Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

MODERN DÜNYANIN BUNALIMI

 

RENE GUENON

Çeviren: Mahmut Kanık


MODERN DÜNYANIN
BUNALIMI

RENE GUENON

Rene Guenon, her şeyden önce bu çağın bir tanığıdır. Modern dünya bu çağda ölümcül bir inişe geçti. Rene Guenon, insanlık çevriminin sonu gelmeden olaylara yorum getirecek, çağdaş yanılsamaların tuzağından insanı kurtaracak yeni bir bulgunun ilk işaretlerini vermiştir.

Modern dünya, bu ölümcül inişle uçurumun ta dibine mi inecek, yoksa Yunan-Latin uygarlığının çöküşünde olduğu gibi, sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce, yeniden bir diriliş mi gerçekleşecek? Öyle görünüyor ki, yarı yolda duruş artık hiç mümkün değil. Ayrıca, geleneksel eğretilerce verilen bilgilere göre, Kali-Yuga'tm son safhasına, bu "Karanlık Çağ"ın en karanlık dönemine gerçekten girmiş durumdayız. Çünkü gerekli olan basit bir doğrulma değil, bütünsel bir yenilenmedir. Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm sürmektedir. Eskiden görülmüş olan bunalımların sınırını aşan bir noktaya gelinmiştir. Şimdiyse Batı'dan başlayarak bütün dünyayı istilâ edecek gibi görünmektedir. Çok iyi biliyoruz ki onların zaferi ancak geçici ve görünüştedir. Ama öyle bir aşamada, insanlığın güncel çevrim boyunca geçireceği en ciddi bunalım işareti de olabilir.

Durumun ciddiyeti görmezlikten gelinmemelidir. Hiçbir "iyimserlik" ya da "kötümserliğe" kapılmadan, onu olduğu gibi ele almak uygun olur. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi, eski dünyanın sonu yeni bir dünyanın başlangıcı olacaktır.

MODERN DÜNYANIN
BUNALIMI

İNSAN YAYINLARI : 671
GUENON KİTAPLIĞI : 9

LA CRISE DU MONDE MODERNE
 

MODERN DÜNYANIN BUNALIMI

RENE GUENON

ÇEVİREN
MAHMUT KANIK

MODERN DÜNYANIN
BUNALIMI

RENE GUENON

Çeviren

Mahmut KANIK

RENE GUENON

1886 yılında Fransa’da Blois’da doğdu. Gençlik yıllarından itibaren din, metafizik ve gizli bilimler üzerinde çalıştı. Doğu metafiziğine özel bir ilgi duydu. Doğu gelenekleri (özellikle de Hinduizm) incelemeleri onu sahih bir Gelenek (Tradition) olmadan bâtınî yolun doğru bir şekilde tecrübe edilemeyeceği sonucuna götürdü. Bu araştırmaları sonucunda 1912 yılında Müslüman oldu. Bir süre sonra Fransa’dan ayrılarak Mı­sır’a yerleşti ve çalışmalarını orada sürdürdü. Makaleleri düzenli olarak Etudes Traditionelles’de yayımlandı. 1951 yılında hayata gözlerini yu­man çağımızın bu büyük metafizikçisi ve arifi geride 20’den fazla eser bıraktı. Bunlardan bir kısmı sağlığında, bir kısmı da ölümünden sonra basılmıştır. Daha önce Türkçeye Modern Dünyanın Bunalımı, Doğu ve Batı, Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri, Ruhçu Yanılgı, İslâm Ma­neviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, Manevî İlimlere Giriş, Savaş Meta­fiziği ve Sembolik Silahlar, Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler, Ale­min Hükümdarı, Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm, Kadim Bilim­ler ve Bazı Modern Yanılgılar adlı kitapları çevrilmiş olan Guenon’un diğer eserleri de yayınevimiz tarafından yayımlanacaktır.

MAHMUT KANIK

1951 yılında Kırşehir’de (Toklumen) doğmuştur. Üniversite tahsilini Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi’nde yapmış ve 1975’te mezun olmuştur. 1977-1983 yılları arasında, Bursa Yüksek Islâm Enstitüsü’nde beş yıl boyunca, İslâmî Türk Edebiyatı ve Fransız­ca dersleri okutmuştur. 1983 yılından itibaren Uludağ Üniversitesi’n- de çalışmağa başlamıştır. Hâlen Yabancı Diller Yüksekokulu’unda Yrd. Doç. Dr. olarak görevine devam etmektedir. Fransızca, İngilizce, Arap­ça ve Farsça bilen Mahmut Kanık, üniversite hocalığı dışında edebiyat, sanat ve düşünce ağırlıklı çalışmalar yapmaktadır. Yazıları, Diriliş, Ye­di İklim, Hece, Bürde, İpek Dili, Kitap Dergisi, Bursa’da Sanat ve Ede­biyat gibi dergilerde yayınlanmıştır.

İçindekiler

RENE GUENON VE ESERLERİ ÜZERİNE................. 7

ÖNSÖZ............................................................................ 31

BİRİNCİ BÖLÜM KARANLIK ÇAĞ........................ 41

İKİNCİ BÖLÜM DOĞU-BATI KARŞITLIĞI........... 61

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BİLGİ VE EYLEM..................... 77

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM KUTSAL BİLİM VE DİN DIŞI BİLİM    91

BEŞİNCİ BÖLÜM BİREYCİLİK.............................. 111

ALTINCI BÖLÜM TOPLUMSAL KARGAŞA........ 131

YEDİNCİ BÖLÜM MADDÎ BİR UYGARLIK......... 149

SEKİZİNCİ BÖLÜM BATI İSTİLÂSI...................... 173

DOKUZUNCU BÖLÜM BAZI SONUÇLAR........... 189

DİZİN.......................................................................... 205

RENE GUENON

VE ESERLERİ ÜZERİNE

R

ene Guenon 15 Kasım 1886’daBlois’dadoğdu, 7 Ocak 1951’de Kahire’de öldü. Bu iki tarih arasında pek çok olay var: Yüksek matematik ve felsefe tahsili, öğretmenlik, bir­çok yayına fiilen katılma, tasavvuf çevreleriyle sık sık temasa geçme, tasavvufa girme ve benzeri durumlar...

Bunları bir yana bırakıyoruz. Onun İslâm’a geçişini önem­li bir hareket noktası olarak görüyoruz. 1912 yılında İslâm’a geçince adını Abdulvâhid Yahya olarak değiştiren Rene Gue­non, Hicrî 7. yüzyılda Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî tarafından ku­rulan Şâzelî tarikatına girer ve Şeyh Abdurrahman İllîş el-Ke- bîr’den feyz ve bereket alır. Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî, İslâm’ın Orta çağ kutbu olan Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbn Arabi’nin manevî yolunda yürümüştür. Rene Guenon, her şeyden önce bu çağın bir tanığıdır.

Dünyanın sapmasıyla ilgili olarak çağımızda Batı’da bir hızlanma görüldü. Modern dünyanın doğmasıyla bu sapma

anı, aynı zamana tekabül etmektedir. Modern dünyada tekno­loji, mekanizm, psişizm ve daha başka kuşku verici durumlar, maddî üstünlükler ön plana çıktı. Manevî dünyanın çatısında bir şeyler çatırdadı. Bir dünyanın inancı kayboldu: Parçalan­ma, kaos, çözülme, ustaca kamuflajlara rağmen giderek bü­yüdü. İşte, Rene Guenon’un eserleri kuşkusuz bütün bunların bilincine varmak anlamına geliyor. Ama bununla da kalmıyor, bu basit bilinci aşıp, eski temellerin sarsılmasına yol açan me­kanizmaları yere seriyor. Tutarsız bir dünyanın arkasında giz­lenen gerçek yüzü gözler önüne sererek geçersizliğini ve in­sana ürküntü veren aptallığını ilan ediyor.

Guenon, insanlık çevriminin sonu gelmeden olaylara yo­rum getirecek, çağdaş yanılsamaların tuzağından insanı kurta­racak yeni bir bulgunun ilk işaretlerini vermektedir. İnsanlığın, yolunu büsbütün kaybetmemesi için, sağlam bir pusula işlevi­ni üstlenmektedir. Guenon’un eserinden çıkan bu pusula, ge­leneksel öğretidir. Böylece, yeni bir insanlık çevriminin gelme­sini hazırlayacak bir elifin oluşmasını kolaylaştırmak için kat­kıda bulunmaktadır. Bu eserlerin çağımız insanına Tanrı’nın bir lütfü olduğunu söylesek, herhâlde aşırılık yapmış olmayız.

Çağımızın ne durumda olduğunu anlamak için basını iz­lemek; TV haberlerini dinlemek; karınca yuvaları gibi insan­ların üst üste yığıldıklarını görmek; yollar ve sanayi kuruluş­larıyla doğanın katledilmesine tanık olmak; pis kokuya ve fır­ların saldırısına uğramak; ister evde ister dışarıda olsun gürül­tüye ve tek yönlü haber iletimine maruz kalmak; sadece “te- rör”ün hüküm sürdüğünü görmek; ferdî ya da toplu cinayet­leri duymak; insanın mahremiyetinin iğfal edildiğine, psişik robotlaştırmaların yapıldığına şahit olmak; evet çağımızın ne durumda olduğunu anlamak için bunlar yeterlidir.

Guenon’un eserleri, sanki rüyadaymışçasına olan bu tab­loyu, bu modern dünyayı yalnızca eleştirmekle kalmıyor, fa­kat aynı zamanda açıklamasını da yapıyor; insanlığın bu sı­kıntıdan nasıl kurtulacağını da düşünsel planda gösteriyor.

* 

Modern kargaşa içinde çağdaşlarından ayrılan Guenon’un eserleri Gonzague Truc, Rene Allar, Dr. Pierre Ponsoye gi­bi pek çok yazarı etkilemiştir. 1951’de Andre Gide’e ayrı­lan Nouvelle Revue Française’in özel sayısında Henri Bosco, Andre Gide’in şu sözlerini aktarıyor: “Guenon haklıysa, be­nim bütün eserlerim tepe taklak olur. Guenon’un yazdıkları­na hiç itirazım yok, kesinlikle yok, onlar çürütülemez.” Ve Gi­de, günlüğünde (Fez, 1943) şunları yazıyordu: “Eğer gençli­ğimde Guenon’un eserleriyle karşılaşsaydım, neler gelirdi ba­şıma! Ama o zamanlar Guenon’un eserleri henüz yazılmamış­tı. Şimdiyse, artık çok geç... Ben, Descartes ve Bacon tarafta­rıyım. Ama ne önemi var! Guenon’un kitapları çok ilginçtir ve bana çok şey öğretmişlerdir, tepkiyle de olsa...”

Geleneksel düşüncelerin sergilenmesinde, Guenon’un izinde ya da ona paralel olarak giden bir de ekip vardır: Mat- gioi (Albert Puyon De Pouvourville), Ananda K. Cooma- raswamy, Abdulhak Leon Champrenaud ve Abdulhadi John Gustaf Agueli. Bu son zat, İsveçli bir ressamdır. 1897’de Müs­lüman olmuştur. İslâm tasavvufunu ve özellikle İbn Arabi’yi çok iyi bildiği söylenir. 1901’de Mısır’da Şâzelî şeyhlerinden Şeyh Abdurrahman İllîş’e intisab etmiş ve daha sonra onun halifesi olmuştur. Ayrıca Peder Poucel’in, 1919’dan 1945’e kadar yazdığı 25 eserden 6’sı, Guenon ve eserleriyle ilgilidir.

Bir başka yazar Frithjof Schuon’dur (İsâ Nureddîn). Gue­non’un eserlerinden biraz farklı olarak, bir dizi eseriyle gele-

neksel formların manevî yorumunu yapıyor Schuon. Abartma­dan, aşırılığa gitmeden söylüyoruz; Schuon’un eserleri renkli­dir, yaldızlıdır, canlıdır; çünkü güzellik ve canlılık onun eser­lerinde önemli bir rol oynar. Eserlerinde temel olarak, değiş­mez ilkelerin tanımları ve yorumları yer almaktadır.

E Vreede de, Guenon’la çok sıkı bir düşünsel içtenlik için­de yaşamıştır. Daha sonraları Cakarta Üniversitesi Fransız dili profesörlüğü yapan Vreede, geleneksel düşüncelerin bir dağı­tıcısı ve yayıcısı olmuştur.

Rene Guenon’un eserleri birçok Batı diline çevrilmiştir. Hatta Tibet’e kadar bile ulaşmıştır. Türkçede ise, 1979 sonba­harında ilk kez Diriliş dergisinde dört ay süreyle Guenon’un eserlerinden çevirilerimiz yayımlanmıştır. Daha sonraki yıl­larda, biraz sonra belirteceğimiz gibi, bazı kitapları bizim ta­rafımızdan ve başkaları tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Fa­kat daha çevrilecek önemli eserleri vardır.

Bunlar gösteriyor ki, artık Guenon biliniyor, tanınıyor. Artık gelenek, teknikten rövanşını alıyor. Artık dünya, eskisi gibi geleneğe karşı bir ilgisizlik içinde değil. Artık üniversite­ler Guenon’un eserini hiçe indirgemiyor, aksine Guenon’un hayatı ve eserleri üzerine doktora tezleri yapılıyor. Örneğin, Sorbonne’da Prof. J. P. Laurent tarafından hazırlanan ve Rene Guenon’un hayatı ve eserleri arasında mukayese yapan tez; yi­ne bir başka profesörün, Sayın Jean Hani’nin tezi. Sonra, Gue­non’un düşüncelerine karşı olumsuz eğilimleri olan Planete dergisinin Guenon özel sayısı çıkaracağına kim inanırdı? Öy­leyse Batı’da, Guenon’dan başlayan bir “düşünce akımı”nın varlığından söz edilmektedir, anlamına geliyor bu. Bu akım kendi sınırlarından dışarı taşmıştır. Guenon’un eserleri artık biliniyor, bu bir gerçek. Bunda Fransa’da yayımlanan Etudes

traditionnelles dergisinin büyük bir payı vardır; ayrıca İtal­ya’da çıkan Rivista di Studi Tradizionali dergisinin de. İtalya, geleneksel düşüncenin açılım yaptığı bir ülke olmuştur. Bu derginin başlıca yazarları Bayan Georges Manora ve Rene Al- lar’dır. Fakat İtalya’da geleneksel düşünceler Guenon’un be­nimsediğinden daha köktenci ve “siyasal” bir nitelik kazan­mıştır. Özellikle J. Evola’nın çalışmaları bu bağlamda değer­lendirilir. Bu sıralamayı yaparken, Symbolisme dergisini an­madan geçemeyeceğiz. Marius Lepage’ın yönettiği bu dergi, Guenon’un düşüncelerine büyük yer vermiştir. Planete der­gisinin Guenon özel sayısında Guenon’un hayatı ve eserleri­nin takdimi, Sayın Jean-Claude Frere tarafından yapılmıştır.

$ * *

Guenon sözlüklerde ve ansiklopedilerde yer almamış mı­dır? Bunu anlamak için Yeni Alpha Ansiklopedisi’mn “G” har­fine bakmak yeterli olacaktır. Orada aynen şunlar yazılıdır:

Rene Guenon: Fransız yazarı (Blois, 1886 - Kahire, 1951). Katolik bir burjuva ailesinden gelmedir. Önceleri matema­tiğe ilgi duyan Rene Guenon, Paris’e geldikten sonra din çevrelerine girip çıkar (1904). Gnostik kiliseye bağlanır ve orada piskopos olur (1909). La Gnose dergisinde görü­nür ve bir tarikat kurmayı düşler. O nedenle de Hint dü­şünce ve doktrinlerini incelemeye koyulur. Taoist ve sûfî düşüncelerini araştırır. Tutumu giderek aydınlığa kavuşur. Rene Guenon, modern dünyaya, özellikle bilimsel geliş­meye karşı eleştirel bir tavır içindedir: Onun, insanlığın niteliksel bir değişimine yol açacağını sanmak saçma olur, diye düşünür. Hikmet, onun için, yegâne geleneğe, evren­sel, gizemli geleneğe, din ve kültürlerin merkezini teşkil eden asıl geleneğe dönüştür. Bu gelenek (Tradition) sırrî

bir bilgiyi, yani tasavvufa yönelik belli bir seçkin zümre­ye has, hissedilen şeylerin ancak sembolleri olduğu ebedî düşüncelerin sırlarını keşfeden ledünnî bir bilgiyi içerir.

İnsanın en yüksek eylemi, asıl özü, ruhu sezgilemesidir. (Guenon burada yeniden Platon’un Müşahede’sine[1] dönmüş­tür. Bu, bir tür metafizik aktivitedir. Yüce prensipler ki, dinler ve felsefeler ancak birer brüt yakıştırmalarıdır bunun. Sembol­leri dışında, Guenon Hıristiyanlıktan uzaklaşır. Hıristiyanlık­ta yeniden varolma (incarnation)[2] gerçek irfan (gnose) için biricik olgudur, imanın bir uzantısıdır, başka bir düşünceye giriş değildir çünkü.

1930’da yayıncısı tarafından Mısır’a gönderilen Guenon, oraya yerleşmeye karar verir. Yakınlarını kaybedince, artık kendisini gittikçe Batı dünyasına yabancı hisseder. İslâm di­nini benimseyip kabul eder. İsmini de 1912’lerde tasavvufa girdiği sırada benimsediği Abdulvâhid Yahya diye değiştirir. 1934’te Şeyh Muhammed İbrahim’in kızıyla evlenir. Ölünce­ye kadar Mısır’da İslâm’a uygun bir yaşam sürdürür. 20. yüz­yılın ilk yarısının eşsiz eserlerinden biri olan eserini orada ta­mamlar. Ölümü, 1951’de Kahire’dedir.

* * *

Rene Guenon’un başlıca eserleri

1.              L’Erreur Spirite (Ruhçu Yanılgı)

2.               Aperçus sur l’Initiation (İnisiyasyona Toplu Bakışlar)

3.            Aperçus sur l’esoterisme chretien (Hıristiyan Mistik Dü­şüncesi)

4.            L’Homme et son devenir selon la Vedânta (İnsan ve Ve- danta’ya Göre İnsanın Hâlleri)

5.            La Metaphysique orientale (Doğu Metafiziği)

6.            Saint-Bernard (Aziz Bernard)

7.            Initiation et realisation spirituelle (İnisiyasyon ve Ma­nevî Tahakkuk)

8.            Etudes sur la Franc-Maçonnerie I (Masonluk Üzerine İncelemeler I)

9.            Etudes sur la Franc-Maçonnerie II (Masonluk Üzerine İncelemeler II)

10.      Le Theosophisme (Teosofizm)

11.          Etudes sur l’Hindouisme (Hinduizm Üzerine İnceleme­ler)

12.      Comptes Rendus

13.          Introduction generale â l’etüde des doctrines hindoues (Hindu Öğretilerinin İncelenmesine Genel Giriş)

14.      Les etats multiples de l’etre (Varlığın Mertebeleri)

15.          Le Symbolisme de la Croix (Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi))

16.          Autorite Spirituelle et Pouvoir Temporel (Maddî İkti­dar, Manevî Otorite)

17.      Orient et Occident (Doğu ve Batı)

18.          Le Regne de la Quantite et les Signes des Temps (Nice­liğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri)

19.          La erişe du monde moderne (Modern Dünyanın Buna­lımı)

20.              La Grande Triade (Büyük Üçlü)

21.              L’esoterisme de Dante (Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sem­bolizm)

22.              Le Roi du Monde (Alemin Hükümdarı)

23.              Les principes du calcul infinitesimal

24.              Symboles fondamentaux de la Science sacree (Kutsal Bi­limin Temel Sembolleri)

25.              Formes traditionnelles et cycles cosmiques (Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler)

26.              Aperçus sur l’esoterisme islamique et le Taoi'sme (İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış)

27.              Melanges (Seçme Yazılar)

* * *

Rene Guenon’un Türkçeye çevrilen eserleri

1.                Modern Dünyanın Bunalımı, çev. Mahmut Kanık, Ri­sale Yayınları, İstanbul, 1986; 2. baskı Verka Yayınla­rı, Bursa 1999; 3. Baskı, Hece Yayınları, Ankara 2005; elinizdeki baskı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2016; ayrıca çev. Nabi Avcı, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1979.

2.                Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri, çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul, 1990. 2. baskı 2003.

3.                İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, çev. Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1989; 3. baskı 2016.

4.                Doğu ve Batı, çev. Fahrettin Arslan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 19 8 0; Hece Yayınları, Ankara, 2004.

5.            Âlemin Hükümdarı, çev. İsmail Taşpınar, İnsan Yayın­ları, 2. baskı 2014.

6.           Ruhçu Yanılgı, Fevzi Topaçoğlu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.

7.           Doğu Düşüncesi, çev. Fevzi Topaçoğlu, İz Yayıncılık, İs­tanbul, 1997.

8.           Doğu Metafiziği, çev. Sadık Kılıç, Akçağ Yayınları, An­kara, 1995.

9.           Maddî İktidar Ruhanî Otorite, çev. Birsel Uzma, Ağaç Yayınları, İstanbul, 1992.

10.          Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler, çev. Fevzi To­paçoğlu, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997; 2. baskı 2016.

11.          Manevî İlimlere Giriş, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Ya­yınları, İstanbul, 1997.

12.          Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar, çev. Fevzi To­paçoğlu, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000.

13.          Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, çev. Fevzi To­paçoğlu, İnsan Yayınları, İstanbul, 2001.

14.          Savaş Metafiziği ve Sembolik Silahlar, çev. M. Tahralı, İ. Taşpınar, A. Ataman, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000.

15.          Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm, çev. İsmail Taş- pınar, İnsan Yayınları, İstanbul, 2001; 3. baskı 2014.

16.          Vedanta’ya Göre İnsan ve Hâlleri - Hint Felsefesinde Kâmil İnsan, çev. Atilla Ataman, Gelenek Yayınları, An­kara, 2002.

17.          İnisiyasyona Toplu Bakışlar, çev. Mahmut Kanık, He­ce Yayınları, Ankara, 2003.

Rene Guenon hakkında yazılan kitaplar

1.            La vie simple de Rene Guenon, Paul Chacornac, ed. Traditionnelles, Paris, 1982.

2.            Rene Guenon, Paul Serant, ed. La Colombe, 1953.

3.            Propos sur Rene Guenon, Jean Tourniac, Dervy-Livres, Paris, 1973.

4.            Rene Guenon et son (Euvre, J. Marciau, Poitiers, 1947.

5.             Rene Guenon ou la sagesse initiatique, L. Meroz, Plon, 1962.

6.            El-Medrese eş-Şâzeliyye el-Hadîse ve imâmuhâ Ebu’l-Ha- sen eş-Şâzelî, bikalem ed-Doktur Abdülhalim Mahmud, Kahire, 1987.

7.            Rene Guenon et l’actualite de la pensee traditionnelle, Rene Alleau ve Marina Scriabine, Milan, 1982

8.            Le sens cache dans l’aeuvre de Rene Guenon, Jean-Pier- re Laurant, Lausanne, 1976, 262-276. sayfalar Rene Guenon’un makalelerinin etraflı bir bibliyografyasını içermektedir.

9.            El-feylesûf el-müslim Rene Guenon ev Abdulvâhid Yah­ya, Kahire, 1954.

10.          Knowledge and the Sacred, New York, 1981.

11.          L’Islam et la Fonction de Rene Guenon, Michel Valsan, Les Editions de l’CEuvre, Paris, 1984.

12.          Rene Guenon, Pierre-Marie Sigaud, Lausanne, 1984. 305-313. sayfalar Guenon’un kitaplarının ve değişik dillere yapılan çevirilerinin bir listesini içermektedir.

13.              Rene Guenon, Martin Lings; bu yazı. Doğu Düşüncesi (İz Yayıncılık, İstanbul 1997) adlı çeviride, s. 7-19’da yer almıştır.

Rene Guenon hakkında çıkan dergi özel sayıları

1.               Etudes traditionnelles, 1951, ölümünden hemen sonra.

2.                France-Asie, hemen hemen aynı tarihlerde, Saigon’da, 1951.

3.                Planete plus, no: 15, Nisan, 1970.

Hakkında yazı yazılan çeşitli dergiler

1.                Le Figaro litteraire, Andre Rousseaux, 3 Şubat 1951.

2.                Carrefour, François Bruel, 1951.

3.                Nouvelles Litteraires, Louis Pouvels, 1951.

4.                Reforme, Olivier de Corfort,

5.                Etudes Traditionnelles, Michel Valsan (293-294; 3 05; 307; 372-373; 389-390; 406-407-408; 411; 423; 424-425 sayılar; ve Charles-Andre Gilis (447. sayı).

* * *

3.               Şubat 195l’de Le Figaro litteraire’de Andre Rousseaux tarafından yayımlanan yazı, daha sonraları Litterature du XXe siecle (Albin Michel, Paris, 1957) adlı kitapta yer almıştır. O yazının öneminden dolayı burada aynen sunuyoruz:

REN^ GUENON

7 Ocak 1951’de Kahire’de ölen Rene Guenon, büyük halk kitlelerince tanınan bir yazar değildir. Ama bu çağda Doğu’nun manevî düşüncesine ilgi duyan Batılılar arasında hiç kimse on­dan daha kesin ve mutlak bir tavır takınmamıştır. Hiç kimse, Doğu’ya dönme konusunda onun kadar ileri gitmemiştir. O, modern Batı’yla bütün ilgisini koparmıştır. İnsan onun yaşa­mında geçen özgün olaylara eğilecek olsa, Guenon’un yaşamı bir roman olurdu. Eserlerine gelince, ne tür tartışmalara yol açarsa açsın, insanın manevî kurtuluşunu sağlamak için çağı­mızın en önemli ürünlerinden birini temsil eder onun eserleri.

Rene Guenon, 1886’da Blois’da doğmuştur. Asya’nın dinî öğretilerine nasıl oldu da ilgi duydu? Daha sonra nasıl oldu da onlara gönlünü kaptırdı? Burada, çağımızın başında, Ra- bindranath Tagore’nin nasıl bir başarı kazandığını anımsaya­lım. Yine aynı dönemde Romain Rolland, Ramakrişna’nın ha­yatını yayımlamıştır. Hindistan, Rene Guenon için, ruhunun tutuşup alevlendiği manevî bir ocak olmuştur. 1921’de ya­yımlanan ilk kitabının adı Hindu Öğretilerinin İncelenmesi­ne Genel Giriftir.

O çağdan itibaren, tasavvufun yolunu Doğu’da bulmuş­tur. Kararlı bir biçimde oraya bağlanmıştır. Zaten daha ön­ceden incelemeler yapıyordu. Saf bilgi yöntemlerini geliştiri­yordu. O andan itibaren, Batı felsefesiyle olan bağını kopar­ması kaçınılmaz olmuştur. Çünkü Batı felsefesinin yöntemleri olan modern bilimsel yöntemler, Rene Guenon’a, ruhun iler­lemesini sağlayacak yöntemlere bütünüyle ters yöntemler ola­rak görünüyordu. O yöntemlerde insan tabiatının alanını aş­mayan bir düşünsel alıştırma olduğunu düşünüyordu; oysaki metafiziksel bilgi, tabiî yaşamın ötesine yükselmektedir. “İn-

san oraya insan olarak ulaşamaz; fakat normal durumlarında insan olan ve aynı zamanda başka bir şey olan ve beşerî var­lıktan daha üstün bir varlık olan insan olarak ancak o nokta­ya ulaşabilir.” diyordu.

Rene Guenon’a göre, modern Batı işte bu akıl üstü ala­na girme konusunda yolunu kaybetmiştir. 1924’te yayımladı­ğı Doğu ve Batı adlı kitabı bu tezi kuvvetle doğrulamaktaydı. Batı, diyordu Rene Guenon, Ortaçağ düşünürlerince izlenen yolları terk ederek tefekkürü ve “Yüce ilkeyle Tevhîd’in anla­mını” unutmuştur. Bu kanıda ilerledikçe Guenon, kararlı bir seçim yapmak zorunda kalıyordu. Bu denli karşıt iki hayatı uzlaştırmak mümkün müydü? Onlar arasında bir orta yol bul­mak mümkün müydü? İşte, Guenon’un 1925’te Sorbonne’da verdiği ünlü konferansında ortaya koyduğu sorun budur. Bir yandan Doğu’nun geleneği koruduğunu söylüyordu; öte yan­dan Batı’nın geleneği kaybettiğini ve unuttuğunu ileri sürüyor­du. Bir yandan Doğu’nun metafiziksel bilgiyi sürdürdüğünü, öte yandan Batı’nın metafiziksel bilgiyle ilgili hiçbir şey bil­mediğini söylüyordu ve sonuç olarak da şunu ifade ediyordu:

Bu iki uygarlık arasında ortak bir ölçü bulmak nasıl mümkün olur? İnsan, içine girdiği bilmem hangi düşün­ceyle kör olmadıkça nasıl cüret eder de maddî üstünlü­ğün düşünsel çöküntüyü telafi edeceğini ileri sürebilir? Burada saf entelektüalite söz konusudur.

Guenon daha da ileri gidiyor ve şunu ekliyordu:

Bana öyle geliyor ki benimsenmesi uygun olan yol hak­kında, ne kuşkuya ne de tereddüde kapılmamak için, bu sorular üzerinde bir an düşünmek yeterlidir.

Kendi payına daha önceleri o soruların cevapları üzerine kafa yormuş muydu acaba? Karısının ölümünün, doğduğu ül­keyle olan son bağını da koparması mı gerekiyordu? Önce Ku­zey Afrika’ya bir gezi yapmak üzere Paris’ten ayrıldı. Büyük olasılıkla İslâm’a Fas’ta girdi. (Bu dönüş daha önce de olabi­lir. Kimileri 1912’ye kadar götürüyor bu tarihi.) 1930 son­baharında Mısır’a vardığında, adını değiştirdi ve Abdulvâhid Yahya adını aldı. Ömrünün son yirmi yılını Mısır’da geçirmiş­tir. Önceleri el-Ezher mahallesinde yaşamıştır. El-Ezher, bü­yük İslâm üniversitelerinden biridir. Daha sonraları, Nil Neh- ri’nin sol yakasındaki Yeni Doki mahallesine, küçük bir müs­takil eve yerleşti ve orada öldü. Müslüman bir kadınla yeni­den evlendi. O kadından üç çocuğu doğmuştur. İki kız, Hati­ce ile Leylâ ve bir erkek çocuk, Ahmed. Avrupa’nın adetlerini bütünüyle terk etmiştir. Evine kabul edilen ender ziyaretçiler­den biri, onun ölümünden sonra şunları yazıyordu:

Bizdeki zenginlerin evleri gibi dayalı döşeli bir salona alındık. Sadece Arapça konuşan sevimli bir bayan bize oturmamızı söyledi. Az sonra dik kıvrımlı, beyaz uzun bir giysi içinde, son derece incelmiş, elleri ve yüzü pırıl pırıl bir şahıs, gürültüsüzce ve çıplak ayaklarıyla kilim ve hasırlar üzerinde kayarak önümüzde belirdi. Arapça bize oturmamızı söyledi. “Hoş geldin” dedikten sonra, bağdaş kurarak yanımıza oturdu. İnce bıyıklı ve son de­rece zayıflamış yüzünde parıl parıl parlayan mavi gözle­ri derin bir maneviyat ifade ediyordu.

Zaten böyle bir ziyaret istisnaî bir durumdu. Rene Gue­non yakınları dışında hiç kimseyi kabul etmiyordu. Üstelik adresini de gizli tutuyordu. Mektuplarını poste-restante’dan alıyordu. Çünkü, dünyada kendi düşüncesinden olan pek çok

dostu vardı. Can sıkıcı ve rahatsız edici insanları hiç sevmezdi. Hele Avrupa’dan gelen ve kendisi hakkında bir makale yaz­mak, söyleşi yapmak isteyen meraklılardan özellikle kaçmak isterdi. Münzevî hayata çekildiği yer, onun için halkın boş­boğazlıklarına ve ölçüsüzlüklerine yasak olan, temel hakika­tin kutsal özelliği anlamına geliyordu.

İslâm’a niçin dönmüştü? Çünkü, bu manevî inzivayı kesin olarak İslâm’da bulduğuna inanıyordu. Bu manevî durum ona layık olanlara özgü bir durumdu. Bu konuda 1947’de Cahiers du Sud’de yayımlanan bir makalede açıklamada bulunmuştu. O makaleden anlamlı bir bölüm aktaralım:

Bütün geleneksel öğretiler içinde, İslâm öğretisi, zâhirî ve bâtınî diyebileceğimiz, biri ötekinin tamamlayıcısı olan iki öge arasındaki farkın en net biçimde belirtildiği, tek öğre­tidir. Arapçada bu iki terim şöyle ifade edilir: Şerîat, yani sözlük anlamıyla herkese açık büyük ve anayol; hakîkat, iç gerçek ki seçkin bir zümreye özgüdür. Bu hiç de keyfî bir ayrım değildir. Tersine, eşyanın tabiatından dolayı böyle- dir; çünkü, herkes hakikat bilgisine ulaşmak için aynı ni­teliklere ya da aynı yeteneklere sahip değildir.

Herkese açık “anayol”un bâtınî hakikatle olan ilgisi hak­kında da şunları söylüyordu:

Şeriat, Batı dillerindeki religieux (dinî) sözcüğünün be­lirtebileceği her şeyi kapsar. İslâm dininde yasal ve top­lumsal öğelerin tümü, özellikle dinle bütünleşir. Her şey­den önce, dinin bir yaşam biçimi olduğunu söyleyebili­riz. Oysa hakikat saf bilgidir. Ama şunu hemen belirte­lim ki şeriata da yüksek ve derin anlamı ve gerçek varo­luş nedenini kazandıran yine bu bilgidir.

İşte, Rene Guenon’un Müslüman oluşunun nedeni buydu. Ona göre, İslâm saf bilgiye ulaşmak için biçilmiş kaftandı. Fa­kat bu yol da, Batı’nın anladığı şekliyle, bütün dinler gibi aşıl­malıydı. Rene Guenon, temel hakikat geleneğini dinlerin önü­ne ve üstüne yerleştiriyordu. Bu konu üzerinde ileride dura­cağız. Nitekim; Rene Guenon, nefsin Yüce İlkeyle birleşimi­nin en saf anlamını Hint maneviyatında bulmuştu.

Ama İslâm inancı içerisinde öldü. Son nefesinde ağzın­dan Allah kelimesi döküldü. Cenazesinde âdet olarak bir kuzu kesildi ve kanı ölü evinin eşiğine yayıldı. Tabutu, Dar- rasa Müslüman mezarlığına götürülmeden önce cenaze na­mazı kılındı; ama yine de el-Ezher hocalarından hiçbiri ora­da görünmedi. Sırrîlik öğreticisi geleneksel İslâm’ın yanın­da, yani Müslüman bilginlerin nezdinde geleneğe uygun bir şöhrete ulaşamamıştı. Zaten Rene Guenon’un içine kapan­dığı yalnızlık dünyası, çok uzun zamandan beri onu bu dün­yadan çekip almıştı.

* * *

Onun ölümünden sonra, Etudes traditionnelles dergisi­nin 1949 ve 1950 yıllarına ait sayıları elime geçti. Her fasi- külün alt başlığından anlaşıldığına göre, bu dergi Doğu ve Ba- tı’nın metafiziksel ve tasavvuf! öğretilerine ait yayımlara özel­likle yer veriyordu. Rene Guenon bu derginin müdürü değil­di; müdür, Paul Chacornac’dı. Fakat son gününe kadar, Do- kili şeyh, Rene Guenon, derginin başyazarıydı. Aynı sayıda üç ya da dört kez onun imzası görülebiliyordu. Önceleri adı Le Voile d’Isis olan bu dergi, onun öğretisinin bir yayın organıy­dı. O dergide yayımlanan metinler, Guenon’un düşünceleri­ni son durumlarına kadar açıklıyor ve bize, meydana getirdi­ği büyük eserinin bir özetini sunuyordu.

Rene Guenon’un hayattayken yayımladığı son yazıları, belki de 1950 Eylül’ünde, “La çite divine” (İlâhî Site) başlı­ğıyla bir makalede yayımlanacaktı. Bu site, Saint Augustine’le ilgili değil, fakat Hint geleneğiyle ilgilidir. O yazılardan hatı­rımda kalan sonuç kısmıdır. Orada Guenon, bize o manevî si­tenin ne olduğunu söylüyor: “Bu manevî site gerçekleştiği öl­çüde ancak “medeniyet”ten söz etme hakkını bulacağız.” Bu­na şunları ekliyordu. Bunlar son satırlardı:

İşte modern dünya, bu adla adlandırılan her şey ve en üst düzeyde “medeniyet” denilen şey, sadece bir karika­tür olabilir ve hatta birçok açılardan medeniyetin tam karşıtı olur. Geleneğe karşı bir uygarlığın böyle bir ada layık olması şöyle dursun, aslında gerçek medeniyetin kesinlikle karşı tezi durumuna düşer.

Bu satırlar yayımlandıktan kısa bir süre sonra Guenon ölür. Guenon’un ölümü, bu satırlara manevî bir miras görü­nümü veriyorsa, demek ki, kendi onuruna yazmış oldu bu sa­tırları! Hatta onun öğretisi üzerine açılacak olan tartışmalar bir derinlikten ve bir ciddiyetten yoksun kalır. Barbarlığın içi­ne inanılmaz, akıl almaz bir biçimde dalmaya “medeniyet” ve “ilerleme” adını veren evrensel körleştirmeye, büyük bir di­rençle olduğu kadar büyük bir bilinçle de rıza göstermediği için o, her şeyden önce, büyük bir insandır. 20. yüzyılın baş­langıcından beri, belli sayıdaki insanlar, ahlâkî değeri olan sağ­lıklı bir tepkiyi göstermişlerdir. Rene Guenon, bunlardan bi­riydi. Ve bu yönüyle Simone Weil’i andırıyordu. Simone We- il de, modern dünyanın kurtuluşunun tek koşulu olarak, tam bir manevî ve ahlâkî devrimi gerekli görüyordu. Rene Gue­non’un hayatının ve eserlerinin başlangıcında (Doğulu haya-

tının ve tasavvuf şeyhi olarak eserinin kuşkusuz), yolundan sapmış Batı’yla kesinkes bir kopukluk olmuştur.

Oysa Guenon’un düşüncesinden ve öğretisinden söz et­tim. Onun kesin isteğine göre, bunun hemen düzeltilmesi ge­rekir. Guenon’un “düşüncesi”yle ilgilenen birine Guenon şöy­le cevap veriyordu: “Kesinlikle böyle bir şey yokmuş gibi gö­rülmelidir, en azından” diyordu, “eserimiz söz konusu oldu­ğu zaman pek bir şey sayılmamalıdır. Çünkü, eserimizin içi­ne bize özgü bir düşünce koymadık; eserimiz sadece gelenek­sel verilerin bir açıklamasıdır. Bu açıklamalarda bize ait olan ise sadece onların ifadeleridir.” Bu verilerin beşerî olmayan ve beşer üstü bir kaynağı olduğunu kesin olarak ifade ediyor­du. İnsan için “beşer üstü bir hayat akımı içine girmesi ve ye­niden dirilmesi için oraya dalma imkânı verilmesi” söz konu­sudur. Ancak insan, bugün olduğundan daha fazla hiçbir dö­nemde “bilginin yüce aşaması”ndan böylesine uzaklaşmamış- tır. Guenon şu bildiriyi kendine mal ediyor, bu bildiriyi be­nimsiyordu: “Modern insanda, aşkın alanı duyular dünyasın­dan ayıran yanılgı yaşamaktadır; öyle ki modern insan, du­yular dünyasını İlâhî alandan yoksun olarak algılamaktadır.” Guenon’un eseri, İlâhî alana girmek isteyenlere bir çeşit yol göstermeydi. “Fakat”, diyordu, “şunu iyice bilmek gerekir ki, kendi içinde kavramlar ve özellikle gerçekte karşılığı olma­yan soyut düşünceler bizi hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. Bü­tün bu zihinsel hazırlıkları filozoflara ve düşünürlere bırakı­yoruz.” Bizzat düşünür tipi olarak da Descartes’i örnek veri­yordu ve bu tipi şu ifadelerle tanımlıyordu: “Tamamen ferdî ve beşerî yeteneklerin ulaşmaya olanak vermediği şeyleri zo­runlu olarak bilmeyen birisi.” Bir başka ifadeyle, böyle bir in­san, “metafiziksel ve aşkın alana ait her şey hakkında ancak bilgisiz biri olabilir.”

Rene Guenon’un yerleştiği alan böylece bilinince, hızlı bir göz atışla onu incelediğimizi iddia etmek kuşkusuz kendini beğenmişlik olur. Özet olarak diyebiliriz ki, onun eserlerinde bize sunulan temel hakikat, bütün dinlerin önünde ve üstün­de olan bir gelenekten gelmektedir. Guenon, çeşitli dinlerde o hakikatlerin izlerini yeniden buluyor; fakat kendisine göre, o izler dinlerde az çok zayıflamış ve bozulmuş hâldedir. İşte bu yüzden o, her dinî düşünceyle hem bir yakınlık kurmak­ta hem de her sahih dinden ayrılmaktadır. Ayrıca religieux ya da mistik sözcüklerinin ifade ettikleri şeyi tasavvuftan (esote- risme) özenle ayırmak gerekir. Rene Guenon için tasavvuf, te­mel hakikati teşkil eder. Bu konuda, Christianisme et initiati- on (Hıristiyanlık ve İnisiyasyon) başlığı altında yaptığı uzun bir incelemede vardığı sonuç, oldukça ilginç ve anlamlıdır.

Guenon’un “Hıristiyanlığın inisiyatik kaynakları” dedi­ği şeye gelince, bunların Hıristiyan inancından bizi nerelere kadar götürdüğü görülecektir; yeter ki Le Symbolisme de la Croix adlı eseri açılıp incelensin. Orada bütün çağların ve bü­tün ülkelerin geleneklerinin ortak simgesi olan haç hem üstün hem de metafiziksel bir anlamın anlatımlarını içermektedir.

Zaten şurasını belirtmek gerekir ki, Hıristiyanlık dini, ahiret mutluluğunu düşünür, oysaki tasavvufun amacı, insanı kurtuluşa götürmektir. Bu nedenle Rene Guenon, ikisi arasın­daki fark üzerinde ısrarla duruyordu. Mutluluk ona göre kö­tü bir şey olarak görünüyor değildi; ama o buna razı olmu­yordu, daha ötesini istiyordu.

Bu kurtuluşun incelenmesi, bizi tam tasavvufun içine, yani bizim bu konudaki bilgimizin ulaştığı alanın ötesine sokmakta­dır. Bu konulara meraklı okuyucuları, Rene Guenon’un eser­lerine göndermek için alışılmış usûlü kullanmayacağım. Çün-

kü, Guenon meraklı insanlardan iğrenirdi. Tasavvufla amatör­ce ilgilenilmesini istemezdi. İşin içine kendi düşüncesinin gir­mediğini söylerken, kendisinin mutlak hakikatin hizmetinde olduğunu söylemek istiyordu. Onun görevi, o mutlak haki­kati, o hakikate yaklaşmak isteyenlere tanıtmaktı. Bu hakika­tin bütünlüğü her tür kaba ve yakışıksız yaklaşımlara karşı o hakikati savunmasını gerekli kılıyordu. Herhangi bir çelişki onun yazılarından birinin yanlış yorumunu veriyorduysa, bu ona değil, fakat onun görevine, onun misyonuna bir hakaret­ti. İşte tartışmalarda çok sert ve çok şiddetli replikleri bura­dan kaynaklanmaktadır. Guenon, bununla bir polemiğe gir­meyi kesinlikle düşünmüyordu; fakat bir durumu savunmak istiyordu. Şu anlamda söylüyoruz; tasavvuf hakikatin bir ile­tişimidir ki, bu hem hakikatin yüceliğini hem de o hakika­ti arzulayan kişinin manevî saygınlığını onurlandırır. Burada soylu manevî bir hayat söz konusudur ki, bu hayat kimi özel şeyleri layık oldukları yere yerleştirir. Propaganda hareketle­rinin, modern dünyayı kirleten, insanları değersizleştiren bu makinelerin tersine, o hayatın değerini yükseltir, bayağılaştır­maya karşı koyar. Rene Guenon, birtakım gerçeklerin ya da en azından gerçek diye kabul edilen şeylerin herkesin seviye­sine indirilmesini reddediyordu; hele bu ‘herkes’ terimi bü­yük çoğunluğu aptal ve cahil olan bir kesimi kapsıyorsa. Ba­yağılaştırma, dünyevî bilgileri daha da bayağılaştırarak yay­sın; dünyevî bilgiler daha iyisine layık değildir, diye düşünü­yordu Guenon. Ama kutsal bilgilerin daha başka hakları var­dır. İşte Guenon, modern dünyaya kutsal bilgileri hor gördü­ğünden dolayı sitem ediyordu. Bu konuda şunları yazmıştır:

Bu nitelikte dünyevî alanın meşruiyetini kabul ettiğini ileri süren, sadece tek modern Batı medeniyeti vardır.

Hatta Batı medeniyeti insan etkinliğinin büyük bir bö­lümünü dünyevî alan içine sokmayı bir “ilerleme” ola­rak değerlendirmektedir; öyle ki tamamen modern ka­fa yapısına sahip biri için, en son durumda artık dünyevî alandan başka bir alan söz konusu olmamaktadır. Böy­le birinin tüm çabası, kutsal alanı inkâra ya da dışlama­ya doğru yönelmektir. Buradaysa ilgiler tersine çevril­miştir: Geleneksel bir uygarlık, küçülmüş de olsa, dün­yevî bakış açısının varlığını, kaçınılmaz bir durum ola­rak ancak hoş görebilir ve mümkün olduğunca dünyevî bakış açısının doğuracağı sonuçları sınırlandırmaya çalı­şır. Modern uygarlıktaysa, aksine, kutsal alana artık hoş­görüyle bakılmamaktadır...

Bu parçayı bütünüyle alıntılamaya değerdi; çünkü tam isabet ediyor. Gerçi tasavvuf şeyhiyle öğretisel bir uygunluk içermiyor. Kuşkusuz bu yüce öğretinin de bir kusuru vardır: Çünkü, canları aşk ateşinde yakmak yerine, o sadece ruhun ışıklarıyla aydınlanıyor. Buna karşılık, insanı kendi İnsanî de­ğerlerinden koparan, insan kitlelerinden canavarlar üreten bu dünyanın çürüklüğünü, Rene Guenon’dan daha iyi bir şekil­de hiç kimse gösterememiştir.

Modern Dünyanın Bunalımı, elinizdeki bu eser, Doğu ve Batı adlı eserinde ele aldığı bazı konuları netliğe kavuşturmak için yazılmıştır. Rene Guenon’un karşı çıktığı bazı yanlış dü­şünceler, kimileri tarafından ısrarla savunulmaya başlamış; bu­nun üzerine yazar, bu eserini 1927 yılında kaleme almıştır. Do­ğu ve Batı adlı eserinde ele aldığı konulara bu eserinde yeni bo-

yutlar kazandırmıştır. Öncelikle modern dünyayı insanlık tari­hi içine yerleştirir. Kozmik devrelere göre tarih içindeki yeri­ni ve konumunu saptar. Çağımızın Kali-Yuga ya da “Karanlık Çağ” denilen bir dönem içinde bulunduğunu belirtir. Batı dün­yasının Doğu dünyasından daha ileri ve hızlı bir yozlaşma sü­reci içinde olduğunu ifade eder. Guenon, burada modern Batı dünyasının özelliği olan öğelerin tasvirini ve eleştirisini yapar. Karanlık Çağ; bilgi ve eylem; eylemin bilgiye üstünlüğü; 16. yüzyıldan beri oluşan “dindışı” özellik; kutsal bilim ve dindı­şı bilim; toplumsal kargaşayla son bulan bireycilik; son olarak da tamamen maddeci olan, bütün insanlığı istila eden ve teh­dit altında tutan, korku, terör ve ürperti salan Batı uygarlığı gibi konuları derinlemesine ele alır. Doğu ve Batt adlı kitabı­nın ana temasını yeniden ele alan bu tespitler, Batı’da gerçek bir “elit”in oluşmasını amaçlamakta ve modern dünyanın bu­nalımına kesin ve gerçek çözümler önermektedir. Bu fikirler, Guenon’un Batı’yı Doğululaştırmak\a suçlanmasına neden ol­muştur. Fakat geçen yıllar Guenon’un haklı olduğunu göster­miştir. 1945 yılında yazdığı ve bu kitabın bir nevî tamamlayı­cısı durumunda olan ve Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmet­leri kitabında, burada ele aldığı konuları daha da geniş ve de­rin bir boyutta sunmuştur. Guenon bu eserlerinde bunalımın kaynağına inmiş, yanlışı nesnel ve kuramsal olarak ortaya çı­karmıştır. Aynı zamanda bu yanlışların nasıl giderileceğine da­ir derli toplu fikirler ve çözümler de önermiştir.

Bu eser, Marco Pallis ve Richard Nicholson tarafından The Crisis of the Modern World (Luzac, London 1962) adıy­la İngilizceye de çevrilmiştir.

Eseri çevirirken hiç kuşkusuz çeşitli zorluklar yaşadık. Ancak onların üstesinden gelmeye çalıştık ve yazarın üslûbu-

nu korumaya özen gösterdik. Yazarın üzerinde ısrarla durdu­ğu kavramları aynen kullandık. Örneğin entelektüalite, elit, seçkinler vb. Entelektüalite kavramına Türkçede, maneviyat, ilim-irfan, hikmet gibi karşılıklar verilebilir. Yazar bu kavramı bunların hepsini kapsar biçimde kullanmaktadır. Ayrıca “Ge­lenek” (Tradition) kavramına, insan üstü (suprahumain) bir menşei olan bir anlam yüklemektedir.

Bu baskıda, eser tamamen gözden geçirilmiştir. Bunda, el­den geldiğince titiz davranılarak, okuyucularımıza daha gü­zelini sunma amacı güdülmüştür. Bu çeviri eseri okurken, ya­zarının hissettiği duyguyu okuyucunun da hissetmesi umulur.

* * *

Sonuç olarak, çağımızın bir tanığı ve Müslüman bir sufî ve düşünür olan Rene Guenon (Abdulvâhid Yahya) kendi mis­yonunu yerine getirmiş ve ardında 26 küsur eser bırakmıştır. Eserlerini hep Rene Guenon imzasıyla ve Fransızca yazmış­tır. Sanskritçe dili, Arapça, İbranice, Latince, Yunanca, İngi­lizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça, Lehçe gibi dil­leri bildiği bilinmektedir.

İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış (İnsan Yayın­ları, İstanbul, 1989, 2. baskı 2016) adlı çevirimizde de, yazar ve eserleri hakkında genişçe bilgi vermiştik. Burada verdiğimiz bu bilgilerin Guenon ve eserleri üzerinde yapılacak daha geniş ve kapsamlı araştırma ve incelemelere ışık tutmasını dileriz.

Mahmut Kanık

ÖNSÖZ

B

irkaç yıl önce, Doğu ve Batiyı yazdığımız zaman, bu ki­tabın konusunu oluşturan sorunlar hakkında bütün ya­rarlı bilgileri, hiç olmazsa o an için, vermiş olduğumuzu düşü­nüyorduk. Ne ki, o günden beri olaylar sürekli artan bir hızla gelişti. O zaman söylediklerimizin bir kelimesini bile değiştir­meden, bazı tamamlayıcı açıklamalar yapmamız ve daha ön­ce üzerinde durmayı gereksiz bulduğumuz bazı noktaları ge­liştirmemiz gerekti. Bu açıklamaların yapılması gerekti; çün­kü, son zamanlarda yeniden ve hatta daha saldırgan bir şekil­de, kendilerine açıkça karşı çıktığımız ve dağıtmaya çalıştığı­mız bazı yanlış düşüncelerin savunulduğunu gördük. Bu yüz­den hiçbir polemiğe girmeden olanca özeni gösterip, olayları bir kez daha gözden geçirmenin iyi olacağı kanısına vardık. Bu bağlamda çağdaşlarımızın büyük çoğunluğuna öylesine ya­bancı görünen, fakat aynı zamanda temel nitelik taşıyan bazı düşünceler var ki bunları onlara anlatmaktan bıkmamak ge-

rekir. Hatta bunlar çeşitli şekillerde sunularak ve koşullar el­verdiği ölçüde genişçe açıklanarak defalarca anlatılmalıdır. Bu durum, ilk anda sezinlemenin her zaman mümkün olmadığı güçlüklere yol açabilir.

Elinizdeki kitabın adı bile, onu nasıl anladığımızın iyi bilin­mesi ve bu konuda herhangi bir kuşkuya yer verilmemesi için, öncelikle yapmamız gereken birkaç açıklama ister. “Bunalım” sözcüğünü en olağan anlamıyla ele alarak, modern dünyanın bunalımından söz edilebilmesi artık çoğu kimsenin yadırgama­dığı bir konudur. Hiç olmazsa bu bakımdan oldukça duygusal bir değişim oldu: Olayların etkisiyle bazı yanılsamalar da kay­boluyor. Bizim açımızdan sevindirici bir durumdur bu. Çünkü her şeye rağmen, güncel kaos ortasında zayıf bir ışığı andırsa da, burada çok uygun bir belirti, modern zihniyetin düzeltil­me imkânının belirtisi vardır. Örneğin, daha önceleri dokunul­maz ve tartışılmaz bir dogma hâline getirilen belirsiz bir “iler­leme” inancı, artık çoğunlukla kabul edilmiyor. Batı uygarlı­ğının gelişmesini aynı doğrultuda sürdürüp gitmesi yerine, bir gün gerçekten duruş noktasına varabileceğini ya da büyük bir felâketle tamamen yok olabileceğini biraz bulanık, biraz belir­sizce de olsa kimileri sezinliyor. Belki onlar tehlikenin nerede olduğunu görmüyorlar. Gösterdikleri kuruntular ve çocuksu korkuları kafalarındaki yanılgının hâlâ sürüp gittiğini yeterin­ce kanıtlamaktadır. Fakat sonunda bir tehlikenin varlığını ke­sinlikle anlamaktadırlar. Anlamaktan çok sezinleseler bile, da­ha yakın dönemlerde kaybolan, ardında küçük ve çok az fark edilen, zorlukla tanınan izler bırakan birçok uygarlığın dün­ya tarihinde ayrıcalıklı bir yer tutmadığını kavrayabiliyorlar.

Öyleyse, modern dünyanın bir bunalım geçirdiği söy­lenirse, bundan en çok anlaşılması gereken, onun kritik bir

noktaya ulaştığı; başka bir ifadeyle, az çok derin bir dönü­şümün çok yakın olduğu, bir yön değişiminin ister istemez şu ya da bu şekilde, belâlı ya da belâsız, kısa vadede kaçınıl­maz olarak kendisini göstereceğidir. Bu kanaat tamamen ge- çerlidir ve bizim düşündüklerimizle, ama yalnızca bir kısmıy­la tamamen uyuşmaktadır. Çünkü bütünüyle genel bir gö­rüş açısından bakacak olursak, bizce, modern çağ dünya için bir bunalım dönemi arz etmektedir. Zaten sonuna doğru da çok yaklaştık gibi görünüyor. İşte yüzyıllarca süregelen, fa­kat sonuçlarının şimdiki kadar aşikâr olmadığı bu durumla­rın anormal özelliği bugün her zamankinden daha çok his­sedilmektedir. Az önce değindiğimiz artan bir hızla olayların akması da bu yüzdendir. Kuşkusuz bu, bir süre daha böyle devam edebilir, ama sürekli olarak değil ve hatta belirli bir sınır gösteremesek de bunun uzun süre böyle devam edeme­yeceği kanısındayız.

Fakat “bunalım” (erişe) sözcüğünde de söylemek istedik­lerimizi daha iyi açıklamaya elverişli olan başka anlamlar yat­maktadır. Gerçekten günlük kullanışta sık sık gözden uzak tu­tulan, fakat terime asıl anlamı ve kendine özgü değer bütün­lüğü kazandırılmak istendiğinde, sürekli başvurulan etimolo­jisine göre diyoruz ki, bu sözcük “yargı” (judgement) ve “ayırt etme” (diserimination) sözcükleriyle eş anlamlıdır. Hangi ko­numda olursa olsun, olayların “kritik” denilebilecek safhası, işte elverişli ya da elverişsiz bir çözümle, şu ya da bu anlam­da beklenmedik bir şekilde sonuçlanmasıdır. Şu hâlde, kimi olumlu kimi olumsuz sonuçlar arasında, bir tür sınıflama ya­parak, “lehte” mi “aleyhte” mi olduğunu saptamak, böylece terazinin hangi tarafa eğildiğini görmek mümkündür. Kuşku­suz böyle bir bunalımı bütünüyle çözeceğiz, diye bir iddiamız yok; nitekim böyle bir iddia çok yersiz olur; çünkü, bunalım

henüz çözümlenmiş değil; ne zaman ve nasıl çözümleneceği­ni tam olarak kestirmek de mümkün değil. Kaldı ki herkesçe ve açıkça kavranılabilen verilere dayanmayan, sonunda pek çok yanlış yoruma sebep olabilecek ve sorunu çözmek yerine anlaşılmazlığını bir kat daha artıracak bazı tahminlerden ka­çınılması tercih edilir. Bütün yapabileceğimiz, belli bir nok­taya kadar ve elimizdeki imkânlar elverdiği ölçüde, yetenek­li olanlara bu konuda şimdiye değin ortaya konmuş görünen bazı sonuçların bilinmesine ve böylece, çok kısmî ve olduk­ça dolaylı da olsa, ileride yeryüzü insanlığına yeni bir tarih­sel dönemi açacak olan gelecek “yargılama”da işe yarayacak öğelerin hazırlanmasına katkıda bulunmaktadır.

Biraz önce kullandığımız ifadeler bazılarının zihninde “kı­yametteki yargı günü” fikrini uyandıracaktır. Doğrusunu söy­lemek gerekirse bunda haksız da değiller. Nitekim, bunun ge­rek sözlük anlamıyla, gerek simgesel anlamıyla ya da her iki şekilde anlaşılması bir şey değiştirmez. Bunun hiç önemi yok­tur. Çünkü, gerçekte bu terimler hiçbir zaman birbirine ters düşmez. Bu konuda daha geniş açıklama yapmamızın ne yeri ne de zamanıdır. Her halükârda az önce değindiğimiz “leh” ve “aleyh” dengelemesi, yani olumlu ve olumsuz sonuçların ayırt edilmesi, elbette sürekli olarak iki grupta saptanan “seçil­mişler” ve “lanetliler” ayrımını düşündürecektir. Bu bir ben­zetme de olsa, hiç olmazsa eşyanın tabiatına uygun, geçerli ve iyi bir benzetme olduğunu kabul etmek gerekir; ki bu da yi­ne bazı açıklamaların yapılmasını gerektiriyor.

Bugün bunca insanın “dünyanın sonu” fikriyle kafasını kur­calaması kuşkusuz bir rastlantı değildir. Buna bazı bakımlardan üzülebiliriz. Çünkü, yanlış anlaşılan bu düşüncenin yol açtığı çılgınlıklar, bunun sonucu çeşitli çevrelerdeki “Mesih”le ilgili

taşkınlıklar, çağımızın zihinsel dengesizliğinin doğurduğu bü­tün bu belirtiler, aynı dengesizliği kesinlikle ihmal edilemez öl­çüde artırmaya yarıyor. Bununla birlikte bu durum, göz önüne almadan geçemeyeceğimiz bir gerçektir. Bu tür şeylerle karşı­laşıldığında takınılacak en iyi tavır, kuşkusuz bunları önemsiz yanılgılar ve kuruntular gibi görüp, hiç incelemeden basit bir biçimde dışlamaktır. Bununla birlikte, bunlar gerçekten yanıl­gı da olsa, en iyisi, onları olduğu gibi ifşa ederek, onları mey­dana getiren nedenleri ve her şeye rağmen onlarda bulunabile­cek gerçekleri, az çok bozulmuş da olsa, araştırmaktır diye dü­şünüyoruz. Çünkü, yanılgı tamamen olumsuz bir varoluş tarzı olduğundan, mutlak yanılgıya hiçbir yerde rastlanamaz ve böy­le bir şey anlamsız bir laftan ibaret olur. Meseleleri bu tarzda değerlendirerek, bu “dünyanın sonu” kaygısının, şu anda için­de yaşadığımız genel sıkıntıyla sıkı sıkıya bağlı olduğunu ko­layca görürüz: Bazı zihinlerde denetimsiz bir şekilde herhan­gi bir şeyin gerçekten sona ermek üzere olduğu önsezisini bu­lanıkça uyandırarak, o belleklerde çok doğal olarak demin de­ğindiğimiz saçmalıklar şeklinde dışa vuran düzensiz ve çoğun­lukla fazla maddîleştirilmiş tasvirler oluşturur. Zaten bu açık­lama onlar yararına bir özür değildir ya da en azından sorumlu olmadıkları zihinsel etkinliklere eğilim duyup, ellerinde olma­dan yanılgıya düşenler affedilse bile, bu asla yanılgının kendi­sini affetmek için bir neden olamaz. Bununla birlikte, bizimle ilgili olarak, ne modern dünyanın “sözde dinsel” belirtileri ko­nusunda, ne de genel olarak çağdaş yanılgıların tümü konusun­da aşırı bir hoşgörüde bulunduğumuz söylenemez. Hatta ba­zılarının bize karşı tam tersi bir eleştiride bulunacağını da bili­yoruz. Belki burada söylediklerimiz, bizim için önemli olan tek noktadan, yani tarafsız ve nesnel olan gerçek noktadan baka­rak, meseleleri nasıl ele aldığımızı onlara daha iyi anlatacaktır.

Dahası da var: “dünyanın sonu” ve onun güncel belirtile­ri düşüncesinin sadece “psikolojik” bir açıklaması kendi için­de ne kadar haklı olursa olsun, bizim gözümüzde bütünüyle yeterli olamaz. Bunlarla yetinmek demek, her fırsatta açıkça karşı çıktığımız bu modern yanılsamaların birinden etkilen­mek demek olur. Kimi insanların, mahiyetini ve seviyesini tam olarak tanımlayamadıkları bir şeylerin çok yakın olan sonunu belli belirsiz hissettiklerini söylemiştik. Belirsiz de olsa, asılsız yorumlara ya da hayalî saptırmalara bağlı da olsa, bu insan­ların gerçek bir algıya sahip olduklarını kabul etmek gerekir. Çünkü, son ne olursa olsun, eninde sonunda çıkacak olan bu­nalım oldukça belirgindir, ikircil olmayan ve saptanması ko­lay bir yığın belirti, herkesi uygun biçimde aynı sonuca doğru götürmektedir. Kuşkusuz bu son, bazılarının anlamak istediği gibi, genel anlamda “dünyanın sonu” değildir; ama en azın­dan bir dünyanın, bir uygarlığın sonudur. Ve eğer sona erme­si gereken, güncel biçimiyle Batı uygarlığıysa, o uygarlık dı­şında hiçbir şey görmeyenlerin, onu benzersiz bir “uygarlık” saymaya alışık olanların, o uygarlığın bitişiyle her şeyin bite­ceğini ve o yok olmaya yüz tutarsa, bunun gerçekten “dünya­nın sonu” olacağını sanmaları normaldir.

O hâlde, meseleleri gerçek boyutlarına indirgemek için, bütün geleneksel öğretilerin bu konuda söylediğine göre, di­yebiliriz ki gerçekten bir dünyanın sonuna, yani kozmik bir dönemle uyuşan bir dünyanın sonuna, bir çağ ya da tarihî bir dönemin sonuna yaklaşıyor gibiyiz. Daha önce geçmişte bu tür birçok olay olmuştur; kuşkusuz gelecekte de olacaktır: Kısa ya da uzun dönemleri bitirişlerine, yeryüzü insanlığının tümünü ya da sadece bir kısmını, bir ırk veya belli bir toplumu kapsa- yışlarına göre, farklı önemler taşıyan olaylar... içinde bulun-

duğumuz dünya koşullarında baş gösterecek bir değişimin, çok genel bir kapsamı olacağını, büründüğü ve hiç araştırmak da istemediğimiz şekli ne olursa olsun, az çok bütün dünya­yı etkileyeceğini varsayabiliriz. Her hâlükârda, böyle olayları düzenleyen yasalar her derecede örnekseme yoluyla uygulana­bilir. Dolayısıyla, kavranılması mümkün olduğu oranda ve sa­dece yeryüzüyle ilgili bir anlamda, “dünyanın sonu” için söy­lenen bu yasalar basit ve oldukça sınırlı bir anlamda herhangi bir dünyanın sonu için de söz konusu olabilir. Bu doğrudur.

Giriş niteliğindeki bu gözlemler, ileride gelecek düşünce­leri anlamaya büyük ölçüde yardım edecektir. Daha önce de, diğer eserlerimizde “devirsel yasalar”a oldukça sık değinme fırsatı bulmuştuk. Zaten Batılı kafalarca kolayca anlaşılır bi­çimde, bu yasalarla ilgili tam bir açıklama yapmak belki zor­dur; ama en azından, güncel dönemin ne olduğu ve dünya ta­rihi bütününde tam olarak neyi temsil ettiği konusunda doğ­ru bir fikir edinmek istenirse, bu konuda birtakım verilere sa­hip olmak zorunludur. Bu nedenle, bu çağın özelliklerinin, ge­leneksel öğretilerin devirsel dönem hakkında her zaman be­lirttikleri özellikler olduğunu, bu çağın o devirsel döneme te­kabül ettiğini göstermekle işe başlayacağız. Böylece, herhan­gi bir görüş açısından kural dışı ve düzensiz olan şeyin, aslın­da çok geniş bir düzenin zorunlu bir öğesi, bütün tezâhürle- rin gelişimini düzenleyen yasaların kaçınılmaz bir sonucu ol­duğunu da göstereceğiz. Ayrıca, şunu da hemen söyleyelim ki, geçici olarak üstün gibi görünen karışıklığa ve karanlığa pasif olarak katlanmak için bir neden değildir bu. Çünkü, öyle ol­saydı, ancak sükûtu tercih ederdik. Tam tersine, bu “Karan­lık Çağ”dan kurtuluşu hazırlamaya elinden geldiğince çalış­mak için mevcut nedenlerden sadece biridir; ki birçok belirti

bu çağın sonunun şimdiden az ya da çok yaklaşmış olduğunu, hatta çok yakın olduğunu haber veriyor. Bu da bir düzen için­dedir. Çünkü denge, iki karşıt eğilimin eş zamanlı eyleminin bir sonucudur. Eğer biri ya da öteki devinimini tamamen dur­duracak olsa, denge ebediyen kurulamaz. Böylece, dünya yok olup gider. Ama bu varsayım gerçekleşemez; çünkü bir kar­şıtın her iki öğesi de ancak birbiriyle bir anlam kazanır. Do­layısıyla, görünümleri ne olursa olsun, bütün kısmî ve geçici dengesizliklerin sonunda, toplam dengenin gerçekleştirilme­sine yardım edeceğinden emin olabiliriz.

BİRİNCİ BÖLÜM

KARANLIK ÇAĞ

H

int öğretisi, Manvantara adını verdiği insanlık çevri­minin, ilk ruhaniyetin derece derece kararması şek­linde evreler gösteren dört çağa bölündüğünü öğretmekte­dir. Bunlar eski Batı geleneklerinin kendilerince altın, gümüş, tunç ve demir çağları olarak belirledikleri dönemlerin aynısı­dır. Biz şu anda Kali-Yuga veya “Karanlık Çağ” denilen dör­düncü çağdayız. Söylentiye göre, altı bin yılı aşkın bir süre­dir, yani “klasik” tarih olarak bilinen çağlardan çok önceki bir dönemden beri bu çağdayız. O zamandan beri, eskiden herkesçe anlaşılabilir durumda olan gerçekler, gittikçe kapa­lı ve güç anlaşılır olmuştur. Bu gerçeklere sahip olanların sa­yısı da giderek azalmıştır. Eğer bütün çağlardan önce mevcut olan “gayr-i İnsanî” (non humaine) bilgelik hâzinesi hiç kay­bolmamışsa, bu onun kendisini bakışlardan gizleyen, gittikçe anlaşılmaz olan ve altında keşfedilmesi son derece güç olan perdelere büründüğündendir. Bu nedenle, çeşitli simgeler al-

tında da olsa, en azından görünürde ve dış dünya için bazı şeylerin kaybolduğu sorunu her yerde vardır. Gerçek bilgi­ye ulaşmayı dileyenler, onları yeniden bulmak zorundadırlar. Fakat böyle gizlenen bir şeyin, bu çevrimin sonunda görüle­bilir hâle geleceği, eşyayı kendi arasında birleştiren sürekli­lik gereğince aynı zamanda yeni bir çevrimin başlangıcı ola­cağı da söylentiler arasındadır.

Fakat çevrimsel gelişmenin neden böyle en ulvîden en süflîye doğru gittiği -hemen görülebileceği gibi ve modernle­rin anladığı anlamda “ilerleme” düşüncesinin olumsuzu olan daha aşağıya inici bir anlamda tamamlandığı- de kuşkusuz sorulacaktır. Buna cevabımız şu olacaktır: Bir şeyin gelişme­si, ileri geldiği ilkeden gittikçe artan bir hızla uzaklaşmasını gerektirir. En yüksek noktadan hareket ederek mecburen en aşağıya doğru yönelir. Tıpkı ağır cisimler gibi, duruş nokta­sına varıncaya dek sürekli artan bir hızla aşağıya iner. Bu dü­şüş, ilerleyici bir maddîleştirme olarak nitelendirilebilir. Çün­kü, ilkenin anlatımı saf ruhanîliktir. İlke değil, ilkenin anlatı­mı diyorum; çünkü ilke bütün karşıtların ötesinde olduğun­dan, herhangi bir karşıt belirten terimlerin hiçbirisiyle ifade edilemez. Zaten daha bir uygunluk olsun diye Batı dillerin­den aldığımız esprit ve matiere, ruh ve madde gibi kelimeler bizim için ancak simgesel bir değer taşır. Her hâlükârda bun­lar, çağdaş felsefenin verdiği özel yorumlardan ayıklanmaları koşuluyla yukarıda söz konusu olanla uyuşabilir. Çağdaş fel­sefedeki “ruhçuluk” (spiritüalizme) ve “maddecilik” (materi- alisme) ise, bizim gözümüzde, birbirini içeren iki tamamlayı­cı şekilden ibarettir; aynı şekilde, bu olağan görüş açılarının üstüne çıkmak isteyen biri için pekâlâ önemsiz sayılabilirler. Ama zaten burada incelemek istediğimiz saf metafizik değil-

dir. Bu nedenle, esas ilkeleri gözden kaçırmadan, her türlü yanlış anlaşılmayı önlemek için gerekli önlemleri alarak, me­seleleri -tabii ki mahiyetlerini değiştirmeden- daha kolay an­laşılır bir hâle getirebileceklerinden dolayı, eksik olmalarına rağmen bu terimleri kullanabiliriz...

Biraz önce, zuhûrun gelişimi üzerine söylediklerimiz, bü­tün içinde doğru olmakla birlikte, oldukça basitleştirilmiş ve şemalandırılmış bir görüş arz etmektedir; şöyle ki, bu görüş gelişimin tek yönde, hiçbir değişim olmadan gerçekleştiril­diğini düşündürebilir. Oysa gerçek çok karmaşıktır. Önce­den de belirttiğimiz gibi, gerçekten her şeyde biri inen diğeri yükselen ya da başka bir deyişle, biri merkezkaç diğeri mer­kezcil iki karşıt eğilim vardır. Birinin ya da diğerinin üstün­lüğünden, zuhûrun birbirini tamamlayan iki evresi doğar: Biri ilkeden uzaklaşma, diğeri ilkeye dönüş. Bunlar da ço­ğu kez simgesel olarak kalbin hareketleriyle veya nefes alıp vermeyle karşılaştırılabilir. Bu iki evre art arda gelen evre­ler olarak tanımlanmalarına rağmen, gerçekte onlara teka­bül eden iki eğilimin, çeşitli oranlarda da olsa, daima birlik­te hareket ettiklerini kabul etmek gerekir. Ayrıca, bazen öy­le olur ki inen eğilimin, dünyanın genel gidişinde kesinlikle üstün gelmek üzere olduğu bazı kritik anlarda, karşıt eğili­mi güçlendirmek için o andaki şartların elverdiği ölçüde en azından nisbî bir denge kurulabilecek özel bir eylemin dev­reye girdiği görülür. Böylece bu denge, düşüş hareketinin ge­çici olarak durdurulması ya da etkisiz kılınması gibi bir dü­zeltme hareketi sağlamış olur.[3]

Çok kısa bir özetini verdiğimiz bu geleneksel verilerin, modernlerin giriştiği tarih felsefesi denemelerinin hepsinden çok değişik, ayrıca derin ve geniş kavramları mümkün kıldı­ğını anlamak pek güç olmasa gerektir. Fakat şimdilik, şu an­daki çevrimin kaynaklarına veya basitçe Kali-Yuga’nın baş­langıç dönemine inmeyi hiç düşünmüyoruz. Amacımız sade­ce, Kali-Yuga’nın son safhalarındaki oldukça sınırlı bir alan­la en azından doğrudan ilgilenmektir. Yukarıda sözünü etti­ğimiz büyük devirlerin her biri içinde, çok küçük bölümler hâlinde ikinci dereceden değişik evreler fark edilebilir. Ayrı­ca her bölüm bütüne benzediğinden, bu küçük bölümler çok küçük bir ölçüde, sanki içinde bulundukları büyük çevrimin genel gidişini yeniden ortaya koymaktadır. Ama yine bura­da da bu yasanın çeşitli özel durumlardaki uygulanış şekille­rini genişçe araştırmak, bu kitap için çizdiğimiz çerçevenin çok ötesine çıkacaktır. Giriş niteliğindeki bu değerlendirme­leri bitirmek için biz sadece, insanlığın geçirdiği son dönem­lerden bazılarını, özellikle bunalımlı dönemleri, “tarihî” di­ye adlandırılan dönemleri zikredeceğiz. Çünkü, gerçekten bu dönem alışılmış ya da daha doğrusu “din dışı” tarihin anla­dığı tek dönemdir. Böylece bu da bizi çok doğal olarak ince­lememizin asıl konusuna götürecektir. Çünkü, bu bunalım­lı çağların sonuncusu modern çağ diye adlandırılan çağdan başkası değildir.

Gereği kadar dikkat edilmemiş gibi görünen oldukça ga­rip bir olay vardır: Az önce değindiğimiz anlamda, salt “ta­rihî” denilen dönem tam olarak milâttan önce altıncı yüzyı­la dayanır. Sanki zamanın orasında, normal araştırmacıların

sahip olduğu araştırma yöntemleriyle aşılması mümkün ol­mayan bir engel var. O tarihten itibaren her yerde oldukça belirgin ve çok sağlam bir kronoloji elde bulundurulurken, tersine o tarihten önce olanlar için genellikle çok bulanık bir tahmin yapılır. Aynı olaylar için verilen tarihler çoğunlukla birkaç asır değişir. Örneğin Mısır gibi, basit, dağınık kalıntı­lardan öte verilere sahip olunan ülkeler için durum çok çar­pıcıdır. Ayrıca daha şaşırtıcı olan bir durum da var: Çok uzak çağlar hakkında astronomik gözlemler sayesinde tutulmuş, hiçbir kuşkuya yer bırakmayan yıllıklara sahip Çin’in duru­mu gibi, istisnaî ve ayrıcalıklı bir durumu, çağdaş yazarlar “ef­sanevî” çağlar olarak nitelendirirler; sanki kendilerinin el at­malarını kesinlikle haklı görmedikleri bir alan var ve o alana girmelerini kendilerine yasaklıyorlar. Öyleyse, “klasik” an­tikite denilen şey, doğrusunu söylemek gerekirse, tamamen izafi bir antikiteden ibarettir. Hatta, gerçek antikiteden daha çok modern çağlara yakındır; çünkü süresi, Hint öğretisine göre, Manvantara’nın sadece onuncu parçası olan Kali-Yu- ga’nın yarısına bile erişememektedir. Buradan modernlerin, tarih bilgilerinin erginliğiyle övünmekte ne dereceye kadar haklı oldukları da yeterince anlaşılmaktadır. Kuşkusuz ken­dilerini haklı göstermek için bütün bunların yalnızca “efsa­nevî” dönemler olduğunu ve bu nedenle de onları hiç he­saba katmadıklarını söyleyeceklerdir. Ama bu cevap açıkça bilgisizliklerinin ve anlayışsızlıklarının ve geleneği hor gör­düklerinin bir itirafıdır. Modern düşünce, ileride ifade ede­ceğimiz gibi, gelenek karşıtı (antitraditionnel) bir düşünce­den başka bir şey değildir.

Milâttan önce altıncı yüzyılda, nedeni ne olursa olsun, hemen bütün toplumlarda önemli değişiklikler oldu. Bu deği-

şiklikler ülkelere göre farklı özellikler arz etti. Bazı ülkelerde, geleneğin daha önceleri mevcut olan durumlarının yeniden uyarlanması, tamamen sahih anlamda gerçekleşen bir uyar­lanması olmuştur. Örneğin, Çin’de böyle olmuştur. O çağ­da ilkel bir şekilde tek bir bütün hâlinde meydana gelen öğ­reti, oldukça belirgin iki kısma ayrılmıştır. Çin’de, seçkin bir zümreye özgü olan ve saf metafizikle gerçek anlamda spekü­latif geleneksel bilimleri içeren Taoizm; istisnasız herkese açık olan temel olarak pratik ve toplumsal uygulamaları saha ola­rak seçen Konfüçyanizm. İranlIlardaysa, aynı şekilde Mazde- izm’in yeniden bir uyarlanması olduğu görülüyor. Çünkü, bu çağ son Zerdüşt[4] dönemi olmuştur. Aksine Hindistan’da da o zamanlar, entelektüel ve sosyal alanda, etimolojik anlamıy­la “ilke yokluğu”ndan geleneksel düşünceye karşı bir başkal­dırıyla sonuçlanan, her tür otoriteyi olumsuzlaştırarak ger­çek bir anarşiye yol açan -en azından bazı kollarında-, za­ten asıl özelliği ne olursa olsun önemli olmayan Budizm’in doğduğu görüldü.[5] Oldukça tuhaf olan bir durum da şudur:

Hindistan’da, o dönemin sonrasında, geçmişten ulaşan hiç­bir anıt bulunmamaktadır ve her şeyi, önemini tuhaf bir şe­kilde abarttıkları Budizm’le başlatmak isteyen müsteşrikler bu durumdan kendi tezleri lehine yararlanmak istemişlerdir. Bununla birlikte bu durumun açıklanması çok basittir: Ön­ceki yapıların hemen hepsi ahşaptı. Dolayısıyla, geride hiç­bir iz bırakmadan kaybolup gittiler.[6] Ama şurası bir gerçek­tir ki, inşaat tarzındaki böyle bir değişim, mutlaka o değişi­min olduğu ulusun varlığının genel koşullarının büyük deği­şimine tekabül eder.

Batı’ya yaklaşırsak, aynı dönemin Yahudilerde Babil tut­saklık dönemi olduğunu görürüz. Belki de belirtilmesi gere­ken en akıl almaz olaylardan biri de, yetmiş yıllık kısa bir sü­renin, onlara yazılarına varıncaya kadar her şeylerini kaybet­meleri için yeterli oluşudur. Çünkü, daha sonraları kutsal ki­taplarını, o zamana kadar yürürlükte olan harflerden tama­men farklı yeni harflerle yeniden yazmak zorunda kaldılar. Yine, hemen hemen aynı tarihle ilgili olarak daha başka olay­

lar zikredilebilirse de, biz sadece o dönemin Roma için, kral­ların “efsanevî” döneminin bitip tam anlamıyla “tarihî” dö­nemin başlangıcı olduğunu belirtelim. Ayrıca, o zaman Kelt halklarında önemli hareketlerin vuku bulduğunu bulanık bir şekilde de olsa biliyoruz. Bu konuda da daha fazla durmadan, Yunanistan’la ilgili duruma geçelim. Aynı şekilde, orada da 6. yüzyıl “Klasik” denen uygarlığın başlangıç noktasıdır ve mo­dernler, “tarihî” özelliği sadece ona atfederler. Böylece o dö­nemden önce geçen her şey “efsanevî” kalacak kadar az bilin­mektedir. Aslına bakılırsa, son arkeolojik buluşlar, o dönem­de en azından gerçek bir uygarlığın bulunduğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde göstermektedir. Bu ilk Helen uygar­lığının entelektüel açıdan kendisini izleyen uygarlıktan çok daha ilginç olduğunu ve aralarındaki ilişkilerin Ortaçağ Av- rupası’yla Modern Avrupa ilişkilerine benzediğini düşünmek için bazı nedenlerimiz var. Bununla birlikte, bölünmenin bu son durumdaki kadar radikal olmadığını da belirtmek uygun olur. Çünkü kısmî de olsa, geleneksel düzende ve temel ola­rak “misterler”* alanında yapılan bir uyarlama oldu. Ayrıca, eski Orfeusçuluk’un (Orphisme) yeni bir biçimde ihyası de­mek olan Pisagorculuk’u da buna katmak gerekir. Bu gelene-

ğin Uzak-Kuzeyli (Hyperboreen)[7] Apollon Delfi kültüyle olan açık bağlan, insanlığın en eski geleneklerinden biriyle sürek­li ve düzenli soy zinciri koruduğunu düşündürmektedir. Ama öte yandan, daha önce hiçbir örneği bulunmayan, fakat daha sonra bütün Batı dünyası üzerinde kötü etkiler bırakacak bazı şeylerin ortaya çıktığı görüldü: “Felsefe” adını alan ve bu adı koruyan özel düşünce şeklinden söz etmek istiyoruz. Bu nok­ta, üzerinde bir süre durmamızı gerektirecek kadar önemlidir.

“Felsefe” sözcüğü tek başına çok doğru bir anlamda an­laşılabilir, kuşkusuz ilkel anlamıyla; eğer iddia edildiği gibi özellikle onu ilk kullananın Pisagor olduğu doğruysa... Eti­molojik anlamıyla “hikmet aşkı”ndan başka bir anlam ifade etmez. Öyleyse, her şeyden önce, felsefe hikmete ulaşmak için önceden çözülmesi gereken bir durumu belirtir. Ayrıca, çok doğal bir anlam genişlemesiyle, yine aynı durumdan do­ğarak, bilgiye ulaştıracak araştırmayı da belirtir. O hâlde fel­sefe, giriş ve hazırlık niteliğinde bir aşamadır; hikmete doğ­ru bir ilerlemedir. Hikmetten daha aşağı bir duruma teka-

bül eden bir aşamadır.[8] Daha sonra meydana gelen sapma, bu geçiş düzeyini amaç olarak almış ve felsefeyi hikmet yeri­ne koymuştur. Bu da hikmetin gerçek niteliğinin unutulma­sına veya tanınmamasına neden olmuştur. Böylece “dindışı” diyebileceğimiz felsefe, yani tamamen aklî, sözümona tama­men hümanist bir bilgelik doğmuş oldu; ve gerçek geleneksel, akıl-üstü ve “gayri beşerî” bilgeliğin yerini almış oldu. Böyle olmakla birlikte, gerçek hikmetin bazı parçaları bütün Anti­kite boyunca varlığını sürdürmüştür. Bunu da ilkin öz itiba­riyle “inisiyatik” özelliği tartışılamayan “misterler”in sürüp gitmesi ve sonra filozofların öğretilerinin de çoğu kez hem zâhirî hem de bâtınî bir yönü olması kanıtlamaktadır. Za­ten, birkaç yüzyıl sonra, İskenderiyelilerde, belki birçok ba­kımdan eksik de olsa, çok belirgin bir şekilde ortaya çıkan bu “bâtınî” yön üstün bir görüş noktasına bağlanmaya im­kân vermektedir. “Din dışı” felsefenin böylesine bir kesinlik­le kurulmuş olması için, sadece “zâhirî” olanın bâkî kalması, “bâtınî” olanın ise basit bir şekilde bütünüyle inkârına gidil­mesi gerekiyordu. Yunanlarla başlayan hareketin modernler nezdinde kesinlikle bu sonuca ulaşması ve onlarca daha ön­ceden onaylanmış eğilimlerin en aşırı sonuçlara kadar gitme­si gerekiyordu. Akılcı düşünceye verdikleri aşırı önem, ora­dan yine “akılcılığa”, yani akıl-üstü alanı sadece bilmemekle kalmayıp, o olana ait ne varsa hepsini bile bile inkâra giden modern tutuma varmak için daha bir belirginleşecekti. Ama şimdilik daha fazla bir şey söylemeyelim. Çünkü, kitabımı­zın bir başka bölümünde bu sonuçlara yeniden döneceğiz ve gelişimlerinin nasıl olduğunu göreceğiz.

Biraz önce söylenenlerde, özellikle bizimle ilgisi bakımın­dan bir şeyi hiç hatırdan çıkarmamak gerekir: Modern dünya­nın kaynaklarından bazılarını “Klasik” Antikitede aramak uy­gun olur. Modern dünya kendi kökeni konusunda Yunan-La- tin uygarlığını gösterirken ve kendisinin onun bir devamı ol­duğunu iddia ederken, büsbütün haksız değildir. Bununla bir­likte şunu söylemek gerekir ki, burada söz konusu olan sade­ce dolaylı ve hayli aldatıcı bir sürekliliktir. Çünkü, bu Antiki­tede, her şeye rağmen entelektüel ve ruhsal alanda eş değerle­rini modernlerde bulamadığımız çok şey mevcuttur. Her du­rumda, bunlar gerçek bilginin üstünde gittikçe artan karan­lık içinde oldukça farklı iki aşamadır. Zaten, Antik uygarlığın çöküşünün aşama aşama olduğu ve uygarlığın sürekliliği için bir çözüm bulunmaksızın, az çok bugünkü gördüğümüz du­ruma benzer bir durumda gittiği de tahmin edilecektir. Ama gerçekte böyle olmadı. Bu arada Batı’nın bunalımlı bir döne­mi daha olmuştur. Aynı zamanda, bu dönem yukarıda değin­diğimiz yeniden doğrulma dönemlerinden biridir.

Bu dönem, bir yandan Yahudi halkının göçüyle, öte yan­dan Yunan-Latin uygarlığının son dönemiyle aynı zamana rast­layan Hıristiyanlığın başlangıç ve yayılış dönemidir. Bu olayla­rı önemli olmalarına karşın çabucak geçebiliriz. Çünkü, bura­ya kadar anlattıklarımızdan daha çok bilinen olaylardır bun­lar. Ayrıca, eş zamanlılıkları, görüşleri çok yüzeysel olan ta­rihçiler tarafından bile belirtilmektedir. Antik çöküşle güncel dönemin bazı ortak noktalarına da sık sık dikkat çekilmiştir. Bu benzerliği çok ileri noktalara götürmek istemiyoruz; ama gerçekten oldukça çarpıcı benzerliklerin olduğunu da bilme­liyiz. Birçok alanı salt “din dışı” felsefe kaplamıştır: Bir yan­dan şüpheciliğin ortaya çıkışı, diğer yandan Stoacı ve Epikür-

cü ahlâkın başarısı “entelektüalite”nin hangi noktaya kadar düştüğünü göstermektedir. Aynı zamanda, artık kimsenin an­lamadığı eski kutsal öğretiler de bu anlayışsızlık yüzünden, kelimenin tam anlamıyla “putperestlik” şekline dönmüş, ya­ni bu öğretiler artık derin anlamlarını yitirdiklerinden yalnız dış görünüşleriyle yaşamlarını sürdüren “bâtıl inançlar” hâli­ne gelmiştir. Bu düşüşe karşı tepki denemeleri olmuştur: Biz­zat Helenizm, temasta bulunduğu Doğu öğretilerinden aldığı öğeler yardımıyla yeniden canlanıp dirilmeye çalışmıştır. Ama bu yeterli değildi. Yunan-Latin uygarlığı son bulmalı, ayrıca canlanma başka yerden gelmeli ve tamamen ayrı bir biçim­de yapılmalıydı. Bu değişimi tamamlayan, Hıristiyanlık oldu. Yeri gelmişken şunu da belirtelim; o dönemle çağımız arasın­daki bazı ilişkilerin ışığı altında yapılacak bir mukayese, bel­ki de günümüzde ortaya çıkan taşkın “Mesihçilik”in belirgin öğelerinden biri olmuştur. Eşyanın eski durumunun yıkılma­sı için gerekli olan barbar istilâlarıyla bulandırılan dönemden sonra birkaç yüzyıl süren normal bir düzen yeniden canlan­dı. Bu da Ortaçağ’dır, aslında “entelektüalite”sini kavramak­tan aciz olan modernlerce hor görülmüştür. Ortaçağ onlara “Klasik” Antikiteden çok daha tuhaf ve uzak görünmektedir.

Bize göre, gerçek Ortaçağ, Charlemagne hakimiyetinden 14. yüzyıl başlarına kadar olan dönemi kapsar. Bu tarihten iti­baren, çeşitli dönemlerde yoğunlaşarak bize kadar gelen yeni bir çöküş başlar. Çağdaş bunalımın gerçek başlangıç noktası işte burasıdır: Ortaçağ, Batı uygarlığıyla esas olarak özdeşle­şen “Hıristiyanlık”ın çöküşünün başlangıcı da bu tarihtir. Bu tarih aynı zamanda o Hıristiyanlıkla sıkı bağı olan feodal reji­min sonu, “uluslar” yasasının kuruluşunun kaynağıdır. O hâl­de, Modern çağı, genellikle kabul edilen tarihten farklı ola-

rak iki yüz yıl kadar geriden başlatmak gerekir. Rönesans ve Reform birer sonuçtur ve bir önceki çöküşle meydana çıkmış­lardır. Ama bir yükseliş olmaktan çok, oldukça derin bir dü­şüşü belirtmişlerdir. Çünkü, biri bilim ve sanat alanında, öte­ki dinsel alanda olmak üzere, geleneksel ruhla kesinkes bağ­larını koparmışlardır; kaldı ki dinî alan böyle bir kesintinin olması için en zor görünen bir alandır.

Çeşitli vesilelerle de söylediğimiz gibi, Rönesans aslında birçok şeyin ölümü olmuştur. Greko-Romen uygarlığına dön­mek bahanesiyle bu uygarlığın ancak dış kabuğu alınmıştır. Çünkü, yazılı metinlerde yalnızca bu yönü açıklanabilmişti. Do­layısıyla, eksik onarımın zaten çok iğreti bir özelliği olabilirdi; çünkü yüzyıllardan beri gerçek hayatlarını yaşamayı bırakmış olan şekiller söz konusuydu. Ortaçağ’ın geleneksel bilimlerine gelince; bu çağda onlar, son birkaç eser verdikten sonra, vak­tiyle bir tufanla yok olan geçmiş uygarlıklar gibi, tamamen kay­bolmuşlardır. Dolayısıyla, bu kez hiçbir şey onların yerini tu­tamamıştır. Artık geriye sadece “din dışı” felsefe ve “din dışı” bilim, bir başka deyişle gerçek entelektüalitenin inkârı, bilgi­nin en alt düzeyde sınırlandırılması, hiçbir ilkeye bağlı olmayan olayların ampirik ve analitik incelenmesi, bir yığın anlamsız ve belirsiz ayrıntılar içinde dağılma, durmadan birbirlerini çürü­ten asılsız varsayımların ve modern uygarlığın mevcut tek üs­tünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar dışında hiçbir sonuca götürmeyen eksik görüşlerin birikimi kalmıştır. Kendi dışında her tür girişimi boğacak kadar gelişen bu üstünlük, zaten çok az arzulanan, ayrıca bu uygarlığa salt maddeci bir özellik veren ve onu gerçekten bir canavar yapan bir üstünlüktür.

Çok şaşırtıcı bir durum da, Ortaçağ uygarlığının hızla büs­bütün unutulmaya terk edilmiş olmasıdır. 17. yüzyıl insanları

bile Ortaçağ hakkında en ufak bir kavrama sahip değildi. Ay­rıca, o çağdan kalan anıtlar, o insanların gözünde ne entelek­tüel ne de estetik açıdan hiçbir şeyi simgelemiyordu. O süre içinde zihniyetin ne kadar değiştiğini buradan da anlayabili­riz. Biz burada bu kadar radikal bir değişime yol açan faktör­leri araştırmayacağız. Kuşkusuz bunlar çok karmaşıktır. Ger­çek niteliği zorunlu olarak çok gizemli olan, yönlendirici bir iradenin müdahalesi olmadan böyle bir değişimin kendiliğin­den meydana gelebileceğini kabul etmek zordur. Bu bakım­dan, aslında uzun zamandan beri bilindikleri hâlde, bazı şey­leri yeni buluşlarmış gibi sunarak, belli bir dönemde bunları halk arasında yaygınlaştırma gibi çok tuhaf durumlar olmak­tadır. Oysa, bunların bilinmesi pek yarar sağlamayacak bazı sakıncalar nedeniyle kamuoyunda o zamana kadar yaygınlaş- tırılmamıştı.[9] Ortaçağ’ı bir “karanlıklar”, cehalet ve barbar­lık dönemi yapan efsanenin doğup git gide gerçeklik kazan­mış olması, ayrıca modernlerin benimsediği tarihin önceden düşünülmüş hiçbir fikir olmadan çarpıtılmasına girişilmesi de oldukça gariptir. Ama bu sorunu incelemede daha ileri gitme­yeceğiz. Çünkü, bu iş hangi şekilde tamamlanmış olursa ol­sun, şimdilik bizi en çok bu sonucun tespiti ilgilendirmektedir.

Rönesans’la birlikte ün kazanan ve modern uygarlığın tüm programını önceden özetleyebilen bir kelime vardır: “Hüma­nizm”. Gerçekten de her şeyi hümanist boyutlara indirgemek, üst düzeydeki ilkeleri hesaba katmamak, simgesel olarak ifa-

de edilirse, yeryüzünü fethetmek bahanesiyle gökyüzünden yüz çevirmek söz konusuydu. Yolunu izlediklerini iddia et­tikleri Yunanlar, bu anlamda en büyük entelektüel çöküş za­manlarında bile bu kadar ileri gitmemişlerdi. En azından çı­karcı kaygıları, modernlerde kısa zamanda görüldüğü gibi ilk plana geçmemişti hiçbir zaman. “Hümanizm”, çağdaş “laisiz- m”in ilk şekliydi. Ayrıca, her şeyi doğrudan doğruya, kendisi amaç kabul edilen insanın ölçülerine indirgemek istendiğin­den, sonunda insanda bulunabilecek en düşük seviyeye kadar aşama aşama inildi ve sadece insan tabiatının maddî yanına ait ihtiyaçların tatmin edilmesine çalışıldı. Boşuna bir çalış­ma! Çünkü, insan tabiatı daima tatmin olabileceğinden daha fazla sunî ihtiyaçlar yaratır.

Modern dünya, bu ölümcül inişle uçurumun ta dibine mi inecek, yoksa Yunan-Latin uygarlığının çöküşünde olduğu gi­bi, sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce, bu defa da yine yeni bir diriliş mi olacak? Öyle görünüyor ki, yarı yolda duruş artık hiç mümkün değildir. Ayrıca, geleneksel öğretiler- ce verilen bilgilere göre, Kali-Yuga’nm son safhasına, bu “Ka­ranlık Çağ”ın en karanlık dönemine gerçekten girmiş durum­dayız. Çünkü, gerekli olan basit bir doğrulma değil, bütünsel bir yenilenmedir. Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm sürmektedir. Eskiden görülmüş olan bunalımların sı­nırını aşan bir noktaya gelmiştir. Şimdiyse Batı’dan başlaya­rak bütün dünyayı istilâ edecek gibi görünmektedir. Çok iyi biliyoruz ki onların zaferi ancak geçici ve görünüştedir. Ama öyle bir aşamada, insanlığın güncel çevrim boyunca geçireceği en ciddi bunalım işareti de olabilir. Hindistan’ın kutsal kitap­larınca bildirilen “kastların karışacağı, ailenin bile artık olma­yacağı” o korkunç döneme gelmedik mi? Bu durumun gerçek-

ten dünyanın bugünkü durumu olduğunu anlamak, her yer­de Incil’in “umutsuzluk belâsı” dediği derin düşkünlüğü gö­rüp saptamak için, insanın çevresine şöyle bir bakması yeter- lidir. Durumun ciddiyetini görmezlikten gelmemelidir. Hiçbir “iyimserlik” ya da “kötümserliğe” kapılmadan, onu olduğu gi­bi ele almak uygun olur. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gi­bi, eski dünyanın sonu yeni bir dünyanın başlangıcı olacaktır.

Şimdi, akla bir soru geliyor: içinde yaşadığımız dönem gi­bi bir dönemin varoluş nedeni nedir? Gerçekten kendi içinde değerlendirilince, mevcut koşullar, ne denli elverişsiz olursa olsun, yine de eşyanın genel düzenine, bir Uzakdoğu formülü­ne göre, bütün düzensizliklerin toplamından oluşan bir düze­ne girmek zorundadır. Bu çağ ne denli can sıkıcı ve kargaşalı olursa olsun, öteki bütün çağlar gibi, İnsanî gelişmenin bütü­nünde belli yerini almalıdır. Zaten geleneksel öğretilerce de önceden haber verilen vakıa bu bakımdan yeterli bir belirtidir. Gelişen bir maddîleştirme yönünde ilerleyen bir zuhûr çev­riminin genel seyri hakkında, söylediklerimiz doğrudan doğ­ruya böyle bir durumu açıklamaktadır. Ayrıca, özel bir bakış açısından anormal ve düzensiz olan herhangi bir şeyin, daha üstün veya daha yaygın bir görüş açısından yalnızca bir yasa­nın sonucu olduğunu gösterir. Üstelemeden şunu da belirte­lim ki her durum değişikliği gibi, bir çevrimden diğerine geçiş ancak karanlıkta tamamlanabilir. Yine burada da çok önemli, ayrıca uygulaması çok çeşitli olan ve bu yüzden ayrıntılı bir açıklamasını yapacak olsak bizi çok uzaklara götürecek olan bir başka yasa daha vardır.[10]

Hepsi bu da değil: Modern çağ zorunlu olarak, başlan­gıçtan beri güncel çevrimin içinde, gizil güç hâlinde duran bazı ihtimallerin gelişimine uygun düşmektedir. Bütün hiye­rarşisinde bu ihtimallerin işgal ettiği sıra ne denli aşağı olur­sa olsun, bu ihtimaller kendileri için belirlenen düzene gö­re, genel zuhûr içinde yerlerini almalıdır. Bu bağlamda gele­neğe göre, çevrimin son safhasını belirleyen unsurun, önce­ki safhalar boyunca ihmal edilen veya reddedilen unsurların yeniden işletilmesi olduğu söylenebilir. Gerçekten de önceki uygarlıkların istemediği bir şekilde yaşayan modern uygarlık için saptayabileceğimiz husus hemen hemen budur. Bunu an­layabilmek için, Doğu dünyasında günümüze kadar gelen bu tür uygarlıkların temsilcilerinin, Batı bilimleri ve bunların en­düstriyel uygulamaları hakkında ne değer biçtiklerini görmek lazımdır. Başka bir düzene ait bir bilgiye sahip olanın gözün­de bu alt bilgiler ne kadar boş da olsa, her şeye rağmen “ger­çekleştirilmek” zorundadır. Bu da ancak gerçek entelektüa- litenin kaybolabileceği bir dönemde olabilirdi. Kelimenin en dar anlamıyla, salt pratik bir değeri olan bu araştırmalar ya­pılmalıydı; ama ilk maneviyatın (spiritualite primordiale) tam tersine, madde ötesinde hiçbir şey görmeyecek kadar madde­ye dalan ve maddeden daha çok yararlanmak istedikçe mad­denin esiri olan insanlar tarafından yapılabilirdi. Bu da ken­dilerini sürekli artan düzensiz ve gayesiz bir çalkantıya, salt çokluk içinde dağılmaya ve nihayet bozulmaya götürecekti.

Ana batlarıyla belirlenen ve temel konularıyla ele alınan modern dünyanın gerçek açıklaması böyledir. Ama açıkça be-

lirtelim ki, bu açıklama hiçbir sûrette bir aklanma olarak de­ğerlendirilemez. Kaçınılmaz da olsa mutsuzluk yine mutsuz­luktur! Kötüden iyi çıkacak olsa bile bu kötülüğün karakterini değiştirmez. Zaten burada “iyi” ve “kötü” terimlerini özellikle “ahlâkî” amaçların dışında, sadece iyi anlaşılmak için kullanı­yoruz. Kuşkusuz, kısmî düzensizlikler olmadan olmaz; çünkü, bunlar genel düzenin zorunlu öğeleridir. Ama buna rağmen bir düzensizlik dönemi, başlı başına bazı doğal yasaların so­nucu olarak bir sapma ve bir tür yanılgı olan canavarlığa ve­ya eşyanın normal seyrinden ileri gelmesine rağmen, tek ola­rak ele alınırsa, bir bunalım ve bir sapıklık olan tufana benzer bir şeydir. Her şey gibi modern uygarlığın da zorunlu olarak bir varoluş nedeni vardır. Bu uygarlık eğer bir çevrimi sona erdiren bir uygarlıksa, olması gerektiği gibi olduğu, yerinde ve zamanında geldiği söylenebilir. Ama bununla birlikte, ço­ğu kez yanlış anlaşılan Incil’in şu sözüne göre yargılanmalı­dır: “Böyle tuzakların olması kaçınılmazdır. Ama bu tuzakla­ra aracılık eden kişinin vay hâline!” (Matta 18: 5-9)

* * *

İKİNCÎ BÖLÜM

DOĞU-BATI KARŞITLIĞI

M

odern dünyanın önemli özelliklerinden biri de, Do­ğu ve Batı arasında görülen uyuşmazlıktır. Bu soru­nu daha önce de özellikle incelememize rağmen, bazı görüş­leri belirtmek ve birkaç yanlış anlaşılmayı önlemek için ko­nuya tekrar eğilmemiz gerekmektedir. Şurası bir gerçektir ki, herhangi bir halkın veya ırkın yeteneklerine uygun bir yön­de, her biri kendine özgü biçimde gelişen değişik ve çok sayı­da uygarlık olmuştur her zaman. Ama farklılık kesinlikle kar­şıtlık demek değildir. Ayrıca, değişik durumlardan ötürü sa­dece farklı uygulamaları temsil ettikleri ve aynı temel ilkele­re dayandıkları hâlde, çok farklı biçimlerdeki uygarlıklar ara­sında bile bir tür eş değerlik bulunabilir. Normal ya da gele­neksel diyebileceğimiz bütün uygarlıklarda durum böyledir; aralarında temel olarak hiçbir karşıtlık yoktur. Eğer böyle bir şey varsa, onlar da yüzeyseldir ve yapay olmaktan öteye geç­mez. Öte yandan, hiçbir üstün ilke tanımayan ve esasta ilke-

leri inkâr üzerine kurulan bir uygarlık, sadece bu özelliğinden ötürü bile öteki uygarlıklarla anlaşma vasıtalarından yoksun­dur. Çünkü bu anlaşma, gerçekten etkin ve derin olması için, ancak en üst düzeyde, yani sapık ve anormal olan uygarlığın yoksun olduğu hususlarda olabilir. Dünyanın şimdiki duru­munda bir yandan geleneksel düşünceye bağlı kalan bütün uy­garlıklar, yani Doğu uygarlıkları; öte yandan özellikle gele­nek karşıtı {antitraditionnel) olan bir uygarlık, yani modern Batı uygarlığı vardır.

Bununla birlikte, kimileri, insanlığın Doğu ve Batı diye ikiye ayrılmasının gerçekle uyuşup uyuşmadığını tartışmışlar­dır. Fakat en azından günümüz söz konusu olunca, sorun hiç tartışma götürmez. Her şeyden önce, Avrupa ve Amerika’nın ortaklaşa paylaştığı bir Batı uygarlığı vardır. Bu uygarlığın de­ğeri hakkında verilecek hüküm ne olursa olsun, herkesin üze­rinde ittifak etmesi gerektiği bir olgudur bu. Söz konusu Do­ğu olunca, sorun biraz daha zorlaşmaktadır. Çünkü, gerçekte bir değil, pek çok Doğu uygarlığı vardır. Fakat bunların or­tak çizgilerinin olması, yani geleneksel uygarlığın özellikleri­ni göstermeleri ve bu özelliklerin Batı uygarlığında bulunma­yışı, Doğu ve Batı karşıtlığını tümüyle geçerli saymak için ye- terlidir. Durum böyledir. Geleneksel karakter, bütün Doğu uygarlıklarının ortak noktasıdır. Bu konuda düşünceleri da­ha iyi saptamak için, daha önce yaptığımız genel bölümleme­yi bir kez daha hatırlatacağız. Ayrıntılara inmek istenirse, bel­ki biraz fazla basitleştirilmiş gibi olmasına rağmen, ana bat­larıyla yetinilirse bu tasnif doğrudur: Temel olarak Çin uy­garlığıyla temsil edilen Uzak Doğu; Hint uygarlığıyla temsil edilen Orta Doğu; İslâm uygarlığıyla temsil edilen Yakın Do­ğu. Bu sonuncuya, birçok bakımdan Doğu ve Batı arasında

bir orta yol gibi bakılması gerektiğini, birçok özelliğinin onu Ortaçağ Batı uygarlığının özelliklerine yaklaştırdığını belirt­mek uygun olur. Fakat İslâm uygarlığı modern Batı’ya göre ele alınırsa, tıpkı öteki Doğu uygarlıkları gibi aynı nedenler­den ötürü, onun da Batı uygarlığının karşıtı olduğunu ve bu açıdan bakılınca, onun Doğu uygarlıklarıyla ortak yanı oldu­ğunu kabul etmek gerekir.

Üzerinde özellikle durulması gereken nokta şudur: Batı’da geleneksel uygarlıklar varken, Doğu ve Batı karşıtlığının hiç­bir anlamı yoktu. Ama özel olarak modern Batı söz konusu olunca ancak bunun bir anlamı vardır. Çünkü, bu karşıtlık az çok belirlenmiş iki coğrafî bölge karşıtlığından daha çok iki düşünce karşıtlığıdır. Bazı çağlarda -ki bize en yakın olanı Or- taçağ’dır- Batı düşüncesi, en önemli yanlarıyla, modern za­manlarda eriştiği duruma benzemekten çok, Doğu düşüncesi­nin bugün içinde bulunduğu duruma benziyordu. Tıpkı Doğu uygarlıklarının kendi aralarında karşılaştırılışı gibi, o zaman­lar Batı uygarlığı da Doğu uygarlıklarıyla karşılaştırılabiliyor- du. Son yüzyıllarda, daha önceki çöküş dönemlerinde ortaya çıkan bütün sapmalardan çok daha ciddî, büyük bir değişim oldu. Hatta bu değişim, İnsanî etkinliklerde gerçekten bir yön değiştirmeye kadar gitmiştir. Bu değişim yalnızca Batı dünya­sından doğmuştur. Buna göre, şimdiki durumu göz önüne ala­rak Batı düşüncesi dediğimiz zaman, bundan anlaşılması ge­reken yalnızca modern düşüncedir. Ayrıca, öteki düşünce sa­dece Doğu’da devam ettiği için, güncel koşullara göre, onu Doğu düşüncesi diye tanımlayabiliriz. Kısaca, bu iki terim sa­dece bir olayın durumunu belirtmektedir. Karşı karşıya olan bu iki düşünceden birinin gerçekten Batı’ya ait olduğu açık­ça görünüyorsa da, -çünkü, ortaya çıkışı yakın tarihe aittir-

vaktiyle Doğu ve Batı’ya ortaklaşa ait olan öteki düşüncenin kökeni konusunda hiçbir önyargıda bulunamayız. Doğrusu­nu söylemek gerekirse, bu düşüncenin kökeni, insanlığın kö­keniyle iç içedir. Çünkü, normal diye nitelendirebileceğimiz tek düşünce budur. Az çok tanıdığımız bütün uygarlıkları - ancak biri hariç, o da modern Batı uygarlığıdır- bu düşünce esinlendirmiştir.

Kuşkusuz kitaplarımızı okuma zahmetine katlanmayan ba­zıları, bizim bütün geleneksel öğretilerin Doğu kaynaklı oldu­ğunu ve Batı Antikitesinin bile, bütün çağlarda, gelenekleri­ni Doğu’dan aldığını söylemiş olduğumuzu sanarak bizi suç­lamaktadır. Oysaki biz bu konuda böyle bir şey, hatta böyle bir kanıyı uyandırabilecek hiçbir şey yazmadık. Nedeni ba­sit; çünkü bunun yanlış olduğunu çok iyi biliyoruz. Gerçek­ten geleneksel veriler bu tür bir iddianın açıkça karşıtıdır: Gü­nümüzdeki çevrimin ilk geleneğinin Hyperborean bölgelerin­den geldiğini kanıtlayan kesin doğrulamalar her yerde vardır. Daha sonraları, çeşitli dönemlere tekabül eden ikinci derece­den birçok akım olmuştur. En azından kalıntıları hâlâ seçile­bilir durumda olan en önemli akımlardan biri, Batı’dan Do- ğu’ya gitmiştir. Fakat bunlar, genel olarak tarih öncesi deni­len çok uzak çağlarla ilgili olup şu anda düşündüklerimiz on­lar değildir. İlk gelenek birikiminin çok eski zamanlarda Do- ğu’ya iletildiğini, ayrıca doğrudan doğruya ilk gelenekten çı­kan öğreti biçimlerinin şimdi yine orada bulunduğunu söylü­yoruz. Bugünkü durumda, gerçek geleneksel düşüncenin bü­tün kapsamıyla en sağlam temsilcisi Doğu’da bulunmaktadır.

Bu açıklamaları tamamlamak için, günümüzde değişik or­tamlarda gün yüzüne çıkan “Batı geleneği”nin yeniden can­landırılıp onarılmasına ilişkin bazı düşünceler hakkında kısaca

da olsa fikirlerimizi açıklamamız gerekiyor. Aslında bu fikirle­rin sağlayacağı tek yarar, bazı insanların çağdaş olumsuzlama- dan pek hoşnut olmadıklarını, çağımızın kendilerine sundu­ğuyla yetinmeyip başka şeylere gereksinim duydukları, çağdaş bunalımdan kurtulmanın tek çaresi olarak şu veya bu şekilde geleneğe dönüş imkânını sezinler gibi olduklarını gösterme­sidir. Ne yazık ki “gelenekçilik” gerçek geleneksel düşüncey­le hiç de aynı şey değildir. Doğrusu, gelenekçilik hiçbir doğru bilgi varsaymayan, belirsiz bir özlemden, basit bir eğilimden başka bir şey olamaz. Ayrıca, zamanımızın zihinsel karışıklığı içinde, açıkça söylemek gerekirse, bu özlem her yerde ciddi­yetten uzak, ciddi bir temele dayanmayan düşsel düşünüşle­re neden olmaktadır. Bu insanlar dayanabilecekleri sahih bir gelenek bulamadıklarından, hiç mevcut olmamış sözde gele­nekler düşleyecek kadar ileri gittiler; bu sözde gelenekler ise yerine koymak istedikleri uygarlık kadar ilkelerden yoksun­dur. Modern karışıklığın tümü bu yapılarda yansımaktadır; bunları yapanların niyetleri ne olursa olsun, genel dengesizli­ğin artmasına katkıda bulunmaktan öte bir sonuç elde etme­mektedirler. Bu türe bir örnek olarak, gizli bilimlerle uğraşan bazılarınca en tutarsız kimseler yardımıyla ortaya çıkarılan ve tamamen hayalî bir “Doğu geleneği”yle, yani teosofistle- rinkiyle özellikle yarışması amaçlanan sözümona “Batı gele- neği”ni zikredeceğiz. Başka yerlerde bunlardan yeterince söz ettiğimizden, şimdi daha çok dikkate değer gördüğümüz öte­ki birkaç teorinin incelemesine geçmek istiyoruz; çünkü, bu­rada en azından gerçek bir varlığa sahip geleneklere değinme arzusu bulunmaktadır.

Az önce Batı bölgelerinden gelen geleneksel akıma değin­dik. Atlantis’le ilgili eski metinler bu akımın kaynağını belirt-

inektedir. Geçmişte meydana gelen büyük felâketlerin sonun­cusu olan bu kıtanın kayboluşundan sonra, Atlantis gelene­ğinin kalıntılarının çeşitli bölgelere taşınmış olduğu, o bölge­lerde önceden var olan başka geleneklere özellikle büyük Hy- perborean geleneğin küçük kollarına karışmış olduğu kuşku götürmez. Özellikle Kelt öğretilerinin bu kaynaşmanın ürün­lerinden biri olması da mümkündür. Biz bunları tartışmaktan çok uzağız; fakat şurası iyice bilinmelidir ki tam anlamıyla At­lantis biçimi, ait olduğu uygarlıkla birlikte, binlerce yıl önce kaybolmuştur. İnsanlık o zaman henüz Kali-Yuga’ya girmemiş­ti. Bu önemli bir fark olsa bile, yıkımı belki birçok bakımdan bugün tespit ettiğimiz sapmaya benzer bir durum sonucunda olmuş olabilir. Ayrıca, bu gelenek, çevrimimizin ancak ikin­cil bir dönemine tekabül etmektedir. Dolayısıyla onun, bütün geleneklerin kendisinden çıktığı ve başlangıçtan sona dek sü­regelen ilk gelenekle özdeş olduğunu iddia etmek, büyük bir yanılgı olur. Bunların doğruluğunu gösteren tüm verileri bu­rada saymanın yeri ve zamanı değildir. Biz burada bir Atlan­tis geleneğini, şimdi yeniden canlandırmanın ya da doğrudan doğruya ona bağlanmanın imkânsız olduğu sonucuna varıyo­ruz. Zaten bu tür girişimlerde çok değişik fanteziler bulunur. Bununla birlikte, daha sonraki geleneklerde karşılaşılan öğe­lerin kaynağını araştırmanın ilginç olabileceği de doğrudur; yeter ki bu birtakım kuruntulardan sakınmak için gerekli tüm önlemler alınarak yapılsın. Fakat bu araştırmalar, dünyamı­zın güncel koşullarından hiçbirine uyarlanamayacak bir gele­neğin yeniden diriltilmesine yol açamaz.

Ayrıca, “Keltizm”e bağlanmak isteyenler de var. Bunların sundukları önerinin gerçekleşmesi biraz daha akla yatkın gibi gelebilir; çünkü, böylece bize daha yakın bir şeye başvurmak-

tadırlar. Ama bugün “Keltizm”in saf hâlde ve dayanak noktası alınabilmesi için hâlâ yeterli bir dirilikte nerede bulacaklar? Biz burada bazılarının yaptığı gibi, arkeolojik ve “edebî” bir diriliş­ten söz etmiyoruz. Bunlar, söz konusu olan durumdan tamamen başkadır. Çok bilinen ve hâlâ yararlanılabilir durumdaki Keltiz- min nice öğesi bize kadar çeşitli yollarla gelmiştir; evet, bu doğ­rudur. Fakat bu öğeler bir geleneğin bütünlüğünü göstermekten çok uzaktır. Şurası şaşırtıcıdır ki, bu gelenek vaktiyle bulunduğu ülkelerde, daha sonra o ülkelere gelen ve hep yabancı kalan bir­çok uygarlığa ait gelenekler kadar bile bilinmemektedir. Şimdi burada, en azından bütünüyle peşin yargıyla hareket etmeyen­ler için, düşünmeyi gerektirecek bazı şeyler yok mudur? Daha­sı da var: Kayıp uygarlıkların bıraktığı kalıntılarla ilişkili olan bu tür durumlarda, onları ancak bugün hâlâ yaşayan geleneksel uygarlıklardaki benzeri öğelerle karşılaştırarak anlamak müm­kündür. Ayrıca modern Batıklar için anlamı kaybolan pek çok şeyin bulunduğu Ortaçağ hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Temel özelliği daima yaşayan, ruhu hep diri kalan geleneklerle kurulacak bu temas, hâlâ diriltilmesi mümkün olanı diriltmenin tek yoludur. Daha önce de birçok kez belirttiğimiz gibi, bu, Do­ğu’nun Batı’ya yapabileceği en büyük yardımlardan biridir. Vak­tiyle çeşitli devirlerde olduğu gibi, yine çeşitli biçimlerde ortaya çıkması mümkün olan bir “Kelt düşüncesi”nin sürüp geldiğini inkâr etmiyoruz. Fakat Kelt geleneğini bütünüyle koruyan ma­nevî merkezlerin daima var olduğu konusunda bizi inandırma­ya çalıştıkları zaman, bize bu konuda kanıt getirilmesini bekle­riz. Durum değişinceye kadar da bu bize, tamamen gerçek dışı gibi görünmese bile, çok şüpheli görünmektedir.

Gerçek şu ki, süregelen Kekik öğelerin çoğu, Ortaçağ’da Hıristiyanlık tarafından kendi içinde eritilmiştir. “Kutsal Kâ-

se” {Saint Graal) efsanesi ve onunla ilgili her şey bu bakımdan özellikle inandırıcı ve anlamlı bir örnektir. Eğer bir Batı gele­neği yeniden kurulsaydı, zorunlu olarak, kelimenin tam anla­mıyla dinî bir haricî biçim alırdı ve bu haricî biçim de Hıristi­yanlık olabilirdi diye düşünüyoruz zaten. Çünkü, bir yandan öteki muhtemel biçimler çok uzun bir süredir Batı zihniyeti­ne yabancıdır; öte yandan hâlâ süregelen geleneksel düşün­cenin kalıntıları, Batı’da ancak Hıristiyanlıkta, daha açıkçası Katoliklik’te bulunmaktadır. Bu durumu hesaba katmayan her “gelenekçi” girişim temelden yoksun olacağı için, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğramaya, mahkûmdur. Şurası son dere­ce aşikârdır ki, ancak etkin bir biçimde var olan bir şey üze­rine dayanılabilir; sürekliliğin aksadığı yerdeyse ancak yapay yeniden kurmalar olabilir ki, bunların yaşayabilmeleri müm­kün değildir. Çağımızda Hıristiyanlık gerçek ve derin anlamıy­la pek anlaşılmamıştır diye itiraz edilecek olursa, biz buna Hı­ristiyanlığın söz konusu temeli elde etmek için gerekli her şeyi kendi içinde ve hatta dış şeklinde en azından sakladığını belir­terek cevap veririz. O hâlde, beklenmedik olasılıklarla karşı­laşmayacak en zayıf hatta biricik girişim Ortaçağ’dakine ben­zer şekilde bazı şeyleri, koşulların değişmesinin gerektirdiği farklarla yeniden diriltmektir. Ayrıca Batı’da tamamen kay­bolmuş öğeler için de, az önce belirttiğimiz gibi, bütünlükle­rini sürekli korumuş geleneklere başvurmak, sonra da sağlam ilkelere dayanan entelektüel bir seçkinler grubunun yapabi­leceği bir uyarlama işini gerçekleştirmek uygun olur. Bunları daha önce söylemiştik; fakat üzerinde tekrar durulması gere­kiyor. Çünkü günümüzde, pek çok kararsız hayaller serbestçe ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, şurasını iyice anlamak gerekir ki, eğer Doğu gelenekleri kendi öz biçimleri içinde, tanım gere­ği, bütün biçimlerin ötesinde kalmak zorunda olan bir elit ta-

rafından özümlenebilse bile, beklenmedik değişiklikler olma­dıkça, Batılı halk çoğunluğunca hiçbir zaman özümsenmeye- cektir. Bunlar, onlara göre değildir. Eğer Batılı bir seçkinler grubu oluşursa, demin belirttiğimiz nedenlerden ötürü, işlev­lerini yerine getirebilmeleri için Doğu öğretilerini tam anla­mıyla tanımaları kaçınılmaz olacaktır. Fakat onların yaptığı işin semeresini alacak insanlar —ki bunlar çok sayıda olacak­tır, kuşkusuz bu işlerin bilincine hiçbir zaman varamayacak­lar. Bununla birlikte alacakları etki hiç kuşkusuz ve hatta akıl­larına gelmeyecek yollarla oldukça gerçek ve etkin olacaktır. Bu konuda biz hep bunu söyledik; burada da mümkün oldu­ğu kadar belirgin bir şekilde bunu tekrarlamamız gerektiğine inandık. Çünkü, her zaman herkes tarafından tamamıyla an­laşılmayı ummuyorsak da, en azından bize ait olmayan sözle­rin bize atfedilmemesini istiyoruz.

Şimdi bütün bu ön tahminleri bir kenara koyalım. Çün­kü, bizi özellikle ilgilendirmesi gereken konu, işlerin bugün­kü durumudur. Bir an için, çevremizde gözleyebildiğimiz ka­darıyla “Batı geleneği”nin yeniden diriltilmesine dair düşün­celere dönelim. Tek bir gözlem, bu düşüncelerin, deyim ye­rindeyse “bir düzen içinde” olmadığını göstermeye yeter. Şöy­le ki, bu düşünceler Doğu karşısında daima az veya çok itiraf edilen bir düşmanlık duygusuyla tasarlanmıştır. Hıristiyanlığa dayanmak isteyenlerin bile bazen bu duyguyla hareket ettik­lerini söylemek gerekir; her şeyden önce sanki onlar gerçekte hiç var olmayan karşıtlıkları keşfetmeye çalışıyorlar. Eğer ay­nı şeyler hem Hıristiyanlıkta hem de Doğu öğretilerinde bu­lunsa ve hemen hemen özdeş bir biçimde şöyle ya da böyle açıklansa, her iki durumda da aynı anlama gelmezler; hatta birbirlerine karşıt anlamdadırlar gibi saçma düşüncelerin ya­yıldığını, işte böyle duyduk. Buna benzer ifadeleri söyleyen-

ler, iddiaları ne olursa olsun, geleneksel öğretileri anlamakta pek ileri gidemediklerini böylece kanıtlamış oluyorlar. Çün­kü, bütün haricî biçim farklılıkları altında gizlenen temel öz­deşliği göremiyorlar ve hatta bu özdeşliğin tamamen açık ol­duğu yerlerde bile onu tanımamakta diretiyorlar. Bu yüzden bunlar Hıristiyanlığı, bütün düzenlerde tam bir sentez hâlinde bulunan, gerçek geleneksel öğreti kavramıyla bağdaşmayan, tamamen yüzeysel bir tarzda değerlendirirler. Bunlar, temel ilkeden yoksun oldukları için, karşı koymak istedikleri mo­dern düşünceden, düşündüklerinden çok daha fazla etkilen­mişlerdir. Ayrıca bunlar, “gelenek” sözcüğünü kullanırken de, kesinlikle bizim kullandığımız anlamda kullanmamaktadırlar.

Çağımızı belirleyen zihinsel karışıklıkta bu “gelenek” söz­cüğü, hiçbir önemi olmayan basit ve bazen de yepyeni adet­ler gibi, çoğunlukla anlamsız şeyler için ayrım gözetilmeksi­zin kullanılmaktadır. “Din” sözcüğüyle ilgili olarak da aynı şekilde bir yanlış kullanım olduğunu başka bir yerde belirt­miştik. Tekabül ettikleri düşüncelerin de bir tür yozlaşması­nı dile getiren bu dil saptırmalarından sakınmak gerekir. Ay­rıca, kendisini “gelenekçi” olarak adlandıran birinin, sözcü­ğün tam anlamıyla geleneğin ne olduğunu eksik de olsa bil­diği söylenemez. Bizse, salt beşerî alana ait olan her şeye bu adı vermeyi kesinlikle reddediyoruz. Bunu açıkça belirtmek­te yarar var; çünkü her an, örneğin “geleneksel felsefe” gi­bi bir deyime rastlamaktayız. Bir felsefe gerçekten felsefenin olabileceği her şey olsa bile, böyle bir sıfata kesinlikle hakkı yoktur. Çünkü felsefe, kendisini aşan şeyi inkâr etmese bile, tamamen aklî düzen içinde kalır. Ayrıca, insanlar tarafından ortaya konulan ve hiçbir vahye ya da ilhama dayanmayan bir yapıdır. Tek kelimeyle o, temelde “din dışı” bir şeydir. Zaten felsefe, bazılarının zevk aldığı tüm düşlere rağmen, bir ırkın

ve bir çağın zihniyetini düzeltmeye yetebilecek “kitabî” bir bi­lim değildir şüphesiz. Oysa bu iş için, en uygun durumda bi­le bizzat tabiatı gereği dışta kalmaya mahkûm edilen, gerçek olmaktan çok, sözde kalan felsefî kurgudan başka bir şey ge­rekir. Kaybolmuş geleneği yeniden onarıp onu gerçekten di­riltmek için yaşayan geleneksel ruhla temas kurmak gerekir. Bu ruhun da hâlâ tam olarak ancak Doğu’da yaşamakta ol­duğunu daha önce söylemiştik. Her şeyden önce Batı’da, bu geleneksel ruha doğru bir dönüş isteğinin olması da gerekir. Bu sadece basit bir istek olabilir. Şimdiye dek ortaya çıkan ve bizce çok eksik olan “anti-modern” birtakım tepki hareketle­ri, bizi bu kanıda doğrulamıştır. Çünkü bütün bunlar, olum­suz ve eleştirel yanlarıyla mükemmel olmakla birlikte, gerçek entelektüaliteyi onarmaktan çok uzak olup, ancak oldukça dar zihinsel bir ufkun sınırlarında gelişim göstermiştir. Bu da bir başarı sayılır; şu anlamda ki, yakın bir geçmişe kadar en ufak bir izine bile rastlamanın çok zor olduğu bir ruh hâlinin ipucu sayılabilir. Eğer bugün bütün Batıhlar modern uygarlı­ğın salt maddî gelişimiyle yetinmekte oy birliği etmiyorlarsa, bu bile belki onlar için kurtuluş umudunun henüz tamamen kaybolmadığını gösterir.

Nasıl olursa olsun, herhangi bir tarzda Batı kendi gelene­ğine dönecek olursa, o zaman Doğu ile olan karşıtlığı da öyle­ce çözülecek, arada karşıtlık diye bir şey kalmayacaktır. Çün­kü karşıtlık, Batı’nın sapması olgusundan doğmuştur. Gerçek­teyse geleneksel düşünceyle gelenekselliğe karşı düşünce ara­sındaki karşıtlıktan başka bir şey değildir bu karşıtlık. Böylece az önce değindiğimiz kimselerin varsayımlarının tersine, gele­neğe dönüşün ilk sonuçlarından biri, Doğu’yla hemen müm­kün bir uyuşumun sağlanması olacaktır; tıpkı benzer veya eş

değer öğelere sahip bütün uygarlıklar arasında, sadece onlar arasında olan anlaşma ve uyuşma gibi bir anlaşma olacaktır; çünkü değer ifade edecek bir anlaşmanın yapılacağı alanı ku­ran, yalnızca bu öğelerdir. Gerçek geleneksel düşünce hangi biçime bürünürse bürünsün, aslında her yerde ve her zaman aynıdır; şu veya bu zihinsel koşullara, şu veya bu zaman ve yer durumlarına özellikle uyarlanmış değişik biçimler, tek ve aynı gerçeğin ifadeleridir. Fakat görünen bu çokluk altında­ki temel birliği yakalamak için salt entelektüalite düzeyine çı­kabilmek gerekir. Zaten normalde uygulama ve sonuç olarak ne varsa hepsinin bağlı olduğu ilkeler, bu entelektüel düzey­de bulunmaktadır. Öyleyse, gerçekten derin bir uyuşma söz konusu olacaksa, her şeyden önce bu ilkeler üzerinde uyuş­ma gerekmektedir. Çünkü bütün mesele bu noktada düğüm­lenmektedir. En üstün bilgi olan ilkeler bilgisi, yani kelimenin tam anlamıyla metafiziksel bilgi bizzat ilkeler gibi evrensel­dir. Öyleyse uygulamaya geçer geçmez kaçınılmaz olarak baş gösterecek tüm kişisel olasılıklardan tamamen uzaktır. Bunu belirtmek gerekiyor. Bu yüzden salt entelektüel alan, değişik zihniyetler arasında bir uyarlama çabasına gereksinim duyul­mayan tek alandır. Ayrıca, böyle bir çalışma tamamlandığında artık yapılacak iş, diğer bütün alanlarda ittifakın aynı şekilde gerçekleşmiş olması için sonuçları geliştirmektir. Çünkü da­ha önce söylediğimiz gibi, her şey dolaylı ya da dolaysız ola­rak buna bağlıdır. Buna karşılık, ilkeler dışında özel bir alan­da sağlanan ittifak, her zaman çok iğreti ve kararsız bir ittifak olacaktır; ayrıca gerçek bir anlaşmadan daha çok diplomatik bir uzlaşmaya benzeyecektir. Bunun için üzerinde ısrarla dur­duğumuz bu uzlaşma ancak yukarıdan gelebilir, aşağıdan de­ğil. Bu, iki anlamda anlaşılmalıdır: Aralarında bulunan hiye­rarşik bağımlılığı her zaman kesinlikle göz önünde bulundu-

rarak, çeşitli uygulama alanlarına derece derece inmek için, işe en yüksekten, yani ilkelerden başlamak gerekir. Bu çalışma özelliği gereği, ancak bir elitin eseri olabilir; elit sözcüğünü en doğru ve tam anlamıyla kullanıyoruz: Yalnızca entelektü­el bir elitten söz etmek istiyoruz, zaten başkası olamaz. Çün­kü bize göre, dış toplumsal ayrılıkların hiçbir önemi yoktur.

Bu değerlendirmeler, Batı uygarlığının sadece Doğu uy­garlıklarıyla gerçek bir yaklaşım olanağı konusunda değil, fa­kat aynı zamanda kendisinin de normal ve tam bir uygarlık olması için, nelerinin eksik olduğunu yeterince anlatmakta­dır. Zaten gerçekte bu iki sorun birbirine öyle bağlıdır ki, iki­si aslında tek bir sorundur. Bunların hangi nedenlerden dola­yı böyle olduğunu açıkça gösterdik. Şimdi de salt modern dü­şünce olan gelenek karşıtı (antitraditionnel) düşüncenin ne­den ibaret olduğunu ve buna bağlı sonuçların, daha doğrusu güncel olayların içinde, acımasız bir mantıkla göz önüne se­rildiğini gördüğümüz sonuçların neler olduğunu daha açıkça göstermek istiyoruz. Fakat bu konuya girmeden önce, son bir düşünceyi de belirtmeden geçemeyeceğiz: Deyim yerindeyse “modern karşıtı” olmak “Batı karşıtı” olmak değildir; çünkü bu, aksine, Batı’yı kendi düzensizliğinden kurtarmaya uğraş­mak için değerli olabilecek tek çabadır. Öte yandan, kendi ge­leneğine bağlı her Doğulu da bu konuyu ancak bizim ele aldı­ğımız gibi ele alır ve konuya başka türlü bakmaz. Hiç kuşku­suz asıl Batı’nın, modern uygarlıkla özdeşleşen Batı’dan daha az hasmı vardır; zaten asıl Batı’ya karşı çıkmak anlamsızdır. Bugün kimileri de “Batı’nın savunulması”ndan söz etmekte­dirler ki bu çok gariptir. Oysa ileride göreceğimiz gibi, gerçek­ten her şeyi batırmakla, tüm insanlığı kendi düzensiz etkinli­ğinin girdabı içine çekmekle tehdit eden, Batı’dır. Bu çok ga­riptir, diyoruz; ama eğer bu savunmanın Doğu’ya karşı yapıl-

ması gerektiği düşünülüyorsa -ki bazı sınırlandırmalara rağ­men durum öyle görünüyor- o zaman bu tamamen haksız ve yersiz bir durumdur. Çünkü gerçek Doğu, kim olursa olsun kimseye sataşmayı ya da ona egemen olmayı düşünmez. Ken­di bağımsızlığından ve kendinin rahat bırakılmasından başka bir şey istemez. Bu da, kabul edileceği gibi, oldukça meşru bir istektir. Bununla birlikte, Batı’nın savunulmaya çok muhtaç olduğu da bir gerçektir. Eğer bu eğilimler sınırlarını taşarsa, kaçınılmaz olarak Batı’yı yıkıma götürecektir. Öyleyse, buna “Batı’nın reformu” demek gerekir. Bu reform, olması gerek­tiği gibi yani gerçek bir geleneksel reform olsaydı, çok doğal bir sonuç olarak Doğu ile bir yakınlaşmayı doğurabilirdi. Bi­ze gelince, yine de vaktiyse böyle bir sonuç modern uygarlığın kendisine doğru dev adımlarla ilerlediği son felâketten sonra elde edilirse, olanaklarımız ölçüsünde, yeri geldikçe hem bu reforma hem de bu yakınlaşmaya katkıda bulunmak istiyoruz. Fakat bu felâketten kaçınmak için vakit çok geç bile olsa, bu niyetle yapılan bir çalışma yararsız değildir. Çünkü böyle bir çalışma her hâlde, ne kadar uzak olursa olsun, başlangıçta söz ettiğimiz “ayırt etme yetisi”ni hazırlamaya ve böylece, gelecek dünyanın tohumları olacak olan öğelerin, şimdiki dünyanın batışı sırasında kurtarılıp korunmasını sağlamaya yarayacaktır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BİLGİ VE EYLEM

L imdi de günümüzde Doğu ve Batı düşünceleri arasında, V daha genel olarak geleneksel (traditionnel) ve gelenek karşıtı (antitradionnel) düşünceler arasında bulunan karşıtlı­ğın temel görünümlerinden birine, daha önce açıkladığımız gibi, çok özel bir şekilde değineceğiz. Belli bir görüş açısın­dan bakıldığında, bu karşıtlık düşünce ve eylem karşıtlığı ve­ya daha doğrusu bu iki terimden her birine atfedilecek karşı­lıklı kavramlar karşıtlığı olarak görünür. Aralarındaki ilişki­lere bakarak bu kavramlar çok farklı biçimlerde ele alınabi­lir: Acaba bunlar, çoğu kez düşünüldüğü gibi, gerçekten bir­birinin karşıtı mıdır, yoksa birbirinin bütünleyicisi midir? Ya da gerçekten aralarında, bir uyum ilişkisi değil de bir bağım­lılık ilişkisi olamaz mı? İşte, meselenin farklı görüntüleri bun­lardır. Ayrıca bu görüntüler pek çok açıdan birbiriyle ilgilidir; üstelik eşit biçimde önemi haiz değildir; ama her biri bazı açı­lardan farklı olabilir ve her biri belli bir gerçeğe tekabül eder.

Her şeyden önce en yüzeysel ve en yapmacık görüş açısı, düşünce ve eylemi, sözcüğün gerçek anlamıyla, iki karşıt kav­ram olarak görüp basitçe birini diğerinin karşısına koyan gö­rüş açısıdır. Gerçekten de dış görünüşlerde bir karşıtlık vardır, bu inkâr edilemez. Bununla birlikte, eğer bu karşıtlık mutla­ka ortadan kaldırılamaz olsaydı, düşünce ve eylem arasında tam bir bağdaşmazlık olurdu ve böylece asla bir arada bulu­namazlardı. Oysa, gerçekte durum böyle değildir; en azından normal durumlarda, sadece düşünceyle veya sadece eylemle ilgilenen bir topluluk ve hatta belki de bir fert yoktur. Gerçek şu ki iki eğilim vardır: ikisinden biri veya diğeri, aşağı yuka­rı zorunlu olarak ağır basar; öyle ki sözcüğün en geniş anla­mıyla insan etkinliği, her alanda ve her yönde aynı anda eşit olarak etkin olamayacağı için, birinin gelişmesi ötekinin za­rarına gerçekleşiyor gibi görünebilir. Karşıtlık görünümü ve­ren de budur. Ama bu karşıtlar veya sözde karşıtlar arasında mümkün bir uzlaşma olmalıdır. Zaten karşıtlığın bulunduğu noktadan belli bir seviyenin üstüne çıkıldığında, karşıtlıkları kaybolan bütün karşıtlıklar için aynı şeyi söyleyebiliriz. Kim karşıtlıktan veya çelişkiden söz ederse, bununla uyumsuzlu­ğu ve dengesizliği, yani bizim daha önce yeterince belirttiği­miz, ancak izafi, özel ve sınırlı bir görüş açısından var olabi­len bir şeyi kastetmiş demektir.

Düşünce ve eylem, birbirinin bütünleyicisi olarak ele alın­dığında, daha derin ve daha gerçek bir görüş noktasına varılır. Çünkü bu iki terim herhangi bir şekilde birbirini dengeleye­ceğinden, karşıtlık orada uzlaşmış ve çözümlenmiş hâlde bu­lunur. O zaman da karşılıklı olarak birbirini tamamlayan ve destekleyen tek ve aynı varlığın çift -yani iç ve dış- etkinliğini oluşturan, aynı derecede zorunlu iki öğe söz konusu olacak-

tır; bu varlık ister ele alınan her insan teki olsun, ister kolek­tif olarak ele alınan tüm insanlık olsun. Bu görüş birincisin­den daha ahenkli ve daha tatminkârdır kuşkusuz. Ama yalnız buna bağlı kalınırsa, bu şekilde belirlenen karşılıklı ilişki ge­reğince, insan düşünce ve eylemi aynı plana koymaya kalkışa­caktır; öyle ki birinin diğerine nisbetle herhangi bir üstünlü­ğü olduğunu asla belirtmeksizin, aralarındaki dengeyi müm­kün olduğu kadar eşit tutmaya çalışacaktır. Böyle bir görüşün yine de yetersiz olduğunu gösteren husus, hangi anlamda çö­zümlenmek istenirse istensin, bu üstünlük sorununun olacağı ve geçmişte de sürekli olduğu hususudur.

Üstelik bu açıdan önemli olan mesele, kısaca tabiat ve ırk meselesi olan, bir fiilî üstünlük meselesi değildir; bu, hukuk üstünlüğü diyebileceğimiz bir üstünlüktür. Bu ikisi birbirine ancak belli bir noktaya kadar bağlıdır. Kuşkusuz iki eğilim­den birinin üstünlüğünün kabul edilmesi, onun diğerine ter­cihen mümkün olduğu kadar geliştirilmesini gerektirecektir. Ama uygulamada, düşünce ve eylemin bir insan ya da toplum hayatında tutacağı yerin büyük ölçüde o toplum ya da insanın öz tabiatına bağlı olduğu bir gerçektir. Çünkü; burada her bi­rinin özel imkânlarını da hesaba katmak gerekir. Düşünce ye­teneğinin Doğulularda daha yaygın ve genellikle daha gelişmiş olduğu aşikârdır. Büyük bir olasılıkla, hiçbir ülke yok ki bu yetenek Hindistan’daki kadar olsun. Bu nedenle bu ülke, Do­ğu ruhu dediğimiz şeyin en üstün temsilcisi sayılabilir. Aksine, genel bir şekilde eylem yeteneğinin ve bu yetenekten doğan eğilimin de, bireylerin büyük çoğunluğuyla ilgili olarak, Batı toplumlarında ağır bastığı açık bir gerçektir. Bu eğilim, şimdi olduğu gibi, abartılmamış ve amacından saptırılmamış olsaydı bile, öyle sürüp giderdi ve düşünce sadece çok sınırlı bir elitin

işi olarak kalırdı. Bu nedenle, eğer Batı bir gün yeniden nor­mal duruma gelse ve düzenli bir toplumsal örgüte sahip olsa, Batı’da çok sayıda K^atriya ve pek az sayıda Brahman[11] bulu­nacağı söylenir Hindistan’da. Eğer entelektüel elit gerçekten oluşmuş ve üstünlüğü kabul edilmiş olsaydı, her şeyin düzene girmesi için bu bile yeterdi. Çünkü manevî güç kesinlikle sa­yı üzerine dayandırılamaz; nicelik yasası maddenin yasasıdır. Nitekim Antikçağ’da ve özellikle Ortaçağ’da, Batıkların eyle­me olan doğal eğilimleri, derin düşünmenin/teemmülün, ya­ni saf aklın üstünlüğünü tanımalarına engel olmuyordu. Buna iyice dikkat edilsin! Peki öyleyse niçin modern çağda durum başka türlü oluyor? Acaba Batıhlar eylem yeteneklerini ölçü­süzce geliştirip, sonunda entelektüalitelerini yitirmeye kadar vardıklarından mı? Yoksa kendilerini teselli için, eylemi her şeyin üzerine koyan teoriler icat ettikleri için mi? Ya da “prag- matizm”de olduğu gibi, ne kadar değerli olursa olsun, kendi dışındaki her şeyi inkâra kadar gittiklerinden mi? Veya aksi­ne bugün saptadığımız, önce üstün olup, entelektüel güçsüz­lüğü doğuran bir görüş tarzı olduğundan mı? Her iki varsa­yımda da ve hatta bu iki varsayımdan birinin ya da diğerinin bileşiminde bulunduğu çok muhtemel olan durumda da so­nuçlar tamamıyla aynıdır. Olayların ulaştığı bu noktada, tep­ki göstermenin tam zamanıdır. Bir kez daha söyleyelim ki iş­te bu noktada, eğer Batı isterse, Doğu onun imdadına koşa-

bilir. Ama Doğu’nun bu imdada koşması, kimilerinin sandığı gibi, Batı’ya yabancı olan kavramları ona zorla kabul ettirmek için değil, aksine anlamını yitirdiği kendi öz geleneğini yeni­den bulmasında ona yardım etmek için olabilir.

Olayların bugünkü durumunda Doğu-Batı karşıtlığının, Doğu’nun derin düşünmeyi eylemden üstün tutmasından, bu­na karşılık modern Batı’nın da eylemin derin düşünmeye olan üstünlüğünü kabul etmesinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Daha önce basitçe karşıtlık ya da bütünleyicilikten söz eder- kenki durumda olduğu gibi, artık burada birbiriyle karşı kar­şıya bulunan iki terim arasında bir insicam ilişkisi söz konu­su olmadığı gibi, değişik görüş açıları da söz konusu değildir. Bu görüş açılarından her biri varoluş sebebine sahip olabilir ve en azından herhangi bir nisbî gerçeğin ifadesi olarak kabul edilebilir. Kendi tabiatı gereği bağımlılık ilişkisi tersine çevri­lemediğinden, iki kavram gerçekten birbirinin karşıtıdır; do­layısıyla biri diğerini dışta bırakır; öyle ki bağımlılığın oldu­ğu kabul edilir edilmez, ister istemez biri gerçek, diğeri sah­te olur. Sorunun temeline inmeden önce şunu da belirtelim: Doğu’da devam eden ruh, yukarıda söylediğimiz gibi, her çağ­da var olan bir ruhtur. Oysa öteki düşünce, ancak çok yakın bir dönemde ortaya çıkmıştır ki, bu durum bu düşüncenin, bütün değerlendirmelerin dışında, anormal bir şey olduğunu düşünmeye yol açar. Bu izlenim, modern Batı düşüncesinin kendine özgü eğilimi izlerken içine düştüğü abartmayla da teyit edilmiştir; her fırsatta eylemin üstünlüğünü açıklamak­la yetinmeyen Batı, eylemi tek kaygı yapacak ve gerçek ma­hiyetini bilmediği ya da bilmezlikten geldiği düşüncenin bü­tün değerlerini inkâr edecek bir noktaya ulaşmıştır. Tam ter­sine, Doğu öğretileriyse, bir yandan düşüncenin eyleme göre

üstünlüğünü ve hatta aşkınlığını mümkün olduğu kadar açık bir biçimde kabul ederken, öte yandan da eyleme layık oldu­ğu yeri vermişler ve İnsanî olaylar dizisindeki büyük önemini seve seve tanımışlardır.[12]

Doğu öğretileriyle eski Batı öğretileri, tıpkı değişmeyenin değişebilene olan üstünlüğünü kabul ettikleri gibi, düşüncenin eyleme olan üstünlüğünü de kabul etmektedirler.[13] Varlığın sa­dece geçici bir anlık değişiminden ibaret olan eylem, kendin­de ilkesini ve yeterli sebebini bulunduramaz. Eğer eylem nor­mal alanın ötesinde bulunan bir ilkeye bağlanmıyorsa, sadece saf bir yanılsama olacaktır. Muktedir olduğu bütün hakikatini ve varoluşunu ve hatta tüm gücünü kendisinden çıkardığı bu ilke, ancak derin düşünmede veya tercihen marifette buluna­bilir. Çünkü; bizzat marifet/bilgi ve marifetle ulaşılan ameli­ye hiçbir şekilde birbirinden ayrılamayacağından, aslında bu iki terim eş anlamlıdır veya en azından birbiriyle çakışır.[14] Ay-

nı şekilde değişim, en genel anlamıyla anlaşılmaz ve çelişiktir, yani kaynaklandığı bir ilke yoksa, imkânsızdır. İlke değişime bağlı olamaz; öyleyse ilke, zorunlu olarak değişmez nitelik­tedir. İşte bu nedenledir ki, Batı Antikitesinde Aristo, her şe­yin bir “hareketsiz muharrik güç”e gereksinimi olduğunu ile­ri sürmüştür. Bu “hareketsiz muharrik güç” rolünü, eyleme nazaran kesinlikle marifet/bilgi oynar. Eylemin tamamen de­ğişim ve “oluşum” dünyasına ait olduğu da son derece açık­tır. Onun o dünyadan ve ona bağlı sınırlamalardan çıkmasını yalnızca marifet/bilgi sağlar. “Değişmez”e, yani en üstün bilgi olan metafiziksel veya ilkesel bilgi durumuna ulaştığı zaman, kendisi de “değişmezlik” niteliğine sahip olur; çünkü, her ger­çek bilgi esasen nesnesiyle bir özdeşleşmedir. Onlar bilgi ko­nusunda, yansımalı bilgi diyebileceğimiz sadece aklî ve istid- lâlî bilgiyi, yani dolaylı ve eksik bilgiyi göz önünde bulundu­ruyorlar ve giderek bu aşağı seviyeli bilgiye bile ancak pratik amaçlarına yararlı olduğu ölçüde değer veriyorlar. Eylemin içine eylemi aşan her şeyi inkâr edecek derecede girdiklerin­den, bizzat eylemin ilke yokluğundan, önemsiz olduğu kadar verimsiz bir telâşa dönüştüğünü fark etmiyorlar.

İşte modern çağın en çok göze çarpan özelliği de budur: Ardı arkası kesilmeyen bir telâş, sürekli değişim ve bizzat olay­ların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan hız ge­reksinimleri... Bu, çokluk içinde dağılmadır. Öyle bir çokluk ki, artık hiçbir üstün/aşkın ilke bilinciyle birleşemez. Ayrıca bu, bilimsel kavramlarda olduğu gibi, günlük hayatta da aşırı­lığa vardırılan bir çözümleme, sınırsız bir parçalama ve beşerî faaliyetin, hâlâ çalışabileceği tüm alanlarda gerçek bir ufalanı- şıdır. İşte, Doğuluların gözünde öylesine çarpıcı olan bireşim (synthese) yeteneksizliği ve her türlü yoğunlaşma imkânsızlığı

da buradan kaynaklanmaktadır. Bunlar gittikçe artan bir mad­dîleşmenin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Çünkü madde, özü itibariyle çokluk ve bölünme demektir. Bu nedenle sıra­sı gelmişken, ondan doğan her şeyin, bireyler arasında oldu­ğu kadar toplumlar arasında da sadece kavgalara ve her tür­lü anlaşmazlıklara yol açabileceğini söyleyelim. Maddeye ne kadar dalınırsa, bölünme ve karşıtlık öğeleri de o kadar ço­ğalır ve yaygınlaşır. Buna karşılık, insan saf maneviyata doğ­ru ne kadar yükselirse, ancak evrensel ilkelerin bilinciyle tam olarak gerçekleştirilebilen tevhîde o kadar yaklaşır.

İşin en tuhaf yanı da hareket ve değişimin, bu kavramların ulaştırabileceği herhangi bir gaye uğruna değil de, sadece ken­dileri için araştırılmalarıdır. Bu durum, geçici özelliğine yuka­rıda işaret ettiğimiz tüm beşerî melekelerin doğrudan doğru­ya haricî bir eylem tarafından emilmesinden ileri gelmektedir.

Yine burada, bir başka görünüm altında ve daha yoğunlaş­tırılmış bir düzeyde ele alınan dağılma söz konusudur: An, saf bir dengesizlik hâliyle sınırlı olduğundan, eğer erişilebilirse, bunu bu dünyanın son çözülüşüyle çakışacak bir anlığa doğ­ru bir eğilim olarak da ifade edebiliriz. Nitekim Kali-Yuga’nın son döneminin en belirgin işaretlerinden birisi de budur.

Bu bakımdan aynı şey bilimsel alanda da olmaktadır: Bi­limin ulaştığı kısmî ve eksik sonuçlar için araştırma yapmak­tan daha çok, salt araştırma yapmak için araştırma yapılıyor. Bu alanda gittikçe artan temelsiz kuramlar ve varsayımlar art arda gelmektedir. Daha kurulur kurulmaz bu kuramların yer­leri kendileri kadar kısa ömürlü olan başka kuramlarca dol­durulmaktadır. Böylece içinde kesinlikle elde edilmiş birta­kım öğeleri bulmanın olanaksız olduğu tam bir kaos oluşu­yor; çünkü bunlar, hiçbir şey kanıtlamayan ve hiçbir şey ifa-

de etmeyen korkunç bir olaylar ve ayrıntılar yığınından öteye geçmiyor. Kuşkusuz burada, hâlâ var olduğu oranda, spekü­latif görüş noktasını ilgilendiren bilimden söz ediyoruz. Pra­tik uygulamalar konusu için ise aksine tartışma götürmez so­nuçlar vardır. Bu sonuçlar kolayca görülebilir; çünkü bu uy­gulamalar doğrudan doğruya maddî alanla ilgilidir ve yine, çünkü bu alan modern insanın gerçek bir üstünlükle övüne­bileceği tek alandır. O hâlde keşiflerin ve özellikle mekanik ve endüstriyel icatların daha da gelişerek ve çoğalarak gittik­çe artan bir hızla bu çağın sonuna dek ilerleyeceği beklenebi­lir. Bizzat kendilerinde taşıdıkları yıkım tehlikeleriyle, bunla­rın son felâketin temel etkenlerinden biri olup olmayacağını ve bu yüzden olayların önlenemeyecek bir noktaya gelip gel­meyeceğini kim bilebilir?

Her hâlükârda güncel durumda, artık hiçbir istikrarın ol­madığı izlenimi çok genel bir şekilde hissediliyor; ama kimile­ri tehlikeyi hissedip tepki göstermeye çalışırlarken, çağdaşla­rımızın çoğu da, kendi öz zihniyetlerinin dışa vurmuş bir yan­sıması olarak gördükleri bu karışıklık içinde hayatın tadını çı­karmaya çalışıyor. Her şeyin saf bir “oluşum” hâlinde görün­düğü, değişmeyene ve daimî olana hiçbir şekilde yer verilme­diği bir dünya ile her gerçeği yine bu oluşum içinde olup bi­tiren insanların kafa yapısı arasında gerçekten tam bir uyum vardır. Bu da gerçek bilgiyi olduğu kadar bu bilginin nesnesini de -aşkın ve evrensel ilkeleri kastediyoruz- inkâr etme anla­mına gelir. Daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Bu han­gi düzeyde olursa olsun, isterse nisbî düzeyde olsun, tüm ger­çek bilgilerin inkârı demek olur; çünkü yukarıda açıkça söy­lediğimiz gibi, “mutlak” olmadan “İzafî”; “zorunlu” olmadan “olağan”; “değişmeyen” olmadan “değişim”; “birlik” olmak-

tan “çokluk” anlaşılamaz; ayrıca imkânsızdır. “İzafîlik” (rela- tivisme) kendi içinde bir çelişki içermektedir. İnsan her şeyi değişime indirgemek istediği zaman mantıksal olarak değişi­min bile varlığını inkâra gidecektir. Aslında Elealı Zenon’un ünlü delillerinin başka bir anlamı yoktu. Gerçekten söz ko­nusu bu tür kuramların yalnızca modern zamanlara özgü ol­madığını da söylemek gerekir; çünkü hiçbir şeyi abartmak ge­rekmez. Yunan felsefesinde buna benzer başka örnekler bu­labiliriz. “Evrensel akış” formülüyle Heraklit’in durumu, bu konuda en çok bilinen örnektir; hatta Eleahları, Atomcuların kavramlarıyla olduğu kadar bu kavramlarla, bir tür saçmaya indirgeme yöntemiyle savaşmaya iten de aynı şeydir. Hindis­tan’da bile benzeri şeylere rastlanmaktadır; ama tabii ki felse­fenin bakış açısından farklıdır. Gerçekten de bazı Budist ekol­ler aynı özelliği göstermişlerdir; çünkü onların temel tezlerin­den biri de “her şeyin feshedilebilirliği” idi.[15] Ancak bu kuram­lar sadece bir istisnaydı. Ayrıca, tüm Kali-Yuga dönemi boyun­ca ortaya çıkan, geleneksel düşünceye karşı yapılan benzeri başkaldırıların da sonuç olarak çok sınırlı bir gücü vardı. Ye­ni olan ise, çağdaş Batı’da saptadığımız gibi, benzeri kavram­ların yaygınlaştırılmasıdır.

Çok yeni olan “ilerleme” düşüncesinin de etkisiyle, “oluş felsefeleri”nin modernlerde çok özel bir şekil aldığını ve aynı tür kuramların eskilerde hiç bulunmadığını da belirtmek ge­rekir: Zaten pek çok çeşide elverişli olan bu şekil, genel bir tarzda “evrimcilik” adıyla belirtilebilir. Bu konuda daha önce söylediklerimize tekrar dönmeyeceğiz; sadece “oluş”tan başka hiçbir şey kabul etmeyen her kavramın, zorunlu olarak doğa­nın ötesinde, yani değişmez ve ezelî ilkelerin alanı olan meta­fizik alanında bulunan her şeyin kesin bir inkârı anlamına ge­len “natüralist” bir kavram olduğunu hatırlatacağız. Bu “me­tafizik karşıtı” kuramlar konusunda, Bergson’un “saf zaman” (duree püre) anlayışının, yukarıda sözünü ettiğimiz “bir anlık sürede dağılma”ya tam olarak tekabül ettiğini de belirtece­ğiz. Gerçek bir bilgi aracı olabilmekten uzak olan ve hissedi- lebilen nesnelerin sürekli akışına göre şekillenen sözde sezgi, gerçekte her mümkün bilginin yok oluşunu temsil etmektedir.

Bu da gerçek metafiziksel bilginin sadece kendisiyle elde edilebildiği entelektüel sezginin, bazı çağdaş filozofların sö­zünü ettiği öteki sezgiyle kesinlikle hiçbir ortak yanı olmadı­ğını bir kez daha söylememizi gerektiriyor. Çünkü bu tama­men özle ilgili bir husustur ve bu hususta hiçbir yanlış anla­maya kesinlikle yer verilmemelidir. Bu sezgi duyulabilir cins­ten ve tamamen akıl-altı {infra-rationnelle) bir sezgidir. Oysa saf akıl olan öteki sezgi, aksine akıl-üstü (supra-rationnelle) bir sezgidir. Ama düşünce düzeyinde akıldan üstün başka hiç­bir şey tanımayan modernler, entelektüel sezginin ne olabile­ceğini bile kavrayamıyorlar. Oysa Antikite ve Ortaçağ öğre­tileri, sadece basit bir felsefî özelliğe sahip oldukları, bunun­la birlikte, gerçekten bu sezgiye başvurmadıkları zaman bile, onun varlığını ve bütün diğer melekeler üzerindeki üstünlü-

ğünü yine de kesinkes kabul ediyorlardı. Bu nedenle Descar- tes’tan önce “usçuluk” (rationalisme) yoktu. Akılcılık da özel­likle modern bir şeydir, ki zaten “bireycilik”e (individualis- me) sıkı sıkıya bağlıdır; birey-üstü (supra-individuel) nitelik­teki her tür melekenin inkârından başka bir şey değildir. Ba­tıklar, entelektüel sezgiyi tanımamakta ya da inkâr etmekte ısrar ettikçe, kelimenin gerçek anlamıyla, hiçbir “gelenek”e sahip olamayacaklar ve ayrıca Doğu medeniyetlerinin hakikî temsilcileriyle de asla anlaşamayacaklardır. Bu medeniyetlerde her şey, değişmeyen, kendi içinde yanılgıya düşmeyen ve ge­leneksel normlara uygun her gelişmenin biricik hareket nok­tası olan bu sezgiye bağlıdır.

* * *

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

KUTSAL BİLİM VE DİN DIŞI BİLİM

G

eleneksel özelliğe sahip uygarlıklarda, aklî sezginin (in- tuition intellectuelle) her şeyin ilkesi olduğunu az önce söylemiştik. Bir başka deyişle aklî/entelektüel sezgi, özü oluş­turan saf metafiziksel öğretidir; geriye kalan hepsi, mümkün gerçeklerin çeşitli düzeylerinde sonuç ya da uygulama olarak ona bağlıdır. Özellikle toplumsal kurumlar için durum böyle- dir. Öte yandan, aynı şey bilimler için, yani İzafînin alanına gi­ren ve hatta kimi uygarlıklarda basit bağlantılar olarak ve ade­ta mutlak ve ilkeye özgü olan bilginin ancak uzantıları ya da yansımaları olarak ele alınabilen bilgiler için doğrudur. Böyle­ce, gerçek hiyerarşi her yerde ve daima göz önünde tutulur: İzafî hiçbir zaman yokmuş gibi düşünülemez; öyle olsaydı saç­ma olurdu. İzafî, layık olduğu ölçüde değer verilmiştir; ama ancak tâlî ve bağımlı olan bir yere, yani tam yerine konulmuş­tur. Bu İzafîde bile, ilkeler alanından az ya da çok uzaklaşmış şeylerin söz konusu oluşuna göre, çok çeşitli dereceler vardır.

O hâlde, ilimler konusunda geleneksel anlayış ve modern anlayış diyebileceğimiz, birbirinden kökten farklı ve birbiriy- le hiç bağdaşmayan iki anlayış vardır. Biz Antikite’de ve Or- taçağ’da vaktiyle bulunan, Doğu’da ise daima süregelen, ama günümüz Batılılarına düşüncesi bile tamamen yabancı olan bu “geleneksel bilimler”e sık sık değinme fırsatı bulduk. Ayrıca her uygarlığın kendi malı olarak kendine ait olan, özel bir şe­kilde “geleneksel bilimler”e sahip olduğunu da eklemek ge­rekir. Çünkü, biz burada, artık yalnızca saf metafiziğin uygun geldiği evrensel ilkeler düzeyinde değiliz; fakat aksine, müm­kün bir alanın söz konusu olduğu herhangi belirli bir toplu­mun ve hatta bu toplumun herhangi bir döneminin diyece­ğiz, şartları olan zihinsel ve öteki şartların tümünün hesaba katılması gerektiği uyarlamalar düzeyindeyiz. Çünkü “yeniden uyarlamalar”ın (readaptations) zorunlu olduğu çağların bu­lunduğunu yukarıda gördük. Bu “yeniden uyarlamalar” hiç­bir açıdan geleneğin özüne dokunmayan dış biçim değişiklik­lerinden ibarettir. Metafiziksel öğretiye gelince, tıpkı bir di­lin diğer bir dile çevrilmesine benzer bir şekilde, yalnızca ifa­desi değiştirilebilir. Mümkün olduğu ölçüde kendisini açıkla­yabilmek için büründüğü biçimler ne olursa olsun, tıpkı sade­ce tek bir hakikat olduğu gibi, sadece tek bir metafizik vardır. Fakat uygulamalara geçildiğinde, doğal olarak durum farklı­laşır: Toplumsal kurumlarla olduğu gibi, bilimlerle de şekil ve çokluk dünyasındayız. Bu nedenle, en azından kısmî bir şe­kilde aynı amaca sahip olsalar da, farklı biçimlerin gerçekten farklı bilimler oluşturduğu söylenebilir. Mantıkçılar, herhan­gi bir bilimin ancak konusuyla tanımlanacağını söylemeye alı­şıktır ki bu, aşırı derecede basitleştirme olacağından, kesinlik­le doğru değildir. Bu konunun ele alındığı bakış açısı da bili­min tanımına girmelidir. Sayısız mümkün bilimler vardır. Ba-

zen olur ki, birçok bilim aynı şeyleri inceler; ama o kadar fark­lı biçimler ve dolayısıyla o kadar farklı yöntemler ve o kadar farklı amaçlarla incelerler ki, böyle olmasına rağmen, yine de gerçekten birbirinden farklı bilimlerdir. Bu durum, özellikle kendi aralarında mukayese edilebilmelerine rağmen, birbirle­rine her zaman benzetilemeyen ve çoğu kez yanlış olarak ay­nı isimlerle belirtilebilen çeşitli uygarlıkların “geleneksel ilim- ler”i için de söz konusu olabilir. Hepsi en azından aynı temel niteliğe sahip olan “geleneksel ilimler” arasında bir mukaye­se yapmak yerine, eğer bu ilimler genel bir tarzda modernle­rin anladığı biçimdeki ilimlerle mukayese edilmek istenirse, arasındaki farkın çok daha büyük olacağı doğaldır. İlk bakış­ta bazen konu iki tarafta da aynıymış gibi görünebilir. Oysaki her iki bilimin karşılıklı olarak aynı konuda verdikleri bilgi o kadar değişiktir ki, çok geniş çaplı bir incelemeden sonra, sa­dece belli bir münasebet altında da olsa, insan her iki bilimin aynı şey olduğunu kabul etmekte tereddüde düşer.

Söz konusu olan şeyi daha iyi anlatabilmek için birkaç ör­nek vermek yararlı olacaktır. Her şeyden önce, hem eskilerin hem de yenilerin anladığı şekilde, çok geniş kapsamlı bir ör­neği, ”fizik” örneğini ele alacağız. Bu durumda, iki anlayışı birbirinden ayıran derin farkı görmek için Batı dünyasından dışarı çıkmaya da hiç gerek kalmayacaktır. İlk ve etimolojik anlamıyla “fizik” terimi, hiçbir kısıtlama olmaksızın “tabiat ilmi”nden başka bir şeyi ifade etmez. Öyleyse bu, “oluş”un en genel yasalarıyla ilgili bir bilimdir; çünkü “tabiat” ve “oluş” aslında eş anlamlıdır. Yunanlılar da, özellikle Aristo da bu­nu böyle anlıyordu. Aynı düzeyle ilgili çok özel bilimler var­sa da, bunlar çok dar bir şekilde belirlenmiş şu veya bu alan için, ancak fiziğin “dalları”dır. O hâlde hepsi de aynı şekilde

tabiat bilimleri olan diğer bilimler arasında modernlerin sa­dece özel bir bilim dalını belirtmek için kullandıkları bu “fi­zik” sözcüğünün maruz kaldığı anlam sapmasında oldukça anlamlı bir husus vardır. Bu olayla, modern bilimin özellikle­rinden biri olarak daha önce işaret ettiğimiz parçalara ayırma arasında ve çözümleme anlayışıyla doğan ve kendi bütünlüğü içinde değerlendirilen tabiatı konu alan bir bilimi, o bilim­den etkilenenler için, gerçekten anlaşılmaz kılacak derecede ileri götüren “uzmanlaşma” arasında yakın bir bağ vardır. Bu “uzmanlaşma”nın mahzurlarından birkaçı ve özellikle onun kaçınılmaz bir sonucu olan görüş darlığı çoğu kez dikkatimi­zi çekmiştir. Ama öyle görünüyor ki, en net bir şekilde bu­nun farkına varanlar bile, hiçbir insanın bir bakışta kavraya­mayacağı ayrıntı bilgiler birikimi nedeniyle, “uzmanlaşma”- yı, gerekli bir mahzur olarak görmeye rıza gösteriyor. Bun­lar bir yandan, ayrıntı bilgilerin haddizatında önemsiz oldu­ğunu ve İzafî ile sınırlı kalınsa bile, çok yüksek bir düzeye ait olan bireşimli bir bilginin onlar için feda edilmeye değmeye­ceğini anlamadılar; öte yandan, bu kadar çok ayrıntı bilgiyi birleştirmenin imkânsızlığı, onları tek bir üstün ilkeye bağla­ma konusunda kendi kendilerine koydukları yasaklardan ve aşağıdan yukarıya ve dıştan içe doğru hareket etme konusun­da direnmelerinden kaynaklandığını anlamadılar. Oysa ger­çek nazarî bir değeri olan bir ilme mâlik olmak için, bunun tam tersine, yani yukarıdan aşağıya ve içten dışa doğru hare­ket etmek gerekir.

Eski fizik, modernlerin aynı adla belirttikleri bilimle de­ğil de, günümüzde belirlendiği şekilde tabiat ilimlerinin bü­tünüyle mukayese edilmek istenirse, -çünkü eski fizik ger­çekte bu bilimlerin bütününe tekabül etmelidir- ilk fark ola-

rak, birbirlerine yabancı olan pek çok “uzmanlık” şeklinde­ki bir bölünmeyi kaydetmek gerekir. Bununla birlikte, me­selenin en dış yönü de burasıdır; bütün bu özel bilimleri bir­leştirirken, eski fiziğin bir muadilinin elde edileceği düşünül­memelidir. Gerçek şu ki, bakış açısı tamamen başkadır ve az önce değindiğimiz iki anlayış arasındaki temel farkın bura­da ortaya çıktığını görüyoruz: Geleneksel anlayış, bütün bi­limleri, hepsi özel uygulamalar olarak, ilkelere bağlar diyor­duk. İşte modern anlayış bu bağlantıyı kabul etmiyor. Aris­to için fizik, metafiziğe göre “tâlî”dir, yani fizik, metafiziğe bağlıdır. Fizik aslında doğadan üstün olan ve doğa yasaların­da yansıyan ilkelerin tabiat alanındaki sadece bir uygulanı­şıydı. Ortaçağ “kozmolojisi” için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Modern anlayış ise aksine bilimleri aşan her şeyi inkâr ede­rek veya en azından onları “bilinemez” diye ilân ederek ve tabii onları hesaba katmayarak -ki bu pratikte onları inkâr anlamına gelir-, bilimleri bağımsız kıldığını iddia eder. As­lında bu inkâr pozitivizm ve agnostisizm gibi isimler altında, sistemli bir kuram hâline getirilmesi düşünülmeden çok ön­ce de vardı. Çünkü, bütün modern bilimlerin hareket nokta­sının gerçekten bu inkâr olduğu söylenebilir. İnsanların ken­di cehaletleriyle övünmeleri -çünkü insanın kendini agnos­tik diye ilan etmesi bundan başka bir şey değildir- ve kendi­lerinin bilmediği bilgiyi herkese yasakladıklarını iddia etme­leri, ancak 19. yüzyılda görüldü. Bu da, Batı’nın entelektüel düşüşünde bir ileri aşamayı belirtiyordu.

Bağımsızlıklarını sağlamak bahanesiyle, bilimleri her üs­tün ilkeden kesinlikle ayırmak isterken, modern anlayış on­ların bütün derin anlamını ve hatta bilgi açısından bütün ger­çek yararını alıp götürmektedir ve sonuçta bir çıkmaza yol

açmaktadır; çünkü modern anlayış, bilimleri çaresi olmayan dar bir alan içine sıkıştırmaktadır.[16] Bu alanın içinde gerçek­leşen gelişme, zaten bazılarının düşündüğü gibi bir derinleş­me değildir; aksine bu çok yüzeysel kalmaktadır ve daha önce işaret ettiğimiz ayrıntı içinde kaybolmaktan ibarettir; ayrıca, gerçek bilgi yolunda tek bir adım bile ilerlemeksizin, yorucu olduğu kadar gereksiz de olan ve sürekli olarak devam eden bir analizden ibarettir. Dahası, şunu açıkça söylemek gerekir ki, Batıkların genelde böyle anlaşılan bilimle uğraşmaları salt bilim için değildir: Onların özellikle amaçladıkları, alt düzey­den de olsa bir bilgi değildir. Onların amaçladıkları salt pra­tik uygulamalardır. Bunun böyle olduğuna iyice kanaat getir­mek için, çağdaşlarımızdan çoğunun bilimle endüstriyi nasıl kolaylıkla birbirine karıştırdıklarını görmek yeter ve mühen­disin, bilgin tipini temsil ettiğini sananların sayısı günümüz­de ne kadar çoktur. Ama bu da ileride çok daha ayrıntılı bir şekilde değineceğimiz bir başka sorunla ilgilidir.

Modern tarzda gelişen bilim, sadece derinliğini yitirmek­le kalmadı, fakat aynı zamanda ciddiyetini de yitirdi; çünkü ilkelere bağlılık, bilime, konusunun elverdiği ölçüde, bu ilke­lerin değişmezliğine benzer bir nitelik kazandırıyordu; oysa bilim, salt değişim dünyasına kapansa, orada sağlam, karar-

h hiçbir şey, dayanabileceği hiçbir sabit nokta bulamaz. Artık hiçbir mutlak doğrudan hareket etmediği için bilim, ihtimal­lere ve tahminlere ya da sadece bireysel fantezinin eseri olan salt farazî kurgulara indirgenmiş oldu. Ayrıca modern bilim, kazara çok dolambaçlı bir yolla, eski “geleneksel bilimler”in bazı verileriyle uyuşur gibi görünen birtakım sonuçlara ulaşsa bile, bunları o verilerin doğruluğunun tasdiki olarak görmek çok büyük bir haksızlık olur. Çünkü o veriler böyle bir tasdi­ke muhtaç değildir. Tamamen farklı görüş noktalarını uzlaş­tırmak istemek veya belki birkaç yıl içinde tamamen önem- sizleşecek olan farazî kuramlarla bunları bağdaştırmaya çalış­mak boşuna zaman kaybetmek olur.[17] Söz konusu şeyler, bu­günkü bilim için gerçekten sadece hipotezler alanına ait ola­biliyor. Oysa “geleneksel bilimler” için bunlar, bambaşka şey­lerdi ve metafiziksel alanda sezgisel olarak, dolayısıyla kesin olarak bilinen hakikatlerin yadsınamaz sonuçları olarak orta­ya çıkarlar.[18] Zaten bir kuramın olgularla kanıtlanabileceğine inanma, modern “deneyselcilik”e (experimentalisme) özgü tu­haf bir kuruntudur; oysaki gerçekte aynı olgular farklı birçok kuramla aynı şekilde her zaman açıklanabilir. Ayrıca Claude Bernard gibi deneysel yöntemin bazı öncüleri, olguların an­cak “önyargıya dayalı düşünceler” yardımıyla yorumlanabile-

ceğini, bu düşünceler olmadan bu olguların anlamdan ve her tür bilimsel değerden tamamen yoksun “kaba olgular” olarak kalacağını kabul etmektedir.

Hazır sözü deneyselciliğe getirmişken, bu konuda soru- labilecek bir soruya cevap verebilmek için bu fırsattan yarar­lanalım. Soru şöyle: Salt deneysel bilimler niçin diğer uygar­lıklarda erişemedikleri bir gelişmeyi modern uygarlıkta yap­tılar? Bu sorunun cevabı şudur: Çünkü bu bilimler, algılana­bilen (duyulur) âlemin (monde sensible), yani maddenin bi­limleridir; çünkü bu bilimler, en güncel pratik uygulamalara yer veren bilimlerdir. Bu bilimlerin gelişimi, genellikle “hâ­dise hurâfesi” (superstition du fait) dediğimiz şeye eşlik ede­rek, tam anlamıyla modern eğilimlere uymaktadır; oysa buna karşılık, geçmiş çağlar, üstün düzeydeki bilgileri ihmal edecek derecede bu bilgilere bağlanmak için, bu bilgilerde yeterli fay­da sebebi görmüyorlardı. Şunu iyice anlamak gerekir ki, aşağı da olsa, herhangi bir bilginin kendi içinde gayri meşru oldu­ğunu söylemek gibi bir düşünce aklımızdan geçmiyor; gayri meşru olan şey, günümüzde de gördüğümüz gibi, bu tür şey­lerin bütün beşerî etkinliği içine alıp erittiği zaman ortaya çı­kan kötüye kullanmadır sadece. Hatta normal bir uygarlıkta başka yöntemlerle olduğu gibi deneysel bir yöntemle kurulan bilimlerin ilkelere bağlı kaldığı ve böylece gerçek bir nazarî değere sahip olduğu da düşünülebilir. Gerçekten, eğer bu du­rum olmamış gibi görünüyorsa, bunun nedeni, dikkatin ter­cihen başka bir yöne çekilmesidir; ayrıca, incelenmesi ilginç göründüğü oranda, algılanabilen âlemi incelemek söz konusu olduğunda, geleneksel verilerin çok uygun bir şekilde, başka yöntemlerle ve başka bir görüş açısından, bu incelemenin ya­pılmasını sağlamasıdır.

Şimdiki çağın özelliklerinden birinin de, insanların çalış­malarını ona hasretmelerine değmeyecek kadar tâlî bir öne­mi haiz olduğundan, bu zamana kadar ihmal edilen, ama bu­nunla birlikte, bu çevrimin sonundan önce geliştirilmiş olma­sı gereken şeylerin işletilmesi olduğunu yukarıda söylemiş­tik. Çünkü bu şeylerin de tezâhür edebilecek ihtimaller ara­sında yeri vardı. Bu durum özellikle şu son yüzyıllarda do­ğan deneysel bilimlerin durumudur. Hatta bazı modern bi­limler vardır ki, bugün anlaşılmaz durumda olan eski bilim­lerin, gerçekten en edebî anlamda, “artıkları”nı temsil et­mektedirler: İşte bu bilimlerin en aşağı kısmı, bir çöküş dö­neminden geriye kalan her şeyden soyutlanarak ve ayrıla­rak göz göre göre maddileşmiş, sonra da modern eğilimle­re uygun anlamda kendisinden önceki bilimlerle gerçekten hiçbir ortak yönü olmayan bilimlerin kurulmasına yol aça­cak şekilde çok farklı bir gelişmeye hareket noktası olmuş­tur. Tamamen tarihsel görüş açısından, her ne kadar şu kanı­da bir gerçek payı, az önce dediğimiz şekilde bir gerçek pa­yı varsa da, genellikle sanıldığı gibi, astroloji modern astro­nomi, simya da modern kimya olmuştur, demek yanlış olur: Eğer astronomi ve modern kimya belli bir anlamda gerçek­ten astroloji ve simyadan kaynaklanıyorsa, iddia edildiği gi­bi, bir “evrim” (evolution) ya da “ilerleme” (progres) sonu­cu değil, aksine bir yozlaşma sonucu böyledir. Bu konu bir­kaç açıklama daha istiyor.

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, “astroloji” ve ast­ronomi” terimlerine farklı anlamlar verilmesi nispeten yeni­dir. Yunanlılarda bu iki sözcük, şimdi her ikisinin ayrı ayrı kullanıldığı alanın bütününü belirtmek için ayrım yapılmak­sızın kullanılmaktaydı. İlk bakışta, öyle görünüyor ki bu du-

rumda, başlangıçta tek bir bilimken, “uzmanlaşma”dan ötü­rü o bilimin parçaları arasına yerleştirilen bölümlerden biriyle karşılaşıyoruz. Ama burada özel bir durum var: O da, bu par­çalardan biri, yani söz konusu bilimin en maddî yanını tem­sil eden parça bağımsız bir gelişme gösterirken, buna karşı­lık, öteki parça tamamen kayboluyordu. Şurası bir hakikattir ki, bugün artık eski astrolojinin ne olduğu bile bilinmemek­tedir. Onu yeniden kurmaya çalışanlar ise, sadece o bilimin gerçek taklitlerine ulaştılar. İstatistiklerin ve Olasılık hesabı­nın da devreye girmesiyle, ya ondan modern deneysel bir bili­min benzerini çıkartmak istediler -ki bu hiçbir şekilde Antiki­te ya da Ortaçağ’a ait olmayan bir görüş noktasından kaynak­lanmaktadır-, ya da kaybolma yolundaki astrolojinin sadece bir sapması olan “kâhinlik sanatı”nı (art divinatoire) böylece yeniden diriltmeye çalıştılar. Kaldı ki kâhinlik sanatı, olsa ol­sa çok aşağı düzeyde bir uygulamadır ve değer verilmeye pek değmez. Doğu uygarlıklarında bugün hâlâ onun değerinin ne olduğunu saptamak mümkündür.

Kimyanın durumu belki daha açık ve daha karakteris­tiktir. Simya konusunda modernlerin bilgisizliğine gelince, en azından astroloji konusundaki bilgisizlikleri kadar büyük­tür. Gerçek simya aslında kozmoloji alanına ait bir bilimdi; fakat aynı zamanda, “makrokozmos”un “mikrokozmos”a, büyük evrenin küçük evrene benzerliği gereğince, beşerî ala­na da uygulanabiliyordu. Ayrıca simya, özellikle salt manevî alana geçişi sağlamak amacıyla kurulmuştu. Bu geçiş sim­ya öğretimlerine simgesel bir değer ve üstün bir anlam ve­riyordu ve onu “geleneksel bilimler”in en kapsamlı örnek­lerinden biri yapıyordu. Modern kimyanın doğmasına yol açan bu simya değildir; simya ile onun hiçbir ilişkisi yoktur.

Aksine modern kimya, simyanın bir bozuntusudur; kelime­nin en kesin anlamıyla, onun bir sapmasıdır; belki de Orta- çağ’dan beri, simgelerin gerçek anlamını kavramaktan âciz, her şeyi harfi harfine alan ve bütün bunlarda sâdece maddî işlemlerin söz konusu olduğunu sanarak, az çok düzensiz bir deneyciliğe girişen kimi insanların anlayışsızlığının yol aç­tığı bir sapmadır bu. Simyacıların alay yollu “körükçüler” ve “kömür yakıcıları” diye nitelendirdikleri bu kişiler, bu­günkü kimyacıların gerçek öncüleri, müjdecileri olmuşlar­dır. İşte modern bilim, eski bilimlerin kırıntıları yardımıyla ve eski bilimlerin reddedip cahillere ve “din dışı kimseler”e (profanes) terk ettiği malzemelerle bu şekilde kurulmuştur. Bu arada belirtelim ki, simyanın sözde yenileyicileri, -çağ­daşlarımız arasında onlardan birkaçı bulunmaktadır- ken­di paylarına aynı sapmayı sadece uzatmaktadırlar ve az ön­ce değindiğimiz astrologların araştırmaları eski astrolojiden ne kadar uzaksa, onların araştırmaları da geleneksel simya­dan o kadar uzaktır. Bu nedenle Batı’nın “geleneksel bilim- leri”nin modernler için gerçekten kaybolduğunu ileri sür­meye hakkımız vardır.

Bu birkaç örnekle yetineceğiz; aslında biraz daha fark­lı alanlardan alınan ve her yerde aynı yozlaşmayı gösteren daha başka örnekler vermek de mümkündür. Böylece, bu­gün anlaşıldığı şekliyle psikolojinin, yani zihinsel fenomen­leri ne ise o şekliyle olduğu gibi incelemenin, Anglo-Sakson deneyciliğinin ve 18. yüzyıl anlayışının doğal bir ürünü ol­duğunu ve psikolojinin tekabül ettiği görüş açısının da es­kiler için ihmal edilebilir bir konu olduğunu; o kadar ki ba­zen onu ele almaları gerekseydi bile, herhâlde onu özel bir bilim hâline getirmeyi hiç düşünmediklerini açıkça söyle-

yebiliriz. Eskilere göre, psikolojinin içinde değerli olabile­cek her şey, daha üstün bakış açıları içinde bir başka biçime bürünmüş ve özümlenmiş olarak bulunmaktaydı. Bambaş­ka bir alanda, modern matematiğin, Pisagor matematiğinin âdeta kabuğunu, yani salt “zâhirî” yönünü temsil ettiğini de gösterebiliriz. Hatta sayılarla ilgili eski düşünce, modernler­ce büsbütün anlaşılmaz olmuştur; çünkü burada da bilimin üstün yanı, yani geleneksel bir özellikle ona tamamen ente­lektüel bir değer veren yanı toptan yok olmuştur. Görülü­yor ki, matematiğin durumu da astrolojinin durumuna çok benzemektedir. Ama biz burada bütün bilimleri peş peşe gözden geçiremeyiz; bu çok bıktırıcı olur. Modern bilimler kaynaklarını bu değişime borçludur. İlerlemenin tam zıddı ve aklın gerçek bir “gerilemesi” olan bu değişimin mahiye­tini anlatmak için yeterince söz söylediğimizi düşünüyoruz. Şimdi de “geleneksel bilimler”le modern bilimlerin karşılık­lı olarak oynadıkları rollerle gerçek amaçları arasında bulu­nan derin fark hakkında yapılan genel düzeydeki değerlen­dirmelere döneceğiz.

Geleneksel anlayışa göre, herhangi bir bilim kendi ken­dine bir önem taşımaz; buna karşılık daha önce de söyledi­ğimiz gibi, asıl parçası saf metafizikle kurulan öğretinin bir uzantısı ya da ikinci bir dalı olarak bir önem taşır.[19] Gerçek­ten her bilim kendi mahiyeti itibariyle yalnızca kendine uy­gun gelen yeri işgal etmek koşuluyla, her ne kadar meşru ise de, üstün düzeyde bir bilgiye sahip kimse için, alt düzeyde­ki bilgilerin zorunlu olarak önemini kaybedeceğini anlamak

oldukça kolaydır. Deyim yerindeyse, bu bilgiler ilkeye özgü bilginin işlevi olarak bir önem taşır, yani bir yandan şu ya da bu olağan alanda onu yansıttıkları ölçüde, öte yandan ilgile­nenleri ilkeye özgü aynı bilgiye ulaştırmaya elverişli olduk­ları ölçüde önem taşırlar; bizim ele aldığımız tarzda, ilkeye özgü bu bilgi asla gözden kaçırılmaz ve tesadüfi değerlen­dirmelere kurban edilemez. Bunlar bizzat “geleneksel bilim- ler”e ait olan iki tamamlayıcı işlevdir: Geleneksel bilimler bir yandan öğretinin uygulamaları olarak kendi aralarında gerçekliğin bütün düzeylerini birbirine bağlar ve onları bü­tün bir sentez birliğinde bütünleştirir; öte yandan, en azın­dan bazı kimseler için ve bu kimselerin özel yeteneklerine uygun olarak, daha yüksek bir bilgiye “hazırlık”, bu yük­sek bilgiye doğru bir çeşit “ilerleme” durumundadır. Ayrı­ca, ait oldukları varoluş mertebelerine göre yapılan hiye­rarşik dağılımlarında, sayelerinde saf entelektüaliteye kadar yükselmenin mümkün olduğu pek çok basamağı teşkil eder­ler.[20] Şurası o kadar açıktır ki modern bilimler, hiçbir dere­cede, bu iki işlevden ne birini ne de ötekini yerine getirebi­lir; bu nedenle modern bilimler ancak “din dışı bilim” ol­makta ve olabilmektedir; oysa “geleneksel bilimler” meta­fizik ilkelere bağlılıklarıyla, fiilî bir şekilde “kutsal bilim”e dahil olmaktadır.

Yukarıda belirttiğimiz iki işlevin bir arada olması, olayları yalnızca yüzeysel olarak değerlendiren insanların düşündük­lerinin aksine, ne bir çelişki ne de bir kısır döngü anlamına gelir. Burada da üzerinde biraz durmamız gereken bir nokta var: Burada biri alçalan, diğeri yükselen iki görüş açısı oldu­ğu söylenebilir. Birincisi, uygulamalara ulaşmak için ilkeler­den hareket eden, ama gittikçe ilkelerden uzaklaşan bilginin gelişimine tekabül eder; İkincisiyse, aşağıdan yukarıya ya da daha doğrusu dıştan içe hareket ederek aynı bilgiyi tedricen edinmeye tekabül eder. Öyleyse sorun, bilimlerin aşağıdan yukarıya doğru mu ya da yukarıdan aşağıya doğru mu kuru­lup kurulmaması gerektiğini bilme sorunu olmadığı gibi, bi­limlerin mümkün olmaları için hareket noktası olarak ilkele­rin bilgisini mi veya aksine algılanabilen âlem bilgisini mi al­mak gerektiğini bilme sorunu da değildir. “Din dışı” felsefe açısından ortaya çıkabilecek olan ve gerçekten bu alanda Yu­nan antikitesiyle az çok açık bir şekilde ortaya çıkmış gibi gö­rünen bu sorun, sadece evrensel ilkelerden hareket eden “kut­sal bilim” için mevcut değildir, diyebiliriz. Burada onun bütün varlık sebebini ortadan kaldıran şeyse, bütün bilgilerin en do­laysızı, aynı zamanda en üstünü olan ve algılanabilir ve hatta rasyonel mahiyetteki her gücün etkisinden mutlaka bağımsız olan, aklî/entelektüel sezginin ilk işlevidir. Bilimler, hele hele “kutsal bilimler”, her şeyden önce ilkeye özgü bilgiye bütü­nüyle sahip olan ve böylece en sıkı geleneksel ilkelere uygun bir şekilde, zaman ve yer şartlarınca istenen bütün uyarlama­ları gerçekleştirmeye en yetkili olanlarca ancak doğru dürüst bir şekilde kurulabilir. Yalnız bilimler böyle kurulunca, öğre­timleri ters bir sıra izleyebilir: Onlar sanki saf öğretinin “açık­lamaları” gibidir. Aynı şekilde bu açıklamalar çokluk dünya­sıyla ilgilidir. Bu açıklamaların hareket noktasının hemen he-

men sınırsız çeşitliliği, ufku hâlâ çokluk dünyasıyla sınırlı olan bu insanların bireysel yeteneklerinin küçümsenemeyecek çe­şitliliğine uygun düşebilir. Bilgiye ulaşmak için mümkün olan yollar, aşağı derecelerde çok farklı olabilir, ama daha yüksek düzeylere erişildikçe bu yollar gittikçe birleşerek ilerler. Bu, hazırlık niteliğindeki derecelerin her birinin mutlak zorunlu olduğu anlamına gelmez. Çünkü bunlar, bu konuda ulaşılacak amaçla hiçbir ortak ölçüsü olmaksızın, sadece mümkün olan olağan yollardır. Hatta kimi zaman olur ki, tefekkür eğilimi­nin egemen olduğu kişiler arasında, bazıları bir anda ve böyle araçların yardımı olmaksızın gerçek entelektüel sezgiye yükse­lebilirler.[21] Ama bu çoğu kez istisnaî bir durumdur; genellikle yükselen yönde ilerlemek için uygun şekilde davranma gerek­liliği diyebileceğimiz bir şey vardır. Aynı şekilde bunun anla­şılması için geleneksel “kozmik tekerlek” (roue cosmique) im­gesinden yararlanabiliriz: Çember gerçekte varsa, ancak mer­kezden dolayı vardır; ama çember üzerindeki varlıklar, zorun­lu olarak çemberden, daha açıkçası çember üzerinde bulun­dukları noktadan hareket etmelidir ve merkeze varmak için yarı çapı izlemelidir. Nitekim gerçeğin (realite) bütün düzey­leri arasında bulunan uyum gereğince, alt düzeydeki hakikat­ler (verites) üst düzeydeki hakikatlerin bir simgesi gibi değer­lendirilebilir. Daha sonra analoji yoluyla üst düzeydeki bilgi­ye ulaşmak için “destek”lik görevi görebilirler.[22] Her bilime,

o bilimin sahip olduğu anlamdan daha derin olan üstün veya gizemli bir anlam veren ve ona gerçek bir “kutsal bilim” özel­liği verebilen de yine odur.

Konusu ne olursa olsun, her bilim, sadece geleneksel anla­yışa göre kurulmuş ve düşünülmüş olmak koşuluyla, bu özel­liğe sahip olabilir, diyoruz. Ancak, bunu derken, ilgili olduk­ları çeşitli gerçeklerin hiyerarşik sırasına göre, bu bilimlerin önem derecelerini de hesaba katmak gerekir. Ama şu ya da bu derecede, nitelikleri ve işlevleri geleneksel anlayış içinde temel olarak aynıdır. Burada her bilim dalı için doğru olan, aynı şekilde her sanat dalı için de doğrudur: Sanat kendisine tefekkür için “dayanaklar” sağlayabilecek tamamen simgesel bir değer kazanabileceğine göre, tıpkı yasaların bilinmesi bi­limlerin konusu olduğu gibi, sanatın kuralları da temel ilke­lerin yansımaları ve uygulamaları olacağına göre, bilim için doğru olan, sanat için de doğrudur. Bu yüzden her normal uygarlıkta, modern Batıhların “geleneksel bilimler”den da­ha az bildiği “geleneksel sanatlar” vardır.[23] Hakikat şu ki, her­hangi bir tarzda “kutsal alan”la gerçekte çatışan bir “din dışı alan” yoktur; sadece bilgisizlik görüş açısından başka bir şey olmayan bir “din dışı görüş açısı” vardır.[24] Bu nedenle moder-

Burada söylediğimiz de eski astroloji gibi bir bilimin gerçek ma­hiyetini gösterebilir.

nlerin bilimi olan “din dışı bilim”, daha önce başka bir yer­de dediğimiz gibi, çok haklı bir şekilde “cahiliye bilgisi” ola­rak değerlendirilebilir: Bu aşağı bilgi, realitenin en alt düze­yinde bulunan bilgidir; ne kadar mütevazı olursa olsun bu bil­gi, kendini aşan her şeyden, kendisinden üstün olan her ga­yeden ve bütünsel bilginin çeşitli düzeyleri arasında kendisi­ne meşru bir yer sağlayabilecek her ilkeden habersiz bir bil­gidir. Çaresiz olarak İzafî alan içine sıkışmış ve bağımsız ol­duğunu ilan etmek istediği yerde sınırlı kalmış, böylece aşkın hakikatle ve yüce bilgiyle her tür iletişimi yine bizzat kendi­si kesmiş olduğundan, bu bilim, gerçeği söylemek gerekirse, hiçbir şeyden gelmeyen ve hiçbir şeye götürmeyen boş ve ha­yalî bir bilimdir sadece.

Bu açıklamalar, bilim bakımından modern dünyada nele­rin eksik olduğunu ve çok övündüğü bu bilimin bizce, “kut­sal bilim” ya da “geleneksel bilim” adını verdiğimiz bilimle tamamen özdeşleşen gerçek bilimin bir artığı olarak nasıl bir sapmayı temsil ettiğini anlama olanağı verecektir. Bütün dü­zeylerin en alt düzeyi, yani maddî ya da algılanabilen gerçe­ğin düzeyi olan belli bir özel düzeydeki bilginin keyfî olarak sınırlandırılmasından doğan modern bilim, bu sınırlandırma­dan ve bu sınırlandırmanın ister istemez ortaya çıkardığı so­nuçlardan ötürü, bütün entelektüel değeri yitirmiştir; en azın­dan, entelektüaliteye gerçek anlamındaki bütünlüğü yükler­sek, “rasyonalistler ”in hatasına düşmekten, yani saf aklı akla benzetmekten kaçınırsak, ya da aynı şey demek olan aklî/en­telektüel sezgiyi inkâr etmekten kaçınırsak, durum böyledir.

renin doğuşuyla ilgili bilim, kozmogoni; modernlere göre, tama­men “din dışı” varsayımların konusu olmuştur. Bilimin alanı iki durumda da aynıdır, ama bakış açısı tamamen farklıdır.

Diğer modern yanılgıların büyük bir kısmında olduğu gibi, bu hatanın temelinde de, yine yukarıda açıkladığımız gibi, tüm sapmaların kökeninde yatan şey, “bireycilik” dediğimiz şey­dir. Bireycilik bizzat gelenek karşıtı anlayışa çok benzemek­tedir. Çok sayıdaki tezâhürleri, bütün alanlarda, çağımızda­ki kargaşanın en önemli etkenlerinden birini oluşturmakta­dır. İşte, şimdi bu “bireycilik”! daha yakından incelememiz gerekmektedir.

 * *

BEŞİNCİ BÖLÜM

BİREYCİLİK

B

izim “bireycilik”ten (individualisme) anladığımız, birey­sellikten (individualite) üstün her ilkenin inkâr edilme­si ve bu yüzden uygarlığın her alanda tamamen sadece İnsanî öğelere indirgenmesidir. Aslında bu, daha önce de belirttiği­miz gibi, “hümanizm” adı altında, Rönesans çağında belirti­len şeyin aynısıdır ve az önce yukarıda “din dışı görüş açısı” dediğimiz şeyi tam olarak belirtir. Kısacası bütün bunlar, çe­şitli adlar altında sunulan aynı ve tek bir şeydir. Yine biz, bu “din dışı” anlayışın, özellikle bütün modern eğilimlerin özet­lendiği geleneksel karşıtı (antitraditionnel) anlayışla iç içe ol­duğunu söylemiştik. Kuşkusuz bu, bu anlayışın tamamen ye­ni olduğu anlamına gelmez; vaktiyle öteki çağlarda da az ya da çok belirgin, ama daima sınırlı ve akla uymayan tezâhürle­ri olmuştu. Ama hiçbir zaman bu tezâhürler, şu son yüzyıllar­da Batı’da olduğu gibi bir uygarlığın bütününe yayılmamıştı. Bir uygarlığın tamamen olumsuz bir şey üzerine, bir ilke yok-

luğu diyebileceğimiz durum üzerine kurulmuş olması, bu za­mana kadar hiç görülmemiş bir durumdur. İşte modern dün­yaya anormal bir nitelik veren, onu bir çeşit canavar yapan da budur. Yukarıda, daha önce, açıkladıklarımıza göre, modern dünya çevrimsel bir dönemin sonuna tekabül eden bir dönem olarak düşünülürse, ancak bu açıklanabilir. Öyleyse Batı’nın bugünkü çöküşünün başlıca nedeni, daha önce tanımladığı­mız gibi, bireyciliktir. İnsanlığın sadece en aşağı güçlerinin, en alttaki imkânlarının gelişmesinde bir çeşit motor görevi gö­ren muharrik güç de buradan ileri gelmektedir. Bu alt güçle­rin yayılması insan-üstü hiçbir unsurun müdahalesini gerektir­mediği gibi, üstelik böyle bir unsurun yokluğunda ancak bü­tünüyle yayılabilmektedir; çünkü bunlar, her tür maneviya­tın ve her tür gerçek entelektüalitenin tam tersinde bulunur.

Bireycilik her şeyden önce entelektüel sezginin inkârı an­lamına gelmektedir; çünkü aklî/entelektüel sezgi özü itibariy­le birey-üstü (supra-individuelle) bir melekedir. Ayrıca bu sez­ginin öz alanı olan bilgi düzeyinin, yani en gerçek anlamıyla metafiziğin inkârı anlamına gelir. Bu nedenle modern filozof­ların, böyle metafizik diye adlandırdıkları bir şeyi kabul ettik­leri zaman, metafizik adı altında belirttikleri her şeyin kesin­likle gerçek metafizikle hiçbir ortak yanı yoktur: Bunlar sa­dece aklî/rasyonel uydurmalar ya da hayalî varsayımlardır; dolayısıyla tamamen bireysel düşüncelerdir ve nitekim bü­yük bir kısmı sadece “fizikî” alanla, yani tabiatla ilgilidir. Bu alanda gerçekten metafizik alana bağlanabilecek herhangi bir soruna rastlansa bile, ele alınış ve inceleniş biçimi onu ancak “sözde metafiziksel” olmaya indirger ve üstelik gerçek ve ge­çerli her çözümü imkânsız kılar. Hatta öyle görünüyor ki, ne kadar sun’î ve ne kadar aldatıcı olursa olsun, filozoflara gö-

re, sorunları çözmekten çok, ortaya “sorunlar” koymak söz konusudur; bu da araştırma için araştırma yapma aşırılığının bir görünümüdür, yani zihinsel alanda olduğu kadar beden­sel alanda da boşuna bir yorulmadır. Yine aynı filozoflara gö­re, isimlerini bir “sistem”e, yani kendilerine iyi yakışan, ken­di eserlerinden başka bir şey olmayan çok sınırlı ve çok kısıtlı bir kuramlar bütününe bağlamak söz konusudur. Her ne pa­hasına olursa olsun, orijinal olma arzusu da buradan gelmek­tedir, hakikatin bu orijinaliteye feda edilmesi gerekse bile: Bir filozofun üne kavuşması için, yeni bir yanlış uydurması, daha önce başkaları tarafından açıklanan bir hakikati tekrar söyle­mesinden daha iyidir. Haddizatında öyle olmadıkları hâlde, kendi aralarında çelişkili pek çok “sistem”i kendisine borçlu olduğumuz bu bireycilik esasen hem modern bilginlerde hem de modern sanatçılarda görülmektedir; ama bireyciliğin ka­çınılmaz sonucu olan entelektüel anarşiyi belki de en net bir şekilde filozoflarda görebilmekteyiz.

Geleneksel bir uygarlıkta, bir insanın, bir düşüncenin mül­kiyetini kendine mal etmeye kalkışması neredeyse akıl almaz bir şeydir; yani her hâlükârda insan böyle bir şey yaparsa, ken­disinin bütün itibarını ve nüfuzunu bununla ortadan kaldır­mış olur. Çünkü böylece o, düşüncesini hiçbir gerçek düze­yi olmayan bir tür fantezi düzeyine indirgemiş olur: eğer bir düşünce doğruysa, bu düşünce onu anlayabilen herkese eşit şekilde ait olur; aksine yanlışsa, onu icat etmekle kendi ken­dine övünmeye gerek yoktur. Doğru bir düşünce “yeni” ola­maz; çünkü hakikat, insan aklının bir ürünü değildir. Haki­kat bizden bağımsız olarak vardır ve biz onu sadece bilmek ve tanımak zorundayız. Bu bilgi dışında ancak yanlış olabilir. Ama, aslında modernler acaba gerçekten hakikat kaygısı çe-

kiyorlar mı ve hatta hakikatin ne olduğunu biliyorlar mı? Bu­rada da sözcükler anlamlarını yitirdiler; çünkü bazıları, örne­ğin çağdaş “pragmatistler”, bu “hakikat” kelimesini yanlış ola­rak entelektüel düzeye tamamen yabancı bir şey anlamında, yani basitçe “pratik yarar” anlamında kullanacak kadar ileri gittiler. Modern sapmanın mantıksal sonucu olarak bu, haki­katin olduğu kadar onu kendisine konu edinen aklın da inkâ­rıdır. Ama daha fazla ileri gitmeyelim ve bu noktada sadece, “büyük adamlar”ın ya da sözde öylelerinin işleviyle ilgili ya­nılsamaların kaynağının az önce söz konusu edilen bireycilik türü olduğunu belirtelim. “Din dışı” anlamda kullanılan “de­ha”, gerçekte çok önemsiz bir şeydir ve hiçbir şekilde gerçek bilginin yerini dolduramaz.

Mademki felsefeden söz ettik; en ince ayrıntılara girme­den, yine bireyciliğin bu alandaki bazı sonuçlarına değine­ceğiz: Bu sonuçların ilki, entelektüel sezginin inkârıyla, usu/ muhâkemeyi (reason) her şeyin üzerine koymak ve bu salt İn­sanî ve izafi melekeyi aklın (intelligence) en üstün parçası yap­mak, hatta tamamen onu ona indirgemek oldu. Gerçek kuru­cusu Descartes olan “usçuluk/rasyonalizm”in esası da budur. Aklın (intelligence)[25] bu şekilde sınırlandırıldı zaten sadece bir ilk aşamaydı. Uygulamalar, hâlâ belli bir düşünsel niteli­ğe sahip olabilen bilimlere baskın çıktıkça, bizzat akıl da git­tikçe pratik bir işleve indirilmekte gecikmemeliydi. Vaktiyle

Descartes da aslında saf bilimden daha çok, bu uygulamalar­la kafasını yormuştu. Ama hepsi bu kadar da değil: bireyci­lik kaçınılmaz olarak peşinden “natüralizm”i sürüklemekte­dir; çünkü doğanın ötesinde olan her şey, aynı nedenle, bire­yin birey olarak ulaşamayacağı şeylerdir; “natüralizm” veya metafiziğin inkârı, ikisi de tek ve aynı şeydir. Entelektüel sez­gi inkâr edilir edilmez, artık bir metafiziğin olması mümkün değildir. Ama kimileri, buna rağmen, herhangi bir “sözde me­tafizik” kurmakta direnirken, kimileri de bunun imkânsızlığı­nı çok samimice kabul etmektedirler. İster Kant’ın “kritisiz- m”i olsun, ister Auguste Comte’un “pozitivizm”! olsun, her şekliyle “rölativizm” buradan doğmuştur. Bizzat akıl, tama­men İzafî olduğu ve haklı olarak ancak İzafî bir alana uygula­nabildiği için “rasyonalizm”in tek mantıksal sonucunun “rö­lativizm” olması çok doğrudur. Üstelik “rasyonalizm” böyle­ce kendisini yıkmak zorundaydı: “Doğa” ve “oluş”, yukarı­da açıkça belirttiğimiz gibi, gerçekte eş anlamlıdır; kendisiy­le tutarlı bir “natüralizm”, daha önce sözünü ettiğimiz “oluş felsefeleri”nden biri olabilir ancak ve bunun modern örneği de özellikle “evrimcilik”tir. Ama, sadece değişim ve saf çok­luk olan şeye tam olarak uygulanamadığı ve algılanabilen şey­lerin belirsiz karmaşıklığını kendi kavramları içine sokamadı- ğı için, aklı eleştirerek, sonuçta “rasyonalizm”e karşı çıkacak olan da kesinlikle bu “evrimcilik”tir. İşte Bergson’un “sezgi­cilik”! olan “evrimcilik”in bu şeklinin aldığı tavır da budur. Hiç kuşkusuz, Bergson’un “sezgicilik”! de “rasyonalizm” ka­dar bireycidir ve metafizik düşmanıdır. Her ne kadar “rasyo­nalizm”! yerinde eleştirirse de, tamamen akıl-altı (infra-rati- onnelle) bir melekeye ve az çok hayal, içgüdü ve duyguyla ka­rışmış ve oldukça kötü tanımlanmış hassas bir sezgiye seslen­diği için, ondan daha aşağıya düşmüştür. Burada artık “haki-

kat”in (verite) söz konusu olmaması, fakat sadece, salt algıla­nabilen düzeye indirgenmiş ve özü itibariyle yer ve biçim de­ğiştiren ve kararsız bir şey olarak “gerçek”in (realite) söz ko­nusu olması manidardır. Böyle kuramlarla akıl (intelligence), gerçekten en alt düzeyine indirgenmiş; us (raison) ise, madde­yi endüstriyel kullanımlar için biçimlendirmeye elverişli oldu­ğu ölçüde kendisini kabul ettirmiştir. Bundan sonra geriye atı­lacak bir adım kalıyordu: Bu da akıl ve bilginin toptan inkâr edilmesi ve “fayda”nın, “hakikat”in (verite) yerine geçmesiy- di. Bu ise, az önce değindiğimiz “pragmatizm” oldu. Burada “rasyonalizm”le olduğu gibi saf ve basit İnsanî alanda değiliz; normal her hiyerarşinin hepten altüst oluşunun belirtisi olan “bilinçaltı”na çağrıyla, gerçekten beşerî alanın altında bulu­nuyoruz. İşte ana harlarıyla, her bilgiyi kendi ufkunda sınırla­dığını iddia eden “din dışı” felsefenin kendi kendine kalınca izlemek zorunda kaldığı ve gerçekten de izlediği seyir budur. Üstün bir bilgi var olduğu sürece, ona benzer hiçbir şey boy gösteremezdi; çünkü felsefe, hiç olmazsa bilmediği ve inkâr da edemediği şeye saygılı davranıyordu. Fakat bu üstün bilgi kaybolunca, gerçek durumuna tekabül eden inkârı çok geç­meden bir kuram hâline getirildi. İşte bütün modern felsefe buradan çıkmıştır.

Ama modern dünyada tuttuğu yer ne olursa olsun, kendi­sine aşırı bir önem vermenin uygun olmadığı felsefe üzerinde bu kadar durmak yeterlidir. Bizim görüş açımıza göre felsefe, şu ya da bu dönemin eğilimlerini bulup ortaya koyması bakı­mından değil de, mümkün olduğu kadar net ve kesin bir şe­kilde onları açıklaması bakımından oldukça ilginçtir. Bu eği­limleri belli bir noktaya kadar yönettiği söylenebilirse de, bu ancak tâlî olarak ve iş işten geçtikten sonra olan bir şeydir.

Böylece bütün modern felsefenin, kaynağını Descartes’tan al­dığı kesinlik kazanmaktadır. Ama eğer Descartes’ın düşünce­leri, zaten çağdaşların çoğunun eğilimleri olan daha önceki eğilimlerle uyuşmasaydı, önce kendi çağı, sonra da daha son­raki çağlar üzerinde bıraktığı ve sadece filozofları kapsamak­la kalmayan etkisi mümkün olmazdı. Modern düşünce Kar- tezyenizm’de kendini yeniden bulmuştur; Kartezyenizm için­de, o zamana kadar sahip olduğundan daha net bir şekilde, kendi kendinin şuuruna varmıştır. Ayrıca hangi alanda olur­sa olsun, Kartezyenizmin felsefî bakımdan sahip olduğu ka­dar açık bir akım, gerçek bir hareket noktası olmaktan daha çok, bir sonuçtur. Bu kendiliğinden oluşan bir şey değildir; gizli ve dağınık bir çalışmanın ürünüdür. Eğer Descartes gi­bi bir adam, çağdaş sapmanın özellikle temsilcisiyse, belli bir görüş açısından onu adeta canlandırdığı, dirilttiği söylenebi­lirse de, o bunun ne tek ne de ilk sorumlusudur. Bu sapmanın köklerini bulmak için çok daha uzaklara gitmek gerekir. Ay­nı şekilde, çoğu kez modern düşüncenin ilk büyük tezâhürle- ri olarak değerlendirilen Rönesans ve Reform da gelenekten kopmaya neden olmaktan daha çok, gelenekten kesin olarak kopmayı sağlamışlardır. Bize kalırsa, bu kopukluğun başlan­gıcı 14. yüzyıla kadar uzanır ve modern çağları bir-iki yüzyıl geriden değil de, o zamandan başlatmak gerekir.

İşte bu gelenekten kopma konusu üzerinde ısrarla durma­mız gerekiyor; çünkü bütün gerçek özelliği, tek bir şeyle, ya­ni geleneksel düşünceye karşıtlıkla özetlenebilecek olan mo­dern dünya, buradan doğmuştur. Geleneğin inkârı ise, yine bu bireyciliktir. Üstelik bu, daha önce söylediklerimizle tam bir uyum halindedir. Çünkü açıkladığımız gibi, her gelenek­sel uygarlığın ilkesinde entelektüel sezgi ve metafiziksel öğ-

reti vardır; ilke inkâr edilir edilmez, onun bütün sonuçları da en azından zımnen inkâr edilir ve böylece gelenek adına ger­çekten layık ne varsa tümü bu şekilde yıkılmış olur. Daha ön­ce de bu konuda bilimlerle ilgili neler olduğunu gördük. Ye­niden o konuya dönmeyeceğiz; ancak meselenin bir başka yö­nünü, gelenek karşıtı düşüncenin belirtilerinin belki çok daha net bir şekilde görülebileceği yönü ele alacağız; çünkü bura­da, Batı’daki kitleleri doğrudan doğruya etkileyen değişimler söz konusudur. Gerçekten Ortaçağ’ın “geleneksel bilimler”! az çok sınırlı bir elite nasip olmuştu; hatta bunların arasından bazıları, kelimenin tam anlamıyla bir “bâtınî ekol” (esoteris- me) kurdukları için, dışarıya çok kapalı ekollerin tekelini el­lerinde bulunduruyorlardı; ama öte yandan, gelenekte, ayrım gözetilmeksizin herkese ait olan ortak bir yön daha vardı. İş­te, şimdi geleneğin bu zâhirî kısmından söz etmek istiyoruz. O zamanlar Katoliklik’in temsil ettiği Batı geleneği, görünüş­te özellikle dinî biçimli bir gelenekti. Bu yüzden geleneksel düşünceye karşı yapılan isyanı, dinî alanda aramamız gereke­cek; bu isyan belirli bir şekil alınca Protestanlık adını almıştır ve bunun, bireyciliğin bir tezâhürü olduğunu anlamak kolay­dır. Öyle ki dine uygulanışı içinde değerlendirilince, bunun bireyciliğin bir tezâhüründen başka bir şey olmadığını söyle­yebiliriz. İşte modern dünyayı bu inkâr oluşturmuştur; tıpkı onu oluşturduğu gibi, Protestanlık’ı da bu inkâr oluşturmuş­tur; bizzat bireyciliğin özünü teşkil eden bu inkâr, ilkelerin inkârından başka bir şey değildir. Burada da yine, bireycili­ğin bir sonucu olan, anarşi ve çözülme durumunun en çarpı­cı örneklerinden birini görebilmekteyiz.

Kim bireyciliği kabul ederse, zorunlu olarak bireyden üs­tün bir otoriteyi ve bireysel akıldan üstün bir anlama yetene-

ğini kabul etmeyip reddetmiş olur. Bu ikisi birbirinden ayrıla­maz. Buna göre, modern düşünce kaynağını insan-üstü (sup- ra humain) düzeyden alan, kelimenin gerçek anlamıyla, her tür manevî otoriteyi ve büründüğü şekli ne olursa olsun -za­ten bu şekil uygarlıklara göre değişir- özü itibariyle böyle bir otorite üzerinde temellenen her tür geleneksel teşkilatı dışla­mak zorundaydı. Gerçekten de bu böyle olmuştur: Batı’nın dinî geleneğini yasal bir şekilde yorumlamakta yetkili olan ör­güt otoritesi yerine Protestanlık, “özgür araştırma” dediği şe­yi, yani herkesin, hatta cahillerin ve yetkisizlerin keyfine bıra­kılan ve sadece insan aklının deneyi üzerine kurulan yorumu ikame ettiğini ileri sürdü. O hâlde bu, felsefede “usçuluk”un ulaşacağı noktanın dinî alandaki benzeriydi. Böylece bütün tartışmalara, bütün ayrılıklara, bütün sapmalara açık kapı bı­rakılıyordu. Sonuç olması gerektiği gibi oldu: Her biri sade­ce birkaç bireyin özel düşüncesini yansıtan, daima çoğalan bir yığın mezhep içerisinde dağılış, bölünüş... Bu koşullarda öğ­reti üzerinde anlaşmak imkânsız olduğu için, öğreti çabucak ikinci plana atıldı; ilk plana dinin ikinci yanı, yani ahlâk geç­ti: Günümüz Protestanlığında çok hissedilen bu “ahlâkçılık”- ta yozlaşma buradan ileri gelmektedir. Burada felsefe konu­sunda belirttiğimiz hususa paralel bir olay ortaya çıktı; öğre­tisel çözülme, dinin entelektüel öğelerinin kayboluşu, şu ka­çınılmaz sonucu peşinden sürüklüyordu: İnsan “usçuluk”tan hareket edince, “duygusalcılık”a düşmek zorundaydı. Bunun en çarpıcı örneklerini Anglo-Sakson ülkelerinde bulabiliyoruz. Öyleyse, burada söz konusu olan, alanı daraltılmış ve bozul­muş şekliyle de olsa, din değil, sadece “din duygusu”dur; yani hiçbir gerçek bilgiyle doğruluğu ispatlanmayan, bulanık duy­gusal özlemlerdir. İnsanın İlâhî olanla irtibata geçmesini sağ­layacak vasıtanın “bilinçaltı” olduğunu söyleyecek kadar ileri

giden William James’in “dinî tecrübe” kuramı gibi kuramlar bu son aşamaya tekabül eder. Burada dinî çöküşün son ürün­leri, felsefî çöküşün ürünleriyle kaynaşmaktadır: “Dinî tec­rübe”, “pragmatizm”e katılmakta ve pragmatizm adına sınır­lı bir Tanrı fikrinin sonsuz bir Tanrı fikrinden daha “avantaj­lı” olduğunu salık vermektedir. Çünkü onun için, üstün bir insan hakkında duyulan duygulara benzer duygular duyabili­riz; aynı zamanda “bilinçaltı ”na yapılan çağrıyla buradan ruh çağırmacılığa ve diğer eserlerde incelemiş olduğumuz, çağı­mızın karakteristiği olan “sözde dinler”e ulaşılmaktadır. Öte yandan Protestan ahlâkı, bütün öğretisel temellerini gittikçe saf dışı ederek sonunda “laik ahlâk” diyebileceğimiz bir ah­lâk içinde tamamen yozlaşmıştır. Bu laik ahlâk, her tür dinsel düşünceye karşı olan basımları olduğu kadar “liberal Protes- tanhk”ın bütün kollarının temsilcilerini de kendi taraftarla­rı arasında saymaktadır. Aslında ötekilerinde ve berikilerinde aynı eğilimler ağır basmaktadır; tek fark şu ki ahlâkın kapsa­mına giren şeylerin mantıkî gelişiminde hepsi aynı derecede ileri gitmemektedir.

Gerçekten din tamamen geleneğin bir şekli olduğu için ge­lenek karşıtı anlayış ancak dine karşı bir anlayış olabilir. İşe dinin özünü değiştirmekle başlar ve yapabilirse, sonunda dini tamamen ortadan kaldırır. Protestanlık bir yandan dini tama­men yumuşatmaya ve “beşerîleştirme”ye uğraşırken, öte yan­dan da her şeye rağmen, insan üstü (supra humain) bir öğe­nin, yani vahyin en azından teoride sürüp gitmesini sağlama­sı bakımından mantık dışı oluyor; inkârı sonuna kadar götür­meye cüret edemiyor, ama bu vahyi, tamamen beşerî yorum­ların sonucu olan tartışmalara teslim etmekle de onu gerçek­ten hiçbir şey olmamaya indirgiyor. Ayrıca kendilerinin “Hı-

ristiyan” olduklarını iddia etmekte direndikleri hâlde, İsâ’nın tanrısallığını bile artık kabul etmeyen insanlar görülünce, bu insanların -belki bunu tahmin bile etmeksizin- gerçek Hıris­tiyanlığa yakın olmaktan çok, tam bir inkâra yakın oldukla­rını söylemek mümkündür. Nitekim benzer çelişkiler, insanı pek şaşırtmamalıdır; çünkü, nasıl ki Protestanlığın sürekli bö­lünüşü, daha önce de söylediğimiz gibi, her yerde modern ha­yatta ve modern bilimlerde bulunan, çokluk içinde dağılma­nın pek çok belirtilerinden biriyse, bu çelişkiler de çağımız­daki düzensizlik ve kargaşanın bütün alanlardaki belirtilerin­den biridir. Öte yandan, Protestanlık’ın, kendisini canlandı­ran inkâr düşüncesiyle, sözümona “dinler tarihçileri”nin elle­rinde her dine karşı savaş silahı olan bu bozguncu “eleştiri”- ye yol açması ve böylece Kutsal kitaplardan başka bir otorite tanımadığını ileri sürdüğü hâlde, büyük ölçüde aynı otorite­nin, yani hâlâ muhafaza ettiği geleneğin asgarîsinin de tahri­bine katkıda bulunması doğaldır. Geleneksel düşünceye kar­şı başkaldırı bir kez başladı mı, tabii ki yarı yolda kalamazdı.

Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Katolik teşkilatından tamamen ayrılmasına rağmen, yine de Protestanlık’ın Kutsal kitapları kabul etmesiyle, Kutsal kitapların içerdiği gelenek­sel öğretiyi korumuş olması mümkün olamaz mı? Bu, böyle bir varsayımın tamamen tersi olan “özgür araştırma”nın bu­yur edilmesidir. Çünkü bu, bireysel bütün düşünüşlere ola­nak vermektedir. Zaten, öğretinin korunması düzenli bir ge­leneksel öğretimi gerektirir. Bu öğretimle geleneğin ilkelerine uygun yorum devam ettirilir. Gerçekten de bu öğretim, Ba­tı dünyasında Katoliklik’le özdeşleşmişti. Kuşkusuz başka uy­garlıklarda da buna tekabül eden işlevi yerine getirmek için, bundan çok farklı şekillerde teşkilatlar olabilir; ama burada

söz konusu olan, özel durumlarıyla birlikte Batı uygarlığıdır. Öyleyse, örneğin Hindistan’da, Papalığa benzer hiçbir kuru­mun olmayışını ileri süremeyiz. Burada durum çok farklıdır: Önce, Hindistan’daki durumun, kelimenin Batı’daki anlamıy­la, dinî biçimli bir gelenekle ilgisi yoktur; dolayısıyla gelene­ğin korunduğu ve aktarıldığı araçlar da aynı olmayabilir. Son­ra da, Hint düşüncesi Avrupa düşüncesinden tamamen fark­lı olduğundan, Hindistan’da gelenek kendi kendine bir güce sahip olabilir. Avrupa’da gelenek, dış yapısında çok daha be­lirgin bir kuruluş desteği olmadan bu güce sahip olamaz. Hı­ristiyanlığın başından beri, Batı geleneğinin zorunlu olarak dinî bir kisveye bürünmek zorunda olduğunu daha önce söy­lemiştik. Oldukça karmaşık değerlendirmelere başvurmadan bütünüyle anlaşılmayacak olan, bütün sebepleri burada tek tek açıklamak çok uzun yer tutar. Ama göz önünde bulundurmayı reddedemediğimiz bir olgu[26] var ve bu yüzden benzeri bir ge­leneksel biçime uygun olan kuruluşla ilgili olarak, ondan çı­kacak tüm sonuçları da kabul etmek gerekir.

Öte yandan, yukarıda da belirttiğimiz gibi, her şeye rağ­men Batı’da geleneksel düşünceye ait hâlâ sürüp giden ne varsa sadece Katoliklik’te bulunduğu kesindir. En azından bu noktada, modern düşüncenin her tür zararından korunmuş olarak, geleneğin tam bir muhafazasından söz edilebileceği anlamına gelmez mi bu? Ne yazık ki durum hiç de öyle gibi görünmüyor ya da daha açıkça konuşacak olursak, her ne ka­dar geleneğin özü bozulmamış bir hâlde kalmışsa da -ki bü­yük ölçüde böyledir- geleneğin derin anlamının çok az sayı­daki bir elit tarafından bile gerçekten anlaşılmış olduğu çok

şüphelidir; böyle bir elitin varlığı ya bir eylemle ya da daha çok bir etkiyle kendini gösterirdi; oysaki hiçbir yerde onun izine rastlamıyoruz. Öyleyse, büyük bir olasılıkla, ancak gizli diyebileceğimiz bir durumda bulunan ve bugün hiç kimse için anlaşılır olmasa bile, anlayacak güçte olanlara geleneğin an­lamını yeniden anlamalarına her zaman imkân veren bir mu­hafaza söz konusudur. Nitekim dinî alan dışında, Batı dünya­sının şurasında burasında dağınık durumda bulunan eski ge­leneksel öğretilerden sürüp gelen ve ne oldukları bilinmeden korunan pek çok işaret ve simgeler vardır. Benzeri durum­larda bir tür uykuya dalmış olanları uyandırmak, kaybolmuş anlayışları yeniden canlandırmak için, tamamen diri olan ge­leneksel düşünceyle temasa geçmek gereklidir. Yine şunu bir kez söyleyelim ki, eğer Batı kendi öz geleneğinin bilincine ye­niden varmak istiyorsa, Doğu’nun yardımına özellikle bura­da muhtaç olacaktır.

Az önce söylediklerimiz tamamen Katoliklik’in, kendi il­kesi gereği, kendi içinde sürekli ve değişmez bir biçimde ta­şıdığı imkânlarla ilgilidir. Öyleyse burada, modern düşünce­nin etkisi az ya da çok uzun bir dönem boyunca, bazı şeyle­rin gerçekten anlaşılmasını ister istemez engellemekle yetin­mektedir. Buna karşılık Katoliklik’in bugünkü durumundan söz ederken, eğer bununla bizzat Katoliklerin büyük çoğun- luğunca anlaşılan biçimi anlatılmak istenseydi, -bu ifade özü itibariyle gerçekte olumsuz olan bir şey yerine kullanılabilir­se- modern düşüncenin daha olumlu bir eylemini saptamak zorunda kalacaktık. Bu konuda düşündüklerimiz, kendisine açıkça “modernizm” adı verilen ve Protestan düşüncesinin biz­zat Katolik Kilisesi içine sızma girişiminden başka bir şey ol­mayan bir hareket gibi, neyse ki başarısızlıkla sonuçlanmıştır;

sadece çok net olarak belirtilmiş hareketler değildir. Bu, özel­likle çok daha genel, çok daha yaygın ve çok daha zor kavra- nabilen, dolayısıyla da çok daha tehlikeli bir ruh hâlidir. Çün­kü etkilenenler çoğu kez kesinlikle bunun bilincinde değildir. İnsan kendisini içtenlikle “dindar” sanabilir ve aslında hiç de öyle olmayabilir ya da gerçek geleneksel düşünce konusun­da en küçük bir bilgiye sahip olmadığı hâlde, kendisinin “ge­lenekçi” olduğunu söyleyebilir; bu da yine çağımızın zihinsel düzensizliğinin belirtilerinden biridir. Belirttiğimiz ruh hâli, her şeyden önce, eğer ifade yerindeyse, dini “küçültüp önem­siz gibi göstermek”ten, onu kıyıya atılmış bir şey hâline ge­tirmekten, ona çok sınırlı ve mümkün olduğu kadar dar bir yer vermekle yetinmekten, onu hayatın diğer geri kalan kıs­mı üzerinde hiçbir gerçek etkisi olmayan ve bir tür su geçir­mez bir bölmeyle hayattan soyutlanan bir şey hâline getirmek­ten ibarettir. Bugün günlük hayatta, en “dinsiz” çağdaşlarının düşünme ve yaşama tarzlarından açıkça farklı düşünüp fark­lı yaşayan ne kadar Katolik vardır? Bu da aşağı yukarı öğreti konusunda tam bir bilgisizlik ve hatta öğretiyle ilgili ne varsa onlara karşı tam bir ilgisizliktir. Çoklarına göre din, bir “gö­renek” demesek de, basit olarak bir “uygulama” ve alışkanlık işidir. Onlar dinle ilgili ne olursa olsun, onu anlamaya çalış­maktan özenle kaçınırlar ve hatta bazıları dini anlamanın ya­rarsız olduğunu veya belki de dinde anlaşılacak bir şey olma­dığını düşünürler. Zaten, din gerçekten anlaşılsaydı, insan, uğ­raşları arasında ona bu kadar düşük ve önemsiz bir yer verir miydi? O hâlde öğreti, gerçekte unutulmuş veya hemen he­men hiçe indirgenmiştir; bu da özellikle Protestan anlayışını andırmaktadır; çünkü bu, her tür entelektüaliteye zıt olan aynı modern eğilimlerin bir sonucudur. İşin en kötü yanı da, genel olarak verilen öğretimin, bu ruh hâline karşı çıkacağı yerde,

aksine kendisini ona iyice uydurarak ona yardımcı olmasıdır: Sürekli ahlâktan söz edilmekte, anlaşılmayacağı bahanesiyle öğretiden hemen hemen hiç söz edilmemektedir. Şimdilerde din, artık “ahlâkçıhk”tan başka bir şey değildir ya da en azın­dan öyle görünüyor ki hiç kimse dinin gerçekten ne olduğunu bilmek istemiyor; oysaki din, apayrı bir şeydir. Bununla birlik­te, her ne kadar bazen yine de öğretiden söz ederlerse de bu­nu, kendi “din dışı” alanlarında öğretiyi düşmanlarla tartışa­rak çoğunlukla onu alçaltmak için yaparlar. Bunun sonu da, kaçınılmaz olarak kendilerine çok haksız imtiyazlar vermeye varır. İşte böylece modern “eleştiri”nin sözümona sonuçları­nı az ya da geniş bir ölçüde göz önünde bulundurmak zorun­da olduklarına özellikle inanırlar; oysaki bir başka görüş açı­sından bakınca, onların bomboş olduğunu göstermekten da­ha kolay bir şey yoktur. Bu koşullarda, gerçek geleneksel dü­şünceden geriye ne kalır ki?

Bireyciliğin dinsel alandaki belirtilerini incelerken ulaştı­ğımız bu nokta, yani biraz konunun dışına çıkma, bize yararsız görünmüyor; çünkü bu ifadeler, kötülüğün bu açıdan ilk ba­kışta sanıldığından daha ciddi ve daha yaygın olduğunu göster­mektedir. Öte yandan, bu ifadeler bizi ele aldığımız sorundan hiç de o denli uzaklaştırmamaktadır, hatta yaptığımız son tes­pit ve uyarı, doğrudan o sorunla ilgilidir. Çünkü tartışma dü­şüncesini her yere sokan da yine bu bireyciliktir. Kendi tabiat­ları gereği, tartışılamayacak şeylerin de bulunduğunu çağdaşla­rımıza anlatmak oldukça güçtür. Modern insan kendisini haki­kat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikati kendi se­viyesine indirmek istemektedir. Kendilerine “geleneksel bilim- ler”den veya saf metafizikten söz edildiği zaman, sadece “din dışı bilim”in ve “felsefe”nin söz konusu olduğunu düşünen bu

kadar çok insanın bulunması, kuşkusuz bu nedenledir. Kişisel kanılar alanında her zaman tartışma olabilir; çünkü insan, aklî düzeyi aşamaz ve çünkü insan hiçbir üstün ilkeye başvurma­yınca, bir konuyu “leh”te ve “aleyh”te savunmak için az ya da çok geçerli kanıtları kolayca bulabilir. Çoğu durumlarda, hiç­bir çözüme ulaşmaksızın sürekli olarak tartışmayı sürdürebilir insan. İşte bu yüzden, hemen hemen bütün modern felsefe, iki anlama gelebilen ifadelerden ve çok kötü bir şekilde ortaya ko­nulan meselelerden oluşmuştur. Genellikle sanıldığı gibi, tartış­ma sorunlara açıklık getirmesi bir yana, çoğu kez sorunları de­ğiştirip başka yöne kaydırmakta ve onları daha da anlaşılmaz kılmaktadır. Bunun da en olağan sonucu, herkesin hasmını ik­na etmeye çalışarak, kendi kanaatine eskisinden daha çok bağ­lanması ve eskisinden daha fazla tekelci bir tarzda onda ısrar etmesidir. Aslında, bütün bunlarda, hakikat bilgisine ulaşmak söz konusu değildir. Fakat her şeye rağmen, haklı olmak ya da başkalarını buna inandırmasa da en azından kendisini haklı ol­duğuna inandırmak söz konusudur. Nitekim bu üzücü bir du­rumdur; çünkü Batı düşüncesinin en belirgin öğelerinden bi­ri olan “kendi dinini yayma” ihtiyacı işe karışıyor daima. Ba­zen kelimenin en bayağı ve kötü anlamıyla bireycilik daha be­lirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır: Böylece bir insanın eseri­ni, o insanın özel yaşamı hakkında bildikleriyle yargılamak is­teyen insanları her an görmüyor muyuz? Sanki bu iki şey ara­sında herhangi bir bağıntı kurulabilirmiş gibi. Bu arada belir­telim ki, ayrıntı merakına bağlı olarak, “büyük insanlar”ın ya­şamlarındaki en küçük özel durumlara verilen önem, gösteri­len ilgi ve onların yaptıkları her şeyi bir çeşit “psiko-fizyolojik” tahlille açıklama kuruntusuna kapılma aynı eğilimden doğmak­tadır; bütün bunlar, çağdaş zihniyetin gerçekten ne olduğunu anlamak isteyen için oldukça anlamlıdır.

Ama biz bir an için, tartışmanın gereksiz olduğu alanlara tartışma alışkanlığının sokulması konusu üzerinde biraz du­ralım ve açıkça şunu söyleyelim: “Savunmacı” (apologetiqu- e)[27] tutum, kendi içinde son derece zayıf bir tutumdur; çün­kü, kelimenin hukukî anlamıyla salt “savunmacı”dır (defensi- ve). Bunun anlamı, bir avukatın savunma söylevi demek olan ve İngilizce gibi bir dilde bugün excuse, “özür” anlamını alan “savunma” (apologie) kelimesinden türeyen bir terimle belir­tilmiş olması da boşuna değildir. O hâlde “dini savunma bi- çimi”ne (apologetique) verilen üstün önem, dinî düşüncenin gerilemesinin tartışılmaz bir belirtisidir. Bu zayıflık, az önce dediğimiz gibi, “dini savunma biçimi”, metot ve görüş açısı bakımından tamamen “din dışı” tartışmalara dönüşünce, da­ha da belirginleşir. Bu metotla ve bu görüş açısıyla din, felsefî ve bilimsel ya da sözde bilimsel olan en olasılıklı (contingent) ve en farazî (hypothetique) kuramlarla aynı plana konulmak­tadır ve “uzlaştırıcı” görünmek için, her dini sadece ortadan kaldırmak amacıyla icat edilen kavramlar bir ölçüye kadar ka­bul bile edilmektedir. Böyle davrananlar, kendilerinin az ya da çok yetkili temsilcileri olduğunu sandıkları öğretinin ger­çek özelliğinden son derece habersiz olduklarının kanıtını yi­ne kendileri göstermektedir. Geleneksel bir öğreti adına ko­nuşmakta yetkili olanlar, “din dışı” çevrelerle ne tartışır, ne de onlarla bir “polemiğe” girerler. Onların görevi, anlayabi­lenler için, öğretiyi olduğu gibi anlatmak ve aynı zamanda, nerede olursa olsun, hatayı bulup bildirmek ve gerçek bilgi­nin ışıklarını üzerine çevirerek hatayı olduğu gibi göstermek­

tir. Onların işlevi bir kavgaya girişip, orada öğretiyi tehlikeye düşürmek değil; tersine, kesin olarak bildirmek zorunda ol­dukları ilkelere gerçekten sahiplerse, taşıma hakkına sahip ol­dukları düşünceyi taşımaktır. Kavga alanı eylem alanıdır, ya­ni bireysel ve geçici alandır. “Hareketsiz muharrik güç”, ha­reket hâline geçmeksizin hareketi üretir ve yönetir. Bilgi, ey­lemin değişimlerine katılmaksızın eylemi aydınlatır; manevî olan maddî olana kılavuzluk eder. Böylece her şey, kendi dü­zeyinde, evrensel hiyerarşide, kendisine ait olan sırada kalır; ama modern dünyada, hâlâ gerçek bir hiyerarşi kavramı nere­de bulunabilir ki? Artık hiçbir şey ve hiçbir kimse normal ola­rak olması gereken yerde değildir; insanlar artık manevî alan­da hiçbir gerçek yetki, maddî alanda ise hiçbir yasal güç tanı­mıyorlar. “Din dışı” çevreler rahat rahat kutsal şeyleri tartış­makta; onların niteliğine, hatta varoluşuna bile itiraz etmekte­dir. Bu, astın üstü yargılaması, bilgisizliğin bilgelik önüne en­geller koyması, yanlışın hakikate üstün gelmesi, beşerî olanın İlâhî olanın yerini alması, yerin göğü yenmesi, bireyin kendi­sini her şeyin ölçüsü yapması ve tamamen kendi İzafî ve yanı­labilir aklından çıkardığı yasaları evrene zorla benimsetmeye kalkışmasıdır. “Vay hâlinize sizin, kör kılavuzlar!” denilmekte Incil’de; bugün gerçekten her yerde, sadece başka körleri yö­neten ve eğer zamanında durdurulmazlarsa kaçınılmaz olarak onları da kendileriyle birlikte helâk olacakları duruma doğru götüren körleri görmekteyiz!

* ♦ ♦

ALTINCI BÖLÜM

TOPLUMSAL KARGAŞA

B

u incelemede, bizi ancak çok dolaylı olarak ilgilendi­ren toplumsal görüş açısına özellikle bağlı kalmayı dü­şünmüyoruz. Çünkü bu görüş açısı, temel ilkelerden olduk­ça uzak bir uygulamayı temsil etmektedir ve yine çünkü, ne olursa olsun, modern dünyanın yeniden düzelmesi hiç de bu alanda başlamayacaktır. Bu düzeltme işine gerçekten ters yön­de gidilmişse, yani ilkelerden hareket etmek yerine, sonuçlar­dan hareket edilmişse; modern dünyanın ayağa kalkması, is­ter istemez ciddî bir temelden yoksun kalacak ve tamamen al­datıcı olacaktır. Bundan istikrarlı, kalıcı hiçbir şey çıkmaya­cak ve her şeye sürekli yeniden başlanacaktır. Çünkü her şey­den önce, temel hakikatler üzerinde anlaşmaya varma ihmal edilmektedir. Bu nedenle, kelimeye en geniş anlamını vererek de olsa, siyasal olaylara bir çağın zihniyetinin basit dış göster­geler değerinden başka bir değer vermek bizim için mümkün

değildir. Ama bu ilişki altında bile, modern kargaşanın belir­tilerini tamamen susuşla geçiştiremeyiz.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Batı dünyasının bugünkü du­rumunda, hiç kimse kendi tabiatı gereği normal olarak ken­disine uygun olan yerde bulunmuyor. Kastların artık mevcut olmadığını söylerken denmek istenen de budur. Çünkü ger­çek geleneksel anlamında anlaşılırsa kast, aslında içerdiği bü­tün özel yetenekleriyle kişisel yaratılıştan başka bir şey değil­dir. Bu özel yetenekler, her insanın şu ya da bu belirli bir işle­vi gerçekleştirmesini sağlar. Herhangi bir göreve gelmek, ar­tık hiçbir yasal kurala bağlı bulunmadığına göre, bundan ka­çınılmaz olarak herkesin, ne olursa olsun her şeyi yapabileceği ve çoğu kez de en az yetkili olduğu şeyi yapacağı sonucu çık­maktadır. Toplumda kişinin oynayacağı rol, gerçekte var ol­mayan bir tesadüfle değil de[28], tesadüf sanısı verebilecek şeyle, yani her çeşit tesadüfi durumların birbirine girip karmakarışık olmasıyla belirlenecektir. Burada en az görünecek olan faktör, benzeri durumda hesap edilmesi gereken tek faktör olacaktır, yani bununla insanlar arasında mevcut yaratılış farklılıklarını kastediyoruz. Bütün bu kargaşanın sebebi, tüm toplumsal hi­yerarşinin inkârını da peşinden sürükleyen bizzat bu farkla­rın inkârıdır. Bu inkâr, önce belki de az bilinçliydi ve kuram­sal olmaktan çok uygulamayla ilgiliydi. Çünkü kastların bir­birine karışması, onların tamamen ortadan kaldırılmalarından öncedir veya başka bir deyişle, farkları hiç hesaba katmamayı başarmadan önce, bireylerin tabiatı konusunda yanılgıya dü-

gülmüştür. Bu inkâr diyoruz, daha sonra modernlerce “eşit­lik” adı altında sözde ilke hâline getirilmiştir. İki varlığın, hem birbirinden gerçekten farklı, hem de her bakımdan birbirinin tamamen benzeri olamayacağı gibi basit bir nedenle, eşitliğin hiçbir yerde bulunamayacağını göstermek çok kolaydır. Bu hayalî düşünceden doğan tüm saçma sonuçları ortaya çıkar­mak yine de çok kolaydır; örneğin, sanki herkes aynı şeyi eşit şekilde anlamaya elverişliymiş gibi ve sanki aynı yöntemler, onlara bunu anlatabilmek için aralarında ayrım gözetmeksi­zin herkese uygun geliyormuş gibi, herkese aynı öğretimi uy­gulayarak bu düşünce adına her yerde tam bir tekbiçimcilik (uniformite) uyandırmak istenmektedir. Nitekim daha son­ra açıklayacağımız nedenlerden ötürü, modern dünyanın her tarafında meydana geldiği gibi, sadece ilkel ve karmakarışık kavramlar birikiminin amaçlandığı ve niteliğin niceliğe tama­men feda edildiği, bugünkü öğretimin bütünüyle laftan iba­ret olan (verbale) ve sadece kitaba bağlı kalınan “kitabî” (liv- resque) anlayışı içinde, gerçekten “anlamak”tan daha ziyade “öğrenmek” mi söz konusudur; yani hafıza (memoire), aklın (intelligence) yerine mi konulmak isteniyor, diye soruyor insan kendi kendine: Bu, her zaman çokluk içinde dağılma demek­tir. Burada “zorunlu öğretim”in zararları hakkında da söyle­necek çok şey vardır; ama şimdi bu konu üzerinde durmanın sırası değildir; kendimize çizdiğimiz çerçevenin dışına çıkma­mak için, bugün hiçbirini unutmadan art arda saymayı iddia edemeyeceğimiz kadar çok sayıda olan bu düzensizlik öğele­rinden biri olarak “eşitlikçi” (egalitaire) kavramların özel bir sonucu olduğunu bu arada belirtip geçelim.

Doğal olarak “eşitlik”, “ilerleme” veya hemen hemen tüm çağdaşlarımızın körü körüne kabul ettiği ve pek çoğununun

18.     yüzyıl boyunca net olarak ifade edilmeye başlandığı öteki “laik dogmalar” gibi kavramlarla karşılaştığımız zaman, bu tür düşüncelerin kendiliğinden ortaya çıktığını kabul etmek bizim için mümkün değildir. Kısacası, bunlar etkilerini ancak etkili olabilmek için önceden hazırlanmış bir ortamda gösteren, ke­limenin tam anlamıyla gerçek “telkinler”dir. Bunlar modern çağı belirleyen ruh hâlini kafadan uydurmadılar; ama o ruh hâlinin geniş bir şekilde sürdürülmesine, onun geliştirilmesi­ne katkıda bulundular; öyle ki eğer bu telkinler olmasaydı, hiç kuşkusuz bu ruh hâli bu noktaya ulaşamazdı. Bu “telkin­ler” ortadan kalkacak olsa, genel zihniyet neredeyse yönünü değiştirmek zorunda kalır. Bu nedenle, bunlar kargaşayı artır- masalar bile, onu sürdürmekte bazı çıkarları olanlarca çok bü­yük bir özenle korunmaktadır. Yine bu yüzden, her şeyin tar­tışmaya açıldığının ileri sürüldüğü bir çağda tartışılmasına asla izin verilmeyen yegâne konular bunlardır. Zaten benzeri dü­şünceleri yayanların içtenlik derecelerini doğru olarak sapta­mak, bazı insanların kendi yalanlarına kendilerinin ne ölçüde takıldıklarını ve başkalarını etkilerken kendilerini ne derecede etkilediklerini bilmek güçtür. Hatta bu tür bir propagandada aldanmış rolü oynayanlar, çoğunlukla ona çok iyi alet olmak­tadırlar. Çünkü onlar, inanmış gibi görünmekte güçlük çek­tikleri bir kanaati oraya taşırlar. Ama bütün bunların ardında ve en azından kökeninde, çok daha bilinçli bir eylem ve ancak piyasaya sürdükleri fikirler hakkında ne yapacaklarını çok iyi bilen insanların bir yönetimi gereklidir. “Fikirler”den söz et­tik, ama bu sözcüğün burada kullanılması çok yanlıştır; çün­kü şurası gayet açıktır ki, burada ne saf fikirler ne de uzaktan yakından entelektüel düzeye ait olan bir şey söz konusudur: Daha doğrusu bunlar, özellikle duygusal tepkiler uyandırma­yı amaçlayan, kitleler üzerinde etki yapmak için gerçekten en

etkin ve en kolay vasıta olan sahte fikirlerdir; “sözde fikirler” denmesi daha doğru olur. Bu bağlamda zaten sözcük, simge­si olduğu kabul edilen kavramın öneminden daha büyük bir önemi haizdir. Modern “putlar”ın çoğuysa, gerçekten sade­ce sözcüklerdir; çünkü burada “lafazanlık” (verbalisme) diye bilinen tuhaf durum meydana gelmektedir. Bu durumda söz­cüklerin ahenkli oluşu, düşünce izlenimi vermeye yetmekte­dir. Hatiplerin kalabalıklar üzerinde bıraktıkları etki, bu ba­kımdan özellikle ilginçtir. Burada tamamen ipnotizmacıların telkinine benzer bir telkin usûlünün söz konusu olduğunu an­lamak için, konuyu çok yakından incelemeye ihtiyaç yoktur.

Ama bu düşünceler üzerinde daha fazla durmayalım ve gerçek hiyerarşinin inkâr edilmesinin doğurduğu sonuçlara dönelim. Şunu hemen belirtelim ki, olayların bugünkü duru­munda, bir insan kendi işlevini sadece istisnaî bir şekilde ve rastlantı sonucu olarak yerine getirmiyor; oysa normal olarak istisna olması gereken, tam tersi bir durumdur. Fakat aynı za­manda bazen öyle oluyor ki aynı insanın, sanki yetenekleri­ni istediği zaman değiştirebilirmiş gibi, sırayla tamamen fark­lı görevleri yerine getirmesi isteniyor. Böyle aşırı derecede bir “uzmanlaşma” çağında bu durum akla aykırı gibi görünebilir; ama özellikle siyasal alanda durum böyle olmaktadır. Her ne kadar “uzmanlar”ın istidadı çoğu kez çok aldatıcı ve her ha­lükârda çok dar bir alan içinde sınırlandırılmışsa da, bunun­la birlikte bu istidada inanıldığı da bir gerçektir; tam istidat- sızlığın bile nadiren bir engel teşkil ettiği, siyaset adamlarının mesleği söz konusu olduğu zaman, peki nasıl oluyor da bu inanç hiçbir rol oynamıyor diye soruyor insan kendi kendine. Bununla birlikte, iyi düşünülürse, bu konuda hayret edilebile­cek hiçbir şeyin olmadığı ve kısaca bunun “demokratik” an-

layığın çok doğal bir sonucu olduğu kolayca görülür; demok­ratik anlayış gereğince iktidar aşağıdan gelir ve temel olarak çoğunluğa dayanır; bu da zorunlu olarak her gerçek istidadın dışta bırakılması doğal sonucunu doğurur. Çünkü istidat her zaman bir üstünlüktür, en azından İzafî bir üstünlüktür ve an­cak çok az sayıda insana özgü olabilir.

Burada bir yandan, “demokratik” düşüncenin altında gizle­nen safsataları, öte yandan da, bu düşünceyi modern zihniyetin bütününe bağlayan bağları belirtmek için bazı açıklamalar yap­mak yararlı olacaktır. Kendi görüş açımız belli olduğundan, bu gözlemlerin uzaktan ve yakından karışmak istemediğimiz her tür parti sorunlarının ve her tür siyasal çekişmenin dışında di­le getirileceğine işaret etmek de bir yerde gereksizdir. Hangi­si olursa olsun, başka bir inceleme konusunda davranacağımız gibi, bu olayları incelerken de mutlak bir tarafsızlıkla inceliyo­ruz. Bütün bunların temelinde nelerin yattığını mümkün oldu­ğu kadar net bir şekilde anlamaya çalışıyoruz. Bu tutumumuz, çağdaşlarımızın bu konuda içine düştükleri bütün yanılsama­ların dağılması için de zorunlu ve biricik koşuldur. Biraz fark­lı olmalarına rağmen, yine de birbirine bağlı fikirler hakkında az önce dediğimiz gibi, burada da gerçekten “telkin” söz ko­nusudur. İnsan bunun sadece bir telkin olduğunu bilir bilmez ve nasıl etki ettiğini anlar anlamaz, artık telkin etkili olamaz. Bu tür şeylere karşı bugün Alman filozoflarından alınan özel dilde denildiği gibi, biraz derince ve tamamen “nesnel” bir in­celeme, hiçbir şeyi kanıtlamayan ve sadece basit, kişisel tercih­lerin ifadesi olan, tüm duygusal, tumturaklı sözlerden ve parti polemiklerinden daha başka şekilde etkili olmaktadır.

“Demokrasi”ye karşı yapılacak en kararlı, en çarpıcı eleş­tiri birkaç kelimeyle özetlenebilir: Üstün olan aşağı olandan

doğamaz; çünkü “büyük”, “küçük”ten çıkamaz; kendisine karşı hiçbir şeyin karşı çıkamayacağı mutlak bir kesinliktir bu. Başka bir alana uygulanınca, aynı eleştirinin “materyalizm/ maddecilik” için de geçerli olduğunu belirtmek yerinde olur; bu uygunlukta tesadüfi hiçbir şey yoktur; bu iki şey ilk bakış­ta sanıldığından daha çok sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır. Şurası gün gibi açıktır ki, halk bizzat sahip olmadığı bir gücü başkasına veremez. Gerçek iktidar, ancak yukarıdan gelebilir. Bu nedenle sırası gelmişken söyleyelim, ancak sosyal alandan yüksek olan bir şeyin, yani manevî bir otoritenin tasvibiyle bu iktidar meşru kabul edilebilir; eğer durum başka türlü olursa, bu olsa olsa ancak bir iktidar taklidi, ilke yokluğundan dolayı haklı görülemeyen, meşru sayılamayan ve içinde sadece dü­zensizlik ve kargaşanın hüküm sürdüğü bir durum olur. Mad­dî iktidar, manevî otoriteden bağımsız olmak ve sonra siya­sal amaçlarla kullanacağını iddia ederek onu kendisine bağ­lamak isteyince, her tür hiyerarşinin altüst olduğu bir durum baş gösterir; bu da, daha başka zorbalıklara yol açacak olan ilk zorbalıktır. Ayrıca diyebiliriz ki, örneğin 14. yüzyıldan beri bizzat Fransız krallığı, daha sonra kendisini devirecek olan ih­tilâli bilinçsizce hazırlamaya çalışmıştır. Belki bir gün bu nok­tayı gerektiği gibi açıklayıp geliştirme fırsatı bulacağız; şimdi­lik sadece çok kısa biçimde değinebiliyoruz.

Her ne kadar “demokrasi”, halkın bizzat kendi kendi­ni yönetmesi diye tanımlanıyorsa da, bu, gerçekten imkânsız bir şeydir; hatta ne çağımızda ne de herhangi bir başka çağ­da basit bir gerçeklik payı olabilen bir şeydir. Kendimizi ke­limelerle aldatmayalım. Ayrıca insanların, aynı anda hem yö­neten hem de yönetilen olabileceklerini kabul etmek bir çe­lişkidir; çünkü Aristo’nun ifadesiyle söyleyecek olursak, ay-

nı varlık, aynı zamanda ve aynı ilgi içinde hem “eylem hâlin­de” (en act) hem de “kuvvet hâlinde” (en puissance) olamaz. Burada zorunlu olarak iki terimin karşı karşıya olmasını ge­rektiren bir ilişki vardır: Gayri meşru da olsa ve bizzat kendi­lerine mal ettikleri haktan başka iktidarda bir hakları olmasa da, eğer yöneticiler yoksa yönetilenler de yoktur. Fakat mo­dern dünyada yöneticilerin büyük ustalığı, halkın kendi ken­dini yönettiğine halkı inandırmalarıdır. Halk da buna mem­nuniyetle inanır; çünkü, bununla pohpohlanmaktadır ve za­ten bunun imkânsız bir şey olduğunu göremeyecek kadar dü­şünceden yoksundur halk.

İşte bu yanılsamayı yaratmak için “kamuya oy hakkı” de­nen şey icat edilmiştir: Yasayı koyanın, çoğunluğun kanaati olduğu farz ediliyor; ama burada farkına varılamayan husus, halkın kanaatinin çok kolayca yönlendirilebileceği ve değiş­tirilebileceği hususudur. Uygun telkinler yardımıyla kamuo­yunda her zaman şu veya bu, belli bir yönde giden akımlar meydana getirilebilir. “Kamuoyu yaratmak” deyiminden ilk kez kimin söz ettiğini pek bilmiyoruz ama, bu deyim tamamen doğrudur; aslında sonucu elde etmek için gerekli araçlara ger­çekten sahip olanların, her zaman görünürdeki yöneticiler ol­madığını da söylemek gerekir. Bu son açıklama, en “önde gö­rünen” politikacıların yetersizliğinin, niçin çok İzafî bir önem taşıyor gibi göründüğünü kuşkusuz ortaya koymaktadır. Ama burada “İdarî mekanizma” denilen mekanizmanın çarklarını parçalara ayırıp göstermek söz konusu olmadığından, az ön­ce sözünü ettiğimiz yanılsamayı sürdürmek için bu yetersizli­ğin imkân sağladığını belirtmekle yetineceğiz: Gerçekten an­cak bu koşullarda, söz konusu politikacılar, bu görünümü ve­rerek çoğunluktan çıkıyor gibi görünebilir; çünkü hangi ko-

nuda görüşünü açıklamaya çağırılırsa çağrılsın, çoğunluk her zaman bilgisiz insanlardan oluşur ve çoğunluğun sayısı kara­rını, bilinçlice ve işin iç yüzünü bilerek verebilen insanların sayısından kıyaslanamayacak kadar büyüktür.

Bu da bizi, yasayı çoğunluğun yapması gerektiği düşünce­sinin niçin temelden yanlış olduğunu doğrudan doğruya söyle­meye götürüyor. Çünkü bu düşünce, kaçınılmaz olarak, özel­likle kuramsal da olsa ve fiilî bir gerçeğe tekabül etmese de, bunun modern düşüncede nasıl yer ettiğini, tekabül ettiği ve hiç olmazsa görünüşte tatmin ettiği eğilimlerinin neler olduğu­nu açıklamak gerekmektedir. Bunun en belirgin kusuru ise az önce belirttiğimiz kusurdur: Çoğunluğun fikri ancak yetersiz­liğin ifadesi olabilir; nitekim yetersizlik de akıl noksanlığından ya da düpedüz tam bir bilgisizlikten ileri gelir. Yeri gelmişken, “kolektif psikoloji”nin bazı gözlemleri söz konusu edilebilir ve özellikle çok bilinen şu husus hatırlatılabilir: Bir kalabalıkta, o kalabalığı meydana getiren bireyler arasında meydana gelen zihinsel tepkilerin bütünü, ortalama bir düzeyde olmak şöyle dursun, en aşağı öğelerinin düzeyinde olan bin çeşit bileşkenin oluşmasına yol açmaktadır. Öte yandan, bazı modern filozof­ların “evrensel muvâfakat” dedikleri şeyi, sözümona “hakika­tin ölçütü” (criterium de la verite) hâline getirerek, çoğunluğun görüşünü üste çıkaran “demokratik” kuramı nasıl entelektü­el düzeye taşımak istediklerini de belirtmek uygun olur: Hat­ta üzerinde bütün insanların anlaştığı bir sorunun gerçekten var olduğu farz edilse bile, bu anlaşma kendi başına hiçbir şey kanıtlayamaz. Fakat öte yandan, bu oy birliği gerçekten varsa bile bu durum çok şüphelidir; çünkü, herhangi bir sorun hak­kında hiçbir düşüncesi olmayan ve hatta onu kendilerine hiç­bir zaman sorun saymayan pek çok insan vardır. Böyle bir oy

birliğinin var olduğunu saptamak herhâlde olanaksızdır. Öy­le ki, bir görüş lehine ve o görüşün doğruluğunun gösterge­si olarak ileri sürülen şey, yine sadece çoğunluğun muvâfaka- ti olmaya indirgenmektedir ve hatta mekân ve zaman içinde zorunlu olarak çok sınırlı bir ortamla yetinilse bile, durum yi­ne değişmez. Bu alanda, kuramın bir temelden yoksun oldu­ğu daha açıkça görülmektedir; çünkü, aksine siyasal alan söz konusu olunca, hemen hemen kaçınılmaz olarak işin içine gi­ren duygunun etkisinden kurtulmak bu alanda daha kolaydır. Bazı şeylerin kavranılıp anlaşılmasında başlıca engellerden bi­ri de bu etkidir; hatta bu kavrayışa zahmetsizce ulaşmak için yeterli derecede, genişçe bir entelektüel kapasiteye başka yol­dan sahip olanlarda bile bu etki bir engeldir. Heyecana bağlı duygular düşünceyi engeller. Siyasetin en adî ustalıklarından biri de bu uzlaşmazlıktan çıkar sağlamaktır.

Fakat sorunu biraz daha derinlemesine ele alalım: Modern hükümetlerin ileri sürdükleri ve haklılık nedenlerini kendi­sinden çıkardıklarını iddia ettikleri bu çoğunluğun yasası tam olarak nedir? Bu, sadece maddenin ve kaba kuvvetin yasası­dır; hatta bu yasa gereğince, kendi ağırlığıyla sürüklenen bir kitle, geçtiği yerde önüne çıkan her şeyi ezer geçer. “Demok­rasi” kavramıyla “materyalizm/maddecilik” arasındaki birleş­me noktası işte tam buradadır; ayrıca burası aynı kavramın bu­günkü zihniyetle bu kadar sıkı biçimde senli benli olmasını da sağlamaktadır. Bu ise, normal düzenin altüst olmasıdır; çünkü bu, çokluğun üstünlüğünün, gerçekten sadece maddî dünya­da mevcut olan üstünlüğün ilan edilmesidir.[29] Aksine manevî

âlemde, kısacası evrensel alanda hiyerarşinin en üst noktasın­da tevhîd vardır; çünkü her çokluk, kesinlikle bu tevhîd ilke­sinden çıkar.[30] Ama ilke inkâr edilirse ya da gözden ırak tutu­lursa, artık geriye sadece bizzat maddeyle özdeşleşen saf çok­luk kalır. Öte yandan, az önce ağırlıkla ilgili yaptığımız ha­tırlatma, basit bir benzetmeden daha fazla şeyler ifade eder; çünkü gerçekte ağırlık, kelimenin en olağan anlamıyla fizikî kuvvetler alanında, varlık için gittikçe daralan bir sınır doğu­ran, aynı zamanda çokluk yönünde ilerleyen ve burada git­tikçe büyüyen bir yoğunlukla simgelenen inici ve basınç artı­rıcı bir eğilimi temsil eder.[31] Modern çağın başlangıcından be­ri, beşerî faaliyetin kendisine göre geliştiği yönü belirleyen de gene bu eğilimdir. Belirtmek gerekir ki, hem bölünebilme hem de sınırlanabilme gücüyle madde skolastik öğretinin “bi­reyleme ilkesi” (principe d’individuation) dediği şeydir. Ayrıca bu, şimdi ortaya koyduğumuz değerlendirmeleri yukarıda “bi­reycilik” konusunda söylediklerimize bağlamaktadır. Az ön­ce söz konusu edilen eğilimin “bireyselleştirici” eğilim oldu­ğu da söylenebilir. Yahudi-Hıristiyan geleneğinin, ilk tevhîd-

den ayrılan varlıkların “düşüşü” diye belirttiği şey de bu eği­lime göre gerçekleşir.[32] Çokluk kendi ilkesi dışında ele alının­ca, -tabii bu şekilde artık tevhîde de ulaşamaz- toplumsal dü­zeyde toplumu oluşturan bireylerin sadece aritmetik toplamı gibi kabul edilen topluluktur. Bireylerden üstün hiçbir ilkeye bağlı olmadığına göre, gerçekten de çokluk topluluktur. Bu bakımdan topluluk yasası “demokrasi” düşüncesinin üzerin­de temellendiği en büyük çoğunluk yasasıdır.

Burada muhtemel bir karışıklığı gidermek için biraz dur­mamız gerekiyor: Modern bireycilikten söz ederken, hemen hemen yalnızca entelektüel düzeydeki tezahürleri inceledik. Toplumsal düzeydeki tezâhürleri için durumun tamamen fark­lı olduğu sanılabilir. Gerçekten bu, “bireycilik” kelimesi en dar bir anlamda ele alınırsa insan, topluluğu (collectivite) bi­reyin karşısına koyma gibi bir duyguya kapılabilir ve devletin gittikçe artan istilacı rolünün ve toplumsal kurumların sürek­li artan karmaşıklığının bireyciliğe karşıt bir eğilimin belirtisi olduğunu düşünebilir. Gerçekteyse durum hiç de öyle değil­dir; çünkü topluluk, sadece bireyler toplamı olduğu için, bi­reylere karşıt olamaz; nitekim bizzat devlet, hiçbir üstün il­kenin yansımadığı modern tarzda, yani kitlenin basitçe tem­sil edilişi şeklinde anlaşılırsa, o da kitlelere karşıt olamaz; oy­sa bizim tanımladığımız şekliyle bireycilik, gerçekte birey üs­tü (supra-individuel) her ilke ve yasanın inkârından ibarettir. O hâlde toplumsal alanda, hepsi de aynı şekilde modern an-

layışa ait çeşitli eğilimler arasında çatışmalar, anlaşmazlıklar varsa, bunlar bireycilikle bir başka şey arasında değildir; fakat sadece bireyciliğin çok sayıdaki çeşitleri arasındadır; çünkü bi­reycilik bu çeşitlere çok elverişlidir. Ayrıca, çokluğu gerçek­ten birleştirebilecek bir ilke bulunamadığından, bu tür anlaş­mazlıkların şimdiye dek görülmemiş biçimde çağımızda daha yoğun ve daha ciddi olacağını anlamak da zor değildir; çün­kü kim bireycilik diyorsa zorunlu olarak bölünme diyor de­mektir. Ayrıca, bu bölünme doğurduğu karmaşık durumla, ta­mamen maddeci bir uygarlığın kaçınılmaz sonucudur; çünkü bölünme ve çokluğun asıl kökü bizzat maddedir.

Bunları söyledikten sonra, tek meşru anlamında anlaşı­lan, elitin inkârı demek olan “demokratik” düşüncenin ka­çınılmaz sonucu üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor; “demokrasi”nin “aristokrasi”ye karşıt olması boşuna değil­dir; çünkü aristokrasi kelimesi kesinlikle, en azından etimo­lojik anlamıyla ele alındığı zaman, elitin iktidarını göstermek­tedir. Elit, tanımından da anlaşılacağı gibi, ancak küçük bir grup olabilir; onun sadece entelektüel üstünlükten gelen ik­tidarının, daha açıkçası otoritesinin esas özelliği azınlığı ço­ğunluğa, hatta yukarıda da söylediğimiz gibi, niteliği niceli­ğe, dolayısıyla eliti kitleye feda etmek demek olan, demokra­sinin dayandığı sayısal güçle hiçbir ortak yanı yoktur. Böyle­ce, gerçek bir elitin başlıca işlevi ve hatta varlığı bile, -çünkü elit var olduğu andan itibaren zorunlu olarak bu işlevi yerine getirir- “eşitlikçi” anlayışa, yani her tür hiyerarşinin inkârı­na sıkı sıkıya bağlı olan demokrasi ile temelden bağdaşamaz: “Demokratik” düşüncenin temeliyse, herhangi bir bireyin bir başka bireyle eşit tutulmasıdır; çünkü bireyler, sayısal bakım­dan eşittir; aslında ancak sayısal olarak eşit olabilirler, başka

türlü eşit olamazlar. Gerçek bir elit, daha önce de söylediği­miz gibi, ancak entelektüel olabilir. Bu nedenle “demokrasi”, ancak saf “entelektüalite”nin bulunmadığı yerde gerçekleşe­bilir; tıpkı gerçekten modern dünyanın durumunda olduğu gibi. Ancak eşitlik gerçekte imkânsız olduğundan ve herke­si aynı düzeye getirmek için harcanan tüm çabalara rağmen, insanlar arasındaki farklılıkların pratikte ortadan kaldırılma­sı mümkün olmadığından, tuhaf bir mantıksızlıkla, tek ger­çek elitin yerine geçtiklerini iddia eden sahte elitler icat etme durumuna gelinmektedir. Bu sahte elitler, büyük ölçüde İzafî ve olağan olan ve daima saf maddî alandaki bazı üstünlükle­rinin kabul edilmesi üzerine yükselir. Bugünkü durumda, en önemli toplumsal farkın servete, yani tamamen haricî ve salt niceliksel düzeydeki bir üstünlüğe dayanan bir fark olduğu, dikkat edilirse kolayca fark edilebilir. Kısacası bu fark, “de- mokrasi”yle bağdaşabilen tek farktır; çünkü bu da aynı görüş açısından doğmaktadır. Üstelik şunu da ilave edelim ki günü­müzde, bu duruma kendilerini hasım gösteren kimseler bile, hiçbir üstün ilkeyi söz konusu etmediklerinden ötürü, hep ay­nı yönde gittikleri için, her ne kadar bu durumları daha da ar­tırma tehlikeleri olmasa da, böyle bir kargaşaya etkin bir şe­kilde çare bulacak durumda da değildir. Yukarıda söylediği­miz gibi, nasıl ki bireyciliğin çeşitleri arasında bir kavga olu­yorsa, “eşitlikçi” eğilimi az ya da çok vurgulayan “demokra- si”nin çeşitleri arasında da olmaktadır; nitekim her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.

Bu birkaç düşünce, çağdaş dünyanın toplumsal durumu­nu belirtmek ve aynı zamanda öteki alanlarda olduğu kadar bu alanda da kargaşadan kurtulmanın sadece tek bir yolu ol­duğunu göstermek için bize yeterli görünüyor. Bu yol şudur:

Entelektüalitenin yeniden canlandırılması ve bunun sonucun­da yeniden bir elitin oluşmasıdır. Şimdilik Batı’da böyle bir elite yok gözüyle bakılmalıdır; çünkü bu ad, adeta yalnızca gelişmemiş imkânları temsil eden, toplumdan uzaklaşmış ve bağlantısız kimselere verilemez. Gerçekten bu kimselerin ge­nellikle kendilerini modern düşünceye karşı tepki gösterme­ye iten eğilim ve özlemleri vardır kuşkusuz; fakat etkileri fi­ilî olarak kendini göstermez; onlarda eksik olan husus, ger­çek bilgi ve birdenbire elde edilemeyen geleneksel verilerdir. Kendi başına bırakılan bir akıl (intelligence), özellikle her ba­kımdan böylesine elverişsiz koşullarda, bu verilerin yerini an­cak çok kötü bir biçimde ve çok zayıf bir ölçüde tutar. Dola­yısıyla, ilke ve öğretisel yönetim yokluğundan, geriye dağınık ve çoğu kez yolunu şaşıran çabalar kalıyor: Denilebilir ki mo­dern dünya, kendi dağılmasıyla kendini savunmaktadır; hat­ta hasımları bile kendilerini bu dağılmadan kurtaramamak- tadır. Bu hasımlar, modern düşüncenin apaçık bir başarı sa­hibi olduğu “din dışı” alanda kaldıkları sürece, durum böy­le olacaktır; çünkü, modern düşüncenin biricik alanı bu alan­dır. Nitekim hasımlar bu alanda kalırlarsa, her şeye rağmen, bu düşüncenin onlar üzerinde çok kuvvetli bir etkisi olacak­tır. Bu nedenle, kuşku götürmez bir iyi niyetle canlanan bun­ca insan, işe mutlaka ilkelerden başlamak gerektiğini anlaya­mamakta ve güçlerini, bu koşullarda gerçek ya da kalıcı hiç­bir şeyin yapılamayacağı İzafî, toplumsal ya da daha başka şu ya da bu alanda boşa harcamakta inat etmektedir. Oysa ger­çek elit, ne doğrudan doğruya bu alanlara girer, ne de hari­cî bir eyleme karışır; elit her şeyi, avamın anlayamayacağı bir etkiyle yönetir. Bu etki ne kadar derinse, o kadar az görünür. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve bununla birlikte hiçbir gerçek entelektüaliteyi gerektirmeyen telkinlerin gücü düşünülürse,

kendi mahiyeti gereği çok gizli bir biçimde etkin olacağı ve kaynağını saf entelektüaliteden alacağı için, yukarıdaki etki gibi bir etkinin gücünün ne olacağını kolayca tahmin edebili­riz. Bu güç, çokluğun doğurduğu bölünmeyle ve yalan ya da yanılsama olan her şeyin içerdiği zayıflıkla azalmak bir yana, aksine ilkesel birlik içindeki yoğunlaşmayla daha da yoğunla­şacak ve hatta hakikatin gücüyle özdeşleşecektir.

*

YEDİNCİ BÖLÜM

MADDÎ BİR UYGARLIK

B

ize öyle geliyor ki, buraya kadar incelediğimiz konu­lardan şu sonuç çıkıyor: Modern Batı uygarlığının sa­dece maddî bir uygarlık olduğunu söylemekte Doğulular ta­mamen haklıdırlar: Batı uygarlığı salt bu yönde gelişmiştir ve hangi bakış açısından ele alınırsa alınsın, bu maddîleştirme- nin az ya da çok doğrudan sonuçları karşısında buluruz ken­dimizi. Bununla birlikte, bu konuda söylediklerimizi tamam­lamamız ve her şeyden önce “materyalizm”/maddecilik gibi bir kelimenin hangi farklı anlamlarda kullanıldığını açıkla­mamız gerekiyor; çünkü, bu kelimeyi çağdaş dünyayı belirt­mek için kullanırsak, kendilerinin çok “modern” oldukları­nı iddia ettikleri hâlde, hiç de “maddeci” olmadıklarına ina­nan bazı kişiler buna karşı çıkacaklar ve bunun gerçek bir if­tira olduğunu sanacaklardır. O hâlde bu konuda meydana ge­lebilecek bütün yanlış anlamaları önceden gidermek için bir açıklama gerekiyor.

“Materyalizm"/maddecilik kelimesinin ancak 18. yüzyıl­dan itibaren kullanılmaya başlanması oldukça manidardır. Bu kelime filozof Berkeley tarafından icat edilmiştir. O, bu keli­meyi, maddenin gerçek varlığını kabul eden her kuramı be­lirtmek için kullanmıştır. Burada maddenin varlığı mesele­si söz konusu değildir; bunu söylemeye bile gerek duymuyo­ruz. Daha sonraları aynı kelime çok sınırlı bir anlam kazan­mıştır; o zamandan beri de bu sınırlı anlamı korumuştur: Bu kelime belli bir kavramı nitelemiştir. Bu kavrama göre, madde ve maddeden doğan şeylerden başka hiçbir şey mevcut değil­dir. Böyle bir kavramın yeni olduğunu belirtmek yerinde olur. Gerçek şu ki bu kavram, özü itibariyle modern düşünüşün bir ürünüdür; dolayısıyla modern düşünüşe özgü eğilimlerin en azından bir kısmına tekabül eder.[33] Ama biz burada “materya- lizm”den/maddecilikten, çok daha geniş ama çok net olarak, özellikle başka bir anlamda söz etme niyetindeyiz: O zaman bu kelimenin düşündürdüğü şey, bir kafa yapısıdır; biraz ön­ce tanımladığımız anlayış, öteki birçok anlayış arasından sa­dece biridir. Bu düşünce yapısı kendi başına her tür felsefî ku­ramdan bağımsızdır. Bu kafa yapısı, az ya da çok bilinçli ola­rak maddî alana ait şeylere ve onunla ilgili zihinsel uğraşla­ra üstünlük vermekten ibaret olan kafa yapısıdır; bu zihinsel uğraşlar ister belli bir görünüşte olsun, isterse tamamen uy­gulama niteliğinde olsun. Nitekim çağdaşlarımızın büyük ço­ğunluğunun zihniyetinin de bu olduğu cidden inkâr edilemez.

Son yüzyıllarda gelişen “din dışı” bilimin tümü, sadece algılanabilen âlemin incelenmesidir. Bu inceleme salt bu ala­nı kapsamaktadır ve bu incelemenin yöntemleri de sadece bu alana uygulanabilmektedir. Oysa öteki yöntemler dışta tutu­lup sadece bu yöntemler “bilimsel” olarak ilân edilmişlerdir; bu da maddî şeylerle ilgili olmayan her bilimi inkar etmek anlamına gelmektedir. Böyle düşünenler ve hatta kendilerini özellikle söz konusu bilimlere adayanlar arasında, kendileri­nin “maddeci” olduklarının açıklanmasını ve bu adı taşıyan felsefî kurama katılmasını reddeden çok insan vardır; hatta samimi olarak bir dinî inancı benimsediklerini seve seve söy­leyenler bile olmuştur. Ama onların “bilimsel” tavırları, kesin­kes maddeci olanların tavırlarından önemli ölçüde farklı de­ğildir. Dinsel açıdan, modern bilimin tanrıtanımaz olarak mı yoksa maddeci olarak mı açıklanması gerektiği sorunu sık sık tartışılmış ve çoğunlukla da bu sorun yanlış biçimde ele alın­mıştır. Bu bilimin kesinlikle ateizm ya da materyalizm/mad- decilik taraftarı olduğunu açıkça söylemeyeceği ve şu ya da bu filozofun yaptığı gibi, bazı şeyler hakkında şeklî bir inkâr­la karar vermeksizin, taraf tutmayı bilmediğini söylemekle yetineceği çok açıktır. Öyleyse bu bilimle ilgili olarak, pratik maddecilik diye aktarabileceğimiz fiilî bir maddecilikten söz edebiliriz. Ama bunun zararı belki daha da ciddidir; çünkü bu zarar daha derin, daha yaygındır. Felsefî bir tavır, filozofluğu “meslek” edinmiş bir insanda bile çok yüzeysel olabilir. Üste­lik inkâr karşısında gerileyen, ama tam bir ilgisizliğe de razı olan insanlar vardır ve en korkuncu da bu ilgisizliktir; çünkü bir şeyi inkâr etmek için de, ne denli az olursa olsun, yine o şey üzerinde düşünmek gerekir. Oysaki burada, hiçbir şekil­de artık onu düşünmeme sonucuna varılıyor. Sadece maddey­le ilgilenen bir bilim kendini olabilecek tek bilimmiş gibi su-

narsa, insanlar da bu bilim dışında geçerli hiçbir bilginin ola­mayacağını tartışılmaz bir gerçek gibi kabul etmeye alışmış­larsa, onlara verilen bütün eğitim, bu bilimin, tam anlamıyla “bilimcilik”in (scientisme) hurafesiyle o insanların kafalarını doldurursa, bu insanlar pratikte nasıl maddeci olmasınlar? Ya­ni tüm zihinsel uğraşılarını nasıl madde yönüne çevirmesinler?

Modernlere göre, görülebilen ve dokunulabilen şeyler dı­şında hiçbir şey var görünmüyor ya da en azından, bunlar dı­şında bir başka şeyin var olabileceğini kuramsal olarak kabul etseler bile, onu sadece bilinmeyen olarak değil, aynı zaman­da “bilinemez” diye ilan etmekte acele ederler. Tabii bu anla­yış onlarla uğraşmalarını engeller. Bununla birlikte, her ne ka­dar bir “öte dünya” düşüncesi edinmeye çalışanlar varsa da, buna ancak muhayyilelerinde yer verdikleri için, öte dünyayı, bu dünya modeline göre düşünmektedirler ve zaman, mekân ve hatta bir tür “cismânîlik” (corporeite) dahil olmak üzere, bu dünyaya özgü olan hayat şartlarını oraya taşımaktadırlar. Başka bir yerde, ruh çağırmayla ilgili düşünceler konusunda, kaba bir şekilde maddileştirilmiş bu tür tasarımlardan özel­likle çarpıcı örnekler verdik. Ama o örneklerde, her ne ka­dar bu özelliğin karikatürize edilecek kadar abartıldığı aşırı bir durum varsa da, spiritizm* ve az ya da çok ona benzeyen cemaatlerin bu tür şeyleri tekellerine aldıklarını sanmak bir hata olur. Üstelik çok genel bir biçimde, muhayyilenin hiçbir şey bulamayacağı ve normal olarak kendisine yasaklanmış ol-

Ölülerin ruhlarının, maddî fakat gayet ince bir cismi muhafaza ederek bakî bir hayat sürdüklerini, maddî şahsiyete sahip olduk­larını, bunların alelade gözlerle görülemiyeceğini, ancak yaşayan kimselerle bazı hallerde ve bilhassa medyumlar vasıtasiyle müna­sebette bulunabileceklerini kabul eden meslek.

ması gereken alanlara girmesi de, modern Batıkların algıla­nabilen âlemin üstüne yükselme konusundaki yetersizlikleri­ni çok açıkça gösteren bir olaydır. Çoğu kimse “kavramak”la “tahayyül etmek” arasındaki farkı bilmiyor; hatta Kant gibi filozoflar, tasarıma elverişli olmayan her şeye “kavranamaz” ya da “düşünülemez” diyecek kadar ileri gittiler. Bu yüzden “spiritüalizm” ya da “idealizm” denilen şeyler de çoğu kez ko­num değiştirmiş bir tür maddecilikten başka bir şey değildir. Bu söylediğimiz sadece “neo spiritüalizm” adı altında belirt­tiğimiz akım için değil, fakat aynı zamanda kendini materya­lizmin karşıtı olarak gören felsefî spiritüalizm için de doğru­dur. Doğrusunu söylemek gerekirse, felsefî anlamda anlaşılan spiritüalizm ve materyalizm (ruhçuluk ve maddecilik) biri ol­madan öteki anlaşılamaz: Açıkçası bunlar, Kartezyen düaliz- minin iki yarısıdır; onların temel ayrılıkları bir tür karşıtlığa (antagonisme) dönüştürülmüştür ve o zamandan beri, bütün felsefe bu iki terim arasında gidip gelmekte ve bunları aşama- maktadır. Adı öyle olmasına rağmen, spiritüalizmin manevi­yatla (spiritualite) hiçbir ortak yanı yoktur; bunun materyaliz- m/maddecilik ile olan tartışması, üstün bir görüş açısına ula­şanları ve bu karşıtlıkların, aslında, hemen hemen birbirinin eş değeri olduğunu görenleri, ancak tamamen ilgisiz bıraka­bilir; onların pek çok noktadaki sözümona karşıtlığı, bayağı bir laf tartışmasına indirgenmektedir.

Modernler genellikle ölçülen, hesaplanan ve tartılan şey­leri, yani kısacası maddî şeyleri kapsayan bilimin dışında baş­ka bir bilimi kavrayamazlar; çünkü niceliksel (quantitatif) gö­rüş açısı ancak bunlara uygulanabilmektedir. Niteliği niceli­ğe indirgeme iddiası, modern bilimin en belirgin özelliğidir. Bu yönde öyle bir noktaya gelindi ki, ölçünün sokulmasının

mümkün olmadığı yerde, gerçek anlamda bilimin de mevcut olmadığına ve niceliksel ilişkileri açıklayan bilimsel yasalardan başka yasaların bulunmadığına inanıldı. Descartes “mekanik­çilik”! bu eğilimin başlangıcı oldu. Kartezyen fiziğinin başa­rısızlığına rağmen, bu eğilim o zamandan beri hep artmıştır; çünkü o belli bir kurama değil, genel bir bilimsel bilgi kavra­mına bağlanmıştır. Bugün ölçü, mahiyeti gereği belli bir ölçü­ye gelmeyen psikolojik alana bile uygulanmak isteniyor. So­nunda ölçme imkânının sadece maddeye bağlı bir özelliğe da­yandığı anlaşılmaz hâle geliyor. Bu özelliğin var olan her şeyi kapsadığı düşünülmedikçe, bu ölçme işi maddenin sınırsız bö- lünebilme özelliğidir. Bu da her şeyi maddileştirme anlamına gelir. Daha önce söylediğimiz gibi, bölünmenin ve saf çoklu­ğun kaynağı maddedir. Nicelik bakış açısına mal edilen ve da­ha önce gösterdiğimiz gibi, toplumsal alana varıncaya kadar her yerde bulunan bu üstünlük, zorunlu olarak felsefî mater­yalizme bağlı olmasa da, yukarıda belirttiğimiz anlamda ma­teryalizmden kaynaklanmaktadır; nitekim bu üstünlük, mo­dern düşünce eğilimlerinin gelişimi içinde hep önde gitmiş­tir. Niteliği niceliğe indirgemek istemenin gayri meşru olduğu konusu üzerinde ve az ya da çok “mekanist” biçime bağlanan tüm açıklama girişimlerinin yetersiz olduğu konusu üzerinde fazla durmayacağız; amacımız bu değil. Bu bakımdan, sade­ce duyularla algılanabilen düzende/âlem-i mahsûsâtta (ordre sensible) bile, bu tür bir bilimin gerçekle/realiteyle çok az bir ilişkisi olduğunu belirteceğiz; öyle ki bu realitenin en önemli kısmı zorunlu olarak bu bilimin dışında kalmaktadır.

“Realite” konusunda, pek çok kimsenin gözünden kaçabi­len, ama sözünü ettiğimiz kafa yapısının bir göstergesi olarak çok dikkat edilmesi gereken bir başka olgudan söz etme nok-

tasına gelmiş bulunuyoruz: Bu realite adı, günlük kullanımda, salt algılanabilen realiteyle ilgili olarak kullanılmaktadır. Dil bir toplumun ve bir çağın zihniyetinin ifadesi olduğu için, bu sözcüğü böyle kullananlar için, bundan, duyuların içine gir­meyen her şeyin “irreel”, yani gerçek dışı, yani bir yanılsama ve hatta hiç var olmadığı sonucunu çıkarmak gerekiyor; belki de onlar açıkça bunun bilincinde olmayabilirler, ama bu olum­suz inanç yine de onların kalplerinde iyice yer etmiştir. Ayrı­ca her ne kadar onlar aksini iddia etseler bile, şundan emin olabiliriz ki, bunun farkına varmamalarına rağmen, bu olum­suz kanaat onlar nezdinde ancak çok haricî bir şeyin karşılığı olarak durmaktadır; her ne kadar bu kanaat tamamen sözlü olarak ifade edilmese de durum yine aynıdır. Eğer bunda bir abartma yaptığımız sanısına varılacak olursa, sadece çoğu in­sanların sözde dinî inançlarının nelere indirgendiğini görmek gerekecektir: Bunlar, hiçbir zaman kendilerine mal edemedik­leri ve hiçbir zaman üzerinde en ufak bir şekilde kafa yorma­dıkları, ama belleklerinde tuttukları, okulda öğrenilen ve ta­mamen bir teyp gibi ezberlenen bilgilerdir. Herkes gibi onlar da bu bilgileri fırsat oldukça tekrarlayıp dururlar; çünkü onlar belli bir biçimciliğin birer parçasıdır; işte, onların din adı al­tında anlayabildikleri her şey budur. Dinin bu şekilde “asgarî­ye indirgenmesi”nden daha önce söz ettik; söz konusu “lafa­zanlık” (verbalisme) da dini bu şekilde asgarîye indirgemenin son basamaklarından birini temsil eder. Sözde “inananlar”ın pratik maddecilik konusunda “inanmayanlar”dan hiçbir hu­susta geri kalmadıklarını, dini asgarîye indirgeme işi açıkça göstermektedir. İleride yine bu konuya döneceğiz; ama daha önce, modern bilimin maddeci özelliğiyle ilgili değerlendir­meleri bitirmemiz gerekiyor. Çünkü bu sorun, değişik açılar­dan ele alınması gereken bir sorundur.

Daha önce de belirtmiş olmamıza rağmen, modern bilim­lerin, çıkar gütmeyen nesnel bir bilgi özelliği taşımadığını ve onların nazarî değerlerine inananlar için bile bu bilginin, ta­mamen pratik çıkarları gizleyen, ama aynı zamanda sahte bir entelektüalite yanılsamasını da muhafaza eden bir maske ol­duğunu hatırlatmamız gerekiyor. Bizzat Descartes, fiziği ku­rarken bundan özellikle bir mekanik, bir tıp ve bir ahlâk sis­temi çıkarmayı düşünüyordu. Ama Anglo-Sakson deneycili­ğinin (empirisme anglo-saxon) yayılmasıyla iş tamamen de­ğişti. Üstelik halkın gözünde bilime saygınlık kazandıran hu­sus, gerçekleşmeleri için bilimin olanak sağladığı pratik sonuç­lardır sadece. Çünkü burada da görülebilen şeyler söz konu­sudur. “Pragmatizm”in, bütün modern felsefenin ulaştığı en son sonuç olduğunu ve felsefenin çöküşünde son aşamayı be­lirttiğini söylemiştik. Ama felsefenin dışında da, çok uzun bir süredir dağınık ve sistemleştirilmemiş bir “pragmatizm” var­dır; pratik materyalizm, teorik materyalizm için ne ise, ava­mın “sağduyu” (bon sens) dediği şeyle karıştırılan bu pragma­tizm de felsefî pragmatizm için odur. Hemen hemen içgüdü­sel olan bu pragmatizm, nitekim maddeci eğilimden hiç ayrıl­maz: “Sağduyu” dünyevî ufku aşamamaktan ve aynı zamanda hemen pratik yarar sağlamayacak şeylerle uğraşmamaktan iba­rettir; sağduyu için özellikle duyulabilen dünya “gerçek”tir ve duyulardan gelmeyen bilgi yok kabul edilir; sadece duyular­dan gelen bilgi bilgidir. Yine sağduyu için, bu sınırlı bilgi an­cak maddî ihtiyaçları ve bazen de belli bir duygusallığı tatmin edebildiği ölçüde değer kazanır; çünkü çağdaş “ahlâkçıhk”a aykırı düşmek pahasına da olsa, duygunun gerçekte maddeye çok yakın olduğunu açıkça söylemek gerekir. Bütün bunlarda, pratik amaçların gerçekleştirilebilmesine yardımcı olmanın ve sadece insan tekinin en bayağı ve bedensel yanının isteklerine

boyun eğmiş basit bir alet ya da Bergson’un ilginç bir ifadesiy­le “aletler yapan bir alet” olmanın dışında, akla (intelligence) hiçbir yer kalmıyor; dolayısıyla bütün biçimleriyle “pragma­tizm” demek, hakikat konusunda tam bir bilgisizlik demektir.

Bu koşullarda sanayi, artık sadece bilimin bir uygulama­sı değildir; öyle olsaydı, bilim kendi içinde tamamen uygula­madan bağımsız olması gerekirdi. Oysa sanayi, bilimin varlık sebebi ve ispatı gibi bir şey oluyor; öyle ki burada da normal ilişkiler altüst olmaktadır. Modern dünyanın kendi tarzında bilim yaptığını iddia ettiği zamanlarda bile, tüm güçlerini yo­ğunlaştırması gerçekte, sanayi ve “makineleşme”nin geliştiril­mesinden başka hiçbir şey için değildir: Böylece maddeye hâ­kim olmak ve onu kendi kullanımlarına tâbi kılmak isterken, başta da dediğimiz gibi, ancak onun kölesi olabildiler: Sade­ce entelektüel tutkularını -eğer bu kelimeyi böyle bir durum­da kullanmaya izin varsa- makineler icat ve inşa ederek sınır­landırmakla kalmadılar, fakat aynı zamanda sonunda kendile­ri de gerçekten bizzat makine oldular. Gerçekten “iş bölümü” adı altında kimi sosyologlarca her ne kadar övülse de, “uz­manlaşma” yalnızca bilginlere değil, fakat aynı zamanda tek­nisyenlere ve hatta işçilere de benimsetilmiştir. Ve tabii işçiler için, her tür zihinsel faaliyet böylece imkânsız kılınmıştır. Es­kinin zanaatkârlarından çok farklı olarak, artık işçiler sadece makinelerin kölesi oldular; âdeta makinelerle bir bütün hâli­ne geldiler. En küçük bir zaman kaybını önlemek için, tama­men mekanik bir tarzda, her zaman aynı olan ve aynı tarzda yapılan, birtakım belirli hareketleri durmadan tekrarlamak zorundadırlar. “Ilerleme”nin en yüksek aşamasının temsilcisi gibi görünen Amerikan yöntemleri en azından böyle istiyor. Gerçekten, sadece mümkün olduğu kadar çok fazla üretmek

söz konusudur. Niteliğe o kadar önem vermiyorlar; önemli olan yalnızca nicelik! Başka alanlarda yaptığımız aynı gözleme bir kez daha dönüyoruz: Modern uygarlık gerçekten nicelik­sel uygarlık diyebileceğimiz bir uygarlıktır. Bu da, onun maddî bir uygarlık olduğunu söylemenin bir başka biçimi demektir.

Bu gerçeğin doğruluğuna daha çok inanmak istenirse, bu­gün ekonomik nitelikli öğelerin, bireylerin yaşamında oldu­ğu kadar toplumların yaşamında da oynadıkları önemli ro­le bakmak gerekir. Sanayi, ticaret, maliye, öyle görünüyor ki sadece bunlar önemli! Bu husus daha önce de belirttiğimiz ve bugün sürüp giden tek toplumsal farkın maddî zenginli­ğe dayanan fark olduğu hususuyla uyuşuyor. Yine öyle görü­nüyor ki malî güç bütün siyasete hâkim durumda ve ticarî re­kabet toplumlar arasındaki ilişkilerde önemli derecede etki­li olmaktadır; belki bu sadece bir görünüştür ve bunlar ger­çek nedenler olmaktan çok, basit eylem araçlarıdır; ama böy­le araçların seçimi, bu araçların kendisine uygun geldiği ça­ğın özelliğini de çok iyi yansıtmaktadır. Nitekim çağdaşları­mız, ekonomik koşulların tarihsel olayların neredeyse biricik etkeni olduğu inancını taşımakta ve bunun hep böyle olagel­diğini düşünmektedirler. Hatta bu anlamda her şeyi salt bu­nunla açıklamak isteyen ve “tarihsel materyalizm” diye an­lamlı bir adı olan bir kuram icat etmeye kadar gidilmiştir. Yi­ne burada, yukarıda değindiğimiz telkinlerden birinin etkisi­ni görmekteyiz: Bu telkinler etkilidir; çünkü genel zihniyetin eğilimlerine tekabül etmektedir. Bu telkinin sonucu ise, top­lumsal alanda meydana gelen hemen her şeyi sonuçta gerçek­ten ekonomik imkânların belirlemiş olmasıdır. Kuşkusuz kit­leler her zaman şu ya da bu tarzda güdülmüştür; ayrıca deni­lebilir ki onun tarihî rolü özellikle istenen yere sürüklenebi-

lir olmasıdır; çünkü o, sadece edilgen bir öğedir. Aristocu bir anlamda, sadece bir “madde”dir. Ama bugün, -bu kez keli­menin normal anlamında- kitleyi yönetmek için sadece mad­dî imkanlara sahip olmak yeterlidir; bu da çağımızın ne denli alçaldığını çok iyi göstermektedir. Aynı zamanda bugün kit­leler, başkaları tarafından yönetilmediklerine, kendiliğinden hareket ettiklerine ve kendi kendilerini yönettiklerine inan­dırılmaktadır. Buna inanmaları akılsızlıklarının nereye kadar varabileceğini göstermektedir.

Ekonomik etkenlerden söz etme noktasına gelmişken, bu konuda çok yaygın bir yanılsamayı belirtmek için bundan ya­rarlanacağız. Bu yanılsama ticarî mübadeleler alanında kuru­lan ilişkilerin bir yakınlaşmaya ve toplumlar arasında bir an­laşmaya vesile olabileceğini düşünmekten ibarettir. Oysaki gerçekte bu ilişkiler tam tersi bir sonuç doğurmaktadır. Da­ha önce de birçok kez söylediğimiz gibi, madde özü itibariyle çokluk ve bölünmedir; dolayısıyla kavga ve anlaşmazlık kay­nağıdır; ister toplumlar ister bireyler söz konusu olsun, eko­nomik alan sadece çıkar rekabetlerinin alanıdır ve ancak öy­le olabilir. Özellikle Batı, Doğu’yla bir anlaşma zemini bul­mak için, ne sanayie ne de onun ayrılmaz bir parçası olan mo­dern bilime güvenmelidir. Eğer Doğulular bu sanayii can sıkı­cı ve zaten geçici bir gereklilik olarak kabul edecek olurlarsa -çünkü onlar için sanayi daha fazla bir şey olamaz-, onu an­cak Batı istilâsına karşı direnmelerini ve kendi öz varlıkları­nı korumalarını sağlayan bir silah olarak kabul edeceklerdir. Bunun başka türlü olamayacağının bilinmesi çok önemlidir: Batı karşısında ekonomik bir rekabete girişmek zorunda ka­lan Doğulular, bu tür etkinliklere karşı duydukları tiksintiye rağmen, bunu ancak tek bir amaçla yapabilirler: Bu da sade-

ce kaba kuvvete, yani sanayinin kesinlikle emrine aldığı mad­dî güce dayanan yabancı egemenliğinden kurtulmak amacı için olabilir. Şiddet şiddeti doğurur; ama kabul etmek gere­kir ki, bu alanda kavgayı başlatacak olanlar kesinlikle Doğu­lular olmayacaktır.

Üstelik Doğu-Batı ilişkileri sorunu dışında, endüstriyel ge­lişmenin en önemli sonuçlarından birinin de savaş aletlerinin sürekli geliştirilip mükemmelleştirilmesi ve tahrip güçlerinin korkunç boyutlarda artması olduğunu saptamak çok kolaydır. Yalnızca bu bile, bazı modern “ilerleme” hayranlarının “ba­rışçı” hayallerini yok etmeye yeter; ama hayalciler ve “idea­listler” yola getirilemez; ayrıca onların saflıklarının bir sını­rı yok gibi görünmektedir. Şu sıralarda çok moda olan “insa- niyetçilik”/“hümanitarizm”[34] kesinlikle ciddiye alınmaya değ­mez; ama bu çağda savaşlara son vermekten bu kadar çok söz edilmesi çok garip! Çünkü bu çağda savaşlar, bu çağa gelince­ye kadar yaptıkları tahriplerden çok daha fazla tahriplere yol açmaktadır. Bunun nedeni de sadece tahrip araçlarının çok­luğu değil, ama aynı zamanda savaşların çok az sayıda ve yal­nızca mesleği askerlik olan ordular arasında olmayıp, bunun yerine, böyle bir görevi yerine getirmek için, en niteliksizler de dahil, tüm bireyleri ayrım gözetmeden birbirlerine saldırt- malarıdır. Yine burada modern kargaşanın çarpıcı bir örne­ğini görmekteyiz: “Silahlı ulus” düşüncesinin, çok az istisna­sıyla herkese benimsetebildiği, “kitleleri silah altına alma”nın ya da “genel bir seferberlik” ilanının çok doğal bir şey olarak kabul edilmesi noktasına varmış olmak, bu konuyu irdelemek

isteyen biri için inanılmaz bir şeydir. Burada da sadece sayıla­rın gücüne inanmanın bir sonucunu görebiliyoruz: Çok sayıda savaşçı kitlelerini harekete geçirmek, modern uygarlığın nice­liksel özelliğine uygundur; aynı zamanda “zorunlu eğitim” ve “kamu oylaması” kurumlarında olduğu gibi, burada da “eşit­likçilik” (egalitarism)* düşüncesi kendi çıkarını bulmaktadır. Şunu da ekleyelim, genelleştirilen bu savaşlar ancak özellik­le bir başka modern olguyla mümkün kılınmışlardır: Bu ol­gu da bir yandan feodal rejimin yıkılması, öte yandan Orta­çağ “Hıristiyanlık”ının üstün birliğinin aynı döneme rastlayan bozulması sonucu “uluslar”ın oluşumudur. Bizi çok uzaklara götürecek değerlendirmelerle oyalanmadan şunu da belirte­lim: Normal olarak etkili bir hakemlik icra edebilen manevî bir otoritenin tanınmaması tehlikeyi daha da artırıcı bir du­rumdur; çünkü manevî bir otorite, tabiatı gereği siyasal nite­likli bütün çatışmaların üstündedir. Manevî otoritenin inkarı yine pratik materyalizmdir. İlke olarak böyle bir otoriteyi ta­nıdıklarını iddia edenler bile aslında bu otoritenin gerçek et­kisini ve toplumsal alanda devreye girecek olan tüm gücünü inkâr ederler; tıpkı din ile günlük yaşamdaki bayağı uğraşla­rı arasına tam anlamıyla su geçirmez bir engel koydukları gi­bi. İster toplum hayatı, ister kişinin özel hayatı söz konusu ol­sun, her ikisinde de aynı kafa yapısı kendini göstermektedir.

Diyelim ki, maddî kalkınmanın bazı yararları var; nitekim çok İzafî bir görüş açısından öyledir; ama yukarıda değindi­ğimiz gibi, sonuçlar göz önüne alınınca zararlarının yanında bu yararların geride kalıp kalmadığı sorulabilir. Salt bu geliş­meye feda edilen ve son derece değerli olan şeylerden söz et­miyoruz; unutulmuş üstün bilgilerden, tahrip edilmiş entelek- tüaliteden, kaybolmuş maneviyattan da söz etmiyoruz. Sadece modern uygarlığı kendi içinde ele alıyoruz ve diyoruz ki, ya­rarlarıyla meydana getirdiği zararları yan yana konulursa, so­nuç çok olumsuz olacaktır. Günümüzde sürekli artan bir hız­la çoğalarak ilerleyen buluşlar çok tehlikelidir; çünkü bu bu­luşlar, gerçek mahiyeti kullananlarca bile hiç bilinmeyen güç­leri ortaya koymaktadır. Bu bilgisizlik, açıklayıcı değer bakı­mından, bilgi olarak, hatta sadece fiziksel alanla sınırlı bir bil­gi olarak, modern bilimin hiçliğinin en güzel kanıtıdır. Aynı zamanda pratik uygulamaların bu yüzden kesinlikle engellen­memesi gerçeği de göstermektedir ki, bu bilim sadece çıkar­cı bir yöne yöneltilmiştir ve bu bilimin bütün araştırmaları­nın tek gerçek amacı, sanayidir. Bu buluşların tehlikesi, hatta özellikle insanlığın zararına yönelik olmayan, bununla birlik­te kuşkulanılmayan karışıklıklar bir yana, yeryüzü çevresin­de pek çok felâkete neden olan buluşların tehlikesi ise; kuş­kusuz belirtilmesi güç oranlarda artacağı için, eğer hâlâ va­kit varken bu yolda durması mümkün olmazsa modern dün­yanın, belki de bu yüzden kendi kendini yıkacak bir noktaya varacağını düşünmek mümkündür.

Ama modern buluşlarla ilgili olarak, tehlikeli yönleri ne­deniyle zorunlu olan önlemleri almak yeterli değildir. Daha da ileri gitmek gerekir: Adına “ilerleme” demenin kararlaştırıldı­ğı ve sadece maddî bir gelişmenin söz konusu olduğunun be-

lirtilmesine özen gösterilirse, böyle denilmesine gerçekten rı­za gösterilebilecek şeyin sözümona “yararlan”, evet bu kadar övülen bu “yararlar” büyük ölçüde aldatıcı değil midir? Çağı­mızın insanları böylece “rahat”larının arttığını iddia ediyor­lar; biz kendi payımıza, bu şekilde edindikleri bir amacın, ger­çekten erişilmiş bir amaç da olsa, bunca çabayı ona harcamaya değmeyeceğini düşünüyoruz. Fakat üstelik bu amaca erişildiği hususu çok tartışma götürür gibi geliyor bize. Her şeyden ön­ce, tüm insanların aynı zevki ve aynı gereksinimleri duymadı­ğı gerçeğini ve her şeye rağmen modern telaştan, sürat çılgın­lığından kaçıp kurtulmak isteyen ve fakat bunu artık başara­mayan insanların da bulunduğu gerçeğini hesaba katmak ge­rekir. Acaba onlar için, mizaçlarına en çok ters düşen bir şeyi onlara benimsetmenin bir “lütuf” olduğunu cesaretle savuna­bilecek miyiz? Bu insanların bugün için çok az olduğunu söy­leyecekler ve böylece onları önemsiz bir miktar insan olarak görmeye başlayacaklardır. Siyasal alanda olduğu gibi, burada da çoğunluk kendinde azınlığı ezme hakkını görmektedir; ço­ğunluğun gözünde azınlığın var olmaya hakkı yoktur. Çünkü azınlığın varlığı bile tekbiçimciliğin (uniformite) eşitlikçi sap­lantısına ters düşmektedir. Ama Batı dünyasıyla yetinmek ye­rine, insanlığın bütünü göz önüne alınırsa, meselenin görünü­mü değişir: Az önceki çoğunluk, o zaman azınlığa dönüşmez mi? Onun için, bu durumda ileri sürülen aynı kanıt değildir. Bu kez garip bir çelişkiyle, bu “eşitlikçiler” kendi üstünlükleri adına kendi uygarlıklarını dünyanın geriye kalan kısmına be­nimsetmek istemektedirler. Ayrıca bu “üstünlük” sadece maddî açıdan olduğu için, en kaba vasıtalarla benimsetilmesi çok do­ğaldır. Nitekim bu konuda yanılgıya düşülmesin: Her ne kadar çoğunluk, bu “uygarlık” bahanelerini iyi niyetle kabul etse de, bazıları için bunlar basit bir “ahlâkçı” ikiyüzlülüktür; ele geçir-

me düşüncesinin ve ekonomik çıkarların sadece bir maskesi­dir. Çağımızda bunca insan, bir halkı köleleştirerek, en değer­li şeylerini, yani kendi öz uygarlığını elinden alarak başka bir ırka ait gelenek ve kurumlan benimsemeye onu mecbur ede­rek ve kendisine tamamen yararsız şeyleri ona kazandırmak için, onu en zahmetli işlere sokarak onu mutlu edebilecekle­rine inanmaktadırlar. Ne garip bir çağ; çünkü durum şöyle: Modern Batı, insanların daha az çalışmayı ve yaşamak için az şeyle yetinmeyi tercih etmelerini hoş karşılamıyor. Sadece ni­celik önemli olduğundan ve duyular alanına girmeyen zaten yok sayıldığından, hareket etmeyenlerin ve maddî olarak bir şeyler üretmeyenlerin ancak “tembel” olabileceği sanılmakta­dır; bu konuda, Doğu toplumları üzerine günümüzde yönel­tilen değerlendirmelerden söz etmesek bile, sadece tefekküre önem veren cemaatlerin, sözümona dinî çevrelerde bile nasıl yargılandığına dönüp bakmak gerekecektir. Böyle bir dünya­da, ne akla (intelligence) ne de salt içsel olan şeylere yer var­dır; çünkü bunlar öyle şeylerdir ki ne görülebilir, ne dokunu- labilir, ne sayılabilir, ne de tartılabilirler. Öyle bir dünyada, en anlamsız olanları da dahil, tüm biçimleriyle sadece zâhirî ey­leme yer vardır. Bu yüzden Anglo-Sakson “spor” düşkünlüğü­nün günden güne ilerlemesine şaşmamak gerekir: O dünyanın ideali, kas gücünü azamî derecede geliştiren “beşerî hayvan”dır (animal humain); onun kahramanları, hayvan gibi kaba olsalar da, atletlerdir; halkın coşkusunu onlar uyandırır; kalabalıklar onların başarılarına büyük ilgi duyarlar; bu tür şeylerin görül­düğü bir dünya, gerçekten çok alçalmıştır ve böyle bir dünya­nın sonu da çok yakın gibi görünmektedir.

Bununla birlikte, bir an için, tüm ideallerini maddî “hu­zur ”a bağlayan ve bu nedenle modern “ilerleme”nin hayat-

larına getirdiği bütün düzenlemelere çok sevinen insanların görüş açısına koyalım kendimizi: Aldatılmadıklarından emin olabilirler mi? Çok hızlı haberleşme araçlarına ya da bu tür­den daha başka şeylere sahip oldukları için ve hareketli ve da­ha karmaşık bir hayatları olduğu için, insanların bugün eski­sinden daha mutlu olduğu doğru mudur? Bize öyle geliyor ki durum bunun tamamen tersidir: Dengesizlik gerçek bir mutlu­luğun koşulu olamaz; nitekim bir insanın ihtiyaçları ne kadar çok olursa bazı şeylerden o kadar mahrum olacaktır, dolayı­sıyla o kadar da mutsuz olacaktır. Modern uygarlık sun’î ihti­yaçların çoğaltılmasını amaçlar. Daha önce yukarıda da söyle­diğimiz gibi, sürekli olarak doyurabileceğinden daha çok ihti­yaç yaratacaktır; çünkü insan bir kez bu yola kendini kaptırdı mı, artık o yolda durması çok güçtür ve hatta belirli bir nok­tada durması için hiçbir neden de yoktur, insanlar, asla düşün­medikleri ve hiçbir zaman akıllarına bile getirmedikleri bu tür şeyler yokken, bunlardan yoksun oldukları için hiçbir ıstırap duymazlardı. Şimdiyse, aksine bu şeyler onlarda eksik olursa zorunlu olarak acı çekmektedirler; çünkü onları zorunluymuş gibi görmeye alıştılar; böylece onlar, gerçekten kendilerine zo­runlu oldu. Bu yüzden bütün imkânlarıyla, kendilerine maddî doyumların tümünü sağlayacak şeyleri edinmeye çalışıyorlar; tatmin olabilecekleri tek doyum maddî doyumlardır: Sadece “para kazanmak” söz konusudur; çünkü eşya edinmek ancak parayla mümkündür. İnsan ne kadar çok paraya sahip olur­sa, o kadar çok eşya edinmek ister; çünkü durmadan kendine yeni ihtiyaçlar bulur. Böylece bu ihtiras bütün hayatın biricik gayesi olur. Bazı “evrimciler”in “hayat kavgası” veya “geçim derdi” adı altında bilimsel yasa saygınlığına yükselttikleri vah­şî rekabet buradan kaynaklanmaktadır. Bunun mantıkî sonu­cu ise, kelimenin en dar anlamıyla, sadece en kuvvetlilerin var

olmaya hak kazanmış olmalarıdır. Zengin olmayanların zen­ginlere karşı gıpta ve nefret etmelerinin temel nedeni de bu- dur. Kendilerine “eşitlikçi” kuramlar vaaz edilen insanlar na­sıl olur da kendilerinin en hassas oldukları konularda çevre­lerindeki eşitsizliği görüp isyan etmezler? Tabii ki isyan eder­ler; çünkü eşitsizlik en yoğun düzeydedir, had safhadadır. Eğer bir gün modern uygarlık, kitlelerde doğurduğu sınırsız istekle­rin baskısı altında çökmek zorunda kalırsa, bunun kendi temel günahının haklı bir cezası olduğunu; ya da hiçbir ahlâkî cüm­le ya da ifadeye başvurmadan söyleyecek olursak, bizzat etki­li olduğu alanda kendi hareketinin bir karşılığı olan “bir şok” olduğunu görmemek için insanın iyice kör olması gerekir. In­cil’de şöyle denilmektedir: “Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla öle­cek.” (Matta 26: 52) Maddenin kaba kuvvetlerini alabildiğin­ce serbest bırakıp ortaya süren kişi, aynı kaba kuvvetlerle ezi­lip gidecektir; çünkü onları tedbirsizce harekete geçirince ve ölümcül gidişlerinde onları kesinlikle zabt edemeyeceğini ile­ri sürünce, artık onlara hâkim olamayacaktır. Tabiatın güçleri ya da insan kitlelerinin güçleri ya da her ikisi birden, hiç öne­mi yok; hemen her zaman söz konusu olan maddenin yasala­rıdır. Bunlar, maddenin yasalarına hakim olabileceğini sanan kişiyi, daha o maddenin üstüne yükselmeden gözünün yaşına bakmadan mahveder. Yine Incil’de şöyle denir: “Kendi içinde bölünen ev, ayakta kalamaz.” (Matta 12: 25) Bu söz de, mad­dî uygarlığıyla tabiatı gereği her yerde sadece kavga ve bölün­meye yol açan modern dünyaya tam olarak uygun gelmekte­dir. Bundan şu sonucu çıkarmak çok kolaydır: Kısa sürede ger­çek bir değişime kadar gidecek köklü bir değişiklik olmadıkça, yanılma korkusu olmadan söyleyebiliriz ki bu dünyayı trajik bir sonun beklediğini şimdiden haber vermek için daha başka değerlendirmelere başvurmaya gerek yoktur.

Az önce yaptığımız gibi, modern uygarlığın maddeciliğin­den söz ederken, bu maddeciliği en azından biraz hafifletecek gibi görünen bazı öğeleri ihmal etmekle kimilerinin bizi suçla­yacağını biliyoruz. Gerçekten de, eğer o öğeler olmasaydı, bu uygarlık şimdiye çoktan acı bir şekilde batıp gitmişti. Demek ki hiçbir şekilde o tür öğelerin varlığına itiraz etmiyoruz; ama yine de bu konuda yanılgıya düşmemek gerekir, şöyle ki: Bir yandan, “idealizm” gibi etiketlerle ortaya çıkan, ayrıca çağdaş eğilimler içinde “ahlâkçılık” ve “duygusalcılık”tan başka bir şey olmayan öğeleri ona dahil etmek zorunda değiliz. Bu ko­nuda daha önce yeterince açıklamada bulunduk. Ancak şunu hatırlatacağız: Bizce bunlar, ister teorik ister pratik olsun, sa­dece maddeciliğin görüş açısı kadar “din dışı” olan görüş açı­larıdır ve gerçekte ondan görünüşte olduğundan çok daha az uzaklaşırlar; öte yandan, eğer hakikî maneviyatın hâlâ kalın­tıları varsa, bugüne kadar modern düşünceye rağmen ve ona karşı varlıklarını sürdürmüşlerdir. Tam anlamıyla Batı’ya ait öğelerle ilgili olarak, bu maneviyat kalıntılarını sadece dinsel alanda bulmak mümkündür; ama biz dinin bugün ne kadar daraltıldığını, bizzat inananların bile din hakkında ne kadar dar ve ne kadar zayıf bir anlayışa sahip olduklarını ve gerçek maneviyatla aynı şey demek olan entelektüalitenin ne dere­ce dinin dışında bırakıldığını daha önce söylemiştik. Bu ko­şullarda, hâlâ birtakım olanaklar varsa bile, bunlar belli be­lirsiz durumdadır ve şimdilik mevcut işlevleri çok aza indir­genmiştir. Bununla birlikte, kendisini boğmak ve imha etmek için yüzyıllardır girişilen tüm çabalara rağmen yine de sürüp giden dinî bir geleneğin, bir tür gizil güç içinde ortadan kalk­mış da olsa, hâlâ canlılığını sürdürmüş olmasına hayran ol­mak gerekir. Eğer bu konu üzerinde düşünülseydi, bu direniş­te “gayri beşerî” (non humain) bir güç içeren bir şey olduğu

görülürdü; ama bir kez daha söyleyelim, bu gelenek modern bir dünyaya ait değildir ve onun kurucu öğelerinden biri de değildir; hatta onun eğilimlerinin ve özlemlerinin karşıtıdır. Bunu açıkça söylemek ve boşuna uzlaşmalar aramamak gere­kir: Sözcüğün gerçek anlamıyla, dinî düşünceyle modern dü­şünce arasında, ancak çatışma ve uyuşmazlık vardır; her tür gizli anlaşma bunlardan ilkini, yani dinî düşünceyi sadece za­yıflatır; ikincisineyse sadece kazanç sağlayabilir. Modern dü­şüncenin, dinî düşünce için beslediği düşmanlık ortadan kalk­mayacaktır; çünkü o, insanlığın içinde, insanlığın fevkinde bir gerçeklik yansıtan her şeyin tamamen yıkımını istemektedir.

Modern Batı’nın Hıristiyan olduğu söyleniyor, ama bu bir hatadır: Modern düşünce Hıristiyanlığa karşıdır (anlich- retien)-, çünkü öz itibariyle din karşıtıdır (antireligieux). Evet, dine karşıdır; çünkü daha genel bir deyişle, geleneğe karşıdır (antitraditionnel). Onun temel özelliğini oluşturan ve bugün neyse o olmasını sağlayan da budur. Kuşkusuz Hıristiyanlığın bazı yanları çağımızın Hıristiyanlık karşıtı uygarlığı içine ka­dar geçmiştir; kendi dillerinde dedikleri gibi, bu uygarlığın en “ileri” temsilcileri de, iradeleri dışında belki de bilinçsizce, en azından dolaylı olarak belli bir Hıristiyanlık etkisine maruz kalmış ve hâlâ kalmaktadır. Durum böyledir; çünkü geçmişle olan bağı koparmak, ne denli radikal olursa olsun, hiçbir za­man bütünüyle mümkün olmaz; tıpkı geçmişin devamını ön­leyemeyeceği gibi. Hatta daha da ileri giderek, modern dün­yada değerli olabilecek ne varsa, hepsinin Hıristiyanlıktan gel­diğini ya da en azından daha önceki geleneklerin mirasını be­raberinde taşıyan, Batı’nın durumu imkân verdikçe o mirası canlı tutan ve kendi içinde her zaman gizli imkanlar taşıyan Hıristiyanlık aracılığıyla girdiğini söyleyeceğiz. Ama bugün kendilerinin Hıristiyan olduğunu iddia edenler arasında bi-

le, kim hâlâ bu imkânların gerçek bilincindedir? Katoliklik’te bile, zâhiren öğrettikleri öğretinin derin anlamını kavrayan, az ya da çok yüzeysel bir tarzda “inanmak”la tatmin olmayan ve akıldan çok gönülle inanan, ama kendilerinin diye benim­sedikleri dinî geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” insanlar nerede? Biz en azından böyle birkaç kişinin mevcut olduğu­na dair bir kanıt görmek isteriz; çünkü bu, Batı için en büyük ve belki de tek kurtuluş umududur. Ama bugüne kadar böyle hiçbir kimseye rastlamadığımızı itiraf etmek zorundayız. Bazı Doğu bilgeleri gibi, hemen hemen erişilmez münzevî bir yerde gizlendiklerini mi farz edeceğiz; yoksa bu son umuttan da ke­sinlikle vaz mı geçeceğiz? Batı Ortaçağ’da Hıristiyan’dı, ama artık değil; tekrar Hıristiyan olabileceği söylenirse, hiç kim­se öyle olmasını ve onun çevremizde gördüklerimizin düşün­dürdüklerinden daha yakın bir zamanda meydana gelmesini bizden daha çok dileyemez; ama burada da yanılmayalım: O gün gelse, modern dünya ayakta kalır.

* * *

SEKİZİNCİ BÖLÜM

BATI İSTİLÂSI

D

aha önce de söylediğimiz gibi, modern kargaşa ilk ön­ce Batı’da başlamıştır. Bu kargaşa şu son yıllara kadar, çok sınırlı yerel bir olay olarak orada kalmıştır; ama şimdi cid­diyeti gizlenmemesi gereken bir durum ortaya çıkmıştır: Bu kargaşa her yere yayılıyor ve Doğu’ya da hâkim olacağa ben­ziyor. Kuşkusuz Batı istilâsı yepyeni bir şey değildir; ama şim­diye kadar öteki toplumlar üzerinde kurduğu ve etkileri siya­sal ve ekonomik alanlarda sınırlı kalan az çok kaba bir ege­menlikle yetiniyordu. Çok çeşitli şekillere bürünen bir propa­gandanın tüm çabalarına rağmen, bütün bu sapıklıklara Do­ğu ruhu kapalıydı; ayrıca eski geleneksel uygarlıklar da bo­zulmadan varlıklarını sürdürüp gidiyorlardı. Bugünse, aksine az çok tamamen “Batılılaşmış”, modern düşüncenin yanılgı­larını benimsemek için kendi geleneklerini terk etmiş Doğu­lular var. Avrupa ve Amerikan üniversitelerinin eğitimi saye­sinde doğru yolundan sapmış bu kimseler, bizzat kendi ülke-

lerinde bir karışıklık ve huzursuzluk nedeni olmuştur. Zaten, en azından şimdilik, bu konuya aşırı bir önem vermek uygun olmaz: Batı’da, genellikle sayıca az, fakat gürültücü kişilerin şimdiki Doğu’yu temsil ettikleri sanılıyor; oysa gerçekte et­kileri ne çok yaygın, ne de çok derindir. Bu yanılgı kolayca açıklanabilir; çünkü, kesinlikle kendisini tanıtmaya çalışma­yan gerçek Doğulular bilinmiyor. Dışarıda görünenler, konu­şanlar, yazanlar ve her şekle bürünüp şuraya buraya gidip ge­lenler, deyim yerindeyse, sadece “modernistler”dir. Bununla birlikte, gelenek karşıtı (antitraditionnel) akımın ilerleyebile­ceği de doğrudur; öyleyse, en elverişsizleri de dahil, tüm ola­sılıkları göz önünde bulundurmak gerekir. Şimdilik gelenek­sel düşünce bir bakıma kendi içine kapanmış durumda; bu dü­şüncenin eksiksiz olarak korunduğu merkezler ise, giderek ka­palı ve girilmesi güç merkezler olmaktadır. Kargaşanın böy­le genelleşip yayılması, Kali-Yuga’nın son safhasında cereyan etmesi gereken olaylara tamamen uymaktadır.

Çok açıkça bildirelim: Modern düşünce tamamen Batı’ya ait bir şey olduğundan, ondan etkilenenler doğuştan Doğu­lu olsalar bile, zihniyet bakımından Batılı sayılmalıdır; çün­kü Doğu kaynaklı her düşünce, onlara yabancıdır. Gelenek­sel öğretilere düşman olmalarının tek mazereti de bu öğretiler konusundaki bilgisizlikleridir. Oldukça tuhaf ve hatta çelişki­li gibi görünebilen husus ise, aynı insanların entelektüel açı­dan “Batıcıhk”ın (occidentalisme) yandaşları ya da daha doğ­ru bir ifadeyle gerçek entelektüalite düşmanları oldukları hâl­de, siyasal alanda Batı’nın basımları gibi görünmeleridir; fakat aslında bunda şaşılacak bir şey yoktur. Doğu’da çeşitli “ulus­çuluk” (nationalisme) hareketleri kurmaya çalışanlar da yine onlardır; ve her “milliyetçilik” hareketi, geleneksel düşünce

yapısına zorunlu olarak karşıttır. Eğer onlar yabancı egemen­liğine karşı koymak isterlerse, tıpkı çeşitli Batı toplumlarmın kendi aralarında savaştıkları tarzda, bu işi de aynen o şekilde yine Batı’nın yöntemleriyle yaparlar. Belki onların varlık ne­denlerini oluşturan da budur. Gerçekten olaylar benzeri yön­temlerin kullanılmasının kaçınılmaz olduğu bir noktaya gel­mişse, onların kullanılması, ancak gelenekle tüm bağlarını ko­parmış insanların işi olabilir. Bu kimselerin bir süre geçici ola­rak kullanılmaları ve daha sonra, bizzat Batıklar da dahil ol­mak üzere, saf dışı edilmeleri mümkündür. Zaten Batıkların yaydığı fikirlerin kendi aleyklerine dönmesi son derece man­tıklıdır; çünkü bu fikirler, sadece bölünme ve felâket faktörle­ri olmaktadır. İşte modern uygarlık, şöyle ya da böyle bunlar­la yok olacaktır. Bunun, Batıklar arasındaki anlaşmazlıkların, milletler ya da toplumsal sınıflar arasındaki anlaşmazlıkların etkisiyle mi yoksa bazılarının iddia ettiği gibi, "Batıklaştırıl­mış” Doğuluların saldırılarıyla mı veyahut da “bilimin ilerle- mesi”nin neden olacağı büyük bir felâketten sonra mı olacağı hiç önemli değildir. Hangisi olursa olsun, her durumda, Batı sadece kendi hatası ve bizzat kendisinden kaynaklanan şeyler yüzünden büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır.

Sorulan tek soru ise şudur: Doğu, modern düşünce yüzün­den geçici ve yüzeysel bir bunalıma mı düşecek; yoksa Batı, kendisi düşerken tüm insanlığı da beraberinde mi sürükleye­cek? Bu sorulara kesin gözlemlere dayalı bir cevap getirmek şimdilik zordur. Bugün Doğu’da birbirine zıt iki düşünce var­dır. Geleneğe bağlı ve basımlarınca değeri bilinmeyip hor gö­rülen manevî güç, işlevini iyi sürdürdüğü zaman maddî güce galip gelebilir ve ışığın koyu karanlığı dağıttığı gibi, onu orta­dan kaldırabilir. Manevî gücün er ya da geç, maddî güce zo-

runlu olarak galip geleceğini de söyleyebiliriz; ama bu sonu­ca ulaşmadan önce karanlık bir dönemin geçirilmesi de müm­kündür. Geleneksel ruh ölmez! Çünkü o, özü itibariyle ölü­mün ve değişimin üstündedir; ama dış dünyadan tamamen el ayak çekebilir, ki o zaman da gerçekten “dünyanın sonu” ola­caktır. Bütün bu söylediklerimize göre, nispeten pek uzak ol­mayan bir gelecekte bu olasılığın gerçekleşmesinde inanılma­yacak hiçbir şey yoktur; Batı’dan çıkıp şimdi Doğu’yu kap­layan kargaşada, bu “sonun başlangıcı”nı görebiliriz. Bu da, Hint geleneğine göre, yeni dünyanın seherinde hiç dokunul­mamış bir hâlde, yeniden görülmesi için kutsal öğretinin bir sedef kabuğuna tamamen gizleneceği anı müjdeleyen işarettir.

Ama beklentileri bir yana bırakıp bir kez daha güncel olay­lara bakalım: Batı’nın her yeri istilâ ettiği kuşku götürmez bir gerçektir; onun etkisi önce elinin hemen erişebildiği maddî alanda olmuştur. Bunu da kâh zorla ele geçirerek kâh ticaret yoluyla ya da tüm toplumların doğal kaynaklarını kendi teke­line alarak başarmıştır. Ama şimdi bu durumlar daha da ileri noktalara ulaşmaktadır. Tamamen kendilerine özgü olan ken­di dinlerini başkalarına kabul ettirme çabası (proselytisme) ge­reksinimiyle sürekli harekete geçen Batıklar, gelenek karşıtı (antitraditionnel) ve maddeci düşüncelerini başkalarına da ka­bul ettirmeyi belli bir ölçüde başarmışlardır. İlk istilâ hareke­ti, sadece bedenlere ulaşırken; bu hareket akılları (intelligen- ce) zehirlemekte ve maneviyatı öldürmektedir. Nitekim, biri diğerini hazırlamış ve onu mümkün kılmıştır; öyle ki Batı her yerde kendini kabul ettirmeyi, ancak kaba kuvvetle başarabil­miştir. Zaten başka türlüsü de olamazdı: Çünkü, Batı uygarlı­ğının tek gerçek üstünlüğü sadece maddî alandadır; öteki bü­tün görüş açılarından ise, çok aşağıdadır. Batı istilâsı bütün bi-

çimleriyle materyalizmin/maddeciliğin istilâsı demektir; zaten başka türlüsü de olamaz. Batı’nın tüm ikiyüzlü kılık değiştir­meleri, tüm “ahlâkçı” (moraliste) bahaneleri, tüm “insaniyet- çi” (humanitaire) tumturaklı sözleri; yıkım amacına daha iyi ulaşabilmek için, fırsat düştüğünde sinsice sokulmasını bilen propagandasının tüm hileleri, bu gerçeğe karşı hiçbir şey ya­pamaz. Bu gerçek sadece aptallarca veya kelimenin tam anla­mıyla gerçekten “şeytanî” olan bu işten bir çıkar sağlamak is- teyenlerce ancak inkâr edilebilir.[35]

Şu tuhaf şeye bakın! Kimileri, sözümona kendilerini çok korkutan bir tehlike olarak Doğu düşüncelerinin Batı’ya sız­dığını ilan etmek için, Batı’nın her yeri istilâ ettiği şu anı seçi­yorlar. Bu yeni sapkınlık da neyin nesi yine? Biz genel değer­lendirmelerle yetinme arzumuza rağmen, Sayın Henri Mas- sis’in geçenlerde yayınladığı Defense de l’Occident adlı eseri hakkında en azından birkaç kelime söylemeden geçemeyece­ğiz; eser, bu kafa yapısını en tipik biçimde açığa vuran örnek­lerden biridir. Bu kitap karışıklıklarla ve hatta çelişkilerle do­ludur; ayrıca kitap, modern kargaşaya karşı tepki göstermek isteyenlerin pek çoğunun, bu işi gerçekten etkili biçimde yap­makta ne kadar beceriksiz olduklarını bir kez daha göstermek­tedir; çünkü neye karşı mücadele etmeleri gerektiğini bile bil­memektedirler. Yazar, bazen gerçek Doğu’ya saldırmak istedi­ğini kabul etmiyor; ama eğer o “sözde Doğulu” fantezilerin,

yani aldatıcı etiketler altında yayılan ve aslında güncel denge­sizliğin çok sayıdaki ürünlerinden sadece biri olan, tamamen Batılı kuramların eleştirisiyle yetinmiş olsaydı, onu tamamen onaylardık; çünkü ondan çok önce bu tür şeylerin entelektü­el açıdan yararsız olduklarını, aynı zamanda gerçek tehlike­lerini de bizzat biz belirtmiştik. Fakat maalesef yazar, bunlar­dan daha fazla değeri olmayan kavramları Doğu’ya mal etme gereksinimi duyuyor: Bunu yaparken de az çok “resmî” bir­takım Doğubilimcilerinden alıntıladığı metinlere dayanıyor. Oysa, bu metinlerde Doğu öğretileri, her zaman yaptıkları gi­bi alay konusu edilecek kadar saptırılmıştır. Bir başkası Hıris­tiyanlık konusunda aynı yöntemi kullansaydı ve Hıristiyanlığı üniversitelerde yapılan “aşırı eleştiri” çalışmalarına göre yar­gılamak isteseydi, acaba yazar ne derdi? Hint ve Çin öğreti­leri için de yaptığı tamamen aynıdır: Bunu yaparken de öyle tehlikeli bir şartla yapıyor ki, tanıklığına başvurduğu Batıhlar bu öğretiler hakkında doğrudan en ufak bir bilgiye bile sahip değildir. Oysa Hıristiyanlıkla uğraşan Doğulu meslektaşları, dinî olan her şeye karşı düşmanlıkları Hıristiyanlığı gerçek­ten anlamalarına engel olsa bile, en azından bir ölçüye kadar onu tanımak zorundadır. Nitekim şu ya da bu Doğubilimci- nin açıklamalarının bilinçli ve kasıtlı bir yandaşlıktan değil de, saf ve basit bir anlayışsızlıktan ileri geldiğini Doğululara kabul ettirmekte bazen çok güçlük çektiğimizi de bu münase­betle söylemek zorundayız. O açıklamalarda, gelenek karşıtı (antitraditionnel) anlayışa bağlı olan düşmanlık o kadar çok hissedilmektedir. Sayın Massis, bizzat kendi ülkesinde gelene­ği yeniden diriltmek isterken, ne hakla başka ülkelerdeki ge­leneğe saldırıyor? Bu konuda kendini, yetkili sanıp sanmadı­ğını doğrusu sormak isteriz. Yetkiden söz ediyoruz; çünkü as­lında tüm tartışmayı kendisi siyasal bir zemine kaydırıyor. Biz

ise, tamamen başka bir görüş açısına, yani entelektüalite gö­rüş açısına sahip olduğumuzdan, bizim için gündemdeki tek sorun, hakikat sorunudur. Ama bu görüş açısı kuşkusuz pole- mikçilerin tatmin olamayacakları kadar saf, yüce ve sakindir. Biz, polemikçi olarak, onların zihinlerinde hakikat kaygısının büyük bir yer tutabileceğinden kuşkuluyuz.[36]

Sayın Massis “Doğulu propagandacılar” dediği kişileri suçlamaktadır; aslında bu çelişki içermektedir, çünkü; sık sık belirttiğimiz gibi, propaganda düşüncesi tamamen Batı’ya öz­gü bir şeydir. Yalnız bu bile, şimdiden o konuda bir yanılma olduğunu açıkça gösteriyor. Oysa kastedilen propagandacılar arasında, ilkini katıksız Batıkların oluşturduğu iki grup göre­biliyoruz; Doğu’ya ait meseleler hakkında çok kötü bir bilgi­sizlik göstergesi olmasaydı, Almanların ve Rusların Doğu dü­şüncesinin temsilcileri arasında gösterildiğini görmek çok gü­lünç olurdu. Yazar onlar hakkında, bazıları çok doğru olan gözlemler yapıyor, ama onların gerçekte ne olduklarını niçin açıkça belirtmiyor? Bu ilk gruba Anglosakson “teosofistler”i- ni ve aynı türden başka mezheplerin kurucularını dahil ede­ceğiz. Bunların kullandığı Doğu’ya ait terminolojiyse, sadece saf ve bilgisiz insanları aldatmayı amaçlayan ve modern Ba-

tı için çok kıymetli olduğu kadar Doğu için yabancı fikirleri içeren bir maskeden ibarettir; bunlar basit filozoflardan da­ha tehlikelidir; çünkü; pek fazla bir birikime sahip olmadık­ları hâlde “maneviyat” (esoterisme) iddialarında bulunuyor­lar, fakat aslında “dindışı” nazariyelerin dışında daha başka tutarlı bir şeyler arayan ve fakat güncel kargaşa içinde nereye başvuracaklarını bilemeyen insanları kendilerine çekmek için “maneviyat”la {esoterisme) ilgileniyormuş gibi görünüyorlar. Massis’in onlardan hemen hemen hiç söz etmemesine biraz şaşırıyoruz, ikinci gruptaysa, yukarıda sözünü ettiğimiz Batı­lılaşmış Doğululardan birkaçını görmekteyiz. Bunlar da ger­çek Doğu düşüncelerinden birinci gruptakiler kadar haber­siz olduklarından, öyle bir niyetleri olduğunu farz etsek bi­le, Doğu düşüncelerini Batı’da yaymaktan tamamen âcizdir­ler. Üstelik önerdikleri amaç buna gerçekten aykırıdır; çünkü onların amaçları, aynı düşünceleri Doğu’da bile yok etmek­tir; aynı zamanda kendilerine Avrupa’da ve Amerika’da öğre­tilen kuramlara uygun biçimde modernleşmiş Doğularını Ba­tıklara sunmaktır. Tüm Batı propagandaları içinde en uğur­suz olan, doğrudan doğruya akla saldıran propagandanın ger­çek ajanları olan bu kişiler, sadece bir yansıması oldukları Batı için değil de asıl Doğu için bir tehlikedir. Gerçek Doğululara gelince, sayın Massis birinden bile söz etmemektedir; kuşku­suz söz etmesi çok zor olurdu; çünkü hiçbirini tanımıyor. Ba- tılılaşmamış tek bir Doğulu ismi zikretmekte karşılaştığı güç­lük onu biraz düşünceye sevk etmeliydi ve “Doğulu propagan­dacılar” diye bir şeyin mevcut olmadığını ona anlatmalıydı.

Bununla beraber, çoğu kez yapmadığımız bir şeyi yapmak, yani kendimizden söz etmek durumuna düşüyoruz; ama şu­nu kesinlikle belirtmeliyiz ki, bildiğimiz kadarıyla, bizden baş-

ka, Doğu düşüncelerini Batı’da gerçek ve aslına uygun olarak yaymış olan hiç kimse yoktur. Biz bunu yaparken de, şartlar gerektirdiğinde, her Doğulunun yapacağı gibi yaptık; yani en küçük bir “propaganda” ya da “avamîleştirme” (yulgarisati- on), yani halkın anlayacağı bir düzeye indirme niyeti taşımak­sızın, bu öğretileri halkın anlayacağı bir düzeye indirmek ba­hanesiyle bozmaya meydan vermeksizin, sadece öğretileri ol­duğu gibi anlayabilenler için, her zaman tam olarak anlattık. Batı entelektüalitesinin düşüşüne rağmen, durumu anlayanla­rın, gerçekten sadece küçük bir azınlık olsalar da, tahmin et­tiğimiz kadar az olmadıklarını da sözümüze ekleyelim. Böyle bir girişim kuşkusuz Sayın Massis’in tasarladığı propaganda­lar cinsinden değildir; kitabının siyasal özelliği böyle bir ifa­deye olanak verse de, durumun gereği olarak öyle söylemeye cesaret edemiyoruz. Mümkün olduğu kadar iyi niyetle söyle­yelim, yazar onları hayal ediyor; çünkü, Batı uygarlığının az ya da çok yakın bir gelecekte yok olacağı önsezisinin kendisin­de doğurduğu korkuyla kafası allak bullak olmuş. Ayrıca mo­dern dünyanın bazı yönleri konusunda bazen tam bir ciddiyet gösterdiği hâlde, modern dünyayı yıkıma götürebilecek ger­çek nedenlerin nerede bulunduğunu açıkça görmemiş olma­ması da esef vericidir. Tezinin sürekli kararsızlığına sebep bu- dur: Bir yandan, çarpışmak zorunda olduğu basımların kimler olduğunu tam olarak bilmemekte; öte yandan, savunduğu “ge­lenekçilik” (traditionalisme) kendisini, geleneğin bizzat özünü oluşturan şeylerden bile tamamen habersiz bırakmaktadır; ve gelenekçiliği ona en uzak bir alandaki bir tür siyasal, dinî “tu- tuculuk”la (conservatisme) açıkça karıştırmaktadır.

Sayın Massis’in korkudan aklının allak bullak olduğunu söylüyoruz; bunun en güzel kanıtı, sözde “Doğulu propagan-

dacılar”ına isnad ettiği tuhaf ve hatta akıl almaz §u tutumdur: Bu “Doğulu propagandacılar”, Batı’ya karşı şiddetli bir kin duymaktadırlar; Batı’ya zarar vermek için kendi öğretilerini ona iletmeye, yani en değerli şeylerini, bir bakıma düşünce­lerinin özünü oluşturan şeyi ona bağışlamaya çalışmaktadır­lar! Böyle bir varsayımda çelişki içeren her şeyin önünde, in­san bir şaşkınlık hissi duymaya engel olamıyor: Güçlükle ta­sarlanan tez bir anda yok oluveriyor; fakat öyle görünüyor ki yazar bunun farkına bile varmıyor; çünkü böyle bir garipli­ğin bilincinde olduğunu ve bunu okuyucularına kabul ettir­mek için onların saflığına, yani onların ileriyi iyi göremeyişle- rine güvendiğini düşünmek istemiyoruz. Eğer Batı’dan o ka­dar çok nefret eden insan varsa, bunların yapmaları gereken ilk şeyin kendi öğretilerini kendilerine kıskançça saklamak ve tüm çabalarının Batıkların ona dokunmamasını sağlamak ola­cağını anlamak için çok uzunca ve derince düşünmeye gerek yoktur. Nitekim bu konuda Doğulular bazen gereğinden çok fazla eleştirilmiştir. Oysa gerçek oldukça farklıdır: Geleneksel öğretilerin asıl temsilcileri hiç kimseye karşı kin duymaz. İh­tiyatlı olmalarının tek bir nedeni vardır: o da bazı hakikatle­ri, onları anlamaktan aciz olanlara açıklamanın tamamen ya­rarsız olduğu kanısında olmalarıdır. Ama onlar, kökenleri ne olursa olsun, gerekli “nitelikler ”e sahip olanlara bu hakikat­leri bildirmeyi asla reddetmemişlerdir. Gerekli niteliklere sa­hip bu insanlar arasında çok az Batılı varsa, bu onların mı ha­tasıdır? Öte yandan, onlara uzun bir süre ilgisizlikle baktık­tan sonra, eğer Doğu halk kitleleri sonunda Batıklara gerçek­ten düşman olmuşsa, bunun sorumlusu kimdir? Tamamen en­telektüel tefekküre dalmış, dış etkinliklerden kesinlikle uzak duran bu elit mi bunun sorumlusu? Yoksa daha ziyade, var­lıklarını çekilmez ve dayanılmaz kılmak için gereken her şe-

yi yapan bizzat Batıklar değil mi? Kim olursa olsun, herhangi bir kimsenin bu soruya hemen cevap verebilmesi için, soru­nun bu şekilde sorulmuş olması yeterlidir. Bugüne kadar ina­nılmaz bir sabır gösteren Doğulular, diyelim ki nihayet kendi ülkelerinde efendi olmak istiyorlar. Bundan dolayı onları kı­namayı, eleştirmeyi kim düşünebilir? Bazı tutkular işe karıştı­ğı zaman, aynı şeylerin şartlara göre çok değişik, hatta tama­men çelişkili biçimlerde değerlendirilmiş olabileceği doğru­dur: Örneğin, bir yabancı istilâsına karşı gösterilen direnç bir Batı toplumunun vakıası olduğu zaman, bu bir “yurtseverlik” (patriotisme) olarak nitelendirilir ve tüm övgülere layık olur; aynı şey bir Doğu toplumunun vakıası olduğu zaman ise, bu bir “bağnazlık” (fanatizme) ya da “yabancı düşmanlığı” (xe- nophobie) olarak nitelendirilir ve sadece kin veya horgörüye layık olur. Zaten Avrupahlar, egemenliklerini her yere zorla kabul ettirmeyi, kendilerinin yaşadığı ve düşündüğü biçimin dışında yaşamayı ve düşünmeyi her insana yasaklamayı “hu­kuk”, “özgürlük”, “adalet” ve “medeniyet” adına yaptıklarını iddia etmiyorlar mı? Ender oldukları oranda şerefli olan istis­nalar dışında, Batı’da artık birbirleriyle oldukça ilgisiz sade­ce iki tür insan bulunduğu sonucuna, tıpkı bizim gibi varma­dıkça, “ahlâkçılık”ın (moralisme) gerçekten harika bir şey ol­duğu kabul edilecektir. Bu iki türden birincisi, büyük sözlere kendini kaptıran ve içine gömüldükleri maddeci vahşetin bi­rer unsuru olduklarından habersiz oldukları hâlde, kendileri­nin bir “medenileştirme misyonu” olduğuna inanan aptallar­dır; İkincisiyse, zorbalık ve açgözlülük içgüdülerinin tatmini için bu ruh hâlini sömüren kurnazlardır. Her hâlükârda ke­sin olan, Doğuluların kimseyi tehdit etmedikleri ve hiçbir şe­kilde Batı’yı istilâ etmeyi düşünmedikleridir. Çünkü şu anda, onların kafalarının içine bile nüfûz edecek kadar kendilerini

tehdit eden Avrupa zulmüne karşı kendilerini savunmak için yapacakları çok iş vardır. Saldırganların kendilerine kurban süsü vermeleri ise, en azından tuhaftır.

Bu açıklama zorunluydu; çünkü söylenmesi gereken bazı şeyler var. Ama “Batı’yı savunanlar”ın tezleri gerçekten çok zayıf ve tutarsız olduğu için, bu konu üzerinde çok fazla dur­duğumuza üzülüyoruz. Üstelik Sayın Henri Massis’i zikret­mek için, kişiliklerle ilgili her zaman gözettiğimiz ihtiyatı bir an için elden bırakmışsak, bunun nedeni, modern dünyanın durumu hakkında, bu çalışmamızda göz önünde bulundurma­mız gereken çağdaş zihniyetin bir bölümünü ayrıntılı olarak özellikle onun temsil etmiş olmasıdır. Dar bir şekilde sınırlan­dırılmış, anlaşılmaz ve belki de oldukça yapmacık olan bu dü­şük nitelikli “gelenekçilik”, pek çok önyargısını paylaştığı bir düşünce biçimiyle nasıl olur da gerçekten etkin bir biçimde çatışabilir? Bu, her iki yönden de, gerçek ilkeler konusunda tam bir bilgisizliktir; belli bir ufku aşan her şeyi inkâr etme­de tutulan tam bir yan tutmadır; farklı uygarlıkların varlığını anlama hususunda tam bir yeteneksizliktir; Yunan-Latin kla- sisizmine körü körüne bağlılıktır. Bizce bu yetersiz tepkinin, çağdaşlarımızın bazılarında şimdiki durumun doğurduğu belli bir rahatsızlığı göstermekten başka bir yararı yoktur. Nitekim, aynı rahatsızlığın başka belirtileri de vardır; eğer bu belirtiler iyi yönlendirilseydi, daha ileri gitmeye elverişli olabilirlerdi; ama şimdilik, bütün bunlar çok karmaşıktır ve bunlardan na­sıl bir sonuç çıkacağını söylemek henüz çok güçtür. Yine de bu konuda yapılacak birkaç tahmin belki de büsbütün yarar­sız değildir. Ayrıca, güncel dünyanın kaderiyle sıkı sıkıya bağlı olduğu için, aynı zamanda bu tahminler bu kitabın sonuç bö­lümünü oluşturacaktır. Normal yollarla kanıtlanması olanak-

sız olan değerlendirmeleri ihtiyatsızca geliştirerek, “din dışı” bilgisizliğe kolayca sataşma fırsatı vermeksizin, mümkün ol­duğu ölçüde bazı sonuçlar çıkaracağız. Biz ayrım gözetmeden her şeyin ulu orta her yerde söylenebileceğini düşünenlerden değiliz; en azından uygulama noktasına geçmek için saf öğre­tiden dışarı çıkıldığı zaman. O zaman zorunlu olan bazı ön­lemler ve kesinlikle yerinde sorulması gereken birtakım so­rular vardır; ama bu meşru ve hatta zarurî ihtiyat kayıtları­nın, bir Hint deyimiyle “ipi yılan sanan” bir insanınkine ben­zer bir bilgisizliğin sonucu olan, birtakım çocuksu korkularla hiçbir ortak yanı yoktur. İstensin veya istenmesin, söylenmesi gereken şey, şartlar elverdiği ölçüde söylenecektir. Ne şunların çıkarcı çabaları, ne bunların bilinçsiz düşmanlığı bunun böy­le olmasını engelleyecektir; diğer taraftan, aynı şekilde mo­dern dünyanın heyecanlı, telaşlı ivediliğiyle sürüklenen ve bir anda her şeyi bilmek isteyen kişilerin sabırsızlığı, sadece bazı şeylerin dışarıda vaktinden önce daha erken bilinmesini sağ­layacaktır. Ama en azından, bu kişiler olayların hızlı seyrinin kendilerine kuşkusuz oldukça kısa süreli bir tatmin vereceği­ni düşünerek teselli bulabileceklerdir; keşke o zaman, gerçek sağduyudan daha ziyade bir coşkuyla çok sıkça araştırdıkları bir bilgiyi almaya yeteri kadar hazırlanmamış olduklarından dolayı pişmanlık duymasalar!

* * *

DOKUZUNCU BÖLÜM

BAZI SONUÇLAR

B

iz bu kitabımızda, geleneksel verileri uygulamanın, şu anda ortaya çıkan sorunların en dolaysız biçimde çö­zümlenmesine, yeryüzü insanlığının şimdiki durumunun açık­lanmasına, aynı zamanda modern uygarlığı tam olarak mey­dana getiren tüm öğelerin uzlaşımcı kurallara veya duygusal tercihlere göre değil de, hakikate göre yargılanmasına nasıl olanak verdiğini özellikle göstermek istedik. Zaten konuyu enine boyuna ele alıp irdelediğimiz, tüm ayrıntılarına varın­caya kadar incelediğimiz ya da hiçbirini ihmal etmeden bü­tün boyutlarını eksiksiz geliştirdiğimiz iddiasında bulunma­dık. Üstelik sürekli olarak esinlendiğimiz ilkeler bizi, “din dı­şı” bilgi görüşleri gibi tahlilî (analytique) görüşleri değil de, özü itibariyle terkibî (synthetique) görüşleri savunmaya mec­bur ediyor. Ama bu görüşler, kesinlikle terkibî olduklarından, gerçek bir açıklama yönünde, gerçekte basit tasvirî bir değe­re sahip olan herhangi bir tahlilden (analizden) çok daha ile-

riye gitmektedir. Her hâlükârda, şu ana kadar açıkladıkları­mızla, anlayışlı kişilerin kendiliklerinden, en azından konu­nun içeriğini oluşturan sonuçların bir bölümünü çıkarmala­rına olanak verecek kadar, yeterince söz söylediğimizi düşü­nüyoruz. Ayrıca bu kişiler, bu çalışmanın kendileri için, dü­şünceye ve derin tefekküre hiçbir yer bırakmayan bir okuma­dan daha başka biçimde yararlı olacağına inanmalıdırlar. Biz ise aksine onlara, bir yığın boş ve anlamsız kişisel düşüncele­rin üzerine çıkmaları için uygun bir hareket noktası ve yeter­li bir dayanak sağlamak istedik.

Geriye böyle bir incelemenin pratik değeri diyebilece­ğimiz birkaç sözü daha söylemek kalıyor; saf metafiziksel öğreti içinde kalsaydık -ki buna göre her uygulama sade­ce olası (contingente) ve ilineksel (accidentelle), yani müm­kün ve arızîdir-, bu pratik değeri ihmal edebilirdik ya da onunla hiç ilgilenmezdik; oysa burada kesinlikle uygulama­lar söz konusudur. Nitekim bunların, her tür pratik görüş açısı dışında, çift yönlü bir varoluş sebebi vardır: İlk olarak; uygulamalar, ilkelerin meşru sonuçlarıdır; gerçeğin istisna­sız bütün basamaklarını kapsaması gereken tek ve evrensel bir öğretinin normal gelişmesidir. İkinci olarak; “kutsal bi­lim” konusunda açıkladığımız gibi, en azından bazılarının üstün bir bilgi düzeyine yükselmeleri için bir hazırlık vası­tasıdır. Ama ayrıca, insan uygulamalar alanında bulunursa, onları kendi içinde ve bizzat kendilerine özgü değerler için­de değerlendirmek de yasak değildir; yeter ki bunu yapar­ken onların ilkelere bağlı olduğu gözden kaçırılmasın. Bu tehlike, gerçekten çok büyük bir tehlikedir; çünkü “din dı­şı bilim”in doğmasına yol açan yozlaşma buradan kaynak­lanmaktadır. Ama her şeyin saf entelektüaliteden kaynak-

landığını, her şeyin tamamen ona bağlı olduğunu ve şuur­lu olarak ondan kaynaklanmayan her şeyin ancak bir yanıl­sama olduğunu bilen kimseler için bir tehlike yoktur. Daha önce birçok kez tekrar ettiğimiz gibi, her şey bilgiyle baş­lamalıdır. Pratik düzeyden en uzak gibi görünen husus, yi­ne bu düzeyde en etkili olan husustur; çünkü bu alanda ol­duğu kadar başka alanlarda da gerçekten değerli olan, boş ve yüzeysel bir kıpırdanış, bir hareket olmayan herhangi bir şeyi onsuz yapmak olanaksızdır. Bu nedenle, özellikle şim­dilik bizi ilgilendiren soruna yeniden dönebilmek için diye­biliriz ki, eğer tüm insanlar gerçekten modern dünyanın ne olduğunu anlasalardı, modern dünya derhal var olmaktan çıkardı ve o anda yok olurdu; çünkü onun varoluşu, bilgi­sizliğin ve sınırlı olan her şeyin varoluşu gibi olumsuzdur: O ancak geleneksel ve beşer-üstü (supra-humaine) hakika­ti inkâr ederek vardır. Bu değişim belki böylece kazasız be­lasız olurdu, ki başka her tür yolla imkânsız gibi görünü­yor. Öyleyse böyle bir bilginin gerçekten hesap edilemeyen sonuçlar doğurmaya elverişli olduğunu kabul edersek, aca­ba haksız mı oluruz? Ama öte yandan, herkesin bu bilgiye ulaştığını kabul etmek de maalesef çok zor görünüyor. İn­sanların çoğu gerçekten bu bilgiden öyle uzak ki, hiç bu ka­dar uzak olmamışlardı. Bunun herkes için gerekli olmadığı da doğrudur; çünkü varlığı ve eylem vasıtaları hakkında en ufak bir düşünceye bile sahip olmaksızın, telkinlere boyun eğen bir kitleye yön vermek için, çok az sayıda ama olduk­ça güçlü bir elitin olması yeterlidir; acaba Batı’da bu elitin gerçekten oluşması hâlâ mümkün müdür?

Az ya da çok, yakın bir gelecekte mümkün olabilecek de­ğişik durumlarda, entelektüel elitin işleviyle ilgili olarak da-

ha önce çeşitli yerlerde açıklama fırsatını bulduğumuz bütün bu konulara yeniden dönmek niyetinde değiliz. Dolayısıyla sadece şunu belirtmekle yetineceğiz: Bir dünyadan öbürüne geçiş diyebileceğimiz durumu oluşturan değişimin meydana geliş tarzı nasıl olursa olsun, ister az ya da çok büyük çev­rimler söz konusu olsun, ister ani ve şiddetli bir kopmanın görünümlerine sahip olsun, bu değişim hiçbir zaman mutlak bir kopukluk anlamına gelmez; çünkü bütün çevrimleri ken­di aralarında bağlayan geleneksel bir bağ vardır. Sözünü etti­ğimiz elit, hâlâ vakit varken oluşabilse, bu değişimi en uygun koşullarda meydana gelecek tarzda ve kaçınılmaz olarak be­raberinde getireceği karışıklığı asgarî düzeye indirecek şekil­de hazırlayabilir. Ama böyle olmasa bile, bu elitin her zaman, şimdiki dünyada sürüp gitmesi gereken öğelerin korunması­na yardım etmek ve gelecek dünyanın kurulmasında işe yara­mak gibi çok önemli bir görevi olacaktır. Bu yeniden yükse­lişin zorunlu olarak vuku bulacağı bilinir bilinmez, düşüşün daha önce herhangi bir büyük felâkete götürmesi önleneme- se bile, yükselişi hazırlamak için bir düşüşün sona ermesini beklemenin gerekmeyeceği gün gibi aşikârdır. Şu hâlde bü­tün durumlarda yapılacak çalışma boşa gitmeyecek, kaybol­mayacaktır: Elitin bizzat kendisi için ondan çıkaracağı yarar­lara bakılırsa, o çalışmalar hiç kaybolmaz; hele hele tüm in­sanlık için ortaya çıkacak nihaî sonuçlara bakılırsa, kesinlik­le boşa gitmeyecektir.

İşte şimdi bunları ele alıp değerlendirmek ne kadar uy­gundur: Doğu uygarlıklarında elit hâlâ mevcuttur. Modern istilânın önünde elitin gittikçe azaldığını kabul etsek bile, aynı zamanda elit, varlığını sonuna dek sürdürecektir; çün­kü kaybolması olanaksız gelenek, birikimini korumak ve ko-

runması gereken her şeyin başkalarına iletilmesini sağlamak için bunun böyle olması zorunludur. Buna karşılık, Batı’da güncel olarak artık elit diye bir şey yoktur; dolayısıyla ça­ğımızın sona ermesinden önce, yani gelenekten sapmasına rağmen, eğer Batı dünyasının bu geleneğin korunmasında ve (daha sonraki kuşaklara) iletilmesinde bir payı olacaksa, insan Batı’da yeniden bir elitin oluşup oluşmayacağını ken­di kendine sorabilir. Eğer durum hiç de böyle olmazsa, bu­nun sonucu olarak, Batı uygarlığı büsbütün yok olup gide­cektir; çünkü kendisinde artık gelecek için yararlı, kullanı­labilir hiçbir unsur kalmayacaktır ve yine çünkü, kendisin­de gelenek düşüncesine ait bütün izler kaybolacaktır. Mese­le bu şekilde ortaya konulunca, nihaî sonuç bakımından an­cak çok tâlî bir önem taşıyabilir. Bununla birlikte, içinde ya­şadığımız dönemin özel koşullarını hesaba katmaya başladı­ğımız andan itibaren göz önüne almamız gereken İzafî gö­rüş açısından belli bir önemi arz etmektedir. İlke olarak, Ba­tı dünyasının, her şeye rağmen modern çağların başlangıcın­dan beri kopmuş gibi göründüğü bütünün bir parçası olduğu­nu ve çevrimin nihaî bütünleşmesinde bütün parçaların belli bir biçimde bir araya gelmeleri gerektiğini belirtmekle yeti­nebiliriz; ama bu kesinlikle Batı geleneğinin önceden yapıl­ması gereken bir onarımı anlamına gelmez, çünkü bu gelecek belirli bir anda büründüğü özel biçimin dışında bizzat kay­nağında sadece sürekli bir imkân hâlinde korunabilir. Zaten biz bunu ancak bir bilgi olarak veriyoruz; çünkü bunu de­rinliğine anlamak için, aslî gelenekle (tradition primordiale) daha sonradan ortaya çıkan ona bağımlı geleneklerin (tradi- tions subordonnees) ilişkilerinin değerlendirmesini yapmak gerekir ki burada bunu yapmayı hiç düşünmüyoruz. Burada kendi içinde ele alınan Batı dünyası için en elverişsiz bir du-

rum ortaya çıkıyor ve onun bugünkü durumu, söz konusu durumun şu anda gerçekleşen durum olduğu korkusunu da uyandırabilir; bununla birlikte, daha iyi bir çözüm için he­nüz tüm umutların kesin olarak yok olmadığını düşündüre- bilen birtakım işaretlerin olduğunu söyledik.

Şimdi Batı’da, kendi uygarlıklarında neyin eksik olduğu­nun bilincine varmaya başlayan, sayıları zannedildiğinden da­ha çok olan insanlar vardır. Eğer bu konuda onlar belirsiz öz­lemlere ve çoğu kez verimsiz araştırmalara indirgenmişlerse ve hatta bazen büsbütün yollarını şaşırıyorlarsa, bunun ne­deni hiçbir şeyin yerini tutamayacağı gerçek verilerden yok­sun oluşları ve gerekli öğretisel yönelişi kendilerine sağlaya­cak hiçbir kuruluşun olmayışıdır. Kuşkusuz bunu söylerken, entelektüel olarak Batı dünyasının dışında olup, böylece bu yönelişi Doğu geleneklerinde bulabilmiş kişilerden söz etmi­yoruz. Zaten ancak istisnaî bir durum arz eden bu kimseler, kesinlikle Batı elitinin bütünleyici bir parçası olamazlar. Ger­çekte onlar Doğu elitlerinin bir uzantısıdır. Bu uzantı, Batı eliti yeniden oluşumunu başardığı gün, Doğu elitleriyle Batı elitleri arasında bir köprü olabilir. Ama bu elit, tanım gereği, ancak tamamen Batılı bir girişimle oluşabilir. İşte bütün güç­lük de burada yatmaktadır. Bu girişim ancak iki tarzda müm­kündür: Ya Batı bunun vasıtalarını, gizli olanakların kendili­ğinden uyanışı gibi bir dönüşle, yani kendi geleneğine doğru­dan bir dönüşle bizzat kendisinde bulacaktır; ya da Doğu öğ­retilerinden edinecekleri belli bir bilgi yardımıyla, bu onarım işini, birtakım Batıhlar yerine getirecektir. Batılı kalmak zo­runda oldukları için, bu bilgi elbette onlarca doğrudan edini- lemeyecek; ama yukarıda değindiğimiz bilgiler gibi, aracılar vasıtasıyla kendini göstererek, ikinci derecede bir etkiyle el-

de edilecektir. Bu iki varsayımdan birincisinin gerçekleşeceğe benzemesi çok büyük bir olasılıktır; çünkü bu, Batı’da gele­neksel düşüncenin bütünüyle korunmuş olduğu anlamına ge­lir, en azından bir açıdan; öte yandan, bazı kesinlemelere rağ­men, böyle bir durumun varlığı bize son derece kuşkulu gö­rünmektedir, dedik; öyleyse, ikinci varsayımı daha yakından incelemek yerinde olur.

Bu durumda, yetişme hâlindeki elitin, mutlak bir gerek­lilik olmasa da, daha önceden etkin bir varlığı olan Batılı bir kuruluşta dayanak noktası bulması kendi yararına olur; o hâlde, Batı’da geleneksel bir niteliğe sahip olan ve söz ko­nusu işe uygun bir temel sağlamaya elverişli öğretiyi koru­yan sadece tek bir kuruluş var gibi görünüyor: Bu da Katolik Kilisesi’dir. Kilise’nin dışarıda büründüğü dinî biçimden hiç­bir şey değiştirmeksizin, gerçekten kendisinde var olan, ama bugünkü temsilcilerinin hâlâ bilincine varamamış göründük­leri ve hatta diğer geleneksel şekillerle olan temel birliğini fark edemedikleri derin anlamı bu öğretiye yeniden vermek yeterlidir. Zaten bu iki şey birbirinden ayrılamaz. Bu da eti­molojik olarak “evrensellik” (universalite) fikrini açıklayan, sözcüğün gerçek anlamıyla Katoliklik’in gerçekleşmesi de­mek olur ki bu husus, öteki geleneklerle hiçbir etkin bağı ol­maksızın, Katoliklik’i tamamen Batılı ve özel bir şekle ait bir ad olarak görmek isteyen kişilerin en çok unuttukları bir hu­sustur. Bugünkü durumda, Katoliklik’in sadece gizil güç hâ­linde bir varlığı olduğu söylenebilir; çünkü gerçekten onda evrensellik bilincini göremiyoruz. Ama yine de böyle bir adı taşıyan bir kuruluşun varlığı tam anlamıyla geleneksel dü­şüncenin onarımı için mümkün bir temelin işaretidir; çün­kü o, Ortaçağ Batı dünyasında bu düşünceye dayanak teş-

kil etmişti. Bu durumda bir başka çağın koşullarına gerek­li uyarlamalarla, modern sapmadan önce var olan şeylerin yeniden oluşturulması söz konusu olacaktır. Kimileri böyle bir düşünceden dolayı hayrete düşüyorlarsa veya benzeri bir fikre karşı çıkıyorlarsa, bunun nedeni bizzat kendilerinin ha­berleri olmadan ve belki de isteklerinin tersine, artık bugün sadece kabuğunu korudukları bir geleneğin anlamını büsbü­tün yitirecek derecede modern düşüncenin içine dalmış ol­malarıdır. Yukarıda açıkladığımız gibi, hâlâ “maddecilik”in değişik türlerinden biri olan “harf şekilciliği”nin maneviya­tı (spiritualite) kesinlikle yok edip etmediğini ya da bu ma­neviyatın geçici olarak karartılmış olup olmadığını ve mev­cut teşkilatın içinde yeniden canlanıp canlanamayacağını bil­mek de çok önemlidir. Ama bunları anlamamızı ancak olay­ların seyri sağlayacaktır.

Zaten Katolik Kilisesi yöneticilerine, saf entelektüalite bakış açısından önemini doğrudan anlayamadıkları şeyle­ri, vazgeçilmez bir gereklilik olarak, er ya da geç bizzat bu olayların kabul ettirmesi mümkündür. Onlara bu konuları düşündürebilmek için, her türlü üstün ilke dışında değer­lendirilen siyasal alana ait şartlar kadar olağan şartların ge­rekmesi gerçekten esef vericidir; ama şunu da kabul etmek gerekir ki, gizli imkânların gelişme fırsatı, herkese, bugün­kü anlayış gücüyle hemen anlayabileceği en kestirme vası­talarla sağlanmalıdır. Bu nedenle şunu söyleyeceğiz: Gittik­çe genelleşen bir kargaşanın şiddetlenmesi karşısında, Do- ğu’da olduğu kadar Batı’da da, dış dünyada hâlâ eylemini sürdüren manevî güçlerin birleşmesi için çağrıda bulunmak yerinde olur. Bununla ilgili olarak Batı’da Katolik Kilise- si’nden başka bir güç göremiyoruz. Eğer Katolik Kilisesi bu

şekilde Doğu geleneklerinin temsilcileriyle temasa geçebil­se, amaçladığımız şeylere tam tamına hareket noktası ola­bilecek bu ilk sonuçtan büyük sevinç duyarız. Çünkü sade­ce haricî ve “diplomatik” bir ittifakın aldatıcı olacağı ve is­tenilen sonuçları vermeyeceği kuşkusuz çabucak fark edile­cektir; öyle ki normal olarak ilk önce neyle işe başlanacak­sa onda karar kılmak gerekir, yani ilkeler üzerinde sağlana­cak bir uzlaşmayı ele almak gerekir. Bu uzlaşmanın gerekli ve yeterli koşulu ise, Batı’nın temsilcilerinin de Doğu’nun temsilcileri gibi, gerçekten bu ilkelerin bilincine varmaları­dır. Bir kez daha söyleyelim ki, gerçek ittifak ancak yuka­rıdan ve içeriden, dolayısıyla aralarında ayrım yapmaksızın entelektüel ve manevî diyebileceğimiz bir alanda sağlanabi­lir; çünkü bize göre, bu iki sözcük aslında aynı anlamı taşır. Ayrıca bu noktadan hareket edilirse, diğer bütün alanlarda da zorunlu olarak ittifak sağlanacaktır; tıpkı ilke ortaya çı­kınca, geriye o ilkede mevcut tüm sonuçları çıkarmaktan, daha doğrusu sonuçları “açıkça bildirmek”ten başka artık yapacak bir şey kalmayacağı gibi. Buna sadece bir tek şey engel olabilir: O da, Batı’nın kendi dinini başkalarına yay­ma çabasıdır (proselytisme) ki bunun sonu, bazen “tebaa” olmayan “müttefikler”e sahip olunması gerektiğini kabul et­meye kadar varabilir ya da daha açık konuşmak gerekirse, bu bir anlayış kıtlığıdır; burada sözü edilen Batı’nın kendi dinini başkalarına yayma tutkusuysa (proselytisme), bunun sonuçlarından sadece biridir. Acaba bu engel aşılacak mı? Eğer bu engel aşılmazsa, elitin, kendi kendini oluşturması için bilinen her türlü ortamın dışında, entelektüel yetenek­leriyle sivrilmiş kimselerin çabasına ve bir de kuşkusuz Do­ğu’nun desteğine güvenmesi gerekir sadece. Dolayısıyla eli­tin işi daha zorlaşır ve etkisi ancak çok uzun vadede olabi-

lir; çünkü öteki durumda olduğu gibi, gerekli tüm araçları­nı hazır durumda bulmak yerine, onları bizzat kendisi yara­tacaktır. Ama biz bu güçlüklerin ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, şu ya da bu biçimde yapılması gerekeni engelleye­cek türden olacaklarını hiç mi hiç düşünmüyoruz.

Öyleyse şunu da bildirmeyi uygun görüyoruz: Şu andan itibaren, elitin tam anlamıyla gelişimini sağlamayacak kadar anî bir büyük felâket olmadıkça, Batı dünyasında entelektü­el bir elitin yeniden oluşması sonucunu doğuracak ve hatta normal olarak bu sonucu doğurması gereken, ama henüz bel­li belirsiz kalan bir hareketin kesin belirtileri görülmektedir. Kilise’nin gelecekte oynayacağı rol bakımından, böyle bir ha­reketin kendiliğinden olmasını beklemekten ve kendi elinden kaçırma tehlikesi olan bir etkiyi elinde tutmak için hareketi arkasından izlemek zorunda kalmaktan çok, Kilise’nin bu ha­reketten önce davranıp öne geçmesinde büyük yararı olacağı­nı da ayrıca belirtmek gerekir. Böyle bir tutumdan, en büyük yararları kısacası yine kendisinin sağlayacağını anlamak için, ulaşılması çok güç ve çok yüksek bir bakış açısından bakma­ya gerek yoktur; nitekim öğretisel alanda kendi açısından en ufak bir gizli anlaşmayı gerektirmekten uzak olan bu tutum, aksine modern düşüncenin her türlü sızmasından onu kur­tarmış olma sonucunu da doğuracaktır; zaten bu tutumdan ötürü hiçbir dış değişikliğin olması gerekmez. Katolik Kilise- si’nin desteği ve katkısı olmaksızın Katoliklik’in eksiksiz ger­çekleşeceğini ummak, biraz saçma olur; o zaman Katolik Ki­lisesi daha önce karşılaştığı saldırılardan daha korkunç saldı­rılara karşı, kimi insanlar tarafından savunulmayı kabul etme gibi tuhaf bir mecburiyet içinde kalabilir; Kilise yöneticileri ya da en azından kendileri adına konuşmaya izin verdikleri

kişiler, en kötü şekilde tasarlanmış kuşkuları onların üzeri­ne atarak bu insanları değerden düşürmenin yollarını ararlar. Biz kendi payımıza durumun böyle olmasından üzüntü du­yarız. Ama olayların bu noktaya kadar gelmesi istenmiyorsa, konumları gereği en ciddi sorumlulukları üzerlerine alan ki­şiler için, tam bir dava bilinciyle hareket etmenin tam zama­nıdır. Bu kişiler en büyük önemi haiz sonuçları doğurabile­cek girişimlerin az ya da çok alt düzeyden birkaç kişinin anla­yışsızlığı veya kötü niyetiyle durdurulmuş olması gibi bir teh­likeye artık müsaade etmemelidir. Çünkü daha önce bunun örneği görülmüştür ve bu durum bugün her tarafta kargaşa­nın ne düzeyde egemen olduğunu bir kez daha göstermekte­dir. Tamamen bağımsız ve tamamen nesnel olarak yaptığımız bu uyarılardan dolayı bize hiç minnet borcu duymayacakları­nı şimdiden tahmin ediyoruz; ama bu bizim için hiç önemli değil. Yine de biz, gerektiğinde zamana ve koşullara göre en uygun tarzda, söylenmesi gerekeni söylemekten geri durma­yacağız. Şu anda söylediklerimiz, son zamanlarda, kuşkusuz tamamen entelektüel bir alanda bazı “tecrübeler”le vardığı­mız sonuçların bir özetinden ibarettir. En azından şimdilik, bu konunun ayrıntılarına girecek değiliz; hem zaten bu ay­rıntılar kendi başlarına o kadar ilginç de değildir. Ama şim­diye kadar yazıp söylediklerimiz içinde, üzerinde enine bo­yuna düşünmeden yazdığımız tek bir kelimenin bile olmadı­ğını kesin olarak söyleyebiliriz. İyi bilinsin ki, burada değin­mek istemediğimiz birtakım felsefî yersiz akıl yürütmelerle (arguties philosophiques) buna karşı çıkmanın yollarını ara­mak tamamen yararsızdır. Biz ciddi bir şekilde ciddi şeyler­den söz ediyoruz; bizim için hiçbir yararı olmayan boş söz­lü tartışmalarla kaybedecek vaktimiz yoktur. Her tür pole-

miğin, her tür ekol ya da parti kavgasının dışında kalmak is­tiyoruz; aynı şekilde kendimize herhangi bir Batılı etiket ya­pıştırmayı da kesinlikle reddediyoruz; çünkü Batı’da bize uy­gun olan hiçbir etiket yoktur. Bu bazılarının hoşuna gitmese de durum böyledir ve tabii hiçbir şey, bizim bu konudaki tu­tumumuzu değiştiremez.

Gerçekten ulaştıkları bilgi derecesinden ötürü değilse bi­le, yüksek bir anlayış düzeyine sahip olduklarından ötürü muhtemel bir elitin elemanları olmaya aday gibi görünen kimselere de şimdi bir uyarıda bulunmak zorundayız. Hiç kuşku yok ki, kelimenin bütün anlamlarıyla gerçekten “şey­tanî” bir şey olan modern düşünce, bugün toplumdan so­yutlanmış ve dağınık bir hâlde bulunan bu elemanların ge­nel zihniyet üzerinde gerçek bir etki gösterebilmeleri için ge­rekli bağlantıyı elde etmelerini engelleme konusunda bütün olanaklarıyla çaba göstermektedir. Öyleyse çalışmalarını yö­neltmeleri gereken amacın az çok şimdiden tam bilincinde olan kişiler, ne olursa olsun önlerine çıkacak güçlüklerden dolayı, bu yoldan geri dönmemelidir. Kesin bir yönelişin ar­tık doğru yoldan ayrılmaya izin vermediği bir noktaya he­nüz ulaşamamış kişiler için, çok ciddi sapmalar olacağından her zaman korkulur. Öyleyse büyük ölçüde ihtiyatlı olmak gerekir; hatta diyebiliriz ki bu ihtiyat güvensizlik ve kuşku­ya kadar götürülmelidir; çünkü şu ana kadar kesinlikle yeni­lememiş “düşman”, çok değişik, hatta bazen hiç beklenme­dik şekillere bürünmeyi iyi biliyor. Öyle oluyor ki, modern “maddecilik”ten (materyalizm) kaçıp kurtulduğunu sanan­lar, ona tamamen karşı çıkıyormuş gibi görünerek, gerçek­te aynı nitelikte olan başka şeylere kapılıveriyor. Batılıların düşünce biçiminden dolayı, bu bakımdan az çok olağanüstü

“olaylar”ın onlar üzerinde yapabileceği çekiciliğe karşı, özel­likle onları uyarmak yerinde olur. “Yeni ruhçuluk” akımına ait (neo-spritualistes) yanlışlar büyük ölçüde buradan kay­naklanmaktadır; bu tehlikenin daha da ağırlaşacağını şimdi­den haber vermek gerekiyor; çünkü bugünkü kargaşayı bes­leyen karanlık güçler orada en güçlü eylem araçlarından bi­rini buluyor. Daha önce başka bir yerde hatırlattığımız, In­cil’in haber verdiği çağla hemen hemen uyuşan bir çağdan, büyük olasılıkla pek o kadar uzak değiliz galiba: “Gün ge­lecek sahte Isâlar ve sahte peygamberler türeyecek; bunlar, mümkün olsa, bizzat seçkinleri bile baştan çıkaracak kadar olağanüstü büyük ve şaşırtıcı şeyler yapacaklar.” “Seçkinler” {elus), zaten kelimenin de belirttiği gibi, gerçek anlamının bütünlüğü içinde anlaşılınca, “elit”e dahil olan kimselerdir. Nitekim, bu vesileyle bir kez daha söyleyelim ki, “din dışı” (profane) dünyada fevkalâde yanlış kullanılmasına rağmen, “elit” terimi üzerinde işte bu nedenle çok duruyoruz. Bu seç­kin kişiler, ulaştıkları “iç tahakkuk/gerçekleşme” (realisati- on interieure) gereğince, artık baştan çıkarılamaz; ama he­nüz kendilerinde sadece bilgi imkânlarına sahip olup, “elit” olmak için sadece “çağrılmış” olan kişiler için durum aynı değildir. İşte bunun için İncil, “Çağrılanlar çok, ama seçilen­ler azdır.” (Matta 22: 14) demektedir. Gittikçe yoğunlaşa­cak ve artacak düzensiz gösterilerden dolayı ve yine, asıl gö­revleri başkalarına yol göstermek olduğu hâlde, bugün ken­dileri “kör kılavuz” durumuna düşen kişilerin gerçek bilgi­den yoksun olmalarından dolayı, “iyiyi kötüden ayırt etme”- nin ve din bilginlerinin “ruhların tefriki” dedikleri şeyi tam olarak gerçekleştirmenin özellikle güç olacağı bir çağa giri­yoruz. Böyle benzeri durumlarda, diyalektik kurnazlıkların

herhangi bir yarar sağlayıp sağlamayacağı ve isterse en iyi­si olsun, “felsefe”nin bu “cehennemî” güçlerin aşırı hidde­tini durdurmaya gücünün yetip yetmeyeceği o zaman görü­lecektir. Burada da gene bir yanılsama var ki, kimi insanlar kendilerini bu yanılsamaya karşı korumalıdır; çünkü en uy­gun durumda bile, gerçek bilginin ancak gölgesi olan, basit bir felsefî bilginin her şeye çare olacağını ve çağdaş zihniye­ti düzelteceğini düşünen, saf entelektüalitenin ne olduğunu bilmeyen çok insan var; tıpkı bizzat modern bilimde üstün hakikatlere yükselmenin bir yolunu bulacağını sanan insan­lar olduğu gibi... Oysa modern bilim kesinlikle bu hakikat­lerin inkârı üzerine kurulmuştur. İşte bütün bu yanılsamalar bu kadar sapıklığın temel nedenleridir. Pek çok çaba bu yüz­den boşa gitmiştir. Böylece modern düşünceye tepki göster­meyi samimiyetle isteyenlerin çoğu güçsüzlüğe düşmüştür; çünkü temel ilkeleri nasıl bulacaklarını bilmediklerinden -ki temel ilkeler olmadan her tür eylem kesinlikle boşunadır-, kendileri için bir daha çıkmanın artık olanaksız olduğu çık­mazların içine sürükleniverdiler.

Bütün bu engelleri aşmayı ve her türlü maneviyata karşı olan çevrelerin düşmanlığını yenmeyi başaracak kişiler, kuş­kusuz çok az sayıda olacaktır; ama bir kez daha tekrar edelim, önemli olan sayı değildir; çünkü biz burada, yasaları, madde­nin yasalarından çok farklı olan bir alandayız. Öyleyse umut­suzluğa yer yoktur; ayrıca, modern dünya herhangi bir felâket içinde yok olmadan önce, gözle görülür önemli bir sonuca çı­kacak hiçbir umut olmasaydı bile, gerçek gücü şimdiki çağın çok ötesine uzanan bir işe girişmemek için geçerli bir neden olamaz. Cesaretsizliğe boyun eğme duygusuna kapılanların, bu alanda yapılacak hiçbir şeyin zayi olmayacağını ve karga-

şa, yanlışlık ve karanlığın sadece görünüşte ve geçici olarak üstün gelebileceğini, kısmî ve geçici tüm dengesizliklerin bü­yük ve bütünsel dengeye katkıda bulunmak zorunda olduğu­nu, sonuç olarak Hakikat’in gücüne karşı hiçbir şeyin üstün gelemeyeceğini düşünmeleri gerekir. Onların şiarları, vaktiyle Batı’nın bazı inisiyatik (initiatique) kuruluşlarının benimsediği şu şiar olmalıdır: Vincit omnia Veritas! (Hak her şeye galiptir!)

DİZİN

 

 

 

 

 

A

agnostisizm 95 ahlâk 119, 120, 156 laik- 120

Stoacı ve Epikürcü— 52 ahlâkçılık 119, 125, 156, 167, 183

akıl-altı (infra-rationnelle) sezgi 87, 115

akıl-üstü (supra-rationnelle) sez­gi 50, 87 aklî/entelektüel sezgi 91, 112 aklî sezgi (intuition intellectuel-

le) 91 algılanabilen (duyulur) âlem 98, 104,107,115,116,151, 153,155

Amerika 54, 62, 180

Anglo-Sakson deneyciliği 101, 156

Antikite 50,51,87,92, 100 Antik uygarlık 51 Apollon Delfi kültü 49 Aristo 83, 93, 95, 137 aristokrasi 143 astrologlar 101 astroloji 99, 100, 106 astronomi 99 ateizm 151 Atlantis 65, 66 —geleneği 66 Atomcular 86

Avrupa 20, 21, 48, 49, 62, 122, 173, 180, 183

—düşüncesi 122 —zulmü 184

B

Babil tutsaklık dönemi 47

Batı 7, 10, 12, 13, 14, 18, 19, 21, 22, 24, 27, 28, 31, 41, 42, 47, 49, 51, 55, 61, 62, 63, 64, 65, 67, 68, 71, 73, 74, 77, 79, 80, 81, 82, 86, 93, 95, 101,111,112,118,119, 121,122,123,132,145, 159,163,164,167,168, 169,173,174,175,176, 177,179,180,181,182, 183,184, 191,193, 194, 195,196,197,198,200, 203

—Antikitesi 64, 83

—bilimleri 57

—düşüncesi 63, 81, 126

—entelektüalitesi 181

~ geleneği 65, 68, 69, 118 ~ istilâsı 159, 173, 176 modern— 18, 19, 26, 28, 63, 67, 81, 106, 153, 168, 179

— ’nın savunulması 73 —uygarlığı 28, 32, 36, 52, 62, 63,64,73,122,149, 176, 181, 193

Batıcılık 174

bâtınî ekol (esoterisme) 118

Bergson 87, 157

—’un “sezgicilik”! 115

Berkeley 150

Bernard, Claude 13, 97 beşerî hayvan 164 bilgi 18, 28, 29, 65, 72, 82, 83, 87, 93,95,96,103,107, 112,113,116,154,156, 162,189,190,193,194, 200, 201

gerçek— 42, 51, 83, 85, 96, 114,119,127,145,201, 202

istidlâlî— 83

metafiziksel— 18,19, 72, 87 bilim 28, 53, 71, 93, 94, 96, 97, 101,102,106,107,151, 152, 157, 162

gerçek— 107

kutsal- 14, 28, 91, 103, 104, 106, 107,190

modern— 18, 94, 95, 97, 99, 101, 102, 103, 107, 121,151,153,155,156, 159,162,202

bilimcilik (scientisme) 152

bilinçaltı 116, 119, 120

bireycilik 28,88,108, 111,113, 114,115,118,125,126, 141, 142, 143, 144

bireysel akıl 118

bireysellik 111

Brahman 80, 82

Budizm 46, 47, 86

bunalım 32, 33, 36, 55, 58

büyük evren (bkz. makrokozmos) 100

c

cahiliye bilgisi 107

Charlemagne 52 cismânîlik (corporeite) 152

Comte, Auguste 115

ç

çember 105

çevrim, -ler 55, 192, 193

Çin 45, 46, 178

—uygarlığı 62 çokluk 57, 72, 83, 84, 86, 92, 104,105,115,121,133, 141, 142,159

D

Defense de l’Occident 177 demokrasi 136, 137, 142, 143, 144

demokratik düşünce 136,143 deneysel bilimler 98, 99 deneyselcilik 97, 98

derin düşünme 12, 80, 82 devirsel yasalar 37

devlet 142

din dışı 44, 53, 70, 101, 103, 107,111,125, 127, 145, 151,167,179,185,189, 201

—alan 106

-bilim 91, 103, 107, 125, 190

-felsefe 50, 51, 53, 104, 116

—görüş açısı 106,111 dinî düşünce 168

dini savunma biçimi (apologe- tique) 127

dinî tecrübe 120 dinler tarihçileri 121

Doğu 13,14,15,18,19,22,27, 28, 31, 52, 57, 61, 62, 63, 64, 67, 68, 69, 71, 73, 74, 77, 79, 80, 81, 82, 88, 92, 123, 159, 164,169,173,174,175, 176,177,178,179,180,

181,182,183,194,196, 197

—düşüncesi 15, 17, 63

—geleneği 65

—uygarlıkları • 62, 63, 73, 100, 192

Doğulular 149, 159, 160, 173, 174,182,183

Doğu ve Batı 13, 14, 19, 22, 27, 28, 31, 61, 62, 64, 77

—ilişkileri 160

—karşıtlığı 62, 63

duygusalcılık 119, 167

duyularla algılanabilen düzen/ âlem-i mahsûsât 154

dünyanın sonu 34, 35, 36, 37, 56,164, 176

düşüş hareketi 43

E

elit 28,29, 68, 73, 80,122,143, 144,145,182,192,193, 194, 201

entelektüalite 19, 29, 52, 72, 144, 156, 174,179,196

entelektüel sezgi 87, 91, 107, 112,117

eski fizik 94

esprit 42

eşitlik 133, 141, 144, 161

eşitlikçiler 163

eşitlikçilik (egalitarism) 161

evrensel akış 86

evrensellik 195

evrensel muvâfakat 139

evrimcilik 87, 115

F

fayda 98, 116

felsefe 7, 49, 50, 70, 116, 119, 125, 126, 153, 202

felsefî pragmatizm 156 felsefî spiritüalizm 153 fizik 93, 94, 95

G

gelenek 10, 11, 64, 65, 66, 67, 70, 88, 118, 122, 164, 168, 192,193

aslî— (tradition primordia- le) 193

bağımlı gelenekler (traditions subordonnees) 193

Batı- 64, 65, 68, 69, 118, 122, 193

—e dönüş 11,65,71

—in inkârı 117

-karşıtı 45,62,73, 77,108, 118,120,174,176, 178

—ten kopma 117 gelenekçilik 65, 181, 184 geleneksel 8, 9, 21, 22, 24, 36, 37, 44, 48, 50, 55, 56, 61, 62, 63, 64, 65, 67, 70, 74, 77, 88, 92, 93, 98, 101, 102, 104, 105, 106,107,111,117,119, 121,122, 123,132,142, 145,173,189,191,192, 195

—bilimler 46, 53, 92, 97, 100,101,102,103,106, 118,125

—düşünce 9,10, 11,46, 62, 64, 65, 68, 71, 72, 86, 117,118,121,122,123,

124,125, 174, 195 —felsefe 70

-ruh 53, 71, 176

—sanatlar 106

gerçek (realite) 8, 10, 12, 21, 23, 26, 28, 35, 36, 43, 45, 46, 48, 50, 52, 53, 57, 64, 65, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 78, 81, 82, 83, 85, 87, 88, 91, 94, 95, 98, 99, 100, 101,102,105,106,107, 112,113,116,117,119, 124,125,127,128,132, 134,135,136,141,143, 144,145,149,150,152, 154,155,156,158,161, 162,165,166,167,168, 169,174,176,177,178, 180,181,182,184,185, 189,194,195,197, 200, 201, 202

Greko-Romen uygarlığı 53

H

hâdise hurâfesi 98

hafıza (memoire) 133

hakikat (verite) 21, 22, 25, 92, 113,114,115,116,125, 126, 157, 179

hareketsiz muharrik güç 83 harf şekilciliği 196

Helenizm 52

Helen uygarlığı 48

Heraklit 86

Hıristiyan 13, 25, 56, 120, 141, 168,169

Hıristiyanlık 12,25,51,52,67,

68,                         69, 70, 122, 161, 168, 178

gerçek— 121

hikmet 29, 49, 50, 114

Hindistan 18,46,47,55,79,80, 86, 102, 122

Hint 11, 15,22,41,45,82,97, 105,141,178,185

—düşüncesi 122

—geleneği 23, 43, 176

—uygarlığı 62

hiyerarşi 91, 128, 143

hümanitarizm (bkz. insaniyetçi- lik) 160

hümanizm 54, 111

Hyperborean 64

—geleneği 66

i

iç tahakkuk 201

idealizm 153, 167

ilerleme 23, 27, 32, 42, 87, 99, 103,133,160, 162,164

ilke 42, 61, 82, 83, 118, 133, 141,142,143,145,196, 197

—ler bilgisi 72

—sel bilgi 83

—ye dönüş 43

—yokluğu 46, 83, 111, 137

ilk gelenek 64

ilk maneviyat 57

İncil 56,58, 122,128, 166, 201

individualisme (bkz. bireycilik) 88,111

individualite (bkz. bireysellik) 111

insaniyetçilik 160

İsâ 9, 46, 121

İskenderiyeliler 50

İslâm uygarlığı 63

iş bölümü 157

İzafîlik 86

J

James, William 120

K

kâhinlik sanatı (art divinatoire) 100

Kali-Yuga 28,41,44, 45,55, 66,

84, 86, 174

kamuoyu yaratmak 138

kamuya oy hakkı 138

Kant 115, 153

Karanlıkçağ (bkz. Kali-Yuga) 28, 41

Kartezyen düalizmi 153

Kartezyen fiziği 150, 154

Kartezyenizm 117 kastlar 55, 132

Katolik Kilisesi 123, 195, 196, 198

Katolikler 123

Katoliklik 68, 118, 121, 122,

123,169,195, 198

Kelt

—düşüncesi 67

—geleneği 67

—halkları 48

—öğretileri 66

Keltizm 66, 67

Kilise 195, 198

kimya 99,101

kolektif psikoloji 139

Konfüçyanizm 46 kozmik tekerlek 105 kozmoloji 100 kritisizm 115 Kşatriya 80, 82, 86 kutsal alan 106

Kutsal Kâse (Saint Graal) 67 Kutsal kitaplar 47, 55, 121 küçük evren (bkz. mikrokozmos) 100

L

laisizm 55

M

maddecilik (materialisme) 42, 137,140,149, 150,151, 153,155,196,200

maddenin yasaları 166, 202 maddî iktidar 80, 137 maddileştirme 42, 56, 154, 177 makineleşme 157 makrokozmos 100 manevî güçler 196 manevî otorite 80, 137 maneviyat (spiritualite) 20, 29, 153, 167, 180, 196

Manvantara 41, 45 marifet (bkz. bilgi) 82, 83 Massis, Henri 177, 178, 179, 180, 181, 184 matematik 11, 102 materyalizm (bkz. maddecilik) 137,140,149, 150,151, 153, 156, 200 tarihsel— 158 teorik— 156

matiere 42

Mazdeizm 46

mekanikçilik 150, 154

Mesih 34

Mesihçilik 52

metafizik 12, 13, 15, 42, 87, 92, 95, 103, 112,115

sözde- 112, 115

Mısır 9, 12, 20, 45, 46

mikrokozmos 100

Misterler 48, 50, 56

modernistler 174

modernizm 123

modern çağ 33, 44

modern dünya 23, 32, 51, 57, 112, 117, 145, 169, 191, 202

modern düşünce 45, 63, 73, 119, 154, 168,175,200

modern felsefe 116,126

modern istilâ 192

modern kargaşa 173

modern matematik 102

modern uygarlık 27, 53,54, 57, 58, 71, 73, 74, 98, 158,161,162,165,166, 167, 175, 177, 189

modern zihniyet 32, 136

modernler 48, 50, 87, 101, 113

mutlak doğru 97

N

natüralizm 115

neo spiritüalizm 153

O

oluş felsefeleri 87,115

Orfeusçuluk (Orphisme) 48

Ortaçağ 7, 14, 15, 19, 48, 52, 53, 54, 63, 67, 68, 80, 87, 92, 100, 101, 103, 106,118, 161, 169, 195

—Batı uygarlığı 63

—“kozmolojisi” 95

—uygarlığı 53

Orta Doğu 62

ö

ölçme 154

öte dünya 152

P

Papalık 122

Pisagor 49

—matematiği 102

Pisagorculuk 48

pozitivizm 95, 115

pragmatistler 114 pragmatizm 80, 116, 120, 156, 157

pratik maddecilik 151,155

Protestan 124

—ahlâkı 120

—düşüncesi 123

Protestanlık 118, 119, 120,121

liberal— 120

psikoloji 101, 139

putperestlik 52

R

rasyonalistler 107

rasyonalizm (bkz. usçuluk) 114, 115,116

realite (bkz. gerçek) 154, 155

Reform 53, 117

Roma 48 rölativizm 115

Rönesans 53,54, 111, 117

ruhçuluk (spiritualisme) 42,153

Yeni- 201

S

saf akıl 80, 87, 107

saf zaman 87

sağduyu 156 sahte elitler 144 sanayi 8, 157, 159 Seçkinler 201 sezgi 87, 91, 112, 115, 117 sözde— 87 silahlı ulus 160 simya 99, 100 sözde dinler 120 spiritizm 152

spiritüalizm (bkz. ruhçuluk) 153

T

tabiat ilmi (bkz. fizik) 93

Taoizm 46 tevhîd 84, 141 tutuculuk (conservatisme) 181

u

ulusçuluk (nationalisme) 174

usçuluk 88, 114, 119

Uzak Doğu 62

uzaklaşma 43

uzmanlaşma 94, 100, 135, 157

V

vahy 70, 106, 120

Y

Yahudiler 47

Yakın Doğu 62

yeniden uyarlamalar 92

Yunanistan 48

Yunan, -1ar 50, 51, 52, 55, 93, 104,150,184

—antikitesi 104

—felsefesi 86

Yunan-Latin klasisizmi 184

Yunan-Latin uygarlığı 52

z

Zenon, Elealı 86

Zerdüşt 46 zuhûr 43, 44, 56,57



[1] Contemplation-, seyre dalma, derin düşünme, -ed.n.

[2] incarnation: Tecessüd, bedenlenme. - ed. n.

[3] Bu, Hint geleneğinde Vişnu ile temsil edilen “İlâhî koruyuculuk” fonksiyonuna ve özellikle, tabii ki burada derinlemesine ele al-

mayı düşünmediğimiz, Avatâras öğretisine veya zuhûr etmiş olan dünyada İlâhî prensibin “inişler”i düşüncesine tekabül eder.

[4] Belirtmek gerekir ki Zerdüşt adı gerçekte özel bir kişiliği değil, fakat hem nebevî hem de yasa koyucu bir fonksiyonu belirtir. Farklı dönemlerde yaşayan birçok Zerdüşt olmuştur. Bu fonksi­yonun ortak bir özelliği olduğu muhtemeldir. Hindistan’da Vyâ- sa’nınki de aynıdır; hatta Mısır’daki de aynıdır. Thoth ve Her- mes’e atfedilen fonksiyon, bütün papazlık kast’ının eserini tem­sil eder.

[5] Budizm sorunu gerçekte şu kısa açıklamanın düşündürebileceği kadar basit olmaktan uzaktır: Her ne kadar Hindular kendi öz ge­lenekleri açısından Budistleri sürekli mahkûm ediyorsa da, arala­rından çoğu Buda’ya karşı büyük bir saygı beslerler. Hatta onun kişiliğinde dokuzuncu Avatâra'yı görecek kadar ileri gidenler de vardır. Hâlbuki, diğerleri onu İsâ ile özdeş tutuyorlar. Öte yan-

dan, bugün bilindiği şekliyle Budizm’in Mahâyâna ve Htnayâna ya da “Büyük Vasıta” ve “Küçük Vasıta” diye bilinen iki şeklini birbirinden özenle ayırmak gerekir. Genel bir tarzda diyebiliriz ki Hindistan dışındaki Budizm, Ashoka’nın ölümünden sonra hızla kaybolmaya başlayan ve birkaç asır sonra da tamamen kaybolan Hindistan’daki asıl Budizm’den çok farklıdır.

[6] Bu durum Hindistan’a özgü olmayıp Batı’da da görülen bir du­rumdur. Çağdaş tanıklıklarla kanıtlanmış olduklarından var­lıkları itiraz kabul etmeyen Galya sitelerinden hiçbir kalıntı­nın bulunmaması da tamamen aynı nedene bağlıdır. Aynı şekil­de, burada da çağdaş tarihçiler, Galyalıları ormanlarda yaşayan vahşîler olarak tasvir etmek için kanıt yokluğundan yararlan­mışlardır.

Mysterion kelimesi, Yunanca “dilsiz olmak, dudakları ve gözle­ri kapamak” anlamlarını taşıyan myein ya da Mu-O fiilinden gel­mektedir. Kelime anlamı ile Behçet Necatigil’in “Mitologya söz­lüğü” eserinde, “İman edenlere günahlarından arınma, öte dün­yada mutluluk içinde yaşama sağlayan gizli dinler mensupları. Tö­renleri gizli tutmayı kutsal bir vazife sayarlardı.” şeklinde geçmek­tedir. Bir başka deyişle misterler, eski çağların gizemsel bilgisidir. “Gizem”, “sır”, ya da “muammâ” manalarına gelmektedir. Türk- çedeki anlamı bakımından “inisiyasyon” ve “gizem” sözcükleri­nin birleşiminden oluşan bir birleşik terimdir.

[7] Ezoterik tradisyona göre, dünyanın ekseninin değişmesinden ön­ce, Avrupa ve Asya’nın kuzeyinde, yani Kuzey Kutbu’nun bulun­duğu bölgede yer alan, ılıman iklimin egemen olduğu kıta üze­rinde ileri bir uygarlık bulunuyordu. Kimilerine göre beyaz ırkın anavatanı burasıydı. Kıta, yüz binlerce yıl önce sel, deprem gibi doğal afetlerin ardından beliren ilk tufanla birlikte sulara gömül­müştür. Daha sonra yine eksen değişikliğinden ötürü bu bölge bu­zullarla kaplanmıştır. Edouard Schureuard Büyük İnisiyeler kita­bında Hiperboreahları sarı saçlı, mavi gözlü olarak betimler. Es­ki Yunanlı yazarlar da burada hastalığı tanımayan, mutlu insanla­rın yaşadığını yazmışlardı. Pisagor’a göre de burada, yılda iki kez ürün veren verimli topraklar üzerinde, çok uzun ömürlü olan, iyi­liksever ve saf insanlar yaşamıştı.

[8] Buradaki ilişki, Tao öğretisindeki “yetenekli insan”la “üstün in- san”ın durumu arasındaki ilişkiyle aşağı yukarı aynıdır.

[9] Çok ciddi sonuçlar doğurması gereken bu tür olaylar arasından sadece ikisini örnek vereceğiz: Çinlilerin milâttan önce bildikleri, sözümona matbaanın icadı ve Amerika’nın “resmen” keşfi. Bütün Ortaçağ boyunca Amerika’yla her tür iletişim ve ulaşım, düşünül­düğünden çok daha düzenli bir biçimde yapılmaktaydı.

[10] Bu yasa Eleusis misterlerinde buğday tanesi simgesiyle gösterilir­di. Simyacılar onu “çürüme”yle ve “Büyük Eser”in başlangıcını belirten siyah renkle simgelerlerdi. Hıristiyan mistiklerinin “ru-

hun karanlık gecesi” dedikleri şeyse, en yüce durumlara yükselen varlığın manevî gelişimine dikkatten ibarettir. Ayrıca daha başka pek çok uygunlukları belirtmek de mümkündür.

[11] Gerçekten de derin düşünme (teemmül/contemplation) ve eylem­den her biri, Brâhman’lar ve Kşatriya’lar denen iki kast sisteminin karşılıklı temel fonksiyonlarıdır. Ayrıca aralarındaki ilişkiler de ay­nı zamanda manevî otorite ve maddî iktidar arasındaki ilişkiler gi­bidir. Ama biz meselenin bu yanını, ayrıca incelenmesinin daha iyi olacağı düşüncesiyle, burada özellikle ele almamayı düşünüyoruz.

[12] Geleneksel Doğu öğretilerinin ve özellikle Hint öğretisinin eyle­me verdiği, nisbî olmasına rağmen çok gerçek olan bu önemden kuşkulananlar, bundan iyice emin olmak isterlerse, özellikle Kşat- riyaların kullanımlarına özgü bir kitap olan Bhagavad-Gîtâ’ya baş­vurmaları gerekir. Bu konunun iyice anlaşılması isteniyorsa, o ki­tap unutulmamalıdır.

[13] İşte bu şekilde belirlenen ifade gereğince, Brahman'ların durağan var­lıkların, Kşatriya'ların ise hareket eden varlıkların ya da değişen var­lıkların simgesi olduğu söylenir. Böylece bu dünyadaki bütün varlık­lar, tabiatlarına göre biriyle ya da diğeriyle ilişki hâlindedir. Çünkü kozmik düzenle beşerî düzen arasında mükemmel bir uyum vardır.

[14] Eylemin özü itibariyle geçici karakterinin sonucu olarak, gerçek­ten eylem alanında sonuçların daima kendilerini meydana getiren şeylerden ayrı olduklarını, oysaki aksine bilginin meyvesini bizzat kendisinde taşıdığını burada belirtmek gerekir.

[15] Çıkışından kısa zaman sonra, Hindistan’da Budizm, Brâhmanların otoritesine karşı Kşatriya’ların isyanının temel gösterilerinden biri­nin ortağı olmuştur. Ayrıca önceki bilgilere göre, kolayca anlaşıla­cağı gibi, genel bir tarzda, değişmez her ilkeyi inkârla manevî oto­riteyi inkâr arasında, her gerçeği “oluşum”a indirgemekle kendi­ne özgü tek alanı eylem alanı olan maddî gücün üstünlüğünü tas­dik etme arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ayrıca, bir uygarlıkta, maddî gücü temsil eden öğenin “manevî güç”ü temsil eden öğeye karşı üstünlük sağladığı zamanlarda, “natüralist” ya da anti-meta- fiziksel öğretilerin, daima ortaya çıktığını da söyleyebiliriz.

[16] Modernlerin maddî olanı manevî olandan ayırdıklarını iddia ettik­leri toplumsal düzeyde de buna benzer bir şeylerin meydana gel­diğini belirteceğiz. Burada iki farklı şeyin olduğuna dair bir itiraz söz konusu değildir; çünkü gerçekten her ikisi de farklı alanlarla ilgilidir, tıpkı metafizikle bilimlerin durumunda olduğu gibi. Ama analitik anlayışa bağlı bir yanılgıyla, farkın hiç de ayrılma demek olmadığı unutuluyor. Burada maddî güç, meşrûluğunu yitiriyor. Aynı şey entelektüel düzeyde, bilimler konusunda da söylenebilir.

[17] Dinsel açıdan da aynı gözlem, modern bilimin sonuçlarıyla uyuş­tuğunu iddia eden herhangi bir “din kitabı” için de geçerlidir. Böy­le bir iddia tamamen aldatıcıdır ve daima gözden geçirilmesi ge­rekir. Nitekim bu, değişken ve fânî kavramlarla dini muhkemleş- tirmeye çalışmak gibi ciddi bir tehlikeyi arz etmektedir; oysa di­nin bunlardan tamamen bağımsız kalması gerekir.

[18] Burada bazı örnekler vermek yerinde olur: Sadece en çarpıcı ör­neklerden biri olarak, Hint kozmolojisiyle modern fiziğin eterle ilgili anlayışların nitelik farkını zikredeceğiz.

[19] Hindistan’da bazı “geleneksel bilimler”e uygulanan ve Veda’ya, yani en üstün derecedeki kutsal bilgiye göre bağımlılığını göste­ren, örneğin Upaveda adının ifade ettiği şey budur.

[20] Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm adlı incelememizde merdi­ven simgesini belirtmiştik. Çeşitli geleneklere göre, merdivenin basamakları aynı zamanda hem bazı ilimlere hem de varlığın du­rumlarına tekabül eder Bu durum, doğal olarak şu anlama gelmek­tedir: Bu bilimler modernlerin nezdinde anlaşıldığı gibi tamamen “din dışı” bir tarzda ele alınmaları yerine, kendilerine gerçekten “inisiyatik” bir nitelik kazandırarak daha üst düzeyde bir makam değişikliğine imkân tanıyordu.

[21] İşte bunun için Hint öğretisine göre, Brâhman\^r düşüncelerini sürekli olarak yüce bilgiye yönelik tutmalıdırlar. Oysa Kşatriya- lar daha çok kendilerini yüce bilgiye ulaştırabilecek çeşitli safha­ları sürekli incelemek zorundadırlar.

[22] Örneğin, farklı geleneksel öğretilerde çok sık kullanılan gökbilim- sel simgeciliğin (symbolisme astronomique) oynadığı rol budur.

[23] Ortaçağ mimarlarının sanatı, bu “geleneksel sanatlar”ın özellikle ilginç bir örneği olarak gösterilebilir; nitekim bu sanatların uygu­lanması tekabül ettikleri bilimlerin gerçekten bilinmesi anlamına geliyordu.

[24] Bundan emin olmak için, şuna benzer olayları gözlemlemek ye- terlidir: Tevrat da dahil olmak üzere, bütün vahyedilmiş kitap­larda belli bir yere sahip olan ve kutsal bilimlerden biri olan, ev-

[25] Gelenekselcilerin savunduğu anlamda akıl (intelligence) ‘gönül’e karşılık gelen bir akıldır. Bu anlamda akıl, fiziksel âlemi diğer var­lık katmanlarıyla bağlama (hikmet) ve dolayısıyla tevhîde ulaşma imkânı verir. Modern düşünce, aklı (reason) fiziksel âlemle sınır­lı tutarken, Gelenekselci Ekol’ün akıl anlayışı ise manevî mutlu­luğun kaynağını da oluşturan bir anlayışa sahiptir, -ed. n.

[26] Nitekim Incil’in ifadesine göre, bu durumun yüzyılın bitimine ka-
dar, yani şimdiki çevrimin sonuna kadar sürmesi gerekiyor.

[27] Apolojetik, Hıristiyanlığı, bu dine karşı yöneltilmiş kişisel, sosyal, politik ya da dinî saldırılar karşısında savunma amacı güden teo­loji bölümüdür.

[28] İnsanların tesadüf dedikleri şey basitçe, onların sebepler hakkın- daki bilgisizlikleridir. Herhangi bir şeyin tesadüfen meydana gel­diğini söylerken, eğer sebep olmadığı söylenmek isteniyorsa, o za­man kendi içinde çelişkili bir varsayım olur.

[29] “Numerus stat ex parte materiae” (Sayı maddenin bir kısmından çıkar) olduğunu görmek için Aquinolu Saint Thomas’ı okumak yeterlidir.

[30] Bir gerçek düzeyinden diğerine geçerken, benzer bütün durumlar­da olduğu gibi burada da analoji tamamen ters yönde uygulanır.

[31] Bu eğilim Hint öğretisinin tamas dediği ve cehalet ve karanlığa benzettiği eğilimdir: Dikkat edilecek olursa, analoji uygulama­sı hakkında az önce söylediklerimize göre, söz konusu edilen ba­sınç ya da yoğunluk, manevî ya da entelektüel alanda ele alınan yoğunlaşmanın tersinedir. Öyle ki ilk anda ne kadar tuhaf görü­nürse görünsün, gerçekten bu eğilim çokluk içinde bölünmenin ve dağılmanın korelatividir. Nitekim “eşitlik” kavramına göre, en alt düzeyde aşağıdan yukarıya gerçekleştirilen benzerlik için de durum aynıdır. Bu benzerlik, en üstün ve ilkeye özgü birliğin tam karşıtındadır.

[32] Bu nedenle Dante, Lucifer’in simgesel evini dünyanın merkezine, yani ağırlık kuvvetlerinin her yönden birbirine yaklaştığı noktaya yerleştirir. Bu bakımdan, geleneksel öğretilerin çoğunda güneşle simgelenen manevî ya da “semâvî” çekim gücü merkezinin tersi­dir bu.

[33]      18. yüzyıldan önce, Yunan atomculuğundan tutun da Kartezyen fi­

ziğine kadar “mekanist” kavramlar vardı; ama bugünkü anlamıyla materyalizmin ortaya çıkışından beri, iki terim arasında bazı ben­zerlikler, bir tür maddî dayanışma oluşturmuş olmalarına rağmen, “mekanikçilik”le “maddecilik”i birbirine karıştırmamak gerekir.

[34] Hümanitarizm, insan ve toplum sevgisi demektir. Hümanizmden farkı, hümanitarizmin hızını kutsal metinlerden alması ve antro- pomorfik olmamasıdır, -ed.n.

Eşitlikçilik veya egaliteryanizm bir ya da tüm canlı varlıklar için belirli kategorilerde eşitlik talebinde bulunan düşünce biçimidir. Çağdaş bağlamda özellikle ırk, etnisite, cinsiyet, ve cinsel yöne­lim bağlamında eşitliğe dair vurgular içerir. Bu yüzden eşitlikçi­lik, cinsiyet, eşitlik, cinsel eşitlik ve/veya ırk eşitliği vb. olarak da tanımlanabilir. Bu görüşe göre toplum renk ve cinsiyet farklılık­larını önemsemeyen bir konumda olmalıdır.

[35] İbranicede şeytan “hasım”, yani her şeyi tersine çeviren ve onları âdeta tersinden alan kişi demektir; bu, inici veya “aşağılaştırıcı” ya da etimolojik anlamıyla “cehennemî” eğilimle ve hatta varlık­ların bu maddileştirme sürecinde izledikleri eğilimle özdeş olan bir inkâr ve bozgunculuk ruhudur. Modern uygarlık tüm gelişi­mini bu sürece göre gerçekleştirir.

[36] Sayın Massis’in bizim eserlerimizden habersiz olmadığını biliyo­ruz. Ama eserlerimiz onun tezine aykırı düşeceği için, eserlerimi­ze en küçük bir göndermede bulunmaktan özenle kaçınıyor. Bu tutumu, en azından içtenlikten uzaktır. Onun bu sükûtuna zaten çok sevinmemiz gerektiğini düşünüyoruz; çünkü onun bu sükû­tu, tabiatları gereği her türlü tartışmanın üstünde kalmaları gere­ken şeylerin can sıkıcı polemiklere karıştığını görmemizi önlüyor. “Kutsal öğreti” hakikatinin aslında kesinlikle zarara uğramayacak kadar yüce olmasına rağmen, “din dışı” anlayışsızlığın temsilinde her zaman can sıkıcı bir husus bulunur.

Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to