Truva
Yayınları, 2006
Prof. Dr. Mahir Kaynak
BAŞIMIZA
ÇUVAL
GEÇİRENLER
MAHİR KAYNAK
1934’te
Gaziantep’te doğan Mahir Kaynak, ilk ve orta öğrenimini burada yaptıktan sonra
1948 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ne girdi. 1953’te Harp Okulu’nu bilirdi,
57’de askerlikten ayrıldı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fa- kükesi’nden 1961
yılında mezun olarak aynı yerde asistanlığa başladı. 1965’te doktorasını
tamamladı ve 71’de doçent Unvanını aldı. Aynı yıl atandığı MIT’ten 1980’de; -
1989’da iktisat profesörü olduğu- Gazi Üniversitesi’nden de 1993’te emekliye
ayrıldı. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Truva’dan çıkan kitapları:
Büyük Ortadoğu
Projesi ve Türkiye Üzerine Stratejik Analizler (3 Baskı; Mart 2005, Nisan 2005,
Ekim 2005)
Maskeli Balo -
Türkiye, ABD ve Diğerleri (Ağustos 2005)
SENARYO / 7
OYNAYANLAR/21
SES/57
GÖRÜNTÜ/101
YAPIMCI /149
YÖNETMEN/183
11 Eylül’den sonra ABD kuvvetleri
Afganistan’ı işgal etmiş, I- rak’ın ikinci hedef olacağı kesinleşmişti.
Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunun çevre ülkeler için bir
tehdit oluşturduğu söyleniyordu. Ama asıl korunmak istenenin İsrail olduğuna
dair yaygın bir kanaat vardı. TBMM, ABD güçlerinin İrak harekatı esnasında
Türkiye’deki on beş üs ve tesisten yaralanmasına hazırlık olarak bu üslerin
yenilenme ve genişletilmesini kabul etmişti ve ABD bu konudaki çalışmalarını
başlatmıştı. Bu tesislerde seksen ila yüz bin ABD askerinin ve üç yüz civarında
uçağın konuşlanacağı söyleniyordu. Bu sırada Pentagon görüşmek üzere bir Türk
askeri yetkilisini Washington’a davet etmişti. Bu iş için görevlendirilen General
Murat Ilbeyi muhatabı ABD generali Richard Brad’ın ofisine girdi İki general
NATO görevlen sırasında tanışmışlardı ve birbirlerini yakından tanıyorlardı.
General Brad, llbeyı’ni dostlukla karşıladı. Kısa bir hatır sormadan sonra
Ilbeyi,
-Eğer siz davet etmeseydiniz görüşme
talebi bizden gelecekti. Önemli bir dönemden geçiyoruz ve çözülmemiş bazı
sorunların olduğunu düşünüyoruz.
-Haklısınız generalim... ABD, Irak’ı
işgale karar verdi ve kuzey cephesi Türkiye üzerinden geçilerek açılacak.
Hükümetim Türkiye’de hava ve kara birlikleri konuşlandırmak istiyor.
-Biz Irak harekatı için kuzeyde bir
cephe açılmasının gerekli ol duğunu düşünmüyoruz. Aslında Irak’ın işgalinin
tamamlanmış olduğu, yapılacak harekatın, fiili durumun bir tescilinden ibaret
olacağı kanaatindeyiz. Bu nedenle konuşulacak meselenin boyutunun Irak’ı çok
aştığı düşüncesindeyiz. Saddam kuzey ve güneyi kontrol edemiyor. Petrol ihracı
ve karşılığında mal ithali hem sınırlandırıldı hem de BM kontrolüne verildi.
Silah almak bir yana günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlar. Tüm önemli
savunma tesisleri sızın ve Ingiltere’nin hava saldırıları sonucu tahrip edildi
Irak’ta bir karışıklık çıkarmak ve Saddam’ı bertaraf etmek son derece kolay.
Kürtler ve Şiilerin bu konuda yardımcı olacakları çok açık. Böyle bir ülkeyi
işgal etmekle ödenecek bedelin, sağlayacağı yarar yanında çok anlamsız
olacağını biliyoruz. Niyetiniz nedir ve neden ülkemize gelmek istiyorsunuz?
-Gelmek isteyen biz değiliz. Asker
tarafı bu konuya çok soğuk bakıyor ama Bush’un etrafındaki “Neo-Conlar” bir
model oluşturmuşlar. Irak bahanesiyle ülkenize geleceklerini ve sonra savaşı
etrafa yayıp sizinle birlikte hareket edeceklerini hesaplıyorlar. Sıyası
çevrelerdeki etkileri nedeniyle bu konuda bir güçlükle karşılaşmayacaklarını
düşünüyorlar. Biz bu durumun yaratacağı sorunların farkındayız ve Türkiye gibi
önemli bir müttefiki sonu belirsiz bir macerada kaybetmek istemiyoruz. Irak’ta
başlayacak ortak bir harekat, olaylara bakış tarzımızdaki farklılıklar
nedeniyle iki ülke arasında ciddi gerginlikler yaratabilir
-Sız talep eder, biz de kabul edersek
bir sorunlar yumağının içinde bulacağız kendimizi. Bu konuda kamuoyunun nasıl
oluşacağını tahmin etmek çok zor. Çok yönlü propagandalar altından kal-
kılması zor sorunlar yaratabilir.
Neo-Con’lar Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yapacakları operasyonlarda,
Türkiye’yi yanlarına alarak İslam karşıtı görüntüden kurtulmak istiyorlar.
-Siyasetçi için başarı yönetimlerinin
başarısıdır. Oysa biz Türk- ABD ilişkilerini çok daha geniş kapsamlı ve uzun vadeli
değerlendiriyoruz. ABD büyük ve güçlü bir ülkedir ama sorunlarının büyüklüğü
onun bu gücünü kullanmasına izin vermeyebilir. Sızın de söylediğiniz gibi
sorun İrak değildir ve Irak bizim projelerimizde herhangi bir anlam ifade
etmemektedir. Dünyada tek gücün olduğunu ve bize karşı duracak kimsenin
olmadığı düşüncesinin bir fanteziden ibaret olduğunu biz de biliyoruz. Yeni
dengenin nasıl kurulacağı konusunda herkes kendine göre bir proje üretiyor.
Pentagon yeni dönemin bir imparatorluklar çağı olacağını düşünüyor ve
küreselleşmenin gerçekleşeceğine inanmıyor. Küreselciler ekonomik araçların
bütün so- runları çözeceğine ve ABD öncülünde kurulacak hatta kurulmuş olan
dengenin sürdürülebilir olduğunu düşünüyor Bu yapı çok kırılgan olabilir ve ABD
bir günde kendisini ekonomik bir kaosun içinde bulabilir. Eğer bir ülke
ürettiğinden fazla tüketiyorsa bu durum ya güç kullanarak ya da güvene
dayanarak sürdürülebilir. Küreselciler kur- duklan modelin güvene dayandığını
ama kimsenin bunu bozmakta yararı olmayacağını düşünüyor. Bu tek boyutlu bir
bakış açısıdır. Eğer bizim dışımızdakıler oluşacak bir kaostan ABD’nın daha
zararlı çıkacağını kestirirlerse büyük zararları göze alabilir. Herkes yıkılır
a- ma biz daha çok yıkılırız. Bu nedenle askeri üstünlüğümüzü sürdürmek
zorundayız. Bu konuda size ihtiyacımız var. Biz bir ülkeyi imha edebiliriz ama
işgal edemeyiz. Sız imha edemezsiniz ama bir işgal gücü olabilirsiniz. Eğer
Irak operasyonu nedeniyle aramızdaki bağlar onarılamaz biçimde koparsa ABD
bölgede tek başına kalacaktır. Bundan sonrası ABD’nin genel gerilemesinin
başlangıcı olabilir.
-Tek başınıza kalmazsınız. Ingiltere
var, Kürtler var, İsrail var... Bunlar size yetmez mi?
-İngiltere kendisini bir aktör devlet
olarak görüyor Onun amacı birlikte kazanmak değil bizim kaybetmemiz ve doğacak
boşluğu kendisinin doldurması. Sızın de devre dışı kalmanızdan mutluluk
duyacaklardır. Çünkü bu durumda İngiltere’ye istediğini vermekten başka çaremiz
kalmayacak. Küreselciler şu anda İngiltere’yi kullanıyorlar ve bizi de İngiltere
üzerinden kontrol etmek istiyorlar.
-Kendinizi küreselcilerden ayrı
tutuyorsunuz.
-İnsanlar sadece din veya ırkları
farklı olduğu için mı ayrı politikalar izlerler? Çıkar farklılığı her şeyin
üstündedir. Sız bazı Kürtle- rin ayrılıkçı olduğunu söylüyorsunuz. Farklı
soydan geldikleri yeni mi akıllarına geldi? Yoksa çıkarlarınız mı farklılaştı?
-Konumuza dönelim. Biz sizin
Türkiye’de konuşlanmanızı istemiyoruz. Irak’ı bir bahane olarak kullandığınızı
biliyoruz ve gelecek için endişeliyiz. Bu politikanın sizin yararınıza
olduğunu da sanmıyoruz.
-Aynı şekilde düşündüğümüz için mutlu
oldum. Biz demokratik bir ülkeyiz ve son kararı siyasiler verir ama bizim de
yapacağımız şeyler vardır. Biz onların karar verecekleri ortamı hazırlarız.
Onlar bu şartlar içinde biz ne istiyorsak onu yaparlar. Tabii hür iradeleriyle.
Son sözü onlar söyler ama bu söz bizim istediğimiz gibi olur. Eğer prensipte
anlaşırsak demokrasinin gereklerine tam anlamıyla uyarak istediğimizi yaparız.
Sız geçmişte doğrudan müdahaleler yaparak yıldırımları üstünüze çektiniz ve
ordunuz demokrasi karşıtı olarak algılandı. Bizim verilen kararlardaki
etkimizin sizden az olduğunu sanmıyorum ama biz hep siyasilere itaat etmiş
görüntüsü verdik. ABD ordusunun hem en büyük güç olduğunu söyleyip hem de onun
hiçbir şeyi düşünmediğini ve siyasilerin her dediğini yaptığını düşünmek bir
çelişkidir. Biz düşünüyoruz ve etkiliyoruz ama daima dolaylı yollardan
amacımıza ulaşıyoruz. Şimdi yine dolaylı olarak istediğimiz sonuca varacağız.
Önce aramızda kontrollü
bir kriz çıkaracağız. Bu kriz şu anda
birlikte hareket etmemizi engelleyecek ama köprüleri atmayacağız.
-Biz de böyle düşünüyorduk.
Türkiye’deki askerlerinize kötü davranacağız ve bunu sınırlı tutacağız.
-Biz de size kötü davranırız ama
bunun bir düşmanlığa dönüşmesine izin vermeyiz. Böyle bir operasyon yaptığımız
zaman bundan sizi haberdar etmeyeceğiz ama gerginliklerin silahlı çatışmaya
dönüşmesini engellemenizi istiyoruz. Böyle bir gerginlik siyasilerin ortak
hareket etmemiz yönündeki arzularını frenleyecektir. Görüşmelerimizi kayda
geçirmemenizi istememin gereksiz olduğunu biliyorum çünkü ben de bu konuda bir
rapor hazırlayacağım. Ama bunlar kamuoyuna sızarsa tümünü inkar eder ve bir
hayal ürünü olduğunu söyleriz. Unutmayan biz demokratik bir ülkeyiz ve siyasiler
her karan kendi hür iradeleriyle alırlar. Onlara itiraz etmemiz söz konusu bile
olmaz. Meclisinizin asker konuşlandırmamıza izin vermemesi gerekiyor. Siyasette
etkileyeceğimiz bazı kişiler var. Onlar gururunuzu kıracak ve milliyetçi
eğilimleri güçlendirecek beyanlar verebilirler.
-Biz de böyle olması gerektiğini
düşünüyoruz.
Türkiye’de askerler ABD’nin
Türkiye’deki üs ve tesisleri kullanması, ABD askerlerinin ülkemizde
konuşlanması konusunda sessiz kalır. Meclis sürpriz bir kararla bu konudaki
teklifi reddeder.
Fiilen siyasetin içinde olmayan ama
ülke sorunlarıyla yakından ilgilenen iki kişi sohbet etmektedir. Konu ABD’nin
Türkiye’ye yerleştirmek istediği askerlerdir. Tarihçi olan birisi:
-ABD’nin Türkiye’yi işgal hevesinde
olduğuna inanmıyorum
ama yaptıklarını da anlamıyorum.
Planlarını karşılarında kimse yokmuş gibi uygulamalarının imkansız olduğunu
bilmeleri gerekir. Rusya’nın olup bitenleri sessizce izleyeceğini
düşünmüyorlar- dır herhalde.
-Hayır, gerçekte ABD ile Rusya İkinci
Dünya Savaşından beri dünya üzerindeki egemenlik konusunda bir anlaşma
içindeler. Bize, Soğuk Savaş diye anlattıkları bir hikayeden ibarettir bu...
Hiçbir zaman çatışmaya girmeyeceklerini biliyorlardı ve bir tarafın sürpriz
yapmasını engellemek için gereken bütün önlemleri almışlardı. Karşılıklı
tehdit olduğu biçimindeki söylem, onların kendi paylarına düşenleri kontrol
altında tutmak için yazılmış bir senaryoydu. Bugün de aynı şeyi
yapacaklarından hiç şüphem yok. Sovyetler Birli- ği’nin dağıtılmasının ABD’nin
bilgisi dışında yapılmış tek taraflı bir hareket olduğunu sanmıyorum. Ama bugün
her ikisinin de dışında yeni bir güç odağı oluştu. Küresel sermaye her ikisiyle
de rekabet edebilecek bir güce kavuştu. Birlikte bunu tasfiye edecekler ve sonra
eski senaryoya benzer bir durumla karşılaşacağız. Bir yanda ABD, diğer yanda
Rusya. Bunlar dünyayı yönetmeyi biliyorlar ve her ikisi de karşı tarafın diğeri
olmasını istiyor. ABD petrol fiyatlarını artırarak Rusya’yı güçlendirecek; AB,
Çin, Japonya ve bizim gibi ülkeler bunun yükünü sırtlayacak. ABD’dekı bugünkü
yönetim petrol endüstrisi, savaş sanayii ve ıç tüketime hitap eden malları
üreten kesime dayanıyor. Küresel sermayenin petrol üzerinde hiçbir kontrolü
yok. Onlar sadece finans kesimini kontrol ediyorlar ve dünyadaki hemen hemen
tüm tasarrufları kullanıyorlar. Putin küresel sermayenin Rusya içindeki tüm
kollarını budadı. Şimdi sırada AB içindeki etkinliğini yok etmekte. Küresel
sermaye AB’yi bir üs olarak kullanmayı düşünüyordu ve bu konuda en büyük
destekçisi İngiltere. Eğer biz AB’ye girersek küresel sermaye AB’yi ele
geçirmiş olacak. Ancak bu mümkün görünmüyor.
-Radikal İslam beni endişelendiriyor.
Bunların eylemleri sür-
dükçe Batı kamuoyu İslam karşıtı hale
geçecektir. Sıradan bir insanın radikal ve ılımlı ayrımını yapması beklenemez.
Sanki İslam’la uğraşıyorlar
-Şunu ip anlamak gerek, geçmişte SSCB
ve ABD silahlı bir çatışmaya girmemek için uzlaşmışlardı ama bu aralarında
hiçbir rekabetin olmadığı anlamına gelmiyordu. İki sistem arasında amansız bir
rekabet sürüyordu. Geçmişte komünistlere uygulanan taktikler şimdi Müslümanlara
uygulanıyor. O zaman herhangi bir Doğu Bloğu vatandaşı cüzzamlı gibi
görülürdü. Komünist olmak ya da komünist bir ülkenin vatandaşı olmak şüpheli
olmak için yeterdi. Oysa şu anda aynı insanlarla iç içe yaşıyoruz.
Müslümanların yaptığı söylenen eylemler onları eskiden komünistlerin düştüğü
duruma düşürecektir. Bir süre sonra Müslümanlar büyük baskılarla karşılaşırsa
şaşırmam.
-Ben de bundan korkuyorum. Kullanılan
sıfatlar bile aynı. Batı, özgür ve demokratik; Müslüman ülkeler, baskıcı ve
totaliter. Geçmişte de komünistler özgürlüklerine kavuşturulmaya çalışılırdı
şimdi de Müslüman ülkeler.
-Yeni demir perde, Batı ile
Müslümanlar arasına konacak gibi görünüyor. Bunun birtakım yan etkilen de
olacak. Müslüman karşıtlığı, Hıristiyanlığın uyanışını sağlayacak ve bu
Batı’da yeni kimlik haline gelecektir. Müslüman ülkelerdeki operasyonlar büyük
bir rahatlıkla yürütülecek ve kimse oradaki olumsuz uygulamalardan şikayet
etmeyecek.
-Siyasal İslam bir Batı projesiydi.
Neden şimdi ona karşı böyle bir imha savaşı yürütülüyor?
-Küresel sermaye en büyük
rakiplerinden biri olan petrolcüleri dize getirmek için petrol üreten
ülkelerdeki halkı ele geçirmeyi ve böylece rakibim etkisiz hale getirmeyi
planladı. Dikkat edersen ılımlı İslam modeli küresel sermayenin büyük desteğine
sahip. Karşı
güç çok etkili bir metodu uygulamaya
başladı. İslam’ı radikalleştirdi ve onun yaşamasını imkansız hale getirdi. Şu
formülümü beğeniyor musun? Ilımlı İslam’ı, daha açık bir ifadeyle siyasal
İslam’ı küresel sermaye destekliyor, Bush ve Putin’in temsil ettiği güç odağı
bunu radikalleştiriyor. Usame Bin Ladın’ın Bush çenesine yakınlığı konusundaki
söylentiler çok temelsiz sayılabilir mı?
-Türkiye’de siyasal İslam büyük
mesafe kaydetti. Küreselcilerin desteği sürüyor. Çatışmanın ülkemize
yansımaları nasıl olabilir?
-Geçmişte laikliğin şampiyonluğunu
yapan ıç sermaye çenelerinin siyasal İslam’a ne kadar hoşgörüyle yaklaştığını
görüyorsun herhalde..Türkiye için sorun burada ve bu gibi sermaye sahipleri
belki de ilk hedef olarak seçilir ve onların hizaya getirilmesi sağlanır, yani
eskisi gibi laik olurlar.
Türkiye’de konuşlanması planlanan
askerler Akdeniz’de gemilerde beklemektedir. Ama Meclis’ten ret kararı çıkar.
Gemideki subayların kızgınlığı gün yüzüne çıkmıştır. Türkiye gibi küçük bir ülkenin
dünyanın en büyük gücüne hayır demesini içlerine sindiremezler. Sadece filo
komutanı, sanki olacakları önceden biliyormuş gibi son derece sakindir. Çevresine
denizin maviliğinden, havanın güzelliğinden ve seyahatlerinin ne kadar keyifli
olduğundan söz etmektedir.
General Murat llbeyı görüşmenin
ayrıntılarını Genelkurmay başkanına anlatır ve olası bir gerginliğin nasıl
yönetileceğini kararlaştırırlar. Kuzey Irak’taki birliklere bir emir
gönderilir:
“Silahlı bir saldırı dışında, hiçbir
şart altında, ABD askerleriyle çatışmaya girilmeyecektir. Emre uymayanlar büyük
bir sorumluluk altına girerler.”
Bir gün General Richard Brad, General
llbeyi’ni telefonla arar,
-Değerli dostum, zorlukları aşmakta
yardımcı olacağınızdan eminim. Önümüzdeki günler için size şans diliyorum.
-General llbeyı bir kriz çıkacağını
anlamıştır ve bölgeyi bizzat ziyaret etmeye karar verir. Kuzey Irak’taki
birlikleri ziyaret eder ve durumun çok kritik olduğunu, gereksiz bir çatışmanın
ülkeye büyük zararlar vereceğini, ABD askerlerinin kontrolsüz davranışlarıyla
karşılaşabileceklerini, sabırlı olmalarını söyler.
Birkaç gün sonra ABD askerleri bir
birliği basar ve askerlerimizin başına çuval geçirerek başka bir yere
götürürler. Birliğin başındaki binbaşı son derece gergindir. Kendisine verilen
kesin emirle, karşılaştığı muamelenin kötülüğü arasında bocalar ama emre uyar.
Sorgulanacakları yere götürülürken
bir çavuş binbaşıya:
-Komutanım neden bize böyle bir emir
verdiniz? Kadın kılığına gir deseydiniz daha az yıkılırdım!..
-Bu ne biçim konuşma Mehmet! Bizim
töremizde komutanına böyle hitap etmek var mı?
-Komutanım sız bize askerin ağzı
değil silahı konuşur derdiniz. Silahımı susturdunuz onun için konuşuyorum.
Orada çalışsaydık öleceğimiz kesindi ama ben ölümü tercih ederdim'..
-Vatanın askerinden isteyeceği
şeylerin sınırı yoktur. Şu anda can vermekten daha fazlasını verdiğini ben de
biliyorum. Sen benim nasıl kahrolduğumu biliyor musun? Bu zillete sadece ülkem
için katlanıyorum!..
-İnşallah bu işten sağ çıkmam. Eğer
sağ çıkarsam görevimden ayrılmak istiyorum. Ülkeme her şeyimi veririm ama siz
benden haysiyetimi vermemi istediniz. İnsan kalabilmek için bu görevi yapıyoruz.
İnsanlığımı elimden alırsanız yaptığımız işin ne anlamı kalır?.. Beni bu
görevden alın çünkü bir daha böyle bir emrinizi dinlemem ve dövüşürüm!.. İnsan
olmayandan asker olur mu?
Götürüldükleri yerde elleri çözülünce
Mehmet Çavuş kendisini getiren Amerikan askerine bir yumruk atar. Araya hemen
Amerikalı Albay girer ve Amerikan askerinin karşılık vermesini engeller. Asker:
-Albayım bu esir bana yumruk attı siz
beni engellediniz!..
-O esir değil bir misafir, bir
yumrukla ucuz atlattık sayılır.
Binbaşı komutanlarından gelen emirlere,
Amerikan albayının tavrına bir anlam veremez ama bir şeyler olduğunu
sezinlemektedir. Mehmet Çavuş’a döner;
-Hırsını aldın mı Mehmet? Ama gene de
yaptıklarından hoşnut değilim. Dönünce seni özel kuvvetlerden aldıracağım. Sen
emir dinlemenin ölmekten daha önemli olduğunu anlamamışsın'..
General Brad ABD savunma bakanının
karşısındadır ve Türkiye’deki olaylar hakkında rapor sunmaktadır-
-Sayın bakanım Türk askerleriyle
askerlerimiz arasında ciddi bir gerginlik yaşanmaktadır. Ortak operasyon
planlarımızın bir süre ertelenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
-Ne kadar bir süre?
-Uzun bir süre!
-Yani operasyondan vazgeçmemizi
istiyorsunuz.
-Biz istemiyoruz şartlar bunu
gerektiriyor.
-Türk tarafı, askerlerinin gözaltına
alınmasını fazla büyüttü. Neden böyle bir yola başvurdunuz?
-Bir takım operasyonlar
yaptıklarından şüpheleniyorduk. Kesin bir bilgi edinmek için oradaki askerleri
sorgulamak istedik.
-Bıraksaydınız yapsalardı ve biz
ondan sonra karşılık verseydik.
-Olayları önlemenin cezalandırmaktan
daha iyi olduğunu söylüyorlar.
-Tüm proje çıkmaza girdi. Operasyon
planları Türkiye ile birlikte hareket edeceğimiz varsayımı üzerine kuruluydu.
Askerlerimize ızm vermediler şimdi de nerdeyse bırbırınızle çatışacaksınız!..
-Bir plan başarısız olursa yenisi
yapılır diye düşünüyorum.
-Bravo general, ben de bunu
bilmiyordum. Bu planın alternatifi yok’
-Sayın bakanım ben size şartları
söylüyorum. Biz askerler olarak ne emrederseniz onu yaparız.
-Herkes her şeyi berbat etmeye
çalışıyor. Sanki gizli bir el operasyonu sabote etmek için elinden geleni
yapıyor.
-Biz ordunun kuralları içinde,
Amerikan değerlerine bağlı kalarak ve emirlerinize uyarak çalışıyoruz.
-Genelkurmay başkanına ne
yapacağımızı bildireceğim. Teşekkür ederim.
General Brad rutin bir ziyaret ıçm
Türkiye’ye gelir. İşlerini bitirdikten sonra general Murat llbeyi’ne uğrar.
Brad:
-Tekrar karşılaştığımız için
mutluyum. Zor bir işi başarıyla bitirdik. Ama en küçük bir aksaklık
düzeltilmesi zor sonuçlar doğurabilirdi. Demokrasiyi seviyorum. Siyasiler
emrediyor biz de yapıyoruz. Yoksa bir de ne yapacağımızı uzun uzun düşünmek
zorunda kalacaktık.
-Şu sıralarda düşünmek yetmiyor. Tüm
dünyayı değiştirecek olaylar karşısındayız. Birçoğu bizim ilgi alanımız dışında
kalan sorunlara çözüm üretmenin yanlış olacağını düşünüyor.
-Bizim asker olmayan dostlarımız
vardır ve onlarla sohbet ederiz. Bunlar konusunun uzmanlarıdır. Ancak uzmanlar
da yanılabilir ve bunun çaresi yoktur. Sızın konuşacağınız dostlarınız yok mu?
-Var tabii ama bunların çoğu sızın
medyanızda okudukları şeyleri tekrarlıyorlar. Belki bir ıkı tane farklı adam
çıkar.
-Bizim dostlarımızın bir sözü vardır.
Demokrasi en iyi rejimdir çünkü biz ne islersek onu yapıyorlar. Üstelik onlara
hiçbir şey söylemiyoruz. Sadece şartları hazırlıyoruz ve normal hır insanın
vereceği kararı vermelerini bekliyoruz. Çok şükür onların hepsi de akıllı adamlar
şartlara uygun kararlar alıyorlar ve demokrasi bir saat gibi işliyor.
Yukarıdaki satırlar sadece bir
senaryodur. Olayların bu biçimde geliştiğini de ima etmemektedir. Tezkereye
karşı olanların motifleri tamamen farklıdır ve böyle bir hesabın içinde
olduklarına ait hiçbir delil yoktur. Birbiriyle ilişkisiz birçok insanın
davranışı anlamlı bir sonuç yaratmıştır ve ulaşılan nokta herkesin lehinedir
Bizi yönlendiren yargılarımızın büyük çoğunluğu yanlış olabilir. Ama bir sürü
yanlışın üst üste birikimi doğru bir sonuç yaratabilir.
Biz düşmanlarımızın yok edilmesi
gerektiğini düşünürüz. Oysa herkese bir düşman, daha doğrusu bir öteki
lazımdır. Önemli olan bunun ıkı tarafın uzlaştığı ilkelerle tanımlanmış
olmasıdır. Yanı düşman dediklerinizin, en azından bazılarıyla uzlaşmış olmanız
gerekir. Şüphesiz bu gereklilik sadece aktör devletler açısından söz konusudur
ve geçmişte ABD ile SSCB’nin birbirini yok etmek istedikleri biçimindeki yargı
ya tamamen yanlıştır ya da böyle olmaması gerekir. Eğer bu düşüncemiz doğru
olsaydı, SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nın bu çözülmeyi pekiştirecek
davranışlar içinde bulunması gerekirdi. Oysa biz tam tersini gördük ve ABD
onun sorunlarını çözmekte yardımcı oldu.
ideolojinin siyasi alanda belirleyici
olduğunu düşünüyorduk. Çın ile küresel sermayenin karşılıklı ilişkileri ne
insan haklarının ne de ideolojinin bir anlam ifade etmediğini göstermektedir.
Dünyaya, algılayış biçimimiz aşağı
yukarı şöyle özetlenebilir: Çıkarları birbiriyle çelişen birçok güç vardır ve
bunlar sürekli bir çatışma içindedirler. Yönetenlerin görevi ülkesinin bu
çatışmadan zarar görmemesini hatta mümkünse kazançlı çıkmasını sağlamaktır.
Bir ülkenin çıkarı iyi tanımlanmamış
bir kavram olmasına rağmen herkes bunu bildiği iddiasını taşır. Sıradan bir
insanın çıkarı bile, çenesinden başlayarak, halka halka tüm dünyanın güvenli ve
müreffeh olmasına kadar yayılır. Çıkarı önyargılarımız belirler. Bazıları için
inanç ve ideolojilerini korumak en önemli amaçken, bir başkası refahı, diğeri
güvenliği ön planda tutar. Aynı toplum için çıkar bazen çok kısa bir zaman
diliminde farklılaşabilir. Komünist rejimlerin egemen olduğu ülkelerin
halkları kısa bir sürede kapitalist dünyanın tüm değer yargılarını
benımseyebılmıştir. Demek ki bir ülkenin çıkarlarını koruyamıyorsak onu
koruyabileceğimiz bir biçime sokar, işimize devam edebiliriz.
Bir devletin daha doğru bir ifadeyle
onu oluşturan halkın aktör mü yoksa tabı bir halk mı olduğunu anlamanın
kestirme yolu çıkarlarını ve hedeflerini kendisinin mı belirlediği yoksa bunu
başkalarından mı öğrendiğine bakmaktır. Burada yönetilen halkın onu yöneten
gücün kopyası olması gerekmez. Yöneten güç kendisine tabı olan halka en kolay
yöneteceği biçimi verir ve bu kendi değerlerinden tamamen farklı olabilir.
İngiltere, Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirirken, hiçbirini kendisine
benzetmeye çalışmamış, aksine oradaki değerleri hem korumuş hem de
değiştirilemez hale getirmiştir. Burada temel bir ilke vardır. Yönetilen halk
kendi amaçlanna uygun davrandığını düşünmeli ve bu yöneten gücün çıkanna
olmalıdır. Bu ülkelerin ortak özelliği inanmanın kutsal, düşünmenin zararlı
sayılmasıdır.
Dünya hakkındakı yargılamalarımız ve
olayların nasıl geliştiği konusundaki düşüncelerimizin çoğu bir kurgudan
ibarettir. Eğer böyle olmasaydı herkes için gerçekler bu kadar farklı olmazdı.
Büyük bir mücadele verdiğini sanan insanlar çoğu zaman onu yönetenlerin
gerekli gördüğü değişimi gerçekleştirmekte olabilirler. Kazandık sandıklarında
öngörülen biçime dönüşmüş olabilirler. Kaybetmeleri zaten kimsenin derdi
değildir ve yeni konumları onlara farklı roller verebilir.
Dünyaya bir bütün olarak bakmak ve
geneli değerlendirmek daha anlamlıdır. Böyle bakarsanız kazanan ya da
kaybedenin önemli olmadığını ve dünyanın belli bir gelişim ve değişim
çizgisini izlediğini görürsünüz. Yapılacak şey bu değişimin yönünü ve
niteliğini anlamak ve buna uygun davranmaktır. Bu değişimin insanların eseri
mı olduğunu yoksa kendi çizgisini mı izlediğini bilmiyorum. Ama bu değişim ya
Tanrı adına ya da kendini Tanrı sayanlar tarafından yapılmaktadır.
Türkiye çıkarlarını koruduğunu sanıp
dünyaya yön verenlerin verdiği rolleri oynayanlar safından çıkıp geleceği inşa
edenlere katılacak konumdadır. Ancak bu rolü oymamak için yeterli akıl gücüne
sahip görünmemektedir.
Kozyatağı,
Aralık 2005
Türkiye’de halkı bütünleştireceği
düşünülen ilkeler bir anda en keskin ayrışma çizgisine dönüştü. İlk okuldan
üniversite sonuna kadar öğretilen devrim ilkeleri, sistemli bir eğitime
dayanmayan İslamcı bir hareketle karşılaştı. Üstelik bu ayrışma diğerlerini
arka plana iterek ön safta yerini aldı. Dünyanın hiçbir yerinde ayrışma
nedenleri diğerlerine benzemiyor. Ukrayna’da seçimler Batı yanlılarıyla
Rusya’yı destekleyenler arasında ciddi bir gerginlik nedeni. Ortada dini veya
etnik farklılığa dayanan saflar yok. ABD’deki bölünmenin nedeni bunlara hiç
benzemiyor. Cumhuriyetçi ve demokrat ayırımı global sermaye ile ulusal sermaye
arasındaki çatışmanın görünen yüzü. Globalcıler, sadece bir söylemden ibaret
olsa bile, Kanada ile bütünleşmeden söz ediyor.
Yugoslavya din destekli etnik bir
faklılaşma sonucu tarih sahnesinden çekildi. Kuzey ve Güney Kore’yi ayıran
sebep ise bunların hiçbirine benzemiyor. Dünya üzerindeki güç dengeleri
fotokopi cihazından çıkmış kadar birbirine benzeyen insanlardan oluşan bir
halkı iki devlete ayırdı ve birbirlerinin amansız düşmanı haline soktu.
Küçücük bir kıvılcım birden bire
büyük bir yangını körükleyebiliyor. ABD’nin İslam karşıtı eylemlerinin AB
ülkelerinin Müslümanlar üzerindeki etkisini artırması beklenirken, Hollanda’da
Teo Van Gogh isimli bir yazarın öldürülmesi tüm Avrupa'yı İslam karşıtı bir
çizgiye sürüklüyor. Avrupa’da artan işsizliğin gizlice körüklediği yabancı
düşmanlığı, kendini dini bir kimliğe sokarak sıyası dengeleri değiştirebilecek
dinamikler yaratıyor. Türkiye’nin yeni kızıl elması olan AB üyeliği bile,
bütün çabalarımıza rağmen, oluşan bu İslam karşıtlığından olumsuz
etkilenebilecek gibi gözüküyor.
Her şey bir aynşma nedeni olabiliyor.
Din, dil, ırk, tutulan futbol kulübü, uluslararası dengede bulunmak
istediğiniz taraf, ideolojiniz sizi diğerinin karşısına koyabiliyor. Buna
karşılık her türlü aynşma nedenine sahipmiş gibi görülen insanlar bir arada
yaşayabiliyor.
Yeni bir devlet ve ulus tanımına
ihtiyacımız var. Bir teklif olarak şunu ileri sürebiliriz: Devletler ıkı
kategoriye ayrılabilir. Birincisi yöneten ve yönlendirenler, ıkınası bunların
etrafında kümelenen- ler. Güç odağı diyebileceğimiz birincilerin bağımsız
hareket etmelerini sağlayan ekonomik, askeri ve siyası güçlen vardır.
Bunlardan birinin eksikliği onları uydu konumuna sürükler. Mesela AB, hem
askeri hem de ekonomik alanda güç odağı olma vasfına sahip değildir.
Ekonomisi, ABD’nin aldığı kararlardan etkilenmekte ve buna karşılık
verememektedir. ABD, doların değerini düşürerek ve petrol fiyatlarını artırarak
AB’nin ekonomik durgunluğa girmesini sağlayabilmiştir. Askeri açıdan, en
azından sahip olduğu teknoloji ve yaptığı harcamalarla, ABD dünya lideri
konumundadır. Rusya tehditlere karşı koyabilecek güçte olduğunu ilan
etmektedir.
Ancak bu imkanlara sahip olmak güç
odağı olmak için yeterli değildir. Çünkü devlet bir örgüttür ve bunu organize
edecek bir yönetici kadronun bulunması gereklidir. Bütün imkanlara sahip, ama
bunları örgütleyecek merkezi bir yönetime sahip olmayan devletler
başarılı olamaz. Şu anda ABD’nın
imkanları değil, bunu kullananların yeteneği tartışılmakta ve ABD’nın
kaybedebileceği düşünülmektedir. Bazılarına göre ABD, son zamanlarda
uyguladığı politikalarla, İslam dünyasını karşısına almış, aynıca geniş bir
düşman kitlesi yaratmıştır. Yaygın bir Amerikan karşıtlığı vardır. Bu bir
başarısızlık sebebi olabilir.
Bir olay, sürecin bir noktasına
bakarak değerlendirilemez. Daha sonraki aşamalarda neler olabileceği ve
bunların nasıl sonuçlar yaratacağı hesaplanmalıdır. ABD’de başlayan İslam
karşıtlığı burayla sınırlı kalsaydı, öngörüler doğru olabilirdi. Ama
önümüzdeki dönemde, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın diğer önemli yerlerinde
İslam karşıtlığının yayılacağı gözleniyor. Bunun bir din kavgası olduğunu
düşünmek de hatalıdır. Siyasal operasyonlar İslam coğrafyasında sürdürüldüğü
için din bir faktör olarak devreye girmiştir. İkinci Dünya Savaşı da büyük
değişimler yaratan bir olaydı ama dini bir boyutu yoktu.
Aslında yalnız bırakılan ve başka
güçlerden soyutlanan din değil bu dinin yayıldığı coğrafi alan, halklar ve
devletlerdir. İttifaksız- hk paylaşma konusu olmak sonucunu doğurur. İslam
coğrafyası ameliyat masasına yatırılan bir hastaya dönüştürülecek, tepkisiz ve
güçsüz bu vücut yeniden şekıllendırılecektir. Önümüzdeki dönemde, özellikle
Avrupa’da, İslam karşıtlığını körükleyecek provokasyonlar olabileceğini göz
ardı etmemek gerekir. Acaba Avrupa’daki yaratılan işsizliğin bir amacı da
sıradan Avrupahnın yabancı düşmanlığını körüklemek olabilir mı? Biz bir
medeniyetler çatışmasını durdurabilecek konumda olduğumuzu söylerken anlamsız
bir tavır mı sergiliyoruz? Zaten istenen böyle bir çatışmanın olması mı? Biz
olayı planlayanların bundan korktuğunu sanıp kavgada arabuluculuğa soyunarak
komik duruma mı düşüyoruz? Stratejik açıdan sahip olduğumuz konum dünyada
yaratılan dini düşmanlıklarla kü- çültülebilir mi?
Biz dünyayı yöneten ve yönlendiren
güçlerden bin değiliz ama bu bölge böyle bir oluşumda ana rahmi olabilecek
imkanlara sahip. Boyutlarımızla yetinmek iddiasız olmak anlamına gelir ama
boyut büyütmek genişlemek olarak algılanmamalıdır. Söz konusu olan u- fuk
genişliğidir ve buna ancak düşünce gücüyle ulaşılabilir. Bugün klasik ulus
tarifinin içinde kalarak ve bu tarife uymayan gelişmeleri tehdit olarak
algılayarak bir yere varmak mümkün değildir. Çoğulculuk birbirine zıt ıkı
dinamiği birden içinde taşır. Bölünme ve ayrışma da çoğulculuktan doğar büyüme
de. Önemli olan farklılıkların nasıl algılandığı ve yönetildiğidir. Bizden
olan kimdir sorusunun birçok cevabı vardır. Aynı dinden olanlar, aynı dili
konuşanlar, aynı etnik kökten gelenler mı? Bunların hangisini kabul etsek daha
da küçülürüz. Öyleyse nasıl bir aidiyet tanımı yapmalıyız. Mesela bir ulusu
“geleceğe ait tasavvurları aynı olan ve birlikte yaşama iradesine sahip
insanlar” olarak tarif edebilir miyiz? Bunu söylemek kolay ama gerçekleştirmek
zordur. Çünkü geleceğe ait ortak bir tasavvur yaratmak birçok ön yargılarımızı
atmamızı gerektirir ve dünya gerçekleriyle çatışmayan bir geleceği
planlayabilecek yöneticiler ister.
Uluslararası sistemde var olabilmek
bir sınavı başarmak gibidir. Ama sınav sorusu tek bilinmeyenli bir matematik
sorusunu çözmeye benzemez. Birbirine zıt etkiler yaratan çok değişkenli bir
problemde en iyi çözümü bulmak gerekir. Şu anda önümüzde duran soru nasıl bir
ulus tanımı yapacağız ve dini alana çekilen bu çatışmada tavrımız ne olacak7
Aslında her iki konu da kolay cevaplandırma - maz. Tarihin derinliklerinden
gelen inançlarımızla bizi var ettiğine inandığımız ilkelerimizin her ikisi de
sorgulanmaktadır. Bizi bir arada tuttuğuna inandığımız dinimiz, bizim
dışımızda bir çatışma ve farklılık nedeni haline gelmiştir. Ulus tanımımız
ayrışma nedenine dönüştürülmektedir. Tarihin kırılma noktasında biz, bu
kırılmanın hem coğrafi hem de kültürel odağındayız.
Yapılacak şey kaybetmek
istemediklerimizi savaş alanının dı-
şında tutmaktır. Neyi cepheye
sürerseniz onun ölüm haberini alma ya hazır olmalısınız. Ben olsam dini savaş
alanından çekerim ve bütünleştirici yeni bir ulus tanımı yaparım.
Ortadoğu bütün dünyayı etkileyecek
bir yangının başlangıç noktası. Türkiye, henüz başlangıcında olduğumuz bir
süreçte bocalıyor. Her şeyin Irak’la sınırlı olduğunu ve bu sorun halledilirse
istikrarın sağlanacağını zannediyor. Oysa bu oyun Türkiyesiz oynanamaz ve
serüvenin bir parçası olmamız kaçınılmazdır. Başlangıçta Irak’ın çok güçlü
olduğu, Kuzeyde bir cephe açılmazsa ABD’nin çok zor duruma düşeceği, belki de
savaşı kaybedeceği propagandası yapıldı. Amaç Kuzey Irak’taki cephe bahane
edilerek Türkiye’ye yerleşmekti. Bu manevra boşa çıkarıldı.
Şimdi benzer bir oyun sergileniyor.
ABD’nin Irak’ta zorda olduğu ve bataklığa saplandığı söyleniyor. İddiaya göre
bu işin altından sadece, gerilla savaşında tecrübeli olan, bölgeyi iyi bilen,
Müslüman olduğu için halkla kaynaşabilecek Türk ordusu kalkabilir.
Oysa hemen bir soru sorulması
gerekirdi: ABD neden halkın su, elektrik, gıda maddeleri gibi temel
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıyor? Bunlar, yapılan askeri harcamaların
yanında çok küçük kalacak paralarla gerçekleştirilecekken neden önemsenmiyor.
İşgal edilmiş bir ülkede, bu ihtiyaçlar da karşılanmadığı ve askerlerin halka
kötü davrandığı bir ortamda, çok küçük sayıdaki asker kayıplan, neden
abartılıyor ve büyük çaplı bir mukavemet olduğu havası yaratılıyor?
Cevabı belli bir soru. Oyunun asıl
aktörü, yani Türkiye, sahneye davet ediliyor. Önümüze serilen kırmızı
halıların üzerinde, gururla ve alkışlar arasında yerimizi alıyoruz. Oyunun
senaryosunu yazan elbette bundan sonra neler olacağını bilir. Ama biz de,
en azından, tahmin edebiliriz.
ABD’nın sorununun terörle mücadele olmadığını herkes biliyor. Buna karşılık
petrol bölgelerinin kontrolünü sağlamaya çalıştığı iddiası da pek tutarlı
görünmüyor. Dünyada petrolün toplam birincil enerji kullanımındaki payının
azaldığı ve bu eğilimin devam edeceği bir dönemde petrol savaşı için göze
alınan riskin, getirisinden fazla olduğu görülüyor. Üstelik petrole hükmetmek
için her kuyunun başına asker dikmek gerekmediği, piyasaların kontrolünün
yeterli olduğu biliniyor. I- rak’ın işgali, ABD’yı petrole hükmetmek konusunda
daha avantajlı bir yere taşımıyor.
ABD’nın asıl sorunu, petrolün de
önemli payı olan ancak çok daha kapsamlı bir sorun. Dünyadaki ekonomik dengeler
ABD’nın sürekli dış ticaret açığı vermesi ve bunun ABD dışından sağlanan
sermaye transferleriyle karşılanmasıyla sağlanıyor. ABD’nın dış ticaret açığı
azaltılamıyor. Çünkü bunun bilinen reçetesi, yanı doların devalüasyonu, açığı
azaltmak bir yana daha da artırıyor. Teknik bir tabirle ithalat ve ihracatın
fiyat elastikliği düşük. Bunun çaresi ABD ekonomisinin küçültülmesi. Bu hem ABD
açısından kabul edilemez hır durum hem de böyle bir küçülme tüm dünyada
ekonomik daralmaya neden olur. Böyle bir durumda ABD’nın ithal ikamesinin
gitmesi, mesela ithal ettiği petrol yerine, birincil enerji kaymağı olarak
nükleer enerjiyi kullanması daha doğru olmaz mı? ABD’nın petrol peşinde
koştuğu iddiası büyük bir yanılgı olmasın. Olaya bu açıdan bakılırsa petrol
sahalarında istikrar yerine istikrarsızlığın hakim olacağını beklemek gerekir.
Analizimin doğru olduğunu iddia
edemem ama ABD'nin dünyadaki petrol kaynaklarını kontrol etmek istediğini de
kabul edemem. Mesele daha geniş kapsamlı ve dünyadaki ekonomik bunalımla
ilişkili olarak ele alınmalıdır.
Türkiye’nin Irak’a asker
göndermesiyle bölgede istikrarın sağla-
nacağı ve petrol üretim ve naklinin
güvenceye alınacağını beklemek ham bir hayalden ibarettir ve asıl oynan ondan
sonra başlayacaktır. Irak’takı kaos Türkiye'nin sırtına yüklendikten sonra
çatışmanın bütün bölgeye yayılması ve petrol üreten ülkelerin bu saldırıların
hedefi haline gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Yükselen petrol fiyatları bir yandan
yeni ekonomik dengelerin kurulmasına yol açarken diğer yandan yeni bir enerji
modeline yol açabiliyor. Enerji ihtiyacını tamamen dışardan karşılayan
ülkemizin manevra alanının ne kadar daralacağını görebiliyor musunuz? Dünyadaki
karmaşanın ABD’de- kı bir avuç Neo-Con’un fantazısı saymak ve bunların iktidarı
kaybetmesiyle suların durulacağını düşünmek de pek gerçekçi görünmüyor.
Temelde çok ciddi bir sorun varsa, iktidarda kim olursa olsun, buna bir çare
arayacaktır ve bugüne kadar hakim olan ekonomik düzenin artık
sürdürülemeyeceği anlaşılmaktadır.
Türkiye açısından bakıldığında
yaklaşımımızın doğru olmadığı ve meseleyi bütünüyle değil sadece
alışageldiğimiz güvenlik kavramlarıyla algıladığımız görülüyor. Oysa şunu
bilmemiz gerekir: ABD’nin sorunu ne birkaç Kürt lideri ve bunların ütopik
devlet hayalleri ne de Irak’ın kendisidir. Dünya ölçeğinde bir yapı
değişikliği söz konusudur ve yeni bir çağ başlamaktadır. Bu kadar büyük sorunlar
varken ABD askerlerine sıkılan birkaç kurşunla binlerinin olayları
yönlendirmesini mümkün görmek biraz ayıp olmuyor mu?
Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi
gerekiyor. Ama burada istikrar sağlayabileceğimizi ve böylece süregelen kaosu
engelleyebileceğimizi zannetmek aşırı bir iyimserlik olur. Tavrımız iyiyi
değil daha az kötüyü seçmekten ibarettir. Çünkü alternatifimiz ciddi bir
ekonomik bunalımdır ve bunun ülkeye vereceği zarar daha büyük olur. Eğer AB
alternatif bir politika üretebilseydı Türkiye bu politikanın gerçekleşmesinde
de kilit bir rol oynayabilirdi. Ancak büyük devlet adamlarından ve liderlikten
yoksun olan AB, ABD karşısında çaresiz görünüyor. Rusya gelişmelerden büyük
yara almayacağını
hesaplıyor Oysa başlangıçtaki petrol
fiyatlarındaki artışı büyük bir düşüşün takıp edeceğini hesaplaması gerekiyor.
Asıl hesap edilmesi gereken şey,
çatışmanın sonunda kurulacak dengelerin ne olacağı ve burada ülkemizin
konumudur. Yanı ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını sürdürmek mı istiyor yoksa
ekonomik sorununu çözdükten sonra sınırlarına çekilmeyi mı düşünüyor? Bu sorunun
cevabı hem çok önemli hem de kolay değil. Çünkü her iki alternatif de mümkün.
Avrupa, geçmişte Do- ğu’dan gelip her şeyi yakıp yıktıktan sonra çekilen
akıncıların istilasına benzer bir durumla karşı karşıya kalabilir. Ortadoğu
sıcak çatışmalarla harap olurken Avrupa ekonomik bir yıkımla karşılaşabilir.
Böyle bir durum herkes için hesaplanması zor şartlar yaratır. Eğer
hegemonyasını sürdürmek isterse Türkiye’yi yanına almak zorundadır. Bu belki de
ülkemiz için en iyi senaryodur ama aksinin de mümkün olduğunu gözden uzak
tutmamak gerekir. Aslında dünyanın kaderinin, kim olursa olsun, tek bir gücün
seçimine bırakmak çok sağlıksızdır. Türkiye, bulunduğu konum gereği, bu sürecin
dışında kalamaz. ABD’nin politikalarına karşı çıkmak mümkündür ama bu olayların
dışında kalabileceğimiz anlamına gelmez. Alternatifimiz tarafsızlık değil
taraflar arasında seçim yapmaktır. Hatta bugün alternatifler üretip bunları AB
ve Rusya ile tartışabilir. Talihsizlik ABD’nin bugünkü yönetiminin dünyayı
kendi bildiği biçimde şekillendirmeye çalışması değil, diğer güçlerin politika
üretememesidir.
Bugün Irak’a asker gönderip
göndermeme kararına indirgenen durum aslında çok boyutlu, ciddi riskler taşıyan
ama tamamen dışında kalmamız mümkün olmayan bir süreçtir. Ayrıca mesele Kürt
veya Türkmen sorunuyla değerlendırilemeyecek önemdedir. Yanı riskimiz buradaki
kayıpları göze aldırabılecek kadar büyük olabilir.
Sözlerimiz cesaret kırmak amacını
taşımaz. Ama girdiğimiz
oyumun boyutlarını bilirsek
hamlelerimizi daha isabetle yapabiliriz Şartlarımızın ağırlığı çaresizlik
anlamında değildir ve oyuna dahil olan herkesin riski en az bizimki kadardır.
Rehberimizin akıl ve sağduyu olmasını dileriz.
Türkiye’nin geleceği geçmişiyle
tanımlanmaktadır. Yanı ülke hakkında düşünenler, yeni hiçbir model ileri
sürmeden, geçmişin ihyası veya korunması peşindeler. Bazıları Cumhuriyet’ın
kuruluş yallarına atıf yaparak, bu çerçeveden her sapmanın ülkeyi yok edeceğini
savunmakta, daha ilen giderek farklı olan her şeyi ihanet telakki etmektedir.
İslamcı kesim, somut projeler yerine, İslam’a dönüşün gerekli ve yeterli
olacağı iddiasındalar.
Herkes, aralarındaki büyük zaman
farkına rağmen, geçmişin korunması gerektiğinde hemfikir.
Asıl motifi ideolojik olan bu
hedeflerin somut sonuçları birbirinden çok farklı. Atatürkçüler “Yurtta sulh
cihanda sulh “özdeyişinde ifadesini bulduğu gibi, 1923’te kurulan dengenin
sürmesinden yunalar. Bundan sapmaya kimsenin izin vermeyeceği ve bunun
devamının da kimseyi rahatsız etmeyeceği kanısındalar. Bazıları Türklüğü ortak
bir payda olarak alıp bunun etrafında kümelenmenin mümkün ve isabetli olacağı
iddiasını taşıyorlar. İslamcılar ise kendi İslam anlayışlarının etrafında,
dünya ölçeğinde anlam taşıyacak bir bütünleşmenin peşindeler.
Bunlardan herhangi birinin gerçekleşmesi
mümkün görünmüyor. 1923’te kurulan denge o günün şartlarını yansıtmaktadır ve
bugün hiçbir anlamı kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşının galibi olan
İngiltere’nin biçimlendirdiği yapı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’da
değişti. Bölgemizde egemenlerde bazı değişiklikler olmasına rağmen sınırlar
eskisi gibi kaldı. Dünyanın yeni büyük gü-
cü olan ABD’nin, kendi çıkarlarına
uygun bir yapılanmaya gitmek istediği apaçık.
Türklüğü ortak payda olarak alıp
büyük bir güç olma hevesin- dekilerin hesaplarının tutması ihtimali hiç yok.
Orta Asya, Rusya’nın kontrolünde ve onu bölgedeki egemenliğine karşı başta Çın
olmak üzere, dünyanın diğer bütün güçleri rekabet halinde. Onların arasında
sadece bir kültür benzerliğine dayanarak yer bulmak çok romantik görünüyor.
Müslüman ülkeler nüfuslarının dışında
bir gücü temsil etmiyor. Sahip oldukları doğal kaymakları, yanı petrolü,
çıkaran, pazarlayan ve kullananlar hasım sayılan güçler. Batı olmadan bunları
bir değer saymak mümkün değil. Bunun dışında Müslüman ülkeler ekonomik açıdan,
zengin sayılanlar da dahil, Batının kontrolünde.
Bu yüzden hem Türkçülük hem de
İslamcılık kendi dışlarındaki egemenlik mücadelesinde bir araç olarak
kullanılıyor. Daha açık bir ifadeyle bu iki ideoloji egemen güçlerin bir silahı
olarak kullanılıyor. Kaldı ki, bu ideolojilerden herhangi bin üzerinde toplumsal
bir mutabakat da yok. Hatta biri diğerini hasım sayan bu akımlar, birliğin
değil ayrışmanın sebebi konumunda. Bir ülkenin geleceğe yönelik projesinde
ideoloji unsurlardan sadece bindir. Ekonomik yapı, bu projeyi destekleyen en
önemli faktörlerden biridir. Ekonomisi dışa bağımlı ve kolayca çökertilebilen
bir ekonomik yapıyla büyük hedeflere varmak mümkün değildir. Böyle bir durumda
ancak ortak projeler yürütülebilir ve ekonomik gücü elinde tutan gerçek
belirleyici konumunda olur. Ekonomimiz geri teknoloji kullanan ve tüketim
malları üreten bir yapıya sahiptir. Diğer önemli bir özelliği de girdiler
açısından dışa bağımlı oluşudur. Dış dünyayla bağlantısı kesilen bir
Türkiye’nin üretimi nerdeyse sıfıra kadar düşer. Böyle bir durumda bağımsız
bir proje üretmek ve bunu uygulamak mümkün değildir. Kaldı ki egemen güçler
bizi is-
tedikleri zaman yönlendirme gücüne
sahiptir. 1999’dan beri ülkemizde uygulanan ekonomik politikalar böyle bir
yönlendirmenin ürünüdür ve Türkiye her isteneni yapmaya mecbur kalmaktadır.
Yanı bir ülkenin geleceğim belirlemesi bugün verilecek bir kararla mümkün
olmaz. Bu yıllar süren bir hazırlık dönemine bağlıdır.
Buradan şu sonuç çıkar: İlk yapılacak
ış siyasal bir hedef belirlemek ve bunu gerçekleştirmeye çalışmak değildir.
Birinci aşama ülkenin bir projeyi uygulayabilecek kapasiteye kavuşturulmasıdır
ve bu safhada somut hedefler uzak bir hülyadan ibaret kalmaya mahkumdur. Önce
herhangi bir politikayı uygulayabilecek siyasal yapılanmanın
gerçekleştirilmesi gerekir. Bu yapı dış etkilere kapalı bir bürokrasi
oluşturmalıdır. Bu sözlerimiz ülkemizdeki siyası yapının bir proje uygulamaya
müsait olmadığını ve bürokrasimizin dış tesirlere açık, hatta çok açık olduğunu,
zımnen ifade etmektedir.
Siyası yapımızdaki en büyük
eksikliğin tam anlamıyla demokrat olan bir yapıya sahip olmayışımız olarak
gösteriliyor. Yanı demokrasi bütün kurallarıyla işlese hiçbir sorunumuzun
kalmayacağı iddia ediliyor. Bunun temelindeki düşünce halkın ürettiği çözümlerin
en iyi olduğu varsayımıdır. Bu iddiayı ilen sürenlere göre Batı, gelişmesini ve
gücünü demokrasiye borçludur. Burada şu sorunun cevabı açık olarak
verilmelidir: Batı’da halk mı karar vermektedir yoksa seçkin bir elit mi halkın
düşüncelerini biçimlendirmektedir?
Böyle bir sorunun bizi sıkıntıya
sokacağını biliyorum ve hemen Türkiye’de kamuoyunun zaten belli güç odaklarınca
oluşturulduğunun söyleneceğinin farkındayım. Türkiye ile büyük güçlerin arasındaki
fark kamuoyunu oluşturanların amaçlarının benzeşmemesidır. Batı’daki güç
odakları dünya ölçeğinde hesaplar yaparken ülkemiz - dekilerin ihtirasları
parasal çıkarlarının sınırlarını aşmamaktadır.
Bu şartlar altında Türkiye’nin
geleceği ne olabilir? Dünyadaki güç dengelerindeki değişme yeni bir
şekillenmenin olacağını göster-
mektedir Bugün dünyanın en büyük gücü
sayılan ABD’nin egemenliğini sürdürebilmesi Amerika dışında, özellikle
Ortadoğu’daki etkinliğinin sürmesine bağlıdır. Bu sadece petrol ihtiyaçlarını
sorunsuz karşılamak için değil, rakiplerinin ekonomilerini yönlendirmek ve
kontrol altında tutmak için de gereklidir. Türkiye, tek başına bu büyük
güçlerle kıyaslanabilecek bir etkiye sahip olmamakla birlikte, ittifak edeceği
tarafa ciddi avantajlar sağlayacak bir konumdadır. Yani terazinin hangi
kefesinde yer alırsa o taraf ağır basacaktır.
Bu yüzden Avrupa Birliği ile
bütünleşmesi, görünüşte ABD’nin desteklemekte olmasına rağmen, bu güç
tarafından engellenecektir. ABD’nin Türkiye’ye yönelik stratejisi öncelikli
olarak ekonomik açıdan kontrol altına almak olarak şekillenmektedir. Bu
kontrol sonuç olarak siyasi belirleyiciliği getirecektir. 1999’dan ben IMF
kanalıyla yürütülen operasyonların amacı bu sonuca ulaşmaktır.
Bu alanda Türkiye, İsrail’in
rekabetiyle karşılaşmaktadır. Bölgede ABD egemenliğini sürdürmek ıçm en iyi
seçenek Türkiye olmakla birlikte, bu olmazsa ABD’nin ikinci seçeneği
İsrail’dir. İsrail ön plana çıkmak için Türkiye seçeneğim bertaraf etmek
istemektedir. Türkiye’deki Yahudi lobisinin ABD yandaşı bir tavır sergilemediği
apaçık görülmektedir. Ayrıca ideolojik çatışmaların şiddetlenmesinde bu
lobinin etkileri göz ardı edilmemelidir.
Sıyası partiler arasındaki faklılık
sadece ortak bir amaca ulaşmak için önerilen metotların farklılığı değildir.
Her sıyası grubun ülke ıçm öngördüğü gelecek birbirine benzememektedir. Bu
yüzden her proje sadece bir azınlık tarafından desteklenmekte, ülkenin kaderinin
belirlendiği bir ortamda güçlü bir destek oluşamamaktadır.
Daha açık bir ifadeyle Türkiye oyunun
bir aktörü konumunda değildir. Her büyük gücün temsilcileri gibi davranan
gruplar söz konusudur.
Bu kadar çok olumsuzluğun varlığı
biraz da problemin niteli-
ğınden kaymaklanmaktadır. Güç
dengelerinin yeniden belirlendiği bir çağda, bulunduğu tarafın çok kazançlı olacağı
bir Türkiye’nin başı boş bırakılması zaten beklenmemelidir. Buradaki eksiklik
ülke içinde bir uzlaşmanın sağlanamaması ve bu yapılanmada aktif bir rol
oynanamamasıdır. Yanı oyun üzerimizde oynanmakta ve biz kazanan tarafta yer
almaya kabul etme durumundayız. Oysa eğer geleceğe yönelik bir proje üzerinde
ıç uzlaşma sağlanabilse ülkemiz geleceğin belirlenen ülkesi değil belirleyen
bir aktörü konumuna rahatlıkla gelebilir.
Suudi Arabistan Kralı Fahd, arkasında
seksen milyar dolar civarında olduğu söylenen bir servet bırakarak hayata veda
etti. Birinci Dünya Savaşından sonra İngiltere bu krallığı bazı kimseleri
zengin etmek ıçm kurmadı. Milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan bu savaşın
galibi olan devlet bir yüzyıla biçim verirken, olayların tamamen dışındaki
bazı insanlar piyangodan kazanılan paralara benzeyen servetlere kavuştular.
Hiçbir çabaya ya da risk almalarına gerek yoktu. Ne petrolün üretimi ne de
pazarlanması onların sorumluluğunda değildi. Birinin kral olması gerekiyordu.
Onun çocukları da saltanatı sürdürdüler.
Elde edilen gelirler hem yönetenler
hem de bundan pay alan halk tarafından tüketim ıçm kullanıldı. Zaten ülkenin
coğrafi konumu ve yapısı sanayileşmeye imkan vermiyordu. Böyle bir durumda
gelecek için farklı bir plan uygulanabilirdi. Mesela Sudan geleceğin yerleşme
yeri olarak seçilir, kaynaklar buraya aktarılabilir ve petrolün kaçınılmaz
sonu gelince burada yaratılan yeni coğrafya bir yerleşim yerine
dönüştürülebilirdi.
Böyle bir proje uygulayacak güçleri
var mıydı sorusuna olumlu cevap verilemez. Aslında durumları çaycısını,
odacısını şirketinde ortak gibi gösteren ama aslında tüm servetin patrona ait
olduğu bir
işletmeye benziyordu. Sahip
olduklarını nasıl kullanacaklarına kendilerinin karar verebileceği şüpheliydi
Kazançlarını onu var edenlerin istediği biçimde harcadılar, önemli bir bölümü
de Batı bankalarındaki hesaplarında bir rakam olarak kaldı.
Sarayın çevresinde yer alanlaı benzer
bir hayatı sürdürdüler. Dillere destan düğünleri, eşi görülmemiş bir lüksü
dünyaya onlar tanıttılar. Bu toprakların eski sahibi Osmanhların çocukları
kaybettiklerinin arkasından yaktıkları dertli türküleri söylemeye devam etti.
İngiltere kaybetmemek için bir büyük savaşın daha yükünü taşımak zorunda
kaldı. Buna rağmen küçülmeyi engelleyemedi ve yerini ABD’ye bırakmak zorunda
kaldı Petrolcü ülkeleri yönetenlerin herhangi bir sorunu ve derdi yoktu. Kader
onları zengin olmaya mahkum etmişti.
Aslında bu bir yaşam biçimiydi ve
sadece petrol üreten ülkelerde yaşanmazdı. Türkiye’nin güneydoğusunda toprak
sahibi olarak doğanlar düğünlerde bir serveti yerlere atabiliyordu. Onlar da ne
bir fabrika kurmak ne de bir okul açmak peşindeydi.
Bu kapitalist bir işletmenin varisi
olmaktan farklıydı. Çünkü işletme rekabet etmek ve hayatta kalmak için beceri
sahibi olmayı gerektirirdi. Oysa tüm kararlan başkalarının aldığı bir ülkede
göstermelik bir yönetici olmanın hiçbir zorluğu yoktu. Toprak sahibi için de,
satmadığın sürece bir sorun çıkmazdı ve sana ait sayılan insanlar da işini
ezbere yapardı.
Herkes ıçm servet aynı şeyi ifade
etmez. Bugün dünya yeni bir şekil vermek isteyen küresel sermaye de hem büyük
servete sahiptir hem de çok daha büyük servetleri kontrol etmektedir. Ama
onların hır dünya hayal ettikleri ve bunu gerçekleştirmek için tüm varlıklarını
riske attıkları da bir gerçektir. Mesela Soros’un herkesi kıskandıracak bir
yaşam sürmek yerine dünya devleriyle mücadele etmesi, Bush yönetimim düşman
ilan etmesi nasıl açıklanabilir? Gerçekte
sistem onunla çalışmamaktadır ve
siyasete yön vermeye kalkmasa tanı bir güven içinde yaşayacaktır.
Bu sözlerim küresel sermayenin
projelerini onayladığım anlamına gelmez. Kaldı kı ben küresel sermayeyi iyi ya
da kötü olarak sınıflandırmıyorum. Sadece başarılı olamayacaklarını söylüyorum.
Başarısızlıkları paraya bakış açılarını takdir etmemi engellemez. Onlar
serveti bir araç olarak görüyor ve bir amaç uğruna kolayca feda edebiliyorlar.
Bir ülkede servetin kölesi olan
insanların sayısı çoksa ve bunlar ülkenin yönetimini ellerinde tutuyorsa oradan
dünyaya yön verecek bir davranış beklenemez. Güneydoğumuzda insanlar güçlerini
yerlere attıkları parayla ölçüyorsa burada bir gelişme olmaz. Yeni bir dünya
kurmak ıçm paraya kullanmak akıl ve bilgelik ister.
Terör sıyası bir amaca ulaşmak için
şiddet kullanmak olarak da tanımlanabilir. Terörün siyaset ve şiddet boyutu,
çoğu zaman birbirinden ayart edilmez ve herkes bir yanını ön plana çıkarır.
Terörü yöneten güç sınırlı sayıda insana karşı uygulanan şiddet aracılığıyla
çok geniş kesimlerin, hatta tüm insanların düşünce biçimlerini ve davranış
kalıplarını değiştirir.
Terör tehlikesi söz konusu olunca ilk
akla gelen şeylerden biri de hukuk düzeninde terörü engelleyeceği düşünülen
düzenlemelere gitmektir ama bu hem gereksizdir hem de muhtemelen başka amaçlara
hizmet eder. Şiddet her hukuk düzeninde bir suçtur ve bu eylemleri önleyecek,
eylemcileri cezalandıracak düzenlemeler zaten vardır. Yeni düzenlemeler suçu
işleyenlere karşı yeni bir yaptırım getirmez ve hukukun öngördüğü en ağır
cezalardan daha ötesine geçilemez. Yeni düzenlemeler terörün dış halkası
sayılabilecek propagandaya ve onu dolaylı olarak desteklediği kabul edilen
kişilere
yönelik olabilir. Bu durum
tedbirlerin terörün sıyası ayağının sınırlandırılması anlamını taşır ve sonuç
olarak sıyası bir tavrın hukuk yoluyla engellenmesi demektir.
El-Kaıde terörü Batı’da yabancılara
ve özellikle Müslümanlara karşı önleyici olduğu düşünülen tedbirlerin alınması
sonucunu doğurmaktadır ve terörü önlemekten çok bu kitlelerin baskı altına
alınmasına neden olmaktadır. Acaba gerçek amaç terörü önlemek midir yoksa bu
kesimlerin artan gücünü frenlemek mıdır7
Propaganda konusu da yakından
incelenmeye değer. Bir sıyası görüşü ve faaliyeti engellemek istiyor ama onun
toplumdaki etkinliğini engelleyemıyorsanız yapacağınız şey basittir. Aynı
görüşleri paylaşan bir terör örgütünün oluşmasını sağlarsınız ve ona duyulan
olumsuz duyguları kullanarak sıyası davranışı yasaklayabilirsiniz.
Eğer teröre mesnet oluşturan sıyası
hedeflerle yüzleşmen göze alırsanız ve onunla düşünce düzeyinde yarışmayı kabul
ederseniz yapacağınız şey bu alanda serbestliğin sınırlarını genişletmek ama
şiddete başvuranlarla en etkin biçimde mücadele etmektir. Bu bir selin yatağını
kontrol altına almaya benzer ve suları istediğiniz yerden akıtırsınız. İkinci
yol suyun önünü tamamen kapatmaktır ve sel zayıfsa başarılı olmak mümkündür.
Bu nedenle terörle mücadele tek
boyutlu olarak düşünülemez. İlk ış onun siyasi hedeflerini doğru tespit
etmektir. Mesela El-Kaıde terörünün İslam’a ve Müslümanlara herhangi olumlu bir
katkıda bulunması mümkün değildir. Elde edeceği tek sonuç İslam karşıtı
düşüncelerin çığ gibi büyümesi ve tüm Müslümanların Batı tehdidine maruz
bırakılmasıdır. Sıyası planda düşünüldüğü zaman teröristle teröre maruz
kalanların amaç ve çıkarları örtüşmektedır ve yapılacak fazla bir şey yoktur.
İzlenecek tek yol siyası İslam’ın profilini en alt düzeye indirmek olabilir ama
bunu, olaya sıyası açıdan bakmayanlara anlatmak mümkün değildir.
Türkiye’de terörün sıyası amacının
ayrılıkçılık olduğu söylenmektedir. Bu gerçekleşmesi halinde Türkiye’den çok
ayrılanlara zarar verir ve bana göre ayrılıkçı söylemler sadece bir şantaj
niteliğindedir. Türkiye'nin korkuları kullanılarak onu bir şeylere razı etmeye
çalışan bir grup vardır ve onlar bu politikalarını başarıyla yürütmektedir.
Terörün yirmi yıllık sonuçlarına bakarsanız şunları görürsünüz: Güneydoğuda
bir zümre ekonomik açıdan büyük bir güç elde etmiştir. Bu güç aynı zamanda
bölgenin siyasetinde tam bir egemenliğe sahiptir. Hatta farklı sıyası görüşler
bile aynı amaca hizmet edecek biçimde şekıllendırılebilmektedır. Sahip
oldukları güç, seçim sistemi nedeniyle, onlara oy veren kitlelerin genel nüfus
oranı içindeki payından çok yüksektir. Bölgenin, bir üretime dayanmayan, daha
çok çeşitli transferlerden oluşan gelirlerini dar bir zümre kontrol etmektedir.
Bölgede sürekli olarak dile getirilen demokrasi talepleri bireylerin özgürlüğü
ıçm değil, bölgedeki egemen güçlerin merkezi yönetim karşısında daha bağımsız
olması amacını taşımaktadır ve bireysel özgürlük bölgenin egemenlerinin hiçbir
biçimde razı olmayacağı bir şeydir. Yanı birey daha tutsak, egemen daha bağımsız
olsun istenmektedir. PKK, yaptığı eylemlerle, karşısında olduğunu söylediği
yapıyı zayıflatmak bir yana daha da güçlendirdiğinin farkında mı?
Deniz Baykal’la ilgili polemiğin
kişisel olduğunu düşünseydim olayla hiç ilgilenmezdim. Ancak gelişmeler,
tartışmaların siyasi yanının ağır bastığı, önümüzdeki dönemdeki siyası
mücadelelerin seyri hakkında ipuçları verdiği için değerlendirilmesi gerektiğini
düşündüm.
Satın almak istediğimiz bir mal ya da
hizmetin fiyatını fahiş bulup bundan vazgeçmemiz çok sık karşılaştığımız bir
olaydır ve Bay- kal polemiğinin ana gövdesinde bir kışının talep ettiği bir
hukuki
yardım ve diğer tarafın talep ettiği yüksek
ücret vardır Bunun çeyrek asır sonra ortaya çıkarılması olağan görünmemektedir
Olayın kamuoyuna sunuluş biçimi, ya
çok ustaca hazırlanmış bir senaryoyu ya da tesadüflerin yarattığı benzer bir
durumu yansıtmaktadır. İsimsiz bir itham, şüpheler başka bir siyasetçinin
üzerinde yoğunlaşınca, isimlendirilmek zorunda kalınmış ve başlangıçtaki
rüşvet imasının yerini üst düzey bürokrat ilişkileri ve mafya bağlantısı
almıştır. Gelişmeler, usta bir yazarın adım adım sona yaklaşmasını ve
okuyucunun ilgisinin devamını sağlayacak bir kurguyu andırmaktadır.
Olay bir sanatçının hayatından bir
kesit olarak önemli değildir. Kendisinin pahalı bulduğu birçok mal ve hizmet
vardır ayrıca onun talep ettiği ücretleri çok bulan birçok kışı olmuştur. Zaten
daha sonra olayın bu yanı önemini kaybetmiş ve bu konu sıradan hale gelmiştir.
Ancak Baykal hakkında sınırları ve niteliği belirsiz bir şüphe oluşturulmuştur.
Bunu CHP içindeki liderlik
mücadelesinin bir uzantısı olarak algılayanlar çoğunluktadır. Bu yargı bir
açıdan doğrudur ama genel siyası tablo içinde açıklayıcı olmaktan uzaktır. Daha
açık bir Badeyle CHP içindeki mücadele partiyle sınırlı değildir ve Baykal’ın
yeterli olup olmamasıyla ilgili değildir.
Siyası farklılıklara ideolojik açıdan
bakmak ciddi yanılgılara sebep olur. Bir örnekle ne kastettiğimiz daha iyi
anlaşılabilir. İdeolojik yaklaşımlarına bakılırsa Tony Blaır ile Deniz
Baykal’ın birbirine daha yakın olduğu söylenebilir ama dünya ölçeğindeki siy
ası farklılaşmalar açısından Blaır, Başbakan Erdoğan’a yakındır. Önümüzdeki
dönemde siyasi cepheler, ideolojik yakınlıktan çok, Türkiye’nin dünya üzerindeki
konumu ve uluslararası ittifaklarına göre belirlenecektir.
Bu açıdan bakıldığında CHP’deki
muhalefet ve AKP yönetimi bir kanatta. Baykal ve arka planda görülen Demirel
ile MHP’deki
yönelim diğer kanalla görünmekledir.
Ulusalcı olarak adlandırılan kanal bu cepheyi desteklemek zorunda kalacak ve
bağımsız bir harekete dönüşemeye çektir.
İki tarafın yaklaşımları dünya
üzerinde çatışan ıkı farklı görüşle örtüşmektedir. AKP önderliğindeki sıyası
hareket dünyayla bütünleşmeyi ve ekonominin bu bütünleşmenin motoru olmasını
savunuyor. Son zamanlardaki hızlı sermaye hareketleri, uluslararası sermayenin
yoğun ilgisi sadece ekonomiyle izah edilemeyecek boyuttadır ve geleceğin
Türkiye’sinin ekonomik ak yapısı oluşturulmaktadır.
Buna karşılık bugünkü ABD yönetimi ve
Rusya, yeni dengeyi bu ıkı gücün arasında kurmaya çalışmaktadır. Soğuk Savaş
dönemı- nm, farklı bir biçimde de olsa, yeniden hayata geçirilmesi istenmektedir.
Bunların birbirine karşı olması kurulacak sistemin mantığının bir gereğidir.
Bir tahtaravallinin ıkı tarafındaki insanlar karşı karşıya görünür ama oyun
ikisi olmadan gerçekleşemez. Türkiye üzerindeki mücadele, tek başına
belirleyici olmasa bile, sonucu önemli ölçüde etkileyecektir. Türkiye,
ABD-Rusya tahtaravallisının dayanak noktası konumundadır.
Mücadelenin siyası görüşlerin
dışında, kişisel yıpratmalara dayanarak sürdürülmesi önümüzdeki dönemin
atmosferinin bulanık olacağının delilidir. Eğer karşı taraf da aynı yola
başvurursa tartışmadığımız, ne olduğunu geniş kitlelerin bilmediği, tüm
hesapların kapalı kapılar arkasında yapıldığı bir geleceğe sürükleneceğiz demektir.
Biz de gerçeklen söylenenlerden değil satır aralarından çıkarmaya çalışacağız.
Irak’ta, bazılarının terör,
diğerlerinin direniş dediği çatışmalar biçim değiştirdi. Artık saldırıların ana
hedefi işgalciler değil. Şii bölgesindeki İngiliz askerlerine, başından ben
ciddi bir muhalefet göz-
lenmedı. Şimdi de ABD askerleri adeta
unutuldu ve çatışma yerel güçler arasına kaydı.
Sünni direnişinin El-Kaıde tarafından
örgütlendiği ve yürütüldüğü iddiasının propaganda amaçlı olması ve böylece
direnişin bir terör eylemi olarak sunulması anlaşılabilir ama böyle bir kabul,
olayların sıyası hedeflerini anlamamızı engeller, ilk soru, Sünni eylemcilerin
neden Kürden göz ardı edip Şıılere savaş açtığıdır. İkinci soru, işgale karşı
direnişin neden ikinci plana itildiği ve iktidar mücadelesinin öne
alındığıdır. Bu durum işgalin sona ereceğine dair bir bilgiye mı dayanmaktadır
ve şu anda yeni iktidarın oluşum sürecinde miyiz?
Bu soruların cevapları bölgeyi ve
Türkiye’}’! yakından ilgilendirir. Gelişmeler Şiflerin sayısal çoğunluğa
dayanarak iktidar olmasının istenmediği biçiminde yorumlanabilir. Buradan yola
çıkarak yapılacak değerlendirmeleri atlıyorum ve komplo yapmak iddialarına
hedef olmak istemiyorum.
Bir konuda anlaşma olması,
çatışmaların durmasını gerektirmez. Anlaşan taraflar bunu kamuoylarına kabul
ettirmek ıçm çatışmaları sürdürür ve sonuca bir mücadele sonunda varıldığı
izlenimin uyandırırlar. Daha açık bir ifadeyle Irak'ın yeni durumu müzakereler
sonucu belirlenmiş olsa bile bu sonuç bize büyük bir mücadelenin sonucuymuş
gibi sunulacaktır. Bugün görünen manzara Şiilerin umduklarını
bulamayacaklarını, sansal üstünlüklerine denk bir siyasi güç elde
edemeyeceklerini göstermektedir. Başlangıçta gözlenen Şıı-Kürt birlikteliğinin
yerini Sünnı-Kürt yakınlaşması alacaktır.
Demokratik ve federal Irak’ın bir
görüntüden ibaret olması, merkezi yönetimin gücünün umulandan fazla olması
beklenir. Bu durumda güvenlik güçlerinin yapısı ve kompozisyonu önem kazanır.
Saldırıların ağırlıklı olarak ordu ve polise yönelmesi yeni yapılanmanın Şıı
ağırlıklı olmasının istenmediğinin bir göstergesi olabilir.
En ıp çözüm eski Irak ordusunun
mensuplarının yem Irak ordusunu oluşturmasıdır. Bu durumda demokratik düzenin
getireceği Şii siyasal güç, devlet tarafından dengelenmiş olacaktır. Eğer okuyucunun
komik bulmayacağını bilsem, küçük değişikliklerle, eski I- rak’ın yeniden ihya
edileceğini söylerdim ama şimdilik bu konuyu bir yana bırakıyorum.
Talabam nm. ABD çekilince Türk
askerinin Irak’a girmesini kim engelleyecek sorusunun bir anlamı olabilir mı?
Bu konuda Rus- ya’dan destek araması, olayı ciddiye aldığının bir göstergesi
olabilir mı? Talabanı’nın endişesi bir değerlendirmeden çok, bir bilgiye da-
yanıyormuş gibi görünüyor ve artık gündeme gelen çekilme senaryosundan sonra,
istikrarı sağlamanın Iraklı güçlere mı bırakılacağı yoksa buna destek olacak başka
bir güce de ihtiyaç olup olmadığı soruluyor. Türkiye’nin artan PKK saldırıları
karşısında sabrının tükenmesi ve Irak’a girmesi hem bir sorunu çözüp hem de bu
sorunun cevabı olabilir mi?
Hemen AB üyeliği, bu durumda, zora
girer hatta imkansız hale gelir diyeceğinizi biliyorum. Ama başından ben
Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki engelin söylenenler olmadığını, ülkemizin
şartlarının doğurduğu rolümüzün AB üyesi olmamızı engellediğini tekrarlıyorum.
Dünyada demokrasi, ekonomik gelişme gibi şeylerin de olduğunu biliyorum ama
stratejik gereklerin bunlara göre daha öncelikli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca
AB üyeliği dışında da bu hedeflere varılacağını biliyorum. Şu anda AB ile
ilişkilerimizde bir sürü pürüz ortaya çıkarken oluk gibi yabancı sermaye akmasını
nasıl açıklarsınız?
Irak’takı operasyonun en önemli
aşamasındayız ve ülkemizin artık dışında kalamayacağı bir noktaya doğru hızla
ilerliyoruz ama ben endişelenecek bir durum olmadığını düşünüyorum.
Tartışmaların Türkiye’nin üyeliği
üzerinde olduğu görüntüsü bir yanılsamadır. Aslında AB’nın geleceği
tartışılmaktadır ve ülkemiz bu konuda kilit konumundadır.
Bugün AB, kuruluşundaki hedeflerle
uyuşmayan bir çizgidedir ve bizim üyeliğimiz bu sapmanın tescili anlamını
taşımaktadır. Başlangıçta ABD ve SSCB dışında bir güç odağı olmak iddiasındaki
bu birlik, İngiltere’nin katılımıyla, zaten hedeflerini kaybetmiş, başka
güçlerin kontrolüne girmeye başlamıştı. İngiltere, De Gaulle un hayatı boyunca
direndiği üyeliğe onun ölümünden sonra kamışmuş ama bu AB’nın
sonunun başlangıcı olmuştur. Sözlerim İngiliz aleyhtarlığı olarak
anlaşılmamalıdır. Ancak İngiltere’nin dünya algılaması merkezi Avrupa’nın
hedeflerinden farklıdır.
Birçok kereler AB’nın Fransa, Almanya
ve Türkiye’nin birlikteliğiyle kurulabileceğini, buna diğer Avrupa ülkelerinin
katılmasının mümkün olduğunu ama şart olmadığını ifade ettim. İngiltere ise sadece
coğrafi olarak Avrupalıdır ama onunla bir birlik kurmak mümkün değildir.
İmparatorluk refleksleriyle hareket eden bir ülkenin bir bütünün parçası haline
gelmesi beklenemez.
Beklentim gerçekleşti ve İngiltere AB
üzerinde hegemonya kurmaya başladı. Onun gerçek müttefiki küresel sermaye ıdı
ve bu birliktelikten vazgeçmenin bedeli önemsiz bir ülke olmaktı. İngiltere
bunu yapamazdı vc yapmadı. Ortak para birimini kullanmadı ve Euro’nun bir dünya
parası olmasının önünü kesti.
Bu çerçeve içinde bizim üyeliğimiz
çift anlamlı hale geldi. AB bir dünya gücü olmak istiyorsa Türkiye’yi içine
almalıydı ama bunu bilenler Türkiye’nin tüm köşe başlarını önceden tutmuşlardı.
Son zamanlarda oluk gibi akan sıcak para Türkiye’ye güvenin bir ifadesi olarak
algılansa bile gerçekte stratejik noktaya yapılan güçlü bir yağmak
sayılmalıydı ve bu para AB’nın kontrolü dışındaki kaynaklardan, küresel
sermayenin fonlarından geliyordu.
Merkezi Avrupa, dünya ekonomisinin
kilit noktalarını elinde tutan küresel sermaye karşısında stratejik planda
etkisiz hale geldi. Ekonomik başarıları, hammadde ve enerji piyasalarını
kontrol eden güçlerin başarılı operasyonlarıyla durgunluğa dönüştü ve bu onun
rerdeyse tüm iddialarını, sosyal devlet anlayışını boşa çıkardı. Ekonomik
durgunluk işsizliği, işsizlik yabancı düşmanlığını körükledi.
AB’nın çekirdeği Türkiye’nin üyeliği
konusunda bir açmaza girdi Eğer Türkiye'yi alırlarsa kontrol tamamen
İngiltere’nin eline geçecekti, almazlarsa ekonomik bağımlılıktan hiçbir zaman
kurtulamayacaklardı. Kırk katırla kırk satır arasında seçim yapmanın ne kadar
zor olduğunu da anlamış oldular.
İngiltere’nin üyeliğimiz ıçm bu
cansiperane uğraşmasını neye bağlıyorsunuz7 Herkes bizim yeterince
demokrat olmadığımızdan söz ederken demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’nin
kayıtsızlığını yadırgamıyor musunuz7 Kıbrıs sorununda herkesten daha
fazla taraf olmasına rağmen bunu sorun yapmamasını nasıl karşılıyorsunuz7
Bir savaşı kimin kazandığını anlamak
için sonunu beklemek gerekmez. Belli bir aşamada artık durum apaçık belli olur
ve şu anda AB’nın tasfiye sürecine girdiği söylenebilir. Buna rağmen yoğun bir
mücadelenin sürmesinin başka bir anlamı vardır.
Türkiye’de, kuruluşundan beri ilk
defa, egemen gücün el değiştirmesi için uğraşılmaktadır. Üyelik sürecinin
kesilmesi, demokratikleşme örtüsü altında gerçekleştirilecek bu süreci
gerekçesiz bırakabilir. Oysa AB hedefinin sürmesi ve onun taleplerinin yerme
getirilmesi bürokratik etkinliğin tasfiyesi için gereklidir. Yanı AB artık
sanal bir hedeftir ama bu içerde güç kayması ıçm kullanılabilir.
Ülkeye yönelik yoğun para girişi ve
devletin ekonomideki kontrolünün tasfiyesi siyasal gücün el değiştirmesinin
önemli bir ayağı ıdı ve bu büyük ölçüde gerçekleşti. Şimdi ışın ikinci
safhasın- dayız yani bu gücü destekleyen sosyal değer yargılarının değiştiril-
meşine çalışılmaktadır. Demokrasi
taleplerinin nedeni budur ve bu konuda İslamcılarla liberallerin ortak hareket
ettikleri görülmektedir. Kürtlerın demokrasi taleplerini de buna katabilir
mıyız?
Türkiye ile AB arasında, müzakerelere
başlamak ıçm yapılan pazarlıkları genel eğilimden farklı bir gözle görmek de
mümkün. Bizimle AB arasında geçmesi beklenen tartışmalarda tarafların birinin
biz mı yoksa İngiltere’nin öncülük ettiği bir kanadın mı olduğu anlaşılamadı.
Dönem Başkanı İngiltere’nin karşı tarafı mı yoksa bizi mı temsil ettiğini
söylemek zor. Sorunun apaçık halı bizim taraf mı yoksa konu mu olduğumuzdur.
Böyle bir soru Türkiye’nin önemsiz ya
da yetersiz olduğu anlamını taşımaz. Sadece bizim üyeliğimizi bizden çok
isteyen binlerinin olduğunu gösterir.
AB konusunda İngiltere’nin tavrının
açıklığa kavuşturulması hem bizim hem de AB’nin geleceği açısından belirleyicidir.
Böyle bir çaba kimseye yandaş ya da karşıt olduğumuz biçiminde algılanmamalıdır.
Gideceğimiz yerin nasıl bir yer olduğunu, buradaki sorunların neler
olabileceğini çözmek doğru politikalar belirlemek açısından gereklidir.
Bizim üzerimizden yapılan tartışmalar
AB’nin tekli yapıya sahip olmadığını, içerde, ayrıntı sağalmayacak farklılıklar
olduğunu açığa çıkardı.
Gelişmelere farklı anlam vermemizin
nedeni metotlarımızın aynı olmamasından kaynaklanıyor. Bazıları sorunu farklı
kültür ve medeniyeti temsil eden ülkemizle AB arasındaki uyum zorluğuyla
açıkladı hatta başbakanımız birlikteliğimizin medeniyetler çatışmasını
engelleyeceğini ilen sürdü. Bu tartışmayı çok ilginç bulduğumu itiraf
etmeliyim. İlişkilerimizin! ilk başladığı gün de biz aynı ko-
numdaydık ve hiç kimse bunu bir engel
olarak görmedi. Bunu ileri sürenlere “Günaydın, farklı olduğumuzu yeni mi
anladınız?” demek gerekirdi. Bu farklılığın bir sorun olması sosyolojik değil,
kültür ve inancımızın yepyeni sıyası dinamikler kazanmasına bağlanabilir. Sorun
siyasıdır ve şu anda İslam'ın kazandığı sıyası boyutla ilgilidir. Yanı sorun
farklı medeniyetlere ait olmaktan değil farklı sıyası yapıların içinde
olmaktan kaynaklanmaktadır ve bu sıyası boyut ne ülkemizde ne de dünyada somut
bir biçimde algılanamamaktadır. Siyasal İslam’ın dünya dengelen içindeki yen,
ittifakları, hedeflen ve karşıtları bilinmemektedir. Onun diğer dinlerle
çatıştığını söylemek son derece anlamsızdır ve bağımsız bir hedefi ve
politikası olmadığı ilk bakışta anlaşılmaktadır.
İngiltere’nin siyasal İslam’la
dışkısı açıklığa kavuşmadan Türkiye’ye verdiği destek anlaşılamaz. Bakış
açımızdaki farklılık bu noktada daha da belirginleşiyor. Bazıları
demokratikleşme ve özelleştirmelere bir ilke meselesi olarak bakarken ben
bunun sıyası güç transferinin bir aracı olduğunu ve ülkemizdeki egemen gücün el
değiştireceğini düşünüyorum ve ekonomik gücü kontrol edenlerin siyası
kimliklerini merak ediyorum. Amacım yeni egemen gücün kim olacağını kestirmek.
Açık söylemek gerekirse bunların inançlarıyla ne olumlu ne de olumsuz yönden
ilgilenmiyorum.
Bazıları bir ülkenin gücünü ve
etkinliğini o ülkenin sınırları içinde arar. Elerinde bunu ölçecek kriterleri
vardır. Milli gelir, dış ticaret ve daha bir sürü ölçülebilir büyüklükleri
sıralayarak her şeyi açıklayabilirler. Ben bunun son derece anlamsız olduğunu
düşünüyorum. Ve bir ülkenin gücünün sınırlarını çok dışında aranması gerektiğine
inanıyorum.
İngiltere dünyaya AB perspektifinden
bakmıyor ve kendisini onunla özdeşleştirmiyor. Ülkesinin sınırları dışındaki
varlığının Britanya Adası’ndaki varlığından daha önemli olduğunun farkında.
Bü-
yük Ortadoğu Projesinin kapsadığı
alanın herkes ıçm belirleyici olduğunu bildiği için orada var olmanın
kaçınılmaz olduğunu düşünüyor ve bu hemen bir soruyu sormamızı gerektiriyor.
ABD ile İngiltere acaba bir ortak mı yoksa aynı alanlarda at koşturan ıkı
rakip mı?
İngiltere bölgede etkinliğini
sürdürdüğü ölçüde ortak olarak kabullenilecek ama kaybederse bir kenar devlet
ve AB’nın üyelerinden biri olmaya mahkum olacak.
Ben son tartışmalarda taraflardan
birinin İngiltere olduğunu ve bizim bu tartışmanın konusu haline geldiğimizi
düşündüm ve bu ülkenin politikalarını hayranlıkla izledim.
****
Arap Yarımadasındaki prenslerin
zenginliğini bugüne kadar anlayamadım. Zenginliğin kaynağının ekonomiye
yapılan katkının bir sonucu olduğunu söyleyen liberaller bu sorunun cevabını
biliyor olmalılar. Hayatı boyunca sadece ücret gelin elde eden bazı insanların
siyasete girdiklerinde ya da toplumu yönlendiren kişiler olduklarında
zenginleşmesinin iktisadı nedenlerini de bilirler herhalde. İktisadın bu dalı
üniversitelerde okutulmadığı ya da akademisyenlerin ilgi alanına girmediği ıçm
bilmediğim bir konu üzerinde yazı yazdığımı itiraf etmek zorundayım. Benim
ılgım sadece amatörce ve bazı soruları bu ışın ustalarının cevaplandırmasını
bekliyorum.
Son zamanlarda ülkemizdeki eşi
görülmemiş bir iktisadı canlanma yaşanıyor ve herkes bu ortama girmek için
yarışıyor ama bir şey bana biraz garip görünüyor. Neden dünya ölçeğinde bilinen
ve zenginliklerini ünlü bir işletmeye sahip olmakla kazananlar değil de ismini
ilk defa duyduğumuz kimseler ve zengin prensler geliyor?
Ayrıca şu sorunun cevabını da
bilmiyorum. Arap Yarımada- sı’nda bir sürü devletçik kuranlar, buraların
yöneticilerini atayanlar bırakıp gittiler mı? Burada oluşacak zenginliklerin bu
yöneticilerin
keyfine göre kullanılmasına izin mı
veriyorlar7 Yoksa bunlar sadece birer mutemet konumundalar mı yoksa
kurulan bir kontrol sistemiyle bu zenginlikler kurucuların isteklerine göre mi
kullanılıyor?
Bu sorulara şöyle bir cevap
verilebilir: “Sana piyangodan para çıkmadığı ıçm bilmiyor olabilirsin. Birinci
ve İkinci Dünya savaşları aslında birer çekilişti ve bu prenslere en büyük
ikramiye çıktı. Onlar da bunları kullanıyorlar ”
İktisatta bu boyut ihmal edilebilecek
kadar önemsiz değil. Yirminci yüzyılı şekillendiren petrol birtakım şanslı
insanlarca yönlendiriliyor ve onların aldıkları kararlar en büyük güçlerin
kaderlerini belirliyor. Petrol fiyatları artınca Avrupa daralıyor, ABD
kazanıyor, Rusya ferahlıyor ya da tersi oluyor. Bu konudaki kararları da zengin
kral ve prensler veriyor.
Bizim gibi sıradan insanlar
bürolarda, fabrikalarda uğraş verirken onlar saraylarda oturuyor ama ekonomiye
katkıları o kadar büyük kı ödülleri hayal gücümüzü bile aşıyor. İsteseler
büyük bir savaşın tetikleyicisi bile olur ve dünyayı cehenneme çevirebilirler.
Bazen içlerinden biri Batı medeniyetine kızıp El-Kaıde isimli bir örgüt
kuruyor ve dünya devlerinin hayatını karartabiliyor.
Bizi ıstedıklen biçimde düşünmeye
zorlayabiliyorlar. Bir zamanlar sağ-sol kavgası yapanlar, dünyadaki mücadeleyi
ekonomik siyasi, stratejik nedenlere bağlayanlar ne kadar yanıldıklarını, asıl
savaşın dinler arasında olduğunu anlayıp şaşkına dönüyor ve dünyanın efendisi
sayılan ABD başkanı emirleri Tanrı katından almaya başlıyor.
Paranın siyaset dışı ve hatta üstü
olduğunu anlıyoruz. Devletler önemini yitiriyor ve uluslar üstü bir faktör
yani para tek belirleyici hale geliyor. Sermayenin tek amacı kazanmaktır ve en
çok kazanacağı yere gider diyoruz. Eğer bize geliyorlarsa bunun nedeni ortamın
uygun oluşundandır, onlar da biz de kazanacağız diye düşünüyoruz. Uluslararası
güç dengesi, egemenlik mücadelesi gibi
köhnemiş düşünceleri tek edip modem
kavramlarla dünyayı açıklamaya başlıyoruz.
Benim gibi bir avuç eski kafalı da
hâlâ bu paraların hangi sıyası amaca yönelik olduğunu, arkasında ne gibi sıyası
hesapların yattığını sorguluyor. Oysa ticareti bilenlerin, paradan
anlayanların böyle bir derdi yok. Uluslararası piyangodan büyük ikramiye
kazanan kral ve prenslerin paralarını kullanmanın ne zararı olabilir7
Sız piyangodan para kazansanız piyango idaresi sızın bu parayı nasıl kullandığınıza
karışır mı? Ingilizler de bu devletleri kurup gittiler artık karar buraların
yöneticileri tarafından alınıyor?
İktisat bir bilim değil bir kurgudur.
Hemen yeni bir kurgu yaratabilir ve zengin prensleri önemli bir aktör olarak
sayabilirsiniz. Senaryo yazarını da ihmal etmeyin.
*****
Şu sıralarda herkesin sorunu PKK’nın
nasıl tasfiye edileceği. Türkiye, ABD, Kuzey Irak’takı Kürt oluşumu,
güneydoğudaki egemen güçler bu örgüte karşı ve onu tasfiye etmeyi istiyorlar a-
ma bu kadar büyük bir ittifak bir türlü aralarında anlaşamıyor ve rakiplerine
göre anlamsız sayılabilecek bir örgüt varlığını sürdürüyor. Eğer durum buysa
gerçek dışı bir tablonun varlığından söz edilebilir.
Son olarak MİT Müsteşarı Barzanı’yi
ziyaret ederek ortak bir tavır belirlemeye çalışıyor. ABD’nin böyle bir
ortaklığı destekleyeceği biliniyor ama somut bir sonuç alınamıyor. Bu manzarayı
açıklayabiliyor musunuz? Neyin pazarlığının yapıldığını biliyor musunuz? Yıllardır
süren bu kavganın gerçek nedenlerini anlamak ve açıklamak zor. Çünkü ihtilafın
nedeni bildiklerimizden farklı ve hepimiz sanal bir senaryoyu izliyoruz.
Irak’ın işgalinden önce PKK’nın
Türkiye topraklarının bir kısmı
üzerinde bağımsız bir devlet kurmak
istediğim düşünüyorduk ama kimse bunun mümkün olup olmayacağını sorgulamadı.
Karşı tarafın projesini gerçekleştiğini düşünüp nasıl bir yapının oluşacağını
tartışabilir ve böyle bir devletin hayalden de öte olacağını görebilirdik.
Çatışmanın nedeni ve hedefi bölgedeki egemen gücün tasfiye - sıydı ve PKK o
gücün yerini almak istiyordu. Bunun Türkiye’deki siyasal tabloya etki etmesi
doğaldı ve asıl istenmeyen buydu. Yanı çatışma ülkenin bütünlüğüne yönelik bir
tehdidi ortadan kaldırmak değil, mevcut güç dengesini değiştirecek bir siyasal
hareketin önlenmesi amacını taşıyordu. Onun bölücü olarak nitelendirilmesi ise
mücadeleyi kolaylaştırıyordu.
Türkiye’yi yönetenler güneydoğudaki
var olan güçleri değiştirmek istemediler, hatta onun daha da güçlenmesine
yardımcı oldular.
Bu siyasal bir tercihtir ve ülkeyi
yönetenlerin böyle bir seçim yapmaları en doğal haklarıdır. Ülkenin
güvenliğini, kendi iktidarlarının geleceğini böyle bir yapıda görebilirler.
Eleştirilecek şey olayın sebeplen konusundaki tartışmaları engellemeleri ve
bunu yapmak isteyenleri, her türlü yola başvurarak sindirmeleriydi.
Bugünkü manzara şöyle özetlenebilir:
Türkiye’nin desteklediği ve güçlendirdiği yerel egemenlerin bir bölümü, Kuzey
Irak’ta oluşan yapıya sempati duymakta ve var olan şartlar içinde federatif bir
yapı istemektedir. Bu çözüm, ayrı devlet olmanın risklerini taşımayacak, tek
zenginlikleri olan petrolün risksiz pazarlanmasını sağlayacak ve geleceğin
şartlarına göre yeni yapılanmalara açık olacak. Bunun AB- D’nin de desteğiyle
gerçekleşebileceğini düşünüyorlar ama bir sorunun çözülmesi gerektiğin de
farkındalar. Kürtlerın yaşadığı tüm bölgelerde feodal bir yapı egemendir ve bu
yapı, çözülmek bir yana, ticaret ve siyaset kanalıyla elde edilen zenginlikler
yüzünden daha da güçlü bir hale gelmektedir. Bir yanda büyük zenginlikler diğer
yanda sıfırla ifade edilebilecek gelirle yaşamaya mahkum kitleler
vardır ve petrolden elde edilecek
gelirler bu tabloyu sadece daha vahim hale getirecektir. Alt gelir gruplarında
etkin olan PKK bu yapı için ciddi bir tehdit oluşturacaktır.
Barzanı yönetimi bu örgütle çatışmak
yerine onu eritmek ve parayla satın almak niyetindedir. Böylece terazinin karşı
kefesindeki bir ağırlık kendi tarafına çekilecek ve iktidarı güç kazanacaktır.
Eğer PKK Türkiye tarafından tasfiye edilirse, örgüt hem çaresiz kalacağı hem de
hasım olarak Türkiye’yi göreceği ıçm, Türkiye karşısında da elini
güçlendirecektir.
PKK futbol sahasındaki bir topu
andırmaktadır Herkes bu topun karşı kaleye atılmasına çalışmaktadır. Önemli
olan topun kendisi değil golü hangi tarafın yiyeceğidir.
Son zamanlardaki provokasyonlara,
orduya yönelik yıpratma kampanyalarına, olayların ayrıntılarında boğulmadan,
biraz yıkardan bakarsanız bu manzarada kimin ne yaptığı daha iyi anlaşılır. Ama bunlar
gereksiz, biz teröristlerin ne yaptığını biliyoruz, huzurumuz bozmak
istiyorlar ve sağa sola bomba atıyorlar derseniz o da sizin bileceğiniz bir
şey.
İslam düşmanlığını insanlık suçu
saydığımız günlere geldik. Oysa bugüne kadar kimsenin böyle bir sorunu yoktu
Nefret ettiğimiz şey komünizmdi ve onunla savaşıyorduk. Üstelik bu savaşta
İslam ve Müslümanlar en önemli bir müttefik sayılıyordu. Petrol üreten Arap
ülkeleri bir parayı andırıyordu. Bir yüzünde yönetenlerin resimlen ve onlara
meşruiyet sağlayan İslam diğer yüzünde çağa damgasını vuran petrol kuyuları
vardı. Kimse ne kadınların yaşam biçimlerini, ne de ezilmişliklerim
sorguluyordu. Bugün insanlık suçu sayılacak ölçüde karşıt olunan İslam o
günlerin gözdesi konumundaydı.
Acaba Batı bu parayı kullanmaktan vaz
mı geçiyordu? Yoksa
paranın tura kısmını silip yeni bir
şekil vereceği parayı mı kullanacaktı ve paranın yazı kısmı eskisi gibi
kalmaya devam mı edecekti? Siyasal İslam’ı Müslümanlar yaratmamıştı. Siyaset
planlayıcıların masalarında oluşturulan bu akım şimdi onların bir numaralı
hasmı haline gelmişti.
Onlar İslam’ı sıyası bir araç biz ise
bir inanç olarak görüyorduk. İnançlarımızı bir silah haline dönüştürenlere
karşı koyamadık hatta bunu severek kullandık. Çünkü İslamcı akım binlerine
iktidar ve bunun getireceği zenginliklerin yolunu açıyordu.
Bazı kimseler tüm yaşamlarını bir hiç
uğruna harcadıklarını görmekle kalmadı gelecek ıçm besledikleri hayallerin de
gerçekleşemeyeceğini anladı. Hayatı boyunca Varşova Paktı ordularının önünü
kesmek için planlar hazırlayan, bu konudaki başarılarıyla övünen ve
ödüllendirilen askerler bir hayalle savaştıklarını düşünmeye başladı. Acaba
böyle bir husumet hiç olmamış mıydı? Bütün ömrünü adadığı mücadele tamamen
sanal mıydı? Bir zamanlar el üstünde tutulup alkışa boğulanlar artık bir yük
olarak görülmeye başlamıştı.
Gecesini gündüzüne katıp komünist
ajanlarını izleyen, ülkesine yönelik yıkıcı faaliyetleri engellemek ıçm birçok
kışının hayatının kararmasına neden olan istihbaratçı şimdi müttefikleriyle
birlikte İslamcı teröristleri izlemenin burukluğunu yaşıyordu. Belki de içinden
sıra bana da gelebilir mi diye geçirmekteydi.
Türkiye’de sadece Türklerm yaşadığını
söylediğimiz günlerden en yetkili kişilerin nerdeyse bütün ırkların ülkemizde
yaşadığını söylediği günlere geldik. Tek eksiğimiz Çın lokantasında çalışanların
anılmaması olabilirdi ve belki de bundan alınmışlardı.
Herkes neyin doğru neyin yanlış
olduğunu tartışıyordu ama kimse bu tartışmaların boşuna olduğunun farkında
değildi Asıl soru bu değişimlerin kimin eseri olduğu ve bundan sonra neyi değiştirecekleri
olabilirdi. Ama kimsenin böyle bir tavır içinde olma-
yacağı kesindi Çünkü her değişikliği
kendilerinin eseri sayıyorlardı. Bugüne kadar yanlış bir yolda yürünmüştü ve
kendileri tüm yanlışları düzeltmek niyetındeydıler bunu gerçekleştirecek
kararlılık ve güce sahiplerdi.
Kimse dönüp arkasına bakmadı ve
paranın tura yüzündekı- lerin geçici, yazı yüzündekilerm kalıcı olduğunu fark
etmedi. Paranın bir yüzünde görünmek yerine parayı basan konumuna gelmeyi
düşünmedi.
Bugüne kadar ülkemizin böyle bir
şansı da yoktu. Ama bugün tüm yapılar yeniden belirlenirken tarihin bize
sunduğu etken olmak imkanını kullanmaz ve kalabalıklar içinde slogan atanlar
gibi davranırsak paranın tura yüzünde yine binlerinin resmi olacaktır ama para
basan olmayacağız.
Sistem yeniden şekillenirken
binleriyle ortak olmak, onların tasavvurlarını paylaşmak ve buna katkıda
bulunmak son derce anlaşılabilir bir şeydir. Ama bir savaşta kurmay heyetinin
içinde olmakla hazırlanan planları uygulayan kahraman bir asker olmak
farklıdır. En kahraman asker bile eğer kazanan taraftaysa ödüllendirilir veya
anılır. Kaybeden tarafta olanın sonu yokluktur.
Sorunumuz ülkeyi yönetenlerin
kahraman bir asker olmakla mı yetinecekleri yoksa savaşın stratejilerini
belirleyenlerden mı olacaklarıdır.
Petrol zengini ülkenin parasının
üzerinde resim olmak mı istersiniz yoksa parayı basan mı?
Ülkemizde büyük çoğunluk bir yıkım
ekibi gibi davranıyor. Eğer bir sorunumuz varsa, bu soruna neden olduğunu
sandığımız odakları imha etmek için kollarımızı sıvıyor ve çatışmaya başlıyoruz.
Kimsenin inşa etmek gibi bir derdi yok. İçinde bulunduğumuz
yapıyı sağlamlaştırmak, saldırılara
karşı güvenli hale getirmek gibi bir projemiz olmuyor.
Eğer karşımıza Kürt sorunu çıkmışsa
yapılacak şey basit. Sorun saydıklarımızı bertaraf ederek bu dertten
kurtulacağımıza inanıyoruz. Bu olayın nedenlerini araştırmak, onu yaratan ortamı
etkisiz hale getirmek ayıp sayılıyor. Sadece korkakların ve ülkesini yeten
kadar sevmeyenlerin böyle davranacağına inanılıyor. Çünkü herhangi bir
olumsuzluk onu doğuran şartların bir sonucu değil kötü adamların
dayanışlarından kaymaklanır ve bunlar ortadan kaldırılırsa sorun da biter
sanılıyor.
Geleceğimizi de ipotek altına alan
fedakarlıklara rağmen sorun, çözülmek bir yana, daha da büyümüşse,
yaptıklarımızı irdelemek yerine, aynı yolu izlemeye devam ediyoruz.
İşın ilginç yanı hiç kimse yok etmek
istediklerini ortadan kaldıramıyor, onu daha da güçlendiriyor ama korumaya
çalıştığı bina ciddi hasarlar görüyor. Birisi eline kazmayı alıp yıkıma
başlamışsa bilin kı kendi oturduğu binayı yıkacak ve diğerine boş bir alan açacaktır.
Eğer milliyetçiler iktidarın bir parçasıysa ülke yabancıların ekonomik
kontrolüne giriyor, İslamcıların egemenliği hem tüm iddialarının çürüdüğü hem
de terör örgütü olarak algılandıkları bir dönem haline dönüşüyor.
İnşa etmek isteyenler horlanıyor.
Sürekli kahramanlık hikayeleriyle yönlendirilen halk yapmayı ayıp, yıkmayı
kutsal sayıyor. Sırtında mermi taşıyan köylü kadın ülkeye hizmetin en üst
değerdeki simgesi sayılıyor. Hiçbir şey bilmeyebilirsin, geriliğin dip noktasında
olabilirsin ama bu şartlarda bile imkansızı başarabilirsin deniyor. Eğer gerçek
buysa bir şeyler inşa etmenin ne gereği vardır ne de faydası. Madde,
belirleyici olmak bir yana, insanların ruhunu öldürdüğü için, zararlı da
olabilir.
Birisi çıkıp “Fabrika, baraj yapın,
tarımın yapısal sorunlarını
çözün, ileri teknoloji kullanın,
insanları öğrenen ve inanan değil düşünen bireyler haline getirin’’ derse dudak
bükülüyor ve “Ne kadar ilkel bir kafa, hâlâ dünyayı anlamamış, her yerden oluk
gibi para akarken ve kovamızı bunlarla doldurmak varken adam bizi zora sokmaya
çalışıyor” deniyor.
Kendilerini hoşgörüyle
özdeşleştirenler farklı olana karşı sınırsız bir husumet içinde olabiliyor.
Hoşgörülerinin kendileriyle amaç birlikteliği olanlara karşı sergilendiğini,
bir bütünün parçasıysanız sızı kabul edebildiklerim görüyorsunuz. “Bak, kolumla
bacağım birbirine benzemiyor ama ikisini de senyorum" diyor Farklı bir
bedenin beyni bile onları çileden çıkarmaya yetiyor
Düşündüğünü sandığınız insanların
iler sürdükleri fikirleri şüpheyle karşılamaya başlıyorsunuz ve aklınıza
“Kimin değirmenine su taşıyor?" sorusu takılıyor. Bir değişme varsa bunun
kendisinde mı kaynaklandığını yoksa destekçilerinin mı değiştiğini
çözemiyorsunuz.
Herkese, varılan sonuçlar sizin mı
hedefınizdı yoksa karşı taraf mı amacına ulaştı sorusuna içtenlikle vereceğiniz
cevap yaptığınızın doğru olup olmadığını gösterir de diyemiyorum. Çünkü sürekli
hedef ve metot değiştiriyorlar. Bu da her zaman haklı olmaları anlamına
geliyor.
Herkesin elinde bir kazma
karşısındakinin binasını yıkmaya çalışıyor ama büyük bir gürültüyle çöken
kendi binası oluyor. Hiç kimse çıkıp “yaptıklarım bana değil karşımdakine zarar
vermeliydi, galiba bir hata yaptım” demiyor.
Sadece yıkarak ve savaşarak bir yere
varılamaz. Güvenli bir ortam yaratarak kimsenin saldırmaya cesaret edemeyeceği
ya da bir başarı umudunun olmadığı bir yapı kurmak sürekli vatanı kurtarmak
zorunda kalmaktan daha iyidir. Elinizdeki kazmayı bırakın demiyorum ama inşa
etmek gibi bir kavramın da olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Bundan sonra manşetlerden, flaş
haberlerden çok satır aralarındaki mesajların daha önemli olacağı anlaşılıyor.
Yazılan ve söylenenlerin, iktidar yandaşları dışında, olumsuzluklar içermesi
sürpriz olmayacaktır.
Bu, Anayasa fırlatma krizi gibi,
güncel bir olayın tırmanmasına bağlansa bile sebep daha derinlerde görünüyor.
İktidarın çizgisinde ciddi bir değişme olmamasına rağmen ona yönelik tavırdaki
bu farklılığın sebebi ne olabilir7 Aynı politikaları geçmişte
desteklemiş olanlar bugün neden olumsuz davranmaya başladılar?
Böyle bir değişikliğin olacağını
tahmin ediyor ve 2005 yılının önemli değişikler getireceğini söylüyordum.
Sürecin, biraz gecikmeyle de olsa, başladığı anlaşılıyor. Ancak hâlâ karanlık
noktalar olduğu gözleniyor. Mevcut sıyası partilerin dışında bir alternatif
olmadığı ancak bunların da radikal sıyası altüst oluşa sebep olamayacağı
görülüyor. Beklenen oy kaymalarının birini biraz ileriye diğerini bir adım
geriye götürebileceği ama güç dengelerinde büyük bir değişmenin olmayacağı
hesaplanıyor.
Toplumu sürükleyecek bir alternatifin
çıkmaması bir imkansızlıktan çok uygulanmakta olan bir stratejiyi akla
getiriyor. Var olanların hiçbirinin sürükleyici olamaması ama bu konuda genel
bir beklentinin varlığı ciddi bir çelişki oluşturuyor. Çok sayıda alternatif
adayının olduğu ve bunların partileşme çabaları yürüttüğü biliniyor ama onları
ete kemiğe büründürecek güçlü bir destek gözlenmiyor. Beklenen bütün bu
teşebbüslerin başarısız olacaklarını anlamaları ve güç odaklarının desteğini
sağlayacak bir alternatife boyun eğmeleri olabilir mi?
Yeni bir alternatifin Türkiye’nin
gelecekteki rolü ile uyumlu olması gerekiyor. Daha açık bir ifade ile bir
geçiş sürecinin yükünü taşıyıp sonra tasfiye edilecek cinsten olmaması
gerekiyor. Geçmişte DSP, MHP gibi partilerin bir saman alevi gibi parlayıp,
kendilerinden
beklenen rolleri oynadıktan sonra yok
olmalarına benzer bir süreç öngörülmüyor. Bu defa dünya ile uyumlu, ıç
dinamiklerle barışık ve uzun süreli hedefleri gerçekleştirebilecek bir yapı
oluşturulmaya çalışılıyor. Böyle bir yapı toplumun hiçbir kesimiyle
özdeşleşmeyen ama hiçbirinin kategorik olarak reddetmeyeceği bir hareket
olabilir. Bu herkese mavi boncuk dağıtmaktan farklıdır. Herkese verilecek mesaj
“Sizi temsil etmiyorum ama sorunlarınıza yabancı değilim ve onların, en azından
bir bölümünü, çözebilirim” biçiminde olabilir.
Toplumdaki farklılıkların ve
gerginliklerin kontrollü bir biçimde tırmandınlması ama taraflardan hiçbirinin
kesin bir zafer umudunun olmaması onları uzlaşmaya razı edebilir diye
düşünülüyor. Çevrede en keskin görüşlerin uçuştuğunu ama hiçbirinin gücünün, ne
dünya ölçeğinde ve ulusal düzeyde yeterli destek bulamadığı görülüyor.
Böyle durumlarda ya her görüş kendi
örgütünü kurar ve rekabet siyasi alana taşınır ya da bir uzlaşma platformunda
buluşulur. Toplumdaki gerginliğin üst düzeylere tırmanmasının ve tarafların
ayrı örgütlenmelerin çatışma riskini artırması kaçınılmazdır. Bu nedenle
gerginlik ve farklılık belli bir düzeye varınca geniş kitlelerin ortak
yanlarını ifade eden bir çatı altında toplanılabıleceğı düşünülüyor.
Seçim barajını düşürmemek isteyenler
kararlarını bugünkü yapıya göre verdiler. Farklı bir ortamda bundan en çok
kendileri zarar görebilir. Mallarını ortaya döküp onun en iyi olduğunu söylemek
bir pazarlama metodudur, bir ihtiyacı yaratmak ama uzun süre insanların bunu
bulamaması ve birden bir tek mağazada bu malın bulunduğunun söylenmesi ve
herkesin buraya yığılmasının sağlanması da bir başka metottur. Göründüğü
kadarıyla bir alternatif ihtiyacı yaratılmıştır ve mevcut partilerin hiçbirinin
bu ihtiyaca cevap veremeyeceği izlenimi yaratılmıştır. Yeni bir mağazanın
açılacağını ve önünde uzun kuyruklar oluşacağını sanıyorum. Satılan mal tam istediğimiz
gibi olmasa bile hiç istemeyeceğimiz cinsten olmayacaktır.
Bir ülkede kalkınma planı yapmak,
ayrıntılar bir yana bırakılırsa. çok kolaydır. Bir liralık yatırımın en çok
katma değer yaratacağı alana elinizdeki kaymakları, yanı ıç tasarrufları ve
dışardan sağlayacağınız imkanları yatırırsınız ve böylece gelirinizi en yüksek
oranda artırırsınız. Eğer Afrika’nın sıcak bir ülkesiyseniz, bir birim yatırımın
en yüksek gelir getireceği alan belki muz yetiştirmektir ya da kahve tarımıdır.
Böylece işçilerinizin kamı biraz daha iyi doyar ve işverenler daha lüks bir
hayat sürerler. Ama sonuç olarak siz bir muz cumhuriyeti olursunuz.
Türkiye ekonomik açıdan bir muz
cumhuriyetidir ve kalkınma felsefesi, gelirini en çok katma değer yaratacağı
alana yatırım yapmak suretiyle artırmak üzerine kurmuştur. Başlangıçta olumlu
sonuçlar yaratan bu yolun sonu bir çıkmazdır. Çünkü muz yetiştirerek
ulaşılacak zenginliğin bir sınırı vardır ve bu sınır çok yukarılarda değildir.
Türkiye 1960’dan beri halkın en çok ihtiyaç duyduğu malları yurt içinde
üretmeye çalışmış ve böylece hayat standardını bir ölçüde yükseltebılmiştir.
Zaten halkın en çok ihtiyaç duyduğu mallar, aynı zamanda birim yatırım başına
en yüksek katma değer sağlayan alanlardır.
İkinci bir amaç da birim yatırım
başına en yüksek istihdamı sağlamaktır. Size yol gösteren bu ıkı kriter ise.
yanı en yüksek katma değer ve istihdam ise tuzağa düşmüşsünüz demektir. Çünkü
bu yol sizi geri teknolojiye ve dünyanın her yerinde ucuz emekle üretilen
malların üretimine götürür. Bu malları yurt dışına satarsanız, en geri
ülkelerin ödediği ücretler düzeyindeki bir ücreti işçilere ödersiniz ve
işverenleriniz bu ülkedeki işverenler gibi, kendi çevrelerinde büyük ama dünya
ölçeğinde cüce kalırlar.
Bulunduğunuz yerden yanı alçak bir
tepeden ufka bakan insan gibisinizdir. Göreceğiniz ve ulaşacağınız yer yakındır
ve sınırlıdır. Oysa önce bulunduğunuz tepeden daha yükseklere çıkıp oradan
dünyaya baksanız çok daha geniş bir alanı göreceksiniz. Bunun ekonomik alandaki
karşılığı yüksek teknolojileri kullanan üretim alanlarını hedef seçmek ve
kalkınmayı bu temele oturtmaktır.
Türkiye bunu yapmamıştır. En alt
düzeydeki ihtiyaçlara cevap veren, yanı karnı doyurup sırtı pek tutan malları
gen teknolojilerle üretmiş ve bunun sağladığı rahatlıkla mutlu olmuştur.
Tarımını bir ölçüde modern hale getirmiş ama topraktaki mülkiyet yapısına dokunmadığı
için küçük hatta minik işletmeler tarımın hakim karakteri olmuştur. Sanayide
başlangıçtaki şartların işaretine uyarak tekstile yönelmiş ama bunun en ilen
düzeyinin bile dünyanın gerisinde kalmamıza neden olacağını hesap etmemiştir.
1980’lere kadar içe kapalı, zorunlu
ihtiyaç maddelerini üretimine ağırlık veren ülkemiz, Turgut Özal ile birlikte
ve bu yapısıyla dışa açılmak istedi. Ekonomik olarak dünyayla bütünleşmek ıkı
farklı sonucu bir araya getirdi. Dış rekabete açılan ekonomimiz ilen teknolojileri
kullanmaya zorlandı diğer yandan ileri teknoloji ürünleri hızla piyasaya girdi.
Dış ticaretin büyük ölçüde açık vermesi ve bunun dış borçla finanse edilmesi
kaçınılmazdı. Olayın bu boyutunda siyasal hesaplar da devreye giriyordu.
Stratejik önemi büyük olan ve
59» BASIMIZ A ÇUVAL GEÇİRENLER
gelecekte büvük çatışmalara sahne olacak bir bölgede ve kilit konumunda olan
ülkemizi kontrol altında tutmak, büyük güçler açısından vazgeçilmez bir hedef
haline gelmişti.
Türkiye güçlü olduğu ıkı alanda tam
bir açmaz içindeydi. Tarımdaki küçük işletmelerin maliyeti yüksekti ve
dünyayla rekabeti imkansızdı. Tarım kesimindeki çok düşük gelirlere rağmen
ürünlerimiz dünyayla rekabet edemiyordu. Kaldı kı tarımda en ilen teknolojileri
kullanan ülkeler bile, tarım kesiminde çalışanların gelirleri ortalama gelir
düzeyine ulaştırmak ve böylece üretimi sürdürebilmek ıçm büyük sübvansiyonlar
veriyordu. Yanı önce tarımımızı ileri ülkeler düzeyine çıkaracaktık daha
sonra, zengin bir ülke haline dönüştüğümüz zaman büyük sübvansiyonları göze
alacaktık. Tekstil ve diğer tüketim malları üreten sektörlerimiz ümitsiz bir
durumdaydı. Bu malları bizden de fakır olan ülkeler üretip dünya pazarlarına
sunuyorlardı. Yanı bu sektörde çalışanların fakirlik düzeyini aşması
imkansızdı.
En fazla katma değer sağlayan malları
en çok istihdam sağlayan teknolojilerle üretmek politikası bizi bir duvara
dayamıştı ve hiçbir çıkış yolu gözükmüyordu. Eğer politikamızı değiştirip
bundan sonra çalışanlarına daha yüksek gelir sağlayan malları üretmek istesek
bile, bu alana yatırım yapacak kaynağımız yoktu. Düşük ücret ve kârlarla
çalışan ekonomimizin büyük tasarruflar yaratması imkansızdı. Kaldı ki bu
kaynakları dışardan sağlasak ve böyle bir sanayi kursak bile ciddi sorunlarla
karşılaşacaktık. Büyük çapta istihdam sağlayan tekstil ve benzeri malları
üreten kesimde ve tarımda yüksek ücret veremeyecektik ve ülke içinde vahim
gelir farkları oluşacaktı. Ayrıca kaynak sadece dışardan sağlanabileceği için
ekonomimiz dış kontrole açık hale gelecekti.
Başka bir sorunumuz daha vardı.
Yıllarca yatırım ve ara mallarının ithalini teşvik eden ama nihai malları yurt
içinde üreten eko-
nomimiz, bu alanda tamamen dışa
bağımlı hale gelmişti Türkiye’nin yeni bir mal üretmesi imkansızdı. Yatırım
malları ve ara malları ne üretileceğini kesin olarak belirliyordu ve bu
tamamen dışarının tekelindeydi.
Üretimdeki bu çıkmaz şüphesiz fınans
alanına da sirayet etli. Para politikalarını belirleyen ıç kurumların giderek
güçsüzleşmelerı parasal operasyonları güçlü dış odakların güdümüne soktu Döviz
kurları, borsa ve faiz hadleri ıç dinamiklerce belirlenemez hale geldi ve büyük
malı merkezler, bunları belirleyerek ekonomimize yön verdiler.
Sonuç olarak gen teknolojileri
kullanarak mal üreten ve bu yolla bir ölçüde refaha ulaşan ülkemiz şimdi bu
refahın bir uyuşturucu olduğunu ve bağımlılığının sağlığını tehdit etliğini
gördü.
Maalesef yapılabilecek şey, yok
olmasa bile, çok az. Her tarafından güçlü zincirlerle bağlanmış bir insanın,
kendi çabasıyla bunu kırmasını bekliyoruz. Sorunumuzu çözeceğini sandığımız
şeylerin bir sorun haline geldiğini görüyoruz.
Okuyucu kabus senaryoları yazmak
yerme ne yapılması gerektiğini söylememizi isteyecektir şüphesiz. Her şeye
rağmen bir yol göstermemiz gerekir.
İlk söyleyeceğimiz şey biraz daha iyi
olmaya çalışarak ve bununla yetinerek ılerlenemeyeceğıdır. En ileriyi
hedefleyip bunun için uğraşırsak belki hiçbir zaman en öne geçemeyız ama
arkalarda da kalmayız. Ekonomik gelişme temelde teknolojik gelişmedir ve
ekonomi biliminin en zayıf yanı mevcut yapıyı veri alıp bunun içinde hesap
yapmasıdır. Ülkeyi yönetenin hedefi bu yapıyı değiştirmektir. Türkiye nedir ve
buradan nereye giderim sorusu yanlıştır. Problem şöyle konulmalıdır: Ekonomik
olarak kalkınmış bir ülke nasıl olur ve ben ülkemin yapısını buna göre nasıl
değiştirmeliyim? Yanı yapının içinde düzelme değil düzelmek için yapıyı
değiştirmek hedeflenmelidir.
Türkiye’nin bugünkü yapısını bir yana
bırakın ve şöyle deyin: Bu yapı hiçbir işe yaramaz, bu binada oturulmaz. Bunun
yenisini yapacağım ve eskiye ait hiçbir şeyi kullanmayacağım. Bu yapı benim
övüneceğim, kollayacağım bir şey değil. Buna katlanmak zorundayım.
Yanı Türkiye’nin içinde ve bugünkü
Türkiye’den başka bir ülke yaratın. Bu yapı en ileri teknolojileri kullansın ve
en uç hedeflere yönelsin. Çok şey üretmeniz ve dünyayla rekabet edip etmemeniz
önemli değildir. Burada mal üretmeseniz bile bilgi ve ufuk üretirsiniz.
Türkiye’nin genliği kaynak yetersizliği değildir. Çünkü dünyadaki tek kaynak
insandır ve eğer burada gerekli insanı yetiştirirseniz bütün sorunları
çözersiniz.
Mevcut yapının ınsanlann bunlara
geçit vermeyeceğinden korkmayın. Bilgiden daha büyük güç, akıldan daha etkili
silah yoktur.
Demokratik yönetimlerde halkın
iradesi olarak yansıtılan ve seçimlerle ortaya çıkan sonuçlar sadece bir
yankıdan ibarettir. Yani sız halka ne söylerseniz, neye inandırırsanız seçim
sonuçlarında onu görürsünüz.
Şüphesiz halk her söylediğinizi
tekrarlamaz. Onun tarihsel birikimi ve sosyolojik yapısı önemli sınırlamalar getirir.
Ancak bu aşılamayacak bir engel değildir. Her düşünce ve proje onun reddetmeyeceği
bir biçime sokulabilir. Yapacağınız şey isteklerinizi, sadece biçimsel olarak,
onun şartlanmalarına uygun hale getirmektir. Böy- lece onu düşmanlarına hizmet
eder, sevmediklerini yapar hale getirebilirsiniz.
Halk bir dağ gibidir. Eğer üzerine
bir yol yapacaksanız onun biçimini göz önünde tutmak zorundasınız. Ancak yolu
hiçbir zaman o yapmaz.
Siyasal örgütlenmeler, söylendiği
gibi, halkın aşağıdan yukarıya oluşturduğu yapılar değildir. Yukarıdaki bir
güç, kendi amaçlarına uygufı düşen bir ideolojiyi, çoğu zaman büyük ölçüde
deforme ederek, siyasal yapının temeli olarak alır ve bunu kendi amaçlarına
hizmet edecek hedeflerle donatır İkinci aşama bu yapının halka ulaştırılması ve
benimsetılmesıdır. Kitle iletişim araçları zaten bu amaca uygun olarak
şekillendirilmiştir ve her zaman yukarıdaki gücün emrindedir.
Yukarıdaki güç ekonomik ve siyasal
bir komplekstir ve bu ıkı boyut birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Biri diğerini
yaratır ve besler. Ekonomik güç küçücük bir taş parçasıyken karlı bir dağın
yamacını andıran sıyası alanda yuvarlanarak büyür ve önüne gelen her şeyi siler
süpürür.
Ekonomik gücü elinde tutanlar halkı
istediği biçimde eğitir, kitle iletişim araçlarıyla şartlandırır, dostlarını ve
düşmanlarını belirler ve en önemlisi toplumsal kahramanlar yaratır.
Söylenenlerin iki niteliği vardır:
Birisi söyleme biçimi, ıkınası içeriktir. İçerik, belirleyici olmasına rağmen
çok önemli değildir. Eğer İslamcı bir kitleye sesleniyorsanız şarkınızı ilahı
formunda, liberallere hitap ediyorsanız popçu bir melodiyle seslenirsiniz. Her
ikisinin sözleri aynı olabilir.
Mesela Necmettin Erbakan kitlelere
ABD karşıtı söylemleri hangi biçimde sunduysa, onun tabanına hitap eden AKP
aynı melodileri kullanarak ABD yanlısı bir politika izleyebildi. Aynı şey ANAP
ıçm de geçerliydi. ABD'ye yakın ABye uzak olan Turgut Özal politikaları, Mesut
Yılmaz’la tepe taklak edildi ama kitleler hiçbir tepki göstermedi.
Aslında demokrasi ekonomik gücü
elinde tutanların birden fazla olması ve bunların kendi aralarında rekabet
etmesinden ibarettir. Eğer ekonomik güç tek elde toplanmışsa halkın eğitim ve
refah dü-
zeyı ne olursa olsun, sıyası otorite
tekleşir ve totaliter yönetim kaçınılmaz olur.
Bugün petrol zengini ülkelerde, refah
düzeyinin yüksek olmasına rağmen çağ dışı yönetimlerin sürdürülebilmesmm nedeni
ekonomik gücün, devlet haline dönüşmüş küçük bir zümrenin elinde olmasıdır.
ABD’nin Irak’takı diktatörlükten
şikayet etmesi ve burada demokratik bir yönetim arzuladığını söylemesi
anlamsızdır. Olacak şey bir diktatörün gidip yerine başka birinin
getirilmesinden ibaret olacaktır.
Bu gibi yönetimlerin de olmazsa olmaz
şartları vardır. Böyle bir yönetim üç ayak üzerine oturur: Birinci ayak meşruiyeti
tartışılmayan bir liderin varlığıdır. Bu lider ya krallar gibi kutsal bir
nedenle varolur ya da bir kahraman olmalıdır. İkinci ayak, eğer lider bir
kahramansa, onu destekleyen bir efsanenin varlığıdır. Üçüncü ayak ciddi bir
düşmanın varlığıdır. Bu tehlikenin gerçek olup olmaması önemli değildir.
İnsanlar farelerden de korkar.
Mesela Türkiye toprakları üzerinde
bir Ermeni devletinin kurulabileceğinden ciddi bir biçimde endişe
edebilmektedir. Geçmişte Arnavutluk’un ülkemize komünizmi getirebileceği,
devletin ilgili kurumlarının bile reddetmediği bir tehdit idi.
Kahraman lider bir ülkenin varlığının
teminatıdır. Ona karşı gelmek onun kazandığı zaferi de reddetmek anlamına gelir
ve bu vatana ihanet olarak algılanır. Kahramanın ölümünden sonra, yerine
gelenler, kahramandan nefret bile etseler onun adını kullanmaya devam ederler
ve kendi politikalarını onun yarattığı efsanenin içine monte ederler. Stalin,
Lenın’den hiç hoşlanmadığı halde, icraatlarını onun heykellerinin gölgesinde
sürdürmüştür.
Bugün Irak’ta kurulması düşünülen
yeni rejimin bir kahramana ve bir de zafere ihtiyacı vardır ama bu aşamada
böyle bir şey ufukta gözükmemektedir.
Bu gibi durumlarda sonuca iki
kademeli bir operasyonla ulaşılır. Birinci aşamada mevcut yapı dağıtılır ve
ülke ciddi bir yenilgiye uğrar. Yenılenlerın yönetmesi imkansızdır ve onlar
sahneden çekilir. İkinci aşamada kahraman ortaya çıkar ve kazandığı zaferle
taçlandırılmış olarak yönetime geçer. Öyleyse Irak’ta oyunun ikinci bir
perdesi daha olmalıdır. Bu sahnede Irak birini yenecektir ve endişem bu iş
için seçilen hedefin Türkiye olması ve bu amaçla Kürtle- rin
kullanılmasıdır.
Aynı şey Afganistan ıçm de
geçerlıdır. Karzaı hükümetini ülkede istikrarı sağlaması ve kalıcı olması
mümkün görünmemektedir. Kendi efsanesini yaratacak bir kahraman uzun süreli bir
çözüm yaratabilir. Umarım Türkiye ve oradaki birliklerimiz bu efsanenin kötü adamı
rolünü üstlenmezler.
Ekonomik gücün birden fazla aktöre
dağılması halinde yeni bir sorun ortaya çıkar. Bu ekonomik güçlerin hepsi veya
bir kısmı başka ülkelerin kontrolünde olabilir. Eğer kontrol eden ülke tek ise
fazla bir sorun çıkmaz. Ülke kendisini bağımsız zanneder ama gerçekte başkası
tarafından yönetilmektedir ama ülkede istikrar vardır. Birden fazla ülkenin
etkisi söz konusu ise veya bir ülkedeki çatışan taraflar, bu çatışmalarını
kontrol ettiği ülkeye taşımışsa istikrar bozulur. İnsanlar birbirinin boğazına
sarılır. Hatta çatışan taraflar, kendi aralarındaki barışçı rekabetin, burada
kanlı bir boğuşmaya dönüşmesinden rahatsız olmazlar.
Bu bir ülkenin yabancı ekonomik
güçlerin faaliyetlerini yasaklaması gerektiği sonucunu doğurmamalıdır. Ancak
bunların ekonomik boyutu aşan ve sıyası hedefleri olan faaliyetleri kontrol
altında bulundurulmalıdır. Ancak bu ışı yapacak olan bürokrasi, yabancı
güçlerin ilk hedefidir. Onlar para gücü kullanılarak satın alınır, alınamayanlar
bertaraf edilir.
Bir ülkenin tüm insanları ve
politikacıları dünyayla içi içe ya-
şarlar Bunun engellenmesi gereksizdir
hatta zararlıdır. Ancak bürokrasi mutlaka dış etkilerden soyutlanmalıdır.
Bürokratik yapı geçirgenliği sıfır olan bir zarfla korunmalıdır. Türkiye’nin
bu noktada ciddi bir zaafı olduğu söylenebilir.
Halk kendi şarkısını söylemez.
Duyduğunuz ses yönetenlerin sözlerinin bir yankısıdır. Sözleriniz yankılanacak
dağın doğasına uygun olmalıdır ve bu ses sızın sesiniz olmalıdır.
Türkiye’de yankılanan ses giderek
bizim sesimiz olmaktan çıkıyor hatta herkesin bağırıp çağırdığı bir curcunaya
dönüşüyor. Kitle iletişim araçları, halkın eğilimlerini hesaba katmadan, kendi
bildiklerini okudukları ıçm, giderek sesleri hiçbir yankı vermiyor. Yabancı
güç odakları İstanbul Boğazı’nın iki yakasında oturan kişilerle kurdukları
diyalogla ülkeyi yöneteceğini sanıyor. En çok oyu alan partinin yöneticileri
bile halkla onları, iktidara taşıyan güç odakları arasında bocalıyor hatta
kendi tabanından korkuyor. Bürokrasi, aslında kendisini aşk derecesinde seven
halkıyla arasına anlamsız semboller koyuyor ve ondan uzaklaşıyor. Halk
yapayalnız ve kendisinde yankılanacak tanıdık bir ses arıyor. Herkesin bir şey
söylediği ama hiçbiri kendi türküsüne benzemeyen sesler dağın böğründe boğulup
kalıyor.
Yapacağımız şey çok açık. Halkı
düzelterek veya değiştirerek devleti güçlendıremezsınız. Bir ülkenin zenginliği
halkın çalışkanlığının sonucu değildir ve halkımız hiçbir iyi şeyin
yapılmasını engellemiyor. Bu mermerden en iyi heykelleri yontabilirsiniz.
Eksik olan usta bir heykeltraştır. Yanı devleti yeniden düzenlemek gerekir.
****
Bazıları ülkenin geleceğini belli bir
dünya görüşünün ödünsüz uygulamasında ararlar. Bir başkası kutsal olanı
gözetmenin bütün sorunların çözümü olduğuna inanır. Oysa karşılaştığımız
sorunlar
ne ideolojiktir ne de uhrevi bir yanı
vardır. Dünyaya yön veren güç odakları belli bir projeyi uygulamaktadır ve
olaylar tamamen dünyevi ve siyasidir. Olaya bakış daha başından yanlıştır.
Binlerinin masa başında ve bir hesap sonucu yarattıkları olayları, onların mantığının
dışında anlamlandırmak ve hedeflerinin ideolojik veya inanç boyutunda olduğunu
sanmak yanlış bir başlangıçtır ve bu yanlışlık sonuna kadar
sürer.
Dünyada yeni bir denge arayışı Batı
kaymaklıdır ve yapılan hesaplar duygusallıktan ve inançlardan bağımsızdır ve
sadece rasyoneldir. İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan denge bozulmuştur ve
bir yeni denge aranmaktadır. Kimse Türkiye’deki rejimin laik veya dindar oluşu
ile en alt düzeyde bile ilgilenmemektedir.
Başkaları açısından önemli olan
Türkiye’nin yen ve burada oynayacağı rolden ibarettir. Bu konuda karar
verildikten sonra kontrolün nasıl sağlanacağı hesaplanır ve bu hesapta hangi
tarafın desteklenmesi uygun görülürse o tarafa oynanır. Daha açık bir ifade
ile önce ideoloji değil amaç belirlenir ve bu amaca en uygun olan seçilir.
Hiçbir düşüncenin önceliği yoktur ve eğer ağaca tapanlara oynamanın daha uygun
olduğuna karar verilirse tercih o yönde kullanılır.
Bu nedenle herhangi bir dünya
görüşünün sahiplen düşüncelerinin doğruluğuna güvenerek kazanmayı umamazlar ya
da destek bulamazlar. Önemli olan etkinliktir.
Türkiye’de laıkçiler diye anılan
dünya görüşü, yanlış olduğu için değil, etkisiz olduğu için zemin
kaybetmektedir. Kitlelerin beklentisi ile onların verdikleri arasında bir uyum
yoktur. Halk maddi ve manevi alanda daha iyi bir hayat sürmek istemektedir.
İlericiler maddi refahı tamamen unutmuş görünmekte ve kendilerini törensel bir
dünyaya hapsetmektedir. Halk onların söylemlerinde gelecek değil övünülecek bir
geçmiş bulmaktadır. Başarılar adeta İstiklal Sa-
vaşı’nda durmuş gibidir. Gelecek,
geçmişteki başarıları hatırlamaktan ibaret sayılmaktadır. Dünya ne kadar
değişirse değişsin, bakış açısı aynı kalmaktadır.
Türkiye’de kimse ne Cumhuriyet’le ne
de onu kuranlarla hesaplaşmak niyetinde değildir. Ama bir kesim bu niyette
olan büyük bir kitlenin var olduğunu sanmaktadır. Oysa rejim karşıtı saydıkları
tam egemenliği sağlasa bile, belki törenler aynı düzeyde olmayabilir ama
Cumhuriyet in kurucuları daha içten saygı görürler.
Burada büyük bir bencilliğe ve bunun
kötü sonuçlarına işaret etmek gerekir. Devrimciler düşüncelerini kendilerine
mal etmemekte, onu Cumhurıyet’in kurucularının talebi olarak yansıtmaktadır.
Oysa düşüncelerindeki sığlık ve ufuksuzluk tamamen kendi eserleridir. Son
derece dinamik ve riskli kararların verildiği bir dönemin insanlarını, kendi
statik dünyalarının bir benzeri saymaları haksızlıktır ve onları halkın yanlış
anlamasına neden olmaktadır.
Cumhurıyet’in kurulduğu yıllar sadece
bir başarının olduğu zaman dilimi değildir. O günler aynı zamanda eşme az
rastlanabilir bir yenilgiyi izleyen yıllardır. Yapılanların ne kadarının bizim
irademizin sonucu ne kadarının ödün olduğu bilinmemektedir. Bu nedenle
yapılanların korunması değil zihniyetin sürdürülmesi gerekir. Daha açık bir
ifade ile Atatürkçülük, o dönemde yapılanları korumak değil, aynı düşünce
sistematiğini sürdürebilmektir. Bugün, şartlar gereği, hiç istemediğimiz bir
sürü şeyi yapmak zorunda kalıyoruz. Dünya şartları bizi IMF politikalarını
izlemek zorunda bırakıyor. Oysa bunların bir ödün olduğunu hepimiz biliyoruz.
İlerdeki nesiller bunları tekrarlamak zorunda değildir.
Cumhurıyet’ı sadece bir başarı öyküsü
olarak alır, o dönemde kaybettiğimiz yerlerin yirminci yüzyılı belirlediğini
göz ardı edersek olay doğru anlamış olmayız. Bu yüzyıl Batı dünyasının mutlak
egemenliği altında geçmiştir ve bu yüzyılı şekillendiren ekonomik gü-
cün kan damarlarında terk ettiğimiz
topraklardan çıkan petrol dolaşmaktadır.
Yenilgi, çoğu zaman, bir anda veya
bir dönemde yapılan hataların sonucu değildir. Çok uzun zamanlar içinde oluşan
birikimler yenilgiyi kaçınılmaz bir kader haline getirebilir. OsmanlI’nın yenilgisi
ve tasfiyesi böyle bir birikimin sonucudur ve başarı şansı yok gibidir.
Yenilginin gerçek sebebini aramak yerine o dönemin insanlarını itham etmek
bizi rahatlatabilir ama geleceğe ışık tutmaz. Bugün de her tarafından
zincirlenmiş gibiyiz ve bize dikte edilen şartları kabul zorunda olduğumuzu
hissediyoruz. Bu durum bugünkü yöneticilerin eseri midir yoksa uzun yılların
bir birikimi mıdır?
Yıllarca mili dava olduğunu
söylediğimiz Kıbrıs’ın kaderini, son tahlilde, BM Genel Sekreteri Annan tayın
edecektir ve tarafların taleplerinin hiçbir anlamı olmayacaktır. Bu durumu
iktidarın aymazlığı mı sayacağız yoksa yıllardır sürdürülen politikaların
doğal bir sonucu mu sayacağız?
Türkiye, bugün, iki şeyi belirlemek durumundadır:
Birisi kimliği İkincisi dünya üzerindeki konumu ve rolü. Kimliğimiz tarihsel
kimliğimizin bir uzantısı mı olacaktır yoksa yeni bir kimlik mi tanımlayacağız?
Her ikisi de mümkündür ve bunların sadece bizi değil dünyayı da, belirli
ölçekte etkileyeceğini kabul etmemiz gerekir. Kendimizi Batı dünyasının bir
parçası sayıp onların içinde erimek mümkündür. Burada erimeyi olumsuz olarak
kullanmadığımı da belirtmek isterim. Bu geçmişteki misyonumuzun tamamen
tasfiyesi anlamına gelir ama bugüne kadar uyguladığımız politikanın da bir devamı
niteliğindedir. Ya da geçmişteki kimliğimizi, gücümüz ölçüsünde sürdürmeye
devam ederiz. Bu ne başkaları için bir tehdit ne de husumet içerir. Sadece
dünyayı farklı biçimde algılayan, başka bir yaşam felsefesini ifade eden
seçenektir. Bu kimlik başkaları için bir tehdit değil, onları olumlu yönde
etkileyebilecek bir farklılık olur.
Dünya üzerindeki yerimiz, rakip
güçlerin birinin yanında ve hatta kontrolünde olabilir. Mesela bu günkü
tercihimiz ABD’nin izinde gitmek olarak belirlenmiş gözükmektedir. AB’ye üyelik
bu seçeneğin alternatifi değil onun bir parçası niteliğindedir. Ayrıca bu
konum. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri, Batı’nın bize biçtiği rolle uyumludur.
Ama Türkiye kendine başka bir rol de
biçebilir. Dünyanın yeniden şekillendirilmesinde edilgen ve kabul eden değil,
teklif eden ve sorumluluk üstlenen konumda olabilir. Bunun için yeterli gücümüz
olmadığı, büyük güçlerin yanında bizim herhangi bir etkimiz olamayacağı iddiası
doğru değildir. Rol oynamak baş rolü oynamak değildir. Türkiye belirleyici
konumda olmayabilir ama herhalde etkileyici bir rol üstlenebilir. Üstelik bir
ülkenin gücünü ölçen tek bir kriter de yoktur. Mesela İngiltere ne dünya
üzerinde belirleyici bir ekonomik güce sahiptir ne de askeri açıdan diğerlerini
zorlayabilir. Ama güçlü bir devlet yapısı ve tarihsel birikimi, İngiltere’yi
diğerleri kadar etkin kılabilmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu imkanlar İngiltere’den
daha az olmamasına rağmen etkileme gücü ölçülemeyecek kadar alt düzeydedir.
Bunun tek sebebi Türkiye’nin etkin bir devlet örgütlenmesine ve geleneğine
sahip olmamasıdır. Bürokrasisi başarıya değil ideolojik ve çıkar ilişkisine
göre şekillenmiştir. Profesyonellik ikinci plandadır. Siyası kadrolar,
abartılı bir demokrasi anlayışı yüzünden, devletin içinden değil dışından
gelmektedir ve yönetim ıçm gerekli formasyona sahip değillerdir. Siyaset
anlayışları dünya boyutunda olamamaktadır. Seçilme endişesi yönetme arzusunun daima
önündedir.
Toplumdaki genel olarak gözlenen
maddi açlık duygusu, siyasilerin en önemli hedefinin zenginleşme olmasına yol
açmaktadır. Batı’da, devletin belirlediği yöneticileri halka onaylatmak olarak
algılanan seçimler, Türkiye’de farklı bir biçimde gerçekleşmekte ve sürpriz
sayılacak kimseler iktidar olmaktadır. Üstelik ekonomik gü-
cü ele geçiren dış odakların siyasal
iktidarı tümüyle belirlemeleri mümkündür.
Türkiye’de devlet farklı bir
anlayışla yeniden şekillenmelıdir ve şu anda dışarının etkilerine hatta
belirlemesine tamamen açık olmaktan kurtarılmalıdır.
Demokratik yönetimin halkın iradesini
yansıttığı, böyle bir yönetimin en doğru kararları vereceği varsayılır. Bu
yargılar içimizde hoş duygular yaratmakla birlikte doğrulukları çok şüphelidir.
Bir yönetimin halk oyuyla seçilmesi, böyle bir yönetimin halk tarafından
oluşturulduğu anlamına gelmez. Demokrasi oyununun bir tarafında halkın seçimi
varken diğer tarafında kimlerin seçim yarışına katılabileceğini belirleyen
kurallar ve olgular vardır.
Partilerin hangi ilkeler çerçevesinde
kurulabileceği, neleri savunabileceği kanunlarla belirlenmiştir. Bu kurallar
çok dar bir çerçeve çizer. Öyle ki çoğu zaman bu alan bir diktatörün sınırlarından
daha dardır. Demokrasi, hakim ideolojiye karşıt düşüncelere hukuki veya fiili
engeller koyar. Yönetime belli bir dönemde hakim olan bir gücün tercihlerini
yansıtan anayasalar, değiştirilmelerini engelleyen hukuki ve fiili tedbirleri
almıştır zate^. Aslında korunan soyut bir kurallar dizisi mi yoksa bir zümre
veya sınıf mı sorusu da cevapsızdır.
Siyasi partilere dar bir hareket
alanı bırakılmakla kalınmaz. Bir hareketin partileşmesi için ciddi bir parasal
desteğe ihtiyaç vardır. Böyle bir mali gücün bireylerden toplanması imkansız
olduğundan, siyasal bir hareket bir sermaye hareketine dönüşür. Siyasi mücadele,
sermayedarların piyasadaki mücadelelerinin bir uzantısından ibarettir. Bir
siyasi hareketi destekleyen sermaye gücü eğer piyasada tasfiye edilirse artık
siyasi planda mücadeleye gerek bile kalmaz.
Ülkemizde son ekonomik krizle
birlikte batırılan ekonomik güçler aynı zamanda siyasal bir tasfiye anlamına da
gelmektedir. Yanı sıyası mücadelenin bir seçimle bitmesi şart değildir.
Çatışan taraflar halkın hakemliğine başvurmadan da sonuç alabilirler.
Seçim, çok katı kuralları olan bir ön
elemeyi geçenler arasında yapılır. Yanı halk demokrasi sofrasında istediği
yemeği yiyemez. Binlen tarafından önüne konanlardan birine razı olmak
zorundadır.
Eğer ekonomik güçler ülke dışıyla
bağlantılı ise sorun yeni bir boyut kazanır. Dünya üzerindeki güç odakları
yarışın bir parçası haline gelirler.
Siyasal mücadelede başka aktörler de
vardır Bürokrasi, yönetimin önemli bir parçasıdır ve siyasilerden daha
yerleşik bir konumdadır. Üstelik siyasetçilerle bürokratlar arasında ilişki
açıklıkla bilinmemektedir. Görünürde siyasetçiler bürokrasiyi -yönetmekte ve
yönlendirmektedir, ancak yönetimin her kademesindeki bürokratların geniş bir
hareket alanı vardır. Bazen yönetenler yönetilenler konumuna gelebilir.
Özellikle istihbarat servislerinin artan faaliyet alanları, görevlerinin
gizliliği ve kontrol imkanının olmaması, toplum mühendisliğini sadece başka
ülkelerde ve siyasetçilerin istediği istikamette yaptıklarını söylemeyi
zorlaştırmaktadır. Bazen bu servisler kendi ülkelerinde büyük değişimlerin
sorumlusu olabilmektedir. Mesela SSCB’nın dağılmasında ve Rusya’nın dünya
üzerindeki yeni konumunun belirlenmesinde Rus gizli servisinin baş rolü oynadığı,
değişimin onlar tarafından planlandığı söylenebilir.
Silahlı kuvvetler, her ülkede aynı
derecede olmasa bile, her ülkenin yönetiminde etkin rol oynamaktadır. Savaş
gibi bazen bütün dünyanın çehresini değiştirecek olaylarda askerler belirleyici
rol oynayabilmektedir. Mesela 1991 de Irak’a yönelik bir harekatı, Özal’a rağmen,
askerler engellemiştir.
Kuzey Irak’ta şimdilik federal yapıya
razı ama bağımsızlığı hedefleyen bir Kürt yapılanmasından söz ediliyor ve
ülkemizde tedirginliğe neden oluyor. Acaba bir toplumun devlet olabilmesi ıçm
aynı soydan gelen insanların bir araya gelmesi yeterli mıdır? Kürtlerin devlet
olması gasp edilmiş bir hakkın elde edilmesinden mi
ibarettir?
Kurulacak yapının ekonomisinin
petrole dayalı olacağı ve zengin Kerkük petrol yataklarının ülkeyi ayakta
tutacağı hesaplanıyor. Bu hesap ne ölçüde geçerlidir?
Bir ekonomide üretilen mal ve
hizmetlerin değeriyle elde edilen gelirler birbirine denktir. Petrol bir üretim
saplamaz. Üretim ve pazarlama maliyetlerini aşan kısmını bir çeşit rant saymak
ve onu milli gelir hesaplarında ayrı bir yere koymak gerekir. Bir ülkede petrol
gelirine bağlı olarak oluşan diğer gelirler de petrolün değerini yitirmesiyle
birlikte yok olur. Yanı ekonomisi petrole dayalı ülkelerin ekonomik açıdan
anlamsız hale gelmesi petrolün ömrüne bağlıdır. Bu sürenin uzun olmadığı ve
yakın sayılacak bir dönemde alternatif enerji kaynaklarının devreye gireceği
anlaşılmaktadır. O zaman petrol zengini ülkeler ne durumda
olacaktır?
Şöyle bir hesap yapılabilir. Petrol
ve petrol gelirlerinden kaynaklanan üretimler bir hesapta diğer üretimler
başka bir hesapta gösterilir. Petrol gelirleri bir çeşit transferdir ve bunun
süresi sınırlıdır. Bu süre sonunda ülkenin gelin diğerlerinden ibaret hale
gelir ve bunun miktarı çoğunlukla sefalet düzeyindedir. Kısa bir süre içinde
petrol gelirlerini kullanarak bir sanayi yaratmak mümkün değildir. Ne
insanların eğitim düzeyi ne de piyasa şartları buna imkan
vermez.
Bu gibi ekonomik yapılar hastadır ve
ani çöküşlerle tükenirler. Arkada zengin ülkelere yerleşen bir avuç zengin ve
çok sayıda sefil insan bırakırlar.
Türkiye’nin güneydoğusu da farklı
nedenlerle benzer bir yapıya sahiptir. Bu bölgede kişilerin elde ettiği
gelirler bölgenin üretiminin çok üstündedir. Yanı bölgedeki tüm üretim yüz
birim ise kişiler bin birim gelir etmektedir. Bunun kaynağı sınır ticareti,
merkezden transfer edilen paralar, üretici olmayan bayındırlık yatırımları ve
devlet harcamalarıdır. Her türlü kaçakçılık da buna dahil edilebilir. Bu
bölgede de bir transfer ekonomisinin geçerli olduğu söylenebilir.
Bu gibi ekonomilerin temel özelliği
gelirin üretim süreci içinde oluşmaması ve geniş kesimlerin herhangi bir
gelirinin olmamasıdır. Gelirler sınırlı sayıda insanın elindedir ve bu bir
biçimde halka dağıtılır. Daha açık ifadeyle gelir elde etmek parası olana
bağlılık ve yakınlıkla mümkündür. Bu, para sahiplerinin siyasi açıdan da güçlü
olmasını sağlayan bir mekanizmaya dönüşür.
Türkiye güneydoğudaki yapıyı
değiştirecek yerde oraya kaynak transfer ederek düzeni sağlayacağını
düşünmüştür. Bu ters sonuçlar yaratan bir uygulamadır ve gelirini sürdürmek
isteyenler bölgede çatışmaların sürmesine muhtaç hale gelmiştir.
Ekonomiyi sadece rakamlardan ibaret
sayıp şuraya şu kadar destek sağladık demek yeterli değildir. Asıl mesele
sorunları çözen ve yeni sorunlar yaratmayan bir model üretebilmektir. Ortam
her türlü olumsuzluk için elverişli iken olanlardan şikayet etmek ve bunu
insanların yanlış davranışlarıyla açıklamak tutarlı değildir. Bölgedeki
bugünkü ekonomik yapının sorun yaratmaması bir mucize olur.
Piyasa ekonomisinin özü üretimde
rekabet ve serbest piyasa koşulların oluşmasıdır. Transfer ekonomileri,
yeraltındaki servetlerin birileri tarafından paraya dönüştürülmesi ve bazı
kişilerin bundan pay alması bu düzenin özüne uygun değildir. Piyasa ekonomisinde
geniş halk kitleleri işçidir ve üretim sürecinde gelir elde ederler. Üretim
olmayan yerde nasıl gelir elde edilebilir?
Siyası hareketler incelenirken
ekonomik yapının da göz önünde tutulması gerekir. Bu sadece militanlar parayı
nerden buluyor sorusuna cevap aramaktan ibaret olmamalıdır.
Hepimizin üzerine titrediği, uğruna
hayatımızı feda edebileceğimiz bir kimliğimiz var. Bu kadar önem verdiğimiz bu
kavramın ne belli bir kriteri var ne de zaman içinde değişmeden kalır. Bir zamanlar
sağcı ve solcu olarak sımflandırılır ve bu ayrım çerçevesinde can alır, can
verirdik. Bir komünist, diğer vasıfları ne olursa olsun, bir sağcı için ölümü
hak etmiş sayılırdı. Bir zamanlar kişisel bir özellik sayılan dindarlık
şimdilerde toplumsal bir kimliğe dönüştü ve insanlar düşmanlarını dm kriterine
göre belirlemeye başladı.
Uğruna her şeyi göze aldığımız kimliğimiz
buz üzerine yazılmış bir yazı kadar gerçek ve dayanıklı. Bir insanın kısa ömrü
içinde bile bir yenisi yazılırken diğeri erir gider. İnsanlık bu kadar etkili
ama aynı zamanda bu kadar geçici bir başka kavram icat etmedi. Üstelik kimlik
çok anlamlı olmayabilir. Bugün insanları, biraz tahrik ederek, tuttukları
futbol takımlarına göre alıştırır ve savaştırabilirsiniz. Böyle bir savaş,
kullanılan sloganlar dışında, ne şiddeti ne de sonuçları açısından,
diğerlerinden farklı olmaz. Kazanan taraf siyasal iktidarı ele
geçirir ve zaten amaç budur.
Kimlik buna rağmen tamamen keyfi
olarak belırlenemez. Kimlik bir simgedir ve asıl önemli olan bu kimliğin hangi
somut hedeflerle doldurulduğudur. Yanı bugün siyasal İslam dediğimiz şey sadece
Müslüman olmayı içermez. Onun sıyası hedefleri, ittifakları ve düşmanlıkları bu
kimliğin içinde saklıdır ve herkes siyasal İslam dendiği zaman bütün bunları da
hesaba katar.
Türkiye, kuruluşundan beri,
vatandaşlığa dayalı bir kimlik oluşturmaya çalışmış ve bu konuda önemli bir
sorun yaşamamıştı.
Şu anda bu kimliğin yetersiz kaldığı
ve yeni kimlik arayışlarının olduğunu görüyoruz ama bunun nedenini bilmiyoruz.
Bazı insanların Kürt kökenli oluşunun ve kötü niyetli yabancıların
tahriklerinin bu arayışın gerekçesi olduğunu düşünüyoruz ama yanılıyoruz.
Bir kimlik ülkenin sıyası yapısıyla
uyumlu olmalıdır. Ulus devlet tek kimlikli vatandaşlardan oluşur ama bir
yandan ulus devlet kavramından vazgeçip diğer yandan onunla uyuşan bir kimliği
sürdüremezsiniz. Ekonominizi dünya ile bütünleştirip, bir büyük bütünün
parçası haline getirirken insanları ulus devletin sınırlarına hapsetmek mümkün
değildir. Burada ne ulus devleti ne de dünyayla bütünleşmeyi savunuyor
değilim. Sadece kimliğinizle ekonomik yapınız arasında bir uyum olması gerektiğini
söylüyorum. Bu konuda kendinizi kandırmak mümkündür ve göbeğini açıp pop müziğiyle
dans eden tesettürlü kıza benzersiniz.
Türkiye’de ortak kimlik ne olmalıdır
sorusuna cevap vermek için ortak hedef nedir sorusu cevaplandırılmalıdır.
Liberal görüş insanların düşüncelerine herhangi bir kayıt koymamayı
gerektirir. Hem bu düşünceyi savunup hem de bazı şeylerin yazılmasını ve
söylenmesini yasaklamak çelişkidir. Savunulan demokrasinin sadece siyası güce
ortak olan bürokratik yapıların tasfiyesi amacıyla istendiğinin herkes
farkındadır. İstenmeyen düşüncelerin söylenmesini engellemek için para gücünün
bir şantaj unsuru olarak kullanıldığını birçok kışı yaşayarak görmektedir.
Demokrasi bir amaç değil hedefe varmak ıçm kullanılan bir araç konumundadır.
Ekonomik gücün devri ve bu amaçla
yapılan özelleştirmelerin en önemli amaçlarından biri de devletin, dolayısıyla
bürokrasinin gücünü sınırlamaya yöneliktir ve bu uygulama ulus devlet kavramıyla
çatışır.
Sözün özü şudur: Ortak hedefler
belirlenmeden ortak kimlik oluşamaz. Bu dünyanın geleceğini ve bu gelecekte
ülkemizin yeri-
nin ne olacağını belirlemeye
bağlıdır. Bu konuda ıkı seçenek vardır. Ya büyük bir bütünün parçası oluruz ve
kendi kimliğimiz bir alt kimlik düzeyine iner ya da yeni yapılanmada, ikincil
de olsa, bir aktör oluruz ve içinde bulunacağımız ittifaklar sistemiyle çelişmeyecek
bir kimlik oluştururuz. Henüz buz oluşmadı kı üzerine yazı
yazalım.
***
Bir savaşta her gün binlerce kişinin
ölmesi yadırganmaz ama barış zamanında birkaç kişinin yitirilmesi olağanüstü
sayılır. Her olay içinde bulunulan şartlara göre anlam kazanır, ilk işimiz
bugün içinde yaşadığımız dönemi doğru tanımlamaktır. Her olay geçmişte
yaşadıklarımıza göre tanımlanıyor. Oysa gerçek hayatta hiçbir şey bir tekrar
değildir.
Geçmişte savaşlar basımların
direnişini kırmak ve onu sızın iradenize tabi kılmak için fizik varlığı hedef
alırken şimdi bunun gerekli olmadığı, onların dayanışlarını kontrol ederek
aynı sonucun elde edileceği düşünülmektedir. Varılmak istenen sonuç aynıdır ama sadece
metotlar değişmiştir, insanları yok etmek yerine onları birer robot haline
getirmenin daha etkili olduğu düşünülmektedir.
Tüm savunma tedbirleri geçmiş
mücadelelere göre düzenlendiği için yeni saldırılara karşı çoğunlukla uygun
karşılık verilememektedir. İnsanlar bir eylemin saldırı mı yoksa iyiliği için
yapılmış bir eylem mı olduğunu kestırememektedır. Tüm kavramlar çift anlamlı
hale gelmiş, bir şeyi çok iyi görenler kadar onun yıkıcı bir saldırı olduğunu
söyleyenler de bulunmaktadır. Mesela milliyetçilik ülkeyi korumak için
vazgeçilmez bir duygu da olabilir veya bir ayrışmanın aracı olarak
da kullanılabilir.
Yeni savaş biçimi yeni savunma
metotlarının geliştirilmesini gerektirir. Bunun ilk adımı herhangi bir eylemi
ya da olayı sonuçlarıy-
la değerlendirmektir. Bir terör
eylemini hedef aldığı kişilere, eylemi yapanların kimliğine bakarak değil
yaratacağı tepkilerin ne olacağını belirleyerek anlamlandırmaktır.
Bugünlerde ırk temeline dayanan
birçok eylemle karşılaşıyoruz. Geçmişte söylenmesi bile büyük suç sayılan Kürt
sözcüğü bugün günlük hayatın bir parçası haline geldi. 6-7 Eylül olayları,
yıllar sonra tartışmaya açıldı. Bir din adamının Ermeni soyundan geldiği ileri
sürüldü. Azınlık vakıflarının mallarının iade edileceği anlaşılıyor. Bütün
bunları, kimilen, ülkeye yönelik bir saldırı olarak algıladı ve Türkiye’yi
bölme planlarının bir parçası olarak değerlendirdi.
Olaya bir başka açıdan da bakılabilir
ve tam tersi sonuçlara varılabilir. Eğer Türkiye, bölgesinde etkili bir güç
olacaksa, çevresiyle farklılaşmamak, onları hasım ya da yabancı saymamalıdır.
Bu, sınır - lannı aşan bir ideolojiye ve farklılıkları hissettirmeyen bir
anlayışa sahip olmasıyla mümkündür. Öyleyse onun zaten çoğulcu bir yapıya
sahip olduğu ortaya çıkarılmalı ve daha geniş bir coğrafyanın merkezi konumuna
getirilmesi sağlanmalıdır. Böyle bir gücün, dünyadaki güç odaklarından
bağımsız hareket etmesini engellemek için ekonomik kontrol araçları
kullanılmalıdır.
Bu birbirine tamamen zıt ıkı amaçtan
hangisi doğrudur7 Türkiye parçalanarak etkisizleştirilmek mı
isteniyor yoksa bir yandan güçlendırılırken diğer yandan dünyadaki güç
odaklarının kontrolü altına mı alınıyor?
Bu sorunun cevabını Türkiye’yi konu
alarak veremeyiz. Önce mücadelenin hangi güçler arasında olduğunu belirlemek ve
bu güçlerin yaratmak istediği yeni düzenin ne olduğunu kestirmek gerekir. Şu
anda dünyada tek karşı gücün El-Kaıde Türkiye’de ise PKK olduğunu düşünüyoruz
ve ufkumuzu bunun ötesine götüremiyoruz. Tüm analizlerim bunların sınırları
içine hapseden birçok insanı görmek mümkün. Oysa, bana göre, bunlar hiçbir
biçimde belirleyici
değiller. Bölgede Türkiye’den
beklenen rolün küçülerek değil, tam tersine büyüyerek gerçekleşebileceğim
düşünüyorum ya da, en azından, Türkiye böyle bir çözümün yolunu açabilir
diyorum.
Türkiye’yi düşmanlarla çevrili ve onu
yıkmak için herkesin sıraya girdiği bir ülke olarak algılamak büyük bir
yanlış. Böyle bir algılama bizi sürekli savunma konumuna getiriyor ve hiçbir
inisiyatif kullanmamıza izin vermiyor. Karşılaştığımız sorunların bizi yok olmaya
götürmediğini sadece değişmeye zorladığını ama tüm değişmelerin başkalarının
önümüze koyduğu ev ödevleriyle gerçekleştirmenin yanlış olduğunu, gittiğimiz
yerin ne bize ne de dünyaya hayrının olmayacağını düşünüyorum. Bizim edilgen
olmamız herkes için bir engel oluşturuyor.
X
Geleceğe ait tahminlerde bulunanlar,
bugünkü eğilimlerin süreceğini düşünür ve bu şartlar altında önümüzdeki süreci
değerlendirirler. Kısa dönemlerde ve bazı hallerde isabetli sonuçlar veren bu metot ciddi
hatalara da sebep olabilir.
Son zamanlarda bu yolla yapılan
tahminlere göre önümüzdeki yıllarda Çin en çok mal satan ülke haline gelecek
hatta yarattığı gelirlerin toplamı birçok gelişmiş ülkeyi geride bırakacak,
bunun doğal sonucu olarak Çin bir süper güç konumuna gelecektir.
Çin ekonomisi dünyaya “harcıalem”
tüketim malları satarak gelişmektedir. Bunun devam etmesi dış ticaret
düzeninin aynen devam etmesine bağlıdır ama bunu kimse garanti edemez. Serbest
ticaret bir dönemde savunulmuştur ve etkileri halen devam etmektedir. Ancak
bundan olumsuz etkilenenlerin tekrar korumacı politikalara yöneleceğine dair
kuvvetli işaretler görünmektedir.
Avrupa ülkeleri Çin’in rekabeti ve
artan petrol fiyatları nedeniyle iki yönlü baskı altındadır. Bir yandan üretimdeki
daralma diğer
yandan işçi ücretlerinin, rekabet
nedeniyle artırılamaması sosyal devlet anlayışında ciddi bir erozyona neden
olmaktadır. Oysa bu model ABD’ye ve dünyada egemen olan liberal akıma bir
alternatif olarak sunulmaktaydı. Avrupa ya sosyal devlet anlayışım terk edecek
ve liberalizme teslim olacaktır ya da korumacı politikalar uygulayacaktır.
Almanya’daki seçim bu açıdan önemlidir ve iktidar değişikliği çok yönlü
politika değişiklerine gebedir.
Üstelik bu eğilimin genelleşmesi ve
tüm dünyada biraz daha korumacı ve kapalı ekonomiler dönemine geçilmesi
kuvvetli bir ihtimaldir. ABD böyle bir eğilimin öncüsü olmak istememektedir
ama bu değişikliğe sempatiyle bakacağı söylenebilir. Sürekli dış ticaret açığı
vermesi ve bu durumu değiştirecek bir dinamiğin olmaması ancak genel bir
korumacılıkla aşılabilecektir.
Siyasetteki gelişmelerin de aynı
yönde olacağına dair kuvvetli işaretler gözlenmektedir. Dünyanın tek pazar
haline gelmesinin yaratacağı zayıf merkezi siyasal yapılar yerine güçlü milli
devletlerin oluşacağı söylenebilir. Rusya’nın küreselleşmenin dışına çıkmasıyla
başlayan bu akım, Almanya ve Fransa’daki olası bir iktidar değişikliğiyle
devam ederse AB, şekil olarak muhafaza edilse bile, içerik olarak gelışemeyecek
ve tek bir ekonomik ve siyası bütün haline gelemeyecektir. Bugün Türkiye’nin
üyeliği etrafında oluştuğu söylenen tartışmalar gerçekte AB’nın geleceği
üzerinedir ve dağılmanın tohumlarını taşımaktadır. Dünyanın yem düzeninin,
bugüne kadar savunulanın aksine, bütünleşme temelinde olmayacağı, bunun yerini
ittifaklar sisteminin alacağı söylenebilir.
Bu durum geleceğe ait tüm tahminlerle
birlikte, Çın ıçm yapılan analizleri de anlamsız kılar. İhracata dayalı
ekonominin, bu kanal tıkanırsa, iç tüketime yönelik hale gelmesinde büyük
zorluklar yaşanır. Çın halkı için bir anlam ifade etmeyen tüketim mallarının
üretiminden vazgeçip iç ihtiyacı karşılayacak mallar üretimine geç-
mek büyük maliyetlere katlanılmasını
gerektirir. Serbest ticaret ilkesinden sapma Çin’de ciddi bir ekonomik kaosa
neden olur.
Eğilimleri tespit edip geleceği
tahmin etmek ancak değişmeyen bir yapı ıçm geçerlıdır. Eğer yapılar değişirse
eğilimler tespit edilemez ve analizlerin yeni düzene göre yapılması gerekir.
Bu nedenle eğilim tespitlerinin hiçbir işe yaramayacağını söyleyebiliriz çünkü
dünya büyük bir yapısal değişim sürecindedir.
Türkiye’nin de aynı sorunları
yaşayacağını söyleyebiliriz. Oluşmakta olan AB’ye girmek bir hedef olarak
sunulmuştur ama şu anda bu hedefin giderek kaybolduğu gözlenmektedir. Dünya,
eğer analizimiz doğruysa, küresel bütünleşmeye zıt bir eğilim içindedir ama ülkemiz
bunun süreceği varsayımına dayanan bir ekonomik politika izlemektedir. Bir
politikanın doğruluğu ya da yanlışlığı, şartlara uygunluğuyla ölçülebilir.
Politikalarımızın dünyadaki genel eğilime uyduğunu söyleyemeyiz. Eğer tüm
dünyada merkezi yönetimler güçleniyorsa bizim bunu zayıflatma çabalarımız
zamana uygun düşmez.
İki şeyi birbiriyle karşılaştırıp
hangisinin önde hangisinin arkada olduğunu kolayca anlayacağımızı sanırız.
Bazen tartarız, bazen ölçeriz ya da tecrübelerimize dayanarak büyükle küçüğü
ayırırız. Bu yeteneğimizi sadece siyasal alanda kullanamayız. Dünyanın en büyük
gücü ABD’nin her şeye muktedir olduğunu, hiçbir gücün onunla baş edemeyeceğini
söyleriz ama ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın PKK’ya müdahalenin bir ilke sorunu
değil bir zamanlama meselesi olduğu biçimindeki sözlerini normal karşılarız. Bu
büyük güç uygun bir zaman kollamaktadır ve şu anda kendisini böyle bir müdahaleye
hazır görmemektedir. İşimize geldiği zaman sayısal mukayeseler yapar, savaşan
ıkı ordunun silahlarının dökümünü yapar ve hangisinin şanslı olduğunu tahmin
ederiz, ya da organize küçük bir grubun çok büyük güçlerle bile başa çıkacağını
söyleriz. Artık sayı-
lafın hiçbir önemi kalmamıştır. Bir
tarafta milyonlar diğer yanda bir elin parmaklarıyla sayılabilen insanlar da
olsa bunların çatışmasının mümkün olduğunu düşünürüz. Yeşil Çam filmlerindeki
bir avuç insanın bir kaleyi fethetmesi öyküsünü abartılı bulsak bile onun
gerçek hayattaki benzerlerini yadırgamayız.
İnsanların farklı zamanlarda
birbirine zıt düşünceleri savunması değişimdir ve bu değişim bir gelişme
anlamını taşır. Bazılarındaki değişim döneklik adını alır. Değişimin hangi
kategoriye dahil edileceğini değişen kışının gücü belirler. Kuran kursunda
başını örten kızları şeriat tehdidinin bir göstergesi sayan basın kuruluşları
başka bir zamanda başörtüsünü özgürlüğün simgesi sayabilir.
Soru şurada düğümlenir: Siyaset
insanların değer yargılarına göre mı şekillenir yoksa önce siyasi bir proje
hazırlanır sonra halk buna göre mı şartlandırılır? Bu sorunun cevabı şu anda
büyük öneme sahiptir. Eğer değer yargılarımız sıyası konumuzun bir sonucu ise
ilk işimiz geleceğimiz tahmin etmek olmalıdır. Belki de bırileri zaten bunu
yapmaktadır. Eğer Türkiye, geçmişinden farklı olarak, çevresiyle ilgilenecek
ve bölgede sorumluluklar üstlenecekse kendisini sınırları içine hapseden bir
ideolojiyle yetinemez. Farklı kültürleri, ırk ve dinlen yadırgamayacak bir
anlayışa sahip olmalıdır. Son otuz yıldaki sorunların, çatışmaların elde kalan
tek sonucu homojen olduğunu söylediğimiz sosyal yapımızın aslında birçok
farklılıktan içerdiğinin kabul edilmesi olmuştur. Ülkemizde çeşitli ırklar,
kültürler ve inançlar vardır. Bunların hepsi gün yüzüne çıkarılmıştır. Benzerlerin
bir arada olduğunu zannederken farklıların yan yana yaşadığını gördük ve şimdi
bunları bir arada tutacak bir çimento arıyoruz.
Binlen önce Kürtlerin farklı olduğunu
söyledi ve ilk tepki farklı- lann aynşmasının gerektiği biçimindeydi. Biz
bölünmenin endişelerini taşırken Kürtler bunun anlamsızlığını ve yapacakları
en kötü seçimin bu olduğunu gördüler veya görecekler. Aslında ne isek öyle ka-
lacağız sadece farklı olanların bir
arada olacağını bize anlattılar. Bu bir gerçeğin ortaya çıkarılması çabası
değildi ve kimsenin böyle bir derdi yoktu ancak dünyadaki yem dengelerde
ülkemizin oynaması öngörülen rol, sınırlarımızın içine kapanmamıza imkan
vermiyordu. İlgi alanımız sınırlarımızın dışına taşacak ve bölgedeki
gelişmelere karşı kayıtsız kalmayacaktık. Başlangıçta görülen Türklere ve Müslümanlara
yönelik ilgi ve bu konudaki politikaların başarısızlığı yeni bir anlayışın
tohumlarını attı. İlgi ve sorumluluğumuz insanlardan ziyade onların üzerinde
yaşadığı topraklara yönelecekti. Şunlar bizden şunlar bizden değil anlayışının
yerini şu coğrafya önemli ve bizi ilgilendiriyor, şurası başkalarının alanı
anlayışı alacak gibi görünüyor.
Ortak sosyal değerlen bulup bunları
birlikte olmanın temeli sayma anlayışı önemini yitiriyor. Orta Asya’daki
kardeşlerimizle kültürel benzerlikler arama yerini ortak ekonomik çıkarlar
yaratmaya dönüşüyor. Cevap veremediğim şey değiştik mı yoksa değiştirildik mi
sorusu.
Yazımı yazmadan önce tüm savunma
tedbirlerimi almak zorunda olduğumu hissediyorum. Düşündüklerimi hemen yazıya
döksem “gene komplo teorisi üretmiş” diyeceklerini biliyorum. Onlar El- Kaıde
diye bir örgüt icat edip dünyayı nerdeyse onun yönettiğini söyleyebilirler ya
da her şeyin altında PKK’yı arayabilirler. Birtakım gizli örgütlerin dünyayı
ele geçirmeye çalıştığını da iddia edebilirler. Eğer ben “Dünyayı kontrol eden
güçler bunlara karşı neden bu kadar kayıtsız kalıyor? Adını ezberlemeyi bile
gereksiz bulduğum bu örgütleri duyunca felçli hale mı geliyorlar?” diye
sorarsam komplo teorisi üretmiş oluyorum.
Bütün kutsal bildiğim şeyler adına
yemin ederim kı Kuş Gribi doğal bir olaydır ve onun herhangi bir gizli örgütün
ürettiği biyolojik bir silah olduğunu düşünmüyorum. Ama eğer böyle bir giriş
83 »BAŞIMIZA ÇUVAL GEÇİRENLER yapmadan düşüncelerimi söylesem bıyık altından gülümseyip “gene
uçmuş” diyeceklerinden hiç şüphem yok.
Kuş Gribi doğal bir olay olmakla
birlikte, sonuçları açısından, terör benzen bir eyleme dönüştürülmektedir. Olay
abartılı biçimde halka sunulmakta, terör eylemlerini aratmayacak ölçüde
tedirginlik yaratılmaktadır. Şu soruya vereceğiniz cevap nedir? Halk sinagog
eylemi ya da onu izleyen bombalama olaylarında mı kendisini daha güvensiz
hissetti yoksa şimdi mı? Bu güvensizlik olayın boyutuyla uyumlu mu
yoksa onu çok aşmakta mı?
Bir olayın operasyon amacıyla
kullanılması için onun aynı güç tarafından gerçekleştirilmesi gerekmez.
Operasyon merkezleri kendi inisiyatifleri dışında gelişen olayları da
kullanabilir ve onu bir operasyon malzemesi haline getirebilirler. Bunlar üzerine
kurgulanan operasyonlar bir çeşit fırsat operasyonudur.
İkinci aşamada ortaya çıkan
sonuçların olabildiğince büyütülmesi sağlanır. Bunun dar bir çevrede tehdit
yaratmakla kalmadığı, yayılma eğiliminde olduğu söylenir ve abartılı önlemlere
başvurulur. Türkiye’den ihraç edilen kanatlı hayvan ürünlerine konan yasaklama
fiili bir tehlikeye karşı değil olası bir olumsuzluğa yöneliktir.
Bunun etkileri sadece kanatlı hayvan
ürünleriyle sınırlı kalmaz, Türkiye kaynaklı tüm ürünlere karşı bilinçaltı bir
redde neden olur. Hassas insanlar ülkemizle ilgili her şeyi bir tehlike olarak
görürler.
Terörün birinci amacı güvensizlik
yaratmaktır. Eğer bu sonuca bildiğimiz terör yöntemleri dışında da
ulaşılabiliyorsa ondan yararlanmak istenmez mi?
Ekonominin iyiye gidip gitmediğinin
şaşmaz kriterleri olduğunu söyleyen ve her şeyi borsa, faiz, döviz üçgeninde
görenler bir doğal olayın etkisiyle oluşan karmaşayı kutsal piyasa düzeninin
bir sonucu olarak görebilirler. Onlara göre Tanrı evrene, piyasa dünyaya
egemendir ve son sözü onlar söyler ama piyasanın kulağına bir şey-
ler fısıldayan bir gücün olduğunu
kabul etmezler. Eğer bir El-Kaide tüm dünya dengelerini altüst edebiliyorsa bir
kuş gribi neden bir ekonomide ciddi hasarlara neden olmasın?
Sonuçta parasının kalp, içkisinin
sahte, yiyeceklerinin hastalıklı olduğu bir ülke tablosuyla
karşılaşırsınız
Benim analiz metodumun farklı
olduğunu ve etkileri değil tepkileri incelediğimi tekrarlar dururum. Şu anda
da kuş gribi umrum- da değil ama bunun yaratacağı sonuçları düşünüyorum. Bu
olayın ekonomimizi yıkacağını da iddia etmiyorum. Sadece doğal bir olayın
nasıl biçim değiştirebileceğinin ve bir operasyon aracı olarak
kullanılabileceğinin bir örneğiyle karşılaştığımızı söylüyorum. Depremlerin
gizli bir silahın eseri olduğu, kasırgaların meteorolojik bombalarla
yaratıldığı, dünyanın başa çıkılması imkansız gizli örgütlerin tehdidi altında
olduğu söylenebilir. Yaratılmak istenen şey güvensizlik ortamıdır ve bu
insanları köleleştirir.
Kuş gribinin kullanıldığını
düşünüyorum ve bunun hangi projenin bir parçası olduğunu kestirmeye
çalışıyorum. Bu bir fırsat operasyonuydu ama benzer sonuçlar yaratacak kurgular
olacak mı sorusuna cevap arıyorum.
****
Artan terör saldırıları karşısında
Türkiye’nin sabrının taştığı ve gerekenin yapılacağı söyleniyor. Sabır, bir
etki karşısında, tepkinin bastırılmasını ifade ederken taşma sınırsız bir
tepki boşalmasını ima ediyor.
Son zamanlarda PKK’ya atfedilen
eylemlerin amacının ne olduğunu kestirmek kolay değil. Bir zamanlar herkesin
desteklediğini söylediğimiz örgüte şu anda düşman olmayan yok gibi. Üstelik I-
rak’ı işgal eden ABD, yani dünyanın en büyük gücü, onu tasfiye etmek ıçm
kararlı görünüyor. Bu olumsuz şartlara rağmen PKK’nın
Türkiye’ye yönelik eylemlere
başlamasının tek sebebi sabrımızı taşırmak ve onu yok etmemize gerekçe
hazırlamak olabilir ve bunda başarılı olmuştur.
Eylemler hakkında yorum yapanlar,
“Dağılmayı durdurmak ve yok olmadıkları mesajını vermek” için teröre
başvurulduğunu söylüyorlar. Yanı saldırılar kendi ıç bünyelerini
sağlamlaştırmaktan öte bir amaç taşımıyor. Örgütün bundan sonraki hedefinin ne
olduğu konusunda hiçbir yorum yapılmıyor. Örgüt İran ve Suriye ile çatışma
halinde, Kuzey Irak’takı Kürt oluşumuyla öteden beri ihtilaflı, güneydoğudaki
egemen güçlerle siyasi görüş ayrılıkları giderilemez biçimde sürüyor. Zaten
onların içinde oluşan korucular PKK ile savaşmak için kurulmuş durumda. Bu
kadar soyutlanmış bir örgütün ayakta nasıl kalabildiğini anlamak çok zor.
Birileri silah kullanmasa bile açlıktan ölmeleri gerekir ya da onları destekleyen,
lojistik hatlarını açık tutan bir güç olmalıdır ama böyle bir şeyi de kimse
telaffuz etmiyor.
Bu konuda bize anlatılanların gerçek
olması mümkün değil. Önümüze bir harita alıp basımlarını bir renkle boyasak
onlara kalan yaşama alanlarının son derece izole olduğunu görürüz. Özellikle
Türkiye’de güneydoğuda hakim olan güçlerin onları görmemesi ve bilmemesi
imkansız.
Irak’ın işgalinden beri yaptığım
analizin doğrulandığını düşünüyorum. ABD, PKK’ya karşı güç kullanmayacaktır.
Bu onları desteklediği anlamına gelmez. Kuzey Irak’takı Kürt oluşumu aşiret temeline
dayalıdır ve PKK onlarla çatışma halindedir ve bu nedenle tasfiyesi gerekir.
Ancak ABD PKK’yı destekleyen kitlelerin husumetini kazanmak istememekte ve bu
tasfiyenin Türkiye tarafından gerçekleştirilmesini tercih etmektedir. Bu
durum, hem istenmeyen bir gücün ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanacak hem de
Türkiye’nin Kuzey Irak’taki oluşuma daha olumlu yaklaşmasını sağlayacaktır. P-
KK ile çatışan Türkiye’nin, Kültlerin
gen kalanını önemli ölçüde etkileyen bu oluşumla da çatışması beklenemez.
Bu açıdan bakıldığında sabrın taşması
gibi tepkisel bir durumun söz konusu olmadığı, taraflar arasında varılan bir
mutabakatın yürürlüğe konduğu söylenebilir. Türkiye, artan terör olayları nedeniyle
ülke içinde başlattığı takıp ve imha operasyonunu Kuzey I- rak’a doğru yayar ve
burada bir süre kalır. Bu kuvvetin, eğer ABD çekilirse, oluşacak güç boşluğunu
doldurması ve Kuzey Irak’a yönelecek baskıları da karşılaması beklenir. Bölgede
oluşan Kürt karşıtlığının, ABD’nın çekilmesi halinde, bir nefret seline
dönüşmesi ve Kürtlere yönelik saldırıların başlaması kaçınılmaz görünmektedir.
Böyle bir durumda baskıdan kaçan Kürtlerı, bundan önce olduğu gibi, Türkiye
içinde korumak yerine kendi bölgelerinde güvenceye almak mümkün olur.
Çok anlamsız bulduğum PKK
saldırılarını ve buna karşı oluşan tepkileri ya PKK’nın hesapsız davranışları
ve buna karşı oluşan duygusal tepkilerle açıklarız ya da ileriye yönelik
birtakım hesapların sonucu olduğunu söyleriz. Ben PKK’nın kontrol altında
olduğunu ve bağımsız bir iradeye sahip olmadığını düşünüyorum. Şartlar objektif
olarak değerlendirilirse aksının mümkün olmadığı görülür. Bu kontrolün kim
tarafından yapıldığını bilemem ama büyük çıkarların çatıştığı bu coğrafyada,
devletler bile anlamını yitirirken, bir örgütün olayları yönlendirecek bir
konumda olmasını yadırgarım.
Şemdinli’deki olaylardan sonra
yetkililerin ne söyleyeceğini merak etmedim ve söylediklerinden de hiç
etkilenmedim. Ne söyleyeceklerini herkes önceden biliyordu zaten. Sorumlular
yakalanacak ve cezalandırılacaktı ve işin ucu kime kadar uzanıyorsa uzansın ta-
viz verilmeyecekti. Ancak olay adalete intikal ettiği için yorum yapmak ve
adaleti etkilemek istemiyorlardı. Her olayda duyduklarımız-
dan ne bir fazla ne bir eksik vardı.
Tek düşündüğüm şey bir ülkeyi yönetmenin ne kadar kolay olduğuydu. Ülkemizde
herkesin kendini devleti yönetmek ıçm yeterli saymasının nedeni bu olmalıydı.
Hastane önünde öldürülen bir doktor
ıçm nasıl bir tavır alınmışsa benzen sergileniyordu. Aralarında bir fark
olması gerektiğini düşünenler komploculardı. Zaten başka ne yapılabilirdi?
Oysa bir ülke ancak öngörüsü olan
kişiler ve kurumlarca yöne- tılebilir. Bir ülkenin geleceğini etkileyebilecek
bir gelişmeyi sürpriz olarak karşılıyorsanız zaten o ülkeyi yönetmiyorsunuz
demektir. Bir olayı önceden bilmek ıçm falcı olmak gerekir ama gelişmelerin yönünü
tahmin etmek için buna gerek yoktur. Türkiye’de bir çatışma ortamının
yaratılmak istendiğini görmemek ıçm bilgisizlikten öte ilgisiz de olmak
gerekir. Üstelik Şemdinli’deki olay adeta davul zurnayla geldi.
Olayları değerlendirirken kullanılan
metot yanlıştır. Failler yakalanacak, sorgularından elde edilen bilgiler
ışığında olayın niteliği ve sebebi anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu yolla doğruya
ulaşma ihtimali sıfırdır ama ülkemizde bunun dışında bir yol da
bilinmemektedir. Gazetelerde okuduğum bir yorumu değerlendirerek neyi
kastettiğimi daha iyi anlatabileceğimi sanıyorum. Bu bölgede uyuşturucu ticaretinin
yaygın olduğu ve bunun bir rant paylaşımındaki anlaşmazlıktan doğabileceği
söyleniyor. Söylenenler doğru ama yorum yanlıştır. Yasa dışı yollardan para
kazananlar hem zenginleşir hem de köle haline gelirler. Onlarla birlikte
hareket edenler ya da yapılan işlerden haberi olanlar bu işten rant elde
edenleri istediği gibi kullanırlar. Bir gizli servis için en verimli alan bu
kişilerdir ve onları, kendi kimlikleri içinde kullanırlar. Eğer eylemi
yapanların rant amacıyla bu işi yaptığı sonucuna varılırsa bu vahim bir hata
olur.
Bu durum ülke için genel bir tehdide
dönüşmüştür. Ben kimsenin yaptığı yolsuzlukla ilgilenmiyorum ama yolsuzluklara
karışanla-
rın başkalarından aldıkları emirleri
uygulamak zorunda olan robotlara dönüşmesinden kaygı duyuyorum. Yasa dışı
gelir sağlayanların ülke yönetiminde oynadıkları rol arttıkça tehlike daha
ciddi hale gelmektedir.
Böyle bir olayla karşılaşıldığı zaman
sıyası bir mesaj vermek gereklidir. Suçluların yakalanacağı ve cezalarının
verileceğinin söylenmesinin hiçbir anlamı yoktur.
Ayrıntılı bir analize girmeden
şunları söyleyebiliriz: Basit bir zabıta olayıyla karşı karşıya değiliz.
Bölgedeki siyasal gelişmelerle ilgili ve oradaki egemenliği etkiyecek sonuçlar
doğabilecektir. İlk aşamada bölgedeki siyasi güç şekillenmiş şimdi asken gücün
tasfiyesine çalışılmaktadır. Olayın seyri doğal sayılamaz ve ele geçen deliller
önceden hazırlanmış olduğu izlenimini yaratmaktadır. Bir operasyona aleyhte
kullanılabilecek bir sürü dokümanla birlikte gitmek anlaşılamaz ve bu durum operasyonu
düzenleyenlerin, kullanılan kişilerin bağlı olduğu yerden farklı bir adreste
olduğu anlamına gelir.
Bir yandan adalet görevini yaparken
diğer yandan oluşacak siyası sonuçları değerlendirmek ve bunun büyük boyutlu
olacağını anlamak gerekir. Karşı tedbirler ancak sıyası tavır ve yaratılan sonuçları
etkisiz kılacak davranışlar olabilir. TSK’yı suçlayacak bir sonuç operasyonu
yapanların başarılı olduğu anlamına gelir.
Bizim geleneksel tabımız olaylara
tepki göstermek ve her şeyi kendi bakış açımızdan değerlendirmektir. Bir sorunu
hiçbir zaman bileşenlerine ayırıp her birini kendi içinde değerlendirmeyiz. Bir
çatışmayı incelerken siyasi hedeflerle olayların içindeki trajik öykülen yan
yana sıralarız. Bir şehit cenazesindeki acılı anlarla hasım saydığımız
kimselerin hedeflen aynı fotoğraf karesi içinde yer alır. Aklımızla
duygularımızın harman olduğu bir söylem geliştiririz.
Duyguların önemsiz olduğunu
söylemiyorum. Dünyanın kaderini değiştiren bir çatışmanın içindeki bir tek
askerin öyküsü bizi ulaşılan tüm sonuçlardan daha fazla etkileyebilir ve hiçbir
şey buna değmezdi diyebiliriz ve bunda kınanacak bir yan yoktur. Ama siyasal
tavrımızı buna göre belirlemenin bir sonuç vermesi mümkün değildir.
Birinci Dünya Savaşı sonunda oluşan
statüko bizim için kutsaldır. Arap Yarımadasında minicik şeyhlikler
oluşturulurken Irak’ın neden üç parça olarak kurulmadığını sorgulamaz ve
Irak’ın toprak bütünlüğünden kendimiz sorumlu tutarız. Suriye ile aramızdaki sınırın
bir demiryolu olarak belirlenmesinin, onu belirleyenin ne kadar umursamaz bir
tavır içinde olduğunu düşünmez ama bu sınırı kutsallaştırırız. Bu sınırın bir
fakirliğin sonucu olmadığını ve gerçekte bir farklılık yaratmak ıçm
çizildiğini unuturuz. Bu sınırı yok sayıp birbirinin fotokopisi kadar aynı
olan insanları bir araya getirecek bir yol izlemek yerine arayı mayınlarla
kapatırız.
Son günlerde güneydoğudaki
gelişmelere aynı gözle baktık ve sürekli olayları yorumladık ama sıyası
projenin ne olduğunu tartışmadık. Bazıları zaten kötü olan ABD’nin Türkiye’yi
bölmek için, Kürtleri desteklediğini söyledi diğerlen hiçbir müttefiki olmadığı
söylenen PKK’nın, sırf karışıklık çıkarmak amacıyla eylem yaptığını düşündü.
Önce ABD, Rusya, İngiltere ve benzen
aktör devletlerin tepkisel tavırlar sergilemeyeceğini, politikalarının siyası
bir projeyi gerçekleştirmek amacına yönelik olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Eğer söylenenler doğru olsa ve bu ülkeler sorumsuz bir tepkisellik içinde olsalar
dünya son derece güvensiz bir yer olur ve günün birinde kıyamete benzer bir
durumla karşılaşmamız kaçınılmaz hale gelir. Eğer bunlar ülkemizi bölmek
istiyorlar dersek buna akılcı bir gerekçe bulmamız gerekir. Eğer dinsel
farklılığı bir gerekçe sayıyorsak bugü-
ne kadar neden yapmadılar ve bütün
büyük savaşlar aynı dinden insanlar arasında yapıldı sorularına mantıklı bir
cevap vermeliyiz.
Bölgemizdeki sıyası proje ayrı bir
etnik grup olmalarına rağmen bugüne kadar devlet olamayan Kürtlere bir armağan
vermek değildir ve sanılanın aksine dünyayı yönetenlerin dm ve ırk farklılıklarını
önemsediklerini zannetmek ciddi bir hatadır. Müslüman bir Türk rahatlıkla
dünyayı yöneten kadronun içinde yer alabilir ve akılsız bir Amerikalı kobay
muamelesi görebilir.
Yapmamız gereken yeni dünya düzeninin
nasıl oluşacağını kestirmek ve yerimizin ne olacağını tahmin etmektir. Bunun
için önerilerimiz ve katkılarımız olabilir ama sadece “ıstemezük” derseniz
size rağmen hedeflerine ulaşırlar.
Bölge için öngörülen sıyası proje
ülkemizin ikincil bir güç odağı olması ve Rusya ile ABD arasında kurulacak
yeni dengenin ortasında yer alması olduğunu düşündüm. Bu bizim ulus devlet
anlayışımızı değişmesini ve çevremizle ilişki kurmamızı gerektiriyordu. Farklı
etnik ve dini yapıların ön plana çıkarılması, ülkeyi bölmek ıçm değil yeni
rolümüzün çoğulculuğu gerektirmesinden kaymaklanıyordu. Yıllar önceki bir
yazımda bir benzetme yapmış ve “Türkiye’nin etki alanı büyüyecek ama belli
miktardaki bir boyanın daha büyük bir suya atılması gibi, gücünün rengi
açılacak" demiştim.
Yabancı sermayenin birden bire ülkemize
akın etmesi artan sıyası etkinliğimize ortak olmak amacı taşımaktadır. Bunu
tartışabilir ve farklı öneriler sunabilirsiniz ama ABD’nin bir Kürt devleti
kurup onunla bölgedeki amaçlarına ulaşacağını söylemek doğru görünmüyor.
Adam önünü görmüyordu çünkü
bakmıyordu. Hep gelecekle ilgilendi. “Göklerde sıtare arayan turfa müneccim,
gafletle görmez
kuyuyu rehgüzerinde” sözü sanki onun
için söylenmişti. Üstelik bu tavrı sadece toplumla ilgili de değildi. Hayatına
yön verirken tüm bir geleceği planlamaya çalışmıştı. Hesaplarının bazısı
doğrulandı bazıları da yanlış çıktı. Umduğunu bulamadığı zamanlar çok oldu ama
genel çizgisinden önemli bir sapma olmadı. Çevresinde bir hayalperest olarak
tanındı. Onunla konuşmanın tek keyifli yanı bir masalı andıran sözlerinin
değişik tadıydı.
Ona göre hayat bir kurgudan ibaretti.
İnançlarımız, ilkelerimiz hatta sevgilerimiz bile başkalarının tanımladığı,
yeniden tanımlanması ve tamamen farklı olması mümkün olan ön kabullerdi. Var
olanın bir kurgu olduğunu kabul etsek bile yenisinin de bir kurgu olması tüm
değiştirme çabalarını anlamsız kılabilirdi ama o bunu düşünmedi.
Herkesin zannettiğinin aksine kendi
kurgusunu oluşturma peşinde değildi ama bir değişim olacaksa onu önceden
görmek ve tavrını buna göre belirlemek istiyordu. Geleceğe bakıp günü yaşamak
zor olmaktan öte tehlikeliydi de. Sürekli tökezledi, kan revan içinde kaldı,
bazen yaşamasının bile mucize olduğunu düşündü. Önünü görmüyordu, geleceği
doğru algılaması ayağının taşlara takılıp düşmesini engelleyemiyordu.
Aslında önüne bakanlarla geleceği
kestirmeye çalışanların karşılaştıkları çoğunlukla benzeşiyordu. Önüne bakarak
yol alanlar bir gün bir çıkmazda olduklarını görüyor ve hiçbir çıkış yolunun
kalmadığını anlıyordu ama geleceğe bakanlar da yolda telef oluyordu.
Bu yolculuğu kazasız belasız
atlatanlar da vardı. Yollardaki işaret levhalarına bakarak yol alıyorlardı ama
bu levhaların özelliği gidilecek yen değil yönü göstermesiydi. Zaten onlar
için gidilecek yer önemli olmadı. Gösterilen yere girmek ama kaybetmemek onlara
yetiyordu. Bazen sağa bazen sola saptılar. Onları döneklikle itham edenlere bir
ayna gösterip bizim sağ dediğimiz aslında sol, sol dedi-
ğimiz sağdı dediler. Rasgele atılan
bir mermi gibiydiler. Nereye yurdularsa, biz zaten burayı hedef almıştık
dediler.
Adam bazen isyan ediyor ve "Ben
sadece gideceğimiz yeri bilelim ve işaret levhalarını biz koyalım
diyorum" diye uğraşıyorum diyordu. Adam gerçekten gafildi. Yollara her
isteyen işaret koyamazdı bu yetki yolu yapanlara aitti.
Yolu yapan olmakla üstünde giden
olmak çok farklıydı. Gerçekte yolun yapım ve bakım masraflarını üstünde
gidenler öderdi a- ma güzergahı akıllı olanlar belirlerdi.
İnsanların çoğu arabalarına bindi,
yanlarında sevgilileri, dudaklarında gözde şarkılarla yola koyuldular. Yol
kenarlarındaki lokantalarda yediler, otellerde konakladılar. Adam gittiğiniz
yol yanlış deyip kendini dağlara vurdu.
Bir gün yolda karşılaştılar. Farklı
yerlerden gitmişlerdi ama vardıkları yer aynıydı. Geçmişte Kürt diyene küfür
eden arabalılar şimdi Kürtçe türküler söylüyordu. Yerli sevgililerini ve ış
ortaklarını yolda bırakmışlardı ve yabancı ortaklarıyla ış konuşuyorlardı.
Arabalılardan biri adama birkaç kuruş
verip arabasını yıkattı. Adam çaresizdi ve isteneni yaptı ama ‘Bu yol çıkmaz,
bir kazaya uğrayabilirsiniz” deyiverdi. Arabalı adam: “Sen öyle san, bizi
yolda bırakamazlar, onların bir hesabı varsa bizim de var, en büyük hesap
Allah’ındır” dedi.
Arabalı adam ufku insanların
görebileceği yerin ötesine taşımıştı. Artık ne düşündüğünü de söyleyemezdi.
Üstelik bir sürü sıkıntıyla ulaştığı yere diğerlerin güle oynaya geldiğini
gördüğü ıçm içine bir kurt düşmüştü. Yapmayacaklarını söyledikleri her şeyi
yapıyorlardı. Kutsal olduğunu ilan ettiklerinin dışını koruyup içini boşaltıyorlardı
ama hep kazanan konumundaydılar.
Adam kendim yeniden dağlara attı.
Arabalılar kaybederse onların yerini binleri doldurmalıydı. Gece kendisi gibi
birkaç kı-
şiyle bir ateş yakıp söyleştiler ve
abalarının altında uyudular. Huzursuz değillerdi.
İnsanların benzeştikleri ölçüde
bütünleşeceği tartışılmaz bir gerçek gibi sunuluyor. Tüm ayrılıkların,
çatışmaların sebebinin bireysel farklılıklardan doğduğuna inanılıyor. Gerçekte
bu dünyanın düz olduğunu ilen sürmek kadar yanlış bir düşünce. Mesela
Güneydoğu Anadolu’dan Kürtlerı çıkarıp aynı sayıda Çınlı yerleştirseniz bunlar
Türkiye’den ayrılıp bir devlet kurmak isterler mı yoksa Türkiye’nin en sadık
tebaası mı olurlar? Tarihin en kanlı savaşı olan İkinci Dünya Savaşında
tarafları hangi benzerliklerle müttefik, hangi ayrılıklarla düşman sınıfına
sokarsınız? Kardeşlerini idam eden Osmanlı padişahlarına kardeşlerinden daha
çok benzeyenler kimlerdi?
Hiçbir sosyal nitelik birleştirici ya
da ayırıcı değildir ve bu konudaki iddialar gerçeği ifade etmez. Onlar gerçek
sebeplerin üstündeki bir giysi gibidir. İnanç açısından birbirine en yakın
görünen AKP ile Saadet çizgisinin ne kadar karşıt olduklarını anlamak için bir
deney yapmak mümkün olsaydı ve diğer eğilimleri bir kenara çekip onları baş
başa bırakabılseydik çatışmanın ne kadar şiddetli olduğunu görürdük. Ya da yine
bir deney olarak, devlet “Kürt işine karışmıyorum, ne halınız varsa görün”
deseydi sonu gelmeyen bir çatışmaya şahit olurduk.
Eğer benzeyenler bütünleşseydi bugün
ABD diye bir devletten ve Amerikalı diye bir halktan bahsedilemezdi. İnsanların
bağlılıkları köklerinden kaynaklansaydı Rusya’daki Tatar Lenın, Yahudi Troçkı,
Gürcü Stalin dönemlerini bir ihanet ya da esaret olarak değerlendirir ve
mesela Stalin dönemini Gürcülerin Rusya’yı işgali olarak vasıflandırır
dik.
İnsanların ne oldukları değil ne
yaptıkları önemlidir. Bir kışı ne
inançlarıyla ne de kökeniyle
değerlendirilemez. Onu asıl belirleyenler yaptıklarıdır ve yapacakları düşünce
yapısıyla, geçmişteki davranışlarına bakarak kestirilebilir.
Bugün son derece riskli ve yanlış bir
yol izleyerek insanları ne olduklarıyla değerlendiriyoruz. Mesela bazıları
insanların kökenini araştırıp bunda Yahudi ya da Sabetay olup olmadığını
arıyor. Eğer varsa hüküm kesin olarak belli: Bu kişi zararlı sayılıyor. Oysa
kökeninizde yetmiş iki milletten herhangi birinin bulunması ne araştırılıyor
ne de, mesela, kanınızda Eskimo ya da başka birinin olması anlamlı bulunmuyor.
Bu tavır gerçekte Yahudi’nin üstün olduğunu ya da, en azından, onların
diğerlerin farklı olduğunu, insanı zaaf ve eğilimlerinin olmadığını, kendini
bir ideale adayan kimseler olduğunu varsayıyor. Bu durum bir inanca bağlı
olmak ya da bir ideolojiyi savunmaktan tamamen farklı. Belli bir soydan gelmek
bir insanı diğerlerinden tamamen farklı hale getirebiliyor.
Farklılık hiçbir sorunun nedeni
değildir. Sorun bu farklılığa katlanamamak ya da bambaşka nedenlerden
kaymaklanan sorunları farklılığa bağlamaktır.
Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat
Öneş’in analizi bu açıdan önemli. Olaylara taraf olan insanların kökenine
bakarak değil siyasi sebep ve sonuçlarıyla değerlendiriyor. Tarafların kim
olduğunu değil ne yaptıklarını daha da önemlisi ne yapacaklarını sorguluyor.
Güneydoğu olaylarına yaklaşırken şu
havayı yarattık: “Bize zarar vereceksiniz, ülkeyi bölerek bizi
zayıflatacaksınız, buna razı olamayız” dedik. Sanki onların kazanımlarını
engelleyerek kendimize çıkar sağlamak istiyor gibiydik ama bu tamamen yanlıştı.
Gerçekte ayrışmak bizi yaralar ama onları öldürürdü ama çabamızın bir tarafın
iyiliği ıçm değil bir bütün için olduğunu söylemedik.
Aslında gerçek şuydu: Hepimiz bir
uçağa benziyorduk ve Kürt- ler bu uçağın bir motoru gibiydi. Bu motor koparsa
biz tek motorla
uçardık ama performansımız düşerdi.
Ancak bir motor tek başına sadece bir yedek parça olabilirdi ve asla uçamazdı.
Ya da şöyle diyebilirdik:
“Damarımızdaki kan gibisiniz, akarsanız zayıf düşeriz ama sız toprağa
karışırsınız.” Olaylara kişisel çıkarları açısından bakanları bir tarafa
bırakıp büyük bir gelecek tasavvuru etrafında bütünleşirsek daha farklı bir
Türkiye’den öte bambaşka bir dünya yaratabiliriz.
Bölgemizdeki gelişmeleri, ayrıntılar
arasında boğulmadan anlamak için, temel ve kalıcı göstergelere bakarak
değerlendirmek gerekir. Seçimlerinden sonra ABD’nın Irak’takı asker sayısını
azaltacağı ve asken varlığını stratejik noktaları kontrolle sınırlandıracağı
anlaşılıyor. Bu istikrarın sağlanması değil çatışma ortamının oluşması ve uzun
süreli bir mücadelenin başlaması demektir.
îran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın
İsrail karşıtı sözleri ilk bakışta anlamsız gözüküyor ve İsrail’in tümüyle
Avrupa’ya taşınması gibi imkansız çözümler ilen sürüyor. Bu sözler, bir
projeden çok, bir tavır olarak anlaşılmalı ve önümüzdeki dönemin taraflarını belirlemek
ıçm kullanılan sloganlar olarak kabul edilmelidir. İsrail’e bu ölçüde sert bir
tavır alan İran’ın, onu destekleyen ya da onun tarafından desteklenen ülke ve
gruplara karşı anlayış göstermesi beklenemez ve asıl hedef Kuzey Irak’taki
Kürt oluşumudur. Bu tavır Kürtlerın İsrail’le ilişkilerini kesmek amacını
taşımakta, aksı halde olumsuz bir tavır sergileneceği ifade edilmektedir. Buna
karşılık ABD ve İsrail kanadı nükleer silah yaptığı iddiasıyla İran üzerinde baskı
uygulamaktadır.
Avrupa ve Rusya’nın Ahmedinecad’ın
sözlerine tepki göstermesi doğaldır ama bu İran’a yönelik herhangi bir
müdahaleyi kabul edecekleri anlamını taşımaz. Üstelik bu tepki onların
tarafsızlığı ko-
nusunda uyanacak şüphelen de ortadan
kaldırır ve rahat hareket etmelerine imkan sağlar.
İkinci sorun Kuzey Irak’ta egemenliğin
kime verileceğidir. Başlangıçta Barzani’nin rakipsiz görünen konumu şu anda
aynı ölçüde net değildir. Türkiye’de PKK’ya yönelik politika değişikliği, Kuzey
Irak’takı bazı grupların yönetime karşı olumsuz tavırları egemenlik konusunun
henüz belırgınleşmedığını göstermektedir. ABD bütün yumurtaları Barzani’nin
sepetine koymasının riskli olduğunu görmek üzeredir. Bu nedenle Türkiye’nin bu
tavrının hemen arkasından PKK’nın askerlerimizi şehit ettiği haberinin
alınması bir sürpriz sayılmamalı ve benzer olayların artarak devam edeceği
beklenmelidir. Kamuoyunda PKK karşıtı bir havanın yaratılmasına acil ihtiyaç olduğu
düşünülmüş olmalı.
ABD İran, Irak ve Suriye konusunda
Türkiye ile işbirliği yapmak istediğini ifade ediyor. Önemli olan bu
işbirliğinin hangi şartlarda oluşacağının belirlenmesidir. Türkiye’de Kuzey
Irak’ta aşiret temeline dayalı bir iktidarın oluşturulmasına ve bunun Güneydo-
ğu’yu etkileyecek konuma gelmesine karşı çıkacak odakların bulunduğu,
bunlardan daha radikal ve tümüyle retçı bir cephenin giderek güçlendiği
görülmektedir.
Türkiye’nin sorunu politikasının tek
elden tespit edilmemesi ve farklı odakların rekabet içinde görünmesidir. Bu
durum iç politikada çatışma yaratmak potansiyelim de taşıyor. ABD
ekonomimizdeki etkinliğini bir manivela olarak kullanabileceğini hesaplıyor
olabilir ama olayların tamamen kontrol dışına çıkması da olasılıklardan bin gibi
görünüyor.
ABD’nin hem Türkiye’nin bölgedeki
etkinliğini sınırlayacak hatta kendi topraklarındaki egemenliğini zayıflatacak
hem de onun işbirliğini sağlayacak bir çözüme ulaşıp ulaşmayacağını zaman
gösterecek. Bunu sağlamak ıçm elindeki ekonomi ve siyaset
alanındaki etkinlik kozlarının
yeterli olup olmayacağı da bu denemeyle anlaşılacak.
Bölgemizdeki gelişmeler hem sınırlı
olmayacak hem de gen dönülmesi zor sonuçlar yaratacak niteliktedir. Bu gibi
durumlarda sonucun tek taraflı politikalarla ve toplum mühendisliği
metotlarıyla belirlenmesi büyük riskler taşır ve sürpriz sonuçlar yaratır.
Bu durumda Türkiye politikalarını tek
elden belirleyecek bir yol bulmak zorundadır. ABD tarafı ise sloganları bir
kenara bırakıp somut hedeflen konusunda mutabakat aramalıdır. Teröre karşıyız,
Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız, İran nükleer tehdit oluşturuyor gibi
hiçbir siyasi mesaj içermeyen sözlerle bir yere varılmayacağını
görmelidir.
Sharon Stone’un bir aktörümüzü öpmesi
ve onunla yapılan röportaj en çok ilgilendiğimiz konulardan biri oldu. Bu
tavrımız sadece magazinle sınırlı kalsaydı anlaşılabilirdi ama her olayı
öpülüp öpülmemek ikilemi içinde değerlendirdiğimiz ıçm önemli hale geldi.
Yabancı bir devlet adamıyla
ilişkimizi, konuşulanlardan daha çok, onun ne ölçüde samımı davrandığıyla,
elini omzumuza koyup koymamasıyla, özel günlerimize gösterdiği ilgiyle
değerlendıriyor- sak Stone’un içimizden birini öpmesinin olağanüstü ilgi
toplaması ve yapılan röportajın magazin boyutunu aşması beklenmedik bir olay
sayılmaz.
Yetimhanedeki çocuklar gibiyiz. Var
olduğumuzu, unutulmadı- ğımızı başımızın okşanmasıyla anlıyoruz. İsteklerimiz
çikolata ve oyuncaktan öteye gitmiyor. En büyük gazetelerimizden birinde, CIA
başkanından Fehrıye Erdal’ın iadesine yardımcı olmasını istediğimiz
yazılabiliyor.
Belçika’nın bir cinayet olayının
yardımcısı konumundaki birine
destek olabileceğini ve Türkiye’yi
karşısına alabileceğini düşünüyoruz. Bir yandan ClA’nin devlet kuran, devlet
yakan, darbe yapan bir örgüt olduğunu söylüyor diğer yandan zavallı bir
oyuncağın kaderiyle ilgilenmesini isteyebiliyoruz.
Malımızı satarken alıcının önemli bir
kışı ya da kurum olması başarımızın ölçüsü sayılıyor. Gecekondusunu satan
insanın malını itibarlı bir adamın almasıyla övünmesine benzer bir duygu içindeyiz.
Doğru bir şey yapıp yapmadığımızın tek ölçüsü başkalarının değerlendirmesinden
ibaret. Bu ölçü kazanılan para olunca büyük bir bilim adamını küçümsüyor
popüler bir şarkıcıyı toplumun en üst katma yerleştiriyoruz.
Başkaları da hayatını ülkesine
adadığı inancında. Bizi bölmek, parçalamak isteyenlere karşı amansız bir
mücadele yürütüyor. Yıkılmamızı engellediğini düşünüyor ama hiçbir şey inşa
etmiyor. Onun için ülke sembollerden ibaret. Bayrağımız dalgalansın,
camilerimizde ezan sesi kesilmesin istiyor.
Bırilerinın ülkemizi daha büyük
bayraklarla donatıp ezanın daha gür bir sesle söylenmesine imkan vereceğini
ama tüm kontrolü ele geçirebileceğini düşünmüyor bile. Mevzilerini kahramanca
savunuyor ve düşmana teslim etmiyor ama tüm cephenin kontrolünün karşı tarafa
geçtiğinin farkında değil. Birisi ona bilgisiz bir vatanseverin düşmandan daha
çok zarar verebileceğini söylerse kızıyor.
Aslında tüm modelimizi değiştirmek ve
kendimizi savunmakla özetlenebilecek tavrımızı terk etmek zorundayız.
Geçmişte bu model anlamlıydı ve
statükonun devamını sağlıyordu. Biz de Yunanistan’ın Megalo İdea’sını,
Ermenılerın ülkemizde devlet kurmasını, bölünmemizi isteyenleri
engellediğimizi sanarak başarılı olduğumuza inanıyorduk. Hatay’ı topraklarına
katmak isteyen Suriye de hedefine ulaşamamıştı. Bunların hepsi gerçek dışıydı ve bir
kuruntudan ibaretti.
Şu anda dünya yeniden kuruluyor ve
bize ne yapacaklar diye sormak yerme biz ne yapacağız diyecek konumdayız.
Bugünleri, geçmişte olduğu gibi, anlamsız kuruntulara feda etmek hem bizim için hem de
dünya için bir kayıp olacaktır.
Binlen Sharon Stone öptü diye ya da
onunla yaptığı röportajla öcüne dursun başkaları da bölgemizin geleceğiyle
ilgili senaryolar üretebilir ve bunu muhataplarıyla tartışabilir. Bu bizi aşar,
biz kaybetmemeye bakalım düşüncesi yanlıştır.
ABD dünya ölçeğinde çok büyük
olabilir ama Irak içinde ciddi sorunlarla boğuşmaktadır. Bu, her ülke ıçm
geçerlidir ve güç, her yerde ve her zaman aynı değerde değildir. Bir hastaya
iğne yapan doktorun adalelerinin güçlü olması gerekmez.
Bunun ödülü ne olacaktır sorusuna
iyimser bir cevap veremem. Eğer iyi şarkı söylerseniz devlet sanatçısı olursunuz,
para kazanırsanız rahat yaşarsınız, nereden kazandığınız belli olmayan
paralarla okul yaptırırsanız övünç madalyası alırsınız ama böyle bir mücadelenin
riski ödülünden her zaman büyük olur, üstelik Sharon Stone da sizi
öpmez.
Çoğumuz bize ait değerlerin yok
olduğunu, bambaşka bir kültüre doğru savrulduğumuzu düşünür ve hayıflanır.
Bazıları da bizi geri bıraktıran bu değerler sisteminin tez elden
yitirilmesinden ve onun yerine, başkalarını imrendiğimiz konuma getiren yeni
değerlerin benimsenmesinden yanadır. “AB’ye girecek olan ülkemizin” diye
başlayan cümlenin ardından neleri değiştirmemiz gerektiği sıralanır. Onlara
göre başarı özgün bir olay değildir ve başkalarının yaptığını tekrarlamak kısa
ve emin bir yoldur. Türkü eşliğinde halay çeken birinin geri kalması ne kadar
doğal ise pop müziği ile dansetmek ilerlemenin o kadar önemli bir
başlangıcıdır.
Kültür değerlerimizin korunmasından
yana olanların tavrı bir koleksiyoncununkine benzer. Eski olan iyi ve değerli
kabul edilir. Bazen davranışlarımızın dinin emirlerine uyması ve onun yolundan
gidilmesi gerektiği söylenir. Ancak bu durumda bile dinin emrettikleri sadece
bir şekil olarak muhafaza edilir veya din yeni değerler sistemine göre
yorumlanır. Faizin adı kâr payına dönüştürülür, herkes kapitalist dünyanın
insanları gibi davranmasına rağmen helal kazanç elde ettiği inancındadır. İçki
içilmeyen masalara meze servisi
yapılır, yemeklerin biçimi ve sırası
tamamen değişmiştir. Kıyafetler ne kadar örtülü olursa olsun modanın
çizgilerini taşır. Hayatımıza giren yeni ürünler, davranış ve adetlerimizi
etkiler ve bunlar onu üreten ve kullananlardan farklı değildir. Uçağa
bindiğinizde, kulaklarınızı kapatırsanız, gördüğünüz şeyler hep aynıdır.
Bir Türk, Batı’fda herhangi bir
düzeyde ön plana çıkarsa gazetelere haber, bazen de manşet olur. Ekonomik
durumumuzun ip ya da kötü olduğunu yabancı değerlendirme kuruluşlarının verdiği
nottan anlarız. Onların beğenisi başarının tek ölçüsü olunca onların takdir
edeceği şeyler yapmaktan başka çaremiz kalmaz.
Ahlak açısından da bir ikilem içinde
kalırız. Okuma yazmayı söken pembe kitapları okur, pembe dizileri sepeder ama
onlardan birinin davranışına özenirse namus cinayetine kurban gider. Kerem ile
Aslı ilk okunan kitaplardır ve evde bulunması ve okunması övünç kaynağıdır ama
kimse onlara benzeyemez.
Törelere bağlı olan halkımız ahlakı
değerlerine çok önem verir. Bir kız tecavüze uğrasa bile öldürülür ama hiç
kimse evladını hırsızlık yaparsa veya sarhoş araba kullanırken birinin ölümüne
neden olursa cezalandırmaz hatta sonuna kadar savunur. Ahlak sadece kadın erkek
ilişkileriyle sınırlıdır.
Her sınıfın kendine özgü ahlak
kuralları vardır. Zenginlerin aşk hayatları gazete haberidir fakirlerinki
suçtur veya daha büyük bir suçun işlenmesinin gerekçesidir.
Bütün bunları sadece bir dedikodu
amacıyla söylemiyoruz. Değer yargılarını belirleyen şepn iktisadı yapıyla
ilişkili olduğuna ve bundan bağımsız, soyut bir değerler sisteminden
olamayacağına işaret etmek istiyoruz. Türkiye global ekonomik sistemin bir
parçası ve uzantısı olunca bu sistemin değerlerini de benimsemek zorunda kalır.
Bazılarının hâlâ eski değerlerini korumaya devam etmesi henüz bu
sisteme dahil olmaması yüzündendir.
Bir ülkenin kültür ürünleri, o
ülkedeki ekonomik ve siyasi yaşama göre şekillenir. Artık kör kemancının aşkı
tarihe karışmıştır. Mafya ve derin devleti anlatan diziler ve kitaplar ilgi
çeker. Fakır gencin bir fabrikatörün kızıyla evlenmesi komedi konusu haline dönüşürken
uyuşturucu ticareti içindeki kadın erkek ilişkileri gündemdedir. Ahlaksızlık
bir başkasını aldatmak veya yalan söylemek değildir. Güçlü olanın çıkarma
aykırı davranmak, hizmet ettiği kişiye zarar vermek cezalandırılır ve tabii
cezayı veren devlet değil güç- lünün kendisidir. Yeni bir ilişkiler ağı ve buna
bağlı ahlakı değerler oluşur. Devlet üstün konumundan uzaklaşmış, üstün olanın
kullandığı bir araç konumuna gelmiştir. Güç odakları çoğaldıkça ve farklılaştıkça
tek bir kuraldan da söz edilemez. Ülke başkalarının kontrolüne girdiği ölçüde,
kontrol eden gücün etkinliği artar ve kendi ülkesine hizmet eden kişiler
diğerlen tarafından cezalandırılabilir. Başarı ve başarısızlığın, doğru ya da
yanlış davranmanın kriterleri değişir. Global değerler, daha doğru bir ifade
ile dünya ölçeğinde güçlü olanın koyduğu kurallar, yerli olanın üstüne çıkar.
Bunun yadırganacak bir yanı yoktur.
Eski değerler kaybettıri- yorsa ve gücün kaynağı değişmişse, yeni gelenin
istediğini yapması doğaldır. Medya bu yeni efendilerin ve onların koyduğu
kuralların savunucusu konumuna gelir. Çoğu zaman sırf bu amaçla yeni kuruluşlar
oluşturulur. Artık düşünceler de bir meta haline gelmiştir. Reklamı yapılan bir
çamaşır deterjanı ile bir fikir arasında fark yoktur. Düşünce adamları, reklam
filminde oynayan aktörler gibidir. Önceden belirlenen mesajı kim en iyi
veriyorsa o en iyi kabul edilir. Zaten bilim de bir reklam aracı haline
dönüşmüştür. Değer yargılarının dinden kaynaklanması bu olguyu önemli ölçüde
etkilemez. Farklı yorumlar her dini iktisadı yapıyla uyumlu hale getirir ya da
onunla çatışan yönlen törpülenir. Nitekim Protestan ahlakının, kapitalizmin
gelişmesinde önemli bir rol oynadığı kabul edilir. Bir değerler sisteminin
yaşayabilmesi, onun ekonomik yapıyla çatışmama-
sına bağlıdır. Mesela kapitalizmde
bütün ahlakı değerler bu sistemi koruyacak şekilde oluşmuştur. Bir başkasına
verdiğiniz zararlar mutlaka karşılanır. Cezalar suçu işleyenin niyetine
bakılarak değil, verdiği zarara göre belirlenir. Toplumumuzda hiç de alışık
olmadığımız tazminat davaları ve ödenen bedeller bu mantığın ürünüdür. Bu gibi
toplumlarda insanlar üretime kattıkları varsayılan miktarlar kadar hak iddia
edebilirler ve devletin veya başka bir kurumun onları desteklemek zorunluluğu
yoktur.
Kapitalizm, eğer ömrünü
tamamlamamışsa ve iddia edildiği gibi globalleşiyorsa, onun bütün değer
yargılarımızı ve davranışlarımızı etkilemesi ve giderek belirlemesi
engellenemez. Yerel davranışlar bir süre direnir ama sonunda yenik düşer ve
yerini yeni bir değerler sistemine bırakır.
Ancak kapitalizm ekonomik açıdan,
çözdüğünden daha büyük sorunlara neden olmaya başlamıştır. Bununla paralel
olarak yarattığı değerler sistemi toplumda mutsuzluk kaynağı olmaktadır. Mesela
Türkiye’de 1980’lerde yapılan bir anket, gençlerin yüzde sekseninin ileriye
umutla baktığını ve halinden memnun olduğunu gösterirken, bu oran günümüzde
yüzde otuzlar civarındadır. Geliştiğimiz ve çağ atladığımız söylenirken
insanlardaki bu mutsuzluk ve umutsuzluk nedendir?
Yeni bir ekonomik modele ve bunun
etrafında oluşacak değerler sistemine ihtiyaç duyulduğu açıktır. Bunun
sosyalizm olmadığı tecrübeyle görülmüştür. Böyle bir modelin bizim değer
yargılarımızla çatışmayacağı ve onun gelişmiş bir şekli olacağı da
söylenebilir.
Öyleyse başlangıç noktası, kendi
değerler sistemimizi korumaya çalışmak değildir. Uygulanan ekonomik modelin
alternatifini yaratmak ilk adım olmalıdır. Bu modelle yaşanan ekonomik
tıkanıklık aşılınca, değerler sistemi de bu yeni yapıya uygun olarak
şekillenir.
Bunun eskinin tekrarı olması ne
mümkün ne de gereklidir. Ama insanları mutlu edenin birbirine benzemesi ya da
eskisini aratmaması doğaldır.
***
İnsanların eğitimi ile sirkte gösteri
yapan vahşi hayvanların eğitimi arasında bir benzerlik var mı? Böyle bir soru
bile insanı rahatsız eder. Yeteneklerimizi daha iyi kullanmak, sahip olduğumuz
değerlen yüceltmek için eğitime ihtiyacımız varken, bunu köleleştiren bir
süreç olarak görmek anlamsız sayılabilir. Ancak eğitim birbirine zıt ıkı işlevi
bir arada gerçekleştirir. Bir yandan insanı geliştirirken diğer yandan onları
kolay idare edilebilen, yönetenlerin emirlerini itirazsız yerme getiren
yaratıklar haline getirir. Verilen eğitim onun üretim yeteneğini artırır, iş
disiplinine uyan ve kolay iletişim sağlanan bireyler konumuna getirir.
Yönetici düzeyine gelenler sistemin bozulmadan ve değişmeden sürmesini sağlar.
Bu, başarılı bir eğitimin toplumun sürekli kendini tekrarlayan, ya da temel
özellikleri değişmeden kendi mantığı içinde gelişen bir yapı olmasını sağlayan bir faaliyet
olması anlamına gelir.
Zaten bütün büyük değişimler, sıyası
alanda asiler, bilim ve sanat alanında aykırı insanlar tarafından
gerçekleştirilir. Her değişimci, ya suçludur ya da başlangıçta sistem
tarafından reddedilen kişilerdir. Düşüncelerinin doğruluğu bir düşünme süreci
sonunda değil, bir mücadelenin arkasından galip gelmeleriyle kabullenilir. Değişimin
motoru olması beklenen üniversiteler, var olan düşünceleri savunan kaleler
gibidir. Bilimsel çalışma, incelenen konudaki yayınları taramak, onlara atıfta
bulunmak ve bu çerçevenin içinde kalmak zorundadır. Mesela iktisat alanında
bir çalışma yapıp Avustralya’daki bir koyun hastalığı sonunda düşen et
üretiminin Avrupa’da domates talebini nasıl etkilediğini bulursanız ve bunu
matematik bir modelle ispatlarsanız büyük bir iş yapmış sayılırsınız. Ama mev-
cut iktisadi düşüncenin yanlış
olduğunu, yeni bir teorik model oluşturmak gerektiğini söylerseniz bilim dışına
çıkmış olursunuz. Yanı meleklerin dışı mı yoksa erkek mı olduğunu tartışmak
serbesttir ama var olan inanca karşı çıkılamaz.
Eğer konunuz terörse izleyeceğiniz
yol bellidir. Teröristlerin sınıfsal kökenini, eğitim durumlarını, onları bu
yola iten ideolojik, sosyal ve psikolojik motifleri inceleyebilirsiniz ama
eylemlerinin sıyası sonuçlarını değerlendirerek onların meşru bir güç odağının
aracı olduğunu iddia edemezsiniz. Hiçbir düşünce kurulu düzeni itham edemez
ve onu küçük düşüren iddialarda bulunamaz. İnsanların, özellikle demokratik
toplumlarda geniş bir düşünce özgürlüğünün olduğu söylenir ama belki de bir
tesadüf sonucu inançlarda büyük bir benzerlik vardır. PolonyalIların büyük
çoğunluğunun Hıristiyan, Arapların Müslüman olması onların özgür seçimlerinin
sonucudur. Yani insanların, yönetenlerin tercihini yansıttığı ve her türlü
inançlarının yukardan aşağı belirlendiğini söylemek haksızlıktır^). Her
toplumun bireylerini diğerinden farklı kılan eğitimin birey merkezli olduğu
söylenemez. Herkes içinde yaşadığı topluma daha doğrusu o toplumu yöneten güce
en iyi şekilde hizmet edecek biçimde eğitilir. Yanı insanlar ıçm tek doğru
yoktur. Bir toplumun bireylen ıçm kutsal olan başka bin ıçm büyük bir günah
sayılabilir. Eğitimin birinci özelliği sübjektif ikinci özelliği de faydacı
oluşudur. Asıl amaç insanların üretimdeki etkinliğim artırmaktır. Buna yönelik
bilgiler yanında genel kültür sayılacak bilgilerin verilmesi, bir dolgu maddesi
niteliğindedir ve çoğu zaman ideolojik şartlanmanın alt yapısını oluştururlar.
Tabiat ve müspet bilimler dini veya laik bir temele oturtularak insanların
inançları şekillendirilir.
En değişken bilim tarihtir. Hem ülkeden
ülkeye hem de aynı ülkede zaman içinde büyük farklılıklar gösterir. Temel
özelliği olanların değil olması gerekenleri anlatmasıdır ve bu özelliği ile
geçmişten çok gelecekle ilgilidir. Her ülkenin yöneticileri geçmişi olduğu
şekliyle değil geleceğe yön verecek
biçimde yazdırır. İhtiyaçlar değiştikçe tarih de değişir. Sosyoloji ve
psikolojinin ideolojik yönü bilimsel yönünden daha ağır basar. Çok dar bir
çevreyi ilgilendiren teknolojik buluş ve buna temel oluşturan bilgiler kamuya
kapalıdır ve başlangıçta bir sır gibi saklanır. Bunlar bilim adamlarından çok istihbarat
kuruluşlarının ilgi alanına girer.
Bilgi sofrasında istediğimizi değil,
önümüze konanı yemek zorundayız. Malzeme aynı olsa bile bu yemekler her ülkede
diğerinden farklıdır ama her toplumun üyeleri benzer şeyleri yer. Bilginin
şeklini sıyası egemenler belirler. Globalleşme bilgiyi standartlaştırır ama bu
öğrendiklerimizin doğru olduğu anlamını taşımaz. Bu sürecin alternatifi var
mıdır? İnsanları benzeştiren bir torna tezgahı yerine ucu açık bir eğitim
düzeni olabilir mı? Bu soruya olumlu bir cevap verilemez. Eğitimin
şekillendirici özelliğinden vazgeçilemez. Ancak bir ülke kendi şekillendirme
biçimini kendisi tayin edebilmelidir. Bizim sorunumuz, geleceğe yönelik bir
projemiz olmadığı için, buna uygun bir eğitim politikası da oluşturamamızdır.
Bazen çok farklı kaynaktan aldığımız bilgilerle donattığımız insanların uyumsuz
ve tutarsız bireyler olmasına sebep oluyoruz bazen de tek bir kaynağa
yöneliyoruz ama bu bizim kültürel birikimimizle uyuşmuyor veya yetiştirdiğimiz
insanlar bizim amaçlarımızı değil, eğitim modelini aldığımız ülkenin
çıkarlarını koruyan insanlar haline dönüşüyor. Bugün Türkiye’deki tüm
iktisatçılar, özellikle kalbur üstü sayılanlar, bir Amerikalı gibi düşünüyor ve
bizim ekonomimizi ABD ekonomisinin küçülmüş bir modeli sayıyor. Bütün çözümlen
sistemde arıyor ve kimsenin yönlendirmediği, piyasanın kurallarına bırakılan
bir modelin mutlak bir başarı getireceğini söylüyor. AB- D’nın hakim bir
ekonomi olduğunu, oradaki yönetim kadrolarının aynı zamanda büyük kapitalistler
olduğunu ve tüm dünya ekonomisine müdahale ettiğini görmezden geliyor. Sonuç
olarak bir taraf sürekli politikalar üretiyor ve her alana müdahale ediyor, biz
müda-
halenin ve politika izlemenin yanlış
olduğunu söylüyoruz. Bize göre her şeyi arz ve talep belirlemelidir, onlar bu
kurala küçük bir ilave yapıyorlar: Arz ve talebi biz belirleriz!
ABD’de eğitim özel teşebbüse
bırakılmıştır ve bu onlar açısından doğrudur. Eğitim bir devlet işidir ama
orada devletle özel teşebbüs özdeştir. Eğer burjuvazimizin dünyadaki ekonomik
güç odaklarından bağımsız bir yapısı olduğunu düşünüyorsanız aynı modeli
uygulamanızda bir sakınca yoktur. Eğer böyle değilse tutulan yol yanlıştır.
Bugünkü eğitim modeliyle misyonu olan bir devlet olmamız mümkün değildir.
Eğitim ve bilim sübjektiftir ve bızdekı eğitim bizimle ilgisizdir. Eğitim
temelde bir şartlandırma kurumu- dur ve insanlarımızı başkaları
şekillendirmektedir. Başkalarını izlemek ve onların tecrübelerinden ve bilgisinden
faydalanmakla benzemek aynı şey değildir. Şöyle de söyleyebiliriz: Bir devlet
sadece bir bayrağa ve siyasi sınırlara sahip olmakla var olmaz. Bağımsız bir
eğitim yapısı olmayan devlet sadece şeklen vardır ve Türkiye 1980’den ben bu
vasfını önemli ölçüde yitirmiştir. Bir ülkede devlet kim ise eğitimi de o
şekillendirir. Eğitim sistemimizde geri denilen 1980 öncesi dönemi hasretle
arıyorum.
Günümüzde sürdürülen mücadele ile,
Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının gerekçe ve yapılış biçimlen arasında fark
var. Hatta Soğuk Savaş dönemindeki kavramlar bile artık kullanılmıyor. Dini ve
etnik ayrışmalar ön plana çıkarılıyor ve ihtilaflar bu nedenlere bağlanıyor.
Bu görünüm sadece uluslararasında değil, iç çatışmalarda da gözleniyor.
Türkiye’de siyası yapılanmalar ekonomik veya politik farklar yerine inanç
faklılıklarına dayanıyor. Bir NATO toplantısında dini bir simge sayılan türban
ciddi bir sorun haline dönüşüyor
Ülkemizin karşılaştığı en önemli iki
sorunun irtica ve bölücülük olduğu sıklıkla dile getiriliyor. Bunlara
ülkemizdeki Sabetay ör-
güçlenmesi ve bunların tarihi ve
güncel olaylara etkileri dile getiriliyor. Yanı insanları yakınlaştıran veya
hasım hale getiren şeyin din ya da etnik benzerlik veya faklılık olduğu giderek
daha geniş çevrelerde kabul görüyor.
Böyle bir ayrışma değiştirilmez ve
uzlaşmaz bir niteliğe sahip. Eğer insanlar dım ve etnik nedenlerde bir araya
geliyor ve diğerlerini dışlıyorsa birlikte yaşamak nasıl mümkün olabilir?
Sorun çözümsüz görünüyor ve bir çatışma ve diğerini etkisizleştirme önlemez
bir gereklilik haline geliyor.
Bir aile içinde bile kavga ve
uzlaşmazlıkların çok yaygın olarak görülmesine rağmen ırk ve din temelindeki
birlikteliklerin sağlamlığından şüphe duyulmuyor ve bu birlikteliğin gücüne
yaygın bir biçimde inanılıyor.
Gerçekte siyasal partiler
problemlerin çözümlerine farklı metotlar öngörmek üzerine kurulur. İdeolojik
farklar da o ideolojinin genel yaklaşımını aksettirir. Bu nedenle etnik ve
dini açıdan farklı olanlar aynı siyasal kümeler içinde yer alabilirler. Halkın
siyasal partilere katılımı veya desteklemesi sorunlara getirdikleri çözümün
başarılı olup olmamasına bağlı olması gerekir. Oysa dini ve etnik temele
dayalı ayrışmalar kitleleri kemikleştirir ve bunları desteklemek başarı şartına
bağlı değildir. Bir dini ya da etnik gruba mensupsanız onunla her şart altında
beraber olmak zorunda kalırsınız. Farklı politik yaklaşımları da aynı
sosyolojik temele dayalı partilerde ararsınız. Nitekim ülkemizde farklı
politik tercihleri olan ama aynı etnik ve dini tercihleri olan partiler
vardır.
Türkiye’deki etnik ve dini partilerin
kuruluşu ıç dinamiklerin bir sonucu mudur yoksa dünyadaki değişmelerin bir
yansıması mıdır? Bu soruya maalesef lehimize sayılabilecek bir cevap vermek
mümkün değil. Dini eğilimi ağır basan partilerin ABD’nın “Yeşil Kuşak”
projesinin başladığı yıllara rastlaması bir tesadüf müdür? Bu
hareketin ABD karşıtı olması sonucu
değiştirmez. İnisiyatif orada başlamıştır ve Türkiye’deki hareket buna karşıt
olarak şekillenmiştir, yanı dış etkiler belirleyici rol oynamaktadır.
Aynı şekilde milliyetçi partilerin
hakim söylemi komünizm karşıtlığıdır ve o da SSCB karşıtı politikalar
üretmektedir. Bu durum ülkemizdeki sıyası hareketlerin dünya şartlarından büyük
ölçüde etkilendiğini hatta bu ihtiyaçlara uygun biçimde şekillendiğini göstermektedir.
Ayrıca bu oluşumlar ciddi çelişkiler
içermektedir. DP gericiliğe prim vermekle suçlanmış ve laikliğe karşı
davranışları olmakla itham edilmiştir. Bu günlerde aynı DP’yi kuran kadroların
ve yönetimdeki etkin isimlerin Sabetaycı olduğu yanı İslam’la bağlarının şekli olduğu
iddia edilmektedir.
Daha geniş bir çevreden bakıldığında
Türkiye’deki laik hassasiyetin arkasındakilerle gericiliği teşvik edenlerin
aynı olduğu sonucu çıkar.
Bu gibi akımlar başlangıçta hangi
amaçlarla kurulursa kurulsun zaman içinde başlangıçtaki amaçlara ters düşen
söylemlerin içine itilebilirler. ABD İslamcı akımları SSCB’ye karşı kullanmak
ıçm desteklemiş olmasına rağmen bugün kendisine en büyük tehdidin bu cepheden
geldiğini söylemektedir. Başlangıçta SSCB karşıtı politikalar izleyen ve
ideolojik nedenlerle ABD’ye yakın duran milliyetçi partiler bugün ABD
karşıtlığının ön safında yer alıyorlar.
Komünizmle dinin bağdaşmazlığı
SSCB’nm dağılmasıyla sona ermiştir Dağılma dediğimiz şeyin bu durumu da göz
önüne alan SS- CB’nın bir değişim projesi olup olmadığı da tartışılabilir. Ama
ister dağılma ister değişme olsun artık İslam dünyası ABD’ye uzak, Rusya’ya
daha yakındır. ABD ile İsrail’in ittifakı bu yakınlığı güçlendirecek
dinamikler sağlamaktadır.
Bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak
adlandırılan girişim İs-
lam coğrafyasındaki bu olumsuz
gelişmeyi durdurmak hatta tersine çevirmek amacına yöneliktir. Ama bu projeyi
bu kadarla sınırlamak eksik kalır. Bölge ülkelerinin kapitalist ekonomik
merkezlerle bütünleştirilmesi ve bu bölgede ABD’nin ekonomik kontrolünün sağlanması
isteniyor. Böylece rakip ekonomilerin yeni pazarlarının önceden kapatılması ve
ABD ekonomisine yeni ticaret alanları açılması amaçlanıyor
Bunun ilk şartı İslam’la kapitalizm
arasında bir uzlaşma sağlamak ve bölgedeki “rantiye” olarak adlandıracağımız
ekonomik yapıları dönüştürmektir. Petrol üreten ülkelerin zenginliği tek
kaynaktan sağlanmakta ve bunlar yönetici ailelerin kontrolünde bulunmaktadır.
Kapitalist ilişkiler gelişmemiştir ve tüm ekonomi belli ailelerin elindedir.
Bunların dağıtılması ve Batılı teşebbüslerle ortaklık ilişkilerine girilmesi
istenmektedir. Türkiye’nin öncülüğü ve modelliği İslam anlayışı nedeniyle
değil ekonomik yapısının istenene uygun oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu
nedenle Türkiye’nin İslam kimliği özellikle vurgulanmakta ve Büyük Ortadoğu
Projesini kapsayan alandaki dini duyarlıkların olumsuz etkilen bertaraf
edilmek istenmektedir. Müslüman bir ülke de demokrat olabilir derken asıl kastedilen
bu ülkelerin de kapıtalıstleşebıleceğıdır.
NATO toplantısında Bush’un sürekli
vurguladığı ülkemizin dini kimliği ve buna rağmen demokrat bir ülke olabildiği
idi. Oysa Chirac’ın vurgusu Türkiye’nin laik yapısı oldu. Benzer farklılık Türkiye’yi
temsil eden kadrolarda da görüldü. Cumhurbaşkanı Sezer İslam kimliğini
kabullenmekten ısrarla kaçınırken, hoş olmayan görünümleri de göze alarak
türbana karşı tavrını sürdürdü.
Burada temel mesele din ve etnik
farklılıkların sosyal bir olay mı sayılacağı ve siyasetin dışında mı tutulacağı
yoksa siyaseti belirleyen temel bir faktör mü olacağıdır. Siyasi tercihlerin
değişmesi, zor sosyal kimliklere dayandırılması ülkenin manevra kabiliyetini
sınırlar.
Çünkü kararlar karşılaşılan
sorunların rasyonel çözümünü hedef almaz. Etnik veya dini kimliğin varsayılan
gerekleri yerme getirilir.
Türkiye sadece dini değil aynı
zamanda etnik siyasetle uğraşmak zorunda bırakılmıştır. Kürt sorunu, temelde
sınıfsal ve siyasi bir olgu iken, etnik sorun sürekli ön plana taşınmıştır.
Farklılık ve çatışma nedeni etnik olunca barışçı bir çözüm imkansızdır ve sonuca
bir tarafın kaybetmesiyle ulaşılır. Oysa ülkemizde etnik farklılık çoğu zaman
iktisadı ve sosyal sorunların bir örtüsü olarak kullanılmış ve başkalarının
olaya müdahale etmesine imkan vermiştir.
Türkiye’nin yapacağı şey çatışmayı
asıl nedenlerine dönüştürmek ve çözümü burada aramaktır. Oysa yöneticiler
genelde olayı etnik ve dini temellere dayamayı tercih ederler çünkü böylece
olaylarda herhangi bir kusur ve sorumlukları olmadıklarını ilen sürmek
imkanını elde ederler. Eğer küçük sermaye yeterli kaymak bulamıyor ve büyüme
şansı ellerinden alınıyorsa, bunların mücadelesini gericilik olarak nitelemeyi
tercih ederler ve böylece rejim konusunda hassasiyeti olan çevrelen de
yanlarına alarak iktisadı rakiplerini tasfiye ederler.
Eğer bırileri ülkedeki sorunları
etnik ve dini nedenlere dayan- dırıyorsa yöneticilerin yapacağı şey bunu
derinleştirmek değil asıl sebeplere yönelmektir. Bazen bu dış odakların
stratejilerinin gereği de olabilir ve bugün Türkiye'nin dini kimliğinin ön
plana çıkarılması bizim bir ihtiyacımız değil başkalarının projesidir.
Aynı şekilde ülke insanlarını
birtakım tarikatlara yakınlıkları nedeniyle tasnif etmek, Sabetaycı olarak
adlandırmak gereksiz ve faydasızdır: İnsanlar ne olduklarıyla değil ne
yaptıklarıyla değerlendirilmelidir. Aksı halde iyi bir şeyi, yapanın kimliği
konusundaki ön yargınız nedeniyle kötüleyebilir veya en kötü şeyi yapanın iyi
bir kimliğe sahip olduğunu düşündüğünüz için takdir edebilirsiniz.
Dünya üzerinde çok boyutlu bir
hegemonya mücadelesi sürerken Türkiye’nin bunun dışında kalacağı düşünülemez.
Ancak bugüne kadar olaylar tekil düzeyde ele alınmış ve genel bir değerlendirme
yapılmamıştır. Ekonomik politikanın sadece IMF gözetiminde yürütüldüğü ıçm
yanlış olduğu söylenemez. Asıl yanlışlık dünya konjonktürünün hesaba
katılmaması ve bir kriz halinde buna cevap verebilecek bir yapının
oluşturulmamasıdır. Bütün hedefler istikrarlı bir bölge ve ülke varsayımına
dayanmaktadır ve istikrarın bozulması halinde ne kadar dayanıksız olduğumuz
ortaya çıkacaktır.
Ekonomi politikası ülkenin diğer
sorunlarından tamamen bağımsız olarak belırlenemez. Bu politikanın Irak’tan
Kıbrıs’a kadar hatta tüm dünyadaki gelişmelerin hesaba katılarak belirlenmesi
gerekir. Oysa şu anda ekonomik durumumuz, bir başarıdan çok, sıyası konularda
bizi frenleyecek yumuşak karnımız konumundadır. Çevremizde oluşacak emri
vakılere karşı tavrımızı belirlerken ekonomik durumumuz her zaman bir endişe
kaynağı olacak ve bizi her şeyi kabullenen konumuna
düşürecektir.
Bir politika her şart altında geçerli
olamaz. Bir konumda iyi olan başka bir konumda felakete dönüşebilir. İstikrarlı
bir ortamda dışa açılma ve dünya ile bütünleşme ekonominin gelişmesini sağlayabilir
ama kriz anlarında bu politika kesin bir yenilginin sebebi ha - İme dönüşür.
Çevremizde bizi de içine çekmesi kaçınılmaz olaylar cereyan ederken içe dönük
ekonomik politikalar izlenmesi gerekirken iplen bölgede çıkarları bizimle
örtüşmeyen güçlerin eline teslim etmek ciddi bir gaflettir ve bunun bedeli
Irak’takı gelişmelere seyirci kalınarak ödenecektir. “Irak’ta kaybettik ama
enflasyonu da düşürdük” demek bir teselli sayılabilir mi?
ABD, bildiğimiz bütün kavramların
içini boşaltmakta ve ona yepyeni anlamlar yüklemektedir. Bir ülkenin
sorunlarının niteliği ve çözüm yolları hakkındaki projelerini halka sunan
sıyası partiler ara-
sında bir tercihi ifade eden seçim,
Irak’ta etnik bir sayıma dönüşmüştür. Ortada ne bir proje ne de bir sıyası
parti vardır sadece çeşitli etnik grupların gücünü saptamak ıçm yapılan bir
sayım söz konusudur. ABD, işgalin ilk gününden beri sürdürdüğü etnik ayrıştırma
politikasının sonucunu görmek istemektedir. Adı seçim olan komedi etnik
ayrışmayı hem tespit edecek hem de pekiştirecektir. Türkiye ya sonucu kabul
edecek ya da Irak’ta başlayacak bir etnik çatışmanın ülke içine yayılma riskini
göze alacaktır. Türkiye Kürt sorununu sadece engellemeye çalıştı oysa bir
olayın engellenmesi zor, yönlendirilmesi hem kolay hem de sonuçları açısından
lehimize olabilirdi. Türkiye yönlendirme kavramını bile bilmemektedir.
Karşılaştığımız tablonun genelini
anlamak ıçm ilgisiz gibi görünen bir olayı da inceleyip sonra tüm modeli
ortaya koymaya çalışacağım. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal partisinin bir dış
müdahaleye maruz kaldığını ve ABD’nin Mustafa Sarıgülu kullanarak tezkerenin
reddınde oynadığı olumsuz rol nedeniyle CHP’yi cezalandırmak ve bundan sonra
isteklerini daha kolay gerçekleştirebileceği bir yapı oluşturmak istediğini
iddia etti. Eğer bu iddia doğruysa müdahalenin CHP ile sınırlı olduğu
düşünülemez. Bütün partilerin ve siyası faaliyetlerin de ABD’nin
yönlendirmesine maruz kaldığı rahatlıkla söylenebilir. Bu, ABD Türkiye ile
ilişkilerini diplomatik kanallarla yürütmekle yetinmiyor, sıyası iradenin
kendi istediği yönde oluşması için ıç politikamıza müdahale ediyor demektir
İlk soru, eğer böyle bir operasyon
varsa, bunun muhatabının kim olduğu ve bunu önlemekle görevli kurumun ne
olduğudur. Yabancı bir ülke siyası partilere, ekonomik hayata veya kişilere
yönelik operasyonlar yaptığı zaman bununla mücadele, operasyona maruz
kalanların mı yoksa devletin mi görevidir? Göründüğü kadarıyla hiçbir devlet
kurumu iddia ile ilgilenmemektedir ve CHP maruz kaldığını düşündüğü operasyona
karşı kendi imkanlarıyla karşı koymaya çalışmaktadır. Yabancı servislerin rolü
olduğu söylenen
birçok suikast, gözden düşürme ve
itibarsız kılma operasyonu da devletin ilgisini çekmemiştir. CHP, böyle bir
operasyona karşısında devletin ilgili kurumlarına haber vermekle yetinmeli ve
operasyonun durdurulması onların işi olmalıydı.
Aslında genel bir modele ve bununla
ilgilenecek bir devlet ku- rumuna ihtiyacımız var. Yönlendirme dünya ölçeğinde
gerçekleştiriliyor ve ülkemiz bunun başlıca hedeflerinden birini oluşturuyor.
CHP’de olanlar tezkerenin reddine ilişkin bir intikamla sınırlı değil. CHP’nm
temsil ettiği ideoloji, yani ekonomide devletçi, siyasette ulusalcı dünya
görüşü tasfiye edilmek isteniyor. CHP global ekonominin savunucusu olmaya ve
halka yakınlaşmak için dine karşı tavrını yumuşatmaya zorlanıyor. Bunlar dünya
üzerindeki gelişmelerle yakından ilgili. 1990’a kadar Batı Bloğu ittifaklarla
birbirine bağlı iken şimdi bu bağın yerine ekonomik bütünleşme modeli uygulanıyor
ve din ideolojilerin yerini alıyor. Türkiye’deki uygulama bu genel modele
uygun olarak yürütülüyor.
Türkiye önce din ve etnik ayrışmalar
üzerine kurulan bu stratejiye karşı nasıl bir tavır alacağını tespit etmek
zorunda. Çünkü yeni çatışma modeli ülkemizde ciddi etkiler yaratabilecek potansiyele
sahip. Bunları birbirinden bağımsız olaylar olarak ele almak yerine genel bir
strateji belirlemek gerekir. Kurulacak model ekonomiden günlük hayata kadar
bütün alanları kapsamalı ve birbirlerini destekleyebılmelidir. Bize empoze
edilen dini ve etnik çatışma modeline karşı siyasi bir söylem
geliştirilebilir. Mesela Irak’takı farklı grupları siyasi bir hedef etrafında
bütünleştirecek bir düşüncenin oluşmasına destek sağlanabilir. Şüphesiz bu tek
başımıza gerçekleştirebileceğimiz bir şey değildir. Aynı görüşü paylaşan
güçlerle veya devletlerle işbirliği başarı için zorunludur ama Türkiye’nin
öncülüğü anlamlı olabilir. ■’
Yapılanların yanlış olduğunu söylemek
problemin çözümü için
yeterli değildir. İlen sürülen teze
karşı yem bir fıkır geliştirmek gerekir. Şu anda kurulmakta olan Kürt
devletine karşı “Bu bizim çıkarlarımıza aykırıdır” demenin bir anlamı yoktur.
İlen süreceğimiz tez Kürtler açısından da kabul edilebilir olmalıdır. Gerçekten
de ABD bölgede öngördüğü yapılar, barış ve istikrarı sağlayamayacak aksine bir
çatışma ortamının doğmasına yol açacaktır. Bunların somut olarak bütün
taraflara anlatılması ve olanlara karşı doğacak tepkinin herkese vereceği
zararlar gün ışığına çıkarılmalıdır.
Dinin bir farklılık nedeni olarak
ortaya çıkarılması Medeniyetler Çatışması tezinin gerçekleşmesi anlamına
gelecek Doğu ile Batı arasında aşılmaz duvarlar örecektir. Bunun kendiliğinden
oluşmadığı, önce projenin üretildiği ve bunu destekleyecek yayınların yapıldığı göz
ardı edilemez.
Bütün bunları aşmak için dünya
ölçeğinde bir çabanın gerektiği ve sorunun bizi çok aştığı bir gerçektir. Ancak
akıntıya kapılıp sürüklenmek yerine bilinçli bir tavır almak gerektiği de
açıktır. Yapılacak şey binlerinin ortaya attığı çatışma ve farklılık
tanımlarının yerine başka bir şey koymaktır. Bunun için gerekli şartlar vardır
ve böyle bir tavır dünyayı kendi koyduğu sorunlar çerçevesinde hareket etmeye
zorlayanları çok zor bir duruma sokar.
Neden Türkiye’deki sorunlar hemen bir
kriz boyutuna ulaşıyor? Her ülkede birtakım sorunların olması son derece
doğalken ülkemiz neden bir krizden ötekine koşuyor? Herhangi bir Avrupa ülkesi
bölünme, dağılma, yok olma endişesi taşımazken Türkiye neden diken üzerinde
oturuyor? AB’ye girmek ya da dışında kalmak başkaları ıçm sadece bir tercihten
ibaretken neden bizim için rejimi bile etkileyecek bir çatışma konusuna
dönüşüyor?
Soruları çoğaltabiliriz ama özeti şu:
Sanki önümüze iki çeşit ye-
mek sunulmuş da bunun birini tercih
etmek konumunda değiliz. Önümüzdeki seçeneklerden biri bize ölümsüzlüğü
sunarken diğeri ha' atımızın sonu anlamına geliyor.
Bu görüntü ne kadar abartılıysa
tercihlerimizin dünya ölçeğinde eöıler yaratacağı da o kadar doğru. Bu yüzden
kararlarımızdan etkilenecek ülkeler, işlerini sağlama bağlamak için, karşılarında
bir Türkiye iradesi görmek yerme kendi adlarına karar verecek bir yapı oluşturmak
istiyorlar.
Son bir örnekten başlayarak
ülkemizdeki siyasi yapıyı inceleyebiliriz. Adalet ve Kalkınma Partisi içerde
“derin devlet” adıyla sembolleştirdiğimiz güçlerle ihtilaflı. Hatta başbakan
bu partinin iktidara gelmesinin bir rejim sorunu haline gelebileceğini açıkça
ifade ediyor. Parti güvenceyi dışarıda arıyor.
1980 darbesi sonrasında da aynı
durumu gözlemleyebiliyoruz. Turgut Özal partisini kurtarmak için dış
desteklerden yararlanıyor.
İşın ilginç yanı “derin devlet”
dışarıyla ihtilaf halinde değil. Hatta her ikisini destekleyen dış dinamikler
tamamen aynı.
Halk ne siyasi partiye ne de
bürokratik yapıya düşman değil. Sorunlarını bunların birinin çözeceğinin
bilincinde ama mücadelenin kendisi için ve kendi adına yapılmadığının da
farkında. Büyük bir kavga sürüp gidiyor ancak kimin ne amaçla bunun içinde
olduğu pek anlaşılamıyor. Çoğu zaman çıkarlarını ön plana aldığından şikayet ettiği
siyasetçilere kızıyor ama bütün dünya için önemli olan ülkesinin yağmacıların
keyfine bırakılamayacağını anlayıp sorgulayamıyor.
Bazen bürokratik güçlerin
özgürlüklerini sınırladığını, demokratik geleneklere uymadığını söylüyor. Bunu
bürokrasinin gücünü sürdürme ihtirasına bağlıyor. Ama bu gücün, mensuplarına
aşırı bir imtiyaz ve abartılı bir yaşam sağlamadığını hesap etmiyor. Yani herhangi
bir rejimin bürokratlarına üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri vereceğini
düşünmüyor.
Sistem şöyle işliyor: Ülkedeki güçler
üç parça olarak düşünülüyor: Halk, bürokrasi ve ekonomik güç odakları. Bir
ülkede ıç istikrarın sağlanmasının bunlar arasındaki uzlaşmaya bağlı olduğu
biliniyor. Üstelik bunların çıkarlarının ülke düzeyinde bırbırıyle aşırı bir
uyumsuzluk içinde olmayacağı da apaçık. Ama eğer bunlar herhangi bir şekilde
bırbırıyle çatışır konuma getirilebilirse dışarıdaki güç odağı uygun
kombinasyonlarla kendi politikalarını uygulatmak imkanını
elde edebilir.
İlk ış bunlar arasında uzlaşmazlık
alanları yaratmak ve bunları kurumsallaştırmak oluyor. Bu güçlerden her birinin
farklı ideolojileri olması gerekiyor. Halk ve bürokrasi aynı sınıfsal köklere
dayandığı ve yaşam düzeyleri arasında belirgin bir fark olmadığı için ayıraç olarak
din kullanılıyor.
Çocukları aynı okullara giden, benzer
şeyleri yiyen ve giyen insanlar dindar ve laik kamplara ayrılıyor. İdeolojiyi
bir yana bıraktığınızda ülkesinin geleceğini aynı şekilde tasavvur eden
insanlar keskin bir çatışmaya girebiliyor.
Ekonomik güç odakları dünya
kapitalizmiyle uzlaşmaları şartıyla yaşabiliyor. Ülke içi dinamiklerin
yarattığı odaklar örseleniyor, engelleniyor. Bunların ülkenin laik yapısını
bozacağı ve tek amaçlarının bu olduğu söyleniyor.
Bu üçlü yapı hiçbir zaman yan yana
gelemiyor. Darbe dönemlerinde ekonomik güç odaklarıyla bürokrasi ön planda ve
ittifak içinde, halk pasif konumda oluyor. Normal dönemlerde ekonomik güç,
medyayı da kontrol ettiği ıçm halkla yakınlaşıyor ve bürokrasiyi hasım haline
getiriyor.
Günümüzü bu modele göre incelersek
daha önce karşılaşmadığımız bir durumda olduğumuzu görebiliriz. Önümüzdeki
dönem Türkiye’nin Irak’tan başlayarak bir dizi askeri operasyonlara gireceği
bir dönem olarak görünüyor. Bu durumda bürokrasiyle halk arasın-
da bir yakınlaşma ve uzlaşma
gereklidir ve yeni sıyası yapı buna göre oluşturulacaktır. Ekonomik güç gen
plana itilecek, savaş ve bununla ilişkili kavramlar ön plana çıkarılacaktır.
Son yılların öne çıkan sorunu olan
ekonomik sıkıntıların bir ölçüde hafifleyeceği ve katlanılabilir bir düzeye
ineceği beklenir. Halktaki kalkınma ve büyüme sevdasını yok etmek ıçm üretilen
ve ekonomiyi döviz-faiz-borsa üçgenine sıkıştıran anlayış değişecek, hatta bu
anlayışı yerleştirmek amacıyla kurulan bazı televizyon kanalları, işlevleri
sona erdiğinden, ya kapanacak ya da yayın politikasını
değiştirecektir.
Laikçilik dozunu hafifletecek,
dinciliğe olmasa bile dindarlığa karşı daha hoşgörülü dayanılacaktır. Soy
temeline dayanan ayırımcılık engellenecek, Osmanlı benzen bir anlayış ön plana
çıkacaktır.
Bu analizle önümüzdeki manzara arasında
hiçbir benzerlik olmadığı apaçık görünüyor. Eğer önümüzdeki günlerde bir seçim
yapılırsa kazanacak partiler ülkenin ihtiyaçlarına hiçbir biçimde cevap
verecek bir yapıya sahip değil. Bu ciddi bir çelişki ve büyük operasyonlara
girecek bir ülke ıçm önemli bir risk unsurudur.
Öyleyse, yanı analizimiz doğruysa, bu
yapı içinde bir seçim yapılmasını beklemek yanlış olur. Başka bir ihtimal
devletin böyle bir seçimin sonuçlan içinden şartlara uygun bir yapının
çıkabileceğini düşünmesidir.
Bütün bu veriler Türkiye’nin çok
büyük bir değişimin eşiğinde olduğunu göstermektedir. Bölgemiz Birinci Dünya
Savaşı sonrasını andırır biçimde değişikliğe uğrayacak ve bu değişim ülkemizi
büyük ölçüde etkileyecektir. Bu görüntüyle ülkemizdeki siyasal yapı uyum
içinde değildir ve değişecek olan sıyası yapıdır.
Var olan şartlar dünyanın çok
yakından izlenmesini gerektirmektedir. Operasyon alanı bir ülke olmadığından,
bir bölgeyi ve buna bağlı olarak dünya dengelerini etkileyeceği için
uygulanacak
politikalar dünyadaki güç odaklarıyla
uyumlu ve hatta çoğunlukla işbirliği içinde olmak zorundadır. Bu bakımdan
bağımsız dış politika kaygısı yerini risksiz ve uygun bir dış politika
uygulama endişesine terk edecektir.
Böyle durumlar ülke içinde
demokrasinin birinci öncelik olmadığı dönemlerdir. ABD, çatışmanın
boyutlarının büyüklüğünü ve bunun ülke içinde güvenliği sağlamada zorluklar
yaratacağını düşündüğü için geleneksel demokrasi kurallarının dışına çıkmayı
göze almaktadır. Bu eğilimin ülkemizde çok daha güçlü bir biçimde gerçekleşmesi
kaçınılmazdır. Türkiye hem çatışma alanının orta yerın- dedir hem de çatışan
bütün tarafların etkileyebileceği kesimler ülkemizde mevcuttur. Bu,
özgürlüklerin önemli ölçüde sınırlanacağı anlamına
gelir.
Böyle durumlar bir ikilemi beraberinde
getirir. Başarı birlik ve disiplin içinde olmakla kolaylaşır. Ancak bu
birliktelik doğru bir karar doğrultusunda olursa anlamlı olur. Doğruyu bulmak
tartışmayla mümkündür. Tartışma dağılmanın da sebebi olabilir.
Bu kısır döngü her zaman belli bir
biçimde çözülmüştür: Hakim olan güç kendi tercihini herkese zorla kabul
ettirir. Diğerlerinin yapacağı şey bu tercihin doğru bir tercih olmasına dua
etmekten ibarettir.
Sonucu belirleyen ikinci unsur
tarihin seyridir. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı’nın dağılması kaçınılmazdı.
Çünkü çatışmanın temel nedenlerinden biri Osmanlı’nın topraklarının
paylaşımıydı. Yapılabilecek şey kaybı en aza indirmekten ibaretti. Bugün
tarihin seyri ülkemiz ıçm kötü bir gelecek göstermiyor. Yapılacak şey bu
konjonktürü iyi değerlendirmek ve kazanmasak bile bir şey kaybetmemektir.
Uzun bir süredir gündemin tek maddesi
AB üyeliği ve bunun gerekleri oldu. Her şey buna göre değerlendiriliyor ve
şekillendiriliyordu. Türkiye'yi yönetenler AB’yi sadece bizim üyeliğimiz
açısından değerlendirdiler ve şu sonuca vardılar: AB’ye üye olmanın şartları
vardır ve bunu yerme getirirsek önümüzde herhangi bir engel kalmaz. Bu bakış
açısı temelden yanlıştı ve AB üzerine hiçbir hesabın yapılmadığı, herhangi bir
engelleme ve biçimlendirme girişiminin olmayacağı varsayımına dayanıyordu.
Oysa dünyadaki dengelerin yeniden oluşturulduğu bir dönemde AB’nin geleceği
önemli bir tartışma konusuydu ve sonunda sıyası bir birlik olması engellendi.
Yeni konumuyla AB’nın Türkiye’ye ihtiyacı yoktu. Eğer AB belirleyici bir güç
olsaydı bizim üyeliğimiz buna büyük ölçüde katkı sağlardı. Sadece ekonomik bir
birlik haline gelen AB’ye Türkiye’nin herhangi bir katkısı olmazdı. Güç
dengesi yeniden ABD ve Rusya tarafından belirlenecek ve AB ülkeleri bu denge
içinde yer alacaktı.
Tartıştığımız diğer konular da bu
hedefin yan ürünleri konumundaydı. Demokrasi geliştirilecek, insan haklarına
saygılı davranılacak, Ordunun siyasetteki etkinliği azaltılacak hatta tamamen
ortadan kalkacaktı. ,
Ancak terörün her yerde artma eğilimi
göstermesi, bölgede gerginliğin tırmanacağının anlaşılması demokrasi
taleplerinin önemini yitirmesine neden oldu. ABD ve Avrupa’nın birçok ülkesi
güvenliği demokrasinin önüne koymaya başladı. Bunun kısa sürede Türkiye’ye
yansıması ve güvenliğin ön plana çıkması kaçınılmazdı. Nitekim Genelkurmay
Başkanı Özkök terörle mücadelede imkanlarının kısıtlı
olduğunu ifade ediyordu.1
Diğer önemli bir konu ekonominin
giderek düzeldiği ve tüm göstergelerde olumlu gelişmeler gözlendiğiydi. Ancak
carı açık gerilen bir yay gibi giderek büyüyor ve günün birinde zembereğin boşalmasını
andırır biçimde problem yaratması kaçınılmaz hale geli-
yordu. Ekonomideki düzelme büyük
ölçüde dış dünyanın güvenine bağlanıyordu. Ama güven maddi bir temel
oluşturmazdı ve hesapla- namazdı. Bugün güvenen yarın güvenmeyebılırdı ve bunun
için bir çok sebep ileri sürülebilirdi. Kaldı kı artan şiddet olayları ve bunun
bölgeye yayılma ihtimali ciddiye alınacak bir sebep de yaratabilirdi.
Ayrıca dünya genelinde İslam’ın
terörle özdeşleştirilmesi, tüm haksızlığına rağmen, başarılı bir şekilde
gerçekleştirilmiş ve Batı kamuoyu siyasal İslam’a karşı duyarlı hale
getirilmiştir. Bu sıyası iktidarın dış dünyadaki manevra alanını önemli ölçüde
kısıtlayan bir faktör haline gelebilir.
Sonuç olarak tüm söylemlerin
değişmesinin gerektiği, yeni hedeflerin belirleneceği bir döneme giriyoruz.
Artık ne AB üyeliği ne de demokrasinin geliştirilmesi bir anlam taşıyabilir.
İnsanlar nereye gittiğini bilmek isteyecek, güvenli bir yaşam talep edecek ve
refah umacaktır. Bu ise köklü bir değişim anlamına gelir.
Stratejinin belirleyiciliği yeniden
ortaya çıkıyor. Kurulan modelin yanlış olduğu ve bu nedenle en iyi niyetlerle
yapılan işlerin bile sonuçsuz kalacağını düşünüyorum. Benim modelim yeni
dengenin Bush yönetiminin temsil ettiği ABD ile Putın yönetiminin temsil
ettiği Rusya arasında kurulacağı ve AB’nin belirleyici konuma gelemeyeceği
biçimindeydi. Türkiye'nin yen bu modele uygun biçimde saptanmalıydı. Ayrıca
istikrarsız bir ortamda risk payının düşük tutulması ve ekonomide daha
muhafazakar bir yol izlenmesi gerekiyordu. Enflasyonu düşüren nedenlerden
birinin de carı açığın büyüklüğü olduğu, ülkenin ürettiğinden fazlasını arz
ettiği için mal bolluğu olacağı, bunun fiyatları aşağı çekeceği ve dış açık ortadan
kalkınca bu eğilimin tersine döneceği hesaplanmalıydı.
Ancak şartların Türkiye’nin aleyhine
olmadığını düşünüyorum. Önümüzdeki dönem zorluklar ve fırsatların yan yana
olacağı bir sü-
rece işaret ediyor ve genel bir
değerlendirme yapıldığında basiretsiz davranmayacağımızın ip uçları seziliyor.
****
Düşüncelerime belki de hiç kimse
katılmayacak ve ben havanda su dövmeye devam edeceğim. Yazılanlar ve
söylenenler güneydoğudaki sorunun etnik kökenli olduğunu, orada yaşayanlar
farklı bir etnik kökenden geldiği ıçm sorunlar yaşandığını tekrarlıyor ama ben
bunu anlamamakta ısrar ediyorum. Bana göre etnik farklılık ayrışma nedeni
değildir ve bölünmenin tek nedeni çıkarların farklılaşmasıdır. Eğer etnik
farklılık bölünme nedeni ise ve bu durum bir gerçekse sorunu nasıl çözeceksiniz7
İnsanların etnik kökenini değiştirecek bir formül mü icat edildi?
Bazıları PKK ile Kürtlüğü özdeş
olarak kullanıyor, bölgedeki egemenlerle çaresiz insanların aynı amaçla hareket
ettiğini söylüyor. Olay böyleyse çözümsüzlük bir kaderdir ve farklı olan
ayrışır demekten başka bir yol yoktur. Olayı etnik kökene bağlayanlar, bilerek
ya da bilmeyerek, ayrışma ateşini körüklüyor.
Bu sözlerim, pratik sonuçlar yaratmak
için, gerçeğe sırt çevirmek anlamını taşımıyor. Aynı soydan gelen, aynı
inançları paylaşan insanların bir arada yaşamaları şart değildir ve bunun tersi
de doğrudur. Birbirine tamamen yabancı kültürel değerlere sahip insanlar güçlü
bir devlet yapısı oluşturabilirler ve bu farklılıklar tartışma konusu bile
olmayabilir.
Ortadoğu’da var olan bir sürü Arap
devletinin halkları arasındaki farklar Türkiye’deki bölgeler arasındaki
farklardan daha mı keskin? Amerikalının sosyolojik ortak noktası ne
Bir şeyi anlamamakta ısrar ediyoruz.
Her sorun gerçek içeriğiyle ifade edilmez. Çıkarlar üstün değerlerle
ambalajlanır ve bu biçimiyle sunulur. Etrafa bakarsanız ülkenin yüksek
menfaatlerinin dışında kı-
şısel bir kaygıyla hareket eden bir
kışı bile görmezsiniz Gazeteleri dolduran magazin haberleri bile kişisel egoyu
tatmin için değil daha ilen bir toplumun örneklerini sunmak için yazılmaktadır.
Güneydoğu’da yaşayanların Türkiye
dışındaki bir oluşumda daha güvenli ve mutlu olmaları mümkün mü?
Eğer böyle ise sorunun maddi ve ciddi bir temeli vardır ve çözümü zordur. Eğer
bu doğru değilse Türkiye için de bir çözüm aranmaktadır ve olay, şikayetlerin
ifade ediliş biçiminden kaynaklanmaktadır.
Güneydoğu üretiminden fazlasını
tüketen bir bölgedir. Bu sözüm onları itham anlamı içermez, aksine böyle bir
yapının oluşmasının Türkiye’yi yönetenlerin kusuru olduğunu ifade eder. Bu
durum sadece sınırlarımız içinde geçerli değildir. Kuzey Irak’ın gelir düzeyini
artıran temel faktör de Türkiye ile var olan ekonomik ilişkilerdir. Türkiye’den
kopma bölgeyi sefalet düzeyine indirir. Bunu ya başka ülkelerden sağlanacak
yardımlar ya da petrol gelirleriyle kapatmak düşünülebilir. Bölgenin yükünü
kimse taşımaz, petrol seçeneği son derece risklidir. Kısa dönemde
pazarlanmasmın önünde ciddi engeller oluşur, orta vadede petrol zaten değersiz
hale gelecektir.
Olayın uluslararası boyutu da aynı
ölçüde sorunludur. ABD işgalinin genel bir kabul gördüğü söylenemez. îşgal
sonrasında tüm düşmanlık işbirlikçi olarak ilan edilen Kürtlere yönelecektir.
Irak’takı direnişin temel aktörü olan Saddam dönemindeki devleti yöneten
kadroların yeni hedefi izole konumdaki Kürtler olacaktır. Böyle bir çatışmanın
son derece acımasız olacağını söylemek kehanet sayılmaz.
Bana en aykırı gelen sözler,
yurttaşlarımız olan Kürtlerle bir ayrışma ve farklılaşmaya götürenlerdir.
Bölgedeki çatışmaların tahrik olup olmadığı sorgulamadan tepki göstermek,
bölgedeki egemenlerin çıkarları uğruna çatışmayı sürdürmek isteyip
istemediklerini sorgulamamak ciddi bir eksikliktir.
Bir hastaya sorun kaynağı olarak da
bakabilir ve ona kızabilirsiniz. Evinizdeki hasta tüm düzeninizi altüst
edebilir ve size zor günler geçirtebilir. Bu yüzden işinizi ihmal edebilir
parasal kayıplara uğrayabilirsiniz. Ben güneydoğuya bir husumet odağı olarak
değil tedavi edilmesi gereken, sorunları olan bir bölge olarak bakıyorum ve
bölgede en aykırı gördüğünüz insanların yüreğinde bile nefret olmadığını
düşünüyorum.
Malı dengelerle reel dengeler bir
paranın ıkı yüzü gibidir. Görünümleri farklı olsa bile büyüklükleri birbirine
denktir. Hükümetin son günlerde uygulamak istediği bir politikayla maksadımızı
daha iyi açıklayabiliriz. İstihdamı artırmak için işçi alan işletmelere faizsiz
kredi verilmesi düşünülmektedir. Böylece sağlanan avantajı değerlendiren
işletmelerin alacağı yeni işçilerle istihdamda bir artış sağlanması
öngörülmektedir. Bu mümkün değildir. Faiz ödemeyen işletmedeki üretim artışı,
yeni bir talep yaratılmadığı için, aynı ış kolundaki başka bir işletmenin
satışlarını azaltır ve bu işletmenin sağladığı istihdam artışı diğerindeki
azalmayla karşılanır.
Bugüne kadar iç talepte görülen artış
ve buna bağlı olarak sağlanan büyümenin irdelenmesi gerekir. Enflasyonu
düşürmek için uygulanan düşük ücret politikası ıç talebi frenlemekte ama bu
azal - manın etkilen, başka bir mekanizmayla aşılmaktaydı. Aslında büyümenin
motoru konumundaki iç talep artışı dış borçlanmanın bir sonucuydu. Birçok
değişik mekanizmalarla oluşması mümkün olan bu talep artışını basit bir örnekle
açıklayabiliriz. Dışarıdan bin birim borç alan bir banka, içerde tüketicilere
bin birimlik kredi açar ve bu talebe dönüşür. Bu şu anlama gelir: Tüketiciler
gelirlerini aşan harcama yapmaktadır ve bu fazlalık üretim artışını körükler.
Ancak bunun bir sınırı vardır ve bu sınırı tüketicilerin geliri belirler.
Borçsuz insanlar kendilerine açılan krediyi hızla kullanır ve bununla mal ve
hizmet satın alırlar ancak
gelirlerinin belirlediği borçlanma sınırlarına ulaşınca yeni bir talep
yaratılamaz. Gelirleri aşan talebin büyüklüğü tüketici kredilerinin ve kredi
kartı borç bakiyelerinin toplamıdır. Eğer bu borçlar iç tasarruflarla finanse
ediliyorsa, borçlanma limitine ulaşınca faiz hadleri düşer eğer dış
kaynaklarla karşılanıyorsa bir sınıra dayanır ve durur. Türkiye’nin dış
borçlarının hızla arttığı düşünülürse ıç talepteki artışın dış kaymaklarla
finanse edildiği sonucuna varılır.
Geçmişte talepteki daralmalar
devletin Merkez Bankasına borçlanmasıyla piyasaya sürülen parayla aşılırdı.
Genel olarak özel talebin yapısında borç miktarı yok denecek kadar azdı ve bu
borçlanmaların kaynağı halkın tasarrufları olduğu ıçm gelirlerle harcamalar
arasında bir denklik vardı. Şimdi dış kaymaklarla finanse edilen bir özel tüketim
yapısı söz konusudur.
Geçmişte dış borç denince akla sadece
devlet borçları gelirdi. Şimdi devletin yerini özel sektör ve halk almakta ve borçlar
ekonominin borcu haline dönüşmektedir. Eskiden devlet dış ödemelerde sorunlar
yaşardı şimdi, bir kriz söz konusu olursa, borçlu halk olacak ve onlar ödeme
güçlüğü çekecektir. Daha açık bir ifadeyle özel sektör ve halk borçlarını
ödeyemeyecek ve dış borç sağlanmasında aracı olan kurumlar ödeme güçlüğü
çekecektir. Şüphesiz beklenti, ekonominin çökmesine razı olmayacak olan
devletin bu borçları üstlenmesidir. Bu formülü 2001 krizinden ben ezberledik.
Bırileri yiyecek herkes ödeyecek. Yoksa vatan nasıl kurtulur?
Piyasada görülen daralma ve borçların
ödenememesi yapısal bir sorun haline gelmiştir. Bugüne kadar sürdürülen ve
gelirleri aşan harcamayla ıç talep yaratılması modeli, ancak dış kaynaklarla
finanse edilecek bir mortgage sistemiyle bir süre daha mümkün olabilir. İki
yoldan birini seçmek bir zorunluluktur. Ya ücretler üzerindeki baskı kaldırılır
ve iç talep artırılır ve bunun maliyetler üzerindeki
etkisinin yaratacağı çok yönlü
olumsuzluklara çare aranır ya da iç talep Merkez Bankası kaymaklarına dayanarak
artırılır ve geçmişteki enflasyonist modele dönülür.
Genel görünüm şöyle özetlenebilir:
İthalattaki hızlı artış ve dış açık, ithal edilen malların niteliği ne olursa
olsun, ülkenin ürettiğinden fazlasını tükettiği anlamına gelir. Dış kaynakların
büyük oranda yatırıma dönüşmediği, dönüşse bile bunun nihai aşamada ıç tüketime
tahsis edildiği açıktır. Bedel ekonomik olmazsa siyası olarak ödenir.
Türkiye’nin genel tavrının savunma
olduğunu söyleyebiliriz. Karşılaştığını düşündüğü tehditleri savuşturmak
endişesi yaratıcı ve yapıcı bir ış yapmasını engelliyor. Her şey düzeltme ve
tamir etme sözcükleriyle ifade ediliyor. Ülkeyi bölmek ve geçmişte başaramadıklarını
şimdi gerçekleştirmek isteyenler olduğu yaygın bir kanı a- ma kimin, hangi
stratejik hesaplarla bunu yaptığı belli değil. Dünyanın bir ucundan ötekine
herkesi sorumlu tutan çevreler var. Dünyada çatışan taraflar tanımlanamadığı
için bizimle aynı safta duran bir güç de yok gibi görünüyor. Mesela
ayrılıkçıları ABD, Rusya ve AB’nin desteklediğini söyleyebiliyoruz. Bunları
aynı sıyası çizgide birleştiren ortak çıkarın ne olduğunu kimse sorgulamıyor.
Eğer iddialar doğruysa Türkiye tüm dünyanın hedef tahtası konumunda ve herkesle
mücadele etmek zorunda.
Sayılarla ifade edildiğinde çok
anlamlı olmayan bir PKK, tıpkı El-Kaide gibi, her yerde bulunabiliyor ve kimse
ona erişemiyor. Lideri kontrol altında olmasına, tüm dünyanın terörist ilan
etmesine rağmen ülkenin siyası yönünü nerdeyse o belirliyor. Güneydoğuda başka
güçlerin de olabileceğini söylediğiniz zaman, büyük bir koro, buna karşı
çıkıyor.
Ekonomik politikamız bir hedefe
yönelik değil. Ya da tek hedefimiz bozuk olanları düzeltmek. Bir tamirci
dükkanındaki arabanın başında bekler gibiyiz. Tek arzumuz arabanın çalışır hale
gelmesi. Ne gideceğimiz yer var ne de arabaya nasıl kullanacağımız konusunda bir
planımız.
Tek siyasi hedef olarak belirlenen AB
üyeliğinin gerçekleşmeyeceği belli ama biz, başka bir hedef göstermediğimiz
ıçm, hâlâ ondan vazgeçmiş değiliz. Karşımızdakiler bunu anlıyor ve küçük bir
kapı aralığı bırakarak, gerçek projelerini uyguluyorlar. Her zaman olduğu
gibi, bağımsızlığımızdan ve bütünlüğümüzden ödün vermeyeceğimiz söylüyoruz.
Onlar tümünü almak varken neden bir kısmıyla yetinelim havasındalar. Bir
kısmından vazgeçmeyeceğimiz ülkemizin tümünün kontrol altına alındığının
bilincinde görünmüyoruz
Herkes bütünü değil parçaları
konuşuyor. Önümüzdeki dönemde nasıl bir dünya kurulacağına dair bir öngörü
yok. Dünya, bazılarının iddia ettiği gibi, global bir köy mü olacak yoksa büyük
güçler etrafında yeni bir kümelenme mı yaşanacak? Etrafında toplanılacak
güçler hangilen? Dünyadaki çatışmanın temel sebebi petrolü kontrol etmek mı
yoksa yeni enerji kaymakları petrolün sonunu mu getirecek ya da gerçek çatışma
bunların da dışında mı ve var olan ekonomik düzenden mı kaymaklanıyor? Dünyaya
yönlendirecek güç odakları ekonomiyi mı yoksa asken gücü mü kullanacak? Yeni
düzen bir mücadelenin sonucunda mı belirlenecek yoksa zaten üzerinde uzlaşma
sağlanmış bir modelin oluşum aşamasında mıyız?
Olayın bütünü üzerinde hiçbir
tartışma yok. Sıradan bir provokasyon ya da ölümlü bir eylem tüm soruları
gende bırakıp gündemin önüne geçiyor.
Bir savaş sadece saldırılara karşı
konarak kazanılamaz. Ama biz bir siperden öbürüne koşuyor ve düşman
saldırılarına karşı kahramanca savunma yapıyoruz. Nerede ve nasıl
savaşılacağını belirleyen
biz değiliz. Ama bir şeyi kesinlikle
söyleyebiliriz: Her saldırıyı püs- kürtsek bile galip gelemeyiz.
Bir insanın çapını ve kapasitesini
sorunları ve basımları belirler. Çeyrek asırdır Kıbrıs ve PKK çemberinin içinde
dönüp duruyoruz. Ekonomik çabalarımız bir hedefe yönelik değil. Sadece güncel
sorunların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Bunların çözülememiş olmasını
sorunların büyüklüğüyle izah ediyoruz. Üzümün çöpünden, cevizin kabuğundan,
karpuzun çekirdeğinden şikayet eden insanlar gibiyiz. Hiçbir sorunumuz
olmasaydı daha iyi olurdu ama ne yapalım kı böyle bir dünya henüz icat
edilmedi. Ama haksızlık etmeyelim. Son olarak sarımsak ticareti yapıp ülke
ekonomisini baltaladığını öğrendiğimiz PKK’ya büyük sorun demeyip de ne
diyelim?
Son zamanlarda gözlenen eylemleri
değerlendirenler iki kategoriye ayrılabilir. Bir kısmı olayların bölücülük ya
da gericilik gibi ıç nedenlerden kaynaklandığını düşünürken önemli bir bölümü
de AB üyeliğini engellemek isteyenlerin olayları tahrik ettiğini söylüyor.
Onlara göre sıyası istikrarın sağlanamadığı görüntüsü, bir iç çatışma
ihtimalinin söz konusu olması ya da dine dayanan rejim taraftarlarının
etkinliği AB üyelerim olumsuz bir tavır almaya zorlayacaktır. Bu nedenle
gerçekte amaçları AB üyeliğim engellemek olanlar, var olmayan bu tehlikeleri
varmış gibi göstermek için tahriklerde bulunmaktadır. Eğer bu gerekçe geçerli
olsaydı söz konusu tahriklerin müzakere tarihinin tespitinden önce yapılması
daha anlamlı olurdu. Zamanlamanın önemli olmadığını düşünürsek bu tahriklerin
AB üyeliğini önlemeye yönelik olduğunu kabul edebilir miyiz?
Önce tartışmaların Türkiye’nin AB
üyeliği ile mı sınırlı yoksa daha geniş bir çerçevede AB’nin geleceği konusunda
mı olduğuna karar vermek gerekir.
Türkiye’nin AB üyeliğini savunanların
profili konuyu daha anlaşılır hale getirmekte faydalı olabilir. Bu amaç ıçm
uğraşan etkin çevreler AB üyeliğini daha geniş bir projenin parçası olarak
algılamaktadır. Bunların genel özelliği küresel bir dünya perspektifine sahip
olması ve AB üyeliğini bu projenin bir alt başlığı olarak düşünmeleridir.
Onlar, diğer büyük güçler yanında, ekonomik, askeri ve sıyası açıdan
farklılaşmış, bağımsız bir Avrupa düşlememektedır. Asıl amaçları
küreselleşmedir ve AB’nın bunun güçlü bir parçası olmasıdır. Türkiye’deki AB
yandaşlarının ilişkileri, değer yargıları, kısaca dünyaya bakışları bağımsız
ve güçlü bir Avrupa yaratma amacına uzak durmaktadır. Zaten ekonomik ve sıyası
alanlarda sınırsız liberalleşme, kendi içinde kapalı bir AB fikriyle
bağdaşmaz.
Başlangıçta ABD ve SSCB etrafındaki
kümelenmeye alternatif olarak düşünülen Birleşik Avrupa fikri, zamanla aşınmış
ve Avrupa küreselleşme yandaşlarının etkin olduğu bir alana dönüşmüştür.
Geçmişte Türkiye’nin üyeliği bir zaman ya da uyum sağlama sorunu olarak
görülürken şimdilerde birliğin vasfını belirleyen bir etken haline gelmiştir.
Türkiye AB üyesi olursa küresel gücün kontrolüne girebilir endişesi asıl
itiraz nedeni haline gelmiştir.
Şu soru cevaplandırılmadan meselenin
anlaşılması mümkün değildir: Eğer Türkiye’nin sorunu yeten kadar demokratik
olmaması, ekonomik durumu, kültürel farklılık ise neden İngiltere bu konuda
hoşgörülü davranmakta, Fransa sert bir muhalefet sergilemektedir? İngiltere bu
konularda bize daha çok mu benzemektedir? Durumu bu sebeplerle açıklayanlayız
ama İngiltere’nin küreselcilerin en önemli üssü olduğunu, Türkiye’nin
katılmasıyla AB’dekı egemenliğin bunların eline geçeceğini ve bu nedenle
merkez bloğunu oluşturan Almanya ve Fransa’nın direndiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin üye olup olmaması AB’nın
vasfını belirleyecek bir etkendir ve bu durum Türkiye’nin özünden değil
yönetime egemen
olan güçlerin niteliğinden
kaynaklanmaktadır. Üstelik bu nitelik ideolojik değildir. İslamcı kanatla
liberaller arasındaki dayanışma, tüm politikalardaki özdeşliğe yakın benzeşme
ancak hedeflerdeki aynılıkla izah edilebilir.
Bu nedenle okuduğumuz kitabın adı AB
değildir. AB, bu kitabın içindeki bir alt başlıktır. Asıl sorun dünyanın
yemden nasıl şekilleneceği, dengenin nasıl kurulacağıdır. Çatışmanın bir
yerinde AB üyeliğinin olması, bu çatışmanın AB ıçm yapıldığı anlamını taşımaz
ve bununla sınırlı kalmaz. Irk çatışması, ülkenin bölünmesi daha geniş bir
projenin araçları ve bütünün parçalarıdır.
Eğer olayları bu alt başlıklarla
açılarsak yanlış yapmış olmayız ama bütünü göremediğimiz için doğru politikalar
üretemeyiz. Tarif edilen şey filin kulağından ibarettir. Kulak filin bir
parçasıdır ama kendisi değildir.
Avusturya’nın AP temsilcisi ülkesinin
Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmasının nedeninin Viyana Kuşatması olduğunu
söylemiş. Bu sözleri duyunca kendimi çok aşağılanmış hissettim.
Ruslar, Fransa ve Almanya’nın,
Moskova’yı kuşatmasını, Amerikalılar İngiliz sömürgeciliğini, Türkiye
OsmanlI’nın darmadağın edilmesini unutmuşlar ama sadece AvusturyalIlar bu
kuşatmayı akıllarından çıkaramıyorlarmış. Anlaşıldığı kadar sebep sadece duygusal.
Ortada ne stratejik hesaplar var ne AB içinde farklı güç odaklarının
çatışması.
Bu sözlerin bir yandan gururumuzu
okşayacağını, diğer yandan kolay anlayabileceğimiz bir mazeret olduğunu
düşünmüş olmalılar. Çevresindeki her şeyi tehdit sayan bir ülkeden korkan
binlerinin olmasının bizi mutlu edeceğini, korkulan bir ülke olmanın hazzıyla
AB üyeliğini bile boş vereceğimizi hesaplamışlardır.
Başkaları da Avusturya’nın
Hırvatistan’ın önünü açmak ıçm bizi koz olarak kullandığını söylüyor. Eğer AB
bu ülkenin kusurlarını görmezse onlar da Türk korkusunu aşabilirler ve bize
engel olmaktan vazgeçebilirlermiş. Zaten bu işlerin doğası böyleymış ve son
günler yoğun pazarlıkların yapıldığı dönemlermiş. Girecek olan biz, direnen AB
olmasına rağmen pazarlıkların bizimle değil başkalarıyla yapılmasının
yadırganacak bir yanı yokmuş. Yanı gerçekte bize karşı çıkan kimse yokmuş ama
Avusturya, bizim sırtımızdan Hırvatistan lehine taviz koparacakmış.
Bu oyunu sürekli yuttuğumuzu görenler
aynı şeyi denemekten çekinmiyorlar. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı
topraklarını istediği gibi parselleyen İngiltere, son anda Yunanistan’ı
Türkiye’nin üzerine salmış sonra da desteğini çekerek bize yeni bir düşman hediye
etmişti. Biz de İngiltere’yi unuttuk hatta onu en büyük müttefikimiz saydık ve
kurtuluş günlerinde Yunanlıları süngüledık.
Bugün benzer bir manzara
karşısındayız. Herkes söyleyeceğini söyledi, itirazlarını sıraladı ama sonunda
bir günah keçisi bulundu. Eğer AB maceramız hüsranla sonuçlanırsa suçlunu kim
olduğunu biliyoruz: Viyana Kuşatmasını unutamayan AvusturyalIlar!
Neden bizi Yunanistan ya da Güney
Kıbrıs engellemiyor da bu işi Avusturya’ya havale ettiler diye sormanın anlamı
yok. Bu ıkı ülkeyle çözülecek sorunlarımız var ve Türk kamuoyunu peşin bir
olumsuzluğa itmek akılcı bir dayanış olmaz. En iyisi düşmanlığımızın pratik
hiçbir sonuç yaratmayacağı Avusturya’yı hedef haline getirmek. Bu iki ülke
bizi en çok savunanlar olursa hiç şaşırmam. Yabancı Damat dizisi, karşılıklı
evlilikler zaten bizi birbirimize yaklaştırmıyor mu?
Bunlardan şikayetçi olduğum
sanılmasın sadece bir politikanın çok boyutlu yürütülebileceğini söylemek
istiyorum. Herkesin Kurtlar Vadisini izlediği bir ülkede, AB ile bir
çatışmamız olursa, dizinin
kahramanları devreye girer ve AB’ye gereken
dersi verir. Su uyur düşman uyumaz ama bizim kahramanlarımızın gözünü kırptığı
bile görülmemiştir.
Asıl sorun siyasetin
magazinleştirilmesidir. Gazetelerde magazin dışı bir haber ya da yorum bulmak
için epeyce uğraşmak gerekiyor. Televizyon haberlerinin ağırlığı da magazine
kaydı. Eğer Avusturya’nın Viyana Kuşatması’nı unutamamış olması yetmezse bir
aşk skandali yüzünden AB üyeliğini kaçırdığımızı söylerlerse hiç şaşırmayacağım.
Herkes zayıf yanımızı öğrendi. Magazin kültürü tüm dayanışlarımıza hakim oldu.
Eğer Ofer’in özelleştirmedeki rolünü irdelerseniz alacağınız cevap hazır. Bu
aile tatillerini bir arada yapan, son derece mazbut insanlardan oluşmaktadır.
Ben bu güzel vasfın özelleştirme ile alakasını bulamadım ama bazıları iyi
insanlar her şeye layıktır ve onlardan bir zarar gelmez de diyebilir.
Atalarımız gidip Viyana’yı
kuşatmasaydı şimdi AB üyesi olacaktık. Üstelik alamadılar ama bizi de AB
cennetinden mahrum ettiler.
Hiçbir düşünce gerçeğin kendisi
değildir. Her iddia sadece doğru olmak ihtimalini içerir. Bazılarında bu
ihtimal sıfıra yakınken bazen ortalarda bir yerde olduğunuzu hissedersiniz.
Bugün içinde bulunduğumuz şartlar herkesin yanılmasının mümkün olduğunu
gösteriyor. Ancak asıl sorun seçeneklerimizin ne olduğunu doğru saptamaktır.
Seçenekten söz etmek bile bir
yanılgının başlangıcı olabilir. Acaba gelecek bizim seçimimize göre mı
belirlenecek yoksa gelişmeler kendine özgü dinamiklerin bir sonucu mu? Biz bu
oluşumun bir aracından mı ibaretiz? Soyuttan somuta inersek dünya yeniden nasıl
şekillenecek ve bizim konumumuz ne olacak?
Bu konuda bir yol ayrımında olduğumuz
ve belli başlı ıkı se-
çeneğin bulunduğunu görüyoruz.
Liberal düşünce, önündeki tüm engelleri yıkarak, hayatımızı şekillendiriyor.
Birçok şeyin, adı aynı kalmakla birlikte, içeriğinin değiştiğini ve liberal
akımın kimliğine büründüğünü görüyoruz. Din, dünyaya yön verme iddiasını kaybediyor
ve kendisi belirlenen konumuna indirgeniyor. Bilinen bütün dinler Tanrı’yı mı
yoksa yeni düşünce akımını mı kutsuyor anlayamıyoruz. Gericiliğinden söz
ettiğimiz dinci akımlar bir devrimin öncüsü konumuna geliyor ama bu devrim,
onu savunanların dünya görüşüne tamamen zıt olabiliyor. Birkaç küçük rötuş geçmişle
gelecek arasında bir kopma olmadığını göstermeye yetiyor. Mesela Ramazan iftarları
liberal düşüncenin üzenne giydirilen bir elbise görevini üstleniyor ve dinle
aramızdaki bağların sürdüğünün kanıtı oluyor.
İkinci seçenek liberal yapılanmanın
sadece bir kurgu olduğunu, zayıf temeller üzerine inşa edildiğini ve bir anda
çökeceğini düşünüyor olmalı kı onunla savaşıyor ve kendi kurgusunu hayata geçirmeye
çalışıyor. Onlara göre asıl belirleyici olan güçtür ve yem dünya düzenini güçlü
olan belirleyecektir. Liberal akımın zayıf yanı gücü tek boyutlu olarak
düşünmesi ve paranın tek belirleyici olduğunu kabul etmesidir. Oysa bu güç bir
fiske ile dağıtılabilir ve üzerindeki kağıttan şato bir anda darmadağın
olabilir. Karşı taraf örgütlenmesini silah, ekonominin üretim cephesi ve
insanın inanç boyutu üzerine kuruyor.
Tartıştığımız konular, yanı terör,
borsanın alçalıp yükselmesi, dış ticaret verileri bu modelin içinde hiçbir
anlam ifade etmiyor. Ne bölünme korkusu, ne AB üyeliği, ne milli birlik
çağrıları ne de özelleştirerek güzelleştirme çabaları, mücadelenin bir tarafı
haline gelmemize yetmiyor.
Kimin galip geleceğini kestirmek son
derece zor. Bazıları kimin haklı olduğunu bulmaya ve onun tarafını tutmaya
çalışıyor. Oysa
sorun haklılık ya da haksızlık değil
tarihin hangi yönde ilerlediğini kestirmek sorunu.
Biz bu gelişmeyi etkileyebilecek,
beklenen doğumun daha sancısız olmasını sağlayabilecek konumda iken bir ıp
cambazını seyreder gibiyiz. Binleri hayatlarını ve tüm varlıklarını riske
atarak ıp üzerinde yürürken biz sadece seyirci konumundayız. Oysa bu oyunun
seyircisi olmak mümkün değil ve ulaşılan sonuç herkesi derinden
etkileyecek.
Şu anda ülkemizin siyasetini
liberal-lslamcı ittifakı belirliyor. Türkiye’nin tavrı hem sonucu etkileyecek
hem de ülkemiz ulaşılan sonuçtan büyük ölçüde etkilenecek. En geniş anlamıyla
ulusalcı politikalarla küreselciler arasındaki rekabetin sonucunu kestirmek,
şu anda, zor görünüyor. Ancak liberal kanadın kullanabileceği silahların
sınırına ulaşılırken diğer tarafın devreye sokabileceği silahların yedekte
tutulduğunu söyleyebiliriz.
İnsanın aklına kovboy filmleri
geliyor. Masa başında poker oynayanlar bir süre ellerindeki kağıtlarla
kaybedip kazanırken, taraflardan biri silahını masaya koyup “Ben kazandım”
diyor ve tüm paraları kendi tarafına çekiyor. Bu benzetmenin dünya ölçeğinde
olduğunu belirttikten sonra, yanılma riskinin de olduğunu söyleyip, sonucu
tahmin edeceğim. Stratejik üstünlük, ulusalcıların lehinde gibi görünüyor ama
sonuca büyük hercümerçler pahasına ulaşılacağı
anlaşılıyor.
*****
Türkiye gelişmelerin odağına doğru
ilerlerken ıç politikada sessizlik sayılacak bir dönemi yaşıyoruz. Dağınık bir
toplumsal muhalefet, Meclis içinde büyük yankılar uyandırması beklenmeyen
transferler, halkı sürükleyecek gücü olmayan partiler şartlarla uyumlu bir tablo
oluşturmuyor.
Başka bir dönemde büyük tepkiler
yaratabilecek terör olayları tepkiden çok soru işaretleriyle karşılanıyor.
Hiçbir düşünce ve söylem arkasında kitlelerin önemli bir bölümünü
toplayamıyor. Sürükleyici olması beklenen sloganlar toparlanmaya değil
dağılmaya neden oluyor.
Alışılan siyası metotlarla yanı
iktidarın yaptıklarını eleştirerek, söz ustalığı ya da vücut dilini kullanarak
kitleler harekete geçırıle- miyor. Medya ayrıntılar üzerinde tartışmanın
dışında etkili bir rol oynayamıyor. AB bir rüzgar olmaktan çıkmış zor fark
edilen bir esintiye dönüşmüş durumda.
Ulusalcıların “ülke elden gidiyor”
demelerine de büyük bir katılım yok ama hiç kimse yönetimin işleri doğru
yürüttüğünden emin değil. Heyecan yerini giderek sessiz bir tedirginliğe
bırakıyor.
Bilinen siyası kadrolar etrafa
dağılan kişileri bir araya getirerek yeni bir hareket oluşturma peşinde ama
kimse böyle bir teşebbüsün başarılı olacağından emin değil. Sorunun bir toplama
ve toparlanma işi olmadığı anlaşılıyor.
Geçmişte dünyadaki gelişmelere uygun
bir tavır alarak ve belli güç odaklarının desteğini alarak başanlı olmak
mümkünken bugün bu yolun da tıkalı olduğu anlaşılıyor. Çünkü ortada ne tek
başına belirleyici olan bir güç var ne de bunları tanımlayacak bir politika.
Şartların belli olduğu bir ortamda tavır almanın kolaylığını bulamıyoruz.
Bugüne kadar var olanlardan hırının
arkasına takılarak yürütülen siyaset şimdi yapılamıyor. Çünkü her eğilim bir
var olma ya da yok olma kavgası veriyor. Dünyaya egemen olmak isteyen liberal
düşünce, en geniş anlamıyla, ulusal devlet yapılanmalarının karşısında
zorlanıyor. İç siyasetin kaderinin de dünyadaki gelişmelerle belirleneceği
anlaşılıyor.
Türkiye yeni yapılanmanın üzerine
inşa edileceği düşüncenin çıkış noktası olabilir. AB’nin geleceği üzerindeki
tartışmaların bir Türkiye tartışmasına dönüşmesi, bölgedeki dengelerin Türkiye
ol-
madan sağlanamaması rolümüzü anlatan
işaret fişekleri gibi ama biz yapıcı olmak yerme belirlenen konumda olmayı
tercih ediyoruz.
Bugün ülkemizde oluşması beklenen
yeni siyasi yapılanmanın iktidara ulaşmaya hedeflemesi ve bu amaçla oy
toplayacak bir çekim merkezi olarak tasarlanması sonuçsuz kalır. “Kıbrıs elden
gidiyor”, “hükümet terörle başa çıkamıyor”, “ekonomik durum kötüye gidiyor”
diyerek iktidara gelmeyi düşünenler ellerinin boş kalacağını hesaplamak
zorunda. Bunlar ülke içinde bir anlam ifade etse bile dünyanın
beklentisine cevap oluşturamaz.
Yeni bir hareket ya da iktidarın
geliştireceği yeni siyaset hem bölgenin hem de dünyanın ihtiyaçlarına uygun
olmalıdır. Bu geleceğe yönelik bir öngörüye ve buna uygun bir ekonomik ve
sosyal anlayışa sahip olmakla mümkündür. Yanı mesela dinin siyası rolü, etnik
farklılıklara yaklaşım, askeri gücün hangi şartlarda ve nasıl kullanılacağına
dair objektif kararlar verilmelidir.
Bu siyasetçinin bireysel
eğilimlerinin üstüne çıkarak siyasi tavır belirlemesi anlamına geldiği kadar
siyasi akımların düşünce temelinin çıkar kaygılarının önünde olması anlamına
gelir.
Yeni bir siyası hareket eskilerin
toparlanması ile değil ya onların değişmesiyle ya da yeni bir yaklaşıma sahip
kadroların öne çıkarılmasıyla sorun değil çözüm üretebilir.
Türkiye, belki de ilk defa, sadece
kendi halkı için değil dünya için bir politika üretmek konumundadır ve bunu
başarmanın, çıkara dayalı ekonomik, sıyası, sosyal tavır almaktan çok daha
önemli olduğu görülecektir.
Beklenen toparlanma değil düşünce
üretmektir ama bu sanıldığı kadar kolay değildir. Tüm hayatını kazanmak
hedefine odakla- yanların yerine inşa etmek isteyenleri getirmek en zor
olandır.
En büyük çatışmalar bile basit
sayılabilecek olaylarla başlar. Bir suikast ya da sınır çatışması dünyayı saran
büyük bir savaşın nedeni haline gelir. Son günlerde Yüzüncü Yıl Üniversitesinde
başlayan gelişmeler bunun sıradan bir hukuk meselesi olmaktan çıkıp beklenen
bir çatışmanın başlangıcı olacağı izlenimim vermektedir.
Bir olayda herkesin farklı görüşlerde
olması yadırganamaz ama taraflar adıl bir sonuca ulaşma gayreti içinde değilse,
gerçeği ortaya çıkarmak yerme karşısındakini suçlama peşindeyse bir çatışmanın başlangıcında
olduğumuzu anlarız.
Ortalama bir insan ne tümüyle kötü ne
de su katılmamış bir iyilik sembolüdür. Böyle zamanlarda taraflardan biri
olayın kahramanının çocukluk çağında komşusunun bahçesinden erik çaldığını
anlatmakla başlar, gençlik aşkı yüzünden kızın babasından yediği dayağa kadar
her şeyi itham aracı olarak kullanır. Diğer taraf, iyiliğinin delili olarak,
yıllar önce verdiği bir sadakadan dem vurur.
İtham edilen kışı, hukuki durumu ne
olursa olsun, adalet bekleyemez. Çünkü taraflar onun üzerinden bir zafer
kazanmak peşindedir. Dindar olduklarını iddia edenler en küçük bir insafı bile
çok görürler, hukukun savunucuları polemik peşinde koşarlar.
Şu sorulara verilecek cevabın
aydınlatıcı olacağını düşünüyorum. Böyle bir sorun Van’da değil de mesela
Bilecik’te ortaya çıksaydı gazetelerin arka sayfalarını aşıp manşete
oturabilir miydi? Geçmişteki benzer olaylara bakarsak bu sorunun cevabı kesin
bir “hayır” olacaktır. O zaman çatışmanın sebebi, hukuki görüş farkı değildir
ve arka planda başka hesaplar yatmaktadır.
Eğer olayın cereyan ettiği yerin özel
bir anlamı varsa bu sadece Türkiye ile mı sınırlıdır yoksa bölgesel bir içerik
mı taşımaktadır? Bir yandan Kafkasya’da yeni bir renkli devrim hazırlıkları
yapılırken diğer yandan Irak’ta yeni bir aşama başlarken oradaki gelişmeler bunlardan
tamamen bağımsız sayılabilir mi?
Bu olay isterse yerel isterse genel
olsun, büyük çatışmanın fitilini ateşleyecek gibi görünmektedir ve başlayacak
yangının ilk kıvılcımı niteliğindedir. Üstelik rektörün karşısındaki grup Türkiye’deki
dmı akımın güçlü bir temsilcisi konumundadır ve çatışmanın tarafı olduğu ilan
edilmektedir.
Yazının başlığı ile bu olay arasında
bir ilişki yokmuş gibi görünmekle birlikte aslı etkisini çatışan tarafların
tanımlanmasına ve belirlenmesine yardımcı olarak gösterecektir. Bugüne kadar
sadece ideolojik kriterlere göre oluşan cepheler şimdi bunların dışında şekillenecektir.
Bırbiriyle ideolojik hiçbir ortak noktası olmayan ke- sımlerın bir araya
geleceğini göreceğiz. Liberallerle dindarlar arasında gözlenen birlikteliğin
bir benzen karşı tarafta gerçekleşecek gibi görünmektedir. Geçmişte Refah
çizgisi ile onu boy hedefi olarak ilan eden laik kesimin yan yana gelmesi ve
diğer renklerin de bunlara katılması sürpriz sayılmamalıdır.
Böylece bir şeyi daha öğrenmiş
olacağız. İdeolojik farklılıklardan kaynaklanan cepheleşmeler yapaydır.
Aslında geçmişte de köyleydi ama biz arka plandaki sıyası hesaplarla
ilgilenmediğimiz ıçm ayrışmanın ideolojik olduğunu sandık. Asıl belirleyici
olan sıyası hedeflerdeki uyum ya da uyumsuzluktur ve yeni ortak nokta burada
şekillenecektir.
Türkiye’de yeni bir siyası hareket,
bu nedenle, ideolojik temellere dayanmayacak, aksine siyası açıdan ortak
noktaları olanları bir araya getirecektir. Şu anda var olan ama farklılıklarını
ve özelliklerini kimsenin bilmediği muhalefet partilerinin anlamsızlıkları
ancak yeni bir siyasi projenin ortaya çıkarılmasıyla aşılabilecek ve etkili bir
siyasi oluşumun gerçekleşmesi mümkün olacaktır.
Herkesin yeni bir siyasi parti kurma
peşinde olması ve nerdey- se adı duyulan tüm kişilerin bu iddiayı taşıması
olumsuz sayılmamalıdır. Bu, neyin olmayacağını gösterecek ve herkes
olabileceğe ra-
zı olmak zorunda kalacaktır. Bu
konuda bir irade yokluğu mu söz konusu yoksa bekleme sürecinde mıyız kestiremiyorum.
*****
ABD’nin Irak’tan çekilmeye
hazırlandığı anlaşılıyor. Irak’ta, elde edilen sonuç ne olursa olsun, bunun ABD
için ödenmiş gereksiz bir bedel olduğunu söyleyebiliriz. Başından beri
söylediğimizi tekrarlayabilir ve “Bu harekatın kod adı Irak, hedefi
Türkiye’dir” diyebiliriz. Hedef olmak hasım olmak anlamına gelmez. ABD sadece
bölgedeki operasyonlarında ülkemizle birlikte hareket etmek istemiştir.
Bugün, Irak’a bir barış gücü
gönderilmesi ve bunun ana gövdesini askerlerimizin oluşturması, Mısır ve
Pakistan gibi ülkelerden katılacak askerlerin görüntüyü yumuşatmak amacıyla
kullanılması en uygun çözüm sayılabilir.
Türkiye’nin bölgedeki rolünü
belirlerken iki temel konu üzerinde karar verilmelidir. Bunlardan en önemlisi
bölgedeki operasyonlarda Türkiye’nin ABD’nin bir tamamlayıcısı mı yoksa
alternatifi mı olacağıdır. Eğer meşhur tezkere kabul edilseydi ülkemiz tamamlayıcı
rolüne sahip olacaktı ve oluşacak karşıtlılığı paylaşmak zorunda kalacaktık.
Bu durum hem gereksiz hem de başarı şansı düşük bir seçim
olurdu.
ABD’dekı siyaset planlayıcıları
Türkiye’nin inisiyatifini sınırlamak ve bağımsız rol oynamasını engellemek
için bu yolu seçtiler. Daha açık bir ifadeyle etkili olmak yerine kontrolü elde
tutmanın daha önemli olduğunu düşündüler. Bu yanlış bir hesaptı ve Bağdat’tan
döndü. Şimdi ülkemizin bir alternatif olması düşünülüyor ve bu herkes
açısından en rasyonel olandır.
İkinci önemli sorun Türkiye’nin dünya
genelindeki çatışmada hangi tarafta olduğunun belirsizliğidir. Bir yandan
küreselcilerle yan yana olmak, diğer yandan bunun karşıtı konumundaki Bush
yöneti-
miyle ortak politikalar üretip
bunları uygulamak mümkün değildir. Küreselcilerin siyasal üssü konumundaki
İngiltere ve onun başbakanı Tony Blaır son küreselci beyin fırtınası
toplantısında aradığını bulamadı. Bu küreselcileri havlu attığı anlamına
gelmese bile o cephede de işlerin yolunda gitmediğine işaret etmektedir.
Türkiye’nin yerinin belirsizliği iç
politikaya yansımakta, önümüzdeki dönemin ciddi çalkantılara sahne olmasının
yolunu açmaktadır. Türkiye’de tartışmalar, genel olarak, sıyası düzeyde yapılmadığı
ıçm karşılıklı yıpratma oyunlarına başvurulmakta ve bu konuda baş rolü
yolsuzluk iddiaları oynamaktadır.
Bunun en önemli nedeni böyle bir
siyasi tartışmanın yapılacağı bir ortamın olmamasıdır. Kürt sorunu şehit
edebiyatı düzeyinde, karşı cepheye itirazlar sıyası söylemler yerme
yolsuzluklar üzerinden yürütülmektedir. Sonunda taraflardan biri galip gelecek
ve ülkemizin politikasını ve yerini onlar belirleyecek ama biz bunun ne
sebeplerini ne de muhtemel sonuçlarını tartışmamış olacağız.
12 Eylülün gerekçesi anarşi ve
terördü ama şapkadan tavşan çıkarır gibi ekonomik politikamızı ithal ikameci
olmaktan çıkarıp dünyaya açtık. Oysa bu konuyu kimse tartışmamıştı. Bir seçimin
kaderini Öcalan’ın yakalanması ve onun idam edilip edilmeyeceği belirledi ama
sonuç, ülkemizin geleceğini etkileyecek ölçüde büyük bir borç yüküyle
karşılaşmamız oldu. Bunu ne öngörmüştük ne de tartışmıştık. AKP’yı iktidara
getiren kitleler hatta içinde yer alanlar, küreselleşmeyi savunacaklarını
biliyorlar mıydı? Amacım bu politikalardan hangisinin doğru hangisinin yanlış
olduğunu söylemek değildir sadece tartışmamız gereken konunun ne olması
gerektiğim söylüyorum.
Sonuç olarak Türkiye’nin bölgedeki
rolünün herhangi bir ülkeyle ya da güç odağıyla özdeşleşmesinin yanlış
olduğunu, bunu siyasi uzlaşmalara varmayı engellemeyeceğini aksine daha da
kolay-
taştıracağını söylüyorum. Formül
sıyası uzlaşma ama operasyon alanında bağımsız olmak olmalıdır.
Türkiye’nin öncülüğünde kurulacak bir
barış gücü ve BM denetimi uygun bir çözümdür ve bu görevin ulusal çıkarlar
gözetilerek değil bir dünya gücü gibi davranarak yapılması gerekir. Ülkemiz
böyle bir rolü oynarken yöneticilerimiz her türlü çıkar hesabının üstüne
çıkmalıdır.
Türkiye’deki kamplaşmanın
geçmıştekılere benzemediği ve ayrışmanın ulusalcılarla küreselcilerin
iddialarıyla oluştuğu gözleniyor. Bazıları ekonominin bir savaş baltası
olmadığını, insanların refahının artmasının yatırımlarla mümkün olduğunu ve yabancı
sermayenin vazgeçilemez olduğunu söylüyor. Onlara göre bir yatırımcı on kuruş
kazanmak için yüz kuruşluk üretim yapmak zorundadır ve siz onun on kuruşluk
kazancına engel olurken aslında halkın elde edeceği yüz kuruşluk gelirin önünü
kesersiniz. Yanı yatırımları engelleyerek başkasını değil kendinizi bir
şeylerden mahrum edersiniz. Bir zenginin denizde süzülen kuğu benzeri yatlarına
bakıp bunun bir haksızlık olduğunu düşünürseniz onun görkemli hayatını
engelleyebilirsiniz ama bu sizin ve ailenizin yaşam düzeyini açlık sınırına
kadar indirir. Onu yaralarsanız sız ölürsünüz. Bu iddia kesinlikle doğrudur ama
hayatın kendisi bu tarifin içme sığmaz. Çünkü bu tarihe yön veren ihtirasların
olmadığı, herkesin en fazla refaha ulaşacağı bir modelin en iyi olduğunu
varsayar. Model iyi olabilir ama gerçekçi değildir.
Yönetenlerin tek kaygısı
yönetilenlerin daha mutlu olmasını sağlamak değildir ve hiçbir zaman
olmamıştır. Onlar dünyaya yön vermek ve bunu gerçekleştirmek ıçm egemen olmak
isterler. Eğer savaşların nedenini kendi ülkesinin, aslında kendisinin egemen
olması isteğiyle açıklarsak tüm insanlığa refah sağlayacak bir modelin bugüne
kadar düşünülmemiş olduğunu anlarız.
Eğer küreselci düşünce galip gelirse
-kı buna hiç ihtimal vermiyorum- bu tüm insanlık tarihi için bir dönüm noktası
olur. Bu dönüşüm geçmıştekilerden tamamen farklıdır ve bugüne kadar her çağ
değişimi özde değil metotlardayken bu defa egemenlik mücadelesi tarihten
silinir.
Zaten karşı taraf küreselcilerin
çabalarının bir refah toplumu yaratmak olmadığını, aslında onların da kendileri
gibi dünyaya hükmetmek istediklerini, sadece araçlarının farklı olduğunu ve
eko- nomiyı bu amaçla kullandıklarını düşünüyor. Eskiden silah gücüyle
gerçekleştırılenler şimdi para kullanılarak yapılacaktır. Kimse böyle bir
düzende özgür olacağı hayaline kapılmamalıdır. Düşünceleriniz geçmişte
yasaklarla engellenirken şimdi para babalarının küçücük bir iması bile
ağzınızın bir daha açılmayacak biçimde kapanmasına neden olacaktır.
Romanlarınız, hikayeleriniz bile değişecek, büyük devlet adamlarına, kahraman
askerlere duyduğunuz hayranlığın yerini büyük servetler kazanmış kişilere
duyduğunuz gıpta alacaktır. Aslında değişen bir şey yoktur ve tüm insanlığın
maddi refaha kavuşacağı kocaman bir aldatmacadan ibarettir. Silah üretimi
dursa bile lüks tüketim mallarının bir sınırı yoktur ve eskiden asker olanlar
şimdi fabrikada bir avuç insanın hobilerine hizmet edecektir.
Tarafların hangisinin haklı olduğuyla
hiç ilgilenmiyorum. Tarihin hangi yönde ilerleyeceğini tahmine çalışıyorum.
Yanı sonuç akademik bir tartışmayla belirlenmeyecek, taraflardan birinin diğerini
alt etmesiyle geleceğimiz şekillenecektir.
Bazılarına sözlerim gereksiz, gündem
dışı gelebilir. Oysa, bana göre, stratejik tercihimizi bu konuda yapacağız.
Birinci Dünya Sava- şı’nda kaderimizi tercih ettiğimiz taraf belirledi. Gerçi
objektif konumumuz kaybetmeyi gerektiriyordu ama bu çok daha küçük boyutlarda
olabilirdi.
Oysa biz henüz mücadelenin kimler
arasında olduğunu bile ta-
nımlamış değiliz. Ekonomik gelişmeleri
siyaset dışı kabul ediyoruz ve sermaye hareketlerinin bir tarafın asker
kaydırmaları gibi olduğunu göz ardı ediyoruz.
Şu anda Türkiye Bush’u Irak
bataklığından kurtaracak tek güç olarak görünüyor ve bu konudaki tavrı dünya
ölçeğinde belirleyici olacaktır. Ama tarafların masa başında belirlenecek bir
sonuca katlanacağını sanmıyorum. Yanı Bush’a yönelik yıpratma kampanyasıyla
kimin kazandığı belirlenmeyecek ve çatışma daha üst boyutlara taşınacaktır.
Türkiye’de yönetenlerin gösterdiği
hedeflerle gittiğimiz yer hiçbir zaman aynı değildir. Geçmişte solcu
olduklarını iddia edenler sadece kelimeler üzerinde değişiklikler yaptı ve
ihtimal, imkan gibi sözcüklerin yerine olanak ve olasılığı kullandılar, biz de
onların diğerlerinden farkını bu kelimelerle sınırlı tuttuk. Ne ekonomik görüşleri
solcu olmayanlardan farklıydı ne de yeni bir dış politika ya da dünya
algılamaları vardı. Simgeler üzerinde tartışmaya alıştık.
Şimdi de aynı yerdeyiz. Bir laik ile
İslamcının farkı baş örtüsüne yönelik tabından anlaşılıyor. Zaten bunun
dışında bir konu da tartışılmıyor ve biz gönenç diyenle refah diyenin
birbirinden çok farklı olduğunu düşünüyoruz.
Toplumun ilgisi sürekli şekil
üzerindeki tartışmalara çekiliyor. Eğer baş örtüsü yeterli olmazsa helal
yiyecek gündeme taşınıyor ve biz, yün yumağıyla oynaşan kediler gibi, önümüze
konanı yuvarlayıp duruyoruz.
Bize göre herhangi bir dünya
görüşünün kendine özgü bir dış politikası ya da ekonomik politikası olması
gerekmez. İnsanlar liberalizm yandaşı olabilir, başka bir dünya görüşünün
bütün hedeflerine sahip çıkabilir ama başını örtünce diğerlerinden tamamen
farklı-
hışır Ya da tam tersine laik bir
yaşam biçimini benimseyip karşıtlarının tüm politikalarını aynen
uygulayabilir. Parola şudur: “Görüntünü değiştir, gerisine boş ver!”
Benim anlayamadığım bizi yönetenlerin
bir tren makinisti gibi olup olmadıklarıdır. Tren makinisti gideceği yeri
kendisi belirleyemez. Makası kontrol eden onun yönünü tayın eder. O sadece
trenin raylar üzerinde düzgün gitmesini sağlar. Eğer böyleyse makinistin
liberal, İslamcı, laik olmasının bir önemi yoktur ve herkes aynı yere
gider.
Sözlerim bir grubu değil herkesi
hedef alıyor ve farklılıklarını şekille sınırlı tutanları eleştiriyorum. Mesela
herkesin sıyası hedef olarak AB’yi gösterip, liberal ekonomik görüşü
tartışmasız savunurken aralarında çok büyük farklılıklar varmış gibi
davranmasını anlayamıyorum. Kimse özelleştirmeye ilke olarak karşı çıkmıyor
ama yapılış biçimini kıyasıya eleştiriyor.
Görüntü üzerinde yoğunlaşıp özün
tartışma konusu olmamasının büyük bedeller ödememize sebep olması bile
tavrımızı değiştirmeye yetmiyor. Mesela yıllarca PKK’nın ülkeyi bölmek
istediğini söyledik ve büyük bir mücadele verdik ama şimdi güneydoğumuzda
siyasal açıdan giderek etkisizleştiğimizi, sıranın oradaki bürokratik
varlığımızı sınırlamaya geldiğini görüyoruz. Kuzey Irak’taki yapılanma
sınırlarımızı aşmaya başlıyor. Gerçek projenin bu olduğunu söyleyip durmamın
bir bedel ödemekten başka sonucu olmuyor.
Karşılaştığımız her sıyası olayı
adaletin çözeceğini söylüyoruz. Herhangi bir olayın hukuki bir boyutunun
olması onun sadece hukuk alanını ilgilendirmesi anlamına gelmeyeceğini, adalet
görevini yaparken siyasi tedbir ve tavırların çözüm için şart olduğunu
düşünmüyoruz. En tecrübeli siyasetçiler bile kanun maddelerini tartışıyor ve
hukukun üstünlüğü sağlanırsa her şeyin çözüleceğini söylüyor. Eğer durum buysa
neden ülkenin yönetimi
adalete bırakılmıyor, Meclis
kanunları yapar, adalet uygular ve mesele biter demiyoruz?
Şöyle bir sahne düşünün: Herkes,
siyasete girdiği zaman, eski Çin’de olduğu gibi, bir üniforma giymiş olsun ve
kullandıkları dil standart hale getirilsin. Önceden hangi gruptan olduğunu
söylemesinler ve bir sorun için çözüm önerisi sunsunlar. Mesela ekonominin
nasıl yönetileceğini anlatsınlar. Aralarındaki farkı anlayabilir misiniz?
İnsanları fikirlerine bakarak sınıflandırabılır mısınız7
Böyle bir durumda tek fark edeceğiniz
şey hangisinin iktidarda hangisinin muhalefette olduğudur. Hedefler ve metotlar
arasında şaşırtıcı bir benzerlik olacak ama onlar iyi yapamıyor biz daha iyi
yaparız diyeceklerdir. Bu trenin makasını kimin kontrol ettiğini anlayamıyorum.
*****
Şu sıralarda Kuzey Irak’takı ekonomik
gelişmelerin Güneydoğu Anadolu’ya etkileri tartışılıyor. Ortalama dört bin dolara
ulaşan kışı başına gelirin burayı bir cazibe merkezi haline getireceği ve bunun
olası
tehlikelerinden söz ediliyor.
Bu gelir düzeyini açıklayacak bir
üretim olmamasına rağmen emlak fiyatlarındaki artış, bayındırlık yatımlarındaki
gelişmeler refahın bir göstergesi sayılıyor. Zenginliği sadece rakamlann
toplamı olarak algılayan genel anlayış bu tedirginliği haklı çıkarmaya
yetiyor.
Bu durumun üretimden değil dış kaymak
transferiyle gerçekleşmesi ilerde ciddi sorunların kaymağı olabilir. Refahın
sürdürülmesi alınan borçların ödenmemesi hatta dış kaymak transferinin sürmesiyle
mümkün olur. Bunun için öngörülen Kuzey Irak petrollerinden sağlanacak gelirin
bu transferlerin yerini alması ve bugünü de aşan bir
gelir düzeyine ulaşılmasıdır.
Kısa dönemde petrolün limanlara
ulaşmasını sağlamak için
Türkiye ile ilişkilerin bozulmaması
ya da Suriye ve Lübnan üzerinden yeni bir hattın kurulması düşünülüyor. Uzun
vadede petrolün geleceği belirsiz. Fosil yakıtların yarattığı iklim değişikleri
ve bunun yaratacağı riskler giderek gündemin ön sıralarına yerleşiyor. Çok uzun
sayılmayacak bir zamanda alternatif enerji kaynaklarına geçilebilir ve
ekonomisi petrole dayanan ülkeler sefaletle karşı karşıya kalabilir.
Bunlar göz ardı edilse ve hesaplar
bugün için yapılsa bile çözülmesi gereken birçok sorun olduğu görülüyor. Tek
kaynağa dayanan ve belirli ellerde oluşan gelir halka nasıl aktarılacaktır?
Petrol üreten Arap ülkelerinde bayındırlık ve kamu hizmetleriyle bu transfer
sağlanıyor ve Kuzey Irak için başka bir yol bulunmuyor. Buranın Türkiye’de
yaşayan Kürtler için bir cazibe merkezi olması için oraya inşaat işçisi ya da
kamu görevlisi olarak gitmeleri gerekir. Arap ülkelerinde yabancı işçi
çalıştırıldığı için bunlar bir sorun oluşturmuyor ama Kürtlerin
büyük gelir farklarını kolaylıkla kabul etmeleri zor görünüyor. Bizim bir
terör sorunu olarak algıladığımız PKK orada, sınıf çatışması yaratabilecek bir
unsur olarak görülüyor.
Ekonominin sadece miktar boyutuyla
değerlendirilmesi, hem gelişmenin hem de istikrarın böyle ifade edilmesi sadece
Kuzey I- rak’ın sorunu değil. Türkiye’de de son zamanlarda aynı anlayışın hakim
olduğu görülüyor. Ekonominin genelinde görülen iyileşme kitlelere yansımıyor.
Bunu sadece bir gelir adaletsizliği olarak görmek ve zaman içinde sorunun
çözüleceğini zannetmek doğru değil. Bu aynı zamanda istikrarı bozan bir etken
haline dönüşebilir.
Dış kaynak kullanılarak üretim
kapasitesinin artırılması doğru bir tercihtir ama bu kaynakların tüketim için
veya inşaat sektöründe kullanılması yanlıştır. İnşaat sektöründeki değer
artışları sadece üretim artışından kaynaklanmaz, önemli bir bölümü de arazi
fiyatlarındaki artışı yansıtır.
Basit bir örnekle olayı daha iyi
anlatabiliriz: Geçmişte yüz liraya satılan bir dairenin fiyatı bugün ıkı yüz
liradır ve bu değer artışı maliyet artışından kaynaklanmamıştır. Herhangi bir
nedenle fiyatlar eski düzeyine inerse, aldığı dairenin yarı parasını krediyle
karşılayan kişinin borcu bir vergi haline dönüşür. Öderse varlığı yarıya iner, ödeyemezse
bankayı batırır.
Dış kaynak geldiği zaman emlak
fiyatlarının artması genel bir eğilimdir ve bu akış durursa her şey tersine
döner. Türkiye bugünkü eğilimin süreceğini ve herhangi bir sorun
yaşanmayacağını düşünmektedir.
Ekonomik olayların siyasetten
bağımsız olduğunu, bugünkü sermaye akışının sadece iktisadı nedenlerden
kaynaklandığını düşünüyorsanız, Turgut Özal döneminde neden böyle bir
cömertlikle karşılaşmadığınızı açıklamanız gerekir. Dönüşümün mimarı sayılan,
daha büyük bir kitle desteğini sağlayan Özal’ın farkı neydi?
Büyüme ile sağlıklı büyüme arasında
fark vardır. Gelirlerin düzeyine bakarak ne Kuzey Irak’ta ne de Türkiye’de
ekonominin gücü hakkında karar verilmemelidir.
Türkiye 1980’den ben yeni bir inanç
sistemine doğru sürükleniyor Bu bir din olmasa bile hayatımızın her yönünü
belirleyecek kadar güçlü. Kapitalizm ve onun değerlen tartışılmaz, aksini iddia
etmenin günah sayıldığı bir düşünce haline geliyor.
Kapitalizmin bu günkü biçimi Amerikan
toplumunun tarihsel deneyiminin bir sonucu olmakla birlikte evrensel sayılıyor
ve onun kurallarına uymadan başarının mümkün olmadığı, ona karşı çıkmanın ya
da alternatif üretmenin beyhude bir çaba olduğu ileri sürülüyor. Zaten
geçmişte ona alternatif olmak iddiasındaki sosyalizm, daha doğrusu Sovyet
tecrübesi hazin bir sonla noktalanmadı mı? Kapitalizmin parlak başarısı yeni
denemelerin yenilgisinin mutlak delili değil mi?
İki şey birbirine karıştırılıyor.
Herhangi bir sistemde kullanılabilecek piyasa ekonomisi, kapitalizmin ayrılmaz
bir parçası sayılıyor. Oysa kapitalizm, piyasa ekonomisinden farklı olarak
ekonomik hayatın aklının da piyasa tarafından belirleneceğini söylüyor. Yanı
bir yönetimin ekonomik hedefler belirlemesi, gelir bölüşümüne müdahale
etmesi, yapacağı destekleme veya
ekonomik engellemelerle üretimin yönünü belirlemesi yanlış sayılıyor. Piyasa
üstün bir aklı temsil etmektedir ve ondan daha iyisini yapmak zaten mümkün
değildir. Piyasa en iyisini kendiliğinden yapıyorsa karışmanın ne gereği var!
Gelir bölüşümündeki adaletsizlik
doğal bir sonuç sayılıyor. Piyasa zaten herkesin ekonomiye katkısı kadar gelir
sağlamasına imkan vermektedir. Piyasanın belirlediği paylar adıldır ve bunu
değiştirmek, bazılarının verdiğinden fazlasını alması demektir ve asıl
adaletsizlik budur. Binlerinin sefaleti sistemin kusuru değil onun güçlü
yanıdır. Az kazananlar kendilerini ekonomiye daha fazla katkı yapmaya
zorlayacak ve böylece toplam refah artacaktır. Toplumun en alt katmanları,
insanları daha fazla çalışmaya, daha vasıflı olmaya mecbur eden bir sigorta
gibidir ve bu sigortanın ortadan kaldırılması gelişmeyi ve toplam refahın
artmasını engelleyecektir.
Kemal Derviş ekonomiyi yemden dengeye
getirmekten çok bu inanç sisteminin bir misyoneri gibi dayanmıştır. Ona göre
devlet hiçbir biçimde ekonomiye müdahale etmemelidir. Siyasetin ekonomiyi
yönlendirmesi, bu inanç sistemine göre günahların en büyüğüdür ve sonucu
cehennemde yanmakla eşdeğerdir.
Ekonomi bu dünya görüşüne göre
yeniden yapılandırılmakta- dır. Devletin ekonomiyle ilgili bürokratik kurumlan
özerk hale getirilerek siyasi kontrolün dışına çıkarılmakta, devletin ekonomik
konulardaki yetkisi en alt düzeye indirilmektedir. Artık yönetim para
politikasını belirleyemeyecektir. Merkez Bankası bağımsızdır ve para
politikasını kendisi belirleyecektir. Şüphesiz her politika bir amaca ulaşmak
için belirlenir. Merkez Bankasının amacı nedir? Bu amaç devletin dışında ve
üstünde, evrensel ölçülere göre, daha doğrusu ABD örnek alınarak
belirlenecektir. Bunun altında yatan düşünce Türkiye’nin global dünyanın
parçası olduğu ve onunla uyumlu olmak zorunda olduğu iddiasıdır.
“Sürüden anılanı kurt kapacaktır.”
Bütün dünya, özel konumu ve koşullan ne olursa olsun, kutsal kurallara uyarak
var olabilir. Aksını yapmak ölümlerden ölüm beğenmeye eşdeğerdir. Bu kurallar
bugün bazı hoş olmayan sonuçlar yaratabilir. Bazıları ışını kaybedebilir hatta
aç kalabilir. Buna katlanmak gerekir. Bunlar sistemin ışle- yışıyle giderek
ortadan kalkacaktır. Zaten bu sıkıntıların kökeninde daha önce sistemin
benimsenmemiş olması yatmaktadır. Eğer bunlara bugün katlanılmazsa ilerde daha
ağır biçimde karşılaşmak mukadderdir ve belki de her şey ıçm çok geç kalınmış
olacaktır.
Bilimsel bir yargıdan çok kutsal bir
kitabın emirlerini andıran bu sözler "yeni bir dm” niteliğine bürünmektedir.
İktisat fakülteleri üniversitelerin yeni bir teoloji fakültesi gibidir. Yeni
dinin ilmihali tedris edilmektedir.
Kapitalizmi eleştirmek eski bir
günahı tekrar etmek gibidir. Bu sistemi reddedenler daha önce bir deneme
yapmışlar ve yenilgilerini hır kefen gibi sararak düşünce dünyasından göç
etmişledir.
Bizim itirazımız serbest piyasanın
varlığına değildir. Piyasa bir araçtır ve her sistemde başarıyla
kullanılabilir. Ancak “iktisadı aklın” piyasanın içinde saklı olduğunu ve bu
aklın üstünlüğünü kabul etmiyoruz. Ayrıca ekonomik sistemin tek tarzda
uygulanacağı iddiasına katılmıyoruz. Adı ne olursa olsun her sistemin bir çok
değişik biçimlerinin var olduğuna ve her ekonomiye göre bu değişiklerin yapılması
gerektiğine inanıyoruz.
Mesela, Türkiye’de çalışan nüfusun
üçte biri işten çıkarılsa üretimde bir azalma olmaz hatta daha rasyonel bir
çalışma düzeni sağlanabileceğinden üretimde artış olur. Bu durumda kapitalist
mantığa uygun olarak bu kişilerin işine son verilebilir mı? Böyle bir durumda
işsiz kalan kimselerin tükettiği mal ve hizmetleri kim satın alabilir?
Kapitalist mantığın uygulanması genel bir çöküşe sebep olur. Ortada bir çelişki
vardır: Bazı kimseler üretime hiçbir katkıda
bulunmadığı halde üretimden pay
almaktadır ancak bunların tasfiyesi hem sosyal hem de ekonomik bir kaosa yol
açmaktadır.
Türkiye bu şartlara uygun politikalar
üretecektir ve bunun hiçbir sistemde karşılığı yoktur.
Türkiye’de tarımda genel olarak bir
verim düşüklüğü vardır ve topraklar, teknolojik gelişmeyi engelleyecek biçimde
küçük parçalara bölünmüştür. Köydeki fazla nüfus nasıl tasfiye edilecektir ve
bunların şehirlere ekonomik ve sosyal intibakı nasıl sağlanacaktır?
Bu sorunların kapitalist mantık
içinde çözümü sadece bir kaos yaratır ve ulaşılacak sonuç ekonomik açıdan da
yıkıcıdır. Yanı bugünün sosyal problemlerine katlanarak ilerde daha güçlü bir
ekonomiye ulaşmak mümkün değildir.
Bu sorunlar ideolojik bir yaklaşımla
çözülemez. Yapılacak şey başka tarihi tecrübeleri örnek alıp onları tekrarlamak
değildir. Aksine hiçbir ön yargıya bağlı olmadan ortadaki probleme akılcı bir
biçimde yaklaşmaktır. Yani kapitalizmi özgür düşünce sayanların bir yanılgı
içinde olduğunu, asıl özgür düşüncenin hiçbir kalıba bağlı kalmadan sorunlara
yaklaşmak olduğunu kabul etmektir.
Bugün Türkiye’de uygulanan ekonomik
politika iflası mukadder, bedeli ağır ve belki de telafisi imkansız sonuçlar
yaratacak bir programdır. Bu uygulamanın yanlışı, sanıldığının aksine, ekonomik
açıdan
tutarsız oluşudur.
Çünkü bu model akılcı değil, tabiri
caiz ise, dinseldir. Düşünceyi değil inancı yansıtır. Doğruluğunun delili
akılcı oluşu değil başka şartlarda başarılı sonuçlar vermiş olmasıdır. Kaldı kı
başarı izafi bir kavramdır ve içinde bulunulan şartlara göre oluşur. Türkiye’nin
ekonomik, sosyal yapısı ABD’den farklı olduğu ıçm farklı bir modele ihtiyaç
vardır ve böyle bir ihtiyaç ABD’dekı uygulamanın yanlış
olduğu yargısını içermez.
Türkiye bulunduğu yerden ileriye
doğru götürülmek yerine,
ABD'nın yirminci yüzyılın başındaki
konumuna getirilmek ve oradan yarışa tekrar başlatılmak istenmektedir. Bugünkü
şartlarda herkesi serbest piyasanın içine itmek, bir rekabetten çok arenadaki
dövüşe benzeyecek, sırf yeni inanç sistemi böyle emrediyor diye bambaşka
şartların oluşturduğu kuralları uygulamak demektir.
Bu sözleri okuyanların beni solcu
olarak niteleyebileceğim biliyorum. Solcu olmanın yanlış bir şey olmadığının
da farkındayım. Ama ben başka bir şeyden söz ediyorum. Türkiye’nin problemlerini
çözmek ıçm herhangi bir kalıba girmenin gereksiz olduğunu, ortadaki somut
sorunlara akılcı çözümler bulmak gerektiğim söylüyorum. Bu çözümü kalıplarda
aramak ve ona peşin bir ad koymak yerine önce çözümü bulup sonra neye
benziyorsa ona göre bir ad verelim, diyorum. Belki de bu çözüm geçmıştekilerın
hiçbirine benzemez. Biz de buna yeni bir ad koyarız. Asıl olan sağlıklı ve
yetenekli bir çocuğa sahip olmaktır. Adı onun başarılarına göre anlam kazanır.
Yanı isim insanı yüceltmez, insan ismine anlam kazandırır.
Eskiden daha çok söz söylediğim Kürt
sorunundan şimdilerde uzak duruyorum. Bundan on beş yıl önceden beri verdiğim
beyanatların özü, “Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumunu engelleyemezsiniz, ama ona
biçim verebilirsiniz ve içinde olabilirsiniz” anlamını taşıyordu. Böyle bir
politikaya hem başkaları izin vermedi hem Türkiye istekli olmadı. Sonunda
duyduğu zaman tüylerinin diken diken olduğu her şeyi kendisi söylemeye
başladı. “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” ifadesinin yerini, “Kürt
sorunu vardır ve onu çözeceğiz” cümlesi aldı.
Bana göre sorun etnik bir mesele
değildi ve Kürtlerın kültürel taleplerini karşılamak için çaba sarf
edilmiyordu. Ne Sovyetler’in dağılması ne de yeni bir denge ihtiyacı ani bir
gelişme sayılamazdı. Bir süreden beri devam eden çatışma ve arayışlar tüm
dengelerin bozulma-
sıyla sonuçlandı ve yenisinin
kurulması ihtiyacını doğurdu Kürt sorunu da Türkiye’nin alacağı yeni şekli
belirlemekte bir araç olarak kullanılıyordu. Yeni şekli, "Benzerlerin bir
arada olduğu bir ülke yerine farklıların yan yana yaşadığı bir devlet” olarak
formülleştırebılırdik. Farklılığın sadece etnik düzeyde ortaya çıkmadığını,
inanç konusunda da aynı şeyin gözlendiğini söyleyebiliriz. Bundan daha
belirleyici olan ekonominin dünya ile bütünleşmesi ve iktisadı gücün
başkalarıyla paylaşılması, hatta onların etkisinin baskın hale getirilmesiydi.
Yapılanların yanlış ya da doğru
olduğunu söylemiyorum. Sadece bunların hiçbirinin bizim projemiz olmadığını,
birçoklarına sözde karşı çıktığımız halde engelleyemedığımızı ifadeye
çalışıyorum.
Yıllar önce Türkiye’nin gelecekteki
durumunu şöyle bir benzetmeyle açıklamaya çalışmıştım: "Türkiye büyüyecek
ama bir suya atılan boya aynı ise su çoğaldıkça renk açılır. Gücümüz aynı
kaldığı için etkimiz azalacak.” Birçoklarının zannettiği gibi amaç Türkiye'yi
küçültmek ve bölmek değildi. Aksine etki alanı genişleyecek ama egemenliği
başkalarıyla paylaşacaktık.
Bir projeye karşı iki türlü tavır
alınabilir: Ya onu tamamen engellersiniz ya da bu proje içinde kalarak
etkinizi artıracak politikalar izlersiniz. Büyük güçlerin Türkiye için
öngördüğü yem biçimi engelleyecek gücümüz yoktu üstelik böyle bir politikanın
varlığını bile sezememıştık. Kültlerin bağımsız bir devlet kurmasının
anlamsızlığını ve onlara hiçbir yarar sağlayamayacağını, dağılmış bir Türkiye’nin
Batının işine yaramayacağını, onların kendi kontrollerinde bir bölgesel güç
yaratmak istediklerini fark edemedik. Büyük bedeller ödedikten sonra
istedikleri noktada buluştuk.
PKK ıçm düşündüklerimiz El-Kaıde’yı
değerlendirmemize benziyordu. Bölgedeki egemen güçler ona karşıydı. Bu
yetmezmiş gibi altmış yetmiş bin kişilik bir korucu gücünü bölge egemenlerinin
emrine verdik. Yüz binlerce asker, polis ve istihbaratçı onlara karşı
savaştı. Ama o var olmaya devam etti.
Çünkü o, karşı tarafın güçlenmesi için gerekli sayılıyordu.
Sürekli tekrarladığım bir sözü
yinelemek zorundayım. Etki değil tepki önemlidir. PKK bir etki idi. Tepkisi
bölgedeki egemenlerin, bizim desteğimizi de sağlayarak güçlerine güç katması
oldu. Barza- ni’ye kırmızı pasapoıtu PKK’ya karşı olduğu için verdik. Bölge egemenlerine
verilen sınırsız ekonomik ve siyası destek aynı tepkinin sonucuydu. Biz
kaldıracın PKK ucuna bastıkça bölge egemenlen ve onunla aynı sınıfsal
özelliklere sahip Barzanı havaya yükseldi. Bu bilinçli bir politikanın sonucu
olsaydı ve biz böyle bir oluşumu des- tekleseydik hayıflanacak bir şey olmazdı.
Ama eğer birileri bize cambaza bak deyip arkadan bir şeyler çevirmişse başarılı
olduğumuzu söyleyemezdik.
Gideceğiniz yen kendiniz
belirlememişseniz oranın güzel ya da kötü olmasının önemi yoktur. Bugün iyi
yere götüren yarın sizi ateşe atabilir.
1987 yılında olduğunu sandığım, Yener
Süsoy’la yaptığımız bir söyleşide koruculuğa karşı çıkmış ve düzenin devlet
tarafından sağlanması gerektiğini söylemiştim. Öngörülen çatışmadan kim galip
çıkarsa devleti o kurar demiştim. Barzani’nin kazanmasını sız istemiyor
muydunuz?
*****
Zırhlı birliklerin savaşta çok önemli
rol oynadığı inkar edilemez. Piyade sonucu belirleyen güç konumundadır. Dağlık
ve çok engebeli bir arazide tank kullanırsanız size faydalı olması bir yana
ciddi sorunlarla karşılaşırsınız. Düz bir alanda korumasız piyade sadece
zayiat rakamlarını yükseltir. Bir şeyin tek başına doğru ve faydalı olması
yeterli değildir. Şartlarla uyuşmayan doğrular yanlıştan da öte
zararlar verebilir.
Güneydoğu sorununun daha çok
demokrasiyle çözüleceği yaygın bir kanıdır hatta üzerinde uzlaşma sağlanan tek
çözüm yolu olduğu söylenebilir. Bunun doğruluğunu sınamak ıçm şöyle bir deneme
yapılabilir. Güneydoğu bir Hyde Park ilan edilir ve orada her şeyin
söylenebileceği, buna bölünme, şiddet propagandası da dahil edilir ama şiddet
kullanmanın evrensel bir suç olduğu ıçm cezalandırılacağı söylenir.
İnsanların, kuş dili de dahil istediği dili kullanabilmesine
imkan sağlanır.
Böyle bir durumda ne terör daha
şiddetli hale gelir ne de düzen sağlanır. Biraz daha renkli ama genel eğilimin
değişmediği bir güneydoğuyla karşılaşırsınız.
Buluttan nem kapanlar için yukarıdaki
örneğin sadece zihinsel bir model olduğunu söylemek zorundayım. Aksı halde
benim şiddetin propagandasının serbest bırakılmasından yana olduğumu söyleyebilirler.
Türkiye’deki düşünce ortamı hiçbir
zaman verilerin değişmesini önermez. Kimse güneydoğudaki yapının bir sorun
kaynağı olduğu ve bunun değişmesi gerektiğini söylemez. Burada kurulan
partilerin hemen hemen hepsinde demokrasi kelimesi vardır ama oradaki yapının
demokrasi için ciddi bir engel olduğunu kimse düşünmez. Mesela yukarıdaki
denemeye “bölge egemenlerini ve var olan sosyal yapıyı eleştirmek de dahildir’’
derseniz kıyamet kopar. Orada istenen demokrasi kitle ıçm değildir sadece
bölge egemenlerinin hareket alanlarının genişletilmesi yeterli bir demokrasi
olarak algılanır. Birisi çıkıp, “Ben aşiret reisinin istediği partiye oy
vermeyeceğim. Ben Komünist Partisinden yanayım” derse gayet demokratik bir
biçimde susturulur. Bir daha da kimse böyle bir şey
söylemeyi denemez bile.
Demokrasinin temel şartı insanların
bağımsız ve korkusuz bireyler haline getirilmesidir. Bugün korkunun kaynağı
olarak devlet
gösterilmektedir. Yanlış uygulamalar
yüzünden insanları sınırlayan gücün devlet olduğu ve onun uygulamalarının insan
haklarına aykırı olduğu söylenmektedir ve maalesef devlet bunu haklı çıkaracak
davranışlar sergilemektedir. Devletin düşük profil politikası izlemesi halinde
sorunların gerçek niteliği gün yüzüne çıkacak ve bunların çözümü hem daha kolay
hem de kalıcı sonuçlar yaratacak biçimde olacaktır.
Sorunun temelinde ayrılıkçı
eğilimlerin yattığını hiçbir dönemde kabul etmedim. Çünkü Türkiye’den
ayrılmanın, bölge halkı için bir lütuf değil ceza olacağını, sadece ekonomik
değil, bugün şikayet edilen kişisel hak ve özgürlükler alanında da büyük bir
geriye gidişin yaşanacağını biliyorum. Hiç kimse böyle bir projenin gerçekleşmesi
halinde nasıl bir yapının egemen olacağını düşünmedi ve ayrılıkçılık bir
şantaj unsuru olarak kullanıldı.
Bu, bölgede, bazılarının zannettiği
gibi, hiçbir sorunun olmadığı, ülkenin başka yerlerinde de benzer sıkıntılar
varken kimsenin teröre başvurmadığını söyleyenleri haklı çıkarmaz. Eğer soruna
devletle bölge halkı arasındaki bir problem olarak bakarsanız bu sonuca
varabilirsiniz ama gerçek durum farklıdır.
Çağdaş değerlerle Orta Çağ ekonomik
yapısının bir arada bulunması mümkün değildir. Ben yönetici olsam bugün
söylenen bütün sözlere kulaklarımı tıkar ve bölge insanının daha ilen bir
hayat düzeyine ulaşmasının benim sorumluluğumda olduğunu düşünerek ekonomik
yapıyı tümüyle değiştirecek, insanların emek ve yeteneklerinin karşılığını
alabileceği bir yapıyı oluşturmaya çalışırdım. Dış tahriklerin sonuçlarını
bölge halkının bir kusuru saymaz, onu etkisiz kılmanın devletin görevi
olduğunu düşünürdüm. Yanı 12 Eylül dönemindeki gibi suçu yabancının işlediğini
söyleyip halkı cezalandırmak gibi bir anlamsızlığa düşmemeye çalışırdım.
Rusya ile Çin’in ortak askeri
tatbikatı ABD’ye karşı bir gözdağı olarak yorumlandı ve ABD’nin dünyanın tek
büyük gücü olmadığının bir ifadesi olarak algılandı. Oysa ben Putın’in yerinde
olsaydım ve Bush yönetiminin başarısızlığını isteseydim onun yaptıklarının
hiçbirini yapmazdım. Hele böyle bir gövde gösterisini aklımın ucundan bile
geçirmezdim. Bu tatbikat hiçbir somut sonucu olmayan, çıkarları çatıştığı için
bir araya gelmeleri söz konusu olmayan Çın ve Rusya’yı birlikte göstererek ABD
yönetiminin temel iddiasını güçlendırmekten başka bir işe yaramaz. ABD’nin
çıkarlarını korumanın ve dünya barışını sağlamanın temel şartının asken
üstünlüğü sürdürmek olduğunu iddia eden Bush yönetimi bu tatbikatla kuvvetli
bir destek bulmuştur Putin'in daha önce de Rusya’nın elinde kimsenin üstesinden
gelemeyeceği nükleer bir silaha sahip olduğunu söylemesi Bush’un elini
güçlendirmek ıçm yapılmış bir beyan değilse sadece bir gevezelikten ibaret
sayılmalıdır. Ben Putın’in yerinde olsaydım böyle bir silaha sahip olduğumu
ABD’nin Rusya’daki casusluk teşkilatına sızdırır ve böylece caydırıcılığı
sağlar ama kamuoyu önünde askeri açıdan güçsüz bir Rusya imajını sürdürürdüm.
Şu anda Bush yönetimi asken harcamalarını artırmak ıçm yeterli gerekçeye
sahiptir ve ona bu imkanı Rusya sağlamıştır. Artık kimse hasmı olmayan ama
askeri harcamalarını hızla artıran bir ABD yönetiminden şikayetçi olamaz ve
asken harcamaların sınırlandırılmasını isteyemez.
Bütün bu olanların, Rusya’nın ABD’nin
asken harcamalarını artırmaya yöneltip onu ekonomik bir darboğaza sürüklemek
amacıyla yapıldığı da söylenebilir ama bu doğru olmaz. Çünkü ABD Rusya’nın
gerçek gücünü bilecek durumdadır ve olanlar sadece kamuoyuna yöneliktir. Ikı
taraf da birbirinin gücünü tam olarak bilir.
Eğer ben Bush’un yerinde olsaydım ve
Putin yönetimindeki Rusya’dan şikayetçi olsaydım onun yaptıklarının hiçbirini
yapmazdım. Önce hiçbir ekonomik gerekçeye dayanmayan petrol fiyatla-
rmdaki çılgın yükselişi, önlerdim
demeyeceğim, körüklemezdım. Bunun tüm Batılı dostlarımı ve Rusya’nın gelecekteki
belalısı Çin’i zora soktuğunu, buna karşılık Rus ekonomisinin hızla düzelmesine
yardımcı olduğunu görür, petrol fiyatlarının ekonomik şartların gerektirdiği
yerde oluşmasını sağlardım.
Biraz tarihe bakar, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra, SSCB ile varılan uzlaşmada Türkiye’nin yen Batı olarak
belirlenmişken, bu anlaşmaya hayata geçirmek için Stalin’in Türkiye’yi
korkuttuğunu ve Batıya yönlendirdiğini hatırlar, Iran üzerinde uygulanacak
baskıların onu Rusya’ya yönelteceğini düşünürdüm.
Küresel sermayeci kardeşlerimin
Rusya’daki kazanımlarının Pu- tın yönetimi tarafından yok edilmesine karşı
çıkar ve onlarla ittifak içinde Rus ekonomisinin akını üstüne getirirdim.
Petrol gelirleri de önemli ölçüde düşen Rusya’nın tüm ihraç ürünlerinin
fiyatlarını, geçici bir süre için, düşürürdüm. Eski ABD yöneticilerinin,
Şıli’de seçim kazanan komünist Allende’yı devirmek ıçm ülkenin en önemli ihraç
ürünü olan bakırın fiyatını nasıl yerlerde süründürdüğünü ve Şılı’yı ekonomik
olarak zora soktuğunu hatırlardım.
Eğer onların yerinde olmayıp da
Türkiye’yi yönetenlerden biri olsaydım bu ikilinin birbirıyle çok iyi anlaşan
bir çift olduğundan şüphe bile etmezdim. Kafamı bunların nasıl bir model
üzerinde anlaştıklarını ve bu modelin içinde Türkiye’nin yerinin ne olduğunu çözmeye
yorardım.
Cari açığın tavana vurduğu bir
dönemde, iktisatçıların buna bildikleri çerçevesinde açıklama getirmek için
nerdeyse tüm mantık kurallarını zorlamalarını keyifle izler, bize güven
duydukları için geliyorlar da demezdim. Kürt devleti muhabbetini de bu
çerçevede değerlendirir ve eğer gerekiyorsa bölgedeki yöneticilerle bir kahve
içer, biliyorlarsa bir parti de tavla oynardım. Sahi Barzanı ve Talaba- ni tavla
biliyorlar mı?
Haddimi aşmamak için bu listeye
Avrupalı yöneticileri dahil etmiyorum.
Yaz mevsiminin sona ermesiyle
birlikte, gizli servis çalışanlarının da tatillerinin sona erdiği ve yeni
operasyonlarına başladığı anlaşılıyor. Ülkemizde provokasyon sezonu törenle
başladı. Bir kısmı hilafet talep ederken diğerlen Öcalan’a özgürlük taleplennı
dile getirdiler.
Bir eylemin ayrılmaz parçası ona
yönelik tepkilerdir ve benim için eylemin değil tepkinin önemli olduğunu söyler
dururum. Hiçbir toplumsal desteği olmayan hilafet çağrısının, bu talebin
gerçekleşmesine bir katkısı olmayacağı açık ama ona duyulan tepkinin bir
anlamı var. Kitleler, ülkemizde din temeline dayalı bir yönetim kurmak
isteyenlerin var olduğunu ve bunların sokaklara çıkacak kadar cüretkar konuma
geldiğini düşünecektir. Bu konudaki şüpheler bir avuç provokatörle sınırlı
kalmayacak, boyutları herkese göre değişecek biçimde, tüm İslamcı gruplara
yönelecektir.
Öcalan’a özgürlük talebi, eğer ülkeyi
yönetenlerin aklında çok düşük bir ihtimalle de olsa, böyle bir niyet varsa,
bunu ebediyete gömecektir. Bu eylemleri planlayanların, dile getirdikleri
talepleri gerçekleşemez hale getirmek istediklerinden hiç şüphe yok.
Türkiye’de devlet, sıyası amaçlarına
uygun olacağını düşünürse, bir hilafet makamı oluşturmak isteyebilir. Böyle
bir uygulamaya karar verecek olan devlettir ve mutlaka onun sıyası projelerinin
gereği olarak yapılır. Daha açık bir ifadeyle böyle bir karar ancak Milli
Güvenlik Kurulunun tavsiyesine dayanır. Siyasi bir mahkumun geleceği konusunda
da aynı şey söylenebilir. Provokasyonların amacı devletin manevra alanını daraltmak
ve gerektiğinde kullanabileceği silahları etkisiz hale getirmektir. Çünkü bu
talepler, hasım olduğu aşikar olan grupların hedefi haline dönüştürülmüştür.
Asıl önemli olan eylemlerin bir halk
çatışmasını tahrik eder nitelik kazanmasıdır. Tahriklere karşı aşırı
hassasiyet göstereceği bilinen bölgelerde, mesela Karadeniz’de, etnik olaylar
çıkarılmakta ve halk müdahaleye zorlanmaktadır. Yıllarca süren çatışmaya rağmen
etnik bir düşmanlığın doğmamış olması dünyada eşi az görülecek bir başarıdır ve
bu sonucu sağlayanlar kutlanmalıdır. Şüphesiz halkımızın ve kültürümüzün bu
sonuca ulaşmadaki katkısı büyüktür. ABD'de doğal bir afet sonucunda oluşan
etnik nefret söylentileri, uzun bir çatışmaya rağmen bir arada olabilmenin ne
ölçüde büyük bir başarı olduğunu gösterir. Ancak, son zamanlarda, tahrikler bir
ıç çatışmanın zeminim hazırlayacak yöndedir ve bu bilinçli bir politikanın
ürünüdür.
Böyle zamanlarda en büyük görev halka
düşmektedir. Karşılaşılan eylemler ne kadar yaralayıcı olursa olsun bunlara
karşı kayıtsız kalmak ve mücadeleyi devlete bırakmak gerekir. Olayları tertipleyenler
bu ışı çok iyi bilen profesyonellerdir ve bunlara karşı doğal tepkilerle
mücadeleye kalkışmak ancak onların amaçlarına ulaşmalarını sağlar. Profesyonel
provokasyonlarla mücadeleyi devletin bu işle görevli profesyonellerine bırakmak
gerekir. Eğer güvenlik güçlen yanlış davranırsa, gereken önlemleri zamanında
ve yeteri kadar almazsa onu eleştirebiliriz ama kendimizi devletin yerme koyup
vatan kurtarıcılığına soyunamayız. Karşı tarafın bizden istediği de zaten
böyle davranmamızdır ve çatışmanın bir tarafında bulunursak yenilgi
kaçınılmaz olur.
Bir ülkeyi, kendisini ana gövdeden
farklı sayan bir grubun eylemleri bölemez. Çünkü çoğunluk bu projeyi
genellikle desteklemez ama eğer bir ıç çatışma yaratılabilirse, herkes iradesi
dışında ayrışır ve bir arada yaşama imkanı ortadan kalkar. Böyle bir durumun
tedavisi de yoktur ve ayrışma kaçınılmaz hale gelir. Şu dönemde hiç kimse,
karşı tarafın eylemlerim bahane ederek, çatışmaya girmeye kalkışmamalıdır.
Kışkırtmaların katlanılamaz boyutlarda ol-
ması, insanların dayanma gücünü
zorlaması da eylemin bir parçası sayılmalıdır. Bir ıç çatışmanın, bugünkü
şartlarda, hemen bir dış müdahaleye yol açacağını kimse aklından
çıkarmamalıdır. Bu günler duygularımızın değil sabrımızın sınandığı
dönemlerdir ve devletimiz, biz olayların dışında kalabilirsek, sorunları
çözecek güce sahiptir. Ayrıca gözümüz devletin üzerinde olacak ve yanlışını
görürsek onu eleştireceğiz.
*****
Türkiye’deki tüm darbeleri şahap iyi
gören yerlerinden seyrettim. 1960 darbesi sürecini, üniversiteye beş yıl geç
başlamış bir öğrenci ve arkadaşlarıma göre daha tecrübeli olarak yaşadım.
Öğrenci olaylarının nasıl kurgulandığını biliyorum. O sıralarda arkadaşım olan
eşime, sürgün gönderildiğimiz şehrimden. Bizi kullanıyorlar, olaylara
katılmayalım diye yazmıştım.
12
Mart’ın tüm karanlık labirentlerinde
dolaştım. Doktorası olan bir akademisyendim ve olayları en iyi yorumladığını
söyleyenlerin, en azından konumum gereği, önünde sayılırdım.
13
Eylül darbesini hazırlanması ve
uygulanması sürecinde istihbarat servisinde çalışıyordum ama en uzak mesafeden
izlediğim darbe bu oldu. Tamir ve bakıma ihtiyacım olduğu düşünülmüş olmalı kı
beni kızağa çekmişlerdi ve gazetelerden okuduklarımla yetinmek zorundaydım.
Sadece bir farkım vardı. Olaylarla ilgilenen, mücadele eden kişileri ve onların
bakış tarzlarını biliyordum.
Yaşantıma kendi seçimlerim değil
başıma gelenler yön verdiği için her şeye kendi sorunum olarak bakmak
zorundaydım. Başkaları meslek olarak bir yerlerde bulunuyordu ama bu benim
hayatimdi. Bir şeye karar verdim ve onu sonuna kadar uyguladım. Herhangi bir
olap değerlendirirken duygularımla aklım arasına su sızdırmaz bir duvar
örecektim.
Heı zaman ölen ve öldürenlerle ilgili
haberleri, herkes gibi, ben de okudum. Onlarla üzüldüm, onlarla ağladım ama
neyin olup bittiğini analız ederken bir eşya kadar duygusuz davrandım. Ne
kimsenin arkasından gittim ne de kimseyi düşman belledim. Birisini itham ettiğim
zannedildiği zaman bu benim tavrımı anlatmıyordu. Ben sadece olayı tarif
ediyordum. Genç bir şehidin yürek yakan acısını duyuyordum ama bu duygumu
analizlerime sokmamaya çalışıyordum.
Bana göre ne ölenin ne de öldürenin
amacıyla uygulanan plan arasında bir bağ yoktu. Söylenenleri kulak ardı edip
söylenmeyenlerin peşine düştüm. Sokaklarda atılan sloganları, bir oyuncunun
hamlesi saydım ve sadece oyun stratejilerini çözmek ıçm bir ipucu olarak
değerlendirdim. Gazeteleri, bir olayı öğrenmek için değil, onun arkasındaki
güçlerin ne yapmak istediğini çözmek ıçm okudum.
Olayları her zaman dünyadaki
gelişmelerle ilgisi açısından değerlendirdim ve bizim darbelerimizde hiçbir ıç
dinamik gözlemlemedim.
1960’da liberalizme daha yakın olan
DP’nin devrilmesini destekten öte sevinçle karşılayan burjuvazinin tavrı
ideolojik kriterlerle nasıl açıklanabılırdı? 12 Marta niçin gelindiğini bilen
var mı? Hükümeti devirenler ne istiyordu? 12 Eylül’de, bağımsız bir ekonomik
yapıya sahip olan ülkemizde, bağımsız Türkiye için mücadele eden ve bugünkü
konumumuzun yolunu açanların yaptıkları tutarlı sayılabilir mi? SSCB ile yakın
ilişki içinde olan hükümeti devirip yerine Batıyla bütünleşme yolunu açanların
sadece hata yaptıklarını mı söyleyeceğiz yoksa bunu bir proje olarak mı
algılayacağız? 12 Eylül öncesi devletin hasım saydığı kişilerin bugün en önemli
yerlerde ve köşe başlarında olduğuna bakarak devletimizin yenildiğini mi söyleyeceğiz
yoksa zaten istenen bu muydu diyeceğiz? Anarşinin bir günde bıçak gibi
kesildiğini görüp şaşıranların, neyin amaçlandığını görememelerine ben de o
günlerde çok şaşırıyordum.
Bugün de ölen ve öldürenler
karşısında duygulanıyorum ama yapmam gerekenin projeyi tahmin etmek olduğunu
düşünüyorum ve 12 Eylüle benzer bir durumla karşılaşacağımızı tahmin ediyorum.
Binleri olayları bastıracak, kahraman ilan edilecek, bir süre ülkeyi idare
ettiğini sanacak ve sonra tatile çıkacaklar. Düşman saydıklarımızın yavaş
yavaş yönetimde yerlerini alacağını göreceğiz.
12 Eylül’ün gündeme getirilmesini ve
olumsuz yorumların artmasının mesajı da şudur. Bazı askerler vatanı kurtarmak
hevesine kapılmasın. Bu olumsuz karşılanır. Bu ışı biz siyaset yoluyla yapacağız
diyorlar.
AB ile Türkiye arasındaki
müzakerelerin başlaması ya da başlamaması birkaç gün sonra belirlenecek. Biz
meseleye bizi alacaklar mı yoksa dışlayacaklar mı diye bakıyoruz. Oysa asıl
önemli konu AB’nin geleceğinin ve alacağı biçimin değerlendirilmesidir. Türkiye’nin
üyeliği hem bundan etkilenecek hem de bunu önemli ölçüde belirleyecektir.
İş gücünün serbest dolaşımı süresiz
engellendiği ve tanm kesimi dışlandığı için üyeliğin ıkı önemli unsurundan
mahrum kalacağız. AB’nin ekonomik sıkıntıları ve yeni üyelere önemli bir
yardımın ön- görülmemesı nedeniyle bir kaymak beklentimiz de yok. Yanı AB üyeliğinin
ekonomimize doğrudan bir katkısı olmayacak. Ancak üyeliğimizin yabancı sermaye
gelişini teşvik edeceğini ve bu katkının dolaylı olduğunu düşünüyoruz. Bunun
doğruluğu tartışılabilir ve üye olmamamız halinde daha fazla yabancı sermaye
geleceği söylenebilir.
îkı sorunun doğru cevaplandırılması
gerekir. Birincisi hiçbir katkı beklemediğimiz bu üyeliği neden bu kadar
istiyoruz? İkincisi herhangi bir maliyeti olmayan, üstelik AB bütçesine
yapacağı katkıdan daha azını alacak olan ülkemize neden direniyorlar?
Türkiye'de AB üvelığı hep iktisadı
açıdan değerlendirilmiş ve diğer bazı üyeler örnek gösterilerek, hızla
kalkınacağımız söylenmiştir. Zorunlu demokratikleşme de bunun üzerine eklenen
bir ödül sayılmıştır İtirazların ülkemizin yeten kadar demokrat olmamasından
ya da tarkh bir kültürü temsil etmemizden kaynaklandığı düşünülmüştür Bu bakış
açısına göre ortada herhangi bir sıyası sorun yoktur. Yanı üyeliğimize ne
dışardan kimse itiraz etmekte, ne de üyeliğimizin birliğin yapısına etkisi
tartışılmaktadır. Ortada sadece çözülmesi gereken sorunlar vardır. Eğer durum
buysa şöyle bir yol izleyebiliriz: AB’ye isteklerini bir kağıda yazmalarını ve
bunların hepsini itirazsız imzalayacağımızı söyleriz. Bu durumda hiçbir sorunun
kalmaması gerekir. Oysa ABye bugün hangi mesafede isek orada oluruz.
Kaldı kı AB ile aramızdaki mesafeyi
de ölçemeyız. Ingiltere ve onu izleyenlerle herhangi bir sorunumuz yok ama
Merkel ve Sar- kozy açısından baktığınızda bu mesafe kapatılamaz boyuttadır.
Üstelik karşılaştığımız bu durum şartlara bağlıdır. Başka bir sıyası iktidar
döneminde tam tersi bir tavırla karşılaşabiliriz. Yanı itiraz edenler taraftar,
destekleyenler muhalif konuma geçebilir. Asıl sorun AB içinde farklı ıkı
grubun oluşması ve bunlar arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmasıdır. Ne
yaparsak yapalım isteyenlerimiz ve istemeyenlerimiz olacaktır. Bu aşılacak bir
engel değildir ve önümüzdeki günlerde hafif aralanmış bir kapıdan başkasıyla
karşılaşmamız mümkün görünmemektedir. Sorun biz değilsek çözümü de biz
üretemeyiz.
Ancak şu konuyu tartışabiliriz: AB
siyasi bir alternatif olmaya devam edecek mı? Yoksa AB içindeki iki farklı
kanat bir ayrışma ne - dem mı olacak? Eğer bir bütünleşme sağlanırsa bu
yüzeysel ve şekli bir bütünlük mü olacak yoksa, öngörüldüğü gibi, dünya dengelerinde
etkili yeni bir sıyası aktörle mı karşılaşacağız?
Ben AB’nın bir aktör olamayacağını
düşünüyorum ve bu kanaati uzun zamandan beri taşıyorum. Bazılarına çok komik
ve hayalı geleceğini bildiğim bir alternatifin daha gerçekçi olacağına inanıyorum.
ABD ve Rusya arasında kurulacak bir dengenin ortasında Türkiye etrafında
gelişecek bir sıyası yapının daha gerçekçi olacağını düşünüyorum.
Liberalleşme ve demokratikleşme
akımlarının zayıflayacağını, bunun yerine güçlü devlet yapılarının öne plana
çıkacağını sanıyorum. Her iki akım farklı zamanlarda egemen olmuş ve yerlerini
birbirine terk etmiştir. Bugün de yeniden devlet odaklı yapılanmayı doğuracak
bir sıyası ortamın var olduğunu düşünüyorum.
İktidarların başarı ve
başarısızlıkları çağın gidişme uygun olup olamamalarıyla belirlenir. Eğer
yönümüz liberalleşmeye dönükse devleti savunmak abestir ve bunun tersi de
doğrudur. Liberal akımın hem iktisadı hem de sıyası planda çıkmaza girdiği
biçimindeki yargım doğruysa gelecek diğer tarafı galibiyetiyle şekillenecektir.
Genel eğilim insanların önce bir
dünya görüşü benimsemesi, bir ideolojiye yandaş olması ve sıyası tercihlerini
buna göre yapması biçimindedir. Bireyler ıçm doğru olabilecek bu tutum ülkenin
geneli için sağlıklı olmayabilir.
Önce siyası bir projenin seçilmesi ve
değer yargılarının bunu destekleyecek biçimde oluşması gerekir. Daha açık bir
ifadeyle önce İslamcı, milliyetçi, liberal ve benzen bir eğilim seçilip sonra
buna uygun bir ıç ve dış politika benimsenemez. Öncelik siyasi projededir ve
ideolojik tavır buna uygun olarak seçilir. Eğer Birinci Dünya Savaşından sonra
geriye küçülmüş bir Osmanlı kalsaydı, yanı çeşitli ırk ve inançlara sahip
insanlardan oluşan bir toplumla işe başlasaydık bugünkü dünya görüşümüz bundan
çok
farkh olurdu. Bugün savunduğumuz
düşünceler bir tercihin değil bir mecburiyetin sonucudur.
SSCB’dekı rejim değişikliği içerdeki
zorlamanın bir sonucu değil dünya dengelerindeki aleyhteki değişmelerin
telafisi ıçm yapılmış bir operasyondur ve halkın bu yönde aktif bir talebi
yoktur. Dünya ölçeğindeki dine yöneliş kendiliğinden oluşmuş bir eğilim değil
siyasetin bir gereğidir. Sağ-sol ayrışmasının anlamsız hale gelmesi yeni bir
farklılık bulmayı gerektirmiş ve din bu ihtiyacı karşılamıştır. SSCB
dağılmasaydı hakim zıtlaşmanın gene de dm olacağı söylenebilir
mi?
AB üyeliğinin Türkiye ıçm bir
medeniyet projesi mi yoksa siyası bir proje mı olduğu anlaşılamamaktadır.
Birçok etkili İsım üyeliğin bir araç olduğunu, toplumun ekonomik ve sosyal
gelişmesini sağlamak ıçm bu yolun seçildiğini söyleyerek AB’nin siyası
hedeflerine karşı tamamen kayıtsız bir tavır sergiliyor. Bu kayıtsızlık böyle
bir sıyası hedefin hiç olmadığı biçiminde yorumlanacak kadar
belirgin.
Aynı şey ekonomik politikalar ıçm de
geçerlıdır. Bir ekonomik modelin her şart altında geçerli ve iyi olduğu
söylenemez. Bugün savunulan liberal ekonomik düşüncenin arka planında sıyası
bir model vardır ve bu küresel bir dünya yönetimini öngörmektedir. Türkiye’nin
1980’den«sonra gerçekleştirdiği değişimin temelinde ülkemizi Batıyla ekonomik
olarak bütünleştirmek ve bu yolla sıyası tercihlerini kayıt altına alma amacı
vardır.
AB, başlangıçta, ABD ve SSCB dışında
sıyası bir odak olmak istiyordu ve ekonomik bütünleşme bunun bir aracından
ibaretti. Küresel ölçekte liberalleşme birliğin ekonomik yanını anlamsız hale
getirdi. Tüm dünyanın tek bir ekonomik bütün haline gelmesi bölgesel
birliktelikleri gereksiz kılıyordu.
Bu durumda Türkiye’nin AB üyeliği ne
anlam ifade eder? Eğer
AB siyasi açıdan farklı bir aktör
olmayacaksa ve dünya ölçeğinde serbest ticaret söz konusuysa bu birliğe ne
gerek var?
Önümüzdeki dönem Türkiye nın AB
üyeliğinin değil AB nın ne olacağının tartışılacağı bir dönem olacaktır. Bunun
somut ifadesi Avrupa’nın küresel yapılanmanın bir uzantısı mı yoksa farklı bir
ak tör mü olacağıdır.
Türkiye, birliği ekonomik ve sosyal
açıdan değişimin bir aracı olarak görmekte, ona herhangi sıyası bir anlam
yüklememektedır. Kaldı ki AB’yi tanımlayacak sıyası bir tavır da oluşmamıştır
Irak’ın işgali çok farklı ve birbirine zıt eğilimlerin var olduğunun bir göstergesidir
ve bu eğilimin değişeceğine dair bir işaret yoktur.
Türkiye siyası bir projesi olmadan
sosyal ve ekonomik projeler uygulamak istemektedir ama bu mümkün değildir. Yeni
dünya dengeleri konusunda bir öngörüsü ve tasavvuru yoktur. Soyut ilke ler
üzerine bina edilen bir dış politika anlayışının varlığından söz edilebilir.
Komşularla iyi geçinmek, herkese aynı mesafede durmak, AB üyesi olup ABD’nin
stratejik müttefiki olmak bir dış politika stratejisi olamaz.
Öncelik siyası projededir ve önce
gelecekteki konumumuzun ne olacağını saptamak gerekir Bu hem ekonomik
politikamızı hem de sosyal projemizi belirleyecektir. Bir birliğin parçası olup
milliyetçi olamazsınız ya da üyesi olduğunuz birliğin dış politikası dışında
bir politika izleyemezsiniz. Hem küreselci olup hem de sıkı bir AB yandaşı
olmak ise sadece bir fantezidir.
Yaşadığımız ortam bana 12 Eylül
öncesini hatırlatıyor. Yeni bir darbeden söz etmiyorum sadece düşünce
ortamındaki benzerliklere dikkatinizi çekmek istiyorum. O zaman binleri ülkede
komünist bir kalkışmanın olduğuna inanıyor diğerleri de faşizmin
ayak seslerim duyuyordu. Şimdilerde
ıkı taraf da yanıldığını kendileri itiraf ediyor.
Bugün binlen Galata Port’ları satarak
zenginleşebıleceğımizi hayal ediyor diğerlen çılgın Türkler rolünü oynuyor. Her
iki tarafın tavrını da anlamsız buluyorum. Yine bir hayal aleminde yaşanıyor ve
geçmişte olduğu gibi yeni bir kurgunun aracı konumuna düşüyorlar.
Kuleli Asken Lisesinde okurken çılgın
bir Türk olacak biçimde eğitiliyorduk. Bir gün bir Amerikan uçak gemisini
ziyaret ettik ve hayatımın en kötü günlerinden birini yaşadım. Elimdeki
otomatik bile olmayan silahımla gördüğüm teknoloji arasındaki fark çılgınlığımı
derin bir karamsarlığa dönüştürdü. Teknolojiye olan düşkünlüğüm
mutsuzluğumun da nedeni oldu.
İnsanın doğasında sahip olmak mı
yoksa bilmek dürtüsünün mü egemen olduğunu kestiremiyorum. Belki de bu her
insan için farklıdır. Ama oğlumun, çocukluk çağında, oyuncaktan hoşlandığını’
, bu benim demekten zevk aldığını ama bir şeyi öğrenince en coşkulu çığlıkları
attığını hatırlıyorum. Bilme arzusunun da bir tutkuya dönüşebileceğini ve sahip
olmaktan daha önemli olabileceğim düşünüyorum.
İktisat bilimi, kısaca, en iyi
yapabileceğini üret yanı bugünkü konumun bir veridir ve bunun gereklerine uygun
davran diyordu. Ben yapını değiştir ve en ilen teknolojiyi kullanacak bir yapı
oluştur diyordum. Herkesin veri dediğine ben değişken gözüyle bakıyordum.
Çılgın Türkleri anlatan kitabın
kapağını bile kaldırmadım, fı- nans piyasalarını da sonucu şikeli maçlarla
belirlenen ıddaa oyununa benzettim. Bir sürü rakamı alt alta sıralayıp
ekonominin iyiye mı yoksa kötüye mi gittiğini kestirenlere falcı gibi baktım.
Benim gözüm para da değil teknolojideydi. İçinde bulunduğumuz durum da
hep aynı düzeyde ve kötüydü.
Kaynaklarımızı tekstil ve turizme harcayarak gelişmiş bir ülke olacağımızı
söyleyenlerin en fazla bir İspanya yaratabileceklerini görüyor ve bir ülkenin
ufkunun bu kadar yakın olmasını hazmedemıyordum. Bana göre donumuzu, gömleğimizi
dışardan almalıydık ama varımızı yoğumuzu ileri teknolojilere
yatırmalıydık.
Bazılarına göre çok mesafe kal ettik
ve- en lüks otellerde bile ürettiğimiz havlular kullanılıyor. Turistlerin
sayısı her geçen gün artıyor ve turizm gelirleri tavana vurmak üzere. Bu güzel
tablonun içinde kaderimiz ış bilmeyenler safına dahil edilmek oldu. Hayatında
beş kuruş para kazanmamış insanlar ekonomi konusunda ahkam kesemezlerdi ve ben
gerçekten de bu sınıfa dahildim.
Fantezilerim bunlarla sınırlı değil.
Egemenliği din adamlarının, soyluların, burjuvaların ve nihayet kitlelerin
kullandığı çağın geçtiğim görüyor ve yeni egemenlerin kimler olacağını
kesiıremiyorduk. Demokrasi halkı işaret ediyordu ama onları yönlendirenler
parayı ellerinde tutanlardı. Bu son aşama mıydı7 Yanı geleceğimizi
renkli devrimler mi belirleyecekti?
Bana göre bu sorunun kesin cevabı
hayır' olmalıydı. Bilgi çağında bilenlerin egemen olması kaçınılmazdı. Ama
ortada çözülmesi gereken bir problem vardı ve bilgi paranın kontrolünde, onun
işaret ettiği yönde üretılebilıyordu. Bilim adamları çağdaş köleler konumundaydı
ve sadece isteneni söyleyenler ön saflarda olabiliyordu.
İçimden bir ses, “Bunlar birer
yanılgı, bilenler ön safta görünenleri kullanıyor” diyor ve egemenliğin
bilginin kontrolüne geçtiğini düşünüyorum. Karmaşa bilenle bilgin geçinenlerin
birbirine karış tırılmasından kaynaklanıyor.
Ne çılgın bir Türk ne de Galata
Port’çu olmamanın sıkıntılı bir konum olduğunu takdir edersiniz. 12 Eylül
öncesinde çatışan tarafların bir hayal olduğunu söylemenin bedelini ödedim.
Bugün de bir
bedel ödemeye razıyım. Ödeyecek bir
şeyi olmayanın borçtan korkması gerekmez.
Bir saldırıyla karşılaştığımızda ne
yapacağımızı herkes bilir. Hemen bütün gücümüzü saldırının geldiği yönde
toplar ve kahramanca dövüşmeye başlarız. Karşı tarafın iddialarının gerçek
dışı olduğunu tekrarlarız, farklı bakış açılarının karşı tarafa hizmet
edeceğini söyleriz.
Bir mücadelenin böyle kazanılması
mümkün değildir. Çünkü saldırıyı başlatanın ilk ışı sızın nasıl karşılık
vereceğinizi tahmin etmek ve tepkilerinizin onun istediği gibi olmasını
sağlamaktır. Hiç kimse saldırıya uğrayanın tepkisiz kalacağını düşünmez. Bu
nedenle vereceğiniz karşılığın kendi istediği biçimde olmasını sağlamaya
çalışır.
Bugün bölgemizdeki çatışmada
kullanılan araçlar din ve etnik farklılıklardır. Irak’ın işgalinden sonra
gerçekleştirilen siyası cepheler bu temele dayandırıldı. Biz bu çatışmaya daha
önce hazır hale getirilmiştik. Dinin ve etnik farklılıkların siyasette
belirleyiciliğini çoktan beri yaşıyorduk. Türkiye’de İslamcı kimliği ön plana
çıkan bir iktidarın bulunması, uluslararası planda, bizi İslamcı cepheye
sokuyordu ve bu garip bir tesadüf olmalıydı.
Senaryo yazmayı seviyorum ve böyle
bir durumla karşılaşan ülkemizde bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısını hayal
ediyorum. Dışarı sızmamak kaydıyla müzakereler şu şekilde olabilir ve bir
karar alınır. Başbakan söze başlar ve partisinin sıyası kimliğinin ülkemizi
hedef konumuna getirdiğini söyler ve iktidarın dine en uzak görünen bir
partiye verilmesinin gerektiğini ilade eder. Bunu gerçekleştirmek ıçm
partisinde huzursuzluk yaratıp dağılmayı sağlamaya hazır olduğunu söyler. Bir
başka üye etnik tahriklerin artığına işaret edip bu gelişmenin yönünün
değiştirilmesinin, etnik temele dayalı
muhalefetin ideolojik tur çizgiye
çekilmesinin ve olayları kışkırtan ülkelere karşıt konuma getirilmeleri
gerektiğini ifade eder, kinik söylemlere karşı aynı biçimde cevap verilmesinin
gerginliği tırmandıracağına ve bu konuda toplumun duyarsız kalmasının sağlanma
- sının gerekli olduğunu söyler. Etnik temele dayalı siyaset yapanlar kendileri
çalıp kendileri söylemelidirler.
Bir başka üye asıl meselenin sıyası
bir proje üretmek olduğunu ve bölgeye verilmek istenen şeklin ne olacağının
önceden kestirilip bu konudaki tavrımızın belirlenmesinin gerekliliğine işaret
eder. Önünde kalın bir dosya bulunmaktadır ve bu dosyada bölgedeki
yapılanmaların sosyal, ekonomik, kültürel özelliklerinin incelendiği
araştırmalar vardır.
Bir üye şöyle der: "Binaları
kurmalarına izin verebiliriz ama bu binaların temellerini biz kontrol
etmeliyiz. Etrafa dinamitler yerleştirmeyi de ihmal etmeyelim.”
Bir başkası bölgede etkin olan
güçlerin nasıl bir politika izlemelerinin beklendiği konusunda açıklama yapar
ve belki de “Şu sırada geri çekilme daha faydalıdır. Önce diğerlerinin nasıl
davranacağını ve dengelerin nasıl oluşacağını görelim" diyebilir
Hiyerarşiye bakılmaksızın mücadelenin
kimin yönetiminde sürdürüleceğine karar verilir. En tepedeki kışı bile artık
bir mücadelenin neleri olduğunu farkındadır ve herkes kazananla kahraman ilan
edilecek kişinin aynı olmayabileceğinin bilincindedir. Herkes re kendisi ne de
sadece temsil etliği ülke adına hareket etmediğini, dünyaya karşı
sorumluluklarını yerine getirdiğini düşünmektedir. Belki de, dindar bir üye
"Allah’ım bugüne kadar sana layık bir kul olmak için uğraştım. Bugün bana
layık gördüğün mevki senin istediğin gibi bir dünya yaratmak için çalışmayı
gerektiriyor. Bugüne kadar ne olduğumun hesabını vermeyi düşündüm. Artık ne
yaptığımın hesabını vereceğimin farkındayım" diyebilir.
Kurul toplantısı sona erdiğinde
gazeteler bambaşka bir havayı yansıtır. Kurulda ciddi tartışmalar yaşanmış ve
tam bizden beklenen bir sonuç ortaya çıkmıştır. Herkesin diğeriyle kavgalı
olduğu izlenimi vardır. Toplantıyla ilgili bilgiler bir şeklide basma sızdırılır
ve alınan kararların karşı tarafın beklentilerine tamamen uygun olduğu görülür.
Gazetelerde 35’inci maddeyle ilgili tartışmalar baş köşededir.
*****
İnsanlar genellikle bir olay
gerçekleştikten sonra onu inceler ve değerlendirirler. Ben bu metodu
kullanmıyorum ve önceden, mevcut verilere bakarak bir model kuruyorum ve
geleceğe ait tahminlerde bulunuyorum. Kurduğum model Avrupa’da ulusalcı
eğilimlerin artacağı, ekonomide korumacı politikalara geçileceği ve bunun
AB’nin temel hedefleriyle uyuşmayacağı biçimindeydi. Bunlara dayanarak AB’nin,
en iyi ihtimalle bir ittifak sistemine dönüşeceğini ve bütünleşmenin şekilden
ibaret kalacağını düşünüyor ve söylüyordum. Bu nedenle Fransa’daki olayları
sosyal şartların doğal bir sonucu olarak görmedim. Ortada patlamaya hazır bir
çıbanın olduğu doğruydu ama bir de patlatanı olmalıydı.
Avrupa’da gelişen olaylarda rol
oynayabilecek başka grupların kimler olacağını düşündüm. Hedefi ve ona
verdiğiniz ad ne olursa olsun, bir Kürt siyasal hareketi vardı ve Avrupa’da
önemli bir Kürt nüfus yaşıyordu. Bunlar olayların dışında mı kalacaklar yoksa
çatışmaya bir yerinden katılacaklar mıydı? Eğer katılacaklarsa fitil nasıl ateşlenecekti?
Güneydoğuda başlayan ve PKK’ya
atfedilen terör eylemlerini şüpheli buldum. Her tarafı basımlarıyla çevrili bir
gücün, intihardan farksız eylemlerinin sebebi ne olabilirdi? ABD’yi “Ben
onların üstesinden gelemem” dedirten sebep neydi? Bu bir acizlik ifadesi mıydı
yoksa
bir projenin kılıfı mı?
Avrupa içinde gelişen olayların,
sıyası bir sonuç yaratması için, hem coğrafi hem de yoğunluk olarak artması
gerekirdi. Fransa’da Kuzey Afrika kökenli insanların yarattığı kargaşa başka
yerlerde aynı nüfus yoksa, başkaları tarafından gerçekleştirilebilir mıydı?
Bunları düşünürken bir haber
dikkatimi çekti. Ortada PKK’ya atfedilebilecek bir eylem yokken Avrupa PKK’yı
terörist ilan etti ve karşısına aldı. Bu karar, bir eyleme dayanmıyorsa,
istihbarat raporlarının bir sonucu olmalıydı. Belli kı güvenlik güçlen bir hareketlilik
sezmişti.
Bu grupları eyleme sürükleyecek bir
gerekçeye ihtiyaç vardı. Bu gerekçe Avrupa’da bulunamazsa başka bir yerde
ortaya çıkabilir miydi? Mesela Türkiye’de başlatılacak bir eylem Avrupa’ya
sıçratıla- bilir miydi? Gözüm Türkiye’de kulağım Avrupa'daydı.
Şemdinli’deki manasız olayı duyunca
"Acaba düğmeye mı basıldı?” dedim. Olayın gerçekliğinden çok yansıması
önemliydi ve ilk intiba bazı çevrelen harekete geçirebilirdi. Olay, herkesin
istediği gibi yorumlayabileceği cinstendi.
Analizimin doğru olup olmadığını ben
de bilmiyorum ve gelişmeleri izliyorum. Eğer ücra bir yerde başlayan olaylar
zincirleme tepkilere neden olursa, bunu doğal bir gelişme saymayacağım. Üstelik
kim haklı, kim haksız sorusuna hiçbir zaman cevap aramayacağım. Böyle bir olay
olmasaydı başka bir şey olurdu ama aynı sonucu yaratırdı.
Şu anda herkes bililerini bulup
cezalandırma peşinde. Devlet sorumluları arıyor, Başbakan olaya el koyuyor,
diğerleri sonuna kadar gidileceğini söylüyor. Bütün bunlar umrumda bile değil.
Hayatımın hiçbir döneminde sıyası olayların hukuk yoluyla çözüleceğini
düşünmedim.
Fransa’da başlayan olayların başka
yerlere sıçrayıp sıçramayacağı, buralarda hangi grupların eyleme sürüleceğini
merak ediyorum.
Avrupa’da güvenliğin ön plana çıkıp
demokrasinin feda edilmesinin nasıl sonuçlar yaratacağını, ekonomik daralmanın
korumacılığı getirip getirmeyeceğini ve bunun ülkemize etkilerini düşünüyorum.
Belki de çok komik bir durumla
karşılaşacağız. Bizden daha fazla özgürlük isteyen Avrupa'nın gerimize düşebileceğini,
ıç güvenliği sağlamak ıçm orduyu devreye sokabileceğim düşünebiliyor musunuz?
Bunlar uç öngörüler olarak değerlendirilebilir ama en azından
gittiğimiz yönü göstermektedir.
Ara aşamaları bilemem ama sonucun
şöyle olacağını sanıyorum. Ulus devlet yapılan ön plana çıkacak ve yeni bir
ittifaklar sistemi kurulacaktır.
Birisiyle ortaklık yapmak istediğiniz
zaman ıkı özelliği kararınızda etkili olur. Bir yandan onun becerisini ve
kazancınıza katkısını düşünürken diğer yandan ne kadar güvenilir olduğunu
sorgularsınız. Nasıl davranacağınız şartlara ve sızın neye önem verdiğinize
bağlıdır. Eğer güvenlik ihtiyacınız ön plandaysa ortağınızın ticari yetenekleri
hiçbir anlam ifade etmez.
Siyasette de benzer bir durum söz
konusudur. Ortam sakın ise ve güvenliğinizi tehdit altında hissetmiyorsanız
daha rahat bir hayat umduğunuz sıyası oluşumu desteklesiniz ama belirsiz ve r
sklı bir ortamda güven duygusu belirleyici olur.
Aynı sıyası gücün her ıkı ihtiyacı
karşılaması genellikle mümkün olmaz. Kazanç arttıkça risk unsuru
belirginleşir. Hele zayıf ortak konumundaysanız her şeyiniz kaybetmeniz bile
söz konusu olabilir. Bu nedenle beğenilenle güvenilen çoğunlukla farklıdır.
İsmet İnönü beğenilen bir politikacı
değildi ama güvenilirliğinden şüphe edilmezdi. Onun varlığı bir teminat olarak
bir kenarda tutulur ve halk daha rahat yaşamayı vadeden partilere yönelirdi.
Menderes ailesi, en zor gününde, onun
desteğini almaya çalışmıştı. Bu onun, sıyası yönünün dışında, güvenilir
olduğunun bir işaretiydi ve yardım edememesini kötülüğüne değil çaresizliğine
bağlamışlardı. Zaten "Sızı ben bile kurtaramam’’ derken kendini aşan
güçlerin olduğunu itiraf ediyor ve zayıflığını itiraf etmeyi güvenilmez olmaya tercih
ediyordu.
Türkiye’de ordu, ülke ıçm önerdiği
çözümler en beğenilenler olmasa bile, en güvenilir kurum olmaya devam
etmektedir. Bu açıdan 1980 sonrası çok ilginç gelişmelere sahne olmuştur.
Yüzde doksanı aşan bir oy oranıyla Anayasa kabul görürken ve darbe ner- deyse
herkesin desteğini alırken seçimleri tamamen farklı ideolojik yapıdaki
Turgut Özal kazanmıştı.
Bu ikili tavır herkesi
yanıltmaktadır. Büyük oy desteği sağlayan siyası oluşumlar bir gün kendilerini
boşlukta hissetmekte ya da en güvenilir kurum, arkasında sıyası destek
bulamamaktadır.
Bu konuda yazı yazmanın ne kadar zor
olduğunu kabul edeceğinizi umarım. Binlen sözlerimi demokrasi karşıtlığı
olarak algılarken diğerleri beğenilen kurumun aleyhinde olduğu izlenimini edinebilir.
Oysa her ikisi de doğru değildir.
Dünyadaki şartlar ve bizim konumumuz
güvenilirlikle beğenı- lirlığın bir arada olmasını gerektiriyor. Eğer bu aymı yrapı
içinde ger- çekleştirilemiyorsa onları temsil eden güçlerin ortak bir noktada
birleşmesi gerekir. Bu yazıya yazmamın nedeni gelişmelerin bu yönde değil
aksine tarafların birbirinden uzaklaşan bir politika izlediğini görmemden
kaynaklanıyor.
Türkiye dünya üzerindeki büyük
mücadeleye negatif yüklerle değil, etkili pozitif güçlerle girmektedir ve
buradan zarar görerek çıkmak tarihin en büyük beceriksizliği olarak
anılacaktır. Ülke içindeki güç odaklarından birinin kazanması, eğer bu
Türkiye’nin kaybı ise reddedilmelidir.
Bugün ülkemizin en aymaz takımı para
hırsına teslim olanlardır ve çaldıklarını yiyebilecekleri bile şüphelidir. Ama
bu kişilerin verdikleri en büyük zarar kendilerini ve temsil ettikleri
düşünülen grupları işbirliğine değer olmaktan çıkarmalarıdır. Bu bir ahlak sorunu
olmaktan çıkmış ülkenin geleceğini etkiler hale gelmiştir.
Diğer önemli sorun ülkemizin
bütünlüğünün tehlikede olduğu kanısının yaygınlaşmasıdır. Kürt önderlerinin,
geleceği belirsiz bir dış desteğe dayanarak, çamur üzerine bina kurmaya
çalışacak kadar tarih ve siyaset bilincinden uzak olduklarına inanmak
istemiyorum. Önümüzde herkese gurur verecek kadar büyük imkanları göreceklerini
ve büyük bir geleceğe katkı yapacaklarını sanıyorum.
Bu nedenle sokak olaylarına
bakmıyorum ve insanların beynindeki tasavvurların ne olduğunu anlamaya
çalışıyorum. Bu konuda taraf olmak kolay, çözüme katkıda bulunmak zor. Aynı
sözleri birisi bölücülüğe destek olarak algılarken karşı taraf kendilerine
yönelik bir husumet sayabilir. Bir tarafın kazanıyor görünmesi herkesin kaybetmesi
anlamına gelebilir.
Son günlerde karşılaştığımız
olayların kendiliğinden oluştuğunu ve bir projeye bağlı olmadığını
düşünmüyorum. Şemdinli’de gerçekleşen ve bir dönüm noktası niteliğinde olan
provokasyonla Orgeneral Hilmi Özkök un görev süresinin uzatılması konusundaki
tartışmalar aslında bir bütünün parçaları gibi görünüyor. Her ıkı olay da
orduyu ilgilendiriyor ve olumlu bir içerik taşımıyor. Birinci olayda Susurluk
hatırlatılıyor ve ucu orduya dayanan hukuk dışı eylemlerden söz ediliyor.
Siyasiler bir yandan olayın açıklığa kavuşturulacağı güvencesini verirken
diğer yandan geçmişin tekrarlanmayacağını söyleyerek bu olayla Susurluk
arasında bir benzerlik olduğunu apaçık ifade ediyorlar.
Olayın niteliği konusunda tereddüt
yok. Resmi görevli kişilerin örtülü bir operasyon yaptığı ve suçüstü
yakalandığı söyleniyor. Cevabı aranan soru, bunun normal hiyerarşi içinde mı
yapıldığı, yoksa bireysel inisiyatiflerin bir sonucu mu olduğu. Eğer olayda yer
alan kişiler bir sistem dışı binlen tarafından yönlendırılıyorsa verecekleri
ifadeler bunun yukardan verilen bir emirle yapıldığı yönünde olacak ve
sorumluluk orduya yüklenecektir
Benim metodum etkiyi, yanı olayın
kendisini değil oluşan tepkileri analız etmek olduğundan, ortaya çıkan sonuçla
ve oluşan tepkiyle ilgileniyorum ve bu olayın ordunun etkisini sınırlamaya hizmet ettiği
sonucuna varıyorum.
Bu olayın yarattığı hava dağılmadan
Orgeneral Özkök un görev süresi üzerinde bir tartışma başlatılıyor. Bir
Genelkurmay başkanı- nın görev süresinin uzatılması sürecin normal bir
parçasıdır ve olağanüstü bir durumun ifadesi değildir. Ama eğer bu seçeneği
ortadan kaldırmak isterseniz bir tartışma yaratır ve bu seçeneği kullanılamaz
hale getirirsiniz. Bu nedenle Orgeneral Özkökun görev süresinin uzatılmasını
isteyenlerin tavrının, desteği askerler tarafından olumsuz algılanacak kişilere
atfen söylenen övücü sözlerin ters bir tepkiye neden olacağını herkes bilir. Bu
nedenle Özköku bir alternatif olmaktan çıkarmak isteyenlerin onu destekler
görünen ve süresinin uzatılmasını teklif edenler olduğunu düşünüyorum.
Eğer değerlendirmemi sahnede
görünenlere yakıştıramıyorsanız bir kademe arka plana geçip bakınız ve belki de
doğru değerlendirme böyle yapılabilir.
Asıl önemli olan ordunun sıyası
rolünü sınırlamaktan yana olanların ve bu konuda AB standartlarının
uygulanmasını savunanların, ordunun yapısı konusunda tartışma yapmaları ve
bunu askerin normal görevleriyle ilgili nedenlere bağlamamalarıdır. Siyasetin
dışında tutulması gerektiğini savundukları kurumu siyasetin ortası-
ra çekmekteler Komutanlar görünen
veya beklenen siyasi tavırlarına göre sınıflandırılmakta ve bir tercih ortaya
konmaktadır. Her vatandaş, devletin her kurumu hakkında fikrini söyleyebilir
ve göre- vın daha iyi yapılması ıçm teklifte bulunabilir. Oysa son zamanlarda
kamu görevlileri yetenek ve becerileriyle değil ideolojik tercihlerine göre
sınıflandırılıyor ve konumu buna göre belirleniyor. Binlen Öz- kök’ün
kendilerine yakın olduğu havasını yayıp onun hak etmediği bir tepkiyle
karşılamasına neden olmuşlardır. Ben bunun onun tasfiyesini amaçladığını
düşünüyorum. Bu konuda daha fazla bir yorumun yaptığından daha fazlasını
yıkacağını düşündüğüm için burada duruyorum.
Bir kamu görevlisinin bizim açımızdan
önemli olan yanı, onun üstlendiği görevi başarıyla yapıp yapmamasıdır. Kişilik
değerlendirmesi yapmak ve olumlu ya da olumsuz tavır almak kimsenin hakkı ve haddi
değildir.
Türkiye’nin savunma politikasını,
yapılan tehdit değerlendirmelerini, terörün önlenmesi konusunda uygulanan
metotları değerlendirir ve eleştirebilirsiniz. Teklifler sunabilirsiniz.
Bunlar sonuç olarak uygulamacıların değişmesine de neden olabilir. Ama sadece
kendinize yakın gördüğünüz ıçm bir kışının yanında yer alamazsınız. Üstelik
yaptıklarınızın ters tepeceği belli ise niyetiniz şüpheyle karşılanır. İtirazım
kimsenin lehine veya aleyhine değildir. Ama olanlar yanlıştır ve bu makamların
kaderini bazıları etkilemelidir.
Orhan Pamuk olaya bir sorunu çözmek
yerme nasıl yüzümüze gözümüze bulaştırdığımızı gösteriyor. Eğer Pamuk’un
sözleri, söylenen birçok şeyin arasına karışsa ve mahkeme aşamasına gelmeseydi
dünyanın ilgisini çekmezdi ama biz aşağılandığımızı düşünüp bunun karşılıksız
kalmaması gerektiğine karar verdik.
Soykırım iddialarının gündeme gelmedi
gelmişin l^mbınm görülmesiyle ilgili değildir Bunlaı geleceğe yön yermek
amacıyla onaya çıkarılır ye hızım (ayrımısın beklenen sonuçlanıl alınmalını engelleyecek
biçimde olması gerekil Oysa bir hesap yapmayı secine yaz, tepki göstermek,
kayıtsız kalmamak tek bildiğimiz yeldin Karşımızdakinin hamlesinden
etkilenmeden, belnlcdıgımız bir slıaicııcı izlemeyi ye sonucu belirleyici
dayranişlar seigilemew asla geı çekleş üremeyeceğimizi artık iyice anladım.
Her etkiye, kaişimızdakının beklediği tepkiyi yermek şaşmaz bu ilkemiz haline
geldi
Zaten yatanı çok seyenlcr. sadece
kaışılaıındakıleıe değil hızım gibi pısırıklara da gereken cerabı yeniler Milli
duygulan son deıece gelişmiş olan bu kardeşlerimiz, hesap yapmak gibi koıkakça
dacıa nışlar sergilemek yerme hak edildiğini duşündüklcn ccyabı hemen verirler.
Ben korkak ve ruhsuz takımındanım
Karşımdakının hıçbıı za man beklediği tepkiyi almaması geıektiğine inanının
Bınne hak ettiği cevabı vermenin aslında vcnılgıvc götüren en kestirme vol
oldu ğunu düşünürüm.
Ülkemle ilgili bir gelişmeyle
karşılaşırsam ilk tepkim, “Oyunu görelim, sonra karar veririz" olur. Her
korkak gibi ben de uzun süre düşünür ve neyin amaçlandığını kestirmeye
çalışırım. Geçmişle ilgili tartışmaların geleceği biçimlendirmek amacıyla
kıpıklığını, aslında tüm tarih bilgisinin daha çok geleceğe von vermek için
yazıldığı na inanırım. Soykırım ıddıalaııvla karşılaştığımız zaman bunun gelecekteki
hangi projenin temelini oluşturacağını sorguladım.
İddiaları kabul etmemek ama olayın
tırmanmasına vol ıçacak tepkilerden de kaçınmak gerektiğini, ne kadar az
konuşulursa o kadar iyi olacağını ve halkımızı tepkisel davranışlara itecek
tavırlar sergilememiz gerektiğini düşündüm. Oysa biz halkın tepki göstermesinin
gerektiğine karaı verdik Oysa karşımızdaki de bunu ıstıvor ve
tüm halkı soykırımı savunur konuma
düşürmek istiyordu. Böyle zamanlarda halk desteği en sona saklanmalı,
olayların olgunlaştığı bir dönemde ve sonucu lehimize etkileyecek biçimde
kullanılmalıydı.
En genel ifadesiyle karşılaştığımız
durum akademik bir sorun değildi ve burada haklıca aramak gibi bir tavır
faydasız olurdu. Bunu bir çatışma olarak algılayıp, bir karargahtan
yönetilircesıne, hesaplı hamlelerle yürütmek ve bireysel davranışları
engelleyici bir yol izlemek gerekirdi.
Kürt sorununun hem teşhisinde hem de
tedavisinde uygulanan politikaların yanlış olduğunu düşünüyor ve bunu ifade
ediyordum. Tavrımın yeten kadar vatanseverce olmadığı düşünülmüş olmalı kı
tepkiyle karşılaştım. Geldiğimiz noktada, yapılan büyük fedakarlıklara,
gereksiz sertliklere rağmen ne kadar yol aldığımız görüyoruz. Bir arpa boyu
ılerleyemedığımız hatta gerilediğimiz söylenebilir.
Orhan Pamuk’un Ermeni soykırımı iddiasıyla
güneydoğudaki aşırılıkları yan yana koyduğunu görünce irkildim. Çünkü bu tavır,
bir gerçeğin ifadesinden çok, bir politikayı yansıtıyordu. Herkesin geçmişteki
hatalı uygulamaları sorgulaması, bunların tekrarlanmaması açısından faydalıdır
ama tablonun geneli bir aydının sorgulayıcı tavrını aşıyor gibi göründü.
Bunu yazarın art niyetine
bağlamıyorum. Ancak bir aydının düşüncelerini politik konjonktüre bağlı
olmadan, hiç kimsenin ilgilenmediği bir zamanda ortaya koymasının, siyasetin
aracı konumuna düşmemesinin gerektiğine inanıyorum.
Olay siyasetin bir aracı konumuna
gelince, niyetiniz ne olursa olsun, bu siyası düzeyde değerlendirilir ve buna
itiraz etmek, ilen sürülen iddiaların siyaset dışı olduğunu söylemek kolay
değildir.
Biz, Bınncı Dünya Savaşında,
yenılenlerden bin değildik. Yenilen OsmanlI’ydı ve bu yenilgi bizi
ilgilendirmiyordu. Biz kazananlardan biriydik. Üstelik zaferimizi
destekleyecek bir alt yapımız, ekonomik gücümüz de yoktu. İlkel bir
teknolojiyle yürütülen geçimlik ekonomi, bırakın bir savaşı desteklemeyi,
ınsanlann kamını bile zor doyuruyordu. Savaş, sadece bir ruhla ve önderlikle
kazanılmıştı.
Toprağa yepyeni bir tohum düşmüştü.
Osmanlı ağacında yetişen bu tohumdan süren filize, modem ulusları temsil eden
bir aşı yapılacak ve soyuna benzemeyecekti. Bizi değil, Osmanlı’yı yenen
güçlere benzeyecek ve bundan sonra modern bir ulus olarak tarihi yolculuğumuzu
sürdürecektik.
Şüphesiz aşılı bir gülün dibinden
süren yaban filizleri gibi, bazı istenmeyen davranışlar olabilirdi ama bunlar
koparılıp atılırdı. Üstelik aşı en uçtaki dala yapılmıştı. Nüfusun sadece
yüzde yirmisi şehirlerdeydi ve devrimler yüzde sekseni oluşturan kırsal kesime
ula- şamıyordu. Onlar yüzlerce yıl öncesini andıran yaşam biçimlerini sürdürdüler.
Osmanlı döneminde, yaşam biçimi
olarak. Batıya benzemeye çalışan seçkinler vardı ama bu sefer dönüşüm daha
köklü olacak ve kültür değerlerimiz, iktisadı yapımız, kısaca her şeyimizle
onlardan biri olacaktık.
Yeniliklere ciddi bir muhalefet
oluşmadı. İnsanlar var olmayı en büyük kazanç saydılar ve bunun ıçm her bedeli
ödemeye razı göründüler. Üstelik sürekli yenilgiler, derinden derine, var
olanın doğru olmayabileceği düşüncesini doğuruyordu. Önderlerine güveniyorlardı
ve yapılanların, en azından gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Atatürk’ün
değişimi gerekli bir hamle mı yoksa verilmesi gereken bir ödün mü saydığı
bilinemez. Belki her ikisinin de payı vardır ama yeni Türkiye tarihi
misyonundan, yanı Batının bir alternatifi olma rolünden tamamen vazgeçiyordu
Bu değişim İngiltere’nin yerini
ABD’nın almasına benzemiyordu. Çünkü her iki güç de aynı medeniyeti ve
değerler sistemini temsil ediyordu ve sadece bunları temsil eden güç
değişmişti. Oysa Osmanlı aynı zamanda farklı bir medeniyetin ve değerler
sisteminin temsilcisiydi ve bu alternatif sahneyi terk ediyordu.
Doğu ile Batı arasındaki fark,
kakmağını dinden alsa bile, sadece dinsel kökenli değildi. Osmanh'da yaşayan
farklı dinden insanlar aynı davranış biçimini sergiliyorlar dünyayı benzer
biçimde algılıyordu. Kaldı ki bu algılama sadece Osmanlı ile sınırlı değildi
ve bütün Doğu toplumlarının Batı’dakınden farklı olduğu gözleniyordu. Bu fark
kabaca birey merkezli kapitalizm ile devlet veya toplum odaklı
düşünceler olarak ifade edilebilir.
Kapitalizm kendi dinamiğine
Osmanlı’dan aldığı petrol alanlarının yarattığı zenginliği ve Doğu’dakı
sömürgelerinden elde ettiği gelirleri katarak büyük bir güce erişti. Eski
Osmanlı topraklarından çıkan petrol, kapitalizmin damarlarında akan kan
gibiydi.
Kapitalizme ilk tepki Rusya’dan
geldi. Rusya’daki sosyalizm,
sisteme duyulan bir inançtan değil,
savunma reflekslerine uygun düştüğü ıçm benimsendi ve kapitalist odaklara karşı
özgüvenini kazanınca sosyalist uygulama terk edildi. Ancak ideolojik boşluk
dol- durulamadı ve kapitalizme karşı, düşünce düzeyinde bir alternatif
geliştirilemedi. Ancak, parayı kontrol edenlerin devleti yönetmesine izin
verilmeyeceği ve devletin ekonomiyi yönlendirmesi gerektiği düşüncesi
devam etti.
Şimdi sorun kapitalizmin tek ve
evrensel bir model olup olmadığı, değilse alternatifinin ne olacağıdır.
Kapitalist dünya içindeki çatışmalar henüz ideolojik bir boyut kazanmamıştır.
ABD ile AB arasındaki rekabet ekonomik ve giderek sıyası alanda sürerken AB
yeni bir ideolojiyi temsil etmemektedir. Rusya veya Çin’deki uygulamalar
pratik düzeyde farklılaşmakta olmasına rağmen, teorik ve düşünsel bir
boyut kazanamamıştır.
Dünyayı algılama konusunda İslam’ın
farklı tavrı, sistemli bir ideoloji olmaktan uzaktır ve ibadet boyutu, düşünce
boyutunun önünde giden İslam, sadece çatışmanın aracı olarak kullanılmaktadır.
İslam düşüncesine dayalı bir modelin oluşturulabilmesi için ciddi teorik
çalışmalar gerekmektedir. Osmanlı modeli bir başlangıç olarak alınsa bile, onu
çağın gereklerine uydurmak için yaşamın her alanındaki sorunlara cevap verecek
bir içerik kazanması gere dr.
Türkiye tam Batıya benzemeye
başlarken, Batı modeli, ıç çelişkileri nedeniyle, alternatif bir modele
dönüşme işaretlen vermektedir. Hem ülkeler arasındaki gelir farklılıkları hem
de bir ülke içindeki bölüşüm adaletsizlikleri ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu
sorun görmezlikten gelinse bile uluslararası ekonomik ilişkiler, sadece
ekonomik tedbirlerle çözülemeyecek sorunlar yaratmaktadır. AB- D’nın dünya
üzerinde hegemonya peşinde koşmasının nedeni, güvenlik kaygılarından çok,
ekonomisine yönelik tehlikeleri bertaraf etmek amacını taşımakta ancak ABD’nin
ekonomik dengelerini sür-
dürmesi, diğerlerinin bunun bedelini
ödemesine bağlı kalmaktadır. Bu tek taraflı fedakarlığın sürmesi ve bütün
ülkelerin ABD’nin yükünü taşımaya devam etmesi beklenemez. Dengelerin
kapitalist sistemin içinde çözülmesi zor görünüyor ve alternatif bir model
kaçınılmaz hale geliyor.
Ayrıca hegemonya mücadeleleri, her
zaman ideolojik farklılaşmayı da beraberinde getirir. ABD ile hegemonya
mücadelesi yapan güçlerin farklı bir ideolojiyi savunmaları kaçınılmazdır.
Türkiye, siyası olarak tercih ettiği
bloğun ideolojisini de benimseyecektir. Eğer ABD ile aynı kampta yer alırsa,
bir süre daha, yanı ABD kapitalizmi savunmaya devam ettikçe, onunla birlikte
hareket edecektir. AB içinde yer alması halinde sol ağırlıklı bir ideolojiye doğru
kayacaktır.
Ancak bu uyumun sancısız olamayacağı
anlaşılıyor. Devrimle - rin ulaşamadığı kırsal kesimin insanları, şehirlere
göçerken, kendi değer yargılarını da beraber taşıyorlar. Dinsel gerekler olarak
ifade edilen bu değerler genelde sınıfsal bir nitelik taşıyor ve insanların
daha iyi yaşamak, üretimden daha fazla pay almak arzusunun bir aracı olarak
kullanılıyor. Batı, halkın bu duygularını, Türkiye’ye yönelik siyasi
taleplerine direnenlere karşı, demokrasi savunuculuğunu üstlenerek kullanıyor.
Ülkedeki devrımcı-tutucu karşıtlığını siyasal etkinliğini artırmanın bir aracı
olarak görüyor. Geçmişte İslamcı akımları hoş gören, hatta destekleyen Almanya,
bunların kendisine de yönelik bir tehdit olabileceğini anlayınca, bu akımları kontrol
altona almaya çalışıyor.
Temelde etnik yönünden daha fazla
sınıfsal bir karakter taşıyan Kürt sorunu, Batının her rengi tarafından
istismar edilmek isteniyor. Türkiye, Batıya benzemek isterken, bu akımın öncüleri,
bizzat Batı tarafından dışlanıyor ve karşıt akımlara kol kanat geriliyor.
Batılılaşma yanlılarının büyük
yanılgısı burada yatıyor. Aslında Batının en hoş göremeyeceği şey, Türkiye’nin
kendi geçmişine dayanan bir model yaratması. Oysa egemen güçler, ittifak
etmeleri gereken ve kendilerini de dünya ölçeğinde güçlü kılabilecek bu potansiyeli
yanına alacak yerde onunla çatışmayı tercih ediyor ve gerçek desteklerim,
karşı tarafın kullanımına terk ediyor.
Bütün dünyanın “Bu ış böyle gitmez”
diyerek alternatif modeller aradığı bir çağda Türkiye’nin henüz
kapitalistleşmeye ulaşamadığı için hayıflanması anlamsız görünüyor. Yanılgıya
düşmemek için yapılması gereken şey, önce mevcut düzenin devam edip etmeyeceğini
irdelemek ve eğer devam etmeyecekse alternatifinin oluşmasına katkıda
bulunmaktır. Hiç kimse geçerliliğini yitiren bir modeli savunmaya
devam etmez.
Kapitalizmin savunucularının yeni bir
modele geçmesini bekleyip onları izlemek çok anlamlı değil. Türkiye hem
coğrafi konumu hem de tarihi birikimiyle böyle bir modelin oluşumuna öncülük
edebilir.Bunun tarihi deneyimimize dayanması bir gerilik değil, geçmişte
başarılı olmuş bir modelin geliştirilmesi olur ve bunun yanlış bir yanı
yoktur.
İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan
dengenin bozulduğu, yeni bir güç dengesinin kurulduğu günümüzde Türkiye’nin
konumu ne olacaktır? Bugüne kadar 1923’teki yerini korumaya çalışan ülkemiz
yeni yapı içinde aynı yerde mi kalacaktır? Sınırların yeniden çizileceği
bölgemizde bizim için de bir değişiklik öngörülmekte midir? Kendisine biçilen
role uygun bir ideoloji benimseyen, yanı çevresi ve tarihiyle bağlannı kesen
Türkiye, eğer yeni bir rol üstlenecekse, bu role uygun bir ideoloji de
benimseyecek mı?
Kurulduğu günden beri, Rusya dışında,
kendisinden çok daha
zayıf olan komşuları tarafından
tehdit edildiğine inanan ancak kendisinin hiç kimseyi tehdit etmediği ülkemiz,
kabuğunu kırıp çenesiyle ilgilenecek mi?
Bu soruların kaynağı Türkiye’nin
yaşadığı ikilemden kaynaklanmaktadır. Bir yandan bağımsız ve güçlü olduğunu
söylerken diğer yandan, mesela bir Yunan Megalo İdea’sının tehdidinde olduğunu
dile getirmektedir. İslamcı çeneler, Siyonizm’in dünyayı bir ahtapot gibi
saran kollarının ülkemizi ele geçirmek üzere olduğunu söylemektedir.
Tehdit altında olduğuna inanan ve
bunu kolayca bertaraf edemeyeceğini sanan birinin doğal refleksi savunmadır.
Bu durum onun ideolojisini ve dünyaya bakışını da belirler. Sınırlarının bir
adım ötesi onun için sadece bir tehdittir. Milliyetçi duygular, bir inancın
ifadesi olmaktan çok, savunma içgüdüsünün yansımasıdır.
Farklılıklar, ayrışmanın bir işareti
sayıldığı ıçm, hoş görülmez. Karşılaşılan her soruna, bir büyütecin arkasından
bakılır. Su uyumakta ama düşman uyumamaktadır. Aslında hiçbir güç Türkiye’nin
varlığından hoşnut değildir. En küçük bir ihmal yok olmak anlamına
gelir.
Bir yandan böyle bir hava
yaratılırken diğer yandan tam bir umursamazlık her davranışımıza hakimdir.
Ülkenin kaynakları, hiçbir sorunumuz yokmuş gibi, kişisel çıkar peşinde
olanlarca yağmalanır.
Bu tutarsızlıklar anlamlı bir dünya
görüşümüzün ve geleceğe ait tasavvurumuzun olmamasından kaynaklanır. Gelecekte
nasıl bir Türkiye olmasını istiyorsunuz sorusuna, herkes kendi sorunlarının
çözüldüğü bir ortamı tarif ederek cevap verir. Bu sadece sıradan insanlar ıçm
geçerli değildir. Yönetenlerin de ortak bir hedefi ve tutarlı bir
Türkiye tasavvuru yoktur.
Aslında bu şikayetler anlamsız
sayılabilir. Bir ülke dünya üze-
rinde hiçbir şeyi değiştiremeyecekse,
kendine özgü bir mesajı yoksa, kumlan dengeler içinde kendine bir yer bulur ve
halkını mutlu kılacak bir yol izler. Dünyanın yönetimi, bunu yapabilecek gücü olanlara
aittir.
Türkiye şu anda böyle bir konumu
benimsemiş görünüyor. Bilim ve teknoloji üretmek onun yapacağı bir ış
değildir. Yapılanları, biraz geriden de olsa, takıp etmek büyük bir başarıdır.
Kendine özgü bir ideolojisi olduğunu söylese bile, içerisini dolduramamış, ekonomik
görüşünü, siyasal partilerin rengini, hukuk düzenini dışardan almıştır. Daha
açık bir ifadeyle, rejimi kendi tarihi tecrübesinin bir ürünü değildir. Kendi
tarihi tecrübesine dayanan bir modelin başarısız olduğunu ve onu sürdürmenin
yeni bir başarısızlığa neden olacağını düşünmektedir.
Önümüzde başarılı olmuş modeller
vardır. Mesela ABD, dünyanın en büyük gücüdür ve başarının yolu onun
yaptıklarını tekrarlamaktır. Ya da Avrupa ülkeleri veya Japonya örnek
alınabilir.
Bunların çok uzak hedefler olduğunu
düşünenler Kore’ye kadar inebilirler.
Eğer özgün bir yanınız yoksa ve
bundan sonra da yaratamayacaksanız, birinin yolunu izlemekten başka çareniz
yoktur. Ama bunun sonucuna da katlanmak gerekir. Asırlarca başka bir dünya görüşüyle
yaşamış bir halkı, örnek aldığınız modelin halkına benzetmek zorundasınız.
Toplum olarak yaşamaya alışmış, kendini bir bütünün yanı toplumunun bir
parçası saymış, varlığını devletinin varlığının içinde eritmiş, her şeyde
herkesin bir parça payı olduğunu düşünmüş bir halkı, dünyası kendi benliğinin
sınırlarına sıkışmış bir halka dönüştürmeniz gerekir. İnsan oldukları için yan
yana yaşayan insanları, ekonomik ış bölümünün gereğini yerme getirmek için bir
araya gelen kişiler haline getirmek gerekir. Paylaşmayı unutturmak, ekonomik
kurallara uygun olarak hak ettiğini almayı be-
nimsetmek gerekir. Bir lokmalık•azığını,
etrafındakılerı buyur etmeden yemeyen kişiyi, dünyada yapayalnız gibi davranan
birine dönüştürmek gerekir.
Eğer gerekliyse ve başka çaremiz
yoksa, toplumdan başlayarak ailemize kadar, bir bütün olmaktan vazgeçer ve tek
hücreli bir yaratığa dönüşürüz. Ama eğer bu değerler üzerine bir bina
kurulabilecekse, bir iktisat teorisi oluşturulabilecekse, bunu denememek için hiçbir neden
olmayacaktır.
Türkiye’nin geçmişteki yaşam biçimi,
bir dine veya soya atfedilemez. Osmanlı toplumundakı her dm ve soydan insanlar
aynı davranış biçimini sergilemiş ve dünya görüşünü benimsemiştir. Bireysel
davranmayan bu insanlar Batı’daki sermaye birikimi ve teknolojik gelişmeyi
gerçekleştirememiştir. Bir eşeğin bile yükünü ve çalışma saatlerini belirleyen
Osmanlı insanların ölümüne çalıştırılmasına göz yumamazdı ama bunun yerine bir
model de üretemedi ve önce ekonomik olarak sonra da sıyası ve askeri olarak
yenildi. Acaba alternatif bir model üretilebilir mi?
Bölgemizde aynı değer yargılarını ve
yaşam tarzını paylaşan insanlar yaşamaktadır ama hepsi birbirinin hasını gibi
davranmaktadır. Irk ve din ayırımı bu insanların, uzun tarihi içinde anlamsız
ölçüde dar bir zaman diliminde var olmuştur.
Bunun üzerine bir birliktelik, hıc
değilse vakınlık kurulabilir mı? Bu soruya sadece ortak yanları ileri sürerek
cevap veremeviz. Ne Türkiye ne de çevremızdekiler dünyayı ilgilendiren bir
projeyi hayata geçirecek güce sahip değildir. Bunun mümkün olması ancak
şartların böyle bir oluşuma izin vermesine bağlıdır.
Dünya üzerinde dengeler yemden
kurulurken, Türkiye’nin merkezinde bulunduğu bölgemiz yeniden yapılanmaktadır.
Türkiye ABD’nın dünya üzerindeki egemenliğini sürdürmesine bir köşe taşı
konumundadır. ABD’nın dünya üzerindeki egemenliğini sürdürmek
istemesi sırf büyük olmanın hazzını
almak değildir. ABD egemen olduğu sürece refahını ve ulusal güvenliğini
sağlayabilir. Yanı egemenlik duygusal bir tatminden öte hayatı bir ihtiyaçtır.
Buna karşılık Avrupa eğer büyük bir güç olmak istiyorsa ve bunun bir yan ürünü
olan yüksek bir refah düzeyini ve güvenliğini güvence altına almak istiyorsa,
bu bölgeye hakim olmak isteyecektir. Rusya’nın ABD’nin bu günkü konumuna
gelebilmesi ıçm, bölgede onun yerini alması gerekir.
Bu denklemin iki çözümü vardır: Ya
egemenlik peşindeki güçler sürekli bir mücadele içinde olacaktır veya Osmanlı
türü bir güç buradaki boşluğu dolduracaktır. Böyle bir gücün buradaki kaynakları
kendi hesabına kullanması mümkün değildir. Makul olan herkesin gücü ölçüsünde
pay almasıdır. Zaten bütün zenginlik petrol olduğu ıçm, bunu işleten şirketler
faydalanan, onun üzerindeki siyasal güç düzenleyici konumunda olacaktır. Zaten
bugünkü durum da aynıdır.
Böyle bir çözüm bizim ıçm ve aynı
tarihi mirası paylaşanlar açısından kendi dünya görüşlerini ve yaşam
tarzlarını yaşatmak ve onu dünyanın beğenisine sunmak imkanını vercektir. Bunun
insanların refahına olmasa bile mutluluğuna bir katkı olacağı açıktır.
Bu konudaki zorluk, bizim böyle bir
konumu güvenli bulmamamızdan kaynaklanır. Kendisi büyük bir güç olmayan bir
ülkenin, boyunu çok aşan bir görevi üstlenmesi ancak başkalarının içimize büyük
ölçüde girmesiyle mümkündür. Bu belki de bugün bile içimize kadar giren
çatışmanın daha büyük boyutlarda sürmesi anlamına gelir.
Makul çözüm, gözlerimizi biraz
çevremize yöneltmek ve hep birlikte alternatif bir dünya görüşü yaratmaktır. Bu
dünya görüşü ilhamını geçmişten alsa bile bu günü de aşacak yenilikler ve
güzellikler içermelidir.
Eğer Osmanh kökünden söküldüyse
yapılacak bir şey yoktur. Ama eğer dibinden kesıldıyse yanından bir filiz vermesi
mümkündür.
ABD’nin Irak’a müdahalesinin sebebi
lam olarak bilinmiyor. ABD, terörle mücadele, kitle imha silahlarının
engellenmesi ve Irak’ı bir diktatörden kurtararak demokrasi getirmek ıçm
savaştığını söylese bile kimse bunu inandırıcı bulmuyor. En çok kabul gören düşünce
ABD’nin petrolü kontrol etmek istemesi olduğu biçiminde.
Zaten petrol ticaretini tek başına
elinde tutan ABD nın, IrakT işgalle elde edeceği fazla bir şey yok. Bunun ıçm
büyük bir savaşı ve birçok ülkeyle karşı karşıya gelmesi anlamlı gözükmüyor
Bize göre ABD, kendisine
yönelebilecek ekonomik bir mücadelenin ekonomisine ciddi zararlar vereceği
düşüncesinde. Bunu engellemek için dünya ölçeğinde bir hegemonyanın peşinde.
Yanı somut hedefi herhangi bir ülke değil ve Irak bu projenin küçük bir parçası veya
ilk adımı.
Şüphesiz petrol dünya egemenliğinde
önemli bir unsur ama hedef bununla sınırlı değil. Dünya üzerinde egemen güç
olarak, kendisine yönelecek ekonomik operasyonları ve ABD ekonomisine karşı
bir güvensizlik yaratılmasını engellemek ıslıyor.
Türkiye bu projenin önemli dayanak
noktalarından bin. Hegemonyanın Ortadoğu ayağı ülkemize dayanmak zorunda. Şu
anda savaşın ön plana çıkmasına rağmen, politik hesapların yapıldığı çevrelerde
Türkiye’nin tavrı daha önemli ve öncelikli sayılıyor.
Irak savaşının sonunu tahmin etmek
zor değil. ABD ve İngiltere gibi iki büyük askeri güce karşı, herhangi bir
müttefiki olmayan, ülkesinin büyük bir bölümünü uzun zamandan beri tam olarak
kontrol edemeyen, on yıldır uygulanan ekonomik ambargo nedeniyle silah
sistemleri yetersiz hale gelen Irak’ın savaşı kaybetmesi matema-
tık bir kesinlik Ancak bunun dünya
üzerindeki dengeleri önemli ölçüde etkilemesi söz konusu değil. Yanı bu savaşın
sonucu, bir gün ABD dolarından kaçışı veya ABD'dekı yabancı sermayenin başka
alanlara kadanasını engelleyecek bir unsur değil.
ABD’nın bölgeyi tamamen kontrol
etmesi ve bu kontrolün bütün dünyaya yayılması gerekli.
Türkiye, başlangıçta ABD ile birlikte
hareket edeceği izlenimini hatta sözünü vermişken anı bir değişim göstererek
ABD ekseninin dışına savrulmuştur. İşın ilginç yanı bu durum yem bir ittifakın
etkisiyle de olmamıştır. Türkiye okyanusta dümeni olmayan bir gemi kadar yalnız
ve yönsüz sürüklenmektedir.
Savaşın, görsel ve duygusal yönleriyle
insanları yoğun bir şekilde etkilemesine rağmen, yaratacağı sonuç Türkiye’nin
konumu kadar önemli değildir. Stratejik dengeler Irak’ın el değiştirmesinden
şüphesiz etkilenir ama bu etki belirleyici nitelikte değildir. Oysa terazide
Türkiye’nin bulunacağı kefe ağır basacaktır.
İlk bakışta Türkiye’nin ne yapmak
istediği açıkça anlaşılamamaktadır. Bazen duygusal bir savaş aleyhtarlığı,
bazen komşuyla iyi geçinmek gereği, çoğunlukla da Kuzey Irak’ta bir Kürt
oluşumuna karşı çıkış tavrımızın gerekçesi olarak ileri sürülmektedir. Bunların
hiçbiri köklü değişimlerin yaşandığı bölgemizde bir politika gerekçesi olacak
ağırlıkta değildir.
ABD’nın Kuzey Irak’ta bağımsız bir
Kürt devleti kurarak Türkiye’yi parçalamak istediği gerçekçi bir öngörü
sayılamaz. Güçlü bir Türkiye’nin ittifakından vazgeçip zayıf bir oluşuma destek
vermesi ayrıca bölgedeki diğer ülkeleri, Arapları ve İran’ı, karşıya alması
beklenemez. Ancak ABD’nin bir Kürt kozuna oynadığı da reddedilemez. Birbirine
zıt görünen bu iki gerçek nasıl açıklanabilir?
Gerçekte ABD, Kürt devleti ıçm değil
Kürt kimliği ıçm uğraş vermektedir. Bu kimlik Irak’ta bölünmenin, İran’a
müdahalenin ge-
rekçesi
olacaktır. Türkiye ıçm Kürtler, bu aşamada, sadece bir tehdit ve kontrol
aracı olarak düşünülmektedir.
Türkiye, ulus devlet kavramına sıkı
sıkıya bağlı olarak, alt kimliklerin gün yüzüne çıkmasına karşıdır. Böyle bir
durumun ulusal bütünlüğüne zarar vereceğini düşünmektedir.
Bir yol ayırımındayız ve karar vermek
zorundayız. Ya bugüne kadar olduğu gibi sınırlarımızın içine sığınıp, çevrede
olup bitene sırtımızı dönüp yaşamaya çalışacağız ya da yeni şartlara uyum göstereceğiz.
Bunun anlamı alt kimlikleri yok saymayap daha üst hedeflerde bir
milli bütünlük sağlamaktır.
Böyle bir durum ıkı yönlü geçirgenlik
yaratır. Bir yanda Türkiye çevresine etki ederken diğer yandan çevrenin
etkilerini hissetmeye başlar. Bu etkilerden hangisi güçlüyse sonuç o yönde
gelişir.
Türkiye her zaman çevre etkilerinin,
dünya üzerindeki güç odaklarının etkisiyle, kendi aleyhine olacağını ve bunun
parçalanmayla sonuçlanacağını düşünmüştür. Sevr sendromu budur.
Bu tehlikeye karşılık Kuzey Irak’ta
kurulacak bir Kürt devletini savaş nedeni sayarız demenin bir çare olacağını
düşünmek de yanlıştır. Bizim böyle bir oluşuma müdahalemiz karşısında
başkalarının, mesela Birleşmiş Milletlerin, aleyhimize zora başvurmasını nasıl
engelleyebiliriz? Şu anda bütün dünyanın Kuzey Irak’a girmemize karşı olduğunu
gördüğümüz halde tek başımıza hareket edebilir mıyız7
Hele bugünkü yalnızlığımız, aslında
böyle bir müdahaleyi amaçlayan güçlerin bilinçli bir politikasının sonucuysa ve
biz herkesi karşımıza alırken gerçekte onların beklediğini yapıyorsak?
Sebebi ne olursa olsun bugünkü
konumumuz büyük riskler taşımaktadır. Başkalarına kafa tutmak, kendini ezik
hisseden insanları tatmin eden bir davranıştır ama akılcı değil duygusaldır.
Sonuçları sarhoş araba kullanmaktan daha tehlikelidir.
Yalnızlık bir başarı değildir. Bugün
dünyanın tek süper gücü saplan ABD, giriştiği operasyonlarda yanına birkaç
ülkeyi de almak zorunluluğunu duymakta, hatta bu sayıyı abartmaya
çalışmaktadır. Buna karşılık Türkiye hem ABD hem de AB ile ciddi anlaşmazlıklar
içindedir. Bu durum ülkemizi her türlü eyleme açık hale getirmektedir. Sonuç
kaçınılmaz bir biçimde bellidir. Ya siyasal iktidar ya da Türkiye
hedef alınacaktır.
Dünya üzerinde yaşadığımızı ve
başkalarıyla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu anlamalıyız. Kendi
tercihlerimizle en çok uyuşan bir güçle ittifakın bir ödün değil gereklilik
olduğunu bilmeliyiz.
Ama en önemli sorun ulus yaratmak
projemizin hâlâ geçerli olup olmadığıdır. Bizim tarihimiz bir ulusu yaratan
ortak değerleri dm, ırk hatta ortak bir kültür olarak algılamamıştır.
Devletimizin adı, yanı Osmanh, bunlardan hiçbirine atıfta bulunmamaktadır.
Hatta bir coğrafi bölgenin adı bile değildir. Bu bakımdan diğer devletlerin
hiçbirine benzemez. Bir çocuğa verilen ısım gibi, kimliğinden tamamen bağımsız
soyut bir addır. Devlet merkezli bir yapı söz konusudur ve ortak değer bu
devletin varlığını sürdürmesi olarak kabul edilmiştir. Halkın dini, dili, soyu
ne bir öncelik ne de reddedilme sebebidir.
Bugün aynı şepn tekrar edilmesi
beklenemez ve uluslaşma sürecinde alınan yol gen çevrilemez. Ancak halkımız
farklılıkları ayrışma nedeni olarak algılamayan bir kültürün mirasçısıdır ve
devlet merkezli bir yaşamı aykırı bulmaz.
Halkımızı bir arada tutan çimentonun
uluslaşma sürecindeki aldığımız yol mu yoksa farklılıkların sorun olmadığı
kültürümüzün sonucu mu olduğu tartışmalıdır. Ancak ulus tanımına uymayan insanlar
yüzyıllarca bir arada yaşamap başarmışlardır.
Bize özgü bir senteze varılabilir.
Liberalizmim bireyciliği yerme devlet merkezli bir dünya görüşü benimsenebilir.
Bu ekonomideki
devletçilikten tamamen farklıdır
sadece ulusu benzer bireylerin toplamı yerine bir devletin amaç ve ideallen
etrafında toplanan insanlar sayan bir görüştür. Toplumu oluşturan bireyler bir
organizmanın parçalan gibidir. Her biri diğerine muhtaç ve tamamlayıcı konumundadır.
Yapılanma aşağıdan yukarıya değil yukardan aşağıyadır ve herkes birbirinden bir
hiyerarşi nedeniyle değil ış bölümü nedeniyle farklıdır. Hiç kimse diğerinin
aynısı olmamakla birlikte bu farklılık bir üstünlük sıralaması olarak
algılanmaz. Birisi bir kol görevi yaparken diğeri bir göz
gibidir.
Böyle bir anlayış birçok korkularımızı
yenmemizi sağlayabilir. Farklılıklar ortak bir amaç içinde hem varlığını
sürdürür hem de bir çatışma nedeni haline dönüşmez. Üstelik bu insanlarımızın
hiç yadırgamayacağı ve zaten yüzyıllarca yaşadığı bir hayat tarzıdır.
*****
Bir ülkenin stratejik açıdan önemli
olması, onun sahip olduğu konumu kendi gücüyle koruyamaması, dünyadaki
dengeleri belirlemekte ve siyaset üretmekte etken değil edilgen olduğu
anlamına gelir. Hiç kimse ABD’nin, Rusya’nın ya da İngiltere’nin stratejik
açıdan önemli olup olmadığıyla ilgilenmez Çünkü onlar konumlarını değerlendirebilecek
güce sahiptir. Diğer ülkelerin stratejik önemi, onların bakış
açısına göre değerlendirilir.
Türkiye’nin stratejik açıdan önemli
olması, siyaset üreten ülkelerin verdiği önemin bir yansımasıdır. Bu bakımdan
ülkemizin stratejik önemi onların amaçlarına göre belirlenir ve onların
uyguladıkları politikalara ve siyasal tercihlerine göre değişir.
Bu değerin çok keyfi olmadığı, içinde
bulunulan şartların büyük güçlen belli bir tavır almaya zorladığı
söylenebilir. Ancak şartlar ne olursa olsun belli bir hareket serbestisi
vardır ve seçenekler tek değildir. Ayrıca bu önem zamandan bağımsız da
değildir. Belli
bir dönemde birincil ener]i kaynağı
petrol ise büyük güçler bunların bulunduğu alanları kontrol etmek isterler ama
başka bir dönemde, mesela birincil enerji kaymağının nükleer enerji olduğu bir
çağda, söz konusu bölge aynı önemi taşımaz.
Olaya asken açıdan bakıldığında
teknolojideki değişmelerin, stratejik hesapları temelden değiştirdiği, belli
bir dönemde çok önemli sayılan alanların anlamsızlaştığı görülebilir.
Bunun yanında egemen gücün kim olduğu
da stratejik önemi etkiler. Mesela Boğazlar; Avrupa egemen güç, Rusya karşıt
güç olduğu zaman stratejik açıdan çok önemliyken, ABD’nin egemen güç olduğu
dönemlerde bu önem azalır.
Türkiye’nin stratejik önemi bu
şartlar altında değerlendirilmelidir. Bugün ABD’nin egemen güç, Avrupa’nın,
hiç değilse bir bölümünün karşıt güç olduğu ve birincil enerji kaynağının
petrol olduğu bir dönemde Türkiye stratejik açıdan birinci derecede önemlidir.
Türkiye’nin ABD’nin yanında olması hem coğrafi hem de sosyolojik açıdan bölgede
başka bir egemenliğin kurulmasını engeller veya çok zorlaştırır.
Ancak Avrupa’nın etkisizleştirilmesi
kesin bir çözüm değildir. Böyle bir süreç bölgede Rusya’nın etkinliğinin
artmasına hatta Avrupa’nın Rusya’ya yaklaşmasına yol açabilir. Öyleyse ABD hem
şu andaki durum hem de izleyeceği politika sonucunda oluşacak yeni duruma göre
strateji belirlemelidir. Gerçekten de ABD’nin izlediği strateji incelendiğinde
böyle bir eğilimin var olduğu anlaşılır.
ABD bir yandan Avrupa’yı enerji
kaynaklarından uzak tutarken bir yandan da Rusya ile Avrupa arasına bir kama
gibi girmek istemektedir. Irak Savaşı’nda koalisyona Polonya ve Bulgaristan’ın
katılması anlamlıdır. Polonya’dan başlayarak Romanya ve Bulgaristan’ı içine
alan ve buradan Türkiye’ye uzanan bölge göz önüne alınırsa bunun Avrupa ile
Rusya’nın irtibatını kesmeye yö-
nelik olduğu anlaşılır Burada
belirsizlik taşıyan bölge Ege Denizi ve Yunanistan’dır.
Türkiye ve Yunanistan aynı stratejik
bütünün parçalarıdır ve Ege Denizi bu bütünlük içinde anlamlıdır. Bu yüzden
Yunanistan’ın, Avrupa Birliği içinde kalması bir aykırılıktır ve ABD’nin Yunanistan’ı
kontrol etmek istemesi beklenmelidir. Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü temelde bu
durumla bağlantılıdır ve her ıkı ülke aynı blokta yer alıncaya kadar
ihtilaflar devam edecektir.
ABD’nin Güney Avrupa’daki
etkinliğinin sürmesi çok şüphelidir. Irak Savaşında, Ispanya ve İtalya’nın
ABD’nin yanında yer almasına rağmen, her ıkı ülkenin ıç dinamiklerinin bunun
sürekli olmasına ızm vermeyeceği söylenebilir. İlk seçimde iktidara gelecek
kimselerin Avrupa’nın yanında yer alması büyük olasılıktır. Böyle bir durum
İngiltere’yi ABD’den uzaklaştırır ve Avrupa'ya yaklaştırır ama herhalde bu ülke
belli oranda bağımsız hareket eder.
Bu durum Avrupa’nın, geleceğin
kullanma alanı olan Afrika’nın batısında etkin olmasına yol açar. Mısır’dan
başlayarak Doğu Afrika, ABD tarafından kontrol edilir.
ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikası
bu açıdan bir anlam taşımaktadır. İrak Savaşı öncesi ABD, Türkiye’den çok
sanda havaalanı ve limanının kullanımını talep etmiştir. Oysa istenen
tesislerin Irak Savaşında gerekli olmadığı hatta kuzeyden bir cephe açmanın
bile savaşın seyrini etkilemeyeceği anlaşılmıştır. Öyleyse bunlar neden
istenmiştir?
Bizim o zaman kı tespitimiz bu
taleplerin Irak’la ilgili olmadığı, ABD’nin Türkiye’de konuşlanmak istediği
biçimindeydi hatta savaşla ilgili olarak “harekatın kod adı İrak, hedefi Türkiye”
demiştik. Yanı ABD, Türkiye’nin merkezde olduğu stratejik bir yapılanma hedefliyordu
ve Irak Savaşı bunun sadece bir bahanesinden ibaretti.
Bu politikadan vazgeçildiği
söylenemez. Başka şartlarda ve baş-
ka yollarla aynı amaca ulaşılmak
istenmesi beklenmelidir. Bugün yönlendirerek yapacakları şeyi belki yarın
anlaşarak yapmayı deneyeceklerdir ve bunun ıçm farklı bir iktidar yapısı
gereklidir.
Önümüzdeki dönemde petrolün
kullanımın azalacağı ve yerine birincil enerji kaynağı nükleer olan ve belki
de bu enerjinin hidrojene transferiyle alternatif bir yol izlenmesi
beklenebilir. Ancak doğalgaz daha uzun süre kullanılmaya devam edecektir. Rusya
Avrupa'nın doğalgaz kaynağı hatta tek satıcısı olmak istemektedir. Orta
Asya'daki rezervler buna imkan vermektedir. Ancak Avrupa ile Rusya arasına
girecek ABD yandaşı kama, yanı Polonya, Romanya, Bulgaristan, Türkiye ekseni
bu durumu bir bağımlılık dışkısı olmaktan çıkarıp ticari bir kimliğe
dönüştürebilir ve / BD bunu hedeflemektedir.
Buradan çıkarılacak sonuç, AB’nin
henüz oluşum aşamasında olduğu ve üye olarak aldığı bazı ülkelerin kalıcı
olmayacağıdır. Türkiye çenesinde yeni bir stratejik merkez oluşturulmak ve bu
merkezin ABD güdümünde olması istenmektedir.
Türkiye bu mücadelede sıcak çevreden
soğuk merkeze doğru yol almaktadır. Yanı çatışma alanları çatışan güçlerin
temas noktalarında olacaktır ve en riskli bölgeler Polonya, Romanya;
Bulgaristan, Yunanistan ve İran’dır. Bu durum Türkiye’nin istikrar içinde
olacağı anlamına gelmez ama askeri açıdan caydırıcı olacağı, iç politikada yeni
konuma uygun yapılanmaya ulaşmak ıçm şiddetli siyasal mücadelelerin
olacağı anlamına gelir.
Irak, yeni konumuyla, bir istikrar
unsuru olmaktan çok, yeni çatışmaların ateşleyicisi rolünü üstlenebilir.
Bölgede Şii-Sünni, Kürt-Türk-Arap, Islamcı-laik zıtlaşmalarının tamamını
başlatabilecek potansiyele sahiptir ve bu özelliğinin kullanılacağından şüphe
edilmemelidir. Özellikle İran’a yönelik operasyonların başlangıç noktası olması
büyük bir olasılıktır. Türk-Kürt çatışması Türkiye’yi
bölmek için değil
ıstikrarsızlaştırmak ve ıç politikada yeni yapılanmalara yol açmak için
kullanılabilir
Türkiye, yerinin ve konumunun
belirlenmesinde pasif kalmakta ve kaderini çatışan taraflardan birinin galip
gelmesine terk etmiş görünmektedir. Yanı AB’nin bir üyesi mı olacağını yoksa
ABD ile birlikte mı hareket edeceğini, onların Türkiye içinde yapacağı mücadelenin
tayın etmesini beklemektedir. Bunun demokrasinin bir gereği olduğunu
düşünmektedir. Oysa stratejik tercihler kışı ve grupların çıkarlarının
üstündedir ve devletçe belirlenmelidir Daha açık bir ifadeyle eğer bu karar
halkın oyuyla belirlenecekse, tartışılan konu da bu olmalıdır. Yanı stratejik
hedefler baş örtüsü, insan hakları, ekonomik sıkıntılar gibi konuların arkasına
saklanmamalıdır. Çünkü bu gibi kararlar ülkenin kaderini gen dönülmez bir biçimde
etkiler.
Vereceğimiz karar ve uygulayacağımız
politikalar ya sürekli olarak stratejik öneminden söz edilen, stratejik
kararların başkaları tarafında verildiği bir konumda kalmamıza yol açacak ya
da, belki bir gün, artık kimsenin stratejik değerimizi tartışmadığı ama
vereceğimiz kararların ve uygulayacağımız politikaların ne olduğunu merak
edecekleri bir yere getirecektir.
Ancak bir ülke tek boyut üzerinde
yönetilemez. Mesela zengin olmak her şey değildir. Japonya zengindir ama hiç
kimse onun sıyası tavrını merak etmemektedir. Türkiye fakırdır ama onun
alacağı şekil herkesi derinden etkiler.
Büyük Ortadoğu Projesi ABD’nin 11
Eylül’den sonra izlediği politikanın bir devamıdır. ABD, terörün kaynaklarını
kurutmak, bunlara destek veren veya kitle imha silahlarına sahip olabilecek
ülkeleri etkisizleştirmek için, bu ülkelerin demokratikleşmesini
sağlamak gerektiğini iddia
etmektedir. Terörizmin demokratik ülkelerde gehşemeyeceğı söylenemez. Bugüne
kadar terör, demokrasiyle yönetilen ülkelerde daha kolaylıkla boy
gösterebilmiştir. Fakirliğin ve gelir eşitsizliğinin yaygın olduğu ülkelerde
demokratik özgürlükler, terör de dahil, her türlü başkaldırıya zemin hazırlar.
Ayrıca demokrasi sadece bir eğitim ve kültür meselesi de değildir. Zenginliğin
en önemli kaymağı yeraltı zenginlikleri olan bu ülkelerde, bütün gelir, ülkeyi
yöneten zümrenin elinde olacağı ıçm, eğitim, medya ve ış imkanları bu zümrenin
kontrolündedır ve muhalefetin yaşama şansı zordur.
Bu gibi ülkelerin kitle imha
silahlarına sahip olması mümkün olsa bile bunları kullanabilmeleri ve büyük
çaplı zararlara yol açmaları imkansızdır. Batının askeri ve istihbarat
imkanları bunları tespit edebilir ve etkisiz hale getirebilir.
Kaldı kı terörün bu ülkeler
tarafından bir silah olarak kullanıldığı da doğru değildir. Son günlerde
gerçekleştirilen terör eylemleri, terörü yaptığı iddia edilen örgütlere hiçbir
şey sağlamaz. Mesela El- Kaıde amaçlarının maksimumunu gerçekleştirse ortaya
çıkacak netice ne olacaktır? Birkaç bin kışının öldürülmesiyle ABD’nin sonu mu
gelecektir? Bu örgütler nereye kadar saklanabilir ve kaçabilir? Bugüne kadar
kendilerini destekleyen bir tek devletin varlığından söz edilemeyen bu
örgütlerin gerçekten var olup olmadıkları bile şüphelidir. Ancak bunların
ABD’nin dünya ölçeğinde gerçekleştirdiği askeri operasyonlara bir gerekçe
oluşturduğu apaçıktır
Yaygın kanı ABD’nin dünya petrol
kaynaklarını kontrol amacı taşıdığı biçimindedir ama bu iddia da çelişkiler içermektedir.
Bu a- maç gerçekleşse bile ABD, ithal ettiği petrole carı fiyatlar üzerinden
ödeme yapmak zorundadır ama bu ülkelere silah ve ilen teknoloji ürünlerinden
başka satabileceği bir şey yoktur. Zaten gelir düzeyi düşük olan bu ülkelerin
talep edeceği tüketim mallarının Çın ve Ja-
ponya gibi başka üreticileri vardır.
Ayrıca uygulayacağı fiyat politikası da onu bir ikileme sürükler. Düşük
fiyatlar Rusya’ya zarar verir ama ekonomik rakipleri, yanı Avrupa, Japonya ve
Çın düşük maliyet nedeniyle, hızla büyürler. Yüksek fiyat Rusya’ca güçlendirir
ama en büyük bedeli kendisi öder.
Ayrıca son günlerde CIA’den sızdığı
ilen sürülen bir rapor farklı bir senaryoya işaret etmektedir. Bu rapora göre
karbon ’dıoksıt emisyonu nedeniyle ciddi bir ıklım değişikliği gündemdedir ve
bunun sonunda İngiltere’ye kutup iklimi hakim olacak, Hollanda sular altında
kalacak ve dünyada milyarlarca insan bu felaketten etkilenecek, açlık ve savaş
yüzünden hayatını kaybedecektir. Nükleer bir savaştan daha vahim bir tablo söz
konusudur ve vade çok yakındır.
Bu durum petrol ve diğer fosil
yakıtların kullanılmaması gerektiğini ima etmekte ve aksı halde dünyanın bir
felaketle karşı karşıya kalacağını söylemektedir.
Bu iddianın bilimsel gerçekliğini
tartışacak bilgiye sahip değilim ama ekonomik açıdan anlamının farkındayım.
ABD, enerjinin kaynağı değiştiğinde, petrole ödediği yükten kurtulacak, hatta
kendisinin öncülük edeceği yeni teknoloji nedeniyle önemli kaymaklar
sağlayacaktır. Belki de şöyle söylemek daha doğru olacaktır. Nasıl olsa günün
birinde kullanmaya mecbur kalacağımız yeni enerji kaynakları, ABD’nin ekonomik
zorluklarını aşması ıçm, biraz erken devreye sokulacak ve ABD bu yeni
teknolojinin öncüsü olarak ekonomik sorunlarını çözecektir.
Belki bunlardan daha önemli olan
enerji güvenliğidir. Bugün dünyada petrol kıtlığı söz konusu değildir. Var
olanın yanma yeni alanlar eklenmektedir. ABD ithal edeceği petrolün ekonomik
yükünü kaldıracak yetenektedir. Ancak siyasal ve asken olarak kendi kıtasına
çekilen bir ABD, enerji güvenliğini sağlayamaz. Doğrudan kendisine yönelik
düşmanca bir tavır olmasa bile, Büyük Ortadoğu
olarak adlandırılan bölgedeki bir
istikrarsızlık veya karmaşa AB- D’nın petrol teminini engeller ve bu ekonomik
bir yıkıma yol açar.
Bütün bunlar terör, demokrasi ve
kitle imha silahlarının yayılması konusundaki polemik ve iddiaları geçersiz
kılmaktadır. Sorun ekonomik temele dayalı bir güvenlik sorunudur ve ABD bu
sorunu çözmek zorundadır. Bu nedenle karşı iddialarla ABD’yı ikna etmek, onu
politikasından vazgeçirmek mümkün değildir. Sorunun çözümü, ABD’nın güvenlikle
ilgili kaygılarını giderecek bir formül bulmak veya çatışmayı sonuna kadar
sürdürüp taraflardan birinin yenilmesini beklemekten geçmektedir.
Bu bağlamda tarafları da tanımlamak
gerekmektedir. Taraflardan birinin ve en önemlisinin ABD olduğu açıktır. Diğer
tarafta ABD ile aynı kaygıları taşıyan başka bir güç yoktur ve ABD’nin karşı
tarafında bütün bir dünya vardır. Başlangıçta bir koalisyon görüntüsü veren
yapı giderek dağılmaktadır. Ispanya ve Yunanistan seçimleri sonucunda oluşan
iktidarlar bu yapıdan dökülen ilk taşlardır. Temelde bir çıkar birlikteliği
olmadığı, yan yana duruşun yüzeysel algılamaların sonucu olduğu böyle bir
ittifakın uzun sürmesi zordur. İngiltere'nin bu ters rüzgarlara rağmen
konumunu sürdürmesi beklenemez. İsrail ittifakının bir destek mı olduğu, yoksa
yüzeysel ittifakı daha da zora mı soktuğu tartışmaya değer.
ABD’nın enerji devrimini tek başına
gerçekleştirmesinin mümkün olup olmadığını kestirecek teknik bilgiye sahip
değilim. Ancak her başlangıcın maliyeti yüksektir ve bu bedelin sadece ABD
tarafından ödenmesinin güç olduğunu sanıyorum. Kaldı ki ABD bu yükü
üstlenirken diğerlerinin ucuz petrol kaynaklarını kullanmaya devam etmesi ciddi
bir eşitsizlik yaratır.
ABD’nın çözmesi gereken diğer bir
sorun dış ticaret açığıdır ve 500 milyar doları aşan bu açık dış dünyadan buna
denk bir kaynağın ABD’ye transferini gerektirmektedir. Bugün bu kaynağı
sağlayan Avrupa. Ortadoğu ve
Japonya’nın yöneleceği başka bir pazar olmadığı için ve ABD’ye yapılan
ihracatın kesilmesinin kendi ekonomilerinde ciddi daralmalara ve işsizliğe
neden olması yüzünden devam eden bu sağlıksız yapının başka pazarlar bulunduğunda
çözüleceği ve ABD ekonomisinde büyük bir çöküşe yol açacağı kesindir. Bu yem
pazarın adı "Büyük Ortadoğu Proje- si”nin kapsadığı alandır.
Bush yönetiminin uyguladığı güç
politikasının başarılı olamayacağı anlaşılmaktadır. Ancak mücadelenin biteceği
beklenmemelidir. Geçmişte büyük dünya savaşlarına gerekçe teşkil eden bu
büyüklükteki sorunların birkaç hamleyle çözülmesi veya tarafların savaşı terk
etmesi mümkün değildir. Aynı sorunlar başka metotlarla ya da kullanılan
metotlara yeni unsurların ilavesiyle de • vam edecektir.
Bu değişikliklerin ABD’de yem bir
yönetimle birlikte gerçekleşmesi en uygun yoldur. Yeni bir yönetimin farklı
bir yaklaşımı benimsemesi daha kolay olur. Bu yaklaşımın temel politikaları
şöyle olabilir: Batı Bloğunun terör, demokrasi, haydut devletler gibi
masallarla uyutmaya çalışmak yerme gerçek problemler ortaya konur ve bunlar
üzerinde anlaşma sağlanmaya çalışılır. Bu bütün dünyayı yönetmek iddiasında
olan ve bunu becerebileceğini sanan Yem Muhafazakar Amerikalıların yönetimi
terk etmesiyle mümkündür.
Böyle bir durumda Türkiye’nin konumu
ne olacaktır? Ya bugüne kadar olduğu gibi Türkiye konuşulacak değil
yönlendirilecek bir ülke olmaya devam eder ve yem politikaya uygun iktidarların
oluşması birtakım operasyonlarla sağlanır veya ülkede ciddi bir devlet
yapılanması gerçekleşir ve Türkiye ağırlığı olan bir taraf olarak dünyanın
yeniden yapılanmasında rol alır.
Şu anda son ihtimal sadece bir rüya
olarak görünüyor ve hedefi
yönetmek değil kazanmak olan bir
etkin zümrenin egemen olduğu ülkemizde yönlendirilen olmaya devam edeceğimiz
anlaşılıyor. Ama bir rüya da olsa rol oynayan bir Türkiye’yi bekliyorum.
*****
Halkımızın büyük çoğunluğunun AB’ye
girmek istediği anlaşılıyor. Bu tercihin nedeni günlük hayatlarını daha rahat
geçirecekleri, sorunlarının önemli bir bölümünün böyle bir tercihle
çözüleceğini inanmaları. Eğer bir müzakere tarihi alabilirsek AB fonlarının
ülkemize yöneleceği, ekonomik olarak hızlı bir büyüme içine gireceğimiz
düşünülüyor.
Bizim açımızdan AB’nın başarı şansı
olup olmadığını irdelemek, rakiplerinin nasıl davranacağını anlamaya çalışmak
söz konusu değil. Önümüzde başarılı, nerdeyse sorunsuz bir oluşum var ve bunun
içine girmek ıçm çabalıyoruz. Tek yapacağımız şey AB’nın içine alacağı ülkelere
uyguladığı bazı kriterleri yerine getirmek. Zaten bu kriterler bir olumsuzluğu
değil, daha iyiyi temsil ediyor. Buna direnenler, Türkiye’nin var olan
yapısından yararlanarak çıkarları peşinde koşanlardan ibaret.
Gerçekte bir sıyası yapının içme
girmenin yaratacağı en önemli sorunlar sıyası ve stratejiktir. Yanı böyle bir
birlikteliğin tarafların stratejik konumlarında ne gibi değişmeler
yaratacağını, bunun tarafların yararına olup olmadığının hesaplanması gerekir.
Bundan daha önemli olan yan ise, diğer güçlerin böyle bir oluşum karşısında
nasıl tavır alacaklarıdır.
AB’nın ekonomik ve sıyası bir güç
haline dönüşmesi ABD’nın dünya üzerindeki konumunu büyük ölçüde etkiler.
Varşova Paktının dağılması Sovyetler Birliğinin etki alanını daraltmış, gücünü
azaltmıştır. Ancak Batı Avrupa’nın ABD’nın etki alanı dışına savrulması, ABD
açısından daha büyük bir kaybı ifade eder. Sovyeperin
kaybı coğrafidir Terk ettiği alanlar,
ekonomik bir kayba yol açmamış hatta onu bir takım yükümlülüklerden
kurtarmıştır. Buna karşılık ABD’nin Avrupa üzerindeki etkinliğinin azalması
ciddi ekonomik sorunlar yaratacaktır. Batı bloğu, ABD'nın sürekli dış ticaret
açığı verdiği, bu açığın Avrupa ve Japonya dan akan sermaye ile kapatıldığı
bir sistemi sürdüre gelmiştir. AB’nin ABD kontrolü dışına çıkması bu sermaye
akışını durdurabilir, hatta tersine çe' irebilir. Böyle bir durum, ABD
açısından, telafisi imkansız sonuçlar yaratır ve ekonomik bir çöküşe neden
olabilir. Bu bakımdan Sovyetlerm dağılması, Rusya’nın, olduğunun daha gerisine
biraz götürürken, ABD, bir yandan güçlü müttefiklerini kaybetmiş, diğer yandan
bunları onun rakibi durumuna sokmuştur.
ABD, AB’nin oluşumuna karşı
çıkamamakta ama üzerindeki kontrolü kaybetmeyi de istememekte ve AB üzerinde
kuracağı vesayetin askeri olacağını düşünmektedir. Karşısında hiçbir hasım
olmamasına rağmen NATO’nun sürekli genişlemesi ilk bakışta komik görünmesine
rağmen, AB’yı askeri açıdan ABD'ye muhtaç bırakmak niyetiyle
açıklanabilir.
ABD’nin 11 Eylül sonrası başlattığı
asken operasyonlar, ne petrolün kontrolü ne de bazı ülkelere demokrasi
götürmek veya burada oluşacak asken tehditleri bertaraf etmekle açılanabilir.
ABD kendisine yönelebilecek ekonomik baskıları asken açıdan dünyayı kontrol
ederek sınırlamak istemektedir.
Bu açıda bakıldığında ABD,
Türkiye’nin AB ile bütünleşmesini, ancak kendisinin AB üzerindeki vesayetinin
devamı halinde kabul edebilir. Ya da Türkiye’nin üyeliğini AB üzerindeki
kontrolünü pekiştirmek amacıyla kullanmak isteyebilir. Kendisinden tamamen
kopmuş ve farklılaşmış bir AB’ye Türkiye’nin de eklenmesi, onun açısından
kabul edilemez bir durumdur.
Zaten, bizim üyeliğimiz dışında da
Avrupa’da önemli sorunlar
yaşanmaktadır. Bazılarına göre
İngiltere duygusal ve kültürel nedenlerle ABD’ye yakın durmaktadır ve adeta
Avrupa dışındaymış gibi davranmaktadır. Gerçekte İngiltere bir ikilemin
içindedir. Tamamen AB’ye bağlandığında önemi giderek azalacak ve AB’nin bir kenar
ülkesi haline gelecektir. Ayrıca ABD’yı askeri gücünü kullanırken frenlemenin
en iyi yolunun onun karşısında değil yanında olmakla mümkün olduğunu
düşünmektedir. Şu anda asken açıdan ABD'yle başa çıkılamaz. Karşısındaki blok
ne kadar büyük olursa, ABD. o kadar sert kararlar alabilir. Cepheyi zayıf
tutmak onun davranışlarını sınırlayabilir.
Benzer hesabı Türkiye’de yapmak
zorundadır. ABD, Avrupa’nın giderek kendisine karşı bir konuma geleceğim
bilmektedir. Bu bloğa Türkiye’nin dahil olması Ortadoğu’daki varlığını
tehlikeye atacaktır. Bu yüzden, bir şekilde, Türkiye'yi kesin bir biçimde
kendisine bağlamak istemektedir. Türkiye’yi ısrarla Irak’a davetinin gerçek
nedeni Irak’ta karılaştığı sorunları çözmek değil bozulması güç bir birliktelik
sağlamaktır. Böyle bir ittifak ABD’nin Ortadoğu’da varlığını sürdürmesini
sağlayacaktır ve bunun başka bir alternatifi de yoktur. Eğer Türkiye, ABD’nin
bu davetini kabul etmezse, bundan sonraki aşamanın ne olacağını hesap
etmelidir. Çünkü bu kabul edilmediği zaman tekrarlanmayacak ve olduğu gibi
bırakılacak bir teklif değildir. Aynı sonuca ulaşmak ıçm başka ve belki de tor
yolların deneneceğini beklemek gerekir. ABD’ye ancak büyük ittifaklarla karşı
çıkılabilir ama böyle bir çatışmayı kimsenin göze almadığı da bir gerçektir.
Türkiye’nin yapacağı, zararı en alt düzeyde tutacak biçimde
davranmaktır.
ABD’nin politikalarını uygulamak ıçm
sadece diplomatik kanalları kullandığını düşünmek safdillik olur. ABD her
zaman ilişkide olduğu ülkelerin içine müdahale eder. Türkiye’de bu açıdan
kullanabileceği çok geniş bir yelpaze vardır. Son zamanlarda dış ticaret açığımızın
büyümesine rağmen gözlenen döviz bolluğu nasıl açıklanabi-
lir? Bunun yastık altındaki dövizlerin
bozdurulması veya başka bir ülkeden sırf ekonomik şartlar nedeniyle gelmesiyle
açıklamak gerçekçi değildir. Bu siyasi amaçlı bir giriştir ve şu mesajı
içermektedir. Bizimle işbirliği yaparsanız döviz sorununuz ve buna bağlı olarak
ekonomik sıkıntınız kalmaz. Eğer anlaşamazsak bunlar geri döner. Bu operasyonun
sadece bir boyutudur ve başkaları eklenebilir.
Meseleye sadece AB’nin kriterleri
açısından bakmak ve bu şartlar yerine gelirse her şeyin rayına oturacağını
beklemek gerçek dışıdır. AB’ye katılma dünya üzerindeki büyük mücadelenin bir
parçasıdır ve en önemlilerinden biridir. Türkiye’nin AB’ye katılmasını diğer
küçük ülkelerle kıyaslamak doğru değildir. Türkiye’nin stratejik konumu,
büyüklüğü, askeri ve ekonomik potansiyeli, bunlara ek olarak İslam dünyasındaki
yen onu benzersiz kılmaktadır. Ancak gücü bu kadar büyük kozları kullanmasına
imkan vermemektedir. Dünya üzerindeki yerini ancak büyük güçlerin desteği ve
ittifakıyla belirleyebilir.
İmkanlarımızı kullanacak kadar güçlü
olmamamız, önümüze döşenen raylar üzerinde hareket etmek zorunda olduğumuz
anlamına gelmez. Bu genel çerçeve içinde geniş bir hareket alanımız vardır ve
bunu kullanmak gerekir. Başkalarının hayatı saydığı alanları ihlal etmeden
kendimize bir yol açabiliriz. AB ile ilişkilerimizde stratejik hesapları ön
plana çıkarmak ve dünyanın sorunlarını ortak bir strateji çerçevesinde çözmeye
çalışmak, kriterlerle uğraşmaktan daha gerçekçidir. Türkiye’nin birliğe tam
üyeliği bu sorunların çözümü değildir. Türkiye büyük çatışmanın tam ortasında
olduğu ıçm tarafların çıkarlarının ortak paydasında yer alabilir ve yerinin
belirlenmesini daha uzun vadeye bırakabilir.
Bu güçlerden herhangi biriyle
birlikte olmamız sosyal yapımızın onlara benzemesini gerektirmez. Başkaları,
bizi belli bir yöne sürüklemek ıçm iç işlerimize müdahale etmekte, sosyal
yapımızı de-
ğıştırmeye uğraşmakta, ıç çatışmaları
tahrik etmektedir. İlk iş onları oyunu kurallarına göre oyalayan bir devlet
yapısıyla karşılamaktır. Olayları anladığımızı ve bunların çözümünde devletle
işbirliği yapmaktan başka yol olmadığını anlatmamız gerekir. Bürokrasiyi, dış
müdahalelerden korumak bu konuda yapılması vazgeçilmez ölçüde önemli olan bir
konudur. Ancak ülkemize yönelik operasyonların en önemlisi olan ekonomik alanda
görev alan bürokratlar, bağımsızlık kisvesi altında devlet kontrolünün dışına
çıkarılmaktadır. Kaldı kı bunların sadece milli olması yetmez, bunun ötesinde
çok yetenekli olmaları gerekir.
Kısa bir süre önce ABD ile stratejik
ortak olduğunu düşünen Türkiye şimdi AB ile bütünleşmenin hesaplarını yapıyor.
Bunlardan biriyle birlikte olmak çok farklı görünmüyor. Günlük hesaplar, tarihin
yönünü çizdiği bir ortamda bizim geleceğimizi şekillendiriyor.
Bazıları ekonomik sorunlarımızın
çözümünün nerede daha kolay olduğunun hesabını yaparken diğerleri
güvenliğimizin birinci kaygımız olduğunu düşünüyor. Başkaları her birlikteliğin
İslam’ı ya da Türklüğü tehdit edeceğini ileri sürüyor.
Bu seçeneklerin her birinin bir
medeniyet projesi olduğu ve birbirlerinden farklı bir varlık algılamasını
temsil ettiği göz ardı ediliyor.
ABD gerçek bir kapitalizmi temsil
ediyor. İnsanların maddi çıkarlarını en üst düzeyde gerçekleştirmek
istedikleri, bu alandaki başarının, insanın bir yandan değerini ölçerken diğer
yandan ona hak ettiği refahı sağladığı kabul ediliyor. Piyasa, hem her şeyin
değerini şaşmaz bir doğrulukla belirliyor hem de bu değeri eksiksiz ödüyor.
Buna itiraz edenlere soruyor: Başka bir objektif kriteriniz var mı? Bir insanın
ne yapması gerektiğini ve çalışmasının karşılığının ne ol-
duğunu başka türlü belirleyebilir
mısınız!’ Bir insanın üretime yaptığı katkıdan daha fazlasını talep etmesi ıçm
bir neden var mı? Güçsüzlerin ve yetersizlerin tasfiyesi bir
adaletsizlik değil doğal bir eleme mekanizmasıdır ve insanları daha fazla
katkıda bulunmaya zorlar ve bu toplam refahı artırır. Bu gibileri desteklemek
bireysel bir tercihtir ve toplum buna zorlanmamalıdır. insanları olağanüstü durumlara
karşı korumak, sigorta sistemleriyle yapılabilir ve bu, sonuç olarak, alınanla
verilenin birbirine denk olması anlamına gelir.
Devlet, toplumu oluşturan bireylerin
kurduğu dev bir anonim şirket gibidir ve yarattığı ürün, toplumun ortak
ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetlerdir. Bu hizmetler, sonuç olarak,
bireylerin maddi çıkarlarını en üst düzeye çıkaracak ortamı sağlar.
Kapitalizmin mantığına uygun olarak, en fazla para ödeyenin, yanı vergi
verenin, en fazla hizmet alması son derece doğaldır.
Yanı toplumu oluşturan bireylerin
birlikteliği ticari bir ortaklıktır ve maddi çıkarları en üst düzeye çıkarmak
amacına yöneliktir. Bu genellemenin dışına çıkan birtakım dayanışlar
gözlenebilir ama bu genel çizginin karakterini değiştirmez.
Bu dünya görüşü ABD’yı en büyük
ekonomik ve bunun sonucu olarak askeri bir güç haline dönüştürmüştür Ama bunun
nihai bir çözüm olduğu ve başarının üstünlüğün bir delili olduğu şüphelidir.
Çünkü başka medeniyet projeleri bu düşünceyle çatışma ve rekabet halindedir.
Avrupa, ekonomik alanda piyasa
mekanizmasını kullanmakla birlikte, piyasanın belirlediği gelirlerin, gerçek
hak edişleri temsil ettiğini kabul etmez. Yanı aldığı vergileri sadece toplumun
ortak amaçları için kullanmakla kalmaz bir kısmını da yeten kadar geliri
olmayanlara transfer eder. Sosyal güvenlik ve eğitim harcamaları karşılıksız
ödemeler haline dönüşür. Bu haliyle Avrupa bireyi değil toplumu temel alır ve
toplumu bireylerin basit bir aritmetik toplamı
sa)Tnaz Toplum, bu toplamı aşan bir
varlıktır ve devletin amacı bu varlığı korumak ve geliştirmektir.
Başka bir medeniyet projesi
yaşadığımız topraklarda gelişmiş ancak onu temsil eden devletin tasfiyesi
nedeniyle iddiasını kaybetmiş ama bir tohum olarak derinliklerde varlığını
sürdürmüştür.
Bu proje devleti temel varlık kabul
eden ve insanların bu varlığın bir parçası sayan görüştür. Bunu devleti kutsallaştıran
ve bireylen sadece ona hizmet etmekle yükümlü sayan faşist dünya görüşüyle
karıştırmamak gerekir. Bu görüşe göre devlet bir üst varlıktır ve bireylerin
onu yüceltmek ve sürdürmekten başka bir anlamı yoktur. Oysa Osmanlı düşüncesi,
insanları devleti oluşturan esas unsur olarak alır ve devlet bireylerden farklı
ve üstün bir varlık değildir. Tıpkı enel hak diyen ve Yaradan’ı varlıkların
tümünü kapsayan ve onlardan oluşmuş gören anlayış gibi devleti bireylerin
üstünde değil onların bütünü gibi gören bir anlayıştır. Avrupa düşüncesinden
farkı, Avrupa’da bireylerin, bir salkımdaki üzüm taneleri gibi, birbirinden
bağımsız ama bir salkıma bağlanmış olmasına karşılık, Osmanlı toplumunda
salkımdaki bağların yanında bireylerin kendi aralarında da sıkı bağların
varlığıdır. Bağlar hem aşağıdan yukarı hem yana doğrudur. Devletinin ortadan
kalkmasına rağmen toplumun varlığını sürdürmesi yan bağların yanı insanlar
arasındaki dayanışmanın devreye girmesinden kaynaklanmıştır.
Türkiye ABD ve AB arasında tercih
yaparken bir medeniyet projesini de benimsemek durumunda olduğunu da anlamak zorundadır.
Gerçekte toplumda her ıkı düşüncenin önemli etkiler yarattığı ve bazı
kesimlerin maddi hedeflerin insan davranışlarındaki temel belirleyici olduğuna
inandığı bir gerçektir. Piyasa mekanizması sadece etkin bir ekonomik işleyişi
sağlamakla kalmamakta kapitalizmin dünya görüşünü de beraberinde getirmektedir.
Herkes kazandığını hak eder ve hak ettiği kadar kazanır ve
bunu istediği gibi kullanabilir
düşüncesi giderek toplumsal bir değer yargısına dönüşmektedir.
Diğer yandan, tarih boyunca kendini
devletin bir parçası saymış olan kitleler, problemlerin çözümünü hâlâ
devletten beklemekte ve bireysel davranışa uyum sağlayamamaktadır. Bu davranış
bazılarını sandığı gibi devlet sırtından geçinmek arzusu değildir. Çalışmaya
hazırdır ve bu imkanı devletten beklemektedir. Sağlık, eğitim gibi hizmetlerin
devletin görevi olduğuna inanmaktadır.
Türkiye, siyasal dengelerin sonucu
olarak kendine bir yer ararken aynı zamanda bir medeniyet projesini de
benimsemek zorunda kalıyor ve insanlarının bu yeni medeniyet projesine göre
yeniden tanımlanmasına yol veriyor.
Gerçi tarih güçlü olanın değerlerinin
de kaçınılmaz bir biçimde kabul edildiğini gösteriyor. Mesela insanlar,
serbestçe kabul edildiği söylenen dini, her zaman hükmedenin istediği biçimde
seçıyor(?). Bu konuda Osmanh diğerlerinden farklı bir davranış sergiliyor.
Hükmettiği insanların inanç ve kültürel değerlerine karışmıyor. Olaya, belki
de pratik nedenlerle, sadece hükümranlığı açısından bakıyor ve buna karşı bir
mukavemet yoksa insanları rahat bırakıyor.
Günümüz Türkiyesi ancak birbirine
benzeyen insanların yöne- tilebıleceğını, dinsel ve kültürel faklılıkların
ayrışmayla sonuçlanacağını düşünüyor. Bu nedenle her farklılığa, en azından
potansiyel bir tehlike olarak bakıyor. Dış politikasını belirlerken
yandaşlarını kendi değerlerine benzeyenlerden seçmeye çalışıyor. Ona göre birlikteliklerin
ve karşıtlıkların temel nedeni kültürel değerlerdeki farklılıklardır.
Sorun dünya ölçeğinde yer belirlemek
olunca, kendi değerlerini taşıyan büyük bir gücün olmaması nedeniyle, ekonomik
kriterler baskın hale geliyor. Yanı ABD veya AB’den hangisi daha avantajlı
olur solosuna cevap arıyor. Bu
avantaj çoğunlukla günlük kaygılan hangisinin daha çok azaltacağı olarak
görülüyor.
İç politikada bütün partilerin
“Merkez Sağ”da olduğunu iddia etmesi başka bir anlamsızlık yaratıyor. Çünkü
“Merkez Sağ” kavramıyla nevan ifade edildiği bilinmiyor. Sağ, hem ekonomik
açıdan kapitalizmi hem kültürel açıdan ılımlı dindarlığı çağrıştırdığı için bu
kavramın hangi anlamda kullanıldığı bilinmiyor. Oysa Türkiye’deki siyasi partilerin
ıkı kritere göre yerlerinin belirlenmesi gerekiyor. Önce kapitalizmi mı
savunduklarının yoksa ona alternatif olan dünya görüşlerinden birini mı kabul
ettiklerinin ya da kendi tarihi tecrübelerine dayanan özgün bir dünya
görüşlennin olup olmadığının bilinmesi gerekiyor.
İkincisi Türkiye’nin 1923’te kurulmuş
yem bir devlet mı yoksa Osmanlının bir devamı mı olduğu sorusunun cevaplandırılması
gerekiyor. Bu soruların cevabı ve bu cevapların içeriği onu özgün bir model
haline getirebilir veya bir medeniyet projesi içinde yeni bir kimlikle
yoluna devam eder.
AB ile ABD arasında bir tercih
yaparken güç dengelerinin çok belirleyici olduğu aşikar. Ancak eğer bir manevra
alanımız kalırsa bunu bize uygun bir medeniyet projesinde yer almak için kullanmamız
gerekiyor.
Dini değerler üzerine kurulu bir
çatışmanın tarafı olmak yanlıştır. Bu insanların dini özgürlüklerinin yok
edilmesi anlamına hiç gelmez. Olmaması gereken şey siyasal İslam’dır. ABD
ekonomik sorunlarını ve bunun tüm dünyadaki dengeleri alt üst edecek boyutta
olduğunu uzun zamandan beri bilmektedir. Ayrıca bu sorunları çözmek
istemektedir.
Halkın yönetimdeki rolü bu güçlerin
dışındaki -eğer kaldıysa- alanla sınırlıdır. Seçimler halkın yönetimi
belirlemesinin bir aracı
değil, onları yönetimle
bütünleştirmek, ortaklık duygusunu pekiştirmek için kullanılan bir yoldan
ibarettir.
Zaten halkın beklentileriyle ülkeyi
yönetenlerin uğraşları birbirinden tamamen farklıdır. Halkın ihtiyaçlarını
karşılamak yönetimin amacı değildir. Her ikisinin oyun alanları ve
karşılaştıkları sorunlar başkadır. Yönetenlerin ilgisi dünyaya dönüktür ve bu
alanda, güçlerine göre farklı roller üstlenirler. Büyük güçler belirleyici
konumda iken küçük ülkelerin yöneticileri bazen dış etkileri en aza indirmek
bazen de büyük güçlerin aracılığını yapmak rolünü üstlenirler. Eğer büyük doğal
kaynaklar üzerindeyseniz ya da dünya üzerindeki konumunuz büyük güçlen etkiliyorsa,
yönetenler büyük ölçüde bir aracı konumundadır. Mesela Ortadoğu’nun petrol
zengini ülkeleri kendi kaynaklarını koruyacak güce sahip değildir ve onların
kaderini dış rekabetler belirler.
Ayrıca bu gibi ülkelerde gelirler
önemli ölçüde tek kaymaktan, mesela petrolden sağlanıyorsa ve bunlar tek elde
toplanıyorsa şekli bir demokrasi bile mümkün olmaz. Zenginliği elinde tutan
güç, bütün gelirlerin tek kaynağıdır. Ülkedeki eğitım> medya, bürokrasi tek
kaynaktan beslenir ve burada farklı bir siyasal hareket yaratmak mümkün olmaz.
Sıygası rekabet farklı çıkarların var olmasıyla mümkün olacağı için, tek
ekonomik güç tek sıyası hareket yaratır.
Halk ıçm demokrasinin anlamı,
yönetimi belirlemek değil hak ve özgürlüklerinin mümkün olduğu kadar geniş tutulması
ve bunların güvence altına alınmasıdır. Zaten seçim kampanyalarında ülkenin
karşılaştığı sorunlardan çok, halkın maddi ve manevi taleplerinin karşılanması
konuşulur ve vaatler sıralanır. Dış politika ve güvenlik sorunları hakkında
söylenenler, halkı çözüme ortak etmek amacı taşımaz. Genelde slogan
düzeyindedir ve halkın güven duygusunu tatmin etmek için yapılır.
Yönetimin halkın iradesiyle
belirlenmediğini söylemek bizi bir
soruya cevap vermek zorunda bırakır.
Yönetenleri kim belirlemektedir? Ülkeyi hangi güç
yönetmektedir?
Yöneten güç tarihsel bir olgudur ve
bazen zaman içinde ve tedricen bazen büyük hercümerçlerle ansızın el
değiştirir. Her ülke için geçerli bir modeli de yoktur. Mesela ABD, büyük
sermayenin ve buna bağlı bürokratların ağırlıklı olarak egemen olduğu bir ülke
iken buna çok benzediği sanılan İngiltere’de bürokrasi daha belirleyicidir.
Krallık belli bir sosyal sınıfı değil devleti temsil eder.
Petrol zengini ülkelerde veya tek
ürünün egemen olduğu yerlerde yönetenler, bazen bu ürünü pazarlayan büyük
şirketlerin bazen de büyük ülkelerin aracısı konumundadır.
Ülkemizdeki yöneten güç yarı egemen
yarı edilgen konumdadır. Sıyası partiler halkın iradesini temsil ettiklerini
iddia etmelerine rağmen gerçekte ekonomik güç odaklarının uzantısı konumundadır.
Anadolu’da sıyası parti örgütleri ya büyük bir holdingin ya da bir petrol
şirketinin hayamın finansmanıyla ayakta durmaktadır.
Türkiye’nin ekonomik açıdan zayıflığı
ve dışarıya bağımlılığı, siyasi partileri aynı sonuçla karşı karşıya
bırakmaktadır. Bu durumda üstün bir halk iradesinden söz etmek ve
seçilmişlerin halkı temsil ettiğini iddia etmek zorlaşmaktadır. ABD’de doğru
olan, yanı sıyası partilerin ıç iradeye dayanması, bizim ıçm soru işaretleri
taşımaktadır.
Buna karşılık siyaset üzerinde
bürokrasinin vesayeti sürmektedir. Bunun demokrasinin evrensel kurallarına
aykırı olduğu da doğrudur. Ayrıca hak ve özgürlükler sınırlıdır ve bu da
demokrasi dışıdır. Ancak demokrasinin evrensel kurallarının uygulanması için
ülkede yerli ve güçlü bir burjuvazinin varlığı da şarttır.
Bunun dışında Türkiye, özellikle
günümüzde, değişen dünya dengelerinin odağındadır ve savaş dahil her ihtimalin
var olduğu bir bölgededir.
Ne islediğimize karar vermek
zorundayız. Ne pahasına olursa olsun demokrasi mı istiyoruz yoksa belli
sınırlamalara razı mıyız7
Benim için yönetimim nasıl
belirlendiği değil ne olduğu önemlidir. Şu anda vazgeçilmez ihtiyacımız akılcı
ve etkin bir yönetimdir, ancak bunu sağlamanın bilmen bir yolu da yoktur.
Demokratik yolla gelenler halk için mesajlar vermekte, ama çok karmaşık ve zor
olan sorunlarımızı nasıl çözeceğimiz bilinmemektedir. Bürokrasinin en doğru
kararı vereceğinin de bir garantisi yoktur
Sonuç olarak, ne yolla belirlenirse
belirlensin, yönetimin gücü o toplumun birikimin bir yansımasıdır ve bir günde
değişmez. Şu anda tarih önünde bir sınav veriyoruz ve başarımızı birkaç günlük
gayret değil binlerce yıllık birikimimiz belirleyecektir.
Yönetimi belirlemenin en iyi yolu, en
iyisini seçebileceğimiz yoldur.
Edindiğimiz bilgiler ve onun üzerine
inşa ettiğimiz değer yargılarımız kişiliğimizi oluşturur. Kişiliğimiz ise bizi
koruyan bir Zırh gibidir ve onu gücümüz ölçüsünde savunuruz. Bir gün bir deneme
yapsanız ve inandıklarınızın doğru olup olmadığını aklınızla irdele- senız
nasıl bir sonuçla karşılaşırsınız? Eğer bildiklerinizin ve inandıklarınız
büyük çoğunluğunun akla aykırı olduğunu görseniz ne yaparsınız?
ABD’nın Irak’ı işgal için ileri
sürdüğü sebeplerin doğru olmadığını herkes biliyor. 11 Eylülde ne olduğunu da yakında
öğreneceğiz. Ülkemizle ilgili olayları da sorgulayabilir ve bir sürü
anlamsızlığın olduğunu görebiliriz. Mesela 1998 yılında Öcalan’ı himaye eden
Suriye’ye karşı uygulanan baskı politikasını irdeleyelim. On dört yıl boyunca
süren kanlı çatışmalarda neden bu yola başvurulmadı da karşı taraf ateşkes ilan
edip çatışmalar durunca böyle bir politika ız-
lendi7 Eğer bu yolla terör
örgütünün etkisiz hale getirileceği düşü- nüldüyse. bir aşama daha ileri gidip
örgüt başım hapse tıktığımız halde, neden hala çatışmalar durmadı? Bir hesap
hatası mı yaptık?
Terör örgütü İran, Suriye, Kuzey
Irak’takı Kürt oluşumuyla çatışma halindeyken ve ABD terör örgütü ilan edip
tedbir almayı düşünürken neden kendi ölüm fermam anlamına gelecek olan bir
yola saptı ve Türkiye ile çatışmaya girişti? Aklı olan biri bunu yapar mı?
Dünyada, çok kısa bir süre içinde,
petrol fiyatları ikiye katlandı. Bunu izah edecek iktisadı bir neden yok. Ne
arz cephesinde ciddi bir sorun var ne de talepte bu ölçüde büyük bir artışa
neden olacak bir sıçrama söz konusu. Bu gelişmenin arka planında bir takım siyasi
hesaplar olabilir mi?
ABD nükleer enerjiden yaralanmak
isteyenleri, nükleer silah peşinde olmakla itham ediyor ve onların bu yöndeki
girişimlerini engelliyor. Bu küçük ülkeler herkesten gizli nükleer silah
yapabilirler mı? Yapsalar bile bu bir intihar girişimden öte bir anlam taşır
mı? Yoksa ABD nükleer enerjinin önünü mü kesiyor?
Bambaşka bir alana geçip başka
sorular da sorabiliriz: Ülkemizin yabancı sermaye almadan kalkınamayacağı ıkı
kere ikinin dört ettiği kadar genel kabul gören bir hüküm. Yanı yabancı
sern-aye bizim tasarruflarımıza eklenecek ve böylece ekonomimiz kam t takıp
uçacak diye düşünülüyor. Oysa yurt ıçı tasarruf oranına bakarsanız bunu
doğrulayacak bir tabloyla karşılaşmazsınız. 1980 öncesi yurt ıçı tasarruflar
gelirimizin yüzde yirmi beşini aşarken bugün bu oran yüzde on üçler civarında.
Yanı yabancı sermaye ıç tasarruflara eklenmiyor onun yerini alıyor. Bu konuda
söylenecek bir çok şey var ama bir tespit bile düşüncenin doğru olmadığını
gösteriyor.
İçinde bulunduğumuz durumu şöyle
özetleyebiliriz: Binlen önümüze bir takım olayları koyuyor ve bizim buna göre
hüküm vermemizi istiyor. Mesela Güneydoğuda terör eylemleri oluyor ve
bu belli bir gruba mal ediliyor.
Ortada reddedilemeyecek gerçekler var ve biz bundan acı duyuyoruz. Ama bu
grubun bu eylemleri yapmasının, kendileri açısından, akıl dışı olduğunu
görüyoruz. Bu durumda nasıl bir karar vermeliyiz?
El-Kaidenin yaptığı söylenen
eylemlerle karşılaşıyoruz, bir çok insan hayatını kaybediyor ve bunlar
önümüzdeki gerçekler ama böyle bir örgütün yaptığı eylemlerle ne kazanacağını akla uygun
olarak söyleyemıyoruz. Gazeteler Usame Bin Ladın'ın kırk beş kiloya düştüğünü
biliyorlar ama nerede olduğundan kimsenin haberi yok!
Yeni bir dalga hayatımızın her
alanında etkili oluyor. Dünyayı ele geçirmek isteyen gizli dini ya da masonık
örgütlere her gün bir yenisi ekleniyor ama biz şu soruyu sormuyoruz: Dünyaya
egemen güçlerin ellerinde çok etkili istihbarat örgütlen var Bunlar yeni örgütler
karşısında neden sessiz kalıyor? Üstelik bunların çok eskiden ben var oldukları
söyleniyor ama şimdiye kadar neden kimsenin dikkatini çekecek bir eylemde
bulunmadıkları halde şimdi dünyanın altını üstüne getirdikleri sorgulanmıyor.
Eğer bu yeni gizli örgütler istihbarat örgütlerinin kontrolünde ise yeni bir
tehlikeden söz etmenin ne anlamı var. Söylenecek şey sadece istihbarat
örgütlerinin yeni metotlar geliştirdikleri ve bunlar aracılığıyla faaliyet
gösterdikleri biçiminde olabilir. Oysa görünen manzara dünyaca ayrık otu gibi saran
bir takım dini örgütlerin varlığı.
Önümüze konulmuş bir tarih var. Biz
burada anlatılanların mümkün olup olmadığını sorgulayamıyoruz. Böyle bir
sorgulama vatana ihanetle bir tutulur. Amacımız kimseyi itham etmek olmasa bile
akla uygun bir tarih yazılmasını istemek mümkün değil. Çünkü tarih geçmişi
anlatmak için değil geleceğe yön vermek için yazılıyor. Kimsenin ona el
sürmemesini sağlamak için de kutsallık zırhıyla korunuyor.
Bir deneme yapmanızı istesek ve inandığınız
her şeyi bir kere de akıl süzgecinden geçirin ve bunun mümkün olup olmadığını
ir- deleyın ve eğer akla aykırı bir şey görürseniz onu akıl yoluyla düzeltin
ve bu olay olsa olsa şu şekilde olabilir deyin desek, birden bire kişiliğinizin
tamamen değiştiğini ve yepyeni bir dünya algılamasıyla karşılaştığınızı
göreceksiniz.
Tanrı sizden şunu yapmanızı istiyor
diyenlere “ Bu evreni yaratan Tanrı sızın algıladığınız kadar küçük hesaplar
yapmaz. Sızın söyledikleriniz onun istedikleri değil, bizi nasıl görmek
istiyorsanız onları Tanrının istekleri olarak önümüze getiriyorsunuz. Bizi kontrol
etmek ıçm Tanrıyı bile kullanıyorsunuz. Bugüne kadar dini aklına bile
getirmeyenler şimdi her şeyin dinin emirleri olduğunu söylüyor. Ben Yaratanı
tüm büyüklüğüyle ve sızın aracılığınız olmadan anlayabilirim”
demek gerekir.
Eğer tüm söylenenlen akıl süzgecinden
geçirerek kabul etmeye kalkarsak belki daha doğru bir dünya algılamasına
ulaşabiliriz ama mutlu olacağımız söylenemez. Kaldı kı böyle, bir şeyi yapmayı
biz de istemeyebiliriz. Bugüne kadar inandıklarımız terk etmek, yepyeni
değerlere sahip olmak kendimizi ret anlamı taşıyabilir. Bir avuç insanın sol
bir ideoloji uğruna terör yaptığını ve komünist bir düzen kurmak istediklerine
inanıp onların eylemlerinin arka planım araştırmadık, belimize bir silah takıp
çok büyük güçlerin oyunlarım bozacağımızı, ülkemizi korumak ve büyütmek ıçm cesaretimizin
yeterli olduğunu sandık, bilginin önemsiz, maddi vakıaların gereksiz olduğunu
düşünüp bir araya geldiğimizde iman tazeleme nutuklan çektik. Şimdi bütün
bunları bir kenara bırakıp bilimsel düzeyimizi artırmak, heyecanlarımızı daha
akılcı olmaya yöneltmek zor bir iş.
Sloganların çekiciliği, “Vatanımıza
göz koyanların gözünü oyarız” demenin, bele bir silah takıp dünyaya kafa
tutmanın keyfi ve
kolaycılığı varken bilgi peşinde
koşmak zor bir ıştır. Üstelik eğer önyargılarınızdan kurtulamazsanız var
olanlardan daha akla aykırı düşünceler üretmeniz kaçınılmazdır.
Özelikle iktisatçılar, geleceğe
yönelik tahminlerim geçmişteki gerçekleşmeleri geleceğe uzatarak yaparlar. Şu
sıralarda Çın ve Hindistan’daki ekonomik büyüme göz önünde tutularak ve bunun
aynı hızla devam etmesi halinde ABD ve AB’nın önüne geçeceklen ve dünyadaki
ekonomik ve buna bağlı olarak sıyası ağırlığın Uzakdoğu’ya kayacağını
hesaplıyorlar. Oysa dünyadaki gelişmeler düz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez.
Öyle olsaydı İngiliz İmparatorluğunun bugün dünyanın en büyük gücü olması
gerekirdi. Onun birinci planda olmaması yaptığı hatalarla da açıklanamaz.
Gelişen sıyası olaylar ABD’nı ön plana çıkarmış ve Avrupa ikincil konuma düşmüştür.
Bugün Rusya’nın ekonomik açıdan başat olmaması büyük güç olmasını
engellememektedir.
Eğer ekonomik gücü sadece rakamlarla
ifade ederseniz Japonya’yı ön sıralara koymak zorunda kalırsınız ama bu ülke
dünya üzerinde siyasi bir güç olamamaktadır ve ekonomik gelişmelerde belirleyici
konumda değildir. Aksine ABD bu ülkeyi, istediği an, en güçlü olduğu alanda
yanı iktisadı açıdan çok genlere götürebilir. Çın ekonomisi dışardan sağladığı
doğrudan yatırımlar ve bunları ucuz emekle birleştirerek dışarıya mal satan bir
ekonomi görünümündedir. Bu ülkeye akan küresel sermayenin kendisine rakip
olacak ve siyası açıdan ön sıraya geçecek bir ülkeye destek olması bir aymazlık
mıdır? Ya da günlük çıkarlarını gözeterek gelecekte kendisini yok edecek bir
devin yaratılmasına göz mü yummaktadır?
Olaya başka bir açıdan da
bakılabilir. İç tüketime ve halkın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir
iktisadi yapı dünya ekonomisinin bir parçası haline getirilmiş, gelişme
ihracatın itici gücüne bağlan-
mış ve Çın ucuz işçi deposu olarak,
hem Batı tüketicilerine ucuz mal üretmiş hem de bundan elde ettiği gelirleri
Batının finans ku- rumlarma yatırarak onları gücüne güç katmıştır. Bunun ilerde
sıyası ve ekonomik bir rakip olması son derece zordur. Batılı ülkeler buradan
ithal ettikleri mallardan vazgeçebilir ve bundan hiçbir rahatsızlık duymaz ama
Çının bugünkü üretim kapasitesi büyük ve çekilmez bir yük haline gelir. Çm
ekonomisini dünyaya açarak stratejik bir hata yapmıştır ve dünyada bir güç
odağı olma şansını yitirmiştir.
Sözlerimiz içe kapalı bir ekonomik
düzeni savunmak amacı taşımaz ama her şart altında başarılı olacak bir
ekonomik modelin var olmadığı anlamındadır. Oyuncak, hırdavat, tekstil satarak
para ka- zanılabilır ama bir güç olunamaz. Bu konuda ABD ile rekabet edebilecek
bir ülke görünmüyor. Bunun birinci nedeni yetersizlik değil bilgi ve vizyon
eksikliğidir. Ekonomiyi bir esnaf gibi algılayanlar ve başarının para
kazanmaktan geçtiğini düşünenler başkalarına bağımlı olmaktan kurtulamazlar.
ABD dünya para sistemim ve tüm stratejik maddeleri kontrol etmektedir. Mesela
ABD parasının değerini sıfıra düşürerek tüm dünyanın tasarruflarının önemli
bir bölümünü yok edebilir, borçlarından kurtulur ve kendisi hiç zarar görmez
ama herkes içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşır. ABD sadece oyun
oynamamakta aynı zamanda oyunun kurallarını belirlemektedir. Günün birinde
“kurallar değişmiştir artık koyduğum yeni kurallar geçerlıdır” derse kimse buna
itiraz edemez daha doğrusu bu itiraz bir sonuç yaratmaz. Kuracağı yeni düzeni
kendisini en güçlü yapacak şekilde belirleme şansına sahiptir ve başka hiç
kimse böyle bir role talip değildir.
Geleceği belirleyen ülkelerin bugünkü
gücü ve büyüklüğü değildir. Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk küçücük
bir adaya sıkışabilir ve bir devlet onlarca parçaya ayrılabilir. Tarih, kendi
akışına ayak uyduramayan bir devleti, taşımak zorunda değildir. Bugün en güçlü
saydığımız bir ülkenin çok kısa sürede sahneyi terk
etmesi mümkündür. Mesela Osmanlı
İmparatorluğu dağılmasaydı ı- kı ihtimalden bin gerçekleşırdı. Ya 20ncı yüzyılı
şekillendiren petrol yer altında kalır ya da Osmanlı büyük bir Suudi Arabistan
olurdu. Osmanlı tarihi gelişmenin önünde bir engel haline geldiği için
bertaraf oldu.
Geleceği tahmin ıçm, iktisatçıların
en sık kullandığı anlamsız trend analizi sağlıklı sonuç vermez. Bu hem dünya
hem de ülkemiz için geçerlidır. ABD’nın gücünü kaybetmesi de Irak taki ya da
dünyanın başka yerindeki bir yenilgiye bağlı değildir. Eğer tarihin seyrini
belirleyecek başka bir güç çıkmazsa, ne kadar hata yaparsa yapsın, ABD’nin
rolü sürer. Bu konuda AB bir alternatif olma şansım hızla yitiriyor. Çünkü
bugün Avrupa’nın inisiyatifi gibi görünen birlik gerçekte küresel sermayenin
bir projesi haline gelmiş ve bu hem ABD’deki siyasal yapının hem de Rusya’nın
itirazıyla karşılaşmıştır.
Dünyadaki gelişmeler tek bir gücün
inisiyatifinin esen değildir ve tüm gelişmeler bir denge içinde cereyan eder.
Yanı gelişmeler düz bir çizgi üzerinde değil karşılıklı ıkı gücün etkıleşımıvle
oluşur. Bugün bu dengenin taraflarının ABD ve Rusya olacağı anlaşılıyor.
Türkiye ıkı gücün orta noktasında bir istinat yen görevini üstlenebilir. Bu
kaçınılmaz bir ihtiyaçtır ve eğer ülkemiz bu rolü oynayamazsa bir başkası,
mesela Avrupa aynı rolü üstlenebilir. Ancak sağlam bir denge Türkiye ile
kurulabilir ancak ülkemizdeki sıyası ve bürokratik kadrolar son derece ufuksuz,
dar ve küçük hesaplar içinde hareket etmekte ve böyle bir rolü oynayabilecek
düşünce ya- .pısına asgari ölçüde de olsa sahip bulunmamaktadır. Para herkes
ıçm tek hedef konumundadır ve dindar oluğu söylenen kitleler bile bir düşünce
odağı olmak yerme, dini kullanarak nasıl para kazanılacağının hesabı
içindedir. Diğerleri Türkiye’nin dünyadan soyut yaşadığını düşünür gibiler.
Dünya onların ilgi alanının dışındadır ve köyünü tüm evren zanneden köylüler
gibiler. Türkiye’nin dünya üzerinde rol oynayabilecek konumda olduğu onlara çok
yabancı-
dır. Sürekli bir kurtulma ve kurtarma
duygusunun içinde yaşamaktalar. Oysa formül çok basittir: Var olmak için bir
fonksiyonun olması gerekir. Kendinden ibaret bir dünyayı ne tarih ne de
Yaradan himaye etmez.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
Başkalarını yenerek, dize getirerek büyük güç olunmaz. Tarihin bu şekilde
yorumlanması büyük bir talihsizliktir. Her büyük güç, tarihin bir döneminde,
gelişmenin motoru olmuştur ve bugün de aynı şey geçerlıdir. Rolünüz gücünüzü
belirler, gücünüz, eğer zamanla uyuşmuyorsa, yok olacaktır.
Önemsediğim, düşüncelerine değer
verdiğim bir arkadaşım beni eleştirdi. Sözleri bir yazımla ya da bir konudaki
kanaatlerimle ilgili olsaydı kolay anlaşılabilirdi. Ama o, “Bir kaos dönemini
yaşıyoruz. Sen böyle bir ortamda olayları bazı odakların politikalarıyla
açıklamaya çalışıyorsun. Karmaşa ortamı analiz edilemez, bunlar bir gücün
eylemleri olarak gösterilemez” diyordu.
Kaos, çıkaranı ve sonucu belli
olmayan bir olaylar zinciriydi. Sadece gözlenebilir ama açıklanamazdı. Ben
böyle bir ortamı rasyonel kararlarla oluşan, binlerin amaçlarına hizmet eden
bir süreç olarak yorumlamakla hata yapıyordum. Zaten hiç kimsenin böyle bir
çabaya girişmesinin anlamı yoktu. Kaos insan iradesinden bağımsız olarak
hükmünü icra eder ve zamanı gelince ortadan kalkardı.
Bir başkası beni çok sayıda aktörün
rol aldığı bir oyunda bir veya birkaç odağı ön plana çıkarıp tüm resmi onların
eylemleriyle açıklamakla suçladı. Önem sırasını belirlemekte sübjektif davranıyor
olabilirdim ve önem sırası benim düşündüğümden farklı olabilirdi. Kaldı kı
neyin daha önemli olduğunu gösterecek bir kriter de yoktu. Bir şehit anasının
duyduğu acı her şeyin önüne geçebilirdi ve insanlann kararlarını bu acıları göz
önüne alarak vermesinin yanlış
bir yanı yoktu Siyasal hesapları tek
belirleyici olarak almak yanlış olabilirdi ve insanların duyguları bütün bu
hesapların önüne geçebilirdi. Irak harekatını protesto eden, evladını kaybeden
bir Amerikalı annenin tavrı, tüm siyasal hesapları anlamsız kılabilirdi.
Bu eleştiriler sadece beni değil,
sıyası konularda ahkam kesen herkesin önünü tıkayacak nitelikteydi. Her düşünce
bir belirsizlik ve bilinmezlik denizinde kayboluyordu. Geriye donla denize
girilip girilmeyeceğini, futbolu ve magazin haberlerini tartışmak kalıyordu. Bu
konular gerçekti ve kimse yazarı hayal oyunu oynamakla itham edemezdi.
Siyasi ve sosyal konuları irdeleyen
insanların en büyük şanssızlığı birbirine zıt iki düşüncenin aynı ölçüde kabul
edilebilir sayılmasıdır. Oysa bir matematikçi birçok değişkenin etkilediği bir
fonksiyonda, hangi değişkenin ne kadar etkili olduğunu kısmı türev alarak
belirler ve sonucu kimse tartışmaz. Bir kimyacı bileşik bir maddeyi
elementlerine ayırır ve nelerden ibaret olduğunu kesinlikle söyler. Ama siyası
alanda El-Kaıde'nm tüm dünyada etkili olan bir örgüt olduğu
da söylenir hiç olmadığı da.
Ben olayları incelerken bir yol
izliyordum. Bir eylemi gerçekleştiren ya da bir politika izleyen kışının
sözlerini hiç hesaba katmıyor, onun eylemleri ne sonuç verecekse amacının o
olduğunu söylüyordum. Bu yol ciddi bir yanlış içeriyordu. Ben silah atan
birinin hedefinin kurşunun isabet ettiği yer olduğunu söylüyordum. Bu yanlışlığı
düzeltmek için yapabileceğim tek şey atıcının usta mı yoksa acemi mı olduğuna
bakıp kararımda bir düzeltme yapmaktan ibaret olabilirdi ve onu yapıyordum. Bana
göre ABD acemi bir atıcı değildi ve vurduğu yer, en kötü ihtimalle, kurşunun
değdiği yerin civarı olabilirdi. Bazı atıcılar hedef tahtası yerine tavanı
vurabilirdi. Bunu ancak atıcının yeteneklerini değerlendirerek anlayabilirdim.
Bazıları ise düşmana ateş ettiğini sanıp kendini vurabilirdi ve bana göre adı-
na İslamcı teröristler denen kişiler
bunu yapıyordu. Bu birilerinin hesabının bir sonucu muydu, yoksa atıcının
beceriksizliğinden mı kaymaklanıyordu sorusuna vereceğim cevap, “Bunu bir çocuk
bile yapmaz, muhtemelen binlerinin aleti oluyorlar” biçimindeydi.
Yaşadığımız sürecin bir kaos mu yoksa
belirli bir hedefe ulaşmak isteyenlerin bilinçli bir tercihi mı olduğu sorusu
kolay cevapla- namaz. Kaos olduğunu kabul edip sadece sonucu büyük bir merakla
bekleyebiliriz ya da benim analizlerimdeki irade unsurunu çıkarıp
kendiliğinden gelişen olayların nasıl bir sonuç vereceğim tahmine çalışırız.
Her ıkı yol da aynı yere çıkar. Sadece gelişmelerin arka planında bir insan
iradesinin mı olduğu yoksa her şeyin kendiliğinden mi
geliştiği sorusu cevapsız kalır.
İsrail'in Gazze’dekı Yahudi yerleşim
yerlerim boşaltması, birçok açıdan, ders alınması gereken nitelikteydi. Önce
kendiliğinden oluşan bir olayın, uygun müdahalelerle bir kurguya, yönetimin
politikalarına uygun bir senaryoya dönüştürülebileceği gösterildi. Bizde
trajediye dönüşen gecekondu yıkımlarına benzer bir manzarayla karşılaşılmadı.
Yerlerinden edilen insanların bundan hoşnut olmayacakları, direniş
gösterecekleri bilmiyordu. Bu doğal olay birçok mesaj içeren bir eylem haline
getirildi ve İsrail istediği mesajları, canlı yayında, dünya kamuoyuna
sundu.
Dünya kamuoyunda İsrail’in yayılmacı
bir politika izlediği, Filistin direnişini bahane ederek sürekli toprak
kazandığı izlenimi vardı. Türkiye’de İsrail’in yayılma alanının topraklarımıza
kadar uzandığını düşünen birçok kimse bulunuyordu. İsrail, Gazze’den çekilerek,
yayılmacı olmadığı mesajını verdi.
Direnişçilerin bir sinagogda
toplanması ve buradan çıkarılması daha önemli bir mesaj içeriyordu. Genelde
Yahudılerın dini motif-
lerle hareket ettiği, kutsal
kitaplarının emrettiği yönde gittikleri düşünülüyordu. Sinagoga yapılan
müdahale, siyasetin dinin önünde gittiğini gösterdi.
Direnişe müdahale eden askerlerin
eğitildikleri zaten söyleniyordu ama bu askerlerin ne gereğinden fazla sert
dadanmamış olması ne de direnişçilere yakın bir tavır almaması disiplin
düzeyinin yüksek olduğunu gösteriyordu.
Bütün bu sözlerim objektif bir
değerlendirmedir ve bazılarının İsrail’i övdüğümü düşünmesi büyük bir haksızlık
olur. Çok önemsediğim bir davranışı bu müdahalede gördüğümü ifade etmeliyim
Askerler, tüm kademeleriyle ıkı davranıştan birini bile yapmamıştır. Devletin
doğru politikalar izlemediğini ve yerleşim yerlerinin boşaltılmasının İsrail’e
ihanet olduğunu düşünüp, kendi kararıyla direnişçilerden yana bir tavır
almamıştır Ya da emre karşı geldiğini dü - şünüp direnişçileri zorlamamışım Bu
devlete olan güvenin ifadesidir ve kimse kendi başına vatanı kurtarmaya
kalkmamıştır.
İsrail’in izlediği politikayı şöyle
özetleyebiliriz: Dünyada artan Yahudi aleyhtarlığının Filistin sorunundan daha
önemli olduğunu düşünüp bunu frenlemek istemektedirler. Muhtemelen ABD de İsrail’in
dünya üzerindeki imajının kendisine yansıtılmasından hoşnut değildir. Bu
olumsuz imaj sadece İslam ülkeleriyle sınırlı kalmamakta ve giderek Batı
kamuoyu da aynı eğilimi sergilemektedir. İsrail düşük profil politikası
izlemektedir. Bağımsız bir Kürt devletini desteklemediğini söyleyerek bu konuda
Arap ve tüm İslam aleminde oluşan yargıyı da kırmaya
çalışmaktadır.
Bu politikanın tam anlamıyla başarılı
olması için İsrail’in oynadığı düşman rolünün başkasına devredilmesi gerekir.
Eğer I Mart tezkeresi kabul edilse ve Türkiye ABD ile birlikte hareket etseydi
düşman rolünü biz üstlenmiş olacaktık. Şu anda bu rolü üstlenecek bir tek
kitlenin olduğu görülüyor. ABD desteğiyle Irak’ın, yanı bir
Arap ülkesinin bölünmesine çalışan,
İsrail tarafından desteklendiği kabul edilen Kürtler bu role çok yakındır. Bu
oluşum Türkiye, İran, Suriye ve tüm İslam dünyası tarafından olumsuz
karşılanacaktır.
Bu durumda İslam aleminde de bir
çatlak oluşacak ve dışa dönük cepheleşmenin yerim ıç çatışma alacaktır.
İsrail’in tek kaygısı radikal İslamcı grupların eylemlerim sürdürmesi ve Yahudi
kamuoyunu izlenen politikanın karşısında yer almaya zorlamasıdır.
Bu konuda İran’ın tavrı belirleyici
rol oynar. Ya Filistin’de gerginliği azaltır ve kendisini bir iç çatışmaya
sürükleme eğilimi gösteren Kürt sorununa ağırlık verir ya da İsrail’in düşük
profil politikasını baltalamak için Filistin’deki radikal İslamcıları tahrik
eder.
Bütün bu gelişmeler karşılaştığımız
sorunların bölgeyle çok yakından ilgili olduğunu, dar çerçeve içinde yapılan
analizlerin yetersiz kalabileceğini göstermektedir. Stratejik üstünlük
Türkiye’den yanadır ve duygusal tepkilerle bu konumun kaybedilmesi büyük bir
hata olur.
*****
Bizden istenenleri yerine getirirsek
AB üyesi olacağımızı düşünenlere hiçbir zaman katılmadım ve bunun
gerçekleşemeyeceğini savundum. Bazıları Güney Kıbrıs’ın isteklerine boyun
eğildiğini dü - şünüyor ama bunun hiçbir anlamı yok. Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı
üst üste koyun yanına birkaç devlet daha ilave edin, bunların toplamı
Türkiye’ye eşit olmaz. Ne ekonomik ne de stratejik açıdan Türkiye’yi feda edip
bunları almak rasyonel değildir.
Meseleye bir başka açıdan da
bakılabilir: AB’ye “Tüm isteklerinizi bir kağıda yazın, bakmadan
imzalayacağım” deseniz sonucun farklı olmayacağını, sadece bir süre daha bizi
oyalayacaklarını söyleyebilirim. AB’nin dışında kalmamızın sebebi ileri
sürdüğümüz gerekçelerin hiçbiri değildir. Farklı bir kültürden gelmemiz,
ekono-
mık açıdan gende olmamız bugün oluşan
özelliklerimiz saplamaz ama biz, belki de bugüne kadar, AB ıçm önemli bir ortak
sayıldık ve ayak sürüyen biz olduk.
Bir sorunun cevabını arasaydık
bilmeceyi daha kolay çözebilirdik: Neden İngiltere üyeliğimizi destekliyor ama
Almanya ve Fransa karşı çıkıyor? Türkiye petrole ulaşmanın. İslam alemiyle
ilişki kurmanın vazgeçilmez bir yoluyken ve buna bize karşı çıkan ıkı ülkenin
ihtiyacı varken neden bu konuda zaten yeterli güce sahip İngiltere bizi bir
kenara atmıyor da ötekiler olumsuz tavır sergiliyor7 Türkiye AB
üyesi olursa ve onun sıyası çizgisine hizmet ederse Ortadoğu’da ABD ve
İngiltere’nin etkisine rakip olacak bir güce erişmesi mümkün olacak olan
Almanya ve Fransa bu şansını neden elinin tersiyle itiyor?
Eğer AB’nın çekirdeği diyebileceğimiz
Almanya ve Fransa stratejik açıdan Kıbrıs’ın tamamını elde tutmak istiyorsa
bunun için Türkiye’nin tümünü bir bedel olarak öder mı? Bunun tam tersi daha
doğru olur. Türkiye asken bir güç olarak Doğu Akdeniz’i AB adına kontrol eder
ve bölgede Türkiye'ye rakip olacak bir gücün oluşmasına izin
verilmez.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın
Türkiye’nin AB’nın bir parçası olması onu gerçek bir güç haline getirir ama
bunu herkes görmektedir ve Türkiye AB’nın temeline harç koymak için değil onu
kontrol etmek için kullanılmak istenmektedir.
Bugün AB, görünüşte Türkiye’nin
üyeliğini gerçekte ise kendi geleceğini tartışmaktadır. Bu konuda bir öngörüde
bulunmak gerekirse şunu söyleyebilirim: AB bütünleşme değil dağılma aşamasındadır.
Sıyası bir birlik oluşturma projesi fiilen imkansız hale gelmiştir. Bu durum
dünyadaki genel eğilimi yansıtmakta, sıyası birlikteliklerin yerini ittifaklar
sistemi almaktadır. İngiltere ile Almanya ve Fransa’nın çıkarlarının
örtüşmedığı ve farklı konumlar-
da olacakları anlaşılmaktadır. Bugün
görünenin aksine, Rusya ile Çın yakınlaşması yerme, Alman-Fransız ekseninin
Rusya’yla ya- kır laşması beklenir.
AB’ye çektiğimiz "Bırakır,
gideriz” restini muhtemelen görecekler ve biz yeni hır arayışın içinde
olacağız. Şüphesiz herkesin aklında böyle bir durumda yerimizin belli olduğu,
ABD ile ittifakımızın süreceği düşüncesi vardır ve bunun aksını gösteren
herhangi bir işaret de bulunmamaktadır. Biz AB’ye üyelik yolu açıldığında Türkiye’ye
sermaye akacağını düşünürken, bu konuda ciddi sorunlar olmasına rağmen,
rekorlar kıran carı açığımız sorunsuz kapatılmakta, ülkemize gelen yabancı
sermaye hızla artmaktadır. Ne iktisat teorisinin öngördüğü döviz kurlarının
aleyhte gelişmesi ne de buluttan nem kapan borsamızın düşmesi gözlenmemektedır.
Niçin geliyorlar sorusunun bir cevabı olmalı.
Bütün bunlara boş verebilir ve
önümüzde duran somut olaylara bakabilirsiniz. AB, üyesi olan Kıbrıs ve
Yunanistan’ın taleplerine hayır diyememiş, üstelik farklı bir medeniyeti
temsil eden ülkemizi içine sindırememıştır ve mesele bu kadar basittir
diyebilirsiniz. Olaya nasıl bakarsanız bakın yeni bir yön bulmamız gereğinden
kaçına- mazsınız ve bu kolay bir ış gibi görünmemektedir.
Bir ülkede egemen güç kolayca
değişmez ve seçimler sonucu oluşan iktidarlar bu gücün hangi görünüm altında
olacağını belirler. Gerçek gücün değişimi savaş, devrim gibi büyük olaylar
sonucu gerçekleşir. Egemenlik çok boyutludur ve bunun en önemli unsuru ülke
ekonomisinin kontrolüdür. Türkiye’de, kuruluşundan beri egemen güç
değişmemiştir.
1980’den beri ülkedeki egemen
ekonomik gücün değişim sürecini yaşıyoruz ve bu süreç sonunda egemen güç
yeniden şekıllene-
çektir. Bugün özelleştirmeler, fınans
piyasalarının kontrolü aslında sadece ticari ve ekonomik bir olay değildir ve
yapabildiğim kadar kimin bu yarışla öncü olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Bir
işletmenin kaç para ettiği, ucuz mu yoksa pahalı mı satıldığı beni pek fazla ilgilendirmiyor.
Olayın ekonomik yönünün önemsiz, sıyası yönünün belirleyici olduğunu
düşünüyorum. Zaten ön safta görünenlerin birer figüran olduğunu ve asıl önemli
olanın arka plandaki siyasi güç olduğuna inanıyorum.
Bu süreç sonunda, ekonominin köşe başlarını
kontrol eden devlet ve onun arkasındaki bürokratik güç tüm araçlarını kaybedecek,
bu medyanın, sıyası partilerin yeni bir gücün kontrolüne geçmesine neden
olacaktır. Bunun iyiliği ya da kötülüğü farklı bir konudur, ben sadece olayın
ne olduğunu kestirmeye çalışıyorum.
Bir siyasi hareketin Sadece
ideolojisiyle değerlendirilmesi yanlıştır. Asıl tespit edilmesi gereken bu
hareketin dünyadaki güç odaklarıyla ilişkisidir. Geçmişte ülkedeki egemen güç
Türkiye’nin yeriyle uyumluydu ve Batı Bloğunun bir parçası olarak herhangi bir
sorun yaşanmıyordu. Ancak bu dengenin bozulacağı anlaşılınca yeni bir arayış
başladı ve Türkiye’nin, kapalı ekonomik yapısının yarattığı belirsizlik onu
küresel sermayenin bir parçası haline getirerek aşılmaya çalışıldı. 2001 krizi
bu konuda 1980 darbesiyle açılan yolda önemli bıı aşamanın kaydedilmesi olarak
gerçekleştirildi.
Şu anda bu sürecin son aşamasındayız
ve bürokratik güç tüm ekonomik araçlarını kaybetmektedir. Onlar bu güç
kayrasının farkında olmadılar ve meseleyi sadece ekonomik bir olay olarak
değerlendirdiler. Hatta çoğunlukla ellerinden gücü alanlarla ayı çizgide
buluştular. Ekonomik alanda kendilerine sunulan imkanları, değerlerinin takdir
edilmesi olarak algıladılar ve süreç sonucunda yerlerinin eğreti olduğunu
anlayacaklarını düşünmediler.
Şu anda bu süreç gen döndürülemez bir
noktadadır ve güç
kayması gerçekleşecektir.
Yapılabilecek şey gücün, siyasi açıdan tercih edilecek grupların ele
geçirmesine yardımcı olmaktan ibarettir. İslamcı ideolojinin sadece bir
gericilik ilericilik meselesi olmadığını, bürokratik güçle ihtilaflı olan bu
kanadın güç kaymasındaki beklen- tısınm rakibini etkisiz kılmak olduğu
anlaşılamadı. İslamcılar da süreç sonunda gücün kendi ellerine geçmeyeceğini
ama değişim gerçekleşinceye kadar kullanıldıktan sonra tasfiye edileceklerim
fark etmediler.
Bölünme korkusunun temelsiz olduğunu,
Kıbrıs meselesinin bizi aşan boyutları nedeniyle zaten çözülmüş sayılması
gerektiği dü- şünülmedı ve herkes bunlarla ovalandı. Biz cambazı seyrederken
çok köklü değişikliklerin gerçekleştiğini göremedik.
Şu anda Türkiye yem bir sıyası gücün
inşa edildiği şantiyeyi andırmaktadır. Bizim sorun saydığımız şeyler bu
inşaatın molozlarıdır ve görüntüden duyduğumuz rahatsızlığı büyük problemler
sayıyoruz. Aslında binlen etrafa şu yazıp yazmalıydılar: '‘Vermiş olduğumuz
geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Her şey daha iyi bir Türkiye
içindir. Yakında inşaat bitecek ve sız magazin haberlerini, televizyon
dizilerinizi seyredeceksiniz ve etrafta sızı rahatsız edecek bir şey
kalmayacak...”
“Biraz daha sabredin, yakında ne
terör kalacak ne de Kıbrıs adını duyacaksınız. Manken aşklarını seyrederken
huzurunuz bozan bu haberler bitecek. Tıpkı 12 Eylül 1980 gününün i 1 Eylülle
hiçbir benzerliğinin olmaması gibi...”
Şarkı her yerin karanlık oluşundan
yakınır ama bir yer nurdan bir ışıkla aydınlanmıştır, tüm karanlıklar bu ışıkla
anlamını yitirir ve siz kendinizi bu ışığın içinde hissedersiniz.
Oysa şimdi tam tersi bir durum söz
konusu. Demokrasi, geliş-
me bir yana, sıçrama yapıyor,
özgürlükler neredeyse sınır tanımayacak. Adını bile anmaktan korktuğumuz
tabular şimdi yerlerde sürünüyor. Buna rağmen etrafımızı kuşatan demirden bir
çemberi giderek daha fazla hissediyoruz. Şarkıyı yeni baştan yazmak ve “her
yer aydınlık, pür-zulmet o mevki” demek geliyor içimizden. Tüm dünya tek
kişilik bir oyunu seyrediyor. Sadece ABD, hatta onun bir bölümü yanı Bush
yönetimi sahnede. Diğerleri, bazı küçücük terör örgütleri, figüran bile değil.
Bir aksesuardan öte anlamları yok. Bazıları bu yalnızlıktan, tek yanlılıktan
sıkılmış olmalı kı Çın ve Hindistan’ın gelecekte büyük süper güçler
olacaklarını ve ABD'p zora sokacaklarını söylüyor. On beş-yirmı sene sonra göz
zevkimize de hitap edecek bir maç seyredebileceğiz.
Ülkemiz yetmiş sente muhtaç olduğu
günlen çoklan tarihin derinliklerine gömmüş, birkaç milyar doların krize neden
olduğu günlen unutmuş, kırk milyar doları bulan dış ticaret açığını umursamıyor
bile. Mevcut eğilimleri ileriye taşıyarak Çın ın süper güç olacağını
söyleyenlerin aynı metotla Türkiye’nin dış ticaret açığının tüm dünya gelirinin
önemli bir bölümüne ulaşacağını da söylemeleri gerekirdi ama bunu neden
yapmadıklarını çözemedim.
Tek kutuplu bir dünyada tek dünya
görüşünün egemen olması kaçınılmaz. Herkes aynı şarkıyı, demokrasi ve
liberalizme övgü serenadını mırıldanıyor. Her sistemin bir insan kurgusu
olduğu ve bir gün başka bir kurguyla yer değiştireceği unutulmuş, var olan
düzen bir fizik kanunu olarak algılanır olmuş.
Ortada bir alternatifin görünmemesi
onun yokluğundan mı kaynaklanıyor yoksa, karanlık bir yerde olduğu için,
göremediğimiz bir şeyler mı var? Bir kara delik apaçık gördüğümüz her şeyi bir
gün yutabilir mi?
Karanlıkta hiçbir şey olmaya da bilir
çok şey de olabilir. Göremediğimiz bir yer için ne söyleyeceğiz? Evren sadece
görerek algı-
lanmaz. Hiçbir şey göremezseniz
aklınıza başvurmak ve ne olabilir diye sormak zorundasınız.
Gözlediklerimiz gerçek olamaz.
ABD’nin yarısı bu oyunu oynayamaz. Başka aktörlerin de olduğunu kabul edip
onları teşhise çalışmalıyız. Belki de alıştığımız analız metotlarını
değiştirip devletleri aktör sayan anlayıştan vazgeçmeli ve mücadele eden
tarafları farklı biçimde tanımlamalıyız. Mesela ABD’dekı demokratlarla
Rusya’daki Yelisin ekibini bir taraf, Bush ve Putın ekibini diğer taraf olarak
tarımlarsam çok mu uçuk bulursunuz? Merkel’ı Bush’un sevgilisi ilan eden
anlayışı, devletleri aktör kabul ederek nasıl açıklarsınız? AB içindeki
Türkiye’ye yönelik farklı tavırları ve İngiltere’nin Türkiye aşkını
kullandığınız kriterlerle, yanı demokrasimizin düzeyi, farklı bir din ve
kültüre ait olmamızla bağdaştırabilir mısınız?
Eğer binlerinin bizden istediklerim
yapınca her şey değişti ve inanılması güç bir başarı elde ettiysek biz bu ışın
neresindeyiz? Acaba başka binleri başka şeylerin olmasını istiyor mu ve onlar
ne ölçüde güçlü sorusunu sormak çok mu abes olur?
Her yer aydınlık gibi görünüyor ama
bir kara delik, sırf karanlık olduğu için, fark edilemiyor. Böyle durumlarda
ne söylerseniz havada kalır. Görünenlerle yetinmemek ve bunlar her şeyi açıklamaya
yetmiyorsa ne olabilir sorusuna cevap aramak gerekir. Bu soruya benim
vereceğim cevap şudur:
Liberal düşünce ve ona eşlik eden
demokrasi söylemi yerini güçlü devlet özlemine terk edecek, kontrollü ekonomi
ve devlet ağırlıklı yönetimler çağı belirleyecektir. Türkiye bu tohumun ilk filizlendiği
yerlerden biri olabilir. Yeni devlet anlayışı birbirine benzer insanların
oluşturduğu ulus temeline dayanmayacak, yanı halk devleti
değil devlet halkı tanımlayacaktır.
*****
ABD’de bir büyükelçi Irak
müdahalesinin gerekçelerinin doğru olmadığını söylüyor ve yönetimden binleri
de, intikam amacıyla, büyükelçinin karısının C1A ajanı olduğunu basına
sızdırıyor. Savcılık hemen harekete geçiyor ve ajanın kimliğini sızdıranlar
hakkında kovuşturma başlatıyor. İşin ucunun Başkan Bush’a kadar uzanacağı, Nixon gibi, Bush’un
da görevden ayrılmak zorunda kalacağı söyleniyor. Ancak bırilerı ajanın
kimliğini sızdıranın Başkan Yardımcısı Cheney’in danışmanı olduğunu ve onun da
töhmet altında kalacağını iddia ediyor.
Bu hikaye akla aykırıdır. Çünkü bir
büyükelçi ülke yönetiminin belli sıyası hedeflere varmak ıçm kurgular
hazırlamasına alışkındır ve bunu olağan dışı bir olay sayamaz. Üstelik Irak'a
müdahalenin gerekçelerinin gerçek olmadığını, dönemin dışişleri bakanı da dahil
olmak üzere, birçok kışı söylemektedir ve kendisinin beyanı önemli bir katkı
sağlamaz. Büyükelçi gereksiz bir gevezelik yapsa bile, buna karısının CIA ajanı
olduğunu açıklayarak misilleme yapmak için budaladan da öte olmak gerekir ve o
düzeydeki insanlardan böyle bir davranış beklenmez. Nitekim ajanın adını
sızdıranlar çok ağır bir mahkumiyetle karşılaşacaklardır ve olay bir intikamı
değil bir intiharı andırmaktadır
Ayrıca o düzeydeki bir savcı,
ülkesinin hayatı çıkarları söz konusu olduğu zaman, salt hukuk mantığıyla
hareket etmez ya da ettirilmez. Bu nedenle olayı söylenenler çerçevesinde
incelemeyeceğim ve bir senaryo yazacağım.
ABD’yi yönetenler bir politika
değişikliğinin gerekli olduğunu düşünmektedir. Zaten Neo-Con fantezilerinin
doğruluğuna başından beri inanmamaktadırlar ama onların temsil ettiği gücün
desteğini almak zorunda kalmışlardır. Rice’ın dışişleri bakanı olması bu
değişikliğin ilk adımıdır ancak Bush’la özdeşleşen bu politika-
nın onun tarafından köklü bir biçimde
değiştirilmesi mümkün görünmemektedir. Geçmişte de Vu tnam politikasının
değişmesi ıçm NTxonm feda edilmesi gerekmiştir. Şimdi benzer bir durum söz
konusudur.
Eğer başkan görevi bırakır ve kural
gereği Cheney görevi devralırsa her şey yoluna girecek ve ABD kaybedeceği
anlaşılan bir mücadeleyi bir zafere dönüştürebilecektir. Politikanın değişmesi
ıçm başkanın değişmesi gerekmektedir. Bunun yolu da, geçmişte olduğu gibi,
başkanın halkı aldatması ve özür dileyip bir kenara çekilmesi
olabilir.
Bazı bürokratlar anlamsız işler
yaparak savcının önünde hesap vermeye ve bunun sıyası sorumluluğu yukarılara
doğru tırmanmaya başlarsa ıkı ihtimalden biri söz konusu olur. Ya ABD çok
sıradan insanlar tarafından yönetilmektedir ya da yönetim, her şart altında, bir çıkış
yolu bulabilmektedir.
Ancak, her oyun gibi, bu da tek
taraflı bir oyun değildir. Cheney - Rıce ıkılısının oyun biçimi demokratları
endişeye sevk etmektedir. Üstelik büyük ölçüde yıpranmış bir sıyası çizginin
yenilenmesi ve adeta küllerinden yemden doğması istenmemektedir. Yapılacak en
iyi şey olayın sorumluluğunu Cheney’e yüklemek ve alternatifi imkansız
kılmaktır. O zaman Bush tüm yıpranmışlığıyla göreve devam edebilir ve dünya
ölçeğindeki büyük mücadele ulus devleti savunanların yenilgisiyle
sonuçlanır.
Senaryonun sonunu yazmak son derece
zor. Eğer bu bir film kurgusu olsaydı Bushün dokunaklı bir konuşmayla görevi
bıraktığını yazardım ve kimse benden hesap sormazdı. Ama bu hikayenin nasıl
biteceği tüm dünyayı ve özellikle Türkiye’yi derinden etkileyecektir.
Olayların nasıl gelişeceğini tahmin
edemeyebiliriz ama bu büyük mücadelede alışık olmadığımız sahnelerle
karşılaşmamız sürp-
nz sayılmamalıdır. Zaten olayları
yorumlarken gelişmelerin mücadelenin şanına layık olması gerektiğini düşünüyorum
ve karşılaştığımı.-’ hiçbir şey sıradan olamaz diyorum.
Biraz sabredersek her şey gün yüzüne
çıkacak.
Irak’ta kan gövdeyi götürüyor.
Direniş Bush’un koltuğunu tehdit edecek etkiler yaratıyor ama bir yer bütün
bunların dışında sakın bir limanı andırıyor. Daha az olsa bile Şu bölgesine de
yayılan çatışmalar Kürt bölgesine ulaşamıyor. Barzanı. kurduğu devleti giderek
daha somut hale getiriyor ve ABD Başkanı tarafından ağırlanıyor. ABD’nin
gölgesine kurşun sıkan direnişçiler olanlara tamamen kayıtsız kalıyor.
Kürtlere uzayda yaşıyorlarmış gibi davranılıyor. Kimseden ciddi bir tepki
gelmiyor. İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğini söyleyen Ahmedınecad, yanı
başında kurulan ABD destekli Kürt yönetiminin farkında bile değilmiş gibi
davranıyor. Türkiye şartların değiştiğini ve eskiden aşiret reisi olarak
gördüğü Barzani’nin artık yasalarla desteklenen bir konumu olduğundan söz
ediyor.
Her sıyası yapılanmada görülen
iktidar savaşı burada söz konusu bile değil. Herkes kurulan düzenden, iktidarı
elinde tutanlardan memnun görünüyor. Kürt bölgesi bir barış adasını andırıyor.
Geçmişte aşiret yapısına karşı duran ve Barzanı ile çatışan PKK’nın,
Türkiye’ye yönelik eylemlere başladığı söylenirken, sessizce olanları izliyor
ve bir iktidar mücadelesine bile girmiyor.
Üstelik bölgedeki oluşumlar konusunda
yapılan değerlendirmeler önemli ve birçok gücü ilgilendiriyor Kuzey Irak
petrollerini Akdeniz’e ulaştırmak ıçm Suriye’den geçecek bir boru hattı inşasının
düşünüldüğü ve bu amaçla Suriye yönetiminde değişiklik yapmak ıçm bu ülkeye
baskı uygulandığı söyleniyor. Yapılacak değişikliğin Suriye’yi İsrail’le
yakınlaştıracağı hesaplanıyor.
Bu konuda söylenenler homurdanma
düzeyinde kalıyor ve ciddi bir karşı koymaya rastlanmıyor. Bu derin sessizlik
ıkı ihtimali akla getiriyor: Ya kimse olanları fazla ciddiye almıyor ya da
karşı koymayı göze alamıyor.
Irak’takı çatışmanın sonucu, hangi
seçenek kazanırsa kazansın, dünya dengeleri üzerinde önemli bir değişikliğe
neden olmaz. Ancak bu sonucun ABD’dekı yansıması büyük önem taşır. Şu anda sorun
Irak’ın geleceği değil ABD yönetiminin bundan nasıl etkileneceğidir. Aslında
Irak’ta ABD yönetimin geleceği belirlenmektedir.
Bush yönetimi Irak’ı bir hedef değil
daha büyük bir operasyonun başlangıç noktası olarak düşünüyordu ama
Türkiye’nin dışarıda kalması olayı lokal hale getirdi. Kimse Irak’ın ne
olacağını düşünmüyor bile. Düşünülen sadece çözümün yaratacağı etkiler.
Kürtlerın çatışma dışında tutulması
bu nedenledir. Eğer sorun Irak’ın geleceği olsaydı onlar ön sırada yer
alırlardı ama eğer hesap Irak’ın dışındaysa ve ABD yönetimine yönelik bir
yıpratma operasyonu söz konusuysa Kürtleri ışın içme sokmanın hiçbir faydası
olmadığı düşünülmektedir.
ABD yönetiminin tek hedefi Irak’tan
en kısa sürede kurtulmaktır. Orayı kimin kontrol edeceği, hangi gücün iktidara
geleceği umurunda bile değil. Eğer kendisine kamuoyunda bir zarar vermeyeceğini
bilse İran’a bile teslim edebilir. Çünkü hedef hiçbir zaman Irak değildi.
Gerçek güç mücadelesi ABD’nin içinde
ve yansıması AB’dedır. Çözüm ABD yönetiminin yara almayacağı ama Irak’ta da
olmayacağı bir formülün bulunmasında yatmaktadır. Bu çözüm Kürtlerın ön planda
olmasma imkan vermemektedir.
Bir süre sonra dikkatlerin bölgeden
uzaklaşıp AB içine çevrileceğini tahmin ediyorum. Irak’ta yaşanılan prestij
kaybı Avrupa’daki etnik ve din kökenli çatışmalarla dengelenebilir. Avrupa’daki
PKK
karşıtı tavır, fiıh bir durumdan çok
istihbarat raporlarına dayanıyor olabilir. Şu anda herhangi bir eylem yokken bu
örgütü terörist ilan etmelerini, sırt Türkiye’ye destek olarak algılayandayız.
Avrupa yi yabancı düşmanı bir tavır içine sokacak eyıemlerın ve zaten yeterli
bir sıyası desteğe sahip olan ulusçuluğun, bir tepki olarak, artacağını söyleyebiliriz.
Ben bir bakış açısı öneriyorum ve
olayları dar çerçevede analız etmenin yanlış olacağını, ulusçular ile
küreselcilerin çatışmasında ne anlam taşıdıklarına bakmak gerektiğini
söylüyorum.
Fransa’da başlayan ve Avrupa
ölçeğinde etkili olacağı anlaşılan olayların sosyal dengesizlikle ve
ezilenlerin başkaldırısı olarak açıklanacağını söyleyebiliriz. Ama bu bakış
açısı hemen şu soruyu akla getirir: Aynı şartların, daha da ciddi boyutlarda
var olduğu başka yerlerde neden benzer olaylarla karşılaşılmıyor? Mesela
nüfusunun yüzde sekseni yabancı olan Abu Dabi’de yerliler efendi, diğerleri köle
konumundayken ezilenler kendilerini ış buldukları için şanslı kabul ediyor ve
köleliklerini bir imtiyaz sayıyor? Daha açık bir ifadeyle dünyanın herhangi
bir ülkesinde başkaldırı ıçm bir sürü sebep bulunabilir ama olaylar sadece
belli yerlerde çıkar. Dengesizlik ve var olan ortam bir başkaldırı
potansiyelidir ama onu harekete geçiren başka bir etkenin olması
gerekir.
Olaylar bir kaza sonucu başlamış
olmasına rağmen örgütlü bir tepkinin varlığı gözleniyor. Buradan şöyle bir
sonuç çıkarabilir mıyız: Bir odak Avrupa'daki gelişmeleri etkilemek ıçm çok
önceden hazırlıklar yapmış ve gerektiği anda kontrol ettiği güçlen sahneye
sürmüştür. Hiçbir örgütlenme bir anda gerçekleştirilemez ve eğer Fransa’daki
başkaldırı örgütlü olarak sürdürülüyorsa ve Avrupa’nın başka yerlerine de
sıçrayacaksa bu bir politikanın parçasıdır.
Bilgisayarınızın başına geçin ve
şöyle bir program hazırlayın: İslam dünyasıvla Avrupa ülkeleri arasında bir
gerginlik yaratmak ve Avı tıpayı sıyası olarak ıç sorunlarıyla meşgul edip
dünyadan soyutlamak için ne yapılabilir sorusuna cevap arayın. Tüm verilen
bilgisayara yükledikten sora elde edeceğiniz çıktı şöyle olabilir mı? Avrupa'da
ekonomik daralmadan en çok etkilenecek kesim göçmenlerdir. Aynıca işsizlik
korkusu yerli halkta yabancı düşmanlığını tahrik eder. Petrol fiyatlarını
artırırsanız bu sonuçların çoğuna ulaşırsınız ve en küçük bir tahrikte,
önceden hazırladığınız örgütlenmeyi kullanarak, göçmenlerle yerliler arasında
aşılmaz bir duvar örersiniz. Bu aynı zamanda bir İslam düşmanlığını yaratır.
Fransa olayları bastırmak
isteyecektir ve bu konuda kamuoyundan büyük bir destek görecektir. Fransız
halkı haksız bir saldırıya maruz kaldığını düşünecektir ve bunda sonuna kadar
haklıdır. Arabası yakılan, malları tahrip edilen bir Fransız’ın kendini suçlu
ve sorumlu sayması ıçm hiçbir neden yoktur. Bireysel haklılık, toplumsal bir
kayba neden olacak ve yabancı düşmanlığı önemli siyasal sonuçlar
yaratacaktır.
Böyle bir olaya karşı nasıl tepki
gösterilmelidir? Kanunsuzluğa ve holıganlığa karşı kayıtsız kalınabilir mi? Bu
soru bize sor alsa cevabının kesin bir hayır olacağından hiç şüphe yok.
Nitekim biz terör dediğimiz olaylara karşı sadece bastırmayı düşündük. Ama başka
türlü davrananlar da var. Mesela Rusya benzer olaylarda, yanı İslamcı denilen
teröristlerin eylemlerine karşı sert tepki göstermedi ve olanları sineye çekti.
Ayrıca sorunu ABD yönetimiyle siyasal planda ele aldığı ve bir uzlaşmaya
vardığı da tahmin edilebilir. Yanı bu gibi olaylarda sadece ıç tedbirler
yeterli olmayabilir ve olayı sıyası planda çözmek gerekebilir.
Olay sıradan bir kanunsuzluk ya da
ezilenlerin başkaldırısı olarak değerlendirilemez ve önemli siyasal sonuçlar
yaratmaya ge-
bedir. Bundan Türkiye’nin AB ile
ilişkileri de etkilenecektir Avrupa’da gelişecek genel bir İslam karşıtlığını
Türkiye’ye yansıması kaçınılmazdır.
En önemli sonucun Avrupa’da gelişecek
ulusalcılık ve içine kapanma eğilimi olacağı söylenebilir. Bunu pekiştirmenin
ve genelleştirmenin yolu olayların yayılmasıdır. Bugüne kadar önemli bir operasyona
maruz kalmayan Berlusconı İtalya’sının hedef tahtasında olması gerekir.
Schröder’ın iktidardan uzaklaşması Almanya’yı bir ölçüde tehlike sınırının
dışına taşısa bile ulusalcıların kemikleşmesi için eylemler düzenlenebilir. Ama
asıl merak ettiğim gelişmelerin İngiltere’ye nasıl yansıyacağı. Çünkü
İngiltere’nin bir yandan bu konularda dünyanın en tecrübeli ülkesi, diğer
yandan ulusalcı akımlara karşı olan cephenin karargahı olması bu ülkeyi ilginç
hale getirmektedir.
Bugünlerde halkımızda kötümserliğin
egemen olduğunu ve bunun giderek derinleştiği gözleniyor. Oysa ben ülkemizin
önünde yem ufuklar açıldığını, durumumuzun, dünya geneline göre, daha iyi
olduğunu düşünüyorum. Bu, iktidarın başarılı oldukları yönündeki söylemlerine
katılmak değil, sadece tarihin seyrinin lehimize geliştiği anlamındadır. Ayrıca
siyasal iktidarın kaygılı olduğunun da farkındayım.
Kendimi amuda kalkarak çevreyi
seyreden bin gibi görüyorum. Büyük çoğunluğun endişelerine katılmıyorum ve ülkemizi
bekleyen ciddi bir tehlike olduğu inancında da değilim.
Dünyayı doğru algılamak isabetli
kararlar almanın temel taşı niteliğindedir. Gerçek bir tehlikeyi görmemek
gaflettir ama olmayan bir tehlikenin korkusuyla kararlar vermek de aynı
derecede kayba reden olur.
Önce sadece bizim değil tüm dünyanın
kaderinin yeniden şekillendiği bir dönemden geçtiğimizi kabul etmek gerekir.
Bizim için zarar verici olan şartlar başkaları için yıkıcı olabilir ve bu, en
büyükler de dahil, her ülke için geçerlıdır. Hatta şu anda çözümü bı- lınmeven
büyük sorunların genel bir tehlike haline dönüştüğü söylenebilir. Dünyada var
olan ekonomik düzen hızla sürdürülemez bir konuma gelmekte ve bir büyük ülkede
başlayacak krizin, domino etkisiyle tüm sistemin çökmesine neden olma ihtimali
büyüktür. Ayrıntıya girmeden bir örnek verebiliriz: ABD’deki yurt ıçı tasarruf
oranı, yıllardır, sıfırdır ve ekonomi dış kaynaklara muhtaç durumdadır. Bu
gidişin nasıl durdurulacağı da bilinmemektedir. ABD’nin karşılaşacağı bir sorun
onun için değilse bile başkaları için yıkıcı etkiler yaratabilir
Kaotık bir ortamın herkes için risk
taşıması şart değildir. Bundan çok zarar görenler olduğu gibi kazananlar da
olabilir. Türkiye’nin karşılaşacağı riskler olsa bile bunlar yıkıcı boyutta
değildir. Bizim en büyük eksiğimiz olayları doğru değerlendırememek ve her şeyi
önceden bildiğimiz şablonlara göre tanımlamaktır. Bizim için her olay Birinci
Dünya Savaşı sonrasının bir benzendir ve çözüm İstiklal Savaşındaki
fedakarlıkları tekrarlamaktan geçer. Oysa ne sorunlarda bir benzerlik vardır
ne de aynı metotlarla bir çözüme ulaşılır. Böyle bir benzerlik kurmak halkı
yenilmişlik psikolojisinin içine iter ve kurtulmak tek hedef haline gelir. Şu
anda ne yenilmiş durumdayız ne de kurtarılacak bir şey var. Nasıl kurtuluruz
sorusunun yerini ne yapabiliriz almalıdır ve bunun sonucunda daha iyi bir
konumda olacağımız bilinmelidir. Kimse bana bu sürecin sonunda, mesela,
Barzani’nin kazanacağını ve Türkiye’nin kaybedeceğini anlatamaz. Bu
hayalden de öte bir şeydir.
Eğer sağda solda patlayan birkaç
bomba, katledilen insanlar bizi ümitsizliğe götürüyorsa bu tehlikenin ciddi
olduğu anlamına gelmez ama olayların arka planını göremediğimizin kesin bir
deli-
İldir. Dünya yeniden kurulurken havai
fişek atılacağı herhalde beklenemez. Eğer doğru bir siyasi değerlendirme
yapılsa bunun ülkemize herhangi bir zarar vermesinin mümkün olmadığı görülür.
Bunlar mantar tabancası gibidir. Korkutur ama öldürmez. Korktuğunuz ne varsa
gerçekleştiğini düşünün ve bunun ne anlama geldiğini, sizin buna vereceğiniz
karşılığın hasmınızda ne ölçüde öldürücü bir yara açacağını düşünün.
Muhtemelen korktuğunuza değmediğini göreceksiniz.
Tepkiler ve duygusal tavırlar hiçbir
sonuç vermez. Bir karar aldığınız zaman, içinizde en küçük bir kızgınlığın
bile olmadığını, bir satranç masasındaki kadar sakın olduğunuzu hissediyor ve
hamlenizi yapıyorsanız Türkiye’nin kaybetmesi bir mucize olur.
1980 öncesi herkesin endişeler içinde
olduğu bir dönemde olayların sadece bir darbe hazırlığı olduğunu düşünüyor ve
söylüyordum. Herkes hata yaptığımı düşündü ama ben haklı çıktım. Bugün de
karşılaştığımız risklerin yaralayabileceğim ama öldürücü olmadığını
düşünüyorum. En riskli yanımız herkesin büyük başarılar gördüğü iktisadı
alandadır ama onun da çaresi bulunur.
Ebu Garip Hapishanesindeki işkence
görüntülerinden sonra şimdi de CIA sorgu evlen gündeme taşındı. Her ikisinde de
işkence yapıldığı söyleniyor. Üstelik CIA operasyonlarında insan kaçırma da söz
konusu. îlk bakışta benzerlik gösteren bu olaylar birbirinden tamamen
farklı.
Hapishanedeki bir insana kötü
davranma bir amaca yönelik değildir. Hapishane görevlileri karşısındakini
düşman saymakta ya da çoğunlukla onu bir eşya gibi görmektedir. ABD
askerlerinin davranışı Amerikan toplumunun bir ürünüdür ve savaşın
kazanılmasına hiçbir katkıda bulunmaz. İşkence yapan bu olaydan herhangi bir
sonuç beklememekledir. Sadece
içindeki şiddet eğilimlerini tatmin etmekte ve hiçbir değer atfetmediği insana
yaptıklarının bir olumsuzluk olduğunu düşünmemektedir.
Uygulanan şiddetin karşısındakini
sındırdığı de söylenemez. Mahkum zaten sinmiştir, diğerlerinin bundan korkması
ve direnişten vazgeçmesi ıçm teşhir edilmesi gerekir ama bunun yaratacağı direnme
içgüdüsü çok daha şiddetlidir.
ABD askerlerinin esirlere davranışı
savaşın seyrinde sanılandan daha büyük etkiler yarattı. Kurtarıcı ve özgürlükçü
rolünü oynayan ABD’yı, korkulan ama bu korkunun teslimiyet değil bir karşı
koyma güdüsü yarattığı bir konuma sürükledi.
Korkunun karşıdakini sindirmesi ıçm
belirli bir eylemin cezalandırılacağı, uygun davranışların ödüllendirileceği
intibaı uyanmalıdır. Sırf öteki olduğu için aşağılanan, güvende olmak ıçm
yapabileceği hiçbir şey olmayan insan ölümüne direnir. Irak’ta ABD’nin konumu
budur.
Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bölgede
birtakım operasyonlar yapması ihtimalinin yüksek olduğunu ve ABD’nın konumundan
ders alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu, her eylemin hoşgörüyle karşılanması
anlamına gelmez ama temel bir ilkeden söz edilebilir, insan değil eylem
cezalandırılır. Yani belirli ve iyi tanımlanmış eylemlerin cezalandırılacağı,
bunun dışında bir davranış sergilenmeyeceğim karşı taraf bilmelidir. Susurluk
benzen bir mücadele tarzı ne insanidir ne de başarılı olması söz konusudur.
CIA operasyonları bundan tamamen farklı
niteliktedir. Askerlerin davranışları bireysel ve amaçsız olduğu halde CIA
eylemleri kurumsaldır ve yapılan her şey önceden tasarlanmış bir plana
dayanır.
Burada bir çelişkiye işaret etmek
gerekir. İstihbarat operasyonlarının hepsi, operasyona maruz kalanlar
açısından hukuk dışıdır. İster haber alma, ister yönlendirme amacıyla yapılsın
bunların hu-
kuka uygun olmadığı açıktır ama
istihbarat örgütlerinin ışı de budur. Yani yapan ülkenin kanunlarına uyan her
şey maruz kalan açısından hukuk dışıdır. Bu nedenle istihbarat operasyonlarını
hukuk açısından irdelemek abesle iştigaldir.
Bu nedenle CIA operasyonlarını kendi
mantığı içinde değerlendirmek gerekir. ABD hukuk içinde kalmak için bir yol
izlemektedir. Operasyonlarını ülke içme taşımamakta, yakaladığı ve
sorgulayacağı kişileri ülkesi dışında tutmaktadır. Sizce CIA’nın hedef kişileri
ABD yerine yabancı ülkelerde tutmasının sebebi nedir7 ABD’ye kadar
taşımanın zahmetli ya da masraflı olacağını mı düşünmektedir7
ABD basit bir formül uygulamaktadır:
Kendi ülkesinde bir kişiyi tutamaz ve sorgulayamaz. En iyimser bakışla suç olan
bir fiili gizli yapmak zorunda kalır. Oysa ülkesi dışında yapacağı her
istihbarat faaliyeti meşrudur. Kendisi hukuk içinde kalmakta ama diğer ülkeleri
hukuk dışı davranışlarının üstünü örtmek zorunda bırakmaktadır.
Amerikan yetkilileri yakalama ve
sorgulamaları reddetmemekte ama bunun zorunlu olduğunu ve terörü önlemek
amacıyla yapıldığını savunmaktadır. Eğer bu sorgulamalar kendi ülkelerinde
yapılsaydı kanunlara uygun olup olmadığı da tartışma konusu olacaktı. Oysa
şimdi bu yükten kurtulmuş olduğu ve sadece gerekli olup olmadığının
tartışıldığı görülüyor.
Türkiye’deki bir hapishanede bir
tutukluyu sorgulayan CIA mensubu, kendi ülkesinin kanunlarına karşı
gelmemiştir. Bizim ve benzer ülkelerin konumları ise onu hiç
ilgilendirmemektedir.
CIA Başkanı Porter Goss kalabalık
bir heyetle Türkiye’ye geldi. Yapılan ilk yorumlar sürpriz olmadı. Goss PKK
konusunu konuşmak için buradaydı. Eğer CIA de ziyaretin böyle yorumlanmasını
istemeseydi tepkileri okkalı bir küfür olurdu. Bir fiskede tozunun bile
kalmayacağı bir örgütün en büyük
sorunları olduğunun söylenmesini bir hakaret olarak algılarlardı. Ama onlar
El-Kaide’yı dünyanın, PKK’yı da Türkiye’nin en büyük sorunu kabul ettirmenin
keyfini sürüyor olmalıydılar. Önümüzdeki günlerde tüm müzakerelerde P- KK’nın
nasıl bertaraf edileceğinin konuşulduğu ve CIA Başkanı’nın sıkıntıdan
tırnaklarını yediği yazılırsa şaşırmam.
Ayanın kırk türküsü vardır, kırkı da
ahlat üstüne sözünü hatırlatacak yorumlar yapılacağını ve PKK odaklı bir sürü
senaryonun gündemi dolduracağını söyleyebiliriz. Böylece onlar da ne
konuştukları ve ne yapacakları hakkında açıklama yapmaktan kurtulacaklar.
Eğer bu çok önemli konunun dışında
bir şeyler de konuşulursa bunlar ne olabilir? Belki de kahve molalarında bazı
ayrıntılar da gündeme gelebilir. Mesela bölgenin geleceği hakkındaki projeler üzerinde
konuşulabilir.
istihbarat örgütleri politika üreten
kuruluşlar değildir. Ya da en azından teorik olarak böyledır. Siyaset üreten
odaklar, görünüşe göre hükümetler, bir proje belirler ve silahlı kuvvetler,
istihbarat örgütlen ile ilgili diğer kurumlar bunu uygularlar. CIA başkanı
böyle bir projenin uygulanması konusunda mutabakat sağlamak üzere buraya
gelmiştir ve misyonu sanılanın çok ötesindedir.
Çıkaracağımız ilk sonuç, Türkiye’nin
yapılacak operasyonun hedefi değil ortağı olduğudur. Bu, ülkemizin hiçbir
operasyona maruz kalmayacağı anlamına gelmez ama açık bir hedef olmayacağı söylenebilir.
Bölgedeki operasyonlarda, hatta genel
olarak, silahlı kuşetlerin baş rolde olduğu düşünülür ve görüntü de bu
biçimdedir.'Mesela Irak harekatında asken birlikler ön plandadır. Oysa ordu
gücü, istihbarat ve siyaset aklı temsil eder.
İstihbarat operasyonlarının önemli
bir bölümü halkın hazırlanmasıdır. Bu amaçla kapsamlı bir yönlendirme
operasyonu yapılır.
Hedef alınanlar hakkında olumsuz,
desteklenecekler için övücü yayanlar yapılır. Biz kapalı kapılar arkasında
neler konuşulduğunu ancak sonuçlarına bakarak değerlendirebiliriz. Bu bakımdan
önümüzdeki günlerdeki gündem, alınan kararlara ışık tutacaktır.
Ancak görüşmelerin CIA uçakları ya da
PKK ile sınırlı olmayacağını hatta bunların önemli olmadığını söyleyebiliriz.
Irak’ın yeni şekli ve Türkiye’nin rolü başlıca gündem maddesi olmakla birlikte
daha geniş bir çerçevede mutabakat aranması mümkündür.
Suriye’ye uygulanan baskı politikası
Beşar Esad'tan çok çevresiyle ilgilidir ve iktidara yeni bir biçim vermeye
yöneliktir. Bu ülkeye bir müdahale ancak bu politikanın başarısızlığa uğraması
ve Esad çenesinin temizlenmemesi halinde söz konusu olabilir.
İran’ın İsrail’e yönelik sert
açıklamaları bölgede İsrail'le işbirliği yapan gruplara ve özellikle Barzani’ye
karşı bir göz dağı niteliğindedir. Bu, aynı zamanda, ABD’nin çekilmesi
halinde, İran'ın Irak’a yönelik eylemleri olabileceğinin delilidir. Bu durumda
taraflardan bin olan Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler önem kazanır.
Müzakerelerde bu konunun yer alacağı söylenebilir.
Bütünüyle bakıldığında sıradan
olmayan, servisler arası boyutunun sıyası boyutundan daha önemli olduğu bir
ziyaret söz konusudur ve bölgeyi de ilgilendirecek sonuçlar yaratması
beklenir. Ancak Türkiye gelişmelerin konusu değil tarafı kabul edilmiştir.
Bunun Türkiye’deki iç gelişmelere
etkisi olabilir mı sorusunun cevabı yoruma bağlıdır. Devlet bölgeyle ilgili
politikasını tek elden ve bir bütün olarak belirlerse herhangi bir sorun
çıkmaz. Ancak görüş ayrılıkları olursa bunun ıç politikaya yansımaları
olabilir.
Bu olayın iki farklı yönünü
birbirinden ayırmak gerekir. Askerlerimizin tutuklanması ve sorgulanması bir
yol kazası gibi görünü-
yor ABD albayı eylemi yaparken görev
alanı içinde olduğunu düşündüğü bir operasyonu gerçekleştiriyor ve bunun
sıyası sonuçlarını, ıkı ülke arasındaki ilişkilere vereceği zararı ve bunun
ülkesinin genel politikasıyla uyuşup uyuşmadığını düşünmüyor bile. Hem bir
Amerikalının hem de bir askerin beklenen tavrını onun davranışında da
görüyoruz. Herkesi küçümsüyor ve gerekli gördüğüne inandığı bir eylemi
gerçekleştiriyor. Türk binbaşı çok daha bilinçli. Eyleme kolaylıkla karşılık
verebilecek eğitime ve cesarete sahipken emrindeki askerlerin en doğal
tepkilerini frenlemeyi başarıyor. Bir çatışma yaratmanın kolaylığını ve
sıradanlığını aşıyor. Bunun bir eziklik olmadığını, dayanışının muhatabıyla
kıyaslanmayacak kadar büyük bir cesaret ve özgüven gerektirdiğini düşünüyorum.
Daha sonraki gelişmeler binbaşının
davranışının doğruluğunu kanıtlıyor. Olayın sıyası boyutlarını hesap edebilen
kademelere doğru gittikçe tavır değişiyor, özür dileniyor ve askerlerimizin
başına geçirilen çuval, bir sokak çocuğunun ettiği küfrün ötesinde bir anlam
taşımıyor. Eğer üst kademelerde de çuval olayını benimseyen tavır olsaydı ona
karşılık verilmesi gerekirdi ve bu karşılığın verileceğinden de en küçük bir
şüphe duymaya gerek yoktu. Türk tarafının eylemsizliği yapılanı kabul etmek
değil, böylesıne vahim bir olayı tırmandırmaktan kaçınmak olarak kabul
edilebilir. Sözlerim eylemi küçültmek amacı taşımıyor. ABD tarafının üst
düzeydeki tavrı zaten onun ne kadar sorumsuz bir dayanış olduğunu gösteriyor.
Bir dayanışa karşılık verildiği zaman
bunun olayı gerçekleştiren iradeyle sınırlı olması gerekir. Bir şirketin orta
düzeyde bir yöneticisini cezalandırmak amacıyla işletmenin tümünü yakmak doğru
bir dayanış olmaz. Olayın zorluğu buradadır ve verilecek bır karşılık Türkiye
ile ABD arasındaki ilişkileri onarılmayacak ölçüde zedeler. Böyle bir kararın
verilmesi de mümkündür ama bunun farklı bir hesaba dayanması gerekir.
Olayın ikinci boyutu onun yeniden
gündeme taşınmasıdır İlk bakışta kapanmamış bir hesabı yeniden tartışmak olarak
algılansa bile asıl amaç siyasıdır. Son zamanlarda asken alanda Türkiye ile ABD
askerleri yetkilileri arasında sıklaşan temaslar ve bunların Ortadoğu
politikasında yem gelişmelerin bir işareti olarak algılanması bazı çevrelerde
rahatsızlık yaratmış olabilir. Bir işbirliğini engellemenin en kolay yolu
bunun psikolojik ortamını bozmaktır.
Bu temaslarda neler konuşulduğunu
bilemeyiz ama tahmin edebiliriz ve bu tahminlerin doğruluğu sadece bir
ihtimalden ibarettir. Genel bir bakış açısıyla şunları söyleyebiliriz: ABD’nın
Irak'takı askeri varlığı giderek daha çok tartışılmakta ve özellikle ABD içindeki
muhalefet nedeniyle uzun süremeyeceği anlaşılmaktadır. Irak’- ta oluşacak güç
boşluğunun nasıl doldurulacağı bir soru işareti olarak
durmaktadır.
Aslında Irak’ın durumu, tek başına,
çok anlamlı değildir. Ancak buradan başlayan gelişmeler Ortadoğu’nun tümünü ve
bu da dünya ölçeğindeki büyük çatışmanın kaderini etkileyecek hatta belirleyecektir.
ABD içindeki çatışma sıradan bir iktidar- muhalefet rekabetinin ötesinde
anlamlar taşımakta,dünyada kurulacak yeni dengenin biçimi belirleyecek
dinamikler taşımaktadır. Bu nedenle bir rekabetten çok bir savaş niteliği
taşımaktadır. Türkiye ile ABD yönetimi arasında gerçekleştirilecek bir
işbirliği ve Türk askerlerinin oymayacağı rol belirleyici hale gelmektedir. Bu
noktada sorun AB- D’nin kazanması ya da kaybetmesinin ötesinde anlamlar
taşımakta ve ABD içindeki muhalif güçlen, Bush kanadının kaybetmesi için
ABD’nın zarar görmesini bile göze alabilecek bir çizgiye taşımaktadır. Çuval
olayını yeniden gündeme getirenlerin arka planında kimlerin
olduğunu düşünüyorsunuz?
GEÇİRENLER
Birkaç
gün sonra ABD askerleri bir birliği basar ve askerlerimizin başına çuval
geçirerek başka bir yere götürürler. Birliğin başındaki binbaşı son derece
gergindir. Kendisine verilen kesin emirle, karşılaştığı muamelenin kötülüğü
arasında bocalar ama emre uyar. Sorgulanacakları yere götürülürken bir çavuş
binbaşıya:
-Komutanım
neden bize böyle bir emir verdiniz? Kadın kılığına gir deseydiniz daha az
yıkılırdım!..
-Bu
ne biçim konuşma Mehmet, bizim töremizde komutanına böyle hitap etmek var mı?
-Komutanın
siz bize askerin ağzı değil silahı konuşur derdiniz. Silahımı susturdunuz onun
için konuşuyorum. Orada çatışsaydık öleceğimiz kesindi ama ben ölümü tercih
ederdim.
-Vatanın
askerinden isteyeceği şeylerin sınırı yoktur. Şu anda can vermekten daha
fazlasını verdiğini ben de biliyorum. Sen benim nasıl kahrolduğumu biliyor
musun? Bu zillete sadece ülkem için katlanıyorum.
-İnşallah
bu işten sağ çıkmam. Eğer sağ çıkarsam görevimden ayrılmak istiyorum. Ülkeme
her şeyimi veririm ama siz benden haysiyetimi vermemi istediniz. İnsan
kalabilmek için bu görevi yapıyoruz. İnsanlığımı elimden alırsanız yaptığımız
işin ne anlamı kalır? Beni bu görevden alın çünkü bir daha böyle bir emrinizi
dinlemem ve dövüşürüm. İnsan olmayandan asker olur mu?
Götürüldükleri
yerde elleri çözülünce Mehmet Çavuş kendisini getiren Amerikan askerine bir
yumruk atar. Araya hemen Amerikalı albay girer ve Amerikan askerinin karşılık
vermesini engeller. Asker:
-Albayım
bu esir bana yumruk attı siz beni engellediniz!
-O
esir değil bir misafir, bir yumrukla ucuz atlattık sayılır.
Binbaşı
komutanlarından gelen emirlere, Amerikan albayının tavrına bir anlam veremez
ama bir şeyler olduğunu sezinlemektedir. Mehmet Çavuş’a döner;
-Hırsını
aldın mı Mehmet? Ama gene de yaptıklarından hoşnut değilim. Dönünce seni özel
kuvvetlerden aldıracağım. Sen emir dinlemenin ölmekten daha önemli olduğunu
anlamamışsın!