim
en fazla dört beş kagir
ev var. PKK'lılar
oradan ayrılmadan da basabiliriz ama ya aralannda bir şifre varsa?
iniş saatini biliyorlarsa ve 'Bölge temiz!'
diye helikoptere veya bağlı olduklan
bir telsize bildireceklerse o zaman plan düşer. Helikopter
de gelmez. Bir başka telsize bağlı olma
ihtimalleri, 'Yer uygun ve güvenli' raporu
için daha mantıklı. O i-ıedenle tepelerine
hemen Tijen'de binemeyiz. Dağa tırmanıp Han Yaylası çizgisine ulaşmalan için yol vermek zorundayız, anladın mı?"
"Çok net
anladım,"
dedi üsteğmen.
"Senin
için, bir noksan taraf var mı Aykut?"
Teğmen, "Çok yalın ve açık komutanım," diye cevap verdi.
Bu
defa yüzbaşı
diğerlerine bakarak:
"Sizlerin
bir tereddüdü
var mı arkadaşlar?" diye sordu.
iki
asteğmen,
astsubay ve uzmanlar yok anlamında baş- lannı iki yana, birkaç defa
salladılar.
Yüzbaşı, "Metin
eğer
ateş etmek icap ederse, bu kesinlikle keskin nişancı tüfeği ve makineli tüfeğin menzili
içinde olabilecektir. Bir helikopteri
pallerinden biri kopartılmadığı
ve kokpite gelmediği sürece roket bile düşüremez. Menzil uygunsa her iki silah da
mutlaka pilotları
vuracak şekilde, helikopterin
ön camı
nişan alınarak ateş etmeli.
Başka
türlü olmaz," diye emir verdi.
Üsteğmen,"Baş üstüne," demekle yetindi.
"Akşama daha çok zaman
var. Hazırlık
yapın. ihtiyaç duyanlar
dinlensin. Çabşmaya
girersek sonradan mühimmat
ikmali yapmamız
kaçınılmaz olacak. Erzaklar da sınıra geldi.
Bu gece havanın
pırıl pırıl olacağını da
bilin! Aksi olsaydı
planı bu geceye alırlar mıydı bu herifler!"
Herkes
kalkıp selam vererek ayrılmak üzereyken Teğmen
Aykut yüzbaşıya
bir soru sordu:
"Bu
durumları
yukarıya, böyle böyle işler oluyor
diye bildirecek misiniz komutanım?"
Yüzbaşının kahkahası mağaranın duvarlarında
yankılandı:
"Ah
çocuk! Bildireyim de herkes mal bulmuş Mağribi gibi bunu bir üst kademesine
bildirsin değil mi? Sonra olay hükürriete gitsin. Onlar da akla gelen bütün kordiplomatikleri arasınlar, biz de helikopter gelecek diye
kar çukurlarının
içinde, kayalıkların rutubet
ve soğuğunda
kuyruklarımızı
titretip
sonunda da avucumuzu yalayalım öyle mi? Ben o filmleri çoook önceden seyrettim. Nasrettin Hoca'nın dediği gibi, 'Ama sen de haklısın!' Üstelik, dur bakalım, gün doğmadan neler dogar, bu bir... Çayı görmeden paçalan hemen sıvama, bu
da iki..."
Bu
beklenmedik çıkışla,
Aykut'un yüzü kıpkırmızı oldu. Yaşamın en
kıymetli
öğesi tecrübe ve
kültürdü.
Buna benzer şeyler daha
önce de olmuştu ve
müfreze
komutanı bun- lann canlı tanığıydı.
Hep
beraber selam verip müfreze komutanının yanından aynldılar.
Gece
harekat yapılacağını
ve işin ne
oldugunu öğrenen komandolar, cıva gibi
akıcı bir hale geldiler. Ağaçlann tepesinde av bekleyen şahinlerle avın üzerine salıverilmeyi bekleyen bir doğan gibi
silkindiler. Her an, her şeye hazır olmalanna rağmen silahlannı, şarjörlerini, mühimmat şeritlerini, el bombalanm ve roketlerini bir
kez daha gözden
geçirip beklemeye başladılar. Akşama da bir hayli zaman vardı. Sabretmek,
beklemek, derin sessizlik ve insanın yakasını hiç bırakmayan yalnızlık,
dağlara tırmanmaktan bile
. zor şeylerdi.
Buzkıranlardan Komando Er Yılmaz ile
Tahsin bir kayaya sırtım vermiş sohbet ediyorlardı.
"Dün gece,
saat gece yansını fazla geçmiyordu ki uykumdan sıçrayarak uyandım," dedi Yılmaz.
"Bak
sen! Peki ne oldu ki? Derdin ne?"
"Benim
mi? Sıla hasreti!"
"Aileni
özledin demek."
"Benim
ailem yok ki!"
"Yok mu? Seni leylekler getirmiş demek
ki!"
"Annem,
babam ben on aylıkken
hala sebebini bilmediğim bir nedenle ölmüşler. Yetiştirme yurdunda büyüdüm ben.
Kendimi bildim bileli de hem okumak, hem de bir baltaya
sap olmak için gece gündüz çalıştım."
Tahsin
duygulu bir sesle, "Başın
sağ olsun. Bu dünyanın düzeni böyle be Yılmaz. Hem
kavun hem de kelek yiyenler bir arada. Dün gece
niye sıçradın
peki?" dedi. ·
"Bir
çatışmadaydık.
Kimler olduğunu seçemiyordum. Vurulan biri yanımda, 'Yandim
anam yandım,'
diye bağırdı. Ben
de vurulunca, 'Anne neredesin? Yanına geliyorum,'
diye· haykırdım."
Tahsin
iyice hüzünlenmişti.
Sesi titreyerek, "Sonra!"
dedi.
'"Soğuksun Ölüm! istediğin kadar soğuk ol,
bana buz gibi sudan tatlı gelirsin!'
dedim ve sıçrayarak
uyandım. Sonra da uyuyamadım. "
"Bilirsin
rüyalar tersine çıkar derler.
Hepimiz buralardan sağ salim döneceğiz, göreceksin. Ailen yok ama o zaman sıla özlemin niye?"
"Bende
o özlem, her yerde var! Eksik olan ve hiç bitmeyen, kavuşulamayan bir şey o
benim için."
"Anlıyorum kardeşim çok acılar çekmişsin belli ki."
"Bulduğum üç patatesi-çiğ çiğ büyük bir zevkle yediğimi bugün hala hatırlıyorum."
"Her
şeyi geriye dönüp tekrar
tekrar yaşama. Demir gibi sağlam bir
gençsin.
Askerden sonra, canla başla yeni
bir hayata başlar,
tuttuğunu kopararak yolunda
ilerlersin."
"inşallah! Bakalım talih ne gösterecek."
"iyi
şeyler
gösterecek, "
dedi Tahsin, "iyi şeyler gösterecek..."
M
üfreze havanın kararmasından hemen sonra, gelişmeleri takip edebilmek için Taşbaşı köyünü uzaktan gören bir
sırta gelerek beklemeye başladı. Silah
ve mühimmatla-
n dışında, hareket
ve yürüyüşlerini
yavaşlatacak her
şeyi
mağarada bırakmışlardı. Başına nöbetçi koymaya
da gerek duymadılar.
Karanlıgın tamamen çökmesi ve
görüşün
düşmesiyle, Yüzbaşı Tayfun'un
da birlikte olduğu Balabanlar, köyün üst tarafından Kazan Vadisi'ni boydan boya geçen patika
yola inmek için hareketlendiler. Üstegmen Metin
komutasındaki
Buzkıran kolu da bulunduklan yerden doğruca Kazan
Vadisi kuzeyi ile Han Yaylası'nın güneyinde kesişen dil ucuna doğru yola
çıktılar.
Her iki kol da sıkı_ ve
enerjik, diğer bir ifadeyle cebri yürüyüşle; bir saatten biraz fazla sürede planlanan mevkilerde yerlerini alıp örtme ve maskeleme yaparak gözetleme ve
dinlemeye geçtiler.
Müfreze komutanı ve teğmen işgal ettikleri kayalıklann arkasından vadiniı:ı tabanında bulunan eski köydeki dört evi görebiliyorlardı. Gece görüş dürbünü teğmendeydi ve geldiklerinden beri o kullanıyordu.
Yüzbaşı, "Şunu ver bakayım," dedi.
Köyden önce, köyün bittiği yerden başlayan devasa
yük-
seltinin
üzerinde
kademe kademe oluşmuş kaya
bloklarına
bakarak onların arasında ara ara görünen keçi yolwıu uzun süre gözetledi. Buralar boştu. Sonra
vadinin dağ ile birleşim noktasından evlerin bulunduğu düz alanı taradı. Yer yer ağaçlarla kaplı bir araziydi. Dört evin
etrafını
inceden inceye izledi. Kapıların ve
pencerelerin hangi yönlerde
olduğunu tespit etti. Dört evde
de, ne bir ışık ne de tüten bir
duman vardı. Gecenin berraklığı ve doğallığında, özellikle de vadide yakılabilecek herhangi bir ateşin kokusu
çok çabuk buruna gelirdi. O da yoktu. Batıya doğru bir iki ev daha vardı. Uzaktan
ancak duvarları
görülebiliyordu. Onlar
da simsiyahtı.
Yüzbaşı dürbünü teğmene uzatırken, "Sanki mezarlık!" dedi.
"in
cin top oynuyor, komutanım."
"in
ve cin tamamda, henüz top oynamıyorlar! Bunlar malzemelerin getirilme
saatini mutlaka biliyorlar. Çok erkenden yola çıkmak istemezler
ama ne kadar yolu bilseler de şu karşıda Himalayalar gibi duran yüksekliği aşmaları, iki saatten önce olmaz.
Sen gözetle
bakalım."
"Şeytan diyor ki, köye inip
hepsinin işini bitirelim. "
Yüzbaşı gülünce dişleri göründü:
"işte teğmenlik ruhu budur. Hepimiz, o rütbede senin
gibiydik. Gittik, bulduk, yok ettik. Kuş, ne
olacak kuş? Çok
bekleriz gelecek diye. Bu
harekatta PKK'lılar
sadece araçtan
ibaret. Hava aracı kimin? Malzemeler neyin nesi?
Esas hedef onlar ve bu çok hayati
bir mesele. "
"Haklısınız komutanım."
"Boşuna gençlere 'deli kanlı' demiyorlar,
Aykut! Eğer
gençlerde bir de tecrübe olabilseydi,
yeryüzü
bugünkünden
yüz kat daha iyi olurdu. Savaş dahil gençlerin işin
içinde olmadığı hiçbir mücadele kazanılamaz. Her büyük meselede onların niyetinin saflığına
ihtiyaç vardır."
Yukarıda bekleyenlerin iki
meselesi vardı. PKK'hlar kendi bulundukları
hattın batısındaki yerlere ne zaman geleceklerdi? Daha önceden,
gündüzden, gelip yerleşmiş olabilirler miydi? Helikopterden önce Han Yaylası'nın ilersine doğru yürüyüp
karların içinde bekleyebilirler miydi?
Şu veya bu şekilde, helikopter gelip yükü bırakmadan önce yapılabilecek bir şey yoktu, sabırla beklemekten başka...
Üstçavuş Ömer, Üsteğmen Metin'le yan yanaydı.
"Üstajmenim, yıldızlar ne kadar yakın. Bir merdiven olsa çıkıp elle yakalayacaksın sanki."
"Yaylanın çok yüksek oluşundan kaynaklanıyor. Kaldı ki biz, Han Yaylası'nın
kenarındayız. Ortalarında olsak, merdivene de gerek duymazsın.
Görüyorsun, kar burada yüksek. Yürüsek, diz kapaklarımıza kadar çıkar mutlaka. "
"Nedir bu?
Helikopter, malzemeler, yılanlar, çıyanlar at oynatıyor buralarda. "
"Ömer, eğer PKK meydanda somun
.pehlivan gibi peşrev yapıyorsa bunun kispetini, kazandaki zeytinyağım kim sağlıyor? Ondan çıkar sağlayan
ülkeler. PKK Pinokyo! iplen, o tahta oyuncağı sahneye çıkaran marangozlarda. Bu gece de eğer olursa, marangozlardan
birinin ona desteğini ve himmetini göreceğiz.
"
"Bütün bunlar tamam da üsteğmenim. Bu ne cüret, bu ne pervasızlık. Demek bu ülkeler
üzerinde bizim hiç hükmümüz yok."
"Mesele de buya
zaten."
"Ne kadar alışkın olsak da, şu pusuda beklemek yok mu,
çelikten sinirleri
dahi boşaltabilir.
insan bir an önce ne
olacaksa olsun bitsin istiyor."
"Haklısın, hepimiz için geçerli bu dediklerin. Ancak, bizim gibi şeytan adamlardan
oluşan bir hayalet müfreze olunca
geriye dayanmak, dayanmak ve daha çok dayanmak
kalıyor.
Hiçbir insanın dayanamayacağı kadar
dayanmak... insan tabiatının
sınırlannı en üst noktalara
sürebilecek
ölçülerde dayanmak. Dayanamayanlar ise
yenilecektir."
Saat
22:00 civannda sadece dürbünle bakanlarda
değil,
çıplak gözle de
köyün
içini ve evleri gözetleyenlerde de bir kıpırdanma oldu. Siyah gölgeler tam
önlerinde
bulunan dört evin
dağa en yakın olanından birbiri ardına dışanya çıkmaya başladı. Sola doğru kısa bir yürüyüşten sonra, dağa doğru dönüp sadece başlangıç noktasının bir bölümü gö- ıiilebilen keçi yoluna geçtiler. Kayalıklann durumuna bağlı olarak
bir görünüp bir kaybolarak yukanya tırmanıyorlardı. Kısa.bir süre sonra da görünmez oldular.
Müfreze komutanı, "Kaç kişi saydın Aykut?" diye sordu.
"Sekiz
komutanım."
"Tastamam
doğru/ dedi yüzbaşı ve
Üsteğmen
Metin'i kriptolu telsizden aradı:
"Tavuklar
kümesten
çıktı. Sekiz... Yeme geliyorlar. Bir
saatten önce
hizanızda olamazlar."
"Anlaşıldı."
Yüzbaşı ayağa kalktı.
"Beni
takip edin," diyerek kalktı ve
daha önceden tespit ettiği istikameti
takip ederek baş
aşağı yamaçtan inmeye
başladı.
Yamacın toprak kısımlan balçıktı. Tespih taneleri· gibi sıra sıra aynı yönü takip ederek vadinin tabak kadar düz olan
tabanına
indiler. Yer yer karla kaplı bu
alan daha da
çamurluydu. Botlar batıp çıktıkça
çıkardıklan sesler, mezarlık sessizliği süren vadide sükfıneti bozuyordu.
Yüzbaşı hemen arkasındaki
teğmene, "iki kişi beni takip etsin: Bunlann çıktığı eve gideceğim. Sen kalanlarla diğer üç evi kontrol et. Şu uzaktaki iki eve gitmenize gerek yok," diyerek dağa en yakın olan eve doğru yüıiimeye
devam etti. Başçavuş Mustafa ile Uzman Çavuş Ziya hızlı hızlı
yürüyerek müfreze komutanın arkasına geçtiler.
Eve on metre kala, yilzbaşı işaretle Mustafa Başçavuş'u yanına çağırdı ve ağzını onun kulağına dayayarak, "Ben ka^ pıya gideceğim. Sen, şu pencerenin yanına.
Ziya'ya söyle öbür tarafta mevzi alsın. Belki başka bir pencere olabilir. Kapıyı kilitlemiş . olabilirler. Benim ıslığımı duyar duymaz, çerçeveyi çökert ve el feneriyle olabildiğince içeriyi aydın- 1atmaya çalış," diye emir verdi.
"Ya başka odada duruyorlarsa komutanım!"
"Bu tip evler, girişten itibaren holle başlar, genellikle de soba veya ocak buradadır. Tamam mı?"
"Anlaşılmıştır,
komutanım."
Astsubay yanından
aynldıktan sonra yüzbaşı, kısa bir süre kapının
karşına denk gelen, yer yer ağaçlık olan araziyi kontrol ederek, bir iki hamlede kapının yanına sıçrayıp sırtını duvara dayadı. Tüfeğin
emniyeti açıp mandalı otomatiğe aldı. Hücum yeleğindeki el bombalannın
çıtÇıtlannı açtı. Silahını sağ kalçasına iyice oturtt an sonra,
kuş sesine benzer bir ıslık
çaldı. Karanlık içinde el fenerinin ışığını arkasında hissedince tekmeyi olanca gücüyle kapıya indirdi. Kapının bağınr gibi duvara çarpmasıyla
yüzbaşının şimşek gibi içeri girmesi bir oldu. Fenerin ışığı fırdönerek ortalığı taramaya devam
ediyordu. Görünenler
birkaç yer yatağı,
bir
köşeye
yığılı kap kacak, eskimiş ayakkabılar, odun ve çalı çırpı öbekleri, içlerinde bir şeylerin olduğu anlaşılan yansı boş
çuvallardı.
Tam
karşıda iki oda daha vardı ve.
birinin kapısı
açıktı. Oraya göz atıp diğer kapıyı da tekmeleyerek indirdi. Duvara sırtını verip
el fenerini hızla
odaların içinde gezdirdi.
Bunlarda da yer yatakları ile
battaniye gibi eşyalar
vardı. Evde kimse yoktu!
Başçavuş Mustafa
da içeri
girmişti.
"Malzemelere
bakılırsa
hepsi aynı evde,
burada kalıyorlar. Uzun
zamandır
da kaldıkları anlaşılıyor," dedi, müfreze komutanı.
"Nöbetçi de bırakmıyor bunlar. Şaşılacak şey komutanım."
"Dağların kara kışı var
ya, onu kendilerinin müttefiki olarak kabul ediyorlar. Nasıl olsa
kimse gelip onları
rahatsız etmeyecek. Bu hep yıllardır böyle sürüp gittiği için, gel keyfim
gel. Gerçi buraya niye nöbetçi bıraksınlar, üç beş çuldan başka bir şey yok
ki! Evde, yaralı veya hasta olabilir, o da bize ateş açabilir diye tedbirli davranmak zorundaydık."
"Silahların patlamadığı iyi oldu ama. Yoksa dağ taş inlerdi."
"Gidenler
duyar diye söylüyorsun
değil mi? Duysunlar, arhk hiçbir farklı hareket yapabilecek durumda değiller. Yükün geleceği ortaya çıktı. Bizim
bilemediğimiz
bir terslik çıkmazsa
tabii. Silah seslerinden tedirgin olup işkillenebilirlerdi ancak geri dönüp ne
olduğuna
bakabilecek ne güçleri ne
de zamanlan var. Dönüşte tedbirli olmaya çalışacaklardı hepsi o kadar. "
"Siz
bunların
ciğerini biliyorsunuz, komutanım."
"Ciğerlerini değil, bütün organlarını biliyorum ama benim
ve senin bilmen yetmiyor ki Mustafa. Biz elimizden geleni
yaparak kendimize olan saygımızı koruyoruz.
Teğmene
söyle, herkes buraya toplansın."
Başçavuş gidince
yüzbaşı
dışan çıkıp kapının yirmi
otuz metre ilersindeki bir ağacın altına gidip sırtını dayadı. Vadinin iki yanında duvardan
farksız
dağların arasındaki büyük koridordan
gökyüzünde
yanıp sönen yıldızlan seyretti.
Geçmişte
Kazan Vadisi'nde yaptıkları muharebeler gözünün önünden geçti.
Balabanlar
toplanınca
yüzbaşı onlara dağa iniş çıkışı sağlayan keçi yolunun
vadiden başladığı
noktayı ve PKK'lıların kaldığı evi çok iyi
görebilecek
pozisyonda, uçlan açık bir kavis şeklinde mevzilenmelerini
emretti. Kol kısa bir sürede emredilen
tertibi alarak beklemeye geçti.
Müfreze komutanı, Üsteğmen Metin'i aradı:
"Durum
nedir?"
·^Normal!"
"Bir
mola vermedilerse sizin hattınıza ulaşmış olmaları gerekir."
"Geldilerse
de uzak solumuzda kalan kayalıklarda olabilirler."
· "Doğrudur. Tamam."
Bu
konuşmadan
yanm saat geçmemişti ki üsteğmen müfreze komutanını arayarak, "Ortaya çıktılar. ip
gibi arka arkaya dizilmiş
sekiz kişi, yaylanın ortasına doğru gidiyorlar. Kar derin olduğundan hızlan düşük."
"Anlaşıldı."
"Bulunduğumuz hat daha alçakta kaldığı için görebildiğimiz ufkun ötesine geçerlerse gözden kaybedebiliriz."
"Fark etmez, nasılsa dönecekler."
"Anlaşıldı."
Ay tam tepelerine gelmemiş olmasına rağmen karlı yaylayı
aydınlatıyordu. Beyaz manzara üzerinde sekiz kişi siyah figürler halinde, kar yüzünden
hız yapamadıklan için yavaş çekim gösterimdelermiş gibi ilerliyorlardı.
Buzkıranlann her biri tetikte
beklerken Üstçavuş Ömer,
"Üsteğmenim, böyle bir fırsat da az bulunur," diyerek, siyah arpacığın üstünden beyazlığın ortasındakilere baktı.
"Savaşta aptallığın sının olmaz. Durumları bu," dedi, Üsteğmen Metin.
Gece yansındari bir saat sonra gökyüzünde derinden derine boğuk bir motor sesi duyuldu. Han Yaylası kenarında bekleyen Buzkıranlar, Kazan Vadisi'ndekilerden biraz daha önce duydular bu sesi.
Homurtu gittikçe
üzerlerine dogru geldi. Gece görüş dürbünleriyle gökyüzünü
taradılar. Vadi tabanındakiler havada bir şey
göremediler ve ses onlardan uzaklaştı.
Üsteğmen Metin, müfreze komutanını aradı. Heyecanını
gizleyemeyen bir sesle durum bildirdi:
"Orta çaplı bir kargo uçağı.
Tek bir paraşütün ucuna bağlı malzeme sandığı attı.
Şu anda gözetliyorum. Hızla yere yaklaşıyor. Uçak doğuya doğru patem alarak Oramar üzerinden geldiği istikamete, Irak'a doğru yoluna devam ediyor."
"PKK'lıların tam yeri neresi?"
"Bulunduğumuz yerden tespit
edilemiyor arpa yürüyüş
hızlannı dikkate alırsak atma mevkisine çok yakın bir yerde olmaları muhtemel!"
"Güzel, takip edelim."
Yüzbaşı kendi kendine, "Aferin Tebriz Ağa, çok iyi bir iş yaptın," dedi.
Bir saat sonra Buzkıranlar, Han Yaylası'nın ufukla kesiştiği yerde siyah bir kitlenin siluetini gördü. Çok yavaş hareket ediyorlardı. Siluet belli bir süre sonra netleşti. Üsteğmen Metin gece görüşte,
birkaç kez dürbünü göz hizasına kaldırıp indirdikten sonra müfreze komutanım aradı:
"Durum netleşti."
Yüzbaşı, "Nedir?" diye sordu.
"Giden gelen PKK'lı sayısı aynı. Kenarlarından tutmuş halde üç sandık
taşıyorlar. Sandığın biri uzun. Diğer ikisinin büyüklüğü birbirine yakın.
Yaklaştıklarında alalım mı?"
"Hayır! Onlardan daha iyi hamalı nereden bulalım. Biz aşağıda bekliyoruz. "
"Tamam!"
Aradan epey bir zaman geçtikten sonra Üsteğmen Me- · tin yeniden aradı:
"Şu anda, üç yüz metre kadar solumuzdalar. Dağ yoluna girmeleri için çok kısa bir mesafede bulunuyorlar. Çok yorgun ve bitap düştükleri her hallerinden belli, karların içinde oturuyorlar. Sırtüstü yatanları dahi var. "
"Kim dedi onlara, dağda ecnebilerin hamal ığını ve uşaklığım
yapın diye? Hareket ettiklerinde
bildirin."
"Anlaşıldı."
Aradan yarım saat geçtikten sonra üsteğmen tekrar durum bildirdi:
"Hareket ettiler! "
"Bunlar o yüklerle gün ışımadan ewel bizim yanımıza gelemezler. Onların
dağ yoluna girişinden bir saat sonra, siz aynı patikayı kullanarak bulunduğumuz
yere inin."
"Alındı, anlaşıldı. "
Sabahın geldiğini vadinin göğe açılan tavanı haber verdi. Aydınlık yavaş yavaş yukarıdan aşağı dajru uzandı. Çöküntü, görüşe büyük bir engel teşkil etmeyecek
derecede sisliydi.
Çok fazla
beklemediler. ilk sandığı
taşıyanlar yamaçta göründü. Arkasından da
diğerleri.
Uzun sandık en
gerideydi, sonda da sandık tutmayan
iki PKK'lı
vardı. Yük taşıyanların silahlan sırtlarında asılıydı. Perişan oldukları her hallerinden belliydi.
Pusu
yayının
ölüm bölgesine girdiklerinde
yüzbaşı,
yanındaki Aykut Te!:jmen'e:
"Selam
ver şunlara,
bakayım alacaklar mı?" dedi.
Teğmen avazı çıktıgı kadar, "Teslim olun! Çembere alındınız!" diye bagırdı.
Çağrıyı duyar
duymaz, en geride tüfekleri
ellerinde bulunanlardan biri hiç umulmadık bir çabuklukla sesin geldiği tarafı taramaya, digeri de gelişigüzel oraya buraya ateş etmeye başladı. Aynı anda makineli tüfek ve
diğer
tüfekler, cehennem makinesi gibi ölüm ve
ateş kusmaya başladı. Vadi
korkunç ugultularla inledi. Ateş topunu
andıran
vuruşlar, iki PKK'lının bedenini
havaya kaldmp birkaç metre geriye, çamurların içine fırlattı.
Geri
kalan altı
kişi, sandıklan yere
atıp ellerini başlarının üzerine koydular. Gözleri yuvalarından dışarı u!:jrayacak gibi hayret ve dehşet içindeydiler.
iki
saat sonra Buikıranlar
da vadi tabanına indiler.
Uzun
sandık
açıldığında gördükleri şey herkesin
canını
sıkmaya yetti! Bu, bir hava savunma füze lançeriydi! Sandı- gın birinde ise on adet füze başlıgı vardı. Lançerle atılacak
olan
mühimmat.
Üçüncü sandıkta, piyasada
pek bulunmayan muhtelif ilaçlarla, iki solunum teçhizab bulunuyordu.
Müfreze komutanı özel radyo frekansıyla raporunu gönderdi:
"ikisi
ölü.
Altısı yanımızda. Olağanüstü bir
makine ve dikiş
iğneli teçhizat aldık. Köpıil ü'de, XMTLNK'deyiz.
Köp-
ıillü yanımızdaki her
şeyi karadan alabilir. Onlan bekleyip aynlacağız. Köprülü'ye gelecek olan helikopter, mühimmat,
erzak ile kırk iki numara ve üstü yirmi
bot getirebilirse uygundur. Emanetleri' almaya gelen araçlarla bize
ulaşabilirler. Tamam."
Kısa bir
süre sonra:
·
"Tebrikler. Anlaşıldı.
Hemen karşılanacak," bilgisi geldi.
Müfreze komutanı kol komutanlannı çağırdı ve şu emri
verdi:
"Ana
üsse bildirdim. Bizim ihtiyaçlanmızı bir helikopterle, Köpıillü Jandarması'na gönderecekler. Onlar da araçla gelerek teslim olanlar ve ele geçen silah
ile diğerlerini
alıp kışla- lanndaki
helikoptere götürecekler.
Oradan da ana üsse sevk
edilecekler. Köpıilü bize on sekiz, yirmi kilometre uzaklıkta olmasına rağmen gene de üç dört saati
bulur. Arkadaşlar
istirahat etsinler. PKK'lılann kaldığı ev daha uygun görünüyor. Üstelik yakacak da var. Ateş yakmanızda bir sakınca yok.
Biz vadiden çıkmak
için havanın kararmasını beklemek
zorundayız.
iyi gözetleme sağlayan iki kritik yere nöbetçi koyalım."
Saat
13:00'te, Köprülü Jandarmalan iki askeri kamyonla
geldiler. Mllfrezenin ihtiyaci olan mühimmat, erzak
ve botlan teslim ettiler. Altı PKK'lıyı, lançer ve füze başlıklany- la tıbbi malzemeyi
kamyonlara yükleyip
helikoptere vermek üzere aynldılar.
Müfreze komutanı sırt çantalarını sığınak olarak kullandıkları
mağarada bıraktıklarından, gelen malzemeleri taşımaları için yirmi kişiye
bölüştürdü. Hava kararır kararmaz da vadinin içinden doğuya doğru yürüyüşe geçtiler. Taşbaşı köyü hizasına geldiklerinde yukarı
çıkıp köyün üstünden sığınağın bulunduğu patika yola girdiler. Sığınağa ulaştıklarında saat henüz 20:00'ydi.
Sabah olduğunda gayet sakin görünen
hava birkaç saat içinde simsiyah oldu, çok
geçmeden de göz açtırmayan bir kar fırtınası
başladı. Tipi zaman geçtikçe o kadar şiddetlendi · ki, kar ve savnıntuları
vadi tabanında ve iki yamacında anaforlar yarattı. Göz
gözü görmez oldu.
Gözcüler hariç herkes mağaranın içinde şahsi işleriyle
uğraşıyorlardı. Kendi silahlarına uygun mühimmatları
aldılar, erzaklar cinslerine göre pay edildi. Yırtılan
ve topuklan düşmüş olan botlar atılarak yenileri giyildi. Çok miktarda yün çorap gelmişti. Çok makbule geçti bu çoraplar. Eskileri ıslanmaktan ve kurutulmaktan keçe gibi olmuştu.
Buzkıran koluna mensup Komando
Er Hüseyin, Sağlık
Çavuşu Ahmet'in yanına geldi. Çavuş kendisine verilen erzakları bir torbaya yerleştirmekle meşguldü.
"Ahmet Çavuşum!"
"Efendim Hüseyin."
"Sana bir şey göstereceğim ama kimsenin haberi olmamalı."
"Tamam. Nedir o göstereceğin?"
Hüseyin etrafına bakındıktan sonra yavaşça çavuşun ya· nına oturdu ve bağlan çözülmüş
halde bulunan botun içinden sağ ayağını
çıkardı. Ayak çorapsızdı, bilek altı şişmiş ve mosmor görünüyordu.
"Anlaştık degil mi, kimse duymayacak."
"Tamam dedik ya be oğlum. ikide bir tekrar edip durma."
Ahmet Çavuş, eliyle ayağın şiş
kısmına basbnnca Hüseyin elinde olmadan hafifçe sıçradı. Sonra, iki eliyle parmaklara doğru baskı uygulayan çavuş:
. "Bir ödem
oluşmuş. Damar damar üzerine de gelmiş olabilir. Ne zamandan beri var bu?"
"Dün gece oldu. Bir kaya yanğına girince sanki ayağım . ters döndü gibi oldu. Önce
pek bir şey hissetmedim ama yürüdükçe ağnsı ve sıkıntısı
arttı. "
"Dün, bütün gün Kazan'da bekledik. O zaman niye söylemedin?"
"Geçer sandım."
"Şuna erkekliğe yediremedim desene!"
"Peki, ne olacak şimdi?"
"Elinin körü
olacak. n
Ahmet Çavuş, sağlık
çantasından çıkardığı bir merhemi ayağın şiş kısmına bolca sürdü ve iki eliyle beş dakikadan fazla bir süre ovdu. Sonra uzun bir sargı beziyle ayağı kundaklar gibi sardı.
"Çorabın nerede senin?" diye sordu.
"Eşyalanmın yanında!"
"Sen azıcık
delisin, değil mi? Delilik, matah bir
şey değil
aslanım. Bu ayak çıplak halde bota sokulur mu? Hele bu Allah'ın soğuğunda!"
"Yüreklilere bir şey olmaz."
"Ama ölürler."
·
"Topu topu bir kez ölürler."
"Bırak bu teraneleri!"
"Senin ayağını müfreze komutanının görmesi,
vedalaşma zamanının gelmesi demektir. Sen,
bu ayakla dağ geçitlerinde karda, çamurda nasıl yol alacaksın ve çatışmalara gireceksin? Herkes senin ayağına göre mi yilrilyüşilnü ayarlayacak ha!"
"Aman gözünü seveyim Ahmet Çavuş.
Ben herkes kadar hızlı yilrilrilm, kendi yükümü de taşının."
"Hey Allahım! Nasıl bir memlekette yaşıyoruz?
Bir kısmı, bırak savaş alanını, askere gitmemek için kendini çürüğe
çıkartır. Bir kısmı, bedelli adı altında para verip bu işten
sıynlmak ister. Ve bunlan biz dağlarda, kar çukurlannda ve ölilmiln kol gezdiği vadilerde çarpışırken yaparlar. Bunlarda vicdanın kınntısı yok."
Tam bu sırada Asteğmen Murat yanlanndan·geçiyordu.
"Kim de vicdanın kınntısı yok, Ahmet Çavuş?"
"Şu, kendini çürilğe çıkartanlarla, para karşılığı
askerlikten tilyenlere söylüyorum asteğmenim."
"Sen onlara kızacağına, o partilere pırtılara
oy verenlere kız. Kanunlan çıkaranlar o pespayeler değil
ki, partiler! O partilerin kuyruğuna takılıp da oy verenlere kız sen!"
"Biraz düşilnilnce doğru asteğmenim."
"Hüseyin'le sohbet mi
ediyorsunuz?"
Hüseyin yalvaran gözlerle çavuşa baktı. Ahmet Çavuş hiç
tereddüt etmeden:
"Anne tarafından hemşeri sayılınz da oradan buradan laflıyorduk biraz."
Asteğmen, "Özlem ha!" dedi ve
gitti.
"Sağ ol Ahmet Çavuş. Söyleyeceksin diye ödüm koptu.'!
"Seni başımızdan savacağımızı mı sandın? Sen salağın birisin. "
"Çabuk iyileşir mi bu ayak?"
"Üzerine fazla a!:jırlık verme. Tabii hemen bir harekata çıkmazsak senin için iyi olur. Birden de geçmesini bekleme. iki gün sonra sargıyı açar, yeniden bakanz."
Hüseyin ayağa kalktı, sanki hiçbir şeyi olmayan biri gibi yürüyerek silah ve
malzemelerinin bulunduğu
yere gitti. Ar
kasından Hüseyin'i izleyen Ahmet Çavuş
söylendi:
"Şuna bak! Keyfi yerinde."
·Müfreze komutanı dışan
çıktı. Kar, fırtınayla birlikte ortalığı
altüst ediyordu. Parkasının başlığını başına geçirmek zorunda kaldı. Gözü,
Taşbaşı köyü istikametindeydi.
Tebriz Ağa eline, ayağına ve işine çabuk
adamdı. Hiçbir şeyi süründürmez ve uzatmazdı. iki güne yakın bir süre geçmişti.
Ama her zaman her şey olabilirdi. Kazan Vadisi'ndeki operasyonu köyün duymamış olması mümkün
değildi. Hatta Çukurca'da yaşayanların bile.
Tipi birkaç metre ilerisini dahi görmesini engelliyordu. iki gözcü karşı yamaçtaydı ama onları da görmek
imkansızdı. iç cebinden özel düdüğünü çıkarıp bir uzun iki kısa
şekilde öttürdü. Bu, "Sese
gelin," demekti. Çok geçmedi, iki kardan adam yamaçtan indi, yolu geçti
ve tekrar kısa bir tırmanıştan sonra mağaranın
önündeki yüzbaşının karşısına geçtiler. Kapüşonları kulaklannı
kapadığından, müfreze komutanı bağırdı:
"içeri geçin, siz görmüyorsanız,
başkası da göremiyor- dur. Bu havada kurt bile dışarı çıkamaz."
Askerler başlarıyla
anladık işareti vererek mağaraya girdiler.
Subay ve astsubaylar, havanın kararmasından sonra, müfreze komutanının çevresinde
toplanmışlardı. Bugün
dağlann ve
fırtınalannın
günüydü. Aslında her
gün onlann sayılırdı ama
bugünkü gibi günlerde canlılara, siz hiçsiniz der
gibiydi.
· Üsteğmen Metin,
"Tebıiz"Ağa
ne zaman görünebilir komutan?" diye sordu.
"Hiç belli
olmaz, bir saat sonra bu kıyamette bile
çıkıp gelebilir, birkaç gün de sürebilir. Ne kadar çabuk gelirse
bizim için o kadar iyi olur. Özellikle Kazan
işinden sonra."
Astegmen
Tekin, "Şu
lançer ve füze başlıklan akıl almaz bir şey. Nasıl bir dolap dönüyor üzerimizde insanın inanası gelmiyor."
"Zap
kampında,
yıllar önce de
bu silahla bizim bir süper kobramızla, bir Sikorsky'mizi düşürdü P^,"
dedi
^başı.
Astegmen Murat, "Hiç şaşırmıyorum! Bu
devlet daha kimle savaşbğını, kimin dost, kimin düşman olduğunu bile tespit
edemedi ki! Bölgede bizden başka herkes köpeksiz köyde çomaksız oynuyor. Bu
kadar fedakarlık, özveri ve acının sonunda biz nasıl galip geleceğiz? Şahsen
ben ümitsizim," dedi.
Mustafa Başçavuş, "Her şey ortada. Şu atma
vasıtası ve başlıklar alınınca ne yapılacak, çok merak ediyorum," diye
ekledi.
"Ben sana söyleyeyim Mustafa," diye
araya girdi yüzbaşı, "herkes bir üstüne bildirecek. Resimlerini
göndermeyi de ihmal etmezler. Sonunda siyasilere kadar gidecek olay._ Onlardan
da, dışişlerine, elçiliklere, şunlara bunlara... Sonunda, 'Yağmur yağıyor,
seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor,' olacak. Eski tas eski hamam, vur
patlasın çal oynasın olacak. Bizim faydamız şu oldu: Bu orriuzdan ablan hava
savunma lançeri,-o ele geçirdigimiz füze başlıklannı bi-
zim
hava ar^çlarımıza
atamayacak. Bir kez daha gördük ki,
olaylara sadece talih egemen olabiliyor," dedi. Sonra birden,
"Ahmet Çavuş nerede? Buraya gelsin," diye
seslendi.
Ahmet'in
gelmesi kaşla
göz arasında oldu.
Yüzbaşı, "Personelin
sağlığı ile ilgili, benim bilmediğim bir şey var
mı?"
dedi.
Çavuş önce şaşırdı fakat çabuk toparladı:
"Hayır komutanım. Herkes turp gibi maşallah. Ufak
tefek ayak vunıkları var
ama görevlerini
olumsuz etkileyecek bir durumları yok."
Çavuş, gene
de tedirgindi.
"Demek,
sana çok iş
düşmedi, öyle mi?"
"Şükür komutanım düşmedi. Aman düşmesin zaten.
Sizin ayaklarınızda bir şey var
mı bilemiyorum tabii."
Yüzbaşı kestirip
attı:
"Çavuuuuş, acı patlıcanı kırağı çalmaz! Peki gidebilirsin."
Ahmet
Çavuş,
büyük bir badire atlatan bir insanın rahatlığıyla selam verip ayrıldı.
Arkasından müfreze komutanı Komando Er Tahsin'i çağırdı.
"Nasılsın Tahsin?"
"Hepimiz
iyiyiz komutanım.
Ama otur otur canımız sıkılıyor biraz."
"Şimdi meydan doğanın. Her
zaman da onun ya neyse. Tipiye efelik yapıp, 'Boğ bizi sana geldik,' diyecek
halimiz yok. Sen bir şeyler söyle de herkes dinlesin bakalım. Gördüğüm kadarıyla henüz uykuya çekilen kimse
yok."
"Biz
zaten hepimiz daima tavşan uykusundayız, komutanım."
"Bu
sözü kim ne zaman söylemiş bilmiyorum
ama bence
tilki
uykusunda bulunmak lazım. Tongaya basmamak için. Ne
dersin?"
"Tilki
daha kurnaz ve uyanık oluyor. Hakikaten doğru komutanım. Bunlar niye tavşan demişler?"
Oturanlar,
kendilerini tutamayarak güldüler.
Tahsin
gitti ve sırtını
mağaranın duvarına dayadı, o nefesini
ayarlamaya çalışırken;
yüzbaşı; Asteğmen Murat'a,
"Neden insanoğlu
harekat alanında daha
çok
türkü söylemek
ve dinlemek ihtiyacı
duyuyor Murat?" diye sordu.
"Çok doğal. Ve hem kültürel hem
de sosyolojik bir şey.
Çünkü türküler esas
halkın duygu ve melodilerini yansıtıyor. içten ve özgün. Yapmacıklık yok. Türküler halkın çaresizliğinin, acılannın,
duygularının bir
aracı.
Yapamadığı, baş edemediği, yenemediği zaman
türkülere
döküyor duygularını. Türkü, halk
için bir nefes, bir çıkış yolu.
Onunla ruhunu rahatlatıyor."
"Daha
güzel tarif edilip anlatılamazdı, " dedi, müfreze komutanı.
Tahsin
başladı ve birbiri ardına söyledi: .
"Ben
ayrılmak
istemedim
Sebep
olanlar utansın
Tırpan 11urdu
toprağıma
Meosim
dursun güz
utansın.
Çürümüş yaprak
gibiyim
Sebep
olanlar utansın
Çatlamış toprak
gibiyim
Irmaklar
çaylar
utansın.
Dağlar girdi
aramıza
Taş yürüsün yol utansın Diken
sardı ellerimi Sebep olanlar utansın.
Çiğ düşüyor gözlerimden
Yanaklarım ıslanıyor Kurumuş yaprak gibiyim Zamansız yağmur beklerim.
Kanatları gümüş yavru kuş
Dağlara çıkma sen.
Yandım çavu.ş yandım senin elinden
Çok sallanma
kasatura da fırlar belinden.
Asker oldum piyade Gidiyorum işte gör
Ölümden korkup
da sen geri durma
Yiğidin alnına yazılan gelir."
Son türküden sonra Tahsin ayağa
kalkıp sağ elini kalbinin üzerine koydu ve eğilerek herkesi selamladı.
"Alkış", "Bravo ", "Yaşa" sesleri karşısında sıkılıp mahcup olan Tahsin, tekrar yerine
oturdu.
Yere
biriken ve yağan karlan döndürüp duran
fırbna,
neredeyse mağaranın ağzını bile kapatacaktı. Girişten birkaç metre içeriye dogru
da epey kar girmişti.
Mağaranın girişine bir
set yaptılar
ve iki gözcü bu
setin arkasında
nöbete geçti.
Sabah
olduğunda
kar ya[:lışı halen
sürüyordu.
Fırbna kesilmiş, kar
taneleri incelmiş,
fırbnanın eski yogunluğu kalmamıştı. Görüş mesafesi de elli altmış metr^ye
kadar çıkmıştı.
Bütün gece devam eden fırtına ve
kar yağışı patika yolda karsız hiçbir yer bırakmamıştı.
Müfreze komutanı, saat aralıklanyla dışan çıkıp havaya, yola ve köyün istikametine
bakıp
içeri giriyordu. içinden, hadi,
Tebriz Ağa, hadi! diye geçiriyordu. Geceyi mi bekliyordu? Bu
konularda zamanın ne kadar hayati önem taşıdı[:lını bilen adamdı Tebriz
Ağa. Ama henüz ortalarda
görünmüyordu.
Zayıf olm^sına ra[:lmen,
başına hesapta olmayan bir şeyler de
gelmiş olabilirdi. Her geçen saat
sanki asır gibiydi, geçmek ve
bitmek bilmiyordu. Müfreze
komutanı bütün bunlan
bilmesine rağmen, istemeden de. olsa, "Ya sabır," çekiyordu.
Scin
giriş
çıkışından yirmi dakika geçmişti ki
nöbetçilerin.
uyan işareti geldi.
Yüzbaşı
yıldırım gibi fırladı dışanya ve bakışlannı yolun köy yönüne çevirdi. Görüş mesafesi şimdi yüz metreden
daha da fazlaydı.
Gelen, Tebriz Ağa'ydı. Gene
sırtında
bir çuval vardı.
Yüzbaşı mağaranın dışında biraz da hava almak için bulunan askerlerden birine, "Git ve
yardım et!" işareti verdi.
Asker yamaçtan
yuvarlanırcasına patikaya
indi.
Tebriz
Aga sıgına[:lın
önüne geldiğinde müfreze komutanı iki
elini yana açarak gelen adamı kucakladı.
"Hay
yaşayasın
Tebriz Ağa, seni
hacı bekler gibi bekliyoruz, " dedi.
"Tayfun
kumandan, her geçen
yıl biz de yavaş yavaş göçüyoruz. Baksana zor nefes alıyorwn. Köyle buranın arasını vakti zamanında yanm
saat bile sürdünnezdim.
Şimdi bir saatte. zor gelebildim."
"iyi
de sırtındaki
çuvalı hiç hesaba almıyorsun. "·
"Yok
be beyim. O da yük mü?
Zamanında bir katır artık yürüyemez hale geldiğinde onun yükünü sırtımıza vurup taşırdık. Bunlar ne ki?"
"Sen
var ya sen, benim diyen gence taş çıkartırsın. Öyle laUarın arkasına sığınmaya
kalkma. Bana anlatamazsın. Gel içeri bakalım. "
Tebriz
Ağa dizlerine kadar sırılsıklam olduğu ve paltosu
da aynı durumda bulunduğu için, ikisi ateşin yakınına oturdular. Tebriz Ağa su
içinde kalan paltosunu sırtından çıkarıp açarak yere serdi.
"Gene
dayanamayıp
bir şeyler gelirmişsin."
"Konuşmaya bile değmez kumandan."
"Keşif tamam mı? Çevrede ne olup bitiyor?"
"Onu
en iyi sen bilirsin Tayfun Yüzbaşı! Heriflerin
aklı fikri karışmış. Yayla
evinde baskın
yemişler. Oramar kolu pusuya düşmüş. Ondan
önce de bir pusu olmuş. iki
gün ewel de Kazan Vadisi baskını: "
Müfreze komutanı güldü:
"Eee...
Kim yapmış
bunları?"
"Beni
de zorla güldüreceksin
kumandan. Böyle seri
ve kesin sonuçlu bir harekatı kim
yapabilir ki, tabii ki sen ve adamların. "
"PKK
ne düşünüyor
peki?"
"Düşünüyorlar, düşünüyorlar ama işin içinden çıkami- yorlar. Çünkü kurtulup
da onlann yanına
dönebilen olmamış ki,
tam olarak ne olup bittiğini
kavrayabilsinler. Aslını ararsan
Kazan işi bunlan korkutup paniğe düşürmüş. ÇOn- kü hiç akla hayale gelmeyen bir şey olmuş. Tıbbi malzemeler, iŞte ne
ise, onlar da sizin elinize geçti, değil mi?"
"Tebriz
Ağa,
tıbbi malzeme de vardı ama
esas yük o değildi. Ne
attılar havadan biliyor musun? Hava
savunma silahı ve onun füzelerini!"
"Deme
yahu! Allah Allah!"
"Maalesef
öyle."
"Helikopter
ne oldu?"
"Helikopter
değil,
uçaktan paraşütle yere
gönderdiler."
"Ulaa...
Vay canına!
Şu kafirlerin işine bak!"
"Zap'tan
ne haber?"
Tebriz
Ağa; bel kuşağı ile
pantolon kemeri arasından
kirli bir naylona sanlı küçük bir kağıt çıkanp yüzbaşıya uzattı.
"Nerelere
sokmuşsun
bunu böyle," dedi yüzbaşı.
"Nerede,
kimle karşılaşacağımız
belli değil ki
kumandan."
"Ustasın demek istedim."
"Başka türlü de olmaz ki."
Yüzbaşı naylondan
kağıt
parçasını çıkardı. Birkaç noktasında üzerine su damlatıldığından dağılma vardı. Çizimlerde
tükenmez kalem kullanılmıştı, çizilen figürler ise eciş bücüş- tü. iki eliyle kağıdı gerdi
ve yere koydu, ışığı yeterli görmeyip .üzerine el
fenerini tuttu. incelemesi on dakika kadar sürdü. Önceden sahip olduğu bilgilerle
kağıt
üzerindekileri kıyasladı. Farkları çıkartmaya çalıştığı belliydi. Nihayet sordu:
"Kaç
PKK'lı olduğunu söylüyorlar Zap'ta?"
"Yüz
kırk, yüz elli diyorlar."
"Avaşin'den
gelen de aynı sayıyı söylemişti. Tabii, azalıp çoğalma da olabilir ama çok sayıda
olamazlar. Sığınağın kapasitesi ve erzak durumu kışın
büyük sayıda gelgitlere müsaade etmiyor, değil mi?"
"Doğrudur
kumandan. Kışlan hep böyle olur, bilirsin. Nerede, kaç
kişinin kalacağını peşinen, kış öncesinde planlarlar. Büyük bir şey olmazsa da bahar ortalanna kadar aynı
nüfusu korurlar. "
"Krokide gene dört büyük
sığınak görünüyor. Şu siyah noktalar da gözetleme ve nöbet yerleri, öyle mi?"
"Kışın
nöbetçi sayılan az oluyor, gece ve gündüz
sayılan ^ farMı. Hava karannca "x" işaretli yerlerdekiler de sığınağa
geçiyor. Kan fırtınayı kendilerinden saydıklanndan, güven duygulan çok yüksek.
Haksız da değiller hani."
"Peki,-
biraz önce saydığın olaylardan sonra bir ihtimal de olsa oralara
gelebileceğimizi düşünemezler mi?"
"Bir
defa onlann aklı şunu almaz: Yurtiçinde bunlar olabilir belki ama bu işlerin
Zap'a uzanmasını düşünmek, onlann ne hayaline ne de düşlerine sığar. Yapılanlan
da her bir yerde başka başka askeri birliklerin yaptığını sanırlar. Endişeleri,
orda hurda dolanan yurtiçi gruplarinın üzerinedir, orılann başına ne gelip
gelmediğini bulmaya, öğrenmeye, çıkarmaya çalışıyorlar. Üstelik olup bitenleri
ne gören var, ne de kaçıp kurtulan mevcut. Böyle olunca da şaşınp
kalıyorlar."
"Ama
senin olup bitenden geç de olsa haberin oluyor!"
"Ne
dersin kumandan bey? Hani derler ya, 'meslek sırrı', onun gibi bir şey işte.
Sen anlarsın bu işleri de, gene de bana sormadan edemiyorsun Tayfun
Yüzbaşım."
"Sen
bir alemsin Tebriz Ağa. Bu işlerde kimse
seninle aşık atamaz."
"Öyle deme, beni utandınyorsun."
"Bir
çay daha içer misin?"
"Yok, bana müsaade et gideyim. Şu andan
itibaren «- nin ne kadar işin olduğunu tahmin edebiliyorum."
"Oldu, sen bilirsin. Çok geç olmadan eve
gitmende yarar var. Şu, 'Yerin kulağı rardır,' sözü var ya..:”
"Doğru söylersin de, benim için bu saatten
sonra birçok şeyin pek kıymeti de kalmadı. Allah sizin yardımcınız olsun.
"
Beraber mağaradan çıktılar. Hava henüz
kararmamıştı. ikisi de bir şey söylemeden kucaklaştılar. Yüzbaşı gözden
kayboluncaya dek Tebriz Ağa'yı arkasından takip etti ve sonra içeri girdi.
Yüzbaşı müfrezedeki yirmi komandoyu magaranın
düz ve tabak gibi bir taşı olan duvarının önüne topladıgında saat 20:00'ydi.
Yüzbaşı ayakta duruyordu, diğerleri onun etrafında yanm daire şeklindeydiler.
Yanan fenerlerin bir kısmı da önlerindeki duvarın dibindeydi.
Müfreze komutanı herkes yerini aldığında hiçbir
şey söylemeden belindeki komando bıçağını çıkarttı. Bazen uzun çizgiler
yaparak bazen de belli noktalara sivri darbeler indirerek düz ve yan
sarımtırak kayanın üzerine basit bir arazi krokisi çizdi. Sonra bıçağı kınına
sokup oturanlara döndü .
. Lafı uzatmadı:
"Arkadaşlar, yann hava kararınca buradan
hareket edeceğiz. Bizim arazileri geçip Kuzey Irak'a girecek ve bütün gece yol
alacağız. Şafak sökerken de PKK'nın lap kampını basacagız."
Durdu ve yerde oturanlann yüzlerini tek tek inceledi. Yüzlerinde
hiçbir hayret emaresi göremedi.
Üniformasının ceketinin sol kolundaki yuvalardaki
kalemlerin yanından işaret çubuğunu çekip çıkardı ve uzun hale getirerek anlatmaya devam etti:
"Şu
çizgi, bizim topraklanmızı terk ettikten sonra beş altı kilometre daha tam güneye akan ve şuradan itibaren de birden doğuya
dönerek akışını sürdüren Zap Suyu. Zap kampı, suyun bizden tarafında
doğu batı istikametinde uzanan, müstakil, dev bir dağ bloğu. Zap Suyu'nun altında bulunan yani güneyindeki
dağın adı ise Gare Dağı. Bu dağ da doğu batı istikametinde uzanıyor ve çok yüksek. Kampın yer aldığı uzun dağ bloğu ile Gare Dağı arasında kalan koridorun adı ise Cehennemdere Kanyonu. "
Kol komutanlan, cep defterlerini çıkanp
taşın üzerindeki krokiyi resmetmeye çalışırken
küçük notlar da almaya başlamışlardı.
"Şu
sıralarda Zap kampında yüz kırk ila yüz elli PKK'lının
olduğunu biliyoruz. Bir fazla· bir eksik olsalar da bu durum yapacağımız
taarruz planını etkilemez. PKK gruplan Zap Suyu ile kuzeydeki dev dağ
bloğunun arasında kalan ve du- varlan bir kale kadar düz olan bu devasa dağın
içindeki dört büyük mağarada yaşıyorlar. Dört mağara da yan yana. Ara- lannda en fazla yirmi ila otuz metre var. Ortada kalan
iki mağara diğerlerinden çok büyük. Dağın
içine doğru meydana getirdikleri galeriler de seksen yüz metre uzunluğa sahip, tavanlar çok
yüksek. Sağda ve solda bulunan diğer iki mağara büyük mağaralarla kıyaslandığında
daha küçük. Ama .
onlann galeri uzunluklan da kırk elli metreden az değil.
Dört mağaranın girişi de hem geniş hem de yüksek."
Yüzbaşı dinleyenlere
sordu:
"Buraya
kadar anlaşılmayan
veya merak ettiğiniz bir
husus var mı?"
Kimseden
ses çıkmadı.
Yüzbaşı devam etti.
"Muhtemelen
ortadaki iki büyük
mağarada, kırkar ellişer kişiden toplam
seksen yüz
PKK'lı; iki yanında bulunan
mağaralarda
ise yirmi ohızar kişi' yaşıyor. Zap kampına iki
bölgeden
yaklaşılabiliriz. Biri
batıdan,
Baloka Köprüsü üzerinden, yüzümüzü Türkiye'ye
döndüğümüzde, sol
taraftan. Diğeri ise
tam doğudan,
Berçela üzerinden. Zap
kampında
kalanlar çok sıkışırlarsa hemen arkalannda bulunan Zap Suyu
üzerine
inşa ettikleri derme çatma köprüyle Gare Dağı'na geçip oradan da lrak'ın derinliklerine
kaçabilir
veya çekilebilirler. Biz Berçela üzerinden yaklaşacağız. Önce güneye
yürüyeceğiz, sonra
batıya
dönüp Cehennemdere Kanyonu'na girerek dört mağaranın önünde tertipleneceğiz.
Bu
işin gece yapılması baskını dala budağa sarar.
Atışlar ne kadar isabetli, baskının şok etkisi ne derece yüksek olursa
olsun, gece mağaralardan
dışanya sızanlar olacak
ve çatışma onlarca saate sarkacaktır. Onlar yıllardır aynı yerde yaşıyor. Fare
ve kannca deliklerini dahi biliyor, tanıyorlar; hangi kayanın arkası nasıldır, avuçlanndan bile iyi tanıyorlar. Gece yaklaşıp tertipleneceğiz, gün ağanrken de onlan mağaralann ağzında ıruhlayacağız.
Şimdi, o bölge de
karlı ama bizim buralarda gördüğümüz gibi değil. Türkiye'ye nazaran çöküntü bir
bölge
orası. Buna rağmen kış kışbr. Fark, daha az kar ve biraz daha yüksek ısı. Aklınızdan şu anda ne geçtiğini biliyorum.
'Nöbetçi
veya gözcüleri var
mı? Nerelerde?' diyorsunuz değil mi?
Kışın
mağaraların en tepesinde bulunan, bir tarağın dişlerine benzeyen zirveye gündüz üç kişilik bir gözetleme unsuru
çıkartıyorlar.
Hava kararınca da
bunlar aşağı iniyor. Tuttukları gözetleme noktasında esas önemsedikleri yön kuzey istikameti, yani Çukurca tarafı. O nöbet noktası hava iyiyse dört bir
yönü
görme olanağı sağlıyor. PKK
ne Berçala,
ne Baloka ne de gerideki Gar,e
istikametinden bir tehlike bekliyor. Çünkü buralar
Irak derinliğinde
ve onlar buralardan herhangi
tehlike beklemiyorlar."
Yüzbaşı bir
kez daha tekrarladı:
"Sorusu olan!"
"Hücum planı hariç, her şey net
komutanım;"
dedi Üsteğmen Metin.
Yüzbaşı, "Sıra onda," diyerek devam etti:
"Bir
baskın veya pı.s.İ uda,
hedefle hedefe göz "diken arasındaki denge şudur: Baskın yapan veya pusu kuran, kendisinden altı ila
yedi misli hedefe tereddütsüz
saldırabilir. Biz
kaç
kişiyiz? Benimle yirmi bir. PKK
kaç
kişi? Yüz kırk, yüz elli.
Bu nispetten gidersek biz de yüz kırk yedi
kişiyiz.
Bizi yüz kırkların üzerine çıkaran, beklenmedik yer ve zamanda, Şiddetle vurmaktır. Bunu, şaşırtma, panik
ve şok
destekleyecektir. Üstelik bizim
kaç kişi
olduğumuzu da asla öğrenmeyecekleri için moralleri
altüst
olacağı gibi yüreklerine de ölüm korkusu
oturacaktır.
Esas bir mesele var ki bu onlar için en
korkuncu. BugÜne kadar ilk defa, uyandıklarında mağaralarının önünde Türk askerlerini görecekler. Daha önceki yıllarda hep sınırımızda yapılan büyük çaplı yığınaklardan günler önce haberleri oldu. Kalabalık taburlar
sının geçince de
adım
adım kendilerine doğru yaklaşmalarını günlerce takip ederek çatışmalara girdiler. Hiçbir zaman
üç yüz
altmış derecede çembere alınmalarına fırsat vermeden
çekip gittiler.
Bunlar da bir tarafa, bu kampta günlerce süren çabşmalarda, bizim bir Skorsky ile bir süper kobramızı da düşürdüler. işte, Kazan'da ele geçirdiğimiz hava savunma
silahlanndan biriyle."
Bu
bölümdeki
konuşma müfreze mensuplarını hem
gururlandırdı
hem de kötü giden
işler konusunda canlarını sıktı. Kazan operasyonun ne kadar kıymetli olduğu şimdi bir kez daha anlaşılıyordu. Üstelik tereyağından kıl
çekmekten bile kolay olmuştu.
Yüzbaşı konuşmasını sürdürüyordu:
"Baskının hücum tertibinde kollann ayn ayn
hareketi olmayacak. Hedefe uygun bir düzen alacağız. Zap Suyu ile mağaralann arasında doğu bab istikametinde upuzun balıksırtı bir arazi uzanıyor. Buranın tatlı bir meyli var. iki makineli tüfek, tam
büyük
mağaralann karşısında yan
yana mevziye girecek. Makineli tüfeklerin sağında ve solunda da birer keskin nişancı mevzi
alacak. iki komando havanı da
aynı yerde· yan yana
tertiplenerek hedefi görerek ateş açacak. Bu ateş gücünü Başçavuş Mustafa yönetecek, geri kalan tüfekli piyade
komandoların
yansı en sağdaki küçük mağaranın, diğer yansı da en soldaki küçük mağaranın kar^ şısında siper
alacaklar. iki roketatardan biri en sağdaki komandolarda, diğeri de
en soldaki tüfekli piyade komandola- nnın yanında olacak. Mağara çıkışlannın yoğun ateşle baskı altına alınmasına·müteakip Üsteğmen Metin
büyük
mağara kapısının yan
duvarına,
Teğmen Aykut ise ötekinin yan
du- vanna sıçrayarak
mevzi alacak. iki küçük mağara civanna da Asteğmen Murat
ile Asteğmen
Tekin koşacak. Ben
yanımda
Üstçavuş Ömer'le birlikte
gelişmelere
göre hareket edeceğim. Mağaralara yanaşan arkadaşlanmızın
yanında 210
yeterince
el bombası ve tahrip malzemesi bulunacak. Dehşet yaratmak
için de subay ve astsubayların telsizleri açık olacak.
Kopacak kıyamette
sesle irtibat söz konusu
olamayacağından
haberleşmemize sürat sağlayacaktır. Bu
gece ve yann akşama kadar zamanımız var.
Ama yarın gece sıkı bir
cebri yürüyüş
yapacağımızı anlamışsınızdır. Dilerim,
geçen zaman içinde beklenmedik
bir rahatsızlık
ve ters giden bir şey olmaz.
Aksi halde onu Türkiye'de
bırakmak zorundayız. işte çocuklar, durum
da, vazife de budur. Evet, şimdi sorusu
olan var mı?"
Epey
bir sessizlik oldu. Biri bir şey soracak
mı diye başlarını çevirip birbirlerine baktılar. Tam
olmadığı
anlaşılmış^ ken, Asteğmen Tekin,
"Çok
doğru komutanım, pusu
ve baskında
nispetlerin kıymeti yok.
Kendimiz de yaşayarak
gördük. Karşı taraf
felç oluyor adeta," dedi.
"Bir
de halk diliyle söyleyeyim
o zaman!" dedi yüzbaşı, "sürüye dalacak kartal, ne sürüdeki koyunların ne de anlan koruyan çoban köpeklerinin sayısını düşünür."
Zaman
zaman not alanlar, hemen bu sözü yazdılar.
Müfreze komutanı; "Şimdilik kolay gelsin," diyerek toplantıyı bitirdi. Sonra mağaranın çıkışına doğru yürürken seslendi:
"Sigara
içenlerinizden
biri, yakıp bir
sigara getirsin bana. "
Yüzbaşı verilen
sigarayı
alıp dışarı çıktı. Sağ taraftaki
bir kayanın
üzerindeki karlan sağa sola
atarak kalın
eldivenlerini üzerine koyup
oturdu. Havanın
deliliği geçmiş görünüyordu
ama gökyüzü yine de simsiyahtı. Büyük sorumluluk altındaydı fakat
kendini huzurlu hissediyordu. Bir ara fark etti ki, ·soğuk ve rutubet yine sağ ayak
baldırını
gerip kann-
calandınyordu. Burası iki yarasından hafif
olanın yeriydi. Sol omzundan girip çıkan mermi
ise onu aylarca uğraştır-
mıştı. Eklem ve kaslann onanlması aylan
almış, sol kolunun eski haline
gelebilmesi için uzun fizik tedavilerden geçmesi gerekmişti.
Plan
pratik ve netti. En zeki ve en tecrübeli savaşçı bile, bir harekat planı yapsa
binde bir de olsa bilinmezliklerle yüz yüze kalabilirdi.
Neredeyse
hepsi, gece birkaç saatten fazla uyuyamadı. Birbirleriyle
sohbet ettiler. Kuşluk vakti herkes kendini dı- şan, açık havaya attı. Öğleye do^, müfreze komutanın açıkladığı plana göre kimin,
nerede, nasıl
konuŞlanacağını ve
ne yapacağını
konuşmuşlardı ve
ferdi hazırlıklar
neredeyse bitirilmişti.
y
er
yer kurşuni bulutlann kapladığı, sakin göriirıen bir
gökyüzü
vardı. Komandolar, mağara girişinin iki yanına dağılmış oturuyorlardı. Balabanlardan Burak biraz ileride
bulunan Hasan'a seslendi:
"Sen
bir şiir
yazmış ve bana okumuştun. Eve göndereceğim diyordun. Gönderdin mi
onu?"
"Hoppala
üç bin metrede aşın oksijen
senin beyin da- marlannı
mı çatlattı oğlum! Nasıl göndereyim, mağaralarda postane mi var?"
"Canım öylesine dedim işte. Şunu bana da verir misin?"
"Defteri
vereyim. Kendin bir tarafa yaz. Şiir öyle değil ama sen o zaman 'umutsuz bir
romantik' diye düşünüp
benimle kafa buluyordUf! değil mi?
Ne oldu şimdi?
Başıma bir şey gelirse
diye mi ölümden
sonrayı anlatan şiiri istiyorsun?"
"Sende
amma uzatıyorsun
be. Vermezsen verme. Lazım olabilir
diye istiyorum. Benim de annem kaplan değil herhalde."
Hasan
defteri çıkanp Burak'a uzattı. Burak'ın yazmak i_çin ceplerinde
kalem aradıgını
göriirıce:"
"Bir
kalemin bile yok adamım. Bir erkek savaş alanında çabuk olgunlaşırmış. Bakıyorum bu, sende tam yerini buldu."
"Uzabna... Bir şiir verdin diye başımıza filozof kesilme. " "Bir kez iyice deli olan, sonra asla tam akıllı
olamazmış, derler. "
"Tamam işte, ben öyleyim. Kes sesini de şunu doğru
dürüst yazayım."
Kalın eldivenle kalemi iyi tutamadığı
için eldiveni çıkardı, ilk dörtlüğü yazmayı bitirince okumaya başladı:
"Mezanmın
toprağı kuruyunca
Beni unubna ana,
Yabani otlar bürür
üstünde,
Onlar kederinden gür olsun baba."
Teğmen Aykut, asteğmen Murat ile Başçavuş Mustafa yan yanaydılar.
Murat, "Vatanı
son dağına, son köyüne ve en son kaya parçasına kadar, kanş kanş savunmaktan bizi hiçbir kuvvet men edemez ama bu sonu gelmez, yorucu mücadelenin
artık dibine kibrit suyu sıkmanın tamam geldi de geçiyor.
Ömrü törpülüyor, rahat ve huzur yüzü göstermiyor,
toplumda ümitsizlik yaratıyor. Tam ve açık bir hesaplaşma lazım!" dedi.
"iyi güzel de Asteğmeniriı niye bir türlü kesip ablamıyor? Biz en azından elimizden gelen her şeyi yapmak için debeleniyoruz. "
"Niye mi olmuyor? Olmaz! Ortalık
kürsü nutukçulann- dan ve ıiyakarlardan,
işbirlikçilerden, güçsüz ve dayanıksız
lapacılardan; gerçeği görmeyen, sezemeyen,_ bilgisi düşük gabilerden, para karşılığı her şeyi satan löp beyinlilerden geçilmediği
için olmaz! Ve en önemlisi
hakkını arayıp hesap
sormasını bilmeyen
bir toplumla hiçbir
şey olmaz. insanlar arasırida akıl eksikliğinden başka hiçbir ortak yan yoktur. Bizim burada imanımız gevrerken,
meydan boş
kafalı, her şeyi bilir
görünen allameden geçilmiyor. Kendisini çiğneyenleri çiçekle karşılayan kalabalıklara asla güvenmiyorum. Bana gelince, ölmez hayatta
kalırsam
terhis olduğum gün, tepeleri dumandan görünmeyen dağlar ve karlı yollara
son bir kez bakıp,
'Hoşça kal umut!' diyecek ve başımı alıp gideceğim. Ve gene biliyorum, arlık rahata
alışamayız.
Gamsız ve vurdumduymaz insanlar arasında ne
yapacağım,
onu da bilmiyorum."
"Tezkere
bırak bizimle kal, Murat!"
"Ah
teğmenim!
Bilsem ki meselenin çözümü dağlarda, hiç tereddüt etmem. Bu dolabı çevirenler, dünyanın her
·
yerinde at oynatıp
söz sahibi olmak isteyenlerdir.
Onlarla yüzleşmeden
olmaz. lçerdeki yönetimler ise onların menfaat kovaladığı coğrafyalardaki hizmetkarlar... Aslında bu
her çağda
böyleydi. "
Saatler
geçmek bilmiyordu. Beklemek, sessizlik
ve yanlarından
hiç ayrılmayan yalnızlık, bu
kez daha yoğun bir şekilde ruhlarına hakimdi. Tek istekleri havanın bir
an önce
kararmasıydı.
Vadinin
iki yanındaki
ağaçlan gözetleyerek karlı dallar
arasında
bir şeyi aramaya
çalışıyormuş
gibi görünen Ahmet
Çavuş'un
yanında yürüyen Komando
Er Hüseyin,
"Ahmet Çavuş sana
bir şey sorabilir miyim?" diye
sordu.
"Ne
soracaksın?
Ayağını yeniden sardık işte bir miktar morluk dışında başka bir şey görünmilyor."
"Yok
onu değil,
başka bir şey söyleyeceğim."
"De
bakalım!"
"Eğer işler kötü gider de bana bir şey olursa
babama görevimi
elimden geldiği kadar-yaptığımı, ölmesini de bildiğimi söyler misin?"
Ahmet
Çavuş ellerini yukan kaldınp bağırdı:
"Ya
Rabbim! Sen benim aklımı muhafaza et. Nerede kafadan
kontak varsa beni buluyor. Oğlum ne
ölmesi?
Nereden çıkanyorsun böyle saçma sapan şeyleri? Benim
tepemi attırma
şimdi, yumruğu suratına indiririm,
anladın
mı?"
"Niye
olmasın?
Her şey olabilir.
Benim senden küçük bir ricam bu."
"Bana
bak! Başlanın
şimdi sana da ricana da. Nedir ulan
benim _senden çektiğim.
Şu ayak işinde de
az kalsın
başı^ mı yakacaktın. Yalan
bile söylemek
zorunda bıraktın beni.
· Şimdi
bırak bu saçmalıktan da beni takip et."
"Neyi
takip ediyorsun sen?"
"Bak
şu sağ ilerdeki dördüncü ağacı görüyor musun?"
"Gördüm. Ne var?"
·"En
gerideki dalın
üstünde kıpırdamandan duran
bir 'şey
gördün mü?"
"Evet."
"işte o gündüz yırtıcılanndan biri. Av peşinde."
"Ne
var bunda?"
"O,
bir av peşinde.
Belli ki ardından çok koşturmuş ve kaybetmiş. Bir avın uzun
süre
peşine düştükten sonra,
umudunun azaldığı bir
anda av birden karşısına
çıkacak."
"Nereden
biliyorsun?"
"Sen
ve senin gibilerin bu soruyu sormasına şaşırmam.
Hayatın tüm alanlarında böyledir."
"Sen
bu işlere
çok kafa yormuşsun Ahmet
Çawş."
"Yormak
için
önce kafanın olması lazım. Kendi
türünü
tanımayı beceremeyen kişi hayvanlann
hayatını
nasıl anlasın? Biz
hayvanları
hayvan diye nasıl değerlendiriyorsak onlar da bizi öyle değerlendiriyordur. Onlar bizim
dilimizden anlamıyor, biz de onların. dilini bilmiyoruz. Tüm canlıların en
belalısı ve en kınlganı insandır. Her hayvan kendi gücünü bilir. Örümceğin
örgüsüne, kırlangıcın bina yapmasına, kuğu ve bülbülün müzi!'.jine, estetik ve
sanatına kimse ulaşamaz. Dogal eylemlerini, türlerine zarar veren
davranışlarını gizleyen tek varlık insandır. Arsızlık sınırlarinı aşınca da, artık
dizginleri kalmaz."
"Çok şey anlatbn çavuşum."
"Senin beynini ölümden uzaklaştırmak için
bu bildiklerimi anlatıyorum. Anlamışsındır herhalde."
"Anlamaz olur muyum?"
"Çok' şükür, o zaman!"
Önce, vadi karardı. Geçmeyen saatler bitti.
Gece birden bastırdı. Müfreze yaydan fırlayan ok gibi hareket etti. Türk- Irak
sınırını çabuk geçtiler. Derin vadilere iniyor, derelerden yükseklere çıkıyor,
durmadan yürüyorlardı. Yol zaman zaman gayet dar ve tehlikeliydi. Ecel
köprüsünden farksız yolda küçük bir ayak kaymasıyla metrelerce aşa!'.jıdaki
kayalıklara düşmek işten bile değildi. Bir geçidi teker teker çok özenle
geçmek zorunda kaldılar.
"Zap kampı" adını onlarca yıl
içersinde siradan bir vatandaş bile öğrenmişti. Müfreze komutanı bıça!'.jı ile
taşa krokisini çizmiş ve anlatmıştı. Ama görmek, bir an önce oraya ulaşıp
görmek merakı, komandoların azim ve hırslarını kamçılıyordu. llerlemelerindeki
zorluk hiç bilmedikleri
bir
mihver ve güzergahta
bulunmalarından ileri
geliyordu. Yoksa buralar geldikleri ve yaşadıktan yerlerden
daha yumuşak
bir coğrafi yapıya sahipti. Bastıkları zemin,
bazı yerlerde karlı, bazı yerlerde de çamurluydu. Ay hiç görünmedi ama bulutların gerisinden
ışığını
olabildiğince yansıtıyordu.
Cehennemdere
Kanyonu'na doğı.İ ucundan girdiklerinde sabaha en
fazla iki saat kalmıştı.
Zap Suyu ve Gare Dağı'nı sollarına olarak batı istikametinde
yürüyüşlerini
sürdürdüler. Çöküntü bir
alanda kaldıklanndan
mağaraların bulunduğu, kanyonun
kuzeyini oluşturan
dağ uzantılarının ancak
yansını
görebiliyorlardı. Alacakaranlıkta görüntü ürkütücüydü. Bir müddet sonra
sağ
taraflarında kalan
uzun sırtın
kendilerine dö!)ük yüzünde sıra sıra dizilmiş, yansı kar dolu çukurlara rastladılar. Muntazam değillerdi ve
bazılarının
duvarları da çökmüştü. Kuzeye
görüş
olmadığına göre bu
siperler, lrak'ın daha güneyinden, Gare yönünden olabilecek
bir hareketi karşılamak için kazılrruş olabilirdi. Bu mevzilerin biraz üzerine çıkılıp, altrruş yetmiş metre ilerlendikten sonra, dört mağarayla karşı karşıya geliniyordu.
Müfreze komutanı, sağ taraflarında yer alan çukur hattının ortasına geldiğini düşündüğü bir yerde durdu. Subay ve
astsubaylar hemen yanına geldiler. Yedi kişi neredeyse
dirsek temasında olacak
şekilde
eğilerek sırtın üstüne tırmandılar. Düz alanı görür görmez de yere yattılar. Kanyonun
bu defa yakından
görünen yüzü; başı sonu
belli olmayan, boydan boya kesme taşlardan meydana
getirilmiş
gibi görünen, uçsuz bucaksız bir yerdi, Çin Seddi'ne,
sen de kimsin, dedirtecek ihtişamdaydı. Kann zeminden yansıyan panltı- lan, kurşuniye çalan kayaların genel rengi içinde dört koyu
siyahlık yaratıyordu. Ortalarında ise birbirine çok yakın iki
insan kolaylıkla
seçilebiliyordu.
Yedi
kişi, gece görüşü ve
çıplak
gözle yirmi dakika kadar gözetleme yaptıktan sonra geldikleri hatta geri döndüler. Müfreze komutanı kısa birkaç emir verdi. Yerlerine dağıldılar
ve beklemeye geçtiler.
Dogudaki
yükseltilerde!l
hava aydınlanmaya başlarken ustalıkla ve gizlice sırtın bittiği çizgiye yanaştılar. Nişangahlar
ayarlandı ve emniyetler açıldı.
Yüzbaşı merkezde
bulunan iki makineli tüfek, iki
keskin nişancı ve iki havanın yanındaydı. Herkes tetikte bekliyordu. Yüzleri birbirine
dönük iki nöbetçi aralarında konuşuyor olmalıydı.
iki
keskin nişancı da nefeslerini kesmiş gözleri yüzbaşıda bekliyorlardı. Müfreze
komutanının sağ elini
indirmesiyle iki şimşeğin
namlu ucundan çıkıp kanyonu
çınlatması
bir oldu. iki PKK'lı oldukları yere yığıldı.
Meydan
yeniden sessizliğe
gömüldü. Ama sessizlik uzun sürmedi. Dört beş dakika geçti geçmedi, mağaralar bölgesinden ne dedikleri anlaşılamayan telaşlı ve garip sesler yükseldi. Dışarıya ilk
çıkanlar
yerde yatanları görünce bazıları bulunduğu yerde bazdan da içeriye girerek
bağırmaya
başladı.
Müfreze, donma
ve pusma düzeninde
beklemeyi, nefesleri
kesilerek olup biteni gözetlemeyi sürdürüyordu. Kısa sürede dört mağaradan kendini dışarıya atanların sayısı elli ve altmış kişiyi buldu. Bir hedef tespit
edemedikleri için müfrezenin mevzilendiği sırta doğru yürümeye, otomatik "Olarak da taramaya başladılar. Mağaradan çıkışlar ise devam ediyordu. En önde bulunanların mesafesi mevzilere kırk elli
metre yaklaşmıştı.
Yüzbaşının, "Vurun!" sesi bütün telsizlerde
çın çın
öttü. Makineli tüfekler top
gibi kükredi.
Roketlerin kulaklan sağır eden
atışlan,
piyade tüfeklerinin kesintisiz otomatik ateşleri ortalığı kasıp kavurdu. Birkaç dakikada
makineli tüfeklerin
iki yüz ellilik
şeritleri
yanya inmiş, tüfeklerin ikinci şarjörleri çoktan takılmıştı. Mağaralardan
çıkmaya çalışanlar tekrar
içeriye
kaçtılar. Sabahın tok
ve taze havasını
barut ve kükürt kokusu
doldurdu.
Telsizler,
"Ateş
kes!" talimatıyla cızırdadı.
Megafondaki
ses dağın
yüzünde yankılandı:
"Kuşatıldınız. Çembere alındınız. Teslim olun! Size yirmi dakika müsaade."
Barut
dumanı
dağılınca mağara girişleri daha
iyi görünmeye başladı.
Müfreze telsizlerine
bir konuşma
takıldı.
"Çiyan Çiyan Çiyan, Herke!"
"Heval
Herke!"
"Çiyan, kuşatılmışızdır. Vahimdir. Bin kişiden fazladırlar."
"Sen
gece rüya
görmüşsündür, herhal!"
"Gerçektir Çiyan. Çok vahimdir, demişemdir."
"Ha
öyledir.
Toprak altından mı gelmişler?"
"Bilmiyrem.
Ama olmuştur,
Çiyan."
Üsteğmen Metin
araya girdi.
"Çiyan, bu Herke seni kandınyor! Zap'ı TC ordusu on bin kişiyle çembere aldı. Sana yalan söylüyor."
·"Sen
çık aradan TC subayı. Doğrusunu öğreneyim."
"Sana
söyledim
Çiyan. Bu Herke yalancı. "
"Doğru söylemiyor, Çiyan. Kandırmak isteyi seni."
"Nedir
durum? Herke?"
"Kötüdür. Destek lazımdır."
"Destek mi? Kaç zaman?
Kaç saatte erişebilir ki
oraya?" "Bilmiyrem ama çok kötüdür hal!"
"Bu
kadar esker oraya gelmiştir
de, siz necisinizdir? Kulaklar sağır, gözler kör müdür ki?"
"Anlaşılmamışbr... Olmuşhır...
Ama, budur."
"Boynunuz
devrilsin. Toprak alsın
başınlZI. Ne haliniz varsa görün! Kurtulursanız halk mahkemesinde yargılanacaksınız."
"Çiyan, Çiyan, Çiyan, Herke! Cevap gelrniyir. Cevapsızdır."
·
irtibat kesilmemişti.
Çiyan, bu saçma muhabereyi
uzatmak istemeyip hattan aynlmışb.
Verilen
yirmi dakikahk süre
dolmuştu. On dakika daha beklediler.
Ortadaki iki büyük
mağ<!-Tanın sağda olanından tüfeksiz, elleri
başlan
üzerinde ikisi kadın dokuz
kişi
çıkıp ileriye doğru yürümeye başladı. Yirmi otuz metre kadar ilerlemişlerdi ki, aynı mağaradan açılan yoğun bir ateşle, hepsi
yaprak gibi yere düştü.
Megafon
gürledi:
"işte sizin
insanlığınız
bu kadar! Arbk bizden günah gitti."
Müfreze komutanının talimatı telsizlerde yankılandı:
"Bombacılar yerlerinize! Bütün silahlar!
Doğrudan
hedefiniz mağaraların ağzıdır."
Mağara girişlerine ölüm yağmaya başladı. Makineli tüfekler
ve roketatarlar gümbürtüyle
mağaraların etrafındaki taşların, albnı üstüne getirmeye . başladı. Keskin
.nişancılar
hedef arıyor, piyade
tüfeklerinin
mermileri doğrudan mağaralardan içeri giriyordu. Karşıda ne
bir kimse görünüyor,
ne de ^ir ateş yapılıyordu:
Üsteğmen Metin,
Teğmen Aykut, Asteğmen Murat
ve Asteğmen
Tekin yay gibi yerlerinden fırlayıp hedeflerindeki
magaralann yan duvarlarına
doğru koşmaya başladılar. Yolun henüz yansına geldiklerinde, en sağda bulunan
mağaranın
üstünden ve istikameti tam da tahmin
edilemeyen bir yerden, seıj bir
ateş
açıldı. Teğmen Aykut
yere yuvarlandı
ve olduğu yerde
kaldı.
Yüzbaşı bağırdı:
"Mustafa
en sağdaki
mağaranın üzerindekilere göz aç- brmayın."
Makineli
tüfekler,
ulurcasına sağdaki mağaranın üzerini yalamaya
başladı,
yüzbaşı şimşek gibi
fırlayıp
^eğmenin vurulduğu yere
koştu. Onu sırtına aldığı gibi, üç dört hamlede
mağaraların
dibine taşıyıp ateş alanının dışına çıktı. Diğer üç subay, mağaraların duvarlarına ulaşıp tahrip kalıplarının son hazırlıklannı yaptılar. Çok geçmedi, üç
mağaranın içi şiddetli ve
yüksek bir deprem olmuş gibi
sarsıldı,
kaya ve · taş parçalan mağaralann ağzından toz ve duman içinde dışarıya fırladı.
"Mustafa,
tepedekilere göz
açtırmasınlar. Sen,
Ömer ve sağlık çavuşu yanıma gelin. "
"ilk
açılan
ateşten sonra sağdaki mağaranın karşısında bulunanlardan da iki yaralı var.
"
"Durumları nasıl?"
"Biri
ağır
göıünüyor."
"Bu
yukarıda
üç dört adam var sanıyorum. Senve
Ömer, hemen yanıma gelin.
Saglık
çavuşu orada kalsın."
Sağdaki magaranın üstünden ateş edenler şimdi biraz
daha sola doğru
çıkmışlar, oradan ateş etmeye
çalışıyorlardı
ama baskı altında olduklarından ateşleri tesir etmiyordu.
iki
astsubay yüzbaşının
yanına ulaştığında emirlerini
yağdırdı:
"Ömer sen
benimle gel. Mustafa, teğmenin durwnu
da pek iyi görünmüyor.
Teğmeni götür olabilecek
şeyleri yap. Bu adarİ1.lan mutlaka
sustunnalıyız.
Aksi halde iş uzar
gider ve bizim için
sıkıntı artar. Dördüncü mağaranın bir tarafından
kesinlikle dışarı
çıkılan bir yer var. Hadi Ömer!"
Yüzbaşı arkasında Üstçavuş Ömer'la sağdaki
mağaranın önünden geçip yukarı tırmanmak için uygun bir yer aramaya başladı.
Teğmen Aykut,
hızla
koşarken bacağına kuwetlice
bir sopayla vurulmuş
gibi bir acı duymuş, hemen sonra da botunun içinde ılık ılık bir şeyler hissetmişti. Menni sağ bacağının baldırını delip geçmişti. Sağ omuz üzerini de
bir menni yalamıştı.
Kollarında ve bacaklarında bir ağırlık vardı ve sağ ayağının parinaklannda can yoktu.
Diğer iki
yaralı,
sağdaki mağaranın karşısında bulunan
tüfekli komandolardan, Hasan ve Necip'ti.
Sağlık
Çavuşu Ahmet de aynı mevzilerde
olduğundan
hemen onlara müdahale
etti. Hasan'ın
durumu ağırdı. Ahmet
Çavuş elinden geleni kan ter içinde yapmaya
çalışıyordu.
Hasan, hırıltılar çıkarıyor, bütün bedeni geriliyor, soluk alması güçleşip ağırlaşıyordu. Aralıklarla soluyor, sonra birden çok derin
ve iniltili bir soluk daha alıyordu, gözleri bir açılıp bir
kapanıyordu. Menni alt çene kemiğini paramparça etmişti. Yara korkunç görünüyordu. Hasan bir şeyler anlatmak
istercesine gözlerini iri
iri açtı ve kapath. Bir daha da hiç açmadı. Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu.
Necip'in
yaraları
ise sol el ve sağ
ayağındaydı. Sol
elini . menni delip geçmiş,
kemiğe herhangi bir zarar vermemiş-
ti,
sol ayağındaki
kurşun ise içerdeydi. Ahmet Çavuş daha
tehlikeli gördüğü sol ayaktaki kanamayı durdurmaya
gayret ediyordu.
Müfreze komutanı ve hemen arkasındaki Üstçavuş Ömer, canhıraş bir şekilde sağdaki mağaranın üzerindeki
kayaJ.ıklara tırmanıyorlardı. Birden
karşılanna
yan gövdesini yukanda
göri.lnen
elleriyle yukarı çekmeye çalışan biri çıktı. Yüzbaşı tetiğe basınca tüfeğin şatjöri.lndeki
mermilerin yansı adamın göğsüne gömüldü ve kayboldu.
ikisi
birden vurulan adamın
gözden kaybolduğu noktaya
koştular.
Bir insan gövdesi genişliğinde, kuyu ağzı gibi
bir açıklık
gördüler. Yan tarafta da onu kapatan büyük bir
taş
parçası vardı. .
Yüzbaşı, "PKK'lıların mağaranın çıkışından
başka böyle bir
tahliye yeri kullandıkları
anlaşıyor. Bizim mevzilerden de görünmüyor doğal olarak. Ateş edenler
de bunlar. Sayılan
çok olamaz ama içlerinde bir
keskin nişancı olmadan da bu kadar isabetli atış yapamazlardı," dedi.
Ömer konuşmaları başını sallayarak onaylıyordu. Yüzbaşı, Teğmen Aykut'un taşıdığı tahrip
kalıplarını
yanına almıştı. Tahrip
demetini kontrol ederek fitili tutuşturdu, biraz bekleyip
delikten aşağı
gönderdi. Gürlemeyle birlikte
yüzbaşı ve üstçavuşun bulunduğu bölge de sallandı. Sonra,
"Demek sizin iki tahrip kalıbı nasibiniz
varmış,"
dedi. Tırmanırken Üsteğmen Metin'i aradı:
"Aykut'un
hedefi olan mağaraya
atılacak başka bir
tahrip kalıbı getirin
ve uygulayın."
"Hazırız zaten. Bir dakika sonra."
Bir
dakika da geçmedi,
yer ve kanyonun içi yeniden
gümbürdeyerek
sarsıldı.
Yüzbaşı:
"Aferin."
"Sağ olun."
"Tepeye
tırmanıyoruz.
Onlar da tırmanıyorlar anlaşılan.
Bir
fırsat bulurlarsa aşağıya ateş edecekler kesin."
"Anlaşıldı, tamam!"
Tırmandıkça dağın yüzeyi, testere gibi kayalıklar ve
ko- kurdan gibi bir yapı
gösteriyordu. Yüzbaşı Tayfun
ile Üstçavuş
Ömer, sağa kuzeye doğru kavis
atarak tırmanıyordu.
Çıkışta PKK'lılar yukarıda, kendileri
ise aşağıda
kaldığı takdirde sıkıntı büyür ve pusuya düşülebilirdi. PKK'lılar ateş etmedikleri için şimdi yerlerini
kestirmek de mümkün
değildi.
Neredeyse
bir saat olmuştu.
Müfreze komutanı kavis
atarak ilerlemeyi bırakıp güneye, Cehennemdere Kanyonu'nun görülebildiği hatta doğru yaklaşmaya başladı.
Kısa bir
ilerlemeden sonra önlerine
perde .gibi yirmi otuz metre uzunluğunda kayalık bir duvar çıktı.
Yüzbaşı duvarın sağına yanaşırken üstçavuşa, "Sola geç," işareti verdi. ikisi de yılan gibi
sessizce ileriye, duvarın
kenarına yaklaştılar. Kırk metre
önlerinde
arkalan kendilerine dönük dört PKK'lı vardı. Gizlenmeye ve görünmemeye çalışarak aşağıya ateş etmek için uygun
hedefler aramakla meşguldüler.
Müfreze komutanı ve üstçavı.iş ateş ej:meye hazır tüfekleri kalçalarına dayalı bir vaziyette kayanın yanlarından çıkıp PKK'lılara doğru sessizce yürümeye başladılar.
Müfreze komutanı, "Yapbklannız yanınıza mı
kalacak sandınız?" diye gürleyince dördü de yalap şalap geriye
döndü.
Dönmeleriyle de
iki tüfek
üzerlerine mermi kustu. Üstçavuş Ömer'e yakın olan PKK'lı yere
düşmeden
parmağını
Kalaşnikof'un tetiğine değdirmesiyle birkaç mermi patlayınca
kendisini gayriihtiyari sola doğru atan
Ömer, yandaki boşluğa yuvarlandı. Başı kayaya çarptı ve
yanldı, sol diz ka- · pağı ve
birkaç yeri taşlara çarparak zedelendi.
Müfreze komutanı koştu ve altı yedi
metre derinlikteki çukurun dibinde kalkmaya çalışan Ömer'e, "Vuruldun mu yoksa?"
diye seslendi.
"Yok
komutanım,
bir terslik oldu."
"Sana
yardıma geliyorum."
"Hayır, ben çıkabilirim. Başım zonkluyor o kadar." ·
"Hadi
gel bakalım."
Ömer çukurun kenanna geldiğinde yüzbaşı bir hamlede onu yukan aldı.
Aşağı indiklerinde
Ahmet Çavuş,
Üstçavuş Ömer'in başındaki yaraya
da müdahale
etti. Yank oldukça derindi.
Bir film çekilmeliydi.
Yarayı temizleyip sardı.
Müfreze komutanı, doğrudan Hasan'ın yanına gitti. Üzerine
bayrak örtmüşlerdi.
Bayrağı kaldınp yüzünü açtı. Ceketinin kapatılmış olan
üst
düğmelerini açıp koynuna
takılı olan künyesine uzun
uzun baktı. Sanki. hafızasına bir
şeyi
nakşetmek ister gibiydi. Yüzü hiç alışık olmadıklan kadar gerildi ve tunç halini
aldı.
Diğer iki yaralıyı da
kontrol ettikten sonra Üsteğmen Metin'e:
"Müfrezeyi toplayın. Destek isteyeceğim. Havadan döneceğiz," dedi.
Radyo
frekansına
girip, "Zap kampı temizlendi.
Havadan acil dönüş uygundur,"
mesajını
gönderdi.
Cevap
gecikmedi:
"Zap
kampı temiz. Yanlış anlaşılmadı değil mi?"
"Doğrudur... Zap temiz... Yer güvenliği tamam
..."
"Alındı. Anlaşıldı. Hemen."
Bir
saati geçmedi,
iki Karaşahin Cehennemdere
Kanyo- nu'na indi. Hasan'ı ve yaralılan özenle helikopterin içine yerleştirdiler. Birkaçı da onlann yanına bindi.
Diğerleri
Öbür helikoptere geçtiler. Havalanan
helikopterler önce
kanyonun, onlann da giriş yaphğı doğusuna dogru uçtular, kuzeye dönerek bir
müddet.gittikten
sonra da Türk topraklanna
girdiler. Kar denizi halindeki Han Yaylası ile
dev çöküntü Oramar alanı ve
onu çevreleyen,
doruktan karlı ve
duman kaplı
dağlar uzun süre altlannda
kaldı.
Ana
üsse
dönünce rahmetli Hasan'ın bedeni
morga konuldu. Yaralı Teğmen Aykut, Üstçavuş Ömer ve lıfan askeri hastaneye yatınldı.
Ertesi
gün Hasan üste yapılan mütevazı bir törenle, refakatinde Uzman Çavuş Ziya
olduğu halde, helikopterle havaalanına, oradan da uçakla memleketine
gönderildi.
Müfreze komutanı, Hasan'ın ailesine özel bir
mektup yazdı ve onun şiirini de
aynı zarla koyarak Uzman Çavuş Ziya'ya
teslim etti.
Yaralılar kısa bir sürede iyileşti ama gene de hemen hizmet
yapabile^ek durumda olmadıklanndan,
çeşitli sürelerle hava
degişimine
gönderildiler.
Müfrezede görev alan komapdo erlerin bazılan da
birkaç ay. sonra terhis olarak
memleketlerine döndü.
Ahmet
Çavuş terhisinden sonra gene sağlık hizmetine
girdi. Bir türlü hafif sivil giysilere alışamıyordu. Sanki üzerinde bir
şey
yokmuş gibi geliyordu ona. Baharın güneşli ve ılık
günlerinden birinde çalıştığı beldenin
kahvehanesine gitti. lnsanlann bir kısmı, üstü üzüm asmasıyla kapalı açık alandaki masalarda dereden tepeden konuşuyor, içerdeki iki üç masanın etrafında oturanlar ise kağıt oynuyordu.
"Selamünaleyküm" diyerek dışanda oturanlan
selamladı,
Ahmet Çavuş. Sonra
da bir sandalye çekerek masalardan birinin kenanna yanaştı. Oturanlar
da selam verdiler.
içlerinden biri, "Anlat bakalım, Ahmet
efendi. Yediğin
içtiğin senin olsun. Ne gördün? Nereleri
gezdin güneydogu-
da? En son gelen sensin!"
diye sordu.
Adamın, sanki
gezmeye veya balayına
çıkanlara soru soruyormuşçasına konuşması Ahmet'in tepesini attırdı, Ahmet yutkunarak cevapladı:
"Sorma!
Yattık
aşağı. Dağlar, ormanlar,
turistik tesisler, kayak merkezleri voli. Hangisini anlatayım be
birader. Ekmek elden su gölden. Yedik,
içtik,
yattık, bir türlü doyamadık. Her kula nasip olmuyor tabii.
"
Ayakta
masadakileri dinleyen bir oğlan, "Ben
de yeni terhis oldum," dedi.
Ahmet
sordu:
"Sen
nerede yaptın
askerliğini?"
"Ben
mi? Batıda, sahili de olan bir sosyal
tesisteydim."
"Çok zahmet
çekmişsindir
muhakkak!"
"Askerde
olup da zahmet çekilmez
mi? Sosyal tesislerde, bulaşık yıka, ütü yap, servis aç, servis
kapat, iş bitmiyor ki. Tonlarca iş var.
Biz neredeyse hiç
üniforma giymedik. Sadece dışardaki bahçe ve kapı nöbetlerinde resmi kıyafetle bulunma
zorunlulugu vardı.
Şu, gece bir-üç nöbetleri yok ıiıu! insanı ifrit ediyor. Tam kan
uykusundayken biri gelip, "Kalk nöbetin· var demez mi! Ölür müsün, öldürür müsün?"
Ahmet
pürheyecan
konuşan oğlanın yüzüne acıyarak baktı. Fark
etti ki, masadakiler de bu çocuğu, çok kıymetli bir şey anlatıyormuş gibi dinliyordu.
Kapalı olan
bölümde,
sesi sonuna kadar açık olan
televizyon, kısa kısa haberler
veriyordu. Ciddi sayılabilecek
konular geçerken hiç kimse kulak aşmazken, magrin tarzı bir haber çıkınca
hepsinin dikkati o konuya toplandı ve başladılar aralarında konuşmaya. Arkadan
hükümetin, AB teşvikiyle ekilmeyen arazilere verdiği, 'Üretmeden yaşayın,'
konusu geldi! Kendi aralannda ballandıra ballandıra bunun yorumlannı yaptılar.
Ahmet daha fazla dayanamadı, ayağa kalktı ve
yanlarından aynldı.
Arkasından seslendiler:
"Yeni demlenmiş çay geliyor, içip de
gideypin bari."
Dönüp cevap vermeye bile lüzum görmedi.'
Burak da, Ahmet'le aynı tertip olduğu için
onunla birlikte tezkere almıştı. Henüz bir işe girmiş değildi. Büyük bir
alışveriş merkezinde dolaşırken vitrinde gördüğü bir radyoyu yakından görmek
ve incelemek için içeriye girdi!':)inde deneme için çalışan başka bir radyo
çalıyordu:
Yol verin geçeyim
Dumanlı dağlar
Dağların da ardında...
Hemen kendini dışan attı.
Birkaç saat önce başlayan bahar yağmuru
şiddetini daha da artırmış, cadde sanki bir dereye dönmüştü. Bazı araçlar zorla
yol alıyor, bazılan ise yol kenanna park ederek yağ-
murun
şiddetinin
geçmesini bekliyorlardı. Şemsiyeliler dahi,
bir çatı
altına sığınmışlardı, ortalıkta görünen kimse
kalmamıştı.
Bir kişi hariç: Burak.
Suya
bastırılmış
ve çıkarılmış bir
insandan farksızdı.
Uzamış saçlarının uçlarından dökülen sular,
yüzünden
aşağı süzülüyordu. Ayakkabılarının içine dolan
sulardan ayaklan vıcık
vıcık olmuştu.
Şimdi içi tıka basa dolu, üstü kapalı bir otobüs durağının önünden geçiyordu. Onun hiçbir şeyi umursartıadiğını görenler, bu derece pervasızlığa şaşırıp kaldılar. Yanlarından
geçerken bir teyze dayanamadı:
"Evladım, bu havada yürünür mü? Gel buraya. Deli misin çocuğum? Hasta
olacaksın."
Bu
sözler
Burak'ı güldürdü. Temposunu
bozmadan yürüyüşüne
devam ederken mırıldandı:
"Teyze,
sen deli görmemişsin.
iyi ki delileriniz var. Ya onlar
da olmasaydı?"
'Beni
öldürecek kurşun daha dökülmemiştir! ’
Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok kitabıyla on altı hafta en çok satan kitaplar
listesinde birinci sırada yer alan Osman Pamukoğlu'ndan yine çok konuşulacak,
fırtınalar kopartacak bir roman: Cehennemdere Kanyonu.
Yirmi asker ve bir yüzbaşı... Zemheri ayazında
karlı ve dumanlı dağlarda, derin vadilerde, rüzgârlı ovalarda adım adım iz
sürüyorlar... Bu dağlarda korkuya, kuşkuya ve aptallığa yer yok. Her
hareketleri ölüm ve yaşam arasındaki ince sınınn ne tarafında olacaklarını
belirliyor. Amaçlan vatanı korumak.
En son varacakları hedef ise Cehennemdere
Kanyonu!
Osman Pamukoğlu, Güneydoğu'nun sarp dağlarında,
kar kış demeden, vatan aşkıyla PKK’nın izini süren yirmi bir komandonun
muhteşem mücadelesini kendi tanık olduğu olaylardan yola çıkarak romanlaştırdı.
Cilo Dağlan'ndan Han Yaylası'na, Sat Dağları'ndan Cehennemdere Kanyonu'na
uzanan bu nefes kesen öykü, sadece Türk askerinin zor şartlar altındaki
kahramanlıklarını anlatmakla kalmıyor, Türkiye gerçeğini görmezden gelenlere
Mehmetçiğin acısını, korkusunu, sevincini ve her şeyden ama her şeyden de çok
yüreklerinde taşıdıkları sonsuz cesareti haykırıyor.
Osman Pamukoğlu'ndan destansı bir roman...