RENE GUENON
Çeviren: Mahmut Kanık
RENE GUENON
Rene Guenon, her şeyden önce bu çağın
bir tanığıdır. Modern dünya bu çağda ölümcül bir inişe geçti. Rene Guenon,
insanlık çevriminin sonu gelmeden olaylara yorum getirecek, çağdaş
yanılsamaların tuzağından insanı kurtaracak yeni bir bulgunun ilk işaretlerini
vermiştir.
Modern dünya, bu ölümcül inişle
uçurumun ta dibine mi inecek, yoksa Yunan-Latin uygarlığının çöküşünde olduğu
gibi, sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce, yeniden bir diriliş mi
gerçekleşecek? Öyle görünüyor ki, yarı yolda duruş artık hiç mümkün değil.
Ayrıca, geleneksel eğretilerce verilen bilgilere göre, Kali-Yuga'tm son
safhasına, bu "Karanlık Çağ"ın en karanlık dönemine gerçekten girmiş
durumdayız. Çünkü gerekli olan basit bir doğrulma değil, bütünsel bir
yenilenmedir. Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm sürmektedir.
Eskiden görülmüş olan bunalımların sınırını aşan bir noktaya gelinmiştir.
Şimdiyse Batı'dan başlayarak bütün dünyayı istilâ edecek gibi görünmektedir.
Çok iyi biliyoruz ki onların zaferi ancak geçici ve görünüştedir. Ama öyle bir
aşamada, insanlığın güncel çevrim boyunca geçireceği en ciddi bunalım işareti
de olabilir.
Durumun ciddiyeti görmezlikten gelinmemelidir.
Hiçbir "iyimserlik" ya da "kötümserliğe" kapılmadan, onu
olduğu gibi ele almak uygun olur. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi, eski
dünyanın sonu yeni bir dünyanın başlangıcı olacaktır.
MODERN
DÜNYANIN
BUNALIMI
İNSAN YAYINLARI : 671
GUENON KİTAPLIĞI : 9
LA CRISE DU MONDE MODERNE
MODERN DÜNYANIN BUNALIMI
RENE GUENON
ÇEVİREN
MAHMUT KANIK
RENE GUENON
Çeviren
Mahmut KANIK
RENE GUENON
1886 yılında Fransa’da Blois’da
doğdu. Gençlik yıllarından itibaren din, metafizik ve gizli bilimler üzerinde
çalıştı. Doğu metafiziğine özel bir ilgi duydu. Doğu gelenekleri (özellikle de
Hinduizm) incelemeleri onu sahih bir Gelenek (Tradition) olmadan bâtınî yolun
doğru bir şekilde tecrübe edilemeyeceği sonucuna götürdü. Bu araştırmaları
sonucunda 1912 yılında Müslüman oldu. Bir süre sonra Fransa’dan ayrılarak Mısır’a
yerleşti ve çalışmalarını orada sürdürdü. Makaleleri düzenli olarak Etudes
Traditionelles’de yayımlandı. 1951 yılında hayata gözlerini yuman
çağımızın bu büyük metafizikçisi ve arifi geride 20’den fazla eser bıraktı.
Bunlardan bir kısmı sağlığında, bir kısmı da ölümünden sonra basılmıştır. Daha
önce Türkçeye Modern Dünyanın Bunalımı, Doğu ve Batı, Niceliğin Egemenliği
ve Çağın Alametleri, Ruhçu Yanılgı, İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış,
Manevî İlimlere Giriş, Savaş Metafiziği ve Sembolik Silahlar, Geleneksel
Formlar ve Kozmik Devirler, Alemin Hükümdarı, Dante ve Ortaçağ’da Dinî
Sembolizm, Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar adlı kitapları
çevrilmiş olan Guenon’un diğer eserleri de yayınevimiz tarafından
yayımlanacaktır.
MAHMUT KANIK
1951 yılında Kırşehir’de (Toklumen)
doğmuştur. Üniversite tahsilini Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız
Filolojisi’nde yapmış ve 1975’te mezun olmuştur. 1977-1983 yılları arasında,
Bursa Yüksek Islâm Enstitüsü’nde beş yıl boyunca, İslâmî Türk Edebiyatı ve
Fransızca dersleri okutmuştur. 1983 yılından itibaren Uludağ Üniversitesi’n-
de çalışmağa başlamıştır. Hâlen Yabancı Diller Yüksekokulu’unda Yrd. Doç. Dr.
olarak görevine devam etmektedir. Fransızca, İngilizce, Arapça ve Farsça bilen
Mahmut Kanık, üniversite hocalığı dışında edebiyat, sanat ve düşünce ağırlıklı
çalışmalar yapmaktadır. Yazıları, Diriliş, Yedi İklim, Hece, Bürde, İpek
Dili, Kitap Dergisi, Bursa’da Sanat ve Edebiyat gibi dergilerde
yayınlanmıştır.
RENE GUENON VE ESERLERİ ÜZERİNE................. 7
ÖNSÖZ............................................................................ 31
BİRİNCİ BÖLÜM
KARANLIK ÇAĞ........................ 41
İKİNCİ BÖLÜM
DOĞU-BATI KARŞITLIĞI........... 61
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BİLGİ VE EYLEM..................... 77
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KUTSAL BİLİM VE DİN DIŞI BİLİM 91
BEŞİNCİ BÖLÜM
BİREYCİLİK.............................. 111
ALTINCI BÖLÜM
TOPLUMSAL KARGAŞA........ 131
YEDİNCİ BÖLÜM
MADDÎ BİR UYGARLIK......... 149
SEKİZİNCİ BÖLÜM
BATI İSTİLÂSI...................... 173
DOKUZUNCU BÖLÜM
BAZI SONUÇLAR........... 189
DİZİN.......................................................................... 205
R |
ene Guenon 15 Kasım
1886’daBlois’dadoğdu, 7 Ocak 1951’de Kahire’de öldü. Bu iki tarih arasında pek
çok olay var: Yüksek matematik ve felsefe tahsili, öğretmenlik, birçok yayına
fiilen katılma, tasavvuf çevreleriyle sık sık temasa geçme, tasavvufa girme ve
benzeri durumlar...
Bunları bir yana bırakıyoruz. Onun
İslâm’a geçişini önemli bir hareket noktası olarak görüyoruz. 1912 yılında
İslâm’a geçince adını Abdulvâhid Yahya olarak değiştiren Rene Guenon, Hicrî 7.
yüzyılda Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî tarafından kurulan Şâzelî tarikatına girer ve
Şeyh Abdurrahman İllîş el-Ke- bîr’den feyz ve bereket alır. Ebu’l-Hasan
eş-Şâzelî, İslâm’ın Orta çağ kutbu olan Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn Arabi’nin
manevî yolunda yürümüştür. Rene Guenon, her şeyden önce bu çağın bir tanığıdır.
Dünyanın sapmasıyla ilgili olarak
çağımızda Batı’da bir hızlanma görüldü. Modern dünyanın doğmasıyla bu sapma
anı, aynı zamana tekabül etmektedir.
Modern dünyada teknoloji, mekanizm, psişizm ve daha başka kuşku verici
durumlar, maddî üstünlükler ön plana çıktı. Manevî dünyanın çatısında bir
şeyler çatırdadı. Bir dünyanın inancı kayboldu: Parçalanma, kaos, çözülme,
ustaca kamuflajlara rağmen giderek büyüdü. İşte, Rene Guenon’un eserleri
kuşkusuz bütün bunların bilincine varmak anlamına geliyor. Ama bununla da
kalmıyor, bu basit bilinci aşıp, eski temellerin sarsılmasına yol açan mekanizmaları
yere seriyor. Tutarsız bir dünyanın arkasında gizlenen gerçek yüzü gözler
önüne sererek geçersizliğini ve insana ürküntü veren aptallığını ilan ediyor.
Guenon, insanlık çevriminin sonu
gelmeden olaylara yorum getirecek, çağdaş yanılsamaların tuzağından insanı
kurtaracak yeni bir bulgunun ilk işaretlerini vermektedir. İnsanlığın, yolunu
büsbütün kaybetmemesi için, sağlam bir pusula işlevini üstlenmektedir.
Guenon’un eserinden çıkan bu pusula, geleneksel öğretidir. Böylece,
yeni bir insanlık çevriminin gelmesini hazırlayacak bir elifin
oluşmasını kolaylaştırmak için katkıda bulunmaktadır. Bu eserlerin çağımız
insanına Tanrı’nın bir lütfü olduğunu söylesek, herhâlde aşırılık yapmış
olmayız.
Çağımızın ne durumda olduğunu anlamak
için basını izlemek; TV haberlerini dinlemek; karınca yuvaları gibi insanların
üst üste yığıldıklarını görmek; yollar ve sanayi kuruluşlarıyla doğanın
katledilmesine tanık olmak; pis kokuya ve fırların saldırısına uğramak; ister
evde ister dışarıda olsun gürültüye ve tek yönlü haber iletimine maruz kalmak;
sadece “te- rör”ün hüküm sürdüğünü görmek; ferdî ya da toplu cinayetleri duymak;
insanın mahremiyetinin iğfal edildiğine, psişik robotlaştırmaların yapıldığına
şahit olmak; evet çağımızın ne durumda olduğunu anlamak için bunlar yeterlidir.
Guenon’un eserleri, sanki
rüyadaymışçasına olan bu tabloyu, bu modern dünyayı yalnızca eleştirmekle
kalmıyor, fakat aynı zamanda açıklamasını da yapıyor; insanlığın bu sıkıntıdan
nasıl kurtulacağını da düşünsel planda gösteriyor.
Modern kargaşa içinde çağdaşlarından
ayrılan Guenon’un eserleri Gonzague Truc, Rene Allar, Dr. Pierre Ponsoye gibi
pek çok yazarı etkilemiştir. 1951’de Andre Gide’e ayrılan Nouvelle Revue
Française’in özel sayısında Henri Bosco, Andre Gide’in şu sözlerini
aktarıyor: “Guenon haklıysa, benim bütün eserlerim tepe taklak olur. Guenon’un
yazdıklarına hiç itirazım yok, kesinlikle yok, onlar çürütülemez.” Ve Gide,
günlüğünde (Fez, 1943) şunları yazıyordu: “Eğer gençliğimde Guenon’un
eserleriyle karşılaşsaydım, neler gelirdi başıma! Ama o zamanlar Guenon’un
eserleri henüz yazılmamıştı. Şimdiyse, artık çok geç... Ben, Descartes ve
Bacon taraftarıyım. Ama ne önemi var! Guenon’un kitapları çok ilginçtir ve
bana çok şey öğretmişlerdir, tepkiyle de olsa...”
Geleneksel düşüncelerin
sergilenmesinde, Guenon’un izinde ya da ona paralel olarak giden bir de ekip
vardır: Mat- gioi (Albert Puyon De Pouvourville), Ananda K. Cooma- raswamy,
Abdulhak Leon Champrenaud ve Abdulhadi John Gustaf Agueli. Bu son zat, İsveçli
bir ressamdır. 1897’de Müslüman olmuştur. İslâm tasavvufunu ve özellikle İbn
Arabi’yi çok iyi bildiği söylenir. 1901’de Mısır’da Şâzelî şeyhlerinden Şeyh
Abdurrahman İllîş’e intisab etmiş ve daha sonra onun halifesi olmuştur. Ayrıca
Peder Poucel’in, 1919’dan 1945’e kadar yazdığı 25 eserden 6’sı, Guenon ve
eserleriyle ilgilidir.
Bir başka yazar Frithjof Schuon’dur
(İsâ Nureddîn). Guenon’un eserlerinden biraz farklı olarak, bir dizi eseriyle
gele-
neksel formların manevî yorumunu
yapıyor Schuon. Abartmadan, aşırılığa gitmeden söylüyoruz; Schuon’un eserleri
renklidir, yaldızlıdır, canlıdır; çünkü güzellik ve canlılık onun eserlerinde
önemli bir rol oynar. Eserlerinde temel olarak, değişmez ilkelerin tanımları
ve yorumları yer almaktadır.
E Vreede de, Guenon’la çok sıkı bir
düşünsel içtenlik içinde yaşamıştır. Daha sonraları Cakarta Üniversitesi
Fransız dili profesörlüğü yapan Vreede, geleneksel düşüncelerin bir dağıtıcısı
ve yayıcısı olmuştur.
Rene Guenon’un eserleri birçok Batı
diline çevrilmiştir. Hatta Tibet’e kadar bile ulaşmıştır. Türkçede ise, 1979
sonbaharında ilk kez Diriliş dergisinde dört ay süreyle Guenon’un
eserlerinden çevirilerimiz yayımlanmıştır. Daha sonraki yıllarda, biraz sonra
belirteceğimiz gibi, bazı kitapları bizim tarafımızdan ve başkaları tarafından
Türkçeye çevrilmiştir. Fakat daha çevrilecek önemli eserleri vardır.
Bunlar gösteriyor ki, artık Guenon
biliniyor, tanınıyor. Artık gelenek, teknikten rövanşını alıyor. Artık
dünya, eskisi gibi geleneğe karşı bir ilgisizlik içinde değil. Artık üniversiteler
Guenon’un eserini hiçe indirgemiyor, aksine Guenon’un hayatı ve eserleri
üzerine doktora tezleri yapılıyor. Örneğin, Sorbonne’da Prof. J. P. Laurent
tarafından hazırlanan ve Rene Guenon’un hayatı ve eserleri arasında mukayese
yapan tez; yine bir başka profesörün, Sayın Jean Hani’nin tezi. Sonra, Guenon’un
düşüncelerine karşı olumsuz eğilimleri olan Planete dergisinin Guenon
özel sayısı çıkaracağına kim inanırdı? Öyleyse Batı’da, Guenon’dan başlayan
bir “düşünce akımı”nın varlığından söz edilmektedir, anlamına geliyor bu. Bu
akım kendi sınırlarından dışarı taşmıştır. Guenon’un eserleri artık biliniyor,
bu bir gerçek. Bunda Fransa’da yayımlanan Etudes
traditionnelles dergisinin
büyük bir payı vardır; ayrıca İtalya’da çıkan Rivista di Studi Tradizionali
dergisinin de. İtalya, geleneksel düşüncenin açılım yaptığı bir ülke olmuştur.
Bu derginin başlıca yazarları Bayan Georges Manora ve Rene Al- lar’dır. Fakat
İtalya’da geleneksel düşünceler Guenon’un benimsediğinden daha köktenci ve
“siyasal” bir nitelik kazanmıştır. Özellikle J. Evola’nın çalışmaları bu
bağlamda değerlendirilir. Bu sıralamayı yaparken, Symbolisme dergisini
anmadan geçemeyeceğiz. Marius Lepage’ın yönettiği bu dergi, Guenon’un
düşüncelerine büyük yer vermiştir. Planete dergisinin Guenon özel
sayısında Guenon’un hayatı ve eserlerinin takdimi, Sayın Jean-Claude Frere
tarafından yapılmıştır.
$ * *
Guenon sözlüklerde ve
ansiklopedilerde yer almamış mıdır? Bunu anlamak için Yeni Alpha
Ansiklopedisi’mn “G” harfine bakmak yeterli olacaktır. Orada aynen şunlar
yazılıdır:
Rene Guenon: Fransız yazarı (Blois,
1886 - Kahire, 1951). Katolik bir burjuva ailesinden gelmedir. Önceleri matematiğe
ilgi duyan Rene Guenon, Paris’e geldikten sonra din çevrelerine girip çıkar
(1904). Gnostik kiliseye bağlanır ve orada piskopos olur (1909). La Gnose
dergisinde görünür ve bir tarikat kurmayı düşler. O nedenle de Hint düşünce
ve doktrinlerini incelemeye koyulur. Taoist ve sûfî düşüncelerini araştırır.
Tutumu giderek aydınlığa kavuşur. Rene Guenon, modern dünyaya, özellikle
bilimsel gelişmeye karşı eleştirel bir tavır içindedir: Onun, insanlığın niteliksel
bir değişimine yol açacağını sanmak saçma olur, diye düşünür. Hikmet, onun
için, yegâne geleneğe, evrensel, gizemli geleneğe, din ve kültürlerin
merkezini teşkil eden asıl geleneğe dönüştür. Bu gelenek (Tradition)
sırrî
bir bilgiyi, yani tasavvufa yönelik
belli bir seçkin zümreye has, hissedilen şeylerin ancak sembolleri olduğu
ebedî düşüncelerin sırlarını keşfeden ledünnî bir bilgiyi içerir.
İnsanın en yüksek eylemi, asıl özü,
ruhu sezgilemesidir. (Guenon burada yeniden Platon’un Müşahede’sine[1] dönmüştür. Bu, bir tür metafizik aktivitedir. Yüce
prensipler ki, dinler ve felsefeler ancak birer brüt yakıştırmalarıdır bunun.
Sembolleri dışında, Guenon Hıristiyanlıktan uzaklaşır. Hıristiyanlıkta yeniden
varolma (incarnation)[2]
gerçek irfan (gnose) için biricik olgudur, imanın bir uzantısıdır, başka
bir düşünceye giriş değildir çünkü.
1930’da yayıncısı tarafından Mısır’a
gönderilen Guenon, oraya yerleşmeye karar verir. Yakınlarını kaybedince, artık kendisini
gittikçe Batı dünyasına yabancı hisseder. İslâm dinini benimseyip kabul eder.
İsmini de 1912’lerde tasavvufa girdiği sırada benimsediği Abdulvâhid Yahya diye
değiştirir. 1934’te Şeyh Muhammed İbrahim’in kızıyla evlenir. Ölünceye kadar
Mısır’da İslâm’a uygun bir yaşam sürdürür. 20. yüzyılın ilk yarısının eşsiz
eserlerinden biri olan eserini orada tamamlar. Ölümü, 1951’de Kahire’dedir.
Rene Guenon’un başlıca eserleri
1.
L’Erreur Spirite (Ruhçu
Yanılgı)
2.
Aperçus sur l’Initiation (İnisiyasyona Toplu Bakışlar)
3.
Aperçus sur l’esoterisme chretien (Hıristiyan
Mistik Düşüncesi)
4.
L’Homme et son devenir selon la
Vedânta (İnsan ve Ve- danta’ya Göre İnsanın Hâlleri)
5.
La Metaphysique orientale (Doğu
Metafiziği)
6.
Saint-Bernard (Aziz Bernard)
7.
Initiation et realisation spirituelle (İnisiyasyon
ve Manevî Tahakkuk)
8.
Etudes sur la Franc-Maçonnerie I (Masonluk
Üzerine İncelemeler I)
9.
Etudes sur la Franc-Maçonnerie II (Masonluk
Üzerine İncelemeler II)
10.
Le Theosophisme (Teosofizm)
11.
Etudes sur l’Hindouisme (Hinduizm
Üzerine İncelemeler)
12.
Comptes Rendus
13.
Introduction generale â l’etüde des
doctrines hindoues (Hindu Öğretilerinin İncelenmesine
Genel Giriş)
14.
Les etats multiples de l’etre (Varlığın
Mertebeleri)
15.
Le Symbolisme de la Croix (Yatay ve
Dikey Boyutların Sembolizmi))
16.
Autorite Spirituelle et Pouvoir
Temporel (Maddî İktidar, Manevî Otorite)
17.
Orient et Occident (Doğu ve Batı)
18.
Le Regne de la Quantite et les
Signes des Temps (Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri)
19.
La erişe du monde moderne (Modern
Dünyanın Bunalımı)
20.
La Grande Triade (Büyük Üçlü)
21.
L’esoterisme de Dante (Dante ve
Ortaçağ’da Dinî Sembolizm)
22.
Le Roi du Monde (Alemin
Hükümdarı)
23.
Les principes du calcul infinitesimal
24.
Symboles fondamentaux de la Science
sacree (Kutsal Bilimin Temel Sembolleri)
25.
Formes traditionnelles et cycles
cosmiques (Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler)
26.
Aperçus sur l’esoterisme islamique et
le Taoi'sme (İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış)
27.
Melanges (Seçme
Yazılar)
* * *
Rene Guenon’un Türkçeye çevrilen
eserleri
1.
Modern Dünyanın Bunalımı, çev. Mahmut
Kanık, Risale Yayınları, İstanbul, 1986; 2. baskı Verka Yayınları, Bursa
1999; 3. Baskı, Hece Yayınları, Ankara 2005; elinizdeki baskı, İnsan Yayınları,
İstanbul, 2016; ayrıca çev. Nabi Avcı, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1979.
2.
Niceliğin Egemenliği ve Çağın
Alâmetleri, çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul, 1990. 2. baskı
2003.
3.
İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu
Bakış, çev. Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1989; 3. baskı
2016.
4.
Doğu ve Batı, çev. Fahrettin
Arslan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 19 8 0; Hece Yayınları, Ankara, 2004.
5.
Âlemin Hükümdarı, çev. İsmail
Taşpınar, İnsan Yayınları, 2. baskı 2014.
6.
Ruhçu Yanılgı, Fevzi
Topaçoğlu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.
7.
Doğu Düşüncesi, çev. Fevzi
Topaçoğlu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1997.
8.
Doğu Metafiziği, çev. Sadık
Kılıç, Akçağ Yayınları, Ankara, 1995.
9.
Maddî İktidar Ruhanî Otorite, çev. Birsel
Uzma, Ağaç Yayınları, İstanbul, 1992.
10.
Geleneksel Formlar ve Kozmik
Devirler, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997; 2.
baskı 2016.
11.
Manevî İlimlere Giriş, çev. Fevzi
Topaçoğlu, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997.
12.
Kadim Bilimler ve Bazı Modern
Yanılgılar, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000.
13.
Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, çev. Fevzi Topaçoğlu,
İnsan Yayınları, İstanbul, 2001.
14.
Savaş Metafiziği ve Sembolik
Silahlar, çev. M. Tahralı, İ. Taşpınar, A. Ataman, İnsan Yayınları,
İstanbul, 2000.
15.
Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm, çev. İsmail
Taş- pınar, İnsan Yayınları, İstanbul, 2001; 3. baskı 2014.
16.
Vedanta’ya Göre İnsan ve Hâlleri -
Hint Felsefesinde Kâmil İnsan, çev. Atilla Ataman, Gelenek
Yayınları, Ankara, 2002.
17.
İnisiyasyona Toplu Bakışlar, çev. Mahmut
Kanık, Hece Yayınları, Ankara, 2003.
Rene Guenon hakkında yazılan kitaplar
1.
La vie simple de Rene Guenon, Paul
Chacornac, ed. Traditionnelles, Paris, 1982.
2.
Rene Guenon, Paul Serant,
ed. La Colombe, 1953.
3.
Propos sur Rene Guenon, Jean Tourniac,
Dervy-Livres, Paris, 1973.
4.
Rene Guenon et son (Euvre, J. Marciau,
Poitiers, 1947.
5.
Rene Guenon ou la sagesse
initiatique, L. Meroz, Plon, 1962.
6.
El-Medrese eş-Şâzeliyye el-Hadîse ve
imâmuhâ Ebu’l-Ha- sen eş-Şâzelî, bikalem ed-Doktur Abdülhalim Mahmud,
Kahire, 1987.
7.
Rene Guenon et l’actualite de la
pensee traditionnelle, Rene Alleau ve Marina Scriabine,
Milan, 1982
8.
Le sens cache dans l’aeuvre de Rene
Guenon, Jean-Pier- re Laurant, Lausanne, 1976, 262-276. sayfalar
Rene Guenon’un makalelerinin etraflı bir bibliyografyasını içermektedir.
9.
El-feylesûf el-müslim Rene Guenon ev
Abdulvâhid Yahya, Kahire, 1954.
10.
Knowledge and the Sacred, New York,
1981.
11.
L’Islam et la Fonction de Rene
Guenon, Michel Valsan, Les Editions de l’CEuvre, Paris, 1984.
12.
Rene Guenon, Pierre-Marie
Sigaud, Lausanne, 1984. 305-313. sayfalar Guenon’un kitaplarının ve değişik
dillere yapılan çevirilerinin bir listesini içermektedir.
13.
Rene Guenon, Martin Lings;
bu yazı. Doğu Düşüncesi (İz Yayıncılık, İstanbul 1997) adlı çeviride, s.
7-19’da yer almıştır.
Rene Guenon hakkında çıkan dergi özel
sayıları
1.
Etudes traditionnelles, 1951,
ölümünden hemen sonra.
2.
France-Asie, hemen hemen
aynı tarihlerde, Saigon’da, 1951.
3.
Planete plus, no: 15, Nisan,
1970.
Hakkında yazı yazılan çeşitli
dergiler
1.
Le Figaro litteraire, Andre
Rousseaux, 3 Şubat 1951.
2.
Carrefour, François
Bruel, 1951.
3.
Nouvelles Litteraires, Louis Pouvels,
1951.
4.
Reforme, Olivier de
Corfort,
5.
Etudes Traditionnelles, Michel Valsan
(293-294; 3 05; 307; 372-373; 389-390; 406-407-408; 411; 423; 424-425 sayılar;
ve Charles-Andre Gilis (447. sayı).
* * *
3.
Şubat 195l’de Le Figaro
litteraire’de Andre Rousseaux tarafından yayımlanan yazı, daha sonraları Litterature
du XXe siecle (Albin Michel, Paris, 1957) adlı kitapta yer
almıştır. O yazının öneminden dolayı burada aynen sunuyoruz:
REN^ GUENON
7 Ocak 1951’de Kahire’de ölen Rene
Guenon, büyük halk kitlelerince tanınan bir yazar değildir. Ama bu çağda Doğu’nun
manevî düşüncesine ilgi duyan Batılılar arasında hiç kimse ondan daha kesin ve
mutlak bir tavır takınmamıştır. Hiç kimse, Doğu’ya dönme konusunda onun kadar
ileri gitmemiştir. O, modern Batı’yla bütün ilgisini koparmıştır. İnsan onun
yaşamında geçen özgün olaylara eğilecek olsa, Guenon’un yaşamı bir roman
olurdu. Eserlerine gelince, ne tür tartışmalara yol açarsa açsın, insanın
manevî kurtuluşunu sağlamak için çağımızın en önemli ürünlerinden birini
temsil eder onun eserleri.
Rene Guenon, 1886’da Blois’da
doğmuştur. Asya’nın dinî öğretilerine nasıl oldu da ilgi duydu? Daha sonra
nasıl oldu da onlara gönlünü kaptırdı? Burada, çağımızın başında, Ra-
bindranath Tagore’nin nasıl bir başarı kazandığını anımsayalım. Yine aynı
dönemde Romain Rolland, Ramakrişna’nın hayatını yayımlamıştır. Hindistan, Rene
Guenon için, ruhunun tutuşup alevlendiği manevî bir ocak olmuştur. 1921’de yayımlanan
ilk kitabının adı Hindu Öğretilerinin İncelenmesine Genel Giriftir.
O çağdan itibaren, tasavvufun yolunu
Doğu’da bulmuştur. Kararlı bir biçimde oraya bağlanmıştır. Zaten daha önceden
incelemeler yapıyordu. Saf bilgi yöntemlerini geliştiriyordu. O andan
itibaren, Batı felsefesiyle olan bağını koparması kaçınılmaz olmuştur. Çünkü
Batı felsefesinin yöntemleri olan modern bilimsel yöntemler, Rene Guenon’a,
ruhun ilerlemesini sağlayacak yöntemlere bütünüyle ters yöntemler olarak
görünüyordu. O yöntemlerde insan tabiatının alanını aşmayan bir düşünsel
alıştırma olduğunu düşünüyordu; oysaki metafiziksel bilgi, tabiî yaşamın
ötesine yükselmektedir. “İn-
san oraya insan olarak ulaşamaz;
fakat normal durumlarında insan olan ve aynı zamanda başka bir şey olan ve
beşerî varlıktan daha üstün bir varlık olan insan olarak ancak o noktaya
ulaşabilir.” diyordu.
Rene Guenon’a göre, modern Batı işte
bu akıl üstü alana girme konusunda yolunu kaybetmiştir. 1924’te yayımladığı Doğu
ve Batı adlı kitabı bu tezi kuvvetle doğrulamaktaydı. Batı, diyordu Rene
Guenon, Ortaçağ düşünürlerince izlenen yolları terk ederek tefekkürü ve “Yüce ilkeyle
Tevhîd’in anlamını” unutmuştur. Bu kanıda ilerledikçe Guenon, kararlı bir
seçim yapmak zorunda kalıyordu. Bu denli karşıt iki hayatı uzlaştırmak mümkün
müydü? Onlar arasında bir orta yol bulmak mümkün müydü? İşte, Guenon’un
1925’te Sorbonne’da verdiği ünlü konferansında ortaya koyduğu sorun budur. Bir
yandan Doğu’nun geleneği koruduğunu söylüyordu; öte yandan Batı’nın geleneği
kaybettiğini ve unuttuğunu ileri sürüyordu. Bir yandan Doğu’nun metafiziksel
bilgiyi sürdürdüğünü, öte yandan Batı’nın metafiziksel bilgiyle ilgili hiçbir
şey bilmediğini söylüyordu ve sonuç olarak da şunu ifade ediyordu:
Bu iki uygarlık arasında ortak bir
ölçü bulmak nasıl mümkün olur? İnsan, içine girdiği bilmem hangi düşünceyle
kör olmadıkça nasıl cüret eder de maddî üstünlüğün düşünsel çöküntüyü telafi
edeceğini ileri sürebilir? Burada saf entelektüalite söz konusudur.
Guenon daha da ileri gidiyor ve şunu
ekliyordu:
Bana öyle geliyor ki benimsenmesi
uygun olan yol hakkında, ne kuşkuya ne de tereddüde kapılmamak için, bu
sorular üzerinde bir an düşünmek yeterlidir.
Kendi payına daha önceleri o
soruların cevapları üzerine kafa yormuş muydu acaba? Karısının ölümünün,
doğduğu ülkeyle olan son bağını da koparması mı gerekiyordu? Önce Kuzey
Afrika’ya bir gezi yapmak üzere Paris’ten ayrıldı. Büyük olasılıkla İslâm’a
Fas’ta girdi. (Bu dönüş daha önce de olabilir. Kimileri 1912’ye kadar
götürüyor bu tarihi.) 1930 sonbaharında Mısır’a vardığında, adını değiştirdi
ve Abdulvâhid Yahya adını aldı. Ömrünün son yirmi yılını Mısır’da geçirmiştir.
Önceleri el-Ezher mahallesinde yaşamıştır. El-Ezher, büyük İslâm
üniversitelerinden biridir. Daha sonraları, Nil Neh- ri’nin sol yakasındaki
Yeni Doki mahallesine, küçük bir müstakil eve yerleşti ve orada öldü. Müslüman
bir kadınla yeniden evlendi. O kadından üç çocuğu doğmuştur. İki kız, Hatice
ile Leylâ ve bir erkek çocuk, Ahmed. Avrupa’nın adetlerini bütünüyle terk
etmiştir. Evine kabul edilen ender ziyaretçilerden biri, onun ölümünden sonra
şunları yazıyordu:
Bizdeki zenginlerin evleri gibi
dayalı döşeli bir salona alındık. Sadece Arapça konuşan sevimli bir bayan bize
oturmamızı söyledi. Az sonra dik kıvrımlı, beyaz uzun bir giysi içinde, son
derece incelmiş, elleri ve yüzü pırıl pırıl bir şahıs, gürültüsüzce ve çıplak
ayaklarıyla kilim ve hasırlar üzerinde kayarak önümüzde belirdi. Arapça bize
oturmamızı söyledi. “Hoş geldin” dedikten sonra, bağdaş kurarak yanımıza
oturdu. İnce bıyıklı ve son derece zayıflamış yüzünde parıl parıl parlayan
mavi gözleri derin bir maneviyat ifade ediyordu.
Zaten böyle bir ziyaret istisnaî bir
durumdu. Rene Guenon yakınları dışında hiç kimseyi kabul etmiyordu. Üstelik
adresini de gizli tutuyordu. Mektuplarını poste-restante’dan alıyordu.
Çünkü, dünyada kendi düşüncesinden olan pek çok
dostu vardı. Can sıkıcı ve rahatsız
edici insanları hiç sevmezdi. Hele Avrupa’dan gelen ve kendisi hakkında bir
makale yazmak, söyleşi yapmak isteyen meraklılardan özellikle kaçmak isterdi.
Münzevî hayata çekildiği yer, onun için halkın boşboğazlıklarına ve ölçüsüzlüklerine
yasak olan, temel hakikatin kutsal özelliği anlamına geliyordu.
İslâm’a niçin dönmüştü? Çünkü, bu
manevî inzivayı kesin olarak İslâm’da bulduğuna inanıyordu. Bu manevî durum ona
layık olanlara özgü bir durumdu. Bu konuda 1947’de Cahiers du Sud’de
yayımlanan bir makalede açıklamada bulunmuştu. O makaleden anlamlı bir bölüm
aktaralım:
Bütün geleneksel öğretiler içinde,
İslâm öğretisi, zâhirî ve bâtınî diyebileceğimiz, biri ötekinin tamamlayıcısı
olan iki öge arasındaki farkın en net biçimde belirtildiği, tek öğretidir.
Arapçada bu iki terim şöyle ifade edilir: Şerîat, yani sözlük anlamıyla herkese
açık büyük ve anayol; hakîkat, iç gerçek ki seçkin bir zümreye özgüdür. Bu hiç
de keyfî bir ayrım değildir. Tersine, eşyanın tabiatından dolayı böyle- dir;
çünkü, herkes hakikat bilgisine ulaşmak için aynı niteliklere ya da aynı
yeteneklere sahip değildir.
Herkese açık “anayol”un bâtınî
hakikatle olan ilgisi hakkında da şunları söylüyordu:
Şeriat, Batı dillerindeki religieux
(dinî) sözcüğünün belirtebileceği her şeyi kapsar. İslâm dininde yasal ve toplumsal
öğelerin tümü, özellikle dinle bütünleşir. Her şeyden önce, dinin bir yaşam
biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Oysa hakikat saf bilgidir. Ama şunu hemen
belirtelim ki şeriata da yüksek ve derin anlamı ve gerçek varoluş nedenini
kazandıran yine bu bilgidir.
İşte, Rene Guenon’un Müslüman
oluşunun nedeni buydu. Ona göre, İslâm saf bilgiye ulaşmak için biçilmiş
kaftandı. Fakat bu yol da, Batı’nın anladığı şekliyle, bütün dinler gibi aşılmalıydı.
Rene Guenon, temel hakikat geleneğini dinlerin önüne ve üstüne
yerleştiriyordu. Bu konu üzerinde ileride duracağız. Nitekim; Rene Guenon,
nefsin Yüce İlkeyle birleşiminin en saf anlamını Hint maneviyatında bulmuştu.
Ama İslâm inancı içerisinde öldü. Son
nefesinde ağzından Allah kelimesi döküldü. Cenazesinde âdet olarak bir
kuzu kesildi ve kanı ölü evinin eşiğine yayıldı. Tabutu, Dar- rasa Müslüman
mezarlığına götürülmeden önce cenaze namazı kılındı; ama yine de el-Ezher
hocalarından hiçbiri orada görünmedi. Sırrîlik öğreticisi geleneksel İslâm’ın
yanında, yani Müslüman bilginlerin nezdinde geleneğe uygun bir şöhrete
ulaşamamıştı. Zaten Rene Guenon’un içine kapandığı yalnızlık dünyası, çok uzun
zamandan beri onu bu dünyadan çekip almıştı.
* * *
Onun ölümünden sonra, Etudes
traditionnelles dergisinin 1949 ve 1950 yıllarına ait sayıları elime
geçti. Her fasi- külün alt başlığından anlaşıldığına göre, bu dergi Doğu ve Ba-
tı’nın metafiziksel ve tasavvuf! öğretilerine ait yayımlara özellikle yer
veriyordu. Rene Guenon bu derginin müdürü değildi; müdür, Paul Chacornac’dı.
Fakat son gününe kadar, Do- kili şeyh, Rene Guenon, derginin başyazarıydı. Aynı
sayıda üç ya da dört kez onun imzası görülebiliyordu. Önceleri adı Le Voile
d’Isis olan bu dergi, onun öğretisinin bir yayın organıydı. O dergide
yayımlanan metinler, Guenon’un düşüncelerini son durumlarına kadar açıklıyor
ve bize, meydana getirdiği büyük eserinin bir özetini sunuyordu.
Rene Guenon’un hayattayken
yayımladığı son yazıları, belki de 1950 Eylül’ünde, “La çite divine” (İlâhî
Site) başlığıyla bir makalede yayımlanacaktı. Bu site, Saint Augustine’le
ilgili değil, fakat Hint geleneğiyle ilgilidir. O yazılardan hatırımda kalan
sonuç kısmıdır. Orada Guenon, bize o manevî sitenin ne olduğunu söylüyor: “Bu
manevî site gerçekleştiği ölçüde ancak “medeniyet”ten söz etme hakkını
bulacağız.” Buna şunları ekliyordu. Bunlar son satırlardı:
İşte modern dünya, bu adla
adlandırılan her şey ve en üst düzeyde “medeniyet” denilen şey, sadece bir
karikatür olabilir ve hatta birçok açılardan medeniyetin tam karşıtı olur.
Geleneğe karşı bir uygarlığın böyle bir ada layık olması şöyle dursun, aslında
gerçek medeniyetin kesinlikle karşı tezi durumuna düşer.
Bu satırlar yayımlandıktan kısa bir
süre sonra Guenon ölür. Guenon’un ölümü, bu satırlara manevî bir miras görünümü
veriyorsa, demek ki, kendi onuruna yazmış oldu bu satırları! Hatta onun
öğretisi üzerine açılacak olan tartışmalar bir derinlikten ve bir ciddiyetten
yoksun kalır. Barbarlığın içine inanılmaz, akıl almaz bir biçimde dalmaya
“medeniyet” ve “ilerleme” adını veren evrensel körleştirmeye, büyük bir dirençle
olduğu kadar büyük bir bilinçle de rıza göstermediği için o, her şeyden önce,
büyük bir insandır. 20. yüzyılın başlangıcından beri, belli sayıdaki insanlar,
ahlâkî değeri olan sağlıklı bir tepkiyi göstermişlerdir. Rene Guenon,
bunlardan biriydi. Ve bu yönüyle Simone Weil’i andırıyordu. Simone We- il de,
modern dünyanın kurtuluşunun tek koşulu olarak, tam bir manevî ve ahlâkî
devrimi gerekli görüyordu. Rene Guenon’un hayatının ve eserlerinin
başlangıcında (Doğulu haya-
tının ve tasavvuf şeyhi olarak
eserinin kuşkusuz), yolundan sapmış Batı’yla kesinkes bir kopukluk olmuştur.
Oysa Guenon’un düşüncesinden ve
öğretisinden söz ettim. Onun kesin isteğine göre, bunun hemen düzeltilmesi gerekir.
Guenon’un “düşüncesi”yle ilgilenen birine Guenon şöyle cevap veriyordu:
“Kesinlikle böyle bir şey yokmuş gibi görülmelidir, en azından” diyordu,
“eserimiz söz konusu olduğu zaman pek bir şey sayılmamalıdır. Çünkü,
eserimizin içine bize özgü bir düşünce koymadık; eserimiz sadece geleneksel
verilerin bir açıklamasıdır. Bu açıklamalarda bize ait olan ise sadece onların
ifadeleridir.” Bu verilerin beşerî olmayan ve beşer üstü bir kaynağı olduğunu
kesin olarak ifade ediyordu. İnsan için “beşer üstü bir hayat akımı içine
girmesi ve yeniden dirilmesi için oraya dalma imkânı verilmesi” söz konusudur.
Ancak insan, bugün olduğundan daha fazla hiçbir dönemde “bilginin yüce
aşaması”ndan böylesine uzaklaşmamış- tır. Guenon şu bildiriyi kendine mal
ediyor, bu bildiriyi benimsiyordu: “Modern insanda, aşkın alanı duyular
dünyasından ayıran yanılgı yaşamaktadır; öyle ki modern insan, duyular
dünyasını İlâhî alandan yoksun olarak algılamaktadır.” Guenon’un eseri, İlâhî
alana girmek isteyenlere bir çeşit yol göstermeydi. “Fakat”, diyordu, “şunu
iyice bilmek gerekir ki, kendi içinde kavramlar ve özellikle gerçekte karşılığı
olmayan soyut düşünceler bizi hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. Bütün bu
zihinsel hazırlıkları filozoflara ve düşünürlere bırakıyoruz.” Bizzat düşünür
tipi olarak da Descartes’i örnek veriyordu ve bu tipi şu ifadelerle
tanımlıyordu: “Tamamen ferdî ve beşerî yeteneklerin ulaşmaya olanak vermediği
şeyleri zorunlu olarak bilmeyen birisi.” Bir başka ifadeyle, böyle bir insan,
“metafiziksel ve aşkın alana ait her şey hakkında ancak bilgisiz biri
olabilir.”
Rene Guenon’un yerleştiği alan
böylece bilinince, hızlı bir göz atışla onu incelediğimizi iddia etmek kuşkusuz
kendini beğenmişlik olur. Özet olarak diyebiliriz ki, onun eserlerinde bize
sunulan temel hakikat, bütün dinlerin önünde ve üstünde olan bir gelenekten
gelmektedir. Guenon, çeşitli dinlerde o hakikatlerin izlerini yeniden buluyor;
fakat kendisine göre, o izler dinlerde az çok zayıflamış ve bozulmuş hâldedir.
İşte bu yüzden o, her dinî düşünceyle hem bir yakınlık kurmakta hem de her
sahih dinden ayrılmaktadır. Ayrıca religieux ya da mistik
sözcüklerinin ifade ettikleri şeyi tasavvuftan (esote- risme) özenle
ayırmak gerekir. Rene Guenon için tasavvuf, temel hakikati teşkil eder. Bu
konuda, Christianisme et initiati- on (Hıristiyanlık ve İnisiyasyon)
başlığı altında yaptığı uzun bir incelemede vardığı sonuç, oldukça ilginç ve
anlamlıdır.
Guenon’un “Hıristiyanlığın inisiyatik
kaynakları” dediği şeye gelince, bunların Hıristiyan inancından bizi nerelere
kadar götürdüğü görülecektir; yeter ki Le Symbolisme de la Croix adlı
eseri açılıp incelensin. Orada bütün çağların ve bütün ülkelerin
geleneklerinin ortak simgesi olan haç hem üstün hem de metafiziksel bir anlamın
anlatımlarını içermektedir.
Zaten şurasını belirtmek gerekir ki,
Hıristiyanlık dini, ahiret mutluluğunu düşünür, oysaki tasavvufun amacı, insanı
kurtuluşa götürmektir. Bu nedenle Rene Guenon, ikisi arasındaki fark üzerinde
ısrarla duruyordu. Mutluluk ona göre kötü bir şey olarak görünüyor değildi;
ama o buna razı olmuyordu, daha ötesini istiyordu.
Bu kurtuluşun incelenmesi, bizi tam
tasavvufun içine, yani bizim bu konudaki bilgimizin ulaştığı alanın ötesine
sokmaktadır. Bu konulara meraklı okuyucuları, Rene Guenon’un eserlerine
göndermek için alışılmış usûlü kullanmayacağım. Çün-
kü, Guenon meraklı insanlardan
iğrenirdi. Tasavvufla amatörce ilgilenilmesini istemezdi. İşin içine kendi
düşüncesinin girmediğini söylerken, kendisinin mutlak hakikatin hizmetinde
olduğunu söylemek istiyordu. Onun görevi, o mutlak hakikati, o hakikate
yaklaşmak isteyenlere tanıtmaktı. Bu hakikatin bütünlüğü her tür kaba ve
yakışıksız yaklaşımlara karşı o hakikati savunmasını gerekli kılıyordu.
Herhangi bir çelişki onun yazılarından birinin yanlış yorumunu veriyorduysa, bu
ona değil, fakat onun görevine, onun misyonuna bir hakaretti. İşte
tartışmalarda çok sert ve çok şiddetli replikleri buradan kaynaklanmaktadır.
Guenon, bununla bir polemiğe girmeyi kesinlikle düşünmüyordu; fakat bir durumu
savunmak istiyordu. Şu anlamda söylüyoruz; tasavvuf hakikatin bir iletişimidir
ki, bu hem hakikatin yüceliğini hem de o hakikati arzulayan kişinin manevî
saygınlığını onurlandırır. Burada soylu manevî bir hayat söz konusudur ki, bu
hayat kimi özel şeyleri layık oldukları yere yerleştirir. Propaganda hareketlerinin,
modern dünyayı kirleten, insanları değersizleştiren bu makinelerin tersine, o
hayatın değerini yükseltir, bayağılaştırmaya karşı koyar. Rene Guenon,
birtakım gerçeklerin ya da en azından gerçek diye kabul edilen şeylerin
herkesin seviyesine indirilmesini reddediyordu; hele bu ‘herkes’ terimi büyük
çoğunluğu aptal ve cahil olan bir kesimi kapsıyorsa. Bayağılaştırma, dünyevî
bilgileri daha da bayağılaştırarak yaysın; dünyevî bilgiler daha iyisine layık
değildir, diye düşünüyordu Guenon. Ama kutsal bilgilerin daha başka hakları
vardır. İşte Guenon, modern dünyaya kutsal bilgileri hor gördüğünden dolayı
sitem ediyordu. Bu konuda şunları yazmıştır:
Bu nitelikte dünyevî alanın
meşruiyetini kabul ettiğini ileri süren, sadece tek modern Batı medeniyeti
vardır.
Hatta Batı medeniyeti insan
etkinliğinin büyük bir bölümünü dünyevî alan içine sokmayı bir “ilerleme” olarak
değerlendirmektedir; öyle ki tamamen modern kafa yapısına sahip biri için, en
son durumda artık dünyevî alandan başka bir alan söz konusu olmamaktadır. Böyle
birinin tüm çabası, kutsal alanı inkâra ya da dışlamaya doğru yönelmektir.
Buradaysa ilgiler tersine çevrilmiştir: Geleneksel bir uygarlık, küçülmüş de
olsa, dünyevî bakış açısının varlığını, kaçınılmaz bir durum olarak ancak hoş
görebilir ve mümkün olduğunca dünyevî bakış açısının doğuracağı sonuçları
sınırlandırmaya çalışır. Modern uygarlıktaysa, aksine, kutsal alana artık hoşgörüyle
bakılmamaktadır...
Bu parçayı bütünüyle alıntılamaya
değerdi; çünkü tam isabet ediyor. Gerçi tasavvuf şeyhiyle öğretisel bir
uygunluk içermiyor. Kuşkusuz bu yüce öğretinin de bir kusuru vardır: Çünkü,
canları aşk ateşinde yakmak yerine, o sadece ruhun ışıklarıyla aydınlanıyor.
Buna karşılık, insanı kendi İnsanî değerlerinden koparan, insan kitlelerinden
canavarlar üreten bu dünyanın çürüklüğünü, Rene Guenon’dan daha iyi bir şekilde
hiç kimse gösterememiştir.
Modern Dünyanın Bunalımı, elinizdeki bu
eser, Doğu ve Batı adlı eserinde ele aldığı bazı konuları netliğe
kavuşturmak için yazılmıştır. Rene Guenon’un karşı çıktığı bazı yanlış düşünceler,
kimileri tarafından ısrarla savunulmaya başlamış; bunun üzerine yazar, bu
eserini 1927 yılında kaleme almıştır. Doğu ve Batı adlı eserinde ele
aldığı konulara bu eserinde yeni bo-
yutlar kazandırmıştır. Öncelikle
modern dünyayı insanlık tarihi içine yerleştirir. Kozmik devrelere göre tarih
içindeki yerini ve konumunu saptar. Çağımızın Kali-Yuga ya da “Karanlık
Çağ” denilen bir dönem içinde bulunduğunu belirtir. Batı dünyasının Doğu
dünyasından daha ileri ve hızlı bir yozlaşma süreci içinde olduğunu ifade
eder. Guenon, burada modern Batı dünyasının özelliği olan öğelerin tasvirini ve
eleştirisini yapar. Karanlık Çağ; bilgi ve eylem; eylemin bilgiye üstünlüğü;
16. yüzyıldan beri oluşan “dindışı” özellik; kutsal bilim ve dindışı bilim;
toplumsal kargaşayla son bulan bireycilik; son olarak da tamamen maddeci olan,
bütün insanlığı istila eden ve tehdit altında tutan, korku, terör ve ürperti
salan Batı uygarlığı gibi konuları derinlemesine ele alır. Doğu ve Batt
adlı kitabının ana temasını yeniden ele alan bu tespitler, Batı’da gerçek bir
“elit”in oluşmasını amaçlamakta ve modern dünyanın bunalımına kesin ve gerçek
çözümler önermektedir. Bu fikirler, Guenon’un Batı’yı Doğululaştırmak\a
suçlanmasına neden olmuştur. Fakat geçen yıllar Guenon’un haklı olduğunu
göstermiştir. 1945 yılında yazdığı ve bu kitabın bir nevî tamamlayıcısı
durumunda olan ve Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri kitabında,
burada ele aldığı konuları daha da geniş ve derin bir boyutta sunmuştur.
Guenon bu eserlerinde bunalımın kaynağına inmiş, yanlışı nesnel ve kuramsal
olarak ortaya çıkarmıştır. Aynı zamanda bu yanlışların nasıl giderileceğine dair
derli toplu fikirler ve çözümler de önermiştir.
Bu eser, Marco Pallis ve Richard
Nicholson tarafından The Crisis of the Modern World (Luzac, London 1962)
adıyla İngilizceye de çevrilmiştir.
Eseri çevirirken hiç kuşkusuz çeşitli
zorluklar yaşadık. Ancak onların üstesinden gelmeye çalıştık ve yazarın üslûbu-
nu korumaya özen gösterdik. Yazarın
üzerinde ısrarla durduğu kavramları aynen kullandık. Örneğin entelektüalite,
elit, seçkinler vb. Entelektüalite kavramına Türkçede, maneviyat,
ilim-irfan, hikmet gibi karşılıklar verilebilir. Yazar bu kavramı bunların
hepsini kapsar biçimde kullanmaktadır. Ayrıca “Gelenek” (Tradition)
kavramına, insan üstü (suprahumain) bir menşei olan bir anlam
yüklemektedir.
Bu baskıda, eser tamamen gözden geçirilmiştir.
Bunda, elden geldiğince titiz davranılarak, okuyucularımıza daha güzelini
sunma amacı güdülmüştür. Bu çeviri eseri okurken, yazarının hissettiği duyguyu
okuyucunun da hissetmesi umulur.
* * *
Sonuç olarak, çağımızın bir tanığı ve
Müslüman bir sufî ve düşünür olan Rene Guenon (Abdulvâhid Yahya) kendi
misyonunu yerine getirmiş ve ardında 26 küsur eser bırakmıştır. Eserlerini hep
Rene Guenon imzasıyla ve Fransızca yazmıştır. Sanskritçe dili, Arapça,
İbranice, Latince, Yunanca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça,
Lehçe gibi dilleri bildiği bilinmektedir.
İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu
Bakış (İnsan Yayınları, İstanbul, 1989, 2. baskı 2016) adlı
çevirimizde de, yazar ve eserleri hakkında genişçe bilgi vermiştik. Burada
verdiğimiz bu bilgilerin Guenon ve eserleri üzerinde yapılacak daha geniş ve
kapsamlı araştırma ve incelemelere ışık tutmasını dileriz.
Mahmut Kanık
B |
irkaç yıl önce, Doğu ve Batiyı
yazdığımız zaman, bu kitabın konusunu oluşturan sorunlar hakkında bütün yararlı
bilgileri, hiç olmazsa o an için, vermiş olduğumuzu düşünüyorduk. Ne ki, o
günden beri olaylar sürekli artan bir hızla gelişti. O zaman söylediklerimizin
bir kelimesini bile değiştirmeden, bazı tamamlayıcı açıklamalar yapmamız ve
daha önce üzerinde durmayı gereksiz bulduğumuz bazı noktaları geliştirmemiz
gerekti. Bu açıklamaların yapılması gerekti; çünkü, son zamanlarda yeniden ve
hatta daha saldırgan bir şekilde, kendilerine açıkça karşı çıktığımız ve
dağıtmaya çalıştığımız bazı yanlış düşüncelerin savunulduğunu gördük. Bu yüzden
hiçbir polemiğe girmeden olanca özeni gösterip, olayları bir kez daha gözden
geçirmenin iyi olacağı kanısına vardık. Bu bağlamda çağdaşlarımızın büyük
çoğunluğuna öylesine yabancı görünen, fakat aynı zamanda temel nitelik taşıyan
bazı düşünceler var ki bunları onlara anlatmaktan bıkmamak ge-
rekir. Hatta bunlar çeşitli
şekillerde sunularak ve koşullar elverdiği ölçüde genişçe açıklanarak
defalarca anlatılmalıdır. Bu durum, ilk anda sezinlemenin her zaman mümkün
olmadığı güçlüklere yol açabilir.
Elinizdeki kitabın adı bile, onu
nasıl anladığımızın iyi bilinmesi ve bu konuda herhangi bir kuşkuya yer
verilmemesi için, öncelikle yapmamız gereken birkaç açıklama ister. “Bunalım”
sözcüğünü en olağan anlamıyla ele alarak, modern dünyanın bunalımından söz
edilebilmesi artık çoğu kimsenin yadırgamadığı bir konudur. Hiç olmazsa bu
bakımdan oldukça duygusal bir değişim oldu: Olayların etkisiyle bazı
yanılsamalar da kayboluyor. Bizim açımızdan sevindirici bir durumdur bu. Çünkü
her şeye rağmen, güncel kaos ortasında zayıf bir ışığı andırsa da, burada çok
uygun bir belirti, modern zihniyetin düzeltilme imkânının belirtisi vardır.
Örneğin, daha önceleri dokunulmaz ve tartışılmaz bir dogma hâline getirilen
belirsiz bir “ilerleme” inancı, artık çoğunlukla kabul edilmiyor. Batı uygarlığının
gelişmesini aynı doğrultuda sürdürüp gitmesi yerine, bir gün gerçekten duruş
noktasına varabileceğini ya da büyük bir felâketle tamamen yok olabileceğini
biraz bulanık, biraz belirsizce de olsa kimileri sezinliyor. Belki onlar
tehlikenin nerede olduğunu görmüyorlar. Gösterdikleri kuruntular ve çocuksu
korkuları kafalarındaki yanılgının hâlâ sürüp gittiğini yeterince
kanıtlamaktadır. Fakat sonunda bir tehlikenin varlığını kesinlikle
anlamaktadırlar. Anlamaktan çok sezinleseler bile, daha yakın dönemlerde
kaybolan, ardında küçük ve çok az fark edilen, zorlukla tanınan izler bırakan
birçok uygarlığın dünya tarihinde ayrıcalıklı bir yer tutmadığını
kavrayabiliyorlar.
Öyleyse, modern dünyanın bir bunalım
geçirdiği söylenirse, bundan en çok anlaşılması gereken, onun kritik bir
noktaya ulaştığı; başka bir ifadeyle,
az çok derin bir dönüşümün çok yakın olduğu, bir yön değişiminin ister istemez
şu ya da bu şekilde, belâlı ya da belâsız, kısa vadede kaçınılmaz olarak
kendisini göstereceğidir. Bu kanaat tamamen ge- çerlidir ve bizim
düşündüklerimizle, ama yalnızca bir kısmıyla tamamen uyuşmaktadır. Çünkü
bütünüyle genel bir görüş açısından bakacak olursak, bizce, modern çağ dünya
için bir bunalım dönemi arz etmektedir. Zaten sonuna doğru da çok yaklaştık
gibi görünüyor. İşte yüzyıllarca süregelen, fakat sonuçlarının şimdiki kadar
aşikâr olmadığı bu durumların anormal özelliği bugün her zamankinden daha çok
hissedilmektedir. Az önce değindiğimiz artan bir hızla olayların akması da bu
yüzdendir. Kuşkusuz bu, bir süre daha böyle devam edebilir, ama sürekli olarak
değil ve hatta belirli bir sınır gösteremesek de bunun uzun süre böyle devam
edemeyeceği kanısındayız.
Fakat “bunalım” (erişe)
sözcüğünde de söylemek istediklerimizi daha iyi açıklamaya elverişli olan
başka anlamlar yatmaktadır. Gerçekten günlük kullanışta sık sık gözden uzak tutulan,
fakat terime asıl anlamı ve kendine özgü değer bütünlüğü kazandırılmak
istendiğinde, sürekli başvurulan etimolojisine göre diyoruz ki, bu sözcük
“yargı” (judgement) ve “ayırt etme” (diserimination) sözcükleriyle
eş anlamlıdır. Hangi konumda olursa olsun, olayların “kritik” denilebilecek
safhası, işte elverişli ya da elverişsiz bir çözümle, şu ya da bu anlamda
beklenmedik bir şekilde sonuçlanmasıdır. Şu hâlde, kimi olumlu kimi olumsuz
sonuçlar arasında, bir tür sınıflama yaparak, “lehte” mi “aleyhte” mi olduğunu
saptamak, böylece terazinin hangi tarafa eğildiğini görmek mümkündür. Kuşkusuz
böyle bir bunalımı bütünüyle çözeceğiz, diye bir iddiamız yok; nitekim böyle
bir iddia çok yersiz olur; çünkü, bunalım
henüz çözümlenmiş değil; ne zaman ve
nasıl çözümleneceğini tam olarak kestirmek de mümkün değil. Kaldı ki herkesçe
ve açıkça kavranılabilen verilere dayanmayan, sonunda pek çok yanlış yoruma
sebep olabilecek ve sorunu çözmek yerine anlaşılmazlığını bir kat daha
artıracak bazı tahminlerden kaçınılması tercih edilir. Bütün yapabileceğimiz,
belli bir noktaya kadar ve elimizdeki imkânlar elverdiği ölçüde, yetenekli
olanlara bu konuda şimdiye değin ortaya konmuş görünen bazı sonuçların
bilinmesine ve böylece, çok kısmî ve oldukça dolaylı da olsa, ileride yeryüzü
insanlığına yeni bir tarihsel dönemi açacak olan gelecek “yargılama”da işe
yarayacak öğelerin hazırlanmasına katkıda bulunmaktadır.
Biraz önce kullandığımız ifadeler
bazılarının zihninde “kıyametteki yargı günü” fikrini uyandıracaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse bunda haksız da değiller. Nitekim, bunun gerek
sözlük anlamıyla, gerek simgesel anlamıyla ya da her iki şekilde anlaşılması
bir şey değiştirmez. Bunun hiç önemi yoktur. Çünkü, gerçekte bu terimler
hiçbir zaman birbirine ters düşmez. Bu konuda daha geniş açıklama yapmamızın ne
yeri ne de zamanıdır. Her halükârda az önce değindiğimiz “leh” ve “aleyh”
dengelemesi, yani olumlu ve olumsuz sonuçların ayırt edilmesi, elbette sürekli
olarak iki grupta saptanan “seçilmişler” ve “lanetliler” ayrımını
düşündürecektir. Bu bir benzetme de olsa, hiç olmazsa eşyanın tabiatına uygun,
geçerli ve iyi bir benzetme olduğunu kabul etmek gerekir; ki bu da yine bazı
açıklamaların yapılmasını gerektiriyor.
Bugün bunca insanın “dünyanın sonu”
fikriyle kafasını kurcalaması kuşkusuz bir rastlantı değildir. Buna bazı
bakımlardan üzülebiliriz. Çünkü, yanlış anlaşılan bu düşüncenin yol açtığı
çılgınlıklar, bunun sonucu çeşitli çevrelerdeki “Mesih”le ilgili
taşkınlıklar, çağımızın zihinsel
dengesizliğinin doğurduğu bütün bu belirtiler, aynı dengesizliği kesinlikle
ihmal edilemez ölçüde artırmaya yarıyor. Bununla birlikte bu durum, göz önüne
almadan geçemeyeceğimiz bir gerçektir. Bu tür şeylerle karşılaşıldığında
takınılacak en iyi tavır, kuşkusuz bunları önemsiz yanılgılar ve kuruntular
gibi görüp, hiç incelemeden basit bir biçimde dışlamaktır. Bununla birlikte,
bunlar gerçekten yanılgı da olsa, en iyisi, onları olduğu gibi ifşa ederek,
onları meydana getiren nedenleri ve her şeye rağmen onlarda bulunabilecek
gerçekleri, az çok bozulmuş da olsa, araştırmaktır diye düşünüyoruz. Çünkü,
yanılgı tamamen olumsuz bir varoluş tarzı olduğundan, mutlak yanılgıya hiçbir
yerde rastlanamaz ve böyle bir şey anlamsız bir laftan ibaret olur. Meseleleri
bu tarzda değerlendirerek, bu “dünyanın sonu” kaygısının, şu anda içinde
yaşadığımız genel sıkıntıyla sıkı sıkıya bağlı olduğunu kolayca görürüz: Bazı
zihinlerde denetimsiz bir şekilde herhangi bir şeyin gerçekten sona ermek
üzere olduğu önsezisini bulanıkça uyandırarak, o belleklerde çok doğal olarak
demin değindiğimiz saçmalıklar şeklinde dışa vuran düzensiz ve çoğunlukla
fazla maddîleştirilmiş tasvirler oluşturur. Zaten bu açıklama onlar yararına
bir özür değildir ya da en azından sorumlu olmadıkları zihinsel etkinliklere
eğilim duyup, ellerinde olmadan yanılgıya düşenler affedilse bile, bu asla
yanılgının kendisini affetmek için bir neden olamaz. Bununla birlikte, bizimle
ilgili olarak, ne modern dünyanın “sözde dinsel” belirtileri konusunda, ne de
genel olarak çağdaş yanılgıların tümü konusunda aşırı bir hoşgörüde
bulunduğumuz söylenemez. Hatta bazılarının bize karşı tam tersi bir eleştiride
bulunacağını da biliyoruz. Belki burada söylediklerimiz, bizim için önemli
olan tek noktadan, yani tarafsız ve nesnel olan gerçek noktadan bakarak,
meseleleri nasıl ele aldığımızı onlara daha iyi anlatacaktır.
Dahası da var: “dünyanın sonu” ve
onun güncel belirtileri düşüncesinin sadece “psikolojik” bir açıklaması kendi
içinde ne kadar haklı olursa olsun, bizim gözümüzde bütünüyle yeterli olamaz.
Bunlarla yetinmek demek, her fırsatta açıkça karşı çıktığımız bu modern
yanılsamaların birinden etkilenmek demek olur. Kimi insanların, mahiyetini ve
seviyesini tam olarak tanımlayamadıkları bir şeylerin çok yakın olan sonunu
belli belirsiz hissettiklerini söylemiştik. Belirsiz de olsa, asılsız yorumlara
ya da hayalî saptırmalara bağlı da olsa, bu insanların gerçek bir algıya sahip
olduklarını kabul etmek gerekir. Çünkü, son ne olursa olsun, eninde sonunda
çıkacak olan bunalım oldukça belirgindir, ikircil olmayan ve saptanması kolay
bir yığın belirti, herkesi uygun biçimde aynı sonuca doğru götürmektedir.
Kuşkusuz bu son, bazılarının anlamak istediği gibi, genel anlamda “dünyanın
sonu” değildir; ama en azından bir dünyanın, bir uygarlığın sonudur. Ve eğer
sona ermesi gereken, güncel biçimiyle Batı uygarlığıysa, o uygarlık dışında
hiçbir şey görmeyenlerin, onu benzersiz bir “uygarlık” saymaya alışık
olanların, o uygarlığın bitişiyle her şeyin biteceğini ve o yok olmaya yüz
tutarsa, bunun gerçekten “dünyanın sonu” olacağını sanmaları normaldir.
O hâlde, meseleleri gerçek
boyutlarına indirgemek için, bütün geleneksel öğretilerin bu konuda söylediğine
göre, diyebiliriz ki gerçekten bir dünyanın sonuna, yani kozmik bir dönemle
uyuşan bir dünyanın sonuna, bir çağ ya da tarihî bir dönemin sonuna yaklaşıyor
gibiyiz. Daha önce geçmişte bu tür birçok olay olmuştur; kuşkusuz gelecekte de
olacaktır: Kısa ya da uzun dönemleri bitirişlerine, yeryüzü insanlığının tümünü
ya da sadece bir kısmını, bir ırk veya belli bir toplumu kapsa- yışlarına göre,
farklı önemler taşıyan olaylar... içinde bulun-
duğumuz dünya koşullarında baş
gösterecek bir değişimin, çok genel bir kapsamı olacağını, büründüğü ve hiç
araştırmak da istemediğimiz şekli ne olursa olsun, az çok bütün dünyayı
etkileyeceğini varsayabiliriz. Her hâlükârda, böyle olayları düzenleyen yasalar
her derecede örnekseme yoluyla uygulanabilir. Dolayısıyla, kavranılması mümkün
olduğu oranda ve sadece yeryüzüyle ilgili bir anlamda, “dünyanın sonu” için
söylenen bu yasalar basit ve oldukça sınırlı bir anlamda herhangi bir dünyanın
sonu için de söz konusu olabilir. Bu doğrudur.
Giriş niteliğindeki bu gözlemler,
ileride gelecek düşünceleri anlamaya büyük ölçüde yardım edecektir. Daha önce
de, diğer eserlerimizde “devirsel yasalar”a oldukça sık değinme fırsatı
bulmuştuk. Zaten Batılı kafalarca kolayca anlaşılır biçimde, bu yasalarla
ilgili tam bir açıklama yapmak belki zordur; ama en azından, güncel dönemin ne
olduğu ve dünya tarihi bütününde tam olarak neyi temsil ettiği konusunda doğru
bir fikir edinmek istenirse, bu konuda birtakım verilere sahip olmak
zorunludur. Bu nedenle, bu çağın özelliklerinin, geleneksel öğretilerin
devirsel dönem hakkında her zaman belirttikleri özellikler olduğunu, bu çağın
o devirsel döneme tekabül ettiğini göstermekle işe başlayacağız. Böylece,
herhangi bir görüş açısından kural dışı ve düzensiz olan şeyin, aslında çok
geniş bir düzenin zorunlu bir öğesi, bütün tezâhürle- rin gelişimini düzenleyen
yasaların kaçınılmaz bir sonucu olduğunu da göstereceğiz. Ayrıca, şunu da
hemen söyleyelim ki, geçici olarak üstün gibi görünen karışıklığa ve karanlığa
pasif olarak katlanmak için bir neden değildir bu. Çünkü, öyle olsaydı, ancak
sükûtu tercih ederdik. Tam tersine, bu “Karanlık Çağ”dan kurtuluşu hazırlamaya
elinden geldiğince çalışmak için mevcut nedenlerden sadece biridir; ki birçok
belirti
bu çağın sonunun şimdiden az ya da
çok yaklaşmış olduğunu, hatta çok yakın olduğunu haber veriyor. Bu da bir düzen
içindedir. Çünkü denge, iki karşıt eğilimin eş zamanlı eyleminin bir
sonucudur. Eğer biri ya da öteki devinimini tamamen durduracak olsa, denge
ebediyen kurulamaz. Böylece, dünya yok olup gider. Ama bu varsayım
gerçekleşemez; çünkü bir karşıtın her iki öğesi de ancak birbiriyle bir anlam
kazanır. Dolayısıyla, görünümleri ne olursa olsun, bütün kısmî ve geçici
dengesizliklerin sonunda, toplam dengenin gerçekleştirilmesine yardım edeceğinden
emin olabiliriz.
BİRİNCİ BÖLÜM
H |
int öğretisi, Manvantara adını
verdiği insanlık çevriminin, ilk ruhaniyetin derece derece kararması şeklinde
evreler gösteren dört çağa bölündüğünü öğretmektedir. Bunlar eski Batı
geleneklerinin kendilerince altın, gümüş, tunç ve demir çağları olarak
belirledikleri dönemlerin aynısıdır. Biz şu anda Kali-Yuga veya
“Karanlık Çağ” denilen dördüncü çağdayız. Söylentiye göre, altı bin yılı aşkın
bir süredir, yani “klasik” tarih olarak bilinen çağlardan çok önceki bir
dönemden beri bu çağdayız. O zamandan beri, eskiden herkesçe anlaşılabilir
durumda olan gerçekler, gittikçe kapalı ve güç anlaşılır olmuştur. Bu
gerçeklere sahip olanların sayısı da giderek azalmıştır. Eğer bütün çağlardan
önce mevcut olan “gayr-i İnsanî” (non humaine) bilgelik hâzinesi hiç kaybolmamışsa,
bu onun kendisini bakışlardan gizleyen, gittikçe anlaşılmaz olan ve altında
keşfedilmesi son derece güç olan perdelere büründüğündendir. Bu nedenle,
çeşitli simgeler al-
tında da olsa, en azından görünürde
ve dış dünya için bazı şeylerin kaybolduğu sorunu her yerde vardır. Gerçek
bilgiye ulaşmayı dileyenler, onları yeniden bulmak zorundadırlar. Fakat böyle
gizlenen bir şeyin, bu çevrimin sonunda görülebilir hâle geleceği, eşyayı
kendi arasında birleştiren süreklilik gereğince aynı zamanda yeni bir çevrimin
başlangıcı olacağı da söylentiler arasındadır.
Fakat çevrimsel gelişmenin neden
böyle en ulvîden en süflîye doğru gittiği -hemen görülebileceği gibi ve modernlerin
anladığı anlamda “ilerleme” düşüncesinin olumsuzu olan daha aşağıya inici bir
anlamda tamamlandığı- de kuşkusuz sorulacaktır. Buna cevabımız şu olacaktır:
Bir şeyin gelişmesi, ileri geldiği ilkeden gittikçe artan bir hızla
uzaklaşmasını gerektirir. En yüksek noktadan hareket ederek mecburen en aşağıya
doğru yönelir. Tıpkı ağır cisimler gibi, duruş noktasına varıncaya dek sürekli
artan bir hızla aşağıya iner. Bu düşüş, ilerleyici bir maddîleştirme olarak
nitelendirilebilir. Çünkü, ilkenin anlatımı saf ruhanîliktir. İlke değil,
ilkenin anlatımı diyorum; çünkü ilke bütün karşıtların ötesinde olduğundan,
herhangi bir karşıt belirten terimlerin hiçbirisiyle ifade edilemez. Zaten daha
bir uygunluk olsun diye Batı dillerinden aldığımız esprit ve matiere,
ruh ve madde gibi kelimeler bizim için ancak simgesel bir değer taşır. Her
hâlükârda bunlar, çağdaş felsefenin verdiği özel yorumlardan ayıklanmaları
koşuluyla yukarıda söz konusu olanla uyuşabilir. Çağdaş felsefedeki “ruhçuluk”
(spiritüalizme) ve “maddecilik” (materi- alisme) ise, bizim
gözümüzde, birbirini içeren iki tamamlayıcı şekilden ibarettir; aynı şekilde,
bu olağan görüş açılarının üstüne çıkmak isteyen biri için pekâlâ önemsiz
sayılabilirler. Ama zaten burada incelemek istediğimiz saf metafizik değil-
dir. Bu nedenle, esas ilkeleri gözden
kaçırmadan, her türlü yanlış anlaşılmayı önlemek için gerekli önlemleri alarak,
meseleleri -tabii ki mahiyetlerini değiştirmeden- daha kolay anlaşılır bir
hâle getirebileceklerinden dolayı, eksik olmalarına rağmen bu terimleri
kullanabiliriz...
Biraz önce,
zuhûrun gelişimi üzerine söylediklerimiz, bütün içinde doğru olmakla birlikte,
oldukça basitleştirilmiş ve şemalandırılmış bir görüş arz etmektedir; şöyle ki,
bu görüş gelişimin tek yönde, hiçbir değişim olmadan gerçekleştirildiğini
düşündürebilir. Oysa gerçek çok karmaşıktır. Önceden de belirttiğimiz gibi,
gerçekten her şeyde biri inen diğeri yükselen ya da başka bir deyişle, biri
merkezkaç diğeri merkezcil iki karşıt eğilim vardır. Birinin ya da diğerinin
üstünlüğünden, zuhûrun birbirini tamamlayan iki evresi doğar: Biri ilkeden
uzaklaşma, diğeri ilkeye dönüş. Bunlar da çoğu kez simgesel olarak kalbin
hareketleriyle veya nefes alıp vermeyle karşılaştırılabilir. Bu iki evre art
arda gelen evreler olarak tanımlanmalarına rağmen, gerçekte onlara tekabül
eden iki eğilimin, çeşitli oranlarda da olsa, daima birlikte hareket
ettiklerini kabul etmek gerekir. Ayrıca, bazen öyle olur ki inen eğilimin,
dünyanın genel gidişinde kesinlikle üstün gelmek üzere olduğu bazı kritik
anlarda, karşıt eğilimi güçlendirmek için o andaki şartların elverdiği ölçüde
en azından nisbî bir denge kurulabilecek özel bir eylemin devreye girdiği
görülür. Böylece bu denge, düşüş hareketinin geçici olarak durdurulması ya da
etkisiz kılınması gibi bir düzeltme hareketi sağlamış olur.[3]
Çok kısa bir özetini verdiğimiz bu
geleneksel verilerin, modernlerin giriştiği tarih felsefesi denemelerinin
hepsinden çok değişik, ayrıca derin ve geniş kavramları mümkün kıldığını
anlamak pek güç olmasa gerektir. Fakat şimdilik, şu andaki çevrimin
kaynaklarına veya basitçe Kali-Yuga’nın başlangıç dönemine inmeyi hiç
düşünmüyoruz. Amacımız sadece, Kali-Yuga’nın son safhalarındaki oldukça
sınırlı bir alanla en azından doğrudan ilgilenmektir. Yukarıda sözünü ettiğimiz
büyük devirlerin her biri içinde, çok küçük bölümler hâlinde ikinci dereceden
değişik evreler fark edilebilir. Ayrıca her bölüm bütüne benzediğinden, bu
küçük bölümler çok küçük bir ölçüde, sanki içinde bulundukları büyük çevrimin
genel gidişini yeniden ortaya koymaktadır. Ama yine burada da bu yasanın
çeşitli özel durumlardaki uygulanış şekillerini genişçe araştırmak, bu kitap
için çizdiğimiz çerçevenin çok ötesine çıkacaktır. Giriş niteliğindeki bu
değerlendirmeleri bitirmek için biz sadece, insanlığın geçirdiği son dönemlerden
bazılarını, özellikle bunalımlı dönemleri, “tarihî” diye adlandırılan
dönemleri zikredeceğiz. Çünkü, gerçekten bu dönem alışılmış ya da daha doğrusu
“din dışı” tarihin anladığı tek dönemdir. Böylece bu da bizi çok doğal olarak
incelememizin asıl konusuna götürecektir. Çünkü, bu bunalımlı çağların
sonuncusu modern çağ diye adlandırılan çağdan başkası değildir.
Gereği kadar dikkat edilmemiş gibi
görünen oldukça garip bir olay vardır: Az önce değindiğimiz anlamda, salt “tarihî”
denilen dönem tam olarak milâttan önce altıncı yüzyıla dayanır. Sanki zamanın
orasında, normal araştırmacıların
sahip olduğu araştırma yöntemleriyle
aşılması mümkün olmayan bir engel var. O tarihten itibaren her yerde oldukça
belirgin ve çok sağlam bir kronoloji elde bulundurulurken, tersine o tarihten
önce olanlar için genellikle çok bulanık bir tahmin yapılır. Aynı olaylar için
verilen tarihler çoğunlukla birkaç asır değişir. Örneğin Mısır gibi, basit,
dağınık kalıntılardan öte verilere sahip olunan ülkeler için durum çok çarpıcıdır.
Ayrıca daha şaşırtıcı olan bir durum da var: Çok uzak çağlar hakkında astronomik
gözlemler sayesinde tutulmuş, hiçbir kuşkuya yer bırakmayan yıllıklara sahip
Çin’in durumu gibi, istisnaî ve ayrıcalıklı bir durumu, çağdaş yazarlar “efsanevî”
çağlar olarak nitelendirirler; sanki kendilerinin el atmalarını kesinlikle
haklı görmedikleri bir alan var ve o alana girmelerini kendilerine
yasaklıyorlar. Öyleyse, “klasik” antikite denilen şey, doğrusunu söylemek
gerekirse, tamamen izafi bir antikiteden ibarettir. Hatta, gerçek antikiteden
daha çok modern çağlara yakındır; çünkü süresi, Hint öğretisine göre, Manvantara’nın
sadece onuncu parçası olan Kali-Yu- ga’nın yarısına bile
erişememektedir. Buradan modernlerin, tarih bilgilerinin erginliğiyle övünmekte
ne dereceye kadar haklı oldukları da yeterince anlaşılmaktadır. Kuşkusuz kendilerini
haklı göstermek için bütün bunların yalnızca “efsanevî” dönemler olduğunu ve
bu nedenle de onları hiç hesaba katmadıklarını söyleyeceklerdir. Ama bu cevap
açıkça bilgisizliklerinin ve anlayışsızlıklarının ve geleneği hor gördüklerinin
bir itirafıdır. Modern düşünce, ileride ifade edeceğimiz gibi, gelenek karşıtı
(antitraditionnel) bir düşünceden başka bir şey değildir.
Milâttan önce altıncı yüzyılda,
nedeni ne olursa olsun, hemen bütün toplumlarda önemli değişiklikler oldu. Bu
deği-
şiklikler
ülkelere göre farklı özellikler arz etti. Bazı ülkelerde, geleneğin daha
önceleri mevcut olan durumlarının yeniden uyarlanması, tamamen sahih anlamda
gerçekleşen bir uyarlanması olmuştur. Örneğin, Çin’de böyle olmuştur. O çağda
ilkel bir şekilde tek bir bütün hâlinde meydana gelen öğreti, oldukça belirgin
iki kısma ayrılmıştır. Çin’de, seçkin bir zümreye özgü olan ve saf metafizikle
gerçek anlamda spekülatif geleneksel bilimleri içeren Taoizm; istisnasız
herkese açık olan temel olarak pratik ve toplumsal uygulamaları saha olarak
seçen Konfüçyanizm. İranlIlardaysa, aynı şekilde Mazde- izm’in yeniden bir
uyarlanması olduğu görülüyor. Çünkü, bu çağ son Zerdüşt[4] dönemi
olmuştur. Aksine Hindistan’da da o zamanlar, entelektüel ve sosyal alanda,
etimolojik anlamıyla “ilke yokluğu”ndan geleneksel düşünceye karşı bir başkaldırıyla
sonuçlanan, her tür otoriteyi olumsuzlaştırarak gerçek bir anarşiye yol açan
-en azından bazı kollarında-, zaten asıl özelliği ne olursa olsun önemli
olmayan Budizm’in doğduğu görüldü.[5] Oldukça tuhaf
olan bir durum da şudur:
Hindistan’da, o dönemin sonrasında,
geçmişten ulaşan hiçbir anıt bulunmamaktadır ve her şeyi, önemini tuhaf bir şekilde
abarttıkları Budizm’le başlatmak isteyen müsteşrikler bu durumdan kendi tezleri
lehine yararlanmak istemişlerdir. Bununla birlikte bu durumun açıklanması çok
basittir: Önceki yapıların hemen hepsi ahşaptı. Dolayısıyla, geride hiçbir iz
bırakmadan kaybolup gittiler.[6] Ama şurası bir gerçektir ki, inşaat tarzındaki böyle bir
değişim, mutlaka o değişimin olduğu ulusun varlığının genel koşullarının büyük
değişimine tekabül eder.
Batı’ya yaklaşırsak, aynı dönemin
Yahudilerde Babil tutsaklık dönemi olduğunu görürüz. Belki de belirtilmesi
gereken en akıl almaz olaylardan biri de, yetmiş yıllık kısa bir sürenin,
onlara yazılarına varıncaya kadar her şeylerini kaybetmeleri için yeterli
oluşudur. Çünkü, daha sonraları kutsal kitaplarını, o zamana kadar yürürlükte
olan harflerden tamamen farklı yeni harflerle yeniden yazmak zorunda kaldılar.
Yine, hemen hemen aynı tarihle ilgili olarak daha başka olay
lar zikredilebilirse de, biz sadece o
dönemin Roma için, kralların “efsanevî” döneminin bitip tam anlamıyla “tarihî”
dönemin başlangıcı olduğunu belirtelim. Ayrıca, o zaman Kelt halklarında
önemli hareketlerin vuku bulduğunu bulanık bir şekilde de olsa biliyoruz. Bu
konuda da daha fazla durmadan, Yunanistan’la ilgili duruma geçelim. Aynı
şekilde, orada da 6. yüzyıl “Klasik” denen uygarlığın başlangıç noktasıdır ve
modernler, “tarihî” özelliği sadece ona atfederler. Böylece o dönemden önce
geçen her şey “efsanevî” kalacak kadar az bilinmektedir. Aslına bakılırsa, son
arkeolojik buluşlar, o dönemde en azından gerçek bir uygarlığın bulunduğunu
kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermektedir. Bu ilk Helen uygarlığının
entelektüel açıdan kendisini izleyen uygarlıktan çok daha ilginç olduğunu ve
aralarındaki ilişkilerin Ortaçağ Av- rupası’yla Modern Avrupa ilişkilerine
benzediğini düşünmek için bazı nedenlerimiz var. Bununla birlikte, bölünmenin
bu son durumdaki kadar radikal olmadığını da belirtmek uygun olur. Çünkü kısmî
de olsa, geleneksel düzende ve temel olarak “misterler”* alanında yapılan bir
uyarlama oldu. Ayrıca, eski Orfeusçuluk’un (Orphisme) yeni bir biçimde
ihyası demek olan Pisagorculuk’u da buna katmak gerekir. Bu gelene-
ğin Uzak-Kuzeyli (Hyperboreen)[7]
Apollon Delfi kültüyle olan açık bağlan, insanlığın en eski geleneklerinden
biriyle sürekli ve düzenli soy zinciri koruduğunu düşündürmektedir. Ama öte
yandan, daha önce hiçbir örneği bulunmayan, fakat daha sonra bütün Batı dünyası
üzerinde kötü etkiler bırakacak bazı şeylerin ortaya çıktığı görüldü: “Felsefe”
adını alan ve bu adı koruyan özel düşünce şeklinden söz etmek istiyoruz. Bu nokta,
üzerinde bir süre durmamızı gerektirecek kadar önemlidir.
“Felsefe” sözcüğü tek başına çok
doğru bir anlamda anlaşılabilir, kuşkusuz ilkel anlamıyla; eğer iddia edildiği
gibi özellikle onu ilk kullananın Pisagor olduğu doğruysa... Etimolojik
anlamıyla “hikmet aşkı”ndan başka bir anlam ifade etmez. Öyleyse, her şeyden
önce, felsefe hikmete ulaşmak için önceden çözülmesi gereken bir durumu
belirtir. Ayrıca, çok doğal bir anlam genişlemesiyle, yine aynı durumdan doğarak,
bilgiye ulaştıracak araştırmayı da belirtir. O hâlde felsefe, giriş ve
hazırlık niteliğinde bir aşamadır; hikmete doğru bir ilerlemedir. Hikmetten
daha aşağı bir duruma teka-
bül eden bir
aşamadır.[8] Daha sonra
meydana gelen sapma, bu geçiş düzeyini amaç olarak almış ve felsefeyi hikmet
yerine koymuştur. Bu da hikmetin gerçek niteliğinin unutulmasına veya
tanınmamasına neden olmuştur. Böylece “dindışı” diyebileceğimiz felsefe, yani
tamamen aklî, sözümona tamamen hümanist bir bilgelik doğmuş oldu; ve gerçek
geleneksel, akıl-üstü ve “gayri beşerî” bilgeliğin yerini almış oldu. Böyle
olmakla birlikte, gerçek hikmetin bazı parçaları bütün Antikite boyunca
varlığını sürdürmüştür. Bunu da ilkin öz itibariyle “inisiyatik” özelliği
tartışılamayan “misterler”in sürüp gitmesi ve sonra filozofların öğretilerinin
de çoğu kez hem zâhirî hem de bâtınî bir yönü olması kanıtlamaktadır. Zaten, birkaç
yüzyıl sonra, İskenderiyelilerde, belki birçok bakımdan eksik de olsa, çok
belirgin bir şekilde ortaya çıkan bu “bâtınî” yön üstün bir görüş noktasına
bağlanmaya imkân vermektedir. “Din dışı” felsefenin böylesine bir kesinlikle
kurulmuş olması için, sadece “zâhirî” olanın bâkî kalması, “bâtınî” olanın ise
basit bir şekilde bütünüyle inkârına gidilmesi gerekiyordu. Yunanlarla
başlayan hareketin modernler nezdinde kesinlikle bu sonuca ulaşması ve onlarca
daha önceden onaylanmış eğilimlerin en aşırı sonuçlara kadar gitmesi
gerekiyordu. Akılcı düşünceye verdikleri aşırı önem, oradan yine “akılcılığa”,
yani akıl-üstü alanı sadece bilmemekle kalmayıp, o olana ait ne varsa hepsini
bile bile inkâra giden modern tutuma varmak için daha bir belirginleşecekti.
Ama şimdilik daha fazla bir şey söylemeyelim. Çünkü, kitabımızın bir başka
bölümünde bu sonuçlara yeniden döneceğiz ve gelişimlerinin nasıl olduğunu
göreceğiz.
Biraz önce söylenenlerde, özellikle
bizimle ilgisi bakımından bir şeyi hiç hatırdan çıkarmamak gerekir: Modern
dünyanın kaynaklarından bazılarını “Klasik” Antikitede aramak uygun olur.
Modern dünya kendi kökeni konusunda Yunan-La- tin uygarlığını gösterirken ve
kendisinin onun bir devamı olduğunu iddia ederken, büsbütün haksız değildir.
Bununla birlikte şunu söylemek gerekir ki, burada söz konusu olan sadece
dolaylı ve hayli aldatıcı bir sürekliliktir. Çünkü, bu Antikitede, her şeye
rağmen entelektüel ve ruhsal alanda eş değerlerini modernlerde bulamadığımız
çok şey mevcuttur. Her durumda, bunlar gerçek bilginin üstünde gittikçe artan
karanlık içinde oldukça farklı iki aşamadır. Zaten, Antik uygarlığın çöküşünün
aşama aşama olduğu ve uygarlığın sürekliliği için bir çözüm bulunmaksızın, az
çok bugünkü gördüğümüz duruma benzer bir durumda gittiği de tahmin
edilecektir. Ama gerçekte böyle olmadı. Bu arada Batı’nın bunalımlı bir dönemi
daha olmuştur. Aynı zamanda, bu dönem yukarıda değindiğimiz yeniden doğrulma
dönemlerinden biridir.
Bu dönem, bir yandan Yahudi halkının
göçüyle, öte yandan Yunan-Latin uygarlığının son dönemiyle aynı zamana rastlayan
Hıristiyanlığın başlangıç ve yayılış dönemidir. Bu olayları önemli olmalarına
karşın çabucak geçebiliriz. Çünkü, buraya kadar anlattıklarımızdan daha çok
bilinen olaylardır bunlar. Ayrıca, eş zamanlılıkları, görüşleri çok yüzeysel
olan tarihçiler tarafından bile belirtilmektedir. Antik çöküşle güncel dönemin
bazı ortak noktalarına da sık sık dikkat çekilmiştir. Bu benzerliği çok ileri
noktalara götürmek istemiyoruz; ama gerçekten oldukça çarpıcı benzerliklerin
olduğunu da bilmeliyiz. Birçok alanı salt “din dışı” felsefe kaplamıştır: Bir
yandan şüpheciliğin ortaya çıkışı, diğer yandan Stoacı ve Epikür-
cü ahlâkın başarısı
“entelektüalite”nin hangi noktaya kadar düştüğünü göstermektedir. Aynı zamanda,
artık kimsenin anlamadığı eski kutsal öğretiler de bu anlayışsızlık yüzünden,
kelimenin tam anlamıyla “putperestlik” şekline dönmüş, yani bu öğretiler artık
derin anlamlarını yitirdiklerinden yalnız dış görünüşleriyle yaşamlarını
sürdüren “bâtıl inançlar” hâline gelmiştir. Bu düşüşe karşı tepki denemeleri
olmuştur: Bizzat Helenizm, temasta bulunduğu Doğu öğretilerinden aldığı öğeler
yardımıyla yeniden canlanıp dirilmeye çalışmıştır. Ama bu yeterli değildi.
Yunan-Latin uygarlığı son bulmalı, ayrıca canlanma başka yerden gelmeli ve
tamamen ayrı bir biçimde yapılmalıydı. Bu değişimi tamamlayan, Hıristiyanlık
oldu. Yeri gelmişken şunu da belirtelim; o dönemle çağımız arasındaki bazı
ilişkilerin ışığı altında yapılacak bir mukayese, belki de günümüzde ortaya
çıkan taşkın “Mesihçilik”in belirgin öğelerinden biri olmuştur. Eşyanın eski
durumunun yıkılması için gerekli olan barbar istilâlarıyla bulandırılan
dönemden sonra birkaç yüzyıl süren normal bir düzen yeniden canlandı. Bu da
Ortaçağ’dır, aslında “entelektüalite”sini kavramaktan aciz olan modernlerce
hor görülmüştür. Ortaçağ onlara “Klasik” Antikiteden çok daha tuhaf ve uzak
görünmektedir.
Bize göre, gerçek Ortaçağ,
Charlemagne hakimiyetinden 14. yüzyıl başlarına kadar olan dönemi kapsar. Bu
tarihten itibaren, çeşitli dönemlerde yoğunlaşarak bize kadar gelen yeni bir
çöküş başlar. Çağdaş bunalımın gerçek başlangıç noktası işte burasıdır:
Ortaçağ, Batı uygarlığıyla esas olarak özdeşleşen “Hıristiyanlık”ın çöküşünün
başlangıcı da bu tarihtir. Bu tarih aynı zamanda o Hıristiyanlıkla sıkı bağı
olan feodal rejimin sonu, “uluslar” yasasının kuruluşunun kaynağıdır. O hâlde,
Modern çağı, genellikle kabul edilen tarihten farklı ola-
rak iki yüz yıl kadar geriden
başlatmak gerekir. Rönesans ve Reform birer sonuçtur ve bir önceki çöküşle
meydana çıkmışlardır. Ama bir yükseliş olmaktan çok, oldukça derin bir düşüşü
belirtmişlerdir. Çünkü, biri bilim ve sanat alanında, öteki dinsel alanda
olmak üzere, geleneksel ruhla kesinkes bağlarını koparmışlardır; kaldı ki dinî
alan böyle bir kesintinin olması için en zor görünen bir alandır.
Çeşitli vesilelerle de söylediğimiz
gibi, Rönesans aslında birçok şeyin ölümü olmuştur. Greko-Romen uygarlığına dönmek
bahanesiyle bu uygarlığın ancak dış kabuğu alınmıştır. Çünkü, yazılı metinlerde
yalnızca bu yönü açıklanabilmişti. Dolayısıyla, eksik onarımın zaten çok
iğreti bir özelliği olabilirdi; çünkü yüzyıllardan beri gerçek hayatlarını
yaşamayı bırakmış olan şekiller söz konusuydu. Ortaçağ’ın geleneksel bilimlerine
gelince; bu çağda onlar, son birkaç eser verdikten sonra, vaktiyle bir tufanla
yok olan geçmiş uygarlıklar gibi, tamamen kaybolmuşlardır. Dolayısıyla, bu kez
hiçbir şey onların yerini tutamamıştır. Artık geriye sadece “din dışı” felsefe
ve “din dışı” bilim, bir başka deyişle gerçek entelektüalitenin inkârı, bilginin
en alt düzeyde sınırlandırılması, hiçbir ilkeye bağlı olmayan olayların ampirik
ve analitik incelenmesi, bir yığın anlamsız ve belirsiz ayrıntılar içinde
dağılma, durmadan birbirlerini çürüten asılsız varsayımların ve modern
uygarlığın mevcut tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar dışında hiçbir
sonuca götürmeyen eksik görüşlerin birikimi kalmıştır. Kendi dışında her tür
girişimi boğacak kadar gelişen bu üstünlük, zaten çok az arzulanan, ayrıca bu
uygarlığa salt maddeci bir özellik veren ve onu gerçekten bir canavar yapan bir
üstünlüktür.
Çok şaşırtıcı bir durum da, Ortaçağ
uygarlığının hızla büsbütün unutulmaya terk edilmiş olmasıdır. 17. yüzyıl
insanları
bile Ortaçağ hakkında en ufak bir
kavrama sahip değildi. Ayrıca, o çağdan kalan anıtlar, o insanların gözünde ne
entelektüel ne de estetik açıdan hiçbir şeyi simgelemiyordu. O süre içinde
zihniyetin ne kadar değiştiğini buradan da anlayabiliriz. Biz burada bu kadar
radikal bir değişime yol açan faktörleri araştırmayacağız. Kuşkusuz bunlar çok
karmaşıktır. Gerçek niteliği zorunlu olarak çok gizemli olan, yönlendirici bir
iradenin müdahalesi olmadan böyle bir değişimin kendiliğinden meydana
gelebileceğini kabul etmek zordur. Bu bakımdan, aslında uzun zamandan beri
bilindikleri hâlde, bazı şeyleri yeni buluşlarmış gibi sunarak, belli bir
dönemde bunları halk arasında yaygınlaştırma gibi çok tuhaf durumlar olmaktadır.
Oysa, bunların bilinmesi pek yarar sağlamayacak bazı sakıncalar nedeniyle
kamuoyunda o zamana kadar yaygınlaş- tırılmamıştı.[9] Ortaçağ’ı bir “karanlıklar”, cehalet ve barbarlık dönemi
yapan efsanenin doğup git gide gerçeklik kazanmış olması, ayrıca modernlerin
benimsediği tarihin önceden düşünülmüş hiçbir fikir olmadan çarpıtılmasına
girişilmesi de oldukça gariptir. Ama bu sorunu incelemede daha ileri gitmeyeceğiz.
Çünkü, bu iş hangi şekilde tamamlanmış olursa olsun, şimdilik bizi en çok bu
sonucun tespiti ilgilendirmektedir.
de edilirse, yeryüzünü fethetmek
bahanesiyle gökyüzünden yüz çevirmek söz konusuydu. Yolunu izlediklerini iddia
ettikleri Yunanlar, bu anlamda en büyük entelektüel çöküş zamanlarında bile
bu kadar ileri gitmemişlerdi. En azından çıkarcı kaygıları, modernlerde kısa
zamanda görüldüğü gibi ilk plana geçmemişti hiçbir zaman. “Hümanizm”, çağdaş
“laisiz- m”in ilk şekliydi. Ayrıca, her şeyi doğrudan doğruya, kendisi amaç
kabul edilen insanın ölçülerine indirgemek istendiğinden, sonunda insanda
bulunabilecek en düşük seviyeye kadar aşama aşama inildi ve sadece insan
tabiatının maddî yanına ait ihtiyaçların tatmin edilmesine çalışıldı. Boşuna
bir çalışma! Çünkü, insan tabiatı daima tatmin olabileceğinden daha fazla sunî
ihtiyaçlar yaratır.
Modern dünya, bu ölümcül inişle
uçurumun ta dibine mi inecek, yoksa Yunan-Latin uygarlığının çöküşünde olduğu
gibi, sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce, bu defa da yine yeni bir
diriliş mi olacak? Öyle görünüyor ki, yarı yolda duruş artık hiç mümkün
değildir. Ayrıca, geleneksel öğretiler- ce verilen bilgilere göre, Kali-Yuga’nm
son safhasına, bu “Karanlık Çağ”ın en karanlık dönemine gerçekten girmiş durumdayız.
Çünkü, gerekli olan basit bir doğrulma değil, bütünsel bir yenilenmedir. Her
alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm sürmektedir. Eskiden görülmüş olan
bunalımların sınırını aşan bir noktaya gelmiştir. Şimdiyse Batı’dan başlayarak
bütün dünyayı istilâ edecek gibi görünmektedir. Çok iyi biliyoruz ki onların
zaferi ancak geçici ve görünüştedir. Ama öyle bir aşamada, insanlığın güncel
çevrim boyunca geçireceği en ciddi bunalım işareti de olabilir. Hindistan’ın
kutsal kitaplarınca bildirilen “kastların karışacağı, ailenin bile artık olmayacağı”
o korkunç döneme gelmedik mi? Bu durumun gerçek-
ten dünyanın bugünkü durumu olduğunu
anlamak, her yerde Incil’in “umutsuzluk belâsı” dediği derin düşkünlüğü görüp
saptamak için, insanın çevresine şöyle bir bakması yeter- lidir. Durumun
ciddiyetini görmezlikten gelmemelidir. Hiçbir “iyimserlik” ya da “kötümserliğe”
kapılmadan, onu olduğu gibi ele almak uygun olur. Çünkü, daha önce de
söylediğimiz gibi, eski dünyanın sonu yeni bir dünyanın başlangıcı olacaktır.
Şimdi, akla bir soru geliyor: içinde
yaşadığımız dönem gibi bir dönemin varoluş nedeni nedir? Gerçekten kendi
içinde değerlendirilince, mevcut koşullar, ne denli elverişsiz olursa olsun,
yine de eşyanın genel düzenine, bir Uzakdoğu formülüne göre, bütün
düzensizliklerin toplamından oluşan bir düzene girmek zorundadır. Bu çağ ne
denli can sıkıcı ve kargaşalı olursa olsun, öteki bütün çağlar gibi, İnsanî
gelişmenin bütününde belli yerini almalıdır. Zaten geleneksel öğretilerce de
önceden haber verilen vakıa bu bakımdan yeterli bir belirtidir. Gelişen bir
maddîleştirme yönünde ilerleyen bir zuhûr çevriminin genel seyri hakkında,
söylediklerimiz doğrudan doğruya böyle bir durumu açıklamaktadır. Ayrıca, özel
bir bakış açısından anormal ve düzensiz olan herhangi bir şeyin, daha üstün
veya daha yaygın bir görüş açısından yalnızca bir yasanın sonucu olduğunu gösterir.
Üstelemeden şunu da belirtelim ki her durum değişikliği gibi, bir çevrimden
diğerine geçiş ancak karanlıkta tamamlanabilir. Yine burada da çok önemli,
ayrıca uygulaması çok çeşitli olan ve bu yüzden ayrıntılı bir açıklamasını
yapacak olsak bizi çok uzaklara götürecek olan bir başka yasa daha vardır.[10]
Hepsi bu da değil: Modern çağ zorunlu
olarak, başlangıçtan beri güncel çevrimin içinde, gizil güç hâlinde duran bazı
ihtimallerin gelişimine uygun düşmektedir. Bütün hiyerarşisinde bu
ihtimallerin işgal ettiği sıra ne denli aşağı olursa olsun, bu ihtimaller
kendileri için belirlenen düzene göre, genel zuhûr içinde yerlerini almalıdır.
Bu bağlamda geleneğe göre, çevrimin son safhasını belirleyen unsurun, önceki
safhalar boyunca ihmal edilen veya reddedilen unsurların yeniden işletilmesi
olduğu söylenebilir. Gerçekten de önceki uygarlıkların istemediği bir şekilde
yaşayan modern uygarlık için saptayabileceğimiz husus hemen hemen budur. Bunu
anlayabilmek için, Doğu dünyasında günümüze kadar gelen bu tür uygarlıkların
temsilcilerinin, Batı bilimleri ve bunların endüstriyel uygulamaları hakkında
ne değer biçtiklerini görmek lazımdır. Başka bir düzene ait bir bilgiye sahip
olanın gözünde bu alt bilgiler ne kadar boş da olsa, her şeye rağmen “gerçekleştirilmek”
zorundadır. Bu da ancak gerçek entelektüa- litenin kaybolabileceği bir dönemde
olabilirdi. Kelimenin en dar anlamıyla, salt pratik bir değeri olan bu
araştırmalar yapılmalıydı; ama ilk maneviyatın (spiritualite primordiale)
tam tersine, madde ötesinde hiçbir şey görmeyecek kadar maddeye dalan ve
maddeden daha çok yararlanmak istedikçe maddenin esiri olan insanlar
tarafından yapılabilirdi. Bu da kendilerini sürekli artan düzensiz ve gayesiz
bir çalkantıya, salt çokluk içinde dağılmaya ve nihayet bozulmaya götürecekti.
Ana batlarıyla belirlenen ve temel
konularıyla ele alınan modern dünyanın gerçek açıklaması böyledir. Ama açıkça
be-
lirtelim ki, bu açıklama hiçbir
sûrette bir aklanma olarak değerlendirilemez. Kaçınılmaz da olsa mutsuzluk
yine mutsuzluktur! Kötüden iyi çıkacak olsa bile bu kötülüğün karakterini
değiştirmez. Zaten burada “iyi” ve “kötü” terimlerini özellikle “ahlâkî”
amaçların dışında, sadece iyi anlaşılmak için kullanıyoruz. Kuşkusuz, kısmî
düzensizlikler olmadan olmaz; çünkü, bunlar genel düzenin zorunlu öğeleridir.
Ama buna rağmen bir düzensizlik dönemi, başlı başına bazı doğal yasaların sonucu
olarak bir sapma ve bir tür yanılgı olan canavarlığa veya eşyanın normal
seyrinden ileri gelmesine rağmen, tek olarak ele alınırsa, bir bunalım ve bir
sapıklık olan tufana benzer bir şeydir. Her şey gibi modern uygarlığın da
zorunlu olarak bir varoluş nedeni vardır. Bu uygarlık eğer bir çevrimi sona
erdiren bir uygarlıksa, olması gerektiği gibi olduğu, yerinde ve zamanında
geldiği söylenebilir. Ama bununla birlikte, çoğu kez yanlış anlaşılan Incil’in
şu sözüne göre yargılanmalıdır: “Böyle tuzakların olması kaçınılmazdır. Ama bu
tuzaklara aracılık eden kişinin vay hâline!” (Matta 18: 5-9)
İKİNCÎ BÖLÜM
M |
odern dünyanın önemli özelliklerinden
biri de, Doğu ve Batı arasında görülen uyuşmazlıktır. Bu sorunu daha önce de
özellikle incelememize rağmen, bazı görüşleri belirtmek ve birkaç yanlış
anlaşılmayı önlemek için konuya tekrar eğilmemiz gerekmektedir. Şurası bir
gerçektir ki, herhangi bir halkın veya ırkın yeteneklerine uygun bir yönde,
her biri kendine özgü biçimde gelişen değişik ve çok sayıda uygarlık olmuştur
her zaman. Ama farklılık kesinlikle karşıtlık demek değildir. Ayrıca, değişik
durumlardan ötürü sadece farklı uygulamaları temsil ettikleri ve aynı temel
ilkelere dayandıkları hâlde, çok farklı biçimlerdeki uygarlıklar arasında
bile bir tür eş değerlik bulunabilir. Normal ya da geleneksel diyebileceğimiz
bütün uygarlıklarda durum böyledir; aralarında temel olarak hiçbir karşıtlık
yoktur. Eğer böyle bir şey varsa, onlar da yüzeyseldir ve yapay olmaktan öteye
geçmez. Öte yandan, hiçbir üstün ilke tanımayan ve esasta ilke-
leri inkâr üzerine kurulan bir
uygarlık, sadece bu özelliğinden ötürü bile öteki uygarlıklarla anlaşma
vasıtalarından yoksundur. Çünkü bu anlaşma, gerçekten etkin ve derin olması
için, ancak en üst düzeyde, yani sapık ve anormal olan uygarlığın yoksun olduğu
hususlarda olabilir. Dünyanın şimdiki durumunda bir yandan geleneksel
düşünceye bağlı kalan bütün uygarlıklar, yani Doğu uygarlıkları; öte yandan
özellikle gelenek karşıtı {antitraditionnel) olan bir uygarlık, yani
modern Batı uygarlığı vardır.
Bununla birlikte, kimileri,
insanlığın Doğu ve Batı diye ikiye ayrılmasının gerçekle uyuşup uyuşmadığını
tartışmışlardır. Fakat en azından günümüz söz konusu olunca, sorun hiç
tartışma götürmez. Her şeyden önce, Avrupa ve Amerika’nın ortaklaşa paylaştığı
bir Batı uygarlığı vardır. Bu uygarlığın değeri hakkında verilecek hüküm ne
olursa olsun, herkesin üzerinde ittifak etmesi gerektiği bir olgudur bu. Söz
konusu Doğu olunca, sorun biraz daha zorlaşmaktadır. Çünkü, gerçekte bir değil,
pek çok Doğu uygarlığı vardır. Fakat bunların ortak çizgilerinin olması, yani
geleneksel uygarlığın özelliklerini göstermeleri ve bu özelliklerin Batı
uygarlığında bulunmayışı, Doğu ve Batı karşıtlığını tümüyle geçerli saymak
için ye- terlidir. Durum böyledir. Geleneksel karakter, bütün Doğu
uygarlıklarının ortak noktasıdır. Bu konuda düşünceleri daha iyi saptamak
için, daha önce yaptığımız genel bölümlemeyi bir kez daha hatırlatacağız.
Ayrıntılara inmek istenirse, belki biraz fazla basitleştirilmiş gibi olmasına
rağmen, ana batlarıyla yetinilirse bu tasnif doğrudur: Temel olarak Çin uygarlığıyla
temsil edilen Uzak Doğu; Hint uygarlığıyla temsil edilen Orta Doğu; İslâm
uygarlığıyla temsil edilen Yakın Doğu. Bu sonuncuya, birçok bakımdan Doğu ve Batı
arasında
bir orta yol gibi bakılması
gerektiğini, birçok özelliğinin onu Ortaçağ Batı uygarlığının özelliklerine
yaklaştırdığını belirtmek uygun olur. Fakat İslâm uygarlığı modern Batı’ya
göre ele alınırsa, tıpkı öteki Doğu uygarlıkları gibi aynı nedenlerden ötürü,
onun da Batı uygarlığının karşıtı olduğunu ve bu açıdan bakılınca, onun Doğu
uygarlıklarıyla ortak yanı olduğunu kabul etmek gerekir.
Üzerinde özellikle durulması gereken
nokta şudur: Batı’da geleneksel uygarlıklar varken, Doğu ve Batı karşıtlığının
hiçbir anlamı yoktu. Ama özel olarak modern Batı söz konusu olunca ancak bunun
bir anlamı vardır. Çünkü, bu karşıtlık az çok belirlenmiş iki coğrafî bölge
karşıtlığından daha çok iki düşünce karşıtlığıdır. Bazı çağlarda -ki bize en
yakın olanı Or- taçağ’dır- Batı düşüncesi, en önemli yanlarıyla, modern zamanlarda
eriştiği duruma benzemekten çok, Doğu düşüncesinin bugün içinde bulunduğu
duruma benziyordu. Tıpkı Doğu uygarlıklarının kendi aralarında karşılaştırılışı
gibi, o zamanlar Batı uygarlığı da Doğu uygarlıklarıyla karşılaştırılabiliyor-
du. Son yüzyıllarda, daha önceki çöküş dönemlerinde ortaya çıkan bütün
sapmalardan çok daha ciddî, büyük bir değişim oldu. Hatta bu değişim, İnsanî
etkinliklerde gerçekten bir yön değiştirmeye kadar gitmiştir. Bu değişim
yalnızca Batı dünyasından doğmuştur. Buna göre, şimdiki durumu göz önüne alarak
Batı düşüncesi dediğimiz zaman, bundan anlaşılması gereken yalnızca modern
düşüncedir. Ayrıca, öteki düşünce sadece Doğu’da devam ettiği için, güncel
koşullara göre, onu Doğu düşüncesi diye tanımlayabiliriz. Kısaca, bu iki terim
sadece bir olayın durumunu belirtmektedir. Karşı karşıya olan bu iki
düşünceden birinin gerçekten Batı’ya ait olduğu açıkça görünüyorsa da, -çünkü,
ortaya çıkışı yakın tarihe aittir-
vaktiyle Doğu ve Batı’ya ortaklaşa
ait olan öteki düşüncenin kökeni konusunda hiçbir önyargıda bulunamayız.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu düşüncenin kökeni, insanlığın kökeniyle iç
içedir. Çünkü, normal diye nitelendirebileceğimiz tek düşünce budur. Az çok
tanıdığımız bütün uygarlıkları - ancak biri hariç, o da modern Batı
uygarlığıdır- bu düşünce esinlendirmiştir.
Kuşkusuz kitaplarımızı okuma
zahmetine katlanmayan bazıları, bizim bütün geleneksel öğretilerin Doğu
kaynaklı olduğunu ve Batı Antikitesinin bile, bütün çağlarda, geleneklerini
Doğu’dan aldığını söylemiş olduğumuzu sanarak bizi suçlamaktadır. Oysaki biz
bu konuda böyle bir şey, hatta böyle bir kanıyı uyandırabilecek hiçbir şey
yazmadık. Nedeni basit; çünkü bunun yanlış olduğunu çok iyi biliyoruz. Gerçekten
geleneksel veriler bu tür bir iddianın açıkça karşıtıdır: Günümüzdeki çevrimin
ilk geleneğinin Hyperborean bölgelerinden geldiğini kanıtlayan kesin
doğrulamalar her yerde vardır. Daha sonraları, çeşitli dönemlere tekabül eden
ikinci dereceden birçok akım olmuştur. En azından kalıntıları hâlâ seçilebilir
durumda olan en önemli akımlardan biri, Batı’dan Do- ğu’ya gitmiştir. Fakat
bunlar, genel olarak tarih öncesi denilen çok uzak çağlarla ilgili olup şu
anda düşündüklerimiz onlar değildir. İlk gelenek birikiminin çok eski
zamanlarda Do- ğu’ya iletildiğini, ayrıca doğrudan doğruya ilk gelenekten çıkan
öğreti biçimlerinin şimdi yine orada bulunduğunu söylüyoruz. Bugünkü durumda,
gerçek geleneksel düşüncenin bütün kapsamıyla en sağlam temsilcisi Doğu’da
bulunmaktadır.
Bu açıklamaları tamamlamak için,
günümüzde değişik ortamlarda gün yüzüne çıkan “Batı geleneği”nin yeniden canlandırılıp
onarılmasına ilişkin bazı düşünceler hakkında kısaca
da olsa fikirlerimizi açıklamamız gerekiyor.
Aslında bu fikirlerin sağlayacağı tek yarar, bazı insanların çağdaş
olumsuzlama- dan pek hoşnut olmadıklarını, çağımızın kendilerine sunduğuyla
yetinmeyip başka şeylere gereksinim duydukları, çağdaş bunalımdan kurtulmanın
tek çaresi olarak şu veya bu şekilde geleneğe dönüş imkânını sezinler gibi
olduklarını göstermesidir. Ne yazık ki “gelenekçilik” gerçek geleneksel
düşünceyle hiç de aynı şey değildir. Doğrusu, gelenekçilik hiçbir doğru bilgi
varsaymayan, belirsiz bir özlemden, basit bir eğilimden başka bir şey olamaz.
Ayrıca, zamanımızın zihinsel karışıklığı içinde, açıkça söylemek gerekirse, bu
özlem her yerde ciddiyetten uzak, ciddi bir temele dayanmayan düşsel düşünüşlere
neden olmaktadır. Bu insanlar dayanabilecekleri sahih bir gelenek bulamadıklarından,
hiç mevcut olmamış sözde gelenekler düşleyecek kadar ileri gittiler; bu sözde
gelenekler ise yerine koymak istedikleri uygarlık kadar ilkelerden yoksundur.
Modern karışıklığın tümü bu yapılarda yansımaktadır; bunları yapanların
niyetleri ne olursa olsun, genel dengesizliğin artmasına katkıda bulunmaktan
öte bir sonuç elde etmemektedirler. Bu türe bir örnek olarak, gizli bilimlerle
uğraşan bazılarınca en tutarsız kimseler yardımıyla ortaya çıkarılan ve tamamen
hayalî bir “Doğu geleneği”yle, yani teosofistle- rinkiyle özellikle yarışması
amaçlanan sözümona “Batı gele- neği”ni zikredeceğiz. Başka yerlerde bunlardan
yeterince söz ettiğimizden, şimdi daha çok dikkate değer gördüğümüz öteki
birkaç teorinin incelemesine geçmek istiyoruz; çünkü, burada en azından gerçek
bir varlığa sahip geleneklere değinme arzusu bulunmaktadır.
Az önce Batı bölgelerinden gelen
geleneksel akıma değindik. Atlantis’le ilgili eski metinler bu akımın
kaynağını belirt-
inektedir. Geçmişte meydana gelen
büyük felâketlerin sonuncusu olan bu kıtanın kayboluşundan sonra, Atlantis
geleneğinin kalıntılarının çeşitli bölgelere taşınmış olduğu, o bölgelerde
önceden var olan başka geleneklere özellikle büyük Hy- perborean
geleneğin küçük kollarına karışmış olduğu kuşku götürmez. Özellikle Kelt
öğretilerinin bu kaynaşmanın ürünlerinden biri olması da mümkündür. Biz
bunları tartışmaktan çok uzağız; fakat şurası iyice bilinmelidir ki tam
anlamıyla Atlantis biçimi, ait olduğu uygarlıkla birlikte, binlerce yıl önce
kaybolmuştur. İnsanlık o zaman henüz Kali-Yuga’ya girmemişti. Bu önemli
bir fark olsa bile, yıkımı belki birçok bakımdan bugün tespit ettiğimiz sapmaya
benzer bir durum sonucunda olmuş olabilir. Ayrıca, bu gelenek, çevrimimizin
ancak ikincil bir dönemine tekabül etmektedir. Dolayısıyla onun, bütün
geleneklerin kendisinden çıktığı ve başlangıçtan sona dek süregelen ilk
gelenekle özdeş olduğunu iddia etmek, büyük bir yanılgı olur. Bunların
doğruluğunu gösteren tüm verileri burada saymanın yeri ve zamanı değildir. Biz
burada bir Atlantis geleneğini, şimdi yeniden canlandırmanın ya da doğrudan
doğruya ona bağlanmanın imkânsız olduğu sonucuna varıyoruz. Zaten bu tür
girişimlerde çok değişik fanteziler bulunur. Bununla birlikte, daha sonraki
geleneklerde karşılaşılan öğelerin kaynağını araştırmanın ilginç olabileceği
de doğrudur; yeter ki bu birtakım kuruntulardan sakınmak için gerekli tüm
önlemler alınarak yapılsın. Fakat bu araştırmalar, dünyamızın güncel
koşullarından hiçbirine uyarlanamayacak bir geleneğin yeniden diriltilmesine
yol açamaz.
Ayrıca, “Keltizm”e bağlanmak
isteyenler de var. Bunların sundukları önerinin gerçekleşmesi biraz daha akla
yatkın gibi gelebilir; çünkü, böylece bize daha yakın bir şeye başvurmak-
tadırlar. Ama bugün “Keltizm”in saf
hâlde ve dayanak noktası alınabilmesi için hâlâ yeterli bir dirilikte nerede
bulacaklar? Biz burada bazılarının yaptığı gibi, arkeolojik ve “edebî” bir
dirilişten söz etmiyoruz. Bunlar, söz konusu olan durumdan tamamen başkadır.
Çok bilinen ve hâlâ yararlanılabilir durumdaki Keltiz- min nice öğesi bize
kadar çeşitli yollarla gelmiştir; evet, bu doğrudur. Fakat bu öğeler bir
geleneğin bütünlüğünü göstermekten çok uzaktır. Şurası şaşırtıcıdır ki, bu
gelenek vaktiyle bulunduğu ülkelerde, daha sonra o ülkelere gelen ve hep
yabancı kalan birçok uygarlığa ait gelenekler kadar bile bilinmemektedir.
Şimdi burada, en azından bütünüyle peşin yargıyla hareket etmeyenler için,
düşünmeyi gerektirecek bazı şeyler yok mudur? Dahası da var: Kayıp uygarlıkların
bıraktığı kalıntılarla ilişkili olan bu tür durumlarda, onları ancak bugün hâlâ
yaşayan geleneksel uygarlıklardaki benzeri öğelerle karşılaştırarak anlamak mümkündür.
Ayrıca modern Batıklar için anlamı kaybolan pek çok şeyin bulunduğu Ortaçağ
hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Temel özelliği daima yaşayan, ruhu hep
diri kalan geleneklerle kurulacak bu temas, hâlâ diriltilmesi mümkün olanı
diriltmenin tek yoludur. Daha önce de birçok kez belirttiğimiz gibi, bu, Doğu’nun
Batı’ya yapabileceği en büyük yardımlardan biridir. Vaktiyle çeşitli
devirlerde olduğu gibi, yine çeşitli biçimlerde ortaya çıkması mümkün olan bir
“Kelt düşüncesi”nin sürüp geldiğini inkâr etmiyoruz. Fakat Kelt geleneğini
bütünüyle koruyan manevî merkezlerin daima var olduğu konusunda bizi inandırmaya
çalıştıkları zaman, bize bu konuda kanıt getirilmesini bekleriz. Durum
değişinceye kadar da bu bize, tamamen gerçek dışı gibi görünmese bile, çok
şüpheli görünmektedir.
Gerçek şu ki, süregelen Kekik öğelerin
çoğu, Ortaçağ’da Hıristiyanlık tarafından kendi içinde eritilmiştir. “Kutsal
Kâ-
se” {Saint Graal) efsanesi ve
onunla ilgili her şey bu bakımdan özellikle inandırıcı ve anlamlı bir örnektir.
Eğer bir Batı geleneği yeniden kurulsaydı, zorunlu olarak, kelimenin tam anlamıyla
dinî bir haricî biçim alırdı ve bu haricî biçim de Hıristiyanlık olabilirdi
diye düşünüyoruz zaten. Çünkü, bir yandan öteki muhtemel biçimler çok uzun bir
süredir Batı zihniyetine yabancıdır; öte yandan hâlâ süregelen geleneksel düşüncenin
kalıntıları, Batı’da ancak Hıristiyanlıkta, daha açıkçası Katoliklik’te
bulunmaktadır. Bu durumu hesaba katmayan her “gelenekçi” girişim temelden
yoksun olacağı için, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğramaya, mahkûmdur.
Şurası son derece aşikârdır ki, ancak etkin bir biçimde var olan bir şey üzerine
dayanılabilir; sürekliliğin aksadığı yerdeyse ancak yapay yeniden kurmalar
olabilir ki, bunların yaşayabilmeleri mümkün değildir. Çağımızda Hıristiyanlık
gerçek ve derin anlamıyla pek anlaşılmamıştır diye itiraz edilecek olursa, biz
buna Hıristiyanlığın söz konusu temeli elde etmek için gerekli her şeyi kendi
içinde ve hatta dış şeklinde en azından sakladığını belirterek cevap veririz.
O hâlde, beklenmedik olasılıklarla karşılaşmayacak en zayıf hatta biricik
girişim Ortaçağ’dakine benzer şekilde bazı şeyleri, koşulların değişmesinin
gerektirdiği farklarla yeniden diriltmektir. Ayrıca Batı’da tamamen kaybolmuş
öğeler için de, az önce belirttiğimiz gibi, bütünlüklerini sürekli korumuş
geleneklere başvurmak, sonra da sağlam ilkelere dayanan entelektüel bir
seçkinler grubunun yapabileceği bir uyarlama işini gerçekleştirmek uygun olur.
Bunları daha önce söylemiştik; fakat üzerinde tekrar durulması gerekiyor.
Çünkü günümüzde, pek çok kararsız hayaller serbestçe ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca, şurasını iyice anlamak gerekir ki, eğer Doğu gelenekleri kendi öz
biçimleri içinde, tanım gereği, bütün biçimlerin ötesinde kalmak zorunda olan
bir elit ta-
rafından özümlenebilse bile,
beklenmedik değişiklikler olmadıkça, Batılı halk çoğunluğunca hiçbir zaman
özümsenmeye- cektir. Bunlar, onlara göre değildir. Eğer Batılı bir seçkinler
grubu oluşursa, demin belirttiğimiz nedenlerden ötürü, işlevlerini yerine
getirebilmeleri için Doğu öğretilerini tam anlamıyla tanımaları kaçınılmaz
olacaktır. Fakat onların yaptığı işin semeresini alacak insanlar —ki bunlar çok
sayıda olacaktır, kuşkusuz bu işlerin bilincine hiçbir zaman varamayacaklar.
Bununla birlikte alacakları etki hiç kuşkusuz ve hatta akıllarına gelmeyecek
yollarla oldukça gerçek ve etkin olacaktır. Bu konuda biz hep bunu söyledik;
burada da mümkün olduğu kadar belirgin bir şekilde bunu tekrarlamamız
gerektiğine inandık. Çünkü, her zaman herkes tarafından tamamıyla anlaşılmayı
ummuyorsak da, en azından bize ait olmayan sözlerin bize atfedilmemesini
istiyoruz.
Şimdi bütün bu ön tahminleri bir
kenara koyalım. Çünkü, bizi özellikle ilgilendirmesi gereken konu, işlerin
bugünkü durumudur. Bir an için, çevremizde gözleyebildiğimiz kadarıyla “Batı
geleneği”nin yeniden diriltilmesine dair düşüncelere dönelim. Tek bir gözlem,
bu düşüncelerin, deyim yerindeyse “bir düzen içinde” olmadığını göstermeye
yeter. Şöyle ki, bu düşünceler Doğu karşısında daima az veya çok itiraf edilen
bir düşmanlık duygusuyla tasarlanmıştır. Hıristiyanlığa dayanmak isteyenlerin
bile bazen bu duyguyla hareket ettiklerini söylemek gerekir; her şeyden önce
sanki onlar gerçekte hiç var olmayan karşıtlıkları keşfetmeye çalışıyorlar.
Eğer aynı şeyler hem Hıristiyanlıkta hem de Doğu öğretilerinde bulunsa ve
hemen hemen özdeş bir biçimde şöyle ya da böyle açıklansa, her iki durumda da
aynı anlama gelmezler; hatta birbirlerine karşıt anlamdadırlar gibi saçma
düşüncelerin yayıldığını, işte böyle duyduk. Buna benzer ifadeleri söyleyen-
ler, iddiaları ne olursa olsun,
geleneksel öğretileri anlamakta pek ileri gidemediklerini böylece kanıtlamış
oluyorlar. Çünkü, bütün haricî biçim farklılıkları altında gizlenen temel özdeşliği
göremiyorlar ve hatta bu özdeşliğin tamamen açık olduğu yerlerde bile onu
tanımamakta diretiyorlar. Bu yüzden bunlar Hıristiyanlığı, bütün düzenlerde tam
bir sentez hâlinde bulunan, gerçek geleneksel öğreti kavramıyla bağdaşmayan,
tamamen yüzeysel bir tarzda değerlendirirler. Bunlar, temel ilkeden yoksun
oldukları için, karşı koymak istedikleri modern düşünceden, düşündüklerinden
çok daha fazla etkilenmişlerdir. Ayrıca bunlar, “gelenek” sözcüğünü
kullanırken de, kesinlikle bizim kullandığımız anlamda kullanmamaktadırlar.
Çağımızı belirleyen zihinsel
karışıklıkta bu “gelenek” sözcüğü, hiçbir önemi olmayan basit ve bazen de
yepyeni adetler gibi, çoğunlukla anlamsız şeyler için ayrım gözetilmeksizin
kullanılmaktadır. “Din” sözcüğüyle ilgili olarak da aynı şekilde bir yanlış
kullanım olduğunu başka bir yerde belirtmiştik. Tekabül ettikleri düşüncelerin
de bir tür yozlaşmasını dile getiren bu dil saptırmalarından sakınmak gerekir.
Ayrıca, kendisini “gelenekçi” olarak adlandıran birinin, sözcüğün tam
anlamıyla geleneğin ne olduğunu eksik de olsa bildiği söylenemez. Bizse, salt
beşerî alana ait olan her şeye bu adı vermeyi kesinlikle reddediyoruz. Bunu
açıkça belirtmekte yarar var; çünkü her an, örneğin “geleneksel felsefe” gibi
bir deyime rastlamaktayız. Bir felsefe gerçekten felsefenin olabileceği her şey
olsa bile, böyle bir sıfata kesinlikle hakkı yoktur. Çünkü felsefe, kendisini
aşan şeyi inkâr etmese bile, tamamen aklî düzen içinde kalır. Ayrıca, insanlar
tarafından ortaya konulan ve hiçbir vahye ya da ilhama dayanmayan bir yapıdır.
Tek kelimeyle o, temelde “din dışı” bir şeydir. Zaten felsefe, bazılarının zevk
aldığı tüm düşlere rağmen, bir ırkın
ve bir çağın zihniyetini düzeltmeye
yetebilecek “kitabî” bir bilim değildir şüphesiz. Oysa bu iş için, en uygun
durumda bile bizzat tabiatı gereği dışta kalmaya mahkûm edilen, gerçek
olmaktan çok, sözde kalan felsefî kurgudan başka bir şey gerekir. Kaybolmuş
geleneği yeniden onarıp onu gerçekten diriltmek için yaşayan geleneksel ruhla
temas kurmak gerekir. Bu ruhun da hâlâ tam olarak ancak Doğu’da yaşamakta olduğunu
daha önce söylemiştik. Her şeyden önce Batı’da, bu geleneksel ruha doğru bir
dönüş isteğinin olması da gerekir. Bu sadece basit bir istek olabilir. Şimdiye
dek ortaya çıkan ve bizce çok eksik olan “anti-modern” birtakım tepki hareketleri,
bizi bu kanıda doğrulamıştır. Çünkü bütün bunlar, olumsuz ve eleştirel
yanlarıyla mükemmel olmakla birlikte, gerçek entelektüaliteyi onarmaktan çok
uzak olup, ancak oldukça dar zihinsel bir ufkun sınırlarında gelişim
göstermiştir. Bu da bir başarı sayılır; şu anlamda ki, yakın bir geçmişe kadar
en ufak bir izine bile rastlamanın çok zor olduğu bir ruh hâlinin ipucu
sayılabilir. Eğer bugün bütün Batıhlar modern uygarlığın salt maddî
gelişimiyle yetinmekte oy birliği etmiyorlarsa, bu bile belki onlar için
kurtuluş umudunun henüz tamamen kaybolmadığını gösterir.
Nasıl olursa olsun, herhangi bir
tarzda Batı kendi geleneğine dönecek olursa, o zaman Doğu ile olan karşıtlığı
da öylece çözülecek, arada karşıtlık diye bir şey kalmayacaktır. Çünkü
karşıtlık, Batı’nın sapması olgusundan doğmuştur. Gerçekteyse geleneksel
düşünceyle gelenekselliğe karşı düşünce arasındaki karşıtlıktan başka bir şey
değildir bu karşıtlık. Böylece az önce değindiğimiz kimselerin varsayımlarının
tersine, geleneğe dönüşün ilk sonuçlarından biri, Doğu’yla hemen mümkün bir
uyuşumun sağlanması olacaktır; tıpkı benzer veya eş
değer öğelere sahip bütün uygarlıklar
arasında, sadece onlar arasında olan anlaşma ve uyuşma gibi bir anlaşma
olacaktır; çünkü değer ifade edecek bir anlaşmanın yapılacağı alanı kuran,
yalnızca bu öğelerdir. Gerçek geleneksel düşünce hangi biçime bürünürse
bürünsün, aslında her yerde ve her zaman aynıdır; şu veya bu zihinsel
koşullara, şu veya bu zaman ve yer durumlarına özellikle uyarlanmış değişik
biçimler, tek ve aynı gerçeğin ifadeleridir. Fakat görünen bu çokluk altındaki
temel birliği yakalamak için salt entelektüalite düzeyine çıkabilmek gerekir.
Zaten normalde uygulama ve sonuç olarak ne varsa hepsinin bağlı olduğu ilkeler,
bu entelektüel düzeyde bulunmaktadır. Öyleyse, gerçekten derin bir uyuşma söz
konusu olacaksa, her şeyden önce bu ilkeler üzerinde uyuşma gerekmektedir.
Çünkü bütün mesele bu noktada düğümlenmektedir. En üstün bilgi olan ilkeler
bilgisi, yani kelimenin tam anlamıyla metafiziksel bilgi bizzat ilkeler gibi
evrenseldir. Öyleyse uygulamaya geçer geçmez kaçınılmaz olarak baş gösterecek
tüm kişisel olasılıklardan tamamen uzaktır. Bunu belirtmek gerekiyor. Bu yüzden
salt entelektüel alan, değişik zihniyetler arasında bir uyarlama çabasına
gereksinim duyulmayan tek alandır. Ayrıca, böyle bir çalışma tamamlandığında
artık yapılacak iş, diğer bütün alanlarda ittifakın aynı şekilde gerçekleşmiş
olması için sonuçları geliştirmektir. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi, her
şey dolaylı ya da dolaysız olarak buna bağlıdır. Buna karşılık, ilkeler
dışında özel bir alanda sağlanan ittifak, her zaman çok iğreti ve kararsız bir
ittifak olacaktır; ayrıca gerçek bir anlaşmadan daha çok diplomatik bir
uzlaşmaya benzeyecektir. Bunun için üzerinde ısrarla durduğumuz bu uzlaşma
ancak yukarıdan gelebilir, aşağıdan değil. Bu, iki anlamda anlaşılmalıdır:
Aralarında bulunan hiyerarşik bağımlılığı her zaman kesinlikle göz önünde
bulundu-
rarak, çeşitli uygulama alanlarına
derece derece inmek için, işe en yüksekten, yani ilkelerden başlamak gerekir.
Bu çalışma özelliği gereği, ancak bir elitin eseri olabilir; elit sözcüğünü en
doğru ve tam anlamıyla kullanıyoruz: Yalnızca entelektüel bir elitten söz
etmek istiyoruz, zaten başkası olamaz. Çünkü bize göre, dış toplumsal ayrılıkların
hiçbir önemi yoktur.
Bu değerlendirmeler, Batı
uygarlığının sadece Doğu uygarlıklarıyla gerçek bir yaklaşım olanağı konusunda
değil, fakat aynı zamanda kendisinin de normal ve tam bir uygarlık olması
için, nelerinin eksik olduğunu yeterince anlatmaktadır. Zaten gerçekte bu iki
sorun birbirine öyle bağlıdır ki, ikisi aslında tek bir sorundur. Bunların
hangi nedenlerden dolayı böyle olduğunu açıkça gösterdik. Şimdi de salt modern
düşünce olan gelenek karşıtı (antitraditionnel) düşüncenin neden ibaret
olduğunu ve buna bağlı sonuçların, daha doğrusu güncel olayların içinde,
acımasız bir mantıkla göz önüne serildiğini gördüğümüz sonuçların neler
olduğunu daha açıkça göstermek istiyoruz. Fakat bu konuya girmeden önce, son
bir düşünceyi de belirtmeden geçemeyeceğiz: Deyim yerindeyse “modern karşıtı”
olmak “Batı karşıtı” olmak değildir; çünkü bu, aksine, Batı’yı kendi
düzensizliğinden kurtarmaya uğraşmak için değerli olabilecek tek çabadır. Öte
yandan, kendi geleneğine bağlı her Doğulu da bu konuyu ancak bizim ele aldığımız
gibi ele alır ve konuya başka türlü bakmaz. Hiç kuşkusuz asıl Batı’nın, modern
uygarlıkla özdeşleşen Batı’dan daha az hasmı vardır; zaten asıl Batı’ya karşı
çıkmak anlamsızdır. Bugün kimileri de “Batı’nın savunulması”ndan söz etmektedirler
ki bu çok gariptir. Oysa ileride göreceğimiz gibi, gerçekten her şeyi
batırmakla, tüm insanlığı kendi düzensiz etkinliğinin girdabı içine çekmekle
tehdit eden, Batı’dır. Bu çok gariptir, diyoruz; ama eğer bu savunmanın
Doğu’ya karşı yapıl-
ması gerektiği düşünülüyorsa -ki bazı
sınırlandırmalara rağmen durum öyle görünüyor- o zaman bu tamamen haksız ve
yersiz bir durumdur. Çünkü gerçek Doğu, kim olursa olsun kimseye sataşmayı ya
da ona egemen olmayı düşünmez. Kendi bağımsızlığından ve kendinin rahat
bırakılmasından başka bir şey istemez. Bu da, kabul edileceği gibi, oldukça
meşru bir istektir. Bununla birlikte, Batı’nın savunulmaya çok muhtaç olduğu da
bir gerçektir. Eğer bu eğilimler sınırlarını taşarsa, kaçınılmaz olarak Batı’yı
yıkıma götürecektir. Öyleyse, buna “Batı’nın reformu” demek gerekir. Bu reform,
olması gerektiği gibi yani gerçek bir geleneksel reform olsaydı, çok doğal bir
sonuç olarak Doğu ile bir yakınlaşmayı doğurabilirdi. Bize gelince, yine de
vaktiyse böyle bir sonuç modern uygarlığın kendisine doğru dev adımlarla
ilerlediği son felâketten sonra elde edilirse, olanaklarımız ölçüsünde, yeri
geldikçe hem bu reforma hem de bu yakınlaşmaya katkıda bulunmak istiyoruz.
Fakat bu felâketten kaçınmak için vakit çok geç bile olsa, bu niyetle yapılan
bir çalışma yararsız değildir. Çünkü böyle bir çalışma her hâlde, ne kadar uzak
olursa olsun, başlangıçta söz ettiğimiz “ayırt etme yetisi”ni hazırlamaya ve
böylece, gelecek dünyanın tohumları olacak olan öğelerin, şimdiki dünyanın
batışı sırasında kurtarılıp korunmasını sağlamaya yarayacaktır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
L imdi de günümüzde Doğu ve Batı
düşünceleri arasında, V daha genel olarak geleneksel (traditionnel) ve
gelenek karşıtı (antitradionnel) düşünceler arasında bulunan karşıtlığın
temel görünümlerinden birine, daha önce açıkladığımız gibi, çok özel bir
şekilde değineceğiz. Belli bir görüş açısından bakıldığında, bu karşıtlık
düşünce ve eylem karşıtlığı veya daha doğrusu bu iki terimden her birine
atfedilecek karşılıklı kavramlar karşıtlığı olarak görünür. Aralarındaki
ilişkilere bakarak bu kavramlar çok farklı biçimlerde ele alınabilir: Acaba
bunlar, çoğu kez düşünüldüğü gibi, gerçekten birbirinin karşıtı mıdır, yoksa
birbirinin bütünleyicisi midir? Ya da gerçekten aralarında, bir uyum ilişkisi
değil de bir bağımlılık ilişkisi olamaz mı? İşte, meselenin farklı görüntüleri
bunlardır. Ayrıca bu görüntüler pek çok açıdan birbiriyle ilgilidir; üstelik
eşit biçimde önemi haiz değildir; ama her biri bazı açılardan farklı olabilir
ve her biri belli bir gerçeğe tekabül eder.
Her şeyden önce en yüzeysel ve en
yapmacık görüş açısı, düşünce ve eylemi, sözcüğün gerçek anlamıyla, iki karşıt
kavram olarak görüp basitçe birini diğerinin karşısına koyan görüş açısıdır.
Gerçekten de dış görünüşlerde bir karşıtlık vardır, bu inkâr edilemez. Bununla
birlikte, eğer bu karşıtlık mutlaka ortadan kaldırılamaz olsaydı, düşünce ve
eylem arasında tam bir bağdaşmazlık olurdu ve böylece asla bir arada bulunamazlardı.
Oysa, gerçekte durum böyle değildir; en azından normal durumlarda, sadece
düşünceyle veya sadece eylemle ilgilenen bir topluluk ve hatta belki de bir
fert yoktur. Gerçek şu ki iki eğilim vardır: ikisinden biri veya diğeri, aşağı
yukarı zorunlu olarak ağır basar; öyle ki sözcüğün en geniş anlamıyla insan
etkinliği, her alanda ve her yönde aynı anda eşit olarak etkin olamayacağı
için, birinin gelişmesi ötekinin zararına gerçekleşiyor gibi görünebilir.
Karşıtlık görünümü veren de budur. Ama bu karşıtlar veya sözde karşıtlar
arasında mümkün bir uzlaşma olmalıdır. Zaten karşıtlığın bulunduğu noktadan
belli bir seviyenin üstüne çıkıldığında, karşıtlıkları kaybolan bütün
karşıtlıklar için aynı şeyi söyleyebiliriz. Kim karşıtlıktan veya çelişkiden
söz ederse, bununla uyumsuzluğu ve dengesizliği, yani bizim daha önce
yeterince belirttiğimiz, ancak izafi, özel ve sınırlı bir görüş açısından var
olabilen bir şeyi kastetmiş demektir.
Düşünce ve eylem, birbirinin bütünleyicisi
olarak ele alındığında, daha derin ve daha gerçek bir görüş noktasına varılır.
Çünkü bu iki terim herhangi bir şekilde birbirini dengeleyeceğinden, karşıtlık
orada uzlaşmış ve çözümlenmiş hâlde bulunur. O zaman da karşılıklı olarak
birbirini tamamlayan ve destekleyen tek ve aynı varlığın çift -yani iç ve dış-
etkinliğini oluşturan, aynı derecede zorunlu iki öğe söz konusu olacak-
tır; bu varlık ister ele alınan her
insan teki olsun, ister kolektif olarak ele alınan tüm insanlık olsun. Bu
görüş birincisinden daha ahenkli ve daha tatminkârdır kuşkusuz. Ama yalnız
buna bağlı kalınırsa, bu şekilde belirlenen karşılıklı ilişki gereğince, insan
düşünce ve eylemi aynı plana koymaya kalkışacaktır; öyle ki birinin diğerine
nisbetle herhangi bir üstünlüğü olduğunu asla belirtmeksizin, aralarındaki
dengeyi mümkün olduğu kadar eşit tutmaya çalışacaktır. Böyle bir görüşün yine
de yetersiz olduğunu gösteren husus, hangi anlamda çözümlenmek istenirse
istensin, bu üstünlük sorununun olacağı ve geçmişte de sürekli olduğu
hususudur.
Üstelik bu açıdan önemli olan mesele,
kısaca tabiat ve ırk meselesi olan, bir fiilî üstünlük meselesi değildir; bu,
hukuk üstünlüğü diyebileceğimiz bir üstünlüktür. Bu ikisi birbirine ancak belli
bir noktaya kadar bağlıdır. Kuşkusuz iki eğilimden birinin üstünlüğünün kabul
edilmesi, onun diğerine tercihen mümkün olduğu kadar geliştirilmesini
gerektirecektir. Ama uygulamada, düşünce ve eylemin bir insan ya da toplum
hayatında tutacağı yerin büyük ölçüde o toplum ya da insanın öz tabiatına bağlı
olduğu bir gerçektir. Çünkü; burada her birinin özel imkânlarını da hesaba
katmak gerekir. Düşünce yeteneğinin Doğulularda daha yaygın ve genellikle daha
gelişmiş olduğu aşikârdır. Büyük bir olasılıkla, hiçbir ülke yok ki bu yetenek
Hindistan’daki kadar olsun. Bu nedenle bu ülke, Doğu ruhu dediğimiz şeyin en
üstün temsilcisi sayılabilir. Aksine, genel bir şekilde eylem yeteneğinin ve bu
yetenekten doğan eğilimin de, bireylerin büyük çoğunluğuyla ilgili olarak, Batı
toplumlarında ağır bastığı açık bir gerçektir. Bu eğilim, şimdi olduğu gibi,
abartılmamış ve amacından saptırılmamış olsaydı bile, öyle sürüp giderdi ve
düşünce sadece çok sınırlı bir elitin
işi olarak
kalırdı. Bu nedenle, eğer Batı bir gün yeniden normal duruma gelse ve düzenli
bir toplumsal örgüte sahip olsa, Batı’da çok sayıda K^atriya ve pek az
sayıda Brahman[11] bulunacağı söylenir Hindistan’da. Eğer entelektüel
elit gerçekten oluşmuş ve üstünlüğü kabul edilmiş olsaydı, her şeyin düzene
girmesi için bu bile yeterdi. Çünkü manevî güç kesinlikle sayı üzerine
dayandırılamaz; nicelik yasası maddenin yasasıdır. Nitekim Antikçağ’da ve
özellikle Ortaçağ’da, Batıkların eyleme olan doğal eğilimleri, derin
düşünmenin/teemmülün, yani saf aklın üstünlüğünü tanımalarına engel olmuyordu.
Buna iyice dikkat edilsin! Peki öyleyse niçin modern çağda durum başka türlü
oluyor? Acaba Batıhlar eylem yeteneklerini ölçüsüzce geliştirip, sonunda
entelektüalitelerini yitirmeye kadar vardıklarından mı? Yoksa kendilerini teselli
için, eylemi her şeyin üzerine koyan teoriler icat ettikleri için mi? Ya da
“prag- matizm”de olduğu gibi, ne kadar değerli olursa olsun, kendi dışındaki
her şeyi inkâra kadar gittiklerinden mi? Veya aksine bugün saptadığımız, önce
üstün olup, entelektüel güçsüzlüğü doğuran bir görüş tarzı olduğundan mı? Her
iki varsayımda da ve hatta bu iki varsayımdan birinin ya da diğerinin
bileşiminde bulunduğu çok muhtemel olan durumda da sonuçlar tamamıyla aynıdır.
Olayların ulaştığı bu noktada, tepki göstermenin tam zamanıdır. Bir kez daha
söyleyelim ki işte bu noktada, eğer Batı isterse, Doğu onun imdadına koşa-
bilir. Ama Doğu’nun bu imdada
koşması, kimilerinin sandığı gibi, Batı’ya yabancı olan kavramları ona zorla
kabul ettirmek için değil, aksine anlamını yitirdiği kendi öz geleneğini yeniden
bulmasında ona yardım etmek için olabilir.
Olayların bugünkü durumunda Doğu-Batı
karşıtlığının, Doğu’nun derin düşünmeyi eylemden üstün tutmasından, buna
karşılık modern Batı’nın da eylemin derin düşünmeye olan üstünlüğünü kabul
etmesinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Daha önce basitçe karşıtlık ya da
bütünleyicilikten söz eder- kenki durumda olduğu gibi, artık burada birbiriyle
karşı karşıya bulunan iki terim arasında bir insicam ilişkisi söz konusu
olmadığı gibi, değişik görüş açıları da söz konusu değildir. Bu görüş
açılarından her biri varoluş sebebine sahip olabilir ve en azından herhangi bir
nisbî gerçeğin ifadesi olarak kabul edilebilir. Kendi tabiatı gereği bağımlılık
ilişkisi tersine çevrilemediğinden, iki kavram gerçekten birbirinin
karşıtıdır; dolayısıyla biri diğerini dışta bırakır; öyle ki bağımlılığın olduğu
kabul edilir edilmez, ister istemez biri gerçek, diğeri sahte olur. Sorunun
temeline inmeden önce şunu da belirtelim: Doğu’da devam eden ruh, yukarıda
söylediğimiz gibi, her çağda var olan bir ruhtur. Oysa öteki düşünce, ancak
çok yakın bir dönemde ortaya çıkmıştır ki, bu durum bu düşüncenin, bütün
değerlendirmelerin dışında, anormal bir şey olduğunu düşünmeye yol açar. Bu
izlenim, modern Batı düşüncesinin kendine özgü eğilimi izlerken içine düştüğü
abartmayla da teyit edilmiştir; her fırsatta eylemin üstünlüğünü açıklamakla
yetinmeyen Batı, eylemi tek kaygı yapacak ve gerçek mahiyetini bilmediği ya da
bilmezlikten geldiği düşüncenin bütün değerlerini inkâr edecek bir noktaya
ulaşmıştır. Tam tersine, Doğu öğretileriyse, bir yandan düşüncenin eyleme göre
üstünlüğünü ve hatta aşkınlığını
mümkün olduğu kadar açık bir biçimde kabul ederken, öte yandan da eyleme layık
olduğu yeri vermişler ve İnsanî olaylar dizisindeki büyük önemini seve seve
tanımışlardır.[12]
Doğu
öğretileriyle eski Batı öğretileri, tıpkı değişmeyenin değişebilene olan
üstünlüğünü kabul ettikleri gibi, düşüncenin eyleme olan üstünlüğünü de kabul
etmektedirler.[13] Varlığın sadece
geçici bir anlık değişiminden ibaret olan eylem, kendinde ilkesini ve yeterli
sebebini bulunduramaz. Eğer eylem normal alanın ötesinde bulunan bir ilkeye
bağlanmıyorsa, sadece saf bir yanılsama olacaktır. Muktedir olduğu bütün
hakikatini ve varoluşunu ve hatta tüm gücünü kendisinden çıkardığı bu ilke,
ancak derin düşünmede veya tercihen marifette bulunabilir. Çünkü; bizzat
marifet/bilgi ve marifetle ulaşılan ameliye hiçbir şekilde birbirinden
ayrılamayacağından, aslında bu iki terim eş anlamlıdır veya en azından
birbiriyle çakışır.[14] Ay-
nı şekilde değişim, en genel
anlamıyla anlaşılmaz ve çelişiktir, yani kaynaklandığı bir ilke yoksa,
imkânsızdır. İlke değişime bağlı olamaz; öyleyse ilke, zorunlu olarak değişmez
niteliktedir. İşte bu nedenledir ki, Batı Antikitesinde Aristo, her şeyin bir
“hareketsiz muharrik güç”e gereksinimi olduğunu ileri sürmüştür. Bu
“hareketsiz muharrik güç” rolünü, eyleme nazaran kesinlikle marifet/bilgi
oynar. Eylemin tamamen değişim ve “oluşum” dünyasına ait olduğu da son derece
açıktır. Onun o dünyadan ve ona bağlı sınırlamalardan çıkmasını yalnızca
marifet/bilgi sağlar. “Değişmez”e, yani en üstün bilgi olan metafiziksel veya
ilkesel bilgi durumuna ulaştığı zaman, kendisi de “değişmezlik” niteliğine
sahip olur; çünkü, her gerçek bilgi esasen nesnesiyle bir özdeşleşmedir. Onlar
bilgi konusunda, yansımalı bilgi diyebileceğimiz sadece aklî ve istid- lâlî
bilgiyi, yani dolaylı ve eksik bilgiyi göz önünde bulunduruyorlar ve giderek
bu aşağı seviyeli bilgiye bile ancak pratik amaçlarına yararlı olduğu ölçüde
değer veriyorlar. Eylemin içine eylemi aşan her şeyi inkâr edecek derecede
girdiklerinden, bizzat eylemin ilke yokluğundan, önemsiz olduğu kadar verimsiz
bir telâşa dönüştüğünü fark etmiyorlar.
İşte modern çağın en çok göze çarpan
özelliği de budur: Ardı arkası kesilmeyen bir telâş, sürekli değişim ve bizzat
olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan hız gereksinimleri...
Bu, çokluk içinde dağılmadır. Öyle bir çokluk ki, artık hiçbir üstün/aşkın ilke
bilinciyle birleşemez. Ayrıca bu, bilimsel kavramlarda olduğu gibi, günlük
hayatta da aşırılığa vardırılan bir çözümleme, sınırsız bir parçalama ve
beşerî faaliyetin, hâlâ çalışabileceği tüm alanlarda gerçek bir ufalanı- şıdır.
İşte, Doğuluların gözünde öylesine çarpıcı olan bireşim (synthese)
yeteneksizliği ve her türlü yoğunlaşma imkânsızlığı
da buradan kaynaklanmaktadır. Bunlar
gittikçe artan bir maddîleşmenin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Çünkü
madde, özü itibariyle çokluk ve bölünme demektir. Bu nedenle sırası gelmişken,
ondan doğan her şeyin, bireyler arasında olduğu kadar toplumlar arasında da
sadece kavgalara ve her türlü anlaşmazlıklara yol açabileceğini söyleyelim.
Maddeye ne kadar dalınırsa, bölünme ve karşıtlık öğeleri de o kadar çoğalır ve
yaygınlaşır. Buna karşılık, insan saf maneviyata doğru ne kadar yükselirse,
ancak evrensel ilkelerin bilinciyle tam olarak gerçekleştirilebilen tevhîde o
kadar yaklaşır.
İşin en tuhaf yanı da hareket ve
değişimin, bu kavramların ulaştırabileceği herhangi bir gaye uğruna değil de,
sadece kendileri için araştırılmalarıdır. Bu durum, geçici özelliğine yukarıda
işaret ettiğimiz tüm beşerî melekelerin doğrudan doğruya haricî bir eylem
tarafından emilmesinden ileri gelmektedir.
Yine burada, bir başka görünüm
altında ve daha yoğunlaştırılmış bir düzeyde ele alınan dağılma söz konusudur:
An, saf bir dengesizlik hâliyle sınırlı olduğundan, eğer erişilebilirse, bunu
bu dünyanın son çözülüşüyle çakışacak bir anlığa doğru bir eğilim olarak da
ifade edebiliriz. Nitekim Kali-Yuga’nın son döneminin en belirgin
işaretlerinden birisi de budur.
Bu bakımdan aynı şey bilimsel alanda
da olmaktadır: Bilimin ulaştığı kısmî ve eksik sonuçlar için araştırma yapmaktan
daha çok, salt araştırma yapmak için araştırma yapılıyor. Bu alanda gittikçe
artan temelsiz kuramlar ve varsayımlar art arda gelmektedir. Daha kurulur kurulmaz
bu kuramların yerleri kendileri kadar kısa ömürlü olan başka kuramlarca doldurulmaktadır.
Böylece içinde kesinlikle elde edilmiş birtakım öğeleri bulmanın olanaksız
olduğu tam bir kaos oluşuyor; çünkü bunlar, hiçbir şey kanıtlamayan ve hiçbir şey
ifa-
de etmeyen korkunç bir olaylar ve
ayrıntılar yığınından öteye geçmiyor. Kuşkusuz burada, hâlâ var olduğu oranda,
spekülatif görüş noktasını ilgilendiren bilimden söz ediyoruz. Pratik
uygulamalar konusu için ise aksine tartışma götürmez sonuçlar vardır. Bu
sonuçlar kolayca görülebilir; çünkü bu uygulamalar doğrudan doğruya maddî
alanla ilgilidir ve yine, çünkü bu alan modern insanın gerçek bir üstünlükle
övünebileceği tek alandır. O hâlde keşiflerin ve özellikle mekanik ve
endüstriyel icatların daha da gelişerek ve çoğalarak gittikçe artan bir hızla
bu çağın sonuna dek ilerleyeceği beklenebilir. Bizzat kendilerinde taşıdıkları
yıkım tehlikeleriyle, bunların son felâketin temel etkenlerinden biri olup
olmayacağını ve bu yüzden olayların önlenemeyecek bir noktaya gelip gelmeyeceğini
kim bilebilir?
Her hâlükârda güncel durumda, artık
hiçbir istikrarın olmadığı izlenimi çok genel bir şekilde hissediliyor; ama
kimileri tehlikeyi hissedip tepki göstermeye çalışırlarken, çağdaşlarımızın
çoğu da, kendi öz zihniyetlerinin dışa vurmuş bir yansıması olarak gördükleri
bu karışıklık içinde hayatın tadını çıkarmaya çalışıyor. Her şeyin saf bir
“oluşum” hâlinde göründüğü, değişmeyene ve daimî olana hiçbir şekilde yer
verilmediği bir dünya ile her gerçeği yine bu oluşum içinde olup bitiren
insanların kafa yapısı arasında gerçekten tam bir uyum vardır. Bu da gerçek
bilgiyi olduğu kadar bu bilginin nesnesini de -aşkın ve evrensel ilkeleri
kastediyoruz- inkâr etme anlamına gelir. Daha da ileri giderek şunu
söyleyebiliriz: Bu hangi düzeyde olursa olsun, isterse nisbî düzeyde olsun,
tüm gerçek bilgilerin inkârı demek olur; çünkü yukarıda açıkça söylediğimiz
gibi, “mutlak” olmadan “İzafî”; “zorunlu” olmadan “olağan”; “değişmeyen”
olmadan “değişim”; “birlik” olmak-
tan “çokluk”
anlaşılamaz; ayrıca imkânsızdır. “İzafîlik” (rela- tivisme) kendi içinde
bir çelişki içermektedir. İnsan her şeyi değişime indirgemek istediği zaman
mantıksal olarak değişimin bile varlığını inkâra gidecektir. Aslında Elealı Zenon’un
ünlü delillerinin başka bir anlamı yoktu. Gerçekten söz konusu bu tür
kuramların yalnızca modern zamanlara özgü olmadığını da söylemek gerekir;
çünkü hiçbir şeyi abartmak gerekmez. Yunan felsefesinde buna benzer başka
örnekler bulabiliriz. “Evrensel akış” formülüyle Heraklit’in durumu, bu konuda
en çok bilinen örnektir; hatta Eleahları, Atomcuların kavramlarıyla olduğu
kadar bu kavramlarla, bir tür saçmaya indirgeme yöntemiyle savaşmaya iten de
aynı şeydir. Hindistan’da bile benzeri şeylere rastlanmaktadır; ama tabii ki
felsefenin bakış açısından farklıdır. Gerçekten de bazı Budist ekoller aynı
özelliği göstermişlerdir; çünkü onların temel tezlerinden biri de “her şeyin
feshedilebilirliği” idi.[15] Ancak bu kuramlar
sadece bir istisnaydı. Ayrıca, tüm Kali-Yuga dönemi boyunca ortaya
çıkan, geleneksel düşünceye karşı yapılan benzeri başkaldırıların da sonuç
olarak çok sınırlı bir gücü vardı. Yeni olan ise, çağdaş Batı’da saptadığımız
gibi, benzeri kavramların yaygınlaştırılmasıdır.
Çok yeni olan “ilerleme” düşüncesinin
de etkisiyle, “oluş felsefeleri”nin modernlerde çok özel bir şekil aldığını ve
aynı tür kuramların eskilerde hiç bulunmadığını da belirtmek gerekir: Zaten
pek çok çeşide elverişli olan bu şekil, genel bir tarzda “evrimcilik” adıyla
belirtilebilir. Bu konuda daha önce söylediklerimize tekrar dönmeyeceğiz;
sadece “oluş”tan başka hiçbir şey kabul etmeyen her kavramın, zorunlu olarak
doğanın ötesinde, yani değişmez ve ezelî ilkelerin alanı olan metafizik
alanında bulunan her şeyin kesin bir inkârı anlamına gelen “natüralist” bir
kavram olduğunu hatırlatacağız. Bu “metafizik karşıtı” kuramlar konusunda,
Bergson’un “saf zaman” (duree püre) anlayışının, yukarıda sözünü
ettiğimiz “bir anlık sürede dağılma”ya tam olarak tekabül ettiğini de belirteceğiz.
Gerçek bir bilgi aracı olabilmekten uzak olan ve hissedi- lebilen nesnelerin
sürekli akışına göre şekillenen sözde sezgi, gerçekte her mümkün bilginin yok
oluşunu temsil etmektedir.
Bu da gerçek metafiziksel bilginin
sadece kendisiyle elde edilebildiği entelektüel sezginin, bazı çağdaş
filozofların sözünü ettiği öteki sezgiyle kesinlikle hiçbir ortak yanı olmadığını
bir kez daha söylememizi gerektiriyor. Çünkü bu tamamen özle ilgili bir
husustur ve bu hususta hiçbir yanlış anlamaya kesinlikle yer verilmemelidir.
Bu sezgi duyulabilir cinsten ve tamamen akıl-altı {infra-rationnelle)
bir sezgidir. Oysa saf akıl olan öteki sezgi, aksine akıl-üstü (supra-rationnelle)
bir sezgidir. Ama düşünce düzeyinde akıldan üstün başka hiçbir şey
tanımayan modernler, entelektüel sezginin ne olabileceğini bile
kavrayamıyorlar. Oysa Antikite ve Ortaçağ öğretileri, sadece basit bir felsefî
özelliğe sahip oldukları, bununla birlikte, gerçekten bu sezgiye
başvurmadıkları zaman bile, onun varlığını ve bütün diğer melekeler üzerindeki
üstünlü-
ğünü yine de kesinkes kabul
ediyorlardı. Bu nedenle Descar- tes’tan önce “usçuluk” (rationalisme)
yoktu. Akılcılık da özellikle modern bir şeydir, ki zaten “bireycilik”e (individualis-
me) sıkı sıkıya bağlıdır; birey-üstü (supra-individuel) nitelikteki
her tür melekenin inkârından başka bir şey değildir. Batıklar, entelektüel
sezgiyi tanımamakta ya da inkâr etmekte ısrar ettikçe, kelimenin gerçek
anlamıyla, hiçbir “gelenek”e sahip olamayacaklar ve ayrıca Doğu
medeniyetlerinin hakikî temsilcileriyle de asla anlaşamayacaklardır. Bu
medeniyetlerde her şey, değişmeyen, kendi içinde yanılgıya düşmeyen ve geleneksel
normlara uygun her gelişmenin biricik hareket noktası olan bu sezgiye
bağlıdır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KUTSAL BİLİM VE DİN DIŞI BİLİM
G |
eleneksel özelliğe sahip
uygarlıklarda, aklî sezginin (in- tuition intellectuelle) her şeyin
ilkesi olduğunu az önce söylemiştik. Bir başka deyişle aklî/entelektüel sezgi,
özü oluşturan saf metafiziksel öğretidir; geriye kalan hepsi, mümkün
gerçeklerin çeşitli düzeylerinde sonuç ya da uygulama olarak ona bağlıdır.
Özellikle toplumsal kurumlar için durum böyle- dir. Öte yandan, aynı şey
bilimler için, yani İzafînin alanına giren ve hatta kimi uygarlıklarda basit
bağlantılar olarak ve adeta mutlak ve ilkeye özgü olan bilginin ancak
uzantıları ya da yansımaları olarak ele alınabilen bilgiler için doğrudur.
Böylece, gerçek hiyerarşi her yerde ve daima göz önünde tutulur: İzafî hiçbir
zaman yokmuş gibi düşünülemez; öyle olsaydı saçma olurdu. İzafî, layık olduğu
ölçüde değer verilmiştir; ama ancak tâlî ve bağımlı olan bir yere, yani tam
yerine konulmuştur. Bu İzafîde bile, ilkeler alanından az ya da çok uzaklaşmış
şeylerin söz konusu oluşuna göre, çok çeşitli dereceler vardır.
O hâlde, ilimler konusunda geleneksel
anlayış ve modern anlayış diyebileceğimiz, birbirinden kökten farklı ve
birbiriy- le hiç bağdaşmayan iki anlayış vardır. Biz Antikite’de ve Or-
taçağ’da vaktiyle bulunan, Doğu’da ise daima süregelen, ama günümüz
Batılılarına düşüncesi bile tamamen yabancı olan bu “geleneksel bilimler”e sık
sık değinme fırsatı bulduk. Ayrıca her uygarlığın kendi malı olarak kendine ait
olan, özel bir şekilde “geleneksel bilimler”e sahip olduğunu da eklemek gerekir.
Çünkü, biz burada, artık yalnızca saf metafiziğin uygun geldiği evrensel
ilkeler düzeyinde değiliz; fakat aksine, mümkün bir alanın söz konusu olduğu
herhangi belirli bir toplumun ve hatta bu toplumun herhangi bir döneminin
diyeceğiz, şartları olan zihinsel ve öteki şartların tümünün hesaba katılması
gerektiği uyarlamalar düzeyindeyiz. Çünkü “yeniden uyarlamalar”ın (readaptations)
zorunlu olduğu çağların bulunduğunu yukarıda gördük. Bu “yeniden uyarlamalar”
hiçbir açıdan geleneğin özüne dokunmayan dış biçim değişikliklerinden
ibarettir. Metafiziksel öğretiye gelince, tıpkı bir dilin diğer bir dile
çevrilmesine benzer bir şekilde, yalnızca ifadesi değiştirilebilir. Mümkün olduğu
ölçüde kendisini açıklayabilmek için büründüğü biçimler ne olursa olsun, tıpkı
sadece tek bir hakikat olduğu gibi, sadece tek bir metafizik vardır. Fakat
uygulamalara geçildiğinde, doğal olarak durum farklılaşır: Toplumsal
kurumlarla olduğu gibi, bilimlerle de şekil ve çokluk dünyasındayız. Bu
nedenle, en azından kısmî bir şekilde aynı amaca sahip olsalar da, farklı
biçimlerin gerçekten farklı bilimler oluşturduğu söylenebilir. Mantıkçılar,
herhangi bir bilimin ancak konusuyla tanımlanacağını söylemeye alışıktır ki
bu, aşırı derecede basitleştirme olacağından, kesinlikle doğru değildir. Bu
konunun ele alındığı bakış açısı da bilimin tanımına girmelidir. Sayısız
mümkün bilimler vardır. Ba-
zen olur ki, birçok bilim aynı
şeyleri inceler; ama o kadar farklı biçimler ve dolayısıyla o kadar farklı
yöntemler ve o kadar farklı amaçlarla incelerler ki, böyle olmasına rağmen,
yine de gerçekten birbirinden farklı bilimlerdir. Bu durum, özellikle kendi
aralarında mukayese edilebilmelerine rağmen, birbirlerine her zaman
benzetilemeyen ve çoğu kez yanlış olarak aynı isimlerle belirtilebilen çeşitli
uygarlıkların “geleneksel ilim- ler”i için de söz konusu olabilir. Hepsi en
azından aynı temel niteliğe sahip olan “geleneksel ilimler” arasında bir mukayese
yapmak yerine, eğer bu ilimler genel bir tarzda modernlerin anladığı biçimdeki
ilimlerle mukayese edilmek istenirse, arasındaki farkın çok daha büyük olacağı
doğaldır. İlk bakışta bazen konu iki tarafta da aynıymış gibi görünebilir.
Oysaki her iki bilimin karşılıklı olarak aynı konuda verdikleri bilgi o kadar
değişiktir ki, çok geniş çaplı bir incelemeden sonra, sadece belli bir
münasebet altında da olsa, insan her iki bilimin aynı şey olduğunu kabul
etmekte tereddüde düşer.
Söz konusu olan şeyi daha iyi anlatabilmek
için birkaç örnek vermek yararlı olacaktır. Her şeyden önce, hem eskilerin hem
de yenilerin anladığı şekilde, çok geniş kapsamlı bir örneği, ”fizik” örneğini
ele alacağız. Bu durumda, iki anlayışı birbirinden ayıran derin farkı görmek
için Batı dünyasından dışarı çıkmaya da hiç gerek kalmayacaktır. İlk ve
etimolojik anlamıyla “fizik” terimi, hiçbir kısıtlama olmaksızın “tabiat
ilmi”nden başka bir şeyi ifade etmez. Öyleyse bu, “oluş”un en genel yasalarıyla
ilgili bir bilimdir; çünkü “tabiat” ve “oluş” aslında eş anlamlıdır. Yunanlılar
da, özellikle Aristo da bunu böyle anlıyordu. Aynı düzeyle ilgili çok özel
bilimler varsa da, bunlar çok dar bir şekilde belirlenmiş şu veya bu alan
için, ancak fiziğin “dalları”dır. O hâlde hepsi de aynı şekilde
tabiat bilimleri olan diğer bilimler
arasında modernlerin sadece özel bir bilim dalını belirtmek için kullandıkları
bu “fizik” sözcüğünün maruz kaldığı anlam sapmasında oldukça anlamlı bir husus
vardır. Bu olayla, modern bilimin özelliklerinden biri olarak daha önce işaret
ettiğimiz parçalara ayırma arasında ve çözümleme anlayışıyla doğan ve kendi
bütünlüğü içinde değerlendirilen tabiatı konu alan bir bilimi, o bilimden
etkilenenler için, gerçekten anlaşılmaz kılacak derecede ileri götüren
“uzmanlaşma” arasında yakın bir bağ vardır. Bu “uzmanlaşma”nın mahzurlarından
birkaçı ve özellikle onun kaçınılmaz bir sonucu olan görüş darlığı çoğu kez
dikkatimizi çekmiştir. Ama öyle görünüyor ki, en net bir şekilde bunun
farkına varanlar bile, hiçbir insanın bir bakışta kavrayamayacağı ayrıntı
bilgiler birikimi nedeniyle, “uzmanlaşma”- yı, gerekli bir mahzur olarak
görmeye rıza gösteriyor. Bunlar bir yandan, ayrıntı bilgilerin haddizatında
önemsiz olduğunu ve İzafî ile sınırlı kalınsa bile, çok yüksek bir düzeye ait
olan bireşimli bir bilginin onlar için feda edilmeye değmeyeceğini
anlamadılar; öte yandan, bu kadar çok ayrıntı bilgiyi birleştirmenin
imkânsızlığı, onları tek bir üstün ilkeye bağlama konusunda kendi kendilerine
koydukları yasaklardan ve aşağıdan yukarıya ve dıştan içe doğru hareket etme
konusunda direnmelerinden kaynaklandığını anlamadılar. Oysa gerçek nazarî bir
değeri olan bir ilme mâlik olmak için, bunun tam tersine, yani yukarıdan
aşağıya ve içten dışa doğru hareket etmek gerekir.
Eski fizik, modernlerin aynı adla
belirttikleri bilimle değil de, günümüzde belirlendiği şekilde tabiat
ilimlerinin bütünüyle mukayese edilmek istenirse, -çünkü eski fizik gerçekte
bu bilimlerin bütününe tekabül etmelidir- ilk fark ola-
rak, birbirlerine yabancı olan pek
çok “uzmanlık” şeklindeki bir bölünmeyi kaydetmek gerekir. Bununla birlikte,
meselenin en dış yönü de burasıdır; bütün bu özel bilimleri birleştirirken,
eski fiziğin bir muadilinin elde edileceği düşünülmemelidir. Gerçek şu ki,
bakış açısı tamamen başkadır ve az önce değindiğimiz iki anlayış arasındaki
temel farkın burada ortaya çıktığını görüyoruz: Geleneksel anlayış, bütün bilimleri,
hepsi özel uygulamalar olarak, ilkelere bağlar diyorduk. İşte modern anlayış
bu bağlantıyı kabul etmiyor. Aristo için fizik, metafiziğe göre “tâlî”dir,
yani fizik, metafiziğe bağlıdır. Fizik aslında doğadan üstün olan ve doğa
yasalarında yansıyan ilkelerin tabiat alanındaki sadece bir uygulanışıydı.
Ortaçağ “kozmolojisi” için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Modern anlayış ise
aksine bilimleri aşan her şeyi inkâr ederek veya en azından onları “bilinemez”
diye ilân ederek ve tabii onları hesaba katmayarak -ki bu pratikte onları inkâr
anlamına gelir-, bilimleri bağımsız kıldığını iddia eder. Aslında bu inkâr
pozitivizm ve agnostisizm gibi isimler altında, sistemli bir kuram hâline
getirilmesi düşünülmeden çok önce de vardı. Çünkü, bütün modern bilimlerin
hareket noktasının gerçekten bu inkâr olduğu söylenebilir. İnsanların kendi
cehaletleriyle övünmeleri -çünkü insanın kendini agnostik diye ilan
etmesi bundan başka bir şey değildir- ve kendilerinin bilmediği bilgiyi
herkese yasakladıklarını iddia etmeleri, ancak 19. yüzyılda görüldü. Bu da,
Batı’nın entelektüel düşüşünde bir ileri aşamayı belirtiyordu.
Bağımsızlıklarını sağlamak
bahanesiyle, bilimleri her üstün ilkeden kesinlikle ayırmak isterken, modern
anlayış onların bütün derin anlamını ve hatta bilgi açısından bütün gerçek
yararını alıp götürmektedir ve sonuçta bir çıkmaza yol
açmaktadır; çünkü modern anlayış,
bilimleri çaresi olmayan dar bir alan içine sıkıştırmaktadır.[16] Bu alanın içinde gerçekleşen gelişme, zaten bazılarının
düşündüğü gibi bir derinleşme değildir; aksine bu çok yüzeysel kalmaktadır ve
daha önce işaret ettiğimiz ayrıntı içinde kaybolmaktan ibarettir; ayrıca,
gerçek bilgi yolunda tek bir adım bile ilerlemeksizin, yorucu olduğu kadar
gereksiz de olan ve sürekli olarak devam eden bir analizden ibarettir. Dahası,
şunu açıkça söylemek gerekir ki, Batıkların genelde böyle anlaşılan bilimle
uğraşmaları salt bilim için değildir: Onların özellikle amaçladıkları, alt
düzeyden de olsa bir bilgi değildir. Onların amaçladıkları salt pratik
uygulamalardır. Bunun böyle olduğuna iyice kanaat getirmek için,
çağdaşlarımızdan çoğunun bilimle endüstriyi nasıl kolaylıkla birbirine
karıştırdıklarını görmek yeter ve mühendisin, bilgin tipini temsil ettiğini
sananların sayısı günümüzde ne kadar çoktur. Ama bu da ileride çok daha
ayrıntılı bir şekilde değineceğimiz bir başka sorunla ilgilidir.
h hiçbir şey, dayanabileceği hiçbir
sabit nokta bulamaz. Artık hiçbir mutlak doğrudan hareket etmediği için bilim,
ihtimallere ve tahminlere ya da sadece bireysel fantezinin eseri olan salt
farazî kurgulara indirgenmiş oldu. Ayrıca modern bilim, kazara çok dolambaçlı
bir yolla, eski “geleneksel bilimler”in bazı verileriyle uyuşur gibi görünen
birtakım sonuçlara ulaşsa bile, bunları o verilerin doğruluğunun tasdiki olarak
görmek çok büyük bir haksızlık olur. Çünkü o veriler böyle bir tasdike muhtaç
değildir. Tamamen farklı görüş noktalarını uzlaştırmak istemek veya belki
birkaç yıl içinde tamamen önem- sizleşecek olan farazî kuramlarla bunları
bağdaştırmaya çalışmak boşuna zaman kaybetmek olur.[17] Söz konusu şeyler, bugünkü bilim için gerçekten sadece
hipotezler alanına ait olabiliyor. Oysa “geleneksel bilimler” için bunlar,
bambaşka şeylerdi ve metafiziksel alanda sezgisel olarak, dolayısıyla kesin
olarak bilinen hakikatlerin yadsınamaz sonuçları olarak ortaya çıkarlar.[18] Zaten bir kuramın olgularla kanıtlanabileceğine inanma,
modern “deneyselcilik”e (experimentalisme) özgü tuhaf bir kuruntudur;
oysaki gerçekte aynı olgular farklı birçok kuramla aynı şekilde her zaman
açıklanabilir. Ayrıca Claude Bernard gibi deneysel yöntemin bazı öncüleri,
olguların ancak “önyargıya dayalı düşünceler” yardımıyla yorumlanabile-
ceğini, bu düşünceler olmadan bu
olguların anlamdan ve her tür bilimsel değerden tamamen yoksun “kaba olgular”
olarak kalacağını kabul etmektedir.
Hazır sözü deneyselciliğe
getirmişken, bu konuda soru- labilecek bir soruya cevap verebilmek için bu
fırsattan yararlanalım. Soru şöyle: Salt deneysel bilimler niçin diğer uygarlıklarda
erişemedikleri bir gelişmeyi modern uygarlıkta yaptılar? Bu sorunun cevabı
şudur: Çünkü bu bilimler, algılanabilen (duyulur) âlemin (monde sensible),
yani maddenin bilimleridir; çünkü bu bilimler, en güncel pratik uygulamalara
yer veren bilimlerdir. Bu bilimlerin gelişimi, genellikle “hâdise hurâfesi” (superstition
du fait) dediğimiz şeye eşlik ederek, tam anlamıyla modern eğilimlere
uymaktadır; oysa buna karşılık, geçmiş çağlar, üstün düzeydeki bilgileri ihmal
edecek derecede bu bilgilere bağlanmak için, bu bilgilerde yeterli fayda
sebebi görmüyorlardı. Şunu iyice anlamak gerekir ki, aşağı da olsa, herhangi
bir bilginin kendi içinde gayri meşru olduğunu söylemek gibi bir düşünce
aklımızdan geçmiyor; gayri meşru olan şey, günümüzde de gördüğümüz gibi, bu tür
şeylerin bütün beşerî etkinliği içine alıp erittiği zaman ortaya çıkan kötüye
kullanmadır sadece. Hatta normal bir uygarlıkta başka yöntemlerle olduğu gibi
deneysel bir yöntemle kurulan bilimlerin ilkelere bağlı kaldığı ve böylece
gerçek bir nazarî değere sahip olduğu da düşünülebilir. Gerçekten, eğer bu durum
olmamış gibi görünüyorsa, bunun nedeni, dikkatin tercihen başka bir yöne
çekilmesidir; ayrıca, incelenmesi ilginç göründüğü oranda, algılanabilen âlemi
incelemek söz konusu olduğunda, geleneksel verilerin çok uygun bir şekilde,
başka yöntemlerle ve başka bir görüş açısından, bu incelemenin yapılmasını
sağlamasıdır.
Şimdiki çağın özelliklerinden birinin
de, insanların çalışmalarını ona hasretmelerine değmeyecek kadar tâlî bir önemi
haiz olduğundan, bu zamana kadar ihmal edilen, ama bununla birlikte, bu
çevrimin sonundan önce geliştirilmiş olması gereken şeylerin işletilmesi
olduğunu yukarıda söylemiştik. Çünkü bu şeylerin de tezâhür edebilecek
ihtimaller arasında yeri vardı. Bu durum özellikle şu son yüzyıllarda doğan
deneysel bilimlerin durumudur. Hatta bazı modern bilimler vardır ki, bugün
anlaşılmaz durumda olan eski bilimlerin, gerçekten en edebî anlamda,
“artıkları”nı temsil etmektedirler: İşte bu bilimlerin en aşağı kısmı, bir
çöküş döneminden geriye kalan her şeyden soyutlanarak ve ayrılarak göz göre
göre maddileşmiş, sonra da modern eğilimlere uygun anlamda kendisinden önceki
bilimlerle gerçekten hiçbir ortak yönü olmayan bilimlerin kurulmasına yol açacak
şekilde çok farklı bir gelişmeye hareket noktası olmuştur. Tamamen tarihsel
görüş açısından, her ne kadar şu kanıda bir gerçek payı, az önce dediğimiz
şekilde bir gerçek payı varsa da, genellikle sanıldığı gibi, astroloji modern
astronomi, simya da modern kimya olmuştur, demek yanlış olur: Eğer astronomi
ve modern kimya belli bir anlamda gerçekten astroloji ve simyadan
kaynaklanıyorsa, iddia edildiği gibi, bir “evrim” (evolution) ya da
“ilerleme” (progres) sonucu değil, aksine bir yozlaşma sonucu böyledir.
Bu konu birkaç açıklama daha istiyor.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki,
“astroloji” ve astronomi” terimlerine farklı anlamlar verilmesi nispeten yenidir.
Yunanlılarda bu iki sözcük, şimdi her ikisinin ayrı ayrı kullanıldığı alanın
bütününü belirtmek için ayrım yapılmaksızın kullanılmaktaydı. İlk bakışta,
öyle görünüyor ki bu du-
rumda, başlangıçta tek bir bilimken,
“uzmanlaşma”dan ötürü o bilimin parçaları arasına yerleştirilen bölümlerden
biriyle karşılaşıyoruz. Ama burada özel bir durum var: O da, bu parçalardan
biri, yani söz konusu bilimin en maddî yanını temsil eden parça bağımsız bir
gelişme gösterirken, buna karşılık, öteki parça tamamen kayboluyordu. Şurası
bir hakikattir ki, bugün artık eski astrolojinin ne olduğu bile bilinmemektedir.
Onu yeniden kurmaya çalışanlar ise, sadece o bilimin gerçek taklitlerine
ulaştılar. İstatistiklerin ve Olasılık hesabının da devreye girmesiyle, ya
ondan modern deneysel bir bilimin benzerini çıkartmak istediler -ki bu hiçbir
şekilde Antikite ya da Ortaçağ’a ait olmayan bir görüş noktasından kaynaklanmaktadır-,
ya da kaybolma yolundaki astrolojinin sadece bir sapması olan “kâhinlik
sanatı”nı (art divinatoire) böylece yeniden diriltmeye çalıştılar. Kaldı
ki kâhinlik sanatı, olsa olsa çok aşağı düzeyde bir uygulamadır ve değer
verilmeye pek değmez. Doğu uygarlıklarında bugün hâlâ onun değerinin ne
olduğunu saptamak mümkündür.
Kimyanın durumu belki daha açık ve
daha karakteristiktir. Simya konusunda modernlerin bilgisizliğine gelince, en
azından astroloji konusundaki bilgisizlikleri kadar büyüktür. Gerçek simya
aslında kozmoloji alanına ait bir bilimdi; fakat aynı zamanda, “makrokozmos”un
“mikrokozmos”a, büyük evrenin küçük evrene benzerliği gereğince, beşerî alana
da uygulanabiliyordu. Ayrıca simya, özellikle salt manevî alana geçişi sağlamak
amacıyla kurulmuştu. Bu geçiş simya öğretimlerine simgesel bir değer ve üstün
bir anlam veriyordu ve onu “geleneksel bilimler”in en kapsamlı örneklerinden
biri yapıyordu. Modern kimyanın doğmasına yol açan bu simya değildir; simya ile
onun hiçbir ilişkisi yoktur.
Aksine modern kimya, simyanın bir
bozuntusudur; kelimenin en kesin anlamıyla, onun bir sapmasıdır; belki de
Orta- çağ’dan beri, simgelerin gerçek anlamını kavramaktan âciz, her şeyi harfi
harfine alan ve bütün bunlarda sâdece maddî işlemlerin söz konusu olduğunu
sanarak, az çok düzensiz bir deneyciliğe girişen kimi insanların
anlayışsızlığının yol açtığı bir sapmadır bu. Simyacıların alay yollu
“körükçüler” ve “kömür yakıcıları” diye nitelendirdikleri bu kişiler, bugünkü
kimyacıların gerçek öncüleri, müjdecileri olmuşlardır. İşte modern bilim, eski
bilimlerin kırıntıları yardımıyla ve eski bilimlerin reddedip cahillere ve “din
dışı kimseler”e (profanes) terk ettiği malzemelerle bu şekilde
kurulmuştur. Bu arada belirtelim ki, simyanın sözde yenileyicileri, -çağdaşlarımız
arasında onlardan birkaçı bulunmaktadır- kendi paylarına aynı sapmayı sadece
uzatmaktadırlar ve az önce değindiğimiz astrologların araştırmaları eski
astrolojiden ne kadar uzaksa, onların araştırmaları da geleneksel simyadan o
kadar uzaktır. Bu nedenle Batı’nın “geleneksel bilim- leri”nin modernler için
gerçekten kaybolduğunu ileri sürmeye hakkımız vardır.
Bu birkaç örnekle yetineceğiz;
aslında biraz daha farklı alanlardan alınan ve her yerde aynı yozlaşmayı
gösteren daha başka örnekler vermek de mümkündür. Böylece, bugün anlaşıldığı
şekliyle psikolojinin, yani zihinsel fenomenleri ne ise o şekliyle olduğu gibi
incelemenin, Anglo-Sakson deneyciliğinin ve 18. yüzyıl anlayışının doğal bir
ürünü olduğunu ve psikolojinin tekabül ettiği görüş açısının da eskiler için
ihmal edilebilir bir konu olduğunu; o kadar ki bazen onu ele almaları
gerekseydi bile, herhâlde onu özel bir bilim hâline getirmeyi hiç
düşünmediklerini açıkça söyle-
yebiliriz. Eskilere göre,
psikolojinin içinde değerli olabilecek her şey, daha üstün bakış açıları
içinde bir başka biçime bürünmüş ve özümlenmiş olarak bulunmaktaydı. Bambaşka
bir alanda, modern matematiğin, Pisagor matematiğinin âdeta kabuğunu, yani salt
“zâhirî” yönünü temsil ettiğini de gösterebiliriz. Hatta sayılarla ilgili eski
düşünce, modernlerce büsbütün anlaşılmaz olmuştur; çünkü burada da bilimin
üstün yanı, yani geleneksel bir özellikle ona tamamen entelektüel bir değer
veren yanı toptan yok olmuştur. Görülüyor ki, matematiğin durumu da
astrolojinin durumuna çok benzemektedir. Ama biz burada bütün bilimleri peş
peşe gözden geçiremeyiz; bu çok bıktırıcı olur. Modern bilimler kaynaklarını bu
değişime borçludur. İlerlemenin tam zıddı ve aklın gerçek bir “gerilemesi” olan
bu değişimin mahiyetini anlatmak için yeterince söz söylediğimizi düşünüyoruz.
Şimdi de “geleneksel bilimler”le modern bilimlerin karşılıklı olarak
oynadıkları rollerle gerçek amaçları arasında bulunan derin fark hakkında
yapılan genel düzeydeki değerlendirmelere döneceğiz.
Geleneksel anlayışa göre, herhangi
bir bilim kendi kendine bir önem taşımaz; buna karşılık daha önce de söylediğimiz
gibi, asıl parçası saf metafizikle kurulan öğretinin bir uzantısı ya da ikinci
bir dalı olarak bir önem taşır.[19] Gerçekten her bilim kendi mahiyeti itibariyle yalnızca
kendine uygun gelen yeri işgal etmek koşuluyla, her ne kadar meşru ise de,
üstün düzeyde bir bilgiye sahip kimse için, alt düzeydeki bilgilerin zorunlu
olarak önemini kaybedeceğini anlamak
oldukça kolaydır. Deyim yerindeyse,
bu bilgiler ilkeye özgü bilginin işlevi olarak bir önem taşır, yani bir yandan
şu ya da bu olağan alanda onu yansıttıkları ölçüde, öte yandan ilgilenenleri
ilkeye özgü aynı bilgiye ulaştırmaya elverişli oldukları ölçüde önem taşırlar;
bizim ele aldığımız tarzda, ilkeye özgü bu bilgi asla gözden kaçırılmaz ve
tesadüfi değerlendirmelere kurban edilemez. Bunlar bizzat “geleneksel bilim-
ler”e ait olan iki tamamlayıcı işlevdir: Geleneksel bilimler bir yandan
öğretinin uygulamaları olarak kendi aralarında gerçekliğin bütün düzeylerini
birbirine bağlar ve onları bütün bir sentez birliğinde bütünleştirir; öte
yandan, en azından bazı kimseler için ve bu kimselerin özel yeteneklerine
uygun olarak, daha yüksek bir bilgiye “hazırlık”, bu yüksek bilgiye doğru bir
çeşit “ilerleme” durumundadır. Ayrıca, ait oldukları varoluş mertebelerine
göre yapılan hiyerarşik dağılımlarında, sayelerinde saf entelektüaliteye kadar
yükselmenin mümkün olduğu pek çok basamağı teşkil ederler.[20] Şurası o kadar açıktır ki modern bilimler, hiçbir derecede,
bu iki işlevden ne birini ne de ötekini yerine getirebilir; bu nedenle modern
bilimler ancak “din dışı bilim” olmakta ve olabilmektedir; oysa “geleneksel
bilimler” metafizik ilkelere bağlılıklarıyla, fiilî bir şekilde “kutsal
bilim”e dahil olmaktadır.
Yukarıda belirttiğimiz iki işlevin
bir arada olması, olayları yalnızca yüzeysel olarak değerlendiren insanların
düşündüklerinin aksine, ne bir çelişki ne de bir kısır döngü anlamına gelir.
Burada da üzerinde biraz durmamız gereken bir nokta var: Burada biri alçalan,
diğeri yükselen iki görüş açısı olduğu söylenebilir. Birincisi, uygulamalara
ulaşmak için ilkelerden hareket eden, ama gittikçe ilkelerden uzaklaşan
bilginin gelişimine tekabül eder; İkincisiyse, aşağıdan yukarıya ya da daha
doğrusu dıştan içe hareket ederek aynı bilgiyi tedricen edinmeye tekabül eder.
Öyleyse sorun, bilimlerin aşağıdan yukarıya doğru mu ya da yukarıdan aşağıya
doğru mu kurulup kurulmaması gerektiğini bilme sorunu olmadığı gibi, bilimlerin
mümkün olmaları için hareket noktası olarak ilkelerin bilgisini mi veya aksine
algılanabilen âlem bilgisini mi almak gerektiğini bilme sorunu da değildir.
“Din dışı” felsefe açısından ortaya çıkabilecek olan ve gerçekten bu alanda Yunan
antikitesiyle az çok açık bir şekilde ortaya çıkmış gibi görünen bu sorun,
sadece evrensel ilkelerden hareket eden “kutsal bilim” için mevcut değildir,
diyebiliriz. Burada onun bütün varlık sebebini ortadan kaldıran şeyse, bütün
bilgilerin en dolaysızı, aynı zamanda en üstünü olan ve algılanabilir ve hatta
rasyonel mahiyetteki her gücün etkisinden mutlaka bağımsız olan,
aklî/entelektüel sezginin ilk işlevidir. Bilimler, hele hele “kutsal bilimler”,
her şeyden önce ilkeye özgü bilgiye bütünüyle sahip olan ve böylece en sıkı
geleneksel ilkelere uygun bir şekilde, zaman ve yer şartlarınca istenen bütün
uyarlamaları gerçekleştirmeye en yetkili olanlarca ancak doğru dürüst bir
şekilde kurulabilir. Yalnız bilimler böyle kurulunca, öğretimleri ters bir
sıra izleyebilir: Onlar sanki saf öğretinin “açıklamaları” gibidir. Aynı
şekilde bu açıklamalar çokluk dünyasıyla ilgilidir. Bu açıklamaların hareket
noktasının hemen he-
men sınırsız
çeşitliliği, ufku hâlâ çokluk dünyasıyla sınırlı olan bu insanların bireysel
yeteneklerinin küçümsenemeyecek çeşitliliğine uygun düşebilir. Bilgiye ulaşmak
için mümkün olan yollar, aşağı derecelerde çok farklı olabilir, ama daha yüksek
düzeylere erişildikçe bu yollar gittikçe birleşerek ilerler. Bu, hazırlık
niteliğindeki derecelerin her birinin mutlak zorunlu olduğu anlamına gelmez.
Çünkü bunlar, bu konuda ulaşılacak amaçla hiçbir ortak ölçüsü olmaksızın,
sadece mümkün olan olağan yollardır. Hatta kimi zaman olur ki, tefekkür eğiliminin
egemen olduğu kişiler arasında, bazıları bir anda ve böyle araçların yardımı
olmaksızın gerçek entelektüel sezgiye yükselebilirler.[21] Ama bu çoğu
kez istisnaî bir durumdur; genellikle yükselen yönde ilerlemek için uygun
şekilde davranma gerekliliği diyebileceğimiz bir şey vardır. Aynı şekilde
bunun anlaşılması için geleneksel “kozmik tekerlek” (roue cosmique) imgesinden
yararlanabiliriz: Çember gerçekte varsa, ancak merkezden dolayı vardır; ama
çember üzerindeki varlıklar, zorunlu olarak çemberden, daha açıkçası çember
üzerinde bulundukları noktadan hareket etmelidir ve merkeze varmak için yarı
çapı izlemelidir. Nitekim gerçeğin (realite) bütün düzeyleri arasında
bulunan uyum gereğince, alt düzeydeki hakikatler (verites) üst
düzeydeki hakikatlerin bir simgesi gibi değerlendirilebilir. Daha sonra
analoji yoluyla üst düzeydeki bilgiye ulaşmak için “destek”lik görevi
görebilirler.[22] Her bilime,
o bilimin sahip olduğu anlamdan daha
derin olan üstün veya gizemli bir anlam veren ve ona gerçek bir “kutsal bilim”
özelliği verebilen de yine odur.
Konusu ne olursa olsun, her bilim,
sadece geleneksel anlayışa göre kurulmuş ve düşünülmüş olmak koşuluyla, bu
özelliğe sahip olabilir, diyoruz. Ancak, bunu derken, ilgili oldukları
çeşitli gerçeklerin hiyerarşik sırasına göre, bu bilimlerin önem derecelerini
de hesaba katmak gerekir. Ama şu ya da bu derecede, nitelikleri ve işlevleri
geleneksel anlayış içinde temel olarak aynıdır. Burada her bilim dalı için
doğru olan, aynı şekilde her sanat dalı için de doğrudur: Sanat kendisine
tefekkür için “dayanaklar” sağlayabilecek tamamen simgesel bir değer
kazanabileceğine göre, tıpkı yasaların bilinmesi bilimlerin konusu olduğu
gibi, sanatın kuralları da temel ilkelerin yansımaları ve uygulamaları olacağına
göre, bilim için doğru olan, sanat için de doğrudur. Bu yüzden her normal
uygarlıkta, modern Batıhların “geleneksel bilimler”den daha az bildiği
“geleneksel sanatlar” vardır.[23] Hakikat şu ki, herhangi bir tarzda “kutsal alan”la gerçekte
çatışan bir “din dışı alan” yoktur; sadece bilgisizlik görüş açısından başka
bir şey olmayan bir “din dışı görüş açısı” vardır.[24] Bu nedenle moder-
Burada söylediğimiz de eski astroloji
gibi bir bilimin gerçek mahiyetini gösterebilir.
nlerin bilimi olan “din dışı bilim”,
daha önce başka bir yerde dediğimiz gibi, çok haklı bir şekilde “cahiliye
bilgisi” olarak değerlendirilebilir: Bu aşağı bilgi, realitenin en alt düzeyinde
bulunan bilgidir; ne kadar mütevazı olursa olsun bu bilgi, kendini aşan her
şeyden, kendisinden üstün olan her gayeden ve bütünsel bilginin çeşitli
düzeyleri arasında kendisine meşru bir yer sağlayabilecek her ilkeden habersiz
bir bilgidir. Çaresiz olarak İzafî alan içine sıkışmış ve bağımsız olduğunu
ilan etmek istediği yerde sınırlı kalmış, böylece aşkın hakikatle ve yüce
bilgiyle her tür iletişimi yine bizzat kendisi kesmiş olduğundan, bu bilim,
gerçeği söylemek gerekirse, hiçbir şeyden gelmeyen ve hiçbir şeye götürmeyen
boş ve hayalî bir bilimdir sadece.
Bu açıklamalar, bilim bakımından
modern dünyada nelerin eksik olduğunu ve çok övündüğü bu bilimin bizce, “kutsal
bilim” ya da “geleneksel bilim” adını verdiğimiz bilimle tamamen özdeşleşen
gerçek bilimin bir artığı olarak nasıl bir sapmayı temsil ettiğini anlama
olanağı verecektir. Bütün düzeylerin en alt düzeyi, yani maddî ya da
algılanabilen gerçeğin düzeyi olan belli bir özel düzeydeki bilginin keyfî
olarak sınırlandırılmasından doğan modern bilim, bu sınırlandırmadan ve bu
sınırlandırmanın ister istemez ortaya çıkardığı sonuçlardan ötürü, bütün
entelektüel değeri yitirmiştir; en azından, entelektüaliteye gerçek
anlamındaki bütünlüğü yüklersek, “rasyonalistler ”in hatasına düşmekten, yani saf
aklı akla benzetmekten kaçınırsak, ya da aynı şey demek olan aklî/entelektüel
sezgiyi inkâr etmekten kaçınırsak, durum böyledir.
renin doğuşuyla ilgili bilim,
kozmogoni; modernlere göre, tamamen “din dışı” varsayımların konusu olmuştur.
Bilimin alanı iki durumda da aynıdır, ama bakış açısı tamamen farklıdır.
Diğer modern yanılgıların büyük bir
kısmında olduğu gibi, bu hatanın temelinde de, yine yukarıda açıkladığımız
gibi, tüm sapmaların kökeninde yatan şey, “bireycilik” dediğimiz şeydir.
Bireycilik bizzat gelenek karşıtı anlayışa çok benzemektedir. Çok sayıdaki
tezâhürleri, bütün alanlarda, çağımızdaki kargaşanın en önemli etkenlerinden
birini oluşturmaktadır. İşte, şimdi bu “bireycilik”! daha yakından incelememiz
gerekmektedir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
B |
izim “bireycilik”ten (individualisme)
anladığımız, bireysellikten (individualite) üstün her ilkenin inkâr
edilmesi ve bu yüzden uygarlığın her alanda tamamen sadece İnsanî öğelere
indirgenmesidir. Aslında bu, daha önce de belirttiğimiz gibi, “hümanizm” adı
altında, Rönesans çağında belirtilen şeyin aynısıdır ve az önce yukarıda “din
dışı görüş açısı” dediğimiz şeyi tam olarak belirtir. Kısacası bütün bunlar, çeşitli
adlar altında sunulan aynı ve tek bir şeydir. Yine biz, bu “din dışı”
anlayışın, özellikle bütün modern eğilimlerin özetlendiği geleneksel karşıtı (antitraditionnel)
anlayışla iç içe olduğunu söylemiştik. Kuşkusuz bu, bu anlayışın tamamen yeni
olduğu anlamına gelmez; vaktiyle öteki çağlarda da az ya da çok belirgin, ama
daima sınırlı ve akla uymayan tezâhürleri olmuştu. Ama hiçbir zaman bu
tezâhürler, şu son yüzyıllarda Batı’da olduğu gibi bir uygarlığın bütününe
yayılmamıştı. Bir uygarlığın tamamen olumsuz bir şey üzerine, bir ilke yok-
luğu diyebileceğimiz durum üzerine
kurulmuş olması, bu zamana kadar hiç görülmemiş bir durumdur. İşte modern dünyaya
anormal bir nitelik veren, onu bir çeşit canavar yapan da budur. Yukarıda, daha
önce, açıkladıklarımıza göre, modern dünya çevrimsel bir dönemin sonuna tekabül
eden bir dönem olarak düşünülürse, ancak bu açıklanabilir. Öyleyse Batı’nın
bugünkü çöküşünün başlıca nedeni, daha önce tanımladığımız gibi,
bireyciliktir. İnsanlığın sadece en aşağı güçlerinin, en alttaki imkânlarının
gelişmesinde bir çeşit motor görevi gören muharrik güç de buradan ileri
gelmektedir. Bu alt güçlerin yayılması insan-üstü hiçbir unsurun müdahalesini
gerektirmediği gibi, üstelik böyle bir unsurun yokluğunda ancak bütünüyle
yayılabilmektedir; çünkü bunlar, her tür maneviyatın ve her tür gerçek
entelektüalitenin tam tersinde bulunur.
Bireycilik her şeyden önce
entelektüel sezginin inkârı anlamına gelmektedir; çünkü aklî/entelektüel sezgi
özü itibariyle birey-üstü (supra-individuelle) bir melekedir. Ayrıca bu
sezginin öz alanı olan bilgi düzeyinin, yani en gerçek anlamıyla metafiziğin
inkârı anlamına gelir. Bu nedenle modern filozofların, böyle metafizik diye
adlandırdıkları bir şeyi kabul ettikleri zaman, metafizik adı altında belirttikleri
her şeyin kesinlikle gerçek metafizikle hiçbir ortak yanı yoktur: Bunlar sadece
aklî/rasyonel uydurmalar ya da hayalî varsayımlardır; dolayısıyla tamamen
bireysel düşüncelerdir ve nitekim büyük bir kısmı sadece “fizikî” alanla, yani
tabiatla ilgilidir. Bu alanda gerçekten metafizik alana bağlanabilecek herhangi
bir soruna rastlansa bile, ele alınış ve inceleniş biçimi onu ancak “sözde
metafiziksel” olmaya indirger ve üstelik gerçek ve geçerli her çözümü imkânsız
kılar. Hatta öyle görünüyor ki, ne kadar sun’î ve ne kadar aldatıcı olursa
olsun, filozoflara gö-
re, sorunları çözmekten çok, ortaya
“sorunlar” koymak söz konusudur; bu da araştırma için araştırma yapma
aşırılığının bir görünümüdür, yani zihinsel alanda olduğu kadar bedensel
alanda da boşuna bir yorulmadır. Yine aynı filozoflara göre, isimlerini bir
“sistem”e, yani kendilerine iyi yakışan, kendi eserlerinden başka bir şey
olmayan çok sınırlı ve çok kısıtlı bir kuramlar bütününe bağlamak söz
konusudur. Her ne pahasına olursa olsun, orijinal olma arzusu da buradan
gelmektedir, hakikatin bu orijinaliteye feda edilmesi gerekse bile: Bir
filozofun üne kavuşması için, yeni bir yanlış uydurması, daha önce başkaları
tarafından açıklanan bir hakikati tekrar söylemesinden daha iyidir. Haddizatında
öyle olmadıkları hâlde, kendi aralarında çelişkili pek çok “sistem”i kendisine
borçlu olduğumuz bu bireycilik esasen hem modern bilginlerde hem de modern
sanatçılarda görülmektedir; ama bireyciliğin kaçınılmaz sonucu olan
entelektüel anarşiyi belki de en net bir şekilde filozoflarda görebilmekteyiz.
Geleneksel bir uygarlıkta, bir
insanın, bir düşüncenin mülkiyetini kendine mal etmeye kalkışması neredeyse
akıl almaz bir şeydir; yani her hâlükârda insan böyle bir şey yaparsa, kendisinin
bütün itibarını ve nüfuzunu bununla ortadan kaldırmış olur. Çünkü böylece o,
düşüncesini hiçbir gerçek düzeyi olmayan bir tür fantezi düzeyine indirgemiş
olur: eğer bir düşünce doğruysa, bu düşünce onu anlayabilen herkese eşit
şekilde ait olur; aksine yanlışsa, onu icat etmekle kendi kendine övünmeye
gerek yoktur. Doğru bir düşünce “yeni” olamaz; çünkü hakikat, insan aklının
bir ürünü değildir. Hakikat bizden bağımsız olarak vardır ve biz onu sadece
bilmek ve tanımak zorundayız. Bu bilgi dışında ancak yanlış olabilir. Ama,
aslında modernler acaba gerçekten hakikat kaygısı çe-
kiyorlar mı ve hatta hakikatin ne
olduğunu biliyorlar mı? Burada da sözcükler anlamlarını yitirdiler; çünkü
bazıları, örneğin çağdaş “pragmatistler”, bu “hakikat” kelimesini yanlış olarak
entelektüel düzeye tamamen yabancı bir şey anlamında, yani basitçe “pratik
yarar” anlamında kullanacak kadar ileri gittiler. Modern sapmanın mantıksal
sonucu olarak bu, hakikatin olduğu kadar onu kendisine konu edinen aklın da
inkârıdır. Ama daha fazla ileri gitmeyelim ve bu noktada sadece, “büyük
adamlar”ın ya da sözde öylelerinin işleviyle ilgili yanılsamaların kaynağının
az önce söz konusu edilen bireycilik türü olduğunu belirtelim. “Din dışı”
anlamda kullanılan “deha”, gerçekte çok önemsiz bir şeydir ve hiçbir şekilde
gerçek bilginin yerini dolduramaz.
Mademki
felsefeden söz ettik; en ince ayrıntılara girmeden, yine bireyciliğin bu
alandaki bazı sonuçlarına değineceğiz: Bu sonuçların ilki, entelektüel
sezginin inkârıyla, usu/ muhâkemeyi (reason) her şeyin üzerine koymak ve
bu salt İnsanî ve izafi melekeyi aklın (intelligence) en üstün parçası
yapmak, hatta tamamen onu ona indirgemek oldu. Gerçek kurucusu Descartes olan
“usçuluk/rasyonalizm”in esası da budur. Aklın (intelligence)[25] bu şekilde
sınırlandırıldı zaten sadece bir ilk aşamaydı. Uygulamalar, hâlâ belli bir
düşünsel niteliğe sahip olabilen bilimlere baskın çıktıkça, bizzat akıl da gittikçe
pratik bir işleve indirilmekte gecikmemeliydi. Vaktiyle
Descartes da aslında saf bilimden
daha çok, bu uygulamalarla kafasını yormuştu. Ama hepsi bu kadar da değil:
bireycilik kaçınılmaz olarak peşinden “natüralizm”i sürüklemektedir; çünkü
doğanın ötesinde olan her şey, aynı nedenle, bireyin birey olarak
ulaşamayacağı şeylerdir; “natüralizm” veya metafiziğin inkârı, ikisi de tek ve
aynı şeydir. Entelektüel sezgi inkâr edilir edilmez, artık bir metafiziğin
olması mümkün değildir. Ama kimileri, buna rağmen, herhangi bir “sözde metafizik”
kurmakta direnirken, kimileri de bunun imkânsızlığını çok samimice kabul
etmektedirler. İster Kant’ın “kritisiz- m”i olsun, ister Auguste Comte’un
“pozitivizm”! olsun, her şekliyle “rölativizm” buradan doğmuştur. Bizzat akıl,
tamamen İzafî olduğu ve haklı olarak ancak İzafî bir alana uygulanabildiği
için “rasyonalizm”in tek mantıksal sonucunun “rölativizm” olması çok doğrudur.
Üstelik “rasyonalizm” böylece kendisini yıkmak zorundaydı: “Doğa” ve “oluş”,
yukarıda açıkça belirttiğimiz gibi, gerçekte eş anlamlıdır; kendisiyle
tutarlı bir “natüralizm”, daha önce sözünü ettiğimiz “oluş felsefeleri”nden
biri olabilir ancak ve bunun modern örneği de özellikle “evrimcilik”tir. Ama,
sadece değişim ve saf çokluk olan şeye tam olarak uygulanamadığı ve
algılanabilen şeylerin belirsiz karmaşıklığını kendi kavramları içine
sokamadı- ğı için, aklı eleştirerek, sonuçta “rasyonalizm”e karşı çıkacak olan
da kesinlikle bu “evrimcilik”tir. İşte Bergson’un “sezgicilik”! olan
“evrimcilik”in bu şeklinin aldığı tavır da budur. Hiç kuşkusuz, Bergson’un
“sezgicilik”! de “rasyonalizm” kadar bireycidir ve metafizik düşmanıdır. Her
ne kadar “rasyonalizm”! yerinde eleştirirse de, tamamen akıl-altı (infra-rati-
onnelle) bir melekeye ve az çok hayal, içgüdü ve duyguyla karışmış ve
oldukça kötü tanımlanmış hassas bir sezgiye seslendiği için, ondan daha
aşağıya düşmüştür. Burada artık “haki-
kat”in (verite) söz konusu
olmaması, fakat sadece, salt algılanabilen düzeye indirgenmiş ve özü
itibariyle yer ve biçim değiştiren ve kararsız bir şey olarak “gerçek”in (realite)
söz konusu olması manidardır. Böyle kuramlarla akıl (intelligence), gerçekten
en alt düzeyine indirgenmiş; us (raison) ise, maddeyi endüstriyel
kullanımlar için biçimlendirmeye elverişli olduğu ölçüde kendisini kabul ettirmiştir.
Bundan sonra geriye atılacak bir adım kalıyordu: Bu da akıl ve bilginin toptan
inkâr edilmesi ve “fayda”nın, “hakikat”in (verite) yerine geçmesiy- di.
Bu ise, az önce değindiğimiz “pragmatizm” oldu. Burada “rasyonalizm”le olduğu
gibi saf ve basit İnsanî alanda değiliz; normal her hiyerarşinin hepten altüst
oluşunun belirtisi olan “bilinçaltı”na çağrıyla, gerçekten beşerî alanın
altında bulunuyoruz. İşte ana harlarıyla, her bilgiyi kendi ufkunda sınırladığını
iddia eden “din dışı” felsefenin kendi kendine kalınca izlemek zorunda kaldığı
ve gerçekten de izlediği seyir budur. Üstün bir bilgi var olduğu sürece, ona
benzer hiçbir şey boy gösteremezdi; çünkü felsefe, hiç olmazsa bilmediği ve
inkâr da edemediği şeye saygılı davranıyordu. Fakat bu üstün bilgi kaybolunca,
gerçek durumuna tekabül eden inkârı çok geçmeden bir kuram hâline getirildi.
İşte bütün modern felsefe buradan çıkmıştır.
Ama modern dünyada tuttuğu yer ne
olursa olsun, kendisine aşırı bir önem vermenin uygun olmadığı felsefe
üzerinde bu kadar durmak yeterlidir. Bizim görüş açımıza göre felsefe, şu ya da
bu dönemin eğilimlerini bulup ortaya koyması bakımından değil de, mümkün
olduğu kadar net ve kesin bir şekilde onları açıklaması bakımından oldukça
ilginçtir. Bu eğilimleri belli bir noktaya kadar yönettiği söylenebilirse de,
bu ancak tâlî olarak ve iş işten geçtikten sonra olan bir şeydir.
Böylece bütün modern felsefenin,
kaynağını Descartes’tan aldığı kesinlik kazanmaktadır. Ama eğer Descartes’ın
düşünceleri, zaten çağdaşların çoğunun eğilimleri olan daha önceki eğilimlerle
uyuşmasaydı, önce kendi çağı, sonra da daha sonraki çağlar üzerinde bıraktığı
ve sadece filozofları kapsamakla kalmayan etkisi mümkün olmazdı. Modern
düşünce Kar- tezyenizm’de kendini yeniden bulmuştur; Kartezyenizm içinde, o
zamana kadar sahip olduğundan daha net bir şekilde, kendi kendinin şuuruna
varmıştır. Ayrıca hangi alanda olursa olsun, Kartezyenizmin felsefî bakımdan
sahip olduğu kadar açık bir akım, gerçek bir hareket noktası olmaktan daha
çok, bir sonuçtur. Bu kendiliğinden oluşan bir şey değildir; gizli ve dağınık
bir çalışmanın ürünüdür. Eğer Descartes gibi bir adam, çağdaş sapmanın
özellikle temsilcisiyse, belli bir görüş açısından onu adeta canlandırdığı,
dirilttiği söylenebilirse de, o bunun ne tek ne de ilk sorumlusudur. Bu
sapmanın köklerini bulmak için çok daha uzaklara gitmek gerekir. Aynı şekilde,
çoğu kez modern düşüncenin ilk büyük tezâhürle- ri olarak değerlendirilen
Rönesans ve Reform da gelenekten kopmaya neden olmaktan daha çok, gelenekten
kesin olarak kopmayı sağlamışlardır. Bize kalırsa, bu kopukluğun başlangıcı
14. yüzyıla kadar uzanır ve modern çağları bir-iki yüzyıl geriden değil de, o
zamandan başlatmak gerekir.
İşte bu gelenekten kopma konusu
üzerinde ısrarla durmamız gerekiyor; çünkü bütün gerçek özelliği, tek bir
şeyle, yani geleneksel düşünceye karşıtlıkla özetlenebilecek olan modern
dünya, buradan doğmuştur. Geleneğin inkârı ise, yine bu bireyciliktir. Üstelik
bu, daha önce söylediklerimizle tam bir uyum halindedir. Çünkü açıkladığımız
gibi, her geleneksel uygarlığın ilkesinde entelektüel sezgi ve metafiziksel
öğ-
reti vardır; ilke inkâr edilir
edilmez, onun bütün sonuçları da en azından zımnen inkâr edilir ve böylece
gelenek adına gerçekten layık ne varsa tümü bu şekilde yıkılmış olur. Daha önce
de bu konuda bilimlerle ilgili neler olduğunu gördük. Yeniden o konuya
dönmeyeceğiz; ancak meselenin bir başka yönünü, gelenek karşıtı düşüncenin
belirtilerinin belki çok daha net bir şekilde görülebileceği yönü ele alacağız;
çünkü burada, Batı’daki kitleleri doğrudan doğruya etkileyen değişimler söz
konusudur. Gerçekten Ortaçağ’ın “geleneksel bilimler”! az çok sınırlı bir elite
nasip olmuştu; hatta bunların arasından bazıları, kelimenin tam anlamıyla bir
“bâtınî ekol” (esoteris- me) kurdukları için, dışarıya çok kapalı
ekollerin tekelini ellerinde bulunduruyorlardı; ama öte yandan, gelenekte,
ayrım gözetilmeksizin herkese ait olan ortak bir yön daha vardı. İşte, şimdi
geleneğin bu zâhirî kısmından söz etmek istiyoruz. O zamanlar Katoliklik’in
temsil ettiği Batı geleneği, görünüşte özellikle dinî biçimli bir gelenekti.
Bu yüzden geleneksel düşünceye karşı yapılan isyanı, dinî alanda aramamız
gerekecek; bu isyan belirli bir şekil alınca Protestanlık adını almıştır ve
bunun, bireyciliğin bir tezâhürü olduğunu anlamak kolaydır. Öyle ki dine
uygulanışı içinde değerlendirilince, bunun bireyciliğin bir tezâhüründen başka
bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İşte modern dünyayı bu inkâr oluşturmuştur;
tıpkı onu oluşturduğu gibi, Protestanlık’ı da bu inkâr oluşturmuştur; bizzat
bireyciliğin özünü teşkil eden bu inkâr, ilkelerin inkârından başka bir şey
değildir. Burada da yine, bireyciliğin bir sonucu olan, anarşi ve çözülme
durumunun en çarpıcı örneklerinden birini görebilmekteyiz.
Kim bireyciliği kabul ederse, zorunlu
olarak bireyden üstün bir otoriteyi ve bireysel akıldan üstün bir anlama
yetene-
ğini kabul etmeyip reddetmiş olur. Bu
ikisi birbirinden ayrılamaz. Buna göre, modern düşünce kaynağını insan-üstü (sup-
ra humain) düzeyden alan, kelimenin gerçek anlamıyla, her tür manevî
otoriteyi ve büründüğü şekli ne olursa olsun -zaten bu şekil uygarlıklara göre
değişir- özü itibariyle böyle bir otorite üzerinde temellenen her tür
geleneksel teşkilatı dışlamak zorundaydı. Gerçekten de bu böyle olmuştur:
Batı’nın dinî geleneğini yasal bir şekilde yorumlamakta yetkili olan örgüt
otoritesi yerine Protestanlık, “özgür araştırma” dediği şeyi, yani herkesin,
hatta cahillerin ve yetkisizlerin keyfine bırakılan ve sadece insan aklının
deneyi üzerine kurulan yorumu ikame ettiğini ileri sürdü. O hâlde bu, felsefede
“usçuluk”un ulaşacağı noktanın dinî alandaki benzeriydi. Böylece bütün
tartışmalara, bütün ayrılıklara, bütün sapmalara açık kapı bırakılıyordu.
Sonuç olması gerektiği gibi oldu: Her biri sadece birkaç bireyin özel
düşüncesini yansıtan, daima çoğalan bir yığın mezhep içerisinde dağılış,
bölünüş... Bu koşullarda öğreti üzerinde anlaşmak imkânsız olduğu için, öğreti
çabucak ikinci plana atıldı; ilk plana dinin ikinci yanı, yani ahlâk geçti:
Günümüz Protestanlığında çok hissedilen bu “ahlâkçılık”- ta yozlaşma buradan
ileri gelmektedir. Burada felsefe konusunda belirttiğimiz hususa paralel bir
olay ortaya çıktı; öğretisel çözülme, dinin entelektüel öğelerinin kayboluşu,
şu kaçınılmaz sonucu peşinden sürüklüyordu: İnsan “usçuluk”tan hareket edince,
“duygusalcılık”a düşmek zorundaydı. Bunun en çarpıcı örneklerini Anglo-Sakson
ülkelerinde bulabiliyoruz. Öyleyse, burada söz konusu olan, alanı daraltılmış
ve bozulmuş şekliyle de olsa, din değil, sadece “din duygusu”dur; yani hiçbir
gerçek bilgiyle doğruluğu ispatlanmayan, bulanık duygusal özlemlerdir. İnsanın
İlâhî olanla irtibata geçmesini sağlayacak vasıtanın “bilinçaltı” olduğunu
söyleyecek kadar ileri
giden William James’in “dinî tecrübe”
kuramı gibi kuramlar bu son aşamaya tekabül eder. Burada dinî çöküşün son ürünleri,
felsefî çöküşün ürünleriyle kaynaşmaktadır: “Dinî tecrübe”, “pragmatizm”e
katılmakta ve pragmatizm adına sınırlı bir Tanrı fikrinin sonsuz bir Tanrı
fikrinden daha “avantajlı” olduğunu salık vermektedir. Çünkü onun için, üstün
bir insan hakkında duyulan duygulara benzer duygular duyabiliriz; aynı zamanda
“bilinçaltı ”na yapılan çağrıyla buradan ruh çağırmacılığa ve diğer eserlerde
incelemiş olduğumuz, çağımızın karakteristiği olan “sözde dinler”e
ulaşılmaktadır. Öte yandan Protestan ahlâkı, bütün öğretisel temellerini
gittikçe saf dışı ederek sonunda “laik ahlâk” diyebileceğimiz bir ahlâk içinde
tamamen yozlaşmıştır. Bu laik ahlâk, her tür dinsel düşünceye karşı olan
basımları olduğu kadar “liberal Protes- tanhk”ın bütün kollarının
temsilcilerini de kendi taraftarları arasında saymaktadır. Aslında
ötekilerinde ve berikilerinde aynı eğilimler ağır basmaktadır; tek fark şu ki
ahlâkın kapsamına giren şeylerin mantıkî gelişiminde hepsi aynı derecede ileri
gitmemektedir.
Gerçekten din tamamen geleneğin bir
şekli olduğu için gelenek karşıtı anlayış ancak dine karşı bir anlayış
olabilir. İşe dinin özünü değiştirmekle başlar ve yapabilirse, sonunda dini
tamamen ortadan kaldırır. Protestanlık bir yandan dini tamamen yumuşatmaya ve
“beşerîleştirme”ye uğraşırken, öte yandan da her şeye rağmen, insan üstü (supra
humain) bir öğenin, yani vahyin en azından teoride sürüp gitmesini sağlaması
bakımından mantık dışı oluyor; inkârı sonuna kadar götürmeye cüret edemiyor,
ama bu vahyi, tamamen beşerî yorumların sonucu olan tartışmalara teslim
etmekle de onu gerçekten hiçbir şey olmamaya indirgiyor. Ayrıca kendilerinin
“Hı-
ristiyan” olduklarını iddia etmekte
direndikleri hâlde, İsâ’nın tanrısallığını bile artık kabul etmeyen insanlar
görülünce, bu insanların -belki bunu tahmin bile etmeksizin- gerçek Hıristiyanlığa
yakın olmaktan çok, tam bir inkâra yakın olduklarını söylemek mümkündür.
Nitekim benzer çelişkiler, insanı pek şaşırtmamalıdır; çünkü, nasıl ki
Protestanlığın sürekli bölünüşü, daha önce de söylediğimiz gibi, her yerde
modern hayatta ve modern bilimlerde bulunan, çokluk içinde dağılmanın pek çok
belirtilerinden biriyse, bu çelişkiler de çağımızdaki düzensizlik ve
kargaşanın bütün alanlardaki belirtilerinden biridir. Öte yandan,
Protestanlık’ın, kendisini canlandıran inkâr düşüncesiyle, sözümona “dinler
tarihçileri”nin ellerinde her dine karşı savaş silahı olan bu bozguncu
“eleştiri”- ye yol açması ve böylece Kutsal kitaplardan başka bir otorite
tanımadığını ileri sürdüğü hâlde, büyük ölçüde aynı otoritenin, yani hâlâ
muhafaza ettiği geleneğin asgarîsinin de tahribine katkıda bulunması doğaldır.
Geleneksel düşünceye karşı başkaldırı bir kez başladı mı, tabii ki yarı yolda
kalamazdı.
Burada şöyle bir itiraz yapılabilir:
Katolik teşkilatından tamamen ayrılmasına rağmen, yine de Protestanlık’ın
Kutsal kitapları kabul etmesiyle, Kutsal kitapların içerdiği geleneksel
öğretiyi korumuş olması mümkün olamaz mı? Bu, böyle bir varsayımın tamamen
tersi olan “özgür araştırma”nın buyur edilmesidir. Çünkü bu, bireysel bütün
düşünüşlere olanak vermektedir. Zaten, öğretinin korunması düzenli bir geleneksel
öğretimi gerektirir. Bu öğretimle geleneğin ilkelerine uygun yorum devam
ettirilir. Gerçekten de bu öğretim, Batı dünyasında Katoliklik’le
özdeşleşmişti. Kuşkusuz başka uygarlıklarda da buna tekabül eden işlevi yerine
getirmek için, bundan çok farklı şekillerde teşkilatlar olabilir; ama burada
söz konusu olan, özel durumlarıyla
birlikte Batı uygarlığıdır. Öyleyse, örneğin Hindistan’da, Papalığa benzer
hiçbir kurumun olmayışını ileri süremeyiz. Burada durum çok farklıdır: Önce,
Hindistan’daki durumun, kelimenin Batı’daki anlamıyla, dinî biçimli bir
gelenekle ilgisi yoktur; dolayısıyla geleneğin korunduğu ve aktarıldığı
araçlar da aynı olmayabilir. Sonra da, Hint düşüncesi Avrupa düşüncesinden
tamamen farklı olduğundan, Hindistan’da gelenek kendi kendine bir güce sahip
olabilir. Avrupa’da gelenek, dış yapısında çok daha belirgin bir kuruluş
desteği olmadan bu güce sahip olamaz. Hıristiyanlığın başından beri, Batı
geleneğinin zorunlu olarak dinî bir kisveye bürünmek zorunda olduğunu daha önce
söylemiştik. Oldukça karmaşık değerlendirmelere başvurmadan bütünüyle
anlaşılmayacak olan, bütün sebepleri burada tek tek açıklamak çok uzun yer
tutar. Ama göz önünde bulundurmayı reddedemediğimiz bir olgu[26] var ve bu yüzden benzeri bir geleneksel biçime uygun olan
kuruluşla ilgili olarak, ondan çıkacak tüm sonuçları da kabul etmek gerekir.
Öte yandan, yukarıda da belirttiğimiz
gibi, her şeye rağmen Batı’da geleneksel düşünceye ait hâlâ sürüp giden ne
varsa sadece Katoliklik’te bulunduğu kesindir. En azından bu noktada, modern
düşüncenin her tür zararından korunmuş olarak, geleneğin tam bir muhafazasından
söz edilebileceği anlamına gelmez mi bu? Ne yazık ki durum hiç de öyle gibi
görünmüyor ya da daha açıkça konuşacak olursak, her ne kadar geleneğin özü
bozulmamış bir hâlde kalmışsa da -ki büyük ölçüde böyledir- geleneğin derin
anlamının çok az sayıdaki bir elit tarafından bile gerçekten anlaşılmış olduğu
çok
şüphelidir; böyle bir elitin varlığı
ya bir eylemle ya da daha çok bir etkiyle kendini gösterirdi; oysaki hiçbir
yerde onun izine rastlamıyoruz. Öyleyse, büyük bir olasılıkla, ancak gizli
diyebileceğimiz bir durumda bulunan ve bugün hiç kimse için anlaşılır olmasa
bile, anlayacak güçte olanlara geleneğin anlamını yeniden anlamalarına her
zaman imkân veren bir muhafaza söz konusudur. Nitekim dinî alan dışında, Batı
dünyasının şurasında burasında dağınık durumda bulunan eski geleneksel
öğretilerden sürüp gelen ve ne oldukları bilinmeden korunan pek çok işaret ve
simgeler vardır. Benzeri durumlarda bir tür uykuya dalmış olanları uyandırmak,
kaybolmuş anlayışları yeniden canlandırmak için, tamamen diri olan geleneksel
düşünceyle temasa geçmek gereklidir. Yine şunu bir kez söyleyelim ki, eğer Batı
kendi öz geleneğinin bilincine yeniden varmak istiyorsa, Doğu’nun yardımına
özellikle burada muhtaç olacaktır.
Az önce söylediklerimiz tamamen
Katoliklik’in, kendi ilkesi gereği, kendi içinde sürekli ve değişmez bir
biçimde taşıdığı imkânlarla ilgilidir. Öyleyse burada, modern düşüncenin
etkisi az ya da çok uzun bir dönem boyunca, bazı şeylerin gerçekten
anlaşılmasını ister istemez engellemekle yetinmektedir. Buna karşılık
Katoliklik’in bugünkü durumundan söz ederken, eğer bununla bizzat Katoliklerin
büyük çoğun- luğunca anlaşılan biçimi anlatılmak istenseydi, -bu ifade özü
itibariyle gerçekte olumsuz olan bir şey yerine kullanılabilirse- modern
düşüncenin daha olumlu bir eylemini saptamak zorunda kalacaktık. Bu konuda
düşündüklerimiz, kendisine açıkça “modernizm” adı verilen ve Protestan
düşüncesinin bizzat Katolik Kilisesi içine sızma girişiminden başka bir şey olmayan
bir hareket gibi, neyse ki başarısızlıkla sonuçlanmıştır;
sadece çok net olarak belirtilmiş
hareketler değildir. Bu, özellikle çok daha genel, çok daha yaygın ve çok daha
zor kavra- nabilen, dolayısıyla da çok daha tehlikeli bir ruh hâlidir. Çünkü
etkilenenler çoğu kez kesinlikle bunun bilincinde değildir. İnsan kendisini
içtenlikle “dindar” sanabilir ve aslında hiç de öyle olmayabilir ya da gerçek
geleneksel düşünce konusunda en küçük bir bilgiye sahip olmadığı hâlde,
kendisinin “gelenekçi” olduğunu söyleyebilir; bu da yine çağımızın zihinsel
düzensizliğinin belirtilerinden biridir. Belirttiğimiz ruh hâli, her şeyden
önce, eğer ifade yerindeyse, dini “küçültüp önemsiz gibi göstermek”ten, onu kıyıya
atılmış bir şey hâline getirmekten, ona çok sınırlı ve mümkün olduğu kadar dar
bir yer vermekle yetinmekten, onu hayatın diğer geri kalan kısmı üzerinde
hiçbir gerçek etkisi olmayan ve bir tür su geçirmez bir bölmeyle hayattan
soyutlanan bir şey hâline getirmekten ibarettir. Bugün günlük hayatta, en
“dinsiz” çağdaşlarının düşünme ve yaşama tarzlarından açıkça farklı düşünüp
farklı yaşayan ne kadar Katolik vardır? Bu da aşağı yukarı öğreti konusunda
tam bir bilgisizlik ve hatta öğretiyle ilgili ne varsa onlara karşı tam bir
ilgisizliktir. Çoklarına göre din, bir “görenek” demesek de, basit olarak bir
“uygulama” ve alışkanlık işidir. Onlar dinle ilgili ne olursa olsun, onu
anlamaya çalışmaktan özenle kaçınırlar ve hatta bazıları dini anlamanın yararsız
olduğunu veya belki de dinde anlaşılacak bir şey olmadığını düşünürler. Zaten,
din gerçekten anlaşılsaydı, insan, uğraşları arasında ona bu kadar düşük ve
önemsiz bir yer verir miydi? O hâlde öğreti, gerçekte unutulmuş veya hemen hemen
hiçe indirgenmiştir; bu da özellikle Protestan anlayışını andırmaktadır; çünkü
bu, her tür entelektüaliteye zıt olan aynı modern eğilimlerin bir sonucudur.
İşin en kötü yanı da, genel olarak verilen öğretimin, bu ruh hâline karşı
çıkacağı yerde,
aksine kendisini ona iyice uydurarak
ona yardımcı olmasıdır: Sürekli ahlâktan söz edilmekte, anlaşılmayacağı
bahanesiyle öğretiden hemen hemen hiç söz edilmemektedir. Şimdilerde din, artık
“ahlâkçıhk”tan başka bir şey değildir ya da en azından öyle görünüyor ki hiç
kimse dinin gerçekten ne olduğunu bilmek istemiyor; oysaki din, apayrı bir
şeydir. Bununla birlikte, her ne kadar bazen yine de öğretiden söz ederlerse
de bunu, kendi “din dışı” alanlarında öğretiyi düşmanlarla tartışarak
çoğunlukla onu alçaltmak için yaparlar. Bunun sonu da, kaçınılmaz olarak
kendilerine çok haksız imtiyazlar vermeye varır. İşte böylece modern
“eleştiri”nin sözümona sonuçlarını az ya da geniş bir ölçüde göz önünde
bulundurmak zorunda olduklarına özellikle inanırlar; oysaki bir başka görüş
açısından bakınca, onların bomboş olduğunu göstermekten daha kolay bir şey
yoktur. Bu koşullarda, gerçek geleneksel düşünceden geriye ne kalır ki?
Bireyciliğin dinsel alandaki
belirtilerini incelerken ulaştığımız bu nokta, yani biraz konunun dışına
çıkma, bize yararsız görünmüyor; çünkü bu ifadeler, kötülüğün bu açıdan ilk bakışta
sanıldığından daha ciddi ve daha yaygın olduğunu göstermektedir. Öte yandan,
bu ifadeler bizi ele aldığımız sorundan hiç de o denli uzaklaştırmamaktadır,
hatta yaptığımız son tespit ve uyarı, doğrudan o sorunla ilgilidir. Çünkü
tartışma düşüncesini her yere sokan da yine bu bireyciliktir. Kendi tabiatları
gereği, tartışılamayacak şeylerin de bulunduğunu çağdaşlarımıza anlatmak
oldukça güçtür. Modern insan kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye
çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmek istemektedir. Kendilerine
“geleneksel bilim- ler”den veya saf metafizikten söz edildiği zaman, sadece
“din dışı bilim”in ve “felsefe”nin söz konusu olduğunu düşünen bu
kadar çok insanın bulunması, kuşkusuz
bu nedenledir. Kişisel kanılar alanında her zaman tartışma olabilir; çünkü
insan, aklî düzeyi aşamaz ve çünkü insan hiçbir üstün ilkeye başvurmayınca,
bir konuyu “leh”te ve “aleyh”te savunmak için az ya da çok geçerli kanıtları
kolayca bulabilir. Çoğu durumlarda, hiçbir çözüme ulaşmaksızın sürekli olarak
tartışmayı sürdürebilir insan. İşte bu yüzden, hemen hemen bütün modern
felsefe, iki anlama gelebilen ifadelerden ve çok kötü bir şekilde ortaya konulan
meselelerden oluşmuştur. Genellikle sanıldığı gibi, tartışma sorunlara açıklık
getirmesi bir yana, çoğu kez sorunları değiştirip başka yöne kaydırmakta ve
onları daha da anlaşılmaz kılmaktadır. Bunun da en olağan sonucu, herkesin
hasmını ikna etmeye çalışarak, kendi kanaatine eskisinden daha çok bağlanması
ve eskisinden daha fazla tekelci bir tarzda onda ısrar etmesidir. Aslında,
bütün bunlarda, hakikat bilgisine ulaşmak söz konusu değildir. Fakat her şeye
rağmen, haklı olmak ya da başkalarını buna inandırmasa da en azından kendisini
haklı olduğuna inandırmak söz konusudur. Nitekim bu üzücü bir durumdur; çünkü
Batı düşüncesinin en belirgin öğelerinden biri olan “kendi dinini yayma”
ihtiyacı işe karışıyor daima. Bazen kelimenin en bayağı ve kötü anlamıyla
bireycilik daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır: Böylece bir insanın
eserini, o insanın özel yaşamı hakkında bildikleriyle yargılamak isteyen
insanları her an görmüyor muyuz? Sanki bu iki şey arasında herhangi bir
bağıntı kurulabilirmiş gibi. Bu arada belirtelim ki, ayrıntı merakına bağlı
olarak, “büyük insanlar”ın yaşamlarındaki en küçük özel durumlara verilen
önem, gösterilen ilgi ve onların yaptıkları her şeyi bir çeşit
“psiko-fizyolojik” tahlille açıklama kuruntusuna kapılma aynı eğilimden doğmaktadır;
bütün bunlar, çağdaş zihniyetin gerçekten ne olduğunu anlamak isteyen için
oldukça anlamlıdır.
Ama biz bir an için, tartışmanın
gereksiz olduğu alanlara tartışma alışkanlığının sokulması konusu üzerinde
biraz duralım ve açıkça şunu söyleyelim: “Savunmacı” (apologetiqu- e)[27]
tutum, kendi içinde son derece zayıf bir tutumdur; çünkü, kelimenin hukukî
anlamıyla salt “savunmacı”dır (defensi- ve). Bunun anlamı, bir avukatın
savunma söylevi demek olan ve İngilizce gibi bir dilde bugün excuse,
“özür” anlamını alan “savunma” (apologie) kelimesinden türeyen bir
terimle belirtilmiş olması da boşuna değildir. O hâlde “dini savunma bi-
çimi”ne (apologetique) verilen üstün önem, dinî düşüncenin gerilemesinin
tartışılmaz bir belirtisidir. Bu zayıflık, az önce dediğimiz gibi, “dini
savunma biçimi”, metot ve görüş açısı bakımından tamamen “din dışı”
tartışmalara dönüşünce, daha da belirginleşir. Bu metotla ve bu görüş açısıyla
din, felsefî ve bilimsel ya da sözde bilimsel olan en olasılıklı (contingent)
ve en farazî (hypothetique) kuramlarla aynı plana konulmaktadır ve
“uzlaştırıcı” görünmek için, her dini sadece ortadan kaldırmak amacıyla icat
edilen kavramlar bir ölçüye kadar kabul bile edilmektedir. Böyle davrananlar,
kendilerinin az ya da çok yetkili temsilcileri olduğunu sandıkları öğretinin
gerçek özelliğinden son derece habersiz olduklarının kanıtını yine kendileri
göstermektedir. Geleneksel bir öğreti adına konuşmakta yetkili olanlar, “din
dışı” çevrelerle ne tartışır, ne de onlarla bir “polemiğe” girerler. Onların
görevi, anlayabilenler için, öğretiyi olduğu gibi anlatmak ve aynı zamanda,
nerede olursa olsun, hatayı bulup bildirmek ve gerçek bilginin ışıklarını
üzerine çevirerek hatayı olduğu gibi göstermek
tir. Onların işlevi bir kavgaya
girişip, orada öğretiyi tehlikeye düşürmek değil; tersine, kesin olarak
bildirmek zorunda oldukları ilkelere gerçekten sahiplerse, taşıma hakkına
sahip oldukları düşünceyi taşımaktır. Kavga alanı eylem alanıdır, yani
bireysel ve geçici alandır. “Hareketsiz muharrik güç”, hareket hâline
geçmeksizin hareketi üretir ve yönetir. Bilgi, eylemin değişimlerine
katılmaksızın eylemi aydınlatır; manevî olan maddî olana kılavuzluk eder.
Böylece her şey, kendi düzeyinde, evrensel hiyerarşide, kendisine ait olan
sırada kalır; ama modern dünyada, hâlâ gerçek bir hiyerarşi kavramı nerede
bulunabilir ki? Artık hiçbir şey ve hiçbir kimse normal olarak olması gereken
yerde değildir; insanlar artık manevî alanda hiçbir gerçek yetki, maddî alanda
ise hiçbir yasal güç tanımıyorlar. “Din dışı” çevreler rahat rahat kutsal
şeyleri tartışmakta; onların niteliğine, hatta varoluşuna bile itiraz etmektedir.
Bu, astın üstü yargılaması, bilgisizliğin bilgelik önüne engeller koyması,
yanlışın hakikate üstün gelmesi, beşerî olanın İlâhî olanın yerini alması,
yerin göğü yenmesi, bireyin kendisini her şeyin ölçüsü yapması ve tamamen
kendi İzafî ve yanılabilir aklından çıkardığı yasaları evrene zorla
benimsetmeye kalkışmasıdır. “Vay hâlinize sizin, kör kılavuzlar!” denilmekte
Incil’de; bugün gerçekten her yerde, sadece başka körleri yöneten ve eğer
zamanında durdurulmazlarsa kaçınılmaz olarak onları da kendileriyle birlikte
helâk olacakları duruma doğru götüren körleri görmekteyiz!
ALTINCI BÖLÜM
B |
u incelemede, bizi ancak çok dolaylı
olarak ilgilendiren toplumsal görüş açısına özellikle bağlı kalmayı düşünmüyoruz.
Çünkü bu görüş açısı, temel ilkelerden oldukça uzak bir uygulamayı temsil
etmektedir ve yine çünkü, ne olursa olsun, modern dünyanın yeniden düzelmesi
hiç de bu alanda başlamayacaktır. Bu düzeltme işine gerçekten ters yönde
gidilmişse, yani ilkelerden hareket etmek yerine, sonuçlardan hareket
edilmişse; modern dünyanın ayağa kalkması, ister istemez ciddî bir temelden
yoksun kalacak ve tamamen aldatıcı olacaktır. Bundan istikrarlı, kalıcı hiçbir
şey çıkmayacak ve her şeye sürekli yeniden başlanacaktır. Çünkü her şeyden
önce, temel hakikatler üzerinde anlaşmaya varma ihmal edilmektedir. Bu nedenle,
kelimeye en geniş anlamını vererek de olsa, siyasal olaylara bir çağın
zihniyetinin basit dış göstergeler değerinden başka bir değer vermek bizim
için mümkün
değildir. Ama bu ilişki altında bile,
modern kargaşanın belirtilerini tamamen susuşla geçiştiremeyiz.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi, Batı dünyasının bugünkü durumunda, hiç kimse kendi tabiatı
gereği normal olarak kendisine uygun olan yerde bulunmuyor. Kastların artık
mevcut olmadığını söylerken denmek istenen de budur. Çünkü gerçek geleneksel
anlamında anlaşılırsa kast, aslında içerdiği bütün özel yetenekleriyle kişisel
yaratılıştan başka bir şey değildir. Bu özel yetenekler, her insanın şu ya da
bu belirli bir işlevi gerçekleştirmesini sağlar. Herhangi bir göreve gelmek,
artık hiçbir yasal kurala bağlı bulunmadığına göre, bundan kaçınılmaz olarak
herkesin, ne olursa olsun her şeyi yapabileceği ve çoğu kez de en az yetkili
olduğu şeyi yapacağı sonucu çıkmaktadır. Toplumda kişinin oynayacağı rol,
gerçekte var olmayan bir tesadüfle değil de[28], tesadüf
sanısı verebilecek şeyle, yani her çeşit tesadüfi durumların birbirine girip
karmakarışık olmasıyla belirlenecektir. Burada en az görünecek olan faktör,
benzeri durumda hesap edilmesi gereken tek faktör olacaktır, yani bununla
insanlar arasında mevcut yaratılış farklılıklarını kastediyoruz. Bütün bu
kargaşanın sebebi, tüm toplumsal hiyerarşinin inkârını da peşinden sürükleyen
bizzat bu farkların inkârıdır. Bu inkâr, önce belki de az bilinçliydi ve kuramsal
olmaktan çok uygulamayla ilgiliydi. Çünkü kastların birbirine karışması,
onların tamamen ortadan kaldırılmalarından öncedir veya başka bir deyişle,
farkları hiç hesaba katmamayı başarmadan önce, bireylerin tabiatı konusunda
yanılgıya dü-
gülmüştür. Bu inkâr diyoruz, daha
sonra modernlerce “eşitlik” adı altında sözde ilke hâline getirilmiştir. İki
varlığın, hem birbirinden gerçekten farklı, hem de her bakımdan birbirinin
tamamen benzeri olamayacağı gibi basit bir nedenle, eşitliğin hiçbir yerde bulunamayacağını
göstermek çok kolaydır. Bu hayalî düşünceden doğan tüm saçma sonuçları ortaya
çıkarmak yine de çok kolaydır; örneğin, sanki herkes aynı şeyi eşit şekilde
anlamaya elverişliymiş gibi ve sanki aynı yöntemler, onlara bunu anlatabilmek
için aralarında ayrım gözetmeksizin herkese uygun geliyormuş gibi, herkese
aynı öğretimi uygulayarak bu düşünce adına her yerde tam bir tekbiçimcilik (uniformite)
uyandırmak istenmektedir. Nitekim daha sonra açıklayacağımız nedenlerden
ötürü, modern dünyanın her tarafında meydana geldiği gibi, sadece ilkel ve
karmakarışık kavramlar birikiminin amaçlandığı ve niteliğin niceliğe tamamen
feda edildiği, bugünkü öğretimin bütünüyle laftan ibaret olan (verbale)
ve sadece kitaba bağlı kalınan “kitabî” (liv- resque) anlayışı içinde,
gerçekten “anlamak”tan daha ziyade “öğrenmek” mi söz konusudur; yani hafıza (memoire),
aklın (intelligence) yerine mi konulmak isteniyor, diye soruyor insan
kendi kendine: Bu, her zaman çokluk içinde dağılma demektir. Burada “zorunlu
öğretim”in zararları hakkında da söylenecek çok şey vardır; ama şimdi bu konu
üzerinde durmanın sırası değildir; kendimize çizdiğimiz çerçevenin dışına çıkmamak
için, bugün hiçbirini unutmadan art arda saymayı iddia edemeyeceğimiz kadar çok
sayıda olan bu düzensizlik öğelerinden biri olarak “eşitlikçi” (egalitaire)
kavramların özel bir sonucu olduğunu bu arada belirtip geçelim.
Doğal olarak “eşitlik”, “ilerleme”
veya hemen hemen tüm çağdaşlarımızın körü körüne kabul ettiği ve pek çoğununun
18.
yüzyıl boyunca net olarak ifade
edilmeye başlandığı öteki “laik dogmalar” gibi kavramlarla karşılaştığımız
zaman, bu tür düşüncelerin kendiliğinden ortaya çıktığını kabul etmek bizim
için mümkün değildir. Kısacası, bunlar etkilerini ancak etkili olabilmek için
önceden hazırlanmış bir ortamda gösteren, kelimenin tam anlamıyla gerçek
“telkinler”dir. Bunlar modern çağı belirleyen ruh hâlini kafadan uydurmadılar;
ama o ruh hâlinin geniş bir şekilde sürdürülmesine, onun geliştirilmesine
katkıda bulundular; öyle ki eğer bu telkinler olmasaydı, hiç kuşkusuz bu ruh
hâli bu noktaya ulaşamazdı. Bu “telkinler” ortadan kalkacak olsa, genel
zihniyet neredeyse yönünü değiştirmek zorunda kalır. Bu nedenle, bunlar
kargaşayı artır- masalar bile, onu sürdürmekte bazı çıkarları olanlarca çok büyük
bir özenle korunmaktadır. Yine bu yüzden, her şeyin tartışmaya açıldığının
ileri sürüldüğü bir çağda tartışılmasına asla izin verilmeyen yegâne konular
bunlardır. Zaten benzeri düşünceleri yayanların içtenlik derecelerini doğru
olarak saptamak, bazı insanların kendi yalanlarına kendilerinin ne ölçüde
takıldıklarını ve başkalarını etkilerken kendilerini ne derecede
etkilediklerini bilmek güçtür. Hatta bu tür bir propagandada aldanmış rolü
oynayanlar, çoğunlukla ona çok iyi alet olmaktadırlar. Çünkü onlar, inanmış
gibi görünmekte güçlük çektikleri bir kanaati oraya taşırlar. Ama bütün
bunların ardında ve en azından kökeninde, çok daha bilinçli bir eylem ve ancak
piyasaya sürdükleri fikirler hakkında ne yapacaklarını çok iyi bilen insanların
bir yönetimi gereklidir. “Fikirler”den söz ettik, ama bu sözcüğün burada
kullanılması çok yanlıştır; çünkü şurası gayet açıktır ki, burada ne saf
fikirler ne de uzaktan yakından entelektüel düzeye ait olan bir şey söz
konusudur: Daha doğrusu bunlar, özellikle duygusal tepkiler uyandırmayı
amaçlayan, kitleler üzerinde etki yapmak için gerçekten en
etkin ve en kolay vasıta olan sahte
fikirlerdir; “sözde fikirler” denmesi daha doğru olur. Bu bağlamda zaten
sözcük, simgesi olduğu kabul edilen kavramın öneminden daha büyük bir önemi
haizdir. Modern “putlar”ın çoğuysa, gerçekten sadece sözcüklerdir; çünkü
burada “lafazanlık” (verbalisme) diye bilinen tuhaf durum meydana
gelmektedir. Bu durumda sözcüklerin ahenkli oluşu, düşünce izlenimi vermeye
yetmektedir. Hatiplerin kalabalıklar üzerinde bıraktıkları etki, bu bakımdan
özellikle ilginçtir. Burada tamamen ipnotizmacıların telkinine benzer bir
telkin usûlünün söz konusu olduğunu anlamak için, konuyu çok yakından
incelemeye ihtiyaç yoktur.
Ama bu düşünceler üzerinde daha fazla
durmayalım ve gerçek hiyerarşinin inkâr edilmesinin doğurduğu sonuçlara
dönelim. Şunu hemen belirtelim ki, olayların bugünkü durumunda, bir insan
kendi işlevini sadece istisnaî bir şekilde ve rastlantı sonucu olarak yerine
getirmiyor; oysa normal olarak istisna olması gereken, tam tersi bir durumdur.
Fakat aynı zamanda bazen öyle oluyor ki aynı insanın, sanki yeteneklerini
istediği zaman değiştirebilirmiş gibi, sırayla tamamen farklı görevleri yerine
getirmesi isteniyor. Böyle aşırı derecede bir “uzmanlaşma” çağında bu durum
akla aykırı gibi görünebilir; ama özellikle siyasal alanda durum böyle
olmaktadır. Her ne kadar “uzmanlar”ın istidadı çoğu kez çok aldatıcı ve her halükârda
çok dar bir alan içinde sınırlandırılmışsa da, bununla birlikte bu istidada
inanıldığı da bir gerçektir; tam istidat- sızlığın bile nadiren bir engel
teşkil ettiği, siyaset adamlarının mesleği söz konusu olduğu zaman, peki nasıl
oluyor da bu inanç hiçbir rol oynamıyor diye soruyor insan kendi kendine.
Bununla birlikte, iyi düşünülürse, bu konuda hayret edilebilecek hiçbir şeyin
olmadığı ve kısaca bunun “demokratik” an-
layığın çok doğal bir sonucu olduğu
kolayca görülür; demokratik anlayış gereğince iktidar aşağıdan gelir ve temel
olarak çoğunluğa dayanır; bu da zorunlu olarak her gerçek istidadın dışta
bırakılması doğal sonucunu doğurur. Çünkü istidat her zaman bir üstünlüktür, en
azından İzafî bir üstünlüktür ve ancak çok az sayıda insana özgü olabilir.
Burada bir yandan, “demokratik”
düşüncenin altında gizlenen safsataları, öte yandan da, bu düşünceyi modern
zihniyetin bütününe bağlayan bağları belirtmek için bazı açıklamalar yapmak
yararlı olacaktır. Kendi görüş açımız belli olduğundan, bu gözlemlerin uzaktan
ve yakından karışmak istemediğimiz her tür parti sorunlarının ve her tür
siyasal çekişmenin dışında dile getirileceğine işaret etmek de bir yerde
gereksizdir. Hangisi olursa olsun, başka bir inceleme konusunda davranacağımız
gibi, bu olayları incelerken de mutlak bir tarafsızlıkla inceliyoruz. Bütün
bunların temelinde nelerin yattığını mümkün olduğu kadar net bir şekilde
anlamaya çalışıyoruz. Bu tutumumuz, çağdaşlarımızın bu konuda içine düştükleri
bütün yanılsamaların dağılması için de zorunlu ve biricik koşuldur. Biraz farklı
olmalarına rağmen, yine de birbirine bağlı fikirler hakkında az önce dediğimiz
gibi, burada da gerçekten “telkin” söz konusudur. İnsan bunun sadece bir
telkin olduğunu bilir bilmez ve nasıl etki ettiğini anlar anlamaz, artık telkin
etkili olamaz. Bu tür şeylere karşı bugün Alman filozoflarından alınan özel
dilde denildiği gibi, biraz derince ve tamamen “nesnel” bir inceleme, hiçbir
şeyi kanıtlamayan ve sadece basit, kişisel tercihlerin ifadesi olan, tüm
duygusal, tumturaklı sözlerden ve parti polemiklerinden daha başka şekilde
etkili olmaktadır.
“Demokrasi”ye karşı yapılacak en
kararlı, en çarpıcı eleştiri birkaç kelimeyle özetlenebilir: Üstün olan aşağı
olandan
doğamaz; çünkü “büyük”, “küçük”ten
çıkamaz; kendisine karşı hiçbir şeyin karşı çıkamayacağı mutlak bir kesinliktir
bu. Başka bir alana uygulanınca, aynı eleştirinin “materyalizm/ maddecilik”
için de geçerli olduğunu belirtmek yerinde olur; bu uygunlukta tesadüfi hiçbir
şey yoktur; bu iki şey ilk bakışta sanıldığından daha çok sıkı bir şekilde
birbirine bağlıdır. Şurası gün gibi açıktır ki, halk bizzat sahip olmadığı bir
gücü başkasına veremez. Gerçek iktidar, ancak yukarıdan gelebilir. Bu nedenle
sırası gelmişken söyleyelim, ancak sosyal alandan yüksek olan bir şeyin, yani
manevî bir otoritenin tasvibiyle bu iktidar meşru kabul edilebilir; eğer durum
başka türlü olursa, bu olsa olsa ancak bir iktidar taklidi, ilke yokluğundan
dolayı haklı görülemeyen, meşru sayılamayan ve içinde sadece düzensizlik ve
kargaşanın hüküm sürdüğü bir durum olur. Maddî iktidar, manevî otoriteden
bağımsız olmak ve sonra siyasal amaçlarla kullanacağını iddia ederek onu
kendisine bağlamak isteyince, her tür hiyerarşinin altüst olduğu bir durum baş
gösterir; bu da, daha başka zorbalıklara yol açacak olan ilk zorbalıktır.
Ayrıca diyebiliriz ki, örneğin 14. yüzyıldan beri bizzat Fransız krallığı, daha
sonra kendisini devirecek olan ihtilâli bilinçsizce hazırlamaya çalışmıştır.
Belki bir gün bu noktayı gerektiği gibi açıklayıp geliştirme fırsatı
bulacağız; şimdilik sadece çok kısa biçimde değinebiliyoruz.
Her ne kadar “demokrasi”, halkın
bizzat kendi kendini yönetmesi diye tanımlanıyorsa da, bu, gerçekten imkânsız
bir şeydir; hatta ne çağımızda ne de herhangi bir başka çağda basit bir
gerçeklik payı olabilen bir şeydir. Kendimizi kelimelerle aldatmayalım. Ayrıca
insanların, aynı anda hem yöneten hem de yönetilen olabileceklerini kabul
etmek bir çelişkidir; çünkü Aristo’nun ifadesiyle söyleyecek olursak, ay-
nı varlık, aynı zamanda ve aynı ilgi
içinde hem “eylem hâlinde” (en act) hem de “kuvvet hâlinde” (en
puissance) olamaz. Burada zorunlu olarak iki terimin karşı karşıya olmasını
gerektiren bir ilişki vardır: Gayri meşru da olsa ve bizzat kendilerine mal
ettikleri haktan başka iktidarda bir hakları olmasa da, eğer yöneticiler yoksa
yönetilenler de yoktur. Fakat modern dünyada yöneticilerin büyük ustalığı,
halkın kendi kendini yönettiğine halkı inandırmalarıdır. Halk da buna memnuniyetle
inanır; çünkü, bununla pohpohlanmaktadır ve zaten bunun imkânsız bir şey
olduğunu göremeyecek kadar düşünceden yoksundur halk.
İşte bu yanılsamayı yaratmak için
“kamuya oy hakkı” denen şey icat edilmiştir: Yasayı koyanın, çoğunluğun
kanaati olduğu farz ediliyor; ama burada farkına varılamayan husus, halkın
kanaatinin çok kolayca yönlendirilebileceği ve değiştirilebileceği hususudur.
Uygun telkinler yardımıyla kamuoyunda her zaman şu veya bu, belli bir yönde
giden akımlar meydana getirilebilir. “Kamuoyu yaratmak” deyiminden ilk kez
kimin söz ettiğini pek bilmiyoruz ama, bu deyim tamamen doğrudur; aslında
sonucu elde etmek için gerekli araçlara gerçekten sahip olanların, her zaman
görünürdeki yöneticiler olmadığını da söylemek gerekir. Bu son açıklama, en
“önde görünen” politikacıların yetersizliğinin, niçin çok İzafî bir önem
taşıyor gibi göründüğünü kuşkusuz ortaya koymaktadır. Ama burada “İdarî
mekanizma” denilen mekanizmanın çarklarını parçalara ayırıp göstermek söz
konusu olmadığından, az önce sözünü ettiğimiz yanılsamayı sürdürmek için bu
yetersizliğin imkân sağladığını belirtmekle yetineceğiz: Gerçekten ancak bu
koşullarda, söz konusu politikacılar, bu görünümü vererek çoğunluktan çıkıyor
gibi görünebilir; çünkü hangi ko-
nuda görüşünü açıklamaya çağırılırsa
çağrılsın, çoğunluk her zaman bilgisiz insanlardan oluşur ve çoğunluğun sayısı
kararını, bilinçlice ve işin iç yüzünü bilerek verebilen insanların sayısından
kıyaslanamayacak kadar büyüktür.
Bu da bizi, yasayı çoğunluğun yapması
gerektiği düşüncesinin niçin temelden yanlış olduğunu doğrudan doğruya söylemeye
götürüyor. Çünkü bu düşünce, kaçınılmaz olarak, özellikle kuramsal da olsa ve
fiilî bir gerçeğe tekabül etmese de, bunun modern düşüncede nasıl yer ettiğini,
tekabül ettiği ve hiç olmazsa görünüşte tatmin ettiği eğilimlerinin neler
olduğunu açıklamak gerekmektedir. Bunun en belirgin kusuru ise az önce
belirttiğimiz kusurdur: Çoğunluğun fikri ancak yetersizliğin ifadesi olabilir;
nitekim yetersizlik de akıl noksanlığından ya da düpedüz tam bir bilgisizlikten
ileri gelir. Yeri gelmişken, “kolektif psikoloji”nin bazı gözlemleri söz konusu
edilebilir ve özellikle çok bilinen şu husus hatırlatılabilir: Bir kalabalıkta,
o kalabalığı meydana getiren bireyler arasında meydana gelen zihinsel
tepkilerin bütünü, ortalama bir düzeyde olmak şöyle dursun, en aşağı öğelerinin
düzeyinde olan bin çeşit bileşkenin oluşmasına yol açmaktadır. Öte yandan, bazı
modern filozofların “evrensel muvâfakat” dedikleri şeyi, sözümona “hakikatin
ölçütü” (criterium de la verite) hâline getirerek, çoğunluğun görüşünü
üste çıkaran “demokratik” kuramı nasıl entelektüel düzeye taşımak
istediklerini de belirtmek uygun olur: Hatta üzerinde bütün insanların
anlaştığı bir sorunun gerçekten var olduğu farz edilse bile, bu anlaşma kendi
başına hiçbir şey kanıtlayamaz. Fakat öte yandan, bu oy birliği gerçekten varsa
bile bu durum çok şüphelidir; çünkü, herhangi bir sorun hakkında hiçbir
düşüncesi olmayan ve hatta onu kendilerine hiçbir zaman sorun saymayan pek çok
insan vardır. Böyle bir oy
birliğinin var olduğunu saptamak
herhâlde olanaksızdır. Öyle ki, bir görüş lehine ve o görüşün doğruluğunun
göstergesi olarak ileri sürülen şey, yine sadece çoğunluğun muvâfaka- ti
olmaya indirgenmektedir ve hatta mekân ve zaman içinde zorunlu olarak çok
sınırlı bir ortamla yetinilse bile, durum yine değişmez. Bu alanda, kuramın
bir temelden yoksun olduğu daha açıkça görülmektedir; çünkü, aksine siyasal
alan söz konusu olunca, hemen hemen kaçınılmaz olarak işin içine giren
duygunun etkisinden kurtulmak bu alanda daha kolaydır. Bazı şeylerin kavranılıp
anlaşılmasında başlıca engellerden biri de bu etkidir; hatta bu kavrayışa
zahmetsizce ulaşmak için yeterli derecede, genişçe bir entelektüel kapasiteye
başka yoldan sahip olanlarda bile bu etki bir engeldir. Heyecana bağlı
duygular düşünceyi engeller. Siyasetin en adî ustalıklarından biri de bu
uzlaşmazlıktan çıkar sağlamaktır.
Fakat sorunu
biraz daha derinlemesine ele alalım: Modern hükümetlerin ileri sürdükleri ve
haklılık nedenlerini kendisinden çıkardıklarını iddia ettikleri bu çoğunluğun
yasası tam olarak nedir? Bu, sadece maddenin ve kaba kuvvetin yasasıdır; hatta
bu yasa gereğince, kendi ağırlığıyla sürüklenen bir kitle, geçtiği yerde önüne
çıkan her şeyi ezer geçer. “Demokrasi” kavramıyla “materyalizm/maddecilik”
arasındaki birleşme noktası işte tam buradadır; ayrıca burası aynı kavramın bugünkü
zihniyetle bu kadar sıkı biçimde senli benli olmasını da sağlamaktadır. Bu ise,
normal düzenin altüst olmasıdır; çünkü bu, çokluğun üstünlüğünün, gerçekten
sadece maddî dünyada mevcut olan üstünlüğün ilan edilmesidir.[29] Aksine manevî
âlemde,
kısacası evrensel alanda hiyerarşinin en üst noktasında tevhîd vardır; çünkü
her çokluk, kesinlikle bu tevhîd ilkesinden çıkar.[30] Ama ilke inkâr
edilirse ya da gözden ırak tutulursa, artık geriye sadece bizzat maddeyle
özdeşleşen saf çokluk kalır. Öte yandan, az önce ağırlıkla ilgili yaptığımız
hatırlatma, basit bir benzetmeden daha fazla şeyler ifade eder; çünkü gerçekte
ağırlık, kelimenin en olağan anlamıyla fizikî kuvvetler alanında, varlık için
gittikçe daralan bir sınır doğuran, aynı zamanda çokluk yönünde ilerleyen ve
burada gittikçe büyüyen bir yoğunlukla simgelenen inici ve basınç artırıcı
bir eğilimi temsil eder.[31] Modern çağın
başlangıcından beri, beşerî faaliyetin kendisine göre geliştiği yönü
belirleyen de gene bu eğilimdir. Belirtmek gerekir ki, hem bölünebilme hem de
sınırlanabilme gücüyle madde skolastik öğretinin “bireyleme ilkesi” (principe
d’individuation) dediği şeydir. Ayrıca bu, şimdi ortaya koyduğumuz
değerlendirmeleri yukarıda “bireycilik” konusunda söylediklerimize
bağlamaktadır. Az önce söz konusu edilen eğilimin “bireyselleştirici” eğilim
olduğu da söylenebilir. Yahudi-Hıristiyan geleneğinin, ilk tevhîd-
den ayrılan varlıkların “düşüşü” diye
belirttiği şey de bu eğilime göre gerçekleşir.[32] Çokluk kendi ilkesi dışında ele alınınca, -tabii bu şekilde
artık tevhîde de ulaşamaz- toplumsal düzeyde toplumu oluşturan bireylerin
sadece aritmetik toplamı gibi kabul edilen topluluktur. Bireylerden üstün
hiçbir ilkeye bağlı olmadığına göre, gerçekten de çokluk topluluktur. Bu
bakımdan topluluk yasası “demokrasi” düşüncesinin üzerinde temellendiği en
büyük çoğunluk yasasıdır.
layışa ait çeşitli eğilimler arasında
çatışmalar, anlaşmazlıklar varsa, bunlar bireycilikle bir başka şey arasında
değildir; fakat sadece bireyciliğin çok sayıdaki çeşitleri arasındadır; çünkü
bireycilik bu çeşitlere çok elverişlidir. Ayrıca, çokluğu gerçekten
birleştirebilecek bir ilke bulunamadığından, bu tür anlaşmazlıkların şimdiye
dek görülmemiş biçimde çağımızda daha yoğun ve daha ciddi olacağını anlamak da zor
değildir; çünkü kim bireycilik diyorsa zorunlu olarak bölünme diyor demektir.
Ayrıca, bu bölünme doğurduğu karmaşık durumla, tamamen maddeci bir uygarlığın
kaçınılmaz sonucudur; çünkü bölünme ve çokluğun asıl kökü bizzat maddedir.
Bunları söyledikten sonra, tek meşru
anlamında anlaşılan, elitin inkârı demek olan “demokratik” düşüncenin kaçınılmaz
sonucu üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor; “demokrasi”nin “aristokrasi”ye
karşıt olması boşuna değildir; çünkü aristokrasi kelimesi kesinlikle, en azından
etimolojik anlamıyla ele alındığı zaman, elitin iktidarını göstermektedir.
Elit, tanımından da anlaşılacağı gibi, ancak küçük bir grup olabilir; onun
sadece entelektüel üstünlükten gelen iktidarının, daha açıkçası otoritesinin
esas özelliği azınlığı çoğunluğa, hatta yukarıda da söylediğimiz gibi,
niteliği niceliğe, dolayısıyla eliti kitleye feda etmek demek olan, demokrasinin
dayandığı sayısal güçle hiçbir ortak yanı yoktur. Böylece, gerçek bir elitin
başlıca işlevi ve hatta varlığı bile, -çünkü elit var olduğu andan itibaren
zorunlu olarak bu işlevi yerine getirir- “eşitlikçi” anlayışa, yani her tür
hiyerarşinin inkârına sıkı sıkıya bağlı olan demokrasi ile temelden
bağdaşamaz: “Demokratik” düşüncenin temeliyse, herhangi bir bireyin bir başka bireyle
eşit tutulmasıdır; çünkü bireyler, sayısal bakımdan eşittir; aslında ancak
sayısal olarak eşit olabilirler, başka
türlü eşit olamazlar. Gerçek bir
elit, daha önce de söylediğimiz gibi, ancak entelektüel olabilir. Bu nedenle
“demokrasi”, ancak saf “entelektüalite”nin bulunmadığı yerde gerçekleşebilir;
tıpkı gerçekten modern dünyanın durumunda olduğu gibi. Ancak eşitlik gerçekte
imkânsız olduğundan ve herkesi aynı düzeye getirmek için harcanan tüm çabalara
rağmen, insanlar arasındaki farklılıkların pratikte ortadan kaldırılması
mümkün olmadığından, tuhaf bir mantıksızlıkla, tek gerçek elitin yerine
geçtiklerini iddia eden sahte elitler icat etme durumuna gelinmektedir. Bu
sahte elitler, büyük ölçüde İzafî ve olağan olan ve daima saf maddî alandaki
bazı üstünlüklerinin kabul edilmesi üzerine yükselir. Bugünkü durumda, en
önemli toplumsal farkın servete, yani tamamen haricî ve salt niceliksel
düzeydeki bir üstünlüğe dayanan bir fark olduğu, dikkat edilirse kolayca fark
edilebilir. Kısacası bu fark, “de- mokrasi”yle bağdaşabilen tek farktır; çünkü
bu da aynı görüş açısından doğmaktadır. Üstelik şunu da ilave edelim ki günümüzde,
bu duruma kendilerini hasım gösteren kimseler bile, hiçbir üstün ilkeyi söz
konusu etmediklerinden ötürü, hep aynı yönde gittikleri için, her ne kadar bu
durumları daha da artırma tehlikeleri olmasa da, böyle bir kargaşaya etkin bir
şekilde çare bulacak durumda da değildir. Yukarıda söylediğimiz gibi, nasıl
ki bireyciliğin çeşitleri arasında bir kavga oluyorsa, “eşitlikçi” eğilimi az
ya da çok vurgulayan “demokra- si”nin çeşitleri arasında da olmaktadır; nitekim
her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.
Bu birkaç düşünce, çağdaş dünyanın
toplumsal durumunu belirtmek ve aynı zamanda öteki alanlarda olduğu kadar bu
alanda da kargaşadan kurtulmanın sadece tek bir yolu olduğunu göstermek için
bize yeterli görünüyor. Bu yol şudur:
Entelektüalitenin yeniden
canlandırılması ve bunun sonucunda yeniden bir elitin oluşmasıdır. Şimdilik
Batı’da böyle bir elite yok gözüyle bakılmalıdır; çünkü bu ad, adeta yalnızca
gelişmemiş imkânları temsil eden, toplumdan uzaklaşmış ve bağlantısız kimselere
verilemez. Gerçekten bu kimselerin genellikle kendilerini modern düşünceye
karşı tepki göstermeye iten eğilim ve özlemleri vardır kuşkusuz; fakat
etkileri fiilî olarak kendini göstermez; onlarda eksik olan husus, gerçek
bilgi ve birdenbire elde edilemeyen geleneksel verilerdir. Kendi başına
bırakılan bir akıl (intelligence), özellikle her bakımdan böylesine
elverişsiz koşullarda, bu verilerin yerini ancak çok kötü bir biçimde ve çok
zayıf bir ölçüde tutar. Dolayısıyla, ilke ve öğretisel yönetim yokluğundan,
geriye dağınık ve çoğu kez yolunu şaşıran çabalar kalıyor: Denilebilir ki modern
dünya, kendi dağılmasıyla kendini savunmaktadır; hatta hasımları bile
kendilerini bu dağılmadan kurtaramamak- tadır. Bu hasımlar, modern düşüncenin
apaçık bir başarı sahibi olduğu “din dışı” alanda kaldıkları sürece, durum böyle
olacaktır; çünkü, modern düşüncenin biricik alanı bu alandır. Nitekim hasımlar
bu alanda kalırlarsa, her şeye rağmen, bu düşüncenin onlar üzerinde çok
kuvvetli bir etkisi olacaktır. Bu nedenle, kuşku götürmez bir iyi niyetle
canlanan bunca insan, işe mutlaka ilkelerden başlamak gerektiğini anlayamamakta
ve güçlerini, bu koşullarda gerçek ya da kalıcı hiçbir şeyin yapılamayacağı
İzafî, toplumsal ya da daha başka şu ya da bu alanda boşa harcamakta inat
etmektedir. Oysa gerçek elit, ne doğrudan doğruya bu alanlara girer, ne de
haricî bir eyleme karışır; elit her şeyi, avamın anlayamayacağı bir etkiyle
yönetir. Bu etki ne kadar derinse, o kadar az görünür. Yukarıda sözünü
ettiğimiz ve bununla birlikte hiçbir gerçek entelektüaliteyi gerektirmeyen
telkinlerin gücü düşünülürse,
kendi mahiyeti gereği çok gizli bir
biçimde etkin olacağı ve kaynağını saf entelektüaliteden alacağı için,
yukarıdaki etki gibi bir etkinin gücünün ne olacağını kolayca tahmin edebiliriz.
Bu güç, çokluğun doğurduğu bölünmeyle ve yalan ya da yanılsama olan her şeyin
içerdiği zayıflıkla azalmak bir yana, aksine ilkesel birlik içindeki
yoğunlaşmayla daha da yoğunlaşacak ve hatta hakikatin gücüyle özdeşleşecektir.
*
YEDİNCİ BÖLÜM
B |
ize öyle geliyor ki, buraya kadar incelediğimiz konulardan
şu sonuç çıkıyor: Modern Batı uygarlığının sadece maddî bir uygarlık olduğunu
söylemekte Doğulular tamamen haklıdırlar: Batı uygarlığı salt bu yönde
gelişmiştir ve hangi bakış açısından ele alınırsa alınsın, bu maddîleştirme-
nin az ya da çok doğrudan sonuçları karşısında buluruz kendimizi. Bununla
birlikte, bu konuda söylediklerimizi tamamlamamız ve her şeyden önce
“materyalizm”/maddecilik gibi bir kelimenin hangi farklı anlamlarda
kullanıldığını açıklamamız gerekiyor; çünkü, bu kelimeyi çağdaş dünyayı belirtmek
için kullanırsak, kendilerinin çok “modern” olduklarını iddia ettikleri hâlde,
hiç de “maddeci” olmadıklarına inanan bazı kişiler buna karşı çıkacaklar ve
bunun gerçek bir iftira olduğunu sanacaklardır. O hâlde bu konuda meydana gelebilecek
bütün yanlış anlamaları önceden gidermek için bir açıklama gerekiyor.
“Materyalizm"/maddecilik
kelimesinin ancak 18. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanması oldukça
manidardır. Bu kelime filozof Berkeley tarafından icat edilmiştir. O, bu kelimeyi,
maddenin gerçek varlığını kabul eden her kuramı belirtmek için kullanmıştır.
Burada maddenin varlığı meselesi söz konusu değildir; bunu söylemeye bile
gerek duymuyoruz. Daha sonraları aynı kelime çok sınırlı bir anlam kazanmıştır;
o zamandan beri de bu sınırlı anlamı korumuştur: Bu kelime belli bir kavramı
nitelemiştir. Bu kavrama göre, madde ve maddeden doğan şeylerden başka hiçbir
şey mevcut değildir. Böyle bir kavramın yeni olduğunu belirtmek yerinde olur.
Gerçek şu ki bu kavram, özü itibariyle modern düşünüşün bir ürünüdür;
dolayısıyla modern düşünüşe özgü eğilimlerin en azından bir kısmına tekabül
eder.[33] Ama biz burada
“materya- lizm”den/maddecilikten, çok daha geniş ama çok net olarak, özellikle
başka bir anlamda söz etme niyetindeyiz: O zaman bu kelimenin düşündürdüğü şey,
bir kafa yapısıdır; biraz önce tanımladığımız anlayış, öteki birçok anlayış
arasından sadece biridir. Bu düşünce yapısı kendi başına her tür felsefî kuramdan
bağımsızdır. Bu kafa yapısı, az ya da çok bilinçli olarak maddî alana ait
şeylere ve onunla ilgili zihinsel uğraşlara üstünlük vermekten ibaret olan
kafa yapısıdır; bu zihinsel uğraşlar ister belli bir görünüşte olsun, isterse
tamamen uygulama niteliğinde olsun. Nitekim çağdaşlarımızın büyük çoğunluğunun
zihniyetinin de bu olduğu cidden inkâr edilemez.
Son yüzyıllarda gelişen “din dışı”
bilimin tümü, sadece algılanabilen âlemin incelenmesidir. Bu inceleme salt bu
alanı kapsamaktadır ve bu incelemenin yöntemleri de sadece bu alana
uygulanabilmektedir. Oysa öteki yöntemler dışta tutulup sadece bu yöntemler
“bilimsel” olarak ilân edilmişlerdir; bu da maddî şeylerle ilgili olmayan her
bilimi inkar etmek anlamına gelmektedir. Böyle düşünenler ve hatta kendilerini
özellikle söz konusu bilimlere adayanlar arasında, kendilerinin “maddeci”
olduklarının açıklanmasını ve bu adı taşıyan felsefî kurama katılmasını
reddeden çok insan vardır; hatta samimi olarak bir dinî inancı benimsediklerini
seve seve söyleyenler bile olmuştur. Ama onların “bilimsel” tavırları, kesinkes
maddeci olanların tavırlarından önemli ölçüde farklı değildir. Dinsel açıdan,
modern bilimin tanrıtanımaz olarak mı yoksa maddeci olarak mı açıklanması
gerektiği sorunu sık sık tartışılmış ve çoğunlukla da bu sorun yanlış biçimde
ele alınmıştır. Bu bilimin kesinlikle ateizm ya da materyalizm/mad- decilik
taraftarı olduğunu açıkça söylemeyeceği ve şu ya da bu filozofun yaptığı gibi,
bazı şeyler hakkında şeklî bir inkârla karar vermeksizin, taraf tutmayı
bilmediğini söylemekle yetineceği çok açıktır. Öyleyse bu bilimle ilgili
olarak, pratik maddecilik diye aktarabileceğimiz fiilî bir maddecilikten söz
edebiliriz. Ama bunun zararı belki daha da ciddidir; çünkü bu zarar daha derin,
daha yaygındır. Felsefî bir tavır, filozofluğu “meslek” edinmiş bir insanda
bile çok yüzeysel olabilir. Üstelik inkâr karşısında gerileyen, ama tam bir
ilgisizliğe de razı olan insanlar vardır ve en korkuncu da bu ilgisizliktir;
çünkü bir şeyi inkâr etmek için de, ne denli az olursa olsun, yine o şey
üzerinde düşünmek gerekir. Oysaki burada, hiçbir şekilde artık onu düşünmeme
sonucuna varılıyor. Sadece maddeyle ilgilenen bir bilim kendini olabilecek tek
bilimmiş gibi su-
narsa, insanlar da bu bilim dışında
geçerli hiçbir bilginin olamayacağını tartışılmaz bir gerçek gibi kabul etmeye
alışmışlarsa, onlara verilen bütün eğitim, bu bilimin, tam anlamıyla
“bilimcilik”in (scientisme) hurafesiyle o insanların kafalarını
doldurursa, bu insanlar pratikte nasıl maddeci olmasınlar? Yani tüm zihinsel uğraşılarını
nasıl madde yönüne çevirmesinler?
Modernlere göre, görülebilen ve
dokunulabilen şeyler dışında hiçbir şey var görünmüyor ya da en azından,
bunlar dışında bir başka şeyin var olabileceğini kuramsal olarak kabul etseler
bile, onu sadece bilinmeyen olarak değil, aynı zamanda “bilinemez” diye ilan
etmekte acele ederler. Tabii bu anlayış onlarla uğraşmalarını engeller.
Bununla birlikte, her ne kadar bir “öte dünya” düşüncesi edinmeye çalışanlar
varsa da, buna ancak muhayyilelerinde yer verdikleri için, öte dünyayı, bu
dünya modeline göre düşünmektedirler ve zaman, mekân ve hatta bir tür
“cismânîlik” (corporeite) dahil olmak üzere, bu dünyaya özgü olan hayat
şartlarını oraya taşımaktadırlar. Başka bir yerde, ruh çağırmayla ilgili
düşünceler konusunda, kaba bir şekilde maddileştirilmiş bu tür tasarımlardan
özellikle çarpıcı örnekler verdik. Ama o örneklerde, her ne kadar bu
özelliğin karikatürize edilecek kadar abartıldığı aşırı bir durum varsa da,
spiritizm* ve az ya da çok ona benzeyen cemaatlerin bu tür şeyleri tekellerine
aldıklarını sanmak bir hata olur. Üstelik çok genel bir biçimde, muhayyilenin
hiçbir şey bulamayacağı ve normal olarak kendisine yasaklanmış ol-
Ölülerin ruhlarının, maddî fakat
gayet ince bir cismi muhafaza ederek bakî bir hayat sürdüklerini, maddî
şahsiyete sahip olduklarını, bunların alelade gözlerle görülemiyeceğini, ancak
yaşayan kimselerle bazı hallerde ve bilhassa medyumlar vasıtasiyle münasebette
bulunabileceklerini kabul eden meslek.
ması gereken alanlara girmesi de,
modern Batıkların algılanabilen âlemin üstüne yükselme konusundaki
yetersizliklerini çok açıkça gösteren bir olaydır. Çoğu kimse “kavramak”la
“tahayyül etmek” arasındaki farkı bilmiyor; hatta Kant gibi filozoflar,
tasarıma elverişli olmayan her şeye “kavranamaz” ya da “düşünülemez” diyecek
kadar ileri gittiler. Bu yüzden “spiritüalizm” ya da “idealizm” denilen şeyler
de çoğu kez konum değiştirmiş bir tür maddecilikten başka bir şey değildir. Bu
söylediğimiz sadece “neo spiritüalizm” adı altında belirttiğimiz akım için
değil, fakat aynı zamanda kendini materyalizmin karşıtı olarak gören felsefî
spiritüalizm için de doğrudur. Doğrusunu söylemek gerekirse, felsefî anlamda
anlaşılan spiritüalizm ve materyalizm (ruhçuluk ve maddecilik) biri olmadan
öteki anlaşılamaz: Açıkçası bunlar, Kartezyen düaliz- minin iki yarısıdır;
onların temel ayrılıkları bir tür karşıtlığa (antagonisme)
dönüştürülmüştür ve o zamandan beri, bütün felsefe bu iki terim arasında gidip
gelmekte ve bunları aşama- maktadır. Adı öyle olmasına rağmen, spiritüalizmin
maneviyatla (spiritualite) hiçbir ortak yanı yoktur; bunun materyaliz-
m/maddecilik ile olan tartışması, üstün bir görüş açısına ulaşanları ve bu
karşıtlıkların, aslında, hemen hemen birbirinin eş değeri olduğunu görenleri, ancak
tamamen ilgisiz bırakabilir; onların pek çok noktadaki sözümona karşıtlığı,
bayağı bir laf tartışmasına indirgenmektedir.
Modernler genellikle ölçülen,
hesaplanan ve tartılan şeyleri, yani kısacası maddî şeyleri kapsayan bilimin
dışında başka bir bilimi kavrayamazlar; çünkü niceliksel (quantitatif)
görüş açısı ancak bunlara uygulanabilmektedir. Niteliği niceliğe indirgeme
iddiası, modern bilimin en belirgin özelliğidir. Bu yönde öyle bir noktaya
gelindi ki, ölçünün sokulmasının
mümkün olmadığı yerde, gerçek anlamda
bilimin de mevcut olmadığına ve niceliksel ilişkileri açıklayan bilimsel
yasalardan başka yasaların bulunmadığına inanıldı. Descartes “mekanikçilik”!
bu eğilimin başlangıcı oldu. Kartezyen fiziğinin başarısızlığına rağmen, bu
eğilim o zamandan beri hep artmıştır; çünkü o belli bir kurama değil, genel bir
bilimsel bilgi kavramına bağlanmıştır. Bugün ölçü, mahiyeti gereği belli bir
ölçüye gelmeyen psikolojik alana bile uygulanmak isteniyor. Sonunda ölçme
imkânının sadece maddeye bağlı bir özelliğe dayandığı anlaşılmaz hâle geliyor.
Bu özelliğin var olan her şeyi kapsadığı düşünülmedikçe, bu ölçme işi maddenin
sınırsız bö- lünebilme özelliğidir. Bu da her şeyi maddileştirme anlamına
gelir. Daha önce söylediğimiz gibi, bölünmenin ve saf çokluğun kaynağı
maddedir. Nicelik bakış açısına mal edilen ve daha önce gösterdiğimiz gibi,
toplumsal alana varıncaya kadar her yerde bulunan bu üstünlük, zorunlu olarak
felsefî materyalizme bağlı olmasa da, yukarıda belirttiğimiz anlamda materyalizmden
kaynaklanmaktadır; nitekim bu üstünlük, modern düşünce eğilimlerinin gelişimi
içinde hep önde gitmiştir. Niteliği niceliğe indirgemek istemenin gayri meşru
olduğu konusu üzerinde ve az ya da çok “mekanist” biçime bağlanan tüm açıklama
girişimlerinin yetersiz olduğu konusu üzerinde fazla durmayacağız; amacımız bu
değil. Bu bakımdan, sadece duyularla algılanabilen düzende/âlem-i mahsûsâtta (ordre
sensible) bile, bu tür bir bilimin gerçekle/realiteyle çok az bir ilişkisi
olduğunu belirteceğiz; öyle ki bu realitenin en önemli kısmı zorunlu olarak bu
bilimin dışında kalmaktadır.
“Realite” konusunda, pek çok kimsenin
gözünden kaçabilen, ama sözünü ettiğimiz kafa yapısının bir göstergesi olarak
çok dikkat edilmesi gereken bir başka olgudan söz etme nok-
tasına gelmiş bulunuyoruz: Bu realite
adı, günlük kullanımda, salt algılanabilen realiteyle ilgili olarak
kullanılmaktadır. Dil bir toplumun ve bir çağın zihniyetinin ifadesi olduğu
için, bu sözcüğü böyle kullananlar için, bundan, duyuların içine girmeyen her
şeyin “irreel”, yani gerçek dışı, yani bir yanılsama ve hatta hiç var olmadığı
sonucunu çıkarmak gerekiyor; belki de onlar açıkça bunun bilincinde
olmayabilirler, ama bu olumsuz inanç yine de onların kalplerinde iyice yer
etmiştir. Ayrıca her ne kadar onlar aksini iddia etseler bile, şundan emin
olabiliriz ki, bunun farkına varmamalarına rağmen, bu olumsuz kanaat onlar
nezdinde ancak çok haricî bir şeyin karşılığı olarak durmaktadır; her ne kadar
bu kanaat tamamen sözlü olarak ifade edilmese de durum yine aynıdır. Eğer bunda
bir abartma yaptığımız sanısına varılacak olursa, sadece çoğu insanların sözde
dinî inançlarının nelere indirgendiğini görmek gerekecektir: Bunlar, hiçbir
zaman kendilerine mal edemedikleri ve hiçbir zaman üzerinde en ufak bir şekilde
kafa yormadıkları, ama belleklerinde tuttukları, okulda öğrenilen ve tamamen
bir teyp gibi ezberlenen bilgilerdir. Herkes gibi onlar da bu bilgileri fırsat
oldukça tekrarlayıp dururlar; çünkü onlar belli bir biçimciliğin birer
parçasıdır; işte, onların din adı altında anlayabildikleri her şey budur.
Dinin bu şekilde “asgarîye indirgenmesi”nden daha önce söz ettik; söz konusu
“lafazanlık” (verbalisme) da dini bu şekilde asgarîye indirgemenin son
basamaklarından birini temsil eder. Sözde “inananlar”ın pratik maddecilik
konusunda “inanmayanlar”dan hiçbir hususta geri kalmadıklarını, dini asgarîye
indirgeme işi açıkça göstermektedir. İleride yine bu konuya döneceğiz; ama daha
önce, modern bilimin maddeci özelliğiyle ilgili değerlendirmeleri bitirmemiz
gerekiyor. Çünkü bu sorun, değişik açılardan ele alınması gereken bir
sorundur.
Daha önce de belirtmiş olmamıza
rağmen, modern bilimlerin, çıkar gütmeyen nesnel bir bilgi özelliği
taşımadığını ve onların nazarî değerlerine inananlar için bile bu bilginin, tamamen
pratik çıkarları gizleyen, ama aynı zamanda sahte bir entelektüalite
yanılsamasını da muhafaza eden bir maske olduğunu hatırlatmamız gerekiyor.
Bizzat Descartes, fiziği kurarken bundan özellikle bir mekanik, bir tıp ve bir
ahlâk sistemi çıkarmayı düşünüyordu. Ama Anglo-Sakson deneyciliğinin (empirisme
anglo-saxon) yayılmasıyla iş tamamen değişti. Üstelik halkın gözünde
bilime saygınlık kazandıran husus, gerçekleşmeleri için bilimin olanak
sağladığı pratik sonuçlardır sadece. Çünkü burada da görülebilen şeyler söz
konusudur. “Pragmatizm”in, bütün modern felsefenin ulaştığı en son sonuç
olduğunu ve felsefenin çöküşünde son aşamayı belirttiğini söylemiştik. Ama
felsefenin dışında da, çok uzun bir süredir dağınık ve sistemleştirilmemiş bir
“pragmatizm” vardır; pratik materyalizm, teorik materyalizm için ne ise, avamın
“sağduyu” (bon sens) dediği şeyle karıştırılan bu pragmatizm de felsefî
pragmatizm için odur. Hemen hemen içgüdüsel olan bu pragmatizm, nitekim
maddeci eğilimden hiç ayrılmaz: “Sağduyu” dünyevî ufku aşamamaktan ve aynı
zamanda hemen pratik yarar sağlamayacak şeylerle uğraşmamaktan ibarettir;
sağduyu için özellikle duyulabilen dünya “gerçek”tir ve duyulardan gelmeyen
bilgi yok kabul edilir; sadece duyulardan gelen bilgi bilgidir. Yine sağduyu
için, bu sınırlı bilgi ancak maddî ihtiyaçları ve bazen de belli bir
duygusallığı tatmin edebildiği ölçüde değer kazanır; çünkü çağdaş “ahlâkçıhk”a
aykırı düşmek pahasına da olsa, duygunun gerçekte maddeye çok yakın olduğunu
açıkça söylemek gerekir. Bütün bunlarda, pratik amaçların
gerçekleştirilebilmesine yardımcı olmanın ve sadece insan tekinin en bayağı ve
bedensel yanının isteklerine
boyun eğmiş basit bir alet ya da
Bergson’un ilginç bir ifadesiyle “aletler yapan bir alet” olmanın dışında,
akla (intelligence) hiçbir yer kalmıyor; dolayısıyla bütün biçimleriyle
“pragmatizm” demek, hakikat konusunda tam bir bilgisizlik demektir.
Bu koşullarda sanayi, artık sadece
bilimin bir uygulaması değildir; öyle olsaydı, bilim kendi içinde tamamen
uygulamadan bağımsız olması gerekirdi. Oysa sanayi, bilimin varlık sebebi ve
ispatı gibi bir şey oluyor; öyle ki burada da normal ilişkiler altüst
olmaktadır. Modern dünyanın kendi tarzında bilim yaptığını iddia ettiği
zamanlarda bile, tüm güçlerini yoğunlaştırması gerçekte, sanayi ve
“makineleşme”nin geliştirilmesinden başka hiçbir şey için değildir: Böylece
maddeye hâkim olmak ve onu kendi kullanımlarına tâbi kılmak isterken, başta da
dediğimiz gibi, ancak onun kölesi olabildiler: Sadece entelektüel tutkularını
-eğer bu kelimeyi böyle bir durumda kullanmaya izin varsa- makineler icat ve
inşa ederek sınırlandırmakla kalmadılar, fakat aynı zamanda sonunda kendileri
de gerçekten bizzat makine oldular. Gerçekten “iş bölümü” adı altında kimi sosyologlarca
her ne kadar övülse de, “uzmanlaşma” yalnızca bilginlere değil, fakat aynı
zamanda teknisyenlere ve hatta işçilere de benimsetilmiştir. Ve tabii işçiler
için, her tür zihinsel faaliyet böylece imkânsız kılınmıştır. Eskinin
zanaatkârlarından çok farklı olarak, artık işçiler sadece makinelerin kölesi
oldular; âdeta makinelerle bir bütün hâline geldiler. En küçük bir zaman
kaybını önlemek için, tamamen mekanik bir tarzda, her zaman aynı olan ve aynı
tarzda yapılan, birtakım belirli hareketleri durmadan tekrarlamak
zorundadırlar. “Ilerleme”nin en yüksek aşamasının temsilcisi gibi görünen
Amerikan yöntemleri en azından böyle istiyor. Gerçekten, sadece mümkün olduğu
kadar çok fazla üretmek
söz konusudur. Niteliğe o kadar önem
vermiyorlar; önemli olan yalnızca nicelik! Başka alanlarda yaptığımız aynı
gözleme bir kez daha dönüyoruz: Modern uygarlık gerçekten niceliksel uygarlık
diyebileceğimiz bir uygarlıktır. Bu da, onun maddî bir uygarlık olduğunu
söylemenin bir başka biçimi demektir.
Bu gerçeğin doğruluğuna daha çok
inanmak istenirse, bugün ekonomik nitelikli öğelerin, bireylerin yaşamında
olduğu kadar toplumların yaşamında da oynadıkları önemli role bakmak gerekir.
Sanayi, ticaret, maliye, öyle görünüyor ki sadece bunlar önemli! Bu husus daha
önce de belirttiğimiz ve bugün sürüp giden tek toplumsal farkın maddî zenginliğe
dayanan fark olduğu hususuyla uyuşuyor. Yine öyle görünüyor ki malî güç bütün
siyasete hâkim durumda ve ticarî rekabet toplumlar arasındaki ilişkilerde
önemli derecede etkili olmaktadır; belki bu sadece bir görünüştür ve bunlar
gerçek nedenler olmaktan çok, basit eylem araçlarıdır; ama böyle araçların
seçimi, bu araçların kendisine uygun geldiği çağın özelliğini de çok iyi
yansıtmaktadır. Nitekim çağdaşlarımız, ekonomik koşulların tarihsel olayların
neredeyse biricik etkeni olduğu inancını taşımakta ve bunun hep böyle olageldiğini
düşünmektedirler. Hatta bu anlamda her şeyi salt bununla açıklamak isteyen ve
“tarihsel materyalizm” diye anlamlı bir adı olan bir kuram icat etmeye kadar
gidilmiştir. Yine burada, yukarıda değindiğimiz telkinlerden birinin etkisini
görmekteyiz: Bu telkinler etkilidir; çünkü genel zihniyetin eğilimlerine
tekabül etmektedir. Bu telkinin sonucu ise, toplumsal alanda meydana gelen
hemen her şeyi sonuçta gerçekten ekonomik imkânların belirlemiş olmasıdır.
Kuşkusuz kitleler her zaman şu ya da bu tarzda güdülmüştür; ayrıca denilebilir
ki onun tarihî rolü özellikle istenen yere sürüklenebi-
lir olmasıdır; çünkü o, sadece
edilgen bir öğedir. Aristocu bir anlamda, sadece bir “madde”dir. Ama bugün, -bu
kez kelimenin normal anlamında- kitleyi yönetmek için sadece maddî imkanlara
sahip olmak yeterlidir; bu da çağımızın ne denli alçaldığını çok iyi
göstermektedir. Aynı zamanda bugün kitleler, başkaları tarafından
yönetilmediklerine, kendiliğinden hareket ettiklerine ve kendi kendilerini
yönettiklerine inandırılmaktadır. Buna inanmaları akılsızlıklarının nereye
kadar varabileceğini göstermektedir.
Ekonomik etkenlerden söz etme
noktasına gelmişken, bu konuda çok yaygın bir yanılsamayı belirtmek için bundan
yararlanacağız. Bu yanılsama ticarî mübadeleler alanında kurulan ilişkilerin
bir yakınlaşmaya ve toplumlar arasında bir anlaşmaya vesile olabileceğini
düşünmekten ibarettir. Oysaki gerçekte bu ilişkiler tam tersi bir sonuç
doğurmaktadır. Daha önce de birçok kez söylediğimiz gibi, madde özü itibariyle
çokluk ve bölünmedir; dolayısıyla kavga ve anlaşmazlık kaynağıdır; ister
toplumlar ister bireyler söz konusu olsun, ekonomik alan sadece çıkar rekabetlerinin
alanıdır ve ancak öyle olabilir. Özellikle Batı, Doğu’yla bir anlaşma zemini
bulmak için, ne sanayie ne de onun ayrılmaz bir parçası olan modern bilime
güvenmelidir. Eğer Doğulular bu sanayii can sıkıcı ve zaten geçici bir
gereklilik olarak kabul edecek olurlarsa -çünkü onlar için sanayi daha fazla
bir şey olamaz-, onu ancak Batı istilâsına karşı direnmelerini ve kendi öz
varlıklarını korumalarını sağlayan bir silah olarak kabul edeceklerdir. Bunun
başka türlü olamayacağının bilinmesi çok önemlidir: Batı karşısında ekonomik
bir rekabete girişmek zorunda kalan Doğulular, bu tür etkinliklere karşı
duydukları tiksintiye rağmen, bunu ancak tek bir amaçla yapabilirler: Bu da
sade-
ce kaba kuvvete, yani sanayinin
kesinlikle emrine aldığı maddî güce dayanan yabancı egemenliğinden kurtulmak
amacı için olabilir. Şiddet şiddeti doğurur; ama kabul etmek gerekir ki, bu
alanda kavgayı başlatacak olanlar kesinlikle Doğulular olmayacaktır.
Üstelik Doğu-Batı ilişkileri sorunu
dışında, endüstriyel gelişmenin en önemli sonuçlarından birinin de savaş
aletlerinin sürekli geliştirilip mükemmelleştirilmesi ve tahrip güçlerinin
korkunç boyutlarda artması olduğunu saptamak çok kolaydır. Yalnızca bu bile,
bazı modern “ilerleme” hayranlarının “barışçı” hayallerini yok etmeye yeter;
ama hayalciler ve “idealistler” yola getirilemez; ayrıca onların saflıklarının
bir sınırı yok gibi görünmektedir. Şu sıralarda çok moda olan “insa-
niyetçilik”/“hümanitarizm”[34]
kesinlikle ciddiye alınmaya değmez; ama bu çağda savaşlara son vermekten bu
kadar çok söz edilmesi çok garip! Çünkü bu çağda savaşlar, bu çağa gelinceye
kadar yaptıkları tahriplerden çok daha fazla tahriplere yol açmaktadır. Bunun
nedeni de sadece tahrip araçlarının çokluğu değil, ama aynı zamanda savaşların
çok az sayıda ve yalnızca mesleği askerlik olan ordular arasında olmayıp,
bunun yerine, böyle bir görevi yerine getirmek için, en niteliksizler de dahil,
tüm bireyleri ayrım gözetmeden birbirlerine saldırt- malarıdır. Yine burada
modern kargaşanın çarpıcı bir örneğini görmekteyiz: “Silahlı ulus”
düşüncesinin, çok az istisnasıyla herkese benimsetebildiği, “kitleleri silah
altına alma”nın ya da “genel bir seferberlik” ilanının çok doğal bir şey olarak
kabul edilmesi noktasına varmış olmak, bu konuyu irdelemek
isteyen biri için inanılmaz bir
şeydir. Burada da sadece sayıların gücüne inanmanın bir sonucunu
görebiliyoruz: Çok sayıda savaşçı kitlelerini harekete geçirmek, modern
uygarlığın niceliksel özelliğine uygundur; aynı zamanda “zorunlu eğitim” ve
“kamu oylaması” kurumlarında olduğu gibi, burada da “eşitlikçilik” (egalitarism)*
düşüncesi kendi çıkarını bulmaktadır. Şunu da ekleyelim, genelleştirilen bu
savaşlar ancak özellikle bir başka modern olguyla mümkün kılınmışlardır: Bu olgu
da bir yandan feodal rejimin yıkılması, öte yandan Ortaçağ “Hıristiyanlık”ının
üstün birliğinin aynı döneme rastlayan bozulması sonucu “uluslar”ın oluşumudur.
Bizi çok uzaklara götürecek değerlendirmelerle oyalanmadan şunu da belirtelim:
Normal olarak etkili bir hakemlik icra edebilen manevî bir otoritenin
tanınmaması tehlikeyi daha da artırıcı bir durumdur; çünkü manevî bir otorite,
tabiatı gereği siyasal nitelikli bütün çatışmaların üstündedir. Manevî
otoritenin inkarı yine pratik materyalizmdir. İlke olarak böyle bir otoriteyi
tanıdıklarını iddia edenler bile aslında bu otoritenin gerçek etkisini ve
toplumsal alanda devreye girecek olan tüm gücünü inkâr ederler; tıpkı din ile
günlük yaşamdaki bayağı uğraşları arasına tam anlamıyla su geçirmez bir engel
koydukları gibi. İster toplum hayatı, ister kişinin özel hayatı söz konusu olsun,
her ikisinde de aynı kafa yapısı kendini göstermektedir.
Diyelim ki, maddî kalkınmanın bazı
yararları var; nitekim çok İzafî bir görüş açısından öyledir; ama yukarıda
değindiğimiz gibi, sonuçlar göz önüne alınınca zararlarının yanında bu
yararların geride kalıp kalmadığı sorulabilir. Salt bu gelişmeye feda edilen
ve son derece değerli olan şeylerden söz etmiyoruz; unutulmuş üstün
bilgilerden, tahrip edilmiş entelek- tüaliteden, kaybolmuş maneviyattan da söz
etmiyoruz. Sadece modern uygarlığı kendi içinde ele alıyoruz ve diyoruz ki, yararlarıyla
meydana getirdiği zararları yan yana konulursa, sonuç çok olumsuz olacaktır.
Günümüzde sürekli artan bir hızla çoğalarak ilerleyen buluşlar çok
tehlikelidir; çünkü bu buluşlar, gerçek mahiyeti kullananlarca bile hiç
bilinmeyen güçleri ortaya koymaktadır. Bu bilgisizlik, açıklayıcı değer bakımından,
bilgi olarak, hatta sadece fiziksel alanla sınırlı bir bilgi olarak, modern
bilimin hiçliğinin en güzel kanıtıdır. Aynı zamanda pratik uygulamaların bu
yüzden kesinlikle engellenmemesi gerçeği de göstermektedir ki, bu bilim sadece
çıkarcı bir yöne yöneltilmiştir ve bu bilimin bütün araştırmalarının tek
gerçek amacı, sanayidir. Bu buluşların tehlikesi, hatta özellikle insanlığın
zararına yönelik olmayan, bununla birlikte kuşkulanılmayan karışıklıklar bir
yana, yeryüzü çevresinde pek çok felâkete neden olan buluşların tehlikesi ise;
kuşkusuz belirtilmesi güç oranlarda artacağı için, eğer hâlâ vakit varken bu
yolda durması mümkün olmazsa modern dünyanın, belki de bu yüzden kendi kendini
yıkacak bir noktaya varacağını düşünmek mümkündür.
Ama modern buluşlarla ilgili olarak,
tehlikeli yönleri nedeniyle zorunlu olan önlemleri almak yeterli değildir.
Daha da ileri gitmek gerekir: Adına “ilerleme” demenin kararlaştırıldığı ve
sadece maddî bir gelişmenin söz konusu olduğunun be-
lirtilmesine özen gösterilirse, böyle
denilmesine gerçekten rıza gösterilebilecek şeyin sözümona “yararlan”, evet bu
kadar övülen bu “yararlar” büyük ölçüde aldatıcı değil midir? Çağımızın
insanları böylece “rahat”larının arttığını iddia ediyorlar; biz kendi
payımıza, bu şekilde edindikleri bir amacın, gerçekten erişilmiş bir amaç da
olsa, bunca çabayı ona harcamaya değmeyeceğini düşünüyoruz. Fakat üstelik bu
amaca erişildiği hususu çok tartışma götürür gibi geliyor bize. Her şeyden önce,
tüm insanların aynı zevki ve aynı gereksinimleri duymadığı gerçeğini ve her
şeye rağmen modern telaştan, sürat çılgınlığından kaçıp kurtulmak isteyen ve
fakat bunu artık başaramayan insanların da bulunduğu gerçeğini hesaba katmak
gerekir. Acaba onlar için, mizaçlarına en çok ters düşen bir şeyi onlara
benimsetmenin bir “lütuf” olduğunu cesaretle savunabilecek miyiz? Bu
insanların bugün için çok az olduğunu söyleyecekler ve böylece onları önemsiz
bir miktar insan olarak görmeye başlayacaklardır. Siyasal alanda olduğu gibi,
burada da çoğunluk kendinde azınlığı ezme hakkını görmektedir; çoğunluğun
gözünde azınlığın var olmaya hakkı yoktur. Çünkü azınlığın varlığı bile
tekbiçimciliğin (uniformite) eşitlikçi saplantısına ters düşmektedir.
Ama Batı dünyasıyla yetinmek yerine, insanlığın bütünü göz önüne alınırsa,
meselenin görünümü değişir: Az önceki çoğunluk, o zaman azınlığa dönüşmez mi?
Onun için, bu durumda ileri sürülen aynı kanıt değildir. Bu kez garip bir
çelişkiyle, bu “eşitlikçiler” kendi üstünlükleri adına kendi uygarlıklarını
dünyanın geriye kalan kısmına benimsetmek istemektedirler. Ayrıca bu
“üstünlük” sadece maddî açıdan olduğu için, en kaba vasıtalarla benimsetilmesi
çok doğaldır. Nitekim bu konuda yanılgıya düşülmesin: Her ne kadar çoğunluk,
bu “uygarlık” bahanelerini iyi niyetle kabul etse de, bazıları için bunlar
basit bir “ahlâkçı” ikiyüzlülüktür; ele geçir-
me düşüncesinin ve ekonomik
çıkarların sadece bir maskesidir. Çağımızda bunca insan, bir halkı
köleleştirerek, en değerli şeylerini, yani kendi öz uygarlığını elinden alarak
başka bir ırka ait gelenek ve kurumlan benimsemeye onu mecbur ederek ve
kendisine tamamen yararsız şeyleri ona kazandırmak için, onu en zahmetli işlere
sokarak onu mutlu edebileceklerine inanmaktadırlar. Ne garip bir çağ; çünkü
durum şöyle: Modern Batı, insanların daha az çalışmayı ve yaşamak için az şeyle
yetinmeyi tercih etmelerini hoş karşılamıyor. Sadece nicelik önemli olduğundan
ve duyular alanına girmeyen zaten yok sayıldığından, hareket etmeyenlerin ve
maddî olarak bir şeyler üretmeyenlerin ancak “tembel” olabileceği sanılmaktadır;
bu konuda, Doğu toplumları üzerine günümüzde yöneltilen değerlendirmelerden
söz etmesek bile, sadece tefekküre önem veren cemaatlerin, sözümona dinî
çevrelerde bile nasıl yargılandığına dönüp bakmak gerekecektir. Böyle bir dünyada,
ne akla (intelligence) ne de salt içsel olan şeylere yer vardır; çünkü
bunlar öyle şeylerdir ki ne görülebilir, ne dokunu- labilir, ne sayılabilir, ne
de tartılabilirler. Öyle bir dünyada, en anlamsız olanları da dahil, tüm
biçimleriyle sadece zâhirî eyleme yer vardır. Bu yüzden Anglo-Sakson “spor”
düşkünlüğünün günden güne ilerlemesine şaşmamak gerekir: O dünyanın ideali,
kas gücünü azamî derecede geliştiren “beşerî hayvan”dır (animal humain);
onun kahramanları, hayvan gibi kaba olsalar da, atletlerdir; halkın coşkusunu
onlar uyandırır; kalabalıklar onların başarılarına büyük ilgi duyarlar; bu tür
şeylerin görüldüğü bir dünya, gerçekten çok alçalmıştır ve böyle bir dünyanın
sonu da çok yakın gibi görünmektedir.
Bununla birlikte, bir an için, tüm
ideallerini maddî “huzur ”a bağlayan ve bu nedenle modern “ilerleme”nin hayat-
larına getirdiği bütün düzenlemelere
çok sevinen insanların görüş açısına koyalım kendimizi: Aldatılmadıklarından
emin olabilirler mi? Çok hızlı haberleşme araçlarına ya da bu türden daha
başka şeylere sahip oldukları için ve hareketli ve daha karmaşık bir hayatları
olduğu için, insanların bugün eskisinden daha mutlu olduğu doğru mudur? Bize
öyle geliyor ki durum bunun tamamen tersidir: Dengesizlik gerçek bir mutluluğun
koşulu olamaz; nitekim bir insanın ihtiyaçları ne kadar çok olursa bazı
şeylerden o kadar mahrum olacaktır, dolayısıyla o kadar da mutsuz olacaktır.
Modern uygarlık sun’î ihtiyaçların çoğaltılmasını amaçlar. Daha önce yukarıda
da söylediğimiz gibi, sürekli olarak doyurabileceğinden daha çok ihtiyaç
yaratacaktır; çünkü insan bir kez bu yola kendini kaptırdı mı, artık o yolda
durması çok güçtür ve hatta belirli bir noktada durması için hiçbir neden de
yoktur, insanlar, asla düşünmedikleri ve hiçbir zaman akıllarına bile
getirmedikleri bu tür şeyler yokken, bunlardan yoksun oldukları için hiçbir
ıstırap duymazlardı. Şimdiyse, aksine bu şeyler onlarda eksik olursa zorunlu
olarak acı çekmektedirler; çünkü onları zorunluymuş gibi görmeye alıştılar;
böylece onlar, gerçekten kendilerine zorunlu oldu. Bu yüzden bütün
imkânlarıyla, kendilerine maddî doyumların tümünü sağlayacak şeyleri edinmeye
çalışıyorlar; tatmin olabilecekleri tek doyum maddî doyumlardır: Sadece “para
kazanmak” söz konusudur; çünkü eşya edinmek ancak parayla mümkündür. İnsan ne
kadar çok paraya sahip olursa, o kadar çok eşya edinmek ister; çünkü durmadan
kendine yeni ihtiyaçlar bulur. Böylece bu ihtiras bütün hayatın biricik gayesi
olur. Bazı “evrimciler”in “hayat kavgası” veya “geçim derdi” adı altında
bilimsel yasa saygınlığına yükselttikleri vahşî rekabet buradan kaynaklanmaktadır.
Bunun mantıkî sonucu ise, kelimenin en dar anlamıyla, sadece en kuvvetlilerin
var
olmaya hak kazanmış olmalarıdır.
Zengin olmayanların zenginlere karşı gıpta ve nefret etmelerinin temel nedeni
de bu- dur. Kendilerine “eşitlikçi” kuramlar vaaz edilen insanlar nasıl olur
da kendilerinin en hassas oldukları konularda çevrelerindeki eşitsizliği görüp
isyan etmezler? Tabii ki isyan ederler; çünkü eşitsizlik en yoğun düzeydedir,
had safhadadır. Eğer bir gün modern uygarlık, kitlelerde doğurduğu sınırsız
isteklerin baskısı altında çökmek zorunda kalırsa, bunun kendi temel günahının
haklı bir cezası olduğunu; ya da hiçbir ahlâkî cümle ya da ifadeye başvurmadan
söyleyecek olursak, bizzat etkili olduğu alanda kendi hareketinin bir
karşılığı olan “bir şok” olduğunu görmemek için insanın iyice kör olması
gerekir. Incil’de şöyle denilmektedir: “Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.”
(Matta 26: 52) Maddenin kaba kuvvetlerini alabildiğince serbest bırakıp ortaya
süren kişi, aynı kaba kuvvetlerle ezilip gidecektir; çünkü onları tedbirsizce
harekete geçirince ve ölümcül gidişlerinde onları kesinlikle zabt edemeyeceğini
ileri sürünce, artık onlara hâkim olamayacaktır. Tabiatın güçleri ya da insan
kitlelerinin güçleri ya da her ikisi birden, hiç önemi yok; hemen her zaman
söz konusu olan maddenin yasalarıdır. Bunlar, maddenin yasalarına hakim
olabileceğini sanan kişiyi, daha o maddenin üstüne yükselmeden gözünün yaşına
bakmadan mahveder. Yine Incil’de şöyle denir: “Kendi içinde bölünen ev,
ayakta kalamaz.” (Matta 12: 25) Bu söz de, maddî uygarlığıyla tabiatı
gereği her yerde sadece kavga ve bölünmeye yol açan modern dünyaya tam olarak
uygun gelmektedir. Bundan şu sonucu çıkarmak çok kolaydır: Kısa sürede gerçek
bir değişime kadar gidecek köklü bir değişiklik olmadıkça, yanılma korkusu
olmadan söyleyebiliriz ki bu dünyayı trajik bir sonun beklediğini şimdiden
haber vermek için daha başka değerlendirmelere başvurmaya gerek yoktur.
Az önce yaptığımız gibi, modern
uygarlığın maddeciliğinden söz ederken, bu maddeciliği en azından biraz
hafifletecek gibi görünen bazı öğeleri ihmal etmekle kimilerinin bizi suçlayacağını
biliyoruz. Gerçekten de, eğer o öğeler olmasaydı, bu uygarlık şimdiye çoktan
acı bir şekilde batıp gitmişti. Demek ki hiçbir şekilde o tür öğelerin
varlığına itiraz etmiyoruz; ama yine de bu konuda yanılgıya düşmemek gerekir,
şöyle ki: Bir yandan, “idealizm” gibi etiketlerle ortaya çıkan, ayrıca çağdaş
eğilimler içinde “ahlâkçılık” ve “duygusalcılık”tan başka bir şey olmayan
öğeleri ona dahil etmek zorunda değiliz. Bu konuda daha önce yeterince
açıklamada bulunduk. Ancak şunu hatırlatacağız: Bizce bunlar, ister teorik
ister pratik olsun, sadece maddeciliğin görüş açısı kadar “din dışı” olan
görüş açılarıdır ve gerçekte ondan görünüşte olduğundan çok daha az
uzaklaşırlar; öte yandan, eğer hakikî maneviyatın hâlâ kalıntıları varsa,
bugüne kadar modern düşünceye rağmen ve ona karşı varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Tam anlamıyla Batı’ya ait öğelerle ilgili olarak, bu maneviyat kalıntılarını sadece
dinsel alanda bulmak mümkündür; ama biz dinin bugün ne kadar daraltıldığını,
bizzat inananların bile din hakkında ne kadar dar ve ne kadar zayıf bir
anlayışa sahip olduklarını ve gerçek maneviyatla aynı şey demek olan
entelektüalitenin ne derece dinin dışında bırakıldığını daha önce söylemiştik.
Bu koşullarda, hâlâ birtakım olanaklar varsa bile, bunlar belli belirsiz
durumdadır ve şimdilik mevcut işlevleri çok aza indirgenmiştir. Bununla
birlikte, kendisini boğmak ve imha etmek için yüzyıllardır girişilen tüm
çabalara rağmen yine de sürüp giden dinî bir geleneğin, bir tür gizil güç
içinde ortadan kalkmış da olsa, hâlâ canlılığını sürdürmüş olmasına hayran olmak
gerekir. Eğer bu konu üzerinde düşünülseydi, bu direnişte “gayri beşerî” (non
humain) bir güç içeren bir şey olduğu
görülürdü; ama bir kez daha
söyleyelim, bu gelenek modern bir dünyaya ait değildir ve onun kurucu
öğelerinden biri de değildir; hatta onun eğilimlerinin ve özlemlerinin
karşıtıdır. Bunu açıkça söylemek ve boşuna uzlaşmalar aramamak gerekir:
Sözcüğün gerçek anlamıyla, dinî düşünceyle modern düşünce arasında, ancak
çatışma ve uyuşmazlık vardır; her tür gizli anlaşma bunlardan ilkini, yani dinî
düşünceyi sadece zayıflatır; ikincisineyse sadece kazanç sağlayabilir. Modern
düşüncenin, dinî düşünce için beslediği düşmanlık ortadan kalkmayacaktır;
çünkü o, insanlığın içinde, insanlığın fevkinde bir gerçeklik yansıtan her
şeyin tamamen yıkımını istemektedir.
Modern Batı’nın Hıristiyan olduğu
söyleniyor, ama bu bir hatadır: Modern düşünce Hıristiyanlığa karşıdır (anlich-
retien)-, çünkü öz itibariyle din karşıtıdır (antireligieux). Evet,
dine karşıdır; çünkü daha genel bir deyişle, geleneğe karşıdır (antitraditionnel).
Onun temel özelliğini oluşturan ve bugün neyse o olmasını sağlayan da budur.
Kuşkusuz Hıristiyanlığın bazı yanları çağımızın Hıristiyanlık karşıtı uygarlığı
içine kadar geçmiştir; kendi dillerinde dedikleri gibi, bu uygarlığın en
“ileri” temsilcileri de, iradeleri dışında belki de bilinçsizce, en azından
dolaylı olarak belli bir Hıristiyanlık etkisine maruz kalmış ve hâlâ
kalmaktadır. Durum böyledir; çünkü geçmişle olan bağı koparmak, ne denli
radikal olursa olsun, hiçbir zaman bütünüyle mümkün olmaz; tıpkı geçmişin
devamını önleyemeyeceği gibi. Hatta daha da ileri giderek, modern dünyada
değerli olabilecek ne varsa, hepsinin Hıristiyanlıktan geldiğini ya da en
azından daha önceki geleneklerin mirasını beraberinde taşıyan, Batı’nın durumu
imkân verdikçe o mirası canlı tutan ve kendi içinde her zaman gizli imkanlar taşıyan
Hıristiyanlık aracılığıyla girdiğini söyleyeceğiz. Ama bugün kendilerinin
Hıristiyan olduğunu iddia edenler arasında bi-
le, kim hâlâ bu imkânların gerçek
bilincindedir? Katoliklik’te bile, zâhiren öğrettikleri öğretinin derin
anlamını kavrayan, az ya da çok yüzeysel bir tarzda “inanmak”la tatmin olmayan
ve akıldan çok gönülle inanan, ama kendilerinin diye benimsedikleri dinî
geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” insanlar nerede? Biz en azından böyle
birkaç kişinin mevcut olduğuna dair bir kanıt görmek isteriz; çünkü bu, Batı
için en büyük ve belki de tek kurtuluş umududur. Ama bugüne kadar böyle hiçbir
kimseye rastlamadığımızı itiraf etmek zorundayız. Bazı Doğu bilgeleri gibi,
hemen hemen erişilmez münzevî bir yerde gizlendiklerini mi farz edeceğiz; yoksa
bu son umuttan da kesinlikle vaz mı geçeceğiz? Batı Ortaçağ’da Hıristiyan’dı,
ama artık değil; tekrar Hıristiyan olabileceği söylenirse, hiç kimse öyle
olmasını ve onun çevremizde gördüklerimizin düşündürdüklerinden daha yakın bir
zamanda meydana gelmesini bizden daha çok dileyemez; ama burada da
yanılmayalım: O gün gelse, modern dünya ayakta kalır.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
D |
aha önce de söylediğimiz gibi, modern
kargaşa ilk önce Batı’da başlamıştır. Bu kargaşa şu son yıllara kadar, çok
sınırlı yerel bir olay olarak orada kalmıştır; ama şimdi ciddiyeti
gizlenmemesi gereken bir durum ortaya çıkmıştır: Bu kargaşa her yere yayılıyor
ve Doğu’ya da hâkim olacağa benziyor. Kuşkusuz Batı istilâsı yepyeni bir şey
değildir; ama şimdiye kadar öteki toplumlar üzerinde kurduğu ve etkileri siyasal
ve ekonomik alanlarda sınırlı kalan az çok kaba bir egemenlikle yetiniyordu.
Çok çeşitli şekillere bürünen bir propagandanın tüm çabalarına rağmen, bütün
bu sapıklıklara Doğu ruhu kapalıydı; ayrıca eski geleneksel uygarlıklar da bozulmadan
varlıklarını sürdürüp gidiyorlardı. Bugünse, aksine az çok tamamen
“Batılılaşmış”, modern düşüncenin yanılgılarını benimsemek için kendi
geleneklerini terk etmiş Doğulular var. Avrupa ve Amerikan üniversitelerinin
eğitimi sayesinde doğru yolundan sapmış bu kimseler, bizzat kendi ülke-
lerinde bir karışıklık ve huzursuzluk
nedeni olmuştur. Zaten, en azından şimdilik, bu konuya aşırı bir önem vermek
uygun olmaz: Batı’da, genellikle sayıca az, fakat gürültücü kişilerin şimdiki
Doğu’yu temsil ettikleri sanılıyor; oysa gerçekte etkileri ne çok yaygın, ne
de çok derindir. Bu yanılgı kolayca açıklanabilir; çünkü, kesinlikle kendisini
tanıtmaya çalışmayan gerçek Doğulular bilinmiyor. Dışarıda görünenler, konuşanlar,
yazanlar ve her şekle bürünüp şuraya buraya gidip gelenler, deyim yerindeyse,
sadece “modernistler”dir. Bununla birlikte, gelenek karşıtı (antitraditionnel)
akımın ilerleyebileceği de doğrudur; öyleyse, en elverişsizleri de dahil, tüm
olasılıkları göz önünde bulundurmak gerekir. Şimdilik geleneksel düşünce bir
bakıma kendi içine kapanmış durumda; bu düşüncenin eksiksiz olarak korunduğu
merkezler ise, giderek kapalı ve girilmesi güç merkezler olmaktadır.
Kargaşanın böyle genelleşip yayılması, Kali-Yuga’nın son safhasında
cereyan etmesi gereken olaylara tamamen uymaktadır.
Çok açıkça bildirelim: Modern düşünce
tamamen Batı’ya ait bir şey olduğundan, ondan etkilenenler doğuştan Doğulu
olsalar bile, zihniyet bakımından Batılı sayılmalıdır; çünkü Doğu kaynaklı her
düşünce, onlara yabancıdır. Geleneksel öğretilere düşman olmalarının tek
mazereti de bu öğretiler konusundaki bilgisizlikleridir. Oldukça tuhaf ve hatta
çelişkili gibi görünebilen husus ise, aynı insanların entelektüel açıdan
“Batıcıhk”ın (occidentalisme) yandaşları ya da daha doğru bir ifadeyle
gerçek entelektüalite düşmanları oldukları hâlde, siyasal alanda Batı’nın
basımları gibi görünmeleridir; fakat aslında bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Doğu’da çeşitli “ulusçuluk” (nationalisme) hareketleri kurmaya
çalışanlar da yine onlardır; ve her “milliyetçilik” hareketi, geleneksel
düşünce
yapısına zorunlu olarak karşıttır.
Eğer onlar yabancı egemenliğine karşı koymak isterlerse, tıpkı çeşitli Batı
toplumlarmın kendi aralarında savaştıkları tarzda, bu işi de aynen o şekilde
yine Batı’nın yöntemleriyle yaparlar. Belki onların varlık nedenlerini
oluşturan da budur. Gerçekten olaylar benzeri yöntemlerin kullanılmasının
kaçınılmaz olduğu bir noktaya gelmişse, onların kullanılması, ancak gelenekle
tüm bağlarını koparmış insanların işi olabilir. Bu kimselerin bir süre geçici
olarak kullanılmaları ve daha sonra, bizzat Batıklar da dahil olmak üzere,
saf dışı edilmeleri mümkündür. Zaten Batıkların yaydığı fikirlerin kendi
aleyklerine dönmesi son derece mantıklıdır; çünkü bu fikirler, sadece bölünme
ve felâket faktörleri olmaktadır. İşte modern uygarlık, şöyle ya da böyle
bunlarla yok olacaktır. Bunun, Batıklar arasındaki anlaşmazlıkların, milletler
ya da toplumsal sınıflar arasındaki anlaşmazlıkların etkisiyle mi yoksa
bazılarının iddia ettiği gibi, "Batıklaştırılmış” Doğuluların
saldırılarıyla mı veyahut da “bilimin ilerle- mesi”nin neden olacağı büyük bir
felâketten sonra mı olacağı hiç önemli değildir. Hangisi olursa olsun, her
durumda, Batı sadece kendi hatası ve bizzat kendisinden kaynaklanan şeyler
yüzünden büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır.
Sorulan tek soru ise şudur: Doğu,
modern düşünce yüzünden geçici ve yüzeysel bir bunalıma mı düşecek; yoksa
Batı, kendisi düşerken tüm insanlığı da beraberinde mi sürükleyecek? Bu
sorulara kesin gözlemlere dayalı bir cevap getirmek şimdilik zordur. Bugün
Doğu’da birbirine zıt iki düşünce vardır. Geleneğe bağlı ve basımlarınca
değeri bilinmeyip hor görülen manevî güç, işlevini iyi sürdürdüğü zaman maddî
güce galip gelebilir ve ışığın koyu karanlığı dağıttığı gibi, onu ortadan
kaldırabilir. Manevî gücün er ya da geç, maddî güce zo-
runlu olarak galip geleceğini de
söyleyebiliriz; ama bu sonuca ulaşmadan önce karanlık bir dönemin geçirilmesi
de mümkündür. Geleneksel ruh ölmez! Çünkü o, özü itibariyle ölümün ve
değişimin üstündedir; ama dış dünyadan tamamen el ayak çekebilir, ki o zaman da
gerçekten “dünyanın sonu” olacaktır. Bütün bu söylediklerimize göre, nispeten
pek uzak olmayan bir gelecekte bu olasılığın gerçekleşmesinde inanılmayacak
hiçbir şey yoktur; Batı’dan çıkıp şimdi Doğu’yu kaplayan kargaşada, bu “sonun
başlangıcı”nı görebiliriz. Bu da, Hint geleneğine göre, yeni dünyanın seherinde
hiç dokunulmamış bir hâlde, yeniden görülmesi için kutsal öğretinin bir sedef
kabuğuna tamamen gizleneceği anı müjdeleyen işarettir.
Ama beklentileri bir yana bırakıp bir
kez daha güncel olaylara bakalım: Batı’nın her yeri istilâ ettiği kuşku
götürmez bir gerçektir; onun etkisi önce elinin hemen erişebildiği maddî alanda
olmuştur. Bunu da kâh zorla ele geçirerek kâh ticaret yoluyla ya da tüm
toplumların doğal kaynaklarını kendi tekeline alarak başarmıştır. Ama şimdi bu
durumlar daha da ileri noktalara ulaşmaktadır. Tamamen kendilerine özgü olan
kendi dinlerini başkalarına kabul ettirme çabası (proselytisme) gereksinimiyle
sürekli harekete geçen Batıklar, gelenek karşıtı (antitraditionnel) ve
maddeci düşüncelerini başkalarına da kabul ettirmeyi belli bir ölçüde
başarmışlardır. İlk istilâ hareketi, sadece bedenlere ulaşırken; bu hareket
akılları (intelligen- ce) zehirlemekte ve maneviyatı öldürmektedir.
Nitekim, biri diğerini hazırlamış ve onu mümkün kılmıştır; öyle ki Batı her
yerde kendini kabul ettirmeyi, ancak kaba kuvvetle başarabilmiştir. Zaten
başka türlüsü de olamazdı: Çünkü, Batı uygarlığının tek gerçek üstünlüğü
sadece maddî alandadır; öteki bütün görüş açılarından ise, çok aşağıdadır.
Batı istilâsı bütün bi-
çimleriyle materyalizmin/maddeciliğin
istilâsı demektir; zaten başka türlüsü de olamaz. Batı’nın tüm ikiyüzlü kılık
değiştirmeleri, tüm “ahlâkçı” (moraliste) bahaneleri, tüm “insaniyet-
çi” (humanitaire) tumturaklı sözleri; yıkım amacına daha iyi ulaşabilmek
için, fırsat düştüğünde sinsice sokulmasını bilen propagandasının tüm hileleri,
bu gerçeğe karşı hiçbir şey yapamaz. Bu gerçek sadece aptallarca veya
kelimenin tam anlamıyla gerçekten “şeytanî” olan bu işten bir çıkar sağlamak
is- teyenlerce ancak inkâr edilebilir.[35]
Şu tuhaf şeye bakın! Kimileri,
sözümona kendilerini çok korkutan bir tehlike olarak Doğu düşüncelerinin
Batı’ya sızdığını ilan etmek için, Batı’nın her yeri istilâ ettiği şu anı seçiyorlar.
Bu yeni sapkınlık da neyin nesi yine? Biz genel değerlendirmelerle yetinme
arzumuza rağmen, Sayın Henri Mas- sis’in geçenlerde yayınladığı Defense de
l’Occident adlı eseri hakkında en azından birkaç kelime söylemeden
geçemeyeceğiz; eser, bu kafa yapısını en tipik biçimde açığa vuran örneklerden
biridir. Bu kitap karışıklıklarla ve hatta çelişkilerle doludur; ayrıca kitap,
modern kargaşaya karşı tepki göstermek isteyenlerin pek çoğunun, bu işi
gerçekten etkili biçimde yapmakta ne kadar beceriksiz olduklarını bir kez daha
göstermektedir; çünkü neye karşı mücadele etmeleri gerektiğini bile bilmemektedirler.
Yazar, bazen gerçek Doğu’ya saldırmak istediğini kabul etmiyor; ama eğer o
“sözde Doğulu” fantezilerin,
yani aldatıcı etiketler altında
yayılan ve aslında güncel dengesizliğin çok sayıdaki ürünlerinden sadece biri
olan, tamamen Batılı kuramların eleştirisiyle yetinmiş olsaydı, onu tamamen
onaylardık; çünkü ondan çok önce bu tür şeylerin entelektüel açıdan yararsız
olduklarını, aynı zamanda gerçek tehlikelerini de bizzat biz belirtmiştik.
Fakat maalesef yazar, bunlardan daha fazla değeri olmayan kavramları Doğu’ya
mal etme gereksinimi duyuyor: Bunu yaparken de az çok “resmî” birtakım
Doğubilimcilerinden alıntıladığı metinlere dayanıyor. Oysa, bu metinlerde Doğu
öğretileri, her zaman yaptıkları gibi alay konusu edilecek kadar
saptırılmıştır. Bir başkası Hıristiyanlık konusunda aynı yöntemi kullansaydı
ve Hıristiyanlığı üniversitelerde yapılan “aşırı eleştiri” çalışmalarına göre
yargılamak isteseydi, acaba yazar ne derdi? Hint ve Çin öğretileri için de
yaptığı tamamen aynıdır: Bunu yaparken de öyle tehlikeli bir şartla yapıyor ki,
tanıklığına başvurduğu Batıhlar bu öğretiler hakkında doğrudan en ufak bir
bilgiye bile sahip değildir. Oysa Hıristiyanlıkla uğraşan Doğulu meslektaşları,
dinî olan her şeye karşı düşmanlıkları Hıristiyanlığı gerçekten anlamalarına
engel olsa bile, en azından bir ölçüye kadar onu tanımak zorundadır. Nitekim şu
ya da bu Doğubilimci- nin açıklamalarının bilinçli ve kasıtlı bir yandaşlıktan
değil de, saf ve basit bir anlayışsızlıktan ileri geldiğini Doğululara kabul
ettirmekte bazen çok güçlük çektiğimizi de bu münasebetle söylemek zorundayız.
O açıklamalarda, gelenek karşıtı (antitraditionnel) anlayışa bağlı olan
düşmanlık o kadar çok hissedilmektedir. Sayın Massis, bizzat kendi ülkesinde
geleneği yeniden diriltmek isterken, ne hakla başka ülkelerdeki geleneğe
saldırıyor? Bu konuda kendini, yetkili sanıp sanmadığını doğrusu sormak
isteriz. Yetkiden söz ediyoruz; çünkü aslında tüm tartışmayı kendisi siyasal
bir zemine kaydırıyor. Biz
ise, tamamen başka bir görüş açısına,
yani entelektüalite görüş açısına sahip olduğumuzdan, bizim için gündemdeki
tek sorun, hakikat sorunudur. Ama bu görüş açısı kuşkusuz pole- mikçilerin
tatmin olamayacakları kadar saf, yüce ve sakindir. Biz, polemikçi olarak,
onların zihinlerinde hakikat kaygısının büyük bir yer tutabileceğinden
kuşkuluyuz.[36]
Sayın Massis “Doğulu propagandacılar”
dediği kişileri suçlamaktadır; aslında bu çelişki içermektedir, çünkü; sık sık
belirttiğimiz gibi, propaganda düşüncesi tamamen Batı’ya özgü bir şeydir.
Yalnız bu bile, şimdiden o konuda bir yanılma olduğunu açıkça gösteriyor. Oysa
kastedilen propagandacılar arasında, ilkini katıksız Batıkların oluşturduğu iki
grup görebiliyoruz; Doğu’ya ait meseleler hakkında çok kötü bir bilgisizlik
göstergesi olmasaydı, Almanların ve Rusların Doğu düşüncesinin temsilcileri
arasında gösterildiğini görmek çok gülünç olurdu. Yazar onlar hakkında, bazıları
çok doğru olan gözlemler yapıyor, ama onların gerçekte ne olduklarını niçin
açıkça belirtmiyor? Bu ilk gruba Anglosakson “teosofistler”i- ni ve aynı türden
başka mezheplerin kurucularını dahil edeceğiz. Bunların kullandığı Doğu’ya ait
terminolojiyse, sadece saf ve bilgisiz insanları aldatmayı amaçlayan ve modern
Ba-
tı için çok kıymetli olduğu kadar
Doğu için yabancı fikirleri içeren bir maskeden ibarettir; bunlar basit
filozoflardan daha tehlikelidir; çünkü; pek fazla bir birikime sahip olmadıkları
hâlde “maneviyat” (esoterisme) iddialarında bulunuyorlar, fakat aslında
“dindışı” nazariyelerin dışında daha başka tutarlı bir şeyler arayan ve fakat
güncel kargaşa içinde nereye başvuracaklarını bilemeyen insanları kendilerine
çekmek için “maneviyat”la {esoterisme) ilgileniyormuş gibi görünüyorlar.
Massis’in onlardan hemen hemen hiç söz etmemesine biraz şaşırıyoruz, ikinci
gruptaysa, yukarıda sözünü ettiğimiz Batılılaşmış Doğululardan birkaçını
görmekteyiz. Bunlar da gerçek Doğu düşüncelerinden birinci gruptakiler kadar
habersiz olduklarından, öyle bir niyetleri olduğunu farz etsek bile, Doğu
düşüncelerini Batı’da yaymaktan tamamen âcizdirler. Üstelik önerdikleri amaç
buna gerçekten aykırıdır; çünkü onların amaçları, aynı düşünceleri Doğu’da bile
yok etmektir; aynı zamanda kendilerine Avrupa’da ve Amerika’da öğretilen
kuramlara uygun biçimde modernleşmiş Doğularını Batıklara sunmaktır. Tüm Batı
propagandaları içinde en uğursuz olan, doğrudan doğruya akla saldıran
propagandanın gerçek ajanları olan bu kişiler, sadece bir yansıması oldukları
Batı için değil de asıl Doğu için bir tehlikedir. Gerçek Doğululara gelince,
sayın Massis birinden bile söz etmemektedir; kuşkusuz söz etmesi çok zor
olurdu; çünkü hiçbirini tanımıyor. Ba- tılılaşmamış tek bir Doğulu ismi
zikretmekte karşılaştığı güçlük onu biraz düşünceye sevk etmeliydi ve “Doğulu
propagandacılar” diye bir şeyin mevcut olmadığını ona anlatmalıydı.
Bununla beraber, çoğu kez
yapmadığımız bir şeyi yapmak, yani kendimizden söz etmek durumuna düşüyoruz;
ama şunu kesinlikle belirtmeliyiz ki, bildiğimiz kadarıyla, bizden baş-
ka, Doğu düşüncelerini Batı’da gerçek
ve aslına uygun olarak yaymış olan hiç kimse yoktur. Biz bunu yaparken de,
şartlar gerektirdiğinde, her Doğulunun yapacağı gibi yaptık; yani en küçük bir
“propaganda” ya da “avamîleştirme” (yulgarisati- on), yani halkın
anlayacağı bir düzeye indirme niyeti taşımaksızın, bu öğretileri halkın
anlayacağı bir düzeye indirmek bahanesiyle bozmaya meydan vermeksizin, sadece
öğretileri olduğu gibi anlayabilenler için, her zaman tam olarak anlattık.
Batı entelektüalitesinin düşüşüne rağmen, durumu anlayanların, gerçekten
sadece küçük bir azınlık olsalar da, tahmin ettiğimiz kadar az olmadıklarını
da sözümüze ekleyelim. Böyle bir girişim kuşkusuz Sayın Massis’in tasarladığı
propagandalar cinsinden değildir; kitabının siyasal özelliği böyle bir ifadeye
olanak verse de, durumun gereği olarak öyle söylemeye cesaret edemiyoruz.
Mümkün olduğu kadar iyi niyetle söyleyelim, yazar onları hayal ediyor; çünkü,
Batı uygarlığının az ya da çok yakın bir gelecekte yok olacağı önsezisinin
kendisinde doğurduğu korkuyla kafası allak bullak olmuş. Ayrıca modern
dünyanın bazı yönleri konusunda bazen tam bir ciddiyet gösterdiği hâlde, modern
dünyayı yıkıma götürebilecek gerçek nedenlerin nerede bulunduğunu açıkça
görmemiş olmaması da esef vericidir. Tezinin sürekli kararsızlığına sebep bu-
dur: Bir yandan, çarpışmak zorunda olduğu basımların kimler olduğunu tam olarak
bilmemekte; öte yandan, savunduğu “gelenekçilik” (traditionalisme)
kendisini, geleneğin bizzat özünü oluşturan şeylerden bile tamamen habersiz
bırakmaktadır; ve gelenekçiliği ona en uzak bir alandaki bir tür siyasal, dinî
“tu- tuculuk”la (conservatisme) açıkça karıştırmaktadır.
Sayın Massis’in korkudan aklının
allak bullak olduğunu söylüyoruz; bunun en güzel kanıtı, sözde “Doğulu
propagan-
dacılar”ına isnad ettiği tuhaf ve
hatta akıl almaz §u tutumdur: Bu “Doğulu propagandacılar”, Batı’ya karşı
şiddetli bir kin duymaktadırlar; Batı’ya zarar vermek için kendi öğretilerini
ona iletmeye, yani en değerli şeylerini, bir bakıma düşüncelerinin özünü
oluşturan şeyi ona bağışlamaya çalışmaktadırlar! Böyle bir varsayımda çelişki
içeren her şeyin önünde, insan bir şaşkınlık hissi duymaya engel olamıyor:
Güçlükle tasarlanan tez bir anda yok oluveriyor; fakat öyle görünüyor ki yazar
bunun farkına bile varmıyor; çünkü böyle bir garipliğin bilincinde olduğunu ve
bunu okuyucularına kabul ettirmek için onların saflığına, yani onların ileriyi
iyi göremeyişle- rine güvendiğini düşünmek istemiyoruz. Eğer Batı’dan o kadar
çok nefret eden insan varsa, bunların yapmaları gereken ilk şeyin kendi
öğretilerini kendilerine kıskançça saklamak ve tüm çabalarının Batıkların ona
dokunmamasını sağlamak olacağını anlamak için çok uzunca ve derince düşünmeye
gerek yoktur. Nitekim bu konuda Doğulular bazen gereğinden çok fazla
eleştirilmiştir. Oysa gerçek oldukça farklıdır: Geleneksel öğretilerin asıl
temsilcileri hiç kimseye karşı kin duymaz. İhtiyatlı olmalarının tek bir
nedeni vardır: o da bazı hakikatleri, onları anlamaktan aciz olanlara
açıklamanın tamamen yararsız olduğu kanısında olmalarıdır. Ama onlar,
kökenleri ne olursa olsun, gerekli “nitelikler ”e sahip olanlara bu hakikatleri
bildirmeyi asla reddetmemişlerdir. Gerekli niteliklere sahip bu insanlar
arasında çok az Batılı varsa, bu onların mı hatasıdır? Öte yandan, onlara uzun
bir süre ilgisizlikle baktıktan sonra, eğer Doğu halk kitleleri sonunda
Batıklara gerçekten düşman olmuşsa, bunun sorumlusu kimdir? Tamamen entelektüel
tefekküre dalmış, dış etkinliklerden kesinlikle uzak duran bu elit mi bunun
sorumlusu? Yoksa daha ziyade, varlıklarını çekilmez ve dayanılmaz kılmak için
gereken her şe-
yi yapan bizzat Batıklar değil mi?
Kim olursa olsun, herhangi bir kimsenin bu soruya hemen cevap verebilmesi için,
sorunun bu şekilde sorulmuş olması yeterlidir. Bugüne kadar inanılmaz bir
sabır gösteren Doğulular, diyelim ki nihayet kendi ülkelerinde efendi olmak istiyorlar.
Bundan dolayı onları kınamayı, eleştirmeyi kim düşünebilir? Bazı tutkular işe
karıştığı zaman, aynı şeylerin şartlara göre çok değişik, hatta tamamen
çelişkili biçimlerde değerlendirilmiş olabileceği doğrudur: Örneğin, bir
yabancı istilâsına karşı gösterilen direnç bir Batı toplumunun vakıası olduğu
zaman, bu bir “yurtseverlik” (patriotisme) olarak nitelendirilir ve tüm
övgülere layık olur; aynı şey bir Doğu toplumunun vakıası olduğu zaman ise, bu
bir “bağnazlık” (fanatizme) ya da “yabancı düşmanlığı” (xe- nophobie)
olarak nitelendirilir ve sadece kin veya horgörüye layık olur. Zaten
Avrupahlar, egemenliklerini her yere zorla kabul ettirmeyi, kendilerinin
yaşadığı ve düşündüğü biçimin dışında yaşamayı ve düşünmeyi her insana
yasaklamayı “hukuk”, “özgürlük”, “adalet” ve “medeniyet” adına yaptıklarını
iddia etmiyorlar mı? Ender oldukları oranda şerefli olan istisnalar dışında,
Batı’da artık birbirleriyle oldukça ilgisiz sadece iki tür insan bulunduğu
sonucuna, tıpkı bizim gibi varmadıkça, “ahlâkçılık”ın (moralisme)
gerçekten harika bir şey olduğu kabul edilecektir. Bu iki türden birincisi,
büyük sözlere kendini kaptıran ve içine gömüldükleri maddeci vahşetin birer
unsuru olduklarından habersiz oldukları hâlde, kendilerinin bir
“medenileştirme misyonu” olduğuna inanan aptallardır; İkincisiyse, zorbalık ve
açgözlülük içgüdülerinin tatmini için bu ruh hâlini sömüren kurnazlardır. Her
hâlükârda kesin olan, Doğuluların kimseyi tehdit etmedikleri ve hiçbir şekilde
Batı’yı istilâ etmeyi düşünmedikleridir. Çünkü şu anda, onların kafalarının
içine bile nüfûz edecek kadar kendilerini
tehdit eden Avrupa zulmüne karşı
kendilerini savunmak için yapacakları çok iş vardır. Saldırganların kendilerine
kurban süsü vermeleri ise, en azından tuhaftır.
Bu açıklama zorunluydu; çünkü
söylenmesi gereken bazı şeyler var. Ama “Batı’yı savunanlar”ın tezleri
gerçekten çok zayıf ve tutarsız olduğu için, bu konu üzerinde çok fazla durduğumuza
üzülüyoruz. Üstelik Sayın Henri Massis’i zikretmek için, kişiliklerle ilgili her
zaman gözettiğimiz ihtiyatı bir an için elden bırakmışsak, bunun nedeni, modern
dünyanın durumu hakkında, bu çalışmamızda göz önünde bulundurmamız gereken
çağdaş zihniyetin bir bölümünü ayrıntılı olarak özellikle onun temsil etmiş
olmasıdır. Dar bir şekilde sınırlandırılmış, anlaşılmaz ve belki de oldukça
yapmacık olan bu düşük nitelikli “gelenekçilik”, pek çok önyargısını
paylaştığı bir düşünce biçimiyle nasıl olur da gerçekten etkin bir biçimde
çatışabilir? Bu, her iki yönden de, gerçek ilkeler konusunda tam bir
bilgisizliktir; belli bir ufku aşan her şeyi inkâr etmede tutulan tam bir yan
tutmadır; farklı uygarlıkların varlığını anlama hususunda tam bir
yeteneksizliktir; Yunan-Latin kla- sisizmine körü körüne bağlılıktır. Bizce bu
yetersiz tepkinin, çağdaşlarımızın bazılarında şimdiki durumun doğurduğu belli
bir rahatsızlığı göstermekten başka bir yararı yoktur. Nitekim, aynı
rahatsızlığın başka belirtileri de vardır; eğer bu belirtiler iyi
yönlendirilseydi, daha ileri gitmeye elverişli olabilirlerdi; ama şimdilik,
bütün bunlar çok karmaşıktır ve bunlardan nasıl bir sonuç çıkacağını söylemek
henüz çok güçtür. Yine de bu konuda yapılacak birkaç tahmin belki de büsbütün
yararsız değildir. Ayrıca, güncel dünyanın kaderiyle sıkı sıkıya bağlı olduğu
için, aynı zamanda bu tahminler bu kitabın sonuç bölümünü oluşturacaktır.
Normal yollarla kanıtlanması olanak-
sız olan değerlendirmeleri
ihtiyatsızca geliştirerek, “din dışı” bilgisizliğe kolayca sataşma fırsatı
vermeksizin, mümkün olduğu ölçüde bazı sonuçlar çıkaracağız. Biz ayrım
gözetmeden her şeyin ulu orta her yerde söylenebileceğini düşünenlerden
değiliz; en azından uygulama noktasına geçmek için saf öğretiden dışarı
çıkıldığı zaman. O zaman zorunlu olan bazı önlemler ve kesinlikle yerinde
sorulması gereken birtakım sorular vardır; ama bu meşru ve hatta zarurî
ihtiyat kayıtlarının, bir Hint deyimiyle “ipi yılan sanan” bir insanınkine benzer
bir bilgisizliğin sonucu olan, birtakım çocuksu korkularla hiçbir ortak yanı
yoktur. İstensin veya istenmesin, söylenmesi gereken şey, şartlar elverdiği
ölçüde söylenecektir. Ne şunların çıkarcı çabaları, ne bunların bilinçsiz
düşmanlığı bunun böyle olmasını engelleyecektir; diğer taraftan, aynı şekilde
modern dünyanın heyecanlı, telaşlı ivediliğiyle sürüklenen ve bir anda her
şeyi bilmek isteyen kişilerin sabırsızlığı, sadece bazı şeylerin dışarıda
vaktinden önce daha erken bilinmesini sağlayacaktır. Ama en azından, bu
kişiler olayların hızlı seyrinin kendilerine kuşkusuz oldukça kısa süreli bir
tatmin vereceğini düşünerek teselli bulabileceklerdir; keşke o zaman, gerçek
sağduyudan daha ziyade bir coşkuyla çok sıkça araştırdıkları bir bilgiyi almaya
yeteri kadar hazırlanmamış olduklarından dolayı pişmanlık duymasalar!
DOKUZUNCU BÖLÜM
B |
iz bu kitabımızda, geleneksel
verileri uygulamanın, şu anda ortaya çıkan sorunların en dolaysız biçimde çözümlenmesine,
yeryüzü insanlığının şimdiki durumunun açıklanmasına, aynı zamanda modern uygarlığı
tam olarak meydana getiren tüm öğelerin uzlaşımcı kurallara veya duygusal
tercihlere göre değil de, hakikate göre yargılanmasına nasıl olanak verdiğini
özellikle göstermek istedik. Zaten konuyu enine boyuna ele alıp irdelediğimiz,
tüm ayrıntılarına varıncaya kadar incelediğimiz ya da hiçbirini ihmal etmeden
bütün boyutlarını eksiksiz geliştirdiğimiz iddiasında bulunmadık. Üstelik
sürekli olarak esinlendiğimiz ilkeler bizi, “din dışı” bilgi görüşleri gibi
tahlilî (analytique) görüşleri değil de, özü itibariyle terkibî (synthetique)
görüşleri savunmaya mecbur ediyor. Ama bu görüşler, kesinlikle terkibî
olduklarından, gerçek bir açıklama yönünde, gerçekte basit tasvirî bir değere
sahip olan herhangi bir tahlilden (analizden) çok daha ile-
riye gitmektedir. Her hâlükârda, şu
ana kadar açıkladıklarımızla, anlayışlı kişilerin kendiliklerinden, en azından
konunun içeriğini oluşturan sonuçların bir bölümünü çıkarmalarına olanak
verecek kadar, yeterince söz söylediğimizi düşünüyoruz. Ayrıca bu kişiler, bu
çalışmanın kendileri için, düşünceye ve derin tefekküre hiçbir yer bırakmayan
bir okumadan daha başka biçimde yararlı olacağına inanmalıdırlar. Biz ise
aksine onlara, bir yığın boş ve anlamsız kişisel düşüncelerin üzerine
çıkmaları için uygun bir hareket noktası ve yeterli bir dayanak sağlamak
istedik.
Geriye böyle bir incelemenin pratik
değeri diyebileceğimiz birkaç sözü daha söylemek kalıyor; saf metafiziksel
öğreti içinde kalsaydık -ki buna göre her uygulama sadece olası (contingente)
ve ilineksel (accidentelle), yani mümkün ve arızîdir-, bu pratik değeri
ihmal edebilirdik ya da onunla hiç ilgilenmezdik; oysa burada kesinlikle
uygulamalar söz konusudur. Nitekim bunların, her tür pratik görüş açısı
dışında, çift yönlü bir varoluş sebebi vardır: İlk olarak; uygulamalar,
ilkelerin meşru sonuçlarıdır; gerçeğin istisnasız bütün basamaklarını
kapsaması gereken tek ve evrensel bir öğretinin normal gelişmesidir. İkinci
olarak; “kutsal bilim” konusunda açıkladığımız gibi, en azından bazılarının
üstün bir bilgi düzeyine yükselmeleri için bir hazırlık vasıtasıdır. Ama
ayrıca, insan uygulamalar alanında bulunursa, onları kendi içinde ve bizzat
kendilerine özgü değerler içinde değerlendirmek de yasak değildir; yeter ki
bunu yaparken onların ilkelere bağlı olduğu gözden kaçırılmasın. Bu tehlike,
gerçekten çok büyük bir tehlikedir; çünkü “din dışı bilim”in doğmasına yol
açan yozlaşma buradan kaynaklanmaktadır. Ama her şeyin saf entelektüaliteden
kaynak-
landığını, her şeyin tamamen ona
bağlı olduğunu ve şuurlu olarak ondan kaynaklanmayan her şeyin ancak bir yanılsama
olduğunu bilen kimseler için bir tehlike yoktur. Daha önce birçok kez tekrar
ettiğimiz gibi, her şey bilgiyle başlamalıdır. Pratik düzeyden en uzak gibi
görünen husus, yine bu düzeyde en etkili olan husustur; çünkü bu alanda olduğu
kadar başka alanlarda da gerçekten değerli olan, boş ve yüzeysel bir
kıpırdanış, bir hareket olmayan herhangi bir şeyi onsuz yapmak olanaksızdır. Bu
nedenle, özellikle şimdilik bizi ilgilendiren soruna yeniden dönebilmek için
diyebiliriz ki, eğer tüm insanlar gerçekten modern dünyanın ne olduğunu
anlasalardı, modern dünya derhal var olmaktan çıkardı ve o anda yok olurdu;
çünkü onun varoluşu, bilgisizliğin ve sınırlı olan her şeyin varoluşu gibi
olumsuzdur: O ancak geleneksel ve beşer-üstü (supra-humaine) hakikati
inkâr ederek vardır. Bu değişim belki böylece kazasız belasız olurdu, ki başka
her tür yolla imkânsız gibi görünüyor. Öyleyse böyle bir bilginin gerçekten
hesap edilemeyen sonuçlar doğurmaya elverişli olduğunu kabul edersek, acaba
haksız mı oluruz? Ama öte yandan, herkesin bu bilgiye ulaştığını kabul etmek de
maalesef çok zor görünüyor. İnsanların çoğu gerçekten bu bilgiden öyle uzak
ki, hiç bu kadar uzak olmamışlardı. Bunun herkes için gerekli olmadığı da
doğrudur; çünkü varlığı ve eylem vasıtaları hakkında en ufak bir düşünceye bile
sahip olmaksızın, telkinlere boyun eğen bir kitleye yön vermek için, çok az
sayıda ama oldukça güçlü bir elitin olması yeterlidir; acaba Batı’da bu elitin
gerçekten oluşması hâlâ mümkün müdür?
Az ya da çok, yakın bir gelecekte
mümkün olabilecek değişik durumlarda, entelektüel elitin işleviyle ilgili
olarak da-
ha önce çeşitli yerlerde açıklama
fırsatını bulduğumuz bütün bu konulara yeniden dönmek niyetinde değiliz.
Dolayısıyla sadece şunu belirtmekle yetineceğiz: Bir dünyadan öbürüne geçiş
diyebileceğimiz durumu oluşturan değişimin meydana geliş tarzı nasıl olursa
olsun, ister az ya da çok büyük çevrimler söz konusu olsun, ister ani ve
şiddetli bir kopmanın görünümlerine sahip olsun, bu değişim hiçbir zaman mutlak
bir kopukluk anlamına gelmez; çünkü bütün çevrimleri kendi aralarında bağlayan
geleneksel bir bağ vardır. Sözünü ettiğimiz elit, hâlâ vakit varken
oluşabilse, bu değişimi en uygun koşullarda meydana gelecek tarzda ve
kaçınılmaz olarak beraberinde getireceği karışıklığı asgarî düzeye indirecek
şekilde hazırlayabilir. Ama böyle olmasa bile, bu elitin her zaman, şimdiki
dünyada sürüp gitmesi gereken öğelerin korunmasına yardım etmek ve gelecek dünyanın
kurulmasında işe yaramak gibi çok önemli bir görevi olacaktır. Bu yeniden
yükselişin zorunlu olarak vuku bulacağı bilinir bilinmez, düşüşün daha önce
herhangi bir büyük felâkete götürmesi önleneme- se bile, yükselişi hazırlamak
için bir düşüşün sona ermesini beklemenin gerekmeyeceği gün gibi aşikârdır. Şu
hâlde bütün durumlarda yapılacak çalışma boşa gitmeyecek, kaybolmayacaktır:
Elitin bizzat kendisi için ondan çıkaracağı yararlara bakılırsa, o çalışmalar
hiç kaybolmaz; hele hele tüm insanlık için ortaya çıkacak nihaî sonuçlara
bakılırsa, kesinlikle boşa gitmeyecektir.
İşte şimdi bunları ele alıp
değerlendirmek ne kadar uygundur: Doğu uygarlıklarında elit hâlâ mevcuttur.
Modern istilânın önünde elitin gittikçe azaldığını kabul etsek bile, aynı
zamanda elit, varlığını sonuna dek sürdürecektir; çünkü kaybolması olanaksız
gelenek, birikimini korumak ve ko-
runması gereken her şeyin başkalarına
iletilmesini sağlamak için bunun böyle olması zorunludur. Buna karşılık,
Batı’da güncel olarak artık elit diye bir şey yoktur; dolayısıyla çağımızın
sona ermesinden önce, yani gelenekten sapmasına rağmen, eğer Batı dünyasının bu
geleneğin korunmasında ve (daha sonraki kuşaklara) iletilmesinde bir payı
olacaksa, insan Batı’da yeniden bir elitin oluşup oluşmayacağını kendi kendine
sorabilir. Eğer durum hiç de böyle olmazsa, bunun sonucu olarak, Batı
uygarlığı büsbütün yok olup gidecektir; çünkü kendisinde artık gelecek için
yararlı, kullanılabilir hiçbir unsur kalmayacaktır ve yine çünkü, kendisinde
gelenek düşüncesine ait bütün izler kaybolacaktır. Mesele bu şekilde ortaya
konulunca, nihaî sonuç bakımından ancak çok tâlî bir önem taşıyabilir. Bununla
birlikte, içinde yaşadığımız dönemin özel koşullarını hesaba katmaya başladığımız
andan itibaren göz önüne almamız gereken İzafî görüş açısından belli bir önemi
arz etmektedir. İlke olarak, Batı dünyasının, her şeye rağmen modern çağların
başlangıcından beri kopmuş gibi göründüğü bütünün bir parçası olduğunu ve
çevrimin nihaî bütünleşmesinde bütün parçaların belli bir biçimde bir araya
gelmeleri gerektiğini belirtmekle yetinebiliriz; ama bu kesinlikle Batı
geleneğinin önceden yapılması gereken bir onarımı anlamına gelmez, çünkü bu
gelecek belirli bir anda büründüğü özel biçimin dışında bizzat kaynağında
sadece sürekli bir imkân hâlinde korunabilir. Zaten biz bunu ancak bir bilgi
olarak veriyoruz; çünkü bunu derinliğine anlamak için, aslî gelenekle (tradition
primordiale) daha sonradan ortaya çıkan ona bağımlı geleneklerin (tradi-
tions subordonnees) ilişkilerinin değerlendirmesini yapmak gerekir ki
burada bunu yapmayı hiç düşünmüyoruz. Burada kendi içinde ele alınan Batı
dünyası için en elverişsiz bir du-
rum ortaya çıkıyor ve onun bugünkü
durumu, söz konusu durumun şu anda gerçekleşen durum olduğu korkusunu da
uyandırabilir; bununla birlikte, daha iyi bir çözüm için henüz tüm umutların
kesin olarak yok olmadığını düşündüre- bilen birtakım işaretlerin olduğunu
söyledik.
Şimdi Batı’da, kendi uygarlıklarında
neyin eksik olduğunun bilincine varmaya başlayan, sayıları zannedildiğinden daha
çok olan insanlar vardır. Eğer bu konuda onlar belirsiz özlemlere ve çoğu kez
verimsiz araştırmalara indirgenmişlerse ve hatta bazen büsbütün yollarını
şaşırıyorlarsa, bunun nedeni hiçbir şeyin yerini tutamayacağı gerçek
verilerden yoksun oluşları ve gerekli öğretisel yönelişi kendilerine sağlayacak
hiçbir kuruluşun olmayışıdır. Kuşkusuz bunu söylerken, entelektüel olarak Batı
dünyasının dışında olup, böylece bu yönelişi Doğu geleneklerinde bulabilmiş
kişilerden söz etmiyoruz. Zaten ancak istisnaî bir durum arz eden bu kimseler,
kesinlikle Batı elitinin bütünleyici bir parçası olamazlar. Gerçekte onlar
Doğu elitlerinin bir uzantısıdır. Bu uzantı, Batı eliti yeniden oluşumunu
başardığı gün, Doğu elitleriyle Batı elitleri arasında bir köprü olabilir. Ama
bu elit, tanım gereği, ancak tamamen Batılı bir girişimle oluşabilir. İşte
bütün güçlük de burada yatmaktadır. Bu girişim ancak iki tarzda mümkündür: Ya
Batı bunun vasıtalarını, gizli olanakların kendiliğinden uyanışı gibi bir
dönüşle, yani kendi geleneğine doğrudan bir dönüşle bizzat kendisinde
bulacaktır; ya da Doğu öğretilerinden edinecekleri belli bir bilgi yardımıyla,
bu onarım işini, birtakım Batıhlar yerine getirecektir. Batılı kalmak zorunda
oldukları için, bu bilgi elbette onlarca doğrudan edini- lemeyecek; ama
yukarıda değindiğimiz bilgiler gibi, aracılar vasıtasıyla kendini göstererek,
ikinci derecede bir etkiyle el-
de edilecektir. Bu iki varsayımdan
birincisinin gerçekleşeceğe benzemesi çok büyük bir olasılıktır; çünkü bu,
Batı’da geleneksel düşüncenin bütünüyle korunmuş olduğu anlamına gelir, en
azından bir açıdan; öte yandan, bazı kesinlemelere rağmen, böyle bir durumun
varlığı bize son derece kuşkulu görünmektedir, dedik; öyleyse, ikinci varsayımı
daha yakından incelemek yerinde olur.
Bu durumda, yetişme hâlindeki elitin,
mutlak bir gereklilik olmasa da, daha önceden etkin bir varlığı olan Batılı
bir kuruluşta dayanak noktası bulması kendi yararına olur; o hâlde, Batı’da
geleneksel bir niteliğe sahip olan ve söz konusu işe uygun bir temel sağlamaya
elverişli öğretiyi koruyan sadece tek bir kuruluş var gibi görünüyor: Bu da
Katolik Kilisesi’dir. Kilise’nin dışarıda büründüğü dinî biçimden hiçbir şey
değiştirmeksizin, gerçekten kendisinde var olan, ama bugünkü temsilcilerinin
hâlâ bilincine varamamış göründükleri ve hatta diğer geleneksel şekillerle
olan temel birliğini fark edemedikleri derin anlamı bu öğretiye yeniden vermek
yeterlidir. Zaten bu iki şey birbirinden ayrılamaz. Bu da etimolojik olarak
“evrensellik” (universalite) fikrini açıklayan, sözcüğün gerçek
anlamıyla Katoliklik’in gerçekleşmesi demek olur ki bu husus, öteki
geleneklerle hiçbir etkin bağı olmaksızın, Katoliklik’i tamamen Batılı ve özel
bir şekle ait bir ad olarak görmek isteyen kişilerin en çok unuttukları bir husustur.
Bugünkü durumda, Katoliklik’in sadece gizil güç hâlinde bir varlığı olduğu
söylenebilir; çünkü gerçekten onda evrensellik bilincini göremiyoruz. Ama yine
de böyle bir adı taşıyan bir kuruluşun varlığı tam anlamıyla geleneksel düşüncenin
onarımı için mümkün bir temelin işaretidir; çünkü o, Ortaçağ Batı dünyasında
bu düşünceye dayanak teş-
kil etmişti. Bu durumda bir başka
çağın koşullarına gerekli uyarlamalarla, modern sapmadan önce var olan
şeylerin yeniden oluşturulması söz konusu olacaktır. Kimileri böyle bir
düşünceden dolayı hayrete düşüyorlarsa veya benzeri bir fikre karşı
çıkıyorlarsa, bunun nedeni bizzat kendilerinin haberleri olmadan ve belki de
isteklerinin tersine, artık bugün sadece kabuğunu korudukları bir geleneğin
anlamını büsbütün yitirecek derecede modern düşüncenin içine dalmış olmalarıdır.
Yukarıda açıkladığımız gibi, hâlâ “maddecilik”in değişik türlerinden biri olan
“harf şekilciliği”nin maneviyatı (spiritualite) kesinlikle yok edip
etmediğini ya da bu maneviyatın geçici olarak karartılmış olup olmadığını ve
mevcut teşkilatın içinde yeniden canlanıp canlanamayacağını bilmek de çok
önemlidir. Ama bunları anlamamızı ancak olayların seyri sağlayacaktır.
Zaten Katolik Kilisesi yöneticilerine,
saf entelektüalite bakış açısından önemini doğrudan anlayamadıkları şeyleri,
vazgeçilmez bir gereklilik olarak, er ya da geç bizzat bu olayların kabul
ettirmesi mümkündür. Onlara bu konuları düşündürebilmek için, her türlü üstün
ilke dışında değerlendirilen siyasal alana ait şartlar kadar olağan şartların
gerekmesi gerçekten esef vericidir; ama şunu da kabul etmek gerekir ki, gizli
imkânların gelişme fırsatı, herkese, bugünkü anlayış gücüyle hemen
anlayabileceği en kestirme vasıtalarla sağlanmalıdır. Bu nedenle şunu
söyleyeceğiz: Gittikçe genelleşen bir kargaşanın şiddetlenmesi karşısında, Do-
ğu’da olduğu kadar Batı’da da, dış dünyada hâlâ eylemini sürdüren manevî
güçlerin birleşmesi için çağrıda bulunmak yerinde olur. Bununla ilgili olarak
Batı’da Katolik Kilise- si’nden başka bir güç göremiyoruz. Eğer Katolik
Kilisesi bu
şekilde Doğu geleneklerinin
temsilcileriyle temasa geçebilse, amaçladığımız şeylere tam tamına hareket
noktası olabilecek bu ilk sonuçtan büyük sevinç duyarız. Çünkü sadece haricî
ve “diplomatik” bir ittifakın aldatıcı olacağı ve istenilen sonuçları
vermeyeceği kuşkusuz çabucak fark edilecektir; öyle ki normal olarak ilk önce
neyle işe başlanacaksa onda karar kılmak gerekir, yani ilkeler üzerinde
sağlanacak bir uzlaşmayı ele almak gerekir. Bu uzlaşmanın gerekli ve yeterli
koşulu ise, Batı’nın temsilcilerinin de Doğu’nun temsilcileri gibi, gerçekten
bu ilkelerin bilincine varmalarıdır. Bir kez daha söyleyelim ki, gerçek
ittifak ancak yukarıdan ve içeriden, dolayısıyla aralarında ayrım yapmaksızın
entelektüel ve manevî diyebileceğimiz bir alanda sağlanabilir; çünkü bize
göre, bu iki sözcük aslında aynı anlamı taşır. Ayrıca bu noktadan hareket
edilirse, diğer bütün alanlarda da zorunlu olarak ittifak sağlanacaktır; tıpkı
ilke ortaya çıkınca, geriye o ilkede mevcut tüm sonuçları çıkarmaktan, daha
doğrusu sonuçları “açıkça bildirmek”ten başka artık yapacak bir şey kalmayacağı
gibi. Buna sadece bir tek şey engel olabilir: O da, Batı’nın kendi dinini
başkalarına yayma çabasıdır (proselytisme) ki bunun sonu, bazen “tebaa”
olmayan “müttefikler”e sahip olunması gerektiğini kabul etmeye kadar varabilir
ya da daha açık konuşmak gerekirse, bu bir anlayış kıtlığıdır; burada sözü
edilen Batı’nın kendi dinini başkalarına yayma tutkusuysa (proselytisme),
bunun sonuçlarından sadece biridir. Acaba bu engel aşılacak mı? Eğer bu engel
aşılmazsa, elitin, kendi kendini oluşturması için bilinen her türlü ortamın
dışında, entelektüel yetenekleriyle sivrilmiş kimselerin çabasına ve bir de kuşkusuz
Doğu’nun desteğine güvenmesi gerekir sadece. Dolayısıyla elitin işi daha
zorlaşır ve etkisi ancak çok uzun vadede olabi-
lir; çünkü öteki durumda olduğu gibi,
gerekli tüm araçlarını hazır durumda bulmak yerine, onları bizzat kendisi yaratacaktır.
Ama biz bu güçlüklerin ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, şu ya da bu biçimde
yapılması gerekeni engelleyecek türden olacaklarını hiç mi hiç düşünmüyoruz.
Öyleyse şunu da bildirmeyi uygun
görüyoruz: Şu andan itibaren, elitin tam anlamıyla gelişimini sağlamayacak
kadar anî bir büyük felâket olmadıkça, Batı dünyasında entelektüel bir elitin
yeniden oluşması sonucunu doğuracak ve hatta normal olarak bu sonucu doğurması
gereken, ama henüz belli belirsiz kalan bir hareketin kesin belirtileri
görülmektedir. Kilise’nin gelecekte oynayacağı rol bakımından, böyle bir hareketin
kendiliğinden olmasını beklemekten ve kendi elinden kaçırma tehlikesi olan bir
etkiyi elinde tutmak için hareketi arkasından izlemek zorunda kalmaktan çok,
Kilise’nin bu hareketten önce davranıp öne geçmesinde büyük yararı olacağını
da ayrıca belirtmek gerekir. Böyle bir tutumdan, en büyük yararları kısacası
yine kendisinin sağlayacağını anlamak için, ulaşılması çok güç ve çok yüksek
bir bakış açısından bakmaya gerek yoktur; nitekim öğretisel alanda kendi
açısından en ufak bir gizli anlaşmayı gerektirmekten uzak olan bu tutum, aksine
modern düşüncenin her türlü sızmasından onu kurtarmış olma sonucunu da
doğuracaktır; zaten bu tutumdan ötürü hiçbir dış değişikliğin olması gerekmez.
Katolik Kilise- si’nin desteği ve katkısı olmaksızın Katoliklik’in eksiksiz gerçekleşeceğini
ummak, biraz saçma olur; o zaman Katolik Kilisesi daha önce karşılaştığı
saldırılardan daha korkunç saldırılara karşı, kimi insanlar tarafından
savunulmayı kabul etme gibi tuhaf bir mecburiyet içinde kalabilir; Kilise
yöneticileri ya da en azından kendileri adına konuşmaya izin verdikleri
kişiler, en kötü şekilde tasarlanmış
kuşkuları onların üzerine atarak bu insanları değerden düşürmenin yollarını
ararlar. Biz kendi payımıza durumun böyle olmasından üzüntü duyarız. Ama
olayların bu noktaya kadar gelmesi istenmiyorsa, konumları gereği en ciddi
sorumlulukları üzerlerine alan kişiler için, tam bir dava bilinciyle hareket
etmenin tam zamanıdır. Bu kişiler en büyük önemi haiz sonuçları doğurabilecek
girişimlerin az ya da çok alt düzeyden birkaç kişinin anlayışsızlığı veya kötü
niyetiyle durdurulmuş olması gibi bir tehlikeye artık müsaade etmemelidir.
Çünkü daha önce bunun örneği görülmüştür ve bu durum bugün her tarafta kargaşanın
ne düzeyde egemen olduğunu bir kez daha göstermektedir. Tamamen bağımsız ve
tamamen nesnel olarak yaptığımız bu uyarılardan dolayı bize hiç minnet borcu
duymayacaklarını şimdiden tahmin ediyoruz; ama bu bizim için hiç önemli değil.
Yine de biz, gerektiğinde zamana ve koşullara göre en uygun tarzda, söylenmesi
gerekeni söylemekten geri durmayacağız. Şu anda söylediklerimiz, son
zamanlarda, kuşkusuz tamamen entelektüel bir alanda bazı “tecrübeler”le vardığımız
sonuçların bir özetinden ibarettir. En azından şimdilik, bu konunun
ayrıntılarına girecek değiliz; hem zaten bu ayrıntılar kendi başlarına o kadar
ilginç de değildir. Ama şimdiye kadar yazıp söylediklerimiz içinde, üzerinde
enine boyuna düşünmeden yazdığımız tek bir kelimenin bile olmadığını kesin
olarak söyleyebiliriz. İyi bilinsin ki, burada değinmek istemediğimiz birtakım
felsefî yersiz akıl yürütmelerle (arguties philosophiques) buna karşı
çıkmanın yollarını aramak tamamen yararsızdır. Biz ciddi bir şekilde ciddi
şeylerden söz ediyoruz; bizim için hiçbir yararı olmayan boş sözlü
tartışmalarla kaybedecek vaktimiz yoktur. Her tür pole-
miğin, her tür ekol ya da parti
kavgasının dışında kalmak istiyoruz; aynı şekilde kendimize herhangi bir
Batılı etiket yapıştırmayı da kesinlikle reddediyoruz; çünkü Batı’da bize uygun
olan hiçbir etiket yoktur. Bu bazılarının hoşuna gitmese de durum böyledir ve
tabii hiçbir şey, bizim bu konudaki tutumumuzu değiştiremez.
Gerçekten ulaştıkları bilgi
derecesinden ötürü değilse bile, yüksek bir anlayış düzeyine sahip
olduklarından ötürü muhtemel bir elitin elemanları olmaya aday gibi görünen
kimselere de şimdi bir uyarıda bulunmak zorundayız. Hiç kuşku yok ki, kelimenin
bütün anlamlarıyla gerçekten “şeytanî” bir şey olan modern düşünce, bugün
toplumdan soyutlanmış ve dağınık bir hâlde bulunan bu elemanların genel
zihniyet üzerinde gerçek bir etki gösterebilmeleri için gerekli bağlantıyı
elde etmelerini engelleme konusunda bütün olanaklarıyla çaba göstermektedir.
Öyleyse çalışmalarını yöneltmeleri gereken amacın az çok şimdiden tam
bilincinde olan kişiler, ne olursa olsun önlerine çıkacak güçlüklerden dolayı,
bu yoldan geri dönmemelidir. Kesin bir yönelişin artık doğru yoldan ayrılmaya
izin vermediği bir noktaya henüz ulaşamamış kişiler için, çok ciddi sapmalar
olacağından her zaman korkulur. Öyleyse büyük ölçüde ihtiyatlı olmak gerekir;
hatta diyebiliriz ki bu ihtiyat güvensizlik ve kuşkuya kadar götürülmelidir;
çünkü şu ana kadar kesinlikle yenilememiş “düşman”, çok değişik, hatta bazen
hiç beklenmedik şekillere bürünmeyi iyi biliyor. Öyle oluyor ki, modern
“maddecilik”ten (materyalizm) kaçıp kurtulduğunu sananlar, ona tamamen karşı
çıkıyormuş gibi görünerek, gerçekte aynı nitelikte olan başka şeylere
kapılıveriyor. Batılıların düşünce biçiminden dolayı, bu bakımdan az çok
olağanüstü
“olaylar”ın onlar üzerinde
yapabileceği çekiciliğe karşı, özellikle onları uyarmak yerinde olur. “Yeni
ruhçuluk” akımına ait (neo-spritualistes) yanlışlar büyük ölçüde buradan
kaynaklanmaktadır; bu tehlikenin daha da ağırlaşacağını şimdiden haber vermek
gerekiyor; çünkü bugünkü kargaşayı besleyen karanlık güçler orada en güçlü
eylem araçlarından birini buluyor. Daha önce başka bir yerde hatırlattığımız,
Incil’in haber verdiği çağla hemen hemen uyuşan bir çağdan, büyük olasılıkla
pek o kadar uzak değiliz galiba: “Gün gelecek sahte Isâlar ve sahte
peygamberler türeyecek; bunlar, mümkün olsa, bizzat seçkinleri bile baştan
çıkaracak kadar olağanüstü büyük ve şaşırtıcı şeyler yapacaklar.” “Seçkinler” {elus),
zaten kelimenin de belirttiği gibi, gerçek anlamının bütünlüğü içinde
anlaşılınca, “elit”e dahil olan kimselerdir. Nitekim, bu vesileyle bir kez daha
söyleyelim ki, “din dışı” (profane) dünyada fevkalâde yanlış
kullanılmasına rağmen, “elit” terimi üzerinde işte bu nedenle çok duruyoruz. Bu
seçkin kişiler, ulaştıkları “iç tahakkuk/gerçekleşme” (realisati- on
interieure) gereğince, artık baştan çıkarılamaz; ama henüz kendilerinde
sadece bilgi imkânlarına sahip olup, “elit” olmak için sadece “çağrılmış” olan
kişiler için durum aynı değildir. İşte bunun için İncil, “Çağrılanlar çok, ama
seçilenler azdır.” (Matta 22: 14) demektedir. Gittikçe yoğunlaşacak ve
artacak düzensiz gösterilerden dolayı ve yine, asıl görevleri başkalarına yol
göstermek olduğu hâlde, bugün kendileri “kör kılavuz” durumuna düşen kişilerin
gerçek bilgiden yoksun olmalarından dolayı, “iyiyi kötüden ayırt etme”- nin ve
din bilginlerinin “ruhların tefriki” dedikleri şeyi tam olarak
gerçekleştirmenin özellikle güç olacağı bir çağa giriyoruz. Böyle benzeri
durumlarda, diyalektik kurnazlıkların
herhangi bir yarar sağlayıp
sağlamayacağı ve isterse en iyisi olsun, “felsefe”nin bu “cehennemî” güçlerin
aşırı hiddetini durdurmaya gücünün yetip yetmeyeceği o zaman görülecektir.
Burada da gene bir yanılsama var ki, kimi insanlar kendilerini bu yanılsamaya
karşı korumalıdır; çünkü en uygun durumda bile, gerçek bilginin ancak gölgesi
olan, basit bir felsefî bilginin her şeye çare olacağını ve çağdaş zihniyeti
düzelteceğini düşünen, saf entelektüalitenin ne olduğunu bilmeyen çok insan
var; tıpkı bizzat modern bilimde üstün hakikatlere yükselmenin bir yolunu
bulacağını sanan insanlar olduğu gibi... Oysa modern bilim kesinlikle bu
hakikatlerin inkârı üzerine kurulmuştur. İşte bütün bu yanılsamalar bu kadar
sapıklığın temel nedenleridir. Pek çok çaba bu yüzden boşa gitmiştir. Böylece
modern düşünceye tepki göstermeyi samimiyetle isteyenlerin çoğu güçsüzlüğe
düşmüştür; çünkü temel ilkeleri nasıl bulacaklarını bilmediklerinden -ki temel
ilkeler olmadan her tür eylem kesinlikle boşunadır-, kendileri için bir daha
çıkmanın artık olanaksız olduğu çıkmazların içine sürükleniverdiler.
Bütün bu engelleri aşmayı ve her
türlü maneviyata karşı olan çevrelerin düşmanlığını yenmeyi başaracak kişiler,
kuşkusuz çok az sayıda olacaktır; ama bir kez daha tekrar edelim, önemli olan
sayı değildir; çünkü biz burada, yasaları, maddenin yasalarından çok farklı
olan bir alandayız. Öyleyse umutsuzluğa yer yoktur; ayrıca, modern dünya
herhangi bir felâket içinde yok olmadan önce, gözle görülür önemli bir sonuca
çıkacak hiçbir umut olmasaydı bile, gerçek gücü şimdiki çağın çok ötesine
uzanan bir işe girişmemek için geçerli bir neden olamaz. Cesaretsizliğe boyun
eğme duygusuna kapılanların, bu alanda yapılacak hiçbir şeyin zayi olmayacağını
ve karga-
şa, yanlışlık ve karanlığın sadece
görünüşte ve geçici olarak üstün gelebileceğini, kısmî ve geçici tüm
dengesizliklerin büyük ve bütünsel dengeye katkıda bulunmak zorunda olduğunu,
sonuç olarak Hakikat’in gücüne karşı hiçbir şeyin üstün gelemeyeceğini
düşünmeleri gerekir. Onların şiarları, vaktiyle Batı’nın bazı inisiyatik (initiatique)
kuruluşlarının benimsediği şu şiar olmalıdır: Vincit omnia Veritas! (Hak her
şeye galiptir!)
agnostisizm 95 ahlâk 119, 120, 156 laik- 120
Stoacı ve Epikürcü— 52 ahlâkçılık 119, 125, 156, 167,
183
akıl-altı (infra-rationnelle) sezgi
87, 115
akıl-üstü (supra-rationnelle) sezgi
50, 87 aklî/entelektüel sezgi 91, 112 aklî sezgi (intuition intellectuel-
le) 91 algılanabilen (duyulur) âlem 98,
104,107,115,116,151, 153,155
Amerika 54, 62, 180
Anglo-Sakson deneyciliği 101, 156
Antikite 50,51,87,92, 100 Antik uygarlık 51 Apollon
Delfi kültü 49 Aristo 83, 93, 95, 137 aristokrasi 143 astrologlar 101 astroloji
99, 100, 106 astronomi 99 ateizm 151 Atlantis 65, 66 —geleneği 66 Atomcular 86
Avrupa 20, 21, 48, 49, 62, 122, 173, 180, 183
—düşüncesi 122 —zulmü 184
Babil tutsaklık dönemi 47
Batı 7, 10, 12, 13, 14, 18, 19, 21,
22, 24, 27, 28, 31, 41, 42, 47, 49, 51, 55, 61, 62, 63, 64, 65, 67, 68, 71, 73,
74, 77, 79, 80, 81, 82, 86, 93, 95, 101,111,112,118,119, 121,122,123,132,145,
159,163,164,167,168, 169,173,174,175,176, 177,179,180,181,182, 183,184,
191,193, 194, 195,196,197,198,200, 203
—Antikitesi 64, 83
—bilimleri 57
—düşüncesi 63, 81, 126
—entelektüalitesi 181
~ geleneği 65, 68, 69, 118 ~ istilâsı 159, 173, 176
modern— 18, 19, 26, 28, 63, 67, 81, 106, 153, 168, 179
— ’nın savunulması 73 —uygarlığı 28, 32, 36, 52, 62,
63,64,73,122,149, 176, 181, 193
Batıcılık 174
bâtınî ekol (esoterisme) 118
Bergson 87, 157
—’un “sezgicilik”! 115
Berkeley 150
Bernard, Claude 13, 97 beşerî hayvan 164 bilgi 18, 28,
29, 65, 72, 82, 83, 87, 93,95,96,103,107, 112,113,116,154,156,
162,189,190,193,194, 200, 201
gerçek— 42, 51, 83, 85, 96,
114,119,127,145,201, 202
istidlâlî— 83
metafiziksel— 18,19, 72, 87 bilim 28,
53, 71, 93, 94, 96, 97, 101,102,106,107,151, 152, 157, 162
gerçek— 107
kutsal- 14, 28, 91, 103, 104, 106,
107,190
modern— 18, 94, 95, 97, 99, 101, 102,
103, 107, 121,151,153,155,156, 159,162,202
bilimcilik (scientisme) 152
bilinçaltı 116, 119, 120
bireycilik 28,88,108, 111,113,
114,115,118,125,126, 141, 142, 143, 144
bireysel akıl 118
bireysellik 111
Brahman 80, 82
Budizm 46, 47, 86
bunalım 32, 33, 36, 55, 58
büyük evren (bkz. makrokozmos) 100
cahiliye bilgisi 107
Charlemagne 52 cismânîlik
(corporeite) 152
Comte, Auguste 115
çember 105
çevrim, -ler 55, 192, 193
Çin 45, 46, 178
—uygarlığı 62 çokluk 57, 72, 83, 84, 86, 92,
104,105,115,121,133, 141, 142,159
Defense de l’Occident 177 demokrasi 136, 137, 142,
143, 144
demokratik düşünce 136,143 deneysel bilimler 98, 99
deneyselcilik 97, 98
derin düşünme 12, 80, 82 devirsel yasalar 37
devlet 142
din dışı 44, 53, 70, 101, 103,
107,111,125, 127, 145, 151,167,179,185,189, 201
—alan 106
-bilim 91, 103, 107, 125, 190
-felsefe 50, 51, 53, 104, 116
—görüş açısı 106,111 dinî düşünce 168
dini savunma biçimi (apologe- tique)
127
dinî tecrübe 120 dinler tarihçileri 121
Doğu 13,14,15,18,19,22,27, 28, 31,
52, 57, 61, 62, 63, 64, 67, 68, 69, 71, 73, 74, 77, 79, 80, 81, 82, 88, 92,
123, 159, 164,169,173,174,175, 176,177,178,179,180,
181,182,183,194,196, 197
—düşüncesi 15, 17, 63
—geleneği 65
—uygarlıkları • 62, 63, 73, 100, 192
Doğulular 149, 159, 160, 173,
174,182,183
Doğu ve Batı 13, 14, 19, 22, 27, 28,
31, 61, 62, 64, 77
—ilişkileri 160
—karşıtlığı 62, 63
duygusalcılık 119, 167
duyularla algılanabilen düzen/ âlem-i
mahsûsât 154
dünyanın sonu 34, 35, 36, 37, 56,164,
176
düşüş hareketi 43
elit 28,29, 68, 73, 80,122,143,
144,145,182,192,193, 194, 201
entelektüalite 19, 29, 52, 72, 144,
156, 174,179,196
entelektüel sezgi 87, 91, 107,
112,117
eski fizik 94
esprit 42
eşitlik 133, 141, 144, 161
eşitlikçiler 163
eşitlikçilik (egalitarism) 161
evrensel akış 86
evrensellik 195
evrensel muvâfakat 139
evrimcilik 87, 115
fayda 98, 116
felsefe 7, 49, 50, 70, 116, 119, 125,
126, 153, 202
felsefî pragmatizm 156 felsefî
spiritüalizm 153 fizik 93, 94, 95
gelenek 10, 11, 64, 65, 66, 67, 70,
88, 118, 122, 164, 168, 192,193
aslî— (tradition primordia- le) 193
bağımlı gelenekler (traditions
subordonnees) 193
Batı- 64, 65, 68, 69, 118, 122, 193
—e dönüş 11,65,71
—in inkârı 117
-karşıtı 45,62,73, 77,108, 118,120,174,176,
178
—ten kopma 117 gelenekçilik 65, 181,
184 geleneksel 8, 9, 21, 22, 24, 36, 37, 44, 48, 50, 55, 56, 61, 62, 63, 64,
65, 67, 70, 74, 77, 88, 92, 93, 98, 101, 102, 104, 105, 106,107,111,117,119,
121,122, 123,132,142, 145,173,189,191,192, 195
—bilimler 46, 53, 92, 97,
100,101,102,103,106, 118,125
—düşünce 9,10, 11,46, 62, 64, 65, 68,
71, 72, 86, 117,118,121,122,123,
124,125, 174, 195 —felsefe 70
-ruh 53, 71, 176
—sanatlar 106
gerçek (realite) 8, 10, 12, 21, 23,
26, 28, 35, 36, 43, 45, 46, 48, 50, 52, 53, 57, 64, 65, 67, 68, 69, 70, 71, 72,
73, 74, 78, 81, 82, 83, 85, 87, 88, 91, 94, 95, 98, 99, 100,
101,102,105,106,107, 112,113,116,117,119, 124,125,127,128,132,
134,135,136,141,143, 144,145,149,150,152, 154,155,156,158,161,
162,165,166,167,168, 169,174,176,177,178, 180,181,182,184,185, 189,194,195,197,
200, 201, 202
Greko-Romen uygarlığı 53
hâdise hurâfesi 98
hafıza (memoire) 133
hakikat (verite) 21, 22, 25, 92,
113,114,115,116,125, 126, 157, 179
hareketsiz muharrik güç 83 harf
şekilciliği 196
Helenizm 52
Helen uygarlığı 48
Heraklit 86
Hıristiyan 13, 25, 56, 120, 141,
168,169
Hıristiyanlık 12,25,51,52,67,
68,
69, 70, 122, 161, 168, 178
gerçek— 121
hikmet 29, 49, 50, 114
Hindistan 18,46,47,55,79,80, 86, 102,
122
Hint 11, 15,22,41,45,82,97, 105,141,178,185
—düşüncesi 122
—geleneği 23, 43, 176
—uygarlığı 62
hiyerarşi 91, 128, 143
hümanitarizm (bkz. insaniyetçi- lik)
160
hümanizm 54, 111
Hyperborean 64
—geleneği 66
iç tahakkuk 201
idealizm 153, 167
ilerleme 23, 27, 32, 42, 87, 99, 103,133,160,
162,164
ilke 42, 61, 82, 83, 118, 133,
141,142,143,145,196, 197
—ler bilgisi 72
—sel bilgi 83
—ye dönüş 43
—yokluğu 46, 83, 111, 137
ilk gelenek 64
ilk maneviyat 57
İncil 56,58, 122,128, 166, 201
individualisme (bkz. bireycilik)
88,111
individualite (bkz. bireysellik) 111
insaniyetçilik 160
İsâ 9, 46, 121
İskenderiyeliler 50
İslâm uygarlığı 63
iş bölümü 157
İzafîlik 86
James, William 120
kâhinlik sanatı (art divinatoire) 100
Kali-Yuga 28,41,44, 45,55, 66,
84, 86, 174
kamuoyu yaratmak 138
kamuya oy hakkı 138
Kant 115, 153
Karanlıkçağ (bkz. Kali-Yuga) 28, 41
Kartezyen düalizmi 153
Kartezyen fiziği 150, 154
Kartezyenizm 117 kastlar 55, 132
Katolik Kilisesi 123, 195, 196, 198
Katolikler 123
Katoliklik 68, 118, 121, 122,
123,169,195, 198
Kelt
—düşüncesi 67
—geleneği 67
—halkları 48
—öğretileri 66
Keltizm 66, 67
Kilise 195, 198
kimya 99,101
kolektif psikoloji 139
Konfüçyanizm 46 kozmik tekerlek 105 kozmoloji 100
kritisizm 115 Kşatriya 80, 82, 86 kutsal alan 106
Kutsal Kâse (Saint Graal) 67 Kutsal kitaplar 47, 55,
121 küçük evren (bkz. mikrokozmos) 100
laisizm 55
maddecilik (materialisme) 42,
137,140,149, 150,151, 153,155,196,200
maddenin yasaları 166, 202 maddî iktidar 80, 137
maddileştirme 42, 56, 154, 177 makineleşme 157 makrokozmos 100 manevî güçler
196 manevî otorite 80, 137 maneviyat (spiritualite) 20, 29, 153, 167, 180, 196
Manvantara 41, 45 marifet (bkz. bilgi) 82, 83 Massis,
Henri 177, 178, 179, 180, 181, 184 matematik 11, 102 materyalizm (bkz.
maddecilik) 137,140,149, 150,151, 153, 156, 200 tarihsel— 158 teorik— 156
matiere 42
Mazdeizm 46
mekanikçilik 150, 154
Mesih 34
Mesihçilik 52
metafizik 12, 13, 15, 42, 87, 92, 95,
103, 112,115
sözde- 112, 115
Mısır 9, 12, 20, 45, 46
mikrokozmos 100
Misterler 48, 50, 56
modernistler 174
modernizm 123
modern çağ 33, 44
modern dünya 23, 32, 51, 57, 112,
117, 145, 169, 191, 202
modern düşünce 45, 63, 73, 119, 154,
168,175,200
modern felsefe 116,126
modern istilâ 192
modern kargaşa 173
modern matematik 102
modern uygarlık 27, 53,54, 57, 58,
71, 73, 74, 98, 158,161,162,165,166, 167, 175, 177, 189
modern zihniyet 32, 136
modernler 48, 50, 87, 101, 113
mutlak doğru 97
natüralizm 115
neo spiritüalizm 153
oluş felsefeleri 87,115
Orfeusçuluk (Orphisme) 48
Ortaçağ 7, 14, 15, 19, 48, 52, 53,
54, 63, 67, 68, 80, 87, 92, 100, 101, 103, 106,118, 161, 169, 195
—Batı uygarlığı 63
—“kozmolojisi” 95
—uygarlığı 53
Orta Doğu 62
ölçme 154
öte dünya 152
Papalık 122
Pisagor 49
—matematiği 102
Pisagorculuk 48
pozitivizm 95, 115
pragmatistler 114 pragmatizm 80, 116, 120, 156, 157
pratik maddecilik 151,155
Protestan 124
—ahlâkı 120
—düşüncesi 123
Protestanlık 118, 119, 120,121
liberal— 120
psikoloji 101, 139
putperestlik 52
rasyonalistler 107
rasyonalizm (bkz. usçuluk) 114,
115,116
realite (bkz. gerçek) 154, 155
Reform 53, 117
Roma 48 rölativizm 115
Rönesans 53,54, 111, 117
ruhçuluk (spiritualisme) 42,153
Yeni- 201
saf akıl 80, 87, 107
saf zaman 87
sağduyu 156 sahte elitler 144 sanayi 8, 157, 159
Seçkinler 201 sezgi 87, 91, 112, 115, 117 sözde— 87 silahlı ulus 160 simya 99,
100 sözde dinler 120 spiritizm 152
spiritüalizm (bkz. ruhçuluk) 153
tabiat ilmi (bkz. fizik) 93
Taoizm 46 tevhîd 84, 141 tutuculuk (conservatisme) 181
ulusçuluk (nationalisme) 174
usçuluk 88, 114, 119
Uzak Doğu 62
uzaklaşma 43
uzmanlaşma 94, 100, 135, 157
vahy 70, 106, 120
Yahudiler 47
Yakın Doğu 62
yeniden uyarlamalar 92
Yunanistan 48
Yunan, -1ar 50, 51, 52, 55, 93, 104,150,184
—antikitesi 104
—felsefesi 86
Yunan-Latin klasisizmi 184
Yunan-Latin uygarlığı 52
Zenon, Elealı 86
Zerdüşt 46 zuhûr 43, 44, 56,57
[1] Contemplation-, seyre
dalma, derin düşünme, -ed.n.
[2] incarnation:
Tecessüd, bedenlenme. - ed. n.
[3] Bu, Hint
geleneğinde Vişnu ile temsil edilen “İlâhî koruyuculuk” fonksiyonuna ve
özellikle, tabii ki burada derinlemesine ele al-
mayı
düşünmediğimiz, Avatâras öğretisine veya zuhûr etmiş olan dünyada İlâhî
prensibin “inişler”i düşüncesine tekabül eder.
[4] Belirtmek gerekir
ki Zerdüşt adı gerçekte özel bir kişiliği değil, fakat hem nebevî hem de yasa
koyucu bir fonksiyonu belirtir. Farklı dönemlerde yaşayan birçok Zerdüşt
olmuştur. Bu fonksiyonun ortak bir özelliği olduğu muhtemeldir. Hindistan’da
Vyâ- sa’nınki de aynıdır; hatta Mısır’daki de aynıdır. Thoth ve Her- mes’e
atfedilen fonksiyon, bütün papazlık kast’ının eserini temsil eder.
[5] Budizm sorunu gerçekte şu kısa açıklamanın düşündürebileceği
kadar basit olmaktan uzaktır: Her ne kadar Hindular kendi öz gelenekleri
açısından Budistleri sürekli mahkûm ediyorsa da, aralarından çoğu Buda’ya
karşı büyük bir saygı beslerler. Hatta onun kişiliğinde dokuzuncu Avatâra'yı
görecek kadar ileri gidenler de vardır. Hâlbuki, diğerleri onu İsâ ile özdeş
tutuyorlar. Öte yan-
dan, bugün bilindiği
şekliyle Budizm’in Mahâyâna ve Htnayâna ya da “Büyük Vasıta” ve
“Küçük Vasıta” diye bilinen iki şeklini birbirinden özenle ayırmak gerekir.
Genel bir tarzda diyebiliriz ki Hindistan dışındaki Budizm, Ashoka’nın
ölümünden sonra hızla kaybolmaya başlayan ve birkaç asır sonra da tamamen
kaybolan Hindistan’daki asıl Budizm’den çok farklıdır.
[6] Bu durum Hindistan’a özgü olmayıp Batı’da da görülen bir durumdur.
Çağdaş tanıklıklarla kanıtlanmış olduklarından varlıkları itiraz kabul etmeyen
Galya sitelerinden hiçbir kalıntının bulunmaması da tamamen aynı nedene
bağlıdır. Aynı şekilde, burada da çağdaş tarihçiler, Galyalıları ormanlarda
yaşayan vahşîler olarak tasvir etmek için kanıt yokluğundan yararlanmışlardır.
Mysterion kelimesi, Yunanca
“dilsiz olmak, dudakları ve gözleri kapamak” anlamlarını taşıyan myein
ya da Mu-O fiilinden gelmektedir. Kelime anlamı ile Behçet Necatigil’in
“Mitologya sözlüğü” eserinde, “İman edenlere günahlarından arınma, öte dünyada
mutluluk içinde yaşama sağlayan gizli dinler mensupları. Törenleri gizli
tutmayı kutsal bir vazife sayarlardı.” şeklinde geçmektedir. Bir başka deyişle
misterler, eski çağların gizemsel bilgisidir. “Gizem”, “sır”, ya da “muammâ”
manalarına gelmektedir. Türk- çedeki anlamı bakımından “inisiyasyon” ve “gizem”
sözcüklerinin birleşiminden oluşan bir birleşik terimdir.
[7] Ezoterik
tradisyona göre, dünyanın ekseninin değişmesinden önce, Avrupa ve Asya’nın
kuzeyinde, yani Kuzey Kutbu’nun bulunduğu bölgede yer alan, ılıman iklimin
egemen olduğu kıta üzerinde ileri bir uygarlık bulunuyordu. Kimilerine göre
beyaz ırkın anavatanı burasıydı. Kıta, yüz binlerce yıl önce sel, deprem gibi
doğal afetlerin ardından beliren ilk tufanla birlikte sulara gömülmüştür. Daha
sonra yine eksen değişikliğinden ötürü bu bölge buzullarla kaplanmıştır.
Edouard Schureuard Büyük İnisiyeler kitabında Hiperboreahları sarı
saçlı, mavi gözlü olarak betimler. Eski Yunanlı yazarlar da burada hastalığı
tanımayan, mutlu insanların yaşadığını yazmışlardı. Pisagor’a göre de burada,
yılda iki kez ürün veren verimli topraklar üzerinde, çok uzun ömürlü olan, iyiliksever
ve saf insanlar yaşamıştı.
[8] Buradaki ilişki,
Tao öğretisindeki “yetenekli insan”la “üstün in- san”ın durumu arasındaki
ilişkiyle aşağı yukarı aynıdır.
[9] Çok ciddi sonuçlar
doğurması gereken bu tür olaylar arasından sadece ikisini örnek vereceğiz:
Çinlilerin milâttan önce bildikleri, sözümona matbaanın icadı ve Amerika’nın
“resmen” keşfi. Bütün Ortaçağ boyunca Amerika’yla her tür iletişim ve ulaşım,
düşünüldüğünden çok daha düzenli bir biçimde yapılmaktaydı.
[10] Bu yasa Eleusis misterlerinde buğday tanesi simgesiyle
gösterilirdi. Simyacılar onu “çürüme”yle ve “Büyük Eser”in başlangıcını
belirten siyah renkle simgelerlerdi. Hıristiyan mistiklerinin “ru-
hun karanlık gecesi”
dedikleri şeyse, en yüce durumlara yükselen varlığın manevî gelişimine
dikkatten ibarettir. Ayrıca daha başka pek çok uygunlukları belirtmek de
mümkündür.
[11] Gerçekten de derin
düşünme (teemmül/contemplation) ve eylemden her biri, Brâhman’lar
ve Kşatriya’lar denen iki kast sisteminin karşılıklı temel
fonksiyonlarıdır. Ayrıca aralarındaki ilişkiler de aynı zamanda manevî otorite
ve maddî iktidar arasındaki ilişkiler gibidir. Ama biz meselenin bu yanını,
ayrıca incelenmesinin daha iyi olacağı düşüncesiyle, burada özellikle ele
almamayı düşünüyoruz.
[12] Geleneksel Doğu
öğretilerinin ve özellikle Hint öğretisinin eyleme verdiği, nisbî olmasına
rağmen çok gerçek olan bu önemden kuşkulananlar, bundan iyice emin olmak
isterlerse, özellikle Kşat- riyaların kullanımlarına özgü bir kitap olan
Bhagavad-Gîtâ’ya başvurmaları gerekir. Bu konunun iyice anlaşılması
isteniyorsa, o kitap unutulmamalıdır.
[13] İşte bu şekilde belirlenen ifade gereğince, Brahman'ların
durağan varlıkların, Kşatriya'ların ise hareket eden varlıkların ya da
değişen varlıkların simgesi olduğu söylenir. Böylece bu dünyadaki bütün varlıklar,
tabiatlarına göre biriyle ya da diğeriyle ilişki hâlindedir. Çünkü kozmik
düzenle beşerî düzen arasında mükemmel bir uyum vardır.
[14] Eylemin özü itibariyle geçici karakterinin sonucu olarak,
gerçekten eylem alanında sonuçların daima kendilerini meydana getiren
şeylerden ayrı olduklarını, oysaki aksine bilginin meyvesini bizzat kendisinde
taşıdığını burada belirtmek gerekir.
[15] Çıkışından kısa
zaman sonra, Hindistan’da Budizm, Brâhmanların otoritesine karşı Kşatriya’ların
isyanının temel gösterilerinden birinin ortağı olmuştur. Ayrıca önceki
bilgilere göre, kolayca anlaşılacağı gibi, genel bir tarzda, değişmez her
ilkeyi inkârla manevî otoriteyi inkâr arasında, her gerçeği “oluşum”a
indirgemekle kendine özgü tek alanı eylem alanı olan maddî gücün üstünlüğünü
tasdik etme arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ayrıca, bir uygarlıkta, maddî
gücü temsil eden öğenin “manevî güç”ü temsil eden öğeye karşı üstünlük
sağladığı zamanlarda, “natüralist” ya da anti-meta- fiziksel öğretilerin, daima
ortaya çıktığını da söyleyebiliriz.
[16] Modernlerin maddî
olanı manevî olandan ayırdıklarını iddia ettikleri toplumsal düzeyde de buna
benzer bir şeylerin meydana geldiğini belirteceğiz. Burada iki farklı şeyin
olduğuna dair bir itiraz söz konusu değildir; çünkü gerçekten her ikisi de
farklı alanlarla ilgilidir, tıpkı metafizikle bilimlerin durumunda olduğu gibi.
Ama analitik anlayışa bağlı bir yanılgıyla, farkın hiç de ayrılma demek
olmadığı unutuluyor. Burada maddî güç, meşrûluğunu yitiriyor. Aynı şey
entelektüel düzeyde, bilimler konusunda da söylenebilir.
[17] Dinsel açıdan da aynı gözlem, modern bilimin sonuçlarıyla
uyuştuğunu iddia eden herhangi bir “din kitabı” için de geçerlidir. Böyle bir
iddia tamamen aldatıcıdır ve daima gözden geçirilmesi gerekir. Nitekim bu,
değişken ve fânî kavramlarla dini muhkemleş- tirmeye çalışmak gibi ciddi bir
tehlikeyi arz etmektedir; oysa dinin bunlardan tamamen bağımsız kalması
gerekir.
[18] Burada bazı örnekler vermek yerinde olur: Sadece en çarpıcı
örneklerden biri olarak, Hint kozmolojisiyle modern fiziğin eterle ilgili
anlayışların nitelik farkını zikredeceğiz.
[19] Hindistan’da bazı “geleneksel bilimler”e uygulanan ve Veda’ya,
yani en üstün derecedeki kutsal bilgiye göre bağımlılığını gösteren,
örneğin Upaveda adının ifade ettiği şey budur.
[20] Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm adlı incelememizde
merdiven simgesini belirtmiştik. Çeşitli geleneklere göre, merdivenin
basamakları aynı zamanda hem bazı ilimlere hem de varlığın durumlarına tekabül
eder Bu durum, doğal olarak şu anlama gelmektedir: Bu bilimler modernlerin
nezdinde anlaşıldığı gibi tamamen “din dışı” bir tarzda ele alınmaları yerine,
kendilerine gerçekten “inisiyatik” bir nitelik kazandırarak daha üst düzeyde
bir makam değişikliğine imkân tanıyordu.
[21] İşte bunun için
Hint öğretisine göre, Brâhman\^r düşüncelerini sürekli olarak yüce
bilgiye yönelik tutmalıdırlar. Oysa Kşatriya- lar daha çok kendilerini
yüce bilgiye ulaştırabilecek çeşitli safhaları sürekli incelemek
zorundadırlar.
[22] Örneğin, farklı geleneksel öğretilerde çok sık kullanılan
gökbilim- sel simgeciliğin (symbolisme astronomique) oynadığı rol budur.
[23] Ortaçağ mimarlarının sanatı, bu “geleneksel sanatlar”ın
özellikle ilginç bir örneği olarak gösterilebilir; nitekim bu sanatların uygulanması
tekabül ettikleri bilimlerin gerçekten bilinmesi anlamına geliyordu.
[24] Bundan emin olmak için, şuna benzer olayları gözlemlemek ye-
terlidir: Tevrat da dahil olmak üzere, bütün vahyedilmiş kitaplarda belli bir
yere sahip olan ve kutsal bilimlerden biri olan, ev-
[25] Gelenekselcilerin
savunduğu anlamda akıl (intelligence) ‘gönül’e karşılık gelen bir
akıldır. Bu anlamda akıl, fiziksel âlemi diğer varlık katmanlarıyla bağlama
(hikmet) ve dolayısıyla tevhîde ulaşma imkânı verir. Modern düşünce, aklı (reason)
fiziksel âlemle sınırlı tutarken, Gelenekselci Ekol’ün akıl anlayışı ise
manevî mutluluğun kaynağını da oluşturan bir anlayışa sahiptir, -ed. n.
[26] Nitekim Incil’in ifadesine göre, bu durumun yüzyılın
bitimine ka-
dar, yani şimdiki çevrimin sonuna kadar sürmesi gerekiyor.
[27] Apolojetik,
Hıristiyanlığı, bu dine karşı yöneltilmiş kişisel, sosyal, politik ya da dinî
saldırılar karşısında savunma amacı güden teoloji bölümüdür.
[28] İnsanların tesadüf
dedikleri şey basitçe, onların sebepler hakkın- daki bilgisizlikleridir.
Herhangi bir şeyin tesadüfen meydana geldiğini söylerken, eğer sebep olmadığı
söylenmek isteniyorsa, o zaman kendi içinde çelişkili bir varsayım olur.
[29] “Numerus stat
ex parte materiae” (Sayı maddenin bir kısmından çıkar) olduğunu görmek için
Aquinolu Saint Thomas’ı okumak yeterlidir.
[30] Bir gerçek
düzeyinden diğerine geçerken, benzer bütün durumlarda olduğu gibi burada da
analoji tamamen ters yönde uygulanır.
[31] Bu eğilim Hint öğretisinin tamas dediği ve cehalet ve
karanlığa benzettiği eğilimdir: Dikkat edilecek olursa, analoji uygulaması
hakkında az önce söylediklerimize göre, söz konusu edilen basınç ya da
yoğunluk, manevî ya da entelektüel alanda ele alınan yoğunlaşmanın tersinedir.
Öyle ki ilk anda ne kadar tuhaf görünürse görünsün, gerçekten bu eğilim çokluk
içinde bölünmenin ve dağılmanın korelatividir. Nitekim “eşitlik” kavramına
göre, en alt düzeyde aşağıdan yukarıya gerçekleştirilen benzerlik için de durum
aynıdır. Bu benzerlik, en üstün ve ilkeye özgü birliğin tam karşıtındadır.
[32] Bu nedenle Dante,
Lucifer’in simgesel evini dünyanın merkezine, yani ağırlık kuvvetlerinin her
yönden birbirine yaklaştığı noktaya yerleştirir. Bu bakımdan, geleneksel
öğretilerin çoğunda güneşle simgelenen manevî ya da “semâvî” çekim gücü
merkezinin tersidir bu.
[33] 18. yüzyıldan önce, Yunan atomculuğundan
tutun da Kartezyen fi
ziğine kadar
“mekanist” kavramlar vardı; ama bugünkü anlamıyla materyalizmin ortaya
çıkışından beri, iki terim arasında bazı benzerlikler, bir tür maddî dayanışma
oluşturmuş olmalarına rağmen, “mekanikçilik”le “maddecilik”i birbirine
karıştırmamak gerekir.
[34] Hümanitarizm,
insan ve toplum sevgisi demektir. Hümanizmden farkı, hümanitarizmin hızını
kutsal metinlerden alması ve antro- pomorfik olmamasıdır, -ed.n.
Eşitlikçilik veya
egaliteryanizm bir ya da tüm canlı varlıklar için belirli kategorilerde eşitlik
talebinde bulunan düşünce biçimidir. Çağdaş bağlamda özellikle ırk, etnisite,
cinsiyet, ve cinsel yönelim bağlamında eşitliğe dair vurgular içerir. Bu
yüzden eşitlikçilik, cinsiyet, eşitlik, cinsel eşitlik ve/veya ırk eşitliği
vb. olarak da tanımlanabilir. Bu görüşe göre toplum renk ve cinsiyet farklılıklarını
önemsemeyen bir konumda olmalıdır.
[35] İbranicede şeytan
“hasım”, yani her şeyi tersine çeviren ve onları âdeta tersinden alan kişi
demektir; bu, inici veya “aşağılaştırıcı” ya da etimolojik anlamıyla
“cehennemî” eğilimle ve hatta varlıkların bu maddileştirme sürecinde
izledikleri eğilimle özdeş olan bir inkâr ve bozgunculuk ruhudur. Modern
uygarlık tüm gelişimini bu sürece göre gerçekleştirir.
[36] Sayın Massis’in bizim eserlerimizden habersiz olmadığını
biliyoruz. Ama eserlerimiz onun tezine aykırı düşeceği için, eserlerimize en
küçük bir göndermede bulunmaktan özenle kaçınıyor. Bu tutumu, en azından
içtenlikten uzaktır. Onun bu sükûtuna zaten çok sevinmemiz gerektiğini
düşünüyoruz; çünkü onun bu sükûtu, tabiatları gereği her türlü tartışmanın
üstünde kalmaları gereken şeylerin can sıkıcı polemiklere karıştığını
görmemizi önlüyor. “Kutsal öğreti” hakikatinin aslında kesinlikle zarara
uğramayacak kadar yüce olmasına rağmen, “din dışı” anlayışsızlığın temsilinde
her zaman can sıkıcı bir husus bulunur.