Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

BAŞIMIZA ÇUVAL GEÇİRENLER

 

 

 

  Truva Yayınları, 2006
 Prof. Dr. Mahir Kaynak

BAŞIMIZA
ÇUVAL
GEÇİRENLER

MAHİR KAYNAK

1934’te Gaziantep’te doğan Mahir Kaynak, ilk ve orta öğrenimini burada yaptıktan sonra 1948 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ne girdi. 1953’te Harp Okulu’nu bilirdi, 57’de askerlikten ayrıldı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fa- kükesi’nden 1961 yılında mezun olarak aynı yerde asis­tanlığa başladı. 1965’te doktorasını tamamladı ve 71’de doçent Unvanını aldı. Aynı yıl atandığı MIT’ten 1980’de; - 1989’da iktisat profesörü olduğu- Gazi Üniversitesi’nden de 1993’te emekliye ayrıldı. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Truva’dan çıkan kitapları:

Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye Üzerine Stratejik Analizler (3 Baskı; Mart 2005, Nisan 2005, Ekim 2005)

Maskeli Balo - Türkiye, ABD ve Diğerleri (Ağustos 2005)

İÇİNDEKİLER

SENARYO / 7
OYNAYANLAR/21
SES/57
GÖRÜNTÜ/101
YAPIMCI /149
YÖNETMEN/183

SENARYO

11 Eylül’den sonra ABD kuvvetleri Afganistan’ı işgal etmiş, I- rak’ın ikinci hedef olacağı kesinleşmişti. Saddam’ın kitle imha silah­larına sahip olduğu ve bunun çevre ülkeler için bir tehdit oluştur­duğu söyleniyordu. Ama asıl korunmak istenenin İsrail olduğuna dair yaygın bir kanaat vardı. TBMM, ABD güçlerinin İrak harekatı esnasında Türkiye’deki on beş üs ve tesisten yaralanmasına hazırlık olarak bu üslerin yenilenme ve genişletilmesini kabul etmişti ve ABD bu konudaki çalışmalarını başlatmıştı. Bu tesislerde seksen ila yüz bin ABD askerinin ve üç yüz civarında uçağın konuşlanacağı söyleniyordu. Bu sırada Pentagon görüşmek üzere bir Türk askeri yetkilisini Washington’a davet etmişti. Bu iş için görevlendirilen Ge­neral Murat Ilbeyi muhatabı ABD generali Richard Brad’ın ofisine girdi İki general NATO görevlen sırasında tanışmışlardı ve birbirle­rini yakından tanıyorlardı. General Brad, llbeyı’ni dostlukla karşıla­dı. Kısa bir hatır sormadan sonra Ilbeyi,

-Eğer siz davet etmeseydiniz görüşme talebi bizden gelecekti. Önemli bir dönemden geçiyoruz ve çözülmemiş bazı sorunların ol­duğunu düşünüyoruz.

-Haklısınız generalim... ABD, Irak’ı işgale karar verdi ve kuzey cephesi Türkiye üzerinden geçilerek açılacak. Hükümetim Türki­ye’de hava ve kara birlikleri konuşlandırmak istiyor.

-Biz Irak harekatı için kuzeyde bir cephe açılmasının gerekli ol duğunu düşünmüyoruz. Aslında Irak’ın işgalinin tamamlanmış ol­duğu, yapılacak harekatın, fiili durumun bir tescilinden ibaret ola­cağı kanaatindeyiz. Bu nedenle konuşulacak meselenin boyutunun Irak’ı çok aştığı düşüncesindeyiz. Saddam kuzey ve güneyi kontrol edemiyor. Petrol ihracı ve karşılığında mal ithali hem sınırlandırıldı hem de BM kontrolüne verildi. Silah almak bir yana günlük ihtiyaç­larını bile karşılayamıyorlar. Tüm önemli savunma tesisleri sızın ve Ingiltere’nin hava saldırıları sonucu tahrip edildi Irak’ta bir karışık­lık çıkarmak ve Saddam’ı bertaraf etmek son derece kolay. Kürtler ve Şiilerin bu konuda yardımcı olacakları çok açık. Böyle bir ülkeyi işgal etmekle ödenecek bedelin, sağlayacağı yarar yanında çok an­lamsız olacağını biliyoruz. Niyetiniz nedir ve neden ülkemize gel­mek istiyorsunuz?

-Gelmek isteyen biz değiliz. Asker tarafı bu konuya çok soğuk bakıyor ama Bush’un etrafındaki “Neo-Conlar” bir model oluştur­muşlar. Irak bahanesiyle ülkenize geleceklerini ve sonra savaşı etra­fa yayıp sizinle birlikte hareket edeceklerini hesaplıyorlar. Sıyası çevrelerdeki etkileri nedeniyle bu konuda bir güçlükle karşılaşma­yacaklarını düşünüyorlar. Biz bu durumun yaratacağı sorunların farkındayız ve Türkiye gibi önemli bir müttefiki sonu belirsiz bir macerada kaybetmek istemiyoruz. Irak’ta başlayacak ortak bir hare­kat, olaylara bakış tarzımızdaki farklılıklar nedeniyle iki ülke arasın­da ciddi gerginlikler yaratabilir

-Sız talep eder, biz de kabul edersek bir sorunlar yumağının içinde bulacağız kendimizi. Bu konuda kamuoyunun nasıl oluşaca­ğını tahmin etmek çok zor. Çok yönlü propagandalar altından kal-

kılması zor sorunlar yaratabilir. Neo-Con’lar Büyük Ortadoğu Pro­jesi çerçevesinde yapacakları operasyonlarda, Türkiye’yi yanlarına alarak İslam karşıtı görüntüden kurtulmak istiyorlar.

-Siyasetçi için başarı yönetimlerinin başarısıdır. Oysa biz Türk- ABD ilişkilerini çok daha geniş kapsamlı ve uzun vadeli değerlendiri­yoruz. ABD büyük ve güçlü bir ülkedir ama sorunlarının büyüklüğü onun bu gücünü kullanmasına izin vermeyebilir. Sızın de söylediği­niz gibi sorun İrak değildir ve Irak bizim projelerimizde herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Dünyada tek gücün olduğunu ve bize karşı duracak kimsenin olmadığı düşüncesinin bir fanteziden ibaret olduğunu biz de biliyoruz. Yeni dengenin nasıl kurulacağı konusun­da herkes kendine göre bir proje üretiyor. Pentagon yeni dönemin bir imparatorluklar çağı olacağını düşünüyor ve küreselleşmenin ger­çekleşeceğine inanmıyor. Küreselciler ekonomik araçların bütün so- runları çözeceğine ve ABD öncülünde kurulacak hatta kurulmuş olan dengenin sürdürülebilir olduğunu düşünüyor Bu yapı çok kırılgan olabilir ve ABD bir günde kendisini ekonomik bir kaosun içinde bu­labilir. Eğer bir ülke ürettiğinden fazla tüketiyorsa bu durum ya güç kullanarak ya da güvene dayanarak sürdürülebilir. Küreselciler kur- duklan modelin güvene dayandığını ama kimsenin bunu bozmakta yararı olmayacağını düşünüyor. Bu tek boyutlu bir bakış açısıdır. Eğer bizim dışımızdakıler oluşacak bir kaostan ABD’nın daha zararlı çıkacağını kestirirlerse büyük zararları göze alabilir. Herkes yıkılır a- ma biz daha çok yıkılırız. Bu nedenle askeri üstünlüğümüzü sürdür­mek zorundayız. Bu konuda size ihtiyacımız var. Biz bir ülkeyi imha edebiliriz ama işgal edemeyiz. Sız imha edemezsiniz ama bir işgal gü­cü olabilirsiniz. Eğer Irak operasyonu nedeniyle aramızdaki bağlar onarılamaz biçimde koparsa ABD bölgede tek başına kalacaktır. Bun­dan sonrası ABD’nin genel gerilemesinin başlangıcı olabilir.

-Tek başınıza kalmazsınız. Ingiltere var, Kürtler var, İsrail var... Bunlar size yetmez mi?

-İngiltere kendisini bir aktör devlet olarak görüyor Onun ama­cı birlikte kazanmak değil bizim kaybetmemiz ve doğacak boşluğu kendisinin doldurması. Sızın de devre dışı kalmanızdan mutluluk duyacaklardır. Çünkü bu durumda İngiltere’ye istediğini vermekten başka çaremiz kalmayacak. Küreselciler şu anda İngiltere’yi kullanı­yorlar ve bizi de İngiltere üzerinden kontrol etmek istiyorlar.

-Kendinizi küreselcilerden ayrı tutuyorsunuz.

-İnsanlar sadece din veya ırkları farklı olduğu için mı ayrı poli­tikalar izlerler? Çıkar farklılığı her şeyin üstündedir. Sız bazı Kürtle- rin ayrılıkçı olduğunu söylüyorsunuz. Farklı soydan geldikleri yeni mi akıllarına geldi? Yoksa çıkarlarınız mı farklılaştı?

-Konumuza dönelim. Biz sizin Türkiye’de konuşlanmanızı is­temiyoruz. Irak’ı bir bahane olarak kullandığınızı biliyoruz ve ge­lecek için endişeliyiz. Bu politikanın sizin yararınıza olduğunu da sanmıyoruz.

-Aynı şekilde düşündüğümüz için mutlu oldum. Biz demokra­tik bir ülkeyiz ve son kararı siyasiler verir ama bizim de yapacağı­mız şeyler vardır. Biz onların karar verecekleri ortamı hazırlarız. Onlar bu şartlar içinde biz ne istiyorsak onu yaparlar. Tabii hür ira­deleriyle. Son sözü onlar söyler ama bu söz bizim istediğimiz gibi olur. Eğer prensipte anlaşırsak demokrasinin gereklerine tam anla­mıyla uyarak istediğimizi yaparız. Sız geçmişte doğrudan müdahale­ler yaparak yıldırımları üstünüze çektiniz ve ordunuz demokrasi karşıtı olarak algılandı. Bizim verilen kararlardaki etkimizin sizden az olduğunu sanmıyorum ama biz hep siyasilere itaat etmiş görün­tüsü verdik. ABD ordusunun hem en büyük güç olduğunu söyleyip hem de onun hiçbir şeyi düşünmediğini ve siyasilerin her dediğini yaptığını düşünmek bir çelişkidir. Biz düşünüyoruz ve etkiliyoruz ama daima dolaylı yollardan amacımıza ulaşıyoruz. Şimdi yine do­laylı olarak istediğimiz sonuca varacağız. Önce aramızda kontrollü

bir kriz çıkaracağız. Bu kriz şu anda birlikte hareket etmemizi en­gelleyecek ama köprüleri atmayacağız.

-Biz de böyle düşünüyorduk. Türkiye’deki askerlerinize kötü davranacağız ve bunu sınırlı tutacağız.

-Biz de size kötü davranırız ama bunun bir düşmanlığa dönüş­mesine izin vermeyiz. Böyle bir operasyon yaptığımız zaman bun­dan sizi haberdar etmeyeceğiz ama gerginliklerin silahlı çatışmaya dönüşmesini engellemenizi istiyoruz. Böyle bir gerginlik siyasilerin ortak hareket etmemiz yönündeki arzularını frenleyecektir. Görüş­melerimizi kayda geçirmemenizi istememin gereksiz olduğunu bili­yorum çünkü ben de bu konuda bir rapor hazırlayacağım. Ama bunlar kamuoyuna sızarsa tümünü inkar eder ve bir hayal ürünü olduğunu söyleriz. Unutmayan biz demokratik bir ülkeyiz ve siyasi­ler her karan kendi hür iradeleriyle alırlar. Onlara itiraz etmemiz söz konusu bile olmaz. Meclisinizin asker konuşlandırmamıza izin vermemesi gerekiyor. Siyasette etkileyeceğimiz bazı kişiler var. On­lar gururunuzu kıracak ve milliyetçi eğilimleri güçlendirecek beyan­lar verebilirler.

-Biz de böyle olması gerektiğini düşünüyoruz.

at»

Türkiye’de askerler ABD’nin Türkiye’deki üs ve tesisleri kullan­ması, ABD askerlerinin ülkemizde konuşlanması konusunda sessiz kalır. Meclis sürpriz bir kararla bu konudaki teklifi reddeder.

SİS

Fiilen siyasetin içinde olmayan ama ülke sorunlarıyla yakından ilgilenen iki kişi sohbet etmektedir. Konu ABD’nin Türkiye’ye yer­leştirmek istediği askerlerdir. Tarihçi olan birisi:

-ABD’nin Türkiye’yi işgal hevesinde olduğuna inanmıyorum

ama yaptıklarını da anlamıyorum. Planlarını karşılarında kimse yokmuş gibi uygulamalarının imkansız olduğunu bilmeleri gere­kir. Rusya’nın olup bitenleri sessizce izleyeceğini düşünmüyorlar- dır herhalde.

-Hayır, gerçekte ABD ile Rusya İkinci Dünya Savaşından beri dünya üzerindeki egemenlik konusunda bir anlaşma içindeler. Bize, Soğuk Savaş diye anlattıkları bir hikayeden ibarettir bu... Hiçbir za­man çatışmaya girmeyeceklerini biliyorlardı ve bir tarafın sürpriz yapmasını engellemek için gereken bütün önlemleri almışlardı. Kar­şılıklı tehdit olduğu biçimindeki söylem, onların kendi paylarına düşenleri kontrol altında tutmak için yazılmış bir senaryoydu. Bu­gün de aynı şeyi yapacaklarından hiç şüphem yok. Sovyetler Birli- ği’nin dağıtılmasının ABD’nin bilgisi dışında yapılmış tek taraflı bir hareket olduğunu sanmıyorum. Ama bugün her ikisinin de dışında yeni bir güç odağı oluştu. Küresel sermaye her ikisiyle de rekabet edebilecek bir güce kavuştu. Birlikte bunu tasfiye edecekler ve son­ra eski senaryoya benzer bir durumla karşılaşacağız. Bir yanda ABD, diğer yanda Rusya. Bunlar dünyayı yönetmeyi biliyorlar ve her ikisi de karşı tarafın diğeri olmasını istiyor. ABD petrol fiyatlarını artıra­rak Rusya’yı güçlendirecek; AB, Çin, Japonya ve bizim gibi ülkeler bunun yükünü sırtlayacak. ABD’dekı bugünkü yönetim petrol en­düstrisi, savaş sanayii ve ıç tüketime hitap eden malları üreten kesi­me dayanıyor. Küresel sermayenin petrol üzerinde hiçbir kontrolü yok. Onlar sadece finans kesimini kontrol ediyorlar ve dünyadaki hemen hemen tüm tasarrufları kullanıyorlar. Putin küresel sermaye­nin Rusya içindeki tüm kollarını budadı. Şimdi sırada AB içindeki etkinliğini yok etmekte. Küresel sermaye AB’yi bir üs olarak kullan­mayı düşünüyordu ve bu konuda en büyük destekçisi İngiltere. Eğer biz AB’ye girersek küresel sermaye AB’yi ele geçirmiş olacak. Ancak bu mümkün görünmüyor.

-Radikal İslam beni endişelendiriyor. Bunların eylemleri sür-

dükçe Batı kamuoyu İslam karşıtı hale geçecektir. Sıradan bir insa­nın radikal ve ılımlı ayrımını yapması beklenemez. Sanki İslam’la uğraşıyorlar

-Şunu ip anlamak gerek, geçmişte SSCB ve ABD silahlı bir ça­tışmaya girmemek için uzlaşmışlardı ama bu aralarında hiçbir reka­betin olmadığı anlamına gelmiyordu. İki sistem arasında amansız bir rekabet sürüyordu. Geçmişte komünistlere uygulanan taktikler şimdi Müslümanlara uygulanıyor. O zaman herhangi bir Doğu Blo­ğu vatandaşı cüzzamlı gibi görülürdü. Komünist olmak ya da ko­münist bir ülkenin vatandaşı olmak şüpheli olmak için yeterdi. Oy­sa şu anda aynı insanlarla iç içe yaşıyoruz. Müslümanların yaptığı söylenen eylemler onları eskiden komünistlerin düştüğü duruma düşürecektir. Bir süre sonra Müslümanlar büyük baskılarla karşıla­şırsa şaşırmam.

-Ben de bundan korkuyorum. Kullanılan sıfatlar bile aynı. Batı, özgür ve demokratik; Müslüman ülkeler, baskıcı ve totaliter. Geç­mişte de komünistler özgürlüklerine kavuşturulmaya çalışılırdı şim­di de Müslüman ülkeler.

-Yeni demir perde, Batı ile Müslümanlar arasına konacak gibi görünüyor. Bunun birtakım yan etkilen de olacak. Müslüman kar­şıtlığı, Hıristiyanlığın uyanışını sağlayacak ve bu Batı’da yeni kimlik haline gelecektir. Müslüman ülkelerdeki operasyonlar büyük bir ra­hatlıkla yürütülecek ve kimse oradaki olumsuz uygulamalardan şi­kayet etmeyecek.

-Siyasal İslam bir Batı projesiydi. Neden şimdi ona karşı böyle bir imha savaşı yürütülüyor?

-Küresel sermaye en büyük rakiplerinden biri olan petrolcüleri dize getirmek için petrol üreten ülkelerdeki halkı ele geçirmeyi ve böylece rakibim etkisiz hale getirmeyi planladı. Dikkat edersen ılımlı İslam modeli küresel sermayenin büyük desteğine sahip. Karşı

güç çok etkili bir metodu uygulamaya başladı. İslam’ı radikalleştirdi ve onun yaşamasını imkansız hale getirdi. Şu formülümü beğeniyor musun? Ilımlı İslam’ı, daha açık bir ifadeyle siyasal İslam’ı küresel sermaye destekliyor, Bush ve Putin’in temsil ettiği güç odağı bunu radikalleştiriyor. Usame Bin Ladın’ın Bush çenesine yakınlığı konu­sundaki söylentiler çok temelsiz sayılabilir mı?

-Türkiye’de siyasal İslam büyük mesafe kaydetti. Küreselcilerin desteği sürüyor. Çatışmanın ülkemize yansımaları nasıl olabilir?

-Geçmişte laikliğin şampiyonluğunu yapan ıç sermaye çenele­rinin siyasal İslam’a ne kadar hoşgörüyle yaklaştığını görüyorsun herhalde..Türkiye için sorun burada ve bu gibi sermaye sahipleri belki de ilk hedef olarak seçilir ve onların hizaya getirilmesi sağla­nır, yani eskisi gibi laik olurlar.

Türkiye’de konuşlanması planlanan askerler Akdeniz’de gemi­lerde beklemektedir. Ama Meclis’ten ret kararı çıkar. Gemideki su­bayların kızgınlığı gün yüzüne çıkmıştır. Türkiye gibi küçük bir ül­kenin dünyanın en büyük gücüne hayır demesini içlerine sindire­mezler. Sadece filo komutanı, sanki olacakları önceden biliyormuş gibi son derece sakindir. Çevresine denizin maviliğinden, havanın güzelliğinden ve seyahatlerinin ne kadar keyifli olduğundan söz et­mektedir.

General Murat llbeyı görüşmenin ayrıntılarını Genelkurmay başkanına anlatır ve olası bir gerginliğin nasıl yönetileceğini karar­laştırırlar. Kuzey Irak’taki birliklere bir emir gönderilir:

“Silahlı bir saldırı dışında, hiçbir şart altında, ABD askerleriyle çatışmaya girilmeyecektir. Emre uymayanlar büyük bir sorumluluk altına girerler.”

Bir gün General Richard Brad, General llbeyi’ni telefonla arar,

-Değerli dostum, zorlukları aşmakta yardımcı olacağınızdan eminim. Önümüzdeki günler için size şans diliyorum.

-General llbeyı bir kriz çıkacağını anlamıştır ve bölgeyi bizzat ziyaret etmeye karar verir. Kuzey Irak’taki birlikleri ziyaret eder ve durumun çok kritik olduğunu, gereksiz bir çatışmanın ülkeye bü­yük zararlar vereceğini, ABD askerlerinin kontrolsüz davranışlarıyla karşılaşabileceklerini, sabırlı olmalarını söyler.

Birkaç gün sonra ABD askerleri bir birliği basar ve askerlerimi­zin başına çuval geçirerek başka bir yere götürürler. Birliğin başın­daki binbaşı son derece gergindir. Kendisine verilen kesin emirle, karşılaştığı muamelenin kötülüğü arasında bocalar ama emre uyar.

Sorgulanacakları yere götürülürken bir çavuş binbaşıya:

-Komutanım neden bize böyle bir emir verdiniz? Kadın kılığına gir deseydiniz daha az yıkılırdım!..

-Bu ne biçim konuşma Mehmet! Bizim töremizde komutanına böyle hitap etmek var mı?

-Komutanım sız bize askerin ağzı değil silahı konuşur derdiniz. Silahımı susturdunuz onun için konuşuyorum. Orada çalışsaydık öleceğimiz kesindi ama ben ölümü tercih ederdim'..

-Vatanın askerinden isteyeceği şeylerin sınırı yoktur. Şu anda can vermekten daha fazlasını verdiğini ben de biliyorum. Sen benim nasıl kahrolduğumu biliyor musun? Bu zillete sadece ülkem için katlanıyorum!..

-İnşallah bu işten sağ çıkmam. Eğer sağ çıkarsam görevimden ayrılmak istiyorum. Ülkeme her şeyimi veririm ama siz benden hay­siyetimi vermemi istediniz. İnsan kalabilmek için bu görevi yapıyo­ruz. İnsanlığımı elimden alırsanız yaptığımız işin ne anlamı kalır?.. Beni bu görevden alın çünkü bir daha böyle bir emrinizi dinlemem ve dövüşürüm!.. İnsan olmayandan asker olur mu?

Götürüldükleri yerde elleri çözülünce Mehmet Çavuş kendi­sini getiren Amerikan askerine bir yumruk atar. Araya hemen Amerikalı Albay girer ve Amerikan askerinin karşılık vermesini engeller. Asker:

-Albayım bu esir bana yumruk attı siz beni engellediniz!..

-O esir değil bir misafir, bir yumrukla ucuz atlattık sayılır.

Binbaşı komutanlarından gelen emirlere, Amerikan albayının tavrına bir anlam veremez ama bir şeyler olduğunu sezinlemektedir. Mehmet Çavuş’a döner;

-Hırsını aldın mı Mehmet? Ama gene de yaptıklarından hoşnut değilim. Dönünce seni özel kuvvetlerden aldıracağım. Sen emir din­lemenin ölmekten daha önemli olduğunu anlamamışsın'..

General Brad ABD savunma bakanının karşısındadır ve Türki­ye’deki olaylar hakkında rapor sunmaktadır-

-Sayın bakanım Türk askerleriyle askerlerimiz arasında ciddi bir gerginlik yaşanmaktadır. Ortak operasyon planlarımızın bir süre ertelenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

-Ne kadar bir süre?

-Uzun bir süre!

-Yani operasyondan vazgeçmemizi istiyorsunuz.

-Biz istemiyoruz şartlar bunu gerektiriyor.

-Türk tarafı, askerlerinin gözaltına alınmasını fazla büyüttü. Neden böyle bir yola başvurdunuz?

-Bir takım operasyonlar yaptıklarından şüpheleniyorduk. Kesin bir bilgi edinmek için oradaki askerleri sorgulamak istedik.

-Bıraksaydınız yapsalardı ve biz ondan sonra karşılık verseydik.

-Olayları önlemenin cezalandırmaktan daha iyi olduğunu söy­lüyorlar.

-Tüm proje çıkmaza girdi. Operasyon planları Türkiye ile bir­likte hareket edeceğimiz varsayımı üzerine kuruluydu. Askerlerimi­ze ızm vermediler şimdi de nerdeyse bırbırınızle çatışacaksınız!..

-Bir plan başarısız olursa yenisi yapılır diye düşünüyorum.

-Bravo general, ben de bunu bilmiyordum. Bu planın alternatifi yok’

-Sayın bakanım ben size şartları söylüyorum. Biz askerler ola­rak ne emrederseniz onu yaparız.

-Herkes her şeyi berbat etmeye çalışıyor. Sanki gizli bir el ope­rasyonu sabote etmek için elinden geleni yapıyor.

-Biz ordunun kuralları içinde, Amerikan değerlerine bağlı kala­rak ve emirlerinize uyarak çalışıyoruz.

-Genelkurmay başkanına ne yapacağımızı bildireceğim. Teşek­kür ederim.

General Brad rutin bir ziyaret ıçm Türkiye’ye gelir. İşlerini bi­tirdikten sonra general Murat llbeyi’ne uğrar.

Brad:

-Tekrar karşılaştığımız için mutluyum. Zor bir işi başarıyla bi­tirdik. Ama en küçük bir aksaklık düzeltilmesi zor sonuçlar doğura­bilirdi. Demokrasiyi seviyorum. Siyasiler emrediyor biz de yapıyo­ruz. Yoksa bir de ne yapacağımızı uzun uzun düşünmek zorunda kalacaktık.

-Şu sıralarda düşünmek yetmiyor. Tüm dünyayı değiştirecek olaylar karşısındayız. Birçoğu bizim ilgi alanımız dışında kalan so­runlara çözüm üretmenin yanlış olacağını düşünüyor.

-Bizim asker olmayan dostlarımız vardır ve onlarla sohbet ede­riz. Bunlar konusunun uzmanlarıdır. Ancak uzmanlar da yanılabilir ve bunun çaresi yoktur. Sızın konuşacağınız dostlarınız yok mu?

-Var tabii ama bunların çoğu sızın medyanızda okudukları şeyleri tekrarlıyorlar. Belki bir ıkı tane farklı adam çıkar.

-Bizim dostlarımızın bir sözü vardır. Demokrasi en iyi rejimdir çünkü biz ne islersek onu yapıyorlar. Üstelik onlara hiçbir şey söyle­miyoruz. Sadece şartları hazırlıyoruz ve normal hır insanın vereceği kararı vermelerini bekliyoruz. Çok şükür onların hepsi de akıllı adam­lar şartlara uygun kararlar alıyorlar ve demokrasi bir saat gibi işliyor.

Yukarıdaki satırlar sadece bir senaryodur. Olayların bu biçimde geliştiğini de ima etmemektedir. Tezkereye karşı olanların motifleri tamamen farklıdır ve böyle bir hesabın içinde olduklarına ait hiçbir delil yoktur. Birbiriyle ilişkisiz birçok insanın davranışı anlamlı bir sonuç yaratmıştır ve ulaşılan nokta herkesin lehinedir Bizi yönlen­diren yargılarımızın büyük çoğunluğu yanlış olabilir. Ama bir sürü yanlışın üst üste birikimi doğru bir sonuç yaratabilir.

Biz düşmanlarımızın yok edilmesi gerektiğini düşünürüz. Oysa herkese bir düşman, daha doğrusu bir öteki lazımdır. Önemli olan bunun ıkı tarafın uzlaştığı ilkelerle tanımlanmış olmasıdır. Yanı düşman dediklerinizin, en azından bazılarıyla uzlaşmış olmanız ge­rekir. Şüphesiz bu gereklilik sadece aktör devletler açısından söz konusudur ve geçmişte ABD ile SSCB’nin birbirini yok etmek iste­dikleri biçimindeki yargı ya tamamen yanlıştır ya da böyle olmama­sı gerekir. Eğer bu düşüncemiz doğru olsaydı, SSCB’nin dağılmasın­dan sonra ABD’nın bu çözülmeyi pekiştirecek davranışlar içinde bu­lunması gerekirdi. Oysa biz tam tersini gördük ve ABD onun sorun­larını çözmekte yardımcı oldu.

ideolojinin siyasi alanda belirleyici olduğunu düşünüyorduk. Çın ile küresel sermayenin karşılıklı ilişkileri ne insan haklarının ne de ideolojinin bir anlam ifade etmediğini göstermektedir.

Dünyaya, algılayış biçimimiz aşağı yukarı şöyle özetlenebilir: Çı­karları birbiriyle çelişen birçok güç vardır ve bunlar sürekli bir ça­tışma içindedirler. Yönetenlerin görevi ülkesinin bu çatışmadan za­rar görmemesini hatta mümkünse kazançlı çıkmasını sağlamaktır.

Bir ülkenin çıkarı iyi tanımlanmamış bir kavram olmasına rağ­men herkes bunu bildiği iddiasını taşır. Sıradan bir insanın çıkarı bile, çenesinden başlayarak, halka halka tüm dünyanın güvenli ve müreffeh olmasına kadar yayılır. Çıkarı önyargılarımız belirler. Ba­zıları için inanç ve ideolojilerini korumak en önemli amaçken, bir başkası refahı, diğeri güvenliği ön planda tutar. Aynı toplum için çı­kar bazen çok kısa bir zaman diliminde farklılaşabilir. Komünist re­jimlerin egemen olduğu ülkelerin halkları kısa bir sürede kapitalist dünyanın tüm değer yargılarını benımseyebılmıştir. Demek ki bir ülkenin çıkarlarını koruyamıyorsak onu koruyabileceğimiz bir biçi­me sokar, işimize devam edebiliriz.

Bir devletin daha doğru bir ifadeyle onu oluşturan halkın aktör mü yoksa tabı bir halk mı olduğunu anlamanın kestirme yolu çıkar­larını ve hedeflerini kendisinin mı belirlediği yoksa bunu başkaların­dan mı öğrendiğine bakmaktır. Burada yönetilen halkın onu yöneten gücün kopyası olması gerekmez. Yöneten güç kendisine tabı olan halka en kolay yöneteceği biçimi verir ve bu kendi değerlerinden ta­mamen farklı olabilir. İngiltere, Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirir­ken, hiçbirini kendisine benzetmeye çalışmamış, aksine oradaki de­ğerleri hem korumuş hem de değiştirilemez hale getirmiştir. Burada temel bir ilke vardır. Yönetilen halk kendi amaçlanna uygun davran­dığını düşünmeli ve bu yöneten gücün çıkanna olmalıdır. Bu ülkele­rin ortak özelliği inanmanın kutsal, düşünmenin zararlı sayılmasıdır.

Dünya hakkındakı yargılamalarımız ve olayların nasıl geliştiği konusundaki düşüncelerimizin çoğu bir kurgudan ibarettir. Eğer böyle olmasaydı herkes için gerçekler bu kadar farklı olmazdı. Bü­yük bir mücadele verdiğini sanan insanlar çoğu zaman onu yöne­tenlerin gerekli gördüğü değişimi gerçekleştirmekte olabilirler. Ka­zandık sandıklarında öngörülen biçime dönüşmüş olabilirler. Kay­betmeleri zaten kimsenin derdi değildir ve yeni konumları onlara farklı roller verebilir.

Dünyaya bir bütün olarak bakmak ve geneli değerlendirmek daha anlamlıdır. Böyle bakarsanız kazanan ya da kaybedenin önem­li olmadığını ve dünyanın belli bir gelişim ve değişim çizgisini izle­diğini görürsünüz. Yapılacak şey bu değişimin yönünü ve niteliğini anlamak ve buna uygun davranmaktır. Bu değişimin insanların ese­ri mı olduğunu yoksa kendi çizgisini mı izlediğini bilmiyorum. Ama bu değişim ya Tanrı adına ya da kendini Tanrı sayanlar tarafından yapılmaktadır.

Türkiye çıkarlarını koruduğunu sanıp dünyaya yön verenlerin verdiği rolleri oynayanlar safından çıkıp geleceği inşa edenlere katı­lacak konumdadır. Ancak bu rolü oymamak için yeterli akıl gücüne sahip görünmemektedir.

Kozyatağı,

Aralık 2005

OYNAYANLAR

Türkiye’de halkı bütünleştireceği düşünülen ilkeler bir anda en keskin ayrışma çizgisine dönüştü. İlk okuldan üniversite sonuna ka­dar öğretilen devrim ilkeleri, sistemli bir eğitime dayanmayan İs­lamcı bir hareketle karşılaştı. Üstelik bu ayrışma diğerlerini arka plana iterek ön safta yerini aldı. Dünyanın hiçbir yerinde ayrışma nedenleri diğerlerine benzemiyor. Ukrayna’da seçimler Batı yanlıla­rıyla Rusya’yı destekleyenler arasında ciddi bir gerginlik nedeni. Or­tada dini veya etnik farklılığa dayanan saflar yok. ABD’deki bölün­menin nedeni bunlara hiç benzemiyor. Cumhuriyetçi ve demokrat ayırımı global sermaye ile ulusal sermaye arasındaki çatışmanın gö­rünen yüzü. Globalcıler, sadece bir söylemden ibaret olsa bile, Ka­nada ile bütünleşmeden söz ediyor.

Yugoslavya din destekli etnik bir faklılaşma sonucu tarih sahne­sinden çekildi. Kuzey ve Güney Kore’yi ayıran sebep ise bunların hiç­birine benzemiyor. Dünya üzerindeki güç dengeleri fotokopi cihazın­dan çıkmış kadar birbirine benzeyen insanlardan oluşan bir halkı iki devlete ayırdı ve birbirlerinin amansız düşmanı haline soktu.

Küçücük bir kıvılcım birden bire büyük bir yangını körükleye­biliyor. ABD’nin İslam karşıtı eylemlerinin AB ülkelerinin Müslü­manlar üzerindeki etkisini artırması beklenirken, Hollanda’da Teo Van Gogh isimli bir yazarın öldürülmesi tüm Avrupa'yı İslam karşıtı bir çizgiye sürüklüyor. Avrupa’da artan işsizliğin gizlice körüklediği yabancı düşmanlığı, kendini dini bir kimliğe sokarak sıyası dengele­ri değiştirebilecek dinamikler yaratıyor. Türkiye’nin yeni kızıl elma­sı olan AB üyeliği bile, bütün çabalarımıza rağmen, oluşan bu İslam karşıtlığından olumsuz etkilenebilecek gibi gözüküyor.

Her şey bir aynşma nedeni olabiliyor. Din, dil, ırk, tutulan fut­bol kulübü, uluslararası dengede bulunmak istediğiniz taraf, ideoloji­niz sizi diğerinin karşısına koyabiliyor. Buna karşılık her türlü aynş­ma nedenine sahipmiş gibi görülen insanlar bir arada yaşayabiliyor.

Yeni bir devlet ve ulus tanımına ihtiyacımız var. Bir teklif ola­rak şunu ileri sürebiliriz: Devletler ıkı kategoriye ayrılabilir. Birincisi yöneten ve yönlendirenler, ıkınası bunların etrafında kümelenen- ler. Güç odağı diyebileceğimiz birincilerin bağımsız hareket etmele­rini sağlayan ekonomik, askeri ve siyası güçlen vardır. Bunlardan birinin eksikliği onları uydu konumuna sürükler. Mesela AB, hem askeri hem de ekonomik alanda güç odağı olma vasfına sahip değil­dir. Ekonomisi, ABD’nin aldığı kararlardan etkilenmekte ve buna karşılık verememektedir. ABD, doların değerini düşürerek ve petrol fiyatlarını artırarak AB’nin ekonomik durgunluğa girmesini sağlaya­bilmiştir. Askeri açıdan, en azından sahip olduğu teknoloji ve yaptı­ğı harcamalarla, ABD dünya lideri konumundadır. Rusya tehditlere karşı koyabilecek güçte olduğunu ilan etmektedir.

Ancak bu imkanlara sahip olmak güç odağı olmak için yeterli değildir. Çünkü devlet bir örgüttür ve bunu organize edecek bir yö­netici kadronun bulunması gereklidir. Bütün imkanlara sahip, ama bunları örgütleyecek merkezi bir yönetime sahip olmayan devletler

başarılı olamaz. Şu anda ABD’nın imkanları değil, bunu kullananla­rın yeteneği tartışılmakta ve ABD’nın kaybedebileceği düşünülmek­tedir. Bazılarına göre ABD, son zamanlarda uyguladığı politikalarla, İslam dünyasını karşısına almış, aynıca geniş bir düşman kitlesi ya­ratmıştır. Yaygın bir Amerikan karşıtlığı vardır. Bu bir başarısızlık sebebi olabilir.

Bir olay, sürecin bir noktasına bakarak değerlendirilemez. Daha sonraki aşamalarda neler olabileceği ve bunların nasıl sonuçlar yara­tacağı hesaplanmalıdır. ABD’de başlayan İslam karşıtlığı burayla sı­nırlı kalsaydı, öngörüler doğru olabilirdi. Ama önümüzdeki dönem­de, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın diğer önemli yerlerinde İs­lam karşıtlığının yayılacağı gözleniyor. Bunun bir din kavgası oldu­ğunu düşünmek de hatalıdır. Siyasal operasyonlar İslam coğrafya­sında sürdürüldüğü için din bir faktör olarak devreye girmiştir. İkinci Dünya Savaşı da büyük değişimler yaratan bir olaydı ama di­ni bir boyutu yoktu.

Aslında yalnız bırakılan ve başka güçlerden soyutlanan din de­ğil bu dinin yayıldığı coğrafi alan, halklar ve devletlerdir. İttifaksız- hk paylaşma konusu olmak sonucunu doğurur. İslam coğrafyası ameliyat masasına yatırılan bir hastaya dönüştürülecek, tepkisiz ve güçsüz bu vücut yeniden şekıllendırılecektir. Önümüzdeki dönem­de, özellikle Avrupa’da, İslam karşıtlığını körükleyecek provokas­yonlar olabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Acaba Avrupa’daki yaratılan işsizliğin bir amacı da sıradan Avrupahnın yabancı düş­manlığını körüklemek olabilir mı? Biz bir medeniyetler çatışmasını durdurabilecek konumda olduğumuzu söylerken anlamsız bir tavır mı sergiliyoruz? Zaten istenen böyle bir çatışmanın olması mı? Biz olayı planlayanların bundan korktuğunu sanıp kavgada arabulucu­luğa soyunarak komik duruma mı düşüyoruz? Stratejik açıdan sa­hip olduğumuz konum dünyada yaratılan dini düşmanlıklarla kü- çültülebilir mi?

Biz dünyayı yöneten ve yönlendiren güçlerden bin değiliz ama bu bölge böyle bir oluşumda ana rahmi olabilecek imkanlara sahip. Boyutlarımızla yetinmek iddiasız olmak anlamına gelir ama boyut büyütmek genişlemek olarak algılanmamalıdır. Söz konusu olan u- fuk genişliğidir ve buna ancak düşünce gücüyle ulaşılabilir. Bugün klasik ulus tarifinin içinde kalarak ve bu tarife uymayan gelişmeleri tehdit olarak algılayarak bir yere varmak mümkün değildir. Çoğul­culuk birbirine zıt ıkı dinamiği birden içinde taşır. Bölünme ve ay­rışma da çoğulculuktan doğar büyüme de. Önemli olan farklılıkla­rın nasıl algılandığı ve yönetildiğidir. Bizden olan kimdir sorusunun birçok cevabı vardır. Aynı dinden olanlar, aynı dili konuşanlar, aynı etnik kökten gelenler mı? Bunların hangisini kabul etsek daha da küçülürüz. Öyleyse nasıl bir aidiyet tanımı yapmalıyız. Mesela bir ulusu “geleceğe ait tasavvurları aynı olan ve birlikte yaşama iradesi­ne sahip insanlar” olarak tarif edebilir miyiz? Bunu söylemek kolay ama gerçekleştirmek zordur. Çünkü geleceğe ait ortak bir tasavvur yaratmak birçok ön yargılarımızı atmamızı gerektirir ve dünya ger­çekleriyle çatışmayan bir geleceği planlayabilecek yöneticiler ister.

Uluslararası sistemde var olabilmek bir sınavı başarmak gibidir. Ama sınav sorusu tek bilinmeyenli bir matematik sorusunu çözme­ye benzemez. Birbirine zıt etkiler yaratan çok değişkenli bir prob­lemde en iyi çözümü bulmak gerekir. Şu anda önümüzde duran so­ru nasıl bir ulus tanımı yapacağız ve dini alana çekilen bu çatışmada tavrımız ne olacak7 Aslında her iki konu da kolay cevaplandırma - maz. Tarihin derinliklerinden gelen inançlarımızla bizi var ettiğine inandığımız ilkelerimizin her ikisi de sorgulanmaktadır. Bizi bir ara­da tuttuğuna inandığımız dinimiz, bizim dışımızda bir çatışma ve farklılık nedeni haline gelmiştir. Ulus tanımımız ayrışma nedenine dönüştürülmektedir. Tarihin kırılma noktasında biz, bu kırılmanın hem coğrafi hem de kültürel odağındayız.

Yapılacak şey kaybetmek istemediklerimizi savaş alanının dı-

şında tutmaktır. Neyi cepheye sürerseniz onun ölüm haberini alma ya hazır olmalısınız. Ben olsam dini savaş alanından çekerim ve bü­tünleştirici yeni bir ulus tanımı yaparım.

Ortadoğu bütün dünyayı etkileyecek bir yangının başlangıç noktası. Türkiye, henüz başlangıcında olduğumuz bir süreçte boca­lıyor. Her şeyin Irak’la sınırlı olduğunu ve bu sorun halledilirse is­tikrarın sağlanacağını zannediyor. Oysa bu oyun Türkiyesiz oyna­namaz ve serüvenin bir parçası olmamız kaçınılmazdır. Başlangıçta Irak’ın çok güçlü olduğu, Kuzeyde bir cephe açılmazsa ABD’nin çok zor duruma düşeceği, belki de savaşı kaybedeceği propagandası ya­pıldı. Amaç Kuzey Irak’taki cephe bahane edilerek Türkiye’ye yer­leşmekti. Bu manevra boşa çıkarıldı.

Şimdi benzer bir oyun sergileniyor. ABD’nin Irak’ta zorda oldu­ğu ve bataklığa saplandığı söyleniyor. İddiaya göre bu işin altından sadece, gerilla savaşında tecrübeli olan, bölgeyi iyi bilen, Müslüman olduğu için halkla kaynaşabilecek Türk ordusu kalkabilir.

Oysa hemen bir soru sorulması gerekirdi: ABD neden halkın su, elektrik, gıda maddeleri gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya ça­lışmıyor? Bunlar, yapılan askeri harcamaların yanında çok küçük kalacak paralarla gerçekleştirilecekken neden önemsenmiyor. İşgal edilmiş bir ülkede, bu ihtiyaçlar da karşılanmadığı ve askerlerin halka kötü davrandığı bir ortamda, çok küçük sayıdaki asker ka­yıplan, neden abartılıyor ve büyük çaplı bir mukavemet olduğu havası yaratılıyor?

Cevabı belli bir soru. Oyunun asıl aktörü, yani Türkiye, sah­neye davet ediliyor. Önümüze serilen kırmızı halıların üzerinde, gururla ve alkışlar arasında yerimizi alıyoruz. Oyunun senaryosu­nu yazan elbette bundan sonra neler olacağını bilir. Ama biz de,

en azından, tahmin edebiliriz. ABD’nın sorununun terörle müca­dele olmadığını herkes biliyor. Buna karşılık petrol bölgelerinin kontrolünü sağlamaya çalıştığı iddiası da pek tutarlı görünmüyor. Dünyada petrolün toplam birincil enerji kullanımındaki payının azaldığı ve bu eğilimin devam edeceği bir dönemde petrol savaşı için göze alınan riskin, getirisinden fazla olduğu görülüyor. Üste­lik petrole hükmetmek için her kuyunun başına asker dikmek ge­rekmediği, piyasaların kontrolünün yeterli olduğu biliniyor. I- rak’ın işgali, ABD’yı petrole hükmetmek konusunda daha avantaj­lı bir yere taşımıyor.

ABD’nın asıl sorunu, petrolün de önemli payı olan ancak çok daha kapsamlı bir sorun. Dünyadaki ekonomik dengeler ABD’nın sürekli dış ticaret açığı vermesi ve bunun ABD dışından sağlanan sermaye transferleriyle karşılanmasıyla sağlanıyor. ABD’nın dış tica­ret açığı azaltılamıyor. Çünkü bunun bilinen reçetesi, yanı doların devalüasyonu, açığı azaltmak bir yana daha da artırıyor. Teknik bir tabirle ithalat ve ihracatın fiyat elastikliği düşük. Bunun çaresi ABD ekonomisinin küçültülmesi. Bu hem ABD açısından kabul edilemez hır durum hem de böyle bir küçülme tüm dünyada ekonomik da­ralmaya neden olur. Böyle bir durumda ABD’nın ithal ikamesinin gitmesi, mesela ithal ettiği petrol yerine, birincil enerji kaymağı ola­rak nükleer enerjiyi kullanması daha doğru olmaz mı? ABD’nın pet­rol peşinde koştuğu iddiası büyük bir yanılgı olmasın. Olaya bu açı­dan bakılırsa petrol sahalarında istikrar yerine istikrarsızlığın hakim olacağını beklemek gerekir.

Analizimin doğru olduğunu iddia edemem ama ABD'nin dün­yadaki petrol kaynaklarını kontrol etmek istediğini de kabul ede­mem. Mesele daha geniş kapsamlı ve dünyadaki ekonomik buna­lımla ilişkili olarak ele alınmalıdır.

Türkiye’nin Irak’a asker göndermesiyle bölgede istikrarın sağla-

nacağı ve petrol üretim ve naklinin güvenceye alınacağını beklemek ham bir hayalden ibarettir ve asıl oynan ondan sonra başlayacaktır. Irak’takı kaos Türkiye'nin sırtına yüklendikten sonra çatışmanın bü­tün bölgeye yayılması ve petrol üreten ülkelerin bu saldırıların he­defi haline gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Yükselen petrol fiyatları bir yandan yeni ekonomik dengelerin kurulmasına yol açarken di­ğer yandan yeni bir enerji modeline yol açabiliyor. Enerji ihtiyacını tamamen dışardan karşılayan ülkemizin manevra alanının ne kadar daralacağını görebiliyor musunuz? Dünyadaki karmaşanın ABD’de- kı bir avuç Neo-Con’un fantazısı saymak ve bunların iktidarı kay­betmesiyle suların durulacağını düşünmek de pek gerçekçi görün­müyor. Temelde çok ciddi bir sorun varsa, iktidarda kim olursa ol­sun, buna bir çare arayacaktır ve bugüne kadar hakim olan ekono­mik düzenin artık sürdürülemeyeceği anlaşılmaktadır.

Türkiye açısından bakıldığında yaklaşımımızın doğru olmadığı ve meseleyi bütünüyle değil sadece alışageldiğimiz güvenlik kav­ramlarıyla algıladığımız görülüyor. Oysa şunu bilmemiz gerekir: ABD’nin sorunu ne birkaç Kürt lideri ve bunların ütopik devlet ha­yalleri ne de Irak’ın kendisidir. Dünya ölçeğinde bir yapı değişikliği söz konusudur ve yeni bir çağ başlamaktadır. Bu kadar büyük so­runlar varken ABD askerlerine sıkılan birkaç kurşunla binlerinin olayları yönlendirmesini mümkün görmek biraz ayıp olmuyor mu?

Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi gerekiyor. Ama burada is­tikrar sağlayabileceğimizi ve böylece süregelen kaosu engelleyebile­ceğimizi zannetmek aşırı bir iyimserlik olur. Tavrımız iyiyi değil da­ha az kötüyü seçmekten ibarettir. Çünkü alternatifimiz ciddi bir ekonomik bunalımdır ve bunun ülkeye vereceği zarar daha büyük olur. Eğer AB alternatif bir politika üretebilseydı Türkiye bu politi­kanın gerçekleşmesinde de kilit bir rol oynayabilirdi. Ancak büyük devlet adamlarından ve liderlikten yoksun olan AB, ABD karşısında çaresiz görünüyor. Rusya gelişmelerden büyük yara almayacağını

hesaplıyor Oysa başlangıçtaki petrol fiyatlarındaki artışı büyük bir düşüşün takıp edeceğini hesaplaması gerekiyor.

Asıl hesap edilmesi gereken şey, çatışmanın sonunda kurula­cak dengelerin ne olacağı ve burada ülkemizin konumudur. Yanı ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını sürdürmek mı istiyor yok­sa ekonomik sorununu çözdükten sonra sınırlarına çekilmeyi mı düşünüyor? Bu sorunun cevabı hem çok önemli hem de kolay de­ğil. Çünkü her iki alternatif de mümkün. Avrupa, geçmişte Do- ğu’dan gelip her şeyi yakıp yıktıktan sonra çekilen akıncıların isti­lasına benzer bir durumla karşı karşıya kalabilir. Ortadoğu sıcak çatışmalarla harap olurken Avrupa ekonomik bir yıkımla karşılaşa­bilir. Böyle bir durum herkes için hesaplanması zor şartlar yaratır. Eğer hegemonyasını sürdürmek isterse Türkiye’yi yanına almak zorundadır. Bu belki de ülkemiz için en iyi senaryodur ama aksi­nin de mümkün olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Aslın­da dünyanın kaderinin, kim olursa olsun, tek bir gücün seçimine bırakmak çok sağlıksızdır. Türkiye, bulunduğu konum gereği, bu sürecin dışında kalamaz. ABD’nin politikalarına karşı çıkmak mümkündür ama bu olayların dışında kalabileceğimiz anlamına gelmez. Alternatifimiz tarafsızlık değil taraflar arasında seçim yap­maktır. Hatta bugün alternatifler üretip bunları AB ve Rusya ile tartışabilir. Talihsizlik ABD’nin bugünkü yönetiminin dünyayı kendi bildiği biçimde şekillendirmeye çalışması değil, diğer güçle­rin politika üretememesidir.

Bugün Irak’a asker gönderip göndermeme kararına indirgenen durum aslında çok boyutlu, ciddi riskler taşıyan ama tamamen dı­şında kalmamız mümkün olmayan bir süreçtir. Ayrıca mesele Kürt veya Türkmen sorunuyla değerlendırilemeyecek önemdedir. Yanı riskimiz buradaki kayıpları göze aldırabılecek kadar büyük olabilir.

Sözlerimiz cesaret kırmak amacını taşımaz. Ama girdiğimiz

oyumun boyutlarını bilirsek hamlelerimizi daha isabetle yapabiliriz Şartlarımızın ağırlığı çaresizlik anlamında değildir ve oyuna dahil olan herkesin riski en az bizimki kadardır. Rehberimizin akıl ve sağduyu olmasını dileriz.

Türkiye’nin geleceği geçmişiyle tanımlanmaktadır. Yanı ülke hakkında düşünenler, yeni hiçbir model ileri sürmeden, geçmişin ihyası veya korunması peşindeler. Bazıları Cumhuriyet’ın kuruluş yallarına atıf yaparak, bu çerçeveden her sapmanın ülkeyi yok ede­ceğini savunmakta, daha ilen giderek farklı olan her şeyi ihanet te­lakki etmektedir. İslamcı kesim, somut projeler yerine, İslam’a dö­nüşün gerekli ve yeterli olacağı iddiasındalar.

Herkes, aralarındaki büyük zaman farkına rağmen, geçmişin korunması gerektiğinde hemfikir.

Asıl motifi ideolojik olan bu hedeflerin somut sonuçları birbi­rinden çok farklı. Atatürkçüler “Yurtta sulh cihanda sulh “özdeyi­şinde ifadesini bulduğu gibi, 1923’te kurulan dengenin sürmesin­den yunalar. Bundan sapmaya kimsenin izin vermeyeceği ve bunun devamının da kimseyi rahatsız etmeyeceği kanısındalar. Bazıları Türklüğü ortak bir payda olarak alıp bunun etrafında kümelenme­nin mümkün ve isabetli olacağı iddiasını taşıyorlar. İslamcılar ise kendi İslam anlayışlarının etrafında, dünya ölçeğinde anlam taşıya­cak bir bütünleşmenin peşindeler.

Bunlardan herhangi birinin gerçekleşmesi mümkün görünmü­yor. 1923’te kurulan denge o günün şartlarını yansıtmaktadır ve bugün hiçbir anlamı kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşının galibi olan İngiltere’nin biçimlendirdiği yapı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’da değişti. Bölgemizde egemenlerde bazı değişiklikler olmasına rağmen sınırlar eskisi gibi kaldı. Dünyanın yeni büyük gü-

cü olan ABD’nin, kendi çıkarlarına uygun bir yapılanmaya gitmek istediği apaçık.

Türklüğü ortak payda olarak alıp büyük bir güç olma hevesin- dekilerin hesaplarının tutması ihtimali hiç yok. Orta Asya, Rus­ya’nın kontrolünde ve onu bölgedeki egemenliğine karşı başta Çın olmak üzere, dünyanın diğer bütün güçleri rekabet halinde. Onla­rın arasında sadece bir kültür benzerliğine dayanarak yer bulmak çok romantik görünüyor.

Müslüman ülkeler nüfuslarının dışında bir gücü temsil etmi­yor. Sahip oldukları doğal kaymakları, yanı petrolü, çıkaran, pazar­layan ve kullananlar hasım sayılan güçler. Batı olmadan bunları bir değer saymak mümkün değil. Bunun dışında Müslüman ülkeler ekonomik açıdan, zengin sayılanlar da dahil, Batının kontrolünde.

Bu yüzden hem Türkçülük hem de İslamcılık kendi dışların­daki egemenlik mücadelesinde bir araç olarak kullanılıyor. Daha açık bir ifadeyle bu iki ideoloji egemen güçlerin bir silahı olarak kullanılıyor. Kaldı ki, bu ideolojilerden herhangi bin üzerinde top­lumsal bir mutabakat da yok. Hatta biri diğerini hasım sayan bu akımlar, birliğin değil ayrışmanın sebebi konumunda. Bir ülkenin geleceğe yönelik projesinde ideoloji unsurlardan sadece bindir. Ekonomik yapı, bu projeyi destekleyen en önemli faktörler­den biridir. Ekonomisi dışa bağımlı ve kolayca çökertilebilen bir ekonomik yapıyla büyük hedeflere varmak mümkün değildir. Böyle bir durumda ancak ortak projeler yürütülebilir ve ekonomik gücü elinde tutan gerçek belirleyici konumunda olur. Ekonomimiz geri teknoloji kullanan ve tüketim malları üreten bir yapıya sahiptir. Di­ğer önemli bir özelliği de girdiler açısından dışa bağımlı oluşudur. Dış dünyayla bağlantısı kesilen bir Türkiye’nin üretimi nerdeyse sı­fıra kadar düşer. Böyle bir durumda bağımsız bir proje üretmek ve bunu uygulamak mümkün değildir. Kaldı ki egemen güçler bizi is-

tedikleri zaman yönlendirme gücüne sahiptir. 1999’dan beri ülke­mizde uygulanan ekonomik politikalar böyle bir yönlendirmenin ürünüdür ve Türkiye her isteneni yapmaya mecbur kalmaktadır. Yanı bir ülkenin geleceğim belirlemesi bugün verilecek bir kararla mümkün olmaz. Bu yıllar süren bir hazırlık dönemine bağlıdır.

Buradan şu sonuç çıkar: İlk yapılacak ış siyasal bir hedef belir­lemek ve bunu gerçekleştirmeye çalışmak değildir. Birinci aşama ül­kenin bir projeyi uygulayabilecek kapasiteye kavuşturulmasıdır ve bu safhada somut hedefler uzak bir hülyadan ibaret kalmaya mah­kumdur. Önce herhangi bir politikayı uygulayabilecek siyasal yapı­lanmanın gerçekleştirilmesi gerekir. Bu yapı dış etkilere kapalı bir bürokrasi oluşturmalıdır. Bu sözlerimiz ülkemizdeki siyası yapının bir proje uygulamaya müsait olmadığını ve bürokrasimizin dış tesir­lere açık, hatta çok açık olduğunu, zımnen ifade etmektedir.

Siyası yapımızdaki en büyük eksikliğin tam anlamıyla demok­rat olan bir yapıya sahip olmayışımız olarak gösteriliyor. Yanı de­mokrasi bütün kurallarıyla işlese hiçbir sorunumuzun kalmayacağı iddia ediliyor. Bunun temelindeki düşünce halkın ürettiği çözümle­rin en iyi olduğu varsayımıdır. Bu iddiayı ilen sürenlere göre Batı, gelişmesini ve gücünü demokrasiye borçludur. Burada şu sorunun cevabı açık olarak verilmelidir: Batı’da halk mı karar vermektedir yoksa seçkin bir elit mi halkın düşüncelerini biçimlendirmektedir?

Böyle bir sorunun bizi sıkıntıya sokacağını biliyorum ve hemen Türkiye’de kamuoyunun zaten belli güç odaklarınca oluşturulduğu­nun söyleneceğinin farkındayım. Türkiye ile büyük güçlerin arasın­daki fark kamuoyunu oluşturanların amaçlarının benzeşmemesidır. Batı’daki güç odakları dünya ölçeğinde hesaplar yaparken ülkemiz - dekilerin ihtirasları parasal çıkarlarının sınırlarını aşmamaktadır.

Bu şartlar altında Türkiye’nin geleceği ne olabilir? Dünyadaki güç dengelerindeki değişme yeni bir şekillenmenin olacağını göster-

mektedir Bugün dünyanın en büyük gücü sayılan ABD’nin ege­menliğini sürdürebilmesi Amerika dışında, özellikle Ortadoğu’daki etkinliğinin sürmesine bağlıdır. Bu sadece petrol ihtiyaçlarını sorun­suz karşılamak için değil, rakiplerinin ekonomilerini yönlendirmek ve kontrol altında tutmak için de gereklidir. Türkiye, tek başına bu büyük güçlerle kıyaslanabilecek bir etkiye sahip olmamakla birlikte, ittifak edeceği tarafa ciddi avantajlar sağlayacak bir konumdadır. Yani terazinin hangi kefesinde yer alırsa o taraf ağır basacaktır.

Bu yüzden Avrupa Birliği ile bütünleşmesi, görünüşte ABD’nin desteklemekte olmasına rağmen, bu güç tarafından engellenecektir. ABD’nin Türkiye’ye yönelik stratejisi öncelikli olarak ekonomik açı­dan kontrol altına almak olarak şekillenmektedir. Bu kontrol sonuç olarak siyasi belirleyiciliği getirecektir. 1999’dan ben IMF kanalıyla yürütülen operasyonların amacı bu sonuca ulaşmaktır.

Bu alanda Türkiye, İsrail’in rekabetiyle karşılaşmaktadır. Bölge­de ABD egemenliğini sürdürmek ıçm en iyi seçenek Türkiye olmak­la birlikte, bu olmazsa ABD’nin ikinci seçeneği İsrail’dir. İsrail ön plana çıkmak için Türkiye seçeneğim bertaraf etmek istemektedir. Türkiye’deki Yahudi lobisinin ABD yandaşı bir tavır sergilemediği apaçık görülmektedir. Ayrıca ideolojik çatışmaların şiddetlenmesin­de bu lobinin etkileri göz ardı edilmemelidir.

Sıyası partiler arasındaki faklılık sadece ortak bir amaca ulaş­mak için önerilen metotların farklılığı değildir. Her sıyası grubun ülke ıçm öngördüğü gelecek birbirine benzememektedir. Bu yüzden her proje sadece bir azınlık tarafından desteklenmekte, ülkenin ka­derinin belirlendiği bir ortamda güçlü bir destek oluşamamaktadır.

Daha açık bir ifadeyle Türkiye oyunun bir aktörü konumunda değildir. Her büyük gücün temsilcileri gibi davranan gruplar söz konusudur.

Bu kadar çok olumsuzluğun varlığı biraz da problemin niteli-

ğınden kaymaklanmaktadır. Güç dengelerinin yeniden belirlendiği bir çağda, bulunduğu tarafın çok kazançlı olacağı bir Türkiye’nin başı boş bırakılması zaten beklenmemelidir. Buradaki eksiklik ülke içinde bir uzlaşmanın sağlanamaması ve bu yapılanmada aktif bir rol oynanamamasıdır. Yanı oyun üzerimizde oynanmakta ve biz ka­zanan tarafta yer almaya kabul etme durumundayız. Oysa eğer gele­ceğe yönelik bir proje üzerinde ıç uzlaşma sağlanabilse ülkemiz ge­leceğin belirlenen ülkesi değil belirleyen bir aktörü konumuna ra­hatlıkla gelebilir.

Suudi Arabistan Kralı Fahd, arkasında seksen milyar dolar civa­rında olduğu söylenen bir servet bırakarak hayata veda etti. Birinci Dünya Savaşından sonra İngiltere bu krallığı bazı kimseleri zengin etmek ıçm kurmadı. Milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan bu savaşın galibi olan devlet bir yüzyıla biçim verirken, olayların tama­men dışındaki bazı insanlar piyangodan kazanılan paralara benze­yen servetlere kavuştular. Hiçbir çabaya ya da risk almalarına gerek yoktu. Ne petrolün üretimi ne de pazarlanması onların sorumlulu­ğunda değildi. Birinin kral olması gerekiyordu. Onun çocukları da saltanatı sürdürdüler.

Elde edilen gelirler hem yönetenler hem de bundan pay alan halk tarafından tüketim ıçm kullanıldı. Zaten ülkenin coğrafi konu­mu ve yapısı sanayileşmeye imkan vermiyordu. Böyle bir durumda gelecek için farklı bir plan uygulanabilirdi. Mesela Sudan geleceğin yerleşme yeri olarak seçilir, kaynaklar buraya aktarılabilir ve petro­lün kaçınılmaz sonu gelince burada yaratılan yeni coğrafya bir yer­leşim yerine dönüştürülebilirdi.

Böyle bir proje uygulayacak güçleri var mıydı sorusuna olumlu cevap verilemez. Aslında durumları çaycısını, odacısını şirketinde ortak gibi gösteren ama aslında tüm servetin patrona ait olduğu bir

işletmeye benziyordu. Sahip olduklarını nasıl kullanacaklarına ken­dilerinin karar verebileceği şüpheliydi Kazançlarını onu var edenle­rin istediği biçimde harcadılar, önemli bir bölümü de Batı bankala­rındaki hesaplarında bir rakam olarak kaldı.

Sarayın çevresinde yer alanlaı benzer bir hayatı sürdürdüler. Dillere destan düğünleri, eşi görülmemiş bir lüksü dünyaya onlar tanıttılar. Bu toprakların eski sahibi Osmanhların çocukları kaybet­tiklerinin arkasından yaktıkları dertli türküleri söylemeye devam et­ti. İngiltere kaybetmemek için bir büyük savaşın daha yükünü taşı­mak zorunda kaldı. Buna rağmen küçülmeyi engelleyemedi ve yeri­ni ABD’ye bırakmak zorunda kaldı Petrolcü ülkeleri yönetenlerin herhangi bir sorunu ve derdi yoktu. Kader onları zengin olmaya mahkum etmişti.

Aslında bu bir yaşam biçimiydi ve sadece petrol üreten ülkeler­de yaşanmazdı. Türkiye’nin güneydoğusunda toprak sahibi olarak doğanlar düğünlerde bir serveti yerlere atabiliyordu. Onlar da ne bir fabrika kurmak ne de bir okul açmak peşindeydi.

Bu kapitalist bir işletmenin varisi olmaktan farklıydı. Çünkü iş­letme rekabet etmek ve hayatta kalmak için beceri sahibi olmayı ge­rektirirdi. Oysa tüm kararlan başkalarının aldığı bir ülkede göster­melik bir yönetici olmanın hiçbir zorluğu yoktu. Toprak sahibi için de, satmadığın sürece bir sorun çıkmazdı ve sana ait sayılan insanlar da işini ezbere yapardı.

Herkes ıçm servet aynı şeyi ifade etmez. Bugün dünya yeni bir şekil vermek isteyen küresel sermaye de hem büyük servete sahiptir hem de çok daha büyük servetleri kontrol etmektedir. Ama onların hır dünya hayal ettikleri ve bunu gerçekleştirmek için tüm varlıkla­rını riske attıkları da bir gerçektir. Mesela Soros’un herkesi kıskan­dıracak bir yaşam sürmek yerine dünya devleriyle mücadele etmesi, Bush yönetimim düşman ilan etmesi nasıl açıklanabilir? Gerçekte

sistem onunla çalışmamaktadır ve siyasete yön vermeye kalkmasa tanı bir güven içinde yaşayacaktır.

Bu sözlerim küresel sermayenin projelerini onayladığım anla­mına gelmez. Kaldı kı ben küresel sermayeyi iyi ya da kötü olarak sınıflandırmıyorum. Sadece başarılı olamayacaklarını söylüyorum. Başarısızlıkları paraya bakış açılarını takdir etmemi engellemez. On­lar serveti bir araç olarak görüyor ve bir amaç uğruna kolayca feda edebiliyorlar.

Bir ülkede servetin kölesi olan insanların sayısı çoksa ve bunlar ülkenin yönetimini ellerinde tutuyorsa oradan dünyaya yön verecek bir davranış beklenemez. Güneydoğumuzda insanlar güçlerini yer­lere attıkları parayla ölçüyorsa burada bir gelişme olmaz. Yeni bir dünya kurmak ıçm paraya kullanmak akıl ve bilgelik ister.

Terör sıyası bir amaca ulaşmak için şiddet kullanmak olarak da tanımlanabilir. Terörün siyaset ve şiddet boyutu, çoğu zaman birbi­rinden ayart edilmez ve herkes bir yanını ön plana çıkarır. Terörü yöneten güç sınırlı sayıda insana karşı uygulanan şiddet aracılığıyla çok geniş kesimlerin, hatta tüm insanların düşünce biçimlerini ve davranış kalıplarını değiştirir.

Terör tehlikesi söz konusu olunca ilk akla gelen şeylerden biri de hukuk düzeninde terörü engelleyeceği düşünülen düzenlemelere gitmektir ama bu hem gereksizdir hem de muhtemelen başka amaç­lara hizmet eder. Şiddet her hukuk düzeninde bir suçtur ve bu ey­lemleri önleyecek, eylemcileri cezalandıracak düzenlemeler zaten vardır. Yeni düzenlemeler suçu işleyenlere karşı yeni bir yaptırım getirmez ve hukukun öngördüğü en ağır cezalardan daha ötesine geçilemez. Yeni düzenlemeler terörün dış halkası sayılabilecek pro­pagandaya ve onu dolaylı olarak desteklediği kabul edilen kişilere

yönelik olabilir. Bu durum tedbirlerin terörün sıyası ayağının sınır­landırılması anlamını taşır ve sonuç olarak sıyası bir tavrın hukuk yoluyla engellenmesi demektir.

El-Kaıde terörü Batı’da yabancılara ve özellikle Müslümanlara karşı önleyici olduğu düşünülen tedbirlerin alınması sonucunu do­ğurmaktadır ve terörü önlemekten çok bu kitlelerin baskı altına alınmasına neden olmaktadır. Acaba gerçek amaç terörü önlemek midir yoksa bu kesimlerin artan gücünü frenlemek mıdır7

Propaganda konusu da yakından incelenmeye değer. Bir sıyası görüşü ve faaliyeti engellemek istiyor ama onun toplumdaki etkinli­ğini engelleyemıyorsanız yapacağınız şey basittir. Aynı görüşleri paylaşan bir terör örgütünün oluşmasını sağlarsınız ve ona duyulan olumsuz duyguları kullanarak sıyası davranışı yasaklayabilirsiniz.

Eğer teröre mesnet oluşturan sıyası hedeflerle yüzleşmen göze alırsanız ve onunla düşünce düzeyinde yarışmayı kabul ederseniz yapacağınız şey bu alanda serbestliğin sınırlarını genişletmek ama şiddete başvuranlarla en etkin biçimde mücadele etmektir. Bu bir selin yatağını kontrol altına almaya benzer ve suları istediğiniz yer­den akıtırsınız. İkinci yol suyun önünü tamamen kapatmaktır ve sel zayıfsa başarılı olmak mümkündür.

Bu nedenle terörle mücadele tek boyutlu olarak düşünülemez. İlk ış onun siyasi hedeflerini doğru tespit etmektir. Mesela El-Kaıde terörünün İslam’a ve Müslümanlara herhangi olumlu bir katkıda bulunması mümkün değildir. Elde edeceği tek sonuç İslam karşıtı düşüncelerin çığ gibi büyümesi ve tüm Müslümanların Batı tehdidi­ne maruz bırakılmasıdır. Sıyası planda düşünüldüğü zaman terörist­le teröre maruz kalanların amaç ve çıkarları örtüşmektedır ve yapı­lacak fazla bir şey yoktur. İzlenecek tek yol siyası İslam’ın profilini en alt düzeye indirmek olabilir ama bunu, olaya sıyası açıdan bak­mayanlara anlatmak mümkün değildir.

Türkiye’de terörün sıyası amacının ayrılıkçılık olduğu söylen­mektedir. Bu gerçekleşmesi halinde Türkiye’den çok ayrılanlara za­rar verir ve bana göre ayrılıkçı söylemler sadece bir şantaj niteliğin­dedir. Türkiye'nin korkuları kullanılarak onu bir şeylere razı etmeye çalışan bir grup vardır ve onlar bu politikalarını başarıyla yürüt­mektedir. Terörün yirmi yıllık sonuçlarına bakarsanız şunları görür­sünüz: Güneydoğuda bir zümre ekonomik açıdan büyük bir güç el­de etmiştir. Bu güç aynı zamanda bölgenin siyasetinde tam bir ege­menliğe sahiptir. Hatta farklı sıyası görüşler bile aynı amaca hizmet edecek biçimde şekıllendırılebilmektedır. Sahip oldukları güç, se­çim sistemi nedeniyle, onlara oy veren kitlelerin genel nüfus oranı içindeki payından çok yüksektir. Bölgenin, bir üretime dayanma­yan, daha çok çeşitli transferlerden oluşan gelirlerini dar bir zümre kontrol etmektedir. Bölgede sürekli olarak dile getirilen demokrasi talepleri bireylerin özgürlüğü ıçm değil, bölgedeki egemen güçlerin merkezi yönetim karşısında daha bağımsız olması amacını taşımak­tadır ve bireysel özgürlük bölgenin egemenlerinin hiçbir biçimde razı olmayacağı bir şeydir. Yanı birey daha tutsak, egemen daha ba­ğımsız olsun istenmektedir. PKK, yaptığı eylemlerle, karşısında ol­duğunu söylediği yapıyı zayıflatmak bir yana daha da güçlendirdiği­nin farkında mı?

Deniz Baykal’la ilgili polemiğin kişisel olduğunu düşünseydim olayla hiç ilgilenmezdim. Ancak gelişmeler, tartışmaların siyasi ya­nının ağır bastığı, önümüzdeki dönemdeki siyası mücadelelerin sey­ri hakkında ipuçları verdiği için değerlendirilmesi gerektiğini dü­şündüm.

Satın almak istediğimiz bir mal ya da hizmetin fiyatını fahiş bu­lup bundan vazgeçmemiz çok sık karşılaştığımız bir olaydır ve Bay- kal polemiğinin ana gövdesinde bir kışının talep ettiği bir hukuki

yardım ve diğer tarafın talep ettiği yüksek ücret vardır Bunun çey­rek asır sonra ortaya çıkarılması olağan görünmemektedir

Olayın kamuoyuna sunuluş biçimi, ya çok ustaca hazırlanmış bir senaryoyu ya da tesadüflerin yarattığı benzer bir durumu yansıt­maktadır. İsimsiz bir itham, şüpheler başka bir siyasetçinin üzerin­de yoğunlaşınca, isimlendirilmek zorunda kalınmış ve başlangıçtaki rüşvet imasının yerini üst düzey bürokrat ilişkileri ve mafya bağlan­tısı almıştır. Gelişmeler, usta bir yazarın adım adım sona yaklaşma­sını ve okuyucunun ilgisinin devamını sağlayacak bir kurguyu an­dırmaktadır.

Olay bir sanatçının hayatından bir kesit olarak önemli değildir. Kendisinin pahalı bulduğu birçok mal ve hizmet vardır ayrıca onun talep ettiği ücretleri çok bulan birçok kışı olmuştur. Zaten daha sonra olayın bu yanı önemini kaybetmiş ve bu konu sıradan hale gelmiştir. Ancak Baykal hakkında sınırları ve niteliği belirsiz bir şüphe oluşturulmuştur.

Bunu CHP içindeki liderlik mücadelesinin bir uzantısı olarak algılayanlar çoğunluktadır. Bu yargı bir açıdan doğrudur ama genel siyası tablo içinde açıklayıcı olmaktan uzaktır. Daha açık bir Badey­le CHP içindeki mücadele partiyle sınırlı değildir ve Baykal’ın yeter­li olup olmamasıyla ilgili değildir.

Siyası farklılıklara ideolojik açıdan bakmak ciddi yanılgılara se­bep olur. Bir örnekle ne kastettiğimiz daha iyi anlaşılabilir. İdeolojik yaklaşımlarına bakılırsa Tony Blaır ile Deniz Baykal’ın birbirine daha yakın olduğu söylenebilir ama dünya ölçeğindeki siy ası farklılaşmalar açısından Blaır, Başbakan Erdoğan’a yakındır. Önümüzdeki dönemde siyasi cepheler, ideolojik yakınlıktan çok, Türkiye’nin dünya üzerin­deki konumu ve uluslararası ittifaklarına göre belirlenecektir.

Bu açıdan bakıldığında CHP’deki muhalefet ve AKP yönetimi bir kanatta. Baykal ve arka planda görülen Demirel ile MHP’deki

yönelim diğer kanalla görünmekledir. Ulusalcı olarak adlandırılan kanal bu cepheyi desteklemek zorunda kalacak ve bağımsız bir ha­rekete dönüşemeye çektir.

İki tarafın yaklaşımları dünya üzerinde çatışan ıkı farklı görüşle örtüşmektedir. AKP önderliğindeki sıyası hareket dünyayla bütün­leşmeyi ve ekonominin bu bütünleşmenin motoru olmasını savunu­yor. Son zamanlardaki hızlı sermaye hareketleri, uluslararası serma­yenin yoğun ilgisi sadece ekonomiyle izah edilemeyecek boyuttadır ve geleceğin Türkiye’sinin ekonomik ak yapısı oluşturulmaktadır.

Buna karşılık bugünkü ABD yönetimi ve Rusya, yeni dengeyi bu ıkı gücün arasında kurmaya çalışmaktadır. Soğuk Savaş dönemı- nm, farklı bir biçimde de olsa, yeniden hayata geçirilmesi istenmek­tedir. Bunların birbirine karşı olması kurulacak sistemin mantığının bir gereğidir. Bir tahtaravallinin ıkı tarafındaki insanlar karşı karşıya görünür ama oyun ikisi olmadan gerçekleşemez. Türkiye üzerinde­ki mücadele, tek başına belirleyici olmasa bile, sonucu önemli ölçü­de etkileyecektir. Türkiye, ABD-Rusya tahtaravallisının dayanak noktası konumundadır.

Mücadelenin siyası görüşlerin dışında, kişisel yıpratmalara da­yanarak sürdürülmesi önümüzdeki dönemin atmosferinin bulanık olacağının delilidir. Eğer karşı taraf da aynı yola başvurursa tartış­madığımız, ne olduğunu geniş kitlelerin bilmediği, tüm hesapların kapalı kapılar arkasında yapıldığı bir geleceğe sürükleneceğiz de­mektir. Biz de gerçeklen söylenenlerden değil satır aralarından çı­karmaya çalışacağız.

Irak’ta, bazılarının terör, diğerlerinin direniş dediği çatışmalar biçim değiştirdi. Artık saldırıların ana hedefi işgalciler değil. Şii böl­gesindeki İngiliz askerlerine, başından ben ciddi bir muhalefet göz-

lenmedı. Şimdi de ABD askerleri adeta unutuldu ve çatışma yerel güçler arasına kaydı.

Sünni direnişinin El-Kaıde tarafından örgütlendiği ve yürütül­düğü iddiasının propaganda amaçlı olması ve böylece direnişin bir terör eylemi olarak sunulması anlaşılabilir ama böyle bir kabul, olayların sıyası hedeflerini anlamamızı engeller, ilk soru, Sünni ey­lemcilerin neden Kürden göz ardı edip Şıılere savaş açtığıdır. İkinci soru, işgale karşı direnişin neden ikinci plana itildiği ve iktidar mü­cadelesinin öne alındığıdır. Bu durum işgalin sona ereceğine dair bir bilgiye mı dayanmaktadır ve şu anda yeni iktidarın oluşum süre­cinde miyiz?

Bu soruların cevapları bölgeyi ve Türkiye’}’! yakından ilgilendi­rir. Gelişmeler Şiflerin sayısal çoğunluğa dayanarak iktidar olması­nın istenmediği biçiminde yorumlanabilir. Buradan yola çıkarak ya­pılacak değerlendirmeleri atlıyorum ve komplo yapmak iddialarına hedef olmak istemiyorum.

Bir konuda anlaşma olması, çatışmaların durmasını gerektir­mez. Anlaşan taraflar bunu kamuoylarına kabul ettirmek ıçm çatış­maları sürdürür ve sonuca bir mücadele sonunda varıldığı izlenimin uyandırırlar. Daha açık bir ifadeyle Irak'ın yeni durumu müzakere­ler sonucu belirlenmiş olsa bile bu sonuç bize büyük bir mücadele­nin sonucuymuş gibi sunulacaktır. Bugün görünen manzara Şiilerin umduklarını bulamayacaklarını, sansal üstünlüklerine denk bir si­yasi güç elde edemeyeceklerini göstermektedir. Başlangıçta gözle­nen Şıı-Kürt birlikteliğinin yerini Sünnı-Kürt yakınlaşması alacaktır.

Demokratik ve federal Irak’ın bir görüntüden ibaret olması, mer­kezi yönetimin gücünün umulandan fazla olması beklenir. Bu du­rumda güvenlik güçlerinin yapısı ve kompozisyonu önem kazanır. Saldırıların ağırlıklı olarak ordu ve polise yönelmesi yeni yapılanma­nın Şıı ağırlıklı olmasının istenmediğinin bir göstergesi olabilir.

En ıp çözüm eski Irak ordusunun mensuplarının yem Irak or­dusunu oluşturmasıdır. Bu durumda demokratik düzenin getireceği Şii siyasal güç, devlet tarafından dengelenmiş olacaktır. Eğer okuyu­cunun komik bulmayacağını bilsem, küçük değişikliklerle, eski I- rak’ın yeniden ihya edileceğini söylerdim ama şimdilik bu konuyu bir yana bırakıyorum.

Talabam nm. ABD çekilince Türk askerinin Irak’a girmesini kim engelleyecek sorusunun bir anlamı olabilir mı? Bu konuda Rus- ya’dan destek araması, olayı ciddiye aldığının bir göstergesi olabilir mı? Talabanı’nın endişesi bir değerlendirmeden çok, bir bilgiye da- yanıyormuş gibi görünüyor ve artık gündeme gelen çekilme senar­yosundan sonra, istikrarı sağlamanın Iraklı güçlere mı bırakılacağı yoksa buna destek olacak başka bir güce de ihtiyaç olup olmadığı soruluyor. Türkiye’nin artan PKK saldırıları karşısında sabrının tü­kenmesi ve Irak’a girmesi hem bir sorunu çözüp hem de bu soru­nun cevabı olabilir mi?

Hemen AB üyeliği, bu durumda, zora girer hatta imkansız hale gelir diyeceğinizi biliyorum. Ama başından ben Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki engelin söylenenler olmadığını, ülkemizin şart­larının doğurduğu rolümüzün AB üyesi olmamızı engellediğini tek­rarlıyorum. Dünyada demokrasi, ekonomik gelişme gibi şeylerin de olduğunu biliyorum ama stratejik gereklerin bunlara göre daha ön­celikli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca AB üyeliği dışında da bu he­deflere varılacağını biliyorum. Şu anda AB ile ilişkilerimizde bir sü­rü pürüz ortaya çıkarken oluk gibi yabancı sermaye akmasını nasıl açıklarsınız?

Irak’takı operasyonun en önemli aşamasındayız ve ülkemizin artık dışında kalamayacağı bir noktaya doğru hızla ilerliyoruz ama ben endişelenecek bir durum olmadığını düşünüyorum.

Tartışmaların Türkiye’nin üyeliği üzerinde olduğu görüntüsü bir yanılsamadır. Aslında AB’nın geleceği tartışılmaktadır ve ülke­miz bu konuda kilit konumundadır.

Bugün AB, kuruluşundaki hedeflerle uyuşmayan bir çizgidedir ve bizim üyeliğimiz bu sapmanın tescili anlamını taşımaktadır. Baş­langıçta ABD ve SSCB dışında bir güç odağı olmak iddiasındaki bu birlik, İngiltere’nin katılımıyla, zaten hedeflerini kaybetmiş, başka güçlerin kontrolüne girmeye başlamıştı. İngiltere, De Gaulle un ha­yatı boyunca direndiği üyeliğe onun ölümünden sonra kamışmuş a­ma bu AB’nın sonunun başlangıcı olmuştur. Sözlerim İngiliz aleyh­tarlığı olarak anlaşılmamalıdır. Ancak İngiltere’nin dünya algılaması merkezi Avrupa’nın hedeflerinden farklıdır.

Birçok kereler AB’nın Fransa, Almanya ve Türkiye’nin birlikte­liğiyle kurulabileceğini, buna diğer Avrupa ülkelerinin katılmasının mümkün olduğunu ama şart olmadığını ifade ettim. İngiltere ise sa­dece coğrafi olarak Avrupalıdır ama onunla bir birlik kurmak müm­kün değildir. İmparatorluk refleksleriyle hareket eden bir ülkenin bir bütünün parçası haline gelmesi beklenemez.

Beklentim gerçekleşti ve İngiltere AB üzerinde hegemonya kur­maya başladı. Onun gerçek müttefiki küresel sermaye ıdı ve bu bir­liktelikten vazgeçmenin bedeli önemsiz bir ülke olmaktı. İngiltere bunu yapamazdı vc yapmadı. Ortak para birimini kullanmadı ve Euro’nun bir dünya parası olmasının önünü kesti.

Bu çerçeve içinde bizim üyeliğimiz çift anlamlı hale geldi. AB bir dünya gücü olmak istiyorsa Türkiye’yi içine almalıydı ama bunu bilenler Türkiye’nin tüm köşe başlarını önceden tutmuşlardı. Son zamanlarda oluk gibi akan sıcak para Türkiye’ye güvenin bir ifadesi olarak algılansa bile gerçekte stratejik noktaya yapılan güçlü bir ya­ğmak sayılmalıydı ve bu para AB’nın kontrolü dışındaki kaynaklar­dan, küresel sermayenin fonlarından geliyordu.

Merkezi Avrupa, dünya ekonomisinin kilit noktalarını elinde tutan küresel sermaye karşısında stratejik planda etkisiz hale geldi. Ekonomik başarıları, hammadde ve enerji piyasalarını kontrol eden güçlerin başarılı operasyonlarıyla durgunluğa dönüştü ve bu onun rerdeyse tüm iddialarını, sosyal devlet anlayışını boşa çıkardı. Eko­nomik durgunluk işsizliği, işsizlik yabancı düşmanlığını körükledi.

AB’nın çekirdeği Türkiye’nin üyeliği konusunda bir açmaza gir­di Eğer Türkiye'yi alırlarsa kontrol tamamen İngiltere’nin eline ge­çecekti, almazlarsa ekonomik bağımlılıktan hiçbir zaman kurtula­mayacaklardı. Kırk katırla kırk satır arasında seçim yapmanın ne kadar zor olduğunu da anlamış oldular.

İngiltere’nin üyeliğimiz ıçm bu cansiperane uğraşmasını neye bağlıyorsunuz7 Herkes bizim yeterince demokrat olmadığımızdan söz ederken demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’nin kayıtsızlığını yadırgamıyor musunuz7 Kıbrıs sorununda herkesten daha fazla taraf olmasına rağmen bunu sorun yapmamasını nasıl karşılıyorsunuz7

Bir savaşı kimin kazandığını anlamak için sonunu beklemek gerekmez. Belli bir aşamada artık durum apaçık belli olur ve şu an­da AB’nın tasfiye sürecine girdiği söylenebilir. Buna rağmen yoğun bir mücadelenin sürmesinin başka bir anlamı vardır.

Türkiye’de, kuruluşundan beri ilk defa, egemen gücün el değiş­tirmesi için uğraşılmaktadır. Üyelik sürecinin kesilmesi, demokra­tikleşme örtüsü altında gerçekleştirilecek bu süreci gerekçesiz bıra­kabilir. Oysa AB hedefinin sürmesi ve onun taleplerinin yerme geti­rilmesi bürokratik etkinliğin tasfiyesi için gereklidir. Yanı AB artık sanal bir hedeftir ama bu içerde güç kayması ıçm kullanılabilir.

Ülkeye yönelik yoğun para girişi ve devletin ekonomideki kontrolünün tasfiyesi siyasal gücün el değiştirmesinin önemli bir ayağı ıdı ve bu büyük ölçüde gerçekleşti. Şimdi ışın ikinci safhasın- dayız yani bu gücü destekleyen sosyal değer yargılarının değiştiril-

meşine çalışılmaktadır. Demokrasi taleplerinin nedeni budur ve bu konuda İslamcılarla liberallerin ortak hareket ettikleri görülmekte­dir. Kürtlerın demokrasi taleplerini de buna katabilir mıyız?

Türkiye ile AB arasında, müzakerelere başlamak ıçm yapılan pazarlıkları genel eğilimden farklı bir gözle görmek de mümkün. Bizimle AB arasında geçmesi beklenen tartışmalarda tarafların biri­nin biz mı yoksa İngiltere’nin öncülük ettiği bir kanadın mı olduğu anlaşılamadı. Dönem Başkanı İngiltere’nin karşı tarafı mı yoksa bizi mı temsil ettiğini söylemek zor. Sorunun apaçık halı bizim taraf mı yoksa konu mu olduğumuzdur.

Böyle bir soru Türkiye’nin önemsiz ya da yetersiz olduğu anla­mını taşımaz. Sadece bizim üyeliğimizi bizden çok isteyen binleri­nin olduğunu gösterir.

AB konusunda İngiltere’nin tavrının açıklığa kavuşturulması hem bizim hem de AB’nin geleceği açısından belirleyicidir. Böyle bir çaba kimseye yandaş ya da karşıt olduğumuz biçiminde algılanma­malıdır. Gideceğimiz yerin nasıl bir yer olduğunu, buradaki sorun­ların neler olabileceğini çözmek doğru politikalar belirlemek açısın­dan gereklidir.

Bizim üzerimizden yapılan tartışmalar AB’nin tekli yapıya sahip olmadığını, içerde, ayrıntı sağalmayacak farklılıklar olduğunu açığa çıkardı.

Gelişmelere farklı anlam vermemizin nedeni metotlarımızın ay­nı olmamasından kaynaklanıyor. Bazıları sorunu farklı kültür ve medeniyeti temsil eden ülkemizle AB arasındaki uyum zorluğuyla açıkladı hatta başbakanımız birlikteliğimizin medeniyetler çatışma­sını engelleyeceğini ilen sürdü. Bu tartışmayı çok ilginç bulduğumu itiraf etmeliyim. İlişkilerimizin! ilk başladığı gün de biz aynı ko-

numdaydık ve hiç kimse bunu bir engel olarak görmedi. Bunu ileri sürenlere “Günaydın, farklı olduğumuzu yeni mi anladınız?” demek gerekirdi. Bu farklılığın bir sorun olması sosyolojik değil, kültür ve inancımızın yepyeni sıyası dinamikler kazanmasına bağlanabilir. Sorun siyasıdır ve şu anda İslam'ın kazandığı sıyası boyutla ilgilidir. Yanı sorun farklı medeniyetlere ait olmaktan değil farklı sıyası yapı­ların içinde olmaktan kaynaklanmaktadır ve bu sıyası boyut ne ül­kemizde ne de dünyada somut bir biçimde algılanamamaktadır. Si­yasal İslam’ın dünya dengelen içindeki yen, ittifakları, hedeflen ve karşıtları bilinmemektedir. Onun diğer dinlerle çatıştığını söylemek son derece anlamsızdır ve bağımsız bir hedefi ve politikası olmadığı ilk bakışta anlaşılmaktadır.

İngiltere’nin siyasal İslam’la dışkısı açıklığa kavuşmadan Türki­ye’ye verdiği destek anlaşılamaz. Bakış açımızdaki farklılık bu nok­tada daha da belirginleşiyor. Bazıları demokratikleşme ve özelleştir­melere bir ilke meselesi olarak bakarken ben bunun sıyası güç transferinin bir aracı olduğunu ve ülkemizdeki egemen gücün el de­ğiştireceğini düşünüyorum ve ekonomik gücü kontrol edenlerin si­yası kimliklerini merak ediyorum. Amacım yeni egemen gücün kim olacağını kestirmek. Açık söylemek gerekirse bunların inançlarıyla ne olumlu ne de olumsuz yönden ilgilenmiyorum.

Bazıları bir ülkenin gücünü ve etkinliğini o ülkenin sınırları içinde arar. Elerinde bunu ölçecek kriterleri vardır. Milli gelir, dış ticaret ve daha bir sürü ölçülebilir büyüklükleri sıralayarak her şeyi açıklayabilirler. Ben bunun son derece anlamsız olduğunu düşünü­yorum. Ve bir ülkenin gücünün sınırlarını çok dışında aranması ge­rektiğine inanıyorum.

İngiltere dünyaya AB perspektifinden bakmıyor ve kendisini onunla özdeşleştirmiyor. Ülkesinin sınırları dışındaki varlığının Bri­tanya Adası’ndaki varlığından daha önemli olduğunun farkında. Bü-

yük Ortadoğu Projesinin kapsadığı alanın herkes ıçm belirleyici ol­duğunu bildiği için orada var olmanın kaçınılmaz olduğunu düşü­nüyor ve bu hemen bir soruyu sormamızı gerektiriyor. ABD ile İngil­tere acaba bir ortak mı yoksa aynı alanlarda at koşturan ıkı rakip mı?

İngiltere bölgede etkinliğini sürdürdüğü ölçüde ortak olarak kabullenilecek ama kaybederse bir kenar devlet ve AB’nın üyelerin­den biri olmaya mahkum olacak.

Ben son tartışmalarda taraflardan birinin İngiltere olduğunu ve bizim bu tartışmanın konusu haline geldiğimizi düşündüm ve bu ülkenin politikalarını hayranlıkla izledim.

****

Arap Yarımadasındaki prenslerin zenginliğini bugüne kadar an­layamadım. Zenginliğin kaynağının ekonomiye yapılan katkının bir sonucu olduğunu söyleyen liberaller bu sorunun cevabını biliyor ol­malılar. Hayatı boyunca sadece ücret gelin elde eden bazı insanların siyasete girdiklerinde ya da toplumu yönlendiren kişiler oldukların­da zenginleşmesinin iktisadı nedenlerini de bilirler herhalde. İktisa­dın bu dalı üniversitelerde okutulmadığı ya da akademisyenlerin ilgi alanına girmediği ıçm bilmediğim bir konu üzerinde yazı yazdığımı itiraf etmek zorundayım. Benim ılgım sadece amatörce ve bazı soru­ları bu ışın ustalarının cevaplandırmasını bekliyorum.

Son zamanlarda ülkemizdeki eşi görülmemiş bir iktisadı can­lanma yaşanıyor ve herkes bu ortama girmek için yarışıyor ama bir şey bana biraz garip görünüyor. Neden dünya ölçeğinde bilinen ve zenginliklerini ünlü bir işletmeye sahip olmakla kazananlar değil de ismini ilk defa duyduğumuz kimseler ve zengin prensler geliyor?

Ayrıca şu sorunun cevabını da bilmiyorum. Arap Yarımada- sı’nda bir sürü devletçik kuranlar, buraların yöneticilerini atayanlar bırakıp gittiler mı? Burada oluşacak zenginliklerin bu yöneticilerin

keyfine göre kullanılmasına izin mı veriyorlar7 Yoksa bunlar sadece birer mutemet konumundalar mı yoksa kurulan bir kontrol siste­miyle bu zenginlikler kurucuların isteklerine göre mi kullanılıyor?

Bu sorulara şöyle bir cevap verilebilir: “Sana piyangodan para çıkmadığı ıçm bilmiyor olabilirsin. Birinci ve İkinci Dünya savaşları aslında birer çekilişti ve bu prenslere en büyük ikramiye çıktı. On­lar da bunları kullanıyorlar ”

İktisatta bu boyut ihmal edilebilecek kadar önemsiz değil. Yir­minci yüzyılı şekillendiren petrol birtakım şanslı insanlarca yönlen­diriliyor ve onların aldıkları kararlar en büyük güçlerin kaderlerini belirliyor. Petrol fiyatları artınca Avrupa daralıyor, ABD kazanıyor, Rusya ferahlıyor ya da tersi oluyor. Bu konudaki kararları da zengin kral ve prensler veriyor.

Bizim gibi sıradan insanlar bürolarda, fabrikalarda uğraş verir­ken onlar saraylarda oturuyor ama ekonomiye katkıları o kadar bü­yük kı ödülleri hayal gücümüzü bile aşıyor. İsteseler büyük bir sa­vaşın tetikleyicisi bile olur ve dünyayı cehenneme çevirebilirler. Ba­zen içlerinden biri Batı medeniyetine kızıp El-Kaıde isimli bir örgüt kuruyor ve dünya devlerinin hayatını karartabiliyor.

Bizi ıstedıklen biçimde düşünmeye zorlayabiliyorlar. Bir zaman­lar sağ-sol kavgası yapanlar, dünyadaki mücadeleyi ekonomik siyasi, stratejik nedenlere bağlayanlar ne kadar yanıldıklarını, asıl savaşın dinler arasında olduğunu anlayıp şaşkına dönüyor ve dünyanın efen­disi sayılan ABD başkanı emirleri Tanrı katından almaya başlıyor.

Paranın siyaset dışı ve hatta üstü olduğunu anlıyoruz. Devlet­ler önemini yitiriyor ve uluslar üstü bir faktör yani para tek belirle­yici hale geliyor. Sermayenin tek amacı kazanmaktır ve en çok ka­zanacağı yere gider diyoruz. Eğer bize geliyorlarsa bunun nedeni ortamın uygun oluşundandır, onlar da biz de kazanacağız diye dü­şünüyoruz. Uluslararası güç dengesi, egemenlik mücadelesi gibi

köhnemiş düşünceleri tek edip modem kavramlarla dünyayı açık­lamaya başlıyoruz.

Benim gibi bir avuç eski kafalı da hâlâ bu paraların hangi sıyası amaca yönelik olduğunu, arkasında ne gibi sıyası hesapların yattığı­nı sorguluyor. Oysa ticareti bilenlerin, paradan anlayanların böyle bir derdi yok. Uluslararası piyangodan büyük ikramiye kazanan kral ve prenslerin paralarını kullanmanın ne zararı olabilir7 Sız pi­yangodan para kazansanız piyango idaresi sızın bu parayı nasıl kul­landığınıza karışır mı? Ingilizler de bu devletleri kurup gittiler artık karar buraların yöneticileri tarafından alınıyor?

İktisat bir bilim değil bir kurgudur. Hemen yeni bir kurgu ya­ratabilir ve zengin prensleri önemli bir aktör olarak sayabilirsiniz. Senaryo yazarını da ihmal etmeyin.

*****

Şu sıralarda herkesin sorunu PKK’nın nasıl tasfiye edileceği. Türkiye, ABD, Kuzey Irak’takı Kürt oluşumu, güneydoğudaki egemen güçler bu örgüte karşı ve onu tasfiye etmeyi istiyorlar a- ma bu kadar büyük bir ittifak bir türlü aralarında anlaşamıyor ve rakiplerine göre anlamsız sayılabilecek bir örgüt varlığını sürdü­rüyor. Eğer durum buysa gerçek dışı bir tablonun varlığından söz edilebilir.

Son olarak MİT Müsteşarı Barzanı’yi ziyaret ederek ortak bir ta­vır belirlemeye çalışıyor. ABD’nin böyle bir ortaklığı destekleyeceği biliniyor ama somut bir sonuç alınamıyor. Bu manzarayı açıklayabi­liyor musunuz? Neyin pazarlığının yapıldığını biliyor musunuz? Yıl­lardır süren bu kavganın gerçek nedenlerini anlamak ve açıklamak zor. Çünkü ihtilafın nedeni bildiklerimizden farklı ve hepimiz sanal bir senaryoyu izliyoruz.

Irak’ın işgalinden önce PKK’nın Türkiye topraklarının bir kısmı

üzerinde bağımsız bir devlet kurmak istediğim düşünüyorduk ama kimse bunun mümkün olup olmayacağını sorgulamadı. Karşı tara­fın projesini gerçekleştiğini düşünüp nasıl bir yapının oluşacağını tartışabilir ve böyle bir devletin hayalden de öte olacağını görebilir­dik. Çatışmanın nedeni ve hedefi bölgedeki egemen gücün tasfiye - sıydı ve PKK o gücün yerini almak istiyordu. Bunun Türkiye’deki siyasal tabloya etki etmesi doğaldı ve asıl istenmeyen buydu. Yanı çatışma ülkenin bütünlüğüne yönelik bir tehdidi ortadan kaldırmak değil, mevcut güç dengesini değiştirecek bir siyasal hareketin önlen­mesi amacını taşıyordu. Onun bölücü olarak nitelendirilmesi ise mücadeleyi kolaylaştırıyordu.

Türkiye’yi yönetenler güneydoğudaki var olan güçleri değiştir­mek istemediler, hatta onun daha da güçlenmesine yardımcı oldular.

Bu siyasal bir tercihtir ve ülkeyi yönetenlerin böyle bir seçim yapmaları en doğal haklarıdır. Ülkenin güvenliğini, kendi iktidarla­rının geleceğini böyle bir yapıda görebilirler. Eleştirilecek şey olayın sebeplen konusundaki tartışmaları engellemeleri ve bunu yapmak isteyenleri, her türlü yola başvurarak sindirmeleriydi.

Bugünkü manzara şöyle özetlenebilir: Türkiye’nin desteklediği ve güçlendirdiği yerel egemenlerin bir bölümü, Kuzey Irak’ta oluşan yapıya sempati duymakta ve var olan şartlar içinde federatif bir yapı istemektedir. Bu çözüm, ayrı devlet olmanın risklerini taşımayacak, tek zenginlikleri olan petrolün risksiz pazarlanmasını sağlayacak ve geleceğin şartlarına göre yeni yapılanmalara açık olacak. Bunun AB- D’nin de desteğiyle gerçekleşebileceğini düşünüyorlar ama bir soru­nun çözülmesi gerektiğin de farkındalar. Kürtlerın yaşadığı tüm bölgelerde feodal bir yapı egemendir ve bu yapı, çözülmek bir yana, ticaret ve siyaset kanalıyla elde edilen zenginlikler yüzünden daha da güçlü bir hale gelmektedir. Bir yanda büyük zenginlikler diğer yanda sıfırla ifade edilebilecek gelirle yaşamaya mahkum kitleler

vardır ve petrolden elde edilecek gelirler bu tabloyu sadece daha va­him hale getirecektir. Alt gelir gruplarında etkin olan PKK bu yapı için ciddi bir tehdit oluşturacaktır.

Barzanı yönetimi bu örgütle çatışmak yerine onu eritmek ve parayla satın almak niyetindedir. Böylece terazinin karşı kefesindeki bir ağırlık kendi tarafına çekilecek ve iktidarı güç kazanacaktır. Eğer PKK Türkiye tarafından tasfiye edilirse, örgüt hem çaresiz kalacağı hem de hasım olarak Türkiye’yi göreceği ıçm, Türkiye karşısında da elini güçlendirecektir.

PKK futbol sahasındaki bir topu andırmaktadır Herkes bu to­pun karşı kaleye atılmasına çalışmaktadır. Önemli olan topun ken­disi değil golü hangi tarafın yiyeceğidir.

Son zamanlardaki provokasyonlara, orduya yönelik yıpratma kampanyalarına, olayların ayrıntılarında boğulmadan, biraz yıkar­dan bakarsanız bu manzarada kimin ne yaptığı daha iyi anlaşılır. A­ma bunlar gereksiz, biz teröristlerin ne yaptığını biliyoruz, huzuru­muz bozmak istiyorlar ve sağa sola bomba atıyorlar derseniz o da si­zin bileceğiniz bir şey.

İslam düşmanlığını insanlık suçu saydığımız günlere geldik. Oy­sa bugüne kadar kimsenin böyle bir sorunu yoktu Nefret ettiğimiz şey komünizmdi ve onunla savaşıyorduk. Üstelik bu savaşta İslam ve Müslümanlar en önemli bir müttefik sayılıyordu. Petrol üreten Arap ülkeleri bir parayı andırıyordu. Bir yüzünde yönetenlerin resimlen ve onlara meşruiyet sağlayan İslam diğer yüzünde çağa damgasını vuran petrol kuyuları vardı. Kimse ne kadınların yaşam biçimlerini, ne de ezilmişliklerim sorguluyordu. Bugün insanlık suçu sayılacak ölçüde karşıt olunan İslam o günlerin gözdesi konumundaydı.

Acaba Batı bu parayı kullanmaktan vaz mı geçiyordu? Yoksa

paranın tura kısmını silip yeni bir şekil vereceği parayı mı kullana­caktı ve paranın yazı kısmı eskisi gibi kalmaya devam mı edecekti? Siyasal İslam’ı Müslümanlar yaratmamıştı. Siyaset planlayıcıların masalarında oluşturulan bu akım şimdi onların bir numaralı hasmı haline gelmişti.

Onlar İslam’ı sıyası bir araç biz ise bir inanç olarak görüyorduk. İnançlarımızı bir silah haline dönüştürenlere karşı koyamadık hatta bunu severek kullandık. Çünkü İslamcı akım binlerine iktidar ve bunun getireceği zenginliklerin yolunu açıyordu.

Bazı kimseler tüm yaşamlarını bir hiç uğruna harcadıklarını görmekle kalmadı gelecek ıçm besledikleri hayallerin de gerçekleşe­meyeceğini anladı. Hayatı boyunca Varşova Paktı ordularının önü­nü kesmek için planlar hazırlayan, bu konudaki başarılarıyla övü­nen ve ödüllendirilen askerler bir hayalle savaştıklarını düşünmeye başladı. Acaba böyle bir husumet hiç olmamış mıydı? Bütün ömrü­nü adadığı mücadele tamamen sanal mıydı? Bir zamanlar el üstünde tutulup alkışa boğulanlar artık bir yük olarak görülmeye başlamıştı.

Gecesini gündüzüne katıp komünist ajanlarını izleyen, ülkesine yönelik yıkıcı faaliyetleri engellemek ıçm birçok kışının hayatının kararmasına neden olan istihbaratçı şimdi müttefikleriyle birlikte İs­lamcı teröristleri izlemenin burukluğunu yaşıyordu. Belki de için­den sıra bana da gelebilir mi diye geçirmekteydi.

Türkiye’de sadece Türklerm yaşadığını söylediğimiz günlerden en yetkili kişilerin nerdeyse bütün ırkların ülkemizde yaşadığını söylediği günlere geldik. Tek eksiğimiz Çın lokantasında çalışanla­rın anılmaması olabilirdi ve belki de bundan alınmışlardı.

Herkes neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışıyordu ama kimse bu tartışmaların boşuna olduğunun farkında değildi Asıl soru bu değişimlerin kimin eseri olduğu ve bundan sonra neyi de­ğiştirecekleri olabilirdi. Ama kimsenin böyle bir tavır içinde olma-

yacağı kesindi Çünkü her değişikliği kendilerinin eseri sayıyorlar­dı. Bugüne kadar yanlış bir yolda yürünmüştü ve kendileri tüm yanlışları düzeltmek niyetındeydıler bunu gerçekleştirecek kararlı­lık ve güce sahiplerdi.

Kimse dönüp arkasına bakmadı ve paranın tura yüzündekı- lerin geçici, yazı yüzündekilerm kalıcı olduğunu fark etmedi. Pa­ranın bir yüzünde görünmek yerine parayı basan konumuna gel­meyi düşünmedi.

Bugüne kadar ülkemizin böyle bir şansı da yoktu. Ama bugün tüm yapılar yeniden belirlenirken tarihin bize sunduğu etken olmak imkanını kullanmaz ve kalabalıklar içinde slogan atanlar gibi davra­nırsak paranın tura yüzünde yine binlerinin resmi olacaktır ama pa­ra basan olmayacağız.

Sistem yeniden şekillenirken binleriyle ortak olmak, onların ta­savvurlarını paylaşmak ve buna katkıda bulunmak son derce anlaşı­labilir bir şeydir. Ama bir savaşta kurmay heyetinin içinde olmakla hazırlanan planları uygulayan kahraman bir asker olmak farklıdır. En kahraman asker bile eğer kazanan taraftaysa ödüllendirilir veya anılır. Kaybeden tarafta olanın sonu yokluktur.

Sorunumuz ülkeyi yönetenlerin kahraman bir asker olmakla mı yetinecekleri yoksa savaşın stratejilerini belirleyenlerden mı olacaklarıdır.

Petrol zengini ülkenin parasının üzerinde resim olmak mı ister­siniz yoksa parayı basan mı?

Ülkemizde büyük çoğunluk bir yıkım ekibi gibi davranıyor. Eğer bir sorunumuz varsa, bu soruna neden olduğunu sandığımız odakları imha etmek için kollarımızı sıvıyor ve çatışmaya başlıyo­ruz. Kimsenin inşa etmek gibi bir derdi yok. İçinde bulunduğumuz

yapıyı sağlamlaştırmak, saldırılara karşı güvenli hale getirmek gibi bir projemiz olmuyor.

Eğer karşımıza Kürt sorunu çıkmışsa yapılacak şey basit. Sorun saydıklarımızı bertaraf ederek bu dertten kurtulacağımıza inanıyo­ruz. Bu olayın nedenlerini araştırmak, onu yaratan ortamı etkisiz hale getirmek ayıp sayılıyor. Sadece korkakların ve ülkesini yeten kadar sevmeyenlerin böyle davranacağına inanılıyor. Çünkü her­hangi bir olumsuzluk onu doğuran şartların bir sonucu değil kötü adamların dayanışlarından kaymaklanır ve bunlar ortadan kaldırı­lırsa sorun da biter sanılıyor.

Geleceğimizi de ipotek altına alan fedakarlıklara rağmen sorun, çözülmek bir yana, daha da büyümüşse, yaptıklarımızı irdelemek yerine, aynı yolu izlemeye devam ediyoruz.

İşın ilginç yanı hiç kimse yok etmek istediklerini ortadan kaldı­ramıyor, onu daha da güçlendiriyor ama korumaya çalıştığı bina ciddi hasarlar görüyor. Birisi eline kazmayı alıp yıkıma başlamışsa bilin kı kendi oturduğu binayı yıkacak ve diğerine boş bir alan aça­caktır. Eğer milliyetçiler iktidarın bir parçasıysa ülke yabancıların ekonomik kontrolüne giriyor, İslamcıların egemenliği hem tüm id­dialarının çürüdüğü hem de terör örgütü olarak algılandıkları bir dönem haline dönüşüyor.

İnşa etmek isteyenler horlanıyor. Sürekli kahramanlık hikayele­riyle yönlendirilen halk yapmayı ayıp, yıkmayı kutsal sayıyor. Sır­tında mermi taşıyan köylü kadın ülkeye hizmetin en üst değerdeki simgesi sayılıyor. Hiçbir şey bilmeyebilirsin, geriliğin dip noktasın­da olabilirsin ama bu şartlarda bile imkansızı başarabilirsin deniyor. Eğer gerçek buysa bir şeyler inşa etmenin ne gereği vardır ne de fay­dası. Madde, belirleyici olmak bir yana, insanların ruhunu öldürdü­ğü için, zararlı da olabilir.

Birisi çıkıp “Fabrika, baraj yapın, tarımın yapısal sorunlarını

çözün, ileri teknoloji kullanın, insanları öğrenen ve inanan değil düşünen bireyler haline getirin’’ derse dudak bükülüyor ve “Ne ka­dar ilkel bir kafa, hâlâ dünyayı anlamamış, her yerden oluk gibi pa­ra akarken ve kovamızı bunlarla doldurmak varken adam bizi zora sokmaya çalışıyor” deniyor.

Kendilerini hoşgörüyle özdeşleştirenler farklı olana karşı sınır­sız bir husumet içinde olabiliyor. Hoşgörülerinin kendileriyle amaç birlikteliği olanlara karşı sergilendiğini, bir bütünün parçasıysanız sızı kabul edebildiklerim görüyorsunuz. “Bak, kolumla bacağım bir­birine benzemiyor ama ikisini de senyorum" diyor Farklı bir bede­nin beyni bile onları çileden çıkarmaya yetiyor

Düşündüğünü sandığınız insanların iler sürdükleri fikirleri şüp­heyle karşılamaya başlıyorsunuz ve aklınıza “Kimin değirmenine su taşıyor?" sorusu takılıyor. Bir değişme varsa bunun kendisinde mı kaynaklandığını yoksa destekçilerinin mı değiştiğini çözemiyorsunuz.

Herkese, varılan sonuçlar sizin mı hedefınizdı yoksa karşı taraf mı amacına ulaştı sorusuna içtenlikle vereceğiniz cevap yaptığınızın doğru olup olmadığını gösterir de diyemiyorum. Çünkü sürekli hedef ve me­tot değiştiriyorlar. Bu da her zaman haklı olmaları anlamına geliyor.

Herkesin elinde bir kazma karşısındakinin binasını yıkmaya ça­lışıyor ama büyük bir gürültüyle çöken kendi binası oluyor. Hiç kimse çıkıp “yaptıklarım bana değil karşımdakine zarar vermeliydi, galiba bir hata yaptım” demiyor.

Sadece yıkarak ve savaşarak bir yere varılamaz. Güvenli bir ortam yaratarak kimsenin saldırmaya cesaret edemeyeceği ya da bir başarı umudunun olmadığı bir yapı kurmak sürekli vatanı kurtarmak zorun­da kalmaktan daha iyidir. Elinizdeki kazmayı bırakın demiyorum ama inşa etmek gibi bir kavramın da olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Bundan sonra manşetlerden, flaş haberlerden çok satır araların­daki mesajların daha önemli olacağı anlaşılıyor. Yazılan ve söyle­nenlerin, iktidar yandaşları dışında, olumsuzluklar içermesi sürpriz olmayacaktır.

Bu, Anayasa fırlatma krizi gibi, güncel bir olayın tırmanmasına bağlansa bile sebep daha derinlerde görünüyor. İktidarın çizgisinde ciddi bir değişme olmamasına rağmen ona yönelik tavırdaki bu farklılığın sebebi ne olabilir7 Aynı politikaları geçmişte desteklemiş olanlar bugün neden olumsuz davranmaya başladılar?

Böyle bir değişikliğin olacağını tahmin ediyor ve 2005 yılının önemli değişikler getireceğini söylüyordum. Sürecin, biraz gecik­meyle de olsa, başladığı anlaşılıyor. Ancak hâlâ karanlık noktalar ol­duğu gözleniyor. Mevcut sıyası partilerin dışında bir alternatif olma­dığı ancak bunların da radikal sıyası altüst oluşa sebep olamayacağı görülüyor. Beklenen oy kaymalarının birini biraz ileriye diğerini bir adım geriye götürebileceği ama güç dengelerinde büyük bir değiş­menin olmayacağı hesaplanıyor.

Toplumu sürükleyecek bir alternatifin çıkmaması bir imkansız­lıktan çok uygulanmakta olan bir stratejiyi akla getiriyor. Var olan­ların hiçbirinin sürükleyici olamaması ama bu konuda genel bir beklentinin varlığı ciddi bir çelişki oluşturuyor. Çok sayıda alterna­tif adayının olduğu ve bunların partileşme çabaları yürüttüğü bilini­yor ama onları ete kemiğe büründürecek güçlü bir destek gözlenmi­yor. Beklenen bütün bu teşebbüslerin başarısız olacaklarını anlama­ları ve güç odaklarının desteğini sağlayacak bir alternatife boyun eğ­meleri olabilir mi?

Yeni bir alternatifin Türkiye’nin gelecekteki rolü ile uyumlu ol­ması gerekiyor. Daha açık bir ifade ile bir geçiş sürecinin yükünü ta­şıyıp sonra tasfiye edilecek cinsten olmaması gerekiyor. Geçmişte D­SP, MHP gibi partilerin bir saman alevi gibi parlayıp, kendilerinden

beklenen rolleri oynadıktan sonra yok olmalarına benzer bir süreç öngörülmüyor. Bu defa dünya ile uyumlu, ıç dinamiklerle barışık ve uzun süreli hedefleri gerçekleştirebilecek bir yapı oluşturulmaya ça­lışılıyor. Böyle bir yapı toplumun hiçbir kesimiyle özdeşleşmeyen a­ma hiçbirinin kategorik olarak reddetmeyeceği bir hareket olabilir. Bu herkese mavi boncuk dağıtmaktan farklıdır. Herkese verilecek mesaj “Sizi temsil etmiyorum ama sorunlarınıza yabancı değilim ve onların, en azından bir bölümünü, çözebilirim” biçiminde olabilir.

Toplumdaki farklılıkların ve gerginliklerin kontrollü bir biçimde tırmandınlması ama taraflardan hiçbirinin kesin bir zafer umudunun olmaması onları uzlaşmaya razı edebilir diye düşünülüyor. Çevrede en keskin görüşlerin uçuştuğunu ama hiçbirinin gücünün, ne dünya ölçeğinde ve ulusal düzeyde yeterli destek bulamadığı görülüyor.

Böyle durumlarda ya her görüş kendi örgütünü kurar ve rekabet siyasi alana taşınır ya da bir uzlaşma platformunda buluşulur. Top­lumdaki gerginliğin üst düzeylere tırmanmasının ve tarafların ayrı örgütlenmelerin çatışma riskini artırması kaçınılmazdır. Bu nedenle gerginlik ve farklılık belli bir düzeye varınca geniş kitlelerin ortak yanlarını ifade eden bir çatı altında toplanılabıleceğı düşünülüyor.

Seçim barajını düşürmemek isteyenler kararlarını bugünkü ya­pıya göre verdiler. Farklı bir ortamda bundan en çok kendileri zarar görebilir. Mallarını ortaya döküp onun en iyi olduğunu söylemek bir pazarlama metodudur, bir ihtiyacı yaratmak ama uzun süre in­sanların bunu bulamaması ve birden bir tek mağazada bu malın bu­lunduğunun söylenmesi ve herkesin buraya yığılmasının sağlanması da bir başka metottur. Göründüğü kadarıyla bir alternatif ihtiyacı yaratılmıştır ve mevcut partilerin hiçbirinin bu ihtiyaca cevap vere­meyeceği izlenimi yaratılmıştır. Yeni bir mağazanın açılacağını ve önünde uzun kuyruklar oluşacağını sanıyorum. Satılan mal tam is­tediğimiz gibi olmasa bile hiç istemeyeceğimiz cinsten olmayacaktır.

SES

Bir ülkede kalkınma planı yapmak, ayrıntılar bir yana bırakılır­sa. çok kolaydır. Bir liralık yatırımın en çok katma değer yaratacağı alana elinizdeki kaymakları, yanı ıç tasarrufları ve dışardan sağlaya­cağınız imkanları yatırırsınız ve böylece gelirinizi en yüksek oranda artırırsınız. Eğer Afrika’nın sıcak bir ülkesiyseniz, bir birim yatırı­mın en yüksek gelir getireceği alan belki muz yetiştirmektir ya da kahve tarımıdır. Böylece işçilerinizin kamı biraz daha iyi doyar ve işverenler daha lüks bir hayat sürerler. Ama sonuç olarak siz bir muz cumhuriyeti olursunuz.

Türkiye ekonomik açıdan bir muz cumhuriyetidir ve kalkınma felsefesi, gelirini en çok katma değer yaratacağı alana yatırım yap­mak suretiyle artırmak üzerine kurmuştur. Başlangıçta olumlu so­nuçlar yaratan bu yolun sonu bir çıkmazdır. Çünkü muz yetiştire­rek ulaşılacak zenginliğin bir sınırı vardır ve bu sınır çok yukarılar­da değildir. Türkiye 1960’dan beri halkın en çok ihtiyaç duyduğu malları yurt içinde üretmeye çalışmış ve böylece hayat standardını bir ölçüde yükseltebılmiştir. Zaten halkın en çok ihtiyaç duyduğu mallar, aynı zamanda birim yatırım başına en yüksek katma değer sağlayan alanlardır.

İkinci bir amaç da birim yatırım başına en yüksek istihdamı sağlamaktır. Size yol gösteren bu ıkı kriter ise. yanı en yüksek kat­ma değer ve istihdam ise tuzağa düşmüşsünüz demektir. Çünkü bu yol sizi geri teknolojiye ve dünyanın her yerinde ucuz emekle üreti­len malların üretimine götürür. Bu malları yurt dışına satarsanız, en geri ülkelerin ödediği ücretler düzeyindeki bir ücreti işçilere ödersi­niz ve işverenleriniz bu ülkedeki işverenler gibi, kendi çevrelerinde büyük ama dünya ölçeğinde cüce kalırlar.

Bulunduğunuz yerden yanı alçak bir tepeden ufka bakan insan gibisinizdir. Göreceğiniz ve ulaşacağınız yer yakındır ve sınırlıdır. Oysa önce bulunduğunuz tepeden daha yükseklere çıkıp oradan dünyaya baksanız çok daha geniş bir alanı göreceksiniz. Bunun ekonomik alandaki karşılığı yüksek teknolojileri kullanan üretim alanlarını hedef seçmek ve kalkınmayı bu temele oturtmaktır.

Türkiye bunu yapmamıştır. En alt düzeydeki ihtiyaçlara cevap veren, yanı karnı doyurup sırtı pek tutan malları gen teknolojilerle üretmiş ve bunun sağladığı rahatlıkla mutlu olmuştur. Tarımını bir ölçüde modern hale getirmiş ama topraktaki mülkiyet yapısına do­kunmadığı için küçük hatta minik işletmeler tarımın hakim karak­teri olmuştur. Sanayide başlangıçtaki şartların işaretine uyarak teks­tile yönelmiş ama bunun en ilen düzeyinin bile dünyanın gerisinde kalmamıza neden olacağını hesap etmemiştir.

1980’lere kadar içe kapalı, zorunlu ihtiyaç maddelerini üretimi­ne ağırlık veren ülkemiz, Turgut Özal ile birlikte ve bu yapısıyla dı­şa açılmak istedi. Ekonomik olarak dünyayla bütünleşmek ıkı farklı sonucu bir araya getirdi. Dış rekabete açılan ekonomimiz ilen tek­nolojileri kullanmaya zorlandı diğer yandan ileri teknoloji ürünleri hızla piyasaya girdi. Dış ticaretin büyük ölçüde açık vermesi ve bu­nun dış borçla finanse edilmesi kaçınılmazdı. Olayın bu boyutunda siyasal hesaplar da devreye giriyordu. Stratejik önemi büyük olan ve

59» BASIMIZ A ÇUVAL GEÇİRENLER gelecekte büvük çatışmalara sahne olacak bir bölgede ve kilit konu­munda olan ülkemizi kontrol altında tutmak, büyük güçler açısın­dan vazgeçilmez bir hedef haline gelmişti.

Türkiye güçlü olduğu ıkı alanda tam bir açmaz içindeydi. Ta­rımdaki küçük işletmelerin maliyeti yüksekti ve dünyayla rekabeti imkansızdı. Tarım kesimindeki çok düşük gelirlere rağmen ürünle­rimiz dünyayla rekabet edemiyordu. Kaldı kı tarımda en ilen tekno­lojileri kullanan ülkeler bile, tarım kesiminde çalışanların gelirleri ortalama gelir düzeyine ulaştırmak ve böylece üretimi sürdürebil­mek ıçm büyük sübvansiyonlar veriyordu. Yanı önce tarımımızı ile­ri ülkeler düzeyine çıkaracaktık daha sonra, zengin bir ülke haline dönüştüğümüz zaman büyük sübvansiyonları göze alacaktık. Teks­til ve diğer tüketim malları üreten sektörlerimiz ümitsiz bir durum­daydı. Bu malları bizden de fakır olan ülkeler üretip dünya pazarla­rına sunuyorlardı. Yanı bu sektörde çalışanların fakirlik düzeyini aş­ması imkansızdı.

En fazla katma değer sağlayan malları en çok istihdam sağlayan teknolojilerle üretmek politikası bizi bir duvara dayamıştı ve hiçbir çıkış yolu gözükmüyordu. Eğer politikamızı değiştirip bundan son­ra çalışanlarına daha yüksek gelir sağlayan malları üretmek istesek bile, bu alana yatırım yapacak kaynağımız yoktu. Düşük ücret ve kârlarla çalışan ekonomimizin büyük tasarruflar yaratması imkan­sızdı. Kaldı ki bu kaynakları dışardan sağlasak ve böyle bir sanayi kursak bile ciddi sorunlarla karşılaşacaktık. Büyük çapta istihdam sağlayan tekstil ve benzeri malları üreten kesimde ve tarımda yük­sek ücret veremeyecektik ve ülke içinde vahim gelir farkları oluşa­caktı. Ayrıca kaynak sadece dışardan sağlanabileceği için ekonomi­miz dış kontrole açık hale gelecekti.

Başka bir sorunumuz daha vardı. Yıllarca yatırım ve ara malla­rının ithalini teşvik eden ama nihai malları yurt içinde üreten eko-

nomimiz, bu alanda tamamen dışa bağımlı hale gelmişti Türki­ye’nin yeni bir mal üretmesi imkansızdı. Yatırım malları ve ara mal­ları ne üretileceğini kesin olarak belirliyordu ve bu tamamen dışarı­nın tekelindeydi.

Üretimdeki bu çıkmaz şüphesiz fınans alanına da sirayet etli. Pa­ra politikalarını belirleyen ıç kurumların giderek güçsüzleşmelerı pa­rasal operasyonları güçlü dış odakların güdümüne soktu Döviz kurla­rı, borsa ve faiz hadleri ıç dinamiklerce belirlenemez hale geldi ve bü­yük malı merkezler, bunları belirleyerek ekonomimize yön verdiler.

Sonuç olarak gen teknolojileri kullanarak mal üreten ve bu yol­la bir ölçüde refaha ulaşan ülkemiz şimdi bu refahın bir uyuşturucu olduğunu ve bağımlılığının sağlığını tehdit etliğini gördü.

Maalesef yapılabilecek şey, yok olmasa bile, çok az. Her tarafın­dan güçlü zincirlerle bağlanmış bir insanın, kendi çabasıyla bunu kırmasını bekliyoruz. Sorunumuzu çözeceğini sandığımız şeylerin bir sorun haline geldiğini görüyoruz.

Okuyucu kabus senaryoları yazmak yerme ne yapılması gerek­tiğini söylememizi isteyecektir şüphesiz. Her şeye rağmen bir yol göstermemiz gerekir.

İlk söyleyeceğimiz şey biraz daha iyi olmaya çalışarak ve bu­nunla yetinerek ılerlenemeyeceğıdır. En ileriyi hedefleyip bunun için uğraşırsak belki hiçbir zaman en öne geçemeyız ama arkalarda da kalmayız. Ekonomik gelişme temelde teknolojik gelişmedir ve ekonomi biliminin en zayıf yanı mevcut yapıyı veri alıp bunun için­de hesap yapmasıdır. Ülkeyi yönetenin hedefi bu yapıyı değiştir­mektir. Türkiye nedir ve buradan nereye giderim sorusu yanlıştır. Problem şöyle konulmalıdır: Ekonomik olarak kalkınmış bir ülke nasıl olur ve ben ülkemin yapısını buna göre nasıl değiştirmeliyim? Yanı yapının içinde düzelme değil düzelmek için yapıyı değiştirmek hedeflenmelidir.

Türkiye’nin bugünkü yapısını bir yana bırakın ve şöyle deyin: Bu yapı hiçbir işe yaramaz, bu binada oturulmaz. Bunun yenisini yapacağım ve eskiye ait hiçbir şeyi kullanmayacağım. Bu yapı be­nim övüneceğim, kollayacağım bir şey değil. Buna katlanmak zo­rundayım.

Yanı Türkiye’nin içinde ve bugünkü Türkiye’den başka bir ülke yaratın. Bu yapı en ileri teknolojileri kullansın ve en uç hedeflere yönelsin. Çok şey üretmeniz ve dünyayla rekabet edip etmemeniz önemli değildir. Burada mal üretmeseniz bile bilgi ve ufuk üretirsi­niz. Türkiye’nin genliği kaynak yetersizliği değildir. Çünkü dünya­daki tek kaynak insandır ve eğer burada gerekli insanı yetiştirirseniz bütün sorunları çözersiniz.

Mevcut yapının ınsanlann bunlara geçit vermeyeceğinden kork­mayın. Bilgiden daha büyük güç, akıldan daha etkili silah yoktur.

Demokratik yönetimlerde halkın iradesi olarak yansıtılan ve se­çimlerle ortaya çıkan sonuçlar sadece bir yankıdan ibarettir. Yani sız halka ne söylerseniz, neye inandırırsanız seçim sonuçlarında onu görürsünüz.

Şüphesiz halk her söylediğinizi tekrarlamaz. Onun tarihsel biri­kimi ve sosyolojik yapısı önemli sınırlamalar getirir. Ancak bu aşıla­mayacak bir engel değildir. Her düşünce ve proje onun reddetme­yeceği bir biçime sokulabilir. Yapacağınız şey isteklerinizi, sadece biçimsel olarak, onun şartlanmalarına uygun hale getirmektir. Böy- lece onu düşmanlarına hizmet eder, sevmediklerini yapar hale geti­rebilirsiniz.

Halk bir dağ gibidir. Eğer üzerine bir yol yapacaksanız onun biçimini göz önünde tutmak zorundasınız. Ancak yolu hiçbir za­man o yapmaz.

Siyasal örgütlenmeler, söylendiği gibi, halkın aşağıdan yukarı­ya oluşturduğu yapılar değildir. Yukarıdaki bir güç, kendi amaçla­rına uygufı düşen bir ideolojiyi, çoğu zaman büyük ölçüde defor­me ederek, siyasal yapının temeli olarak alır ve bunu kendi amaç­larına hizmet edecek hedeflerle donatır İkinci aşama bu yapının halka ulaştırılması ve benimsetılmesıdır. Kitle iletişim araçları za­ten bu amaca uygun olarak şekillendirilmiştir ve her zaman yuka­rıdaki gücün emrindedir.

Yukarıdaki güç ekonomik ve siyasal bir komplekstir ve bu ıkı boyut birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Biri diğerini yaratır ve besler. Ekonomik güç küçücük bir taş parçasıyken karlı bir dağın yamacını andıran sıyası alanda yuvarlanarak büyür ve önüne gelen her şeyi siler süpürür.

Ekonomik gücü elinde tutanlar halkı istediği biçimde eğitir, kitle iletişim araçlarıyla şartlandırır, dostlarını ve düşmanlarını be­lirler ve en önemlisi toplumsal kahramanlar yaratır.

Söylenenlerin iki niteliği vardır: Birisi söyleme biçimi, ıkınası içeriktir. İçerik, belirleyici olmasına rağmen çok önemli değildir. Eğer İslamcı bir kitleye sesleniyorsanız şarkınızı ilahı formunda, li­berallere hitap ediyorsanız popçu bir melodiyle seslenirsiniz. Her ikisinin sözleri aynı olabilir.

Mesela Necmettin Erbakan kitlelere ABD karşıtı söylemleri hangi biçimde sunduysa, onun tabanına hitap eden AKP aynı me­lodileri kullanarak ABD yanlısı bir politika izleyebildi. Aynı şey ANAP ıçm de geçerliydi. ABD'ye yakın ABye uzak olan Turgut Özal politikaları, Mesut Yılmaz’la tepe taklak edildi ama kitleler hiçbir tepki göstermedi.

Aslında demokrasi ekonomik gücü elinde tutanların birden faz­la olması ve bunların kendi aralarında rekabet etmesinden ibarettir. Eğer ekonomik güç tek elde toplanmışsa halkın eğitim ve refah dü-

zeyı ne olursa olsun, sıyası otorite tekleşir ve totaliter yönetim kaçı­nılmaz olur.

Bugün petrol zengini ülkelerde, refah düzeyinin yüksek olmasına rağmen çağ dışı yönetimlerin sürdürülebilmesmm nedeni ekonomik gücün, devlet haline dönüşmüş küçük bir zümrenin elinde olmasıdır.

ABD’nin Irak’takı diktatörlükten şikayet etmesi ve burada de­mokratik bir yönetim arzuladığını söylemesi anlamsızdır. Olacak şey bir diktatörün gidip yerine başka birinin getirilmesinden ibaret olacaktır.

Bu gibi yönetimlerin de olmazsa olmaz şartları vardır. Böyle bir yönetim üç ayak üzerine oturur: Birinci ayak meşruiyeti tartışılma­yan bir liderin varlığıdır. Bu lider ya krallar gibi kutsal bir nedenle varolur ya da bir kahraman olmalıdır. İkinci ayak, eğer lider bir kahramansa, onu destekleyen bir efsanenin varlığıdır. Üçüncü ayak ciddi bir düşmanın varlığıdır. Bu tehlikenin gerçek olup olmaması önemli değildir. İnsanlar farelerden de korkar.

Mesela Türkiye toprakları üzerinde bir Ermeni devletinin kuru­labileceğinden ciddi bir biçimde endişe edebilmektedir. Geçmişte Arnavutluk’un ülkemize komünizmi getirebileceği, devletin ilgili kurumlarının bile reddetmediği bir tehdit idi.

Kahraman lider bir ülkenin varlığının teminatıdır. Ona karşı gelmek onun kazandığı zaferi de reddetmek anlamına gelir ve bu vatana ihanet olarak algılanır. Kahramanın ölümünden sonra, yeri­ne gelenler, kahramandan nefret bile etseler onun adını kullanmaya devam ederler ve kendi politikalarını onun yarattığı efsanenin içine monte ederler. Stalin, Lenın’den hiç hoşlanmadığı halde, icraatlarını onun heykellerinin gölgesinde sürdürmüştür.

Bugün Irak’ta kurulması düşünülen yeni rejimin bir kahramana ve bir de zafere ihtiyacı vardır ama bu aşamada böyle bir şey ufukta gözükmemektedir.

Bu gibi durumlarda sonuca iki kademeli bir operasyonla ulaşı­lır. Birinci aşamada mevcut yapı dağıtılır ve ülke ciddi bir yenilgiye uğrar. Yenılenlerın yönetmesi imkansızdır ve onlar sahneden çeki­lir. İkinci aşamada kahraman ortaya çıkar ve kazandığı zaferle taç­landırılmış olarak yönetime geçer. Öyleyse Irak’ta oyunun ikinci bir perdesi daha olmalıdır. Bu sahnede Irak birini yenecektir ve endi­şem bu iş için seçilen hedefin Türkiye olması ve bu amaçla Kürtle- rin kullanılmasıdır.

Aynı şey Afganistan ıçm de geçerlıdır. Karzaı hükümetini ülke­de istikrarı sağlaması ve kalıcı olması mümkün görünmemektedir. Kendi efsanesini yaratacak bir kahraman uzun süreli bir çözüm ya­ratabilir. Umarım Türkiye ve oradaki birliklerimiz bu efsanenin kö­tü adamı rolünü üstlenmezler.

Ekonomik gücün birden fazla aktöre dağılması halinde yeni bir sorun ortaya çıkar. Bu ekonomik güçlerin hepsi veya bir kısmı baş­ka ülkelerin kontrolünde olabilir. Eğer kontrol eden ülke tek ise fazla bir sorun çıkmaz. Ülke kendisini bağımsız zanneder ama ger­çekte başkası tarafından yönetilmektedir ama ülkede istikrar vardır. Birden fazla ülkenin etkisi söz konusu ise veya bir ülkedeki çatışan taraflar, bu çatışmalarını kontrol ettiği ülkeye taşımışsa istikrar bo­zulur. İnsanlar birbirinin boğazına sarılır. Hatta çatışan taraflar, kendi aralarındaki barışçı rekabetin, burada kanlı bir boğuşmaya dönüşmesinden rahatsız olmazlar.

Bu bir ülkenin yabancı ekonomik güçlerin faaliyetlerini yasak­laması gerektiği sonucunu doğurmamalıdır. Ancak bunların ekono­mik boyutu aşan ve sıyası hedefleri olan faaliyetleri kontrol altında bulundurulmalıdır. Ancak bu ışı yapacak olan bürokrasi, yabancı güçlerin ilk hedefidir. Onlar para gücü kullanılarak satın alınır, alı­namayanlar bertaraf edilir.

Bir ülkenin tüm insanları ve politikacıları dünyayla içi içe ya-

şarlar Bunun engellenmesi gereksizdir hatta zararlıdır. Ancak bü­rokrasi mutlaka dış etkilerden soyutlanmalıdır. Bürokratik yapı ge­çirgenliği sıfır olan bir zarfla korunmalıdır. Türkiye’nin bu noktada ciddi bir zaafı olduğu söylenebilir.

Halk kendi şarkısını söylemez. Duyduğunuz ses yönetenlerin sözlerinin bir yankısıdır. Sözleriniz yankılanacak dağın doğasına uygun olmalıdır ve bu ses sızın sesiniz olmalıdır.

Türkiye’de yankılanan ses giderek bizim sesimiz olmaktan çıkı­yor hatta herkesin bağırıp çağırdığı bir curcunaya dönüşüyor. Kitle iletişim araçları, halkın eğilimlerini hesaba katmadan, kendi bildik­lerini okudukları ıçm, giderek sesleri hiçbir yankı vermiyor. Yaban­cı güç odakları İstanbul Boğazı’nın iki yakasında oturan kişilerle kurdukları diyalogla ülkeyi yöneteceğini sanıyor. En çok oyu alan partinin yöneticileri bile halkla onları, iktidara taşıyan güç odakları arasında bocalıyor hatta kendi tabanından korkuyor. Bürokrasi, as­lında kendisini aşk derecesinde seven halkıyla arasına anlamsız semboller koyuyor ve ondan uzaklaşıyor. Halk yapayalnız ve kendi­sinde yankılanacak tanıdık bir ses arıyor. Herkesin bir şey söylediği ama hiçbiri kendi türküsüne benzemeyen sesler dağın böğründe boğulup kalıyor.

Yapacağımız şey çok açık. Halkı düzelterek veya değiştirerek devleti güçlendıremezsınız. Bir ülkenin zenginliği halkın çalışkanlı­ğının sonucu değildir ve halkımız hiçbir iyi şeyin yapılmasını engel­lemiyor. Bu mermerden en iyi heykelleri yontabilirsiniz. Eksik olan usta bir heykeltraştır. Yanı devleti yeniden düzenlemek gerekir.

****

Bazıları ülkenin geleceğini belli bir dünya görüşünün ödünsüz uygulamasında ararlar. Bir başkası kutsal olanı gözetmenin bütün sorunların çözümü olduğuna inanır. Oysa karşılaştığımız sorunlar

ne ideolojiktir ne de uhrevi bir yanı vardır. Dünyaya yön veren güç odakları belli bir projeyi uygulamaktadır ve olaylar tamamen dün­yevi ve siyasidir. Olaya bakış daha başından yanlıştır. Binlerinin masa başında ve bir hesap sonucu yarattıkları olayları, onların man­tığının dışında anlamlandırmak ve hedeflerinin ideolojik veya inanç boyutunda olduğunu sanmak yanlış bir başlangıçtır ve bu yanlışlık sonuna kadar sürer.

Dünyada yeni bir denge arayışı Batı kaymaklıdır ve yapılan he­saplar duygusallıktan ve inançlardan bağımsızdır ve sadece rasyo­neldir. İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan denge bozulmuştur ve bir yeni denge aranmaktadır. Kimse Türkiye’deki rejimin laik ve­ya dindar oluşu ile en alt düzeyde bile ilgilenmemektedir.

Başkaları açısından önemli olan Türkiye’nin yen ve burada oynayacağı rolden ibarettir. Bu konuda karar verildikten sonra kontrolün nasıl sağlanacağı hesaplanır ve bu hesapta hangi tarafın desteklenmesi uygun görülürse o tarafa oynanır. Daha açık bir ifa­de ile önce ideoloji değil amaç belirlenir ve bu amaca en uygun olan seçilir. Hiçbir düşüncenin önceliği yoktur ve eğer ağaca ta­panlara oynamanın daha uygun olduğuna karar verilirse tercih o yönde kullanılır.

Bu nedenle herhangi bir dünya görüşünün sahiplen düşüncele­rinin doğruluğuna güvenerek kazanmayı umamazlar ya da destek bulamazlar. Önemli olan etkinliktir.

Türkiye’de laıkçiler diye anılan dünya görüşü, yanlış olduğu için değil, etkisiz olduğu için zemin kaybetmektedir. Kitlelerin bek­lentisi ile onların verdikleri arasında bir uyum yoktur. Halk maddi ve manevi alanda daha iyi bir hayat sürmek istemektedir. İlericiler maddi refahı tamamen unutmuş görünmekte ve kendilerini törensel bir dünyaya hapsetmektedir. Halk onların söylemlerinde gelecek değil övünülecek bir geçmiş bulmaktadır. Başarılar adeta İstiklal Sa-

vaşı’nda durmuş gibidir. Gelecek, geçmişteki başarıları hatırlamak­tan ibaret sayılmaktadır. Dünya ne kadar değişirse değişsin, bakış açısı aynı kalmaktadır.

Türkiye’de kimse ne Cumhuriyet’le ne de onu kuranlarla he­saplaşmak niyetinde değildir. Ama bir kesim bu niyette olan büyük bir kitlenin var olduğunu sanmaktadır. Oysa rejim karşıtı saydıkları tam egemenliği sağlasa bile, belki törenler aynı düzeyde olmayabilir ama Cumhuriyet in kurucuları daha içten saygı görürler.

Burada büyük bir bencilliğe ve bunun kötü sonuçlarına işaret etmek gerekir. Devrimciler düşüncelerini kendilerine mal etmemek­te, onu Cumhurıyet’in kurucularının talebi olarak yansıtmaktadır. Oysa düşüncelerindeki sığlık ve ufuksuzluk tamamen kendi eserle­ridir. Son derece dinamik ve riskli kararların verildiği bir dönemin insanlarını, kendi statik dünyalarının bir benzeri saymaları haksız­lıktır ve onları halkın yanlış anlamasına neden olmaktadır.

Cumhurıyet’in kurulduğu yıllar sadece bir başarının olduğu za­man dilimi değildir. O günler aynı zamanda eşme az rastlanabilir bir yenilgiyi izleyen yıllardır. Yapılanların ne kadarının bizim irade­mizin sonucu ne kadarının ödün olduğu bilinmemektedir. Bu ne­denle yapılanların korunması değil zihniyetin sürdürülmesi gerekir. Daha açık bir ifade ile Atatürkçülük, o dönemde yapılanları koru­mak değil, aynı düşünce sistematiğini sürdürebilmektir. Bugün, şartlar gereği, hiç istemediğimiz bir sürü şeyi yapmak zorunda kalı­yoruz. Dünya şartları bizi IMF politikalarını izlemek zorunda bıra­kıyor. Oysa bunların bir ödün olduğunu hepimiz biliyoruz. İlerdeki nesiller bunları tekrarlamak zorunda değildir.

Cumhurıyet’ı sadece bir başarı öyküsü olarak alır, o dönemde kaybettiğimiz yerlerin yirminci yüzyılı belirlediğini göz ardı edersek olay doğru anlamış olmayız. Bu yüzyıl Batı dünyasının mutlak ege­menliği altında geçmiştir ve bu yüzyılı şekillendiren ekonomik gü-

cün kan damarlarında terk ettiğimiz topraklardan çıkan petrol do­laşmaktadır.

Yenilgi, çoğu zaman, bir anda veya bir dönemde yapılan hatala­rın sonucu değildir. Çok uzun zamanlar içinde oluşan birikimler yenilgiyi kaçınılmaz bir kader haline getirebilir. OsmanlI’nın yenil­gisi ve tasfiyesi böyle bir birikimin sonucudur ve başarı şansı yok gibidir. Yenilginin gerçek sebebini aramak yerine o dönemin insan­larını itham etmek bizi rahatlatabilir ama geleceğe ışık tutmaz. Bu­gün de her tarafından zincirlenmiş gibiyiz ve bize dikte edilen şart­ları kabul zorunda olduğumuzu hissediyoruz. Bu durum bugünkü yöneticilerin eseri midir yoksa uzun yılların bir birikimi mıdır?

Yıllarca mili dava olduğunu söylediğimiz Kıbrıs’ın kaderini, son tahlilde, BM Genel Sekreteri Annan tayın edecektir ve tarafların ta­leplerinin hiçbir anlamı olmayacaktır. Bu durumu iktidarın aymaz­lığı mı sayacağız yoksa yıllardır sürdürülen politikaların doğal bir sonucu mu sayacağız?

Türkiye, bugün, iki şeyi belirlemek durumundadır: Birisi kimli­ği İkincisi dünya üzerindeki konumu ve rolü. Kimliğimiz tarihsel kimliğimizin bir uzantısı mı olacaktır yoksa yeni bir kimlik mi ta­nımlayacağız? Her ikisi de mümkündür ve bunların sadece bizi değil dünyayı da, belirli ölçekte etkileyeceğini kabul etmemiz gerekir. Kendimizi Batı dünyasının bir parçası sayıp onların içinde erimek mümkündür. Burada erimeyi olumsuz olarak kullanmadığımı da be­lirtmek isterim. Bu geçmişteki misyonumuzun tamamen tasfiyesi an­lamına gelir ama bugüne kadar uyguladığımız politikanın da bir de­vamı niteliğindedir. Ya da geçmişteki kimliğimizi, gücümüz ölçü­sünde sürdürmeye devam ederiz. Bu ne başkaları için bir tehdit ne de husumet içerir. Sadece dünyayı farklı biçimde algılayan, başka bir yaşam felsefesini ifade eden seçenektir. Bu kimlik başkaları için bir tehdit değil, onları olumlu yönde etkileyebilecek bir farklılık olur.

Dünya üzerindeki yerimiz, rakip güçlerin birinin yanında ve hatta kontrolünde olabilir. Mesela bu günkü tercihimiz ABD’nin izinde gitmek olarak belirlenmiş gözükmektedir. AB’ye üyelik bu seçeneğin alternatifi değil onun bir parçası niteliğindedir. Ayrıca bu konum. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri, Batı’nın bize biçtiği rolle uyumludur.

Ama Türkiye kendine başka bir rol de biçebilir. Dünyanın ye­niden şekillendirilmesinde edilgen ve kabul eden değil, teklif eden ve sorumluluk üstlenen konumda olabilir. Bunun için yeterli gücü­müz olmadığı, büyük güçlerin yanında bizim herhangi bir etkimiz olamayacağı iddiası doğru değildir. Rol oynamak baş rolü oynamak değildir. Türkiye belirleyici konumda olmayabilir ama herhalde et­kileyici bir rol üstlenebilir. Üstelik bir ülkenin gücünü ölçen tek bir kriter de yoktur. Mesela İngiltere ne dünya üzerinde belirleyici bir ekonomik güce sahiptir ne de askeri açıdan diğerlerini zorlayabilir. Ama güçlü bir devlet yapısı ve tarihsel birikimi, İngiltere’yi diğerleri kadar etkin kılabilmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu imkanlar İn­giltere’den daha az olmamasına rağmen etkileme gücü ölçülemeye­cek kadar alt düzeydedir. Bunun tek sebebi Türkiye’nin etkin bir devlet örgütlenmesine ve geleneğine sahip olmamasıdır. Bürokrasisi başarıya değil ideolojik ve çıkar ilişkisine göre şekillenmiştir. Profes­yonellik ikinci plandadır. Siyası kadrolar, abartılı bir demokrasi an­layışı yüzünden, devletin içinden değil dışından gelmektedir ve yö­netim ıçm gerekli formasyona sahip değillerdir. Siyaset anlayışları dünya boyutunda olamamaktadır. Seçilme endişesi yönetme arzu­sunun daima önündedir.

Toplumdaki genel olarak gözlenen maddi açlık duygusu, siya­silerin en önemli hedefinin zenginleşme olmasına yol açmaktadır. Batı’da, devletin belirlediği yöneticileri halka onaylatmak olarak al­gılanan seçimler, Türkiye’de farklı bir biçimde gerçekleşmekte ve sürpriz sayılacak kimseler iktidar olmaktadır. Üstelik ekonomik gü-

cü ele geçiren dış odakların siyasal iktidarı tümüyle belirlemeleri mümkündür.

Türkiye’de devlet farklı bir anlayışla yeniden şekillenmelıdir ve şu anda dışarının etkilerine hatta belirlemesine tamamen açık ol­maktan kurtarılmalıdır.

Demokratik yönetimin halkın iradesini yansıttığı, böyle bir yö­netimin en doğru kararları vereceği varsayılır. Bu yargılar içimizde hoş duygular yaratmakla birlikte doğrulukları çok şüphelidir. Bir yönetimin halk oyuyla seçilmesi, böyle bir yönetimin halk tarafın­dan oluşturulduğu anlamına gelmez. Demokrasi oyununun bir tara­fında halkın seçimi varken diğer tarafında kimlerin seçim yarışına katılabileceğini belirleyen kurallar ve olgular vardır.

Partilerin hangi ilkeler çerçevesinde kurulabileceği, neleri sa­vunabileceği kanunlarla belirlenmiştir. Bu kurallar çok dar bir çerçeve çizer. Öyle ki çoğu zaman bu alan bir diktatörün sınırla­rından daha dardır. Demokrasi, hakim ideolojiye karşıt düşünce­lere hukuki veya fiili engeller koyar. Yönetime belli bir dönemde hakim olan bir gücün tercihlerini yansıtan anayasalar, değiştiril­melerini engelleyen hukuki ve fiili tedbirleri almıştır zate^. Aslın­da korunan soyut bir kurallar dizisi mi yoksa bir zümre veya sınıf mı sorusu da cevapsızdır.

Siyasi partilere dar bir hareket alanı bırakılmakla kalınmaz. Bir hareketin partileşmesi için ciddi bir parasal desteğe ihtiyaç vardır. Böyle bir mali gücün bireylerden toplanması imkansız olduğundan, siyasal bir hareket bir sermaye hareketine dönüşür. Siyasi mücade­le, sermayedarların piyasadaki mücadelelerinin bir uzantısından ibarettir. Bir siyasi hareketi destekleyen sermaye gücü eğer piyasada tasfiye edilirse artık siyasi planda mücadeleye gerek bile kalmaz.

Ülkemizde son ekonomik krizle birlikte batırılan ekonomik güçler aynı zamanda siyasal bir tasfiye anlamına da gelmektedir. Ya­nı sıyası mücadelenin bir seçimle bitmesi şart değildir. Çatışan taraf­lar halkın hakemliğine başvurmadan da sonuç alabilirler.

Seçim, çok katı kuralları olan bir ön elemeyi geçenler arasında yapılır. Yanı halk demokrasi sofrasında istediği yemeği yiyemez. Bi­nlen tarafından önüne konanlardan birine razı olmak zorundadır.

Eğer ekonomik güçler ülke dışıyla bağlantılı ise sorun yeni bir boyut kazanır. Dünya üzerindeki güç odakları yarışın bir parçası haline gelirler.

Siyasal mücadelede başka aktörler de vardır Bürokrasi, yöneti­min önemli bir parçasıdır ve siyasilerden daha yerleşik bir konum­dadır. Üstelik siyasetçilerle bürokratlar arasında ilişki açıklıkla bilin­memektedir. Görünürde siyasetçiler bürokrasiyi -yönetmekte ve yönlendirmektedir, ancak yönetimin her kademesindeki bürokratla­rın geniş bir hareket alanı vardır. Bazen yönetenler yönetilenler ko­numuna gelebilir. Özellikle istihbarat servislerinin artan faaliyet alanları, görevlerinin gizliliği ve kontrol imkanının olmaması, top­lum mühendisliğini sadece başka ülkelerde ve siyasetçilerin istediği istikamette yaptıklarını söylemeyi zorlaştırmaktadır. Bazen bu ser­visler kendi ülkelerinde büyük değişimlerin sorumlusu olabilmekte­dir. Mesela SSCB’nın dağılmasında ve Rusya’nın dünya üzerindeki yeni konumunun belirlenmesinde Rus gizli servisinin baş rolü oy­nadığı, değişimin onlar tarafından planlandığı söylenebilir.

Silahlı kuvvetler, her ülkede aynı derecede olmasa bile, her ül­kenin yönetiminde etkin rol oynamaktadır. Savaş gibi bazen bütün dünyanın çehresini değiştirecek olaylarda askerler belirleyici rol oy­nayabilmektedir. Mesela 1991 de Irak’a yönelik bir harekatı, Özal’a rağmen, askerler engellemiştir.

Kuzey Irak’ta şimdilik federal yapıya razı ama bağımsızlığı he­defleyen bir Kürt yapılanmasından söz ediliyor ve ülkemizde te­dirginliğe neden oluyor. Acaba bir toplumun devlet olabilmesi ıçm aynı soydan gelen insanların bir araya gelmesi yeterli mıdır? Kürtlerin devlet olması gasp edilmiş bir hakkın elde edilmesinden mi ibarettir?

Kurulacak yapının ekonomisinin petrole dayalı olacağı ve zen­gin Kerkük petrol yataklarının ülkeyi ayakta tutacağı hesaplanıyor. Bu hesap ne ölçüde geçerlidir?

Bir ekonomide üretilen mal ve hizmetlerin değeriyle elde edilen gelirler birbirine denktir. Petrol bir üretim saplamaz. Üretim ve pa­zarlama maliyetlerini aşan kısmını bir çeşit rant saymak ve onu milli gelir hesaplarında ayrı bir yere koymak gerekir. Bir ülkede petrol gelirine bağlı olarak oluşan diğer gelirler de petrolün değerini yitir­mesiyle birlikte yok olur. Yanı ekonomisi petrole dayalı ülkelerin ekonomik açıdan anlamsız hale gelmesi petrolün ömrüne bağlıdır. Bu sürenin uzun olmadığı ve yakın sayılacak bir dönemde alternatif enerji kaynaklarının devreye gireceği anlaşılmaktadır. O zaman pet­rol zengini ülkeler ne durumda olacaktır?

Şöyle bir hesap yapılabilir. Petrol ve petrol gelirlerinden kay­naklanan üretimler bir hesapta diğer üretimler başka bir hesapta gösterilir. Petrol gelirleri bir çeşit transferdir ve bunun süresi sı­nırlıdır. Bu süre sonunda ülkenin gelin diğerlerinden ibaret hale gelir ve bunun miktarı çoğunlukla sefalet düzeyindedir. Kısa bir süre içinde petrol gelirlerini kullanarak bir sanayi yaratmak müm­kün değildir. Ne insanların eğitim düzeyi ne de piyasa şartları bu­na imkan vermez.

Bu gibi ekonomik yapılar hastadır ve ani çöküşlerle tükenirler. Arkada zengin ülkelere yerleşen bir avuç zengin ve çok sayıda sefil insan bırakırlar.

Türkiye’nin güneydoğusu da farklı nedenlerle benzer bir yapıya sahiptir. Bu bölgede kişilerin elde ettiği gelirler bölgenin üretiminin çok üstündedir. Yanı bölgedeki tüm üretim yüz birim ise kişiler bin birim gelir etmektedir. Bunun kaynağı sınır ticareti, merkezden transfer edilen paralar, üretici olmayan bayındırlık yatırımları ve devlet harcamalarıdır. Her türlü kaçakçılık da buna dahil edilebilir. Bu bölgede de bir transfer ekonomisinin geçerli olduğu söylenebilir.

Bu gibi ekonomilerin temel özelliği gelirin üretim süreci içinde oluşmaması ve geniş kesimlerin herhangi bir gelirinin olmamasıdır. Gelirler sınırlı sayıda insanın elindedir ve bu bir biçimde halka da­ğıtılır. Daha açık ifadeyle gelir elde etmek parası olana bağlılık ve yakınlıkla mümkündür. Bu, para sahiplerinin siyasi açıdan da güçlü olmasını sağlayan bir mekanizmaya dönüşür.

Türkiye güneydoğudaki yapıyı değiştirecek yerde oraya kaynak transfer ederek düzeni sağlayacağını düşünmüştür. Bu ters sonuçlar yaratan bir uygulamadır ve gelirini sürdürmek isteyenler bölgede çatışmaların sürmesine muhtaç hale gelmiştir.

Ekonomiyi sadece rakamlardan ibaret sayıp şuraya şu kadar destek sağladık demek yeterli değildir. Asıl mesele sorunları çö­zen ve yeni sorunlar yaratmayan bir model üretebilmektir. Ortam her türlü olumsuzluk için elverişli iken olanlardan şikayet etmek ve bunu insanların yanlış davranışlarıyla açıklamak tutarlı değil­dir. Bölgedeki bugünkü ekonomik yapının sorun yaratmaması bir mucize olur.

Piyasa ekonomisinin özü üretimde rekabet ve serbest piyasa koşulların oluşmasıdır. Transfer ekonomileri, yeraltındaki servetle­rin birileri tarafından paraya dönüştürülmesi ve bazı kişilerin bun­dan pay alması bu düzenin özüne uygun değildir. Piyasa ekonomi­sinde geniş halk kitleleri işçidir ve üretim sürecinde gelir elde eder­ler. Üretim olmayan yerde nasıl gelir elde edilebilir?

Siyası hareketler incelenirken ekonomik yapının da göz önün­de tutulması gerekir. Bu sadece militanlar parayı nerden buluyor sorusuna cevap aramaktan ibaret olmamalıdır.

Hepimizin üzerine titrediği, uğruna hayatımızı feda edebilece­ğimiz bir kimliğimiz var. Bu kadar önem verdiğimiz bu kavramın ne belli bir kriteri var ne de zaman içinde değişmeden kalır. Bir za­manlar sağcı ve solcu olarak sımflandırılır ve bu ayrım çerçevesinde can alır, can verirdik. Bir komünist, diğer vasıfları ne olursa olsun, bir sağcı için ölümü hak etmiş sayılırdı. Bir zamanlar kişisel bir özellik sayılan dindarlık şimdilerde toplumsal bir kimliğe dönüştü ve insanlar düşmanlarını dm kriterine göre belirlemeye başladı.

Uğruna her şeyi göze aldığımız kimliğimiz buz üzerine yazılmış bir yazı kadar gerçek ve dayanıklı. Bir insanın kısa ömrü içinde bile bir yenisi yazılırken diğeri erir gider. İnsanlık bu kadar etkili ama aynı zamanda bu kadar geçici bir başka kavram icat etmedi. Üstelik kimlik çok anlamlı olmayabilir. Bugün insanları, biraz tahrik ede­rek, tuttukları futbol takımlarına göre alıştırır ve savaştırabilirsiniz. Böyle bir savaş, kullanılan sloganlar dışında, ne şiddeti ne de sonuç­ları açısından, diğerlerinden farklı olmaz. Kazanan taraf siyasal ikti­darı ele geçirir ve zaten amaç budur.

Kimlik buna rağmen tamamen keyfi olarak belırlenemez. Kim­lik bir simgedir ve asıl önemli olan bu kimliğin hangi somut hedef­lerle doldurulduğudur. Yanı bugün siyasal İslam dediğimiz şey sa­dece Müslüman olmayı içermez. Onun sıyası hedefleri, ittifakları ve düşmanlıkları bu kimliğin içinde saklıdır ve herkes siyasal İslam dendiği zaman bütün bunları da hesaba katar.

Türkiye, kuruluşundan beri, vatandaşlığa dayalı bir kimlik oluşturmaya çalışmış ve bu konuda önemli bir sorun yaşamamıştı.

Şu anda bu kimliğin yetersiz kaldığı ve yeni kimlik arayışlarının ol­duğunu görüyoruz ama bunun nedenini bilmiyoruz. Bazı insanların Kürt kökenli oluşunun ve kötü niyetli yabancıların tahriklerinin bu arayışın gerekçesi olduğunu düşünüyoruz ama yanılıyoruz.

Bir kimlik ülkenin sıyası yapısıyla uyumlu olmalıdır. Ulus dev­let tek kimlikli vatandaşlardan oluşur ama bir yandan ulus devlet kavramından vazgeçip diğer yandan onunla uyuşan bir kimliği sür­düremezsiniz. Ekonominizi dünya ile bütünleştirip, bir büyük bü­tünün parçası haline getirirken insanları ulus devletin sınırlarına hapsetmek mümkün değildir. Burada ne ulus devleti ne de dünyay­la bütünleşmeyi savunuyor değilim. Sadece kimliğinizle ekonomik yapınız arasında bir uyum olması gerektiğini söylüyorum. Bu konu­da kendinizi kandırmak mümkündür ve göbeğini açıp pop müzi­ğiyle dans eden tesettürlü kıza benzersiniz.

Türkiye’de ortak kimlik ne olmalıdır sorusuna cevap vermek için ortak hedef nedir sorusu cevaplandırılmalıdır. Liberal görüş in­sanların düşüncelerine herhangi bir kayıt koymamayı gerektirir. Hem bu düşünceyi savunup hem de bazı şeylerin yazılmasını ve söylenmesini yasaklamak çelişkidir. Savunulan demokrasinin sade­ce siyası güce ortak olan bürokratik yapıların tasfiyesi amacıyla is­tendiğinin herkes farkındadır. İstenmeyen düşüncelerin söylenmesi­ni engellemek için para gücünün bir şantaj unsuru olarak kullanıl­dığını birçok kışı yaşayarak görmektedir. Demokrasi bir amaç değil hedefe varmak ıçm kullanılan bir araç konumundadır.

Ekonomik gücün devri ve bu amaçla yapılan özelleştirmelerin en önemli amaçlarından biri de devletin, dolayısıyla bürokrasinin gücünü sınırlamaya yöneliktir ve bu uygulama ulus devlet kavra­mıyla çatışır.

Sözün özü şudur: Ortak hedefler belirlenmeden ortak kimlik oluşamaz. Bu dünyanın geleceğini ve bu gelecekte ülkemizin yeri-

nin ne olacağını belirlemeye bağlıdır. Bu konuda ıkı seçenek var­dır. Ya büyük bir bütünün parçası oluruz ve kendi kimliğimiz bir alt kimlik düzeyine iner ya da yeni yapılanmada, ikincil de olsa, bir aktör oluruz ve içinde bulunacağımız ittifaklar sistemiyle çeliş­meyecek bir kimlik oluştururuz. Henüz buz oluşmadı kı üzerine yazı yazalım.

***

Bir savaşta her gün binlerce kişinin ölmesi yadırganmaz ama barış zamanında birkaç kişinin yitirilmesi olağanüstü sayılır. Her o­lay içinde bulunulan şartlara göre anlam kazanır, ilk işimiz bugün içinde yaşadığımız dönemi doğru tanımlamaktır. Her olay geçmişte yaşadıklarımıza göre tanımlanıyor. Oysa gerçek hayatta hiçbir şey bir tekrar değildir.

Geçmişte savaşlar basımların direnişini kırmak ve onu sızın ira­denize tabi kılmak için fizik varlığı hedef alırken şimdi bunun ge­rekli olmadığı, onların dayanışlarını kontrol ederek aynı sonucun elde edileceği düşünülmektedir. Varılmak istenen sonuç aynıdır a­ma sadece metotlar değişmiştir, insanları yok etmek yerine onları birer robot haline getirmenin daha etkili olduğu düşünülmektedir.

Tüm savunma tedbirleri geçmiş mücadelelere göre düzenlendi­ği için yeni saldırılara karşı çoğunlukla uygun karşılık verilememek­tedir. İnsanlar bir eylemin saldırı mı yoksa iyiliği için yapılmış bir eylem mı olduğunu kestırememektedır. Tüm kavramlar çift anlamlı hale gelmiş, bir şeyi çok iyi görenler kadar onun yıkıcı bir saldırı ol­duğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Mesela milliyetçilik ülkeyi korumak için vazgeçilmez bir duygu da olabilir veya bir ayrışmanın aracı olarak da kullanılabilir.

Yeni savaş biçimi yeni savunma metotlarının geliştirilmesini ge­rektirir. Bunun ilk adımı herhangi bir eylemi ya da olayı sonuçlarıy-

la değerlendirmektir. Bir terör eylemini hedef aldığı kişilere, eylemi yapanların kimliğine bakarak değil yaratacağı tepkilerin ne olacağını belirleyerek anlamlandırmaktır.

Bugünlerde ırk temeline dayanan birçok eylemle karşılaşıyoruz. Geçmişte söylenmesi bile büyük suç sayılan Kürt sözcüğü bugün günlük hayatın bir parçası haline geldi. 6-7 Eylül olayları, yıllar sonra tartışmaya açıldı. Bir din adamının Ermeni soyundan geldiği ileri sürüldü. Azınlık vakıflarının mallarının iade edileceği anlaşılı­yor. Bütün bunları, kimilen, ülkeye yönelik bir saldırı olarak algıla­dı ve Türkiye’yi bölme planlarının bir parçası olarak değerlendirdi.

Olaya bir başka açıdan da bakılabilir ve tam tersi sonuçlara va­rılabilir. Eğer Türkiye, bölgesinde etkili bir güç olacaksa, çevresiyle farklılaşmamak, onları hasım ya da yabancı saymamalıdır. Bu, sınır - lannı aşan bir ideolojiye ve farklılıkları hissettirmeyen bir anlayışa sahip olmasıyla mümkündür. Öyleyse onun zaten çoğulcu bir yapı­ya sahip olduğu ortaya çıkarılmalı ve daha geniş bir coğrafyanın merkezi konumuna getirilmesi sağlanmalıdır. Böyle bir gücün, dün­yadaki güç odaklarından bağımsız hareket etmesini engellemek için ekonomik kontrol araçları kullanılmalıdır.

Bu birbirine tamamen zıt ıkı amaçtan hangisi doğrudur7 Türki­ye parçalanarak etkisizleştirilmek mı isteniyor yoksa bir yandan güçlendırılırken diğer yandan dünyadaki güç odaklarının kontrolü altına mı alınıyor?

Bu sorunun cevabını Türkiye’yi konu alarak veremeyiz. Önce mücadelenin hangi güçler arasında olduğunu belirlemek ve bu güç­lerin yaratmak istediği yeni düzenin ne olduğunu kestirmek gerekir. Şu anda dünyada tek karşı gücün El-Kaıde Türkiye’de ise PKK ol­duğunu düşünüyoruz ve ufkumuzu bunun ötesine götüremiyoruz. Tüm analizlerim bunların sınırları içine hapseden birçok insanı gör­mek mümkün. Oysa, bana göre, bunlar hiçbir biçimde belirleyici

değiller. Bölgede Türkiye’den beklenen rolün küçülerek değil, tam tersine büyüyerek gerçekleşebileceğim düşünüyorum ya da, en azından, Türkiye böyle bir çözümün yolunu açabilir diyorum.

Türkiye’yi düşmanlarla çevrili ve onu yıkmak için herkesin sı­raya girdiği bir ülke olarak algılamak büyük bir yanlış. Böyle bir al­gılama bizi sürekli savunma konumuna getiriyor ve hiçbir inisiyatif kullanmamıza izin vermiyor. Karşılaştığımız sorunların bizi yok ol­maya götürmediğini sadece değişmeye zorladığını ama tüm değiş­melerin başkalarının önümüze koyduğu ev ödevleriyle gerçekleştir­menin yanlış olduğunu, gittiğimiz yerin ne bize ne de dünyaya hay­rının olmayacağını düşünüyorum. Bizim edilgen olmamız herkes için bir engel oluşturuyor.

X

Geleceğe ait tahminlerde bulunanlar, bugünkü eğilimlerin sü­receğini düşünür ve bu şartlar altında önümüzdeki süreci değerlen­dirirler. Kısa dönemlerde ve bazı hallerde isabetli sonuçlar veren bu metot ciddi hatalara da sebep olabilir.

Son zamanlarda bu yolla yapılan tahminlere göre önümüzdeki yıllarda Çin en çok mal satan ülke haline gelecek hatta yarattığı ge­lirlerin toplamı birçok gelişmiş ülkeyi geride bırakacak, bunun do­ğal sonucu olarak Çin bir süper güç konumuna gelecektir.

Çin ekonomisi dünyaya “harcıalem” tüketim malları satarak ge­lişmektedir. Bunun devam etmesi dış ticaret düzeninin aynen de­vam etmesine bağlıdır ama bunu kimse garanti edemez. Serbest ti­caret bir dönemde savunulmuştur ve etkileri halen devam etmekte­dir. Ancak bundan olumsuz etkilenenlerin tekrar korumacı politi­kalara yöneleceğine dair kuvvetli işaretler görünmektedir.

Avrupa ülkeleri Çin’in rekabeti ve artan petrol fiyatları nedeniy­le iki yönlü baskı altındadır. Bir yandan üretimdeki daralma diğer

yandan işçi ücretlerinin, rekabet nedeniyle artırılamaması sosyal devlet anlayışında ciddi bir erozyona neden olmaktadır. Oysa bu model ABD’ye ve dünyada egemen olan liberal akıma bir alternatif olarak sunulmaktaydı. Avrupa ya sosyal devlet anlayışım terk ede­cek ve liberalizme teslim olacaktır ya da korumacı politikalar uygu­layacaktır. Almanya’daki seçim bu açıdan önemlidir ve iktidar deği­şikliği çok yönlü politika değişiklerine gebedir.

Üstelik bu eğilimin genelleşmesi ve tüm dünyada biraz daha korumacı ve kapalı ekonomiler dönemine geçilmesi kuvvetli bir ih­timaldir. ABD böyle bir eğilimin öncüsü olmak istememektedir ama bu değişikliğe sempatiyle bakacağı söylenebilir. Sürekli dış ticaret açığı vermesi ve bu durumu değiştirecek bir dinamiğin olmaması ancak genel bir korumacılıkla aşılabilecektir.

Siyasetteki gelişmelerin de aynı yönde olacağına dair kuvvetli işaretler gözlenmektedir. Dünyanın tek pazar haline gelmesinin ya­ratacağı zayıf merkezi siyasal yapılar yerine güçlü milli devletlerin oluşacağı söylenebilir. Rusya’nın küreselleşmenin dışına çıkmasıyla başlayan bu akım, Almanya ve Fransa’daki olası bir iktidar değişik­liğiyle devam ederse AB, şekil olarak muhafaza edilse bile, içerik olarak gelışemeyecek ve tek bir ekonomik ve siyası bütün haline ge­lemeyecektir. Bugün Türkiye’nin üyeliği etrafında oluştuğu söyle­nen tartışmalar gerçekte AB’nın geleceği üzerinedir ve dağılmanın tohumlarını taşımaktadır. Dünyanın yem düzeninin, bugüne kadar savunulanın aksine, bütünleşme temelinde olmayacağı, bunun yeri­ni ittifaklar sisteminin alacağı söylenebilir.

Bu durum geleceğe ait tüm tahminlerle birlikte, Çın ıçm yapı­lan analizleri de anlamsız kılar. İhracata dayalı ekonominin, bu ka­nal tıkanırsa, iç tüketime yönelik hale gelmesinde büyük zorluklar yaşanır. Çın halkı için bir anlam ifade etmeyen tüketim mallarının üretiminden vazgeçip iç ihtiyacı karşılayacak mallar üretimine geç-

mek büyük maliyetlere katlanılmasını gerektirir. Serbest ticaret ilke­sinden sapma Çin’de ciddi bir ekonomik kaosa neden olur.

Eğilimleri tespit edip geleceği tahmin etmek ancak değişmeyen bir yapı ıçm geçerlıdır. Eğer yapılar değişirse eğilimler tespit edile­mez ve analizlerin yeni düzene göre yapılması gerekir. Bu nedenle eğilim tespitlerinin hiçbir işe yaramayacağını söyleyebiliriz çünkü dünya büyük bir yapısal değişim sürecindedir.

Türkiye’nin de aynı sorunları yaşayacağını söyleyebiliriz. Oluş­makta olan AB’ye girmek bir hedef olarak sunulmuştur ama şu anda bu hedefin giderek kaybolduğu gözlenmektedir. Dünya, eğer analizi­miz doğruysa, küresel bütünleşmeye zıt bir eğilim içindedir ama ül­kemiz bunun süreceği varsayımına dayanan bir ekonomik politika izlemektedir. Bir politikanın doğruluğu ya da yanlışlığı, şartlara uy­gunluğuyla ölçülebilir. Politikalarımızın dünyadaki genel eğilime uy­duğunu söyleyemeyiz. Eğer tüm dünyada merkezi yönetimler güçle­niyorsa bizim bunu zayıflatma çabalarımız zamana uygun düşmez.

İki şeyi birbiriyle karşılaştırıp hangisinin önde hangisinin arka­da olduğunu kolayca anlayacağımızı sanırız. Bazen tartarız, bazen ölçeriz ya da tecrübelerimize dayanarak büyükle küçüğü ayırırız. Bu yeteneğimizi sadece siyasal alanda kullanamayız. Dünyanın en bü­yük gücü ABD’nin her şeye muktedir olduğunu, hiçbir gücün onunla baş edemeyeceğini söyleriz ama ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın PKK’ya müdahalenin bir ilke sorunu değil bir zamanlama meselesi olduğu biçimindeki sözlerini normal karşılarız. Bu büyük güç uy­gun bir zaman kollamaktadır ve şu anda kendisini böyle bir müda­haleye hazır görmemektedir. İşimize geldiği zaman sayısal mukaye­seler yapar, savaşan ıkı ordunun silahlarının dökümünü yapar ve hangisinin şanslı olduğunu tahmin ederiz, ya da organize küçük bir grubun çok büyük güçlerle bile başa çıkacağını söyleriz. Artık sayı-

lafın hiçbir önemi kalmamıştır. Bir tarafta milyonlar diğer yanda bir elin parmaklarıyla sayılabilen insanlar da olsa bunların çatışmasının mümkün olduğunu düşünürüz. Yeşil Çam filmlerindeki bir avuç insanın bir kaleyi fethetmesi öyküsünü abartılı bulsak bile onun gerçek hayattaki benzerlerini yadırgamayız.

İnsanların farklı zamanlarda birbirine zıt düşünceleri savunma­sı değişimdir ve bu değişim bir gelişme anlamını taşır. Bazılarındaki değişim döneklik adını alır. Değişimin hangi kategoriye dahil edile­ceğini değişen kışının gücü belirler. Kuran kursunda başını örten kızları şeriat tehdidinin bir göstergesi sayan basın kuruluşları başka bir zamanda başörtüsünü özgürlüğün simgesi sayabilir.

Soru şurada düğümlenir: Siyaset insanların değer yargılarına gö­re mı şekillenir yoksa önce siyasi bir proje hazırlanır sonra halk bu­na göre mı şartlandırılır? Bu sorunun cevabı şu anda büyük öneme sahiptir. Eğer değer yargılarımız sıyası konumuzun bir sonucu ise ilk işimiz geleceğimiz tahmin etmek olmalıdır. Belki de bırileri zaten bunu yapmaktadır. Eğer Türkiye, geçmişinden farklı olarak, çevre­siyle ilgilenecek ve bölgede sorumluluklar üstlenecekse kendisini sı­nırları içine hapseden bir ideolojiyle yetinemez. Farklı kültürleri, ırk ve dinlen yadırgamayacak bir anlayışa sahip olmalıdır. Son otuz yıl­daki sorunların, çatışmaların elde kalan tek sonucu homojen oldu­ğunu söylediğimiz sosyal yapımızın aslında birçok farklılıktan içer­diğinin kabul edilmesi olmuştur. Ülkemizde çeşitli ırklar, kültürler ve inançlar vardır. Bunların hepsi gün yüzüne çıkarılmıştır. Benzer­lerin bir arada olduğunu zannederken farklıların yan yana yaşadığını gördük ve şimdi bunları bir arada tutacak bir çimento arıyoruz.

Binlen önce Kürtlerin farklı olduğunu söyledi ve ilk tepki farklı- lann aynşmasının gerektiği biçimindeydi. Biz bölünmenin endişeleri­ni taşırken Kürtler bunun anlamsızlığını ve yapacakları en kötü seçi­min bu olduğunu gördüler veya görecekler. Aslında ne isek öyle ka-

lacağız sadece farklı olanların bir arada olacağını bize anlattılar. Bu bir gerçeğin ortaya çıkarılması çabası değildi ve kimsenin böyle bir derdi yoktu ancak dünyadaki yem dengelerde ülkemizin oynaması öngörülen rol, sınırlarımızın içine kapanmamıza imkan vermiyordu. İlgi alanımız sınırlarımızın dışına taşacak ve bölgedeki gelişmelere karşı kayıtsız kalmayacaktık. Başlangıçta görülen Türklere ve Müslü­manlara yönelik ilgi ve bu konudaki politikaların başarısızlığı yeni bir anlayışın tohumlarını attı. İlgi ve sorumluluğumuz insanlardan ziya­de onların üzerinde yaşadığı topraklara yönelecekti. Şunlar bizden şunlar bizden değil anlayışının yerini şu coğrafya önemli ve bizi ilgi­lendiriyor, şurası başkalarının alanı anlayışı alacak gibi görünüyor.

Ortak sosyal değerlen bulup bunları birlikte olmanın temeli sayma anlayışı önemini yitiriyor. Orta Asya’daki kardeşlerimizle kültürel benzerlikler arama yerini ortak ekonomik çıkarlar yaratma­ya dönüşüyor. Cevap veremediğim şey değiştik mı yoksa değiştiril­dik mi sorusu.

Yazımı yazmadan önce tüm savunma tedbirlerimi almak zorun­da olduğumu hissediyorum. Düşündüklerimi hemen yazıya döksem “gene komplo teorisi üretmiş” diyeceklerini biliyorum. Onlar El- Kaıde diye bir örgüt icat edip dünyayı nerdeyse onun yönettiğini söyleyebilirler ya da her şeyin altında PKK’yı arayabilirler. Birtakım gizli örgütlerin dünyayı ele geçirmeye çalıştığını da iddia edebilirler. Eğer ben “Dünyayı kontrol eden güçler bunlara karşı neden bu ka­dar kayıtsız kalıyor? Adını ezberlemeyi bile gereksiz bulduğum bu örgütleri duyunca felçli hale mı geliyorlar?” diye sorarsam komplo teorisi üretmiş oluyorum.

Bütün kutsal bildiğim şeyler adına yemin ederim kı Kuş Gribi doğal bir olaydır ve onun herhangi bir gizli örgütün ürettiği biyolo­jik bir silah olduğunu düşünmüyorum. Ama eğer böyle bir giriş

83 »BAŞIMIZA ÇUVAL GEÇİRENLER yapmadan düşüncelerimi söylesem bıyık altından gülümseyip “gene uçmuş” diyeceklerinden hiç şüphem yok.

Kuş Gribi doğal bir olay olmakla birlikte, sonuçları açısından, terör benzen bir eyleme dönüştürülmektedir. Olay abartılı biçimde halka sunulmakta, terör eylemlerini aratmayacak ölçüde tedirginlik yaratılmaktadır. Şu soruya vereceğiniz cevap nedir? Halk sinagog eylemi ya da onu izleyen bombalama olaylarında mı kendisini daha güvensiz hissetti yoksa şimdi mı? Bu güvensizlik olayın boyutuyla uyumlu mu yoksa onu çok aşmakta mı?

Bir olayın operasyon amacıyla kullanılması için onun aynı güç tarafından gerçekleştirilmesi gerekmez. Operasyon merkezleri kendi inisiyatifleri dışında gelişen olayları da kullanabilir ve onu bir ope­rasyon malzemesi haline getirebilirler. Bunlar üzerine kurgulanan operasyonlar bir çeşit fırsat operasyonudur.

İkinci aşamada ortaya çıkan sonuçların olabildiğince büyütül­mesi sağlanır. Bunun dar bir çevrede tehdit yaratmakla kalmadığı, yayılma eğiliminde olduğu söylenir ve abartılı önlemlere başvurulur. Türkiye’den ihraç edilen kanatlı hayvan ürünlerine konan yasaklama fiili bir tehlikeye karşı değil olası bir olumsuzluğa yöneliktir.

Bunun etkileri sadece kanatlı hayvan ürünleriyle sınırlı kalmaz, Türkiye kaynaklı tüm ürünlere karşı bilinçaltı bir redde neden olur. Hassas insanlar ülkemizle ilgili her şeyi bir tehlike olarak görürler.

Terörün birinci amacı güvensizlik yaratmaktır. Eğer bu sonuca bildiğimiz terör yöntemleri dışında da ulaşılabiliyorsa ondan yarar­lanmak istenmez mi?

Ekonominin iyiye gidip gitmediğinin şaşmaz kriterleri olduğu­nu söyleyen ve her şeyi borsa, faiz, döviz üçgeninde görenler bir do­ğal olayın etkisiyle oluşan karmaşayı kutsal piyasa düzeninin bir so­nucu olarak görebilirler. Onlara göre Tanrı evrene, piyasa dünyaya egemendir ve son sözü onlar söyler ama piyasanın kulağına bir şey-

ler fısıldayan bir gücün olduğunu kabul etmezler. Eğer bir El-Kaide tüm dünya dengelerini altüst edebiliyorsa bir kuş gribi neden bir ekonomide ciddi hasarlara neden olmasın?

Sonuçta parasının kalp, içkisinin sahte, yiyeceklerinin hastalıklı olduğu bir ülke tablosuyla karşılaşırsınız

Benim analiz metodumun farklı olduğunu ve etkileri değil tep­kileri incelediğimi tekrarlar dururum. Şu anda da kuş gribi umrum- da değil ama bunun yaratacağı sonuçları düşünüyorum. Bu olayın ekonomimizi yıkacağını da iddia etmiyorum. Sadece doğal bir ola­yın nasıl biçim değiştirebileceğinin ve bir operasyon aracı olarak kullanılabileceğinin bir örneğiyle karşılaştığımızı söylüyorum. Dep­remlerin gizli bir silahın eseri olduğu, kasırgaların meteorolojik bombalarla yaratıldığı, dünyanın başa çıkılması imkansız gizli ör­gütlerin tehdidi altında olduğu söylenebilir. Yaratılmak istenen şey güvensizlik ortamıdır ve bu insanları köleleştirir.

Kuş gribinin kullanıldığını düşünüyorum ve bunun hangi pro­jenin bir parçası olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Bu bir fırsat operasyonuydu ama benzer sonuçlar yaratacak kurgular olacak mı sorusuna cevap arıyorum.

****

Artan terör saldırıları karşısında Türkiye’nin sabrının taştığı ve gerekenin yapılacağı söyleniyor. Sabır, bir etki karşısında, tep­kinin bastırılmasını ifade ederken taşma sınırsız bir tepki boşal­masını ima ediyor.

Son zamanlarda PKK’ya atfedilen eylemlerin amacının ne oldu­ğunu kestirmek kolay değil. Bir zamanlar herkesin desteklediğini söylediğimiz örgüte şu anda düşman olmayan yok gibi. Üstelik I- rak’ı işgal eden ABD, yani dünyanın en büyük gücü, onu tasfiye et­mek ıçm kararlı görünüyor. Bu olumsuz şartlara rağmen PKK’nın

Türkiye’ye yönelik eylemlere başlamasının tek sebebi sabrımızı ta­şırmak ve onu yok etmemize gerekçe hazırlamak olabilir ve bunda başarılı olmuştur.

Eylemler hakkında yorum yapanlar, “Dağılmayı durdurmak ve yok olmadıkları mesajını vermek” için teröre başvurulduğunu söylüyorlar. Yanı saldırılar kendi ıç bünyelerini sağlamlaştırmaktan öte bir amaç taşımıyor. Örgütün bundan sonraki hedefinin ne ol­duğu konusunda hiçbir yorum yapılmıyor. Örgüt İran ve Suriye ile çatışma halinde, Kuzey Irak’takı Kürt oluşumuyla öteden beri ihtilaflı, güneydoğudaki egemen güçlerle siyasi görüş ayrılıkları gi­derilemez biçimde sürüyor. Zaten onların içinde oluşan korucular PKK ile savaşmak için kurulmuş durumda. Bu kadar soyutlanmış bir örgütün ayakta nasıl kalabildiğini anlamak çok zor. Birileri si­lah kullanmasa bile açlıktan ölmeleri gerekir ya da onları destekle­yen, lojistik hatlarını açık tutan bir güç olmalıdır ama böyle bir şe­yi de kimse telaffuz etmiyor.

Bu konuda bize anlatılanların gerçek olması mümkün değil. Önümüze bir harita alıp basımlarını bir renkle boyasak onlara kalan yaşama alanlarının son derece izole olduğunu görürüz. Özellikle Türkiye’de güneydoğuda hakim olan güçlerin onları görmemesi ve bilmemesi imkansız.

Irak’ın işgalinden beri yaptığım analizin doğrulandığını düşü­nüyorum. ABD, PKK’ya karşı güç kullanmayacaktır. Bu onları des­teklediği anlamına gelmez. Kuzey Irak’takı Kürt oluşumu aşiret te­meline dayalıdır ve PKK onlarla çatışma halindedir ve bu nedenle tasfiyesi gerekir. Ancak ABD PKK’yı destekleyen kitlelerin husume­tini kazanmak istememekte ve bu tasfiyenin Türkiye tarafından ger­çekleştirilmesini tercih etmektedir. Bu durum, hem istenmeyen bir gücün ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanacak hem de Türkiye’nin Kuzey Irak’taki oluşuma daha olumlu yaklaşmasını sağlayacaktır. P-

KK ile çatışan Türkiye’nin, Kültlerin gen kalanını önemli ölçüde et­kileyen bu oluşumla da çatışması beklenemez.

Bu açıdan bakıldığında sabrın taşması gibi tepkisel bir duru­mun söz konusu olmadığı, taraflar arasında varılan bir mutabakatın yürürlüğe konduğu söylenebilir. Türkiye, artan terör olayları nede­niyle ülke içinde başlattığı takıp ve imha operasyonunu Kuzey I- rak’a doğru yayar ve burada bir süre kalır. Bu kuvvetin, eğer ABD çekilirse, oluşacak güç boşluğunu doldurması ve Kuzey Irak’a yöne­lecek baskıları da karşılaması beklenir. Bölgede oluşan Kürt karşıtlı­ğının, ABD’nın çekilmesi halinde, bir nefret seline dönüşmesi ve Kürtlere yönelik saldırıların başlaması kaçınılmaz görünmektedir. Böyle bir durumda baskıdan kaçan Kürtlerı, bundan önce olduğu gibi, Türkiye içinde korumak yerine kendi bölgelerinde güvenceye almak mümkün olur.

Çok anlamsız bulduğum PKK saldırılarını ve buna karşı oluşan tepkileri ya PKK’nın hesapsız davranışları ve buna karşı oluşan duy­gusal tepkilerle açıklarız ya da ileriye yönelik birtakım hesapların sonucu olduğunu söyleriz. Ben PKK’nın kontrol altında olduğunu ve bağımsız bir iradeye sahip olmadığını düşünüyorum. Şartlar ob­jektif olarak değerlendirilirse aksının mümkün olmadığı görülür. Bu kontrolün kim tarafından yapıldığını bilemem ama büyük çıkarların çatıştığı bu coğrafyada, devletler bile anlamını yitirirken, bir örgü­tün olayları yönlendirecek bir konumda olmasını yadırgarım.

Şemdinli’deki olaylardan sonra yetkililerin ne söyleyeceğini me­rak etmedim ve söylediklerinden de hiç etkilenmedim. Ne söyleye­ceklerini herkes önceden biliyordu zaten. Sorumlular yakalanacak ve cezalandırılacaktı ve işin ucu kime kadar uzanıyorsa uzansın ta- viz verilmeyecekti. Ancak olay adalete intikal ettiği için yorum yap­mak ve adaleti etkilemek istemiyorlardı. Her olayda duyduklarımız-

dan ne bir fazla ne bir eksik vardı. Tek düşündüğüm şey bir ülkeyi yönetmenin ne kadar kolay olduğuydu. Ülkemizde herkesin kendi­ni devleti yönetmek ıçm yeterli saymasının nedeni bu olmalıydı.

Hastane önünde öldürülen bir doktor ıçm nasıl bir tavır alın­mışsa benzen sergileniyordu. Aralarında bir fark olması gerektiğini düşünenler komploculardı. Zaten başka ne yapılabilirdi?

Oysa bir ülke ancak öngörüsü olan kişiler ve kurumlarca yöne- tılebilir. Bir ülkenin geleceğini etkileyebilecek bir gelişmeyi sürpriz olarak karşılıyorsanız zaten o ülkeyi yönetmiyorsunuz demektir. Bir olayı önceden bilmek ıçm falcı olmak gerekir ama gelişmelerin yö­nünü tahmin etmek için buna gerek yoktur. Türkiye’de bir çatışma ortamının yaratılmak istendiğini görmemek ıçm bilgisizlikten öte il­gisiz de olmak gerekir. Üstelik Şemdinli’deki olay adeta davul zur­nayla geldi.

Olayları değerlendirirken kullanılan metot yanlıştır. Failler ya­kalanacak, sorgularından elde edilen bilgiler ışığında olayın niteliği ve sebebi anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu yolla doğruya ulaşma ihtima­li sıfırdır ama ülkemizde bunun dışında bir yol da bilinmemektedir. Gazetelerde okuduğum bir yorumu değerlendirerek neyi kastettiği­mi daha iyi anlatabileceğimi sanıyorum. Bu bölgede uyuşturucu ti­caretinin yaygın olduğu ve bunun bir rant paylaşımındaki anlaş­mazlıktan doğabileceği söyleniyor. Söylenenler doğru ama yorum yanlıştır. Yasa dışı yollardan para kazananlar hem zenginleşir hem de köle haline gelirler. Onlarla birlikte hareket edenler ya da yapı­lan işlerden haberi olanlar bu işten rant elde edenleri istediği gibi kullanırlar. Bir gizli servis için en verimli alan bu kişilerdir ve onla­rı, kendi kimlikleri içinde kullanırlar. Eğer eylemi yapanların rant amacıyla bu işi yaptığı sonucuna varılırsa bu vahim bir hata olur.

Bu durum ülke için genel bir tehdide dönüşmüştür. Ben kimse­nin yaptığı yolsuzlukla ilgilenmiyorum ama yolsuzluklara karışanla-

rın başkalarından aldıkları emirleri uygulamak zorunda olan robot­lara dönüşmesinden kaygı duyuyorum. Yasa dışı gelir sağlayanların ülke yönetiminde oynadıkları rol arttıkça tehlike daha ciddi hale gelmektedir.

Böyle bir olayla karşılaşıldığı zaman sıyası bir mesaj vermek ge­reklidir. Suçluların yakalanacağı ve cezalarının verileceğinin söylen­mesinin hiçbir anlamı yoktur.

Ayrıntılı bir analize girmeden şunları söyleyebiliriz: Basit bir za­bıta olayıyla karşı karşıya değiliz. Bölgedeki siyasal gelişmelerle ilgili ve oradaki egemenliği etkiyecek sonuçlar doğabilecektir. İlk aşama­da bölgedeki siyasi güç şekillenmiş şimdi asken gücün tasfiyesine çalışılmaktadır. Olayın seyri doğal sayılamaz ve ele geçen deliller ön­ceden hazırlanmış olduğu izlenimini yaratmaktadır. Bir operasyona aleyhte kullanılabilecek bir sürü dokümanla birlikte gitmek anlaşıla­maz ve bu durum operasyonu düzenleyenlerin, kullanılan kişilerin bağlı olduğu yerden farklı bir adreste olduğu anlamına gelir.

Bir yandan adalet görevini yaparken diğer yandan oluşacak si­yası sonuçları değerlendirmek ve bunun büyük boyutlu olacağını anlamak gerekir. Karşı tedbirler ancak sıyası tavır ve yaratılan so­nuçları etkisiz kılacak davranışlar olabilir. TSK’yı suçlayacak bir so­nuç operasyonu yapanların başarılı olduğu anlamına gelir.

Bizim geleneksel tabımız olaylara tepki göstermek ve her şeyi kendi bakış açımızdan değerlendirmektir. Bir sorunu hiçbir zaman bileşenlerine ayırıp her birini kendi içinde değerlendirmeyiz. Bir ça­tışmayı incelerken siyasi hedeflerle olayların içindeki trajik öykülen yan yana sıralarız. Bir şehit cenazesindeki acılı anlarla hasım saydı­ğımız kimselerin hedeflen aynı fotoğraf karesi içinde yer alır. Aklı­mızla duygularımızın harman olduğu bir söylem geliştiririz.

Duyguların önemsiz olduğunu söylemiyorum. Dünyanın kade­rini değiştiren bir çatışmanın içindeki bir tek askerin öyküsü bizi ulaşılan tüm sonuçlardan daha fazla etkileyebilir ve hiçbir şey buna değmezdi diyebiliriz ve bunda kınanacak bir yan yoktur. Ama siya­sal tavrımızı buna göre belirlemenin bir sonuç vermesi mümkün değildir.

Birinci Dünya Savaşı sonunda oluşan statüko bizim için kutsal­dır. Arap Yarımadasında minicik şeyhlikler oluşturulurken Irak’ın neden üç parça olarak kurulmadığını sorgulamaz ve Irak’ın toprak bütünlüğünden kendimiz sorumlu tutarız. Suriye ile aramızdaki sı­nırın bir demiryolu olarak belirlenmesinin, onu belirleyenin ne ka­dar umursamaz bir tavır içinde olduğunu düşünmez ama bu sınırı kutsallaştırırız. Bu sınırın bir fakirliğin sonucu olmadığını ve gerçek­te bir farklılık yaratmak ıçm çizildiğini unuturuz. Bu sınırı yok sa­yıp birbirinin fotokopisi kadar aynı olan insanları bir araya getire­cek bir yol izlemek yerine arayı mayınlarla kapatırız.

Son günlerde güneydoğudaki gelişmelere aynı gözle baktık ve sürekli olayları yorumladık ama sıyası projenin ne olduğunu tartış­madık. Bazıları zaten kötü olan ABD’nin Türkiye’yi bölmek için, Kürtleri desteklediğini söyledi diğerlen hiçbir müttefiki olmadığı söylenen PKK’nın, sırf karışıklık çıkarmak amacıyla eylem yaptığını düşündü.

Önce ABD, Rusya, İngiltere ve benzen aktör devletlerin tepkisel tavırlar sergilemeyeceğini, politikalarının siyası bir projeyi gerçekleş­tirmek amacına yönelik olduğunu kabul etmemiz gerekir. Eğer söy­lenenler doğru olsa ve bu ülkeler sorumsuz bir tepkisellik içinde ol­salar dünya son derece güvensiz bir yer olur ve günün birinde kıya­mete benzer bir durumla karşılaşmamız kaçınılmaz hale gelir. Eğer bunlar ülkemizi bölmek istiyorlar dersek buna akılcı bir gerekçe bulmamız gerekir. Eğer dinsel farklılığı bir gerekçe sayıyorsak bugü-

ne kadar neden yapmadılar ve bütün büyük savaşlar aynı dinden in­sanlar arasında yapıldı sorularına mantıklı bir cevap vermeliyiz.

Bölgemizdeki sıyası proje ayrı bir etnik grup olmalarına rağmen bugüne kadar devlet olamayan Kürtlere bir armağan vermek değil­dir ve sanılanın aksine dünyayı yönetenlerin dm ve ırk farklılıkları­nı önemsediklerini zannetmek ciddi bir hatadır. Müslüman bir Türk rahatlıkla dünyayı yöneten kadronun içinde yer alabilir ve akılsız bir Amerikalı kobay muamelesi görebilir.

Yapmamız gereken yeni dünya düzeninin nasıl oluşacağını kes­tirmek ve yerimizin ne olacağını tahmin etmektir. Bunun için öneri­lerimiz ve katkılarımız olabilir ama sadece “ıstemezük” derseniz size rağmen hedeflerine ulaşırlar.

Bölge için öngörülen sıyası proje ülkemizin ikincil bir güç oda­ğı olması ve Rusya ile ABD arasında kurulacak yeni dengenin orta­sında yer alması olduğunu düşündüm. Bu bizim ulus devlet anlayı­şımızı değişmesini ve çevremizle ilişki kurmamızı gerektiriyordu. Farklı etnik ve dini yapıların ön plana çıkarılması, ülkeyi bölmek ıçm değil yeni rolümüzün çoğulculuğu gerektirmesinden kaymakla­nıyordu. Yıllar önceki bir yazımda bir benzetme yapmış ve “Türki­ye’nin etki alanı büyüyecek ama belli miktardaki bir boyanın daha büyük bir suya atılması gibi, gücünün rengi açılacak" demiştim.

Yabancı sermayenin birden bire ülkemize akın etmesi artan sıyası etkinliğimize ortak olmak amacı taşımaktadır. Bunu tartışa­bilir ve farklı öneriler sunabilirsiniz ama ABD’nin bir Kürt devleti kurup onunla bölgedeki amaçlarına ulaşacağını söylemek doğru görünmüyor.

Adam önünü görmüyordu çünkü bakmıyordu. Hep gelecekle ilgilendi. “Göklerde sıtare arayan turfa müneccim, gafletle görmez

kuyuyu rehgüzerinde” sözü sanki onun için söylenmişti. Üstelik bu tavrı sadece toplumla ilgili de değildi. Hayatına yön verirken tüm bir geleceği planlamaya çalışmıştı. Hesaplarının bazısı doğrulandı bazıları da yanlış çıktı. Umduğunu bulamadığı zamanlar çok oldu ama genel çizgisinden önemli bir sapma olmadı. Çevresinde bir ha­yalperest olarak tanındı. Onunla konuşmanın tek keyifli yanı bir masalı andıran sözlerinin değişik tadıydı.

Ona göre hayat bir kurgudan ibaretti. İnançlarımız, ilkelerimiz hatta sevgilerimiz bile başkalarının tanımladığı, yeniden tanımlan­ması ve tamamen farklı olması mümkün olan ön kabullerdi. Var olanın bir kurgu olduğunu kabul etsek bile yenisinin de bir kurgu olması tüm değiştirme çabalarını anlamsız kılabilirdi ama o bunu düşünmedi.

Herkesin zannettiğinin aksine kendi kurgusunu oluşturma pe­şinde değildi ama bir değişim olacaksa onu önceden görmek ve tav­rını buna göre belirlemek istiyordu. Geleceğe bakıp günü yaşamak zor olmaktan öte tehlikeliydi de. Sürekli tökezledi, kan revan içinde kaldı, bazen yaşamasının bile mucize olduğunu düşündü. Önünü görmüyordu, geleceği doğru algılaması ayağının taşlara takılıp düş­mesini engelleyemiyordu.

Aslında önüne bakanlarla geleceği kestirmeye çalışanların karşı­laştıkları çoğunlukla benzeşiyordu. Önüne bakarak yol alanlar bir gün bir çıkmazda olduklarını görüyor ve hiçbir çıkış yolunun kal­madığını anlıyordu ama geleceğe bakanlar da yolda telef oluyordu.

Bu yolculuğu kazasız belasız atlatanlar da vardı. Yollardaki işa­ret levhalarına bakarak yol alıyorlardı ama bu levhaların özelliği gi­dilecek yen değil yönü göstermesiydi. Zaten onlar için gidilecek yer önemli olmadı. Gösterilen yere girmek ama kaybetmemek onlara yetiyordu. Bazen sağa bazen sola saptılar. Onları döneklikle itham edenlere bir ayna gösterip bizim sağ dediğimiz aslında sol, sol dedi-

ğimiz sağdı dediler. Rasgele atılan bir mermi gibiydiler. Nereye yur­dularsa, biz zaten burayı hedef almıştık dediler.

Adam bazen isyan ediyor ve "Ben sadece gideceğimiz yeri bile­lim ve işaret levhalarını biz koyalım diyorum" diye uğraşıyorum di­yordu. Adam gerçekten gafildi. Yollara her isteyen işaret koyamazdı bu yetki yolu yapanlara aitti.

Yolu yapan olmakla üstünde giden olmak çok farklıydı. Ger­çekte yolun yapım ve bakım masraflarını üstünde gidenler öderdi a- ma güzergahı akıllı olanlar belirlerdi.

İnsanların çoğu arabalarına bindi, yanlarında sevgilileri, dudak­larında gözde şarkılarla yola koyuldular. Yol kenarlarındaki lokan­talarda yediler, otellerde konakladılar. Adam gittiğiniz yol yanlış de­yip kendini dağlara vurdu.

Bir gün yolda karşılaştılar. Farklı yerlerden gitmişlerdi ama var­dıkları yer aynıydı. Geçmişte Kürt diyene küfür eden arabalılar şim­di Kürtçe türküler söylüyordu. Yerli sevgililerini ve ış ortaklarını yolda bırakmışlardı ve yabancı ortaklarıyla ış konuşuyorlardı.

Arabalılardan biri adama birkaç kuruş verip arabasını yıkattı. Adam çaresizdi ve isteneni yaptı ama ‘Bu yol çıkmaz, bir kazaya uğ­rayabilirsiniz” deyiverdi. Arabalı adam: “Sen öyle san, bizi yolda bı­rakamazlar, onların bir hesabı varsa bizim de var, en büyük hesap Allah’ındır” dedi.

Arabalı adam ufku insanların görebileceği yerin ötesine taşımış­tı. Artık ne düşündüğünü de söyleyemezdi. Üstelik bir sürü sıkın­tıyla ulaştığı yere diğerlerin güle oynaya geldiğini gördüğü ıçm içine bir kurt düşmüştü. Yapmayacaklarını söyledikleri her şeyi yapıyor­lardı. Kutsal olduğunu ilan ettiklerinin dışını koruyup içini boşaltı­yorlardı ama hep kazanan konumundaydılar.

Adam kendim yeniden dağlara attı. Arabalılar kaybederse onların yerini binleri doldurmalıydı. Gece kendisi gibi birkaç kı-

şiyle bir ateş yakıp söyleştiler ve abalarının altında uyudular. Hu­zursuz değillerdi.

İnsanların benzeştikleri ölçüde bütünleşeceği tartışılmaz bir ger­çek gibi sunuluyor. Tüm ayrılıkların, çatışmaların sebebinin bireysel farklılıklardan doğduğuna inanılıyor. Gerçekte bu dünyanın düz ol­duğunu ilen sürmek kadar yanlış bir düşünce. Mesela Güneydoğu Anadolu’dan Kürtlerı çıkarıp aynı sayıda Çınlı yerleştirseniz bunlar Türkiye’den ayrılıp bir devlet kurmak isterler mı yoksa Türkiye’nin en sadık tebaası mı olurlar? Tarihin en kanlı savaşı olan İkinci Dünya Savaşında tarafları hangi benzerliklerle müttefik, hangi ayrılıklarla düşman sınıfına sokarsınız? Kardeşlerini idam eden Osmanlı padi­şahlarına kardeşlerinden daha çok benzeyenler kimlerdi?

Hiçbir sosyal nitelik birleştirici ya da ayırıcı değildir ve bu ko­nudaki iddialar gerçeği ifade etmez. Onlar gerçek sebeplerin üstün­deki bir giysi gibidir. İnanç açısından birbirine en yakın görünen AKP ile Saadet çizgisinin ne kadar karşıt olduklarını anlamak için bir deney yapmak mümkün olsaydı ve diğer eğilimleri bir kenara çekip onları baş başa bırakabılseydik çatışmanın ne kadar şiddetli olduğunu görürdük. Ya da yine bir deney olarak, devlet “Kürt işine karışmıyorum, ne halınız varsa görün” deseydi sonu gelmeyen bir çatışmaya şahit olurduk.

Eğer benzeyenler bütünleşseydi bugün ABD diye bir devletten ve Amerikalı diye bir halktan bahsedilemezdi. İnsanların bağlılıkları köklerinden kaynaklansaydı Rusya’daki Tatar Lenın, Yahudi Troçkı, Gürcü Stalin dönemlerini bir ihanet ya da esaret olarak değerlendi­rir ve mesela Stalin dönemini Gürcülerin Rusya’yı işgali olarak vasıf­landırır dik.

İnsanların ne oldukları değil ne yaptıkları önemlidir. Bir kışı ne

inançlarıyla ne de kökeniyle değerlendirilemez. Onu asıl belirleyen­ler yaptıklarıdır ve yapacakları düşünce yapısıyla, geçmişteki davra­nışlarına bakarak kestirilebilir.

Bugün son derece riskli ve yanlış bir yol izleyerek insanları ne olduklarıyla değerlendiriyoruz. Mesela bazıları insanların kökenini araştırıp bunda Yahudi ya da Sabetay olup olmadığını arıyor. Eğer varsa hüküm kesin olarak belli: Bu kişi zararlı sayılıyor. Oysa köke­ninizde yetmiş iki milletten herhangi birinin bulunması ne araştırılı­yor ne de, mesela, kanınızda Eskimo ya da başka birinin olması an­lamlı bulunmuyor. Bu tavır gerçekte Yahudi’nin üstün olduğunu ya da, en azından, onların diğerlerin farklı olduğunu, insanı zaaf ve eğilimlerinin olmadığını, kendini bir ideale adayan kimseler oldu­ğunu varsayıyor. Bu durum bir inanca bağlı olmak ya da bir ideolo­jiyi savunmaktan tamamen farklı. Belli bir soydan gelmek bir insanı diğerlerinden tamamen farklı hale getirebiliyor.

Farklılık hiçbir sorunun nedeni değildir. Sorun bu farklılığa katlanamamak ya da bambaşka nedenlerden kaymaklanan sorunları farklılığa bağlamaktır.

Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in analizi bu açıdan önemli. Olaylara taraf olan insanların kökenine bakarak değil siyasi sebep ve sonuçlarıyla değerlendiriyor. Tarafların kim olduğunu de­ğil ne yaptıklarını daha da önemlisi ne yapacaklarını sorguluyor.

Güneydoğu olaylarına yaklaşırken şu havayı yarattık: “Bize za­rar vereceksiniz, ülkeyi bölerek bizi zayıflatacaksınız, buna razı ola­mayız” dedik. Sanki onların kazanımlarını engelleyerek kendimize çıkar sağlamak istiyor gibiydik ama bu tamamen yanlıştı. Gerçekte ayrışmak bizi yaralar ama onları öldürürdü ama çabamızın bir tara­fın iyiliği ıçm değil bir bütün için olduğunu söylemedik.

Aslında gerçek şuydu: Hepimiz bir uçağa benziyorduk ve Kürt- ler bu uçağın bir motoru gibiydi. Bu motor koparsa biz tek motorla

uçardık ama performansımız düşerdi. Ancak bir motor tek başına sadece bir yedek parça olabilirdi ve asla uçamazdı.

Ya da şöyle diyebilirdik: “Damarımızdaki kan gibisiniz, akarsa­nız zayıf düşeriz ama sız toprağa karışırsınız.” Olaylara kişisel çıkar­ları açısından bakanları bir tarafa bırakıp büyük bir gelecek tasavvu­ru etrafında bütünleşirsek daha farklı bir Türkiye’den öte bambaşka bir dünya yaratabiliriz.

Bölgemizdeki gelişmeleri, ayrıntılar arasında boğulmadan anla­mak için, temel ve kalıcı göstergelere bakarak değerlendirmek gere­kir. Seçimlerinden sonra ABD’nın Irak’takı asker sayısını azaltacağı ve asken varlığını stratejik noktaları kontrolle sınırlandıracağı anla­şılıyor. Bu istikrarın sağlanması değil çatışma ortamının oluşması ve uzun süreli bir mücadelenin başlaması demektir.

îran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın İsrail karşıtı sözleri ilk bakışta anlamsız gözüküyor ve İsrail’in tümüyle Avrupa’ya taşınma­sı gibi imkansız çözümler ilen sürüyor. Bu sözler, bir projeden çok, bir tavır olarak anlaşılmalı ve önümüzdeki dönemin taraflarını be­lirlemek ıçm kullanılan sloganlar olarak kabul edilmelidir. İsrail’e bu ölçüde sert bir tavır alan İran’ın, onu destekleyen ya da onun ta­rafından desteklenen ülke ve gruplara karşı anlayış göstermesi bek­lenemez ve asıl hedef Kuzey Irak’taki Kürt oluşumudur. Bu tavır Kürtlerın İsrail’le ilişkilerini kesmek amacını taşımakta, aksı halde olumsuz bir tavır sergileneceği ifade edilmektedir. Buna karşılık ABD ve İsrail kanadı nükleer silah yaptığı iddiasıyla İran üzerinde baskı uygulamaktadır.

Avrupa ve Rusya’nın Ahmedinecad’ın sözlerine tepki gösterme­si doğaldır ama bu İran’a yönelik herhangi bir müdahaleyi kabul edecekleri anlamını taşımaz. Üstelik bu tepki onların tarafsızlığı ko-

nusunda uyanacak şüphelen de ortadan kaldırır ve rahat hareket et­melerine imkan sağlar.

İkinci sorun Kuzey Irak’ta egemenliğin kime verileceğidir. Baş­langıçta Barzani’nin rakipsiz görünen konumu şu anda aynı ölçüde net değildir. Türkiye’de PKK’ya yönelik politika değişikliği, Kuzey Irak’takı bazı grupların yönetime karşı olumsuz tavırları egemenlik konusunun henüz belırgınleşmedığını göstermektedir. ABD bütün yumurtaları Barzani’nin sepetine koymasının riskli olduğunu gör­mek üzeredir. Bu nedenle Türkiye’nin bu tavrının hemen arkasın­dan PKK’nın askerlerimizi şehit ettiği haberinin alınması bir sürpriz sayılmamalı ve benzer olayların artarak devam edeceği beklenmeli­dir. Kamuoyunda PKK karşıtı bir havanın yaratılmasına acil ihtiyaç olduğu düşünülmüş olmalı.

ABD İran, Irak ve Suriye konusunda Türkiye ile işbirliği yap­mak istediğini ifade ediyor. Önemli olan bu işbirliğinin hangi şart­larda oluşacağının belirlenmesidir. Türkiye’de Kuzey Irak’ta aşiret temeline dayalı bir iktidarın oluşturulmasına ve bunun Güneydo- ğu’yu etkileyecek konuma gelmesine karşı çıkacak odakların bulun­duğu, bunlardan daha radikal ve tümüyle retçı bir cephenin giderek güçlendiği görülmektedir.

Türkiye’nin sorunu politikasının tek elden tespit edilmemesi ve farklı odakların rekabet içinde görünmesidir. Bu durum iç politika­da çatışma yaratmak potansiyelim de taşıyor. ABD ekonomimizdeki etkinliğini bir manivela olarak kullanabileceğini hesaplıyor olabilir ama olayların tamamen kontrol dışına çıkması da olasılıklardan bin gibi görünüyor.

ABD’nin hem Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini sınırlayacak hatta kendi topraklarındaki egemenliğini zayıflatacak hem de o­nun işbirliğini sağlayacak bir çözüme ulaşıp ulaşmayacağını za­man gösterecek. Bunu sağlamak ıçm elindeki ekonomi ve siyaset

alanındaki etkinlik kozlarının yeterli olup olmayacağı da bu dene­meyle anlaşılacak.

Bölgemizdeki gelişmeler hem sınırlı olmayacak hem de gen dö­nülmesi zor sonuçlar yaratacak niteliktedir. Bu gibi durumlarda so­nucun tek taraflı politikalarla ve toplum mühendisliği metotlarıyla belirlenmesi büyük riskler taşır ve sürpriz sonuçlar yaratır.

Bu durumda Türkiye politikalarını tek elden belirleyecek bir y­ol bulmak zorundadır. ABD tarafı ise sloganları bir kenara bırakıp somut hedeflen konusunda mutabakat aramalıdır. Teröre karşıyız, Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız, İran nükleer tehdit oluşturu­yor gibi hiçbir siyasi mesaj içermeyen sözlerle bir yere varılmayaca­ğını görmelidir.

Sharon Stone’un bir aktörümüzü öpmesi ve onunla yapılan rö­portaj en çok ilgilendiğimiz konulardan biri oldu. Bu tavrımız sade­ce magazinle sınırlı kalsaydı anlaşılabilirdi ama her olayı öpülüp öpülmemek ikilemi içinde değerlendirdiğimiz ıçm önemli hale geldi.

Yabancı bir devlet adamıyla ilişkimizi, konuşulanlardan daha çok, onun ne ölçüde samımı davrandığıyla, elini omzumuza koyup koymamasıyla, özel günlerimize gösterdiği ilgiyle değerlendıriyor- sak Stone’un içimizden birini öpmesinin olağanüstü ilgi toplaması ve yapılan röportajın magazin boyutunu aşması beklenmedik bir o­lay sayılmaz.

Yetimhanedeki çocuklar gibiyiz. Var olduğumuzu, unutulmadı- ğımızı başımızın okşanmasıyla anlıyoruz. İsteklerimiz çikolata ve oyuncaktan öteye gitmiyor. En büyük gazetelerimizden birinde, CIA başkanından Fehrıye Erdal’ın iadesine yardımcı olmasını istedi­ğimiz yazılabiliyor.

Belçika’nın bir cinayet olayının yardımcısı konumundaki birine

destek olabileceğini ve Türkiye’yi karşısına alabileceğini düşünüyo­ruz. Bir yandan ClA’nin devlet kuran, devlet yakan, darbe yapan bir örgüt olduğunu söylüyor diğer yandan zavallı bir oyuncağın kade­riyle ilgilenmesini isteyebiliyoruz.

Malımızı satarken alıcının önemli bir kışı ya da kurum olması başarımızın ölçüsü sayılıyor. Gecekondusunu satan insanın malını itibarlı bir adamın almasıyla övünmesine benzer bir duygu içinde­yiz. Doğru bir şey yapıp yapmadığımızın tek ölçüsü başkalarının değerlendirmesinden ibaret. Bu ölçü kazanılan para olunca büyük bir bilim adamını küçümsüyor popüler bir şarkıcıyı toplumun en üst katma yerleştiriyoruz.

Başkaları da hayatını ülkesine adadığı inancında. Bizi bölmek, parçalamak isteyenlere karşı amansız bir mücadele yürütüyor. Yıkıl­mamızı engellediğini düşünüyor ama hiçbir şey inşa etmiyor. Onun için ülke sembollerden ibaret. Bayrağımız dalgalansın, camilerimiz­de ezan sesi kesilmesin istiyor.

Bırilerinın ülkemizi daha büyük bayraklarla donatıp ezanın da­ha gür bir sesle söylenmesine imkan vereceğini ama tüm kontrolü ele geçirebileceğini düşünmüyor bile. Mevzilerini kahramanca savu­nuyor ve düşmana teslim etmiyor ama tüm cephenin kontrolünün karşı tarafa geçtiğinin farkında değil. Birisi ona bilgisiz bir vatanse­verin düşmandan daha çok zarar verebileceğini söylerse kızıyor.

Aslında tüm modelimizi değiştirmek ve kendimizi savunmakla özetlenebilecek tavrımızı terk etmek zorundayız.

Geçmişte bu model anlamlıydı ve statükonun devamını sağlı­yordu. Biz de Yunanistan’ın Megalo İdea’sını, Ermenılerın ülkemiz­de devlet kurmasını, bölünmemizi isteyenleri engellediğimizi sana­rak başarılı olduğumuza inanıyorduk. Hatay’ı topraklarına katmak isteyen Suriye de hedefine ulaşamamıştı. Bunların hepsi gerçek dı­şıydı ve bir kuruntudan ibaretti.

Şu anda dünya yeniden kuruluyor ve bize ne yapacaklar diye sormak yerme biz ne yapacağız diyecek konumdayız. Bugünleri, geçmişte olduğu gibi, anlamsız kuruntulara feda etmek hem bizim için hem de dünya için bir kayıp olacaktır.

Binlen Sharon Stone öptü diye ya da onunla yaptığı röportajla öcüne dursun başkaları da bölgemizin geleceğiyle ilgili senaryolar üretebilir ve bunu muhataplarıyla tartışabilir. Bu bizi aşar, biz kay­betmemeye bakalım düşüncesi yanlıştır.

ABD dünya ölçeğinde çok büyük olabilir ama Irak içinde ciddi sorunlarla boğuşmaktadır. Bu, her ülke ıçm geçerlidir ve güç, her yerde ve her zaman aynı değerde değildir. Bir hastaya iğne yapan doktorun adalelerinin güçlü olması gerekmez.

Bunun ödülü ne olacaktır sorusuna iyimser bir cevap veremem. Eğer iyi şarkı söylerseniz devlet sanatçısı olursunuz, para kazanırsa­nız rahat yaşarsınız, nereden kazandığınız belli olmayan paralarla okul yaptırırsanız övünç madalyası alırsınız ama böyle bir mücade­lenin riski ödülünden her zaman büyük olur, üstelik Sharon Stone da sizi öpmez.

GÖRÜNTÜ

Çoğumuz bize ait değerlerin yok olduğunu, bambaşka bir kül­türe doğru savrulduğumuzu düşünür ve hayıflanır. Bazıları da bizi geri bıraktıran bu değerler sisteminin tez elden yitirilmesinden ve o­nun yerine, başkalarını imrendiğimiz konuma getiren yeni değerle­rin benimsenmesinden yanadır. “AB’ye girecek olan ülkemizin” diye başlayan cümlenin ardından neleri değiştirmemiz gerektiği sıralanır. Onlara göre başarı özgün bir olay değildir ve başkalarının yaptığını tekrarlamak kısa ve emin bir yoldur. Türkü eşliğinde halay çeken birinin geri kalması ne kadar doğal ise pop müziği ile dansetmek ilerlemenin o kadar önemli bir başlangıcıdır.

Kültür değerlerimizin korunmasından yana olanların tavrı bir koleksiyoncununkine benzer. Eski olan iyi ve değerli kabul edilir. Bazen davranışlarımızın dinin emirlerine uyması ve onun yolundan gidilmesi gerektiği söylenir. Ancak bu durumda bile dinin emrettik­leri sadece bir şekil olarak muhafaza edilir veya din yeni değerler sistemine göre yorumlanır. Faizin adı kâr payına dönüştürülür, her­kes kapitalist dünyanın insanları gibi davranmasına rağmen helal kazanç elde ettiği inancındadır. İçki içilmeyen masalara meze servisi

yapılır, yemeklerin biçimi ve sırası tamamen değişmiştir. Kıyafetler ne kadar örtülü olursa olsun modanın çizgilerini taşır. Hayatımıza giren yeni ürünler, davranış ve adetlerimizi etkiler ve bunlar onu üreten ve kullananlardan farklı değildir. Uçağa bindiğinizde, kulak­larınızı kapatırsanız, gördüğünüz şeyler hep aynıdır.

Bir Türk, Batı’fda herhangi bir düzeyde ön plana çıkarsa gaze­telere haber, bazen de manşet olur. Ekonomik durumumuzun ip ya da kötü olduğunu yabancı değerlendirme kuruluşlarının verdiği nottan anlarız. Onların beğenisi başarının tek ölçüsü olunca onların takdir edeceği şeyler yapmaktan başka çaremiz kalmaz.

Ahlak açısından da bir ikilem içinde kalırız. Okuma yazmayı söken pembe kitapları okur, pembe dizileri sepeder ama onlardan birinin davranışına özenirse namus cinayetine kurban gider. Kerem ile Aslı ilk okunan kitaplardır ve evde bulunması ve okunması övünç kaynağıdır ama kimse onlara benzeyemez.

Törelere bağlı olan halkımız ahlakı değerlerine çok önem verir. Bir kız tecavüze uğrasa bile öldürülür ama hiç kimse evladını hırsız­lık yaparsa veya sarhoş araba kullanırken birinin ölümüne neden olursa cezalandırmaz hatta sonuna kadar savunur. Ahlak sadece ka­dın erkek ilişkileriyle sınırlıdır.

Her sınıfın kendine özgü ahlak kuralları vardır. Zenginlerin aşk hayatları gazete haberidir fakirlerinki suçtur veya daha büyük bir suçun işlenmesinin gerekçesidir.

Bütün bunları sadece bir dedikodu amacıyla söylemiyoruz. De­ğer yargılarını belirleyen şepn iktisadı yapıyla ilişkili olduğuna ve bundan bağımsız, soyut bir değerler sisteminden olamayacağına işa­ret etmek istiyoruz. Türkiye global ekonomik sistemin bir parçası ve uzantısı olunca bu sistemin değerlerini de benimsemek zorunda kalır. Bazılarının hâlâ eski değerlerini korumaya devam etmesi he­nüz bu sisteme dahil olmaması yüzündendir.

Bir ülkenin kültür ürünleri, o ülkedeki ekonomik ve siyasi ya­şama göre şekillenir. Artık kör kemancının aşkı tarihe karışmıştır. Mafya ve derin devleti anlatan diziler ve kitaplar ilgi çeker. Fakır gencin bir fabrikatörün kızıyla evlenmesi komedi konusu haline dö­nüşürken uyuşturucu ticareti içindeki kadın erkek ilişkileri gün­demdedir. Ahlaksızlık bir başkasını aldatmak veya yalan söylemek değildir. Güçlü olanın çıkarma aykırı davranmak, hizmet ettiği kişi­ye zarar vermek cezalandırılır ve tabii cezayı veren devlet değil güç- lünün kendisidir. Yeni bir ilişkiler ağı ve buna bağlı ahlakı değerler oluşur. Devlet üstün konumundan uzaklaşmış, üstün olanın kullan­dığı bir araç konumuna gelmiştir. Güç odakları çoğaldıkça ve farklı­laştıkça tek bir kuraldan da söz edilemez. Ülke başkalarının kontro­lüne girdiği ölçüde, kontrol eden gücün etkinliği artar ve kendi ül­kesine hizmet eden kişiler diğerlen tarafından cezalandırılabilir. Ba­şarı ve başarısızlığın, doğru ya da yanlış davranmanın kriterleri de­ğişir. Global değerler, daha doğru bir ifade ile dünya ölçeğinde güç­lü olanın koyduğu kurallar, yerli olanın üstüne çıkar.

Bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Eski değerler kaybettıri- yorsa ve gücün kaynağı değişmişse, yeni gelenin istediğini yapması doğaldır. Medya bu yeni efendilerin ve onların koyduğu kuralların savunucusu konumuna gelir. Çoğu zaman sırf bu amaçla yeni kuru­luşlar oluşturulur. Artık düşünceler de bir meta haline gelmiştir. Reklamı yapılan bir çamaşır deterjanı ile bir fikir arasında fark yok­tur. Düşünce adamları, reklam filminde oynayan aktörler gibidir. Önceden belirlenen mesajı kim en iyi veriyorsa o en iyi kabul edilir. Zaten bilim de bir reklam aracı haline dönüşmüştür. Değer yargıla­rının dinden kaynaklanması bu olguyu önemli ölçüde etkilemez. Farklı yorumlar her dini iktisadı yapıyla uyumlu hale getirir ya da onunla çatışan yönlen törpülenir. Nitekim Protestan ahlakının, ka­pitalizmin gelişmesinde önemli bir rol oynadığı kabul edilir. Bir de­ğerler sisteminin yaşayabilmesi, onun ekonomik yapıyla çatışmama-

sına bağlıdır. Mesela kapitalizmde bütün ahlakı değerler bu sistemi koruyacak şekilde oluşmuştur. Bir başkasına verdiğiniz zararlar mutlaka karşılanır. Cezalar suçu işleyenin niyetine bakılarak değil, verdiği zarara göre belirlenir. Toplumumuzda hiç de alışık olmadı­ğımız tazminat davaları ve ödenen bedeller bu mantığın ürünüdür. Bu gibi toplumlarda insanlar üretime kattıkları varsayılan miktarlar kadar hak iddia edebilirler ve devletin veya başka bir kurumun on­ları desteklemek zorunluluğu yoktur.

Kapitalizm, eğer ömrünü tamamlamamışsa ve iddia edildiği gi­bi globalleşiyorsa, onun bütün değer yargılarımızı ve davranışları­mızı etkilemesi ve giderek belirlemesi engellenemez. Yerel davranış­lar bir süre direnir ama sonunda yenik düşer ve yerini yeni bir de­ğerler sistemine bırakır.

Ancak kapitalizm ekonomik açıdan, çözdüğünden daha büyük sorunlara neden olmaya başlamıştır. Bununla paralel olarak yarattığı değerler sistemi toplumda mutsuzluk kaynağı olmaktadır. Mesela Türkiye’de 1980’lerde yapılan bir anket, gençlerin yüzde sekseninin ileriye umutla baktığını ve halinden memnun olduğunu gösterir­ken, bu oran günümüzde yüzde otuzlar civarındadır. Geliştiğimiz ve çağ atladığımız söylenirken insanlardaki bu mutsuzluk ve umut­suzluk nedendir?

Yeni bir ekonomik modele ve bunun etrafında oluşacak de­ğerler sistemine ihtiyaç duyulduğu açıktır. Bunun sosyalizm ol­madığı tecrübeyle görülmüştür. Böyle bir modelin bizim değer yargılarımızla çatışmayacağı ve onun gelişmiş bir şekli olacağı da söylenebilir.

Öyleyse başlangıç noktası, kendi değerler sistemimizi korumaya çalışmak değildir. Uygulanan ekonomik modelin alternatifini yarat­mak ilk adım olmalıdır. Bu modelle yaşanan ekonomik tıkanıklık aşılınca, değerler sistemi de bu yeni yapıya uygun olarak şekillenir.

Bunun eskinin tekrarı olması ne mümkün ne de gereklidir. Ama in­sanları mutlu edenin birbirine benzemesi ya da eskisini aratmaması doğaldır.

***

İnsanların eğitimi ile sirkte gösteri yapan vahşi hayvanların eği­timi arasında bir benzerlik var mı? Böyle bir soru bile insanı rahatsız eder. Yeteneklerimizi daha iyi kullanmak, sahip olduğumuz değer­len yüceltmek için eğitime ihtiyacımız varken, bunu köleleştiren bir süreç olarak görmek anlamsız sayılabilir. Ancak eğitim birbirine zıt ıkı işlevi bir arada gerçekleştirir. Bir yandan insanı geliştirirken di­ğer yandan onları kolay idare edilebilen, yönetenlerin emirlerini iti­razsız yerme getiren yaratıklar haline getirir. Verilen eğitim onun üretim yeteneğini artırır, iş disiplinine uyan ve kolay iletişim sağla­nan bireyler konumuna getirir. Yönetici düzeyine gelenler sistemin bozulmadan ve değişmeden sürmesini sağlar. Bu, başarılı bir eğiti­min toplumun sürekli kendini tekrarlayan, ya da temel özellikleri değişmeden kendi mantığı içinde gelişen bir yapı olmasını sağlayan bir faaliyet olması anlamına gelir.

Zaten bütün büyük değişimler, sıyası alanda asiler, bilim ve sa­nat alanında aykırı insanlar tarafından gerçekleştirilir. Her değişim­ci, ya suçludur ya da başlangıçta sistem tarafından reddedilen kişi­lerdir. Düşüncelerinin doğruluğu bir düşünme süreci sonunda de­ğil, bir mücadelenin arkasından galip gelmeleriyle kabullenilir. De­ğişimin motoru olması beklenen üniversiteler, var olan düşünceleri savunan kaleler gibidir. Bilimsel çalışma, incelenen konudaki yayın­ları taramak, onlara atıfta bulunmak ve bu çerçevenin içinde kal­mak zorundadır. Mesela iktisat alanında bir çalışma yapıp Avustral­ya’daki bir koyun hastalığı sonunda düşen et üretiminin Avrupa’da domates talebini nasıl etkilediğini bulursanız ve bunu matematik bir modelle ispatlarsanız büyük bir iş yapmış sayılırsınız. Ama mev-

cut iktisadi düşüncenin yanlış olduğunu, yeni bir teorik model oluşturmak gerektiğini söylerseniz bilim dışına çıkmış olursunuz. Yanı meleklerin dışı mı yoksa erkek mı olduğunu tartışmak serbest­tir ama var olan inanca karşı çıkılamaz.

Eğer konunuz terörse izleyeceğiniz yol bellidir. Teröristlerin sı­nıfsal kökenini, eğitim durumlarını, onları bu yola iten ideolojik, sosyal ve psikolojik motifleri inceleyebilirsiniz ama eylemlerinin sı­yası sonuçlarını değerlendirerek onların meşru bir güç odağının ara­cı olduğunu iddia edemezsiniz. Hiçbir düşünce kurulu düzeni it­ham edemez ve onu küçük düşüren iddialarda bulunamaz. İnsanla­rın, özellikle demokratik toplumlarda geniş bir düşünce özgürlüğü­nün olduğu söylenir ama belki de bir tesadüf sonucu inançlarda bü­yük bir benzerlik vardır. PolonyalIların büyük çoğunluğunun Hıris­tiyan, Arapların Müslüman olması onların özgür seçimlerinin sonu­cudur. Yani insanların, yönetenlerin tercihini yansıttığı ve her türlü inançlarının yukardan aşağı belirlendiğini söylemek haksızlıktır^). Her toplumun bireylerini diğerinden farklı kılan eğitimin birey merkezli olduğu söylenemez. Herkes içinde yaşadığı topluma daha doğrusu o toplumu yöneten güce en iyi şekilde hizmet edecek bi­çimde eğitilir. Yanı insanlar ıçm tek doğru yoktur. Bir toplumun bi­reylen ıçm kutsal olan başka bin ıçm büyük bir günah sayılabilir. Eğitimin birinci özelliği sübjektif ikinci özelliği de faydacı oluşudur. Asıl amaç insanların üretimdeki etkinliğim artırmaktır. Buna yöne­lik bilgiler yanında genel kültür sayılacak bilgilerin verilmesi, bir dolgu maddesi niteliğindedir ve çoğu zaman ideolojik şartlanmanın alt yapısını oluştururlar. Tabiat ve müspet bilimler dini veya laik bir temele oturtularak insanların inançları şekillendirilir.

En değişken bilim tarihtir. Hem ülkeden ülkeye hem de aynı ülkede zaman içinde büyük farklılıklar gösterir. Temel özelliği olan­ların değil olması gerekenleri anlatmasıdır ve bu özelliği ile geçmiş­ten çok gelecekle ilgilidir. Her ülkenin yöneticileri geçmişi olduğu

şekliyle değil geleceğe yön verecek biçimde yazdırır. İhtiyaçlar de­ğiştikçe tarih de değişir. Sosyoloji ve psikolojinin ideolojik yönü bi­limsel yönünden daha ağır basar. Çok dar bir çevreyi ilgilendiren teknolojik buluş ve buna temel oluşturan bilgiler kamuya kapalıdır ve başlangıçta bir sır gibi saklanır. Bunlar bilim adamlarından çok istihbarat kuruluşlarının ilgi alanına girer.

Bilgi sofrasında istediğimizi değil, önümüze konanı yemek zo­rundayız. Malzeme aynı olsa bile bu yemekler her ülkede diğerin­den farklıdır ama her toplumun üyeleri benzer şeyleri yer. Bilginin şeklini sıyası egemenler belirler. Globalleşme bilgiyi standartlaştırır ama bu öğrendiklerimizin doğru olduğu anlamını taşımaz. Bu süre­cin alternatifi var mıdır? İnsanları benzeştiren bir torna tezgahı yeri­ne ucu açık bir eğitim düzeni olabilir mı? Bu soruya olumlu bir ce­vap verilemez. Eğitimin şekillendirici özelliğinden vazgeçilemez. Ancak bir ülke kendi şekillendirme biçimini kendisi tayin edebil­melidir. Bizim sorunumuz, geleceğe yönelik bir projemiz olmadığı için, buna uygun bir eğitim politikası da oluşturamamızdır. Bazen çok farklı kaynaktan aldığımız bilgilerle donattığımız insanların uyumsuz ve tutarsız bireyler olmasına sebep oluyoruz bazen de tek bir kaynağa yöneliyoruz ama bu bizim kültürel birikimimizle uyuş­muyor veya yetiştirdiğimiz insanlar bizim amaçlarımızı değil, eğitim modelini aldığımız ülkenin çıkarlarını koruyan insanlar haline dö­nüşüyor. Bugün Türkiye’deki tüm iktisatçılar, özellikle kalbur üstü sayılanlar, bir Amerikalı gibi düşünüyor ve bizim ekonomimizi ABD ekonomisinin küçülmüş bir modeli sayıyor. Bütün çözümlen sis­temde arıyor ve kimsenin yönlendirmediği, piyasanın kurallarına bırakılan bir modelin mutlak bir başarı getireceğini söylüyor. AB- D’nın hakim bir ekonomi olduğunu, oradaki yönetim kadrolarının aynı zamanda büyük kapitalistler olduğunu ve tüm dünya ekono­misine müdahale ettiğini görmezden geliyor. Sonuç olarak bir taraf sürekli politikalar üretiyor ve her alana müdahale ediyor, biz müda-

halenin ve politika izlemenin yanlış olduğunu söylüyoruz. Bize göre her şeyi arz ve talep belirlemelidir, onlar bu kurala küçük bir ilave yapıyorlar: Arz ve talebi biz belirleriz!

ABD’de eğitim özel teşebbüse bırakılmıştır ve bu onlar açısın­dan doğrudur. Eğitim bir devlet işidir ama orada devletle özel te­şebbüs özdeştir. Eğer burjuvazimizin dünyadaki ekonomik güç odaklarından bağımsız bir yapısı olduğunu düşünüyorsanız aynı modeli uygulamanızda bir sakınca yoktur. Eğer böyle değilse tutu­lan yol yanlıştır. Bugünkü eğitim modeliyle misyonu olan bir devlet olmamız mümkün değildir. Eğitim ve bilim sübjektiftir ve bızdekı eğitim bizimle ilgisizdir. Eğitim temelde bir şartlandırma kurumu- dur ve insanlarımızı başkaları şekillendirmektedir. Başkalarını izle­mek ve onların tecrübelerinden ve bilgisinden faydalanmakla ben­zemek aynı şey değildir. Şöyle de söyleyebiliriz: Bir devlet sadece bir bayrağa ve siyasi sınırlara sahip olmakla var olmaz. Bağımsız bir eğitim yapısı olmayan devlet sadece şeklen vardır ve Türkiye 1980’den ben bu vasfını önemli ölçüde yitirmiştir. Bir ülkede devlet kim ise eğitimi de o şekillendirir. Eğitim sistemimizde geri denilen 1980 öncesi dönemi hasretle arıyorum.

Günümüzde sürdürülen mücadele ile, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının gerekçe ve yapılış biçimlen arasında fark var. Hatta So­ğuk Savaş dönemindeki kavramlar bile artık kullanılmıyor. Dini ve etnik ayrışmalar ön plana çıkarılıyor ve ihtilaflar bu nedenlere bağ­lanıyor. Bu görünüm sadece uluslararasında değil, iç çatışmalarda da gözleniyor. Türkiye’de siyası yapılanmalar ekonomik veya politik farklar yerine inanç faklılıklarına dayanıyor. Bir NATO toplantısın­da dini bir simge sayılan türban ciddi bir sorun haline dönüşüyor

Ülkemizin karşılaştığı en önemli iki sorunun irtica ve bölücü­lük olduğu sıklıkla dile getiriliyor. Bunlara ülkemizdeki Sabetay ör-

güçlenmesi ve bunların tarihi ve güncel olaylara etkileri dile getirili­yor. Yanı insanları yakınlaştıran veya hasım hale getiren şeyin din ya da etnik benzerlik veya faklılık olduğu giderek daha geniş çevreler­de kabul görüyor.

Böyle bir ayrışma değiştirilmez ve uzlaşmaz bir niteliğe sahip. Eğer insanlar dım ve etnik nedenlerde bir araya geliyor ve diğerleri­ni dışlıyorsa birlikte yaşamak nasıl mümkün olabilir? Sorun çözüm­süz görünüyor ve bir çatışma ve diğerini etkisizleştirme önlemez bir gereklilik haline geliyor.

Bir aile içinde bile kavga ve uzlaşmazlıkların çok yaygın olarak görülmesine rağmen ırk ve din temelindeki birlikteliklerin sağlamlı­ğından şüphe duyulmuyor ve bu birlikteliğin gücüne yaygın bir bi­çimde inanılıyor.

Gerçekte siyasal partiler problemlerin çözümlerine farklı metot­lar öngörmek üzerine kurulur. İdeolojik farklar da o ideolojinin ge­nel yaklaşımını aksettirir. Bu nedenle etnik ve dini açıdan farklı olanlar aynı siyasal kümeler içinde yer alabilirler. Halkın siyasal partilere katılımı veya desteklemesi sorunlara getirdikleri çözümün başarılı olup olmamasına bağlı olması gerekir. Oysa dini ve etnik te­mele dayalı ayrışmalar kitleleri kemikleştirir ve bunları desteklemek başarı şartına bağlı değildir. Bir dini ya da etnik gruba mensupsanız onunla her şart altında beraber olmak zorunda kalırsınız. Farklı po­litik yaklaşımları da aynı sosyolojik temele dayalı partilerde ararsı­nız. Nitekim ülkemizde farklı politik tercihleri olan ama aynı etnik ve dini tercihleri olan partiler vardır.

Türkiye’deki etnik ve dini partilerin kuruluşu ıç dinamiklerin bir sonucu mudur yoksa dünyadaki değişmelerin bir yansıması mı­dır? Bu soruya maalesef lehimize sayılabilecek bir cevap vermek mümkün değil. Dini eğilimi ağır basan partilerin ABD’nın “Yeşil Ku­şak” projesinin başladığı yıllara rastlaması bir tesadüf müdür? Bu

hareketin ABD karşıtı olması sonucu değiştirmez. İnisiyatif orada başlamıştır ve Türkiye’deki hareket buna karşıt olarak şekillenmiş­tir, yanı dış etkiler belirleyici rol oynamaktadır.

Aynı şekilde milliyetçi partilerin hakim söylemi komünizm kar­şıtlığıdır ve o da SSCB karşıtı politikalar üretmektedir. Bu durum ülkemizdeki sıyası hareketlerin dünya şartlarından büyük ölçüde etkilendiğini hatta bu ihtiyaçlara uygun biçimde şekillendiğini gös­termektedir.

Ayrıca bu oluşumlar ciddi çelişkiler içermektedir. DP gericiliğe prim vermekle suçlanmış ve laikliğe karşı davranışları olmakla it­ham edilmiştir. Bu günlerde aynı DP’yi kuran kadroların ve yöne­timdeki etkin isimlerin Sabetaycı olduğu yanı İslam’la bağlarının şekli olduğu iddia edilmektedir.

Daha geniş bir çevreden bakıldığında Türkiye’deki laik hassasi­yetin arkasındakilerle gericiliği teşvik edenlerin aynı olduğu sonu­cu çıkar.

Bu gibi akımlar başlangıçta hangi amaçlarla kurulursa kurulsun zaman içinde başlangıçtaki amaçlara ters düşen söylemlerin içine itilebilirler. ABD İslamcı akımları SSCB’ye karşı kullanmak ıçm des­teklemiş olmasına rağmen bugün kendisine en büyük tehdidin bu cepheden geldiğini söylemektedir. Başlangıçta SSCB karşıtı politika­lar izleyen ve ideolojik nedenlerle ABD’ye yakın duran milliyetçi partiler bugün ABD karşıtlığının ön safında yer alıyorlar.

Komünizmle dinin bağdaşmazlığı SSCB’nm dağılmasıyla sona ermiştir Dağılma dediğimiz şeyin bu durumu da göz önüne alan SS- CB’nın bir değişim projesi olup olmadığı da tartışılabilir. Ama ister dağılma ister değişme olsun artık İslam dünyası ABD’ye uzak, Rus­ya’ya daha yakındır. ABD ile İsrail’in ittifakı bu yakınlığı güçlendire­cek dinamikler sağlamaktadır.

Bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adlandırılan girişim İs-

lam coğrafyasındaki bu olumsuz gelişmeyi durdurmak hatta tersine çevirmek amacına yöneliktir. Ama bu projeyi bu kadarla sınırlamak eksik kalır. Bölge ülkelerinin kapitalist ekonomik merkezlerle bü­tünleştirilmesi ve bu bölgede ABD’nin ekonomik kontrolünün sağ­lanması isteniyor. Böylece rakip ekonomilerin yeni pazarlarının ön­ceden kapatılması ve ABD ekonomisine yeni ticaret alanları açılması amaçlanıyor

Bunun ilk şartı İslam’la kapitalizm arasında bir uzlaşma sağla­mak ve bölgedeki “rantiye” olarak adlandıracağımız ekonomik yapı­ları dönüştürmektir. Petrol üreten ülkelerin zenginliği tek kaynak­tan sağlanmakta ve bunlar yönetici ailelerin kontrolünde bulun­maktadır. Kapitalist ilişkiler gelişmemiştir ve tüm ekonomi belli ai­lelerin elindedir. Bunların dağıtılması ve Batılı teşebbüslerle ortaklık ilişkilerine girilmesi istenmektedir. Türkiye’nin öncülüğü ve model­liği İslam anlayışı nedeniyle değil ekonomik yapısının istenene uy­gun oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin İslam kimliği özellikle vurgulanmakta ve Büyük Ortadoğu Projesini kap­sayan alandaki dini duyarlıkların olumsuz etkilen bertaraf edilmek istenmektedir. Müslüman bir ülke de demokrat olabilir derken asıl kastedilen bu ülkelerin de kapıtalıstleşebıleceğıdır.

NATO toplantısında Bush’un sürekli vurguladığı ülkemizin di­ni kimliği ve buna rağmen demokrat bir ülke olabildiği idi. Oysa Chirac’ın vurgusu Türkiye’nin laik yapısı oldu. Benzer farklılık Tür­kiye’yi temsil eden kadrolarda da görüldü. Cumhurbaşkanı Sezer İs­lam kimliğini kabullenmekten ısrarla kaçınırken, hoş olmayan gö­rünümleri de göze alarak türbana karşı tavrını sürdürdü.

Burada temel mesele din ve etnik farklılıkların sosyal bir olay mı sayılacağı ve siyasetin dışında mı tutulacağı yoksa siyaseti belirleyen temel bir faktör mü olacağıdır. Siyasi tercihlerin değişmesi, zor sos­yal kimliklere dayandırılması ülkenin manevra kabiliyetini sınırlar.

Çünkü kararlar karşılaşılan sorunların rasyonel çözümünü hedef al­maz. Etnik veya dini kimliğin varsayılan gerekleri yerme getirilir.

Türkiye sadece dini değil aynı zamanda etnik siyasetle uğraş­mak zorunda bırakılmıştır. Kürt sorunu, temelde sınıfsal ve siyasi bir olgu iken, etnik sorun sürekli ön plana taşınmıştır. Farklılık ve çatışma nedeni etnik olunca barışçı bir çözüm imkansızdır ve sonu­ca bir tarafın kaybetmesiyle ulaşılır. Oysa ülkemizde etnik farklılık çoğu zaman iktisadı ve sosyal sorunların bir örtüsü olarak kullanıl­mış ve başkalarının olaya müdahale etmesine imkan vermiştir.

Türkiye’nin yapacağı şey çatışmayı asıl nedenlerine dönüştür­mek ve çözümü burada aramaktır. Oysa yöneticiler genelde olayı etnik ve dini temellere dayamayı tercih ederler çünkü böylece olay­larda herhangi bir kusur ve sorumlukları olmadıklarını ilen sürmek imkanını elde ederler. Eğer küçük sermaye yeterli kaymak bulamı­yor ve büyüme şansı ellerinden alınıyorsa, bunların mücadelesini gericilik olarak nitelemeyi tercih ederler ve böylece rejim konusun­da hassasiyeti olan çevrelen de yanlarına alarak iktisadı rakiplerini tasfiye ederler.

Eğer bırileri ülkedeki sorunları etnik ve dini nedenlere dayan- dırıyorsa yöneticilerin yapacağı şey bunu derinleştirmek değil asıl sebeplere yönelmektir. Bazen bu dış odakların stratejilerinin gereği de olabilir ve bugün Türkiye'nin dini kimliğinin ön plana çıkarılma­sı bizim bir ihtiyacımız değil başkalarının projesidir.

Aynı şekilde ülke insanlarını birtakım tarikatlara yakınlıkları nedeniyle tasnif etmek, Sabetaycı olarak adlandırmak gereksiz ve faydasızdır: İnsanlar ne olduklarıyla değil ne yaptıklarıyla değerlen­dirilmelidir. Aksı halde iyi bir şeyi, yapanın kimliği konusundaki ön yargınız nedeniyle kötüleyebilir veya en kötü şeyi yapanın iyi bir kimliğe sahip olduğunu düşündüğünüz için takdir edebilirsiniz.

Dünya üzerinde çok boyutlu bir hegemonya mücadelesi sürer­ken Türkiye’nin bunun dışında kalacağı düşünülemez. Ancak bugü­ne kadar olaylar tekil düzeyde ele alınmış ve genel bir değerlendir­me yapılmamıştır. Ekonomik politikanın sadece IMF gözetiminde yürütüldüğü ıçm yanlış olduğu söylenemez. Asıl yanlışlık dünya konjonktürünün hesaba katılmaması ve bir kriz halinde buna cevap verebilecek bir yapının oluşturulmamasıdır. Bütün hedefler istikrar­lı bir bölge ve ülke varsayımına dayanmaktadır ve istikrarın bozul­ması halinde ne kadar dayanıksız olduğumuz ortaya çıkacaktır.

Ekonomi politikası ülkenin diğer sorunlarından tamamen ba­ğımsız olarak belırlenemez. Bu politikanın Irak’tan Kıbrıs’a kadar hatta tüm dünyadaki gelişmelerin hesaba katılarak belirlenmesi ge­rekir. Oysa şu anda ekonomik durumumuz, bir başarıdan çok, sıya­sı konularda bizi frenleyecek yumuşak karnımız konumundadır. Çevremizde oluşacak emri vakılere karşı tavrımızı belirlerken eko­nomik durumumuz her zaman bir endişe kaynağı olacak ve bizi her şeyi kabullenen konumuna düşürecektir.

Bir politika her şart altında geçerli olamaz. Bir konumda iyi olan başka bir konumda felakete dönüşebilir. İstikrarlı bir ortamda dışa açılma ve dünya ile bütünleşme ekonominin gelişmesini sağla­yabilir ama kriz anlarında bu politika kesin bir yenilginin sebebi ha - İme dönüşür. Çevremizde bizi de içine çekmesi kaçınılmaz olaylar cereyan ederken içe dönük ekonomik politikalar izlenmesi gerekir­ken iplen bölgede çıkarları bizimle örtüşmeyen güçlerin eline teslim etmek ciddi bir gaflettir ve bunun bedeli Irak’takı gelişmelere seyirci kalınarak ödenecektir. “Irak’ta kaybettik ama enflasyonu da düşür­dük” demek bir teselli sayılabilir mi?

ABD, bildiğimiz bütün kavramların içini boşaltmakta ve ona yepyeni anlamlar yüklemektedir. Bir ülkenin sorunlarının niteliği ve çözüm yolları hakkındaki projelerini halka sunan sıyası partiler ara-

sında bir tercihi ifade eden seçim, Irak’ta etnik bir sayıma dönüş­müştür. Ortada ne bir proje ne de bir sıyası parti vardır sadece çe­şitli etnik grupların gücünü saptamak ıçm yapılan bir sayım söz ko­nusudur. ABD, işgalin ilk gününden beri sürdürdüğü etnik ayrıştır­ma politikasının sonucunu görmek istemektedir. Adı seçim olan komedi etnik ayrışmayı hem tespit edecek hem de pekiştirecektir. Türkiye ya sonucu kabul edecek ya da Irak’ta başlayacak bir etnik çatışmanın ülke içine yayılma riskini göze alacaktır. Türkiye Kürt sorununu sadece engellemeye çalıştı oysa bir olayın engellenmesi zor, yönlendirilmesi hem kolay hem de sonuçları açısından lehimize olabilirdi. Türkiye yönlendirme kavramını bile bilmemektedir.

Karşılaştığımız tablonun genelini anlamak ıçm ilgisiz gibi görü­nen bir olayı da inceleyip sonra tüm modeli ortaya koymaya çalışa­cağım. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal partisinin bir dış müdaha­leye maruz kaldığını ve ABD’nin Mustafa Sarıgülu kullanarak tezke­renin reddınde oynadığı olumsuz rol nedeniyle CHP’yi cezalandır­mak ve bundan sonra isteklerini daha kolay gerçekleştirebileceği bir yapı oluşturmak istediğini iddia etti. Eğer bu iddia doğruysa müda­halenin CHP ile sınırlı olduğu düşünülemez. Bütün partilerin ve si­yası faaliyetlerin de ABD’nin yönlendirmesine maruz kaldığı rahat­lıkla söylenebilir. Bu, ABD Türkiye ile ilişkilerini diplomatik kanal­larla yürütmekle yetinmiyor, sıyası iradenin kendi istediği yönde oluşması için ıç politikamıza müdahale ediyor demektir

İlk soru, eğer böyle bir operasyon varsa, bunun muhatabının kim olduğu ve bunu önlemekle görevli kurumun ne olduğudur. Ya­bancı bir ülke siyası partilere, ekonomik hayata veya kişilere yöne­lik operasyonlar yaptığı zaman bununla mücadele, operasyona ma­ruz kalanların mı yoksa devletin mi görevidir? Göründüğü kadarıyla hiçbir devlet kurumu iddia ile ilgilenmemektedir ve CHP maruz kaldığını düşündüğü operasyona karşı kendi imkanlarıyla karşı koymaya çalışmaktadır. Yabancı servislerin rolü olduğu söylenen

birçok suikast, gözden düşürme ve itibarsız kılma operasyonu da devletin ilgisini çekmemiştir. CHP, böyle bir operasyona karşısında devletin ilgili kurumlarına haber vermekle yetinmeli ve operasyo­nun durdurulması onların işi olmalıydı.

Aslında genel bir modele ve bununla ilgilenecek bir devlet ku- rumuna ihtiyacımız var. Yönlendirme dünya ölçeğinde gerçekleştiri­liyor ve ülkemiz bunun başlıca hedeflerinden birini oluşturuyor. CHP’de olanlar tezkerenin reddine ilişkin bir intikamla sınırlı değil. CHP’nm temsil ettiği ideoloji, yani ekonomide devletçi, siyasette ulusalcı dünya görüşü tasfiye edilmek isteniyor. CHP global ekono­minin savunucusu olmaya ve halka yakınlaşmak için dine karşı tav­rını yumuşatmaya zorlanıyor. Bunlar dünya üzerindeki gelişmelerle yakından ilgili. 1990’a kadar Batı Bloğu ittifaklarla birbirine bağlı iken şimdi bu bağın yerine ekonomik bütünleşme modeli uygulanı­yor ve din ideolojilerin yerini alıyor. Türkiye’deki uygulama bu ge­nel modele uygun olarak yürütülüyor.

Türkiye önce din ve etnik ayrışmalar üzerine kurulan bu stra­tejiye karşı nasıl bir tavır alacağını tespit etmek zorunda. Çünkü yeni çatışma modeli ülkemizde ciddi etkiler yaratabilecek potansi­yele sahip. Bunları birbirinden bağımsız olaylar olarak ele almak yerine genel bir strateji belirlemek gerekir. Kurulacak model eko­nomiden günlük hayata kadar bütün alanları kapsamalı ve birbir­lerini destekleyebılmelidir. Bize empoze edilen dini ve etnik çatış­ma modeline karşı siyasi bir söylem geliştirilebilir. Mesela Irak’takı farklı grupları siyasi bir hedef etrafında bütünleştirecek bir düşün­cenin oluşmasına destek sağlanabilir. Şüphesiz bu tek başımıza gerçekleştirebileceğimiz bir şey değildir. Aynı görüşü paylaşan güçlerle veya devletlerle işbirliği başarı için zorunludur ama Türki­ye’nin öncülüğü anlamlı olabilir. ■’

Yapılanların yanlış olduğunu söylemek problemin çözümü için

yeterli değildir. İlen sürülen teze karşı yem bir fıkır geliştirmek ge­rekir. Şu anda kurulmakta olan Kürt devletine karşı “Bu bizim çı­karlarımıza aykırıdır” demenin bir anlamı yoktur. İlen süreceğimiz tez Kürtler açısından da kabul edilebilir olmalıdır. Gerçekten de ABD bölgede öngördüğü yapılar, barış ve istikrarı sağlayamayacak aksine bir çatışma ortamının doğmasına yol açacaktır. Bunların so­mut olarak bütün taraflara anlatılması ve olanlara karşı doğacak tep­kinin herkese vereceği zararlar gün ışığına çıkarılmalıdır.

Dinin bir farklılık nedeni olarak ortaya çıkarılması Medeniyet­ler Çatışması tezinin gerçekleşmesi anlamına gelecek Doğu ile Batı arasında aşılmaz duvarlar örecektir. Bunun kendiliğinden oluşmadı­ğı, önce projenin üretildiği ve bunu destekleyecek yayınların yapıl­dığı göz ardı edilemez.

Bütün bunları aşmak için dünya ölçeğinde bir çabanın gerektiği ve sorunun bizi çok aştığı bir gerçektir. Ancak akıntıya kapılıp sü­rüklenmek yerine bilinçli bir tavır almak gerektiği de açıktır. Yapıla­cak şey binlerinin ortaya attığı çatışma ve farklılık tanımlarının yeri­ne başka bir şey koymaktır. Bunun için gerekli şartlar vardır ve böy­le bir tavır dünyayı kendi koyduğu sorunlar çerçevesinde hareket etmeye zorlayanları çok zor bir duruma sokar.

Neden Türkiye’deki sorunlar hemen bir kriz boyutuna ulaşı­yor? Her ülkede birtakım sorunların olması son derece doğalken ül­kemiz neden bir krizden ötekine koşuyor? Herhangi bir Avrupa ül­kesi bölünme, dağılma, yok olma endişesi taşımazken Türkiye ne­den diken üzerinde oturuyor? AB’ye girmek ya da dışında kalmak başkaları ıçm sadece bir tercihten ibaretken neden bizim için rejimi bile etkileyecek bir çatışma konusuna dönüşüyor?

Soruları çoğaltabiliriz ama özeti şu: Sanki önümüze iki çeşit ye-

mek sunulmuş da bunun birini tercih etmek konumunda değiliz. Önümüzdeki seçeneklerden biri bize ölümsüzlüğü sunarken diğeri ha' atımızın sonu anlamına geliyor.

Bu görüntü ne kadar abartılıysa tercihlerimizin dünya ölçeğin­de eöıler yaratacağı da o kadar doğru. Bu yüzden kararlarımızdan etkilenecek ülkeler, işlerini sağlama bağlamak için, karşılarında bir Türkiye iradesi görmek yerme kendi adlarına karar verecek bir yapı oluşturmak istiyorlar.

Son bir örnekten başlayarak ülkemizdeki siyasi yapıyı inceleye­biliriz. Adalet ve Kalkınma Partisi içerde “derin devlet” adıyla sem­bolleştirdiğimiz güçlerle ihtilaflı. Hatta başbakan bu partinin iktida­ra gelmesinin bir rejim sorunu haline gelebileceğini açıkça ifade edi­yor. Parti güvenceyi dışarıda arıyor.

1980 darbesi sonrasında da aynı durumu gözlemleyebiliyoruz. Turgut Özal partisini kurtarmak için dış desteklerden yararlanıyor.

İşın ilginç yanı “derin devlet” dışarıyla ihtilaf halinde değil. Hatta her ikisini destekleyen dış dinamikler tamamen aynı.

Halk ne siyasi partiye ne de bürokratik yapıya düşman değil. So­runlarını bunların birinin çözeceğinin bilincinde ama mücadelenin kendisi için ve kendi adına yapılmadığının da farkında. Büyük bir kavga sürüp gidiyor ancak kimin ne amaçla bunun içinde olduğu pek anlaşılamıyor. Çoğu zaman çıkarlarını ön plana aldığından şikayet et­tiği siyasetçilere kızıyor ama bütün dünya için önemli olan ülkesinin yağmacıların keyfine bırakılamayacağını anlayıp sorgulayamıyor.

Bazen bürokratik güçlerin özgürlüklerini sınırladığını, demok­ratik geleneklere uymadığını söylüyor. Bunu bürokrasinin gücünü sürdürme ihtirasına bağlıyor. Ama bu gücün, mensuplarına aşırı bir imtiyaz ve abartılı bir yaşam sağlamadığını hesap etmiyor. Yani her­hangi bir rejimin bürokratlarına üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri ve­receğini düşünmüyor.

Sistem şöyle işliyor: Ülkedeki güçler üç parça olarak düşünülü­yor: Halk, bürokrasi ve ekonomik güç odakları. Bir ülkede ıç istik­rarın sağlanmasının bunlar arasındaki uzlaşmaya bağlı olduğu bili­niyor. Üstelik bunların çıkarlarının ülke düzeyinde bırbırıyle aşırı bir uyumsuzluk içinde olmayacağı da apaçık. Ama eğer bunlar her­hangi bir şekilde bırbırıyle çatışır konuma getirilebilirse dışarıdaki güç odağı uygun kombinasyonlarla kendi politikalarını uygulatmak imkanını elde edebilir.

İlk ış bunlar arasında uzlaşmazlık alanları yaratmak ve bunları kurumsallaştırmak oluyor. Bu güçlerden her birinin farklı ideoloji­leri olması gerekiyor. Halk ve bürokrasi aynı sınıfsal köklere dayan­dığı ve yaşam düzeyleri arasında belirgin bir fark olmadığı için ayı­raç olarak din kullanılıyor.

Çocukları aynı okullara giden, benzer şeyleri yiyen ve giyen in­sanlar dindar ve laik kamplara ayrılıyor. İdeolojiyi bir yana bıraktı­ğınızda ülkesinin geleceğini aynı şekilde tasavvur eden insanlar kes­kin bir çatışmaya girebiliyor.

Ekonomik güç odakları dünya kapitalizmiyle uzlaşmaları şar­tıyla yaşabiliyor. Ülke içi dinamiklerin yarattığı odaklar örseleniyor, engelleniyor. Bunların ülkenin laik yapısını bozacağı ve tek amaçla­rının bu olduğu söyleniyor.

Bu üçlü yapı hiçbir zaman yan yana gelemiyor. Darbe dönemle­rinde ekonomik güç odaklarıyla bürokrasi ön planda ve ittifak için­de, halk pasif konumda oluyor. Normal dönemlerde ekonomik güç, medyayı da kontrol ettiği ıçm halkla yakınlaşıyor ve bürokrasiyi ha­sım haline getiriyor.

Günümüzü bu modele göre incelersek daha önce karşılaşmadı­ğımız bir durumda olduğumuzu görebiliriz. Önümüzdeki dönem Türkiye’nin Irak’tan başlayarak bir dizi askeri operasyonlara gireceği bir dönem olarak görünüyor. Bu durumda bürokrasiyle halk arasın-

da bir yakınlaşma ve uzlaşma gereklidir ve yeni sıyası yapı buna gö­re oluşturulacaktır. Ekonomik güç gen plana itilecek, savaş ve bu­nunla ilişkili kavramlar ön plana çıkarılacaktır.

Son yılların öne çıkan sorunu olan ekonomik sıkıntıların bir öl­çüde hafifleyeceği ve katlanılabilir bir düzeye ineceği beklenir. Halktaki kalkınma ve büyüme sevdasını yok etmek ıçm üretilen ve ekonomiyi döviz-faiz-borsa üçgenine sıkıştıran anlayış değişecek, hatta bu anlayışı yerleştirmek amacıyla kurulan bazı televizyon ka­nalları, işlevleri sona erdiğinden, ya kapanacak ya da yayın politika­sını değiştirecektir.

Laikçilik dozunu hafifletecek, dinciliğe olmasa bile dindarlığa karşı daha hoşgörülü dayanılacaktır. Soy temeline dayanan ayırım­cılık engellenecek, Osmanlı benzen bir anlayış ön plana çıkacaktır.

Bu analizle önümüzdeki manzara arasında hiçbir benzerlik ol­madığı apaçık görünüyor. Eğer önümüzdeki günlerde bir seçim ya­pılırsa kazanacak partiler ülkenin ihtiyaçlarına hiçbir biçimde cevap verecek bir yapıya sahip değil. Bu ciddi bir çelişki ve büyük operas­yonlara girecek bir ülke ıçm önemli bir risk unsurudur.

Öyleyse, yanı analizimiz doğruysa, bu yapı içinde bir seçim ya­pılmasını beklemek yanlış olur. Başka bir ihtimal devletin böyle bir seçimin sonuçlan içinden şartlara uygun bir yapının çıkabileceğini düşünmesidir.

Bütün bu veriler Türkiye’nin çok büyük bir değişimin eşiğinde olduğunu göstermektedir. Bölgemiz Birinci Dünya Savaşı sonrasını andırır biçimde değişikliğe uğrayacak ve bu değişim ülkemizi bü­yük ölçüde etkileyecektir. Bu görüntüyle ülkemizdeki siyasal yapı uyum içinde değildir ve değişecek olan sıyası yapıdır.

Var olan şartlar dünyanın çok yakından izlenmesini gerektir­mektedir. Operasyon alanı bir ülke olmadığından, bir bölgeyi ve buna bağlı olarak dünya dengelerini etkileyeceği için uygulanacak

politikalar dünyadaki güç odaklarıyla uyumlu ve hatta çoğunlukla işbirliği içinde olmak zorundadır. Bu bakımdan bağımsız dış politi­ka kaygısı yerini risksiz ve uygun bir dış politika uygulama endişe­sine terk edecektir.

Böyle durumlar ülke içinde demokrasinin birinci öncelik olma­dığı dönemlerdir. ABD, çatışmanın boyutlarının büyüklüğünü ve bunun ülke içinde güvenliği sağlamada zorluklar yaratacağını dü­şündüğü için geleneksel demokrasi kurallarının dışına çıkmayı göze almaktadır. Bu eğilimin ülkemizde çok daha güçlü bir biçimde ger­çekleşmesi kaçınılmazdır. Türkiye hem çatışma alanının orta yerın- dedir hem de çatışan bütün tarafların etkileyebileceği kesimler ülke­mizde mevcuttur. Bu, özgürlüklerin önemli ölçüde sınırlanacağı an­lamına gelir.

Böyle durumlar bir ikilemi beraberinde getirir. Başarı birlik ve disiplin içinde olmakla kolaylaşır. Ancak bu birliktelik doğru bir karar doğrultusunda olursa anlamlı olur. Doğruyu bulmak tartış­mayla mümkündür. Tartışma dağılmanın da sebebi olabilir.

Bu kısır döngü her zaman belli bir biçimde çözülmüştür: Ha­kim olan güç kendi tercihini herkese zorla kabul ettirir. Diğerlerinin yapacağı şey bu tercihin doğru bir tercih olmasına dua etmekten ibarettir.

Sonucu belirleyen ikinci unsur tarihin seyridir. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı’nın dağılması kaçınılmazdı. Çünkü çatışmanın temel nedenlerinden biri Osmanlı’nın topraklarının paylaşımıydı. Yapılabilecek şey kaybı en aza indirmekten ibaretti. Bugün tarihin seyri ülkemiz ıçm kötü bir gelecek göstermiyor. Yapılacak şey bu konjonktürü iyi değerlendirmek ve kazanmasak bile bir şey kaybet­memektir.

Uzun bir süredir gündemin tek maddesi AB üyeliği ve bunun gerekleri oldu. Her şey buna göre değerlendiriliyor ve şekillendirili­yordu. Türkiye'yi yönetenler AB’yi sadece bizim üyeliğimiz açısın­dan değerlendirdiler ve şu sonuca vardılar: AB’ye üye olmanın şart­ları vardır ve bunu yerme getirirsek önümüzde herhangi bir engel kalmaz. Bu bakış açısı temelden yanlıştı ve AB üzerine hiçbir hesa­bın yapılmadığı, herhangi bir engelleme ve biçimlendirme girişimi­nin olmayacağı varsayımına dayanıyordu. Oysa dünyadaki dengele­rin yeniden oluşturulduğu bir dönemde AB’nin geleceği önemli bir tartışma konusuydu ve sonunda sıyası bir birlik olması engellendi. Yeni konumuyla AB’nın Türkiye’ye ihtiyacı yoktu. Eğer AB belirleyi­ci bir güç olsaydı bizim üyeliğimiz buna büyük ölçüde katkı sağlar­dı. Sadece ekonomik bir birlik haline gelen AB’ye Türkiye’nin her­hangi bir katkısı olmazdı. Güç dengesi yeniden ABD ve Rusya tara­fından belirlenecek ve AB ülkeleri bu denge içinde yer alacaktı.

Tartıştığımız diğer konular da bu hedefin yan ürünleri konu­mundaydı. Demokrasi geliştirilecek, insan haklarına saygılı davranı­lacak, Ordunun siyasetteki etkinliği azaltılacak hatta tamamen orta­dan kalkacaktı. ,

Ancak terörün her yerde artma eğilimi göstermesi, bölgede ger­ginliğin tırmanacağının anlaşılması demokrasi taleplerinin önemini yitirmesine neden oldu. ABD ve Avrupa’nın birçok ülkesi güvenliği demokrasinin önüne koymaya başladı. Bunun kısa sürede Türki­ye’ye yansıması ve güvenliğin ön plana çıkması kaçınılmazdı. Nite­kim Genelkurmay Başkanı Özkök terörle mücadelede imkanlarının kısıtlı olduğunu ifade ediyordu.1

Diğer önemli bir konu ekonominin giderek düzeldiği ve tüm göstergelerde olumlu gelişmeler gözlendiğiydi. Ancak carı açık geri­len bir yay gibi giderek büyüyor ve günün birinde zembereğin bo­şalmasını andırır biçimde problem yaratması kaçınılmaz hale geli-

yordu. Ekonomideki düzelme büyük ölçüde dış dünyanın güvenine bağlanıyordu. Ama güven maddi bir temel oluşturmazdı ve hesapla- namazdı. Bugün güvenen yarın güvenmeyebılırdı ve bunun için bir çok sebep ileri sürülebilirdi. Kaldı kı artan şiddet olayları ve bunun bölgeye yayılma ihtimali ciddiye alınacak bir sebep de yaratabilirdi.

Ayrıca dünya genelinde İslam’ın terörle özdeşleştirilmesi, tüm haksızlığına rağmen, başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiş ve Batı ka­muoyu siyasal İslam’a karşı duyarlı hale getirilmiştir. Bu sıyası ikti­darın dış dünyadaki manevra alanını önemli ölçüde kısıtlayan bir faktör haline gelebilir.

Sonuç olarak tüm söylemlerin değişmesinin gerektiği, yeni he­deflerin belirleneceği bir döneme giriyoruz. Artık ne AB üyeliği ne de demokrasinin geliştirilmesi bir anlam taşıyabilir. İnsanlar nereye gittiğini bilmek isteyecek, güvenli bir yaşam talep edecek ve refah umacaktır. Bu ise köklü bir değişim anlamına gelir.

Stratejinin belirleyiciliği yeniden ortaya çıkıyor. Kurulan mo­delin yanlış olduğu ve bu nedenle en iyi niyetlerle yapılan işlerin bile sonuçsuz kalacağını düşünüyorum. Benim modelim yeni dengenin Bush yönetiminin temsil ettiği ABD ile Putın yönetimi­nin temsil ettiği Rusya arasında kurulacağı ve AB’nin belirleyici konuma gelemeyeceği biçimindeydi. Türkiye'nin yen bu modele uygun biçimde saptanmalıydı. Ayrıca istikrarsız bir ortamda risk payının düşük tutulması ve ekonomide daha muhafazakar bir yol izlenmesi gerekiyordu. Enflasyonu düşüren nedenlerden birinin de carı açığın büyüklüğü olduğu, ülkenin ürettiğinden fazlasını arz ettiği için mal bolluğu olacağı, bunun fiyatları aşağı çekeceği ve dış açık ortadan kalkınca bu eğilimin tersine döneceği hesap­lanmalıydı.

Ancak şartların Türkiye’nin aleyhine olmadığını düşünüyorum. Önümüzdeki dönem zorluklar ve fırsatların yan yana olacağı bir sü-

rece işaret ediyor ve genel bir değerlendirme yapıldığında basiretsiz davranmayacağımızın ip uçları seziliyor.

****

Düşüncelerime belki de hiç kimse katılmayacak ve ben havan­da su dövmeye devam edeceğim. Yazılanlar ve söylenenler güney­doğudaki sorunun etnik kökenli olduğunu, orada yaşayanlar farklı bir etnik kökenden geldiği ıçm sorunlar yaşandığını tekrarlıyor ama ben bunu anlamamakta ısrar ediyorum. Bana göre etnik farklılık ay­rışma nedeni değildir ve bölünmenin tek nedeni çıkarların farklılaş­masıdır. Eğer etnik farklılık bölünme nedeni ise ve bu durum bir gerçekse sorunu nasıl çözeceksiniz7 İnsanların etnik kökenini değiş­tirecek bir formül mü icat edildi?

Bazıları PKK ile Kürtlüğü özdeş olarak kullanıyor, bölgedeki egemenlerle çaresiz insanların aynı amaçla hareket ettiğini söylüyor. Olay böyleyse çözümsüzlük bir kaderdir ve farklı olan ayrışır de­mekten başka bir yol yoktur. Olayı etnik kökene bağlayanlar, bile­rek ya da bilmeyerek, ayrışma ateşini körüklüyor.

Bu sözlerim, pratik sonuçlar yaratmak için, gerçeğe sırt çevir­mek anlamını taşımıyor. Aynı soydan gelen, aynı inançları paylaşan insanların bir arada yaşamaları şart değildir ve bunun tersi de doğ­rudur. Birbirine tamamen yabancı kültürel değerlere sahip insanlar güçlü bir devlet yapısı oluşturabilirler ve bu farklılıklar tartışma ko­nusu bile olmayabilir.

Ortadoğu’da var olan bir sürü Arap devletinin halkları arasın­daki farklar Türkiye’deki bölgeler arasındaki farklardan daha mı keskin? Amerikalının sosyolojik ortak noktası ne

Bir şeyi anlamamakta ısrar ediyoruz. Her sorun gerçek içeriğiyle ifade edilmez. Çıkarlar üstün değerlerle ambalajlanır ve bu biçimiyle sunulur. Etrafa bakarsanız ülkenin yüksek menfaatlerinin dışında kı-

şısel bir kaygıyla hareket eden bir kışı bile görmezsiniz Gazeteleri dolduran magazin haberleri bile kişisel egoyu tatmin için değil daha ilen bir toplumun örneklerini sunmak için yazılmaktadır.

Güneydoğu’da yaşayanların Türkiye dışındaki bir oluşumda daha güvenli ve mutlu olmaları mümkün mü? Eğer böyle ise soru­nun maddi ve ciddi bir temeli vardır ve çözümü zordur. Eğer bu doğru değilse Türkiye için de bir çözüm aranmaktadır ve olay, şika­yetlerin ifade ediliş biçiminden kaynaklanmaktadır.

Güneydoğu üretiminden fazlasını tüketen bir bölgedir. Bu sö­züm onları itham anlamı içermez, aksine böyle bir yapının oluşması­nın Türkiye’yi yönetenlerin kusuru olduğunu ifade eder. Bu durum sadece sınırlarımız içinde geçerli değildir. Kuzey Irak’ın gelir düzeyi­ni artıran temel faktör de Türkiye ile var olan ekonomik ilişkilerdir. Türkiye’den kopma bölgeyi sefalet düzeyine indirir. Bunu ya başka ülkelerden sağlanacak yardımlar ya da petrol gelirleriyle kapatmak düşünülebilir. Bölgenin yükünü kimse taşımaz, petrol seçeneği son derece risklidir. Kısa dönemde pazarlanmasmın önünde ciddi engel­ler oluşur, orta vadede petrol zaten değersiz hale gelecektir.

Olayın uluslararası boyutu da aynı ölçüde sorunludur. ABD işgalinin genel bir kabul gördüğü söylenemez. îşgal sonrasında tüm düşmanlık işbirlikçi olarak ilan edilen Kürtlere yönelecektir. Irak’takı direnişin temel aktörü olan Saddam dönemindeki devle­ti yöneten kadroların yeni hedefi izole konumdaki Kürtler ola­caktır. Böyle bir çatışmanın son derece acımasız olacağını söyle­mek kehanet sayılmaz.

Bana en aykırı gelen sözler, yurttaşlarımız olan Kürtlerle bir ay­rışma ve farklılaşmaya götürenlerdir. Bölgedeki çatışmaların tahrik olup olmadığı sorgulamadan tepki göstermek, bölgedeki egemenle­rin çıkarları uğruna çatışmayı sürdürmek isteyip istemediklerini sorgulamamak ciddi bir eksikliktir.

Bir hastaya sorun kaynağı olarak da bakabilir ve ona kızabilirsi­niz. Evinizdeki hasta tüm düzeninizi altüst edebilir ve size zor gün­ler geçirtebilir. Bu yüzden işinizi ihmal edebilir parasal kayıplara uğrayabilirsiniz. Ben güneydoğuya bir husumet odağı olarak değil tedavi edilmesi gereken, sorunları olan bir bölge olarak bakıyorum ve bölgede en aykırı gördüğünüz insanların yüreğinde bile nefret ol­madığını düşünüyorum.

Malı dengelerle reel dengeler bir paranın ıkı yüzü gibidir. Gö­rünümleri farklı olsa bile büyüklükleri birbirine denktir. Hüküme­tin son günlerde uygulamak istediği bir politikayla maksadımızı da­ha iyi açıklayabiliriz. İstihdamı artırmak için işçi alan işletmelere fa­izsiz kredi verilmesi düşünülmektedir. Böylece sağlanan avantajı de­ğerlendiren işletmelerin alacağı yeni işçilerle istihdamda bir artış sağlanması öngörülmektedir. Bu mümkün değildir. Faiz ödemeyen işletmedeki üretim artışı, yeni bir talep yaratılmadığı için, aynı ış kolundaki başka bir işletmenin satışlarını azaltır ve bu işletmenin sağladığı istihdam artışı diğerindeki azalmayla karşılanır.

Bugüne kadar iç talepte görülen artış ve buna bağlı olarak sağ­lanan büyümenin irdelenmesi gerekir. Enflasyonu düşürmek için uygulanan düşük ücret politikası ıç talebi frenlemekte ama bu azal - manın etkilen, başka bir mekanizmayla aşılmaktaydı. Aslında büyü­menin motoru konumundaki iç talep artışı dış borçlanmanın bir so­nucuydu. Birçok değişik mekanizmalarla oluşması mümkün olan bu talep artışını basit bir örnekle açıklayabiliriz. Dışarıdan bin birim borç alan bir banka, içerde tüketicilere bin birimlik kredi açar ve bu talebe dönüşür. Bu şu anlama gelir: Tüketiciler gelirlerini aşan har­cama yapmaktadır ve bu fazlalık üretim artışını körükler. Ancak bu­nun bir sınırı vardır ve bu sınırı tüketicilerin geliri belirler. Borçsuz insanlar kendilerine açılan krediyi hızla kullanır ve bununla mal ve

hizmet satın alırlar ancak gelirlerinin belirlediği borçlanma sınırları­na ulaşınca yeni bir talep yaratılamaz. Gelirleri aşan talebin büyük­lüğü tüketici kredilerinin ve kredi kartı borç bakiyelerinin toplamı­dır. Eğer bu borçlar iç tasarruflarla finanse ediliyorsa, borçlanma li­mitine ulaşınca faiz hadleri düşer eğer dış kaynaklarla karşılanıyorsa bir sınıra dayanır ve durur. Türkiye’nin dış borçlarının hızla arttığı düşünülürse ıç talepteki artışın dış kaymaklarla finanse edildiği so­nucuna varılır.

Geçmişte talepteki daralmalar devletin Merkez Bankasına borç­lanmasıyla piyasaya sürülen parayla aşılırdı. Genel olarak özel tale­bin yapısında borç miktarı yok denecek kadar azdı ve bu borçlan­maların kaynağı halkın tasarrufları olduğu ıçm gelirlerle harcamalar arasında bir denklik vardı. Şimdi dış kaymaklarla finanse edilen bir özel tüketim yapısı söz konusudur.

Geçmişte dış borç denince akla sadece devlet borçları gelirdi. Şimdi devletin yerini özel sektör ve halk almakta ve borçlar ekono­minin borcu haline dönüşmektedir. Eskiden devlet dış ödemelerde sorunlar yaşardı şimdi, bir kriz söz konusu olursa, borçlu halk ola­cak ve onlar ödeme güçlüğü çekecektir. Daha açık bir ifadeyle özel sektör ve halk borçlarını ödeyemeyecek ve dış borç sağlanmasında aracı olan kurumlar ödeme güçlüğü çekecektir. Şüphesiz beklenti, ekonominin çökmesine razı olmayacak olan devletin bu borçları üstlenmesidir. Bu formülü 2001 krizinden ben ezberledik. Bırileri yiyecek herkes ödeyecek. Yoksa vatan nasıl kurtulur?

Piyasada görülen daralma ve borçların ödenememesi yapısal bir sorun haline gelmiştir. Bugüne kadar sürdürülen ve gelirleri aşan harcamayla ıç talep yaratılması modeli, ancak dış kaynaklarla finan­se edilecek bir mortgage sistemiyle bir süre daha mümkün olabilir. İki yoldan birini seçmek bir zorunluluktur. Ya ücretler üzerindeki baskı kaldırılır ve iç talep artırılır ve bunun maliyetler üzerindeki

etkisinin yaratacağı çok yönlü olumsuzluklara çare aranır ya da iç talep Merkez Bankası kaymaklarına dayanarak artırılır ve geçmişteki enflasyonist modele dönülür.

Genel görünüm şöyle özetlenebilir: İthalattaki hızlı artış ve dış açık, ithal edilen malların niteliği ne olursa olsun, ülkenin ürettiğin­den fazlasını tükettiği anlamına gelir. Dış kaynakların büyük oranda yatırıma dönüşmediği, dönüşse bile bunun nihai aşamada ıç tüketi­me tahsis edildiği açıktır. Bedel ekonomik olmazsa siyası olarak ödenir.

Türkiye’nin genel tavrının savunma olduğunu söyleyebiliriz. Karşılaştığını düşündüğü tehditleri savuşturmak endişesi yaratıcı ve yapıcı bir ış yapmasını engelliyor. Her şey düzeltme ve tamir etme sözcükleriyle ifade ediliyor. Ülkeyi bölmek ve geçmişte başarama­dıklarını şimdi gerçekleştirmek isteyenler olduğu yaygın bir kanı a- ma kimin, hangi stratejik hesaplarla bunu yaptığı belli değil. Dün­yanın bir ucundan ötekine herkesi sorumlu tutan çevreler var. Dün­yada çatışan taraflar tanımlanamadığı için bizimle aynı safta duran bir güç de yok gibi görünüyor. Mesela ayrılıkçıları ABD, Rusya ve AB’nin desteklediğini söyleyebiliyoruz. Bunları aynı sıyası çizgide birleştiren ortak çıkarın ne olduğunu kimse sorgulamıyor. Eğer id­dialar doğruysa Türkiye tüm dünyanın hedef tahtası konumunda ve herkesle mücadele etmek zorunda.

Sayılarla ifade edildiğinde çok anlamlı olmayan bir PKK, tıpkı El-Kaide gibi, her yerde bulunabiliyor ve kimse ona erişemiyor. Li­deri kontrol altında olmasına, tüm dünyanın terörist ilan etmesine rağmen ülkenin siyası yönünü nerdeyse o belirliyor. Güneydoğuda başka güçlerin de olabileceğini söylediğiniz zaman, büyük bir koro, buna karşı çıkıyor.

Ekonomik politikamız bir hedefe yönelik değil. Ya da tek hede­fimiz bozuk olanları düzeltmek. Bir tamirci dükkanındaki arabanın başında bekler gibiyiz. Tek arzumuz arabanın çalışır hale gelmesi. Ne gideceğimiz yer var ne de arabaya nasıl kullanacağımız konusun­da bir planımız.

Tek siyasi hedef olarak belirlenen AB üyeliğinin gerçekleşmeye­ceği belli ama biz, başka bir hedef göstermediğimiz ıçm, hâlâ ondan vazgeçmiş değiliz. Karşımızdakiler bunu anlıyor ve küçük bir kapı aralığı bırakarak, gerçek projelerini uyguluyorlar. Her zaman oldu­ğu gibi, bağımsızlığımızdan ve bütünlüğümüzden ödün vermeyece­ğimiz söylüyoruz. Onlar tümünü almak varken neden bir kısmıyla yetinelim havasındalar. Bir kısmından vazgeçmeyeceğimiz ülkemi­zin tümünün kontrol altına alındığının bilincinde görünmüyoruz

Herkes bütünü değil parçaları konuşuyor. Önümüzdeki dö­nemde nasıl bir dünya kurulacağına dair bir öngörü yok. Dünya, bazılarının iddia ettiği gibi, global bir köy mü olacak yoksa büyük güçler etrafında yeni bir kümelenme mı yaşanacak? Etrafında topla­nılacak güçler hangilen? Dünyadaki çatışmanın temel sebebi petro­lü kontrol etmek mı yoksa yeni enerji kaymakları petrolün sonunu mu getirecek ya da gerçek çatışma bunların da dışında mı ve var olan ekonomik düzenden mı kaymaklanıyor? Dünyaya yönlendire­cek güç odakları ekonomiyi mı yoksa asken gücü mü kullanacak? Yeni düzen bir mücadelenin sonucunda mı belirlenecek yoksa zaten üzerinde uzlaşma sağlanmış bir modelin oluşum aşamasında mıyız?

Olayın bütünü üzerinde hiçbir tartışma yok. Sıradan bir provo­kasyon ya da ölümlü bir eylem tüm soruları gende bırakıp günde­min önüne geçiyor.

Bir savaş sadece saldırılara karşı konarak kazanılamaz. Ama biz bir siperden öbürüne koşuyor ve düşman saldırılarına karşı kahra­manca savunma yapıyoruz. Nerede ve nasıl savaşılacağını belirleyen

biz değiliz. Ama bir şeyi kesinlikle söyleyebiliriz: Her saldırıyı püs- kürtsek bile galip gelemeyiz.

Bir insanın çapını ve kapasitesini sorunları ve basımları belirler. Çeyrek asırdır Kıbrıs ve PKK çemberinin içinde dönüp duruyoruz. Ekonomik çabalarımız bir hedefe yönelik değil. Sadece güncel so­runların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Bunların çözülememiş ol­masını sorunların büyüklüğüyle izah ediyoruz. Üzümün çöpünden, cevizin kabuğundan, karpuzun çekirdeğinden şikayet eden insanlar gibiyiz. Hiçbir sorunumuz olmasaydı daha iyi olurdu ama ne yapa­lım kı böyle bir dünya henüz icat edilmedi. Ama haksızlık etmeye­lim. Son olarak sarımsak ticareti yapıp ülke ekonomisini baltaladığı­nı öğrendiğimiz PKK’ya büyük sorun demeyip de ne diyelim?

Son zamanlarda gözlenen eylemleri değerlendirenler iki katego­riye ayrılabilir. Bir kısmı olayların bölücülük ya da gericilik gibi ıç nedenlerden kaynaklandığını düşünürken önemli bir bölümü de AB üyeliğini engellemek isteyenlerin olayları tahrik ettiğini söylüyor. Onlara göre sıyası istikrarın sağlanamadığı görüntüsü, bir iç çatışma ihtimalinin söz konusu olması ya da dine dayanan rejim taraftarları­nın etkinliği AB üyelerim olumsuz bir tavır almaya zorlayacaktır. Bu nedenle gerçekte amaçları AB üyeliğim engellemek olanlar, var ol­mayan bu tehlikeleri varmış gibi göstermek için tahriklerde bulun­maktadır. Eğer bu gerekçe geçerli olsaydı söz konusu tahriklerin müzakere tarihinin tespitinden önce yapılması daha anlamlı olurdu. Zamanlamanın önemli olmadığını düşünürsek bu tahriklerin AB üyeliğini önlemeye yönelik olduğunu kabul edebilir miyiz?

Önce tartışmaların Türkiye’nin AB üyeliği ile mı sınırlı yoksa daha geniş bir çerçevede AB’nin geleceği konusunda mı olduğuna karar vermek gerekir.

Türkiye’nin AB üyeliğini savunanların profili konuyu daha an­laşılır hale getirmekte faydalı olabilir. Bu amaç ıçm uğraşan etkin çevreler AB üyeliğini daha geniş bir projenin parçası olarak algıla­maktadır. Bunların genel özelliği küresel bir dünya perspektifine sa­hip olması ve AB üyeliğini bu projenin bir alt başlığı olarak düşün­meleridir. Onlar, diğer büyük güçler yanında, ekonomik, askeri ve sıyası açıdan farklılaşmış, bağımsız bir Avrupa düşlememektedır. Asıl amaçları küreselleşmedir ve AB’nın bunun güçlü bir parçası ol­masıdır. Türkiye’deki AB yandaşlarının ilişkileri, değer yargıları, kı­saca dünyaya bakışları bağımsız ve güçlü bir Avrupa yaratma amacı­na uzak durmaktadır. Zaten ekonomik ve sıyası alanlarda sınırsız li­beralleşme, kendi içinde kapalı bir AB fikriyle bağdaşmaz.

Başlangıçta ABD ve SSCB etrafındaki kümelenmeye alternatif olarak düşünülen Birleşik Avrupa fikri, zamanla aşınmış ve Avrupa küreselleşme yandaşlarının etkin olduğu bir alana dönüşmüştür. Geçmişte Türkiye’nin üyeliği bir zaman ya da uyum sağlama sorunu olarak görülürken şimdilerde birliğin vasfını belirleyen bir etken ha­line gelmiştir. Türkiye AB üyesi olursa küresel gücün kontrolüne gi­rebilir endişesi asıl itiraz nedeni haline gelmiştir.

Şu soru cevaplandırılmadan meselenin anlaşılması mümkün değildir: Eğer Türkiye’nin sorunu yeten kadar demokratik olmama­sı, ekonomik durumu, kültürel farklılık ise neden İngiltere bu ko­nuda hoşgörülü davranmakta, Fransa sert bir muhalefet sergilemek­tedir? İngiltere bu konularda bize daha çok mu benzemektedir? Du­rumu bu sebeplerle açıklayanlayız ama İngiltere’nin küreselcilerin en önemli üssü olduğunu, Türkiye’nin katılmasıyla AB’dekı ege­menliğin bunların eline geçeceğini ve bu nedenle merkez bloğunu oluşturan Almanya ve Fransa’nın direndiğini söyleyebiliriz.

Türkiye’nin üye olup olmaması AB’nın vasfını belirleyecek bir etkendir ve bu durum Türkiye’nin özünden değil yönetime egemen

olan güçlerin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Üstelik bu nitelik ideolojik değildir. İslamcı kanatla liberaller arasındaki dayanışma, tüm politikalardaki özdeşliğe yakın benzeşme ancak hedeflerdeki aynılıkla izah edilebilir.

Bu nedenle okuduğumuz kitabın adı AB değildir. AB, bu kita­bın içindeki bir alt başlıktır. Asıl sorun dünyanın yemden nasıl şe­killeneceği, dengenin nasıl kurulacağıdır. Çatışmanın bir yerinde AB üyeliğinin olması, bu çatışmanın AB ıçm yapıldığı anlamını taşı­maz ve bununla sınırlı kalmaz. Irk çatışması, ülkenin bölünmesi da­ha geniş bir projenin araçları ve bütünün parçalarıdır.

Eğer olayları bu alt başlıklarla açılarsak yanlış yapmış olmayız ama bütünü göremediğimiz için doğru politikalar üretemeyiz. Tarif edilen şey filin kulağından ibarettir. Kulak filin bir parçasıdır ama kendisi değildir.

Avusturya’nın AP temsilcisi ülkesinin Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmasının nedeninin Viyana Kuşatması olduğunu söylemiş. Bu sözleri duyunca kendimi çok aşağılanmış hissettim.

Ruslar, Fransa ve Almanya’nın, Moskova’yı kuşatmasını, Ameri­kalılar İngiliz sömürgeciliğini, Türkiye OsmanlI’nın darmadağın edilmesini unutmuşlar ama sadece AvusturyalIlar bu kuşatmayı akıllarından çıkaramıyorlarmış. Anlaşıldığı kadar sebep sadece duy­gusal. Ortada ne stratejik hesaplar var ne AB içinde farklı güç odak­larının çatışması.

Bu sözlerin bir yandan gururumuzu okşayacağını, diğer yandan kolay anlayabileceğimiz bir mazeret olduğunu düşünmüş olmalılar. Çevresindeki her şeyi tehdit sayan bir ülkeden korkan binlerinin ol­masının bizi mutlu edeceğini, korkulan bir ülke olmanın hazzıyla AB üyeliğini bile boş vereceğimizi hesaplamışlardır.

Başkaları da Avusturya’nın Hırvatistan’ın önünü açmak ıçm bizi koz olarak kullandığını söylüyor. Eğer AB bu ülkenin kusurlarını görmezse onlar da Türk korkusunu aşabilirler ve bize engel olmak­tan vazgeçebilirlermiş. Zaten bu işlerin doğası böyleymış ve son günler yoğun pazarlıkların yapıldığı dönemlermiş. Girecek olan biz, direnen AB olmasına rağmen pazarlıkların bizimle değil başkalarıyla yapılmasının yadırganacak bir yanı yokmuş. Yanı gerçekte bize kar­şı çıkan kimse yokmuş ama Avusturya, bizim sırtımızdan Hırvatis­tan lehine taviz koparacakmış.

Bu oyunu sürekli yuttuğumuzu görenler aynı şeyi denemekten çekinmiyorlar. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı topraklarını istediği gibi parselleyen İngiltere, son anda Yunanistan’ı Türkiye’nin üzerine salmış sonra da desteğini çekerek bize yeni bir düşman he­diye etmişti. Biz de İngiltere’yi unuttuk hatta onu en büyük müttefi­kimiz saydık ve kurtuluş günlerinde Yunanlıları süngüledık.

Bugün benzer bir manzara karşısındayız. Herkes söyleyeceğini söyledi, itirazlarını sıraladı ama sonunda bir günah keçisi bulundu. Eğer AB maceramız hüsranla sonuçlanırsa suçlunu kim olduğunu biliyoruz: Viyana Kuşatmasını unutamayan AvusturyalIlar!

Neden bizi Yunanistan ya da Güney Kıbrıs engellemiyor da bu işi Avusturya’ya havale ettiler diye sormanın anlamı yok. Bu ıkı ül­keyle çözülecek sorunlarımız var ve Türk kamuoyunu peşin bir olumsuzluğa itmek akılcı bir dayanış olmaz. En iyisi düşmanlığımı­zın pratik hiçbir sonuç yaratmayacağı Avusturya’yı hedef haline ge­tirmek. Bu iki ülke bizi en çok savunanlar olursa hiç şaşırmam. Ya­bancı Damat dizisi, karşılıklı evlilikler zaten bizi birbirimize yaklaş­tırmıyor mu?

Bunlardan şikayetçi olduğum sanılmasın sadece bir politikanın çok boyutlu yürütülebileceğini söylemek istiyorum. Herkesin Kurt­lar Vadisini izlediği bir ülkede, AB ile bir çatışmamız olursa, dizinin

kahramanları devreye girer ve AB’ye gereken dersi verir. Su uyur düşman uyumaz ama bizim kahramanlarımızın gözünü kırptığı bile görülmemiştir.

Asıl sorun siyasetin magazinleştirilmesidir. Gazetelerde maga­zin dışı bir haber ya da yorum bulmak için epeyce uğraşmak gereki­yor. Televizyon haberlerinin ağırlığı da magazine kaydı. Eğer Avus­turya’nın Viyana Kuşatması’nı unutamamış olması yetmezse bir aşk skandali yüzünden AB üyeliğini kaçırdığımızı söylerlerse hiç şaşır­mayacağım. Herkes zayıf yanımızı öğrendi. Magazin kültürü tüm dayanışlarımıza hakim oldu. Eğer Ofer’in özelleştirmedeki rolünü irdelerseniz alacağınız cevap hazır. Bu aile tatillerini bir arada ya­pan, son derece mazbut insanlardan oluşmaktadır. Ben bu güzel vasfın özelleştirme ile alakasını bulamadım ama bazıları iyi insanlar her şeye layıktır ve onlardan bir zarar gelmez de diyebilir.

Atalarımız gidip Viyana’yı kuşatmasaydı şimdi AB üyesi olacak­tık. Üstelik alamadılar ama bizi de AB cennetinden mahrum ettiler.

Hiçbir düşünce gerçeğin kendisi değildir. Her iddia sadece doğru olmak ihtimalini içerir. Bazılarında bu ihtimal sıfıra yakınken bazen ortalarda bir yerde olduğunuzu hissedersiniz. Bugün içinde bulunduğumuz şartlar herkesin yanılmasının mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak asıl sorun seçeneklerimizin ne olduğunu doğru saptamaktır.

Seçenekten söz etmek bile bir yanılgının başlangıcı olabilir. Acaba gelecek bizim seçimimize göre mı belirlenecek yoksa geliş­meler kendine özgü dinamiklerin bir sonucu mu? Biz bu oluşumun bir aracından mı ibaretiz? Soyuttan somuta inersek dünya yeniden nasıl şekillenecek ve bizim konumumuz ne olacak?

Bu konuda bir yol ayrımında olduğumuz ve belli başlı ıkı se-

çeneğin bulunduğunu görüyoruz. Liberal düşünce, önündeki tüm engelleri yıkarak, hayatımızı şekillendiriyor. Birçok şeyin, adı aynı kalmakla birlikte, içeriğinin değiştiğini ve liberal akımın kimliğine büründüğünü görüyoruz. Din, dünyaya yön verme iddiasını kay­bediyor ve kendisi belirlenen konumuna indirgeniyor. Bilinen bü­tün dinler Tanrı’yı mı yoksa yeni düşünce akımını mı kutsuyor an­layamıyoruz. Gericiliğinden söz ettiğimiz dinci akımlar bir devri­min öncüsü konumuna geliyor ama bu devrim, onu savunanların dünya görüşüne tamamen zıt olabiliyor. Birkaç küçük rötuş geç­mişle gelecek arasında bir kopma olmadığını göstermeye yetiyor. Mesela Ramazan iftarları liberal düşüncenin üzenne giydirilen bir elbise görevini üstleniyor ve dinle aramızdaki bağların sürdüğü­nün kanıtı oluyor.

İkinci seçenek liberal yapılanmanın sadece bir kurgu olduğu­nu, zayıf temeller üzerine inşa edildiğini ve bir anda çökeceğini dü­şünüyor olmalı kı onunla savaşıyor ve kendi kurgusunu hayata ge­çirmeye çalışıyor. Onlara göre asıl belirleyici olan güçtür ve yem dünya düzenini güçlü olan belirleyecektir. Liberal akımın zayıf yanı gücü tek boyutlu olarak düşünmesi ve paranın tek belirleyici oldu­ğunu kabul etmesidir. Oysa bu güç bir fiske ile dağıtılabilir ve üze­rindeki kağıttan şato bir anda darmadağın olabilir. Karşı taraf örgüt­lenmesini silah, ekonominin üretim cephesi ve insanın inanç boyu­tu üzerine kuruyor.

Tartıştığımız konular, yanı terör, borsanın alçalıp yükselmesi, dış ticaret verileri bu modelin içinde hiçbir anlam ifade etmiyor. Ne bölünme korkusu, ne AB üyeliği, ne milli birlik çağrıları ne de özel­leştirerek güzelleştirme çabaları, mücadelenin bir tarafı haline gel­memize yetmiyor.

Kimin galip geleceğini kestirmek son derece zor. Bazıları kimin haklı olduğunu bulmaya ve onun tarafını tutmaya çalışıyor. Oysa

sorun haklılık ya da haksızlık değil tarihin hangi yönde ilerlediğini kestirmek sorunu.

Biz bu gelişmeyi etkileyebilecek, beklenen doğumun daha san­cısız olmasını sağlayabilecek konumda iken bir ıp cambazını seyre­der gibiyiz. Binleri hayatlarını ve tüm varlıklarını riske atarak ıp üzerinde yürürken biz sadece seyirci konumundayız. Oysa bu oyu­nun seyircisi olmak mümkün değil ve ulaşılan sonuç herkesi derin­den etkileyecek.

Şu anda ülkemizin siyasetini liberal-lslamcı ittifakı belirliyor. Türkiye’nin tavrı hem sonucu etkileyecek hem de ülkemiz ulaşılan sonuçtan büyük ölçüde etkilenecek. En geniş anlamıyla ulusalcı po­litikalarla küreselciler arasındaki rekabetin sonucunu kestirmek, şu anda, zor görünüyor. Ancak liberal kanadın kullanabileceği silahla­rın sınırına ulaşılırken diğer tarafın devreye sokabileceği silahların yedekte tutulduğunu söyleyebiliriz.

İnsanın aklına kovboy filmleri geliyor. Masa başında poker oy­nayanlar bir süre ellerindeki kağıtlarla kaybedip kazanırken, taraf­lardan biri silahını masaya koyup “Ben kazandım” diyor ve tüm pa­raları kendi tarafına çekiyor. Bu benzetmenin dünya ölçeğinde ol­duğunu belirttikten sonra, yanılma riskinin de olduğunu söyleyip, sonucu tahmin edeceğim. Stratejik üstünlük, ulusalcıların lehinde gibi görünüyor ama sonuca büyük hercümerçler pahasına ulaşılaca­ğı anlaşılıyor.

*****

Türkiye gelişmelerin odağına doğru ilerlerken ıç politikada ses­sizlik sayılacak bir dönemi yaşıyoruz. Dağınık bir toplumsal muha­lefet, Meclis içinde büyük yankılar uyandırması beklenmeyen trans­ferler, halkı sürükleyecek gücü olmayan partiler şartlarla uyumlu bir tablo oluşturmuyor.

Başka bir dönemde büyük tepkiler yaratabilecek terör olayları tep­kiden çok soru işaretleriyle karşılanıyor. Hiçbir düşünce ve söylem ar­kasında kitlelerin önemli bir bölümünü toplayamıyor. Sürükleyici ol­ması beklenen sloganlar toparlanmaya değil dağılmaya neden oluyor.

Alışılan siyası metotlarla yanı iktidarın yaptıklarını eleştirerek, söz ustalığı ya da vücut dilini kullanarak kitleler harekete geçırıle- miyor. Medya ayrıntılar üzerinde tartışmanın dışında etkili bir rol oynayamıyor. AB bir rüzgar olmaktan çıkmış zor fark edilen bir esintiye dönüşmüş durumda.

Ulusalcıların “ülke elden gidiyor” demelerine de büyük bir ka­tılım yok ama hiç kimse yönetimin işleri doğru yürüttüğünden emin değil. Heyecan yerini giderek sessiz bir tedirginliğe bırakıyor.

Bilinen siyası kadrolar etrafa dağılan kişileri bir araya getirerek yeni bir hareket oluşturma peşinde ama kimse böyle bir teşebbüsün başarılı olacağından emin değil. Sorunun bir toplama ve toparlanma işi olmadığı anlaşılıyor.

Geçmişte dünyadaki gelişmelere uygun bir tavır alarak ve belli güç odaklarının desteğini alarak başanlı olmak mümkünken bugün bu yolun da tıkalı olduğu anlaşılıyor. Çünkü ortada ne tek başına be­lirleyici olan bir güç var ne de bunları tanımlayacak bir politika. Şart­ların belli olduğu bir ortamda tavır almanın kolaylığını bulamıyoruz.

Bugüne kadar var olanlardan hırının arkasına takılarak yürütü­len siyaset şimdi yapılamıyor. Çünkü her eğilim bir var olma ya da yok olma kavgası veriyor. Dünyaya egemen olmak isteyen liberal düşünce, en geniş anlamıyla, ulusal devlet yapılanmalarının karşı­sında zorlanıyor. İç siyasetin kaderinin de dünyadaki gelişmelerle belirleneceği anlaşılıyor.

Türkiye yeni yapılanmanın üzerine inşa edileceği düşüncenin çıkış noktası olabilir. AB’nin geleceği üzerindeki tartışmaların bir Türkiye tartışmasına dönüşmesi, bölgedeki dengelerin Türkiye ol-

madan sağlanamaması rolümüzü anlatan işaret fişekleri gibi ama biz yapıcı olmak yerme belirlenen konumda olmayı tercih ediyoruz.

Bugün ülkemizde oluşması beklenen yeni siyasi yapılanmanın iktidara ulaşmaya hedeflemesi ve bu amaçla oy toplayacak bir çekim merkezi olarak tasarlanması sonuçsuz kalır. “Kıbrıs elden gidiyor”, “hükümet terörle başa çıkamıyor”, “ekonomik durum kötüye gidi­yor” diyerek iktidara gelmeyi düşünenler ellerinin boş kalacağını hesaplamak zorunda. Bunlar ülke içinde bir anlam ifade etse bile dünyanın beklentisine cevap oluşturamaz.

Yeni bir hareket ya da iktidarın geliştireceği yeni siyaset hem bölgenin hem de dünyanın ihtiyaçlarına uygun olmalıdır. Bu gele­ceğe yönelik bir öngörüye ve buna uygun bir ekonomik ve sosyal anlayışa sahip olmakla mümkündür. Yanı mesela dinin siyası rolü, etnik farklılıklara yaklaşım, askeri gücün hangi şartlarda ve nasıl kullanılacağına dair objektif kararlar verilmelidir.

Bu siyasetçinin bireysel eğilimlerinin üstüne çıkarak siyasi tavır belirlemesi anlamına geldiği kadar siyasi akımların düşünce temeli­nin çıkar kaygılarının önünde olması anlamına gelir.

Yeni bir siyası hareket eskilerin toparlanması ile değil ya onla­rın değişmesiyle ya da yeni bir yaklaşıma sahip kadroların öne çıka­rılmasıyla sorun değil çözüm üretebilir.

Türkiye, belki de ilk defa, sadece kendi halkı için değil dünya için bir politika üretmek konumundadır ve bunu başarmanın, çıka­ra dayalı ekonomik, sıyası, sosyal tavır almaktan çok daha önemli olduğu görülecektir.

Beklenen toparlanma değil düşünce üretmektir ama bu sanıldı­ğı kadar kolay değildir. Tüm hayatını kazanmak hedefine odakla- yanların yerine inşa etmek isteyenleri getirmek en zor olandır.

En büyük çatışmalar bile basit sayılabilecek olaylarla başlar. Bir suikast ya da sınır çatışması dünyayı saran büyük bir savaşın nedeni haline gelir. Son günlerde Yüzüncü Yıl Üniversitesinde başlayan ge­lişmeler bunun sıradan bir hukuk meselesi olmaktan çıkıp beklenen bir çatışmanın başlangıcı olacağı izlenimim vermektedir.

Bir olayda herkesin farklı görüşlerde olması yadırganamaz ama taraflar adıl bir sonuca ulaşma gayreti içinde değilse, gerçeği ortaya çıkarmak yerme karşısındakini suçlama peşindeyse bir çatışmanın başlangıcında olduğumuzu anlarız.

Ortalama bir insan ne tümüyle kötü ne de su katılmamış bir iyilik sembolüdür. Böyle zamanlarda taraflardan biri olayın kahra­manının çocukluk çağında komşusunun bahçesinden erik çaldığını anlatmakla başlar, gençlik aşkı yüzünden kızın babasından yediği dayağa kadar her şeyi itham aracı olarak kullanır. Diğer taraf, iyiliği­nin delili olarak, yıllar önce verdiği bir sadakadan dem vurur.

İtham edilen kışı, hukuki durumu ne olursa olsun, adalet bek­leyemez. Çünkü taraflar onun üzerinden bir zafer kazanmak peşin­dedir. Dindar olduklarını iddia edenler en küçük bir insafı bile çok görürler, hukukun savunucuları polemik peşinde koşarlar.

Şu sorulara verilecek cevabın aydınlatıcı olacağını düşünüyo­rum. Böyle bir sorun Van’da değil de mesela Bilecik’te ortaya çık­saydı gazetelerin arka sayfalarını aşıp manşete oturabilir miydi? Geçmişteki benzer olaylara bakarsak bu sorunun cevabı kesin bir “hayır” olacaktır. O zaman çatışmanın sebebi, hukuki görüş farkı değildir ve arka planda başka hesaplar yatmaktadır.

Eğer olayın cereyan ettiği yerin özel bir anlamı varsa bu sadece Türkiye ile mı sınırlıdır yoksa bölgesel bir içerik mı taşımaktadır? Bir yandan Kafkasya’da yeni bir renkli devrim hazırlıkları yapılırken diğer yandan Irak’ta yeni bir aşama başlarken oradaki gelişmeler bunlardan tamamen bağımsız sayılabilir mi?

Bu olay isterse yerel isterse genel olsun, büyük çatışmanın fitili­ni ateşleyecek gibi görünmektedir ve başlayacak yangının ilk kıvılcı­mı niteliğindedir. Üstelik rektörün karşısındaki grup Türkiye’deki dmı akımın güçlü bir temsilcisi konumundadır ve çatışmanın tarafı olduğu ilan edilmektedir.

Yazının başlığı ile bu olay arasında bir ilişki yokmuş gibi gö­rünmekle birlikte aslı etkisini çatışan tarafların tanımlanmasına ve belirlenmesine yardımcı olarak gösterecektir. Bugüne kadar sadece ideolojik kriterlere göre oluşan cepheler şimdi bunların dışında şe­killenecektir. Bırbiriyle ideolojik hiçbir ortak noktası olmayan ke- sımlerın bir araya geleceğini göreceğiz. Liberallerle dindarlar arasın­da gözlenen birlikteliğin bir benzen karşı tarafta gerçekleşecek gibi görünmektedir. Geçmişte Refah çizgisi ile onu boy hedefi olarak i­lan eden laik kesimin yan yana gelmesi ve diğer renklerin de bunla­ra katılması sürpriz sayılmamalıdır.

Böylece bir şeyi daha öğrenmiş olacağız. İdeolojik farklılıklar­dan kaynaklanan cepheleşmeler yapaydır. Aslında geçmişte de köy­leydi ama biz arka plandaki sıyası hesaplarla ilgilenmediğimiz ıçm ayrışmanın ideolojik olduğunu sandık. Asıl belirleyici olan sıyası hedeflerdeki uyum ya da uyumsuzluktur ve yeni ortak nokta bura­da şekillenecektir.

Türkiye’de yeni bir siyası hareket, bu nedenle, ideolojik temel­lere dayanmayacak, aksine siyası açıdan ortak noktaları olanları bir araya getirecektir. Şu anda var olan ama farklılıklarını ve özellikleri­ni kimsenin bilmediği muhalefet partilerinin anlamsızlıkları ancak yeni bir siyasi projenin ortaya çıkarılmasıyla aşılabilecek ve etkili bir siyasi oluşumun gerçekleşmesi mümkün olacaktır.

Herkesin yeni bir siyasi parti kurma peşinde olması ve nerdey- se adı duyulan tüm kişilerin bu iddiayı taşıması olumsuz sayılma­malıdır. Bu, neyin olmayacağını gösterecek ve herkes olabileceğe ra-

zı olmak zorunda kalacaktır. Bu konuda bir irade yokluğu mu söz konusu yoksa bekleme sürecinde mıyız kestiremiyorum.

*****

ABD’nin Irak’tan çekilmeye hazırlandığı anlaşılıyor. Irak’ta, elde edilen sonuç ne olursa olsun, bunun ABD için ödenmiş gereksiz bir bedel olduğunu söyleyebiliriz. Başından beri söylediğimizi tekrarla­yabilir ve “Bu harekatın kod adı Irak, hedefi Türkiye’dir” diyebiliriz. Hedef olmak hasım olmak anlamına gelmez. ABD sadece bölgedeki operasyonlarında ülkemizle birlikte hareket etmek istemiştir.

Bugün, Irak’a bir barış gücü gönderilmesi ve bunun ana gövde­sini askerlerimizin oluşturması, Mısır ve Pakistan gibi ülkelerden katılacak askerlerin görüntüyü yumuşatmak amacıyla kullanılması en uygun çözüm sayılabilir.

Türkiye’nin bölgedeki rolünü belirlerken iki temel konu üze­rinde karar verilmelidir. Bunlardan en önemlisi bölgedeki operas­yonlarda Türkiye’nin ABD’nin bir tamamlayıcısı mı yoksa alternatifi mı olacağıdır. Eğer meşhur tezkere kabul edilseydi ülkemiz tamam­layıcı rolüne sahip olacaktı ve oluşacak karşıtlılığı paylaşmak zorun­da kalacaktık. Bu durum hem gereksiz hem de başarı şansı düşük bir seçim olurdu.

ABD’dekı siyaset planlayıcıları Türkiye’nin inisiyatifini sınırla­mak ve bağımsız rol oynamasını engellemek için bu yolu seçtiler. Daha açık bir ifadeyle etkili olmak yerine kontrolü elde tutmanın daha önemli olduğunu düşündüler. Bu yanlış bir hesaptı ve Bağ­dat’tan döndü. Şimdi ülkemizin bir alternatif olması düşünülüyor ve bu herkes açısından en rasyonel olandır.

İkinci önemli sorun Türkiye’nin dünya genelindeki çatışmada hangi tarafta olduğunun belirsizliğidir. Bir yandan küreselcilerle yan yana olmak, diğer yandan bunun karşıtı konumundaki Bush yöneti-

miyle ortak politikalar üretip bunları uygulamak mümkün değildir. Küreselcilerin siyasal üssü konumundaki İngiltere ve onun başbaka­nı Tony Blaır son küreselci beyin fırtınası toplantısında aradığını bulamadı. Bu küreselcileri havlu attığı anlamına gelmese bile o cep­hede de işlerin yolunda gitmediğine işaret etmektedir.

Türkiye’nin yerinin belirsizliği iç politikaya yansımakta, önü­müzdeki dönemin ciddi çalkantılara sahne olmasının yolunu aç­maktadır. Türkiye’de tartışmalar, genel olarak, sıyası düzeyde yapıl­madığı ıçm karşılıklı yıpratma oyunlarına başvurulmakta ve bu ko­nuda baş rolü yolsuzluk iddiaları oynamaktadır.

Bunun en önemli nedeni böyle bir siyasi tartışmanın yapılacağı bir ortamın olmamasıdır. Kürt sorunu şehit edebiyatı düzeyinde, karşı cepheye itirazlar sıyası söylemler yerme yolsuzluklar üzerin­den yürütülmektedir. Sonunda taraflardan biri galip gelecek ve ül­kemizin politikasını ve yerini onlar belirleyecek ama biz bunun ne sebeplerini ne de muhtemel sonuçlarını tartışmamış olacağız.

12 Eylülün gerekçesi anarşi ve terördü ama şapkadan tavşan çıkarır gibi ekonomik politikamızı ithal ikameci olmaktan çıkarıp dünyaya açtık. Oysa bu konuyu kimse tartışmamıştı. Bir seçimin kaderini Öcalan’ın yakalanması ve onun idam edilip edilmeyeceği belirledi ama sonuç, ülkemizin geleceğini etkileyecek ölçüde büyük bir borç yüküyle karşılaşmamız oldu. Bunu ne öngörmüştük ne de tartışmıştık. AKP’yı iktidara getiren kitleler hatta içinde yer alanlar, küreselleşmeyi savunacaklarını biliyorlar mıydı? Amacım bu politi­kalardan hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu söylemek değildir sadece tartışmamız gereken konunun ne olması gerektiğim söylüyorum.

Sonuç olarak Türkiye’nin bölgedeki rolünün herhangi bir ül­keyle ya da güç odağıyla özdeşleşmesinin yanlış olduğunu, bunu si­yasi uzlaşmalara varmayı engellemeyeceğini aksine daha da kolay-

taştıracağını söylüyorum. Formül sıyası uzlaşma ama operasyon ala­nında bağımsız olmak olmalıdır.

Türkiye’nin öncülüğünde kurulacak bir barış gücü ve BM de­netimi uygun bir çözümdür ve bu görevin ulusal çıkarlar gözetile­rek değil bir dünya gücü gibi davranarak yapılması gerekir. Ülke­miz böyle bir rolü oynarken yöneticilerimiz her türlü çıkar hesabı­nın üstüne çıkmalıdır.

Türkiye’deki kamplaşmanın geçmıştekılere benzemediği ve ay­rışmanın ulusalcılarla küreselcilerin iddialarıyla oluştuğu gözleniyor. Bazıları ekonominin bir savaş baltası olmadığını, insanların refahının artmasının yatırımlarla mümkün olduğunu ve yabancı sermayenin vazgeçilemez olduğunu söylüyor. Onlara göre bir yatırımcı on kuruş kazanmak için yüz kuruşluk üretim yapmak zorundadır ve siz onun on kuruşluk kazancına engel olurken aslında halkın elde edeceği yüz kuruşluk gelirin önünü kesersiniz. Yanı yatırımları engelleyerek baş­kasını değil kendinizi bir şeylerden mahrum edersiniz. Bir zenginin denizde süzülen kuğu benzeri yatlarına bakıp bunun bir haksızlık ol­duğunu düşünürseniz onun görkemli hayatını engelleyebilirsiniz ama bu sizin ve ailenizin yaşam düzeyini açlık sınırına kadar indirir. Onu yaralarsanız sız ölürsünüz. Bu iddia kesinlikle doğrudur ama hayatın kendisi bu tarifin içme sığmaz. Çünkü bu tarihe yön veren ihtirasla­rın olmadığı, herkesin en fazla refaha ulaşacağı bir modelin en iyi ol­duğunu varsayar. Model iyi olabilir ama gerçekçi değildir.

Yönetenlerin tek kaygısı yönetilenlerin daha mutlu olmasını sağlamak değildir ve hiçbir zaman olmamıştır. Onlar dünyaya yön vermek ve bunu gerçekleştirmek ıçm egemen olmak isterler. Eğer savaşların nedenini kendi ülkesinin, aslında kendisinin egemen ol­ması isteğiyle açıklarsak tüm insanlığa refah sağlayacak bir modelin bugüne kadar düşünülmemiş olduğunu anlarız.

Eğer küreselci düşünce galip gelirse -kı buna hiç ihtimal vermi­yorum- bu tüm insanlık tarihi için bir dönüm noktası olur. Bu dö­nüşüm geçmıştekilerden tamamen farklıdır ve bugüne kadar her çağ değişimi özde değil metotlardayken bu defa egemenlik mücade­lesi tarihten silinir.

Zaten karşı taraf küreselcilerin çabalarının bir refah toplumu yaratmak olmadığını, aslında onların da kendileri gibi dünyaya hükmetmek istediklerini, sadece araçlarının farklı olduğunu ve eko- nomiyı bu amaçla kullandıklarını düşünüyor. Eskiden silah gücüyle gerçekleştırılenler şimdi para kullanılarak yapılacaktır. Kimse böyle bir düzende özgür olacağı hayaline kapılmamalıdır. Düşünceleriniz geçmişte yasaklarla engellenirken şimdi para babalarının küçücük bir iması bile ağzınızın bir daha açılmayacak biçimde kapanmasına neden olacaktır. Romanlarınız, hikayeleriniz bile değişecek, büyük devlet adamlarına, kahraman askerlere duyduğunuz hayranlığın ye­rini büyük servetler kazanmış kişilere duyduğunuz gıpta alacaktır. Aslında değişen bir şey yoktur ve tüm insanlığın maddi refaha ka­vuşacağı kocaman bir aldatmacadan ibarettir. Silah üretimi dursa bile lüks tüketim mallarının bir sınırı yoktur ve eskiden asker olan­lar şimdi fabrikada bir avuç insanın hobilerine hizmet edecektir.

Tarafların hangisinin haklı olduğuyla hiç ilgilenmiyorum. Tari­hin hangi yönde ilerleyeceğini tahmine çalışıyorum. Yanı sonuç akademik bir tartışmayla belirlenmeyecek, taraflardan birinin diğe­rini alt etmesiyle geleceğimiz şekillenecektir.

Bazılarına sözlerim gereksiz, gündem dışı gelebilir. Oysa, bana göre, stratejik tercihimizi bu konuda yapacağız. Birinci Dünya Sava- şı’nda kaderimizi tercih ettiğimiz taraf belirledi. Gerçi objektif ko­numumuz kaybetmeyi gerektiriyordu ama bu çok daha küçük bo­yutlarda olabilirdi.

Oysa biz henüz mücadelenin kimler arasında olduğunu bile ta-

nımlamış değiliz. Ekonomik gelişmeleri siyaset dışı kabul ediyoruz ve sermaye hareketlerinin bir tarafın asker kaydırmaları gibi oldu­ğunu göz ardı ediyoruz.

Şu anda Türkiye Bush’u Irak bataklığından kurtaracak tek güç olarak görünüyor ve bu konudaki tavrı dünya ölçeğinde belirleyici olacaktır. Ama tarafların masa başında belirlenecek bir sonuca kat­lanacağını sanmıyorum. Yanı Bush’a yönelik yıpratma kampanyasıy­la kimin kazandığı belirlenmeyecek ve çatışma daha üst boyutlara taşınacaktır.

Türkiye’de yönetenlerin gösterdiği hedeflerle gittiğimiz yer hiç­bir zaman aynı değildir. Geçmişte solcu olduklarını iddia edenler sadece kelimeler üzerinde değişiklikler yaptı ve ihtimal, imkan gibi sözcüklerin yerine olanak ve olasılığı kullandılar, biz de onların di­ğerlerinden farkını bu kelimelerle sınırlı tuttuk. Ne ekonomik gö­rüşleri solcu olmayanlardan farklıydı ne de yeni bir dış politika ya da dünya algılamaları vardı. Simgeler üzerinde tartışmaya alıştık.

Şimdi de aynı yerdeyiz. Bir laik ile İslamcının farkı baş örtüsü­ne yönelik tabından anlaşılıyor. Zaten bunun dışında bir konu da tartışılmıyor ve biz gönenç diyenle refah diyenin birbirinden çok farklı olduğunu düşünüyoruz.

Toplumun ilgisi sürekli şekil üzerindeki tartışmalara çekiliyor. Eğer baş örtüsü yeterli olmazsa helal yiyecek gündeme taşınıyor ve biz, yün yumağıyla oynaşan kediler gibi, önümüze konanı yuvarla­yıp duruyoruz.

Bize göre herhangi bir dünya görüşünün kendine özgü bir dış politikası ya da ekonomik politikası olması gerekmez. İnsanlar libe­ralizm yandaşı olabilir, başka bir dünya görüşünün bütün hedefleri­ne sahip çıkabilir ama başını örtünce diğerlerinden tamamen farklı-

hışır Ya da tam tersine laik bir yaşam biçimini benimseyip karşıtla­rının tüm politikalarını aynen uygulayabilir. Parola şudur: “Görün­tünü değiştir, gerisine boş ver!”

Benim anlayamadığım bizi yönetenlerin bir tren makinisti gi­bi olup olmadıklarıdır. Tren makinisti gideceği yeri kendisi belir­leyemez. Makası kontrol eden onun yönünü tayın eder. O sadece trenin raylar üzerinde düzgün gitmesini sağlar. Eğer böyleyse ma­kinistin liberal, İslamcı, laik olmasının bir önemi yoktur ve herkes aynı yere gider.

Sözlerim bir grubu değil herkesi hedef alıyor ve farklılıklarını şekille sınırlı tutanları eleştiriyorum. Mesela herkesin sıyası hedef olarak AB’yi gösterip, liberal ekonomik görüşü tartışmasız savunur­ken aralarında çok büyük farklılıklar varmış gibi davranmasını anla­yamıyorum. Kimse özelleştirmeye ilke olarak karşı çıkmıyor ama yapılış biçimini kıyasıya eleştiriyor.

Görüntü üzerinde yoğunlaşıp özün tartışma konusu olmaması­nın büyük bedeller ödememize sebep olması bile tavrımızı değiştir­meye yetmiyor. Mesela yıllarca PKK’nın ülkeyi bölmek istediğini söyledik ve büyük bir mücadele verdik ama şimdi güneydoğumuz­da siyasal açıdan giderek etkisizleştiğimizi, sıranın oradaki bürokra­tik varlığımızı sınırlamaya geldiğini görüyoruz. Kuzey Irak’taki ya­pılanma sınırlarımızı aşmaya başlıyor. Gerçek projenin bu olduğu­nu söyleyip durmamın bir bedel ödemekten başka sonucu olmuyor.

Karşılaştığımız her sıyası olayı adaletin çözeceğini söylüyo­ruz. Herhangi bir olayın hukuki bir boyutunun olması onun sa­dece hukuk alanını ilgilendirmesi anlamına gelmeyeceğini, adalet görevini yaparken siyasi tedbir ve tavırların çözüm için şart oldu­ğunu düşünmüyoruz. En tecrübeli siyasetçiler bile kanun madde­lerini tartışıyor ve hukukun üstünlüğü sağlanırsa her şeyin çözü­leceğini söylüyor. Eğer durum buysa neden ülkenin yönetimi

adalete bırakılmıyor, Meclis kanunları yapar, adalet uygular ve mesele biter demiyoruz?

Şöyle bir sahne düşünün: Herkes, siyasete girdiği zaman, eski Çin’de olduğu gibi, bir üniforma giymiş olsun ve kullandıkları dil standart hale getirilsin. Önceden hangi gruptan olduğunu söyleme­sinler ve bir sorun için çözüm önerisi sunsunlar. Mesela ekonomi­nin nasıl yönetileceğini anlatsınlar. Aralarındaki farkı anlayabilir mi­siniz? İnsanları fikirlerine bakarak sınıflandırabılır mısınız7

Böyle bir durumda tek fark edeceğiniz şey hangisinin iktidarda hangisinin muhalefette olduğudur. Hedefler ve metotlar arasında şaşırtıcı bir benzerlik olacak ama onlar iyi yapamıyor biz daha iyi yaparız diyeceklerdir. Bu trenin makasını kimin kontrol ettiğini an­layamıyorum.

*****

Şu sıralarda Kuzey Irak’takı ekonomik gelişmelerin Güneydoğu Anadolu’ya etkileri tartışılıyor. Ortalama dört bin dolara ulaşan kışı başına gelirin burayı bir cazibe merkezi haline getireceği ve bunun olası tehlikelerinden söz ediliyor.

Bu gelir düzeyini açıklayacak bir üretim olmamasına rağmen emlak fiyatlarındaki artış, bayındırlık yatımlarındaki gelişmeler refa­hın bir göstergesi sayılıyor. Zenginliği sadece rakamlann toplamı ola­rak algılayan genel anlayış bu tedirginliği haklı çıkarmaya yetiyor.

Bu durumun üretimden değil dış kaymak transferiyle gerçekleş­mesi ilerde ciddi sorunların kaymağı olabilir. Refahın sürdürülmesi alınan borçların ödenmemesi hatta dış kaymak transferinin sürme­siyle mümkün olur. Bunun için öngörülen Kuzey Irak petrollerin­den sağlanacak gelirin bu transferlerin yerini alması ve bugünü de aşan bir gelir düzeyine ulaşılmasıdır.

Kısa dönemde petrolün limanlara ulaşmasını sağlamak için

Türkiye ile ilişkilerin bozulmaması ya da Suriye ve Lübnan üzerin­den yeni bir hattın kurulması düşünülüyor. Uzun vadede petrolün geleceği belirsiz. Fosil yakıtların yarattığı iklim değişikleri ve bunun yaratacağı riskler giderek gündemin ön sıralarına yerleşiyor. Çok uzun sayılmayacak bir zamanda alternatif enerji kaynaklarına geçi­lebilir ve ekonomisi petrole dayanan ülkeler sefaletle karşı karşıya kalabilir.

Bunlar göz ardı edilse ve hesaplar bugün için yapılsa bile çözül­mesi gereken birçok sorun olduğu görülüyor. Tek kaynağa dayanan ve belirli ellerde oluşan gelir halka nasıl aktarılacaktır? Petrol üreten Arap ülkelerinde bayındırlık ve kamu hizmetleriyle bu transfer sağ­lanıyor ve Kuzey Irak için başka bir yol bulunmuyor. Buranın Tür­kiye’de yaşayan Kürtler için bir cazibe merkezi olması için oraya in­şaat işçisi ya da kamu görevlisi olarak gitmeleri gerekir. Arap ülkele­rinde yabancı işçi çalıştırıldığı için bunlar bir sorun oluşturmuyor a­ma Kürtlerin büyük gelir farklarını kolaylıkla kabul etmeleri zor gö­rünüyor. Bizim bir terör sorunu olarak algıladığımız PKK orada, sı­nıf çatışması yaratabilecek bir unsur olarak görülüyor.

Ekonominin sadece miktar boyutuyla değerlendirilmesi, hem gelişmenin hem de istikrarın böyle ifade edilmesi sadece Kuzey I- rak’ın sorunu değil. Türkiye’de de son zamanlarda aynı anlayışın hakim olduğu görülüyor. Ekonominin genelinde görülen iyileşme kitlelere yansımıyor. Bunu sadece bir gelir adaletsizliği olarak gör­mek ve zaman içinde sorunun çözüleceğini zannetmek doğru değil. Bu aynı zamanda istikrarı bozan bir etken haline dönüşebilir.

Dış kaynak kullanılarak üretim kapasitesinin artırılması doğru bir tercihtir ama bu kaynakların tüketim için veya inşaat sektöründe kullanılması yanlıştır. İnşaat sektöründeki değer artışları sadece üre­tim artışından kaynaklanmaz, önemli bir bölümü de arazi fiyatların­daki artışı yansıtır.

Basit bir örnekle olayı daha iyi anlatabiliriz: Geçmişte yüz liraya satılan bir dairenin fiyatı bugün ıkı yüz liradır ve bu değer artışı ma­liyet artışından kaynaklanmamıştır. Herhangi bir nedenle fiyatlar es­ki düzeyine inerse, aldığı dairenin yarı parasını krediyle karşılayan kişinin borcu bir vergi haline dönüşür. Öderse varlığı yarıya iner, ödeyemezse bankayı batırır.

Dış kaynak geldiği zaman emlak fiyatlarının artması genel bir eğilimdir ve bu akış durursa her şey tersine döner. Türkiye bugün­kü eğilimin süreceğini ve herhangi bir sorun yaşanmayacağını dü­şünmektedir.

Ekonomik olayların siyasetten bağımsız olduğunu, bugünkü sermaye akışının sadece iktisadı nedenlerden kaynaklandığını düşü­nüyorsanız, Turgut Özal döneminde neden böyle bir cömertlikle karşılaşmadığınızı açıklamanız gerekir. Dönüşümün mimarı sayılan, daha büyük bir kitle desteğini sağlayan Özal’ın farkı neydi?

Büyüme ile sağlıklı büyüme arasında fark vardır. Gelirlerin dü­zeyine bakarak ne Kuzey Irak’ta ne de Türkiye’de ekonominin gücü hakkında karar verilmemelidir.

YAPIMCI

Türkiye 1980’den ben yeni bir inanç sistemine doğru sürükle­niyor Bu bir din olmasa bile hayatımızın her yönünü belirleyecek kadar güçlü. Kapitalizm ve onun değerlen tartışılmaz, aksini iddia etmenin günah sayıldığı bir düşünce haline geliyor.

Kapitalizmin bu günkü biçimi Amerikan toplumunun tarihsel deneyiminin bir sonucu olmakla birlikte evrensel sayılıyor ve onun kurallarına uymadan başarının mümkün olmadığı, ona karşı çıkma­nın ya da alternatif üretmenin beyhude bir çaba olduğu ileri sürülü­yor. Zaten geçmişte ona alternatif olmak iddiasındaki sosyalizm, da­ha doğrusu Sovyet tecrübesi hazin bir sonla noktalanmadı mı? Ka­pitalizmin parlak başarısı yeni denemelerin yenilgisinin mutlak deli­li değil mi?

İki şey birbirine karıştırılıyor. Herhangi bir sistemde kullanılabi­lecek piyasa ekonomisi, kapitalizmin ayrılmaz bir parçası sayılıyor. Oysa kapitalizm, piyasa ekonomisinden farklı olarak ekonomik haya­tın aklının da piyasa tarafından belirleneceğini söylüyor. Yanı bir yö­netimin ekonomik hedefler belirlemesi, gelir bölüşümüne müdahale

etmesi, yapacağı destekleme veya ekonomik engellemelerle üretimin yönünü belirlemesi yanlış sayılıyor. Piyasa üstün bir aklı temsil et­mektedir ve ondan daha iyisini yapmak zaten mümkün değildir. Pi­yasa en iyisini kendiliğinden yapıyorsa karışmanın ne gereği var!

Gelir bölüşümündeki adaletsizlik doğal bir sonuç sayılıyor. Pi­yasa zaten herkesin ekonomiye katkısı kadar gelir sağlamasına im­kan vermektedir. Piyasanın belirlediği paylar adıldır ve bunu değiş­tirmek, bazılarının verdiğinden fazlasını alması demektir ve asıl adaletsizlik budur. Binlerinin sefaleti sistemin kusuru değil onun güçlü yanıdır. Az kazananlar kendilerini ekonomiye daha fazla katkı yapmaya zorlayacak ve böylece toplam refah artacaktır. Toplumun en alt katmanları, insanları daha fazla çalışmaya, daha vasıflı olmaya mecbur eden bir sigorta gibidir ve bu sigortanın ortadan kaldırılma­sı gelişmeyi ve toplam refahın artmasını engelleyecektir.

Kemal Derviş ekonomiyi yemden dengeye getirmekten çok bu inanç sisteminin bir misyoneri gibi dayanmıştır. Ona göre devlet hiçbir biçimde ekonomiye müdahale etmemelidir. Siyasetin ekono­miyi yönlendirmesi, bu inanç sistemine göre günahların en büyüğü­dür ve sonucu cehennemde yanmakla eşdeğerdir.

Ekonomi bu dünya görüşüne göre yeniden yapılandırılmakta- dır. Devletin ekonomiyle ilgili bürokratik kurumlan özerk hale geti­rilerek siyasi kontrolün dışına çıkarılmakta, devletin ekonomik ko­nulardaki yetkisi en alt düzeye indirilmektedir. Artık yönetim para politikasını belirleyemeyecektir. Merkez Bankası bağımsızdır ve pa­ra politikasını kendisi belirleyecektir. Şüphesiz her politika bir ama­ca ulaşmak için belirlenir. Merkez Bankasının amacı nedir? Bu a­maç devletin dışında ve üstünde, evrensel ölçülere göre, daha doğ­rusu ABD örnek alınarak belirlenecektir. Bunun altında yatan dü­şünce Türkiye’nin global dünyanın parçası olduğu ve onunla uyum­lu olmak zorunda olduğu iddiasıdır.

“Sürüden anılanı kurt kapacaktır.” Bütün dünya, özel konumu ve koşullan ne olursa olsun, kutsal kurallara uyarak var olabilir. Ak­sını yapmak ölümlerden ölüm beğenmeye eşdeğerdir. Bu kurallar bugün bazı hoş olmayan sonuçlar yaratabilir. Bazıları ışını kaybede­bilir hatta aç kalabilir. Buna katlanmak gerekir. Bunlar sistemin ışle- yışıyle giderek ortadan kalkacaktır. Zaten bu sıkıntıların kökeninde daha önce sistemin benimsenmemiş olması yatmaktadır. Eğer bun­lara bugün katlanılmazsa ilerde daha ağır biçimde karşılaşmak mu­kadderdir ve belki de her şey ıçm çok geç kalınmış olacaktır.

Bilimsel bir yargıdan çok kutsal bir kitabın emirlerini andıran bu sözler "yeni bir dm” niteliğine bürünmektedir. İktisat fakülteleri üniversitelerin yeni bir teoloji fakültesi gibidir. Yeni dinin ilmihali tedris edilmektedir.

Kapitalizmi eleştirmek eski bir günahı tekrar etmek gibidir. Bu sistemi reddedenler daha önce bir deneme yapmışlar ve yenilgilerini hır kefen gibi sararak düşünce dünyasından göç etmişledir.

Bizim itirazımız serbest piyasanın varlığına değildir. Piyasa bir araçtır ve her sistemde başarıyla kullanılabilir. Ancak “iktisadı aklın” piyasanın içinde saklı olduğunu ve bu aklın üstünlüğünü kabul et­miyoruz. Ayrıca ekonomik sistemin tek tarzda uygulanacağı iddiası­na katılmıyoruz. Adı ne olursa olsun her sistemin bir çok değişik bi­çimlerinin var olduğuna ve her ekonomiye göre bu değişiklerin ya­pılması gerektiğine inanıyoruz.

Mesela, Türkiye’de çalışan nüfusun üçte biri işten çıkarılsa üre­timde bir azalma olmaz hatta daha rasyonel bir çalışma düzeni sağ­lanabileceğinden üretimde artış olur. Bu durumda kapitalist mantı­ğa uygun olarak bu kişilerin işine son verilebilir mı? Böyle bir du­rumda işsiz kalan kimselerin tükettiği mal ve hizmetleri kim satın alabilir? Kapitalist mantığın uygulanması genel bir çöküşe sebep olur. Ortada bir çelişki vardır: Bazı kimseler üretime hiçbir katkıda

bulunmadığı halde üretimden pay almaktadır ancak bunların tasfi­yesi hem sosyal hem de ekonomik bir kaosa yol açmaktadır.

Türkiye bu şartlara uygun politikalar üretecektir ve bunun hiç­bir sistemde karşılığı yoktur.

Türkiye’de tarımda genel olarak bir verim düşüklüğü vardır ve topraklar, teknolojik gelişmeyi engelleyecek biçimde küçük parçala­ra bölünmüştür. Köydeki fazla nüfus nasıl tasfiye edilecektir ve bunların şehirlere ekonomik ve sosyal intibakı nasıl sağlanacaktır?

Bu sorunların kapitalist mantık içinde çözümü sadece bir kaos yaratır ve ulaşılacak sonuç ekonomik açıdan da yıkıcıdır. Yanı bu­günün sosyal problemlerine katlanarak ilerde daha güçlü bir ekono­miye ulaşmak mümkün değildir.

Bu sorunlar ideolojik bir yaklaşımla çözülemez. Yapılacak şey başka tarihi tecrübeleri örnek alıp onları tekrarlamak değildir. Aksi­ne hiçbir ön yargıya bağlı olmadan ortadaki probleme akılcı bir bi­çimde yaklaşmaktır. Yani kapitalizmi özgür düşünce sayanların bir yanılgı içinde olduğunu, asıl özgür düşüncenin hiçbir kalıba bağlı kalmadan sorunlara yaklaşmak olduğunu kabul etmektir.

Bugün Türkiye’de uygulanan ekonomik politika iflası mukad­der, bedeli ağır ve belki de telafisi imkansız sonuçlar yaratacak bir programdır. Bu uygulamanın yanlışı, sanıldığının aksine, ekonomik açıdan tutarsız oluşudur.

Çünkü bu model akılcı değil, tabiri caiz ise, dinseldir. Düşün­ceyi değil inancı yansıtır. Doğruluğunun delili akılcı oluşu değil başka şartlarda başarılı sonuçlar vermiş olmasıdır. Kaldı kı başarı izafi bir kavramdır ve içinde bulunulan şartlara göre oluşur. Türki­ye’nin ekonomik, sosyal yapısı ABD’den farklı olduğu ıçm farklı bir modele ihtiyaç vardır ve böyle bir ihtiyaç ABD’dekı uygulamanın yanlış olduğu yargısını içermez.

Türkiye bulunduğu yerden ileriye doğru götürülmek yerine,

ABD'nın yirminci yüzyılın başındaki konumuna getirilmek ve ora­dan yarışa tekrar başlatılmak istenmektedir. Bugünkü şartlarda her­kesi serbest piyasanın içine itmek, bir rekabetten çok arenadaki dö­vüşe benzeyecek, sırf yeni inanç sistemi böyle emrediyor diye bam­başka şartların oluşturduğu kuralları uygulamak demektir.

Bu sözleri okuyanların beni solcu olarak niteleyebileceğim bili­yorum. Solcu olmanın yanlış bir şey olmadığının da farkındayım. A­ma ben başka bir şeyden söz ediyorum. Türkiye’nin problemlerini çözmek ıçm herhangi bir kalıba girmenin gereksiz olduğunu, orta­daki somut sorunlara akılcı çözümler bulmak gerektiğim söylüyo­rum. Bu çözümü kalıplarda aramak ve ona peşin bir ad koymak ye­rine önce çözümü bulup sonra neye benziyorsa ona göre bir ad ve­relim, diyorum. Belki de bu çözüm geçmıştekilerın hiçbirine benze­mez. Biz de buna yeni bir ad koyarız. Asıl olan sağlıklı ve yetenekli bir çocuğa sahip olmaktır. Adı onun başarılarına göre anlam kaza­nır. Yanı isim insanı yüceltmez, insan ismine anlam kazandırır.

Eskiden daha çok söz söylediğim Kürt sorunundan şimdilerde uzak duruyorum. Bundan on beş yıl önceden beri verdiğim beya­natların özü, “Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumunu engelleyemezsiniz, ama ona biçim verebilirsiniz ve içinde olabilirsiniz” anlamını taşı­yordu. Böyle bir politikaya hem başkaları izin vermedi hem Türkiye istekli olmadı. Sonunda duyduğu zaman tüylerinin diken diken ol­duğu her şeyi kendisi söylemeye başladı. “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” ifadesinin yerini, “Kürt sorunu vardır ve onu çözece­ğiz” cümlesi aldı.

Bana göre sorun etnik bir mesele değildi ve Kürtlerın kültürel ta­leplerini karşılamak için çaba sarf edilmiyordu. Ne Sovyetler’in dağıl­ması ne de yeni bir denge ihtiyacı ani bir gelişme sayılamazdı. Bir sü­reden beri devam eden çatışma ve arayışlar tüm dengelerin bozulma-

sıyla sonuçlandı ve yenisinin kurulması ihtiyacını doğurdu Kürt so­runu da Türkiye’nin alacağı yeni şekli belirlemekte bir araç olarak kullanılıyordu. Yeni şekli, "Benzerlerin bir arada olduğu bir ülke yeri­ne farklıların yan yana yaşadığı bir devlet” olarak formülleştırebılırdik. Farklılığın sadece etnik düzeyde ortaya çıkmadığını, inanç konusunda da aynı şeyin gözlendiğini söyleyebiliriz. Bundan daha belirleyici olan ekonominin dünya ile bütünleşmesi ve iktisadı gücün başkalarıyla paylaşılması, hatta onların etkisinin baskın hale getirilmesiydi.

Yapılanların yanlış ya da doğru olduğunu söylemiyorum. Sade­ce bunların hiçbirinin bizim projemiz olmadığını, birçoklarına söz­de karşı çıktığımız halde engelleyemedığımızı ifadeye çalışıyorum.

Yıllar önce Türkiye’nin gelecekteki durumunu şöyle bir benzet­meyle açıklamaya çalışmıştım: "Türkiye büyüyecek ama bir suya atılan boya aynı ise su çoğaldıkça renk açılır. Gücümüz aynı kaldığı için etkimiz azalacak.” Birçoklarının zannettiği gibi amaç Türkiye'yi küçültmek ve bölmek değildi. Aksine etki alanı genişleyecek ama egemenliği başkalarıyla paylaşacaktık.

Bir projeye karşı iki türlü tavır alınabilir: Ya onu tamamen en­gellersiniz ya da bu proje içinde kalarak etkinizi artıracak politikalar izlersiniz. Büyük güçlerin Türkiye için öngördüğü yem biçimi en­gelleyecek gücümüz yoktu üstelik böyle bir politikanın varlığını bile sezememıştık. Kültlerin bağımsız bir devlet kurmasının anlamsızlı­ğını ve onlara hiçbir yarar sağlayamayacağını, dağılmış bir Türki­ye’nin Batının işine yaramayacağını, onların kendi kontrollerinde bir bölgesel güç yaratmak istediklerini fark edemedik. Büyük bedel­ler ödedikten sonra istedikleri noktada buluştuk.

PKK ıçm düşündüklerimiz El-Kaıde’yı değerlendirmemize ben­ziyordu. Bölgedeki egemen güçler ona karşıydı. Bu yetmezmiş gibi altmış yetmiş bin kişilik bir korucu gücünü bölge egemenlerinin emrine verdik. Yüz binlerce asker, polis ve istihbaratçı onlara karşı

savaştı. Ama o var olmaya devam etti. Çünkü o, karşı tarafın güç­lenmesi için gerekli sayılıyordu.

Sürekli tekrarladığım bir sözü yinelemek zorundayım. Etki de­ğil tepki önemlidir. PKK bir etki idi. Tepkisi bölgedeki egemenlerin, bizim desteğimizi de sağlayarak güçlerine güç katması oldu. Barza- ni’ye kırmızı pasapoıtu PKK’ya karşı olduğu için verdik. Bölge ege­menlerine verilen sınırsız ekonomik ve siyası destek aynı tepkinin sonucuydu. Biz kaldıracın PKK ucuna bastıkça bölge egemenlen ve onunla aynı sınıfsal özelliklere sahip Barzanı havaya yükseldi. Bu bi­linçli bir politikanın sonucu olsaydı ve biz böyle bir oluşumu des- tekleseydik hayıflanacak bir şey olmazdı. Ama eğer birileri bize cambaza bak deyip arkadan bir şeyler çevirmişse başarılı olduğu­muzu söyleyemezdik.

Gideceğiniz yen kendiniz belirlememişseniz oranın güzel ya da kötü olmasının önemi yoktur. Bugün iyi yere götüren yarın sizi ate­şe atabilir.

1987 yılında olduğunu sandığım, Yener Süsoy’la yaptığımız bir söyleşide koruculuğa karşı çıkmış ve düzenin devlet tarafından sağ­lanması gerektiğini söylemiştim. Öngörülen çatışmadan kim galip çıkarsa devleti o kurar demiştim. Barzani’nin kazanmasını sız iste­miyor muydunuz?

*****

Zırhlı birliklerin savaşta çok önemli rol oynadığı inkar edile­mez. Piyade sonucu belirleyen güç konumundadır. Dağlık ve çok engebeli bir arazide tank kullanırsanız size faydalı olması bir yana ciddi sorunlarla karşılaşırsınız. Düz bir alanda korumasız piyade sa­dece zayiat rakamlarını yükseltir. Bir şeyin tek başına doğru ve fay­dalı olması yeterli değildir. Şartlarla uyuşmayan doğrular yanlıştan da öte zararlar verebilir.

Güneydoğu sorununun daha çok demokrasiyle çözüleceği yay­gın bir kanıdır hatta üzerinde uzlaşma sağlanan tek çözüm yolu ol­duğu söylenebilir. Bunun doğruluğunu sınamak ıçm şöyle bir dene­me yapılabilir. Güneydoğu bir Hyde Park ilan edilir ve orada her şe­yin söylenebileceği, buna bölünme, şiddet propagandası da dahil edilir ama şiddet kullanmanın evrensel bir suç olduğu ıçm cezalan­dırılacağı söylenir. İnsanların, kuş dili de dahil istediği dili kullana­bilmesine imkan sağlanır.

Böyle bir durumda ne terör daha şiddetli hale gelir ne de düzen sağlanır. Biraz daha renkli ama genel eğilimin değişmediği bir gü­neydoğuyla karşılaşırsınız.

Buluttan nem kapanlar için yukarıdaki örneğin sadece zihinsel bir model olduğunu söylemek zorundayım. Aksı halde benim şid­detin propagandasının serbest bırakılmasından yana olduğumu söy­leyebilirler.

Türkiye’deki düşünce ortamı hiçbir zaman verilerin değişme­sini önermez. Kimse güneydoğudaki yapının bir sorun kaynağı ol­duğu ve bunun değişmesi gerektiğini söylemez. Burada kurulan partilerin hemen hemen hepsinde demokrasi kelimesi vardır ama oradaki yapının demokrasi için ciddi bir engel olduğunu kimse düşünmez. Mesela yukarıdaki denemeye “bölge egemenlerini ve var olan sosyal yapıyı eleştirmek de dahildir’’ derseniz kıyamet ko­par. Orada istenen demokrasi kitle ıçm değildir sadece bölge ege­menlerinin hareket alanlarının genişletilmesi yeterli bir demokrasi olarak algılanır. Birisi çıkıp, “Ben aşiret reisinin istediği partiye oy vermeyeceğim. Ben Komünist Partisinden yanayım” derse gayet demokratik bir biçimde susturulur. Bir daha da kimse böyle bir şey söylemeyi denemez bile.

Demokrasinin temel şartı insanların bağımsız ve korkusuz bi­reyler haline getirilmesidir. Bugün korkunun kaynağı olarak devlet

gösterilmektedir. Yanlış uygulamalar yüzünden insanları sınırlayan gücün devlet olduğu ve onun uygulamalarının insan haklarına ay­kırı olduğu söylenmektedir ve maalesef devlet bunu haklı çıkara­cak davranışlar sergilemektedir. Devletin düşük profil politikası iz­lemesi halinde sorunların gerçek niteliği gün yüzüne çıkacak ve bunların çözümü hem daha kolay hem de kalıcı sonuçlar yarata­cak biçimde olacaktır.

Sorunun temelinde ayrılıkçı eğilimlerin yattığını hiçbir dönem­de kabul etmedim. Çünkü Türkiye’den ayrılmanın, bölge halkı için bir lütuf değil ceza olacağını, sadece ekonomik değil, bugün şikayet edilen kişisel hak ve özgürlükler alanında da büyük bir geriye gidi­şin yaşanacağını biliyorum. Hiç kimse böyle bir projenin gerçekleş­mesi halinde nasıl bir yapının egemen olacağını düşünmedi ve ayrı­lıkçılık bir şantaj unsuru olarak kullanıldı.

Bu, bölgede, bazılarının zannettiği gibi, hiçbir sorunun olmadı­ğı, ülkenin başka yerlerinde de benzer sıkıntılar varken kimsenin teröre başvurmadığını söyleyenleri haklı çıkarmaz. Eğer soruna dev­letle bölge halkı arasındaki bir problem olarak bakarsanız bu sonu­ca varabilirsiniz ama gerçek durum farklıdır.

Çağdaş değerlerle Orta Çağ ekonomik yapısının bir arada bu­lunması mümkün değildir. Ben yönetici olsam bugün söylenen bü­tün sözlere kulaklarımı tıkar ve bölge insanının daha ilen bir hayat düzeyine ulaşmasının benim sorumluluğumda olduğunu düşünerek ekonomik yapıyı tümüyle değiştirecek, insanların emek ve yetenek­lerinin karşılığını alabileceği bir yapıyı oluşturmaya çalışırdım. Dış tahriklerin sonuçlarını bölge halkının bir kusuru saymaz, onu etki­siz kılmanın devletin görevi olduğunu düşünürdüm. Yanı 12 Eylül dönemindeki gibi suçu yabancının işlediğini söyleyip halkı cezalan­dırmak gibi bir anlamsızlığa düşmemeye çalışırdım.

Rusya ile Çin’in ortak askeri tatbikatı ABD’ye karşı bir gözdağı olarak yorumlandı ve ABD’nin dünyanın tek büyük gücü olmadığı­nın bir ifadesi olarak algılandı. Oysa ben Putın’in yerinde olsaydım ve Bush yönetiminin başarısızlığını isteseydim onun yaptıklarının hiçbirini yapmazdım. Hele böyle bir gövde gösterisini aklımın ucundan bile geçirmezdim. Bu tatbikat hiçbir somut sonucu olma­yan, çıkarları çatıştığı için bir araya gelmeleri söz konusu olmayan Çın ve Rusya’yı birlikte göstererek ABD yönetiminin temel iddiasını güçlendırmekten başka bir işe yaramaz. ABD’nin çıkarlarını koru­manın ve dünya barışını sağlamanın temel şartının asken üstünlüğü sürdürmek olduğunu iddia eden Bush yönetimi bu tatbikatla kuv­vetli bir destek bulmuştur Putin'in daha önce de Rusya’nın elinde kimsenin üstesinden gelemeyeceği nükleer bir silaha sahip olduğu­nu söylemesi Bush’un elini güçlendirmek ıçm yapılmış bir beyan değilse sadece bir gevezelikten ibaret sayılmalıdır. Ben Putın’in ye­rinde olsaydım böyle bir silaha sahip olduğumu ABD’nin Rusya’daki casusluk teşkilatına sızdırır ve böylece caydırıcılığı sağlar ama ka­muoyu önünde askeri açıdan güçsüz bir Rusya imajını sürdürür­düm. Şu anda Bush yönetimi asken harcamalarını artırmak ıçm ye­terli gerekçeye sahiptir ve ona bu imkanı Rusya sağlamıştır. Artık kimse hasmı olmayan ama askeri harcamalarını hızla artıran bir ABD yönetiminden şikayetçi olamaz ve asken harcamaların sınırlan­dırılmasını isteyemez.

Bütün bu olanların, Rusya’nın ABD’nin asken harcamalarını ar­tırmaya yöneltip onu ekonomik bir darboğaza sürüklemek amacıyla yapıldığı da söylenebilir ama bu doğru olmaz. Çünkü ABD Rus­ya’nın gerçek gücünü bilecek durumdadır ve olanlar sadece kamu­oyuna yöneliktir. Ikı taraf da birbirinin gücünü tam olarak bilir.

Eğer ben Bush’un yerinde olsaydım ve Putin yönetimindeki Rusya’dan şikayetçi olsaydım onun yaptıklarının hiçbirini yapmaz­dım. Önce hiçbir ekonomik gerekçeye dayanmayan petrol fiyatla-

rmdaki çılgın yükselişi, önlerdim demeyeceğim, körüklemezdım. Bunun tüm Batılı dostlarımı ve Rusya’nın gelecekteki belalısı Çin’i zora soktuğunu, buna karşılık Rus ekonomisinin hızla düzelmesine yardımcı olduğunu görür, petrol fiyatlarının ekonomik şartların ge­rektirdiği yerde oluşmasını sağlardım.

Biraz tarihe bakar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, SSCB ile va­rılan uzlaşmada Türkiye’nin yen Batı olarak belirlenmişken, bu an­laşmaya hayata geçirmek için Stalin’in Türkiye’yi korkuttuğunu ve Batıya yönlendirdiğini hatırlar, Iran üzerinde uygulanacak baskıla­rın onu Rusya’ya yönelteceğini düşünürdüm.

Küresel sermayeci kardeşlerimin Rusya’daki kazanımlarının Pu- tın yönetimi tarafından yok edilmesine karşı çıkar ve onlarla ittifak içinde Rus ekonomisinin akını üstüne getirirdim. Petrol gelirleri de önemli ölçüde düşen Rusya’nın tüm ihraç ürünlerinin fiyatlarını, geçici bir süre için, düşürürdüm. Eski ABD yöneticilerinin, Şıli’de seçim kazanan komünist Allende’yı devirmek ıçm ülkenin en önem­li ihraç ürünü olan bakırın fiyatını nasıl yerlerde süründürdüğünü ve Şılı’yı ekonomik olarak zora soktuğunu hatırlardım.

Eğer onların yerinde olmayıp da Türkiye’yi yönetenlerden biri olsaydım bu ikilinin birbirıyle çok iyi anlaşan bir çift olduğundan şüphe bile etmezdim. Kafamı bunların nasıl bir model üzerinde an­laştıklarını ve bu modelin içinde Türkiye’nin yerinin ne olduğunu çözmeye yorardım.

Cari açığın tavana vurduğu bir dönemde, iktisatçıların buna bildikleri çerçevesinde açıklama getirmek için nerdeyse tüm mantık kurallarını zorlamalarını keyifle izler, bize güven duydukları için geliyorlar da demezdim. Kürt devleti muhabbetini de bu çerçevede değerlendirir ve eğer gerekiyorsa bölgedeki yöneticilerle bir kahve içer, biliyorlarsa bir parti de tavla oynardım. Sahi Barzanı ve Talaba- ni tavla biliyorlar mı?

Haddimi aşmamak için bu listeye Avrupalı yöneticileri dahil et­miyorum.

Yaz mevsiminin sona ermesiyle birlikte, gizli servis çalışanlarının da tatillerinin sona erdiği ve yeni operasyonlarına başladığı anlaşılı­yor. Ülkemizde provokasyon sezonu törenle başladı. Bir kısmı hilafet talep ederken diğerlen Öcalan’a özgürlük taleplennı dile getirdiler.

Bir eylemin ayrılmaz parçası ona yönelik tepkilerdir ve benim için eylemin değil tepkinin önemli olduğunu söyler dururum. Hiç­bir toplumsal desteği olmayan hilafet çağrısının, bu talebin gerçek­leşmesine bir katkısı olmayacağı açık ama ona duyulan tepkinin bir anlamı var. Kitleler, ülkemizde din temeline dayalı bir yönetim kur­mak isteyenlerin var olduğunu ve bunların sokaklara çıkacak kadar cüretkar konuma geldiğini düşünecektir. Bu konudaki şüpheler bir avuç provokatörle sınırlı kalmayacak, boyutları herkese göre değişe­cek biçimde, tüm İslamcı gruplara yönelecektir.

Öcalan’a özgürlük talebi, eğer ülkeyi yönetenlerin aklında çok düşük bir ihtimalle de olsa, böyle bir niyet varsa, bunu ebediyete gömecektir. Bu eylemleri planlayanların, dile getirdikleri talepleri gerçekleşemez hale getirmek istediklerinden hiç şüphe yok.

Türkiye’de devlet, sıyası amaçlarına uygun olacağını düşünür­se, bir hilafet makamı oluşturmak isteyebilir. Böyle bir uygulamaya karar verecek olan devlettir ve mutlaka onun sıyası projelerinin ge­reği olarak yapılır. Daha açık bir ifadeyle böyle bir karar ancak Milli Güvenlik Kurulunun tavsiyesine dayanır. Siyasi bir mahkumun ge­leceği konusunda da aynı şey söylenebilir. Provokasyonların amacı devletin manevra alanını daraltmak ve gerektiğinde kullanabileceği silahları etkisiz hale getirmektir. Çünkü bu talepler, hasım olduğu aşikar olan grupların hedefi haline dönüştürülmüştür.

Asıl önemli olan eylemlerin bir halk çatışmasını tahrik eder ni­telik kazanmasıdır. Tahriklere karşı aşırı hassasiyet göstereceği bili­nen bölgelerde, mesela Karadeniz’de, etnik olaylar çıkarılmakta ve halk müdahaleye zorlanmaktadır. Yıllarca süren çatışmaya rağmen etnik bir düşmanlığın doğmamış olması dünyada eşi az görülecek bir başarıdır ve bu sonucu sağlayanlar kutlanmalıdır. Şüphesiz hal­kımızın ve kültürümüzün bu sonuca ulaşmadaki katkısı büyüktür. ABD'de doğal bir afet sonucunda oluşan etnik nefret söylentileri, uzun bir çatışmaya rağmen bir arada olabilmenin ne ölçüde büyük bir başarı olduğunu gösterir. Ancak, son zamanlarda, tahrikler bir ıç çatışmanın zeminim hazırlayacak yöndedir ve bu bilinçli bir politi­kanın ürünüdür.

Böyle zamanlarda en büyük görev halka düşmektedir. Karşılaşı­lan eylemler ne kadar yaralayıcı olursa olsun bunlara karşı kayıtsız kalmak ve mücadeleyi devlete bırakmak gerekir. Olayları tertiple­yenler bu ışı çok iyi bilen profesyonellerdir ve bunlara karşı doğal tepkilerle mücadeleye kalkışmak ancak onların amaçlarına ulaşma­larını sağlar. Profesyonel provokasyonlarla mücadeleyi devletin bu işle görevli profesyonellerine bırakmak gerekir. Eğer güvenlik güç­len yanlış davranırsa, gereken önlemleri zamanında ve yeteri kadar almazsa onu eleştirebiliriz ama kendimizi devletin yerme koyup va­tan kurtarıcılığına soyunamayız. Karşı tarafın bizden istediği de za­ten böyle davranmamızdır ve çatışmanın bir tarafında bulunursak yenilgi kaçınılmaz olur.

Bir ülkeyi, kendisini ana gövdeden farklı sayan bir grubun ey­lemleri bölemez. Çünkü çoğunluk bu projeyi genellikle destekle­mez ama eğer bir ıç çatışma yaratılabilirse, herkes iradesi dışında ayrışır ve bir arada yaşama imkanı ortadan kalkar. Böyle bir duru­mun tedavisi de yoktur ve ayrışma kaçınılmaz hale gelir. Şu dönem­de hiç kimse, karşı tarafın eylemlerim bahane ederek, çatışmaya gir­meye kalkışmamalıdır. Kışkırtmaların katlanılamaz boyutlarda ol-

ması, insanların dayanma gücünü zorlaması da eylemin bir parçası sayılmalıdır. Bir ıç çatışmanın, bugünkü şartlarda, hemen bir dış müdahaleye yol açacağını kimse aklından çıkarmamalıdır. Bu gün­ler duygularımızın değil sabrımızın sınandığı dönemlerdir ve devle­timiz, biz olayların dışında kalabilirsek, sorunları çözecek güce sa­hiptir. Ayrıca gözümüz devletin üzerinde olacak ve yanlışını görür­sek onu eleştireceğiz.

*****

Türkiye’deki tüm darbeleri şahap iyi gören yerlerinden seyret­tim. 1960 darbesi sürecini, üniversiteye beş yıl geç başlamış bir öğ­renci ve arkadaşlarıma göre daha tecrübeli olarak yaşadım. Öğrenci olaylarının nasıl kurgulandığını biliyorum. O sıralarda arkadaşım olan eşime, sürgün gönderildiğimiz şehrimden. Bizi kullanıyorlar, olaylara katılmayalım diye yazmıştım.

12     Mart’ın tüm karanlık labirentlerinde dolaştım. Doktorası olan bir akademisyendim ve olayları en iyi yorumladığını söyleyen­lerin, en azından konumum gereği, önünde sayılırdım.

13    Eylül darbesini hazırlanması ve uygulanması sürecinde is­tihbarat servisinde çalışıyordum ama en uzak mesafeden izlediğim darbe bu oldu. Tamir ve bakıma ihtiyacım olduğu düşünülmüş ol­malı kı beni kızağa çekmişlerdi ve gazetelerden okuduklarımla ye­tinmek zorundaydım. Sadece bir farkım vardı. Olaylarla ilgilenen, mücadele eden kişileri ve onların bakış tarzlarını biliyordum.

Yaşantıma kendi seçimlerim değil başıma gelenler yön verdiği için her şeye kendi sorunum olarak bakmak zorundaydım. Başkala­rı meslek olarak bir yerlerde bulunuyordu ama bu benim hayatim­di. Bir şeye karar verdim ve onu sonuna kadar uyguladım. Herhangi bir olap değerlendirirken duygularımla aklım arasına su sızdırmaz bir duvar örecektim.

Heı zaman ölen ve öldürenlerle ilgili haberleri, herkes gibi, ben de okudum. Onlarla üzüldüm, onlarla ağladım ama neyin olup bitti­ğini analız ederken bir eşya kadar duygusuz davrandım. Ne kimsenin arkasından gittim ne de kimseyi düşman belledim. Birisini itham etti­ğim zannedildiği zaman bu benim tavrımı anlatmıyordu. Ben sadece olayı tarif ediyordum. Genç bir şehidin yürek yakan acısını duyuyor­dum ama bu duygumu analizlerime sokmamaya çalışıyordum.

Bana göre ne ölenin ne de öldürenin amacıyla uygulanan plan arasında bir bağ yoktu. Söylenenleri kulak ardı edip söylenmeyenle­rin peşine düştüm. Sokaklarda atılan sloganları, bir oyuncunun ham­lesi saydım ve sadece oyun stratejilerini çözmek ıçm bir ipucu olarak değerlendirdim. Gazeteleri, bir olayı öğrenmek için değil, onun arka­sındaki güçlerin ne yapmak istediğini çözmek ıçm okudum.

Olayları her zaman dünyadaki gelişmelerle ilgisi açısından değerlendirdim ve bizim darbelerimizde hiçbir ıç dinamik göz­lemlemedim.

1960’da liberalizme daha yakın olan DP’nin devrilmesini des­tekten öte sevinçle karşılayan burjuvazinin tavrı ideolojik kriterlerle nasıl açıklanabılırdı? 12 Marta niçin gelindiğini bilen var mı? Hü­kümeti devirenler ne istiyordu? 12 Eylül’de, bağımsız bir ekonomik yapıya sahip olan ülkemizde, bağımsız Türkiye için mücadele eden ve bugünkü konumumuzun yolunu açanların yaptıkları tutarlı sayı­labilir mi? SSCB ile yakın ilişki içinde olan hükümeti devirip yerine Batıyla bütünleşme yolunu açanların sadece hata yaptıklarını mı söyleyeceğiz yoksa bunu bir proje olarak mı algılayacağız? 12 Eylül öncesi devletin hasım saydığı kişilerin bugün en önemli yerlerde ve köşe başlarında olduğuna bakarak devletimizin yenildiğini mi söy­leyeceğiz yoksa zaten istenen bu muydu diyeceğiz? Anarşinin bir günde bıçak gibi kesildiğini görüp şaşıranların, neyin amaçlandığını görememelerine ben de o günlerde çok şaşırıyordum.

Bugün de ölen ve öldürenler karşısında duygulanıyorum ama yapmam gerekenin projeyi tahmin etmek olduğunu düşünüyorum ve 12 Eylüle benzer bir durumla karşılaşacağımızı tahmin ediyo­rum. Binleri olayları bastıracak, kahraman ilan edilecek, bir süre ül­keyi idare ettiğini sanacak ve sonra tatile çıkacaklar. Düşman say­dıklarımızın yavaş yavaş yönetimde yerlerini alacağını göreceğiz.

12 Eylül’ün gündeme getirilmesini ve olumsuz yorumların art­masının mesajı da şudur. Bazı askerler vatanı kurtarmak hevesine kapılmasın. Bu olumsuz karşılanır. Bu ışı biz siyaset yoluyla yapaca­ğız diyorlar.

AB ile Türkiye arasındaki müzakerelerin başlaması ya da başla­maması birkaç gün sonra belirlenecek. Biz meseleye bizi alacaklar mı yoksa dışlayacaklar mı diye bakıyoruz. Oysa asıl önemli konu AB’nin geleceğinin ve alacağı biçimin değerlendirilmesidir. Türki­ye’nin üyeliği hem bundan etkilenecek hem de bunu önemli ölçüde belirleyecektir.

İş gücünün serbest dolaşımı süresiz engellendiği ve tanm kesimi dışlandığı için üyeliğin ıkı önemli unsurundan mahrum kalacağız. AB’nin ekonomik sıkıntıları ve yeni üyelere önemli bir yardımın ön- görülmemesı nedeniyle bir kaymak beklentimiz de yok. Yanı AB üye­liğinin ekonomimize doğrudan bir katkısı olmayacak. Ancak üyeliği­mizin yabancı sermaye gelişini teşvik edeceğini ve bu katkının dolaylı olduğunu düşünüyoruz. Bunun doğruluğu tartışılabilir ve üye olma­mamız halinde daha fazla yabancı sermaye geleceği söylenebilir.

îkı sorunun doğru cevaplandırılması gerekir. Birincisi hiçbir katkı beklemediğimiz bu üyeliği neden bu kadar istiyoruz? İkincisi herhangi bir maliyeti olmayan, üstelik AB bütçesine yapacağı katkı­dan daha azını alacak olan ülkemize neden direniyorlar?

Türkiye'de AB üvelığı hep iktisadı açıdan değerlendirilmiş ve diğer bazı üyeler örnek gösterilerek, hızla kalkınacağımız söylen­miştir. Zorunlu demokratikleşme de bunun üzerine eklenen bir ödül sayılmıştır İtirazların ülkemizin yeten kadar demokrat olma­masından ya da tarkh bir kültürü temsil etmemizden kaynaklandı­ğı düşünülmüştür Bu bakış açısına göre ortada herhangi bir sıyası sorun yoktur. Yanı üyeliğimize ne dışardan kimse itiraz etmekte, ne de üyeliğimizin birliğin yapısına etkisi tartışılmaktadır. Ortada sadece çözülmesi gereken sorunlar vardır. Eğer durum buysa şöyle bir yol izleyebiliriz: AB’ye isteklerini bir kağıda yazmalarını ve bunların hepsini itirazsız imzalayacağımızı söyleriz. Bu durumda hiçbir sorunun kalmaması gerekir. Oysa ABye bugün hangi mesa­fede isek orada oluruz.

Kaldı kı AB ile aramızdaki mesafeyi de ölçemeyız. Ingiltere ve onu izleyenlerle herhangi bir sorunumuz yok ama Merkel ve Sar- kozy açısından baktığınızda bu mesafe kapatılamaz boyuttadır. Üstelik karşılaştığımız bu durum şartlara bağlıdır. Başka bir sıyası iktidar döneminde tam tersi bir tavırla karşılaşabiliriz. Yanı itiraz edenler taraftar, destekleyenler muhalif konuma geçebilir. Asıl so­run AB içinde farklı ıkı grubun oluşması ve bunlar arasında kıyası­ya bir mücadele yaşanmasıdır. Ne yaparsak yapalım isteyenlerimiz ve istemeyenlerimiz olacaktır. Bu aşılacak bir engel değildir ve önümüzdeki günlerde hafif aralanmış bir kapıdan başkasıyla karşı­laşmamız mümkün görünmemektedir. Sorun biz değilsek çözümü de biz üretemeyiz.

Ancak şu konuyu tartışabiliriz: AB siyasi bir alternatif olmaya devam edecek mı? Yoksa AB içindeki iki farklı kanat bir ayrışma ne - dem mı olacak? Eğer bir bütünleşme sağlanırsa bu yüzeysel ve şekli bir bütünlük mü olacak yoksa, öngörüldüğü gibi, dünya dengele­rinde etkili yeni bir sıyası aktörle mı karşılaşacağız?

Ben AB’nın bir aktör olamayacağını düşünüyorum ve bu kana­ati uzun zamandan beri taşıyorum. Bazılarına çok komik ve hayalı geleceğini bildiğim bir alternatifin daha gerçekçi olacağına inanıyo­rum. ABD ve Rusya arasında kurulacak bir dengenin ortasında Tür­kiye etrafında gelişecek bir sıyası yapının daha gerçekçi olacağını düşünüyorum.

Liberalleşme ve demokratikleşme akımlarının zayıflayacağını, bunun yerine güçlü devlet yapılarının öne plana çıkacağını sanıyo­rum. Her iki akım farklı zamanlarda egemen olmuş ve yerlerini bir­birine terk etmiştir. Bugün de yeniden devlet odaklı yapılanmayı doğuracak bir sıyası ortamın var olduğunu düşünüyorum.

İktidarların başarı ve başarısızlıkları çağın gidişme uygun olup olamamalarıyla belirlenir. Eğer yönümüz liberalleşmeye dönükse devleti savunmak abestir ve bunun tersi de doğrudur. Liberal akı­mın hem iktisadı hem de sıyası planda çıkmaza girdiği biçimindeki yargım doğruysa gelecek diğer tarafı galibiyetiyle şekillenecektir.

Genel eğilim insanların önce bir dünya görüşü benimsemesi, bir ideolojiye yandaş olması ve sıyası tercihlerini buna göre yapması biçimindedir. Bireyler ıçm doğru olabilecek bu tutum ülkenin gene­li için sağlıklı olmayabilir.

Önce siyası bir projenin seçilmesi ve değer yargılarının bunu destekleyecek biçimde oluşması gerekir. Daha açık bir ifadeyle önce İslamcı, milliyetçi, liberal ve benzen bir eğilim seçilip sonra buna uygun bir ıç ve dış politika benimsenemez. Öncelik siyasi projededir ve ideolojik tavır buna uygun olarak seçilir. Eğer Birin­ci Dünya Savaşından sonra geriye küçülmüş bir Osmanlı kalsay­dı, yanı çeşitli ırk ve inançlara sahip insanlardan oluşan bir top­lumla işe başlasaydık bugünkü dünya görüşümüz bundan çok

farkh olurdu. Bugün savunduğumuz düşünceler bir tercihin değil bir mecburiyetin sonucudur.

SSCB’dekı rejim değişikliği içerdeki zorlamanın bir sonucu de­ğil dünya dengelerindeki aleyhteki değişmelerin telafisi ıçm yapıl­mış bir operasyondur ve halkın bu yönde aktif bir talebi yoktur. Dünya ölçeğindeki dine yöneliş kendiliğinden oluşmuş bir eğilim değil siyasetin bir gereğidir. Sağ-sol ayrışmasının anlamsız hale gel­mesi yeni bir farklılık bulmayı gerektirmiş ve din bu ihtiyacı karşıla­mıştır. SSCB dağılmasaydı hakim zıtlaşmanın gene de dm olacağı söylenebilir mi?

AB üyeliğinin Türkiye ıçm bir medeniyet projesi mi yoksa si­yası bir proje mı olduğu anlaşılamamaktadır. Birçok etkili İsım üyeliğin bir araç olduğunu, toplumun ekonomik ve sosyal geliş­mesini sağlamak ıçm bu yolun seçildiğini söyleyerek AB’nin siyası hedeflerine karşı tamamen kayıtsız bir tavır sergiliyor. Bu kayıtsız­lık böyle bir sıyası hedefin hiç olmadığı biçiminde yorumlanacak kadar belirgin.

Aynı şey ekonomik politikalar ıçm de geçerlıdır. Bir ekonomik modelin her şart altında geçerli ve iyi olduğu söylenemez. Bugün savunulan liberal ekonomik düşüncenin arka planında sıyası bir model vardır ve bu küresel bir dünya yönetimini öngörmektedir. Türkiye’nin 1980’den«sonra gerçekleştirdiği değişimin temelinde ül­kemizi Batıyla ekonomik olarak bütünleştirmek ve bu yolla sıyası tercihlerini kayıt altına alma amacı vardır.

AB, başlangıçta, ABD ve SSCB dışında sıyası bir odak olmak is­tiyordu ve ekonomik bütünleşme bunun bir aracından ibaretti. Kü­resel ölçekte liberalleşme birliğin ekonomik yanını anlamsız hale getirdi. Tüm dünyanın tek bir ekonomik bütün haline gelmesi böl­gesel birliktelikleri gereksiz kılıyordu.

Bu durumda Türkiye’nin AB üyeliği ne anlam ifade eder? Eğer

AB siyasi açıdan farklı bir aktör olmayacaksa ve dünya ölçeğinde serbest ticaret söz konusuysa bu birliğe ne gerek var?

Önümüzdeki dönem Türkiye nın AB üyeliğinin değil AB nın ne olacağının tartışılacağı bir dönem olacaktır. Bunun somut ifadesi Avrupa’nın küresel yapılanmanın bir uzantısı mı yoksa farklı bir ak ­tör mü olacağıdır.

Türkiye, birliği ekonomik ve sosyal açıdan değişimin bir aracı olarak görmekte, ona herhangi sıyası bir anlam yüklememektedır. Kaldı ki AB’yi tanımlayacak sıyası bir tavır da oluşmamıştır Irak’ın işgali çok farklı ve birbirine zıt eğilimlerin var olduğunun bir gös­tergesidir ve bu eğilimin değişeceğine dair bir işaret yoktur.

Türkiye siyası bir projesi olmadan sosyal ve ekonomik projeler uygulamak istemektedir ama bu mümkün değildir. Yeni dünya dengeleri konusunda bir öngörüsü ve tasavvuru yoktur. Soyut ilke ler üzerine bina edilen bir dış politika anlayışının varlığından söz edilebilir. Komşularla iyi geçinmek, herkese aynı mesafede durmak, AB üyesi olup ABD’nin stratejik müttefiki olmak bir dış politika stratejisi olamaz.

Öncelik siyası projededir ve önce gelecekteki konumumuzun ne olacağını saptamak gerekir Bu hem ekonomik politikamızı hem de sosyal projemizi belirleyecektir. Bir birliğin parçası olup milliyet­çi olamazsınız ya da üyesi olduğunuz birliğin dış politikası dışında bir politika izleyemezsiniz. Hem küreselci olup hem de sıkı bir AB yandaşı olmak ise sadece bir fantezidir.

Yaşadığımız ortam bana 12 Eylül öncesini hatırlatıyor. Yeni bir darbeden söz etmiyorum sadece düşünce ortamındaki benzer­liklere dikkatinizi çekmek istiyorum. O zaman binleri ülkede ko­münist bir kalkışmanın olduğuna inanıyor diğerleri de faşizmin

ayak seslerim duyuyordu. Şimdilerde ıkı taraf da yanıldığını ken­dileri itiraf ediyor.

Bugün binlen Galata Port’ları satarak zenginleşebıleceğımizi hayal ediyor diğerlen çılgın Türkler rolünü oynuyor. Her iki tarafın tavrını da anlamsız buluyorum. Yine bir hayal aleminde yaşanıyor ve geçmişte olduğu gibi yeni bir kurgunun aracı konumuna düşü­yorlar.

Kuleli Asken Lisesinde okurken çılgın bir Türk olacak biçimde eğitiliyorduk. Bir gün bir Amerikan uçak gemisini ziyaret ettik ve hayatımın en kötü günlerinden birini yaşadım. Elimdeki otomatik bile olmayan silahımla gördüğüm teknoloji arasındaki fark çılgınlı­ğımı derin bir karamsarlığa dönüştürdü. Teknolojiye olan düşkün­lüğüm mutsuzluğumun da nedeni oldu.

İnsanın doğasında sahip olmak mı yoksa bilmek dürtüsünün mü egemen olduğunu kestiremiyorum. Belki de bu her insan için farklıdır. Ama oğlumun, çocukluk çağında, oyuncaktan hoşlandığı­nı’ , bu benim demekten zevk aldığını ama bir şeyi öğrenince en coş­kulu çığlıkları attığını hatırlıyorum. Bilme arzusunun da bir tutkuya dönüşebileceğini ve sahip olmaktan daha önemli olabileceğim dü­şünüyorum.

İktisat bilimi, kısaca, en iyi yapabileceğini üret yanı bugünkü konumun bir veridir ve bunun gereklerine uygun davran diyor­du. Ben yapını değiştir ve en ilen teknolojiyi kullanacak bir yapı oluştur diyordum. Herkesin veri dediğine ben değişken gözüyle bakıyordum.

Çılgın Türkleri anlatan kitabın kapağını bile kaldırmadım, fı- nans piyasalarını da sonucu şikeli maçlarla belirlenen ıddaa oyunu­na benzettim. Bir sürü rakamı alt alta sıralayıp ekonominin iyiye mı yoksa kötüye mi gittiğini kestirenlere falcı gibi baktım. Benim gö­züm para da değil teknolojideydi. İçinde bulunduğumuz durum da

hep aynı düzeyde ve kötüydü. Kaynaklarımızı tekstil ve turizme harcayarak gelişmiş bir ülke olacağımızı söyleyenlerin en fazla bir İspanya yaratabileceklerini görüyor ve bir ülkenin ufkunun bu ka­dar yakın olmasını hazmedemıyordum. Bana göre donumuzu, göm­leğimizi dışardan almalıydık ama varımızı yoğumuzu ileri teknoloji­lere yatırmalıydık.

Bazılarına göre çok mesafe kal ettik ve- en lüks otellerde bile ürettiğimiz havlular kullanılıyor. Turistlerin sayısı her geçen gün ar­tıyor ve turizm gelirleri tavana vurmak üzere. Bu güzel tablonun içinde kaderimiz ış bilmeyenler safına dahil edilmek oldu. Hayatın­da beş kuruş para kazanmamış insanlar ekonomi konusunda ahkam kesemezlerdi ve ben gerçekten de bu sınıfa dahildim.

Fantezilerim bunlarla sınırlı değil. Egemenliği din adamlarının, soyluların, burjuvaların ve nihayet kitlelerin kullandığı çağın geçti­ğim görüyor ve yeni egemenlerin kimler olacağını kesiıremiyorduk. Demokrasi halkı işaret ediyordu ama onları yönlendirenler parayı ellerinde tutanlardı. Bu son aşama mıydı7 Yanı geleceğimizi renkli devrimler mi belirleyecekti?

Bana göre bu sorunun kesin cevabı hayır' olmalıydı. Bilgi ça­ğında bilenlerin egemen olması kaçınılmazdı. Ama ortada çözülmesi gereken bir problem vardı ve bilgi paranın kontrolünde, onun işaret ettiği yönde üretılebilıyordu. Bilim adamları çağdaş köleler konu­mundaydı ve sadece isteneni söyleyenler ön saflarda olabiliyordu.

İçimden bir ses, “Bunlar birer yanılgı, bilenler ön safta görü­nenleri kullanıyor” diyor ve egemenliğin bilginin kontrolüne geçti­ğini düşünüyorum. Karmaşa bilenle bilgin geçinenlerin birbirine karış tırılmasından kaynaklanıyor.

Ne çılgın bir Türk ne de Galata Port’çu olmamanın sıkıntılı bir konum olduğunu takdir edersiniz. 12 Eylül öncesinde çatışan taraf­ların bir hayal olduğunu söylemenin bedelini ödedim. Bugün de bir

bedel ödemeye razıyım. Ödeyecek bir şeyi olmayanın borçtan kork­ması gerekmez.

Bir saldırıyla karşılaştığımızda ne yapacağımızı herkes bilir. He­men bütün gücümüzü saldırının geldiği yönde toplar ve kahraman­ca dövüşmeye başlarız. Karşı tarafın iddialarının gerçek dışı olduğu­nu tekrarlarız, farklı bakış açılarının karşı tarafa hizmet edeceğini söyleriz.

Bir mücadelenin böyle kazanılması mümkün değildir. Çünkü sal­dırıyı başlatanın ilk ışı sızın nasıl karşılık vereceğinizi tahmin etmek ve tepkilerinizin onun istediği gibi olmasını sağlamaktır. Hiç kimse saldırıya uğrayanın tepkisiz kalacağını düşünmez. Bu nedenle verece­ğiniz karşılığın kendi istediği biçimde olmasını sağlamaya çalışır.

Bugün bölgemizdeki çatışmada kullanılan araçlar din ve etnik farklılıklardır. Irak’ın işgalinden sonra gerçekleştirilen siyası cephe­ler bu temele dayandırıldı. Biz bu çatışmaya daha önce hazır hale getirilmiştik. Dinin ve etnik farklılıkların siyasette belirleyiciliğini çoktan beri yaşıyorduk. Türkiye’de İslamcı kimliği ön plana çıkan bir iktidarın bulunması, uluslararası planda, bizi İslamcı cepheye sokuyordu ve bu garip bir tesadüf olmalıydı.

Senaryo yazmayı seviyorum ve böyle bir durumla karşılaşan ül­kemizde bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısını hayal ediyorum. Dı­şarı sızmamak kaydıyla müzakereler şu şekilde olabilir ve bir karar alınır. Başbakan söze başlar ve partisinin sıyası kimliğinin ülkemizi hedef konumuna getirdiğini söyler ve iktidarın dine en uzak görü­nen bir partiye verilmesinin gerektiğini ilade eder. Bunu gerçekleş­tirmek ıçm partisinde huzursuzluk yaratıp dağılmayı sağlamaya ha­zır olduğunu söyler. Bir başka üye etnik tahriklerin artığına işaret edip bu gelişmenin yönünün değiştirilmesinin, etnik temele dayalı

muhalefetin ideolojik tur çizgiye çekilmesinin ve olayları kışkırtan ülkelere karşıt konuma getirilmeleri gerektiğini ifade eder, kinik söylemlere karşı aynı biçimde cevap verilmesinin gerginliği tırman­dıracağına ve bu konuda toplumun duyarsız kalmasının sağlanma - sının gerekli olduğunu söyler. Etnik temele dayalı siyaset yapanlar kendileri çalıp kendileri söylemelidirler.

Bir başka üye asıl meselenin sıyası bir proje üretmek olduğunu ve bölgeye verilmek istenen şeklin ne olacağının önceden kestirilip bu konudaki tavrımızın belirlenmesinin gerekliliğine işaret eder. Önünde kalın bir dosya bulunmaktadır ve bu dosyada bölgedeki yapılanmaların sosyal, ekonomik, kültürel özelliklerinin incelendiği araştırmalar vardır.

Bir üye şöyle der: "Binaları kurmalarına izin verebiliriz ama bu binaların temellerini biz kontrol etmeliyiz. Etrafa dinamitler yerleş­tirmeyi de ihmal etmeyelim.”

Bir başkası bölgede etkin olan güçlerin nasıl bir politika izleme­lerinin beklendiği konusunda açıklama yapar ve belki de “Şu sırada geri çekilme daha faydalıdır. Önce diğerlerinin nasıl davranacağını ve dengelerin nasıl oluşacağını görelim" diyebilir

Hiyerarşiye bakılmaksızın mücadelenin kimin yönetiminde sürdürüleceğine karar verilir. En tepedeki kışı bile artık bir müca­delenin neleri olduğunu farkındadır ve herkes kazananla kahraman ilan edilecek kişinin aynı olmayabileceğinin bilincindedir. Herkes re kendisi ne de sadece temsil etliği ülke adına hareket etmediğini, dünyaya karşı sorumluluklarını yerine getirdiğini düşünmektedir. Belki de, dindar bir üye "Allah’ım bugüne kadar sana layık bir kul olmak için uğraştım. Bugün bana layık gördüğün mevki senin iste­diğin gibi bir dünya yaratmak için çalışmayı gerektiriyor. Bugüne kadar ne olduğumun hesabını vermeyi düşündüm. Artık ne yaptığı­mın hesabını vereceğimin farkındayım" diyebilir.

Kurul toplantısı sona erdiğinde gazeteler bambaşka bir havayı yansıtır. Kurulda ciddi tartışmalar yaşanmış ve tam bizden bekle­nen bir sonuç ortaya çıkmıştır. Herkesin diğeriyle kavgalı olduğu izlenimi vardır. Toplantıyla ilgili bilgiler bir şeklide basma sızdırı­lır ve alınan kararların karşı tarafın beklentilerine tamamen uygun olduğu görülür. Gazetelerde 35’inci maddeyle ilgili tartışmalar baş köşededir.

*****

İnsanlar genellikle bir olay gerçekleştikten sonra onu inceler ve değerlendirirler. Ben bu metodu kullanmıyorum ve önceden, mev­cut verilere bakarak bir model kuruyorum ve geleceğe ait tahmin­lerde bulunuyorum. Kurduğum model Avrupa’da ulusalcı eğilimle­rin artacağı, ekonomide korumacı politikalara geçileceği ve bunun AB’nin temel hedefleriyle uyuşmayacağı biçimindeydi. Bunlara da­yanarak AB’nin, en iyi ihtimalle bir ittifak sistemine dönüşeceğini ve bütünleşmenin şekilden ibaret kalacağını düşünüyor ve söylüyor­dum. Bu nedenle Fransa’daki olayları sosyal şartların doğal bir so­nucu olarak görmedim. Ortada patlamaya hazır bir çıbanın olduğu doğruydu ama bir de patlatanı olmalıydı.

Avrupa’da gelişen olaylarda rol oynayabilecek başka grupların kimler olacağını düşündüm. Hedefi ve ona verdiğiniz ad ne olursa olsun, bir Kürt siyasal hareketi vardı ve Avrupa’da önemli bir Kürt nüfus yaşıyordu. Bunlar olayların dışında mı kalacaklar yoksa çatış­maya bir yerinden katılacaklar mıydı? Eğer katılacaklarsa fitil nasıl ateşlenecekti?

Güneydoğuda başlayan ve PKK’ya atfedilen terör eylemlerini şüpheli buldum. Her tarafı basımlarıyla çevrili bir gücün, intihardan farksız eylemlerinin sebebi ne olabilirdi? ABD’yi “Ben onların üste­sinden gelemem” dedirten sebep neydi? Bu bir acizlik ifadesi mıydı yoksa bir projenin kılıfı mı?

Avrupa içinde gelişen olayların, sıyası bir sonuç yaratması için, hem coğrafi hem de yoğunluk olarak artması gerekirdi. Fransa’da Kuzey Afrika kökenli insanların yarattığı kargaşa başka yerlerde ay­nı nüfus yoksa, başkaları tarafından gerçekleştirilebilir mıydı?

Bunları düşünürken bir haber dikkatimi çekti. Ortada PKK’ya atfedilebilecek bir eylem yokken Avrupa PKK’yı terörist ilan etti ve karşısına aldı. Bu karar, bir eyleme dayanmıyorsa, istihbarat rapor­larının bir sonucu olmalıydı. Belli kı güvenlik güçlen bir hareketli­lik sezmişti.

Bu grupları eyleme sürükleyecek bir gerekçeye ihtiyaç vardı. Bu gerekçe Avrupa’da bulunamazsa başka bir yerde ortaya çıkabilir miydi? Mesela Türkiye’de başlatılacak bir eylem Avrupa’ya sıçratıla- bilir miydi? Gözüm Türkiye’de kulağım Avrupa'daydı.

Şemdinli’deki manasız olayı duyunca "Acaba düğmeye mı ba­sıldı?” dedim. Olayın gerçekliğinden çok yansıması önemliydi ve ilk intiba bazı çevrelen harekete geçirebilirdi. Olay, herkesin istediği gibi yorumlayabileceği cinstendi.

Analizimin doğru olup olmadığını ben de bilmiyorum ve geliş­meleri izliyorum. Eğer ücra bir yerde başlayan olaylar zincirleme tepkilere neden olursa, bunu doğal bir gelişme saymayacağım. Üste­lik kim haklı, kim haksız sorusuna hiçbir zaman cevap aramayaca­ğım. Böyle bir olay olmasaydı başka bir şey olurdu ama aynı sonucu yaratırdı.

Şu anda herkes bililerini bulup cezalandırma peşinde. Devlet sorumluları arıyor, Başbakan olaya el koyuyor, diğerleri sonuna ka­dar gidileceğini söylüyor. Bütün bunlar umrumda bile değil. Hayatı­mın hiçbir döneminde sıyası olayların hukuk yoluyla çözüleceğini düşünmedim.

Fransa’da başlayan olayların başka yerlere sıçrayıp sıçramayaca­ğı, buralarda hangi grupların eyleme sürüleceğini merak ediyorum.

Avrupa’da güvenliğin ön plana çıkıp demokrasinin feda edilmesinin nasıl sonuçlar yaratacağını, ekonomik daralmanın korumacılığı geti­rip getirmeyeceğini ve bunun ülkemize etkilerini düşünüyorum.

Belki de çok komik bir durumla karşılaşacağız. Bizden daha fazla özgürlük isteyen Avrupa'nın gerimize düşebileceğini, ıç güven­liği sağlamak ıçm orduyu devreye sokabileceğim düşünebiliyor mu­sunuz? Bunlar uç öngörüler olarak değerlendirilebilir ama en azın­dan gittiğimiz yönü göstermektedir.

Ara aşamaları bilemem ama sonucun şöyle olacağını sanıyo­rum. Ulus devlet yapılan ön plana çıkacak ve yeni bir ittifaklar sis­temi kurulacaktır.

Birisiyle ortaklık yapmak istediğiniz zaman ıkı özelliği kararı­nızda etkili olur. Bir yandan onun becerisini ve kazancınıza katkısı­nı düşünürken diğer yandan ne kadar güvenilir olduğunu sorgular­sınız. Nasıl davranacağınız şartlara ve sızın neye önem verdiğinize bağlıdır. Eğer güvenlik ihtiyacınız ön plandaysa ortağınızın ticari yetenekleri hiçbir anlam ifade etmez.

Siyasette de benzer bir durum söz konusudur. Ortam sakın ise ve güvenliğinizi tehdit altında hissetmiyorsanız daha rahat bir hayat umduğunuz sıyası oluşumu desteklesiniz ama belirsiz ve r sklı bir ortamda güven duygusu belirleyici olur.

Aynı sıyası gücün her ıkı ihtiyacı karşılaması genellikle müm­kün olmaz. Kazanç arttıkça risk unsuru belirginleşir. Hele zayıf or­tak konumundaysanız her şeyiniz kaybetmeniz bile söz konusu ola­bilir. Bu nedenle beğenilenle güvenilen çoğunlukla farklıdır.

İsmet İnönü beğenilen bir politikacı değildi ama güvenilirliğin­den şüphe edilmezdi. Onun varlığı bir teminat olarak bir kenarda tutulur ve halk daha rahat yaşamayı vadeden partilere yönelirdi.

Menderes ailesi, en zor gününde, onun desteğini almaya çalışmıştı. Bu onun, sıyası yönünün dışında, güvenilir olduğunun bir işaretiydi ve yardım edememesini kötülüğüne değil çaresizliğine bağlamışlar­dı. Zaten "Sızı ben bile kurtaramam’’ derken kendini aşan güçlerin olduğunu itiraf ediyor ve zayıflığını itiraf etmeyi güvenilmez olmaya tercih ediyordu.

Türkiye’de ordu, ülke ıçm önerdiği çözümler en beğenilenler olmasa bile, en güvenilir kurum olmaya devam etmektedir. Bu açı­dan 1980 sonrası çok ilginç gelişmelere sahne olmuştur. Yüzde doksanı aşan bir oy oranıyla Anayasa kabul görürken ve darbe ner- deyse herkesin desteğini alırken seçimleri tamamen farklı ideolojik yapıdaki Turgut Özal kazanmıştı.

Bu ikili tavır herkesi yanıltmaktadır. Büyük oy desteği sağlayan siyası oluşumlar bir gün kendilerini boşlukta hissetmekte ya da en güvenilir kurum, arkasında sıyası destek bulamamaktadır.

Bu konuda yazı yazmanın ne kadar zor olduğunu kabul edece­ğinizi umarım. Binlen sözlerimi demokrasi karşıtlığı olarak algılar­ken diğerleri beğenilen kurumun aleyhinde olduğu izlenimini edi­nebilir. Oysa her ikisi de doğru değildir.

Dünyadaki şartlar ve bizim konumumuz güvenilirlikle beğenı- lirlığın bir arada olmasını gerektiriyor. Eğer bu aymı yrapı içinde ger- çekleştirilemiyorsa onları temsil eden güçlerin ortak bir noktada birleşmesi gerekir. Bu yazıya yazmamın nedeni gelişmelerin bu yön­de değil aksine tarafların birbirinden uzaklaşan bir politika izlediği­ni görmemden kaynaklanıyor.

Türkiye dünya üzerindeki büyük mücadeleye negatif yüklerle değil, etkili pozitif güçlerle girmektedir ve buradan zarar görerek çıkmak tarihin en büyük beceriksizliği olarak anılacaktır. Ülke için­deki güç odaklarından birinin kazanması, eğer bu Türkiye’nin kaybı ise reddedilmelidir.

Bugün ülkemizin en aymaz takımı para hırsına teslim olanlar­dır ve çaldıklarını yiyebilecekleri bile şüphelidir. Ama bu kişilerin verdikleri en büyük zarar kendilerini ve temsil ettikleri düşünülen grupları işbirliğine değer olmaktan çıkarmalarıdır. Bu bir ahlak so­runu olmaktan çıkmış ülkenin geleceğini etkiler hale gelmiştir.

Diğer önemli sorun ülkemizin bütünlüğünün tehlikede olduğu kanısının yaygınlaşmasıdır. Kürt önderlerinin, geleceği belirsiz bir dış desteğe dayanarak, çamur üzerine bina kurmaya çalışacak kadar tarih ve siyaset bilincinden uzak olduklarına inanmak istemiyorum. Önümüzde herkese gurur verecek kadar büyük imkanları görecek­lerini ve büyük bir geleceğe katkı yapacaklarını sanıyorum.

Bu nedenle sokak olaylarına bakmıyorum ve insanların beynin­deki tasavvurların ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bu konuda taraf olmak kolay, çözüme katkıda bulunmak zor. Aynı sözleri birisi bölücülüğe destek olarak algılarken karşı taraf kendilerine yönelik bir husumet sayabilir. Bir tarafın kazanıyor görünmesi herkesin kaybetmesi anlamına gelebilir.

Son günlerde karşılaştığımız olayların kendiliğinden oluştuğu­nu ve bir projeye bağlı olmadığını düşünmüyorum. Şemdinli’de gerçekleşen ve bir dönüm noktası niteliğinde olan provokasyonla Orgeneral Hilmi Özkök un görev süresinin uzatılması konusundaki tartışmalar aslında bir bütünün parçaları gibi görünüyor. Her ıkı o­lay da orduyu ilgilendiriyor ve olumlu bir içerik taşımıyor. Birinci olayda Susurluk hatırlatılıyor ve ucu orduya dayanan hukuk dışı eylemlerden söz ediliyor. Siyasiler bir yandan olayın açıklığa kavuş­turulacağı güvencesini verirken diğer yandan geçmişin tekrarlanma­yacağını söyleyerek bu olayla Susurluk arasında bir benzerlik oldu­ğunu apaçık ifade ediyorlar.

Olayın niteliği konusunda tereddüt yok. Resmi görevli kişilerin örtülü bir operasyon yaptığı ve suçüstü yakalandığı söyleniyor. Ce­vabı aranan soru, bunun normal hiyerarşi içinde mı yapıldığı, yoksa bireysel inisiyatiflerin bir sonucu mu olduğu. Eğer olayda yer alan kişiler bir sistem dışı binlen tarafından yönlendırılıyorsa verecekleri ifadeler bunun yukardan verilen bir emirle yapıldığı yönünde ola­cak ve sorumluluk orduya yüklenecektir

Benim metodum etkiyi, yanı olayın kendisini değil oluşan tep­kileri analız etmek olduğundan, ortaya çıkan sonuçla ve oluşan tep­kiyle ilgileniyorum ve bu olayın ordunun etkisini sınırlamaya hiz­met ettiği sonucuna varıyorum.

Bu olayın yarattığı hava dağılmadan Orgeneral Özkök un görev süresi üzerinde bir tartışma başlatılıyor. Bir Genelkurmay başkanı- nın görev süresinin uzatılması sürecin normal bir parçasıdır ve ola­ğanüstü bir durumun ifadesi değildir. Ama eğer bu seçeneği orta­dan kaldırmak isterseniz bir tartışma yaratır ve bu seçeneği kullanı­lamaz hale getirirsiniz. Bu nedenle Orgeneral Özkökun görev süre­sinin uzatılmasını isteyenlerin tavrının, desteği askerler tarafından olumsuz algılanacak kişilere atfen söylenen övücü sözlerin ters bir tepkiye neden olacağını herkes bilir. Bu nedenle Özköku bir alter­natif olmaktan çıkarmak isteyenlerin onu destekler görünen ve sü­resinin uzatılmasını teklif edenler olduğunu düşünüyorum.

Eğer değerlendirmemi sahnede görünenlere yakıştıramıyorsanız bir kademe arka plana geçip bakınız ve belki de doğru değerlendir­me böyle yapılabilir.

Asıl önemli olan ordunun sıyası rolünü sınırlamaktan yana olanların ve bu konuda AB standartlarının uygulanmasını savunan­ların, ordunun yapısı konusunda tartışma yapmaları ve bunu aske­rin normal görevleriyle ilgili nedenlere bağlamamalarıdır. Siyasetin dışında tutulması gerektiğini savundukları kurumu siyasetin ortası-

ra çekmekteler Komutanlar görünen veya beklenen siyasi tavırları­na göre sınıflandırılmakta ve bir tercih ortaya konmaktadır. Her va­tandaş, devletin her kurumu hakkında fikrini söyleyebilir ve göre- vın daha iyi yapılması ıçm teklifte bulunabilir. Oysa son zamanlarda kamu görevlileri yetenek ve becerileriyle değil ideolojik tercihlerine göre sınıflandırılıyor ve konumu buna göre belirleniyor. Binlen Öz- kök’ün kendilerine yakın olduğu havasını yayıp onun hak etmediği bir tepkiyle karşılamasına neden olmuşlardır. Ben bunun onun tas­fiyesini amaçladığını düşünüyorum. Bu konuda daha fazla bir yoru­mun yaptığından daha fazlasını yıkacağını düşündüğüm için burada duruyorum.

Bir kamu görevlisinin bizim açımızdan önemli olan yanı, onun üstlendiği görevi başarıyla yapıp yapmamasıdır. Kişilik değerlendir­mesi yapmak ve olumlu ya da olumsuz tavır almak kimsenin hakkı ve haddi değildir.

Türkiye’nin savunma politikasını, yapılan tehdit değerlendir­melerini, terörün önlenmesi konusunda uygulanan metotları değer­lendirir ve eleştirebilirsiniz. Teklifler sunabilirsiniz. Bunlar sonuç olarak uygulamacıların değişmesine de neden olabilir. Ama sadece kendinize yakın gördüğünüz ıçm bir kışının yanında yer alamazsı­nız. Üstelik yaptıklarınızın ters tepeceği belli ise niyetiniz şüpheyle karşılanır. İtirazım kimsenin lehine veya aleyhine değildir. Ama olanlar yanlıştır ve bu makamların kaderini bazıları etkilemelidir.

Orhan Pamuk olaya bir sorunu çözmek yerme nasıl yüzümüze gözümüze bulaştırdığımızı gösteriyor. Eğer Pamuk’un sözleri, söyle­nen birçok şeyin arasına karışsa ve mahkeme aşamasına gelmeseydi dünyanın ilgisini çekmezdi ama biz aşağılandığımızı düşünüp bu­nun karşılıksız kalmaması gerektiğine karar verdik.

Soykırım iddialarının gündeme gelmedi gelmişin l^mbınm gö­rülmesiyle ilgili değildir Bunlaı geleceğe yön yermek amacıyla ona­ya çıkarılır ye hızım (ayrımısın beklenen sonuçlanıl alınmalını en­gelleyecek biçimde olması gerekil Oysa bir hesap yapmayı secine yaz, tepki göstermek, kayıtsız kalmamak tek bildiğimiz yeldin Kar­şımızdakinin hamlesinden etkilenmeden, belnlcdıgımız bir slıaicııcı izlemeyi ye sonucu belirleyici dayranişlar seigilemew asla geı çekleş üremeyeceğimizi artık iyice anladım. Her etkiye, kaişimızdakının beklediği tepkiyi yermek şaşmaz bu ilkemiz haline geldi

Zaten yatanı çok seyenlcr. sadece kaışılaıındakıleıe değil hızım gibi pısırıklara da gereken cerabı yeniler Milli duygulan son deıece gelişmiş olan bu kardeşlerimiz, hesap yapmak gibi koıkakça dacıa nışlar sergilemek yerme hak edildiğini duşündüklcn ccyabı hemen verirler.

Ben korkak ve ruhsuz takımındanım Karşımdakının hıçbıı za man beklediği tepkiyi almaması geıektiğine inanının Bınne hak et­tiği cevabı vermenin aslında vcnılgıvc götüren en kestirme vol oldu ğunu düşünürüm.

Ülkemle ilgili bir gelişmeyle karşılaşırsam ilk tepkim, “Oyunu görelim, sonra karar veririz" olur. Her korkak gibi ben de uzun süre düşünür ve neyin amaçlandığını kestirmeye çalışırım. Geçmişle ilgi­li tartışmaların geleceği biçimlendirmek amacıyla kıpıklığını, aslın­da tüm tarih bilgisinin daha çok geleceğe von vermek için yazıldığı na inanırım. Soykırım ıddıalaııvla karşılaştığımız zaman bunun ge­lecekteki hangi projenin temelini oluşturacağını sorguladım.

İddiaları kabul etmemek ama olayın tırmanmasına vol ıçacak tepkilerden de kaçınmak gerektiğini, ne kadar az konuşulursa o ka­dar iyi olacağını ve halkımızı tepkisel davranışlara itecek tavırlar ser­gilememiz gerektiğini düşündüm. Oysa biz halkın tepki göstermesi­nin gerektiğine karaı verdik Oysa karşımızdaki de bunu ıstıvor ve

tüm halkı soykırımı savunur konuma düşürmek istiyordu. Böyle za­manlarda halk desteği en sona saklanmalı, olayların olgunlaştığı bir dönemde ve sonucu lehimize etkileyecek biçimde kullanılmalıydı.

En genel ifadesiyle karşılaştığımız durum akademik bir sorun değildi ve burada haklıca aramak gibi bir tavır faydasız olurdu. Bu­nu bir çatışma olarak algılayıp, bir karargahtan yönetilircesıne, he­saplı hamlelerle yürütmek ve bireysel davranışları engelleyici bir yol izlemek gerekirdi.

Kürt sorununun hem teşhisinde hem de tedavisinde uygulanan politikaların yanlış olduğunu düşünüyor ve bunu ifade ediyordum. Tavrımın yeten kadar vatanseverce olmadığı düşünülmüş olmalı kı tepkiyle karşılaştım. Geldiğimiz noktada, yapılan büyük fedakarlık­lara, gereksiz sertliklere rağmen ne kadar yol aldığımız görüyoruz. Bir arpa boyu ılerleyemedığımız hatta gerilediğimiz söylenebilir.

Orhan Pamuk’un Ermeni soykırımı iddiasıyla güneydoğudaki aşırılıkları yan yana koyduğunu görünce irkildim. Çünkü bu tavır, bir gerçeğin ifadesinden çok, bir politikayı yansıtıyordu. Herkesin geçmişteki hatalı uygulamaları sorgulaması, bunların tekrarlanma­ması açısından faydalıdır ama tablonun geneli bir aydının sorgulayı­cı tavrını aşıyor gibi göründü.

Bunu yazarın art niyetine bağlamıyorum. Ancak bir aydının dü­şüncelerini politik konjonktüre bağlı olmadan, hiç kimsenin ilgilen­mediği bir zamanda ortaya koymasının, siyasetin aracı konumuna düşmemesinin gerektiğine inanıyorum.

Olay siyasetin bir aracı konumuna gelince, niyetiniz ne olursa olsun, bu siyası düzeyde değerlendirilir ve buna itiraz etmek, ilen sürülen iddiaların siyaset dışı olduğunu söylemek kolay değildir.

YÖNETMEN

Biz, Bınncı Dünya Savaşında, yenılenlerden bin değildik. Yeni­len OsmanlI’ydı ve bu yenilgi bizi ilgilendirmiyordu. Biz kazananlar­dan biriydik. Üstelik zaferimizi destekleyecek bir alt yapımız, ekono­mik gücümüz de yoktu. İlkel bir teknolojiyle yürütülen geçimlik ekonomi, bırakın bir savaşı desteklemeyi, ınsanlann kamını bile zor doyuruyordu. Savaş, sadece bir ruhla ve önderlikle kazanılmıştı.

Toprağa yepyeni bir tohum düşmüştü. Osmanlı ağacında yeti­şen bu tohumdan süren filize, modem ulusları temsil eden bir aşı yapılacak ve soyuna benzemeyecekti. Bizi değil, Osmanlı’yı yenen güçlere benzeyecek ve bundan sonra modern bir ulus olarak tarihi yolculuğumuzu sürdürecektik.

Şüphesiz aşılı bir gülün dibinden süren yaban filizleri gibi, bazı istenmeyen davranışlar olabilirdi ama bunlar koparılıp atılırdı. Üste­lik aşı en uçtaki dala yapılmıştı. Nüfusun sadece yüzde yirmisi şe­hirlerdeydi ve devrimler yüzde sekseni oluşturan kırsal kesime ula- şamıyordu. Onlar yüzlerce yıl öncesini andıran yaşam biçimlerini sürdürdüler.

Osmanlı döneminde, yaşam biçimi olarak. Batıya benzemeye çalışan seçkinler vardı ama bu sefer dönüşüm daha köklü olacak ve kültür değerlerimiz, iktisadı yapımız, kısaca her şeyimizle onlardan biri olacaktık.

Yeniliklere ciddi bir muhalefet oluşmadı. İnsanlar var olmayı en büyük kazanç saydılar ve bunun ıçm her bedeli ödemeye razı göründüler. Üstelik sürekli yenilgiler, derinden derine, var olanın doğru olmayabileceği düşüncesini doğuruyordu. Önderlerine güve­niyorlardı ve yapılanların, en azından gerekli olduğunu düşünüyor­lardı. Atatürk’ün değişimi gerekli bir hamle mı yoksa verilmesi gere­ken bir ödün mü saydığı bilinemez. Belki her ikisinin de payı vardır ama yeni Türkiye tarihi misyonundan, yanı Batının bir alternatifi olma rolünden tamamen vazgeçiyordu

Bu değişim İngiltere’nin yerini ABD’nın almasına benzemiyor­du. Çünkü her iki güç de aynı medeniyeti ve değerler sistemini temsil ediyordu ve sadece bunları temsil eden güç değişmişti. Oysa Osmanlı aynı zamanda farklı bir medeniyetin ve değerler sisteminin temsilcisiydi ve bu alternatif sahneyi terk ediyordu.

Doğu ile Batı arasındaki fark, kakmağını dinden alsa bile, sadece dinsel kökenli değildi. Osmanh'da yaşayan farklı dinden insanlar aynı davranış biçimini sergiliyorlar dünyayı benzer biçimde algılı­yordu. Kaldı ki bu algılama sadece Osmanlı ile sınırlı değildi ve bü­tün Doğu toplumlarının Batı’dakınden farklı olduğu gözleniyordu. Bu fark kabaca birey merkezli kapitalizm ile devlet veya toplum odaklı düşünceler olarak ifade edilebilir.

Kapitalizm kendi dinamiğine Osmanlı’dan aldığı petrol alanla­rının yarattığı zenginliği ve Doğu’dakı sömürgelerinden elde ettiği gelirleri katarak büyük bir güce erişti. Eski Osmanlı topraklarından çıkan petrol, kapitalizmin damarlarında akan kan gibiydi.

Kapitalizme ilk tepki Rusya’dan geldi. Rusya’daki sosyalizm,

sisteme duyulan bir inançtan değil, savunma reflekslerine uygun düştüğü ıçm benimsendi ve kapitalist odaklara karşı özgüvenini ka­zanınca sosyalist uygulama terk edildi. Ancak ideolojik boşluk dol- durulamadı ve kapitalizme karşı, düşünce düzeyinde bir alternatif geliştirilemedi. Ancak, parayı kontrol edenlerin devleti yönetmesine izin verilmeyeceği ve devletin ekonomiyi yönlendirmesi gerektiği düşüncesi devam etti.

Şimdi sorun kapitalizmin tek ve evrensel bir model olup olma­dığı, değilse alternatifinin ne olacağıdır. Kapitalist dünya içindeki çatışmalar henüz ideolojik bir boyut kazanmamıştır. ABD ile AB arasındaki rekabet ekonomik ve giderek sıyası alanda sürerken AB yeni bir ideolojiyi temsil etmemektedir. Rusya veya Çin’deki uygu­lamalar pratik düzeyde farklılaşmakta olmasına rağmen, teorik ve düşünsel bir boyut kazanamamıştır.

Dünyayı algılama konusunda İslam’ın farklı tavrı, sistemli bir ideoloji olmaktan uzaktır ve ibadet boyutu, düşünce boyutunun önünde giden İslam, sadece çatışmanın aracı olarak kullanılmakta­dır. İslam düşüncesine dayalı bir modelin oluşturulabilmesi için ciddi teorik çalışmalar gerekmektedir. Osmanlı modeli bir başlangıç olarak alınsa bile, onu çağın gereklerine uydurmak için yaşamın her alanındaki sorunlara cevap verecek bir içerik kazanması gere dr.

Türkiye tam Batıya benzemeye başlarken, Batı modeli, ıç çeliş­kileri nedeniyle, alternatif bir modele dönüşme işaretlen vermekte­dir. Hem ülkeler arasındaki gelir farklılıkları hem de bir ülke için­deki bölüşüm adaletsizlikleri ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu so­run görmezlikten gelinse bile uluslararası ekonomik ilişkiler, sadece ekonomik tedbirlerle çözülemeyecek sorunlar yaratmaktadır. AB- D’nın dünya üzerinde hegemonya peşinde koşmasının nedeni, gü­venlik kaygılarından çok, ekonomisine yönelik tehlikeleri bertaraf etmek amacını taşımakta ancak ABD’nin ekonomik dengelerini sür-

dürmesi, diğerlerinin bunun bedelini ödemesine bağlı kalmaktadır. Bu tek taraflı fedakarlığın sürmesi ve bütün ülkelerin ABD’nin yü­künü taşımaya devam etmesi beklenemez. Dengelerin kapitalist sis­temin içinde çözülmesi zor görünüyor ve alternatif bir model kaçı­nılmaz hale geliyor.

Ayrıca hegemonya mücadeleleri, her zaman ideolojik farklılaş­mayı da beraberinde getirir. ABD ile hegemonya mücadelesi yapan güçlerin farklı bir ideolojiyi savunmaları kaçınılmazdır.

Türkiye, siyası olarak tercih ettiği bloğun ideolojisini de benim­seyecektir. Eğer ABD ile aynı kampta yer alırsa, bir süre daha, yanı ABD kapitalizmi savunmaya devam ettikçe, onunla birlikte hareket edecektir. AB içinde yer alması halinde sol ağırlıklı bir ideolojiye doğru kayacaktır.

Ancak bu uyumun sancısız olamayacağı anlaşılıyor. Devrimle - rin ulaşamadığı kırsal kesimin insanları, şehirlere göçerken, kendi değer yargılarını da beraber taşıyorlar. Dinsel gerekler olarak ifade edilen bu değerler genelde sınıfsal bir nitelik taşıyor ve insanların daha iyi yaşamak, üretimden daha fazla pay almak arzusunun bir aracı olarak kullanılıyor. Batı, halkın bu duygularını, Türkiye’ye yö­nelik siyasi taleplerine direnenlere karşı, demokrasi savunuculuğu­nu üstlenerek kullanıyor. Ülkedeki devrımcı-tutucu karşıtlığını si­yasal etkinliğini artırmanın bir aracı olarak görüyor. Geçmişte İs­lamcı akımları hoş gören, hatta destekleyen Almanya, bunların ken­disine de yönelik bir tehdit olabileceğini anlayınca, bu akımları kontrol altona almaya çalışıyor.

Temelde etnik yönünden daha fazla sınıfsal bir karakter taşı­yan Kürt sorunu, Batının her rengi tarafından istismar edilmek isteniyor. Türkiye, Batıya benzemek isterken, bu akımın öncüle­ri, bizzat Batı tarafından dışlanıyor ve karşıt akımlara kol kanat geriliyor.

Batılılaşma yanlılarının büyük yanılgısı burada yatıyor. Aslında Batının en hoş göremeyeceği şey, Türkiye’nin kendi geçmişine da­yanan bir model yaratması. Oysa egemen güçler, ittifak etmeleri ge­reken ve kendilerini de dünya ölçeğinde güçlü kılabilecek bu po­tansiyeli yanına alacak yerde onunla çatışmayı tercih ediyor ve ger­çek desteklerim, karşı tarafın kullanımına terk ediyor.

Bütün dünyanın “Bu ış böyle gitmez” diyerek alternatif model­ler aradığı bir çağda Türkiye’nin henüz kapitalistleşmeye ulaşamadı­ğı için hayıflanması anlamsız görünüyor. Yanılgıya düşmemek için yapılması gereken şey, önce mevcut düzenin devam edip etmeyece­ğini irdelemek ve eğer devam etmeyecekse alternatifinin oluşmasına katkıda bulunmaktır. Hiç kimse geçerliliğini yitiren bir modeli sa­vunmaya devam etmez.

Kapitalizmin savunucularının yeni bir modele geçmesini bekle­yip onları izlemek çok anlamlı değil. Türkiye hem coğrafi konumu hem de tarihi birikimiyle böyle bir modelin oluşumuna öncülük edebilir.Bunun tarihi deneyimimize dayanması bir gerilik değil, geç­mişte başarılı olmuş bir modelin geliştirilmesi olur ve bunun yanlış bir yanı yoktur.

İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan dengenin bozulduğu, yeni bir güç dengesinin kurulduğu günümüzde Türkiye’nin konu­mu ne olacaktır? Bugüne kadar 1923’teki yerini korumaya çalışan ülkemiz yeni yapı içinde aynı yerde mi kalacaktır? Sınırların yeni­den çizileceği bölgemizde bizim için de bir değişiklik öngörülmekte midir? Kendisine biçilen role uygun bir ideoloji benimseyen, yanı çevresi ve tarihiyle bağlannı kesen Türkiye, eğer yeni bir rol üstle­necekse, bu role uygun bir ideoloji de benimseyecek mı?

Kurulduğu günden beri, Rusya dışında, kendisinden çok daha

zayıf olan komşuları tarafından tehdit edildiğine inanan ancak ken­disinin hiç kimseyi tehdit etmediği ülkemiz, kabuğunu kırıp çene­siyle ilgilenecek mi?

Bu soruların kaynağı Türkiye’nin yaşadığı ikilemden kaynak­lanmaktadır. Bir yandan bağımsız ve güçlü olduğunu söylerken di­ğer yandan, mesela bir Yunan Megalo İdea’sının tehdidinde olduğu­nu dile getirmektedir. İslamcı çeneler, Siyonizm’in dünyayı bir ah­tapot gibi saran kollarının ülkemizi ele geçirmek üzere olduğunu söylemektedir.

Tehdit altında olduğuna inanan ve bunu kolayca bertaraf ede­meyeceğini sanan birinin doğal refleksi savunmadır. Bu durum o­nun ideolojisini ve dünyaya bakışını da belirler. Sınırlarının bir adım ötesi onun için sadece bir tehdittir. Milliyetçi duygular, bir inancın ifadesi olmaktan çok, savunma içgüdüsünün yansımasıdır.

Farklılıklar, ayrışmanın bir işareti sayıldığı ıçm, hoş görül­mez. Karşılaşılan her soruna, bir büyütecin arkasından bakılır. Su uyumakta ama düşman uyumamaktadır. Aslında hiçbir güç Tür­kiye’nin varlığından hoşnut değildir. En küçük bir ihmal yok ol­mak anlamına gelir.

Bir yandan böyle bir hava yaratılırken diğer yandan tam bir umursamazlık her davranışımıza hakimdir. Ülkenin kaynakları, hiçbir sorunumuz yokmuş gibi, kişisel çıkar peşinde olanlarca yağmalanır.

Bu tutarsızlıklar anlamlı bir dünya görüşümüzün ve geleceğe ait tasavvurumuzun olmamasından kaynaklanır. Gelecekte nasıl bir Türkiye olmasını istiyorsunuz sorusuna, herkes kendi sorunlarının çözüldüğü bir ortamı tarif ederek cevap verir. Bu sadece sıradan in­sanlar ıçm geçerli değildir. Yönetenlerin de ortak bir hedefi ve tutar­lı bir Türkiye tasavvuru yoktur.

Aslında bu şikayetler anlamsız sayılabilir. Bir ülke dünya üze-

rinde hiçbir şeyi değiştiremeyecekse, kendine özgü bir mesajı yok­sa, kumlan dengeler içinde kendine bir yer bulur ve halkını mutlu kılacak bir yol izler. Dünyanın yönetimi, bunu yapabilecek gücü olanlara aittir.

Türkiye şu anda böyle bir konumu benimsemiş görünüyor. Bi­lim ve teknoloji üretmek onun yapacağı bir ış değildir. Yapılanları, biraz geriden de olsa, takıp etmek büyük bir başarıdır. Kendine öz­gü bir ideolojisi olduğunu söylese bile, içerisini dolduramamış, eko­nomik görüşünü, siyasal partilerin rengini, hukuk düzenini dışar­dan almıştır. Daha açık bir ifadeyle, rejimi kendi tarihi tecrübesinin bir ürünü değildir. Kendi tarihi tecrübesine dayanan bir modelin başarısız olduğunu ve onu sürdürmenin yeni bir başarısızlığa neden olacağını düşünmektedir.

Önümüzde başarılı olmuş modeller vardır. Mesela ABD, dün­yanın en büyük gücüdür ve başarının yolu onun yaptıklarını tekrar­lamaktır. Ya da Avrupa ülkeleri veya Japonya örnek alınabilir.

Bunların çok uzak hedefler olduğunu düşünenler Kore’ye kadar inebilirler.

Eğer özgün bir yanınız yoksa ve bundan sonra da yaratamaya­caksanız, birinin yolunu izlemekten başka çareniz yoktur. Ama bu­nun sonucuna da katlanmak gerekir. Asırlarca başka bir dünya gö­rüşüyle yaşamış bir halkı, örnek aldığınız modelin halkına benzet­mek zorundasınız. Toplum olarak yaşamaya alışmış, kendini bir bü­tünün yanı toplumunun bir parçası saymış, varlığını devletinin var­lığının içinde eritmiş, her şeyde herkesin bir parça payı olduğunu düşünmüş bir halkı, dünyası kendi benliğinin sınırlarına sıkışmış bir halka dönüştürmeniz gerekir. İnsan oldukları için yan yana ya­şayan insanları, ekonomik ış bölümünün gereğini yerme getirmek için bir araya gelen kişiler haline getirmek gerekir. Paylaşmayı unut­turmak, ekonomik kurallara uygun olarak hak ettiğini almayı be-

nimsetmek gerekir. Bir lokmalık•azığını, etrafındakılerı buyur etme­den yemeyen kişiyi, dünyada yapayalnız gibi davranan birine dö­nüştürmek gerekir.

Eğer gerekliyse ve başka çaremiz yoksa, toplumdan başlayarak ailemize kadar, bir bütün olmaktan vazgeçer ve tek hücreli bir yara­tığa dönüşürüz. Ama eğer bu değerler üzerine bir bina kurulabile­cekse, bir iktisat teorisi oluşturulabilecekse, bunu denememek için hiçbir neden olmayacaktır.

Türkiye’nin geçmişteki yaşam biçimi, bir dine veya soya atfedi­lemez. Osmanlı toplumundakı her dm ve soydan insanlar aynı dav­ranış biçimini sergilemiş ve dünya görüşünü benimsemiştir. Bireysel davranmayan bu insanlar Batı’daki sermaye birikimi ve teknolojik gelişmeyi gerçekleştirememiştir. Bir eşeğin bile yükünü ve çalışma saatlerini belirleyen Osmanlı insanların ölümüne çalıştırılmasına göz yumamazdı ama bunun yerine bir model de üretemedi ve önce ekonomik olarak sonra da sıyası ve askeri olarak yenildi. Acaba al­ternatif bir model üretilebilir mi?

Bölgemizde aynı değer yargılarını ve yaşam tarzını paylaşan in­sanlar yaşamaktadır ama hepsi birbirinin hasını gibi davranmakta­dır. Irk ve din ayırımı bu insanların, uzun tarihi içinde anlamsız öl­çüde dar bir zaman diliminde var olmuştur.

Bunun üzerine bir birliktelik, hıc değilse vakınlık kurulabilir mı? Bu soruya sadece ortak yanları ileri sürerek cevap veremeviz. Ne Türkiye ne de çevremızdekiler dünyayı ilgilendiren bir projeyi hayata geçirecek güce sahip değildir. Bunun mümkün olması ancak şartların böyle bir oluşuma izin vermesine bağlıdır.

Dünya üzerinde dengeler yemden kurulurken, Türkiye’nin merkezinde bulunduğu bölgemiz yeniden yapılanmaktadır. Türkiye ABD’nın dünya üzerindeki egemenliğini sürdürmesine bir köşe taşı konumundadır. ABD’nın dünya üzerindeki egemenliğini sürdürmek

istemesi sırf büyük olmanın hazzını almak değildir. ABD egemen ol­duğu sürece refahını ve ulusal güvenliğini sağlayabilir. Yanı ege­menlik duygusal bir tatminden öte hayatı bir ihtiyaçtır. Buna karşı­lık Avrupa eğer büyük bir güç olmak istiyorsa ve bunun bir yan ürünü olan yüksek bir refah düzeyini ve güvenliğini güvence altına almak istiyorsa, bu bölgeye hakim olmak isteyecektir. Rusya’nın ABD’nin bu günkü konumuna gelebilmesi ıçm, bölgede onun yerini alması gerekir.

Bu denklemin iki çözümü vardır: Ya egemenlik peşindeki güç­ler sürekli bir mücadele içinde olacaktır veya Osmanlı türü bir güç buradaki boşluğu dolduracaktır. Böyle bir gücün buradaki kaynak­ları kendi hesabına kullanması mümkün değildir. Makul olan her­kesin gücü ölçüsünde pay almasıdır. Zaten bütün zenginlik petrol olduğu ıçm, bunu işleten şirketler faydalanan, onun üzerindeki si­yasal güç düzenleyici konumunda olacaktır. Zaten bugünkü durum da aynıdır.

Böyle bir çözüm bizim ıçm ve aynı tarihi mirası paylaşanlar açı­sından kendi dünya görüşlerini ve yaşam tarzlarını yaşatmak ve onu dünyanın beğenisine sunmak imkanını vercektir. Bunun insanların refahına olmasa bile mutluluğuna bir katkı olacağı açıktır.

Bu konudaki zorluk, bizim böyle bir konumu güvenli bulma­mamızdan kaynaklanır. Kendisi büyük bir güç olmayan bir ülkenin, boyunu çok aşan bir görevi üstlenmesi ancak başkalarının içimize büyük ölçüde girmesiyle mümkündür. Bu belki de bugün bile içi­mize kadar giren çatışmanın daha büyük boyutlarda sürmesi anla­mına gelir.

Makul çözüm, gözlerimizi biraz çevremize yöneltmek ve hep birlikte alternatif bir dünya görüşü yaratmaktır. Bu dünya görüşü il­hamını geçmişten alsa bile bu günü de aşacak yenilikler ve güzellik­ler içermelidir.

Eğer Osmanh kökünden söküldüyse yapılacak bir şey yoktur. A­ma eğer dibinden kesıldıyse yanından bir filiz vermesi mümkündür.

ABD’nin Irak’a müdahalesinin sebebi lam olarak bilinmiyor. ABD, terörle mücadele, kitle imha silahlarının engellenmesi ve Irak’ı bir diktatörden kurtararak demokrasi getirmek ıçm savaştığını söy­lese bile kimse bunu inandırıcı bulmuyor. En çok kabul gören dü­şünce ABD’nin petrolü kontrol etmek istemesi olduğu biçiminde.

Zaten petrol ticaretini tek başına elinde tutan ABD nın, IrakT iş­galle elde edeceği fazla bir şey yok. Bunun ıçm büyük bir savaşı ve birçok ülkeyle karşı karşıya gelmesi anlamlı gözükmüyor

Bize göre ABD, kendisine yönelebilecek ekonomik bir mücade­lenin ekonomisine ciddi zararlar vereceği düşüncesinde. Bunu en­gellemek için dünya ölçeğinde bir hegemonyanın peşinde. Yanı so­mut hedefi herhangi bir ülke değil ve Irak bu projenin küçük bir parçası veya ilk adımı.

Şüphesiz petrol dünya egemenliğinde önemli bir unsur ama he­def bununla sınırlı değil. Dünya üzerinde egemen güç olarak, ken­disine yönelecek ekonomik operasyonları ve ABD ekonomisine kar­şı bir güvensizlik yaratılmasını engellemek ıslıyor.

Türkiye bu projenin önemli dayanak noktalarından bin. Hege­monyanın Ortadoğu ayağı ülkemize dayanmak zorunda. Şu anda savaşın ön plana çıkmasına rağmen, politik hesapların yapıldığı çev­relerde Türkiye’nin tavrı daha önemli ve öncelikli sayılıyor.

Irak savaşının sonunu tahmin etmek zor değil. ABD ve İngiltere gibi iki büyük askeri güce karşı, herhangi bir müttefiki olmayan, ül­kesinin büyük bir bölümünü uzun zamandan beri tam olarak kont­rol edemeyen, on yıldır uygulanan ekonomik ambargo nedeniyle si­lah sistemleri yetersiz hale gelen Irak’ın savaşı kaybetmesi matema-

tık bir kesinlik Ancak bunun dünya üzerindeki dengeleri önemli ölçüde etkilemesi söz konusu değil. Yanı bu savaşın sonucu, bir gün ABD dolarından kaçışı veya ABD'dekı yabancı sermayenin başka alanlara kadanasını engelleyecek bir unsur değil.

ABD’nın bölgeyi tamamen kontrol etmesi ve bu kontrolün bü­tün dünyaya yayılması gerekli.

Türkiye, başlangıçta ABD ile birlikte hareket edeceği izlenimini hatta sözünü vermişken anı bir değişim göstererek ABD ekseninin dışına savrulmuştur. İşın ilginç yanı bu durum yem bir ittifakın et­kisiyle de olmamıştır. Türkiye okyanusta dümeni olmayan bir gemi kadar yalnız ve yönsüz sürüklenmektedir.

Savaşın, görsel ve duygusal yönleriyle insanları yoğun bir şekil­de etkilemesine rağmen, yaratacağı sonuç Türkiye’nin konumu ka­dar önemli değildir. Stratejik dengeler Irak’ın el değiştirmesinden şüphesiz etkilenir ama bu etki belirleyici nitelikte değildir. Oysa te­razide Türkiye’nin bulunacağı kefe ağır basacaktır.

İlk bakışta Türkiye’nin ne yapmak istediği açıkça anlaşılama­maktadır. Bazen duygusal bir savaş aleyhtarlığı, bazen komşuyla iyi geçinmek gereği, çoğunlukla da Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumuna karşı çıkış tavrımızın gerekçesi olarak ileri sürülmektedir. Bunların hiçbiri köklü değişimlerin yaşandığı bölgemizde bir politika gerek­çesi olacak ağırlıkta değildir.

ABD’nın Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurarak Türki­ye’yi parçalamak istediği gerçekçi bir öngörü sayılamaz. Güçlü bir Türkiye’nin ittifakından vazgeçip zayıf bir oluşuma destek vermesi ayrıca bölgedeki diğer ülkeleri, Arapları ve İran’ı, karşıya alması beklenemez. Ancak ABD’nin bir Kürt kozuna oynadığı da reddedi­lemez. Birbirine zıt görünen bu iki gerçek nasıl açıklanabilir?

Gerçekte ABD, Kürt devleti ıçm değil Kürt kimliği ıçm uğraş vermektedir. Bu kimlik Irak’ta bölünmenin, İran’a müdahalenin ge-

rekçesi olacaktır. Türkiye ıçm Kürtler, bu aşamada, sadece bir teh­dit ve kontrol aracı olarak düşünülmektedir.

Türkiye, ulus devlet kavramına sıkı sıkıya bağlı olarak, alt kim­liklerin gün yüzüne çıkmasına karşıdır. Böyle bir durumun ulusal bütünlüğüne zarar vereceğini düşünmektedir.

Bir yol ayırımındayız ve karar vermek zorundayız. Ya bugüne kadar olduğu gibi sınırlarımızın içine sığınıp, çevrede olup bitene sırtımızı dönüp yaşamaya çalışacağız ya da yeni şartlara uyum gös­tereceğiz. Bunun anlamı alt kimlikleri yok saymayap daha üst hedef­lerde bir milli bütünlük sağlamaktır.

Böyle bir durum ıkı yönlü geçirgenlik yaratır. Bir yanda Türki­ye çevresine etki ederken diğer yandan çevrenin etkilerini hissetme­ye başlar. Bu etkilerden hangisi güçlüyse sonuç o yönde gelişir.

Türkiye her zaman çevre etkilerinin, dünya üzerindeki güç odaklarının etkisiyle, kendi aleyhine olacağını ve bunun parçalan­mayla sonuçlanacağını düşünmüştür. Sevr sendromu budur.

Bu tehlikeye karşılık Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini savaş nedeni sayarız demenin bir çare olacağını düşünmek de yanlış­tır. Bizim böyle bir oluşuma müdahalemiz karşısında başkalarının, mesela Birleşmiş Milletlerin, aleyhimize zora başvurmasını nasıl en­gelleyebiliriz? Şu anda bütün dünyanın Kuzey Irak’a girmemize karşı olduğunu gördüğümüz halde tek başımıza hareket edebilir mıyız7

Hele bugünkü yalnızlığımız, aslında böyle bir müdahaleyi amaçlayan güçlerin bilinçli bir politikasının sonucuysa ve biz herke­si karşımıza alırken gerçekte onların beklediğini yapıyorsak?

Sebebi ne olursa olsun bugünkü konumumuz büyük riskler ta­şımaktadır. Başkalarına kafa tutmak, kendini ezik hisseden insanları tatmin eden bir davranıştır ama akılcı değil duygusaldır. Sonuçları sarhoş araba kullanmaktan daha tehlikelidir.

Yalnızlık bir başarı değildir. Bugün dünyanın tek süper gücü saplan ABD, giriştiği operasyonlarda yanına birkaç ülkeyi de almak zorunluluğunu duymakta, hatta bu sayıyı abartmaya çalışmaktadır. Buna karşılık Türkiye hem ABD hem de AB ile ciddi anlaşmazlıklar içindedir. Bu durum ülkemizi her türlü eyleme açık hale getirmek­tedir. Sonuç kaçınılmaz bir biçimde bellidir. Ya siyasal iktidar ya da Türkiye hedef alınacaktır.

Dünya üzerinde yaşadığımızı ve başkalarıyla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu anlamalıyız. Kendi tercihlerimizle en çok uyu­şan bir güçle ittifakın bir ödün değil gereklilik olduğunu bilmeliyiz.

Ama en önemli sorun ulus yaratmak projemizin hâlâ geçerli olup olmadığıdır. Bizim tarihimiz bir ulusu yaratan ortak değerleri dm, ırk hatta ortak bir kültür olarak algılamamıştır. Devletimizin adı, yanı Osmanh, bunlardan hiçbirine atıfta bulunmamaktadır. Hatta bir coğrafi bölgenin adı bile değildir. Bu bakımdan diğer dev­letlerin hiçbirine benzemez. Bir çocuğa verilen ısım gibi, kimliğin­den tamamen bağımsız soyut bir addır. Devlet merkezli bir yapı söz konusudur ve ortak değer bu devletin varlığını sürdürmesi olarak kabul edilmiştir. Halkın dini, dili, soyu ne bir öncelik ne de redde­dilme sebebidir.

Bugün aynı şepn tekrar edilmesi beklenemez ve uluslaşma sü­recinde alınan yol gen çevrilemez. Ancak halkımız farklılıkları ay­rışma nedeni olarak algılamayan bir kültürün mirasçısıdır ve devlet merkezli bir yaşamı aykırı bulmaz.

Halkımızı bir arada tutan çimentonun uluslaşma sürecindeki aldığımız yol mu yoksa farklılıkların sorun olmadığı kültürümüzün sonucu mu olduğu tartışmalıdır. Ancak ulus tanımına uymayan in­sanlar yüzyıllarca bir arada yaşamap başarmışlardır.

Bize özgü bir senteze varılabilir. Liberalizmim bireyciliği yerme devlet merkezli bir dünya görüşü benimsenebilir. Bu ekonomideki

devletçilikten tamamen farklıdır sadece ulusu benzer bireylerin top­lamı yerine bir devletin amaç ve ideallen etrafında toplanan insanlar sayan bir görüştür. Toplumu oluşturan bireyler bir organizmanın parçalan gibidir. Her biri diğerine muhtaç ve tamamlayıcı konu­mundadır. Yapılanma aşağıdan yukarıya değil yukardan aşağıyadır ve herkes birbirinden bir hiyerarşi nedeniyle değil ış bölümü nede­niyle farklıdır. Hiç kimse diğerinin aynısı olmamakla birlikte bu farklılık bir üstünlük sıralaması olarak algılanmaz. Birisi bir kol gö­revi yaparken diğeri bir göz gibidir.

Böyle bir anlayış birçok korkularımızı yenmemizi sağlayabilir. Farklılıklar ortak bir amaç içinde hem varlığını sürdürür hem de bir çatışma nedeni haline dönüşmez. Üstelik bu insanlarımızın hiç ya­dırgamayacağı ve zaten yüzyıllarca yaşadığı bir hayat tarzıdır.

*****

Bir ülkenin stratejik açıdan önemli olması, onun sahip olduğu konumu kendi gücüyle koruyamaması, dünyadaki dengeleri belirle­mekte ve siyaset üretmekte etken değil edilgen olduğu anlamına ge­lir. Hiç kimse ABD’nin, Rusya’nın ya da İngiltere’nin stratejik açıdan önemli olup olmadığıyla ilgilenmez Çünkü onlar konumlarını de­ğerlendirebilecek güce sahiptir. Diğer ülkelerin stratejik önemi, on­ların bakış açısına göre değerlendirilir.

Türkiye’nin stratejik açıdan önemli olması, siyaset üreten ülke­lerin verdiği önemin bir yansımasıdır. Bu bakımdan ülkemizin stra­tejik önemi onların amaçlarına göre belirlenir ve onların uyguladık­ları politikalara ve siyasal tercihlerine göre değişir.

Bu değerin çok keyfi olmadığı, içinde bulunulan şartların bü­yük güçlen belli bir tavır almaya zorladığı söylenebilir. Ancak şart­lar ne olursa olsun belli bir hareket serbestisi vardır ve seçenekler tek değildir. Ayrıca bu önem zamandan bağımsız da değildir. Belli

bir dönemde birincil ener]i kaynağı petrol ise büyük güçler bunla­rın bulunduğu alanları kontrol etmek isterler ama başka bir dönem­de, mesela birincil enerji kaymağının nükleer enerji olduğu bir çağ­da, söz konusu bölge aynı önemi taşımaz.

Olaya asken açıdan bakıldığında teknolojideki değişmelerin, stratejik hesapları temelden değiştirdiği, belli bir dönemde çok önemli sayılan alanların anlamsızlaştığı görülebilir.

Bunun yanında egemen gücün kim olduğu da stratejik önemi etkiler. Mesela Boğazlar; Avrupa egemen güç, Rusya karşıt güç ol­duğu zaman stratejik açıdan çok önemliyken, ABD’nin egemen güç olduğu dönemlerde bu önem azalır.

Türkiye’nin stratejik önemi bu şartlar altında değerlendirilmeli­dir. Bugün ABD’nin egemen güç, Avrupa’nın, hiç değilse bir bölü­münün karşıt güç olduğu ve birincil enerji kaynağının petrol oldu­ğu bir dönemde Türkiye stratejik açıdan birinci derecede önemlidir. Türkiye’nin ABD’nin yanında olması hem coğrafi hem de sosyolojik açıdan bölgede başka bir egemenliğin kurulmasını engeller veya çok zorlaştırır.

Ancak Avrupa’nın etkisizleştirilmesi kesin bir çözüm değildir. Böyle bir süreç bölgede Rusya’nın etkinliğinin artmasına hatta Avru­pa’nın Rusya’ya yaklaşmasına yol açabilir. Öyleyse ABD hem şu an­daki durum hem de izleyeceği politika sonucunda oluşacak yeni duruma göre strateji belirlemelidir. Gerçekten de ABD’nin izle­diği strateji incelendiğinde böyle bir eğilimin var olduğu anlaşılır.

ABD bir yandan Avrupa’yı enerji kaynaklarından uzak tutar­ken bir yandan da Rusya ile Avrupa arasına bir kama gibi girmek istemektedir. Irak Savaşı’nda koalisyona Polonya ve Bulgaris­tan’ın katılması anlamlıdır. Polonya’dan başlayarak Romanya ve Bulgaristan’ı içine alan ve buradan Türkiye’ye uzanan bölge göz önüne alınırsa bunun Avrupa ile Rusya’nın irtibatını kesmeye yö-

nelik olduğu anlaşılır Burada belirsizlik taşıyan bölge Ege Denizi ve Yunanistan’dır.

Türkiye ve Yunanistan aynı stratejik bütünün parçalarıdır ve Ege Denizi bu bütünlük içinde anlamlıdır. Bu yüzden Yunanis­tan’ın, Avrupa Birliği içinde kalması bir aykırılıktır ve ABD’nin Yu­nanistan’ı kontrol etmek istemesi beklenmelidir. Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü temelde bu durumla bağlantılıdır ve her ıkı ülke ay­nı blokta yer alıncaya kadar ihtilaflar devam edecektir.

ABD’nin Güney Avrupa’daki etkinliğinin sürmesi çok şüpheli­dir. Irak Savaşında, Ispanya ve İtalya’nın ABD’nin yanında yer al­masına rağmen, her ıkı ülkenin ıç dinamiklerinin bunun sürekli ol­masına ızm vermeyeceği söylenebilir. İlk seçimde iktidara gelecek kimselerin Avrupa’nın yanında yer alması büyük olasılıktır. Böyle bir durum İngiltere’yi ABD’den uzaklaştırır ve Avrupa'ya yaklaştırır ama herhalde bu ülke belli oranda bağımsız hareket eder.

Bu durum Avrupa’nın, geleceğin kullanma alanı olan Afrika’nın batısında etkin olmasına yol açar. Mısır’dan başlayarak Doğu Afrika, ABD tarafından kontrol edilir.

ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikası bu açıdan bir anlam taşı­maktadır. İrak Savaşı öncesi ABD, Türkiye’den çok sanda havaalanı ve limanının kullanımını talep etmiştir. Oysa istenen tesislerin Irak Savaşında gerekli olmadığı hatta kuzeyden bir cephe açmanın bile savaşın seyrini etkilemeyeceği anlaşılmıştır. Öyleyse bunlar neden istenmiştir?

Bizim o zaman kı tespitimiz bu taleplerin Irak’la ilgili olmadığı, ABD’nin Türkiye’de konuşlanmak istediği biçimindeydi hatta savaş­la ilgili olarak “harekatın kod adı İrak, hedefi Türkiye” demiştik. Ya­nı ABD, Türkiye’nin merkezde olduğu stratejik bir yapılanma he­defliyordu ve Irak Savaşı bunun sadece bir bahanesinden ibaretti.

Bu politikadan vazgeçildiği söylenemez. Başka şartlarda ve baş-

ka yollarla aynı amaca ulaşılmak istenmesi beklenmelidir. Bugün yönlendirerek yapacakları şeyi belki yarın anlaşarak yapmayı dene­yeceklerdir ve bunun ıçm farklı bir iktidar yapısı gereklidir.

Önümüzdeki dönemde petrolün kullanımın azalacağı ve ye­rine birincil enerji kaynağı nükleer olan ve belki de bu enerjinin hidrojene transferiyle alternatif bir yol izlenmesi beklenebilir. An­cak doğalgaz daha uzun süre kullanılmaya devam edecektir. Rus­ya Avrupa'nın doğalgaz kaynağı hatta tek satıcısı olmak istemek­tedir. Orta Asya'daki rezervler buna imkan vermektedir. Ancak Avrupa ile Rusya arasına girecek ABD yandaşı kama, yanı Polon­ya, Romanya, Bulgaristan, Türkiye ekseni bu durumu bir bağım­lılık dışkısı olmaktan çıkarıp ticari bir kimliğe dönüştürebilir ve / BD bunu hedeflemektedir.

Buradan çıkarılacak sonuç, AB’nin henüz oluşum aşamasında olduğu ve üye olarak aldığı bazı ülkelerin kalıcı olmayacağıdır. Tür­kiye çenesinde yeni bir stratejik merkez oluşturulmak ve bu mer­kezin ABD güdümünde olması istenmektedir.

Türkiye bu mücadelede sıcak çevreden soğuk merkeze doğru yol almaktadır. Yanı çatışma alanları çatışan güçlerin temas noktala­rında olacaktır ve en riskli bölgeler Polonya, Romanya; Bulgaristan, Yunanistan ve İran’dır. Bu durum Türkiye’nin istikrar içinde olacağı anlamına gelmez ama askeri açıdan caydırıcı olacağı, iç politikada yeni konuma uygun yapılanmaya ulaşmak ıçm şiddetli siyasal mü­cadelelerin olacağı anlamına gelir.

Irak, yeni konumuyla, bir istikrar unsuru olmaktan çok, yeni çatışmaların ateşleyicisi rolünü üstlenebilir. Bölgede Şii-Sünni, Kürt-Türk-Arap, Islamcı-laik zıtlaşmalarının tamamını başlatabile­cek potansiyele sahiptir ve bu özelliğinin kullanılacağından şüphe edilmemelidir. Özellikle İran’a yönelik operasyonların başlangıç noktası olması büyük bir olasılıktır. Türk-Kürt çatışması Türkiye’yi

bölmek için değil ıstikrarsızlaştırmak ve ıç politikada yeni yapılan­malara yol açmak için kullanılabilir

Türkiye, yerinin ve konumunun belirlenmesinde pasif kalmak­ta ve kaderini çatışan taraflardan birinin galip gelmesine terk etmiş görünmektedir. Yanı AB’nin bir üyesi mı olacağını yoksa ABD ile birlikte mı hareket edeceğini, onların Türkiye içinde yapacağı mü­cadelenin tayın etmesini beklemektedir. Bunun demokrasinin bir gereği olduğunu düşünmektedir. Oysa stratejik tercihler kışı ve grupların çıkarlarının üstündedir ve devletçe belirlenmelidir Daha açık bir ifadeyle eğer bu karar halkın oyuyla belirlenecekse, tartışı­lan konu da bu olmalıdır. Yanı stratejik hedefler baş örtüsü, insan hakları, ekonomik sıkıntılar gibi konuların arkasına saklanmamalı­dır. Çünkü bu gibi kararlar ülkenin kaderini gen dönülmez bir bi­çimde etkiler.

Vereceğimiz karar ve uygulayacağımız politikalar ya sürekli ola­rak stratejik öneminden söz edilen, stratejik kararların başkaları ta­rafında verildiği bir konumda kalmamıza yol açacak ya da, belki bir gün, artık kimsenin stratejik değerimizi tartışmadığı ama vereceği­miz kararların ve uygulayacağımız politikaların ne olduğunu merak edecekleri bir yere getirecektir.

Ancak bir ülke tek boyut üzerinde yönetilemez. Mesela zengin olmak her şey değildir. Japonya zengindir ama hiç kimse onun sıya­sı tavrını merak etmemektedir. Türkiye fakırdır ama onun alacağı şekil herkesi derinden etkiler.

Büyük Ortadoğu Projesi ABD’nin 11 Eylül’den sonra izlediği politikanın bir devamıdır. ABD, terörün kaynaklarını kurutmak, bunlara destek veren veya kitle imha silahlarına sahip olabilecek ülkeleri etkisizleştirmek için, bu ülkelerin demokratikleşmesini

sağlamak gerektiğini iddia etmektedir. Terörizmin demokratik ül­kelerde gehşemeyeceğı söylenemez. Bugüne kadar terör, demokra­siyle yönetilen ülkelerde daha kolaylıkla boy gösterebilmiştir. Fa­kirliğin ve gelir eşitsizliğinin yaygın olduğu ülkelerde demokratik özgürlükler, terör de dahil, her türlü başkaldırıya zemin hazırlar. Ayrıca demokrasi sadece bir eğitim ve kültür meselesi de değildir. Zenginliğin en önemli kaymağı yeraltı zenginlikleri olan bu ülkeler­de, bütün gelir, ülkeyi yöneten zümrenin elinde olacağı ıçm, eği­tim, medya ve ış imkanları bu zümrenin kontrolündedır ve muha­lefetin yaşama şansı zordur.

Bu gibi ülkelerin kitle imha silahlarına sahip olması mümkün olsa bile bunları kullanabilmeleri ve büyük çaplı zararlara yol açma­ları imkansızdır. Batının askeri ve istihbarat imkanları bunları tespit edebilir ve etkisiz hale getirebilir.

Kaldı kı terörün bu ülkeler tarafından bir silah olarak kullanıl­dığı da doğru değildir. Son günlerde gerçekleştirilen terör eylemleri, terörü yaptığı iddia edilen örgütlere hiçbir şey sağlamaz. Mesela El- Kaıde amaçlarının maksimumunu gerçekleştirse ortaya çıkacak ne­tice ne olacaktır? Birkaç bin kışının öldürülmesiyle ABD’nin sonu mu gelecektir? Bu örgütler nereye kadar saklanabilir ve kaçabilir? Bugüne kadar kendilerini destekleyen bir tek devletin varlığından söz edilemeyen bu örgütlerin gerçekten var olup olmadıkları bile şüphelidir. Ancak bunların ABD’nin dünya ölçeğinde gerçekleştirdi­ği askeri operasyonlara bir gerekçe oluşturduğu apaçıktır

Yaygın kanı ABD’nin dünya petrol kaynaklarını kontrol amacı taşıdığı biçimindedir ama bu iddia da çelişkiler içermektedir. Bu a- maç gerçekleşse bile ABD, ithal ettiği petrole carı fiyatlar üzerinden ödeme yapmak zorundadır ama bu ülkelere silah ve ilen teknoloji ürünlerinden başka satabileceği bir şey yoktur. Zaten gelir düzeyi düşük olan bu ülkelerin talep edeceği tüketim mallarının Çın ve Ja-

ponya gibi başka üreticileri vardır. Ayrıca uygulayacağı fiyat politi­kası da onu bir ikileme sürükler. Düşük fiyatlar Rusya’ya zarar verir ama ekonomik rakipleri, yanı Avrupa, Japonya ve Çın düşük mali­yet nedeniyle, hızla büyürler. Yüksek fiyat Rusya’ca güçlendirir ama en büyük bedeli kendisi öder.

Ayrıca son günlerde CIA’den sızdığı ilen sürülen bir rapor fark­lı bir senaryoya işaret etmektedir. Bu rapora göre karbon ’dıoksıt emisyonu nedeniyle ciddi bir ıklım değişikliği gündemdedir ve bu­nun sonunda İngiltere’ye kutup iklimi hakim olacak, Hollanda sular altında kalacak ve dünyada milyarlarca insan bu felaketten etkilene­cek, açlık ve savaş yüzünden hayatını kaybedecektir. Nükleer bir savaştan daha vahim bir tablo söz konusudur ve vade çok yakındır.

Bu durum petrol ve diğer fosil yakıtların kullanılmaması gerek­tiğini ima etmekte ve aksı halde dünyanın bir felaketle karşı karşıya kalacağını söylemektedir.

Bu iddianın bilimsel gerçekliğini tartışacak bilgiye sahip deği­lim ama ekonomik açıdan anlamının farkındayım. ABD, enerjinin kaynağı değiştiğinde, petrole ödediği yükten kurtulacak, hatta ken­disinin öncülük edeceği yeni teknoloji nedeniyle önemli kaymaklar sağlayacaktır. Belki de şöyle söylemek daha doğru olacaktır. Nasıl olsa günün birinde kullanmaya mecbur kalacağımız yeni enerji kay­nakları, ABD’nin ekonomik zorluklarını aşması ıçm, biraz erken devreye sokulacak ve ABD bu yeni teknolojinin öncüsü olarak eko­nomik sorunlarını çözecektir.

Belki bunlardan daha önemli olan enerji güvenliğidir. Bugün dünyada petrol kıtlığı söz konusu değildir. Var olanın yanma yeni alanlar eklenmektedir. ABD ithal edeceği petrolün ekonomik yükü­nü kaldıracak yetenektedir. Ancak siyasal ve asken olarak kendi kı­tasına çekilen bir ABD, enerji güvenliğini sağlayamaz. Doğrudan kendisine yönelik düşmanca bir tavır olmasa bile, Büyük Ortadoğu

olarak adlandırılan bölgedeki bir istikrarsızlık veya karmaşa AB- D’nın petrol teminini engeller ve bu ekonomik bir yıkıma yol açar.

Bütün bunlar terör, demokrasi ve kitle imha silahlarının yayıl­ması konusundaki polemik ve iddiaları geçersiz kılmaktadır. Sorun ekonomik temele dayalı bir güvenlik sorunudur ve ABD bu sorunu çözmek zorundadır. Bu nedenle karşı iddialarla ABD’yı ikna etmek, onu politikasından vazgeçirmek mümkün değildir. Sorunun çözü­mü, ABD’nın güvenlikle ilgili kaygılarını giderecek bir formül bul­mak veya çatışmayı sonuna kadar sürdürüp taraflardan birinin ye­nilmesini beklemekten geçmektedir.

Bu bağlamda tarafları da tanımlamak gerekmektedir. Taraflar­dan birinin ve en önemlisinin ABD olduğu açıktır. Diğer tarafta ABD ile aynı kaygıları taşıyan başka bir güç yoktur ve ABD’nin karşı tarafında bütün bir dünya vardır. Başlangıçta bir koalisyon görüntü­sü veren yapı giderek dağılmaktadır. Ispanya ve Yunanistan seçim­leri sonucunda oluşan iktidarlar bu yapıdan dökülen ilk taşlardır. Temelde bir çıkar birlikteliği olmadığı, yan yana duruşun yüzeysel algılamaların sonucu olduğu böyle bir ittifakın uzun sürmesi zor­dur. İngiltere'nin bu ters rüzgarlara rağmen konumunu sürdürmesi beklenemez. İsrail ittifakının bir destek mı olduğu, yoksa yüzeysel ittifakı daha da zora mı soktuğu tartışmaya değer.

ABD’nın enerji devrimini tek başına gerçekleştirmesinin müm­kün olup olmadığını kestirecek teknik bilgiye sahip değilim. Ancak her başlangıcın maliyeti yüksektir ve bu bedelin sadece ABD tarafın­dan ödenmesinin güç olduğunu sanıyorum. Kaldı ki ABD bu yükü üstlenirken diğerlerinin ucuz petrol kaynaklarını kullanmaya devam etmesi ciddi bir eşitsizlik yaratır.

ABD’nın çözmesi gereken diğer bir sorun dış ticaret açığıdır ve 500 milyar doları aşan bu açık dış dünyadan buna denk bir kaynağın ABD’ye transferini gerektirmektedir. Bugün bu kaynağı

sağlayan Avrupa. Ortadoğu ve Japonya’nın yöneleceği başka bir pazar olmadığı için ve ABD’ye yapılan ihracatın kesilmesinin ken­di ekonomilerinde ciddi daralmalara ve işsizliğe neden olması yü­zünden devam eden bu sağlıksız yapının başka pazarlar bulundu­ğunda çözüleceği ve ABD ekonomisinde büyük bir çöküşe yol açacağı kesindir. Bu yem pazarın adı "Büyük Ortadoğu Proje- si”nin kapsadığı alandır.

Bush yönetiminin uyguladığı güç politikasının başarılı olama­yacağı anlaşılmaktadır. Ancak mücadelenin biteceği beklenmeme­lidir. Geçmişte büyük dünya savaşlarına gerekçe teşkil eden bu büyüklükteki sorunların birkaç hamleyle çözülmesi veya tarafla­rın savaşı terk etmesi mümkün değildir. Aynı sorunlar başka me­totlarla ya da kullanılan metotlara yeni unsurların ilavesiyle de • vam edecektir.

Bu değişikliklerin ABD’de yem bir yönetimle birlikte gerçek­leşmesi en uygun yoldur. Yeni bir yönetimin farklı bir yaklaşımı benimsemesi daha kolay olur. Bu yaklaşımın temel politikaları şöyle olabilir: Batı Bloğunun terör, demokrasi, haydut devletler gibi masallarla uyutmaya çalışmak yerme gerçek problemler orta­ya konur ve bunlar üzerinde anlaşma sağlanmaya çalışılır. Bu bü­tün dünyayı yönetmek iddiasında olan ve bunu becerebileceğini sanan Yem Muhafazakar Amerikalıların yönetimi terk etmesiyle mümkündür.

Böyle bir durumda Türkiye’nin konumu ne olacaktır? Ya bugü­ne kadar olduğu gibi Türkiye konuşulacak değil yönlendirilecek bir ülke olmaya devam eder ve yem politikaya uygun iktidarların oluş­ması birtakım operasyonlarla sağlanır veya ülkede ciddi bir devlet yapılanması gerçekleşir ve Türkiye ağırlığı olan bir taraf olarak dün­yanın yeniden yapılanmasında rol alır.

Şu anda son ihtimal sadece bir rüya olarak görünüyor ve hedefi

yönetmek değil kazanmak olan bir etkin zümrenin egemen olduğu ülkemizde yönlendirilen olmaya devam edeceğimiz anlaşılıyor. Ama bir rüya da olsa rol oynayan bir Türkiye’yi bekliyorum.

*****

Halkımızın büyük çoğunluğunun AB’ye girmek istediği anlaşılı­yor. Bu tercihin nedeni günlük hayatlarını daha rahat geçirecekleri, sorunlarının önemli bir bölümünün böyle bir tercihle çözüleceğini inanmaları. Eğer bir müzakere tarihi alabilirsek AB fonlarının ülke­mize yöneleceği, ekonomik olarak hızlı bir büyüme içine gireceği­miz düşünülüyor.

Bizim açımızdan AB’nın başarı şansı olup olmadığını irdele­mek, rakiplerinin nasıl davranacağını anlamaya çalışmak söz konu­su değil. Önümüzde başarılı, nerdeyse sorunsuz bir oluşum var ve bunun içine girmek ıçm çabalıyoruz. Tek yapacağımız şey AB’nın içine alacağı ülkelere uyguladığı bazı kriterleri yerine getirmek. Za­ten bu kriterler bir olumsuzluğu değil, daha iyiyi temsil ediyor. Bu­na direnenler, Türkiye’nin var olan yapısından yararlanarak çıkarla­rı peşinde koşanlardan ibaret.

Gerçekte bir sıyası yapının içme girmenin yaratacağı en önemli sorunlar sıyası ve stratejiktir. Yanı böyle bir birlikteliğin tarafların stratejik konumlarında ne gibi değişmeler yaratacağını, bunun taraf­ların yararına olup olmadığının hesaplanması gerekir. Bundan daha önemli olan yan ise, diğer güçlerin böyle bir oluşum karşısında nasıl tavır alacaklarıdır.

AB’nın ekonomik ve sıyası bir güç haline dönüşmesi ABD’nın dünya üzerindeki konumunu büyük ölçüde etkiler. Varşova Pak­tının dağılması Sovyetler Birliğinin etki alanını daraltmış, gücünü azaltmıştır. Ancak Batı Avrupa’nın ABD’nın etki alanı dışına savrul­ması, ABD açısından daha büyük bir kaybı ifade eder. Sovyeperin

kaybı coğrafidir Terk ettiği alanlar, ekonomik bir kayba yol açma­mış hatta onu bir takım yükümlülüklerden kurtarmıştır. Buna kar­şılık ABD’nin Avrupa üzerindeki etkinliğinin azalması ciddi ekono­mik sorunlar yaratacaktır. Batı bloğu, ABD'nın sürekli dış ticaret açığı verdiği, bu açığın Avrupa ve Japonya dan akan sermaye ile ka­patıldığı bir sistemi sürdüre gelmiştir. AB’nin ABD kontrolü dışına çıkması bu sermaye akışını durdurabilir, hatta tersine çe' irebilir. Böyle bir durum, ABD açısından, telafisi imkansız sonuçlar yaratır ve ekonomik bir çöküşe neden olabilir. Bu bakımdan Sovyetlerm dağılması, Rusya’nın, olduğunun daha gerisine biraz götürürken, ABD, bir yandan güçlü müttefiklerini kaybetmiş, diğer yandan bun­ları onun rakibi durumuna sokmuştur.

ABD, AB’nin oluşumuna karşı çıkamamakta ama üzerindeki kontrolü kaybetmeyi de istememekte ve AB üzerinde kuracağı vesa­yetin askeri olacağını düşünmektedir. Karşısında hiçbir hasım olma­masına rağmen NATO’nun sürekli genişlemesi ilk bakışta komik görünmesine rağmen, AB’yı askeri açıdan ABD'ye muhtaç bırakmak niyetiyle açıklanabilir.

ABD’nin 11 Eylül sonrası başlattığı asken operasyonlar, ne pet­rolün kontrolü ne de bazı ülkelere demokrasi götürmek veya bura­da oluşacak asken tehditleri bertaraf etmekle açılanabilir. ABD ken­disine yönelebilecek ekonomik baskıları asken açıdan dünyayı kontrol ederek sınırlamak istemektedir.

Bu açıda bakıldığında ABD, Türkiye’nin AB ile bütünleşmesini, ancak kendisinin AB üzerindeki vesayetinin devamı halinde kabul edebilir. Ya da Türkiye’nin üyeliğini AB üzerindeki kontrolünü pe­kiştirmek amacıyla kullanmak isteyebilir. Kendisinden tamamen kopmuş ve farklılaşmış bir AB’ye Türkiye’nin de eklenmesi, onun açısından kabul edilemez bir durumdur.

Zaten, bizim üyeliğimiz dışında da Avrupa’da önemli sorunlar

yaşanmaktadır. Bazılarına göre İngiltere duygusal ve kültürel ne­denlerle ABD’ye yakın durmaktadır ve adeta Avrupa dışındaymış gi­bi davranmaktadır. Gerçekte İngiltere bir ikilemin içindedir. Tama­men AB’ye bağlandığında önemi giderek azalacak ve AB’nin bir ke­nar ülkesi haline gelecektir. Ayrıca ABD’yı askeri gücünü kullanır­ken frenlemenin en iyi yolunun onun karşısında değil yanında ol­makla mümkün olduğunu düşünmektedir. Şu anda asken açıdan ABD'yle başa çıkılamaz. Karşısındaki blok ne kadar büyük olursa, ABD. o kadar sert kararlar alabilir. Cepheyi zayıf tutmak onun dav­ranışlarını sınırlayabilir.

Benzer hesabı Türkiye’de yapmak zorundadır. ABD, Avrupa’nın giderek kendisine karşı bir konuma geleceğim bilmektedir. Bu blo­ğa Türkiye’nin dahil olması Ortadoğu’daki varlığını tehlikeye ata­caktır. Bu yüzden, bir şekilde, Türkiye'yi kesin bir biçimde kendisi­ne bağlamak istemektedir. Türkiye’yi ısrarla Irak’a davetinin gerçek nedeni Irak’ta karılaştığı sorunları çözmek değil bozulması güç bir birliktelik sağlamaktır. Böyle bir ittifak ABD’nin Ortadoğu’da varlı­ğını sürdürmesini sağlayacaktır ve bunun başka bir alternatifi de yoktur. Eğer Türkiye, ABD’nin bu davetini kabul etmezse, bundan sonraki aşamanın ne olacağını hesap etmelidir. Çünkü bu kabul edilmediği zaman tekrarlanmayacak ve olduğu gibi bırakılacak bir teklif değildir. Aynı sonuca ulaşmak ıçm başka ve belki de tor yol­ların deneneceğini beklemek gerekir. ABD’ye ancak büyük ittifak­larla karşı çıkılabilir ama böyle bir çatışmayı kimsenin göze almadı­ğı da bir gerçektir. Türkiye’nin yapacağı, zararı en alt düzeyde tuta­cak biçimde davranmaktır.

ABD’nin politikalarını uygulamak ıçm sadece diplomatik kanal­ları kullandığını düşünmek safdillik olur. ABD her zaman ilişkide ol­duğu ülkelerin içine müdahale eder. Türkiye’de bu açıdan kullanabi­leceği çok geniş bir yelpaze vardır. Son zamanlarda dış ticaret açığı­mızın büyümesine rağmen gözlenen döviz bolluğu nasıl açıklanabi-

lir? Bunun yastık altındaki dövizlerin bozdurulması veya başka bir ülkeden sırf ekonomik şartlar nedeniyle gelmesiyle açıklamak ger­çekçi değildir. Bu siyasi amaçlı bir giriştir ve şu mesajı içermektedir. Bizimle işbirliği yaparsanız döviz sorununuz ve buna bağlı olarak ekonomik sıkıntınız kalmaz. Eğer anlaşamazsak bunlar geri döner. Bu operasyonun sadece bir boyutudur ve başkaları eklenebilir.

Meseleye sadece AB’nin kriterleri açısından bakmak ve bu şart­lar yerine gelirse her şeyin rayına oturacağını beklemek gerçek dışı­dır. AB’ye katılma dünya üzerindeki büyük mücadelenin bir parça­sıdır ve en önemlilerinden biridir. Türkiye’nin AB’ye katılmasını di­ğer küçük ülkelerle kıyaslamak doğru değildir. Türkiye’nin stratejik konumu, büyüklüğü, askeri ve ekonomik potansiyeli, bunlara ek olarak İslam dünyasındaki yen onu benzersiz kılmaktadır. Ancak gücü bu kadar büyük kozları kullanmasına imkan vermemektedir. Dünya üzerindeki yerini ancak büyük güçlerin desteği ve ittifakıyla belirleyebilir.

İmkanlarımızı kullanacak kadar güçlü olmamamız, önümüze döşenen raylar üzerinde hareket etmek zorunda olduğumuz anlamı­na gelmez. Bu genel çerçeve içinde geniş bir hareket alanımız vardır ve bunu kullanmak gerekir. Başkalarının hayatı saydığı alanları ihlal etmeden kendimize bir yol açabiliriz. AB ile ilişkilerimizde stratejik hesapları ön plana çıkarmak ve dünyanın sorunlarını ortak bir stra­teji çerçevesinde çözmeye çalışmak, kriterlerle uğraşmaktan daha gerçekçidir. Türkiye’nin birliğe tam üyeliği bu sorunların çözümü değildir. Türkiye büyük çatışmanın tam ortasında olduğu ıçm taraf­ların çıkarlarının ortak paydasında yer alabilir ve yerinin belirlen­mesini daha uzun vadeye bırakabilir.

Bu güçlerden herhangi biriyle birlikte olmamız sosyal yapımı­zın onlara benzemesini gerektirmez. Başkaları, bizi belli bir yöne sürüklemek ıçm iç işlerimize müdahale etmekte, sosyal yapımızı de-

ğıştırmeye uğraşmakta, ıç çatışmaları tahrik etmektedir. İlk iş onları oyunu kurallarına göre oyalayan bir devlet yapısıyla karşılamaktır. Olayları anladığımızı ve bunların çözümünde devletle işbirliği yap­maktan başka yol olmadığını anlatmamız gerekir. Bürokrasiyi, dış müdahalelerden korumak bu konuda yapılması vazgeçilmez ölçüde önemli olan bir konudur. Ancak ülkemize yönelik operasyonların en önemlisi olan ekonomik alanda görev alan bürokratlar, bağım­sızlık kisvesi altında devlet kontrolünün dışına çıkarılmaktadır. Kal­dı kı bunların sadece milli olması yetmez, bunun ötesinde çok yete­nekli olmaları gerekir.

Kısa bir süre önce ABD ile stratejik ortak olduğunu düşünen Türkiye şimdi AB ile bütünleşmenin hesaplarını yapıyor. Bunlardan biriyle birlikte olmak çok farklı görünmüyor. Günlük hesaplar, tari­hin yönünü çizdiği bir ortamda bizim geleceğimizi şekillendiriyor.

Bazıları ekonomik sorunlarımızın çözümünün nerede daha ko­lay olduğunun hesabını yaparken diğerleri güvenliğimizin birinci kaygımız olduğunu düşünüyor. Başkaları her birlikteliğin İslam’ı ya da Türklüğü tehdit edeceğini ileri sürüyor.

Bu seçeneklerin her birinin bir medeniyet projesi olduğu ve birbirlerinden farklı bir varlık algılamasını temsil ettiği göz ardı edi­liyor.

ABD gerçek bir kapitalizmi temsil ediyor. İnsanların maddi çı­karlarını en üst düzeyde gerçekleştirmek istedikleri, bu alandaki ba­şarının, insanın bir yandan değerini ölçerken diğer yandan ona hak ettiği refahı sağladığı kabul ediliyor. Piyasa, hem her şeyin değerini şaşmaz bir doğrulukla belirliyor hem de bu değeri eksiksiz ödüyor. Buna itiraz edenlere soruyor: Başka bir objektif kriteriniz var mı? Bir insanın ne yapması gerektiğini ve çalışmasının karşılığının ne ol-

duğunu başka türlü belirleyebilir mısınız!’ Bir insanın üretime yaptı­ğı katkıdan daha fazlasını talep etmesi ıçm bir neden var mı? Güç­süzlerin ve yetersizlerin tasfiyesi bir adaletsizlik değil doğal bir ele­me mekanizmasıdır ve insanları daha fazla katkıda bulunmaya zor­lar ve bu toplam refahı artırır. Bu gibileri desteklemek bireysel bir tercihtir ve toplum buna zorlanmamalıdır. insanları olağanüstü du­rumlara karşı korumak, sigorta sistemleriyle yapılabilir ve bu, sonuç olarak, alınanla verilenin birbirine denk olması anlamına gelir.

Devlet, toplumu oluşturan bireylerin kurduğu dev bir anonim şirket gibidir ve yarattığı ürün, toplumun ortak ihtiyaçlarını karşıla­yacak hizmetlerdir. Bu hizmetler, sonuç olarak, bireylerin maddi çı­karlarını en üst düzeye çıkaracak ortamı sağlar. Kapitalizmin mantı­ğına uygun olarak, en fazla para ödeyenin, yanı vergi verenin, en fazla hizmet alması son derece doğaldır.

Yanı toplumu oluşturan bireylerin birlikteliği ticari bir ortaklık­tır ve maddi çıkarları en üst düzeye çıkarmak amacına yöneliktir. Bu genellemenin dışına çıkan birtakım dayanışlar gözlenebilir ama bu genel çizginin karakterini değiştirmez.

Bu dünya görüşü ABD’yı en büyük ekonomik ve bunun sonucu olarak askeri bir güç haline dönüştürmüştür Ama bunun nihai bir çözüm olduğu ve başarının üstünlüğün bir delili olduğu şüphelidir. Çünkü başka medeniyet projeleri bu düşünceyle çatışma ve rekabet halindedir.

Avrupa, ekonomik alanda piyasa mekanizmasını kullanmakla birlikte, piyasanın belirlediği gelirlerin, gerçek hak edişleri temsil ettiğini kabul etmez. Yanı aldığı vergileri sadece toplumun ortak amaçları için kullanmakla kalmaz bir kısmını da yeten kadar geliri olmayanlara transfer eder. Sosyal güvenlik ve eğitim harcamaları karşılıksız ödemeler haline dönüşür. Bu haliyle Avrupa bireyi değil toplumu temel alır ve toplumu bireylerin basit bir aritmetik toplamı

sa)Tnaz Toplum, bu toplamı aşan bir varlıktır ve devletin amacı bu varlığı korumak ve geliştirmektir.

Başka bir medeniyet projesi yaşadığımız topraklarda gelişmiş ancak onu temsil eden devletin tasfiyesi nedeniyle iddiasını kaybet­miş ama bir tohum olarak derinliklerde varlığını sürdürmüştür.

Bu proje devleti temel varlık kabul eden ve insanların bu varlı­ğın bir parçası sayan görüştür. Bunu devleti kutsallaştıran ve birey­len sadece ona hizmet etmekle yükümlü sayan faşist dünya görü­şüyle karıştırmamak gerekir. Bu görüşe göre devlet bir üst varlıktır ve bireylerin onu yüceltmek ve sürdürmekten başka bir anlamı yok­tur. Oysa Osmanlı düşüncesi, insanları devleti oluşturan esas unsur olarak alır ve devlet bireylerden farklı ve üstün bir varlık değildir. Tıpkı enel hak diyen ve Yaradan’ı varlıkların tümünü kapsayan ve onlardan oluşmuş gören anlayış gibi devleti bireylerin üstünde değil onların bütünü gibi gören bir anlayıştır. Avrupa düşüncesinden far­kı, Avrupa’da bireylerin, bir salkımdaki üzüm taneleri gibi, birbirin­den bağımsız ama bir salkıma bağlanmış olmasına karşılık, Osmanlı toplumunda salkımdaki bağların yanında bireylerin kendi araların­da da sıkı bağların varlığıdır. Bağlar hem aşağıdan yukarı hem yana doğrudur. Devletinin ortadan kalkmasına rağmen toplumun varlığı­nı sürdürmesi yan bağların yanı insanlar arasındaki dayanışmanın devreye girmesinden kaynaklanmıştır.

Türkiye ABD ve AB arasında tercih yaparken bir medeniyet projesini de benimsemek durumunda olduğunu da anlamak zo­rundadır. Gerçekte toplumda her ıkı düşüncenin önemli etkiler yarattığı ve bazı kesimlerin maddi hedeflerin insan davranışların­daki temel belirleyici olduğuna inandığı bir gerçektir. Piyasa me­kanizması sadece etkin bir ekonomik işleyişi sağlamakla kalma­makta kapitalizmin dünya görüşünü de beraberinde getirmekte­dir. Herkes kazandığını hak eder ve hak ettiği kadar kazanır ve

bunu istediği gibi kullanabilir düşüncesi giderek toplumsal bir değer yargısına dönüşmektedir.

Diğer yandan, tarih boyunca kendini devletin bir parçası say­mış olan kitleler, problemlerin çözümünü hâlâ devletten beklemek­te ve bireysel davranışa uyum sağlayamamaktadır. Bu davranış bazı­larını sandığı gibi devlet sırtından geçinmek arzusu değildir. Çalış­maya hazırdır ve bu imkanı devletten beklemektedir. Sağlık, eğitim gibi hizmetlerin devletin görevi olduğuna inanmaktadır.

Türkiye, siyasal dengelerin sonucu olarak kendine bir yer arar­ken aynı zamanda bir medeniyet projesini de benimsemek zorunda kalıyor ve insanlarının bu yeni medeniyet projesine göre yeniden ta­nımlanmasına yol veriyor.

Gerçi tarih güçlü olanın değerlerinin de kaçınılmaz bir biçim­de kabul edildiğini gösteriyor. Mesela insanlar, serbestçe kabul edildiği söylenen dini, her zaman hükmedenin istediği biçimde seçıyor(?). Bu konuda Osmanh diğerlerinden farklı bir davranış sergiliyor. Hükmettiği insanların inanç ve kültürel değerlerine ka­rışmıyor. Olaya, belki de pratik nedenlerle, sadece hükümranlığı açısından bakıyor ve buna karşı bir mukavemet yoksa insanları rahat bırakıyor.

Günümüz Türkiyesi ancak birbirine benzeyen insanların yöne- tilebıleceğını, dinsel ve kültürel faklılıkların ayrışmayla sonuçlana­cağını düşünüyor. Bu nedenle her farklılığa, en azından potansiyel bir tehlike olarak bakıyor. Dış politikasını belirlerken yandaşlarını kendi değerlerine benzeyenlerden seçmeye çalışıyor. Ona göre bir­likteliklerin ve karşıtlıkların temel nedeni kültürel değerlerdeki farklılıklardır.

Sorun dünya ölçeğinde yer belirlemek olunca, kendi değerleri­ni taşıyan büyük bir gücün olmaması nedeniyle, ekonomik kriterler baskın hale geliyor. Yanı ABD veya AB’den hangisi daha avantajlı

olur solosuna cevap arıyor. Bu avantaj çoğunlukla günlük kaygılan hangisinin daha çok azaltacağı olarak görülüyor.

İç politikada bütün partilerin “Merkez Sağ”da olduğunu iddia et­mesi başka bir anlamsızlık yaratıyor. Çünkü “Merkez Sağ” kavramıyla nevan ifade edildiği bilinmiyor. Sağ, hem ekonomik açıdan kapitaliz­mi hem kültürel açıdan ılımlı dindarlığı çağrıştırdığı için bu kavramın hangi anlamda kullanıldığı bilinmiyor. Oysa Türkiye’deki siyasi parti­lerin ıkı kritere göre yerlerinin belirlenmesi gerekiyor. Önce kapitaliz­mi mı savunduklarının yoksa ona alternatif olan dünya görüşlerinden birini mı kabul ettiklerinin ya da kendi tarihi tecrübelerine dayanan özgün bir dünya görüşlennin olup olmadığının bilinmesi gerekiyor.

İkincisi Türkiye’nin 1923’te kurulmuş yem bir devlet mı yoksa Osmanlının bir devamı mı olduğu sorusunun cevaplandırılması ge­rekiyor. Bu soruların cevabı ve bu cevapların içeriği onu özgün bir model haline getirebilir veya bir medeniyet projesi içinde yeni bir kimlikle yoluna devam eder.

AB ile ABD arasında bir tercih yaparken güç dengelerinin çok belirleyici olduğu aşikar. Ancak eğer bir manevra alanımız kalırsa bunu bize uygun bir medeniyet projesinde yer almak için kullan­mamız gerekiyor.

Dini değerler üzerine kurulu bir çatışmanın tarafı olmak yanlış­tır. Bu insanların dini özgürlüklerinin yok edilmesi anlamına hiç gelmez. Olmaması gereken şey siyasal İslam’dır. ABD ekonomik so­runlarını ve bunun tüm dünyadaki dengeleri alt üst edecek boyutta olduğunu uzun zamandan beri bilmektedir. Ayrıca bu sorunları çözmek istemektedir.

Halkın yönetimdeki rolü bu güçlerin dışındaki -eğer kaldıysa- alanla sınırlıdır. Seçimler halkın yönetimi belirlemesinin bir aracı

değil, onları yönetimle bütünleştirmek, ortaklık duygusunu pekiş­tirmek için kullanılan bir yoldan ibarettir.

Zaten halkın beklentileriyle ülkeyi yönetenlerin uğraşları birbi­rinden tamamen farklıdır. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak yönetimin amacı değildir. Her ikisinin oyun alanları ve karşılaştıkları sorunlar başkadır. Yönetenlerin ilgisi dünyaya dönüktür ve bu alanda, güçle­rine göre farklı roller üstlenirler. Büyük güçler belirleyici konumda iken küçük ülkelerin yöneticileri bazen dış etkileri en aza indirmek bazen de büyük güçlerin aracılığını yapmak rolünü üstlenirler. Eğer büyük doğal kaynaklar üzerindeyseniz ya da dünya üzerindeki ko­numunuz büyük güçlen etkiliyorsa, yönetenler büyük ölçüde bir aracı konumundadır. Mesela Ortadoğu’nun petrol zengini ülkeleri kendi kaynaklarını koruyacak güce sahip değildir ve onların kaderi­ni dış rekabetler belirler.

Ayrıca bu gibi ülkelerde gelirler önemli ölçüde tek kaymaktan, mesela petrolden sağlanıyorsa ve bunlar tek elde toplanıyorsa şekli bir demokrasi bile mümkün olmaz. Zenginliği elinde tutan güç, bü­tün gelirlerin tek kaynağıdır. Ülkedeki eğitım> medya, bürokrasi tek kaynaktan beslenir ve burada farklı bir siyasal hareket yaratmak mümkün olmaz. Sıygası rekabet farklı çıkarların var olmasıyla müm­kün olacağı için, tek ekonomik güç tek sıyası hareket yaratır.

Halk ıçm demokrasinin anlamı, yönetimi belirlemek değil hak ve özgürlüklerinin mümkün olduğu kadar geniş tutulması ve bun­ların güvence altına alınmasıdır. Zaten seçim kampanyalarında ül­kenin karşılaştığı sorunlardan çok, halkın maddi ve manevi taleple­rinin karşılanması konuşulur ve vaatler sıralanır. Dış politika ve gü­venlik sorunları hakkında söylenenler, halkı çözüme ortak etmek amacı taşımaz. Genelde slogan düzeyindedir ve halkın güven duy­gusunu tatmin etmek için yapılır.

Yönetimin halkın iradesiyle belirlenmediğini söylemek bizi bir

soruya cevap vermek zorunda bırakır. Yönetenleri kim belirlemek­tedir? Ülkeyi hangi güç yönetmektedir?

Yöneten güç tarihsel bir olgudur ve bazen zaman içinde ve ted­ricen bazen büyük hercümerçlerle ansızın el değiştirir. Her ülke için geçerli bir modeli de yoktur. Mesela ABD, büyük sermayenin ve bu­na bağlı bürokratların ağırlıklı olarak egemen olduğu bir ülke iken buna çok benzediği sanılan İngiltere’de bürokrasi daha belirleyici­dir. Krallık belli bir sosyal sınıfı değil devleti temsil eder.

Petrol zengini ülkelerde veya tek ürünün egemen olduğu yer­lerde yönetenler, bazen bu ürünü pazarlayan büyük şirketlerin ba­zen de büyük ülkelerin aracısı konumundadır.

Ülkemizdeki yöneten güç yarı egemen yarı edilgen konumda­dır. Sıyası partiler halkın iradesini temsil ettiklerini iddia etmelerine rağmen gerçekte ekonomik güç odaklarının uzantısı konumunda­dır. Anadolu’da sıyası parti örgütleri ya büyük bir holdingin ya da bir petrol şirketinin hayamın finansmanıyla ayakta durmaktadır.

Türkiye’nin ekonomik açıdan zayıflığı ve dışarıya bağımlılığı, siyasi partileri aynı sonuçla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum­da üstün bir halk iradesinden söz etmek ve seçilmişlerin halkı tem­sil ettiğini iddia etmek zorlaşmaktadır. ABD’de doğru olan, yanı sı­yası partilerin ıç iradeye dayanması, bizim ıçm soru işaretleri taşı­maktadır.

Buna karşılık siyaset üzerinde bürokrasinin vesayeti sürmekte­dir. Bunun demokrasinin evrensel kurallarına aykırı olduğu da doğ­rudur. Ayrıca hak ve özgürlükler sınırlıdır ve bu da demokrasi dışı­dır. Ancak demokrasinin evrensel kurallarının uygulanması için ül­kede yerli ve güçlü bir burjuvazinin varlığı da şarttır.

Bunun dışında Türkiye, özellikle günümüzde, değişen dünya dengelerinin odağındadır ve savaş dahil her ihtimalin var olduğu bir bölgededir.

Ne islediğimize karar vermek zorundayız. Ne pahasına olursa olsun demokrasi mı istiyoruz yoksa belli sınırlamalara razı mıyız7

Benim için yönetimim nasıl belirlendiği değil ne olduğu önem­lidir. Şu anda vazgeçilmez ihtiyacımız akılcı ve etkin bir yönetimdir, ancak bunu sağlamanın bilmen bir yolu da yoktur. Demokratik yol­la gelenler halk için mesajlar vermekte, ama çok karmaşık ve zor olan sorunlarımızı nasıl çözeceğimiz bilinmemektedir. Bürokrasinin en doğru kararı vereceğinin de bir garantisi yoktur

Sonuç olarak, ne yolla belirlenirse belirlensin, yönetimin gücü o toplumun birikimin bir yansımasıdır ve bir günde değişmez. Şu anda tarih önünde bir sınav veriyoruz ve başarımızı birkaç günlük gayret değil binlerce yıllık birikimimiz belirleyecektir.

Yönetimi belirlemenin en iyi yolu, en iyisini seçebileceğimiz yoldur.

Edindiğimiz bilgiler ve onun üzerine inşa ettiğimiz değer yargı­larımız kişiliğimizi oluşturur. Kişiliğimiz ise bizi koruyan bir Zırh gibidir ve onu gücümüz ölçüsünde savunuruz. Bir gün bir deneme yapsanız ve inandıklarınızın doğru olup olmadığını aklınızla irdele- senız nasıl bir sonuçla karşılaşırsınız? Eğer bildiklerinizin ve inan­dıklarınız büyük çoğunluğunun akla aykırı olduğunu görseniz ne yaparsınız?

ABD’nın Irak’ı işgal için ileri sürdüğü sebeplerin doğru olmadı­ğını herkes biliyor. 11 Eylülde ne olduğunu da yakında öğrenece­ğiz. Ülkemizle ilgili olayları da sorgulayabilir ve bir sürü anlamsızlı­ğın olduğunu görebiliriz. Mesela 1998 yılında Öcalan’ı himaye eden Suriye’ye karşı uygulanan baskı politikasını irdeleyelim. On dört yıl boyunca süren kanlı çatışmalarda neden bu yola başvurulmadı da karşı taraf ateşkes ilan edip çatışmalar durunca böyle bir politika ız-

lendi7 Eğer bu yolla terör örgütünün etkisiz hale getirileceği düşü- nüldüyse. bir aşama daha ileri gidip örgüt başım hapse tıktığımız halde, neden hala çatışmalar durmadı? Bir hesap hatası mı yaptık?

Terör örgütü İran, Suriye, Kuzey Irak’takı Kürt oluşumuyla ça­tışma halindeyken ve ABD terör örgütü ilan edip tedbir almayı dü­şünürken neden kendi ölüm fermam anlamına gelecek olan bir yola saptı ve Türkiye ile çatışmaya girişti? Aklı olan biri bunu yapar mı?

Dünyada, çok kısa bir süre içinde, petrol fiyatları ikiye katlan­dı. Bunu izah edecek iktisadı bir neden yok. Ne arz cephesinde cid­di bir sorun var ne de talepte bu ölçüde büyük bir artışa neden ola­cak bir sıçrama söz konusu. Bu gelişmenin arka planında bir takım siyasi hesaplar olabilir mi?

ABD nükleer enerjiden yaralanmak isteyenleri, nükleer silah peşinde olmakla itham ediyor ve onların bu yöndeki girişimlerini engelliyor. Bu küçük ülkeler herkesten gizli nükleer silah yapabilir­ler mı? Yapsalar bile bu bir intihar girişimden öte bir anlam taşır mı? Yoksa ABD nükleer enerjinin önünü mü kesiyor?

Bambaşka bir alana geçip başka sorular da sorabiliriz: Ülkemi­zin yabancı sermaye almadan kalkınamayacağı ıkı kere ikinin dört ettiği kadar genel kabul gören bir hüküm. Yanı yabancı sern-aye bi­zim tasarruflarımıza eklenecek ve böylece ekonomimiz kam t takıp uçacak diye düşünülüyor. Oysa yurt ıçı tasarruf oranına bakarsanız bunu doğrulayacak bir tabloyla karşılaşmazsınız. 1980 öncesi yurt ıçı tasarruflar gelirimizin yüzde yirmi beşini aşarken bugün bu oran yüzde on üçler civarında. Yanı yabancı sermaye ıç tasarruflara ek­lenmiyor onun yerini alıyor. Bu konuda söylenecek bir çok şey var ama bir tespit bile düşüncenin doğru olmadığını gösteriyor.

İçinde bulunduğumuz durumu şöyle özetleyebiliriz: Binlen önümüze bir takım olayları koyuyor ve bizim buna göre hüküm vermemizi istiyor. Mesela Güneydoğuda terör eylemleri oluyor ve

bu belli bir gruba mal ediliyor. Ortada reddedilemeyecek gerçekler var ve biz bundan acı duyuyoruz. Ama bu grubun bu eylemleri yap­masının, kendileri açısından, akıl dışı olduğunu görüyoruz. Bu du­rumda nasıl bir karar vermeliyiz?

El-Kaidenin yaptığı söylenen eylemlerle karşılaşıyoruz, bir çok insan hayatını kaybediyor ve bunlar önümüzdeki gerçekler a­ma böyle bir örgütün yaptığı eylemlerle ne kazanacağını akla uy­gun olarak söyleyemıyoruz. Gazeteler Usame Bin Ladın'ın kırk beş kiloya düştüğünü biliyorlar ama nerede olduğundan kimsenin haberi yok!

Yeni bir dalga hayatımızın her alanında etkili oluyor. Dünyayı ele geçirmek isteyen gizli dini ya da masonık örgütlere her gün bir yenisi ekleniyor ama biz şu soruyu sormuyoruz: Dünyaya egemen güçlerin ellerinde çok etkili istihbarat örgütlen var Bunlar yeni ör­gütler karşısında neden sessiz kalıyor? Üstelik bunların çok eskiden ben var oldukları söyleniyor ama şimdiye kadar neden kimsenin dikkatini çekecek bir eylemde bulunmadıkları halde şimdi dünya­nın altını üstüne getirdikleri sorgulanmıyor. Eğer bu yeni gizli ör­gütler istihbarat örgütlerinin kontrolünde ise yeni bir tehlikeden söz etmenin ne anlamı var. Söylenecek şey sadece istihbarat örgütleri­nin yeni metotlar geliştirdikleri ve bunlar aracılığıyla faaliyet göster­dikleri biçiminde olabilir. Oysa görünen manzara dünyaca ayrık otu gibi saran bir takım dini örgütlerin varlığı.

Önümüze konulmuş bir tarih var. Biz burada anlatılanların mümkün olup olmadığını sorgulayamıyoruz. Böyle bir sorgulama vatana ihanetle bir tutulur. Amacımız kimseyi itham etmek olmasa bile akla uygun bir tarih yazılmasını istemek mümkün değil. Çün­kü tarih geçmişi anlatmak için değil geleceğe yön vermek için ya­zılıyor. Kimsenin ona el sürmemesini sağlamak için de kutsallık zırhıyla korunuyor.

Bir deneme yapmanızı istesek ve inandığınız her şeyi bir kere de akıl süzgecinden geçirin ve bunun mümkün olup olmadığını ir- deleyın ve eğer akla aykırı bir şey görürseniz onu akıl yoluyla düzel­tin ve bu olay olsa olsa şu şekilde olabilir deyin desek, birden bire kişiliğinizin tamamen değiştiğini ve yepyeni bir dünya algılamasıyla karşılaştığınızı göreceksiniz.

Tanrı sizden şunu yapmanızı istiyor diyenlere “ Bu evreni yara­tan Tanrı sızın algıladığınız kadar küçük hesaplar yapmaz. Sızın söyledikleriniz onun istedikleri değil, bizi nasıl görmek istiyorsanız onları Tanrının istekleri olarak önümüze getiriyorsunuz. Bizi kont­rol etmek ıçm Tanrıyı bile kullanıyorsunuz. Bugüne kadar dini aklı­na bile getirmeyenler şimdi her şeyin dinin emirleri olduğunu söy­lüyor. Ben Yaratanı tüm büyüklüğüyle ve sızın aracılığınız olmadan anlayabilirim” demek gerekir.

Eğer tüm söylenenlen akıl süzgecinden geçirerek kabul etme­ye kalkarsak belki daha doğru bir dünya algılamasına ulaşabiliriz ama mutlu olacağımız söylenemez. Kaldı kı böyle, bir şeyi yapmayı biz de istemeyebiliriz. Bugüne kadar inandıklarımız terk etmek, yepyeni değerlere sahip olmak kendimizi ret anlamı taşıyabilir. Bir avuç insanın sol bir ideoloji uğruna terör yaptığını ve komünist bir düzen kurmak istediklerine inanıp onların eylemlerinin arka pla­nım araştırmadık, belimize bir silah takıp çok büyük güçlerin oyunlarım bozacağımızı, ülkemizi korumak ve büyütmek ıçm ce­saretimizin yeterli olduğunu sandık, bilginin önemsiz, maddi vakı­aların gereksiz olduğunu düşünüp bir araya geldiğimizde iman ta­zeleme nutuklan çektik. Şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp bilimsel düzeyimizi artırmak, heyecanlarımızı daha akılcı olmaya yöneltmek zor bir iş.

Sloganların çekiciliği, “Vatanımıza göz koyanların gözünü oya­rız” demenin, bele bir silah takıp dünyaya kafa tutmanın keyfi ve

kolaycılığı varken bilgi peşinde koşmak zor bir ıştır. Üstelik eğer önyargılarınızdan kurtulamazsanız var olanlardan daha akla aykırı düşünceler üretmeniz kaçınılmazdır.

Özelikle iktisatçılar, geleceğe yönelik tahminlerim geçmişteki gerçekleşmeleri geleceğe uzatarak yaparlar. Şu sıralarda Çın ve Hin­distan’daki ekonomik büyüme göz önünde tutularak ve bunun aynı hızla devam etmesi halinde ABD ve AB’nın önüne geçeceklen ve dünyadaki ekonomik ve buna bağlı olarak sıyası ağırlığın Uzakdo­ğu’ya kayacağını hesaplıyorlar. Oysa dünyadaki gelişmeler düz bir çizgi üzerinde gerçekleşmez. Öyle olsaydı İngiliz İmparatorluğunun bugün dünyanın en büyük gücü olması gerekirdi. Onun birinci planda olmaması yaptığı hatalarla da açıklanamaz. Gelişen sıyası olaylar ABD’nı ön plana çıkarmış ve Avrupa ikincil konuma düş­müştür. Bugün Rusya’nın ekonomik açıdan başat olmaması büyük güç olmasını engellememektedir.

Eğer ekonomik gücü sadece rakamlarla ifade ederseniz Japon­ya’yı ön sıralara koymak zorunda kalırsınız ama bu ülke dünya üze­rinde siyasi bir güç olamamaktadır ve ekonomik gelişmelerde belir­leyici konumda değildir. Aksine ABD bu ülkeyi, istediği an, en güç­lü olduğu alanda yanı iktisadı açıdan çok genlere götürebilir. Çın ekonomisi dışardan sağladığı doğrudan yatırımlar ve bunları ucuz emekle birleştirerek dışarıya mal satan bir ekonomi görünümünde­dir. Bu ülkeye akan küresel sermayenin kendisine rakip olacak ve siyası açıdan ön sıraya geçecek bir ülkeye destek olması bir aymaz­lık mıdır? Ya da günlük çıkarlarını gözeterek gelecekte kendisini yok edecek bir devin yaratılmasına göz mü yummaktadır?

Olaya başka bir açıdan da bakılabilir. İç tüketime ve halkın ih­tiyaçlarını karşılamaya yönelik bir iktisadi yapı dünya ekonomisinin bir parçası haline getirilmiş, gelişme ihracatın itici gücüne bağlan-

mış ve Çın ucuz işçi deposu olarak, hem Batı tüketicilerine ucuz mal üretmiş hem de bundan elde ettiği gelirleri Batının finans ku- rumlarma yatırarak onları gücüne güç katmıştır. Bunun ilerde sıyası ve ekonomik bir rakip olması son derece zordur. Batılı ülkeler bura­dan ithal ettikleri mallardan vazgeçebilir ve bundan hiçbir rahatsız­lık duymaz ama Çının bugünkü üretim kapasitesi büyük ve çekil­mez bir yük haline gelir. Çm ekonomisini dünyaya açarak stratejik bir hata yapmıştır ve dünyada bir güç odağı olma şansını yitirmiştir.

Sözlerimiz içe kapalı bir ekonomik düzeni savunmak amacı ta­şımaz ama her şart altında başarılı olacak bir ekonomik modelin var olmadığı anlamındadır. Oyuncak, hırdavat, tekstil satarak para ka- zanılabilır ama bir güç olunamaz. Bu konuda ABD ile rekabet edebi­lecek bir ülke görünmüyor. Bunun birinci nedeni yetersizlik değil bilgi ve vizyon eksikliğidir. Ekonomiyi bir esnaf gibi algılayanlar ve başarının para kazanmaktan geçtiğini düşünenler başkalarına ba­ğımlı olmaktan kurtulamazlar. ABD dünya para sistemim ve tüm stratejik maddeleri kontrol etmektedir. Mesela ABD parasının değe­rini sıfıra düşürerek tüm dünyanın tasarruflarının önemli bir bölü­münü yok edebilir, borçlarından kurtulur ve kendisi hiç zarar gör­mez ama herkes içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşır. ABD sa­dece oyun oynamamakta aynı zamanda oyunun kurallarını belirle­mektedir. Günün birinde “kurallar değişmiştir artık koyduğum yeni kurallar geçerlıdır” derse kimse buna itiraz edemez daha doğrusu bu itiraz bir sonuç yaratmaz. Kuracağı yeni düzeni kendisini en güçlü yapacak şekilde belirleme şansına sahiptir ve başka hiç kimse böyle bir role talip değildir.

Geleceği belirleyen ülkelerin bugünkü gücü ve büyüklüğü de­ğildir. Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk küçücük bir ada­ya sıkışabilir ve bir devlet onlarca parçaya ayrılabilir. Tarih, kendi akışına ayak uyduramayan bir devleti, taşımak zorunda değildir. Bugün en güçlü saydığımız bir ülkenin çok kısa sürede sahneyi terk

etmesi mümkündür. Mesela Osmanlı İmparatorluğu dağılmasaydı ı- kı ihtimalden bin gerçekleşırdı. Ya 20ncı yüzyılı şekillendiren pet­rol yer altında kalır ya da Osmanlı büyük bir Suudi Arabistan olur­du. Osmanlı tarihi gelişmenin önünde bir engel haline geldiği için bertaraf oldu.

Geleceği tahmin ıçm, iktisatçıların en sık kullandığı anlamsız trend analizi sağlıklı sonuç vermez. Bu hem dünya hem de ülkemiz için geçerlidır. ABD’nın gücünü kaybetmesi de Irak taki ya da dün­yanın başka yerindeki bir yenilgiye bağlı değildir. Eğer tarihin seyri­ni belirleyecek başka bir güç çıkmazsa, ne kadar hata yaparsa yap­sın, ABD’nin rolü sürer. Bu konuda AB bir alternatif olma şansım hızla yitiriyor. Çünkü bugün Avrupa’nın inisiyatifi gibi görünen bir­lik gerçekte küresel sermayenin bir projesi haline gelmiş ve bu hem ABD’deki siyasal yapının hem de Rusya’nın itirazıyla karşılaşmıştır.

Dünyadaki gelişmeler tek bir gücün inisiyatifinin esen değildir ve tüm gelişmeler bir denge içinde cereyan eder. Yanı gelişmeler düz bir çizgi üzerinde değil karşılıklı ıkı gücün etkıleşımıvle olu­şur. Bugün bu dengenin taraflarının ABD ve Rusya olacağı anlaşılı­yor. Türkiye ıkı gücün orta noktasında bir istinat yen görevini üst­lenebilir. Bu kaçınılmaz bir ihtiyaçtır ve eğer ülkemiz bu rolü oyna­yamazsa bir başkası, mesela Avrupa aynı rolü üstlenebilir. Ancak sağlam bir denge Türkiye ile kurulabilir ancak ülkemizdeki sıyası ve bürokratik kadrolar son derece ufuksuz, dar ve küçük hesaplar içinde hareket etmekte ve böyle bir rolü oynayabilecek düşünce ya- .pısına asgari ölçüde de olsa sahip bulunmamaktadır. Para herkes ıçm tek hedef konumundadır ve dindar oluğu söylenen kitleler bile bir düşünce odağı olmak yerme, dini kullanarak nasıl para kazanı­lacağının hesabı içindedir. Diğerleri Türkiye’nin dünyadan soyut yaşadığını düşünür gibiler. Dünya onların ilgi alanının dışındadır ve köyünü tüm evren zanneden köylüler gibiler. Türkiye’nin dünya üzerinde rol oynayabilecek konumda olduğu onlara çok yabancı-

dır. Sürekli bir kurtulma ve kurtarma duygusunun içinde yaşamak­talar. Oysa formül çok basittir: Var olmak için bir fonksiyonun ol­ması gerekir. Kendinden ibaret bir dünyayı ne tarih ne de Yaradan himaye etmez.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Başkalarını yenerek, dize geti­rerek büyük güç olunmaz. Tarihin bu şekilde yorumlanması büyük bir talihsizliktir. Her büyük güç, tarihin bir döneminde, gelişmenin motoru olmuştur ve bugün de aynı şey geçerlıdir. Rolünüz gücünü­zü belirler, gücünüz, eğer zamanla uyuşmuyorsa, yok olacaktır.

Önemsediğim, düşüncelerine değer verdiğim bir arkadaşım be­ni eleştirdi. Sözleri bir yazımla ya da bir konudaki kanaatlerimle il­gili olsaydı kolay anlaşılabilirdi. Ama o, “Bir kaos dönemini yaşıyo­ruz. Sen böyle bir ortamda olayları bazı odakların politikalarıyla açıklamaya çalışıyorsun. Karmaşa ortamı analiz edilemez, bunlar bir gücün eylemleri olarak gösterilemez” diyordu.

Kaos, çıkaranı ve sonucu belli olmayan bir olaylar zinciriydi. Sadece gözlenebilir ama açıklanamazdı. Ben böyle bir ortamı rasyo­nel kararlarla oluşan, binlerin amaçlarına hizmet eden bir süreç ola­rak yorumlamakla hata yapıyordum. Zaten hiç kimsenin böyle bir çabaya girişmesinin anlamı yoktu. Kaos insan iradesinden bağımsız olarak hükmünü icra eder ve zamanı gelince ortadan kalkardı.

Bir başkası beni çok sayıda aktörün rol aldığı bir oyunda bir ve­ya birkaç odağı ön plana çıkarıp tüm resmi onların eylemleriyle açıklamakla suçladı. Önem sırasını belirlemekte sübjektif davranı­yor olabilirdim ve önem sırası benim düşündüğümden farklı olabi­lirdi. Kaldı kı neyin daha önemli olduğunu gösterecek bir kriter de yoktu. Bir şehit anasının duyduğu acı her şeyin önüne geçebilirdi ve insanlann kararlarını bu acıları göz önüne alarak vermesinin yanlış

bir yanı yoktu Siyasal hesapları tek belirleyici olarak almak yanlış olabilirdi ve insanların duyguları bütün bu hesapların önüne geçe­bilirdi. Irak harekatını protesto eden, evladını kaybeden bir Ameri­kalı annenin tavrı, tüm siyasal hesapları anlamsız kılabilirdi.

Bu eleştiriler sadece beni değil, sıyası konularda ahkam kesen herkesin önünü tıkayacak nitelikteydi. Her düşünce bir belirsizlik ve bilinmezlik denizinde kayboluyordu. Geriye donla denize girilip girilmeyeceğini, futbolu ve magazin haberlerini tartışmak kalıyordu. Bu konular gerçekti ve kimse yazarı hayal oyunu oynamakla itham edemezdi.

Siyasi ve sosyal konuları irdeleyen insanların en büyük şanssız­lığı birbirine zıt iki düşüncenin aynı ölçüde kabul edilebilir sayılma­sıdır. Oysa bir matematikçi birçok değişkenin etkilediği bir fonksi­yonda, hangi değişkenin ne kadar etkili olduğunu kısmı türev ala­rak belirler ve sonucu kimse tartışmaz. Bir kimyacı bileşik bir mad­deyi elementlerine ayırır ve nelerden ibaret olduğunu kesinlikle söyler. Ama siyası alanda El-Kaıde'nm tüm dünyada etkili olan bir örgüt olduğu da söylenir hiç olmadığı da.

Ben olayları incelerken bir yol izliyordum. Bir eylemi gerçekleş­tiren ya da bir politika izleyen kışının sözlerini hiç hesaba katmıyor, onun eylemleri ne sonuç verecekse amacının o olduğunu söylüyor­dum. Bu yol ciddi bir yanlış içeriyordu. Ben silah atan birinin hede­finin kurşunun isabet ettiği yer olduğunu söylüyordum. Bu yanlışlı­ğı düzeltmek için yapabileceğim tek şey atıcının usta mı yoksa ace­mi mı olduğuna bakıp kararımda bir düzeltme yapmaktan ibaret olabilirdi ve onu yapıyordum. Bana göre ABD acemi bir atıcı değildi ve vurduğu yer, en kötü ihtimalle, kurşunun değdiği yerin civarı olabilirdi. Bazı atıcılar hedef tahtası yerine tavanı vurabilirdi. Bunu ancak atıcının yeteneklerini değerlendirerek anlayabilirdim. Bazıları ise düşmana ateş ettiğini sanıp kendini vurabilirdi ve bana göre adı-

na İslamcı teröristler denen kişiler bunu yapıyordu. Bu birilerinin hesabının bir sonucu muydu, yoksa atıcının beceriksizliğinden mı kaymaklanıyordu sorusuna vereceğim cevap, “Bunu bir çocuk bile yapmaz, muhtemelen binlerinin aleti oluyorlar” biçimindeydi.

Yaşadığımız sürecin bir kaos mu yoksa belirli bir hedefe ulaş­mak isteyenlerin bilinçli bir tercihi mı olduğu sorusu kolay cevapla- namaz. Kaos olduğunu kabul edip sadece sonucu büyük bir merak­la bekleyebiliriz ya da benim analizlerimdeki irade unsurunu çıka­rıp kendiliğinden gelişen olayların nasıl bir sonuç vereceğim tahmi­ne çalışırız. Her ıkı yol da aynı yere çıkar. Sadece gelişmelerin arka planında bir insan iradesinin mı olduğu yoksa her şeyin kendiliğin­den mi geliştiği sorusu cevapsız kalır.

İsrail'in Gazze’dekı Yahudi yerleşim yerlerim boşaltması, birçok açıdan, ders alınması gereken nitelikteydi. Önce kendiliğinden olu­şan bir olayın, uygun müdahalelerle bir kurguya, yönetimin politi­kalarına uygun bir senaryoya dönüştürülebileceği gösterildi. Bizde trajediye dönüşen gecekondu yıkımlarına benzer bir manzarayla karşılaşılmadı. Yerlerinden edilen insanların bundan hoşnut olma­yacakları, direniş gösterecekleri bilmiyordu. Bu doğal olay birçok mesaj içeren bir eylem haline getirildi ve İsrail istediği mesajları, canlı yayında, dünya kamuoyuna sundu.

Dünya kamuoyunda İsrail’in yayılmacı bir politika izlediği, Fi­listin direnişini bahane ederek sürekli toprak kazandığı izlenimi vardı. Türkiye’de İsrail’in yayılma alanının topraklarımıza kadar uzandığını düşünen birçok kimse bulunuyordu. İsrail, Gazze’den çekilerek, yayılmacı olmadığı mesajını verdi.

Direnişçilerin bir sinagogda toplanması ve buradan çıkarılması daha önemli bir mesaj içeriyordu. Genelde Yahudılerın dini motif-

lerle hareket ettiği, kutsal kitaplarının emrettiği yönde gittikleri dü­şünülüyordu. Sinagoga yapılan müdahale, siyasetin dinin önünde gittiğini gösterdi.

Direnişe müdahale eden askerlerin eğitildikleri zaten söyleni­yordu ama bu askerlerin ne gereğinden fazla sert dadanmamış ol­ması ne de direnişçilere yakın bir tavır almaması disiplin düzeyinin yüksek olduğunu gösteriyordu.

Bütün bu sözlerim objektif bir değerlendirmedir ve bazılarının İsrail’i övdüğümü düşünmesi büyük bir haksızlık olur. Çok önem­sediğim bir davranışı bu müdahalede gördüğümü ifade etmeliyim Askerler, tüm kademeleriyle ıkı davranıştan birini bile yapmamıştır. Devletin doğru politikalar izlemediğini ve yerleşim yerlerinin boşal­tılmasının İsrail’e ihanet olduğunu düşünüp, kendi kararıyla dire­nişçilerden yana bir tavır almamıştır Ya da emre karşı geldiğini dü - şünüp direnişçileri zorlamamışım Bu devlete olan güvenin ifadesi­dir ve kimse kendi başına vatanı kurtarmaya kalkmamıştır.

İsrail’in izlediği politikayı şöyle özetleyebiliriz: Dünyada artan Yahudi aleyhtarlığının Filistin sorunundan daha önemli olduğunu düşünüp bunu frenlemek istemektedirler. Muhtemelen ABD de İs­rail’in dünya üzerindeki imajının kendisine yansıtılmasından hoş­nut değildir. Bu olumsuz imaj sadece İslam ülkeleriyle sınırlı kalma­makta ve giderek Batı kamuoyu da aynı eğilimi sergilemektedir. İs­rail düşük profil politikası izlemektedir. Bağımsız bir Kürt devletini desteklemediğini söyleyerek bu konuda Arap ve tüm İslam alemin­de oluşan yargıyı da kırmaya çalışmaktadır.

Bu politikanın tam anlamıyla başarılı olması için İsrail’in oyna­dığı düşman rolünün başkasına devredilmesi gerekir. Eğer I Mart tezkeresi kabul edilse ve Türkiye ABD ile birlikte hareket etseydi düşman rolünü biz üstlenmiş olacaktık. Şu anda bu rolü üstlenecek bir tek kitlenin olduğu görülüyor. ABD desteğiyle Irak’ın, yanı bir

Arap ülkesinin bölünmesine çalışan, İsrail tarafından desteklendiği kabul edilen Kürtler bu role çok yakındır. Bu oluşum Türkiye, İran, Suriye ve tüm İslam dünyası tarafından olumsuz karşılanacaktır.

Bu durumda İslam aleminde de bir çatlak oluşacak ve dışa dö­nük cepheleşmenin yerim ıç çatışma alacaktır. İsrail’in tek kaygısı radikal İslamcı grupların eylemlerim sürdürmesi ve Yahudi kamu­oyunu izlenen politikanın karşısında yer almaya zorlamasıdır.

Bu konuda İran’ın tavrı belirleyici rol oynar. Ya Filistin’de ger­ginliği azaltır ve kendisini bir iç çatışmaya sürükleme eğilimi göste­ren Kürt sorununa ağırlık verir ya da İsrail’in düşük profil politika­sını baltalamak için Filistin’deki radikal İslamcıları tahrik eder.

Bütün bu gelişmeler karşılaştığımız sorunların bölgeyle çok ya­kından ilgili olduğunu, dar çerçeve içinde yapılan analizlerin yeter­siz kalabileceğini göstermektedir. Stratejik üstünlük Türkiye’den ya­nadır ve duygusal tepkilerle bu konumun kaybedilmesi büyük bir hata olur.

*****

Bizden istenenleri yerine getirirsek AB üyesi olacağımızı düşü­nenlere hiçbir zaman katılmadım ve bunun gerçekleşemeyeceğini savundum. Bazıları Güney Kıbrıs’ın isteklerine boyun eğildiğini dü - şünüyor ama bunun hiçbir anlamı yok. Yunanistan ve Güney Kıb­rıs’ı üst üste koyun yanına birkaç devlet daha ilave edin, bunların toplamı Türkiye’ye eşit olmaz. Ne ekonomik ne de stratejik açıdan Türkiye’yi feda edip bunları almak rasyonel değildir.

Meseleye bir başka açıdan da bakılabilir: AB’ye “Tüm istekleri­nizi bir kağıda yazın, bakmadan imzalayacağım” deseniz sonucun farklı olmayacağını, sadece bir süre daha bizi oyalayacaklarını söyle­yebilirim. AB’nin dışında kalmamızın sebebi ileri sürdüğümüz ge­rekçelerin hiçbiri değildir. Farklı bir kültürden gelmemiz, ekono-

mık açıdan gende olmamız bugün oluşan özelliklerimiz saplamaz ama biz, belki de bugüne kadar, AB ıçm önemli bir ortak sayıldık ve ayak sürüyen biz olduk.

Bir sorunun cevabını arasaydık bilmeceyi daha kolay çözebilir­dik: Neden İngiltere üyeliğimizi destekliyor ama Almanya ve Fransa karşı çıkıyor? Türkiye petrole ulaşmanın. İslam alemiyle ilişki kur­manın vazgeçilmez bir yoluyken ve buna bize karşı çıkan ıkı ülke­nin ihtiyacı varken neden bu konuda zaten yeterli güce sahip İngil­tere bizi bir kenara atmıyor da ötekiler olumsuz tavır sergiliyor7 Türkiye AB üyesi olursa ve onun sıyası çizgisine hizmet ederse Or­tadoğu’da ABD ve İngiltere’nin etkisine rakip olacak bir güce eriş­mesi mümkün olacak olan Almanya ve Fransa bu şansını neden eli­nin tersiyle itiyor?

Eğer AB’nın çekirdeği diyebileceğimiz Almanya ve Fransa stra­tejik açıdan Kıbrıs’ın tamamını elde tutmak istiyorsa bunun için Türkiye’nin tümünü bir bedel olarak öder mı? Bunun tam tersi da­ha doğru olur. Türkiye asken bir güç olarak Doğu Akdeniz’i AB adı­na kontrol eder ve bölgede Türkiye'ye rakip olacak bir gücün oluş­masına izin verilmez.

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Türkiye’nin AB’nın bir parçası olması onu gerçek bir güç haline getirir ama bunu herkes görmekte­dir ve Türkiye AB’nın temeline harç koymak için değil onu kontrol etmek için kullanılmak istenmektedir.

Bugün AB, görünüşte Türkiye’nin üyeliğini gerçekte ise kendi geleceğini tartışmaktadır. Bu konuda bir öngörüde bulunmak ge­rekirse şunu söyleyebilirim: AB bütünleşme değil dağılma aşama­sındadır. Sıyası bir birlik oluşturma projesi fiilen imkansız hale gelmiştir. Bu durum dünyadaki genel eğilimi yansıtmakta, sıyası birlikteliklerin yerini ittifaklar sistemi almaktadır. İngiltere ile Al­manya ve Fransa’nın çıkarlarının örtüşmedığı ve farklı konumlar-

da olacakları anlaşılmaktadır. Bugün görünenin aksine, Rusya ile Çın yakınlaşması yerme, Alman-Fransız ekseninin Rusya’yla ya- kır laşması beklenir.

AB’ye çektiğimiz "Bırakır, gideriz” restini muhtemelen görecek­ler ve biz yeni hır arayışın içinde olacağız. Şüphesiz herkesin aklın­da böyle bir durumda yerimizin belli olduğu, ABD ile ittifakımızın süreceği düşüncesi vardır ve bunun aksını gösteren herhangi bir işaret de bulunmamaktadır. Biz AB’ye üyelik yolu açıldığında Türki­ye’ye sermaye akacağını düşünürken, bu konuda ciddi sorunlar ol­masına rağmen, rekorlar kıran carı açığımız sorunsuz kapatılmakta, ülkemize gelen yabancı sermaye hızla artmaktadır. Ne iktisat teori­sinin öngördüğü döviz kurlarının aleyhte gelişmesi ne de buluttan nem kapan borsamızın düşmesi gözlenmemektedır. Niçin geliyorlar sorusunun bir cevabı olmalı.

Bütün bunlara boş verebilir ve önümüzde duran somut olaylara bakabilirsiniz. AB, üyesi olan Kıbrıs ve Yunanistan’ın taleplerine ha­yır diyememiş, üstelik farklı bir medeniyeti temsil eden ülkemizi içine sindırememıştır ve mesele bu kadar basittir diyebilirsiniz. Ola­ya nasıl bakarsanız bakın yeni bir yön bulmamız gereğinden kaçına- mazsınız ve bu kolay bir ış gibi görünmemektedir.

Bir ülkede egemen güç kolayca değişmez ve seçimler sonucu oluşan iktidarlar bu gücün hangi görünüm altında olacağını belirler. Gerçek gücün değişimi savaş, devrim gibi büyük olaylar sonucu gerçekleşir. Egemenlik çok boyutludur ve bunun en önemli unsuru ülke ekonomisinin kontrolüdür. Türkiye’de, kuruluşundan beri egemen güç değişmemiştir.

1980’den beri ülkedeki egemen ekonomik gücün değişim süre­cini yaşıyoruz ve bu süreç sonunda egemen güç yeniden şekıllene-

çektir. Bugün özelleştirmeler, fınans piyasalarının kontrolü aslında sadece ticari ve ekonomik bir olay değildir ve yapabildiğim kadar kimin bu yarışla öncü olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Bir işlet­menin kaç para ettiği, ucuz mu yoksa pahalı mı satıldığı beni pek fazla ilgilendirmiyor. Olayın ekonomik yönünün önemsiz, sıyası yö­nünün belirleyici olduğunu düşünüyorum. Zaten ön safta görünen­lerin birer figüran olduğunu ve asıl önemli olanın arka plandaki si­yasi güç olduğuna inanıyorum.

Bu süreç sonunda, ekonominin köşe başlarını kontrol eden devlet ve onun arkasındaki bürokratik güç tüm araçlarını kaybede­cek, bu medyanın, sıyası partilerin yeni bir gücün kontrolüne geç­mesine neden olacaktır. Bunun iyiliği ya da kötülüğü farklı bir ko­nudur, ben sadece olayın ne olduğunu kestirmeye çalışıyorum.

Bir siyasi hareketin Sadece ideolojisiyle değerlendirilmesi yan­lıştır. Asıl tespit edilmesi gereken bu hareketin dünyadaki güç odaklarıyla ilişkisidir. Geçmişte ülkedeki egemen güç Türkiye’nin yeriyle uyumluydu ve Batı Bloğunun bir parçası olarak herhangi bir sorun yaşanmıyordu. Ancak bu dengenin bozulacağı anlaşılınca ye­ni bir arayış başladı ve Türkiye’nin, kapalı ekonomik yapısının ya­rattığı belirsizlik onu küresel sermayenin bir parçası haline getirerek aşılmaya çalışıldı. 2001 krizi bu konuda 1980 darbesiyle açılan yol­da önemli bıı aşamanın kaydedilmesi olarak gerçekleştirildi.

Şu anda bu sürecin son aşamasındayız ve bürokratik güç tüm ekonomik araçlarını kaybetmektedir. Onlar bu güç kayrasının far­kında olmadılar ve meseleyi sadece ekonomik bir olay olarak değer­lendirdiler. Hatta çoğunlukla ellerinden gücü alanlarla ayı çizgide buluştular. Ekonomik alanda kendilerine sunulan imkanları, değer­lerinin takdir edilmesi olarak algıladılar ve süreç sonucunda yerleri­nin eğreti olduğunu anlayacaklarını düşünmediler.

Şu anda bu süreç gen döndürülemez bir noktadadır ve güç

kayması gerçekleşecektir. Yapılabilecek şey gücün, siyasi açıdan ter­cih edilecek grupların ele geçirmesine yardımcı olmaktan ibarettir. İslamcı ideolojinin sadece bir gericilik ilericilik meselesi olmadığını, bürokratik güçle ihtilaflı olan bu kanadın güç kaymasındaki beklen- tısınm rakibini etkisiz kılmak olduğu anlaşılamadı. İslamcılar da sü­reç sonunda gücün kendi ellerine geçmeyeceğini ama değişim ger­çekleşinceye kadar kullanıldıktan sonra tasfiye edileceklerim fark etmediler.

Bölünme korkusunun temelsiz olduğunu, Kıbrıs meselesinin bizi aşan boyutları nedeniyle zaten çözülmüş sayılması gerektiği dü- şünülmedı ve herkes bunlarla ovalandı. Biz cambazı seyrederken çok köklü değişikliklerin gerçekleştiğini göremedik.

Şu anda Türkiye yem bir sıyası gücün inşa edildiği şantiyeyi an­dırmaktadır. Bizim sorun saydığımız şeyler bu inşaatın molozlarıdır ve görüntüden duyduğumuz rahatsızlığı büyük problemler sayıyo­ruz. Aslında binlen etrafa şu yazıp yazmalıydılar: '‘Vermiş olduğu­muz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Her şey daha iyi bir Türkiye içindir. Yakında inşaat bitecek ve sız magazin haberlerini, televizyon dizilerinizi seyredeceksiniz ve etrafta sızı rahatsız edecek bir şey kalmayacak...”

“Biraz daha sabredin, yakında ne terör kalacak ne de Kıbrıs adı­nı duyacaksınız. Manken aşklarını seyrederken huzurunuz bozan bu haberler bitecek. Tıpkı 12 Eylül 1980 gününün i 1 Eylülle hiçbir benzerliğinin olmaması gibi...”

Şarkı her yerin karanlık oluşundan yakınır ama bir yer nurdan bir ışıkla aydınlanmıştır, tüm karanlıklar bu ışıkla anlamını yitirir ve siz kendinizi bu ışığın içinde hissedersiniz.

Oysa şimdi tam tersi bir durum söz konusu. Demokrasi, geliş-

me bir yana, sıçrama yapıyor, özgürlükler neredeyse sınır tanımaya­cak. Adını bile anmaktan korktuğumuz tabular şimdi yerlerde sürü­nüyor. Buna rağmen etrafımızı kuşatan demirden bir çemberi gide­rek daha fazla hissediyoruz. Şarkıyı yeni baştan yazmak ve “her yer aydınlık, pür-zulmet o mevki” demek geliyor içimizden. Tüm dün­ya tek kişilik bir oyunu seyrediyor. Sadece ABD, hatta onun bir bö­lümü yanı Bush yönetimi sahnede. Diğerleri, bazı küçücük terör ör­gütleri, figüran bile değil. Bir aksesuardan öte anlamları yok. Bazıla­rı bu yalnızlıktan, tek yanlılıktan sıkılmış olmalı kı Çın ve Hindis­tan’ın gelecekte büyük süper güçler olacaklarını ve ABD'p zora so­kacaklarını söylüyor. On beş-yirmı sene sonra göz zevkimize de hi­tap edecek bir maç seyredebileceğiz.

Ülkemiz yetmiş sente muhtaç olduğu günlen çoklan tarihin de­rinliklerine gömmüş, birkaç milyar doların krize neden olduğu gün­len unutmuş, kırk milyar doları bulan dış ticaret açığını umursamı­yor bile. Mevcut eğilimleri ileriye taşıyarak Çın ın süper güç olacağı­nı söyleyenlerin aynı metotla Türkiye’nin dış ticaret açığının tüm dünya gelirinin önemli bir bölümüne ulaşacağını da söylemeleri ge­rekirdi ama bunu neden yapmadıklarını çözemedim.

Tek kutuplu bir dünyada tek dünya görüşünün egemen olması kaçınılmaz. Herkes aynı şarkıyı, demokrasi ve liberalizme övgü se­renadını mırıldanıyor. Her sistemin bir insan kurgusu olduğu ve bir gün başka bir kurguyla yer değiştireceği unutulmuş, var olan düzen bir fizik kanunu olarak algılanır olmuş.

Ortada bir alternatifin görünmemesi onun yokluğundan mı kaynaklanıyor yoksa, karanlık bir yerde olduğu için, göremediğimiz bir şeyler mı var? Bir kara delik apaçık gördüğümüz her şeyi bir gün yutabilir mi?

Karanlıkta hiçbir şey olmaya da bilir çok şey de olabilir. Göre­mediğimiz bir yer için ne söyleyeceğiz? Evren sadece görerek algı-

lanmaz. Hiçbir şey göremezseniz aklınıza başvurmak ve ne olabilir diye sormak zorundasınız.

Gözlediklerimiz gerçek olamaz. ABD’nin yarısı bu oyunu oyna­yamaz. Başka aktörlerin de olduğunu kabul edip onları teşhise çalış­malıyız. Belki de alıştığımız analız metotlarını değiştirip devletleri aktör sayan anlayıştan vazgeçmeli ve mücadele eden tarafları farklı biçimde tanımlamalıyız. Mesela ABD’dekı demokratlarla Rusya’daki Yelisin ekibini bir taraf, Bush ve Putın ekibini diğer taraf olarak ta­rımlarsam çok mu uçuk bulursunuz? Merkel’ı Bush’un sevgilisi ilan eden anlayışı, devletleri aktör kabul ederek nasıl açıklarsınız? AB içindeki Türkiye’ye yönelik farklı tavırları ve İngiltere’nin Türkiye aşkını kullandığınız kriterlerle, yanı demokrasimizin düzeyi, farklı bir din ve kültüre ait olmamızla bağdaştırabilir mısınız?

Eğer binlerinin bizden istediklerim yapınca her şey değişti ve inanılması güç bir başarı elde ettiysek biz bu ışın neresindeyiz? Aca­ba başka binleri başka şeylerin olmasını istiyor mu ve onlar ne ölçü­de güçlü sorusunu sormak çok mu abes olur?

Her yer aydınlık gibi görünüyor ama bir kara delik, sırf karan­lık olduğu için, fark edilemiyor. Böyle durumlarda ne söylerseniz havada kalır. Görünenlerle yetinmemek ve bunlar her şeyi açıkla­maya yetmiyorsa ne olabilir sorusuna cevap aramak gerekir. Bu so­ruya benim vereceğim cevap şudur:

Liberal düşünce ve ona eşlik eden demokrasi söylemi yerini güçlü devlet özlemine terk edecek, kontrollü ekonomi ve devlet ağırlıklı yönetimler çağı belirleyecektir. Türkiye bu tohumun ilk fi­lizlendiği yerlerden biri olabilir. Yeni devlet anlayışı birbirine ben­zer insanların oluşturduğu ulus temeline dayanmayacak, yanı halk devleti değil devlet halkı tanımlayacaktır.

*****

ABD’de bir büyükelçi Irak müdahalesinin gerekçelerinin doğru olmadığını söylüyor ve yönetimden binleri de, intikam amacıyla, büyükelçinin karısının C1A ajanı olduğunu basına sızdırıyor. Savcı­lık hemen harekete geçiyor ve ajanın kimliğini sızdıranlar hakkında kovuşturma başlatıyor. İşin ucunun Başkan Bush’a kadar uzanacağı, Nixon gibi, Bush’un da görevden ayrılmak zorunda kalacağı söyle­niyor. Ancak bırilerı ajanın kimliğini sızdıranın Başkan Yardımcısı Cheney’in danışmanı olduğunu ve onun da töhmet altında kalacağı­nı iddia ediyor.

Bu hikaye akla aykırıdır. Çünkü bir büyükelçi ülke yönetimi­nin belli sıyası hedeflere varmak ıçm kurgular hazırlamasına alışkın­dır ve bunu olağan dışı bir olay sayamaz. Üstelik Irak'a müdahalenin gerekçelerinin gerçek olmadığını, dönemin dışişleri bakanı da dahil olmak üzere, birçok kışı söylemektedir ve kendisinin beyanı önemli bir katkı sağlamaz. Büyükelçi gereksiz bir gevezelik yapsa bile, buna karısının CIA ajanı olduğunu açıklayarak misilleme yapmak için budaladan da öte olmak gerekir ve o düzeydeki insanlardan böyle bir davranış beklenmez. Nitekim ajanın adını sızdıranlar çok ağır bir mahkumiyetle karşılaşacaklardır ve olay bir intikamı değil bir intiharı andırmaktadır

Ayrıca o düzeydeki bir savcı, ülkesinin hayatı çıkarları söz ko­nusu olduğu zaman, salt hukuk mantığıyla hareket etmez ya da etti­rilmez. Bu nedenle olayı söylenenler çerçevesinde incelemeyeceğim ve bir senaryo yazacağım.

ABD’yi yönetenler bir politika değişikliğinin gerekli olduğunu düşünmektedir. Zaten Neo-Con fantezilerinin doğruluğuna başın­dan beri inanmamaktadırlar ama onların temsil ettiği gücün des­teğini almak zorunda kalmışlardır. Rice’ın dışişleri bakanı olması bu değişikliğin ilk adımıdır ancak Bush’la özdeşleşen bu politika-

nın onun tarafından köklü bir biçimde değiştirilmesi mümkün görünmemektedir. Geçmişte de Vu tnam politikasının değişmesi ıçm NTxonm feda edilmesi gerekmiştir. Şimdi benzer bir durum söz konusudur.

Eğer başkan görevi bırakır ve kural gereği Cheney görevi dev­ralırsa her şey yoluna girecek ve ABD kaybedeceği anlaşılan bir mücadeleyi bir zafere dönüştürebilecektir. Politikanın değişmesi ıçm başkanın değişmesi gerekmektedir. Bunun yolu da, geçmişte olduğu gibi, başkanın halkı aldatması ve özür dileyip bir kenara çekilmesi olabilir.

Bazı bürokratlar anlamsız işler yaparak savcının önünde hesap vermeye ve bunun sıyası sorumluluğu yukarılara doğru tırmanmaya başlarsa ıkı ihtimalden biri söz konusu olur. Ya ABD çok sıradan in­sanlar tarafından yönetilmektedir ya da yönetim, her şart altında, bir çıkış yolu bulabilmektedir.

Ancak, her oyun gibi, bu da tek taraflı bir oyun değildir. Che­ney - Rıce ıkılısının oyun biçimi demokratları endişeye sevk etmek­tedir. Üstelik büyük ölçüde yıpranmış bir sıyası çizginin yenilenme­si ve adeta küllerinden yemden doğması istenmemektedir. Yapıla­cak en iyi şey olayın sorumluluğunu Cheney’e yüklemek ve alterna­tifi imkansız kılmaktır. O zaman Bush tüm yıpranmışlığıyla göreve devam edebilir ve dünya ölçeğindeki büyük mücadele ulus devleti savunanların yenilgisiyle sonuçlanır.

Senaryonun sonunu yazmak son derece zor. Eğer bu bir film kurgusu olsaydı Bushün dokunaklı bir konuşmayla görevi bırak­tığını yazardım ve kimse benden hesap sormazdı. Ama bu hikaye­nin nasıl biteceği tüm dünyayı ve özellikle Türkiye’yi derinden et­kileyecektir.

Olayların nasıl gelişeceğini tahmin edemeyebiliriz ama bu bü­yük mücadelede alışık olmadığımız sahnelerle karşılaşmamız sürp-

nz sayılmamalıdır. Zaten olayları yorumlarken gelişmelerin müca­delenin şanına layık olması gerektiğini düşünüyorum ve karşılaştığı­mı.-’ hiçbir şey sıradan olamaz diyorum.

Biraz sabredersek her şey gün yüzüne çıkacak.

Irak’ta kan gövdeyi götürüyor. Direniş Bush’un koltuğunu teh­dit edecek etkiler yaratıyor ama bir yer bütün bunların dışında sakın bir limanı andırıyor. Daha az olsa bile Şu bölgesine de yayılan çatış­malar Kürt bölgesine ulaşamıyor. Barzanı. kurduğu devleti giderek daha somut hale getiriyor ve ABD Başkanı tarafından ağırlanıyor. ABD’nin gölgesine kurşun sıkan direnişçiler olanlara tamamen kayıt­sız kalıyor. Kürtlere uzayda yaşıyorlarmış gibi davranılıyor. Kimse­den ciddi bir tepki gelmiyor. İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğini söyleyen Ahmedınecad, yanı başında kurulan ABD destekli Kürt yö­netiminin farkında bile değilmiş gibi davranıyor. Türkiye şartların değiştiğini ve eskiden aşiret reisi olarak gördüğü Barzani’nin artık yasalarla desteklenen bir konumu olduğundan söz ediyor.

Her sıyası yapılanmada görülen iktidar savaşı burada söz konu­su bile değil. Herkes kurulan düzenden, iktidarı elinde tutanlardan memnun görünüyor. Kürt bölgesi bir barış adasını andırıyor. Geç­mişte aşiret yapısına karşı duran ve Barzanı ile çatışan PKK’nın, Türkiye’ye yönelik eylemlere başladığı söylenirken, sessizce olanları izliyor ve bir iktidar mücadelesine bile girmiyor.

Üstelik bölgedeki oluşumlar konusunda yapılan değerlendir­meler önemli ve birçok gücü ilgilendiriyor Kuzey Irak petrollerini Akdeniz’e ulaştırmak ıçm Suriye’den geçecek bir boru hattı inşası­nın düşünüldüğü ve bu amaçla Suriye yönetiminde değişiklik yap­mak ıçm bu ülkeye baskı uygulandığı söyleniyor. Yapılacak değişik­liğin Suriye’yi İsrail’le yakınlaştıracağı hesaplanıyor.

Bu konuda söylenenler homurdanma düzeyinde kalıyor ve cid­di bir karşı koymaya rastlanmıyor. Bu derin sessizlik ıkı ihtimali ak­la getiriyor: Ya kimse olanları fazla ciddiye almıyor ya da karşı koy­mayı göze alamıyor.

Irak’takı çatışmanın sonucu, hangi seçenek kazanırsa kazansın, dünya dengeleri üzerinde önemli bir değişikliğe neden olmaz. An­cak bu sonucun ABD’dekı yansıması büyük önem taşır. Şu anda so­run Irak’ın geleceği değil ABD yönetiminin bundan nasıl etkilenece­ğidir. Aslında Irak’ta ABD yönetimin geleceği belirlenmektedir.

Bush yönetimi Irak’ı bir hedef değil daha büyük bir operasyo­nun başlangıç noktası olarak düşünüyordu ama Türkiye’nin dışarı­da kalması olayı lokal hale getirdi. Kimse Irak’ın ne olacağını dü­şünmüyor bile. Düşünülen sadece çözümün yaratacağı etkiler.

Kürtlerın çatışma dışında tutulması bu nedenledir. Eğer sorun Irak’ın geleceği olsaydı onlar ön sırada yer alırlardı ama eğer hesap Irak’ın dışındaysa ve ABD yönetimine yönelik bir yıpratma operas­yonu söz konusuysa Kürtleri ışın içme sokmanın hiçbir faydası ol­madığı düşünülmektedir.

ABD yönetiminin tek hedefi Irak’tan en kısa sürede kurtulmak­tır. Orayı kimin kontrol edeceği, hangi gücün iktidara geleceği umurunda bile değil. Eğer kendisine kamuoyunda bir zarar verme­yeceğini bilse İran’a bile teslim edebilir. Çünkü hedef hiçbir zaman Irak değildi.

Gerçek güç mücadelesi ABD’nin içinde ve yansıması AB’dedır. Çözüm ABD yönetiminin yara almayacağı ama Irak’ta da olmayacağı bir formülün bulunmasında yatmaktadır. Bu çözüm Kürtlerın ön planda olmasma imkan vermemektedir.

Bir süre sonra dikkatlerin bölgeden uzaklaşıp AB içine çevrile­ceğini tahmin ediyorum. Irak’ta yaşanılan prestij kaybı Avrupa’daki etnik ve din kökenli çatışmalarla dengelenebilir. Avrupa’daki PKK

karşıtı tavır, fiıh bir durumdan çok istihbarat raporlarına dayanıyor olabilir. Şu anda herhangi bir eylem yokken bu örgütü terörist ilan etmelerini, sırt Türkiye’ye destek olarak algılayandayız. Avrupa yi ya­bancı düşmanı bir tavır içine sokacak eyıemlerın ve zaten yeterli bir sıyası desteğe sahip olan ulusçuluğun, bir tepki olarak, artacağını söyleyebiliriz.

Ben bir bakış açısı öneriyorum ve olayları dar çerçevede analız etmenin yanlış olacağını, ulusçular ile küreselcilerin çatışmasında ne anlam taşıdıklarına bakmak gerektiğini söylüyorum.

Fransa’da başlayan ve Avrupa ölçeğinde etkili olacağı anlaşılan olayların sosyal dengesizlikle ve ezilenlerin başkaldırısı olarak açık­lanacağını söyleyebiliriz. Ama bu bakış açısı hemen şu soruyu akla getirir: Aynı şartların, daha da ciddi boyutlarda var olduğu başka yerlerde neden benzer olaylarla karşılaşılmıyor? Mesela nüfusunun yüzde sekseni yabancı olan Abu Dabi’de yerliler efendi, diğerleri kö­le konumundayken ezilenler kendilerini ış buldukları için şanslı ka­bul ediyor ve köleliklerini bir imtiyaz sayıyor? Daha açık bir ifadey­le dünyanın herhangi bir ülkesinde başkaldırı ıçm bir sürü sebep bulunabilir ama olaylar sadece belli yerlerde çıkar. Dengesizlik ve var olan ortam bir başkaldırı potansiyelidir ama onu harekete geçi­ren başka bir etkenin olması gerekir.

Olaylar bir kaza sonucu başlamış olmasına rağmen örgütlü bir tepkinin varlığı gözleniyor. Buradan şöyle bir sonuç çıkarabilir mı­yız: Bir odak Avrupa'daki gelişmeleri etkilemek ıçm çok önceden hazırlıklar yapmış ve gerektiği anda kontrol ettiği güçlen sahneye sürmüştür. Hiçbir örgütlenme bir anda gerçekleştirilemez ve eğer Fransa’daki başkaldırı örgütlü olarak sürdürülüyorsa ve Avrupa’nın başka yerlerine de sıçrayacaksa bu bir politikanın parçasıdır.

Bilgisayarınızın başına geçin ve şöyle bir program hazırlayın: İs­lam dünyasıvla Avrupa ülkeleri arasında bir gerginlik yaratmak ve Avı tıpayı sıyası olarak ıç sorunlarıyla meşgul edip dünyadan soyut­lamak için ne yapılabilir sorusuna cevap arayın. Tüm verilen bilgi­sayara yükledikten sora elde edeceğiniz çıktı şöyle olabilir mı? Av­rupa'da ekonomik daralmadan en çok etkilenecek kesim göçmen­lerdir. Aynıca işsizlik korkusu yerli halkta yabancı düşmanlığını tah­rik eder. Petrol fiyatlarını artırırsanız bu sonuçların çoğuna ulaşırsı­nız ve en küçük bir tahrikte, önceden hazırladığınız örgütlenmeyi kullanarak, göçmenlerle yerliler arasında aşılmaz bir duvar örersi­niz. Bu aynı zamanda bir İslam düşmanlığını yaratır.

Fransa olayları bastırmak isteyecektir ve bu konuda kamu­oyundan büyük bir destek görecektir. Fransız halkı haksız bir saldı­rıya maruz kaldığını düşünecektir ve bunda sonuna kadar haklıdır. Arabası yakılan, malları tahrip edilen bir Fransız’ın kendini suçlu ve sorumlu sayması ıçm hiçbir neden yoktur. Bireysel haklılık, top­lumsal bir kayba neden olacak ve yabancı düşmanlığı önemli siyasal sonuçlar yaratacaktır.

Böyle bir olaya karşı nasıl tepki gösterilmelidir? Kanunsuzluğa ve holıganlığa karşı kayıtsız kalınabilir mi? Bu soru bize sor alsa ce­vabının kesin bir hayır olacağından hiç şüphe yok. Nitekim biz te­rör dediğimiz olaylara karşı sadece bastırmayı düşündük. Ama baş­ka türlü davrananlar da var. Mesela Rusya benzer olaylarda, yanı İs­lamcı denilen teröristlerin eylemlerine karşı sert tepki göstermedi ve olanları sineye çekti. Ayrıca sorunu ABD yönetimiyle siyasal planda ele aldığı ve bir uzlaşmaya vardığı da tahmin edilebilir. Yanı bu gibi olaylarda sadece ıç tedbirler yeterli olmayabilir ve olayı sıyası plan­da çözmek gerekebilir.

Olay sıradan bir kanunsuzluk ya da ezilenlerin başkaldırısı olarak değerlendirilemez ve önemli siyasal sonuçlar yaratmaya ge-

bedir. Bundan Türkiye’nin AB ile ilişkileri de etkilenecektir Avru­pa’da gelişecek genel bir İslam karşıtlığını Türkiye’ye yansıması kaçınılmazdır.

En önemli sonucun Avrupa’da gelişecek ulusalcılık ve içine ka­panma eğilimi olacağı söylenebilir. Bunu pekiştirmenin ve genelleş­tirmenin yolu olayların yayılmasıdır. Bugüne kadar önemli bir ope­rasyona maruz kalmayan Berlusconı İtalya’sının hedef tahtasında olması gerekir. Schröder’ın iktidardan uzaklaşması Almanya’yı bir ölçüde tehlike sınırının dışına taşısa bile ulusalcıların kemikleşmesi için eylemler düzenlenebilir. Ama asıl merak ettiğim gelişmelerin İngiltere’ye nasıl yansıyacağı. Çünkü İngiltere’nin bir yandan bu konularda dünyanın en tecrübeli ülkesi, diğer yandan ulusalcı akımlara karşı olan cephenin karargahı olması bu ülkeyi ilginç hale getirmektedir.

Bugünlerde halkımızda kötümserliğin egemen olduğunu ve bu­nun giderek derinleştiği gözleniyor. Oysa ben ülkemizin önünde yem ufuklar açıldığını, durumumuzun, dünya geneline göre, daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bu, iktidarın başarılı oldukları yönün­deki söylemlerine katılmak değil, sadece tarihin seyrinin lehimize geliştiği anlamındadır. Ayrıca siyasal iktidarın kaygılı olduğunun da farkındayım.

Kendimi amuda kalkarak çevreyi seyreden bin gibi görüyorum. Büyük çoğunluğun endişelerine katılmıyorum ve ülkemizi bekleyen ciddi bir tehlike olduğu inancında da değilim.

Dünyayı doğru algılamak isabetli kararlar almanın temel taşı ni­teliğindedir. Gerçek bir tehlikeyi görmemek gaflettir ama olmayan bir tehlikenin korkusuyla kararlar vermek de aynı derecede kayba reden olur.

Önce sadece bizim değil tüm dünyanın kaderinin yeniden şe­killendiği bir dönemden geçtiğimizi kabul etmek gerekir. Bizim için zarar verici olan şartlar başkaları için yıkıcı olabilir ve bu, en bü­yükler de dahil, her ülke için geçerlıdır. Hatta şu anda çözümü bı- lınmeven büyük sorunların genel bir tehlike haline dönüştüğü söy­lenebilir. Dünyada var olan ekonomik düzen hızla sürdürülemez bir konuma gelmekte ve bir büyük ülkede başlayacak krizin, domino etkisiyle tüm sistemin çökmesine neden olma ihtimali büyüktür. Ayrıntıya girmeden bir örnek verebiliriz: ABD’deki yurt ıçı tasarruf oranı, yıllardır, sıfırdır ve ekonomi dış kaynaklara muhtaç durum­dadır. Bu gidişin nasıl durdurulacağı da bilinmemektedir. ABD’nin karşılaşacağı bir sorun onun için değilse bile başkaları için yıkıcı et­kiler yaratabilir

Kaotık bir ortamın herkes için risk taşıması şart değildir. Bun­dan çok zarar görenler olduğu gibi kazananlar da olabilir. Türki­ye’nin karşılaşacağı riskler olsa bile bunlar yıkıcı boyutta değildir. Bizim en büyük eksiğimiz olayları doğru değerlendırememek ve her şeyi önceden bildiğimiz şablonlara göre tanımlamaktır. Bizim için her olay Birinci Dünya Savaşı sonrasının bir benzendir ve çözüm İs­tiklal Savaşındaki fedakarlıkları tekrarlamaktan geçer. Oysa ne so­runlarda bir benzerlik vardır ne de aynı metotlarla bir çözüme ula­şılır. Böyle bir benzerlik kurmak halkı yenilmişlik psikolojisinin içi­ne iter ve kurtulmak tek hedef haline gelir. Şu anda ne yenilmiş du­rumdayız ne de kurtarılacak bir şey var. Nasıl kurtuluruz sorusu­nun yerini ne yapabiliriz almalıdır ve bunun sonucunda daha iyi bir konumda olacağımız bilinmelidir. Kimse bana bu sürecin sonunda, mesela, Barzani’nin kazanacağını ve Türkiye’nin kaybedeceğini an­latamaz. Bu hayalden de öte bir şeydir.

Eğer sağda solda patlayan birkaç bomba, katledilen insanlar bizi ümitsizliğe götürüyorsa bu tehlikenin ciddi olduğu anlamına gelmez ama olayların arka planını göremediğimizin kesin bir deli-

İldir. Dünya yeniden kurulurken havai fişek atılacağı herhalde beklenemez. Eğer doğru bir siyasi değerlendirme yapılsa bunun ülkemize herhangi bir zarar vermesinin mümkün olmadığı görü­lür. Bunlar mantar tabancası gibidir. Korkutur ama öldürmez. Korktuğunuz ne varsa gerçekleştiğini düşünün ve bunun ne anla­ma geldiğini, sizin buna vereceğiniz karşılığın hasmınızda ne ölçü­de öldürücü bir yara açacağını düşünün. Muhtemelen korktuğu­nuza değmediğini göreceksiniz.

Tepkiler ve duygusal tavırlar hiçbir sonuç vermez. Bir karar al­dığınız zaman, içinizde en küçük bir kızgınlığın bile olmadığını, bir satranç masasındaki kadar sakın olduğunuzu hissediyor ve hamle­nizi yapıyorsanız Türkiye’nin kaybetmesi bir mucize olur.

1980 öncesi herkesin endişeler içinde olduğu bir dönemde olayların sadece bir darbe hazırlığı olduğunu düşünüyor ve söylü­yordum. Herkes hata yaptığımı düşündü ama ben haklı çıktım. Bu­gün de karşılaştığımız risklerin yaralayabileceğim ama öldürücü ol­madığını düşünüyorum. En riskli yanımız herkesin büyük başarılar gördüğü iktisadı alandadır ama onun da çaresi bulunur.

Ebu Garip Hapishanesindeki işkence görüntülerinden sonra şimdi de CIA sorgu evlen gündeme taşındı. Her ikisinde de işkence yapıldığı söyleniyor. Üstelik CIA operasyonlarında insan kaçırma da söz konusu. îlk bakışta benzerlik gösteren bu olaylar birbirinden ta­mamen farklı.

Hapishanedeki bir insana kötü davranma bir amaca yönelik de­ğildir. Hapishane görevlileri karşısındakini düşman saymakta ya da çoğunlukla onu bir eşya gibi görmektedir. ABD askerlerinin davra­nışı Amerikan toplumunun bir ürünüdür ve savaşın kazanılmasına hiçbir katkıda bulunmaz. İşkence yapan bu olaydan herhangi bir

sonuç beklememekledir. Sadece içindeki şiddet eğilimlerini tatmin etmekte ve hiçbir değer atfetmediği insana yaptıklarının bir olum­suzluk olduğunu düşünmemektedir.

Uygulanan şiddetin karşısındakini sındırdığı de söylenemez. Mahkum zaten sinmiştir, diğerlerinin bundan korkması ve direniş­ten vazgeçmesi ıçm teşhir edilmesi gerekir ama bunun yaratacağı di­renme içgüdüsü çok daha şiddetlidir.

ABD askerlerinin esirlere davranışı savaşın seyrinde sanılandan daha büyük etkiler yarattı. Kurtarıcı ve özgürlükçü rolünü oynayan ABD’yı, korkulan ama bu korkunun teslimiyet değil bir karşı koyma güdüsü yarattığı bir konuma sürükledi.

Korkunun karşıdakini sindirmesi ıçm belirli bir eylemin ceza­landırılacağı, uygun davranışların ödüllendirileceği intibaı uyanma­lıdır. Sırf öteki olduğu için aşağılanan, güvende olmak ıçm yapabi­leceği hiçbir şey olmayan insan ölümüne direnir. Irak’ta ABD’nin konumu budur.

Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bölgede birtakım operas­yonlar yapması ihtimalinin yüksek olduğunu ve ABD’nın konu­mundan ders alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu, her eylemin hoşgörüyle karşılanması anlamına gelmez ama temel bir ilkeden söz edilebilir, insan değil eylem cezalandırılır. Yani belirli ve iyi tanım­lanmış eylemlerin cezalandırılacağı, bunun dışında bir davranış ser­gilenmeyeceğim karşı taraf bilmelidir. Susurluk benzen bir mücade­le tarzı ne insanidir ne de başarılı olması söz konusudur.

CIA operasyonları bundan tamamen farklı niteliktedir. Askerle­rin davranışları bireysel ve amaçsız olduğu halde CIA eylemleri ku­rumsaldır ve yapılan her şey önceden tasarlanmış bir plana dayanır.

Burada bir çelişkiye işaret etmek gerekir. İstihbarat operasyon­larının hepsi, operasyona maruz kalanlar açısından hukuk dışıdır. İster haber alma, ister yönlendirme amacıyla yapılsın bunların hu-

kuka uygun olmadığı açıktır ama istihbarat örgütlerinin ışı de bu­dur. Yani yapan ülkenin kanunlarına uyan her şey maruz kalan açı­sından hukuk dışıdır. Bu nedenle istihbarat operasyonlarını hukuk açısından irdelemek abesle iştigaldir.

Bu nedenle CIA operasyonlarını kendi mantığı içinde değerlen­dirmek gerekir. ABD hukuk içinde kalmak için bir yol izlemektedir. Operasyonlarını ülke içme taşımamakta, yakaladığı ve sorgulayacağı kişileri ülkesi dışında tutmaktadır. Sizce CIA’nın hedef kişileri ABD yerine yabancı ülkelerde tutmasının sebebi nedir7 ABD’ye kadar ta­şımanın zahmetli ya da masraflı olacağını mı düşünmektedir7

ABD basit bir formül uygulamaktadır: Kendi ülkesinde bir kişiyi tutamaz ve sorgulayamaz. En iyimser bakışla suç olan bir fiili gizli yapmak zorunda kalır. Oysa ülkesi dışında yapacağı her istihbarat faaliyeti meşrudur. Kendisi hukuk içinde kalmakta ama diğer ülkele­ri hukuk dışı davranışlarının üstünü örtmek zorunda bırakmaktadır.

Amerikan yetkilileri yakalama ve sorgulamaları reddetmemekte ama bunun zorunlu olduğunu ve terörü önlemek amacıyla yapıldı­ğını savunmaktadır. Eğer bu sorgulamalar kendi ülkelerinde yapıl­saydı kanunlara uygun olup olmadığı da tartışma konusu olacaktı. Oysa şimdi bu yükten kurtulmuş olduğu ve sadece gerekli olup ol­madığının tartışıldığı görülüyor.

Türkiye’deki bir hapishanede bir tutukluyu sorgulayan CIA mensubu, kendi ülkesinin kanunlarına karşı gelmemiştir. Bizim ve benzer ülkelerin konumları ise onu hiç ilgilendirmemektedir.

CIA Başkanı Porter Goss kalabalık bir heyetle Türkiye’ye geldi. Yapılan ilk yorumlar sürpriz olmadı. Goss PKK konusunu konuş­mak için buradaydı. Eğer CIA de ziyaretin böyle yorumlanmasını is­temeseydi tepkileri okkalı bir küfür olurdu. Bir fiskede tozunun bile

kalmayacağı bir örgütün en büyük sorunları olduğunun söylenme­sini bir hakaret olarak algılarlardı. Ama onlar El-Kaide’yı dünyanın, PKK’yı da Türkiye’nin en büyük sorunu kabul ettirmenin keyfini sürüyor olmalıydılar. Önümüzdeki günlerde tüm müzakerelerde P- KK’nın nasıl bertaraf edileceğinin konuşulduğu ve CIA Başkanı’nın sıkıntıdan tırnaklarını yediği yazılırsa şaşırmam.

Ayanın kırk türküsü vardır, kırkı da ahlat üstüne sözünü hatırla­tacak yorumlar yapılacağını ve PKK odaklı bir sürü senaryonun gün­demi dolduracağını söyleyebiliriz. Böylece onlar da ne konuştukları ve ne yapacakları hakkında açıklama yapmaktan kurtulacaklar.

Eğer bu çok önemli konunun dışında bir şeyler de konuşulursa bunlar ne olabilir? Belki de kahve molalarında bazı ayrıntılar da gündeme gelebilir. Mesela bölgenin geleceği hakkındaki projeler üzerinde konuşulabilir.

istihbarat örgütleri politika üreten kuruluşlar değildir. Ya da en azından teorik olarak böyledır. Siyaset üreten odaklar, görünüşe gö­re hükümetler, bir proje belirler ve silahlı kuvvetler, istihbarat ör­gütlen ile ilgili diğer kurumlar bunu uygularlar. CIA başkanı böyle bir projenin uygulanması konusunda mutabakat sağlamak üzere buraya gelmiştir ve misyonu sanılanın çok ötesindedir.

Çıkaracağımız ilk sonuç, Türkiye’nin yapılacak operasyonun hedefi değil ortağı olduğudur. Bu, ülkemizin hiçbir operasyona ma­ruz kalmayacağı anlamına gelmez ama açık bir hedef olmayacağı söylenebilir.

Bölgedeki operasyonlarda, hatta genel olarak, silahlı kuşetle­rin baş rolde olduğu düşünülür ve görüntü de bu biçimdedir.'Mese­la Irak harekatında asken birlikler ön plandadır. Oysa ordu gücü, istihbarat ve siyaset aklı temsil eder.

İstihbarat operasyonlarının önemli bir bölümü halkın hazırlan­masıdır. Bu amaçla kapsamlı bir yönlendirme operasyonu yapılır.

Hedef alınanlar hakkında olumsuz, desteklenecekler için övücü ya­yanlar yapılır. Biz kapalı kapılar arkasında neler konuşulduğunu an­cak sonuçlarına bakarak değerlendirebiliriz. Bu bakımdan önümüz­deki günlerdeki gündem, alınan kararlara ışık tutacaktır.

Ancak görüşmelerin CIA uçakları ya da PKK ile sınırlı olmaya­cağını hatta bunların önemli olmadığını söyleyebiliriz. Irak’ın yeni şekli ve Türkiye’nin rolü başlıca gündem maddesi olmakla birlikte daha geniş bir çerçevede mutabakat aranması mümkündür.

Suriye’ye uygulanan baskı politikası Beşar Esad'tan çok çevre­siyle ilgilidir ve iktidara yeni bir biçim vermeye yöneliktir. Bu ülke­ye bir müdahale ancak bu politikanın başarısızlığa uğraması ve Esad çenesinin temizlenmemesi halinde söz konusu olabilir.

İran’ın İsrail’e yönelik sert açıklamaları bölgede İsrail'le işbirliği yapan gruplara ve özellikle Barzani’ye karşı bir göz dağı niteliğinde­dir. Bu, aynı zamanda, ABD’nin çekilmesi halinde, İran'ın Irak’a yö­nelik eylemleri olabileceğinin delilidir. Bu durumda taraflardan bin olan Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler önem kazanır. Müzakere­lerde bu konunun yer alacağı söylenebilir.

Bütünüyle bakıldığında sıradan olmayan, servisler arası boyu­tunun sıyası boyutundan daha önemli olduğu bir ziyaret söz konu­sudur ve bölgeyi de ilgilendirecek sonuçlar yaratması beklenir. An­cak Türkiye gelişmelerin konusu değil tarafı kabul edilmiştir.

Bunun Türkiye’deki iç gelişmelere etkisi olabilir mı sorusunun cevabı yoruma bağlıdır. Devlet bölgeyle ilgili politikasını tek elden ve bir bütün olarak belirlerse herhangi bir sorun çıkmaz. Ancak gö­rüş ayrılıkları olursa bunun ıç politikaya yansımaları olabilir.

Bu olayın iki farklı yönünü birbirinden ayırmak gerekir. Asker­lerimizin tutuklanması ve sorgulanması bir yol kazası gibi görünü-

yor ABD albayı eylemi yaparken görev alanı içinde olduğunu dü­şündüğü bir operasyonu gerçekleştiriyor ve bunun sıyası sonuçları­nı, ıkı ülke arasındaki ilişkilere vereceği zararı ve bunun ülkesinin genel politikasıyla uyuşup uyuşmadığını düşünmüyor bile. Hem bir Amerikalının hem de bir askerin beklenen tavrını onun davranışın­da da görüyoruz. Herkesi küçümsüyor ve gerekli gördüğüne inan­dığı bir eylemi gerçekleştiriyor. Türk binbaşı çok daha bilinçli. Ey­leme kolaylıkla karşılık verebilecek eğitime ve cesarete sahipken emrindeki askerlerin en doğal tepkilerini frenlemeyi başarıyor. Bir çatışma yaratmanın kolaylığını ve sıradanlığını aşıyor. Bunun bir eziklik olmadığını, dayanışının muhatabıyla kıyaslanmayacak ka­dar büyük bir cesaret ve özgüven gerektirdiğini düşünüyorum.

Daha sonraki gelişmeler binbaşının davranışının doğruluğunu kanıtlıyor. Olayın sıyası boyutlarını hesap edebilen kademelere doğ­ru gittikçe tavır değişiyor, özür dileniyor ve askerlerimizin başına geçirilen çuval, bir sokak çocuğunun ettiği küfrün ötesinde bir an­lam taşımıyor. Eğer üst kademelerde de çuval olayını benimseyen tavır olsaydı ona karşılık verilmesi gerekirdi ve bu karşılığın verile­ceğinden de en küçük bir şüphe duymaya gerek yoktu. Türk tarafı­nın eylemsizliği yapılanı kabul etmek değil, böylesıne vahim bir ola­yı tırmandırmaktan kaçınmak olarak kabul edilebilir. Sözlerim eyle­mi küçültmek amacı taşımıyor. ABD tarafının üst düzeydeki tavrı zaten onun ne kadar sorumsuz bir dayanış olduğunu gösteriyor.

Bir dayanışa karşılık verildiği zaman bunun olayı gerçekleşti­ren iradeyle sınırlı olması gerekir. Bir şirketin orta düzeyde bir yö­neticisini cezalandırmak amacıyla işletmenin tümünü yakmak doğ­ru bir dayanış olmaz. Olayın zorluğu buradadır ve verilecek bır karşılık Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri onarılmayacak ölçüde zedeler. Böyle bir kararın verilmesi de mümkündür ama bunun farklı bir hesaba dayanması gerekir.

Olayın ikinci boyutu onun yeniden gündeme taşınmasıdır İlk bakışta kapanmamış bir hesabı yeniden tartışmak olarak algılansa bile asıl amaç siyasıdır. Son zamanlarda asken alanda Türkiye ile ABD askerleri yetkilileri arasında sıklaşan temaslar ve bunların Or­tadoğu politikasında yem gelişmelerin bir işareti olarak algılanması bazı çevrelerde rahatsızlık yaratmış olabilir. Bir işbirliğini engelle­menin en kolay yolu bunun psikolojik ortamını bozmaktır.

Bu temaslarda neler konuşulduğunu bilemeyiz ama tahmin edebiliriz ve bu tahminlerin doğruluğu sadece bir ihtimalden ibaret­tir. Genel bir bakış açısıyla şunları söyleyebiliriz: ABD’nın Irak'takı askeri varlığı giderek daha çok tartışılmakta ve özellikle ABD için­deki muhalefet nedeniyle uzun süremeyeceği anlaşılmaktadır. Irak’- ta oluşacak güç boşluğunun nasıl doldurulacağı bir soru işareti ola­rak durmaktadır.

Aslında Irak’ın durumu, tek başına, çok anlamlı değildir. An­cak buradan başlayan gelişmeler Ortadoğu’nun tümünü ve bu da dünya ölçeğindeki büyük çatışmanın kaderini etkileyecek hatta be­lirleyecektir. ABD içindeki çatışma sıradan bir iktidar- muhalefet re­kabetinin ötesinde anlamlar taşımakta,dünyada kurulacak yeni den­genin biçimi belirleyecek dinamikler taşımaktadır. Bu nedenle bir rekabetten çok bir savaş niteliği taşımaktadır. Türkiye ile ABD yö­netimi arasında gerçekleştirilecek bir işbirliği ve Türk askerlerinin oymayacağı rol belirleyici hale gelmektedir. Bu noktada sorun AB- D’nin kazanması ya da kaybetmesinin ötesinde anlamlar taşımakta ve ABD içindeki muhalif güçlen, Bush kanadının kaybetmesi için ABD’nın zarar görmesini bile göze alabilecek bir çizgiye taşımakta­dır. Çuval olayını yeniden gündeme getirenlerin arka planında kim­lerin olduğunu düşünüyorsunuz?

BAŞIMI

GEÇİRENLER

Birkaç gün sonra ABD askerleri bir birliği basar ve askerlerimizin başına çuval geçirerek başka bir yere götürürler. Birliğin başındaki binbaşı son derece gergindir. Kendisine verilen kesin emirle, karşılaştığı muamelenin kötülüğü arasında bocalar ama emre uyar. Sorgulanacakları yere götürülürken bir çavuş binbaşıya:

-Komutanım neden bize böyle bir emir verdiniz? Kadın kılığına gir deseydiniz daha az yıkılırdım!..

-Bu ne biçim konuşma Mehmet, bizim töremizde komutanına böyle hitap etmek var mı?

-Komutanın siz bize askerin ağzı değil silahı konuşur derdiniz. Silahımı susturdunuz onun için konuşuyorum. Orada çatışsaydık öleceğimiz kesindi ama ben ölümü tercih ederdim.

-Vatanın askerinden isteyeceği şeylerin sınırı yoktur. Şu anda can vermekten daha fazlasını verdiğini ben de biliyorum. Sen benim nasıl kahrolduğumu biliyor musun? Bu zillete sadece ülkem için katlanıyorum.

-İnşallah bu işten sağ çıkmam. Eğer sağ çıkarsam görevimden ayrılmak istiyorum. Ülkeme her şeyimi veririm ama siz benden haysiyetimi vermemi istediniz. İnsan kalabilmek için bu görevi yapıyoruz. İnsanlığımı elimden alırsanız yaptığımız işin ne anlamı kalır? Beni bu görevden alın çünkü bir daha böyle bir emrinizi dinlemem ve dövüşürüm. İnsan olmayandan asker olur mu?

Götürüldükleri yerde elleri çözülünce Mehmet Çavuş kendisini getiren Amerikan askerine bir yumruk atar. Araya hemen Amerikalı albay girer ve Amerikan askerinin karşılık vermesini engeller. Asker:

-Albayım bu esir bana yumruk attı siz beni engellediniz!

-O esir değil bir misafir, bir yumrukla ucuz atlattık sayılır.

Binbaşı komutanlarından gelen emirlere, Amerikan albayının tavrına bir anlam veremez ama bir şeyler olduğunu sezinlemektedir. Mehmet Çavuş’a döner;

-Hırsını aldın mı Mehmet? Ama gene de yaptıklarından hoşnut değilim. Dönünce seni özel kuvvetlerden aldıracağım. Sen emir dinlemenin ölmekten daha önemli olduğunu anlamamışsın!

 

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to