Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

PHOTOGRAPHERS SERIES LÜTFİ ÖZKÖK

 

 

FOTOĞRAF SANATÇILARI DİZİSİ
PHOTOGRAPHERS SERIES

LÜTFİ ÖZKÖK

Fotoğraf Sanatçıları Dizisi 11

Photographers Series 11

LÜTFİ ÖZKÖK

ilk basım

First published

 

Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı

 

Anne-Marie Özkök

Çeviri

Translation

Merve Ünsal

Baskı öncesi hazırlık

LÜTFİ ÖZKÖK

FOTOĞRAF SANATÇILARI DİZİSİ

PHOTOGRAPHERS SERIES

Eczacıbaşı

 

Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi, Eczacıbaşı Topluluğu’nun 50 yılı aşkın bir geçmişe sahip olan fotoğraf yayıncılığı geleneğinin bir parçasıdır.

Her yıl değerli bir fotoğraf sanatçımızın retrospektif kitabı, sanatsal bütünlük içinde bu seri kapsamında izleyicilere ulaştırılmaktadır.

The Eczacıbaşı Photographers Series carries on the Eczacıbaşı Group's tradition of photography publıcations that started more than 50 years ago. Every year, the series focuses on one of Turkey's foremost photographic artists with a retrospective that preserves the artistic integrity of his or her work.

YERYÜZÜNDE BİR ŞAİR FOTOĞRAFÇI

MERİH AKOĞUL

A POET PHOTOGRAPHER ON EARTH

Fotoğraf Yeryüzüne İndiğinde

Ne ilginçtir yansımanın binlerce yıllık serüveni, insanoğlu uygarlık hamlelerini yaptıkça, bilim ve teknikte ilerledikçe, farklı yüzeyler üzerinde kendim görmüştür. Uygarlık tarihinin ciddi bir bölümü, aslında bir ölçüde medeni olmayı ve kamuya düzgün görünmeyi de içerir. Görüntü ve davranış, bugünkü sosyoloji biliminin de temel parçalarından biridir.

İnsanoğlu önce suda, sonra parlak yüzeylerde, ardından cilalanmış metallerde ve en sonunda da aynada görmüştür kendi suretini. Ayna, sağı sola çevirip bizi görüntünün içine farklı bir kapıdan ve imgeler dünyası üzerinden davet etse de, bizim ikiz kardeşimiz gibi günlük yaşamımızın sürekli içinde olmuştur. Çağdaş yaşamın önlenemez bir tiki gibidir aynaya bakmak, insanlar sosyal yaşamın içinde bir araya gelmeden önce aynadaki görüntüleri üzerinden kendilerine çeki düzen verirler.

işte bu görüntü, yani insanın yansımasını geçici olarak görme halı, 1839 yılında varlığı duyurulan bir buluşla kalıcı ama biraz da ürkütücü bir biçimde sabitlenmişti. Adına fotoğraf denen bu olgu, yeryüzünü yeniden şekillendirmek üzere gönderilmiş bir yalvaç gibiydi, insanlar böyle bir ana ilk kez tanık olduklarında, ilk görüntüleri kaygıyla karşılayıp garipsemişlerdi.

5

When the Photograph Landed on Earth

How fascinating is the millennia-long story of reflection! As human civilization progressed, as Science and techniaue advanced, humanıty saw its reflection on different surfaces. A significant part of civilization’s hıstory has to do with beıng civilized to a degree and looking decent in public, Appearance and behavior are now fundamental components of the Science of sociology today.

Humans fırst saw their image ın water, then on shıny surfaces. polished metals, and, finally, in the mirror. The mirror, when moved from orıe side to the other, invites us to observe appearance through a different door and world of images and has always been a part of our daily lives, just tike a twin. Looking into the mirror is an involuntary tic of contemporary life. People tıdy themselves up by looking at their image ın the mirror before appearing ın public.

Thıs very image -the State of seeing oneself in a reflection- was made permanerıt in a way that was a bit uncanny by an invention announced in 1839. Callecl the photograph, this invention was like a prophet sent to the world to reshape it. When humans fırst vvitnessed this moment, thcy were anxious and fourıd the images strange. Given the cırcumstances of the time, people thought that the photograph was magic.

Fotoğrafın bir buluş olarak açıklandığı dönemin şartlarında, bu durum insanlara adeta bir sihir gibi göründü.

İlk şaşkınlık atlatıldıktan sonra, fotoğrafın kimya, fizik, optik gibi bilim dallarındaki prensiplerden yararlanarak ortaya çıktığı anlaşıldı. Bilimsel gerçekleri kullanıyordu fotoğraf, ama gerçekten de o mecazi anlamdaki sihirli yönü günümüze kadar değerini koruyarak geldi. Her çıkan fotoğrafta insanın diliyle yeterince anlatamadığı, içinde yer alan imgelerin kendisinden daha çarpıcı bir etki, bir “aura” vardı. Bunu yalnızca teknolojinin getirdiği bir yenilik olarak açıklamak olanaksızdı.

Avrupa'da kilise, fotoğrafa karşı hemen saldırıya geçti. Hristiyan din adamları, sureti kopyalamanın Tanrı’nın işine soyunmak olduğu açıklamasını yaptılar, bu eylemin -hem fotoğraf çekmek hem de çektirmek- günah olduğunu ve buna hiçbir biçimde katılımda bulunulmaması konusunda uyarıda bulundular. Müslümanlık ve Yahudilikte de görüntünün saptanması ve suretin çıkarılması günahtı. Suretin yaratılması Tanrı’ya mahsustu. Bu durum görüntünün aktarılması ve paylaşılması konusunda da büyük engeldi ama kısa bir süre sonra, fotoğrafın yaşam içindeki yeri giderek önem kazanınca, fotoğrafı durduracak hiçbir kuvvet kalmamıştı.

Fotoğrafın bulunuşu ile geleceği arasında, her şeyin daha incelikli yapılabilmesi için bazı ilerlemeler şarttı. Bunlardan en önemlisi de negatif pozitif tekniği ile fotoğrafın çoğaltılabilir olmasıydı. Artık bu aşamadan sonra tek fotoğrafın birden fazla kopyası alınarak farklı mekânlara imgesi taşınabilecekti. Matbaa sektöründe klişenin gelişmesi ve fotoğrafların baskı teknolojisine uygun bir biçimde aktarılmasıyla da fotoğraf bir bilgilendirme ve haber ileti aracı olarak ciddi bir izleyici grubuna seslenir oldu.

Artık bir an ile yüz yüze gelebilmek için orada bulunmak zorunlu değildi. Fotoğrafçı herkesin yerine o noktaya gidiyor, fotoğraf makinesini yerleştiriyor, uygun anda fotoğrafını çekiyor ve tarih içinde saptanmış olan bu an çoğaltılarak insanlara gazete, dergi ya da kitapların sayfalarında ulaşıyordu. Fotoğraf ilk zamanlar gerçeğin kendisi olarak kabul ediliyordu. Zaman içinde bu gerçeklik yerini belgeleme ve sanata bırakacaktı.

6

Afterthe initial confusion, the photograph was understood to have emerged from scientific principles, including those of chemistry, physics, and optics. İn truth, though the photograph is based on scientific realities, its metaphorically magical aspect is stili intact today. Back then, every photograph included an “aura,” which was more striking than the photograph’s images and difficult to articulate in words. Explaining the aura as a technological innovation did not suffice.

İn Europe, the church immediately attacked photography. Christian religious figures announced that reproducing the human image was to attempt the work of God. They warned that this action -both photographing and being photographed- was a sin that no one should participate in. Revealing and reproducing an image was also a sin in İslam and Judaism. Creating an image was reserved to God. This situation was also an obstacle to relaying and sharing an image. But shortly after, as photography gained a more prominent role, nothing could stop its development.

Certain advances needed to be made for photography to become more refined. The most important advance was reproducing photographs using the positive-negative technique. With this step, multiple copies of a single photograph could carry the image to different locations. When engravings were developed in the publishing industry and photographs were adapted to this new printing technology, images became a source of Information and communication that appealed to a significant viewership.

Being there was no longer necessary to experience a moment. The photographer vvould go to a location on behalf of everyone, set up their camera, and take a photograph at the appropriate moment. This moment of history would then be reproduced and disseminated to the public through the pages of newspapers, magazines, and books. At first, the photograph was widely accepted as truth itself. Över time, this reality was replaced by documentation and art.

II

Anlamını Arayan Fotoğraf

Zaman ilerledikçe ve fotoğraf bir disiplin olarak kabul gördükçe fotoğrafçının öznel yaklaşımı önem kazanmaya başladı. Bir fotoğrafı diğer fotoğraflardan ayıran ince çizgi, yani fotoğraf makinesinin sabitlendiği yer, seçilen bakış açısı ve karar anı fotoğrafın gerçekliği olarak kabul edilmeye başlandı, işte sanat da tam bu boşlukta, fotoğrafın nesnel koşullarının yeterince işlemediği bir anda belirip, bambaşka bir dünyanın kapılarını araladı. Artık teknik ile belgelemenin arasında güçlü bir yol, sonrasında da sanatla dolacak açık bir alan daha vardı.

Fotoğraf siyah-beyaz bulundu. 0 dönemin teknolojisi, ancak siyah, beyaz ve grinin tonlarını sepya olarak yakalamaya yetiyordu. Dünyanın bu buluşu benimsemesi çok hızlı oldu. Evrenin, sanki bu tonlardan oluşan büyüleyici bir ara yüzü vardı ve burada gerçekler anılara dönüşüyor, ışığın anlattığı yeni masallar ruhu avutuyordu. Artık görsel hafıza, fiziksel olarak belgelenir olmuş, insanların anımsama yöntemlerinde değişikliklere yol açmıştı. Anılar, yerini fotoğraflara bırakmaya hazırdı.

Bu buluşla insanlar yaşadıkları çevreyi, aile fertlerini, doğayı fotoğraflamaya başladılar. Optik, fizik ve kimyadaki gelişmelerin fotoğrafa olan olumlu etkileriyle, akıp geçmekte olan hayatı daha nitelikli biçimde kayıt etmeye başladılar. Başlangıçta görünenin peşinde olan fotoğraf, iki yüzyıla yaklaşan serüveni içinde birçok kez kulvar değiştirerek farklı kullanım biçimlerinin etkisinde kaldı.

An dediğimiz sürecin bir parçasına karşılık gelen fotoğraf, gelişimine koşut olarak aynı anda iki farklı zamanı kullanarak yerini sağlamlaştırdı. Görevi özünde akışı durdurmak ve onu kalıcı hale getirmek olan fotoğraf, öncelikle fotoğrafın çekildiği ve dünya saatine takvim olarak karşılık gelen bir cetveli doğrulama görevini üzerine almıştı. Çünkü yeryüzünde saptanan her fotoğraf, dünyada yıl,

7

II

Photographs That Look for Meaning

As time passed and photography was accepted as a discipline, the photographer’s subjective approach gained traction. The thin line separating a photographer from others, that is to say, the focal point of the camera, the selected perspective, and the decisive moment, began to be accepted as the reality of a photograph. And it was precisely then that art appeared, when the photograph’s objective circumstances did not function vvell enough, thus cracking öpen the door to a whole different world. There was now a strong path between technique and documentation that wouİd, in turn, öpen up a whole new space for art.

The photograph was discovered in black and white. The technology at the time could only capture tones of black, white, and gray in sepia. The world adapted to this discovery svviftly. The universe appeared to have an interface of these magical tones. Here, realities were transformed into memories and new tales spun by light reassured the soul. Now, visual memory was physically documented, which transformed people’s methods of remembering. Memories were ready to be replaced by photographs.

With this discovery, people began to photograph their environment, their family, and nature. The positive impact of developments in optics, physics, and chemistry enabled photography to record life's flow in more detail. Initially intent on capturing what is visible, photography has switched lanes many times throughout its journey of almost tvvo hundred years. İt has also been shaped by its various uses.

Photography corresponds to the part of a process that we cali “a moment,” and by making use of the tvvo different temporalities required for its development, it has reinforced its position. The essence of photography is to halt the flow and make one moment permanent, and in doing so it has taken on the task of confirming precisely when that moment occurred. Every photograph refers to a year,

gün, ay ve saat olarak bir zaman aralığına işaret etmekteydi, işte bu yüzden fotoğraf, başlangıcından günümüze kadar içinde yer alan tarih (zaman) ve coğrafya (mekân) ile her zaman kesin bir bilgi kaynağı olma görevini yerine getirdi.

Fotoğrafta zamanın diğer kullanımı da anlar üzerindendi. Önce saatler, sonra dakikalar, en son da saniyenin küçük kesitleri üzerinden pozlanan fotoğraf, insan gözünün görmediği zaman kesitlerini birer enstantane olarak durdurup, bizleri sürprizlerle dolu anların varlığından haberdar kıldı. Artık fotoğrafla yeni bir dünya kurmanın bütün koşulları hazırdı. Yepyeni bir anlatım dili, görselliğin içinde bizlere yeni anlamlar vaat ediyordu. Fotoğraf kendisine verilecek ve insanlığı geleceğe taşıyacak yeni görevlere hazırdı.

Nesnelere ve mekânlara düşen ışık her zaman aynıydı ama fotoğraf teknolojisindeki gelişmeler, özellikle daha aydınlık objektiflerin varlığı ve duyarlı yüzeyde kimya yolu ile kat edilen aşamalarla fotoğraf yaşamın içinde daha fazla yer aldı. Öncelikle net ve ışığı doğru olan fotoğraflar uzun yıllar alan çalışmalar sonucunda standart hale getirilince, fotoğraf da kendisine atfedilen saptama ve anlatma görevlerini yeniden gözden geçirdi. Artık insanlığın elinde dünyayı görsel olarak kayıt eden harika bir enstrüman vardı ve tek gereksinim, olan biteni belgeleyecek iyi fotoğrafçıların sahneye çıkmasıydı.

Lütfı Özkök, işte tam bu dönemde, 20. yüzyılın ortasında, dünya birçok değişime gebeyken ve Avrupa'da savaş rüzgârları eserken, fotoğraflarını çekmeye başladı. Önce Özkök’ün ihtiyaçtan dolayı amatör olarak ürkekçe başladığı fotoğraf, kısa bir zaman sonra onun gördüğünü gösterdiği, yaşamın içinde akan şiiri, yüzler üzerinden anlatma tutkusuna dönüştü. Şairliğini, bir başka disipline, fotoğrafa ustaca taşımayı bildi. Artık elindeki fotoğrafçılık yeteneğiyle, yüzler üzerinden dünyayı kucaklamaya hazırdı.

8

a day, a month, an hour on earth. For this reason, photography has, since its inception, fulfilled the function of always being a definitive source of Information on history (time) and geography (location).

The other use of photography is based on moments. Photographs were made first in hours, then in minutes, and finally in seconds, instantaneously stopping sections of time that the human eye could not see, making us aware of the existence of moments full of surprises. At that point, ali the conditions for constructing a new world with photographs were ready. A completely new narrative language promised us new meanings within visuality. Photography was ready for the new tasks that it would be entrusted and which would carry humanity into the future.

The amount of light shed on objects and spaces is always the same, but with developments in photographic technology, particularly the exıstence of more bright lenses and greater Chemical surface sensitivity, photography gained a more dominant role in daily life. After many years of effort, clear and well-lit photographs became the Standard; when that happened, the identifying and narrating roles of the photograph were reevaluated. Now, humanity had an amazing tool for visually recording the world. The only requirement remaining was the emergence of good photographers who could document what was happening.

Lütfi Özkök began photographing precisely at this moment in time, in the middle of the 20th century when the world was on the verge of transformation and Europe was stili in a State of war. Özkök started photographing as an amateur, timidly, out of necessity; shortly after, he showed what he saw. Narrating the poetry that was flowing within life through the images of faces became his passion. He knew how to masterfully translate his poetry into a different discipline -photography. His photographic skill was now ready to embrace the vvorld through portraits.

III

Fotoğrafın Güzel İnsanı

Bir masal kuşunun zamandan kopardığı parça gibiydi fotoğraf. Görünen her şey fotoğraftaki bakış mantığıyla önem kazanmış, usta ellerde giderek gerçek anlamını bulmaya başlamıştı. 1950'li yılların başından itibaren olayları anlatmadaki başarısı onu iletişimin önemli bir parçası yapmıştı. Artık görselliğin tarihinde yeni bir sayfa daha açılmış; zamanı, mekânla olaylar üzerinden başarıyla birleştirmeye başlamıştı. Fotoğrafın insanlığı gelecek kuşaklara taşıyacak güçlü bir araç olduğunun herkes farkındaydı.

Fotoğraf ve şiir, teknik özellikleri ve seslendikleri alanlarıyla iki farklı sanat disiplini olmalarına rağmen, “rafine' vurgularıyla temelde birbirlerine çok benzerler. Söyleyeceklerini az ve öz söylerler. Bu iki sanatı ustalıkla bir araya getiren çok az sayıda sanatçı vardır. Sözcükleri, şiirlerinde fotoğraftan çok daha önce bir çerçeve içine alan, daha sonra da şiirlerini kurarken yaşadığı coşkuyu yüzler üzerinden fotoğraflara çeviren Lütfi Özkök, bu iki yapıyı başarıyla hayatının içine almış bir kişidir.

Yalnızlığın sınırları arasında gidip gelirken, şiiri kendine sığınak yapan isveçli şairlerin portreleriyle başlıyor işe Lütfi Özkök. Adeta sözcükleri görüntülere dönüştürerek çevresindeki edebiyatçıların yüzlerini tarıyor ve fotoğraflarını çekiyor. Şiirin içindeki anlamı fotoğraflar üzerinden yeryüzüne aksettiriyor. Stockholm’ün kasvetini kendi mizahi bakış açısıyla harmanlayarak bizlere iletiyor. Bulutlu göğün altında gün gibi uzayan geceleri, yalnızlıklarını şiirle bastırmaya çalışan İsveçlileri, tarihe elinde fotoğraf makinesiyle işliyor.

Lütfi Özkök, hayatla eğlenmesini iyi biliyor. Sürekli esprileriyle ve görünmez kablolarıyla bize coşku nakli yapan o ruhu genç adamı, bir kez görünce unutmak imkânsız. Kısa süreliğine ıslandığım yaz yağmurlarıyla kutsanmış bir Stockholm günü, asla solmayacak parlak bir hayal gibi kalmıştı aklımda. Neler hissediyordu bu ülkede sürekli yaşayan insanlar; sanırım dört mevsimi de yaşamak gerekiyordu bir coğrafya hakkında sağlıklı konuşabilmek için. Zira rahatlıkla yer değiştirebilirdi bu şehirde uzayan ve uzatılan gündüzler ile geceler.

9

III

The Eeautiful Person of Photography

Photography was like a piece of time snatched by a mythical bird. Everything that was visible gained importance from the photograph’s perspective, charged with their real meanıng in the hands of true masters. İts success in narrating events had made it a crucial part of communication since the 1950s. A new page had been opened ın visuality; photography brought time and space together through events. Everybody was aware that photography was a vital tool that would transport humanity to upcoming generations.

Photography and poetry are two artistic disciplines that diverge in technical aspects and audiences but converge ın their emphasis on the “refıned.” They speak in brief and essential terms. There are very few artists who masterfully merge these two artistic medıa. Lütfi Özkök framed words in poetry long before he began photography. Later on, he translated the joy he experienced while composing poems to photographing faces; he integrated both of these structures into his life successfully.

Lütfi Özkök began with portraıts of Swedısh poets who moved back and forth between the borders of loneliness, seekıng refuge in poetry. He transformed words into images, scannıng literary figures’ faces and takıng their photographs. He projected the inner meanings of poetry onto the world through photography. He conveyed to us the gloom of Stockholm, which he blended with his humorous perspective. With his camera, he inscribed into hıstory the faces of Swedes who trıed to repress their loneliness with poetry and stave off the long nights that drag on like days of cloudy skies.

Lütfi Özkök knew how to have fun ın life. İt is almost impossible to forget this man with a young spirit who transferred joy to us with his constant joking. One blessed Stockholm day, when the brief summer rains had drenched me, he remained in my mind like a brıght dream that would never fade. What did these people who live in this country feel? To speak about a place with certainty, one needed to experience ali four

İçine kapanık bir edebiyatın uç beyliğini yapar İsveç şiiri. Belki de kasvet sözcüğü en güzel biçimde kucaklar bu ruh halini. Soğukla, rüzgârla savaşacağına, tüm bu koşulları sessizce kabul etmiş ve tevekkülle gereklerini yerine getirmiştir bu ülkedeki şairler. Sanki yeryüzünde her şey, ona biçilenden yarı hızında gitmektedir ve adeta ölümle her gün satranç oynanmaktadır. Sonsuzluk bir kavram olmaktan çıkmış, akmakta olan günlerin pelerinine bürünmüştür ve bu şiir, şairlerin yüzlerinde Özkök tarafından keşfedilmeyi beklemektedir.

Bu ülkeye gelir gelmez hemen sıcaklığıyla buzları eritiyor. Önce direniyor İsveççeyi öğrenmemekte. Nasıl olsa Fransızcası vardır. Ama cebindeki en değerli varlık Türkçesidir. Edebiyat aşkıyla bakıyor, izliyor, düşünüyor ve hissederek, büyüdüğü güzel dilinin ışıttığı anlamlarla tertemiz, duru bir Türkçe ile yazıyor şiirlerini. En değerli varlığı Anne-Marie her zaman yanı başında, yaşamından damıttığı hatıraları şiirlere dönüştürürken, bedeni Kuzey’de olabilir ama gönlü hep ülkesinde. Anılarının toprağında izlenimci bir ressam gibi doğasına bakarak şiirlerini oluşturuyor. 1944 tarihli “Dönüş” şiiri bunun en güzel örneklerinden birini oluşturuyor.

“Yurdumda sarı topraklar gördüm

Tepelerinde ne ağaç ne de sarı bir çiçek vardı

Sessiz yaşıyordu insanları

İlgisizdi dağların ötesinde olana.7,1

IV

Yüzün Gizi

Uygarlık tarihini kişiler üzerinden okumayı denediğimizde, görüntü hafızamızın derinliğine seslenen bir portreler dizisinden oluştuğunu fark ederiz. Her ne kadar günümüzde portre fotoğrafı, kişinin kim ve hangi 10

seasons there. İn this city, the long and drawn out days and nights could very vvell svvitch places.

Svvedish poetry is the gatekeeper of introverted literatüre. Perhaps the word “gloom” best embraces this State of mind. The poets in this country have quietly resigned themselves to battling the cold, the vvind, and ali similar conditions, and they have done what was required of them fatalistically. They act as if everything on this earth moves at half the required speed and they play chess vvith death every day. Eternity is no longer a concept; it has donned the cloak of the flovv of days. And this poetry awaited to be discovered by Özkök on the faces of poets.

He melted the ice vvith his vvarmth the moment he arrived in this country. First, he resisted learning Svvedish. He already spoke French. But the most precious asset he had vvas his Turkish. He looked, vvatched, thought, and felt vvith a literary passion, writing his poems in a clean, püre Turkish vvith meanings illuminated by this beautiful language he grew up vvith. His most precious Anne-Marie vvas by his side as he transformed the memories that he distilled from life into poems. His body might have been in the North, but his soul vvas alvvays in his own country. He formed his poetry looking at nature like an impressionist painter. His poem “Return” from 1944 is the most beautiful example of this.

"/ sawyellow soil in my homeland

On the hills were neither a tree nor a yellow flower

People live quietly

Uninterested in what lay beyond the mountains.7,1

IV

The Mystery of the Face

When we attempt to interpret the history of civilization through individuals, we realize that there exists a

konumda olursa olsun kendisini engellenemez bir biçimde fotoğrafta görme/gösterme arzusuna dönüşmüş de olsa, insanlık tarihinin günümüze kadar gelişini, önce resim sanatında portre geleneği, daha sonra da fotoğraflar aracılığıyla portre fotoğrafçılığı üzerinden doğru bir biçimde okuyabiliriz.

180 yıllık fotoğraf geleneğinde portre fotoğrafı, resim sanatının tüm pratiklerini bu yeni buluş üzerinden başarıyla kullanmıştır. Ressamın, modeli karşısında saatler boyunca yaptığı çalışma, fotoğrafın kendi olanaklarıyla dakikalara indirgenmiştir. Benzetme ile yorum arasında gidip gelen ressamlar saatlerce desen çizer, haftalar boyunca tuvallerini boyarlar ve artık kendileri tarafından eklenecek tek fırça darbesi kalmadığında resmin bittiğine karar verip imzalarını atarlardı. Bu süreç bazen yılları bulurdu.

Oysa doğru anda deklanşöre basma, yani “karar anı” olarak tanımlayabileceğimiz fotoğraf çekme edimi tek hareketle, yani perdenin açılıp kapanmasıyla başlayıp saniyenin küçük bir parçası içinde sonlanır. Alternatif arayışıyla da üzerine dört-beş poz daha çekilerek süreç tamamlanır. Sonrasında ise, kontakt baskılar üzerinden yapılacak titiz bir seçim aşaması ile tarih içinde kalacak karenin hangisi olacağına karar verilirdi.

Yazılarına eşlik etmesi için fotoğraf çekmeye başlayan Özkök, daha sonra ona haklı ününü sağlayacak yazar fotoğraflarını çekerek edebiyat dünyasında tanınmıştır. Fotoğrafçı, şair ve çevirmen Lütfi Özkök, fotoğrafını çektiği “ünlü” yüzlerin ve yazdığı dizelerin ardında soylu ve mütevazı bir biçimde kalarak sanatını gerçekleştirdi. Ömrünü fotoğrafa ve edebiyata adamış olan Lütfi Özkök, bu iki sanatın birleştiği yerde yazarlar başta olmak üzere çektiği sanatçı portrelerini dünya fotoğraf dağarcığına unutulmayacak bir biçimde kazandırmıştır.

Başlangıçta Türkiye’nin edebiyat ortamlarında bulunan, ardından da ömrünü geçirdiği Stockholm’de özellikle isveçli yazarları ve Nobel Edebiyat Ödülü alan edebiyatçıları çeken Özkök, işini olağanüstü bir duyarlılıkla yapması nedeniyle kısa sürede İsveç üzerinden tüm dünyada tanındı.

ıı

series of portraits that appeal to the depth of our memory of images. Although the portrait has now become the desire of everyone who wishes -despite their identity or position- to be seen and shown in photographs, we can accurately interpret the journey of human history through the tradition of portraiture in painting and photographs.

Över 180 years, portrait photography has successfully applied ali of the practices of the art of painting. With the possibilities offered by photography, painters’ rendition of the model seated across from them was reduced to mere minutes. Painters who moved back and forth between likeness and interpretation would draw for hours, paint their canvases for weeks, and when there was no longer a brushstroke to be added, would determine that the painting was över and sign the work. This process would sometimes take years.

On the other hand, pressing the shutter at the right moment, which we could dub the “decisive moment,” ended in a single movement during the fraction of a second it took for the shutter to öpen and close. Wanting to have a choice among different frames, the photographer would make four to five more images. Later, a meticulous decision-making process of looking at contact prints would determine vvhich frame would become part of history.

Özkök began to take photographs to accompany his texts; later, he took the photographs of writers that wouİd rightly make him famous. Photographer, poet, and translator Lütfi Özkök realized his art by remaining modestly and nobly behind the “famous” faces he photographed and the lines of his poems. The portraits that he took of writers and other artists united the two arts to which he dedicated his life -photography and Iiterature- ard made an invaluable contribution to the international repertory of photography.

Özkök, who first photographed literary figures in Turkey and then Swedish authors and Nobel Literatüre Laureates in Stockholm, where he spent his life, was quickly recognized across the world for his extraordinary sensibility. İn truth, Özkök’s journey began with his first travel abroad in 1943. His first stop was not Stockholm, as is vvidely assumed, it was Vienna, and Europe are experiencing the most vehement days of the Second World War. Özkök, who defined himself as an irremediable lover of poetry, read poetry with his friends as they were bombarded.

Aslında Özkök’ün serüveni 1943 yılında ilk kez yurt dışına gidişiyle başlar. İlk durağı sanıldığı gibi Stockholm değil, Viyana’dır ve Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nın en hareketli günlerini yaşamaktadır. Kendini iflah olmaz bir şiir tutkunu olarak niteleyen Özkök, üzerlerine bombalar düşerken arkadaşlarıyla birbirlerine şiir okumaktadırlar.

Bir yıl sonra 1944’te Türkiye’ye dönen Özkök, ikinci' kez 1949 yılında Paris’e mühendislik eğitimi almak için gider ve bu gidiş edebiyat virüsünün içine iyice yerleşmesine neden olur. 1949 yılında uygarlık tarihi dersini de beraber aldıkları yol arkadaşı Anne-Marie ile güneşli bir sonbahar gününde Lüksemburg Bahçesi’nde tanışırlar. 1950 yılının Mayıs ayında Paris’te evlenirler ve aynı yılın Noel akşamı yeni bir hayat için koca valizleriyle Lütfi Özkök, Stockholm Garı’nda trenden iner. Bundan sonra, tüm hayatı İsveç’te geçecektir Özkök’ün. Burada bir şehircilik bürosunda 15 yıl çalışır. Maketler yaparak hayatını kazanır. Düzenli bir biçimde İsveçli şairleri Türkçeye çevirerek edebiyat ortamında şairliğiyle birlikte çevirmen olarak da varlığını sürdürür.

Ondaki sanatsal ışığı gören ilk kişi Muhsin Ertuğrul’dur. Fotoğraflarına baktığı anda Oktay Akbal’a “Bu fotoğrafları çeken kişi şair olmalı.” der. İsveç’te şairleri okuyor, onlarla tanışıyor, şiirlerini çeviriyor ve sonra da onları çekmek amacıyla yeniden fotoğrafa başlıyor Lütfi Özkök ama çektiği fotoğraflar o kadar ilgi görüyor ki, gazetelerden ve dergilerden profesyonel olarak bedeli karşılığı bu portrelerden istiyorlar. Oysa bu fotoğrafları amatörce, keyfi için çekmektedir Özkök. Kısa bir sürede bu Türk fotoğrafçının önünde sıraya girecektir sanatçılar.

İsveç’ten sonra Paris’e giden ve Samuel Beckett’in fotoğrafını, üstelik Nobel Ödülü’nü almadan önce çeken Özkök, 10 bin Amerikan dolarına o dönemde bilinen bir yazar portresine verilen en yüksek telife, fotoğrafını satar. Bu fotoğrafına gösterilen dünya çapındaki ilginin ve kazandığı başarının nedenini, tıpkı fotoğrafını çektiği diğer yazarlarda olduğu gibi, Beckett’in kitaplarını okumuş olmasına bağlar.

12

Özkök returned to Turkey a year later in 1944, then left for Paris in 1949 to be trained as an engineer. This time, literatüre took a firm hold of him. İn 1949, on a sunny fail day, he met his companion Anne-Marie, a classmate in the course he was taking on the history of civilization, in the Luxemburg Gardens. They got married in Paris in May of 1950, and the same year, on Christmas Eve, Lütfi Özkök disembarked from the train at the Stockholm Station with their big suitcases to join his wife and start a new life. Özkök would spend the rest of his life in Sweden. He worked at a city planning Office for fifteen years, where he made architectural models. He translated Swedish poetry into Turkish, sustaining his life in the literary world as a translator as well as a poet.

The first person to recognize his artistic gift was the actor and director Muhsin Ertuğrul. When he saw Özkök’s photographs, he said to the writer and journalist Oktay Akbal, “The person who took these photographs must be a poet.” Lütfi Özkök was reading the work of poets in Sweden, meeting them, translating their poetry and then taking their photographs. His photographs received so much attention that newspapers and magazines wanted more of them and were willing to pay a fee. Özkök, on the other hand, was photographing for pleasure. Before long, artists were lining up in front of this Turkish photographer.

From Sweden, Özkök went to Paris, where he photographed Samuel Beckett before the writer received the Nobel Prize; he sold this photograph for US$10,000, the highest fee ever paid for an artist portrait at the time. He linked the success of this photograph and the interest in it to his having read Beckett’s books, which he did with every writer that he photographed.

Lütfi Özkök photographed Swedish and Nobel Literatüre Laureaıes in Sweden for thirty-five years, and his skill in mastering light was a key part of his approach. We can see the embodiment of his ideas in his portraits of Gunnar Ekelöf, Artur Lundkvist, Par Lagerkvist and other Swedish authors.

35 yıl sürekli olarak İsveç’te, isveçli ve Nobel alan yazarları çeker Lütfi Özkök ve fotoğrafta ışığa hâkim olabilmeyi bir püf noktası olarak ön plana çıkarır. Bu düşüncelerinin karşılığı olan fotoğraflarını Gunnar Ekelöf, Artur Lundkvist ve Par Lagerkvist gibi isveçli yazarların portrelerinde rahatlıkla görebiliriz. Kontrast fotoğrafları sever Lütfi Özkök. Fotoğraflarını, ışıklandırma imkânı olduğunda da tam istediği tonlara getirir.

Onu etkileyen ilk fotoğrafın, babasının ona hediye ettiği makine ile çektiği, erken yaşta ölen kardeşi Hüseyin’in fotoğrafı olduğundan her fırsatta söz eder. Bundan sonra da hep yazarların yüzlerindeki gizem ile ilgilenmiştir. Özkök’ün fotoğraflarıyla karşı karşıya geldiğimizde tüm sanatçıların yüzlerinde yakaladığı o olağanüstü ifadeleri görürüz. Belki de çektiği yüzlerde kardeşinin yüzünü arıyor olması, onu böylesine çağının en iyi fotoğrafçılarından biri yapmanın yollarını açmıştır.

Sıkı bir karanlık odacıdır aynı zamanda. Filmlerini kendi yıkar, kontakt baskılarını alır ve basar. Klasik siyah beyaz fotoğraf, fotoğrafçının karanlık odadaki yorumu ile biter. Bunu iyi bilir Özkök. Ömrü geçmiştir kırmızı ışığın aydınlattığı o karanlık odada. Fizik ile kimya akraba olur burada. Çektiği mükemmel fotoğraflara son şeklini karanlık odada verir Lütfi Özkök. Çile, aydınlanmaya dönüşür. Bu bir nevi meditasyondur aynı zamanda. Sonunda üçüncü gözü açılır. Fotoğraflar dolaşıma çıkar. Fotoğraf makinesiyle yüzleri kucakladığını tüm dünya görür.

2017 yılında yitirdiğimiz Lütfi Özkök, tarihe mal ettiği yazarların yapıtlarını okumuş, onlarla tanışmış ve ardından da fotoğraflarını çekmiştir. Özkök portre çekimi için geniş açıları değil, insan gözüyle evreni gören objektifleri yeğlemiştir. İnsanlara saygı ve sevgiyle yaklaşılmasını önermiştir. Fotoğraflarında ifadeye, dolayısıyla da gözlere her zaman önem vermiştir. Portrenin sadece güzel fotoğraf olmadığını, çekilen kişinin üstelik tüm yapıtlarını temsil ettiğini de unutmadan fotoğraflanması gerektiğini her fırsatta dile getirmiştir. Sonuçta dünya edebiyatının birçok yazarı, sadece yazdıklarıyla değil, Lütfi Özkök’ün onları yorumladığı biçimiyle edebiyat tarihine geçmişlerdir.

13

Lütfi Özkök liked contrast photographs. When able to determine his own lighting, he fine-tuned his photographs to the exact tones he desired.

Özkök always mentıoned that the first photograph that impacted him was the one he took of his brother Hüseyin, who died at a young age, with the camera his father had given him. Later, he would always focus on the mystery in the faces of the authors he photographed. İn these photographs, we see extraordinary expressions on their faces. Perhaps Özkök was looking for his brother ın these faces, and that search paved the way for his being one of the best photographers of our time.

Özkök was also an adamant user of the darkroom. He washed his own film, and he made his own contact sheets and prints. The conclusion of the traditional black and vvhite photograph takes place in the darkroom, with the interpretation of the photographer. Özkök knew this well. He spent his life in the darkroom illumınated by a red light. He was deeply entranced by the physics and chemistry of the work here. The perfect photographs that he took were finalized in the darkroom. Here, suffering leads to enlightenment. This process vvas also a form of meditation: His third eye finally opened and his photographs began to cırculate. The whole vvorld now saw his camera’s embrace of faces.

Lütfi Özkök, whom we lost ın 2017, read the vvorks of the authors he inscrıbed in history vvith his images, met them, and then photographed them. Özkök preferred lenses that were simılar to that of the human eye rather than wide-angle lenses. He proposed that people be approached vvith respect and love. He always paid close attention to expressions in his photographs and, consequently, to the eyes. He alvvays said that portraiture vvas more than beautiful photographs, it vvas about representing the entire oeuvre of the person photographed as well. Many authors have become part of the history of literatüre not just because of their vvriting but also because of Lütfi Özkök's interpretation of them.

Kapsamlı arşivi ile büyük bir sanat külliyatına sahip olan Lütfi Özkök ile 2002’de yağmurlu bir Stockholm yazında tanışmıştım. Sıcacık, esprili ve neşe dolu bir insan idi. “80 yaşındayım” diyerek söze başlamıştı ve hayat hikâyesinin kısa bir özetini paylaşmıştı. Dünyanın en ünlü yazarlarını çekmiş, onların ünlerine ün katmış ve bilinir olmalarını sağlamıştı.

V

İsveç’te Bir Türk

50 yıldır İsveç'te yaşayan, NobelIi yazarların neredeyse “resmi fotoğrafçısı” diyebileceğimiz Lütfi Özkök ile 2002 yılının 5 Temmuz günü Stockholm'de keyifli bir buluşmamız oldu.

Yönetmenliğini Sevinç Yeşıltaş’ın yaptığı, TRT yapımı “Güzergâh Edebiyat” programında Demir Özlü’nün bölümünü çekecektik. Demir ve Ulla Özlü ekibimize bir yemek verdi. Çekimin bir bölümünü burada yapacaktık. Ben de bu belgeselde sanat yönetmeni ve fotoğrafçı olarak görev almıştım. Günün en büyük sürprizi, bu yemeğe dünyaca ünlü fotoğrafçımız Lütfi Özkök’ün de davetli olmasıydı. Bu tarihi fırsatı kaçıramazdım. Kendisiyle bir röportaj yapacaktım.

Yemeğimizi yedik. Balkonda fotoğraf ve şiir üzerine sohbet etmeye başladık. Yağmur dindi ve çevrede Ahmet Haşim’in şiirlerinden fırlamış “kızıl havalar” beliriverdi. Sehpanın üzerinde bir Leica M6, bir Nikon F4, bir de Hasselblad XPan duruyordu. Özkök sırayla bu makineleri eline aldı, inceledi ve neredeyse 15 dakika boyunca sessizce birbirimizin portrelerini çektik. Bu makineler hiçbir zaman böyle güzel test edilmemişti. İki fotoğrafçı olarak bu yolla birbirimizi tanıyorduk.

Lütfi Özkök, çektiği yüzlerin gerisinde durmuş, alçakgönüllü “efsane” bir fotoğrafçıdır.

Türkiye’nin en önemli şairlerinden Nazım Hikmet, Lütfi Özkök’ün objektifi önünden geçtikten sonra görüntü olarak imgelememizde somutlaşmıştır. Yalnızca bir fotoğrafçı değil, aynı zamanda şair ve 14

I met Lütfi Özkök, whose comprehensive archive included a vast artistic oeuvre, on July 5, 2002, in a rainy Stockholm summer. He was a warm, witty, joyful person. He started off by saying, “l’m eighty years old,” and briefly told me about his life. He had photographed the most famous authors of the world; he had contributed to their fame and recognition.

V

A Türk in Sweden

On July 5, 2002, we had a pleasant meeting in Stockholm with Lütfi Özkök, who at that point had been living in Sweden for 50 years and was often considered the “official photographer” of Nobel- winning authors.

We were going to shoot the episode on the novelist Demir Özlü for the TRT television channel’s “En Route for Literatüre” program, directed by Sevinç Yeşiltaş. Demir and Ulla Özlü hosted a meal for our team. We were going to do part of the shoot here, and I was the art director and photographer for this documentary. The biggest surprise of the day was that the world-famous photographer Lütfi Özkök was also invited to this dinner. I couldn’t miss this historic opportunity. I had to interview him.

We ate our food. We started to talk about photography and poetry on the balcony. The rain ceased, and the “crimson skies” appeared, as if from Ahmet Haşim’s poems. A Leica M6, a Nikon F4, and a Hasselblad XPan were on the table. Özkök took turns picking up these cameras, studied them, and we took portraits of each other in silence for almost 15 minutes. These machines were never tested so well. As two photographers, we got to know each other in this manner.

Indeed, Lütfi Özkök is a humble “legendary” photographer who has remained behind the faces he photographed. Nazim Hikmet acquired a concrete image only after standing before Lütfi Özkök’s lens.

çevirmendir Lütfi Özkök. Türkçe ve İsveççe yayımlanmış, büyük bir emeğin ürünü olan kitapları vardır ve Fransızcaya çok hâkimdir.

Sohbet etmeyi çok seven, sanatçılarla röportajlar yapıp onların fotoğraflarını çeken ve dost muhabbetlerin aranan insanı Özkök, kendisi ile röportaj yapılmasından pek hoşlanmıyor. Can dostu Demir Özlü bu konuda beni uyarmış, dikkatli olmamı öğütlemişti. Usulca defterimi çıkardım ve ilk notlarımı a'maya başladım. O da tıpkı Ara Güler gibi, “Niye benimle röportaj yapacaksın?” diye sordu. Ben de yine Ara Güler’in sanatçıları çekerken sordukları aynı soruya verdiği yanıtı verdim; “Çok meşhursunuz da ondan.” Güldü, gülüştük.

Merih Akoğul: Kendinizi anlatır mısınız? Lütfi Özkök’ün hikâyesi nerede ve nasıl başlıyor?

Lütfi Özkök: 80 yaşındayım. İstanbul’da doğdum. Çocukken anneme doğum yılımı sordum. 'Cumhuriyet’in ilanında 1-2 yaşındaydın galiba” dedi. O gün, bugündür benim yaşım Cumhuriyet ile bir. Cumhuriyet çocuğuyum ben.

MA: Yurt dışı serüveniniz nasıl başladı, hangi his sizi uzaklara sürükledi?

LÖ: Gerçekten bir serüven. Dışarıya ilk kez 1943 yılında gittim; İsveç’e değil, önce Viyana’ya. Savaş vardı, iflah olmaz bir şiir tutkunuydum. Başımıza bombalar yağarken şiirler okuyorduk, en çok da Romantikleri... Şiir ile her şey güzelleşiyordu.

1944 yılında yurda döndüm. Bundan sonraki durağım 1949 yılında gittiğim Paris’ti. Fransa’ya mühendislik eğitimi almak için gitmiştim ama edebiyat virüsü içime çoktan çöreklenmişti. Aklım fikrim hep şiirdeydi. Fransız şairleri beni çok etkiliyordu. 1949 yılında Paris’te, okulda uygarlık tarihi dersini de birlikte aldığımız, yol arkadaşım, her şeyim ve geçen yıl kaybettiğim Anne-Marie ile tanıştım. Lüksemburg Bahçesi’nde şiir okuyordu güneşli bir sonbahar gününde. İlk görüşte âşık olmuştum. Evlendik sonra. Çocuğumuz oldu.

15

Lütfi Özkök is not only a photographer but also a poet and a translator. He has published in Turkish and Swedish, and vvritten laboriously researched books. He has also mastered French.

Özkök, who loves to chat, who interviews artists and then photographs them, and who is a key figüre in gatherings of conversation, does not like being interviewed. His good friend Demir Özlü had warned me about this and advised me to be careful. I softly took out my notebook and began to take my first notes. He asked, just as Ara Güler would, “Why wouİd you intervievv me?" I gave the same answer that Ara Güler gave to artists who asked this question when he was photographing them: "You are very famous, that’s why.” He laughed; we laughed.

Merih Akoğul: Could you talk about yourself? Where and how does the story of Lütfi Özkök begin?

Lütfi Özkök: l’m eighty years old. I was born in İstanbul. When I was a child, I asked my mother my birth year. She said, “You were one or two years old when the Republic was founded.” Since then, my age is the same as the Republic’s; l’m a child of the Republic.

MA: How did your adventure abroad begin? What took you to these faraway lands?

LÖ: İt is truly an adventure. I went abroad for the first time in 1943, not to Sweden, initially, but to Vienna. There was war. I was passionate about poetry. We were reading poems while bombs rained down on us - in particular, the Romantics. Everything was made beautıful with poetry.

|n 1944, | returned to the homeland. My next stop was Paris in 1949. I had göne to France to be trained as an engineer, but I had caught the literatüre bug and was severely infected. Ali I could do was think about was poetry. I was deeply influenced by French poets. İn 1949, in Paris, I met Anne-Marie, with whom I was taking a course on the history of civilization. She was my companion, my everything; I lost her last year. She was reading poetry in the Luxemburg Gardens on a sunny fail day. İt was love at first sight. We then got married. We had a child.

She returned to Sweden, so I went after her. I came to Sweden on Christmas night in 1950.

O dönmüştü, ben de arkasından gittim. 1950 yılının Noel akşamında İsveç’e geldim.

Geliş o geliş. Burada bir şehircilik bürosunda 15 yıl çalıştım. Edebiyat ortamına girişim, İsveçli şairleri Türkçeye çevirirken gerçekleşti. Çevirilerimde Anne-Marie her zaman benim sağ kolum oldu. Yıllarca İsveççe konuşmamak için direndim. Fransızcam beni çok iyi idare ediyordu. Çoğunluk Fransızca biliyordu. Sonra üç dille yaşamaya başladım. Artık şair, yazar dostlarımız vardı. Evimizde kalabalık davetler veriyorduk.

MA: Edebiyat merakınız, zaman içinde fotoğrafçılığınız ile birleşiyor. İstanbul’dayken nasıldı hayatınız?

LÖ: Edebiyata hep meraklıydım. Salâh Birsel, Oktay Akbal, Fahir Onger, Limasollu Naci, Nermi Uygur iyi arkadaşlarımdır, birlikte oturur yemek yer, edebiyattan, sanattan, yaşamdan konuşurduk. Benim babam balıkçıydı Feriköy’de. Balık alırdık, güzel uskumrular olurdu o zamanlarda. Yemekten sonra keman çalardım arkadaşlara. Hep şiir, edebiyat vardı sohbetlerimizde.

MA: Sonra fotoğrafçılık serüveniniz başlıyor, İsveçli şairler Türkiye’de yayınladığınız şiir çevirileri ile ilgi çekmeye başlıyor. Başlangıç bu sanıyorum?

LÖ: Evet, bu yazarların İstanbul’da edebiyat dergilerinde yayınlanacak şiirleriyle kullanılacak fotoğraflar gerekiyordu. Bunların teliflerinin altından kalkılamayacağı için ilk defa Anne-Marie’nin fotoğraf makinesini ödünç alarak fotoğraf çekmeye başladım. Fena da çekmiyordum hani.

Daha sonra portrelerimi gören Muhsin Ertuğrul, Oktay Akbal’a “Bu fotoğrafları çeken kişi şair olmalı.” demiş. Akbal anlattı, çok hoşuma gitmişti. Ben 35 yıl fotoğraf çektim, Nobelli yazarları, İsveç’in ve dünyanın önemli yazarlarını... Çoğuyla dost, arkadaş olduk. Nobel almış yazarlardan önemli bir arşivim var.

MA: Edebiyat tarihine miras bıraktığınız o unutulmaz fotoğraflarınızı çekerken, en çok nelere dikkat ediyorsunuz, önceliğiniz nedir?

LÖ: Fotoğrafta en önemli şey ışığa hâkim olabilmektir. Işıksız hiçbir obje boyut alamaz. Ben işin

16

That was my arrival. I worked in a city planning Office for fifteen years. I became involved with the literary scene, as I vvas translating Svvedish poets into Turkish. Anne-Marie vvas always at my side vvhen I vvas translating. I resisted speaking Svvedish for years. My French kept me afloat. Many knew French. Then I began to live in three languages. We had poet friends, writer frıends. We vvould hoşt crovvded parties in our house.

MA: Över time, your interest in literatüre merges vvith your photography. What vvas your life like in İstanbul?

LÖ: I was alvvays interested in literatüre. [The vvriters] Salâh Birsel, Oktay Akbal, Fahir Onger, Limasollu Naci, and Nermi Uygur are my close friends; vve vvould eat together, speak about literatüre, art, and life. My father vvas a fisherman in Feriköy. We vvould buy fish; there vvas plentiful mackerel back then. I vvould play the violin after vve ate. We alvvays talked about poetry, literatüre.

MA: Then, your photography adventure began. İn Turkey, Svvedish poets are read vvith interest, thanks to your translations. I’m guessing that vvas the begihning?

LÖ: Yes, vve needed photographs of these authors to be placed alongsıde their poems in İstanbul literary magazines. As it vvould be impossible to pay for photographs, I started takıng them myself, borrovving Anne- Marie’s camera. I vvasn’t bad, to teli the truth.

Later, the actor and director Muhsin Ertuğrul, vvho savv my photographs, told the vvriter Oktay Akbal, "The person vvho took these photographs must be a poet.” Akbal told me this anecdote; I enjoyed it. I took photographs for 35 years of Nobel Laureates, of the most important authors in Svveden and around the vvorld, and I became friends vvith most of them. I have an important archive of vvriters vvho vvon the Nobel.

MA: When taking these unforgettable photographs that become part of literary history, vvhat do you pay attention to? What are your priorities?

LÖ: The most important aspect of photography is being able to control the light. No object gains dimension without light. I enjoy the visual aspect of the work, the contrast that distinguishes faces from each other. When I’m

biraz grafik tarafını severim, yüzleri birbirinden ayıran kontrastlığı. Portreleri çekerken gri skalanın uçlarını yeğliyorum. Böylece yüzler daha görünür, daha fark edilir oluyor.

Bu konuyla ilgili bir anımı anlatayım. Fotoğraf bir gönül işidir ama teknik şartlar da çok önemlidir. Mesela, ünlü Rus yazarı Joseph Brodsky ile karşı karşıya geldiğim ortamın ışığı fotoğrafa uygun değildi. Çok karanlıktı. Yıl 1989, Brodsky Nobel alalı iki yıl olmuştu. Fotoğraflarını çekeceğim ama yeterli ışık yok. Aklıma bir fikir geldi; tuvalete çağırıp, klozete oturttum ve 60 mumluk lambanın verdiği ışıktan yararlanarak fotoğrafını çektim. Ajanlar hep peşlerindedir Nobelli bilim insanlarının, iltica etmesinler diye. Adam beni KGB’den zannetti.

MA: Sanırım Brodsky benzeri sayısız anınız vardır. Unutamadıklarınızdan birkaç tanesini duymamız mümkün mü acaba?

LÖ: Var elbette. Dünyanın en sıra dışı yazarlarından biri ile ilgili: Jean Genet... Değil fotoğrafını çekmek, yanına yaklaşmak bile imkânsız. Problemli bir adam. Ondan fotoğrafını çekmek için yalnızca 60 saniye istedim. Çekinerek... Gönülsüz de olsa kabul etti. Fotoğrafını çekerken, hayranlarından bir kadın kendisini tanıdı ve ‘ Siz Jean Genet'siniz değil mi?” diyerek üzerine geldi ve ellerine sarılmaya kalktı. Bulunduğumuz yeri yakası açılmadık küfürler kapladı birden. Kadın korkarak kaçtı. Sonra çekime devam ettik. Bazı yazarlar nasıl sakin ve kendi halindeyse, bazıları da böyle davranıyorlar işte.

MA: Fotoğraf serüveninizi, başlangıcından bugüne, arşivinizde yer alan 1.500 yazara gelinceye kadar, anlatabilir misiniz?

LÖ: Feriköy İlkokulu’nu bitirdiğim gün, Tatar kanında Avrupalılık bilinci olan babam bana hediye olarak 6x9 körüklü bir Zeiss Ikon aldı. Çektiğim ilk fotoğraf, erken yaşta ölen kardeşim Hüseyin’in portresiydi. Su içerken bana bakan bir fotoğrafı. 0 zamandan beri yüz ve yüzün gizi beni çok ilgilendiriyor. Rastladığım şairlerde de beni mıknatıs gibi çeken şey onların yüzleriydi. Yüzün manzarasıydı. O sırada Pangaltı’da Rum fotoğrafçılar var. onları izliyor, işin incelikleriyle ilgili bilgiler alıyordum.

17

taking portraits, I prefer the edges of the grayscale. The faces are thus more visible, more noticeable.

Let me teli you an anecdote about this. Photography is an affair of the heart, but technical conditions are also important. For example, when I met the famous Russian author Joseph Brodsky, the circumstances weren’t suitable for taking his photograph. İt was 1989; Brodsky had received the Nobel two years earlier. I was going to take a photograph, but there wasn’t enough light. I had an idea; I asked him to join me in the bathroom, made him sit on the toilet, and then I took his photograph using the 60W light. Operatives are always after these guys so that they don’t emigrate The man thought I was from the KGB.

MA: I guess you have countless memories like the one with Brodsky? Could you teli us a few that you can’t forget?

LÖ: I have memories like this, of course. One of them is about one of the most extraordinary writers in the world: Jean Genet. İt was impossible to even approach him, let alone take his photograph. He was a problematic guy. I asked for only sixty seconds to take his photograph. I was hesitant. He agreed reluctantly. As I was taking a photograph, one of his fans, a woman, recognızed him and came up to him, saying, “You're Jean Genet, aren’t you?” and she tried to hold his hands. We were suddenly enveloped by curses that hadn’t seen the light of day. The woman ran away, scared. Then we continued with the shoot. Just as some writers are calm and keep to their Gwn, others act like this, you see.

MA: Could you talk about your photography journey from the beginning to the present, över the course of which you photographed 1500 writers?

LÖ: The day I graduated from the Feriköy primary school, my father -whose Tatar blood included a European consciousness- bought me a 6x9 Zeiss Ikon with bellows. The first photograph that I took was a portrait of my brother Hüseyin, who died at a young age. İt was a photograph of him looking at me while drinking water. Since then, the face and mystery of the face are captivating for me. What drew me to the poets that

Fotoğrafa yeniden başlamam, edebiyat keyfim ve sevgimle oldu. İsveç’te de önce şairlerle tanıştım, onların şiirlerini çevirdim ve ardından da yüzlerini çekmeye başladım... Sonra gazetelerden bana gelmeye başladılar portreler için ve fiyat soruyorlardı... Ne parası dedim, ben keyif için çekiyordum.

Daha sonra düşündüm, ben bu işi yapabilirdim. Gazetelere fotoğraflar verdim önce. Zamanla, şairler dışında düzyazı yazanlardan da arşiv oluşturdum. Gazete vd dergiler istiyordu bunları. Bana bir yan gelir oldu. Sonra başka yazarları da fotoğraf tadım. Yurtdışına da çıkmaya karar verdim ve yazarların cenneti Paris'e gittim, ilk Samuel Beckett’i çektim. Nobel kazanmadan önce hem de... Onu çekmek inanılmaz bir deneyimdi.

MA: Türkiye'de olsaydınız, olaylar yine böyle gelişir miydi, yani fotoğrafçılık yolunda profesyonel olarak devam eder miydiniz?

LÖ: Türkiye’de sanatçı fotoğrafları çekenler genelde bunu keyif için yaparlar. Öyle para kazanamazlar. Bu fotoğraflar basında kullanılacaksa ya yazarın elindekiler alınır ya da foto muhabirleri gidip iş olarak bu fotoğrafları çekerler. Çoğu ne o şairin şiirini okumuştur, ne o ressamın bir resmini görmüştür.

Evet, ben sanatçı portrelerinden bir miktar para kazandım ama bu yine de öyle büyük paralar değildir. Ama bir gün Amerika’dan Mclntosh’tan bir faks geldi. Phaidon’dan çıkan kitapta Beckett fotoğrafını görmüşler, satın almak istiyorlarmış, iyi bir fırsattı. Onlara “İsveç küçük bir ülke, siz ise büyüksünüz, bu portreye ne veriyorsunuz?" diye sordum ve sonunda Beckett portresini 10.000 dolara sattım, iyi paraydı.

MA: Çekim seanslarınız nasıl gelişir? Bu hep bir merak konusudur. Biraz ipucu verebilir misiniz?

LÖ: Heyecandan titrerim, bir yazarın portresini çekerken. Büyük bir coşku, saygı ve heyecanla yaklaşırım onlara. Fotoğraflarını çekmeden önce, onların eserlerini muhakkak okumuşumdur. Bilerek, tanıyarak çıkarım karşılarına. Bir şair olduğumu söylerim. Onlar da çoğunlukla bana ne yazdığımı sorarlar. Ölümü durduramıyorum, zamanı durdurarak ölüme meydan okuyorum. Yazarların yüzlerinde yapıyorum bunu ben. Bu benim en büyük tutkum.

18

I photographed, like a magnet, were their faces - the landscape of the face. At the time, there were Greek photographers in Pangalti; I was watching them and learning the tricks of the trade.

My return to photography again stemmed from my joy and love of literatüre. İn Sweden, I first met poets, then translated their poems, then started photographing their faces. Later, newspapers came to me, asking for portraits and inquiring about prices. I didn’t even think about money; I was photographing for püre enjoyment.

Later I realized that I could do this job. First, I gave photographs to newspapers. Över time, my archive included prose writers as well as poets. Newspapers and magazines wanted them, and it was an additional source of income for me: I photographed other vvriters, too. I then decided to go abroad, and I went to the paradise for writers, Paris. First, I photographed Samuel Beckett. Right before he won the Nobel, actually. Photographing him was an incredible experience.

MA: Would things develop similarly if you had been in Turkey? Would you have continued in photography professionally?

LÖ: İn Turkey, people who photograph artists usually do it for pleasure. They don’t make money. If photographs are going to be used by the press, they either use ones that the writer already has or they assign photojournalists the task of taking photographs. Most of these photojournalists would not have read the poet’s poetry or seen the artist’s paintings.

Yes, I made some money from these artist portraits, but not that much. But one day, I received a fax from Mclntosh ın the USA. They saw the Beckett photograph ın the book published by Phaidon, and they wanted to buy it. İt was an excellent opportunity. I told them, “Sweden is a small country, but you are big. How much would you pay for this photograph?” and I sold the Beckett portrait for US$10,000. İt was a fair amount of money.

MA: How do your shooting sessions develop? People always wonder about this. Could you give us some clues?

LÖ: I tremble with nervousness when l’m taking the portrait of a writer. I approach them with great joy,

MA: Çektiğiniz onca fotoğraf arasında en çok hangi yazarların portrelerini seviyorsunuz? Bir de çekemeyip aklınızda kalan yazarlar kimler?

LÖ: En sevdiğim fotoğraflarım Samuel Beckett, Rene Char, Nazım Hikmet, W.H.Auden’ın portreleridir. Çekmek isteyip çekemediğim, içime dert olmuş yazarlar da vardır; Orhan Veli, Sait Faik, Albert Camus, Henry Miller, T. S. Eliot, Borıs Pasternak, Yannis Ritsos... En çok onların fotoğraflarını çekmeyi isterdim.

MA: Fotoğrafçılar için fotoğraf makineleri ellerinin birer uzantısıdır adeta.

Çekimlerinizde hangi makineleri ve objektifleri tercih ediyorsunuz?

LÖ: İsveç’teki ilk fotoğraf çalışmalarımı eşim Anne-Marie’nin 35 mm Contessa - Zeis Ikon’u ile gerçekleştirdim. Sonra ülke içinde Mamiyaflex kullandım, ülkeler arası yolculuklar başlayınca bir 6x6 Mamiya ve 35 mm Canon edindim. Sanılanın aksine Hasselblad kullanmıyorum. Bir ara kullandım elbette; İsveç’tesin ve Hasselblad kullanmayacaksın. Bana ağır ve hantal geldi; uzun süre rafta yattı Sonra da ucuza sattım. Ekipman fazla ağır olmamalı. Gerçi üçayak ve 500 mumluk spot ışığını da unutmayalım.

Portrecilikte modadır ama ben geniş açı objektifleri sevmiyor ve kullanmıyorum. Portrenin açısı, insan gözünün gördüğü gibi olmalı. Geniş açı röportajlar, foto röportajcılar için iyidir. Konuyu daha iyi anlatır. Normal, standart açılı objektiflerdir benim tercihim. Fotoğrafçı modeline doğru uzaklıkta olmalı, ne çok yakın ne de çok uzak.

MA: Fotoğrafınızın sırrı nedir?

LÖ: Bana göre en önemli nokta şudur: Portresini çekeceğiniz insana saygı gösterin, hatta sevin. İncitmekten korkar gibi deklanşöre basın. Özellikle gözlere dikkat edin ve elleri de unutmayın. 0 yazarı en iyi anlatacak farklı açıları deneyin. Doğru anda da deklanşöre basın. Daha sonra da o kişiyi anlatan en doğru kareyi seçin. Bir kişinin onlarca fotoğrafını çekersiniz ama bir ikisini seçip yayınlarsınız. Bundan sonra herkes o yazarı o fotoğraflar üzerinden bilecektir. Doğru fotoğrafı seçmek, en az çekim kadar sorumluluk isteyen bir iştir.

19

respect, and excitement. I read their works before taking a photograph. I approach them knowing them. I teli them that I’m a poet. They often ask me what I vvrite. I can’t stop death, but I can challenge death by stopping time. I do this on the faces of the vvriters. This is my big passion.

MA: Of the photographs you have taken, vvhose portraits do you like the most? Who are the vvriters that you dıd not photograph but vvould have vvanted to?

LÖ: My favorıte photographs are the portraits of Samuel Beckett, Rene Char, Nazım Hikmet, and W.H. Auden. There are vvriters that I vvanted to photograph but could not: Orhan Veli, Sait Faik, Albert Camus, Henry Miller, T.S. Eliot, Boris Pasternak, and Yannis Ritsos. I wish I had götten the chance to photograph them.

MA: For photographers, the camera is an extension of their hand. What kinds of cameras and lenses do you use in your shoots?

LÖ: I dıd my fırst photographic work in Svveden vvith my wife Anne-Marie’s 35 mm Contessa - Zeiss Ikon. I later used Mamiyaflex domestically, and when I traveled abroad, I bought a 6x6 Mamiya and a 35mm Canon. Contrary to common belief, I don’t use a Hasselblad. I did use it at one point, of course; if you’re in Sweden, you must use a Hasselblad. But it felt heavy and clunky to me; it vvas on the shelf for a long time, and then I sold it for cheap. Equipment needs to be light. And there’s also the tripod and 500W spotlight.

Wide-angle lenses are fashionable in portraiture, but I don’t like them or use them. The angle of the portrait has to be such that it reflects what the human eye sees. Wıde-angle lenses are useful for photojournalists. They relay the subject better. I prefer regular, standard-angle lenses. The photographer has to be just the right distance from their subject, neither too close nor too distant.

MA: What is the secret of your photography?

LÖ: I believe that the most crucıal point is to have respect and even love for the person vvhose portrait you’11 take. Press the shutter as if you’re afraid to hurt them. Pay attention to their eyes and hands.

MA: Arşivinizi gelecekte nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsunuz, ne gibi projeleriniz var? Ufukta bir kitap var mı?

LÖ: Arşivimi şimdilik ne yapacağımı bilmiyorum. Zaman zaman karanlık odaya girip fotoğraflarımı basıyorum ama o kadar çok negatif var ki... Kitaplar olması lazım, unutulmaması için bu yüzlerin. Edebiyat tarihine kalması için.

İsveç Hükümeti, çektiğim yazar portrelerim, fotoğraf üslubum ve İsveç’in kültür hayatına yaptığım katkılardan dolayı, bu yılın Şubat ayında gerçekleştirilen törende bana en üst derecedeki “Üstün Başarı Ödülü”nü verdi Ödülü Kültür Bakanı'nın elinden aldım, sağ olsunlar, çok mutlu oldum.

Geçtiğimiz yıllarda Cenevre’deki Uluslararası Kitap Fuarı’nda, Nobel Ödülü alan 32 yazarın çekmiş olduğum porteleri sergilendi. Bu portrelerden oluşan sergi, Nobel Kütüphanesi tarafından satın alındı. 1999 yılında Fransa’da Montparnasse’da bir galeride açılan, yazar ve sanatçıların 68 portresinden oluşan ve bir Fransız elektronik firmasının sponsor olduğu sergi de 2004 yılına kadar dünyanın birçok ülkesini gezecek.

MA: Tecrübeleriniz bizim için önemli. Son olarak, fotoğrafçılara söylemek istediğiniz neler var?

LÖ: Siyah beyaz portre geleneğini sürdürmek gerekiyor. Yüzlerin anlamlarını en iyi şekliyle siyah beyazda görebilirsiniz. Karanlık oda fotoğrafın bir parçasıdır ama her şey dijitale döndü. Renkli portreye çok sıcak bakmıyorum. Renkli portrelerde bir karamela tadı ve rengi oluyor... Tamam, bu kadar yeter!

Lütfi Özkök, yüksek enstantanede çekilmiş bir fotoğraf gibi röportajı bir kahkaha eşliğinde ansızın kesiveriyor. Neredeyse aynı anda, yönetmenimiz Sevinç Yeşiltaş da artık Demir Özlü ile Lütfi Özkök’ü çekeceklerini, röportajın bitip bitmediğini soruyor. Sonra neşeli bir biçimde iki dostun hararetle konuştuğu röportaj başlıyor.

20

Try out different angles that might best reflect that vvriter. Press the shutter at the right moment. Then pick the frame that best reflects the person. You can take dozens of frames, but choose one or two to publish. From that moment on, everyone will know that vvriter from that frame. Selecting the right frame requires just as much responsibility as taking the photograph.

MA: How are you going to put your archive into service? What kinds of projects do you have? Is there a book project on the horizon?

LÖ: I don’t yet knovv vvhat l’m going to do with my archive. Sometimes, I go into the darkroom and print my photographs, but there are too many negatives. Books are necessary to make sure these faces are not forgotten and are inscribed in literatüre history.

İn February of this year, the Svvedish government gave me the “Outstanding Achievement Avvard’’ award for my vvriter portraits, my photographic styie, and my contrıbutions to Svveden’s cultural life. The Minister of Culture presented me the avvard for vvhich I was grateful; it made me very happy.

A fevv years ago, my portraits of 32 vvriters vvho had received the Nobel Prize vvere exhibited at the International Book Fair in Geneva. The Nobel Library acquired this exhibition of portraits. A 1999 exhibition of 68 portraits of vvriters and artists at a gallery in Montparnasse, France, sponsored by a French electronics firm, will travel around the world until the year 2004.

MA: Your experiences are important to us. Finally, what would you like to say to other photographers?

LÖ: We need to sustain the tradition of black and vvhite portraiture. You can only see faces meaningfully in black and vvhite. The darkroom is an integral part of photography, but now, everything is digital. l’m not very fond of portraits in color. Color portraits taste and feel like caramel. OK, that’s enough!

Gece yarısı oluyor. Kızıllık yerini lacivert bir göğe bırakıyor. Zaman uçup gitmiş yine. Türkiye’deki herkese çok selam söylüyor Özkök. İki eski dost gibi sıkı sıkı sarılıyor ve ayrılıyoruz. Otobüs durağına geliyoruz, hafif bir yağmur var. Bizi Strandvâgen’deki şirin otelimize alıp götürecek olan otobüs tam saatinde geliyor.

Artık Stockholm’de benim de bir fotoğrafçı dostum ve ağabeyim var. Yüzünü Orta Asya steplerinin şekillendirdiği, yüreği sevgilere açık, gözleri pırıl pırıl, aklında binlerce anı ve arşivinde 1.500 yazarla gencecik bir ağabey. Üstelik Nâzım’ı, Beckett’i, Naipaul'u, Giacometti’yi, Asturias’ı gören gözleriyle benim fotoğraflarımı da çekti. Lütfi Özkök ile bu tarihi karşılaşmayı asla unutmayacağım.

VI

Dostlarının Gözüyle

Lütfi Özkök’ün dostlarıyla yaşadığı günler, anıları ya da mektuplaşmaları, bize kendisiyle ilgili belgelere dayanan birinci elden bilgiler veriyor...

Salâh Birsel, Ören'de, 1985 yılının 17 Eylül’ünde günlüğüne nice yazları birlikte geçirdikleri Lütfi Özkök ile ilgili şu satırları yazmıştır: “Bütün pejmürdeliğimi görüntüledi durdu. Ne ki, çeşitli pozlar içinde bana en yakın olanı buldu. Doğal -balkondan düşmeme ramak kalan- pozlarıma da çok önem verdi. Lütfi'nin fotoğrafçı olarak uluslararası bir ünü var. Avrupa’nın hemen hemen bütün sanatçılarının suratlarını makinesiyle kıpırdayamaz duruma getirmiş. Çoğu yayıncılar ölmüş bir yazarın fotoğrafına gerek duydukları vakit ilk ona başvuruyorlar. ”2

Lütfi Özkök, kendi şiirlerinden oluşan kitabın artık yayınlanmasını istemektedir. Yayıncı arkadaşlarının ona verdiği fiyatlar kendisini çok şaşırtıyor. En son Tarık Dursun K.’da olan şiir kitabından yüksek maliyeti nedeniyle vazgeçer. Şaşkınlık içindedir.

“Ben yaldızlı extre gümüş kâğıt istemiyorum. Paket ya da gazete ya da kese kâğıdından olsa yeter bana! 200-300 adet basılsa yeter. Ben bu kitabımı dostların evinde, raflarında bulunsun diye bastırmak İstedim.

21

Lütfi Özkök cuts off the interview like a photograph taken at a high shutter speed, accompanied by a loud laugh. Almost at the same moment, our director Sevinç Yeşiltaş says that they are going to film Demir Özlü and Lütfi Özkök, asking whether our interview is över. Then, cheerfully, two close friends delve into the interview with enthusiastic discussion.

İt is midnıght. The crimson sky is replaced by indigo blue. Time has flown again. Özkök sends his greetings to everyone in Turkey. We give each other a warm hug, like two old friends, and say goodbye. We reach the bus station; there is a drizzle. The bus that is going take us to our charming hotel in Strandvâgen arrives right on time.

Now, I have a photographer friend, an older brother in Stockholm. A youthful older brother whose visage is shaped by Central Asia’s steppes, with shining eyes and a heart that is öpen to love, who has thousands of memories in his mind and 1500 writers in his archive. He took photographs of me with the same eyes that observed Nazım, Beckett, Naipaul, Giacometti, Asturias. I will never forget this historic encounter with Lütfi Özkök.

VI

From the Perspectives of His Friends

The days that Lütfi Özkök spent with his friends, their memories of this time, and their correspondence are primary sources of Information on his approach to life, poetry and, of course, photography.

The poet Salâh Birsel wrote in his diary on September 17, 1985, about the many summers he spent with Lütfi Özkök in Ören: “He kept photographing my shabbiness. Hovvever, from ali those İmages, he found one that was most similar to me. He paid close attention to my natural poses, during whlch I almost fell off the balcony. Lütfi is well-accomplished across the vvorld as a photographer. With his camera, he has suspended ali movement on the faces of virtually every artist in Europe. Many publishers refer to him when they need photographs of writers who have passed away. "2

Bu gidişle ahirete kalacak galiba bizim şiirleri toparlamak. Ne olur Oktay, Tarık Dursun’a durumu açıklayıver. Al geri şiirlerimi. Kusura bakmasın! Böyle anlaşmazlıklar olur "Errare humanum est” (Hata insana özgüdür) malûm (ona da resim yollamıştım, almış mı?) Şimdilik sende kalsın şiirlerim ne olur."3

Demir Özlü, Stockholm’den 6 Mart 1985 yılında İstanbul’a Ferit Edgü’ye yazdığı mektupta can dostu Lütfi Özkök’ün hassas yapısından ne güzel söz etmektedir. Bir isveçli ismi gibi ondan “Lütf” diye söz ediyor. 0 da zaten mektuplarını ismi Lütfi olduğu halde “Lütfün” diye imzalamaktan keyif alıyor. Edebiyatçıların birbirlerine yaptıkları küçük oyunlar her şeyi daha yaşanılır kılıyor.

"Lütf Özkök’ün biz mutfakta yemek yaparken gözleri yaşarmış. Deli ama insan yüreği taşıyor. 1950'den beri burada. Beş yıl İsveççe öğrenmemiş. Geceleri yatağa girdiğinde ağlarmış. Bugün de buraya en adapte olmamış olan o. "4

"Hüsamettin Bozok’un ricası üzerine Yeditepe dergisi için İsveçli yazarların fotoğraflarını çekmeye başladı. Fotoğrafları kendisi çekmek zorundaydı, çünkü fotoğraf ajanslarına telif ödeyecek kadar parası yoktu. Bu zorunluluk ona dünyanın en ünlü portre fotoğrafçılarından biri olma yolunu açtı. Sadece edebiyatçı portresi çekti. Yaklaşılması pek kolay olmayan Kene Char, Samuel Beckett gibi edebiyat devleriyle şair Lütfi Özkök olarak arkadaş oldu. Şairliği ona kültür çevrelerinde özel bir yer kazandırdı. Fotoğrafını çekmek için randevu isteyen Life muhabirine Beckett’in yanıtı ünlüdür: "İsveç'te bir Türk var, fotoğrafımı ondan iste. "5

Lütfi Özkök’ün “Uzaklığın Yakınlığı” isimli şiir kitabında yer alan, dostlarının onunla ilgili yazdığı giriş yazılarından yapacağımız alıntılar da bize kendisi ile ilgili önemli ipuçları vermektedir.

Hüsamettin Bozok'tan...

"1975 Haziran’mda Finlandiya’nın Lahti kentinde yapılan Yazarlar Kongresi'ne birlikte katılmıştık. Konferans süresince, adları kendi ülkelerinin sınırlarını aşmış yazarların, Lütfi Özkök’ün objektifi içinde görünebilmek için fırsat aradıklarını gözlerimle gördüm... Lütfi Özkök böylelikle, portrelerindeki özel nitelikler

22

Lütfi Özkök wanted to have his book of his poetry published. He vvas astonished by the prices that his publisher friends give him. Finally, he gave up on the idea vvhen he learned the high price that Tarık Dursun K. quoted him for publishing book. He vvas astonished.

"I don’t want a book of shiny si İver paper. I wouldn’t mind packaging or newspaper or kraft paper. I just want to have this book published so that my friends can have it on their bookshelves. 200-300 copies would be enough. İt seems that I will only be able to bring together my poems in the afterworld. Oktay, please explain the situation to Tarık Dursun. Take back my poems. Teli him to excuse me. These kinds of misunderstandings happen. After ali, "Errare humanum est" (To err is human). (I had sent him a photograph, did he receıve it?) Please hold on to my poems for now. "3

The novelist Demir Özlü spoke about the sensitive nature of Lütfi Özkök in a letter to the vvriter Ferit Edgü, vvho lived in İstanbul. İn this letter from Stockholm dated March 6, 1985, Özlü refers to Lütfi as “Lütf,” as if the name were Svvedish. Özkök also enjoyed signing his letters as Lütfin rather than Lütfi. These small jokes that literary figures play on each other make everything else more tolerable.

"Lütf Özkök vvould get tears in his eyes vvhile vve were preparing food in the kitchen. He’s insane but carries a compassionate heart. He’s been here since 1950. He refused to learn Svvedish for five years. He vvould cry vvhen he went to bed at night. He’s stili the least adapted to this place. "4

"He began photographing vvhen the vvriter and publisher Hüsamettin Bozok asked him to take pictures of Svvedish vvriters for Yeditepe magazine. He [Özkök] had to take his ovvn photographs because he dıdn’t have enough money to pay the royalties demanded by photography agencies. This necessity paved the way for his becoming one of the vvorld's most famous portrait photographers. He only took portraits of literary figures. Lütfi Özkök became friends vvith the giants of literatüre, including those vvho were not easy to approach, like Rene Char and Samuel Beckett. Beıng a poet earned hım a special place ın the cultural environment. Beckett's

sayesinde çok yakın, giderek içten bir dostluğa varacak aşamada uluslararası ilişkiler kurdu, birçok ünlünün en yakın arkadaşı oldu: Rene Char, Samuel Beckett, Maurice Nadeau. Artur Lundkvist, Guillevic... gibi”6

Melih Cevdet Anday’dan...

Lütfi Özkök, ozanlığının yanında, fotoğrafçılık alanında da uluslararası üne erişmiş bir sanatçıdır. Kısa belgesel filmleri, röportajları, televizyon programları ile Batı dünyasında çok saygın bir yeri vardır. Ayrıca İsveçli ozanları bize, bizim ozanlarımızı isveçlıler’e tanıtmak yolunda da büyük işler başarmıştır Lütfi Özkök. Şiirlerinin ve dostluğunun tiryakisiyimdir. "1

Oktay Akbal’dan...

"Lütfi Özkök, '40 kuşağının bir ozanıdır. 1951 ’de İsveç’e gidip, orada evlenen, orada yaşayan, bu arada yurdunu da unutmayan, köklerinden kopmayan, Türk yazını, Türk şiiriyle ilişkilerini aksatmayan bir kişi... Uluslararası üne kavuşmuş bir fotoğraf sanatçısı oldu son yıllarda ama şiiri de bırakmadı. Zaten şiir beğenisi, tadı olmasa, çektiği sanatçı portrelerinde bu denli başarı kazanabilir miydi?”8

Haşan İzzettin Dinamo’dan...

"Bu ılık ülke çocuğu, kuzeyin karlar, buzlar, biraz da özgürlükler, tutuculuklar ülkesi olan İsveç'in kalbine yerleşmiş, uzun yıllardır orda oturmaktadır. Elindeki fotoğraf makinasıyla, kafatasının içindeki kıvrak zekâsıyla oralarda fotoğrafçılığın sanat cephesi üzerinde, tıpkı Ara Güler gibi durmadan uğraşmış, ekmek parasını bulmak olanağına ulaşmıştır. ”9

Demir Özlü’den...

"Onu İskandinav kültür çevrelerinde tanımayan yoktur. Hatta Batı Avrupa'nın birçok kültür adamı onu tanıyor. İsveç için daha da özelini söyleyeceğim. Sadece edebiyat dergilerini okuyan İskandinavlar değil, dikkatli günlük gazete okuyucularının hemen hepsi de Özkök’ü tanır. Türk olduğunu bilirler. Sanatçı portreleri fotoğrafları Batı Avrupa ile Amerika'da, hatta doğu Avrupa’da da tanınmıştır. Şairliğini bilenler de az değil. Az yazmış ama

23

response to a photojournalist from Life magazine who wanted to make an appointment to take his photograph is quite famous: "There’s a Türk in Sweden, ask for my photograph from him. ”5

Excerpts from the introductions that friends wrote for his book of poetry, “The Intimacy of Distance” pr-/de us with further clues about Lütfi Özkök.

From Hüsamettin Bozok

"We had participated in the Writers’ Conference in the city of Lahti in Finland in June 1975. I saw that wrlters whose fame had transcended the borders of their own countries were seeking opportunities to be seen through the viewfinder of Lütfi Özkök. Lütfi Özkök thus formed Intlmate international relationships that verged on close friendships in some cases, thanks to the partlcular qualities of his portraits. He became close friends with a number of famous people such as Rene Char, Samuel Beckett, Maurice Nadeau. Artur Lundkvist, and Guillevic.6

From Melih Cevdet Anday

"Alongside his poetry, Lütfi Özkök hasgained international fame in the field of photography. His short documentaries, interviews, and television programs have earned him reverence in the Western world. Lütfi Özkök has achieved a lot in terms of promoting Swedish poets to us and our poets to the Swedes. l’m addicted to his poems and his friendship. "7

From Oktay Akbal

"Lütfi Özkök is a poet of the 40’s generation. He went to Sweden in 1951, got married there, and lives there. But he has never forgotten his homeland and his roots and never disrupted his relationship with Turkish texts, Turkish poems. He's achieved international fame as a photographer in the last few years, but he's not given up on poetry. Without his sensibility for poetry, a taste for it, would he have been so successful in artist portraits?”8

From Haşan İzzettin Dinamo

"This son of the warm climate settled in the heart of Svveden, the northern country of snow and ice,

olgun ve güvenilir bir şiir dünyası koymuş ortaya. Bunu, işinin ustası olan İskandinavyalI şairler, şiir dostları ve bu ülkelerde çok az olan şiir okuyucuları biliyorlar. "10

Feridun Andaç, titiz çalışmalarının sonucunda Lütfi Özkök’ün Türkiye’deki ilk iki portre kitabını hazırlamış ve görsel tarihimize önemli bir katkıda bulunmuştur. 2003 yılında “Lütfi Özkök-Portreler: Türk Edebiyatına Dönemsel Bakış” ve 2006 yılında da Lütfi Özkök’ün Objektifinden Nobel Ödüllü Edebiyatçılar” kitapları zengin fotoğraf içerikleriyle gelecek kuşaklar için önemli kaynaklar olmuştur.

“Anların tanıklığını getiren fotoğrafın gücüne de buradan bakabiliriz... Yazının farklı birçok alanında ürünler vererek bizlere benzersiz dünyalar sunan edebiyatçıların yüzlerine bakarak yazdıklarında yeni anlamlar aramak hiç de boşuna bir çaba değildir. Bu kitabın, biraz da böyle bir anlamı olduğunu düşünüyor; öyle de okunmasını diliyorum. Lütfi Özkök’ü çağının tanıklığını yapmaya götüren duygunun zenginliğinde bir uğraşa bağlanmanın yüreklice çabasını da gözlüyoruz. "n

Lütfi Özkök, Bülent Ecevit’in fotoğrafını çekmeye gittiğinde Sezer ve Orhan Duru ile birlikte Özdemir İnce de onunla gelmiştir ve fotoğraf tarihimize “Sivil Mareşalin Fotoğraf Makinesiyle Güreşleri” başlığıyla yazılan ve Özkök’ün çalışma stilini birinci elden ayrıntısıyla anlatan harika bir yazı çıkmıştır ortaya.

“Sonra Lütfi Özkök çalışmaya başladı. Önce kazağını çıkardı. Gömlekle kaldı. Elinde fotoğraf makinesi, rakibine künde atan güreşçi gibi geriliyor, basket çemberinden ribaund alıyor, kaleci olarak tam doksana uçuyor ama temelde bir güreşçi gibi davranıyordu. Bizim güreşçilerin dediği gibi, “iyi kura çekmese” de rakibinin sırtını mindere yapıştırıyordu. 0 devindikçe bedeninden fışkıran terler Toros sellerine dönüşüyordu. İki oflayıp bir pufladıktan sonra, elindeki peştamal gibi mendille terini siliyordu. Çalışma sırasında iki kez mola alıp atlet fanila değiştirdi. Terli fanilaları bir küçük poşetin içine koydu.

Ecevıt'ın yanında birkaç saat kaldık. Sezer ve Orhan Duru konutuna gelince, Lütfi doğruca banyoya yürüdü ve bana başıyla “Gel!” diye işaret etti. Poşetten atlet fanilalarını çıkardı. Çamaşır teknesine sıkarmış gibi 24

a few freedoms and conservative values; he has been living there for many years. With his camera and sharp mind, he has labored steadily there in the artistic front line of photography, just like Ara Güler, and succeeded in making a living from it. "9

From Demir Özlü

“Everyone in the Scandinavian cultural world knows him. Even many cultural figures ın Western Europe know him. I'm going to say something even more special about Sweden. Not only do the readers of literary magazines know Özkök but also any careful reader of the daily newspaper. They know that he is Turkısh. His artist portrait photographs are well-known in Western Europe and in the United States, even in Eastern Europe. Many people also know about his poetry. He hasn't written much, but his world of poetry is mature and trustvvorthy. Scandinavian poets who are masters of their work, friends of poetry, and the small number of poetry readers İn these countries know this. "10

Feridun Andaç meticulously prepared the first two portrait books of Lütfi Özkök in Turkey, contributing vastly to our visual history. “Lütfi Özkök-Portraits: A Period-Based Look at Turkish Literatüre” in 2003 and “Nobel Literatüre Laureates from the Perspective of Lütfi Özkök” in 2006 have provided upcoming generations with essential resources.

“We can look at the power of photography as a witness of moments from this perspective, too. Observing the faces of authors who have presented us unique worlds through works in many different areas in order to look for new meanings ın their writings is not a futüe effort. I think and hope that this book holds such meanıng and is interpreted as such. We also observe that the depth of feeling that motıvated Lütfi Özkök to witness his era is tied to his courageous effort to dedicate himself to his pursuit. "n

When Lütfi Özkök photographed the politician and poet Bülent Ecevit, he was accompanied by the poet Özdemir İnce and writers Sezer and Orhan Duru. A marvelous text narrating Özkök's methods from a first-hand

sıktı. Şarıl, şarıl! Alın ten” deyiminin en somutgörüntüsüydü. insan bedenindeki enerjinin sanata dönüşümünün en somut kanıtıydı gördüklerim. "l2

VII

Bir Şairin Fotoğrafçı Olarak Portresi

Henüz lise yıllarında, ilk gördüğüm andan itibaren büyük bir hayranlıkla hafızamda tuttuğum Nazım Hikmet portresinin Lütfi Özkök tarafından çekildiğini öğrendiğimde müthiş bir mutluluk duymuştum. Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmış en önemli şairi Nazım Hikmet’in fotoğrafının, fotoğrafçısı bilinmeden anonim olarak tarihe geçmesi üzücü olurdu çünkü önemli kişileri çeken fotoğrafçılar, genelde ürettikleri fotoğrafların arkasında unutulmanın kaderini yaşarlar.

Lütfi Özkök’ü tanıyınca onun bedeninin Stockholm’de ama ruhunun hep ülkesinde ve şehri İstanbul’da olduğunu öğrendim. Dönemin edebiyat dergilerinde ara sıra şiirlerine rastlıyordum. Cem Yayınları tarafından yayınlanan “Uzak Ülke” kitabıyla da tüm şiirleriyle tanışmıştım. Şiirleri ilk bakışta çok yalın gözüküyor ama ikinci kez okunduğunda derin anlamlar içerdiği hemen anlaşılıyordu. Elbette sessiz bir ırmak gibi Stockholm göğünün altında yazılmış olan bu dizeler, hasretle sarmalanmış da olsa İsveç’in kendine özgü sakinliğinden izler de taşıyacaktı.

Şiirler aracılığıyla sözcüklerin arkasına saklanan şairler gibi, fotoğrafçılar da fotoğraf makinesinin arkasına sığınırlar. Önlerinden geçmekte olan yaşamı anlar üzerinden yakalamak üzere hayatlarını adayan bu insanlar, olup biteni o karar anlarına kurban ederek fotoğraflarını çekerler. Bu dışa dönük, sürekli kahkahalar atan adam aslında ruhunun derinliklerinde çekingen bir yapıya sahipti. Şiire yakışan, sözcüklerle anlam bulan da hep hayat ile araya konan o soylu mesafeydi.

Ânı yakalamak deyimi, yalnızca sokakta çekilen fotoğraflar için değil, bir portre fotoğraf lan irken de söz konusudur. İki kişinin düellosuna benzer bu çekimler. Roland Barthes portre fotoğrafı için bir “kapalı kuvvetler

25

perspective t’tled “Wrestling Bouts of the Civilian Marshall with the Camera” emerged from this shoot.

“Then Lütfi Özkök began to work. First, he took off his sweater. He was in his shirt. The camera in his har d vvas stretched out like a wrestler throvving a fake, receiving the rebound from the basket, flying up like a goalie, but essentially behaving like a wrestler. As our wrestlers vvould say, even though he didn't make a good draw, his opponent’s back vvas on the ground. As he moved, the sweat from his body vvas like a Taurus [mountain] flood. After a few huffs and puffs, he vvould vvipe his brovv vvith the napkin in his hand. During the shoot, he changed his undershirt tvvice. He placed the svveaty undershirts into a small plastic bag.

We stayed vvith Ecevit for a fevv hours. When vve arrived at Sezer and Orhan Duru’s home, Lütfi immediately vvalked tovvard the bathroom and gestured me to join him. He took his undershirts out of the plastic bag. He squeezed them. They were drenched! This vvas a concrete example of the svveat of one’s brovv. What I had vvitnessed vvas the most tangible evidence of the transformation of energy in a person’s body into art. "12

VII

The Portrait of the Poet as a Photographer

When I found out that Lütfi Özkök took the Nazım Hikmet portrait that I had first seen vvhen I vvas in high school and vvhich I had committed to memory, I vvas overjoyed. İt vvould have been a shame if the photographer responsible for this iconic image of the most important poet from Turkey to gain international prominence, Nazım Hikmet, had been anonymous, as photographers of important people are generally destined to be forgotten behind these photographs.

When I met Lütfi Özkök, I learned that vvhile his body vvas in Stockholm, his spirit vvas alvvays in his country and his city, İstanbul. I vvould encounter his poems in the literary magazines of the time. I had become familiar vvith ali his poems, thanks to the book published by Cem Publications, “Distant Country.” His poems

alanı” benzetmesini yapar. Kişi kimdir, nasıl çekilecektir, portresi çekilecek kişi kendini nasıl hissetmekte ve nasıl bir sonucu hayal etmektedir; fotoğrafçının gördüğü ve fotoğrafta göstermek istediği nedir? Ancak, bu her iki kişinin de gerçek trans haline girmesiyle başarılı bir biçimde sonuca ulaşacaktır.

İç ya da dış mekân, stüdyo ışığı ya da gün hangi ışığı ortama bağışladıysa, doğallığı bozmadan o ışık mı kullanılacaktır? Karşı karşıya kalınan süre ne olacaktır? Model ya da fotoğrafçı fiziksel olarak yorulduklarında seans sonlanacak mıdır? Yoksa esas fotoğraflar o andan itibaren mi çıkacaktır? Aslında portre fotoğrafı, ruhu yüzün üzerinde yansıtma sanatından başka bir şey değildir. Modelin kendine ait olduğunu bildiği ve daha önceki fotoğraflarında deneyımlediği fiziksel yapı, fotoğrafçının göstermek istediği ama hepsinden de önemlisi, bu fotoğraflara bakacak kişilerin görmek istediği, sonuçta belirleyici olacaktır. Bu üçgenin hipotenüsünde elbette izleyici yer almaktadır.

Durum, Lütfi Özkök’ün çektiği gibi, başarılı yapıtlarıyla tanınan şair, yazar ve sanatçıların fotoğraflarını çekmeye geldiğinde daha da çetrefilleşiyor. Ama yakın çevresi ve fotoğrafını çektiği kişiler, her zaman ondan ve çalışma biçiminden övgü ile söz ediyorlar. Özellikle dünya görsel tarihine mal olan fotoğraflarını gördüklerinde coşkuları daha da büyüyor. Bir büyücü gibi fotoğrafını çekme aşamasından, filmini yıkayıp, doğru kareleri seçip, karanlık odada özenle basılmasına kadar gösterdiği titizlikten dolayı Lütfi Özkök’ün neden bu kadar önemli olduğunu anlıyorlar

Sanatı sanatçının yüzüne ustalıkla taşıyor Özkök. Kendisinin de bir sanatçı, bir şair olması dolayısıyla, fotoğrafını çektiği kişilerle arasında empati kuruyor. Portresi çekilecek kişinin, kendini fotoğrafçıya kayıtsız şartsız teslim etmeden önce fotoğrafçıya güvenip inanması şart. Dünyanın en önemli sanatçılarının onun karşısında geldiklerinde kendilerini iyi hissetmeleri, Özkök’ün mizacı ile yakından ilgili. Bu küçük dev adam, eline fotoğraf makinesini aldıktan sonra adeta kendi yazdığı bir koreografinin gereklerini yerine getirerek fotoğraflarını çekiyor.

Lütfi Özkök, babasının ona çocukken hediye ettiği makineyle çektiği ilk rulodan, son karesini çekinceye

26

appeared to be very understated at first, but deeper meanings were immediately apparent upon a second reading. Naturally, these verses written under the Stockholm sky, so like a quiet river, were enveloped in longing while carrying traces of Sweden's particular serenity.

Just as poets hide behind the vvords of their poetry, photographers seek shelter behind their cameras. These people dedicate their lives to capturing moments of life passing by, sacrificing what is happening to those moments of decision. This extroverted man, who was continually laughing, had a shy sensibility in the back of his soul. What was so appropriate for poetry -finding meaning in vvords- was this noble distance from life.

The expression “capturing the moment” is true not only for photographs but also portrait photographs. These shoots are like duels betvveen tvvo people. Roland Barthes likens portrait photography to “a closed field of forces." Who is the person? How are they going to be photographed? How does the person to be photographed feel, and what do they imagine the result to be? What does the photographer see, and what do they want to show in the photograph? A successful outcome will be achieved only when both people are in a state of trance.

Will the shoot be inside or outside, will the photographer use studio lighting or daylight that was bestovved on that particular day so as not to disrupt the natural look? What will be the duration of the encounter? Will the session end when the model or the photographer is physically tired? Or will the real photographs emerge from that moment on? İn reality, portrait photography is nothing other than the art of projecting the spirit onto the face. The factors determining the outcome are the physical structure that the model knovvs is his or her own and has experienced in previous photographs, what the photographer wants to shovv, and, most importantly, what people looking at the photograph want to see. On the hypotenuse of this triangle is, of course, the vievver.

The situation gets even more complicated vvhen the subjects are poets, vvriters, and artists renovvned for their successful works, as in the case of Lütfi Özkök’s photographs. But his close circle and the subjects of his photographs always spoke highly of him and his method of vvorking. Their enthusiasm grew even more vvhen

kadar siyah beyaza olan sadakatinden asla ödün vermiyor. Yaşadığımız dünyayı renklerinden soyutladıktan sonra kalan tonlarla yeniden inşa ediyor. Yüzlerin haritasını çıkarıyor. Fotoğrafları, dünyanın en önemli portre fotoğrafçılarından ve çok sevdiği için örnek aldığı Yousuf Karsh'la akraba çıkıyor. Sadece Karsh değil, fotoğrafın uç beyi Man Ray’den de çok etkilediğini her fırsatta dile getiriyor.

Genellikle orta grilerdense fotoğrafın iki ucundaki siyah beyaz tonları tercih ediyor Özkök. Rengi fotoğraflarına sokmaktan asla hoşlanmıyor. Böylece ifade ile birlikte yüzün fizyonomisinin öne çıkmasını, portrenin tarihe daha keskin ve kontrast bir şekilde bakmasını sağlıyor. Hem siyah beyaz tekniği hem de modellerine doğru bir mesafede duruşuyla fotoğraflarını güçlendiriyor.

Pencerelerden süzülüp evlere dolan, sokaklardan geçip balkonlarda yansıyan, sonra yine sessizce kaynağına dönen ışıkla arası iyi Lütfi Özkök’ün. Stockholm, kendisine asla çocukluğunu geçirdiği Feriköy’ün, arkadaşlarıyla bohem bir hayat yaşadığı İstanbul’un ışığını unutturamamış. Gözler, bakışlar üzerinden ifadelere ulaşırken ona eşlik eden ışıkla birlikte muhteşem fotoğraflara dönüşmüş. Dünyanın neresinde kimi çekerse çeksin, ışığın yüzü yeniden şekillendirdiğinin ve fotoğrafların en belirgin özelliği olduğunun farkında.

İç mekânlarda ya da dışarıda; bol ve kuvvetli ışığı seviyor Özkök. Ortamın şartlarına bağlı olarak doğal ışıkları yeğlese de profesyonel iç mekân çekimlerinde genelde 500 watt’lık spot ışık kullanıyor. Çekim sırasında kullandığı objektifin açık diyaframından faydalanarak nefsiz alanı artırıyor Böylece flulaşan arka plan ile çektiği portrenin, izleyicinin dikkatini çekerek zihninde daha fazla yer edinmesini amaçlıyor.

Bir de Özkök’ün portrelerine baktığımızda, o fotoğrafları oluşturan temel parçacıkların, grenlerin farkına varıyoruz. Gümüşle akraba olup o fotoğrafların çıkmasını sağlayan bu noktacıklarla bir başka güzelliğe bürünüyor fotoğraflar. Şöyle bir yakından bakıldığında grenlere yüklenen ölümsüzlük tüm açıklığıyla fark edilecektir fotoğraflarda. Gözümüz bu optik oyunlara kanmasa, parçayı bütüne götüren rotayı benimsemese, fotoğraf diye bir şey olur muydu acaba? Dijital fotoğrafın doğuşundan sonra, artık grenlerin yerine pikseller var.

27

they saw the photographs that are now part of visual history. They understood that the reason why Lütfi Özkök was so important was his meticulous approach that started with his magical method of shooting a photograph, to washing his film, to selecting the right frames, to carefully printing them in the darkroom.

Özkök masterfully transferred the artist’s art to their face. As he himself was an artist, a poet, he empathized with the people he photographed. The portrait’s subject needs to trust and believe in the photographer before surrendering themselves fully. The most influential artists of the world felt good when they were in front of Özkök, which was largely due to Özkök’s temperament. This small giant of a man appeared to move to a choreography of his own design the moment he took his camera in his hands and started shooting.

Lütfi Özkök remained loyal to black and white film from the first roll that he exposed with the camera his father gave him as a child to the very last frame. He reconstructed the world we live in with tones that remain after colors are abstracted. He created maps of faces. His photographs are related to those of Yousuf Karsh, one of the world’s most important portrait photographers, whom he loved and took as a role model. Every chance he got, he mentioned that he was also influenced by Man Ray, an avant-garde figüre in photography.

Özkök preferred the black and white tones on the two extremes of photography, rather than the middle grays. He did not like bringing color into his photographs. He was thus able to foreground the physiognomy of the face, giving the portrait a sharper, more contrasting gaze. His use of the black and white technique, as well as the accuracy of his distance from his models, strengthened his photographs.

Lütfi Özkök was on good terms with the light that seeped through the windows of a house that reflected off streets onto balconies and then quietly returned to its source. Stockholm could not make him forget the light that he experienced as a child growing up in Feriköy and later living the bohemian life with friends in İstanbul. The differing expressions created by the look ın a subject’s eyes metamorphose into magnificent photographs with the light that accompanies them. Özkök was aware that no matter where he was in the world, and no matter

VIII

Şiir ile Fotoğraf Arasında

Bir şair, yaşamı şiirler üzerinden nasıl damıtıp dizelere dönüştürürse Özkök de yüzleri görüntüler üzerinden sözcüklere dönüştürüyor. Onun en büyük avantajı, iyi bir şair olup evreni gerçek bir şiir sevgisiyle kavramasıdır. Fotoğrafını çekmek istediği yazarların yanına gittiğinde kendisinin bir “Türk şairi” olduğunu söyleyerek söze başlamış ve bunun faydasını da görmüştür. Kısa bir süre sonra da dünyanın önemli yazarları, bu şair fotoğrafçıya portrelerini çektirebilmek için fırsat aramışlardır.

Özkök’ün gerçek amacı, neredeyse tümünün üretimlerini yakından takip ettiği yazarları, sanatçıları, sanat tarihine armağan etme isteğinden başka bir şey değildir. Aslında kendini fotoğrafçı olarak profesyonel bir meslek icra eden fotoğrafçıdan çok, bir sanat tarihi meşeni olarak yazarların yüzünü tarihe geçirmeye adamıştır Lütfi Özkök. Bunu da müthiş bir titizlikle yerine getirmiştir. Hikâyesinin başına döndüğümüzde, İsveç’e geldiğinde ilk fotoğraflarını eşi Anne-Marie’den aldığı ödünç kamera ve alt kat komşusunun karanlık odasını film yıkama ve baskı için kullanarak ürettiğini biliyoruz. Olanaklarının eksikliği, onun bu yolda sağlam bir başlangıç yapmasına ve varoluşunu bir fotoğrafçı olarak tüm dünyaya kabul ettirmesine engel olamamıştır.

Sanatlar arasındaki bazı ilişkileri kuramsal anlamda kuvvetlendirme konusunda da iyi bir örnektir Lütfi Özkök. Özellikle şiir ve fotoğrafın birbirleriyle olan benzerliğinin bazı kuramcılar tarafından sıklıkla altı çizilir. Biri sözel, diğeri görsel sanat olmasına, biri tragedyalara kadar uzanan manzum bir dili, diğeri ise öncülü olan resim sanatını ve sonrasında da sinemayı kucaklıyormuş gibi görünmesine rağmen, şiirle fotoğrafın arasındaki akrabalık tüm sanatlardan daha fazladır.

Şiir de tıpkı fotoğraf gibi adeta parçalanamayan bir özü temsil eder. İkisi de yoğun ve kapalıdır. Anlaşılması kolay gibi gözükse de okuyucudan/izleyiciden yoğun çaba isterler. Ancak belirli bir programla açılabilen sıkıştırılmış bilgisayar dosyası gibidirler. İnce bir bakış ve derin bir kültürle çözünmesi, zaman içinde

28

who he was photographing, it vvas light that reshaped the face and gave the photograph its most prominent quality.

Özkök liked abundant and strong light both inside and outside. Although he preferred to use natural light vvhen circumstances permitted, he used a 500-watt spotlight in photo shoots that took place inside. Using the öpen shutter of the lens, he increased the unfocused area. This vvay, the background lost focus, and the portrait became more striking, imprinting itself in the vievver’s mind.

When vve look at Özkök’s photographs, vve also become avvare of the grains that form the photographs. These grains, vvhich are related to the silver used to produce the photographs, offer a different kind of beauty. Closer inspection clearly reveals the immortality that these grains are charged vvith. İf our eyes were not deceived by these optical games and did not embrace the path from the single part to the vvhole, vvould there be such a thing as a photograph? With the emergence of dıgital photography, there are novv pixels instead of grains.

VIII

Betvveen Poetry and Photography

Just as a poet distills life through poems and turns them into verses, Özkök used images to turn faces into vvords. His real advantage vvas that he vvas a good poet vvho comprehended the universe through a true love of poetry. When approaching vvriters he vvanted to photograph, he began by telling them he vvas a “Turkish poet,” and he benefited from this. After a short vvhile, the vvorld’s important vvriters sought an opportunity to have this poet photographer take their portraits.

The real aim of Özkök vvas nothing more than a desire to gift the vvriters and artists vvhose vvork he closely follovved to the history of art. İn fact, as a photographer Lütfi Özkök devoted himself more to ensuring that vvriters’ faces were recorded in history than to developing his professional career. He did this vvith great

sabırla sindirilmesi gerekir. Biri belki aylarca yazılmış, diğeri saniyenin 1/250'sinde çekilmiştir ama üzerine yüklenen anlamı kavramak ve onları imge dünyası ile kardeş yapmak için ciddi bir çaba gerekir.

iki sanat dalı da üretimlerinde yoğun bir sezgiyi, gizli bir dilin fısıldadığı çarpıcı detayları barındırırlar. İlk bakışta tüm anlamın kavrandığına dair izlenim, bir yanılgıdır. Hem şiirde hem de fotoğrafta gerçek anlam, ilk görülenin hemen ardında gizlidir; her ikisi de az ve öz ile meseleyi anlatmayı seçerler. Bu iki sanatı da birbirine benzeten en büyük özellik budur. Sanılanın aksine çaba gerektirir. Örnek vermek gerekirse, sözcükleri kullanması dışında, şiirle roman yapı ve işleyiş olarak birbirine hiç benzemezler. Fotoğrafla sinemanın arasındaki durum da buna benzerdir.

Lütfi Özkök bu iki sanat dalının özelliklerini birleştirerek oluşturduğu bakış açısı ve her iki alandaki engin tecrübesiyle yazarları fotoğraflamaya başladığında, geriye çekim için teknik ayarları yapmaktan başka iş kalmıyordu. İnsan yüzünden ruha inmeyi beceren ender fotoğrafçılardandır Özkök. Eğer orada fotoğraf varsa bulur, çekip çıkarır ve tarihe ödünç bırakır. Lütfi Özkök’ün fotoğraf çekme seansını, bir şamanın ruhlarla yaptığı dansına benzetebiliriz.

Dostları ve onlarla birlikte olduğu ortam onun her şeyidir. Ama hayatının en güzel fotoğrafı, 52 yıl aynı yastığa baş koydukları, Paris’te görür görmez vurulduğu ve onunla yeni bir hayat kurmak için ardından Stockholm’e gittiği sevgili eşi Anne-Marie’dir. Sadece hayat arkadaşı değil, çevirmeni, editörü, İsveççe öğretmeni, yol arkadaşıdır. Alıştığından çok başka bir memlekette, insanların mutsuzluk battaniyesine sarındıkları, kendilerinden başka kucaklayacak kimseleri kalmadığı, yalnızlıkla ömürlerini sınadıkları bir coğrafyadadırlar.

Lütfi Özkök’ün binbir özenle çekip dünya kültür tarihine armağan ettiği fotoğraflardaki kişilere baktığımızda, çoğunun artık yaşamadıklarını görüyoruz. Böylece bu fotoğraflar, nesnesi kaybolmuş olduğundan ve yanına yenileri eklenemeyeceğinden şimdi daha kıymetliler. Her sanat yapıtının, o yapıtı üreten bir yüzle yan yana getirilerek anıldığını düşünürsek, Lütfi Özkök’ün kültür tarihine yaptığı katkı sözcüklerle ifade edilemeyecek kadar önemlidir.

29

çare. Returning to the beginning of his story, we know that when he arrived in Sweden, he produced his first photographs usıng the camera he borrowed from his wife, Anne-Marie, and the darkroom of his downstairs neıghbor for washing film and printing. His lack of resources did not prevent him from making a solid start on this road and gaining acceptance worldwide as a photographer.

Lütfi Özkök ıs also an apt example of how conceptual relationships between the arts can be strengthened. İn particular, some theoreticians underscore the similarity between poetry and photography. Although one is verbal and the other visual, and one is a verse-based language that can be traced back to tragedies while the cther seems to embrace both its predecessor -painting- and later, cinema, the kinship betvveen photography and poetry is more profound than between any other art form.

Poetry, like photography, represents an essence that cannot be broken down. Both are intense and closed. While photography and poetry appear to be easy to comprehend, both require an intense effort from the reader/vievver. They are like compressed Computer fileş that can only be opened with specific software. They have to be deconstructed with a subtle gaze and a deep cultural sensibility; time and patience is needed to understand them. Although one was written över the course of months and the other was composed in 1/250 of a second, the meaning that they are charged with and the effort that it takes to relate them to the world of images is significant.

Both art forms involve intense intuition, striking details that are whispered by a secret language. The impression of having comprehended the whole meaning at first glance is a delusion. Both ın poetry and in photography, the real meaning is concealed behind what is first seen; both choose to narrate the issue with as liftle as essential. This is the quality that brings together the two arts. Contrary to belief, they require effort. For example, poetry and novels are not similar at ali except in their use of words. The situation between photography and cinema is similar.

Sonra bu şehrin insanlarıyla aynı kaderi yaşarken, kendi yolunu çizmek için yoğun bir çabaya girmiş, ilk beş yıl bu ülkenin dilini konuşmayı reddederek tüm ilişkilerini Fransızcası ile kurmuş ve devam ettirmişti. Özellikle attığı kahkahalarla “gülen Türk” olarak anılıyordu. Evlerinde yapılan köfte-piyaz-pilav partileri herkes tarafından konuşulur olmuştu. Bu edebiyat dolu sohbetlerle taçlanan partilere davet edilmek de bir ayrıcalıktı.

IX

Tüm Bir Yaşam

Lütfi Özkök hakkında bugün en güzel bilgiler, yılların dostluğu ışığında yazılmış “Rüzgârların Yolunda / Fotoğraf sanatçısı, Şair Lütfi Özkök” (YKY, İstanbul 2011) kitabında yer almaktadır. Osman ikiz’in Lütfi Özkök ile yıllar süren derin dostluğundan yola çıkarak yazılmış bu kitap, Özkök’ün hayatının bütün detaylarını ustalıkla ele almış, bir biyografi ve anılar kitabıdır:

“Eşi Anne-Marie'nin 2001 'de ölümünden sonra Lütfi Özkök yalnız kaldı ama anıların ışıttığı o yuvadan ayrılmadı. Anılarıyla, kitaplarıyla, ünlü yazarların portrelerinin çelik kasadaki negatifleriyle, duvarlarda asılı gazete, fotoğraf ve gazete kupürleriyle, bir yaşamın aynası olan o atmosferi bozmadan, eskisi gibi yaşamak istedi. Arkadaşlarının taşınması yolundaki önerilerini reddederken hep aynı gerekçeyi ileri sürdü. Ben anılarımın yuvasını bırakamam. "13

Şair Sun Axelson, “Rüzgârların Yolu” kitabında yer alan Lütfi Özkök’ün portreleri hakkında yapılan röportajında “Dünyada daha iyisini görmedim. Eşleri yok... Portresi çekilmiş yazarın ruhunu okuyorsunuz. O portrelerdeki gözlere dikkat edin. Konuşan gözlerdir onlar. Tabi konuşturan da Lütfi Özkök. Onun nasıl fotoğraf çektiğini biliyorum. Karşısındakini fark ettirmeden esir alıyor.” u diyerek önemli bir saptama yapıyor.

Hem yaşamı, hem de tanıklıkları onu bir koleksiyoncuya dönüştürdü. İlk kez 18 Kron kazandığı Wilfredo Lam portresi ile başlayan profesyonel hayatı nice yazarlarla ve hikâyeleriyle devam edecekti. 1200 yıllık Gamla 30

Lütfi Özkök formed his perspective combining qualities from both art forms; when he began to photograph artists using his in-depth experiences in both fields, there was nothing left to do but to make the technical adjustments for the shoot. Özkök is one of the rare photographers who succeeded in descendıng into people’s souls through their faces. If there was a photograph to be found, he found it, drew it out, and left it for history. We can draw parallels between Lütfi Özkök’s photoshoots and a shaman's dance with spirits.

His friends and the environment he shared with them were everything for him. But the most beautiful photograph of his life is of his dear wife, Anne-Marie, with whom he shared a bed for 52 years, with whom he fell in love the moment he saw her in Paris, and for whose sake he went to Stockholm to begin a life. She was not only his life partner but also his translator, editör, Swedish tutor, and companion. They were in a land so different from what he was used to, where people were eriveloped by a blanket of unhappiness, where they had no one but each other to embrace, a land where their lives were tested with loneliness.

When we look at the people whom Lütfi Özkök meticulously photographed, we see that most are no longer alive. These photographs are even more precious now that their subjects have been lost, and new frames cannot be made of them. If we consider that each work of art is remembered alongside the face that produced it, we realize that the contribution that Lütfi Özkök made to the history of culture is one that cannot be expressed in words.

While sharing his destiny with the people of Stockholm, Özkök made a huge effort to draw his own path; for the first five years, he refused to speak the language and established ali his relationships in French. İn particular, he was well-known for his laughs, leading to his nickname “the laughing Türk.” The köfte-piyaz- pilav parties at their house were the talk of the town. İt was a privilege to be invited to these parties filled with conversations of literatüre.

Stan da karşılaştığı ve yalnızca bir kez gördüğü ve makinesi olmadığı için fotoğrafını çekemediği İsveç’in önemli yazarlarından Stig Dagerman’a, 1954 yılında ansızın intihar ettiğinde ancak bir şair olarak yazdığı bir şiirlere veda edebilmişti. “Karanlık bir perde indi gözkapaklarına / Rüzgâr esti evrenin yıldızsız bir köşesinden” (Stig Dagerman in Memoriam).15

Aynı durum başka bir intiharda da kendini göstermiş, yine şaşkınlığını ve üzüntüsünü yazdığı şiirle dile getirmişti Lütfi Özkök. İsveç’in, insanları içkiye ve ölüme sürükleyen depresif havası, edebiyatta karamsar bir stil yaratsa da hayata aynı şekilde faydalı olamıyordu. 1980 yılında bir tüfekle canına kıyan yazar Markku Lahtela da Özkök’ün şiirine, onu sonsuzluğa uğurlayan şu dizelerle girmişti. “Paris’ten dönünce, maymuna döndük burda / Gelsen de biraz içimiz açılsa, diyordun mektubunda” (Markku).16

Gerçek bir gönül insanı olan Lütfi Özkök, görüşlerinin önemli bir kısmını torunu Anna Juhlin’in yaptığı “Fil Gibi Evdeki Şair” (Poeten i Elefanthuset) belgeselinde içtenlikle açıklıyor. “Dil de şiir de çok milliyetçidir” diyor ve devam ediyor: “Şiir ise çok talepkârdır. Ruhunun en derinlerini ister. ” Şiirin de tıpkı fotoğraf gibi bir karanlık odası var. İlk dizelerin bulunduktan sonra şiire dönüşebilmesi için ciddi bir çalışma dönemi geçiriyor. Bu yüzden Özkök’ün kendi şiirlerinden oluşan ilk şiir kitabı “İçimizdeki Sıla”nın (1978) çıkması için aradan yıllar geçmesi gerekiyor.

Yüzlerce anıyı sığdırıyor Özkök hayatına. Bu denli önemli sanatçıyı çektiği için “kelle avcısı”na çıkıyor adı. Ünlü Fransız şair Rene Char ile olan muhabbeti ve dostluğu herkesi kıskandıracak cinsten. Her zorluğa karşı Andre Malraux’yu çekebiliyor ama Henri Michaux’nun fotoğrafını özel hayatına duyduğu saygıdan dolayı çekmiyor. Stockholm’de fotoğrafını çektikten bir gün sonra ünlü İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini, Roma’da öldürülüyor. “Nobel ödüllerini Lütfi Özkök belirliyor, Nobel’i almak için önce onun objektifinin önünden geçmek gerekir.” söz\er\ de artık edebiyat çevrelerinde Özkök’ün ne denli kabul gördüğünün bir kanıtı olmuştur.

31

IX

A Whole Life

The most precious Information about Lütfi Özkök is included in Osman İkiz’s book, “The Way of the Winds / Photography Artist, Poet Lütfi Özkök” (YKY, İstanbul 2011), the writing of which stemmed from their friendship of many years. The book deals with ali of the details of Özkök’s life and is a biographical book of memoirs.

“When his wife Anne-Marie passed away in 2001, Lütfi Özkök vvas left by himself, but he never left the home that was illuminated by his memories. He vvanted to go on living vvith his memories, books, the negatives of his portraits of famous vvriters in Steel cases, vvith nevvspaper, magazine, and photograph cllppings on the vvalls, vvithout disrupting the atmosphere that vvas a mirror of his life, just like before. He refused the suggestions of his friends to move, alvvays making the same daim. I cannot leave the home of my memories. "13

İn an interview with the poet Sun Axelson about Özkök’s portraits, included in the book “The Way of the Winds,” Axelson makes an important point. He says, “I have never seen better portraits. They are unmatched. You can interpret the vvriter’s spirit in the portrait. Pay attention to the eyes in the portraits. Those are eyes that speak. And of course, the person making them speak is Lütfi Özkök. I know how he photographs. He takes them hostage vvithout them realizing."14

Both his life and what he vvitnessed transformed Özkök into a collector. His professional life, which was launched by a Wilfredo Lam portrait that earned him 18 Kron, would continue vvith numerous vvriters and their stories. When Stig Dagerman, whom Özkök encountered only önce in the 1200-year old Gamla Stan (Old Town) and could not photograph because he did not have his camera vvith him, died by suicide in 1954, Özkök bid him farevvell as a poet vvould, vvith a poem. ‘A dark curtain descended on his eyelids/A wind blew from a starless corner of the universe. ” (Stig Dagerman in Memoriam)15

Ama onun hayatındaki en önemli anlar 1958, 1959 ve 1962’de Nazım Hikmet ile karşı karşıya gelmesidir. Yemek yemişler, birbirlerine şiirler okumuşlar, hayattan, memleketten ve politikadan söz etmişlerdir. Nazım Hikmet birçok yazarı Özkök’le tanıştırmış, o da Türkiye’nin edebiyat tarihine geçecek ve Nazım Hikmet’in şiirlerini her okuyuşumuzda gözümüzün önüne gelecek o meşhur fotoğraflarını çekmiştir.

Nazım’a papyon çok yakışıyordu, şiir ve hayat da... Stockholm’ün güneşi üzerinize düşerken sevgili Lütfi Ağabey, siz de çektiğiniz fotoğraflar, yazdığınız dizeler ve ardınızda hoş anılarla bezeli, şiirlerdeki gibi yaşanmış size çok yakışan dolu dolu bir hayat bıraktınız. İyi ki şiirle başlayan serüveninizi fotoğrafla sürdürdünüz. O güzel portre fotoğraflarınızla sanat tarihine büyük katkıda bulundunuz. Ben de bu kitap vesilesiyle, size bundan tam on sekiz yıl önce vermiş olduğum kitap yapma sözünü, Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi’nin editörü olarak tutmuş olmaktan dolayı çok mutluyum. Var olun!

Film takmayı unuttuğu için boş makineyle Marc Chagall’ın fotoğrafını çeken ve kendisini affettirmek için de yazdığı “Marc Chagall’a Saygı” isimli şiirin giriş dizesiyle Lütfi Özkök'e bir kez daha merhaba diyoruz: “Bugün çocukluğumun bütün kandillerini senin için yakıyorum, usta!”17

Ekim 2020

Belge ve bilgilerini cömertçe paylaşarak bu kitabın oluşumuna yaptıkları katkılardan dolayı Osman İkiz'e, Demet Yıldız’a, Feridun Andaç'a, Çağdaş Kul’a ve bu kitabın gerçeğe dönüşmesini mümkün kılan Lütfi Özkök’ün değerli ailesi Susan Juhlin, Göran Lind, Sara Lind ve Nermi Özkök’e yürekten teşekkür ederim.

32

The same thing happened with another suicide: Lütfi Özkök expressed his disbelief and sadness through a poem. The depressive atmosphere of Sweden, which pulls people into drinking and death, created a pessimistic air not just in literatüre but also in life. Markku Lahtela, who committed suicide in 1980 using a rifle, entered the poetry of Özkök with these lines. “Upon returnıng from Paris, we were dumbstruck / You were saying in your letter, come back to brighten things up” (Markku).16

A true man of the heart, Lütfi Özkök, spoke frankly about his opinıons in the documentary that his granddaughter Anna Juhlin made, “Poet of the Elephant House” (Poeten i Elefanthuset). “Language, just like poetry, is nationalistic, ” he said, and continued, “Poetry is very demanding. İt reçuires that you descend to the deepest part of your soul. ’’ Poetry has a darkroom, just like photography. After the lines of poetry are first discovered, an intense period of work is required to transform them into poetic verse. For this reason, it took years for Özkök’s first book ofpoems, “The Homesickness İnside” (1978), to emerge.

Özkök fit hundreds of memories into his life. Because he photographed so many influential artists, his nickname became “headhunter.” His dialogue and friendship with the famous French poet Rene Char was one that vvould make anyone jealous. He was able to photograph Andre Malraux despıte many obstacles, but he didn’t photograph Henrı Michaux because he respected Michaux’s desire for privacy. A day after he photographed the famous Italian director Pier Paolo Pasolini in Stockholm, Pasolini was assassinated in Rome. The common saying, “Lütfi Özkök decides who wiH receive the Nobel prize. To receıve the Nobel, one needs to be photographed by him, ” is proof of Özkök’s warm reception in literary circles.

But the most important moments in Özkök’s life were his encounters with Nazım Hikmet in 1958, 1959, and 1962. They had dinner together; read poems to each other and spoke of life, their homeland, and politics. Nazım Hikmet introduced many writers to Özkök, and Özkök took those famous photographs

DİPNOTLAR ENDNOTES

1 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s.23

2 Yaşlılık Günlüğü [Diary of Old Age], Salâh Birsel, Sel Yayıncılık Sel Publications, İstanbul 2019, s.218 3 Oktay Akbal’a Mektuplar [Letters to Oktay Akbal] (1943-2014), Hikmet Altınkaynak, Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları Türkiye İş Bankası Kültür Publications, İstanbul 2014, s.249

4 Özyurdunda Yabancı Olmak [Being a Foreigner in Your Homeland], Demir Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları Correspondence between Demir Özlü and Ferit Edgü, Sel Yayıncılık Sel Publications, İstanbul 2017, s.44

5 Rüzgârların Yolunda [The Way of the Winds-Photographer Poet Lütfi Özkök], Osman İkiz, YKY, İstanbul 2011, s 12

6 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s.8

7 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s. 10 (Cumhuriyet, 27 Ekim 1978)

8 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s.ll (Cumhuriyet, 2 Aralık 1978)

9 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House,

İstanbul 1993, s. 13 (Edebiyat Cephesi, Aralık 1979)

10 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s.15 (ikibine Doğru, 20 Ağustos 1989)

11 Lütfi Özkök’ün Objektifinden Nobel ödüllü Edebiyatçılar [Nobel Literatüre Laureates from the Lens of Lütfi Özkök], Feridun Andaç, Dünya Kitapları Dünya Publications, İstanbul 2006, s.15

12 Portreler: Türk Edebiyatına Dönemsel Bakış [Portraits: A Period- Based Perspective on Turkish Literatüre], Lütfi Özkök; Feridun Andaç, Dünya Kitapları Dünya Publications, İstanbul 2003, s.31 13 Rüzgârların Yolunda - Fotoğraf Sanatçısı Şair Lütfi Özkök [The

Way of the Winds-Photographer Poet Lütfi Özkök], Osman ikiz YKY, İstanbul 2011, sil

14 Rüzgârların Yolunda - Fotoğraf Sanatçısı Şair Lütfi Özkök [The Way of the Winds-Photographer Poet Lütfi Özkök], Osman ikiz YKY, İstanbul 2011, s.315

15 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s.61

16 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s.97

17 Uzaklığın Yakınlığı [The Intimacy of Distance], Lütfi Özkök, Cem Yayınevi Cem Publishing House, İstanbul 1993, s.75

33

of Nazım Hikmet, renowned photographs that would make literatüre history in Turkey and which we would recall every time we read Nazım Hikmet’s poems.

Nazım Hikmet looked very becoming in a bowtie, both in poetry and in life. As the rays of the descending Stockholm sun fell on you, my dear brother Lütfi, you left behind a full life of photographs, of poetic verse that you wrote, a life adorned by pleasant memories - ali experienced like poetry. We are fortunate that you continued your poetic journey with photography. You contributed greatly to the history of art with those beautiful portrait photographs. I am thrilled to be able to keep the promise I made to you eighteen years ago of making a book on you and your work as the editör of the Eczacıbaşı Photography Artists Series. Thank you for ali that you have given us!

The introductory line from the poem “Homage to Marc ClıagalI,” which Özkök wrote to seek Chagall’s forgiveness after photographing him without film in his camera, is what I would like to say myself to Lütfi Özkök:

'7 light ali the candles of my childhood for you, master! ”17

October 2020

I would like to extend my heartfelt gratitude to Osman ikiz, Demet Yıldız, Feridun Andaç and Çağdaş Kul for their contributions to the preparation of this book and to Lütfi Özkök's wonderful family, namely Susan Juhlin, Göran Lind, Sara Llnd and Nermi Özkök, for making this book possible.












































































































































































































































 

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to