Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

Baruch Spinoza…Tractatus Theologico-Politicus Ya da Tanrıbilimsel Politik İnceleme

 

Çeviren: Betül Ertuğrul

Özgün adı: Tractatus Theologico-Politicus

Yazar: Baruch Spinoza

Çeviren: Betül Ertuğrul

ÖNSÖZ

Batıl inancın kaynağı ve sonuçları.

Yazarı yazmaya iten nedenler.

Araştırmasının gidişatı.

İncelemenin hangi okuyucular için tasarlandığı.

Yazarın ülkesinin yöneticilerine boyun eğmesi.

Tüm varlıklarını konulmuş kurallarla yönetebil- seydi ya da yazgı her zaman onlardan yana olsaydı insanlar hiçbir zaman batıl inançlı olmazdı. Ama kuralların işe yaramadığı sıkıntılara sevk edilirken ve yazgıdan açgözlüce arzuladıkları şansın belirsizliği yüzünden umut ve korku arasında zavallıca bocalar­ken insanlar bunların sonucu olarak çoğu zaman her şeye inanmaya çok yatkındır. İnsan aklı genellikle ovüngen, kendine fazla güvenen ve gururlu olmasına rağmen, kuşkulu zamanlarda, özellikle de umut ve korku üstünlük için mücadele içindeyken kolayca çelinir.

Birkaç insanın kendi doğasım bildiğine inanmama rğmcn bu söyleyeceğim sanırım herkesin bildiği genel bir gerçek; dünyada hiç kimse çoğu insanın .•engin olduğunda (ne kadar deneyimsiz olursa olsun) her öğüt teklifini kişisel bir saldırı olarak algılayacak kadar akılla dolup taştığını, zor zamanlanndaysa lam tersi olarak insanların nereye başvuracağını bilemediğini ve gelen geçene öğüt vermeleri için yalvardığını gözlemlemeden yaşamış olamaz. Zor zamanlarında benimsemeleri için hiçbir düşünce fazla boş, saçma ya da aptalca olmaz. En anlamsız nedenler bile onları umutlandırır ya da çaresiz bıra­kır - eğer korkuları sırasında onlara geçmiş bir iyiliği ya da üzüntüyü anımsatacak bir şey olursa, onun mutlu ya da mutsuz bir sonuca işaret ettiğini düşü­nürler ve bu yüzden (daha önce başarısız olmuş olsa bilej onu uğurlu ya da uğursuz bir işaret olarak yo­rumlarlar. Onlan şaşırtan her şeyin tanrıların ya da Tanrı'nın öfkesine işaret ettiğine inanırlar ve dini batılla karıştırır, uğursuzluğu dua ve kurbanla önle- memeyi dine saygısızlık sayarlar. Birine bu kadar tuhaf biçimde yorumladıkları Doğa'nın da onlar kadar çılgın olduğunu düşündürene kadar, akılların­da sürekli olarak bu çeşit işaret ve mucizeleri yaratır­lar.

Batıl inancın en başta gelen kurbanlarının, geçici kazanından açgözlüce arzulayanlar; (özellikle de tehlikede olduklarında ve kendilerini kurtaramadık­larında) Tanrı'dan yardım dilemek için duaları ve kadınsı gözyaşları alışkanlık haline getirmiş olanlar olduğu böylece belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Bunlar aklı işe yaramaz olarak paylarlar çünkü akıl, peşinden koştukları karanlıklara giden sağlam bir yol göstennez. İnsan aklım yararsız bularak reddeder; ama sanki Tanrı bilge olanlara sırt çevirmiş ve buy­ruklarını insanın aklına değil de yaratıkların organla­rına yazmış ya da buyruklannı aptalların, delilerin ve kuşların esin ve içgüdülerince bildirilmeye bırakmış gibi, hayal gücünün, rüyaların ve diğer çocukça saç­malıkların aldatmalarının Tanrı'nın gerçek kehanet­leri olduğuna inanırlar. Korkunun insanoğlunu ittiği

akılsızlık işte böyle bir şeydir.

O zaman, batıl inanç korku tarafından yaratılır, korunur ve büyütülür. Eğer bir örnek isteyeniniz olursa, ilk kez Sysis geçitlerinde (Curtius, v.4)    yaz­gıdan korkmayı öğrendiğinde batıl inançla kâhinler­den kılavuzluk isteyen, bununla birlikte Darius'u yendikten sonra, ikinci bir kez tersliklerle karşılaşa­na kadar kâhinlere bir daha danışmayan İskender'e baksın. Tahitiler bir savaş için kışkırtırken, Balkhhlar onu terk ettiğinde ve kendisi de yaraları nedeniyle hasta yatarken " bir kez daha, insan aklı­nın şaklabanlığına, batıl inanca başvurdu ve kurban­lara ilişkin olayların sorunuyla ilgili bilgi almak için, her şeye inanmaya hazır olduğu konusundaki gizini açtığı Aristander'i2 çağırttı." İnsanların sadece kor­kunun egemenliği altındayken batıl inancın kurbanı olduğunu ve son olarak da kâhinlerin tam da devle­tin en tehlikeli zamanlarında insanlar arasında en fazla erki elde ettiklerini ve yöneticilerce en çok korkulanlar olduğunu gösteren benzer yapıda birçok örnek alıntılanabilir. Zayıf dinsel inancın neden olduğu saygıyla kötüyü gösterdiğine inanılan tüm işaretlerin, karamsar ve korkak akıllann hayal ürün­lerinden başka bir şey olmadığı gerçeğini açıkça gösteren daha birçok örnek verilebilir. Bence bu, herkes için yeterince açık, bu yüzden bu konu hak­kında daha fazla konuşmayacağım.

Yukarıda verilen boş inançların kaynağı, bize şu konularda açık bir neden sunar,- boş inanç her insanda doğal olarak ortaya çıkar - oysa bazıları onun ortaya çıkışını insanlar için evrensel olan bulanık bir Tanrı kavramına yükler - : Boş inanç, diğer aklî sanrı ve duygusal dürtülerden farklı değildir. Ayrıca ancak umut, nefret, öfke ve hile ile sürdürülebilir. Çünkü o akıldan değil, duygunun daha güçlü evrele­rinden kaynaklanır. Daha da fazlası, bu tanımdan her tür saçmalığa eğilimi olan insanla aynı yolda yürümenin ne kadar zor olduğunu kolayca anlayabi­liriz. Bu zorluk insanoğlunun her zaman mutsuzlu­ğun aynı basamağında kalması, hiçbir zaman hiçbir çözümü kabul etmezken, her zaman aldatıcılığı henüz kanıtlanmamış bir yenilikten daha çok mem­nun olmasından kaynaklanır.

Bu tutarsızlık unsuru birçok korkunç savaş ve dev- rimlere neden olmuştur; Curtius'un da dediği gibi (lib. iv. bölüm 10): 'Aşağı tabakanın batıl inançtan daha güçlü bir yöneticisi yoktur' ve bu aşağı tabaka din bahanesiyle bir an krallarına tanrı gibi tapmaya kolayca yönlendirilirken, başka bir an onlara insanlı­ğın ortak felaketleri diye lanet edebilir ve onları yad­sıyabilir. Bu nedenle dinin her türlü sarsıntıyı atlata­bilmesi ve ona tüm insanlarca dikkatli saygıyla uyulması için doğru ya da yanlış olsun, bu kadar görkem ve törenle dine yatırım yapılarak bu kötülü­ğü etkisiz hale getirmek için büyük zahmetler çekil­di. Her anlaşmazlığı dine karşı saygısızlık olarak kabul edip böylece insanların kafasını inanca dayalı yöntemlerle tıkayarak kuşku duyacak kadar bile sağlam akla yer bırakmayan bu sistem Türkler tara­fından mükemmelleştirilmiştir.

Ama eğer zorba devlet yönetiminde yurttaşları soy­tarı konumunda tutmak için en büyük ve gerekli gizli din kisvesi altında onların gözünü boyamak ve kor­kuyu maskelemek; böylece insanların kölelik için sanki güvenlik için savaşırmışçasına cesurca savaşa- bilmelerini ve zorba bir devlet başkanınm boş gururu için kanlarını ve hayatlarını tehlikeye atmayı utanç değil, en büyük onur saymalarım sağlamaksa; özgür bir devlette bundan daha çıkarcı bir yarar düşünüle­mez ya da denenemezdi. İnsanın aklını önyargılarla etkilemek, kararlarını baskı altına almak ya da yarı- dinsel kışkırtmanın tüm silahlarını kullanmak gibi tuzaklar, özgürlüğün genel ilkelerine tamamen ters­tir. Tabi ki böyle kışkırtmalar sadece yasa, kuramsal düşüncelerin egemenliği altına girdiğinde ve görüşler yargılanıp suçlarla aynı ölçüde ayıplandığında ve görüşlerin savunucu ve takipçileri, aslında halkın güvenliğini için değil, rakiplerinin öfke ve acımasızlı­ğına kurban edildiğinde türer. Eğer suçlamalar için sadece eylemler temel alınsaydı ve düşüncelerin her zaman özgürce söylenmesine izin verilseydi, o za­man böyle kışkırtmalar hiçbir şekilde haklı çıkarıla­mazdı ve düşünceler tartışmalardan katı ve değişmez bir çizgiyle ayrılırlardı.

Herkesin istencinin özgür ve serbest olduğu, her­kesin Tanrı'ya vicdanının söylediği gibi tapınabildiği vc özgürlüğün her şeyden daha değerli sayıldığı bir cumhuriyette yaşıyor olmanın az rastlanan mutlulu­ğunu yaşıyoruz . Şimdi bunu görerek, sadece kamu huzuru zarar görmeden böyle bir özgürlüğün verilebi­leceğini gösterme bakımından değil, ayrıca böyle bir özgürlük olmaksızın ne dindarlığın gelişeceğini ne de

halkın huzurunun güvende olacağını gösterme ba­kımından nankör ve yararsız bir işe kalkışmadığıma inandım.

Bu incelemede kanıtlamaya çalıştığım esas sonuç bu; ama buna ulaşmak için ilk olarak din kavramı­mızı, daha önceki köleliğimizin yaraları gibi hala din kavramımızı çirkinleştiren yanlış kanılara dikkat çekmeliyim. Ve hala putperest batıl inanca eğilimli insanların aklını yasal yöneticilerinden başka tarafa yönelterek bizi tekrar köleliğe itmek için birçoğunun terbiyesizce savunduğu milli egemenlikle ilgili yanlış görüşleri belirtmeliyim. İncelememin düzeninden birazdan söz edeceğim ama önce beni yazmaya iten nedenleri sayacağım.

Hristiyanlık dinini yani; sevgi, sevinç, huzur, ılım­lılık ve yardımseverliği öğretmekle övünen insanlann nasıl bu kadar kinci bir düşmanlıkla tartıştıklarını, her gün birbirlerine nasıl şiddetli bir nefret göstere­bildiklerini ve öne sürdükleri meziyetlerindense bunun nasıl olup da inançlarının en kolay görülen özelliği olduğuna sıkça şaşırmışımdır. Birinin bir insanı genel görünüşü ve giysisine, bu ya da şu ta­pınma yerine gitmesine ya da belli bir mezhebin söylemini kullanmasına bakarak Hristiyan, Türk, Yahudi ya da Putperest olarak adlandırabildiği za­manlar geride kaldı - yaşam biçimine gelirsek, o tüm bu kimlikler için aynı. Bu kuralsızlığın nedenini sorgulamak beni hiç kuşkusuz, Kilisenin papazlıkla- nnın halk kitlesi tarafından yüksek makamdan, makamlarının da kazanç merkezlerinden başka bir şey olarak görülmediği doğrusuna yöneltiyor - kısa­ca, herkesçe tanınan din, kiliseyle ilgili şeylere saygı olarak özetlenebilir. Bu yanlış kavramın yayılması 14

lüm değersiz adamları büyük bir arzuyla papazlığa girmeye özendirdi ve böylece Tanrı'nın dinini yayma sevgisi para hırsı ve tutkuya dönüşerek yozlaştı. Her kilise, kilise öğretmenleri yerine konuşmacıların konuştuğu, bunların insanları bilgilendirmeyi umur­samadan hayranlık çekmek, rakiplerini halk önünde aşağılamak için uğraştığı ve sadece tuhaflık ve çeliş­kileri vaaz ettiği birer tiyatroya dönüştü. Şeylerin bu durumu zaman aşımının azaltamayacağı ölçüde tartışma, kıskançlık ve nefret uyandırdı. Böylece eski dinden geriye hiçbir şeyin kalmamasına, sadece (bunların bile halk yığının ağzında Tanrı'ya tapın- maktansa O'nu pohpohlama gibi duran) görünüşteki yapılarının kalmasına ve inancın saçmalama ile ön yargının bir birleşimine dönüşmesine neredeyse şaşırmıyoruz. — evet, dinin inşam rasyonel bir var­lıktan bir canavara dönüştüren, doğru ve yanlış ara­sında karar verme yetisini tamamen bastıran, aslın­da aklın son kıvılcımını söndürmek için dikkatlice beslenen ön yargıların bir bileşiminden başka bir şeye dönüşmesine şaşırmıyoruz! Dindarlık, Yüce Tanrı'ın! ve din saçma gizemin bir parçası haline geldi. Akıldan açıkça nefret eden ve anlayışı doğal olarak yoz bularak geri çeviren insanların, bunların, diyorum ki tüm insanlardansa bunların Yüce ışığa sahip oldukları berbat yalanına inanılıyor. Eğer bun­lar Yukarıdan  bir nebzecik pırıltı alabilselerdi, küs­tahça saçmalamazlardı, Tanrı'ya daha bilgece tapın­mayı öğrenirlerdi ve yoldaşları arasmdan şimdi kötü niyetleri yüzünden gösterilmelerinin tersine o zaman merhametlerinden ötürü parmakla gösterilirlerdi.

Eğer kendi ünleri yerine rakiplerinin ruhlarını düşü­nüyor olsalardı, şiddetle acı çektirmeyi bırakır, mer­hamet ve sevecenlikle dolarlardı.

Dahası, eğer içlerinde tanrısal bir ışık olsaydı öğre­tilerinden belli olurdu. Kutsal Kitap'ın derin gizemle­rine duyduklan şaşkınlıklarını itiraf etmekten hiçbir zaman bıkmamalannı kabul ediyorum.Yine de ne­den hala (Hristiyanlık adına güvenirlik kazanmak amacıyla) Platonculann ve Aristoculann Kutsal Ki- tap'ın uymasını sağladıkları kurgularından başka bir şey öğretmediklerini çözemiyorum. Böylece Greklerle birlikte sadece kendileri saçmalamakla yetinmiyorlar ayrıca peygamberlerin de saçmalamalarım sağlıyor­lar; sonuç olarak görülüyor ki bunlar rüyalarında bile hiçbir zaman Kutsal Kitap'ın Tanrısal yapısının bir belirtisini yakalayamamışlardır. Gizemlere olan hayranlıklarının coşkunluğu açıkça ortaya koyuyor ki Kutsal Kitap'a olan inançları yaşayan bir inançtan çok biçimsel bir kabullenme. Ve Kutsal Kitap'ın incelenmesi ve doğru yorumlanması için temel ola­rak her parçasının gerçek ve tanrısal olması ilkesini önceden şart koşmalarıyla bu gerçek daha da anlaşı­lır oluyor. Böyle bir öğretiye ancak Kutsal Kitaplann sıkı bir incelemesinden ve tam olarak anlaşılmasın­dan sonra ulaşılmahfbu, Kutsal Kitapların çok daha iyi öğrenilmesini sağlar çünkü onun insan anlaşmaz­lıklarına ihtiyacı yoktur) ve bu ilke sanki Kutsal Kitap'ı sorguluyormuşuz gibi başlangıçta konulma­malı.

Aklın ışığının sadece küçümsenmesi değil, aynı zamanda çoğu kişinin O'nu Tanrı'ya saygısızlığın kaynağı olarak lanetlemesi, insan yorumlarının tan­rısal kayıtlar olarak kabul edilmesi ve saçmalığın 16

inanç olarak övülmesi gerçekleri üzerinde düşünür­ken; Kilise ve Devlet'e öfkelenen filozofların azgın çekişmelerine, şiddetli nefret ve anlaşmazlığın kay­nağına, kışkırtmanın ve diğer sayısız belalarının emre amade belgelerine dikkat çekerken, hakkında varsayımlar yapmadan ve O'na içinde açıkça yazıl­mış bulmadığım hiçbir öğretiyi mal etmeden, Kutsal Kitap'ı dikkatli, tarafsız ve özgür bir ruh haliyle ye­niden incelemeye karar verdim. Bu önlemlerle, Kut­sal Kitap'a göre bir çözümleme yöntemi düzenledim ve böyle donanarak - 'kehanet nedir?'i soruşturmaya başladım. Tanrı peygamberlere Kendi'sini ne anlam­da açtı ve neden özellikle bu insanlara belli etti - O'nun tarafından seçilmişler miydi? Onlar Tanrı ve doğayla ilgili düşüncelerinin yüceliği ya da sadece dindarlıkları nedeniyle mi seçildiler? Bu sorular yanıtlandığında peygamberlerin yetkisinin sadece ahlakî konularında önemli olduğu ve kuramsal öğre­tilerinin bizi az etkilediği sonucuna kolayca vardım.

Sonra İbranilerin neden Tanrı'nın seçilmiş insan­ları diye adlandırıldığını soruşturdum ve bunun sadece Tanrı'nın onlar için huzurlu ve rahatça yaşa­sınlar diye belirli bir bölge seçmiş olmasından kay­naklandığını keşfettim. Tanrı tarafından Musa'ya belli edilen yasanın özel İbrani devletinin yasasından başka bir şey olmadığı, dolayısıyla İbraniler dışında hiç kimseyi, hatta ülkelerinin yıkılmasından sonra İbranileri bile bağlamadığını öğrendim. Bundan öte, insanın geçerli anlama yetisinin doğal olarak yoz olduğu sonucuna Kutsal Kitap'tan varılıp varılama­yacağını öğrenmek için Peygamberler ve havariler aracılığıyla tüm insan soyuna gönderilen Evrensel I )in'in, Tanrı Yasa'sının doğal aklın ışığının öğretti-

ğinden farklı olup olmadığını soruşturdum. Mucize­lerin doğanın yasalarını çiğneyerek gerçekleşip ger­çekleşemeyeceğini, eğer gerçekleşebilirlerse mucizele­rin Tanrı'nın varlığını, doğrudan doğal nedenleriyle kesin ve açıkça anladığımız olaylardan daha açık ve net gösterip göstermediklerini soruşturdum.

Araştırmam boyunca, Kutsal Kitap tarafından bi­zim anlama yetimize uymayan ya da ona aykırı düştüğü halde de açıkça öğretilen hiçbir şey bulma­dım. Ve peygamberlerin çok basit olmayan ve herkes tarafından kolayca kavranmayacak hiçbir şey öğret­mediğini ve bundan öte öğretilerini biçemce güzel bir dille anlattıklarını ve onları kitlelerin aklını Tanrı'ya bağlılığa çok derinden özendirecek uslamlamalarla doğruladıklarını gördüm. Kutsal Kitap'ın aklı tama­men serbest bıraktığına ve felsefeyle hiçbir ortak noktası olmadığına tamamen ikna oldum. Bunu koşulsuzca ileri sürmek ve tüm soruşturmayı ayrıntı­lı biçimde incelemek için Kutsal Kitap'ın çözümlene­ceği yönteme dikkat çekiyorum ve tüm ruhsal soru­ların, sıradan bilginin öğelerinde değil, sadece Kutsal Kitap'ta aranması gerektiğini gösteriyorum. Oradan - batıl inanca eğilimli ve sonsuz gerçeklerden çok eski uygarlıkların paçavralarını umursayan - çoğun­luğun Tanrı’nın Söz'ündense Kutsal Kitap'ın kitapla­rına saygı göstermesinden kaynaklanan yanlış kav­ramları belirtmeye geçiyorum. Tanrı'nın Söz'ünün peygamberlere belli sayıda kitaplar olarak değil, aklın sade bir görüşü, yani adalet ve yardımseverlik alış­kanlıkları içinde Tanrı'ya içten bağlılıkla boyun eğme olarak belli edildiğini gösteriyorum. Bundan öte Kutsal Kitap'ta bu öğretinin, Havari ve Peygamberle­rin aralarında vaaz verdikleri insanların görüş ve anlayışlarına göre, insanların onu istekli bir şekilde ve tüm kalpleriyle kabullenmesi amacıyla ortaya konduğuna dikkat çekiyorum.

Böylece inancın temellerini açıkça ortaya çıkardık­tan sonra vahyin biricik amacına bağlı olduğu bu yüzden temeli ve yöntemi kadar amacı açısından da sıradan bilgiyle tamamen ilgisiz olduğu; vahiy ve sıradan bilginin ayrı alanları olduğu, hiçbirinin diğe­rinin yardımcısı olarak anılamayacağı sonucunu çıkarıyorum.

Bundan öte, insanların akıllarının yapıları farklı olduğundan yani bazıları bir inanç biçimini daha kolay kabullenirken, diğerleri bir başkasını kabullen­diğinden, birini tapınmaya iten şey bir diğerini sade­ce alaya ittiğinden, daha önce de söylenenlere göre, herkesin inancının temellerini seçmede özgür olması ve inancın sadece ürünleriyle yargılanması gerektiği sonucunu çıkarıyorum. O zaman adalet ve yardım­severlik dışında hiçbir şey açıkça onurlandırılmazken herkesin tüm kalbiyle özgürce Tanrı'ya boyun eğece­ği sonucuna varıyorum.

Bu şekilde Tanrı'nın belli edilmiş yasasıyla herkese teslim edilen özgürlüğe dikkat çektikten sonra ko­numun başka bir kısmına geçiyorum ve aynı özgür­lüğün devlete ve egemen yetkiliye güvenle verilebile­ceği ve verilmesi gerektiğini - aslında huzuru büyük hir tehlike altına sokmadan ve topluma zarar verme­den bu özgürlüğün esirgenemeyeceğini kanıtlıyorum.

I Jüşüncemi kurmak için bireyin istek ve erkiyle eş süreli doğal haklarından ve hiç kimsenin bir başka­sının istediği gibi yaşama zorunluluğu olmadığı ve kendi özgürlüğünden sorumlu olduğu gerçeğinden başlıyorum. Bu hakların sadece bizi savunmak için

tayin edilen, savunma görevleriyle bizim hayatları­mızı düzene koyma erkini de kazanan vekillere akta­rılabileceğini gösteriyorum. Dolayısıyla devlet baş- kanlannm sadece kendi erkleriyle sınırlanmış hakla­rı olduğu ve adalet ve özgürlüğün tek koruyuculan oldukları ve yurttaşlarının her şeyde onların buyur­duğu gibi hareket etmeleri gerektiği anlamını çıkarı­yorum. Bununla birlikte hiç kimse kendini savunma gücünden tamamen vazgeçecek kadar insan olmayı bırakamayacağından, hiç kimsenin doğal hakların­dan tamamen yoksun bırakılamayacağı sonucunu çıkarıyorum; ama yurttaşlar yazısız ya da sosyal bir anlaşmayla, devlet büyük bir tehlike altına girmeden onlardan alınamayacak belli sayıda hakkı ellerinde tutarlar.

Bu düşüncelerden dinin yasa erkini elde etme bi­çiminin izini sürmek ve diğer kayda değer noktalara değinmek için birkaç ayrıntıyla tanımladığım İbrani Devletine geçiyorum. O zaman egemenlik erkini ellerinde bulunduranların devlet düzeninin olduğu kadar dinsel düzenin de emanetçi ve yorumcuları olduklarını ve neyin adil olup neyin olmadığına, neyin dindar olup neyin olmadığına karar verme hakkının sadece onlarda olduğunu kanıtlıyorum. Son olarak bu hakkı en iyi her insana ne isterse düşün­mesine ve düşündüğünü söylemesine izin vererek ellerinde tuttuklarını ve devletlerinin güvenliğini güvence altına aldıklarını göstererek bitiriyorum.

Onayınıza güvenerek tüm kitabın ve birçok bölü­münün ana düşüncesinin önem ve yararını dikkati­nize sunduğum sorular işte böyledir felsefe okum. Daha fazlasını anlatmak isterdim ama ön sözümün bir cilde ulaşmasını istemiyorum, özellikle de başta gelen önermelerinin filozoflara yönelik olduğu ama sıradan insanlara yönelik olmadığını bildiğim için. İnsanlığın geri kalanına bilimsel incelememi övmek umurumda değil çünkü incelememin onları mem­nun edecek bir şeyler içermesini bekleyemiyorum. Din adı altında benimsenen önyargıların ne kadar köklü olduğunu biliyorum; kitlelerin aklında batıl inancın en az korku kadar köklü olduğunun farkın­dayım; onların kararlılığının diretmeden başka bir şey olmadığını ve övgü ya da suçlamaya akıldansa dürtüyle sürüklendiklerini kabul ediyorum. Bu ne­denle çoğunluk ve çoğunlukla benzer hırsları olan­lardan kitabımı okumamalarını istiyorum; hatta onlardan kendi alışkanlıkları olduğu üzere kitabımı yanlış yorumlamalarındansa, onu tamamen ihmal etmelerini istiyorum. Kendilerine hiçbir yarar sağla­mazlar ve felsefesi, aklın Tanrıbilimin bir hizmetçi­sinden başka bir şey olmadığı inancıyla engellenmiş olan ve benim bu yapıttan özellikle yararlanmalarını istediğim başkalarına zorluk çıkarabilirler. Ama tüm yazdıklarımı ne okuma fırsatı ne de isteğini bulacak olanlar çok olacağı için burada incelememin sonun­daymış gibi ülkemin yöneticilerinin inceleme ve kararına isteyerek sunmadığım hiçbir şey yazmadı­ğımı ve onların yasalara ters ya da halkın iyiliğine zararlı bulacakları her sözümü geri almaya hazır olduğumu bildirmekle yükümlü hissediyorum. Bir insan olduğumu ve bir insan olarak yanlış yapmaya eğilimli olduğumu biliyorum ama hataya karşı titiz­likle dikkat gösterdim ve ülkemin yasalanna, bağlılık ve ahlaka tamamen uygun olması için çabaladım.

I. Bölüm:
Kehanet Hakkında

Kehanetin tanımı.

Musa'ya ve diğer peygamberlere gönderilen vahiyler arasındaki fark.

Mesih ve diğer alıcılara gönderilen vahiyler arasındaki fark.

"Ruh” sözcüğünün çok anlamlılığı.

Tanrı'ya mal edilebilecek şeylerin farklı anlamları "Tanrı'nın Ruhu"nun farklı anlamları.

Peygamberlerin vahyi hayal gücü aracılığıyla algılamaları.

Kehanet ya da vahiy Tanrı tarafından insana bildi­rilen kesin bilgidir. Peygamber Tanrı'nın vahiylerinin anlamını, belli edilen konuların kesin bilgisine ula­şamayanlara, bu yüzden sadece yalın bir imanla kavrayabilenlere açıklayan kişidir.

Peygamberin İbranicesi “naw-vee", Strong:5030 , [Son Not 1] yani konuşmacı ya da yorumcu anla­mındadır. Ama Kutsal Kitapta anlamı sadece tanrı­nın yorumcusu olarak sınırlanmıştır. Mısır’dan Çıkış vii:l'de Tanrı'nın Musa'ya söylediği gibi Harun Mu­sa'nın sözlerini Firavun'a yorumlayarak peygamber rolünü oynadığı için, Tanrı, Musa'nın Firavun'a göre bir tanrı ya da tanrı konumunda olduğunu ima ede­rek, "Bak, seni firavuna karşı Tanrı gibi yaptım", "Ağabeyin Harun senin peygamberin olacak" der.

Peygamberleri bir sonraki bölümde çözümleyece­ğim, şimdi ise kehaneti ele alacağım.       

Doğal yeteneklerimizle edindiğimiz bilgi, Tanrı ve O'nun sonsuz yasalarına dayandığı için yukarıda verilen tanımlamadan kehanetin gerçekten doğal bilgiyi içerdiği çıkıyor. Ama doğal bilgi tüm insanlar­da vardır ve herkesin paylaştığı temellere dayanır, oysa insanların çoğu hep az görülen ve sıra dışı şeyler peşinde koşar ve doğanın armağanlarına değer ver­mez; dolayısıyla kehanetten söz edildiğinde buna doğal bilgi dâhil sayılmaz. Buna rağmen doğal bilgi­nin Tanrısal olarak anılmaya diğerlerininki kadar hakkı vardır; çünkü bu bakımdan ortak kullandığı­mız kadarıyla Tanrı'nın doğası ve yasaları bize bunu emrediyor, sınırlarını aşıp kendisini de kapsayan doğa yasalarınca açıklanamaz hale gelmediği sürece, doğal bilginin değeri bizim üstün tuttuğumuz keha­netten daha düşük değildir, peygamberlerin insan vücuduna ancak üstün zekâya sahip olduklarına, bu yüzden algı ve bilinçlerinin bizimkilerden tamamen farklı olduğuna inanmadığımız ya da daha çok bunu hayal etmediğimiz sürece, içerdiği kesinlik ve türedi­ği kaynağa; yani Tanrı'ya oranla doğal bilgi kehanet­ten bir nebze bile alçak değildir. Ama doğal bilgi Tanrısal olmasına rağmen onu öğretenlere peygam­ber denilemez [Son Not 2] çünkü onlar insanlığın geri kalanının sadece yalın iman aracılığıyla değil, kendileri kadar kesin ve saygı değer olarak görebile­cekleri ve anlayabilecekleri şeyleri öğretirler. O zaman yalmzca öznel olarak Tanrı'nın doğasını içer­mesi ve paylaşması nedeniyle aklımızın gücünün doğal olayları açıklayan kavramları oluşturabilme ve ahlakı öğrenmeye yettiğini görerek, (böyle düşünül­düğü kadarıyla) insan zekâsı doğasının haklı olarak Tanrısal vahyin öncelikli nedeni olduğunu öne süre­biliriz. Açıkça ve kesin bir şekilde anladığımız her şey, şimdi belirttiğim üzere, bize tabi ki sözcükler aracılığıyla öğretilmemiştir. Ama aydın kesinliği tadan herkesin kuşkusuz onaylayacağı gibi çok daha üstün ve aklın doğasıyla tamamen uyumlu bir yolla yani Tanrı'nın doğası ve düşüncesiyle öğretilmiştir. Ancak burada, benim öncelikli amacım Kutsal Kitap- 'a ilişkin konulardan konuşmak, yani aklın ışığıyla ilgili bu birkaç tümce yeterli olacaktır.

Şimdi tam olarak çözümlemek için, Tanrı'nın in­sanlığa bildirilmesinin her ikisi de doğal bilgiyi ve onun kapsamını aşan diğer yol ve yöntemlerine geçeceğim; çünkü zaten akıl erkiyle bildiklerimizi iletmek için Tanrı'nın bu diğer yöntemleri kullan­masının hiçbir anlamı yok.

Bu konuda sonuçlarımız yalnızca Kutsal Kitap'tan çıkarılmalıdır,- çünkü peygamberlerin bize söz ve yazılarıyla anlattıkları dışında, kendi bilgimizi aşan konularla ilgili ne öne sürebiliriz ki? Ve bildiğim kadarıyla şu anda yaşayan hiçbir peygamber olmadı­ğından, mecazlardan sonuç çıkarmamaya ya da ken­dilerinin kesin olarak belirtmediği hiçbir şeyi yazar­larımıza mal etmemeye dikkat ederek ölmüş olan peygamberlerin kitaplarım okumaktan başka seçene­ğimiz yok. Yahudilerin ikincil ya da ayrıntı olan nedenleri hiç belirtmediklerini ve anlatmadıklarını fakat din, dindarlık ve genellikle sofuluk denilen 24

şeyin verdiği maneviyatla her şeyi Tanrı'ya mal ettik­lerini önceden açıklamalıyım. Örneğin, eğer bir alış­verişle para kazanırlarsa bunu onlara Tanrı'nın ka­zandırdığını söylerler; eğer bir şey arzu ederlerse bu arzuyu yüreklerine Tanrı'nın koyduğunu söylerler; bir şey düşünürlerse, bunu onlara Tanrı'nın düşün­dürdüğünü söylerler. Öyleyse Kutsal Kitap'ta ifade edildiği gibi sadece açıkça kehanet ya da vahiy olarak belirtilmediği ya da bu bağlamda vahiy olduğuna açıkça dikkat çekilmediği sürece Tanrı tarafından herkese söylenen her şeyin kehanet ya da vahiy ol­duğunu varsaymamalıyız. Kutsal kitapların gözden geçirilmesi bize Tanrı'nın vahiylerinin peygamberlere sözcük ya da imgelerle, ya da ikisinin birleşimiyle bildirildiğini gösterecektir. Bu sözcük ve imgeler iki türlüydü;

1.   — onları duyan ya da gören peygamberin hayal gücü yetisi dışındayken gerçek,

2.   - peygamberin hayal gücü yetisi onlan kesin olarak gördüğünü ya da duyduğunu varsaymasına neden olan bir durumdayken düşsel.

Mısır’dan Çıkış xxv:22'de Tanrı "Seninle orada, Keruvlar arasmda, Bağışlanma Kapağı'nın üzerinde görüşeceğim" diyerek gerçek bir sesle Musa'ya İbrani- lerc hangi yasalann iletilmesini istediğini belli etti. Musa ne zaman olursa olsun Tanrı'yı onunla ileti­şime hazır bulduğu için, bir tür gerçek sesin kulla­nılmış olması gerek. Bu, yakında göstereceğim üzere, gerçek bir sesin olduğu tek örnektir.

1 Samuel iii:21'deki "Rab Şilo'da görünmeyi sür­dürdü." tümcesinden Tanrı'nın Samuel'i çağırdığı sesin gerçek olduğunu varsayabiliriz. "Orada sözü aracılığıyla kendisini Samuel'e tanıttı." tümcesiyle

Tanrı imgesinin, Kendisini Samuel'e bir ses aracılı­ğıyla bildirmesinden oluştuğu diğer bir deyişle, Samuel'in Tanrı'yı konuşurken duyduğu kastedilir. Ama Musa ve diğer peygamberlerin kehanetleri ara­sında bir ayrım yapmak zorundayız, dolayısıyla bu sesin düşsel olduğu sonucunu çıkarmalıyız. Samu- el'in Eli'nin sesini duyma alışkanlığı vardı ve bu yüzden Tanrı tarafından üç kez çağrıldığında, sesin Eli'nin olduğunu kolayca hayal etmiş olabilir. Böyle- ce sonuç sesin Eli'nin sesine olan benzerliğiyle daha fazla desteklenir.

Avimelek'in duyduğu ses düşseldi çünkü Mısır’dan Çıkış xx:6'da şöyle denmiştir: "Tanrı, düşünde ona... dedi." Öyleyse Tanrı'nın isteği, onun için uyanıkken değil, sadece uykudayken yani,- hayal gücünün en fazla etkin olduğu ve denetlenemediği zaman açık bir bildiriydi. Bazı Yahudiler On Emir'in gerçek sözcük­lerinin Tanrı tarafından söylendiğine değil, İsraillile­rin sadece belirgin sözcükleri olmayan bir ses duy­duklarına ve devamı sırasında On Emir'i saf sezgiyle anladıklarına inanırlar. Mısır’dan Çıkış'taki On Emir'in sözcüklerinin Yasa’nın Tekrarı'ndaki On Emir'in sözcüklerinden farklı olduğunu görerek ben de bir zamanlar bu düşünceye eğilimliydim, çünkü aradaki uyuşmazlık (Tanrı bir kez konuştuğu için) On Emir'in amacının Tanrı'nın gerçek sözcüklerini değil, sadece O'nun anlatmak istediğini iletmek olduğunu gösteriyordu. Ancak, Kutsal Kitap'ı tahrip etmediğimiz sürece, kesinlikle kabul etmeliyiz ki, İsrailliler gerçek bir ses duydular, çünkü Kutsal Kitap açıkça iki insanın bedensel organlarım kullanarak sıradan düşünce değiş tokuşu yaptığı gibi, Yasa’nın Tekrarı v:4'te: "Tanrı sizinle yüz yüze konuştu" diyor. Dolayısıyla Tanrı'nın On Emir'i aracılığıyla belli ettiği bir tür gerçek ses yarattığını varsaymak Kutsal Kitap'la daha uyumludur. Bu iki parçanın uyuşmaz­lığı Bölüm VlII'de çözümlenmiştir.

Fakat böyle bile tüm zorluk aşılamıyor, çünkü di­ğer yaratılan şeylerle aynı şekilde Tanrı'ya boyun eğen bir yaratığın, Tanrı'nın doğasım sözlü olarak ya da gerçekten bireysel organizması aracılığıyla ifade etmeye ya da anlatmaya, örneğin, birinci şahıstan "Ben sizin Tanrı'nız Rab'bim" diyerek bildirmeye gücünün yetebileceğini ileri sürmek neredeyse hiç akıllıca değil.

Biri ağzıyla "anlıyorum" dediğinde, anlamayı kesin­likle ağza değil, konuşmacının aklına mal ederiz; ama bu ağız konuşan insanın doğal organı olduğu içindir ve duyan kişi, kendisiyle bir karşılaştırmayla anlamanın ne olduğunu bilerek kolayca konuşmacı­nın aklının kastedildiğini anlar. Ama Tanrı hakkın­da sadece adından öte bir şey bilmeseydik ve onunla iletişime geçmek isteseydik ve onun varlığından emin olsaydık isteğimizin (az ya da çok bizim gibi Tanrı'ya boyun eğen) yaratılmış bir şeyin "Ben Rab'bim" bildirisiyle nasıl yerine getirileceğini anla­mıyorum. Eğer Musa'nın ya da Musa demeyeceğim, ama bir tür hayvanın dudaklarım "Ben Rab'bim" diyecek şekilde Tanrı hareketlendirdiyse, Rab'bin varlığını buradan mı kavramalıyız?

Kutsal Kitap açıkça gökten bu amaçla Sina Dağı’na inerek Tanrı'nın Kendi'sinin konuştuğu - ve bunu sadece İsraillilerin değil, aynı zamanda başkanları olan adamın da gördüğü inancına dikkat çekiyor gibi görünüyor. [Mısır’dan Çıkış xxiv:33) Bundan öte Musa'nın ne çoğaltılabilen ne de kısaltılabilen ve doğruluğun ulusal bir ölçünü olarak kurulan yasası, hiçbir yerde Tanrı'nın bedensiz hatta biçim ya da şekilsiz olduğu inancmı buyurmuyor, ama yalnızca Yahudilerin O'nun varlığına inanması gerektiği ve yalmzca Yahudilerin O'na tapınması gerektiğini emrediyor. Yasa Tanrı'nın herhangi bir benzerini uydurmayı ya da şekillendirmeyi yasakladı. Ama bu tapınmanın saflığını garantilemek içindi çünkü Tan- n'yı hiç görmedikleri için şekiller aracılığıyla Tanrı'- nm biçimini değil, tapınmalarının nesnesi olarak yavaş yavaş Tanrı'nın yerini alabilecek bir yaratımın biçimini hatırlayabilirlerdi. Buna rağmen, Kutsal Kitap açıkça Tanrı'nın bir şekli olduğunu ve Musa'­nın Tanrı'yı konuşurken duyduğunda O'na bakması­nın ya da en azından arka taraflarına bakmasının yasaklandığını söyler.

Kuşkusuz, aşağıda bütünüyle tartışacağımız bu so­ruda biraz gizem saklıdır. Şimdilik Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın Yasa'larım insana açtığı yöntemleri göste­ren parçalara dikkat çekeceğim.

Vahiyler, Tarihler: xxii.'deki gibi Tanrı'nın, öfkesi­ni Davut'a elinde kıhç olan bir melek aracılığıyla göstermesi ve Balam'ın öyküsünde olduğu gibi sadece şekiller aracılığıyla da olabilir.

Maymonides  ve diğerleri gözleri açıkken hiç kim­se melek göremeyeceği için, bu ve diğer tüm melekli belirme olaylarının (yani Manoah ve İshak'ı sunan İbrahim'e olduğu gibi) uyku sırasında olduğunu ileri sürüyorlar ama bu daha da saçma. Böyle yorumcula­rın tek amacı benim saçmalığın doruk noktası olarak gördüğüm, zekice sözcük oyunlarını ve kendi uy­durmalarını Kutsal Kitap'a zorla sıkıştırma işlemi gibi görünüyor.

Tanrı gerçek olmayan ama sadece peygamberin hayalinde var olan şekillerle, Yusuf'a gelecekteki egemenliğini, Yeşu'ya ise sözcük ve şekillerle Rab'bin ordusunun Komutan'ıymış gibi kılıç kuşanmış bir meleğin görünmesini sağlayarak sözlü iletişimle Kcndi'sinin İbraniler için savaşacağını belli etmiştir. Tanrı'nın kayrasının İsrail'i terk ettiği Yeşaya'ya Tanrı'nın çok yüksek bir tahtta oturduğu ve İbranile- rin günahlarının kiriyle lekeli, pislik içine batmış ve böylece Tanrı'dan olabildiğince uzak göründükleri bir imgeyle betimlenmiştir. Gelecekteki felaketler söz­cüklerle önceden haber verilirken, insanların o za­manki alçaklığı böyle belli edilmişti. Kutsal Kitap'tan benzer birçok örnek aktarabilirim, ama bence zaten yeterince iyi biliniyorlar.

Ancak, Çölde Sayım xii:6,7'de savımız daha açıkça doğrulanıyor: "Eğer aranızda bir peygamber varsa, Ben, Rab düşte kendimi ona tanıtır," (yani imge ve işaretlerle, çünkü Tanrı Musa'nın kehaneti için işaretler olmayan bir görme der), "onunla düşte ko­nuşurum." (yani gerçek sözcükler ve sesle değil). " Ama kulum Musa öyle değildir; onunla bilmecelerle değil, açıkça, yüz yüze konuşurum, O Rab'bin sure­tini görüyor" yani beni bir arkadaş gibi görerek ve korkmadan, benimle konuşur [Mısır’dan Çıkış xxxiii:17). Bu diğer peygamberlerin gerçek bir ses duymadığını tartışmasız doğruluyor ve Yasa’nın Tekrarı xxiv:10: "O günden bu yana İsrail'de Musa gibi Rab'bin yüz yüze görüştüğü bir peygamber çık-

madı," tümcesi de Musa bile Rab'bin yüzünü görme­diği için bu, Rab'bin diğer hiçbiriyle konuşmadığı anlamına gelmelidir. Bunlar Kutsal Kitap'ta Tanrı ve insan arasında sözü edilen tek iletişim araçları ve dolayısıyla varsayılacak ya da uydurulacak araçlar yalnızca bunlar olabilir. Bedensel yöntemleri araya sokmaksızın akıllarımıza Öz'ünü ilettiği için Tanrı'- mn insanla doğrudan iletişime geçebileceğini bütü­nüyle anlayabiliriz ama doğal bilgimizin temellerince hem kapsanmayan hem de anlaşılmaz olan düşünce­leri saf sezgiyle anlayabilen bir insan zorunlu olarak hemcinslerinden çok daha üstün bir zekâya sahip olmalıdır. Ben İsa dışında hiçbirine bu zekânın ba­ğışlandığına inanmıyorum. Ona insanı kurtuluşa götüren Tanrı'nın yönergeleri sözcük ya da düşler olmadan doğrudan bildirilmiştir böylece Tanrı Ken- di'sini daha önce doğaüstü ses aracılığıyla Musa'ya ettiği gibi, havarilere de İsa'nın aklı aracılığıyla belli ediyor. Bu anlamda İsa'nın sesine, Musa'nın duydu­ğu ses gibi, Tanrı'nın sesi denilebilir ve Tanrı'nın bilgeliğinin (yani insanca olandan daha çok olan bilgeliğinin) İsa'da insan doğasına büründüğü ve İsa'nın kurtuluşun yolu olduğu söylenebilir. Bu nok­tada özgürce anlamadığımı itiraf ettiğim için belli kiliselerin İsa'yla ilgili ileri sürdüğü bu öğretileri ne doğruladığımı ne de yadsıdığımı bildirmeliyim. Bu­radan şu sonuç çıkar: Az önce söylediğimi Kutsal Kitap'tan aldım, orada Tanrı'nın İsa'ya görünmedi­ğini ya da İsa'yla konuşmadığını okudum. Ama Tanrı'nın havarilere İsa aracılığıyla açıldığını, İsa'nın yaşam yolu olduğunu, Eski Antlaşma'nın doğrudan Tanrı tarafından değil, bir melek aracılığıyla verildi­ğini okudum. Bu nedenle söylediğimi, eğer Musa Tanrı ile bir arkadaşıyla (yani ikisinin de bedenleri aracılığıyla) konuştuğu gibi yüz yüze konuşuyorsa, İsa'nın da Tanrı'yla akıldan akla iletişim kurduğunu okuduğum Kutsal Kitap'tan aldım.

Böylece İsa dışında hiç kimsenin Tanrı'nın vahiy­lerini sözcük ya da hayallerle olsun hayal gücünün yardımı olmadan almadığı sonucuna varıyoruz. Bu yüzden kehanetin gücü, sıra dışı yetkinlikte bir zekâ­yı değil, bir sonraki bölümde göstereceğim gibi sıra dışı canlılıkta bir hayal gücünü kastediyor. Şimdi Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın Ruhunun peygamberlere üflenmesiyle ne anlatmak istendiğini sorgulayacağız; bu amaçla genelde ruh olarak çevrilen İbranice söz­cük roo'-akh'nı, Strong:7307, tam anlamını belirle­meliyiz.

Roo'-akh sözcüğü, Strong:7307, sözcük anlamıyla bir rüzgâr örneğin, güney rüzgârı, anlamına gelir ama sıkça türetilmiş diğer anlamlarda da kullanılır.

Şunlarla eş anlamlı kullanılmıştır: -

1.        Nefes:  "Ne de ağzında soluk kalmış­tı. ."Mezmurlar cxxxv: 17.

2.    Hayat ya da nefes almak: "Ve ruhu ona geri döndü" 1 Samuel xxx: 12; yani tekrar nefes aldı.

3.    Cesaret ve güç- "Sizin korkunuzdan kimsede derman kalmadı " Yeşu ii:l 1; "...ruh içime girdi ve beni ayaklarımın üzerinde durdurdu..." Hezekiel ii:2.

4.    Erdem ve uygunluk: "Çok gün görenler konuş­sun, çok yıl yaşayanlar bilgeliği öğretsin. Oysa insana ruh veren..." "Eyüp xxxii:7; yani bilgelik her zaman yaşlı insanlarda değildir, çünkü şimdi keşfediyorum ki bilgelik bireysel erdem ve anlama gücüne bağlıdır. Yani, "kendisinde Rab'bin ruhu bulunan..." Çölde Sayım xxvii:18.

5.    Akıl Yapısı: "Çünkü Kulum Kavre'de başka bir ruh var..." Çölde Sayım xiv:24; yani başka bir akıl yapısı. "O zaman size yüreğimi açanm..." Süley­man’ın Özdeyişleri i:23.

6.    İrade, amaç, arzu, dürtü: "Ruhları onlan nereye yönlendirirse, sağa sola sapmadan oraya gidiyorlar­dı." Hezekiel i: 12; "Benim değil, kendi taşanlarını yerine getirip Ruhuma aykırı anlaşmalar yaparak..." Yeşaya xxx:l; "Çünkü Rab size uyuşukluk ruhu verdi." Yeşaya xxix:10; "Onların öfkesini yatıştırdı." Hâkimler viii:3; "Kendini denetleyen de kentler fet­hedenden üstündür." Süleyman in Özdeyişleri xvi: 32; "Kendini denetleyemeyen kişi..." Süleyman'nı Özdeyişleri "Ruhun ateş gibi seni yutacak." Yeşaya xxxiii:l.—anlamlarında da kullanılmıştır.

Yaradılışın anlamından şunları çıkarıyoruz:

7.    Tutkular ve yetenekler. Yüksek bir ruh, gurur,- alçak bir ruh, alçak gönüllülük; şeytani bir ruh, nef­ret ve hüzün anlamına gelir. Öyleyse kıskançlık, zina, bilgelik, sakınma, yüreklilik ruhu ifadeleri de kıskanç, şehvetli, bilge, sağduyulu ya da yürekli düşünce gibi (biz Yahudiler, sıfatlara tercihen isimle­ri kullandığımız için) türlü özelliklerin yerine geçer.

8.    Düşüncenin kendisi ya da yaşam: "Hepsi aynı soluğu taşıyor..." Vaiz iii: 19 "Ruh onu veren Tanrı'ya dönmeden..."

9.    Dünyanın (rüzgarların esmeye başladığı) yönleri, ya da bir şeyin belli bir yöne doğru dönmüş tarafı - Hezekiel xxxvii:9; xlii: 16, 17, 18, 19,...vs.

Bir şeylerin Tanrı'ya mal edilmesi ya da Tanrı ile ilgili bir şeyden söz edilmesinin yöntemini üstü kapalı olarak zaten belirttim.

1.   O'nun doğasına ve varlığına ait, O'nun parçası gibi anlamında,- örneğin, Tanrı'nın gücü, Tanrı'nın gözleri.

2.   O'nun egemenliği altında ve O'nun isteğine bağlı anlamında; böylece gökler Rab'bin gökleri, arabası ve konutu olarak adlandırılır. Nebukadnessar Tanrı'nın kulu, Asur Tanrı'nın kırbacı... vs. olur.

3.   O'na adandığı anlamında, örneğin, Tanrı'nın Tapınağı, Tanrı'nın Nasırahsı, Tanrı'nın ekmeği.

4.   Bizim doğal yeteneklerimizle değil, peygamber­ler aracılığıyla bildirildiği gibi anlamında. Bu anlam­da Musa'ya ait yasalar Tanrı'nın yasaları olarak ad­landırılır.

5.    En üstünlük derecesi anlamında. Çok yüksek dağlara Tanrı'nın dağları, çok derin bir uykuya Tan- rı'nın uykusu adı takılır... vs. Bu anlamda Amos iv: 11 'i açıklamalıyız: "Rab'bin Sodom ve Gomora'yı yıktığı gibi, yıktım sizi," yani bu yıkım, Tanrı'nın unutulmaz yıkımına benzetiliyor; burada Tanrı'nın Kcndi'si konuşmacı olduğu için parça başka bir şe­kilde uygun anlama gelemez. Süleyman'ın bilgeliği Tanrı'nın bilgeliği ya da sıra dışı olarak adlandırılı­yor. Lübnan'ın selvilerinin boyutu Zebur yazarımn ifadesiyle "Tanrı'nın selvileri" olarak anlatılıyor.

Aynı şekilde eğer Yahudiler herhangi bir olayı an­lamakta şaşkınlık içindeyseler ya da nedeni hakkın­da bilgileri yoksa onu Tanrı'ya mal ederlerdi. Böylece fırtına Tanrı'nın paylaması olarak adlandırılıyordu, şimşek ve yıldırım Tanrı'nın okları diye adlanrılıyor, Tanrı'nın hâzineleri olan rüzgârları mağaralarda kapalı tuttuğu düşünülüyordu,- böylece Yunan rüz- gâr-tanrısı Eolus'tan sadece adıyla ayrılıyordu. Benzer şekilde özellikle olağanüstü olan mucizeler Tanrı'nın işi olarak adlandırılıyordu; tabi ki gerçekte tüm doğa olaylarının Tanrı'nın işi olması ve sadece O'nun gücüyle gerçekleşmesine rağmen. Tevrat yazarı Mı­sır'daki mucizeleri Tanrı'nın işi olarak adlandırıyor çünkü İbraniler onlarda aramadıkları bir güvenliği buldukları için şaşkınlığa uğramışlardı.

O zaman sıra dışı olaylar Tanrı'nın İş'leri ve sıra dışı boyuttaki ağaçlar Tanrı'nın Ağaç'ları adını aldı­ğından, çok güçlü ve uzun boylu adamlardan, iman­sız hırsızlar ve kadın satıcıları olmalarına rağmen, Yaratıhş'ta Tanrı'nın Oğul'ları olarak söz edilir.

Güzel şeylerin Tanrı'ya atfedilmesi sadece Yahudi- lere özgü değildi. Firavun, rüyasının yorumunu duy­duktan sonra, tanrıların akıllarının Yusuf'ta olduğu­nu haykırdı. Nebukadnessar, Daniel'in kutsal tanrı­ların ruhuna sahip olduğunu söyledi; ayrıca İbranice Tanrı'nın elleriyle yapılmış deyimine eş olarak Latince'de iyi yapılmış bir şeyin kutsal ellerle yapıl­dığı söylenir.

Şimdi Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın ruhundan söz eden parçaları kolayca anlayabilir ve açıklayabiliriz. Yeşaya xl:7'de olduğu gibi "Rab'bin soluğu esince üzerlerine, Ot kurur, çiçek solar." bazı yerlerde ruh ifadesi sadece çok güçlü, kuru ve ölümcül bir rüzgâr anlamına gelir. Aynı şekilde Mısır’dan Çıkış i:2'de: "Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu." der. Başka zamanlarda yüksek cesaretle eş anlamda kullanılıyordu, böylece Gideon ve Samson'un ruhu, çok cesur ve her zaman acil bir duruma hazırlıklı oldukları için Rab'bin Ruhu olarak adlandırılır. Mı­sır’dan Çıkış xxxi:3'te dediği gibi insana bağışlanan normalin üstünde bir yetenekle: "...onu (Bezalel'i) 34

ruhumla doldurdum." Sıra dışı herhangi bir erdem ya da güç Rab'bin Ruh'u ya da Erdem'i olarak adlandırı­lır. Aynı şekilde Yeşaya xi:2: "Rab'bin Ruh'u... O’nun üzerinde olacak."tümcesi ondan sonra metinde açık­landığı üzere bilgelik ve anlayış ruhu, öğüt ve güç ruhu anlamına geliyor. Şaul'ün hüznü Rab'bin Hü- zün'ü ya da çok derin bir hüzün olarak anılır, bu terimi uygulayan insanlar bu hüznü harp çalarak dindirmesi için bir müzisyen isteyerek bununla doğaüstü bir şeyden söz etmediklerini göstermişler­dir. Yine "Rab'bin Ruh'u" insan düşüncesiyle eş an­lamda kullanılır, örneğin, Eyüp xxvii:3: "Tanrı'nın soluğu burnumda olduğu sürece..." Bu, Mısır’dan Çıkış ii:7'ye bir göndermedir: "Tanrı Adem'in.... burnuna yaşam soluğunu üfledi." Hezekiel ayrıca, ölülere kehanette bulunarak, (xxvii:14) "Ve size ru­humu vereceğim ve sizler yaşayacaksınız..." yani sizi yaşama geri döndüreceğim der. Eyüp xxxiv:14'te "Eğer niyet eder de Ruhunu ve soluğunu geri çeker­se..."yi, Mısır’dan Çıkış vi:3'te: "Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür."ü görüyoruz yani; insan iyiyi ayırt etmek için ona ver­diğim ruhun değil, bedenin buyruklarına uyduğun­dan, onu bırakacağım der. Aynı şekilde Mezmurlar li:12'de "Ey Tanrı, temiz bir yürek yarat, Yeniden kararlı bir ruh var et içimde; Beni huzurundan atma, Kutsal Ruh'unu benden alma." der. Günahın sadece bedenden, iyi dürtülerin de düşünceden kaynaklan­dığı varsayılıyordu; dolayısıyla Tevrat yazarı bedensel arzulara karşı Tanrı'ya yakarır ama Rab'bin ona verdiği ruhun yenilenmesi için dua eder. Yine, Kutsal Kitap halkın bilgisizliğine ayrıcalık tanıdığından Tanrı'yı bir aklı, bir yüreği, duyguları - hatta bir bedeni ve nefesi - varmış gibi betimler, Tanrı'nın Ruh'u ifadesi, Tanrı'nın aklı, niyeti, duygusu, gücü ya da nefesi için kullanılır. Yeşaya xl:13: "O'na öğüt verip öğretebilen var mı?", yani Kendi'si dışında kim, Tanrı'nın aklının bir şeye niyetlenmesine neden olabilir? ve Yeşaya lxiii:10: "Ama başkaldınp O'nun Kutsal Ruhu'nu incittiler" der. Bu ifadenin, bir an­lamda Tanrı'nın arzusunu açıklayan Musa'nın Yasa­sı için de kullanıldığı olmuştur, Yeşaya bdii.ll: "Kutsal Ruhu'nu aralarına yerleştiren nerede?" parça­sında Ruh bağlamdan açıkça çıkardığımız üzere Musa'nın Yasası anlamındadır. Nehemya, yasamn verilmesi hakkında konuşurken i:20: "Onları eğit­mek için iyi Ruhun'u verdin." der. Yasa'nın Tekran iv:6'da: "ne denli bilge ve anlayışlı olduğunuzu ulus­lara bunlar gösterecek." ve Mezmurlar cxliii:10'da: "Senin iyi Ruhun düz yolda bana öncülük etsin!" denerek yasalara gönderme yapılmıştır. Tanrı'nın Ruhu akılla aynı şekilde Tanrı'nın nefesi anlamına da gelebilir, yürek ve beden Kutsal Kitap'ta Mez­murlar xxxiii:6'daki gibi Tanrı'ya mal edilmişlerdir. Sonuç olarak Eyüp xxxiii:4'te "Beni Tanrı'nın Ruh'u yarattı" tümcesindeki gibi Tanrı'nın Güç'ü, Kuvvet'i ya da Yetenek'i ya da isterseniz Rab'bin Buyruk'u anlamına gelir. Aynı şekilde, Tevrat yazarı şiirsel diliyle, Mezmurlar xxxiii:6: "Gökler Rab'bin sözüyle, Gök cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı" der yani; sanki onların bir nefeste verilen bir buyrukla yaratıldıklarını bildirir. Ayrıca Mezmurlar cxxxix: 7'de: "Nereye gidebilirim senin Ruh'undan, Nereye kaçabilirim Huzur'undan?", yani; 'Senin Güç'ünden ve Huzur'undan ötede olmak için nereye gidebili­rim?' der.

Son olarak Rab'bin Ruh'u ifadesi, Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın Duygu'lanm ifade etmek için kullanılıyor. Örneğin, O'nun Kayra'sı ve Merhamet'i anlamında, Mika ii:7de: "Rab'bin (sabrı)Ruh'u mu tükendi aca­ba?" der. “O böyle şeyler yapar mı?" Zekeriya iv:6, "Güçle kuvvetle değil, ancak benim Ruh'umla başaracaksın' Böyle diyor Her Şeye Egemen Rab." Aynı peygamberin yedinci parçasının on ikinci dizesi de, bence aynı şekilde yorumlanmalıdır: "Her şeye egemen Rab'bin Ruh'uyla (yani; merhametiyle) daha - önceki peygamberlere gönderdiği yasa ve sözcükleri duymamak için kalplerini sert bir taşa çevirdiler." Hagay ii:5'te de aynı şekilde: "Ruh'um aranızdadır. Korkmayın!" der.

Yeşaya xlviii: 16'daki parça: "Egemen Rab şimdi beni ve Ruhu'nu gönderiyor.", Tanrı'nın merhameti ya da bildirilen yasasına mal edilecek şekilde anlaşı­labilir; çünkü peygamber diyor ki: "Başlangıçtan beri" ( yani size Tanrı'nın Öfke ve Hüküm'ünü vaaz etme­ye geldiğim ilk zamandan beri) "...açıkça konuştum, O zamandan bu yana oradayım" ve şimdi Tanrı'nın Merhamet'iyle size kurtuluşu vaaz etmek için se­vinçli bir haberci olarak gönderildim. Ya da Yeşaya'- nın bildirilen yasamn buyruğuyla, Musa'nın onları uyardığı aynı tavırla, aynı koşullar altında onlan uyarmaya geldiğini, {Levililer xix:17) ve şimdi, Musa gibi kendisinin de onların kurtuluşunu vaaz ederek uyarısının sonuna geldiğini anlatmak istendiğini çıkarabiliriz. Ama ilk açıklama bana en iyisi gibi geliyor.

Tartışmamızın başlıca konusuna dönersek, Kutsal Kitap'ın "Rab'bin Ruh'unun bir peygamber üzerinde olması", "Rab'bin Adem'e Ruhu'nu üflemesi" "İnsa­nın Tanrı'nın Ruhu'yla, Kutsal Ruh'la dolu olması"... vs. ifadelerinin bizim için oldukça açık ifadeler oldu­ğunu ve peygamberlere özel ve sıra dışı bir gücün bağışlandığı ve onların özel bir bağlılıkla kendilerini imana adadıkları anlamlarına geldiklerini görüyoruz. Tanrı'nın Ruhu'nun İbranicede Tanrı'nın aklı ya da düşüncesi anlamına geldiğini gösterdiğimiz için peygamberlerin Tanrı'nın düşüncesini ya da aklını gördüklerini ve O'nun aklı ya da düşüncesini göste­ren yasanın O'nun Ruhu adım aldığını görüyoruz. Böylece, Tanrı'nın buyruklarının bildirilmesine aracı­lık ettiği için, peygamberlerin hayal gücünün TamT- nın aklı olarak anılabileceği ve peygamberlerin Tan- rı'nın aklına sahip olduklarının söylendiğini görüyo­ruz. Aklımızda ayrıca Tanrı'nın aklı ve O'nun sonsuz düşünceleri vardır; ama bunun bütün insanlarda aynı olduğu özellikle üstünlük iddia eden, diğer insanları ve onların bilgilerini küçümseyen İbraniler tarafından daha az dikkate alındı. Son olarak, pey­gamberlerin Tanrı'nın Ruhu'na sahip olduğu söy­lenmiştir, çünkü insanlar kehanet gücünün nereden geldiğini bilmiyorlardı ve şaşkınlıkları bunu diğer mucizelerle doğrudan Tanrı'ya mal etmelerine, Tan­rısal güç adım vermelerine neden oldu.

Peygamberlerin Tanrı'nın vahyini sözcük ya da şe­killerle, hayalî ya da gerçek olsun sadece hayal gücü­nün yardımıyla algılayabildiklerini doğrulama konu­sunda daha fazla kararsızlık duymamıza gerek yok. Kutsal Kitap'ta görmediğimiz başka bir yöntem uy- durmamalıyız. İletişimlerin gerçekleştiği özgün Doğa yasasıyla ilgili bilgisizliğimi itiraf ediyorum. Diğerleri gibi Tanrı'nın gücüyle gerçekleştiklerini söyleyebilir­dim ama bu sadece saçmalık olurdu ve eşsiz bir örneği aşkın bir terimle açıklamaktan farksız olurdu. Her şey Tanrı'nın gücüyle gerçekleşiyor. Doğanın kendisi de Tanrı'nın gücünün farklı bir adıdır ve bizim Tanrı'nın gücüyle ilgili bilgisizliğimiz Doğa'yla ilgili bilgisizliğimizle eş-sürelidir. O zaman bir olayı Tanrı'nın gücü olan doğal nedenini bilmeden, Tan- rı'nın gücüne mal etmek tam bir aptallıktır. Fakat şimdi kehanet bilgisinin nedenlerini soruşturmuyo­ruz. Dediğim gibi sadece Kutsal belgeleri incelemeye ve saltık doğal doğruluklardan çıkardığımız gibi onlardan da sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz; belgele­rin nedeni bizi ilgilendirmiyor.

Akılsal bilginin tüm örüntüsünün meydana geti­rildiği ilke ve kavramlardansa, sözcük ve şekillerle çok daha fazla düşünce oluşturulabildiği için pey­gamberler, Tanrı'nın vahiylerini hayal gücü yardı­mıyla gördükleri gibi tartışmasız anlama yetisinin sınırlarının çok ötesindekileri de görebilirlerdi.

Böylece peygamberlerin neredeyse her şeyi kısa öy­kü ve üstü kapah sözlerle algıladığı ve hayal gücünün genel yöntemine uyarak ruhsal gerçekleri cisimsel şekillere soktukları doğrusu hakkında bir fikrimiz oluyor. Kutsal Kitap'ın ve peygamberlerin Tanrı'nın Ruhu ya da Düşüncesi hakkında neden çok tuhaf ve karmaşık bir şekilde konuştuklarımjkarşılaştınn, Çölde Sayım xi:17, 1 Krallar xxii:21..vs.J, Daniel'in Rab'bi Mika'nın yanında beyaz giyen yaşlı bir adam biçiminde otururken görmesini, Hezekiel tarafından O'nun bir ateş gibi görülmesini, neden Kutsal Ruh- 'un İsa'yla beraber olanlara alçalan bir güvercin ola­rak, havarilere ateşli diller gibi, Pavlus'a din değişti­rirken büyük bir ışık olarak belirdiğini düşünmemize artık gerek yok. Tüm bu ifadeler açıkça geçerli Tanrı ve ruh düşünceleriyle uyum içindedir.

Hayal gücü kısa süreli ve değişken olduğundan, görüyoruz ki kehanet gücü bir peygamberde uzun süre kalmamış ya da kendisini sık göstermemiş, tam tersi olarak seyrek göstermiştir; kendini sadece bir­kaç insanda, onlarda da seyrek göstermiştir.

Zorunlu olarak peygamberlerin gördüklerinin doğ­ruluğundan kesin akılsal yasalarla değil de hayal gücü yetisiyle nasıl emin olduklarını soruşturmalıyız ama araştırmamız Kutsal Kitapla sınırlı kalmalıdır çünkü konu, kesin bilgisini edinemediğimiz ve do­laysız nedenlerle açıklayamadığımız üzerinedir. Kutsal Kitap'ın peygamberlerin güvenilirliğini konu­sundaki öğretisini bir sonraki bölümde çözümleyece­ğim.

11.  Bölüm:

Peygamberler Hakkında

Vahyin doğa olgularının bilgisini verebileceğini varsayma yanlışı

Vahyin kesinliğinin dayanakları:

1.    Hayal gücünün canlılığı,

2.    Bir İşaret,

3.    Peygamberin Erdemliliği.

Bireyin yapı ve görüşlerine göre vahyin çeşitlilik göstermesi.

Bir önceki bölümde söylediğim gibi peygamberlere sıra dışı yetkinlikte akıl değil, sıra dışı canlılıkta hayal gücü bağışlanmıştı. Bu sonuç Kutsal Kitap tarafından da yeterince desteklenmiş çünkü bize Süleyman'ın en bilge adam olduğu ama özel kehanet yeteneği olmadığı söyleniyor. Heman, Kalkol ve Darda  çok yetenekli adamlar olmalarına rağmen peygamber değillerken, eğitimsiz köylü adamların hatta İbrahim'in yardımcısı Hagar gibi köylü kadın- lann böyle bir yeteneği vardı. Bu, sıradan deneyim ve akla da ters değil. Hayal gücü yetisi büyük olan in­sanlar soyut akıl yürütmeye daha az uygunlar, oysa akıl yürütmede ve onu kullanmada üstün olanlar, hayal güçlerini daha sınırlı ve denetim altında tutar­lar, aklın yerini almasın diye ona hükmederler.

Dolayısıyla doğal ve ruhsal olayların bilgisinin peygambere özgü kitaplardan elde edilebileceğini varsaymak tümüyle yanlıştır. Ben de felsefenin, çağın ve sorunun kendisinin de gerektirdiği gibi bu düşünceyi ışığa kavuşturmaya çalışacağım. Batıl inancın kuşatmalarını umursamıyorum, çünkü batıl inanç gerçek bilgi ve ahlakın can düşmanıdır. Evet, işler buraya kadar geldi! Hiçbir Tanrı fikri oluştura- madığım ve O'nu sadece nedenlerini de bilmedikleri yaratılmış şeyler aracılığıyla bildiklerini itiraf eden insanlar, utanmadan filozofları ateizmle suçlayabili­yorlar. Soruyu yöntemli biçimde işleyerek, kehanet­lerin sadece peygamberin hayal gücü ve fiziksel yara­dılışına bağlı olarak değil, aynı zamanda peygamber­lerin kendine özgü görüşlerine göre de farklılık gös­terdiğini bundan öte kehanetin peygamberi hiçbir zaman daha önce olduğundan daha bilge yapmadığı­nı göstereceğim. Ama önce peygamberlerin teslim aldığı gerçeğin güvenilirliğini tartışacağım çünkü bu, bu bölümün konusuyla benzer ve bir şekilde bizim şu anki düşüncemizi açıklamaya yarayacak.

Hayal gücü, kendi doğasında tüm açık ve seçik dü­şüncelerde anlatmak istendiği gibi, doğruluğun ke­sinliğini içermez, bizi nesnel gerçekliğine inandır­mak için biraz dıştan olan nedene gereksinim duyar. Bundan dolayı kehanet kesinlik sağlayamaz. Tanrı'- nın Söz'ünü duyduktan sonra Tanrı'ya inanmadığı için değil, sözü verenin Tanrı olduğundan emin olmak için bir işaret isteyen İbrahim'den de anlaya­bileceğimiz gibi peygamberler Tanrı'nın kehanetin­den, kehanetin kendisiyle değil bazı işaretlerle emin oluyorlardı. Bu gerçek, Gidoni örneğinde daha da belirgin: "Göster bana" der Tanrı'ya "bana benimle 42

konuşanın Sen olduğunu bilmemi sağlayacak bir işaret göster." Tanrı ayrıca Musa'ya şöyle der: "Bu da sana gönderdiğim bir işaret olsun." Hizkiya uzun zamandır Yeşaya'nın peygamber olduğunu bildiği halde yine de önceden haber verdiği çözüm yolunun bir işaretini istedi. Böylece peygamberlerin her za­man kehanetle ilgili hayallerini doğrulayacak bazı işaretler aldıkları oldukça açık; bu yüzden Musa Yahudilere (Yasa'nın Tekran xviii.) peygamberlerden bir işaret isteyin yani gelecekte olacak bir olayın öngörüsünü isteyin der. Bu bağlamda kehanet gücü, hiçbir işaret gerektirmeyen ve kendi içinde kesinlik içeren doğal bilgiden daha aşağıdır. Dahası Kutsal Kitap, peygamberlerin kesinliğinin matematiksel değil, ahlaki olduğu ifadesini destekler. Musa, öğreti­sini işaret ve mucizelerle doğrulasa bile yeni tanrılar vaaz eden peygambere ölüm cezasını koyar (Yasanın Tekran xiii.); "Çünkü” der, "Tanrınız Rab Kendi'sini bütün yüreğinizle, bütün canınızla sevip sevmediği­nizi anlamak için sizi sınamaktadır." Ve İsa havarile­rini aynı şeye karşı uyarır (Matta xxiv:24). Ayrıca Hizkiya (xiv:9) açıkça Tanrı'nın insanları yalancı kehanetlerle aldattığını belirtir; Mikaya'nın tanıklığı üstlendiği Ahav'nı peygamberleri durumundaki gibi.

Bu örnekler vahyin kuşkuya açık olduğunu kamt- lasa da dediğimiz gibi vahiy, belirli bir ölçüde kesin­lik barındırır; çünkü Tanrı hiçbir zaman iyi olam ya da seçilmişini aldatmaz ama (eskiden kalma atasö­züne ve Avigayil'in öyküsü ve konuşmasına göre ) Tanrı iyileri iyiliğin aracı olarak, kötüleri de öfkesini uygulamak için kullanır. Bu, Mikaya'nın yukarıda bahsedilen durumundan da görülebilir,- Tanrı Ahav'ı peygamberler aracılığıyla aldatmaya karar verdiğinde, yalan söyleyen peygamberlerden yararlanmıştır; iyi peygambere doğruyu belli etmiş ve bunu duyurması­nı yasaklamamıştır.

Yine de dediğim gibi vahyin kesinliği sadece ahlaki olarak kalır; çünkü Tanrı'nın karşısında hiç kimse kendisini savunamaz ya da Tanrı'nın iyiliğinin aracı olmasıyla övünemez. Davut'un dindarlığının yeterli ölçüde tanıklığını üstlenmesine rağmen, Kutsal Ki- tap'ın kendisi, Tanrı'nın Davut'u insanları sayması için ayarttığını öğretir ve gösterir .

Vahyin kesinliğiyle ilgili sorunun tamamı şu üç düşünce üzerinde temellendirilmişti:

1.    Vahiy edilen şeyler peygamberleri uyanıkken gö­rülen şeyler gibi etkileyecek kadar çok canlı hayal edilmişti;

2.       Bir işaretin varlığı;

3.  Son ve en önemli olarak peygamberin aklının tamamen doğru ve iyi olana yönelmiş olması.

Kutsal Kitap her zaman bir işaretten bahsetmese de biz her zaman bir işaretin bağışlandığını varsay- mahyız; çünkü Kutsal Kitap her zaman her durum ve koşula değinmektense (çoğunun belirttiği gibi), onla­rın okuyucu tarafından bilindiğini varsayar. Ama bir vahiy zaten Musa'nın yasasının içerdiği bir şeyi du­yuruyorsa hiçbir işaret gerektirmediğini kabul etme­liyiz çünkü bu vahiy yasa tarafından doğrulanmıştır. Örneğin, Yeremya'nın Yeruşalim'in  yok edilmesi vahyi diğer peygamberlerin vahiyleriyle ve yasalarda­ki tehditlerle doğrulanmıştı ve bu yüzden bir işaret gerektirmiyordu ama tüm peygamberlerin tersi ola­rak devletin hızla yeniden kurulmasını önceden haber veren Hananya, bir işarete gerek duydu yoksa gerçeklerle doğrulanana kadar vahyinin doğruluğun­dan kuşku duyacaktı. "Ancak esenlik olacağını söyle­yen peygamberin sözü yerine gelirse, onun gerçekten Rab'bin gönderdiği peygamber olduğu anlaşılır."

O zaman peygambere işaretlerle sağlanan kesinlik matematiksel değildi (yani kesinliğin algılanan ya da görülen şeyin anlaşılması sonucu olması şart değil­di), sadece ahlakiydi. İşaretler sadece peygamberi ikna etmek için verildiklerinden, bu demek oluyor ki böyle işaretler her bir peygamberin görüş ve yeterli­liklerine göre veriliyordu, öyle ki bir peygamberi ikna eden bir işaret, kafasına farklı görüşler sokulmuş başka bir peygamberi ikna için yeterli olmayacaktı. Dolayısıyla işaretler her bir peygamber için farklıydı.

Bahsettiğimiz gibi bireysel yaradılış ve alışkanlığa göre ve biraz önce bahsedilen görüşlere göre ayrıca vahiyler de farklılık gösteriyordu.

Bu şekilde vahiyler yaradılışa göre şu şekilde farklı­lık gösteriyordu. Eğer bir peygamber neşeliyse ona yengiler, huzur ve inşam mutlu eden olaylar belli ediliyordu; o doğal olarak böyle şeyler hayal etmeye daha eğilimliydi. Eğer tersi olarak, hüzünlüyse savaş­lar, katliamlar ve felaketler belli ediliyordu ve böylece bir peygamber merhametli, nazik, sinirli ya da sertse bir vahye bir diğerinden daha uygun olabiliyordu. Bu şekilde vahiy hayal gücünün yapısına göre değişiyor­du. Eğer peygamber kültürü gelişmiş biriyse Tanrı'- mn aklını incelikli bir şekilde görüyordu, eğer aklı karışıksa onu da karışık bir şekilde görüyordu. Bu yüzden hayal gücüyle elde edilen vahiylerde de eğer peygamber bir köylüyse öküzlerin, ineklerin; eğer bir askerse generallerin ve orduların; eğer bir saray men­subuysa bir kraliyet tahtının ve benzer şeylerin ha­yallerini görürdü.

Son olarak vahiy, peygamberlerin sahip olduğu gö­rüşlere göre değişirdi; örneğin, astrolojinin saçmalık­larına inanan Magi'ye İsa'nın doğumu Doğu'daki bir yıldızın hayaliyle belli edilmişti. Nebukadnessar'ın kâhinlerine Yeruşalim'in yok edilişi bağırsaklar ara­cılığıyla belli edilmişti, oysa kralın kendisi bunu kehanetlerden ve havaya attığı okların yönlerinden çıkarmıştı. İnsanların özgür istemlerine göre ve ken­di erkleriyle hareket ettiğine inanan peygamberlere Tanrı'nın, gelecekteki insanların eylemlerinden ayrı ve habersiz olduğu belli edilmişti. Bunların hepsini Kutsal Kitap'tan örneklerle açıklayacağım.

İlk nokta, Yehoram'a kehanette bulunmak için bir harp isteyen, krala kızgın olduğu ve herhangi birine kızgın olanlar onla ilgili iyi değil kötü şeyler hayal edebileceğinden daha önce ulaşamadığı Tanrısal amacı, harpın müziğiyle canlanana kadar göremeyen; sonra tabi ki Yehoram ve müttefiklerine iyi haberler vahyeden Elişa'nın durumuyla kanıtlanıyor. Tanrı'-, nm Kendi'ni kızgın ya da üzgün olanlara belli etme­diği kuramı hayalden başka bir şey değildir. Çünkü Tanrı Musa'ya kızgınken ilk doğanın korkunç katlini belli etti ve bunu bir harpın aracılığı olmadan yaptı. Tanrı, Kabil'e o kızgınken belirdi ve kızgınlıkla hoş­görüsüz olan Hezekiel'e Yahudilerin başkaldırı ve yoksulluğu belli edilmişti. Sefil ve hayattan bıkmış olan Yeremya, İbranilerin felaketlerini haber vermiş­ti, Tanrı'nın merhametini kadınsı bir doğaya açması daha uygun olduğundan, Yoşiya ona danışmayacak, bir kadını soruşturacaktı. Bu yüzden Mikaya Ahav'a diğer gerçek peygamberlerin tersine hiçbir zaman iyi kehanetlerde bulunmadı, sürekli kötü kehanetlerde bulundu. Böylece görüyoruz ki birbirinden ayrı pey­gamberler yaradılışları gereği bir tür vahye diğer bir türden daha uygundular.

Vahyin biçemi ayrıca her bir peygamberin güzel söz söyleme yeteneğine göre de değişiyordu. Hezekiel ve Amos'un vahiyleri Yeşaya ve Nahum'unki gibi incelikli bir biçemde değil, kabaca yazılmıştır. Bu konuyu daha yakından araştırmak isteyen bir İbrani edebiyatı araştırmacısı farklı peygamberlerin aynı konuyu ele alan parçalarını karşılaştırdığında biçem- İcr arasındaki çok büyük farklılığı bulacaktır. Örne­ğin, saray mensubu Yejuyu'nın birinci parçada 11. dizeden 20. dizeye olan kısmını köylü Amos'un 21­24 arasındaki dizeleriyle karşılaştırın. Ayrıca Yeremya'nın îdumeya'da yazılmış vahiylerinin düzen ve uslamlamasını Obadiah'ın düzen ve mantığıyla karşılaştırın. Son olarak Yeşaya xl:19, 20 ve xliv:8 ile Hoşea viii:6 ve xiii:2'yi karşılaştırın. Vesaire.

Bu parçaların doğru biçimde gözden geçirilmesi bi­ze Tanrı'nın konuşmada belli bir biçemi olmadığını ama peygamberin öğrenme ve yeterliliğine göre kül­türlü, özlü, sert, eğitimsiz, ayrıntılı ya da belirsiz konuştuğunu bize açıkça gösterecektir.

Dahası peygamberlere bağışlanan hayallerde ve on­ları ifade eden simgelerde kesin bir çeşitlilik vardı, çünkü Yeşaya Tapınak'tan ayrılırken Rab'bin görke­mini Hezekiel'e gösterilenden daha farklı bir biçimde gördü. Ralbah aslında her iki hayalin de gerçek oldu­ğunu ama Hezekiel'in bir köylü olduğundan hayal­den çok büyük ölçüde etkilendiğini ve dolayısıyla çok ayrıntılı anlattığını ileri sürer; ama bu konuyla ilgili güvenilir bir hadis olmadığı sürece, ki olduğuna da inanmıyorum, bu kuram açıkça bir yalan. Yeşaya Serafları  altı kanatlı görürken, Hezekiel dört kanatlı yaratıklar gördü; Yeşaya Tanrı'yı giyinik ve bir krali­yet tahtında oturur görürken, Hezekiel O’nu ateşe benzer bir şekilde gördü; her ikisi de kuşku yok ki Tanrı'yı genellikle O'nu hayal ettikleri biçimde gör­düler.

Bundan öte, hayaller ayrıntılarda olduğu kadar net­likte de farklılık gösteriyorlardı. Çünkü Zekeriya'nın vahiyleri, onları aktarmasından görüldüğü gibi açık­lama olmaksızın kendisi tarafından bile anlaşılmak için fazla belirsizdi. Açıklamaları yapıldıktan sonra bile Daniel kendi hayallerini anlamamıştı ve bu belirsizlik, belli edilen konunun zorluğundan değil, (çünkü bunlar insan olaylarından başka bir şey ol­madıkları için, insan yeterliğini sadece gelecekte olmaları yönünden aşıyordu) sadece Daniel'in hayal gücünün vahye uyanıkken uykuda olduğundan daha az yeterli olduğu gerçeğinden kaynaklanıyordu. Ve bu da hayalin en başında onun neredeyse gücünden umudu kesecek kadar korkmuş olması gerçeğiyle daha da açık. Böylece, hayal gücü ve kendi gücünün yetersizliği yüzünden belli edilen şeyler ona o kadar belirsiz gelmişti ki onları açıklandıktan sonra bile anlayamamıştı. Burada Daniel tarafından duyulan sözcüklerin, yukarıda gösterdiğimiz gibi, sadece hayali olduğuna dikkat etmeliyiz, yani korkuyla doluyken onları çok karışık ve belirsiz hayal ettiği için açıklandıktan sonra bile anlamaması şaşılacak bir şey değil. Tanrı'nın açık bir vahiy göndermek istemediğini söyleyenler, peygamberin daha sonraki günlerde insanlarının başına gelecekleri anlamasını sağlamak için gönderildiğini söyleyen meleğin sözle­rini okumamışa benziyor {Daniel x:14).

Vahiy o zaman hayal gücü onu daha açık kavra­maya yeterli olan bir kişi bulunamadığı için belirsiz kaldı. Son olarak, Tanrı'nın İlyas'ı alacağı belli edilen peygamberler, Elişa'yı onların İlyas'ı bulacakları bir yere götürüldüğüne ikna etmek istediler; bu da yete­rince açık gösteriyor ki Tanrı'nın vahyini doğru an­lamamışlar.

Bunu daha açıkça ortaya koymaya hiç gerek yok çünkü Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın bazı peygamberlere diğerlerinden daha çok kehanet gücü bağışladığından daha açık olan bir şey yok. Vahiylerin peygamberle ı tarafından daha önce benimsenen görüşlere göre farklılık gösterdiği ve peygamberlerin türlü ve hatta birbirine ters görüşler ve önyargılar taşıdıkları konu­lan daha önemli bulduğum için daha ayrıntılı ve uzun işleyeceğim. (Dürüstlük ve ahlak bakımından durum büyük ölçüde farklı olduğu için anlaşılsın ki ben sadece kuramsal konulardan söz ediyorum.) Bu yüzden vahyin peygamberleri hiçbir zaman daha bilge yapmadığı, onları daha önceki görüşlerinde bıraktığı ve dolayısıyla bizim onlara akıl konularında güvenmek zorunda olmadığımız sonucuna varaca­ğım.

Kutsal Kitap'ın belirli parçalarının peygamberlerin belli bakımlardan bilgisiz olduğunu açıkça doğrula­masına rağmen, herkes peygamberlerin insan aklının kapsamındaki her şeyi bildiklerini doğrulamada tuhaf bir şekilde aceleci davrandı. Böyle insanlar peygamberlerin bilmediği hiçbir şey olmadığını ka- bullenmektense parçaları anlamadıklarını söylemeyi yeğlerler ya da Kutsal Kitap'a ait sözlerin apaçık anlamlarını çarpıtmaya çalışırlar.

Eğer bu işlemlerden izin verilebilir olanı varsa biz de Kutsal Kitaplarımızı kapatabiliriz çünkü eğer onların en açık parçaları bile belirsiz ve akıl ermez gizemler sınıfına giriyorsa onlardan bir şey kanıtla­mak için boşuna çabalayacağız ya da parçalarına istediğimiz yorumu getirebiliriz demektir. Örneğin, Kutsal Kitap'ta, Yeşu'nun ve belki de onun öyküsünü yazan yazarın güneşin dünyanın etrafında döndüğü ve dünyanın sabit durduğu ve bundan öte güneşin belli bir süre için sabit kaldığını düşündüğünden daha açık bir şey yok. Gökcisimlerinin hiçbir hareke­tini kabullenmeyen birçokları, parçayı oldukça farklı bir anlama gelmiş görünene kadar örtbas ederler. Daha doğru felsefe yapmayı öğrenen ve Güneş sabit­ken Dünya'nın onun etrafında döndüğünü ya da en azından Güneş'in Dünyanın etrafında dönmediğini anlayan diğerleri bu tür bir şey kastedilmiş olmama­sına rağmen Kutsal Kitap'ta bu anlamı tüm güçleriy­le çarpıtmaya çalışırlar. Böyle boş konuşan kimseler bende şaşkınlık uyandırıyor! Biz gerçekten Asker Yeşu'nun bilgili bir astronom olduğuna inanmak zorunda mıyız? Ya da ona bir mucizenin belli edile­mediğine ya da o nedenini bilmeden Güneş'in ufukta normalden daha uzun süre kalamayacağına mı inanmak zorundayız? Bana her iki seçenek de saçma geliyor ve bu yüzden Yeşu'nun günlerin uzamasının gerçek nedenini bilmediğini ve, o ve onunla birlikte olan tüm topluluğun Güneş'in her gün Dünya'nın etrafında döndüğünü ve öyle özel bir durumda bir süre için sabit kaldığını, böylece ışığın daha uzun süre kalmasını sağladığını düşündüklerini söylerdim ve havadaki kar miktarı yüzünden (bkz. Yeşu x: 11) yansımanın olağandan daha fazla olabileceğini tah­min edemediklerini ya da şimdi sorgulamayacağımız başka bir neden olabileceğini söylerdim.

Öyleyse boyu kısalan gölgenin işareti de  Yeşaya'ya onun anlayışına göre belli edilmişti; yani sanki Güneş'in geri gitmesinden kaynaklanıyormuş gibi; çünkü o da Güneş'in hareket ettiğini ve Dün- ya'nın sabit durduğunu düşünüyordu; belki de yalan­cı güneşi  rüyasında bile görmemişti. Bu sonuca hiçbir kuşku olmadan varabiliriz; çünkü işaret ger­çekten meydana gelmişti ve gerçek nedeninden ha­bersiz olan Yeşaya tarafından krala önceden haber verilmişti.

Süleyman tarafından Tapınak'ın inşa edilmesine gelince eğer gerçekten Tanrı'nın buyruğuysa aynı öğretiyi yani tüm ölçülerin kralın görüş ve anlayışına göre belli edildiğine inanmayı sürdürmeliyiz. Çünkü Süleyman'ın bir matematikçi olduğuna inanmak zorunda olmadığımızdan Süleyman'ın dairenin çev­resi ve çapı arasındaki oranın bilgisine sahip olmadı­ğını ve işçilerin çoğu gibi üçe bir oranında olduğunu düşündüğünü ileri sürebiliriz. Ama eğer bu parçayı anlamadığımızı bildirmemize izin veriliyorsa gerçek­ten Kutsal Kitap'ta bizim anlayabileceğimiz hiçbir şey bilmiyorum demektir; çünkü inşa etme süreci orada basitçe sadece tarihi bir konuymuş gibi anla­tılmış. Eğer yine parça sanki başka bir anlam taşı- yormuş ve bizim bilmediğimiz bir nedenden yazılmış gibi davranmamıza izin verildiyse, bunun Kutsal Kitap'ın tümüyle bozulmasından aşağı kalır yanı yoktur; çünkü böylece insan sapıklığının tüm saçma ve kötü buluşları Kutsal Kitap'ın yetkinliğine zarar vermeden savunulabilir ve büyütülebilir. Bizim çı­kardığımız sonuç hiç bir şekilde dine karşı saygısız değil; çünkü Süleyman, Yeşaya, Yeşu... vs. peygam­ber olmalarına rağmen .yine de insandılar ve böyle oldukları için insan eksikliklerinden ayrıcalıklı ola­mazlar.

Nuh'un anlayışına göre Tanrı'nın tüm insan soyu­nu yok etmek üzere olduğu ona belli edilmişti çünkü Nuh Dünya'da Filistin sınırları dışında yaşayanların olduğunu bilmiyordu.

Sadece bu tür konularda değil, Tanrısal niteliklerle ilgili daha önemli konular da Tanrı'yla ilgili oldukça sıradan kavramlar gibi görülüyor ve bu kavramlara onların vahiyleri uyduruluyor, Kutsal Kitap'a ait açık ifadelerle göstereceğim gibi; peygamberlerin akılları­nın yüceliği ve ünleri için, dindarlıkları ve bağlılıklan kadar övülmedikleri hepsinden kolayca görülebilir.

Tanrı'nın belli edildiği ilk insan Adem, O'nun gü­cünün her şeye yettiğini ve O'nun her şeyi bilen olduğunu bilmiyordu çünkü kendisini O'ndan gizle­mişti ve yanlışı için sanki Tanrı onun durumunun ya da günahının farkında olmayan bir insanmış gibi O'na bahaneler söylemeye kalkışmıştı; öyleyse ona da Tanrı, onun anlayışına göre belli edilmişti - çün­kü Adem, Rab'bi bahçede inlerken, onu çağırırken ve nerede olduğunu sorarken duydu ya da duymuş gibi göründü ve sonra onun utangaçlığını görünce ona yasak meyveyi yiyip yemediğini sordu. Açıkça görü­lüyor ki Adem Tanrı'yı sadece her şeyin yaratıcısı olarak biliyordu. Tanrı Kayin'e  de onun anlayışına göre, yani sanki insan işlerinden habersiz gibi belli edilmişti, günahının tövbesi için Tanrı'nın daha üstün bir kavramı da gerekmiyordu.

Rab kendisini Lavan'a İbrahim'in Tanrı'sı olarak belli etmişti çünkü Lavan her ulusun kendine özel bir tanrısı olduğuna inanıyordu (bkz. Yaratılış xxxi:29). İbrahim de Tanrı'nın her yerde olduğunu ve her şeyi önceden bildiğini bilmiyordu; çünkü Tan- rı'nın Sodom'un sakinlerine  karşı aldığı kararı duyduğunda Rab'bin hepsinin böyle bir cezayı hak edip etmediğini bulana kadar karan yerine getirme­mesi için dua etti. Çünkü dedi ki: (bkz. Yaratılış xviii:24) "Kentte elli doğru kişi var diyelim... İçinde­ki elli doğru kişinin hatırı için kenti bağışlamayacak mısın?" ve Tanrı ona bu inanca bağh olarak belli edilmişti; İbrahim'in düşlediği gibi O şöyle dedi: "Onun için inip bakacağım. Duyduğum suçlamalar doğru mu, değil mi göreceğim. Bunları yapıp yapma­dıklarım anlayacağım." Bundan öte İbrahim'i ilgilen­diren Tanrısal vahiy onun sadık olmasından başka hiçbir şey ileri sürmüyor ve Tanrı "Doğru ve adil olanı yaparak yolumda yürümeyi oğullarına ve soyu­na buyursun diye İbrahim'i seçtim" diyor [Yaratılış xviii:19); İbrahim'in üstün bir Tanrı kavramına sahip olduğunu belirtmiyor.

Ayrıca Musa da Tanrı'nın her şeyi gördüğünün ve insan eylemlerini tek buyruğuyla yönettiğinin yete­rince farkında değildi, çünkü Tanrı Kendisi İsraillile­rin O'nu dinlemesi gerektiğini söylemesine rağmen Musa konuya yine de kuşkuyla yaklaştı ve tekrar etti: "Ya bana inanmazlarsa?", "Sözümü dinlemez, 'Rab sana görünmedi' derlerse, ne olacak?" Benzer olarak ona da Tanrı gelecekteki insan işlerinde yer almayan ve habersiz olarak belli edilmişti. Tanrı ona iki işaret verdi ve dedi ki: "Eğer sana inanmaz, ilk belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilir­ler. Bu iki belirtiye de inanmaz, sözünü dinlemezler­se, Nil'den biraz su alıp... vs." Musa'nın kaydedilmiş görüşlerini gerçekten önyargısızca dikkate alan biri Musa'nın Tanrı'yı her zaman var olmuş, var olan ve var olacak bir Varlık olarak gördüğünü ve bu yüzden O'nu İbranicede varlığın bu üç evresini belirten Yehova adıyla andığını açıkça görecektir. Tevrat'ta görüldüğü kadarıyla doğasıyla ilgili olarak da Musa O'nun sadece merhametli, nazik ve aşırı kıskanç olduğunu öğretiyordu. Son olarak bu Varlık'ın diğer tüm varlıklardan görünen hiçbir şeyin görüntüsüyle tanımlanamayacak kadar farklı olduğunu, ayrıca O'nun insanın eksikliğinden kaynaklanan doğal bir eksiklik nedeniyle değil; bundan öte O'nun gücü nedeniyle eşsiz ve tek olduğundan görülemeyeceğini öğretiyordu. Musa (kuşkusuz Tanrı'nın tasarı ve buyruğuyla) O'nun yardımcı-yöneticisi olarak hare­ket eden varlıklar olduğunu - yani gerçekten Tanrı'- mn ulusları yönetmesi, gereksinimlerini gidermesi ve onlarla ilgilenmesi için hak, yetki ve erk verdiği varlıklar olduğunu kabulleniyordu. Ama onların uymak zorunda oldukları bu Varlık'ın en yüce ve Üstün Tanrı ya da (İbranice deyimi kullanırsak) tanrıların Tanrı'sı olduğunu öğretiyordu. Ve Musa şarkıda [Mısır’dan Çıkış xv: 11) da şöyle haykırıyor: "Var mı senin gibisi ilahlar arasında, ya Rab?" ve Yitro  der ki: "Artık biliyorum ki, Rab bütün ilah­lardan büyüktür." Yani "en sonunda Musa'ya karşı Yehova'nın tüm tanrılardan üstün ve gücünün rakip­siz olduğunu kabullenmek zorundayım.” Musa'nın Tanrı'nın yardımcı-yöneticileri olarak hareket eden bu varlıkların O'nun tarafından yaratıldığını düşü­nüp düşünmediği konusunda kararsız kalıyoruz çünkü Musa bildiğimiz kadarıyla bu varlıkların Yara­tılışı ve kaynağıyla ilgili hiçbir şey belirtmemiştir. Bundan öte bu Varlık'ın görünen dünyayı Karga- şa'dan düzene getirdiği ve Doğa'ya tohumlarını ver­diği ve bu yüzden O'nun her şeyin üstünde en üstün hak ve güce sahip olduğunu öğretir. Bundan öte üstün hak ve gücü nedeniyle Kendisi için sadece İbrani ulusunu ve belli bir özel bölge seçtiğini ve geriye kalan ulus ve bölgeleri Kendisi yerine diğer tanrıların ilgisine bıraktığını ve dolayısıyla Kendisi İsrail'in Tanrı'sı ve Yeruşalim'in Tanrı'sı adım alır­ken diğer tanrılann Yahudi olmayanlann tanrılan adım aldıklarını da öğretir. Bu nedenden ötürü Ya- hudiler Tanrı’nın Kendi'si için seçtiği özel bölgenin diğerlerinde geçerli olanlardan oldukça farklı ve ayrı bir Tanrısal tapınma gerektirdiğine ve Rab'bin diğer ülkelere uyarlanan tanrıların tapınmasından zarar görmeyeceğine inanmışlardı. Bu yüzden Asur'un kralı tarafından Yahudiye'ye getirilen insanların Ulusal Tanrı'ya tapınmayı bilmedikleri için aslanlar tarafından parçalandıklarına inanıyorlardı. (2 Krallar xvii:25).

İbn' Ezra'nın  görüşüne göre Yakup bu yüzden ye­ni bir ülke aramalannı istediği zaman oğullannı kendilerini yeni bir tapınmaya hazırlamalan ve ya­bancı tanrıların; yani bulundukları toprakların tanrı- lanna tapınmayı terk etmeleri için uyardı. {Yaratılış xxxv:2, 3)

Davut Şaul'a kralın eziyetiyle ülkesinden uzak ya­şamaya zorlandığını anlattığında Rab'bin sözü veril­miş kutsal toprağından sürüldüğünü ve başka tanrı­lara ibadet etmek üzere gönderildiğini söyledi. (1 Samuel xxvi:19). Son olarak Davut Yahudi olmayan­lar arasında çok yaygın bir görüş olan bu Varlık ya da Tanrı'nın yaşam alanının göklerde olduğuna {Ya­sa ’nın Tekrarı xxxiii:27) inamyordu.

Eğer şimdi Musa'nın vahiylerini incelersek onların bu görüşlere uydurulduğunu bulacağız; Tanrısal Doğa'nın merhamet, incelik... vs. durumlarına tabi olduğuna inandığı için Tanrı ona onun görüşü ve bu özellikleriyle belli edilmişti (bkz. Mısır’dan Çıkış xxxiv:6, 7 ve ikinci emir). Bundan öte Musa'nın Tanrı'dan O'nu görmeyi istediği {Mısır’dan Çıkış xxxiii:18) ama Musa (dediğim gibi) Tanrı'nın hiçbir ruhsal görüntüsünü oluşturmadığı ve Tanrı kendisi­ni peygamberlere hayal güçlerinin eğilimi doğrultu­sunda belli ettiği için, Tanrı'nın Musa'ya Kendisini herhangi bir şekilde belli etmediği aktarılıyor. Tekrar ediyorum bu Musa'nın hayal gücü uygunsuz olduğu içindi çünkü diğer peygamberler Rab'bi gördüklerine tanıklık ediyorlar; örneğin, Yeşaya, Hezekiel, Daniel... vs. Bu nedenle Tanrı Musa'yı şöyle yanıtla­dı: "...yüzümü görmene izin veremem." ve Musa Tanrı'nın görülebileceğine - yani Tanrısal doğayla çelişki olmaksızın görülebileceğine (çünkü diğer şekilde onun isteğine hiçbir zaman öncelik tanımaz­dı) - inandığı için "Çünkü yüzümü gören yaşayamaz" diye eklenerek Musa'nın görüşü  doğrultusunda bir neden sunuluyor. Çünkü gerçekten olduğu gibi Tan- nsal doğayla çelişen bir görünümün ortaya çıkaca­ğından değil, insanın yetersizliği yüzünden bunun olamayacağı belirtiliyor.

Tanrı Musa'ya İsraillilerin buzağıya taptıkları için diğer uluslarla aym sınıfa konulacağını söylediğinde, [Tarihler xxxiii:2, 3) bir melek göndereceğini (yani Tanrı'nın yerine İsraillilerden sorumlu bir varlık) ve artık Kendisi'nin onların arasında daha fazla kalma­yacağını söyledi. Böylece Musa'nın Tanrı'nın İsrailli­leri başka varlık ya da meleklerinin koruyuculuğuna emanet ettiği diğer uluslardan daha çok sevdiğini varsayması için hiçbir neden bırakmadı (bkz dize 16).

Son olarak Musa Tanrı’nın yaşamını göklerde sür­dürdüğüne inandığı için, Tanrı ona göklerden dağın üstüne gelmiş olarak belli edilmişti. Musa Tanrı'yla konuşabilmek için dağa çıkıyordu, eğer Tanrı'yı her zaman her yerde olan özelliğiyle kavrayabilseydi bunu yapmasına kesinlikle gerek kalmazdı.

Onlara bildirilmesine rağmen İsrailliler Tanrı hak­kında neredeyse hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu da bir­kaç gün sonra O'na diye tapınma ve onurlandırmala­rını onları Mısır'dan çıkaran Tanrı olduğuna inandık­tan bir buzağıya aktarmalarından besbelli. Gerçekte Mısır'ın batıl inançlarına alışkın, eğitimsiz ve çok sefil bir kölelik dönemi yaşamış olan insanların Tanrı ile ilgili sağlam herhangi bir kavrama sahip olmaları zor. Ya da Musa'nın onlara doğru bir yaşa­ma kuralından daha fazlasını, onları yasal yetkiyle ahlaklı olmaya zorlayan bir yasa koyucu gibi değil de, bunu özgürlük nedeniyle aşılayan bir filozof gibi öğretmesi de zor. Böylece doğru yaşam kuralı, ta­pınma ve Tanrı sevgisi, onlar için gerçek özgürlük­ten, Tanrı'nın armağanı ve kayrasından çok bir köle­likti. Musa onlara Tanrı'yı sevmelerini ve Yasa'sını korumalarını buyurdu çünkü geçmişte ondan yarar­lanmışlardı (Mısır'daki kölelikten kurtulmalanndaki gibi), dahası onlara O'nun buyruklarını çiğnemeleri durumunda gözdağı, dikkate almaları durumunda birçok sözler vermişti; böylece İsraillilere ebeveynle­rin akılsız çocuklarına davrandıkları gibi davranmış­tı. Dolayısıyla onların erdemin ve gerçek mutluluğun üstünlüğünü bilmedikleri kesin.

Yunus  Tanrı'nın görüş alanından kaçtığını dü­şünmüştü. Bu gösteriyor ki o da Tanrı'nın, ulusların bakımını onun yerine geçen diğer güçlere bıraktığını kabullenmişti. Eski Antlaşma'nın tamamında Tanrı hakkında hiç kimse aslında doğal yetenekleri bakı­mından zamanının tüm insanlanndan üstün olan Süleyman’dan daha mantıklı konuşmuyor. Ama o kendisini (yasanın sadece eylemleri mantıklı ve anlama yetisine bağlı gerekçelere dayanmayan insan­lar için koyulduğunu düşünerek) yasadan üstün sayıyordu ve başlıca üç tane olan krallarla ilgili yasa­lardan az söz etmişti. Dahası yasaları açıkça çiğne­mişti (bu konuda yanlış yaptı ve bedensel zevke dalarak bir filozofa yakışmayacak şekilde davrandı) ve Yazgı'nın tüm bağışlarının değersiz olduğunu, insanlığın erdemden daha soylu bir yeteneğinin ve aptallıktan daha büyük bir cezasının olmadığını öğretti. Bkz. Süleyman’ın Özdeyişleri xvi:22, 23.

Ama çelişen görüşlerini belirtmeyi üstlendiğimiz peygamberlere geri dönelim. Hezekiel'in belirtilmiş görüşleri, Musa'dan (Sabbathus'un incelemesinde, i: 13, 2 dendiği gibi) bize geçerliliğini hala koruyan vahiy kitapları bırakan Hahamlarınkine kadar o kadar farklı ki, hahamlar kutsal kitaplardan onun vahiylerini ciddi anlamda çıkarmayı düşündüler. Eğer (Sabbathus'un incelemesinde yazıldığı gibi) Hananiah adlı bir Yahudi büyük bir gayret ve çalış­mayla onların açıklamasını üstlenmeseydi Hahamlar kuşkusuz Hezekiel'in görüşlerini çıkaracaklardı. Bu Yahudi'nin bunu nasıl yaptığı yeterince anlatılma­mış. Şimdi yok olmuş olan bir yorum mu yazdığını ya da açıklamayı Hezekiel'in sözlerini değiştirerek ve küstahça-ifadeleri isteğine göre çarpıtarak yapıp yapmadığım bilmiyoruz. Bu nasıl yapılmışsa yapıl­sın, parça xviii, kesinlikle Mısır’dan Çıkış xxxiv, Yeremya xxxii:18...vs. ile örtüşmüyor.

Samuel Rab'bin buyurduğu hiçbir şeyden pişman 60

olmadığına inanıyordu (1 Samuel xv:29) çünkü Şaul günahı  için üzüldüğünde ve Tanrı'ya tapınıp af dilemek istediğinde Samuel Tanrı'nın buyruğunu geri almayacağını söylemişti.

Diğer taraftan Tanrı Yeremya'ya: "Uyardığım ulus kötülüğünden dönerse, başına felaket getirme kara­rımdan vazgeçerim." diye bildirilmişti. "O ulus sö­zümü dinlemeyip gözümde kötü olanı yaparsa, ona söz verdiğim iyiliği yapmaktan vazgeçerim" (Yerem- ya xviii:8-10). Yoel (ii:13) Rab'bin sadece cezalan­dırmaktan vazgeçtiğini öğretmişti. Son olarak Yaratı­lış iv:7'den belli ki insan günahın ayartmalarını ye­nebilir ve ahlaklı davranabilir çünkü bu öğreti Josephus  ve Kutsal Kitap'tan öğrendiğimize göre onları hiçbir zaman yenmemesine rağmen Kayin'e söylenmiştir. Ve bu biraz önce alıntısı yapılan Ye- remya'nın parçasıyla örtüşür çünkü orada eğer söz konusu insan durumunu ya da yaşam biçimini de­ğiştirirse Tanrı'nın Söz'ünü ettiği iyi ve kötüyü ödül­lendirmek ya da cezalandırmaktan vazgeçeceği söy­leniyor. Ama diğer taraftan Pavlus {Romalılar ix:10) insanın, Tanrı'nın özel çağrı ve kayrası dışında, etin ayartmaları karşısında hiç gücü olmadığım olabile­cek en açık şekilde öğretir. Ve ahlakı insana mal ettiğinde (Romalılar iii:5 ve vi: 19) kendisinin sadece

insanların diliyle ve etjn yetersizliğiyle konuştuğunu söyleyerek düzeltir.

Artık düşüncemizi yeterinden fazla kanıtladık. Tanrı'nın vahiyleri peygamberlerin anlayış ve görüş lerine göre uyarladığını, yardımseverlik ve ahlakla ilgisi olmayan kuram konularında peygamberlerin bilgisiz olabileceğini ve birbiriyle çelişen düşünceler benimseyebileceklerini ve aslında benimsediklerini kanıtladık. Dolayısıyla görülüyor ki doğal ya da ruh­sal olgularla ilgili bilgi için hiçbir şekilde peygamber­lere başvurmamalıyız.

O zaman sadece vahyin amaç ve özü olan peygam­berlere ait yazılara inanmak zorunda olduğumuza; ama ayrıntılara gelince her insanın inanıp inanma­masının kendisine kaldığına karar verdik.

Örneğin, Kayin'e. gelen vahiy bize Tanrı'nın onu doğru yaşamı yaşaması için uyardığını öğretiyor çünkü vahyin tek amacı ve özü budur, özgür istem ve felsefeyle ilgili öğretiler değildir. Öyleyse, iradenin özgürlüğü uyarının sözcüklerinde açıkça belirtilme­sine rağmen, sözcükler ve nedenler Kayin'in anlayı­şına göre uyarlandığı için bunun tersi bir görüşü benimsemekte özgürüz.

Öyleyse Mikaya'ya gelen vahiy de sadece Ahav ve Aram arasındaki savaşın gerçek konusunun ona bildirildiğini ve bizim tüm inanmak zorunda oldu­ğumuzun da bu olduğunu öğretirdi. Vahiyde Tanrı'- nın gerçek ve yalan Ruhu, sağ ve sol elde duran gök­teki güçlerle ilgili vahyin içerdiği başka her şey ve diğer tüm ayrıntılar bizi hiç etkilemez. Herkes aklı­nın izin verdiği kadarına inanabilir.

Tanrı'nın Gücünü Eyüp'e göstermesine aracılık eden uslamlamalar da (eğer gerçekten bir vahiy idiy- 62

seler ve öykünün yazarı bazılarının varsaydığı gibi sadece etkili konuşmayla kendi anlayışını süslemi­yor idiyse) aym sınıfa girerlerdi - yani eğer Eyüp'ü ikna etmek için onun anlayışına göre uyarlanmışlar­sa evrensel ve tüm insanları ikna etmek için değil­lerdir.

İsa'nın Ferisileri gurur ve bilgisizlikle suçladığı ve havarilerini doğru yaşamı yaşamaları için uyardığı düşüncelerine gelince de farklı bir sonuca varamayız. O düşüncelerini her bir insanın görüş ve ilkelerine uyarladı. Örneğin, Ferisilere [Matta xii:26) "Eğer Şeytan Şeytan'ı kovarsa, kendi içinde bölünmüş demektir. Bu durumda onun egemenliği nasıl ayakta kalabilir?" dedi. Ferisilere şeytanların olduğunu ya da bir şeytan krallığı olduğunu öğretmek değil, sadece onları kendi ilkelerine göre ikna etmek istedi. Öyley­se havarilerine (Matta 18:10) "Bu küçüklerden birini bile hor görmekten sakının! Size şunu söyleyeyim, onların göklerdeki melekleri... vs." derken onları daha kolay ikna etmek için uyarlanmış olan gerçek neden üzerinde durmak değil, sadece onları gurura ve akranlarını küçümsemeye karşı uyarmak istedi.

Son olarak havarilere özgü işaretler ve düşünceler için de tam olarak aynı şeyi söylemeliyiz; ama bu konuyu daha derin işlemeye gerek yok. Eğer Kutsal Kitap'ın bireylere ya da özellikle bir insanın anlayışı­na göre gönderilen ve felsefeyi büyük tehlike altına sokmadan Tanrısal öğretiler olarak savunulamaya- cak tüm parçalarını sayarsam amaçladığım kısalığı çok fazla aşmam gerekir. O zaman genel uygulama­nın birkaç örneğinin verilmesi yeterli olsun ve me­raklı olan okuyucu diğer örnekleri kendisi ele alsın. Şimdi değindiğimiz noktalar yalnızca peygamber ve vahiylerle ilgili dikkate aldığımız amaçla doğrudan ilgili olandır, yani Felsefe'nin Tanrıbilim'den ayrıl ması genel sorusuna değinmiş olmama rağmen, kehanet armağanının İbranilere özgü ya da tüm uluslar için geçerli olup olmadığını sorgulayabilirim. O zaman bir sonraki bölümde yapacağım gibi Ibrani- lerin yeteneğiyle ilgili bir sonuç çıkarmalıyım.

III. Bölüm:

İbranilerin Tanrısal Görevi ve Kehanet Yeteneğinin Onlara Özgü Olup Olmadığı Hakkında

İbranilerin mutluluğu Yahudi olmayanların - alçaklığından kaynaklanmıyordu.

Felsefî bilgi ya da erdemden de kaynaklanmıyor­du.

Mutluluklarının devletin işlerini yönetme ve siyasi tehlikelerden kaçınmadan kaynaklanması.

Bu ayırt edici özelliğin İbrahim'in zamanında bile olmaması.

Eski Antlaşmanın kendisinin Yahudi olmayanların payına düşen yasaya ve Tanrı'nın kayrasına - tanıklık etmesi.

Romalılara Mcktuplar’daki açık uyumsuzluğun açıklaması.

Yahudilerin sonu olmayan scçilmişliğiyle ilgili - savlara yanıt.

Her insanın gerçek mutluluk ve kutluluğu diğer insanları dışlayarak keyfini yalnız çıkardığı gururdan değil, sadece iyi olandan zevk almaktan oluşur. Ken­disini diğerlerinin yararlanmadığı iyiliklerden yarar­landığı için daha kutlu sayan ya da kendisini benzer­lerinden daha şanslı gören biri gerçek mutluluk ve kutluluktan habersizdir ve aldığı zevk ya çocukça ya

çekememezlikten ya da haincedir. Örneğin, bir insa­nın gerçek mutluluğu sadece erdeme ve gerçeğin bilgisine sahip olmasına bağlıdır, kendisinin diğerle­rinden daha bilge olmasına ya da diğerlerinin böyle bir bilgisinin olmamasına bağlı değildir. Böyle dü­şünceler onun bilgeliğini ya da gerçek mutluluğunu arttırmaz.

Böyle nedenlere sevinen, bir başkasının kutsuzlu­ğuna seviniyordur ve bu kadarıyla hain ve kötüdür, ne gerçek mutluluğu ne de doğru yaşamın huzurunu bilir.

Bu yüzden Kutsal Kitap, İbranileri yasaya uymaları için uyardığı zaman Tanrı'nın Kendi'sine diğer ulus- lardansa onları seçtiğini (Yasa’nın Tekran x:15); O'nun diğerlerinin değil kendi yanlarında olduğunu (Yasa’nın Tekrarı iv:7); O'nun sadece onlara adil yasalar verdiğini (Yasa’nın Tekrarı iv:8) ve son olarak O'nun onları diğerlerinden seçip ayırdığını (Yasa’nın Tekran iv:32) söylüyor. Sadece geçen bölümde gös­terdiğimiz ve Musa'nın da ifade ettiği gibi (Yasa’nın Tekrarı ix:6, 7) Kutsal Kitap gerçek kutluluğun ne olduğunu bilmeyen dinleyicilerinin anlayışına göre konuşuyor. Aslında Tanrı eşit olarak tüm insanları kurtuluşa çağırmış olsaydı onlar ne kutsuz olurlardı, ne de Tanrı diğerlerinden daha az onların yanında olmuş olurdu; onların yasaları herkes için konulmuş olsaydı ne daha az adil olurdu ne de İbranilerin ken­dileri daha az bilge olurlardı. Mucizeler diğer uluslar için de yaratılmış olsaydı Tanrı'nın gücünü daha az göstermiş olmazlardı; son olarak eğer Tanrı tüm bu armağanlannı eşit olarak tüm insanlara bağışlamış olsaydı İbraniler yine aynı şekilde O'na tapınmak zorunda olurlardı.

Tanrı Süleyman'a (1 Krallar iii: 12) gelecek zaman­da kimsenin onun kadar bilge olmayacağım söyledi­ğinde sadece üstün bir bilgeliği ifade eder gibi görü­nüyor. Tanrı'nın Süleyman'a diğerlerinden daha mutlu olması için gelecekte hiçbir insana onunki gibi bir bilgeliği bağışlamayacağı sözünü verdiğine inanmak çok bayağı olurdu; bu, hiçbir şekilde Sü­leyman'ın aydınlığım arttırmazdı ve eğer herkes aynı yeteneklerle donanmış olsaydı bilge kral Tanrı'ya yine aynı ölçüde teşekkür borçlu olurdu.

Tevrat'ın biraz önce alıntısı yapılan parçalarında Musa'nın sadece İbranilerin anlayışına göre konuş­tuğunu söylememize rağmen Tanrı'nın Musa'nın yasasını sadece onlar için buyurduğunu ya da sadece onlarla konuştuğunu ya da İbranilerin diğer uluslar­dan daha büyük mucizelere tanıklık ettiklerini yad­sımak gibi bir isteğimiz yok. Musa'nın İbranileri onların çocukça anlayışlarına seslenecek ve onları Tanrı'ya tapınmaya zorlayacak şekilde uyarmak istediğini vurgulamak istiyoruz. Bundan başka, İbra­nilerin diğer uluslardan bilgide ya da dindarlıkta daha üstün olmadıklarını ama belli bir özellik konu­sunda diğerlerinden açıkça daha farklı olduklarını göstermek istedik. Ya da (Kutsal Kitap gibi konuşur­sak onların anlayışlarına göre) sık sık bu konuda uyarılmalarına rağmen Tanrı tarafından İbranilerin diğerlerinden doğru yaşam ve olağanüstü görüşler uğruna değil, başka bir amaçla seçildiklerini göster­mek istedik. Bu amacın ne olduğunu zamanı gelince göstereceğim.

Ama başlamadan önce Tanrı'nın kılavuzluğuyla, Tanrı'nın yardımıyla, dıştan ve içten sözcükleriyle ne anlatmak istediğimi ve yazgıdan ne anladığımı bir­kaç sözcükle açıklamak istiyorum.

Tanrı'nın yardımı derken, doğa olaylarının sabit ve değişmez düzen ya da zincirini kastediyorum. Çünkü her şeyin bağlı olarak var olduğu ve her şeyin nedeni olan doğanın evrensel yasalarının Tanrı'nın her za­man sonsuz doğruluk ve gereklilik içeren buyrukları­nın sadece başka bir adı olduğunu daha önce söyle­dim ve başka yerlerde gösterdim.

Böylece her şeyin doğa yasalarına göre olduğunu söylemek ve her şeyin Tanrı'nın buyruk ve düzeniyle olduğunu söylemek aynı şeydir. Şimdi doğanın gücü her şeyin sadece gerçekleşmesine aracılık eden ve her şeye neden olan Tanrı'nın gücüyle aynı olduğu için, doğanın bir parçası olarak kendisine yarar sağlayan ve varlığını koruyan herhangi bir insan ya da o kişi­nin katkısı olmadan ona yarar sağlayan herhangi bir yapı, ona sadece ya insan doğası ya da dış olaylar yoluyla hareket eden Tanrısal güç tarafından veril­miştir. Öyleyse insan doğasının kendi çabalarıyla kendisine kattığı şeylere, uygun olarak, Tanrı'nın iç yardımı denirken, insanın kazancını dış nedenlerle arttıran her şeye Tanrı'nın dış yardımı denilebilir.

Şimdi Tanrı'nın seçimiyle ne anlatılmak istendiği­ni kolayca anlayabiliriz. Doğanın önceden belirlen­miş düzeni; yani Tanrı'nın sonsuz buyruk ve düze­ninin aracılığı dışında hiç kimse hiçbir şey yapama­yacağı için, hiç kimse kendisi için bir yaşam yolu seçemez ya da Tanrı'nın söz konusu bir iş ya da yaşam yolu için birini seçme yeteneği dışında hiç kimse bir iş başaramaz. Son olarak kutluluk derken insan yaşamını dış ve beklenmeyen yollarla yönlen­dirdiği kadarıyla Tanrı'nın düzenini kastediyorum. Bu ön hazırlıklarla İbranilerin tüm uluslar arasından seçilmesinin nedenine geri dönüyorum ve kanıtıyla böylece devam ediyorum.

Haklı olarak arzulanan tüm amaçlar genelde şu üç sınıftan birine giriyor:

1.   Şeylerin birincil nedenleri aracılığıyla bilgisi.

2.   Tutkuların yönetilmesi ya da erdem alışkanlığı­nın kazanılması.

3.   Güvenli ve sağlıklı yaşam.

Bu amaçların ilk ikisine en doğrudan götüren ve onların en yakın ve en etkileyici nedeni olarak düşü­nülebilecek yöntemler insan doğasının kendisinde vardır. Böylece onların elde edilmesi sadece bizim gücümüze ve insan doğasının yasalarına dayanır. Doğanın daha önce farklı türde insanlar yarattığı rüyasına dalmazsak bu yeteneklerin hiçbir ulusa özel olmadığı, her zaman tüm insan soyunca paylaşıldığı sonucuna varılabilir. Ama güvenliğe ve sağlığa neden olan yöntemler çoğu zaman dış koşullardadır ve yazgının armağanları adını alırlar çünkü başta bizim bilgisine sahip olmadığımız nesnel nedenlere daya­nırlar. Çünkü bir aptal, bilge bir adam kadar mutlu­luğa ya da mutsuzluğa eğilimli olabilir. Buna rağmen insan yönetimi ve dikkati güvende yaşamayı ve ak­ranlarımızın, hatta hayvanların verebileceği zararları önlemeye çok yardımcı olabilir. Akıl ve deneyim bu amaca ulaşmak için bir toplumun sabit yasalarla oluşturulması, özel bir bölgede oturulması ve tüm güçlerin birlik yani sosyal birlik içinde toplanmasın­dan başka bir yöntem göstermiyor. Mademki bir toplumu oluşturmak ve korumak için sıra dışı bir yetenek ve ilgi gerekmiyor. İleri görüşlü ve dikkatli insanlar tarafından kurulan bir toplum çok güvenli, çok istikrarlı ve başarısızlıklara az eğilimli olurken;

diğer taraftan yetenekleri eğitilmemiş olan insanlar tarafından kurulan bir toplum büyük ölçüde yazgıya dayanır ve daha az sabittir. Eğer her şeye rağmen böyle bir toplum uzun bir süre için var olursa, bunu kendisinden farklı olan yönlendirici bir güce borçlu demektir; eğer büyük tehlikeler atlatıyor ve işleri yolunda gidiyorsa ister istemez Tanrı'nın kılavuzluk eden Ruhu'na şaşacak ve tapınacaktır (yani Tanrı'nın doğa ve insan aklı aracılığıyla değil, gizli yöntemlerle çalıştığı kadarıyla). Çünkü bu toplumun başına gelen her şey beklenmedik ve kestirimlerin tersi olduğu için bunların mucizeyle olduğu bile düşünülebilir ve söylenebilir. O zaman uluslar, toplumsal düzen ve altında yaşadıkları ve yönetildikleri yasalara göre birbirlerinden ayrılırlar. İbrani ulusu Tanrı tarafın­dan bilgeliği ya da düşünce sakinliği nedeniyle değil, toplumsal düzeni ve elde ettiği üstünlük ve onu yıllarca koruması nedeniyle seçilmişti. Bu, Kutsal Kitap'tan çok çok belli. Gelişigüzel bir inceleme bile bize İbranilerin başka uluslardan üstün olduğu tek yönün devletle ilgili konulardaki yönetimleri ve büyük tehlikelerin üstesinden sadece .Tanrı'nın dış yardımıyla gelmeleri olduğunu gösterir,- başka bir deyişle akranlarıyla aynı değerdeydiler ve Tanrı hep­sine karşı aynı ölçüde yardımseverdi. (Önceki bö­lümde gösterdiğimiz gibi) akıl yönünden Tanrı ve doğayla ilgili çok sıradan düşüncelere sahiptiler böy- lece bu yönden Tanrı'nın seçilmişi olamazlar; erdem ve doğru yaşam yönünden de bu anlamda seçilmiş değillerdi; çünkü burada da yine aralarındaki çok az sayıda seçilmişin dışında diğer uluslarla eşittiler. Dolayısıyla onların seçilmesi ve yeteneği sadece dünyasal mutluluk ve bağımsız yönetimin yararları- 70

na bağlıydı. Aslında Tanrı'nın aile reislerine [Son Not 4] ya da onların kalıtçılarına bunun ötesinde bir şey için söz verdiğini görmüyoruz. Yasa'da Tanrı'ya bağlılığa karşı bağımsız bir devletin vereceği sürekli mutluluktan ve bu yaşamın diğer iyiliklerinden baş­ka bir ödül sunulmuyorken, başkaldırı ve anlaşma­nın bozulmasına karşılık devletin yıkılması ve büyük zorluklarla gözdağı veriliyor. Bu da şaşılacak bir şey değildir; çünkü tüm sosyal düzenlerin ve devletin amacı (daha önce dediğimiz ve bundan sonra daha geniş açıklayacağımız gibi) güvenlik ve rahattır; bir devlet sadece herkesi bağlayıcı olan yasalarla var olabilir. Eğer devletin tüm üyeleri yasaları önemse­mek istemiyorsa, bu nedenle devleti dağıtır ve yok ederler. Böylece yasalara sürekli bağlılık karşılığında îbranilere söz verilen tek ödül güvenlik [Son Not 5] ve onun beraberinde olan yararlarken, başkaldırı karşılığında devletin yıkılmasından, ek olarak genel­likle bunu izleyen kötülüklerden ve özellikle de özel devletlerinin yıkılmasıyla Yahudılerin başlarına gelebileceklerden daha sağlam bir cezayla gözdağı olamazdı. Ama bu noktayı uzun uzadıya incelemeye gerek yok. Tanrı'nın diğer uluslara da özel yasalar hazırlayıp hazırlamadığını ve onların yasa yapıcıları­na da Kendi'sini vahiy yoluyla yani yasa yapıcıların O'nu hayal etmeye alışkın olduğu özelliklerle belli edip etmediğini yeterince belirleyemiyorum. Kutsal Kitap'ın kendisinden, Tanrı'nın dış yardımıyla, başka ulusların üstünlük ve belirli yasalar kazandıklan açık; sadece izleyen iki parçaya tanıklık edin: Yaratı­lış xvi: 18, 19, 20'de Melkisedek'in Yeruşalim'in kralı ve Yüce Tanrı'nın kâhini olduğu söyleniyor. Rahipli­ğiyle ilgili işlevlerini yerine getirirken Melkisedek'in

Avram'ı  kutsadığı ve Rab'bin sevdiği Avram'ın da Tanrı'nın bu rahibine ganimetlerinin hepsinin onda birini verdiği anlatılıyor. Bu, Tanrı'nın İsrail ulusunu kurmadan önce Yeruşalim'de kralları seçtiğini ve onlar için dinsel törenler ve yasalar düzenlediğini yeterince gösteriyor. Bunu vahiy yoluyla yapıp yap­madığı yeterince açık değil ama şundan eminim ki, İbrahim şehirde geçici olarak kalırken bu yasalara titizlikle bağlı olarak yaşadı, çünkü İbrahim Tanrı'- dan özel dinsel törenler almadı; ama tapınmaya, buyruklara, kurallara ve kral Melkisedek'in yasaları olarak yorumlanması gereken Tanrı'nın Yasa'larına uyduğu (Yaratılış xxvi:5) belirtiliyor. Malaki  Yahu- dilere şöyle (i:I0-l 1) söyleniyor: " 'Ne olurdu, suna­ğımda boşuna ateş yakmayasınız diye aranızda tapı­nağın kapılarını kapatan biri olsaydı! Ben sizden hoşnut değilim' diyor Her Şeye Egemen Rab, 'Getire­ceğiniz sunuları da kabul etmeyeceğim. Doğudan batıya kadar uluslar arasında adım büyük olacak! Her yerde adıma buhur yakılacak, temiz sunular sunulacak. Çünkü uluslar arasında adım büyük olacak!' diyor Her Şeye Egemen Rab." Çarpıtmadı­ğımız sürece sadece o zamanı kastediyor olabilecek bu sözler, o zamanki Yahudilerin Tanrı tarafından diğer uluslardan daha çok sevilmediğini, Tanrı'nın diğer uluslara, o zamanlar mucizevî yardım olmadan imparatorluklarını kısmen toparlayan Yahudilere bağışladığından daha fazla mucize gösterdiğini ve son olarak da Yahudi olmayanların Tanrı tarafından kabul gören dinsel törenlere sahip olduklarını çokça doğruluyor. Ama bu konuların hafifçe üstünden geçiyorum çünkü bunlar Yahudilerin seçilmelerinin, ruhsal olmayan fiziksel mutluluk ve özgürlükten yani kendi kendini yöneten devletten ve bunu ba­şarmaları için gerekli tutum ve yöntemden; sonuçta bu özel yönetimin korunmasının gerektirdiği yasa­lardan ve son olarak bu yasaların belli edilme biçi­minden başka bir şeyle ilgili olmadığını göstermek olan amacım için yeterli. İnsanın gerçek mutluluğu­nun bağlı olduğu diğer konularla ilgili olarak da Yahudiler, geriye kalan uluslarla eşit değerdelerdi.

Bu yüzden Kutsal Kitap'ta (Yasa'nın Tekrarı iv: 7) Tanrı'nın Yahudilerden daha yakın olduğu bir ulu­sun olmadığı söylendiğinde gönderme sadece onların yönetimine ve başlarına gelen birçok mucizenin olduğu döneme yapılıyordun Çünkü aydınlık ve erdem konusunda - yani kutluluk konusunda Tanrı zaten dediğimiz ve şimdi gösterdiğimiz gibi herkese eşit ölçüde yardım ediyordu. Kutsal Kitap'ın kendisi de bu gerçeğe tanıklık eder, çünkü Zebur yazarı şöyle der (cxlv:18|: "Rab kendisine yakaran, İçtenlikle yakaran herkese yakındır" aynı Mezmurda, 9. dizede "Rab herkese iyi davranır, Sevecenliği bütün yapıtla­rını kapsar." denir. Mezmurlar xxxiii:16'da Tanrı'nın tüm insanlara aynı aklı bağışladığı söylenip onun sözcükleriyle "herkesin yüreğini yaratan... O'dur." deniyor. Yürek İbraniler için herkesin bildiği gibi ruh ve anlama yetisinin olduğu yerdi.

Son olarak Eyüp xxxviii:28'den Tanrı'nın tüm in­san soyuna Tanrı'ya saygı yasasını, kötülüklerden kaçınmayı ya da iyilik yapmayı buyurduğu ve Eyüp- 'ün Yahudi olmamasına rağmen, dindarlık ve din konusunda herkesi geçtiği için Tanrı açısından tüm insanların en beğenileni olduğu açık. Son olarak Yunus iv:2'den Yunus "Bu yüzden Tarşiş'e kaçmaya kalkıştım. Biliyordum, sen lütfeden, acıyan, tez öfkelenmeyen, sevgisi engin, cezalandırmaktan vaz­geçen bir Tanrı'sın...vs." dediği için Tanrı'nın sadece Yahudilere değil, tüm insanlara karşı lütfeden, mer­hametli, sabırlı ve sevgisinin engin olduğu ve onu cezalandırmaktan vazgeçtiği ve Ninovahları affedece­ği çok açık. Bu yüzden (mademki Tanrı tüm insanla­ra karşı eşit derecede bağışlayıcı ve İbraniler O'nun tarafından sadece sosyal düzen ve yönetimleri bakı­mından seçilmiş) sosyal düzen ve yönetiminden ayrı olarak ele alman bir Yahudi'nin Tanrı'nın diğer in­sanlardan farklı olarak ona verdiği bir yetenek taşı­madığı ve Yahudi ve Yahudi olmayanlar arasında hiçbir fark olmadığı sonucuna varıyoruz. Tanrı'nın tüm insanlara karşı eşit derecede bağışlayan, mer­hametli... vs. olduğunun bir gerçek olduğu ve pey­gamberlerin işlevinin insanlara gerçek erdem olarak ülkelerinin yasasını öğretmek ve ona özendirmek olmadığı için tüm ulusların peygamberlere sahip olduğu ve kehanet yeteneğinin Yahudilere özgü ol­madığı kuşku götürmez. Aslında hem din dışı hem de kutsal tarih bu gerçeğe tanıklık eder. Eski Antlaşma'nın kutsal kayıtlarından diğer uluslann İbraniler kadar çok peygamberlerinin olduğu ya da uluslara Tanrı tarafından Yahudi olmayan bir pey­gamberin açıkça gönderildiği belli olmamasına rağ­men bu soruyu etkilemez çünkü İbraniler diğer ulus­lann değil, kendi işlerini kaydetmede dikkatliydiler. O zaman Tevrat'ta Nuh, Hanok, Avimelek, Ba­lam...vs. gibi Yahudi ve Musevi olmayanların keha­net gücünü kullandıklarını, dahası İbrani peygam­berlerin Tanrı tarafından sadece kendi uluslarına değil, diğer birçok ulusa da gönderildiklerini bulma­mız yeterli. Hezekiel o zaman bilinen tüm uluslara; ve Yunus başlıca Ninovalara peygamberlik etti, Ovadya Edomlular dışında hiçbirine peygamberlik etmedi. Yeşaya hayıflanır ve felaketlerin öndeyisinde bulunur ve sadece Yahudilere değil, diğer uluslara da iyileşme çağrısı yapar; çünkü der ki [Yeşaya xvi:9): "Bu yüzden Yazer için... acı acı ağlıyorum." ve xix. Parçada ilk felaketleri ve sonra da Tanrı'nın onları özgürlüğe kavuşturmak için bir Kurtarıcı gönderece­ğini, Mısır'da Rab'bin tanınacağı ve dahası Mısırlıla­rın kurban ve adaklarla Tanrı'ya tapınacağını ve en sonunda bu ulusu Tanrı'nın kutlu Mısırlı insanları diye adlandırarak, Mısırlıların iyileşmesini, her ay­rıntısı dikkate değer olan 19, 20, 21, 25. dizelerde önceden haber verir.

Yeremya İbrani ulusunun değil, tüm ulusların pey­gamberi olarak adlandırılır (bkz. Yeremya: i.5). Ayrı­ca o da ulusların felaketlerini kederle önceden haber verir ve iyileşmelerini kestirir çünkü Moavhlar için (xlviii:31): "Bu yüzden Moav için haykıracak, Bütün Moav için feryat edeceğim." der, (36. dize): "Bu yüz­den yüreğim ney gibi İnliyor Moav için..." ve sonun­da Mısırlıların, Ammonluların ve Elamhlarınki gibi iyileşmelerinin kehanetinde bulunur. Bundan dolayı Yahudiler gibi diğer uluslann da onlara kehanetlerde bulunan peygamberleri olduğu kuşku götürmez.

Kutsal Kitap Yahudilerin ve diğer ulusların gelece­ğinin belli edildiği sadece bir adamdan, Balam'dan söz etmesine rağmen biz Balam'ın sadece bir kez

kehanette bulunduğunu varsaymamalıyız çünkü yazının kendisinden Balam'ın daha önceden uzun zamandır kehanet ve diğer Tanrısal güçleriyle ünlü olduğu besbelli. Çünkü Balak onu kendisine getir­meyi sağladığında dedi ki: "Çünkü senin kutsadığın kişinin kutsanacağını, lanetlediğin kişinin lanetlene­ceğini biliyorum." Böylece Balam Tanrı'nın İbrahim'e bağışladığı yeteneğe sahipti. Dahası kehanete alışkın olduğu için Balam habercilere Rab'bin isteği ona belli edilene kadar beklemelerini buyurdu. Tanrı'nın ger­çek düşüncesinin kehanetinde bulunduğunda, kendi­si için şunu söylemeyi alışkanlık haline getirmişti: " Tanrı'nın sözlerini duyan, Yüceler Yücesi'nin bilgisi­ne kavuşan, Her Şeye Gücü Yeten'in görümlerini gören, Yere kapanan, Tanrı'nın gözlerini açtığı kişi bildiriyor." Bundan başka İbranileri Tanrı'nın buyru­ğuyla kutsadıktan sonra (alışkanlığı olduğu üzere) diğer uluslar için kehanette bulunmaya ve onların geleceğini kestirmeye başladı. Bunların hepsi çokça gösteriyor ki Balam hep peygamberdi ya da sık sık kehanette bulunmuştu ve (burada da dikkat edece­ğimiz gibi) peygamberlere kehanetlerinin başta gelen kesinliğini sağlayan şeye, yani tamamen neyin iyi ve doğru olduğuna odaklanmış bir akla sahipti. Çünkü Balak'ın düşündüğü gibi kutsamak istediklerini kut­samadı ya da lanetlemek istediklerini lanetlemedi, sadece Tanrı'nın kutsanmasını istediklerini kutsadı ya da lanetlenmesini istediklerini lanetledi. Balak'a şöyle yanıt verdi: "Balak sarayını altınla, gümüşle doldurup bana verse bile, Tanrım Rab'bin buyruğun­dan öte küçük büyük hiçbir şey yapamam." Tan- rı'nın bu arada ona kızmasına gelince, Rab'bin buy­ruğuyla Mısır'a doğru yola çıkan Musa'nın da başına aynı şey gelmişti ve kehanette bulunduğu için para almasına gelince Samuel (Vaiz vii:20) eğer günaha girdiyse diye "...yeryüzünde hep iyilik yapan, Hiç günah işlemeyen doğru insan yoktur." dedi Vaiz vii:20.(bkz. Elçilerin İşleri 2 Petrus ii:15, 16 ve Yahuda v: 11)

Konuşmalarının Tanrı üzerinde kesinlikle büyük etkisi olmuş olmalı ve lanetleme gücü Kutsal Kitap'- ta belirtildiği sayıdan anladığımız kadarıyla mutlaka çok büyük olmalı. Tanrı Yahudilere büyük merha­metinin kanıtı olarak Balam'ı dinlemedi ve laneti kutsamaya çevirdi (bkz. Yasanın Tekran xxiii:6, Yeşu xxiv:10, Nehemya xiii:2). Bu nedenle kötülerin konuşma ve lanetleri Tanrı'yı hiç etkilemediğine göre kuşkusuz o Tanrı tarafından çok hoş karşılanı­yordu. O zaman doğru bir peygamber olduğu için ve bununla birlikte Yeşu ondan kâhin ya da falcı diye söz ettiği için bu unvanın saygı duyulan bir anlamı olduğu kesin. Yahudi olmayanların kâhin ve falcı adım verdikleri gerçek peygamberlerken, Kutsal Ki- tap'ın sıkça suçladığı ve kınadığı kâhinler de Yahudi- leri aldatan yalancı peygamberler gibi Yahudi olma­yanları aldatan yalancı kâhinlerdir; aslında kehanet yeteneğinin Yahudilere özel olmadığı, tüm uluslar için geçerli olduğu Kutsal Kitap'taki diğer parçalarda da bildirmiştir. Ama Ferisiler şiddetle bu Tanrısal yeteneğin kendi uluslarına özgü olduğunu ve diğer ulusların, geleceği (batıl inanç daha neler uydura­cak?), açıklanamayan şeytani bir yetenekle önceden haber verdiklerini iddia ediyorlar. Kuramlarını yetki­siyle onaylatmak için Kutsal Kitap'tan alıntısını yaptıkları başlıca parça, Musa'nın Tanrı'ya 'Yoksa benden ve halkından hoşnut kaldığın nereden biline­cek? Bize eşlik etmenden, değil mi? Ancak o zaman benimle halkın yeryüzünün öteki halklarından ayırt edilebiliriz" dediği Mısır'dan Çıkış xxxiii:16'dır. Bun­dan Musa'nın Tanrı'dan Yahudilerle birlikte olması­nı ve Kendi'sini onlara vahiy yoluyla belli etmesini; dahası bu iyiliği başka hiçbir ulusa yapmamasını istediği anlamını çıkarırlar. Musa'nın, Tanrı'nın Yahudi olmayanlarla birlikte olmasını kıskanması ya da O'ndan böyle bir şey istemeye cesaret edebilmiş olması kesinlikle saçma. Musa, ulusunun eğilimini ve ruhunun dik başlı olduğunu bildiği, onların çok büyük mucizeler ve Tanrı'dan özel bir dış yardım olmadan başladıkları şeyi bitiremeyeceklerini, hatta böyle bir yardım olmadan yok olacaklarını açıkça gördüğü için böyle davrandı. Tanrı'nın onları ko­runmak istediği belli olduğu için bu özel dış yardımı istedi. Böylece der ki [Mısır’dan Çıkış xxxiv:9): 'Ya Rab, eğer benden hoşnutsan, lütfen bizimle gel", "Bunlar inatçı insanlardır." Dolayısıyla Tanrı'dan özel bir dış yardım istemesi insanların inatçılığın- dandı ve bu özel dış yardımdan başka bir şey isteme­diği Tanrı'nın yanıtıyla- Tanrı hemen yanıtladığı için (aynı parçanın 10. dizesi) - daha da açıktır: "Senin halkınla bir antlaşma yapıyorum", "Onların önünde dünyada ve öteki uluslar arasında görülme­miş harikalar yapacağım. Arasında yaşadığın halk neler yapabileceğimi görecek. Senin için korkunç şeyler yapacağım." Dolayısıyla açıkladığım gibi Musa görünürde Yahudilerin özel seçilmişliği dışında hiç­bir şeye sahip değildi ve Tanrı'dan başka bir istekte bulunmadı. Pavlus'un Romalılara mektubunda daha büyük önemi olan, yani Pavlus'un burada kaydedi­lenden daha farklı bir öğreti öğretiyormuş gibi gö- riindüğü başka bir metin bulduğumu itiraf ediyorum (Romalılar iii:l): "Öyleyse Yahudi'nin ne üstünlüğü var? Sünnetin yararı nedir? Her yönden çoktur. İlk olarak, Tanrı'nın sözleri Yahudiler'e emanet edilmiş­tir."

Ama Pavlus'un özellikle öğretmek istediği öğretiye bakarsak şu andaki savımıza ters düşen hiçbir şey bulamayız, tam tersi (Romalılar iii:29): "Yoksa Tanrı yalmz Yahudiler'in Tanrısı mı? Öteki uluslann da Tanrısı değil mi? Elbet öteki ulusların da Tan- nsı'dır", (Romalılar ii:25):"Ama Yasa'ya karşı gelir­sen, sünnetli olmanm hiçbir anlamı kalmaz.", "Bu nedenle, sünnetsizler Yasa'nın buyruklanna uyarsa, sünnetli,sayılmayacak mı?" dediği için öğretisi bi­zimkiyle aynıdır. Bundan başka iv.parça: 9. dizede Yahudi ve Yahudi olmayanların hepsinin aynı şekil­de günahın denetiminde olduklarım ve yasanın ol­madığı yerde yasaya karşı gelmenin söz konusu olmadığını söylüyor. Buradan yasanın - yani özellik­le devletle ilgili ve devletin kurulmasında belirlenen ve insanlann isteğine göre uyarlanan yasanın değil, sadece gerçek erdeme önem veren yasanın - dene­timi altında yaşayan herkese kesinlikle belli edildiği çok açık. Son olarak Pavlus, Tanrı tüm ulusların Tanrı'sı olduğundan yani herkese karşı aynı ölçüde bağışlayıcı olduğundan ve herkes yasanın ve günahın denetiminde yaşadığından Tanrı'nın Mesih'ini tüm insanları yasanın bağımlılığından eşit olarak kur­tarmak için, insanların yasanın buyruğuyla değil de, yüreklerinin sabit niyetiyle doğruyu yapmaları için tüm uluslara gönderdiği sonucuna varıyor. Yani Pavlus bizimkiyle aynı şeyi öğretir. Bu yüzden "Tan- n'nın sözleri Yahudiler'e emanet edilmiştir." dedi­ğinde ya yasanın onlara yazı olarak emanet edildiğini anlamalıyız ya da Pavlus sadece (Yahudiler dışında hiç kimse Pavlus'un ortaya koymak istediği yasaya karşı gelmeyeceği için) Yahudilerin anlayış ve o za­manki görüşlerine göre yanıt veriyordu. Çünkü Pavlus kısmen gördüğü ve kısmen de duyduğu şeyleri öğretmeyle ilgili olarak Greklere karşı Grek, Yahudi- lere karşı Yahudi'ydi.

Şimdi geriye sadece kendilerini, Yahudilerin se- çilmişliğinin geçici olmadığına, bunun sadece devlet­leri bakımından olduğuna ve sonsuz olduğuna inan­dıranların savlarını yanıtlamak kalıyor. Çünkü diyor­lar ki; 'Yahudileri devletlerini kaybettikten sonra ve yıllarca parçalanmış yaşadıktan ve diğer tüm ulus­lardan ayrı kaldıktan sonra diğer insanların tersine hala hayatta kaldıklarını görüyoruz. Bundan başka Kutsal Kitap, Tanrı'nın Yahudileri kendisi için son­suza kadar seçtiğini yani devletlerini kaybetmelerine rağmen hala Tanrı'nın seçilmişi olarak kaldıklarını öğretiyor gibi görünüyor.'

Sonrasız seçilmişliği öğrettiğini düşündükleri par­çalar başlıca şunlardır:

1.    Onları göklerin ve doğanın kalıcılığıyla karşılaş­tırarak, İsrail soyunun sonsuza dek Tanrı'nın ulusu olarak kalacağını söylüyor;                                  '

2.    Hezekiel xx:32’de peygamber Yahudilerin yar­dımdan sonra Rab'be tapınmaya sırt çevirmek iste­melerine rağmen Tanrı'nın yine de onları dağıldıkları topraklardan toplayıp bir araya getireceğini ve onları insan elinin değmediği yerlere - atalarını Mısır'ın el değmemiş yerlerine götürdüğü gibi - götüreceğini ve en sonunda aralarından dik başlı ve günahkârları çıkardıktan sonra tüm İsrail halkının O'na tapınaca­ğı kendi Kutsal dağına götüreceğini kastediyormuş gibi görünüyor. Özellikle Ferisiler tarafından alıntısı yapılan başka parçalar da vardır, ama sanırım bu ikisini yamtlarsam herkesi tatmin etmiş olurum. Bunu Kutsal Kitap'ın kendisinden şunu göstererek kolayca başaracağım: Tanrı Yahudileri sonsuza ka­dar seçmedi, yalnızca daha önce Kenanlılan seçtiği koşullar altında seçti. Çünkü gösterdiğimiz gibi Kenanlılarm Tanrı'ya dindarca tapman rahipleri vardı ama sonunda Tanrı onları zevkleri, gururları ve yozlaşmış tapınmaları nedeniyle reddetti.

Musa, (Levililer xviii:27) toprak onları daha önce orada yaşayan ulusları kustuğu gibi kusmasın diye İsraillileri fahişelikle kirlenmemeleri için uyardı ve Yasa’nın Tekrarı viii: 19, 20’de en açık anlamda onla­rı tamamen yıkılmalarıyla tehdit ediyor çünkü diyor ki "bugün size açıkça belirtirim ki, tamamen yok olacaksınız. Tanrınız Rab önünüzden ulusları yok ettiği gibi, sözüne kulak vermediğiniz için sizi de yok edecek." Yasa’da Tanrı'nın İbranileri ne tamamen ne de sonsuza kadar seçtiğini açıkça gösteren buna benzer başka birçok parça bulunuyor. O zaman pey­gamberler Tanrı'nın bilgi, sevgi ve kayrasının yeni bir anlaşmasını onlara önceden haber verdiyse böyle bir sözün sadece seçilmişe verildiği kolayca kanıtlanır; çünkü biraz önce alıntısını yaptığımız parçada Hezekiel Tanrı'nın onları baş kaldırıcı ve günahkâr­lardan ayıracağını açıkça söyler. Sefanya (iii:12, 13) der ki: "Tanrı orada sadece O'nun adına sığınan uysal ve alçakgönüllüleri bırakacak." Şimdi mademki İbranilerin seçimleri gerçek erdeme göre yapılmıştı, diğerlerinden ayrılmalarının sadece Yahudilere söz verilmiş olduğu düşünülemez, biz Yahudi olmayan

gerçek peygamberlerin de (ve gösterdiğimiz gibi her ulusun vardı) aynı sözü, aracılığıyla avutulan kendi inançlı insanlarına verdiğine inanmalıyız. Bu neden­le, Tanrı'nın bilgi ve sevgisinin bu ölümsüz anlaşma­sı Sefanya iii:10, ll'den de açıkça görüldüğü gibi evrenseldir. Bu açıdan Yahudi ve Yahudi olmayanlar arasında hiçbir fark gözetilemez, ya da Yahudiler bizim belirttiğimizden öte özel bir seçilmişliğe sahip olamazlar.

Peygamberler sadece gerçek erdem açısından olan bu seçimden söz ederlerken kurbanlar ve törenlerle ilgili ve tapınağın ve şehrin yeniden inşa edilmesiyle ilgili şeyleri birbirine çok karıştırdılar. Kehanet bi- çeminde ve yapısında olan böyle simgesel ifadelerle ruhsal konuları yorumlamak aynı zamanda hem Yahudilere kimlerin peygamberleri olduklarını, hem de devletin ve tapınağın yaklaşık Koreş'in zamanında beklenen gerçek yeniden inşa edilmesini göstermek istediler.

Dolayısıyla şimdiki zamanda Yahudilerin diğer in­sanlardan üstün olarak kendi üzerlerine alacak ke­sinlikle hiçbir şeyleri yok.

Dağılmalarından ve imparatorluğun kaybedilme­sinden sonra yaşamaya devam etmelerine gelince şaşılacak hiçbir şey yok; çünkü kendilerini diğer uluslardan o kadar çok ayrı tuttular ki sadece dışa doğru olan görenekleriyle değil diğer ulusların dinî törenlerine aykırı düşen görenekleriyle de, ayrıca titizlikle yerine getirdikleri sünnet işaretiyle de üzer­lerine evrensel bir nefret çektiler.

Yahudilerin Yahudi olmayanlar tarafından büyük ölçüde nefretle anıldıklarını deneyim gösteriyor. İspanya kralı daha önce onları devlet dinini kabul etmeleri ya da sürülmeleri için zorladığında çok sayıda Yahudi Katolikliği kabullendi. Şimdi bu din­den dönenler İspanyolların tüm yerel ayrıcalıklarına kavuştuğu ve saygı değer tüm makamlara geçmeye değer görüldüğü için İspanyollarla birbirlerine o kadar doğrudan karıştılar ki kendilerinden hiçbir kalıntı ya da hatıra bırakmadılar. Ama Portekiz kralının Hristiyan olmaya zorladığı Yahudilere bu­nun tam tersi oldu. Çünkü dinden dönmelerine rağmen, yurttaş kabul edilmeye layık bulunmadıkları için her zaman ayrı yaşadılar.  

Sünnet işareti bence o kadar önemli ki sadece bu işaretin Yahudi ulusunu sonsuza kadar koruyabile­ceğine, kendimi inandırabilirim. Hatta insan işleri o kadar değişken ki, dinlerinin temelleri akıllarını hadım etmeseydi ve ortam oluşaydı Yahudilerin imparatorluklarını yeniden kurabilecekleri ve Tanrı'- nın ikinci bir kez onları seçeceğine inanacak kadar ileri gidebilirim.

Böyle bir olasılığın Çinlilerde çok ünlü bir örneğine sahibiz. Onların da kafalarında titizlikle uydukları ve kendilerini diğer herkesten ayıran belirgin bir işaret­leri var. Bu şekilde kendilerini o kadar uzun yıllar diğerlerinden ayrı tuttular ki eskilikte diğer tüm ulusları çokça geçerler. İmparatorluğu her zaman ellerinde tutmamışlardır ama kaybettiklerinde hep geri almışlardır ve Tatarlar zenginlik ve gururun zevkiyle gevşediklerinde aynı şeyi kuşkusuz yeniden yapacaklar .

Son olarak şu ya da bu nedenle Yahudilerin Tanrı tarafından sonsuza kadar seçildikleri görüşünü ko­rumak isteyen varsa, kalıcı ya da geçici olsun bu seçimin, Yahudilere özgü olduğu kadarıyla hâkimiyet ve fiziksel yararlardan başka hiçbir şeye göre olmadı­ğını kabul ettiği takdirde (bir ulus diğer bir ulustan ancak böyle ayrılabileceği için) onu reddetmeyece­ğim. Ama akıl ve gerçek erdem açısından her ulus diğerleriyle eşit durumda ve Tanrı bu bakımdan bir halkı diğerinden üstün tutmaz.

IV. Bölüm:

Tanrı Yasa’sı Hakkında

Yasaların ya doğal zorunluluğa ya da insan - buyruğuna dayanması. İnsan buyruğunun - varlığının, doğal zorunluluk yasa sınıfıyla çeliş­memesi.

Tanrı Yasa’sının insan buyruğuna dayanan bir tür yasa olması.

Amaeı nedeniyle Tanrısal olarak anılması.

Tanrı Yasa’smın:

1.    Evrensel olması;

2.    Tüm tarihi öykülerin doğruluğundan bağımsız olması;

3.    Adet ve törenlerden bağımsız olması;

4.    Kendi ödülü.

Akim Tanrı'yı insanlar için bir yasa koyucu olarak sunmaması.

Böyle bir anlayışın bilgisizliğin kanıtı olması - Adem'de - İsraillilerde - Ilristiyanlarda.

Kutsal Kitap'ın akim ve Tanrısal olana akılcı - bakışın lehine tanıklığı.

Yasa sözcüğü soyut olarak alındığında, bir birey ya da her şeyin ya da belli bir soya ait olan her şeyin ya doğal zorunluluk ya da insan buyruğu doğrultusunda tek, sabit ve kesin bir biçimde hareket etmesidir. Doğal zorunluluğa dayanan bir yasa, doğadan ötürü

ya da söz konusu olan şeyin açıklamasından ötürü zorunlu olandır. İnsan buyruğuna dayanan ve daha doğru olarak düzen denilen bir yasa, insanların daha güvenli ve uygun olarak yaşamak için ya da benzer bir nedenden kendileri ve diğerleri için buyurduğu­dur.

Örneğin daha küçük olan cisimleri etkileyen tüm cisimlerin diğerine iletirken kendi devinimlerinin çoğunu kaybetmeleri cisimlerle ilgili evrensel bir yasadır ve doğal zorunluluğa bağlıdır. Öyleyse bir şey hatırlayan bir insanın doğrudan ona benzeyen başka bir şey hatırlaması ya da onunla aynı zamanda gör­düğü bir şeyi hatırlaması insanın doğasından ötürü zorunlu olan bir yasadır. Ama insanın doğal hakla­rından bazılarını terk etmek zorunda olması ya da terk etmeye zorlanması ve kendisini belli bir biçimde yaşamaya bağlaması insan buyruğuna dayanır. Şimdi her şeyin var olmasının ve belirli, değişmez ve kesin bir biçimde işlemesinin evrensel doğal yasalarla önceden belirlenmiş olduğunu kabul etmeme rağ­men, biraz önce sözünü ettiğim yasalann insan buyruğuna dayandığım iddia ediyorum.

Çünkü doğanın parçası olduğu kadanyla insan, doğanın gücünün bir kısmım oluşturur. Bu yüzden insan doğasının zorunluluğundan ötürü zorunlu olan her şey (yani insan aracılığıyla hareket ettiğini dü­şündüğümüz kadarıyla doğanın kendisinden) zorun­luluktan olsa bile insan erki sonucunda oluyordur. Bunun için böyle yasaların uygulanmasının insamn buyruğuna bağlı olduğu çok rahat söylenebilir çünkü onlar öncelikle insan aklının erkine dayanır; böylece insan aklı, şeyleri doğru ya da yanlış olarak görüşü bakımından kolayca böyle yasalar olmaksızın düşünülebilir, ama az önce tanımını yaptığımız zorunlu yasalar olmaksızın düşünülemez.

Bu yasalann insan buyruğuna dayandığını belirt­tim çünkü şeyleri en yakın nedenleriyle açıklamak ve tanımlamak iyidir. Genel yazgı düşüncesi ve neden­lerin birbirine bağlanması bize belli sorularla ilgili düşüncelerimizi oluşturma ve düzenlemede çok az yardımcı olur. Şeylerin gerçek bağlantısı ve birbirle­rine bağlılığı,- yani her şeyin nasıl düzenlendiği ve bağlandığı konusunda açıkça bilgisiz olduğumuzu ekleyelim; bu yüzden şeylerin rastlantısal olduğunu düşünmek doğru yaşam adına bizim için daha yarar­lı, hatta daha zorunludur. Soyut anlamda yasayla ilgili bu kadarı yeterli.

Yasa sözcüğü benzeşimle sadece doğal olgular için kullanılır gibi görünüyor ve insan doğasını başlangıç­ta aşılmış belirli sınırlar içinde tuttuğu için genellik­le insamn uyacağı ya da uymayacağı bir buyruk an­lamına geldiği kabul edilir ve dolayısıyla yasa insan gücünü aşan hiçbir kural koymaz. Böylece yasayı insan tarafından kendisi ya da başkaları için belirli bir amaçla konulmuş bir yaşam tasansı olarak ta­nımlamak uygundur.

Ancak kanun yapmanın gerçek amacı birkaç kişi tarafından görüldüğü ve çoğu insan onun şartları altında yaşamasına rağmen onu anlamada yetenek­siz olduğu için, kanun koyucular genel bağlılığı zor­lama amacıyla, her türlü olasılığa karşı doğa yasa­sından zorunlu olarak kaynaklanandan çok farklı başka bir amaç sundular. Yani yasa koyucular yasaya uyanlara kitlelerin en başta istediği şeyin sözünü veriyor ve yasayı çiğneyenleri de en çok korktukları şeyle tehdit ediyorlar. Böylece kitleleri belki de gem zinciri vurulmuş bir at gibi sınırlamaya çalışıyorlar. Bundan dolayı yasa sözcüğü, başta başkalarının yönlendirilmesiyle insana buyrulmuş yaşam biçimle­ri için kullanılıyor; bu yüzden yasaya uyanların onun buyruğu altında yaşadığı ve baskı altında oldukları söyleniyor. Gerçekte hapisten korktuğu için herkese hakkını veren bir insan, başkalarının yönlendirmesi ve baskısı altında hareket eder ve bu insanın adil olduğu söylenemez. Ama aynı şeyi yasaların gerçek nedeninin ve gerekliliklerinin bilgisiyle yapan bir insan sağlam bir nedenle ve kendi isteğiyle hareket ediyordur ve bu yüzden doğru olarak, o insanın adil olduğu söylenir. Pavlus yasanın buyruğu altında yaşayanların yasa aracılığıyla adil oldukları savunu­lamaz dediğinde, ben onun adilliğin genellikle ta­nımlandığı gibi sabit ve sürekli olarak her insana hak ettiğini verme isteğidir demek istediğini kabul ediyo­rum. Böylece Süleyman der ki [Süleyman'ın Özdeyiş­leri. xxi:15): "Hak yerine gelince doğru kişi sevinir, Fesatçı dehşete düşer."

O zaman yasa insanın kendisi ve başkaları için belli bir amaçla ortaya koyduğu bir yaşam tasarısı olduğundan insan yasası ve Tanrısal yasa olarak ayrılabilir gibi görünüyor. {Ama her ikisi de bir ma­dalyonun iki yüzü kadar farklıdır}

İnsan yasasıyla anlatmak istediğim, sadece yaşamı ve devleti güvenli hale getirme işine yarayan bir yaşam tasarısıdır. Tanrısal yasayla sadece en üstün iyiliği  başka bir deyişle Tanrı'nın ve sevginin gerçek bilgisiyle ilgili olanı anlatmak istiyorum.

Bu yasaya, burada elimden geldiğince anlaşılır bir şekilde kısaca açıklamaya çalışacağım üstün iyiliğin yapısı nedeniyle, Tanrısal diyorum.

Mademki akıl varlığımızın en iyi kısmı, eğer bizim için gerçekten en yararlı olan şeyi aramak istiyorsak onu mümkün olduğunca yetkinleştirmek için eli­mizden geleni yapmalıyız. Çünkü zihinsel yetkinlik en üstün iyilikten oluşmalıdır. Şimdi, tüm bilgimiz ve tüm kuşkuları gideren kesinlik sadece Tanrı'nın bilgisine dayandığı için; - ilk olarak Tanrı olmadan hiçbir şey var olamayacağı ve yaratılamayacağı için; ikinci olarak Tanrı ile ilgili açık ve kesin bir düşün­cemiz olmadığı kadarıyla evrensel bir kuşku içinde kaldığımız için - bizim en üstün iyiliğimiz ve üstün iyiliğimiz de ayrıca Tanrı'nın bilgisine dayanmış oluyor. Dahası Tanrı olmadan hiçbir şey var olama­yacağı ve yaratılamayacağı için tüm doğal olguların niteliklerinin ve yetkinliklerinin uzandıkları kadarıy­la Tanrı kavramını içerdiği ve ifade ettiği açıktır, öyleyse doğal olgularla ilgili bilgimize oranla Tanrı ile ilgili daha çok ve yetkin bilgiye sahibizdir. Tersi olarak (nedeni aracılığıyla bir etkinin bilgisi, bir olayın belli bir özelliğinin bilgisi ile aynı şey olduğu için) doğal olgularla ilgili bilgimiz ne kadar çoksa (her şeyin nedeni olan) Tanrı'nın niteliği ile ilgili bilgimiz o kadar yetkindir. O zaman üstün iyiliğimiz sadece Tanrı'nın bilgisine dayanmakla kalmaz, aynı zamanda tümüyle bu bilgiden oluşur ve insan doğaya ve özel isteğinin amacının yetkinliğine oranla mü­kemmeldir ya da tam tersidir. Bu yüzden en yetkin ve en üstün kutsallığın başta gelen paylaşımcısı, en yetkin varlık olan Tanrı'nın anlama yetisiyle elde edilen bilgisini her şeyden üstün tutan ve ondan zevk alandır.

O zaman üstün iyiliğimiz ve kutsallığımız bunu, yani Tanrı'nın bilgi ve sevgisini amaçlıyor. Bu yüz­den tüm insan eylemlerinin bu amacının gerektirdiği olanaklar, yani onun düşüncesinin içimizde olması nedeniyle Tanrı tarafından istenenler, Tanrı'nın buyruğu olarak adlandırılabilir; çünkü bu istekler Tanrı akıllarımızda var olduğu için sanki Tanrı'nın Kendi'sinden kaynaklanırlar ve bu amaca göre olan yaşam biçimi uygun olarak Tanrı'nın yasası adını alabilir.

Olanakların yapısı ve bu amacın gerek duyduğu yaşam tasarısı, en iyi devletlerin temellerinin tasarı­nın tutumunu nasıl izlediği ve insanın yaşamımn nasıl yönlendirildiği sorulan genel ahlak bilimiyle ilgilidir. Ben burada sadece belli bir uygulamadaki Tanrısal yasadan söz edeceğim.

Tanrı'nın sevgisi insamn en büyük mutluluğu ve kutluluğu ve insan eylemlerinin en son amacı olduğu için cezalandırılma korkusundan ya da bedensel bir zevk, ün ya da benzeri diğer bir amaçla Tanrı'yı se­venin değil de, sadece Tanrı'nın bilgisine sahip olan ya da Tanrı'nın bilgi ve sevgisinin üstün iyilik oldu­ğuna ikna olmuş olanın, Tanrısal yasaya uygun yaşadığı sonucu çıkar. O zaman Tanrısal yasanın sonuçtaki ve en başta gelen kuralı üstün iyilik olarak Tanrı'yı sevmektir, yani dediğimiz gibi herhangi bir ceza ya da eziyet korkusundan ya da aracılığıyla zevk almak istediğimiz herhangi başka bir amaçla değil. Tanrı düşüncesi, Tanrı'nın bizim üstün iyiliğimiz olduğu kuralım koyar - başka bir deyişle Tanrı'nın bilgi ve sevgisinin tüm eylemlerin yöneltilmesi gere­ken en son amaç olduğu kuralım koyar. Dünya işlerine dalmış biri bunları anlayamaz, bunlar ona aptal­lık gibi görünür. Çünkü Tanrı bilgisi pek yetersizdir ve ayrıca bu üstün iyilikte kendisinin kullanabileceği ya da tüketebileceği ya da sadece düşünce ve saf akıldan oluştuğu için, başlıca zevk aldığı şey olan tensel arzularını etkileyen hiçbir şey bulamaz. Diğer taraftan sağlam bir akıldan daha üstün bir yeteneğe sahip olamayacağım bilenler sözünü ettiğim şeyi kuşkusuz sorgusuz sualsiz kabul edeceklerdir.

Şimdi Tanrısal adaletin başlıca nelerden oluştuğu­nu ve insanların yasalarının ne olduğunu yani vahiy­le onaylanmadıkça farklı amaçlan olan yasaların hepsini anlattık. Çünkü bir şeyler ayrıca (yukarıda da gösterdiğimiz gibi) bu vahiy yönüyle Tanrı'ya mal edilir ve bu anlamda evrensel olmamasına, tamamen tek bir ulusun yaradılışına ve özel korunmasına uyarlanmasına rağmen, kehanetle kavranarak onay­landığına inandığımız için, Musa'nın yasasına Tanrı'nın yasası ya da Tanrısal yasa adı verilebilir. Eğer biraz önce açıkladığımız doğal Tanrısal yasanın yapışım ele alırsak şunları görürüz:

I    . - Evrensel insan doğasından çıkardığımız için o evrenseldir ve tüm insanlar için aynıdır.

II    .- Herhangi bir tarihsel anlatımın doğruluğuna dayanmaz. Bu doğal Tanrısal yasa sadece insan do­ğası göz önünde bulundurularak anlaşıldığı için, onun Adem'de olduğu gibi diğer tüm insanlarda, akranları içinde yaşayan bir insanda ya da kendi kendine yaşayan bir insanda var olduğunu düşünebi­liriz.

Tarihsel anlatımın doğruluğu, ne şekilde güvence­ye alınmış olursa olsun bize ne Tanrı'nın bilgisini ne de sonuç olarak O'nun sevgisini verebilir. Çünkü

Tanrı'nın sevgisi O'nun bilgisinden doğar ve O'nun bilgisi kendi içlerinde kesin olan ve bilinen genel düşüncelerden çıkarılmalıdır. Böylece tarihsel anla­tımın doğruluğu bizim üstün iyiliğimize ulaşmamız için gerekli bir araç olmaktan çok uzaktır.

Tarihi kayıtlar bize Tanrı'nın bilgi ve sevgisini ve­remese de onları dünyevî yaşam amacıyla okumanın çok yararlı olduğunu yadsımıyorum. Çünkü insanların en iyi eylemleriyle belli ettikleri geleneklerini ve olaylarını ne kadar çok gözlemler ve bilirsek, onların arasında yaşamımızı o kadar dikkatle düzenleyebili­riz ve aklın buyurduğu kadarıyla eylemlerimizi onların isteklerine uydururuz.

III     .- Bu doğal Tanrısal adaletin törenlerin - yani kuruluşları nedeniyle iyi denilen, kendi içlerinde önemsiz olan ya da günahlardan kurtulmak için yararlı bir şeyi simgeleyen ya da (eğer bu tanımı tercih edeniniz olursa) anlamı insan anlayışını aşan eylemlerin yerine getirilmesini gerektirmediğini görürüz. Aklın doğal ışığı, sadece çok açıkça iyi oldu­ğunu gösterebileceği ya da kutluluğumuza aracı ola­cak şeyler dışında kendi içinde gereksinimi karşıla­yamayacağı hiçbir şey gerektirmez. Sadece buyruldu- ğu ya da kurulduğu ya da iyi bir şeyin simgeleri oldu­ğu için iyi olan böyle törenler sağlam bir düşüncenin ya da aklın ürünleri olan eylemlerden sayılamaz. Şimdi bunu daha ayrıntılı anlatmama gerek yok.

IV         .-Son olarak Tanrısal yasanın en üstün ödülü yasanın kendisiyken, yani özgür istemimizle Tanrı'yı bütün ve verimli bir istekle bilmemiz ve sevmemiz- ken, cezası bunların eksikliği ve etin kölesi olmak - yani kararsız ve bocalayan bir ruha sahip olmaktır.Bu noktalara dikkat çektikten sonra şimdi şu konuları soruşturmalıyım:

I.    Aklın doğal ışığı aracılığıyla Tanrı'yı bir yasa- koyucu ya da insan için yasalar buyuran bir yetkili olarak kavrayıp kavrayamayacağımız.

II.   Kutsal Kitap'ın aklın bu doğal ışığıyla ve doğal yasayla ilgili öğretisi nedir?

III.   Törenler daha önce hangi amaçlarla oluştu­rulmuştu?

IV.  Son olarak kutsal kayıtları bilmenin ve onlara inanmanın yararı nedir?

İlk ikisini bu bölümde çözümleyeceğim, geriye ka­lan ikisini bundan somaki bölümde çözümleyece­ğim.

İlkinin sonucuna sadece Tanrı'nın isteğinin yapı­sından kolayca varabiliriz. Bizim düşüncelerimizle ilişkili olarak Tanrı'nın isteği, anlayışından ayrılır - yani Tanrı’nın istek ve anlayışı gerçekte aynı şeydir ve sadece Tanrı’nın anlayışıyla ilgili oluşturduğumuz düşüncelerimizle ilişkili olarak fark edilebilir. Örne­ğin, sadece üçgenin yapısının Tanrısal doğada ezel­den beri sonsuz bir Tanrısal doğmluk olarak içerildiği olgusuna bakıyorsak, Tanrı'nın üçgen dü­şüncesine sahip olduğunu ya da O’nun üçgenin yapı­sını anladığını söyleriz. Ama bundan sonra üçgenin yapısının, kendi yapı ya da özünün zorunluluğuyla değil de, sadece içinde bulunduğu Tanrısal doğanın zorunluluğuyla bu şekilde içerildiği olgusuna bakar­sak; yani aslında sonsuz doğruluklar olarak düşünül­dükleri ölçüde üçgenin öz ve yapısının sadece Tanrı­sal doğa ve akla dayandığına bakarsak, o zaman daha önce Tanrı'nın aklı dediğimiz şeye, Tanrı'nın istemi ya da buyruğu deriz. Bu nedenle Tanrı’nın ezelden beri üçgenin üç açısının iki dik açıya eşit olmasını buyurduğunu söylediğimizde ve O'nun bunu anladı­ğım söylediğimizde aynı şeyi doğrulamış oluruz.

Bu nedenle Tanrı'nın doğrulamaları ve yadsımaları her zaman zorunluluk ya da doğruluk içerir; böylece örneğin, eğer Tanrı Adem'e iyiyle kötüyü bilme ağa­cının meyvesini yemesini istemediğini söylediyse Adem'in o meyveyi yiyebilmesi bir çelişki yaratırdı ve bu yüzden Adem'in yiyebilmesi olanaksız olurdu; çünkü Tanrısal buyruk sonsuz bir zorunluluk ve doğruluk içeriyor olurdu. Ama Kutsal Kitap buna rağmen Tanrı'nın Adem'e buyruğunu verdiğini ama Adem'in yine de ağacın meyvesini yediğini yazdığı için zorunlu olarak Tanrı'nın Adem'e eğer ağaçtan yerse bunu kesinlikle izleyecek kötülüğü bildirdiğini ama bu kötülüğün zorunlu olarak gerçekleşeceğini açıklamadığını söylemeliyiz. Böylece Adem vahyi sonsuz ve zorunlu bir doğruluk olarak değil, bir yasa olarak - yani, bulunduğu eylemin doğasına zorunlu olarak bağlı değil, sadece bir yetkilinin istek ve saltık erkine bağlı, sonunda kazanç ya da kayıp olan bir kural olarak algıladı. Böylece söz konusu vahiy, ona göre sadece Adem ile ilgiliydi ve onun bilgisizliği nedeniyle bir yasaydı ve Tanrı da sanki bir yasa- yapıcı ve yetkiliydi. Aynı nedenden; yani bilgi eksik­liğinden İbranilere göre On Emir bir yasaydı. Çünkü Tanrı'nın varlığını sonsuz bir doğruluk olarak bilme­diklerinden onlara On Emir'de belli edilen şeyi yani Tanrı'nın var olduğunu ve sadece Tanrı'ya tapınıl- ması gerektiğini bir yasa olarak algılamış olmalılar. Ama eğer Tanrı onlarla hiçbir bedensel aracın aracı­lığı olmadan konuşsaydı, onu bir yasa değil doğrudan sonsuz bir doğruluk olarak algılarlardı.

İsrailliler ve Adem'le ilgili söylediklerimiz ayrıca Tanrı'nın adına yasa yazan tüm peygamberler için de geçerlidir - Tanrı'nın buyruklarını yeterince sonsuz doğruluklar olarak görmediler. Örneğin, Musa'nın vahiyden ve ona bildirilenin kaynağından, İsrail ulusunun özel bir bölgede en iyi nasıl birleştirilebile­ceğini ve bir devlet kurumu ya da devlet oluşturabile­ceğini gördüğünü ve dahası bu ulusun bağlılığa en iyi nasıl zorlanacağını gördüğünü söylemeliyiz. Ama bu yöntemin mutlaka en iyisi olduğunu ya da belli bir özel bölgedeki insanların boyun eğmesinin zorunlu olarak Musa'nın tasarladığı amaç anlamına geleceği­ni ne gördü ne de bu ona bildirildi. Bu nedenle Musa şeyleri sonsuz doğruluklar olarak değil, kurallar ve yönergeler olarak gördü ve onları Tanrı'nın yasaları olarak buyurdu. Ve böylece, böyle özellikler insan doğasının özellikleriyken ve Tanrı'nın doğasına ta­mamen yabancıyken Tanrı'yı bir yönetici, bir kural- koyucu, bir kral, merhametli, adil... vs. olarak gör­müş oldu. Tanrı adına yasalar yazan peygamberler için bu kadarını doğrulayabiliriz; ama bunu İsa için doğrulayanlayız; çünkü İsa, Tanrı adına yasalar yazmış gibi görünse de açık ve yeterli bir görüşe sahip olarak ele alınmalı çünkü İsa Tanrı'nın sözcü­sü olarak tam bir peygamber değildi. Çünkü Tanrı İsa aracılığıyla insanoğluna daha önce melekler ara­cılığıyla yaptığı gibi vahiyler gönderdi - yani yaratılan bir ses, görüntüler... vs. ile. Tanrı'nın vahiylerini peygamberlere bildirilecek konular olarak İsa'nın görüşlerine uydurduğunu söylemek daha önce me­leklerin görüşlerine uydurduğunu (yani yaratılan bir ses ya da görüntüye uydurduğunu) söylemek kadar mantıksız, tamamen saçma bir hipotez olurdu. Da­hası İsa sadece Yahudilere öğretmek için değil tüm insan soyuna öğretmek için gönderilmişti ve bu yüzden Tanrı'nın düşüncelerinin sadece Yahudilerin görüşlerine uydurulması yeterli değildi. Düşünceler aynı zamanda tüm insan soyu için geçerli olan görüş ve temel öğretisine - diğer bir deyişle evrensel ve doğru düşüncelere uydurulmuştu. Tanrı Kendi'sini peygamberlere yaptığı gibi sözcük ve simgeler olma­dan İsa'ya ya da doğrudan İsa'nın aklına bildirdiği için ister istemez İsa'nın gerçekten bildirileni gördü­ğünü, başka bir deyişle bir konu akıl tarafından söz­cük ve simgeler olmadan görüldüğünde anlaşıldığı için İsa'nın Tanrı'yı anladığını varsaymalıyız.

O zaman İsa (gerçekten ve yeterli derecede) belli edileni gördü ve eğer böyle vahiyleri yasa olarak bildirdiyse, bunu bu bakımdan Tanrı rolünü oynaya­rak insanların bilgisizliği ve dik başlılığı nedeniyle yaptı. Kendisini insanların anlayışına uydurmasına ve diğer peygamberlerden biraz daha açık konuşma­sına rağmen belli edileni belirsiz bir şekilde ve genel­likle kıssalar aracılığıyla öğretti, özellikle de henüz cennetin krallığı'nı anlama yeteneği olmayanlarla konuşurken, (bkz. Matta xiii:10...vs.) Cennet'in gizemlerini anlama yeteneği olanlara, öğretilerini kuşkusuz sonsuz doğruluklar olarak öğretti ve onları ortaya kural gibi koymadı, böylece dinleyicilerinin akıllarını daha önce doğruladığı ve koyduğu yasaların tutsaklığından kurtardı. Pavlus buna bir kereden fazla dikkat çekiyor gibi görünüyor (örneğin, Romalı­lar vii:6 ve iii:28), kendisi hiçbir zaman açıkça ko­nuşmayı istemiyor gibi görünse de onun sözcüklerini tekrar etmek gerekirse [Romalılar iii:6 ve vi: 19) "İn­sanların diliyle konuşuyorum" diyor. Bunu Tanrı'nın adil olduğunu söylerken özellikle ifade ediyor ve 96

kuşkusuz insan eksikliğini göz önüne alarak dilini halkın anlayışına ya da kendisinin dediği gibi (1 Korintliler iii:3) benliklerine uyanlara uyarlayarak merhamet, bağışlayıcılık, öfke ve benzer özellikleri Tanrı'ya mal ediyor. Romalılar ix:18'de Tanrı'nın öfke ve merhametinin insanların işlerine değil, Tan- n'nın Kendi doğası ya da isteğine dayandığını, dahası birinin yasanın işleriyle değil, sadece ruhun tümüyle kabullenmesi olarak tanımladığı inançla haklı çıka­rıldığını, son olarak içinde İsa'nın Ruhu'nu taşıma­yan hiç kimsenin kutsanmadığını {Romalılar viii:9) açıkça öğretiyor. Bu şekilde Tanrı'nın yasalarını sonsuz doğruluklar olarak görüyor. Bu yüzden sadece halkın sahip olduğu Tanrı anlayışı ve bu anlayışın eksikliği göz önüne alınarak bir yasa-yapıcı ya da prens olarak tanımlandığı ya da adil, merhametli... vs. olarak biçimlendirildiği ve O’nun buyruk ve is­temlerinin sonsuz doğruluklar olduğu ve her zaman zorunluluk içerdiği sonucuna varıyoruz. Açıklamak ve göstermek istediğim ilk konu için bu kadarı yeter­li.

İkinci konuya geçerken Kutsal Kitap'ı doğanın ve bu Tanrısal göreneğin ışığında bir inceleyelim. Tan- n'nın Adem'e iyiyle kötüyü bilme ağacının meyvesini yememesini buyurduğu anlatılan ilk insanın öykü­sünde bulduğumuz ilk öğretide, Tanrı, Adem'e dü­rüst olmasını ve dürüstlüğün peşinden koşmasını buyuruyor; ama bunu dürüst olmamak kötülük olduğu için buyurmuyor, yani iyiyi kötülük korku­suyla değil de iyilik için aramasını buyuruyor anla­mına geliyormuş gibi görünüyor. Doğruluğun gerçek bilgi ve sevgisine sahip olduğu için dürüst olanın bağlılıkla ve özgürce hareket ettiğini görmüştük oysa kötülük korkusuyla hareket eden kötülüğün baskısı altındadır ve dış denetimin tutsaklığı içinde hareket eder. Öyleyse Tanrı'nın Adem'e verdiği bu buyruk, Tanrısal doğal yasayı bütünüyle kapsıyor ve doğanın ışığının öğretileriyle tamamen uyuşuyor, hatta ilk insanın öyküsünü ve alegorisini tümüyle bunu temel alarak açıklamak kolay olurdu. Ama öncelikle benim açıklamamın Kutsal Kitap yazarının amacıyla örtü- şüp örtüşmeyeceğinden tamamıyla emin olamadığım için ve ikinci olarak da çoğu kişi bu öykünün bir alegori olduğunu kabullenmediği, gerçeklerin basit bir öyküsü olarak gördüğü için bu konuyu sessiz kalarak atlamak istiyorum. Bu yüzden Kutsal Kitap- 'ın başka parçalarını, özellikle de doğal anlayışının olanca gücüyle konuşan ve bu konuda tüm akranla­rını geçen ve deyişlerinin peygamberlerinkiyle aynı önemi taşıdığı insanlarca kabul görenin yazdığı par­çaları kanıt göstermek daha iyi olacak. Kutsal Kitap'- ta dindarlığı ve vahiy yeteneğindense öngörüsü ve erdemi övülen Süleyman'ı anlatmak istiyorum. Ya­şam, gerçek yaşam anlamında olmak üzere (Yhsa’nın Tekrarı xxx:19'dan da belli olduğu gibi), anlayışın ürünü sadece gerçek yaşamdır ve onun eksikliği cezayı oluşturur. Tüm bunlar dördüncü konumuzda doğal yasayla ilgili ortaya konulanla tamamen örtü- şür. Dahası aklın yaşamın kaynağı olduğu görüşü­müz ve erdemliler için sadece akim yasalar koyduğu bilge tarafından açıkça öğretiliyor, çünkü diyor ki (Süleyman’ın Özdeyişleri xiii:14): "Bilgelerin öğret­tikleri yaşam kaynağıdır..." - yani bundan önce gelen metinden de anladığımız gibi, akıl yaşamın kaynağı­dır. iii: 13. parçada aklın inşam kutlu ve mutlu etti­ğini ve gerçek huzuru verdiğini açıkça öğretiyor.

"Bilgeliğe erişene, Aklı bulana ne mutlu!" çünkü "Yolları sevinç yollarıdır, evet, bütün yolları esenliğe çıkarır." Bu yüzden Süleyman'a göre düşünceleri oraya buraya giden (Parça 57:20'de Yeşaya'nın dediği gibi) " kötüler çalkalanan deniz gibidir, onlara huzur yoktur" kötüler gibi değil de, huzurlu ve ölçülü yaşa­yan sadece bilgelerdir.

Son olarak bizim savımızı en açık şekilde doğrula­yan Süleyman’ın Özdeyişleri'nde ii. bölümdeki par­çaya dikkat etmeliyiz: "...aklı çağırır, O'na gönülden seslenirsen... Rab korkusunu anlar ve Tanrı'yı ya­kından tanırsın. Çünkü bilgeliğin kaynağı Rab'dir. O'nun ağzından bilgi ve anlayış çıkar." Bu sözler açıkça (1) sadece bilgi ve akıl bize Tanrı'dan bilgece korkmamızı öğretir - yani O'na gerçekten tapınma­yı... (2) bilgelik ve bilginin Tanrı'nın ağzından çıktı­ğını ve bu yeteneği bize Tanrı'nın bağışladığını bildi­riyor; bizim akıl ve bilgimizin sadece Tanrı'nın bilgi­sine bağlı olduğu, ondan kaynaklandığı ve onunla tamamlandığım kanıtlarken bunu zaten göstermiş­tik. Süleyman birçok sözle bu bilginin ahlak ve siya­setin gerçek ilkelerini içerdiğini anlatmaya devam ediyor: "Çünkü yüreğin bilgelikle dolacak, zevk ala­caksın bilgiden. Sağgörü sana bekçilik edecek ve akıl seni koruyacak. O zaman anlarsın her iyi yolu, neyin doğru, haklı ve adil olduğunu." Hepsi doğal bilgiyle açıkça örtüşüyor; çünkü şeylerin anlayışına vardık­tan ve bilginin üstünlüğünü tattıktan sonra, doğal bilgi bize ahlak ve doğru erdemi öğretir.

Böylece Süleyman'a göre de doğal aklını ilerletenin mutluluğu ve huzuru, içsel kişisel erdeme dayandığı kadar ( ya da Tanrı'nın iç yardımı ), yazgının ege­menliğine (ya da Tanrı'nın dış yardımına) dayanmaz; çünkü kişisel erdem büyük ölçüde uyanıklık, doğru hareket etme ve düşünceyle korunabilir.

Son olarak Pavlus'un Romalılara Mektup'ımdala parçayı, i:20, kesinlikle atlamamalıyız: "Tanrı'nın görünmeyen nitelikleri - sonsuz gücü ve Tanrılığı - dünya yaratılalı beri O'nun yaptıklarıyla anlaşılmak­ta, açıkça görülmektedir. Bu nedenle özürleri yoktur. Tanrı'yı bildikleri halde O'nu Tanrı olarak yüceltme­diler, O'na şükretmediler." Bu sözler açıkça gösteri­yor ki doğanın ışığıyla herkes Tanrı'nın sonsuz Tanrı- sallığını ve iyiliğini anlayabilir ve buradan neyin peşinde koşacağını ve neden kaçınacağını çıkarabilir. Havari onların özürlerinin olmadığını ve kendilerini bilgisizlikleriyle savunamayacaklarını söylediğinden, eğer bu davranışları doğaüstü ışık ve İsa'nın vücut bulması, çilesi ve yeniden dirilişiyle ilgili bir kuşku nedeniyle olsaydı kendilerini kesinlikle savunabilir­lerdi. "Bu yüzden," diye devam ediyor (aynı yazıda 24) "Tanrı, birbirlerinin bedenlerim aşağılasınlar diye, onları yüreklerinin tutkuları içinde ahlaksızlığa teslim etti.” ve parçanın geri kalanında bilgisizliğin kötülüklerini tanımlıyor ve onları bilgisizliğin cezası olarak öne sürüyor. Bu, Süleyman'ın daha önce alın­tısı yapılan dizesiyle açıkça örtüşüyor, "Ahmaklıksa ahmaklara cezadır.” yani Pavlus'un neden kötülerin mazeretinin olmadığını söylediğini anlamak kolay. İnsan ektiğini biçer. Bilgece karşı konulmadıkları takdirde kötülükten zorunlu olarak kötülük doğar.

Böylece Kutsal Kitap'ın doğal aklın ışığını ve doğal Tanrısal yasayı harfi harfine doğruladığını görüyoruz ve böylece ben de bölümün başında verdiğim sözleri tutmuş oluyorum.

V.    Bölüm

Törensel Yasa Hakkında

Eski Antlaşmanın resmi yasasının Tanrısal • evrensel yasanın bir parçası değil, kısmi ve ğcçici olması. Yeni Antlaşmanın Tanıklığına - peygamberlerinin kendilerinin tanıklığı.

Törensel yasanın İbrani Krallığını korumaya - yönelik olması.

Aynı temel üstünde Hristiyan ğclenckleri.

Kişi Kutsal Kitap öykülerinin hanği parçalarına inanmak zorundadır?

Önceki bölümde İnsanı gerçekten kutlu yapan ve doğru yaşamı öğreten Tanrısal yasanın tüm insanlar için evrensel olduğunu gösterdik, hatta onu insan hayatından o kadar doğrudan çıkarsadık ki Tanrısal yasanın doğuştan olduğununa ve sanki insan aklına işlemiş olduğuna inanılmahdır.

Ama Eski Antlaşma'da sadece İbraniler için buy- rulmuş ve çoğu zaman bir birey olarak değil bütün olarak toplum tarafından yerine getirilebilecek kadar devletlerine uyarlanmış törensel geleneklere gelince, bunların Tanrısal yasanın hiçbir parçasını oluştur­madıkları ve kutluluk ve erdemle hiçbir ilgilerinin olmadığı, sadece İbranilerin seçilmişliğine gönderme yaptıkları açık. Yani bu geleneklerin (II. Bölümde gösterdiğim gibi) İbranilerin dünyasal mutluluklarına ve krallıklarının huzuruna gönderme yaptıkları ve

dolayısıyla sadece o krallık yaşarken geçerli oldukları belli. Eğer Eski Antlaşma'da onlardan Tanrı'nın Yasa'sı diye söz ediliyorsa bu sadece vahiy üzerine kurulmuş oldukları ya da vahyi temel alarak oluştu­ruldukları içindir. Ne kadar sağlam olsa da aklın sıradan tanrı bilimciler için az önemi olduğundan, burada ileri sürdüğüm şeyin kanıtı olarak Kutsal Kitap'ın yetkisini göstereceğim ve bundan öte daha açık olması için bu törenlerin Yahudi krallığının kurulması ve korunması işine neden ve nasıl yaradı­ğını göstereceğim. Yeşaya, çok açıkça sözcüğün dar anlamında gerçek bir yaşam biçiminden oluşan ev­rensel yasayı belirten ve törensel gelenekleri belirt­meyen Tanrısal yasayı öğretiyor, i: 10. parçada pey­gamber köylülerini Tanrısal yasayı okurken dinleme­leri için çağırıyor ve önce her türlü kurbanı ve bay­ramı dışlıyor, en sonunda yasayı şu birkaç sözle toparlıyor, "İyilik etmeyi öğrenin, Adaleti gözetin, zorbayı yola getirin, Öksüzün hakkını verin..." Ze­bur'da da Zebur yazarının Tanrı'ya seslendiği yerde bunun kadar çarpıcı bir ifadeye yer veriliyor: "Kur­bandan, sunudan hoşnut olmadın, Ama kulaklarımı açtın. Yakmalık sunu, günah sunusu da isteme­din...Ey Tanrım, senin isteğini yapmaktan zevk alırım ben, yasan yüreğimin deriniiğindedir." Burada Zebur yazarı sadece yüreğine yazılanı Tanrı'nın yasa­sı sayıyor ve törenleri ona katmıyor çünkü törenler iyi ve içsel değerleri nedeniyle değil, sadece kurumla- rı nedeniyle yüreğe yazılmıştır.

Kutsal Kitap'ın diğer parçaları da aynı gerçeğe ta­nıklık ediyor ama bu iki örnek yeterli. Aynca tören­lerin kutluluğa hiçbir yararı olmadığını, sadece kral­lığın ruhsal olmayan zenginliğine gönderme yaptığım 102

Kutsal Kitap'tan da öğrenebiliriz; çünkü kutluluk evrensel Tanrısal yasa için saklanırken, geleneksel törenlere uyulmasının ödülü sadece geçici yarar ve zevklerdir. Musa'ya mal edilen tüm beş kitapta da dediğim gibi onur, ün, zafer, zenginlik, zevk ve sağlık gibi geçici yararlardan başka hiçbir şeyin sözü veril­miyor. Bu beş kitapta törenlerin yanı sıra birçok ahlaki buyruk bulunmasına rağmen bu buyruklar tüm insanlar için evrensel olan ahlaki öğretiler gibi değil, özellikle İbranilerin anlayış ve karakterine uyarlanmış ve sadece krallığın refahına işaret eden buyruklar gibi görünüyorlar. Örneğin, Musa Yahudi- lere bir peygamber olarak öldürmemeyi ve hırsızlık yapmamayı öğretiyor,- ama bu buyrukları sadece bir yasa koyucu ve yargılayıcı olarak veriyor, öğretiyi akla dayalı bir şekilde bir sonuca bağlamıyor; ama ona uyulmaması karşılığında farklı uluslara uyarla­nabilecek şekilde bir ceza ekliyor. Aynı şekilde zina yapmama buyruğu sadece devletin refahıyla ilgili olarak veriliyor. Çünkü eğer sadece devletin refahıyla değil ayrıca bireyin huzur ve kutluluğuyla ilgili ahlaki öğreti de kastedilmiş olsaydı, Musa sadece görünüş­teki eylemi değil, aynı zamanda sadece evrensel ahlaki buyruklar öğreten ve bu nedenle ruhsal olma­yan bir ödül yerine ruhsal bir ödül sözü veren İsa'nın yaptığı gibi zihinsel kabullenmeyi de ayıplardı. Dedi­ğim gibi İsa bu dünyaya devleti korumak ya da yasa­lar koymak için değil sadece evrensel ahlaki yasayı öğretmek için gönderilmişti. Yani hiçbir şekilde Musa'nın yasasını ortadan kaldırmak istemediğini anlayabiliriz, Kendi'sine ait hiçbir yasa tanıtmadığı için - tek derdi ahlaki öğretiler öğretmek ve onları devletin yasalarından ayırmaktı. Çünkü Ferisiler,

bilgisizlikleri yüzünden, devlet yasasına ve Musa'nın yasasına uymanın ahlakın toplam sonucu olduğunu düşünüyorlardı. Oysa böyle yasalar sadece toplum refahıyla ilgiliydi ve Yahudilerin eğitilmelerini onlan sınırlama altında tutmak kadar amaçlamıyordu. Ama konumuza dönelim ve Kutsal Kitap'ın törenlere uyulması şartıyla geçici yararlannı öne süren ve evrensel yasaya uyulması içinse kutluluğu öne süren başka parçalarının alıntısını yapalım.

Yeşaya dışında peygamberlerin hiçbiri bu konuyu daha açık ortaya koymuyor. İkiyüzlülüğü ayıpladık­tan sonra insamn kendisine ve komşularına karşı özgürlük ve yardımseverliği tavsiye ediyor ve bir ödül olarak (parça lviii:8): "Işığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız. Doğruluğunuz önünüzden gidecek, Rab'bin yüceliği artçınız olacak." Bundan kısa süre sonra dinsel tatil gününü övüyor ve ona gerektiği gibi uyulması içinse "Rab'den zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır, Atanız Yakup'un mirasıyla doyururum. Bunu söyle­yen Rab'dir." Böylece bağışlanan özgürlük ve yardım­sever işler için sağlıklı bir bedende sağlıklı bir aklın ve ölümden sonra bile Rab'bin övgüsü sözünü veriyor ama törensel kusursuzluk için sadece yönetimin güvenliği, zenginlik ve ruhsal olmayan mutluluk sözü veriyor.

xv. ve xxiv. Mezmurlafda törenlerden hiç söz edilmiyor. Sadece ahlaki öğretilerden söz ediliyor, kutluluk dışında hiçbir şeyden kuşku duyulmadığı için ve kutluluğun sözü simgesel olarak verildiği için "Rab'bin Dağı" ve "O'nun çadırları ve içlerinde yaşayanlar" gibi ifadelerin Yeruşalim'in gerçek dağına ve Musa'nın çadırına değil de kutluluğa ve ruhun 104

güvenliğine gönderme yaptığı oldukça kesin. Çünkü en son sözü edilen dağ ve çadırda hiç kimse yaşamı­yor ve orada sadece Levi'nin oğulları rahiplik yapı­yordu. Bundan başka en son bölümde akıl ve erde­min ilerletilmesi bakımından işaret ettiğim Süley­man'ın tümceleri, gerçek kutluluğun sözünü veriyor, çünkü Tanrı korkusu ve bilgisi büyük ölçüde erdem­le anlaşılıyor ve bulunuyor.

Yahudilerin kendilerinin törensel geleneklerini krallıkları yıkıldıktan sonra yerine getirmek zorunda olmadıkları Yeremyu'dan da belli. Çünkü peygamber şehrin çok yakında yıkılacağını gördüğünde ve önce­den haber verdiğinde Tanrı'nın sadece dünyada iyilik yapanın, adaleti ve doğruluğu sağlayanın O olduğunu bilen ve anlayandan hoşnut olduğunu ve sadece böyle insanların övülmeye değer olduğunu söyledi. [Yeremya ix:23) Tanrı, sanki şehrin yıkılmasından sonra Yahudilerden tüm insanlann bağlı olduğu doğal yasadan başka hiçbir şey istemediğini söylemiş gibi.

Yeni antlaşma da bu görüşü doğrular çünkü onda sadece ahlaki öğretiler öğretiliyor ve bir ödül olarak cennetin krallığı söz veriliyor ama Yahudi olmayan­lara Kutsal Kitap'ı öğütlemeye başladıktan sonra Havariler törensel geleneklere değinmiyor. Krallığın yıkılmasından sonra Ferisiler kesinlikle bu törenleri uygulamaya devam ettiler ama bunu Tanrı'yı mem­nun etmekten çok Hristiyanlara karşı gelmek için yaptılar. Çünkü şehrin ilk kez yıkılmasından sonra tutsak olarak Babil'e götürüldükleri zaman bildiğim kadarıyla mezheplere ayrılmamışlardı, Ezra ve Nehemya'dan öğrendimiz gibi geleneklerini doğrudan boşladılar ve Musa'nın yasasına elveda dediler, milli

geleneklerini gereksiz görerek unuttular ve diğer uluslarla birbirlerine karışmaya başladılar. Bu yüz­den krallıklarının yıkılmasından sonra artık Musa'­nın yasasına bağlı olmadıklarından kuşku duyama- yız. Yani artık Mısır'dan çıkmadan önce, hala diğer insanların arasında yaşadıkları ve doğal yasa dışında ve aynca kuşkusuz içinde yaşadıkları devletin Tanrı­sal doğal yasayla uyumlu olduğu ölçüde bağlı olduk- lan yasası dışında hiçbir özel yasaya bağlı olmadıkla- n zamandaki kadar bağımsızdılar.

Aile reislerinin kurban sunmalarına gelince, bence bunu dindarlıklarını canlandırmak amacıyla yapıyor­lardı; çünkü akıllan çocukluklarından beri, Hanok'un zamanından beri evrensel olduğunu bildi­ğimiz kurban düşüncesine alışkındı ve böylece kur­banda en güçlü dürtülerini buluyorlardı. O zaman aile reisleri Tanrısal bir doğruluğun buyruğuyla ya da Tanrı yasasının ana ilkesinin öğretilmesiyle kurban sunmadılar. Sadece o zamanın geleneklerine uyarak kurban sundular ve eğer sunarlarken herhangi bir kuralı yerine getirmişlerse de bu kural, sadece içinde yaşadıkları ülkenin (Melkisedek'in davasında gördü­ğümüz gibi) bağlı olduklan kuralıdır.

Sanırım artık görüşüm için Kutsal Kitap'ın tanıklı­ğını göstermiş oldum. Geriye törensel geleneklerin, İbrani krallığını korumaya ve kutsamaya neden ve nasıl yöneldiğini göstermek kalıyor ve bunu evrensel olarak kabul gören nedenlere dayanarak kısaca yapa­bilirim.

Toplumun kurulması sadece savunma amacı için değil, aynı zamanda iş bölümünü gerçekleştirmek için çok yararlı ve kesinlikle gereklidir. Eğer insan birbirine karşılıklı olarak yardım etmeseydi herkes 106

kendi yaşamım sağlamak ve korumak için ne zama­na ne de yeteneğe sahip olurdu. Çünkü tüm insanlar tüm işleri yapmaya uygun değildir ve hiç kimse bireysel olarak gereksinim duyduğu her şeyi hazırla­yamazdı. Tekrar ediyorum eğer herkes kendisi sür­meye, ekmeye, biçmeye, mısır öğütmeye, pişirmeye, örmeye, dikmeye ve hayatı devam ettirmek için diğer bir sürü işlevi yerine getirmeye kalksaydı güç ve zaman tükenirdi. Ayrıca insan doğasının kutluluğu ve kusursuzluğu için tamamen gerekli olan sanatlar ve bilimlerden bahsetmiyorum bile. Halkların uygar­laşmamış barbarlık içinde yaşamalarının berbat ve neredeyse hayvani bir yaşama neden olduğunu görü­yoruz ve o zaman bile, belli bir yere kadar birbirlerine yardım etmeseler kabaca birkaç gereksinimlerini bile karşılayamazlardı.

Eğer insan, doğa tarafından, doğru akılla belirle­nenden başka hiçbir şey istemeyen bir yapıda mey­dana getirilmiş olsaydı, toplumun yasalara açıkça gereksinimi olmazdı; gerçek ahlaksal öğretileri aşı­lamak yeterli olurdu ve insan kararsızlık duymadan özgürce gerçek çıkarlarına bağlı olarak hareket edebi­lirdi. Ama insan doğası farklı bir biçimde şekillendi­rilmiştir. Herkes aslında kendi çıkarlarını gözetir ama bunu sağlam aklın öğretilerine bağlı olarak yapmaz,- çünkü çoğu insamn istenirlik ve yararlılık düşüncesi şimdiki zamanda, en yakın amaçtan öte­sini düşünmeyen bedensel içgüdü ve duygularla güdümlenir. Dolayısıyla hiçbir toplum, devlet yöne­timi ve örgütü olmadan ve insanın isteklerini ve ölçüsüz dürtülerini bastırmak ve sınırlamak için yasalar olmadan var olamaz. Yine de insan doğası saltık baskıya boyun eğmeyecektir. Seneca'nın da

dediği gibi sert yönetimler hiçbir zaman uzun süre yaşamaz, ılımlı yönetimlerse uzun süre dayamr. İnsanlar korkuyla eylediği sürece, eğilimlerinin tam tersi yönünde hareket eder, eylemlerinin yarar ya da gerekliliğini düşünmeden sadece cezadan ya da haya­tını kaybetmekten kaçınmak için çabalarlar. Yöneti­cilerinin başına gelen her türlü kötülükten bu kendi­lerini içerse bile zevk almak zorunda kalırlar ve böyle kötülüklere özlem duymak ve ellerindeki her türlü yöntemle neden olmak zorunda kalırlar. Yine insan özellikle de akranları tarafından yönetilmeye ve onlara hizmet etmeye karşı hoşgörüsüzdür. Son olarak da, bir kere verilmiş olan özgürlükleri geri almak son derece zordur.

Bu düşüncelerden sonra ilk olarak herkes hizmet etmekle yükümlü olsun ama yine de akranlarının bağımlılığı altında olmasın diye yetki ya tüm devlete ortaklaşa verilmeli ya da eğer erk birkaçının ya da birinin elinde olacaksa, o tek insan ortalama insamn üzerinde bir şey olmalı ya da kendisinin böyle oldu­ğunu kabul ettirmek için çabalamahdır. İkinci olarak her yönetimdeki yasalar öyle ayarlanmalı ki insanlar, korkudansa, bazı çok istenen iyiliklerin umuduyla sınırlar altında tutulmalı çünkü o zaman herkes görevini isteyerek yapacaktır.

Son olarak söz dinleme dış yetkinin buyruğuyla hareket etmekten oluştuğu için, bir yönetimin tüm insanlara verildiği ve yasaların oybirliğiyle yapıldığı bir devlette buna yer verilmezdi. Böyle bir toplumda yasalar dış yetkiye dayalı olarak yapılmadığı, insanla­rın kendi özgür iradeleriyle yapıldığı için yasalar eklense de çıkanlsa da onlar özgür olarak kalırlardı. Egemenlik erki tek bir insana verildiğinde ise tam 108

tersi olur; çünkü herkes onun buyruğuna göre hare­ket eder. Bu yüzden halk en başından yöneticilerinin sözlerine bağlı kalmak üzere eğitilmemişse, gerektiği zaman bir kere verilmiş olan özgürlükleri kullanım­dan kaldırmak ve yeni yasalar koymak yönetici için zordur.

Bu evrensel etmenlerden Yahudilerin krallığına ge­çelim. Yahudiler Mısır'dan ilk çıktıklarında herhangi bir ulusal yasaya bağımlı değillerdi ve bu yüzden istedikleri yasayı onaylamada ya da yenilerini yap­mada özgürdüler ve bir yönetim kurmak ve seçtikleri bir yeri işgal etmekte de özgürdüler. Ama akıllıca bir yasalar dizisi oluşturmaya ve yönetim gücünü top­luma verilmiş olarak tutmaya hiç uygun değillerdi. Hepsi eğitimsizdi ve berbat bir köleliğe gömülmüş durumdaydı, bu yüzden yönetim geri kalanları yöne­tecek ve onları sınırlamalar altında tutacak, yasalar koyacak ve onları yorumlayacak tek bir insanın elle­rine bırakılmalıydı. Bu yönetime Musa tarafından kolaylıkla el koyulmuştu çünkü erdem konusunda diğerlerini geçiyor ve insanları gerçeğe ikna ediyor, birçok kanıtla gerçeği kanıtlıyordu (bkz. Mısır’dan Çıkış, xiv. parça, son dize ve xix:9. parça). O zaman Musa sahip olduğu Tanrısal erdemle yasalar yaptı ve bunları halk için düzenledi. Bu yasaları yaparken onların korkudan değil, isteyerek uyulabilir olmasına özen gösterdi ve bu yöntemi özellikle de sadece sınır­lamayla yönetilmeye boyun eğmeyecek Yahudilerin inatçı doğası ve yakın gelecekteki savaş nedeniyle benimsedi. Çünkü askerleri gözdağı vererek korkut- maktansa onlara onur arzusu aşılamak her zaman daha kolaydır. O zaman herkes sadece cezadan kaç- maktansa kahramanlık ve cesaretle kendini göster-

mek için çabalar. Bu yüzden Musa, erdemi ve Tanrı­sal buyrukla, insanların görevlerini korkudansa bağlı­lıktan yapabilecekleri bir dini tanıttı. Dahası onlan yararlarla bağladı ve gelecekte birçok kazanımı haber verdi; özellikle de suçlanan bir insanın hüküm giy­mesini sağlamak için gerekli koşulların sayısının çokluğuna dikkat ederseniz, herkesin görebileceği gibi yasası çok sert de değildi.

Son olarak kendilerini yönetemeyen insanların tamamen yöneticilerine bağlı olması gerektiği için, (o zamana kadar köle olan) insanların özgür iradelerine hiçbir şey bırakmadı. İnsanlar yasayı hatırlamaktan ve yöneticilerinin keyfine göre konulmuş buyruklan yerine getirmekten başka bir şey yapamıyorlardi; toprağı sürmelerine, ekmelerine, biçmelerine ya da yemelerine; örtünmelerine, traş olmalarına, zevk almalarına bile ya da aslında istedikleri herhangi bir şeyi yapmalarına izin verilmiyordu. Yasada verilen yönergeleri yerine getirmek zorundaydılar ve sadece bununla kalınmıyor; onlara sürekli boyun eğmeyi hatırlatmak için kapı dikmelerinde, ellerinin üstün­de ve gözlerinin ortasında işaretler olmasına zorlanı­yorlardı.

O zaman resmi yasanın amacı, insanların özgür iradesiyle hiçbir şey yapmaması, her zaman dış yet­kinin boyunduruğu altında hareket etmesi ve sürekli olarak eylem ve düşünceleriyle kendi kendilerinin efendisi olmadıklarını, tamamen başkalarının dene­timi altında olduklarını doğrulamaktı.

Tüm bu etkenlerden törenlerin kutluluk durumuy­la hiçbir ilgisinin olmadığı ve Eski Antlaşma'da belir­tilenlerin, örneğin Musa'nın tüm Yasasının, sadece Yahudilerin yönetilmesiyle ve sadece dünyasal kaza- 110

nımlarla ilgisi olduğu gün gibi ortada.

Vaftiz, Ekmek ve Şarap Ayini, bayramlar, toplu ibadetler ve tüm Hristiyanlık için yaygın olmuş ve olan diğer tüm gelenekler gibi Hristiyan törenlerine gelince, eğer İsa ya da Havarilerince oluşturulmuş­larsa (ki bu da kuşkulu) kutlulukla bir ilgileri olduğu ya da kendi içlerinde herhangi bir kutsallık içerdikle­ri için değil, evrensel kilisenin dış belirtileri olarak oluşturulmuşlardı. Bu yüzden böyle törenler bir yönetimi desteklemek için emredilmemişlerdi. Bir toplumun korunması için emredilmişlerdi ve buna bağlı olarak yalnız yaşayan biri bu geleneklere bağlı olmak zorunda değildir. Hatta Hristiyanlık dininin yasaklandığı bir ülkede yaşayanlar böyle törenlerden kaçınmak zorundadır ve yine de kutluluk içinde yaşayabilirler. Bunun bir örneğini Hristiyanlık dini­nin yasaklandığı Japonya'da ve orada yaşayıp gözle görünen herhangi bir din törenini yerine getirmeleri Doğu Hindistan Şirketlerince yasaklanan HollandalI­larda görüyoruz. Başka örneklerin alıntısını yapma­ma gerek yok, savımı Yeni Antlaşma'nın temel ilke­leriyle kanıtlamak ve onu doğrulayan birçok örnek sunmak kolay olurdu ama bir sonraki önermeme geçmeyi iple çektiğimden seve seve başka bir konuya geçiyorum. Bu yüzden şimdi bu bölümün ikinci kısmında çözümlemeyi önerdiğim şeye geçeceğim yani; insanlann Kutsal Kitap'ın içerdiği öykülerde neye inanmak ve ne kadar inanmak zorunda olduk­larını çözümleyeceğim. Bu soruyu doğal aklın yardı­mıyla inceleyerek, aşağıdaki gibi devam edeceğim.

Eğer biri akranlarım açık olmayan bir şeye ya da ona karşı ikna etmek isterse savım onların kabul-

lenmelerinden çıkarmalıdır ve onları ya deneyimle ya da usavurmayla, ya doğal deneyimin çekici gerçekle­riyle ya da açık akılcı aksiyomlarla ikna etmelidir. Şimdi deneyim açık ve kesin olarak anlaşılır bir türde olmadığı sürece bir insanı ikna edebilmesine rağmen aklında aynı etkiye sahip olmaz ve kuşku bulutlarını öğretinin tamamen akılcı aksiyomlardan - yani sadece akıl gücü ve mantıksal düzenle çıkarıl­dığı zamanki gibi tamamen dağıtmaz. Ve duyularla hiçbir ilgisi olmayan ruhsal konularda özellikle de böyle olur.

Ama sonuçların genel doğruluklardan önsel olarak çıkarılması genellikle uzun bir sav zinciri ve dahası çok büyük dikkat, zekâ ve sınırlama yani genellikle karşılaşılmayan özellikler gerektirir. Bu yüzden in­sanlar sonuçlarını birkaç aksiyomdan çıkarmak ve onları mantıklı bir düzenle ortaya koymaktansa deneyimle öğrenmeyi tercih ederler. Eğer biri bütün bir ulusa (tüm insan soyuna demiyorum bile) bir öğreti öğretmek istiyorsa ve her ayrıntısının tüm insanlarca anlaşılmasını istiyorsa öğretisini dene­yimle desteklemeye çalışmalıdır ve uslamlamalarını ve öğretilerinin tanımlarım olabildiğince insanlığın çoğunluğunu oluşturan sıradan insanların anlayışına uydurmalıdır. Bu biri, öğretilerini mantıksal bir sıralamada ortaya koymayacak ya da onları oluştur­maya yarayan tammları ileri sürmeyecektir. Yoksa sadece bilgililer için yazmış olur - yani insan soyu­nun küçük bir oranı tarafından anlaşılacaktır.

Kutsal Kitap’ın tümü ilk olarak bir ulusun tamamı için, ikinci olarak da tüm insan soyu için yazılmıştı. Bu yüzden ister istemez içeriği olabildiğince kitlele­rin anlayışına uyarlanmalıdır ve sadece deneyimden 112

çıkarılan örneklerle kanıtlanmalıdır. Kendimizi daha açıkça ifade edeceğiz. Kutsal Kitap'ta öğretilen başlıca kuramsal öğretiler; Tanrı'nın varlığı ya da her şeyi yaratan ve dünyayı eksiksiz akılla yönlendiren ve devam ettiren bir Varlık'ın varlığı, bundan başka Tanrı'nın en önemli olarak insanları ya da dindar ve onurlu yaşayanlan düşünürken kötülük yapardan türlü cezalarla cezalandırdığı, onları iyilerden ayırdı­ğıdır. Bunların hepsi Kutsal Kitap'ta deneyim aracılı­ğıyla kanıtlanıyor - yani orada anlatılan öykülerle. Öğretinin hiçbir tanımı verilmiyor, tüm deyiş ve uslamlamalar kitlelerin anlayışına uyarlanmış. De­neyim bu şeylerin hiçbir açık bilgisini vermemesine ya da Tanrı'nın doğasını ya da Tanrı'nın tüm bunları nasıl yönettiği ve devam ettirdiğini açıklamamasına rağmen, insanların aklında söz dinleme ve bağlılığın etkisini bırakacak kadar onlara öğretebiliyor ve onları aydınlatabiliyor.

Sanınm artık hangi insanların Kutsal Kitap öykü­lerine inanmak zorunda olduğu ve ne kadar inanmak zorunda oldukları yeterince açıktır. Çünkü söyleni­lenden Kutsal Kitap öykülerinin bilgisinin ve onlara inancın, özellikle akılları şeyleri açıkça ve kesin olarak anlamaya yetmeyen kitleler için gerekli oldu­ğu sonucu açıkça çıkarılıyor. Dahası, Tanrı'ya ve O'nun insanları ve dünyayı düşündüğüne inanmadığı için onları kabul etmeyenler dinsiz sayılabilirler. Ama onlardan habersiz olan ve yine de Tanrı'nın varlığını doğal akılla bilenlerin ve dediğimiz gibi doğru bir yaşam biçimi olanların hepsi kutludur - evet, onlar inananlar sürüsünden daha kutludur çünkü sahip olduğu doğru görüşlerin yanında aynı zamanda doğru ve kesin bir anlayışa sahiptir. Son olarak Kutsal Kitap'ı bilmeyen ve akim ışığıyla hiçbir şey bilmeyen, dinsiz ya da dik başlı olmasa da daha az insandır ve Tanrı'nın verdiği hiçbir yeteneği ol­madığından neredeyse vahşidir.

Burada kutsal öykünün bilgisi özellikle kitleler için gereklidir dediğimizde, Kutsal Kitap'taki tüm öyküle­rin bilgisini anlatmak istemediğimize dikkat çekme­liyiz. Sadece başlıca olanları, tek başlarına ele alın­dıklarında açıkça bizim biraz önce belirttiğimiz öğre­tiyi gösteren ve insanların akıllarım en çok etkileyen­leri anlatmak istiyoruz.

Eğer Kutsal Kitap'taki tüm öyküler bu öğretinin kanıtlanması için gerekli olsaydı ve kutsal yazıların içerdiği her bir öykünün genel düşüncesi olmadan hiçbir sonuç çıkarılamıyor olsaydı böyle bir öğretinin sonucu ve kanıtlanması sadece kitlelerin değil insan­lığın akıl ve gücünü zorlardı. Tüm öykülere ve şartla­rına ve öğretinin bir sürü, çeşitli öyküden çıkarılacak tüm ayrıntılarına bir kerede dikkat edebilecek kim var? Bize Kutsal Kitap'ı bırakan insanların böyle bir anlatım yöntemi oluşturacak kadar yetenekle dolu olduklarını sanmıyorum. Kutsal Kitap'ın öğretisini İshak'ın çekişmelerine1’, Ahitofel'in Avşalom'a olan   öğütlerine , Yahudilerle İsraillilerin aralarındaki iç savaşlara ve diğer benzer tüm kayıtlara dikkat etme­den anlayabileceğimizi de sanmıyorum; ya da böyle bir öğretiyi tarih aracılığıyla Musa'nın çağdaşları olan eski zaman Yahudilerine öğretmenin Ezra'nın çağ­daşlarına öğretmekten daha zor olduğunu sanmıyo­rum. Ama bu konuyla ilgili ileride daha çok şey söylenecek, şimdilik sadece kitlelerin yalnızca dü­şüncelerini etkili olarak söz dinleme ve bağlılığa itecek bu öyküleri bilmek zorunda olduklarına dikkat edelim. Ancak kitleler okudukları şeylerden sonuçlar çıkarmak için yeterince yetenekli değiller, gerçek öykülerden ve olayların tuhaf ve beklenmedik yönle­rinden belirtilen öğretilerden daha çok zevk alıyorlar. Bu yüzden bu öyküleri okumanın yanında güçsüz akıllarına açıklanması için her zaman kilise görevli­lerine gereksinimleri var.

Ama konumuzdan ayrılmadan başlıca amacımızı sonuca bağlayalım - yani öykülerin doğruluğunun ne olursa olsun Tanrısal yasayla hiçbir ilgisi yok ve bir öyküyü diğerinden daha iyi yapan tek öğe olan öğreti yönü dışında hiçbir işlevi yok. Eski ve Yeni Antlaş-

ma'daki öyküler kutsal olmayan tarihten üstün olu­yor ve kendileri arasında sadece aşıladıktan öğretile­rin yararlılığı nedeniyle değer açısından ayrılıyorlar. Bu yüzden eğer bir insan Kutsal Kitap'ın öykülerini içerdikleri öğretilere dikkat etmeden tümüne inana­rak okursa ve yaşamında hiçbir düzeltme yapmazsa kendisini genellikle böyle yazılara verilen dikkatle Kuran'ı ya da şiirsel oyunlan ya da sıradan kayıtları okuyarak aynı kazançta meşgul edebilir. Diğer taraf­tan eğer bir insan Kutsal Kitap'tan tamamen haber­sizse ama yine de doğru görüşleri ve doğru bir yaşam yolu varsa tamamen kutludur ve yüreğinde gerçekten İsa'nın ruhunu taşıyordur.

Eğer doğru görüşler ve doğru bir yaşam yoluna sa­hip olanlar onlara vahiy yoluyla Musa'ya belli edilen belgelerle değil de sadece aklın ışığıyla ulaştılarsa, Yahudiler doğru görüş ve yaşam yolunun kutluluğa ulaşmada hiçbir yararı olmadığına inandıktan için, böyle insanlann tam tersi bir düşünce biçimine sahiptirler. Maymonides bu savı ortaya sürmek için açıkça girişimde bulunuyor: 'Yedi emri yürekten kabullenen ve titizlikle yerine getiren, yani bu yedi emri Tanrı'nın onları yasada buyurması ve onların daha önce Nuh'un oğullanna buyrulmalan nedeniyle bize Musa tarafından bildirildiği için kabullenen ve yerine getiren herkes, ulus içinde dindar ve gelecek­teki dünyanın kalıtçısı sayılır. Ama onları aklının yol göstermesiyle yerine getiren kişi, ulusların dindarlan ya da bilgeleri arasında sayılmaz." Shem Job'un oğlu R. Joseph'in (en iyi ahlak bilimini yazdığını v& her­kesten üstün olduğunu düşündüğü) Aristo'nun doğru ahlak bilimiyle ilgili hiçbir şeyi göz ardı etmemesine rağmen yazılmış satırlarım titizlikle izleyerek be- 116

nimsediği ve "Kebod Elohim ya da Tanrı'nın Görkemi" adını verdiği kitabına eklediği Maymo- nides'in sözleri işte böyledir. Ama bu, insanın öğreti­lerini vahiyle bildirilen Tanrısal belgeler olarak değil de aklının söylediklerine bağlı olarak kabullendiği için kurtuluşu için yeterli değildi.

Ancak bunların sadece hayal ürünü olduğu ve Kut­sal Kitap'ın yetkisiyle desteklenmediği bence dikkatli bir okuyucu için yeterince açık olacak, böylece ku­ramın incelenmesi, çürütülmesi için yeterli olacak. Burada benim amacım aklın doğal ışığının kurtulu­şun doğru yoluyla ilgili hiçbir şey öğretemeyeceğini ileri sürenlerin savlarını çürütmek değil. Kendi adla­rına akla sahip çıkmayan insanlar, bu savlarını akılla kanıtlayamazlar ve eğer akıldan daha üstün bir şeyle ilgili bir sav ileri sürerlerse bu, o insanların genel yaşam yöntemlerinin yeterince gösterdiği gibi sadece hayal ürünüdür ve akıldan çok daha alçaktır. Ama böyle insanlar üzerinde durmaya gerek yoktur. Bir insanı sadece işleriyle ölçebiliriz. Eğer bir insan ru­hun ürünleri: Yardımseverlik, neşe, huzur, sabır, nezaket, iyilik, inanç, yumuşaklık, temizlikle doluy­sa Pavlus'un dediği gibi bu tür niteliklere karşı bir yasa yoktur; bu insan ister sadece akılla isterse Kut­sal Kitapla eğitilmiş olsun aslında Tanrı tarafından eğitilmiştir ve tamamen kutludur.

1. Kısmın Sonu

Tanrıbilimsel Politik İnceleme'ye
Yazarın Son Notları

I. Bölümden V. Bölüme

I. Bölüm

Son Not 1 Naw-vee sözcüğü, Strong:5030, Haham Salomon Jarchi tarafından doğru tercüme edilmiştir ama anlamı o kadar da iyi bir İbranice bilgini olma­yan İbn' Ezra tarafından hemen hemen hiç kavra­namamıştır. Ayrıca vahiy yerine geçen bu İbranice sözcüğün evrensel bir anlamı olduğu ve her tür ke­haneti kapsadığını da belirtmeliyiz. Diğer terimler daha özeldir ve bilgili biri tarafından iyi bilindiğine inandığım şu ya da bu tür kehanet anlamına gelir.

Son Not 2 'Sıradan bilgi Tanrısal olmasına rağmen öğretmenlerine peygamber denemez.' Yani, sıradan bilginin öğretmenlerine Tanrı'nın yorumcuları de­nemez. Çünkü sadece Tanrı'nın ona belli ettiği ko­mutları, kendisi gibi vahiyler almamış olan ve bu yüzden inancı sadece peygamberin yetkisine ve ona duyulan güvene dayanan diğer insanlara yorumlayan kişi Tanrı'nın yorumcusudur. Eğer böyle olmasaydı peygamberleri dinleyen herkes peygamber, filozofları dinleyen herkes de filozof olurdu. Dinleyicileri doğ­ruyu peygamberin yetkisiyle değil, gerçek Tanrısal vahiy ve içsel tanıklıkla bilecekleri için peygamber artık Tanrısal buyrukların yorumcusu olmazdı. Böy- lece egemen erkler kendi etki haklarının yorumcusu- 118

dur; çünkü bu haklar sadece onların yetkisiyle savu­nulur ve onların tanıklığıyla desteklenir.

Son Not 3 "Peygamberler onlara özgü ve sıra dışı bir güce sahiplerdi." Bazı insanlar doğanın akranları­na bağışlamadığı yetenekleri kullanabilse de, bu özellikleri insan doğasının tanımından çıkarılabilir olduğu sürece bu insanların insan doğasının sınırla­rını aştıklan söylenmez. Örneğin bir dev seyrek görülür ama yine de insandır. Doğaçlama olarak şiir oluşturma yeteneği çok az kişiye verilmiş olsa da yine de bu kişiler insandır. Bu yüzden aynı şey, bazı- lannın sahip olduğu, bir şeylerin hayalini sanki daha önce görmüş kadar canlı olarak görme ve bunu uyur­ken değil de uyanıkken görme duyusu için de söyle­nebilir. Ama eğer bilgi için başka yöntem ve kaynak­lara sahip olan biri bulunabilirse, insan doğasının sınırlarını aştığı söylenebilir.

III. Bölüm

Son Not 4 Mısır’dan Çıkış xv.'te Tanrı'nın İbra­him'e onu korumaya ve ona yeteri kadar ödül verece­ğine söz verdiği söyleniyor. İbrahim Tanrı'nın Söz'ünü, çocuksuz ve yıllardır hasta olduğundan onun için değerli olacak hiçbir şey bekleyemediğini söyleyerek yanıtlar.

Son Not 5 Eski Antlaşmanın buyruklarının ko­runmasının sonsuz yaşam için yeterli olmadığı Markos 10:2 l'den görülüyor.

I. Kısmın Son Notlarının Sonu

VI. Bölüm:
Mucizeler Hakkında

Halkın bu konuyla ilgili karmaşık düşünceleri. Doğal yasalara karşı gelmek anlamındaki bir mucizenin saçmalığı.

Nedeni bilinmeyen bir olay anlamına geldiğinde mucizenin daha iyi anlaşılan bir olaydan daha az aydınlatıcı olması.

Tanrı'nın kayrasının doğanın gidişatıyla aynı olması.

Kutsal Kitap'ın mucizelerinin nasıl yorumlanabileceği.

İnsanlar, insan aklının sınırlarını aşan bilgiyi Tan­rısal olarak adlandırmaya alışkın oldukları için ge­nellikle nedeni bilinmeyen her şeyi de Tanrısal ya da Tanrı'nın işi olarak adlandırırlar. Kitleler Tanrı'nın gücünün ve kayrasının  en açık, doğa için oluştur­dukları kavrama ters ve sıra dışı olan olaylarla göste­rildiğini düşünürler, özellikle de böyle olaylar onlara kazanç ya da kolaylık sağlıyorsa. Tanrı'nın varlığının olası en açık kanıtının, sandıkları gibi doğa alışıla­gelmiş gidişatını bozduğunda sağlanacağını düşünür­ler. Sonuçta olay ya da mucizeleri doğal nedenleriyle açıklamaya ya da anlamaya kalkanların Tanrı ve O'nun kayrasını ortadan kaldırdığına inanırlar. As­lında doğa alışılmış düzeninde ilerlediği sürece, Tan- rı'nın etkin olmadığını ya da bunun tersi olarak doğamn gücünün ve doğal nedenlerin Tanrı eylemde bulunduğu sürece etkin olmadıklarını düşünürler. Doğanın gücü bir anlamda Tanrı tarafından belirle­niyor ya da (insanların şimdi inandığı gibi) onun tarafından yaratılmış olsa da onlar Tanrı'nın gücü ve doğamn gücü olarak birbirinden ayrı iki güç hayal ederler. Tanrı'nın gücünü bir tür kraliyet yetkilisi- ninki gibi hayal etmelerinden ve doğanın gücünün kuvvet ve enerjiden oluşmasından başka her ikisiyle de ne anlatmak istediklerini ve Tanrı'dan ve doğadan ne anladıklannı bilmezler.

O zaman kitleler sıra dışı olayları "mucizeler" ola­rak biçimlendiriyor ve kısmen dindarlıktan kısmen de bilimin uzmanlarına karşı gelmek için doğal ne­denlerden habersiz kalmayı ve hakkında en az bilgiye sahip oldukları şeyleri duymayı ve sonuç olarak onlara hayranlık duymayı tercih ediyorlar. Aslında sıradan insanlar sadece Tanrı'ya tapınabilirler ve doğal nedenleri kaldırarak ve şeylerin olağan gidişat­ları dışında gerçekleştiğini hayal ederek her şeyi O'nun gücüne bağlarlar ve Tanrı'nın gücüne, sadece doğanın gücü Tanrı'nın gücüne bağlı olarak hayal edildiğinde hayranlık duyarlar.

Bu görüş, etraflanndaki Yahudi olmayanların gü­neş, ay, toprak, su, hava... vs. gibi görünen tanrılara tapındıklarını gören ve böyle tanrıların zayıf ve de­ğişken oldukları kanısını uyandırmak için kendileri­nin görünmeyen bir Tanrı'nın etkisi altında oldukla­rını söyleyen ve dahası kendilerinin taptığı Tanrı'nın doğayı sadece onların yararına düzenlediğini göster-

mek için mucizelerini anlatan eski Yahudiler arasın­da doğmuş gibi görünüyor. Bu görüş insanlığı o kadar mutlu ediyordu ki insanlar bugüne kadar mucizeler hayal etmeye devam etmişlerdir. Böylece kendileri­nin Tanrı'nın en sevdikleri olduğuna ve Tanrı'nın her şeyi onlar için yarattığı ve yönettiğine inanabilir­ler.

İnsanlar budalalıklarıyla neler iddia etmezler ki! Tanrı ya da doğayla ilgili tek bir sağlam düşünceleri yoktur, Tanrı'nın buyruklarını insanın buyruklarıyla karıştırırlar, doğayı o kadar sınırlı görürler ki insanın onun başta gelen parçası olduğuna inanırlar! Doğa ve mucizelerle ilgili bu sıradan düşünceleri ve önyargıla­rı ortaya koymak için yeterince yer harcadım ama düzgün bir kanıt sağlamak için -

I.     Doğaya karşı gelinemeyeceğini, onun sabit ve değişmez bir düzeni koruduğunu ve aynı zamanda mucizeyle ne denmek istendiğini.

II.    Tanrı'nın doğasının ve varlığının ve sonuç ola­rak O'nun kayrasının mucizelerden bilinemeyeceğini ama doğanın sabit ve değişmez düzeninden daha iyi anlaşılabileceklerini.

III.     Kutsal Kitap'ın (Kutsal Kitap'tan örneklerle ka­nıtlayacağım üzere) buyruklar ve istençlerle ve son olarak Tanrı'nın kayrasıyla doğanın sonsuz yasala­rından zorunlu olarak kaynaklanan düzeninden başka bir şey anlatmak istemediğini.

IV.    Son olarak Kutsal Kitap'a ait mucizeleri yorum­lamanın yöntemini ele alacağım ve onların öyküle­riyle ilgili dikkate alınacak başlıca noktaları göstere­ceğim.

Bu bölümde bu incelemenin amacını ilerletmek için bence çok işe yarayacak ve ele alınacak başlıca 122

konular böyle.

İlk konumuz IV. bölümde Tanrısal yasayla ilgili gösterdiğimiz şeyden - yani Tanrı'nın bütün istediği ve belirlediğinin sonsuz zorunluluk ve doğruluk içerdiği düşüncesinden kolayca kanıtlanıyor. Çünkü Tanrı'nın aklının, isteğiyle aynı şey olduğunu ve Tanrı'nın bir şey istediğini söylemekle, Tanrı'nın onu anladığını söylemenin aynı şey olduğunu gös­termiştik. Bu nedenle zorunlu olarak Tanrısal doğa ve yetkinlikten Tanrı'nın bir şeyi olduğu gibi anladığı ve aynı şekilde zorunlu olarak onu olduğu gibi istedi­ği sonucu çıkıyor. Tanrısal buyrukla olmayan hiçbir şey kesin olmadığı için, doğanın evrensel yasalarının Tanrısal doğanın zorunluluk ve yetkinliğinden kay­naklanan Tanrı'nın buyrukları olduğu açık. Bu ne­denle doğanın yasalanm çiğneyerek gerçekleşen tüm olaylar zorunlu olarak Tanrısal buyruğu, doğayı ve aklı da çiğnerdi; ya da eğer biri Tanrı'nın doğa yasa­larına aykırı biçimde hareket ettiğini ileri sürdüyse aslında Tanrı'nın Kendi doğasına aykın hareket ettiği gibi açık bir saçmalığı da ileri sürmek zorunda kalır­dı. Aynı önermelerle, doğanın gücü ve verimliğinin, kendi içlerinde Tanrısal güç ve verimlilik olduğu ve Tanrısal gücün Tanrı'nın özü olduğu kolayca gösteri­lebilir; ama şimdilik bunu seve seve atlayacağım.

O zaman doğada (Burada "doğa" ile sadece madde ve onun değişimlerini değil maddenin dışında diğer sonsuz şeyleri de kastettiğime lütfen dikkat edin.) hiçbir şey onun evrensel yasalarını çiğneyerek ger­çekleşmez, hatta her şey bu yasalarla uyumludur ve onlardan kaynaklanır. Çünkü ne olursa olsun Tan- n'nın isteği ve sonsuz buyruğuyla olur; yani biraz önce belirttiğimiz gibi ne olursa olsun sonsuz zorun­luluk ve doğruluğu içeren yasa ve kurallara göre olur. Bu yüzden doğa, her zaman bizim tarafımızdan bi­linmeseler de, sonsuz zorunluluk ve doğruluk içeren yasa ve kurallara uyar. Bu yüzden doğa sabit ve de­ğişmeyen düzenini korur. Doğanın gücünü ve etkin­liğini sınırlamak için ve yasalarının her şeye değil belli amaçlara uygun olduğunu ileri sürmek için de geçerli bir neden de yoktur. Çünkü doğanın etkinliği ve gücü Tanrı'nın etkinliği ve gücüdür ve doğanın kural ve yasaları Tanrı'nın buyruğu olduğu için her yönden doğanın gücünün sonsuz olduğuna ve yasala­rının Tanrısal akılla düşünülen her şeyi kapsayacak kadar geniş olduğuna inanılmah. Tek seçenek Tan- n'nın eğer onun korunmasını ve bir şeyin istediği gibi olmasmı istiyorsa tekrar tekrar yeniden onun yardımına koşmak zorunda kalacak kadar doğayı güçsüz yarattığını ve boş yasalar buyurduğunu ileri sürmek. Bu benim düşünceme göre akıldan çok uzak bir sonuç. Dahası doğada kendi yasalanndan kay­naklanmayan hiçbir şey gerçekleşmediği ve yasaları Tanrısal akılla düşünülen her şeyi kapsadığı ve son olarak doğa sabit ve değişmez bir düzeni koruduğu için; mucizelerin sadece insanların kanılarıyla ilişkili olarak anlaşılır oldukları ve mucizelerin herhangi bir sıradan olaya işaret edilerek ya bizim tarafımızdan ya da mucizenin yazar ve anlatıcısı tarafından nedeni açıklanamayan yalnızca bayağı olaylar oldukları sonucu açıkça çıkar.

Aslmda bir mucize nedenleri, doğanın belirlenmiş işleyişini temel alarak doğal akıl tarafından açıkla­namayan bir olaydır. Ama mucizeler doğanın işleyi­şinden habersiz kitlelerin anlayışına göre yaratıldık­ları için, eski insanlar böyle durumlarda, eğitimsizle­rin benimsediği bir yöntemle, yani belleğe başvur­mak, normal olarak şaşkınlıkla karşılanmayan ben­zer bir şeyi hatırlamak gibi bir yöntemle açıklayama­dıkları her şeyi mucize olarak kabul ettiler. Çünkü çoğu insan, bir şeye olan şaşkınlıkları sona erdiğinde onu yeterince anlamış olduklarını düşünür. O zaman eski insanlann ve aslında bugüne kadar yaşamış tüm insanların bir mucize için başka bir ölçütü yoktu,- bu • nedenle Kutsal Kitap'ta mucize olarak anlatılan bir­çok şeyin nedeni doğanın belirlenmiş işleyişi temel alınarak açıklanabilirdi. II. Bölüm'de bu kadarından Yeşu’nun zamanında güneşin sabit kalmasından söz ederken üstü kapalı olarak söz etmiştik ve bu bö­lümde bu konudan daha sonra mucizeleri çevrilme­sini çözümlemeye geldiğimizde söz edeceğiz.

Şimdi ikinci konuya geçmenin ve Tanrı'nın özü, varlığı ya da kayrası konusunda mucizelerden bir anlayış elde edemeyeceğimizi göstermenin, bu doğru- luklann doğanın sabit ve değişmeyen düzeniyle daha iyi anlaşılacağını göstermenin zamanı geldi. Böylece kanıtlarla devam ediyorum. Tanrı'nın varlığı belli olmadığı için o kadar kesin ve tartışmasız gerçek düşüncelerden çıkarılmalı ki onlan yalanlamaya yetecek kadar hiçbir güç akla gelmemeli. Eğer sonu­cumuzun kuşku götürmez olmasını istiyorsak, on­lardan Tanrı'nın varlığı sonucunu çıkardığımız za­man bize kesinlikle böyle gözükmeliler; çünkü eğer böyle düşüncelerin herhangi bir güç tarafından yalan­lanabileceğini aklımıza getirebiliyorsak, onların doğruluğundan yani Tanrı'nın varlığından kuşku duymalıyız ve hiçbir zaman hiçbir şeyden emin ol­mamalıyız. Dahası şunu biliyoruz; bu birincil dü­şüncelerle uzlaşmadıkça ya da bunlara karşı olma-

dıkça hiçbir şey doğayla uzlaşmaz ya da ona karşıt olmaz; bu yüzden eğer doğada doğanın yasalarına ters düşen herhangi bir güç tarafından bir şeylerin yapılabileceğini düşünüyorsak, bu ayrıca birincil düşüncelerimize de ters düşer ve bunu ya saçma bularak yadsımalıyız ya da birincil düşüncelerimiz­den (aynen gösterildiği gibi) ve sonuç olarak da Tan- n'nın varlığından ve nasıl olursa olsun görülen her şeyden kuşku duymalıyız. Bu yüzden doğanın yasala­rına ters düşen olaylar anlamında mucizeler bize Tanrı'nın varlığını kanıtlamaktan çok uzaktır. Tam tersi olarak doğanın sabit ve değişmeyen bir düzenle işlediğini bilerek Tanrı'nın varlığından emin olabile­cekken bizi kuşku duymaya iterler.

Mucizeyi, doğal nedenlerle açıklanamayan anla­mında kabul edelim. Bu iki anlama gelebilir; ya doğal nedenleri olan ama insan aklıyla incelenemeyen ya da Tanrı ve Tanrı'nın isteği dışında bir nedeni olma­yandır. Ama doğal nedenlerden kaynaklanan her şey aynı zamanda Tanrı'nın isteği ve gücünden kaynak­lanır. O zaman bir mucize doğal nedenleri olsun ya da olmasın, nedeniyle açıklanamayan bir sonuçtur; yani insan aklını aşan bir olaydır anlamına gelir ama böyle bir olaydan ve kesinlikle bizim aklımızı aşan bir sonuçtan hiçbir bilgi çıkaramayız. Çünkü açık seçik anladığımız herhangi bir şey bize ya kendi içinde ya da açık seçik olarak anlaşılan başka bir şey aracılığıyla açık olmalıdır. Dolayısıyla anlayamadı­ğımız bir mucize ya da olaydan, Tanrı'nın özü ya da varlığı ya da aslında Tanrı ya da doğayla ile ilgili hiçbir bilgi alamayız. Ama her şeyin Tanrı tarafın­dan düzenlendiğini ve onaylandığını, doğanın işleri­nin Tanrı'nın özünden kaynaklandığım, doğamn 126

yasalarının Tanrı'nın sonsuz buyrukları ve istemleri olduğunu bildiğimiz zaman mecburen Tanrı ve onun istemiyle ile ilgili bilgimizin doğayla ilgili bilgimize ve anlayışımıza oranla arttığı sonucuna varırız. Çün­kü doğamn kendi birincil nedenine dayandığım ve sonsuz yasaya göre işlediğini görürüz. Bu yüzden aklımızın aldığı kadarıyla açık seçik anladığımız bu olayların hayal gücümüze çok hitap etmeleri ve in­sanda hayranlık uyandırmalarına rağmen hakkında tamamen bilgisiz olduğumuz olaylardan daha fazla Tanrı'nın işi olarak adlandırılmaya ve Tanrı'nın istemiyle ilgilendirilmeye hakları var.

Açık seçik anladığımız görüngüler sadece Tanrı’yla ilgili bilgimizi artıran ve en açık şekilde O'nun istem ve buyruklarını gösterenlerdir. Açıkça bir şeyi açıkla­yamadıklarında Tanrı'nın istemine koşanlar önemsiz insanlardır; bu bilgisizliği ifade etmek için gerçekten saçma bir yoldur. Yine mucizelerden bazı anlamlar çıkarılabileceğini varsaysak bile onlardan Tanrı'nın varlığını (var olduğu anlamını çıkarmamız olası değil; çünkü sınırlamalar altında bir olay olarak mucize, değişmez ve sınırlı bir gücün dile gelişidir; bu yüzden bu tür bir etkiden gücü sonsuz olan bir nedenin varlığını çıkarmamız olası değil, en fazla sadece gücü söylenen etkiden daha fazla olan bir nedeni çıkarabiliriz. En fazla diyorum; çünkü bir olay birçok eş zamanlı nedenin sonucu olabilir ve gücü böyle nedenlerin toplamından daha az ama nedenler tek başlarına göz önüne alındığında, sonucun gücü bir tek nedenden çok daha fazla olabilir. Diğer taraf­tan gösterdiğimiz gibi doğanın yasaları sonsuzluğa yayılıyor ve bizim tarafımızdan şöyle böyle sonsuz oldukları ve doğanın onlara bağlı olarak sabit ve

değişmeyen bir düzende işlediği düşünülüyor. Bu yüzden böyle yasalar bize belli bir ölçüde Tanrı'nın sınırsızlığı, sonsuzluğu ve değişmezliğini gösteriyor.

O zaman Tanrı'nın varlığının ve kayrasının bilgi­sini mucizeler aracılıyla elde edemeyeceğimiz ama bu bilgileri doğanın sabit ve'değişmeyen düzeninden çok daha iyi çıkarabileceğimiz sonucuna varabiliriz. Burada mucizeyle insan anlayışını aşan ya da aştığı düşünülen bir olayı anlatmak istiyorum. Mucize doğanın düzenini yok ettiği ve bozduğu varsayıldığı için bize Tanrı'yla ilgili bilgi vermediği gibi bir de tam tersi olarak doğal olarak sahip olduğumuz bilgiyi alır ve bizim Tanrı'dan ve diğer her şeyden şüphe­lenmemizi sağlar.

Doğanın yasalarına karşı gelen bir olay ve doğanın yasalarının ötesinde olan bir olay arasında bir fark da görmüyorum ( yani bazılarına göre, doğa onu oluş­turmada ya da etkilemede yetersiz olmasına rağmen doğaya karşı gelmeyen bir olay.) — mucizenin, tek başına doğamn üstünde olduğu söylenebilse de mu­cize doğanın ötesinde değil, doğanın içinde oluşturu­lur. Bu yüzden Tanrı'nın buyruklarına bağlı olarak sabit ve değişmez olduğunu düşündüğümüz doğanın düzenini, ister istemez kesintiye uğratmak zorunda­dır. Bu yüzden eğer doğada onun yasaları sonucunda olmayan bir şey gerçekleşseydi, bu ayrıca Tanrı'nın doğada evrensel doğal yasalar aracılığıyla kurduğu sonsuz düzene de aykırı olurdu. Bu yüzden Tanrı'nın doğa ve yasalarına aykın olurdu ve sonuç olarak ona inanmak her şeyden kuşku duymamıza neden olup bizi Ateizme iterdi.

Sanırım şimdi ikinci noktamı yeterince temellen­dirdim öyleyse yine bir mucizenin, doğaya aykın ya 128

da onun ötesinde olsun, sadece saçmalık olduğu sonucuna varabiliriz ve bu yüzden Kutsal Kitap'ta mucizeyle anlatılmak istenen, doğanın insan anlayı­şını aşan bir işi olabilir. Üçüncü savıma geçmeden önce Tanrı'nın mucizelerden bilinemeyeceği savım için Kutsal Kitap'ın yetkisiyle kanıt göstereceğim. Kutsal Kitap bunu açıkça hiçbir yerde belirtmiyor; ama birçok sayfadan kolayca çıkartılabilir. İlk olarak Musa'nın yalancı bir peygamberin öldürülmesi ge­rektiğini buyurduğu (Yusu’nın Tekrarı 13): "Aranız­dan bir peygamber çıkarsa, bir belirtiyi ya da şaşılası bir olayı önceden bildirirse, bilmediğiniz başka ilah­lara yönelip tapınalım derse...peygamberi dinleme- melisiniz...Tanrı'nız Rab sizi sınamaktadır...O pey­gamber öldürülmeli." dediği parçadan çıkarılabilir. Bundan açıkça görülüyor ki mucizeler yalancı pey­gamberler tarafından bile oluşturulabilir ve insanlar dürüstçe Tanrı'nın doğru bilgi ve sevgisine sahip değillerse mucizelerle gerçek Tanrı'nın ardından gittikleri gibi yalancı tanrıların da ardından gitmeye yönlendirilebilirler; çünkü şu sözler eklenmiştir: "Tanrınız Rab kendisini bütün yüreğinizle, bütün canınızla sevip sevmediğinizi anlamak için sizi sı­namaktadır."

Dahası İsrailliler deneyimlerinin kanıtladığı gibi, Tanrı'nın tüm mucizelerinden sağlam bir Tanrı kavramı oluşturamamışlardı. Çünkü kendilerini Musa'nın aralarından ayrıldığına inandırdıklarında Harun'dan kendilerine görünen tanrılar vermelerini istemişlerdi ve tüm mucizelerinin sonucunda oluş­turdukları Tanrı düşüncesi - bir buzağıydı!

Birçok mucizeyi duymuş olmasına rağmen Asaf yine de Tanrı'nın kayrasından kuşku duymuştu ve

eğer sonunda gerçek kutluluğu anlamasaydı doğru yoldan dönecekti (Bkz. Mezmurlar boodii.). Süley­man da Yahudi ulusu refahının doruk noktasınday­ken bir ara her şeyin şans eseri olduğundan kuşku duyuyor (Bkz. iii: 19, 20, 21; ve parça ix:2, 3...vs.).

Son olarak neredeyse tüm peygamberler oluştur­dukları Tanrı'nın kayrası kavramıyla doğanın düzeni ve insan işlerini uzlaştırmada çok zorlandılar ama şeyleri mucizelerdense açık kavramlarıyla anlamaya çalışan filozoflar bu işi her zaman çok kolay bulmuş­lardır - en azından gerçek mutluluğu sadece erdem ve huzurda bulanlar ve doğanın onlara uymasından- sa kendileri doğaya uymayı amaçlayan filozoflar. Böyle insanlar Tanrı'nın doğayı insan doğasının belli yasalarının gereksinimleri ve sınamalarına göre değil evrensel yasaların gerektiği gibi yönettiğinden emin olurlar. Bu yüzden Tanrı'nın düzeni sadece insan soyunu değil doğanın tümünü kapsar.

O zaman mucizelerin Tanrı'yla ilgili hiçbir bilgi veremeyeceği ya da bize Tanrı'nın kayrasını açıkça öğretemeyeceği Kutsal Kitap'ın kendisinden belli. Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın Kendi'sini insana açıkça göstermek için mucizeler yarattığıyla ilgili Tanrı'nın Mısırlıları aldattığı ve İsraillilerin O'nun Tanrı oldu­ğunu bilmeleri için Kendi'siyle ilgili işaretler verdiği Mısır'dan Çıkış x:2 gibi sık sık rastlanan anlatımlara gelince - buradan mucizelerin gerçekten bu doğrulu­ğu öğrettiği değil, sadece Yahudilerin onları kolaylık­la mucizelerle inanca götürecek görüşlere sahip ol­dukları sonucu çıkıyor. II. Bölüm'de peygamberler tarafından gösterilen ya da vahiyden oluşturulan uslamlamaların evrensel ya da herkes için geçerli görüşlere değil, ne kadar saçma olsalar da kabul 130

edilen öğretilere ve vahyin verildiği kimselerin görüş­lerine ya da Kutsal Ruh'un ikna etmek istediklerine bağlı olduklarını göstermiştik.

Bunu Kutsal Kitapla ilgili birçok örnekle göster­miştik ve Greklere Grek, Yahudilere Yahudi olan Pavlus'tan daha fazla alıntı yapabiliriz. Ama bu mu­cizeler, onların bakış açısından Mısırlı ve Yahudileri ikna edebilmiş olmalarına rağmen Tanrı'yla ilgili gerçek bir görüş ve bilgi veremez sadece onların bil­diği her şeyden güçlü bir Tanrı'nın olduğunu ve bu Tanrı'nın tam da o zaman tüm sorunlarının bekle­medikleri mutlu bir sonucuyla karşılaşan Yahudiler­le özellikle ilgilendiğini kabullenmelerine neden olurdu. Mucizeler onlara Tanrı'nın herkese eşit ölçü­de önem verdiğini öğretemezdi; çünkü bu sadece felsefeyle öğretilebilir. Yahudiler ve Tanrı'nın kayra­sının bilgisini insanın yaşam koşullarının farklılı­ğından ve yazgının eşitsizliklerinden alan herkes, insan kusursuzluğu açısından akranlarını geçmeme­lerine rağmen Tanrı'nın kendilerini tüm insanlardan daha çok sevdiğine ikna etti.

Şimdi üçüncü savıma geçiyorum ve Kutsal Kitap'- tan yola çıkarak Tanrı'nın emir ve buyruklarının ve sonuç olarak kayrasının sadece doğanın düzeni oldu­ğunu göstererek devam ediyorum. Yani Kutsal Kitap bir olayı Tanrı ya da Tanrı'nın istemi tarafından yapılmış gibi anlattığında çoğu insanın inandığı gibi doğamn bir mevsimliğine işini bıraktığını ya da düzenine geçici olarak ara verildiğini değil, olayın sadece doğamn yasası ya da doğanın düzenine bağlı olduğunu anlamalıyız. Ama Kutsal Kitap öğretisine bağlı olmayan konuları doğrudan öğretmez, bu yüz­den şeyleri doğal nedenleriyle açıklamaya ya da ko-

nuları sadece kuramsal olarak yorumlamaya önem vermez. Bu yüzden sonucumuza her zamankinden daha uzun uzadıya ve ayrıntılı yazılmış Kutsal Kitap- 'a ait bu öykülerden çıkarsamalarla varılmalıdır. Bunların birkaçından alıntı yapacağım.

Samuel'in ilk kitabında, ix:15, 16 Tanrı'ıun Samuel'e ona Şaul'u göndereceğini belli ettiği ama Tanrı'nın Şaul'u Samuel'e insanların birbirine adam gönderdiği gibi alışılmış biçimde göndermediği anla­tılıyor. Onun "göndermesi" sadece doğanın olağan akışıydı. Şaul kaybettiği eşekleri arıyor ve eve onlar- sız dönmeyi düşünüyordu. Hizmetçisinin önerisiyle onları nerede bulabileceğini sormak için peygamber Samuel'e gitti. Öykünün hiçbir bölümünde Şaul'ün bu doğal nedenden öte Tanrı'dan Samuel'i ziyaret etmesi için bir buyruk aldığı görülmüyor. Mezmurlar cv:25'te Tanrının Mısırlıların tutumlannı İsrailliler­den nefret etmeleri için değiştirdiği söyleniyor. Bu, Mısırlıların İsraillileri köleliğe kadar alçaltmaları için en ufak neden bulamadığımız Mısır’dan Çıkış, i. parça'dan görüldüğü gibi açıkça doğal bir değişimdir.

Yaratılış ix:13'te Tanrı Nuh'a yayını bulutlara yer­leştireceğini söylüyor; Tanrı'nın bu hareketi, güneşin ışınlarının su damlalarında kırılma ve yansımaya uğradıklarını ifade etmenin başka bir yoludur.

Mezmurlar cxlvii:18'de buzu ve karı eriten rüzgâ­rın doğal hareketi ve ılıklığı Rab'bin sözü olarak ve 15. dizede kış ve soğuk, Tanrı'nın Buyruk'u ve Söz'ü olarak biçimlendirilmiş.

Mezmurlar civ:42te rüzgâr ve ateş Tanrı'nın ha­berci ve hizmetkârları olarak adlandırılıyor ve açıkça Tanrı'nın emri, buyruğu, kararı ve sözünün sadece doğanın hareket ve düzeniyle ilgili ifadeler olduğunu 132

gösteren aynı türde çeşitli diğer parçalar Kutsal Ki- tap'ta bulunuyor.

Böylece, Kutsal Kitap'ta anlatılan tüm olaylar, do­ğal olarak gerçekleşti ve doğrudan Tanrı'ya mal edil­di; çünkü Kutsal Kitap, gösterdiğimiz gibi şeyleri doğal nedenleriyle açıklamayı değil, sadece herkesçe tanınan hayal gücüne hitap eden şeyler anlatmayı amaçlıyor ve bunu heyecan uyandırmak ve sonuçta kitlelerin akıllarını bağlılığa doğru etkilemek için ayarlanmış en iyi biçemde yapıyor. Bu yüzden eğer Kutsal Kitap'ta nedenlerine başvuramayacağımız, hatta doğanın düzenine tamamen ters düşüyormuş gibi görünen olaylar bulunuyorsa bir kanıya varma- mahyız. Gerçekte ne olmuşsa olsun mutlaka doğal olarak gerçekleştiğine inanmalıyız. Bu görüş her mucize olayında, özellikle anlatım şiirsel bir biçem- deyse, her zaman bağlantılı olmasalar da birçok yardımcı koşulun bulunmasıyla doğrulanıyor.

Mucizelerin koşulları, iddia ediyorum, doğal ne­denlerin gerekli olduğunu açıkça gösteriyor. Örneğin, Mısırlılara çıban bulaştırmak için Musa'nın havaya kurum savurması gerekliydi {Mısır’dan Çıkış ix:10); ayrıca çekirgeler de Mısır ülkesine doğayla uyumlu olarak Tanrı'nın bir buyruğuyla yani tam bir gün ve gece boyunca doğu rüzgârının esmesiyle geldiler ve çok güçlü bir batı rüzgârıyla oradan ayrıldılar. (Mı­sır’dan Çıkış x:14, 19) Benzer bir Tanrısal buyrukla deniz Yahudiler için yol açtı (Mısır'dan Mısır’dan Çıkış xiv:21), yani bütün gece şiddetli esen bir doğu rüzgârıyla.

Elişa, öldüğüne inanılan çocuğu dirilttiğinde de ço­cuğun bedeni ısınana ve sonunda gözlerini açana kadar birçok kez üstüne kapanmak zorunda kalmıştı (2 Krallar iv:34, 35).

Yine Yahya'nın Incil'inde (parça ix.) kör adamı iyi­leştirmeye hazırlık olarak İsa tarafından yapılan belli işlerden bahsediliyor ve bir mucizenin gerçekleşmesi için Tanrı'nın saltık kararından öte bir şeyler olması gerektiğini gösteren birçok başka örnekler var.

Bu yüzden mucizelere eşlik eden koşullar her za­man ilişkili ya da ayrıntılı olmasalar da bir mucize­nin onlar olmadan hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği­ne inanabiliriz.

Bu Mısır’dan Çıkış xiv:27 tarafından da doğrulanı­yor: "Musa elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz olağan haline döndü.” ifadesinde rüzgârdan hiç bahsedilmiyor ama Musa'nın şarkısında [Mısır’dan Çıkış xv:10) "Üfledin soluğunu, denize gömüldüler..." deniyor. Böylece öyküde yardımcı koşul atlanıyor ve mucize bu nedenle büyütülüyor.

Ama belki de birileri Kutsal Kitap'ta doğal neden­lerle hiçbir şekilde açıklanamayan şeyler bulabilece­ğimizde ısrar edecek. Örneğin, insanların günahları­nın ve dualarının, yağmura ve toprağın verimliliğine neden olabileceği ya da inancın körleri iyileştirebile­ceği... vs. gibi. Ama bence yeteri kadar yanıt sun­dum. Kutsal Kitap'ın şeyleri ikincil nedenleriyle açıklamadığını, onları sadece insanları, özellikle de eğitimsiz olanları inanca doğru en fazla etkileyecek düzen ve biçemde anlattığını ve bu yüzden amacın aklı ikna etmek değil, hayal gücünü etkilemek ve ele geçirmek olduğunu görerek ve onun Tanrı'dan ve olaylardan yanlış şekilde söz ettiğini gösterdim. Eğer Kutsal Kitap bir imparatorluğun çöküşünü siyasi tarihçilerin biçeminde anlatsaydı kitleler etkilen­mezdi ama şiirsel betimleme yöntemini benimsedi­ğinde ve her şeyi doğrudan Tanrı'ya mal ettiğinde bunun tam tersi oluyor. Bu yüzden Kutsal Kitap, Tanrı'nın insanlann günahlarına sinirlendiğini, üzüldüğünü, sözünü verdiği ve gerçekleştirdiği iyilik­ten pişman olduğunu ya da bir işareti gördüğünde sözünü verdiği bir şeyi hatırladığını ya da buna ben­zer olarak ya şiirsel biçemde yazılmış ya da yazann görüş ve önyargılarına göre anlatılan şeyler söylediği zamanla, toprağın insanlann günahları nedeniyle kurak olduğunu ya da körlerin inançla iyileştiğini söylediği zaman ona aynı dikkati göstermeliyiz.

O zaman Kutsal Kitap'ta doğrulukla sözü edilen her olayın, doğanın yasalarına göre, diğer her şey gibi zorunlu olarak gerçekleştiğinden tamamen emin olabiliriz. Ve eğer oraya doğanın düzenine aykın koşullarla kanıtlanabilen ya da doğanın düzeninden anlaşılamayan bir şey yazıldıysa, bunların inançsız eller tarafından kutsal yazılara yamanmış olduğuna inanmalıyız; çünkü doğaya ters olan bir şey akla da terstir ve akla ters olan her şey saçmadır ve yalnız bu nedenden kabul edilmemelidir.

Mucizelerin yorumlanmasıyla ya da daha çok özet- lenmesiyle ilgili dikkat edilmesi gereken birkaç nok­ta kaldi; çünkü çoğu zaten belirtildi. Bunlardan ko­numun dördüncü bölümünde söz ederek devam edeceğim ve biri bir mucizeyi aceleyle yanlış yorum­layarak Kutsal Kitap'ta insan aklına ters olan bir şey bulduğundan kuşkulanmasın diye böyle yapmak zorundayım.

İnsanın bir olayı kendi yargısının hiçbir öğesini ek­lemeden olduğu gibi aktarmasına seyrek rastlanır. İnsanlar yeni bir şey gördüklerinde ya da duydukla­rında, sıkı denetim altına almadılarsa yerleşmiş

düşünceleriyle o kadar meşguldürler ki görülen ya da duyulan açık gerçeklerden, oldukça farklı olan bir şey çıkarırlar, özellikle de böyle gerçeklere görenin ya da duyanın aklı ermiyorsa ve her şeyden çok bu kişi olayların belirli bir yönde gerçekleşmesiyle ilgileni­yorsa.

Böylece insanlar kayıtlarda ve öykülerde gerçek olaylardan çok kendi görüşlerini aktarırlar. Dolayı­sıyla tek bir olay iki insan tarafından o kadar farklı aktarılır ki iki farklı olaymış gibi görünür ve dahası tarihi kayıtlardan tarihçinin kişisel görüşlerini çı­karmak çok kolaydır.

Bunun kanıtı olarak hem doğa filozofları hem de tarihçilerin yazılarından alıntılar yapabilirim ama Kutsal Kitap'tan bir alıntıyla yetineceğim ve geri kalanlarıyla ilgili karar vermeyi okuyucuya bırakaca­ğım.

Yeşu'nun zamanında İbraniler güneşin günlük bir hareketi olduğu ve dünyanın sabit durduğu alışılmış görüşüne sahiptiler; bu yerleşmiş görüşe beş kralla olan savaşlarında olan mucizeyi uyarladılar. Sadece günün olağandan daha uzun olduğunu değil, güneşin ve ayın sabit durduğunu ya da hareketlerine son verdiklerini ileri sürdüler - o zamanlar bu, güneşe tapan Yahudi olmayanları, güneşin onu günlük sey­rini değiştirmeye zorlayabilen başka bir tanımın denetimi altında olduğuna deneyimle ikna etme ve kanıtlamalarında Yahudilere çok yardımcı olacak bir açıklamaydı. Böylece kısmen dinsel güdüler kısmen de yerleşik görüşler aracılığıyla olayı gerçekte olan­dan çok farklı bir şey olarak gördüler ve aktardılar.

Böylece Kutsal Kitap'a ait mucizeleri yorumlamak ve aslında nasıl gerçekleştiklerini anlatımından an- 136

lamak için, onları ilk aktaranın ve bizim için yazıyla kaydedenin görüşlerini bilmek ve böyle görüşleri, onların duyuları üzerinde bıraktığı gerçek etkiden ayırmak gerek. Yoksa gerçekten olduğu haliyle muci­zeyi, görüş ve yargılarla, hatta bundan öte simgesel ve hayal ürünü olanlarla karıştırabiliriz. Çünkü Kutsal Kitap'ta, aslında simgesel ve hayal ürünü olan çoğu şey gerçek gibi anlatılmış ve gerçek olduğuna inanılmış. Örneğin, Tanrı'nın gökten indiği (Mı­sır’dan Çıkış xix:28, Yasa'nın Tekrarı v:28) ve Tanrı üstüne alçaldığı için Sina dağının tüttüğü; ya da yine İlyas'ın ateşten atları olan ateşten bir at arabasıyla göğe yükseldiği konularına gelirsek; tüm bunlar, kesinlikle sadece onlara gerçekmiş gibi sunulduğu haliyle kutsal yazıları bize miras bırakanların görüş­lerine uyarlanan simgelerdi. Herhangi bir eğitimi olan Tanrı'nın sağ ya da sol elinin olmadığını bilir; sabit ya da hareketli olmadığını ya da belli bir yerde olmadığını, O'nun tamamen sonsuz ve Kendi içinde tüm kusursuzlukları içerdiğini bilir.

Tekrarlıyorum bu şeyler hayal gücü dış duyuların­dan etkilenen kişiler tarafından değil, şeyler hakkın­da saltık aklın görüşüyle karar verenler tarafından bilinir. Hayal gücü dış duyulardan etkilenenler, gö­ğün dışbükeyinde dünyadan çok uzak oldukları dü­şünülmeyen yıldızların üstünde bir kraliyet tahtına sahip olan bedensel bir Tanrı hayal eden kitlelerin örneğini izlerler.

Kutsal Kitap'taki birçok anlatı bunlara ve benzer görüşlere uyarlanmıştır ve bu yüzden filozoflar tara­fından gerçeklerle karıştırılmamalıdır.

Son olarak mucizeler konusunda aslında ne oldu­ğunu anlamak için Yahudi deyim ve mecazlarını iyi

bilmeliyiz; bunları yeterince hesaba katmayanlar Kutsal Kitap'taki mucizeleri sürekli yazarın amaçla­madığı bir şekilde görecektir; sadece gerçekte ne olduğunun değil, kutsal metnin yazarlarının düşün­celerinin bilgisinin de farkına varmayacaktır. Örne­ğin, Zekeriya gelecekteki bir savaştan söz ederken diyor ki: "Özel bir gün, yalnız Rab'bin bildiği bir gün olacak. Gece de gündüz de olmayacak. Gece aydınlık olacak." bu sözlerle büyük bir mucizeyi önceden görür gibi görünüyor ama sadece savaşın tüm gün boyunca kuşkulu olacağını, sonucun sadece Tanrı tarafından bilineceğini ama akşam yenginin onların olacağını anlatmak istiyor. Peygamberler ulusların yengi ve yenilgilerini benzer anlatımlarla önceden haber verirlerdi. Böylece Yeşaya Babil'in yok edilişini anlatırken der ki (xiii. parça): "Gökteki yıldızlarla takımyıldızlar ışımayacak, Doğan güneş kararacak, ay ışığını vermez olacak." Şimdi kimsenin Babil'in yok edilirken bu olayların gerçekleştiğini peygambe­rin eklediği şu sözleri hayal ettiğinden daha fazla hayal ettiğini sanmıyorum: "Gökleri titreteceğim, yer yerinden oynayacak."

Aynı şekilde Yeşaya Yahudilere Babil'den Yeru- şalim'e güven içinde döneceklerini önceden bildirir­ken der ki: "Onları çöllerden geçirirken susuzluk çekmediler, Onlar için sular akıttı kayadan, Kayayı yardı, sular fışkırdı." Bu sözler sadece Yahudilerin diğer insanların da yaptığı gibi çölde susuzluklannı giderdikleri kaynaklar buldukları anlamına gelir; çünkü Yahudiler Koreş'in izniyle Yeruşalim'e dön­düklerinde buna benzer hiçbir mucizenin başlarına gelmediği kabul ediliyor.

Bu şekilde Kutsal Kitap'taki birçok olay sadece Ya- 138

hudi deyimi sayılmalı. Bu olaylan detaylı olarak gözden geçirmeme gerek yok ama Yahudiler böyle deyimleri genellikle sadece güzel söz söylemek için değil, ayrıca ve aslında başlıca tapınmaya özgü güdü­lerden kullanıyordu. 1 Krallar xxi:10 ve Eyüp ii:9'da "Tanrı'ya Söv" yerine "Tanrı'ya Övgüler Olsun" den­mesinin nedeni ve yukarıda gösterildiği gibi en sıra­dan olaylardan bile söz edilirken Kutsal Kitap'ın Tanrı'ya mal edilen her şeyle ilgili mucizeden başka bir şey aktarmıyor gibi görünmesinin nedeni budur. Dolayısıyla Kutsal Kitap'ın Rab'bin Firavun'un yüre­ğini sertleştirdiğini söylediğinde sadece Firavun'un inatçı olduğunu söylemeye çalıştığına inanmalıyız; Tanrı göğün pencerelerini açtı dendiğinde sadece çok yağmur yağdığını... vs. anlamalıyız. Bu özellikler üzerinde ve ayrıca çoğu şeyin çok az ayrıntıyla çok kısaca ve neredeyse özetler halinde aktarıldığını iyice düşündüğümüzde Kutsal Kitap'ta doğal akla aykırı neredeyse hiçbir şey olmadığını göreceğiz. Diğer taraftan daha önce bulamk görünen çoğu şey biraz düşünüldükten sonra anlaşılacak ve kolayca açıkla­nacak.

Açıklamayı teklif ettiğim her şeyi artık çok açıkça açıkladığımı sanıyorum ama bu bölümü bitirmeden önce mucizelerden söz ederken vahiyleri çözümledi­ğimden farklı bir yöntem benimsediğim gerçeğine dikkatinizi çekmek istiyorum. Vahiyle ilgili Kutsal Kitap'ta bildirilen sözlerden çıkarılamayacak hiçbir şey ileri sürmezken, bu bölümde sonuçlarımı sadece akim doğal ışığıyla belirlediğim ilkelerden çıkardım. Bilerek bu şekilde devam ettim çünkü vahiy tama­men dinsel bir konu; dolayısıyla onunla ilgili her­hangi bir savda bulunamayacağımı ya da belli edilen

önermelerinden çıkarılan sonuçlar aracılığı dışında nasıl oluştuğunu öğrenemeyeceğimi biliyordum. Bu yüzden vahyin tarihini harmanlamak ve oradan bana vahiy yeteneğinin yapısı ve özelliklerini olabildiğince öğretecek kesin sonuçlar çıkarmak zorundaydım. Ama mucizeler konusunda soruşturmamız sadece felsefi (yani, doğanın yasalarına ters düşen ya da onların sonucu olmayan bir şeyin gerçekleşip gerçek­leşemeyeceği) olduğu için böyle bir zorunluluk altın­da değildim. Bu yüzden zorluğu, doğruluğu araştırıl­mış ya da tamamen bilinen öncüller aracılığıyla çözümlemeyi, sorunu sadece Kutsal Kitap'ın öğretile­ri ve temel ilkelerinden kolayca çözmekten daha akıllıca buldum. Herkesin bunun doğruluğunu kabul etmesi için kısaca nasıl yapılabileceğini gösterece­ğim.

Kutsal Kitap birçok parçasında doğanın akışının sabit ve değişmez olduğunu genel savında bulunuyor. Örneğin Mezmurlar cxlviii:6'da ve Yeremya xxxi: 35'te. Vaiz i:10'da bilge adam ayrıca kesinlikle "Gü­neşin altında yeni bir şey yok." diyor ve 11., 12. dizelerde aynı düşünceyi göstererek seyrek olarak yeni gibi görünen bir şey gerçekleşirse de gerçekten yeni değildir, "...Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı. Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor, Gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anım­sanmayacak." diyor. Yine iii: 11. parçada diyor ki: "O her şeyi zamanında güzel yaptı." ve hemen ardından ekliyor: "Tanrı'nın yaptığı her şeyin sonsuza dek süreceğini biliyorum. Ona ne bir şey eklenebilir ne de ondan bir şey çıkarılabilir."

Bu metinlerin hepsi çok kesin bir şekilde doğanın sabit ve değişmeyen bir düzeni koruduğunu ve Tan- 140

rı'nın bilinen ve bilinmeyen tüm çağlarda aynı oldu­ğunu ve dahası doğanın ona hiçbir şey eklenemeye- cek ya da ondan hiçbir şey çıkarılamayacak kadar kusursuz olduğunu ve son olarak mucizelerin sadece insanların bilgisizliği nedeniyle yeni bir şey gibi göründüğünü öğretiyor.

Kutsal Kitap'ın kesin öğretisi işte böyledir. Kutsal Kitap doğanın yasalarına ters düşen ya da onların sonucunda ortaya çıkmayan bir şeyin gerçekleştiğini hiçbir yerde ileri sürmüyor, bu yüzden de ona böyle bir öğretiyi mal etmemeliyiz.

Bu düşüncelere mucizelerin, kitlelerin Tanrı'ya mal ettiği bazı çok büyük gizemli güçlerden değil, Tanrısal yasa ve buyruktan yani (Kutsal Kitap'ın kendisinden gösterdiğimiz gibi) doğanın yasa ve düzeninden kaynaklanan neden ve yardımcı koşullar gerektirdiğini de eklemeliyiz. Son olarak mucizelerin yalancı peygamberler tarafından bile gösterilebileceği Yasa'nın Tekrarı xiii ve Matta xxiv:24'ten kanıtlanı­yor.

O zaman en açık şekilde önümüze konulan sonuç, mucizelerin doğal olaylar olduğu ve bu yüzden ya yeni ortaya çıktığı (Süleyman'ın sözlerinde) ya da doğaya aykırı ama olabildiğince sıradan olaylarla tamamen uyum içinde açıklanması gerektiğidir. Bu artık Kutsal Kitap'tan çıkarılan kuralları açıkladığım için herkes tarafından kolayca yapılabilir. Yine de Kutsal Kitap'ın bu öğretiyi öğrettiği düşüncesini ileri sürsem de bunu kurtuluş için gerekli bir doğruluk olarak öğrettiğini değil, sadece peygamberlerin bu konuda bizimle aynı düşüncede olduğunu öne sürü­yorum. Bu yüzden herkes konuyla ilgili kendisi için en iyisini düşünmede özgürdür ve muhtemelen Tan- n'ya tapınmaya ve saf kalpli inanca neden olur.

Bu, ayrıca Josephus'un da düşüncesidir çünkü Eski Çağlar'nı 31 ikinci kitabının sonunda şöyle yazıyor: " Bu öyküyle ilgili olarak hiçbir insanın bu denizin bu insanları kurtarmak için bölünmesini inanılmaz olarak düşünmesine izin vermeyin; çünkü biz Tan- n'nın sıra dışı isteği ya da doğanın akışı nedeniyle olsun, bunun daha önce görüldüğünü, eski kayıtlar­dan görüyoruz. Aynı şey bir kez MakedonyalIlara da oldu, İskender'in buyruğu altında başka bir geçit ararlarken Pamfilya denizi onlara yol açmak için ikiye ayrıldı; O zaman Pers İmparatorluğünu yok etmek için Tanrı'nın Kayra'sı İskender'den yararlanı­yordu. Bu, Prensin hayatını yazdığını ileri süren tüm tarihçilerce doğrulanmıştır. Ama insanlar ne isterler­se düşünmekte özgürdür."

Josephus'un sözleri ve inanç ve mucize üzerine dü­şünceleri işte böyledir.  

VII. Bölüm:
Kutsal Kitap'ın Yorumlanması
Hakkında

Yürürlükteki yanlış yorum düzenleri.

Yorumlamada Kutsal Kitap’ın kendisini ölçüt ■almanın tek doğru düzen olması.

Bu düzenin şimdi bütünüyle uygulanamaması için nedenler.

Yine de bu zorlukların en açık ve en önemli parçaları anlamamıza engel olmaması.

Rakip düzenlerin incelenmesi - doğaüstü bir yeteneğin gerekli olduğunun - çürütülmesi. Maymonidcs'in düzeni.

- Çürütülmesi.

Fcrisilerin ve Katoliklcrin geleneklerinin reddedilmesi.

İnsanlar, hepsinin istekli olarak yaptığı gibi, Kutsal Kitap'ın insana doğru kutluluğu ve kurtuluşun yolu­nu öğreten Tanrı'nın Söz'ü olduğunu bildirdiklerin­de, belli ki söyledikleri şeyi anlatmak istemiyorlar. Çünkü kitleler Kutsal Kitap'a göre yaşamak için hiçbir çaba göstermiyorlar ve çoğu insanın Tanrı'run Söz'ü olarak kendi yorumlarıyla ilgili düşünceler ileri sürmeye kalktığım görüyoruz ve din kisvesi altında başkalarını da kendileri gibi düşünmeye zorlamak için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar. Diyorum ki

genellikle gördüğümüz gibi Tanrı bilimciler kendi uydurmalarını ve deyişlerini Kutsal Kitap'tan zorla çıkarmaya ve onları Tanrısal yetkiyle güçlendirmeye can atıyorlar. Böyle insanlar Kutsal Kitap'ı ya da Kutsal Ruh'un düşüncesini yorumlarken hiçbir za­man daha az kararsızlık ya da daha fazla çaba gös­termiyorlar. Eğer onları endişeli görürsek, bu, Kutsal Ruh'a yanlış bir şeyler mal etme ve doğru yoldan sapma korkularından değil, başkaları tarafından hataları ortaya çıkarılarak suçlu bulunmaktan ve böylece kendi yetkilerini yıkmaya ve kendilerinin aşağılanmasına yol açmaktan korktuklanndandır. Ama eğer insanlar gerçekten Kutsal Kitap'tan sözlü olarak kanıtladıkları şeye inansalardı, tamamen farklı bir yaşam yolu benimserlerdi. Akılları bu kadar çok çekişmeyle ya da nefretle altüst olmazdı ve kut­sal metinleri yorumlamak ve dinde yenilikler bul­mak için bu kadar kör ve aceleci bir tutkuyla kışkır­tılmış olmazlardı. Tam tersi, Kutsal Kitap'tan açıkça çıkarsayamadıkları hiçbir şeyi onun öğretisi gibi benimsemeye cesaret etmezlerdi. Son olarak, birçok parçada Kutsal Kitap'a sözcük ya da tümceler ekleye­rek gerçek metni değiştirmeye cesaret eden kutsal şeylere saygısız kişiler, bu kadar büyük bir suçtan çekinir ve saygısız ellerini bundan ahkoyarlardı.

Hırs ve ahlaksızlık o kadar arttı ki, insan yorumla­rını savunuyormuş gibi, dinin pek de Kutsal Ruh'un yazılarından oluşmadığı düşünülüyor, böylece din artık yardımseverlikle değil, Rab için gayret ve heves­li ateşlilik adı kisvesi altında anlaşmazlık ve duygu­suz nefretle tanımlanıyor.

Bu kötülüklere, insanın akıl ve doğadan nefret et­melerini ve sadece her ikisine de uygun gelmeyene 144

hayranlık duymasını ve kutsal saymasını öğreten batıl inancı da eklemeliyiz. Kutsal Kitap için duyulan hayranlık ve saygının arttırılması uğruna hem akıl hem de doğaya olabildiğince ters düşüyormuş gibi görünen açıklamalar yapmaya çalışmaları hoş değil. Böylece en derin gizemlerin Kutsal Kitap'ta saklı olduğunu hayal ediyorlar ve yararlı olanları ihmal ederek kendilerini bu saçmalıkların araştırmasıyla yoruyorlar. Hastalıklı hayal dünyalarından çıkan her sonucu Kutsal Ruh'a mal ediyorlar ve bunu en büyük ateşlilik ve tutkularıyla savunmak için çabalıyorlar; çünkü insanların akılla vardıkları sonuçları savun­mak için akıllarını kullandıkları gözlemlenmiş bir gerçektir; ama tutkularla varılmış sonuçlar tutkularla savunulur.

Eğer kendimizi kalabalıktan ayırır ve dinsel önyar­gılardan kaçarsak, Tanrısal belgeler için insan yo­rumlarını aceleyle kabul etmek yerine Kutsal Kitap'ı yorumlamanın gerçek yöntemini düşünmeli ve biraz üzerinde durmalıyız. Çünkü bunun bilgisinden ha­bersiz kalırsak Kutsal Kitap'ın ve Kutsal Ruh'un kesinlikle ne öğretmek istediğini bilemeyiz.

Kutsal Kitap'ı yorumlama yöntemi, doğayı yorum­lama yönteminden çok farklı değil - aslında neredey­se aynı diyerek konuyu sonuca bağlayabilirim. Do- ğa'nın yorumlanması doğanın tarihinin incelenme­sinden ve oradan belli, değişmez aksiyomlara daya­nan doğal olayların tanımlarını çıkartmaktan oluştu­ğu için, Kutsal Kitap yorumu da Kutsal Kitap'ın incelenmesiyle ve yazarlarının niyetinin temel ilkele­rinden akla yatkın sonuçlar çıkartılarak ilerler. Bu şekilde çalışarak herkes hata yapma tehlikesi olma­dan her zaman ilerleyecek - yani Kutsal Kitap'ı yo-

rumlamak için hiçbir ilkeyi kabul etmezlerse ve Kutsal Kitap'ın içeriğini kendi içinde buldukları ilkeler dışında ele almazlarsa - ve eşit güvenlikle bizim aklımızın ermediğini ve aklın doğal ışığıyla bilineni ele alabilecekler.

Böyle bir yöntemin sadece doğru değil, aynı za­manda akıllıca olan tek yöntem olduğunu ve doğayı yorumlamada kullanılanla uyumlu olduğunu açıklığa kavuşturmak için Kutsal Kitap'ın sık sık akılla bili­nen ilkelerden çıkarılamayan konuları ele aldığına dikkat çekmeliyim. Çünkü çoğu zaman anlatı ve vahiyden oluşuyor. Anlatılar genellikle mucizeleri - yani son bölümde gösterdiğimiz gibi onları kaydeden tarihçilerin görüş ve kararlarına göre uyarlanmış sıra dışı doğal olayların aktarımları içeriyor. II. Bölümde gösterdiğimiz gibi, vahiyler ayrıca peygamberlerin görüşlerine de uyarlanmıştı ve kendi içlerinde insan aklını aşıyorlardı. Bu yüzden tüm bunların bilgisi - yani Kutsal Kitap'ın neredeyse tüm içeriği sadece Kutsal Kitap'ın kendisinden sorulmalı, tıpkı doğamn bilgisinin doğadan sorulması gibi. Kutsal Kitap'ın içerdiği ahlaki öğretilere gelince bunlar kabul edilen aksiyomlardan kanıtlanabilirler ama Kutsal Kitap'ın onları öğretmek için tasarlandığım aynı şekilde ka­nıtlayanlayız, bu sadece Kutsal Kitap'ın kendisinden öğrenilebilir.

Eğer Kutsal Kitap'ın Tanrısal kaynağına önyargısız tanıklık etseydik, onun doğru ahlaki öğretileri öğret­tiğini sadece onun kendi yetkisine dayanarak kanıt­lamak zorunda kalırdık. Çünkü onun Tanrısal kay­nağı sadece böyle araçlarla kamtlanabilir. Peygam­berlerin bilgisinin kesinliğinin en çok adil ve doğru olana yönelmiş akla sahip olmalarına dayandığını 146

gösterdik, bu yüzden onlara inanmadan önce bu özelliğe sahip olduklarının kanıtına sahip olmalıyız. Tanrı'nın tanrısallığı mucizelerden kanıtlanamaz, zaten gösterdiğim ve şimdi tekrar etmeme gerek olmadığı gibi mucizeler yalancı peygamberlerce de yaratılabilirdi. Bu yüzden Kutsal Kitap'ın Tanrısal kaynağı sadece doğru erdemi öğretmesinden oluşma­lıdır. Ama sonucumuza sadece Kutsal Kitap'a ait temeller üzerinde varmalıyız; çünkü eğer böyle ya- pamasaydık çok önyargılı olmadıkça Kutsal Kitap'ı kabul edemez ve Tanrısal kaynağına tanıklık ede­mezdik.

O zaman Kutsal Kitap'la ilgili bilgimiz, sadece Kutsal Kitap'ta aranmalıdır.

Son olarak, Kutsal Kitap bize şeylerin tanımını do­ğanın verdiğinden daha fazla vermez. Bu yüzden doğayla ilgili tanımlar doğanın türlü işlerinde aran­malıdır; Kutsal Kitap'la ilgili tanımlarsa verilen ko­nuyla ilgili Kutsal Kitap'ta bulunan çeşitli öyküler­den sorulmalıdır.

O zaman Kutsal Kitap’ı yorumlamada evrensel ku­ral, onu tarihinin ışığında incelediğimizde çok açıkça görmediğimiz hiçbir şeyi Kutsal Kitap'a ait çok güve­nilir bir bildiri olarak kabul etmemektir. Onun tari­hiyle ne anlatmak istediğimi ve aydınlatılması gere­ken başlıca noktaların ne olması gerektiğini şimdi açıklayacağım.

Kutsal Kitap'a ait bir bildirinin tarihi şunlardan oluşur -

I.    Kutsal Kitap'ın kitaplarının yazıldığı ve yazarla­rının konuştukları dilin yapısı ve özellikleri. Böylece her ifadeyi sıradan konuşma dilindeki kullanımlarla karşılaştırarak araştırabiliriz.

Şimdi Hem Eski hem de Yeni Antlaşmanın tüm yazarlan İbrani'ydiler. Bu yüzden her şeyden önce, sadece bu dilde yazılan Eski Antlaşma için değil, Yeni'sinin de anlaşılması için İbrani dilinin bilgisi gerekli. Yeni Antlaşma başka dillerde yayınlanmış olsa da özellikleri İbranicedir.

II.    Her kitabın bir çözümlemesi ve içeriklerinin başlıklar altında düzenlenmesi; böylece elimizde belirli bir konuyu ele alan çeşitli metinler olabilir. Son olarak da çok anlamlı ya da belirsiz ya da karşı­lıklı olarak çelişkili görünen tüm parçaların bir açık­laması.

Anlamlarının doğruluklarının akılla kolayca gö­rülmesi ya da tam tersi zorlukla görülmesine göre değil, bağlamla ilişkili olarak kolayca ya da zorlukla çıkarılmalarına göre parçalara açık ya da belirsiz diyorum. Parçaların doğruluğu değil, sadece anlamla­rı üzerinde çalışıyoruz. Bir metnin anlamını araştı­rırken doğal bilginin ilkeleri üzerine kurulduğu kada­rıyla aklımız tarafından saptırılmamaya özellikle dikkat etmeliyiz (önyargılardan söz etmiyorum bile). Bir parçanın anlamım doğruluğuyla karıştırmamak için onu sadece sözcüklerin anlamı aracılığıyla ya da Kutsal Kitap dışında hiçbir temel tanımayan bir akılla incelemeliyiz.

Ne anlatmak istediğimi bir örnekle göstereceğim. Musa'nın sözcükleri "Tanrı bir ateştir" ya da "Tanrı kıskançtır" sadece sözcük anlamıyla baktığımız süre­ce tamamen açıktır ve dolayısıyla akla ve doğruluğa ilişkin çok belirsiz olmalarına rağmen bunlan açık parçalar arasında sayarız. Sözcük anlamı aklın doğal ışığıyla uyuşmamasına rağmen yine de Kutsal Kitap- 'a ait "tarihinden" edinilen temel ve ilkelerle açıkça 148

geçersiz kılmamıyorsa sözcük anlamı korunmalı. Ve tersi olarak, eğer harfi harfine yorumlanmış bu par­çalar Kutsal Kitap'tan edinilen ilkelerle çatışıyor görünürse, böyle harfi harfine bir yorum akılla kesin bir uyum içinde olmasma rağmen, parçalar farklı bir biçimde yorumlanmahlar, mesela mecaz yoluyla.

Eğer Musa'nın Tanrı'nın bir ateş olduğuna inamp inanmadığını bilseydik soruyu hiçbir zaman böyle bir düşüncenin akla yatkın olup olmadığı temelinde karara vardırmamak, sadece Musa'nın kaydedilmiş başka düşünceleriyle karşılaştırarak karar vermemiz gerekirdi.

Şimdiki örnekte Musa, başka birçok parçada da söylediği gibi Tanrı'nın toprakta, havada ya da suda görünen hiçbir şeye benzemediğini söylediğine göre bu parçalar, ya mecaz olarak kabul edilmeli ya da ele aldığımız örnek böyle açıklanmalı. Bununla birlikte sözcük anlamından olabildiğince az uzaklaşmamız gerektiği için, 'Tanrı bir ateştir' metninin sözcük anlamı dışında başka hiçbir anlama yer verip verme­diğini sormalıyız - yani ateş sözcüğünün sıradan doğal ateş dışında başka bir anlama gelip gelmediği­ni. Eğer böyle ikincil bir anlam bulunamıyorsa akla ne kadar yatkın olmazsa olsun metin sözcük anla­mıyla kabul edilmelidir. Ve diğer tüm parçalar akla tamamen uygun olmalarına rağmen onunla uyumlu hale getirilmelidir. Eğer sözlü ifadelerin böyle uyum içine konulması olanaksızsa, onları uyuşmayan ifadeler olarak kaydetmeliyiz ve onlarla ilgili kararı­mızı askıya almalıyız. Ancak ateş adı, öfke ya da kıskançlığa uygulandığı için (bkz. Eyüp xxxi:12) Musa'nın sözlerini böylece kolayca uyuşturabiliriz ve akla yatkın olarak 'Tanrı bir ateştir' ve 'Tanrı kıs-

kançtır' önermelerinin anlamca aynı olduğu sonucu­na varabiliriz.

Dahası Musa açıkça Tanrı'nın kıskanç olduğunu öğrettiği ve hiçbir yerde Tanrı'nın tutkusuz ya da duygusuz olduğunu belirtmediği için onun bu öğreti­ye inandığını ya da öyle veya böyle onu öğretmek istediğini çıkarsamalıyız. Böyle bir inanç akla ters düştüğü için ondan kaçınmamalıyız da. Gösterdiği­miz gibi metinlerin anlamını aklımızın belirledikle­rine ya da yerleşmiş düşüncelerimize uydurmak için saptıranlayız. Kutsal kitap'ın tüm bilgisi sadece kendisinde aranmalıdır.

III.     Son olarak böyle bir tarih günümüze kadar ge­len tüm vahiy kitaplarının ortamını aktarmalıdır,- yani her bir kitabın yazarının yaşamını, davranışını ve çalışmalarını, kim olduğunu, yazılmasına neyin neden olduğunu ve yazısının çağını, yazısını kim için ve hangi dilde yazdığını. Bundan öte her bir kitabın yazgısını soruşturmahdır. İlk nasıl karşılandığını, kimin ellerine düştüğünü, kaç farklı baskısının oldu­ğunu, kimin tavsiyesiyle Kutsal Kitap'a eklendiğini ve son olarak bugün evrensel olarak kutsal kabul edilen tüm kitapların nasıl bir bütün olarak birleşti­rildiğini.

Bu tür bütün bilgiler, dediğim gibi, Kutsal Kitap'ın "tarihinde" saklanmalıdır. Hangi anlatımların yasa­lar, hangi anlatımların ahlaki kurallar olarak ortaya konduğunu bilmek için yazarlarının yaşamı, davra­nışları ve uğraşlarını bilmek önemlidir; dahası onun dehası ve yapısının daha ayrıntılı bilgisine sahip olduğumuzda bir insanın yazılarını açıklamak kolay­laşır.

Bundan öte sonsuz olan kuralları sadece geçici bir 150

amaca hizmet edenler ya da sadece birkaç kişiye seslenenlerle karıştırmamak için kitaplarının her birinin hangi nedenle, hangi zamanda, çağda yazıldı­ğını ve hangi ulusa yönelik yazıldığını bilmeliyiz. Son olarak belirttiğim gibi, kitabın özgünlüğüne ek olarak kutsal şeylere saygısız ellerce kurcalanmadı­ğından ya da içinde yanlışlar olmadığından ya da eğer varsa yanlışların yeterince yetenekli ve güvenilir insanlarca düzeltilip düzeltilmediğinden emin olmak için diğer konularda da bilgi sahibi olmalıyız. Bizim kesin ve tartışmasız doğru olanlar yerine, dikkatimi­zin çekildiği her şeyi ani ve düşüncesiz içgüdüyle kabul ederek aldatılmamamız için tüm bunlar bi­linmeli.

Şimdi Kutsal Kitap’ın bu tarihine sahip olduğu­muzda ve sonuçta böyle bir tarihten gelmeyen ya da açıkça ondan çıkarılamayan hiçbir şeyi vahiy kay­naklı öğreti olarak ileri sürmemeye karar verdiğimiz­de, derim ki kendimizi peygamberlerin ve Kutsal Ruh'un düşüncelerini araştırmaya vermenin vakti gelmiştir. Ama bu daha ileri kanıtlamada, ayrıca doğayı kendi tarihinden yorumlamada kullandığımı­za çok benzer bir yönteme gerek duyarız. Doğal olay­ların incelenmesindeki gibi önce tüm doğa için en evrensel ve ortak olanı araştırmaya çalışırız - örne­ğin, hareketlilik ve sabitliği ve bunların doğanın her zaman uyduğu yasa ve kurallarını ve sürekli olarak hangisi aracılığıyla çalıştığını araştırırız - ve sonra daha az evrensel olana geçeriz. Öyleyse Kutsal Kitap- 'ın tarihinde de önce en evrensel olanı ve Kutsal Kitap’ın bütünün temel ve kaynağına hizmet edeni, aslında tüm peygamberlerce tüm insanlık için son­suz ve en yararlı olarak tavsiye edilen öğretiyi aranz.

Örneğin, Tanrı'nın bir ve O'nun her şeye gücü yeten olduğu, sadece O'na tapılması gerektiği, O'nun tüm insanlarla ilgilendiği ve O'nun özellikle O'na tapınan ve komşularını kendileri gibi sevenleri sevdiği...vs. Tekrar ediyorum bunlar ve benzer öğretileri Kutsal Kitap her yerde ve o kadar açık ve net şekilde öğreti­yor ki hiç kimse onların anlamıyla ilgili kuşku duy­muyor.

Kutsal Kitap, Tanrı'nın yapısını, O'nun şeyleri görme ve onlan sağlama biçimini ve benzer öğretile­rini hiçbir yerde kendi savma göre sonsuza kadar geçerli öğretiler olarak öğretmiyor. Tam tersi pey­gamberlerin kendilerinin bu konuda hemfikir olma­dığını gösterdik; bu yüzden böyle konularda akla yatkın temellerde tamamen açık görünmelerine rağmen tüm öğretileri Kutsal Kitap'a ait olarak belir- lememeliyiz.                                                .

Kutsal Kitap'ın bu evrensel öğretisinin uygun bir bilgisinden daha az evrensel olan; ama yine de yaşa­mın genel yönetimiyle ilgili olan ve Kutsal Kitap'tan derenin bir kaynaktan aktığı gibi akan diğer öğretile­re geçmeliyiz. Gerçek erdemin, uygulanmaları için belli bir fırsata gerek duyan, bütün özel dış gösterge­leri işte böyledir. Kutsal Kitap'ta bu konularda belir­siz ve çok anlamlı olan her şey kitabın evrensel öğre­tisiyle açıklanmalı ve tanımlanmalıdır; çelişkili ör­neklere gelince yazılma nedeni ve zamanına bakma­lıyız. Örneğin, İsa :"Ne mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar teselli edilecekler." dediğinde ne tür yashlann kastedildiğini gerçek parçadan bilmiyoruz; ancak İsa ardından üstün iyilik olan Tanrı'nın egemenliği ve O'nun doğruluğu dışında hiçbir şeyi umursamama­mız gerektiğini öğretiyor (bkz. Matta vi:33), yaslı olanlarla sadece insan tarafından ihmal edilen Tan- n'nın egemenliği ve doğruluğu için yas tutanları anlatmak istediğiyle devam ediyor. Çünkü bu sadece Tanrı'nın egemenliği ve doğruluğundan başka hiçbir şeyi sevmeyenlerin ve yazgının armağanlarından açıkça nefret edenlerin yas tutması için tek nedendir. O zaman İsa bunun ardından: "Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin."  dediğinde de aynı şey geçerlidir.

Eğer bir yasa koyucu olarak yargıçlara böyle bir buyruk verseydi böylece Musa'nın yasasım kaldırmış olurdu ama açıkça bunu yapmadığını söylüyor (Mat­ta v:17). Bu nedenle konuşmacının kim olduğunu, konuşmanın nedeninin ne olduğunu ve sözlerin kime yöneltildiğini göz önünde bulundurmalıyız. Dış eylemleri, ruhsal durum kadar denetim altına almayı amaçlamadığı için İsa yasaları bir yasa koyucu gibi düzenlemediğini söyledi ama bir öğretmen gibi ahlak kuralları aşıladı. Dahası bu sözler baskı gören, adale­tin tamamen hoşlandığı, çökmek üzere olan, yoz bir devlette yaşayan insanlara söylenmişti. Burada şeh­rin yıkılmasından hemen önce İsa tarafından aşıla­nan öğreti ayrıca Yeruşalim'in ilk yıkılışından önce, yani Ağıtlar iii:25-30'dan gördüğümüz gibi benzer

koşullarda Yeremya tarafından da öğretilmişti.

Böyle bir öğreti baskı zamanlarında sadece pey- gamberlerce ortaya konduğu ve o zaman bile bir yasa olarak ileri sürülmediği için ve diğer taraftan (baskı zamanında yazmamış olan ama - buna dikkat edin - iyi düzenlenmiş bir devlet kurmak için çabalayan) Musa'nın birinin komşusunu kıskanma ve nefret etmesini ayıplarken göze karşılık göz verilmesini buyurduğu için bu saf Kutsal Kitap temellerinden açıkça İsa ve Yeremya'nın zararlara karşı boyun eğmeyle ilgili bu kuralının sadece adaletin hoşlandığı yerlerde ve baskı zamanında geçerli olduğu sonucu çıkar, yani iyi düzenlenmiş bir devlette geçerli değil­dir.

Adaletin sağlandığı iyi düzenlenmiş bir devlette, adil sayılacaksa herkes intikam için değil de (bkz. Levililer xix:17, 18) adaleti ve ülkesinin yasalarını savunmak ve kötünün kötülüklerinin tadını çıkar­masını engellemek için yargıç önünde ceza istemek zorundadır (Levililer.l]. Bunların hepsi açıkça akla yatkın. Aynı biçimde birçok başka örneklerden alın­tılar yapabilirim ama bence yukarıda sözü edilenler ne anlatmak istediğimi ve bu yöntemin kullanımım açıklamak için yeterli ve benim şu andaki tüm ama­cım bu. Şimdiye kadar sadece Kutsal Kitap'ın yöne­timi uygulamada işleyen ve bu yüzden böyle konu­larda Kutsal Kitap'ın yazarları arasında gerçekten hiç çelişki olmadığı için daha kolay incelenen parçaları­nın nasıl araştırılacağını gösterdik.

Tamamen kurgusal parçaların gerçek anlamlarına bu kadar kolay ulaşılamaz. Peygamberler kendi ara­larında kurgusal konularda farklılık gösterdiği için ve anlatılar büyük ölçüde her çağın önyargılarına uyar- 154

lanmış olduğu için yöntem sınırlı kalıyor. Hiçbir zaman bir peygamberin niyetini başka bir peygambe­rin yazılarının kolay anlaşılır parçalarından çıkarsa- mamahyız; ya da iki peygamberin de konuyla ilgili aynı düşüncede oldukları tamamen açık olmadığı sürece anlamlarını yine bu şekilde açıklamamalıyız.

Böyle durumlarda peygamberlerin niyetlerini nasıl bulacağımızı kısaca açıklayacağım. Burada da önce Kutsal Kitap'a ait en açık ifadelerden kehanet ve vahyin yapısının ne olduğunu ve neden oluştuğunu soruşturarak en evrensel önermeden başlamalıyız; soma da mucizelere geçmeliyiz. Belli bir peygambe­rin görüşlerine ve en sonunda belli bir vahyin, keha­netin, öykünün ya da mucizenin anlamına gelene kadar bu şekilde en genel olana geçerek devam etme­liyiz. Bir peygamberin ya da bir tarihçinin düşünce­sini Kutsal Ruh'un düşüncesi ve konunun doğrulu­ğuyla karıştırmamak için büyük dikkat gerektiğini zaten belirtmiştik, bu yüzden bu konu üstünde daha fazla durmama gerek yok. Ancak burada vahyin anlamıyla ilgili olarak, şu anki yöntemin bize vahiy­lerin simgelerle neyi göstermek ya da temsil etmek istediklerini değil, sadece peygamberlerin ne gördü­ğünü ya da duyduğunu öğrettiğine dikkatinizi çek­mek isterim. Neyi göstermek istedikleri tahmin edilebilir ama Kutsal Kitap'a ait öncüllerden kesin olarak çıkarsanamaz.

Böylece Kutsal Kitap'ı yorumlama yolunu gösterdik ve O'nun gerçek anlamım araştırmak için tek ve en kesin yol olduğunu kanıtladık. Aslında Ferisilerin ileri sürdüğü gibi peygamberlerin kendilerinden ya güvenilir bir gelenek ya da güvence alan insanların ya da Romalı Katoliklerin övündüğü gibi Kutsal Kitap'ın

yorumlanmasında yanılmazlık yeteneği olan rahiple­re sahip insanların (eğer varsa) daha bütünüyle kesin olarak haklı olduklarını kabul etmeye istekliyim. Ama böyle bir gelenekten ya da rahibin yetkisinden hiçbir zaman tamamen emin olamayacağımız için, her ikisi üzerinde de kesin bir sonuç kuramıyoruz. Biri Hristiyanların en eski mezhebi tarafından, diğeri de Yahudilerin en eski mezhebi tarafından reddedili­yor. Aslında bu sırada Ferisilerin hahamlarından teslim aldıkları geleneği Musa'dan beri kuşaktan kuşağa geçirdiklerini söyledikleri yıllar dizisini dik­kate alırsak (başka bir konuyu anlatmak istemiyo­rum), başka bir yerde gösterdiğim gibi bunun doğru olmadığını buluruz. Bu yüzden böyle bir gelenek son derece büyük bir şüpheyle karşılanmalı ve bizim yöntemimize göre Yahudilerin geleneğini, yani on­lardan teslim aldığımız İbranice sözcüklerin anlam­larını bozulmamış saymak zorunda olmamıza rağ­men, geleneklerine karşı duyduğumuz kuşkuyu ko­rurken, sözcüklerin bozulmadığını kabul edebiliriz.

Belli bir tümcenin anlamını birçok kişinin değiş­tirmesine rağmen sıradan kullanımda hiç kimse bir sözcüğün anlamım değiştiremedi. Böyle bir yöntem çok zor olurdu; çünkü bir sözcüğün anlamını değişti­ren biri aynı zamanda onu kullanan tüm yazarların her birini karakterine ve niyetine göre açıklama yapmak ya da tamamen kurnazlıkla onları çarpıtmak zorunda kalırdı.

Dahası kitleler ve benzer olarak eğitimliler de dili koruyorlar ama sadece eğitimliler belli tümce ve kitapların anlamını koruyorlar. Böylece eğitimlileri­nin ellerinde bulunan, az rastlanan bir kitabın için­deki bir tümcenin anlamını değiştirebileceği ya da 156

bozabileceğini ama sözcüklerin anlamını değiştire­meyeceklerini düşünebiliriz. Dahası eğer biri sık kullanılan bir sözcüğün anlamını değiştirmek iste­seydi, gelecek kuşaklarda ya da bugünkü anlatımda ya da yazıda değişikliği sağlayamazdı.

Bunlar ve benzer nedenlerden bir yazann niyeti, genellikle onun deyimlerini değiştirerek ya da onlan yanlış çevirerek çarpıtılabilmesine rağmen birinin akima bir dili bozmanın hiçbir zaman gelmeyeceği sonucuna varabiliriz. Bizim yöntemimiz (Kutsal Kitap'ın bilgisinin sadece kendisinde aranması gerek­tiği) tek doğru olandır, Kutsal Kitap'ın tam olarak anlaşılmasını sağlayamayan tüm bilgileri açıkça reddetmeliyiz. Şimdi Kutsal Metnin tam ve güvenli bilgisini kazanmamıza engel olan bu zorluklara ve yetersizliklere dikkat çekeceğim.

Başta gelen büyük zorluk, İbrani dilinin derinle­mesine bilgisinin gerekmesidir. Böyle bir bilgi nere­den elde edilebilir? İbrani dilini kullanan eski insan­lar, gelecek kuşaklara dillerinin hiçbir ilke ve esasını bırakmadılar; onlardan kalan sözlük, dilbilgisi ya da söz sanatı şeklinde kesinlikle hiçbir şeye sahip deği­liz.

İbrani ulusu (atlattığı yenilgiler ve eziyetlerden sonra beklendiği gibi) tüm incelik ve güzelliğini kay­betti ve dilinin ve birkaç kitabın sadece belli parçala- nm korudu. Meyvelerin, kuşların ve balıkların nere­deyse tüm adları ve birçok başka sözcüğün anlamlan zaman aşımına uğrayarak yok oldu. Dahası Kutsal Kitap'ta geçen birçok isim ve eylemin anlamları ya tamamen kayboldu ya da onlarla ilgili kuşku söz konusu. Ve sadece bunlardan değil, aynı zamanda İbranice deyiş biliminin de bilgisinden yoksunuz. Zamanın yiyip bitiren dişleri îbranilere özgü ifade biçemlerini yok etti ve böylece biz artık onlardan habersiziz.

Bu yüzden bir tümcenin tüm anlamlarını dilin kullanımlarıyla araştıranlayız ve onu oluşturan söz­cükler tamamen açık olmasına rağmen, anlamının çok belirsiz ve bütünüyle anlaşılmaz olduğu birçok deyiş var.

İbrani dilinin tarihinin izini sürme olanaksızlığına dilin özel yapı ve oluşumu da eklenmelidir. Bunlar o kadar çok anlamlılığa neden olur ki Kutsal Kitap'taki tüm ifadelerin kesin bir bilgisini elde etmemizi sağ­layacak bir yöntem bulmak olanaksızdır [Son Not 7], Tüm dillerde ortak olan çok anlamlılık kaynaklarına ek olarak, İbraniceye özgü olan birçok çok anlamlılık kaynağı vardır. Bence bunları belirtme zahmetine değer. .

İlk olarak çok anlamlılık Kutsal Kitap'ta genellikle bir harfi benzer başka bir harfle karıştırmaktan do­ğar. İbraniler onları seslendirirken kullanılan ağzın beş organına göre alfabenin harflerini dört sınıfa ayırırlar yani dudaklar, dil, dişler, damak ve boğaz. Örneğin, Alpha, Ghet, Hgain, He'ye gırtlaksı denir ve bildiğimiz tüm işaretlerden ve birbirlerinden zor ayırt edilirler, "-e, -a"  anlamında olan El genellikle "üstünde" anlamında olan Hgal ile kanştınhr ya da bunun tam tersi olur. Bu nedenle tümceler genellikle anlamsız ya da çok anlamlı hale gelirler.

İkinci bir zorluk bağlaçların ve belirteçlerin çoklu anlamından kaynaklanıyor. Örneğin, "vau" bir bütü­nün ya da parçanın eki için gelişigüzel bir görev görür; yani "ve, ama, çünkü, ancak, o zaman" anlam- lanna gelir. "Ki" yedi ya da sekiz anlama sahiptir yani "bu yüzden, rağmen, eğer, zaman, dolayısıyla, çünkü, bir yana... vs. anlamlarına gelir ve neredeyse diğer tüm ekler de aynı şekildedir.

Üçüncü çok verimli kuşku kaynağı, İbranice söz­cüklerin bildirme kipindeyken şimdiki, geçmiş, - miş'li geçmiş zaman, gelecek zaman ve başka dillerde sıkça kullanılan diğer zaman kiplerinden yoksun olmasıdır; emir ve mastar kiplerinde şimdiki zaman dışında hepsinden yoksundurlar ve bir istek kipi yoktur. Şimdi dildeki tüm bu kip ve zaman eksiklik­leri dilin kesin temel kuralları ve hatta inceliğiyle giderilebilmesine rağmen eski yazarlar böyle kuralları açıkça ihmal etti. Şimdiki ve geçmiş zaman için gelecek zamanı ve tam tersi olarak gelecek için geç­miş zamam ve ayrıca emir ve istek kipleri yerine bildirme kipini kullanarak kafa karışıklığına yol açtılar.

Bu çok anlamlılık kaynaklarına ek olarak, biri çok önemli olmak üzere başka iki kaynak daha vardır. Öncelikle İbranicede hiç sesli harf yoktur; ikinci olarak tümceler anlamı açıklayan ya da yan tümcele­ri ayıran hiçbir işaretle ayrılmamıştır. Bu ikisinin yokluğu genellikle noktalar ve vurgularla giderilmiş olsa da, böyle yedekler daha sonraki bir çağın yetkisi hiçbir önem taşımaması gereken insanları tarafından bulunmuş ve tasarlanmış olduğu için bizim tarafı­mızdan kabul edilemez. Eskiler yeterince kanıtlandı­ğı gibi nokta kullanmadan yazmışlardır (yani sesli harf ve vurgular olmadan); onlardan sonra gelenler eksik olanı kendi Kutsal Kitap yorumlama görüşleri­ne göre tamamladılar; bu yüzden var olan vurgu ve

noktalar sadece şimdiki yorumlardandır ve başka yorumlardan daha yetkili değillerdir.

Bu gerçeği bilmeyenler, Yahudiler'e Mektup'un (El­çilerin İşleri} yazarının (parça xi:21) sanki Havari Kutsal Kitap'ın anlamını noktaları ekleyenlerden öğrenmek zorunda kalmış gibi onun Yaratılış'ı (xlvii:31) şimdi nokta işaretleri olan İbranice metin­de olandan çok daha farklı yorumlamasının gerekçe­sini gösteremiyorlar. Herkesin kendi adına karar verebilmesi ve uyumsuzluğun sadece sesli harflerin eksikliğinden kaynaklandığını görmesi için her iki yorumu da göstereceğim. Bizim yorumumuza sesli harf ekleyenler "Ve İsrail  (Hqain'i benzer bir harf olan Aleph ile değiştirerek) yatağın başına doğru eğildi" diye okurlar. Mektup'un yazarı sadece sesli harfler açısından değişen Mita yerine Mate'yi koya­rak "Ve İsrail çalışanlarının sorumlusunun üstüne eğildi" diye okur. Şimdi bu anlatımda söz konusu olan, bir sonraki parçaya kadar değinilmeyen Yakup- 'un hastalığı değil, çağı olduğu için tarihçi Yakup'un yatağının başına eğilmesinden çok işçilerinin sorum­lusunun üzerine eğildiğini (yaşh insanların destek almak için sıkça yaptığı bir şeyi) kastetmesi daha olası görünüyor, özellikle de ikinci tümcede harflerin değiştirilmesi gerekmediği için. Bu örnekte sadece Mektup'taki parçayı Yaratılış'tâki parçayla bağdaş­tırmaya değil, aynı zamanda ve en başta şimdiki Kutsal Kitap'ımızda bulunan nokta ve vurgulara ne kadar az güvenebileceğimizi göstermek istedim. Böylece Kutsal Kitap'ı yorumlamada tarafsız birinin bu yorumu kabul etmede ne kadar kararsız kalması gerektiğini ve kendisi için yeniden soruşturması gerektiğini göstermek istedim. İbrani dilinin doğası ve yapısı böyle olduğu için birçok zorluğun doğabile­ceği ve hiçbir olası yöntemin bunları çözemeyeceği kolaylıkla anlaşılabilir. Birçok benzer parçanm karşı­laştırılmasıyla zorluklarımızı aşacağımızı ummak yararsız (bir parçanın gerçek anlamını birçok seçenek arasından keşfetmek için tek yöntemin, dilin kulla­nımlarının ne olduğunu görmek olduğunu göster­miştik). Çünkü peygamberlerin hiçbir zaman kendi ya da başkalannın deyişlerini açıklamak gibi kesin bir amaçla yazmadığını göz önünde bulundurursak ve ayrıca konu kuramsal ya da bir mucize ya da öykülenen bir öykü değil de, tamamen uygulamalı bir soruyla ilgili olmadıkça bir peygamberin ya da havarinin anlatmak istediğini başka bir tanesinin anlattığıyla çıkarsayamayacağımızı göz önüne alırsak benzer parçaların karşılaştınlması zor bir konuya sadece gelişigüzel ışık tutabilir. Savımı örneklerle gösterebilirim; çünkü Kutsal Kitap'ta açıklanamayan birçok deyiş var; ama tartışma konusu olan yönte­min zorlukları ve kusurlarını düşünmeye geçmeyi tercih ederim.

Kutsal Kitap'ın her kitabının başına gelenler çoğu kez bunlann temin edemediğimiz tarihini gerektir­mesi gerçeği nedeniyle yöntemde daha öte bir zorluk bulunuyor. Uzun uzadıya değineceğim gibi kitapları­nın birçoğunun yaratıcılanndan ya da (eğer tercih edilirse) yazarlanndan ya tamamen habersiziz ya da genellikle kuşkuluyuz. Dahası yazarlan bilinmeyen kitaplann yazılmasına nelerin yol açtığını ya da tarihsel dönemi bilmiyoruz; kimlerin ellerine düş­tüklerini ya da çok sayıda değişik yorumlannın nasıl

ortaya çıktığını ya da son olarak şimdi kayıp olan başka yorumların olup olmadığını söyleyemeyiz. Kısaca böyle bir bilginin gerekli olduğunu gösterdim ama şimdi dikkat çekeceğim belirli etkenleri atla­dım.

Eğer olağanüstü ya da olanaksız anlatımlar içeren ya da çok belirsiz bir biçemde yazılmış bir kitap okursak ve yazarıyla ilgili ya da onun yazılmasının nedeni ya da zamanıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorsak kitabın gerçek anlamının herhangi bir kesin bilgisini elde etmek için boşuna girişimde bulunuruz. Bu konularda bilgisiz olduğumuz için yazarın amacını ya da niyetlendiği amacı bilmemiz olanaksızdır. Eğer tümüyle bilgiliysek düşüncelerimizi onun anlatmak istediğinden az ya da fazlasını yazara ya da onun yazdığı kişiye yüklemede hiçbir yönden önyargılı olmayacak şekilde düzenlemeliyiz ve sadece yazarın aklında ne olabileceğini ya da zamanın ve olayın ne gerektirdiğini göz önünde bulundurmalıyız. Sanırım bu herkes için oldukça açık olmah.

Genellikle farklı kitaplarda kendi içlerinde benzer olan ama yazarlarıyla ilgili olarak oluşturduğumuz görüşlere göre haklarında çok farklı kararlara vardı­ğımız öyküler okuyoruz. Bir defasında bir kitapta, Orlando Furioso adlı bir adamın havada bir tür ka­natlı yaratıkla istediği ülkelerin üzerinde uçtuğunu, yardım görmeden çok sayıda insan ve devi öldürdü­ğünü ve akıl yönünden açıkça saçma olan bu biçim hayalleri okuduğumu hatırlıyorum. Buna çok benzer, bir öyküyü Ovid'in Perseus'unda ve ayrıca Hâkimler ve tek başına silahsız binlerce adamı öldüren Samson'un Krallar1 ında ve havada uçan ve en sonun­da ateşten atları olan ateşten bir at arabasıyla gökyü- 162

züne yükselen İlyas'ta okuduğumu hatırlıyorum. Tüm bu öyküler birbirine benziyor ama onları çok farklı değerlendiriyoruz. İlki sadece eğlendirmeyi amaçlıyordu, İkincisinin siyasi bir amacı vardı ve üçüncüsünün de dinsel. Bunu sadece daha önce yazarlarla ilgili oluşturduğumuz görüşlerden elde ediyoruz. Böylece eğer onların anlamını yorumlaya­caksak belirsiz ya da anlaşılmaz yazıların yazarlarıyla ilgili bir şeyler bilmek açıkça gerekli ve aynı neden­den birçok tür arasından uygun okumayı seçmek için aralarında farklılıklar bulunan yorumlarla ve daha büyük yetkilere sahip insanlarca keşfedilen diğer okumaların olasılığıyla ilgili bilgiye sahip olmalıyız.

Kutsal Kitap'ın bazı kitapları konusunda, bu yön­temde ek bir zorluk vardır; artık özgün dillerinde var olmamaları. Matta'ya göre Kutsal Kitap'ın ve kesin­likle İbranilere Mektup'un {Elçilerin İçleri} artık o şekilde var olmamalarına rağmen İbranice yazıldıkla­rı düşünülmektedir. İbn' Ezra, yorumlarında Eyüp’ün kitabının İbraniceye başka bir dilden çevrildiğini ve belirsizliğinin bu nedenden kaynaklandığını bildir­mektedir. Doğruluğu kabul edilmeyen kitaplarla ilgili bir şey demiyorum; çünkü yetkileri ikinci derece bir temele dayanıyor.

Bu Kutsal Kitap'ı kendi tarihinden yorumlama yönteminin yukarıda sözü geçen zorluklarını o kadar büyük görüyorum ki Kutsal Kitap'ın birçok yerinin gerçek anlamının anlaşılamaz olduğunu ya da olsa olsa tahmin konusu olduğunu söylemede kararsız kalmıyorum. Ama yine belirtmeliyim ki, diğer taraf­tan böyle farklılıklar aklın açık bir düşünce oluştura- bildiği, tek başlarına kavranabilen şeylerde değil de, biz bir peygamberin kavranamayan, sadece hayal 163

edilebilen şeylerde ne anlatmak istediğinin izini sürmeye giriştiğimizde doğuyor [Son Not 8], "Erdem­li olana bir sözcük yeter" atasözünün de dediği gibi yapılarından kolayca anlaşılan konular, açıklanamaz duruma gelecek kadar belirsiz ifade edilemez. Sadece çok basit ve kolayca anlaşılan konularla ilgili yazan Öklid  herhangi bir dili konuşan herhangi biri tara­fından kolayca anlaşılabilir; yazdığı dilin kusursuz bilgisine sahip olmadan; aslında temel bir aşinalıkla yetinerek onun niyetini eksiksiz kavrayabiliriz ve gerçekten ne anlatmak istediğini anlayabiliriz. Yaza- nn yaşamıyla, uğraşlarıyla ya da alışkanlıklanyla ilgili olarak hiçbir araştırma yapmamıza gerek yok; ya da hangi dilde ya da ne zaman yazdığı ya da kitap­larının geçirdikleri değişiklikleri ya da türlü yorumla­n ya da nasıl ya da kimin tavsiyesiyle kabul edildiği­ni soruşturmaya gerek duymuyoruz.

Burada Öklid'le ilgili sözünü ettiğimiz şey, şeyleri kendi algılanabilir yapılarıyla çözümleyen tüm kitap­lar için eşit şekilde söylenebilir. Böylece Kutsal Ki- tap'ın ahlaki konulardaki amacımn izini onunla ilgili sahip olduğumuz tarihten kolayca sürebileceğimiz ve onun gerçek anlamından emin olabileceğimiz sonu­cuna varabiliriz.

Gerçek dindarlığın kuralları çok sıradan bir dille ifade edilir ve eşit ölçüde basit ve kolay anlaşılır. Bundan öte gerçek kurtuluş ve kutluluk ruhun ger­çek isteğinden oluştuğu - ve biz sadece açıkça anla­dığımız şeyleri istediğimiz için - Kutsal Kitap'ın amacının izini kesinlikle kurtuluşla ilgili ve kutluluk için gerekli konulardan sürebileceğimiz çok açık. Bu yüzden geriye kalanlarla; yani genellikle akıl ve anla­yışımızla kavrayamadığımız için öğretici olmaktansa tuhaf olan konularla ilgili çok da sıkıntıya girmemiz gerekmez.

Sanırım artık Kutsal Kitap'ın yorumlanmasının doğru yöntemini ortaya koymuş bulunuyorum ve yöntem üzerindeki düşüncelerimi yeterince açıkla­dım. Bunun yanında böyle bir yöntemin sadece doğal aklın yardımım gerektirdiğini herkesin göreceğinden kuşku duymuyorum. Doğal aklın yapı ve yararlığı bilineni bilinmeyenden çıkarma ve kanıtlama ya da onların akla yatkın sonuçlarına giden öncüller taşı­masından oluşur ve bunlar da bizim yöntemimizin istediği işlemlerdir. Kutsal Kitap'taki her şeyi açık­lamada yeterli olmadığını kabul etmememiz gerekse de böyle bir kusur kendi yapısından değil, aslında dikkat çektiğim zorluklarda gösterdiğim gibi, Kutsal Kitap'ın bize öğrettiği yola gerçekte insanların hiçbir zaman yönelmemesi ya da bu yolda yürümemesi ve böylece zamanın geçmesiyle bu yolun çok zorlaşması ve neredeyse geçilmez hale gelmesi olgusundan kay­naklanıyor.

Geriye sadece benden farklı olanların görüşlerini incelemek kalıyor. Dikkatimizi çeken ilki, doğanın ışığının Kutsal Kitap'ı yorumlama konusunda hiçbir erki olmadığı, bu iş için doğaüstü bir yeteneğin ge­rekli olduğudur. Bu doğaüstü yetenekle ne anlatmak istendiğini açıklamayı, görüşü öne sürenlere bırakı­yorum. Kişisel olarak sadece Kutsal Kitap'ın gerçek anlamıyla ilgili bütün kuşkularını ifade etmek için çok belirsiz bir yöntem benimsediklerini tahmin

edebiliyorum. Eğer yorumlarına bakarsak, onların hiçbir doğaüstü şey, en azından en ufak varsayım içermediklerini görürüz.

Bunlar, dürüstçe doğal yeteneklerinden başka bir şeyleri olmadığını itiraf edenlerinkiyle yan yana konulsun; her ikisinin de benzer - insani, üzerinde iyice düşünülmüş, zahmetle icat edilmiş olduğunu göreceğiz. Doğal aklın böyle sonuçlar için yetersiz olduğunu söylemek öncelikle yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü açıkça yanlıştır; yani Kutsal Ki- tap'ı yorumlamanın zorluğu insan aklının eksikli­ğinden değil, sadece soruşturma için gereçler henüz varken, onun tarihine önem vermeyen insanların bu gereçleri boşlamasından (hem de kötü niyetlerinden) doğuyor. İkincisi (sanırım herkesin kabul ettiği gibi) bu doğaüstü yeteneğin sadece inananlara bağışlan­mış bir Tanrısal yetenek olduğu olgusundan doğu­yor. Ama peygamber ve havariler sadece inananlara değil, başta inançsız ve kötü ruhlulara vaaz verdiler. Bu yüzden böyle insanlar peygamberlerin ve havarile­rin amaçlarını anlayabiliyorlardı, yoksa peygamberler ve havariler akıl bağışlanmış insanlara değil, küçük oğlanlara ve bebeklere vaaz veriyormuşlar gibi görü­nürlerdi. Musa da eğer sadece yasaya gerek duyma­yan inançlılarca anlaşılabiliyorlarsa yasalarını boşu­na vermiş olurdu. Aslında peygamberler ve havarile­rin ne anlatmak istediğini anlamak için doğaüstü yetenekler talep edenler gerçekten doğal yetenekler­den yoksun görünüyorlar, böylece böyle insanların Tanrısal doğaüstü bir yeteneğe neredeyse sahip ol­madıklarını varsaymalıyız.

Maymonides'in düşüncesi büyük ölçüde farklıydı. O, Kutsal Kitap'taki her parçanın çeşitli hatta zıt 166

anlamlara olasılık tanıdığını; ama yorumladığımız kadarıyla, o parçanın akla yatkın olmayan hiçbir şey içermediğini görene kadar özellikle herhangi bir parçadan emin olamayacağımızı ifade eder. Parça kendi içinde tamamen açık görünmesine rağmen eğer sözcük anlamı akılla çatışıyorsa bir tür mecaz anlama gelecek şekilde çevrilmelidir. Bu öğretiyi More Nebuchim kitabının xxv. parça ii. kısmında çok açık olarak ortaya koyuyor; çünkü diyor ki: "Kut­sal Kitap'ın dünyanın yaratılmasıyla ilgili dediği şey yüzünden, dünyanın öncesiz olduğunu doğrulamak­tan kaçınmadığımızı bilin." Çünkü dünyanın yara­tıldığını öğreten metinler sayıca Tanrı'nın bir bedeni olduğunu öğreten metinlerden fazla değil; dünyanın yaratılması konusundaki yaklaşımlar bizim için kapalı ya da zorlaştırılmış da değil. Böylece ne yazıl­dığını, Tanrı'nın bir bedeni olmadığını gösterdiği­mizdeki gibi açıklayanlayız, hatta belki de dünyanın sonsuzluğu öğretisini, Tanrı'nın kutsal bir bedeninin olduğu öğretilerini açıkladığımızdan daha kolay açıklayabilir ve konuyu kesin bir şekilde kapatabilir­dik. Ama iki şey beni dediğim gibi yapmaktan ve dünyanın sonsuz olduğuna inanmaktan alıkoyuyor. Tanrı'nın bir bedeni olmadığı açıkça gösterildiği için mecburen sözcük anlamının kanıta uymayan tüm bu parçalarını açıklamalıyız; çünkü onlar ancak bu şekilde açıklanabilirler. Ama dünyanın bengiliği böyle gösterilmemiştir, bu yüzden aklın buyruğuyla tam tersini benimseyebileceğimiz bazı yaygın görüş­lerin desteğiyle Kutsal Kitap'ı bozmak gereksizdir.

Maymonides'in sözleri işte böyledir ve savımızı temellendirmek için açıkça yeterlidir. Çünkü eğer dünyanın sonsuz olduğuna akılla ikna olmuş olsay-

dı, Kutsal Kitap'ın sözlerini bu öğretiyi öğretiyormuş gibi görünecek şekilde çarpıtmakta ve örtbas etmekte kararsız kalmazdı. Kutsal Kitap her yerde dünyanın bengiliğini açıkça reddetmesine rağmen, Maymo- nides Kutsal Kitap'ın gerçekten bunu öğretmeye eğilimli olduğundan, oldukça emin olacaktı. Böylece Kutsal Kitap'ın anlamı ne kadar açık olursa olsun yazılan şeyin doğruluğundan kuşku duyduğu sürece, onu kavradığından emin olmayacaktı. Çünkü bir şeyin doğruluğundan kuşkulu olduğumuz sürece onun akla uygun olup olmadığından ya da akla aykırı olup olmadığından ve sonuçta bir parçanın sözcük anlamının doğru olup olmadığından kuşku duyuyo­ruz.

Eğer böyle bir kuram sağlam olsaydı, Kutsal Kitap'ı yorumlamak için doğal aklın ötesinde bir yeteneğin gerekli olduğunu kesinlikle kabul ederdim. Kutsal Kitap'ta gördüğümüz neredeyse her şey doğal aklın bilinen ilkelerinden çıkarsanamaz. Bu yüzden onla­rın doğruluklarıyla ya da Kutsal Kitap'ın anlamı ve amacıyla ilgili bir sonuca varamamah, daha öte bir yardımın gereksinimini duymalıyız.

Bunun ötesinde bu kuramın doğruluğu, genellikle ayrıntılı kamtlar için anlayışa ya da onlar için boş zamana sahip olmayan kitlelerin, Kutsal Kitap'la ilgili tüm bilgilerini filozoflardan edinmek zorunda kalmalarım ve sonuçta filozoflar tarafından yapılan yorumların yanlışsız olduğunu kabul etmeye zor­lanmalarını gerektirirdi.                                            .

Gerçekte bu, dinsel yetkinin ve yeni bir tür rahip ya da papalann insanda saygıdan çok gülme uyandı­ran yeni bir biçimi olmuş olurdu. Bizim yöntemimiz kesinlikle kitlelerin onun için boş zamam olmadığı 168

bir İbranice bilgisi gerektiriyor; ama karşımıza yuka­rıdaki gibi hiçbir itiraz da konulamaz. Çünkü pey­gamberlerin ve havarilerin vaaz verdiği ve onlar için yazdığı sıradan Yahudiler ya da Yahudi olmayanlar dili ve sonuçta onlara seslenen peygamber ya da havariyi anlıyorlardı; ama Maymonides'e göre vaaz edilen şeyin esas mantığını kavramıyorlardı ve bu da vaazı anlamak için gerekliydi.

O zaman yöntemimizde kitlelerin yorumcuların tanıklığını izlemelerini gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Maymonides, peygamber ya da havariye ait anlama, şeylerin nedenlerine ilişkin bilgileri aracılı­ğıyla ulaşabilen binlerine işaret edemiyorken, ben peygamberlerin ve havarilerin dilini anlayan birta­kım insanlara işaret ediyorum.

Bizim zamanımızın halk yığınına gelince biz, ne­denleri bilinemese de kurtuluş için ne gerekliyse herhangi bir dilde kolayca anlaşılabileceğini göster­miş bulunuyoruz; çünkü bu dil tamamen sıradan ve alışılmıştır; kitlelerin yorumcuların tanıklığına bo­yun eğmemesi bunun gibi bir anlayışta olur; diğer konularla ilgili de bilgisiz ve bilgililer benzer geçinir­ler.

Ama Maymonides'in düşüncesine geri dönelim ve onu daha yakından inceleyelim. En başta peygamber­lerin birbirleriyle tam bir uyum içinde olduklarını ve onların kusursuz filozoflar ve tanrı bilimciler olduk­larını varsayıyor; çünkü Maymonides onların sonuç­larını saltık doğruluk üzerinde temellendirdiklerini varsayıyordu. Bundan öte Kutsal Kitap'ın anlamının Kutsal Kitap'ın kendisinden açıklanamayacağını varsayıyor,- çünkü şeylerin doğruluğu orada açıklan­mıyor (yani kitap hiçbir şey kanıtlamıyor ya da sö-

zünü ettiği konuları, tanımları ve ilk nedenleri aracı­lığıyla öğretmiyor) bu yüzden Maymonides'e göre Kutsal Kitap'ın gerçek anlamı kendisinden çıkarıla­maz ve orada aranmamalıdır.

Böyle bir öğretinin yanlışlığı bu bölümde gösterili­yor; çünkü Kutsal Kitap'ın anlamının sadece Kutsal Kitap'ın kendisinden açıklanabildiğin! hem akıl hem de örneklerle gösterdik ve sıradan bilgiyle yanıtlanan soruların yanıtları bile başka bir kaynakta aranma­malı.

Son olarak böyle bir kuram Kutsal Kitap'ın sözleri­ni çarpıtarak ve tersine çevirerek ya da ne kadar açık olsa da sözcük anlamını tamamen değiştirerek onları yerleşik görüşlerimize göre açıklayabileceğimizi var­sayıyor. Böyle bir izin, bu ve gelecek parçaların öğre­tisine tamamen terstir ve dahası aceleci ve aşırı olduğu herkesçe görülecektir.

Ama tüm bu izni bağışlasak da, bu neyi değiştirir? Kesinlikle hiçbir şeyi. Kanıtlanamayan ve Kutsal Kitap'ın büyük bölümünü oluşturan bu şeyler akılla incelenemezler ve bu yüzden bu kuralla açıklanamaz ve yorumlanamazlar; oysa bunun tersi olarak kendi yöntemimizi izleyerek daha önce gösterdiğimiz gibi akıl ve örnekle bu yapıdaki birçok konuyu açıklayabi­lir ve onları kesin bir temel üzerinde tartışabiliriz. Yapılarından dolayı anlaşılır olan bu konuları belir­tildiği gibi sadece bağlam aracılığıyla kolayca açıkla­yabiliriz.

Bu yüzden Maymonides'in yöntemi açıkça yarar­sız. Buna kitlelerin tarafsız yorumlanyla ya da her­hangi başka bir şekilde diğer insanlar aracılığıyla elde ettikleri tüm kesinliği ortadan kaldırmasını da ekle­yebiliriz. O zaman sonuçta Maymonides'in yöntemi- 170

ni zararlı, yararsız ve saçma olarak eliyoruz.

Roma'nın papaları daha güvenilir kanıta gereksi­nim duyarken, Ferisilerin geleneğinin tutarlı olmadı­ğını zaten göstermiştik; aslında ilkini sadece şu temelle reddediyorum; eğer papalar bize Kutsal Ki- tap'ın anlamını Yahudilerin hahambaşılan kadar kesin olarak işaret edebilseydi kâfir ve dinsiz Romalı rahiplerin olması gerçeği beni papaların yetkisini kabullenmekten vazgeçirmezdi. Çünkü eski İbrani hahambaşılan arasında hahambaşılığım uygun ol­mayan yollarla kazanan kâfir ve dinsiz insanlar vardı ama yine de yasayı yorumlamada üstün erkleri için Kutsal Kitap'ın onayına sahiptiler (Bkz. Yasa’nın Tekrarı xvii: 11, 12 ve xxxiii: 10, ayrıca Malaki ii:8.).

Ancak papalar böyle bir onay gösteremedikleri için onların yetkisi çok ciddi kuşkulara açık kalıyor, hiç kimse Yahudi hahambaşılan örneğiyle aldatılıp Katolik dininin de bir rahip gereksinimi duyduğunu düşünmemeli; Musa'nın yasalarının aynca ülkenin sıradan yasaları olduğunu, onlara uyulmasını kesin- leştinnek için zorunlu olarak bir tür kamusal yetki gerektiği akılda tutmalı; çünkü eğer herkes ülkesinin yasalarını istediği gibi yorumlasaydı hiçbir devlet ayakta kalamazdı, bu nedenden ötürü devlet hemen çözülürdü ve kamusal haklar özel haklara dönüşür­dü.

Din konusunda durum büyük ölçüde farklıdır. Dış hareketlerden çok özyapının saflığı ve doğruluğundan oluşması nedeniyle din, yasa ve kamusal yetkinin sınırları dışında kalıyor. Özyapının saflık ve doğrulu­ğu yasalardaki zorlamalarla ya da devletin yetkisiyle ortaya çıkarılmıyor, dünyadaki hiç kimse kutlu bir duruma yasayla zorlanamaz; böyle bir yerine getirme 171

işi için gerekli olan araç vefakâr ve kardeşçe öğüt, sağlam eğitim ve hepsinin üstünde kişisel kararın özgür kullanımıdır.

Bu yüzden yüce özgür düşünce hakkı, dinde bile bütün insanlann erkidir ve böyle bir erkin aktarıla­bilmesi anlaşılmazdır ve bu yönden yüce hakkı ve özgür karar yetkisini kullanmak her insanın elinde­dir. Yasanın yorumlanmasında kamusal işlerde yüce yetkiyi ve karan hâkimlerin eline vermek için tek neden bu işlerin kamusal konuları ilgilendirmesidir. Benzer şekilde dini açıklarken ve din üzerine karar verirken üstün yetki bireydedir çünkü bu bireysel haklar konusuyla ilgilidir. O zaman şimdiye kadar Maymonides'in yöntemi Romalı papaların yetkileri­ni, İbrani hahambaşılarının yetkileriyle onaylayarak dini yorumlamayı söylemekten çok, bireysel yargı gücünü temellendirmeye yönelik olurdu. Böylece bu yönden de Kutsal Kitap’ı yorumlamada bizim yön­temimizin en iyi olduğunu gösterdik. Kutsal Kitapla- ilgili en üstün erk tüm insanlara ait olduğu için böyle bir yorumlama için kural - herhangi bir doğa­üstü ışık ya da dış yetki değil, herkeste bulunan aklın doğal ışığından başka bir şey olmamalı; dahası böyle bir kural sadece çok yetenekli filozoflarca uygu­lanabilecek kadar zor olmamalı, insanlığın sıradan yetenek ve anlayışına uyarlanmah. Ve böylece insa­nın dikkatsizliğinden doğan böyle zorlukların yön­temimizin yapısının bir parçası olmadığını göster­dim.

VIII. Bölüm:

Tevrat’ın İlk Beş Kitabının  Yazarlığı
ve Eski Antlaşma’nın Diğer Tarihi
Kitapları Hakkında

Eski Antlaşmanın ilk beş kitabının Musa tarafın­dan yazılmaması.

Musa'nın gerçek yazılarının farklı olması.

Diğer tarihi kitaplarda son zamanlardaki yazarlığın izleri.

Tüm tarihi kitapların tek bir adamın yapıtı olması.

Muhtemelen Ezra’nın yapıtı olması.

Yasa'nın Tekrar'ını kimin derlediği.

Ve sonra da kitapları konularının adlarıyla ayırt eden bir tarih.

Önceki bölümde Kutsal Kitap ile ilgili bilginin ilke ve kaynaklarını ele aldık ve onun sadece kutsal yazı- lann güvenilir bir tarihinden oluştuğunu gösterdik. Eskiler tarafından böyle bir tarihe gerekli olan önem gösterilmedi ya da öyle veya böyle ne yazmış ya da miras bırakmışlarsa zaman aşımıyla yok oldular, sonuç olarak böyle bir araştırma için ön hazırlıklar­dan büyük ölçüde yoksunuz. Eğer kalıtçı kuşaklar kendilerini doğruluğun sınırları içine kapatsalardı ve özenle kendi kafalarından ekledikleri olmadan teslim aldıkları ve keşfettikleri az sayıdaki ayrıntıyı miras bıraksalardı buna katlanılabilirdi. Gerçekte Kutsal Kitap'ın tarihi güvenilemeyecek kadar eksik değil. Kaynaklar, üzerlerinde bilgi ve ilkeler yapılandırmak için fazla yetersiz olmakla birlikte sağlam da değil. Bu eksiklikleri düzeltmek ve yaygın dinsel önyargıla­rı ortadan kaldırmak amacımın bir parçası. Ama korkarım ki işime çok geç girişiyorum; çünkü insan­lar işi çelişkiyi çekememe, din adı altında neyi be- nimsedilerse inatla savunmaya kadar vardırdılar. Bu önyargılar o kadar geniş ölçüde insanların aklını ele geçirdi ki bütününe oranla küçük bir kısmı aklı dinleyecek. Yine de girişimde bulunacağım ve hiçbir çabadan kaçınmayacağım; çünkü başarıdan ümidi kesmek için hiçbir kesin neden yok.

Konuyu düzenli olarak çözümlemek için kutsal ki­tapların gerçek yazarlarıyla ilgili kabul gören görüş­lerle başlayacağım ve öncelikle neredeyse evrensel olarak Musa olduğu varsayılan Tevrat’ın İlk Beş Kitabı'nın yazarından söz edeceğim. Ferisiler onun kimliğine o kadar çok ikna olmuşlar ki, bu konuda kendilerinden farklı düşünen herkesi kâfir sayıyorlar. Bu yüzden aydın bir akla ve küçümsenemeyecek bilgiye sahip olan ve bildiğim kadarıyla bu görüşü çözümleyen ilk kişi olan İbn' Ezra ne anlatmak iste­diğini açıkça ifade etmeye cesaret edemedi, kendisini gizemli ipuçlarıyla sınırladı. Konuyu tümüyle açığa kavuşturmamak için bu gizemli ipuçlarını açıkla­maktan kaçınacağım.

İbn' Ezra’nın Yasa'nın Tekrarı üzerine olan açık­lamasındaki sözleri şöyledir: "Şeria’nın ötesinde...

Eğer on ikinin gizemini anlıyorsanız... dahası yasayı Musa yazdı... O günlerde orada Kenardılar yaşıyor­du... Tanrı'nın dağında belli edilecek... o zaman onun yatağına, demir yatağına da bakın, o zaman doğruyu bileceksiniz." Bu birkaç sözcükte Tevrat'ı yazanın Musa olmadığına, ondan çok sonra yaşayan biri olduğuna ve bundan öte Musa'nın yazdığının günümüze kadar gelenden farklı bir şey olduğuna işaret ediyor ve aynı zamanda gösteriyor.

Bunu kanıtlamak için şu gerçeklere dikkat çekiyor:

I.    Hiçbir zaman Şeria'nın öbür tarafına geçmediği için Yasa'nın Tekran'nın önsözünün Musa tarafın­dan yazılamayacağına.

II.    Musa'nın kitabının tamamının Hahamlara göre sadece on iki taştan oluşan tek bir sunağın yöresinde (Yasa'nın Tekran xxvii ve Yeşu viii:37j uzun uzadıya yazıldığına. Bu yüzden Musa'nın kitabının Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'ndan az ya da çok uzun olması gerek­tiğine. Bence on ikinin gizemiyle, Musa'nın Levililere yasanın ezbere okumalarından sonra okumalarını buyurduğu ve böylece insanları onlara uymaya zorla­dığı için yasada yer alamayacağını düşündüğü, Ya­sa 'nın Tekran'nın yukarıda alıntısı yapılan parçasın­da yer alan on iki laneti kastetmediği sürece yazarı­mızın anlatmak istediği budur. Ya da yine yazarımı­zın aklında Musa'nın ölümünü işleyen ve on iki dize içeren Yasa'nın Tekran'nın son parçası olabilir. Ama bunların ve benzer varsayımların üzerinde durmaya gerek yok.

III.    Yasa'nın Tekran xxxi:9'da "ve Musa yasayı yazdı:'' ifadesi yer alıyor. O zaman bu sözcükler Mu­sa'ya mal edilemez, başka bir yazar Musa'nın iş ve yazılarını anlatıyor olmalı.

IV.    Yaratılış Xı.6'da tarihçi, İbrahim'in Kenan ül­kesinden geçmesini anlattıktan sonra ekliyor: "O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu." ve böylece açıkça yazdığı zamanın dışında bir zamandan söz ediyor. O zaman bu parça Kenanlıların sürüldüğü ve artık o topraklara sahip olmadıkları bir zamanda, yani Musa'nın ölümünden sonra yazılmış olmalı.

Parçayla ilgili yorumunda İbn' Ezra sorundan üstü kapalı bir şekilde şöyle söz ediyor - : "Ve o günlerde orada Kenardılar yaşıyordu: Nuh'un torunu Kenan, onun adını taşıyan toprağı, başka bir ülkeden almış görünüyor; eğer bu, parçanın gerçek anlamı değilse, parçada bir gizem saklıdır ve onu anlayan sessiz kalsın." Yani eğer o bölgeleri Kenan işgal ettiyse, anlam, başka biri tarafından sahip olunduğu zama­nın tersine o günlerde orada Kenanlıların yaşadığı olurdu. Ama eğer Yaratılış x. parça'dan anlaşıldığı gibi- ülkede ilk yaşayan Kenansa, metin, şimdiki zamanı,- yani yazıldığı zamanı dışlıyor olmalı. Mu­sa'nın zamanında Kenardılar  hala bölgeye sahip olduğu için, yazı Musa'nın yapıtı olamaz. Hakkında sessiz kalınmasının önerildiği gizem budur.

V.   Yaratılış xxii:14'te Moriya Dağı Tanrı'nın dağı olarak adlandırılıyor [Son Not 9]; yani Tapınak'ın yapılmasının sonrasına kadar almadığı bir adla; dağın seçimi Musa'nın zamanında yapılmamıştı çünkü Musa, Tanrı tarafından seçilen herhangi bir yer belirtmemişti. Tam tersine Tanrı'nın bu adı gelecek bir zamanda verilecek bir yer seçeceğini ön­ceden haber verir.

VI.    Son olarak Yasa'nın Tekrarı iii. parçada, Başan krah Og ile ilgili bölüme şu sözler eklenmiştir: " - Refahlar'dan yalnız Başan Krah Og sağ kalmıştı. Og'un Ammonlular'ın Rabba Kenti'ndeki yatağı de­mirdendi. O gün kullanılan arşın ölçüsüne göre uzunluğu dokuz, eni dört arşındı. - " Eklenen bu bilgi çok açık bir şekilde yazarının Musa'dan çok sonraları yaşadığını gösteriyor; çünkü bu konuşma kipi sadece geçmiş zamanda olan şeylerden söz eder­ken kullanılır ve güvenilirlik kazanmak için kanıtla­ra işaret ediyor. Dahası bu yatak neredeyse kesinlikle Rabba şehrini fetheden Davut tarafından keşfedil­mişti.^ Samuel xii:30) Yine tarihçi biraz daha ileri­de Musa'nın sözlerinden sonra ekliyor. "Manaşşe soyundan Yair gidip Amorlular'ın yerleşim birimleri­ni ele geçirdi ve bunlara Havvot-Yair adım verdi." Bu parça ondan önce gelen Musa'nın sözlerini açıkla­mak için eklenmiştir. "Gilat'ın geri kalan bölümünü ve Og'un ülkesi Başan'ı Manaşşe oymağının yarısına verdim. Başan'daki Argov bölgesi Refahlar ülkesi diye bilinirdi." Yazann zamanındaki İbraniler kuşkusuz hangi bölgelerin Yahuda oymağına ait olduğunu biliyorlardı ama onları Argov bölgesi ya da Refahlar ülkesi adı altında bilmiyolarlardı. Bu yüzden yazar eski zamanlarda böyle şekillendirilmiş bu yerlerin ne olduğunu açıklamak ve aynı zamanda yazdığı çağda bu yerlerin neden Yahuda değil de Manaşşe oyma­ğından olan Yair adıyla bilindiğine dikkat çekmek zorunda kalıyor. Böylece İbn' Ezra'nın ve savına

kanıt olarak alıntı yaptığı Tevrat'ın parçalarının ne anlatmak istediğini açıklamış oluyoruz. Ancak İbn' Ezra her örneğe, hatta en başta gelenlerine dikkat çekmiyor; geriye alıntı yapılabilecek daha büyük önemi olan birçokları kalıyor. Yani (I.) söz konusu kitapların yazarı Musa'dan üçüncü şahıs olarak söz ediyor ama aynı zamanda onunla ilgili birçok ayrın­tıya tanıklık ediyor; örneğin, "Musa Tanrı'yla konuştu", "Tanrı Musa ile yüz yüze konuştu", "Musa yeryüzünde yaşayan herkesten daha alçakgönüllüy­dü." (Çölde Sayım xii:3); "Musa savaştan dönen ordu komutanlarına öfkelendi.", "Tanrı adamı Musa...", "Rab'bin kulu Musa... öldü.", "O günden bu yana İsrail'de Musa gibi... bir peygamber çıkmadı."...vs. Diğer taraftan Yasa’nın Tekran'nda. Musa'nın insan­lara açıkladığı ve yazdığı yasa açıklanıyor, Musa konuşuyor ve ne yaptığını birinci şahıstan anlatıyor: "Tanrı benimle konuştu" (Yasa’nın Tekrarı ii:l, 17...vs.), "Rab'be yakardım"...vs. Tarihçi, Musa'nın sözlerini aktarması dışında, kitabın sonunda Musa'­nın insanlara yazıyla açıkladığı yasayı nasıl miras bıraktığım, onları yine uyardığım ve bundan öte hayatını nasıl noktaladığım anlatmak için yine üçüncü şahısta konuşmaya başlıyor. Tüm bu ayrıntı­lar, anlatım biçemi, tanıklık ve tüm öykünün bağla­mı bu kitapların Musa'nın kendisi değil, başka biri tarafından yazıldığı açık sonucunu gösteriyor.

II.    Aynı zamanda öykünün sadece Musa'nın ölüm ve gömülüş biçimini ve İbranilerin otuz günlük yası­nı anlatmadığına, bundan öte onu ondan sonra gelen peygamberlerle karşılaştırdığına ve onun hepsinden üstün olduğunu belirttiğine de dikkat etmeliyiz. "O günden bu yana İsrail'de Musa gibi Rab'bin yüz yüze 178

görüştüğü bir peygamber çıkmadı." Böyle bir tanıklık Musa'nın kendisi ya da ondan hemen sonra yaşamış biri tarafından edilmiş olamaz, özellikle de tarihçi geçmiş zamanlardan söz ettiği için bu tanıklık Mu­sa'dan yüzyıllar sonra yaşayan biri tarafından edilmiş olmalı. Ve gömüldüğü yerle ilgili de şöyle diyor: "Bu güne kadar hiç kimse bilmiyor."

III.    Bazı yerlerin Musa'nın yaşadığı zaman boyun­ca aldıkları adları taşımadıklarına, daha sonra aldık­ları adları taşıdıklarına dikkat etmeliyiz. Örneğin, Musa'nın düşmanlarını Dan'a kadar kovaladığı söy­leniyor, yani Yeşu'nun ölümünden çok sonraları şehre verilen bir ad olan Dan'a kadar {Yaratılış xiv;14, Hâkimler xviii;29).

IV.   Anlatım Musa'nın ölümünden sonraya kadar uzatılıyor; çünkü Yaratılış xvi:34'te şöyle deniliyor: "İsrailliler yerleştikleri Kenan topraklarına varıncaya dek kırk yıl man yediler." diğer bir deyişle Yeşu vi: 12'de adı geçen zamana kadar.

Yaratılış xxxvi:31'de de aynı şekilde belirtiliyor ki: "İsrailliler'! yöneten bir kralın olmadığı dönemde, Edom'u şu krallar yönetti." Tarihçi kuşkusuz, 2 Sarmıel viii:14'te okuduğumuz gibi Davut [Son Not 10] o bölgeyi fethetmeden ve askeri birliklerini bu­lundurmadan önce orada olan İdumeya krallarını anlatıyor. Söylenenlerden Tevrat'ın Musa tarafından değil, Musa'dan çok sonra yaşayan biri tarafından yazıldığı gün gibi ortada. Şimdi dikkatimizi Musa'­nın gerçekten yazdığı ve Tevrat'ın ilk beş kitabında alıntısı yapılan kitaplara yöneltelim; böylece onların Tevrat'ın ilk beş kitabından farklı olduklarını görece­ğiz. Öncelikle Mısır’dan Çıkış xviii:14’te Musa'nın, Tanrı'nın buyruğuyla, Amalek'e karşı yapılan savaşın

bir açıklamasını yazdığı görülür. Yazdığı kitap biraz önce alıntısı yapılan parçada adlandırılmıyor ama Çölde Sayım xxi:12'de Tanrı'nın savaşlan adlı bir kitaptan söz ediliyor ve Çölde Sayım xxxiii:2'de Mu­sa tarafından yazıldığı söylenen Amelek'e karşı olan bu savaş ve ordu kampları kuşkusuz orada anlatılı­yor. Ayrıca Mısır’dan Çıkış xxiv:4'te Musa'nın Tan- rı'yla ilk kez anlaşma yaptıklarında İsraillilerin önünde okuduğu Sözleşmenin Kitap'ı adlı başka bir kitabı görüyoruz. Ama bu kitap ya da yazı çok az şeyi içeriyordu yani bizim Mısır’dan Çıkış xx:22'de xxiv. parçanm sonlarına doğru gördüğümüz yasalar ve buyruklan içeriyordu ve bunu söz konusu parçayı akıllıca ve yansızca okuyan hiç kimse reddetmeye­cektir. Orada Musa'nın, insanların Tanrı ile bir ant­laşma yapılmasıyla ilgili hislerini öğrendikten hemen sonra Tanrı'nın yasalarını ve sözlerini yazdığı ve sabah bazı törenler yapıldıktan soma antlaşmanın koşullarını bir insan topluluğuna okuduğu belirtili­yor. Bunlar yapıldıktan sonra ve kuşkusuz herkes tarafından anlaşıldıktan soma tüm insanlar onayla- nm verdiler.

Şimdi incelenmesinde harcanan kısa zamandan ve ayrıca sıkıştırılmış yapısından dolayı bu belge açıkça bizim biraz önce anlattığımızdan daha fazla bir şey içermiyordu. Bundan öte Musa'nın Mısır’dan Çıkış­tan soma kırkıncı yılda teslim aldığı bütün yasalan açıkladığı; ayrıca ikinci bir kez insanları onlara uy­maları için yasaya bağladığı ve sonunda yasalan onları açıklayan ve yeni antlaşmayı içeren bir kitapta yazıya geçirdiği açık (Yasa’nın Tekrarı i:5; xxix:14; xxxi:9) ve bu kitap bu yüzden Tanrı'nın yasasımn kitabı adım almıştı. Bu kitap, insanları yasalarla 180

bağladığı ve Tanrı'yla giriştiği yeni yasayı ortaya koyduğunda, Yeşu tarafından eklemeler yapılan kitapla aynıydı (Yeşu xxiv:25, 26).

Aslında Keldani  yorumcu Jonathan'ın çılgın var­sayımlarım benimsemediğimiz ve Kutsal Kitap'nı sözcüklerini dilediğimizce çarpıtmadığımız sürece şimdi elimizde Musa'nın bu antlaşmasını ve Yeşu'nun antlaşmasını içeren günümüze kadar gel­miş bir kitap olmadığı için zorunlu olarak bunların yok olduğu sonucuna varmalıyız. Bu yorumcu, şim­diki sorunumuzun karşısında kendi bilgisizliğini itiraf etmektense kutsal metni bozmayı tercih etti. Yeşu'nun kitabında "Bunları Tanrı'nın Yasa Kitabı'na da geçirdi." diye geçen parçayı "Bunları yazdı ve onla­rı Tanrı'nın yasasının kitabıyla sakladı" diye çevirdi. Sadece kendilerinin istediği gibi olan şeyleri gören insanlar için yapılabilir ki? Böyle bir işlem Kutsal Kitap'ı reddetmek ve kendi kafamızdan başka bir Kutsal Kitap uydurmak değil de nedir? Bu yüzden Musa'nın yazdığı Tanrı'nın yasası kitabının Tev­rat'ın İlk Beş Kitabı olmadığı, Beş Kitap'ın yazarının, gerektiği gibi, kendi kitabına eklediği oldukça farklı bir şey olduğu sonucuna varabiliriz. Bu kadarı hem dediğim hem de eklemek üzere olduğum şeyden çok açıktır. Çünkü yukarıda alıntısı yapılan, Musa'nın yasa kitabını yazdığı aktarılan Yasa’nın Tekrarı par­çasında, tarihçi, Musa'nın bu kitabı rahiplere miras bıraktığım ve onlara belli bir zamanda onu tüm insanlara okumalannı buyurduğunu ekliyor. Bu bir oturuşta herkes tarafından anlaşılacak şekilde oku­nabilen yapıtın Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'ndan çok

daha az uzunlukta olduğunu gösteriyor; bundan öte, Musa'nın yazdığı tüm kitaplar içinden ikinci ant­laşmanın bu kitabının ve (daha sonra tüm insanların öğrenmesi için yazdığı) Şarkının Musa'nın dinsel olarak korunması ve saklanmasına neden olduğu tek kitap olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Musa ilk ant­laşmaya sadece orada bulunanlan bağlamıştı ama ikinci antlaşmaya onların soyundan gelen herkesi bağladı (Yasa’nın Tekrarı xxxix:14) ve bu yüzden o bu antlaşmanın gelecek çağlarda özellikle gelecek kuşaklara seslenen Şarkı ile birlikte dinsel olarak saklanmasını buyuruyordu. O zaman Musa'nın bu antlaşma kitabı dışında herhangi bir kitap yazdığına dair hiçbir kanıt olmadığı için, gelecek kuşakların gözetmesi için başka hiçbir kitap bırakmadığından ve son olarak Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'nda Musa'nın yazamayacağı birçok parça olduğu için Musa'nın Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'nın yazarı olduğu inancı temelsiz ve mantıksız. Belki biri Musa'nın ona ilk bildirildiğinde başka yasalar yazıp yazmadığını sora­cak - başka bir deyişle kırk yıllık süreçte ilk antlaş­manın kitabında yer verildiğini belirttiğim birkaçı dışında yürürlüğe koyduğu yasaların herhangi birini yazıp yazmadığını soracak. Buna cevabım şu: Musa'­nın yasaları insanlara iletmek istediği zaman yazıya geçirmiş olması mantıklı görünmesine rağmen bunu kanıtlanmış olarak kabul edemeyiz; çünkü yukarıda böyle konularda Kutsal Kitap'tan almadığımız ya da temel ilkelerinden akla yatkın sonuçlar olarak çık­mayan eklemeler yapmamamız gerektiğini göster­dim. Akla yatkın her şeyi olası olarak kabul edeme­yiz. Ancak akıl bile bu durumda bizi böyle bir sonuca zorlamazdı. Çünkü ileri gelenler topluluğu Musa'nın 182

buyruklarını yazıya geçirmiş ve onları insanlara iletmiş olabilir ve tarihçi de bunları toplamış ve onları uygun olarak Musa'nın yaşamı kitabında ortaya koymuş olabilir. Musa'nın beş kitabı hakkın­da bu kadarı yeterli. Şimdi bizim diğer kutsal yazıla­ra geçme zamanımız geldi.

Biraz önce gösterdiğimiz nedenlere benzer neden­lerle Yeşu'nun kitabının onun el yazısı olmadığı kanıtlanabilir. Çünkü Yeşu'nun ününün tüm dünya­ya yayıldığını, Musa'nın öğrettiği hiçbir şeyi atlama­dığım (Yeşil vi:27; viii. son dize, xi:15), yaşlandığını ve halkın tümünden oluşan bir topluluğu çağırdığını ve sonuçta bu yaşamdan ayrıldığını anlatan Yeşu'dan farklı biri olmalı. Bundan öte, Yeşu'nun ölümünden sonra gerçekleşen olaylar anlatılıyor. Örneğin, onun ölümünden sonra İsraillilerin onu hatırlayan yaşh bir adam olduğu sürece Tanrı'ya taptıklarını; ve xvi:10. parçada: "Ne var ki, Efrayimoğulları ve Manaşşe- oğulları Gezer'de yaşayan Kenanlılar'ı buradan sür­mediler. Kenanlılar bugüne kadar Efrayimoğulları arasında yaşayıp onlara ücretsiz hizmet etmek zo­runda kaldılar." diye yazıyor. Bu Hâkimler i. parça­daki aynı ifade ve "bugüne kadar" deyişi yazarın eski zamanlardan söz ettiğini gösteriyor. Bu metinlerle Yahuda'nın oğullarıyla ilgili olan xv. parçanın son dizesini ve aynı parçada v: 14'teki Kalev'in öyküsüyle karşılaştırabiliriz. Bundan öte xxii:10 parçası ve devamında anlatılan iki buçuk oymak tarafından Şeria'nın ötesinde bir sunağın inşa edilmesi, Yeşu'nun ölümünden sonra gerçekleşmiş gibi görü­nüyor çünkü anlatım boyunca adı hiç geçmiyor, sadece insanların savaş ilan etmek için bir kurul topladığı, elçiler gönderdikleri, onların geri dönmele-

rini bekledikleri ve sonunda yanıtlarını kabul ettikle­ri belirtiliyor.

Son olarak x:14. parçadan kitabın Yeşu'nun ölü­münden birçok kuşak sonra yazıldığı açık çünkü "Ne bundan önce, ne de sonra Rab'bin bir insanın dileğini işittiği o günkü gibi bir gün olmamıştır." diyerek tanıklık ediyor. Bu yüzden eğer Yeşu bir kitap yaz- dıysa şimdi önümüzdeki yapıtta alıntısı yapılandır. (Bkz. parça x:13)

Hâkimler kitabıyla ilgili olarak sanırım mantıklı olan hiç kimse onun gerçek hâkimler tarafından yazıldığına ikna olmamıştır. Çünkü tüm öykünün ii. parçasında bulunan sonucu açıkça hepsinin tek bir tarihçinin yapıtı olduğunu gösteriyor. Bundan öte yazar bize sık sık o zamanlar İsrail'de bir kralın ol­madığını söylediği için kitabın monarşi kurulduktan sonra yazıldığı açıktır.

Samuel'in kitaplarının bizi uzun süre alıkoymasına gerek yok çünkü onlardaki anlatım Samuel'in ölü­münden çok sonra da devam ettirilmiştir; ama kita­bın Samuel'in ölümünden birçok kuşak sonra yazıl­dığı gerçeğine dikkat çekmeliyim. Çünkü i. kitap, ix:9. parçasında tarihçi bir parantez içinde şu açık­lamayı yapıyor: "Eskiden İsrail'de biri Tanrı'ya bir şey sormak istediğinde, "Haydi, biliciye gidelim" derdi. Çünkü bugün peygamber denilene o zaman bilici denirdi."

Son olarak Krallar kitapları, içlerindeki kanıttan anladığımız kadarıyla Kral Süleyman'ın (I Krallar xi:41) kitaplarından, Yahuda'nın krallarının tarihle­rinden (1 Krallar xiv:19, 29) ve İsrail'in krallarının tarihlerinden derlenmişti.

Bu yüzden şimdiye dek ele aldığımız tüm kitapla- 184

nn derlemeler olduğu ve orada kaydedilen olayların eski zamanlarda gerçekleştiği sonucuna varabiliriz. Şimdi eğer dikkatimizi tüm bu kitaplann bağlantısı ve tartışmasına verirsek hepsinin Yahudilerin baş­langıçlarından şehrin ilk yok edilişine kadar eski tarihlerini aktarmak isteyen tek bir tarihçi tarafından yazıldığım kolayca görebiliriz. Birçok kitabın birbiriy- le bağlanma şekli tek başına bize tek ve aynı yazarın anlatımları olduklarını göstermek için yeterli. Çünkü Musa'nın yaşamını aktardıktan hemen sonra tarihçi Yeşu'nun öyküsüne geçiyor: "Rab, kulu Musa'nın ölümünden sonra onun yardımcısı Nun oğlu Yeşu'ya şöyle seslendi... vs." böylece Yeşu'nun ölümü sonuca bağlandıktan sonra aynı şekilde aynı geçiş ve bağlan­tıyla Hâkimlerin öyküsüne geçiyor: 'Yeşu öldükten sonra İsrail'in çocukları Tanrı'ya sordular..." Hâkim­ler kitabına Rut'un öyküsünü bir tür ek olarak şu sözlerle ekliyor: " Hâkimlerin egemenlik sürdüğü günlerde İsrail'de kıtlık başladı."

Samuel'in ilk kitabı ve ikinci kitabı da benzer bir deyişle tanıtılıyor. O zaman Davut'un öyküsü sonuca bağlanmadan önce tarihçi aynı şekilde Krallar'ın ilk kitabına geçiyor ve Davut'un ölümünden sonra da Krallar'ın ikinci kitabına geçiyor.

Birleştirmeler ve anlatımların sırası hepsinin yara­tıcı bir amaçla yazan bir insanın yapıtı olduğunu gösteriyor; çünkü tarihçi İbrani ulusunun ilk köke­nini aktararak başlıyor ve sonra sırayla Musa'nın yasalarını ileri sürdüğü ve öngörülerinde bulunduğu zamanları ve olayları açıklıyor. Sonra İsraillilerin Musa'nın vahyi doğrultusunda söz verilmiş ülkeyi nasıl fethettikleri (Yusu'nın Tekran vii) ve ülke bastı­rıldıktan sonra yasalarına nasıl sırt çevirdikleri ve

böylelikle nasıl birçok felaketlere uğradıklarıyla de­vam ediyor (Yasa'nın Tekran xxxi:16, 17). Nasıl yöneticiler seçmek istediklerini ve yöneticilerin yasa­ya uydukları ölçüde de insanların nasıl geliştiğini ya da sıkıntı çektiğini (Yasa’nın Tekran xxviii:36); sonunda Musa'nın öngördüğü gibi ulusun nasıl yı­kıldığını anlatıyor. Yasayı doğrulama işine yarama­yan diğer konuları yazar ya sessiz kalarak atlıyor ya da okuyucuya bilgi edinmesi için başka kitapları öneriyor. Sahip olduğumuz kitaplarda anlatılan her şey Musa'nın söz ve yasalarını ortaya koyma amacı­na ve yasaları onlardan sonra gelen olaylarla kanıt­lamaya yardımcı oluyor. Bu üç düşünceyi yani tüm kitapların konu birliğini, aralarındaki bağlantıyı ve aktardıkları olaylar gerçekleştikten birçok kuşaklar sonra yapılan derlemeler oldukları gerçeğini bir araya getirdiğimizde biraz önce belirttiğim sonuca yani hepsinin tek bir tarihçinin yapıtı olduğu sonucuna varıyoruz. Bu tarihçinin kim olduğunu göstermek o kadar kolay değil; ama ben Ezra olduğundan kuşku­lanıyorum ve bu varsayımı benimsemek için birçok güçlü neden var.

Zaten tek bir birey olduğunu bildiğimiz tarihçi öy­küsünü Yehoyakim'in serbest kalmasıyla sürdürüyor ve kendisinin hayatı boyunca kralın masasında otur­duğunu ekliyor - yani ya Yehoyakim'in ya da Nebu- kadnessar'ın oğlunun; Çünkü parça birden fazla an­lama sahip. Bu nedenle bu kişinin Ezra'nın zama­nından önce yaşamadığı sonucu çıkıyor. Ama Kutsal Kitap Ezra'nınki dışında hiçbirine tanıklıkta bulun­muyor (Ezra vii:10): "Ezra kendini Rab'bin Yasası'nı inceleyip uygulamaya ve İsrail'de kuralları, ilkeleri öğretmeye adamıştı.” Bu yüzden Ezra dışında kutsal 186

kitapları mal edebileceğim birini bulamıyorum.

Bundan öte Ezra'yla ilgili bu tanıklıktan, onun kendisini sadece Rab'bin yasasını incelemeye değil, onu öğretmeye de adadığım görüyoruz ve Nehemya viii:8'de "Tanrı'nın Yasa Kitabı'nı okuyup açıkladılar, herkesin anlamasını sağlayacak biçimde yorumladı­lar." deniliyor.  .

Benzer şekilde Yasa’nın Tekran'nAa da sadece Mu­sa'nın yasası kitabım ya da büyük bir kısmını değil, aynı zamanda daha iyi açıklanması için araya so­kulmuş birçok şey de buluyoruz. Sanıyorum ki bu Yasa’nın Tekrarı, yukarıda alıntısı yapılan metinde gönderme yapılan, Ezra tarafından yazılmış, öne sürülmüş ve açıklanmış Tanrı'nın yasasının kitabı. İbn' Ezra'nın görüşünden söz ederken Yasa’nın Tek­rarı metnine daha geniş açıklama yapmak amacıyla konuların parantez kullanarak araya sokulma şekli­nin iki örneğini zaten vermiştik. Başka birçokları daha yapıtın gidişatı boyunca bulunabilir. Örneğin, ii: 12. parçada: " -Daha önce Seir'de Horlular yaşardı. Esavoğulları orayı onların elinden aldı. İsrailliler'in Rab'bin mülk edinmek için kendilerine verdiği ülke­de yaptıkları gibi, Esavoğulları da Horlular'ı yok edip yerlerine yerleştiler.-" Bu, Esavoğullanna mülk ola­rak gelen Seir Dağı'nın ellerine boş olarak geçmedi­ğini, onların orayı fethettiklerini, tıpkı Musa'nın ölümünden sonra İsrailoğullannın Kenanlılara yaptı­ğı gibi daha önce orada yaşayan Horluları sürüp yok ettiklerini belirtilen aynı parçanın 3. ve 4. dizelerini de açıklar.

Onuncu parçanın 6., 7., 8., 9. dizeleri de parantez aracılığıyla Musa'nın sözcükleri arasına sokulmuş­lardır. 'O zaman Rab... için Levililer oymağını ayır-

dı." diyerek başlayan 8. dizenin zorunlu olarak 5. dizeye gönderme yaptığım herkes görmelidir; burada gönderme, Musa insanlar tarafından tapınılan altın buzağıdan söz ederken Harun için dua ettiğini belirt­tiğinden sadece Ezra tarafından belirtilen Harun'un ölümüne değildir.

Sonra Musa'nın konuştuğu zaman onların seçil­melerinin ve mirastan pay almamalarının nedenine dikkat çekmek amacıyla Tanrı'nın Levi oymağını Kendi'si için seçtiğini açıklayan bu ara sözün ardın­dan Musa'nın konuşma parçasına yeniden başlıyor. Bizim şimdi ayırt edemediğimiz ama kuşkusuz yaza­rın çağdaşları tarafından açıkça tanınacak olan bir­çok parçadan başka bu parantezlere, kitabın önsözü­nü ve Musa'nın üçüncü şahıs tarafından söz edildiği parçalan da eklemeliyiz.

Eğer yasanın kitabına Musa'nın onu yazdığı gibi sahip olsaydık, emirlerin sözcüklerinde, veriliş sıra­larında ve desteklendikleri nedenlerde büyük bir fark bulacağımızdan kuşku duymuyorum.

Yasa'nın Tekran'ndaki On Emir ve tarihinin açık­ça ortaya konduğu Mısır’dan Çıkış'taki On Emir'in bir karşılaştırması tüm bu üç özellikteki büyük uyumsuzluğu göstermek için yeterli olacaktır. Çün­kü Yasa'nın Tekrarı'nda dördüncü emre uyulmasının nedeni Mısır'dan Çıkış'ta belirtilenden tamamen farklıyken, emir sadece farklı bir biçimde değil, çok daha büyük bir uzunlukta verilmiştir. Yine onuncu emrin açıklandığı sıra, iki versiyonda da farklıdır. Sanırım, başka yerlerdekiler gibi buradaki değişiklik­ler de çağdaşlarına Tanrı'nın yasasım açıklayan ve her şeyden önce bu Tanrı'nın yasası kitabım yazan Ezra'nın yapıtı. Bunu, halkın en çok gereksinim 188

duyduğu ülke yasalarını içermesi gerçeğinden ve ayrıca ondan önce gelen kitaba herhangi bir bağlantı tümceciğiyle eklenmemesi ve "Musa'nın sözleri bunlardır" bağımsız tümcesiyle başlamasından çıka­rıyorum. Bu iş tamamlandıktan sonra sanırım Ezra kendisini dünyanın Yaratılışından şehrin tamamen yıkılışına kadar İbrani ulusunun tarihinin tam bir hesabını vermeye adadı ve bu hesaba Yasa’nın Tek­rarı kitabım ekledi ve belki orada esas olarak Mu­sa'nın yaşamı bulunduğu ve kitapların başlıca konu­sunu oluşturduğu için ilk beş kitaba Musa'nın adını verdi; aynı nedenden akıncısına Yeşu, yedincisine Hâkimler, sekizincisine Rut, dokuzuncu ve belki onuncusuna Samuel ve son olarak on bir ve on İkin­cisine Krallar adlarını verdi. Ezra'nın bu yapıta son rötuşları yapıp yapmadığından ve yapıtı amaçladığı gibi bitirip bitirmediğinden bir sonraki bölümde söz edeceğiz.

IX.    Bölüm:

Bu Kitaplarla İlgili Diğer Sorular; Yani
Tamamen Ezra Tarafından

Tamamlanıp Tamamlanmadıkları ve
Bunun Ötesinde İbranice Metinlerde

Bulunan Kenar Notlarının Değişik
Okumalar Olup Olmadıkları

Bu kitapların tamamen değiştirilmiş ve uyarlanmış olmaması.

Birçok kuşkulu yorum olması.

Var olan aykırı yazıların genellikle böyle olması. Bu yazıların başka açıklamalarının çürütülmesi. Ara.

On iki kitabın gerçek yazarıyla ilgili yaptığımız araştırmanın büyüklüğünün onların tam anlamını yakalamada bize ne kadar çok yardımcı olduğu sade­ce görüşümüzün doğrulanması için örnek verdiğimiz parçalardan görülebilir. Görüşümüz onlar olmasaydı belirsizleşecekti. Ama yazar sorusunun yanında yaygın batıl inancın çoğu insanın anlamasına engel olduğu başka konular var. Bunlardan başta geleni Ezra'nın orada bulunan anlatıma son rötuşları yap­maması, sadece değişik yazarlardan öyküler topla­ması ve bazen incelemesini ve düzenlemesini gelecek

kuşaklara bırakarak onları sadece kaydetmesi.

Onu bu işin tüm parçalarını tamamlamaktan alı­koyan neden için (eğer zamansız bir ölüm değilse) bir varsayımda bulunamıyorum; ama eski İbrani tarihçi­lerinin yazılarını kaybetmemize ve günümüze kadar gelmiş olan birkaç parçadan karar verebilmemize rağmen gerçek çok açık. Çünkü Hizkiya'nın öyküsü (2 Krallar xviii:17) Yeşaya'nın görüsünde yazıldığı gibi Yahuda krallarının tarihlerinde bulunduğu gibi aktarılmış. Aynı öyküyü birkaç istisna dışında [Son Not 11 ] aynı sözcüklerle Yahuda krallarının tarihle­rinde bulunan (2 Tarihler xxxii:32) Yeşaya'nın kita­bında anlatılmış olarak okuyoruz. Kimse bunda da bir gizemin saklı olduğunu hayal etmediği sürece aslında bundan Yeşaya'nın anlatımının değişik versi­yonları olduğu sonucunu çıkarmalıyız. Bundan öte 2 Krallar 27-30'un son parçası Yeremya'nın son parça­sında, v:31-34 tekrarlanmıştır.

Yine 2 Samuel vii'yi 1 Tarihler xvii'de tekrar edil­miş buluyoruz; ama iki parçadaki ifadeler o kadar tuhaf bir şekilde çeşitli ki [Son Not 12] bu iki parça­nın Nathan'ın öyküsünün iki farklı versiyonundan alındığını çok kolay görebiliriz.

Son olarak Tarihler'in yazarının belgelerini, Ezra'ya mal ettiğimiz on iki kitaptan değil, diğer tarihçiler­den aldığını bilmemize rağmen Yaratılış xxxvi: 31'deki Edom'un krallarının soyağacı aynı sözcükler­le Tarihler’ i de tekrarlanmış. Bu yüzden emin olabi­liriz ki eğer hâlâ tarihçilerin yazılarına sahip olsaydık konu açıklığa kavuşturulurdu; ancak onları kaybetti­ğimize göre sadece günümüze kadar gelmiş olan yazıları inceleyebiliriz ve geri kalanı hakkında onla­rın sıra ve bağlantısı, çeşitli tekrarlamaları ve son

olarak içerdikleri tarihlerdeki çelişkilerden karar verebiliriz.

O zaman bunları ya da bunların başta gelenlerini şimdi gözden geçireceğiz. Öncelikle Yahuda ve Tamar'ın öyküsünde tarihçi şöyle başlar [Yaratılış xxxviii): "O sıralarda Yahuda kardeşlerinden ayrıla­rak..." Bu tarih bundan hemen önce gelen tarihe gönderme yapıyor olamaz [Son Not 13]; ama zorunlu olarak başka bir şeye gönderme yapıyor olmalı; çün­kü Yusuf'un Mısır'a satılmasından baba Yakup'un tüm ailesiyle o yöne doğru yola çıkmasına kadar geçen zaman dilimi yirmi iki yıldan fazla olarak tahmin edilemez,- çünkü Yusuf kardeşleri tarafından satıldığında on yedi yaşındaydı ve Firavun tarafından hapishaneden çağrıldığında otuz yaşındaydı; eğer buna yedi yıllık bolluk ve iki yıllık kıtlığı eklersek toplam yirmi iki yıl olur. Şimdi bu kadar kısa bir zamanda hiç kimse anlatıldığı kadar çok şeyin ger­çekleştiğini varsayamaz; Yahuda'nın bu zamanın başında evlenmesi, bir eşinden ardı ardına üç çocu­ğunun dünyaya gelmesi; bu çocuklardan en büyüğü­nün evlenecek yaşa geldiğinde Tamar'la evlenmesi ve o öldükten sonra sıradaki kardeşinin Tamar'la ev­lenmesi; tüm bunlardan sonra Yahuda'nın bilmeden geliniyle cinsel ilişkiye girmesi ve ikiz çocuklarının olması ve son olarak bu ikizlerin büyüğünün söz konusu zapyn içinde baba olması. Tüm bu olaylar Yaratılış'ta belirtilen zaman içinde gerçekleşemeyece­ğine göre gönderme zorunlu olarak başka bir kitapta çözümlenen bir şeye olmalı. Ezra bu örnekte öyküyü aktarmış ve onu incelemeden diğer yazılarının arası­na sokmuş olmah.

Ancak sadece bu parça değil, Yusuf ve Yakup'un 192

tüm öyküsü de kendi içinde oldukça çelişkili oldu­ğundan değişik kayıtlardan toplanmış ve öne sürül­müştür. Çünkü Yaratılış xlvii'de Yakup'un Yusuf'un buyruğuyla Firavun'u selamlamaya geldiği zaman 130 yaşında olduğu söyleniyor. Eğer bundan Yusuf­'un yokluğu nedeniyle kederle geçirdiği yirmi iki yılı ve Yusuf'un satıldığı yaşını oluşturan on yedi yılı ve Yakup'un Rahel'e hizmet ettiği yedi yılı çıkarırsak çok yaşlı olduğunu buluruz; yani Şekem ırzına geçti­ğinde Dina neredeyse yedi yaşındayken [Son Not 14] Yakup Lea'yı eş olarak aldığında seksen dört yaşın­daydı. Şimon ve Levi, şehri yağmaladıklannda ve oradaki tüm erkekleri kılıçla öldürdüklerinde sırasıy­la on bir ve on iki yaşındaydılar.

Tevrat'ın tümünü gözden geçirmeme gerek yok. Eğer bu beş kitaptaki tüm tarihlerin ve emirlerin tarihlere bakmaksızın, gelişigüzel ve sırasız yazılma şekline ve bundan öte aynı öykünün bazen farklı bir versiyonuyla sık sık nasıl tekrarlandığına dikkat ederseniz tüm belgelerin sonra daha kolayca ince­lenmek ve düzene sokulmak üzere gelişigüzel top­landığının ve derlendiğinin kolayca farkına varacak­sınız. Sadece bu beş kitap değil, aynı zamanda geri kalan yedisinde yer alan, şehrin yıkılmasına kadar devam eden öyküler de aynı şekilde derlenmiştir. Çünkü Hâkimler ii:6'da Yeşu'nun işleriyle ilgili ya­zan yeni bir tarihçinin adının geçtiğini ve bu sözlerin kopyalandığını kim görmez ki? Çünkü tarihçimiz, Yeşu’nun Kitabı’nın son parçasında Yeşu'nun öldü­ğünü ve gömüldüğünü belirtmiş ve Hâkimler'in ilk parçasında ölümünden sonra ne olduğunu aktarma­ya söz vermiştir, eğer öyküsünün parçasına devam etmek isteseydi burada Yeşu ile ilgili anlatımı daha önce olan bitenle nasıl birleştirebilirdi?

Aynı şekilde Davut'tın Şaul'un sarayına dadanması hakkında aynı kitapta xvi. parçada anlatılandan çok farklı bir neden gösteren 1 Samuel 17 ve 18'de başka bir tarihçiden alınmıştır. Çünkü tarihçi, Davut'un Şaul'a xvi. parçada anlatıldığı gibi Şaul'un hizmetkâ­rının tavsiyesi sonucunda geldiğini değil, kampa babası tarafından bir mesajla şans eseri gönderildiği­ni, Şaul tarafından Golyat ve Filistin üzerinde yengi­si nedeniyle ilk kez fark edildiğini ve sarayında ah- koyulduğunu düşünmüştü.

Aynı şeyin aynı kitabın xxvi. parçasında da yer al­dığından kuşkulanıyorum; çünkü tarihçi xxiv. parça­da verilen anlatımı başka birinin yorumuna göre tekrarlıyor görünüyor. Ama bunu atlıyorum ve tarih­lerin hesaplanmasıyla devam ediyorum.

1 Krallarda vi. parçada Süleyman'ın Tapınağı Mı­sır’dan Çıkışın dört yüz sekseninci yılında inşa ettiği söyleniyor; ama tarihçilerin kendilerinden çok daha uzun bir zaman elde ediyoruz; çünkü:

Yıllar

Musa çölde insanları yönetti                             40

110 yıl yaşayan Yeşu, Josephus ve diğerlerinin görüşüne göre 26 yıldan fazla yönetmedi Kuşan-Rişatayim insanları boyunduruğu altı- „ na aldı

Kenaz'ın oğlu Otniel 40 yıl boyunca hâkimlik yaptı. [Son Not 15]

Moav kralı Egnon insanları yönetti                  18

Ehut ve Şamgar hâkimlik yaptılar                     80

Kenan kralı Yakin insanları boyunduruğu 20

altına tuttu

Daha sonra insanlar barış halindeydiler         40

Medli'nin boyunduruğu altındaydılar             7

Gidyon'un yönetimi altında özgürlüğe kavuş­tular

Avimelek'in yönetimi altına girdiler                40

Pua'nın oğlu Tola hâkimlik yaptı                      23

Yair hâkimlik yaptı                                             23

Halk, Filistin ve Ammonlular'ın boyunduruğu g altındaydı '

Yiftah hâkimlik yaptı                                          .6

Beytlehemli İvsan hâkimlik yaptı                      7

HititliElon                                                             10

Piratonlu Avdon                                                   8

Halk yine Filistinlilerin boyunduruğu altın-   . „

daydı

Şimşon hâkimlik yaptı [Son Not 16]                20

Eli hâkimlik yaptı                                                40

Halk Samuel tarafından kurtarılana kadar yine Filistinlilerin boyunduruğu altındaydı

Davut işbaşındaydı                                            40

Süleyman Tapmağı inşa etmeden önce işba- şındaydı

Tüm bu dönemler toplandığında 580 yıl ediyor. Ama bu yıllara İbrani cumhuriyetinin Yeşu'nun ölümünden sonra Kuşan Rişatayim tarafından fethe­dilene kadar geliştiği, çok sayıda olduğunu düşündü­ğüm yıllar da eklenmeli; çünkü Yeşu'nun ölümün­den hemen sonra onun mucizelerine tanık olanların hepsinin aynı zamanda öldüğüne ya da kalıtçılarının bir kalemde onların yasalarına veda ettiklerine ve en üstün erdemden günahkârlığın ve inatçılığın derin­liklerine düştüklerine inanamıyorum.

Ya da son olarak Kuşan Rişatayim'in onları anında boyunduruk altına aldığına inanamıyorum; bu koşul- lann her biri neredeyse bir kuşak gerektirir ve Hâ­kimler ii:7, 9, 10'un sessiz kalarak atladığı birçok yılı içerdiği kuşkusuz. Ayrıca Kutsal Kitap'ta sayısı belir­tilmeyen Samuel'in hâkim olduğu yılları da ekleme­liyiz ve ayrıca kendi tarihinde açıkça gösterilmeyen Şaul'ün işbaşında olduğu yılları da eklemeliyiz. As­lında 1 Samuel xiii:l'de iki yıl işbaşında olduğu belirtilmiş ama o parçadaki metnin önemli kısımları çıkarılarak bozulmuş ve yönetiminin kayıtları bizi Şaul'ün egemenliğinin daha uzun bir dönem olduğu­nu varsaymaya itiyor. Metnin önemli kısınılan çıka­rılıp bozulduğundan sanırım İbrani dilinin eşiğine gelecek kadar ilerlemiş hiç kimse kuşku duymaya­caktır; çünkü şöyle demektedir: "Hüküm sürmeye başladığında Şaul - yılındaydı ve İsrail'de iki yıl hüküm sürdü." Şaul'ün işbaşına geçtiği zamanki yaşının atlandığını kim görmüyor ki? Egemenliğin kaydının daha fazla sayıda yılın varlığım gerektirdiği kuşkusuz; çünkü aynı kitapta xxvii:7. parçada Da- vut'un Şaul'den dolayı kaçtığı Filistinliler arasında bir yıl dört ay kaldığına böylece egemenliğin geri kalanının sekiz aylık bir süreden oluştuğuna bence hiç kimse inanmaz. Josephus'un antik çağlar kitabı­nın altıncı kitabının sonunda metni şöyle düzeltir; Şaul Samuel yaşarken on sekiz yıl ve ölümünden sonra da iki yıl işbaşındaydı. Ancak xiii. parçadaki tüm anlatım daha önce anlatılanla tamamen uyum­suzluk içinde, vii. parçanın sonunda Filistinlilerin İbranilerce Samuel'in yaşamı boyunca İsrail sınırla- nna saldırma girişiminde bulunmayacak kadar ezil­diklerini anlatıyor. Ama xiii. parçada bize İbranilerin Filistinliler tarafından Samuel yaşarken saldırıya uğradıkları ve İsraillilerin Filistinliler tarafından sadece kendilerini savunmada kullanacak silahlar­dan değil aynı zamanda yenilerini yapmaktan yok­sun olacak kadar sefalet ve fakirlik durumuna indir­gendiği söyleniyor. Eğer Samuel'in bu ilk kitabının içerdiği tüm anlatımları, bunların hepsi bir tarihçi tarafından yazılmış ve düzenlenmiş görünecek şekil­de uyumlu hale getirmeye çalışsaydım çok uğraş­mam gerekirdi. Ama amacıma geri dönüyorum. O zaman Şaul'ün işbaşında olduğu yıllar yukarıdaki hesaba eklenmeli ve son olarak İbrani kargaşasının yıllarını saymadım,- çünkü sayılarını Kutsal Kitap'tan çıkaramıyorum. Hâkimler xvii. parçadan sonra kita­bın sonuna kadar aktarılan olayların aldığı zamanın miktarıyla ilgili emin olamıyorum.

Böylece tarihlerden yılların doğru bir hesabını ya­pamayacağımız ve bundan öte bu konuda tarihlerin kendilerinin çelişkili oldukları çok açık. Bu tarihle­rin, önceden inceleme ve düzenleme olmaksızın çeşitli yazarlardan derlendiklerini itiraf etmek zo­rundayız. Yahuda Krallarının Tarihleri ve İsrail Kral- lannm Tarihieri'nde verilen tarihler arasındaki çeliş­kinin de bunlardan aşağı kalır yanı yoktur. İsrail Krallarının Tarihler'inde Ahav'ın oğlu Yehoram'ın, Yehoşafat'ın oğlu Yehoram'ın egemenliğinin ikinci yılında işbaşına geçtiği belirtiliyor (2 Krallar i: 17); ama Yahuda Krallannın Tarihlerinde Yehoşafat'ın oğlu Yehoram'ın, Ahav'ın oğlu Yehoram'ın beşinci yılında işbaşına geçtiğini okuyoruz (2 Krallar viii: 16). Kralların kitabında Tarihler'deki anlatımları karşılaş­tıran herkes birçok benzer uyumsuzluklar bulacaktır. Bunları burada incelememe gerek yok ve onları uyumlu hale getirmeye çalışanların yorumlarını çözümlemeye çok daha az gerek var. Hahamların hayallerinin azmasına izin verdikleri açık. Okudu­ğum böyle yommcular hayal ediyor, uyduruyor ve son çare olarak dili çarpıtıyor. Örneğin, 2 Tarihler'de Ahav'ın işbaşına geçtiğinde kırk iki yaşında olduğu söylendiğinde bu yıllar Ahav'ın doğumundan değil, Omri'nin egemenliğinden itibaren hesaplanmış gibi davranıyorlar. Eğer tarihler kitabının yazarmın ger­çekte bunu anlatmak istediği kanıtlanabilirse tüm diyebileceğim, yazarın bir tarih olgusunu nasıl belir­teceğini bilmediği olur. Yorumcular bu çeşit birçok başka sav ileri sürüyorlar. Eğer doğruysa, bu savlar eski İbranilerin hem kendi dillerinden hem de sade bir anlatım aktarmadan habersiz olduklarını kanıtlı­yor demektir. Böyle bir durumda Kutsal Kitap'ı yo­rumlamada hiçbir kural ya da uslamlama kabul etmemeliyim; çünkü bu durumda insanlar canları­nın istediği kadar varsayımda bulunabilir.

Eğer çok genel ve yetersiz yetkiyle konuştuğumu düşünen varsa ondan tarihlerin diğer yazarlarının suçlamasına maruz kalmadan bu tarihlerde izlenebi­lecek bir tür sabit yöntem göstermesini ve uyüm- landırma ve yorumlama çabalarında deyim ve ifade­leri, sırayı ve bağlantıları çok sıkı gözlemlemesini ve açıklamasını istiyorum ki biz de yazılarımızda bun­ları örnek alabilelim. [Son Not 17] Eğer başarılı olur­sa ona hemen yardımcı olacağım ve benim için Apollo  kadar yüce olacaktır,- çünkü uzun çabalar­dan sonra bu tür bir şey keşfedemediğimi itiraf edi­yorum. Burada üzerinde uzunca düşünmediğim hiçbir şey yazmadığımı ve çocukluğumdan beri Kut­sal Kitap ile ilgili sıradan görüşlerle aşılanmama rağmen ileri sürdüklerimin çekimine karşı koyama­dığımı ekleyebilirim.

Ancak okuyucuyu bu soruyla meşgul etmeye ve onu olanaksız bir işe girişmeye sürüklemeye gerek yok; gerçeği sadece amacıma ışık tutmak için belirt­tim.

Şimdi bu kitaplann ele alınmasıyla ilgili diğer ko­nulara geçiyorum. Çünkü kanıtlanana ek olarak bu kitapların onları miras alan kuşaklar tarafından içlerine hiçbir hatanın sızmayacağı şekilde korun­madıklarına dikkat çekmeliyiz. Eski yazıcılar birçok kuşkulu yoruma ve çarpıtılmış bazı parçalara dikkat çekiyorlar; ama var olanların hepsine değil. Hataların yeterince önemli olup olmadığından okuyucuyu çok sıkmamak için şimdi söz etmeyeceğim. Kutsal Kitap- 'ı aydınlanmayla okuyanlar için öyle veya böyle bun­ların öneminin az olduğu düşüncesindeyim. Ve öğre­ti aşılayan parçalarda onları belirsiz ya da kuşkulu yapmaya yetecek herhangi bir hata ya da değişik yorum görmediğimi gerçekten doğrulayabilirim.

Ancak diğer parçalarda bile bozulmanın olduğunu kabul etmeyecek, benzersiz bir kayrayla Tanrı'nın Kutsal Kitap'taki her bir sözcüğü bozulmadan koru­duğu görüşünde olan bazı insanlar var. Bunlar deği­şik yorumların en derin gizemlerin simgeleri oldu­ğunu ve bulunan yirmi sekiz boşlukta hatta harflerin şeklinde bile büyük sırların saklı olduğunu söylüyor­lar.

Sadece kendilerinin Tanrı'nın gizemlerine sahip olması için akılsızlık ve bilinçsiz bir bağlılıkla ya da kibir ve kötü amaçla harekete geçip geçmediklerini bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yazılarında Tanrısal gizemin havasım taşıyan hiçbir şey bulamadığım. Bulduğum tek şey çocukça yazılardı. Delilikleri ben­de bitmeyen bir şaşkınlık uyandıran belli Kabalistik dalaverecileri okudum ve tanıdım. Sanırım hatalann sızdığı, yukarıda alıntısı yapılan Şaul ile ilgili parçayı ve ayrıca 2 Samuel vi:2'yi okuyan hiçbir mantıklı insan tarafından reddedilmeyecek: "Böylece Davut'la ordusu, sandığın üzerindeki Keruvlar arasında taht kuran Her Şeye Egemen Rab'bin adıyla anılan Tan- n'nın Sandığı'nı getirmek için Baale-Yahuda'ya gitti­ler."

Hiç kimse varış yerinin adının, yani Kiryat- Yearim'in [Son Not 18] atlandığını fark etmemiş olamaz: 2 Samuel xiii:37'nin de kurcalandığına ve çarpıtıldığına karşı gelemez: "Avşalom Geşur Kralı Ammihut oğlu Talmay'ın yanına kaçtı. Davut ise oğlu Amnon için sürekli yas tutuyordu. Geşur'a kaçan Avşalom orada üç yıl kaldı." Daha önce aynı tür parçalara dikkat çektiğimi biliyorum; ama şu anda onları hatırlayamayacağım.

İbrani Kutsal Kitap'ının özgününde bulunan kenar notların kuşkulu yorumlar olması, örneğin bence, bu yorumların genellikle Kaph ve Beth, Jod ve Van, Daleth ve Reth... vs. gibi İbrani harflerinin arasında­ki büyük benzerlikten doğmaları, sanırım herkes için açık olacaktır. Örneğin, 2 Samuel v:24'teki metin "...sesi duyar duymaz..." diyor ve benzer olarak Hâ­kimler xxi:22'de: "Kızların babaları ya da erkek kar­deşleri bize sık sık gelirse..." diyor, kenarda yazılı olansa "...bize yakınmaya gelirse..." diyor.

Çok çeşitli yorumlar da genellikle söyleyişte ses­lendirilmeyen sessiz adı verilen harflerin kullanılı­şından doğdu ve biri diğerinin yerine konularak karışık olarak kabul edildi. Örneğin, Levililer xxv: 29'da "Surlu olmayan bir kentte evini satan adamın evi sattıktan tam bir yıl sonrasına kadar onu geri alma hakkı olacaktır." derken kenar notunda "Surlu bir kentte..." demektedir.

Bu konulann apaçık olmasına rağmen belli Ferisilerin bizi kenar notlarının bazı gizemlere işaret ettiğine ve kutsal kitapların yazarları tarafından eklenip yazıldığına ikna etmeye çabaladıkları gerek­çelerine yanıt vermek gerek. Bence pek önemli olma­yan bu gerekçelerin ilki, Kutsal Kitap'ı yüksek sesle okuma uygulamasından kaynaklanır.

Eğer bu notların, onları miras alan kuşakların hakkında karar veremeyeceği değişik yorumları gös­termek için eklendiği ileri sürülüyorsa neden kenar notlarının her zaman devam ettirilmesi geleneği yürürlükte oldu? Tercih edilen anlam metinle birleş- tirilmeli ve yan notta verilmemeliyken neden kenara yazıldı?

İkinci gerekçe daha aldatıcı ve durumun yapısın­dan çıkarılmış. Hataların kutsal yazılara tasarlana­rak değil, yanlışlıkla sızdığı kabul edilmiş; ama beş kitapta "kız" için olan sözcük bir istisnayla tüm dilbilgisi kurallarına ters olarak "he" harfi olmadan yazılmış; ama kenar notunda dilbilgisinin evrensel kuralına uygun olarak doğru yazılmış. Bu yanlışlıkla olabilir mi? Bu sözcüğün her kullanılışında bir yazım hatası yapıldığım hayal etmek olası mıdır? Dahası düzeltmeyi sağlamak kolayken bunlar gerçek olabilir mi? Bu nedenle bu yorumlar kazara ve belli hataların düzeltmeleri olmadıkları zaman özgün yazarlar tara­fından bile bile yazılmış olmaları ve bir anlam taşı- malan gerektiği varsayılıyor. Ancak böyle savları yanıtlamak kolay; kenar versiyonlarının yorumlan­masında geleneğin devam etmesi sorusuna gelince, bunu düşünmek için çok zaman ayırmayacağım. Batıl inancı nelerin harekete geçirdiğini bilmiyorum ve belki de bu uygulama her iki yorumun da eşit olarak iyi ve kabul edilebilir olduğu düşüncesinden doğmuştur ve bu yüzden her ikisinin de ihmal edil­memesi için birinin yazılmasına diğerinin de okun­masına karar verilmişti. Özellikle de kenar yorumla­rının kutsal kitaplarda yazılmadığı yerlerde böyle yapılabilirdi. Ya da gelenek, bazı şeylerin doğru ya­zılmış olmasına rağmen, bunların kenar versiyonuna göre başka türlü okunmasının istenmesinden ve bu yüzden Kutsal Kitap'ı okurken kenar versiyonunun da okunmasının genel kural kabul edilmesinden kaynaklanabilir. Yazıcıların özellikle belli parçalann kenar versiyonunun okunmasını tavsiye etmesinin nedenine şimdi değineceğim,- çünkü tüm kenar not­ları değişik yorumlar değildir, bazdan yaygın kulla­nımdan çıkmış ifadeleri, eski sözcükleri ve o zaman­ki görgünün halka açık bir toplantıda okunmasına izin vermediği terimleri belirtir. Eski yazarlar hiçbir kötü amaçlan olmadan sarayda kullanılan sözcükler­le açıklamalar yapmayıp şeyleri kolay anlaşılır adla­rıyla andılar. Sonra kötü düşüncelerin ve gösterişin yayılmasıyla, eskilerce hakaret anlamı içermeden kullanılabilen sözcükler ağza alınmaz olarak düşü­nülmeye başlandı. Bu nedenle Kutsal Kitap'ın met­ninin değiştirilmesine gerek yoktu. Buna rağmen halkın zayıflığına ayrıcalık tanınarak cinsel iliş­ki...vs. anlamına gelen sözcükler yerine daha görgülü sözcükler kullanmak ve onları kenar notta verilen gibi okumak gelenek haline geldi.

Öyle ya da böyle Kutsal Kitap'ı kenar versiyonuna göre okuma uygulamasının kaynağı ne olursa olsun, bu, doğru yorumun orada saklı olması değildi. Çün­kü bunun yanında Musevi! erin Şeriat Kitabı'nda Hahamlar sık sık Masoretlerle  farklı görüşte oluyor ve onayladıkları başka yorumlar veriyorlar, biraz sonra göstereceğim gibi İbrani dilinin kullanımlarıyla daha az kesin görünen belli şeyler kenar notlarında bulunuyor. Örneğin, 2 Samuel xiv:22'de: "...çünkü kulunun isteğini yaptı..." diyen açıkça düzenli ve xvi. parçadakiyle uyan bir yapıyı görüyoruz. Ama kenar notu eylemin öznesiyle uymayan "...kulunun istedi­ğini yaptın..." yapısına sahip. Öyleyse aynı kitabın xvi:25. parçasında da kenar notu eyleme yalın bir hal alması için "biri"yi ekliyor ve "...Tanrı sözünü ileten bir adamınki gibiydi." haline geliyor. Ama düzeltme görünüşte kesin değil; çünkü İbrani dilinde etken eylemin üçüncü tekil kişisini kişilik dışı kullanmak dilbilgisi uzmanlarınca iyi bilinen yaygın bir uygu­lamadır.

Ferisiler tarafından öne sürülen ikinci sav biraz önce söz edilen şeyle kolayca yanıtlanıyor,- yani yazı­cıların çeşitli yorumların yanında eski sözcüklere dikkat çekmeleriyle. Çünkü İbranicede diğer dillerde olduğu gibi kullanım değişiklikleri, birçok sözcüğü eski ve modası geçmiş yaptı ve kutsal kitaplardaki böyle sözcükler sonraki yazıcılarca bulundu ve onlar tarafından halk içinde geleneğe göre okunan kitaplar olmaları amacıyla kaydedildi. Bu nedenle nahgar sözcüğü her zaman işaretli olarak bulunur; çünkü cinsiyeti özgün halinde ortaktı  ve Latin juvenis (genç insan) sözcüğüyle aynı anlamı taşıyordu. Aynı şekilde İbrani başkenti Yeruşalayim değil, Yeruşalim adıyla anılıyordu. "Kendisi" adılına gelince sanırım sonraki yazcılar dişil cinsi ifade etmek istediklerinde vau'yu jod’â çevirdiler (İbranicede çok sık rastlanan bir değişim); ama eskiler iki cinsiyeti bir sesli harf değişimiyle ayırırlardı. Belli eylemlerin kuralsız za­manları ayrıca eskiden bir incelik işareti olarak kula­ğa hoş gelen bazı harflerle kullanıldığı için eylemle­rin modem biçimleri değişiklik gösterir.

Sözün kısası, eğer okuyucunun sabrını taşırmak­tan korkmasam bu tür kanıtların sayısını arttırabili­rim. Belki tüm bu ifadelerin eski olduklarını gerçeği­ni nasıl bildiğim sorulacak. Bu soruya bu sözcükleri Kutsal Kitap'ın kendisindeki en eski İbrani yazarlar­da bulduğum ve sonradan gelen yazarlarca taklit edilmedikleri ve böylece içinde bulundukları dilin ölü olmasına rağmen eski olarak kabul edildikleri cevabını veririm. Ama belki de biri, Kutsal Kitap'ın kenar notlarının genellikle çeşitli yorumları gösterdi­ği dediğim gibi doğruysa, üç ya da daha fazlası yeri­ne, bir parçanın biri metinde biri kenarda olmak üzere neden hiçbir zaman birden fazla yorumunun olmadığını sorarak beni sıkıştırabilir. Ve bundan öte yazıcıların biri açıkça dilbilgisine ters düşen, diğeri de açık bir düzeltme olduğu halde nasıl iki yorum arasında kaldıkları sorulabilir.

Bu soruların yanıtı kolay. Bir zamanlar şimdi kay­dedilenden daha değişik yorumlar olduğunun nere­deyse kesin olduğunu önceden belirteceğim. Örne­ğin, Musevi Şeriat Kitabı'nda Masora'nın ihmal ettiği birçok şey bulunuyor ve birbirlerinden o kadar farklı­lar ki Bomberg Kutsal Kitabı'nın batıl inançlı editörü bile onları uyumlu hale getiremediğini itiraf ediyor. 'Yukarıda dediklerimizin dışında, yani Musevi Şeriat Kitabı'nın genellikle Mosara ile çeliştiği dışında hiç­bir şey diyemeyiz." diyor. Böylece herhangi bir parça­nın hiçbir zaman ikiden fazla yorumu olmadığını kabul etmek zorunda değiliz; ama ikiden fazla yoru­mun hiçbir zaman bulunmadığını şu nedenlerden dolayı kabul etmeye istekliyim ve aslında olmadığına inanıyorum: (I.) Yorum farklılıkların sadece iki tane­yi kabul etmesinin nedeni genellikle bazı harflerin benzerliği olduğu için sorun, sürekli karşılaşılan bir durum olan ve hangi seçenek kullanılırsa kullanılsın sıkça yeterli ölçüde iyi bir anlam elde ederek hangi­sinin Beth ya da Kaf, Jod ya da Vau, Daleth ya da Reth olarak yazılması gerektiği kararlaştırarak kendi kendine çözüldü. Bazen de sorun sayının sessiz adı verilen harflerce belirlendiği bir hecenin uzun ya da kısa olmasıdır. Dahası tüm kenar versiyonlarının istisnasız değişik yorumları gösterdiğini hiçbir za­man öne sürmedik; tam tersi çoğunun görgü ya da eski sözcükleri açıklama isteğine bağlı olduğunu belirtmiştik. (II.) İkiden fazla yorumun hiçbir zaman bulunmadığı gerçeğini, yazıcılar tarafından bulunan iki ya da üçten fazla olamayan örneklerin yetersizliği nedenine bağlamaya eğilimliyim. Yazıcıların incele­mesinin vi. bölümünde, kenar versiyonlarının Ez­ra'ya mal edilebilmesi için onun zamanında bulunan sadece üç versiyon varmış gibi gösteriliyor.

Bu nasıl olursa olsun, eğer yazıcılar kutsal kitabın sadece üç özgün haline sahip idiyseler verilen ikisi­nin bir parçada uyuştuğunu kolayca hayal edebiliriz çünkü üçünden her birinin aynı metnin farklı bir yorumunu vermesi olağan dışı olurdu.

Ezra’nın zamanından soma kopyaların yokluğu, Maccabees’in ilk bölümünü ya da Josephus’un Antiquites’inin 12. Kitap 5. bölümünü okuyan hiç kimseyi şaşırtmayacaktır. Hatta şiddetli ve günlük eziyet düşünülünce bu birkaçının bile saklanmış olması olağanüstü görünüyor. Bu samrım o zaman­ların tarihinin yüzeysel okuyucusu için bile açık olacaktır.

Böylece Kutsal Kitap'ta bir parçanın neden hiçbir zaman ikiden fazla yorumu olmadığını keşfetmiş olduk; ama bu, bu yüzden Kutsal Kitap'ın böyle parçaların birtakım gizemleri belirtmek için bilerek yanlış yazıldığını varsaymaktan çok uzak. İkinci sav ise bazı parçaların tüm dilbilgisiyle açıkça uyumsuz olacak kadar hatalı yazıldığı ve kenarda değil, metin­de düzeltilmesi gerektiğidir. Bu sava az önem veriyo­rum; çünkü yazıcıların hangi dinsel nedenle bu şe­kilde hareket ettiklerini söylemek beni ilgilendirmi­yor. Belki keşfettikleri farklılıkları kuşkulu yorumlar değil, basit farklılıklar olarak kenarda işaretleyerek Kutsal Kitap'ın kesinlikle özgün durumunu bulduk­ları az sayıdaki örneğini iletmeyi içtenlikle istedikleri için. Kendim onları kuşkulu yorumlar olarak andım çünkü; genellikle iki versiyondan hangisinin tercih edilir olduğunu söylemek olanaksızdı.

Son olarak, bu kuşkulu yorumların yanında yazıcı­lar (paragrafın ortasında bir boşluk bırakarak) birçok parçayı çarpıtılmış olarak işaretledi.

Masoretler böyle durumları saydı ve bu durumlar toplam yirmi sekizi buldu. Bu sayıda herhangi bir gizemin saklı olduğunun düşünülüp düşünülmediği­ni bilmiyorum, öyle ya da böyle Ferisiler belli bir miktarda boş yeri dinsel olarak koruyorlar.

Böyle boşlukların biri (örnek olarak) "Kayin kardeşi Habil'e tarlada birlikteyken... dedi" de bizim Kayin'in dediği şeyi duymayı beklediğimiz yerde bir boşluk bırakılan Yaratılış iv:8'de bulunuyor.

Benzer olarak (dikkat çektiğimiz bu konuların ya­nında) yazıcılar tarafından bırakılan yirmi sekiz boşluk var. Bunların çoğu eğer boşluk bırakılmış olmasaydı çarpıtılmış olarak kabul edilmeyecekti. Ama bu konudan yeterince söz ettim.

X.    Bölüm:

Eski Antlaşma'nın Geriye Kalan
Kitaplarının Yukarıda Gösterilen
Yönteme Göre İncelenmesi

Tarihler, Mezmurlar, Deyişler.

Ycşaya, Ycrcmya.

Hezckicl, Hoşça.

Diğer peygamberler, Yunus, Eyüp.

Daniel, Ezra, Nchcmya, Ester.

Yazarın Yeni Antlaşma'nın benzer bir ayrıntılı incelemesine girişmeyi geri çevirmesi.

Şimdi Eski Antlaşma'nın geriye kalan kitaplarına geçiyorum. Tarihler I'deki iki kitapla ilgili, bunların kesinlikle Ezra'nın zamanından sonra ve belki de Tapınağın Yahuda Makabe  tarafından onarılıp eski durumuna getirilmesinden sonra [Son Not 19] yazıl­dıkları dışında özellikle ya da önemli olarak belirte­ceğim hiçbir şeyim yok. Çünkü ilk kitabın ix. parça­sında Yeruşalim'de ilk olarak yaşayan ailelerin bir hesaplamasını ve 17. dizede ikisi Nehemya'da tek­rarlanan kapıcıların adlarını buluyoruz. Bu, kitapla- nn kesinlikle şehrin yeniden inşa edilmesinden sonra derlendiğini gösteriyor. Gerçek yazarları, yazar­ların yetkisi, yararlılığı ve öğretisine gelince hiçbir sonuca varamıyorum. Wisdom'ın, Tobit'in ve diğer sahte biçimli kanun kitaplarının Kutsal Kitap'a gir­mesine izin vermeyen insanlar tarafından bu kitapla­rın Kutsal Kitap'a dâhil edilmelerine her zaman şaşmışımdır. Onların yetkisini aşağılamayı amaçla­mıyorum ama evrensel olarak kabul edilmiş oldukla- n için onları oldukları gibi bırakacağım.

Mezmurlar ikinci tapınağın zamanında toplanmış ve beş kitaba bölünmüşlerdi, çünkü Mezmurlar lxxxviii, Philo-Judaeus'a  göre kral Yehoyakin hala Babil'de bir tutsakken yayınlanmıştı ve Mezmurlar lxxxix'a göreyse aynı kral özgürlüğünü elde ettiğinde yayınlanmıştı. Bu, onun zamanında kabul edilen bir görüş olmadığı ya da ona güvenilir insanlar tarafın­dan söylenmediği sürece, Philo'nun bu bildiride bulunacağını sanmıyorum.

Süleyman’ın Özdeyişleri'nin aynı zamanda ya da en azından kral Yoşiya zamanında toplandığına inanıyorum; çünkü xxv: 1 parçasında "Bundan sonra­kiler de Süleyman’ın özdeyişleri'dir. Bunları Yahuda Krah Hizkiya’nın adamları derledi.” yazıyor. Burada kutsal yasadan hem Özdeyişleri hem de Vaizleri dışlamak ve onlari Apokrif'e  koymak isteyen Ha-

hamların saygısızlığı karşısında sessiz kalamayaca­ğım. Aslında eğer tesadüf eseri Musa'nın yasasımn övüldüğü bazı parçalara rastlamasalardı gerçekten de böyle yapacaklardı. Aslında Kutsal yasamn yerleşti­rilmesinin böyle adamlann elinde olduğunu düşün­mek acı verici; ancak onları tamamen iyi niyetle iletip iletmediklerinden kuşku duymama rağmen bu örnekte söz konusu kitapları görmemize izin verdik­leri için onları kutluyorum; ama şimdi bu konunun üstünde durmayacağım.

O zaman vahiy kitaplarına geçiyorum. Bunun bir incelemesi beni orada yer alan vahiylerin başka ki­taplardan derlenmiş olduklarına ve her zaman tam olarak peygamberler tarafından yazıldığı ya da söz edildiği sırada yazılmadıklarına, sadece şurada bura­da toplanmışlar gibi bölük pörçük olduklarına ikna ediyor.

Yeşaya yazarın kendisinin ilk dizede belirttiği gibi Azarya işbaşındayken kehanette bulunmaya başla­mıştı. O, o zamanlar sadece kehanette bulunmadı, bundan öte şimdi kayıp olan bir ciltte o kralın tari­hini yazdı (bkz. 2 Tarihler xxvi:22). Sahip olduğu­muz Tarihlerin Yahuda ve İsrail krallarının tarihin­den alındığını göstermiştik.

Hahamların bu peygamberin, sonunda onu ölümle cezalandıran Manaşşe işbaşındayken kehanette bulunduğunu öne sürdüklerini ekleyebiliriz ve bu, bir efsane gibi görünmesine rağmen yine de onların Yeşaya'nın tüm vahiylerinin kaybolduğunu düşün­düklerini gösterir.

Tarihsel şekilde aktarılan Yeremya'nın kehanetleri de çeşitli tarihlerden alınmıştır; çünkü sadece tarih­leri göz önüne alınmadan kanşık olarak toplanma- 210

mışlar, aynı zamanda aynı öykü, değişik sayfalarında değişik şekillerde anlatılmış. Örneğin, xxi. Parçada Yeremya'nın tutuklanma nedeninin, ona başvuran Sidkiya'ya şehrin yıkılacağı kehanetinde bulunması olduğu söyleniyor. Bu anlatım birden xxii. parçada peygamberin (Sidkiya'nın kalıtçısı) Yehoyakim'e yakınmasına ve o kralın tutsaklığıyla ilgili öngörü­süne geçiyor; sonra xxv. Parçada peygambere daha önce bağışlanan vahiyler geliyor, yani Yehoyakim'in dördüncü yılında ve daha da ilerisinde aynı egemen­liğin ilk yılında alınan vahiyler geliyor. Yeremya'nın takipçisi (sanki araya giren parçalar birer ayraçmış gibi) en sonunda xxxviii. parçada vahiyleri toplamaya devam ediyor, xxi. parçada bırakılan anlatıma devam ediyor.

Aslında xxxviii. parçanın başladığı bağlaç xxi. par­çanın 8., 9. ve 10. dizelerine gönderme yapıyor. Yeremya'nın son tutuklanması o zaman çok farklı anlatılıyor ve tutukevinin mahkemesinde alıkoyul- ması için tamamen ayrı bir neden gösteriliyor.

Böylece kitabın bu parçalarının çeşitli kaynaklar­dan derlendiğini ve parçaların sadece bu bakış açı­sından anlaşılır olduklarını açıkça görebiliriz. Yerem- ya'nın birinci şahısta konuştuğu geri kalan parçalar­da yer alan vahiyler Baruk tarafından Yeremya'nın dikte etmesiyle yazılmış bir kitaptan alınmış gibi görünüyor. Ancak bunlar sadece (xxxvi:2'den görün­düğü kadarıyla) kitabın başladığı dönem olan Yoşi- ya'nın zamanından Yahoyakim'in dördüncü yılına kadar peygambere bildirilen vahiylere yer veriyor. xlv:2'den li:59'a kadar olan içerik aynı ciltten alınmış gibi görünüyor.

Hezekiel'in kitabının sadece bir parça olduğu ilk

dizede açıkça belirtiliyor. Çünkü birlikte başladığı bağlacın zaten söylenmiş bir şeye gönderme yaptığını ve takiptekini onunla bağladığını herkes görebilir. Ancak sadece bu bağlaç değil, aynı zamanda konuş­manın tüm metni başka yazıları ima ediyor. Şimdiki yapıtın on üçüncü yılda başlaması olgusu peygambe­rin devam ettiğini, bir söyleve başlamadığını gösteri­yor ve bu, 3. dizede ayraç içinde sanki aktarmak üzere olduğu vahiylerin daha önce Hezekiel tarafın­dan Tanrı'dan alınan vahiylerin devamı olduğu "Kil- dan ülkesinde... Rab Buzi oğlu Kâhin Hezekiel'e seslendi." tümcesiyle belirtilerek yazar tarafından da doğrulanıyor. Bundan öte Josephus 11 Eski Çağlar x:9'da Hezekiel'in Sidkiya'nın Babil'i görmemesi gerektiği kehanetinde bulunduğunu söylerken şimdi elimizde bulunan kitap sadece böyle bir ifade içermi­yor, tam tersi olarak xvii. parçada Babil'e bir tutsak olarak götürülmesi gerektiğini öne sürüyor [Son Not 20],

Hoşea'yla ilgili olarak onun şu anda onun adını ta­şıyan kitapta bulunandan daha fazla yazdığını kesin olarak belirtemiyorum. Ama kutsal yazar peygambe­rin seksen yılı aşkın kehanette bulunduğunu ileri sürdüğü için sahip olduğumuz miktarın küçüklüğü­ne şaşıyorum.

Genel anlamda vahiy kitaplarının derleyicisinin ne tüm peygamberleri ne de sahip olduğumuz yazıların hepsini topladığını ileri sürebiliriz,- Manaşşe'nin egemenliğinde kehanette bulduğu söylenen ve 2 Tarihler xxxiii:10, 18'de genel olarak sözü edilen peygamberlerden açıkça günümüze kadar gelmiş hiçbir vahyimiz yok; adlarını kitaplara veren pey­gamberlerin on ikisinin tüm vahiylerine de sahip 212

değiliz. 2 Krallar xiv:25'ten öğrendiğimiz üzere İsrailoğullarına da kehanetlerde bulunmasına rağ­men,Yunus'tan sadece Ninovalılarla ilgili olan vahiye sahibiz.

Eyüp'ün kitabı ve kişiliği çok tartışma yarattı. Ba­zıları kitabın Musa'nın yapıtı olduğunu ve tüm anla­tımın sadece mecazi olduğunu düşünüyorlar. Muse- vilerin Şeriat Kitabı'nda Hahamların kaydedilen görüşü böyle ve More Nebuchim'de Maymonides tarafından da destekleniyorlar. Diğerleri onun gerçek bir tarih olduğuna inanıyorlar, bazıları Eyüp'ün Ya- kup'un zamanında yaşadığını ve onun kızı Dina ile Evlendiğini varsayıyorlar. Ancak İbn' Ezra zaten belirttiğimiz gibi yorumlarında yapıtın başka bir dilden İbraniceye bir çeviri olduğunu doğruluyor. Ezra'nın daha ikna edici savlar öne sürmesini ister­dim; çünkü o zaman Yahudi olmayanların da kutsal kitapları olduğu sonucuna varabilirdik. Kendim konuyu askıda bırakacağım; ama Eyüp'ün Musevi olmadığını ve çok sağlam karakterli olduğunu sanı­yorum, önce zengin olduğunu sonra da korkunç felaketlerle karşı karşıya kaldığım ve sonunda büyük bir mutluluğa kavuştuğunu sanıyorum (Hezekiel tarafından diğerleri arasında böyle adlandırılıyor, xiv:12). Yazgısının cilveleri arasında düşüncesinin değişmezliğinin birçok insanın Tanrı'nın kayrasını tartışmasına ya da en azından kitabın söz konusu yazarının konuşmalannı eklemesine neden olduğunu kabulleniyorum; çünkü içerik ve ayrıca biçem de rahat bir şekilde çalışma odasında düşünen bir adamdan çok, perişan şekilde hasta ve küller arasın­da yatan bir adamın elinden çıkmışa benziyor. Ayrı­ca kitabın bir çeviri olduğu konusunda İbn' Ezra ile hemfikir olmam gerek; çünkü şiirselliği Yahudi olmayanlannkine benzer; böylece Tannlann Babası bir meclis topluyor ve burada Şeytan adı verilen Momus en büyük özgürlükle Tanrısal emirleri eleşti­riyor. Ama bunlar sağlam kaynağı olmayan varsa­yımlardan başka bir şey değil.

viii. parçadan itibaren kuşkusuz Daniel'in kendi yazısını içeren Daniel'in kitabına geçiyorum. İlk yedi parçanın nereden geldiğini söyleyemiyorum; ancak ilk Kildani'de yazıldıkları için onların Kildani tarihle­rinden alındıklarını varsayabiliriz. Eğer bu kanıtla- nabilseydi Kutsal Kitap'ın kutsallığının, içinde belir­tilen öğretilerin ve bu öğretiler bize aktanhrken kul­lanılan sözcüklerin, dilin ve deyişlerin bizim anlayı­şımıza bağh olduğu gerçeğinin çok çarpıcı bir kanıtı­nı oluştururdu ve bize bundan da öte hangi dilde yazılmış ya da hangi ulusa ait olursa olsun en yüce ve en iyi olanı öğreten ve anlatan kitapların eşit şekilde kutsal olduğunu gösterirdi.

Ancak bu durumda biz, söz konusu parçalann sa­dece Kildani dilinde yazıldığını ve yine de Kutsal Kitap'ın geri kalanı kadar kutsal olduğunu belirtebili­riz.

Ezra'nın ilk kitabı Daniel'in kitabıyla o kadar ya­kından bağlı ki her ikisi de açıkça ilk tutsaklıktan itibaren Yahudi tarihini yazan aynı yazann yapıtı olarak tanınabilir. Bu kitaba Ester'in kitabım ekle­mede kararsız bile kalmıyorum; çünkü birlikte baş­ladığı bağlaç başka hiçbir şeye gönderme yapıyor olamaz. Mordekay tarafından yazılan yapıtla aynı olamaz; çünkü ix:20-22. parçalarda başka biri Mordekay'ın mektuplar yazdığını aktarıyor ve bu mektupların içeriğini anlatıyor,-. Bundan öte kraliçe Ester'in Purim günlerinin belirlenen tarihte kutlan­masını onayladığını ve buyruğun kitapta yazılı oldu­ğunu, yani (bir İbrani göreneğiyle) o zaman yaşayan herkes tarafından bilinen, İbn' Ezra ve geri kalanının şimdi yok olduğunu itiraf ettiği bir kitapta yazıldığını anlatıyor. Son olarak Mordekay'ın geriye kalan işle­riyle ilgili tarihçi bize İran krallarının tarihlerine başvurmamızı söylüyor. Böylece bu kitabın Daniel ve Ezra'nın tarihlerini anlatan ve bazen Ezra'nın ikinci kitabı diye anılan Nehemya'yı yazan [Son Not 21] aynı kişi tarafından yazıldığı kuşku götürmez. O zaman bu kitaplarm tek elden çıktığını doğrulayabili­riz; ama yazarın kişiliğiyle ilgili hiçbir fikrimiz yok. Ancak her kimse, onun sahip olduğu, büyük ölçüde kendisinin yazdığı tarihlerin bilgisini nereden aldığı­na karar vermek için Tapınak'ın yeniden inşasından sonra Yahudilerin yönetici ve başkanlannın onların tarihsel olaylarını ve tarihlerini yazan yazıcılar ve tarihçiler tuttuklarını belirtebiliriz. Kralların kitabın­da sık sık Kralların tarihlerinden söz ediliyor,- ama başkan ve rahiplerin tarihlerinden ilk kez Nehemya xii:23'te ve tekrar 1 Makabeler xvi:24'te söz ediliyor. Bu kuşkusuz Ester'in buyruğunu ve Mordekay'ın işlerini içerdiği işaret edilen ve İbn' Ezra'nın dediği gibi şimdi kayıp olan kitaptır. Bu dört kitabın tüm içeriği ondan alınmıştı; çünkü yazarı tarafından başka hiçbir yetkiliden söz edilmiyor ya da bir yetkili bildirilmiyor.

Bu kitaplarm ne Ezra ne de Nehemya tarafından yazıldığı, Nehemya xii:9'da hahambaşı Yeşu'nun .soyundan gelenlerin izinin, Pers İmparatorluğu nere­deyse boyunduruk altına alındığında Büyük İsken­der'le buluşmaya giden (Josephus, Eski Çağlar ii.108) ya da Philo-Judaeus'a göre İranlılann boyunduruğu altındaki altıncı ve son haham olan altıncı haham­başı Yaddua'ya kadar takip edilebilmesinden belli. Nehemya'nın aynı parçasında 22. dizede bu konu açıkça ortaya çıkarılıyor: "Levililer'den Elyaşiv, Yoyada, Yohanan ve Yaddua'nın yaşadığı günlerde, Pers Kralı Darius'un döneminde, Levili aile başları­nın ve kâhinlerin kaydı tutuldu." -yani, tarihlerde. Sanırım hiç kimse [Son Not 22] Nehemya ve Ezra'­nın yaşamının Pers'in on dört kralından daha fazla yaşayacak kadar uzun olduğunu düşünmüyordun Tapınaklarını yeniden inşa etmeleri için Yahudilere izin veren ilk kral Koreş'ti. Bu tarih ve Pers'in son ve on dördüncü kralı Darius arasındaki süre 230 yıh geçiyor. Bu yüzden bu kitapların Yahuda Makabe'nin Tapınak'ta tapınmayı geri getirmesinden sonra ya­zıldığından kuşkum yok. Çünkü o tarihte Daniel'in, Ezra'nın ve Ester'in kitapları, yazılar bildiğim kada­rıyla Ferisiler tarafından hiçbir zaman kabul edilme­diği için neredeyse kesin olarak Saddukiler olan kötü niyetli insanlar tarafından yayınlanmıştı ve Ezra'nın dördüncü kitabındaki bazı efsaneler Musevilerin Şeriat Kitabı'nda tekrarlanmış olmasına rağmen Ferisilere yazılmış olamazlar; çünkü en bilgisiz kişi bile bunların bazı alçaklar tarafından eklendiğini kabul ediyor. Bence aslında biri mezhebin tüm gele­nekleriyle alay etmek amacıyla böyle eklemeler yap­mış olmalı.

Belki de bu dört kitap belirttiğim zamanda insan­lara Daniel'in vahiylerinin gerçekleştiğini göstermek ve böylece dindarlıklarını alevlendirmek ve felaketle­rinin ortasında içlerinde bir kurtuluş  umudu uyan­dırmak amacıyla tam olarak yazılmış ve yayınlan­mıştı. Daha yeni ortaya çıkmalarına rağmen elimiz­deki kitaplar sanırım aceleyle yazıldıkları için birçok yanlışlık içeriyor. Önceki bölümde belirttiğim gibi kenar yorumları başka yerlerde olduğu gibi burada da, hatta daha da fazla miktarda bulunuyor; dahası nedeni sadece aceleyle yazıldığı varsayılarak açıkla­nabilecek belli parçalar var.

Ancak kenar yorumlarına dikkat çekmeden önce eğer Ferisiler onları eski ve özgün yazıcıların yapıdan varsaymakta haklılarsa zorunlu olarak bu yazıcıların (eğer birden fazlalarsa) onları kopyaladıkları metni yanlış bulduklarını ve yine de atalannın ve onlardan üstün olanlann yazdıklarını değiştirmeye girişmedik­lerini kabul etmeliyiz. Yine konuya uzun uzadıya girmeme gerek yok ve bu yüzden kenarda fark edil­meyen birkaç uyumsuzluğa dikkat çekerek devam edeceğim.

1.   Ezra'nın ikinci parçasının metnine bir yanlışlık sızmış; çünkü 64. dizede bize parçanın geri kalanın­da sözü edilenlerin hepsinin sayısının 42,360'a var­dığı söyleniyor; ama çeşitli parçalan topladığımızda sonuç sadece 29,818 oluyor. Bu yüzden ya toplamda ya da ayrıntılarda bir yanlışlık olmalı. Toplam büyük ihtimalle doğru; çünkü umulur ki kutsal metin her­kesçe dikkate değer olarak tanınan bir şeydi; ama ayrıntılara gelince iş başka olurdu. O zaman eğer toplama herhangi bir yanlışlık sızmışsa bir zamanlar işaretlenmiş olurdu ve kolayca düzeltilirdi. Bu görüş

Ezra'nın bu parçasını belirten Nehemya vii ile doğru­lanıyor ve ona açık uygunlukta bir toplam veriliyor; ama ayrıntıların hepsi farklı - bazıları Ezra'dakiler- den daha büyük ve bazıları daha az ve hepsi birlikte 31,089'u buluyor. Bu yüzden hem Ezra da hem de Nehemya'da ayrıntıların yanlış verildiği sonucuna varabiliriz. Bu açık çelişkileri uyumlu hale getirmeye girişen yorumcuların her biri hayal güçlerini kulla­nabilecekleri en iyi şekilde kullanıyorlar ve Kutsal Kitap'ın her bir harf ve sözcüğüne hayranlıklarını itiraf ederken, sadece kutsal yazıcıları sanki sade bir anlatımı yazmayı ya da aktarmayı bilmiyorlarmış gibi gülünç duruma düşürmeyi başarıyorlar. Böyle insanlar Kutsal Kitap'ın açıklığını belirsizleştirmek- ten başka hiçbir işe yaramıyorlar. Eğer onların yön­temindeki gibi Kutsal Kitap'ın her yeri yorumlanabi­lir olsaydı anlamı güvenilir olan mantıklı önerme diye bir şey olmazdı. Ancak bu konu üstünde dur­maya gerek yok; sadece eğer herhangi bir tarihçi Kutsal Kitap'ın yazarlarına rahatça mal edilen tuta­nakları taklit etmeye kalksaydı yorumcuların onu küçümsemeyle gözaltında tutacaklarına ikna oldum. Eğer Kutsal Kitap’ta birçok yanlışlık olduğunu be­lirtmek saygısızlıksa O'na kendi hayallerini yama­yan, kutsal yazıcıları karmaşık saçmalık yazacak kadar alçaltan ve en sade ve açık anlamları reddeden­ler için hangi adı kullanmalıyız? Kutsal Kitap'ta Ezra ve arkadaşlarının kitabın ona mal edilen ikinci par­çasında onlarla Yeruşalim'e doğru yola çıkan tüm İbranileri ayrıntılı olarak saydıkları gerçeğinden daha açık ne olabilir ki? Bu sadece kökenini söyleyenlerin değil aynı zamanda söyleyemeyenlerin de sayılmasıy­la kanıtlanıyor. Yazarın sadece Ezra'da verilen listeyi 218

kopyaladığı Nehemya vii:5'ten de eşit şekilde belli değil mi? Bu yüzden bu parçaları tersi olarak açıkla­yanlar, Kutsal Kitap'ın sade anlamım reddediyorlar - hatta Kutsal Kitap'ı reddediyorlar. Kutsal Kitap'ın bir parçasını bir diğeriyle birleştirmeyi dindarlık sayıyor­lar - açık parçaları belirsizleştiren, doğruyu yanlış hale getiren, sağlamı bozan gerçekten de hoş bir dindarlık.

Eğer iyi bir amaçları varsa böyle yorumcuları saygı­sız olarak adlandırmak bana düşmez. Çünkü yanlış yapmak insana özgüdür. Ama konuma geri dönüyo­rum.

Sayısal ayrıntıların bu yanlışlıkların yanında soy ağacında, tarihte ve korkarım ki vahiylerde de başka yanlışlıklar var. Yeremya'nın (xxii. parça) Yehoyakin ile ilgili kehaneti I Tarihler iii:17-19'da verildiği üzere onun tarihiyle ve özellikle de parçanın son sözcükleriyle açıkça uyuşmuyor. Ayrıca "esenlikle öleceksin" kehaneti, gözü önünde oğulları öldürül­dükten sonra gözleri yerinden çıkarılan Sidkiya'ya nasıl uygulanır anlamıyorum. Eğer vahiyler konula­rıyla yorumlanırlarsa bir ad değişikliği yapmalıyız ve Sidkiya yerine Yehoyakin diye ve tersi olarak okuma­lıyız. Ancak bu fazla çelişkili bir işlem olurdu; öyley­se eğer varsa, özellikle de yanlışlık yetkililere değil de, tarihçiye mal edilmeliyse konuyu açıklamasız bırakmayı tercih ediyorum.

Diğer zorluklara sadece okuyucuyu yoracağı ve da­hası diğer yazarların açıklamalarını tekrarlayacağım için değinmeyeceğim. Çünkü R.Selomo yukarıda belirtilen belli soyağacı çelişkisi karşısında şu sözleri açıklamak zorunda ( bkz. 1 Tarihler viii üzerinde yaptığı yorumu): "(Tarihler kitabının yazarı varsaydı-

ğı) Ezra özgün uyumsuzluklar bulduğu için Benya- min'in oğullarına Yaratıhş'ta gördüğümüzden farklı isimler ve soyağaçları veriyor ve Levililerin çoğunu Yeşu'dan farklı olarak anlatıyor." Ve yine biraz sonra: "Givon'un ve diğerlerinin soyağacı iki kez farklı yol­larla, her bir soyağacının farklı tablolarından anlatı­lıyor ve Ezra onları yazarken metinlerin çoğunluğun­da bulunan versiyonu benimsedi ve yetki eşit oldu­ğundaysa her ikisini de verdi." diyor. Böylece bu kitaplann özgün olarak yanlış ve kesin olmayan kaynaklardan derlendiğini kabul ediyor.

Aslında yorumcular uyumsuzlukları uyumlu hale getirmeyi amaçlarlarken genellikle onların nedenle­rini belirtmekten başka bir şey yapmıyorlar. Çünkü sanırım aklı başında hiçbir insan, kutsal tarihçilerin kendileriyle açıktan açığa çeliştiklerini göstermek amacıyla yazdıklarını varsaymaz. Belki bana Kutsal Kitap'ın yetkisini yıktığım söylenecek, bu bakımdan bana göre herkes herhangi bir parçadaki yanlışlıktan yola çıkarak kuşku duyabilir; ama tam tersi olarak amacımın açık ve bozulmamış parçaların yanlış olanlara uydurulmasını ve bozulmasını önlemek olduğunu göstermiştim. Bazı parçalann bozulmuş olması gerçeği bize hepsinden kuşku duyma hakkını da vermez. Hiçbir kitap tamamen yanlışsız olamaz. Yine de sorarım; kim bütün kitapların her yerinin yanlış olduğundan kuşku duyar? Kesinlikle hiç kim­se, özellikle de sözcük seçimi ve yazarın amacı açık olduğunda.

Şimdi Eski Antlaşma'nın kitaplanyla ilgili olarak kendim için belirlediğim görevi tamamladım. Söyle­nenlerden Makabelerin zamamndan önce kutsal kitaplann hiçbir ölçütü olmadığı [Son Not 23], şimdi 220

sahip olduklarımızın Tapınak'ın yeniden inşası dö­neminde, kabul edilmeleri sadece onların sorumluğu olan (ayrıca duaların belirlenmiş biçimini kuran) Ferisiler tarafından diğer kitap yığınları içinden se­çildikleri sonucunu kolayca çıkarabiliriz. Bu yüzden Kutsal Kitap'ın yetkisini kanıtlamak isteyen biri her bir kitabın ayrı ayrı yetkisini de göstermek zorunda­dır; geri kalanının Tanrısal kaynağını çıkarsamak için tek bir kitabın Tanrısal kaynağını kanıtlamak yeterli değildir. Bu durumda Ferisi kurulunun kitap seçiminde yanılmaz olduğunu varsaymalıydık ve bu hiçbir zaman kanıtlamazdı. Sadukilerin reddettiği Diriliş öğretisinin Daniel ii'de bildirilmesi olgusu ve Musevilerin Şeriat Kitabı'nda Ferisilerin onları kendi­lerinin seçtiklerini açıkça belirtmeleri beni, Eski Antlaşma'nın kitaplarını sadece Ferisilerin seçtiğini ve onları kutsal kitaba onların soktuğunu belirtmeye yöneltiliyor. Çünkü Sabbathus'un incelemesinde 2. bölüm, 30. yaprak, 2. sayfada: Rabbi soyadlı R. Jehuda, içinde yasaya (yani, Musa'nın yasası kitabı­na) karşı sözler bulunduğu için uzmanların Vaizlerin kitaplarım gizlemek istediklerini bildiriyor. Onu neden gizlemediler? Çünkü yasayla uyumlu olarak başlıyor ve bitiyor ve biraz sonra /'Ayrıca Özdeyişler kitabını saklamaya çalıştılar" diyor. Ve aynı incele­menin ilk bölümünde 13. yaprak, 2. sayfada: 'Ger­çekten daima bir adamın adını verin, hatta Neghun- ga adı verilen Hizkiya'nın oğlu: O olmasaydı yasamn sözleriyle uyuşmadığı için Hezekiel'in kitabı gizlene­cekti.'

Böylece yasada uzman olan insanların hangi kitap­ların Kutsal Kitap'a alınacağı ve hangisinin alınma­yacağına karar vermeleri için bir kurul topladıkları çok açık. Bu yüzden tüm kitapların yetkisini sağlama almak isteyen biri, yeni bir kurul toplasın ve her üyeye gerekçelerini sorsun.

Şimdi Yeni Antlaşma'daki kitapları aynı biçimde incelemenin zamanı geldi; ama öğrendiğim kadarıyla bu iş zaten bilim ve dillerde çok usta insanlarca yapıldığı ve kendim bu iş için tam olarak yeterli Grekçe bilgisine sahip olmadığım, son olarak bu kitapların İbranice yazılan özgünlerini kaybettiğimiz için bu girişimi reddetmeyi tercih ediyorum. Ancak konumla en çok ilgili olan bu noktalara sonraki bölümde değineceğim.

2.      Kısmın Sonu.

Tanrıbilimsel Politik İnceleme’ye
Yazarın Son Notları

2.    Kısım - VI. Bölümden X. Bölüme

VI.    BÖLÜM

Son Not 6 Tanrı'nın varlığından ve sonuçta başka her şeyin varlığından kuşku duyduğumuz sürece açık seçik bir Tanrı görüşümüz yoktur, sadece karışık bir görüşümüz vardır. Üçgenin doğasını doğru olarak bilmeyen, onun üç açısının iki dik açıya eşit olduğu­nu bilmez, o zaman Tanrısal doğayı karışık düşünen biri onun var oluşunun Tanrı'nın doğasına bağlı olduğunu görmez. Şimdi Tanrı'nın doğasını açık seçik olarak düşünmek için genel kavramlar denilen belli sayıda çok basit kavramlara dikkat etmek ve onların yardımıyla Tanrısal doğanın özelliklerinden oluşturduğumuz kavramları, Tanrı'nın doğasıyla ilişkilendirmek gerekir. O zaman ilk kez Tanrı'nın zorunlu olarak var olduğu, her yerde olduğu ve tüm kavramlarımızın içinde Tanrı'nın doğasını barındır­dığı ve onun aracılığıyla kavrandığı bizim için açık olur. Son olarak tüm upuygun bilgilerimizin  gerçek

olduğunu görürüz. Bu konuyu "Descartes'ın felsefe­sinin ilkelerinin geometrik olarak açıklanması" kita­bının önsözü ile karşılaştırın.

VII.    BÖLÜM

Son Not 7 "Kutsal Kitap'taki tüm ifadelerin kesin bir bilgisini elde etmemizi sağlayacak bir yöntem bulmak olanaksızdır." Anlatmak istediğim dili alış­kanlıkla kullanmayan ve deyiş biliminin tam anla­mını kaybetmiş bizler için olanaksızdır.

Son Not 8. "Aklın açık bir düşünce oluşturabildiği şeylerde değil de kendileri aracılığıyla kavranabilen şeylerde ne anlatmak istediğinin izini sürmeye giriş­tiğimizde doğuyor" Kavranabilenle, sadece katı olarak kanıtlanmış şeyleri değil, aynı zamanda kanıtlana­maz olsalar da ahlaki olarak emin olduğumuz ve şaşkınlık duymadan duymaya alışkın olduğumuzu da anlatmak istiyorum. Herkes Öklid'in önermeleri­nin doğruluğunu kanıtlanmadan önce kavrayabilir. Matematiksel olarak kanıtlanamasalar da insan inancını, yasalarını, kurumlarım, görgülerini aşma­yan hem gelecek hem geçmiş şeylerin tarihini de ben kavranabilir ve açık olarak adlandırıyorum. Ama inancın sınırını aşıyor görünen hiyeroglif ve tarihlere kavranamaz adını veriyorum; yine de bu sonuncula- nn arasında yöntemimizin bizi araştırabilir ve yazar­larının ne anlatmak istediğini keşfedebilir hale getir­diği birçok şey var.

VIII.    BÖLÜM

Son Not 9 "Moriya Dağı Tanrı'nın dağı olarak ad­landırılıyor." Yani İbrahim tarafından değil, tarihçi tarafından böyle adlandınlıyor çünkü tarihçi şimdi 224

"Rab'bin dağında belli edilecektir/' diye andığı bu yerin İbrahim tarafından "Tanrı sağlayacaktır" diye anıldığını söylüyor.

Son Not 10 "Davut o bölgeyi [İdumeya] fethetme­den önce." Bu tarihten yine Yahudi krallığından ayrıldıkları Yehoram'ın egemenliğine kadar (2 Krallar viii:20) İdumeyanhlann krah yoktu, Yahudiler tara­fından atanan prensler kralların yerini tutuyordu (I Krallar xxii:48), aslında İdumeya prensi kral olarak anılıyor (2 KraUar iii:9).

İdumeya krallarının sonuncusunun Şaul'ün göreve gelmesinden önce işbaşına geçip geçmediğinden ya da Yaratılış'nı bu parçada sadece bağımsız kralları belirtmek istediğinden kuşku duyulabilir. Bir monar­şiden tamamen farklı bir egemenlik kuran Musa'nın adını İbrani kralları arasına yazmak istemek açıkça boş bir şey.

IX.    BÖLÜM

Son Not 11 "Birkaç istisna." Bu istisnalardan birini 2 Krallar xviii:20'de: "...söylüyorsun, (ama bunlar boş sözler)..." derken ikinci şahsın kullanılmasında bulu­yoruz. Yeşaya xxxvi:5'te: "Savaş tasarıların ve gücün boş laftan başka bir şey değil diyorum." ve Krallar'- daki parçanın yirmi ikinci dizesinde: 'Yoksa bana... diyeceksiniz?" diyerek çoğul sayı kullanılırken Yeşaya tekil sayı kullanıyor. Yeşaya'daki metin 2 Krallar xxxii:32'de bulunan sözcükleri içermiyor. Böylece çeşitli yorumların en iyisini ayırt etmenin olanaksız olduğu birçok çeşitli yorum durumu var­dır.

Son Not 12 "...iki parçadaki ifadeler o kadar tuhaf bir şekilde çeşitli ki..." Örneğin 2 Samuel vii:6'da: "Bir çadırda orada burada konaklayarak dolaşıyor­dum." deniyor. Oysa 1 Tarihler xvii:5'te: "Bir çadır­dan öbür çadıra, orada burada konaklayarak dolaş­tım." deniliyor. 2 Samuel vii:10 "onlara baskı yapmasınlar" derken 1 Tarihler vii:9'da farklı bir ifade buluyoruz. Daha da büyük farklılıkları belirte­bilirdim ama parçaların bir kez okunması ya kör ya da akıldan yoksun olmayan herkese onları gösterme­de yeterli olacaktır.

Son Not 13 "Bu tarih bundan hemen önce gelene gönderme yapıyor olamaz." Bağlamdan bu parçamn Yusufun kardeşleri tarafından satıldığı tarihi kas­tetmesi gerektiği açık. Ama bu hepsi değil. Biraz önce anlatılan kendi tarihini hesaplamanın temeli kabul ederek aynı sonucu o zaman en fazla yirmi iki yaşında olan Yahuda'nın yaşından da çıkarabiliriz. Aslında Yaratılış xxx'un son dizesinden de Yahuda'- mn Yakup'un Lavan'a olan tutsaklığının onuncu yılında ve Yusufun da on dördüncü yılında doğduğu söyleniyor. Şimdi Yusuf'un kardeşleri tarafından satıldığında on yedi yaşında olduğunu bildiğimize göre, o zaman Yahuda yirmi bir yaşından fazla değil­di. Bu yüzden Yahuda'nın babasının evindeki uzun yokluğunun Yusuf'un satılmadan önce olduğunu belirten bu yazarlar sadece kendilerini kandırmaya ve korumaya meraklı oldukları Kutsal Kitap'ın yetkisini kuşku konusu yapmaya çalışıyorlar.

Son Not 14 "Dina, Şekem ırzına geçtiğinde nere­deyse yedi yaşındayken..." Bazdan tarafından kabul 226

edilen Yakup'un Mezopotamya ve Beytel arasında sekiz ya da on yıl gezindiği düşüncesi, İbn' Ezra'ya saygı bunu söylememe izin verirse saçmalığın belir­tisidir. Çünkü Yakup'un acele etmesi için iki nedeni olduğu açık. İlk olarak yaşlı ebeveynlerini görme arzusu; ikinci olarak ve daha çok, kardeşinden kaçtı­ğında edilen yemini yerine getirmek için [Yaratılış xxviii:10 ve xxxi:13 ve xxxv:l) [Yaratılış xxxi:3) Tan- n'nın ona yeminini yerine getirmesini buyurduğunu ve ona ülkesine geri dönmesinde yardımcı olma sözü verdiğini görüyoruz. Eğer bu düşünceler akıl yürüt­mekten çok varsayım gibi görünüyorsa bu konudan vazgeçeceğim ve Odiseus'tan  daha şanssız olan Yakup'un bu kısa yolculukta sekiz ya da on yıl hatta daha da fazlasını harcadığını kabul edeceğim. Şöyle ya da böyle Benyamin'in gezisinin son yılında doğdu­ğu reddedilemez yani itirazcıların hesabıyla Yusuf on altı ya da on yedi yaşındayken çünkü Yakup Lavan'ı Yusuf doğduktan yedi yıl sonra terk etti. Şimdi Yu­suf'un on yedinci yaşından ata Yakup Mısır'a gidene kadar bu bölümde gösterdiğim gibi yirmi iki yıldan fazlası geçmedi. Sonuçta Benyamin Mısır'a olan yolculuk zamanında en fazla yirmi üç ya da yirmi dört yaşındaydı. Bu yüzden genç yaşında büyükbaba olacaktı [Yaratılış xlvi:21, Çölde Sayım xxvi:38 ile 40 ve Tarihler viii:l'i karşılaştırın! çünkü Benyamin'in en büyük oğlu Bâlâ'nın o zamanlar Adday ve Naaman adında iki oğlu vardı. Bu, Dina'nın yedi yaşında ırzına geçildiği deyişi kadar saçma, anlatı­mın doğru kabul edilmesiyle çıkacak diğer olanaksız­lıklardan söz etmiyorum bile. Böylece uyumsuzluk­ları çözmek için beceriksizce girişimler sadece yeni uyumsuzluklara neden oluyor ve aklı daha çok karış­tırıyor.

Son Not 15 "Kenaz'ın oğlu Otniel 40 yıl boyunca işbaşındaydı." Haham Levi Ben Gerson ve diğerleri, Kutsal Kitap'ın bağımsız geçtiğini söylediği bu kırk yılın Yeşu'nun ölümünden itibaren sayılması gerek­tiğine inamyorlar. Ve sonuç olarak bu kırk yılın insanların Kuşan Rişatayim'in boyunduruğu altında oldukları sekiz yıh içermesi gerekirken, bunu izleyen on sekiz yılın Ehut ve Şamgar'ın hâkimliklerinin seksen yılına eklenmesi gerektiğine inanıyorlar. Bu durumda bağımlılığın diğer yıllarını Kutsal Kitap tarafından bağımsızlıkla geçtiği söylenen yıllar ara­sında saymak gerekirdi. Ama Kutsal Kitap bağımlılık ve bağımsızlık yıllarının sayısına özellikle dikkat ediyor ve bundan öte (Hâkimler ii:18) İbrani devleti­nin hâkimlerin bütün zamanı boyunca zengin oldu­ğunu bildiriyor. Bu yüzden (kesinlikle bilgili bir adam olan) Levi Ben Gerson ve takipçileri Kutsal Kitap'ı yorumlamaktan daha çok, düzeltiyorlar.

Aynı yanlışlık, Kutsal Kitap'ın yılların bu genel he­saplamasını yapmasının amacının, kargaşa ve ba­ğımlılık yıllarını, felaket ve yönetimin kanunen çalışmadığı dönem olarak atlayarak, İbrani devleti­nin sadece düzenli yönetim dönemini belirtmek olduğunu söyleyenler tarafından yapılıyor. Kutsal Kitap kargaşa dönemlerini kesinlikle sessiz kalarak atlıyor ama onların hayal ettiği gibi onları hesapla­mayı reddetmiyor ya da ülkenin tarihsel olaylarından silmiyor. 1 Krallar vi'de Ezra'nın Mısır'dan kaçıştan sonraki tüm yıllan hesaplamayı istediği açık. Bu o kadar açık ki Kutsal Kitap bilgisi olan hiç kimse bundan kuşku duyamaz. Çünkü metnin sözlerine tam olarak geri dönmeden Rut'un kitabının sonunda verilen Davut'un soyağacının ve 1 Tarihler ii'nin bu kadar çok sayıda yılı güçlükle açıkladığını görebiliriz. Yahuda oymağının {Çölde Sayım vii:l 1) prensi olan Nahşon ise Mısır’dan Çıkış'tan iki yıl sonra çölde öldü ve oğlu Salmon, Şeria'yı Yeşu ile geçti. Şimdi bu Salmon, soyağacına göre Davut'un büyük-büyük babasıydı. O zaman toplam 480 yıldan Süleyman'ın egemenliği için dört yıl, Davut'un yaşamı için yetmiş ve çölde geçirilen zaman için kırk yıl çıkarırsak Da­vut'un Şeria'dan geçişten 366 yıl sonra doğduğunu buluruz. Bu yüzden Davut'un babasının, büyükbaba­sının, büyük-büyük babasının ve büyük-büyük- büyük babasının doksan yaşlarındayken çocuk sahibi olduklarına inanmalıyız.

Son Not 16 "Şimşon kırk yıllığına hâkimdi." Şimşon İbraniler Filistinlilerin boyunduruğu altına girdikten sonra doğmuştu.

Son Not 17 Yoksa Kutsal Kitap'ı açıklamaktan çok düzeltmiş olurlar.

Son Not 18 "Kiryat-Yearim" Kiryat Yearim aynı zamanda Baale Yahuda adıyla da anılıyor. Bu yüzden Kimçi ve diğerleri benim 'Yahuda halkı" olarak çe­virdiğim Baale Yahuda'nın sözlerini bir yerleşim biriminin adı olduğunu düşünüyorlar. Ama bu öyle değil; çünkü 'Baale' sözcüğü çoğul halde. Dahası

Samue/'deki bu metni 1 Tarihler xiii:5 ile karşılaştı­rarak Davut'un kalkıp Baale'nin dışına çıkmadığını, oraya gittiğini buluyoruz. Eğer Samuel'in kitabının yazarı Davut'un gemiye bindiği yeri adlandırmak isteseydi, eğer İbraniceyi doğru konuşuyorsa "Davut kalktı, Baale Yahuda'dan çıktı ve oradan gemiye bindi." derdi.

X.      BÖLÜM

Son Not 19 "Tapınağın Yahuda Makabe tarafından onarılıp eski durumuna getirilmesinden sonra." Bu varsayım, öyleyse, 1 Tarihler iii'te kral Yehayakin'in doğrudan soyunda on üçüncü olan Elyoenay'ın oğul­larında biten soyağacı temel alınarak ileri sürülmüş. Bunun üzerine Yehoyakin'in tutsaklığından önce hiç çocuğu olmadığına dikkat etmeliyiz; ama eğer onlara verdiği adlardan bir çıkarsama yaparsak tutukevin- deyken iki çocuk sahibi olması olası. Torunlarına gelince, eğer adlar yol gösteriyorsa onların kurtulu­şundan sonra doğdukları açık çünkü bu parçaya göre torunu Pedaiah (Tanrı beni kurtardı anlamındaki bir ad) Zerubbabil'in babasıydı, Yehoyakin'in yaşamının otuz yedi ya da otuz sekizinci yılında doğmuştu yani Koreş tarafından özgürlüğün Yahudilere geri verilme­sinden otuz üç yıl önce. Bu yüzden Koreş'in Yahu- diye'nin prensliğini verdiği Zerubbabel on üç ya da on dört yaşındaydı. Ama araştırmayı bu kadar derine indirmemiz gerekmiyor. Biz sadece Yehoyakin'in tüm kuşağının anıldığı zaten alıntısı yapılan 1 Tarih­ler parçasını dikkatlice okuyoruz ve onu Devlet baş­kanlık asasının artık Yehoyakin'in hanedanlığına ait olmadığı, Makabe'nin Tapınak'ı yeniden inşa ettiği zamana kadar bu kitapların yayınlanmadığım açıkça 230

görmek için Septuagint  versiyonuyla karşılaşmıyo­ruz.

Son Not 20 "Sidkiya'nın Babil'e bir tutsak olarak götürülmesi gerektiğini öne sürüyor" O zaman hiç kimse Hezekiel'in kehanetinin Yeremya'nınkiyle çeliştiğinden kuşku duyamazdı, ama Josephus'un öyküsünü okuyan herkes bundan kuşku duyar. Olay her iki peygamberin de sağ tarafta olduğunu kanıtla­dı.

Son Not 21 "Nehemya'yı yazan" Nehemya'nın ki­tabının büyük kısmının peygamber Nehemya'nın kendisi tarafından oluşturulmuş yapıttan alındığı, yazarımn tanıklığından çıkıyor. (Bkz. i. parça) Ama viii. parça ve xii. parça 26. dize arasındaki parçamn tamamının Nehemya'nın sözlerine bir parantez oluşturan xii. Parçamn son iki dizesiyle beraber, Nehemya'dan çok yaşayan tarihçinin kendisi tara­fından eklendiği ortada.

Son Not 22 "...sanırım hiç kimse... düşünmüyor­dun" Ezra'nın Yeşu adındaki (bkz. Ezra vii. ve 1 Tarihler vi:14) Zerubbabil ile Babil'den Yenışalim'e giden ilk hahambaşının amcası olduğunu düşünmü­yordun Ama Yahudilerin bir karmaşa içinde oldukla­rını gördüğünde diğerlerinin de yaptığı gibi (Nehemya i:2) Babil'e geri döndü ve isteklerinin yerine getirildiği zaman olan Artahşasta'nın egemen- ligine kadar orada kaldı ve ikinci bir kez Yeruşalim'e gitti. Koreş'in zamanında Yeruşalim'e Zerubbabil ile Nehemya da gitti [Ezra ii:2 ve 63 karşılaştırın x:9 ve Nehemya x:l). "Büyükelçi" olarak çevrilen, İbranice sözcüğün verilen versiyonu herhangi bir yetkiyle destekli değilken saraya sık sık giden Yahudilere yeni adlar verildiği kesin. Böylece Daniel, 'Balteshazzar' ve Zerubbabil 'Sheshbazzar' adını aldı [Daniel i: 17). Nehemya görevi nedeniyle yönetici ya da başkanken Atirsana olarak anıldı [Nehemya v. 24, xii:26).

Son Not 23 "Makabelerin zamanından önce kutsal kitaplann hiçbir ölçütü yoktu" 'Büyük' adı verilen Sinagog, Asya'nın MakedonyalIlar tarafından zapt edilmesinden önce ortaya çıkmadı. Maymonides, Haham Abraham, Ben-David ve diğerlerinin bu sinagog'un başkanlannın Ezra, Daniel, Nehemya, Hagay, Zekeriya olduğu savı, haham geleneğine dayanan saf bir kurgu. Perslilerin egemenliğinin sadece otuz dört yıl sürdüğünü ve (Sadukilerce red­dedilen ama Ferisilerce kabul edilen) onları önceki peygamberlerden ve böylece Tanrı'nın Kendi'sinden alan Musa'dan doğrudan sırayla teslim alan peygam- berlerce onaylanmasının, "büyük sinagog"un ya da synod'un  buyruklarını savunmaları için en başta gelen neden olduğunu belirtiyorlar. Ferisilerin her zamanki inatçılıklarıyla savundukları öğreti işte böyle. Ancak kurullann ya da synodlann toplantıya çağrılma nedenini bilen aydın insanlar Ferisi ve Sadukiler arasındaki farklılıklara yabancı değiller ve bu büyük sinagog'un toplanmasına neden olan olay- lan kolayca sezebilirler. Orada hiçbir peygamberin hazır bulunmadığı ve geleneklerini biçimlendirdikleri Ferisi buyruklarının tüm yetkisini büyük sinagog'dan aldığı çok kesin.

II. Kısmın Son Notlannın Sonu -

VI. Bölümden X. Bölüme.

XI.    Bölüm:

Havarilerin Mektuplarını Havariler ve
Peygamberler ya da Sadece
Öğretmenler Olarak Yazıp
Yazmadıklarının Bir Araştırması ve
Havari ile Ne Denmek İstendiğinin Bir
Açıklaması

Mektupların kehanet biçemindc olmaması.

Havarilerin belli yerlerde yazmalarının ya da vaaz vermelerinin emredilmemiş olması.

Havarileree benimsenen farklı öğretme yöntemleri.

Yeni Antlaşma'nın hiçbir okuyucusu Havarilerin peygamber olduğundan kuşku duyamaz; ama I. Bö­lümün sonunda gösterdiğimiz gibi peygamberler vahiylerle her zaman değil, sadece seyrek aralıklarla konuştukları için, özellikle de Korintliler xiv:62'de Pavlus iki tür vaaz etme belirttiği için, Havarilerin mektuplarını Musa, Yeremya ve diğerlerinin yaptığı gibi vahiy ve kesin buyruklarla peygamberler ya da özel bireyler ya da öğretmenler olarak yazıp yazma­dıklarını yansızca araştırabiliriz.

Eğer Mektupların biçemini incelersek peygamber- lerce kullanılan biçemden tamamen farklı olduğunu buluruz.

Peygamberler sürekli olarak Tanrı'nın buyruğuyla konuştuklarını belirtiyorlar: "Rab diyor ki", "Her Şeye Egemen Rab diyor ki", "Rab'bin buyruğu"...vs. ve "Rab diyor ki" ile başlayan 2 Tarihler xxi:12'de İlyas'ın Yehoram'a olan mektubundan görüldüğü gibi bu onların sadece peygamberleri derlemede değil, aynı zamanda vahiyleri içeren mektuplarında da söz ko­nusu olan bir alışkanlığıydı.

Havarilere ait mektuplarda bu tür hiçbir şey bul­muyoruz. Tersi olarak I Korintliler vii:40'da Pavlus kendi düşüncesine göre konuşuyor ve Romalılar iii:28: "Çünkü... kanısındayız.", Romalılar 8:18: "Şimdi düşünüyorum" [Son Not 24] gibi birçok par­çada bunlar gibi kuşkulu ve karışık ifadelere rastlıyo­ruz. Bunların yanında peygamberler tarafından kul­lanılanlardan çok farklı ifadelere rastlanıyor. Örne­ğin, 1 Korintliler vii:6: "Bunu bir buyruk olarak değil, bir uzlaşma yolu olarak söylüyorum", "Rab'bin mer­hameti sayesinde güvenilir biri olarak düşündükle­rimi söylüyorum." (1 Korintliler vii:25) ve birçok parçada benzer şeyler görüyoruz. Daha önce sözü edilen parçada Havari, Tanrı'nın buyruk ya da emri­ne sahip olduğunu ya da olmadığım söylediğinde, onun kendisine belli edilen buyruk ya da emri değil, sadece İsa tarafından Dağdaki Öğüdünde söylenen sözleri anlatmak istediğini de açıklamalıyız. Bundan öte Havarilerin İsa'nın öğretisini yayma biçimini incelersek peygamberlerce benimsenen yöntemden maddeten farklı olduğunu göreceğiz. Havariler her yerde sanki kehanette bulunmaktan çok tartışıyor- muş gibi akıl yürütüyorlar,- diğer taraftan vahiyler sadece dogma ve buyrukları içerir. Vahiyde Tanrı sanki akla seslenmek için konuşuyormuş gibi değil,

kesin emriyle buyruklar veriyormuş gibi ortaya konu­luyor. Peygamberlerin yetkisi, tartışmaya razı olmu­yor çünkü savları için akla dayalı bir temel bulmak isteyen herkes, bu isteğin ta kendisi nedeniyle savla- nnı herkesin özel yargısına sunar. Pavlus aklım kullandığı için bunu yapmış görünüyor çünkü 1 Korintliler x:15'te diyor ki: " Aklı başında insanlarla konuşur gibi konuşuyorum. Söylediklerimi kendiniz tartın." I. Bölümün sonunda gösterdiğimiz gibi pey­gamberler belli edileni doğal akıllan nedeniyle kav­ramadılar ve Tevrat'ın ilk beş kitabında tümevarıma başvurur gibi görünen belli parçalar olsa da daha yakından incelendiğinde bunların saltık buyruklar­dan başka bir şey olmadıkları ortaya çıkıyor. Örne­ğin; Musa, Yasa'nın Tekrarı xxxi:27'de: "Bugün ben sağken, aranızdayken bile Rab'be karşı geliyorsunuz; ölümümden sonra daha ne kadar çok başkaldıracak­sınız." dediğinde hiçbir şekilde Musa'nın İsraillileri ölümünden sonra Tanrı'ya tapınmadan muhakkak çekileceklerine akılla ikna etmek istediği sonucuna varmamalıyız; çünkü Kutsal Kitap'ın kendisinin gösterdiği gibi sav yanlış olur. İsrailliler, Yeşu ve ileri gelenlerin yaşamları boyunca ve sonra da Samuel, Davut ve Süleyman'ın zamanları süresince inanmaya devam ettiler. Bu yüzden Musa'nın sözleri, sadece insanların hayal güçlerinde canlı kalması için sözle onların gelecekteki dinden dönmesinin öndeyisinde bulunduğu ahlaki bir yargı. Musa'nın vahiy aracılı­ğıyla, bir peygamber olarak değil, öndeyisine olasılık katmak için kendisinden söz ettiğini söylüyorum çünkü aynı parçanın 21. dizesinde Tanrı'nın aynı şeyi farklı sözcüklerle Musa'ya belli ettiği söyleniyor ve Musa'nın emin olması için Tanrı'nın öndeyisini 236

ve buyruğunu kanıtlamasına gerek yoktu,- sadece onun hayal gücüne canlı olarak kalması gerekliydi ve bu, insanların onun çok iyi bildiği dik başlılığının gelecekte sürmesinin olasılık dâhilinde olduğunu hayal etmesini sağlamaktan daha iyi bir şekilde başarılamazdı.

Musa tarafından beş kitapta kullanılan tüm savlar böyle anlaşılmalı; bu savlar aklın deposundan çıka­rılmış değiller, sadece Tanrı'nın buyruklarım etkin­likle aşılamak ve hayal gücüne canlı bir biçemde sunmak için hesaplanmış anlatım biçemleri. Ancak peygamberlerin vahiyden sonuç çıkardıklarını ta­mamen reddetmek istemiyorum; sadece bilgilerinin sıradan bilgiye yaklaştığı oranda, peygamberlerin kanıtlamayı daha geçerli şekilde kullandıklarını savunuyorum ve bununla onların saltık dogmalar, buyruklar ya da yargılar ilan ettikleri için sıradan olandan üstün bir bilgiye sahip olduklarını biliyoruz. Böylece peygamberlerin başı Musa hiçbir zaman yasal sav kullanmadı ve diğer taraftan Romalılara Mektup'ta gördüğümüz gibi Pavlus'un uzun tümden­gelim ve savları hiçbir şekilde doğaüstü vahiyden yazılmamıştır.

Havarilerce benimsenen ifade ve söylem biçemleri mektupların vahiy ve Tanrısal buyrukla yazılmadığı­nı sadece yazarların doğal erkleri ve kararıyla yazıldı­ğını çok açıkça gösteriyor. Mektuplar kehanette hiçbir zaman kullanılmayacak kardeşçe öğüt ve na­zik ifadelerden oluşuyorlar, örneğin, Romalılar xv:15'te Pavlus'un bahanesi: "Yine de Tanrı'nın bana bağışladığı lütufla bazı noktaları yeniden anımsat­mak için size yazma cesaretini gösterdim." şeklinde­dir.

Aynı sonuca, Havarilerin hiçbir zaman yazmalan için değil, sadece her yere vaaz vererek gitmeleri ve sözlerini işaretlerle doğrulamaları için buyruk aldık­larını gözlemleyerek varabiliriz. Yahudi olmayanlann dine döndürülmesi ve dini kabul etmeleri için onla- nn kişisel varlığı ve işaretleri kesinlikle gerekliydi; Pavlus'un da Romalılar i:l l’de özellikle ifade ettiği gibi: "Çünkü ruhça pekişmeniz için size ruhsal bir armağan ulaştırmak üzere sizi görmeyi çok istiyo­rum." Aynı yöntemle, Havarilerin peygamberlerin yaptığı gibi Tanrı'nın buyruğuyla belli yerlere gitme­dikleri için peygamberler olarak vaaz vermediklerini kanıtlayabilmemize karşı çıkılabilir. Eski Antlaşma'- da Yunus'un vaaz vermek için Ninova'ya gittiğini aynı zamanda özellikle oraya gönderildiğini ve ona vaaz vermesi gerektiğinin söylendiğini görüyoruz. Aynı şekilde uzun uzadıya Musa'nın Tanrı'nın bir elçisi olarak Mısır'a gitmesi ve aynı zamanda İsrailoğullanna ve kral Firavun'a ne demesi gerektiği ve sözlerini güvenilir hale getirmek için gözlerinin önünde hangi mucizeleri gerçekleştirmesi gerektiği aktarılıyor. Yeşaya, Yeremya ve Hezekiel'den özellik­le İsraillilere vaaz vermeleri buyrulmuştu. Son olarak peygamberler vaaz vermeye gittiklerinde sadece Tan- n'dan aldıkları Kutsal Kitap'ın bizi ikna ettiği şeyleri vaaz verdiler. Tersi olarak özellikle Havarilerin nere­de kendi sorumlulukları altında vaaz vermeleri ge­rektiğini seçtiklerini ima eden parçalar buluyoruz çünkü bu konuda Pavlus ve Barnaba arasında tar­tışmaya varan bir uyuşmazlık vardı (Elçilerin İşleri xv:37, 38). Sık sık bir yere gitmek istediler ama Pavlus'un yazdığı gibi onlara engel olunuyordu, Ro­malılar i: 13: "...çahşmalanmın sizin aranızda da 238

ürün vermesi için yanınıza gelmeyi birçok kez amaç­ladığımı, ama şimdiye dek hep engellendiğimi bil­menizi istiyorum." ve 1 Korintliler xvi:12: "Kardeşi­miz Apollos'a gelince, kardeşlerle birlikte size gelme­si için ona çok ricada bulundum, ama şimdilik gel­meye hiç de istekli değil. Fırsat bulunca gelecek."

Bu ifadelerden ve Havariler arasındaki görüş farklı­lıklarından ve aynca Kutsal Kitap'ın onlara hiçbir yerde, eski peygamberlerin Tanrı'nın buyruğuyla gittiklerine tanıklık ettiği gibi tanıklık etmemesin­den, onlara peygamberlik değil, öğretmenlik sıfatla­rıyla vaaz verdikleri, böyle de yazdıkları sonucunu çıkarılabilir. Ama bir Havari'nin ve bir Eski Antlaş­ma peygamberinin görevi arasındaki farklılığı göz­lemlediğimizde sorun kolayca çözülüyor. Eski Ant­laşma peygamberleri tüm uluslara değil, belirli ulus­lara vaaz vermek ve kehanette bulunmak için çağ­rılmışlardı ve bu yüzden her biri için kesin ve özel bir buyruk gerekiyordu; diğer taraftan Havariler kesinlik­le tüm insanlara vaaz vermek ve tüm insanları dine döndürmek için çağrılmışlardı. Bu yüzden nereye gittilerse İsa'nın buyruğunu yerine getiriyorlardı,- onlara neyi vaaz vermeleri gerektiğini önceden belli etmeye gerek yoktu çünkü onlar Efendilerinin Ken- di'sinin "Sizleri mahkemeye verdiklerinde, neyi nasıl söyleyeceğinizi düşünerek kaygılanmayın. Ne söyle­yeceğiniz o anda size bildirilecek." {Matta x:19, 20) dediği İsa'nın havarileriydi. Bu yüzden biz Havarile­rin sadece sözlü olarak vaaz ettikleri ve işaretle doğ­ruladıkları şeyleri özel vahye borçlu olduklarını (bkz. 11. parçamn başlangıcı); doğrulayıcı herhangi bir işaret ve mucize olmaksızın, konuşma ve yazmayla öğrettikleri şeyleri kendi doğal bilgilerinden öğrettik­leri sonucuna varabiliriz. (Bkz. 1 Korintliler xiv:6) Tüm mektupların Havarilik izninin alıntısıyla baş­laması bizi yıldırmamak; çünkü biraz soma göstere­ceğim gibi Havarilere sadece kehanet yeteneği değil, aynı zamanda öğretme yetkisi de bağışlanmıştı. Bu yüzden Mektuplarını Havariler olarak yazdıklarını kabul edebiliriz ve bu nedenle belki de inançlılar arasında vaazlarıyla böyle bir damga vuran ve birçok olağanüstü yapıtla gerçek dini ve kurtuluş yolunu öğreten insanlar olduklarım belirterek, okuyucunun dikkatini çekmek amacıyla her birinin mektuplara Havarilik izninin alıntısını yaparak başladığını kabul edebiliriz. Havarilere özgü çağrı ve onlara ilham veren Tanrı'nın Kutsal Ruhu ile ilgili Mektuplarda söylenen şeylerin, Tanrı'nın Ruhu ve Kutsal Ruh'un ifadelerinin saf, dürüst ve Tanrı'ya adanmış bir aklı dile getirdiği parçalar dışında, havarilerin daha önce­ki vaazına gönderme yaptığım gözlemliyorum. Örne­ğin 1 Korintliler vii:40'da Pavlus diyor ki: "Ama dul kadın, olduğu gibi kalırsa daha mutlu olur. Ben böyle düşünüyorum ve sanırım bende de Tanrı'nın Ruhu vardır." Tanrı'nın Ruhuyla Havari burada bağlamdan da görebileceğimiz gibi kendi aklına gönderme yap­maktadır. Anlatmak istediği şudur: "İkinci bir kocay­la evlenmek istemeyen dul bir kadını kutlu sayıyo­rum; benim görüşüm böyle çünkü ölene kadar ev­lenmemeye karar verdim ve kutlu olduğumu düşü­nüyorum." Şimdi alıntısını yapmama gerek olmayan başka benzer parçalar da var.

Havarilerin Mektuplarını sadece doğal aklın ışığıy­la yazdıklannı gördüğümüz için doğal aklın kapsamı dışında kalan konuları öğretmeye nasıl yeterli olduk­larını soruşturmalıyız. Ancak, bu incelemenin VII. Bölümünde söylediklerimizi aklımızda tutarsak sorunumuz ortadan kalkacak. Kutsal Kitap'ın içeriği bizim aklımızı tamamen aşsa da, onda bize söylen­meyen hiçbir şeyi kabul etmediğimiz sürece onlardan güvenle söz edebiliriz. Aynı yöntemle Havariler duy­dukları ve gördüklerinden ve onlara belli edilenden, izin verilseydi insanlara öğretebilecekleri birçok sonuç oluşturmaya ve çıkarmaya yeterli hale getiril­mişlerdi.

Bundan öte Havarilerce vaaz edildiği üzere, İsa'nın yaşam öyküsünden oluştuğu kadanyla din aklın alanı içinde olmasa da, İsa'nın tüm öğretisi gibi, onun en başta ahlaki olan özü herkesin doğal yete­nekleriyle kolayca anlaşılabilir.

Son olarak Havariler kolayca anlaşılması için her­kesin anlayışına göre işaretlerle açıkladıklan dini uyarlama ya da bu konuda tavsiyeler verme amacı için doğaüstü bir aydınlanmadan yoksun değillerdi. Aslında Mektupların amacı, Havarilerin her birinin insanları dine üye etmek için en iyisi olduğuna karar verdikleri o yaşam biçimini yaşamalarını onlara öğretmek ve tavsiye etmek. Burada daha önce dikkat çektiğimiz noktayı, yani Havarilerin peygamberler olarak sadece İsa'nın tarihini vaaz etme ve işaretlerle doğrulama yeteneğini değil, aynı zamanda her biri­nin en iyisi olduğuna karar verdiği şekilde öğretme ve tavsiye etme yetkisini aldıklannı tekrarlayabiliriz. Pavlus (2 Timoteos i: 11): "Ben Incil'in habercisi, elçisi ve öğretmeni atandım." ve yine (1 Timoteos ii:7) "Ben bunun habercisi ve elçisi atandım - gerçeği söylüyorum, yalan söylemiyorum - uluslara imanı ve gerçeği öğretmeye atandım." der. Bu parçalar hem havariliğin hem de öğretmenliğin işaretini açıkça gösteriyor. Kime isterse ve nerede isterse tavsiye etme yetkisi Pavlus tarafından Filimon'a Mektupta, v:8 belirtilmiştir: "Bu nedenle, gerekeni sana buyur­maya Mesih'te büyük cesaretim olduğu halde..." Burada dikkat edebileceğimiz gibi eğer Pavlus bir peygamber olarak Filimon'a buyurmak istediği şeyi Tanrı'dan almış olsaydı ve peygamberlik yeteneğiyle konuşmak zorunda olsaydı Tanrı'nın buyruğunu dileğe çeviremeyecekti. Bu yüzden Pavlus'un bir peygamber olarak değil, bir öğretmen olarak tavsiye etme iznine gönderme yaptığını anlamalıyız. Henüz Havarilerin her birinin kendi öğretme biçimini seçe­bileceğini ama sadece Havariliklerinden dolayı pey­gamberler olduklan gibi öğretmenler olduklan konu­sunu aydınlatmadık; ancak eğer aklı yardıma çağınr- sak, bir öğretme yetkisinin yöntem seçme yetkisi anlamına geldiğini açıkça görebiliriz. Belki yine de tüm kanıtlarımızı Kutsal Kitap'tan çıkarmak daha tatmin edici olacaktır; orada bize Havarilerin her birinin kendi özel yöntemini seçtiği söyleniyor (Po- mahlar xv:20): "Bir başkasının attığı temel üzerine inşa etmemek için Müjde'yi  Mesih'in adının du­yulmadığı yerlerde yaymayı amaç edindim." Eğer tüm Havariler aynı öğretme yöntemini benimsemiş ve Hristiyanlık dinini aynı temel üstüne inşa etmiş olsalardı Pavlus'un bir Havari-dostunun işini, bu iş kendisininkiyle aynı olacağından "başkasının attığı temel" olarak anması için hiçbir nedeni olmazdı. Onu 'başkasının' olarak adlandırması her Havarinin dini öğretimini farklı temeller üzerine inşa ettiğini, böylece her birinin kendi yöntemine sahip olan baş­ka öğretmenlere benzediğini ve konu bilim, diller ya da matematiğin tartışılmaz doğrulukları bile olsa başka bir öğretmenden öğrenmemiş oldukça bilgisiz insanlara öğretmeyi tercih ettiğini kanıtladı. Bundan öte eğer Mektupların tümünü dikkatlice gözden geçirirsek, Havarilerin dinin kendisi ile ilgili aynı görüşteyken, dayandığı temellerle ilgili çelişkili ol­duklarını göreceğiz. İnsanların dinini güçlendirmek ve onlara kurtuluşun sadece Tanrı'nın kayrasına dayandığını göstermek için Pavlus insanların işleriy­le değil, sadece inançlarıyla övünebileceğin! ve hiç kimsenin işleriyle aklanamayacağını öğretir {Romalı­lar iii:27, 28), aslında tamamen ahnyazısı öğretisini vaaz eder. Diğer taraftan Yakup insanın sadece inançla değil işleriyle aklandığım (bkz. Mektubu ii.24) belirtir ve Pavlus tüm tartışmalarını göz ardı ederek dini birkaç öğeye hapseder.

Son olarak din için Havariler tarafından seçilen bu farklı temellerden kaynaklanan birçok tartışmanın ve bölünmenin eski zamanlarda bile Kilise'yi meşgul ettiği ve kuşkusuz O'nu sonsuza kadar ya da en azından din, felsefi kurgulardan ayrılana kadar ve İsa Mesih tarafından Havarilerine öğretilen birkaç basit öğretiye indirgenene kadar böyle meşgul edeceği tartışma götürmez. Havariler için böyle bir iş ola­naksızdı çünkü İncil o zaman insanoğlunca bilinmi­yordu ve yeniliği insanların kulaklarını rahatsız etmesin diye çağdaşlarının yapısına uyarlanması ve o zaman kabul edilen ve en tanıdık temel üzerine inşa edilmesi zorunluydu. (2 Korintliler ix:19, 20) Böylece Havarilerin hiçbiri Yahudi olmayanlara vaaz vermek için çağrılan Pavlus'un düşündüğü kadar filozofça düşünmedi, felsefeden nefret eden Yahudilere vaaz veren Havariler benzer olarak kendilerini dinleyicile­rinin doğasına uydurdular (bkz. Galatyahlar ii: 11) ve tüm felsefi kurgulardan arınmış bir dini vaaz verdi­ler. Çağımız ayrıca batıl inancın da tüm tuzakların­dan arınmış bir dine tanıklık etseydi ne kadar mutlu bir çağ olurdu!

XII.    Bölüm:

Gerçek Özgün Tanrısal Yasa'nın ve Kut-
sal Kitap'ın Neden Kutsal ve

Tanrı'nın Söz’ü Olarak Anıldığı
Hakkında. Tanrı'nın Söz’ünü içerdiği

İçin Kutsal Kitap’ın Bizim Elimize
Nasıl Bozulmadan Ulaştığı Hakkında

Kutsal Kitap'a Gök'ten Tanrı tarafından insanlara gönderilen bir ileti gözüyle bakanlar kuşkusuz Tan- rı'nın Söz'ünün hatalı, bozulmuş, kurcalanmış ve çelişkili olduğunu, ona sadece bölük pörçük sahip olduğumuzu ve Tanrı'nın Yahudilerle yaptığı ant­laşmanın özgününün kaybolduğunu belirttiğim için benim Kutsal Ruh'a karşı günah işlediğimi haykıra­caklar. Ancak biraz düşünmeleri kuşkum yok ki gereksiz telaşlanndan vazgeçmelerine neden olacak. Çünkü sadece akıl değil, aynı zamanda peygamberler ve havariler, Tanrı'nın sonsuz Söz'ü ve antlaşması­nın dinden aşağı kalmayan bir biçimde Tanrısal olarak insanların yüreğine yani aklına yazıldığını açıkça bildiriyor. Ve bunun Tanrı düşüncesiyle yani sanki Tanrı'nın Tanrılığının imgesiyle mühürlediği Tanrı'nın antlaşmasının gerçek özgünü olduğunu söylüyorlar.

Din eski İbranilere yazılı bir yasa olarak bildiril-

mişti çünkü onlar o zamanlar çocuk gibiydiler ama daha sonra Musa (Yasa’nın Tekrarı xxx:6) vc Yeremya (xxxi:33) Tanrı'nın yasasını onların yüreği­ne yazacağı gelecek bir zamanı haber verdiler. Böyle - ce sadece Yahudiler ve onların arasında başta Sadukiler, tabletler üzerine yazılan yasa için mücade­le ettiler; yarışa katılmaya en az gereksinim duyanlar yasayı yüreklerine yazılmış olarak taşıyanlardı. Bu yüzden düşünenler, yazdıklarımda ne Tanrı'nın Söz'üne, ne gerçek din ve inanca ters ne de bunlar­dan birini zayıflatmak için tasarlanmış bir şey bula­caklar. Tersi olarak X. Bölümün sonunda gösterdi­ğim gibi dini güçlendirdiğimi görecekler; aslında öyle olmasaydı kesinlikle sesiz kalmaya karar vermiş olurdum. Hatta tüm zorlukları aşmak için Kutsal Kitap'ın en derinde saklı gizemleri barındırdığını belirtirdim; ancak bu öğreti, kaba batıl inanca ve V. Bölümün başında sözü edilen diğer zararlı sonuçlara neden olduğundan, özellikle de din, batıl süslemelere gereksinim duymazken, tersi olarak böyle tuzaklarla görkeminin birazından yoksun bırakıldığı için böyle bir yöntemi gereksiz gördüm.

Tanrı’nın yasasının yüreğe yazılmış olmasına rağ­men Kutsal Kitap'ın yine de Tanrı’nın Söz'ü olduğu ve Tanrı’nın Söz'ündense Kutsal Kitap’ın bozulduğu ve çürütüldüğünü söylemenin daha geçerli olacağı söylenecektir. Korkarım böyle itirazcılar dindar ol­mak için fazla kuruntulular ve dini batıl inanca çevirme ve Tanrı'nın Söz'ü yerine kâğıt ve mürekke­be tapınma tehlikesi içindeler.

Şu kadarından eminim; Kutsal kitap ya da Tanrı'- nın Söz'üne yakışmayan hiçbir şey demedim ve en açık savla gerçek olduğunu kanıtlayamadığım hiçbir 246

şey belirtmedim. Bu yüzden dine karşı saygısız ya da dinsizlik tadı veren tek bir şey bile ileri sürmediğim­den emin olabilirim.

Dinin onlara yük olduğu bazı dinsiz insanların de­diğim şeyden günaha izin çıkarabileceklerini itiraf ediyorum. Ve hiçbir neden olmadan onlar şehvetle­rinin en basit buyruğuyla Kutsal Kitap'ın her yerinin hatalı ve saptırılmış olduğunu ve bu yüzden yetkisi­nin olmadığı sonucuna varabilirler; ama böyle insan­lara yardım edilemez çünkü atasözünün dediği gibi hiçbir şey yanlışa çevrilemeyecek kadar doğru söyle­nemez. Şehvetinin dizginlerini salıvermek isteyenler bir bahane bulma konusunda çaresiz değiller, özgün Kutsal Kitap'a, antlaşmanın sandığına sahip olan hatta aralarında canlı olarak peygamber ve havariler bulunan eski insanlar da bugünkü insanlardan daha iyi değillerdi. Yahudi olan gibi Yahudi olmayan insan doğası da her zaman aynı olmuştur ve her çağda erdeme fazlasıyla seyrek rastlanmıştır.

Yine de her türlü kararsızlığı ortadan kaldırmak için burada Kutsal Kitap'ın ya da cansız her şeyin hangi anlamda kutsal ya da Tanrısal olarak anılma­sını gerektiğini göstereceğim; ayrıca Tanrı'nın yasa­sının nasıl oluştuğunu ve belli bir sayıda kitapta nasıl barındırılamayacağı ve son olarak Kutsal Kitap- ’ın boyun eğme ve kurtuluş için gerekli olanı öğrettiği için çürütülemeyeceğini göstereceğim. Bu etmenler­den herkes ne Tanrı'nın Söz'üne karşıt bir şey söyle­diğim ne de dinsizliğe dayanak sağladığım kararma varabilecek.

Bir şey dindarlığı yüceltmek üzere tasarlandığında kutsal ve Tanrısal olarak anılır ve dinsel olarak kul­lanıldığı sürece kutsal olmaya devam eder. Eğer kul-

tanıcılar dindar olmayı bırakırlarsa, bu şey kutsal olmaktan çıkar. Eğer alçakça kullanımlara yönlendi­rilirse daha önce kutsal olan, ahlaksız ve bayağı hale gelir. Örneğin, belli bir yer ata Yakup tarafından Tanrı'nın evi olarak adlandırılmıştı çünkü ona orada bildirilen Tanrı'ya tapınıyordu. Peygamberlerce aynı nokta günah evi olarak adlandırılmıştı (bkz. Amos v:5 ve Hoşea x:5) çünkü İsrailliler Yerovam'ın özen­dirmesiyle orada putlara kurban kesmeye alışkındı­lar. Başka bir örnek konuyu çok iyi aydınlatıyor. Sözcükler anlamlarını sadece kullanımlarından ka­zanırlar ve eğer onları okuyanları bağlılığa yöneltmek için kabul edilmiş anlamlarına göre düzenlenirlerse kutsal olurlar ve böyle yazılan kitap da kutsal olacak­tır. Ama eğer daha sonra kullanımları sözcükler anlam taşımayacak şekilde kaybolursa ya da uygun­suz amaçlar nedeniyle veya artık gerek duyulmadığı için kitap tamamen boşlanır hale gelirse, o zaman sözcükler ve kitap hem kullanımını hem de kutsallı­ğını kaybeder. Son olarak aynı sözcükler başka türlü düzenlenirse ya da alışılmış anlamları tam tersi anlamına saptınlırsa, o zaman onları içeren hem sözcükler hem de kitaplar, kutsal olmak yerine ah­laksız ve adi hale gelir.

Bundan bir şeyin kendi içinde akıldan ayrı olarak değil, sadece akla oranla tamamen kutsal ya da adi ve kirli olduğu sonucu çıkar. Bu kadarı Kutsal Ki- tap'taki birçok parçadan bellidir. Yeremya (birçok durumdan birini seçmek gerekirse) kendi zamanının Yahudilerinin (vii:4. parça) Süleyman'ın Tapınağını, Tanrı'nın Tapınağı olarak adlandırmada haksız ol­duklarını çünkü aynı parçada söylediği gibi, Tanrı'- nın adınm Tapınakta sadece ona tapınan ve adaleti 248

•.avunan insanlar tarafından uğranıldıkça verileceğini .una eğer katillerin, hırsızlann, putperestlerin ve diğer kötü insanların gittiği bir yer haline gelirse suçluların yatağı haline dönüşeceğini söyler.

Kutsal Kitap, tuhaf olarak, İbranilerin daha kutsal saydığı ya da daha derin saygı duyduğu başka bir şey olmasa da yok edildiği ya da Tapınak'la birlikte ya- kddığı kuşkusuz olmasına rağmen Antlaşma'nın Sandık'ına ne olduğunu hiçbir yerde söylemiyor. Böylece insanlığı Tanrı'ya karşı bağlılığa doğru etki­lediği sürece Kutsal Kitap kutsaldır ve sözcükleri tanrısaldır. Ama eğer daha önce Yahudilerce edildiği gibi tamamen ihmal edilirse kâğıt ve mürekkepten başka bir şey olmaz hale gelir ve kutsallığı bozulma­ya ya da çürümeye bırakılır. Yine de Kutsal Kitap böyle çürütülür ya da yok edilirse Tanrı'nın Söz'ünün buna benzer bir biçimde değerinin düştü­ğünü söylememeliyiz yoksa o zaman Tanrı'nın Ta- pmak'ı olacak olan Tapınak'ın alevler arasında yok olduğunu söyleyen Yahudiler gibi oluruz. Yeremya. bunu bize yasa ile ilgili olarak anlatır çünkü o, onun zamanındaki tannsızları şöyle azarlar: "Nasıl, biz bilge kişileriz, Rab'bin Yasası bizdedir, diyebiliyorsu- nuz? İşte, bilginlerin yalancı kalemi Yasayı yalana çevirmiş." - yani Kutsal Kitap'ın egemenliğiniz altın­da olduğunu ve Tanrı'nın yasasına sahip olduğunuzu söylemeniz yanlış çünkü onun etkisini yok ettiniz.

Öyleyse Musa yasanın ilk tabletlerini kırdığında öfkeyle herhangi bir şekilde Tanrı'nın Söz'ünü atıp kırmamıştı - böyle bir hareketle hem Musa hem de Tanrı'nın Söz'ü anlaşdamaz olurdu - o sadece daha önce aracılığıyla kendilerini Tanrı'ya boyun eğme konusunda bağlayan, buzağıya tapınma yüzünden antlaşma çiğnendiğindeyse tüm kutsallığını kaybe­den ve bu yüzden antlaşmanın sandığı kadar yok olmaya tabi olan antlaşmayı içerdikleri için, kutsal olmalarına rağmen taş tabletleri kırmıştı. Böylece Musa'nın özgün belgelerinin artık var olmadığı ya da sahip olduğumuz kitapların anlattığımız akıbete uğramaları en kutsal nesne olan Tanrısal antlaşma­nın gerçek özgününün tamamen yok olduğunu dü­şündüğümüzde şaşılacak şeyler değildir.

Bu yüzden, Tanrı'nın Söz'üne ters hiçbir şey söy­lemediğimiz ya da onu çürütmediğimiz için bizi dinsizlikle suçlayanlar dursun; ama hırslarını alırken adil olurlarsa hırslarını taşısınlar; çünkü kötülükleri Sandık, Tapmak ve Tanrı'nın yasasını ve kutsal sayılan her şeyi çürümeye maruz bırakan eski insan­lar saygısızlıkta bulundu. Bundan öte 2 Korintliler iii:3'te Havarinin "...mürekkeple değil, yaşayan Tan- rı'nın Ruhu'yla, taş levhalara değil, insan yüreğinin levhalarına yazılmış Mesih'in mektubu olduğunuz açıktır." deyişine göre mektuba bu şekilde sahiplerse mektuba tapınmayı ve onunla ilgili endişelenmeyi bıraksınlar.

Sanınm Kutsal Kitap'ın hangi anlamda kutsal ve Tanrısal sayılması gerektiğini yeterince gösterdim; şimdi Rab'bin Söz'ü ifadesiyle doğru olarak neyin anlaşılması gerektiğini görebiliriz. Debar (özgün İbranicede) sözcük, buyruk, konuşma ve şey anlamı­na gelir. İbranicede bir şeyin Tanrı'nın olduğunun söylenmesi ya da O'na mal edilmesi için yapılan işlemi zaten I. Bölümde ayrıntılı olarak anlatmıştık ve oradan kolayca Kutsal Kitap'ın Tanrı'nın ifadele­rine, sözcüğüne, konuşmasına, buyruğuna ya da şeylerine ne anlam yüklediğini anlayabiliriz. Bu yüzden söylediği şeyi ya da bölümde üçüncü başlık altında mucizeler hakkında söylediğim şeyi tekrar­lamama gerek yok. Söylemek üzere olduğum şeyin daha iyi anlaşılması için tekran belirtmek yeterli - yani, Kendisi dışında hiç kimseye gönderme yapma­dığında Rab'bin Söz'ü IV. Bölümde çözümlenen Tanrısal yasa anlamına gelir. Başka bir deyişle Rab'bin Söz'ü, Yeşaya’nın betimlediği gibi (parça i: 10) tüm insanlık için evrensel ve genel, doğru ya­şam biçiminin törenlerden değil, yardımseverlikten ve doğru bir yürekten oluştuğunu öğreten ve onu fark etmeden Tanrı'nın Yasa'sı ve Tanrı'nın Söz'ü olarak anan din anlamına gelir.

Bu ifade (aslında Tanrısal doğanın sonsuz buyru­ğundan kaynaklanan ve ona dayanan) doğanın ve yazgının düzeni için ve peygamberlerce öngörüldüğü üzere özellikle de böyle bir düzenin böyle parçalan için de mecaz anlamda kullanılabiliyor. Çünkü pey­gamberler gelecekteki olayları aklın doğal ışığıyla değil, özel yetenek ya da kehanet yeteneğiyle gördük­leri için bunları doğal nedenlerin sonuçları olarak değil, Tanrı'nın karar ve buyrukları olarak gördüler. Bu kullanım başta IV. Bölümde dikkat çektiğimiz gibi peygamberlerin Tanrı'yı bir yasa yapıcı olarak kavramalarından kaynaklanıyor. O zaman Kutsal Kitap'ın Tanrı'nın Söz'ü olarak anılması için üç neden var: Gelecek olayları sanki Tanrı'nın buyru­ğuymuş gibi anlattığı için ve gerçek yazarlarının şeyleri genellikle sıradan doğal yetenekleriyle değil, onlara özel bir güçle gördükleri ve görülen bu şeyleri Tanrı söylemiş gibi ortaya koyduklan için.

Kutsal Kitap sadece tarihi ve doğal akılla görülebi­lenleri içermesine rağmen yine de adım başta gelen konusundan almıştır.

Böylece Tanrı'nın Kutsal Kitap'ın yazan olduğu­nun nasıl söylenebildiğini kolayca görebiliriz. Bunun nedeni Tanrı'nın insanlara belli bir sayıda kitap iletmek istemesi değil, gerçek dinin orada bannma- sıdır. Oradan onun Eski ve Yeni Antlaşma'ya aynl- masının nedenini de öğrenebiliriz. İsa'dan önce dini vaaz eden peygamberler Kutsal Kitap'ı Musa'nın buyruğu altındayken girilen antlaşmamn sonucu olan ulusal bir yasa olarak vaaz ederken, İsa'dan sonra gelen Havariler onu tüm insanlara sadece İsa'nın Çile'sinin sonucu olan evrensel bir din olarak vaaz ettiler. Ayrılığın nedeni iki kısmın öğretide farklı olmaları ya da antlaşmanın özgünleri olarak yazılmış olmaları ya da son olarak (doğamızla ta­mamen uyum içinde olan) evrensel dinin onu bilme­yenlere ilişkin olarak yeni olması değildi. İncil yazan Yahya'nın dediği gibi "O  dünyadaydı ve dünya onu tanımıyordu."

Böylece Eski ve Yeni Antlaşma’yla ilgili sahip ol­duğumuzdan daha az kitaba sahip olsaydık bile (de­diğimiz gibi gerçek dinle aynı olan) Tanrı'nın Söz'ün- den yoksun olmazdık. Var olan Eski Antlaşma'nın alındığı ve derlendiği, Tapınak'ta Antlaşma'nın öz­günü olarak dinsel anlamda korunan Yasa'nın Kitabı ayrıca Savaşlar Kitabı, Tarihler Kitabı ve diğer bir­çokları gibi nice esas yazıdan yoksun olmamıza rağmen şimdi bile kendimizi Tanrı'nın Söz'ünden yoksun saymıyoruz. Bu sonuç birçok uslamlamayla desteklenebilir.

I.            Çünkü her iki Antlaşmanın da kitapları kesin bir buyrukla, bir yerde, tüm çağlar için yazılmamıştı, her biri kendi döneminin ve düzeninin gerektirdiği gibi yazan insanların yapıtlarının rastlantısal bir derlemiydi. Bu kadarı, zamanlarının dinsizlerini uyarmaları emredilen peygamberlerin çağrısıyla ve ayrıca Havarilerin Mektupları ile açıkça gösteriliyor.

II.    Çünkü Kutsal Kitap ve peygamberlerin ne an­latmak istediğini anlamak bir şey ve Tanrı'nın ne anlatmak istediğini ya da gerçek doğruluğun anlamı­nı anlamak başka bir şey. Bu II. Bölümde dediğimiz­den kaynaklanıyor. VI. Bölümde tarihsel öykülerde ve mucizelerde kullanıldığını göstermiştik. Ama bu, hiçbir şekilde gerçek din ve erdemle ilgili somlarda kullanılmaz.

III.    Eski Antlaşma'nın kitapları birçok kitap ara­sından seçildiği ve X. Bölümde gösterdiğimiz gibi bir Fcrisiler kumlu tarafından derlendiği ve onaylandığı için, Yeni Antlaşma'nın kitapları da birçok insamn kutsal saydığı diğer kitapları sahte olarak reddeden kuml tarafından birçok kitap arasından seçilmişti. Ama hem Ferisi hem Hristiyan bu kurullar peygam­berlerden değil, sadece bilgili insan ve öğretmenler­den oluşuyordu. Yine de onlara seçimlerinde Tanrı'- nm Söz'ünü dikkate alarak yol gösterildiğini ve bu yüzden onların Tanrı'nın Yasası'nın ne olduğunu bildiklerini varsaymalıyız.

IV.   Havariler peygamberler olarak değil, öğretmen­ler olarak yazdıkları için (bkz. son Bölüm) ve seslen­diklerine en iyi uyarlanmış yöntemi seçtikleri için. Ve sonuç olarak Mektuplarda (son Bölümün sonun­da gösterdiğimiz gibi) kurtuluş için gerekli olmayan birçok şey olduğu için.

V.          Son olarak Yeni Antlaşma'da dört İncil yazan bulunduğu için ve Tanrı'nın İsa'nın yaşamını dört kez anlatmayı ve insanlığa onu böyle iletmeyi tasar­laması zor inanılır bir şey olduğu için. Bir Incil'de bir diğerinde olmayan bazı ayrıntılar anlatılmasına ve diğerini anlamamıza yardımcı olmasına rağmen bundan yazılan her şeyin bizim için hayati önem taşıdığı ve Tanrı'nın dört Kutsal Kitap yazarım İsa’­nın yaşamı daha iyi anlaşılabilir diye seçtiği sonucu­nu çıkaramayız; çünkü her biri İncil'ini ayrı bir yerle­şim biriminde vaaz etti. Her biri İncil'i Kutsal Kitap yazarı arkadaşlarına açıklamak amacıyla değil, İsa'­nın tarihi açıkça anlatılabilsin diye vaaz ettiği gibi basit bir dille yazdı.

Eğer türlü versiyonları karşılaştırarak daha kolay ve iyi anlaşılabilen bazı parçalar bulunursa bunlar tesadüf sonucudur ve sayıları fazla değildir. Onların belirsizliklerini sürdürmeleri ne anlatımın açıklığını bozardı ne de insanlığın kutluluğunu.

Kutsal Kitap'ın dini ya da Tanrısal yasayı etkilediği kadarıyla Tanrı'nın Söz'ü olarak anılabileceğini gös­terdik; şimdi bu sorularla ilgili olarak onun ne hatalı, ne kurcalanmış ne de çürük olduğuna dikkat çekme­liyiz. Hatalı, kurcalanmış ve çürükle burada parça­nın, anlamının diliyle ilgili bir çalışmayla ya da Kut­sal Kitap'ın yetkisinden çıkarılamayacak kadar yanlış yazılmasını anlatmak istiyomm. Kutsal Kitap'ın Tanrısal Yasa'yı içerdiği kadarıyla her zaman bazı harf vurgularım, aynı harfleri ya da aynı sözcükleri koruduğunu söyleyecek kadar ileri gitmeyeceğim (bunu, kanıtlanması için Masoretlere ve diğer harfe tapınanlara bırakacağım). Ben sadece özgün anlatım biçemi düşündüğümüzden daha sık değiştirilebilmiş olsa bile bir ifadenin, ona Tanrısal olarak anılma hakkının verilmesine aracılık eden anlamının tek başına bize bozulmadan geldiğini savunuyorum. Köyle değişiklikler yukarıda söylediğim gibi Kutsal Kitap'ın Tanrısallığından hiçbir şey azaltmaz çünkü Kutsal Kitap başka sözcüklerle ve başka bir dille yazılsaydı daha az Tanrısal olmazdı. Bu anlamda Tanrısal Yasa'nın bize bozulmadan ulaştığı kuşku götürmeyen bir savdır. Çünkü Kutsal Kitap'ın kendi­sinden en ufak zorluk ya da belirsizlik olmadan, genel kuralının, her şeyden çok Tanrı'yı ve insanın komşusunu kendisi gibi sevmesi olduğunu öğreniyo- ııız. Bu sahte bir parça olamaz, ya da aceleci ve hatalı bir yazıcının işi de olamaz; çünkü eğer Kutsal Kitap farklı bir öğreti ortaya koysaydı öğretisinin tümünü değiştirmek zorunda kalırdı çünkü bu öğreti, o ol­madan tüm örüntünün pervasızca yıkılacağı dinin köşe taşıdır. O olmadan Kutsal Kitap şimdiye kadar incelediğimiz şey değil, oldukça farklı bir şey olurdu.

O zaman bunun, her zaman Kutsal Kitap'ın öğreti­si olduğu konusunda ve sonuç olarak O'nun etkisini bozacak bir hatanın herkes tarafından anında fark edilmeden sızamayacağı ya da birinin onu kurcala­mada başarılı olup kötülüğü keşfedilmeden kaçama­yacağı inancımızda sabit kalıyoruz.

Bu köşe taşı sağlam olduğuna göre zorunlu olarak aynı şeyi ona tartışmasız dayanan ve ona en çok gerek duyan diğer tüm parçalar için de kabul etmeli­yiz. Örneğin, bir Tanrı'nın var olduğu, her şeyi ön­gördüğü, her şeye kadir olduğu, O'nun buyruğuyla iyilerin işlerinin iyi gittiği ve kötülerinkinin boşa çıktığını ve sonuçta kurtuluşumuzun sadece O'nun kayrasına dayandığını kabul etmeliyiz.

Bunlar Kutsal Kitap'ın baştan sona açıkça öğrettiği ve öğretmek zorunda olduğu öğretilerdir, yoksa geri­ye kalan her şey boş ve asılsız olurdu; açıkça bu evrensel temel üzerine kurulan diğer ahlaki öğretiler konusunda da aynı ölçüde emin olabiliriz - örneğin, adaleti desteklemek, zayıfın yanında olmak, cinayet işlememek ve hiç kimsenin malına göz dikmemek... vs. Tekrarlıyorum bu gibi buyrukları yok etmek için insanın kötü niyeti ve çağların geçişi yetersiz çünkü eğer onların herhangi bir parçası kaybolursa eksikliği anında temel ilkelerden, özellikle de her iki antlaş­mada da her yerde, her şeyden çok övülen yardımse­verlik öğretisiyle giderilirdi. Dahası düşünülebilir suçlar içinde hiçbir zaman işlenmeyecek kadar iğrenç bir suç olmadığı doğru olsa da, yasayı yok etme ya da sonsuz ve yararlı olan yerine dinsiz bir öğreti sunma suçlan için bahaneyle girişimde bulunacak hiç kimse yok. İnsan doğası (kral ya da kul olsun) öyle oluştu­rulmuştur ki adi bir eylemde bulunan, eylemini adil ve doğru olmayan bir şey yapmamış gibi görünene kadar sahte bahanelerle süslemeye çalışır.

Bu yüzden Kutsal Kitap'ta öğretildiği üzere tüm Tanrısal yasanın bize bozulmadan geldiği sonucuna varabiliriz. Bunun yanında güvenle iletildiklerinden emin olabileceğimiz kesin doğruluklar vardır. Örne­ğin, İbrani tarihinin herkesçe çok iyi bilinen ana gerçekleri. Yahudi halkı daha önceki zamanlarda uluslarının eski tarihini mezmurlarla söylemeye alışkındı. İsa'nın yaşamının ve tutkusunun ana ger­çekleri de anında tüm Roma imparatorluğunda ya­yılmıştı. Bu yüzden -varsayamayacağımız gibi - neredeyse herkes izin vermediği sürece, peş peşe gelen kuşaklann İncil'in öyküsünün genel dış hatla­rını teslim aldıklarının tersine miras bıraktığı az inanılır bir şeydir.

Bu yüzden sahte ya da hatalı olan her şey sadece ayrıntılara gönderme yapıyor olabilir - yani birinde ya da diğerindeki tarih ya da vahiyde insanları daha büyük bağlılığa yöneltmek üzere ya da bir mucizede filozofları şaşırtma amacıyla ya da son olarak bazı bireylerin Tanrısal yetkinin bahanesiyle kendi uy­durmalarını dayandırabilmesi için dinle kanştırıldık- ı.ııı sonra kuramsal konulardaki bazı koşullara gön­derme yapıyor olabilir.

Ama soru, bence zaten özellikle II. Bölümde söyle­diğimden yeterince açık olsa bile, az ya da çok bo­zulmuş olsun böyle konuların, kurtuluşla pek ilgisi olmadığını ayrıntılı olarak bir sonraki bölümde gös­tereceğim.

XIII.     Bölüm:

Kutsal Kitap'ın Örneğin, SadeceDoğru
Davranış İçin Yeterli Çok Basit Öğretiler
Öğrettiği Gösteriliyor

Kuramsal öğretide yanlışlığın dinsizlik olmaması - ya da bilginin dindarlık olmaması. Dindarlığın davranıştan oluşması.

Bu incelemenin ikinci bölümünde peygamberlere sıra dışı akıl değil, hayal gücü yetenekleri bağışlandı­ğına; ayrıca Tanrı'nın onlara - felsefi gizemler değil - çok basit olan şeyleri belli ettiğine ve iletilerini onla- nn daha önceki görüşlerine uyarladığına dikkat çek­miştik. V. Bölümde bunun ötesinde Kutsal Kitap'ın herkes tarafından kolayca anlaşılabilir gerçekler ilettiğini ve öğrettiğini; sonuçlarını tanım ve aksi­yomlardan çıkarmadığını ve sıralamadığım, sadece çok basitçe anlattığım ve inanç aşılamak amacıyla anlatımlarını mucizeler ve tarihte örnekleri verilen deneyime başvurarak doğruladığını ve doğrularını herkesçe sahip olunan düşüncelere seslenecek bir anlatım biçemiyle ileri sürdüğünü göstermiştik, (karşılaştırınız: VI. Bölüm, üçüncü kısım).

Son olarak VIII. Bölümde Kutsal Kitap'ı anlamanın zorluğunun savların anlaşılmazlığından değil, sadece dilden kaynaklandığım göstermiştik.

Bu etkenlere Peygamberlerin sadece bilgililere değil aynı zamanda istisnasız tüm Yahudilere vaaz verir­ken Havarilerin Incil'in öğretisini halka açık toplan­ıl la rm olduğu kiliselerde öğretmeye alışkın oldukla- ıını ekleyebiliriz; buradan Kutsal Kitap öğretisinin debdebeli tartışmalar ya da felsefi uslamlamalar içermediği, sadece en yavaş zekâyla bile anlaşılabile­cek çok basit konuları içerdiği sonucu çıkıyor.

Daha önce sözünü ettiğim kişilere; yani Kutsal Ki- lap'ta insan diliyle açıklanamayacak kadar derin gizemler tespit eden ve dine, Kilise'nin bir akademi ve dinin de bir bilim ya da daha çok bir tartışma gibi görünmesine yol açacak kadar çok felsefi tartışma getirenlerin ustalıklarına bu nedenle şaşıyorum.

Doğaüstü zekâ taşıdığıyla övünen insanların bilgi­nin en yüksek düzeyini sadece sıradan yetenekleri olan filozoflara teslim etmede isteksiz olmalan şaşı­lacak bir şey değil; yine de onları, her şeye rağmen kör olarak damgaladıkları Yahudi olmayan filozoflar için sıradan olmayan herhangi yeni bir kuramsal öğreti öğretirken bulsaydım şaşırırdım; çünkü eğer biri Kutsal Kitap'ta saklı gizemlerin ne olabileceğini soruşturursa, Eflatun ve Aristo'nun ya da benzerleri­nin düşüncelerinden başka bir şeye rastlanmayacaktır. Bunlar ise, genellikle bilgisiz bir adamın onları hayal etmesinin, en başanlı bilginin onlan Kutsal Ki- tap'tan zorla çıkarmasından daha kolay olduğu dü­şüncelerdir.

Ancak Kutsal Kitap'ın felsefenin alanında olan hiçbir öğreti içermediğini tamamen doğrulamak istemiyorum çünkü son bölümde temel ilkeler ola­rak bu tür bazı düşüncelere dikkat çektim; ama böyle öğretilerin çok az ve basit olduğunu söyleyecek kadar

ileri gidiyorum. Bu öğretilerin tam yapı ve tanımını şimdi ortaya koyacağım. İşlem kolay olacak çünkü Kutsal Kitap'ın bilimsel bilgiyi bildirmeyi amaçlama dığını biliyoruz ve bu yüzden insandan boyun eğme­den başka hiçbir şey istemiyor ve bilgisizliği değil, inatçılığı kınıyor.

Bundan öte Tanrı'ya boyun eğme sadece komşu muza olan sevgimizden oluştuğu için - Aziz Pavlus'un dediği gibi [Romalılar xiii:8) Tanrı'ya bir boyun eğme aracı olarak başkalarını seven, Kutsal Yasa'yı yerine getirmiş olur, - tüm insanları Kutsal Kitap'ta belirtilen biçimde Tanrı'ya boyun eğebilir hale getirmek için gerekli olan bilgi ve bu bilgi ya da boyun eğme sıkı düzeni olmadan insanların baş kaldırıcı hale geleceği bilgisi dışında hiç bir bilgi övülmüyor.

Bu amaçla doğrudan ilgili olmayan ya da doğal olayların bilgisiyle ilgili olan diğer kuramsal sorular Kutsal Kitap'ı etkilemez ve dinden tamamen ayrıl­malıdırlar.

Şimdi, dediğimiz gibi, herkes bu doğruluğu kendi başına görebilmesine rağmen Din'in tamamının ona bağh olduğunu göz önünde bulundurarak yine dc bütün soruyu daha doğru ve açık açıklamak istiyo­rum. Bu amaç için önce, Tanrı'nın anlama yetisiyle elde edilen ve doğm bilgisinin, boyun eğme gibi, tüm iyi insanlara bağışlanmış bir yetenek olmadığım ve bundan öte O'nun tarafından peygamberleri aracılı­ğıyla istisnasız herkesten bilinmesi istenen Tanrı'nın bilgisinin sadece O'nun Tanrısal adalet ve yardımse­verliğinin bir bilgisi olduğunu kanıtlamalıyım. Her iki konu da Kutsal Kitap'tan kolayca kanıtlanıyor. İlki Tanrı'nın Musa'ya bağışlanan eşsiz onuru gös- 260

icımck için ona :"İbrahim'e, İshak'a ve Yakup'a El Sadai (Her Şeye Gücü Yeten Tanrı) olarak görün­düm, ama onlara kendimi Yehova adıyla tanıtma­dım." dediği Mısır’dan Çıkış vi:2'den açıkça çıkarılı­yor. Parçanın daha iyi anlaşılması için El Sadai'nin ibranice'de 'Yeterli olan Tanrı' anlamına geldiğine, yani 'her insana onun için yeterli olanı veren Tanrı' okluğuna dikkat çekebilirim ve Tanrı anlamına gel­mesi için Sadai genellikle yalnız kullanılmasına lağmen her yerde El sözcüğünün (Tanrı, {güç, kuv­vet}) anlaşıldığından kuşku duyamayız. Bundan öte, Ychova'nın, Kutsal Kitap'ta, yaratılan şeylere gön­derme yapmadan Tanrı'nın saltık Öz'ü anlamında bulunan tek sözcük olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu nedenle Yahudiler bunun kesinlikle Tanrı'nın tek adı olduğuna,- kullanılan diğer sözcüklerin sadece sanlar okluğuna ve gerçekte Tanrı'nın diğer adlarının ad ya da sıfat olsunlar sadece niteleyici ve yaratılmış şey­lerle ilgili olarak düşünüldüğü ya da onlar aracılığıyla gösterildiği kadarıyla O'na ait olduklarına inanırlar. Böylece 'El' ya da ‘Eloah’ iyi bilindiği gibi güçlü an­lamına gelir ve Tanrı için sadece O'nun üstünlüğüyle ilgili olarak kullanılır, Pavlus'u bir havari olarak andığımızda erkinin yetenekleri ‘El’, büyük, müthiş, adil...vs. gibi ona eşlik eden sıfatla ileri sürülür, diğer türlü Kutsal Kitap'ta sıkça benimsenen bir ifade olarak Ef'in çoğul sayıda kullanılmasıyla bu sıfatların hepsi bir kerede tekil bir anlamda anlaşılır.

Şimdi Tanrı Musa'ya atalarca Yehova adıyla ta­nınmadığını söylediğine göre, ataların Tanrı'nın saltık Öz'ünü ifade eden özelliklerinden değil, sadece O'nun işlerinden ve verdiği sözlerden yani görünür şeylerde gösterildiği gibi O'nun gücünden haberdar oldukları sonucu çıkar. Tanrı Musa'yla ataları sada­katsizlikle suçlamak için değil, tam tersi onların inanç ve imanını övmek amacıyla böyle konuşuyor. (Musa'nın sahip olduğu gibi) Tanrı'nın sıra dışı hiç­bir bilgisine sahip olmamalarına rağmen yine de verdiği sözleri sabit ve kesin olarak kabul ettiler; ama Tanrı ile ilgili düşünceleri onlarınkinden daha üstün olmasına rağmen Musa yine de Tanrısal sözlerden kuşku duydu ve Tanrı'ya söz verilen kurtuluş yerine İsraillilerin umutlarının karardığından yakındı.

Atalar Tanrı'nın özel adını bilmediklerine göre ve Tanrı bu gerçekten Musa'ya onların inanç ve sal kalpliliklerini överek ve Musa'ya bağışlanan sıra dışı kayranın tersi olarak söz ettiğine göre, ilkinde belirt­tiğimiz gibi, böyle bir bilgi inananların sadece birka­çına bağışlandığından insanların Tanrı'nın özellikle­rinin bilgisine buyrukla sahip olmaya zorunlu olma­dıkları sonucu çıkıyor. Kutsal Kitap'tan daha fazla örnek verme zahmetine değmez,- çünkü herkes Tan- n'nın bilgisinin tüm insanlar arasında eşit olmadığı­nın farkında olmalı. Dahası bir insana yaşaması ve var olması emredilemediği gibi akıllı olması da emredilemez. Erkek, kadın ve çocukların hepsi buyruk aracılığıyla boyun eğebilmede birbirleriyle benzer ama akıllı olmada değil. Eğer biri bize Tanrısal özel­likleri anlamanın gereksiz olduğunu, onlara kanıtlar olmadan basitçe inanmamız gerektiğini söylerse açıkça dalga geçiyor demektir. Çünkü Tanrısal özel­likler  görünmeyen ve sadece akılla görülebilen kanıtlar dışında başka bir araçla anlaşılamaz,- eğer kanıtlar yoksa amaç anlaşılmaz kalır; böyle konular hakkında duyulan şeylerin tekrarı onların anlamları­na bir papağanın ya da bir kuklanın anlamsız söz­cüklerinden daha fazla ulaşmaz.

Devam etmeden önce yukarıda alıntısı yapılan metinle açıkça çelişkili olarak, Yaratılış'ta sıklıkla ataların nasıl Yehova'nın adına vaaz verdiklerinin anlatıldığını açıklamalıyım. VIII. Bölümde söylenene bir gönderme, zorluğu kolayca açıklayacak. Orada, Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'nın yazarının şeylerin ve yerlerin her zaman yazdığı zamanda taşıdıkları adla­rını değil, çağdaşlarınca en iyi bilinen adlanm kul­landığı gösterilmişti. Böylece Tevrat’ın İlk Beş Kitabı'nda Tanrı’dan atalarca Yehova adıyla söz edildiği söylenir. Bu, ataların O’nu tanıdıkları ad olduğundan değil, Yahudilerce en saygı duyulan ad olduğu için böyledir. Bu konuya ister istemez dikkat edilmeli çünkü Mısır’dan Çıkış'ta Tanrı’nın atalarca bu adla bilinmediği özellikle belirtiliyor ve iii:13. parçada Musa’nın Tanrı’nın adını bilmek istediği söyleniyor. Şimdi bu ad zaten bilinseydi Musa tarafından da bilinirdi. Bu yüzden gösterilen sonucu, yani inançlı ataların Tanrı’yı bu adla bilmedikleri ve Tanrı’nın bilgisinin Tanrı tarafından buyrulmadığını ama bağışlandığını çıkarmalıyız.

Şimdi ikinci konumuza geçme ve peygamberleri aracılığıyla Tanrı’nın insanlardan Kendi'siyle ilgili, adaletinin ve yardımseverliğinin - yani, Tanrı’nın belli bir yaşam biçimi sayesinde insanların örnek aldırabileceği niteliklerinin bilgisinde bulunandan başka bilgi istemediğini göstermenin zamanı geldi. Ycremya bunu birçok sözcükle belirtiyor (xxii:15, 16): "Baban doyasıya yiyip içti, Ama iyi ve doğru olanı yaptı; onun için de işleri iyi gitti. Ezilenin, yoksulun davasını savundu, onun için de işleri iyi gitti. Beni tanımak bu değil midir? diyor Rab." Aynı kitabın ix:24. parçasındaki sözcükler eşit ölçüde açıktır. "Dünyada iyilik yapanın, Adaleti, doğruluğu sağlayanın Ben Rab olduğumu anlamakla ve beni tanımakla övünsün övünen. Çünkü ben bunlardan hoşlanırım diyor Rab." Aynı öğreti Tanrı'nın sadece Musa'ya Tanrısal adalet ve yardımseverliği gösteren özelliklerini belli ettiği Mısır’dan Çıkış xxxiv:6'dan da anlaşılabilir. Son olarak bundan sonra uzun uza­dıya ele alacağımız Havari'nin Tanrı'nın doğasını (O'nu hiç kimse görmediği için) sadece yardımsever­likle açıkladığı ve yardımseverliğe sahip olanın Tan- n'ya sahip olduğu ve gerçekten O'nu tanıdığı sonu­cuna vardığı Yahya'daki bir parçaya dikkat çekebili­riz.

Böylece Musa, Yeremya ve Yahya'nın Tanrı'nın bilgisini herkes için gerekli olduğunu pek dar bir sınır içinde özetlediğini ve Tanrı'nın bilgisinin tam olarak bizim dediğimiz şeyden yani Tanrı'nın üstün olarak adil ve merhametli olmasından - diğer bir deyişle doğru yaşamın mükemmel örneğinden oluş­tuğunu belirttiklerini gördük. Kutsal Kitap'ın hiçbir yerde Tanrı'nın kesin bir tanımını vermediğini ve bunlar dışında anlaşılması gereken özelliklerinden diğer herhangi birine dikkat çekmediğini ya da diğer­lerini öven terimler ortaya koymadığını ekleyebiliriz. Buradan gerçekte olduğu kadarıyla Tanrı'nın doğası­nı göz önüne alan ve insanoğlu tarafından hiçbir yaşam biçimiyle örnek alınamayacak Tanrı'nın an­lama yetisiyle elde edilen bilgisinin inancın ya da belli edilen dinin yaşanmasının doğru kurallarıyla 264

hiçbir ilgisi olmadığı; sonunda da insanın bu konuda günahın yükü altında kalmadan tamamen hatalı olabileceği genel sonucuna varabiliriz. Artık II. Bö­lümde gösterdiğimiz gibi Tanrı'nın Kendi'sini pey­gamberlerin var olan görüş ve hayal güçlerine uy­durmasını ya da inananların Tanrı ile ilgili farklı düşüncelere inanmalannı ya da Kutsal Kitapların Tanrıya eller, ayaklar, gözler, kulaklar, bir akıl ve bir yerden başka bir yere hareketi mal ederek O'ndan çok yanlış söz etmesini; ya da O'na kıskançlık, mer­hamet...vs. duygular mal etmesini ya da son olarak ()'nu gökte sağ elinde Mesih ile bir kraliyet tahtında oturan bir Hâkim olarak betimlemelerini şaşkınlıkla karşılamamıza gerek yok. Böyle ifadeler Kutsal Ki- tap'ın amacı insanları bilgili değil, itaatli hale getir­mek olduğu için çoğunluğun aklına uyarlanmıştır.

Buna rağmen tanrı bilimcilerin çoğunluğu Tanrısal doğayla mantıklı şekilde uyumlu hale getiremedikle­ri bu ifadelerden herhangi birine rastladıklarında onların mecaz niteliğinde yorumlanmaları gerektiği­ne inanıyorlar, anlamadıkları parçaların da sözcük anlamıyla çevrilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ama eğer Kutsal Kitap'taki bu tür her ifadenin zorunlu olarak mecaz niteliğinde yorumlanması ve anlaşıl­ması gerekiyorsa, Kutsal Kitap insanlar ve bilgisiz kitleler için değil, başta yetenekli uzman ve filozoflar için yazılmış olmalı.

Biraz önce Tanrı'yla ilgili andığımız düşüncelere dindar ve sade bir şekilde inanmak aslında bir günah olsaydı, peygamberler insanların kolay etkilendikle­rini görerek böyle ifadeleri kullanmaktan sıkı şekilde kaçınmalıydı ve diğer taraftan, her şeyden önce Tan- rı'nın anlaşılması gereken özelliklerini tam olarak ve açıkça ileri sürmeliydiler.

Bunu hiçbir yerde yapmadılar; bu yüzden, düşün­celerin, eylemlere bakmadan, kendi başlanna ele alındığında dindar ya da dinsiz olduklannı düşüne­meyiz ama bir insanın inançlarında dindar ya da dinsiz olduğunu sadece onlarla boyun eğmeye özen­dirildiği ya da onlardan günah ve isyan için izin çıkardığı kadarıyla savunmalıyız. Eğer bir adam doğru olana inanarak başkaldırıcı olursa inancı din­sizdir; eğer yanlış olana inanarak itaatli olursa inancı dindardır; çünkü Tanrı'nın doğru bilgisi buyrukla değil, Tanrısal armağanla gelir. Tanrı insandan Tan­rısal adalet ve yardımseverliğinin bilgisi dışında başka bir şey istemedi ve bunu bilimsel doğruluk için değil boyun eğme için gerekli gördü.

XIV.    Bölüm:

İlk ve Son Kez Felsefeden Ayrılan
İnancın, Gerçek İnancın ve İnancın
Kaynaklarının Tanımları

Halkın inanç düşüncesinden kaynaklanan tehlike. İnancın tek sınamasının söz dinleme ve iyi eylemler olması.

Farklı insanlar farklı düşüncelere uymaya eğilimli oldukları için evrensel inancın sadece cn basit öğretileri içerebilir olması.

İnanç ve felsefe arasındaki temel ayrım - sunulan incelemenin temel düşüncesi.

İnancın doğru bir bilgisi için her şeyden öte Kutsal Kitap'ın sadece peygamberlerin değil, aynı zamanda değişken ve kararsız Yahudi halk yığınının anlayışı­na da uyarlandığını anlamak gereklidir. Bu, bu ko­nuda düşünen herkes tarafından farkına varılacaktır çünkü Kutsal Kitap'ta karşısına çıkan her şeyi Tan- rı'nın evrensel ve saltık Öğreti'si olarak kabul eden biri, halkın anlayışına uyarlanmış olanı doğru bi­çimde tanımlamadan, insan yorum ve kararlannı Tanrı'nın öğretisi diye överek ve Kutsal Kitap'ın yetkisini hatah kullanarak kitlelerin görüşlerini, Tanrısal öğretilerle karıştırmaktan kaçınamayacak­tır. Bunun birçok mezhebin Tanrısal belgeler olarak çelişkili görüşler öğretmesinin ve savlarını Kutsal

Kitap'a ait birçok metinle desteklemelerinin başlıca nedeni olduğunu kim görmez ki? Bu, Belçika'da biı atasözü bile olmuştur, geen ketter sonder letter metin olmadan kâfir olmaz - Kutsal kitaplar bir tek insan tarafından, tek bir dönemin insanları için değil, ilkinden sonuncusuna yaklaşık iki bin yıla uzanan ve belki de daha uzun bir zamana yayılan farklı yaradılışlardaki birçok yazar tarafından yazıl mıştı. Ancak Kutsal Kitap'ın sözlerini kendi görüşle­rine uyarladıkları için mezhepleri dinsizlikle suçlamayacağız; bu sözler özgün olarak kitlelerin aklına böyle uyarlanmıştı, ve herkes eğer adalet ve yardım­severlik konularında daha bütün bir istekle Tanrı'ya böyle boyun eğebileceğim düşünüyorsa bu sözcükleri böyle çözümlemede özgür. Ama bu özgürlüğü akran­larına bağışlamayıp kendilerinden farklı olanları yaşamları ne kadar onurlu ve erdemli olursa olsun Tanrı'nın düşmanları olarak kabul ederken, diğer taraftan kendileriyle aynı düşüncede olanları ne kadar aptal olursa olsun sevip Tanrı'nın seçilmişi olarak kabul edenleri suçluyoruz. Böyle bir tavır, devlete karşı düşünülebileceklerin en kötü ve zararlı­sıdır.

Bu yüzden bireysel özgürlüğün uzanması gereken sınırları belirlemek ve görüşlerinin farklılığına rağ­men hangi insanların inançlı olarak kabul edileceği­ne karar vermek için inancı ve inancın gereklilikleri­ni tanımlamalıyız. Bu işi ve ayrıca tüm incelemenin amacı olan inancı felsefeden ayırmayı şimdiki bö­lümde başarmayı umuyorum.

Kanıta hakkıyla devam etmek için Kutsal Kitap'ın başlıca amacım özetleyelim; bu, inancı tanımlayabi­leceğimiz bir ölçütü gösterecek.

Daha önceki bir bölümde Kutsal Kitap'ın amacının sadece boyun eğmeyi öğretmek olduğunu söylemiş­tik. Samnm bu kadarını kimse sorgulayamaz. Her iki Antlaşmanın da bu amaç için yöntemlerden baş­ka bir şey olmadığını ve her ikisinin de insanoğluna gönüllü boyun eğmeyi aşılamaktan başka amaçları­nın olmadığını kim görmüyor ki? Çünkü (en sonun­cu bölümde söylediğimi tekrarlarsam) Musa'nın Yahudileri akılla ikna etmenin yollarım aramadığına, onları bir antlaşmayla, yeminlerle ve çıkarlar sağla­yarak bağladığına; bundan öte yasayı çiğnemeleri durumunda insanları cezayla tehdit ettiğine ve yasa­ya uydukları takdirde ödüllendirilecekleri sözünü verdiğine dikkat çekeceğim. Tüm bunlar bilgiyi öğ­retme yöntemleri değil, boyun eğmeyi aşılamanın yöntemleridir. İncillerin öğretisi, sade inanç, yani O'na boyun eğmekle aynı şey olan Tanrı'ya inanmak ve onu onurlandırmaktan başka hiçbir şey buyurmu­yor. Her iki Antlaşma'da da çok sayıda bulunabilen boyun eğmeyi emreden Kutsal Kitap metinlerinin alıntısını yaparak bir soruyu iyice gün ışığına kavuş­turma fırsatım yok. Dahası Kutsal Kitap birçok par­çada çok açıkça insanların Tanrı'ya boyun eğmesi için ne yapmaları gerektiğini öğretiyor; tüm görev, birinin komşuna olan sevgisi olarak özetleniyor. Bu yüzden Tanrı'nın buyruğuyla komşusunu seven kişinin yasaya göre gerçekten itaatli ve mutlu olduğu ama komşusundan nefret eden ya da boşlayanın dik başlı ve inatçı olduğuna karşı çıkılamaz.

Son olarak Kutsal Kitap'ın sadece bilgililer için de­ğil, her çağdan ve soydan insan için yazılmış ve ya­yılmış olduğu herkes için açıktır, buradan Kutsal Kitap'ın buyruğuyla ana kurallarını yerine getirmek için mutlaka gerekli olandan öte şeylere inanmaya zorunlu olmadığımızdan emin olabiliriz.

O zaman bu kural, tüm Katolik inancının tek ölçütüdür ve inanılması gereken tüm dogmalar sadece onun aracılığıyla kararlaştırılmalıdır. Bu kadarı ve benzer olarak inancın diğer tüm öğretilerinin de geçerli olarak oradan sadece akılla çıkarsanabileceği bolca ortaya konmuş olduğundan Kilise'de bu kadar çok ayrılığın ortaya nasıl çıktığı konusunda karar vermeyi bireylere bırakıyorum. VIII. Bölümün başın­da öne sürülenlerden başka bir nedenden olabilir mi? Beni inancın dogmalarını, keşfettiğimiz temelden çıkararak belirleme yöntemini açıklamaya zorlayan bu aynı nedenlerdir, çünkü eğer bunu yapmayı boş­larsam ve soruyu düzenli bir temel üstünde açıklar­sam, haklı olarak fazla cömertçe söz verdiğim söyle­nebilir çünkü benim gösterdiğimle, herkes boyun eğme için gerekli olduğu bahanesiyle istediği herhan­gi bir öğretiyi dine sunabilir. Bu, özellikle de Tanrısal özellikler bakımından sorun çıkarır.

Bu yüzden, tüm konuyu düzenli olarak ortaya koymak için, yukarıda verilen ilkeye göre inancın aşağıdaki gibi olması gereken bir tanımıyla başlaya­cağım: -

İnanç, o olmadan Tanrı'ya boyun eğmenin olanak­sız olacağı ve O’na boyun eğme gerçeğini içeren Tan- rı'nın bilgisinden oluşur. Bu tamm o kadar açık ve bizim zaten kanıtladığımızdan o kadar net çıkar ki hiçbir açıklamaya gerek yoktur. Onda barınan sonuç­ları şimdi kısaca göstereceğim.

(I.) İnanç kendi başına yararlı değildir, sadece içer­diği boyun eğme bakımından ya da Yakup'un da Mektup'unda dediği gibi: "eylemsiz iman da ölüdür".

(bkz. alıntısı yapılan parçanın tümü).

Gerçekten, boyun eğen, zorunlu olarak doğru ve kurtarıcı inanca sahiptir; çünkü Havari'nin de şu sözlerle dediği gibi "Eylemlerin olmadan sen bana imanını göster, ben de sana imanımı eylemlerimle göstereyim." eğer boyun eğme kabul edilmişse inanç da kabul edilmiş olmalıdır. Yuhanna'nın da I Yuhanna 4:7'de dediği gibi: "Seven herkes Tanrı'dan doğmuştur ve Tanrı'yı tanır. Sevmeyen kişi Tanrı'yı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir." Tekrarlıyorum bu metinlerden bir insanın inançlı ya da inançsız oldu­ğuna sadece eylemlerine bakarak karar verebileceği­miz sonucu çıkar. Eğer eylemleri iyiyse inançlıdır ancak öğretilerinin çoğu diğer inançlılarınkinden farklı olabilir. Eğer eylemleri kötüyse öğretilere sözlü olarak uysa bile inançsızdır. Çünkü boyun eğme inancı içerir ve eylem olmadan inanç ölüdür.

Yukarıda alıntısı yapılan parçada Yuhanna, 13. di­zede özellikle aym öğretiyi öğretmektedir. Der ki: "Tanrı'da yaşadığımızı ve O'nun bizde yaşadığını bize kendi Ruhu'ndan (yani sevgisinden) vermiş olmasın­dan anlıyoruz." Daha önce Tanrı'nın sevgi olduğunu söyledi ve bu yüzden (teslim aldığı kendi ilkeleriyle) kim sevgiye sahipse Tanrı'nın Ruh'una sahiptir so­nucuna varıyor. Hiç kimse Tanrı'yı görmediği için, Yuhanna hiç kimsenin birinin komşusuna sevgi beslemesi dışında Tanrı'nın bilgi ya da bilincine sahip olmadığını ve ayrıca hiç kimsenin ortak oldu­ğumuz kadarıyla bu sevgi dışında Tanrı'nın hiçbir özelliğinin bilgisine sahip olmadığını çıkarıyor.

Bu savlar kuşkuları ortadan kaldırmıyorsa bile öyle veya böyle Havari'nin ne anlatmak istediğini gösteri­yor ama aynı Mektup'un ii:3,4. dizelerindeki sözler

çok daha açık çünkü birçok sözle tüm savımızı belir­tiyorlar: "Buyruklarını yerine getirirsek, O'nu tanıdı­ğımızdan emin olabiliriz. O'nu tanıyorum" deyip dc buyruklarını yerine getirmeyen yalancıdır, kendisin­de gerçek yoktur."

Tekrarlıyorum, tüm bunlardan, kendilerinden farklı oldukları ve kendileriyle aynı dinsel dogmaları desteklemedikleri için onurlu ve adaleti - gözeten insanları baskı altına alanların Mesih'in gerçek düş­manları olduğu sonucu çıkar. Çünkü adalet ve yar­dımseverliği seven herkesin bu nedenle inançlı oldu­ğunu biliyoruz. İnançlıyı baskı altına alan herkes Mesih'in bir düşmanıdır.

Son olarak inancın, dogmaların dindar oldukları gibi doğru olmasını gerektirmediği - yani doğruluğun kırıntısını banndırmayan birçok dogma olmasına rağmen yüreği boyun eğmek için canlandıracak iyi niyetle inanıldıkları sürece dogmaların doğru olması gerekmediği sonucu çıkıyor. İyi niyetle inanılmıyor- larsa bu dogmaların yandaşları itaatsizdir, çünkü adaleti sevmek ve Tanrı'ya boyun eğmek isteyen biri Tanrısal doğaya karşıt olduğunu bildiği bir şeye Tanrısal diye nasıl tapınabilir? Ancak insanlar aklın saflığı nedeniyle yanlış yapabilirler ve Kutsal Kitap gördüğümüz gibi bilgisizliği değil, inatçılığı ayıplıyor. Bu bizim inanç tanımımızın gerekli sonucudur ve tüm dallan, yukarıda verilen evrensel kuraldan ve kendi uydurmalanmızı onunla kanştırmak isteme­diğimiz sürece Kutsal Kitap'ın açık amacından çık­maktadır. Böylece Kutsal Kitap, doğru öğretileri, boyun eğme için gerekli öğretiler ve yüreklerimizde, yani (Yahya'nın sözlerini kullanmak gerekirse) Tanrı'da olduğumuz ve Tanrı'nın bizde olduğu yerde, komşumuzun sevgisini pekiştirmek kadar özellikle eklememekte.

O zaman her insanın inancının doğruluğuna göre değil, sadece boyun eğme ya da inatçılık göstermesi­ne göre dindar ya da dinsiz olarak yargılanması ge- ıcktiği için ve insanların eğilimlerinin fazlasıyla çeşitli olduğunu, hepsinin aynı şeyleri kabul etmedi­ğini, birinin başka diğerinin bir başka görüşün ege­menliği altında olduğunu, böylece birini bağlılığa •.evk edenin diğerini kahkaha ve aşağılamaya sevk ettiğini kimse tartışmayacağı için Katolik ya da evrensel dinde iyi insanlar arasında çelişki yaratacak hiçbir öğreti olamayacağı sonucu çıkar. Böyle öğreti­ler bazılarına göre dindar ve diğerlerine göre dinsiz olabilir ama bunlar hakkında sadece ürünlerine göre karar verilmelidir.

O zaman, Tanrı'ya itaati elde etmek için tamamen gerekli olan ve onsuz böyle bir itaatin olanaksızlaşa­cağı dogmalar evrensel dine ait olmalıdır; geriye kalanlara gelince her insan -yapısına en iyi kendisi karar verdiğini görerek adalet sevgisinin güçlenmesi için en iyi uyarlanan şeyi benimsemelidir. Eğer bu böyle olsaydı bence Kilise'deki tartışmalar için başka nedenler olmazdı.

Şimdi (söylenenden görüldüğü üzere) hepsi bu tek öğretiye eğilimli oldukları için, evrensel dinin dog­maları ya da Kutsal Kitap'ın tümünün temel dogma­larını sıralama konusunda başka korkum yok. Bu tek öğretiyse, adalet ve yardımseverliği seven ve kurtarı­lacak herkes tarafından boyun eğilmesi gereken bir Tanrı'nın olduğu, yani bir Üstün Varhk'ın olduğu, bu Varlık'a tapınmanın adaletin yerine getirilmesi ve insanın komşusuna karşı sevgisinden oluştuğu ve

aşağıdaki öğretilerden başka hiçbir şey içermediğidir.

I.     Tanrı ya da Üstün Varlık vardır, egemenlikle adil ve merhametlidir, doğru yaşamın örneğidir. Her kim O'ndan habersizse ya da varlığına inanmıyorsa O'na boyun eğemez ya da O'nu bir hâkim olarak göremez.

II.    Dogma O'nun Tek olduğudur. Hiç kimse bu öğ­retinin Tanrı'ya karşı mutlak bağlılık, hayranlık ve sevgi için gerekli olduğunu tartışmayacaktır. Çünkü bağlılık, hayranlık ve sevgi birinin diğerleri üzerinde­ki üstünlüğünden kaynaklanır.

III.    O'nun her yerde olduğu ya da her şeyin O'nun için açık olduğudur; çünkü eğer herhangi bir şey ondan gizlenebilir ya da O'nun tarafından fark edil­meyebilir varsayılabilseydi her şeyi yöneten karar verme yetisinin varlığından kuşku duyabilir ya da ondan habersiz olabilirdik.

IV.   Her şeyin üstünde üstün hakkı ve egemenliği olduğu ve zorlamayla hiç şey yapmadığı, her şeyi saltık buyruk ve kayrasıyla yaptığı. Her şey O'na boyun eğmekle zorundadır, O hiç bir şeye boyun eğmek zorunda değildir.

V.    Tanrı'ya tapınmanın sadece adalet ve yardımse­verlikten ya da birinin komşusuna beslediği sevgiden oluştuğu.

VI.   Yaşam biçimleriyle Tanrı'ya boyun eğenlerin tümü ve sadece boyun eğenler kurtarılmıştır; zevkle­rinin etkisi altında yaşayan insanoğlunun geri kalanı kayıptır. Eğer buna inanmasaydık zevktense Tanrı'ya uymanın hiçbir nedeni kalmazdı.

VII.        Son olarak Tanrı'nın pişmanlık duyanlann günahlarını affettiği. Hiç kimse günahsız değildir boylecc bu inanç olmasaydı herkes kurtuluştan ümi­dini keserdi ve Tanrı'nın merhametine inanmak için İm neden kalmazdı. Tanrı'nın her şeyi yönettiği merhamet ve kayrasıyla insanların günahlarını affet­tiğine inanan ve bu nedenle Tanrı'ya olan sevgisinin uyandığım hisseden, gerçekten Mesih'i Ruh'a göre biliyordur ve Mesih onun içindedir.

Hiç kimse istisnasız herkesin Tanrı'ya yukarıda açıklanan Yasa'nın buyurduğu gibi boyun eğebilmesi için her şeyden önce tüm bu öğretilere inanılması gerektiğini reddedemez; çünkü eğer bu ilkelerden biri göz ardı edilirse boyun eğme yok olur.

Tanrı'nın ya da doğru yaşamın örneğinin ateş, ya da ruh ya da ışık ya da düşünce ya da başka bir şey olup olmadığının artık doğru yaşamın örneği olduğu sorusu kadar inançla ilgisiz olduğunu söylerim. Adil ve merhametli bir aklı olduğu ya da her şey O'nun aracılığıyla var olduğu ve hareket ettiği için ve sonuç olarak O'nun aracılığıyla anladığımız ve gerçekten doğru ve iyi olanı gördüğümüz için doğru yaşamın örneği olmuş olması da inançla ilgisiz olmasını de­ğiştirmez. Bu sorular hakkında herkes istediğini düşünebilir.

Bundan öte inanç, Tanrı'nın her yerde bulunması­nın onun özünde olduğuna ya da bir potansiyel oldu­ğuna inanmamızdan etkilenmez; her şeyi saltık buyruğuyla ya da doğasının gerekliliğiyle yönettiğine; bir prens gibi yasalar buyurduğuna ya da onları son­suz gerçekler olarak ileri sürdüğüne; insanın O'na özgür iradesi nedeniyle ya da Tanrısal buyruğun zorunluluğu nedeniyle boyun eğdiğine son olarak iyinin ödülünün ve kötünün cezasının doğal ya da

doğaüstü olduğuna inanmamızdan da etkilenmez Bu ve böyle soruların daha fazla günaha girmek ya da Tanrı'ya daha az boyun eğmek için bahane olarak kullanılmaları dışında inançla hiçbir ilgisi yoktur Daha ileri gidip her insamn böylece Tanrı'ya tüm kalbiyle daha kolay boyun eğebileceği için bu dogma lan kendi düşünce yöntemine uyarlamak ve onları en bütün ve kararlı onayını verebildiğini hissettiği şekilde yorumlamak zorunda olduğunu ileri sürece ğim.

İnancın, eski zamanda dönemin peygamberleri ve insanlarının aklı ve görüşlerine göre bildirildiği ve yazıldığı biçem gösterdiğimiz gibiydi; öyleyse benzer yöntemle her insan, kararsız kalmadan ve kafasında bir çelişki yaşamadan kabul etmek için onu kendi görüşlerine uyarlamak zorundadır. İnancın dindarlık kadar doğruluğu gerektirmediğini ve inancın boyun eğme aracılığıyla sadece saygılı ve dindar olduğunu, sonuç olarak herkesin sadece boyun eğerek > inançlı olduğunu göstermiş bulunuyoruz. En iyi inanca ille de en iyi uslamlamaları gösteren tarafından değil, adalet ve yardımseverliğin en iyi ürünlerini gösteren tarafından sahip olunur. Bu öğretinin bir devlet için, insanların birlikte huzur ve uyum içinde yaşaması için ne kadar yararlı ve gerekli olduğu ve suç ve karı­şıklığın kaç tane ve ne kadar büyük nedenlerinin böylece engelleneceği konusunda karar vermeyi her­kesin kendisine bırakıyorum!

Daha öteye gitmeden biraz önce kanıtladığımız aracılığıyla I. Bölümde, Tanrı'nın Sina Dağı’nda İsraillilerle konuşmasından söz ederken ileri sürülen itirazları kolayca yanıtlayabileceğimize dikkat çeke­bilirim. Çünkü İsraillilerce duyulan ses, bu insanlara 276

I .ınrı'nın varlığının herhangi bir felsefi ya da matematikscl kesinliğini verememesine rağmen yine de •.ilen O'nu bildiklerinden onları Tanrı'ya karşı hayranlıkla heyecanlandırmak ve onları boyun eğme !■ onusunda harekete geçirmek için yeterliydi. Ve Kosterinin amacı da buydu. Tanrı İsraillilere (o za­man belli etmediği) özünün saltık özelliklerini öğ- letnıck değil, yüreklerinin sertliğini kırmak ve onları Imyun eğmeye çekmek istiyordu. Bu yüzden onlara uslamlamalarla değil, boru sesi, gök gürlemesi ve şimşek çakmasıyla seslendi.

Bana, inanç, tanrıbilim ve felsefe arasında hiçbir bağlantı ya da ilgi olmadığını göstermek kalıyor. İki l< onunun amacının ve temellerinin bilgisine sahip olan hiç kimse bu gerçeğe itiraz etmeyecektir çünkü onlar kutuplar kadar birbirlerinden uzaktır.

Felsefenin görünürde doğruluk dışında hiçbir ama­cı yoktur. Bolca kanıtladığımız üzere, inanç da boyun i'Kiııc ve dindarlıktan başka hiçbir şey aramaz. Yine felsefe sadece doğada aranması gereken aksiyomlar üzerine kurulmuştur. İnanç tarih ve dil üzerine kurulmuştur ve VII. Bölümde gösterdiğimiz gibi sadece Kutsal Kitap ve vahiylerde aranmalıdır. Bu yüzden inanç, felsefi düşünmede suçlama olmadan her şey hakkında istediğimizi düşünmemize izin vererek en büyük özgürlüğü verir. İnatçılık, nefret, kavga ve kızgınlık doğurmaya eğilimli görüşleri öğretenleri kâfir ve bölücüler olarak ayıplarken diğer taraftan akıllan ve yetenekleri el verdiğince bizi adalet ve yardımseverliği takip etmeye ikna edenleri inançlı olarak ele alır.

Son olarak şimdi ileri sürdüklerimiz incelememin en önemli konuları olduğu için devam etmeden önce okuyucudan ısrarla bu iki bölümü özel dikkatle okumasını ve onları aklında tartma zahmetine kat­lanmasını dileyeceğim. Yenilikler sunma amacıyla değil, umanm gelecek bir zamanda en sonunda dü­zeltilmiş görebileceğim kötüye kullanmalardan kur­tulmak için yazdığımı doğal karşılamasını isteyece­ğim.

XV. Bölüm:

Tanrıbilim Aklın Hizmetinde ya da Akıl Tanrıbilimin Hizmetinde Gösterilmemiştir. Aklın Kutsal Kitap’ın Yetkisini Kabul Etmemizi Sağlayan Bir Tanımı

Kutsal Kitap'ın Akılla uzlaştırılması gerektiği Kuramı - Maymonidcs tarafından savunulan - vii. Bölümde zaten çürütülmüş olan.

Aklın Kutsal Kitap'a uzlaştırılması gerektiği Ku­ramı -Alpakhar tarafından savunulan - incelendi. Ve çürütüldü.

Kutsal Kitap ve Aklın birbirinden bağımsız olması. Temel inancın matematiksel değil, ahlaki kesinliği.

Vahiylerin büyük yararı.

Felsefe ve aklın ayrı olduğunu bilmeyenler Kutsal Kitap'ın mı aklın hizmetinde ya da aklın mı Kutsal Kitap'ın hizmetinde olması gerektiğini; yani Kutsal Kitap'ın anlamının akla uygun kılınmasının gerekip göremediğini tartışırlar. İkinci durum aklın kesinli­ğini reddeden kuşkucular tarafından varsayılırken, ilki dogmacılarca varsayılır. Her iki taraf da gösterdi­ğim gibi tamamen yanlışlık içindedir çünkü her iki öğreti de bizim ya aklı ya da Kutsal Kitap'ı değiştir-

memizi gerektirir.

Kutsal Kitap'ın felsefe değil, sadece boyun eğmeyi öğrettiğini ve içerdiği her şeyin halk yığınının görüş­leri ve anlayışına göre uyarlandığını göstermiştik. Bu yüzden onu felsefeye uyarlamak isteyenlerin zorunlu olarak onların hayalini bile kurmadıkları birçok düşünce mal etme ve sözlerine aşırı ölçüde zorlan­mış yorumlar getirmeleri gerekir. Diğer taraftan akıl ve felsefeyi tanrıbilimc hizmet eder hare getirecekler de Tanrısal sözler olarak eski Yahudilerin önyargıla­rını kabul etmek ve akıllarını onlarla doldurmak ve karıştırmak zorunda kalacaklardır. Kısaca bir taraf aklın yardımıyla diğer taraf da aklın yardımı olma­dan sınırlan aşacak.

Ferisiler arasında Kutsal Kitap'ın akla uydurulması gerektiğine açıkça inanan VIII. Bölümde görüşünü gördüğümüz ve bol bol çürüttüğümüz Maymo- nides'ti. Şimdi bu yazar çağdaşları arasında büyük yetkisi olmasına rağmen bu konuyla ilgili neredeyse hepsi tarafından yüzüstü bırakılmıştı ve çoğunluk doğruca Maymonides'in yanlışından kaçınma heye­canıyla onun tam tersi olan başka bir hataya düşen belli bir R. Jehuda Alpakhar'ın görüşüne geçmişti. O aklın Kutsal Kitap'ın hizmeti altına alınması gerekti­ği ve O'na tamamen boyun eğmesi gerektiğini düşü­nüyordu. Bir parçamn, akla ters olduğu için değil, sadece Kutsal Kitap’ın kendisiyle - yani açık öğretile­riyle çelişkili olduğu durumlarda - mecaz niteliğinde yorumlanması gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden Kutsal Kitap neyi dogmatik olarak öğretiyorsa ve özellikle doğruluyorsa onun biricik yetkisine dayana­rak mutlaka doğru kabul edilmesi gerektiği, yani Kutsal Kitap'ta bütünün genel gidişatıyla doğrudan 280

ı,< lışen hiçbir öğreti olmadığı evrensel kuralını koy­du Yalnız Kutsal Kitap'ın ifadelerinin, genellikle n.ıkça öğretilenlerle çelişir bir şey kasteder göründü- gıı için farklılık içeriyormuş gibi görünen bazı parça- l.ı11 bunun dışındadır. Böyle ifadeleri ve sadece böyle d.ideleri mecaz niteliğinde yorumlayabiliriz.

()rncğin, Kutsal Kitap açıkça Tanrı'nın birliğini öğ- ıı-ıır (bkz. Yasa'nın Tekrarı vi:4), tanrıların çoğullu­ğu mı açıkça belirten herhangi bir metin de yoktur; .una birçok parçada Tanrı Kendi'sinden ve peygam- betlcr de O'ndan çoğul sayıda söz ederler; böyle ifade­ler sadece bir konuşma biçemidir ve aslında birçok tanrı olduğu anlamına gelmezler. Onlar, tanrının çoğulluğu akla ters olduğu için değil, Kutsal Kitap açıkça sadece bir tane olduğunu belirttiği için mecaz niteliğinde açıklanmalıdır.

Öyleyse yine (Alpakhar'ın düşündüğü gibi) Kutsal Kitap'ın, Yasa'nın Tekrarı iv:15'te belirttiği gibi Tanrı cisimsizdir. Biz de aklın değil, sadece bu metnin verdiği yetkiyle Tanrı'nın bir bedeni olmadığına inanmak zorundayız. Sonuç olarak Tanrı'ya eller, ayaklar... vs. mal eden tüm parçaları sadece Kutsal Kitap'ın yetkisiyle mecaz niteliğinde açıklamalı ve onları mecaz olarak kabul etmeliyiz. Alpakhar'ın görüşü işte böyledir. Kutsal Kitap'ı Kutsal Kitap ile açıklamak istediği için onu övüyorum ama akıl ba­ğışlanmış bir adamm bu aklı alçaltmak istemesine şaşıyorum. Peygamberlerin ne anlatmak istediği ve eğilimleriyle ilgili zorluk çektiğimiz sürece Kutsal Kitap'ın Kutsal Kitap ile açıklanması gerektiği doğru ama doğru anlamı çıkardığımızda zorunlu olarak onu anlamak için karar yeteneği ve aklımızı kullan­malıyız. Ancak eğer akıl (isyan ettiği ölçüde) tamamen Kutsal Kitap'ın hizmeti altına alınacaksa, Kut­sal Kitap'a itaatini onun kendi yardımıyla mı yoksa o olmadan körü körüne mi yerine getirmeliyiz? Eğer körü körüne olacaksa kesinlikle aptalca ve mantık­sızca hareket edeceğiz; ama eğer aklın yardımıyla olacaksa Kutsal Kitap'ı aklın egemenliği altında ka­bul ederiz ve onu akıl olmadan kabul etmemeliyiz. Dahası şimdi bir insan aklına ters düşen her şeyi kabul etmek zorunda mıdır? Yadsıma aklın kabul etmeyi reddetmesi değil de nedir? Kısaca, birinin yeteneklerin en yücesi ve Tanrı'dan bir ışık olan aklı, insanın kötü niyetiyle bozulmuş olabilecek geçersiz yasaya bağımlı hale getirmek istemesine; Tanrı'nın Söz'ünün gerçek el yazısından, akıldan saygısızlıkla söz etmenin hiçbir suç teşkil etmediği düşünülüp onu bozuk, kör ve kayıp olarak anarken aynı şeyi sadece Tanrı nın boz unun yansıması ve gorunumu olan yasa için söylemenin suçlann en büyüğü olarak düşünülmesine şaşıyorum. İnsanlar hiçbir şeyi aklın ve kendi yargılannın güvencesi altına almamayı dindarlık ve bize kutsal kitapları iletenlerin inancın­dan kuşku duymayı dinsizlik sayıyorlar. Böyle bir tutum dindarlık değil sadece aptallıktır. Ve her şeye rağmen neden bu kadar tedirginler? Neden korkuyor­lar? İnanç ve dinin insanlar kendilerini bilerek bilgi­siz tutmadıkları ve akla sırtlarını çevirmedikleri sürece desteklenemeyeceğini mi sanıyorlar? Eğer öyleyse Kutsal Kitap'a çekinerek güveniyorlar demek­tir.

Ancak dinin aklı ya da aklın dini kölesi yapmaya çalışması gerektiğini ya da her ikisinin de egemenlik­lerini mükemmel uyum içinde tutamayacağım söy­lemek benden uzak olsun. Bu somya daha sonra geri döneceğim çünkü şimdi Alpakhar'ın kuralından söz etmek istiyorum.

Belirttiğimiz gibi Kutsal Kitap tarafından öne sürü­len ve reddedilen her şeyi ya doğru kabul etmeli ya da yanlış olarak reddetmeliyiz. Alpakhar bundan öte Kutsal Kitap'ın başka bir yerde savlarıyla ya da inkâr­larıyla çelişen bir şeyi hiçbir zaman açıkça öne sür­mediğini ya da reddetmediğini belirtiyor. Böyle bir koşulun ve bildirinin aceleciliği hiç kimseden kaça­maz. Çünkü o (Kutsal Kitap'ın farklı zamanlarda, farklı insanlar için, farklı yazarlarca yazılan farklı kitaplardan oluştuğunu dikkate almadığı ve ayrıca koşulunun akıl ya da Kutsal Kitap'tan hiçbir doğru­lama almaksızın kendi yetkisi üzerine ortaya çıktığı gerçeğini atlayarak) geriye kalan parçalarla dolaylı olarak çelişkili olan tüm parçaların, dilin doğası ve bağlam aracılığıyla mecaz olarak başarıyla açıklana­bileceğini; bundan öte, Kutsal Kitap'ın bize değişti­rilmeden geldiğini göstermek zorunda kalacaktı. Ancak bu konuya uzun uzadıya girişeceğiz.

Öncelikle aklın boyun eğmez olduğu ortaya çıkarsa ne yapacağız? Yine de Kutsal Kitap'ın doğruladığı her şeyi doğrulamak zorunda mıyız? Belki de Kutsal Kitap'ın akla ters hiçbir şey içermediği cevabı verile­cektir. Ama O'nun açıkça Tanrı'nın kıskanç olduğu­nu ( yani On Emir'de ve Mısır’dan Çıkış xxxiv:14 ve Yasa’nın Tekran iv:24 ve birçok yerde) doğruladığını ve öğrettiği konusunda ısrar edeceğim ve böyle bir öğretinin akla ters olduğunu belirteceğim. Sanırım her şeye rağmen doğru olarak kabul edilmelidir. Eğer Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın kıskanç olmadığını kaste­den herhangi bir parça olursa, bunların bu biçim bir şeyi anlatmak istemeyen mecazlar olarak anlaşılması

gerekir. Böylece Kutsal Kitap ayrıca doğrudan hiçbir yerde böyle hareket etmediğini belirtmeden açıkça Tanrı'nın Sina Dağı'na indiğini belirtiyor [Mısır’dan Çıkış xix:20...vs.) ve O'na bir yerden başka bir yere hareketler yüklüyor. Bu yüzden parçayı ve Süleyman­'ın sözlerini gerçek anlamıyla anlamalıyız (1 Krallar viii:27): "Tanrı gerçekten yeryüzünde yaşar mı? Sen göklere, göklerin göklerine bile sığmazsın." Tanrı'nın bir yerden başka bir yere hareket ettiğini açıkça be­lirtmedikleri, sadece ima ettikleri için bu sözler, Tanrı'nın hareket ettiğinin yadsımasına başka bir benzerliği kalmayacak şekilde çarpıtılmahdır. Öyley­se aynca Kutsal Kitap açıkça öyle dediği için gökyü­zünün Tanrı'nın yaşadığı yer ve tahtı olduğuna inanmalıyız ve benzer şekilde Kutsal Kitap'ın değil ama aklın ve felsefenin bize yanlış olduğunu söyledi­ği, peygamberlerin ya da halk yığınının görüşlerini ifade eden birçok parça, eğer yazarımızın kılavuzlu­ğunu izlersek, doğru olarak anlaşılmalıdır,- çünkü ona göre aklın bu konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Bun­dan öte Kutsal Kitap'ın kendisiyle sadece imayla çeliştiği, doğrudan çelişmediği doğru değildir. Çünkü Musa birçok sözle der ki (Yasa’nın Tekrarı iv:24): "Çünkü Tanrınız Rab yakıp yok eden bir ateştir..." ve başka bir yerde açıkça Tanrı'nın görünen şeylere bir benzerliğinin olduğunu reddeder. (Yasa’nın Tekrarı iv. 12.) Eğer ikinci parçanın ilk parçaya sadece imayla ters düştüğü ve ona ters görünmemesi için ona uyar­lanması gerektiği kararma vanlırsa, Tanrı'nın bir ateş olduğunu kabul edelim ya da daha çok aklımızı yitirme korkusuyla bu konuyu geçelim ve başka bir örneği ele alalım.

Samuel açıkça Tanrı'nın vazgeçtiğini reddediyor (1 284 Samuel xv:29): "O insan değil ki, düşüncesini değiştirsin" Diğer taraftan Yeremya Tanrı'nın yap­maya kalktığı hem iyilik hem de kötülükten vazgeç­tiğini belirtir (Yeremya xviii:8-10). Ne? Bu iki metin doğrudan çelişkili değil mi? O zaman yazarımız bu ikisinden hangisini mecaz olarak açıklamak isterdi? Her iki ifade de genel ve ikisi birbirinin tam tersi - birinin kesinlikle kabul ettiğini diğeri kesinlikle reddediyor. Öyleyse yazar kendi kuralıyla ya hepsini yanlış bularak reddetmek ya da doğru bularak kabul etmek zorunda kalacaktı.

Yine eğer ima açıksa ve parçanın yapı ve bağlamı mecaz olarak yoruma izin vermiyorsa, başka biriyle doğrudan değil sadece imayla çelişir şekilde parçamn anlamı ne olur? (peygamberlerin farklı ve çelişkili görüşlere sahip olduklarına dikkat çektiğimiz) II. Bölümde ve ayrıca tarihi öykülerdeki çelişkilere dik­kat çektiğimiz IX. ve X. Bölümlerde gördüğümüz gibi Kutsal Kitap'ta böyle birçok örnek vardır. Tüm bun­ları yeniden anlatmama gerek yok; çünkü daha önce söylediğim şeyler, sözünü ettiğimiz gibi bir görüş ve kuraldan kaynaklanacak saçmalıkları yeterince açığa çıkarıyor ve ileri süren kişinin düşüncesizliğini gös­teriyor.

Bu yüzden bu kuramı Maymonides'inki gibi ta­mamen reddedebiliriz ve tanrıbilimin akla ya da akim tannbilime hizmet etmek zorunda olmadığını tartışılmaz olarak ve her birinin kendi etki alanına sahip olduğunu kabul edebiliriz.

Dediğimiz gibi aklın kapsamı doğruluk ve erdem­dir; tanrıbiliminse dindarlık ve boyun eğmedir. Aklın erki bizim için insanların akıl olmadan sade boyun eğme aracılığıyla mutlu olabileceklerine karar vere­cek kadar uzanamaz. Tanrıbilim bize başka bir şey söylemez, bize boyun eğme dışında hiçbir buyruğun zorunluluğunu yüklemez ve akla karşı gelecek ne isteği ne de gücü vardır. Tanrıbilim sadece boyun eğme için gerekli olduklan kadanyla inancın dogma - lannı tanımlar (son bölümde dikkat çektiğimiz gibi) ve onların kesin doğruluğunu belirlemeyi akıl yü­rütmeye bırakır; çünkü düşünme aklın ışığıdır ve o olmadan her şey rüya ve hayaletlerdir.

Burada tanrıbilimle, sözün tam anlamıyla Kutsal Kitap tarafından hedeflenen amacı; yani boyun eğ­menin tasan ve biçimini ya da dindarlık ve inancın gerçek dogmalannı gösterdiği kadarıyla vahyi kaste­diyorum. Bu gerçekten belli bir sayıda kitaptan oluşmayan Tanrı'nın Söz'ü olarak anılabilir (bkz. XII. Bölüm). Böyle anlaşılarak, eğer buyruklannı ya da yaşam kurallarını göz önünde bulundurursak tanrıbilimin akılla uyum içinde olduğu bulunacaktır ve eğer amacına bakarsak tanrıbilimin hiçbir şekilde akla ters olmadığı bu yüzden tüm insanlar için ev­rensel olduğu görülecektir.

Kutsal Kitap ile olan ilgisine gelince, VII. Bölümde Kutsal Kitap'ın anlamının genel olarak felsefenin temeli olan doğanın tarihinden değil, kendi tarihin­den çıkarılması gerektiğini göstermiştik.

Kutsal Kitap'ın anlamı konusundaki araştırmamı­zın böyle yürütülmesi bize şurada burada anlamın akla ters olduğunu gösterirse bizi engellememesi gerekir,- çünkü Kutsal Kitap'ta insanın habersiz olabi­leceği ve bulabileceğimiz bu tür her şeyin, emin olabiliriz ki tanrıbilim ya da Tanrı'nın Söz'ünü zede­lemez ve bunlarla hiçbir ilgisi yoktur ve bu yüzden de bunlar sorumluluk almadan herkes tarafından iste- mldiği gibi anlaşılabilir.

Özetlersek ne Kutsal Kitap'ın akla ne de aklın Kut­sal Kitap'la uygun hale getirilmesi gerektiği saltık sonucuna varabiliriz.

Şimdi tanrıbilimin temeli olduğu için - insamn sadece boyun eğme ile kurtarılabileceği öğretisi - ister doğru isterse yanlış olsun akılla kanıtlanamaz, 'O zaman neden ona inanmalıyız?' sorusu sorulabi­lir. Eğer aklın yardımı olmadan inanırsak onu körü körüne kabul etmiş oluruz ve aptalca ve düşüncesiz­ce hareket ederiz; diğer taraftan eğer akılla kanıtla­nabileceğine karar verirsek tanrıbilim felsefenin bir parçası olur ve ondan kopanlamaz hale gelir. Ama buna, tanrıbilimin bu temelinin aklın doğal ışığıyla araştırılamayacağını kesinlikle temellendirdim diye cevap veririm ya da öyle veya böyle hiç kimsenin bunu bu yolla kanıtlamadığı ve bu yüzden vahyin gerekli olduğunu kesinlikle temellendirdim diye cevap veririm. Ancak belli edileni ahlaki kesinlikle kavramak için aklımızı kullanmalıyız - ahlaki kesin­likle diyorum çünkü peygamberlerden daha fazla kesinlik kavramayı umut edemeyiz. Yine de II. Bö­lümde gösterdiğim gibi onların kesinliği sadece ahla­kiydi.

Bu yüzden Kutsal Kitap'ın yetkisini matematiksel kanıtlarla ileri sürmeye çalışanlar tamamen hatalı­lar. Çünkü Kutsal Kitap'ın yetkisi peygamberlerin yetkisine dayanır ve eski zamanlarda peygamberlerin insanları kendi yetkilerine ikna etmek için kullanıl­dığı kanıtlardan daha güçlü bir şeyle desteklenemez. Aynı konudaki kesinliğimiz, peygamberlerin kesinli­ği için temel görevi gören temelden farklı bir temel üzerine kurulamaz.

Şimdi peygamberlerin kesinliği (dikkat çektiğimiz gibi) şu öğelerden oluşuyordu:

I.    Farklı ve canlı bir hayal gücü.

II.    Bir işaret.

IIİ. Son olarak ve en başta adil ve iyi olana yönlen­dirilmiş bir düşünce yapısı. Bundan başka hiçbir uslamlamayı temel almıyordu ve sonuç olarak kendi yetkilerini ne sözlü olarak seslendikleri halk yığınına ne de yazıyla seslendikleri bizlere başka bir uslam­lamayla kanıtlayamazlardı.

Bu nedenlerin ilki yani canlı hayal gücü sadece peygamberler için geçerli olabilirdi; bu yüzden vahiy­le ilgili kesinliğimiz geriye kalan ikisi yani işaret ve öğretiyi temel almalıdır. Musa'nın kesin öğretisi böyledir; çünkü {Yasa’nın Tekrarı xviii'de) insanlara Rab adına doğru bir işaret veren peygambere uymayı emrediyor ama eğer yanlış öndeyide bulunursa Rab adına bile olsa yetkisini işaret ve belirtilerle doğrula- sa bile insanları gerçek dinden uzaklaştırmaya çalı­şanlar gibi öldürülmesi gerektiğini buyuruyor. Ger­çek bir peygamberin yalancı bir peygamberden hem öğretilerle hem de yarattığı mucizelerle ayırt edilebi­leceğini anlatan yukarıdaki Yasa’nın Tekrarı xiii ile karşılaştırma yapabiliriz. Çünkü Musa, böyle birinin gerçek bir peygamber olduğunu bildirir ve insanlara aldatılma korkusu olmadan ona güvenmesini buyu­rur. Rab adına bile olsa herhangi bir yanlış öndeyide bulunanların ya da mucizeleri gerçek bile olsa yalan­cı tanrıları vaaz edenlerin yalancı peygamber olduğu­nu ve onların ölmeyi hak ettiğini söyler.

O zaman Kutsal Kitap ve peygamberlerin yazdıkla­rı için sahip olduğumuz tek uslamlama orada buldu- 288

ğıımuz öğreti ve doğrulanan işaretlerdir. Çünkü peygamberlerin her şeyden önce adalet ve yardımse­verliği övdüğünü ve başka amaçları olmadığını gör­düğümüze göre uygunsuz nedenlerle yazmadıkları, insanların gerçekten boyun eğme ve inanç aracılığıy­la mutlu olabileceklerini düşündükleri sonucuna varırız. Bundan öte onların öğretilerini işaret ve mucizelerle doğruladıklarını gördüğümüze göre rasgele konuşmadıklarına ya da kehanetlerinde sınır­ları aşmadıklarına ikna oluruz. Sonucumuz öğrettik­leri ahlakın akılla açık bir uyum içinde olduğu gerçe­ğiyle daha fazla güçlenir çünkü peygamberlerde bul­duğumuz Tanrı'nın Söz'ünün yüreklerimizde yazan Tanrı'nın Söz'ü ile uyuşması bir tesadüf değildir. Bu sonuca, eski Yahudilerin, peygamberlerin yaşayan seslerinden vardıkları gibi, biz de kutsal kitaplardan varabiliriz. Çünkü XII. Bölümde Kutsal Kitap'ın bize öğretileri ve ana öyküleri açısından bozulmamış olarak kaldığını göstermiştik.

Bu yüzden, tanrıbilimin ve Kutsal Kitap'ın tüm bu temeli, matematiksel kanıtı kabul etmese de, yargı gücümüzün uygun bulmasıyla kabul edilebilir. Pey­gambere özgü tanıklıkla böyle bol bol doğrulanan ve akılca daha güçsüz olanlara böyle bir rahatlık ve devlete böyle bir yarar sağlayan şeyi; dahası en ufak tehlike ya da zarara uğramadan inanabileceğimiz ve sadece matematiksel olarak kamtlanamayacağı için reddetmemiz gereken bir öğretiyi kabul etmemek aptallık olurdu. Sanki olanaklı herhangi bir yolla sorgulanamayan hiçbir şeyi doğru ya da yaşamın bilgece bir kuralı saymamamız gerekiyor ya da ey­lemlerimizin çoğu belirsizlikle, tehlikelerle dolu değil.

Tanrıbilim ve felsefenin karşılıklı olarak ters düş­tüğü ve bu yüzden birinin tahtından indirilmesi gerektiğine inananları kabul ediyorum - böyle insan- lann tanrıbilimi sağlam bir temele oturtmaya çalış­makta ve doğruluğunu matematiksel olarak kanıt­lamakta mantıksız olmadıklarını kabul ediyorum diyorum. Çaresiz ya da deli olmayan kim akla veda etmek ya da sanat ve bilimlerden nefret etmek ya da aklın kesinliğini reddetmek ister? Ama bu arada, aklın yanılabilir olduğunu yanılmadan kanıtlamak ve aklın yenilgisi için aklın yardımına başvurdukların­dan onların suçunu tamamen bağışlayanlayız. Ma­tematiksel olarak tanrıbilimin doğruluğu ve yetkisini kanıtlamaya ve doğal aklın yetkisini elinden almaya çalışırken aslında sadece tanrıbilimi aklın egemenliği altına sokuyorlar ve arkasında doğal akıl olmadığı sürece tanrıbilimin yetkisinin hiçbir önemi olmadı­ğını kanıtlıyorlar.

Eğer kendilerinin Kutsal Ruh'un içsel tanıklığıyla anladıklarıyla ve inanamayanlar yüzünden aklı yar­dıma çağırdıklarıyla övünüyorlarsa, onlan bunun, böyle bile bizim onayımızı alamayacağına ikna et­mek için, onların ya duygusallıktan ya da kendini beğenmişlikten ötürü konuştuklarını kolayca kanıt­layabiliriz. Son bölümden Kutsal Ruh'un, Pavlus tarafından ruhun ürünleri olarak anılan (Galatyalılar v:22) eylemlerden, yani kendi içinde gerçekte ruhla­rımızdaki iyi bir eylemi izleyen akılsal kabullenme­den başka bir şey olmayan eylemlerden yana tanıklık ettiği sonucu çok açıkça çıkıyor. Yalnız akıl bunun dışındadır, gösterdiğimiz gibi o doğruluğun tüm alammn sahibidir. Eğer onların doğruluktan emin olmalarım sağlayan bu ruha sahip olduklarım ileri sürerlerse yanlış ve duygunun önyargılarına göre konuşuyorlar ya da filozoflar tarafından yenilmek ve halkın alayına maruz kalmaktan korkuyorlar ve bu yüzden bir bakıma sunağa kaçıyorlar demektir; ama sığınakları boştur çünkü hangi sunak öfkeli bir aklı barındırır? Ancak böyle insanları geçiyorum çünkü amacıma ulaştığımı ve felsefenin tanrıbilimden nasıl ayrılması gerektiğini ve her ikisinin de neden oluştu­ğunu; hiçbirinin diğerinin hizmetinde olmaması gerektiğini, her birinin rakipsiz egemenliklerini elle­rinde tutmaları gerektiğini gösterdiğimi düşünüyo­rum. Son olarak koşullara göre gerektiği gibi ayrıl­madıkları için iki konu arasında geçerli olan sıra dışı karmaşıklıktan kaynaklanan saçmalıklara, zorlukla­ra ve kötülüklere dikkat çektim. Daha ileri gitmeden önce (daha önce bunu söylemiş olmama rağmen) özellikle Kutsal Kitap'ın ya da Vahyin kullanımının ve gereksiniminin çok büyük olduğunu düşündüğü­mü belirtiyorum. Aklın doğal ışığıyla sadece boyun eğmenin kurtuluşa giden yol olduğunu göremeyece­ğimiz için [Son Not 25] ve aklımızın erişemeyeceği bu yola vahiyle sadece Tanrı'nın özel kayrasıyla gidildiği öğretildiği için Kutsal Kitap'ın insanoğluna çok büyük bir teselli verdiği sonucu çıkıyor. Herkes boyun eğebilir ama insanlığın toplamıyla karşılaştı­rıldığında sadece aklın kılavuzluğuyla erdem alışkan­lığım kazanabilecek çok az insan var. Böylece eğer Kutsal Kitap'ın tanıklığı olmasa neredeyse tüm in­sanların kurtuluşundan kuşku duymamız gerekirdi.

3. Kısmın Sonu

Tanrıbilimsel Politik İncelemece
Yazarın Son Notları

-XI.'den Bölümden XV. Bölüme.

XI. BÖLÜM

Son Not 24 "Şimdi düşünüyorum." Çevirmenler {Grekçe} sözcüğü "anlıyorum" diye çeviriyorlar ve Pavlus'un bu sözcüğü {Grekçe bir sözcükle} eş anlam­lı kullandığını belirtiyorlar. Ama ilk sözcüğün Grek- çede anlamı İbranicede "düşünmek, saymak, karar vermek" sözcüğü ile aynıdır. Ve bu anlam, Süryani çeviriyle tamamen uyum içinde olur. Bu Süryanicc çeviri (bir çeviri olduğu çok kuşkulu çünkü ne ortaya çıktığı zamanı ne de çevirmenleri biliyoruz ve Sürya- nice Havarilerin ana diliydi) önümüzdeki metnin anlamını, Tremellius tarafından "düşünüyoruz öyleyse" diye çok iyi açıklanan bir biçimde çeviriyor.

XV. BÖLÜM

Son Not 25 "sadece boyun eğmenin kurtuluşa gi­den yol olduğunu..." Diğer bir deyişle Tanrısal emir­leri yasalar ya da buyruklar olarak kabul etmemiz kurtuluş ve mutluluk için yeterli; onları sonsuz doğ­ruluklar olarak görmemiz gereksiz. Bu bize IV. Bö­lümdeki kanıtlamalardan göründüğü gibi akıl değil, vahiyle öğretilebilir.

3.   Kısmın Sonu - Xl.'den Bölümden XV. Bölüme.

XVI.     Bölüm:

Bir Devletin Temelleri Hakkında;

Bireylerin Doğal ve Yurttaşlık Hakları ve
Egemen Erkin Hakları Konusunda

Doğada hakkın erkle aynı yeri kaplaması.

Bu ilke doğa durumundayken insanoğluna uyar.

Bu durumdan yurttaşlık durumuna bir geçişin nasıl olası olduğu.

Köle değil, yurttaş.

Özel yurttaşlık hakkının - ve haksızlığın tanımı.

Anlaşma hakkında.

Vatana ihanet hakkında.

Yönctieilcrin hangi anlamda tanrısal yasayla bağlı oldukları.

Milli yönetimin dinle uıumsuz olmaması.

Şimdiye kadar ilgimiz felsefeyi tanrıbilimden ayırmak ve böyle bir ayrılığın her ikisine de sağladığı düşünce özgürlüğünü göstermek oldu. Şimdi sıra, böyle bir düşünce özgürlüğünün sınırlarını belirle­mede ve tartışma kendiliğinden ideal devlette geniş­leyebilir. Bu sorunun hak ettiği gibi ele alınması için; önce dikkatimizi bireylerin doğal haklarına ve daha sonra dine ve bir bütün olarak devlete çevirerek bir devletin temellerini incelemeliyiz.

Ben, doğanın hakkı ve kuralı derken, yalnızca bir

bireyi belli bir biçimde yaşayıp eyleyecek biçimde doğayla koşullanmış olarak kavramamıza aracılık eden doğal yasaları anlatmak istiyorum. Örneğin, balıklar doğal olarak yüzmeye ve büyüğünün küçü­ğünü yemesine koşullanmışlardır; bu yüzden balıklar sudan hoşlanırlar ve doğal egemenlik hakkıyla büyük küçüğü yer. Çünkü doğanın, soyut anlamda göz önüne alındığında, her şeyi yapma konusunda ege­menlik hakkı vardır, başka bir deyişle hakkı erkiyle eş-sürelidir. Doğanın gücü, her şey üzerinde egemen­lik hakkı olan Tanrı'nın gücüdür ve doğanın gücü sadece tüm bireysel bileşenlerinin güçlerinin toplu­luğu olduğu için, her bireyin yapabileceği her şeyi yapma konusunda egemenlik hakkı olduğu sonucu çıkar; başka bir deyişle bir bireyin haklan koşullan­dığı üzere erkinin yettiği yere uzamr. Şimdi her bire­yin kendisinden başka hiçbir şeye aldırmadan kendi­sini olduğu gibi korumaya çalışması, doğanın ege­menlik yasa ve hakkıdır; bu yüzden her birey bu egemen yasa ve hakka, yani doğal koşullarına göre var olma ve hareket etme hakkına sahiptir. Burada insanoğlu ve diğer bireysel doğal varlıklar ya da akıl bağışlanmış bir insan ve akıl nedir bilmeyen insan ya da aptallar, deliler ve akıllı insanlar arasında herhan­gi bir fark gözetmiyoruz. Doğa tarafından koşullan­dığı gibi eylediği ve başka türlü eyleyemeyeceği için, birey doğasımn yasalarıyla ne yaparsa, onu yapmaya egemenlik hakkı vardır. Bu yüzden doğanın egemen­liği altında yaşadıkları düşünüldüğü sürece insanlar arasında aklı bilmeyen biri ya da henüz erdem yete­neğini kazanmamış olan biri yaşamını tamamen aklın yasalarıyla düzenlemiş olan biri kadar egemen­lik hakla sadece isteğinin yasalarına göre hareket eder.

Yani akıllı insanın aklın buyurduğu her şeyi yap­maya ya da aklın yasalarına göre yaşama konusunda egemenlik hakkı olduğu gibi bilgisiz ve aptal insanın da arzunun buyurduğu her şeyi yapmaya ya da arzu­nun yasalarına göre yaşama konusunda egemenlik hakkı vardır. Bu, Paul'ün öğretileriyle özdeştir, o yasadan önce - açıkçası insanlar, doğanın buyruğu altında sayıldığı sürece - günah olmadığını kabul eder.

Bireysel insanın doğal hakkı sağlam akılla değil, arzu ve erkle böyle belirlenir. Herkes doğal olarak aklın yasa ve kurallarına göre hareket edecek şekilde koşullanmamıştır; hatta tam tersi tüm insanlar bilgisiz doğar ve iyi yetiştirilmiş olsalar bile doğru yaşam biçimini öğrenemeden ve erdem yeteneğini kazanmadan yaşamlarının en büyük bölümünü geride bırakır. Yine de bu sırada kendi başına arzu­nun güdüleriyle yaşayabildikleri kadar yaşamak ve kendilerini korumak zorundadırlar. Doğa onlara başka bir kılavuz sunmamıştır ve sağlam akla göre yaşama erki armağanını esirgemiştir; böylece artık bir kedinin bir aslanın doğasının yasalanyla yaşamak zorunda olmaması gibi, onlar da aydınlanmış bir aklın buyruklarıyla yaşamak zorunda değillerdir.

Bu yüzden bir birey (doğanın etkisi altında düşü­nüldüğünde) ister sağlam akılla isterse tutkularla zorlanmış olsun, kendisi için elinden gelen en iyisini zorla, kurnazlıkla, yakarışla ya da diğer yollarla olsun bulup almak için egemenlik hakkına sahip olmayı yararlı bulur; sonuç olarak amacının başarıya ulaş­masına engel olan herkesi bir düşman olarak görebi­lir.

Dediğimiz şey nedeniyle, tüm insanların etkisi al­tında doğduğu ve çoğunlukla yaşadığı doğamn hak ve düzeni, sadece hiç kimsenin arzulamadığı ve hiç kimsenin erişemeyeceği şeyleri yasaklar; çekişme ya da nefret ya da aldatma ya da aslında arzu tarafından akla getirilen hiçbir yolu yasaklamaz.

Biz buna şaşmayız; çünkü doğa insamn gerçek ya­rar ve korunmasını amaçlayan insan aklının yasala­rıyla sınırlanmamıştır; onun sınırları son derece geniştir ve insanın ona oranla bir zerre kadar küçük olduğu doğanın sonsuz düzenine ilişkindir; sadece bu zorunluluk yüzünden tüm bireyler belli bir şekil­de yaşamak ve hareket etmeye koşullanmıştır. Bu yüzden eğer doğada bir şey bize saçma, anlamsız ya da kötü gelirse bu sadece doğamn bizim tarafımızdan kısmen bilindiği ve bizim doğanın bir bütün olarak düzen ve yorumundan neredeyse tamamen habersiz olduğumuz ve ayrıca her şeyin bizim insan aklımıza göre düzenlenmiş olmasını istediğimiz içindir,- aslın­da aklın kötü bulduğu bir şey doğanın bir bütün olarak düzen ve yasalarına göre kötü değildir, sadece bizim aklımızın yasalarına göre kötüdür.

Yine de hiç kimse aklın yasaları ve sağlama alın­mış buyruklarına göre yaşamanın bizim için çok daha iyi olduğundan kuşku duyamaz; çünkü dediği­miz gibi bu yasa ve buyrukların amaçlan insamn gerçek iyiliğidir. Dahası herkes olabildiğince korku­dan uzak, güvenli şekilde yaşamayı ister ve bu herkes istediğini yaptığı ve aklın isteği nefretin ve öfkenin- kiyle eşit düzeye düşürüldüğü sürece oldukça ola­naksızdır,- düşmanlığın, nefretin, öfkenin ve aldat­manın ortasında huzursuz olmayan ve elinden geldi­ğince onlardan kaçınmayan hiç kimse yoktur. V. Bolümde açıkça kanıtladığımız gibi karşılıklı yardım y.ı da aklın yardımı olmadan insanların çok acınacak şekilde yaşamak zorunda kalacaklarını göz önüne aldığımızda, insanlar bireyler olarak doğal yoldan kendilerine ait hakları eğer bir bütün halinde kul­lanmak istiyorlarsa ve yaşamları, bireylerin arzusu ve zorlamasıyla değil, bütünün erk ve isteğiyle koşulla- nacaksa olabildiğince güvenli ve iyi yaşamak üzere birlikte yaşamak için insanların zorunlu olarak bir anlaşmaya varmaları gerektiğini açıkça göreceğiz. Eğer arzu onların tek kılavuzu olursa bu amaca ula­şamazlar (çünkü arzunun yasalarıyla her insan ayrı yöne çekilir); bu yüzden her şeyde (deli sayılma kor­kusu ile kimsenin açıkça reddetmeye kalkışamaya- cağı) aklın kılavuzluğuyla yönlendirilmeyi ve bir insanın akranlarına zararlı olan tüm arzularını sınır­landırmayı, herkese kendisine davranıldığı gibi dav­ranmayı ve komşularının haklarını kendi hakları gibi savunacaklarını çok sıkı bir şekilde buyurmah ve temellendirmeliler.

Böyle bir anlaşmaya nasıl girişileceği, bunun nasıl onaylanacağı ve kurulacağını şimdi soruşturacağız.

Şimdi hiç kimse daha büyük bir yarar sağlama ümidi ya da daha büyük bir zarar görme korkusu içinde olmadığı sürece yararlı olduğuna karar verdiği herhangi bir şeyi boşlamaması ya da hiç kimsenin daha büyük bir kötülükten kaçınmak ya da daha büyük bir yarar sağlamak adına olmadığı sürece bir kötülüğe katlanmaması insan doğasının evrensel bir yasası. Yani herkes iki yararlı şeyden daha yararlı olduğunu düşündüğünü ve iki kötü şeyden daha az zararlı olduğunu düşündüğünü seçer. Tedbirli olarak daha büyük ya da az olduğunu düşündüğünü söylü-

yorum; çünkü mutlaka doğru yargı verdiği sonucu çıkarılamaz. Bu yasa insan aklına o kadar derin aşılanmıştır ki sonsuz doğruluk ve aksiyomlardan sayılmalıdır.

Biraz önce belirtilen ilkenin zorunlu bir sonucu olarak, hiç kimse, her şey üstünde sahip olduğu haktan vazgeçme sözünü düfüstçe veremez [Son Not 26], ve genelde hiç kimse, daha büyük bir kötülüğün korkusu ya da daha büyük bir iyiliğin umudu içinde olmadığı sürece, sözünü tutmaz. Bir örnek, konuyu daha da açacak. Bir soyguncunun beni isteği üzerine tüm mallarımı vereceğim sözünü vermeye zorladığı­nı varsayın. (Gösterdiğim gibi benim doğal hakkım olduğu ve erkimle eş süreli olduğu için) bu soygun­cudan kendimi onun isteklerini kabul ederek hile ile kurtarabilirsem böyle yapmaya ve koşullarını kabul etmiş gibi davranmaya doğal bir hakkım vardır. Ya da yine birine gerçekten yirmi gün boyunca yiyecek ya da besin tüketmeyeceğim sözünü verdiğimi varsa­yın ve sonra bunu saçma bulduğumu ve kendime büyük bir zarar vermeden bu sözü tutamayacağımı düşündüğümü varsayın,- doğal yasa ve hakla iki kötü şeyden daha az zararlı olanı seçme zorunluluğunda olduğum için anlaşmamı bozmak ve hiçbir zaman söz vermemiş gibi hareket etmek için tüm hakka sahibimdir. İster doğru ve açık mantıkla ya da aceleci bir karar verdiğim düşüncesiyle isterse uslamlamala­rım doğru ya da yanlış olduğu için ya da doğamn buyruğuyla elimdeki tüm gücümle kaçınmaya çalış­mam gereken daha büyük bir zararın korkusuyla harekete geçmiş olayım, böyle yapmak için tüm haklara sahip olduğumu söylüyorum.

Bu yüzden bir anlaşmanın yararıyla geçerli olabileceği o olmadan geçersiz olacağı sonucuna varabiliriz. Bu yüzden, bir insandan sonsuza kadar bize verdiği sözü tutmasını istemek, biz de, yaptığımız anlaşma­nın bozulmasının bozan kişi için yarardan çok zarar vermesini sağlamadığımız sürece aptalcadır. Bu etkenin bir devlet oluştururken çok büyük bir önemi olmalıdır. Ancak eğer tüm insanlar sadece akılla kolayca yönetilebilselerdi ve bir devlet için en iyi ve yararlının farkına varabilselerdi, hileden yeminle vazgeçmeyecek hiç kimse olmazdı,- çünkü herkes en başta gelen iyiye, yani devletin korunması isteğiyle en dindar şekilde anlaşmaya sadık kalırdı. Ancak tüm insanlann kolayca sadece akılla yönetilebilmesi gerçekten çok uzak; herkes zevkine göre ilerlerken hırs, ihtiras, kıskançlık, nefret ve benzerleri akla o kadar çok egemen oluyor ki orada mantığa yer kal­mıyor. Bu yüzden insanlar iyi niyet görünümü altın­da söz vermelerine ve sözlerini tutmayı kabul etme­lerine rağmen hiç kimse ardında başka bir şey olma­dığı sürece başka bir adamın sözüne tamamen güve­nemez. Daha büyük bir iyiliğin umuduyla ya da daha büyük bir kötülüğün korkusuyla sınırlandırılmadığı sürece herkesin doğal olarak, hilecilikle hareket etme ve anlaşmalarını bozma hakkı vardır.

Ancak bireyin doğal hakkının sadece kendi erkiyle sınırlandırıldığını gösterdiğimize göre birey ister isteyerek ister zorla olsun bu erki başkasının ellerine bırakarak zorunlu olarak hakkının bir bölümünü teslim etmiş olur. Ve bundan öte tüm insanlar üze­rindeki egemenlik hakkı, aracılığıyla insanları erkle zorlayabileceği ya da evrensel olarak korkulan ölüm cezasıyla tehdit ederek sınırlayabileceği egemenlik erkine sahip olana aittir; o, böyle bir egemenlik hak­kına sadece isteğini zorla yaptırma erkini elinde tutabildiği sürece sahip olacaktır yoksa egemenliği sarsılacaktır ve ondan daha güçlü olan hiç kimse istemeyerek ona uymak zorunda kalmayacaktır.

Bu biçimde, doğal hak çiğnenmeden bir toplum oluşturulabilir ve anlaşmaya her zaman sıkıca sadık kalınabilir - yani eğer her birey tüm erkini siyasi örgüte bırakırsa o zaman halk kitlesi her şey üstünde doğal egemenlik hakkına sahip olur; yani tek ve kuşkusuz egemenliğe sahip olur ve aksi takdirde herkes en ağır cezayı alma korkusuyla buna boyun eğmek zorunda olur. Bu tür bir siyasi örgüte, tüm erkini, bir bütün olarak kullanabilen bir toplum olarak tanımlanabilen demokrasi adı verilir. Egemen erk herhangi bir yasayla sınırlandırılmaz, herkes her şeyde ona uymak zorundadır; insanlar ya sözsüz ya da sözlü bir şekilde tüm kendini savunma güçlerini başka bir deyişle tüm haklannı ona devrettiğinde ifade edilen şeylerin durumu böyle olur. Çünkü eğer kendileri için hakkı ellerinde bulundurmak isteseler­di haklarını savunmak ve korunmak için tedbirler almaları gerekirdi; böyle yapmadıkları için ve aslında devleti bölmeden ve sonuç olarak yıkmadan böyle yapamayacakları için kendilerini tamamen egemen erkin merhametine bıraktılar. Bu yüzden mantık ve zorunluluğun gerektirdiği gibi hareket ederek ne kadar saçma olursa olsun egemen erkin buyruklarını yerine getirmek zorundadırlar. Yoksa bu insanlar halk düşmam olacak ve birincil görev olarak devletin korunmasını özendiren akla aykırı hareket edecek­lerdir. Çünkü akıl bize iki kötüden en zararsızını seçmemizi buyurur.

Bundan öte başkasının egemenlik ve istemesine boyun eğme tehlikesi kaygısızca karşılanacak bir şeydir. Çünkü yöneticilerin bu hakka, onu uygula­maya için tüm erkleri olduğu sürece, sadece kendi istemelerini dayatmak için sahip olduklarını göster­miştik. Eğer böyle bir erk kaybolursa buyurma hakla­rı da kaybolur ya da erki üstlenip koruyabilenlere geçer. Böylece yöneticilerin tamamen mantıksız buyruklar dayatmasına seyrek rastlanır çünkü kendi çıkarlanm hesaba katmak ve erklerini kamu iyiliğini hesaba katarak ellerinde tutmak ve aklın buyrukları­na göre hareket etmek zorundadırlar. Seneca'nın dediği gibi "Violenta imperia nemo continuit diu." yani hiç kimse uzun süre zorba bir devlet başkanını yerinde tutamaz.

Bir demokraside mantıksız buyruklardan daha da az korkulmalı. Çünkü bir halkın çoğunluğunun özellikle de kalabalıksa mantıksız bir tasarıya onay vermesi neredeyse olanaksızdır ve dahası demokra­sinin temeli ve amacı arzulardan mantıksız oldukları için kaçınmak ve huzur ve uyum içinde yaşayabilme­leri için insanları olabildiğince aklın denetimi altına sokmaktır. Eğer bu temel ortadan kaldırılırsa tüm yapı yıkılır.

Egemen erk için görünürde amaçlar böyle oldu­ğunda yurttaşın görevi, dediğim gibi onun buyrukla­rına uymak ve onun onayladıkları dışında hiçbir hakkı tanımamaktır.

Belki de yurttaşları köleye çevirdiğimiz düşünüle­cektir. Çünkü köleler buyruklara uyarlar ve özgür insanlar istedikleri gibi yaşarlar; ama bu düşünce bir yanlış anlamaya dayanır; çünkü gerçek köle, zevkleri tarafından yönetilendir ve kendisi için iyi olanı ne görebilir ne de buna göre hareket edebilir. Sadece özgür rıza ile aklın tam kılavuzluğu altında yaşayan özgürdür.

Buyruklara göre eylemde bulunmak belli bir an lamda özgürlüğü götürür ama bu yüzden bir insanı köle yapmaz, her şey eylemin amacına dayanır. Eğeı eylemin amacı devletin iyiliği ise ve eyleyenin iyiliği değilse, eyleyen bir köledir ve kendisi için yararlı bir şey yapmıyordur. Ama bir devlet ya da krallıkta yöneticinin değil, tüm halkın mutluluğu üstün yasa­dır, egemen erke boyun eğmek bir insanı kendine yararı olmayan bir köle yapmaz, yurttaş yapar. Bu yüzden, yasaları sağlam akla dayanan devlet en özgür devlettir, böylece her üyesi isterse özgür olabilir [Son Not 27]; yani gönül rızasıyla aklın tam kılavuzluğu altında yaşayabilir.

Çocuklar ana babalarının tüm buyruklarına uymak zorunda olmalarına rağmen yine de köle değillerdir. Çünkü ana babalarının buyrukları genellikle çocuğun yararı içindir.

Bu yüzden bir köle ve bir çocuk ve bir yurttaş ara­sında büyük bir fark tanımalıyız; durumları böyle tanımlanabilir. Bir köle sadece efendisinin çıkarları için verilmesine rağmen efendisinin buyruklarına uymak zorunda olan biridir. Bir çocuk babasının kendi çıkarları için verdiği buyruklara uyan biridir; bir yurttaş kendisininki de dâhil, egemen erkin ortak çıkar için verdiği buyruklara uyar.

Sanırım bir demokrasinin temelini yeterince açık gösterdim. Özellikle böyle yapmak istedim çünkü onun tüm yönetim şekillerinden en doğalı ve bireysel özgürlükle en uyumlusu olduğuna inanıyorum. De­mokraside hiç kimse doğal hakkını, devlet işlerinde daha fazla söz hakkı olmayacak kadar tümüyle ak- 302

ı.ııınaz, hakkını sadece kendisinin de bir parçası olduğu bir toplumun çoğunluğunun eline verir. Böy- In c tüm insanlar doğal durumda oldukları gibi eşit 1 .ılırlar.

Hu, uzun uzadıya çözümlediğim tek yönetim biçi­mi; çünkü bir devlette özgürlüğün yararlarım gös- h iınc amacıma en benzer olanı.

Diğer yönetim şekillerinin ilkelerini atlayabilirim çünkü bu yönetim şekillerinin kaynaklarına inme­den haklarının nereden doğduğünu anlatılanlardan anlayabiliriz. Egemenlik erkinin sahibi ister tekil ya da  çoğul, ister bütün bir siyasi örgüt olsun istediği her buyruğu dayatma konusunda egemenlik hakkına -.ahiptir. Gönüllü ya da zorla kendini savunma hak­kını başka birine aktaran kişi böyle yaparak doğal hakkından vazgeçer ve bu yüzden her şeyde egemen etkin buyruklarına boyun eğmek zorundadır ve kral ya da asiller ya da insanlar özgün aktarımın temelini oluşturan egemenlik erkini ellerinde tuttukları süre­ce böyle yapmak zorunda olacaklardır. Daha fazla eklememe gerek yok.

Egemenliğin temelleri ve hakları böyle gösterildi­ğine göre kolayca devletle ilgili olarak özel yurttaşlık hakkını, haksızlığı, adaleti ve adaletsizliği tanımla­yabiliriz ve ayrıca bir dostu ya da bir düşmanı ya da ihanet suçunu neyin oluşturduğunu kararlaştırabiliriz.

Özel yurttaşlık hakkıyla sadece her insanın varlı­ğını koruması için sahip olduğu, egemen erkin buy­ruklarıyla sınırlanan ve sadece onun yetkisiyle koru­nan bir özgürlüğü kastedebiliriz. Çünkü bir insan bir başkasına sadece kendi erkiyle sınırlanan istediği gibi yaşama hakkım aktarınca; yani özgürlük ve

kendini savunma erkini aktarınca, bir başkasının buyurduğu gibi yaşamak ve savunma konusunda tamamen ona güvenmek zorundadır. Haksızlık, bir yurttaş yasanın yetkisine ya da egemen erkin buyru­ğuna ters olarak başka bir yurttaş tarafından bazı zararlara uğramaya ya da acı çekmeye zorlandığında gerçekleşir.

Haksızlık sadece örgütlü bir toplumda düşünülebi­lir. Ne isterse yapma hakkına sahip olan yöneticinin herhangi bir eylemiyle de yurttaşlara haksızlık yapı­lamaz. Bu yüzden haksızlık sadece birbirlerine zarar vermemeleri için yasalarca sınırlandırılmış özel kişiler arasında doğabilir. Adalet, her insana yasal hakkını her zaman vermekten oluşur. Adaletsizlik, doğru yorumlandığında yasaların yurttaşa izin verdi­ğinden onu yasallık kisvesi altında yoksun bırak­maktan oluşur. Sonuncular aynı zamanda eşitlik ve eşitsizlik olarak da anılır; çünkü yasaları yönetenler, kişileri dikkate almamak, tüm insanları eşit saymak ve her insanın hakkını ne zengini kıskanarak ne de fakiri küçümseyerek eşit ölçüde savunmak zorunda­dırlar.

İki devletin insanları savaştan kaçınmak adına ya da başka bir yarar için her ikisi de bağımsızlığını koruyarak birbirlerine hiçbir zarar vermeme, tam tersi eğer gerekli olursa birbirlerine yardımda bu­lunma anlaşması yaptıklarında dost olurlar. Böyle bir anlaşma dayandığı tehlike ya da yarar temeli geçerli olduğu sürece geçerlidir. Hiç kimse gerçekle­şecek bir iyilik umudu ya da birtakım kötülük görme korkuları olmadığı sürece bir sözleşmeye katılmaz ya da anlaşmalarına sadık kalmak zorunda kalmaz. Eğer bu temel çıkarılırsa anlaşma bu nedenle boşluk ile gelir. Bu deneyimle bol bol görülmüştür. Çünkü I.nklt devletler birbirlerine zarar vermemek için an­laşmalar yapmalanna rağmen her zaman daha güçlü olan yan tarafından böyle anlaşmaların bozulmasına kirşi olası her önlemi alırlar ve anlaşmaya uyan her ıkı taraf için de yeterince açık bir amaç ve yarar ol­madığı sürece anlaşmaya güvenmezler. Yoksa güve­nin kötüye kullanılmasından ya da herhangi bir haksızlığın yapılmasından korkarlar. Çünkü istediği şeyi yapma isteği ve erki olan ve sadece egemenliği­nin güvenlik ve yararım amaçlayan birine, aklı ba­şında ve egemen erkin haklarının farkında olan han­gi insan güvenirdi? Dahası eğer sadakat ve dine baş­vurursak erke sahip olan hiç kimsenin, egemenliği­nin zararı pahasına sözlerini tutmak zorunda olma­dığını görürüz,- çünkü yurttaşlarıyla yaptığı, çok ciddi biçimde her iki tarafın da bağımlı olduğu sözleşmeyi bozmadan böyle sözleri yerine getiremez. Devletten ayrı yaşayan ve onun yetkisini ne bir yurttaş ne de bir dost olarak tanımayan kişi düşmandır. Bir insanı düşman yapan nefret değil, devletin haklarıdır. Hiç­bir anlaşmayla devlet yetkisini tanımayan kişiye gelince devletin hakları ona göre, devlete zarar vere- ninkiyle aynıdır. Devletin elinden geldiğince onu ya boyun eğmeye ya da bir dostluk kurmaya zorlama hakkı vardır.

Son olarak ihanet sadece sözlü ya da yazılı anlaş­mayla tüm haklannı devlete aktaran yurttaşlar tara­fından edilebilir. Bir yurttaşın bu suçu ne nedenle olursa olsun, egemenlik erkini ele geçirmeye ya da onu farklı ellere verme girişiminde bulunduğunda işlediği söylenir. Girişiminde diyorum çünkü eğer bunu başarana kadar cezalandırılmadıysa genellikle

geç kalınmış, egemenlik hakları elde edilmiş ya da çoktan aktarılmıştır.

Ayrıca ne nedenle olursa olsun egemenlik erkini ele geçirmeye kalktığında diyorum ve böyle bir giri şimin halkın zararına ya da yararına sonuçlanması arasında hiçbir fark görmüyorum. Bu eylem için nedeni ne olursa olsun, suç ihanettir ve ihanet eden doğru şekilde suçlanmıştır. Savaş durumunda herkes onun giydiği ihanet hükmünün adilliğini kabul eder­di. Eğer bir insan konumunu korumaz, düşmana komutanının bilgisi olmadan yaklaşırsa amacı ne olursa olsun kendi önergesiyle hareket ettiği sürece düşmanı yenme amacıyla yaklaşıyor olsa bile haklı olarak ölümle cezalandırılır çünkü yeminini bozmuş ve komutanının haklarım çiğnemiştir. Barış zama­nında tüm yurttaşların bu yasalarla sınırlandırılmış olduğu genellikle bilinmez ama boyun eğme için amaç her iki durumda da aynıdır. Devlet sadece yöneticinin yetkisiyle korunmalı ve yönetilmelidir ve böyle bir yetki ve hak evrensel izinle sadece ona verilmiştir. Bu yüzden eğer onun izni olmadan biri bir kamusal girişimi yerine getirmeye kalkarsa (dedi­ğimiz gibi) devlet bundan yarar bile sağlasa böyle insanlar yine de yöneticinin haklarını çiğnemişlerdir ve ihanet nedeniyle haklı olarak cezalandırılırlar. ,

Tüm kuşkuların giderilmesi için şimdi daha önce­ki, akıl yürütme alışkanlığı olmayan herkesin doğal durumda arzularının yasalarına göre doğal egemenlik hakkıyla yaşadığı savımızın Tanrı'nın bildirilen yasa ve hakkına doğrudan ters olup olmadığı sorusunu yanıtlayabiliriz. Tüm insanlar (onlara daha fazla akıl bağışlanmış olsun ya da olmasın) Tanrısal buyrukla komşulannı sevmeye zorlandıkları için, haksızlık olmadan birine zarar veremeyecekleri ya da arzuları- ıı.ı göre yaşayamayacakları söylenebilir.

Doğal durumla ilgili olduğu kadarıyla bu itiraza 1 olayca yanıt verilebilir; çünkü doğal durum, hem doğada hem de zamanda dinden önce gelir. Hiç kim­se doğal olarak ne Tanrı'ya herhangi bir boyun eğme borcu olduğunu bilir [Son Not 28] ne de aklını kul­lanarak bu sonuca varabilir, bunu sadece işaretlerle doğrudan  vahiyle bilir. Bu yüzden vahiyden önce hiç kimse, zorunlu olarak habersiz olduğu Tanrısal bir yasayla ve hakla sınırlandınlmamıştır. Doğal durum hiçbir şekilde dinin olduğu durumla karıştı­rılmamalı, ya din ya da yasa olmaksızın ve sonuç olarak günah ya da haksızlık olmaksızın kavranma- lıdır. Bu doğal durumun tanımladığımız halidir ve I’avlus'un yetkisi bizi doğrulamaktadır. Doğal duru­mu belli edilen Tanrısal yasa ve haktan yoksun ve ondan önce gelen biçimde kavramamız sadece bilgi­sizlikle ilgili değildir, aynı zamanda tüm insanlara doğuştan bağışlanan özgürlükle ilgilidir.

Eğer insanlar Tanrısal yasa ve hakla sınırlandırıl­mış olsalardı ya da Tanrısal yasa ve hak doğal bir zorunluluk olsaydı, Tanrı'nın insanlarla bir antlaşma yapmasına ve insanları ona bir yemin ve anlaşmayla bağlamasına hiç gerek kalmazdı,

O zaman biz Tanrısal yasa ve hakkın, insanların açık anlaşmayla her şeyde Tanrı'ya boyun eğmeyi, bir devletin kurulmasından söz ederken belirtilen biçimde, haklarını Tanrı'ya aktarmayı doğal özgür­lükleriymiş gibi kabul ettikleri zaman başladığını varsayabiliriz.

Ancak bu konulan birazdan daha uzun uzadıya ele alacağım.

Yöneticilerin Tanrısal yasayla yurttaşlar kadar sı nırlandırıldığı konusunda ısrar edilebilir. Ama biz onların doğal haklarını koruduklannı ve ne isterlerse yapabileceklerini belirtmiştik.

Doğal durumdan çok doğal hakla ilgili ortaya çıkan zorlukların tümünü ortadan kaldırmak için herkesin doğal durumunda sağlam aklın buyruğuna göre ya­şamak zorunda olduğu gibi Tanrısal yasaya göre dc yaşamak zorunda olduğu düşüncesini koruyorum; yani onun yararına olduğu ve kurtuluşu için gerekli olduğu için, ama eğer böyle yaşamayacaksa riski kendisine ait olmak üzere tam tersini de yapabilir. Böylece başkasının değil, kendi yasalarına göre ya­şamak zorundadır ve hiçbir insanı yargıç olarak ya da dinde bir üst olarak tanımak zorunda değildir. Benim düşüncemde bir yöneticinin durumu böyledir çünkü benzerlerinden öğütler alabilir ama Tanrı tarafından açıkça gönderilen ve görevini kuşku götürmeyen işaretlerle kanıtlayan bir peygamber olmadıkça hiç kimseyi bir yargıç olarak ya da kendisiyle birlikte herhangi bir hak konusunda bir hâkim olarak tanı­mak zorunda değildir. Bir peygamber olduğu zaman bile bir inşam değil, Tanrı'nın Kendi'sini hâkim olarak tanır.

Eğer bir yönetici yasasında belli edildiği üzere Tan- n'ya boyun eğmeyi reddederse, bunu sorumluluğu kendisine ait olmak üzere ama herhangi bir yurttaş­lık hakkını ya da doğal hakkı çiğnemeden yapar. Çünkü yurttaşlık hakkı onun buyruğuna dayanır ve doğal hak doğanın yasalarına dayanır. Doğanın yasa­ları amacı insanlığın iyiliği olan dine değil, doğanın düzenine uyarlanmıştır - yani Tanrı'nın bizim tara­fımızdan bilinmeyen sonsuz buyruğuna.

Bıı doğruluk insanların, O'nun her şeyi aracılığıyla düzenlediği sonsuz emre karşı değil ama Tanrı'nın vahyine karşı günah işleyebileceğine inananlar tara­lından biraz belirsiz bir şekilde tanımlanmış gibi görünüyor.

Egemenler dine ve açıkça Tanrı'ya yeminini etti­ğimiz boyun eğmeye ters bir şey buyururlarsa ne yapmamız gerektiği sorulabilir. Tanrısal yasaya mı uymalıyız yoksa insan yasasına mı? Bu konuyu ileri­de daha uzun uzadıya çözümleyeceğim ve bu yüzden şimdi sadece her şeyden önce O'nun kesin bir imge­sine sahip olduğumuz zaman, Tanrı'ya boyun eğil­mesi gerektiğini söyleyeceğim. Ama insanlar dinsel konularda hata yapmaya çok eğilimli ve eğilimlerinin çeşitliliklerine göre deneyimin yeterinden fazla kanıt­ladığı gibi, hatın sayılır karışıklıkla kendi uydurma­larını ileri sürmeye alışkınlar, böylece eğer hiç kimse kendi düşüncesine göre dinle ilgili olan konularda devlete uymak zorunda olmasaydı devletin haklan her insanın kendi karar ve tutkulanna dayanırdı. Hiç kimse kendini inancına ya da batıl inancına karşı oluşturulmuş yasalara boyun eğmek zorunda sayı­lamazdı ve bu bahaneyle, kendisinin sınırsız bir özgürlüğü olduğunu kabul edebilirdi. Bu yönden milli yetkililerin hakları tamamen hiçe sayılabilir, böylece tek başına egemen erkin hem Tanrısal hem de doğal hakla devletin yasalarını korumak ve kol­lamak zorunda olduğu, dinle ilgili uygun olduğunu düşündüğü herhangi bir yasayı yapmak için üstün yetkiye sahip olması gerektiği sonucuna varmalıyız; herkes bu konuda Tanrı'nın tutmalarını buyurduğu sözleri doğrultusunda, devletin buyruklarına uymak zorundadır.

Ancak eğer egemen erk dinsizse ya devletle hiçbir anlaşmaya girmemeliyiz ve haklarımızdan herhangi birini ona aktarmak yerine canlarımızı vermeliyiz ya da eğer anlaşma yapıldıysa ve haklarımız aktarılmış­sa (kendimizi ve dinimizi koruma hakkım aktarmış olmamız gerektiği için) onlara uymak ve sözümüzü tutmak zorunda olmalıyız. Tanrı'nın tartışma gö­türmez vahiyle zorbalığa karşı özel yardımını verdiği ya da bize boyun eğme konusunda ayrıcalık tanıdığı durumlar dışında, haklı olarak bile dinsiz yönetime uymak zorunda olabiliriz. Böylece Babil'deki tüm Yahudiler içinde Tanrı'nın yardımından emin olan ve bu yüzden Nebukadnessar'a boyun eğmeyi redde­den sadece üç genç vardı. İstisnai olarak sadece kral tarafından sevilen Daniel dışında, geriye kalanların hepsi haklı olarak, belki de kralın ellerine Tanrı tarafından teslim edildiklerini ve kralın egemenliğini Tanrı'nın tasarısıyla elde ettiğini ve koruduğunu düşünerek boyun eğmeye zorlanmışlardı. Diğer taraf­tan Elazar, ülkesi tamamen yıkılmadan önce, hakla­rının ve erklerinin Greklere aktarılmasındansa ya da dinsizlere bağlılık yemini etmektense her türlü iş­kenceye göğüs germeleri için yurttaşlarına kendisinin adımlarını takip edebilmeleri ve her yola başvura­bilmeleri için bağlılığının bir kamtım sunmak istedi. Burada ileri sürdüğümü doğrulayan örnekler her gün gerçekleşiyor. Hristiyan krallıklarının yöneticileri egemenliklerini güçlendirmek amacıyla Türklerle ve dinsizlerle anlaşmalar yapmakta ve böyle insanlar arasına yerleşen yurttaşlarına dinsel ve dinsel olma­yan konularda anlaşmada yazılan ya da yabancı yönetim tarafından izin verilenden daha fazla özgür­lük ele geçirmeme buyruğu vermede kararsız kalmı- yollar. Bunun örneğini daha önce belirttiğim Hol- l.mdahlann Japonlarla olan anlaşmasında görebiliriz.

XVII. Bölüm:
Hiçkimsenin Tüm Haklarını Yönetici Erke Aktaramayacağı ya da Aktarmasının Gerekli Olmadığının Gösterilmesi. Musa'nın Yaşamı Sırasındaki ve Ölümünden Sonra Monarşi Kurulana Kadar Olan İbrani Cumhuriyeti ve Üstünlüğü Hakkında. Son Olarak Teokratik Cumhuriyetin Çöküş Nedenleri ve Anlaşmazlık Olmadan Neden Zaten Zor Devam Edebileceği

Egemenlik ülküsünün saltık kuramı - Aslında hiç kimsenin tüm haklarını egemen erke aktaramayacağı. Bunun kanıtı.

Tüm Devletlerdeki dıştaki değil, içteki en büyük tehlike.

Mısır’dan çıktıktan sonra Yahudilerin başlangıç­taki bağımsızlığı.

Önce tamamen demokratik teokrasiye dönüşmesi.

Sonra Musa'ya kul olmaya dönüşmesi.

Sonra erkin hahambaşı ve komutanlar arasında ayrıldığı bir teokrasiye dönüşmesi.

Oymakların devletler oluşturması. Milli erk üzerindeki sınırlamalar. Halk üzerindeki sınırlamalar.

Lcvililerin papazlığının oluşumundaki bozulmanın nedenleri.

En son bölümde ileri sürülen egemen erkin evren­sel haklarıyla ve bireyin ona aktarılan doğal haklarıy­la ilgili kuram, birçok yönden gerçek uygulamayla uyuşmasına ve uygulama gitgide ona uyacak şekilde düzenlenebilmesine rağmen yine de birçok yönden tamamen ülküsel kalmak zorundadır. Ne hiç kimse başkasına insan olmayı bırakacak kadar erkini ve sonuçta haklarım tamamen devredebilir ne de olası bütün istekleri gerçekleştirebilecek kadar egemen bir erk olabilir. Bir yurttaşa ona yarar sağlayan bir şey­den nefret etmesini ya da onu zarara uğratan bir şeyi sevmesini ya da hakaretlerden rahatsız olmamasını ya da korkusuz bir yaşamı istememesini ya da zo­runlu olarak insan doğasından kaynaklanan bu tür yüzlerce şeyi buyurmak her zaman boş olacaktır. Bence bu kadarı deneyimle yeterince gösterilmiştir. Çünkü insanlar şimdiye kadar hiçbir zaman erkleri­ni, böyle bir erki ve hakkı alan yöneticilere karşı bir korku nesnesi olmayı sona erdirecek ölçüde teslim etmediler ve kendi yurttaşları egemenler için her zaman dış düşmanlarla aynı ölçüde tehlike unsuru oluşturmuştur. İnsanlar egemenin isteğine karşı çıkamayacak biçimde, devlet işlerine başka etkileri olmayacak kadar bütünüyle doğal haklarını yitirse- lerdi [Son Not 29], sanırım hiç kimsenin bir anlığına kabul etmeyeceği en şiddetli zorbalığı ceza olarak görmeden sürdürmek o zaman olası olurdu.

Bu yüzden her insanın hakkının bir kısmını hiç kimsenin değil, kendi kararma dayanarak elinde tuttuğunu kabul etmeliyiz.

Ancak yönetici erkin hakkının ve erkinin kapsa­mım doğru anlamak için sadece insanları korkuyla zorlayabileceği eylemleri değil, insanları, yerine ge­tirmeleri için ikna edeceği mutlaka her eylemi kap­sadığına dikkat edebiliriz. Çünkü inşam yurttaş yapan boyun eğme nedeni değil, boyun eğme gerçeği­dir.

Bir inşam yöneticinin buyruklarına uyması için yönlendiren neden korku ya da umut ya da ülke sevgisi ya da başka bir duygu ne olursa olsun - insa­nın kendisine danıştığı ve yine de egemen erkin buyurduğu gibi hareket ettiği gerçeği değişmez. Bu yüzden, bir insanın kendi kendine düşünüp taşın­masından kaynaklanan tüm eylemlerin, yöneticiden- se bireyin haklarına uyularak yapıldığını öne süre­meyiz. Aslında tüm eylemler belirleyici neden sevgi ya da ceza korkusu olsun bir insanın kendiyle düşü­nüp taşınmasından kaynaklanır. Bu durumda ya egemenlik yoktur ve kulları üzerinde hiçbir hakka sahip değildir ya da egemenlik ona uymaya karar vermeleri için insanları ikna edebileceği her durumu kapsar. Sonuçta bir yurttaşın sevgi ya da korku ya da (genelde olduğu gibi) aynı anda hem umut hem kor­kudan ya da korku ve hayranlıktan ileri gelen saygı­dan ya da aslında her türlü nedenden, yöneticinin erkleri doğrultusunda yapacağı her eylem kendi yet­kisi nedeniyle değil, yöneticiye boyun eğmesi nede­niyle gösterilir.

Bu nokta şu olguyla daha fazla açıklık kazanıyor. Boyun eğme, boyun eğen kişinin dışa dönük eylem­lerinden çok zihinsel durumudur. Böylece en çok tiim kalbiyle başka birinin buyruklarına uymaya karar veren başka birinin egemenliği altındadır ve sonuçta en sıkı egemenlik yurttaşlarının düşünceleri üzerinde etkisi olan yöneticiye aittir; eğer en çok korkulanlar en sıkı egemenliğe sahip olsaydı en sağlam egemenlik bir zorbanın yurttaşlarına ait olurdu çünkü onlar yöneticileri için her zaman bir korku unsuru oluştururlar. Bundan öte, düşünceyi konuşma kadar bütünüyle yönetmek olanaksız ol­masına rağmen yine de düşüceler belli bir yere kadar yöneticinin denetimi altındadır; çünkü o birçok yoldan yurttaşlarının büyük bölümünün inançların­da, sevgilerinde ve nefretlerinde onun isteklerine uymalarının gerekmesine neden olabilir. Böyle duy­gular yöneticinin kesin buyruğuyla ortaya çıkmama­larına rağmen genellikle (deneyimin gösterdiği gibi) erkinin yetkisinin ve yönünün sonucunda; başka bir deyişle hakkı nedeniyle oluşurlar. Bu yüzden anlayı­şımızı çiğnemeden, inançlannda, sevgilerinde, nef­retlerinde, küçümsemelerinde ve diğer tüm duygula­rında yöneticilerinin önerilerini izleyen insanlan anlayabiliriz.

Yönetimin erkleri, böyle düşünüldüğünde, yeterin­ce büyük olmasına rağmen, hiçbir zaman sahipleri­nin olası her isteğini yerine getirecek kadar büyüye- mezler. Bence bunu yeterince açık gösterdim. Dedi­ğim gibi sonsuz bir egemenlik kurmanın yöntemin­den söz etmeyi tasarlamıyorum. Tersine göz önüne aldığım amacıma ulaşmak için, egemenliklerini arttırmak ve bunun güvencesini sağlamak amacıyla yöneticilerce yurttaşlarına verilecek başlıca ayncalıkların ne olması gerektiğini çıkarmak için Musa'ya gelen Tanrısal vahye değineceğim ve Yahudilerin tarihi ile başarısını ele alacağız.

Bir devletin korunmasının en başta yurttaşların sadakati ve aldıkları buyrukları yerine getirmelerine bağlı olduğunun hem akıl hem de deneyim açıkça öğretir; yurttaşlara sadakatlerini ve erdemlerini ko­rumada nasıl kılavuzluk edilmesi gerektiği o kadar da açık değildir. Hem yöneticiler hem de yönetilenler arzularını izlemeye eğilimlidir. Halk yığınının karar­sız tutumu, bu deneyimine sahip olanları neredeyse umutsuzluğa düşürür; çünkü bu tutum akılla değil, tamamen duygularla yönetilir. O her girişime aceley­le koşar ve açgözlülük ya da şatafatla kolayca bozu­lur. Herkes kendisinin her şeyi bildiğini zanneder ve her şeyi kendi isteğine göre biçimlendirmeyi ister, bir şeyin adil ya da adaletsiz, yasal ya da yasadışı oldu­ğuna ona kâr ya da zarar getirmesi doğrultusunda karar verir. Kibir, akranlarından nefret etmesine ve kılavuzluklarım reddetmesine öncülük eder. Daha üstün ün ve zenginlik (böyle armağanlar hiçbir za­man eşit verilmediği için) komşusunun düşüşünü istemesine ve buna sevinmesine öncülük eder. Baş­tan aşağı tüm listeyi gözden geçirmeme gerek yok, herkes zaten şimdilerde ne kadar çok suçun nefret­ten kaynaklandığım neredeyse biliyor - değişim isteği, çabucak öfkelenme ve yoksulluğu küçümseme - insanların kafalarını bunlar dolduruyor, böylece kafaları karışıyor.

Bu kötülüklere karşı korunmak için ve aldatmaya yer olmayan bir egemenlik oluşturmak için; kurum- lanmızı, konumu ne olursa olsun herkesin kamusal hakkı kişisel yarara tercih edebileceği şekilde oluş- 316

tıırmak görevimiz ve işimizdir. Gereklilik, genellikle buluşun annesidir ama açık düşmanlardansa kendi yurttaşlarından daha az tehlikede olan ya da yöneti­cilerinin kendi yurttaşlarındansa düşmanlardan daha  az korktuğu bir egemenlik yaratmada hiçbir zaman başarılı olamamıştır. Düşmanları karşısında yenil­mez olan ama özellikle de Vespasian ve Vitellius arasındaki savaşta  kendi yurttaşlarınca birçok kez fethedilmiş ve şiddetle baskı görmüş Roma devletine tanıklık edin. (Bkz. Şehrin acınası durumunun bir betimlemesi için Tacitus , Tarihler iv.)

İskender yurtdışında saygınlık kazanmanın yurtta saygınlık kazanmaktan daha kolay olduğunu düşü­nüyordu ve büyüklüğünün kendi takipçileri tarafın­dan yok edilebileceğine inanıyordu. Böyle bir çöküş­ten korkarak arkadaşlarına şöyle seslendi: "Beni içten ihanet ve yerel entrikalardan koruyun ve ben korku­suzca savaş tehlikelerine göğüs gereceğim. Philip, savaş düzeninde tiyatroda olduğundan daha güven­deydi. Genellikle düşmanın elinden kaçtı, kendi kullarından kaçamadı. Eğer kralların ölümlerini düşünürseniz açık düşmandansa suikastla ölenlerin sayısının daha fazla olduğunu göreceksiniz." (Q. Curtius, bölüm vi.)

Kendilerini güvence altına almak adına eski za­manlarda tahtı ele geçiren krallar eğer yurttaşları ve insanoğlunun geri kalanı onları akranları olarak görmez, onların tanrılar olduklarına inanırlarsa, yönetimlerine isteyerek boyun eğeceklerini ve buy- ruklanna uyacaklarını düşünerek ölümsüz tanrıların soyundan geldikleri düşüncesini yaymaya çalışırlar­dı. Böyle Augustus Romalıları, Venüs'ün oğlu olan AEneas'ın soyundan geldiğine ve tanrılar arasında sayıldığına ikna etmişti. "Kendisine, tanrılar gibi rahipler eşliğinde tapınaklarda tapınılmasın! istemiş­ti." (Tacitus, Ann. i. 10.)

İskender gurur değil, politika nedeniyle Hermo- laus'un hakaretine karşılık olarak Jüpiter'in37 oğlu olarak selamlanmak istemişti: "Hermolaus'un ben­den kehanetiyle tanındığım Jüpiter'e karşı olmamı istemesi neredeyse komik. Tanrıların yanıtları be­nim sorumluluğumda mı? O bana oğul adını teklif etti; kabullenmek hiçbir şekilde benim şimdiki tasa- rılanma ters değil. Keşke Hintliler de benim bir tanrı olduğuma inansalardı! Savaşlar saygınlık aracılığıyla sürdürülüyor, inanılan yalanlar genelde doğruluğun gücünü kazanıyorlar." (Curtious, viii, Para, 8.) Bu birkaç sözcükle bilgisizlere bir uydurmayı zekice yutturmayı başarıyor ve aynı zamanda bu aldatma­nın nedene işaret ediyor.

Cleon   , MakedonyalIların krallanna boyun eğme­leri için yaptığı konuşmasında benzer bir hile benim­sedi. Çünkü hayranlıkla İskender'in övgülerini göz­den geçirdikten ve niteliklerini hatırlattıktan sonra "İranlılar sadece dindar değil, krallarına tanrı gibi tapınmada dikkatliler; çünkü krallık kamusal güven­liğin kalkanıdır." diyerek devam ediyor ve konuşma­sını şöyle sonlandınyor "Ben, kendim kral bir şölen salonuna girdiğinde yüzükoyun yere yatmalıyım,- diğer insanlar, özellikle de erdemli olanlar böyle yapmalı" (Curtius, viii. Para. 66). Ancak Makedonya- hlar daha sağduyuluydular - aslında sadece tama­men barbar olanlar bu kadar açıkça kandırılabilirler ve kendi çıkarlan olmaksızın kendilerinin yurttaştan köleye dönüştürülmesine katlanabilirler. Bununla birlikte diğerleri daha kolayca krallığın kutsal olduğu ve dünyada tanrı rolünü oynadığı, insanın oyu ve izniyle değil de Tanrı tarafından kurulduğu ve özel Tanrısal takdir ve yardımla korunduğu inancını yayabildiler. Benzer kurgular, egemenliklerini güç­lendirmek amacıyla devlet başkanlar tarafından ilan edildi ama bunları geçeceğim ve esas amacıma var­mak için eski zamanlarda Musa'ya gelen Tanrısal vahyin bu konuda öğrettiklerinden söz edeceğim.

V. Bölümde İbranilerin Mısır'dan çıktıktan sonra başka bir ulusun yasa ve hakkıyla sınırlandırılmadık- larını, istedikleri herhangi yeni bir geleneği kurmada ve seçtikleri herhangi bir bölgede yaşamada özgür olduklarını söylemiştik. Mısırlıların dayamlmaz köleliğinden kurtulduktan sonra hiçbir anlaşmayla hiçbir insana bağlı değillerdi ve bu yüzden her insan doğal hakkım aldı ve onu elinde tutma ya da ondan vazgeçmede ve başkasına aktarmada özgürdü. O zaman doğal durumda olduklarından başlıca güven­dikleri Musa'nın tavsiyesini dinlediler ve haklarını herhangi bir insana değil, sadece Tanrı'ya aktarma

kararı aldılar; çok geçmeden hepsi bir ağızdan Tanrı'nın tüm buyruklarına uymaya ve kehanetle du­yurmadığı hiçbir hakkı tanımamaya söz verdi. Tan- n'ya bu söz ya da hak aktarımı, insanlar kendilerini doğal haklarından yoksun bırakmaya karar verdikleri zaman sıradan toplumlarda olduğunu düşündüğü­müzle aynı şekilde yerine getirilmişti. Aslında Yahu- dilerin zorlama ve tehdit altında değil, özgürce hak­larını teslim etmeleri ve Tanrı'ya aktarmaları koşul­lanmış bir antlaşmanın ve yeminin (bkz. Mısır’dan Çıkış xxxiv:10) sonucudur. Dahası bu antlaşmanın onaylanması ve yerleştirilmesi için ve tüm aldatılma kuşkularından arındırılması için Yahudiler, sadece O’nun mükemmel gücünün aracılığıyla başarı duru­munda kaldıklarının ya da kalabileceklerinin (Mı­sır’dan Çıkış xix:4, 5) deneyimini yaşayana kadar Tanrı bu antlaşmaya girişmedi. Tanrı'nın gücünün dışında hiçbir şeyin koruyamayacağına inandıkları için, belki de daha önce sahip olduklarını düşündük­leri tüm kendini koruma doğal erkini Tanrı'ya teslim ettiler ve sonuçta tüm doğal haklarını da teslim etmiş oldular.

Bu yüzden sadece Tanrı, antlaşma nedeniyle Tanrı'nın krallığı olarak anılan İbraniler üzerinde ege­menlik kurdu ve Tanrı'nın onların kralı olduğu söy­lendi; sonuçta Yahudilerin düşmanlarının Tanrı'nın düşmanları olduğu söylendi ve egemenliği ele geçir­mek isteyen yurttaşlar Tanrı'ya karşı ihanetle suç­luydular ve son olarak devletin yasaları Tanrı'nın yasa ve buyrukları olarak anıldı. Böylece İbrani devle­tinde her ikisi de sadece Tanrı'ya boyun eğmeden oluşan milli ve dinsel yetki aynıydı. Dinin dogmaları buyruk değil, yasa ve düzendi; dindarlık bir tür sadakat gibi görülüyordu, dinsizlik de muhalefetle aynı görülüyordu. Dinden uzaklaşan herkes yurttaş ol­maktan çıkıyor ve sadece bu nedenle düşman sayılı­yordu. Din uğruna ölenlerin ülkeleri için ölmüş oldukları düşünülüyordu; aslında milli ve dinsel yasa arasında hiçbir ayrım yoktu. {Kutsal Kitap'a ait İbranicede Din adını verdiğimiz hiçbir sözcük yoktu. Yeniçağda Yahudiler kökü bilgi olan bir sözcük seçti­ler.} Bu nedenle, yurttaşlar Tanrı'nın vahiyleri dışın­da hiçbir şeyle sınırlı olmadıkları için, yönetime Teokrasi denilebilirdi.

Ancak şeylerin bu durumu uygulamadansa ku­ramdaydı, çünkü söylemek üzere olduğumuz şeyden ötürü İbranilerin aslında egemenlik erkini tamamen kendi ellerinde bulundurdukları görülecek. Şimdi açıklayacağım gibi, yönetilme yöntemi ve yolu bunu gösteriliyor.

İbraniler haklarını başka bir insana aktarmadıkla­rından demokrasideki gibi hepsi haklarını eşit olarak teslim etti ve bir ağızdan haykırdı: "Tanrı ne derse (bir aracı ya da sözcü adı verilmeden) onu yapacağız." Buradan hepsinin eşit şekilde antlaşmayla sınırlan­dırıldığı ve hepsinin Tanrı’ya danışmak, O'nun yasa­larını kabul etmek ve yorumlamak için eşit hakkı olduğu, böylece hepsinin yönetimde eşit bir payı olduğu sonucu çıkıyor. Böylece ilk olarak hepsi Tan- rı'ya birlikte yaklaştı, böylece buyruklarını öğrenebi­lirlerdi ama bu ilk selamlaşmada Tanrı'yı konuşur­ken duydukları için o kadar çok korkmuş ve şaşır­mışlardı ki ölümlerinin yakın olduğunu düşünmüş­lerdi. Korkuyla dolu, yeniden Musa'ya gittiler ve dediler ki: "Ateşin içinden seslenen Tanrı'nın sesini duyduk ve ölmek istememiz için bir neden de yok:

Bu büyük ateş bizi kesinlikle yok edecek: Eğer Tan- n'nın sesini tekrar duyarsak kesinlikle öleceğiz. Bu yüzden sen yaklaş ve Tanrı'ınızın tüm sözlerini duy ve sen (Tanrı değil) bizimle konuşacaksın: Tanrı'nın bize söyleyeceği her şeyi dinleyeceğiz ve yerine geti­receğiz."

Böylece onlar açıkça daha önceki antlaşmalarına son verdiler ve Tanrı'ya danışma ve buyruklarını yorumlama haklarını tamamen Musa'ya aktardılar. Çünkü burada Tanrı'nın söylediği her şeyi yerine getirme sözünü vermiyorlar, Tanrı'nın Musa'ya söy­lediği her şeyi yerine getirme sözünü veriyorlar (bkz. On Emir'den soma Yasa’nın Tekrarı v:20 ve xviii:15, 16. parça.) Bu yüzden Musa Tanrısal yasaların tek duyurucu ve yorumcusu ve sonuçta ayrıca suçlana- mayacak ve Yahudiler arasında Tanrı rolünü oyna­yacak tek yönetici hâkim olarak kaldı; başka bir deyişle yönetici krallığı elinde tuttu. Sadece o Tanrı'- ya danışma, insanlara Tanrısal yanıtlan verme ve onların yerine getirilmesini denetleme hakkına sa­hipti. Sadece o diyorum çünkü Musa'nın yaşamı sırasında herhangi biri Rab adına bir şeyler vaaz etme isteğinde bulunursa, gerçek bir peygamber olsa bile suçlu ve egemenlik erkini eline geçiren biri sayı­lırdı [Çölde Sayım xi:28) [Son Not 30], Burada insan­ların Musa'yı seçmelerine rağmen Musa'ya Tanrı'ya danışma haklarım aktardıkları ve onu Tanrı'nın kâhini olarak tanıyacaklarına tamamen söz verdikle­ri için açıkça haklarının tamamını kaybettiklerinden ve Musa tarafından kalıtçı olarak öne sürülen her­hangi birinin Tanrı tarafından seçilmiş olduğunu kabullenmek zorunda olduklarından, haklı olarak Musa'nın kalıtçısını seçemediklerine dikkat edebili- tiz. Eğer Musa onun gibi Tanrı'ya danışma hakkına •.ahip olarak yönetim ve sonuçta yasa yapma ve yürürlükten kaldırma, barış ya da savaşa karar ver­ine, elçiler gönderme, bilirkişiler atama - aslında bir yöneticinin tüm işlevlerini yerine getirme hakkına tek başına sahip olacak kalıtçısını seçseydi devlet, diğer monarşilerden, sadece Tanrı'nın, devlet başka­nı tarafından bile bilinmeyen buyrukları doğrultu­sunda yönetilmesi ya da böyle yönetilmesinin ge- ı ekmesi farkıyla ayrılırdı; diğer monarşilerden farkı İbrani devlet başkanının buyruğun bildirildiği tek kişi olması olurdu. Bu, devlet başkanının yetkisini azaltmaktansa arttıran bir fark. Her iki durumda halkları ilgilendirdiği kadarıyla, her iki halk da eşit ölçüde yurttaş olurdu ve eşit ölçüde Tanrısal buyruk­tan habersiz olurdu çünkü her ikisi de devlet başka- nının sözleriyle bağlı olurdu ve neyin yasal neyin yasadışı olduğunu sadece ondan öğrenirdi. Halkın devlet başkanının sadece ona bildirilen Tanrı'nın buyruğuna göre buyruklar verdiğine inanması onlan daha az değil, daha da fazla bağımlı yapardı. Ancak Musa böyle bir kalıtçı seçmedi, egemenliği ondan sonra gelenlere halka ait bir yönetim olmayan bir şekilde ne bir soylular yönetimi ne de bir monarşiye değil, bir teokrasi bıraktı. Çünkü birine devleti böyle yorumlanan yasalar doğrultusunda yönetme hak ve erki verilirken başka birine yasaları yorumlama hak­kı verilmişti (bkz. Çölde Sayım xxvii:21) [Son Not 31],

Konunun bütünüyle anlaşılması için tüm devletin yönetimini tam olarak anlatacağım.

Öncelikle halka Tanrı'nın - yani devletin egemen yetkilisinin sanki konutu olacak bir tapınak inşa edilmesi buyrulmuştu. Bu tapınak Tanrı'ya danışılan yerin kamu malı olması için tek bir yurttaşın değil, tüm halkın gideriyle inşa edilmeliydi. Levililer, bu kraliyet konutunun adamlan ve yöneticileri olarak seçilirken, kralları olan Tanrı'nın görevini, sanki meşru oğluymuş gibi devralan Musa'nın kardeşi Harun da onların başı ve yardımcısı seçilmişti.

Tanrı'ya en yakın olarak o, Tanrısal yasaların egemen yorumcusuydu; Tanrı'nın peygamberinin yanıtlarını halka iletiyordu ve Tanrı'ya onları bağış­laması için yakarıyordu. Eğer bu ayrıcalıklara ek olarak yönetme hakkına sahip olsaydı aşağı yukarı mutlak bir devlet başkanı olurdu; ama yönetim açı­sından o sadece özel bir yurttaştı. Tüm Levi oymağı egemenlik haklarından o kadar bütünüyle yoksun bırakılmıştı ki bölgenin paylaştınlmasında diğerleriy­le birlikte payını almamıştı bile. Musa, oymağın dayanağını, halka ona karşı büyük saygı aşılayarak sağlamıştı çünkü o Tanrı'ya adamlan tek oymaktı.

Bundan öte geriye kalan on iki oymaktan oluşturu­lan orduya, Kenanlıların ülkesini işgal etmeleri, toprağı on iki bölüme ayırmaları ve bunu kurayla oymaklar arasında dağıtmaları buyrulmuştu. Bu iş için her biri bir oymaktan olmak üzere on iki komu­tan seçilmişti ve komutanlara Yeşu ve hahambaşı Elazar ile birlikte toprağı on iki eşit parçaya bölme ve onu kurayla dağıtma yetkisi verilmişti. Tehlike anla­rında, Musa gibi çadırında ya da tapmakta yalnız başına değil, Tanrı'nın yanıtları bildirilen hahambaşı aracılığıyla Tanrı'ya danışabildiği için Yeşu ordunun başkumandanı olarak seçilmişti. Bundan öte ona, insanların hahambaşı aracılığıyla aktarılan Tanrı'nın buyruklarına uymasına neden olma ve bu buyrukları 324

yerine getirme, onları uygulama yolları bulma ve yararlanma, istediği sayıda ordu komutanları seçme; en iyisi olduğunu düşündüğü seçimi yapma; kendi adına elçiler gönderme ve kısaca savaşın tüm dene- ıimine sahip olma yetkisi verilmişti. Onun görevi için hiçbir yasal kalıtçı yoktu - aslında konum ka­musal tehlike zamanlarında Tanrı'nın doğrudan buyruğuyla dolduruluyordu. Sıradan zamanlarda barış ve savaşın tüm yönetimi yakında dikkat çeke­ceğim gibi, oymakların komutanlarındaydı.

Son olarak yirmi ve altmış yaşları arasındaki her adama silah taşıma ve başkomutanına ya da haham- başına değil, din ve Tanrı'ya bağlı bir yurttaş ordusu oluşturma buyruğu verilmişti. Ordu ya da kalabalık Tanrı'nın ordusu ya da Tanrı'nın kalabalığı olarak anılıyordu. Bu nedenle Tanrı İbraniler tarafından, orduların Tanrı'sı olarak anılıyordu ve önemli savaş­larda, tüm halkın güvenliği ya da yok oluşu buna bağlı olduğunda, antlaşmanın sandığı ordunun orta­sında taşınıyordu böylece halk bir bakıma Krallarını aralarında görerek tüm gücünü ortaya koyuyordu.

Musa tarafından kalıtçılarına bırakılan bu yönerge­lerden, onun zorbalardan çok ardından gelen yöneti­ciler seçtiğini açıkça görüyoruz; çünkü hiç kimseye, istediği yerde ve tek başına Tanrı'ya danışma erkini bırakmadı, sonuçta yasalar düzenleme ve yürürlük­ten kaldırma, savaş ya da barışa karar verme, hem dinsel hem de dinsel olmayan görevleri alacak insan­ları seçme erkine hiç kimse tek başına sahip olmadı. Bunların hepsi bir yöneticinin ayrıcalıklarıydı. As­lında hahambaşı yasaları yorumlama ve Tanrı'nın yanıtlarını iletme hakkına sahipti ama bunu Musa'­nın yaptığı gibi istediği zaman değil, sadece ordunun

başkomutanı, yönetim kurulu ya da benzer bir yetki­li istediğinde yapıyordu. Başkomutan ve yönetim kurulu istedikleri zaman Tanrı'ya danışabiliyorlardı ama yanıtlanm sadece hahambaşı aracılığıyla alabi­liyorlardı. Böylece Tanrı'nın ifadeleri hahambaşının bildirdiği haliyle Musa'nın bildirdiği gibi buyruklar değil, sadece yanıtlardı; Yeşu ve yönetim kurulu tarafından onaylanırlardı ve sadece onaylandıkları zaman emir ve buyruk erkine sahip olurlardı {Ame­rika Birleşik Devletleri'nde gücün ayrılması gibi.}

Hahambaşı Hem Harun'un durumunda hem dc oğlu Elazar'nı durumunda Musa tarafından seçilmiş­ti; Musa'nın ölümünden sonra hiç kimse kalıtsal hale gelen bu görev için seçim yapma hakkına da sahip değildi. Ayrıca ordunun başkomutanı da Musa tarafından seçilmişti ve işlevini- hahambaşının değil Musa'nın buyruklanna dayanarak üstleniyordu. Aslında Yeşu'nun ölümünden soma hahambaşı, onun yerine başka birini atamadı ve komutanlar yeni- bir başkomutan için Tanrı'ya yeniden danışmadı, her biri Yeşu'nun erkini kendi oymağının askeri gücüne göre elinde bulundurdu ve hepsi bu gücü tüm ordu açısından ortak olarak ellerinde bulundurdu. Bu sabit bir konutlannm olmadığı ve her şeye ortak sahip oldukları Yeşu'nun zamanında çok sık gerçek­leşti. Tüm oymaklar alanlarını, fethetme hakkıyla kazandıktan ve kurayla belirlenmiş kazançlarını böldükten soma artık mallarına ortak sahip olmaya­rak ayrı hale geldiler böylece tek bir komutan gerek­sinimi sona erdi; çünkü farklı oymaklar yurttaşlar topluluğundansa birleşmiş devletler ışığında ele alınmalıdır. Tanrılarına ve dinlerine göre yurttaştılar ama birinin diğeri açısından sahip olduğu haklara 326

göre sadece birleşiktiler. Aslında (eğer Tapmağı her­kes için ortak kabul edersek) Hollanda Birleşik Dev­letleriyle {ya da Amerika Birleşik Devletleriyle}aynı durumdaydılar. Ortak tutulan malların bölünmesi, sahiplerin paylarına tek başlarına sahip olması ve diğerlerinin böyle bir pay üzerinde haklarını teslim etmesi için bu, sadece başka bir deyim. Musa'nın oymakların komutanlarını seçmesinin nedeni buydu - yani, egemenlik bölündüğünde oymağının işleriyle ilgili hahambaşı aracılığıyla Tanrı'ya danışarak, kendi ordusunu yöneterek, şehirler yapılandırarak ve güçlendirerek, bilirkişiler atayarak, kendi egemenli­ğinin düşmanlarına saldırarak ve tüm milli ve askeri işlerde tüm denetime sahip olarak her biri kendi bölgesiyle meşgul olabilirdi. Tanrı dışında [Son Not 32] herhangi bir hâkim ya da Tanrı'nın açıkça gön­dereceği bir peygamberi tanımak zorunda değillerdi. Eğer Tanrı'ya tapınmadan ayrılırsa oymakların geri kalanı onu bir yurttaş olarak suçlamıyorlardı, ona bir düşman olarak saldırıyorlardı. Kutsal Kitap'ta bunun örneklerini görüyoruz. Yeşu öldüğünde (yeni bir başkomutan değil) İsrailoğulları Tanrı'ya danıştılar; düşmanlara ilk saldıracak olamn Yahuda oymağı olduğuna karar verilerek söz konusu oymak, Şimon oymağıyla güçlerini birleştirmek ve ortak düşmanla­rına saldırmak için diğer oymaklar anlaşmaya dâhil olmadan (Hâkimler i:l, 2, 3) tek bir anlaşma yaptı. Her oymak kendi düşmanlanna karşı ayrı ayn savaş­tı ve onların hiçbir koşulla canlarının bağışlanma­ması, tamamen yok edilmeleri emredilmesine rağ­men isteğine göre onları kul ya da dost ola-ak teslim aldı. Böyle bir itaatsizlik, oymakların geri kalanların­ca eleştiriyle karşılandı ama suç işleyen oymağın suçlanmasına neden olmadı. Bir iç savaş ilan etmek ya da birbirlerinin işlerine karışmak için yeterli bir neden olarak düşünülmedi. Ama Benyamin oymağı diğerlerine karşı suç işlediğinde ve birleşmiş oymak­ların hiçbirinin sınırları içinde sığınamayacağı şekil­de barış bağını kopardığında ona bir düşman olarak saldırdılar ve üç savaş sonra ona karşı zafer kazana­rak savaşın kurallarına göre hem suçlu hem de ma­sumu ölümle cezalandırdılar. Bu sonradan pişman­lıkla yerindikleri bir eylem oldu.

Bu örnekler her bir oymağın haklarıyla ilgili söyle­diklerimizi açıkça doğruluyor. Belki de bize her bir oymağın komutanlığının kalıtçılarını kimin seçtiği sorulacak; bu konuda Kutsal Kitap'ta hiçbir eksiksiz bilgi bulamıyorum, ama oymakların ailelere ayrıldı­ğını, her birine yaşça büyük bir üyenin başkanlık ettiğini, Musa bu yaşça büyükler arasından kendisiy­le birlikte üstün yönetim kurulunu oluşturan yetmiş yardımcısını seçtiği için, ailelerin tüm yaşça büyük başkanlarımn haklı olarak komutanlık görevine geldiklerini varsayıyorum. Yeşu'nun ölümünden sonra hükümeti yönetenlere ileri gelenler adı veril­mişti ve sanırım herkesin bildiği gibi ileri gelen İbra- nicede yaygın olarak hâkim anlamında kullanılan bir ifadedir. Ancak bu konuda bir karara varmamız çok önemli değil. Musa’nın ölümünden sonra işlerin hepsi tek bir insan ya da yönetim kurulu tarafından ya da herkesçe verilen oyla değil de kısmen bir oy­mak tarafından, kısmen eşit paylarda geriye kalan oymaklar tarafından yönetildiği için, Musa'nın ölü­münden sonra yönetimin ne monarşik ne aristokra­tik ne de halka ait olduğu ama dediğimiz gibi teokra­tik olduğu çok açık.

Bu adın kullanılmasının nedenleri:

I.   Yönetimin kraliyet merkezi Tapınak'tı ve sadece buna göre, gösterdiğimiz gibi, tüm oymaklar yurttaş­tı.

II.   Tüm insanlar, her şeyde tam boyun eğme sözü verdikleri üstün hâkimleri olan Tanrı'ya bağlılık borçluydu.

III.    Başkomutan ya da diktatör, gerekli olduğunda, Tanrı'dan başka hiç kimse tarafından seçilmiyordu. Bu Musa tarafından Tanrı adına özellikle buyrul- ınuştu (Yasanın Tekran xix:15) ve Gidyon, Şimşon ve Samuel'in gerçek seçimiyle tanıklık edilmişti; buradan, bize özellikle söylenmese de, diğer inançlı liderlerin aynı biçimde seçildiği sonucuna varabiliriz.

Bu öncüller belirtildiğine göre şimdi sıra bu plana dayalı bir egemenlik oluşturmanın sonuçlarım sorgu­lamakta ve bu egemenliğin hem zorba olmayan yö­neticileri hem de dik başlı olmayan yönetilenleri etkili olarak sınırlar içinde tutup tutmadığım gör­mekte.

Yönetenler ya da egemenlik erkine ona sahip olan­lar, zorba tutumlarını her zaman yasallık kisvesi altında tutmaya ve insanları iyi niyetle yola çıktıkla­rına ikna etmeye çalışırlar; yasayı yalnızca onlar yorumladığında bunu kolayca uygularlar,- çünkü yasanın yorumunun başkasına bırakılmasındansa ya da yasaların, hiç kimsenin anlamlarından kuşku duymayacağı kadar açık olmasındansa, bu şekilde isteklerini ve arzularını yerine getirmek için çok daha fazla özgürlük kazandıkları açık. Böylece yasa­nın tüm yorumunun, kendileri açısından yönetimde hiçbir payları olmayan ve tüm destekleri ve saygın­lıkları bakımından onlara teslim edilen yasaların doğru bir yorumuna bağımlı olan Levililere bırakıl masıyla [Yasa’nın Tekran xxi:5) İbrani komutanları­nın günaha girme erkinin azaltıldığım görüyoruz. Dahası tüm insanlara her yedi yılda bir belli bir yerde bir araya gelme ve hahambaşı tarafından ya­sayla ilgili bilgilendirilme buyruğu verilmişti; bundan öte her bireye titiz dikkatle yasanın kitabının tama­men okuması buyrulmuştu. [Yasa’nın Tekran xxxi:9, 10 ve vi:7.) Böylece eğer onları Tanrı'nın egemenliğinin yöneticileri ve O'nun temsilcileri olarak görecek halk tarafından kendilerine karşı büyük saygı beslenmesini istiyorlarsa, komutanlar kendileri için her şeyi yazılan ve herkesçe iyi bilinen yasalara göre yönetmeye büyük özen göstermek zorundaydılar,- yoksa tanrı bilimsel nefretin tüm zehrinden kaçamazlardı. Komutanların kimsenin denetiminde olmayan yetkilerinde başka bir önemli kısıtlama daha vardı, aslında ordu istisnasız yirmi ve altmış yaşlan arasındaki tüm yurttaşların toplulu­ğundan oluşuyordu ve komutanlar herhangi bir ya­bancı asker satın alamıyorlardı. Bu bence çok önem­li, prensler halklarını satın aldıkları askerlerin yar­dımıyla baskı altına alabilecekken onlar için, büyük kahramanlıkları, zahmetleri ve kanlarıyla ülkelerinin özgürlük ve görkemini kuran yurttaş askerlerin öz­gürlüğünden daha korkunç bir şey olmadığı iyi bili­nir. Böylece İskender, Parmenio'nun  tavsiyesini duyduktan sonra Darius'a  ikinci kez saldırmak üzereyken tavsiyeyi vereni değil, destek sağlayan l’olysperconü  azarladı. Çünkü Curtius'un dediği r.ibi (iv. Para. 13) Parmenio'yu daha önce kısaca çok keskin azarladıktan sonra yeniden azarlama girişi­minde bulunmadı. İskender çok korktuğu Makedon­yalIların bu özgürlüğünü, orduya kaydolan tutsakla­rın sayısı kendi insanlarının sayısını geçene kadar boyunduruk altına alamadı. O zamana kadar değil ama tam o zaman, uzun zamandır başlıca yurttaşla­rının bağımsızlığıyla denetim altında tutulah öfkesi­nin dizginini salıverdi.

Eğer yurttaş askerlerin bu bağımsızlığı sıradan dev­letlerin zaferlerin tüm görkemini ele geçirmeye alış­kın prenslerini sınırlayabiliyorsa, askerleri bir pren­sin görkemi değil, Tanrı'nın görkemi için savaşan ve Tanrısal onay verilmeden savaşa gitmeyen İbrani komutanlar için daha da etkili olmuş olması gerek.

İbrani komutanların aynı zamanda sadece dinin bağlarıyla birleştiğini hatırlamalıyız. Bu yüzden eğer içlerinden biri sınırı aşar ve Tanrısal hakkı çiğneme­ye başlarsa geriye kalanlar tarafından ona bir düş­man olarak davranılabilir ve yasal olarak boyundu­ruk altına alınabilirdi.

Ek bir kısıtlama, yeni bir peygamberin doğuşunda bulunabilir. Çünkü lekesiz bir yaşamı olan bir insan kesin işaretlerle gerçekten bir peygamber olduğunu

gösterirse, komutanların durumunda olduğu gibi hahambaşı aracılığıyla değil, daha önce sadece ken­disine bildirilerek Musa'ya verildiği gibi, ona verilen Tanrı adına yönetme egemenlik hakkını fiilen elde ederdi. Böyle birinin davası için baskı görmüş halkın yardımını kolayca alabileceğinden ve önemsiz işaret­lerle onları istediği şeye ikna edebileceğinden kuşku yok. Diğer taraftan eğer işler iyi düzenlenmişse, komutan peygamberin gerçekten lekesiz bir yaşamı olup olmadığının ve görevinin kuşku götürmez işa­retlerine sahip olup olmadığının, ayrıca Tanrı adma ileri sürmeye niyetlendiği öğretinin kabul edilmiş öğretilere ve ülkenin genel yasalarına uyup uymadı­ğının incelenmesi ve peygamberin onun onayına sunulması için zamanında hazırlık yapabilir. Eğer kanıtları yetersizse ya da öğretileri yeniyse yasal olarak ölümle cezalandırılabilir ya da komutanın biricik sorumluluğu ve yetkisine alınabilir.

Komutanlar soyluluk bakımından ya da doğuştan diğerlerine göre ayrıca daha üstün değillerdi, hükü­meti sadece yaşları ve kişisel özellikleri nedeniyle yönetiyorlardı. Son olarak ne komutanların ne de ordunun savaşı barışa tercih etmek için bir nedenleri vardı. Belirttiğimiz gibi ordu tamamen yurttaşlardan oluşuyordu böylece işler hem savaş hem de banşta aynı kişiler tarafından yönetiliyordu. Kampta bir asker olan adam pazaryerinde bir yurttaştı, kampta bir lider olan adam mahkemede bir hâkimdi, kampta bir komutan olan adam devlette bir yöneticiydi. Böylece hiç kimse kendi hatırı için savaş isteyemez­di, sadece barışı ve özgürlüğü korumak için isteyebi­lirdi; büyük olasılıkla komutanlar hahambaşma danışmak zorunda kalmamak ve onun huzurunda 332

bulunmanın küçük düşürücülüğünün etkisinde kalmamak için değişimden olabildiğince kaçındılar.

Komutanları sınırlar içerisinde tutmak için olan kısıtlamalar hakkında bu kadarı yeterli. Şimdi halk üzerinde olan sınırlamaları araştırmalıyız. Ancak bunlar sosyal yapının temelinde çok açıkça gösteril­mişlerdir.

Konuya en ufak dikkatini veren herkes devletin yurttaşlann yüreklerinde en ateşli vatanseverlikle dolduracak şekilde düzenlendiğini böylece yurttaşla­rın ülkelerine ihanet etmek için çok zor ikna edilece­ğini ve yabancı boyunduruğu altında kalmaktansa her şeye katlanmaya hazır olduğunu görecektir. Hak­lanın Tanrı'ya aktardıktan sonra krallığın Tanrı'ya ait olduğunu ve kendilerinin de Tanrı'nın çocuklan olduklarını düşündüler. Diğer uluslara Tanrı'nın düşmanları gözüyle ve (bkz. Mezmurlar cxxxix:21, 22. dindarlık olarak algıladıkları) şiddetli nefretle baktılar. Onlar için bir yabancıya bağlılık için yemin etmekten ve ona boyun eğme sözü vermekten daha iğrenç bir şey olamazdı. Taptıkları Tanrı'nın krallığı olan ülkelerine ihanetten daha büyük ve berbat bir suç da düşünemezlerdi.

Bağlı oldukları Tanrı'ya tapınma, başka bir yerde yerine getirilemeyeceği için yurtdışına yerleşmek herkes için günah olarak düşünülüyordu. Çünkü sadece onların ülkesi kutsal sayılıyordu, dünyanın geri kalanı pis ve kutsal şeylere karşı saygısız olarak düşünülüyordu.

Sürgünde yaşamaya zorlanan Davut, Şaul'a şöyle şikâyette bulundu: "Eğer seni bana karşı kışkırtan Rab ise, bir sunu O'nu yatıştırır. Ama bunu yapan insanlarsa, Rab'bin önünde lanetli olsunlar! Çünkü 'Git, başka ilahlara kulluk et diyerek, Rab'bin mira­sından bana düşen paydan bugün beni uzaklaştırdı­lar." (1 Samuel xxvi:19) Aynı nedenden özellikle açıklayacağımız gibi hiçbir yurttaş sürgüne gönde­rilmemişti. Günaha gireni cezalandırmakla sorum­luydular ama küçük düşürülmekle değil.

Böylece İbranilerin ülkeleri için olan sevgisi sadece vatanseverlik değil aynı zamanda dindarlıktı ve diğer uluslara olan nefretleri gibi doğalarına işleyene kadar günlük törenlerle yaşatıldı ve büyütüldü. Günlük tapınmaları diğer uluslarınkinden sadece farklı değil, (tuhaf insanlar olmaları ve diğerlerinden tamamen farklı olmaları göz önünde bulundurulduğunda farklı olabilir) onlarınkinin tam tersiydi. Öteki ulusların böyle her gün lanetlenmesi doğal olarak yüreğin derinliklerine aşılanan bitmeyen bir nefreti doğurdu. Çünkü aşırı dindarlıktan doğan ve dindarlık olarak yaşatılandan daha derin ve güçlü bir nefret yoktur. Etraftaki uluslar da Yahudilere, onlarınki kadar şid­detli bir nefretle bakarak karşılık verdiği için böyle bir nefreti git gide daha çok tutuşturacak genel bir neden de eksik değildi.

Tüm bu nedenlerin, yani insanın egemenliğinden kurtulmanın; ülkelerine olan bağlılıklarının; diğer tüm insanların üzerindeki saltık haklarının; sadece izin verilen değil, aynı zamanda dindarlık olan bir nefretin; akranlarına karşı bir küçümsemenin; gele­nek ve dinsel törenlerinin tuhaflığının Yahudilerin yüreklerini, ülkeleri uğruna sıra dışı sabır ve kahra­manlıkla her şeye katlanmaları için güçlendirmede etkisinin ne kadar büyük olduğu akılla hemen fark edilecek ve deneyimle de kanıtlanacaktır. Şehir ayak­ta durduğu sürece yabancı egemenlik altında kalma­ya hiçbir zaman katlanamazlardı ve bu yüzden Ycruşalim'i "başkaldıncı bir şehir" olarak adlandırdı­lar (Ezra iv: 12). Yeniden kurulmasından sonra (ha­lı ambaşılar oymak komutanlarının haklarını ele geçirdikleri için ilkinin sadece gölgesi olan) devletleri Romalılar tarafından büyük zorlukla yok edilmişti. Tacitus’un tanıklık ettiği gibi (Hist. ii:4): - "Vespa- sian, kuşatılanların gereksinimlerini karşılamak için kalan güçten çok halkın karakteri ve batıl inançları­nın inatçılığı nedeniyle zor ve yorucu bir girişim olduğunu düşündüğü için Yeruşalim kuşatmasından vazgeçerek Yahudilere karşı olan savaşı sonlandırdı." Ama sadece kişisel görüşle mal edilen bu özelliklerin yanında bu devlete özgü olan ve yurttaşların sevgisi­ni yerinde tutan ve tüm ülkeyi terk etme ya da ülke­den vazgeçme düşüncelerini denetim altına alan çok önemli bir özellik daha vardı. Tüm insan eylemleri­nin gücü ve yaşamı olan kişisel çıkar. Bu İbrani devletinde özellikle kullanılıyordu çünkü başka hiç­bir yerde yurttaşlar bu devletin kulları kadar malları­na güvenle sahip olmadılar, çünkü bu devletin yurt­taştan toprakta ve arazide başkanları kadar büyük paylara sahipti ve toprak parsellerine her zaman için sahiptiler; çünkü herhangi biri fakirlik nedeniyle çiftliğini ya da otlağını satmak zorunda kalsalardı, ellinci yıl şenliğinde onu tekrar eksiksiz geri alıyor­lardı. Gerçek mülkiyeti yabancılaştırma olasılığına karşı diğer benzer yasalar da vardı.

Yine fakirlik, Kral Tanrı'nın bağışlamasını kazan­mak için birinin komşusuna yani yurttaşına karşı otan görevinin elden gelen en büyük gayretle uygu­landığı başka hiçbir yerde daha katlanılır olamazdı. Böylece İbrani yurttaşlar kendi ülkelerinden olduklarından başka hiçbir yerde bu kadar iyi durumda olamazlardı; ülkelerinin sınırlan dışında kayıp ve gözden düşme dışında hiçbir şeyle karşılaşmazlardı.

Sıradaki düşünceler sadece onları yurtlarında tut­mada değil aynı zamanda iç savaşı önleme ve çekiş­me nedenlerini ortadan kaldırmada önem taşıyordu; yardımseverlik ve akranlanna karşı sevgi en büyük dindarlık sayılırken hiç kimse akranına hizmet et­mek zorunda değildi, sadece Tanrı'ya hizmet etmek zorundaydı; bu son duygu yabancı uluslara baktıkları ve onların da bu ulusa baktıklan nefretle bol bol besleniyordu. Bundan öte içinde yetiştirildikleri boyun eğmenin sıkı disiplini çok önemli bir etkendi; çünkü tüm eylemlerini yasanın konulmuş kuralları­na göre sürdürmek zorundaydılar. Bir insan istedi­ğinde saban sürmeyebilir ama sadece belli yıllarda belli zamanlarda ve sürdüğündeyse her seferinde bir tür hayvanla olmak üzere sürebilir; aynı şekilde sadece belli bir yöntem ve mevsimde ekebilir ve biçebilir - aslında tüm yaşamı uzun bir boyun eğme okuluydu (bkz. törenlerin kullanılması üzerine V. Bölüm; uymacılığın, özgürlük yerine kölelik gibi göründüğü ve insanın yasaklanandan çok emredileni istediği bir alışkanlık böyle oluşturuluyordu. Bu sonuç insanların yılın belli dönemlerinde kendi zevkleri için değil, Tanrı'ya neşeli bir şekilde tapın­mak için dinlenmek ve sevinmek zorunda oldukları gerçeğiyle de çok destekleniyordu.

Yılda üç sefer Rab'bin önünde bayram yaptılar; haftanın yedinci gününde çalışmadan uzak durmala- n ve dinlenmeleri emredilmişti; bunların yanında masum sevincin ve bayram yapmanın sadece izin verildiği değil aynı zamanda buyrulduğu başka olay- 336

I.ır da vardı. İnsanların aklını etkileyecek daha iyi bir yöntemin geliştirilebileceğini sanmıyorum; çünkü bir hayranlık ve sevgi karışımı olan bağlılıktan doğan sevinçten, daha güçlü bir çekicilik yoktur. İnsan sürekli tekrardan kolay kolay usanmıyordu çünkü türlü bayramlardaki törenler çeşitliydi ve seyrek olarak yineleniyorlardı. Oraya yaklaşmadan yerine getirmek zorunda oldukları tuhaf tören ve görevlere herkesin tapmak için büyük inançla geliştirdiği derin saygıyı da ekleyebiliriz. Şimdi bile Yahudiler, Tapı- nak'a bir put yerleştirme cesaretini gösteren Manaş- şe'nin suçunu korku duymadan okuyamıyorlar. İç tapmakta titizlikle korunan yasalar insanlar için eşit ölçüde saygı gösterilen nesnelerdi. Bu yüzden halka özgü söylenti ve yanlış düşünceler bu yönden çok az korkulacak şeylerdi; çünkü kutsal konular üzerinde hiç kimse bir karara varmaya cesaret demezdi, hepsi kendilerini Tanrı'nın Tapmakta teslim alınan yanıt­larıyla verilen buyruklarına ve Tanrı'nın buyurduğu yasalara akıllarına danışmadan, boyun eğmek zo­runda hissediyordu.

Sanırım şimdi İbrani ulusunun ana özelliklerini kısa olmasına rağmen açıkça açıkladım. Şimdi bu halkı böyle sık sık yasadan uzaklaştıran, sık sık boyun eğmelerine neden olan ve son olarak da ege­menliklerinin tamamen yok olmasına yol açan ne­denleri soruşturmalıyım. Belki de yüreklerinin katılı­ğından kaynaklandığı söylenecek ama bu çocukça; çünkü bu insanlar neden diğerlerinden daha katı yürekli olsunlar ki; bu doğalarından mı kaynaklanı­yordu?

Ama doğa bireyler oluşturur, halklar değil; halklar sadece dillerinin farklılığıyla, gelenekleriyle ve yasa- lanyla ayırt edilirlerken, son ikisinden - yani gelenek ve yasalardan - onların tuhaf bir tavırları, tuhaf bit yaşam biçimleri ve tuhaf önyargıları olduğu çıkanla bilir. O zaman, eğer İbranilerin yürekleri diğerlerin den katıysa, hata yasa ve geleneklerindeydi.

Bu şu anlamda kesinlikle doğrudur. Eğer Tanrı'nın egemenliklerinin daha kalıcı olmasını isteseydi, onlara başka tören ve yasalar verirdi ve farklı bit yönetim şekli kurardı. Bu yüzden Tanrı'lannın onla ra Yeremya'nın dediği gibi sadece şehrin kurulması nedeniyle değil, yasalarının yapılması nedeniyle bile kızgın olduğunu söyleyebiliriz.

Buna Hezekiel tarafından da tanıklık ediliyor xx:25: "Ben de onlara iyi olmayan kurallar, yaşam vermeyen ilkeler verdim. Her ilk doğan çocuğu ateşte kurban ederek sundukları sunularla kendilerini kir­letmelerine izin verdim. Öyle ki, onları dehşete dü­şüreyim de benim Rab olduğumu anlasınlar."

Bu sözleri ve İbrani ulusunun yıkılışını anlamamız için önce hahamlığın tüm görevlerinin Levililere değil, ilk doğanların sorumluluğuna verilmesinin tasarlandığını aklımızda tutmalıyız. [Çölde Sayım viiirl 7). Sadece Levililer dışında tüm oymaklar altın buzağıya tapındıkları zaman, ilk doğanlar reddedil­miş ve ona saygısızlıkta bulunulmuş ve onların yeri­ne Levililer seçilmiştir (Yasa'nın Tekrarı x:8).Bu değişim üzerinde düşündüğümde Tacitus'un sözle­riyle açıklamak istiyorum. O zamanlar Tanrı'nın amacı Yahudilerin güvenliği değil, intikamdı. Kutsal aklın her zaman bir halkın saygısının, esenliğinin ve güvenliğinin gelişmesine yardımcı olması gereken yasaları ceza adına, intikam alma nedeniyle düzenle­yecek kadar öfkeyle alevlenmesine çok şaşırıyorum; böylece yasalar çok da yasa gibi - yani, halkın koru­yucusu gibi görünmüyor - daha çok acı ve cezası gibi görünüyor.

Halkın Levililere ve hahamlara bağışlamak zorun­da olduğu armağanlar - ilk doğanların kurtarılması, Levililere oy kullanma vergisi, kutsal törenlerin ger­çekleştirilmesi için biricik ayrıcalığın Levililerde olması - tüm bunlar halka yönelik sürekli bir azar­lamaydı, onların kirliliği ve reddedilmelerinin sürekli bir hatırlatıcısıydı. Dahası Levililerin durmadan halkın üstüne lanet yağdırdığından emin olabiliriz. Çünkü binlercesi arasında ısrarla tanrıbilimle ilgile­nen birçokları olmalı. Bu nedenle halk sadece insan olan Levililerin eylemlerini izleme; bir üyenin tüm hatası nedeniyle bütünü suçlama ve sürekli olarak söylenme alışkanlığı kazandı.

Bunun yanında onlardan nefret eden ve hiçbir kan bağıyla bağlı olmayan insanları işsiz tutma zorunlu­luğu vardı. Bu özellikle de erzakın az olduğu zaman­larda keder verici görünürdü. O zaman barış zaman­larında, dikkat çekici mucizeler sona erdiğinde ve üstün yetkili hiç kimse gelmediğinde halkın sinirli ve açgözlü yapısı sertleşmeye başlıyorsa ve en so­nunda Tanrısal olmasına rağmen aynı zamanda küçük düşürücü, hatta düşmanca bir tapınmadan uzaklaşıyorsa ve yeni bir şey arıyorsa, bunda şaşıla­cak ne var; her zaman halka özgü gidişatı benimse­yen komutanlar, insanların yakınlığını kazanarak kendileri için egemenlik erki elde etmek ve haham- başını yabancılaştırmak için halkın isteklerine tes­lim oluyor ve yeni bir tapınma sunuyorsa, bunda şaşılacak ne var? Eğer devlet özgün amaç doğrultu­sunda oluşturulmuş olsaydı, tüm oymakların hak ve

onurları eşit olurdu ve her şey sağlam bir temele dayamrdı. Akrabasının dinsel haklarını isteyerek kim çiğner? Bir insan kendi kardeşlerini ve ana baba­larını desteklemekten böylece dinin görevlerini yeri­ne getirmekten daha çok ne isteyebilir? Hahamlar tarafından yasanın yorumunun öğretilmesinden ve aracılığıyla Tanrı'nın yanıtlarını almaktan kim se­vinç duymaz ki?

Eğer hepsi benzer olarak hahamlık hakkına sahip olsaydı oymaklar böylece çok daha yakın bir bağla birleşmiş olurlardı. Eğer Levililerin seçimi kızgınlık ve intikamla emredilmemiş olsaydı tüm tehlike önlenirdi. Ama dediğimiz gibi, İbraniler, Hezekiel'in dediğine göre, ilk doğan tüm çocuklan reddederek, onları kendi sunularıyla kirleten böylece onları yok edebilecek Tanrı'lannı kızdırdılar.

Bu bölüm aynı zamanda onların tarihiyle de doğru­lanıyor. Çöldeki halk rahatlık ve bolluk içinde yaşa­maya başladıktan hemen sonra iyi bir soydan gelme­yen belli insanlar Levililerin seçilmesine karşı baş­kaldırmaya başlamıştı. Bunu, Musa'nın Tanrı'nın buyruklarına göre değil, diğer oymaklardansa kendi oymağını seçtiğinden ve hahambaşıhğı her zaman için kendi kardeşine bağışladığından kendi isteğine göre davrandığına inanmak için bir neden haline getirmeye başladılar. Bu yüzden bir kargaşa çıkardı­lar ve her insanın eşit ölçüde kutsal olduğu ve onun kendisini haksız olarak akranlanndan yüce tuttuğu­nu haykırarak ona geldiler. Musa onları uslamlama­larla yatıştıramadı,- ama inancın kanıtı olarak bir mucizenin araya girmesiyle hepsi öldü. O zaman destekleyicilerinin Tanrı'nın kararıyla değil de Mu­sa'nın hilesiyle ölümle cezalandırıldığına inanan halk 340

arasında yeni bir kışkırtma doğdu. Büyük bir katliam ya da salgından sonra ayaklanma, besinsizlik ve susuzluktan ileri gelen bitkinlik nedeniyle yatıştı. Ama bu hepsinin böyle koşullar altında ölmeyi, yaşamaya tercih edeceği bir biçimde oldu.

Uyumun tekrar kurulmasındansa ayaklanmanın yatışması demeliyiz. Buna Tanrı'nın Musa'ya ölü­münden sonra halkın Tanrı'ya tapınmaktan uzakla­şacağı öndeyisinde bulunduğu ve şöyle dediği parça­sında Kutsal Kitap da buna tanıklık ediyor (Yasa'nın Tekrarı xxxi:21): "Ant içerek söz verdiğim ülkeye onları getirmeden önce neler tasarladıklarını biliyo­rum." ve kısa bir süre sonra Musa diyor ki (xxxi:27): "Çünkü sizin başkaldıran, dik başlı kişiler olduğunu­zu biliyorum. Bugün ben sağken, aranızdayken bile Rab'be karşı geliyorsunuz; ölümümden sonra daha ne kadar çok başkaldıracaksınız."

Gerçekten de hepimizin bildiği gibi her şey onun sözleri doğrultusunda oldu. Büyük değişimler, uç noktada özgürlükler, şatafat ve katı yüreklilik büyü­dü; insanlar en sonunda sık sık fethedildikten sonra Tanrısal doğrudan açık bir kopmaya gelene kadar ve yönetimin merkezinin Tapmak yerine saray olması­nı istemeye ve oymaklann Tanrısal doğruluk ve hahambaşılık yerine krallarına göre yurttaşlar olarak kalmaları için ölümlü bir kral istemeye başlayana kadar her şey kötüden daha kötüye gitti.

Böylece sonunda tüm devletin yıkımıyla sonuçla­nacak yeni ayaklanmalar için geniş bir kaynak üre­tildi. Krallar her şeyden önce güvenilmez bir yöneti­mi kıskanırlar ve hiçbir şekilde kendilerininki içinde bir egemenliği kabul edemezler. İlk devlet başkanları sıradan yurttaş sınıfından seçildiği için yükseldikleri

saygınlık miktarından mutluydular ama tahtı miras hakkıyla elde eden oğulları tüm egemenlik hakları ellerine geçirmek için git gide değişiklikler yapmaya başladılar. Yasama hakkı onlarda değil, tapmakta yasaları koruyan ve onları insanlara yorumlayan hahambaşında olduğu sürece bunu genellikle başa­ramadılar. Böylece krallar da yurttaşlar kadar yasala­ra boyun eğmek zorundaydılar ve onları yürürlükten kaldıramıyorlardı ya da eşit ölçüde yetkinlikte yeni yasalar emredemiyorlardi; dahası kral ve yurttaş benzer olarak kirli olduklarından Levililer tarafından din işlerini yönetmeleri engelleniyordu. Son olarak eğer bir adamın peygamber olduğu ortaya çıkarsa egemenliklerinin tüm güvenliği tek bir adamın iste­ğine dayanıyordu ve bunun bir örneğini; yani Samuel'in Şaul'a eksiksiz uyulması gereken buyruk­lar verdiğini ve tek bir buyruğunun dinlememesi nedeniyle egemenlik hakkını Davut'a ne kadar ko­layca aktarabildiğini de gördüler. Böylece krallar kendilerininki içinde bir egemenlik kurdular ve gü­venilmez bir egemenliği ellerinde tuttular.

Bu zorlukları aşmak için başka tapınakların da tanrılara adanmasına izir verdiler, böylece Levililere danışmaya gerek kalmayacaktı; ayrıca Tanrı adına kehanette bulunan birçoklannı aradılar böylece ger­çek peygamberlere karşılık kendi yaratıklarına sahip olabileceklerdi. Ancak tüm bu girişimlerine rağmen hiçbir zaman amaçlarına ulaşmadılar. Çünkü pey­gamberler her türlü tehlikeye karşı hazırlandılar, örneğin bir önceki egemenliğin hatıraları tazeyken, her zaman güvenliksiz olan yeni bir egemenliğin başlaması gibi uygun bir fırsat kolladılar. Bu zaman­larda Tanrısal yetkiyle her zaman kralın zorba oldu- 342

ğunu duyurabilirler ve Tanrısal doğruluğu kanıtla­mak için haklı olarak egemenlik ya da egemenlikten pay iddia edecek seçkin erdemli bir destekçi çıkarabi­lirlerdi. Yine de, böyle bile peygamberler çok etki edemiyorlardı. Aslında bir zorbayı kaldırabilirlerdi; ama yurttaşların kanını dökme bedeliyle onun yerine başka bir zorba getirmekten daha fazlasını yapmala­rını engelleyen nedenler vardı. Anlaşmazlık ve iç savaşların sonu yoktu çünkü Tanrısal hakkın çiğ­nenme nedenleri hep aynı kaldı ve sadece devletin tamamen yeniden şekillenmesiyle kaldırılabilirlerdi.

Dinin İbrani devletinde nasıl ortaya konulduğunun ve eğer Yasa-koyucunun öfkesi izin verseydi egemen­liğin nasıl sonsuza kadar sürebileceğini gördük. Bu olanaksız olduğu için, zamanla yok olmaya mah­kûmdu. Şimdi sadece ilk devletten söz ediyorum çünkü İkincisi, halk boyunduruğu altında oldukları Perslilerin haklarıyla sınırlandırıldıkları için, birinci­sinin gölgesinden başka bir şey değildi. Özgürlüğün geri kazanılmasından soma hahambaşılar dinden bağımsız başkanların haklarını ele geçirdiler ve böy- lece saltık egemenlik elde ettiler. Hahamlar egemen­liğin ve hahambaşılığın erklerine aynı anda sahip olmak için şiddetli arzuyla tutuşmuşlardı. Bu yüzden ikinci ulustan daha fazla söz etmeme gerek yok. Dayanıklı saydığımız kadarıyla birincisinin örnek alınabilir olup olmadığı ve onu olabildiğince örnek almanın dindarca olup olmayacağı aşağıdaki yazıdan belli olacak. Sadece sonuç olarak daha önce işaret edilen ilkeye - yani bu bölümde belirttiğimiz gibi Tanrısal hakkın ya da din hakkının bir anlaşmadan kaynaklandığının açık olduğuna. Böyle bir anlaşma olmadan doğal haklar dışında hiçbir şeyin olmadığı­na dikkat çekmek istiyorum. İbraniler dinlerine göre anlaşmaya dâhil olmayan diğer uluslar için herhangi bir dinsel sorumluluk göstermek zorunda değillerdi. Sadece yurttaşları için böyle bir sorumlulukları vardı.

XVIII. Bölüm:

İbranilerin Devletinden ve Onların Tarihinden Belli Siyasi Derslerin Çıkarılması

İbrani oluşumunun artık olası ya da istenen bir şey olmaması, yine de onun tarihinden dersler çıkarılabilir.

Politikada herhangi bir yetkiyi rahiplere emanet etmek gibi - Yetkiyi dinsel dogma ile özdeşleş­tirmenin tehlikesi.

Tüm hukuksal erkin egemene eşlik etmesinin gerekliliği - Bir Devletin yapısında değişikliklerin tehlikeli olması.

Bu son tehlikenin İngiltere'nin - Roma'nın tarihlerinden kanıtlanması.

Ve Hollanda tarihinden kanıtlanması.

Gördüğümüz gibi İbranilerin devleti sonsuza kadar sürebilirdi ama günümüzde onu örnek almak ola­naksız olurdu, tavsiye de edilmezdi. Eğer bir halk haklarını Tanrı'ya aktarmak isteseydi onunla kesin bir antlaşma yapması gerekirdi ve bunun için sadece haklarını aktaranların onayı değil, aynı zamanda Tanrı'nın da onayı gerekirdi. Ancak Tanrı, Havarileri aracılığıyla Tanrı'nın anlaşmasının artık mürekkeple ya da taş tabletlere yazılmadığını, Tanrı'nın Ruhu ile yüreğin etten tabletlerine yazıldığını belli etti.

Bundan öte böyle bir yönetim şekli, hiçbir dış ilişki istemeyen, kendilerini kendi sınırları içine kapamak ve dünyanın geri kalanından ayrı yaşamak isteyenler için yararlanılabilir olurdu; diğer uluslarla anlaşma­ları olması gereken insanlar için kullanışsız olurdu; böylece bu yönetim şeklinin benimsenebileceği du­rumlar aslında çok azdır.

Yine de, bütünüyle kopyalanamamasına rağmen dikkatimizi çekilebilecek ve belki de örnek alınması yarar sağlayabilecek birçok üstün özelliğe sahipti. Ancak benim amacım yönetim şekilleri üzerine bir inceleme yazmak değil, bu yüzden bu tür noktaları sessiz kalarak atlayacağım ve sadece benim amacım­la ilgili olanlara değineceğim.

Tanrı'nın krallığı egemenlik hakları bağışlanmış dünyasal bir yöneticinin seçimiyle çiğnenmemiştir; çünkü İbraniler haklarını Tanrı'ya aktardıktan soma Tanrı adına yasalar yapma ve yürürlükten kaldırma, hahamlar seçme, yargılama, öğretme, ceza verme erkini - aslında saltık bir devlet başkanının tüm ayrıcalıklarını vererek yönetim hakkı egemenliğini Musa'ya verdiler.

Hahamlar yasaların yorumcuları olmalarına rağ­men yine yurttaşları yargılama ya da birini aforoz etme erkleri yoktu. Bu sadece insanların arasından seçilen hâkim ve başkanlarla yapılabilirdi. İbranilerin başarı ve tarihlerinin göz önünde bulundurulması kayda değer diğer düşüncelere ışık tutacaktır. Yani:

I.    İkinci devlette hahambaşılarının buyurma ve yönetimin görevini görme yetkisine sahip olana kadar hiçbir dinsel mezhebin olmaması. Böyle bir yetkinin sonsuza kadar sürebilmesi için hahambaşı- ları dinden bağımsız yöneticilerin haklarını ele geçir­diler ve en sonunda kral biçimini almak istediler. Bunun nedenini bulmak kolay; ilk devlette hiçbir buyruk, hahambaşının adını taşıyamazdı; çünkü hiçbir buyurma hakkı yoktu, sadece komutan ya da yönetim kurulunca Tanfı'ya sorulan sorulara yanıt verme haklan vardı. Bu yüzden yasada değişiklikler yapmak için hiçbir nedeni yoktu, tam tersi zaten anlaşılmış ve kabul edilmişi yönetme ve savunmayla ilgilenirdi. Komutanların isteğine karşı özgürlüğünü güvenle korumasının tek yöntemi yasayı bütün ola­rak yaşatmasında yatıyordu. Hahambaşı yönetimi sürdürme erkini üstüne aldıktan ve zaten sahip olduğu haklara dinden bağımsız yöneticilerin hakla­rını ekledikten sonra her biri üstüne aldıkları dinsel ve dinsel olmayan şeylerde kendi adının yüceltilme­sini aramaya başladı. Böylece yasaların gerçek anla­mı ve yorumları bozulurken din alçaltıcı bir batıl inanca battı. Bundan öte, yeniden kurulduktan he­men sonra hahambaşılar, dinden bağımsız yönetime doğm ilerlerken halk ne kadar dinsiz olursa olsun, ne yaparsa yapsın onaylayarak ve Kutsal Kitap'ı o za­manki bozulmuş ahlağa uydurarak tüm istekleri kabul edip, halkın desteğini kazanmaya çalıştı. Malaki buna ölçüsüz tanıklık ediyor. Kendi zamanı­nın hahamlarını Tanrı'nın adının küçültücüleri olarak azarlıyor ve sonra hakaretine şöyle devam ediyor {Malaki ii:7, 8): "Kâhinin dudakları bilgiyi korumalı ve insanlar onun ağzından öğüt aramalı. Çünkü o Her Şeye Egemen Rab'bin ulağıdır. Ne var ki, siz yoldan saptınız ve öğrettiklerinizle birçoklarını suça sürüklediniz; Levi'yle yaptığım antlaşmayı boz­dunuz. Böyle diyor Her Şeye Egemen Rab." Daha da ötesi onları, yasaları kendi isteklerine göre yorumla­makla ve Tanrı'ya değil, sadece insanlara saygı duy­makla suçluyor. Hahambaşılannm hiçbir zaman halk arasında daha kurnaz olanların dikkatinden kaçacak ölçüde, daha dikkatli olmadıkları kesin çünkü kurnaz olanlar, en sonunda, yazılanlar dışında hiçbir yasanın korunması gerekmediğini ve (Josephus'un Eski Çağiar'ında dediğine göre başlıca sıradan insanlardan oluşan) Ferisilerin aldatılarak babalann gelenekleri diye andıkları buyruklara uyulması gerekmediğini belirtme cesaretini gösterdi­ler. Bu nasıl olursa olsun, biz hiçbir şekilde haham- başına dalkavukluğun, dinin ve yasaların bozulması­nın ve yasalann kapsamının devasa artışının, an­laşmazlık ve çekişmeler için çok büyük ve sık sık yatıştırılması imkânsız olanaklar yarattığından kuş­ku duyamayız. İnsanlar batıl inancın tüm heyecanıy­la ve bir ya da diğer tarafa arka çıkma göreviyle tar­tışmaya başladıklarında hiçbir zaman uzlaşamazlar, mezheplere ayrılmak zorundadırlar.

II.    Yaşamın özel bir konumunda olan peygamber­lerin uyarma, azarlama ve sıkı denetim özgürlükle­riyle insanoğlunu düzeltmekten çok sinirlendirdiği dikkate değer; ama azarlama ve cezalanyla krallar her zaman bir tepki yaratabiliyorlardı. Bir eylemin haklı ya da haksız olduğuna karar verme yetkileri ya da kendi onayı olmadan kamusal ya da özel herhangi bir işi yapmada kralları azarlama yetkileri açısından peygamberler, dindar krallar için bile genellikle çe­kilmezdi. Kutsal Kitap'ın tanıklığına göre ülkesini dindarca yöneten kral Asa, peygamber Hanani'yi Ermenistan kralıyla bir anlaşmaya girişmesi nedeniy­le onu özgürce paylama ve azarlamaya cesaret ettiği için, bir ev hapsine aldı.

Dinin böyle bir özgürlükle yarardan çok zarara ne­den olduğunu kanıtlamaya eğilimli başka örneklerin de alıntısı yapılabilir, eğer peygamberler haklarını ellerinde bulundursalardı, sonuçta büyük iç savaşla­rın olacağından söz etmiyorum bile.

III.    Halkın erkin dizginlerini ellerinde tuttuğu tüm dönem boyunca sadece tek bir iç savaş olması ve onun da fethedenlerin fethedilenlere acımasıyla onları her yönden daha önceki saygınlık ve güçlerin­de eski hallerine getirmeye çalışmalarıyla tamamen bastırılması dikkat çekici. Ama bundan sonra kralla­ra çok az alışkın olan halk ilk yönetim şekillerini bir monarşiye dönüştürdü, iç savaş neredeyse sürekli olarak kırıp geçirdi ve savaşlar kaydedilen diğer sa­vaşların hepsini geçecek kadar şiddetliydi; bir çatış­mada (inancımızı alabildiğine zorlayarak) Yahuda'- nın adamlarınca beş yüz bin İsrailli öldürülmüştü ve bir başkasında İsrailliler Yahuda'nın çok sayıda adamını öldürdüler (sayılar Kutsal Kitap'ta verilmi­yor), Yeruşalim'in surlarını neredeyse yerle bir ettiler ve önüne geçilmeyen öfkeleriyle Tapınak'ı yağmala­dılar. Sonunda din kardeşlerinin ganimetleriyle yük­lü, kanlarıyla doymuş şekilde rehineler aldılar ve krah neredeyse mahvolmuş krallığında bırakarak düşmanlarının iyi niyetindense zayıflığına güvenerek silahlarını bıraktılar. Birkaç yıl sonra düzelmiş güçle Yahuda'nın adamları yine savaşa girdiler ama ikinci bir kez İsrailliler tarafından yenilgiye uğratıldılar ve yüz yirmi bini öldürüldü, eşlerinin ve çocuklarının iki bini tutsak alındı ve yine büyük bir ganimet ele geçirildi. Tarihlerinde uzun uzadıya açıklanmış bu ve benzer savaşlarla yorularak Yahudiler en sonunda düşmanlarına esir düştüler.

Bundan öte eğer her iki yönetim şekli altında da hüküm süren barış zamanlarını hesaplarsak büyük bir fark bulacağız. Monarşiden önce kırk yıl ve daha fazlası ve bir kere de (neredeyse eşsiz bir dönem) seksen yıl dış ya da iç savaş olmadan geçti. Krallar egemenlik erkini ele geçirdikten sonra kavga artık barış ve özgürlük için değil, görkem içindi; buna bağlı olarak Süleyman dışında hepsinin savaş açtığı­nı ve sonunda güç için çoğu zaman tahta giden yolu kana bulayan ölümcül bir arzunun baş gösterdiğini görüyoruz.

Son olarak yasalar halkın yönetimi sırasında bo­zulmadan kaldılar ve titizle uyuldu. Monarşiden önce halkı uyaracak çok az peygamber vardı ama krallığın kurulmasından sonra aynı zamanda çok sayıda peygamber vardı. Ovadya yüz tanesini ölüm­den kurtardı ve diğerleriyle birlikte öldürülmesinler diye onlan sakladı. Görebildiğimiz kadarıyla erk, peygamberlerin çoğunluğunu uyduran krallara veri­lene kadar halk hiçbir zaman yalancı peygamberlercc aldatılmamıştı. Yine koşullarına göre yüreği gururlu ya da alçak gönüllü olan halk talihsizlik dummunda kendini kolayca düzeltti, yine Tanrı'ya döndü, yasa- lannı eski dummuna getirdi ve böylece kendisini tüm tehlikeden kurtardı ama yürekleri her zaman eşit ölçüde kendini beğenmiş ve küçümsenmeden düzeltilemeyen krallar, şehrin son yıkımına kadar bile kararlılıkla kötülüklerine tutundular.

Şimdi dediklerimden açıkça görebiliriz ki: -

I.    Din adamlarına herhangi bir buyruk çıkarma ya da yönetimin işini görme erki ayrıcalığı tanıma din ve devlete çok zararlıdır. Tersine eğer söz konusu din adamlarının onlara gereğince somlan somlara yanıt- 350

lar vermelerine izin verilirse ve bu başkanlar bir kural olarak teslim alınmış ve kabul edilmiş öğretile­ri vaaz etme ve uygulamaya zorlanırsa bundan çok daha fazla istikrar sağlanır.

II.    Sadece kuramsal ve tartışmaya açık konuları Tanrısal hakka dayandırmak çok tehlikelidir. En zorba yönetimler düşünceyi suç yapanlardır; çünkü herkesin düşünceleri üzerinde elinden alınamaz bir hakkı vardır - hatta böyle bir durum halkın tutku­sunun yönetmesine neden olur.

Pontius Pilate  masum olduğunu bildiği İsa'nın çarmıha gerilmesine onay vererek Ferisilerin tutku­suna ayrıcalık tanıdı. Yine Ferisiler, kendilerinden zengin olan insanların konumunu sarsmak için din soruları sormaya başladılar ve Sadukileri dinsizlikle suçladılar ve aşağılık ikiyüzlüler Rab için coşkunluk adım verdikleri aynı kutsal nefretle Ferisilerin örne­ğini izleyerek, lekesiz kişilikleri ve seçkin erdemleri halkın nefretini uyandıran insanlara zulmettiler, herkesin önünde düşüncelerini duyurdular ve halkın onlara karşı olan şiddetli tutkularını alevlendirdiler.

Dinin yanıltıcı kisvesi altında bu mantıksız özgür­lük, özellikle de egemen yetkililer başkanı olmadık­ları bir mezhep ortaya koyduğunda kolayca bastırı- lamadı. O zaman onlar Tanrısal hakkın yorumcuları değil, bağnaz olarak görüldüler - yani mezhebin önderlerinin üstlendiği Tanrısal yorum hakkını tanıyan ya da kabul eden insanlar olarak görüldüler.

Böyle konularda sulh hâkimlerinin yetkisi, yorumları karşısında kralların başım eğmek zorunda oldukları tarikat önderlerinin yetkisine oranla çok azaldı.

Bir devlette böyle kötülüklerden kaçınmak için dindarlık ve dini sadece eylemlerden- yani adalet ve yardımseverliğin uygulanmasından oluşur hale ge­tirmekten, diğer yönlerden herkesin karanm özgür bırakmaktan daha güvenli bir yol yoktur. Ama şimdi bundan uzun uzadıya söz edeceğim.

III.    Hem devletin hem de dinin yararı için egemen­lik erkine neyin yasal neyin yasal olmadığı konusun­da karar verme hakkını vermenin ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz. Eğer bu karar verme hakkı devlete ve dine büyük zarar vermeden Tanrı'nın peygamberlerinin ta kendisine verilemiyorsa, ne gelecekten haber verebilen ne de mucizeler yaratabi­lenlerin sorumluluğuna çok daha az bırakılmalıdır! Ama bunu bundan sonra eksiksiz çözümleyeceğim.

IV.    Son olarak krallara alışkın olmayan ve tam bir yasa kitabına sahip olan bir halk için bir monarşi kurmanın ne kadar feci olduğunu görüyoruz. Ne yurttaşlar böyle bir egemenliğe katlanabilir ne de soylu yetkili kendisinden alçak olan birinin kurduğu yasalara ve halka ait haklara boyun eğebilir. Bir kra­lın kendi egemenliğini desteklemek için değil, halka ait hakları korurken, kralın bir efendiden çok bir köle gibi görünmesi için halkın egemenliği ya da daha önce egemen olan yönetim kurulunun egemenliği için oluşturulan yasaları savunması daha da az bek­lenir. Yeni bir monarşinin temsilcisi tüm çabasını egemenlik haklarım kendi kullanımına geçirmek üzere ve halk, soylu ayrıcalığı azaltmaktansa arttır­mayı daha kolay bulana kadar, onlara boyun eğdir­mek için yeni yasalar oluşturmak üzere harcayacak­tır. Ancak her yerde zorba olduğu kabul edilen bir kralı bile tahttan indirmenin bundan daha az tehli­keli olmadığını belirtmeden geçemeyeceğim. Çünkü onun halkı soylu yetkiliye alışkındır ve daha az soylu olan yönetimden nefret ederek ve onunla alay ederek bir başkasına boyun eğmeyecektir.

Bu yüzden, peygamberlerin eskiden keşfettikleri gibi; bir kral tahttan indirilirse tercihen değil, zorun­luluktan zorba olacak başka bir tanesinin yerine getirilmesi gereklidir. Çünkü seçimle gelen kral yurttaşların soylu kanı kokan ellerinin görüntüsüne ve kral katline görkemli bir kahramanlıkmış gibi sevinmelerine nasıl katlanacaktır? Bu suç kendisine bir örnek ve uyarı olarak işlenmemiş midir?

Eğer gerçekten kral olmayı istiyorsa ama halkı kralların yargıcı ve kendisinin efendisi olarak tanı­mak ya da elinde güvenilmez bir egemenlik tutmak istemiyorsa, halk benzer bir suçu tekrarlamaya cesa­ret edemesin diye, kendinden önce gelenlerin ölü­münün intikamını alarak kendi uğruna bir örnek teşkil etmelidir. Ancak zorbalık davasını savunmadı­ğı ve ondan önce gelenin işlerini onaylamadığı sürece zorbanın ölümünün intikamını onun adımlarını takip ederek yurttaşlarının katliyle alması kolay olmayacaktır.

Bu yüzden halklar sık sık zorba krallarını değiş­tirmiştir ama krallığı hiçbir zaman kaldırmamışlar ya da monarşik yönetim şeklini başka bir yönetim şekliyle değiştirmemişlerdir.

İngiliz halkı bize bu gerçeğin korkunç bir örneğini vermektedir. Onlar krallarını yasal oluşumlar içinde tahttan indirmenin yollarını aramışlardır. Ama kral-

hk kaldırıldığında yönetim şeklini değiştirmede bütünüyle başarısız olmuşlardır. Ancak çok fazla kan dökme sadece yeni bir kralın (sanki sadece bir ad sorunuymuş gibi) farklı bir ad altında anılması ge­rektiğini ortaya koydular. Bu yeni devlet başkanı erkini, kralın gerçek ya da varsayılan arkadaşlarını öldürerek, kraliyet soyunu tamamen yok ederek ve nüfusun yeniliklere dalması ve aklını kralın öldü­rülmesini düşünmekten uzaklaştırmak için huzuru, hoşnutsuzluğa neden olacak savaşla bozarak sağlam- laştırabilirdi. Ancak sonunda halk bunun meşru kralın haklannı çiğnemek ve her şeyi daha kötüye çevirmekten başka hiçbir şeye yaramadığını düşün­dü. Bu nedenle halk olabildiğince çabuk geri adım atmaya karar verdi ve durumunun bütünüyle eski haline döndüğünü görene kadar da durmadı.

Belki de buna, Roma halkının zorbalarını kolayca ortadan kanırabildikleri söylenerek karşı çıkılabilir ama Roma tarihinden görüşümün güçlü bir doğru­lamasını çıkarıyorum. Kralını ve onun kalıtçısını seçme erkini kendi ellerinde bulundurduktan için, (altı kraldan üçünü öldürmüş) soylu boyunduruğa uzun süredir alışkın olmayan, baş kaldırıcı ve suçlu­lardan oluşan söz konusu Roma halkı, zorbalarını ortadan kaldırma ve yönetim şekillerini değiştirme konusunda normalden daha yetenekli olmasına rağmen yine de yönetiminin, yine İngiltere'deki gibi ^sadece adım monarşiden farklı bir şekle dönüştürene kadar kendilerini sürekli hem dış hem de iç savaş durumu içinde inleten birinin yerine başka birçok zorba kral seçmenin ötesinde hiçbir şey başarama­mıştır.

Hollanda Birleşik Devletlerine gelince bildiğimiz gibi hiçbir zaman bir kralları olmamıştır, sadece egemenliğin tüm haklarına ulaşmayan kontları ol­muştur. Hollanda Devletleri Leicester Kontunun görevi zamanında onlar tarafından yapılan anlaşma­da açıkça yönetici olarak hareket etmiştir. Onlar kontlan görevlerini yerine getirir halde tutma yetki­sini ve yurttaşların özgürlüğünü koruma erkini her zaman kendilerine saklamışlardır. Eğer yöneticileri­nin zorba olduğu ortaya çıkarsa kendi haklarını ko­rumak için bol bol yöntemleri vardı ve öyle sınırla­malar getirebilirlerdi ki onların izni ve onayı olma­dan hiçbir şey yapılamazdı.

Böylece egemen erkin hakları son kont onları ele geçirmeye kalkmış olsa da her zaman devletlerde kalmıştır. Bu yüzden devletlerin özellikle de son zamanlarda neredeyse kaybettikleri özgün egemen­liklerini eski haline yeni getirmişken onlardan vaz­geçmeleri çok küçük bir olasılık.

O zaman bu örnekler bizim her egemenliğin baş­langıçtaki biçimini koruması gerektiği ve aslında tüm devlet bütünüyle yok olmadan egemenliğin değiştirilemeyeceği inancımızı doğruluyor. Benim dikkate değer bulduğum konular işte böyle.

XIX.    Bölüm:

Ruhsal Konular Üzerindeki Hakkın Tamamen Yöneticinin Elinde Olması ve Dinin Dış Yapılarının Eğer Tanrı’ya Doğru Şekilde Tapmacaksak, Kamu Huzuruyla Uyumlu Olması Gerektiğinin Gösterilmesi

Dışsal ve içsel dinin arasındaki farklar.

Pozitif Hukukun sadece anlaşmayla kurulması.

Dindarlığın barış vc boyun eğme ile ilerletilmesi.

Havarilerin kural dışı durumu.

İbranilerinkinin tersine, Hristiyan Devletlerin ne­den milli ve kilise erkleri arasındaki anlaşmazlıklardan sıkıntı çektiği.

Çağcıl yöneticilerin ruhsal şeylerdeki saltık erki.

Egemenlik erkine sahip olanların, her şey üzerinde hakları olduğunu ve tüm hakların onların buyruğuna dayandığını söylediğimde sadece geçici hakları değil, aynı zamanda ruhsal haklan da anlatmak istedim; onlar geçici haklar kadar ruhsal hakların da yorumcu ve destekleyicisi olmahlar.’Bu konuya özel bir dikkat çekmek ve bu bölümde bu konudan bütünüyle söz etmek istiyorum çünkü birçok insan dinsel konular­da karar verme hakkının egemen erke ait olduğunu

ve egemen erki Tanrısal hakkın yorumcusu olarak tanımayı reddediyor. Bundan dolayı onu suçlamak için hatta eski zamanda Ambrosius'ın  İmparator Theodosius'a  yaptığı gibi, onu Kilise'den aforoz etmek için bile tam özgürlüğü üstleniyorlar. Ancak bu bölümde daha sonra insanların bu yönetimi böl­me ve kendi üstünlüklerine giden bir yol açma yön­temini elde ettiklerini göstereceğim. Ancak önce dinin yasa olarak gücünü, sadece yöneticinin buyruk­larından kazandığına dikkat çekmek istiyorum. Tanrı'nın insanlar arasında geçici yöneticiler aracılı­ğıyla yönettiği kadarının dışında hiçbir özel krallığı yoktur. Dahası dinin törenleri ve dindarlığın dış görenekleri kamusal huzur ve esenlikle uyumlu olmalıdır ve bu yüzden sadece egemenlik erki tara­fından kararlaştırılmalıdır. Burada ne dindarlığın kendisinden ne Tanrı'ya iç tapınmadan ne de aklın içsel olarak saf kalplilikle Tanrı'ya saygı gösterme yöntemlerinden söz ediyorum, sadece dindarlığın dış göreneklerinden ve dinin dış törenlerinden söz ediyo­rum.

Tanrı'ya içsel tapınma ve dindarlık kendinde her­kesin özel haklarının sınırları içindedir ve (VII. Bö­lümün sonunda gösterdiğim gibi) devredilemez. Burada Tanrı'nın krallığıyla anlatmak istediğim sanırım XIV. Bölümde söz edilenden yeterince açık.

Orada, Tanrı'nın yasasını en iyi yerine getirenin, O'nun buyruğuna göre adalet ve yardımseverlik ey­lemleri aracdığıyla O'na tapınan kişi olduğunu gös­termiştim; bu yüzden adalet ve yardımseverlik nere­de yasanın ve düzenin erkine sahipse orası Tanrı'nın krallığıdır.

Tanrı'nın, adalet ve yardımseverlik uygulamasını, doğal yeteneklerimiz aracılığıyla öğrettiği ve buyur­duğu ve özel vahiyler gönderdiği durumlar arasında hiçbir fark görmüyorum; böyle bir uygulama, bildi­rildiği ve insanlar için egemen ve üstün bir yasa haline geldiği sürece vahyin biçimi de önem taşımı­yor. Bu yüzden eğer adalet ve yardımseverliğin, hak ve yasa gücünü sadece yöneticilerin kuralları aracılı­ğıyla kazanabileceğini gösterirsem (yöneticilerin haklarının, egemen olanın elinde olduğunu görerek} dinin, hak gücünü buyurma gücüne sahip olanlar aracılığıyla kazanabileceği ve Tanrı'nın insanlar arasında sadece dünyasal yetkililer aracılığıyla işba­şında olduğu sonucuna kolayca ulaşabileceğim. Söy­lenenden adalet ve yardımseverlik uygulamasının, yasa gücünü sadece egemen yetkilinin hakları aracı­lığıyla kazandığı sonucu çıkıyor; çünkü XVI. Bölüm­de doğal durumunda aklın arzudan başka hakkı olmadığını, ya aklın ya da arzunun yasalarıyla yaşa­yan insanların, gücüyle eş-süreli haklara sahip oldu­ğunu gösterdik.

Bu nedenle doğal durumda günahın var olduğunu düşünemezdik ya da Tanrı'yı insanın günahlannı cezalandıran bir hâkim olarak hayal edemezdik; bu durumda ne adalet ne de yardımseverlik olasılığı olduğu için dindar ve dinsiz olan, ahlaklı ve (Süley­man'ın dediği gibi} ahlaksız olan arasında hiçbir fark 358

olmadan her şeyin evrensel doğanın genel yasaları doğrultusunda gerçekleştiğini varsaydık.

Aklın gerçek öğretilerin yani (IV. Bölümde göster­diğimiz gibi) gerçek Tanrısal öğretilerin, yasa ve hak olma gücünü tamamen ele geçirmesi için her bireyin doğal hakkını devretmesi ve onu ya bir bütün olarak topluma ya da belli bir insan topluluğuna ya da bir kişiye aktarması gerekliydi. O zaman ilk olarak ne­yin adalet neyin adalet olmadığı ve neyin eşitlik neyin eşitsizlik olduğu anlaşılıyor.

Bu yüzden adalet ve birinin komşusuna karşı sev­gisi dâhil aklın mutlaka tüm kuralları egemenlik haklan aracılığıyla yasalann ve düzenlemelerin gü­cünü alıyor, yani (aynı bölümde gösterdiğimiz gibi) sadece yönetme hakkına sahip olanlann buyruğuyla. Tanrı'nın krallığı tamamen adalete ve yardımseverli­ğe ya da gerçek dine uygun düşen haklardan oluştuğu için Tanrı'nın krallığı insanlar arasında sadece ege­men erklerin aracılığıyla var olabilir; dinin doğal yeteneklerimizle ya da vahiyle anlaşılması herhangi bir fark yaratmıyor. İnsana bildirildiği biçim nasıl olursa olsun din tek olduğu ve Tanrı tarafından eşit şekilde bildirildiği için sav her iki durumda da sağ­lam.

Böylece peygamberler aracılığıyla belli edilen dinin Yahudiler arasında yasa erkine sahip olması için her birinin doğal hakkım devretmesi ve hepsinin birlikte, Tanrı'nın onlara peygamberler aracılığıyla bildireceği buyruklara uymayı kabul etmesi gerekliydi. Tıpkı bizim insanların hep birden aklın buyruklarına göre yaşamayı kabul ettiği demokraside tıpkı böyle oldu­ğunu gösterdik. İbraniler bundan öte, haklarını Tan- n'ya aktarmış olmalarına rağmen bunu sadece ku­ramda değil de uygulamada böyle yapabilirlerdi çün­kü aslında karşılık olarak saltık kral haline gelen Musa'ya aktarana kadar (yukarıda dikkat çektiğimiz gibi) egemenlik hakkını tamamen ellerinde bulundu­ruyorlardı böylece Tanrı sadece Musa aracılığıyla İbraniler üzerinde egemendi. Bu nedenle (yani dinin yasa gücünü, sadece egemen erk aracılığıyla kazan­ması nedeniyle) Musa antlaşmadan önce ve sonuçta insanlar hala haklarına sahiplerken Şabat'a  (A4j- sır’dan Çıkış xvi:27) uymayanları cezalandıramamış- tı ama antlaşmadan soma [Çölde Sayım xv:36) ceza- landırabildi çünkü o zaman herkes doğal haklarını teslim etmişti ve Şabat düzenlemesi yasa gücünü kazanmıştı.

Son olarak, İbrani egemenliğinin yıkılışından son­ra, bildirilen din aynı nedenden yasa gücüne sahip olamaz oldu; çünkü Yahudiler haklarını Babil kralına aktardıktan hemen soma Tanrı'nın krallığı ve Tanrı­sal hak sona erdi. Çünkü Tanrı'nın tüm sözlerine uyma sözü verdikleri anlaşma yürürlükten kaldırıl­mıştı; anlaşmanın üzerine temellendirilen Tanrı'nın krallığı da son bulmuştu. Hakları artık onlara değil, her konuda boyun eğmek zorunda oldukları (XVI. Bölümde gösterdiğimiz gibi) Babil kralına ait olduğu için, İbraniler orada kalmaya daha fazla katlanamaz­lardı. Yeremya (parça xxix:7): "Sizi sürmüş olduğum kentin esenliği için uğraşın. O kent için Rab'be dua edin. Çünkü esenliğiniz onunkine bağlıdır." Şimdi, Şehrin esenliği için yönetiminde bir payları varmış gibi değil, ancak tutsak oldukları için kışkırtmalar­dan kaçınmak amacıyla her şeye boyun eğerek köle­ler gibi ve kendilerinkinden ne kadar farklı olursa olsun ülkenin tüm yasalarına uyarak uğraşabilirlerdi. Böylece İbraniler arasında dinin yasa şeklini sadece egemen yönetme hakkı aracılığıyla kazandığı apaçık; bu kural yok edildiğinde artık belirli bir krallığın yasası olarak değil, sadece aklın evrensel kuralı ola­rak kabul edilebilirdi. Aklın diyorum çünkü evrensel din henüz vahiyle bilinen hale gelmemişti. Bu yüz­den doğal yeteneklerimiz ya da peygamberler aracılı­ğıyla dinin sadece egemenlik erkine sahip olanlann buyrukları aracılığıyla buyruk gücünü aldığı ve daha­sı dünyasal yetkililer aracılığıyla yönettiği kadarı dışında Tanrı'nın, insanlar arasında hiçbir özel kral­lığa sahip olmadığı genel sonucuna varabiliriz.

Şimdi IV. Bölümde belirtileni, yani Tanrı'nın tüm buyruklarının sonsuz doğruluk ve zorunluluk içerdi­ğini böylece Tanrı'yı insanoğluna buyruklar veren bir prens ya da yasa yapıcı gibi düşünemeyeceğimizi daha açıkça görebiliriz. Bu nedenle doğal yetenekle­rimiz ya da peygamberler aracılığıyla bildirilmiş olsun, Tanrısal buyruklar buyruk gücünü doğrudan Tanrı’dan almıyorlar, sadece yönetme ve yasa yapma hakkına sahip olanlardan ya da onların aracılığıyla alıyorlar. Tanrı sadece bu en son sözü edilen yön­temlerle insanlar arasında işbaşında oluyor ve insan işlerini adalet ve eşitlikle yönetiyor.

Bu sonuç deneyimle destekleniyor çünkü sadece adaletli insanlann yönetimi üstlendiği yerlerde Tan- nsal adaletin izlerini buluyoruz; diğerlerinde (Süley­man'ın sözlerini yine tekrarlarsak) adil ve adaletsiz,

ahlaklı ve ahlaksız aynı yazgıyı paylaşıyor. Bu Tan- n'nın doğrudan doğruya insanlar arasında işbaşında olduğunu ve tüm doğayı onların yaranna yönettiğini düşünen birçoğunun Tanrısal kayradan kuşkuya düşmesine neden olan bir durum.

O zaman hem akıl hem de deneyim bize Tanrısal hakkın tamamen seküler yöneticilerin buyruklarına dayandığını söylüyor, seküler yöneticilerin onun gerçek yorumcuları olduğu sonucu çıkıyor. Bunun nasıl böyle olduğunu şimdi göreceğiz çünkü Tanrı'ya doğru şekilde boyun eğeceksek dinin ve dindarlığın tüm dış uygulamalarının kamu huzuru ve esenliğiyle uyumlu hale getirilmesi gerektiğini gösterme zamanı geldi. Bu gösterildiği zaman seküler yöneticilerin nasıl din ve dindarlığın gerçek yorumcuları oldukla­rını kolayca anlayacağız.

Birinin ülkesine karşı olan görevlerinin insanın ye­rine getirebileceği en yüce görevler olduğu kesin; çünkü eğer yönetim alınıp götürülürse iyi olan hiçbir şey devam edemez, her şey uyuşmazlık içine girer öfke ve kargaşa, evrensel korkunun ortasında dene­timsiz olarak egemen hale gelir. Sonuç olarak tüm devlete karşı zararı içerirse komşumuza karşı suç haline gelmeyecek bir görev olamaz, devleti korumak hatırına yaptığımız şeyde de komşumuza olan göre­vimize karşı herhangi bir suç ya da içten bağlılıktan başka bir şey olamaz. Örneğin; Komşum benimle tartıştığında ve mintanımı almak istediğinde abamı da vermek soyutta benim görevim; ama böyle bir eylemin devletin devamına zararlı olduğu düşünü­lürse ölüm cezasına çarptırılması tehlikesi olsa bile komşumu mahkemeye yermeliyim.

Bu nedenle kamu huzuru, onun çocuklarına karşı olan görevinden daha önemli olduğu için Manlius Torquatus  onurlandırılmıştır. Bu böyle olduğun­dan, kamu huzurunun, Tanrısal ya da insanca diğer herkesin ve her şeyin uydurulması gereken egemen yasa olduğu sonucu çıkıyor. Şimdi kamu esenliği ve devletin güvenliği için neyin gerekli olduğuna karar vermek ve buna göre buyruklar vermek; bu yüzden komşumuza karşı olan görevimizin sınırlarını - başka bir deyişle Tanrı'ya nasıl boyun eğeceğimizi kararlaştırmak sadece yöneticinin işlevidir. Şimdi yöneticinin nasıl dinin yorumcusu olduğunu ve ayrıca hiç kimsenin eğer dindarlığının uygulamaları kamu huzuruna uymuyorsa ya da sonuçta yönetici­nin tüm buyruklarına tam olarak uymuyorsa Tanrı'ya doğru şekilde boyun eğemeyeceğini açıkça anlaya­biliriz. Çünkü Tanrı'nın buyruğuyla, tüm görevimizi istisnasız her insana karşı yapmak ve hiçbir insana zarar vermemek zorundayız, aynca bırakın devletin zararına, başkasının zararına hiç kimseye yardım etmemek zorundayız. Şimdi hiçbir sıradan yurttaş devlet için neyin iyi olacağını, kamu işlerini yürütme hakkını tek başına elinde tutan egemen erk aracılı­ğıyla öğrenmediği sürece, bilemez. Bu yüzden hiç kimse her şeyde egemen erkin buyruklarına uymadı­ğı sürece dindarlık ya da Tanrı'ya boyun eğmeyi doğru biçimde uygulayamaz. Bu öneri gerçeklerle doğrulanmıştır. Çünkü eğer yönetici bir adamın ölümünü ya da düşman olarak anılmasını uygun görürse, bir yurttaş ya da bir yabancı olsun, özel bir birey ya da ayn bir yönetici olsun, hiç kimseye ona yardım etme izni verilmemiştir. Aynı şekilde Yahu- diler yurttaşlarım kendileri gibi sevme buyruğu alma­larına rağmen (Levililer xix:17, 18) yine de eğer bir insan yasaya karşı suç işlerse onu hâkime gösterme­ye (Levililer v:l ve Yasa'nın Tekrarı xiii:8, 9) ve eğer ölüm cezasına çarptınlsa onu öldürmeye zorlanmış­lardı (Yasa’nın Tekran xvii:7).

Bundan öte İbranilerin kazandıkları özgürlüğü ve fethettikleri bölge üzerindeki saltık etkiyi koruya­bilmesi için, XVII. Bölümde gösterdiğimiz gibi dinle­rinin onların özel yönetimlerine uyarlanması ve kendilerini geri kalan uluslardan ayırmaları gerekliy­di. Bu yüzden onlara Matta v:43'te :"Komşunu seve­ceksin, düşmanından nefret edeceksin" denmişti ama egemenliklerini kaybettikten ve Babil'de tutsak alındıktan sonra Yeremya onlara tutsak alındıkları devletin güvenliğini düşünmelerini buyurmuştu ve İsa tüm dünyaya yayılacaklarını gördüğünde görevle­rini istisnasız herkes için yapmalarını söylemişti. Bu örneklerin hepsi gösteriyor ki din, her zaman kamu huzuruna uyar hale getirilmiştir. Belki de biri şunu soracak: O zaman İsa'nın havarileri sıradan yurttaş­lar olarak hangi hakla yeni bir dini vaaz ettiler? Bu soruyu kötü ruhlara karşı Mesih'ten aldıkları erkin hakkıyla ettikleri şeklinde yanıtlarım (bkz. Matta x:l). XVI. Bölümde zaten kuşku götürmeyen vahiy aracılığıyla Tanrı'dan ona karşı bir yardım sözü al­madıkları sürece herkesin bir zorbaya boyun eğmek zorunda olduğunu belirtmiştim. Öyleyse hiç kimse, kendisi de mucizeler yaratma gücü olmadığı sürece Havarileri ömek almasın. Konu İsa'nın havarilerine verdiği buyruğuyla daha fazla açığa kavuşuyor: "Be­deni öldürenden korkmayın." [Matta x:28). Eğer bu buyruk herkese dayatılmış olsaydı yönetimler boşu­na kurulmuş olurdu ve Süleyman'ın sözleri [Süley­man’ın Özdeyişleri xxiv:21): "Oğlum, Rab'be ve krala saygı göster..." kesinlikle dine karşı saygısız olmayan sözleri, dine karşı saygısızlık olurdu; bu yüzden İsa'nın havarilerine verdiği yetkinin sadece onlara verildiğini ve diğerleri için bir örnek olarak alınma­ması gerektiğini kabul etmeliyiz.

Dinden bağımsız hakları yöneticinin denetimi al­tına ve ruhsal olanları da evrensel Kilise'nin denetimi altına koyduğumdan ruhsal olmayan hakları, ruhsal haklardan ayırmak isteyenlerin savlarını ele almak için duraklamıyorum; böyle savlar çürütülmeyi hak etmeyecek kadar saçma. Ancak böyle insanlar kışkır­tıcı görüşlerini (biraz sert olan sıfat için özür dilerim) eski zamanlarda kutsal görevleri yerine getirme hak­kı olan Yahudi hahambaşı örneğiyle desteklemenin yollarını aradıklarında, büyük ölçüde aldatıldıktan gerçeği konusunda sessiz katarak geçemeyeceğim. Hahambaşılar haklarını (gösterdiğim gibi biricik yönetme hakkını elinde bulunduran) Musa'nın buy­ruğuyla almadılar mı ve aynı aracılıkla bu hak elle­rinden alınamaz mıydı? Musa'nın kendisi sadece Harun'u değil, ayrıca oğlu Elazar ve torunu Pinehas'ı da seçti ve onlara hahambaşıhk görevini yönetme hakkını bağışladı. Bu hak daha sonra hahambaşılar tarafından ah konulmuştu ama bununla beraber Musa'nın - yani egemen erkin - temsilcileriydiler. Gösterdiğimiz gibi Musa egemenliğine hiçbir kalıtçı bırakmadı, ayrıcalıklarını öyle dağıttı ki ondan sonra gelenler sanki bir kral ölü değil de, yokken yönetimi sağlayan kral naipleri gibi göründüler.

İkinci devlette, ek olarak prenslik haklarını elde ettikten sonra, hahambaşıları haklarını bütünüyle ellerinde tutuyorlardı. Bu yüzden hahambaşılığı haklan her zaman yöneticinin buyruğuna dayalıydı ve hahambaşıları kendileri yönetici olana kadar onlara sahip olmadı. Hristiyan toplumunda hiçbir gücü olmayacak bir koşul nedeniyle, yani Harun'un ailesinden gelmedikleri ve bu yüzden günahkâr sa­yıldıkları için, sadece Tapınak'ta kutsal görevleri şahsen yönetmeye izinli olmama dışında (bu bölü­mün sonunda göstereceğim gibi), ruhsal konulardaki haklar her zaman tamamen kralların denetimi altın­da kaldı.

Bu yüzden (yerine getirilmeleri özel bir soydan gelmeyi değil, sadece egemenlik erkini elinde bulun­duranların günahkâr olarak dışlanmadığı yaşamın özel bir kipini gerektiren) günlük kutsal törenlerin, egemen erkin biricik denetimi altında olduğundan kuşku duyamayız; böyle bir yöneticinin yetkisi ya da ayrıcalığı dışında hiç kimse onları yönetme, onları yönetmeleri için başkalarını seçme, Kilise ve onun öğretilerinin temellerini tanımlama ya da güçlendir­me,- ahlak ya da dindarlık hareketleri konularında karar verme; birini Kilise'ye kabul etme ya da onu aforoz etme ya da son olarak yoksulların geçimini sağlama hak ya da erkine sahip değildir.

Bu öğretiler (zaten belirttiğimiz gibi) sadece doğru değil, aynı zamanda dinin ve devletin korunması için birincil gerekliliğe sahiptir. Halkın düşüncesinde ruhsal hak ve yetkinin nasıl bir önemi olduğunu hepimiz biliyoruz. Herkesin, bu hak ve yetkiye sahip olanları nasıl can kulağıyla dinlediğini de biliyoruz. Böyle bir yetkiye sahip olanlann halkın düşüncesin­de en yetkin etkiye sahip olduklarını bile söyleyebili­riz.

Bu yüzden kim bu hakkı egemen erkten almak is­terse egemenliği bölme isteği içindedir; böyle bölün­melerden, eskiden Yahudi kral ve hahambaşıları arasında olduğu gibi zorunlu olarak çekişmeler ve kavgalar doğacak ve bunlar, onları yatıştıracak her çabaya karşı gelecek. Hatta bundan öte egemen erki böyle bir yetkiden yoksun bırakmaya çalışan kişi (dediğimiz gibi) egemenliği ele geçirmeyi amaçlıyor­dun Eğer bu hak ona verilmezse egemen erke üzerin­de karar verecek ne kalıyor? Eğer yararlı olduğuna inandığı şeyin dindar ya da dinsiz olup olmadığı konusunda başka bir kişinin görüşünü almak zorun­daysa ya savaş ya da barış dışında kesinlikle hiçbir şey kalmıyor. Her şey neyin dindarca ya da dinsizce, doğru ya da yanlış olduğuna karar verme hakkına sahip olanın yargısına dayanır.

Böyle bir hak tamamen Roma'nın Papa'sına bağış­landığında, Papa en sonunda kendisi egemenliğin zirvelerine çıkana kadar, giderek krallar üzerinde bütün denetimi kazanmaya başladı. Çoğu devlet başkanı özellikle de Alman imparatorları onun yet­kisini azaltmaya çalışsa da hiçbir etkileri olmadı, tersine girişimlerinin ta kendisiyle büyük ölçüde onun yetkisini arttırdılar. Hiçbir devlet başkanının ateş ve kılıçla başaramayacağını papazlar bir kalem darbesiyle gerçekleştirebilirlerdi; buradan Kilise'nin buyruğundaki erki ve ayrıca yöneticiler için böyle ayrıcalıktan kendileri için saklamanın ne kadar ge­rekli olduğunu kolayca görebiliriz.

Eğer son bölümde söylenen üzerinde düşünürsek, böyle bir korumanın dine ve dindarlığa çok katkıda bulunduğunu göreceğiz; çünkü peygamberlerin ken­dilerine Tanrısal etkileme yeteneği verilmiş olması­na rağmen sadece sıradan yurttaşlar olarak uyarma, azarlama ve kınama özgürlüğüyle halkı geliştirmek­ten çok rahatsız ettiklerini ama kralların uyan ve cezalarla insanları isteklerine yönelttiklerini görece­ğiz. Bundan öte kralların kendileri söz konusu hakka tamamen sahip olmadıklarından sık sık dinden ayrı düşmüş ve kendileriyle birlikte neredeyse tüm halkı da dinden ayrı düşürmüştür. Aynı şey aynı neden­den, Hristiyan devletlerde de gerçekleşmiştir.

Belki de bana "Ama eğer egemenlik erkini elinde bulunduranlar günahkâr olmayı seçerse dindarlığın yasal destekçisi kim olacak? Yine de dindarlığın yorumcuları yöneticiler mi olmalıdır?" diye sorulabi­lir. Onları karşı-soruyla yanıtlarım. "Ama eğer (hem insan hem de sıradan yurttaş olan ve kendi işleriyle ilgilenmeleri gereken) din adamları ya da ruhsal yetkiyi temsil etmesi önerilen diğerleri günahkâr olmayı seçerlerse, onlar yine de dindarlığın yasal yorumcuları olarak düşünülmeli mi?" Ruhsal konu­lar üzerinde denetimleri olsun olmasın yöneticiler kendi isteklerine göre hareket etmek istediklerinde ruhsal ve dünyasal tüm devletin yıkılacağı ve eğer sıradan yurttaşlar kışkırtıcı olarak Tannsal hakların üstünlüğünü varsayarsa daha da hızlı yıkılacağı oldukça kesin.

Böylece böyle hakları yöneticilere vermemekle sa­dece hiçbir şey kazanılamayacağını değil, tam tersine büyük kötülüklerin ortaya çıkacağını görürüz. Çünkü (böyle hakları tamamen ellerinde bulundurmayan Yahudi krallarda olduğu gibi) yöneticiler böylece günahkârlığa zorlanır ve devlete olan zarar ve kayıp, belirsiz ve olası olmak yerine kesin ve kaçınılmaz olur. Soyut doğruluğa ya da devletlerin güvenliğine ya da dindarlığın artışına bakalım, Tanrısal doğruluğun ya da ruhsal konularda denetim hakkının, tamamen yasal yorumcu ve destekçi olan yöneticinin buyruğu­na dayandığı düşüncesini korumak zorundayız. Bu yüzden Tanrı'nın Söz'ünün gerçek din adamları, egemen yöneticilerin yetkisine boyun eğerek dindar­lığı insanlara öğretenlerdir. Egemen yöneticiler buy­ruklarıyla Tanrı'nın Söz'ünü kamusal huzura uyum­lu hale getirirler.

Bana, bildiğim kadanyla İbraniler bu konu hak­kında hiçbir kuşku duymazken, Hristiyan devletlerde ruhsal haklar konusunda sık sık yaşanan tartışmala­rın nedenine dikkat çekmek kalıyor. Bu kadar kolay anlaşılır ve hayati önem taşıyan bir konunun böyle sallantıda kalması ve dünyasal yöneticilerin ayrıcalı­ğı, hiçbir zaman tartışma olmadan hatta bölünme ve dine zarar vermeden elde edememesi iğrenç görünü­yor. Eğer elimizde bu durum için hiçbir neden olma­saydı kendimi, bu bölümde söylediklerimin hepsinin sadece hiçbir zaman herhangi bir uygulamada kulla­nılamayacak kuram oluşturma ya da bir tür kuram­sal uslamlama olduğuna kolayca ikna edebilirdim. Ancak Hristiyanlığm başlangıcını düşündüğümüzde neden hemen görünüyor. Hristiyan dini ilk önce krallarca öğretilmemişti, yurttaşları oldukları erke sahip olanların isteklerine karşı çıkarak, uzun bir süre kutsal törenleri oluşturmak ve yerine getirmek ve devleti dikkate almadan kendi yetkileriyle işlerini kurmak ve onlar hakkında karara varmak için gizli kiliselerde toplantılar yapmaya alışkın sıradan insan-

larca öğretilmişti. Yıllar sonra din yetkililerce üstle­nilmişti, din adamları dini, imparatorlara kendileri­nin tanımladıkları gibi öğretmek zorundaydılar. Bu nedenle kolayca dinin öğretmenleri ve yorumcuları olarak kabul edildiler ve kilise papazları Tanrı'nın temsilcisi sayıldılar. Din adamları, dinin baş temsil­cilerine ve en üstün yorumcularına evlenmeyi yasak­layarak, onların Hristiyan kralların yetkilerini üst­lenmemesine dikkat etti. Amaçlarını dinin dogmala­rını o kadar büyük ölçüde arttırarak ve onları felse­feyle öyle harmanlayarak seçtiler ki başlıca yorumcu­ları, hem yetenekli bir filozof hem teolog olmak ve bir sürü boş tartışma için de boş vakte sahip olmak zorundaydı. Bu koşullar da ancak elinde çok fazla zaman olan sıradan bir birey tarafından sağlanabilir­di.

İbraniler arasında şeyler çok farklı düzenlenmişti. Çünkü tapınakları egemenlikleriyle aynı zamanda başladı ve halka dini saltık yöneticileri Musa öğretti, kutsal törenlerini düzenledi ve din adamlarını seçti. Böylece kraliyet yetkisi insanlar için büyük önem taşıdı ve krallar ruhsal ayrıcalıklarını sıkıca korudu­lar.

Musa'nın ölümünden sonra hiç kimse tam etkili olmasa da, hem ruhsal hem de ruhsal olmayan ko­nularda karar verme erki zaten belirttiğim gibi seküler başkanın elindeydi. Bundan öte onlara öğreti­len din ve dindarlık uyarınca, halk hahambaşı kadar en üst hâkime de başvurmak zorundaydı (Yasa’nın Tekrarı xvii:9, 11). Son olarak, krallar Musa'nınki kadar erke sahip olmasalar da kutsal rahipliğin tüm düzenlenmesi ve seçimi onların kararma bağlıydı. Böylece Davut Tapınak'tâki (bkz. Tarihler xxviii:ll, 370

19.1.  vs.) tüm hizmeti düzenledi; kutsal mezmurlar için tüm Levililerden yirmi dört binini seçti; bunla­rın altı bini arasından hâkim ve dava vekili seçilen topluluğu oluşturdu, dört bini odacı olarak ve dört bini de çalgı aletlerini çalmak üzere seçildi (bkz. Tarihler xxiii:4, 5). Bundan öte, böylece her birinin belirlenen zamanlarda nöbetleşe kutsal törenleri yerine getirmesi için onları (başkanlarını seçtiği) bölüklere ayırdı. Rahipleri de birçok bölükler halinde ayırdı; tüm diziden söz etmeyeceğim ama okuyucuyu "Süleyman Rab'be yakmalık sunular sundu... Mu­sa'nın buyurduğu sunulan günü gününe sundu." denilen 2 Tarihler viii:13'e ve "Babası Davut'un koy­duğu kural uyarınca, kâhin bölüklerine ayrı ayrı görevler verdi... Çünkü Tanrı adamı Davut böyle buyunnuştu." denilen 14. dizeye göndereceğim. Son olarak tarihçi 15. dizede şöyle tanıklık ediyor: "Bun­lar, hazine odalanna ilişkin konular dâhil, hiçbir konuda kralın kâhinlerle Levililer'e verdiği buyruk­lardan ayrılmadılar."

Bunlardan ve kralların diğer tarihlerinden, dinin tüm uygulamalarının ve kutsal rahipliğin tamamen kralın buyruklarına bağh olduğu çok açık.

Yukarıda kralların arabulucular olmadan Tanrı'ya danışmak, yönetimleri sırasında kehanette bulunan peygamberleri kınamak ve hahambaşım seçmek için Musa'yla aynı hakka sahip olmadığını söylediğimde bunu peygamberler yasaya karşı suç işleyen bir kralı yargılatabildikleri ya da haklı olarak ona karşı gele­bildikleri için değil, sadece görevleri nedeniyle yeni bir kral seçebilecekleri ve kral katli günahını bağışla1 yabilecekleri için söyledim. [Son Not 33].

Bu nedenden özel bir vahiy nedeniyle kral katli günahını bağışlayabilecek hiçbir peygamber olma­saydı krallar hem ruhsal hem de ruhsal olmayan tüm konularda saltık haklara sahip olacaklardı. Sonuç olarak peygamberleri olmayan ve herhangi bir durumda (Yahudi yasasına bağlı olmadıkları için) onları kabul etmek zorunda olmayan yeni çağ yöne­ticileri dinsel nedenlerle bekar olmamalarına rağmen ruhsal ayrıcalığın saltık sahipleridirler ve eğer dinsel dogmaların boş yere çoğaltılmasına ya da felsefeyle karıştırılmasına izin vermeyi reddederlerse ruhsal ayrıcalığı her zaman ellerinde bulunduracaklardır.

XX.    Bölüm:

Özgür Bir Devlette Her İnsanın Ne İsterse Düşünebileceği ve Ne Düşünürse Söyleyebileceği

Usun devlet yetkisinin egemenliği altında olmaması.

Bu yüzden genel dilde olmaması gerektiği.

Bir yasayı onaylamayan bir insanın yasayla uyumlu hareket ederken aykırı görüşünü yetkililerin kararma sunarak devletine iyi bir hizmette bulunması.

Görüş özgürlüğünün yararlı olmasının Amstcr- dam tarihinden gösterilmesi.

Bu özgürlüğü esirgeyen devletin tehlikede olması - Yazarın ülkesinin yöneticilerinin kararına boyun eğmesi.

Eğer insanların akılları dilleri kadar kolay denetle- nebilseydi her kral güven içinde tahtında otururdu ve yönetim zorlamayla sona ererdi; çünkü her yurttaş yaşamını yöneticilerinin eğilimlerine göre şekillendi­rir ve bir şeyin doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, adil ya da adaletsiz olduğuna onların buyruklarına uyarak inamrdı. Ancak zaten (XVII. Bölüm, hiçbir insamn düşüncesinin tamamen bir diğerinin yönetimine tabi olamayacağını çünkü hiç kimsenin isteyerek özgür akıl ve karar hakkını aktaramayacağını ya da bunu

yapmaya zorlanamayacağını gösterdik. Bu nedenle düşünceleri denetim altına almaya girişen yönetim zorba sayılır ve bunun egemenliğin kötüye kullanıl­ması ve yurttaşların haklarının zorla alınması, neyin doğru ya da yanlış olarak kabul edileceğinin buyrul- ması ya da Tanrı'ya tapınmalarında insanları hangi görüşlerin harekete geçireceğinin buyrulması olduğu düşünülür. Tüm bu konular bir insanın kendi izniyle bile vazgeçemeyeceği doğal hak alanına girer.

Karar yetisinin birçok yönden ve inanılmaz bir öl­çüde saptırılabileceğini kabul ediyorum böylece karar yetisi doğrudan dış denetimden bağımsızken başka bir insanın sözlerine onun tarafından yönetildiği söylenecek kadar çok bağımlı olabilir ama bu etki büyük boyutlara getirilmesine rağmen hiçbir zaman her insanın aklının kendisinin olduğu ve aklın da­mak zevkleri kadar farklı olduğu sözünü geçersiz hale getirecek kadar ileri gidemez.

Musa, aldatmayla değil, Tannsal erdemle halkın düşüncesi üzerinde o kadar büyük etkiye sahip' oldu ki insanüstü sayılıyordu ve onun Tanrı'nın vahyi aracılığıyla konuştuğu ve hareket ettiğine inanılıyor­du; yine de o bile dedikodulardan ve kötü yorumlar­dan kaçamadı. O zaman devlet başkanları ne kadar az kaçabilirler! Yine de eğer sınırsız bir erk varsa, o böyle bir devlet başkanına ve en azından halkın tümünün ya da büyük kısmının yetkiyi ortaklaşa kullandığı bir demokrasiye ait olmalı. Bu, bence herkesin kendi adına açıklayabileceği bir gerçek.

Bu yüzden bir yöneticinin erki, ne kadar sınırsız olursa olsun, bir yöneticinin ne kadar kesin olarak yasa ve dinin yorumcusu olduğuna ne kadar çok inanılmış olursa olsun hiçbir zaman insanların ken- 374

di akdarına göre kararlar vermelerini ya da herhangi bir duygudan esinlenmelerini engelleyemez. Onun tüm konularda görüşleri kendininkiyle tamamen örtüşmeyen bütün insanlara düşman olarak dav­ranma hakkına sahip olduğu doğru; ama onun saltık haklarından değil, uygun hareket biçiminden söz ediyoruz. En sert biçimde yönetme ve çok önemsiz nedenlerden yurttaşları ölüm cezasına çarptırma hakkına sahip olduğunu kabul ediyorum ama hiç kimse onun bunu sağlam yargılamanın onayı olma­dan yapabileceğini varsaymaz. Hatta böyle şeyler kendini büyük ölçüde tehlikeye atmadan yapılama­yacağı için onları yapmak için saltık erke ya da so­nuçta saltık hakka sahip olduğunu bile reddedebili­riz; çünkü yöneticinin erkleri kendi erkiyle sınırlıdır.

Bu yüzden hiç kimse karar ve hissetme özgürlü­ğünden vazgeçemeyeceğinden; her insan, ortadan kaldırılamayan doğal hakla düşüncelerinin efendisi olduğundan buradan farklı ve ters biçimlerde düşü­nen insanların acıklı sonuçlar doğmadan sadece üstün erkin buyruklarına göre konuşmaya zorlana- mayacağı sonucu çıkıyor. Çoğunluğu bırakın, en deneyimlisi bile nasıl sessiz kalacağım bilmez. İnsa­nın ortak zayıflığı, gizlilik gerektirse bile tasarılarını başkalarına açmaktır böylece bireyi ne düşündüğünü söyleme ve öğretme özgürlüğünden yoksun bırakan yönetim çok serttir ve böyle bir özgürlük bağışlanırsa o yönetim ılımlı olacaktır. Yine de yetkiye eylemler kadar sözlerin de zarar verilebileceğini reddedenleyiz; bu yüzden yurttaşların sözünü ettiğimiz özgürlükten tamamen yoksun bırakılamamasına rağmen, onun sınırsız verilmesi çok zararlı olurdu; bu yüzden şimdi böyle bir özgürlüğün ne kadarının devlete ya da yöneticilerin erkine zarar vermeden kabul edilebileceği ve edilmesi gerektiğini soruşturmalıyız ve XVI. Bö­lümün başında dediğim gibi bu benim asıl amacım- dır. Yukarıda devletin temelleriyle ilgili verilen açık­lamadan şu açıkça çıkar. Yönetimin en son amacı, korkuyla yönetmek ya da sınırlamak değildir, kesin bir boyun eğme de değildir. Tersine, olabildiğince güven içinde yaşanabilsin diye, her insanı korkudan kurtarmaktır. Başka deyişle onun kendine ya da başkalarına zarar vermeden kendi doğal var olma ve çalışma hakkım güçlendirmektir.

Hayır, yönetimin amacı insanları rasyonel varlık­lardan dört ayaklı hayvanlara ya da kuklalara dönüş­türmek değil, onların akıl ve bedenlerini güven için­de geliştirebilir ve ne nefret ne öfke ne aldatma ne de kıskançlık ve adaletsizlik göstermeden serbest bi­çimde akıllarım kullanabilir hale getirmektir. Aslın­da yönetimin gerçek amacı özgürlüktür.

Şimdi bir devleti oluşturmada yasama erkinin ya yurttaş topluluğuna ya onların bir kısmına ya da bir tek adama verilmesi gerektiğini görmüştük. Çünkü her biri sadece kendisinin her şeyi bildiğini düşün­düğünden insanların özgür kararlarının çok farklı olmasına rağmen ve duygu ve konuşmanın tam birliği söz konusu olmamasına rağmen, bireyler kendi kararlatma göre hareket etme hakkından vaz­geçmediği sürece huzuru korumak olanaksızdır. Bu yüzden birey özgür akıl ve karar hakkını olmasa da özgür eylem hakkını haklı olarak teslim eder; hiç kimse duyguları ve kararı onunla uyuşmazlık içinde olabilse bile devlete zarar tehlikesi olmadan yetkilile­re karşı hareket edemez; aldatma, öfke ya da nefret­ten değil, haklı olarak böyle yaptığı ve sıradan yetki- 376

sinde herhangi bir değişiklik yapmaya çalışmadığı koşuluyla onlara karşı bile konuşabilir.

Örneğin birinin bir yasayı sağlam akla uygun ol­madığını gösterdiğini ve bu yüzden bu yasanın yürür­lükten kaldınlması gerektiğini varsayalım,- eğer görü­şünü (tek başına yasama ve yürürlükten kaldırma hakkına sahip olan) yetkililerin kararma sunarsa ve bu sırada hiçbir şekilde o yasaya ters hareket etmez­se devletin iyi tutumunu hak etmiştir ve iyi bir yurt­taşın davranması gerektiği gibi davranmıştır; ama eğer yetkilileri adaletsizlikle suçlarsa ve halkı onlara karşı kışkırtırsa ya da kışkırtıcı şekilde yetkililerin onayı olmadan yasayı yürürlükten kaldırmaya çalı­şırsa o kışkırtıcı ve baş kaldırıcıdan başka bir şey değildir.

Böylece bir bireyin yöneticilerinin yetkisine ya da kamu huzuruna zarar vermeden inandığını nasıl duyurabileceğini ve öğretebileceğim görüyoruz; yani eylemi etkilediğinden tüm yasama erkini yöneticile­rinin ellerine bırakarak ve sık sık inandığı ve açıkça en iyisi olduğunu hissettiği şeye ters şekilde hareket etmesine rağmen, yasalarına aykırı hiçbir şey yap­mayarak bunu nasıl başarabileceğini...

Adalete ve görev duygusuna zarar vermeden böyle bir süreç izlenebilir, hatta adaletli ve görev duygusu olan bir insanın benimsemesi gereken süreç de böy- ledir. Adaletin yetkililerin yasalarına dayandığım göstermiştik. Böylece, onların kabul görmüş buyruk­larına baş kaldıran hiç kimse adil olamazken görev için en yüce saygı, önceki bölümde belirttiğimiz gibi, kamu huzuru ve sakinliğini korumakla gösterilir; bu ikisi, insan istediği gibi yaşasaydı korunamazdı,- bu yüzden birinin ülkesinin yasalarına ters eylemde bulunmasının s Olumsuzluktan aşağı kalır yanı yok­tur; çünkü bu eylem, evrensel hale gelirse, bunu zorunlu olarak devletlerin yıkımı izlerdi.

Bu nedenle biri yöneticilerinin yasalarına boyun eğerek hareket ederse hiçbir şekilde kendi aklına ters düşmez; çünkü aklına boyun eğerek, eylemlerini denetim altına alma hakkını kendi elinden onların eline aktarmıştır. Bu öğretiyi gerçek gelenekten de doğrulayabiliriz; çünkü büyük ve küçük erklerin toplantısında tasarılar seyrek olarak oybirliğiyle öne sürülür ama ondan yana ya da ona karşıt oy kullan­mış olsunlar kararlaştıranı yerine getirmede herkes birleşir. Ama ben önerime geri dönüyorum.

Bir insamn bir devletin temel kavramlarından üs­tün erke zarar vermeden özgürce nasıl yargı verebile­ceğini gördük. Aynı öncüllerden hangi görüşlerin kışkırtıcı olacağını da kolayca kararlaştırabiliriz. Bunlar, açıkça özgür eylemin teslim edildiği anlaş­mayı kendi yapıları gereğince geçersiz hale getiren­lerdir. Örneğin, yüce erkin onun üstünde hiçbir hakkı olmadığını ya da sözlerin tutulmasının gerek­mediğini ya da herkesin istediği gibi yaşaması gerek­tiğini ya da yukarıda belirtilen anlaşmaya doğrudan karşıt olan herhangi bir öğretiyi düşünen biri, gerçek görüş ve karan kadar olmasa da bunlann içerdikleri eylemler nedeniyle kışkırtıcıdır; çünkü böyle kuram­ları savunan biri yöneticileriyle sözsüz ya da açıkça yaptığı anlaşmayı yürürlükten kaldırır. Toplum tarafından yasadan daha değerli bulunarak sevilen yozlaşmış bir tür devlette olmadığı sürece intikam, öfke ve benzeri gibi anlaşmayı bozmayan eylemleri içeren diğer görüşler veya bilgili insanlara katlana­mayan batıl inançlı ve hırslı insanlann sözleri kışkırtıcı değildir.

Ancak görünürde sadece soyut doğruluk ve yanlış­lıklarla ilgili olup yine de alçakça nedenlerle ileri sürülen ve yayınlanan bazı öğretiler olduğunu red­detmiyorum. Bu konudan XV. Bölümde söz ettik ve aklın buna rağmen serbest kalması gerektiğini gös­terdik. Birinin Tanrı'ya olan bağlılığı gibi devlete olan bağlılığının, sadece eylemlerinden, yani komşu­larına karşı yardımseverliğinden kararlaştırılması gerektiği ilkesine bağlı kalırsak, en iyi yönetimin dinsel inanç gibi, felsefi kuramsal düşünme özgürlü­ğüne de izin vereceğinden kuşku duyamayız. Böyle bir özgürlükten bazen sıkıntıların doğabileceğini itiraf ediyorum ama hangi konu kötüye kullanılama­yacak kadar akıllıca ortaya konmuştur? Her şeyi yasayla düzenleme yoluna giden biri, ahlaksızlıkları düzeltmektense onları canlandırmaya daha fazla eğilimlidir. Kendi içinde zararlı olsa da, ortadan kaldırılamayacak bir şeyi kabul etmek en iyisidir. Şatafat, kıskançlık, aç gözlülük, sarhoşluk ve benzeri şeyler ne kadar çok kötülük doğuruyorlar ama yasa yapmayla önlenemedikleri için kötülük olsalar da hoş görülüyorlar. O zaman kendi başına bir erdem olduğu ve ezilemeyeceği görülerek özgür düşünce çok daha fazla kabul edilmeli! Bununla birlikte göstere­ceğim gibi dinden bağımsız yetkililerce kötü sonuçlar kolayca denetlenebilir, bilimde ve beşerî bilimlerde ilerlemek için tamamen gerekli olduğundan söz etmiyorum bile. Çünkü hiç kimse yargı yetisi ta­mamen özgür ve engelsiz olmadıkça olasılıktan ya­rarlanarak böyle işler peşinde koşmaz.

Ama böyle bir özgürlüğün ezilebileceğinin kabul edildiğini varsayın ve yöneticilerinin buyurduğu dışında insanın bir sözcük bile fısıldamaya cesaret edemeyecek kadar sınırlandırıldığım düşünün; yine de bu hiçbir zaman onları yetkiliye göre düşünecek ölçüye getirecek kadar sürdürülemez böylece insanla- nn günlük olarak bir şey düşüneceği ama başka bir şey söyleyeceği, yönetimin dayanağı olan güvenin bozulması ve tuzakları ve tüm iyi bilim dallannın yozlaşmasını doğuran nefret dolu dalkavukluk ve vefasızlığın büyümesi zorunlu sonuçlar olurdu.

Konuşmaya bir örneklik dayatmak, olanaksız olurdu çünkü yöneticiler, konuşma özgürlüğünü kısıtladıkça aslında daha inatçı şekilde karşı koyulu­yorlar. Karşı koyanlarsa en üstün kurtuluşun karın- lannı doyurmak ve para torbalarından şeytanca bir zevk almak olduğunu düşünen paragözler, dalkavuk­lar ve diğer kalın kafalılar değil, iyi eğitimin, sağlam ahlakın ve erdemin daha özgür hale getirdikleridir. Genellikle olduğu gibi insanlar, doğru olduğuna inandıkları görüşlerin cezaya ilişkin olarak damga­lanmasına ve onlarda Tanrı ve insana karşı dindarlık uyandıranm kötü bulunarak yasaklanmasına kızma­ya çok eğilimlidir, bu nedenle kışkırtmanın ve bu amaçla her tür suçu işlemenin utanç verici değil, onurlu olduğunu düşünerek yasaları yeminle yadsı­maya ve yetkililere karşı komplo kurmaya hazırdır. İnsan doğası böyle olduğundan, görüşlere karşı olan yasaların kötüdense soylu düşüncelere sahip olanları etkilediğini ve suçlulan baskı altında tutmaktansa dürüstleri rahatsız etmeye uyarlandıklarını görüyo­ruz; böylece bu yasalar devleti büyük tehlikeye atma­dan korunamazlar.

Dahası böyle yasalar neredeyse her zaman yarar­sızdır; çünkü yasaklanan görüşlerin sağlam olduğunu düşünenler yasaya uyamazlar; ama onları zaten yanlış bularak reddetmiş olanlar yasayı bir tür ayrıca­lık gibi kabul ederler ve onunla o kadar övünürler ki sonradan istense bile yetkili onu geçersiz hale geti­remez.

Bu düşüncelere XVIII. Bölümde İbranilerin tarihini çözümlerken söylediklerimizi ekleyebiliriz. Ve son olarak Kilise'de yetkililerin tanrı bilimsel anlaşmaz­lıkların karışıklığını yasayla kararlaştırma girişimle­rinden ne kadar çok bölünme doğdu! Eğer insanlar yasa ve yetkilileri kendi taraflarına çekme, düşman­larına alkışlayan bir kalabalığın önünde üstün gelme ve onurlu üstünlükler kazanma umuduyla baştan çıkarılmasalardı bu kadar kötü niyetle çabalamazlardı ya da böyle bir öfke düşüncelerini etki altında bırakmazdı. Bunu sadece akıl değil, günlük örnekler de öğretiyor çünkü herkesin neye inanacağım buyu­ran ve herkesin bunun tersini söylemesini ve yazma­sını yasaklayan bu tür yasalar, aydın insanlara katla­namayan ve böyle sert ve çarpık yasamalarla kitlele­rin bağlılığını kolayca öfkeye çevirebilen ve bunu istediklerine karşı yönlendirebilenlerin kızgınlığına sus payı ya da ayrıcalık olarak verilmiştir. Sadece erdem ve beşeri ilimleri sevenlerce çiğnenebilecek yararsız yasalar yapmak, böylece yetenekli insanları barındırmak için fazla küçük olana kadar devleti küçültmek yerine halkın öfke ve kızgınlığını sınır­landırmak çok daha iyi olurdu. Bir devletle ilgili gizleyemedikleri aykırı görüşleri olduğundan, onurlu insanların suçlular gibi sürgüne gönderilmesinden daha feci bir şey düşünülebilir mi? Hiçbir suç işle­meyen ya da kötülük yapmayan insanlara sırf aydın oldukları için düşman gibi davranılması ve ölüm cezasına çarptırılmasından ve kötülerin yıldırıcısı olan darağacının, yetkilinin tasarlayabileceği tüm alçaklık işaretleriyle hoşgörünün ve erdemin en üstün örneklerinin insanlara gösterildiği yer haline gelmesinden daha üzücü ne olabilir?

Kendisinin dürüst olduğunu bilen biri, bir suçlu gibi ölmekten korkmaz ve hiçbir cezadan çekinmez; düşünceleri, utanç verici herhangi bir iş için vicdan azabıyla sızlamaz. İyi bir dava için ölümün bir ceza değil, bir onur olduğunu ve özgürlük için ölmenin onur olduğuna inanır.

O zaman böyle insanların ölümüyle hangi amaca hizmet edilir, hangi örnek verilir? Uğruna öldükleri dava başıboşlarca ve sersemlerce bilinmez, kavgacı­larda nefret uyandırır, dürüstlerce sevilir. Böyle du­rumlardan çıkarabileceğimiz tek ders, işkence eden kişiye dalkavukluk yapmak ya da kurbanı örnek almaktır.

Eğer biçimsel bir onaylamaya inanç ya da kanun­dan daha fazla saygı gösterilmezse ve eğer yönetimler yetkiyi sıkı bir şekilde ellerinde tutacaklarsa ve kış­kırtıcılara teslim olmayacaklarsa yargı gücüne özgür­lük vermek zorundadırlar böylece düşünceleri ne kadar farklı ve karşıt olsa da insanlar birlikte uyum içinde yaşayabilirler. İnsan doğasıyla en çok uyum içinde olan düzen olduğundan bunun en iyi ve itiraza en az açık olan yönetim düzeni olduğundan kuşku duyamayız. (XVI. Bölümde gösterdiğimiz gibi yöne­timin en doğal hali olan) bir demokraside herkes eylemlerinin üzerindeki yetkinin denetimine boyun eğer ama yargı gücü ve aklının üzerindekine boyun eğmez. Yani herkesin benzer biçimde düşünemeye­ceğini, çoğunluğun sesinin yasa gücünde olduğunu, koşullar düşünce değişikliği ortaya çıkarırsa yasanın kaldırılmasının zorunlu olduğunu görür. Özgür dü­şünce erkinin alıkoyulduğu ölçüde insanoğlunun doğal koşulundan uzaklaşırız ve sonuçta yönetim daha da zorbalaşır.

Böyle bir özgürlükten, egemen erkin uygulamasıyla kolayca denetlenemeyecek hiçbir sıkıntının doğma­yacağını ve düşünceleri çeşitli olsa da insanların eylemlerinin kolayca sınırlar içinde tutulabileceğini kanıtlamak için, bir örnek göstermek iyi olacak. Böyle bir örneği çok aramaya gerek yok. Amsterdam şehri kendi büyük başarı ve diğer tüm halkların hayranlığıyla bu özgürlüğün meyvelerini topluyor. Çünkü bu çok gelişmekte olan devlette ve çok olağa­nüstü şehirde her ulustan ve dinden insanlar en büyük uyum içinde yaşıyor ve mallarını bir yurttaşa emanet etmeden önce zengin olup olmadığını ve genelde dürüstçe mi yoksa tersi biçimde mi eyledi­ğinden başka hiçbir soru sormuyorlar. Dini ve mez­hebi hiçbir önem taşımıyor. Çünkü bunun hâkimler önünde bir davayı kaybetme ya da kazanma hiçbir etkisi yok ve yandaşlan kimseye zarar vermedikleri, herkese gerektiği gibi davrandıkları ve dürüstçe yaşa­dıkları sürece hâkimin korumasından yoksun bırakı­lacak kadar nefret edilen hiçbir mezhep yok.

Diğer taraftan İtirazcılar  ve Karşı-İtirazcılar ara­sındaki dinsel anlaşmazlık politikacılar ve Devletler tarafından kabul edilmeye başlanınca bu, bir bölün­meye dönüştü ve dinle ilgili yasalar ve çekişmelerini yatıştırmaya çalışmanın, onu düzeltmektense boz­mak için tasarlandığım ve aşırı özgürlüğe neden olduğunu çokça gösterdi. Bundan öte bölünmelerin inceliği ve kibarlığın bir kaynağı olan doğruluk sevgi­sinden değil, üstünlük için aşırı bir istekten kaynak­landığını gösterdi. Tüm bu düşünceleri göz önünde bulundurursak geçimsiz kitleleri, genellikle bilgililer için yazan ve sadece akla başvuran yazarlann kendilerindense, gerçek bölücülerin yazarlarına karşı kış­kırttığı gün gibi ortada. Aslında huzurun gerçek bozucuları özgür bir ülkede baskı altına alamadıklan yargı gücünü kısıtlamaya çalışanlardır.

Böylece şunları gösterdim: -

I.    İnsanı ne düşündüğünü söylemekten yoksun bı­rakmanın olanaksız olduğunu.

II.    Böyle bir özgürlüğün, egemen erkin hak ve yet­kisine zarar vermeden verilebileceği. Her insanın bu özgürlüğü, var olan yasalara aykırı biçimde devlete yeni haklar sokacak ya da tam tersi eylemde buluna­cak ölçüde kötüye kullanmadığı sürece, böyle haklara zarar gelmeden elinde bulundurabileceği.

III.    Her insanın kamusal huzura zarar vermeden bu özgürlükten yararlanabileceği ve bu özgürlükten kolayca denetlenemeyecek hiçbir sıkıntının doğma­ması.

IV.   Her insanın içten bağlılığının zarar görmeden bu özgürlükten yararlanabileceği.

V.   Kuramsal sorunlarla ilgili yasalann tamamen yararsız olduğu.

VI.   Son olarak böyle bir özgürlük sadece kamusal huzura, içten bağlılığa ve yöneticilerin haklarına 384

zarar vermeden verilebilir, ayrıca bu özgürlüğün, bunların korunması için gerekli bile olduğu. Çünkü insanlar bu özgürlüğü alıp götürmeye ve sadece suç işleyebilecek olan eylemleri değil, insanoğlunun düşüncelerini de yargılamaya çalıştıklarında sadece kurbanlarını bir şehit görünümüyle çevrelemeyi ve korkudansa acıma ve intikam duyguları uyandırmayı başarıyorlar. Dürüstlük ve iyi niyet böyle bozuluyor, ayrıcalıklar onların düşmanlığına göre yapıldığı için ve yorumcuları oldukları öğretiler için devlet onayını kazandıklarından dalkavuk ve hainler yüreklendirili­yor ve tutucular başarı kazanıyorlar. Bunun sonucu, devlet yetki ve haklarını haksız yere kendilerine mal ediyorlar ve doğrudan Tanrı tarafından seçildiklerini ve yasalannm Tanrısal olduğunu ama devletin yasa­larının insana ait olduğunu ve bu yüzden bu yasala­rın Tanrı'nın yasalarına - diğer bir deyişle kendi yasalarına boyun eğerek uyum sağlaması gerektiğini savunmakta tereddüt etmiyorlar. Herkes bunun kamu yararına götüren bir durum olmadığını görme­li. Bu yüzden XVIII. Bölümde gösterdiğimiz gibi bir devlet için en güvenilir yol dinin sadece yardımsever­lik ve adalet uygulamalanndan oluşması ve yönetici­lerin haklarının kutsal olmayan konularda olduğu gibi kutsal konularda da sadece eylemlerle ilgili ol­ması gerektiği, ama her insanın ne isterse düşünme­si ve ne düşünürse söylemesi gerektiği kuralını koy­masıdır.

Böylece bu incelemede amaçladığım görevi yerine getirdim. Geriye sadece ülkemin yöneticilerinin inceleme ve onayına seve seve sunmadığım hiçbir şey yazmadığım ve onların yasalara aykırı ya da kamu yararına zararlı olduğuna karar verdikleri her şeyi seve seve geri alacağım gerçeğine dikkat çekmek kalıyor. Bir insan olduğumu ve bir insan olarak yan­lış yapmaya eğilimli olduğumu biliyorum; ama yan- hşlığa karşı titiz bir dikkat gösterdim ve ülkemin yasalarına içten bağlılığa ve ahlaka bütünüyle uyma­ya çalıştım.

4 Kısmın 4.'sünün Sonu

Tannbilimsel Politik İnceleme'ye Yazarın Son Notları

XVI.    BÖLÜM

Son Not 26 "Hiç kimse dürüstçe her şey üstünde sahip olduğu haktan vazgeçme sözünü veremez." Neyin iyi neyin kötü olduğunu genel hakkın belirle­diği sosyal yaşam durumunda, tuzak iki tür; iyi ya da kötü olarak ayırt edilir. Ama her insanın kendinin hâkimi olduğu, kendisi için yasalar koyma, onları istediği gibi yorumlama ya da uygun bulursa onları yürürlükten kaldırma konusunda saltık hakka sahip olduğu doğal durumda tuzağın kötü olduğu düşünü­lemez.

Son Not 27 "Her üyesi isterse özgür olabilir" İnsa­nın kendisini içinde bulduğu sosyal durum ne olursa olsun, insan özgür olabilir. Çünkü insan akılla yön­lendirildiği kadarıyla kesinlikle özgürdür. Şimdi, akıl (Hobbes tam tersini düşünse de) her zaman devletin genel yasalarına saygı duyulmadığı sürece ulaşılama­yacak olan barışın taralındadır. Bu yüzden biri ne kadar özgürse o kadar sürekli ülkesinin yasalarına saygı gösterecek ve yurttaşı olduğu egemen erkin buyruklarına uyacaktır.

Son Not 28 "Hiç kimse doğal olarak Tanrı'ya her­hangi bir boyun eğme borcu olduğunu bilmez" Pavlus insanların kendi içlerinde hiçbir sığınağa sahip ol­madığını söylüyor. Çünkü aynı mektubun dokuzun-

cu parçasında açıkça Tanrı'nın kime isterse ona acıyacağını ve önceden uyarıldıkları için değil, sadece aynı kil yığınından bazılarını onurlu bir iş, bazılarını da bayağı bir iş için yapan Tanrı'nın gücünde, bir çömlekçinin ellerindeki kil gibi olduklarından insan­ların Tanrı'ya karşılık veremeyeceklerini söylerken bir insan olarak konuşuyor. Tanrısal doğal yasanın başta gelen buyruğu dediğimiz gibi Tanrı'yı sevmek­tir. Filozoflar her şeyin ona göre gerçekleştiği doğanın genel kurallarını yasa olarak adlandırdıkları için bu buyruğu da aynı anlamda yasa olarak andım. Çünkü Tanrı sevgisi bir boyun eğme durumu değildir. Tanrı'yı doğru bilen her insanda zorunlu olan bir erdem­dir. Boyun eğme zorunluluk ve doğrulukla değil, bir yöneticinin istemesiyle ilgilidir. Şimdi Tanrı'nın istemesinin doğasından habersiz olduğumuz ve diğer taraftan her şeyin sadece Tanrı'nın gücüyle gerçek­leştiğini bildiğimiz için, vahiy aracılığıyla bilgilendi­rilmedikçe Tanrı'nın herhangi bir şekilde bir devlet başkanı olarak onurlandırılmak isteyip istemediğini bilemeyiz.

Yine bizim onların nedenlerinden habersiz oldu­ğumuz sürece Tanrısal doğrulukların, sadece hak ya da buyruklar ışığında anlaşıldığını göstermiştik. Nedenleri bilinir bilinmez hak olmayı bırakıyorlar ve biz onları artık haklar olarak değil, sonsuz doğruluk­lar olarak kabul ediyoruz; başka bir deyişle boyun eğme ışığın güneşten çıktığı gibi gerçek bilgiden çıkan Tanrı sevgisi içine giriyor. O zaman akıl bizi Tanrı'yı sevmeye yönlendiriyor ama bizi Tanrı'ya boyun eğmeye yönlendiremiyor,- çünkü nedenlerin­den habersizken Tanrı'nın buyruklarını Tanrısal olarak kabul edemeyiz ya da mantıklı olarak Tanrı'yı yasalar yapan bir devlet başkanı olarak da düşüne­meyiz.

XVII.    BÖLÜM

Son Not 29 "Eğer insanlar, gelecekte egemenin is­teğine karşı çıkamayacak biçimde doğal haklarını yitirselerdi." İki sıradan asker, Roma egemenliğini değiştirmeye kalktı ve değiştirdi de. (Tacitus, His t. İ:7.)

Son Not 30 Bkz. Çölde Sayım xi:28. Bu parçada iki adamın kampta kehanette bulundukları ve Yeşu'nun onları cezalandırmak istediği anlatılır. Musa'nın izni olmadan birinin insanlara Tanrısal kehanetlerde bulunması yasal olsaydı, Yeşu bunu yapmazdı. Ama Musa bu iki adamı affetmenin iyi olacağını düşündü ve bölünmez egemenliğe sahip olmaktan, onu ölmeye tercih edecek kadar bıktığı bir zamanda peygamberlik yetkisinin kullanılması ko­nusunda kendisine akıl öğretmeye kalktığı için Yeşu'yu azarladı. (Çölde Sayım xi.:14) Çünkü Yeşu'yu şöyle yanıtladı:"Sen benim adıma mı kıska­nıyorsun?", "Keşke Rab'bin bütün halkı peygamber olsa da Rab üzerlerine Ruhunu gönderse!". Yani Tanrının düşüncesini alma hakkı geneldir ve bu erk insanların elindedir.Bundan dolayı Yeşu hak konu­sunda yanılmamıştır, ancak sadece Musa tarafından azarlandığı eyleminin zamanlaması yanlıştır, tıpkı Abişay'ın Davut tarafından, kuşkusuz ihanetten suçlu olan ve öldürülmesi gereken Şimi'ye danışma­sından dolayı azarlanması gibi.Bkz. 2 Samuel xix:22,23.

Son Not 31 Bkz. Çölde Sayım xxvii:21. Kutsal Ki- tap'ın çevirmenleri bu parçanın on dokuzuncu ve yirmi üçüncü dizelerini yanlış yorumladılar. Bu parça Musa'nın Yeşu'ya buyruk veya tavsiye verdiği anlamına gelmez, ancak onu İbranilerin başkam yaptığı ya da belirlediği anlamına gelir. Bu ifade Kutsal Kitap'ta oldukça yaygındır (bkz. Mısır'dan Çıkış, xviii:23;l; Samuel. xiii:15; Yeşu i: 9; Sanıuel. xxv:80).

Son Not 32 'Tanrı dışında herhangi bir üstün güç tanımak zorunda değillerdi.' Hahamlar ve bazı Hristiyanlar eşit derecede saflıkla "yüce" denilen 'Sanhedrin'  Musa tarafından kurulmuş gibi dav­randılar. Aslında, Musa yetmiş kadar iş arkadaşım yönetim için seçti çünkü tüm halkın yükünü tek başına kaldıramıyordu; ancak hiçbir zaman yetmiş üyeli bir kurul oluşturacak bir yasa yapmadı; aksine her oymağa Tamının onlara verdiği şehirlerde, kendi koyduğu yasalara göre anlaşmazlıkları çözecek hâ­kimleri kendilerinin atamasını buyurdu. Hâkimlerin düşünceleri ile yasaların yorumlarının ters düştüğü durumlarda ise Musa onlara (yasanın başta gelen yorumcusu) Hahambaşı'nın ya da (Hahambaşına danışma yetkisi olan) baş hâkimin düşüncelerini almalannı ve alınan yanıta göre anlaşmazlığı çözme­lerini buyurdu. Eğer herhangi bir ast hâkim, doğru­dan ya da Hahambaşı'nın devletinin başkanı tarafın­dan alınan kararlarına bağlı olmadığını ileri sürerse, böyle biri öldürülmeliydi.(Yasa'nın Tekran xvii:9) Bu baş hâkim ya bütün insanların başkanı Yeşu ya da oymakların bölünmesinden sonra barışa ve savaşa karar verme, kasabaları güçlendirme, ast hâkimleri atama gibi oymağının işlerinde Hahambaşı'na da­nışma hakkı olan güvenilir bir oymak başkanı olabi­lirdi. Veya yine, oymaklarının tüm veya bazı hakla­rını verdikleri kral olabilirdi. Burada bahsettiğim şeyi doğrulayan birçok örnek verebilirim. Ama kendimi bana hepsinden önemli gözüken bir tanesi ile sınır­layacağım. Şilomitiş peygamber, Yarovam'ı kral olarak kutsadığı zaman, böyle yaparak ona hâkimleri atarken Hahambaşı'na danışma hakkı vermiştir. Aslında, Rehavam iki oymak üstündekileri elinde tutarken, ona on oymak üstündeki tüm hakları ba­ğışlamıştı. Sonuç olarak Yarovam kendi sarayında Yeruşalim'de kurul oluşturan Yehoşafat kadar haklı olarak bir üst kurul oluşturabilirdi. (2 Tarihler xix:8). Çünkü açıktır ki ne Tanrının buyruğuyla kral olan Yarovam, ne de Yarovam'ın yurttaşları, Musa'nın yasası ile kralları olmayan Rehavam'ın yargılarını kabul etmek zorundaydı. Hatta Rehavam'ın Yeruşalim'de kendine ast olarak seçtiği hâkimin yetkisine hiç de tabi değillerdi. Buna uygun olarak, sonuçta İbrani egemenliği bölündüğü için her bö­lümde bir üst kurul oluşturulmuştur. İbrani Devlet­lerinin yapısındaki değişimleri yadsıyanlar ve onların hepsini birbirine karıştıranlar birçok güçlükle karşı­laşırlar.

BÖLÜM XIX

Son Not 33 Burada XVI. Bölümde haklar üzerine söylenen şeylere özel dikkat çekmeliyiz.

IV. Kısmın Son Notlarının Sonu.

Spinoza'nın Tanrıbilimsel Politik İnceleme'si (1670) erken dönem Modern Çağ'ın en önemli felsefe yapıtlarından biri. Spinoza, incelemesinde hem yazarlarının hem de yorumcularının yanılabilirliğini göstererek Kutsal Kitap'ın derlenmesi ve aktarıl­masının tarihi koşullarını konu ediniyor. Özgür sorgulama hakkının bir devletin güvenlik ve refahı için sadece uygun değil, aslında gerekli olduğundan ve böyle bir özgürlüğün en iyi, bireylerin özgür bırakılırken dini örgütlerin seküler erkin boyun­duruğu altına alındığı cumhuriyetçi ve demokratik bir devlette sergileneceğinden söz ediyor. İncelemesi, onu takip eden politik düşünceyi ve Aydınlanma Felsefesi'ni derinden etkilemiştir.

.. .Yönetimin amacı insanları rasyonel varlıklardan dört ayaklı hayvanlara ya da kuklalara dönüştürmek değil, onların akıl ve bedenlerini güven içinde geliştirebilir ve özgür biçimde akıllarını kullanabilir hale getirmektir. Aslında yönetimin gerçek amacı özgürlüktür.

B. Spinoza

 

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to