Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Cehennemdere Kanyonu... Osman Pamukoğlu

 

YAŞAMLA ÖLÜM ARASINDA

20 ASKER VE 1 YÜZBAŞI 

OSMAN PAMUKOGLU

Cehennemdere Kanyonu/ Osman Pamukoğlu

 

 2013, İnkılap Kitabevi

Öykü ve Atahan'a...

"Bugün, yarın, dün hiçtir!"

 

 

Z orlu, haşin ve kasvetli bir geceydi. Gece yansına doğ­ru, gizlendikleri mağaradan çıkarak vadi tabanına gelip yerleştiler. Hava zehir gibiydi. Ciğerleri donduran soğuk yü­zünden soluklan hırıltılı çıkıyordu. Burunlarını korumak için sardıkları atkılar da neredeyse donacaktı. Ayazlı gecenin rüzgarı kemiklerine kadar işliyordu. Her şeyi maskeleyip kirpi gibi büzülmüşlerdi. Bir terslikle karşılaşmamak için, üç kat daha tedbirli olmak zorundaydılar. Komando Er Hasan fısıltıyla, "Allah, çok soğuk!" dedi. Mevzide, hemen yanı başında bulunan Uzman Çavuş Ziya, "Dınldayıp durma, so­ğuk zaten canımıza okuyor, köyünü görmeden nalla dike­ceksin!" diye azarladı onu.

Hepsi iyi biliyordu; her pusunun temeli ateş açma anının iyi seçilmesine bağlıdır, başarının sırrı ise ses ve hareket disiplinidir. Asker oturup beklememelidir. içindeki ateş onu düşmana.götürmeli ve saldırmalıdır. Eğer oynamazsan, se­ninle oynarlar.

Kar birkaç gün önce yağmış ama kuytu yerler ve dağla­rın dorukları hariç eriyip gitmişti. Askerler eşi görülmemiş bir kışın geldiğinden habersizdiler. Havalar soğuduğundan, yurtiçinden Irak'taki kamplarına dönmek için sadece ge­celeri hareket eden bir grubun, pusuya yattıkları vadiden geçeceği istihbaratını alınca burada tertiplenmişlerdi. Yirmi kişiydiler. Müfreze muvazzaf subaylan, astsubay ve uzman erbaşlar daha önce defalarca çatışmaya girip çıkmış tecrü­beli askerlerdi. Asteğmenler ve erler ise, fiziksel ve ruhsal yetenekleri test edilmiş, gönüllü, seçkin adamlardı.

Gece bitmeden bu vadi yolundan geçecekler! Yak/aş- tıkları zaman vuracaklar. Gelsinler de günlerini görsün­ler! Ama ya gelmezlerse!

.Siper aldığı kayalığın dibinde vücudunu tortop etmiş otu­ran Asteğmen Tekin:

"Metin Üsteğmenim, 'Buralan Sevemedim,' diye bir türkü var ya, hep aklıma o geliyor. Aklımdan çıkarmak istiyorum ama yapamıyorum," dedi. Cümlesini bitirir bitirmez de dişle­rinin takırtısı duyuldu. Üsteğmen Murat, bir de bu çıktı başı- ıruza der gibi kayıtsız ve soğuk bir şekilde, "O türkü, sevgililer için söylenmiş. Burada konu yurt. Yurdu seveceksin. Yurt var olacaktır. Ocak yoksa biz de yokuz. Sen iyi misin?"

"Savaş sırasında iyi olunur mu hiç."

"Sen aklına muzip şeyler getir. Cephede gülmek iyidir.

Korku kaçar, ruh güçlenir."

Saatlerce süren sessizlik işin en korkunç tarafıydı. Ne derin bir sessizlik... Tek tük kar atıştırmaya başlamıştı. Ta­banda akan çayın kayalara çarpan cılız sesi geliyordu. Dört saati aşkın bir süredir pusuda beklediklerinden artık gözleri karanlığa tam uyum sağlamıştı.

Uzman Onbaşı Cengiz, "Mustafa Başçavuşum, şimdi bir bardak çay olsa, bütün dünyayı verirdim," dedi.

"Dünya senin mi ki veriyorsun be adam," diye homur­dandı başçavuş. Sonra sesinin çok yükseldiğini anlayıp fı­sıltıyla, "Askerden önce işin bile yokmuş senin, çulsuzun birisin, neyin var ki neyi vereceksin. Bir canın var, onun da buralarda peşine düşmüşler."

"Mustafa Başçavuşum, ister misin bu herifler gelmesin!" "Bırak gelip gelmemelerini, savaşta birkaç dakika içinde neler olabilecegini bile kimse kestiremez."

"Bu kadar sajukta kurtlar bile gelebilir, degil mi?"

"Buzdan kaya olmaktansa hareket edebilmek için onlara bile razıyım," diyerek zoraki gülümsedi başçavuş.

"Soguğun en iyi yanı, hiçbir şey hissetmemen. Her şey donuyor. Yaz aylannı, mesela temmuzu düşünmeye çalışı­yorum."

· Mustafa Başçavuş, daha fazla uzatmanın alemi yok der- cesine, "Eğer gelecek temmuzu görebilirsek," dedi.

Müfrezenin Sağlık Çavuşu Ahmet ile Komando Er Bu­rak siperde yan yanaydılar. Birbirlerinin saat tıkırtılannı bile duyabiliyorlardı.

Burak, "Ahmet Çavuş, sen dini bütün adamsın, adam öldürmek gerçekten büyük bir günah mı?"

"Bütün çareler tükendiyse ve başka yol kalmadıysa, karşı taraf da seni öldürmeyi amaçlıyorsa günah değildir, üstelik eger ülken için çarpışırken hayatını kaybedersen, en yüksek mertebeye, yani şehitlige yükselirsin."

Ahmet Çavuş tam sözünü bitirmek üzereyken gece yır- tıcılanndan birinin, "Huu oo huu," diye haykıran tiz sesi vadide akisler yaptı. Tüm mevzidekilerin fısıltıları kesildi, hatta soluk almalan bile... insan mı yoksa hayvan mıydı bu sesin sahibi? Şüpheyle geçen. saniyeler sanki yıl gibiydi. Sesin tekrarı olmadı ama herkes kendiliginden parmaklarını silahlarının tetiklerine dayamıştı.

Müfreze Komutanı Yüzbaşı Tayfun'un yanında bulunan Teğmen Aykut, "Bu neydi komutanım?" diye sordu.

"Bu, buradaki baykuş tO:rlerinden biri. Muhtemelen ku­laklı, puhu veya peçelilerden biridir."

"Buralarda ne geziyorlar ki?"

Yüzbaşı gülümsedi: "Kuşlara en olmadık zamanlarda en olmayacak yerlerde rastlayabilirsiniz."

"Ama hiç kanat sesi duymadık!"

"Gece hareket edip avlanabilmek, sessiz olmaya ve çok iyi görmeye bağlıdır. Gece sessizliğin simgesidir. Avcılara av olanlann bir kısmı gece hareketlidir. Avlanabilmek için sessizlik gerekir. Baykuşlar da oldukça az ses çıkararak uçarlar. Onlann kıvrak ve estetik uçma ihtiyaçlan da yok­tur. Geceleri olabildiğince hareketsiz kalıp belli bir yerden çevreyi gözetlerler. Başlannı 180 dereceden fazla döndüre­bilirler. Böylece gövdelerini hiç hareket ettirmeden bütün çevrelerini gözetleyebilirler."

"Bunlar için uğursuz derler komutanım."

"Hurafe işte, saçma ve aptalca... Baykuşlardan korkma­ya ve çekinmeye gerek yok. Doğal hayatta her şey düzenli ve uyumludur. insanlar uğursuzluk anyorlarsa kendi yaşam alanlanna, kendi türlerine baksınlar."

Aykut Teğmen, müfreze .komutanı hakkında önceden çok şey duymuştu ama duyulan bir sese, bu derece bir de­ğerlendirme yapmasını hiç beklemiyordu. Yüzbaşıwn doğa bilgisi onu şaşırtmaya yetmişti. Şimdi sırası değil, diye dü­şünerek başka bir soru sormaya cesaret edemedi.

"Afat" isimli müfrezenin "Balabanlar" kolunun komutanı Teğmen Aykut'tu, Üsteğmen Metin ise "Buzkıranlar" kolu­nun komutanıydı. Her kolda onar savaşçı vardı.

Alacakaranlığa iki saatten daha az bir zaman kalmasına rağmen hareketli hedef hala ortada görünmüyordu. Nefesini sıcak tutmak için komando atkısını çenesi hizasına kaldıran yüzbaşı, "ihtiyatlı bir savaşçı, düşmanı hiçbir zaman küçük

görmez. Savaşın en açık sözcüğü 'Öl!' değil, 'Öldür!'dür. Savaşta piştikçe kalbim böyle şeylere pek sızlamıyor artık. Düşmanı korkutmak zorundayız. Kendine aşın güven de insanı küstah yapar. Savaşta insanlara acıyın ve koruyun. Savaş en üstün okuldur. Ölmeye acele etmeyin, savaşı öğ­renin. Savaş, kalemler ve haritalar değil insanlardır. Savaşta hem kendinizden hem de düşmandan çok şey Öğrenirsiniz. Tüm savaş psikolojiktir ve zafer ödediğin bedeldir. Ordu da saraydan yönetilmez. Savaş aklın akıldışılıkla rastlaşmasıdır. Asaletin gerektirdiği birtakım görevler vardır ve bizler onları yerine getirmek zorundayız."

Teğmen Aykut, can kulagı ile anlatılanları dinliyordu, devamı gelecek sandı ama öyle olmadı. Yüzbaşı, "Aykut, sen git, adamlarını tek tek kontrol et. Söyle, aynı şeyi Üs­teğmen Metin de yapsın. Bu zehir gibi soğuk, insanı olduğu yerde işe yaramaz hale getirebilir. Hesabıma göre hedef bir saat içinde bulunduğumuz yere ulaşır veya bu gece avucu­muzu yalanz," dedi. Teğmen yay gibi yükseldi ve sağdaki ilk kayanın arkasında kayboldu.

Hadi artık, gelsinler, gelsin/er, gelsinler. Gelin ba­kalım, büyüğünüz, küçüğünüz gelin balıklar! Bu duygu, hepsinin ortak ruhunu yansıtıyordu. Rüzgar ·hafif de olsa kayalıkların gerisindeki siperlerde uluyor; bulutlar, bir görü­nüp bir kaybolan ayın· üzerinden acele acele geçiyor, kara gölgeler durmaksızın yer değiştiriyordu. Mevzidekiler, bir­birlerine sokulmuş, sabırlarının son kertesinde bekliyorlardı.

Bir mucizenin gerçekleşmesi gibi, hiç olmayacakmış gibi duran şey oldu! Mevzilerin solunda bulu^an kayalık yann önünde karartılar görünmeye başladı. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz... Sıra sıra yürüyorlardı. On altıncı adam

geçtiğinde arkası gelmedi. Herhalde hepsi bu kadardı. Ker­petenin açık ağzından kapanacak kavisine doğru yürümeye devam ediyorlardı. Hallerinden, kendilerinden emin olduk- lan anlaşılıyordu. ilerlerken aralanndaki dört beş metrelik mesafeyi sanki kalıba sokmuşlar gibi muhafaza ediyorlardı.

Birden, iki komando havanından fırlayan aydınlatma mermileri, dar vadinin karşı kayalıklannı aydınlattı. Tam görülmese bile vadi yolunda ilerlemeye çalışanların şaşkın­lıktan dışarı fırlayacakmış gibi olan gözlerini bütün müfreze hissetti. Aynı anda gökte keskin bir ıslık ve aslan kükreme­sine benzeyen bir ses duyuldu: "Vurun!" Müfrezenin silah- lanndan çıkan mermilerin sesi, sanki bir tenekeye binlerce çekiç vuruluyormuş gibi vadinin iki yanını çınlatırken vadi tabanı feryatlar ve bağnş çağnşlarla inlemeye başladı. Ara ara küfür ve hakaretler de meydanı doldurdu. Tüfeklerle birlikte çalışmaya başlayan makinelilerin takırtılan, roketa­tarlar ve komando havanlannın tükürür gibi üst üste atışları sessizliği yırtarken izli mermilerin göz kamaştıran fırlamalan dere yatağını takip eden yolu gündüze çevirdi. Kayalıklar bile sarsılıyordu sanki, toprak zemin sallandı, buz tutmuş çalılar titredi. Tüfekler yağmur gibi çiselemedi, adeta orta­lığı biçti geçti. "Sarıldık", "fare gibi gebereceğiz", "ölümü özlemişler", "hapı yuttular", "kafalannı kırın" diye yükse­len haykırışlan yakası açılmamış küfürler izledi. Her şey on dakikada bitti. Müfrezeden hiç kimsenin bumu bile kana- mamıştı. Kayalıklardan aşağıdaki vadi yoluna keçi gibi seke seke indiler. Vadi tabanında bir mağaraya girip ateş yaka­rak iyice ısındıktan sonra, ateşi söndürdüler ve gün ışıma­dan başka bir vadinin içinde gözden kayboldular...

 

 

D

ağlarda, gün geceye döndü mü ortalığa birden bir ses­sizlik çöker. Diller birden susar, yüzler soluklaşır. Bu durum hiç kimse tarafından, hiçbir sahne yaratılmadan, ses­sizce kendi kendine olur. Canlı cansız her şey korkunç bir sessizliğin içine gömülür. Özellikle loş gecelerde, bu yüksek dağlarda, bu karaltı zemininde, insan sanki yalnız değildir. Sanki bulunduğunuz yere birtakım ruhlar sızmaktadır. Bu ruhlar sessiz kanatlannı dalgalandırarak havada uçuşmakta­dır. insan bu kanat dalgalanmalarının sessiz çırpınışını, ölü rüzgarını, başının üzerinde, hatta yüzünde hisseder. Evet, ölü rüzgarlar, ölü ruhlar... Ama hayata doymamış, buruk ve şikayetçi ruhlar... Şahlanmış dağlar ve asi iklim ruhu bam­başka b[r yaşama sürükler.

Öğlene doğru daha da yoğun bir şekilde kar yağmaya başlamıştı. Bilinen kar tanesi gibi değillerdi, mübarek her biri el kadardı. Sığınak olarak kullandıklan kayalık dehlizin uzunluğu yaklaşık otuz metreydi. Dumansız ateşi, sönmesi­ne meydan vermeden sürekli yakmanın teknik yollarını çok iyi biliyorlardı. Dehlizin ileri bölümlerinde de gündüz olma­sına rağmen beş altı mum yanıyordu. Tavanı çok da yüksek olmayan bu sığınak, yanan ateş, mumlar ve nefeslerden buğulanmıştı. Muharebe ve yaşam·paylanndan kalanlar he-

nüz kritik bir ölçüye düşmemişti. Silahlarda da herhangi bir sorun yoktu, herkes sağlamdı. Sığınağın dışında müfreze­den iki nöbetçi vardı v^ her saat başı nöbet değiştiriyorlardı. Nöbeti bitirip dönen askerler "kar çocuğu" gibi görünüyor­lardı.

Müfreze Komutanı Yüzbaşı Tayfun, "Beyler," diye baş­ladı söze, "kar yağışı kesilirse, bu gece güneye doğru yer değiştireceğiz. Çoğu savaş klasiktir. Bizimkisi aykın savaş olacak. Karşı tarafı, uçsuz bucaksız bu coğrafyada dağlann sessiz tehdidiyle baş başa bırakacağız. Akıllannı kanştınp psikolojilerini bozacağız; şekilsizlik yaratacak, kızdıracak ve yönlerini şaşırtacağız. Hassas noktalan tekrar tekrar vura­cağız. Tutulamayan kaygan bir misket olacağız. Su gibi sa­bit bir şeklimiz olmayacak. Ordu da rakibe göre değişmeli ve uyum sağlamalıdır. Dağılacak ve soyut bir durum yara­tacağız. Alandaki şekilsizlik, fiziksel güçleri kadar zihinsel güçlerinin de dağılmasını sağlayacaktır. Karşılaşınca güçlü ve şiddetli bir darbe indireceğiz. Savaş irade ile kazanılır, iradelerini kınp bu karaçalıyı söküp atmalıyız.

insanlar da kuşlar gibidir, hep beraber hareket edip hep beraber dururlar, yuvada ne duyarlarsa havada da onu söy­lerler. Müfreze olarak biz de onlar gibi olmalıyız."

Er ve erbaşlar dışındaki rütbeliler cep deftei-lerini çıkar­mış, küçük notlar alıyorlardı.

"Zor ve tehlikeli bir dönemeçteyiz. Toprak ve kar yığınları arasında uyuduğumuz, kan hepimizi gafil avladığı zamanlar da oldu. Birçok arkadaşımız, kardeşimiz, ağaç­tan düşen bir yaprak gibi sessizce şehit olup bu dünyadan aynldı. Görevlerimiz zor, hedeflerimiz ise gizemli... Bu yüzden çok dikkatli ve uyanık olacağız. Özveri ve mertlik olmadan hiçbir başan elde edilemez. Bilginin insanı asker yapacağına inanmak aymazlıktır. Askerlik sanatı savaşta öğrenilir. Çelik bir beden ve çelik sinirler olmadan başan olmaz. Muharebeleri kazandıracak olan bacaklardır. Onlar sağlamsa karanlık derin çukurlar, vadiler, zifiri geceler vız gelir. Karşınıza çıkacak olan ilk yükseltiye çıkın ve avazınız çıktığı kadar bağınn: 'Beni öldürecek kurşun daha dökül- m^miştir!' Ve bunu ara ara yapın. Ruhunuz çelikleşecek ve güçlenecektir, dileğiniz kabul edilecektir. Çoğunuz, muha­rebelere ve sürpriz durumlara alışıksınız ama hiçbir çatışma silahlann sesinden başka benzerlik taşımaz. Bunu bilmeli ve hazır olmalısınız. Bizim ana vazifemiz, kış koşullannda bölge taraması yapmak, hedefleri bulmak ve yok etmektir. Bize hayalet müfreze de diyebilirsiniz. Bizim için bugün, ya- nn, dün hiçtir! Biz anı biliriz. 'Senin dünyaya gelip gitmen neye yarar?' sözüne karşı, işe yaradığımızı, faydalı insanlar olduğumuzu kanıtlayacağız. 'Tarih 50 yıl sonra yazılacak,' lafı kaçmaktır, korkmaktır. Tarih her gün yazılır, şimdi de burada, bu anda yazılıyor.

Hiçbir zaman, hiçbir işte endişelenmeyin. Endişelenmek de korkmak kadar kötüdür, işleri kanştırmaktan başka bir işe yaramaz. Yorgunluk ve yılgınlığın gölgesini bile aklınız­dan geçirmeyin."

Asteğmen Tekin psikoloji ve felsefe eğitimi almış biriy^ di. Müfreze komutanının söylediklerinin aslında bir emir ol­duğunu biliyor ve bazen söylediklerini defterine yazıyordu. içinden, bir asker olarak sıradan biri degi/, önceden be­lirlenmiş kurallarla davranan ve yaşayan insanlardan da degi/, yüzbaşımın en önemli kişisel dürtüsü gururu, diye geçirdi. Yüzbaşı konuşmasına devam ediyordu:

"Savaş daima, taraflann birbirini yok etmeye çalışbğı bir mücadeledir. Taraflar sadece güçlerine degil, her tür­lü hileye başvurur. Karşı tarafın ateş gücünün daha düşük olması onWl, savaşbğı ordudan sayıca daha az olduğu an­lamına gelmez. Yöre halkının desteği olmadan da olmaz. Bu olmazsa olmaz koşuldur. Örgüt ilk yıllarda olmayan bu desteği, eylemlerini yoğunlaştınp kendilerine moral veren sonuçlar elde edince kazanmışbr.

Savaşla ilgili romantik ve sportmen kavramlann tümü palavradır. Savaş tüfekli, trampetli bir bayram değildir; onun manzarası kandır, ölümdür. Savaşın acı gerçeği, şiir­sel hayalleri ezer."

Yüzbaşının önünde yere yapıştınlmış fiziki bir harita var­dı ama dağlar, kanyonlar, nehir ve dereler, mezra ve köyler isimsizdi. Yalnızca, tepeler isimlendirilmiş ve her yüksekli- ge bir numara verilmişti. Yüzbaşı haritanın üzerinde duran keçeli kalemi aldı ve dağlann arasında bulunan derenin bir kenanna sabit bir şekilde tuttu. Burası muhtemelen bulun- duklan mevkiydi ama üzerine işaret koymadı. Sığınağın ağzından görünen aydınlık arlık azalmıştı. Sona yaklaşan akşamın ışıklan gittikçe kınlıyordu. Yola çıkmak için belli bir hazırlık da gerekiyordu. "Bana soracağınız bir şey var mı?" dedi. Ne soracaklardı ki? Her şey net, kısa ve yalındı. Üst­çavuş Ömer'in biraz kıpırdadıgını hisseden yüzbaşı, "Ömer, senin bir sorun var galiba," dedi.

"Komutanım belki tuhaf gelebilir ama ben bir şeyi anla­makta zorlanıyorum, daha doğrusu ne olduğu konusunda hep ikilemde kalıyorum."

"Nedir o?"

"Bu örgüt yazılı sözlü her şeyinde bize 'düşman' diyor.

Hepsi aynı sözü kullanıyor. Başlanndakiler de, tek tek mi­litanlan da ısrarla konuşuyorlar. Biz ise onlara terörist di­yoruz. Düşman mı demeli, terörist mi demeli, nedir bunun doğrusu?"

Müfreze komutanı bu soruyu hiç yadırgamadı ve şöyle ce­vapladı: "Bunlann derdi, Türkiye'den toprak koparİnak bu bir. Türkiye'ye düşmanca ve hasmiıne davranan devletlerden siyasi ve lojistik destek alıyorlar bu iki. Örgütsel yapılan, silah sistemleri ve geniş çaplı eylemlerine bakıldığında bunu sıra­dan, münferit terör işleri gibi göstermek halkın ne olup bitti­ğini anlamasını da zorlaşhnyor, bu üç. Arbk, yazılı ve görsel basın, hatta siyasetçiler bile "savaş ve banş" laflannı aleni, uluorta yazıp konuşuyorlar, bu dört.· Türkiye Cıniıhuriyeti devletinin ceza kanunlannda yer alan madde ise çok açık, 'Dağdaki silahlı eşkıya düşman sayılır ve düşman gibi bir işle­me tabi tutulur,' kimse olup biteni kibarlaştırarak, küçülterek hiçbir yere gidemez: Sonuç da ortada. Düşman lafı az kalır. Bunlar halk•düşmanı, öldürülen kadınlar, çocuklar, yaşlılar hangi ülkenin insanları? Herkes bilgi, algılama ve kavrama yeteneğine göre bunlara layık olduklan ismi, unvanı ve sıfah kullanmakta serbesttir. Bence onlara sorarsan bize savaş ilan ettiler de biz terör diye avunuyoruz."

Sonra, "Acı çekenin halinden ötekiler pek bir şey an­lamıyor," diye devam etti, "yiğitlik elbette hayalın en son amacı degil ama amaçların en büyüğüdür. Amaçlar insanın dünyasıdır. 'Niçin? Ne diye? Neden dolayı?' diye soranlar, kahramanlıktan bir şey anlamazlar." Ayağa kalktİ, sığınağın çıkışına gelince durup dışarıdaki beyaz ve grl coğrafyaya bakarak, "Akşam dünyayı daha güzel yapıyor. Dağlarda sa­vaşırken değil tabii," dedi.

 

 

u dağlarda olup bitenler, aslında hiçbir harekat şekline uymaz. Zaten askerin vazifesi çete, komitacı ve eşkıya takip etmek de değildir ama bölgede her yer tehdit altın­daydı. Her takip, her çarpışma, başlı başına bir hikayedir, bir roman veya bir film konusudur. Dağlarda, ormanlarda her an, her kayanın arkasından bir silah patlayabilir. Her çalının kıpırdanışı şüphelidir. Ölüm ise bu dağlarda kol ge­zer. Bin şüphe, bin pusu, bin kuşku ve bin türlü çatışma... Meydan boş bırakılmamalıydı. Aksi halde, halk kendini yal­nız hisseder ve korkardı. Bununla da kalmaz istemese bile karşı tarafa geçer ve onları desteklerdi. Mevcut hükümetler bugüne kadar sorumlu oldukları gerçeklerle karşılaşmaktan adeta korkmuşlardı. Tehlikeyi görmek istemeyen bu insan­lar, onu bertaraf etme· çareleri düşüneceğine, gözlerini ka­patarak hep kendilerini aldatmaya çalışmışlardı.

Müfrezenin tamamı kişisel hazırlıklarını bitirmiş, hareket emrini bekliyordu. Ciddi, anlayışlı ve büyük olaylara karış­mış, büyük işlerin içinden geçmiş yüz ifadeleri vardı. Ağır, düşünceli ve durgun ifadeler... Fakat yalnızlık, birlikteyken bile onları bırakmıyordu. O gün kendilerinde, Allah'ın bir lütfu olarak, sonsuz bir korkusuzluk, cesaret ve cüret his­sediyorlardı. Ölümü zaten daha en baştan göze almışlardı.

Hiçbir an ondan ürkmenin ve kaçmanın bir anlamı yoktu. iyi ama işin sonu ne olacak? Ve bütün bunlar nereye kadar? diye düşünmeden de edemiyorlardı. Bin bir türlü dram, başı ve sonu bilinmeden sürüp gidiyordu. Denilebilir ki olup biten her şey insanüstü bir cesaretin misalleridir. Bunlara atılmak, göğüs germek için insanüstü erdemler ge­rekir. Öncelikle de, gençlik ve macera aşkına varan yiğitlik.

Buzkıran kolu komutanı Üsteğmen Metin, kendi asker­lerine ağır muharebe yükünün belini büktüğünü fark ettir­memek için azami ölçüde dik durarak, "Yol göründü kalkın, dağ, tepe, dere aşın; meydan sizi bekliyor," dedi. Balaban kolu da hazırdı. Kar bazen dinse de yağmaya devam edi­yordu. Kar kalınlığı kuytu yerler hariç henüz 20-25 santi­metreyi geçmemişti. Beyaz örtü sayesinde görüş mesafesi açıktı. Müfreze komutanı yüzbaşı, epey zamandır sığınağın çıkışında put gibi duruyordu. Sonra dağlan ve kalbini göste­rerek yürüdü. Herkes onu izledi.

Cilo ve Sat dağlan, yüzlerce zirve ve tepesiyle bölgenin göbeğine oturmuş haldedir. Batıda Zap Suyu, doğuda Ora- mar Çayı, kuzeyde ise Nehil Çayı arasında kalan bölgede; 60 kilometre uzunluğu, 40 kilometre genişliği ve 4136 metrelik Uludoruk zirvesiyle, doğu batı yönünde uzanan Cilo Dağlan yer almaktadır. Cilo'nun bir bölümü olan Buzul Dağı'nın Erinç Tepesi ise 4116 metredir. Cilo Dağlan üze­rinde; Beyazsu Vadisi yoluyla Beyazsu-Mergen Yaylası'na, Deri Kün Geçidi'yle Doğu Uludoruk Vadisi'ne, Deri Ca­fer Geçidi'yle Orişa yurduna ve Gelyano Buzul Gölü'ne, Deri Kervan Geçidi yoluyla Serpil Yaylası'na geçilir. Sat, Cilo'dan daha alçaktır. Sat Dağlan'na Cilo'dan geçiş Serpil Yaylası'ndan Yeşilöz Vadisi'ne inilerek Yeşiltaş köyü üzerin- 26

den yapılır.. Yeşiltaş'tan sonra Deki Yaylası üzerinden Sat- başı (3000 metre) Yaylası'na çıkılır. Yolun devamından Sat Gevaruk (2850 metre) Yaylası'na geçilir. Daha sonra, Bay Gölü'ne ulaşılır. Bay Gölü'nde (2870 metre) dört mevsim bir arada yaşanır. Yaylalarda "zoma" adı verilen yerleşimler vardır. Aralık ve mart aylan ar.^sında bölgede ısı ortalama -10 °C'dir. Kar kalınlığı 134 ila 206 santimetredir. Karla örtülü günler 23 ile 28 gün arasındadır. Güneşli ve yan güneşli günler birkaç günü geçmez. Buz, kar ve buzullardan beslenen tüm akarsular, sürekli yüksek tempoda akar. Köy­ler vadi tabanlanndadır. Yükler katırla taşınır. Bir zamanlar pars türü bir hayvanın Cilo'nun güney yüzeyindeki sarp böl­gelerde yaşadığını ve köylüler tarafından görüldüğünü söy­lerler. Bölgede kurtlarla ve mağaralarda yaşayan zararsız ayı aileleriyle yüz yüze gelmek her zaman mümkündür. Bu dağlar yol kesen, haraç alan dağlardır. Bir şairin dediği gibi:

Kurtların payı var gelip geçende.

Ki alırlar vermek istemesen .de!

Müfreze komutanı, Sat Dağlan'nın batısına doğru, gece ve kış şartlarında 20 kilometre yürümeyi planlamıştı. Kar tipiye döner veya fırtına ile karşılaşırlarsa korunaklı bir yere geçeceklerdi. Tersi olur, hava ısınırsa 20 kilometrelik yürü­yüş 25-30 kilometreye çıkabilirdi. Kollar birbirinin ardından gidiyordu, iki kol arasında 30 metre mesafe bırakılmıştı. As­kerler arasında ise beşer metre mesafe vardı. Kar iki gün­dür, bir yağıp bir dindiğinden müfrezenin önünde giden iki iz açıcı, ayı pençelerini ayaklarına takmamışlardı. Takip et­tikleri keçi yolundaki kar kalınlığı, henüz bot boyunu aşacak

seviyede değildi. Bazılan kar gözlüklerini takmış, bazılan ise nefes kontrolü için sakızlanm çiğnemeye başlamışlardı.

iki saatlik yürüyüşün sonunda kan ter içinde kaldılar ve mola verdiler. Arazi bembeyaz, yer yer isli griydi. Gökyüzü alaca bulaca, bulutlar renksizdi. Renksiz bulutlar kuzeyden güneye arkalanndan biri kovalıyormuş gibi koş^rken ay, aralanndaki boşluklarda bir görünüp bir kayboluyordu. Nazlı nazlı yağan kar durmuştu. Yüksek bir kaya bloğunun kendi içinde kavis yaptığı girintide duruyorlardı. Bir midye kabuğunun içine çekilir gibi sırt sırta verip avcı çadırlanm ve naylonlanm üzerlerine çektiler. Soğuktan buz tutan elle­rini soluğu ile ısıtanlar, kamuUajla sigara içenler, görünmez ateşle mum yakıp çadınn içinde bir nebze olsun ısınanlar oldu. Bu halleriyle kayalıklann içinde bir yığın topraktan farksızdılar. Toprak, üniforma ve 21 parça hayat...

Ay, veda eder gibi bir müddet havayı aydınlattı, sonra da dağlann ardında kayboldu. Dağ taş zifiri karanlık oldu. Balabanlar kolundan Komando Er Hasan ile Komando Er Burak birlikte aynı avcı çadınnda dinleniyordu. Isınan bede­ni iyice gevşeyen Hasan devamlı bir şeyler mınldanıyordu. Burak dayanamayıp, "Oğlum, sen fısır fısır ne sayıklıyor­sun?" diye sordu.

"Bir şiir yazdım. ilk fırsatta eve göndereceğim."

"Bak, palavra atıyorsan senin pestilini çıkannm."

Hasan ıstırap dolu bir bakış, utangaç ve saygılı bir tavırla, "Dinleyeceksen, okuyayım!" dedi.

"Oku bakalım, belki ısınırım!"

"Mezarımın toprağı kuruyunca

Beni unutma ana,

Yabani otlar bürür üstümde,

Onlar kederinden gür olsun baba.

Can yakarsın sen kurşun,

Üstünde ölüm yazıyor.

Kara toprak,

Sen örtüyorsun üstümü.

Ey soğuk ölüm,

Gövdemi toprak alacak,

Ruhumu gökler. . . ” '

Şiiri dinleyen Burak uzun süre sustu, boğazına bir şeyler düğümlendi. Zorla gülümsemeye çalışarak, "Hay Allahım ya! Nereden çıkanyorsun bunları be adam. Sırası mıydı şimdi! Biz kuyrugu erkenden buralarda titretmeyeceğiz. Bu kesin. Kafana da sok. Senin böyle ölümle dirimle zihnini meşgul ettigini komutan dliymasın. Ne diyor adam, 'Kafa­nızda endişe, şüphe, kaygı sokmayın!' Peki bunun yazılısı var mı?"

"Var, defterimde."

"Ne diyeyim birader. Çıkar oglum böyle düşünceleri ka­fandan. Sakın bir başkasına da okuma. Zinhar, eve de gön­derip oradakileri hüzün ve acıya boğma."

Askerler birbirleri hakkında fazla bir şey bilmek istemez­ler. Arkadaştırlar bu da onlara yeter.

Gece yansını geçeli çok olmuştu. Buz ve rüzgar tutma­yan bir yer bulana kadar üç kez daha mola verdiler. Günün agarmasına birkaç saat vardı. Ondan önce bir sığınak bulup gözden kaybolmaları gerekiyordu. Burası bir mağara, oyuk bir kayanın altı, bir dere yatagının içi olabilirdi. Doga... ilk hasım oydu. Soguk, düşmanların en tehlikelisiydi. Tipi, hrtı-

na, yön kaybettirebilir ve boğabilir. Rüzgar, karın ıslaklığını buza çevirebilir. Derin karda birkaç saatte 150-200 metre bile yürünemeyebilir.

Şu ana kadar tipi ve fırtınayla karşılaşmamışlar, görüş mesafelerini hiç kaybetmemişlerdi. El ve ayak parmaklan kaçınılmaz olarak üşümüş ama donma emaresi tespit edil­memişti. Sık mola ile bedenleri yumuşatmak, sürekli hare­ket halinde olmak, donma tehlikesini. azaltıyordu. Harekat üssünden alana çıkmadan önce Müfreze Komutanı Yüzbaşı Tayfun, donmanın ne şekilde farkına vanlacağı konusunda da eğitim vermiş ve uyanlarda bulunmuştu:

"Donma ayaklar ve ellerden, özellikle de ayakuçlanndan başlar. Parmak uçlan üşür, titrer ve kanncalanır. Buralar­dan başlayan titreme giderek şiddetlenir ve yayılır. Ayak ve bacaklara, el ve kollara ulaşır. Eklemlere, kemiklere, iliklere kadar inerek vücudun tümüne yayılır. Beden soğur ağırlaşır ve kaskatı kesilir. Sakın ha sakın, donma emareleri göste­ren el ve ayağı birdenbire ateş veya bir ısıtıcıya tutmayın, yaklaştırmayın. Sıcak suya da asla sokmayın. Karla ovuri. Geç kalınıp donmanın bütün bedeni sarması halinde, insan bir rahatlık ve huzur veren bir gevşeklik hissetmeye başlar. Donmada en son hal budur. Eğer biri durumu fark edemez­se sonrasında yapacak bir şey kalmaz."

Şimdi, doğu batı istikametinde uzanan, güney yanı kaya­lıklara dayalı bir patikada yürümekteydiler. Bir müddet son­ra arazi yay gibi geniş bir alana açıldı. Aksine, büyük kaya kütlelerine ihtiyaçlan vardı. Çünkü mağara, in, sığınak gibi yerler ve kuytular bu tip yapılann içinde veya arasındaydı. O zaman yürüyüşe devam etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Çok geçmedi, müfrezedekilerin bumuna odun ateşi 30

olduğu hissini uyandıran bir koku geldi. Açık havada dağ ayazındaki bu kokuyu neredeyse hepsi fark etti. Yüzbaşı Tayfun'un ne yapacağını anlamak için her iki kol komutanı da gözlerini· ona çevirmişlerdi. Görüş mesafesi açık oldu­ğundan ve kollann aralığı fazla olmadığından en öndeki du­rup geriye baktığında en sondakini, en sondaki de en başta- kini görebiliyordu. Müfreze komutanının sağ koluyla verdiği işaretle herkes olduğu yere çöktü. Vücutlan sınlsıklamdı, hepsinin ağzından çıkan sıcak nefes, soğukla temas edince şimdi daha iyi fark edilen buharlar haline gelmişti. Yürüyüş düzeninde bu kez Balaban kolu önde olduğundan, Buzkıran kolunun önünde bulunan yüzbaşı, üsteğmene "beni takip et" işareti vererek baş tarafa doğru yürümeye başladı. Üçü birden çömelmişti, müfreze komutanı, Üsteğmen Metin ile Teğmen Aykut'u karşısına alarak konuşmaya başladı: "Bulunduğumuz mevki itibariyle, bu koku normal değil. Biri veya birilerinin hemen yakınımızda odun ateşi yaktığı ke­sin. Bu civarda köy ve mezra olmadığını biliyorum. Yayla evleri olsa bile, bu mevsimde kimse onlann içinde olamaz. Üstelik koku güneyden geliyor. Solumuzdaki yamaç, ilersini görmemize mani olduğundan ateşin yakıldığı yeri bilemiyo­ruz. Kim ve neci olduklarını ortaya çıkarmadan önce ateş yakılan yerin neresi ve ne durumda olduğunu keşfetmemiz şart," dedi.

Teğmen Aykut'a dönerek, "Aykut, senin timden yanı­na iki kişi al. Yürüdüğümüz istikametten 200 metre kadar daha ilerledikten sonra sola dönün ve oradaki yamacın üstüne çıkın. Yamaçtan ve daha sonraki yerlerden bazı şeyler görülebilir diye tahmin ediyorum. Ne görürseniz gö­rün sakın çok fazla ileriye gitmeyin. Noktayı tespit edin ve

tarifini yapabilecek arazi bilgisine ulaşınca hızla buraya ge­lin," dedi. Teğmen, "Baş üstüne," dedi. Kısa bir süre sonra da, Başçavuş Mustafa ile keskin nişancı Uzman Çavuş Ziya ile birlikte aynldılar. Giderken ağırlıktan kurtulmak için sırt çantalannı bulunduklan yere bıraktılar.

Üsteğmen Metin, "Kaçakçı olabilir mi komutanım?" diye sordu.

Ufka bakıp gidenlerin ardından bakan Yüzbaşı Tayfun, "Her şey olabilir. Tabii, kaçakçılar hesap kitap adamlandır. Yerleşim noktalan arasındaki mesafeleri, ne kadar zaman­da alacaklannı bilerek hareket ederler ve mutlaka oraya va- nrlar. Biz yol alabiliyorsak onlar hayli hayli yol alırlar, niye gece konaklamaya geçsinler ki! Aynca yerleşim olmayan bu patika güzergahını niye seçsinler? Ama gene de mümkün­dür. Hayatta hiçbir şey için olriıaz demeyeceksin. Olmaz demek haddini bihnemektir!" diye cevap verdi.

Üsteğmen, "Köylü değilse, kaçakçı değilse ayılarla kurt­lar da ateş yakmasını bilmediklerine göre, geriye kimler ka­lıyor komutanım?"

Yüzbaşı güldü. "Senin düşündüklerin!"

Müfrezede herkes bulunduğu yerde çökmüş, bazılan ise altlanna çadırlannı ahp üzerine oturmuş bekliyordu. Görün­tüleri uzaktan, kann üzerine aralıklarla yerleştirilmiş sıralı taşlan andınyordu. Zaman geçtikçe terleri soğuyor, hare­ket etmediklerinden botlannın içindeki ayaklannın varlığını daha fazla hissediyorlardı.

Keşfe gidenler yanlarından aynlalı neredeyse bir saate ya­kın olmuştu. Yüzbaşı anlan zaten daha önce beklemiyordu ama gayriihtiyari, birkaç kez saatine bakmaktan da kendini alamadı. Nihayet gittikleri yönden üç karalh göründü. Teğmen

Aykut, Bcışçawş Mustafa ve keskin nişancı Uzman Çawş Ziya, müfreze komutanının karşısına gelip çömeldiler. Soluk soluğaydılar. Çok seçilemese de yüzlerinin pancardan fark- sız.olduğunu anlamak zor değildi. Teğmen, hemen raporunu vermeğe başladı, "Şu anda bulunduğumuz yerden başlayan yamaçtan 300 ila 350 metre ileride bir koyun a!?P]ı ve a!?P]ın doğu yönünde, çitlerle çevrili tek katlı bir ev var. Salaş bir yapı. Muhtemelen briket veya tuğladan yapılmış. Uzaktan çatısında bir baca olduğu anlaşılıyor. Evin kuzey istikametinde yani bize doğm olan cephesinde bir kapı ve bir pencere rar. Gece g& ıüşünü yakına aldıgımda, kapının tek parçalı, pencerenin de bir bölümünün camsız olduğunu ve kartonla kapatıldığını gör­düm. Binanın arka tarafında pencere olup olmadığını bilmiyo­ruz. Çok zaman kaybederiz diye gitmedik, dolayısıyla öğrene­medik. Çitlerin bir bölümü, muhtemelen karlann altında kalıp yıkıldığı için fark edilmiyor. herleyebildiğimiz noktada, sönmüş ateş ve kömür kokusu daha da yoğun hissediliyor. Kapı önü­nü ve civannı dürbünle ısrarla gözetledim. Hiçbir ayak izine rastlayamadım. Bunu da normal olarak değerlendiriyorum. Çünkü gece yansından önce buraya yağan kar, izleri yok et­miştir. Bacadan çok hafif belirli belirsiz bir duman çıkıyor. Ve çok uzak da olsa etrafı, nöbetçi olabilecek her noktayı defaatle gece göıüşüyle taradım, hiçbir şey. tespit edemedim. Benim arz edebileceklerim bunlar komutanım."

Yüzbaşı, sanki bildiği bir şeyi dinliyormuş gibi, ne şaşırdı ne de düşündüğünü belli etti. Sadece, "Üçünüze de teşek­kür ederim," dedi. Sonra, tegmenin sağında duran Başça­vuş Mustafa'ya döndü.

"Ne dersin Mustafa? içeride insan veya insanlar olduğu kesin. Diyelim, terörist bir grup var. Nöbetçi niye yok?"

"Dağlarda bu mevsimde, buralara kimsenin uğramaya­cağını düşündükleri için komutanım. Kendilerini çok güven­de hissediyorlar, haksız da sayılmazlar hani, bizim gibi şey­tan adamların, vahşi dağlarda yaban gibi dolaşarak onları aradığını nereden bilsinler? inşallah, içerdekiler teröristtir."

Müfreze komutanı, Başçavuş Mustafa ve Uzman Çavuş Ziya'ya, "Siz gidebilirsiniz arkadaşlar," diyerek onları kolda bulunanların yanına gönderdi.

Karşısında duran üsteğmen ve teğmene talimat verme­den önce saatine bir göz atlı. Ve sonra, "Bu mevsimde, bu yükseklikteki bir evde ne bir köylü, ne bir kaçakçı, ne de bir çoban veya sıradan bir kanun kaçağının olması milyonda bir ihtimaldir. Havanın aydınlanmasına iki saat kadar bir süre kaldı. Kuşatmayı karanlıkta bitirip günün ağarmasını bekleyeceğiz. Şayet içerdekiler teröristse bazıları karanlık­tan istifade ile kaçma imkanı bulabilir. Kulübe kapı ve pen­ceresi dışında da, bilemediğimiz çıkış ve kaçış yollan olabilir. Kulübenin diğer cephesini de gÇirmediğimizden pek bir şey söyleyemeyiz. Ama başka bir kapı olduğunu sanmıyorum, bu tip binalarda, belki bir pencere de arka tarafta olabilir. Uzun zamandır buradalarsa tahliye için binanın içinden du­varların ötesine çıkan tüneller kazmış da olabilirler. Bütün bunlar hücumu karanlıkta değil, gündüz gözüyle yapmamızı gerektiriyor. Binanın dışına çıkmadan ateş edebilecekleri kapı ve pencere dışında bir olanakları yok. Aykut, senin kol, binayı ve ağılı güneyden, göremediğimiz yanından ku­şatacak. Kuşatma tamamlanınca telsizden kripto gönder. 'Teslim olun,' çağrısı yapılıncaya kadar ne bir görüntü ne de bir sese meydan vermeyin. Ben, Üsteğmen Metin'in ti­miyle beraberim. Gelişmelere göre, her iki kol da emrimi

bekleyecek. Hadi, ikinize de kolay gelsin. Dilerim, içeride terörist bir grup olsun!" Her iki subay da, "Emredersiniz," diyerek, yüzbaşının yanından aynldılar.

Kol komutanlan, kendi savaşçılannı etraflanna bir hilal gibi toplayarak neyi, nasıl yapacaklaİını anlatblar. Kimse, ne soru sordu ne de bir şeyi me.rak etti! Canlannı sıkan tek şey, "kuŞluk vaktini" beklemekti. Ama bunun zorunlu oldu­ğunu da biliyorlardı. Şayet, kulübede bir terörist grup varsa bunlar ya topluca teslim alınmalı veya yok edilmeliydiler. Karanlıkta yapılacak hücum ve ateş gücü ne kadar etkili ve yoğun olursa olsun bir kısmının kaçıp kurtulma imkanı olabilirdi. Karar doğru ve isabetli ama iki saati aşkın süre bu dağ ayazında, bir noktada ve hareketsiz halde sabırla beklemek zordu.

Müfreze, sırt çantalannda, çabşmada ihtiyaç duyabile­cekleri teknik malzemeler ile yedek şarjörler, mermi şerit­leri, ilave cephane gibi muharebe paylannı aldıktan· sonra, tüm ağırlıklannı yamacın bir kenanna yığdı. Önce Teğmen Aykut'un Balaban kolu, daha önce keşif için gittikleri yönde ilerleyerek bulunduklan yerden aynldı. Üsteğmen Metin'in Buzkıran kolunun ise.bulunduklan yerden açılarak yamacın üstüne çıkmalan. gerekiyordu. Buzkıran savaşçılan açıldı, yayıldı ve yamacın ötesinde bulunan ağılı görünceye kadar brmandı.

Tam bir saat sonra Teğmen Aykut, kriptolu mesajını gönderdi. Yüzbaşı hızla kriptoyu çözdü: "Mevkimiz tamam. Bu yönde kapı ve pencere yok."

Ağıl, kulübesi ile birlikte güneyden ve kuzeyden yanm iki yay şeklinde kuşatılmıştı. Doğu ve bab yönleri açıldı. Her iki koldaki askerler de, kulübeden birinin pencereden dışan

bakması veya kapıdan dışan çıkarak etrafı kolaçan etme­ye kalkması halinde gÖrülmeyecek bir pozisyonda ileriye yanaşmışlardı. Görülmeyen yere havanlar hariç ateş edil­mezdi! Birinci safhada böyle durulacaktı, ta ki gün ağarana kadar. Sadece kol komutanlan kısa aralıklarla ileri çıkarak hedefe bakıp geri çekildiler. lçerdekiler, olup bitenden he­nüz haberli değillerdi. Ne ses, ne de bir ışık panltısı vardı, uyuyorlardı.

. Dağlarda ufuk görülmez. Gün ışığı dağlann ardından yansır. Dağlann öteki yüzünden itibaren kendini bu tarafta da göstermeye başlayan aydınlıkla birlikte müfreze komuta­nı, her iki kolun da ilerleyip ateş menziline girmesi emrini verdi. Bu emrin gelmesini beklediklerinden, patikadan daha fazla kar almış olan bu bölgede, karlann içine bata çıka ama hırsla ileri atılıp mevzilendiler. Kulübe artık, tabanca hariç bütün silahların menzili içindeydi. Hedefi görmek hepsini rahatlattı ve huzur verdi: Demek buradaydılar! Bazılan, bunlar fare kapanına girmişler, diye düşündü. Olumsuz düşünenler de vardı: Ya içerden teröristler degil de başka birileri çıkarsa.

Yüzbaşının, "Başla!" işaretiyle Üsteğmen Metin, batar- yalı küçük megafonun ses kontrolünü yaparak dizlerinin üzerine çöktü. Kulübeden bakacak olan biri artık herkesi görebilirdi, üsteğmen artık göğüs hedefi gibiydi. Güçlü ve ahenkli bir sesle bağırdı:

"Kulübedekiler, biz Türkiye Cumhuriyeti ordusu men- suplanyız. Çepeçevre kuşatıldınız. Silahlannız varsa bırakın ve çıkıp teslim olun!"

Bu çağnyı üst üste birkaç kere tekrarladı. On dakikadan fazla bir süre geçmesine rağmen karşıdan hiç ses çıkmadı _

veya duyulmadı. Üsteğmen, müfreze komutanına baktı ve göz göze geldiler. Yüzbaşının yüzündeki ifade çok keskindi ve yüksek sesle, "Şoktalar," dedi. Hemen yakında bulu­nan askerler de bu sözü duydular. Yüzba,şı, "Anonsa devam et," işareti verdi. Zaman geçtikçe, ya içeride kimse yoksa! düşüncesi öne çıkarken birdenbire bir cam şangırtısı ve küt­leme duyuldu. Kulübenin yansı karton kaplanmış penceresi patlayıp karlann içine gömüldü. Yüzbaşı içinden, karar uer- diler, rahatladı/ar, çarpışacaklar, dedi. Güneyde bulunan Balaban kolu bunu görememişti ama kulübeye cepheden bakan Buzkıran askerleri, sevinçten havaya uçtular. Adam­lar içerdeydiler. Cam çerçevenin sökülüp dışan atılmasıyla, ne dedikleri anlaşılmamakla birlikte panik ve telaşı andıran sesler de dışan taşmaya başlamıştı. Üsteğmen ısrarla, "Teslim'olun!" çağnsına devam ediyordu.

Ve nihayet, hançeresi yırtılır gibi bir ses duyuldu!

"Sen ne dirsen sömürge düzeninin ordusu! Sen birin­ci düşmanımızsan. Sizinle işbirliği yapan herkes işbirlikçi, hain, ajan ve düşmandır. Silahlı mücadeleyi geliştirmek için, hangi biçimde olursa olsun, kin ve düşmanlık.yaratabiliriz."

Üsteğmen Metin, "Bu koyunlann çoban köpeği sen mi­sin?" diye bağırdı.

"Ne demek isteyirsin sen?"·

"Dümendeki çemişoğlan sen misin? Onu soruyorum?"

"Bana öyle dememelisin. Biz Kürdistan gerillalanyız. Sö­mürge ordusunu topraklarımızdan atacağız."

"Senin adın ne?"

"Seni niye ilgilendiriy? Ama söyleyeyim, Reşkoyum ben.''.

"Tepenin adını aldın demek. Teslim olmazsanız, tepeniz ova olacak. Oradaki cahillerin üzerinde baskı kurma, söy-

le teslim olsunlar. Yüreğin varsa kendin çarpış, anladın mı Reşo?" ,

"Bizden olmayan herkese ölüm, bize yaramayan her şeye ölüm, anladın mı komitan? Politik gücü silahlı müca­dele yoluyla ele geçireceğiz. Çekilin yolumuzdan."

"Siz kuklasınız, Batılıların Ortadoğu'daki kuklasısınız. Sizi sahte vaatler ve demokratik demagojilerle kullanıyor­lar. Halka ve kendinize yazık ediyorsunuz. Teslim olun ve yargılanın. Teslim olursanız kılınıza bile dokunulmayacak. Söz veriyorum."

"Halk güçleri orduya karşı bu savaşı kazanacaktır. Dev­rim için koşullann beklenmesi gerekmez. Silahlı mücadele alanı temelde kırsal kesimdir. Mücadelenin çıkmasıyla bir­likte halkın memnuniyetsizliği de tamamen açığa çıkmıştır. Profesyonel ordu karşısında hiçbir şey yapılamaz bahane­lerine sığınan ve zayıflıklarına gerekçe yaratan pısırıklar da artık bizi fark etmişlerdir."

"Sen robotlaştırılmış budalanın tekisin. Hem yalancı hem de dangalak. Bu iki özellik bir arada nadiren bulunur. Yanındakilere yazık etme. Görünen o ki, senin ve yanındaki kandırılmış insanların ömrü uzun ve yazgısı iyi olmayacak. Bizim de bu masalları daha fazla dinleyeceğimizi sanma, gelin ve teslim olun."

"Komitan! Sizin, bu kara kış altında, bu dağlarda ne işi­niz var ki?"

"Buralarda beyaz tavşan varmış! Biz de meraklısıyız, ara­maya geldik! Sana mı soracağız sefil, ülkemizin neresinde, ne zaman bulunacağımızı? Sizin gibi iğdişlerden bir horoz olacağını sanan zeka noksanlarının da kafasına turp sıka­yım."

"Kızma kızma, ne güzel tartışıyoruz komitan!"

"Odun kafalı! Biraz sonra kim bu ağacın üstünde en urun süre kalacak göreceğiz. Yanındakilere yazık olacak."

"Tartişmak iyidir, komitan."

"Sen de, çok insan gibi son saatinin geldiğine inanma­mış olarak öleceksin. Aptalın daniskası,-son saatinin geldi­ğini fark edemeden konuşup duruyorsun. Öğren o zaman, insanlar savaş alanında söylevlerle savaşçı olmazlar. Sen okudun mu?"

"Hayır terkim. Annem de okuma yazma bilmiyir."

"Siz ahıra hah sermeye kalkışan cahillersiniz. Her önü­nüze çıkanı öldürerek nereye varacağınızı sanıyorsunuz."

"Sizin TC duvara tosladı komitan, farkında değilsiniz! ABD ve Avrupa bizim arkamızda."

"Akılsız herif, yumurta taşla kavga edince tavuğun kıçını şahit gösterirmiş! Seninki de o hesap. Size 15 dakika mü­saade ediyoruz. Silahlannızı bırakarak dışan çıkın ve teslim olun. Aksi halde cam gibi paramparça edileceksiniz."

Siperde bir an önce çarpışmak için can atan ve sabırlan son kerteye dayanan askerler için bu konuşmalar çok uzun ve gereksizmiş gibi geldi. Tecrübeliler bu konuşmayı uzat­manın bir psikolojik harp olduğunun farkındaydılar. Amaç, başlarındaki adamlann dışında, aralanndan bir kısmının di­ğerlerini zor da olsa teslime zorlamasıydı. Ancak, şu ana kadar pek de etkili olduğu görülmemişti. Ortalık derin bir sessizliğe gömüldü. Verilen 15 dakikalık zaman da çok aşıl­mıştı. Birden, pencereden Buzkıran kolu üzerine otomatik tüfeklerle yaylım ateşi başladı ve aniden ardına kadar açılan kapıdan dışan, sırtındaki RPG-7 veya RPG-11 roketatanyla çıkan bir terörist birkaç metre koştuktan sonra roket atma-

ya çalıştı. Buzkıranlann her çeşit silahı dakika değil sani­yeler içinde patlamaya başladı. Gerideki yükselti ve sırtlar uğuldadı, her yeri barut ve kükürt kokusu sardı. Roket at­mak için dışan çıkan, silahını ateşlemeye fırsat bulamadan karlann içine devrildi. Atılan roketlerden iki tanesi doğru­dan pencereden içeri girdi. Bina, ateş ve duman içinde kal­dı. Sağ kalanlann dumandan boğulmamak için dışan çık- malan gerekiyordu ancak görünen olmadı. Bir ara kapı ve pencere gerisinde birkaç silah sesi duyuldu ve kesildi. O da ne? Kulübenin damı üzerinde bir asker belirdi. Buzkıranlar, emir almış gibi ateşi anında kestiler. Bu, Balabanlardan Uz­man Onbaşı Cengiz'di. Eğile eğile ilerledi lie bacadan içe­riye üst üste iki el bombası bıraktı. lçerdeki tok patlamalar bulunduklan yerden duyuldu. Cengiz geldiği yönde gözden kayboldu. Alevler içinde yanmaya devam eden kulübenin tavanı kısa bir süre sonra çöktü. Bölgeyi koyu bir duman, sis ve koku kapladı. Müfreze toplandı ve kullandıklan .pati­kadan yeniden yürüyüşe başladılar.

 

 

G

ökyüzü açık, hava ise taptazeydi. Sanki bütün gece yü­rümenin getirdiği yorgunluğu üzerlerinden atmışlardı.

Savaşçılar da insandır. Hem zaaftan hem üstünlükleri var­dır. Belki alınlarının yazılan ezelden yazılmıştır. Belki öyle değil de, kaderlerini kendileri arar, kendileri yaratırlar. Ya­hut gerçek büsbütün başkadır. Belki onlar da bir avcının tuzağına, yani.kendi ruh yapılarının çarklarına kendi ayak­larıyla takılan heyecanlı kuşlardır... Evet, onların da kade­rinde bir muamma, bir tılsım var ve bu muammanın tılsımı belki.de hiçbir zaman çözülemeyecektir.

Vadi tabanında tavanı iki adam boyu yüksekliğinde bir dehlizin içindeydiler. Gözcüler hariç uyku tulumlarının içine girip ikindiye kadar uyumuşlardı. Sonra birer ikişer uyanıp bakımlarına başladılar. Henüz botlarının dikişi atmamıştı ama her gün değiştirmek zorunda kaldıkları çoraplarının bazı yerleri ufak tefek de olsa iğne iplikle onanlmalıydı. Herkes eski çoraplarını çalılardan yaptıktan kurutma·düze- neklerine asmış, alevsiz ateşte kurutuyordu. Üniforma ce­keti ile pantolonunda sökük olanlar ise dikişi atan yerleri kuvvetlendirmeye çalışıyordu. En büyük mutluluk ise çay içi­yor olmalanydı. Çaydanlık ve demlik her kolun en kıymetli malzemelerinden biriydi.

Yağış yoktu, gökyüzü parlaktı, hafif esintiler dışında rüzgann da can sıkacak bir etkisi yoktu. Müfreze komutanı, kod defterine bakarak göndereceği mesajı eliyle şifreledi, her kelimeyi beş harfli bir nwiıaraya çevirdi. Sonra mesajı yüksek frekanslı radyo ile yolladı. Mesajın açılmış hali şuydu: "iki ayn yerde, iki tamam. Eksilme ve yaralanma yok. Tabancalar hariç, tüm silahların bütünleme mühimmatı ile erzaka ihtiyaç var. Mevkimiz XYK401716. Bu gece uygundur. "

Kısa bir süre sonra gönderilen mesajın cevabı gel­di. "Hava koşulları uçuşa engel olmadığı takdirde. Tam 22.00'de. XYK401716'nın bir kilometre güneyinde, NTP375844'te hazır olun."

Yüzbaşı, kol komutanlarını yanına çağırdı. "Bu akşam bize bütünleme ikmali yapılacak. Mühimmat ve erzak gele­cek. Bulunduğumuz yerin bir kilometre kadar güneyine bıra­kılacak. Metin, indirilecek yükü senin kol alacak ve bulundu­ğumuz yere taşıyacak. Aykut, havanın kararmasıyla birlikte gözetleme ve dinleme faaliyetlerini seninkiler üstlenecek."

Üsteğmen Metin, "Komutanım, şimdi bir katırımız olsay­dı, ne kadar iyi olurdu," dedi.

Yüzbaşı gülerek, "Sen hiç katır yedekledin mi?" diye sordu.

"Hayır komutanım."

"Bir katır yüz kiloyu bile taşıyabilir ama inadına da katla­nacaksın. Eğer bir işte katır kullanacaksınız mutlaka sahibi ve bakıcısı ile beraber olmalıdır. Onun huyunu ve suyunu ancak onlar bilebilir. Aksi halde burnunuzdan gelir."

"Aman komutanım, o zaman yerinde kalsın."

Teğmen Aykut, "Efendim, atma noktası bize çok yakın sayılmaz mı? Gece helikopterin uçuş sesi yeri göğü inlete­cektir!" diye araya girdi.

Yüzbaşı, "Yakınımızda köy ve mezra yok. Uçtuğu tüm güzergah elbette sesi duyacaktır. Duyacaklar da ne olacak? Karakol ya da ana üslerden bitinden bir yaralı veya hasta almaya gittiğini düşüneceklerdir. Buna alışkınlar. Bu kış kı­yamette alan taraması yaptığımızı dost düşman, kim olursa olsun, rüyalarında görseler bile inanmazlar. Çok uzağa bı­rakıldığında yükü buraya taşımaya bir gece karanliğı yetmez ki."

Teğmenin yüzü, gizlenemeyecek kadar kızardı. Mahcup olduğu her halinden belliydi.

"Metin, sadece silahlarınız olsun yanınızda. Kolileri par­çalayıp olabildiği kadar ayırarak herkese dengeli bir şekilde dağıt. Kırmızı lazerli fenere ihtiyacın olacak. Hadi beyler, kolay gelsin," dedi müfreze komutanı.

Kılık kıyafetin onarım ve bakım işleri bittiği için Koman­do Onbaşı irfan ile komando erler Hasan ve Burak uyku tulumlarının üzerine oturmuş, silah bakımı yapıyorlardı.

Burak, "Size bir Bektaşi fıkrası anlatayım mı?" diye sordu.

Hasan ile irfan birbirlerinin yüzüne baktılar.

Burak'ın ne kadar dalgacı biti olduğunu .bildiği için On­başı irfan içinden, gene ne muziplik yapacak bu hergele­nin önde gideni, diye düşündü.

ikisi birden, anlaşmış gibi, "Eee. Anlat bakalım," dediler.

Burak başladı:

"Bektaşi ve komşusu ölüyor. Bektaşi cehenneme, kom­şusu cennete gidiyor. ikisi de uzun bir süre sonra görevleri­ne giderken Araf'ta karşılaşıyor. Kucaklaşmalarından sonra karşılıklı sorular başlıyor. Komşusu Bektaşi'ye cehennem azaplarını soruyor. Bektaşi, 'Çok kalabalığız, fazla iş düş­müyor. Bütün gün dalga geçiyoruz. Bu kalabalıkta bana

düşen tek iş, cehennem ateşine günde iki el arabası kömür atmaktan ibaret.' Komşusu ise hayretler içersinde kalarak anlatıyor. 'Yapma yahu! Ben her sabah saat altıda kalkıyo­rum. Ama işleri yetiştiremiyorum. Yağmur bulutlarını gez­diriyorum. Şimşek çaktınyorum, Yağmur yağdınyorum. iş gece yanlanna kadar sürüyor.'

Bektaşi, niçin bu kadar işi olduğunu sorunca komşusu açıklıyor: 'Adam yok adaaaam!"'

Diğer ikisi kahkahayı patlatmamak için ellerini gayriihti- yari ağızlarına götürdüler.

irfan, "Ulan aydede suratlı, senin çıranı yakmalı," diye takıldı ona.

"Ne var oğlum biz büyük şehir, metropol çocuğuyuz."

"Belli oluyor!"

"Bakın size söyleyeyim. insan da yeryüzü gibidir. Bir yüzü karanlık bir yüzü aydınlıktır. .. ”

Hasan, "Başka nelerin var anlatacak?" diye sordu;

irfan ise, "Bugün bir hal var senin üzerinde, " dedi.

"O zaman duyduk duymadık demeyin," diye konuşmaya başladı Burak, "her aşk geçicidir. Acı verici ve aldatıcıdır. Sev­mek aşınlıkbr. Kendini teslim etmektir. ^kta yargılama olmaz. Yargılama aşkı sarsıntıya uğratır. Aşk başkasının iyilik ve çı- kannı istemektir. Kişisel çıkarlardan vazgeçmeden aşk olmaz. Aşk; parayı, gücü, bedeni sevilen şey için adamak demektir. Aşkta korku olmamalıdır. Kusursuz aşk, korkuyu kovar. "

Hasan araya girip, "Sen hiç aşık oldun mu?" diye sordu.

"Sen bana baksana! Bende, aşık olacak göz var mı oğlum?" irfan, "Aslanım sen, palaman çözülmüş tekne gibisin," diye fikir belirtti.

"Siz bir şeyin henüz farkına varamamışsınız. Dünya hiç

durmayan bir salıncak, oı:tada her şey sallanıyor. Ömrün, otsu, çiçeksi ve meyveli dönemleri vardır, nihayetinde ise solgunluğu. "

Burak'ın konuşması, gittikçe üstün ve inandırıcı bir hal alıyordu. irfan, "Bu işleri az buçuk biz de biliyoruz ama sen işi ilerletmişsin," dedi.

Hasan, "Sen her şeyi bilen allame olmuşsun, fakat bey­nin dumanlı, " diye takıldı genç askere.

"insanların çoğu ölü bir beyin, kupkuru bir ruhla bir ka­buğun içine çekilmiş orada yaşıyor!"

"Sen liseden sonra okudun mu?"

"Ben ikinizden daha yaşlıyım. Meydancılığı da bilirim, sosyete salonlarını da. Ailemin ekonomik durumu iyidir. Evin tek oğluyum. Sosyal bilimler okudum. Üniversiteyi 3'üncü sınıftan terk ederek iş hayatına atıldım. Bu bölgeye gelebilmek için torpil bile aradım. Buralarda yaşanan haya- tı^ bizzat içinde olmak benim için tarifsiz bir tecrübe olacak­tı ve işte, sizlerle beraberim."

Konuşmanın uzayıp gideceği ortadaydı ama yanıbaşla- nnda Mustafa Başçavuş'un iri gövdesi belirdi. "Nöbet sırası gelenler hazırlansın!" dedi ve yürüdü.

Üsteğmen Metin'in komutasındaki Buzkıranlar, saat 19.00'da, hafif donanımlı olarak, birerli kol düzeninde, dehlizden indirme noktasına hareket etti. Gözetleme ve dinleme mevkilerini Balaban kolu askerleri aldı. Gökyüzü masmaviydi, dolunay dağlara ve yerdeki beyaz dünyaya meydan okurcasına tepede dikiliyordu. Çok uzaklardan bir gece yırtıcısının, "Ben de buralardayım," der gibi haykıran cırtlak sesi duyuldu.

Sıi;jınak olarak konakladıkları kayalık koridorda, gene du­mansız ateş ve birkaç mumun titreyen ışığı etraflarını aydın­latıyordu. Müfreze komutanının hesabına göre, helikopter tam zamanında bildirilen noktaya gelebilse bile, Buzkıran- lann gece yansından önce dönebilmeleri mümkün değildi. Balaban kolunun görevde olmayan askerleri bulundukları köşede birbirleriyle şakalaşıyorlardı.

Yüzbaşı, Teğmen Aykut ile Asteğmen Murat'ı yanına ça­ğırdı. Komutan, "Oturun," deyince her ikisi de pançolarını yere serip üzerine oturdulc^r. Müfreze komutanı gözlerini, asteğmenin gözlerine çevirerek sordu:

"Murat, sen siyasal okudun degil mi?"

"Evet, efendim....

"Özgeçmişinden siyaset ve kitle hareketleriyle uğraştığın anlaşılıyor. "

"Evet, komutanım, bir şeyler yapmaya çalıştık."

"Ne oldu peki?"

"Bu işler i!;jne ile kuyu kazmaya benziyor. Askerlik de bekliyordu. Bıraktım ve orduya katıldım."

"Devam edecek misin?"

"Sag salim dönersek komutanım."

"Dönersin, dönersin, bir şey olmaz."

"Tann bilir komutanım. "

"Dul görünüyorsun."

"Doğrudur komutanım. Kız baktı ki biz başka alemlerde dolaşıyoruz. Ev bark ikinci planda, çekti gitti. Haklıydı. "

"Peki, sen ne diyorsun Türkiye'de olup bitenlere, hem dış siyaset hem de içeride yürütülen politikalara?"

"Lozan diyorum, efendim,"

"Tek başına Lozan mı?"

"Evet Lozan ama ekleriyle birlikte! Ortadoğu'nun enerji kaynaklanna oturmak."

"PKK, bunun neresinde?"

"O, bugün ya da yann, bir yerlere gelse bile, Ortadoğu'da Batı'ya hizmet etmekten ve onun bir kuklası olmaktan öte­ye gidemeyecek. 1918'lerin Kürt Teali Cemiyeti ile lngiliz Muhipler Cemiyeti izin ve sıfat değiştirerek Türkiye'de ye­niden hayat buldular. Hamam da tas da eski, insanlan ise şimdikiler."

"Amerika ve Avrupa, PKK'nın varlığını devam ettirmesi konusunda fikir aynlığı olmaksızın tam ittifak halindeler mi sence?"

"Ona ne şüphe, bu'PKK dünyanın işe yaramaz köşesinde bilinen söylem ve eylemleriyle çıksa, _affedersiniz komutanım, kim takar. Mesele Ortadoğu yani petrol, su, toprak ve maden­ler. Dün de Vietnam'ın bakın, kauçuğu, kurşunu idi. Amerika ve Avrupa'nın ucuz ve bol petrol sayesinde ekonomilerini güç­lendirmesi ve büyümesi gerekiyor. Amerika şu anda, toplam petrol ihtiyacının yansından fazlasını ithal petrolden karşılıyor. Dünya petrol rezervlerinin %65'i Körf^z ülkelerinin toprak- lannda. Petrol, ana enerji kaynağı ve ekonomik büyümenin en temel öğesi durumunda. Amerika çözümü ordusuyla kukla yönetimler ve hükümetler oluşturarak PKK gibi taşeronlarla da dikkati başka yönlere çekip iç çabşmalar çıkartarak zayıf düşürme politikalannda buluyor."

"O zaman, ABD ve Avrupa ülkeleri, ki hepsi NATO'dan müttefikimiz, niye ikide bir PKK'yı terör örgütleri listesine aldık deyip duruyorlar?"

"Komutanım, dış politikada yalan, 'ülke için yapılan yurtseverliktir.' Aldılar da bugüne kadar ne yapmışlar?

Avrupa'da göstermelik bir iki tutuklama tiyatrosundan baş­ka bir şey yapılmış mı? Hepsi göz boyama, hepsi sahte. Bize de zeka noksanı muamelesi yapıyorlar. Üstelik bu oyunu yıllardır utanmadan sahneliyorlar. Hadi diyelim halk bunu yutuyor. Ülkeyi yöneteceğim diye somun pehlivan- lan gibi ortaya ablıp da bu ,zokayı damaktan alan siyasile­re ne demeli? Amerika ve Avrupa, Basra Körfezi ile Orta Asya'dan çıkan petrole giderek daha bağımlı hale gelecek. Dolayısıyla bu bölgedeki petrole erişimi garantilemek için Amerikan kuwetleri buralarda yaşanan pek çok etnik, dini ve siyasi çarpışmaya katılacak ve ulusal çıkarlanna uygun hükümetleri destekleyecek. işine gelmeyenleri, el altından yürüteceği siyasal ve kitlesel hareketlerle devirecektir."

"Her şeyi jeopolitik zorluyor, değil mi?"

"Çok doğru komutanım. Jeopolitik ve yan sömürge ekonomisi zorluyor. imtiyazlı yabancı işletmelerle de alan hakimiyetini pekiştirmek istiyorlar. "

Karşısındakinin konuşmasını hiç kesmeden, konuşması­nı bitirince bile belki söyleyecek başka şeyleri kalmıştır diye bir süre. sessizce bekleyen yüzbaşı, kendine has çocuksu gü­lümsemesiyle devam et anlamında başını salladı.

Asteğmen Murat konuşmasını sürdürdü:

"Parlamenter rejim demokrasinin bir şeklidir. Bir orta sınıf demokra.sisidir. Bütün orta sınıf demokrasileri gibi kendi ilerici kurumlannın yanında, kendi iç çekişmelerini de beraberinde getirir. Yapısının esnekliği bir sürü düzenbaz üretmeye uygundur. Halkın çıkarlannı aslında siyasi partiler değil, aydınlar korur ve takip ederler ama maales^f bizde haklar ve özgürlükler anlamında böyle bir durum söz konu­su değil. Aydın bayrak adamdır. Eğilmez, bükülmez, paraya

pula eyvallah etmez. Patrona, işverene, parasını ödeyene bağlı değildir. Kişisel bagımsızhk onun sancağıdır. Ne ithal­dir ne de onun bunun yanaşması. Bu nitelikte olanların sa­yısı o kadar az ki bugün.

Halkı egitilme!1 iş, basını özgür olmayan ülkelerde de­mokrasi dahil, tüm haklar ve eşitlikler lafügüzaftır. Oyalan­maktan ve bir şey olduklarını sanmaktan başka ne yapa­bilirsiniz ki? Bu gerçek, gerek sınıflı toplumlarda gerekse sosyal düzenin daha ileri aşamasındaki sınıfsız rejimlerde aynı derecede dogrudur.

Devlet adamına gelince, o ileri ve üstün aydın demektir. , Çünkü toplumda en güç ve en üstün sanatın yani siyasetin sözcüsü ve icracısı odur. Ancak aydın ve usta bir devlet adamı toplumdaki çekişmeleri toplum yararına yönetebilir. Mesela, ideolojiler, büyük reform formülleri düşünürlerin buluşları ola­bilir. Ama bunlann uygulamak devlet adamının işidir.

Büyük yoksunluk, çağın gerçek ölçüleri ile hem aydın hem devlet adamı yetiştirememektir. Sözün manası, adam kıtlıgıdır.

PKK bir anarşi hareketidir. Anarşi düzenin iflasıdır. Mev­cut müesseseler' iktidarlarını kaybederse anarşinin ağlan, toplumun yapısını sarmaya başlar. Türkiye Cumhuriyeti devletinde olan tam olarak budur.

Halk, tutarsızlık, lafebeli!:li ve laf cambazhgıyla karşı karşı­yadır. Her yerde olduğu gibi bizde de basın bazı ekonomik ve siyasi çıkar gruplarının emrindedir. Her şeyin emperyalizmi var. Güçlü paranın emperyalizmi, dinin emperyalizmi, ulus­lararası bazı konulann emperyalizmi. Yanılmış olmayı dilerim ama her geçen gün devlet parçalanmaya gidiyor. Devleti ilk sarsanlar kendi yıkımlanru benimser."

Yüzbaşı Tayfun, "Murat, kitaplar yazılabilinecek konula­n, akademisyenliğine toz kondurmayacak şekilde yalın, kısa ve net olarak özetledin. Teşekkürler, sağ ol."

"Estağfurullah komutanım. Bizler buralarda kimsenin hayal bile edemeyeceği koşullar albnda hiçbir karşılık bekle­meden yaşıyor ve çarpışıyoruz. Bunu da cloğal olarak, Tür­kiye Cumhuriyeti'nin birer ferdi olarak özveri sınırlannın üstüne çıkarak yapıyoruz. Ama ülke, materyalist bir top­luma doğru gidiyor. Materyalist toplumun atmosferi huzur değil; stres, endişe ve belirsizliktir. Bunun bizim de içinde olduğumuz mücadeleye etkisi duyarsızlıkbr. Komutanım, düşmanın kafasına egemen olmadığınız ve yenildiğini itiraf ettiremediğiniz sürece gerçek zafer yoktur. Ve son bir şey söyleyeyim. Siyasi tarih boyunca, savaşta görÜşmek isteyen taraf (kale), ·yan yanya teslim alınmıştır."

Yüzbaşı Tayfun, "Haklısın, ancak basını özgür, halkı oku­yan ülke güvendedir. iç politikaya dışandan açık ve gizli bir müdahale her şeyi daha da kötüye götürüyor. PKK bunun en çarpıcı örneğidir. Devletin bir ağacın kökleri gibi kendi­ne özgü kökleri vardır. Onu bir aşı yaparmış gibi başka üt^ kelerin siyasetine bağlamak, onu doğal kişiliğinden yoksun bırakmak, bir eşya düzeyine indirmektir," dedi.

Buzkıranlar helikopterle randevu mevkine vanp tertip­lenmişlerdi.

Üstçavuş Ömer, "Üsteğmenim, helikopterin uçama- ması diye bir şey olmaz değil mi? Bata çıka bu kadar yol yürüdük. Üstelik geri gideceğiz. Emeğimiz heba olup git­mesin, " dedi.

"Sanmam, baksana hava cam gibi, gökyüzü pınl pınl,

görüş mesafesi açık. Daha yanm saatten fazla zaman var. Şüpheye mi düştün?"

"Yok, değil de, gene de insan düşünmeden edemiyor."

Buzkıran kolu helikopterin yük bırakacağı mevkiye buluş­ma saatinden bir saat önce ulaşmıştı. Bölge yayvan arazinin diğer taraflan gibi karla örtülüydü. Buluşma saati 22.00 idi. Saat tam 21.45'te kuzey istikametinden çok hafif olmakla birlikte kulaklarının aşina olduğu bir ses duyuldu. Ses gittikçe yükseldi, tok bir hal aldı, yankılan geniş alanlara yayıldı. Ve aniden tertiplendikleri yerin ilerisindeki vadiden dev gibi uçan simsiyah bir gövde belirdi. Helikopter gece görüşü ile uçtu­ğundan hiçbir ışığı yanmıyordu.

Üsteğmen Metin'in, birkaç kez lazerli fenerini yakıp sön­dürmesiyle pilotlar, aşağıdakilerin bulunduğu yeri tahmin ettiler ve yanıp sönen ışığın 100 metre kadar önüne iniş yaptılar. Uçuşun sürdüğü intibasını vermek için de motoru susturmadılar. Helikopterden yere atlayan dört kişi, içer­den kendilerine verilen mühimmat sandıklanyla malzeme torbalannı acele acele helikopterin yakınına istiflediler. He­likopterin inişi ile kalkışı tam on dakika sürdü. Helikopter inerken karlan nasıl toza dumana çevirdiyse giderken de aynısını yaptı. Yerdekiler kısa bir kavis yaparak. geldiği is­tikamette kaybolan helikopterin arkasından bakakaldılar. Beliti dillendirmiyorlar, belki imrenmiyorlardı ama ruhlarını bir hüzün ve burukluk sarmıştı. On adam, yükün bir kısmı­nı sırtlanna bağlayarak, bir kısmını da özellikle, mühimmat sandıklannı, iki kişi birer kenarından tutarak dönüşe geçti­ler. Saat 23.00 olmuştu.

Sığınağın gözetleme ve dinleme görevinde sıra Sağlık

Çavuşu Ahmet ile Komando Er Burak'taydı. Seçilen yer, bir mevzi ve siper hazırlanmasına gerek görülmediği için, insan boyunu geçmeyen arazide gelişigüzel duran bir kaya­nın arkasındaydı, sığınağın da sağ tarafında bulunuyordu. Arkalanndaki dev kayalık haıiç diğer yönler rahatlıkla gö­zetlenebiliyordu. Zaman gece yansını geçiyordu.

_Burak, "Buzkıranlar daha ortada yoklar," dedi.

Ahmet Çavuş "Daha erken sayılır ama sabaha kalacakla- nnı sanmıyorum," diye cevap verdi ona.

Hava açıktı, ay görünmese bile kann beyazlığı uzak me­safelere kadar görüş alanı sağlıyordu.

Burak, "Dağlar çok yaman. Hep soğuk, hep sisli, hep karlı ve özgür. .. insanı kendine boyun eğdiriyor. Dik başlı, teslim alınamaz," diye konuşmaya başladı.

"Ben sağlıkçı oldugum için askerden önceki hayatım köy yerlerindeki sağlık ocaklarında geçti. insan tabiatın içinde, kendi dünyasının bunalbcı hayhuyundan, sıkıcı darlığından kurtuluyor. Burada her şey olduğu gibidir, gösterişsiz, yap­macıksız, sessiz ve büyük. O büyüklük içindeki yalnızlıkta insan kendini bulur, kendi önündeki saçma asiliği fark eder. Şehirde azgın çoktur, ben ormanı ve dağlan sevelim. "

"iyi de Ahmet Çavuş, şehrin insanlara sunduğu olanak­lar, renkli sosyal yaşam, sanat ve kültür faaliyetlerinin hep­sinden mahrum kalırsın o zaman."

"Ben şehir olmasın ve şehirde yaşanmasın demiyorum. Nasıl çok insanla düşüp kalkmak kişiliği bozarsa, şehirlerin yaşamı da insanlan makineleştiriyor. Herkes yanş abndan farksız. Bir telaşbr, bir harran gürradır gidiyor orada. Ben 30 yaşına geliyorum. Sen daha gençsin. Bazı düşünce ve fikirler, ister i^temez zamanını bekliyor. Şehirde lüks bir ha-

yat yaşayacak kadar para kazananlar bile bir fırsat yakalar yakalamaz yazlıklanna veya çiftliklerine kaçarlar. Dinlenme ve huzuru orada ararlar."

!'O bakımdan haklısın. En çok özlediğim şey deniz. Bir de uyku, yarasalar bile bizden çok uyuyor."

Gökte seyrek de olsa parlayan yıldızlar vardı. Gözetleme yeti hep aynı olduğundan ve epey zamandır da. kullanıldı­ğından zemindeki kar betondan farksızdı. Kar başlıklan- nın üzerine parka kapüşonlannı da geçirmişlerdi. Hareket edemiyorlar, bulunduklan yerde zaman zaman zıplayarak ayaklanna saplanan soğuğu kovmaya.çalışıyorlardı. Çoğu zaman da bir ağaç gibi hareketsiz kalıyorlardı.

Burak birden telaşlandı. Ahmet Çavuş, "Ne var? Bir şey mi oldu?" diye sordu. Kulak.lan zaten kirişteydi.

"Gece görüşle, sıra kayalann bitimindeki bodur ağacın solwıa bir bakar mısın?"

Ahmet Çavuş sağdan sola, soldan sağa tarif edilen yeri boydan boya taradı.

"Bir şey görünmüyor," dedi ama dürbünü gözünden ayırmadan bakmayı sürdürdü.

Burak tüfeğin emniyet mandalını açarak, dipçiği yumu­şak bir şekilde omzuna dayadı. ikisi de sanki nefes almıyor­du. Çok geçmedi, Burak'ın ilk tarif ettiği noktanın 30 metre kadar solwıda iki küçükbaş gördüler. Görünen cisimler çok kısa bir sürede kayboldu.

Ahmet Çavuş, "Bwılar hayvan," dedi.

"Doğru insana benzemiyorlar, köpek olmasınlar?"

"Bu mevsimde davar ve otlak işleri olmadan köpekleri buralarda göremezsin. Onlar, şimdilerde köylerde ve mez­ralardadır. Muhtemelen çakal veya kurtlardır."

"Ne işleri var buralarda, gitseler ya köylere, mezralara koyunlar, tavuklar oralarda birader."

Bı.i lafın üzerine Ahmet Çavuş'u bir gülme tuttu.

"Çok aç kalır da gözleri dönerse, oralara da giderler. Anlaşılan o ki, daha o· kadar aç değiller. Şunu unutma, eğer ileri derecede kannları aç olsaydı, bizim bile üzerimize ge­lebilirlerdi."

"Daha neler! Gelsinler de günlerini görseler. Postlarını kevgire çeviririm alimallah."

Ahmet Çavuş içinden, ah bu şehir çocukları; birçok şeyi öf1renemeyecekler, dedi.

Konuşmaları bittikten sonra ikisi de derin bir nefes aldı­lar, kendilerini mutlu hissediyorlardı.

Saat 03.00'te Buzkıranlar kolu, üs olarak kullandıkları sığınağa döndü. Üsteğmen Metin raporunu müfreze komu­tanına verdi, "Her şey yolunda gitti. Tüm malzemeleri ge­tirdik. Bir sandığı iki tarafından tutarak taşıyan iki arkadaş, sırtlarındaki yüklerle birlikte bir kar çukuruna düştü. Kolla-· nndan ve bacaklarından aldıkları darbeler yüzünden kas ağ- rılan var. işlerine mani olacak bir durumları yok. Yüklerini diğer arkadaşlar paylaştılar. Kendileri .de yardımsız yürüye­rek buraya kadar geldiler. "

Yüzbaşı teşekkür ederek hemen istirahate geçmelerini söyledi.

 

 

ti uzkıran" ve "Balaban" isimli iki koldan oluşan "Afat" isimli müfreze, komutan hariç 20 kişilik bir savaşçı örgüttü: Liderleri yüzbaşı olan ekip, bir komanda üsteğ­meni, bir komando teğmeni, iki komando asteğmeni, iki komando astsubayı, iki komando uzman çavuşu, iki ko­mando uzman onbaşısı ile yedi komando erden meydana getirilmişti.

Müfrezenin silah sistemleri, ayriı zamanda bomba atar da takılabilen, 17 piyade tüfeği, iki keskin nişancı tüfeği Kanas, iki makineli tüfek, iki roketatar, iki komando hava­nı, her birinde dörder adet savunma ve taarruz el bombası, erler hariç her rütbelide bir Law silahı vardı. Subay ve ast­subayların tabancaları da bellerindeydi. Dağ halatı, koman­do bogma teli ve bıçaklan, herkesin şahsi teçhizatı olarak yanındaydı.

Hepsi 30 yaşın altındaydı. Rütbeliler tecrübeli, erler ise tamamı bölgeye gönüllü olarak gelen askerlerdi. Alana çık­madan önce gayrinizami savaşın duayeni ve dağlarda kış koşullarında muharebe etmenin teknik, yöntem ve taktikle­rinde gerçek ve tam usta olan bir komutan tarafından eğiti­me alındılar. Bu eğitim, konuşlandıkları ana üssün civarında gece gündüz kesintisiz 15 gün sürdü.

Ustaları her seferinde daha enerjik, hızlı, yiğit, kendisine acımayan, becerikli ve sinirleri sağlam bir adam olarak kar­şılarına çıktı. Asker hayatının aşırı güçlüklerini seviyordu. Sürekli hqreket halinde ve çetin yaşamak hayatının anla­mıydı.

Bir keresinde, "Bir sürü dert içinde bir de çocuklarımı mı düşüneceğim, " dediğinde, eğitimdekilerin bazılarının ağzı açık kaldı.

Müfreze alana çıkmadan bir gün önce onlarla son ko­nuşmasını yaptı. Karşılarına geçip avının üzerine atlamaya hazır bir kaplan gibi durdu. Bas bariton sesiyle coşkulu şe­kilde konuştu:

"Siz, solucansınız! Onun gibi arazide kıvrak hareketler yapacaksınız. Siz, karabataksınız! Onun gibi bir görünüp bir kaybolacaksınız. Siz, salyangozsunuz! Onun gibi, evinizi sırtınızda taşıyacaksınız.

Her zaman esneklik, her zaman şaşırtma, her zaman .ka­tılık, her zaman zeka, her zaman hıziı karar verme ve her zaman cesaret, cesaret ve daha çok cesaret göstereceksiniz.

Tehlikeyi ölçmeyin onu üzerinize çekip yönetin. Engel mi? O da neymiş! insanların engeli kafalanndadır. Kuşkuyu, endişeyi, karamsarlığı atın kafanızdan. Engel denilen şey işte odur.

Gecenin dilini, gecenin gizemini, gecenin sessizliğini kendinize dost ve müttefik edineceksiniz. Ondan korkma­yın, çekinmeyin, onu sevin. Severseniz göreceksiniz, hep sizin yanınızda olacaktır.

Bu görevde dağ, buz, kar ve ayaz sizin ilk düşmanınız olacaktır. Onlara kafa tutmayın. Yenemezsiniz. Onlar do­ğanın silahlarıdır, kimse ona saldıramaz. Ona ancak boyun 60

eğebilirsiniz. Onlann gücünü her hareketinizde önemseyin, dikkate alın.

Dağlarda aykın savaş, yaratıcılık ve ele avuca sığmamak demektir. Bu savaşın savunma yöntemi gizlilik ve devamlı harekettir.

Savaşın bir dizi yasası vardır ve bunları savsaklayan her kim olursa bozguna uğramaya mahkCımdur. Bu yasalar gayrinizami olarak dağlarda yapılan savaş için de geçerlidir. Yardımcı yasaları ise savaşın tarzı ve biçimi tayin eder, yani coğrafya ile onun doğası.

Düşman bastığı araziyi, giriş çıkış yollannı çok iyi tanı­dığından çevik manevralar yapabilir. Bizim tarafımızdan gözetlenemeyen büyük arazilerde hareket edebilme olanağı olduğundan, daima şaşırtma uygulayabilir. Bütün yaptığı; 'vur ve kaç', 'bekle ve pusu kur', 'vurmak için dön ve kaç', 'düşmana nefes aldırmadan bunu sürdür'den ibarettir. Ün" !ar kendi darbelerinin sürekli olmasını, bizim askerlere uyku uyutmamayı, etrafımızın her an kuşatılmış olduğu hissini ya­ratmayı isterler. Gündüz ormanlık ve engebeli arazide, ge­celeri ·bizim girmemizin kolay olmayacağı bölgelerdedirler. Eylemsizlik dışında iyi korunan bir harekat üssünde bulu­nurlar. Buralan ele geçirmek şeytanca bir hile ve istisnai bir planlama gerektirir. Çünkü bu yerler seçilirken kaç kişiyle saldınlacağı değil, kaç kişiyle savunulacağı hesaplanmıştır. 60-80 kişi bu tip bir üssü, sarp ve erişimi güç arazide 600­700 kişilik bir tabura karşı kolayca savunabilir.

Düşman asla belli bir savaş biçimine alıştınlmamalıdır. Sürekli olarak eylem yerleri, saatleri ve uygulama biçimleri değiştirilmelidir.

Siz, gece savaşçıları, kurnaz olacaksınız. Bir kasırga gibi

düşmanın üzerine binecek ve her şeyi yerle bir edeceksiniz. Aynı zamanda dilsiz olacaksınız. Her şey orada kalmalıdır. Mermilerinize altın gibi sahip çıkmanız şarttır.

Gece ışık sizin düşmanınızdır. Her zaman diri ve zinde kalmalısınız. Hepiniz, fizik olarak sağlam, at gibisiniz, aslan gibi bir yüreğiniz var. Ama su gibi akışkan, ince bir ruha sahipsiniz. Karanlık korkulan büyütüp onu yurtseverlik duy- gulannız)a. ezin. Korkuyu reddedin. Siz, korku ekin!

Annem, askeri okula girdiğimde çok üzülmüştü. Onun için askerlik bir nevi ölümdü. Tek oğluydum. Annemin fel­sefesi yalın ve doğruydu. Ne yapalım, söz konusu savaşsa bu da olacaktır."

Dikkatli gözleri keskindi fakat dinleyenleri sakin bir bi­çimde süzüyordu:

"Tan yeri ağarmaya başladığında, bir tüfek patladı. Ar­dından roketler gürledi, tüfekler şakırdamaya, mermiler ıs­lık çalmaya başladı. Kulakları sağır edercesine bağırıyorlar, kayadan kayaya atlıyorlardı. Pusuya düşmüştük. Kurşunu yiyen yere serildi. Bir mermi boynuma isabet etti. Kan tü­kürdüm ve lanet okuyarak oturdum. Kabarık üst dudağım kımıldıyordu ama ağzımı açamıyordum. Yaranın ölümcül olup olmadığını bilemiyordum. Belki de ölecektim. Hatı­ralar, art arda hızla geçiyordu gözlerimden. Bunl.an hayal ediyor fakat hiçbir şey hissetmiyordum. Ne acıma, ne mer­hamet ne de herhangi bir heves: Bütün bunlar önemsizdi. Gücümü toplayıp doğruldum. Biri siper ettiği kayadan çıkıp bana doğru yürüdü. Çok yakınımdaydı. Birkaç el ateş ettim, afalladı ve yere düştü. Ölü sandığım bedeni kıpırdadı, göv­desini kayaya tutunarak ayağa dikildi. Öyle korkunç bir hali vardı ki, gören donakalabilirdi. Titredi ve kayadan ayrıldı.

Kesilmiş bir ağaç gibi yüzükoyun yere kapaklandı. Artık kı­pırdamıyordu. Ayağımdan da yaralanmış olduğumu sonra­dan fark ettim. Kaburgalarım, başım, kollarım, bacaklarım paramparçaydı sanki. Sağ yanımda onlarca metre derin­likte bir uçurum vardı. Her tarafım kan kokuyordu. Şaşır- bcı olabilir ama ilk aklıma gelen, 'Kan kokuyorum, hemen bir yerde yıkanmalıyım,' oldu. İkincisi ise, 'Bizim eve doğru uçun kuşlar, söyleyin anama, eşime, çocuklarıma, biz yur­dumuz için öldük!' demekti.

Kader için, Allah'ın takdirinin ne olduğunu bilmek imkansızdı. Boynumda parlak bir deri kaldı. Ayağım iyileşti. Arrıa barometre gibidir, rutubeti, yağışı ve havanın soğuya­cağını bana erkenden haber verir!"

Neşeli bir gülümseme parladı gözlerinde. Kendinden emin ve mağrur, fakat aynı zamanda sıradan şeylerden bah­sediyor gibi de umursamazlık içindeydi.

"Tan ne yazdıysa o olur! Vatanseverlik ateşi kısmen bile küllenmemeli! Kimi kazancına bakar, kimi de şan ve şeref için yaşar."

Gerçek ve gözü kara bir cephe subayı savaşan bir as­kerdir. Tanıyan herkes onun karargah subaylarından nefret ettiğini bilirdi. Büyük bir coŞku ve yurt sevgisiyle doluydu. Sık kullandığı bir sözü vardı: "Uzaktan kahraman olmak ko­laydır!"

Konuşmasını sürdürdü:

"Rutubetli mağaralar, sığınaklar, tezek kokulan, sıyrıklar, çizikler, bütünüyle kara gömülmeler, mekanizma şakırtıları, zaman içerisinde yüz çizgilerinde sefalet ve kahramanlığı birbirine kanşhnr. Kirli üniformalar, uzamış sakallar. .. Siz­den bekleneni hakkıyla yerine getirmekten fazlasını uzun

boylu düşünmeyerek ve hissetmeyerek bütün bunlardan sıy- nlabilirsiniz.

Sebepsiz yere bir darbe aldığınızda, karşılığı çok şiddetli verilmelidir. Öyle ki, bir daha aynı haltı yemesinler. Kar­şımızdaki teröristler aslında siyasi bir amaç için silahlı ey­lemler yürüttüğünden komitacıdan başka bir şey değiller. Onlarca yıl geçti, devlet sorumluluğu taşıyan bir sürü an- daval, bugün bile olup biteni ve gelecekte neler olacağını kavrayabilmiş değildir.

Vatan taş, toprak değil şereftir. Şerefsizlik ve onursuzluk bir ağaçtaki yara gibidir. Yaranın izi zamanla kaybolmaz, sadece büyür. Ve bir vatansever, vatansız olmaz. Yolunuz ve bahtınız açık olsun."

Yüz kaslan hiç oynamadan, yan gurur duyan, yan mer­hamet ve acıma taşıyan bir bakışla, herkesin gözünün içine baktı. Müfrezeden beklenenler, neredeyse insanüstü görev­lerdi. Acaba kaçı sağ olarak dönecek! diye aklından geçir­meden de edemedi. Belki de hiçbiri!

"Yüzbaşı! Üsteğmen ve teğmeni al, barakadaki odama gelin!" dedi. Sonra sert bir selam vererek müfrezenin ya­nından aynldı.

Yüzbaşı Tayfun, Üsteğmen Metin ve Teğmen Aykut ba­rakaya girdiginde üstat çay içiyordu. içerisi serindi. Tahta bir masanın arkasında bir sandalyede oturuyqrdu. Arkasın­daki duvarda, tavandan aşağı doğru sarkıtılmış dev bir Türk bayrağı vardı. Masanın üstünde, neredeyse masa boyunu kaplayan geniş bir harita bulunuyordu. Üç subay, kendi­lerine gösterilen iskemlelere oturdular ve cep defterleriyle kalemlerini ellerine aldılar.

"Bazı şeyleri size söylemek için buraya çağırdım," diye

söze başladı, "disiplinin temel şartı, astın üstüne boyun eğmesidir. Kanun aracılığıyla kurulmuş bütün ilişkiler gibi bunun bir zorunluluk olduğunu iki tarafın da kabul etmesi gerekir. Bu ilke, daha çok üstün deneyimi, askeri yiğitliği ve iyi ahlakı ast tarafından kabul edildiği zaman gerçekle­şir. Kendini astlarına saydıracak kişiliğe sahip olmayan ve bunun güvenini kendi içinde duymayan bir üst veya amir, astlarına yaklaşmaya çekinir. Kendine saygı duyulması amacıyla, bazı gösterişli tavırlara başvurur. Böylece kendini eleştirilerden koruduğunu zanneder.

Müfreze ve kol komutanlarının bir baskında müfrezesinin en önünde bulunması askeri usullere sığmaz gibi görünür. Bu klasik ordular için böyledir ve buna inanılmıştır. Burası artık sizin için askerlik değil yolun sonudur, son hamle ve beklenen sonu arayıştır. Sizler hep en önde olmalısınız. Bu yol ise ölüm ve şehadettir belki de. Onun içindir ki bu ta­vırda; hesap, mantık ve nefsi koruma endişesi olmamalıdır. Yapacaklarınız o nedenle hem bir tarih, hem bir efsane, hem de bir dramdır. Denilebilir ki, bütün doğru ve yanlışla­rıyla bu türlü büyük kader mücadelelerinde doğru ve yanlış bile tam ölçü değildir. Şimdi gök kubbe altında, bugüne ka­dar kaybettiğimiz genç askerlerimizden kalan seda, işte bu kanlı mücadelenin hala.dağlarda yaşayan yansımasıdır.

insan, zayıflığı reddedip bir kere güçlü oldu mu, hep güç­lü olarak kalır.

İnsanların da dört mevsimi vardır. Çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık.. . Bu dağlar, çocuklarımızı daha gençlik mevsimlerindeyken elimizden aldı.

Şan ve şöhret denilince sıradan bir insanın aklına şö­valyelik gelir ama bu onların sandığı gibi değildir. Şan ve

şöhrete en yatkın olan halktır. Çünkü şan ve şöhretin akılla ilgisi yoktur, bu duygusal bir iştir.

Şunu unutmayın! Bir hiç, bazen çok büyük olayların ger­çekleşmesine sebep olabilir. insan büyük bir işte, daim.a te­sadüfe bir pay ayırmak zorundadır. Zor ve büyük işler, iyice pişmemiş birtakım çıtkınldımlarla olmaz. Yarın sizin için, 'büyük mücadelede vardı,' denilecek. Gelecek nesillerin ha- tıralannda kalacak kadar bü^k bir iş üstlenmiş durnmdası- nız.

Sizlere son olarak söyleyeceklerim ise şunlardır: Dün­yanın bütün ordularında subay ve generaller üçe ayrılır. Birinciler, körü körüne boyun eğen, her söylenene inanıp kanan, işin kolayına kaçan askerlerdir. ikinciler, yükselme tutkunu ve oportünistlikle kıvranan, siyas^tle de ilgilenen askerlerdir. Üçüncüler, yurt sevgisini ahlak ilkesi olarak uy­gulayan bilinçli askerlerdir.

Dış destekli yıpratma savaşı bütün hızıyla sürüyor. Bizim de yaralı aslandan farkımız yok. Aklı başında insanlarımız ise manen bitkin bir halde."

Sonra müfreze komutanına döndü.

"Her şey tamam mı Tayfun?"

"Tamam komutanım. Yarın havanın kararmasıyla birlik­te alana hareket edecegiz."

Gizlemeye çalışsa da başaramadığı hüzünlü ve yumuşak bir sesle ekledi:

"Ayrılmadan önce rütbeli rütbesiz herkesin aileleri ve sevdikleriyle haberleşmesini mutlaka sağlayın. "

"Bunu kesinlikle yapacağız komutanım."

Üç subay barakadan çıkıncaya kadar ayakta, arkaların­dan baktı.. Uzun süre öylece durdu. Yıldırım hızıyla, katıldığı

çarpışmalar zihninden geçti. Oturmadan önce, "Allah yar­dımcıları olsun," dedi.

Sabaha karşı çıkan rüzgar, aniden beliren kar bulutlarını götürmüştü. Bin bir yıldız canlı ve soğuk bir şekilde parlı- yordu.·Ay küçük bir bulutun arkasına saklanmış, b^ bulutun çevresinde bir hare yaratmıştı. Gün agardığında ise havanın ne yapacağını kestirmek çok zordu.

Sabaha karşı dönen Buzkıranlar halen istirahatteydi. Bala- banlann bazıları uyanmış, ateşi tazelemeye ve çay yapmaya çalışıyorlardı. Müfreze komutanı, teğmeni yanına çağırdı.

"Aykut, senin kol bugün arazi keşfine çıkacak!"

"Emredersiniz komutanım."

"Biz şu anda Çığlı Suyu'nun aktığı vadi tabanının üs­tünde bir mevkideyiz. Bizim topraklarımızda kuzey güney istikametinde akan bu çay, sekiz on kilometre sonra sını­rımızdan çıkıp Kuzey lrak'a geçiyor. PKK, Kuzey lrak'taki merkez kamplarından biri olan Mezi Karyaderi (Avaşin) kampından bizim topraklara girişi Çıglı Suyu Vadisi'ni kullanarak yapıyor. Hatta bazen Zap (Şive) kampında üs tutan gruplar da bu mihverden giriş yapıyorlar. Buzul Dagları'nın güneyi, Sat Dağları'nın batısı, Rejgar, Tove Dagları ile Han Yaylası arasında bulunan Oramar (Alan- düz) her zaman Hakkari bölgesindeki en aktif kamplar­dan biri olmuştur. Bu kamptan Han Yaylası'nı kullanarak Çukurca'nın kuzeyine, Hakkari'nin batısına, keçi ve eşek gediklerinden geçerek de Yüksekova'ya ulaşıp eylem ya­parlar. Şu anda, Oramar'da bir PKK grubu var yok

mu bilmiyoruz ama çok iyi gizledikleri mühimmat ve erzak depolarının oldugu kesin."

"Gidip o yerleri bulalım o zaman komutanım."

"Zamanı gelince onu da yaparız ama bizim işimiz Ön­celikle elinde silah taşıyanlar. Aynca bu hava koşulannda, yüzlerce sıgınak ve gömünün yer aldıgı Oramar'da arama yapmak, ki orası uçsuz bucaksız bir alandır, yirmi kişilik bir müfrezeyle haftalan, hatta aylan alabilir. Kışın Oramar'da herhangi bir grup bırakmasalar dahi, Kuzey· lrak'takilerin orayı zaman zaman kolaçan edeceklerini hesaplıyorum. Senin yapacağın, bulunduğumuz yerden daha aşağılara, Çığlı Vadisi'ne giderek bu vadiyi güneye doğru sıçramalar­la yer değiştirerek gözetlemek ve keşfetmektir. Bir gece o güzergahta kalabilecek gibi hazırlanın. Gözetlemeyi hakim tepelerden yapın. Tabana inmek durumtında kalırsanız, kat düzeni uygulayın, keskin nişancı ve makineli tüfekçi daima yukanda olsun."

"Kolu, beşerli iki kısma ayınp vadinin iki tarafından gö­zetleme yapmaya gerek var mı komutanım?"

"Hiç gerekmez. Tek tarafta kalın, iki gözetleme noktası. tesis edin. Doğru mevkileri tutup açık ve kapalı kesimleri görebildikten sonra, ikiye aynlmaya bir neden kalmaz. Bi­zim bultınduğumuz tarafta durun ki ters giden bir durum olursa buradan müdahale edelim."

Başka soracak bir şey olmadığından teğmen, "Baş üstü­ne," deyip aynldı.

Balaban kolu bir saati geçmeden sığınak olarak kullan- dıklari kayalık dehlizden hareket etti. Sert bir rüzgar altın­daydılar. Rüzgar yerlerdeki kan dalga dalga etrafa ve yürü­dükleri patikclya çarpıp duruyordu. Rüzgar bodur çalılıklara

vurdukça yüksek sesle uğulduyordu. Gün, henüz griydi ve uyuyordu.

Öndekilerin açtıkları kar izlerini takip ederek sonsuz gibi görünen vadi tabanına doğru inmeye devam ettiler. Baş aşa­ğı indikçe, arkalarında bıraktıkları izler kardan birer merdiven halini alıyordu. Karda yama^lardan aşağı inmek çok daha sıkınb yaratıyordu. Kayma ve yuvarlanmalar oldu aina ciddi bir sıkıntı olmadı. En arkadan gelenler daha şanslıydı, önde- kilerin ayak izlerinden oluşan basamakları kullanıyorlardı.

Vadinin tabanı rüzgarsız ve karsızdı. Oramar'ın güneyin­den başlayarak bizim sınırımızı terk ettikten sonra da devam eden bu heyula, vadinin her iki yanının da ortaçağ kalelerin­den farksız görünmesine sebep oluyordu. Duvarları yer yer girintili çıkıntılıydı, tabandan bakıldığında ürkütücü, koyu renk yalçın kayalarla kaplı bu vadiye, dar ve derin bir boğaz da denilebilirdi. Hem bizim topraklanmızdaki bölümü hem de lrak'taki kısmı düşünüldüğünde çok uzun sayılırdı.

Kol komutanı teğmen, kolu ikiye ayırdı. ilk noktayı dere yatağını takip ederek kımla kıvnla giden patikanın hemen üstünde, yirmi metre yukarıda seçti. Burası inişli çıkışlı, par­çalı bir kayanın arkasıydı. Yanlarından sağa ve sola azami gözetleme sağlıyor ve her çeşit silaha iyi ateş imkanı veri­yordu. Buraya kendisi, Başçawş Mustafa, Sağlık Çavuşu Ahmet, komando erleri; Hasan, Necip ve Burak yerleşti. Onların otuz metre üstilnde uygun bir mevkiye de; Asteğ­men Murat, keskin nişancı Kanaslı Uzman Çavuş Ziya, ma­kineli tüfekçi Uzman Onbaşı Cengiz ve havancı Komando Er irfan tertiplendi. Bu nokta da iyi gözetleme ve atış ko­şullarına sahipti. Arazi her iki yere de tam gizleme ve örtü sağlayacak durumdaydı.

Önce herkes yarım saat kadar, üç yüz altmış derecelik alanı, bazen çıplak gözle bazen mevcut el dürbünleriyle ta­radı. Göz aşinalığı ve göz algısı önemliydi. Zihin bu tara­mayı alır ve zamanı gelince yardım ederdi. Hangi şekil, ne kadar mesafede? Arazinin kanatlan nerede açılıyor, nerede kapanıyor? Ölü bölgeler nerelerde? Bulunduğumuz yer­lerden aşağı hareket etmek zorunda kalırsak hangi yönü kullanacağız? Tersine geri çekilmek zorunda olduğumuzda arkamızdaki kayalıkları nasıl kullanabileceğiz?

Son bir kez daha silahlarını ve mermilerini kontrol ettik­ten sonra, her iki noktada birer dürbünlü gözcü bırakarak istirahate çekildiler. Bulundukları yerlerde karın bir hükmü yoktu ve zemin kayalıktı. Dağ çadırlarının üzerine koydukla­rı sırt çantalarına oturarak beklemeye başladılar.

Sığınakta, Yüzbaşı Tayfun'un etrafında Üsteğmen Metin, Asteğmen Tekin ve Üstçavuş Ömer vardı. Üsteğmen Me­tin dün geceki görevleriyle ilgili ayrıntıları anlattıktan sonra yüzbaşı anlatmaya başladı:

"Bölgeye ilk gelişimdi, yıllar önce... Üsten karanlıkta hareket ettik. Birlik sessizce, birer ikişer kol başlarını iz­liyordu. Kol başlarında kılavuzlar vardı. Haritaya göre üç saat sonra bir doruk çizgisindeki boyun noktasını geçeceğiz sanıyorduk. iki katı uzaklıkta yol aldık ama yine yokuştan kurtulamadık. Dağa çıktıkça çevrenin görüntüsü hem güzel hem de yabani bir hal alıyordu. Her taraf, derin ve yalçın derelerden oluşmuş gibi görünüyordu. Biz kar ve buz kaya­larıyla örtülü olan bütün dereleri, tepeleri ve sonra .birçok 70

alçak dağı ayağımızın altında göıüyorduk. O zamanlar, bu dik ve derin karlı dağ yollanndan aşkerlerin nasıl çıkacağı­na aklım ermiyordu. Buna rağmen biz zahmetle, güçlükle, fakat disiplin ve düzenden ayrılmayarak tırmanıyorduk. En sonunda zirveye çıktık. Fakat bizi, arka tarafı iniş olan bir boyun noktası değil, çok geniş ve uçsuz bucaksız bir kar yaylası karşıladı. Pek yorulmuş ve takatsiz kalmıştık. Tam yayla üstünde, bizi keskin bir rüzgar ve şiddetli bir tipi kar­şıladı. O andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etme hatta söz söyleme ve sesini duYürma olanağı yoktu. Yürüyüş kolunun düzeni bozuldu. Subaylar çok uğraştı çünkü kimsede sesini duyurma gücü kalmamış­tı. Önümüzde uzanan sonsuz kar deryasını herkes gördüğü için, erler dahil hepimiz içgüdü ve sezgilerimizi kullanarak aştığımız boyundan gerisin geriye dönmeye karar verdik. Yamaçtan aşağıya doğru yürüyerek daha sakin yerlere çe­kildik. Bazı askerlerin ayak ve parmak uçlarında başlayan ufak tefek donma emareleri dışında, başkaca bir zarar gör­medik fakat herkes bir kere daha, 'Dağlarda dağların kanu­nu geçer,' doğa yasasını yaşayarak gördü."

Soluklanan yüzbaşı, Asteğmen Tekin'e dönerek, "Evin­den ayrılırken, sana ne söylediler?" diye sordu.

"Gözyaşları arasında evden ayrıldım komutanım. Ben ne kadar sevinerek gidiyorsam ev halkı da o derece mutsuz ve üzgündü. Televizyon ve gazetelerde her gün çıkan şehit ve yaralı haberleri, herkes gibi bizimkilerin de psikolojisini bozmuştu. Çocukluğumdan beri birçok kez evimden ayrıl­mıştım ama bu seferki ayrılış öncekilere benzemiyordu. Ağ­lamaların bana da sıçrayacağından korkarak kendimi dışarı attım. Arkamdan gelenek icabı su döküldü, dualar edildi. "

Müfreze komutanı bu kez, Üstçavuş Ömer'e döndü, "Baban ne iş yapıyor?" diye sordu.

"Babam yetmiş yaşında komutanım. Yetmişinde bile her Allah'ın günü tarlada hava karanncaya kadar çalışır. iki büklüm bir adam düşünün komutanım. Annem ileri derece­de astım hastası olduğundan ev işlerini ablam yürit ür. Ken­disine gelen talipleri de bu yüzden geri çevirdi. Ben zaten bekanm. Bu gidişle de zor evlenirim. Ablam ve benim bu durumumuzdan en çok babam ve annem hoşnut değil. To­run yüzü göremedikleri için ... Torun deyince komutanım, Uzman Onbaşı Cemil'in üç ay önce bir çocuğu oldu. Res­mini cebinde taşıyor ve her önüne gelene onu gösteriyor. Kendisi daha onun yüzünü görmedi. Görmediği yavrusu­nun resmini herkese göstermeye bayılıyor."

"Cemil'i yanıma çağır bakalım. "

Üstçavuş Ömer, yan karanlık bir yerde makineli tüfeği­nin mermi şeritlerini cephane kutusuna istif etmeye çalışan Uzman Onbaşı Cemil'in yanına giderek, "Komutan seni is­tiyor," dedi.

"Hayrola, bir şey mi oldu?"

"Yok canım, bir şey yok!"

Müfreze komutanının yanına vardıklannda yüzbaşı seve­cen bir tavırla,. "Otur bakalım Cemil. Gözün aydın," dedi.

Cemil hemen anladı ve gözleri parladı.

"Sağ ol komutanım. Allah herkese nasip etsin. "

"Biz de görelim, şu delikanlıyı. Herkese gösteriyormuşsun."

"Erkek değil kız komutanım."

"Senin kızın da delikanlı olur, Cemil."

"Sağ olun komutanım: Kanm hastaydı. Geçen bayram arifeden bir gün önce doğum yaptı."

"Niye izne gitmedin, o zaman!"

"Yeni dönmüştüm. Sıra başka arkadaşlardaydı."

"Görevden döner dönmez hemen izne gideceksin, an­laşıldı mı? Ben de göreyim şu ay parçasını, çıkar bakalım. "

Cemil bunu bekliyordu. Bir hamlede sağ kolunu ünifor­masının iç cebine attı ve bir naylona sanlmış olan fotoğrafı yüzbaşıya uzatb. Yüzbaşı kundağa sanlı, yuvarlak yüzlü, iri gözlü bir çocuk gördü fotoğrafta. Sonra, "Kime benziyor Cemil?" dedi.

"Annesi bana benzetiyor, ben ·ise annesine benzetiyo­rum komutanım."

Yüzbaşı fotoğrafı uzanırken, "Allah bağışlasın. Bahtı açık olsun. Ama şunu söyleyeyim. Sizler bizim müfrezeye deği­şik birliklerden seçildiniz. Doğan çocuğunu hiç görmediğini bilseydim seni müfrezeye almazdım."

"Olsun komutanım, dönünce gider görürüm."

Yüzbaşı içinden, inşallah, dedi.

Cemil yerine giderken müfreze komutanı seslendi: "Ne iş yapıyordu senin baban?"

Cemil dönüp hazır ola geçti.

"Biz eski bir marangoz ailesinden geliyoruz komutanım."

Balabanlann bulunduğu vadi tabanındaki sis, öğleden sonra dagılınca ortalık daha bir netlik kazandı. Görüş alanlan iyice berraklaştı, en uzak mevkiler bile aynntılanyla ortaya çıktı.

Komando Er Burak, sol yanında omuz omuza durduğu Necip'e, sadece ikisinin duyabileceği bir sesle, "Biz burada ne yapıyoruz?" diye sordu.

"Milletten yediğimiz ekmeği helal ettirmeye çalışıyoruz," dedi Necip.

"Bu bilinmez ve karlı dağların heyulalar gibi korkunç ve karanlık vadileri içinde, bizden kimin haberi var ki? Baş­kalarının deveyi havuduyla yuttuğu bu ülkede ekmeği helal ettirmek için bizim yaptıklarımızı mı yapmak gerekiyor ha?"

Necip'in duygularına biraz kuşku karıştı. Kuşkulu olma­masına da imkan yoktu. Burak'ın söylediği de yanlış değildi.

Burak, "Şimdi var ya Necip, şişman pirelerle dolu bir yorganın altında uyumaya bile razıyım, " dedi.

"Birkaç güne kalmaz, pireler yerine dikiş _ yerlerinden başlayarak çamaşırlarının her tarafında konuşlanacak olan bitlerle yetinmeyi öğrenirsin."

"Ölünce bol bol uyurum nasıl olsa!"

"Yarın geberdiğin zaman seni tanıyabilmeleri için tıraş da olsan fena olmaz. Böyle ahmak ahmak konuşup tepe­min tasını athrma! Canımı sıkma benim!"

Burak'ın yüzünde çokbilmiş bir gülümseme belirdi ve, "Kımıldamayalım, hiç kımıldamayalım! Kımıldamazsak, kü­tük zannederler bizi!" Sonra da mırıldanmaya başladı:

"Kara tren gecikir belki hiç gelmez

Dağ/arda salınır da derdimi bilmez

Dumanın savurur halimi görmez

Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez. "

Durup yutkundu: "Ne denir Necip! Belki de gelip bizi bulamayacaklar! Olmayan şeyi nasıl bulunsunlar ki?"

"Sus ulan şom ağızlı. Biraz daha devam edersen askerlii:ji filan unutup senin suratını çarşamba çanağına çeviririm."

Dağlann ihtişamı, dar ve qerin vadilerin ıssızlığı, ortaklık­ta sanki anlaşmışlar gibi hiçbir canlının görülmemesi, yönü hiçbir zaman kestirilemeyen rüzgarlar, karla kapanmış de­rin çukurlar . .. Hepsinin ötesinde ise sonsuz bir sessizlik in­sandaki yalnızlık duygusunu zirveye çıkartır. Yalnızlık ama etrafında başkaları varken bile, etrafın onlarca yüzlercesiyle sarıldığı zamanlarda bile yalnızlık... Bu duygu etrafta birta­kım uğursuz rüzgarların estiği duygusunu kırbaçlar. Vehim, şüphe ve ümitsizliği davet eder.

Tek tük kar atıştırmaya başlamıştı ve gözetledikleri vadi­nin rengi, yükseklerden grinin en açık tonundan başlayarak en koyusuna doğru gidiyordu. Henüz görüş alanlan daral- mamıştı ama bir iki saate kalmaz ortalık kararacaktı. .

Mustafa Başçavuş, Teğmen Aykut'un yanındaydı. "Bugün iyi geçeceğe benziyor teğmenim," dedi.

"Mı..ıstafa Başçavuşum, benim rahmetli dedem, 'Akşam olmadan günü övme,' derdi hep."

"Çok doğru söylemiş rahmetli: Hele buralarda!"

"Başka bir sözü daha vardı ki, tam da bizim mücadele­mize ışık tutacak bir laf: 'Kargalar, saçma yedikleri dala bir daha konmazlar.' Bu söz baskın ve pusu yerlerinin seçimleri için ne kadar hayati değil mi?''

"Teğmenim rahmetli dedeniz gerçekten bilge bir adam­mış."

"Kolay değil tabii. Balkan Harbi'ni, Birinci Dünya Harbi'ni, istiklal Savaşı'nı yaşayıp görmüşler. O nesli hayat yetiştirmiş."

Konuşma devam edip gidecek gibi görünüyordu ki, göz­cülük sırası kendisinde olan Komando Er Hasan iki büklüm . eğilerek heyecanlı bir halde yanlarına geldi.

"Teğmenim, sol dip köşeden görüntü aldım!" Teğmen­le birlikte başçavuş fırladı. Görüntü doğruydu. Teğmen yu- kandaki noktada bulunanlara baktı. Onlann da gördükleri anlaşılıyordu. Bu kez dürbünle baktı. Vadi tabanını takip ederek patika yolda bulunduklan mevkiye doğru yaklaşan bir adam ve arkasında, birbiri ardından gelen yüklü iki katır vardı. Siyah bir köpek de önden gidiyordu. Ağır ağır yürü­yorlardı ve bulundukları noktadan en fazla yüz elli iki yüz metre uzaktaydılar.

Teğmen Aykut:

"Kaçakçı gibi ama belli olmaz! iç bölgedeki gruplara ik­mal yapıyor da olabilir. Bir de gerisi var yok mu? Bunu görmemiz lazım."

"Doğru her şey olabilir"

"Aşırı çabadan doğan gereksiz bir acemilikle hareket etmeye meydan vermeyelim. En Önemli şey bunların ar­dından gelen birilerinin olup olmadığı. Sen iki asker alıp bulunduğumuz yerin sağından yola kadar in ve gizlen. Ben bunların gerisinde kalan yolu kayalıklann artık görüşe engel olduğu noktadan itibaren gözetleyeceğim. Kimse yoksa he­men senin yanına geliyorum. Üst noktadakiler biz aşağıday­ken yolun tümünü gözetleyecek ve ateş altına almaya hazır halde bekleyecekler."

Mustafa Başçavuş, "Baş üstüne," diyerek sağ tarafa se­ğirtti.

Teğmen yukarıdan kendisine bakanlara, sağ eliyle yak- laşanlann istikametini gösterdi ve iki elini dürbün yaparak gözlerinin hizasına getirdi. işaretler açıktı: "Geliş istikameti­ni gözetlemeye devam edin!"

Siyah ses.siz gölgeler hiç acelesiz, kendinden emin bir şe- .

kilde ilk noktaya elli metre kadar yaklaşınca teğmen, çevik hareketlerle Mustafa Başçavuş ve iki komandoyu gizleyen kayalığa geldi.

Yaklaşanlar, tam hizalarına geldiğinde, "Bir şey olacağı­nı sanmıyorum ama sen gene de tetikte dur Mustafa Başça­vuş," diyen teğmen kendini yola attı.

Mustafa Başçavuş kol komutanı teğmeni çok iyi tanı­yordu. Sert bir ceviz kadar sağlam... Gözü hiçbir şeyden yılmazdı, eşsiz bir cesareti vardı. Bu nedenle onun şimdi de tek başına yola atlamasını hiç yadırgamadı. Çok temiz, yaradılıştan saf, zeki ve belleği çok kuwetli bir çocul\tU. Gö­revlerinin ağır sorumluluğunu üstlenebilecek bir ruh yapısı vardı.

Teğmenin aniden yolun üzerinde belirmesine köpek ha­riç hiçbiri tepki vermedi. Önce şaşırıp geriye kaçan köpek, sonra bir hamleye yeltendiyse de adam anlaşılmayan bir şey söyleyince süt dökmüş kedi gibi oldu.

Teğmen bulunduğu yerden, "Olduğun yerde kal ve dav­ranma!" diye bağırdı.

Bu söz söylenmeden de onlar zaten bulundukları yerde donup kalmışlardı.

"Üstünde ve hayvan yüklerinin içinde silah var mı?"

"Yoktur beyim."

Teğmen tüfeğinin namlusunu yere doğru tutarak ada­ma yaklaştı. Köpek adamın ayağının dibinde arka ayaklan üzerine oturmuş bekliyordu. Artık gelenin yüzünü yakından çok iyi görebiliyordu. Yaşlı bir adamdı.

"Hayrola babalık! Tek başına-burada, bu saatte ne arı­yorsun? Yol nereye?"

"Köyüme gidirem. "

"Arkandaki kahrlar ve sırtlarındaki yükler kimin?"

"Benimdir komitan."

"Nereden yükledin bu mallan?"

"Jrak'tandır, komitan."

"Sen yaptığın bu işin kaçakçılık ve kanunsuz olduğunu bilmiyor musun?"

"Geçimim için şarttır komitan. "

"Sının geçerken PKK daharacını almıştır herhalde, değil mi?"

"Aldı, komitan. "

"Ne.verdin onlara?"

"Param olmadığı için malların bir kısmını. işlerine gelen­leri aldılar. "

Sen bu işi ne zamandan beri yapıyorsun?"

"Kendimi bildim bileli."

"Çok badireler atlatmış olmalısın, yani çok tehlike."

"Tehlike! Ne sen sor ne ben söyleyim komitan! "

Teğmenin bir kol işaretiyle zaten sabırsızlıkla bekleyen başçavuş ile iki komando koşarak yanlarına geldi. Erler ka­tırların iki yanına gelince başçavuş çuval ve denkleri elle üsttef) kontrol etmeye başladı.

"Neler var peki bu yüklerin içinde?"

"iki bidonda mazot var. Diğerleri bakır, sigara, çay, kıyıl­mış tütün, Kabe hurması. .."

"Kaç gündür yoldasın?"

"Altı gündür komitan."

"Çok uzun değil mi?"

"Çok daha uzunları. olabilir. Bu vakitte normaldir komi­tan."

"Seni bıraksam ne yapacaksın?"

"Ne edebilirim ki, köyüme ulaşmaya çalişirim. "

"Hep buyolu mu kullanıyorsunuz?"

"Genelde öyledir."

"Bu vadiden geçerken başkalanna da rastlıyor musun?"

"Burası Pekeke'nin yoludur! Avaşin-Oramar gidiş gelişi hep buradandır komitan!"

Teğmen Aykut, bu net ve inançla söylenmiş söz üzerine durakladı. Aslında müfreze komutanı söylemişti ama şimdi işin içinde olan birinden duymaktaydı.

Yolun ortasında bulunanlardan belli bir mesafe uzaklaşıp kriptolu mesaj gönderdi.

"Bir şahıs, iki katır ve yük, elimizde... Gönderiyorum... Gece burada kalmam uygundur. "

On dakikayı geçmeden cevap geldi: "Gönderin, kalın. Size doğru gelenlere teslim edin. "

Mustafa Başçavuş, "Kaçak mallar dışında bir şey yok teğmenim," dedi.

Hava iyiden iyiye kararmıştı. Kar yağıyım mı yağmaya­yım mı der gibi nazlı nazlı serpiştiriyordu.

Teğmen Aykut, "Mustafa Başçavuşum, yukandakilerden Uzman Çavuş Ziya, yanına bir de asker alsın ve bunlan müf­reze komutanına götürsün. Makineli tüfek nişancısı Uzman Onbaşı Cengiz'in yerinde kalması lazım. Birkaç saat de olsa onu buradan, yanımızdan ayıramayız. Bu gece bulunduğu­muz mevkide kalacağız. Buzkıranlar bizimkileri karşılamaya gelecekler. Emaneti teslim eder !?tmez hemen dönsünler. Asteğmen Murat ve beraberinde bulunanlar da bizim tertip­lediğimiz noktaya insinler," diye emir verdi.

Teğmen Aykut yaşlı kaçakçıya, "Bir süre bizim misafiri­miz olacaksınız," dedi.

Öbürü, "Olur komitarum, başım gözüm üstüne," diye cevap verdi.

"Senin katırlann çok sakin görünüyor, köpeğin de çok uysal, hiçbiri huysuzluk yapmadı. Hele de katırlar! Hep böy­le mi bunlar?"

"Nasıl yapsınlar ki, bunlar da benim gibi, yaşlı ve güngör- müşlerdir beyim. Bizden, senin gibi ateşli olmayı bekleme!"

Kısa bir süre sonra Uzman Çavuş Ziya ve Komando Er Hasan ile refakatindeki katır kolu, vadi yolundan aynlarak ilerlediler dağlann eteğindeki patika yola girip tırmanmaya başladılar. Tepelere doğru çıktıkça etraftaki karın beyazlığı çevreyi daha aydınlık gösteriyordu. Tek tük yanıp sönen yıldızlar dışında gökyüzü bulanıktı. Onlar da sağa sola hızla dönüp duran bulutlardan fırsat bulabilirlerse yüzlerini göste­riyordu. Ay henüz ortalıklarda yoktu.

Üst noktada bulunanlar yanlanna inmeden önce Burak, "Ahmet Çavuş, kaçak malların içinde sigara ve çay da var­mış. Birazını biz alsak ne olurdu sanki! Biz yakaladığımıza göre ganimet sayılmaz mı?· Savaştayız deniliyor ya hani!" dedi.

"Ulan sen var ya sen, denize atsalar bir avuç kum alıp çıkarsın. Teğmen senin bu dediklerini duysa o katırlarda­ki yükleri senin sırtına vurur, müfreze komutanının yanına öyle gönderirdi. "

"Tamam be çavuşum! Size de hiç şaka yapmaya gelmi­yor."

Buzkıranlardan hareket edenlerle Balabanlardan gelen­ler bir saat içinde karşı karşıya geldiler. Emanet Buzkıran­lara teslim edilince Uzman Çavuş Ziya ve Komando Er Ha- san geri döndü.

Katırları kayalık dehlizin girişinde tutarak yaşlı kaçakçıyı yüzbaşının yanına, içeriye götürürlerken köpek de sahibi ile gitmek istedi. Köpek sahibinin ikazını bu defa dinlemedi ve içeri dalmaya çalıştı. Yüzbaşı gördü ve, "Bırakın o da gel­sin," dedi.

Uzmanlar dahil, rütbelilerin hepsi yüzbaşının etrafını çe­virmiş oturuyorlardı. içeride, duvar kenarında birkaç metre aralıkla mumlar, oturdukları yerin biraz ilersinde de batarc yalı aydınlatma fenerleri yanıyordu. Daha ilerde de köze dönmüş bir ateş vardı.

Yüzbaşı yaşlı kaçakçıya, "Oturun," dedi. Adam tam kar­şısına çömeldi. Köpek de yanına oturdu. Sanki söz ona söy­lenmişti.

"Önce şunu sorayım. Hiçbir kaçakçı yanında köpek ta­şımaz. Sen nasıl oluyor da yanında bir köpekle kaçağa gi­diyorsun?"

"Haklısınız komitan. Havlar, sağa sola sataşır, koldan oraya buraya hırlar diye düşünüyorsun. Ama o beni, bir in­sandan daha çok dinler ve benim uyanın olmadan mümkün değil havlamaz ve hiç dibimden ayrılmaz."

"Ama dehlize girerken seni dinlemedi."

"O normaldir komitan. Benim başıma bir şeyler gelebi­leceğini sandı. Sizler, mağara, yatı karanlık, yanan çıra gibi şeyler ona 'tehlike var' işaretleri verdi."

"Rahat ol! Şu sıralarda bu dağlarda ve ağır iklim koşul­larında en güvenli yerdesin. Çay içer misin? Biz de içelim. Arkadaşlardan biri baksın bakalım şu çay işine."

Uzman Onbaşı Cemil hemen yerinden fırlayıp isten ka­rarmış çaydanlık ve demliğin yanına geldi.

"Hangi köydensin sen?"

' "Pekeke işi çıkmadan Oramar Çanaklı köyünde yaşar­dık. Şimdi Yemişli'de yaşarız."

"Bence, artık sen bu işi bırakmalısın, yaşlanmışsın."

"Ben bırakırsam evi kim geçindirecek komitan? Eski­den birkaç hayvan var idi. Kaça!;la az çıkardık. Bölgede heç hayvan kalmadı ki,. yaylaları hiç kullanmıyoruz ki... Devlet bir yandan Pekeke diğer yandan. Öldü bitti hayvan­cılık. Siz de bilirsiniz ki hayvancılık öldü. Geçim de öldü. Da!;llardan yer mi var ki başka şeyler ekip biçebilelim. Ka­çakçılık, yağmacılık dedelerimizin dedeleıinden önce de vardı. Ama şimdi arttı da arttı. Kim ister ki üç kuruşluk mal için bir candarma kurşunuyla adı sanı bilinmez bir dere çukurunda can vermeyi. "

"Artık belli bir yaşa gelmişsin. Hiç değilse sen yapma."

"Kimse yoktur ki hanede beyim. Kocakarıdan başka evde bir kötürüm kız var. Diğer iki kız gelin gitti, göçtü. Oğlan ise askerde, terhisine çok kalmadı ama."

"Nerede askerlik yapıyor?"

"Trakya'dadır beyim. Bilirim ki askerden sonra o burala­ra adım atmaz. Gelse ne yapacak ki?"

"Oğluna ablaları para göndeıiyor mu?"

"Askere gitmeden onlara uğramıştı. Verdiler mi bilemey- cem. Ama ben elime geçtikçe gönderiyor'um. Askeıin para­sı olursa, ona askerlik kolay_ gelir."

Herkes gayıiihtiyari birbirine baktı. Belli etmemeye çalış­salar da hüzünlendiler.

"Bunların hepsini satsan ne kazanırsın?"

"Hiç belli olmaz beyim. Ama ele üç beş kuruş geçer. Yıl­lardır bir de Pekeke tebelleş oldu ortalığa, o da bizden haraç keser. Bizim elimize ne geçtiğini bilmezmiş gibi... Sınırda

güya gümrükler açmış. Gelenden geçenden vergi diye para topluyor."

"Vermeseniz ne olur?"

"Aman aman, vermeyince başımıza ne geleceği oradaki gözü dönmüşlerin keyfine kalmıştır."

"Peki, sen ne diyorsun bu bölücü örgüte ve yediği haltla­ra. Sen güngörmilş birisin, bu bölgenin vatandaşısın. Olup biteni yıllarca gördün, yaşadın."

"Ben ne diyebilirim ki! Hökümet işi haline geldi. ilk za­manlar çalı çırpı ateşinden farksızdı. Yıllar içinde büyüdü. Orman yangınından farksızlaştı. En doğrusunu sen bilirsin beyime"

"Senin nasıl gördüğün bizim için önemli. Onun için so­ruyorum."

"Bu dağlarda her zaman eşkıya, yağmacı olmuştur. Hır- kızlık, kız kaçırma, adam öldürme gibi sebeplerden ... Ka- çabiklikleri kadar kaçmışlar, saklanabildikleri kadar saklan­mışlardır, kendilerine yataklık yapanlar da çıkmıştır. Ama sonunda ya candarma· tarafından vurulmuşlar veya teslim olmak zorunda kalmışlarôır. Her aşiret, eğer kendi men­subu ise eşkıyasını korumuştur. Pekeke başkadır, bunlar­dan değildir. Köyde, mezrada, yaylada kime rastladılarsa, 'Kürdistan'ı kuracağız, bize destek olun,' demiştir. Karşı çıkanlan, devletten yana olanları; çoluk çocuk, kadın er­kek, genç yaşlı demeden katletmiştir. Evleri barkları yak- nuştır yıknuştır. Bebeklere bile acımamıştır. Şiddeti ve asıp kesmeyi her geçen yıl artırmıştır. Şiddet, öldürme, adam kaçırma işi arttıkça halk korkudan, can ve mal derdinden yavaş yavaş Pekeke'ye destek vermek zorunda kalmıştır. Ona haber uçurmuştur. isteklerini gönülsüz de olsa yap-

maya başlamıştır. Ah... Ah ... komitan! Hökümet ne olup bittiğini anlamadı. Önünü kesecek tedbirleri alamadı. Baskı ve şiddeti kim yapıyordu? ilk zamanlar dört beş kişilik silahlı çeteciler. Sonra, bu dört beşler, oldu sekiz on, yirmi otuz, altmış yetmiş... Her geçen sene arttı da arttı bu sayılar. Sa­yılar arttıkça da halkın devlete olan güveni kayboldu ve bu­günlere geldik. Artık orman yanıyor beyim, orman yanıyor! Devlet güçtür, kudrettir beyim. Hep böyle bilirik, hep öyle görmüşüzdür. Pekeke ne yaparsa yapsın, devletin askeri­nin, candarmasının, polisinin, mahkemelerinin tırnağı bile olamaz! O zaman, nedir bu bizim çektiklerimiz? Ve yıllardır kaybolan huzurumuz? Ben ne diyeyim komitan? Ben ne söyleyeyim?"

Yaşlı kaçakçı, kilim gibi olup biteni ortaya sermişti. Bu arada getirilen çaylardan ilki yüzbaşının işaretiyle ona veril­di. Gözetleme ve dinleme görevleri biten askerler de içeri girip ileride köz halindeki ateşi kuwetlendirerek ısınmaya çalışıyorlardı. Yaşlı adam verilen çayı bir solukta içti ve mahcup bir şekilde bardağı yere bıraktı. Yüzünden bakışını ayırmayan köpeğinin başını birkaÇ kere okşadı. Köpek kuy­ruğu ile mutluluğunu anlattı.

lçtigi çay ihtiyar adamın canlılığını artırmıştı. Devam etti: "Komitan, hatta işin nerelerden nerelere geldiğini anla­tayım sana, Pekeke'nin ortaya çıktığı ilk yıllardan biriydi. Bizim yukarı köylerden, o zaman benim yaşlanmda olan bir köylü yayladan eşeğiyle beraber evine giderken üç Pekekeli yolunu kesiyor. Diyorlar ki, 'Emce biz Pekekeliyiz. Senin eşeğine el koyduk. Onu bize teslim et.' O da, 'Ne yapacak­sınız siz benim eşeğimle?' diyor. Onlar da·, 'Nakliye yapa­cağız. Cephane ve erzak taşıyacağız,' diye cevap veriyorlar.

Bunun üzerine, 'Bu Pekeke ne yapacak ki, siz benim eşeği­mi almaya kalkıyorsunıiz,' deyince Pekekeliler, 'Biz. devlet kuracağız!' lafını söyler söylemez adam 'Allah sizin belanızı versin, bir eşeğiniz bile yok, devlet kurmak için benim eşe­ğimi almaya kalkıyorsunuz. Hastir ordan,' diyerek bir odun parçası ele geçirip bunları kovalıyor."

"Bir eşeğiniz bile yok. Devlet kurmaya kalkıyorsoouz," sözüne herkes elinde olmadan güldü. Ama bu, buruk ve hüzün taşıyan bir gülrneydi.

Yaşlı adam sanki bir doğa olayını anlatıyordu. Önce gök­yüzünde küçük renksiz bulutlar, sonra büyük ve koyu bulut­lar. .. Zayıf gök gürlemeleri... Daha sonra koyu ve elektrik yüklü her an boşalmaya hazır kasvetli bir gökyüzü ... Ar­kasından sarsıcı gök gürültüleri, şimşeklerin birbiri ardına çakması, sonunda peşi·sıra yıldırımların toprağa düşmesi. ..

Yapılamayan, kestirilemeyen, sezilemeyen, algılanama- yan ne? Bu yolun ötesinde ne olduğunu ve yolun sonun­da nereye çıkılacağını anlamayanlara sormak lazım. Yaşlı adam, yanlış mı konuştum, karşımdakileri kızdırdım mı yoksa, diye düşünerek susmuştu.

Yüzbaşı Tayfun, "Çok doğru söyledin. Evet, aynen böyle oldu. Bir sürü aklı ewelin ne anlatabildiği ne de kavrayabil­diği şeyleri, o kadar yalın bir şekilde anlattın ki, daha ötesi olamaz, " dedi.

"Bana ne yapacaksınız şimdi komitan?"

"Hiçbir şey yapmayacağız!"

"Nasıl komitan? Bırakır mısınız beni!"

"Biz seni hiç görmedik. ki!"

Bu söz üzerine adamcağız sarsıldı.

"Yüküme de el koymayacak mısınız?"

"Ne yükü? Nerden çıkanyorsun?"

Adamcağız bu konuşmaları duydukça kızarıp bozarıyor, şaşkınlıktan şaşkınlığa geçiyordu.

Yüzbaşı konuşmasını sürdürdü:

"Bak dayı! Biz savaşçı Türk komandolarıyız. Bu işlere bakmayız. Geçim koşullan ve ticari bozukluklar bizi ilgilen- dirmez..Hele pespaye ekonominin, insanları çaresizliğe ite­rek kanunsuzluğa teşvik etmesi gibi meseleler hiç mi hiç bi­zim sorunumuz değil, vazifemiz hiç değil. Bizim işimiz dağ­larda gezen komitacı, terörist ve bölücülerle, anlaşıldı mı? Sen şu andan itibaren serbestsin istersen sabahı bekle öyle yola çık. Ama şunu da unutma! Sen de bizi hiç görmedin. Evindekilere bile bir şey anlatmayacaksın. Bu dedikleıimi unutma, çünkü köyün belli, sen bellisin. Durup dururken PKK'nın işbirlikçisi ve kuryesi durumuna düşersin. O takdir­de günah bizden gider."

"Beyim yaptığınız bu iyiliğe nankörlük eden insan ola­maz. iki cihanda yakası bir araya gelmez. Bir şey söylesem kabul edersiz?"

"Nedir o?"

"Katırlarda sizin ışınıze yarayabilecek bazı şeyler var. Mazottur, çaydır, sigaradır. işte bunlar gibi. Birazını size bı­rakayım?"

"Mazot gerekmez, çay, şeker, sigara olabilir. Ama bir şart!^, parasını ödeyeceğiz.,;

"O zaman ne kıymeti olur beyim!"

"Şöyle düşünürsen olur. Senin mallarına karşılık ödedi­ğimiz parayı _ oğluna gönder. Askerde paraya ihtiyacı yok mu ?

Yaşlı adam bu kez iyice şaşırdı!

"Ne diyeyim. Bugünlerde sizin gibi insanlara pek rastlan­mıyor beyim. Allah tuttuğunuzu altın etsin. Başınızın gözü­nüzün sadakası olsun. n

"Ama bize az bir miktar bırak. Bizim yükümüz esasen yeteri kadar ağır, üstelik senin gibi katırlanmız da yok. Her şeyi kendi sırtımızda taşınmak zorundayız. "

Bizim katırlanmız yok sözü gülüşmelere sebep oldu. Yüz­başının elini üniformasının iç cebine atmasıyla dinleyenlerin hepsi de cüzdanlanna sanldı.

Yaşlı adam yerinden kalktı ve katırlannın yanına gitti. Askerlerin yardımıyla naylonlara doldurulan bir miktar çay, şeker ve sigarayı getirip bulunduklan yerin biraz uzağına bıraktı.

Yüzbaşı, "Gece bizimle kalacak mısın, yoksa devam edeceksin?" diye sordu.

"Dışarıda tek tük kar atıştınyor, ama tipiye döneceğini pek sanmam. Müsaade edin gideyim komitan. Altı gündür de yoldayım. Bölgeyi çocukluğumdan beri bilirem. "

"iyi, yolun açık olsun. Sağlıcakla git. Ama artık bu işi mutlaka bırak. Bütün söylediklerinde haklı olmana rağ­men ..."

Adam ayaktaydı. Boynunu büktü. Tamam da demedi. Geri dönüp çıkışa doğru hareket etmeden önce tereddütle, "Beyim belki işinize yarar, bir şey söyleyebilir miyim?" diye sordu.

"Tabii, buyur!"

"Pekeke bize güvenmediği için kamplarına yanaştırmaz. Ama benden haraç alanlann bir konuşmasına kulak misafiri oldum."

"Neden bahsediyorlardı?"

"Av. aşin ka. mpında erzaktan sıkıntıya düşmüşler. Miktar- lan çok azalmış, öyle konuştular. En çok da un bitmek üze- reymiş.·Oramar adı birkaç defa geçti, aralarındaki konuş­malarda oradaki gömülerden takviye yapmalıyız gibi laflar ettiler."

Yüzbaşı Tayfun, "işte şimdi, turnayı gözünden vurdun!" diye bağırdı.

Sığınaktan aynlan yaşlı adam, ağzından sis bulutu gibi çı­kan nefesiyle, karlar içinde eşinen katırlarını düzene sokup önde köpeği onun arkasında kendisi, en geride de birbirini takip eden iki katırıyla doğuya, dağ yoluna doğru tırman­maya başladı.

Yaşlı adam çıkıp gittikten sonra da konuşmaya devam ettiler.

Üsteğmen Metin, "Komutanım, daha sorgulamaya baş­lamadan önce, hemen PKK ile ilgili bir şeyler soracağınızı· bekledim ama öyle olmadı!" dedi.

Müfreze komutanı açıklamaya çalıştı: "Eğer öyle yapsay­dım; korkulu, şüpheli ve endişeli olduğu bir anda, karmaşık bir ruh hali içinde, sırf kendini korumak için yalan yanlış bir sürü bilgi uydurmaya çalışacaktı. PKK kaçakçıların nasıl olsa bir gün bizimkiler tarafından yakalanacağını ve sorgu­ya çekileceğini bildiğinden onları kritik üs ve kamplarına yanaştırmaz. Genel birtakım bilgiler verirler ancak onlar da operatif olarak bir işe yaramaz. Bir baskın yapılabileceğini hiçbir zaman bir kaçakçıdan veya kaçakçı grubundan öğre­nemezsiniz. Keza bir. pusunun ne zaman, nerede kurulaca­ğını da... Bu size bir çelişki gibi gelebilir ama yakınlardaki köy veya mezralarda yaşayanların bir bölümü bir baskın ya­pılacağını · veya bir pusu kurulacağını, ne yapılacağını, ne

zaman yapılacağını kesinlikle bilir. Ama bölgede görev ya­pan asker veya sivil devi.et görevlileri bunu asla öğrenemez, öğrenemez derken yüzde seksen bu mekanizmayı çözemez­ler. Tersi olsa, bu kadar baskın ve pusuda gafil avlanılır mı?"

Asteğmen Tekin, "Sonunda verdiği bilgi önemli sayılır herhalde, değil mi komutanım?" diye sordu.

"O çok doğal bir şey. Bizim Balaban kolunun o vadiyi tut­tuğunu gördü. 'Kısa zamanda oradan geçebilirler,' demek istedi. Ben onlann bu vadiyi bir şekilde kullanabileceklerini düşündüğüm için Balabanları oraya sevk ettim. Şimdi, esas soru şu: 'Ne zaman?' Bunu ancak PKK'lılar bilir. Bizim ya­pacağımız iş, Buzkıran kolunu da Çığlı Vadisi'ne indirmek ve"müfreze olarak vadinin iki yakasında tertibat almaktır."

Üstçavuş Ömer araya girerek, "Bizim şu anda bulundu­ğumuz yer de açığa çıktı komutanım!" dedi.

."Giden adamcağızı kastediyorsan söyleyeyim. O artık en az bir ay kaçağa gitmeyecek. Sonradan gitse de uzun süre bu güzergahı kullanmayacak. Bunu hem PKK'dan hem de bizimkilerden kendini korumak için yapacak. Çünkü bize PKK'yı ispiyonladı. Vicdanını rahatlatmak için bunu yap­ma ihtiyacı duydu. PKK'nın bizim Zap Vadisi'nin güneyinde kurduğumuz pusu.ile Beyazsu Yaylası'ndaki baskından çok­tan haberi oldu. PKK, bizim müfrezenin uyguladığı stratejiyi anlayamayacağı için onları birer tesadüf olarak değerlendi­rir ve kendi gruplarının dikkatsizliğine, aymazlığına verir. Onların bile eylem yapmaya cesaret edemediği bu ağır kış şartlarında bizden gelecek bir hareketi rüyalarında görseler inanmazlar. Üstelik alışkın da değiller, " dedi ve sonra çanta­sının yan cebinde duran ve üzerinde renkli kalemlerle çeşitli işaretler konmuş özel haritayı önüne açıp el feneri ile ay-

dınlattı. Naylon geçirilmiş olan haritadaki kabartılan, daha iyi görebilmek için sol eliyle bastırdı. Fenerin ışı!':jı, Kuzey Irak topraklannda işaretlenmiş olan Avaşin kampı ile Bu­zul Dağlan'nın güneyinde yer alan Oramar bölgesi arasında birkaç kez gitti geldi. Ve sonra:

"Metin, biz de gün ağarmadan önce vadiye ineceğiz. Senin kol, şimdi vadinin bu tarafında bulunan Balabanlann karşısında, akarsuyun ötesinde tertibat alacak. Orada ne ka­dar kalacağımız be!İi olinayacağı için, gözetleme ve dinleme mevzilerimizin yakınında birer sığınak şart. O bölgede böy­le bir yer bulmak zor degil. Her tarafta istemedi!'.jiniz kadar var. Aynı şeyi Teğmen Aykut da yapacak. Ben onun yanında olacağım. Burada kaldığımızı gösteren hiçbir emareyi yok et­meyin. Çerçöp toplamayın, ateşin küllerini dagıtmayın. Ba­hardan önce zaten buralarda göıi emezler, geldiklerinde is^ afallasınlar bakalım. Binlerce mağaranın, kayalık dehlizlerin hangisinde olabileceğimize kafa patlatsınlar ve psikolojileri altüst olsun. Demek ki karda, buzda, ayazda her zaman her yerde olabiliriz_ ve karşılanna çıkabiliriz. Hiçbir şey onlannın kafasını bu derece kanştıramaz ve pani!:je düşüremez. Bura­dan intikal ve yerinizi almanız üç saati geçmez. Saat altıda mevzilerinizi işgal etmiş olmalısınız."

Müfreze komutanı emri Üste!:jmen Metin'e verhıişti ama yanında bulunarak kendisini dinleyen rütbelilerin hepsi bir ağızdan:

"Emr_edersiniz," deyip aynldılar.

Yüzbaşının başında bulunduğu Buzkıranlar, saat 02:30'da hareket ettiler. Beyazla örtülü alanda kendisi görünmeyen ayın aydınlığı yürüyüş koluna yeterli görüşü sağlamaktaydı. Daha önceden Balabanların kullandığı ve kaçakçının getiril-

diği patikayı kullandıkları için, çiğnenmiş kar yürüyüşlerini kolaylaştırıyordu. Gecenin ayazı eski ayak izlerini sıkıştırıl­mış buza çevirdiğinden yere her ayak basışlarında zemin gıcırdayıp duruyordu. Kafileyi Teğmen Aykut karşıladı. Müfreze komutanı, Buzkıranlardan ayrıldı. Geri kalanlar Üsteğmen Metin'in önderliğinde, vadi tabanına doğru yay­vanlığını kaybederek dikleşen yamaçtan düşüp yuvarlanma­mak için daha dikkatli ve tedbirli davranarak dere yatağına inmeye başladılar. Yola indikten sonra kuzeye doğru gide­rek karşıya geçiş için sığ bir yer aradılar. Bunun için zaman zaman ·el fenerlerini de kullanmak zorunda kaldılar. Karşıya ilk geçen ile en arkadan gelenin bellerine çelik kelepçelerle dağ halatları bağladılar. Buzkıranlar bu şekilde bir zincirin halkaları haline geldi. Böylece, talihsiz bir durumla karşıla­şırlarsa suya düşen savrulup sürüklenmeyecek, özellikle de başını herhangi bir yere vurarak yaralanmayacaktı.

Akarsuyun geçilmesinden sonra tekrar güney istikame­tinde ilerleyerek tam Balabanların karşısına de_nk gelen ka­yalıklarda gözetleme ve dinleme mevkilerini işgal ettiler. Bir saat sonra da, önce dağların buzulları sonra kayalık yamaç­lar ve bulundukları vadinin tabanı kademe kademe aydın­lanmaya başladı. Hava gene yağayım mı yağmayayım mı diye tereddütlü görünüyordu.

Sırt çantası ve diğer ağırlıklarını Teğmen Aykut'un giz­lenmek için arkasında durduğu kayalığa bırakılan müfreze komutanı, vadi boyunca dereyi takip eden patika yolu sol­dan sağa birkaç kere çıplak gözle ve dürbünle inceledi. Son­ra da, "Dün gece nasıl geçti?" diye sordu.

"Çok normaldi komutanım. Olağandişı hiçbir şey yoktu. Gece Çayın sesi bütün vadiye hakim ollıyor. Bulunduğumuz

yer ise tabanda olduğu için daha önce kaldığımız yerlere göre daha ılıman. "

"Sığınak buldunuz mu kendinize?"_

"Bu gece beklenmedik bir durumla karşılaşabiliriz diye siperlerde kaldık komutanım. Ama geride, dört beş kişinin sığabileceği birkaç kayalık keşfettik."

Yüzbaşı, "Doğru yapmışsın!" dedi ve gülmeye başladı. Teğmen anlamıştı:

"Gelecekler değil mi komutanım?"

"Evet, Aykut, misafirlerimiz olacak. "

"Şu kaçakçıyla konuştuktan sonra içime doğdu. O ne- derile bu gece burada kalma müsaadesi istedim sizden."

"Gelecekler de ne zaman? Ama çok uzun süreceğini de sanmıyorum."

"Irak tarafından gelecekler değil mi komutanım?"

"Öyle görünüyor. Fakat tam tersi de olabilir. Ya siz va­dide tertiplenmeden önce Oramar alanına geçmiş bir grup varsa? Bu defa içeriden dışanya bir hareket yapılacak de­mektir. Ne olursa olsun fark etmez. Eninde sonunda önü­müzden geçmek zorundalar. Bu bölgede Oramar (Alandü- zü) dışında büyük üs oluşturabilecekleri, erzak ve mühimmat depolayabilecekleri bir yer yok. Avaşin-Oramar güzergahı da bizim üzerinde bulunduğumuz vadi. "

"Dağlar bize sabn öğretti komutanım. Bekleriz."

"Beklediğimize değecek. Gelecekler. Personelin durumu nasıl?"

"Moralleri iyi, sağlıklannda bir sorun yok. PKK'lılann bu­radan geçeceğini öğrenince de çok sevinecekler. Yararlı bir işin üzerinde olmalan anlan daha da mutlu edecek. Hele bir sıcak banyo yapabilseler değmeyin keyiflerine komutanım."

"Bu işi sonuçlandıralım, bir çare bulacağız. Hepimizin ihtiyacı var zaten. Çorapların bile bir kısmı lime lime oldu. Kirlendiği için çantalara tıkılmış iç çamaşırlarını da yıkama­mız şart."

"Çok isabetli olur komutanım. Islak ılık havlu ile vücudu silmek işe yarıyor ama bir yere kadar."

"Buradan sonra sıra o işte."

Teğmen, dağların tepelerinde, aralarında, yirmi kişi­ye nasıl ve nerede sıcak banyo yaptıracak acaba, diye düşündü ama bunun şimdi sırası değil diye sormadı. Onunla konuşurken bile yüzbaşının aklının başka şeylerde olduğu belliydi. Yüzbaşı dürbünü ile vadinin karşı kayalıklarını gö­zetledi. ilk önce hiç kimseyi göremedi. Araştırmaya devam edince zor fark edilen iki baş görüntüsü aldı. Fakat çabucak kaybetti. Buzkıran/ar iyi gizlenmişler, diye içinden geçirdi. Sonra Balabanlann bulunduğu mevkileri dolaştı. Alt nokta­daki Başçavuş Mustafa, Sağlık Çavuşu Ahmet, komando erler Hasan, Necip ve Burak'ı gördü. Birkaç cümle ile onla­rın hatırlannı sorup üst noktada bulunanların yanına gitmek için yamaca tırmanmaya başladı.

Yüzbaşı uzaklaştıktan sonra Komando Er Burak, "Ah­met Çavuş bizim yüzbaşı bekar değil mi?" diye sordu.

"Sana ne! Şimdi de yüzbaşının bekar evli mi olduğu­na merak sardın?"

. "Ne var kızacak bunda? Sen de hep öküzün altında bu­zağı apyorsun."

"Buzağıyı öküzün altına sen koyuyorsun· da onun için. Oğlum yüzbaşı bekar anladın mı? Teğmen olunca bu böl­geye atanmış, gitmiş gelmiş, gene gitmiş gene gelmiş. Bak hala burada."

"Fırsat bulamamış evlenmeye demek ki!"

"Aklın fikrin evlenmede be oğlum."

"Benim öyle bir niyetim yok. "

"Aslanım, yüzbaşı bağnaz bir yurtsever. Artık PKK işi onun için bir vazife ve şeref işi olmuş. Enerji ve ruhi gıdasını hep vatan fikri ve sevgisinden alıyor. Bayrak ve aksiyon adamı o. Ruhunu ve bedenini beraber eğitmiş, tıpkı bir ko­şuma bağlı iki at gibi. Dağlara tırmanırken görmüyor musun hepimize nal toplatıyor. Böyle bir adamı eve barka bağlaya­mazsın. Benim bildiğim, memleketinde anne ve babası ile okuyan iki kardeşi var. Maaşını da onlara yolluyor. "

"Bekar kalacak desene!"

"Tasası sana mı düştü?"

"Yok be çavuşum, öylesine ·sormuştum. Ben de kolay kolay evlenmem."

"Memleket bir baştan diğer başa şehit mezarlığı oldu. Sen önce bir dön de, evliliğe o zaman bakarsın!"

Ahmet Çavuş'un bu son sözü Burak'ın kulaklarını düşür­dü.

"Haklısın Ahmet Çavuş, yazgının işlerine akıl ermez," dedi.     

Yukarıdaki Balabanların yanına giden müfreze komutanı Asteğmen Murat, keskin nişancı Uzman Çavuş Ziya, ma­kineli tüfekçi Uzman Onbaşı Cengiz ve havancı Komando Onbaşı lrfan'la biraz sohbet etti. Bu üç özel silahın nişancı­larına bulunduklan mevzilerden başka bir yere sıçramadan patika yolun ne kadarını ateş altına alabildiklerini sordu. Aslında, yanlarına gittiğinde kendisi durumu görmüştü. Her üçünün cevabı da yüzbaşının değerlendirmesine tıpa ·tıp uy­gundu.

"Aferin, silahlannızın erbabısınız," dedi.

Bir ara gözü kuytu bir kayanın dibinde duran simsiyah olmuş çaydanlığa ilişti.

"Murat, sabah çayı mı?"

"Evet komutanım, hepimiz ikişer bardak içtik. "

"Biraz burada yanınızda kalacağım. Bana da bir bardak verin bakalım. "

Asteğmen közü yeniden canlandırmak için gittiğin­de müfreze komutanı kriptolu telsiz mesajını Üsteğmen Metin'e gönderdi:

"Yerleşme ve tertibat tamam mı?"

"Her şey tamam. Gözetlemedeyiz."

"Hem kuzeye hem güneye dikkat!"

"Öyle yapıyoruz. "

Bir taşın üzerine katlayıp serdiği pançosunun üzerine oturan ve tüfeğini kayaya dayayan yüzbaşının yanına çayın getirilmesi yirmi dakikayı geçti.

Asteğmen Murat çay dolu plastik bardağı yüzbaşıya uzatırken, "Biraz geç oldu komutanım, kusura bakmayın," dedi.

"Yok canım, ne geç kalması, o kör ateşte, çok hızlı bile getirdiniz. "

Yüzbaşı çayını bitirir bitirmez ayağa kalktı ve önündeki kayalık sırtına, bulunduğu mevzilerin yanına doğru gitti. En sağda bulunan makineli tüfeğin mevzisinden elli altmış met­re sağa, kuzeye doğru yürüdü. Beş altı adımda bir durup vadi tabanını inceledi. Aynı şeyi, en solda bulunan keskin nişancı tüfeğinin soluna doğru da yaptı. Bu hareketlerin­de sürekli dürbününü kullandı. Zihninde, çok zor olmasa da netleştirmesi gereken iki şey vardı. Bunlardan biri, bu

adamların gece mi yoksa gündüz mü bu güzergahı kullana­cağıydı. Diğeri ise tek başlarına mı yoksa yanlarında hay­vanlarla buradan geçeceğiydi? Bu iki husus, işin karan­lıkta yapılması ile yürüyüş kolunun hayvanlı olup olmaması, teknik anlamda farklı uygulamaları gerektirecekti. Bir başka mesele ise, PKK'lıların daha önceden Oramar'a gitmiş ol­malarıydı. Bu da aslında gene iki durumu içeriyordu. Yani fark etmezdi, ya kuzeyden geleceklerdi ya güneyden.

PKK'lılann, "Teslim olun," çağrısına olumlu cevap ver­mesi halinde kaç kişilerse geriye, ana üsse sevk edilmeleri gerekiyordu. Teslim olurlar mıydı? Pusunun kapsamını an­layamadıkları ve tam imha bölgesinde olup olmadıklarını tahmin edemeyeceklerinden hemen ateşle karşılık vere- meyebilirlerdi. Kış mevsiminin ağır koşullarında böylesine derin bir vadide pusuyla karşılaşmayı hayal bile edemedik­lerinden paniğe kapılıp ateş etmeye de başlayabilirlerdi. Gece geçiş ihtimali olduğu dikkate alınarak her iki kolun personelinin de tam tabana indirilip yeni mevziler seç­meleri gerekiyordu. Aksi halde kaçıp kurtulanlar olması mümkündü. Karanlıkta ilerleyen ve hayvanlı koldan olu­şan bir gruptan birkaç kişinin sıyrılıp uzaklaşması işten bile değildi. Ancak, henüz sabahın erken saatlilerindeydiler. Olabilecek her olasılığı da hesaplamıştı. Esas sıkıntıyı ya­ratan karanlıktı. Çünkü tertibatın yeniden alınmasını veya . değiştirilmesine sebep oluyordu. Her ne olursa olsun Çığlı Çayı Vadisi'nin iki tarafında bulunan kolların genel yerleri değişmeyecekti. Makasın bir ağzı bu yakada, diğer ağzı ise karşıda olacaktı.

Yüzbaşı yeniden eski oturduğu yere gitti. Asteğmen Mu­rat bu defa çayla birlikte bir kağıdın içine sanlı iki peksimet

getirdi. Yüzbaşı, "Sağ ol Murat, çayı alayım ama-peksimeti yiyemem. Şu anda içimden gelmiyor," dedi.

Biraz geçtikten sonra tekrar konuşmaya başladı:

"Gel bakalım Murat, şuralarda bir yere otur da sohbet edelim. Sende, siyaset bilimi, teoloji, pedagoji, antropoloji ne ararsan var!"

"Estağfurullah komutanım. Meslek dışında da çok oku­dum, onların faydasını görüyorum. Benim okuduğum ya­zarları Çok az kişi okuyordu. Üstelik okuyanların da pek anladığını sanmıyorum."

"insanlarla sıkıntın var gibi görünüyor. "

"Yok desem yalan olur. Hayat sürekli bir çarjJışma, yı­kılma ve bozulmadan oluşan bir keşmekeş gibi. .. Su kabağı şeklini alanlar var. insanların da fırıldakları oluyor. Fırıldak­ları döndüren ise çıkarlardır. Kaypaklıklarının pervanesi on­ları sonunda kul köle yapıyor."

"Dünya yansa, kılı kıpırdamayanlar için ne diyorsun?"

"Gevşek ve uyuşuklara gök gürültüsü gerekir. Kiminde yürek, kimindeyse ruh kocar ilkin. Kimi de gençliğinde ko- car. Uyuyanlar arasında ne yapacaksınız ki? Savaşçı ve ya­ratıcı olmadığı takdirde çöplükte tavukların bile gagaladığı horoza döner insan_"

"Rahatları olsun da, ne olursa olsun tavrından vazgeçmi­yorlar değil mi?"

"Tam da öyle komutanım. Kitlenin büyük bölümünün ne rejim, ne güvenlik ne de soyulmaları yönünden bir derdi ol­maz. Sosyal ve politik düzenin çürümesiyle de ilgilenmezler."

"Sonunda işi gene ideolojiye ve siyasete getireceğin an­laşılıyor Murat. "

"ideoloji olmadan dünya gözü ve bakışı olamaz. Dolayı-

sıyla bir iddiası da bulunamaz. Öyle olunca da kavrayama­dığı şeyleri muhakeme edip bir fikir öne süremez. Bütün rüzgarlara açık ince bir daldan farksız halde yaşar. Zama­nı gelip kırılınca da, sadece yediği, içtiği ve boşa harcadığı zaman kalır geriye. ideoloji yani keskin bir ilke ve hedef olmayınca siyaset de yapamaz. Siyaset, yol ve yöntemdir. Hedefi olmayan yol aramaz ki! ihtiyaç da duymaz."

"Genel insan yapısı bu olduğu için çağlar boyunca bütün toplumlar önder aramışlardır ve bilge adamlar onlara ışık tutmuştur. Önderleri ve bilge adamları olmadığı zamanlar­da ise sarsılmışlar ve tehlikelere maruz kalmışlardır. Siyasi tarih ve harp tarihinden bahsediyorum. Böyle olmamış mı? Sıkıntı onların eksikliğinden kaynaklanmamış mı?"

"Elbette elbette, ama insanların meydana getirdiği bir toplum, halk veya millet var. Olup biten her şeyde birey olan herkesin bir sorumluluğu var. Bu . sorumluluk bilinci yoksa ve geliştirilmemişse, algı ve kavrama yetenekleri ar- tınlmamışsa, yükseliş ve sürat elde etmek çok zordur. Zihin fukara olunca insanoğlu denize tuz atar komutanım. Şunu anlatmak istiyorum, konuşmalarımızı toplumsal hayata çe­virirsek, dış yardımların dünyayı denetleme yöntemlerinden biri olduğunu anlayamaz böyle insanlar. Aydın denilen fı­rıldak ve entrikacıları ayırt etmekte zorlanır. Devşirme de­magogları fark edemez. Açık yürekten yoksun, ikiyüzlü in­sanları siyasetten atamaz. Yolsuzluğun, hırsızlığın.diğer adı olduğunu bilemez. Kuru sıkı milliyetçilik devrinin geçtiğini anlayamaz. Ne kadar parası olursa olsun siyaseten bağımsız olmayan bir milletin uşak muamelesinden kurtulamayacağı­nı tayin edemez. Demokrasi çakallığını kavrayamaz. 'Nene lazım!' diyenlerden halk olmaz! O zaman da ülkede geceler, 98··

aysız ve karanlık olur. Yüksek dağın itiban, başında duma­nı, tepesinde kar olmasındandır. Bunlan söylerken Ömer Hayyam'ın bir dörtlüğü geldi aklıma, şöyle:

Dünyada akla deger ueren yok madem,

Aklı az olanın parası çok madem,

Getir şu şarabı, alın aklımızı:

Belki böyle begenir bizi ela/em!"

"Murat, Hayyam'la aran iyi anlaşılan onun kadar şarap­tan da anlar mısın?"

"Hayır yüzbaşım. Arkadaş toplantı veya yemekleri dışın­da pek alakam yok."

"Hayyam öyle, insanlara düşkün biri değildir. Mesafeli­dir. Çok güvendiği ve sevdiği birkaç dostu dışında kimseyi de yanına yaklaştırmaz. Laubalilikten hiç hoşlanmaz. 1071 Malazgirt Savaşı'nda, Alparslan'ın ordusunda, Horasan ala­yında askerdi ve on yedi yaşındaydı. Bu alay ordunun ihti- yatındaydı. Hayyam savaşa girip Bizans ordusuna karşı çar­pışamadı. Çünkü Selçuklu Türkleri ihtiyatlannı kullanmaya gerek kalmadan Bizans ordusunu bozguna uğrattı. Alpars­lan Anadolu içlerine sadece Selçuklu Türklerinin ilerlemesi­ni istediğinden Hayyam da, alayıyla birlikte Horasan'a geri döndü. Melikşah hükümdar olduğunda ise devlet yöneti­minde her zaman onun yakınında bulundu."

"Ooo ... Komutanım neredeyse bütün yaşamını biliyor­sunuz Hayyam'ın!"

"Şiir ve·felsefeyle aram iyidir."

"Bu kadar farklı işleri ve konulan, nasıl oluyor da otuz yaşın altına siğdırabiliyorsunuz?"

"Kendimi bildim bileli okurum. Önceleri ne bulursam okuyordum. Sonra fark ettim ki okumak tamam da saptan samandan kitap ve yazarlan okumak da zamanı katletmek­ten başka bir şey değil. _Yazar ve kitapta seçiciyimdir." · "Ben de öyleyim. Aksi halde vaktinizi çöpe atmış oluyor­sunuz."

Bir süre sessizlik oldu. Konuşmadan durdular. Asteğmen Murat yeniden başladı:

"Yabancılann içişlerimize kanşması ve hükümetlerin buna boyun eğmeleri, bizim işlerimiz üzerine başka ülkele­rin yargıya varmaları, bana her zaman dayanılmaz geliyor. Biliyorsunuz, geçenlerde Avrupa Parlamentosu'na men­sup yedi kişilik bir heyet, Türkler kimyasal silah kullanmış­lar mı inceleyeceğiz diye Çukurca'ya geldi. Düşünebiliyor musunuz? Avrupa ülkeleri operasyon sahasında araşbrma yapıyor. Çukurca belediye başkanı olan herifte bunlara re­fakat ediyor! Üstelik bunlar müttefiklerimiz! NATO'cular! Elalemin siyaseti ve parası ile sonunda müstemleke olunur. Herkes tilkilik peşinde. 'Dünya barışı, evrensel değişim,' gibi boş laflarla, safları uyutuyorlar.

Bağımsızlığı tam, üretimi güçlü bir ülkeye hiç kimse bir şey yapamaz. Bu dünyada, gücü gücü yetenedir. insanın kendi yaşanbsı bir filmdir. Konusu ise dram ve komedidir. Her şeyde, rasgele ve günlük yaşıyorlar. Romantik beklen­tilerle de avunuyorlar. Hayvanlar dünyasında acımasız yok ediş vardır. Ama eziyet ve işkence yalnız insanlara özgüdür. Savaşı insan doğası başlabr, sürdürür ve gene insan doğası bitirir. Ama çok geçmez, yine bir sebep bulup tekrar başla­tırlar. Yılan dolu çukura girmeden ve birbirlerini boğazlama­dan duramazlar. "

Müfreze komutanı kayaya dayalı tüfeğini ve üzerine otur­duğu pançostınu alarak ayağa kalktı.

"Yaşamda dur durak yok değil mi?"

"Evet komutanım ama herkes için değil!"

"Sizin civarda sığınak aramanıza gerek yok. Sizi de hava kararmadan önce aşağıdaki mevzilere alacağım. Şimdilik bulunduğumuz yerden gözetlemeyi sürdürün. "

"Anlaşıldı. Emredersiniz komutanım."

Sonra, makineli tüfekçi Cengiz'in yanına gidip sordu:

"Çalışacak im? 'Baba baba,' diye?"

"Hem de yağ gibi, komutanım!"

Yan tarafa yürüyüp keskin nişancı Ziya'ya seslendi:

"Sektirmezsin değil mi?"

“^, bir görsem komutanım!"

Havancı Komando Onbaşı lrfan'ın mevzisine gidip, "Se­nin havan dakikada kaç kere tükürecek?" diye sordu.

"Komutanım ben onu dakika başına tükürtürüm de yanı­mızda sadece taşıyabildiğimiz kadar mermi var."

"Sen de o zaman, bir tükür tam tükür. Başkasına hacet kalmasın."

"Öyle yapacağım komutanım. "

Müfreze komutanı dere yatağında bultınanlann yanına gitmek için yamaçtan inmeye başladıgında öğle vaktiydi. Zeminler beyaz, kayalıklar nemrut suratlı, bulutlann geçişi telaşsızdı. Mevsimin klasik rengi olan gıi ise yüksekliklere bağlı olarak çeşitleniyordu. Doğa semboller ve işaretlerle konuşuyordu. Her zaman olduğu gibi bütün btınlar ve delin sessizlik insana hüzün veriyordu.

Vadi tabanındakileıin mevzilerine inen yüzbaşı orada fazla kalmadan akarsuyun geçişi çok zorlaştırmayan bir

noktasından karşıya geçip Buzkıranlann yanına gitti. Bura­da da siperdekiler ve gözetleme yapanlarla konuştu. Bu kez oradan vadi tabanını dürbünle uzun uzun gözetledi. Bazı kesi.mleri daha bir özenle izledi. Üsteğmen Metin de bera- berindeydi.

"Komutanım, bugün bir şey beklemiyorsunuz sanınm!"

"Bu işler bazen, üstü çeşitli tahıl ürünleriyle dolu bir tep­side, alta gizlenmiş bir pirinç tanesini aramaya benzer. Hak­lısın özellikle gündüz beklemiyorum. Nedenini bilmiyorum ama hiçbir sezgim yok. Kullanacaklan yol kesinlikle bu pa­tika olacak ama zaman onlann inisiyatifinde olduğu için şu saatte demek çok zor. "

. "inşallah günlerce bekletmezler bizi. Bir de bu adam doğru mu söyledi?" .

"O adamı bırak! Bizi bu vadiye o sevk etmedi ki... PKK gruplan kışın şu veya bu sebeple içeri giriş ve çıkış yapa­caklarsa en uygun mihver bu vadi. Aşağıda Avaşin kampı . yukan da Oramar alanı. Yaz dönemleri kadar olamaz ama Oramar bir membadır onlar için. Bu bölge, lojistik yapıyo­ruz diye en çok silah, mühimmat ve erzak depoladıklan yerdir. Bunlar, malzeme almak için değil, sırf ne var, ne yok diye kontrol etmek için bile oraya gideceklerdir. Bütün bunlar kesin de dediğim gibi ne zaman?"

"Oramar'a girip o depo ve gömüleri bularak tahrip et­mek de PKK'ya iyi bir darbe olacaktır komutanım."

"Bu söz doğru olmasına doğru da orası tam bir gayya kuyusu. Alanın içinde PKK'ya karşı mücadele eden aşiret mensuplannın yaşadığı beş köy vardı. Onlarca yıl önce, sal- dınlar ve baskınlarla baş edemeyip çok kayıp verdiklerinden kaçmak zorunda kalmışlar. PKK'nın .zaman zaman bu köy-

!erin evlerini de kullandıgı olmuştur. Özellikle kış aylannda. Hadi onlar da bir tarafa; Oramar alanında yüzlerce sığınak, mağara ve dehliz var. PKK genellikle buralan tercih eder. Onlan tek tek bulup çıkarmak için binlerce askeri görevlen- dirsen bile birkaç ayda^ önce onlan bulup çıkartmak mlirn- kün değildir. Aynca bu yerlerin çoğu da tuzaklanmıştır."

"Bir ara bahsetmiştiniz. Siz bu alana girdiniz değil mi komutanım?"

"Evet girmiştik. Uzun yıllar önce... Gördüklerimize şaşı- np kaldık. O zaman ben bile, bölgeyi terk edinceye kadar, Oramar'ın bize düşen kısmının ancak onda birini görebil­dim."

Müfreze komutanı anlatırken yüz kaslan, açılıp kapanan gözleri ve ses tonuyla oralarda nelerle karşılaştığını ve yaşa­dığı zorluklan yansıtıyordu.

"Tabii, bizim işimiz gömü ve sığınak değil silahh adamlar ve gruplar ama bunu yaparken rastladıklanmızı da tahrip eder, işe yaramaz hale getiririz," dedi ve devam etti, "Me­tin, siz de hava karannca vadi tabanına inin ve orada ter­tiplenin. Gece bir iş çıkarsa atışlann kesin isabetli olması ve hızla üzerlerine çullanmak için bu şart. Yol karşı kıyıya pa­ralel gidiyor, sendeki megafonu bana ver. Ben Balabanlarla beraberim. Duruma göre haberleşiriz."

Yüzbaşı yanından geçerken Uzman Onbaşı Cemil'e ses­lendi:

"Cemil, kız ne yapıyor?"

"Sağlığınıza duacı komutanım. Koynumda uyuyor."

"Ama bana haber göndermiş!"

"Ne diyor komutanım."

"'Doğdum. Babam beni görmeye gelmedi,' diyor. "

"inşallah dönünce 'komutanım."

Biraz ileride keskin nişancı Uzman Çavuş Halil mevzi- deydi. Yüzbaşı, "Halil!" diye ona da seslendi:

"Buyur komutanım!"

"Sizin yanınıza gelmeden önce Balabanların keskin ni­şancısı Ziya ile konuştı.im. Ne diyor biliyor musun?"

"Ne diyor, komutanım?"

"'Üstüme keskin nişancı tanımam,' diyor."

"Halt etmiş komutanım. Onu nişancılıkta sulu derelere götürür, susuz getiririm. "

''Yani, ben daha iyiyim diyorsun?"

"Ona ne şüphe komutanım. Yanştınn bizi, herkes gör­sün."

"Olur, bir madeni para bulayım o zaman. "

Yüksek sesle yapılan konuşmalan duyan komando erle­ri, bulunduktan yerlerde kıs kıs gülüyorlardı.

Yüzbaşı yanlarından ayrıldı.

O gün hava uzun bir süre açıktı. Batıp çıkan güneş, sanki önlerinde yürüyordu ve vadinin tabanındakiler için mat, kirli kırmızı bir tepsi gibi erkenden battı.

 

G

ece çabuk çökmüştü. Ortalığı yoğun bir sis ve duman kapladı, yer gök belli olmuyordu. Bütün gece karla ka­rışık pis bir yağmur iliklerine işleyerek yağdı. Sabah oldu­ğunda her taraf siS ve duman içindeydi. Böyle karanlık ve soğuk bir hava insanın sinirlerini de kötü etkiliyordu. Bir iki saat içinde gece gri bir sabaha döndü. Vadinin dibinde olmalarına rağmen soğuğu da beraberinde getirdi.

Beklemek, bilinmeyen zamanı beklemek... Benim diyen çelik gibi. bir insanın bile sinirlerini laçkalaştıran saatler. .. Kollarındaki saatler sanki birer gong gjbi çaldığında saat onu yirmi geçiyordu.

Buzkıran ve Balaban gözcüleri aynı anda gördüler. Gü­neyden, vadinin Irak tarafından geliyorlardı. Hiç aceleleri yokmuş gibiydi. Yürüyüş kolu, on PKK'lı ve beş katırdan müteşekkildi. Hepsi silahlıydı. Rahat ve endişesiz oldukları her hallerinden belliydi.

Müfreze komutanı, vadinin karşısında bulunanlara kripto ile talimat verdi:

"Teslim olmazlarsa ateşi biz açacağız. Siz yoksunuz.' Ta ki akarsudan sizin bulunduğunuz tarafa geçmeye kalkıştıkla­rı ana kadar. Sonra serbestsiniz."

iki dakika içinde, "Alındı, anlaşıldı," cevabı geldi.

Adamların silahları omuzlarına baş aşağı takılıydı ve ka­tırlar yüksüzdü. Patikada salına salına ilerleyen yürüyüş kolu tam Balabanlann mevzilerinin ortasına g'elcliğinde Teğmen Aykut'un, megafondaki titreşimlerden mutluluk yayan sesi duyuldu:

"Silahlarınızı atın ve teslim olun. Kuşatıldınız!"

Adamlar dondu. Katırlar yularları kasılıncaya kadar bir­kaç adım attılar. Sonra onlar da durdu.

ikinci anons geldi:

"Sakın silaha davranmayın."

Sanki mumya olmuşlardı. Kıpırdamadan oldukları yerde duruyorlardı. Ne kadar tehdit altında olduklarını çıkarmaya çalışıyorlar ama bir karar da veremiyorlardı. Aralarında ko­nuştular:

"Yol kesildi, yol kesildi!"

Bu durum belki b^ş dakika sürdü. Birden, yürüyüş kolu­nun başı olduğu anlaşılan ve en önde bulunan PKK'lı, teslim olun sesinin geldiğini düşündüğü kayalıkları Kalaşnikof'uyla taramaya başladı. On adamdan sekizi Balabanların mevzi­lerinin önündeki kayalıkların arasına saklanmaya çalışırken, iki kişi kendini akarsuyun karşısına atmaya çalıştı. Makineli tüfek bu iki adamı, daha suyun ortasındalarken paramparça etti. Gövdeleri henüz suyun akışına kapılmadan, keskin ni­şancının birkaç mermisi de bedenlerine saplandı.

Yolun yamacına sığınanların durumu da diğerlerinden farklı olmadı. Silahlar kör yerleri de vurabilecek şekilde ta­bana yerleştirildiğinden tırpanla biçilmiş gibi yere serildiler. Bu adamlar, sıçrıyor, ileri atılıyor sonra da ipleri kopmuş kuklalar gibi havaya uçuyordu.

Vadiyi boydan boya yoğun bir kükürt kokusu ve duman

sardı. Silah seslerine doğduklan günden beri alışık olan ka­tırlar birkaç ileri geri hareket dışında olduklan yerde kaldı­lar. Olup bitenler, sanki gündüzcü yırtıcı kuşlann bir .ava saldırmalan ve avı kapıp götürmelerinin bir benzeriydi.

Müfreze komutanı, Teğmen Aykut, Başçavuş Mustafa-ve iki komando efi yola indiler.

Yüzbaşı, "Aykut, silah ve mühimmatlannı toplayın," dedi. Başçavuş ve iki asker etrafa dağılan silahlan ve ölüle­rin üzerindeki mühimmati toplamayıp bir noktaya istifleme­ye başladılar.

"Katırlar için de birkaç kişi daha gelsin," emrini verdi müfreze komutanı.

. Teğmen Aykut'un işaretiyle iki uzman da yola doğru in­meye başladı.

Yüzbaşı bu taraftaki son PKK'lının, sekizinci olanın ya­nına geldiğinde onun iki kolunu kayalara doğru açtığını ve vücudunu da büzerek toprağa yasladığını fark edince durdu. Karşıdaki gizlese de yüzbaşı onun nefes aldığını hissetti. Bu canlıydı!

Yüzbaşı, "Oyun oynamayı bırak çocuk! Ayağa kalk!" .

diye bağırdı.

Yamaca yapışmış gibi duran PKK'lıda hiçbir hareket olmadı. Yüzbaşı tüfeğinin kurma kolunu ileri geri hareket ettirince mekanizma şakırdadı. Bu ses yerde yatanı hare­ketlendirdi. Böyle devam ederse ölüm geliyordu. Beklen­meyen bir hızla doğruldu ve yüzünü yüzbaşıya çevirdi. Yirmi yaşlanndaydı. Gözlerinden ölüm korkusu okunuyordu. Kar- makanşık bir sakalı vardı. Birden vücudu kendisinin hakim olamadığı bir titremeye tutuldu ve sonra durdu. Ceketinin sağ omzundan kan aktığı görülüyordu.

Yüzbaşı, şimdi yanına gelmiş olan Teğmen Aykut'a, "Bunu mevzilerin olduğu yere götürün. Yarasının önemli bir şey olmadığı anlaşılıyor. Sağlık çavuşu baksın,'' dedi.

Sonra karşı kıyıdan kendini ^leyen Buzkıranlara, sağ yumruğunu havaya kaldırarak işaret verdi:

"Bizim tarafa geçin."

Sağlık Çavlışu Ahmet, yaralı PKK'lının tedavisini bitir­mek üzereyken yüzbaşı yanlarına gitti.

"Durumu nedir Ahmet?"

"Önemli sayılabilecek bir şeyi yok komutanım. Bir mer­mi sağ omzı.ınun dört parmak altından sıyırmış. Ağrı kesici verdim. Yarayı temizledim, ilaç sürdüm ve sargı beziyle bağ­ladım. Üzerinden henüz korkuyu atamamış. ikide bir, 'Bana ne yapacaksınız?' diye sorup duruyor."

Buzkıranlar bulundukları yere ulaşmak üzereydiler.

Müfreze komutanı Başçavuş Mustafa'ya seslendi.

"Mustafa, şuna birkaç bardak çay verin. Biraz sakinleşip kendine gelince sorgulayacağım. Buradan, fazla gecikme­den ayrılacağız."

"Anladım komutanım, hemen."

Teğmen Aykut yüzbaşının yanına geldi:

"Silah ve mühimmatı topladık komutanım."

"Neler var?"

"Beş Kalaşnikof, bir RPG-7, bir BCK ve bir Kanas ile bunların mermi; roket ve şarjörleri. Katırların bazılarının heybelerinde boş çuvallar vardı. Hepsini iki çuvalın içine doldurarak bir katıra bağladık. "

"Güzel. Üsteğmen Metin'in kolu da geldi. Biraz dinlen­dikten sonra derlenip toparlanın. Buradan gidiyoruz."

"Emredersiniz komutanım."

Yüzbaşı aynı talimatı Üsteğmen Metin'e de verdi. Gelen Buzkıranlann bazılan bellerine kadar ıslanmıştı, çamur için­deydiler. Bu durumu gören müfreze komutanı, onlara bü­yük bir ateş yakıp ısınmalannı ve kıyafetlerini olabildiğince kurutmalannı söyledi. Islak, ağzına kadar su dolmuş botlar, suyun içinde kalmış ayaklar ve çoraplarla yürüyüşe kalkış­mak zaman içinde büyük sorunlar çıkarabilirdi. Şu durumda ise vadide ateş yakmanın, yükselen dumanla çevreyi kokuya bogmanın zerrece bir olumsuzluğu yoktu.

Müfrezeden herkesin imece usulü etrafta ne kadar yana­bilecek çalı çırpı varsa toplayıp bir yere yığmaları uzun sür­medi. Yaş agaçların tutuşturulması, özel yakıtla dahi kolay olmadı ama sonunda alevler kümenin tümünü sardı.

Müfreze komutanı, PKK'lının oturduğu yerin karşısına geçti ve sırt çantasının üzerine oturdu. Üstegmen Metin'le Teğmen Aykut da aynı şeyi yaptı.

Yüzbaşı karşısında duran gence, "Adın ne senin?" diye sordu.

"Hizan!"

"Kaç yıldır PKK'dasın?"

"Dört oldu."

"Daga kendi isteğinle mi çıktın?"

"Değil. Üç arkadaş kaçınldık."

"Ne oldu onlara?"

"Biri öldü. Öbürü başka bir grupta çalışıyordu. Haberim yok."

"Nereye gidiyordunuz?"

"Oramar alanına."

"Katırlar niye yanınızda?"

"Lojistik yapacaktık."

"Erzaksız mı kaldınız?"

"Vardır erzak ama azaldı."

"Başınızdakiler ne kadar tüketeceğinizi hesaplayamadı- lar demek!"

"Hakurke ve Zap'tan Avaşin'e gidip gelmeler yüzünden yiyecekler eridi."

"Sen Oramar'daki depolann yerini biliyor musun?"

"Yürüyüşün sorumlusu yoldaş biliyordu. Ben bazılannı bilirim. "

"iyi düşün bakalım! Ne kadar iyi düşünürsen senin hayn- na olur, anladın mı?

"Anlamışım. "

"Ne zaman dönmeyi planlamıştınız?"

"iki günde gidip gelin dediler bize. Kar fırbnası ve tipiye

tutulsanız bile üç günden fazla gecikmeyin dendi."

"Bugün birinci gününüz, öyle mi?"

"Öyledir komitan."

"Oramar'da gömü ve depolan bekleyen grup veya grup­lar var mı?"

"Bir ay önceye kadar vardı. Güney Kürdistan'a askeri ve siyasi eğitim için alındılar. Ama ara ara keşifler yapılıyor."

"Şu anda orada kimse yok, öyle mi?

"Yoktur."                               ,

"Gece nerede kalacaktınız? Mağara ve sığınakta mı yok­sa eski köylerde mi?"

"Bunu ben bilmiyorum. Parti başı karar verir."

"Avaşin'de 'çevre kamplardan gelip gidenler hariç kaç kişi var ve kaç ayn yerde bulunuyorlar? Zap'ta kaç kişi var?"

"Yüzü aşkındırlar."

"Sana son soru," dedi yüzbaşı. "Sakın yalan söylemeye kalkışma! Kaç baskın ve pusuya katıldın?"

PKK'lı epey bir süre susunca yüzbaşı, "Dilini mi yuttun be adam!" diye bağırdı.

"Birkaçına katılmışımdır. "

Yüzbaşıyla birlikte, üsteğmen ve teğmen de oradan ayrı­lıp ateşin yanına gittiler. Ateşin çevresinde duranların yüzle­ri kıpkırmızıydı. Uzun zamandır bu kadar yüksek ve alevleri gökyüzüne vuran bir ateş yakmamışlardı.

Müfreze komutanı iki subaya, "Yarım saat sonra hareket etmeliyiz," dedi.

Buzkıran kolundan Komando Er Tahsin bir yandan çan­tasıyla uğraşırken diğer yandan da bir kenarda tortop olmuş oturan PKK'lıdan gözünü ayırmıyordu. Biraz ileride hazır­lık yapan Uzman Çavuş Halil'e, "Halil Çavuşum, şu adamı bana bir teslim etseler, ben bilirim ona ne· yapacağımı," dedi.

Halil Çavuş gülümsedi.

"Ne yapacaksın, bakalım!"

"Çavuşum bu da sorulur mu? Neler yapmam ki kim bilir kaç asker arkadaşımızı şehit etti bu saloz," diye gamatoyu bastı.

"Tamam da, o cezasız kalmayacak ki, bu safhada bize çok yararı olacaktır. Komutan ondan bütün her şeyi öğren­miştir."

"Ceza olsa ne olacak. Yok pişmanlık yasası, yok iyi hal yasası, yok bilmem ne affı. Yediği naneler yanına kar ka­lacak. Yıllardır böyle oluyor mu bu işler? Bizim de bu karlı dağlarda anamız ağlasın. Ne iyi be!"

"iyi de, gördün işte dokuz tanesi yok oldu gitti."

"Anladım da bu niye.duruyor?"

"Canlı ele geçeni öldürmek bize şeref getirmez Tahsin.

Kendimize olan saygımızı ve vicdanımızı rah.atsız ederiz. Sen öfkeni biraz dindir. "

"Demesi kolay çavuşum. Bundan sonra nereye?"

"Nereye mi? Aptalca sorular soruyorsun. Devam edili­yor. Devam. Nereye olduğu ne fark eder. Sadece devam."

Yirmi bir dağ komandosundan oluşan Afat Müfrezesi, Hi­zan isimli PKK'lı ve beş katırdan oluşan yürüyüş kolu kuze­ye, Oramar alanına doğru yola koyulduğunda vakit ikindi sıralanydı.

Vadi tabanını takip eden yolda olmalanna rağmen rüzgar buz gibi esiyor, tenlerini kesiyordu. Bir saat kadar yol almış­lardı ki, iri kar tanelerini önüne katmış olan fırtına yüzlerine vurdu. Beyaz kar bulutlan her yeri sardı. Yağış öyle yoğun­du ki kol sonundakiler kol başını zor görebiliyordu. Her şey beyaza boyandı. Fırtına böyle devam ederse ilerlemeleri çok zorlaşacak, belki de Oramar'a varmadan vadi içinde bir kuytuya sığınmak zorunda kalacaklardı. Geçit vermez bu dağlık arazideki yol kuzeye ilerledikçe o kadar sarp bir bo­ğazdan geçiyordu ki fırtınanın uğultusu iki yanda yükselen yalçın kayalıklardan sesler getiriyordu.

Katırlardan biri huysuzdu, deli deli hareketler yaptıkça askerlerin canını sıkıyordu. Bu hayvanı PKK'lı yedekliyor­du.

Düşmanın en acımasızı olan doğa, "Ben buradayım," di­yordu. içlerinden bir kısmı, müfreze komutanı geçici de o/sa bir kuytuda bizi bekletir, diye düşünseler de öyle ol­madı. Aksine yüzbaşı, PKK'lıyı da yanına alarak yürüyüş

kolunun başına geçip hızı daha da artırdı. Düş^cesi, bir an önce bu cendereden, vadiden, boğazdan kurtulmaktı. Her biri üç bin metreden yüksek dağlarla çevrili Oramar alanı karla kaplı olabilirdi ama daha korunaklı ve yumuşak bir bölgeydi. Hava tamamen kararmadan oraya ulaşmak isti­yordu.

Vadinin Oramar'a açılan ağzı göründüğünde havanın hırçınlıgı da eski sertliğini kaybetmişti. Akşam karanlı!;jının basmasına da bir saat kadar vardı.

Vadiden çıktıklarında dağların arasındaki kar denizi ile karşılaştılar. Yüzbaşı şimdi de kenarları yayvanlaşmış, yük­sekliği birkaç adam boyunu geçmeyen Çığlı Suyu'nu besle­yen bir dere yatağını takip ederek yürümeyi. sürdürdü. Çok geçmeden pencere kenarlarına kadar kar yığılı, çatılan kar­la kaplı birkaç tane tek katlı köy evi ile uzaktan alacalı bir buket gibi görünen ağaçlan fark e^iler.

Takip ettikleri dağ patikası, eskiden burada yaşayan köy­lülerin bir zamanlar kullandığı yollardan biriydi.

Müfreze komutanı ayakta kalmış yedi evden en büyüğü sayılan ve pencerelerine saç ve teneke çakılmış olan evi gözüne kestirip doğrudan oraya .yöneldi. Ana giriş kapısı menteşelerinden sökülmüş ve yana yatırılmıştı. Kapı demir­dendi. Karlara bata çıka evin etrafında bir tur attı. PKK'lı da arkasından onu takip ediyordu. Yüzbaşı içeri girdi. Burası rutubet ve küf kokuyordu, salon sayılabilecek bir yer ve üç oda. Gene de kapalı bir mekanda olmak içine huzur verdi.

Bu arada müfrezenin tamamı da seçilen evin önüne gel­mişti. Hepsinin yüzü pancar gibiydi, vücutları terden sırıl­sıklam olmuştu.

. Yüzb_aşının talimat vereceğini anladıklarından kapüşon

ve kar başlıklannı oynatarak kulaklannın açığa çıkmasını sağladılar.

Müfreze komutanı, "Arkadaşlar hepimiz arkamdaki evde kalacağız. Yandaki metruk binaya ise katırlan sokacağız. Kalacağımız evde bir salon, üç küçük oda, bir ocak, duş ve tuvalet diye kullanılmış bir bölüm var. içeri girip agıi-lıklarını- zı bıraktıktan sonra Balaban kolu katırlarla ilgilenecek, civar e^lerde bulabildiği kadar boş teneke, kutu ne varsa toplayıp getirecek. Buzkıranlar da yakılabilecek ne kadar malzeme varsa kalacağımız evin bir odasına yığacak. Bu Hizan da Balabanlara yardım edecek. Biliyorum çok yorgunsunuz. Fırtına hepimizin enerjisini düşürdü. Ancak hava daha da kötüleşip karanlık çökmeden bu işleri bitirmeliyiz. Haydi de­mir adamlar, başlayın."

Yapılması gerekenlere aydınlık yetmedi. Kapalı gökyüzü ve seyrekleşen kar altında, zemininin beyaz aydınlığından istifade ederek bir saatten fazla çalışmak zorunda kaldılar. Bu arada köydeki su kuyularından birini de bulmuşlardı. Ev­lerden birinde orta büyüklükte, pınl pırıl, iki alüminyum ka­zan çıkması onlan pek şaşırtmadı. PKK da buraları kullanı­yordu. Keza su kuyusunun çıkrıgı, ipi ve ağaç bir makaraya bağlı kovası da bunun kanıtıydı.

Odalardan birinin yansı, etraftan toplanan ağaç parçala­n, latalar daha önceden kesilip evlerden birine istif edilmiş halde duran odunlarla dolmuştu. Birkaç tane kulplu, paslan­mamış teneke ile sağlam iki tane de testi bulmuşlardı.

Evin içersini, mumlar, bataryalı aydınlatma fenerleri ve kesilip istiflenmiş odunların yaninda buldukları büyük bir de­met çırayı kullanarak aydınlattılar.

Yüzbaşı kol komutanlarını, "Bu gece, yarın ve belki de

yann gece burada kalacağız. Müfrezenin tamamı vardiya usulü ile sabaha kadar banyo yapmış olsunlar. Nöbeti de dönüşümlü yapın. Mevzi olarak bu binanın köşelerini kulla­nın. Katırlara verebileceğimiz bir yiyecek yok. Heybeleri de boş olduğuna göre PKK'lılar hayvanları buradaki gömüler­den çıkacaklarla doyurmayı hesaplamışlar anlaşılan. Onlar dayanıklıdır, su verelim yeter. Gene nöbetler bir saati geç­mesin. Bu geceyi, bu sıcak ve korunaklı yerde banyo, şah­si temizlik, yırtık sökük dikme, silah ve mühimmata bakım yapma gibi işlerle verimli bir şekilde kullanmalıyız. Herkes olabildiğince istirahatine baksın. Yann bu oğlanın göstere­ceği yerlerden itibaren aramalara başlayacağız," diye bilgi­lendirdi.

Üsteğmen ve teğmen, "Baş üstüne, " diyerek ağırlıklarını bıraktıktan ve adamlannın bulduğu odalara gittiler.

Müfreze komutanı el radyosunun frekansını ayarladı ve mesajı kodlayıp gönderdi.

"Ondan dokuz eksildi. Biri yanımızda. Kayıp yok. Yaralı yok."

Ocakta ateş hemen yakıldı. lki kazan taşlardan yapılan saç ayaklar üzerine yerleştirilerek sular kaynatılmaya başlan­dı. Baca iyi çekmediği ve muhtemelen yazın kuş yuvalarıyla örtüldüğü için fazla verimli değildi. Bu sebeple dumanın bir kısmı salon ve odalara doldu. Ama bundan kimse rahatsız olmadı. Sıcak olsun da ne olursa olsundu! Çamaşırlar ve ço­raplar içi su dolu tenekelere basıldı ve ocağın üzerine kon­mak üzere sıraya dizildi. ilk nöbeti Balabanlar kolu üstlendi. Katırlar sulandı. Hayvanlara birer kova yetmedi. ikincileri verildi. Sudan sonra beklediler; arpa, çavdar gibi yiyecekleri beklediler, ancak onlara yemek veren olmadı.

Üsteğmen Metin, müfreze komutanına ne zaman banyo yapmak istediğini sorduğunda yüzbaşı, "En son ben," dedi.

Gece yansından önce, binanın içine yayılan buhar ve du­man; nem, rutubet ve küf kokusunu nispeten giderdi. Hepsi iliklerine kadar ısındı. Hele banyo yapanlar yeniden dünya­ya gelmiş gibi oldular. Gerginlikler azaldı. Hatta aralannda şakalaşmalar arttı. Banyosunu bitirenler uyku tuluriılannın içine girip derin bir uykuya daldılar.

Yüzbaşı bir ara evden dışarı çıktı. Yan aydınlık, tek tük kar atıştıran bir hava vardı. Etrafı çeviren, sanki gökyüzünü yakalamak istercesine yükselen Buzul, Rejgar, Tove dağlan ile onlarla yarış edercesine yükselen Han Yaylası'na baktı. Uzun yıllar önce gene buraya gelmişti. Biraz düşüncelere daldı, eskilere gitti. Böyle dalıp gitmişken kulaklarını sıkıp geriye atarak kar örtüsü üzerinde koşan minik bir hayvan gördü. Tavşan çok yakınındaydı. iri gözlerini görebiliyordu·. Tavşan ileri geri hareketler yaparak bir çalılığa ulaşıp kay­boldu. Yüzbaşı nöbetçilerden birinin de tavşanı gördüğünü fark edince, "Aklından ateş etmek veya onu yakalamak gibi bir saçmalığı geçirmiyorsun herhalde," diye takıldı.

Onbaşı irfan, "Yok komutanım, ben hayvanları severim. Kırk yıl et yemesem aklıma bile gelmez," dedi.

"Bırak oğlum şimdi palavrayı, bu koşullarda ateş edilmez desene! Sen hiç koşarak tavşan tutabilen bir insan gördün mü?"

"Görmedim."

"Ateş edemeyeceğine ve koşarak da tutamayacağına göre, izle yeter."

"Anladım komutanım. "

"O dabizim gibi, bütün insanlar gibi yaşam mücadelesin-

de. Onu gördüğümüze göre, yakınlarda onun aile fertlerinin de olduğunu bil. "

Yüzbaşı binanın etrafını. kolaçan etti. Sonra katırların bulunduğu binaya girip çıktı. Uzun uzun dağlan izledi. Bir şeyleri hatırlamak, yeniden yaşamak ister gibi bir hali vardı.

Köy evine girmeden önce dii;IE!r gözcü Hasan'a, "Şu kar­şıdaki ağaç ne ağacı?" diye sordu.

Hasan biraz düşündü, "Tam çıkaramadım, komutanım," dedi.

"Bir meşe, bir ardıç, bir kayın, bir kızılağaç, bir dişbudak, bir yemişen mi? Yoksa bir meyve ağacı mı?"

Hasan ağır bir sınavın altında ezilen bir öğrenciden fark­sız hissediyordu kendisini.

"Hepsi de olabilir," diyerek işin içinden sıyrılmak istedi.

Müfreze komutanı kesin ve net bir ifadeyle, "O bir elma ağacı. Yann sabah karlan eşelediğinde altında yüzlerce elma bulacaksın. Kimse toplamadığından bütün elmalar zamanı gelince döküldü ve şu anda karların altında tıpkı mevsimin­de olduğu gibi dinç ve taze duruyorlar. Sana görev, yann karlan temizle, elmaları topla ve arkadaşlarına dağıt," dedi.

Hasan önce bu bilgileri şaka sandı. Yüzbaşı nüktedandı ama laubaliliği ve aptalca şakaları sevmezdi. Hemen kendi­ni toparlardı:

"Emredersiniz komutanım, gün ağanr ağarmaz, hemen elmaları toplayıp arkadaşlara dağıtacağım," dedi. Yüzbaşı binadan içeri girdi.

Uzaktan anlan izleyen irfan, Hasan'ın yanına geldi.

"Ne diyordu komutan?"

"Karşıdaki ağacın ne olduğunu sordu. Ben nereden bi­leyim. Onun elma agacı olduğunu söyledi ve sabah olunca

git, karların aitından elmaları topla, müfrezedeki arkadaşla­rına dağıt dedi."

"Yüzbaşı, seninle kafa bulmuş oğlum. Ne ^iması koçum? · Ne armudu? Farz edelim elma ağacı, bu saate elma mı kalır ortalıkta! Hepsi çürüyüp gitmiştir."

"Eee. Ben ne deseydim kendisine, olmaz deseydim?"

"Ben senin yerinde olsam, iddiaya girerdim. Elmalar çık­mazsa diye."

"Sen ne şaşkalozsun be! Hadi git, söyle bakalım komu­tana."

"iyi ya! Gözetleme yerini terk ettik diye bir araba dolusu laf işitelim değil mi? Benim aklıma ne geldi biliyor musun?"

"Sen de hınzırın birisin! Ne geldi?"

"Ağaç iki adım ötede, sen benim şu tüfeği tut, ıslanma­sın. Ben bir sopa ile karlan eşeleyeyim." .

Hasan biraz ilersindeki lrfan'ın karlan eşeleyerek sağa sola atmasını olduğu yerden izledi. Birkaç kez elini parkası­nın ceplerine soktuğunu da gördü. Yirmi dakika sonra irfan yanına geldi ve iki cebinden sekiz tane elma çıkardı. Hepsi de taş gibi ve pırıl pırıldı.

iki asker de dil birliği yapmışçasına, "Pes, pes ve gene pes. Pes ki ne pes!" dediler.

Gece yansını geçeli epey olmuştu. Üsteğmen Metin, yüzbaşının harita üzerinde çalıştığını görünce ona bir bar" <lak çay getirdi ve onun oturmasını işaret etmesiyle yanına oturdu.

Üsteğmen, "Bakalım bu oğlan yarın bize kaç gömü gös­terebilecek komutanım?" diye sordu.

"Çok yer gösterebileceğini sanmıyorum. Ama esas olan,

kıymetli gömüleri gösterebilmesi. PKK'nın yöntemidir. Hiç kimse her şeyi tam olarak bilmez ve gösteremez. Herkes bir parça bilgiye sahiptir. Bu oglan da bütün Oramar alanı gömülerini bilemez. Yarın anlayacağız. "

"Şu yaşadıklarımızı batıda birilerine anlatsak dilleri tutu­lur, inanamazlar komutanım. "

"Anlatmayın zaten. Hem anlamazlar, hem yanlış an­larlar, hem de şöyle olsaydı böyle olsaydı diye akıl veren Hacivatlar çıkabilir. Memleket bu konularda çokbilmişten geçilmiyor. Her şeyin nesli tükenir, ağızdan dolma, kuru sıkı tüfeklerin nesli tükenmez. Çok eskiden izne gittiğim bir zamanda çocukluk arkadaşlarımızdan birinin ağabeyinin ki­tap yazmak için araştırmalar yaptığını duymuştum. Benim izinde olduğumu bildiği için arkadaşım da ağabeyini benim yanıma getirdi. Bana sorular sonnaya başladı. 'Size hiçbir şey anlatmayacağım. Savaşı başkalarının anlattıkları ile ya­zanlara dayanamam,' dedim. 'Neden? diye sordu. 'Aşkın ne olduğunu· bilir misin?' diye sordum. 'Biliyorum,' dedi. 'Savaşa kadar ben de bildiğimi sanırdım. Bir kadını sevmiş­tim. Savaş en büyük tutkuları ve en büyük kinleri doğuruyor. Bunu yaşamayanlar bilemez. Siz savaş ne, vicdan ne biliyor musunuz?' dedim. Kesin olmamakla beraber, 'Anlıyorum,' dedi. 'Hayır, hayır anlayamazsın. Siz iki duygunun nasıl bir- biriyle çarpıştığını bilmiyorsunuz. Korkunun ve vicdanın ... Siz, kişinin, çalışanın, kocanın vicdanını tanıyabilirsiniz. Ama askerlerinkini bilmiyorsunuz. Siz hiç düşman mevzi- !erine bomba attınız mı?' dedim. 'Hayır,' diye cevap verdi. 'O halde, savaşan bir askerin duygularını nasıl yazacaksınız? Asker birliği ile saldırıya geçiyor, hücuma kalkıyor. Karşı­dan otomatik silahlarla ateş açıyorlar. Yanındaki arkadaşları

düşüyor. O ise emekliyor, surünüyor. Emekliyor. Bir saat geçiyor, altmış dakika. Her dakikanın altmış saniyesi vçır ve her saniyede onu yüz defa öldürebilirler. O ise emekliyor, topraklara kayalıklara sürtünüyor. Savaşın, askerin iç duy­gusu budur. Sevinmek nedir bilir misin?' dedim. 'Kesinlikle, bunu biliyorum,' dedi. 'Doğru. Siz belki aşkın sevincini, bel­ki de yaratmanın sevincini biliyorsunuzdur. Belki bir kadın sizinle annelik sevincini paylaŞmıştır. Ama zaferin sevincini, düşmanı yenmenin sevincini, askerin kahramanlık sevincini tatmayanlar, onlann en güçlü ve en yakıcı sevincinin ne olduğunu anlamazlar. Peki siz bunları nasıl yazacaksınız? Uydurmaya başlayacaksınız,' dedim. Sonra bana güya bu konularda çalışma yapılmış bir dergiyi uzattı. Şöyle bir göz atarak elimde olmadan kaldırıp attım. 'Ben savaşta mürek­keple değil, kanla yazılmış kitap okudum. Böyle. bir kitap­tan sonra uydurmalara dayanamam. Siz ne yazabilirsiniz ki? Yalanlardan nefret ederim. Siz doğruyu yazamayacaksınız!' diye sert çıktım. Agabeyinin yanındaki arkadaşım da böy­le bir girişimde bulunduğu için mahcup oldu. Bilmiyorum, sonradan bana hak verdiler mi?"

Bu anıyı dinleyen Üsteğmen Metin, "·Umarım anlamış­lardır ve ders almışlardır komutanım," dedi.

"Güzel de bu bize rastlayanı, bizim bilmediklerimiz ne olacak? Onlara kim, 'Bu işler böyle olmaz,' diyecek?"

Elinde tuttuğu plastik bardaktaki çay soğumuştu. Çayı soğuk soğuk içerek, "Banyo durumu ne oldu? Sizin kolun banyosu bitti mi?" diye sordu.

"Son iki kişi kalmıştı komutanım. Şimdi bakacağım ve nöbeti biz devralarak Balabanların banyoya başlamasını sağlayacağız."

"Tamam."

Üsteğmen selam verip aynldı.

Sabaha karşı serseri gibi sağa sola savrulan bulutlar, ka- nn da ara ara kesilmesini sağladı. ihtişamlı sessizliği ise gece yırtıcılannın sanki planlarruş gibi karşılıklı seslenişleri bozdu. Bunlar te^k edilmiş harap köylerin değişmez sakinleri olan baykuşlardı. Artık buraların misafiri değil, sahipleriydiler. Seslerindeki tiz ve tok ritimler, benim diyenin sinirlerini bo­şaltmaya yetiyordu. En çok da nöbettekiler bundan etkilen­diler. Yakınlarda öten baykuşun köyün en gerisindeki evle­rin birinin bacasında veya çahsında olduğu kesindi. Baykuşu göreme^elerine rağmen dinleme ve gözetleme yapanların bazıları içinden, şuna bir şarjör boşaltayım da görsün! diye geçirenler bile oldu. Ama yapamazlardı.

Yakalanan PKK'lının kılavuzluğunda sığınak ve gömü aramaya başlamak için harekete hazır olduklannda orta­lık da ağarmaya başlamıştı. Her biri üç bin metreyi geçen, Oramar'ı çeviren dağlar yan beline kadar sisin altındaydı. Sanki ortadan gelişigüzel kesilmiş hissi veriyorlardı insana. Oramar'ı boydan boya geçen Çığlı Suyu'nun aktığı vadi ta­banı da sanki bulut kümelerinin barınağını andırıyordu.

ilerleme düzeninde bu kez Üsteğmen Metin'in Buzkıran kolu önde, Teğmen Aykut'un Balabanlar kolu arkadaydı. Yürüyüşe geçmeden müfreze komutanı ikisini yanına ça­ğırdı:

"Bu oğlan, bu dönemde Oramar alanında PKK'lı bir grup olmadığını söyledi ama bu alan devasa bir yerdir. Bu­radan görebildiğimiz kısmı bile. alanın onda biri değil. Birin­cisi doğru bilmeyebilir. ikincisi başka bölgelerden şu veya bu sebeple bazı gruplar gelmiş olabilir. PKK kışın, yurtiçi

kamplanndan başka birine geçmediği gibi, aksine bulundu­ğu yere daha da kapanır ve kamufle olur. Gene de tedbirli olacağız. Olası bir karşılaşma iki taraf için de bir sürpriz olacaktır. Sürprizin bize düşen kısmı, onlarla aniden burun buruna gelmemiz olur. Onlar beklemiyor, biz ise anyoruz. Aykut, aramayı Metin ve adanılan yapacak. Biz vadi ta­banında ilerlerken siz, vadinin iki tarafındaki hakim arazi­lerden bizim güvenliğimizi sağlayacaksınız. Metin, katırları senin askerler yedeklesin. Onlara ihtiyacımız olacak. Bu­lacağımız sığınaklardan çıkanlarla açlıklarını da giderirler."

Teğmen Aykut, "Komutanım, PKK'lıyla bizim arkadaş­lar gece görüşürken, 'Bana da silah verin, bundan sonra ben de sizinle beraber savaşayım,' demiş," dedi.

Müfreze komutaı;ıı zorla gülümsedi. ·

"Bunlann bazıları hep böyle yapar. Hangisinin ne kadar dürüst davrandığını da hiçbir zaman bilemezsin. Önce bu­gün yapması gerekenleri yapsın. Katırların dilinden iyi anlar bunlar. Vadi tabanına inip gömü aramaya başlayıncaya ka­dar size yardım etsin."

iki subay müfreze komutanının yanından aynlarak kol­larının tertiplendiği yere gitti. Köy evinden Çığlı Suyu'nun içinden geçtiği vadiye inmeleri bir saatten fazla sürdü. Vadi kanatlarının emniyetini alacak olan Balabanlardai'ı beş as­ker, müfreze vadi yamacının kenarına gelince, akarsuyun kuzey kısmında bekleyerek diğerlerinin inişlerini göz tema­sını kaçırmadan takip ettiler. Akarsu boyunca döne döne vadiyi takip eden patika, karşı kenarda olduğu için bir müd­det uygun geçiş yeri aradılar ve bulunca da karşıya geçti­ler. Geçiş esnasında katırlar can sıkıcı bir şekilde inat etti. PKK'lı ile birlikte katırları yedekleyen Buzkıranlardan Ko- 124

mando Er Mehmet, önünde yürüyen Hüseyin'e, "Katırlar niye böyle delilik etmeden tıpış tıpış yürüyor sence?" diye sordu. Herkes gibi yüzü kıpkırmızı kesilen, vücudu ter için­de kalan Hüseyin, "Gene ne yumurtlayacaksın? Nereden bileyim ben? Allah'ın katın işte! Neymiş? Sen söyle baka­yım," diye çıkıştı.

"Bunlar, iki gündür aç ya yiyecek bulunacak bir yere git^ tiklerini anladılar. Onun için."

"Hay senin saman kafana. Başka ne varmış gidilen yer­lerde? Sorsana seninkine, belki onu da söyler!"

"Bak gör, benim dediğim çıkacak."

"Allahım Yarabbim! Bunu bilmeyecek ne var? Bu herif, yer gösterirse bazılanndan mutlaka yiyecek bir şeyler çıka­cak. Pusuya düşürdüklerimiz zaten erzak için gelmiyorlar mıydı akıllım?"

"Sana da yaranılmıyor ki!"

"Sen, bu katır işini geliştir bence askerden sonra birkaç katır edinir, çiftçilik işlerinde kullanırsın."

"Bizim oralarda kalır olmaz oğlum. Hiç. işim yok da ka­tırların kahnnı mı çekeceğim. "

"iyi iyj tamam. Kes şu katırcılığı. Konuşmak için bahane anyorsun."

Suyun karşısına geçer geçmez, Balabanlann diğer beş askeri de yamaçtan yukanya tırmanmak için bir iz aramaya başladı. Yamaç kesik kesik ve kademeli bir yapıya sahipti. Gözlerine kestirdikleri bir noktadan yukanya hareket ettiler.

Şimdi tabanda, Buzkıranlar ve müfreze komutanı vardı. Yüzbaşı Hizan'·• çağırarak, "Hangi yönü takip ederek senin göstereceğin noktalara gideceğiz? Şu istikamet kuzeybatı, arkamız güneydoğu. Bulunduğumuz yere göre düşün. Va-

kit kaybedecek zamanımız yok ve göstereceğin her yerde yapacağımız işleri gün ışığında bitirmemiz gerekiyor," dedi.

PKK'lı ·hiç tereddüt geçirmeden ileriye, kuzeybatı yö­nüne doğru yürüyüşe başladı. Arkasından müfreze komu­tanı, Üsteğmen Metin ile Buzkıranlar hareket ettiler. Çığlı Suyu'nun kıvnmlanna uyarak dere yatağını takip eden pa­tikanın zemini yer yer kayalık ve toprak olduğundan, bas- tıklan her taraf vıcık vıcık çamurdu. Bulunduklan mıntıka hiçbir zaman tekin olmadıgı için bütün silahlann mermileri atış yataklanna süriilmüş ve emniyetleri açılmıştı.

PKK'lı silahı, mühimmatı ve sırtında yükü olmadığından çabuk çabuk, koşarcasına yürüyor, ikide bir durarak yolun dayalı olduğu yamaca bakıp yer kestirmeye çalışıyordu. Her tarafı birbirine benzeyen bu vadide, keskin bir işaret olmak­sızın bir yerin bulunması ise deveyi igne deliğinden geçir­mekten bile zordu.

Bir saatten fazla bu şekilde yürüdükten sonra birden dur­dular. ilerde yürüyen PKK'lı etrafında fır dönüyor, kollannı uzatıp birleştiriyor, sanki canlı bir totem gibi hareketler ya­pıyordu. Hepsi onun yanına geldiğinde, sol taraftaki yayvan araziye doğru tırmanmaya başladı. Görünürde farklı bir şey yoktu. Yirmi metre çıktıktan sonra gene sağa sola baktı ve kavisli ama yüksek olmayan, testere gibi bir kayalığa dayalı, sıradan bir taşı kendine dogru çekti. Aşagıdakiler karanlık bir oyuk gördüler uzaktan. PKK'·lı neredeyse gövdesini yan beline kadar içeri soktu ve sonra zorla sürtüne sürtüne geri çıkıp ayağa kalktı. Bir elinde kürek, bir elinde de kısa saplı bir kazma vardı.

PKK'lı, bulunan gömünün ilerisine doğru en fazla otuz kırk metre aralıklarla altı gömü daha gösterdi. Durum şuy-

du: PKK, Oramar alanının bu mıntıkasında, gömüler için doğal imkanlara sahip iki yüz ila iki yüz elli metre içinde uygun bir yer bulmuş ve depolama yeri olarak kullanmaya başlamışh. Ne var ki, Oramar'da bulunan gömüler sırf bun­lardan ibaret. olamazdı. Başka mıntıkalarda, başka yerlerde de gömüler olduğu muhakkaktı. Fakat yanlarında tuttukları adamın bunların hepsini bilmesi imkansızdı. Örgütte gö­müler konusunda herkesin ancak bir kısım hakkında bilgisi olabilirdi. Bu PKK'nın en çok özen gösterdiği konuların ba­şında geliyordu.

Yedi gömü ve sığınağın beşinden erzak, ikisinden silah ve mühimmat çıktı. Buzkıranlardan herkes, ağır işçilere taş çıkaracak bir azim ve gayretle bütün mallan, dehliz lie çu­kurlardan dışarı çıkardılar. Erzak çuvalları, içlerinde bulgur, kuru fasulye, nohut, mercimek gibi tahıl ve baklagilleri ih­tiva etmesine karşın, ağırlık çuvallar dolusu undaydı. Uzun zamandır sulu ve sıcak yemek yemedikleri için hepsinden birer parça kendilerine ayırdılar, kalanları ise çırpına çırpı­na akan Çığlı Suyu'na döküp imha ettiler. Akarsuyun dir­sekli kenarlarında toplanan çeşitli erzaklar, suyun rengini alacalı bulacalı bir hale getirdi. Katırlar da kendi paylarına düşenlerle karınlarını tıka basa doyurdular. Erzak gömüleri­nin ikisinde tenekeler dolusu yağ ile çeşitli markalarda salça bulundu. Bazılarından erz<!kla birlikte kap kacak, tencere, kazan, kaşık, çatal gibi malzemeler de çıkh. Hepsini param­. parça ederek, ezerek, yamyassı hale getirerek dere yatağı­na, vadiye savurdular.

Silah ve mühimmatın depolandığı iki dehlizden, PKK'nın kullandığı her çeşit silahtan bir miktar çıktı. Hatırı sayılır miktarda patlayıcı ve saniyeli fitil de buldular. Kalaşnikof-

lar, Kanaslar, BCK otomatik tüfekler, RPG-7 ve RPG-11 roketatarlar... Bu silahlara ait sandık ve çantalara doldurul­muş mühimmat, çuvallarca şarjör, taarruz ve savunma el bombalan ... Hepsini boşaltılan un çuvallarına dolduruldu­lar. Beş katır ele geçirilen silah ve mühimmatı, o da çok iyi yüklenmesi şartıyla ancak taşıyabildi.

Hepsinin üstü başı, yüzü gözü, çamur içinde kalmıştı, de­falarca inip çıkarken kayaların jilet gibi kenarları bazılarının botlarını yırtmıştı. Bir ara karla karışık bir yağmur da üzer­lerinden geçti. Çok yorulmuşlardı ama huzurluydular. Aşırı enerji kullanmak zorundaydılar çünkü hava kararmadan işin bitmesi gerekiyordu.

Silah ve mühimmat çuvalları katırlara yüklendiğinde, hayvanların sadece başlan, kuyrukları ve ayaklan görülebi­liyordu. Dönüşe geçtiklerinde karanlık da artık, ben geliyo- mm, diyordu. Dönüşe geçtiler.

Ayrıldıkları eve döndüklerinde hava kararmıştı. Nöbetçi­ler hemen yerlerini aldılar. Katırların yükleri süratle indirildi. Ateş yakmaları uzun sürmedi. Yemek işlerinden anlayanlar mercimek çorbası ve bulgur, fasulye, nohut karışımından karma bir yemek yapmak için kollan sıvadı. Müfrezenin büyük kısmı, eşofmanlarını giyerek tepesine kadar çamu­ra batan pantolonlarını kurutmaya hazırlandılar. Botlar ise kurumadan suyla temizlenmeliydi, onları silmeye başladılar. Yemekten sonra gene banyo ve çamaşır yıkamak için su gerekliydi. Kuyudan kovalarla su çekerek dün geceki alü­minyum kazan ve kaplara doldurdular. Gece yansına doğru işlerin çoğu yoluna girmiş ve nöbetçiler hariç herkes yavaş yavaş köşelerine çekilmişti.

Ana üsten ayrıldıklarından beri ilk defa mideleri sıcak bir

yiyecek görüyordu. Çorba ve baklagil karışımı yemek hep­sini çok memnun etmişti.

Yemekten sonra askerler birbirleriyle şakalaştılar:

"Şu PKK'nın kırk yılda bir, bize bir yaran dokundu!"

"Ne yani! Bu heriflerin erzaklanndan istifade ettik diye mi böyle söylüyorsun?"

"Öyle ya, teşekkür etmeliyiz, değil mi?"

"Ne demek? Teşekkür etmezsek nankörlük olur! Etmez olur muyum, edeceğim. Hem de görür görmez. Tüfeğin namlusundan!"

"Komutanı işitmediniz mi? Bunlar, bizim bulduklarımız. Oramar-Alandüz denilen yerde sadece bir yere depolanan­lar diyor. Bizim ele geçirdiğimiz erzaklarla bir tabur bir ay ya^ayabilir. Başka yerdekileri de düşün! Nerelerden, nasıl, neyle toplanıyor ve buralara depolanıyor? Bu nedir böyle? Kimlerden toplandı? Buralara nasıl taşındı? Bunlan sade­ce PKK'lılar mı topladı ve taşıdı? Çıldırmamak işten değil! Güya bir sürü istihbarat kurumu var bu devletin! Nerede ne yapar bu kurumlar? Ve biz buralarda kann, \.'.ağmurun, çamurun, ayazın, bıçaktan farksız soguğun içinde debelenip duruyoruz. Tamam, bizim azmimiz ve inancımızda en kü­çük bir azalmayı yok, hırslıyız. Böyle giderse bizim ülkenin başına daha çok şeyler gelecek. Kimse şaşırmamalı."

"Senin bu saydıklannı yüzbaşımız bilmiyor mu . sanki. Ama bak, hiç istifini bozuyor mu? Bizim sorumluluğumuz bu, vazifemiz bu diyor ve hiçbir şey onu sarsmıyor."

"Biz kendimizi onunla mukayese edebilir miyiz? O bir kurşun asker ve kendini memlekete adamış. Ama biz, ya- nn öbür gün terhis olacak ve çekip gideceğiz. Halkın içine kanşacağız. Ne anlatacağız insanlara?Anlatsak bize inanır-

lar mı sanıyorsun? Zaten komutanın ağzından ben bile kaç kere duydum. 'Döndüğünüzde anlatmayın. Anlahrsanız da, sizi kimse dinlemez,' diyor."

"işin içine girince başka, dışına çıkınca başka... Nedir bu başımıza gelenler? Bu meseleler, durdu durdu da bizim kuşağı yakaladı. Bir türlü kökünden koparılıp ahlamadı."

"Vatan me5elesi bizim gibiler için de artık bir 'ben' me­selesi haline geldi. En gururlu, en sert askerler biziz. Kimse de nasıl geri döneceğini bilemez. Dişlerimizle çukur kazmak gerekirse onu da yaparız. "

"iyi güzel de sana bir şey söyleyeyim mi? Askere gelme­den önce bir büyüğümüz söylemişti: 'Cesaret, ödünün kop­tuğunu senden başka kimsenin bilmemesidir.' Kimse eve torba içinde dönmek istemez. Bizim işimiz düşmanı bulmak ve onu yok etme yeteneğimizi bütün güçlüklere rağmen ko- _

rumaktır. Amaaan, kafam taş gibi oldu, işlemiyor artık."

Kol komutanları yanındayken Yüzbaşı Tayfun, radyodan özel frekansa girdi ve kriptolu mesajı gönderdi: "Tonlarca erzak tahrip. Çok sayıda silah ve cephane beraberimizde, Yanımızdakinin ve silahların teslimi yarın uygundur. Teslim mevkii ulaşabileceğimiz noktalardan biridir. Kesin koordi­natlar ancak yann verilebilir."

Kol komutanlarına yarınki planını söyledi:

"Yann gündüz burayı terk ediyoruz. Bugün indiğimiz yerden vadiye geçeceğiz. Bu kez, güneybatı istikametinde ters yönde ilerleyeceğiz. Çığlı Suyu'na batıdan katılan bir dere var. Onun açtığı yolu ve Akdağı Boğazı'nı takip ede­rek gene Oramar'da, yıllar önce terk edilmiş olan Çanaklı köyüne ulaşacak, bu köyün batısındaki dağ yolundan Han

Yaylası'na çıkacağız. Yürüyüş hızımızı da dikkate alarak tespit edeceğimiz bir mevkiye helikopter isteyeceğim. Ya- nımızdakini, silah ve mühimmatı helikoptere teslim. edece­ğiz."

"Sonraki yönümüz ne olacak komutanım?" diye sordu üsteğmen.

"Han Yaylası'ndan itibaren tamamen güneye doğru yü­rüyerek Çukurca'nın on beş yirmi kilometre batısındaki bo­ğaz ve vadilerin birine konuşlanacağız. Bu hareketimizde Kuzey Irak'ta bulunan Avaşin-Mezi Karyaderi kampının hi- zalanndaydık. Şimdi de yine Kuzey Irak'taki Zap-Şive kam­pı doğrultusuna geçerek orada avlanacağız."

Bu kez Teğmen Aykut, "Yükleri teslim ettikten sonra katırlar ne olacak?" diye sordu.

"lnsanlann yaşadığı bir köye süreceğiz anlan. Köye biz­den birilerinin gitmesine ihtiyaç yok. Katırlar belli bir me­safeden odun, kömür ve tezek kokusunu alır ve dosdoğnı oraya kendi başlanna giderler."

Tam konuşma bitmişti ki, yanık ve içten bir ses bütün hüznüyle evin içini sardı. Belli ki kimse uyumuyordu.

"Hem okudum, hem yazdım

Yalan dünya senden bezdim. Of.

Dağlar koyağını gezelim.

Yiten ya11ru bulunur mu? Of.

El yazıya, el yazıyçı

Duman çökmüş çöl yazıya. Of

Kurban olam, kurban olam

Beşikte yatan kuzuya. Vay.

El veriyor el veriyor

Orta direk bel veriyor. Of.

Döndüm baktım saf} yanıma

Mehmetçik can veriyor vay."

Yüzbaşı epey bir süre sustu. Kör ışıkla yan aydınlanan yüz kasları gerildi.

"Söyleyen, Murat Asteğmen değil mi?" diye sordu.

Teğmen Aykut, hemen onayladı ...

Dışarıda rüzgar, henüz eski kann üzerine tam tutuna­mamış olan kar taneciklerini kovalıyordu. Soğuk, benden kurtulamazsınız, diyordu sanki. Bulutlar ise yere inmek için talimat bekler gibiydi. Kulaklı, peçeli ya da alaca olabilirdi ama sesinden en büyük baykuş türü olan puhu olduğu an­laşılıyordu. Puhunun tiz ve karanlığı yırtan ürpertici çığlığı .

nöbettekilerin sinirlerini altüst etti.

Ve biri dayanamayıp, "Allah belanı versin, " diye bağırdı.

 

 

afağın ilk ışıklannın sökmesiyle gelen sisli ve dumanlı bir QJ günün sabahında, sırt çantalan ve silahlannın son kont­rollerini yapmaya başladılar. Yaptıklan sıcak banyo hepsine son derece iyi gelmişti. Bugün, belki tüm gece uzun ve sıkı bir yürüyüş yapacaklanndan ayaklanna merhem sürdüler. Silah ve mühimmat yüklü çuvallann katırlara yüklenmesi ve sağlam bir şekilde bağlanması biraz zarnanlannı aldı. Bu iş iyi yapılamadığı takdirde iniş çıkışlarda can sıkıcı durumlarla karşılaşmalan kaçınılmazdı.

Müfreze yüıilyüş tertibini, önde Buzkıranlar, ortada katır' kolu ve arkasında Balabanlar olarak aldı ve hep beraber eski Kapaklı köyünü terk ettiler. Önce Çığlı Suyu Vadisi'ne indiler, sonra güneye dönerek patika yolu takibe başladılar. Bir saat sonra ise doğuya döndüler. Takip ettikleri bu yön de, Çığlı Suyu'na doğudan katılan bir derenin içinden aktığı fakat yanları daha alçak olan başka bir vadiydi. Önde yüıii- yen Buzkıran kolu aralanndaki mesafeyi yirmi beş otuz met­reye çıkararak emniyet tedbirlerini artırdı. iki kişiyi de öncü olarak görevlendirdi. Ne kadar güvenilir ve doğruya yakın olsalar da, eldeki bilgilerden Oramar'ın hiçbir zaman tekin bir yer olmadığını biliyorlardı. Bütün dağlar, özellikle bu bölgedeki dağlann boğazlan, vadileri, geçitleri, kanyonlan

her zaman her şeye gebeydi. Buralarda, "Olmaz olmaz," demek, gaflete düşmekti.

Bir saat sonra vadiden çıktılar ve uzaktan, terk edilmiş Çanakçı köyüılün damlan karla kaplı, pencereleri zor görü­nen evlerini gördüler.

Yüzbaşı, üsteğmene, "Biz hızımızı düşüreceğiz. Yay dü­zeninde "köye yanaşıp inceleyin. Görünen evlerin damlann- da neredeyse bir metre kar var. Bu, onlann kullanılmadığı­nı gösterir. Bulunduğumuz yerden göremediğimiz evler de olabilir. Köy temizse işaret verin. "

Üsteğmen adlmlannı hızlandırarak öncü askerlerin yanı­na vannca kol işaretleriyle Buzkıranlan yay düzenine soktu. Arkadan gelenler yanm adımla yürüyüşlerini sürdürdü. An­cak, katır kolunu geride bırakıp öne çıktılar ve onlar da hat düzenine geçerek görüş ve ateş sahalannı genişlettiler.

Uzun sürmedi, Üsteğmen Metin geriden gelenlerin gö­rebileceği bir yere gelerek sağ kolunu bel hizasına getirip birkaç kez yere paralel olarak hareket ettirdi. Bu, "Temiz," demekti.

Çanaklı'da evlere girmeden önce etraftaki ağaçlann al­tında dağınık bir düzende kırk beş dakikalık bir mola verdi­ler. Yıllardır sahipleri olmayan, bakımsız ve meyveleri mev­siminde toplanmayan sıra sıra beş elma ağacı vardı. Köy, sırtını bundan sonra tırmanacaklan Han Yaylası'nın doğu yamaçlarına dayamıştı. Civan düz ve yayvan olan köyde, kann. kalınlığı yanm metreden fazlaydı. Bu demekti ki Han Yaylası burayı dibi kırmızı mumla aratırdı.

Müfreze komutanı, özel işaretli haritasına göz atıp yeni­den çantasına soktu. Radyo frekansını ayarlayarak mesajı kriptolayıp gönderdi:

"Teslim noktası XAlYSM olacak. iki saat sonra hazır. Afat güneye doğru."

Kısa bir süre sonra karşılığı geldi: "Alındı, anlaşıldı. "

Yeniden yola koyuldular. Çanaklı'dan Han Yaylası'na tırmanışa geçmek, kar olmasa bile çok zordu. Hele katır­larla hiç olmazdı. Güneye doğru yürüyerek Han Yaylası ile Rejgar Dağı'nın meylinin kınlarak bitiştiği hatta geldiler. Bu mevki aynı zamanda Oramar'ın Han Yaylası'ndaki en gü­neydoğu ucuydu, Rejgar Dağı'nın ise en kuzeydoğu nok­tasıydı. Kuzeye doğru, karla kaplı olmasına rağmen hala belirgin olan, eskiden köylülerin kullandığı dag patikc:İsına tırmanmaya başladılar. Şimdiki haliyle yol ancak bir keçi­nin hareketine imkan verebilecek durumdaydı. Birkai; kere katırlar tökezledi. Yükü ile devrilen de oldu. Yük çuvallan kuwetli sanldığından hayvan yıkıldığı yerden kendi kendi­ne doğrulamadı. Onu yeniden ayağa kaldırmak için büyük çaba gösterdiler. Sırtlanndaki çantalar ve silahlar her geçen dakika daha da ağırlaştı. Dağ köylüleri bir yamaca doğru­dan çıkmanın insanın nefesini kısa sürede keseceğini bildik­leri için, bu yolu da münhani yüıüyüşü şeklinde; yani, önce sağa sonra da sola doğru belli bir mesafe yüıüme biçiminde, helozoni bir yapıda kullanmışlardı. Müfreze de bu kavisle­re uygun olarak çıkışını sürdürüyordu. Aslında yapılan iş bu mevsim koşullannda, doğanın kabul ettiği ölçüleri zor­lamaktı. Kış şartları olmasa bile geçiş, tırmanış ve yürüyüş güçlüğü dağlann yüksekliğinden çok yamaçlann dik ve yal­çın olmasından ileri gelir. Bu tırmanışta da aynı durumla karşı karşıyaydılar.

Yokuş bittiğinde, ucu bucagı olmayan sonsuz bir beyaz-. tıkla karşılaştılar. Ünlü Han Yaylası, 1924 yılında lngiliz-

lerin desteği ile başlatılan Nasturi lsyanı'nda tüfeklerin ilk patladığı yer, diz boyu kar tabakasıyla örtülüydü. Görün­tüsünün uçsuz bucaksızlığı can sıkıcıydı. Bakana, "Bu kar çiğnemekle bile ezilemez, " duygusu veriyordu.

Yokuştan birkaç yüz metre kuzeye doğru yürüdükten sonra durup biraz soluklandılar. Gökyüzü kapalıydı ama görüş mesafesi iyiydi. Halen Han Yaylası'nın doğu kenarın­da sayılırlardı. Gayriihtiyari geldikleri tarafa baktılar. Buzul Dağı, Ulu Doruk, Sat Dağlan, Tove ve Rejgar Dağı'nın yal­çın kayalıklı başlan, yeryüzüne meydan okur gibiydi. Orta­larında yer alan Oramar bölgesinin muhafızları biziz derce- sine bir duruşları vardı.

Müfreze komutanı, Teğmen Aykut'a, "iki yüz metre daha ileri gidin ve yükleri bir noktaya, yan yana indirin ve katırlarla birlikte bulunduğumuz yere gelin, " talimatını verdi.

Balabanlarla birlikte hareket eden PKK'lı da gitmeye kal­kışınca yüzbaşı, "Sen burada kal!" dedi.

Esasen gitmeyi ve müfrezeden ayrılmayı hiç istemeyen PKK'lı Hizan, buna çok sevindi, hatta inanamadı.

Bu durumu gören komandolar da şaşırdılar.

Komutan l)erhalde bunu başka bir plan için yanımız­da tutuyor, diye düşündüler.

Buzkıran kolunun beklediği yerden iki yüz metre uzağa on beş çuval silah ve mühimmatı topluca bırakan Balaban­. lar, boş katırlarla beraber geri döndüler.

Yarım saati geçti geçmedi, sonsuz gibi algılanan kar deryasının kuzey ufkundan ·hafif bir ses çıkaran siyah bir nokta belirdi. On dakika sonra helikopter yüklerin bulun­duğu noktada havada sabitlendi, iri bir kuşun kontrollü bir şekilde yere konması gibi yavaş yavaş yere doğru alçaldı.

iniş bölgesi alabora oldu. Bir ara helikopter bile kar bulutun­dan görünemez hale geldi. Helikopterden dört asker indi ve yerdeki çuvalları helikopterin içinde bekleyenlere vermeye başladı.

Yüzbaşı, Uzman Çavuş Halil'i çağırdı.

"Al bu oğlanı ve bu mektubu helikoptere götür. Mektubu pilotlara ver. Bunun durumunu anlatıyor."

Halil hemen fırlayıp PKK'lının kolundan tuttu onu ileri itti. "Hadi oğlum koş koş. Yoksa helikopteri kaçınnz. "

PKK'lı sendeledi, şaşırdı ve korktu. Beklemediği bir şey olmuştu. Halil Ça^ş'un, "Bak, hala yürüyor. Ayaklann h- çını dövsün. Koş ulan. Yoksa şimdi başlarım ha!" dediği duyuldu.

PKK'lının da binmesinden sonra motorları susturulma­mış olan helikopterin havalanmasıyla karların havayı bem­beyaz buluta çevirmesi bir oldu. Müfrezenin üzerinden ge­çerken iki pilot da aşağıdakileri selamladı. Oramar üzerinde bir miktar süzülen helikopter, tekrar kuzeye dönerek ^sa bir süre sonra ufukta kayboldu. Karların ortasında kalanlar da karmaşık duygularla onun arkasından bakakaldılar.

PKK'lıyı helikoptere götüren Halil Çavuş, yüzbaşının ya­nına geldi.

"Komutanım, helikopterin teknisyen astsubayı söyledi. Pilotlar, size iletmemi istemişler. Birkaç saat içersinde nadir görünen bir fırtına gelebilirmiş. "

Müfreze hiç vakit kaybetmeden yürüyüş düzeni alarak güneye, Çukurca'nın batı istikametine doğru hareket etti. Beş katır en arkada birbirine bağlıydı ve önde hepsini ye­dekleyen bir komando vardı.

ikindi sıralan, birden gökyüzü simsiyah oldu. Önde yü-

rüyen k.omandolar diz boyu kan çiğnemekten yorgun düş­tüklerinde arkaya alındılar. Çöken hava görüş alanını birkaç metreye düşürdü, arkasından da yeri göğü birbirine katan bir tipi ve kar fırtınası bastırdı. Sonsuz bir beyazlık içinde iler­liyorlardı. Herkes kar gözlüklerini takmış ve kapüşonlannı başlanna geçirmişti. Kimse beş metre önünde yürüyenden başka bir şey görmüyordu. Hepsinin sırtından sel gibi ter akı­yordu. Soluklan buz gibi havada dağılıp gidiyordu. Sürekli ilerliyor, öndekinin bırakhğı derin izden başka bir yere bak­mıyor, ayal<lannı öndekinin bıraktığı ayak izinin tam üstüne basmaya çalışıyorlardı. Rüzgarm taşıdığı sertleşmiş kar parça- cıklannın yüzlerini yaralanmasından çekindikleri için başlannı kalkık yakalannın arasına soktular. Yüze, bir bıçak veya deri kamçı gibi vuran keskin rüzgar; her şeyi, kederi olduğu kadar sevinci, korkuyu olduğu kadar cesareti de uyuşturuyordu.

Yüzbaşı sık sık saatine baktı ve pusulayı kontrol etti. Yü­rüyüş kolunun kenarına çıkıp durdu ve yanından geçenlere, "Ha gayret evlatlar! Ha gayret!" diye bağırdı.

Kimse kaç kilometre ve ne kadar süre yürüdüler hiç he­saplamadı. Fakat şimdi baş aşağı yürüdüklerini fark ediyor­lardı. Baş aşağı, sürekli baş aşağı gidiyorlardı. Fırtına ise yu- kanda, geride kalmıştı. Kar kalınlığı da gittikçe azalıyordu. Bu Han Yaylası'nın güney ucuna geldiklerinin ve çöküntü bir alana doğru indiklerinin işaretiydi. indikçe görüş mesa­fesi de arttı ve rüzgann şiddeti kesildi.

Nihayet, küçük bir koru ve bir derenin iki tarafına da­ğılmış, toprak evler gördüler. Burası Kazan Vadisi'nin çı­kışında, doğu kısmında bulunan Taşbaşı köyüydü. Birkaç bacadan titrek dumanlar yükseliyordu. Boğuk bir köpek havlaması duyi.ıldu.

Müfreze komutanı iç geçirdi ve, "PaÇayı iyi sıyırdık," dedi, derin bir nefes alarak Teğmen Aykut'a, "katırları köye doğru sürün. Onlar nereye gideceğini iyi bilir," dedi.

Müfreze indiği vadide, Taşbaşı köyünün tam tersi istika­metinde, doğuya doğru yüıüyüşüne devam etti.

Kar, bir saati geçmeden, vadiye inerken geride bırakhk- ları bütün izleri tamamen kapath. Bu güzergahtan hayvan dahil herhangi bir canlının geçebilmesi veya geçmeye kal­kışması hayal bile edilemezdi.

Güney yanı Çukurca Karadağ'a dayalı, kuzey kenarı daha düşük rakımlı olan vadi boyunca doğuya doğru bir saat kadar yürüdüler. Konuşlanmak için uygun bir yer ara­dılar. Mağaradan bol yer olmayan bu dağlarda, aradıklarını bulmaları uzwı sürmedi. Ayı ini gibi gözden iyice gizlenmiş bir yer tespit ettiler. Mağaranın ağzından eğilerek giriliyor, içeri girdikten sonra ise tavan iki insan boyundan daha yük­seğe çıkıyordu. İçeride birkaç dirseği olan dev mağaranın uzunluğu yetmiş seksen metre kadardı.

· Tabanında herhangi bir dere veya çay gibi akarsu bulun­mayan bu vadinin iki yanında seyrek de olsa muhtelif cins ağaçlar vardı. Vadinin güneyindeki Karadağ'ın ötesinde jandarma sınır karakolları bulW1uyordu. Onlardan sonra da Kuzey Irak sının başlıyordu. Çukurca, kuzey ve kuzeydoğu­daki bölgelere nazaran daha ılıman ve daha az karlı olan bir mıntıkaydı. Buralar da kar albnda ve elbette soğuktu fakat diğer bölgelerle mukayese edilemezdi.

Müfreze, mağara ağzının tam karşısında bulunan sırtta bir emniyet noktası tesis ederek içeriye yerleşti. ilk işleri, sırt çantaları ve diğer ilave malzemeleri çıkararak yakacak bir şeyler toplamak oldu. içeride iki noktada özel tutuştu-

ruculannı kullanarak dumansız ateş yaktılar. Dumansız da olsa ateş ateşti. Rutubet kokan mağarayı sis ve odun kokusu sardı. Ateş hayat ve canlılık demekti, hiç kimse ne sisten, ne kokudan, ne de rutubetten şikayetçi değildi. Sırılsıklam ve vıcık vıcık olmuş çoraplar ve botlann bir an önce çıkanlma- sı, yedek çoraplann giyilmesi, botlann kurutulması lazımdı. Onlar da böyle yaptılar. iç çamaşırlannı yedekleıiyle degiş- tirdiler, çıkardıklannı ve pantolonlannı kurutmak için ateş­lerin etrafında değneklerden kurutma düzenekleıi yaptılar.

Herkesin teçhizatlannın bir parçası olan iki matarasının dışında; yanlannda başka su yoktu. Mataralannın biıindeki suyu kullanarak çay yaptılar. Çay en kıymetli şeydi. Dağlar­da ve kahredici soguk iklimde içi ısıtabilecek tek şey oydu. Herkes kendi kumanyasından da bir miktar yedi.

Gece yansına doğru şahsi işleıini bitirenler uyku tulum- lanna girerek istirahate çekildiler. Mağaranın giıişinden itibaren sekiz·on metre aralıklarla koyduklan bataryalı ay­dınlatma fenerleıi ile mumlar, içeıisini alacalı ve göz kırpan ışıklanyla aydınlatıyordu.

Yüzbaşı başını egerek mağaradan dışarı çıktı. Tam karşı sırtta bir kayayı siper yapmış olan iki gözcünün başlannı gördü. Uzun süre cansız bir nesne gibi hareketsiz durdu. Önleıinde bulunan Karadag'a çarpmak için sanki aeeleleıi varmış gibi koşuşturan, bazen çok koyuya bazen de gıiye dönen bulutlan izledi. Tek tük atıştıran kar taneleıinin yüzü­ne çarpmasına aldırış etmedi. Sonra içeri girdi.

Yüzbaşı, üstegmen ve teğmen, önleıinde bir fenerle bir­kaç kat yaptıklan pançolannın üzeıinde oturuyorlardı. Diger- leıi ya uyku tulumunu bogazına kadar çekmiş uyuyor veya uyku tulumunun içinde oturuyordu. Belli ki uyuyamamışlardı.

Yüzbaşı Tayfun, "Şimdiki yerimiz burası," diye, el fene­rinin ışığını haritadaki bir noktada döndürdü. "Arkamızda­ki yükseklik doğu bab istikametinde bir balina gibi uzanan Çukurca Karadağı. Ötesinde bizim jandarma. sınır kara­kolları var. Ve onların hemen önündeki hattan itibaren. de Irak arazisi başlıyor. Güneybatımızda bizden kuş uçuşu on iki kilometre ileride Çukurca ilçesi var. Yanından geçerek sola, doğuya dönmüş olduğumuz köy Taşbaşı'ydı. Taşbaşı _netameli bir yerde, Kazan Vadisi'nin doğu çıkışında. Ka­zan Vadisi'nde eski bir Ermeni köyü var. Adı Tijen. Orayı PKK hiç boş bırakmaz. Beş altı metruk evi olan çok eski bir köy. Devamlı kalmasalar bile oraya ara sıra mutlaka uğrar­lar. Bulunduğumuz yer itibariyle gene kuş uçuşu mesafeyle PKK'nın Kuzey lrak'taki merkez kampı ve en ünlü üslerin­den biri olan Zap (Şive) kampına on sekiz, yirmi kilometre uzaktayız."

Diğer iki subay, konuşurken tarif ettiği yerleri haritada ışıkla da gösteren müfreze komutanın anlatımını, yerdeki paftadan takip ettiler. Müfreze komutanın konuşması bitin­ce, Üsteğmen Metin meraklı, aynı zamanda da hevesli bir ses tonuyla sordu:

"Bundan sonraki planınız ne komutanım?" Yüzbaşı öne doğru eğik olan vücudunu doğrulttu, mağaranın girişine doğru, boşluğa baktı ve sonra buz gibi bir sesle, "Zap kam­pını basacağız!" dedi.

Bunu duyan iki subay önce donup kaldılar. Fakat şaşkın­lıkları uzun sürmedi. Sonra Teğmen Aykut, "Bu muhteşem bir şey olur komutanım," dedi.

Üsteğmen Metin ise, "Allah derim komutanım," diyerek ona katıldı.

"Baskın, baskın, baskın... Her şey bu sihirli sözcükte saklı arkadaşlar. Ben sizin rütbenizdeyken, bizim on yedi kişilik timimizin, bir tesadüf eseri, sınırlanmızın dört beş ki­lometre ilersinde, sabaha karşı seksen altı kişilik bir PKK grubunu yakalayıp nasıl perişan ettiğini bilirim. Baskının sonu bozgundur. Ama şunu da unutmamak lazım, 'insan­lar plan yapar, Tann gülermiş!; Harekat alanı karanlıklarla doludur. Tetikte olup her fırsattan yararlanmak lazımdır. Savaşı daima bir filozof değil, pratisyen gözüyle görmeye çalışın. Birlikler, özellikle de gayrinizami savaşta habersiz ve istihbaratsız kör bir adama benzerler. "

"Oranın nasıl bir yer olduğunu ve PKK gruplannın ne tarzda yerleştiğini hangi vasıtayla öğreneceğiz?" diye sordu teğmen.

"Ben senin rütbendeyken dağ komando taburlannda gö­revdeydim, 1995'te oraya taarruz ettik. Bir gün sürmeden Zap'ı düşürdük. Nisanın ilk haftasıydı. Yalnız Zap'a değil, aynı anda Avaşin'e de saldırmıştık. Bu harekatı o zaman tugayca yapmıştık. Ben Zap'ta dört gün kaldım. Elbette coğrafya değişmemiştir ama içinde çok farklı tertiplerle kar­şılaşmak olasıdır. Çünkü aradan çok zaman geçti. Bak ben şimdi kıdemli yüzbaşıyım."

Üsteğmen Metin, "Son durum değil mi komutanım?" diye sordu.

"Evet, son durum!"

"Şimdi bizim buraya niye geldiğimiz anlaşıldı, komuta­nım," dedi teğmen.

"Aklıma istihbarat almak için birçok vasıta geliyor ama hepsi de zaman gerektirecek şeyler," dedi Üsteğmen Metin.

Yüzbaşı, "Neymiş onlar?"diye sordu.

"Bir PKK'lının teslim olması, bir pusu veya baskınla bu­ralardan birkaç PKK'lı ele geçirmek, bir kaçakçıyla karşıl^ş- mak gibi."

"Bunlann hepsi de zaman içinde olabilir ama bize Zap'ın içini bilen birisi lazım. Zap'ı bilmiyorsa ne işimize yarar ki?"

iki subay zihin muhakemesi yaparken müfreze komutanı onlan şaşırth:

"Bize lazım olan adam, Herdeki Taşbaşı köyünde!"

Üsteğmen ve teğmen, bu beklenmedik bilgi üzerine ne­redeyse küçük dillerini yutacaklardı.

Yüzbaşı devam etti.

"Yeter ki köyde olsun. Çünkü sık sık köyden aynlır ve uzun süre vilayete veya bağlı ilçelere gider. Hatta bazen vi­layetin dışına. Talih ve olaylar yaŞamın özüdür. Savaşta ise daha da özüdür."

"^idip bakalım, evde bulursak alıp buraya getirelim. Ama ancak gece olur değil mi komutanım?"

"Evet gece olacak ama buraya gelip gitmesi sakıncalı. Biz gideceğiz. Ben ve dört kişi daha. Dedim ya, talih baka­lım bizden yana mı?"

Mağaranın ağzının yavaş yavaş ışıldaması günün geldi­ğinin işaretiydi. Ahmet Çavuş Balabanlann mataralannı toplayıp hepsini kapak zincirlerinden bir dağ halatına ge­çirdi. Kendisi gibi uyuyamayan Onbaşı Ali de aynı şeyi yap­tı. Mataralann doldurulması için bir kaynak suyuna ihtiyaç vardı. Köy olmayacağına göre vadi içinde böyle bir kaynak bulmalan gerekiyordu. Dışan çıktıklannda hangi istikame­te gideceklerini bir müddet düşündüler ve köyün tersine, doguya dogru yürümeye başladılar. ikisi de sırtlannda ipe

dizilmiş mataralarla, en fazla yirmi dakika yürüdükten son­ra bir kayalığın iki yanından yamaçtaki karlann altına sızan bir kaynak gördüler. Akan sular suyun çıktığı yerin hemen civanndaki karlan eritmiş ve kaynağın dibinde çamurdan birer çukur oluşturmuşlardı. Gökyüzü koyu bulutlarla örtülü, dar vadi ılıman, çevre irili ^faklı çalılarla kaplı ve seyrek de olsa ağaçlıklıydı. Her iki yamacın tabana yakın yerleri alaca­lı karlıydı, kullandıİdan patika ise on beş santimi geçmeyen bir kar tabakasıyla kaplıydı. Görünüşe göre de bu yolun ya­kın zamanda kullanılmamıştı.

Mataralannı sırayla daha çok suyu dışan veren kaynağın ağzına dayayarak doldururlarken, Ahmet Çavuş, Onbaşı Ali'ye, "Sen devam et, ben bir yere bakacağım," dedi.

"Niye? Ne oldu? Bir şey mi var?"

"Yok canım, önemli bir şey değil."

Ahmet Çavuş, birkaç hamlede yola indi ve sonra karşı yamaçta bulunan dikenli bir çalılığın önüne gidip durdu. Yerde göğsü ve iki kanadıyla kara yapışmış . halde duran küçük bir kuş vardı. Kuşu eline alarak yarası olup olmadı­ğını kontrol etti. Göğsü kızıl, gövdesi koyu kahverengi, ka­natlan uçlanna doğru kırçıllıydı. Ahmet Çavuş kuşun yarası beresi olup olmadığını tüylerini üfleyerek kontrol ettiğinde de bir şey bulamadı. Belirgin bir sebep olmamasına karşın hayvan yorgun ve takatsizdi. Kuşu avucunun içine alarak çalılığın biraz ötesinde bulunan kayalığın yanına gitti, çev­resini dolaştı ve bir oyuğu gözüne kestirdi. Kuşu yere bıra­kıp oyuğu belinden çıkardığı komando bıçağı ile tabanın­dan aşağı doğru genişletti. Şimdi, üstü ve iki yanı kapalı, kendisine dönük yüzü ise açık bir yuva meydana gelmişti. Üstündeki su geçirmez pançosunun eteğinden bıçağı ile

otuz santim boyunda beş altı santim eninde bir parça kesti ve bunu üçe böldü. Parçanın birini meydana getirdiği ko­vuğun tabanına serdi. Kuşu alıp üzerine yerleştirdi. Sonra parkasının cebinden bir bisküvi çıkanp kuşun önüne ufa­ladı. Bir diğer parçayı da avuç içi haline getirerek su kabı yaptı, karlan sıkıp içine koydu. En son parçayla yukanda havalandırma yeri bırakarak kovuğu kapattı. Kovuğu ka­patan parça düşmesin veya herhangi bir sebeple uçmasın diye de etrafını bol çamurla takviye etti. Kuş bitkinliği geçer geçmez üstteki boşluklan açıp uçabilir, seri bir kanat dar­besi bile kovuğu kapatan naylon perdeyi devirebilirdi. Bu tip bir yardımda kuş etrafı görmemeliydi. Ahmet Çavuş'un yaptığı da buydu. Kuşun, en geç üç dört saatte kendine gelip uçması gerekiyordu.

Çamur içinde kalan ellerini karla temizleye temizleye su kaynağının yanına gitti.

Onbaşı Ali uzaktan bir şeyler görmüş ama ne olup bitti­ğini tam çıkaramamıştı. Ahmet Çavuş anlattı.

Onbaşı Ali, "Pes be, Ahmet Çavuş! Başkalarını bilmem ama sen cennet işini garantilemişsin. Ya peki, sonuç dedi­ğin gibi olmazsa ne olacak?"

"O zaman doğa, bu sorunu kendi yasalanna uygun bir biçimde halledecektir."

Dolu mataralan tespih gibi yeniden dağ halatına qizerek sırtlanna vurup sığınağın yolunu tuttular.

Müfreze komutanı ve Üsteğmen Metin mağaranın dışın­daydı. Birkaç kez şimşek çaktı ve gerilerde bir yerlerde gü­rültüyle yıldırım düştü.

Üsteğmen, "Buralarda her şey ne kadar farklı. Normalde şimşek ve yıldınm, bahar ve yaz aylannda görünür. Burada

kışın göbeğinde şimşekler çakıyor, yıldınmlar düşüyor. Her şey bir acayip komutanım."

"Sen buralarda hiç normal olan bir şeye rastladın mı? Bu­rası, zamandan, mekandan ve bilinen her şeyden uzak bir bölge. Havası da, dagı da, kan da, soğuğu da asar-ı atika!"

"Halkın durumu da metcezir halinde. Ortada kalmış bir haldeler," dedi-üsteğmen.

"Maalesef buna sebep olan mevcut hükümetler ile on- lann çokbilmiş bürokratlan. Memlekette, ne yaptığını bilen insanlar da var, ne yaptığını bilmeyen insanlar da. Ne yazık ki, ne yaptığını bilen insanlar azınlıkta."

"Bunu, mücadelenin uzaması bu hale getirdi değil mi ko­mutanım?"

"Gayet tabii. işe ciddiyetle ve inançla sanlmadılar ki, lafla peynir gemisi yürüttüler yıllarcci. Elbette her şeyin başı ve sorumlusu hükümettir ama yıllarca bu işi biz silahla bitiririz diyenler kim? Çuvaldızı hükümetlere batınrken kendimize de iğneyi batırmalıyız. Anlayacağın aşağısı sakal yukansı bı­yık. iki tarafta da tükürük var."

"Çok iyi anlıyorum," dedi üsteğmen.

"Metin, Taşbaşı köyünü gözetlemek için iki kişi görev­lendir. Fazla ileri yanaşmasınlar. 'Dürbünlü olsunlar. Basit bir krokiye köyün planını çıkarsınlar. Hava karanncci dön­sünler ve beni görsünler."

Üsteğmen, "Baş üstüne," deyip aynldı.

Şahsi teçhizatlanna bakım yapan·birkaç komando hariç diğerleri mağaranın dışında birer ikişer oturuyordu, bulduk- lan kayalara ya oturarak ya da yaslanarak duruyor, birbir- leriyle konuşuyor veya şakalaşıyorlardı. Kapalı yer insanı hüzünlendiriyor ve ruhunu baskı altına alıyordu.

Köyü gözetlemeye giden Asteğmen Tekin ve Uzman Çavuş Halil dışında herkes, konuşlandıklan yerde kalmıştı.

Müfreze komutanının etrafında Üstegmen Metin, Teg­men Aykut, Asteğmen Murat, Başçavuş Mustafa ve Üstça­vuş Ömer vardı.

Yüzbaşı, "Mustafa sen en son ne zaman izne gitmiştin?" diye sordu.

"Beş ayı geçti komutanım."

"Nasıl ailen ^e dostlann iyiler mi? "

"Ne kadar iyi görünseler de hep kaygılı ve hep endişeli­ler, ta ki ben buradan dönünceye kadar."

"Niçin öyleler?"

"Bu işin sonunun gelmeyeceğine ve bitirilemeyece!:jine inanmışlar. "

"Neden böyle düşünüyorlar?"

"Umutsuzlar komutanım. Ne olup bitti!'.jini de tam anla­yamıyorlar. Bitsin istiyorlar ama kim bitiremiyor, niye biti­remiyor, anlamakta zorlanıyorlar."

"Onlann, batıdakilerin hiç suçu yok. Bu yanardöner med­ya ve işbirlikçi Levantenler olup bitenlerin ne kadar doğru ve gerçekçi oldugunu yansıtamıyor da onun için," dedi yüzbaşı.

"Ben izindeyken, bizim oralardan şehit düşmüş bir ço­cuğun cenaze merasimine katıldım. Olup bitenleri uzaktan izledim. inanır mısınız komutanım, utandım ve yerin dibi­ne geçtim. Tamamen, saman alevinden farksızdı toplum. 'Şehitler ölmez, vatan bölünmez,' klişe laflanyla bagınp durdular. Bunlan uzaktan inceledim. Sanki suni bir havayla doldurulmuş balonlardan farksızdılar. Ve on yıllardır bu içi boş kalabalıklar hep aynı şeyleri yaptılar. Sonuç ne? işte geldiğimiz nokta. Hele, musalla taşının etrafına dizilen o

siyasi partilerin temsilcileri yok mu? Önlan dişlerimi sıka­rak izledim ve kendi adıma yakası açılmamışlarla nasiplen­dirdim. Şehidin defninden sonra, ki hiç bilip tanımadığım, genç yaşta hayatını ülkesi için feda eden rahmetlinin me­zarının başında sadece ben, anne ile babası, genç yaşta dul kalan bir kadın ve üç yaşında küçük bir oğlan kaldık. Ertesi gün ise, ki bizim orası küçük bir yer, her şey eski tas eski hamamdı. Bu anlatbklanm her taraf için geçerli."

Mustafa Başçavuş'un anlatımı boyunca hepsi başlarıyla ·onayladı. Demek herkes benzer şeyleri yaşamıştı.

Yüzbaşı Tayfun, hiçbir zaman mevcut hi.ikümetleri ve buraları sevmediğini bildiğinden, Asteğmen Murat'a, "Ne ders,in Murat?" diye sordu.

"Yaşam yoğurİluğu, dağ havası, eşsiz gökyüzü, başı dik doruklarla burası sanki başka bir gezegen. Öyle hissediyo­rum ki biz, beceriksiz adamların yönetiminde Han Yayla- sı'ndaki gibi karların içine gömüldük, vadi tabanlarındaki cı­vık cıvık çamurlara battık. Çıkabilir miyiz? Hiç sanmıyorum. Çünkü olaylan siyasi ve genel askeri stratejiler yönünden Ankara'daki hükümet yönetmiyor. Tersine her şey ABD ile Avrupa'nın sinsi sinsi ve sabırla yürüttüğü siyasal ve ulusal çıkadanna göre ilerliyor. Buna inanan olur, olmaz! Anlaya­bilir, anlayamaz! Benim bilgim, görgüm ve kültürüm bunu görüyor, bunu algılıyor ve bu hi.ikmÜ getiriyor. "

Yüzbaşı başını kaldırıp koyu bulutlara ve onların güneye doğru koşuşturan telaşlarına uzun uzun baktı.. Sonra, "Han­giniz daha iyi türkü söylüyor? Çıksın ortaya bakayım," dedi.

Hepsi bir başkasını işaret etti. Bir süre sonra, herkesin ittifak halinde olduğu, parmaklarının işaret ettiği kişi, Ko­mando Er Tahsin oldu.

Yüzbaşı, "Hadi bakalım Tahsin, herkes seni istiyor," dedi.

Tiıhsin mahcup bir şekilde, sağa sola bakb, kızardı ve kurtuluşu olmayacağını anladığı için de itiraz edemedi.

Henüz başlamamıştı ki yüzbaşı, "Evleneli kaç yıl oldu

Tahsin? Kaç-çocuğun var?" diye sordu.

Tahsin, "Üç yıl oldu komutanım. iki yaşında bir oğlum var. Ellerinizden öper," diye cevap verdi.

"Hadi, seni dinliyoruz," dedi müfreze komutanı.

"Çekip gittin buralardan Canımın canı neredesin Gittiğin yol çok mu uzak Dönülmeyen yerde misin Gel yağmur gel Gel rüzgar ol gel Bulutlar yoldaşın olsun Al/ahım seni korusun Yolun açık aydın olsun Turnalara tutun da gel Gel yağmur gel Gel rüzgar ol gel Şimdi hangi yaban elde Belki dağda esen yelde Allah aşkına dön gel de Şu gönlüme bayram olsun."

Sanki herkesin istediği bu türküymüş ve istekleri yerine gelmişçesine Tahsin'i alkışladılar.' Karşı sırtta nöbette olan komandolar dahil.

Taşbaşı köyünü gözetleyen Asteğmen Tekin ile Uzman Çavuş Halil, havanın kararmasından yanm saat sonra sığı­nağa dönüp raporlannı müfreze komutanına verdiler.

Köyün basit ve ölçeksiz krokisini takdim eden asteğmen, "Köyde dikkatimizi çeken, köy yaşamının bÜinen günlük hayatı dışında tespit ettiğimiz hiçbir şey olmadı. Birkaç ev­den plastik bidonlarla köyün meydandaki çeşmesinden su almaya giden ·kadınlar, ikindileyin camiye gidip sonra evle­rine dönen yaşlı adamlar; bazı ahırlardan dışanya çıkanlıp kısa bir süre sonra yeniden ahıra soklılan hayvanlar dışın­da hiçbir hareket tespit edilmedi. Köyün en dışındaki evin önünden hareket edip ayrılan kırmızı renkli bir otomobil de üç saat sonra döndü ve aynı evin önüne park etti. Araç şoförü .He gitti ve gene şoföril ile döndü. Araçtan inen adam gene çıktığı eve girdi, " diye bilgi verdi.

Sözlü rapom alan müfreze komutanı asteğmen ve ^- man çavuşa teşekkür etti. Gözü, kağıda çizilen köyün yerle- şimindeydi. Bir şeyi tespit etmeye ve hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Bir daha, bir daha baktı. Zihnini ve belleğini ölçü­yordu. Bu d^m on dukayı geçti. İstediğini bulmuş veya hatırlamış gibi başını krokiden kaldırdı. Tekrar, "Sağ olun, gidebilirsiniz," dedi. Teğmen Aykut'u çağırdı.

"Aykut benimle beraber köye sen geleceksin. Yanın­da Başçavuş Mustafa, Uzman Çavuş Ziya, Uzman Onbaşı Cengiz olacak. Saat 22:00'de hareket edeceğiz. Yanınızda sadece silah ve mühimmatınız olacak. Hazırlık yapın."

Teğmen sevinerek, "Emredersiniz," dedi ve aynldı.

Saat tam 21:45'te yüzbaşı ayağa kalktı. Palaskasının sağ tarafından aşağı doğru sarkan, artık siyaha dönmüş olan deri kılıfın içindeki tabancanın emniyetinin açık olup olma-

dı!)ını kontrol etti ve yerine soktu. Sonra deri kılıfın ucunda sarkan deri sicimleri sa!) aya!)ının baldırına çok sıkı olma­yacak şekilde bağladı. Aynı işlemleri palaskasının solunda dizlerine kadar uzanan komando bıçağı için de yaptı. Her zaman yapmazdı, bu gece gözlerinin altı ve yüzünün par­layan kısımlannı da siyah kamuflaj kalemiyle karartmıştı. Tüfeğinin ucuna bomba atar da takılmıştı.

Saat tam 22:00'de mağaranın girişinden dışarı çıktı. Oi- !)er dört komando da onu takip etti. Ne çok zifiri karanlık ne de aydınlık bir geceydi. Kar her zaman oldugu gibi ara­zinin göri.inebilirli!)ine beyazlıgı ile yardım ediyordu. Yağış yoktu, patika yol yan çamurlu, yan karlı sayılırdı.

Yarım saati geçmedi, uzaktan köyün puslu ve kör ışıklan göründü. Tezek ve odun kokusuyla karışan bacalardan tü­ten dumanların yo!)unluğu ise yaklaştıkça artı . Kör ışıklar ve gelen yanık kokulan olmasa dışarıdan bakıldığında bu­rada insan varlığına dair bir emare görünmüyordu. Bu köy diğerlerine nazaran daha bir ağaçlıktı. Köyün ilk evlerine iki yüz metre kalınca yüzbaşı çömeldi ve diğerlerini işaretle yanına çağırıp talimat verdi:

"Bu köy emniyetli bir yer değildir. Hem PKK yanlıları hem de PKK karşıtları vardır. Ama iç içe yaşamaya alışmışlardır. Ben köyde bir eve girip g^>rüşme yapacağım. Benimle içeriye Teğmen Aykut gelecek. Mustafa Başçavuş, sen iki uzmanla evin güvenliğini sağla. Belki de aradığımız kişi evde değil. O takdirde hızla köyü terk edeceğiz. Arılaşddı mı?"

Hepsi kısık sesle, "Evet," diyerek ve başlarını da sallaya­rak anladıklarını gösterdiler.

Köyle aralarında yayvan bir yamaç vardı. Yüzbaşı adım­larını hızlandırdı, tüfeğini kalçadan ateş durumuna getirdi:

Ötekiler de aynı pozisyona geçtiler. Yüzbaşı köyün içine girmedi. Kuzeye doğru en dışanda yer alan evlerin etrafın­dan dolaşarak ilerlemeye devam etti. Köyün sonuna gelmiş­lerdi, önlerinde şimdi iki ev kalmıştı. Evlerden köye doğru olanın yanında ilave bir ahır ve gelişigüzel çitlerle çevrili bir ağıl vardt

Yüzbaşı içinden, bul dedi.

İşaretle teğmene, "yaklaş", başça^şa da, "düzen al" ta­limatı verdi.

Evin kapısı güneye bakıyordu. Sadece bir odada ışık var­dı. Yüzbaşı saçla kaplanmış kapıya, üç kere uzun, bir kere kısa şekilde vurdu. Ses çıkmayınca tekrarladı.

Yaşlı bir kadın sesi, "Kimdirsiniz? Ne istersiniz?" diye sordu.

"Ben Yüzbaşı Tayfun. Eski Üsteğmen Tayfun. Tebriz Ağa ile görı:işmeye geldim."

"Kendisi yoktur. Başka yerlerdedir. Gelirse aradığınızı haber veririm."

Konuşmasından kadının dişsiz olduğu anlaşılıyordu.

Yüzbaşı devam etti.

"Ne zaman gelir?"

"Heç bilinemez."

Yüzbaşının tetikteki kulağı, kapının arkasına birinin.daha yaklaşbğını, yürüyenin sessizliğe özen göstermesine rağ­men duydu.

Ve hiç tereddüt etmeden, "Tebriz Ağa, ben Yüzbaşı Tay- rurı, hani o Şorti Köprüsü'ndeki pusudaki Üsteğmen Tay­fun!" dedi.

Birkaç sürgü çekme sesinden sonra kapı yan yanya açı­lınca yüzbaşı ve teğmen hemen içeri süzüldüler.

Tebriz Ağa, "Ah be kurnandan, hayır mıdır, şer midir, gecenin bir yarısında gene karşımdasın. Gurbanın alam, bu biziı;n koca kanya kusur görme, emi. Neler çektiğimizi sen bilmez misin?" dedi.

"Ne kusuru Tebriz Ağa, ne yapsın teyze? Hele içinde bu­lunduğunuz, neyin ne olduğu bilinmeyen bu zamanlarda."

"Yemek, siz yemek yememişsinizdir. Bizimki hemen sof­ra kursun. Allah ne verdiyse artık, kusura kalmayın ama."

"Sakın ha, Tebriz Ağa. Yemekle, onunla bununla hiç vakit kaybedecek halimiz yok. Ama çay veya kahve gibi bir '

şeyler olursa makbule geçer. "

"Hanım hanım! Beylere çay, süt, ayran, kahve hepsin­den getir. Ama hıznan ha! Vay anasını be! Seni buralara, bu ellere, gene hangi rüzgar attı?"

Rütbelerini parkaları kapattığı için görüp anlayamadığın­dan teğmeni göstererek, "Bu civanın nişanı nedir?" diye sordu.

"Teğmen," dedi yüzbaşı.

"Hele bak, teğmen kurnandan. Şayet bu adamların ada­mı kumandan olmasaydı, ben dahil asker sivil, çok kişi çok­tan .tahtalı köyü boylamıştık. Onun yanındakiler hep şanslı olmuştur. Ah bir bilsen, ıi.eler görüp geçirdik, ne kimse sor­sun ne de ben söyleyeyim."

Yüzbaşı, "Buialarda ortalık nasd, Tebriz A!:ia?" diye sor­du.

"Sen hiç bilmez misin? Kötünün de kötüsü beyim. Bi­zim gibilerin artık buralarda yaşaması ancak Pekeke'ye ta­raf olmakla mümkündür. Gidecem, gitmek isterem ama bu yaştan sonra, bu koca karıyla nereye gidip ne yapacam? Çocuklar da bırak gel derler, ama bu toprağa bağlı köküm

yok mu? Ondan geçemiyorum. Bizim için artık buralarda hayır da şer de bir oldu anlayacağın."

Başını odanın kapısına çevirip bagırdı:

"Hadi, çabuk ol be kadın. Bir ayagını atarken ötekini köpek kapıyor."

Odun ve tezekle ısıtılan bir soba yanıyordu içeride. Loş bir ışık odayı zor aydınlatıyordu. Bağdaş kurmuş olarak yer­de oturuyordu üçü de. Yaşlı kadın çaydanlık, demlik ve bar­daklar bulunan tepsiyi önlerine bırakıp çıktı.

Müfreze komutanı, "Tebriz Ağa, senin malumatına ihti­yacım var. Biliyorum, bu mıntıkada senin bilgin ve haberin olmayan hiçbir şey yoktur. Bana yardım etmeni istiyorum," dedi.

"Ah kumandanım, bir zamanlar öyleydi de artık eskisi gibi yapamıyorum. Her şey bir alem oldu. Ama sen gene de, de bakalım!"

"Tebriz Ağa ben seni iyi tanınm. Bu işlerde benim diyeni sen okutursun."

"Ne bileyim. Ne desem yalan olur. lstei:jin başım gözüm üstüne. Senin iyiliklerini insan olan unutamaz. Gözüne di­zine durur."

"Zap kampının son durumunu, orada ne olup bittiğini öi:jrenmek ve basit bir krokisini. almak istiyorum."

Yüzbaşı Tayfun'u çok iyi tanıyan Tebıiz Aga, bu istek karşısında hiç mi hiç şaşırmadı.

"Başım üstüne ama sen çok aynntılı bir şeyler istiyorsun, öyle mi anladım. "

"Evet, dogru anladın."

"Genel yapıyı sen de bilirsin. Ben de bilirim. Şimdiki du­rumu, her bir şeyiyle istersin. Hemen mi lazım?"

"Evet, olabildiğince çabuk."

"Hiç değişmemişsin. insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur diye, eskiler boşuna söylememişler. "

"Tebriz Ağa ben köye yakınlarda bir yerdeyim. En fazla kalsam iki üç gün kalının. Bilemedin biraz fazla."

"Pekeke, bu kara kışta, kış uykusuna yatmış ayılardan farksız. Ortaya çıkamaz ki. Daha fazla da kalabilirsin."

"Mesele o degil. Üstelik biz fellik fellik onu anyoruz. Ama demir tavında dövülür. Yapılacak bir işi niye uzatalım. Sizin gerinizdeki Kazan Vadisi'nde durum ne?"

"Oradan ne zaman eksik oldular ki? Ama bu mevşimde kendilerine göre savaşçı gruptan değil de alh ila sekiz kişilik, 'irtibat' dedikleri birileri var. Bilirsin bizim tek yolumuz o vadiden geçer. Ara sıra bir ikisini uzaktan görüyorum."

"Anladım. Bilgi çok çabuk lazım Tebriz Aga. Kazan Vadisi'ne de bir alıcı gözle bakar mısın? Tıjen'deler degil mi?"

"f:lem bilir hem de sorarsın komutan!"

"Bizim için bir keşif yap anlamında söyledim. Keşif yap­mak için zaman harcamayalım, onu kastettim."

"Bana ne kadar zaman tanıyorsun?"

"Azami iki gün Tebriz Aga!"

"Artıramaz mısın beyim?"

"Olmaz, Tebriz Ağa. Bilirsin, bu tip işler uzadıkça tavsar. Biz tekrardan buraya gelelim yoksa sen bizim bulundu- ğlırnuz yere mi gelirsin?"

"Ben sizin yanınıza geleyim. Buralarda şeytanın hem ku­lağı hem de gözü var."

"Sana yerimizi tarif edeyim," dedi yüzbaşı.

Tebriz Aga güldü. Mınbkada gizlenebilinecek ve yaşam sürdürülecek bir yer olacak da o bilmeyecekti!

"Ben söyleyeyim, bakalım tutturabilecek miyim? Kara­dağ'ın solundan giden eski kaçakçı yolu üzerindeki büyük mağara mı? Çok eskilerden orada bir ayı ailesi yaşardı."

Yüzbaşı hiç şaşırmadı. Teğmenin ağzı açık kaldı.

Konuşmalar süresince yaşlı kadın süt, yoğurt, ayran gibi içecekleri odaya taşımaya devam etti. Beraber içtiler.

Müfreze komutanı, "Arbk bize müsaade Tebriz Ağa. Yardımlann için şimdiden teşekkürler, " diyerek yavaşça ayağa kalktı. Teğmen de yerinden fırladı.

Tebriz Ağa, "Dur biraz bekle. Bu aniden oldu. Hiç hazır değildik. Adamlann için evde hazır olanlardan bir şeyler ha­zırlayalım," dedi.

Yüzbaşı, "Yok, olmaz," dediyse de dinletemedi.

Kan koca çarçabuk, temizlenmiş iki tavuk, köy fınnında pişirilmiş dört büyük ekmek, üç şişe süt ve bir büyük kap içinde tereyağını paketleyip geniş bir çuvalın içine doldur­dular.

"Kış olduğu için tavuklar yumurtadan kesildiler," dedi Tebriz Ağa.

Teğmen Aykut, çuvalı sırbna vurdu. Vedalaşıp aynldılar.

Dışan çıkbklannda hava biraz daha aydınlık geldi. Orta­lık buram buram tezek kokuyordu. iki farklı noktadan çok da hırslı olmayan iki köpeğin havlamalan duyuldu. Sığınağa döndüklerinde saatleri 03:00'ü gösteriyordu.

Gün ışığında hava gene diğer günlerden farksızdı. Koyu bulutlarla kapalı bir hava, erken saatlerde dumanlı, aralık­larla kar atıştıran ve sonra da hızla yer değiştiren bulutlar ... Vadi rüzgar tutmadığı için kullandıklan dii;ler bölgelere göre daha bir ılımandı.

Tebriz Ağa'nın gelmesini beklemek zorundaydılar. Müf­reze komutanı, onun ne kadar tez canlı biri olduğunu bildi­ğinden, ne kadar ç^k zaman istese de, haber getirmeyi faz­la geciktirmeyeceğini biliyordu. Ama ondan istenilen de ke­limenin tam anlamıyla "stratejik" bir istihbarath. Dağlarda muharebe etmenin en önde gelen meziyetlerinden biri de cesaret kadar, sabır göstermek, sinirleri çelik gibi tutmaktı.

Bir yanlışlık ve trajik bir durumla karşılaşmamak için, za­manı belli olmasa da, batı istikametinden sığınaklannın bu­lunduğu yere doğru, kendilerinin de kullandıgı patika yolu kullanarak bir sivilin gelebileceği tebliğ edildi, eşkali verildi.

Hemen herkes, mağaranın dışındaydı, kimi arkadaşlany- Ia sohbet ediyor, .kimi ise silah ve teçhizatıyla meşgul olu­yordu.

Üsteğmen Metin, Teğmen Aykut ve iki Asteğmen Murat ve Tekin birlikteydiler. Müfreze komutanı yanlanna gelince dördü birden ayağa kalkmaya çalıştı, yüzbaşı onlara eliyle, "Oturun!" işareti yaptı. Kendisi de onlann bulunduklan yer­de bir kayalık seçip oturdu.

Müfreze komutanı, Asteğmen Murat'ın her meseleye farklı baktığını bildiği için, "hal ve gelecek nedir Murat? Gi­dişatı nasıl görüyorsun?" diye sordu.

'"^ Türkiye!' diyomm komutanım. İnan sa^şta duy­gulu bir yabani oluyor. Bir şey yapmayan insanlar çok ko­nuşur. Acaba ben de onlardan biri mi oldum diye bazen kendime kızıyorum."

"Yok yok. Öyle düşünme. Fikir ve düşünceler degil mi insanı farklı kılan!" dedi yüzbaşı.

"Savaşta ceza görmeksizin insan öldürülüyor. Hayvanla­n öldürmeyi sevmem, insanlan öldürmeyi de sevmem. Deli

olmadıkça kimse sevmez. Ama gerektiği zaman, kaçınılmaz olunca sevip sevmemek söz konusu olmuyor. Bir dava uğ­runa öldürülüyor."

"Dünya barışı üzerine içeride ve dışarıda ne güzel nutuk­lar veriliyor ama."

"Onların hepsi çıkarcı ve düzenbaz ikiyüzlü fınldaklar. Fırıldağın bile bir noktası sabittir, diğer tarafları ha babam de babam dÖner. Bunlarda o sabit nokta bile yok. Ben hep onu bilir, onu söylerim. Dünya kişisel çıkarlar ve bencillik üzerine dönüyor. Tarihe bakıp görsünler. Tabii, gözleri var­sa ve beyinleri löp olmadıysa. Bu insanoğlu birbirini boğaz­lamadan yedi gün bile duramaz."

"Sen ne dersin Metin?" dedi yüzbaşı üsteğmene. Üsteğ­men cevapladı:

"Bir devlet, düşmanının büyümesine izin verdiği süre­ce gücünü yitirmeye başlıyor. Belli bir zamandan sonra da karşı taraf terazinin kefesine ağırlığını koyuyor. Benim en çok dikkatimi çeken husus da şu: Her şeyi savunmak iste­yen, hiçbir şeyi tam savunamıyor. Savunulacak yerler eldeki mevcut güçlerden çok daha fazla yer kaplıyor. Dar görüşlü insanlar her şeyi savunmak ister. Hayal gücü ve değişim alışkanlığı olmayınca da makara boşa dönüyor. Sabit yerle­re bağlanıp kalmak saldırılara açık hale getiriyor, her zaman yanlar açık kalıyor, kuşatılabilecek siperlere gömülmek de, ne yaparsan yap ölüm getiriyor. Savunmak, yani düşmanı beklemek, özellikle de gayrinizami bir savaşta, önceliği ve ilk vuruşu yapma imkanını karşı tarafa veriyor. Sen arkadan ne yaparsan yap kınlan testi bir daha suyunu doldurmuyor. iyi bir kafan da olsa eğitimsiz askerle güç duruma düşebili­yorsun. Aman vermeyen azgın hücumlar olmadan, nakavt 160

edici darbeler üst üste gelmeden, durmadan sürüp giden gayrinizami savaşı kesin bir zaferle sonuçlandıramıyorsun. Ortaya kural dışı, kalıplan reddeden söylemler atıldığında, gelenek ve göreneklerin dar çerçevesinde yetişmiş klasikçi- ler hemen, 'Yok canım, böyle bir şey olmaz,' der. Dikkatler bence, bu tür düzensiz savaşlar üzerine toplanmalıdır. Bu muharebede her şey, hareket ve sürate bağlı. Düşman da­kikada yetmiş adım atıyorsa siz de dakikada yüz yirmi adım atacaksınız. Akıncı tarzının da, gerillatarzının da esası buna dayanıyor. işte daglar! Görülüyor ki dağlarda topu topu iki tane yön var: Yukansı ve aşağısı. Her şey o kadar net ve açık ki. Ama ne var ki bilgi, kavrama olmadan bir işe yara­mıyor."

Havanın kararmaya başlamasıyla birlikte birer ikişer içeri girip sırt çantaları ve uyku tulumlannın bulunduğu yerlere gittiler. Saat 20:00 civannda gözcülerden biri mağaranın kapısına soluk soluğa gelip içeriye bağırdı:

"Bir karaltı bize doğru yaklaşıyor!"

Sanki olağan bir şeymiş gibi, kimsede ne bir telaş ne de bir heyecan yaratmadı bu çağn.

Yüzbaşı yanında kol komutanlan oldugu halde ma!:)ara- nın önüne çıktı ve gözünü köy yönüne dikti. Yaklaşan şa­hıs, zemini alacalı kar olan patika yolda siyah bir noktadan farksızdı. Yavaş yavaş hareket eden ve kendilerine doğru yaklaşan şekilsiz bir cisim...

"Gece görüşü getireyim mi komutanım?" dedi te!:)men.

"ihtiyaç yok," dedi yüzbaşı ve biraz daha yaklaşmış olan için, "bu Tebrlz Ağa. Şaşılacak şey, bu kadar erken bekle­miyordum. Dur bakalım neyin nesi?"

Tebriz Ağa'nın elinde·bir bakraç ve sırtında da orta bü­yüklükte bir çuval vardı. iki komando hemen koşturup Teb­riz Ağa'nın elindeki ve sırtındakileri aldılar.

Adamcağızın yüzü kıpkırmızı ve ter içindeydi. Konuşma­dan önce biraz soluklanma ihtiyacı hissetti.

Müfreze komutanı, "Tebriz Ağa, zamanlaman sürpriz oldu. Hızını bilirim ama geçen zamanlar seni daha da ça­buklaştırmış," dedi.

"Ne dersin Tayfun komutan! Görmüyor musl.l halimi, tık nefes olduk. Biz de kocadık artık."

· "Sen mi? Senin elirie benim diyen adam su dökemez. Kim dedi sana bakraçları, çuvalları vur sırtına diye, bu karda çamurda!"

"Ana baba kuzuları sıcak bir şeyler yesin diye bizim koca­karı hazırladı. Keşke daha fazlasını yapabilsek."

Müfreze komutanı ile Tebriz Ağa, bir müddet oradan bu­radan, eski günlerden konuştular. Birlikte çay içtiler. Sonra, yüzbaşı kol komutanlarını da yanlarına çağırdı.

Tebriz Ağa: .

"Ben, sabah kalkar kalkmaz sizin bizim eve gelirken kul­landığınız istikametleri bulmak için iz aradım. Çok kar yağışı da yok, hiçbir ayak izi göreme?im," deyince yüzbaşı kah­kahayı bastı:

"Biz eski memuruz, Tebriz Ağa!"

"Anlamam mı, hemen anladım."

"Peki ben sana sorayım! iki gün önce sizin köye koşum .takımları üzerinde beş katır geldi mi?"

"He, geldi. Mıhtar, bl.ll ar bir yerden çalıntıdır diye kork­tu ve onları götürüp başım belaya girmesin diye, Köprülü Jandarması'na teslim etti. O mallar senindir, değil mi?"

"Yo, bizim değil, PKK'nındı."

"Hemi şimdi, bütünüyle anlamışımdır."

Yüzbaşı derin bir nefes aldıktan sonra konuştu:

"Tebriz Ağa, ben seni iyi bilirim. Sanki esas konuyu er­teliyorsun gibi bir hal var sende."

"Yok, e5sah değil. BaŞka durumlar zuhur ettiği için ve acil olduğundan gelmişimdir. n

"Bu kadar çabuk gelişinden tahmin etmiştim zaten. Ne­dir acil olan?"

Üsteğmen ve teğmen kulak kesildiler. Tebriz Ağa konuş­masını sürdürdü:

"Bu Kazan Vadisi, metruk köyünde gizlenen Pekekelilere bir haber gelmiştir ve çok mühimdir. Çabuk bilmeliydiniz. "

"Nedir o, mühim olan haber?"

Teğmen Aykut dayanamadı:

"Yoksa bizim yerimizi mi öğrenmişler?"

Üsteğmen Metin, "Öğrenip ne halt yiyecekler?" diye araya girdi.

Yüzbaşı Tebriz Ağa'ya devam etmesini işaret etti.

"Şöyle düşün! Bizim köy ile Tijen köyünü bir çizgi ile birleştirdikten sonra yukarı doğru çık."

"Kuzeye doğru demek istiyorsun?"

"Güneş nereden doğuyor? Doğrudur, kuzeye doğru. Han Yaylası'nın bu tarafa doğru uzanan, kocaman bir dile benzeyen bir uzantısı vardır."

"Tamam, sonra?"

"Yann gece oraya bir helikopter konacak."

Üç subay, ellerinde olmadan, başlannı geriye attılar.

Yüzbaşı, "Ne helikopteri? Kime ait? Niçin geliyor?" diye sordu.

"Kime aittir, millet ve devlet olarak bilmiyorum ama Pekeke'ye malzeme getirecek."

"Tebriz Ağa seni tanımasam bu ya deli ya da bunamış diyeceğim. PKK'ya malzeme getirecekse kim olursa olsun onlan götürüp niye bu bölgeye bıraksın. Gitsin aşağıda ku­zey lrak'taki kamplara teslim etsin. "

"Benim, o tarafına aklım ermez beyim."

"Ne malzemesiymiş peki?"

"ilaçlar ve doktorlara lazım olan şeylermiş, aldığım ha­bere göre."

"Anladım da PKK'nın yaralı ve hastalannın hepsine Barzani'nin bölgesinde, Ş1?hirlerdeki hastanelerin hepsi el- birliğiyle hizmet veriyor zaten. Eğer bu haber doğruysa işin içinde başka bir şey olması lazım. Teslim aldılar ne yapa­caklar, Zap'a mı götürecekler? Bulunduklan yere göre en yakın ve en doğrudan ulaşılacak yer Zap kampı. "

"Doğru söylersin beyim."

Yüzbaşı, üsteğmen ve teğmene döndü:

"Ne dersiniz arkadaşlar?" onlar cevap vermeden ileriye bağırdı, "sigara içenlerinizden biri bana bir sigara getirsin, çocuklar! "

Üsteğmen Metin, "Şayet bu bilgi doğruysa sizin sorularla da açtığınız gibi birkaç şeyi ortaya çıkartmalıyız. Neden Ku­zey lrak'taki kamplan değil de bizim topraklan seçiyorlar? Getirilen malzemelerin hassasiyetinden ve acilen Zap'ın ih­tiyacından kaynaklanıyor olabilir. Bizim topraklanmızdan içeriye, derine götürmeden doğrudan Han Yaylası, Kazan Vadisi bitişiği, Çukurca-Zap kampı hattını kullandığı akla geliyor. En kısa ve doksan dereceden ulaşım sağlamak... " diye fikir belirt i.

Teğmen Aykut, "Komutanım, bu bölgedeki komşuları­mızdan hiçbirinde, bildiğiniz gibi gece uçuş kabiliyetine sa­hip helikopter yok ki. Böyle bir helikopter ile uçuş perso­neli, üstelik helikopteri dağlık alanda gece, kullanabilecek yetenek ancak NATO'ya mensup ülkelerde mevcut," dedi.

Müfreze komutam, "Hepsi güzel de, Kuzey lrak'ta sivil toplum örgütü ve yardım kuruluşları adı altında UNESCO' su dahil hepsi cirit atıp ajanlık yapıyor. Onlar da ilaç mı yok? Tıbbi malzeme mi eksik? Bunda bir bit yeniği var! Eğer bu bölgeye atılacak veya indirilecekse bir korku veya çekindik­leri bir şey olmalı. Bu da ancak siyasi bir sebep, can sıkacak bir neden olmalı ki, yer seçimini etkilesin," dedi.

Üsteğmen Metin, "Komutanım biz, tecrübe ve zekamızı kullanarak şu anda kılı kırk yarıyoruz ama bunlar çok akıllı insanlar değildir. Onlarla beraber çalışanların hepsi bunu bilir. Çok ince bir hesap yapmanın yanıiıda, akıl almayacak bir aptallıkla da bir şeyi yapabilirler. Belki de öyledir," diye ekledi.

Müfreze komutanı, "Sadece ilaç olduğuna emin misiniz Tebriz Ağa? Başka şeyler de olmasın?" diye sordu.

"Bana getirilen bilgi böyle. Ben ne getirildiğinden daha çok, helikopterin ne zaman, nereye geleceği üzerine çok ıs­rar ettim. Ve de haberciyi çok sıkıştırdım. Söylemesi ayıptır Tayfun komutan, karşİlığını da büyük verdim. " .

"Doğru, sen bu işlerin içinde piştiğin için. Gelecek mi, gelmeyecek mi, yeri ve zamanı doğru olmadıktan sonra, ge­tirilen şuymuş buymuş ne kıymeti var. Ama hareket aptalca geliyor bize Tebriz Ağa. Adamların kampı kuş uçuşu on se­kiz, bilemedin yirmi kilometre aşağıda, sen gel, malzemeyi bu tarafa indir."

"Haklısınız beyim. Siz konuştukça şimdi ben de merak­landım. Benimki, biraz geç işler de."

"Seninki mi Tebriz Ağa? Seninki var ya şeytana çelik çomak oynatır."

"Ama bak, pek de oynatamamış! "

"Oynatamamış mı? Bu bilgi, müthiş bir haber alma ha­rikası. Bunu benim diyen servis yapamaz. Daha ne yapa­caksın. "

"Sizin sağlığınız olsun yeter beyim. "

"Bu uçuş şayet olursa komutanım. Ya helikopter yere park edecek veya yüksekten malzemeleri paketler halinde paraşütle atacaklardır. Artık fazla yüksek olmayan mesafe­ler için de paraşütler geliştirdiler. Bunu söyle·me sebebim şu: Paraşütle atarlarsa helikopteri vurabilme şansımız aza­lır," dedi, Teğmen Aykut.

Üsteğmen Metin, "Bu tip operasyonlarda her şey sani­yelerle ölçüleceği, hareketler çok süratli olacağı için çok faz­la titiz olmak gerekecektir. Karanlıkta uçan bir helikopter! Kime ait? Ulusu ne? Farz edelim ki en basitinden, helikop­terin modeli ve markasını anladık, ülkesinin arma ve logo- lannı görebilecek miyiz? Kaşla göz arasında, fırdöndü bir durumda isabet aldı ve düştü. içinden ölülerden başka hiçbir şey çıkmadı. Bütü^ dünya ayağa kalkar. Seni, hükümetin ve büyüklerin koruyacak mı sanıyorsun?" diye ekledi.

"Görmüyor musun Tebriz Ağa, dünyayı birbirine soka­cak bilgiler getiriyorsun," diyen Yüzbaşı Tayfun, gülmeye başladı.

"Demek yann gece?"

"He öyledir, Tayfun kumandan."

"Saat yok, kesin değil mi?"

"Hayır yoktur."

Yüzbaşı teğmene, ''Aykut çay kaldıysa bize birer bardak versinler," dedi ve tekrar Tebriz Ağa'ya dönerek, "Tijen'de irtibat işleri için altı ila sekiz PKK'lı var demiştin. Bu kadar az kişi indirilecek malzemeleri taşımaya yetecek mi? Zap'tan baŞkalan da gelmesin? Eğer öyleyse, bu gece oraİ:lan hare­ket ederler, gün ağarmadan Kazan'ın içindeki Tijen'e ula­şırlar," dedi.

"Bunun üzerinde çok durmuşum ama yok dendi. Ti- jen 'dekiler vazifelendirilmiş bu işe."

"Bu çok önemliydi. Aksi halde, bizim de farklı bir plan uygulamamız gerekirdi. Şayet olursa Tijen'dekiler atma noktasına o bildiğimiz dağ yollarından tırmanarak gelecek­ler, değil mi?"

"Başka yönler de vardır ama oralardan giderlerse sabaha kadar ulaşamazlar. Bu dönemde hiçbir tehlike de görmü­yorlar ki kendileri için."

"Şu Tijen'dekilerin işini zaten bitirecektik de zaman, mekan ve ona bağlı olaylar daha farklı bir plan gerektirdi."

"Ben zaten, siz Tijen'i sorup orada birilerinin olduğunu öğrenince anlan sağ bırakmayacağınızı tahmin etmiştim."

"Zap işi çok uzarriaz değil mi Tebriz Ağa?"

"Birini bekliyorum. Mühim. Bölük pörçük şeyler senin işine yaramaz. Garantilemeliyim bildiklerimi. Artık bana müsaade beyim. Kocakan evde, geceleri geç kaldığımda dokuz doğuruyor. Bilirsin sebebini."

Müsaade isteyip ayağa kalktı. Halen pire gibiydi. Aynl- madan önce, "Tayfun kumandan, sen ağa dedikçe etrafın­daki gençler beni bilinen ağalardan sanmasınlar? Büyütüp sağa sola savrulan çocuklanmdan, evdeki kocakan ve bir-

kaç baş hayvanımdan başka bir şeyim olmadığını bilmezler de, onun için söyleyeyim dedim," dedi.

"Sen gönlünü rahat tut Tebriz Ağa, senin büyüklüğün yürekliliğinden geliyor. Onlar her şeyin farkındalar. Senin şu yaptığın hizmeti; ne beyi, ne paşası, ne de ağası yapa­maz. Bizim unvanlarla, sıfatlarla, isimlerin önüne konmuş boş sözcüklerle hiç mi hiç alakamız yok, öyle şeylere mete­lik de vermeyiz. Mevlana'nın dediği gibi:

Seni ve bizi bilen bilir

Bilmeyen de, kendisi gibi bilir. "

Yüzbaşı, Tebriz Ağa ile birlikte mağaradan dışan çıktı ve patika yolda gözden kayboluncaya kadar gidişini izledi. Sonra yerine döndü. Bir talimat verir mi acaba? diye ken­disini bekleyen subaylara, "iyi istirahatler arkadaşlar, yarın görüşeceğiz," dedi.

Müfreze komutanı, sabahın köründe subay, astsubay ve uzmanları yanında çağırdı. Müfrezenin doğasında, sabah kahvaltı yapılır, öğlen ve akşam olunca yemek yenir gibi, sı­radan ve kalıplaşmış işler yoktu. Ne zaman?... Herkes fırsat buldukça kumanyasından bir parça yiyecek atıştırabilirdi. Kural, kalıp, sıradanlık yoktu. Bu tip şeyler sıradan insanla­ra ait zamanlar ve işlerdi. Yüzbaşı da ara ara söylerdi:

"Kalıplardan nefret ediyorum. Çünkü onlar, harekat ala­nında bizim ölüm sebebimiz oluyor."

"Hepinizi, olaylan benim a!:lzımdan duyun ve fikirlerinizi söyleyin diye topladım arkadaşlar, " diye söze başladı Yüz­başı Tayfun:

'.'Kazan Vadisi içerisinde bulunan, eski Ermeni köyü Tıjen'de yedi sekiz PKK'lı var. Bunlar, kış şartlannda Zap kampındakilerle yurtiçinde yaşayan gruplar arasında irtibat sağlayanlar. Aldıklan talimat şu: 'Bu gece bir helikopter, Tijen'in üstü ile Han Yaylası'nın Kazan Vadisi'ne uzandığı mevkiye ilaç paketleri bırakacak. Onlan teslim alın.' Haber kaynağının güvenirliği şüphe götürmez. Helikopter işi olma­sa da Tijen'e gidip oradakileri halledecektik. Tijen buradan kuş uçuşu altı yedi kilometre batıda ve Kazan Vadisi'nin tam ortasında bulunuyor. Helikopterin gelmesi oldukça aynntılı · bir planlama yapmamızı gerektiriyor.

Şimdi aklınıza, 'Helikopter niye Zap'a değil de buraya geliyor? ilaç için buna ne gerek var?' gibi ve benzeri sorular geliyordur, sormayın. Kol komutanlannız size teferruatı ile anlatırlar. Ben size işin yöntem ve tekniklerinin nasıl ola­cağını ve olası planlan anlatacağım. Hepinize anlatıyorum çünkü harekat uygulamada şahsi inisiyatif kullanmaya ge­reksinim duyuyor. Ben, Kazan Vadisi'nde ve Tijen üstünde birkaç kez çarpışmaya girdim. Bu irtibat görevini yapanlar helikqpterin atma ve indirme bölgesine, Kazan Vadisi'nin kuzeyinde yer alan bir ortaçağ kalesinden daha sarp ve yaF çın dağ bloğunu kullanarak çıkacaklar. Yükü aldıklan za­man da aynı yönden Tijen'e inecekler. Ne kadar sarp ve dik olsa da birbirine çok yakın iki keçi yolu var. Onlan kullana- caklan kesin. Hangisini ya da ikisini birlikte kullanmalannın bizim için hiçbir önemi yok. Çünkü bu iki keçi yolu; kardeş gibi birbirine yakın. Şimdi soru şu: Acaba hepsi yukan çıkar mı? Çıkmazsa sebep ne olabilir? Birini hasta olduğu için bı- rakmalan veya çok işkilli olduklan için bir nöbetçi dikmeleri mümkün! Geride kalan bu olası kişiler yukandakilerin insan

ve malzeme olarak işlerini bitirdiğimizi görmeseler de an­layacaklardır. Baktılar ki gidenler gelmiyor, hemen oradan tüyecekler. Ver elini Zap kampı! Buna kesinlikle müsaade edemeyiz. ihmale gelmez. Tümünü almalıyız.

Şimdi gelelim helikopter meselesine. Konsa da atsa da bunu açık ve geniş bir alan üzerinde yapacak. Herhalde bi­zim, çil keklik gibi meydanda, kar ortasında onu bekleye­cek veya takip edecek halimiz yok. Belki PKK'lılar yerin ve bölgenin anlaşılması için açık alana çıkabilirler. Olabilir mi, evet olabilir. Aşın güven ve aptallığın yapbramayacağı iş yoktur çünkü.

Kritik olan diğer bir soru şudur:

'Helikopter yere konarak yükü indirir? Belli bir yüksek­likten özel geliştirilmiş paraşütle mi atar? Yoksa hoııerdan sa!;j- lam ambalajlarla paketlenmiş yükü havadan yere mi bırakır?'

Şayet helikopter gelirse kesinlikle yere inmeyecektir. Bunun sayısız sebebi var! Buna mayın dahil, sabitlenerek vurulma riski dahil. Herkes bunu kafasına yerleştirsin. O takdirde biz onu vurabilir miyiz? Boş ve saçma hayallere gerek yok! Neden? Biz, karlann içinde birkaç kişi de ol­sak susak gibi ortaya çıkıp oturabilir miyiz? Hayır. Bölgeye PKK'lılardan erken gidip çukurlar açarak bekleyebilir miyiz? Hayır. O zaman? Planının yürümesi için bizim yapmamız gereken şey ne? Karlı alana çıkmadan, Han Yaylası'nın dağlarla kesiştiği noktada pusuya yatmak! Malzemeler bi­zim pusumuzdan en az, bir daha söylüyorum en az, beş yüz ila alb yüz metre uzağa atılacak. Elimizde hangi silahlar var? Orduda bulunanlann hepsi ve en iyileri. Bu mesafeye ancak Kanaslar ve makineli tüfekler ateş'edebilir. Dediğim gibi, ö da beş yüz ve altı yüz metre kadar yakına yük bırakırlarsa.

O zaman yeni soru şudur? Bağcıyı mı döveceğiz, üzüm mü yiyeceğiz? isteriz ki hem bağcıyı dövelim hem de üzüm yiyelim. Ama, 'Öncelik nedir,' diye sorup pratik hesap yap­tığımızda şunu görüyoruz: Üzüm yemeyi garantiye alma­lıyız. Bağcıyı da odundan geçirirsek ideal bir şey yapmış oluruz. Daima meseleyi pratiğe indirgeyin. PKK'lılar heli­kopterin ve yükün peşinde. Biz ise hem PKK'lılann, hem helikopterin, hem de yükün peşindeyiz."

Yüzbaşı bütün bunlan sanki bir solukta anlatb. Dün ge­ceden konuyu bilen Üsteğmen Metin ve Teğmen Aykut dı­şındakiler de hiç soluk almadan dinlediler.

Müfreze komutanı kendisini can kulağı ile dinleyen Uz­man Onbaşı .Cemil'e, "Cemil senin kız bu saatte uyanmış mıdır?" diye sordu.

Böyle bir şeyi hiç beklemeyen uzman onbaşı, "Hiç bil­miyorum komutanım. Bu ilk çocuğum. Hiç çocuk büyüt­medim. Bunu da görmedim. Müsaadeniz olursa dönünce inşallah," diye cevap verdi.

"Askerlerin çay kaynattığını görüyorum, söyleyin onlara, bize de getirsinler," dedi.

Asteğmen Murat, "Bu ne cürettir, komutanım! Biz bitmi­şiz komutanım!" diye söylendi.

Yüzbaşı acı acı gülerek, "Ne bitmiş Murat? Tarla mı? Ürün mü? Irgatlar mı? Yanaşmalar mı? Kahya mı? Yoksa Ağa mı?" •

"Bana sorarsanız hepsi! Bizim başımıza gelecek var! Ve gelecek nesiller bunu bize soracak. Hayatta olalım veya ol­mayalım. Gafletimizi, aymazlığımızı, ikiyüzlülüğümüzü ve riyakarlığımızı, mutlaka soracaklar. Sonunda tarihin adil te­razisinden kimse kurtulamamıştır."

Üsteğmen Metin, "iki gruba ayrılacağız gibi görünüyor efendim," dedi.

"Evet, öyle olacak."

Asteğmen Tekin, "Bir ilaç için böyle büyük siyasi riske girmeye değer mi?" diye sordu.

Asteğmen Murat onu yanıtladı: "Sen ne diyorsun? He­rifler için, at beylik kıç beylik. Dik durmayıp onun bunun siyasi yanaşması olursan senin topraklarında işte böyle at oynatırlar. 1952'den beri bu böyle hemşerim. Bu memle­kette yırtındık, anlatamadık kimseye. Hoş, kimsenin ipledi­ği de yok ki. Sel önünde kütük gibi, bir o tarafa bu tarafa vura vura gidiyoruz. Ne lsa'ya yaranabildik, ne Musa'ya. Yıllardır çerden çöpten siyasetçiler ve bürokratlarla gelebil­diğimiz yer işte burası. Biz de bu dağlarda ölümü arayan adamlar durumundayız. Ölünce de arkada kalanlar için ce­naze törenleri düzenliyoruz. Cenaze törenleri giden gençleri geri getirmez. Sadece geride kalanlann avunmasına yarar."

Müfreze komutanı, "Sen ne diyorsun olup bitenlere Mustafa Başçavuş?" diye sordu.

"Ne diyeyim komutanım. İnciğine cinciğine kadar anlat­tınız. Sonuçta, bunları tepeleyeceğimiz kesin. Siyaset gibi işlere benim aklım ermez. Emredin, silip süpürelim. Şim­diden avucum kaşınmaya başladı. Bu helikopter işi ne me- nem bir iştir? Nedendir? Onu çözmeye çalışıyorum; Allah, Allah!"    '

Müfreze komutanı belinden çıkarttığı komando bıçağıy­la, yarı kayalık yan toprak olan zemine biraz önce tarif et­tiği arazilerin basit bir krokisini çizdi. Sonra, sanki biri yol tarifi sormuş da sokakta ona tarif yapıyormuş gibi, sakin ve umursamaz bir tavırla planı açıkladı:

"Metin, sen Buzkıran koluyla Taşbaşı köyünün üstünden ba^ya doğru yürüyerek Kazan Vadisi'nin kuzeyi ile Han Yaylası'nın batısında kalan bölgede pusuya yatacaksın. Çok fazla batıya gitme, çünkü PKK'lılar oradan çıkarak atma in­dirme bölgesine gelecekler. Atma ve indirme olmadan sa­kın ateş açmayın. Helikopter gelmeli, yükü atmalı, PKK'lılar ona doğru hareket etmeli. Helikopter gelip yükü attıktan sonra, PKK'lılar hala ortaya çıkıp malzemelere doğru gitmi­yorsa bir karar vermek lazım. Mesafenin ne kadar olduğu da çok önemli. Helikopter uygun bir mesafede ise ateş açı­labilir ama bu kez karanlıkta PKK'lılan görüp ateş etmek zorlaşır. Çünkü kabak gibi karlı düz alana çıkmayacaklardır. Önce kayalıklarda belli bir süre kalıp sizin gücünüzü tahmi­ne çalışacaklar, sonra geldikleri yere, Kazan Vadisi'ne ine­ceklerdir. Artık oranın da güvenli olmadığını düşünüp karar verecekler ve bir müddet başka bir yere geçeceklerdir. Sen bütün bunlan dikkate alarak hareket et.

Ben, Teğmen Aykut ve Balabanlarla, buradan dosdoğru . Kazan Vadisi'ne gireceğim ve Tijen köyünü gözaltına alaca­ğız. Birden köye girmeyeceğiz. PKK'lıların aynlışını gözetle­yeceğiz. Zaten köyde ayakta kalmış benim bildiğim en fazla dört beş kagir ev var. PKK'lılar oradan ayrılmadan da basa­biliriz ama ya aralannda bir şifre varsa? iniş saatini biliyor­larsa ve 'Bölge temiz!' diye helikoptere veya bağlı olduklan bir telsize bildireceklerse o zaman plan düşer. Helikopter de gelmez. Bir başka telsize bağlı olma ihtimalleri, 'Yer uygun ve güvenli' raporu için daha mantıklı. O i-ıedenle tepelerine hemen Tijen'de binemeyiz. Dağa tırmanıp Han Yaylası çiz­gisine ulaşmalan için yol vermek zorundayız, anladın mı?"

"Çok net anladım," dedi üsteğmen.

"Senin için, bir noksan taraf var Aykut?"

Teğmen, "Çok yalın ve açık komutanım," diye cevap verdi.

Bu defa yüzbaşı diğerlerine bakarak:

"Sizlerin bir tereddüdü var mı arkadaşlar?" diye sordu.

iki asteğmen, astsubay ve uzmanlar yok anlamında baş- lannı iki yana, birkaç defa salladılar.

Yüzbaşı, "Metin eğer ateş etmek icap ederse, bu kesin­likle keskin nişancı tüfeği ve makineli tüfeğin menzili içinde olabilecektir. Bir helikopteri pallerinden biri kopartılmadığı ve kokpite gelmediği sürece roket bile düşüremez. Menzil uygunsa her iki silah da mutlaka pilotları vuracak şekilde, helikopterin ön camı nişan alınarak ateş etmeli. Başka türlü olmaz," diye emir verdi.

Üsteğmen,"Baş üstüne," demekle yetindi.

"Akşama daha çok zaman var. Hazırlık yapın. ihtiyaç duyanlar dinlensin. Çabşmaya girersek sonradan mühim­mat ikmali yapmamız kaçınılmaz olacak. Erzaklar da sınıra geldi. Bu gece havanın pırıl pırıl olacağını da bilin! Aksi olsaydı planı bu geceye alırlar mıydı bu herifler!"

Herkes kalkıp selam vererek ayrılmak üzereyken Teğ­men Aykut yüzbaşıya bir soru sordu:

"Bu durumları yukarıya, böyle böyle işler oluyor diye bil­direcek misiniz komutanım?"

Yüzbaşının kahkahası mağaranın duvarlarında yankılandı:

"Ah çocuk! Bildireyim de herkes mal bulmuş Mağribi gibi bunu bir üst kademesine bildirsin değil mi? Sonra olay hükürriete gitsin. Onlar da akla gelen bütün kordiplomatik­leri arasınlar, biz de helikopter gelecek diye kar çukurları­nın içinde, kayalıkların rutubet ve soğuğunda kuyruklarımızı

titretip sonunda da avucumuzu yalayalım öyle mi? Ben o filmleri çoook önceden seyrettim. Nasrettin Hoca'nın de­diği gibi, 'Ama sen de haklısın!' Üstelik, dur bakalım, gün doğmadan neler dogar, bu bir... Çayı görmeden paçalan hemen sıvama, bu da iki..."

Bu beklenmedik çıkışla, Aykut'un yüzü kıpkırmızı oldu. Yaşamın en kıymetli öğesi tecrübe ve kültürdü. Buna ben­zer şeyler daha önce de olmuştu ve müfreze komutanı bun- lann canlı tanığıydı.

Hep beraber selam verip müfreze komutanının yanın­dan aynldılar.

Gece harekat yapılacağını ve işin ne oldugunu öğrenen komandolar, cıva gibi akıcı bir hale geldiler. Ağaçlann te­pesinde av bekleyen şahinlerle avın üzerine salıverilmeyi bekleyen bir doğan gibi silkindiler. Her an, her şeye hazır olmalanna rağmen silahlannı, şarjörlerini, mühimmat şe­ritlerini, el bombalanm ve roketlerini bir kez daha gözden geçirip beklemeye başladılar. Akşama da bir hayli zaman vardı. Sabretmek, beklemek, derin sessizlik ve insanın ya­kasını hiç bırakmayan yalnızlık, dağlara tırmanmaktan bile . zor şeylerdi.

Buzkıranlardan Komando Er Yılmaz ile Tahsin bir kaya­ya sırtım vermiş sohbet ediyorlardı.

"Dün gece, saat gece yansını fazla geçmiyordu ki uy­kumdan sıçrayarak uyandım," dedi Yılmaz.

"Bak sen! Peki ne oldu ki? Derdin ne?"

"Benim mi? Sıla hasreti!"

"Aileni özledin demek."

"Benim ailem yok ki!"

"Yok mu? Seni leylekler getirmiş demek ki!"

"Annem, babam ben on aylıkken hala sebebini bilme­diğim bir nedenle ölmüşler. Yetiştirme yurdunda büyüdüm ben. Kendimi bildim bileli de hem okumak, hem de bir bal­taya sap olmak için gece gündüz çalıştım."

Tahsin duygulu bir sesle, "Başın sağ olsun. Bu dünyanın düzeni böyle be Yılmaz. Hem kavun hem de kelek yiyenler bir arada. Dün gece niye sıçradın peki?" dedi. ·

"Bir çatışmadaydık. Kimler olduğunu seçemiyordum. Vurulan biri yanımda, 'Yandim anam yandım,' diye bağır­dı. Ben de vurulunca, 'Anne neredesin? Yanına geliyorum,' diye· haykırdım."

Tahsin iyice hüzünlenmişti. Sesi titreyerek, "Sonra!" dedi.

'"Soğuksun Ölüm! istediğin kadar soğuk ol, bana buz gibi sudan tatlı gelirsin!' dedim ve sıçrayarak uyandım. Sonra da uyuyamadım. "

"Bilirsin rüyalar tersine çıkar derler. Hepimiz buralardan sağ salim döneceğiz, göreceksin. Ailen yok ama o zaman sıla özlemin niye?"

"Bende o özlem, her yerde var! Eksik olan ve hiç bitme­yen, kavuşulamayan bir şey o benim için."

"Anlıyorum kardeşim çok acılar çekmişsin belli ki."

"Bulduğum üç patatesi-çiğ çiğ büyük bir zevkle yediğimi bugün hala hatırlıyorum."

"Her şeyi geriye dönüp tekrar tekrar yaşama. Demir gibi sağlam bir gençsin. Askerden sonra, canla başla yeni bir hayata başlar, tuttuğunu kopararak yolunda ilerlersin."

"inşallah! Bakalım talih ne gösterecek."

"iyi şeyler gösterecek, " dedi Tahsin, "iyi şeyler göstere­cek..."

 

 

M

üfreze havanın kararmasından hemen sonra, gelişme­leri takip edebilmek için Taşbaşı köyünü uzaktan gören bir sırta gelerek beklemeye başladı. Silah ve mühimmatla- n dışında, hareket ve yürüyüşlerini yavaşlatacak her şeyi mağarada bırakmışlardı. Başına nöbetçi koymaya da gerek duymadılar.

Karanlıgın tamamen çökmesi ve görüşün düşmesiyle, Yüzbaşı Tayfun'un da birlikte olduğu Balabanlar, köyün üst tarafından Kazan Vadisi'ni boydan boya geçen patika yola inmek için hareketlendiler. Üstegmen Metin komutasındaki Buzkıran kolu da bulunduklan yerden doğruca Kazan Va­disi kuzeyi ile Han Yaylası'nın güneyinde kesişen dil ucuna doğru yola çıktılar. Her iki kol da sıkı_ ve enerjik, diğer bir ifadeyle cebri yürüyüşle; bir saatten biraz fazla sürede plan­lanan mevkilerde yerlerini alıp örtme ve maskeleme yapa­rak gözetleme ve dinlemeye geçtiler.

Müfreze komutanı ve teğmen işgal ettikleri kayalıklann arkasından vadiniı:ı tabanında bulunan eski köydeki dört evi görebiliyorlardı. Gece görüş dürbünü teğmendeydi ve gel­diklerinden beri o kullanıyordu.

Yüzbaşı, "Şunu ver bakayım," dedi.

Köyden önce, köyün bittiği yerden başlayan devasa yük-

seltinin üzerinde kademe kademe oluşmuş kaya bloklarına bakarak onların arasında ara ara görünen keçi yolwıu uzun süre gözetledi. Buralar boştu. Sonra vadinin dağ ile birle­şim noktasından evlerin bulunduğu düz alanı taradı. Yer yer ağaçlarla kaplı bir araziydi. Dört evin etrafını inceden inceye izledi. Kapıların ve pencerelerin hangi yönlerde ol­duğunu tespit etti. Dört evde de, ne bir ışık ne de tüten bir duman vardı. Gecenin berraklığı ve doğallığında, özellikle de vadide yakılabilecek herhangi bir ateşin kokusu çok ça­buk buruna gelirdi. O da yoktu. Batıya doğru bir iki ev daha vardı. Uzaktan ancak duvarları görülebiliyordu. Onlar da simsiyahtı.

Yüzbaşı dürbünü teğmene uzatırken, "Sanki mezarlık!" dedi.

"in cin top oynuyor, komutanım."

"in ve cin tamamda, henüz top oynamıyorlar! Bunlar malzemelerin getirilme saatini mutlaka biliyorlar. Çok er­kenden yola çıkmak istemezler ama ne kadar yolu bilseler de şu karşıda Himalayalar gibi duran yüksekliği aşmaları, iki saatten önce olmaz. Sen gözetle bakalım."

"Şeytan diyor ki, köye inip hepsinin işini bitirelim. "

Yüzbaşı gülünce dişleri göründü:

"işte teğmenlik ruhu budur. Hepimiz, o rütbede senin gibiydik. Gittik, bulduk, yok ettik. Kuş, ne olacak kuş? Çok bekleriz gelecek diye. Bu harekatta PKK'lılar sadece araç­tan ibaret. Hava aracı kimin? Malzemeler neyin nesi? Esas hedef onlar ve bu çok hayati bir mesele. "

"Haklısınız komutanım."

"Boşuna gençlere 'deli kanlı' demiyorlar, Aykut! Eğer gençlerde bir de tecrübe olabilseydi, yeryüzü bugünkünden

yüz kat daha iyi olurdu. Savaş dahil gençlerin işin içinde ol­madığı hiçbir mücadele kazanılamaz. Her büyük meselede onların niyetinin saflığına ihtiyaç vardır."

Yukarıda bekleyenlerin iki meselesi vardı. PKK'hlar ken­di bulundukları hattın batısındaki yerlere ne zaman gelecek­lerdi? Daha önceden, gündüzden, gelip yerleşmiş olabilirler miydi? Helikopterden önce Han Yaylası'nın ilersine doğru yürüyüp karların içinde bekleyebilirler miydi? Şu veya bu şe­kilde, helikopter gelip yükü bırakmadan önce yapılabilecek bir şey yoktu, sabırla beklemekten başka...

Üstçavuş Ömer, Üsteğmen Metin'le yan yanaydı.

"Üstajmenim, yıldızlar ne kadar yakın. Bir merdiven olsa çıkıp elle yakalayacaksın sanki."

"Yaylanın çok yüksek oluşundan kaynaklanıyor. Kaldı ki biz, Han Yaylası'nın kenarındayız. Ortalarında olsak, mer­divene de gerek duymazsın. Görüyorsun, kar burada yük­sek. Yürüsek, diz kapaklarımıza kadar çıkar mutlaka. "

"Nedir bu? Helikopter, malzemeler, yılanlar, çıyanlar at oynatıyor buralarda. "

"Ömer, eğer PKK meydanda somun .pehlivan gibi peş­rev yapıyorsa bunun kispetini, kazandaki zeytinyağım kim sağlıyor? Ondan çıkar sağlayan ülkeler. PKK Pinokyo! ip­len, o tahta oyuncağı sahneye çıkaran marangozlarda. Bu gece de eğer olursa, marangozlardan birinin ona desteğini ve himmetini göreceğiz. "

"Bütün bunlar tamam da üsteğmenim. Bu ne cüret, bu ne pervasızlık. Demek bu ülkeler üzerinde bizim hiç hükmü­müz yok."

"Mesele de buya zaten."

"Ne kadar alışkın olsak da, şu pusuda beklemek yok mu,

çelikten sinirleri dahi boşaltabilir. insan bir an önce ne ola­caksa olsun bitsin istiyor."

"Haklısın, hepimiz için geçerli bu dediklerin. Ancak, bizim gibi şeytan adamlardan oluşan bir hayalet müfreze olunca geriye dayanmak, dayanmak ve daha çok dayanmak kalıyor. Hiçbir insanın dayanamayacağı kadar dayanmak... insan tabiatının sınırlannı en üst noktalara sürebilecek ölçü­lerde dayanmak. Dayanamayanlar ise yenilecektir."

Saat 22:00 civannda sadece dürbünle bakanlarda de­ğil, çıplak gözle de köyün içini ve evleri gözetleyenlerde de bir kıpırdanma oldu. Siyah gölgeler tam önlerinde bulunan dört evin dağa en yakın olanından birbiri ardına dışanya çıkmaya başladı. Sola doğru kısa bir yürüyüşten sonra, dağa doğru dönüp sadece başlangıç noktasının bir bölümü gö- ıiilebilen keçi yoluna geçtiler. Kayalıklann durumuna bağlı olarak bir görünüp bir kaybolarak yukanya tırmanıyorlardı. Kısa.bir süre sonra da görünmez oldular.

Müfreze komutanı, "Kaç kişi saydın Aykut?" diye sordu.

"Sekiz komutanım."

"Tastamam doğru/ dedi yüzbaşı ve Üsteğmen Metin'i kriptolu telsizden aradı:

"Tavuklar kümesten çıktı. Sekiz... Yeme geliyorlar. Bir saatten önce hizanızda olamazlar."

"Anlaşıldı."

Yüzbaşı ayağa kalktı.

"Beni takip edin," diyerek kalktı ve daha önceden tespit ettiği istikameti takip ederek baş aşağı yamaçtan inmeye başladı. Yamacın toprak kısımlan balçıktı. Tespih taneleri· gibi sıra sıra aynı yönü takip ederek vadinin tabak kadar düz olan tabanına indiler. Yer yer karla kaplı bu alan daha da

çamurluydu. Botlar batıp çıktıkça çıkardıklan sesler, mezar­lık sessizliği süren vadide sükfıneti bozuyordu.

Yüzbaşı hemen arkasındaki teğmene, "iki kişi beni takip etsin: Bunlann çıktığı eve gideceğim. Sen kalanlarla diğer üç evi kontrol et. Şu uzaktaki iki eve gitmenize gerek yok," diyerek dağa en yakın olan eve doğru yüıiimeye devam etti. Başçavuş Mustafa ile Uzman Çavuş Ziya hızlı hızlı yürüye­rek müfreze komutanın arkasına geçtiler.

Eve on metre kala, yilzbaşı işaretle Mustafa Başçavuş'u yanına çağırdı ve ağzını onun kulağına dayayarak, "Ben ka^ pıya gideceğim. Sen, şu pencerenin yanına. Ziya'ya söyle öbür tarafta mevzi alsın. Belki başka bir pencere olabilir. Kapıyı kilitlemiş . olabilirler. Benim ıslığımı duyar duymaz, çerçeveyi çökert ve el feneriyle olabildiğince içeriyi aydın- 1atmaya çalış," diye emir verdi.

"Ya başka odada duruyorlarsa komutanım!"

"Bu tip evler, girişten itibaren holle başlar, genellikle de soba veya ocak buradadır. Tamam mı?"

"Anlaşılmıştır, komutanım."

Astsubay yanından aynldıktan sonra yüzbaşı, kısa bir süre kapının karşına denk gelen, yer yer ağaçlık olan ara­ziyi kontrol ederek, bir iki hamlede kapının yanına sıçrayıp sırtını duvara dayadı. Tüfeğin emniyeti açıp mandalı oto­matiğe aldı. Hücum yeleğindeki el bombalannın çıtÇıtlannı açtı. Silahını sağ kalçasına iyice oturtt an sonra, kuş sesi­ne benzer bir ıslık çaldı. Karanlık içinde el fenerinin ışığını arkasında hissedince tekmeyi olanca gücüyle kapıya indirdi. Kapının bağınr gibi duvara çarpmasıyla yüzbaşının şimşek gibi içeri girmesi bir oldu. Fenerin ışığı fırdönerek ortalığı taramaya devam ediyordu. Görünenler birkaç yer yatağı,

bir köşeye yığılı kap kacak, eskimiş ayakkabılar, odun ve çalı çırpı öbekleri, içlerinde bir şeylerin olduğu anlaşılan ya­nsı boş çuvallardı.

Tam karşıda iki oda daha vardı ve. birinin kapısı açıktı. Oraya göz atıp diğer kapıyı da tekmeleyerek indirdi. Duvara sırtını verip el fenerini hızla odaların içinde gezdirdi. Bun­larda da yer yatakları ile battaniye gibi eşyalar vardı. Evde kimse yoktu!

Başçavuş Mustafa da içeri girmişti.

"Malzemelere bakılırsa hepsi aynı evde, burada kalıyor­lar. Uzun zamandır da kaldıkları anlaşılıyor," dedi, müfreze komutanı.

"Nöbetçi de bırakmıyor bunlar. Şaşılacak şey komuta­nım."

"Dağların kara kışı var ya, onu kendilerinin müttefiki ola­rak kabul ediyorlar. Nasıl olsa kimse gelip onları rahatsız etmeyecek. Bu hep yıllardır böyle sürüp gittiği için, gel key­fim gel. Gerçi buraya niye nöbetçi bıraksınlar, üç beş çuldan başka bir şey yok ki! Evde, yaralı veya hasta olabilir, o da bize ateş açabilir diye tedbirli davranmak zorundaydık."

"Silahların patlamadığı iyi oldu ama. Yoksa dağ taş in­lerdi."

"Gidenler duyar diye söylüyorsun değil mi? Duysunlar, arhk hiçbir farklı hareket yapabilecek durumda değiller. Yü­kün geleceği ortaya çıktı. Bizim bilemediğimiz bir terslik çık­mazsa tabii. Silah seslerinden tedirgin olup işkillenebilirlerdi ancak geri dönüp ne olduğuna bakabilecek ne güçleri ne de zamanlan var. Dönüşte tedbirli olmaya çalışacaklardı hepsi o kadar. "

"Siz bunların ciğerini biliyorsunuz, komutanım."

"Ciğerlerini değil, bütün organlarını biliyorum ama be­nim ve senin bilmen yetmiyor ki Mustafa. Biz elimizden ge­leni yaparak kendimize olan saygımızı koruyoruz. Teğmene söyle, herkes buraya toplansın."

Başçavuş gidince yüzbaşı dışan çıkıp kapının yirmi otuz metre ilersindeki bir ağacın altına gidip sırtını dayadı. Vadi­nin iki yanında duvardan farksız dağların arasındaki büyük koridordan gökyüzünde yanıp sönen yıldızlan seyretti. Geç­mişte Kazan Vadisi'nde yaptıkları muharebeler gözünün önünden geçti.

Balabanlar toplanınca yüzbaşı onlara dağa iniş çıkışı sağ­layan keçi yolunun vadiden başladığı noktayı ve PKK'lıların kaldığı evi çok iyi görebilecek pozisyonda, uçlan açık bir kavis şeklinde mevzilenmelerini emretti. Kol kısa bir sürede emredilen tertibi alarak beklemeye geçti.

Müfreze komutanı, Üsteğmen Metin'i aradı:

"Durum nedir?"

·^Normal!"

"Bir mola vermedilerse sizin hattınıza ulaşmış olmaları gerekir."

"Geldilerse de uzak solumuzda kalan kayalıklarda olabi­lirler."

· "Doğrudur. Tamam."

Bu konuşmadan yanm saat geçmemişti ki üsteğmen müfreze komutanını arayarak, "Ortaya çıktılar. ip gibi arka arkaya dizilmiş sekiz kişi, yaylanın ortasına doğru gidiyorlar. Kar derin olduğundan hızlan düşük."

"Anlaşıldı."

"Bulunduğumuz hat daha alçakta kaldığı için görebildiği­miz ufkun ötesine geçerlerse gözden kaybedebiliriz."

"Fark etmez, nasılsa dönecekler."

"Anlaşıldı."

Ay tam tepelerine gelmemiş olmasına rağmen karlı yay­layı aydınlatıyordu. Beyaz manzara üzerinde sekiz kişi siyah figürler halinde, kar yüzünden hız yapamadıklan için yavaş çekim gösterimdelermiş gibi ilerliyorlardı.

Buzkıranlann her biri tetikte beklerken Üstçavuş Ömer, "Üsteğmenim, böyle bir fırsat da az bulunur," diyerek, siyah arpacığın üstünden beyazlığın ortasındakilere baktı.

"Savaşta aptallığın sının olmaz. Durumları bu," dedi, Üs­teğmen Metin.

Gece yansındari bir saat sonra gökyüzünde derinden de­rine boğuk bir motor sesi duyuldu. Han Yaylası kenarında bekleyen Buzkıranlar, Kazan Vadisi'ndekilerden biraz daha önce duydular bu sesi. Homurtu gittikçe üzerlerine dogru geldi. Gece görüş dürbünleriyle gökyüzünü taradılar. Vadi tabanındakiler havada bir şey göremediler ve ses onlardan uzaklaştı.

Üsteğmen Metin, müfreze komutanını aradı. Heyecanını gizleyemeyen bir sesle durum bildirdi:

"Orta çaplı bir kargo uçağı. Tek bir paraşütün ucuna bağlı malzeme sandığı attı. Şu anda gözetliyorum. Hızla yere yaklaşıyor. Uçak doğuya doğru patem alarak Oramar üzerinden geldiği istikamete, Irak'a doğru yoluna devam ediyor."

"PKK'lıların tam yeri neresi?"

"Bulunduğumuz yerden tespit edilemiyor arpa yürüyüş hızlannı dikkate alırsak atma mevkisine çok yakın bir yerde olmaları muhtemel!"

"Güzel, takip edelim."

Yüzbaşı kendi kendine, "Aferin Tebriz Ağa, çok iyi bir iş yaptın," dedi.

Bir saat sonra Buzkıranlar, Han Yaylası'nın ufukla kesiş­tiği yerde siyah bir kitlenin siluetini gördü. Çok yavaş hare­ket ediyorlardı. Siluet belli bir süre sonra netleşti. Üsteğmen Metin gece görüşte, birkaç kez dürbünü göz hizasına kaldı­rıp indirdikten sonra müfreze komutanım aradı:

"Durum netleşti."

Yüzbaşı, "Nedir?" diye sordu.

"Giden gelen PKK'lı sayısı aynı. Kenarlarından tutmuş halde üç sandık taşıyorlar. Sandığın biri uzun. Diğer ikisinin büyüklüğü birbirine yakın. Yaklaştıklarında alalım mı?"

"Hayır! Onlardan daha iyi hamalı nereden bulalım. Biz aşağıda bekliyoruz. "

"Tamam!"

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra Üsteğmen Me- · tin yeniden aradı:

"Şu anda, üç yüz metre kadar solumuzdalar. Dağ yoluna girmeleri için çok kısa bir mesafede bulunuyorlar. Çok yor­gun ve bitap düştükleri her hallerinden belli, karların içinde oturuyorlar. Sırtüstü yatanları dahi var. "

"Kim dedi onlara, dağda ecnebilerin hamal ığını ve uşak­lığım yapın diye? Hareket ettiklerinde bildirin."

"Anlaşıldı."

Aradan yarım saat geçtikten sonra üsteğmen tekrar du­rum bildirdi:

"Hareket ettiler! "

"Bunlar o yüklerle gün ışımadan ewel bizim yanımıza gelemezler. Onların dağ yoluna girişinden bir saat sonra, siz aynı patikayı kullanarak bulunduğumuz yere inin."

"Alındı, anlaşıldı. "

Sabahın geldiğini vadinin göğe açılan tavanı haber ver­di. Aydınlık yavaş yavaş yukarıdan aşağı dajru uzandı. Çö­küntü, görüşe büyük bir engel teşkil etmeyecek derecede sisliydi.

Çok fazla beklemediler. ilk sandığı taşıyanlar yamaçta göründü. Arkasından da diğerleri. Uzun sandık en geridey­di, sonda da sandık tutmayan iki PKK'lı vardı. Yük taşı­yanların silahlan sırtlarında asılıydı. Perişan oldukları her hallerinden belliydi.

Pusu yayının ölüm bölgesine girdiklerinde yüzbaşı, ya­nındaki Aykut Te!:jmen'e:

"Selam ver şunlara, bakayım alacaklar mı?" dedi.

Teğmen avazı çıktıgı kadar, "Teslim olun! Çembere alın­dınız!" diye bagırdı.

Çağrıyı duyar duymaz, en geride tüfekleri ellerinde bu­lunanlardan biri hiç umulmadık bir çabuklukla sesin geldiği tarafı taramaya, digeri de gelişigüzel oraya buraya ateş et­meye başladı. Aynı anda makineli tüfek ve diğer tüfekler, cehennem makinesi gibi ölüm ve ateş kusmaya başladı. Vadi korkunç ugultularla inledi. Ateş topunu andıran vu­ruşlar, iki PKK'lının bedenini havaya kaldmp birkaç metre geriye, çamurların içine fırlattı.

Geri kalan altı kişi, sandıklan yere atıp ellerini başlarının üzerine koydular. Gözleri yuvalarından dışarı u!:jrayacak gibi hayret ve dehşet içindeydiler.

iki saat sonra Buikıranlar da vadi tabanına indiler.

Uzun sandık açıldığında gördükleri şey herkesin canını sıkmaya yetti! Bu, bir hava savunma füze lançeriydi! Sandı- gın birinde ise on adet füze başlıgı vardı. Lançerle atılacak

olan mühimmat. Üçüncü sandıkta, piyasada pek bulunma­yan muhtelif ilaçlarla, iki solunum teçhizab bulunuyordu.

Müfreze komutanı özel radyo frekansıyla raporunu gön­derdi:

"ikisi ölü. Altısı yanımızda. Olağanüstü bir makine ve di­kiş iğneli teçhizat aldık. Köpıil ü'de, XMTLNK'deyiz. Köp- ıillü yanımızdaki her şeyi karadan alabilir. Onlan bekleyip aynlacağız. Köprülü'ye gelecek olan helikopter, mühim­mat, erzak ile kırk iki numara ve üstü yirmi bot getirebilirse uygundur. Emanetleri' almaya gelen araçlarla bize ulaşabi­lirler. Tamam."

Kısa bir süre sonra:

· "Tebrikler. Anlaşıldı. Hemen karşılanacak," bilgisi geldi.

Müfreze komutanı kol komutanlannı çağırdı ve şu emri verdi:

"Ana üsse bildirdim. Bizim ihtiyaçlanmızı bir helikopterle, Köpıillü Jandarması'na gönderecekler. Onlar da araçla gele­rek teslim olanlar ve ele geçen silah ile diğerlerini alıp kışla- lanndaki helikoptere götürecekler. Oradan da ana üsse sevk edilecekler. Köpıilü bize on sekiz, yirmi kilometre uzaklıkta olmasına rağmen gene de üç dört saati bulur. Arkadaşlar is­tirahat etsinler. PKK'lılann kaldığı ev daha uygun görünüyor. Üstelik yakacak da var. Ateş yakmanızda bir sakınca yok. Biz vadiden çıkmak için havanın kararmasını beklemek zorunda­yız. iyi gözetleme sağlayan iki kritik yere nöbetçi koyalım."

Saat 13:00'te, Köprülü Jandarmalan iki askeri kamyon­la geldiler. Mllfrezenin ihtiyaci olan mühimmat, erzak ve botlan teslim ettiler. Altı PKK'lıyı, lançer ve füze başlıklany- la tıbbi malzemeyi kamyonlara yükleyip helikoptere vermek üzere aynldılar.

Müfreze komutanı sırt çantalarını sığınak olarak kullan­dıkları mağarada bıraktıklarından, gelen malzemeleri taşı­maları için yirmi kişiye bölüştürdü. Hava kararır kararmaz da vadinin içinden doğuya doğru yürüyüşe geçtiler. Taşbaşı köyü hizasına geldiklerinde yukarı çıkıp köyün üstünden sı­ğınağın bulunduğu patika yola girdiler. Sığınağa ulaştıkla­rında saat henüz 20:00'ydi.

Sabah olduğunda gayet sakin görünen hava birkaç saat içinde simsiyah oldu, çok geçmeden de göz açtırmayan bir kar fırtınası başladı. Tipi zaman geçtikçe o kadar şiddetlendi · ki, kar ve savnıntuları vadi tabanında ve iki yamacında ana­forlar yarattı. Göz gözü görmez oldu.

Gözcüler hariç herkes mağaranın içinde şahsi işleriyle uğraşıyorlardı. Kendi silahlarına uygun mühimmatları aldı­lar, erzaklar cinslerine göre pay edildi. Yırtılan ve topuklan düşmüş olan botlar atılarak yenileri giyildi. Çok miktarda yün çorap gelmişti. Çok makbule geçti bu çoraplar. Eskileri ıslanmaktan ve kurutulmaktan keçe gibi olmuştu.

Buzkıran koluna mensup Komando Er Hüseyin, Sağlık Çavuşu Ahmet'in yanına geldi. Çavuş kendisine verilen er­zakları bir torbaya yerleştirmekle meşguldü.

"Ahmet Çavuşum!"

"Efendim Hüseyin."

"Sana bir şey göstereceğim ama kimsenin haberi olma­malı."

"Tamam. Nedir o göstereceğin?"

Hüseyin etrafına bakındıktan sonra yavaşça çavuşun ya· nına oturdu ve bağlan çözülmüş halde bulunan botun için­den sağ ayağını çıkardı. Ayak çorapsızdı, bilek altı şişmiş ve mosmor görünüyordu.

"Anlaştık degil mi, kimse duymayacak."

"Tamam dedik ya be oğlum. ikide bir tekrar edip dur­ma."

Ahmet Çavuş, eliyle ayağın şiş kısmına basbnnca Hüse­yin elinde olmadan hafifçe sıçradı. Sonra, iki eliyle parmak­lara doğru baskı uygulayan çavuş:

. "Bir ödem oluşmuş. Damar damar üzerine de gelmiş olabilir. Ne zamandan beri var bu?"

"Dün gece oldu. Bir kaya yanğına girince sanki ayağım . ters döndü gibi oldu. Önce pek bir şey hissetmedim ama yürüdükçe ağnsı ve sıkıntısı arttı. "

"Dün, bütün gün Kazan'da bekledik. O zaman niye söy­lemedin?"

"Geçer sandım."

"Şuna erkekliğe yediremedim desene!"

"Peki, ne olacak şimdi?"

"Elinin körü olacak. n

Ahmet Çavuş, sağlık çantasından çıkardığı bir merhemi ayağın şiş kısmına bolca sürdü ve iki eliyle beş dakikadan fazla bir süre ovdu. Sonra uzun bir sargı beziyle ayağı kun­daklar gibi sardı.

"Çorabın nerede senin?" diye sordu.

"Eşyalanmın yanında!"

"Sen azıcık delisin, değil mi? Delilik, matah bir şey değil aslanım. Bu ayak çıplak halde bota sokulur mu? Hele bu Allah'ın soğuğunda!"

"Yüreklilere bir şey olmaz."

"Ama ölürler." ·

"Topu topu bir kez ölürler."

"Bırak bu teraneleri!"

"Senin ayağını müfreze komutanının görmesi, vedalaş­ma zamanının gelmesi demektir. Sen, bu ayakla dağ geçit­lerinde karda, çamurda nasıl yol alacaksın ve çatışmalara gireceksin? Herkes senin ayağına göre mi yilrilyüşilnü ayar­layacak ha!"

"Aman gözünü seveyim Ahmet Çavuş. Ben herkes ka­dar hızlı yilrilrilm, kendi yükümü de taşının."

"Hey Allahım! Nasıl bir memlekette yaşıyoruz? Bir kıs­mı, bırak savaş alanını, askere gitmemek için kendini çürü­ğe çıkartır. Bir kısmı, bedelli adı altında para verip bu işten sıynlmak ister. Ve bunlan biz dağlarda, kar çukurlannda ve ölilmiln kol gezdiği vadilerde çarpışırken yaparlar. Bunlarda vicdanın kınntısı yok."

Tam bu sırada Asteğmen Murat yanlanndan·geçiyordu.

"Kim de vicdanın kınntısı yok, Ahmet Çavuş?"

"Şu, kendini çürilğe çıkartanlarla, para karşılığı askerlik­ten tilyenlere söylüyorum asteğmenim."

"Sen onlara kızacağına, o partilere pırtılara oy verenlere kız. Kanunlan çıkaranlar o pespayeler değil ki, partiler! O partilerin kuyruğuna takılıp da oy verenlere kız sen!"

"Biraz düşilnilnce doğru asteğmenim."

"Hüseyin'le sohbet mi ediyorsunuz?"

Hüseyin yalvaran gözlerle çavuşa baktı. Ahmet Çavuş hiç tereddüt etmeden:

"Anne tarafından hemşeri sayılınz da oradan buradan laflıyorduk biraz."

Asteğmen, "Özlem ha!" dedi ve gitti.

"Sağ ol Ahmet Çavuş. Söyleyeceksin diye ödüm koptu.'!

"Seni başımızdan savacağımızı mı sandın? Sen salağın birisin. "

"Çabuk iyileşir mi bu ayak?"

"Üzerine fazla a!:jırlık verme. Tabii hemen bir harekata çıkmazsak senin için iyi olur. Birden de geçmesini bekleme. iki gün sonra sargıyı açar, yeniden bakanz."

Hüseyin ayağa kalktı, sanki hiçbir şeyi olmayan biri gibi yürüyerek silah ve malzemelerinin bulunduğu yere gitti. Ar­

kasından Hüseyin'i izleyen Ahmet Çavuş söylendi:

"Şuna bak! Keyfi yerinde."

 

 

·Müfreze komutanı dışan çıktı. Kar, fırtınayla birlikte or­talığı altüst ediyordu. Parkasının başlığını başına geçir­mek zorunda kaldı. Gözü, Taşbaşı köyü istikametindeydi. Tebriz Ağa eline, ayağına ve işine çabuk adamdı. Hiçbir şeyi süründürmez ve uzatmazdı. iki güne yakın bir süre geç­mişti. Ama her zaman her şey olabilirdi. Kazan Vadisi'ndeki operasyonu köyün duymamış olması mümkün değildi. Hat­ta Çukurca'da yaşayanların bile.

Tipi birkaç metre ilerisini dahi görmesini engelliyordu. iki gözcü karşı yamaçtaydı ama onları da görmek imkansızdı. iç cebinden özel düdüğünü çıkarıp bir uzun iki kısa şekil­de öttürdü. Bu, "Sese gelin," demekti. Çok geçmedi, iki kardan adam yamaçtan indi, yolu geçti ve tekrar kısa bir tırmanıştan sonra mağaranın önündeki yüzbaşının karşısı­na geçtiler. Kapüşonları kulaklannı kapadığından, müfreze komutanı bağırdı:

"içeri geçin, siz görmüyorsanız, başkası da göremiyor- dur. Bu havada kurt bile dışarı çıkamaz."

Askerler başlarıyla anladık işareti vererek mağaraya gir­diler.

Subay ve astsubaylar, havanın kararmasından sonra, müfreze komutanının çevresinde toplanmışlardı. Bugün

dağlann ve fırtınalannın günüydü. Aslında her gün onlann sayılırdı ama bugünkü gibi günlerde canlılara, siz hiçsiniz der gibiydi.

· Üsteğmen Metin, "Tebıiz"Ağa ne zaman görünebilir ko­mutan?" diye sordu.

"Hiç belli olmaz, bir saat sonra bu kıyamette bile çıkıp gelebilir, birkaç gün de sürebilir. Ne kadar çabuk gelirse bizim için o kadar iyi olur. Özellikle Kazan işinden sonra."

Astegmen Tekin, "Şu lançer ve füze başlıklan akıl almaz bir şey. Nasıl bir dolap dönüyor üzerimizde insanın inanası gelmiyor."

"Zap kampında, yıllar önce de bu silahla bizim bir süper kobramızla, bir Sikorsky'mizi düşürdü P^," dedi ^başı.

Astegmen Murat, "Hiç şaşırmıyorum! Bu devlet daha kimle savaşbğını, kimin dost, kimin düşman olduğunu bile tespit edemedi ki! Bölgede bizden başka herkes köpeksiz köyde çomaksız oynuyor. Bu kadar fedakarlık, özveri ve acının sonunda biz nasıl galip geleceğiz? Şahsen ben ümit­sizim," dedi.

Mustafa Başçavuş, "Her şey ortada. Şu atma vasıtası ve başlıklar alınınca ne yapılacak, çok merak ediyorum," diye ekledi.

"Ben sana söyleyeyim Mustafa," diye araya girdi yüzba­şı, "herkes bir üstüne bildirecek. Resimlerini göndermeyi de ihmal etmezler. Sonunda siyasilere kadar gidecek olay._ Onlardan da, dışişlerine, elçiliklere, şunlara bunlara... So­nunda, 'Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor,' olacak. Eski tas eski hamam, vur patlasın çal oy­nasın olacak. Bizim faydamız şu oldu: Bu orriuzdan ablan hava savunma lançeri,-o ele geçirdigimiz füze başlıklannı bi-

zim hava ar^çlarımıza atamayacak. Bir kez daha gördük ki, olaylara sadece talih egemen olabiliyor," dedi. Sonra bir­den, "Ahmet Çavuş nerede? Buraya gelsin," diye seslendi.

Ahmet'in gelmesi kaşla göz arasında oldu.

Yüzbaşı, "Personelin sağlığı ile ilgili, benim bilmediğim bir şey var mı?" dedi.

Çavuş önce şaşırdı fakat çabuk toparladı:

"Hayır komutanım. Herkes turp gibi maşallah. Ufak te­fek ayak vunıkları var ama görevlerini olumsuz etkileyecek bir durumları yok."

Çavuş, gene de tedirgindi.

"Demek, sana çok iş düşmedi, öyle mi?"

"Şükür komutanım düşmedi. Aman düşmesin zaten. Si­zin ayaklarınızda bir şey var bilemiyorum tabii."

Yüzbaşı kestirip attı:

"Çavuuuuş, acı patlıcanı kırağı çalmaz! Peki gidebilirsin."

Ahmet Çavuş, büyük bir badire atlatan bir insanın rahat­lığıyla selam verip ayrıldı.

Arkasından müfreze komutanı Komando Er Tahsin'i ça­ğırdı.

"Nasılsın Tahsin?"

"Hepimiz iyiyiz komutanım. Ama otur otur canımız sıkı­lıyor biraz."

"Şimdi meydan doğanın. Her zaman da onun ya neyse. Tipiye efelik yapıp, 'Boğ bizi sana geldik,' diyecek halimiz yok. Sen bir şeyler söyle de herkes dinlesin bakalım. Gördü­ğüm kadarıyla henüz uykuya çekilen kimse yok."

"Biz zaten hepimiz daima tavşan uykusundayız, komu­tanım."

"Bu sözü kim ne zaman söylemiş bilmiyorum ama bence

tilki uykusunda bulunmak lazım. Tongaya basmamak için. Ne dersin?"

"Tilki daha kurnaz ve uyanık oluyor. Hakikaten doğru komutanım. Bunlar niye tavşan demişler?"

Oturanlar, kendilerini tutamayarak güldüler.

Tahsin gitti ve sırtını mağaranın duvarına dayadı, o ne­fesini ayarlamaya çalışırken; yüzbaşı; Asteğmen Murat'a, "Neden insanoğlu harekat alanında daha çok türkü söyle­mek ve dinlemek ihtiyacı duyuyor Murat?" diye sordu.

"Çok doğal. Ve hem kültürel hem de sosyolojik bir şey. Çünkü türküler esas halkın duygu ve melodilerini yansıtıyor. içten ve özgün. Yapmacıklık yok. Türküler halkın çaresiz­liğinin, acılannın, duygularının bir aracı. Yapamadığı, baş edemediği, yenemediği zaman türkülere döküyor duyguları­nı. Türkü, halk için bir nefes, bir çıkış yolu. Onunla ruhunu rahatlatıyor."

"Daha güzel tarif edilip anlatılamazdı, " dedi, müfreze ko­mutanı.

Tahsin başladı ve birbiri ardına söyledi: .

"Ben ayrılmak istemedim

Sebep olanlar utansın

Tırpan 11urdu toprağıma

Meosim dursun güz utansın.

Çürümüş yaprak gibiyim

Sebep olanlar utansın

Çatlamış toprak gibiyim

Irmaklar çaylar utansın.

Dağlar girdi aramıza

Taş yürüsün yol utansın Diken sardı ellerimi Sebep olanlar utansın.

Çiğ düşüyor gözlerimden

Yanaklarım ıslanıyor Kurumuş yaprak gibiyim Zamansız yağmur beklerim.

Kanatları gümüş yavru kuş

Dağlara çıkma sen.

Yandım çavu.ş yandım senin elinden

Çok sallanma kasatura da fırlar belinden.

Asker oldum piyade Gidiyorum işte gör

Ölümden korkup da sen geri durma

Yiğidin alnına yazılan gelir."

Son türküden sonra Tahsin ayağa kalkıp sağ elini kalbi­nin üzerine koydu ve eğilerek herkesi selamladı.

"Alkış", "Bravo ", "Yaşa" sesleri karşısında sıkılıp mah­cup olan Tahsin, tekrar yerine oturdu.

Yere biriken ve yağan karlan döndürüp duran fırbna, ne­redeyse mağaranın ağzını bile kapatacaktı. Girişten birkaç metre içeriye dogru da epey kar girmişti. Mağaranın girişine bir set yaptılar ve iki gözcü bu setin arkasında nöbete geçti.

Sabah olduğunda kar ya[:lışı halen sürüyordu. Fırbna ke­silmiş, kar taneleri incelmiş, fırbnanın eski yogunluğu kal­mamıştı. Görüş mesafesi de elli altmış metr^ye kadar çık­mıştı. Bütün gece devam eden fırtına ve kar yağışı patika yolda karsız hiçbir yer bırakmamıştı.

Müfreze komutanı, saat aralıklanyla dışan çıkıp havaya, yola ve köyün istikametine bakıp içeri giriyordu. içinden, hadi, Tebriz Ağa, hadi! diye geçiriyordu. Geceyi mi bekliyordu? Bu konularda zamanın ne kadar hayati önem taşıdı[:lını bilen adamdı Tebriz Ağa. Ama henüz ortalarda görünmüyordu. Za­yıf olm^sına ra[:lmen, başına hesapta olmayan bir şeyler de gelmiş olabilirdi. Her geçen saat sanki asır gibiydi, geçmek ve bitmek bilmiyordu. Müfreze komutanı bütün bunlan bilmesine rağmen, istemeden de. olsa, "Ya sabır," çekiyordu.

Scin giriş çıkışından yirmi dakika geçmişti ki nöbetçilerin. uyan işareti geldi. Yüzbaşı yıldırım gibi fırladı dışanya ve bakışlannı yolun köy yönüne çevirdi. Görüş mesafesi şim­di yüz metreden daha da fazlaydı. Gelen, Tebriz Ağa'ydı. Gene sırtında bir çuval vardı.

Yüzbaşı mağaranın dışında biraz da hava almak için bu­lunan askerlerden birine, "Git ve yardım et!" işareti verdi. Asker yamaçtan yuvarlanırcasına patikaya indi.

Tebriz Aga sıgına[:lın önüne geldiğinde müfreze komuta­nı iki elini yana açarak gelen adamı kucakladı.

"Hay yaşayasın Tebriz Ağa, seni hacı bekler gibi bekli­yoruz, " dedi.

"Tayfun kumandan, her geçen yıl biz de yavaş yavaş gö­çüyoruz. Baksana zor nefes alıyorwn. Köyle buranın arasını vakti zamanında yanm saat bile sürdünnezdim. Şimdi bir saatte. zor gelebildim."

"iyi de sırtındaki çuvalı hiç hesaba almıyorsun.

"Yok be beyim. O da yük mü? Zamanında bir katır artık yürüyemez hale geldiğinde onun yükünü sırtımıza vurup ta­şırdık. Bunlar ne ki?"

"Sen var ya sen, benim diyen gence taş çıkartırsın. Öyle laUarın arkasına sığınmaya kalkma. Bana anlatamazsın. Gel içeri bakalım. "

Tebriz Ağa dizlerine kadar sırılsıklam olduğu ve palto­su da aynı durumda bulunduğu için, ikisi ateşin yakınına oturdular. Tebriz Ağa su içinde kalan paltosunu sırtından çıkarıp açarak yere serdi.

"Gene dayanamayıp bir şeyler gelirmişsin."

"Konuşmaya bile değmez kumandan."

"Keşif tamam mı? Çevrede ne olup bitiyor?"

"Onu en iyi sen bilirsin Tayfun Yüzbaşı! Heriflerin aklı fikri karışmış. Yayla evinde baskın yemişler. Oramar kolu pusuya düşmüş. Ondan önce de bir pusu olmuş. iki gün ewel de Kazan Vadisi baskını: "

Müfreze komutanı güldü:

"Eee... Kim yapmış bunları?"

"Beni de zorla güldüreceksin kumandan. Böyle seri ve kesin sonuçlu bir harekatı kim yapabilir ki, tabii ki sen ve adamların. "

"PKK ne düşünüyor peki?"

"Düşünüyorlar, düşünüyorlar ama işin içinden çıkami- yorlar. Çünkü kurtulup da onlann yanına dönebilen olma­mış ki, tam olarak ne olup bittiğini kavrayabilsinler. Aslını ararsan Kazan işi bunlan korkutup paniğe düşürmüş. ÇOn- kü hiç akla hayale gelmeyen bir şey olmuş. Tıbbi malzeme­ler, iŞte ne ise, onlar da sizin elinize geçti, değil mi?"

"Tebriz Ağa, tıbbi malzeme de vardı ama esas yük o değildi. Ne attılar havadan biliyor musun? Hava savunma silahı ve onun füzelerini!"

"Deme yahu! Allah Allah!"

"Maalesef öyle."

"Helikopter ne oldu?"

"Helikopter değil, uçaktan paraşütle yere gönderdiler."

"Ulaa... Vay canına! Şu kafirlerin işine bak!"

"Zap'tan ne haber?"

Tebriz Ağa; bel kuşağı ile pantolon kemeri arasından kir­li bir naylona sanlı küçük bir kağıt çıkanp yüzbaşıya uzattı.

"Nerelere sokmuşsun bunu böyle," dedi yüzbaşı.

"Nerede, kimle karşılaşacağımız belli değil ki kuman­dan."

"Ustasın demek istedim."

"Başka türlü de olmaz ki."

Yüzbaşı naylondan kağıt parçasını çıkardı. Birkaç nokta­sında üzerine su damlatıldığından dağılma vardı. Çizimlerde tükenmez kalem kullanılmıştı, çizilen figürler ise eciş bücüş- tü. iki eliyle kağıdı gerdi ve yere koydu, ışığı yeterli görme­yip .üzerine el fenerini tuttu. incelemesi on dakika kadar sürdü. Önceden sahip olduğu bilgilerle kağıt üzerindekileri kıyasladı. Farkları çıkartmaya çalıştığı belliydi. Nihayet sor­du:

"Kaç PKK'lı olduğunu söylüyorlar Zap'ta?"

"Yüz kırk, yüz elli diyorlar."

"Avaşin'den gelen de aynı sayıyı söylemişti. Tabii, azalıp çoğalma da olabilir ama çok sayıda olamazlar. Sığınağın kapasitesi ve erzak durumu kışın büyük sayıda gelgitlere müsaade etmiyor, değil mi?"

"Doğrudur kumandan. Kışlan hep böyle olur, bilirsin. Nerede, kaç kişinin kalacağını peşinen, kış öncesinde plan­larlar. Büyük bir şey olmazsa da bahar ortalanna kadar aynı nüfusu korurlar. "

"Krokide gene dört büyük sığınak görünüyor. Şu siyah noktalar da gözetleme ve nöbet yerleri, öyle mi?"

"Kışın nöbetçi sayılan az oluyor, gece ve gündüz sayılan ^ farMı. Hava karannca "x" işaretli yerlerdekiler de sığı­nağa geçiyor. Kan fırtınayı kendilerinden saydıklanndan, güven duygulan çok yüksek. Haksız da değiller hani."

"Peki,- biraz önce saydığın olaylardan sonra bir ihtimal de olsa oralara gelebileceğimizi düşünemezler mi?"

"Bir defa onlann aklı şunu almaz: Yurtiçinde bunlar olabi­lir belki ama bu işlerin Zap'a uzanmasını düşünmek, onlann ne hayaline ne de düşlerine sığar. Yapılanlan da her bir yer­de başka başka askeri birliklerin yaptığını sanırlar. Endişele­ri, orda hurda dolanan yurtiçi gruplarinın üzerinedir, orılann başına ne gelip gelmediğini bulmaya, öğrenmeye, çıkarmaya çalışıyorlar. Üstelik olup bitenleri ne gören var, ne de kaçıp kurtulan mevcut. Böyle olunca da şaşınp kalıyorlar."

"Ama senin olup bitenden geç de olsa haberin oluyor!"

"Ne dersin kumandan bey? Hani derler ya, 'meslek sır­rı', onun gibi bir şey işte. Sen anlarsın bu işleri de, gene de bana sormadan edemiyorsun Tayfun Yüzbaşım."

"Sen bir alemsin Tebriz Ağa. Bu işlerde kimse seninle aşık atamaz."

"Öyle deme, beni utandınyorsun."

"Bir çay daha içer misin?"

"Yok, bana müsaade et gideyim. Şu andan itibaren «- nin ne kadar işin olduğunu tahmin edebiliyorum."

"Oldu, sen bilirsin. Çok geç olmadan eve gitmende yarar var. Şu, 'Yerin kulağı rardır,' sözü var ya..:”

"Doğru söylersin de, benim için bu saatten sonra bir­çok şeyin pek kıymeti de kalmadı. Allah sizin yardımcınız olsun. "

Beraber mağaradan çıktılar. Hava henüz kararmamıştı. ikisi de bir şey söylemeden kucaklaştılar. Yüzbaşı gözden kayboluncaya dek Tebriz Ağa'yı arkasından takip etti ve sonra içeri girdi.

Yüzbaşı müfrezedeki yirmi komandoyu magaranın düz ve tabak gibi bir taşı olan duvarının önüne topladıgında saat 20:00'ydi. Yüzbaşı ayakta duruyordu, diğerleri onun etra­fında yanm daire şeklindeydiler. Yanan fenerlerin bir kısmı da önlerindeki duvarın dibindeydi.

Müfreze komutanı herkes yerini aldığında hiçbir şey söy­lemeden belindeki komando bıçağını çıkarttı. Bazen uzun çizgiler yaparak bazen de belli noktalara sivri darbeler indi­rerek düz ve yan sarımtırak kayanın üzerine basit bir arazi krokisi çizdi. Sonra bıçağı kınına sokup oturanlara döndü .

. Lafı uzatmadı:

"Arkadaşlar, yann hava kararınca buradan hareket ede­ceğiz. Bizim arazileri geçip Kuzey Irak'a girecek ve bütün gece yol alacağız. Şafak sökerken de PKK'nın lap kampını basacagız."

Durdu ve yerde oturanlann yüzlerini tek tek inceledi. Yüzlerinde hiçbir hayret emaresi göremedi. Üniformasının ceketinin sol kolundaki yuvalardaki kalemlerin yanından işaret çubuğunu çekip çıkardı ve uzun hale getirerek anlat­maya devam etti:

"Şu çizgi, bizim topraklanmızı terk ettikten sonra beş altı kilometre daha tam güneye akan ve şuradan itibaren de bir­den doğuya dönerek akışını sürdüren Zap Suyu. Zap kam­pı, suyun bizden tarafında doğu batı istikametinde uzanan, müstakil, dev bir dağ bloğu. Zap Suyu'nun altında bulunan yani güneyindeki dağın adı ise Gare Dağı. Bu dağ da doğu batı istikametinde uzanıyor ve çok yüksek. Kampın yer al­dığı uzun dağ bloğu ile Gare Dağı arasında kalan koridorun adı ise Cehennemdere Kanyonu. "

Kol komutanlan, cep defterlerini çıkanp taşın üzerindeki krokiyi resmetmeye çalışırken küçük notlar da almaya baş­lamışlardı.

"Şu sıralarda Zap kampında yüz kırk ila yüz elli PKK'lının olduğunu biliyoruz. Bir fazla· bir eksik olsalar da bu durum yapacağımız taarruz planını etkilemez. PKK gruplan Zap Suyu ile kuzeydeki dev dağ bloğunun arasında kalan ve du- varlan bir kale kadar düz olan bu devasa dağın içindeki dört büyük mağarada yaşıyorlar. Dört mağara da yan yana. Ara- lannda en fazla yirmi ila otuz metre var. Ortada kalan iki mağara diğerlerinden çok büyük. Dağın içine doğru meyda­na getirdikleri galeriler de seksen yüz metre uzunluğa sahip, tavanlar çok yüksek. Sağda ve solda bulunan diğer iki ma­ğara büyük mağaralarla kıyaslandığında daha küçük. Ama .

onlann galeri uzunluklan da kırk elli metreden az değil. Dört mağaranın girişi de hem geniş hem de yüksek."

Yüzbaşı dinleyenlere sordu:

"Buraya kadar anlaşılmayan veya merak ettiğiniz bir hu­sus var mı?"

Kimseden ses çıkmadı. Yüzbaşı devam etti.

"Muhtemelen ortadaki iki büyük mağarada, kırkar elli­şer kişiden toplam seksen yüz PKK'lı; iki yanında bulunan mağaralarda ise yirmi ohızar kişi' yaşıyor. Zap kampına iki bölgeden yaklaşılabiliriz. Biri batıdan, Baloka Köprüsü üzerinden, yüzümüzü Türkiye'ye döndüğümüzde, sol taraf­tan. Diğeri ise tam doğudan, Berçela üzerinden. Zap kam­pında kalanlar çok sıkışırlarsa hemen arkalannda bulunan Zap Suyu üzerine inşa ettikleri derme çatma köprüyle Gare Dağı'na geçip oradan da lrak'ın derinliklerine kaçabilir veya çekilebilirler. Biz Berçela üzerinden yaklaşacağız. Önce güneye yürüyeceğiz, sonra batıya dönüp Cehennemdere Kanyonu'na girerek dört mağaranın önünde tertiplenece­ğiz.

Bu işin gece yapılması baskını dala budağa sarar. Atış­lar ne kadar isabetli, baskının şok etkisi ne derece yüksek olursa olsun, gece mağaralardan dışanya sızanlar olacak ve çatışma onlarca saate sarkacaktır. Onlar yıllardır aynı yerde yaşıyor. Fare ve kannca deliklerini dahi biliyor, tanıyorlar; hangi kayanın arkası nasıldır, avuçlanndan bile iyi tanıyor­lar. Gece yaklaşıp tertipleneceğiz, gün ağanrken de onlan mağaralann ağzında ıruhlayacağız.

Şimdi, o bölge de karlı ama bizim buralarda gördüğümüz gibi değil. Türkiye'ye nazaran çöküntü bir bölge orası. Buna rağmen kış kışbr. Fark, daha az kar ve biraz daha yüksek ısı. Aklınızdan şu anda ne geçtiğini biliyorum. 'Nöbetçi veya gözcüleri var mı? Nerelerde?' diyorsunuz değil mi? Kışın

mağaraların en tepesinde bulunan, bir tarağın dişlerine benzeyen zirveye gündüz üç kişilik bir gözetleme unsuru çıkartıyorlar. Hava kararınca da bunlar aşağı iniyor. Tut­tukları gözetleme noktasında esas önemsedikleri yön kuzey istikameti, yani Çukurca tarafı. O nöbet noktası hava iyiyse dört bir yönü görme olanağı sağlıyor. PKK ne Berçala, ne Baloka ne de gerideki Gar,e istikametinden bir tehlike bek­liyor. Çünkü buralar Irak derinliğinde ve onlar buralardan herhangi tehlike beklemiyorlar."

Yüzbaşı bir kez daha tekrarladı: "Sorusu olan!"

"Hücum planı hariç, her şey net komutanım;" dedi Üs­teğmen Metin.

Yüzbaşı, "Sıra onda," diyerek devam etti:

"Bir baskın veya pı.s.İ uda, hedefle hedefe göz "diken ara­sındaki denge şudur: Baskın yapan veya pusu kuran, kendi­sinden altı ila yedi misli hedefe tereddütsüz saldırabilir. Biz kaç kişiyiz? Benimle yirmi bir. PKK kaç kişi? Yüz kırk, yüz elli. Bu nispetten gidersek biz de yüz kırk yedi kişiyiz. Bizi yüz kırkların üzerine çıkaran, beklenmedik yer ve zamanda, Şiddetle vurmaktır. Bunu, şaşırtma, panik ve şok destekle­yecektir. Üstelik bizim kaç kişi olduğumuzu da asla öğren­meyecekleri için moralleri altüst olacağı gibi yüreklerine de ölüm korkusu oturacaktır. Esas bir mesele var ki bu onlar için en korkuncu. BugÜne kadar ilk defa, uyandıklarında mağaralarının önünde Türk askerlerini görecekler. Daha önceki yıllarda hep sınırımızda yapılan büyük çaplı yığınak­lardan günler önce haberleri oldu. Kalabalık taburlar sını­n geçince de adım adım kendilerine doğru yaklaşmalarını günlerce takip ederek çatışmalara girdiler. Hiçbir zaman üç yüz altmış derecede çembere alınmalarına fırsat vermeden

çekip gittiler. Bunlar da bir tarafa, bu kampta günlerce sü­ren çabşmalarda, bizim bir Skorsky ile bir süper kobramızı da düşürdüler. işte, Kazan'da ele geçirdiğimiz hava savun­ma silahlanndan biriyle."

Bu bölümdeki konuşma müfreze mensuplarını hem gu­rurlandırdı hem de kötü giden işler konusunda canlarını sık­tı. Kazan operasyonun ne kadar kıymetli olduğu şimdi bir kez daha anlaşılıyordu. Üstelik tereyağından kıl çekmekten bile kolay olmuştu.

Yüzbaşı konuşmasını sürdürüyordu:

"Baskının hücum tertibinde kollann ayn ayn hareketi olmayacak. Hedefe uygun bir düzen alacağız. Zap Suyu ile mağaralann arasında doğu bab istikametinde upuzun balıksırtı bir arazi uzanıyor. Buranın tatlı bir meyli var. iki makineli tüfek, tam büyük mağaralann karşısında yan yana mevziye girecek. Makineli tüfeklerin sağında ve solunda da birer keskin nişancı mevzi alacak. iki komando havanı da aynı yerde· yan yana tertiplenerek hedefi görerek ateş açacak. Bu ateş gücünü Başçavuş Mustafa yönetecek, geri kalan tüfekli piyade komandoların yansı en sağdaki küçük mağaranın, diğer yansı da en soldaki küçük mağaranın kar^ şısında siper alacaklar. iki roketatardan biri en sağdaki ko­mandolarda, diğeri de en soldaki tüfekli piyade komandola- nnın yanında olacak. Mağara çıkışlannın yoğun ateşle baskı altına alınmasına·müteakip Üsteğmen Metin büyük mağara kapısının yan duvarına, Teğmen Aykut ise ötekinin yan du- vanna sıçrayarak mevzi alacak. iki küçük mağara civanna da Asteğmen Murat ile Asteğmen Tekin koşacak. Ben ya­nımda Üstçavuş Ömer'le birlikte gelişmelere göre hareket edeceğim. Mağaralara yanaşan arkadaşlanmızın yanında 210

yeterince el bombası ve tahrip malzemesi bulunacak. Deh­şet yaratmak için de subay ve astsubayların telsizleri açık olacak. Kopacak kıyamette sesle irtibat söz konusu olama­yacağından haberleşmemize sürat sağlayacaktır. Bu gece ve yann akşama kadar zamanımız var. Ama yarın gece sıkı bir cebri yürüyüş yapacağımızı anlamışsınızdır. Dilerim, ge­çen zaman içinde beklenmedik bir rahatsızlık ve ters giden bir şey olmaz. Aksi halde onu Türkiye'de bırakmak zorun­dayız. işte çocuklar, durum da, vazife de budur. Evet, şimdi sorusu olan var mı?"

Epey bir sessizlik oldu. Biri bir şey soracak diye baş­larını çevirip birbirlerine baktılar. Tam olmadığı anlaşılmış^ ken, Asteğmen Tekin, "Çok doğru komutanım, pusu ve baskında nispetlerin kıymeti yok. Kendimiz de yaşayarak gördük. Karşı taraf felç oluyor adeta," dedi.

"Bir de halk diliyle söyleyeyim o zaman!" dedi yüzbaşı, "sürüye dalacak kartal, ne sürüdeki koyunların ne de anlan koruyan çoban köpeklerinin sayısını düşünür."

Zaman zaman not alanlar, hemen bu sözü yazdılar.

Müfreze komutanı; "Şimdilik kolay gelsin," diyerek top­lantıyı bitirdi. Sonra mağaranın çıkışına doğru yürürken ses­lendi:

"Sigara içenlerinizden biri, yakıp bir sigara getirsin bana. "

Yüzbaşı verilen sigarayı alıp dışarı çıktı. Sağ taraftaki bir kayanın üzerindeki karlan sağa sola atarak kalın eldivenle­rini üzerine koyup oturdu. Havanın deliliği geçmiş görünü­yordu ama gökyüzü yine de simsiyahtı. Büyük sorumluluk altındaydı fakat kendini huzurlu hissediyordu. Bir ara fark etti ki, ·soğuk ve rutubet yine sağ ayak baldırını gerip kann-

calandınyordu. Burası iki yarasından hafif olanın yeriydi. Sol omzundan girip çıkan mermi ise onu aylarca uğraştır- mıştı. Eklem ve kaslann onanlması aylan almış, sol kolunun eski haline gelebilmesi için uzun fizik tedavilerden geçmesi gerekmişti.

Plan pratik ve netti. En zeki ve en tecrübeli savaşçı bile, bir harekat planı yapsa binde bir de olsa bilinmezliklerle yüz yüze kalabilirdi.

Neredeyse hepsi, gece birkaç saatten fazla uyuyamadı. Birbirleriyle sohbet ettiler. Kuşluk vakti herkes kendini dı- şan, açık havaya attı. Öğleye do^, müfreze komutanın açıkladığı plana göre kimin, nerede, nasıl konuŞlanacağını ve ne yapacağını konuşmuşlardı ve ferdi hazırlıklar neredey­se bitirilmişti.

 

 

y

er yer kurşuni bulutlann kapladığı, sakin göriirıen bir gökyüzü vardı. Komandolar, mağara girişinin iki yanına dağılmış oturuyorlardı. Balabanlardan Burak biraz ileride bulunan Hasan'a seslendi:

"Sen bir şiir yazmış ve bana okumuştun. Eve gönderece­ğim diyordun. Gönderdin mi onu?"

"Hoppala üç bin metrede aşın oksijen senin beyin da- marlannı mı çatlattı oğlum! Nasıl göndereyim, mağaralarda postane mi var?"

"Canım öylesine dedim işte. Şunu bana da verir misin?"

"Defteri vereyim. Kendin bir tarafa yaz. Şiir öyle değil ama sen o zaman 'umutsuz bir romantik' diye düşünüp be­nimle kafa buluyordUf! değil mi? Ne oldu şimdi? Başıma bir şey gelirse diye mi ölümden sonrayı anlatan şiiri istiyorsun?"

"Sende amma uzatıyorsun be. Vermezsen verme. Lazım olabilir diye istiyorum. Benim de annem kaplan değil her­halde."

Hasan defteri çıkanp Burak'a uzattı. Burak'ın yazmak i_çin ceplerinde kalem aradıgını göriirıce:"

"Bir kalemin bile yok adamım. Bir erkek savaş alanında çabuk olgunlaşırmış. Bakıyorum bu, sende tam yerini bul­du."

"Uzabna... Bir şiir verdin diye başımıza filozof kesilme. " "Bir kez iyice deli olan, sonra asla tam akıllı olamazmış, derler. "

"Tamam işte, ben öyleyim. Kes sesini de şunu doğru dürüst yazayım."

Kalın eldivenle kalemi iyi tutamadığı için eldiveni çıkardı, ilk dörtlüğü yazmayı bitirince okumaya başladı:

"Mezanmın toprağı kuruyunca

Beni unubna ana,

Yabani otlar bürür üstünde,

Onlar kederinden gür olsun baba."

Teğmen Aykut, asteğmen Murat ile Başçavuş Mustafa yan yanaydılar.

Murat, "Vatanı son dağına, son köyüne ve en son kaya parçasına kadar, kanş kanş savunmaktan bizi hiçbir kuv­vet men edemez ama bu sonu gelmez, yorucu mücadelenin artık dibine kibrit suyu sıkmanın tamam geldi de geçiyor. Ömrü törpülüyor, rahat ve huzur yüzü göstermiyor, top­lumda ümitsizlik yaratıyor. Tam ve açık bir hesaplaşma la­zım!" dedi.

"iyi güzel de Asteğmeniriı niye bir türlü kesip ablamıyor? Biz en azından elimizden gelen her şeyi yapmak için debe­leniyoruz. "

"Niye mi olmuyor? Olmaz! Ortalık kürsü nutukçulann- dan ve ıiyakarlardan, işbirlikçilerden, güçsüz ve dayanıksız lapacılardan; gerçeği görmeyen, sezemeyen,_ bilgisi düşük gabilerden, para karşılığı her şeyi satan löp beyinlilerden geçilmediği için olmaz! Ve en önemlisi hakkını arayıp hesap

sormasını bilmeyen bir toplumla hiçbir şey olmaz. insanlar arasırida akıl eksikliğinden başka hiçbir ortak yan yoktur. Bizim burada imanımız gevrerken, meydan boş kafalı, her şeyi bilir görünen allameden geçilmiyor. Kendisini çiğne­yenleri çiçekle karşılayan kalabalıklara asla güvenmiyorum. Bana gelince, ölmez hayatta kalırsam terhis olduğum gün, tepeleri dumandan görünmeyen dağlar ve karlı yollara son bir kez bakıp, 'Hoşça kal umut!' diyecek ve başımı alıp gide­ceğim. Ve gene biliyorum, arlık rahata alışamayız. Gamsız ve vurdumduymaz insanlar arasında ne yapacağım, onu da bilmiyorum."

"Tezkere bırak bizimle kal, Murat!"

"Ah teğmenim! Bilsem ki meselenin çözümü dağlarda, hiç tereddüt etmem. Bu dolabı çevirenler, dünyanın her

· yerinde at oynatıp söz sahibi olmak isteyenlerdir. Onlarla yüzleşmeden olmaz. lçerdeki yönetimler ise onların menfa­at kovaladığı coğrafyalardaki hizmetkarlar... Aslında bu her çağda böyleydi. "

Saatler geçmek bilmiyordu. Beklemek, sessizlik ve yan­larından hiç ayrılmayan yalnızlık, bu kez daha yoğun bir şekilde ruhlarına hakimdi. Tek istekleri havanın bir an önce kararmasıydı.

Vadinin iki yanındaki ağaçlan gözetleyerek karlı dallar arasında bir şeyi aramaya çalışıyormuş gibi görünen Ahmet Çavuş'un yanında yürüyen Komando Er Hüseyin, "Ahmet Çavuş sana bir şey sorabilir miyim?" diye sordu.

"Ne soracaksın? Ayağını yeniden sardık işte bir miktar morluk dışında başka bir şey görünmilyor."

"Yok onu değil, başka bir şey söyleyeceğim."

"De bakalım!"

"Eğer işler kötü gider de bana bir şey olursa babama görevimi elimden geldiği kadar-yaptığımı, ölmesini de bildi­ğimi söyler misin?"

Ahmet Çavuş ellerini yukan kaldınp bağırdı:

"Ya Rabbim! Sen benim aklımı muhafaza et. Nerede ka­fadan kontak varsa beni buluyor. Oğlum ne ölmesi? Nere­den çıkanyorsun böyle saçma sapan şeyleri? Benim tepemi attırma şimdi, yumruğu suratına indiririm, anladın mı?"

"Niye olmasın? Her şey olabilir. Benim senden küçük bir ricam bu."

"Bana bak! Başlanın şimdi sana da ricana da. Nedir ulan benim _senden çektiğim. Şu ayak işinde de az kalsın başı^ mı yakacaktın. Yalan bile söylemek zorunda bıraktın beni. · Şimdi bırak bu saçmalıktan da beni takip et."

"Neyi takip ediyorsun sen?"

"Bak şu sağ ilerdeki dördüncü ağacı görüyor musun?"

"Gördüm. Ne var?"

·"En gerideki dalın üstünde kıpırdamandan duran bir 'şey gördün mü?"

"Evet."

"işte o gündüz yırtıcılanndan biri. Av peşinde."

"Ne var bunda?"

"O, bir av peşinde. Belli ki ardından çok koşturmuş ve kaybetmiş. Bir avın uzun süre peşine düştükten sonra, umu­dunun azaldığı bir anda av birden karşısına çıkacak."

"Nereden biliyorsun?"

"Sen ve senin gibilerin bu soruyu sormasına şaşırmam.

Hayatın tüm alanlarında böyledir."

"Sen bu işlere çok kafa yormuşsun Ahmet Çawş."

"Yormak için önce kafanın olması lazım. Kendi türünü tanımayı beceremeyen kişi hayvanlann hayatını nasıl anla­sın? Biz hayvanları hayvan diye nasıl değerlendiriyorsak on­lar da bizi öyle değerlendiriyordur. Onlar bizim dilimizden anlamıyor, biz de onların. dilini bilmiyoruz. Tüm canlıların en belalısı ve en kınlganı insandır. Her hayvan kendi gücü­nü bilir. Örümceğin örgüsüne, kırlangıcın bina yapmasına, kuğu ve bülbülün müzi!'.jine, estetik ve sanatına kimse ulaşa­maz. Dogal eylemlerini, türlerine zarar veren davranışlarını gizleyen tek varlık insandır. Arsızlık sınırlarinı aşınca da, ar­tık dizginleri kalmaz."

"Çok şey anlatbn çavuşum."

"Senin beynini ölümden uzaklaştırmak için bu bildikleri­mi anlatıyorum. Anlamışsındır herhalde."

"Anlamaz olur muyum?"

"Çok' şükür, o zaman!"

Önce, vadi karardı. Geçmeyen saatler bitti. Gece birden bastırdı. Müfreze yaydan fırlayan ok gibi hareket etti. Türk- Irak sınırını çabuk geçtiler. Derin vadilere iniyor, dereler­den yükseklere çıkıyor, durmadan yürüyorlardı. Yol zaman zaman gayet dar ve tehlikeliydi. Ecel köprüsünden farksız yolda küçük bir ayak kaymasıyla metrelerce aşa!'.jıdaki kaya­lıklara düşmek işten bile değildi. Bir geçidi teker teker çok özenle geçmek zorunda kaldılar.

"Zap kampı" adını onlarca yıl içersinde siradan bir va­tandaş bile öğrenmişti. Müfreze komutanı bıça!'.jı ile taşa krokisini çizmiş ve anlatmıştı. Ama görmek, bir an önce oraya ulaşıp görmek merakı, komandoların azim ve hırsla­rını kamçılıyordu. llerlemelerindeki zorluk hiç bilmedikleri

bir mihver ve güzergahta bulunmalarından ileri geliyordu. Yoksa buralar geldikleri ve yaşadıktan yerlerden daha yu­muşak bir coğrafi yapıya sahipti. Bastıkları zemin, bazı yerlerde karlı, bazı yerlerde de çamurluydu. Ay hiç görün­medi ama bulutların gerisinden ışığını olabildiğince yansı­tıyordu.

Cehennemdere Kanyonu'na doğı.İ ucundan girdiklerinde sabaha en fazla iki saat kalmıştı. Zap Suyu ve Gare Dağı'nı sollarına olarak batı istikametinde yürüyüşlerini sürdürdüler. Çöküntü bir alanda kaldıklanndan mağaraların bulunduğu, kanyonun kuzeyini oluşturan dağ uzantılarının ancak yan­sını görebiliyorlardı. Alacakaranlıkta görüntü ürkütücüydü. Bir müddet sonra sağ taraflarında kalan uzun sırtın kendile­rine dö!)ük yüzünde sıra sıra dizilmiş, yansı kar dolu çukur­lara rastladılar. Muntazam değillerdi ve bazılarının duvarları da çökmüştü. Kuzeye görüş olmadığına göre bu siperler, lrak'ın daha güneyinden, Gare yönünden olabilecek bir ha­reketi karşılamak için kazılrruş olabilirdi. Bu mevzilerin biraz üzerine çıkılıp, altrruş yetmiş metre ilerlendikten sonra, dört mağarayla karşı karşıya geliniyordu.

Müfreze komutanı, sağ taraflarında yer alan çukur hattı­nın ortasına geldiğini düşündüğü bir yerde durdu. Subay ve astsubaylar hemen yanına geldiler. Yedi kişi neredeyse dir­sek temasında olacak şekilde eğilerek sırtın üstüne tırman­dılar. Düz alanı görür görmez de yere yattılar. Kanyonun bu defa yakından görünen yüzü; başı sonu belli olmayan, boydan boya kesme taşlardan meydana getirilmiş gibi görü­nen, uçsuz bucaksız bir yerdi, Çin Seddi'ne, sen de kimsin, dedirtecek ihtişamdaydı. Kann zeminden yansıyan panltı- lan, kurşuniye çalan kayaların genel rengi içinde dört koyu

siyahlık yaratıyordu. Ortalarında ise birbirine çok yakın iki insan kolaylıkla seçilebiliyordu.

Yedi kişi, gece görüşü ve çıplak gözle yirmi dakika kadar gözetleme yaptıktan sonra geldikleri hatta geri döndüler. Müfreze komutanı kısa birkaç emir verdi. Yerlerine dağıldı­lar ve beklemeye geçtiler.

Dogudaki yükseltilerde!l hava aydınlanmaya başlarken ustalıkla ve gizlice sırtın bittiği çizgiye yanaştılar. Nişangahlar ayarlandı ve emniyetler açıldı.

Yüzbaşı merkezde bulunan iki makineli tüfek, iki keskin nişancı ve iki havanın yanındaydı. Herkes tetikte bekliyor­du. Yüzleri birbirine dönük iki nöbetçi aralarında konuşuyor olmalıydı.

iki keskin nişancı da nefeslerini kesmiş gözleri yüzbaşıda bekliyorlardı. Müfreze komutanının sağ elini indirmesiyle iki şimşeğin namlu ucundan çıkıp kanyonu çınlatması bir oldu. iki PKK'lı oldukları yere yığıldı.

Meydan yeniden sessizliğe gömüldü. Ama sessizlik uzun sürmedi. Dört beş dakika geçti geçmedi, mağaralar bölgesin­den ne dedikleri anlaşılamayan telaşlı ve garip sesler yüksel­di. Dışarıya ilk çıkanlar yerde yatanları görünce bazıları bu­lunduğu yerde bazdan da içeriye girerek bağırmaya başladı.

Müfreze, donma ve pusma düzeninde beklemeyi, nefes­leri kesilerek olup biteni gözetlemeyi sürdürüyordu. Kısa sü­rede dört mağaradan kendini dışarıya atanların sayısı elli ve altmış kişiyi buldu. Bir hedef tespit edemedikleri için müf­rezenin mevzilendiği sırta doğru yürümeye, otomatik "Ola­rak da taramaya başladılar. Mağaradan çıkışlar ise devam ediyordu. En önde bulunanların mesafesi mevzilere kırk elli metre yaklaşmıştı.

Yüzbaşının, "Vurun!" sesi bütün telsizlerde çın çın öttü. Makineli tüfekler top gibi kükredi. Roketlerin kulaklan sağır eden atışlan, piyade tüfeklerinin kesintisiz otomatik ateşleri ortalığı kasıp kavurdu. Birkaç dakikada makineli tüfeklerin iki yüz ellilik şeritleri yanya inmiş, tüfeklerin ikinci şarjörleri çoktan takılmıştı. Mağaralardan çıkmaya çalışanlar tekrar içeriye kaçtılar. Sabahın tok ve taze havasını barut ve kü­kürt kokusu doldurdu.

Telsizler, "Ateş kes!" talimatıyla cızırdadı.

Megafondaki ses dağın yüzünde yankılandı:

"Kuşatıldınız. Çembere alındınız. Teslim olun! Size yirmi dakika müsaade."

Barut dumanı dağılınca mağara girişleri daha iyi görün­meye başladı.

Müfreze telsizlerine bir konuşma takıldı.

"Çiyan Çiyan Çiyan, Herke!"

"Heval Herke!"

"Çiyan, kuşatılmışızdır. Vahimdir. Bin kişiden fazladır­lar."

"Sen gece rüya görmüşsündür, herhal!"

"Gerçektir Çiyan. Çok vahimdir, demişemdir."

"Ha öyledir. Toprak altından mı gelmişler?"

"Bilmiyrem. Ama olmuştur, Çiyan."

Üsteğmen Metin araya girdi.

"Çiyan, bu Herke seni kandınyor! Zap'ı TC ordusu on bin kişiyle çembere aldı. Sana yalan söylüyor."

·"Sen çık aradan TC subayı. Doğrusunu öğreneyim."

"Sana söyledim Çiyan. Bu Herke yalancı. "

"Doğru söylemiyor, Çiyan. Kandırmak isteyi seni."

"Nedir durum? Herke?"

"Kötüdür. Destek lazımdır."

"Destek mi? Kaç zaman? Kaç saatte erişebilir ki oraya?" "Bilmiyrem ama çok kötüdür hal!"

"Bu kadar esker oraya gelmiştir de, siz necisinizdir? Ku­laklar sağır, gözler kör müdür ki?"

"Anlaşılmamışbr... Olmuşhır... Ama, budur."

"Boynunuz devrilsin. Toprak alsın başınlZI. Ne haliniz varsa görün! Kurtulursanız halk mahkemesinde yargılana­caksınız."

"Çiyan, Çiyan, Çiyan, Herke! Cevap gelrniyir. Cevap­sızdır."

· irtibat kesilmemişti. Çiyan, bu saçma muhabereyi uzat­mak istemeyip hattan aynlmışb.

Verilen yirmi dakikahk süre dolmuştu. On dakika daha beklediler. Ortadaki iki büyük mağ<!-Tanın sağda olanından tüfeksiz, elleri başlan üzerinde ikisi kadın dokuz kişi çıkıp ileriye doğru yürümeye başladı. Yirmi otuz metre kadar iler­lemişlerdi ki, aynı mağaradan açılan yoğun bir ateşle, hepsi yaprak gibi yere düştü.

Megafon gürledi:

"işte sizin insanlığınız bu kadar! Arbk bizden günah gitti."

Müfreze komutanının talimatı telsizlerde yankılandı:

"Bombacılar yerlerinize! Bütün silahlar! Doğrudan hede­finiz mağaraların ağzıdır."

Mağara girişlerine ölüm yağmaya başladı. Makineli tü­fekler ve roketatarlar gümbürtüyle mağaraların etrafındaki taşların, albnı üstüne getirmeye . başladı. Keskin .nişancılar hedef arıyor, piyade tüfeklerinin mermileri doğrudan ma­ğaralardan içeri giriyordu. Karşıda ne bir kimse görünüyor, ne de ^ir ateş yapılıyordu:

Üsteğmen Metin, Teğmen Aykut, Asteğmen Murat ve Asteğmen Tekin yay gibi yerlerinden fırlayıp hedeflerindeki magaralann yan duvarlarına doğru koşmaya başladılar. Yo­lun henüz yansına geldiklerinde, en sağda bulunan mağa­ranın üstünden ve istikameti tam da tahmin edilemeyen bir yerden, seıj bir ateş açıldı. Teğmen Aykut yere yuvarlandı ve olduğu yerde kaldı.

Yüzbaşı bağırdı:

"Mustafa en sağdaki mağaranın üzerindekilere göz aç- brmayın."

Makineli tüfekler, ulurcasına sağdaki mağaranın üzerini yalamaya başladı, yüzbaşı şimşek gibi fırlayıp ^eğmenin vu­rulduğu yere koştu. Onu sırtına aldığı gibi, üç dört hamlede mağaraların dibine taşıyıp ateş alanının dışına çıktı. Diğer üç subay, mağaraların duvarlarına ulaşıp tahrip kalıplarının son hazırlıklannı yaptılar. Çok geçmedi, üç mağaranın içi şiddetli ve yüksek bir deprem olmuş gibi sarsıldı, kaya ve · taş parçalan mağaralann ağzından toz ve duman içinde dı­şarıya fırladı.

"Mustafa, tepedekilere göz açtırmasınlar. Sen, Ömer ve sağlık çavuşu yanıma gelin. "

"ilk açılan ateşten sonra sağdaki mağaranın karşısında bulunanlardan da iki yaralı var. "

"Durumları nasıl?"

"Biri ağır göıünüyor."

"Bu yukarıda üç dört adam var sanıyorum. Senve Ömer, hemen yanıma gelin. Saglık çavuşu orada kalsın."

Sağdaki magaranın üstünden ateş edenler şimdi biraz daha sola doğru çıkmışlar, oradan ateş etmeye çalışıyorlar­dı ama baskı altında olduklarından ateşleri tesir etmiyordu.

iki astsubay yüzbaşının yanına ulaştığında emirlerini yağ­dırdı:

"Ömer sen benimle gel. Mustafa, teğmenin durwnu da pek iyi görünmüyor. Teğmeni götür olabilecek şeyleri yap. Bu adarİ1.lan mutlaka sustunnalıyız. Aksi halde uzar gider ve bizim için sıkıntı artar. Dördüncü mağaranın bir tarafın­dan kesinlikle dışarı çıkılan bir yer var. Hadi Ömer!"

Yüzbaşı arkasında Üstçavuş Ömer'la sağdaki mağaranın önünden geçip yukarı tırmanmak için uygun bir yer arama­ya başladı.

Teğmen Aykut, hızla koşarken bacağına kuwetlice bir sopayla vurulmuş gibi bir acı duymuş, hemen sonra da bo­tunun içinde ılık ılık bir şeyler hissetmişti. Menni sağ bacağı­nın baldırını delip geçmişti. Sağ omuz üzerini de bir menni yalamıştı. Kollarında ve bacaklarında bir ağırlık vardı ve sağ ayağının parinaklannda can yoktu.

Diğer iki yaralı, sağdaki mağaranın karşısında bulunan tüfekli komandolardan, Hasan ve Necip'ti. Sağlık Çavuşu Ahmet de aynı mevzilerde olduğundan hemen onlara mü­dahale etti. Hasan'ın durumu ağırdı. Ahmet Çavuş elinden geleni kan ter içinde yapmaya çalışıyordu. Hasan, hırıltı­lar çıkarıyor, bütün bedeni geriliyor, soluk alması güçleşip ağırlaşıyordu. Aralıklarla soluyor, sonra birden çok derin ve iniltili bir soluk daha alıyordu, gözleri bir açılıp bir kapanı­yordu. Menni alt çene kemiğini paramparça etmişti. Yara korkunç görünüyordu. Hasan bir şeyler anlatmak istercesi­ne gözlerini iri iri açtı ve kapath. Bir daha da hiç açmadı. Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu.

Necip'in yarala ise sol el ve sağ ayağındaydı. Sol elini . menni delip geçmiş, kemiğe herhangi bir zarar vermemiş-

ti, sol ayağındaki kurşun ise içerdeydi. Ahmet Çavuş daha tehlikeli gördüğü sol ayaktaki kanamayı durdurmaya gayret ediyordu.

Müfreze komutanı ve hemen arkasındaki Üstçavuş Ömer, canhıraş bir şekilde sağdaki mağaranın üzerindeki kayaJ.ıklara tırmanıyorlardı. Birden karşılanna yan gövdesini yukanda göri.lnen elleriyle yukarı çekmeye çalışan biri çıktı. Yüzbaşı tetiğe basınca tüfeğin şatjöri.lndeki mermilerin yan­sı adamın göğsüne gömüldü ve kayboldu.

ikisi birden vurulan adamın gözden kaybolduğu noktaya koştular. Bir insan gövdesi genişliğinde, kuyu ağzı gibi bir açıklık gördüler. Yan tarafta da onu kapatan büyük bir taş parçası vardı. .

Yüzbaşı, "PKK'lıların mağaranın çıkışından başka böyle bir tahliye yeri kullandıkları anlaşıyor. Bizim mevzilerden de görünmüyor doğal olarak. Ateş edenler de bunlar. Sayılan çok olamaz ama içlerinde bir keskin nişancı olmadan da bu kadar isabetli atış yapamazlardı," dedi.

Ömer konuşmaları başını sallayarak onaylıyordu. Yüzba­şı, Teğmen Aykut'un taşıdığı tahrip kalıplarını yanına almış­tı. Tahrip demetini kontrol ederek fitili tutuşturdu, biraz bek­leyip delikten aşağı gönderdi. Gürlemeyle birlikte yüzbaşı ve üstçavuşun bulunduğu bölge de sallandı. Sonra, "Demek sizin iki tahrip kalıbı nasibiniz varmış," dedi. Tırmanırken Üsteğmen Metin'i aradı:

"Aykut'un hedefi olan mağaraya atılacak başka bir tah­rip kalıbı getirin ve uygulayın."

"Hazırız zaten. Bir dakika sonra."

Bir dakika da geçmedi, yer ve kanyonun içi yeniden gümbürdeyerek sarsıldı.

Yüzbaşı:

"Aferin."

"Sağ olun."

"Tepeye tırmanıyoruz. Onlar da tırmanıyorlar anlaşılan.

Bir fırsat bulurlarsa aşağıya ateş edecekler kesin."

"Anlaşıldı, tamam!"

Tırmandıkça dağın yüzeyi, testere gibi kayalıklar ve ko- kurdan gibi bir yapı gösteriyordu. Yüzbaşı Tayfun ile Üst­çavuş Ömer, sağa kuzeye doğru kavis atarak tırmanıyordu. Çıkışta PKK'lılar yukarıda, kendileri ise aşağıda kaldığı tak­dirde sıkıntı büyür ve pusuya düşülebilirdi. PKK'lılar ateş et­medikleri için şimdi yerlerini kestirmek de mümkün değildi.

Neredeyse bir saat olmuştu. Müfreze komutanı kavis ata­rak ilerlemeyi bırakıp güneye, Cehennemdere Kanyonu'nun görülebildiği hatta doğru yaklaşmaya başladı.

Kısa bir ilerlemeden sonra önlerine perde .gibi yirmi otuz metre uzunluğunda kayalık bir duvar çıktı.

Yüzbaşı duvarın sağına yanaşırken üstçavuşa, "Sola geç," işareti verdi. ikisi de yılan gibi sessizce ileriye, duvarın kenarına yaklaştılar. Kırk metre önlerinde arkalan kendile­rine dönük dört PKK'lı vardı. Gizlenmeye ve görünmemeye çalışarak aşağıya ateş etmek için uygun hedefler aramakla meşguldüler.

Müfreze komutanı ve üstçavı.iş ateş ej:meye hazır tüfekle­ri kalçalarına dayalı bir vaziyette kayanın yanlarından çıkıp PKK'lılara doğru sessizce yürümeye başladılar.

Müfreze komutanı, "Yapbklannız yanınıza mı kalacak sandınız?" diye gürleyince dördü de yalap şalap geriye dön­dü. Dönmeleriyle de iki tüfek üzerlerine mermi kustu. Üst­çavuş Ömer'e yakın olan PKK'lı yere düşmeden parmağını

Kalaşnikof'un tetiğine değdirmesiyle birkaç mermi patlayın­ca kendisini gayriihtiyari sola doğru atan Ömer, yandaki boşluğa yuvarlandı. Başı kayaya çarptı ve yanldı, sol diz ka- · pağı ve birkaç yeri taşlara çarparak zedelendi.

Müfreze komutanı koştu ve altı yedi metre derinlikteki çukurun dibinde kalkmaya çalışan Ömer'e, "Vuruldun mu yoksa?" diye seslendi.

"Yok komutanım, bir terslik oldu."

"Sana yardıma geliyorum."

"Hayır, ben çıkabilirim. Başım zonkluyor o kadar." ·

"Hadi gel bakalım."

Ömer çukurun kenanna geldiğinde yüzbaşı bir hamlede onu yukan aldı.

Aşağı indiklerinde Ahmet Çavuş, Üstçavuş Ömer'in ba­şındaki yaraya da müdahale etti. Yank oldukça derindi. Bir film çekilmeliydi. Yarayı temizleyip sardı.

Müfreze komutanı, doğrudan Hasan'ın yanına gitti. Üze­rine bayrak örtmüşlerdi. Bayrağı kaldınp yüzünü açtı. Ce­ketinin kapatılmış olan üst düğmelerini açıp koynuna takılı olan künyesine uzun uzun baktı. Sanki. hafızasına bir şeyi nakşetmek ister gibiydi. Yüzü hiç alışık olmadıklan kadar gerildi ve tunç halini aldı. Diğer iki yaralıyı da kontrol ettik­ten sonra Üsteğmen Metin'e:

"Müfrezeyi toplayın. Destek isteyeceğim. Havadan dö­neceğiz," dedi.

Radyo frekansına girip, "Zap kampı temizlendi. Hava­dan acil dönüş uygundur," mesajını gönderdi.

Cevap gecikmedi:

"Zap kampı temiz. Yanlış anlaşılmadı değil mi?"

"Doğrudur... Zap temiz... Yer güvenliği tamam ..."

"Alındı. Anlaşıldı. Hemen."

Bir saati geçmedi, iki Karaşahin Cehennemdere Kanyo- nu'na indi. Hasan'ı ve yaralılan özenle helikopterin içine yerleştirdiler. Birkaçı da onlann yanına bindi. Diğerleri Öbür helikoptere geçtiler. Havalanan helikopterler önce kanyo­nun, onlann da giriş yaphğı doğusuna dogru uçtular, kuze­ye dönerek bir müddet.gittikten sonra da Türk topraklanna girdiler. Kar denizi halindeki Han Yaylası ile dev çöküntü Oramar alanı ve onu çevreleyen, doruktan karlı ve duman kaplı dağlar uzun süre altlannda kaldı.

Ana üsse dönünce rahmetli Hasan'ın bedeni morga ko­nuldu. Yaralı Teğmen Aykut, Üstçavuş Ömer ve lıfan aske­ri hastaneye yatınldı.

Ertesi gün Hasan üste yapılan mütevazı bir törenle, refa­katinde Uzman Çavuş Ziya olduğu halde, helikopterle hava­alanına, oradan da uçakla memleketine gönderildi.

Müfreze komutanı, Hasan'ın ailesine özel bir mektup yazdı ve onun şiirini de aynı zarla koyarak Uzman Çavuş Ziya'ya teslim etti.

Yaralılar kısa bir sürede iyileşti ama gene de hemen hiz­met yapabile^ek durumda olmadıklanndan, çeşitli sürelerle hava degişimine gönderildiler.

Müfrezede görev alan komapdo erlerin bazılan da birkaç ay. sonra terhis olarak memleketlerine döndü.

Ahmet Çavuş terhisinden sonra gene sağlık hizmetine girdi. Bir türlü hafif sivil giysilere alışamıyordu. Sanki üzerinde bir şey yokmuş gibi geliyordu ona. Baharın güneşli ve ılık

günlerinden birinde çalıştığı beldenin kahvehanesine gitti. lnsanlann bir kısmı, üstü üzüm asmasıyla kapalı açık alan­daki masalarda dereden tepeden konuşuyor, içerdeki iki üç masanın etrafında oturanlar ise kağıt oynuyordu.

"Selamünaleyküm" diyerek dışanda oturanlan selamladı, Ahmet Çavuş. Sonra da bir sandalye çekerek masalardan birinin kenanna yanaştı. Oturanlar da selam verdiler.

içlerinden biri, "Anlat bakalım, Ahmet efendi. Yediğin içtiğin senin olsun. Ne gördün? Nereleri gezdin güneydogu- da? En son gelen sensin!" diye sordu.

Adamın, sanki gezmeye veya balayına çıkanlara soru soruyormuşçasına konuşması Ahmet'in tepesini attırdı, Ah­met yutkunarak cevapladı:

"Sorma! Yattık aşağı. Dağlar, ormanlar, turistik tesisler, kayak merkezleri voli. Hangisini anlatayım be birader. Ek­mek elden su gölden. Yedik, içtik, yattık, bir türlü doyama­dık. Her kula nasip olmuyor tabii. "

Ayakta masadakileri dinleyen bir oğlan, "Ben de yeni terhis oldum," dedi.

Ahmet sordu:

"Sen nerede yaptın askerliğini?"

"Ben mi? Batıda, sahili de olan bir sosyal tesisteydim."

"Çok zahmet çekmişsindir muhakkak!"

"Askerde olup da zahmet çekilmez mi? Sosyal tesislerde, bulaşık yıka, ütü yap, servis aç, servis kapat, bitmiyor ki. Tonlarca var. Biz neredeyse hiç üniforma giymedik. Sa­dece dışardaki bahçe ve kapı nöbetlerinde resmi kıyafetle bulunma zorunlulugu vardı. Şu, gece bir-üç nöbetleri yok ıiıu! insanı ifrit ediyor. Tam kan uykusundayken biri gelip, "Kalk nöbetin· var demez mi! Ölür müsün, öldürür müsün?"

Ahmet pürheyecan konuşan oğlanın yüzüne acıyarak baktı. Fark etti ki, masadakiler de bu çocuğu, çok kıymetli bir şey anlatıyormuş gibi dinliyordu.

Kapalı olan bölümde, sesi sonuna kadar açık olan te­levizyon, kısa kısa haberler veriyordu. Ciddi sayılabilecek konular geçerken hiç kimse kulak aşmazken, magrin tar­zı bir haber çıkınca hepsinin dikkati o konuya toplandı ve başladılar aralarında konuşmaya. Arkadan hükümetin, AB teşvikiyle ekilmeyen arazilere verdiği, 'Üretmeden yaşayın,' konusu geldi! Kendi aralannda ballandıra ballandıra bunun yorumlannı yaptılar.

Ahmet daha fazla dayanamadı, ayağa kalktı ve yanların­dan aynldı.

Arkasından seslendiler:

"Yeni demlenmiş çay geliyor, içip de gideypin bari."

Dönüp cevap vermeye bile lüzum görmedi.'

Burak da, Ahmet'le aynı tertip olduğu için onunla bir­likte tezkere almıştı. Henüz bir işe girmiş değildi. Büyük bir alışveriş merkezinde dolaşırken vitrinde gördüğü bir radyo­yu yakından görmek ve incelemek için içeriye girdi!':)inde deneme için çalışan başka bir radyo çalıyordu:

Yol verin geçeyim

Dumanlı dağlar

Dağların da ardında...

Hemen kendini dışan attı.

Birkaç saat önce başlayan bahar yağmuru şiddetini daha da artırmış, cadde sanki bir dereye dönmüştü. Bazı araçlar zorla yol alıyor, bazılan ise yol kenanna park ederek yağ-

murun şiddetinin geçmesini bekliyorlardı. Şemsiyeliler dahi, bir çatı altına sığınmışlardı, ortalıkta görünen kimse kalma­mıştı. Bir kişi hariç: Burak.

Suya bastırılmış ve çıkarılmış bir insandan farksızdı. Uza­mış saçlarının uçlarından dökülen sular, yüzünden aşağı süzülüyordu. Ayakkabılarının içine dolan sulardan ayaklan vıcık vıcık olmuştu.

Şimdi içi tıka basa dolu, üstü kapalı bir otobüs durağının önünden geçiyordu. Onun hiçbir şeyi umursartıadiğını gö­renler, bu derece pervasızlığa şaşırıp kaldılar. Yanlarından geçerken bir teyze dayanamadı:

"Evladım, bu havada yürünür mü? Gel buraya. Deli mi­sin çocuğum? Hasta olacaksın."

Bu sözler Burak'ı güldürdü. Temposunu bozmadan yürü­yüşüne devam ederken mırıldandı:

"Teyze, sen deli görmemişsin. iyi ki delileriniz var. Ya onlar da olmasaydı?"

'Beni öldürecek kurşun daha dökülmemiştir! ’

Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok kitabıyla on altı hafta en çok satan kitaplar listesinde birinci sırada yer alan Osman Pamukoğlu'ndan yine çok konuşulacak, fırtınalar kopartacak bir roman: Cehennemdere Kanyonu.

Yirmi asker ve bir yüzbaşı... Zemheri ayazında karlı ve dumanlı dağlarda, derin vadilerde, rüzgârlı ovalarda adım adım iz sürüyorlar... Bu dağlarda korkuya, kuşkuya ve aptallığa yer yok. Her hareketleri ölüm ve yaşam arasındaki ince sınınn ne tarafında olacaklarını belirliyor. Amaçlan vatanı korumak.

En son varacakları hedef ise Cehennemdere Kanyonu!

Osman Pamukoğlu, Güneydoğu'nun sarp dağlarında, kar kış demeden, vatan aşkıyla PKK’nın izini süren yirmi bir komandonun muhteşem mücadelesini kendi tanık olduğu olaylardan yola çıkarak romanlaştırdı. Cilo Dağlan'ndan Han Yaylası'na, Sat Dağları'ndan Cehennemdere Kanyonu'na uzanan bu nefes kesen öykü, sadece Türk askerinin zor şartlar altındaki kahramanlıklarını anlatmakla kalmıyor, Türkiye gerçeğini görmezden gelenlere Mehmetçiğin acısını, korkusunu, sevincini ve her şeyden ama her şeyden de çok yüreklerinde taşıdıkları sonsuz cesareti haykırıyor.

Osman Pamukoğlu'ndan destansı bir roman...

 

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to