Çeviren: Betül Ertuğrul
Özgün adı: Tractatus Theologico-Politicus
Yazar: Baruch Spinoza
Çeviren: Betül Ertuğrul
Batıl inancın kaynağı ve sonuçları.
Yazarı yazmaya iten nedenler.
Araştırmasının gidişatı.
İncelemenin hangi okuyucular için tasarlandığı.
Yazarın ülkesinin yöneticilerine boyun eğmesi.
Tüm
varlıklarını konulmuş kurallarla yönetebil- seydi ya da yazgı her zaman
onlardan yana olsaydı insanlar hiçbir zaman batıl inançlı olmazdı. Ama
kuralların işe yaramadığı sıkıntılara sevk edilirken ve yazgıdan açgözlüce
arzuladıkları şansın belirsizliği yüzünden umut ve korku arasında zavallıca
bocalarken insanlar bunların sonucu olarak çoğu zaman her şeye inanmaya çok
yatkındır. İnsan aklı genellikle ovüngen, kendine fazla güvenen ve gururlu
olmasına rağmen, kuşkulu zamanlarda, özellikle de umut ve korku üstünlük için
mücadele içindeyken kolayca çelinir.
Birkaç
insanın kendi doğasım bildiğine inanmama rğmcn bu söyleyeceğim sanırım herkesin
bildiği genel bir gerçek; dünyada hiç kimse çoğu insanın .•engin olduğunda (ne
kadar deneyimsiz olursa olsun) her öğüt teklifini kişisel bir saldırı olarak
algılayacak kadar akılla dolup taştığını, zor zamanlanndaysa lam tersi olarak
insanların nereye başvuracağını bilemediğini ve gelen geçene öğüt vermeleri
için yalvardığını gözlemlemeden yaşamış olamaz. Zor zamanlarında benimsemeleri
için hiçbir düşünce fazla boş, saçma ya da aptalca olmaz. En anlamsız nedenler
bile onları umutlandırır ya da çaresiz bırakır - eğer korkuları sırasında
onlara geçmiş bir iyiliği ya da üzüntüyü anımsatacak bir şey olursa, onun mutlu
ya da mutsuz bir sonuca işaret ettiğini düşünürler ve bu yüzden (daha önce
başarısız olmuş olsa bilej onu uğurlu ya da uğursuz bir işaret olarak yorumlarlar.
Onlan şaşırtan her şeyin tanrıların ya da Tanrı'nın öfkesine işaret ettiğine
inanırlar ve dini batılla karıştırır, uğursuzluğu dua ve kurbanla önle- memeyi
dine saygısızlık sayarlar. Birine bu kadar tuhaf biçimde yorumladıkları
Doğa'nın da onlar kadar çılgın olduğunu düşündürene kadar, akıllarında sürekli
olarak bu çeşit işaret ve mucizeleri yaratırlar.
Batıl inancın
en başta gelen kurbanlarının, geçici kazanından açgözlüce arzulayanlar;
(özellikle de tehlikede olduklarında ve kendilerini kurtaramadıklarında)
Tanrı'dan yardım dilemek için duaları ve kadınsı gözyaşları alışkanlık haline
getirmiş olanlar olduğu böylece belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Bunlar
aklı işe yaramaz olarak paylarlar çünkü akıl, peşinden koştukları karanlıklara
giden sağlam bir yol göstennez. İnsan aklım yararsız bularak reddeder; ama
sanki Tanrı bilge olanlara sırt çevirmiş ve buyruklarını insanın aklına değil
de yaratıkların organlarına yazmış ya da buyruklannı aptalların, delilerin ve
kuşların esin ve içgüdülerince bildirilmeye bırakmış gibi, hayal gücünün,
rüyaların ve diğer çocukça saçmalıkların aldatmalarının Tanrı'nın gerçek
kehanetleri olduğuna inanırlar. Korkunun insanoğlunu ittiği
akılsızlık işte böyle bir şeydir.
O zaman,
batıl inanç korku tarafından yaratılır, korunur ve büyütülür. Eğer bir örnek
isteyeniniz olursa, ilk kez Sysis geçitlerinde (Curtius, v.4) yazgıdan korkmayı öğrendiğinde batıl inançla
kâhinlerden kılavuzluk isteyen, bununla birlikte Darius'u yendikten sonra, ikinci
bir kez tersliklerle karşılaşana kadar kâhinlere bir daha danışmayan
İskender'e baksın. Tahitiler bir savaş için kışkırtırken, Balkhhlar onu terk
ettiğinde ve kendisi de yaraları nedeniyle hasta yatarken " bir kez daha,
insan aklının şaklabanlığına, batıl inanca başvurdu ve kurbanlara ilişkin
olayların sorunuyla ilgili bilgi almak için, her şeye inanmaya hazır olduğu
konusundaki gizini açtığı Aristander'i2 çağırttı." İnsanların
sadece korkunun egemenliği altındayken batıl inancın kurbanı olduğunu ve son
olarak da kâhinlerin tam da devletin en tehlikeli zamanlarında insanlar
arasında en fazla erki elde ettiklerini ve yöneticilerce en çok korkulanlar
olduğunu gösteren benzer yapıda birçok örnek alıntılanabilir. Zayıf dinsel
inancın neden olduğu saygıyla kötüyü gösterdiğine inanılan tüm işaretlerin,
karamsar ve korkak akıllann hayal ürünlerinden başka bir şey olmadığı
gerçeğini açıkça gösteren daha birçok örnek verilebilir. Bence bu, herkes için
yeterince açık, bu yüzden bu konu hakkında daha fazla konuşmayacağım.
Yukarıda
verilen boş inançların kaynağı, bize şu konularda açık bir neden sunar,- boş
inanç her insanda doğal olarak ortaya çıkar - oysa bazıları onun ortaya
çıkışını insanlar için evrensel olan bulanık bir Tanrı kavramına yükler - : Boş
inanç, diğer aklî sanrı ve duygusal dürtülerden farklı değildir. Ayrıca ancak
umut, nefret, öfke ve hile ile sürdürülebilir. Çünkü o akıldan değil, duygunun
daha güçlü evrelerinden kaynaklanır. Daha da fazlası, bu tanımdan her tür
saçmalığa eğilimi olan insanla aynı yolda yürümenin ne kadar zor olduğunu
kolayca anlayabiliriz. Bu zorluk insanoğlunun her zaman mutsuzluğun aynı
basamağında kalması, hiçbir zaman hiçbir çözümü kabul etmezken, her zaman
aldatıcılığı henüz kanıtlanmamış bir yenilikten daha çok memnun olmasından
kaynaklanır.
Bu
tutarsızlık unsuru birçok korkunç savaş ve dev- rimlere neden olmuştur;
Curtius'un da dediği gibi (lib. iv. bölüm 10): 'Aşağı tabakanın batıl
inançtan daha güçlü bir yöneticisi yoktur' ve bu aşağı tabaka din bahanesiyle
bir an krallarına tanrı gibi tapmaya kolayca yönlendirilirken, başka bir an
onlara insanlığın ortak felaketleri diye lanet edebilir ve onları yadsıyabilir.
Bu nedenle dinin her türlü sarsıntıyı atlatabilmesi ve ona tüm insanlarca
dikkatli saygıyla uyulması için doğru ya da yanlış olsun, bu kadar görkem ve
törenle dine yatırım yapılarak bu kötülüğü etkisiz hale getirmek için büyük
zahmetler çekildi. Her anlaşmazlığı dine karşı saygısızlık olarak kabul edip
böylece insanların kafasını inanca dayalı yöntemlerle tıkayarak kuşku duyacak
kadar bile sağlam akla yer bırakmayan bu sistem Türkler tarafından
mükemmelleştirilmiştir.
Ama eğer
zorba devlet yönetiminde yurttaşları soytarı konumunda tutmak için en büyük ve
gerekli gizli din kisvesi altında onların gözünü boyamak ve korkuyu
maskelemek; böylece insanların kölelik için sanki güvenlik için
savaşırmışçasına cesurca savaşa- bilmelerini ve zorba bir devlet başkanınm boş
gururu için kanlarını ve hayatlarını tehlikeye atmayı utanç değil, en büyük
onur saymalarım sağlamaksa; özgür bir devlette bundan daha çıkarcı bir yarar
düşünülemez ya da denenemezdi. İnsanın aklını önyargılarla etkilemek,
kararlarını baskı altına almak ya da yarı- dinsel kışkırtmanın tüm silahlarını
kullanmak gibi tuzaklar, özgürlüğün genel ilkelerine tamamen terstir. Tabi ki
böyle kışkırtmalar sadece yasa, kuramsal düşüncelerin egemenliği altına
girdiğinde ve görüşler yargılanıp suçlarla aynı ölçüde ayıplandığında ve
görüşlerin savunucu ve takipçileri, aslında halkın güvenliğini için değil, rakiplerinin
öfke ve acımasızlığına kurban edildiğinde türer. Eğer suçlamalar için sadece
eylemler temel alınsaydı ve düşüncelerin her zaman özgürce söylenmesine izin
verilseydi, o zaman böyle kışkırtmalar hiçbir şekilde haklı çıkarılamazdı ve
düşünceler tartışmalardan katı ve değişmez bir çizgiyle ayrılırlardı.
Herkesin
istencinin özgür ve serbest olduğu, herkesin Tanrı'ya vicdanının söylediği
gibi tapınabildiği vc özgürlüğün her şeyden daha değerli sayıldığı bir
cumhuriyette yaşıyor olmanın az rastlanan mutluluğunu yaşıyoruz .
Şimdi bunu görerek, sadece kamu huzuru zarar görmeden böyle bir özgürlüğün
verilebileceğini gösterme bakımından değil, ayrıca böyle bir özgürlük
olmaksızın ne dindarlığın gelişeceğini ne de
halkın huzurunun güvende olacağını gösterme bakımından nankör ve
yararsız bir işe kalkışmadığıma inandım.
Bu incelemede kanıtlamaya çalıştığım esas sonuç bu; ama buna
ulaşmak için ilk olarak din kavramımızı, daha önceki köleliğimizin yaraları
gibi hala din kavramımızı çirkinleştiren yanlış kanılara dikkat çekmeliyim. Ve
hala putperest batıl inanca eğilimli insanların aklını yasal yöneticilerinden
başka tarafa yönelterek bizi tekrar köleliğe itmek için birçoğunun terbiyesizce
savunduğu milli egemenlikle ilgili yanlış görüşleri belirtmeliyim. İncelememin
düzeninden birazdan söz edeceğim ama önce beni yazmaya iten nedenleri
sayacağım.
Hristiyanlık dinini yani; sevgi, sevinç, huzur, ılımlılık ve
yardımseverliği öğretmekle övünen insanlann nasıl bu kadar kinci bir
düşmanlıkla tartıştıklarını, her gün birbirlerine nasıl şiddetli bir nefret
gösterebildiklerini ve öne sürdükleri meziyetlerindense bunun nasıl olup da
inançlarının en kolay görülen özelliği olduğuna sıkça şaşırmışımdır. Birinin
bir insanı genel görünüşü ve giysisine, bu ya da şu tapınma yerine gitmesine
ya da belli bir mezhebin söylemini kullanmasına bakarak Hristiyan, Türk, Yahudi
ya da Putperest olarak adlandırabildiği zamanlar geride kaldı - yaşam biçimine
gelirsek, o tüm bu kimlikler için aynı. Bu kuralsızlığın nedenini sorgulamak beni
hiç kuşkusuz, Kilisenin papazlıkla- nnın halk kitlesi tarafından yüksek
makamdan, makamlarının da kazanç merkezlerinden başka bir şey olarak
görülmediği doğrusuna yöneltiyor - kısaca, herkesçe tanınan din, kiliseyle
ilgili şeylere saygı olarak özetlenebilir. Bu yanlış kavramın yayılması 14
lüm değersiz adamları büyük bir arzuyla papazlığa girmeye özendirdi ve
böylece Tanrı'nın dinini yayma sevgisi para hırsı ve tutkuya dönüşerek
yozlaştı. Her kilise, kilise öğretmenleri yerine konuşmacıların konuştuğu, bunların
insanları bilgilendirmeyi umursamadan hayranlık çekmek, rakiplerini halk
önünde aşağılamak için uğraştığı ve sadece tuhaflık ve çelişkileri vaaz ettiği
birer tiyatroya dönüştü. Şeylerin bu durumu zaman aşımının azaltamayacağı
ölçüde tartışma, kıskançlık ve nefret uyandırdı. Böylece eski dinden geriye
hiçbir şeyin kalmamasına, sadece (bunların bile halk yığının ağzında Tanrı'ya
tapın- maktansa O'nu pohpohlama gibi duran) görünüşteki yapılarının kalmasına
ve inancın saçmalama ile ön yargının bir birleşimine dönüşmesine neredeyse
şaşırmıyoruz. — evet, dinin inşam rasyonel bir varlıktan bir canavara
dönüştüren, doğru ve yanlış arasında karar verme yetisini tamamen bastıran,
aslında aklın son kıvılcımını söndürmek için dikkatlice beslenen ön yargıların
bir bileşiminden başka bir şeye dönüşmesine şaşırmıyoruz! Dindarlık, Yüce Tanrı'ın!
ve din saçma gizemin bir parçası haline geldi. Akıldan açıkça nefret eden ve
anlayışı doğal olarak yoz bularak geri çeviren insanların, bunların, diyorum ki
tüm insanlardansa bunların Yüce ışığa sahip oldukları berbat yalanına
inanılıyor. Eğer bunlar Yukarıdan bir nebzecik pırıltı alabilselerdi, küstahça
saçmalamazlardı, Tanrı'ya daha bilgece tapınmayı öğrenirlerdi ve yoldaşları
arasmdan şimdi kötü niyetleri yüzünden gösterilmelerinin tersine o zaman
merhametlerinden ötürü parmakla gösterilirlerdi.
Eğer kendi ünleri yerine rakiplerinin ruhlarını düşünüyor olsalardı,
şiddetle acı çektirmeyi bırakır, merhamet ve sevecenlikle dolarlardı.
Dahası, eğer
içlerinde tanrısal bir ışık olsaydı öğretilerinden belli olurdu. Kutsal
Kitap'ın derin gizemlerine duyduklan şaşkınlıklarını itiraf etmekten hiçbir
zaman bıkmamalannı kabul ediyorum.Yine de neden hala (Hristiyanlık adına
güvenirlik kazanmak amacıyla) Platonculann ve Aristoculann Kutsal Ki- tap'ın
uymasını sağladıkları kurgularından başka bir şey öğretmediklerini çözemiyorum.
Böylece Greklerle birlikte sadece kendileri saçmalamakla yetinmiyorlar ayrıca
peygamberlerin de saçmalamalarım sağlıyorlar; sonuç olarak görülüyor ki bunlar
rüyalarında bile hiçbir zaman Kutsal Kitap'ın Tanrısal yapısının bir
belirtisini yakalayamamışlardır. Gizemlere olan hayranlıklarının coşkunluğu
açıkça ortaya koyuyor ki Kutsal Kitap'a olan inançları yaşayan bir inançtan çok
biçimsel bir kabullenme. Ve Kutsal Kitap'ın incelenmesi ve doğru yorumlanması
için temel olarak her parçasının gerçek ve tanrısal olması ilkesini önceden
şart koşmalarıyla bu gerçek daha da anlaşılır oluyor. Böyle bir öğretiye ancak
Kutsal Kitaplann sıkı bir incelemesinden ve tam olarak anlaşılmasından sonra
ulaşılmahfbu, Kutsal Kitapların çok daha iyi öğrenilmesini sağlar çünkü onun
insan anlaşmazlıklarına ihtiyacı yoktur) ve bu ilke sanki Kutsal Kitap'ı
sorguluyormuşuz gibi başlangıçta konulmamalı.
Aklın
ışığının sadece küçümsenmesi değil, aynı zamanda çoğu kişinin O'nu Tanrı'ya
saygısızlığın kaynağı olarak lanetlemesi, insan yorumlarının tanrısal kayıtlar
olarak kabul edilmesi ve saçmalığın 16
inanç olarak övülmesi gerçekleri üzerinde düşünürken; Kilise ve Devlet'e
öfkelenen filozofların azgın çekişmelerine, şiddetli nefret ve anlaşmazlığın
kaynağına, kışkırtmanın ve diğer sayısız belalarının emre amade belgelerine
dikkat çekerken, hakkında varsayımlar yapmadan ve O'na içinde açıkça yazılmış
bulmadığım hiçbir öğretiyi mal etmeden, Kutsal Kitap'ı dikkatli, tarafsız ve
özgür bir ruh haliyle yeniden incelemeye karar verdim. Bu önlemlerle, Kutsal
Kitap'a göre bir çözümleme yöntemi düzenledim ve böyle donanarak - 'kehanet
nedir?'i soruşturmaya başladım. Tanrı peygamberlere Kendi'sini ne anlamda açtı
ve neden özellikle bu insanlara belli etti - O'nun tarafından seçilmişler
miydi? Onlar Tanrı ve doğayla ilgili düşüncelerinin yüceliği ya da sadece
dindarlıkları nedeniyle mi seçildiler? Bu sorular yanıtlandığında peygamberlerin
yetkisinin sadece ahlakî konularında önemli olduğu ve kuramsal öğretilerinin
bizi az etkilediği sonucuna kolayca vardım.
Sonra
İbranilerin neden Tanrı'nın seçilmiş insanları diye adlandırıldığını
soruşturdum ve bunun sadece Tanrı'nın onlar için huzurlu ve rahatça yaşasınlar
diye belirli bir bölge seçmiş olmasından kaynaklandığını keşfettim. Tanrı
tarafından Musa'ya belli edilen yasanın özel İbrani devletinin yasasından başka
bir şey olmadığı, dolayısıyla İbraniler dışında hiç kimseyi, hatta ülkelerinin
yıkılmasından sonra İbranileri bile bağlamadığını öğrendim. Bundan öte, insanın
geçerli anlama yetisinin doğal olarak yoz olduğu sonucuna Kutsal Kitap'tan
varılıp varılamayacağını öğrenmek için Peygamberler ve havariler aracılığıyla
tüm insan soyuna gönderilen Evrensel I )in'in, Tanrı Yasa'sının doğal aklın
ışığının öğretti-
ğinden farklı olup olmadığını soruşturdum. Mucizelerin doğanın
yasalarını çiğneyerek gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini, eğer
gerçekleşebilirlerse mucizelerin Tanrı'nın varlığını, doğrudan doğal
nedenleriyle kesin ve açıkça anladığımız olaylardan daha açık ve net gösterip
göstermediklerini soruşturdum.
Araştırmam boyunca, Kutsal Kitap tarafından bizim anlama yetimize
uymayan ya da ona aykırı düştüğü halde de açıkça öğretilen hiçbir şey bulmadım.
Ve peygamberlerin çok basit olmayan ve herkes tarafından kolayca kavranmayacak
hiçbir şey öğretmediğini ve bundan öte öğretilerini biçemce güzel bir dille
anlattıklarını ve onları kitlelerin aklını Tanrı'ya bağlılığa çok derinden
özendirecek uslamlamalarla doğruladıklarını gördüm. Kutsal Kitap'ın aklı tamamen
serbest bıraktığına ve felsefeyle hiçbir ortak noktası olmadığına tamamen ikna
oldum. Bunu koşulsuzca ileri sürmek ve tüm soruşturmayı ayrıntılı biçimde
incelemek için Kutsal Kitap'ın çözümleneceği yönteme dikkat çekiyorum ve tüm
ruhsal soruların, sıradan bilginin öğelerinde değil, sadece Kutsal Kitap'ta
aranması gerektiğini gösteriyorum. Oradan - batıl inanca eğilimli ve sonsuz
gerçeklerden çok eski uygarlıkların paçavralarını umursayan - çoğunluğun
Tanrı’nın Söz'ündense Kutsal Kitap'ın kitaplarına saygı göstermesinden
kaynaklanan yanlış kavramları belirtmeye geçiyorum. Tanrı'nın Söz'ünün
peygamberlere belli sayıda kitaplar olarak değil, aklın sade bir görüşü, yani
adalet ve yardımseverlik alışkanlıkları içinde Tanrı'ya içten bağlılıkla boyun
eğme olarak belli edildiğini gösteriyorum. Bundan öte Kutsal Kitap'ta bu
öğretinin, Havari ve Peygamberlerin aralarında vaaz verdikleri insanların
görüş ve anlayışlarına göre, insanların onu istekli bir şekilde ve tüm
kalpleriyle kabullenmesi amacıyla ortaya konduğuna dikkat çekiyorum.
Böylece
inancın temellerini açıkça ortaya çıkardıktan sonra vahyin biricik amacına
bağlı olduğu bu yüzden temeli ve yöntemi kadar amacı açısından da sıradan bilgiyle
tamamen ilgisiz olduğu; vahiy ve sıradan bilginin ayrı alanları olduğu,
hiçbirinin diğerinin yardımcısı olarak anılamayacağı sonucunu çıkarıyorum.
Bundan öte,
insanların akıllarının yapıları farklı olduğundan yani bazıları bir inanç
biçimini daha kolay kabullenirken, diğerleri bir başkasını kabullendiğinden,
birini tapınmaya iten şey bir diğerini sadece alaya ittiğinden, daha önce de
söylenenlere göre, herkesin inancının temellerini seçmede özgür olması ve
inancın sadece ürünleriyle yargılanması gerektiği sonucunu çıkarıyorum. O zaman
adalet ve yardımseverlik dışında hiçbir şey açıkça onurlandırılmazken herkesin
tüm kalbiyle özgürce Tanrı'ya boyun eğeceği sonucuna varıyorum.
Bu şekilde
Tanrı'nın belli edilmiş yasasıyla herkese teslim edilen özgürlüğe dikkat
çektikten sonra konumun başka bir kısmına geçiyorum ve aynı özgürlüğün
devlete ve egemen yetkiliye güvenle verilebileceği ve verilmesi gerektiğini -
aslında huzuru büyük hir tehlike altına sokmadan ve topluma zarar vermeden bu
özgürlüğün esirgenemeyeceğini kanıtlıyorum.
I Jüşüncemi
kurmak için bireyin istek ve erkiyle eş süreli doğal haklarından ve hiç
kimsenin bir başkasının istediği gibi yaşama zorunluluğu olmadığı ve kendi
özgürlüğünden sorumlu olduğu gerçeğinden başlıyorum. Bu hakların sadece bizi
savunmak için
tayin edilen, savunma görevleriyle bizim hayatlarımızı düzene koyma
erkini de kazanan vekillere aktarılabileceğini gösteriyorum. Dolayısıyla
devlet baş- kanlannm sadece kendi erkleriyle sınırlanmış hakları olduğu ve
adalet ve özgürlüğün tek koruyuculan oldukları ve yurttaşlarının her şeyde
onların buyurduğu gibi hareket etmeleri gerektiği anlamını çıkarıyorum.
Bununla birlikte hiç kimse kendini savunma gücünden tamamen vazgeçecek kadar
insan olmayı bırakamayacağından, hiç kimsenin doğal haklarından tamamen yoksun
bırakılamayacağı sonucunu çıkarıyorum; ama yurttaşlar yazısız ya da sosyal bir
anlaşmayla, devlet büyük bir tehlike altına girmeden onlardan alınamayacak
belli sayıda hakkı ellerinde tutarlar.
Bu düşüncelerden dinin yasa erkini elde etme biçiminin izini sürmek ve
diğer kayda değer noktalara değinmek için birkaç ayrıntıyla tanımladığım İbrani
Devletine geçiyorum. O zaman egemenlik erkini ellerinde bulunduranların devlet
düzeninin olduğu kadar dinsel düzenin de emanetçi ve yorumcuları olduklarını ve
neyin adil olup neyin olmadığına, neyin dindar olup neyin olmadığına karar
verme hakkının sadece onlarda olduğunu kanıtlıyorum. Son olarak bu hakkı en iyi
her insana ne isterse düşünmesine ve düşündüğünü söylemesine izin vererek
ellerinde tuttuklarını ve devletlerinin güvenliğini güvence altına aldıklarını
göstererek bitiriyorum.
Onayınıza güvenerek tüm kitabın ve birçok bölümünün ana düşüncesinin
önem ve yararını dikkatinize sunduğum sorular işte böyledir felsefe okum. Daha
fazlasını anlatmak isterdim ama ön sözümün bir cilde ulaşmasını istemiyorum,
özellikle de başta gelen önermelerinin filozoflara yönelik olduğu ama sıradan
insanlara yönelik olmadığını bildiğim için. İnsanlığın geri kalanına bilimsel
incelememi övmek umurumda değil çünkü incelememin onları memnun edecek bir
şeyler içermesini bekleyemiyorum. Din adı altında benimsenen önyargıların ne
kadar köklü olduğunu biliyorum; kitlelerin aklında batıl inancın en az korku
kadar köklü olduğunun farkındayım; onların kararlılığının diretmeden başka bir
şey olmadığını ve övgü ya da suçlamaya akıldansa dürtüyle sürüklendiklerini
kabul ediyorum. Bu nedenle çoğunluk ve çoğunlukla benzer hırsları olanlardan
kitabımı okumamalarını istiyorum; hatta onlardan kendi alışkanlıkları olduğu
üzere kitabımı yanlış yorumlamalarındansa, onu tamamen ihmal etmelerini
istiyorum. Kendilerine hiçbir yarar sağlamazlar ve felsefesi, aklın
Tanrıbilimin bir hizmetçisinden başka bir şey olmadığı inancıyla engellenmiş
olan ve benim bu yapıttan özellikle yararlanmalarını istediğim başkalarına
zorluk çıkarabilirler. Ama tüm yazdıklarımı ne okuma fırsatı ne de isteğini
bulacak olanlar çok olacağı için burada incelememin sonundaymış gibi ülkemin
yöneticilerinin inceleme ve kararına isteyerek sunmadığım hiçbir şey yazmadığımı
ve onların yasalara ters ya da halkın iyiliğine zararlı bulacakları her sözümü
geri almaya hazır olduğumu bildirmekle yükümlü hissediyorum. Bir insan olduğumu
ve bir insan olarak yanlış yapmaya eğilimli olduğumu biliyorum ama hataya karşı
titizlikle dikkat gösterdim ve ülkemin yasalanna, bağlılık ve ahlaka tamamen
uygun olması için çabaladım.
Kehanetin tanımı.
Musa'ya ve diğer peygamberlere gönderilen vahiyler
arasındaki fark.
Mesih ve diğer alıcılara gönderilen vahiyler arasındaki
fark.
"Ruh” sözcüğünün çok anlamlılığı.
Tanrı'ya mal edilebilecek şeylerin farklı anlamları
"Tanrı'nın Ruhu"nun farklı anlamları.
Peygamberlerin vahyi hayal gücü aracılığıyla
algılamaları.
Kehanet ya da vahiy Tanrı tarafından insana bildirilen kesin bilgidir.
Peygamber Tanrı'nın vahiylerinin anlamını, belli edilen konuların kesin
bilgisine ulaşamayanlara, bu yüzden sadece yalın bir imanla kavrayabilenlere
açıklayan kişidir.
Peygamberin İbranicesi “naw-vee", Strong:5030 ,
[Son Not 1] yani konuşmacı ya da yorumcu anlamındadır. Ama Kutsal Kitapta
anlamı sadece tanrının yorumcusu olarak sınırlanmıştır. Mısır’dan Çıkış vii:l'de
Tanrı'nın Musa'ya söylediği gibi Harun Musa'nın sözlerini Firavun'a
yorumlayarak peygamber rolünü oynadığı için, Tanrı, Musa'nın Firavun'a göre bir
tanrı ya da tanrı konumunda olduğunu ima ederek, "Bak, seni firavuna
karşı Tanrı gibi yaptım", "Ağabeyin Harun senin peygamberin
olacak" der.
Peygamberleri bir sonraki bölümde çözümleyeceğim, şimdi ise kehaneti
ele alacağım. ‘
Doğal
yeteneklerimizle edindiğimiz bilgi, Tanrı ve O'nun sonsuz yasalarına dayandığı
için yukarıda verilen tanımlamadan kehanetin gerçekten doğal bilgiyi içerdiği
çıkıyor. Ama doğal bilgi tüm insanlarda vardır ve herkesin paylaştığı temellere
dayanır, oysa insanların çoğu hep az görülen ve sıra dışı şeyler peşinde koşar
ve doğanın armağanlarına değer vermez; dolayısıyla kehanetten söz edildiğinde
buna doğal bilgi dâhil sayılmaz. Buna rağmen doğal bilginin Tanrısal olarak
anılmaya diğerlerininki kadar hakkı vardır; çünkü bu bakımdan ortak kullandığımız
kadarıyla Tanrı'nın doğası ve yasaları bize bunu emrediyor, sınırlarını aşıp
kendisini de kapsayan doğa yasalarınca açıklanamaz hale gelmediği sürece, doğal
bilginin değeri bizim üstün tuttuğumuz kehanetten daha düşük değildir,
peygamberlerin insan vücuduna ancak üstün zekâya sahip olduklarına, bu yüzden
algı ve bilinçlerinin bizimkilerden tamamen farklı olduğuna inanmadığımız ya da
daha çok bunu hayal etmediğimiz sürece, içerdiği kesinlik ve türediği kaynağa;
yani Tanrı'ya oranla doğal bilgi kehanetten bir nebze bile alçak değildir. Ama
doğal bilgi Tanrısal olmasına rağmen onu öğretenlere peygamber denilemez [Son
Not 2] çünkü onlar insanlığın geri kalanının sadece yalın iman aracılığıyla
değil, kendileri kadar kesin ve saygı değer olarak görebilecekleri ve
anlayabilecekleri şeyleri öğretirler. O zaman yalmzca öznel olarak Tanrı'nın
doğasını içermesi ve paylaşması nedeniyle aklımızın gücünün doğal olayları
açıklayan kavramları oluşturabilme ve ahlakı öğrenmeye yettiğini görerek,
(böyle düşünüldüğü kadarıyla) insan zekâsı doğasının haklı olarak Tanrısal
vahyin öncelikli nedeni olduğunu öne sürebiliriz. Açıkça ve kesin bir şekilde
anladığımız her şey, şimdi belirttiğim üzere, bize tabi ki sözcükler
aracılığıyla öğretilmemiştir. Ama aydın kesinliği tadan herkesin kuşkusuz
onaylayacağı gibi çok daha üstün ve aklın doğasıyla tamamen uyumlu bir yolla
yani Tanrı'nın doğası ve düşüncesiyle öğretilmiştir. Ancak burada, benim
öncelikli amacım Kutsal Kitap- 'a ilişkin konulardan konuşmak, yani aklın
ışığıyla ilgili bu birkaç tümce yeterli olacaktır.
Şimdi tam
olarak çözümlemek için, Tanrı'nın insanlığa bildirilmesinin her ikisi de doğal
bilgiyi ve onun kapsamını aşan diğer yol ve yöntemlerine geçeceğim; çünkü zaten
akıl erkiyle bildiklerimizi iletmek için Tanrı'nın bu diğer yöntemleri kullanmasının
hiçbir anlamı yok.
Bu konuda
sonuçlarımız yalnızca Kutsal Kitap'tan çıkarılmalıdır,- çünkü peygamberlerin
bize söz ve yazılarıyla anlattıkları dışında, kendi bilgimizi aşan konularla
ilgili ne öne sürebiliriz ki? Ve bildiğim kadarıyla şu anda yaşayan hiçbir
peygamber olmadığından, mecazlardan sonuç çıkarmamaya ya da kendilerinin
kesin olarak belirtmediği hiçbir şeyi yazarlarımıza mal etmemeye dikkat ederek
ölmüş olan peygamberlerin kitaplarım okumaktan başka seçeneğimiz yok.
Yahudilerin ikincil ya da ayrıntı olan nedenleri hiç belirtmediklerini ve
anlatmadıklarını fakat din, dindarlık ve genellikle sofuluk denilen 24
şeyin verdiği maneviyatla her şeyi Tanrı'ya mal ettiklerini önceden
açıklamalıyım. Örneğin, eğer bir alışverişle para kazanırlarsa bunu onlara
Tanrı'nın kazandırdığını söylerler; eğer bir şey arzu ederlerse bu arzuyu
yüreklerine Tanrı'nın koyduğunu söylerler; bir şey düşünürlerse, bunu onlara
Tanrı'nın düşündürdüğünü söylerler. Öyleyse Kutsal Kitap'ta ifade edildiği
gibi sadece açıkça kehanet ya da vahiy olarak belirtilmediği ya da bu bağlamda
vahiy olduğuna açıkça dikkat çekilmediği sürece Tanrı tarafından herkese
söylenen her şeyin kehanet ya da vahiy olduğunu varsaymamalıyız. Kutsal
kitapların gözden geçirilmesi bize Tanrı'nın vahiylerinin peygamberlere sözcük
ya da imgelerle, ya da ikisinin birleşimiyle bildirildiğini gösterecektir. Bu
sözcük ve imgeler iki türlüydü;
1.
— onları duyan ya da gören
peygamberin hayal gücü yetisi dışındayken gerçek,
2.
- peygamberin hayal gücü
yetisi onlan kesin olarak gördüğünü ya da duyduğunu varsaymasına neden olan bir
durumdayken düşsel.
Mısır’dan Çıkış xxv:22'de Tanrı "Seninle orada, Keruvlar
arasmda, Bağışlanma Kapağı'nın üzerinde görüşeceğim" diyerek gerçek bir
sesle Musa'ya İbrani- lerc hangi yasalann iletilmesini istediğini belli etti.
Musa ne zaman olursa olsun Tanrı'yı onunla iletişime hazır bulduğu için, bir
tür gerçek sesin kullanılmış olması gerek. Bu, yakında göstereceğim üzere,
gerçek bir sesin olduğu tek örnektir.
1 Samuel iii:21'deki "Rab Şilo'da görünmeyi sürdürdü."
tümcesinden Tanrı'nın Samuel'i çağırdığı sesin gerçek olduğunu varsayabiliriz.
"Orada sözü aracılığıyla kendisini Samuel'e tanıttı." tümcesiyle
Tanrı imgesinin, Kendisini Samuel'e bir ses aracılığıyla bildirmesinden
oluştuğu diğer bir deyişle, Samuel'in Tanrı'yı konuşurken duyduğu kastedilir.
Ama Musa ve diğer peygamberlerin kehanetleri arasında bir ayrım yapmak
zorundayız, dolayısıyla bu sesin düşsel olduğu sonucunu çıkarmalıyız. Samu-
el'in Eli'nin sesini duyma alışkanlığı vardı ve bu yüzden Tanrı tarafından üç
kez çağrıldığında, sesin Eli'nin olduğunu kolayca hayal etmiş olabilir. Böyle-
ce sonuç sesin Eli'nin sesine olan benzerliğiyle daha fazla desteklenir.
Avimelek'in
duyduğu ses düşseldi çünkü Mısır’dan Çıkış xx:6'da şöyle denmiştir:
"Tanrı, düşünde ona... dedi." Öyleyse Tanrı'nın isteği, onun için
uyanıkken değil, sadece uykudayken yani,- hayal gücünün en fazla etkin olduğu
ve denetlenemediği zaman açık bir bildiriydi. Bazı Yahudiler On Emir'in gerçek
sözcüklerinin Tanrı tarafından söylendiğine değil, İsraillilerin sadece
belirgin sözcükleri olmayan bir ses duyduklarına ve devamı sırasında On Emir'i
saf sezgiyle anladıklarına inanırlar. Mısır’dan Çıkış'taki On Emir'in
sözcüklerinin Yasa’nın Tekrarı'ndaki On Emir'in sözcüklerinden farklı
olduğunu görerek ben de bir zamanlar bu düşünceye eğilimliydim, çünkü aradaki
uyuşmazlık (Tanrı bir kez konuştuğu için) On Emir'in amacının Tanrı'nın gerçek
sözcüklerini değil, sadece O'nun anlatmak istediğini iletmek olduğunu
gösteriyordu. Ancak, Kutsal Kitap'ı tahrip etmediğimiz sürece, kesinlikle kabul
etmeliyiz ki, İsrailliler gerçek bir ses duydular, çünkü Kutsal Kitap açıkça
iki insanın bedensel organlarım kullanarak sıradan düşünce değiş tokuşu yaptığı
gibi, Yasa’nın Tekrarı v:4'te: "Tanrı sizinle yüz yüze
konuştu" diyor. Dolayısıyla Tanrı'nın On Emir'i aracılığıyla belli ettiği
bir tür gerçek ses yarattığını varsaymak Kutsal Kitap'la daha uyumludur. Bu iki
parçanın uyuşmazlığı Bölüm VlII'de çözümlenmiştir.
Fakat böyle
bile tüm zorluk aşılamıyor, çünkü diğer yaratılan şeylerle aynı şekilde
Tanrı'ya boyun eğen bir yaratığın, Tanrı'nın doğasım sözlü olarak ya da
gerçekten bireysel organizması aracılığıyla ifade etmeye ya da anlatmaya,
örneğin, birinci şahıstan "Ben sizin Tanrı'nız Rab'bim" diyerek
bildirmeye gücünün yetebileceğini ileri sürmek neredeyse hiç akıllıca değil.
Biri ağzıyla
"anlıyorum" dediğinde, anlamayı kesinlikle ağza değil, konuşmacının
aklına mal ederiz; ama bu ağız konuşan insanın doğal organı olduğu içindir ve
duyan kişi, kendisiyle bir karşılaştırmayla anlamanın ne olduğunu bilerek
kolayca konuşmacının aklının kastedildiğini anlar. Ama Tanrı hakkında sadece
adından öte bir şey bilmeseydik ve onunla iletişime geçmek isteseydik ve onun
varlığından emin olsaydık isteğimizin (az ya da çok bizim gibi Tanrı'ya boyun
eğen) yaratılmış bir şeyin "Ben Rab'bim" bildirisiyle nasıl yerine
getirileceğini anlamıyorum. Eğer Musa'nın ya da Musa demeyeceğim, ama bir tür
hayvanın dudaklarım "Ben Rab'bim" diyecek şekilde Tanrı
hareketlendirdiyse, Rab'bin varlığını buradan mı kavramalıyız?
Kutsal Kitap
açıkça gökten bu amaçla Sina Dağı’na inerek Tanrı'nın Kendi'sinin konuştuğu -
ve bunu sadece İsraillilerin değil, aynı zamanda başkanları olan adamın da
gördüğü inancına dikkat çekiyor gibi görünüyor. [Mısır’dan Çıkış
xxiv:33) Bundan öte Musa'nın ne çoğaltılabilen ne de kısaltılabilen ve
doğruluğun ulusal bir ölçünü olarak kurulan yasası, hiçbir yerde Tanrı'nın
bedensiz hatta biçim ya da şekilsiz olduğu inancmı buyurmuyor, ama yalnızca
Yahudilerin O'nun varlığına inanması gerektiği ve yalmzca Yahudilerin O'na
tapınması gerektiğini emrediyor. Yasa Tanrı'nın herhangi bir benzerini
uydurmayı ya da şekillendirmeyi yasakladı. Ama bu tapınmanın saflığını
garantilemek içindi çünkü Tan- n'yı hiç görmedikleri için şekiller aracılığıyla
Tanrı'- nm biçimini değil, tapınmalarının nesnesi olarak yavaş yavaş Tanrı'nın
yerini alabilecek bir yaratımın biçimini hatırlayabilirlerdi. Buna rağmen,
Kutsal Kitap açıkça Tanrı'nın bir şekli olduğunu ve Musa'nın Tanrı'yı
konuşurken duyduğunda O'na bakmasının ya da en azından arka taraflarına
bakmasının yasaklandığını söyler.
Kuşkusuz,
aşağıda bütünüyle tartışacağımız bu soruda biraz gizem saklıdır. Şimdilik
Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın Yasa'larım insana açtığı yöntemleri gösteren
parçalara dikkat çekeceğim.
Vahiyler, Tarihler:
xxii.'deki gibi Tanrı'nın, öfkesini Davut'a elinde kıhç olan bir melek
aracılığıyla göstermesi ve Balam'ın öyküsünde olduğu gibi sadece şekiller
aracılığıyla da olabilir.
Maymonides
ve diğerleri gözleri açıkken hiç
kimse melek göremeyeceği için, bu ve diğer tüm melekli belirme olaylarının
(yani Manoah ve İshak'ı sunan İbrahim'e olduğu gibi) uyku sırasında olduğunu
ileri sürüyorlar ama bu daha da saçma. Böyle yorumcuların tek amacı benim
saçmalığın doruk noktası olarak gördüğüm, zekice sözcük oyunlarını ve kendi uydurmalarını
Kutsal Kitap'a zorla sıkıştırma işlemi gibi görünüyor.
Tanrı gerçek
olmayan ama sadece peygamberin hayalinde var olan şekillerle, Yusuf'a
gelecekteki egemenliğini, Yeşu'ya ise sözcük ve şekillerle Rab'bin ordusunun
Komutan'ıymış gibi kılıç kuşanmış bir meleğin görünmesini sağlayarak sözlü
iletişimle Kcndi'sinin İbraniler için savaşacağını belli etmiştir. Tanrı'nın
kayrasının İsrail'i terk ettiği Yeşaya'ya Tanrı'nın çok yüksek bir tahtta
oturduğu ve İbranile- rin günahlarının kiriyle lekeli, pislik içine batmış ve
böylece Tanrı'dan olabildiğince uzak göründükleri bir imgeyle betimlenmiştir.
Gelecekteki felaketler sözcüklerle önceden haber verilirken, insanların o zamanki
alçaklığı böyle belli edilmişti. Kutsal Kitap'tan benzer birçok örnek
aktarabilirim, ama bence zaten yeterince iyi biliniyorlar.
Ancak, Çölde
Sayım xii:6,7'de savımız daha açıkça doğrulanıyor: "Eğer aranızda bir
peygamber varsa, Ben, Rab düşte kendimi ona tanıtır," (yani imge ve
işaretlerle, çünkü Tanrı Musa'nın kehaneti için işaretler olmayan bir görme
der), "onunla düşte konuşurum." (yani gerçek sözcükler ve sesle
değil). " Ama kulum Musa öyle değildir; onunla bilmecelerle değil, açıkça,
yüz yüze konuşurum, O Rab'bin suretini görüyor" yani beni bir arkadaş
gibi görerek ve korkmadan, benimle konuşur [Mısır’dan Çıkış xxxiii:17).
Bu diğer peygamberlerin gerçek bir ses duymadığını tartışmasız doğruluyor ve Yasa’nın
Tekrarı xxiv:10: "O günden bu yana İsrail'de Musa gibi Rab'bin yüz
yüze görüştüğü bir peygamber çık-
madı," tümcesi de Musa bile Rab'bin yüzünü görmediği için bu,
Rab'bin diğer hiçbiriyle konuşmadığı anlamına gelmelidir. Bunlar Kutsal
Kitap'ta Tanrı ve insan arasında sözü edilen tek iletişim araçları ve
dolayısıyla varsayılacak ya da uydurulacak araçlar yalnızca bunlar olabilir.
Bedensel yöntemleri araya sokmaksızın akıllarımıza Öz'ünü ilettiği için Tanrı'-
mn insanla doğrudan iletişime geçebileceğini bütünüyle anlayabiliriz ama doğal
bilgimizin temellerince hem kapsanmayan hem de anlaşılmaz olan düşünceleri saf
sezgiyle anlayabilen bir insan zorunlu olarak hemcinslerinden çok daha üstün
bir zekâya sahip olmalıdır. Ben İsa dışında hiçbirine bu zekânın bağışlandığına
inanmıyorum. Ona insanı kurtuluşa götüren Tanrı'nın yönergeleri sözcük ya da
düşler olmadan doğrudan bildirilmiştir böylece Tanrı Ken- di'sini daha önce
doğaüstü ses aracılığıyla Musa'ya ettiği gibi, havarilere de İsa'nın aklı
aracılığıyla belli ediyor. Bu anlamda İsa'nın sesine, Musa'nın duyduğu ses
gibi, Tanrı'nın sesi denilebilir ve Tanrı'nın bilgeliğinin (yani insanca
olandan daha çok olan bilgeliğinin) İsa'da insan doğasına büründüğü ve İsa'nın
kurtuluşun yolu olduğu söylenebilir. Bu noktada özgürce anlamadığımı itiraf
ettiğim için belli kiliselerin İsa'yla ilgili ileri sürdüğü bu öğretileri ne
doğruladığımı ne de yadsıdığımı bildirmeliyim. Buradan şu sonuç çıkar: Az önce
söylediğimi Kutsal Kitap'tan aldım, orada Tanrı'nın İsa'ya görünmediğini ya da
İsa'yla konuşmadığını okudum. Ama Tanrı'nın havarilere İsa aracılığıyla
açıldığını, İsa'nın yaşam yolu olduğunu, Eski Antlaşma'nın doğrudan Tanrı
tarafından değil, bir melek aracılığıyla verildiğini okudum. Bu nedenle
söylediğimi, eğer Musa Tanrı ile bir arkadaşıyla (yani ikisinin de bedenleri
aracılığıyla) konuştuğu gibi yüz yüze konuşuyorsa, İsa'nın da Tanrı'yla akıldan
akla iletişim kurduğunu okuduğum Kutsal Kitap'tan aldım.
Böylece İsa
dışında hiç kimsenin Tanrı'nın vahiylerini sözcük ya da hayallerle olsun hayal
gücünün yardımı olmadan almadığı sonucuna varıyoruz. Bu yüzden kehanetin gücü,
sıra dışı yetkinlikte bir zekâyı değil, bir sonraki bölümde göstereceğim gibi
sıra dışı canlılıkta bir hayal gücünü kastediyor. Şimdi Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın
Ruhunun peygamberlere üflenmesiyle ne anlatmak istendiğini sorgulayacağız; bu
amaçla genelde ruh olarak çevrilen İbranice sözcük roo'-akh'nı,
Strong:7307, tam anlamını belirlemeliyiz.
Roo'-akh
sözcüğü, Strong:7307, sözcük anlamıyla bir rüzgâr örneğin, güney rüzgârı,
anlamına gelir ama sıkça türetilmiş diğer anlamlarda da kullanılır.
Şunlarla eş
anlamlı kullanılmıştır: -
1.
Nefes: "Ne de ağzında soluk kalmıştı. ."Mezmurlar
cxxxv: 17.
2.
Hayat ya da nefes almak:
"Ve ruhu ona geri döndü" 1 Samuel xxx: 12; yani tekrar nefes
aldı.
3.
Cesaret ve güç- "Sizin
korkunuzdan kimsede derman kalmadı " Yeşu ii:l 1; "...ruh
içime girdi ve beni ayaklarımın üzerinde durdurdu..." Hezekiel
ii:2.
4.
Erdem ve uygunluk:
"Çok gün görenler konuşsun, çok yıl yaşayanlar bilgeliği öğretsin. Oysa
insana ruh veren..." "Eyüp xxxii:7; yani bilgelik her zaman
yaşlı insanlarda değildir, çünkü şimdi keşfediyorum ki bilgelik bireysel erdem
ve anlama gücüne bağlıdır. Yani, "kendisinde Rab'bin ruhu bulunan..."
Çölde Sayım xxvii:18.
5.
Akıl Yapısı: "Çünkü
Kulum Kavre'de başka bir ruh var..." Çölde Sayım xiv:24; yani başka
bir akıl yapısı. "O zaman size yüreğimi açanm..." Süleyman’ın
Özdeyişleri i:23.
6.
İrade, amaç, arzu, dürtü:
"Ruhları onlan nereye yönlendirirse, sağa sola sapmadan oraya gidiyorlardı."
Hezekiel i: 12; "Benim değil, kendi taşanlarını yerine getirip
Ruhuma aykırı anlaşmalar yaparak..." Yeşaya xxx:l; "Çünkü Rab
size uyuşukluk ruhu verdi." Yeşaya xxix:10; "Onların öfkesini
yatıştırdı." Hâkimler viii:3; "Kendini denetleyen
de kentler fethedenden üstündür." Süleyman in Özdeyişleri xvi: 32;
"Kendini denetleyemeyen kişi..." Süleyman'nı Özdeyişleri
"Ruhun ateş gibi seni yutacak." Yeşaya xxxiii:l.—anlamlarında
da kullanılmıştır.
Yaradılışın
anlamından şunları çıkarıyoruz:
7.
Tutkular ve yetenekler.
Yüksek bir ruh, gurur,- alçak bir ruh, alçak gönüllülük; şeytani bir ruh, nefret
ve hüzün anlamına gelir. Öyleyse kıskançlık, zina, bilgelik, sakınma,
yüreklilik ruhu ifadeleri de kıskanç, şehvetli, bilge, sağduyulu ya da yürekli
düşünce gibi (biz Yahudiler, sıfatlara tercihen isimleri kullandığımız için)
türlü özelliklerin yerine geçer.
8.
Düşüncenin kendisi ya da
yaşam: "Hepsi aynı soluğu taşıyor..." Vaiz iii: 19 "Ruh
onu veren Tanrı'ya dönmeden..."
9.
Dünyanın (rüzgarların
esmeye başladığı) yönleri, ya da bir şeyin belli bir yöne doğru dönmüş tarafı -
Hezekiel xxxvii:9; xlii: 16, 17, 18, 19,...vs.
Bir şeylerin
Tanrı'ya mal edilmesi ya da Tanrı ile ilgili bir şeyden söz edilmesinin
yöntemini üstü kapalı olarak zaten belirttim.
1.
O'nun doğasına ve varlığına
ait, O'nun parçası gibi anlamında,- örneğin, Tanrı'nın gücü, Tanrı'nın gözleri.
2.
O'nun egemenliği altında ve
O'nun isteğine bağlı anlamında; böylece gökler Rab'bin gökleri, arabası ve
konutu olarak adlandırılır. Nebukadnessar Tanrı'nın kulu, Asur Tanrı'nın
kırbacı... vs. olur.
3.
O'na adandığı anlamında,
örneğin, Tanrı'nın Tapınağı, Tanrı'nın Nasırahsı, Tanrı'nın ekmeği.
4.
Bizim doğal
yeteneklerimizle değil, peygamberler aracılığıyla bildirildiği gibi anlamında.
Bu anlamda Musa'ya ait yasalar Tanrı'nın yasaları olarak adlandırılır.
5.
En üstünlük derecesi
anlamında. Çok yüksek dağlara Tanrı'nın dağları, çok derin bir uykuya Tan-
rı'nın uykusu adı takılır... vs. Bu anlamda Amos iv: 11 'i
açıklamalıyız: "Rab'bin Sodom ve Gomora'yı yıktığı gibi, yıktım
sizi," yani bu yıkım, Tanrı'nın unutulmaz yıkımına benzetiliyor; burada
Tanrı'nın Kcndi'si konuşmacı olduğu için parça başka bir şekilde uygun anlama
gelemez. Süleyman'ın bilgeliği Tanrı'nın bilgeliği ya da sıra dışı olarak
adlandırılıyor. Lübnan'ın selvilerinin boyutu Zebur yazarımn ifadesiyle
"Tanrı'nın selvileri" olarak anlatılıyor.
Aynı şekilde
eğer Yahudiler herhangi bir olayı anlamakta şaşkınlık içindeyseler ya da
nedeni hakkında bilgileri yoksa onu Tanrı'ya mal ederlerdi. Böylece fırtına
Tanrı'nın paylaması olarak adlandırılıyordu, şimşek ve yıldırım Tanrı'nın
okları diye adlanrılıyor, Tanrı'nın hâzineleri olan rüzgârları mağaralarda
kapalı tuttuğu düşünülüyordu,- böylece Yunan rüz- gâr-tanrısı Eolus'tan sadece
adıyla ayrılıyordu. Benzer şekilde özellikle olağanüstü olan mucizeler
Tanrı'nın işi olarak adlandırılıyordu; tabi ki gerçekte tüm doğa olaylarının
Tanrı'nın işi olması ve sadece O'nun gücüyle gerçekleşmesine rağmen. Tevrat
yazarı Mısır'daki mucizeleri Tanrı'nın işi olarak adlandırıyor çünkü İbraniler
onlarda aramadıkları bir güvenliği buldukları için şaşkınlığa uğramışlardı.
O zaman sıra dışı olaylar Tanrı'nın İş'leri ve sıra dışı boyuttaki
ağaçlar Tanrı'nın Ağaç'ları adını aldığından, çok güçlü ve uzun boylu
adamlardan, imansız hırsızlar ve kadın satıcıları olmalarına rağmen, Yaratıhş'ta
Tanrı'nın Oğul'ları olarak söz edilir.
Güzel şeylerin Tanrı'ya atfedilmesi sadece Yahudi- lere özgü değildi.
Firavun, rüyasının yorumunu duyduktan sonra, tanrıların akıllarının Yusuf'ta
olduğunu haykırdı. Nebukadnessar, Daniel'in kutsal tanrıların ruhuna sahip
olduğunu söyledi; ayrıca İbranice Tanrı'nın elleriyle yapılmış deyimine eş
olarak Latince'de iyi yapılmış bir şeyin kutsal ellerle yapıldığı söylenir.
Şimdi Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın ruhundan söz eden parçaları kolayca
anlayabilir ve açıklayabiliriz. Yeşaya xl:7'de olduğu gibi "Rab'bin
soluğu esince üzerlerine, Ot kurur, çiçek solar." bazı yerlerde ruh
ifadesi sadece çok güçlü, kuru ve ölümcül bir rüzgâr anlamına gelir. Aynı
şekilde Mısır’dan Çıkış i:2'de: "Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde
dalgalanıyordu." der. Başka zamanlarda yüksek cesaretle eş anlamda
kullanılıyordu, böylece Gideon ve Samson'un ruhu, çok cesur ve her zaman acil
bir duruma hazırlıklı oldukları için Rab'bin Ruhu olarak adlandırılır. Mısır’dan
Çıkış xxxi:3'te dediği gibi insana bağışlanan normalin üstünde bir
yetenekle: "...onu (Bezalel'i) 34
ruhumla doldurdum." Sıra dışı herhangi bir erdem ya da güç Rab'bin
Ruh'u ya da Erdem'i olarak adlandırılır. Aynı şekilde Yeşaya xi:2:
"Rab'bin Ruh'u... O’nun üzerinde olacak."tümcesi ondan sonra metinde
açıklandığı üzere bilgelik ve anlayış ruhu, öğüt ve güç ruhu anlamına geliyor.
Şaul'ün hüznü Rab'bin Hü- zün'ü ya da çok derin bir hüzün olarak anılır, bu
terimi uygulayan insanlar bu hüznü harp çalarak dindirmesi için bir müzisyen
isteyerek bununla doğaüstü bir şeyden söz etmediklerini göstermişlerdir. Yine
"Rab'bin Ruh'u" insan düşüncesiyle eş anlamda kullanılır, örneğin, Eyüp
xxvii:3: "Tanrı'nın soluğu burnumda olduğu sürece..." Bu, Mısır’dan
Çıkış ii:7'ye bir göndermedir: "Tanrı Adem'in.... burnuna yaşam
soluğunu üfledi." Hezekiel ayrıca, ölülere kehanette bulunarak, (xxvii:14)
"Ve size ruhumu vereceğim ve sizler yaşayacaksınız..." yani sizi yaşama
geri döndüreceğim der. Eyüp xxxiv:14'te "Eğer niyet eder de Ruhunu
ve soluğunu geri çekerse..."yi, Mısır’dan Çıkış vi:3'te:
"Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür."ü görüyoruz
yani; insan iyiyi ayırt etmek için ona verdiğim ruhun değil, bedenin
buyruklarına uyduğundan, onu bırakacağım der. Aynı şekilde Mezmurlar li:12'de
"Ey Tanrı, temiz bir yürek yarat, Yeniden kararlı bir ruh var et içimde;
Beni huzurundan atma, Kutsal Ruh'unu benden alma." der. Günahın sadece
bedenden, iyi dürtülerin de düşünceden kaynaklandığı varsayılıyordu;
dolayısıyla Tevrat yazarı bedensel arzulara karşı Tanrı'ya yakarır ama Rab'bin
ona verdiği ruhun yenilenmesi için dua eder. Yine, Kutsal Kitap halkın
bilgisizliğine ayrıcalık tanıdığından Tanrı'yı bir aklı, bir yüreği, duyguları
- hatta bir bedeni ve nefesi - varmış gibi betimler, Tanrı'nın Ruh'u ifadesi, Tanrı'nın
aklı, niyeti, duygusu, gücü ya da nefesi için kullanılır. Yeşaya xl:13:
"O'na öğüt verip öğretebilen var mı?", yani Kendi'si dışında kim,
Tanrı'nın aklının bir şeye niyetlenmesine neden olabilir? ve Yeşaya
lxiii:10: "Ama başkaldınp O'nun Kutsal Ruhu'nu incittiler" der. Bu
ifadenin, bir anlamda Tanrı'nın arzusunu açıklayan Musa'nın Yasası için de
kullanıldığı olmuştur, Yeşaya bdii.ll: "Kutsal Ruhu'nu aralarına
yerleştiren nerede?" parçasında Ruh bağlamdan açıkça çıkardığımız üzere
Musa'nın Yasası anlamındadır. Nehemya, yasamn verilmesi hakkında konuşurken
i:20: "Onları eğitmek için iyi Ruhun'u verdin." der. Yasa'nın
Tekran iv:6'da: "ne denli bilge ve anlayışlı olduğunuzu uluslara
bunlar gösterecek." ve Mezmurlar cxliii:10'da: "Senin iyi
Ruhun düz yolda bana öncülük etsin!" denerek yasalara gönderme
yapılmıştır. Tanrı'nın Ruhu akılla aynı şekilde Tanrı'nın nefesi anlamına da
gelebilir, yürek ve beden Kutsal Kitap'ta Mezmurlar xxxiii:6'daki gibi
Tanrı'ya mal edilmişlerdir. Sonuç olarak Eyüp xxxiii:4'te "Beni Tanrı'nın
Ruh'u yarattı" tümcesindeki gibi Tanrı'nın Güç'ü, Kuvvet'i ya da Yetenek'i
ya da isterseniz Rab'bin Buyruk'u anlamına gelir. Aynı şekilde, Tevrat yazarı
şiirsel diliyle, Mezmurlar xxxiii:6: "Gökler Rab'bin sözüyle, Gök
cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı" der yani; sanki onların bir
nefeste verilen bir buyrukla yaratıldıklarını bildirir. Ayrıca Mezmurlar
cxxxix: 7'de: "Nereye gidebilirim senin Ruh'undan, Nereye kaçabilirim
Huzur'undan?", yani; 'Senin Güç'ünden ve Huzur'undan ötede olmak için
nereye gidebilirim?' der.
Son olarak
Rab'bin Ruh'u ifadesi, Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın Duygu'lanm ifade etmek için
kullanılıyor. Örneğin, O'nun Kayra'sı ve Merhamet'i anlamında, Mika
ii:7de: "Rab'bin (sabrı)Ruh'u mu tükendi acaba?" der. “O böyle
şeyler yapar mı?" Zekeriya iv:6, "Güçle kuvvetle değil, ancak benim
Ruh'umla başaracaksın' Böyle diyor Her Şeye Egemen Rab." Aynı peygamberin
yedinci parçasının on ikinci dizesi de, bence aynı şekilde yorumlanmalıdır:
"Her şeye egemen Rab'bin Ruh'uyla (yani; merhametiyle) daha - önceki
peygamberlere gönderdiği yasa ve sözcükleri duymamak için kalplerini sert bir
taşa çevirdiler." Hagay ii:5'te de aynı şekilde: "Ruh'um
aranızdadır. Korkmayın!" der.
Yeşaya
xlviii: 16'daki parça: "Egemen Rab şimdi beni ve Ruhu'nu
gönderiyor.", Tanrı'nın merhameti ya da bildirilen yasasına mal edilecek
şekilde anlaşılabilir; çünkü peygamber diyor ki: "Başlangıçtan beri"
( yani size Tanrı'nın Öfke ve Hüküm'ünü vaaz etmeye geldiğim ilk zamandan
beri) "...açıkça konuştum, O zamandan bu yana oradayım" ve şimdi
Tanrı'nın Merhamet'iyle size kurtuluşu vaaz etmek için sevinçli bir haberci
olarak gönderildim. Ya da Yeşaya'- nın bildirilen yasamn buyruğuyla, Musa'nın
onları uyardığı aynı tavırla, aynı koşullar altında onlan uyarmaya geldiğini, {Levililer
xix:17) ve şimdi, Musa gibi kendisinin de onların kurtuluşunu vaaz ederek
uyarısının sonuna geldiğini anlatmak istendiğini çıkarabiliriz. Ama ilk
açıklama bana en iyisi gibi geliyor.
Tartışmamızın
başlıca konusuna dönersek, Kutsal Kitap'ın "Rab'bin Ruh'unun bir peygamber
üzerinde olması", "Rab'bin Adem'e Ruhu'nu üflemesi" "İnsanın
Tanrı'nın Ruhu'yla, Kutsal Ruh'la dolu olması"... vs. ifadelerinin bizim
için oldukça açık ifadeler olduğunu ve peygamberlere özel ve sıra dışı bir
gücün bağışlandığı ve onların özel bir bağlılıkla kendilerini imana adadıkları
anlamlarına geldiklerini görüyoruz. Tanrı'nın Ruhu'nun İbranicede Tanrı'nın aklı
ya da düşüncesi anlamına geldiğini gösterdiğimiz için peygamberlerin Tanrı'nın
düşüncesini ya da aklını gördüklerini ve O'nun aklı ya da düşüncesini gösteren
yasanın O'nun Ruhu adım aldığını görüyoruz. Böylece, Tanrı'nın buyruklarının
bildirilmesine aracılık ettiği için, peygamberlerin hayal gücünün TamT- nın
aklı olarak anılabileceği ve peygamberlerin Tan- rı'nın aklına sahip
olduklarının söylendiğini görüyoruz. Aklımızda ayrıca Tanrı'nın aklı ve O'nun
sonsuz düşünceleri vardır; ama bunun bütün insanlarda aynı olduğu özellikle
üstünlük iddia eden, diğer insanları ve onların bilgilerini küçümseyen
İbraniler tarafından daha az dikkate alındı. Son olarak, peygamberlerin
Tanrı'nın Ruhu'na sahip olduğu söylenmiştir, çünkü insanlar kehanet gücünün
nereden geldiğini bilmiyorlardı ve şaşkınlıkları bunu diğer mucizelerle
doğrudan Tanrı'ya mal etmelerine, Tanrısal güç adım vermelerine neden oldu.
Peygamberlerin
Tanrı'nın vahyini sözcük ya da şekillerle, hayalî ya da gerçek olsun sadece
hayal gücünün yardımıyla algılayabildiklerini doğrulama konusunda daha fazla
kararsızlık duymamıza gerek yok. Kutsal Kitap'ta görmediğimiz başka bir yöntem
uy- durmamalıyız. İletişimlerin gerçekleştiği özgün Doğa yasasıyla ilgili
bilgisizliğimi itiraf ediyorum. Diğerleri gibi Tanrı'nın gücüyle
gerçekleştiklerini söyleyebilirdim ama bu sadece saçmalık olurdu ve eşsiz bir
örneği aşkın bir terimle açıklamaktan farksız olurdu. Her şey Tanrı'nın gücüyle
gerçekleşiyor. Doğanın kendisi de Tanrı'nın gücünün farklı bir adıdır ve bizim Tanrı'nın
gücüyle ilgili bilgisizliğimiz Doğa'yla ilgili bilgisizliğimizle eş-sürelidir.
O zaman bir olayı Tanrı'nın gücü olan doğal nedenini bilmeden, Tan- rı'nın
gücüne mal etmek tam bir aptallıktır. Fakat şimdi kehanet bilgisinin
nedenlerini soruşturmuyoruz. Dediğim gibi sadece Kutsal belgeleri incelemeye
ve saltık doğal doğruluklardan çıkardığımız gibi onlardan da sonuçlar çıkarmaya
çalışıyoruz; belgelerin nedeni bizi ilgilendirmiyor.
Akılsal
bilginin tüm örüntüsünün meydana getirildiği ilke ve kavramlardansa, sözcük ve
şekillerle çok daha fazla düşünce oluşturulabildiği için peygamberler, Tanrı'nın
vahiylerini hayal gücü yardımıyla gördükleri gibi tartışmasız anlama yetisinin
sınırlarının çok ötesindekileri de görebilirlerdi.
Böylece
peygamberlerin neredeyse her şeyi kısa öykü ve üstü kapah sözlerle algıladığı
ve hayal gücünün genel yöntemine uyarak ruhsal gerçekleri cisimsel şekillere
soktukları doğrusu hakkında bir fikrimiz oluyor. Kutsal Kitap'ın ve
peygamberlerin Tanrı'nın Ruhu ya da Düşüncesi hakkında neden çok tuhaf ve
karmaşık bir şekilde konuştuklarımjkarşılaştınn, Çölde Sayım xi:17, 1 Krallar
xxii:21..vs.J, Daniel'in Rab'bi Mika'nın yanında beyaz giyen yaşlı bir adam
biçiminde otururken görmesini, Hezekiel tarafından O'nun bir ateş gibi görülmesini,
neden Kutsal Ruh- 'un İsa'yla beraber olanlara alçalan bir güvercin olarak,
havarilere ateşli diller gibi, Pavlus'a din değiştirirken büyük bir ışık
olarak belirdiğini düşünmemize artık gerek yok. Tüm bu ifadeler açıkça geçerli
Tanrı ve ruh düşünceleriyle uyum içindedir.
Hayal gücü
kısa süreli ve değişken olduğundan, görüyoruz ki kehanet gücü bir peygamberde
uzun süre kalmamış ya da kendisini sık göstermemiş, tam tersi olarak seyrek
göstermiştir; kendini sadece birkaç insanda, onlarda da seyrek göstermiştir.
Zorunlu
olarak peygamberlerin gördüklerinin doğruluğundan kesin akılsal yasalarla
değil de hayal gücü yetisiyle nasıl emin olduklarını soruşturmalıyız ama
araştırmamız Kutsal Kitapla sınırlı kalmalıdır çünkü konu, kesin bilgisini
edinemediğimiz ve dolaysız nedenlerle açıklayamadığımız üzerinedir. Kutsal
Kitap'ın peygamberlerin güvenilirliğini konusundaki öğretisini bir sonraki
bölümde çözümleyeceğim.
Peygamberler Hakkında
Vahyin doğa olgularının bilgisini verebileceğini
varsayma yanlışı
Vahyin kesinliğinin dayanakları:
1.
Hayal gücünün canlılığı,
2.
Bir İşaret,
3.
Peygamberin Erdemliliği.
Bireyin yapı ve görüşlerine göre vahyin çeşitlilik
göstermesi.
Bir önceki
bölümde söylediğim gibi peygamberlere sıra dışı yetkinlikte akıl değil, sıra dışı
canlılıkta hayal gücü bağışlanmıştı. Bu sonuç Kutsal Kitap tarafından da
yeterince desteklenmiş çünkü bize Süleyman'ın en bilge adam olduğu ama özel
kehanet yeteneği olmadığı söyleniyor. Heman, Kalkol ve Darda çok yetenekli adamlar olmalarına rağmen peygamber
değillerken, eğitimsiz köylü adamların hatta İbrahim'in yardımcısı Hagar gibi
köylü kadın- lann böyle bir yeteneği vardı. Bu, sıradan deneyim ve akla da ters
değil. Hayal gücü yetisi büyük olan insanlar soyut akıl yürütmeye daha az
uygunlar, oysa akıl yürütmede ve onu kullanmada üstün olanlar, hayal güçlerini
daha sınırlı ve denetim altında tutarlar, aklın yerini almasın diye ona
hükmederler.
Dolayısıyla doğal ve ruhsal olayların bilgisinin peygambere özgü
kitaplardan elde edilebileceğini varsaymak tümüyle yanlıştır. Ben de
felsefenin, çağın ve sorunun kendisinin de gerektirdiği gibi bu düşünceyi ışığa
kavuşturmaya çalışacağım. Batıl inancın kuşatmalarını umursamıyorum, çünkü
batıl inanç gerçek bilgi ve ahlakın can düşmanıdır. Evet, işler buraya kadar
geldi! Hiçbir Tanrı fikri oluştura- madığım ve O'nu sadece nedenlerini de
bilmedikleri yaratılmış şeyler aracılığıyla bildiklerini itiraf eden insanlar,
utanmadan filozofları ateizmle suçlayabiliyorlar. Soruyu yöntemli biçimde
işleyerek, kehanetlerin sadece peygamberin hayal gücü ve fiziksel yaradılışına
bağlı olarak değil, aynı zamanda peygamberlerin kendine özgü görüşlerine göre
de farklılık gösterdiğini bundan öte kehanetin peygamberi hiçbir zaman daha
önce olduğundan daha bilge yapmadığını göstereceğim. Ama önce peygamberlerin
teslim aldığı gerçeğin güvenilirliğini tartışacağım çünkü bu, bu bölümün
konusuyla benzer ve bir şekilde bizim şu anki düşüncemizi açıklamaya yarayacak.
Hayal gücü, kendi doğasında tüm açık ve seçik düşüncelerde anlatmak
istendiği gibi, doğruluğun kesinliğini içermez, bizi nesnel gerçekliğine
inandırmak için biraz dıştan olan nedene gereksinim duyar. Bundan dolayı
kehanet kesinlik sağlayamaz. Tanrı'- nın Söz'ünü duyduktan sonra Tanrı'ya
inanmadığı için değil, sözü verenin Tanrı olduğundan emin olmak için bir işaret
isteyen İbrahim'den de anlayabileceğimiz gibi peygamberler Tanrı'nın kehanetinden,
kehanetin kendisiyle değil bazı işaretlerle emin oluyorlardı. Bu gerçek, Gidoni
örneğinde daha da belirgin: "Göster bana" der Tanrı'ya "bana
benimle 42
konuşanın Sen olduğunu bilmemi sağlayacak bir işaret göster." Tanrı
ayrıca Musa'ya şöyle der: "Bu da sana gönderdiğim bir işaret olsun."
Hizkiya uzun zamandır Yeşaya'nın peygamber olduğunu bildiği halde yine de
önceden haber verdiği çözüm yolunun bir işaretini istedi. Böylece
peygamberlerin her zaman kehanetle ilgili hayallerini doğrulayacak bazı
işaretler aldıkları oldukça açık; bu yüzden Musa Yahudilere (Yasa'nın Tekran
xviii.) peygamberlerden bir işaret isteyin yani gelecekte olacak bir olayın
öngörüsünü isteyin der. Bu bağlamda kehanet gücü, hiçbir işaret gerektirmeyen
ve kendi içinde kesinlik içeren doğal bilgiden daha aşağıdır. Dahası Kutsal
Kitap, peygamberlerin kesinliğinin matematiksel değil, ahlaki olduğu ifadesini
destekler. Musa, öğretisini işaret ve mucizelerle doğrulasa bile yeni tanrılar
vaaz eden peygambere ölüm cezasını koyar (Yasanın Tekran xiii.);
"Çünkü” der, "Tanrınız Rab Kendi'sini bütün yüreğinizle, bütün
canınızla sevip sevmediğinizi anlamak için sizi sınamaktadır." Ve İsa
havarilerini aynı şeye karşı uyarır (Matta xxiv:24). Ayrıca Hizkiya (xiv:9)
açıkça Tanrı'nın insanları yalancı kehanetlerle aldattığını belirtir;
Mikaya'nın tanıklığı üstlendiği Ahav'nı peygamberleri durumundaki gibi.
Bu örnekler
vahyin kuşkuya açık olduğunu kamt- lasa da dediğimiz gibi vahiy, belirli bir
ölçüde kesinlik barındırır; çünkü Tanrı hiçbir zaman iyi olam ya da
seçilmişini aldatmaz ama (eskiden kalma atasözüne ve Avigayil'in öyküsü ve
konuşmasına göre ) Tanrı iyileri iyiliğin aracı olarak, kötüleri de
öfkesini uygulamak için kullanır. Bu, Mikaya'nın yukarıda bahsedilen durumundan
da görülebilir,- Tanrı Ahav'ı peygamberler aracılığıyla aldatmaya karar
verdiğinde, yalan söyleyen peygamberlerden yararlanmıştır; iyi peygambere doğruyu
belli etmiş ve bunu duyurmasını yasaklamamıştır.
Yine de
dediğim gibi vahyin kesinliği sadece ahlaki olarak kalır; çünkü Tanrı'nın
karşısında hiç kimse kendisini savunamaz ya da Tanrı'nın iyiliğinin aracı
olmasıyla övünemez. Davut'un dindarlığının yeterli ölçüde tanıklığını
üstlenmesine rağmen, Kutsal Ki- tap'ın kendisi, Tanrı'nın Davut'u insanları
sayması için ayarttığını öğretir ve gösterir .
Vahyin
kesinliğiyle ilgili sorunun tamamı şu üç düşünce üzerinde temellendirilmişti:
1.
Vahiy edilen şeyler peygamberleri
uyanıkken görülen şeyler gibi etkileyecek kadar çok canlı hayal edilmişti;
2.
Bir işaretin varlığı;
3.
Son ve en önemli olarak
peygamberin aklının tamamen doğru ve iyi olana yönelmiş olması.
Kutsal Kitap
her zaman bir işaretten bahsetmese de biz her zaman bir işaretin bağışlandığını
varsay- mahyız; çünkü Kutsal Kitap her zaman her durum ve koşula değinmektense
(çoğunun belirttiği gibi), onların okuyucu tarafından bilindiğini varsayar.
Ama bir vahiy zaten Musa'nın yasasının içerdiği bir şeyi duyuruyorsa hiçbir
işaret gerektirmediğini kabul etmeliyiz çünkü bu vahiy yasa tarafından
doğrulanmıştır. Örneğin, Yeremya'nın Yeruşalim'in yok edilmesi vahyi diğer peygamberlerin
vahiyleriyle ve yasalardaki tehditlerle doğrulanmıştı ve bu yüzden bir işaret
gerektirmiyordu ama tüm peygamberlerin tersi olarak devletin hızla yeniden
kurulmasını önceden haber veren Hananya, bir işarete gerek duydu yoksa
gerçeklerle doğrulanana kadar vahyinin doğruluğundan kuşku duyacaktı.
"Ancak esenlik olacağını söyleyen peygamberin sözü yerine gelirse, onun
gerçekten Rab'bin gönderdiği peygamber olduğu anlaşılır."
O zaman
peygambere işaretlerle sağlanan kesinlik matematiksel değildi (yani kesinliğin
algılanan ya da görülen şeyin anlaşılması sonucu olması şart değildi), sadece
ahlakiydi. İşaretler sadece peygamberi ikna etmek için verildiklerinden, bu
demek oluyor ki böyle işaretler her bir peygamberin görüş ve yeterliliklerine
göre veriliyordu, öyle ki bir peygamberi ikna eden bir işaret, kafasına farklı
görüşler sokulmuş başka bir peygamberi ikna için yeterli olmayacaktı.
Dolayısıyla işaretler her bir peygamber için farklıydı.
Bahsettiğimiz
gibi bireysel yaradılış ve alışkanlığa göre ve biraz önce bahsedilen görüşlere
göre ayrıca vahiyler de farklılık gösteriyordu.
Bu şekilde
vahiyler yaradılışa göre şu şekilde farklılık gösteriyordu. Eğer bir peygamber
neşeliyse ona yengiler, huzur ve inşam mutlu eden olaylar belli ediliyordu; o
doğal olarak böyle şeyler hayal etmeye daha eğilimliydi. Eğer tersi olarak,
hüzünlüyse savaşlar, katliamlar ve felaketler belli ediliyordu ve böylece bir
peygamber merhametli, nazik, sinirli ya da sertse bir vahye bir diğerinden daha
uygun olabiliyordu. Bu şekilde vahiy hayal gücünün yapısına göre değişiyordu.
Eğer peygamber kültürü gelişmiş biriyse Tanrı'- mn aklını incelikli bir şekilde
görüyordu, eğer aklı karışıksa onu da karışık bir şekilde görüyordu. Bu yüzden
hayal gücüyle elde edilen vahiylerde de eğer peygamber bir köylüyse öküzlerin,
ineklerin; eğer bir askerse generallerin ve orduların; eğer bir saray mensubuysa
bir kraliyet tahtının ve benzer şeylerin hayallerini görürdü.
Son olarak
vahiy, peygamberlerin sahip olduğu görüşlere göre değişirdi; örneğin,
astrolojinin saçmalıklarına inanan Magi'ye İsa'nın doğumu Doğu'daki bir
yıldızın hayaliyle belli edilmişti. Nebukadnessar'ın kâhinlerine Yeruşalim'in
yok edilişi bağırsaklar aracılığıyla belli edilmişti, oysa kralın kendisi bunu
kehanetlerden ve havaya attığı okların yönlerinden çıkarmıştı. İnsanların özgür
istemlerine göre ve kendi erkleriyle hareket ettiğine inanan peygamberlere
Tanrı'nın, gelecekteki insanların eylemlerinden ayrı ve habersiz olduğu belli
edilmişti. Bunların hepsini Kutsal Kitap'tan örneklerle açıklayacağım.
İlk nokta,
Yehoram'a kehanette bulunmak için bir harp isteyen, krala kızgın olduğu ve
herhangi birine kızgın olanlar onla ilgili iyi değil kötü şeyler hayal
edebileceğinden daha önce ulaşamadığı Tanrısal amacı, harpın müziğiyle
canlanana kadar göremeyen; sonra tabi ki Yehoram ve müttefiklerine iyi haberler
vahyeden Elişa'nın durumuyla kanıtlanıyor. Tanrı'-, nm Kendi'ni kızgın ya da
üzgün olanlara belli etmediği kuramı hayalden başka bir şey değildir. Çünkü
Tanrı Musa'ya kızgınken ilk doğanın korkunç katlini belli etti ve bunu bir
harpın aracılığı olmadan yaptı. Tanrı, Kabil'e o kızgınken belirdi ve
kızgınlıkla hoşgörüsüz olan Hezekiel'e Yahudilerin başkaldırı ve yoksulluğu
belli edilmişti. Sefil ve hayattan bıkmış olan Yeremya, İbranilerin
felaketlerini haber vermişti, Tanrı'nın merhametini kadınsı bir doğaya açması
daha uygun olduğundan, Yoşiya ona danışmayacak, bir kadını soruşturacaktı. Bu
yüzden Mikaya Ahav'a diğer gerçek peygamberlerin tersine hiçbir zaman iyi
kehanetlerde bulunmadı, sürekli kötü kehanetlerde bulundu. Böylece görüyoruz ki
birbirinden ayrı peygamberler yaradılışları gereği bir tür vahye diğer bir
türden daha uygundular.
Vahyin biçemi
ayrıca her bir peygamberin güzel söz söyleme yeteneğine göre de değişiyordu.
Hezekiel ve Amos'un vahiyleri Yeşaya ve Nahum'unki gibi incelikli bir biçemde
değil, kabaca yazılmıştır. Bu konuyu daha yakından araştırmak isteyen bir
İbrani edebiyatı araştırmacısı farklı peygamberlerin aynı konuyu ele alan
parçalarını karşılaştırdığında biçem- İcr arasındaki çok büyük farklılığı
bulacaktır. Örneğin, saray mensubu Yejuyu'nın birinci parçada 11. dizeden 20.
dizeye olan kısmını köylü Amos'un 2124 arasındaki dizeleriyle karşılaştırın.
Ayrıca Yeremya'nın îdumeya'da yazılmış vahiylerinin düzen ve uslamlamasını
Obadiah'ın düzen ve mantığıyla karşılaştırın. Son olarak Yeşaya xl:19,
20 ve xliv:8 ile Hoşea viii:6 ve xiii:2'yi karşılaştırın. Vesaire.
Bu parçaların
doğru biçimde gözden geçirilmesi bize Tanrı'nın konuşmada belli bir biçemi
olmadığını ama peygamberin öğrenme ve yeterliliğine göre kültürlü, özlü, sert,
eğitimsiz, ayrıntılı ya da belirsiz konuştuğunu bize açıkça gösterecektir.
Dahası
peygamberlere bağışlanan hayallerde ve onları ifade eden simgelerde kesin bir
çeşitlilik vardı, çünkü Yeşaya Tapınak'tan ayrılırken Rab'bin görkemini
Hezekiel'e gösterilenden daha farklı bir biçimde gördü. Ralbah aslında her iki
hayalin de gerçek olduğunu ama Hezekiel'in bir köylü olduğundan hayalden çok
büyük ölçüde etkilendiğini ve dolayısıyla çok ayrıntılı anlattığını ileri
sürer; ama bu konuyla ilgili güvenilir bir hadis olmadığı sürece, ki olduğuna
da inanmıyorum, bu kuram açıkça bir yalan. Yeşaya Serafları altı kanatlı görürken, Hezekiel dört kanatlı
yaratıklar gördü; Yeşaya Tanrı'yı giyinik ve bir kraliyet tahtında oturur
görürken, Hezekiel O’nu ateşe benzer bir şekilde gördü; her ikisi de kuşku yok
ki Tanrı'yı genellikle O'nu hayal ettikleri biçimde gördüler.
Bundan öte,
hayaller ayrıntılarda olduğu kadar netlikte de farklılık gösteriyorlardı.
Çünkü Zekeriya'nın vahiyleri, onları aktarmasından görüldüğü gibi açıklama
olmaksızın kendisi tarafından bile anlaşılmak için fazla belirsizdi.
Açıklamaları yapıldıktan sonra bile Daniel kendi hayallerini anlamamıştı ve bu
belirsizlik, belli edilen konunun zorluğundan değil, (çünkü bunlar insan
olaylarından başka bir şey olmadıkları için, insan yeterliğini sadece
gelecekte olmaları yönünden aşıyordu) sadece Daniel'in hayal gücünün vahye
uyanıkken uykuda olduğundan daha az yeterli olduğu gerçeğinden kaynaklanıyordu.
Ve bu da hayalin en başında onun neredeyse gücünden umudu kesecek kadar korkmuş
olması gerçeğiyle daha da açık. Böylece, hayal gücü ve kendi gücünün
yetersizliği yüzünden belli edilen şeyler ona o kadar belirsiz gelmişti ki
onları açıklandıktan sonra bile anlayamamıştı. Burada Daniel tarafından duyulan
sözcüklerin, yukarıda gösterdiğimiz gibi, sadece hayali olduğuna dikkat
etmeliyiz, yani korkuyla doluyken onları çok karışık ve belirsiz hayal ettiği
için açıklandıktan sonra bile anlamaması şaşılacak bir şey değil. Tanrı'nın
açık bir vahiy göndermek istemediğini söyleyenler, peygamberin daha sonraki
günlerde insanlarının başına gelecekleri anlamasını sağlamak için
gönderildiğini söyleyen meleğin sözlerini okumamışa benziyor {Daniel
x:14).
Vahiy o zaman
hayal gücü onu daha açık kavramaya yeterli olan bir kişi bulunamadığı için belirsiz
kaldı. Son olarak, Tanrı'nın İlyas'ı alacağı belli edilen peygamberler,
Elişa'yı onların İlyas'ı bulacakları bir yere götürüldüğüne ikna etmek
istediler; bu da yeterince açık gösteriyor ki Tanrı'nın vahyini doğru anlamamışlar.
Bunu daha
açıkça ortaya koymaya hiç gerek yok çünkü Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın bazı
peygamberlere diğerlerinden daha çok kehanet gücü bağışladığından daha açık
olan bir şey yok. Vahiylerin peygamberle ı tarafından daha önce benimsenen
görüşlere göre farklılık gösterdiği ve peygamberlerin türlü ve hatta birbirine
ters görüşler ve önyargılar taşıdıkları konulan daha önemli bulduğum için daha
ayrıntılı ve uzun işleyeceğim. (Dürüstlük ve ahlak bakımından durum büyük
ölçüde farklı olduğu için anlaşılsın ki ben sadece kuramsal konulardan söz
ediyorum.) Bu yüzden vahyin peygamberleri hiçbir zaman daha bilge yapmadığı,
onları daha önceki görüşlerinde bıraktığı ve dolayısıyla bizim onlara akıl
konularında güvenmek zorunda olmadığımız sonucuna varacağım.
Kutsal Kitap'ın belirli parçalarının peygamberlerin belli bakımlardan
bilgisiz olduğunu açıkça doğrulamasına rağmen, herkes peygamberlerin insan
aklının kapsamındaki her şeyi bildiklerini doğrulamada tuhaf bir şekilde
aceleci davrandı. Böyle insanlar peygamberlerin bilmediği hiçbir şey olmadığını
ka- bullenmektense parçaları anlamadıklarını söylemeyi yeğlerler ya da Kutsal
Kitap'a ait sözlerin apaçık anlamlarını çarpıtmaya çalışırlar.
Eğer bu işlemlerden izin verilebilir olanı varsa biz de Kutsal
Kitaplarımızı kapatabiliriz çünkü eğer onların en açık parçaları bile belirsiz
ve akıl ermez gizemler sınıfına giriyorsa onlardan bir şey kanıtlamak için
boşuna çabalayacağız ya da parçalarına istediğimiz yorumu getirebiliriz
demektir. Örneğin, Kutsal Kitap'ta, Yeşu'nun ve belki de onun öyküsünü yazan
yazarın güneşin dünyanın etrafında döndüğü ve dünyanın sabit durduğu ve bundan
öte güneşin belli bir süre için sabit kaldığını düşündüğünden daha açık bir şey
yok. Gökcisimlerinin hiçbir hareketini kabullenmeyen birçokları, parçayı
oldukça farklı bir anlama gelmiş görünene kadar örtbas ederler. Daha doğru
felsefe yapmayı öğrenen ve Güneş sabitken Dünya'nın onun etrafında döndüğünü
ya da en azından Güneş'in Dünyanın etrafında dönmediğini anlayan diğerleri bu
tür bir şey kastedilmiş olmamasına rağmen Kutsal Kitap'ta bu anlamı tüm
güçleriyle çarpıtmaya çalışırlar. Böyle boş konuşan kimseler bende şaşkınlık
uyandırıyor! Biz gerçekten Asker Yeşu'nun bilgili bir astronom olduğuna inanmak
zorunda mıyız? Ya da ona bir mucizenin belli edilemediğine ya da o nedenini
bilmeden Güneş'in ufukta normalden daha uzun süre kalamayacağına mı inanmak
zorundayız? Bana her iki seçenek de saçma geliyor ve bu yüzden Yeşu'nun
günlerin uzamasının gerçek nedenini bilmediğini ve, o ve onunla birlikte olan
tüm topluluğun Güneş'in her gün Dünya'nın etrafında döndüğünü ve öyle özel bir
durumda bir süre için sabit kaldığını, böylece ışığın daha uzun süre kalmasını
sağladığını düşündüklerini söylerdim ve havadaki kar miktarı yüzünden (bkz.
Yeşu x: 11) yansımanın olağandan daha fazla olabileceğini tahmin
edemediklerini ya da şimdi sorgulamayacağımız başka bir neden olabileceğini
söylerdim.
Öyleyse boyu
kısalan gölgenin işareti de Yeşaya'ya
onun anlayışına göre belli edilmişti; yani sanki Güneş'in geri gitmesinden
kaynaklanıyormuş gibi; çünkü o da Güneş'in hareket ettiğini ve Dün- ya'nın
sabit durduğunu düşünüyordu; belki de yalancı güneşi rüyasında bile görmemişti. Bu sonuca hiçbir
kuşku olmadan varabiliriz; çünkü işaret gerçekten meydana gelmişti ve gerçek
nedeninden habersiz olan Yeşaya tarafından krala önceden haber verilmişti.
Süleyman tarafından Tapınak'ın inşa edilmesine gelince eğer gerçekten
Tanrı'nın buyruğuysa aynı öğretiyi yani tüm ölçülerin kralın görüş ve
anlayışına göre belli edildiğine inanmayı sürdürmeliyiz. Çünkü Süleyman'ın bir
matematikçi olduğuna inanmak zorunda olmadığımızdan Süleyman'ın dairenin çevresi
ve çapı arasındaki oranın bilgisine sahip olmadığını ve işçilerin çoğu gibi
üçe bir oranında olduğunu düşündüğünü ileri sürebiliriz. Ama eğer bu parçayı anlamadığımızı
bildirmemize izin veriliyorsa gerçekten Kutsal Kitap'ta bizim
anlayabileceğimiz hiçbir şey bilmiyorum demektir; çünkü inşa etme süreci orada
basitçe sadece tarihi bir konuymuş gibi anlatılmış. Eğer yine parça sanki
başka bir anlam taşı- yormuş ve bizim bilmediğimiz bir nedenden yazılmış gibi
davranmamıza izin verildiyse, bunun Kutsal Kitap'ın tümüyle bozulmasından aşağı
kalır yanı yoktur; çünkü böylece insan sapıklığının tüm saçma ve kötü buluşları
Kutsal Kitap'ın yetkinliğine zarar vermeden savunulabilir ve büyütülebilir.
Bizim çıkardığımız sonuç hiç bir şekilde dine karşı saygısız değil; çünkü
Süleyman, Yeşaya, Yeşu... vs. peygamber olmalarına rağmen .yine de insandılar
ve böyle oldukları için insan eksikliklerinden ayrıcalıklı olamazlar.
Nuh'un
anlayışına göre Tanrı'nın tüm insan soyunu yok etmek üzere olduğu ona belli
edilmişti çünkü Nuh Dünya'da Filistin sınırları dışında yaşayanların olduğunu
bilmiyordu.
Sadece bu tür
konularda değil, Tanrısal niteliklerle ilgili daha önemli konular da Tanrı'yla
ilgili oldukça sıradan kavramlar gibi görülüyor ve bu kavramlara onların
vahiyleri uyduruluyor, Kutsal Kitap'a ait açık ifadelerle göstereceğim gibi;
peygamberlerin akıllarının yüceliği ve ünleri için, dindarlıkları ve
bağlılıklan kadar övülmedikleri hepsinden kolayca görülebilir.
Tanrı'nın
belli edildiği ilk insan Adem, O'nun gücünün her şeye yettiğini ve O'nun her
şeyi bilen olduğunu bilmiyordu çünkü kendisini O'ndan gizlemişti ve yanlışı
için sanki Tanrı onun durumunun ya da günahının farkında olmayan bir insanmış
gibi O'na bahaneler söylemeye kalkışmıştı; öyleyse ona da Tanrı, onun
anlayışına göre belli edilmişti - çünkü Adem, Rab'bi bahçede inlerken, onu
çağırırken ve nerede olduğunu sorarken duydu ya da duymuş gibi göründü ve sonra
onun utangaçlığını görünce ona yasak meyveyi yiyip yemediğini sordu. Açıkça
görülüyor ki Adem Tanrı'yı sadece her şeyin yaratıcısı olarak biliyordu. Tanrı
Kayin'e de onun anlayışına
göre, yani sanki insan işlerinden habersiz gibi belli edilmişti, günahının tövbesi
için Tanrı'nın daha üstün bir kavramı da gerekmiyordu.
Rab kendisini
Lavan'a İbrahim'in Tanrı'sı olarak belli etmişti çünkü Lavan her ulusun kendine
özel bir tanrısı olduğuna inanıyordu (bkz. Yaratılış xxxi:29). İbrahim
de Tanrı'nın her yerde olduğunu ve her şeyi önceden bildiğini bilmiyordu; çünkü
Tan- rı'nın Sodom'un sakinlerine karşı aldığı kararı duyduğunda Rab'bin
hepsinin böyle bir cezayı hak edip etmediğini bulana kadar karan yerine getirmemesi
için dua etti. Çünkü dedi ki: (bkz. Yaratılış xviii:24) "Kentte
elli doğru kişi var diyelim... İçindeki elli doğru kişinin hatırı için kenti
bağışlamayacak mısın?" ve Tanrı ona bu inanca bağh olarak belli edilmişti;
İbrahim'in düşlediği gibi O şöyle dedi: "Onun için inip bakacağım.
Duyduğum suçlamalar doğru mu, değil mi göreceğim. Bunları yapıp yapmadıklarım
anlayacağım." Bundan öte İbrahim'i ilgilendiren Tanrısal vahiy onun sadık
olmasından başka hiçbir şey ileri sürmüyor ve Tanrı "Doğru ve adil olanı
yaparak yolumda yürümeyi oğullarına ve soyuna buyursun diye İbrahim'i
seçtim" diyor [Yaratılış xviii:19); İbrahim'in üstün bir Tanrı
kavramına sahip olduğunu belirtmiyor.
Ayrıca Musa
da Tanrı'nın her şeyi gördüğünün ve insan eylemlerini tek buyruğuyla
yönettiğinin yeterince farkında değildi, çünkü Tanrı Kendisi İsraillilerin
O'nu dinlemesi gerektiğini söylemesine rağmen Musa konuya yine de kuşkuyla
yaklaştı ve tekrar etti: "Ya bana inanmazlarsa?", "Sözümü
dinlemez, 'Rab sana görünmedi' derlerse, ne olacak?" Benzer olarak ona da
Tanrı gelecekteki insan işlerinde yer almayan ve habersiz olarak belli
edilmişti. Tanrı ona iki işaret verdi ve dedi ki: "Eğer sana inanmaz, ilk
belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilirler. Bu iki belirtiye de
inanmaz, sözünü dinlemezlerse, Nil'den biraz su alıp... vs." Musa'nın
kaydedilmiş görüşlerini gerçekten önyargısızca dikkate alan biri Musa'nın Tanrı'yı
her zaman var olmuş, var olan ve var olacak bir Varlık olarak gördüğünü ve bu
yüzden O'nu İbranicede varlığın bu üç evresini belirten Yehova adıyla andığını açıkça
görecektir. Tevrat'ta görüldüğü kadarıyla doğasıyla ilgili olarak da Musa O'nun
sadece merhametli, nazik ve aşırı kıskanç olduğunu öğretiyordu. Son olarak bu
Varlık'ın diğer tüm varlıklardan görünen hiçbir şeyin görüntüsüyle
tanımlanamayacak kadar farklı olduğunu, ayrıca O'nun insanın eksikliğinden
kaynaklanan doğal bir eksiklik nedeniyle değil; bundan öte O'nun gücü nedeniyle
eşsiz ve tek olduğundan görülemeyeceğini öğretiyordu. Musa (kuşkusuz Tanrı'nın
tasarı ve buyruğuyla) O'nun yardımcı-yöneticisi olarak hareket eden varlıklar
olduğunu - yani gerçekten Tanrı'- mn ulusları yönetmesi, gereksinimlerini
gidermesi ve onlarla ilgilenmesi için hak, yetki ve erk verdiği varlıklar
olduğunu kabulleniyordu. Ama onların uymak zorunda oldukları bu Varlık'ın en
yüce ve Üstün Tanrı ya da (İbranice deyimi kullanırsak) tanrıların Tanrı'sı
olduğunu öğretiyordu. Ve Musa şarkıda [Mısır’dan Çıkış xv: 11) da şöyle
haykırıyor: "Var mı senin gibisi ilahlar arasında, ya Rab?" ve Yitro
der ki: "Artık biliyorum ki,
Rab bütün ilahlardan büyüktür." Yani "en sonunda Musa'ya karşı
Yehova'nın tüm tanrılardan üstün ve gücünün rakipsiz olduğunu kabullenmek
zorundayım.” Musa'nın Tanrı'nın yardımcı-yöneticileri olarak hareket eden bu
varlıkların O'nun tarafından yaratıldığını düşünüp düşünmediği konusunda
kararsız kalıyoruz çünkü Musa bildiğimiz kadarıyla bu varlıkların Yaratılışı
ve kaynağıyla ilgili hiçbir şey belirtmemiştir. Bundan öte bu Varlık'ın
görünen dünyayı Karga- şa'dan düzene getirdiği ve Doğa'ya tohumlarını verdiği ve
bu yüzden O'nun her şeyin üstünde en üstün hak ve güce sahip olduğunu öğretir.
Bundan öte üstün hak ve gücü nedeniyle Kendisi için sadece İbrani ulusunu ve
belli bir özel bölge seçtiğini ve geriye kalan ulus ve bölgeleri Kendisi yerine
diğer tanrıların ilgisine bıraktığını ve dolayısıyla Kendisi İsrail'in Tanrı'sı
ve Yeruşalim'in Tanrı'sı adım alırken diğer tanrılann Yahudi olmayanlann
tanrılan adım aldıklarını da öğretir. Bu nedenden ötürü Ya- hudiler Tanrı’nın
Kendi'si için seçtiği özel bölgenin diğerlerinde geçerli olanlardan oldukça
farklı ve ayrı bir Tanrısal tapınma gerektirdiğine ve Rab'bin diğer ülkelere
uyarlanan tanrıların tapınmasından zarar görmeyeceğine inanmışlardı. Bu yüzden
Asur'un kralı tarafından Yahudiye'ye getirilen insanların Ulusal Tanrı'ya
tapınmayı bilmedikleri için aslanlar tarafından parçalandıklarına
inanıyorlardı. (2 Krallar xvii:25).
İbn' Ezra'nın
görüşüne göre Yakup bu yüzden yeni
bir ülke aramalannı istediği zaman oğullannı kendilerini yeni bir tapınmaya
hazırlamalan ve yabancı tanrıların; yani bulundukları toprakların tanrı- lanna
tapınmayı terk etmeleri için uyardı. {Yaratılış xxxv:2, 3)
Davut Şaul'a
kralın eziyetiyle ülkesinden uzak yaşamaya zorlandığını anlattığında Rab'bin
sözü verilmiş kutsal toprağından sürüldüğünü ve başka tanrılara ibadet etmek
üzere gönderildiğini söyledi. (1 Samuel xxvi:19). Son olarak Davut
Yahudi olmayanlar arasında çok yaygın bir görüş olan bu Varlık ya da Tanrı'nın
yaşam alanının göklerde olduğuna {Yasa ’nın Tekrarı xxxiii:27)
inamyordu.
Eğer şimdi
Musa'nın vahiylerini incelersek onların bu görüşlere uydurulduğunu bulacağız;
Tanrısal Doğa'nın merhamet, incelik... vs. durumlarına tabi olduğuna inandığı
için Tanrı ona onun görüşü ve bu özellikleriyle belli edilmişti (bkz. Mısır’dan
Çıkış xxxiv:6, 7 ve ikinci emir). Bundan öte Musa'nın Tanrı'dan O'nu
görmeyi istediği {Mısır’dan Çıkış xxxiii:18) ama Musa (dediğim gibi)
Tanrı'nın hiçbir ruhsal görüntüsünü oluşturmadığı ve Tanrı kendisini
peygamberlere hayal güçlerinin eğilimi doğrultusunda belli ettiği için,
Tanrı'nın Musa'ya Kendisini herhangi bir şekilde belli etmediği aktarılıyor.
Tekrar ediyorum bu Musa'nın hayal gücü uygunsuz olduğu içindi çünkü diğer
peygamberler Rab'bi gördüklerine tanıklık ediyorlar; örneğin, Yeşaya, Hezekiel,
Daniel... vs. Bu nedenle Tanrı Musa'yı şöyle yanıtladı: "...yüzümü
görmene izin veremem." ve Musa Tanrı'nın görülebileceğine - yani Tanrısal
doğayla çelişki olmaksızın görülebileceğine (çünkü diğer şekilde onun isteğine
hiçbir zaman öncelik tanımazdı) - inandığı için "Çünkü yüzümü gören
yaşayamaz" diye eklenerek Musa'nın görüşü doğrultusunda bir neden sunuluyor. Çünkü
gerçekten olduğu gibi Tan- nsal doğayla çelişen bir görünümün ortaya çıkacağından
değil, insanın yetersizliği yüzünden bunun olamayacağı belirtiliyor.
Tanrı Musa'ya
İsraillilerin buzağıya taptıkları için diğer uluslarla aym sınıfa konulacağını
söylediğinde, [Tarihler xxxiii:2, 3) bir melek göndereceğini (yani
Tanrı'nın yerine İsraillilerden sorumlu bir varlık) ve artık Kendisi'nin
onların arasında daha fazla kalmayacağını söyledi. Böylece Musa'nın Tanrı'nın
İsraillileri başka varlık ya da meleklerinin koruyuculuğuna emanet ettiği
diğer uluslardan daha çok sevdiğini varsayması için hiçbir neden bırakmadı (bkz
dize 16).
Son olarak
Musa Tanrı’nın yaşamını göklerde sürdürdüğüne inandığı için, Tanrı ona
göklerden dağın üstüne gelmiş olarak belli edilmişti. Musa Tanrı'yla
konuşabilmek için dağa çıkıyordu, eğer Tanrı'yı her zaman her yerde olan
özelliğiyle kavrayabilseydi bunu yapmasına kesinlikle gerek kalmazdı.
Onlara
bildirilmesine rağmen İsrailliler Tanrı hakkında neredeyse hiçbir şey
bilmiyorlardı. Bu da birkaç gün sonra O'na diye tapınma ve onurlandırmalarını
onları Mısır'dan çıkaran Tanrı olduğuna inandıktan bir buzağıya
aktarmalarından besbelli. Gerçekte Mısır'ın batıl inançlarına alışkın,
eğitimsiz ve çok sefil bir kölelik dönemi yaşamış olan insanların Tanrı ile
ilgili sağlam herhangi bir kavrama sahip olmaları zor. Ya da Musa'nın onlara
doğru bir yaşama kuralından daha fazlasını, onları yasal yetkiyle ahlaklı
olmaya zorlayan bir yasa koyucu gibi değil de, bunu özgürlük nedeniyle aşılayan
bir filozof gibi öğretmesi de zor. Böylece doğru yaşam kuralı, tapınma ve
Tanrı sevgisi, onlar için gerçek özgürlükten, Tanrı'nın armağanı ve
kayrasından çok bir kölelikti. Musa onlara Tanrı'yı sevmelerini ve Yasa'sını
korumalarını buyurdu çünkü geçmişte ondan yararlanmışlardı (Mısır'daki
kölelikten kurtulmalanndaki gibi), dahası onlara O'nun buyruklarını çiğnemeleri
durumunda gözdağı, dikkate almaları durumunda birçok sözler vermişti; böylece
İsraillilere ebeveynlerin akılsız çocuklarına davrandıkları gibi davranmıştı.
Dolayısıyla onların erdemin ve gerçek mutluluğun üstünlüğünü bilmedikleri
kesin.
Yunus Tanrı'nın görüş
alanından kaçtığını düşünmüştü. Bu gösteriyor ki o da Tanrı'nın, ulusların
bakımını onun yerine geçen diğer güçlere bıraktığını kabullenmişti. Eski
Antlaşma'nın tamamında Tanrı hakkında hiç kimse aslında doğal yetenekleri bakımından
zamanının tüm insanlanndan üstün olan Süleyman’dan daha mantıklı konuşmuyor.
Ama o kendisini (yasanın sadece eylemleri mantıklı ve anlama yetisine bağlı
gerekçelere dayanmayan insanlar için koyulduğunu düşünerek) yasadan üstün
sayıyordu ve başlıca üç tane olan krallarla ilgili yasalardan az söz etmişti.
Dahası yasaları açıkça çiğnemişti (bu konuda yanlış yaptı ve bedensel zevke
dalarak bir filozofa yakışmayacak şekilde davrandı) ve Yazgı'nın tüm
bağışlarının değersiz olduğunu, insanlığın erdemden daha soylu bir yeteneğinin
ve aptallıktan daha büyük bir cezasının olmadığını öğretti. Bkz. Süleyman’ın
Özdeyişleri xvi:22, 23.
Ama çelişen
görüşlerini belirtmeyi üstlendiğimiz peygamberlere geri dönelim. Hezekiel'in
belirtilmiş görüşleri, Musa'dan (Sabbathus'un incelemesinde, i: 13, 2 dendiği
gibi) bize geçerliliğini hala koruyan vahiy kitapları bırakan Hahamlarınkine
kadar o kadar farklı ki, hahamlar kutsal kitaplardan onun vahiylerini ciddi
anlamda çıkarmayı düşündüler. Eğer (Sabbathus'un incelemesinde yazıldığı gibi)
Hananiah adlı bir Yahudi büyük bir gayret ve çalışmayla onların açıklamasını
üstlenmeseydi Hahamlar kuşkusuz Hezekiel'in görüşlerini çıkaracaklardı. Bu
Yahudi'nin bunu nasıl yaptığı yeterince anlatılmamış. Şimdi yok olmuş olan bir
yorum mu yazdığını ya da açıklamayı Hezekiel'in sözlerini değiştirerek ve
küstahça-ifadeleri isteğine göre çarpıtarak yapıp yapmadığım bilmiyoruz. Bu
nasıl yapılmışsa yapılsın, parça xviii, kesinlikle Mısır’dan Çıkış
xxxiv, Yeremya xxxii:18...vs. ile örtüşmüyor.
Samuel
Rab'bin buyurduğu hiçbir şeyden pişman 60
olmadığına inanıyordu (1 Samuel xv:29) çünkü Şaul günahı için üzüldüğünde ve Tanrı'ya tapınıp af
dilemek istediğinde Samuel Tanrı'nın buyruğunu geri almayacağını söylemişti.
Diğer
taraftan Tanrı Yeremya'ya: "Uyardığım ulus kötülüğünden dönerse, başına
felaket getirme kararımdan vazgeçerim." diye bildirilmişti. "O ulus
sözümü dinlemeyip gözümde kötü olanı yaparsa, ona söz verdiğim iyiliği
yapmaktan vazgeçerim" (Yerem- ya xviii:8-10). Yoel (ii:13)
Rab'bin sadece cezalandırmaktan vazgeçtiğini öğretmişti. Son olarak Yaratılış
iv:7'den belli ki insan günahın ayartmalarını yenebilir ve ahlaklı
davranabilir çünkü bu öğreti Josephus ve Kutsal Kitap'tan öğrendiğimize göre onları
hiçbir zaman yenmemesine rağmen Kayin'e söylenmiştir. Ve bu biraz önce alıntısı
yapılan Ye- remya'nın parçasıyla örtüşür çünkü orada eğer söz konusu
insan durumunu ya da yaşam biçimini değiştirirse Tanrı'nın Söz'ünü ettiği iyi
ve kötüyü ödüllendirmek ya da cezalandırmaktan vazgeçeceği söyleniyor. Ama
diğer taraftan Pavlus {Romalılar ix:10) insanın, Tanrı'nın özel çağrı ve
kayrası dışında, etin ayartmaları karşısında hiç gücü olmadığım olabilecek en
açık şekilde öğretir. Ve ahlakı insana mal ettiğinde (Romalılar iii:5 ve
vi: 19) kendisinin sadece
insanların diliyle ve etjn yetersizliğiyle konuştuğunu söyleyerek
düzeltir.
Artık
düşüncemizi yeterinden fazla kanıtladık. Tanrı'nın vahiyleri peygamberlerin
anlayış ve görüş lerine göre uyarladığını, yardımseverlik ve ahlakla ilgisi
olmayan kuram konularında peygamberlerin bilgisiz olabileceğini ve birbiriyle
çelişen düşünceler benimseyebileceklerini ve aslında benimsediklerini
kanıtladık. Dolayısıyla görülüyor ki doğal ya da ruhsal olgularla ilgili bilgi
için hiçbir şekilde peygamberlere başvurmamalıyız.
O zaman
sadece vahyin amaç ve özü olan peygamberlere ait yazılara inanmak zorunda
olduğumuza; ama ayrıntılara gelince her insanın inanıp inanmamasının kendisine
kaldığına karar verdik.
Örneğin,
Kayin'e. gelen vahiy bize Tanrı'nın onu doğru yaşamı yaşaması için uyardığını
öğretiyor çünkü vahyin tek amacı ve özü budur, özgür istem ve felsefeyle ilgili
öğretiler değildir. Öyleyse, iradenin özgürlüğü uyarının sözcüklerinde açıkça
belirtilmesine rağmen, sözcükler ve nedenler Kayin'in anlayışına göre
uyarlandığı için bunun tersi bir görüşü benimsemekte özgürüz.
Öyleyse
Mikaya'ya gelen vahiy de sadece Ahav ve Aram arasındaki savaşın gerçek
konusunun ona bildirildiğini ve bizim tüm inanmak zorunda olduğumuzun da bu
olduğunu öğretirdi. Vahiyde Tanrı'- nın gerçek ve yalan Ruhu, sağ ve sol elde
duran gökteki güçlerle ilgili vahyin içerdiği başka her şey ve diğer tüm
ayrıntılar bizi hiç etkilemez. Herkes aklının izin verdiği kadarına
inanabilir.
Tanrı'nın
Gücünü Eyüp'e göstermesine aracılık eden uslamlamalar da (eğer gerçekten bir
vahiy idiy- 62
seler ve öykünün yazarı bazılarının varsaydığı gibi sadece etkili
konuşmayla kendi anlayışını süslemiyor idiyse) aym sınıfa girerlerdi - yani
eğer Eyüp'ü ikna etmek için onun anlayışına göre uyarlanmışlarsa evrensel ve
tüm insanları ikna etmek için değillerdir.
İsa'nın
Ferisileri gurur ve bilgisizlikle suçladığı ve havarilerini doğru yaşamı
yaşamaları için uyardığı düşüncelerine gelince de farklı bir sonuca varamayız.
O düşüncelerini her bir insanın görüş ve ilkelerine uyarladı. Örneğin,
Ferisilere [Matta xii:26) "Eğer Şeytan Şeytan'ı kovarsa, kendi
içinde bölünmüş demektir. Bu durumda onun egemenliği nasıl ayakta
kalabilir?" dedi. Ferisilere şeytanların olduğunu ya da bir şeytan
krallığı olduğunu öğretmek değil, sadece onları kendi ilkelerine göre ikna
etmek istedi. Öyleyse havarilerine (Matta 18:10) "Bu küçüklerden
birini bile hor görmekten sakının! Size şunu söyleyeyim, onların göklerdeki
melekleri... vs." derken onları daha kolay ikna etmek için uyarlanmış olan
gerçek neden üzerinde durmak değil, sadece onları gurura ve akranlarını
küçümsemeye karşı uyarmak istedi.
Son olarak
havarilere özgü işaretler ve düşünceler için de tam olarak aynı şeyi
söylemeliyiz; ama bu konuyu daha derin işlemeye gerek yok. Eğer Kutsal Kitap'ın
bireylere ya da özellikle bir insanın anlayışına göre gönderilen ve felsefeyi
büyük tehlike altına sokmadan Tanrısal öğretiler olarak savunulamaya- cak tüm
parçalarını sayarsam amaçladığım kısalığı çok fazla aşmam gerekir. O zaman
genel uygulamanın birkaç örneğinin verilmesi yeterli olsun ve meraklı olan
okuyucu diğer örnekleri kendisi ele alsın. Şimdi değindiğimiz noktalar yalnızca
peygamber ve vahiylerle ilgili dikkate aldığımız amaçla doğrudan ilgili
olandır, yani Felsefe'nin Tanrıbilim'den ayrıl ması genel sorusuna değinmiş
olmama rağmen, kehanet armağanının İbranilere özgü ya da tüm uluslar için
geçerli olup olmadığını sorgulayabilirim. O zaman bir sonraki bölümde yapacağım
gibi Ibrani- lerin yeteneğiyle ilgili bir sonuç çıkarmalıyım.
III. Bölüm:
İbranilerin
Tanrısal Görevi ve Kehanet Yeteneğinin Onlara Özgü Olup Olmadığı Hakkında
İbranilerin mutluluğu Yahudi olmayanların - alçaklığından
kaynaklanmıyordu.
Felsefî bilgi ya da erdemden de kaynaklanmıyordu.
Mutluluklarının devletin işlerini yönetme ve siyasi
tehlikelerden kaçınmadan kaynaklanması.
Bu ayırt edici özelliğin İbrahim'in zamanında bile
olmaması.
Eski Antlaşmanın kendisinin Yahudi olmayanların payına
düşen yasaya ve Tanrı'nın kayrasına - tanıklık etmesi.
Romalılara Mcktuplar’daki açık uyumsuzluğun açıklaması.
Yahudilerin sonu olmayan scçilmişliğiyle ilgili - savlara
yanıt.
Her insanın
gerçek mutluluk ve kutluluğu diğer insanları dışlayarak keyfini yalnız
çıkardığı gururdan değil, sadece iyi olandan zevk almaktan oluşur. Kendisini
diğerlerinin yararlanmadığı iyiliklerden yararlandığı için daha kutlu sayan ya
da kendisini benzerlerinden daha şanslı gören biri gerçek mutluluk ve
kutluluktan habersizdir ve aldığı zevk ya çocukça ya
çekememezlikten ya da haincedir. Örneğin, bir insanın gerçek mutluluğu
sadece erdeme ve gerçeğin bilgisine sahip olmasına bağlıdır, kendisinin diğerlerinden
daha bilge olmasına ya da diğerlerinin böyle bir bilgisinin olmamasına bağlı
değildir. Böyle düşünceler onun bilgeliğini ya da gerçek mutluluğunu
arttırmaz.
Böyle nedenlere sevinen, bir başkasının kutsuzluğuna seviniyordur ve bu
kadarıyla hain ve kötüdür, ne gerçek mutluluğu ne de doğru yaşamın huzurunu
bilir.
Bu yüzden Kutsal Kitap, İbranileri yasaya uymaları için uyardığı zaman Tanrı'nın
Kendi'sine diğer ulus- lardansa onları seçtiğini (Yasa’nın Tekran x:15);
O'nun diğerlerinin değil kendi yanlarında olduğunu (Yasa’nın Tekrarı
iv:7); O'nun sadece onlara adil yasalar verdiğini (Yasa’nın Tekrarı
iv:8) ve son olarak O'nun onları diğerlerinden seçip ayırdığını (Yasa’nın
Tekran iv:32) söylüyor. Sadece geçen bölümde gösterdiğimiz ve Musa'nın da
ifade ettiği gibi (Yasa’nın Tekrarı ix:6, 7) Kutsal Kitap gerçek
kutluluğun ne olduğunu bilmeyen dinleyicilerinin anlayışına göre konuşuyor.
Aslında Tanrı eşit olarak tüm insanları kurtuluşa çağırmış olsaydı onlar ne kutsuz
olurlardı, ne de Tanrı diğerlerinden daha az onların yanında olmuş olurdu;
onların yasaları herkes için konulmuş olsaydı ne daha az adil olurdu ne de
İbranilerin kendileri daha az bilge olurlardı. Mucizeler diğer uluslar için de
yaratılmış olsaydı Tanrı'nın gücünü daha az göstermiş olmazlardı; son olarak
eğer Tanrı tüm bu armağanlannı eşit olarak tüm insanlara bağışlamış olsaydı
İbraniler yine aynı şekilde O'na tapınmak zorunda olurlardı.
Tanrı
Süleyman'a (1 Krallar iii: 12) gelecek zamanda kimsenin onun kadar
bilge olmayacağım söylediğinde sadece üstün bir bilgeliği ifade eder gibi görünüyor.
Tanrı'nın Süleyman'a diğerlerinden daha mutlu olması için gelecekte hiçbir
insana onunki gibi bir bilgeliği bağışlamayacağı sözünü verdiğine inanmak çok
bayağı olurdu; bu, hiçbir şekilde Süleyman'ın aydınlığım arttırmazdı ve eğer
herkes aynı yeteneklerle donanmış olsaydı bilge kral Tanrı'ya yine aynı ölçüde
teşekkür borçlu olurdu.
Tevrat'ın
biraz önce alıntısı yapılan parçalarında Musa'nın sadece İbranilerin anlayışına
göre konuştuğunu söylememize rağmen Tanrı'nın Musa'nın yasasını sadece onlar
için buyurduğunu ya da sadece onlarla konuştuğunu ya da İbranilerin diğer
uluslardan daha büyük mucizelere tanıklık ettiklerini yadsımak gibi bir
isteğimiz yok. Musa'nın İbranileri onların çocukça anlayışlarına seslenecek ve
onları Tanrı'ya tapınmaya zorlayacak şekilde uyarmak istediğini vurgulamak
istiyoruz. Bundan başka, İbranilerin diğer uluslardan bilgide ya da
dindarlıkta daha üstün olmadıklarını ama belli bir özellik konusunda
diğerlerinden açıkça daha farklı olduklarını göstermek istedik. Ya da (Kutsal
Kitap gibi konuşursak onların anlayışlarına göre) sık sık bu konuda
uyarılmalarına rağmen Tanrı tarafından İbranilerin diğerlerinden doğru yaşam ve
olağanüstü görüşler uğruna değil, başka bir amaçla seçildiklerini göstermek
istedik. Bu amacın ne olduğunu zamanı gelince göstereceğim.
Ama
başlamadan önce Tanrı'nın kılavuzluğuyla, Tanrı'nın yardımıyla, dıştan ve içten
sözcükleriyle ne anlatmak istediğimi ve yazgıdan ne anladığımı birkaç sözcükle
açıklamak istiyorum.
Tanrı'nın
yardımı derken, doğa olaylarının sabit ve değişmez düzen ya da zincirini
kastediyorum. Çünkü her şeyin bağlı olarak var olduğu ve her şeyin nedeni olan
doğanın evrensel yasalarının Tanrı'nın her zaman sonsuz doğruluk ve gereklilik
içeren buyruklarının sadece başka bir adı olduğunu daha önce söyledim ve
başka yerlerde gösterdim.
Böylece her
şeyin doğa yasalarına göre olduğunu söylemek ve her şeyin Tanrı'nın buyruk ve
düzeniyle olduğunu söylemek aynı şeydir. Şimdi doğanın gücü her şeyin sadece
gerçekleşmesine aracılık eden ve her şeye neden olan Tanrı'nın gücüyle aynı
olduğu için, doğanın bir parçası olarak kendisine yarar sağlayan ve varlığını
koruyan herhangi bir insan ya da o kişinin katkısı olmadan ona yarar sağlayan
herhangi bir yapı, ona sadece ya insan doğası ya da dış olaylar yoluyla hareket
eden Tanrısal güç tarafından verilmiştir. Öyleyse insan doğasının kendi
çabalarıyla kendisine kattığı şeylere, uygun olarak, Tanrı'nın iç yardımı denirken,
insanın kazancını dış nedenlerle arttıran her şeye Tanrı'nın dış yardımı
denilebilir.
Şimdi
Tanrı'nın seçimiyle ne anlatılmak istendiğini kolayca anlayabiliriz. Doğanın
önceden belirlenmiş düzeni; yani Tanrı'nın sonsuz buyruk ve düzeninin aracılığı
dışında hiç kimse hiçbir şey yapamayacağı için, hiç kimse kendisi için bir
yaşam yolu seçemez ya da Tanrı'nın söz konusu bir iş ya da yaşam yolu için
birini seçme yeteneği dışında hiç kimse bir iş başaramaz. Son olarak kutluluk
derken insan yaşamını dış ve beklenmeyen yollarla yönlendirdiği kadarıyla
Tanrı'nın düzenini kastediyorum. Bu ön hazırlıklarla İbranilerin tüm uluslar
arasından seçilmesinin nedenine geri dönüyorum ve kanıtıyla böylece devam
ediyorum.
Haklı olarak arzulanan tüm amaçlar genelde şu üç sınıftan birine giriyor:
1.
Şeylerin birincil nedenleri
aracılığıyla bilgisi.
2.
Tutkuların yönetilmesi ya
da erdem alışkanlığının kazanılması.
3.
Güvenli ve sağlıklı yaşam.
Bu amaçların ilk ikisine en doğrudan götüren ve onların en yakın ve en
etkileyici nedeni olarak düşünülebilecek yöntemler insan doğasının kendisinde
vardır. Böylece onların elde edilmesi sadece bizim gücümüze ve insan doğasının
yasalarına dayanır. Doğanın daha önce farklı türde insanlar yarattığı rüyasına
dalmazsak bu yeteneklerin hiçbir ulusa özel olmadığı, her zaman tüm insan
soyunca paylaşıldığı sonucuna varılabilir. Ama güvenliğe ve sağlığa neden olan
yöntemler çoğu zaman dış koşullardadır ve yazgının armağanları adını alırlar
çünkü başta bizim bilgisine sahip olmadığımız nesnel nedenlere dayanırlar.
Çünkü bir aptal, bilge bir adam kadar mutluluğa ya da mutsuzluğa eğilimli
olabilir. Buna rağmen insan yönetimi ve dikkati güvende yaşamayı ve akranlarımızın,
hatta hayvanların verebileceği zararları önlemeye çok yardımcı olabilir. Akıl ve
deneyim bu amaca ulaşmak için bir toplumun sabit yasalarla oluşturulması, özel
bir bölgede oturulması ve tüm güçlerin birlik yani sosyal birlik içinde
toplanmasından başka bir yöntem göstermiyor. Mademki bir toplumu oluşturmak ve
korumak için sıra dışı bir yetenek ve ilgi gerekmiyor. İleri görüşlü ve
dikkatli insanlar tarafından kurulan bir toplum çok güvenli, çok istikrarlı ve
başarısızlıklara az eğilimli olurken;
diğer taraftan yetenekleri eğitilmemiş olan insanlar tarafından kurulan
bir toplum büyük ölçüde yazgıya dayanır ve daha az sabittir. Eğer her şeye
rağmen böyle bir toplum uzun bir süre için var olursa, bunu kendisinden farklı
olan yönlendirici bir güce borçlu demektir; eğer büyük tehlikeler atlatıyor ve
işleri yolunda gidiyorsa ister istemez Tanrı'nın kılavuzluk eden Ruhu'na
şaşacak ve tapınacaktır (yani Tanrı'nın doğa ve insan aklı aracılığıyla değil,
gizli yöntemlerle çalıştığı kadarıyla). Çünkü bu toplumun başına gelen her şey
beklenmedik ve kestirimlerin tersi olduğu için bunların mucizeyle olduğu bile
düşünülebilir ve söylenebilir. O zaman uluslar, toplumsal düzen ve altında
yaşadıkları ve yönetildikleri yasalara göre birbirlerinden ayrılırlar. İbrani
ulusu Tanrı tarafından bilgeliği ya da düşünce sakinliği nedeniyle değil,
toplumsal düzeni ve elde ettiği üstünlük ve onu yıllarca koruması nedeniyle
seçilmişti. Bu, Kutsal Kitap'tan çok çok belli. Gelişigüzel bir inceleme bile
bize İbranilerin başka uluslardan üstün olduğu tek yönün devletle ilgili
konulardaki yönetimleri ve büyük tehlikelerin üstesinden sadece .Tanrı'nın dış
yardımıyla gelmeleri olduğunu gösterir,- başka bir deyişle akranlarıyla aynı
değerdeydiler ve Tanrı hepsine karşı aynı ölçüde yardımseverdi. (Önceki bölümde
gösterdiğimiz gibi) akıl yönünden Tanrı ve doğayla ilgili çok sıradan
düşüncelere sahiptiler böy- lece bu yönden Tanrı'nın seçilmişi olamazlar; erdem
ve doğru yaşam yönünden de bu anlamda seçilmiş değillerdi; çünkü burada da yine
aralarındaki çok az sayıda seçilmişin dışında diğer uluslarla eşittiler.
Dolayısıyla onların seçilmesi ve yeteneği sadece dünyasal mutluluk ve bağımsız
yönetimin yararları- 70
na bağlıydı. Aslında Tanrı'nın aile reislerine [Son Not 4] ya da onların
kalıtçılarına bunun ötesinde bir şey için söz verdiğini görmüyoruz. Yasa'da
Tanrı'ya bağlılığa karşı bağımsız bir devletin vereceği sürekli mutluluktan ve
bu yaşamın diğer iyiliklerinden başka bir ödül sunulmuyorken, başkaldırı ve
anlaşmanın bozulmasına karşılık devletin yıkılması ve büyük zorluklarla
gözdağı veriliyor. Bu da şaşılacak bir şey değildir; çünkü tüm sosyal
düzenlerin ve devletin amacı (daha önce dediğimiz ve bundan sonra daha geniş
açıklayacağımız gibi) güvenlik ve rahattır; bir devlet sadece herkesi bağlayıcı
olan yasalarla var olabilir. Eğer devletin tüm üyeleri yasaları önemsemek istemiyorsa,
bu nedenle devleti dağıtır ve yok ederler. Böylece yasalara sürekli bağlılık
karşılığında îbranilere söz verilen tek ödül güvenlik [Son Not 5] ve onun
beraberinde olan yararlarken, başkaldırı karşılığında devletin yıkılmasından,
ek olarak genellikle bunu izleyen kötülüklerden ve özellikle de özel
devletlerinin yıkılmasıyla Yahudılerin başlarına gelebileceklerden daha sağlam
bir cezayla gözdağı olamazdı. Ama bu noktayı uzun uzadıya incelemeye gerek yok.
Tanrı'nın diğer uluslara da özel yasalar hazırlayıp hazırlamadığını ve onların
yasa yapıcılarına da Kendi'sini vahiy yoluyla yani yasa yapıcıların O'nu hayal
etmeye alışkın olduğu özelliklerle belli edip etmediğini yeterince
belirleyemiyorum. Kutsal Kitap'ın kendisinden, Tanrı'nın dış yardımıyla, başka
ulusların üstünlük ve belirli yasalar kazandıklan açık; sadece izleyen iki
parçaya tanıklık edin: Yaratılış xvi: 18, 19, 20'de Melkisedek'in
Yeruşalim'in kralı ve Yüce Tanrı'nın kâhini olduğu söyleniyor. Rahipliğiyle
ilgili işlevlerini yerine getirirken Melkisedek'in
Avram'ı kutsadığı ve
Rab'bin sevdiği Avram'ın da Tanrı'nın bu rahibine ganimetlerinin hepsinin onda
birini verdiği anlatılıyor. Bu, Tanrı'nın İsrail ulusunu kurmadan önce
Yeruşalim'de kralları seçtiğini ve onlar için dinsel törenler ve yasalar
düzenlediğini yeterince gösteriyor. Bunu vahiy yoluyla yapıp yapmadığı
yeterince açık değil ama şundan eminim ki, İbrahim şehirde geçici olarak
kalırken bu yasalara titizlikle bağlı olarak yaşadı, çünkü İbrahim Tanrı'- dan
özel dinsel törenler almadı; ama tapınmaya, buyruklara, kurallara ve kral
Melkisedek'in yasaları olarak yorumlanması gereken Tanrı'nın Yasa'larına uyduğu
(Yaratılış xxvi:5) belirtiliyor. Malaki Yahu- dilere şöyle (i:I0-l 1) söyleniyor:
" 'Ne olurdu, sunağımda boşuna ateş yakmayasınız diye aranızda tapınağın
kapılarını kapatan biri olsaydı! Ben sizden hoşnut değilim' diyor Her Şeye
Egemen Rab, 'Getireceğiniz sunuları da kabul etmeyeceğim. Doğudan batıya kadar
uluslar arasında adım büyük olacak! Her yerde adıma buhur yakılacak, temiz
sunular sunulacak. Çünkü uluslar arasında adım büyük olacak!' diyor Her Şeye
Egemen Rab." Çarpıtmadığımız sürece sadece o zamanı kastediyor olabilecek
bu sözler, o zamanki Yahudilerin Tanrı tarafından diğer uluslardan daha çok
sevilmediğini, Tanrı'nın diğer uluslara, o zamanlar mucizevî yardım olmadan
imparatorluklarını kısmen toparlayan Yahudilere bağışladığından daha fazla
mucize gösterdiğini ve son olarak da Yahudi olmayanların Tanrı tarafından kabul
gören dinsel törenlere sahip olduklarını çokça doğruluyor. Ama bu konuların
hafifçe üstünden geçiyorum çünkü bunlar Yahudilerin seçilmelerinin, ruhsal
olmayan fiziksel mutluluk ve özgürlükten yani kendi kendini yöneten devletten
ve bunu başarmaları için gerekli tutum ve yöntemden; sonuçta bu özel yönetimin
korunmasının gerektirdiği yasalardan ve son olarak bu yasaların belli edilme
biçiminden başka bir şeyle ilgili olmadığını göstermek olan amacım için
yeterli. İnsanın gerçek mutluluğunun bağlı olduğu diğer konularla ilgili
olarak da Yahudiler, geriye kalan uluslarla eşit değerdelerdi.
Bu yüzden
Kutsal Kitap'ta (Yasa'nın Tekrarı iv: 7) Tanrı'nın Yahudilerden daha
yakın olduğu bir ulusun olmadığı söylendiğinde gönderme sadece onların
yönetimine ve başlarına gelen birçok mucizenin olduğu döneme yapılıyordun Çünkü
aydınlık ve erdem konusunda - yani kutluluk konusunda Tanrı zaten dediğimiz ve
şimdi gösterdiğimiz gibi herkese eşit ölçüde yardım ediyordu. Kutsal Kitap'ın
kendisi de bu gerçeğe tanıklık eder, çünkü Zebur yazarı şöyle der (cxlv:18|:
"Rab kendisine yakaran, İçtenlikle yakaran herkese yakındır" aynı
Mezmurda, 9. dizede "Rab herkese iyi davranır, Sevecenliği bütün yapıtlarını
kapsar." denir. Mezmurlar xxxiii:16'da Tanrı'nın tüm insanlara aynı
aklı bağışladığı söylenip onun sözcükleriyle "herkesin yüreğini yaratan...
O'dur." deniyor. Yürek İbraniler için herkesin bildiği gibi ruh ve anlama
yetisinin olduğu yerdi.
Son olarak Eyüp
xxxviii:28'den Tanrı'nın tüm insan soyuna Tanrı'ya saygı yasasını,
kötülüklerden kaçınmayı ya da iyilik yapmayı buyurduğu ve Eyüp- 'ün Yahudi
olmamasına rağmen, dindarlık ve din konusunda herkesi geçtiği için Tanrı
açısından tüm insanların en beğenileni olduğu açık. Son olarak Yunus iv:2'den
Yunus "Bu yüzden Tarşiş'e kaçmaya kalkıştım. Biliyordum, sen lütfeden,
acıyan, tez öfkelenmeyen, sevgisi engin, cezalandırmaktan vazgeçen bir Tanrı'sın...vs."
dediği için Tanrı'nın sadece Yahudilere değil, tüm insanlara karşı lütfeden,
merhametli, sabırlı ve sevgisinin engin olduğu ve onu cezalandırmaktan
vazgeçtiği ve Ninovahları affedeceği çok açık. Bu yüzden (mademki Tanrı tüm
insanlara karşı eşit derecede bağışlayıcı ve İbraniler O'nun tarafından sadece
sosyal düzen ve yönetimleri bakımından seçilmiş) sosyal düzen ve yönetiminden
ayrı olarak ele alman bir Yahudi'nin Tanrı'nın diğer insanlardan farklı olarak
ona verdiği bir yetenek taşımadığı ve Yahudi ve Yahudi olmayanlar arasında
hiçbir fark olmadığı sonucuna varıyoruz. Tanrı'nın tüm insanlara karşı eşit
derecede bağışlayan, merhametli... vs. olduğunun bir gerçek olduğu ve peygamberlerin
işlevinin insanlara gerçek erdem olarak ülkelerinin yasasını öğretmek ve ona
özendirmek olmadığı için tüm ulusların peygamberlere sahip olduğu ve kehanet
yeteneğinin Yahudilere özgü olmadığı kuşku götürmez. Aslında hem din dışı hem
de kutsal tarih bu gerçeğe tanıklık eder. Eski Antlaşma'nın kutsal
kayıtlarından diğer uluslann İbraniler kadar çok peygamberlerinin olduğu ya da
uluslara Tanrı tarafından Yahudi olmayan bir peygamberin açıkça gönderildiği
belli olmamasına rağmen bu soruyu etkilemez çünkü İbraniler diğer uluslann
değil, kendi işlerini kaydetmede dikkatliydiler. O zaman Tevrat'ta Nuh, Hanok,
Avimelek, Balam...vs. gibi Yahudi ve Musevi olmayanların kehanet gücünü
kullandıklarını, dahası İbrani peygamberlerin Tanrı tarafından sadece kendi
uluslarına değil, diğer birçok ulusa da gönderildiklerini bulmamız yeterli.
Hezekiel o zaman bilinen tüm uluslara; ve Yunus başlıca Ninovalara peygamberlik
etti, Ovadya Edomlular dışında hiçbirine peygamberlik etmedi. Yeşaya hayıflanır
ve felaketlerin öndeyisinde bulunur ve sadece Yahudilere değil, diğer uluslara
da iyileşme çağrısı yapar; çünkü der ki [Yeşaya xvi:9): "Bu yüzden
Yazer için... acı acı ağlıyorum." ve xix. Parçada ilk felaketleri ve sonra
da Tanrı'nın onları özgürlüğe kavuşturmak için bir Kurtarıcı göndereceğini,
Mısır'da Rab'bin tanınacağı ve dahası Mısırlıların kurban ve adaklarla
Tanrı'ya tapınacağını ve en sonunda bu ulusu Tanrı'nın kutlu Mısırlı insanları
diye adlandırarak, Mısırlıların iyileşmesini, her ayrıntısı dikkate değer olan
19, 20, 21, 25. dizelerde önceden haber verir.
Yeremya
İbrani ulusunun değil, tüm ulusların peygamberi olarak adlandırılır (bkz. Yeremya:
i.5). Ayrıca o da ulusların felaketlerini kederle önceden haber verir ve
iyileşmelerini kestirir çünkü Moavhlar için (xlviii:31): "Bu yüzden Moav
için haykıracak, Bütün Moav için feryat edeceğim." der, (36. dize):
"Bu yüzden yüreğim ney gibi İnliyor Moav için..." ve sonunda
Mısırlıların, Ammonluların ve Elamhlarınki gibi iyileşmelerinin kehanetinde
bulunur. Bundan dolayı Yahudiler gibi diğer uluslann da onlara kehanetlerde
bulunan peygamberleri olduğu kuşku götürmez.
Kutsal Kitap
Yahudilerin ve diğer ulusların geleceğinin belli edildiği sadece bir adamdan,
Balam'dan söz etmesine rağmen biz Balam'ın sadece bir kez
kehanette bulunduğunu varsaymamalıyız çünkü yazının kendisinden Balam'ın
daha önceden uzun zamandır kehanet ve diğer Tanrısal güçleriyle ünlü olduğu
besbelli. Çünkü Balak onu kendisine getirmeyi sağladığında dedi ki:
"Çünkü senin kutsadığın kişinin kutsanacağını, lanetlediğin kişinin
lanetleneceğini biliyorum." Böylece Balam Tanrı'nın İbrahim'e bağışladığı
yeteneğe sahipti. Dahası kehanete alışkın olduğu için Balam habercilere Rab'bin
isteği ona belli edilene kadar beklemelerini buyurdu. Tanrı'nın gerçek
düşüncesinin kehanetinde bulunduğunda, kendisi için şunu söylemeyi alışkanlık
haline getirmişti: " Tanrı'nın sözlerini duyan, Yüceler Yücesi'nin bilgisine
kavuşan, Her Şeye Gücü Yeten'in görümlerini gören, Yere kapanan, Tanrı'nın
gözlerini açtığı kişi bildiriyor." Bundan başka İbranileri Tanrı'nın buyruğuyla
kutsadıktan sonra (alışkanlığı olduğu üzere) diğer uluslar için kehanette
bulunmaya ve onların geleceğini kestirmeye başladı. Bunların hepsi çokça
gösteriyor ki Balam hep peygamberdi ya da sık sık kehanette bulunmuştu ve
(burada da dikkat edeceğimiz gibi) peygamberlere kehanetlerinin başta gelen
kesinliğini sağlayan şeye, yani tamamen neyin iyi ve doğru olduğuna odaklanmış
bir akla sahipti. Çünkü Balak'ın düşündüğü gibi kutsamak istediklerini kutsamadı
ya da lanetlemek istediklerini lanetlemedi, sadece Tanrı'nın kutsanmasını
istediklerini kutsadı ya da lanetlenmesini istediklerini lanetledi. Balak'a
şöyle yanıt verdi: "Balak sarayını altınla, gümüşle doldurup bana verse
bile, Tanrım Rab'bin buyruğundan öte küçük büyük hiçbir şey yapamam."
Tan- rı'nın bu arada ona kızmasına gelince, Rab'bin buyruğuyla Mısır'a doğru
yola çıkan Musa'nın da başına aynı şey gelmişti ve kehanette bulunduğu için
para almasına gelince Samuel (Vaiz vii:20) eğer günaha girdiyse diye
"...yeryüzünde hep iyilik yapan, Hiç günah işlemeyen doğru insan
yoktur." dedi Vaiz vii:20.(bkz. Elçilerin İşleri 2 Petrus
ii:15, 16 ve Yahuda v: 11)
Konuşmalarının
Tanrı üzerinde kesinlikle büyük etkisi olmuş olmalı ve lanetleme gücü Kutsal Kitap'-
ta belirtildiği sayıdan anladığımız kadarıyla mutlaka çok büyük olmalı. Tanrı
Yahudilere büyük merhametinin kanıtı olarak Balam'ı dinlemedi ve laneti
kutsamaya çevirdi (bkz. Yasanın Tekran xxiii:6, Yeşu xxiv:10, Nehemya
xiii:2). Bu nedenle kötülerin konuşma ve lanetleri Tanrı'yı hiç etkilemediğine
göre kuşkusuz o Tanrı tarafından çok hoş karşılanıyordu. O zaman doğru bir
peygamber olduğu için ve bununla birlikte Yeşu ondan kâhin ya da falcı diye söz
ettiği için bu unvanın saygı duyulan bir anlamı olduğu kesin. Yahudi
olmayanların kâhin ve falcı adım verdikleri gerçek peygamberlerken, Kutsal Ki-
tap'ın sıkça suçladığı ve kınadığı kâhinler de Yahudi- leri aldatan yalancı
peygamberler gibi Yahudi olmayanları aldatan yalancı kâhinlerdir; aslında
kehanet yeteneğinin Yahudilere özel olmadığı, tüm uluslar için geçerli olduğu
Kutsal Kitap'taki diğer parçalarda da bildirmiştir. Ama Ferisiler şiddetle bu
Tanrısal yeteneğin kendi uluslarına özgü olduğunu ve diğer ulusların, geleceği
(batıl inanç daha neler uyduracak?), açıklanamayan şeytani bir yetenekle
önceden haber verdiklerini iddia ediyorlar. Kuramlarını yetkisiyle onaylatmak
için Kutsal Kitap'tan alıntısını yaptıkları başlıca parça, Musa'nın Tanrı'ya
'Yoksa benden ve halkından hoşnut kaldığın nereden bilinecek? Bize eşlik
etmenden, değil mi? Ancak o zaman benimle halkın yeryüzünün öteki halklarından
ayırt edilebiliriz" dediği Mısır'dan Çıkış xxxiii:16'dır. Bundan
Musa'nın Tanrı'dan Yahudilerle birlikte olmasını ve Kendi'sini onlara vahiy
yoluyla belli etmesini; dahası bu iyiliği başka hiçbir ulusa yapmamasını
istediği anlamını çıkarırlar. Musa'nın, Tanrı'nın Yahudi olmayanlarla birlikte
olmasını kıskanması ya da O'ndan böyle bir şey istemeye cesaret edebilmiş
olması kesinlikle saçma. Musa, ulusunun eğilimini ve ruhunun dik başlı olduğunu
bildiği, onların çok büyük mucizeler ve Tanrı'dan özel bir dış yardım olmadan
başladıkları şeyi bitiremeyeceklerini, hatta böyle bir yardım olmadan yok
olacaklarını açıkça gördüğü için böyle davrandı. Tanrı'nın onları korunmak
istediği belli olduğu için bu özel dış yardımı istedi. Böylece der ki [Mısır’dan
Çıkış xxxiv:9): 'Ya Rab, eğer benden hoşnutsan, lütfen bizimle gel",
"Bunlar inatçı insanlardır." Dolayısıyla Tanrı'dan özel bir dış
yardım istemesi insanların inatçılığın- dandı ve bu özel dış yardımdan başka
bir şey istemediği Tanrı'nın yanıtıyla- Tanrı hemen yanıtladığı için (aynı
parçanın 10. dizesi) - daha da açıktır: "Senin halkınla bir antlaşma
yapıyorum", "Onların önünde dünyada ve öteki uluslar arasında görülmemiş
harikalar yapacağım. Arasında yaşadığın halk neler yapabileceğimi görecek.
Senin için korkunç şeyler yapacağım." Dolayısıyla açıkladığım gibi Musa
görünürde Yahudilerin özel seçilmişliği dışında hiçbir şeye sahip değildi ve
Tanrı'dan başka bir istekte bulunmadı. Pavlus'un Romalılara mektubunda daha
büyük önemi olan, yani Pavlus'un burada kaydedilenden daha farklı bir öğreti
öğretiyormuş gibi gö- riindüğü başka bir metin bulduğumu itiraf ediyorum (Romalılar
iii:l): "Öyleyse Yahudi'nin ne üstünlüğü var? Sünnetin yararı nedir? Her
yönden çoktur. İlk olarak, Tanrı'nın sözleri Yahudiler'e emanet edilmiştir."
Ama Pavlus'un
özellikle öğretmek istediği öğretiye bakarsak şu andaki savımıza ters düşen
hiçbir şey bulamayız, tam tersi (Romalılar iii:29): "Yoksa Tanrı
yalmz Yahudiler'in Tanrısı mı? Öteki uluslann da Tanrısı değil mi? Elbet öteki
ulusların da Tan- nsı'dır", (Romalılar ii:25):"Ama Yasa'ya
karşı gelirsen, sünnetli olmanm hiçbir anlamı kalmaz.", "Bu nedenle,
sünnetsizler Yasa'nın buyruklanna uyarsa, sünnetli,sayılmayacak mı?"
dediği için öğretisi bizimkiyle aynıdır. Bundan başka iv.parça: 9. dizede
Yahudi ve Yahudi olmayanların hepsinin aynı şekilde günahın denetiminde
olduklarım ve yasanın olmadığı yerde yasaya karşı gelmenin söz konusu olmadığını
söylüyor. Buradan yasanın - yani özellikle devletle ilgili ve devletin
kurulmasında belirlenen ve insanlann isteğine göre uyarlanan yasanın değil,
sadece gerçek erdeme önem veren yasanın - denetimi altında yaşayan herkese
kesinlikle belli edildiği çok açık. Son olarak Pavlus, Tanrı tüm ulusların
Tanrı'sı olduğundan yani herkese karşı aynı ölçüde bağışlayıcı olduğundan ve
herkes yasanın ve günahın denetiminde yaşadığından Tanrı'nın Mesih'ini tüm
insanları yasanın bağımlılığından eşit olarak kurtarmak için, insanların
yasanın buyruğuyla değil de, yüreklerinin sabit niyetiyle doğruyu yapmaları
için tüm uluslara gönderdiği sonucuna varıyor. Yani Pavlus bizimkiyle aynı şeyi
öğretir. Bu yüzden "Tan- n'nın sözleri Yahudiler'e emanet
edilmiştir." dediğinde ya yasanın onlara yazı olarak emanet edildiğini
anlamalıyız ya da Pavlus sadece (Yahudiler dışında hiç kimse Pavlus'un ortaya
koymak istediği yasaya karşı gelmeyeceği için) Yahudilerin anlayış ve o zamanki
görüşlerine göre yanıt veriyordu. Çünkü Pavlus kısmen gördüğü ve kısmen de
duyduğu şeyleri öğretmeyle ilgili olarak Greklere karşı Grek, Yahudi- lere
karşı Yahudi'ydi.
Şimdi geriye
sadece kendilerini, Yahudilerin se- çilmişliğinin geçici olmadığına, bunun
sadece devletleri bakımından olduğuna ve sonsuz olduğuna inandıranların
savlarını yanıtlamak kalıyor. Çünkü diyorlar ki; 'Yahudileri devletlerini
kaybettikten sonra ve yıllarca parçalanmış yaşadıktan ve diğer tüm uluslardan
ayrı kaldıktan sonra diğer insanların tersine hala hayatta kaldıklarını
görüyoruz. Bundan başka Kutsal Kitap, Tanrı'nın Yahudileri kendisi için sonsuza
kadar seçtiğini yani devletlerini kaybetmelerine rağmen hala Tanrı'nın
seçilmişi olarak kaldıklarını öğretiyor gibi görünüyor.'
Sonrasız
seçilmişliği öğrettiğini düşündükleri parçalar başlıca şunlardır:
1.
Onları göklerin ve doğanın
kalıcılığıyla karşılaştırarak, İsrail soyunun sonsuza dek Tanrı'nın ulusu
olarak kalacağını söylüyor; '
2.
Hezekiel xx:32’de
peygamber Yahudilerin yardımdan sonra Rab'be tapınmaya sırt çevirmek istemelerine
rağmen Tanrı'nın yine de onları dağıldıkları topraklardan toplayıp bir araya
getireceğini ve onları insan elinin değmediği yerlere - atalarını Mısır'ın el
değmemiş yerlerine götürdüğü gibi - götüreceğini ve en sonunda aralarından dik
başlı ve günahkârları çıkardıktan sonra tüm İsrail halkının O'na tapınacağı
kendi Kutsal dağına götüreceğini kastediyormuş gibi görünüyor. Özellikle
Ferisiler tarafından alıntısı yapılan başka parçalar da vardır, ama sanırım bu
ikisini yamtlarsam herkesi tatmin etmiş olurum. Bunu Kutsal Kitap'ın
kendisinden şunu göstererek kolayca başaracağım: Tanrı Yahudileri sonsuza kadar
seçmedi, yalnızca daha önce Kenanlılan seçtiği koşullar altında seçti. Çünkü
gösterdiğimiz gibi Kenanlılarm Tanrı'ya dindarca tapman rahipleri vardı ama sonunda
Tanrı onları zevkleri, gururları ve yozlaşmış tapınmaları nedeniyle reddetti.
Musa,
(Levililer xviii:27) toprak onları daha önce orada yaşayan ulusları kustuğu
gibi kusmasın diye İsraillileri fahişelikle kirlenmemeleri için uyardı ve Yasa’nın
Tekrarı viii: 19, 20’de en açık anlamda onları tamamen yıkılmalarıyla
tehdit ediyor çünkü diyor ki "bugün size açıkça belirtirim ki, tamamen yok
olacaksınız. Tanrınız Rab önünüzden ulusları yok ettiği gibi, sözüne kulak
vermediğiniz için sizi de yok edecek." Yasa’da Tanrı'nın İbranileri ne
tamamen ne de sonsuza kadar seçtiğini açıkça gösteren buna benzer başka birçok
parça bulunuyor. O zaman peygamberler Tanrı'nın bilgi, sevgi ve kayrasının
yeni bir anlaşmasını onlara önceden haber verdiyse böyle bir sözün sadece
seçilmişe verildiği kolayca kanıtlanır; çünkü biraz önce alıntısını yaptığımız
parçada Hezekiel Tanrı'nın onları baş kaldırıcı ve günahkârlardan ayıracağını
açıkça söyler. Sefanya (iii:12, 13) der ki: "Tanrı orada sadece
O'nun adına sığınan uysal ve alçakgönüllüleri bırakacak." Şimdi mademki
İbranilerin seçimleri gerçek erdeme göre yapılmıştı, diğerlerinden
ayrılmalarının sadece Yahudilere söz verilmiş olduğu düşünülemez, biz Yahudi
olmayan
gerçek peygamberlerin de (ve gösterdiğimiz gibi her ulusun vardı) aynı
sözü, aracılığıyla avutulan kendi inançlı insanlarına verdiğine inanmalıyız. Bu
nedenle, Tanrı'nın bilgi ve sevgisinin bu ölümsüz anlaşması Sefanya
iii:10, ll'den de açıkça görüldüğü gibi evrenseldir. Bu açıdan Yahudi ve Yahudi
olmayanlar arasında hiçbir fark gözetilemez, ya da Yahudiler bizim
belirttiğimizden öte özel bir seçilmişliğe sahip olamazlar.
Peygamberler
sadece gerçek erdem açısından olan bu seçimden söz ederlerken kurbanlar ve
törenlerle ilgili ve tapınağın ve şehrin yeniden inşa edilmesiyle ilgili
şeyleri birbirine çok karıştırdılar. Kehanet bi- çeminde ve yapısında olan
böyle simgesel ifadelerle ruhsal konuları yorumlamak aynı zamanda hem
Yahudilere kimlerin peygamberleri olduklarını, hem de devletin ve tapınağın
yaklaşık Koreş'in zamanında beklenen gerçek yeniden inşa edilmesini göstermek
istediler.
Dolayısıyla
şimdiki zamanda Yahudilerin diğer insanlardan üstün olarak kendi üzerlerine
alacak kesinlikle hiçbir şeyleri yok.
Dağılmalarından
ve imparatorluğun kaybedilmesinden sonra yaşamaya devam etmelerine gelince
şaşılacak hiçbir şey yok; çünkü kendilerini diğer uluslardan o kadar çok ayrı
tuttular ki sadece dışa doğru olan görenekleriyle değil diğer ulusların dinî
törenlerine aykırı düşen görenekleriyle de, ayrıca titizlikle yerine getirdikleri
sünnet işaretiyle de üzerlerine evrensel bir nefret çektiler.
Yahudilerin
Yahudi olmayanlar tarafından büyük ölçüde nefretle anıldıklarını deneyim
gösteriyor. İspanya kralı daha önce onları devlet dinini kabul etmeleri ya da
sürülmeleri için zorladığında çok sayıda Yahudi Katolikliği kabullendi. Şimdi
bu dinden dönenler İspanyolların tüm yerel ayrıcalıklarına kavuştuğu ve saygı
değer tüm makamlara geçmeye değer görüldüğü için İspanyollarla birbirlerine o
kadar doğrudan karıştılar ki kendilerinden hiçbir kalıntı ya da hatıra
bırakmadılar. Ama Portekiz kralının Hristiyan olmaya zorladığı Yahudilere bunun
tam tersi oldu. Çünkü dinden dönmelerine rağmen, yurttaş kabul edilmeye layık
bulunmadıkları için her zaman ayrı yaşadılar.
Sünnet
işareti bence o kadar önemli ki sadece bu işaretin Yahudi ulusunu sonsuza kadar
koruyabileceğine, kendimi inandırabilirim. Hatta insan işleri o kadar değişken
ki, dinlerinin temelleri akıllarını hadım etmeseydi ve ortam oluşaydı
Yahudilerin imparatorluklarını yeniden kurabilecekleri ve Tanrı'- nın ikinci
bir kez onları seçeceğine inanacak kadar ileri gidebilirim.
Böyle bir
olasılığın Çinlilerde çok ünlü bir örneğine sahibiz. Onların da kafalarında
titizlikle uydukları ve kendilerini diğer herkesten ayıran belirgin bir işaretleri
var. Bu şekilde kendilerini o kadar uzun yıllar diğerlerinden ayrı tuttular ki
eskilikte diğer tüm ulusları çokça geçerler. İmparatorluğu her zaman ellerinde
tutmamışlardır ama kaybettiklerinde hep geri almışlardır ve Tatarlar zenginlik
ve gururun zevkiyle gevşediklerinde aynı şeyi kuşkusuz yeniden yapacaklar .
Son olarak şu
ya da bu nedenle Yahudilerin Tanrı tarafından sonsuza kadar seçildikleri
görüşünü korumak isteyen varsa, kalıcı ya da geçici olsun bu seçimin,
Yahudilere özgü olduğu kadarıyla hâkimiyet ve fiziksel yararlardan başka hiçbir
şeye göre olmadığını kabul ettiği takdirde (bir ulus diğer bir ulustan ancak
böyle ayrılabileceği için) onu reddetmeyeceğim. Ama akıl ve gerçek erdem
açısından her ulus diğerleriyle eşit durumda ve Tanrı bu bakımdan bir halkı
diğerinden üstün tutmaz.
Tanrı Yasa’sı Hakkında
Yasaların ya doğal zorunluluğa ya da insan - buyruğuna
dayanması. İnsan buyruğunun - varlığının, doğal zorunluluk yasa sınıfıyla çelişmemesi.
Tanrı Yasa’sının insan buyruğuna dayanan bir tür yasa
olması.
Amaeı nedeniyle Tanrısal olarak anılması.
Tanrı Yasa’smın:
1.
Evrensel olması;
2.
Tüm tarihi öykülerin
doğruluğundan bağımsız olması;
3.
Adet ve törenlerden
bağımsız olması;
4.
Kendi ödülü.
Akim Tanrı'yı insanlar için bir yasa koyucu olarak
sunmaması.
Böyle bir anlayışın bilgisizliğin kanıtı olması - Adem'de
- İsraillilerde - Ilristiyanlarda.
Kutsal Kitap'ın akim ve Tanrısal olana akılcı - bakışın
lehine tanıklığı.
Yasa sözcüğü soyut olarak alındığında, bir birey ya da her şeyin ya da belli
bir soya ait olan her şeyin ya doğal zorunluluk ya da insan buyruğu
doğrultusunda tek, sabit ve kesin bir biçimde hareket etmesidir. Doğal
zorunluluğa dayanan bir yasa, doğadan ötürü
ya da söz konusu olan şeyin açıklamasından ötürü zorunlu olandır. İnsan
buyruğuna dayanan ve daha doğru olarak düzen denilen bir yasa, insanların daha
güvenli ve uygun olarak yaşamak için ya da benzer bir nedenden kendileri ve
diğerleri için buyurduğudur.
Örneğin daha
küçük olan cisimleri etkileyen tüm cisimlerin diğerine iletirken kendi
devinimlerinin çoğunu kaybetmeleri cisimlerle ilgili evrensel bir yasadır ve
doğal zorunluluğa bağlıdır. Öyleyse bir şey hatırlayan bir insanın doğrudan ona
benzeyen başka bir şey hatırlaması ya da onunla aynı zamanda gördüğü bir şeyi
hatırlaması insanın doğasından ötürü zorunlu olan bir yasadır. Ama insanın
doğal haklarından bazılarını terk etmek zorunda olması ya da terk etmeye
zorlanması ve kendisini belli bir biçimde yaşamaya bağlaması insan buyruğuna
dayanır. Şimdi her şeyin var olmasının ve belirli, değişmez ve kesin bir
biçimde işlemesinin evrensel doğal yasalarla önceden belirlenmiş olduğunu kabul
etmeme rağmen, biraz önce sözünü ettiğim yasalann insan buyruğuna dayandığım
iddia ediyorum.
Çünkü doğanın
parçası olduğu kadanyla insan, doğanın gücünün bir kısmım oluşturur. Bu yüzden
insan doğasının zorunluluğundan ötürü zorunlu olan her şey (yani insan
aracılığıyla hareket ettiğini düşündüğümüz kadarıyla doğanın kendisinden)
zorunluluktan olsa bile insan erki sonucunda oluyordur. Bunun için böyle
yasaların uygulanmasının insamn buyruğuna bağlı olduğu çok rahat söylenebilir
çünkü onlar öncelikle insan aklının erkine dayanır; böylece insan aklı, şeyleri
doğru ya da yanlış olarak görüşü bakımından kolayca böyle yasalar olmaksızın
düşünülebilir, ama az önce tanımını yaptığımız zorunlu yasalar olmaksızın
düşünülemez.
Bu yasalann
insan buyruğuna dayandığını belirttim çünkü şeyleri en yakın nedenleriyle
açıklamak ve tanımlamak iyidir. Genel yazgı düşüncesi ve nedenlerin birbirine
bağlanması bize belli sorularla ilgili düşüncelerimizi oluşturma ve düzenlemede
çok az yardımcı olur. Şeylerin gerçek bağlantısı ve birbirlerine bağlılığı,-
yani her şeyin nasıl düzenlendiği ve bağlandığı konusunda açıkça bilgisiz
olduğumuzu ekleyelim; bu yüzden şeylerin rastlantısal olduğunu düşünmek doğru
yaşam adına bizim için daha yararlı, hatta daha zorunludur. Soyut anlamda
yasayla ilgili bu kadarı yeterli.
Yasa sözcüğü
benzeşimle sadece doğal olgular için kullanılır gibi görünüyor ve insan
doğasını başlangıçta aşılmış belirli sınırlar içinde tuttuğu için genellikle
insamn uyacağı ya da uymayacağı bir buyruk anlamına geldiği kabul edilir ve
dolayısıyla yasa insan gücünü aşan hiçbir kural koymaz. Böylece yasayı insan
tarafından kendisi ya da başkaları için belirli bir amaçla konulmuş bir yaşam
tasansı olarak tanımlamak uygundur.
Ancak kanun
yapmanın gerçek amacı birkaç kişi tarafından görüldüğü ve çoğu insan onun
şartları altında yaşamasına rağmen onu anlamada yeteneksiz olduğu için, kanun
koyucular genel bağlılığı zorlama amacıyla, her türlü olasılığa karşı doğa
yasasından zorunlu olarak kaynaklanandan çok farklı başka bir amaç sundular.
Yani yasa koyucular yasaya uyanlara kitlelerin en başta istediği şeyin sözünü
veriyor ve yasayı çiğneyenleri de en çok korktukları şeyle tehdit ediyorlar.
Böylece kitleleri belki de gem zinciri vurulmuş bir at gibi sınırlamaya
çalışıyorlar. Bundan dolayı yasa sözcüğü, başta başkalarının yönlendirilmesiyle
insana buyrulmuş yaşam biçimleri için kullanılıyor; bu yüzden yasaya uyanların
onun buyruğu altında yaşadığı ve baskı altında oldukları söyleniyor. Gerçekte
hapisten korktuğu için herkese hakkını veren bir insan, başkalarının
yönlendirmesi ve baskısı altında hareket eder ve bu insanın adil olduğu
söylenemez. Ama aynı şeyi yasaların gerçek nedeninin ve gerekliliklerinin
bilgisiyle yapan bir insan sağlam bir nedenle ve kendi isteğiyle hareket
ediyordur ve bu yüzden doğru olarak, o insanın adil olduğu söylenir. Pavlus
yasanın buyruğu altında yaşayanların yasa aracılığıyla adil oldukları savunulamaz
dediğinde, ben onun adilliğin genellikle tanımlandığı gibi sabit ve sürekli
olarak her insana hak ettiğini verme isteğidir demek istediğini kabul ediyorum.
Böylece Süleyman der ki [Süleyman'ın Özdeyişleri. xxi:15): "Hak
yerine gelince doğru kişi sevinir, Fesatçı dehşete düşer."
O zaman yasa
insanın kendisi ve başkaları için belli bir amaçla ortaya koyduğu bir yaşam
tasarısı olduğundan insan yasası ve Tanrısal yasa olarak ayrılabilir gibi
görünüyor. {Ama her ikisi de bir madalyonun iki yüzü kadar farklıdır}
İnsan
yasasıyla anlatmak istediğim, sadece yaşamı ve devleti güvenli hale getirme
işine yarayan bir yaşam tasarısıdır. Tanrısal yasayla sadece en üstün iyiliği
başka bir deyişle Tanrı'nın ve
sevginin gerçek bilgisiyle ilgili olanı anlatmak istiyorum.
Bu yasaya,
burada elimden geldiğince anlaşılır bir şekilde kısaca açıklamaya çalışacağım
üstün iyiliğin yapısı nedeniyle, Tanrısal diyorum.
Mademki akıl
varlığımızın en iyi kısmı, eğer bizim için gerçekten en yararlı olan şeyi aramak
istiyorsak onu mümkün olduğunca yetkinleştirmek için elimizden geleni
yapmalıyız. Çünkü zihinsel yetkinlik en üstün iyilikten oluşmalıdır. Şimdi, tüm
bilgimiz ve tüm kuşkuları gideren kesinlik sadece Tanrı'nın bilgisine dayandığı
için; - ilk olarak Tanrı olmadan hiçbir şey var olamayacağı ve yaratılamayacağı
için; ikinci olarak Tanrı ile ilgili açık ve kesin bir düşüncemiz
olmadığı kadarıyla evrensel bir kuşku içinde kaldığımız için - bizim en üstün
iyiliğimiz ve üstün iyiliğimiz de ayrıca Tanrı'nın bilgisine dayanmış oluyor.
Dahası Tanrı olmadan hiçbir şey var olamayacağı ve yaratılamayacağı için tüm
doğal olguların niteliklerinin ve yetkinliklerinin uzandıkları kadarıyla Tanrı
kavramını içerdiği ve ifade ettiği açıktır, öyleyse doğal olgularla ilgili
bilgimize oranla Tanrı ile ilgili daha çok ve yetkin bilgiye sahibizdir. Tersi
olarak (nedeni aracılığıyla bir etkinin bilgisi, bir olayın belli bir
özelliğinin bilgisi ile aynı şey olduğu için) doğal olgularla ilgili bilgimiz
ne kadar çoksa (her şeyin nedeni olan) Tanrı'nın niteliği ile ilgili bilgimiz o
kadar yetkindir. O zaman üstün iyiliğimiz sadece Tanrı'nın bilgisine dayanmakla
kalmaz, aynı zamanda tümüyle bu bilgiden oluşur ve insan doğaya ve özel
isteğinin amacının yetkinliğine oranla mükemmeldir ya da tam tersidir. Bu
yüzden en yetkin ve en üstün kutsallığın başta gelen paylaşımcısı, en yetkin
varlık olan Tanrı'nın anlama yetisiyle elde edilen bilgisini her şeyden üstün
tutan ve ondan zevk alandır.
O zaman üstün
iyiliğimiz ve kutsallığımız bunu, yani Tanrı'nın bilgi ve sevgisini amaçlıyor.
Bu yüzden tüm insan eylemlerinin bu amacının gerektirdiği olanaklar, yani onun
düşüncesinin içimizde olması nedeniyle Tanrı tarafından istenenler, Tanrı'nın
buyruğu olarak adlandırılabilir; çünkü bu istekler Tanrı akıllarımızda var
olduğu için sanki Tanrı'nın Kendi'sinden kaynaklanırlar ve bu amaca göre olan
yaşam biçimi uygun olarak Tanrı'nın yasası adını alabilir.
Olanakların
yapısı ve bu amacın gerek duyduğu yaşam tasarısı, en iyi devletlerin
temellerinin tasarının tutumunu nasıl izlediği ve insanın yaşamımn nasıl
yönlendirildiği sorulan genel ahlak bilimiyle ilgilidir. Ben burada sadece
belli bir uygulamadaki Tanrısal yasadan söz edeceğim.
Tanrı'nın
sevgisi insamn en büyük mutluluğu ve kutluluğu ve insan eylemlerinin en son
amacı olduğu için cezalandırılma korkusundan ya da bedensel bir zevk, ün ya da
benzeri diğer bir amaçla Tanrı'yı sevenin değil de, sadece Tanrı'nın bilgisine
sahip olan ya da Tanrı'nın bilgi ve sevgisinin üstün iyilik olduğuna ikna olmuş
olanın, Tanrısal yasaya uygun yaşadığı sonucu çıkar. O zaman Tanrısal yasanın
sonuçtaki ve en başta gelen kuralı üstün iyilik olarak Tanrı'yı sevmektir, yani
dediğimiz gibi herhangi bir ceza ya da eziyet korkusundan ya da aracılığıyla
zevk almak istediğimiz herhangi başka bir amaçla değil. Tanrı düşüncesi, Tanrı'nın
bizim üstün iyiliğimiz olduğu kuralım koyar - başka bir deyişle Tanrı'nın bilgi
ve sevgisinin tüm eylemlerin yöneltilmesi gereken en son amaç olduğu kuralım
koyar. Dünya işlerine dalmış biri bunları anlayamaz, bunlar ona aptallık gibi
görünür. Çünkü Tanrı bilgisi pek yetersizdir ve ayrıca bu üstün iyilikte
kendisinin kullanabileceği ya da tüketebileceği ya da sadece düşünce ve saf
akıldan oluştuğu için, başlıca zevk aldığı şey olan tensel arzularını etkileyen
hiçbir şey bulamaz. Diğer taraftan sağlam bir akıldan daha üstün bir yeteneğe
sahip olamayacağım bilenler sözünü ettiğim şeyi kuşkusuz sorgusuz sualsiz kabul
edeceklerdir.
Şimdi
Tanrısal adaletin başlıca nelerden oluştuğunu ve insanların yasalarının ne
olduğunu yani vahiyle onaylanmadıkça farklı amaçlan olan yasaların hepsini
anlattık. Çünkü bir şeyler ayrıca (yukarıda da gösterdiğimiz gibi) bu vahiy
yönüyle Tanrı'ya mal edilir ve bu anlamda evrensel olmamasına, tamamen tek bir
ulusun yaradılışına ve özel korunmasına uyarlanmasına rağmen, kehanetle
kavranarak onaylandığına inandığımız için, Musa'nın yasasına Tanrı'nın yasası
ya da Tanrısal yasa adı verilebilir. Eğer biraz önce açıkladığımız doğal
Tanrısal yasanın yapışım ele alırsak şunları görürüz:
I
. - Evrensel insan
doğasından çıkardığımız için o evrenseldir ve tüm insanlar için aynıdır.
II
.- Herhangi bir tarihsel
anlatımın doğruluğuna dayanmaz. Bu doğal Tanrısal yasa sadece insan doğası göz
önünde bulundurularak anlaşıldığı için, onun Adem'de olduğu gibi diğer tüm
insanlarda, akranları içinde yaşayan bir insanda ya da kendi kendine yaşayan
bir insanda var olduğunu düşünebiliriz.
Tarihsel
anlatımın doğruluğu, ne şekilde güvenceye alınmış olursa olsun bize ne Tanrı'nın
bilgisini ne de sonuç olarak O'nun sevgisini verebilir. Çünkü
Tanrı'nın sevgisi O'nun bilgisinden doğar ve O'nun bilgisi kendi
içlerinde kesin olan ve bilinen genel düşüncelerden çıkarılmalıdır. Böylece
tarihsel anlatımın doğruluğu bizim üstün iyiliğimize ulaşmamız için gerekli
bir araç olmaktan çok uzaktır.
Tarihi
kayıtlar bize Tanrı'nın bilgi ve sevgisini veremese de onları dünyevî yaşam
amacıyla okumanın çok yararlı olduğunu yadsımıyorum. Çünkü insanların en iyi
eylemleriyle belli ettikleri geleneklerini ve olaylarını ne kadar çok gözlemler
ve bilirsek, onların arasında yaşamımızı o kadar dikkatle düzenleyebiliriz ve
aklın buyurduğu kadarıyla eylemlerimizi onların isteklerine uydururuz.
III
.- Bu doğal Tanrısal
adaletin törenlerin - yani kuruluşları nedeniyle iyi denilen, kendi içlerinde
önemsiz olan ya da günahlardan kurtulmak için yararlı bir şeyi simgeleyen ya da
(eğer bu tanımı tercih edeniniz olursa) anlamı insan anlayışını aşan eylemlerin
yerine getirilmesini gerektirmediğini görürüz. Aklın doğal ışığı, sadece çok açıkça
iyi olduğunu gösterebileceği ya da kutluluğumuza aracı olacak şeyler dışında
kendi içinde gereksinimi karşılayamayacağı hiçbir şey gerektirmez. Sadece
buyruldu- ğu ya da kurulduğu ya da iyi bir şeyin simgeleri olduğu için iyi
olan böyle törenler sağlam bir düşüncenin ya da aklın ürünleri olan eylemlerden
sayılamaz. Şimdi bunu daha ayrıntılı anlatmama gerek yok.
IV
.-Son olarak Tanrısal
yasanın en üstün ödülü yasanın kendisiyken, yani özgür istemimizle Tanrı'yı
bütün ve verimli bir istekle bilmemiz ve sevmemiz- ken, cezası bunların
eksikliği ve etin kölesi olmak - yani kararsız ve bocalayan bir ruha sahip
olmaktır.Bu noktalara dikkat çektikten sonra şimdi şu konuları soruşturmalıyım:
I. Aklın doğal ışığı aracılığıyla Tanrı'yı bir yasa- koyucu ya da
insan için yasalar buyuran bir yetkili olarak kavrayıp kavrayamayacağımız.
II. Kutsal Kitap'ın aklın bu doğal ışığıyla ve doğal yasayla ilgili
öğretisi nedir?
III. Törenler daha önce hangi amaçlarla oluşturulmuştu?
IV. Son olarak kutsal kayıtları bilmenin ve onlara inanmanın yararı
nedir?
İlk ikisini
bu bölümde çözümleyeceğim, geriye kalan ikisini bundan somaki bölümde
çözümleyeceğim.
İlkinin
sonucuna sadece Tanrı'nın isteğinin yapısından kolayca varabiliriz. Bizim
düşüncelerimizle ilişkili olarak Tanrı'nın isteği, anlayışından ayrılır - yani
Tanrı’nın istek ve anlayışı gerçekte aynı şeydir ve sadece Tanrı’nın
anlayışıyla ilgili oluşturduğumuz düşüncelerimizle ilişkili olarak fark
edilebilir. Örneğin, sadece üçgenin yapısının Tanrısal doğada ezelden beri
sonsuz bir Tanrısal doğmluk olarak içerildiği olgusuna bakıyorsak, Tanrı'nın
üçgen düşüncesine sahip olduğunu ya da O’nun üçgenin yapısını anladığını
söyleriz. Ama bundan sonra üçgenin yapısının, kendi yapı ya da özünün
zorunluluğuyla değil de, sadece içinde bulunduğu Tanrısal doğanın
zorunluluğuyla bu şekilde içerildiği olgusuna bakarsak; yani aslında sonsuz
doğruluklar olarak düşünüldükleri ölçüde üçgenin öz ve yapısının sadece Tanrısal
doğa ve akla dayandığına bakarsak, o zaman daha önce Tanrı'nın aklı dediğimiz
şeye, Tanrı'nın istemi ya da buyruğu deriz. Bu nedenle Tanrı’nın ezelden beri
üçgenin üç açısının iki dik açıya eşit olmasını buyurduğunu söylediğimizde ve
O'nun bunu anladığım söylediğimizde aynı şeyi doğrulamış oluruz.
Bu nedenle
Tanrı'nın doğrulamaları ve yadsımaları her zaman zorunluluk ya da doğruluk
içerir; böylece örneğin, eğer Tanrı Adem'e iyiyle kötüyü bilme ağacının
meyvesini yemesini istemediğini söylediyse Adem'in o meyveyi yiyebilmesi bir
çelişki yaratırdı ve bu yüzden Adem'in yiyebilmesi olanaksız olurdu; çünkü
Tanrısal buyruk sonsuz bir zorunluluk ve doğruluk içeriyor olurdu. Ama Kutsal
Kitap buna rağmen Tanrı'nın Adem'e buyruğunu verdiğini ama Adem'in yine de
ağacın meyvesini yediğini yazdığı için zorunlu olarak Tanrı'nın Adem'e eğer
ağaçtan yerse bunu kesinlikle izleyecek kötülüğü bildirdiğini ama bu kötülüğün
zorunlu olarak gerçekleşeceğini açıklamadığını söylemeliyiz. Böylece Adem vahyi
sonsuz ve zorunlu bir doğruluk olarak değil, bir yasa olarak - yani, bulunduğu
eylemin doğasına zorunlu olarak bağlı değil, sadece bir yetkilinin istek ve
saltık erkine bağlı, sonunda kazanç ya da kayıp olan bir kural olarak algıladı.
Böylece söz konusu vahiy, ona göre sadece Adem ile ilgiliydi ve onun
bilgisizliği nedeniyle bir yasaydı ve Tanrı da sanki bir yasa- yapıcı ve
yetkiliydi. Aynı nedenden; yani bilgi eksikliğinden İbranilere göre On Emir
bir yasaydı. Çünkü Tanrı'nın varlığını sonsuz bir doğruluk olarak bilmediklerinden
onlara On Emir'de belli edilen şeyi yani Tanrı'nın var olduğunu ve sadece
Tanrı'ya tapınıl- ması gerektiğini bir yasa olarak algılamış olmalılar. Ama
eğer Tanrı onlarla hiçbir bedensel aracın aracılığı olmadan konuşsaydı, onu
bir yasa değil doğrudan sonsuz bir doğruluk olarak algılarlardı.
İsrailliler
ve Adem'le ilgili söylediklerimiz ayrıca Tanrı'nın adına yasa yazan tüm
peygamberler için de geçerlidir - Tanrı'nın buyruklarını yeterince sonsuz
doğruluklar olarak görmediler. Örneğin, Musa'nın vahiyden ve ona bildirilenin
kaynağından, İsrail ulusunun özel bir bölgede en iyi nasıl birleştirilebileceğini
ve bir devlet kurumu ya da devlet oluşturabileceğini gördüğünü ve dahası bu
ulusun bağlılığa en iyi nasıl zorlanacağını gördüğünü söylemeliyiz. Ama bu
yöntemin mutlaka en iyisi olduğunu ya da belli bir özel bölgedeki insanların
boyun eğmesinin zorunlu olarak Musa'nın tasarladığı amaç anlamına geleceğini
ne gördü ne de bu ona bildirildi. Bu nedenle Musa şeyleri sonsuz doğruluklar
olarak değil, kurallar ve yönergeler olarak gördü ve onları Tanrı'nın yasaları
olarak buyurdu. Ve böylece, böyle özellikler insan doğasının özellikleriyken ve
Tanrı'nın doğasına tamamen yabancıyken Tanrı'yı bir yönetici, bir kural-
koyucu, bir kral, merhametli, adil... vs. olarak görmüş oldu. Tanrı adına
yasalar yazan peygamberler için bu kadarını doğrulayabiliriz; ama bunu İsa için
doğrulayanlayız; çünkü İsa, Tanrı adına yasalar yazmış gibi görünse de açık ve
yeterli bir görüşe sahip olarak ele alınmalı çünkü İsa Tanrı'nın sözcüsü
olarak tam bir peygamber değildi. Çünkü Tanrı İsa aracılığıyla insanoğluna daha
önce melekler aracılığıyla yaptığı gibi vahiyler gönderdi - yani yaratılan bir
ses, görüntüler... vs. ile. Tanrı'nın vahiylerini peygamberlere bildirilecek
konular olarak İsa'nın görüşlerine uydurduğunu söylemek daha önce meleklerin
görüşlerine uydurduğunu (yani yaratılan bir ses ya da görüntüye uydurduğunu)
söylemek kadar mantıksız, tamamen saçma bir hipotez olurdu. Dahası İsa sadece
Yahudilere öğretmek için değil tüm insan soyuna öğretmek için gönderilmişti ve
bu yüzden Tanrı'nın düşüncelerinin sadece Yahudilerin görüşlerine uydurulması
yeterli değildi. Düşünceler aynı zamanda tüm insan soyu için geçerli olan görüş
ve temel öğretisine - diğer bir deyişle evrensel ve doğru düşüncelere
uydurulmuştu. Tanrı Kendi'sini peygamberlere yaptığı gibi sözcük ve simgeler
olmadan İsa'ya ya da doğrudan İsa'nın aklına bildirdiği için ister istemez
İsa'nın gerçekten bildirileni gördüğünü, başka bir deyişle bir konu akıl
tarafından sözcük ve simgeler olmadan görüldüğünde anlaşıldığı için İsa'nın
Tanrı'yı anladığını varsaymalıyız.
O zaman İsa (gerçekten ve yeterli derecede) belli edileni gördü ve eğer
böyle vahiyleri yasa olarak bildirdiyse, bunu bu bakımdan Tanrı rolünü oynayarak
insanların bilgisizliği ve dik başlılığı nedeniyle yaptı. Kendisini insanların
anlayışına uydurmasına ve diğer peygamberlerden biraz daha açık konuşmasına
rağmen belli edileni belirsiz bir şekilde ve genellikle kıssalar aracılığıyla
öğretti, özellikle de henüz cennetin krallığı'nı anlama yeteneği olmayanlarla
konuşurken, (bkz. Matta xiii:10...vs.) Cennet'in gizemlerini anlama
yeteneği olanlara, öğretilerini kuşkusuz sonsuz doğruluklar olarak öğretti ve
onları ortaya kural gibi koymadı, böylece dinleyicilerinin akıllarını daha önce
doğruladığı ve koyduğu yasaların tutsaklığından kurtardı. Pavlus buna bir
kereden fazla dikkat çekiyor gibi görünüyor (örneğin, Romalılar vii:6
ve iii:28), kendisi hiçbir zaman açıkça konuşmayı istemiyor gibi görünse de
onun sözcüklerini tekrar etmek gerekirse [Romalılar iii:6 ve vi: 19)
"İnsanların diliyle konuşuyorum" diyor. Bunu Tanrı'nın adil olduğunu
söylerken özellikle ifade ediyor ve 96
kuşkusuz insan eksikliğini göz önüne alarak dilini halkın anlayışına ya
da kendisinin dediği gibi (1 Korintliler iii:3) benliklerine uyanlara
uyarlayarak merhamet, bağışlayıcılık, öfke ve benzer özellikleri Tanrı'ya mal
ediyor. Romalılar ix:18'de Tanrı'nın öfke ve merhametinin insanların
işlerine değil, Tan- n'nın Kendi doğası ya da isteğine dayandığını, dahası
birinin yasanın işleriyle değil, sadece ruhun tümüyle kabullenmesi olarak
tanımladığı inançla haklı çıkarıldığını, son olarak içinde İsa'nın Ruhu'nu
taşımayan hiç kimsenin kutsanmadığını {Romalılar viii:9) açıkça
öğretiyor. Bu şekilde Tanrı'nın yasalarını sonsuz doğruluklar olarak görüyor.
Bu yüzden sadece halkın sahip olduğu Tanrı anlayışı ve bu anlayışın eksikliği
göz önüne alınarak bir yasa-yapıcı ya da prens olarak tanımlandığı ya da adil,
merhametli... vs. olarak biçimlendirildiği ve O’nun buyruk ve istemlerinin
sonsuz doğruluklar olduğu ve her zaman zorunluluk içerdiği sonucuna varıyoruz.
Açıklamak ve göstermek istediğim ilk konu için bu kadarı yeterli.
İkinci konuya
geçerken Kutsal Kitap'ı doğanın ve bu Tanrısal göreneğin ışığında bir
inceleyelim. Tan- n'nın Adem'e iyiyle kötüyü bilme ağacının meyvesini
yememesini buyurduğu anlatılan ilk insanın öyküsünde bulduğumuz ilk öğretide,
Tanrı, Adem'e dürüst olmasını ve dürüstlüğün peşinden koşmasını buyuruyor; ama
bunu dürüst olmamak kötülük olduğu için buyurmuyor, yani iyiyi kötülük korkusuyla
değil de iyilik için aramasını buyuruyor anlamına geliyormuş gibi görünüyor.
Doğruluğun gerçek bilgi ve sevgisine sahip olduğu için dürüst olanın bağlılıkla
ve özgürce hareket ettiğini görmüştük oysa kötülük korkusuyla hareket eden
kötülüğün baskısı altındadır ve dış denetimin tutsaklığı içinde hareket eder.
Öyleyse Tanrı'nın Adem'e verdiği bu buyruk, Tanrısal doğal yasayı bütünüyle
kapsıyor ve doğanın ışığının öğretileriyle tamamen uyuşuyor, hatta ilk insanın
öyküsünü ve alegorisini tümüyle bunu temel alarak açıklamak kolay olurdu. Ama
öncelikle benim açıklamamın Kutsal Kitap yazarının amacıyla örtü- şüp
örtüşmeyeceğinden tamamıyla emin olamadığım için ve ikinci olarak da çoğu kişi
bu öykünün bir alegori olduğunu kabullenmediği, gerçeklerin basit bir öyküsü
olarak gördüğü için bu konuyu sessiz kalarak atlamak istiyorum. Bu yüzden
Kutsal Kitap- 'ın başka parçalarını, özellikle de doğal anlayışının olanca
gücüyle konuşan ve bu konuda tüm akranlarını geçen ve deyişlerinin
peygamberlerinkiyle aynı önemi taşıdığı insanlarca kabul görenin yazdığı parçaları
kanıt göstermek daha iyi olacak. Kutsal Kitap'- ta dindarlığı ve vahiy
yeteneğindense öngörüsü ve erdemi övülen Süleyman'ı anlatmak istiyorum. Yaşam,
gerçek yaşam anlamında olmak üzere (Yhsa’nın Tekrarı xxx:19'dan da belli
olduğu gibi), anlayışın ürünü sadece gerçek yaşamdır ve onun eksikliği cezayı
oluşturur. Tüm bunlar dördüncü konumuzda doğal yasayla ilgili ortaya konulanla
tamamen örtü- şür. Dahası aklın yaşamın kaynağı olduğu görüşümüz ve erdemliler
için sadece akim yasalar koyduğu bilge tarafından açıkça öğretiliyor, çünkü
diyor ki (Süleyman’ın Özdeyişleri xiii:14): "Bilgelerin öğrettikleri
yaşam kaynağıdır..." - yani bundan önce gelen metinden de anladığımız
gibi, akıl yaşamın kaynağıdır. iii: 13. parçada aklın inşam kutlu ve mutlu
ettiğini ve gerçek huzuru verdiğini açıkça öğretiyor.
"Bilgeliğe erişene, Aklı bulana ne mutlu!" çünkü "Yolları
sevinç yollarıdır, evet, bütün yolları esenliğe çıkarır." Bu yüzden
Süleyman'a göre düşünceleri oraya buraya giden (Parça 57:20'de Yeşaya'nın
dediği gibi) " kötüler çalkalanan deniz gibidir, onlara huzur yoktur"
kötüler gibi değil de, huzurlu ve ölçülü yaşayan sadece bilgelerdir.
Son olarak bizim savımızı en açık şekilde doğrulayan Süleyman’ın
Özdeyişleri'nde ii. bölümdeki parçaya dikkat etmeliyiz: "...aklı
çağırır, O'na gönülden seslenirsen... Rab korkusunu anlar ve Tanrı'yı yakından
tanırsın. Çünkü bilgeliğin kaynağı Rab'dir. O'nun ağzından bilgi ve anlayış
çıkar." Bu sözler açıkça (1) sadece bilgi ve akıl bize Tanrı'dan bilgece
korkmamızı öğretir - yani O'na gerçekten tapınmayı... (2) bilgelik ve bilginin
Tanrı'nın ağzından çıktığını ve bu yeteneği bize Tanrı'nın bağışladığını bildiriyor;
bizim akıl ve bilgimizin sadece Tanrı'nın bilgisine bağlı olduğu, ondan
kaynaklandığı ve onunla tamamlandığım kanıtlarken bunu zaten göstermiştik.
Süleyman birçok sözle bu bilginin ahlak ve siyasetin gerçek ilkelerini
içerdiğini anlatmaya devam ediyor: "Çünkü yüreğin bilgelikle dolacak, zevk
alacaksın bilgiden. Sağgörü sana bekçilik edecek ve akıl seni koruyacak. O
zaman anlarsın her iyi yolu, neyin doğru, haklı ve adil olduğunu." Hepsi
doğal bilgiyle açıkça örtüşüyor; çünkü şeylerin anlayışına vardıktan ve
bilginin üstünlüğünü tattıktan sonra, doğal bilgi bize ahlak ve doğru erdemi
öğretir.
Böylece Süleyman'a göre de doğal aklını ilerletenin mutluluğu ve huzuru,
içsel kişisel erdeme dayandığı kadar ( ya da Tanrı'nın iç yardımı ), yazgının
egemenliğine (ya da Tanrı'nın dış yardımına) dayanmaz; çünkü kişisel erdem
büyük ölçüde uyanıklık, doğru hareket etme ve düşünceyle korunabilir.
Son olarak
Pavlus'un Romalılara Mektup'ımdala parçayı, i:20, kesinlikle
atlamamalıyız: "Tanrı'nın görünmeyen nitelikleri - sonsuz gücü ve
Tanrılığı - dünya yaratılalı beri O'nun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir.
Bu nedenle özürleri yoktur. Tanrı'yı bildikleri halde O'nu Tanrı olarak
yüceltmediler, O'na şükretmediler." Bu sözler açıkça gösteriyor ki
doğanın ışığıyla herkes Tanrı'nın sonsuz Tanrı- sallığını ve iyiliğini
anlayabilir ve buradan neyin peşinde koşacağını ve neden kaçınacağını
çıkarabilir. Havari onların özürlerinin olmadığını ve kendilerini
bilgisizlikleriyle savunamayacaklarını söylediğinden, eğer bu davranışları
doğaüstü ışık ve İsa'nın vücut bulması, çilesi ve yeniden dirilişiyle ilgili bir
kuşku nedeniyle olsaydı kendilerini kesinlikle savunabilirlerdi. "Bu
yüzden," diye devam ediyor (aynı yazıda 24) "Tanrı, birbirlerinin
bedenlerim aşağılasınlar diye, onları yüreklerinin tutkuları içinde
ahlaksızlığa teslim etti.” ve parçanın geri kalanında bilgisizliğin
kötülüklerini tanımlıyor ve onları bilgisizliğin cezası olarak öne sürüyor. Bu,
Süleyman'ın daha önce alıntısı yapılan dizesiyle açıkça örtüşüyor,
"Ahmaklıksa ahmaklara cezadır.” yani Pavlus'un neden kötülerin mazeretinin
olmadığını söylediğini anlamak kolay. İnsan ektiğini biçer. Bilgece karşı
konulmadıkları takdirde kötülükten zorunlu olarak kötülük doğar.
Böylece
Kutsal Kitap'ın doğal aklın ışığını ve doğal Tanrısal yasayı harfi harfine
doğruladığını görüyoruz ve böylece ben de bölümün başında verdiğim sözleri
tutmuş oluyorum.
Eski Antlaşmanın resmi yasasının Tanrısal • evrensel
yasanın bir parçası değil, kısmi ve ğcçici olması. Yeni Antlaşmanın Tanıklığına
- peygamberlerinin kendilerinin tanıklığı.
Törensel yasanın İbrani Krallığını korumaya - yönelik
olması.
Aynı temel üstünde Hristiyan ğclenckleri.
Kişi Kutsal Kitap öykülerinin hanği parçalarına inanmak
zorundadır?
Önceki
bölümde İnsanı gerçekten kutlu yapan ve doğru yaşamı öğreten Tanrısal yasanın
tüm insanlar için evrensel olduğunu gösterdik, hatta onu insan hayatından o
kadar doğrudan çıkarsadık ki Tanrısal yasanın doğuştan olduğununa ve sanki
insan aklına işlemiş olduğuna inanılmahdır.
Ama Eski
Antlaşma'da sadece İbraniler için buy- rulmuş ve çoğu zaman bir birey olarak
değil bütün olarak toplum tarafından yerine getirilebilecek kadar devletlerine
uyarlanmış törensel geleneklere gelince, bunların Tanrısal yasanın hiçbir
parçasını oluşturmadıkları ve kutluluk ve erdemle hiçbir ilgilerinin olmadığı,
sadece İbranilerin seçilmişliğine gönderme yaptıkları açık. Yani bu
geleneklerin (II. Bölümde gösterdiğim gibi) İbranilerin dünyasal mutluluklarına
ve krallıklarının huzuruna gönderme yaptıkları ve
dolayısıyla sadece o krallık yaşarken geçerli oldukları belli. Eğer Eski
Antlaşma'da onlardan Tanrı'nın Yasa'sı diye söz ediliyorsa bu sadece vahiy
üzerine kurulmuş oldukları ya da vahyi temel alarak oluşturuldukları içindir.
Ne kadar sağlam olsa da aklın sıradan tanrı bilimciler için az önemi
olduğundan, burada ileri sürdüğüm şeyin kanıtı olarak Kutsal Kitap'ın yetkisini
göstereceğim ve bundan öte daha açık olması için bu törenlerin Yahudi
krallığının kurulması ve korunması işine neden ve nasıl yaradığını
göstereceğim. Yeşaya, çok açıkça sözcüğün dar anlamında gerçek bir yaşam
biçiminden oluşan evrensel yasayı belirten ve törensel gelenekleri belirtmeyen
Tanrısal yasayı öğretiyor, i: 10. parçada peygamber köylülerini Tanrısal
yasayı okurken dinlemeleri için çağırıyor ve önce her türlü kurbanı ve bayramı
dışlıyor, en sonunda yasayı şu birkaç sözle toparlıyor, "İyilik etmeyi
öğrenin, Adaleti gözetin, zorbayı yola getirin, Öksüzün hakkını verin..."
Zebur'da da Zebur yazarının Tanrı'ya seslendiği yerde bunun kadar çarpıcı bir
ifadeye yer veriliyor: "Kurbandan, sunudan hoşnut olmadın, Ama
kulaklarımı açtın. Yakmalık sunu, günah sunusu da istemedin...Ey Tanrım, senin
isteğini yapmaktan zevk alırım ben, yasan yüreğimin deriniiğindedir."
Burada Zebur yazarı sadece yüreğine yazılanı Tanrı'nın yasası sayıyor ve
törenleri ona katmıyor çünkü törenler iyi ve içsel değerleri nedeniyle değil,
sadece kurumla- rı nedeniyle yüreğe yazılmıştır.
Kutsal
Kitap'ın diğer parçaları da aynı gerçeğe tanıklık ediyor ama bu iki örnek
yeterli. Aynca törenlerin kutluluğa hiçbir yararı olmadığını, sadece krallığın
ruhsal olmayan zenginliğine gönderme yaptığım 102
Kutsal Kitap'tan da öğrenebiliriz; çünkü kutluluk evrensel Tanrısal yasa
için saklanırken, geleneksel törenlere uyulmasının ödülü sadece geçici yarar ve
zevklerdir. Musa'ya mal edilen tüm beş kitapta da dediğim gibi onur, ün, zafer,
zenginlik, zevk ve sağlık gibi geçici yararlardan başka hiçbir şeyin sözü verilmiyor.
Bu beş kitapta törenlerin yanı sıra birçok ahlaki buyruk bulunmasına rağmen bu
buyruklar tüm insanlar için evrensel olan ahlaki öğretiler gibi değil,
özellikle İbranilerin anlayış ve karakterine uyarlanmış ve sadece krallığın
refahına işaret eden buyruklar gibi görünüyorlar. Örneğin, Musa Yahudi- lere
bir peygamber olarak öldürmemeyi ve hırsızlık yapmamayı öğretiyor,- ama bu
buyrukları sadece bir yasa koyucu ve yargılayıcı olarak veriyor, öğretiyi akla
dayalı bir şekilde bir sonuca bağlamıyor; ama ona uyulmaması karşılığında
farklı uluslara uyarlanabilecek şekilde bir ceza ekliyor. Aynı şekilde zina
yapmama buyruğu sadece devletin refahıyla ilgili olarak veriliyor. Çünkü eğer
sadece devletin refahıyla değil ayrıca bireyin huzur ve kutluluğuyla ilgili
ahlaki öğreti de kastedilmiş olsaydı, Musa sadece görünüşteki eylemi değil,
aynı zamanda sadece evrensel ahlaki buyruklar öğreten ve bu nedenle ruhsal olmayan
bir ödül yerine ruhsal bir ödül sözü veren İsa'nın yaptığı gibi zihinsel
kabullenmeyi de ayıplardı. Dediğim gibi İsa bu dünyaya devleti korumak ya da
yasalar koymak için değil sadece evrensel ahlaki yasayı öğretmek için
gönderilmişti. Yani hiçbir şekilde Musa'nın yasasını ortadan kaldırmak
istemediğini anlayabiliriz, Kendi'sine ait hiçbir yasa tanıtmadığı için - tek
derdi ahlaki öğretiler öğretmek ve onları devletin yasalarından ayırmaktı.
Çünkü Ferisiler,
bilgisizlikleri yüzünden, devlet yasasına ve Musa'nın yasasına uymanın
ahlakın toplam sonucu olduğunu düşünüyorlardı. Oysa böyle yasalar sadece toplum
refahıyla ilgiliydi ve Yahudilerin eğitilmelerini onlan sınırlama altında
tutmak kadar amaçlamıyordu. Ama konumuza dönelim ve Kutsal Kitap'ın törenlere
uyulması şartıyla geçici yararlannı öne süren ve evrensel yasaya uyulması
içinse kutluluğu öne süren başka parçalarının alıntısını yapalım.
Yeşaya
dışında peygamberlerin hiçbiri bu konuyu daha açık ortaya koymuyor. İkiyüzlülüğü
ayıpladıktan sonra insamn kendisine ve komşularına karşı özgürlük ve
yardımseverliği tavsiye ediyor ve bir ödül olarak (parça lviii:8):
"Işığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız. Doğruluğunuz
önünüzden gidecek, Rab'bin yüceliği artçınız olacak." Bundan kısa süre
sonra dinsel tatil gününü övüyor ve ona gerektiği gibi uyulması içinse
"Rab'den zevk alırsınız. O zaman sizi yeryüzünün yüksek yerlerine çıkarır,
Atanız Yakup'un mirasıyla doyururum. Bunu söyleyen Rab'dir." Böylece
bağışlanan özgürlük ve yardımsever işler için sağlıklı bir bedende sağlıklı
bir aklın ve ölümden sonra bile Rab'bin övgüsü sözünü veriyor ama törensel
kusursuzluk için sadece yönetimin güvenliği, zenginlik ve ruhsal olmayan
mutluluk sözü veriyor.
xv. ve xxiv. Mezmurlafda
törenlerden hiç söz edilmiyor. Sadece ahlaki öğretilerden söz ediliyor,
kutluluk dışında hiçbir şeyden kuşku duyulmadığı için ve kutluluğun sözü
simgesel olarak verildiği için "Rab'bin Dağı" ve "O'nun
çadırları ve içlerinde yaşayanlar" gibi ifadelerin Yeruşalim'in gerçek
dağına ve Musa'nın çadırına değil de kutluluğa ve ruhun 104
güvenliğine gönderme yaptığı oldukça kesin. Çünkü en son sözü edilen dağ
ve çadırda hiç kimse yaşamıyor ve orada sadece Levi'nin oğulları rahiplik yapıyordu.
Bundan başka en son bölümde akıl ve erdemin ilerletilmesi bakımından işaret
ettiğim Süleyman'ın tümceleri, gerçek kutluluğun sözünü veriyor, çünkü Tanrı
korkusu ve bilgisi büyük ölçüde erdemle anlaşılıyor ve bulunuyor.
Yahudilerin kendilerinin törensel geleneklerini krallıkları yıkıldıktan
sonra yerine getirmek zorunda olmadıkları Yeremyu'dan da belli. Çünkü peygamber
şehrin çok yakında yıkılacağını gördüğünde ve önceden haber verdiğinde
Tanrı'nın sadece dünyada iyilik yapanın, adaleti ve doğruluğu sağlayanın O olduğunu
bilen ve anlayandan hoşnut olduğunu ve sadece böyle insanların övülmeye değer
olduğunu söyledi. [Yeremya ix:23) Tanrı, sanki şehrin yıkılmasından
sonra Yahudilerden tüm insanlann bağlı olduğu doğal yasadan başka hiçbir şey
istemediğini söylemiş gibi.
Yeni antlaşma da bu görüşü doğrular çünkü onda sadece ahlaki öğretiler
öğretiliyor ve bir ödül olarak cennetin krallığı söz veriliyor ama Yahudi
olmayanlara Kutsal Kitap'ı öğütlemeye başladıktan sonra Havariler törensel
geleneklere değinmiyor. Krallığın yıkılmasından sonra Ferisiler kesinlikle bu
törenleri uygulamaya devam ettiler ama bunu Tanrı'yı memnun etmekten çok
Hristiyanlara karşı gelmek için yaptılar. Çünkü şehrin ilk kez yıkılmasından
sonra tutsak olarak Babil'e götürüldükleri zaman bildiğim kadarıyla mezheplere
ayrılmamışlardı, Ezra ve Nehemya'dan öğrendimiz gibi geleneklerini doğrudan
boşladılar ve Musa'nın yasasına elveda dediler, milli
geleneklerini gereksiz görerek unuttular ve diğer uluslarla birbirlerine
karışmaya başladılar. Bu yüzden krallıklarının yıkılmasından sonra artık Musa'nın
yasasına bağlı olmadıklarından kuşku duyama- yız. Yani artık Mısır'dan çıkmadan
önce, hala diğer insanların arasında yaşadıkları ve doğal yasa dışında ve aynca
kuşkusuz içinde yaşadıkları devletin Tanrısal doğal yasayla uyumlu olduğu
ölçüde bağlı olduk- lan yasası dışında hiçbir özel yasaya bağlı olmadıkla- n
zamandaki kadar bağımsızdılar.
Aile
reislerinin kurban sunmalarına gelince, bence bunu dindarlıklarını canlandırmak
amacıyla yapıyorlardı; çünkü akıllan çocukluklarından beri, Hanok'un
zamanından beri evrensel olduğunu bildiğimiz kurban düşüncesine alışkındı ve
böylece kurbanda en güçlü dürtülerini buluyorlardı. O zaman aile reisleri
Tanrısal bir doğruluğun buyruğuyla ya da Tanrı yasasının ana ilkesinin
öğretilmesiyle kurban sunmadılar. Sadece o zamanın geleneklerine uyarak kurban
sundular ve eğer sunarlarken herhangi bir kuralı yerine getirmişlerse de bu
kural, sadece içinde yaşadıkları ülkenin (Melkisedek'in davasında gördüğümüz
gibi) bağlı olduklan kuralıdır.
Sanırım artık
görüşüm için Kutsal Kitap'ın tanıklığını göstermiş oldum. Geriye törensel
geleneklerin, İbrani krallığını korumaya ve kutsamaya neden ve nasıl
yöneldiğini göstermek kalıyor ve bunu evrensel olarak kabul gören nedenlere
dayanarak kısaca yapabilirim.
Toplumun
kurulması sadece savunma amacı için değil, aynı zamanda iş bölümünü
gerçekleştirmek için çok yararlı ve kesinlikle gereklidir. Eğer insan birbirine
karşılıklı olarak yardım etmeseydi herkes 106
kendi yaşamım sağlamak ve korumak için ne zamana ne de yeteneğe sahip
olurdu. Çünkü tüm insanlar tüm işleri yapmaya uygun değildir ve hiç kimse
bireysel olarak gereksinim duyduğu her şeyi hazırlayamazdı. Tekrar ediyorum
eğer herkes kendisi sürmeye, ekmeye, biçmeye, mısır öğütmeye, pişirmeye,
örmeye, dikmeye ve hayatı devam ettirmek için diğer bir sürü işlevi yerine
getirmeye kalksaydı güç ve zaman tükenirdi. Ayrıca insan doğasının kutluluğu ve
kusursuzluğu için tamamen gerekli olan sanatlar ve bilimlerden bahsetmiyorum
bile. Halkların uygarlaşmamış barbarlık içinde yaşamalarının berbat ve
neredeyse hayvani bir yaşama neden olduğunu görüyoruz ve o zaman bile, belli
bir yere kadar birbirlerine yardım etmeseler kabaca birkaç gereksinimlerini
bile karşılayamazlardı.
Eğer insan,
doğa tarafından, doğru akılla belirlenenden başka hiçbir şey istemeyen bir
yapıda meydana getirilmiş olsaydı, toplumun yasalara açıkça gereksinimi
olmazdı; gerçek ahlaksal öğretileri aşılamak yeterli olurdu ve insan
kararsızlık duymadan özgürce gerçek çıkarlarına bağlı olarak hareket edebilirdi.
Ama insan doğası farklı bir biçimde şekillendirilmiştir. Herkes aslında kendi
çıkarlarını gözetir ama bunu sağlam aklın öğretilerine bağlı olarak yapmaz,-
çünkü çoğu insamn istenirlik ve yararlılık düşüncesi şimdiki zamanda, en yakın
amaçtan ötesini düşünmeyen bedensel içgüdü ve duygularla güdümlenir.
Dolayısıyla hiçbir toplum, devlet yönetimi ve örgütü olmadan ve insanın
isteklerini ve ölçüsüz dürtülerini bastırmak ve sınırlamak için yasalar olmadan
var olamaz. Yine de insan doğası saltık baskıya boyun eğmeyecektir. Seneca'nın
da
dediği gibi sert yönetimler hiçbir zaman uzun süre yaşamaz, ılımlı
yönetimlerse uzun süre dayamr. İnsanlar korkuyla eylediği sürece, eğilimlerinin
tam tersi yönünde hareket eder, eylemlerinin yarar ya da gerekliliğini
düşünmeden sadece cezadan ya da hayatını kaybetmekten kaçınmak için
çabalarlar. Yöneticilerinin başına gelen her türlü kötülükten bu kendilerini
içerse bile zevk almak zorunda kalırlar ve böyle kötülüklere özlem duymak ve
ellerindeki her türlü yöntemle neden olmak zorunda kalırlar. Yine insan
özellikle de akranları tarafından yönetilmeye ve onlara hizmet etmeye karşı
hoşgörüsüzdür. Son olarak da, bir kere verilmiş olan özgürlükleri geri almak
son derece zordur.
Bu
düşüncelerden sonra ilk olarak herkes hizmet etmekle yükümlü olsun ama yine de
akranlarının bağımlılığı altında olmasın diye yetki ya tüm devlete ortaklaşa
verilmeli ya da eğer erk birkaçının ya da birinin elinde olacaksa, o tek insan
ortalama insamn üzerinde bir şey olmalı ya da kendisinin böyle olduğunu kabul
ettirmek için çabalamahdır. İkinci olarak her yönetimdeki yasalar öyle
ayarlanmalı ki insanlar, korkudansa, bazı çok istenen iyiliklerin umuduyla
sınırlar altında tutulmalı çünkü o zaman herkes görevini isteyerek yapacaktır.
Son olarak
söz dinleme dış yetkinin buyruğuyla hareket etmekten oluştuğu için, bir
yönetimin tüm insanlara verildiği ve yasaların oybirliğiyle yapıldığı bir
devlette buna yer verilmezdi. Böyle bir toplumda yasalar dış yetkiye dayalı
olarak yapılmadığı, insanların kendi özgür iradeleriyle yapıldığı için yasalar
eklense de çıkanlsa da onlar özgür olarak kalırlardı. Egemenlik erki tek bir
insana verildiğinde ise tam 108
tersi olur; çünkü herkes onun buyruğuna göre hareket eder. Bu
yüzden halk en başından yöneticilerinin sözlerine bağlı kalmak üzere
eğitilmemişse, gerektiği zaman bir kere verilmiş olan özgürlükleri kullanımdan
kaldırmak ve yeni yasalar koymak yönetici için zordur.
Bu evrensel
etmenlerden Yahudilerin krallığına geçelim. Yahudiler Mısır'dan ilk
çıktıklarında herhangi bir ulusal yasaya bağımlı değillerdi ve bu yüzden
istedikleri yasayı onaylamada ya da yenilerini yapmada özgürdüler ve bir
yönetim kurmak ve seçtikleri bir yeri işgal etmekte de özgürdüler. Ama akıllıca
bir yasalar dizisi oluşturmaya ve yönetim gücünü topluma verilmiş olarak
tutmaya hiç uygun değillerdi. Hepsi eğitimsizdi ve berbat bir köleliğe gömülmüş
durumdaydı, bu yüzden yönetim geri kalanları yönetecek ve onları sınırlamalar
altında tutacak, yasalar koyacak ve onları yorumlayacak tek bir insanın ellerine
bırakılmalıydı. Bu yönetime Musa tarafından kolaylıkla el koyulmuştu çünkü
erdem konusunda diğerlerini geçiyor ve insanları gerçeğe ikna ediyor, birçok
kanıtla gerçeği kanıtlıyordu (bkz. Mısır’dan Çıkış, xiv. parça, son dize
ve xix:9. parça). O zaman Musa sahip olduğu Tanrısal erdemle yasalar yaptı ve
bunları halk için düzenledi. Bu yasaları yaparken onların korkudan değil,
isteyerek uyulabilir olmasına özen gösterdi ve bu yöntemi özellikle de sadece
sınırlamayla yönetilmeye boyun eğmeyecek Yahudilerin inatçı doğası ve yakın
gelecekteki savaş nedeniyle benimsedi. Çünkü askerleri gözdağı vererek korkut-
maktansa onlara onur arzusu aşılamak her zaman daha kolaydır. O zaman herkes
sadece cezadan kaç- maktansa kahramanlık ve cesaretle kendini göster-
mek için çabalar. Bu yüzden Musa, erdemi ve Tanrısal buyrukla,
insanların görevlerini korkudansa bağlılıktan yapabilecekleri bir dini
tanıttı. Dahası onlan yararlarla bağladı ve gelecekte birçok kazanımı haber
verdi; özellikle de suçlanan bir insanın hüküm giymesini sağlamak için gerekli
koşulların sayısının çokluğuna dikkat ederseniz, herkesin görebileceği gibi
yasası çok sert de değildi.
Son olarak
kendilerini yönetemeyen insanların tamamen yöneticilerine bağlı olması gerektiği
için, (o zamana kadar köle olan) insanların özgür iradelerine hiçbir şey
bırakmadı. İnsanlar yasayı hatırlamaktan ve yöneticilerinin keyfine göre
konulmuş buyruklan yerine getirmekten başka bir şey yapamıyorlardi; toprağı
sürmelerine, ekmelerine, biçmelerine ya da yemelerine; örtünmelerine, traş
olmalarına, zevk almalarına bile ya da aslında istedikleri herhangi bir şeyi
yapmalarına izin verilmiyordu. Yasada verilen yönergeleri yerine getirmek
zorundaydılar ve sadece bununla kalınmıyor; onlara sürekli boyun eğmeyi
hatırlatmak için kapı dikmelerinde, ellerinin üstünde ve gözlerinin ortasında
işaretler olmasına zorlanıyorlardı.
O zaman resmi
yasanın amacı, insanların özgür iradesiyle hiçbir şey yapmaması, her zaman dış
yetkinin boyunduruğu altında hareket etmesi ve sürekli olarak eylem ve
düşünceleriyle kendi kendilerinin efendisi olmadıklarını, tamamen başkalarının
denetimi altında olduklarını doğrulamaktı.
Tüm bu
etkenlerden törenlerin kutluluk durumuyla hiçbir ilgisinin olmadığı ve Eski
Antlaşma'da belirtilenlerin, örneğin Musa'nın tüm Yasasının, sadece
Yahudilerin yönetilmesiyle ve sadece dünyasal kaza- 110
nımlarla ilgisi olduğu gün gibi ortada.
Vaftiz, Ekmek
ve Şarap Ayini, bayramlar, toplu ibadetler ve tüm Hristiyanlık için yaygın
olmuş ve olan diğer tüm gelenekler gibi Hristiyan törenlerine gelince, eğer İsa
ya da Havarilerince oluşturulmuşlarsa (ki bu da kuşkulu) kutlulukla bir
ilgileri olduğu ya da kendi içlerinde herhangi bir kutsallık içerdikleri için
değil, evrensel kilisenin dış belirtileri olarak oluşturulmuşlardı. Bu yüzden
böyle törenler bir yönetimi desteklemek için emredilmemişlerdi. Bir toplumun
korunması için emredilmişlerdi ve buna bağlı olarak yalnız yaşayan biri bu
geleneklere bağlı olmak zorunda değildir. Hatta Hristiyanlık dininin
yasaklandığı bir ülkede yaşayanlar böyle törenlerden kaçınmak zorundadır ve
yine de kutluluk içinde yaşayabilirler. Bunun bir örneğini Hristiyanlık dininin
yasaklandığı Japonya'da ve orada yaşayıp gözle görünen herhangi bir din
törenini yerine getirmeleri Doğu Hindistan Şirketlerince yasaklanan HollandalIlarda
görüyoruz. Başka örneklerin alıntısını yapmama gerek yok, savımı Yeni
Antlaşma'nın temel ilkeleriyle kanıtlamak ve onu doğrulayan birçok örnek
sunmak kolay olurdu ama bir sonraki önermeme geçmeyi iple çektiğimden seve seve
başka bir konuya geçiyorum. Bu yüzden şimdi bu bölümün ikinci kısmında
çözümlemeyi önerdiğim şeye geçeceğim yani; insanlann Kutsal Kitap'ın içerdiği
öykülerde neye inanmak ve ne kadar inanmak zorunda olduklarını çözümleyeceğim.
Bu soruyu doğal aklın yardımıyla inceleyerek, aşağıdaki gibi devam edeceğim.
Eğer biri
akranlarım açık olmayan bir şeye ya da ona karşı ikna etmek isterse savım
onların kabul-
lenmelerinden çıkarmalıdır ve onları ya deneyimle ya da usavurmayla, ya
doğal deneyimin çekici gerçekleriyle ya da açık akılcı aksiyomlarla ikna
etmelidir. Şimdi deneyim açık ve kesin olarak anlaşılır bir türde olmadığı
sürece bir insanı ikna edebilmesine rağmen aklında aynı etkiye sahip olmaz ve
kuşku bulutlarını öğretinin tamamen akılcı aksiyomlardan - yani sadece akıl
gücü ve mantıksal düzenle çıkarıldığı zamanki gibi tamamen dağıtmaz. Ve
duyularla hiçbir ilgisi olmayan ruhsal konularda özellikle de böyle olur.
Ama
sonuçların genel doğruluklardan önsel olarak çıkarılması genellikle uzun bir
sav zinciri ve dahası çok büyük dikkat, zekâ ve sınırlama yani genellikle
karşılaşılmayan özellikler gerektirir. Bu yüzden insanlar sonuçlarını birkaç
aksiyomdan çıkarmak ve onları mantıklı bir düzenle ortaya koymaktansa deneyimle
öğrenmeyi tercih ederler. Eğer biri bütün bir ulusa (tüm insan soyuna demiyorum
bile) bir öğreti öğretmek istiyorsa ve her ayrıntısının tüm insanlarca
anlaşılmasını istiyorsa öğretisini deneyimle desteklemeye çalışmalıdır ve
uslamlamalarını ve öğretilerinin tanımlarım olabildiğince insanlığın
çoğunluğunu oluşturan sıradan insanların anlayışına uydurmalıdır. Bu biri,
öğretilerini mantıksal bir sıralamada ortaya koymayacak ya da onları oluşturmaya
yarayan tammları ileri sürmeyecektir. Yoksa sadece bilgililer için yazmış olur
- yani insan soyunun küçük bir oranı tarafından anlaşılacaktır.
Kutsal
Kitap’ın tümü ilk olarak bir ulusun tamamı için, ikinci olarak da tüm insan
soyu için yazılmıştı. Bu yüzden ister istemez içeriği olabildiğince kitlelerin
anlayışına uyarlanmalıdır ve sadece deneyimden 112
çıkarılan örneklerle kanıtlanmalıdır. Kendimizi daha açıkça ifade
edeceğiz. Kutsal Kitap'ta öğretilen başlıca kuramsal öğretiler; Tanrı'nın
varlığı ya da her şeyi yaratan ve dünyayı eksiksiz akılla yönlendiren ve devam
ettiren bir Varlık'ın varlığı, bundan başka Tanrı'nın en önemli olarak
insanları ya da dindar ve onurlu yaşayanlan düşünürken kötülük yapardan türlü
cezalarla cezalandırdığı, onları iyilerden ayırdığıdır. Bunların hepsi Kutsal
Kitap'ta deneyim aracılığıyla kanıtlanıyor - yani orada anlatılan öykülerle.
Öğretinin hiçbir tanımı verilmiyor, tüm deyiş ve uslamlamalar kitlelerin
anlayışına uyarlanmış. Deneyim bu şeylerin hiçbir açık bilgisini vermemesine
ya da Tanrı'nın doğasını ya da Tanrı'nın tüm bunları nasıl yönettiği ve devam
ettirdiğini açıklamamasına rağmen, insanların aklında söz dinleme ve bağlılığın
etkisini bırakacak kadar onlara öğretebiliyor ve onları aydınlatabiliyor.
Sanınm artık hangi insanların Kutsal Kitap öykülerine inanmak zorunda
olduğu ve ne kadar inanmak zorunda oldukları yeterince açıktır. Çünkü söylenilenden
Kutsal Kitap öykülerinin bilgisinin ve onlara inancın, özellikle akılları
şeyleri açıkça ve kesin olarak anlamaya yetmeyen kitleler için gerekli olduğu
sonucu açıkça çıkarılıyor. Dahası, Tanrı'ya ve O'nun insanları ve dünyayı
düşündüğüne inanmadığı için onları kabul etmeyenler dinsiz sayılabilirler. Ama
onlardan habersiz olan ve yine de Tanrı'nın varlığını doğal akılla bilenlerin
ve dediğimiz gibi doğru bir yaşam biçimi olanların hepsi kutludur - evet, onlar
inananlar sürüsünden daha kutludur çünkü sahip olduğu doğru görüşlerin yanında
aynı zamanda doğru ve kesin bir anlayışa sahiptir. Son olarak Kutsal Kitap'ı
bilmeyen ve akim ışığıyla hiçbir şey bilmeyen, dinsiz ya da dik başlı olmasa da
daha az insandır ve Tanrı'nın verdiği hiçbir yeteneği olmadığından neredeyse
vahşidir.
Burada kutsal
öykünün bilgisi özellikle kitleler için gereklidir dediğimizde, Kutsal
Kitap'taki tüm öykülerin bilgisini anlatmak istemediğimize dikkat çekmeliyiz.
Sadece başlıca olanları, tek başlarına ele alındıklarında açıkça bizim biraz
önce belirttiğimiz öğretiyi gösteren ve insanların akıllarım en çok etkileyenleri
anlatmak istiyoruz.
Eğer Kutsal
Kitap'taki tüm öyküler bu öğretinin kanıtlanması için gerekli olsaydı ve kutsal
yazıların içerdiği her bir öykünün genel düşüncesi olmadan hiçbir sonuç
çıkarılamıyor olsaydı böyle bir öğretinin sonucu ve kanıtlanması sadece
kitlelerin değil insanlığın akıl ve gücünü zorlardı. Tüm öykülere ve şartlarına
ve öğretinin bir sürü, çeşitli öyküden çıkarılacak tüm ayrıntılarına bir kerede
dikkat edebilecek kim var? Bize Kutsal Kitap'ı bırakan insanların böyle bir
anlatım yöntemi oluşturacak kadar yetenekle dolu olduklarını sanmıyorum. Kutsal
Kitap'ın öğretisini İshak'ın çekişmelerine1’, Ahitofel'in Avşalom'a
olan öğütlerine , Yahudilerle
İsraillilerin aralarındaki iç savaşlara ve diğer benzer tüm kayıtlara dikkat
etmeden anlayabileceğimizi de sanmıyorum; ya da böyle bir öğretiyi tarih
aracılığıyla Musa'nın çağdaşları olan eski zaman Yahudilerine öğretmenin
Ezra'nın çağdaşlarına öğretmekten daha zor olduğunu sanmıyorum. Ama bu
konuyla ilgili ileride daha çok şey söylenecek, şimdilik sadece kitlelerin
yalnızca düşüncelerini etkili olarak söz dinleme ve bağlılığa itecek bu
öyküleri bilmek zorunda olduklarına dikkat edelim. Ancak kitleler okudukları
şeylerden sonuçlar çıkarmak için yeterince yetenekli değiller, gerçek
öykülerden ve olayların tuhaf ve beklenmedik yönlerinden belirtilen
öğretilerden daha çok zevk alıyorlar. Bu yüzden bu öyküleri okumanın yanında
güçsüz akıllarına açıklanması için her zaman kilise görevlilerine
gereksinimleri var.
Ama
konumuzdan ayrılmadan başlıca amacımızı sonuca bağlayalım - yani öykülerin
doğruluğunun ne olursa olsun Tanrısal yasayla hiçbir ilgisi yok ve bir öyküyü
diğerinden daha iyi yapan tek öğe olan öğreti yönü dışında hiçbir işlevi yok.
Eski ve Yeni Antlaş-
ma'daki öyküler kutsal olmayan tarihten üstün oluyor ve kendileri
arasında sadece aşıladıktan öğretilerin yararlılığı nedeniyle değer açısından
ayrılıyorlar. Bu yüzden eğer bir insan Kutsal Kitap'ın öykülerini içerdikleri
öğretilere dikkat etmeden tümüne inanarak okursa ve yaşamında hiçbir düzeltme
yapmazsa kendisini genellikle böyle yazılara verilen dikkatle Kuran'ı ya da
şiirsel oyunlan ya da sıradan kayıtları okuyarak aynı kazançta meşgul edebilir.
Diğer taraftan eğer bir insan Kutsal Kitap'tan tamamen habersizse ama yine de
doğru görüşleri ve doğru bir yaşam yolu varsa tamamen kutludur ve yüreğinde
gerçekten İsa'nın ruhunu taşıyordur.
Eğer doğru görüşler ve doğru bir yaşam yoluna sahip olanlar onlara vahiy
yoluyla Musa'ya belli edilen belgelerle değil de sadece aklın ışığıyla
ulaştılarsa, Yahudiler doğru görüş ve yaşam yolunun kutluluğa ulaşmada hiçbir
yararı olmadığına inandıktan için, böyle insanlann tam tersi bir düşünce
biçimine sahiptirler. Maymonides bu savı ortaya sürmek için açıkça girişimde
bulunuyor: 'Yedi emri yürekten kabullenen ve titizlikle yerine getiren, yani bu
yedi emri Tanrı'nın onları yasada buyurması ve onların daha önce Nuh'un
oğullanna buyrulmalan nedeniyle bize Musa tarafından bildirildiği için
kabullenen ve yerine getiren herkes, ulus içinde dindar ve gelecekteki
dünyanın kalıtçısı sayılır. Ama onları aklının yol göstermesiyle yerine getiren
kişi, ulusların dindarlan ya da bilgeleri arasında sayılmaz." Shem Job'un
oğlu R. Joseph'in (en iyi ahlak bilimini yazdığını v& herkesten üstün
olduğunu düşündüğü) Aristo'nun doğru ahlak bilimiyle ilgili hiçbir şeyi göz
ardı etmemesine rağmen yazılmış satırlarım titizlikle izleyerek be- 116
nimsediği ve "Kebod Elohim ya da Tanrı'nın Görkemi" adını
verdiği kitabına eklediği Maymo- nides'in sözleri işte böyledir. Ama bu,
insanın öğretilerini vahiyle bildirilen Tanrısal belgeler olarak değil de
aklının söylediklerine bağlı olarak kabullendiği için kurtuluşu için yeterli
değildi.
Ancak bunların sadece hayal ürünü olduğu ve Kutsal Kitap'ın yetkisiyle
desteklenmediği bence dikkatli bir okuyucu için yeterince açık olacak, böylece
kuramın incelenmesi, çürütülmesi için yeterli olacak. Burada benim amacım
aklın doğal ışığının kurtuluşun doğru yoluyla ilgili hiçbir şey
öğretemeyeceğini ileri sürenlerin savlarını çürütmek değil. Kendi adlarına
akla sahip çıkmayan insanlar, bu savlarını akılla kanıtlayamazlar ve eğer
akıldan daha üstün bir şeyle ilgili bir sav ileri sürerlerse bu, o insanların
genel yaşam yöntemlerinin yeterince gösterdiği gibi sadece hayal ürünüdür ve
akıldan çok daha alçaktır. Ama böyle insanlar üzerinde durmaya gerek yoktur.
Bir insanı sadece işleriyle ölçebiliriz. Eğer bir insan ruhun ürünleri:
Yardımseverlik, neşe, huzur, sabır, nezaket, iyilik, inanç, yumuşaklık,
temizlikle doluysa Pavlus'un dediği gibi bu tür niteliklere karşı bir yasa
yoktur; bu insan ister sadece akılla isterse Kutsal Kitapla eğitilmiş olsun
aslında Tanrı tarafından eğitilmiştir ve tamamen kutludur.
1. Kısmın Sonu
Tanrıbilimsel
Politik İnceleme'ye
Yazarın Son Notları
I. Bölümden V. Bölüme
Son Not
1 Naw-vee sözcüğü, Strong:5030, Haham Salomon Jarchi tarafından
doğru tercüme edilmiştir ama anlamı o kadar da iyi bir İbranice bilgini olmayan
İbn' Ezra tarafından hemen hemen hiç kavranamamıştır. Ayrıca vahiy yerine
geçen bu İbranice sözcüğün evrensel bir anlamı olduğu ve her tür kehaneti
kapsadığını da belirtmeliyiz. Diğer terimler daha özeldir ve bilgili biri
tarafından iyi bilindiğine inandığım şu ya da bu tür kehanet anlamına gelir.
Son Not
2 'Sıradan bilgi Tanrısal olmasına rağmen öğretmenlerine peygamber
denemez.' Yani, sıradan bilginin öğretmenlerine Tanrı'nın yorumcuları denemez.
Çünkü sadece Tanrı'nın ona belli ettiği komutları, kendisi gibi vahiyler
almamış olan ve bu yüzden inancı sadece peygamberin yetkisine ve ona duyulan
güvene dayanan diğer insanlara yorumlayan kişi Tanrı'nın yorumcusudur. Eğer
böyle olmasaydı peygamberleri dinleyen herkes peygamber, filozofları dinleyen
herkes de filozof olurdu. Dinleyicileri doğruyu peygamberin yetkisiyle değil,
gerçek Tanrısal vahiy ve içsel tanıklıkla bilecekleri için peygamber artık
Tanrısal buyrukların yorumcusu olmazdı. Böy- lece egemen erkler kendi etki
haklarının yorumcusu- 118
dur; çünkü bu haklar sadece onların yetkisiyle savunulur ve onların
tanıklığıyla desteklenir.
Son Not 3
"Peygamberler onlara özgü ve sıra dışı bir güce sahiplerdi." Bazı
insanlar doğanın akranlarına bağışlamadığı yetenekleri kullanabilse de, bu
özellikleri insan doğasının tanımından çıkarılabilir olduğu sürece bu
insanların insan doğasının sınırlarını aştıklan söylenmez. Örneğin bir dev
seyrek görülür ama yine de insandır. Doğaçlama olarak şiir oluşturma yeteneği
çok az kişiye verilmiş olsa da yine de bu kişiler insandır. Bu yüzden aynı şey,
bazı- lannın sahip olduğu, bir şeylerin hayalini sanki daha önce görmüş kadar
canlı olarak görme ve bunu uyurken değil de uyanıkken görme duyusu için de
söylenebilir. Ama eğer bilgi için başka yöntem ve kaynaklara sahip olan biri
bulunabilirse, insan doğasının sınırlarını aştığı söylenebilir.
Son Not 4 Mısır’dan
Çıkış xv.'te Tanrı'nın İbrahim'e onu korumaya ve ona yeteri kadar ödül
vereceğine söz verdiği söyleniyor. İbrahim Tanrı'nın Söz'ünü, çocuksuz ve
yıllardır hasta olduğundan onun için değerli olacak hiçbir şey bekleyemediğini
söyleyerek yanıtlar.
Son Not 5 Eski
Antlaşmanın buyruklarının korunmasının sonsuz yaşam için yeterli olmadığı
Markos 10:2 l'den görülüyor.
I. Kısmın Son Notlarının Sonu
Halkın bu konuyla ilgili karmaşık düşünceleri. Doğal
yasalara karşı gelmek anlamındaki bir mucizenin saçmalığı.
Nedeni bilinmeyen bir olay anlamına geldiğinde mucizenin
daha iyi anlaşılan bir olaydan daha az aydınlatıcı olması.
Tanrı'nın kayrasının doğanın gidişatıyla aynı olması.
Kutsal Kitap'ın mucizelerinin nasıl yorumlanabileceği.
İnsanlar,
insan aklının sınırlarını aşan bilgiyi Tanrısal olarak adlandırmaya alışkın
oldukları için genellikle nedeni bilinmeyen her şeyi de Tanrısal ya da
Tanrı'nın işi olarak adlandırırlar. Kitleler Tanrı'nın gücünün ve kayrasının
en açık, doğa için oluşturdukları
kavrama ters ve sıra dışı olan olaylarla gösterildiğini düşünürler, özellikle
de böyle olaylar onlara kazanç ya da kolaylık sağlıyorsa. Tanrı'nın varlığının
olası en açık kanıtının, sandıkları gibi doğa alışılagelmiş gidişatını
bozduğunda sağlanacağını düşünürler. Sonuçta olay ya da mucizeleri doğal
nedenleriyle açıklamaya ya da anlamaya kalkanların Tanrı ve O'nun kayrasını
ortadan kaldırdığına inanırlar. Aslında doğa alışılmış düzeninde ilerlediği
sürece, Tan- rı'nın etkin olmadığını ya da bunun tersi olarak doğamn gücünün ve
doğal nedenlerin Tanrı eylemde bulunduğu sürece etkin olmadıklarını düşünürler.
Doğanın gücü bir anlamda Tanrı tarafından belirleniyor ya da (insanların şimdi
inandığı gibi) onun tarafından yaratılmış olsa da onlar Tanrı'nın gücü ve
doğamn gücü olarak birbirinden ayrı iki güç hayal ederler. Tanrı'nın gücünü bir
tür kraliyet yetkilisi- ninki gibi hayal etmelerinden ve doğanın gücünün kuvvet
ve enerjiden oluşmasından başka her ikisiyle de ne anlatmak istediklerini ve
Tanrı'dan ve doğadan ne anladıklannı bilmezler.
O zaman
kitleler sıra dışı olayları "mucizeler" olarak biçimlendiriyor ve
kısmen dindarlıktan kısmen de bilimin uzmanlarına karşı gelmek için doğal nedenlerden
habersiz kalmayı ve hakkında en az bilgiye sahip oldukları şeyleri duymayı ve
sonuç olarak onlara hayranlık duymayı tercih ediyorlar. Aslında sıradan
insanlar sadece Tanrı'ya tapınabilirler ve doğal nedenleri kaldırarak ve
şeylerin olağan gidişatları dışında gerçekleştiğini hayal ederek her şeyi
O'nun gücüne bağlarlar ve Tanrı'nın gücüne, sadece doğanın gücü Tanrı'nın
gücüne bağlı olarak hayal edildiğinde hayranlık duyarlar.
Bu görüş,
etraflanndaki Yahudi olmayanların güneş, ay, toprak, su, hava... vs. gibi
görünen tanrılara tapındıklarını gören ve böyle tanrıların zayıf ve değişken
oldukları kanısını uyandırmak için kendilerinin görünmeyen bir Tanrı'nın
etkisi altında olduklarını söyleyen ve dahası kendilerinin taptığı Tanrı'nın
doğayı sadece onların yararına düzenlediğini göster-
mek için mucizelerini anlatan eski Yahudiler arasında doğmuş gibi
görünüyor. Bu görüş insanlığı o kadar mutlu ediyordu ki insanlar bugüne kadar
mucizeler hayal etmeye devam etmişlerdir. Böylece kendilerinin Tanrı'nın en
sevdikleri olduğuna ve Tanrı'nın her şeyi onlar için yarattığı ve yönettiğine
inanabilirler.
İnsanlar
budalalıklarıyla neler iddia etmezler ki! Tanrı ya da doğayla ilgili tek bir
sağlam düşünceleri yoktur, Tanrı'nın buyruklarını insanın buyruklarıyla
karıştırırlar, doğayı o kadar sınırlı görürler ki insanın onun başta gelen
parçası olduğuna inanırlar! Doğa ve mucizelerle ilgili bu sıradan düşünceleri
ve önyargıları ortaya koymak için yeterince yer harcadım ama düzgün bir kanıt
sağlamak için -
I.
Doğaya karşı
gelinemeyeceğini, onun sabit ve değişmez bir düzeni koruduğunu ve aynı zamanda
mucizeyle ne denmek istendiğini.
II.
Tanrı'nın doğasının ve
varlığının ve sonuç olarak O'nun kayrasının mucizelerden bilinemeyeceğini ama
doğanın sabit ve değişmez düzeninden daha iyi anlaşılabileceklerini.
III.
Kutsal Kitap'ın (Kutsal
Kitap'tan örneklerle kanıtlayacağım üzere) buyruklar ve istençlerle ve son
olarak Tanrı'nın kayrasıyla doğanın sonsuz yasalarından zorunlu olarak
kaynaklanan düzeninden başka bir şey anlatmak istemediğini.
IV.
Son olarak Kutsal Kitap'a
ait mucizeleri yorumlamanın yöntemini ele alacağım ve onların öyküleriyle
ilgili dikkate alınacak başlıca noktaları göstereceğim.
Bu bölümde bu
incelemenin amacını ilerletmek için bence çok işe yarayacak ve ele alınacak
başlıca 122
konular böyle.
İlk konumuz
IV. bölümde Tanrısal yasayla ilgili gösterdiğimiz şeyden - yani Tanrı'nın bütün
istediği ve belirlediğinin sonsuz zorunluluk ve doğruluk içerdiği düşüncesinden
kolayca kanıtlanıyor. Çünkü Tanrı'nın aklının, isteğiyle aynı şey olduğunu ve Tanrı'nın
bir şey istediğini söylemekle, Tanrı'nın onu anladığını söylemenin aynı şey
olduğunu göstermiştik. Bu nedenle zorunlu olarak Tanrısal doğa ve yetkinlikten
Tanrı'nın bir şeyi olduğu gibi anladığı ve aynı şekilde zorunlu olarak onu
olduğu gibi istediği sonucu çıkıyor. Tanrısal buyrukla olmayan hiçbir şey
kesin olmadığı için, doğanın evrensel yasalarının Tanrısal doğanın zorunluluk
ve yetkinliğinden kaynaklanan Tanrı'nın buyrukları olduğu açık. Bu nedenle
doğanın yasalanm çiğneyerek gerçekleşen tüm olaylar zorunlu olarak Tanrısal
buyruğu, doğayı ve aklı da çiğnerdi; ya da eğer biri Tanrı'nın doğa yasalarına
aykırı biçimde hareket ettiğini ileri sürdüyse aslında Tanrı'nın Kendi doğasına
aykın hareket ettiği gibi açık bir saçmalığı da ileri sürmek zorunda kalırdı.
Aynı önermelerle, doğanın gücü ve verimliğinin, kendi içlerinde Tanrısal güç ve
verimlilik olduğu ve Tanrısal gücün Tanrı'nın özü olduğu kolayca gösterilebilir;
ama şimdilik bunu seve seve atlayacağım.
O zaman
doğada (Burada "doğa" ile sadece madde ve onun değişimlerini değil
maddenin dışında diğer sonsuz şeyleri de kastettiğime lütfen dikkat edin.) hiçbir
şey onun evrensel yasalarını çiğneyerek gerçekleşmez, hatta her şey bu
yasalarla uyumludur ve onlardan kaynaklanır. Çünkü ne olursa olsun Tan- n'nın
isteği ve sonsuz buyruğuyla olur; yani biraz önce belirttiğimiz gibi ne olursa
olsun sonsuz zorunluluk ve doğruluğu içeren yasa ve kurallara göre olur. Bu
yüzden doğa, her zaman bizim tarafımızdan bilinmeseler de, sonsuz zorunluluk
ve doğruluk içeren yasa ve kurallara uyar. Bu yüzden doğa sabit ve değişmeyen
düzenini korur. Doğanın gücünü ve etkinliğini sınırlamak için ve yasalarının
her şeye değil belli amaçlara uygun olduğunu ileri sürmek için de geçerli bir
neden de yoktur. Çünkü doğanın etkinliği ve gücü Tanrı'nın etkinliği ve gücüdür
ve doğanın kural ve yasaları Tanrı'nın buyruğu olduğu için her yönden doğanın
gücünün sonsuz olduğuna ve yasalarının Tanrısal akılla düşünülen her şeyi
kapsayacak kadar geniş olduğuna inanılmah. Tek seçenek Tan- n'nın eğer onun
korunmasını ve bir şeyin istediği gibi olmasmı istiyorsa tekrar tekrar yeniden
onun yardımına koşmak zorunda kalacak kadar doğayı güçsüz yarattığını ve boş
yasalar buyurduğunu ileri sürmek. Bu benim düşünceme göre akıldan çok uzak bir
sonuç. Dahası doğada kendi yasalanndan kaynaklanmayan hiçbir şey
gerçekleşmediği ve yasaları Tanrısal akılla düşünülen her şeyi kapsadığı ve son
olarak doğa sabit ve değişmez bir düzeni koruduğu için; mucizelerin sadece
insanların kanılarıyla ilişkili olarak anlaşılır oldukları ve mucizelerin
herhangi bir sıradan olaya işaret edilerek ya bizim tarafımızdan ya da mucizenin
yazar ve anlatıcısı tarafından nedeni açıklanamayan yalnızca bayağı olaylar
oldukları sonucu açıkça çıkar.
Aslmda bir mucize nedenleri, doğanın belirlenmiş işleyişini temel alarak
doğal akıl tarafından açıklanamayan bir olaydır. Ama mucizeler doğanın işleyişinden
habersiz kitlelerin anlayışına göre yaratıldıkları için, eski insanlar böyle
durumlarda, eğitimsizlerin benimsediği bir yöntemle, yani belleğe başvurmak,
normal olarak şaşkınlıkla karşılanmayan benzer bir şeyi hatırlamak gibi bir
yöntemle açıklayamadıkları her şeyi mucize olarak kabul ettiler. Çünkü çoğu
insan, bir şeye olan şaşkınlıkları sona erdiğinde onu yeterince anlamış
olduklarını düşünür. O zaman eski insanlann ve aslında bugüne kadar yaşamış tüm
insanların bir mucize için başka bir ölçütü yoktu,- bu • nedenle Kutsal
Kitap'ta mucize olarak anlatılan birçok şeyin nedeni doğanın belirlenmiş
işleyişi temel alınarak açıklanabilirdi. II. Bölüm'de bu kadarından Yeşu’nun
zamanında güneşin sabit kalmasından söz ederken üstü kapalı olarak söz etmiştik
ve bu bölümde bu konudan daha sonra mucizeleri çevrilmesini çözümlemeye
geldiğimizde söz edeceğiz.
Şimdi ikinci konuya geçmenin ve Tanrı'nın özü, varlığı ya da kayrası
konusunda mucizelerden bir anlayış elde edemeyeceğimizi göstermenin, bu doğru-
luklann doğanın sabit ve değişmeyen düzeniyle daha iyi anlaşılacağını
göstermenin zamanı geldi. Böylece kanıtlarla devam ediyorum. Tanrı'nın varlığı
belli olmadığı için o kadar kesin ve tartışmasız gerçek düşüncelerden
çıkarılmalı ki onlan yalanlamaya yetecek kadar hiçbir güç akla gelmemeli. Eğer
sonucumuzun kuşku götürmez olmasını istiyorsak, onlardan Tanrı'nın varlığı
sonucunu çıkardığımız zaman bize kesinlikle böyle gözükmeliler; çünkü eğer
böyle düşüncelerin herhangi bir güç tarafından yalanlanabileceğini aklımıza
getirebiliyorsak, onların doğruluğundan yani Tanrı'nın varlığından kuşku
duymalıyız ve hiçbir zaman hiçbir şeyden emin olmamalıyız. Dahası şunu
biliyoruz; bu birincil düşüncelerle uzlaşmadıkça ya da bunlara karşı olma-
dıkça hiçbir şey doğayla uzlaşmaz ya da ona karşıt olmaz; bu yüzden eğer
doğada doğanın yasalarına ters düşen herhangi bir güç tarafından bir şeylerin
yapılabileceğini düşünüyorsak, bu ayrıca birincil düşüncelerimize de ters düşer
ve bunu ya saçma bularak yadsımalıyız ya da birincil düşüncelerimizden (aynen
gösterildiği gibi) ve sonuç olarak da Tan- n'nın varlığından ve nasıl olursa
olsun görülen her şeyden kuşku duymalıyız. Bu yüzden doğanın yasalarına ters
düşen olaylar anlamında mucizeler bize Tanrı'nın varlığını kanıtlamaktan çok
uzaktır. Tam tersi olarak doğanın sabit ve değişmeyen bir düzenle işlediğini
bilerek Tanrı'nın varlığından emin olabilecekken bizi kuşku duymaya iterler.
Mucizeyi,
doğal nedenlerle açıklanamayan anlamında kabul edelim. Bu iki anlama gelebilir;
ya doğal nedenleri olan ama insan aklıyla incelenemeyen ya da Tanrı ve
Tanrı'nın isteği dışında bir nedeni olmayandır. Ama doğal nedenlerden
kaynaklanan her şey aynı zamanda Tanrı'nın isteği ve gücünden kaynaklanır. O
zaman bir mucize doğal nedenleri olsun ya da olmasın, nedeniyle açıklanamayan
bir sonuçtur; yani insan aklını aşan bir olaydır anlamına gelir ama böyle bir
olaydan ve kesinlikle bizim aklımızı aşan bir sonuçtan hiçbir bilgi
çıkaramayız. Çünkü açık seçik anladığımız herhangi bir şey bize ya kendi içinde
ya da açık seçik olarak anlaşılan başka bir şey aracılığıyla açık olmalıdır.
Dolayısıyla anlayamadığımız bir mucize ya da olaydan, Tanrı'nın özü ya da
varlığı ya da aslında Tanrı ya da doğayla ile ilgili hiçbir bilgi alamayız. Ama
her şeyin Tanrı tarafından düzenlendiğini ve onaylandığını, doğanın işlerinin
Tanrı'nın özünden kaynaklandığım, doğamn 126
yasalarının Tanrı'nın sonsuz buyrukları ve istemleri olduğunu bildiğimiz
zaman mecburen Tanrı ve onun istemiyle ile ilgili bilgimizin doğayla ilgili
bilgimize ve anlayışımıza oranla arttığı sonucuna varırız. Çünkü doğamn kendi
birincil nedenine dayandığım ve sonsuz yasaya göre işlediğini görürüz. Bu
yüzden aklımızın aldığı kadarıyla açık seçik anladığımız bu olayların hayal
gücümüze çok hitap etmeleri ve insanda hayranlık uyandırmalarına rağmen
hakkında tamamen bilgisiz olduğumuz olaylardan daha fazla Tanrı'nın işi olarak
adlandırılmaya ve Tanrı'nın istemiyle ilgilendirilmeye hakları var.
Açık seçik
anladığımız görüngüler sadece Tanrı’yla ilgili bilgimizi artıran ve en açık
şekilde O'nun istem ve buyruklarını gösterenlerdir. Açıkça bir şeyi açıklayamadıklarında
Tanrı'nın istemine koşanlar önemsiz insanlardır; bu bilgisizliği ifade etmek
için gerçekten saçma bir yoldur. Yine mucizelerden bazı anlamlar
çıkarılabileceğini varsaysak bile onlardan Tanrı'nın varlığını (var olduğu
anlamını çıkarmamız olası değil; çünkü sınırlamalar altında bir olay olarak
mucize, değişmez ve sınırlı bir gücün dile gelişidir; bu yüzden bu tür bir
etkiden gücü sonsuz olan bir nedenin varlığını çıkarmamız olası değil, en fazla
sadece gücü söylenen etkiden daha fazla olan bir nedeni çıkarabiliriz. En fazla
diyorum; çünkü bir olay birçok eş zamanlı nedenin sonucu olabilir ve gücü böyle
nedenlerin toplamından daha az ama nedenler tek başlarına göz önüne
alındığında, sonucun gücü bir tek nedenden çok daha fazla olabilir. Diğer taraftan
gösterdiğimiz gibi doğanın yasaları sonsuzluğa yayılıyor ve bizim tarafımızdan
şöyle böyle sonsuz oldukları ve doğanın onlara bağlı olarak sabit ve
değişmeyen bir düzende işlediği düşünülüyor. Bu yüzden böyle yasalar bize
belli bir ölçüde Tanrı'nın sınırsızlığı, sonsuzluğu ve değişmezliğini
gösteriyor.
O zaman Tanrı'nın
varlığının ve kayrasının bilgisini mucizeler aracılıyla elde edemeyeceğimiz
ama bu bilgileri doğanın sabit ve'değişmeyen düzeninden çok daha iyi
çıkarabileceğimiz sonucuna varabiliriz. Burada mucizeyle insan anlayışını aşan
ya da aştığı düşünülen bir olayı anlatmak istiyorum. Mucize doğanın düzenini
yok ettiği ve bozduğu varsayıldığı için bize Tanrı'yla ilgili bilgi vermediği
gibi bir de tam tersi olarak doğal olarak sahip olduğumuz bilgiyi alır ve bizim
Tanrı'dan ve diğer her şeyden şüphelenmemizi sağlar.
Doğanın
yasalarına karşı gelen bir olay ve doğanın yasalarının ötesinde olan bir olay
arasında bir fark da görmüyorum ( yani bazılarına göre, doğa onu oluşturmada
ya da etkilemede yetersiz olmasına rağmen doğaya karşı gelmeyen bir olay.) —
mucizenin, tek başına doğamn üstünde olduğu söylenebilse de mucize doğanın
ötesinde değil, doğanın içinde oluşturulur. Bu yüzden Tanrı'nın buyruklarına
bağlı olarak sabit ve değişmez olduğunu düşündüğümüz doğanın düzenini, ister
istemez kesintiye uğratmak zorundadır. Bu yüzden eğer doğada onun yasaları
sonucunda olmayan bir şey gerçekleşseydi, bu ayrıca Tanrı'nın doğada evrensel
doğal yasalar aracılığıyla kurduğu sonsuz düzene de aykırı olurdu. Bu yüzden
Tanrı'nın doğa ve yasalarına aykın olurdu ve sonuç olarak ona inanmak her
şeyden kuşku duymamıza neden olup bizi Ateizme iterdi.
Sanırım şimdi
ikinci noktamı yeterince temellendirdim öyleyse yine bir mucizenin, doğaya
aykın ya 128
da onun ötesinde olsun, sadece saçmalık olduğu sonucuna varabiliriz ve bu
yüzden Kutsal Kitap'ta mucizeyle anlatılmak istenen, doğanın insan anlayışını
aşan bir işi olabilir. Üçüncü savıma geçmeden önce Tanrı'nın mucizelerden
bilinemeyeceği savım için Kutsal Kitap'ın yetkisiyle kanıt göstereceğim. Kutsal
Kitap bunu açıkça hiçbir yerde belirtmiyor; ama birçok sayfadan kolayca
çıkartılabilir. İlk olarak Musa'nın yalancı bir peygamberin öldürülmesi gerektiğini
buyurduğu (Yusu’nın Tekrarı 13): "Aranızdan bir peygamber çıkarsa,
bir belirtiyi ya da şaşılası bir olayı önceden bildirirse, bilmediğiniz başka
ilahlara yönelip tapınalım derse...peygamberi dinleme- melisiniz...Tanrı'nız
Rab sizi sınamaktadır...O peygamber öldürülmeli." dediği parçadan
çıkarılabilir. Bundan açıkça görülüyor ki mucizeler yalancı peygamberler
tarafından bile oluşturulabilir ve insanlar dürüstçe Tanrı'nın doğru bilgi ve
sevgisine sahip değillerse mucizelerle gerçek Tanrı'nın ardından gittikleri
gibi yalancı tanrıların da ardından gitmeye yönlendirilebilirler; çünkü şu
sözler eklenmiştir: "Tanrınız Rab kendisini bütün yüreğinizle, bütün
canınızla sevip sevmediğinizi anlamak için sizi sınamaktadır."
Dahası
İsrailliler deneyimlerinin kanıtladığı gibi, Tanrı'nın tüm mucizelerinden
sağlam bir Tanrı kavramı oluşturamamışlardı. Çünkü kendilerini Musa'nın
aralarından ayrıldığına inandırdıklarında Harun'dan kendilerine görünen
tanrılar vermelerini istemişlerdi ve tüm mucizelerinin sonucunda oluşturdukları
Tanrı düşüncesi - bir buzağıydı!
Birçok
mucizeyi duymuş olmasına rağmen Asaf yine de Tanrı'nın kayrasından kuşku
duymuştu ve
eğer sonunda gerçek kutluluğu anlamasaydı doğru yoldan dönecekti (Bkz. Mezmurlar
boodii.). Süleyman da Yahudi ulusu refahının doruk noktasındayken bir ara her
şeyin şans eseri olduğundan kuşku duyuyor (Bkz. iii: 19, 20, 21; ve parça ix:2,
3...vs.).
Son olarak neredeyse tüm peygamberler oluşturdukları Tanrı'nın kayrası kavramıyla
doğanın düzeni ve insan işlerini uzlaştırmada çok zorlandılar ama şeyleri
mucizelerdense açık kavramlarıyla anlamaya çalışan filozoflar bu işi her zaman
çok kolay bulmuşlardır - en azından gerçek mutluluğu sadece erdem ve huzurda
bulanlar ve doğanın onlara uymasından- sa kendileri doğaya uymayı amaçlayan
filozoflar. Böyle insanlar Tanrı'nın doğayı insan doğasının belli yasalarının
gereksinimleri ve sınamalarına göre değil evrensel yasaların gerektiği gibi
yönettiğinden emin olurlar. Bu yüzden Tanrı'nın düzeni sadece insan soyunu
değil doğanın tümünü kapsar.
O zaman mucizelerin Tanrı'yla ilgili hiçbir bilgi veremeyeceği ya da bize
Tanrı'nın kayrasını açıkça öğretemeyeceği Kutsal Kitap'ın kendisinden belli.
Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın Kendi'sini insana açıkça göstermek için mucizeler
yarattığıyla ilgili Tanrı'nın Mısırlıları aldattığı ve İsraillilerin O'nun
Tanrı olduğunu bilmeleri için Kendi'siyle ilgili işaretler verdiği Mısır'dan
Çıkış x:2 gibi sık sık rastlanan anlatımlara gelince - buradan mucizelerin
gerçekten bu doğruluğu öğrettiği değil, sadece Yahudilerin onları kolaylıkla
mucizelerle inanca götürecek görüşlere sahip oldukları sonucu çıkıyor. II.
Bölüm'de peygamberler tarafından gösterilen ya da vahiyden oluşturulan
uslamlamaların evrensel ya da herkes için geçerli görüşlere değil, ne kadar
saçma olsalar da kabul 130
edilen öğretilere ve vahyin verildiği kimselerin görüşlerine ya da
Kutsal Ruh'un ikna etmek istediklerine bağlı olduklarını göstermiştik.
Bunu Kutsal
Kitapla ilgili birçok örnekle göstermiştik ve Greklere Grek, Yahudilere Yahudi
olan Pavlus'tan daha fazla alıntı yapabiliriz. Ama bu mucizeler, onların bakış
açısından Mısırlı ve Yahudileri ikna edebilmiş olmalarına rağmen Tanrı'yla
ilgili gerçek bir görüş ve bilgi veremez sadece onların bildiği her şeyden
güçlü bir Tanrı'nın olduğunu ve bu Tanrı'nın tam da o zaman tüm sorunlarının
beklemedikleri mutlu bir sonucuyla karşılaşan Yahudilerle özellikle
ilgilendiğini kabullenmelerine neden olurdu. Mucizeler onlara Tanrı'nın herkese
eşit ölçüde önem verdiğini öğretemezdi; çünkü bu sadece felsefeyle
öğretilebilir. Yahudiler ve Tanrı'nın kayrasının bilgisini insanın yaşam
koşullarının farklılığından ve yazgının eşitsizliklerinden alan herkes, insan
kusursuzluğu açısından akranlarını geçmemelerine rağmen Tanrı'nın kendilerini
tüm insanlardan daha çok sevdiğine ikna etti.
Şimdi üçüncü
savıma geçiyorum ve Kutsal Kitap'- tan yola çıkarak Tanrı'nın emir ve
buyruklarının ve sonuç olarak kayrasının sadece doğanın düzeni olduğunu
göstererek devam ediyorum. Yani Kutsal Kitap bir olayı Tanrı ya da Tanrı'nın
istemi tarafından yapılmış gibi anlattığında çoğu insanın inandığı gibi doğamn
bir mevsimliğine işini bıraktığını ya da düzenine geçici olarak ara verildiğini
değil, olayın sadece doğamn yasası ya da doğanın düzenine bağlı olduğunu
anlamalıyız. Ama Kutsal Kitap öğretisine bağlı olmayan konuları doğrudan
öğretmez, bu yüzden şeyleri doğal nedenleriyle açıklamaya ya da ko-
nuları sadece kuramsal olarak yorumlamaya önem vermez. Bu yüzden sonucumuza
her zamankinden daha uzun uzadıya ve ayrıntılı yazılmış Kutsal Kitap- 'a ait bu
öykülerden çıkarsamalarla varılmalıdır. Bunların birkaçından alıntı yapacağım.
Samuel'in ilk kitabında, ix:15, 16 Tanrı'ıun Samuel'e ona Şaul'u
göndereceğini belli ettiği ama Tanrı'nın Şaul'u Samuel'e insanların birbirine
adam gönderdiği gibi alışılmış biçimde göndermediği anlatılıyor. Onun
"göndermesi" sadece doğanın olağan akışıydı. Şaul kaybettiği eşekleri
arıyor ve eve onlar- sız dönmeyi düşünüyordu. Hizmetçisinin önerisiyle onları
nerede bulabileceğini sormak için peygamber Samuel'e gitti. Öykünün hiçbir
bölümünde Şaul'ün bu doğal nedenden öte Tanrı'dan Samuel'i ziyaret etmesi için
bir buyruk aldığı görülmüyor. Mezmurlar cv:25'te Tanrının Mısırlıların
tutumlannı İsraillilerden nefret etmeleri için değiştirdiği söyleniyor. Bu,
Mısırlıların İsraillileri köleliğe kadar alçaltmaları için en ufak neden
bulamadığımız Mısır’dan Çıkış, i. parça'dan görüldüğü gibi açıkça doğal
bir değişimdir.
Yaratılış ix:13'te Tanrı Nuh'a yayını bulutlara yerleştireceğini
söylüyor; Tanrı'nın bu hareketi, güneşin ışınlarının su damlalarında kırılma ve
yansımaya uğradıklarını ifade etmenin başka bir yoludur.
Mezmurlar cxlvii:18'de buzu ve karı eriten rüzgârın doğal
hareketi ve ılıklığı Rab'bin sözü olarak ve 15. dizede kış ve soğuk, Tanrı'nın
Buyruk'u ve Söz'ü olarak biçimlendirilmiş.
Mezmurlar civ:42te rüzgâr ve ateş Tanrı'nın haberci ve
hizmetkârları olarak adlandırılıyor ve açıkça Tanrı'nın emri, buyruğu, kararı
ve sözünün sadece doğanın hareket ve düzeniyle ilgili ifadeler olduğunu 132
gösteren aynı türde çeşitli diğer parçalar Kutsal Ki- tap'ta bulunuyor.
Böylece,
Kutsal Kitap'ta anlatılan tüm olaylar, doğal olarak gerçekleşti ve doğrudan
Tanrı'ya mal edildi; çünkü Kutsal Kitap, gösterdiğimiz gibi şeyleri doğal
nedenleriyle açıklamayı değil, sadece herkesçe tanınan hayal gücüne hitap eden
şeyler anlatmayı amaçlıyor ve bunu heyecan uyandırmak ve sonuçta kitlelerin
akıllarını bağlılığa doğru etkilemek için ayarlanmış en iyi biçemde yapıyor. Bu
yüzden eğer Kutsal Kitap'ta nedenlerine başvuramayacağımız, hatta doğanın
düzenine tamamen ters düşüyormuş gibi görünen olaylar bulunuyorsa bir kanıya
varma- mahyız. Gerçekte ne olmuşsa olsun mutlaka doğal olarak gerçekleştiğine
inanmalıyız. Bu görüş her mucize olayında, özellikle anlatım şiirsel bir biçem-
deyse, her zaman bağlantılı olmasalar da birçok yardımcı koşulun bulunmasıyla
doğrulanıyor.
Mucizelerin
koşulları, iddia ediyorum, doğal nedenlerin gerekli olduğunu açıkça
gösteriyor. Örneğin, Mısırlılara çıban bulaştırmak için Musa'nın havaya kurum
savurması gerekliydi {Mısır’dan Çıkış ix:10); ayrıca çekirgeler de Mısır
ülkesine doğayla uyumlu olarak Tanrı'nın bir buyruğuyla yani tam bir gün ve
gece boyunca doğu rüzgârının esmesiyle geldiler ve çok güçlü bir batı
rüzgârıyla oradan ayrıldılar. (Mısır’dan Çıkış x:14, 19) Benzer bir
Tanrısal buyrukla deniz Yahudiler için yol açtı (Mısır'dan Mısır’dan Çıkış
xiv:21), yani bütün gece şiddetli esen bir doğu rüzgârıyla.
Elişa,
öldüğüne inanılan çocuğu dirilttiğinde de çocuğun bedeni ısınana ve sonunda
gözlerini açana kadar birçok kez üstüne kapanmak zorunda kalmıştı (2 Krallar
iv:34, 35).
Yine
Yahya'nın Incil'inde (parça ix.) kör adamı iyileştirmeye hazırlık olarak İsa
tarafından yapılan belli işlerden bahsediliyor ve bir mucizenin gerçekleşmesi
için Tanrı'nın saltık kararından öte bir şeyler olması gerektiğini gösteren
birçok başka örnekler var.
Bu yüzden
mucizelere eşlik eden koşullar her zaman ilişkili ya da ayrıntılı olmasalar da
bir mucizenin onlar olmadan hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğine inanabiliriz.
Bu Mısır’dan
Çıkış xiv:27 tarafından da doğrulanıyor: "Musa elini denizin üzerine
uzattı. Sabaha karşı deniz olağan haline döndü.” ifadesinde rüzgârdan hiç
bahsedilmiyor ama Musa'nın şarkısında [Mısır’dan Çıkış xv:10)
"Üfledin soluğunu, denize gömüldüler..." deniyor. Böylece öyküde
yardımcı koşul atlanıyor ve mucize bu nedenle büyütülüyor.
Ama belki de
birileri Kutsal Kitap'ta doğal nedenlerle hiçbir şekilde açıklanamayan şeyler
bulabileceğimizde ısrar edecek. Örneğin, insanların günahlarının ve
dualarının, yağmura ve toprağın verimliliğine neden olabileceği ya da inancın
körleri iyileştirebileceği... vs. gibi. Ama bence yeteri kadar yanıt sundum.
Kutsal Kitap'ın şeyleri ikincil nedenleriyle açıklamadığını, onları sadece
insanları, özellikle de eğitimsiz olanları inanca doğru en fazla etkileyecek
düzen ve biçemde anlattığını ve bu yüzden amacın aklı ikna etmek değil, hayal
gücünü etkilemek ve ele geçirmek olduğunu görerek ve onun Tanrı'dan ve olaylardan
yanlış şekilde söz ettiğini gösterdim. Eğer Kutsal Kitap bir imparatorluğun
çöküşünü siyasi tarihçilerin biçeminde anlatsaydı kitleler etkilenmezdi ama
şiirsel betimleme yöntemini benimsediğinde ve her şeyi doğrudan Tanrı'ya mal
ettiğinde bunun tam tersi oluyor. Bu yüzden Kutsal Kitap, Tanrı'nın insanlann
günahlarına sinirlendiğini, üzüldüğünü, sözünü verdiği ve gerçekleştirdiği
iyilikten pişman olduğunu ya da bir işareti gördüğünde sözünü verdiği bir şeyi
hatırladığını ya da buna benzer olarak ya şiirsel biçemde yazılmış ya da
yazann görüş ve önyargılarına göre anlatılan şeyler söylediği zamanla, toprağın
insanlann günahları nedeniyle kurak olduğunu ya da körlerin inançla
iyileştiğini söylediği zaman ona aynı dikkati göstermeliyiz.
O zaman
Kutsal Kitap'ta doğrulukla sözü edilen her olayın, doğanın yasalarına göre,
diğer her şey gibi zorunlu olarak gerçekleştiğinden tamamen emin olabiliriz. Ve
eğer oraya doğanın düzenine aykın koşullarla kanıtlanabilen ya da doğanın
düzeninden anlaşılamayan bir şey yazıldıysa, bunların inançsız eller tarafından
kutsal yazılara yamanmış olduğuna inanmalıyız; çünkü doğaya ters olan bir şey
akla da terstir ve akla ters olan her şey saçmadır ve yalnız bu nedenden kabul
edilmemelidir.
Mucizelerin
yorumlanmasıyla ya da daha çok özet- lenmesiyle ilgili dikkat edilmesi gereken
birkaç nokta kaldi; çünkü çoğu zaten belirtildi. Bunlardan konumun dördüncü
bölümünde söz ederek devam edeceğim ve biri bir mucizeyi aceleyle yanlış yorumlayarak
Kutsal Kitap'ta insan aklına ters olan bir şey bulduğundan kuşkulanmasın diye
böyle yapmak zorundayım.
İnsanın bir
olayı kendi yargısının hiçbir öğesini eklemeden olduğu gibi aktarmasına seyrek
rastlanır. İnsanlar yeni bir şey gördüklerinde ya da duyduklarında, sıkı
denetim altına almadılarsa yerleşmiş
düşünceleriyle o kadar meşguldürler ki görülen ya da duyulan açık
gerçeklerden, oldukça farklı olan bir şey çıkarırlar, özellikle de böyle
gerçeklere görenin ya da duyanın aklı ermiyorsa ve her şeyden çok bu kişi
olayların belirli bir yönde gerçekleşmesiyle ilgileniyorsa.
Böylece
insanlar kayıtlarda ve öykülerde gerçek olaylardan çok kendi görüşlerini
aktarırlar. Dolayısıyla tek bir olay iki insan tarafından o kadar farklı
aktarılır ki iki farklı olaymış gibi görünür ve dahası tarihi kayıtlardan
tarihçinin kişisel görüşlerini çıkarmak çok kolaydır.
Bunun kanıtı
olarak hem doğa filozofları hem de tarihçilerin yazılarından alıntılar
yapabilirim ama Kutsal Kitap'tan bir alıntıyla yetineceğim ve geri kalanlarıyla
ilgili karar vermeyi okuyucuya bırakacağım.
Yeşu'nun
zamanında İbraniler güneşin günlük bir hareketi olduğu ve dünyanın sabit
durduğu alışılmış görüşüne sahiptiler; bu yerleşmiş görüşe beş kralla olan
savaşlarında olan mucizeyi uyarladılar. Sadece günün olağandan daha uzun
olduğunu değil, güneşin ve ayın sabit durduğunu ya da hareketlerine son
verdiklerini ileri sürdüler - o zamanlar bu, güneşe tapan Yahudi olmayanları,
güneşin onu günlük seyrini değiştirmeye zorlayabilen başka bir tanımın
denetimi altında olduğuna deneyimle ikna etme ve kanıtlamalarında Yahudilere
çok yardımcı olacak bir açıklamaydı. Böylece kısmen dinsel güdüler kısmen de
yerleşik görüşler aracılığıyla olayı gerçekte olandan çok farklı bir şey
olarak gördüler ve aktardılar.
Böylece
Kutsal Kitap'a ait mucizeleri yorumlamak ve aslında nasıl gerçekleştiklerini
anlatımından an- 136
lamak için, onları ilk aktaranın ve bizim için yazıyla kaydedenin
görüşlerini bilmek ve böyle görüşleri, onların duyuları üzerinde bıraktığı
gerçek etkiden ayırmak gerek. Yoksa gerçekten olduğu haliyle mucizeyi, görüş
ve yargılarla, hatta bundan öte simgesel ve hayal ürünü olanlarla
karıştırabiliriz. Çünkü Kutsal Kitap'ta, aslında simgesel ve hayal ürünü olan
çoğu şey gerçek gibi anlatılmış ve gerçek olduğuna inanılmış. Örneğin,
Tanrı'nın gökten indiği (Mısır’dan Çıkış xix:28, Yasa'nın Tekrarı
v:28) ve Tanrı üstüne alçaldığı için Sina dağının tüttüğü; ya da yine İlyas'ın
ateşten atları olan ateşten bir at arabasıyla göğe yükseldiği konularına
gelirsek; tüm bunlar, kesinlikle sadece onlara gerçekmiş gibi sunulduğu haliyle
kutsal yazıları bize miras bırakanların görüşlerine uyarlanan simgelerdi.
Herhangi bir eğitimi olan Tanrı'nın sağ ya da sol elinin olmadığını bilir;
sabit ya da hareketli olmadığını ya da belli bir yerde olmadığını, O'nun
tamamen sonsuz ve Kendi içinde tüm kusursuzlukları içerdiğini bilir.
Tekrarlıyorum
bu şeyler hayal gücü dış duyularından etkilenen kişiler tarafından değil,
şeyler hakkında saltık aklın görüşüyle karar verenler tarafından bilinir.
Hayal gücü dış duyulardan etkilenenler, göğün dışbükeyinde dünyadan çok uzak
oldukları düşünülmeyen yıldızların üstünde bir kraliyet tahtına sahip olan
bedensel bir Tanrı hayal eden kitlelerin örneğini izlerler.
Kutsal
Kitap'taki birçok anlatı bunlara ve benzer görüşlere uyarlanmıştır ve bu yüzden
filozoflar tarafından gerçeklerle karıştırılmamalıdır.
Son olarak
mucizeler konusunda aslında ne olduğunu anlamak için Yahudi deyim ve
mecazlarını iyi
bilmeliyiz; bunları yeterince hesaba katmayanlar Kutsal Kitap'taki
mucizeleri sürekli yazarın amaçlamadığı bir şekilde görecektir; sadece
gerçekte ne olduğunun değil, kutsal metnin yazarlarının düşüncelerinin
bilgisinin de farkına varmayacaktır. Örneğin, Zekeriya gelecekteki bir
savaştan söz ederken diyor ki: "Özel bir gün, yalnız Rab'bin bildiği bir
gün olacak. Gece de gündüz de olmayacak. Gece aydınlık olacak." bu
sözlerle büyük bir mucizeyi önceden görür gibi görünüyor ama sadece savaşın tüm
gün boyunca kuşkulu olacağını, sonucun sadece Tanrı tarafından bilineceğini ama
akşam yenginin onların olacağını anlatmak istiyor. Peygamberler ulusların yengi
ve yenilgilerini benzer anlatımlarla önceden haber verirlerdi. Böylece Yeşaya
Babil'in yok edilişini anlatırken der ki (xiii. parça): "Gökteki
yıldızlarla takımyıldızlar ışımayacak, Doğan güneş kararacak, ay ışığını vermez
olacak." Şimdi kimsenin Babil'in yok edilirken bu olayların
gerçekleştiğini peygamberin eklediği şu sözleri hayal ettiğinden daha fazla
hayal ettiğini sanmıyorum: "Gökleri titreteceğim, yer yerinden
oynayacak."
Aynı şekilde
Yeşaya Yahudilere Babil'den Yeru- şalim'e güven içinde döneceklerini önceden
bildirirken der ki: "Onları çöllerden geçirirken susuzluk çekmediler,
Onlar için sular akıttı kayadan, Kayayı yardı, sular fışkırdı." Bu sözler
sadece Yahudilerin diğer insanların da yaptığı gibi çölde susuzluklannı
giderdikleri kaynaklar buldukları anlamına gelir; çünkü Yahudiler Koreş'in
izniyle Yeruşalim'e döndüklerinde buna benzer hiçbir mucizenin başlarına
gelmediği kabul ediliyor.
Bu şekilde
Kutsal Kitap'taki birçok olay sadece Ya- 138
hudi deyimi sayılmalı. Bu olaylan detaylı olarak gözden geçirmeme gerek
yok ama Yahudiler böyle deyimleri genellikle sadece güzel söz söylemek için
değil, ayrıca ve aslında başlıca tapınmaya özgü güdülerden kullanıyordu. 1 Krallar
xxi:10 ve Eyüp ii:9'da "Tanrı'ya Söv" yerine "Tanrı'ya
Övgüler Olsun" denmesinin nedeni ve yukarıda gösterildiği gibi en sıradan
olaylardan bile söz edilirken Kutsal Kitap'ın Tanrı'ya mal edilen her şeyle
ilgili mucizeden başka bir şey aktarmıyor gibi görünmesinin nedeni budur.
Dolayısıyla Kutsal Kitap'ın Rab'bin Firavun'un yüreğini sertleştirdiğini
söylediğinde sadece Firavun'un inatçı olduğunu söylemeye çalıştığına
inanmalıyız; Tanrı göğün pencerelerini açtı dendiğinde sadece çok yağmur
yağdığını... vs. anlamalıyız. Bu özellikler üzerinde ve ayrıca çoğu şeyin çok
az ayrıntıyla çok kısaca ve neredeyse özetler halinde aktarıldığını iyice
düşündüğümüzde Kutsal Kitap'ta doğal akla aykırı neredeyse hiçbir şey
olmadığını göreceğiz. Diğer taraftan daha önce bulamk görünen çoğu şey biraz
düşünüldükten sonra anlaşılacak ve kolayca açıklanacak.
Açıklamayı
teklif ettiğim her şeyi artık çok açıkça açıkladığımı sanıyorum ama bu bölümü
bitirmeden önce mucizelerden söz ederken vahiyleri çözümlediğimden farklı bir
yöntem benimsediğim gerçeğine dikkatinizi çekmek istiyorum. Vahiyle ilgili
Kutsal Kitap'ta bildirilen sözlerden çıkarılamayacak hiçbir şey ileri
sürmezken, bu bölümde sonuçlarımı sadece akim doğal ışığıyla belirlediğim
ilkelerden çıkardım. Bilerek bu şekilde devam ettim çünkü vahiy tamamen dinsel
bir konu; dolayısıyla onunla ilgili herhangi bir savda bulunamayacağımı ya da
belli edilen
önermelerinden çıkarılan sonuçlar aracılığı dışında nasıl oluştuğunu
öğrenemeyeceğimi biliyordum. Bu yüzden vahyin tarihini harmanlamak ve oradan
bana vahiy yeteneğinin yapısı ve özelliklerini olabildiğince öğretecek kesin
sonuçlar çıkarmak zorundaydım. Ama mucizeler konusunda soruşturmamız sadece
felsefi (yani, doğanın yasalarına ters düşen ya da onların sonucu olmayan bir
şeyin gerçekleşip gerçekleşemeyeceği) olduğu için böyle bir zorunluluk altında
değildim. Bu yüzden zorluğu, doğruluğu araştırılmış ya da tamamen bilinen
öncüller aracılığıyla çözümlemeyi, sorunu sadece Kutsal Kitap'ın öğretileri ve
temel ilkelerinden kolayca çözmekten daha akıllıca buldum. Herkesin bunun
doğruluğunu kabul etmesi için kısaca nasıl yapılabileceğini göstereceğim.
Kutsal Kitap
birçok parçasında doğanın akışının sabit ve değişmez olduğunu genel savında
bulunuyor. Örneğin Mezmurlar cxlviii:6'da ve Yeremya xxxi: 35'te.
Vaiz i:10'da bilge adam ayrıca kesinlikle "Güneşin altında yeni
bir şey yok." diyor ve 11., 12. dizelerde aynı düşünceyi göstererek seyrek
olarak yeni gibi görünen bir şey gerçekleşirse de gerçekten yeni değildir,
"...Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı. Geçmiş kuşaklar
anımsanmıyor, Gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anımsanmayacak."
diyor. Yine iii: 11. parçada diyor ki: "O her şeyi zamanında güzel
yaptı." ve hemen ardından ekliyor: "Tanrı'nın yaptığı her şeyin
sonsuza dek süreceğini biliyorum. Ona ne bir şey eklenebilir ne de ondan bir
şey çıkarılabilir."
Bu metinlerin
hepsi çok kesin bir şekilde doğanın sabit ve değişmeyen bir düzeni koruduğunu
ve Tan- 140
rı'nın bilinen ve bilinmeyen tüm çağlarda aynı olduğunu ve dahası
doğanın ona hiçbir şey eklenemeye- cek ya da ondan hiçbir şey çıkarılamayacak
kadar kusursuz olduğunu ve son olarak mucizelerin sadece insanların
bilgisizliği nedeniyle yeni bir şey gibi göründüğünü öğretiyor.
Kutsal
Kitap'ın kesin öğretisi işte böyledir. Kutsal Kitap doğanın yasalarına ters
düşen ya da onların sonucunda ortaya çıkmayan bir şeyin gerçekleştiğini hiçbir
yerde ileri sürmüyor, bu yüzden de ona böyle bir öğretiyi mal etmemeliyiz.
Bu
düşüncelere mucizelerin, kitlelerin Tanrı'ya mal ettiği bazı çok büyük gizemli
güçlerden değil, Tanrısal yasa ve buyruktan yani (Kutsal Kitap'ın kendisinden
gösterdiğimiz gibi) doğanın yasa ve düzeninden kaynaklanan neden ve yardımcı
koşullar gerektirdiğini de eklemeliyiz. Son olarak mucizelerin yalancı peygamberler
tarafından bile gösterilebileceği Yasa'nın Tekrarı xiii ve Matta
xxiv:24'ten kanıtlanıyor.
O zaman en
açık şekilde önümüze konulan sonuç, mucizelerin doğal olaylar olduğu ve bu
yüzden ya yeni ortaya çıktığı (Süleyman'ın sözlerinde) ya da doğaya aykırı ama
olabildiğince sıradan olaylarla tamamen uyum içinde açıklanması gerektiğidir.
Bu artık Kutsal Kitap'tan çıkarılan kuralları açıkladığım için herkes
tarafından kolayca yapılabilir. Yine de Kutsal Kitap'ın bu öğretiyi öğrettiği
düşüncesini ileri sürsem de bunu kurtuluş için gerekli bir doğruluk olarak
öğrettiğini değil, sadece peygamberlerin bu konuda bizimle aynı düşüncede
olduğunu öne sürüyorum. Bu yüzden herkes konuyla ilgili kendisi için en
iyisini düşünmede özgürdür ve muhtemelen Tan- n'ya tapınmaya ve saf kalpli
inanca neden olur.
Bu, ayrıca
Josephus'un da düşüncesidir çünkü Eski Çağlar'nı 31 ikinci
kitabının sonunda şöyle yazıyor: " Bu öyküyle ilgili olarak hiçbir insanın
bu denizin bu insanları kurtarmak için bölünmesini inanılmaz olarak düşünmesine
izin vermeyin; çünkü biz Tan- n'nın sıra dışı isteği ya da doğanın akışı
nedeniyle olsun, bunun daha önce görüldüğünü, eski kayıtlardan görüyoruz. Aynı
şey bir kez MakedonyalIlara da oldu, İskender'in buyruğu altında başka bir
geçit ararlarken Pamfilya denizi onlara yol açmak için ikiye ayrıldı; O zaman
Pers İmparatorluğünu yok etmek için Tanrı'nın Kayra'sı İskender'den yararlanıyordu.
Bu, Prensin hayatını yazdığını ileri süren tüm tarihçilerce doğrulanmıştır. Ama
insanlar ne isterlerse düşünmekte özgürdür."
Josephus'un
sözleri ve inanç ve mucize üzerine düşünceleri işte böyledir.
VII. Bölüm:
Kutsal Kitap'ın Yorumlanması
Hakkında
Yürürlükteki yanlış yorum düzenleri.
Yorumlamada Kutsal Kitap’ın kendisini ölçüt ■almanın
tek doğru düzen olması.
Bu düzenin şimdi bütünüyle uygulanamaması için
nedenler.
Yine de bu zorlukların en açık ve en önemli parçaları
anlamamıza engel olmaması.
Rakip düzenlerin incelenmesi - doğaüstü bir yeteneğin
gerekli olduğunun - çürütülmesi. Maymonidcs'in düzeni.
- Çürütülmesi.
Fcrisilerin ve Katoliklcrin geleneklerinin
reddedilmesi.
İnsanlar, hepsinin istekli olarak yaptığı gibi, Kutsal Kitap'ın insana
doğru kutluluğu ve kurtuluşun yolunu öğreten Tanrı'nın Söz'ü olduğunu
bildirdiklerinde, belli ki söyledikleri şeyi anlatmak istemiyorlar. Çünkü
kitleler Kutsal Kitap'a göre yaşamak için hiçbir çaba göstermiyorlar ve çoğu
insanın Tanrı'run Söz'ü olarak kendi yorumlarıyla ilgili düşünceler ileri
sürmeye kalktığım görüyoruz ve din kisvesi altında başkalarını da kendileri
gibi düşünmeye zorlamak için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar. Diyorum ki
genellikle gördüğümüz gibi Tanrı bilimciler kendi uydurmalarını ve
deyişlerini Kutsal Kitap'tan zorla çıkarmaya ve onları Tanrısal yetkiyle
güçlendirmeye can atıyorlar. Böyle insanlar Kutsal Kitap'ı ya da Kutsal Ruh'un
düşüncesini yorumlarken hiçbir zaman daha az kararsızlık ya da daha fazla çaba
göstermiyorlar. Eğer onları endişeli görürsek, bu, Kutsal Ruh'a yanlış bir
şeyler mal etme ve doğru yoldan sapma korkularından değil, başkaları tarafından
hataları ortaya çıkarılarak suçlu bulunmaktan ve böylece kendi yetkilerini
yıkmaya ve kendilerinin aşağılanmasına yol açmaktan korktuklanndandır. Ama eğer
insanlar gerçekten Kutsal Kitap'tan sözlü olarak kanıtladıkları şeye
inansalardı, tamamen farklı bir yaşam yolu benimserlerdi. Akılları bu kadar çok
çekişmeyle ya da nefretle altüst olmazdı ve kutsal metinleri yorumlamak ve
dinde yenilikler bulmak için bu kadar kör ve aceleci bir tutkuyla kışkırtılmış
olmazlardı. Tam tersi, Kutsal Kitap'tan açıkça çıkarsayamadıkları hiçbir şeyi
onun öğretisi gibi benimsemeye cesaret etmezlerdi. Son olarak, birçok parçada
Kutsal Kitap'a sözcük ya da tümceler ekleyerek gerçek metni değiştirmeye
cesaret eden kutsal şeylere saygısız kişiler, bu kadar büyük bir suçtan çekinir
ve saygısız ellerini bundan ahkoyarlardı.
Hırs ve
ahlaksızlık o kadar arttı ki, insan yorumlarını savunuyormuş gibi, dinin pek
de Kutsal Ruh'un yazılarından oluşmadığı düşünülüyor, böylece din artık
yardımseverlikle değil, Rab için gayret ve hevesli ateşlilik adı kisvesi
altında anlaşmazlık ve duygusuz nefretle tanımlanıyor.
Bu
kötülüklere, insanın akıl ve doğadan nefret etmelerini ve sadece her ikisine
de uygun gelmeyene 144
hayranlık duymasını ve kutsal saymasını öğreten batıl inancı da eklemeliyiz.
Kutsal Kitap için duyulan hayranlık ve saygının arttırılması uğruna hem akıl
hem de doğaya olabildiğince ters düşüyormuş gibi görünen açıklamalar yapmaya
çalışmaları hoş değil. Böylece en derin gizemlerin Kutsal Kitap'ta saklı
olduğunu hayal ediyorlar ve yararlı olanları ihmal ederek kendilerini bu
saçmalıkların araştırmasıyla yoruyorlar. Hastalıklı hayal dünyalarından çıkan
her sonucu Kutsal Ruh'a mal ediyorlar ve bunu en büyük ateşlilik ve
tutkularıyla savunmak için çabalıyorlar; çünkü insanların akılla vardıkları
sonuçları savunmak için akıllarını kullandıkları gözlemlenmiş bir gerçektir;
ama tutkularla varılmış sonuçlar tutkularla savunulur.
Eğer
kendimizi kalabalıktan ayırır ve dinsel önyargılardan kaçarsak, Tanrısal
belgeler için insan yorumlarını aceleyle kabul etmek yerine Kutsal Kitap'ı
yorumlamanın gerçek yöntemini düşünmeli ve biraz üzerinde durmalıyız. Çünkü
bunun bilgisinden habersiz kalırsak Kutsal Kitap'ın ve Kutsal Ruh'un
kesinlikle ne öğretmek istediğini bilemeyiz.
Kutsal Kitap'ı
yorumlama yöntemi, doğayı yorumlama yönteminden çok farklı değil - aslında
neredeyse aynı diyerek konuyu sonuca bağlayabilirim. Do- ğa'nın yorumlanması
doğanın tarihinin incelenmesinden ve oradan belli, değişmez aksiyomlara dayanan
doğal olayların tanımlarını çıkartmaktan oluştuğu için, Kutsal Kitap yorumu da
Kutsal Kitap'ın incelenmesiyle ve yazarlarının niyetinin temel ilkelerinden
akla yatkın sonuçlar çıkartılarak ilerler. Bu şekilde çalışarak herkes hata
yapma tehlikesi olmadan her zaman ilerleyecek - yani Kutsal Kitap'ı yo-
rumlamak için hiçbir ilkeyi kabul etmezlerse ve Kutsal Kitap'ın içeriğini
kendi içinde buldukları ilkeler dışında ele almazlarsa - ve eşit güvenlikle
bizim aklımızın ermediğini ve aklın doğal ışığıyla bilineni ele alabilecekler.
Böyle bir
yöntemin sadece doğru değil, aynı zamanda akıllıca olan tek yöntem olduğunu ve
doğayı yorumlamada kullanılanla uyumlu olduğunu açıklığa kavuşturmak için
Kutsal Kitap'ın sık sık akılla bilinen ilkelerden çıkarılamayan konuları ele
aldığına dikkat çekmeliyim. Çünkü çoğu zaman anlatı ve vahiyden oluşuyor.
Anlatılar genellikle mucizeleri - yani son bölümde gösterdiğimiz gibi onları
kaydeden tarihçilerin görüş ve kararlarına göre uyarlanmış sıra dışı doğal
olayların aktarımları içeriyor. II. Bölümde gösterdiğimiz gibi, vahiyler ayrıca
peygamberlerin görüşlerine de uyarlanmıştı ve kendi içlerinde insan aklını
aşıyorlardı. Bu yüzden tüm bunların bilgisi - yani Kutsal Kitap'ın neredeyse
tüm içeriği sadece Kutsal Kitap'ın kendisinden sorulmalı, tıpkı doğamn
bilgisinin doğadan sorulması gibi. Kutsal Kitap'ın içerdiği ahlaki öğretilere
gelince bunlar kabul edilen aksiyomlardan kanıtlanabilirler ama Kutsal Kitap'ın
onları öğretmek için tasarlandığım aynı şekilde kanıtlayanlayız, bu sadece
Kutsal Kitap'ın kendisinden öğrenilebilir.
Eğer Kutsal
Kitap'ın Tanrısal kaynağına önyargısız tanıklık etseydik, onun doğru ahlaki
öğretileri öğrettiğini sadece onun kendi yetkisine dayanarak kanıtlamak
zorunda kalırdık. Çünkü onun Tanrısal kaynağı sadece böyle araçlarla
kamtlanabilir. Peygamberlerin bilgisinin kesinliğinin en çok adil ve doğru
olana yönelmiş akla sahip olmalarına dayandığını 146
gösterdik, bu yüzden onlara inanmadan önce bu özelliğe sahip olduklarının
kanıtına sahip olmalıyız. Tanrı'nın tanrısallığı mucizelerden kanıtlanamaz,
zaten gösterdiğim ve şimdi tekrar etmeme gerek olmadığı gibi mucizeler yalancı
peygamberlerce de yaratılabilirdi. Bu yüzden Kutsal Kitap'ın Tanrısal kaynağı
sadece doğru erdemi öğretmesinden oluşmalıdır. Ama sonucumuza sadece Kutsal
Kitap'a ait temeller üzerinde varmalıyız; çünkü eğer böyle ya- pamasaydık çok
önyargılı olmadıkça Kutsal Kitap'ı kabul edemez ve Tanrısal kaynağına tanıklık
edemezdik.
O zaman
Kutsal Kitap'la ilgili bilgimiz, sadece Kutsal Kitap'ta aranmalıdır.
Son olarak,
Kutsal Kitap bize şeylerin tanımını doğanın verdiğinden daha fazla vermez. Bu
yüzden doğayla ilgili tanımlar doğanın türlü işlerinde aranmalıdır; Kutsal
Kitap'la ilgili tanımlarsa verilen konuyla ilgili Kutsal Kitap'ta bulunan
çeşitli öykülerden sorulmalıdır.
O zaman
Kutsal Kitap’ı yorumlamada evrensel kural, onu tarihinin ışığında
incelediğimizde çok açıkça görmediğimiz hiçbir şeyi Kutsal Kitap'a ait çok güvenilir
bir bildiri olarak kabul etmemektir. Onun tarihiyle ne anlatmak istediğimi ve
aydınlatılması gereken başlıca noktaların ne olması gerektiğini şimdi
açıklayacağım.
Kutsal
Kitap'a ait bir bildirinin tarihi şunlardan oluşur -
I.
Kutsal Kitap'ın
kitaplarının yazıldığı ve yazarlarının konuştukları dilin yapısı ve
özellikleri. Böylece her ifadeyi sıradan konuşma dilindeki kullanımlarla
karşılaştırarak araştırabiliriz.
Şimdi Hem
Eski hem de Yeni Antlaşmanın tüm yazarlan İbrani'ydiler. Bu yüzden her şeyden
önce, sadece bu dilde yazılan Eski Antlaşma için değil, Yeni'sinin de
anlaşılması için İbrani dilinin bilgisi gerekli. Yeni Antlaşma başka dillerde
yayınlanmış olsa da özellikleri İbranicedir.
II.
Her kitabın bir çözümlemesi
ve içeriklerinin başlıklar altında düzenlenmesi; böylece elimizde belirli bir
konuyu ele alan çeşitli metinler olabilir. Son olarak da çok anlamlı ya da
belirsiz ya da karşılıklı olarak çelişkili görünen tüm parçaların bir açıklaması.
Anlamlarının
doğruluklarının akılla kolayca görülmesi ya da tam tersi zorlukla görülmesine
göre değil, bağlamla ilişkili olarak kolayca ya da zorlukla çıkarılmalarına
göre parçalara açık ya da belirsiz diyorum. Parçaların doğruluğu değil, sadece
anlamları üzerinde çalışıyoruz. Bir metnin anlamını araştırırken doğal
bilginin ilkeleri üzerine kurulduğu kadarıyla aklımız tarafından saptırılmamaya
özellikle dikkat etmeliyiz (önyargılardan söz etmiyorum bile). Bir parçanın
anlamım doğruluğuyla karıştırmamak için onu sadece sözcüklerin anlamı
aracılığıyla ya da Kutsal Kitap dışında hiçbir temel tanımayan bir akılla
incelemeliyiz.
Ne anlatmak
istediğimi bir örnekle göstereceğim. Musa'nın sözcükleri "Tanrı bir
ateştir" ya da "Tanrı kıskançtır" sadece sözcük anlamıyla
baktığımız sürece tamamen açıktır ve dolayısıyla akla ve doğruluğa ilişkin çok
belirsiz olmalarına rağmen bunlan açık parçalar arasında sayarız. Sözcük anlamı
aklın doğal ışığıyla uyuşmamasına rağmen yine de Kutsal Kitap- 'a ait
"tarihinden" edinilen temel ve ilkelerle açıkça 148
geçersiz kılmamıyorsa sözcük anlamı korunmalı. Ve tersi olarak, eğer
harfi harfine yorumlanmış bu parçalar Kutsal Kitap'tan edinilen ilkelerle
çatışıyor görünürse, böyle harfi harfine bir yorum akılla kesin bir uyum içinde
olmasma rağmen, parçalar farklı bir biçimde yorumlanmahlar, mesela mecaz
yoluyla.
Eğer Musa'nın
Tanrı'nın bir ateş olduğuna inamp inanmadığını bilseydik soruyu hiçbir zaman
böyle bir düşüncenin akla yatkın olup olmadığı temelinde karara vardırmamak,
sadece Musa'nın kaydedilmiş başka düşünceleriyle karşılaştırarak karar vermemiz
gerekirdi.
Şimdiki
örnekte Musa, başka birçok parçada da söylediği gibi Tanrı'nın toprakta, havada
ya da suda görünen hiçbir şeye benzemediğini söylediğine göre bu parçalar, ya
mecaz olarak kabul edilmeli ya da ele aldığımız örnek böyle açıklanmalı.
Bununla birlikte sözcük anlamından olabildiğince az uzaklaşmamız gerektiği
için, 'Tanrı bir ateştir' metninin sözcük anlamı dışında başka hiçbir anlama
yer verip vermediğini sormalıyız - yani ateş sözcüğünün sıradan doğal ateş
dışında başka bir anlama gelip gelmediğini. Eğer böyle ikincil bir anlam
bulunamıyorsa akla ne kadar yatkın olmazsa olsun metin sözcük anlamıyla kabul
edilmelidir. Ve diğer tüm parçalar akla tamamen uygun olmalarına rağmen onunla
uyumlu hale getirilmelidir. Eğer sözlü ifadelerin böyle uyum içine konulması
olanaksızsa, onları uyuşmayan ifadeler olarak kaydetmeliyiz ve onlarla ilgili
kararımızı askıya almalıyız. Ancak ateş adı, öfke ya da kıskançlığa
uygulandığı için (bkz. Eyüp xxxi:12) Musa'nın sözlerini böylece kolayca
uyuşturabiliriz ve akla yatkın olarak 'Tanrı bir ateştir' ve 'Tanrı kıs-
kançtır' önermelerinin anlamca aynı olduğu sonucuna varabiliriz.
Dahası Musa
açıkça Tanrı'nın kıskanç olduğunu öğrettiği ve hiçbir yerde Tanrı'nın tutkusuz
ya da duygusuz olduğunu belirtmediği için onun bu öğretiye inandığını ya da
öyle veya böyle onu öğretmek istediğini çıkarsamalıyız. Böyle bir inanç akla
ters düştüğü için ondan kaçınmamalıyız da. Gösterdiğimiz gibi metinlerin
anlamını aklımızın belirlediklerine ya da yerleşmiş düşüncelerimize uydurmak
için saptıranlayız. Kutsal kitap'ın tüm bilgisi sadece kendisinde aranmalıdır.
III.
Son olarak böyle bir tarih
günümüze kadar gelen tüm vahiy kitaplarının ortamını aktarmalıdır,- yani her
bir kitabın yazarının yaşamını, davranışını ve çalışmalarını, kim olduğunu,
yazılmasına neyin neden olduğunu ve yazısının çağını, yazısını kim için ve
hangi dilde yazdığını. Bundan öte her bir kitabın yazgısını soruşturmahdır. İlk
nasıl karşılandığını, kimin ellerine düştüğünü, kaç farklı baskısının olduğunu,
kimin tavsiyesiyle Kutsal Kitap'a eklendiğini ve son olarak bugün evrensel
olarak kutsal kabul edilen tüm kitapların nasıl bir bütün olarak birleştirildiğini.
Bu tür bütün
bilgiler, dediğim gibi, Kutsal Kitap'ın "tarihinde" saklanmalıdır.
Hangi anlatımların yasalar, hangi anlatımların ahlaki kurallar olarak ortaya
konduğunu bilmek için yazarlarının yaşamı, davranışları ve uğraşlarını bilmek
önemlidir; dahası onun dehası ve yapısının daha ayrıntılı bilgisine sahip
olduğumuzda bir insanın yazılarını açıklamak kolaylaşır.
Bundan öte
sonsuz olan kuralları sadece geçici bir 150
amaca hizmet edenler ya da sadece birkaç kişiye seslenenlerle
karıştırmamak için kitaplarının her birinin hangi nedenle, hangi zamanda, çağda
yazıldığını ve hangi ulusa yönelik yazıldığını bilmeliyiz. Son olarak
belirttiğim gibi, kitabın özgünlüğüne ek olarak kutsal şeylere saygısız ellerce
kurcalanmadığından ya da içinde yanlışlar olmadığından ya da eğer varsa
yanlışların yeterince yetenekli ve güvenilir insanlarca düzeltilip
düzeltilmediğinden emin olmak için diğer konularda da bilgi sahibi olmalıyız.
Bizim kesin ve tartışmasız doğru olanlar yerine, dikkatimizin çekildiği her
şeyi ani ve düşüncesiz içgüdüyle kabul ederek aldatılmamamız için tüm bunlar bilinmeli.
Şimdi Kutsal
Kitap’ın bu tarihine sahip olduğumuzda ve sonuçta böyle bir tarihten gelmeyen
ya da açıkça ondan çıkarılamayan hiçbir şeyi vahiy kaynaklı öğreti olarak
ileri sürmemeye karar verdiğimizde, derim ki kendimizi peygamberlerin ve
Kutsal Ruh'un düşüncelerini araştırmaya vermenin vakti gelmiştir. Ama bu daha
ileri kanıtlamada, ayrıca doğayı kendi tarihinden yorumlamada kullandığımıza
çok benzer bir yönteme gerek duyarız. Doğal olayların incelenmesindeki gibi
önce tüm doğa için en evrensel ve ortak olanı araştırmaya çalışırız - örneğin,
hareketlilik ve sabitliği ve bunların doğanın her zaman uyduğu yasa ve
kurallarını ve sürekli olarak hangisi aracılığıyla çalıştığını araştırırız - ve
sonra daha az evrensel olana geçeriz. Öyleyse Kutsal Kitap- 'ın tarihinde de
önce en evrensel olanı ve Kutsal Kitap’ın bütünün temel ve kaynağına hizmet edeni,
aslında tüm peygamberlerce tüm insanlık için sonsuz ve en yararlı olarak
tavsiye edilen öğretiyi aranz.
Örneğin, Tanrı'nın bir ve O'nun her şeye gücü yeten olduğu, sadece O'na
tapılması gerektiği, O'nun tüm insanlarla ilgilendiği ve O'nun özellikle O'na
tapınan ve komşularını kendileri gibi sevenleri sevdiği...vs. Tekrar ediyorum
bunlar ve benzer öğretileri Kutsal Kitap her yerde ve o kadar açık ve net
şekilde öğretiyor ki hiç kimse onların anlamıyla ilgili kuşku duymuyor.
Kutsal Kitap, Tanrı'nın yapısını, O'nun şeyleri görme
ve onlan sağlama biçimini ve benzer öğretilerini hiçbir yerde kendi savma göre
sonsuza kadar geçerli öğretiler olarak öğretmiyor. Tam tersi peygamberlerin
kendilerinin bu konuda hemfikir olmadığını gösterdik; bu yüzden böyle konularda
akla yatkın temellerde tamamen açık görünmelerine rağmen tüm öğretileri Kutsal
Kitap'a ait olarak belir- lememeliyiz. .
Kutsal Kitap'ın bu evrensel öğretisinin uygun bir bilgisinden daha az
evrensel olan; ama yine de yaşamın genel yönetimiyle ilgili olan ve
Kutsal Kitap'tan derenin bir kaynaktan aktığı gibi akan diğer öğretilere
geçmeliyiz. Gerçek erdemin, uygulanmaları için belli bir fırsata gerek duyan,
bütün özel dış göstergeleri işte böyledir. Kutsal Kitap'ta bu konularda belirsiz
ve çok anlamlı olan her şey kitabın evrensel öğretisiyle açıklanmalı ve
tanımlanmalıdır; çelişkili örneklere gelince yazılma nedeni ve zamanına bakmalıyız.
Örneğin, İsa :"Ne mutlu yaslı olanlara! Çünkü onlar teselli
edilecekler." dediğinde ne tür yashlann kastedildiğini gerçek parçadan
bilmiyoruz; ancak İsa ardından üstün iyilik olan Tanrı'nın egemenliği ve O'nun
doğruluğu dışında hiçbir şeyi umursamamamız gerektiğini öğretiyor (bkz. Matta
vi:33), yaslı olanlarla sadece insan tarafından ihmal edilen Tan- n'nın egemenliği
ve doğruluğu için yas tutanları anlatmak istediğiyle devam ediyor. Çünkü bu
sadece Tanrı'nın egemenliği ve doğruluğundan başka hiçbir şeyi sevmeyenlerin ve
yazgının armağanlarından açıkça nefret edenlerin yas tutması için tek nedendir.
O zaman İsa bunun ardından: "Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür
yanağınızı da çevirin." dediğinde de aynı şey geçerlidir.
Eğer bir yasa
koyucu olarak yargıçlara böyle bir buyruk verseydi böylece Musa'nın yasasım
kaldırmış olurdu ama açıkça bunu yapmadığını söylüyor (Matta v:17). Bu
nedenle konuşmacının kim olduğunu, konuşmanın nedeninin ne olduğunu ve sözlerin
kime yöneltildiğini göz önünde bulundurmalıyız. Dış eylemleri, ruhsal durum
kadar denetim altına almayı amaçlamadığı için İsa yasaları bir yasa koyucu gibi
düzenlemediğini söyledi ama bir öğretmen gibi ahlak kuralları aşıladı. Dahası
bu sözler baskı gören, adaletin tamamen hoşlandığı, çökmek üzere olan, yoz bir
devlette yaşayan insanlara söylenmişti. Burada şehrin yıkılmasından hemen önce
İsa tarafından aşılanan öğreti ayrıca Yeruşalim'in ilk yıkılışından önce, yani
Ağıtlar iii:25-30'dan gördüğümüz gibi benzer
koşullarda Yeremya tarafından da öğretilmişti.
Böyle bir
öğreti baskı zamanlarında sadece pey- gamberlerce ortaya konduğu ve o zaman
bile bir yasa olarak ileri sürülmediği için ve diğer taraftan (baskı zamanında
yazmamış olan ama - buna dikkat edin - iyi düzenlenmiş bir devlet kurmak için
çabalayan) Musa'nın birinin komşusunu kıskanma ve nefret etmesini ayıplarken
göze karşılık göz verilmesini buyurduğu için bu saf Kutsal Kitap temellerinden
açıkça İsa ve Yeremya'nın zararlara karşı boyun eğmeyle ilgili bu kuralının
sadece adaletin hoşlandığı yerlerde ve baskı zamanında geçerli olduğu sonucu
çıkar, yani iyi düzenlenmiş bir devlette geçerli değildir.
Adaletin
sağlandığı iyi düzenlenmiş bir devlette, adil sayılacaksa herkes intikam için
değil de (bkz. Levililer xix:17, 18) adaleti ve ülkesinin yasalarını
savunmak ve kötünün kötülüklerinin tadını çıkarmasını engellemek için yargıç
önünde ceza istemek zorundadır (Levililer.l]. Bunların hepsi açıkça akla
yatkın. Aynı biçimde birçok başka örneklerden alıntılar yapabilirim ama bence
yukarıda sözü edilenler ne anlatmak istediğimi ve bu yöntemin kullanımım
açıklamak için yeterli ve benim şu andaki tüm amacım bu. Şimdiye kadar sadece
Kutsal Kitap'ın yönetimi uygulamada işleyen ve bu yüzden böyle konularda
Kutsal Kitap'ın yazarları arasında gerçekten hiç çelişki olmadığı için daha
kolay incelenen parçalarının nasıl araştırılacağını gösterdik.
Tamamen
kurgusal parçaların gerçek anlamlarına bu kadar kolay ulaşılamaz. Peygamberler
kendi aralarında kurgusal konularda farklılık gösterdiği için ve anlatılar
büyük ölçüde her çağın önyargılarına uyar- 154
lanmış olduğu için yöntem sınırlı kalıyor. Hiçbir zaman bir peygamberin
niyetini başka bir peygamberin yazılarının kolay anlaşılır parçalarından
çıkarsa- mamahyız; ya da iki peygamberin de konuyla ilgili aynı düşüncede
oldukları tamamen açık olmadığı sürece anlamlarını yine bu şekilde
açıklamamalıyız.
Böyle
durumlarda peygamberlerin niyetlerini nasıl bulacağımızı kısaca açıklayacağım.
Burada da önce Kutsal Kitap'a ait en açık ifadelerden kehanet ve vahyin
yapısının ne olduğunu ve neden oluştuğunu soruşturarak en evrensel önermeden
başlamalıyız; soma da mucizelere geçmeliyiz. Belli bir peygamberin görüşlerine
ve en sonunda belli bir vahyin, kehanetin, öykünün ya da mucizenin anlamına
gelene kadar bu şekilde en genel olana geçerek devam etmeliyiz. Bir
peygamberin ya da bir tarihçinin düşüncesini Kutsal Ruh'un düşüncesi ve
konunun doğruluğuyla karıştırmamak için büyük dikkat gerektiğini zaten
belirtmiştik, bu yüzden bu konu üstünde daha fazla durmama gerek yok. Ancak
burada vahyin anlamıyla ilgili olarak, şu anki yöntemin bize vahiylerin
simgelerle neyi göstermek ya da temsil etmek istediklerini değil, sadece
peygamberlerin ne gördüğünü ya da duyduğunu öğrettiğine dikkatinizi çekmek
isterim. Neyi göstermek istedikleri tahmin edilebilir ama Kutsal Kitap'a ait
öncüllerden kesin olarak çıkarsanamaz.
Böylece
Kutsal Kitap'ı yorumlama yolunu gösterdik ve O'nun gerçek anlamım araştırmak
için tek ve en kesin yol olduğunu kanıtladık. Aslında Ferisilerin ileri sürdüğü
gibi peygamberlerin kendilerinden ya güvenilir bir gelenek ya da güvence alan
insanların ya da Romalı Katoliklerin övündüğü gibi Kutsal Kitap'ın
yorumlanmasında yanılmazlık yeteneği olan rahiplere sahip insanların
(eğer varsa) daha bütünüyle kesin olarak haklı olduklarını kabul etmeye
istekliyim. Ama böyle bir gelenekten ya da rahibin yetkisinden hiçbir zaman tamamen
emin olamayacağımız için, her ikisi üzerinde de kesin bir sonuç kuramıyoruz.
Biri Hristiyanların en eski mezhebi tarafından, diğeri de Yahudilerin en eski
mezhebi tarafından reddediliyor. Aslında bu sırada Ferisilerin hahamlarından
teslim aldıkları geleneği Musa'dan beri kuşaktan kuşağa geçirdiklerini
söyledikleri yıllar dizisini dikkate alırsak (başka bir konuyu anlatmak
istemiyorum), başka bir yerde gösterdiğim gibi bunun doğru olmadığını buluruz.
Bu yüzden böyle bir gelenek son derece büyük bir şüpheyle karşılanmalı ve bizim
yöntemimize göre Yahudilerin geleneğini, yani onlardan teslim aldığımız
İbranice sözcüklerin anlamlarını bozulmamış saymak zorunda olmamıza rağmen,
geleneklerine karşı duyduğumuz kuşkuyu korurken, sözcüklerin bozulmadığını
kabul edebiliriz.
Belli bir
tümcenin anlamını birçok kişinin değiştirmesine rağmen sıradan kullanımda hiç
kimse bir sözcüğün anlamım değiştiremedi. Böyle bir yöntem çok zor olurdu;
çünkü bir sözcüğün anlamını değiştiren biri aynı zamanda onu kullanan tüm
yazarların her birini karakterine ve niyetine göre açıklama yapmak ya da
tamamen kurnazlıkla onları çarpıtmak zorunda kalırdı.
Dahası
kitleler ve benzer olarak eğitimliler de dili koruyorlar ama sadece eğitimliler
belli tümce ve kitapların anlamını koruyorlar. Böylece eğitimlilerinin
ellerinde bulunan, az rastlanan bir kitabın içindeki bir tümcenin anlamını
değiştirebileceği ya da 156
bozabileceğini ama sözcüklerin anlamını değiştiremeyeceklerini
düşünebiliriz. Dahası eğer biri sık kullanılan bir sözcüğün anlamını
değiştirmek isteseydi, gelecek kuşaklarda ya da bugünkü anlatımda ya da yazıda
değişikliği sağlayamazdı.
Bunlar ve
benzer nedenlerden bir yazann niyeti, genellikle onun deyimlerini değiştirerek
ya da onlan yanlış çevirerek çarpıtılabilmesine rağmen birinin akima bir dili
bozmanın hiçbir zaman gelmeyeceği sonucuna varabiliriz. Bizim yöntemimiz
(Kutsal Kitap'ın bilgisinin sadece kendisinde aranması gerektiği) tek doğru
olandır, Kutsal Kitap'ın tam olarak anlaşılmasını sağlayamayan tüm bilgileri
açıkça reddetmeliyiz. Şimdi Kutsal Metnin tam ve güvenli bilgisini kazanmamıza
engel olan bu zorluklara ve yetersizliklere dikkat çekeceğim.
Başta gelen
büyük zorluk, İbrani dilinin derinlemesine bilgisinin gerekmesidir. Böyle bir
bilgi nereden elde edilebilir? İbrani dilini kullanan eski insanlar, gelecek
kuşaklara dillerinin hiçbir ilke ve esasını bırakmadılar; onlardan kalan
sözlük, dilbilgisi ya da söz sanatı şeklinde kesinlikle hiçbir şeye sahip değiliz.
İbrani ulusu
(atlattığı yenilgiler ve eziyetlerden sonra beklendiği gibi) tüm incelik ve
güzelliğini kaybetti ve dilinin ve birkaç kitabın sadece belli parçala- nm
korudu. Meyvelerin, kuşların ve balıkların neredeyse tüm adları ve birçok
başka sözcüğün anlamlan zaman aşımına uğrayarak yok oldu. Dahası Kutsal
Kitap'ta geçen birçok isim ve eylemin anlamları ya tamamen kayboldu ya da
onlarla ilgili kuşku söz konusu. Ve sadece bunlardan değil, aynı zamanda
İbranice deyiş biliminin de bilgisinden yoksunuz. Zamanın yiyip bitiren dişleri
îbranilere özgü ifade biçemlerini yok etti ve böylece biz artık onlardan
habersiziz.
Bu yüzden bir
tümcenin tüm anlamlarını dilin kullanımlarıyla araştıranlayız ve onu oluşturan
sözcükler tamamen açık olmasına rağmen, anlamının çok belirsiz ve bütünüyle
anlaşılmaz olduğu birçok deyiş var.
İbrani
dilinin tarihinin izini sürme olanaksızlığına dilin özel yapı ve oluşumu da
eklenmelidir. Bunlar o kadar çok anlamlılığa neden olur ki Kutsal Kitap'taki
tüm ifadelerin kesin bir bilgisini elde etmemizi sağlayacak bir yöntem bulmak
olanaksızdır [Son Not 7], Tüm dillerde ortak olan çok anlamlılık kaynaklarına
ek olarak, İbraniceye özgü olan birçok çok anlamlılık kaynağı vardır. Bence
bunları belirtme zahmetine değer. .
İlk olarak
çok anlamlılık Kutsal Kitap'ta genellikle bir harfi benzer başka bir harfle
karıştırmaktan doğar. İbraniler onları seslendirirken kullanılan ağzın beş
organına göre alfabenin harflerini dört sınıfa ayırırlar yani dudaklar, dil,
dişler, damak ve boğaz. Örneğin, Alpha, Ghet, Hgain, He'ye gırtlaksı
denir ve bildiğimiz tüm işaretlerden ve birbirlerinden zor ayırt edilirler,
"-e, -a" anlamında
olan El genellikle "üstünde" anlamında olan Hgal ile
kanştınhr ya da bunun tam tersi olur. Bu nedenle tümceler genellikle anlamsız
ya da çok anlamlı hale gelirler.
İkinci bir
zorluk bağlaçların ve belirteçlerin çoklu anlamından kaynaklanıyor. Örneğin, "vau"
bir bütünün ya da parçanın eki için gelişigüzel bir görev görür; yani
"ve, ama, çünkü, ancak, o zaman" anlam- lanna gelir. "Ki"
yedi ya da sekiz anlama sahiptir yani "bu yüzden, rağmen, eğer, zaman,
dolayısıyla, çünkü, bir yana... vs. anlamlarına gelir ve neredeyse diğer tüm
ekler de aynı şekildedir.
Üçüncü çok
verimli kuşku kaynağı, İbranice sözcüklerin bildirme kipindeyken şimdiki,
geçmiş, - miş'li geçmiş zaman, gelecek zaman ve başka dillerde sıkça kullanılan
diğer zaman kiplerinden yoksun olmasıdır; emir ve mastar kiplerinde şimdiki
zaman dışında hepsinden yoksundurlar ve bir istek kipi yoktur. Şimdi dildeki
tüm bu kip ve zaman eksiklikleri dilin kesin temel kuralları ve hatta
inceliğiyle giderilebilmesine rağmen eski yazarlar böyle kuralları açıkça ihmal
etti. Şimdiki ve geçmiş zaman için gelecek zamanı ve tam tersi olarak gelecek
için geçmiş zamam ve ayrıca emir ve istek kipleri yerine bildirme kipini
kullanarak kafa karışıklığına yol açtılar.
Bu çok
anlamlılık kaynaklarına ek olarak, biri çok önemli olmak üzere başka iki kaynak
daha vardır. Öncelikle İbranicede hiç sesli harf yoktur; ikinci olarak tümceler
anlamı açıklayan ya da yan tümceleri ayıran hiçbir işaretle ayrılmamıştır. Bu
ikisinin yokluğu genellikle noktalar ve vurgularla giderilmiş olsa da, böyle
yedekler daha sonraki bir çağın yetkisi hiçbir önem taşımaması gereken
insanları tarafından bulunmuş ve tasarlanmış olduğu için bizim tarafımızdan
kabul edilemez. Eskiler yeterince kanıtlandığı gibi nokta kullanmadan
yazmışlardır (yani sesli harf ve vurgular olmadan); onlardan sonra gelenler
eksik olanı kendi Kutsal Kitap yorumlama görüşlerine göre tamamladılar; bu
yüzden var olan vurgu ve
noktalar sadece şimdiki yorumlardandır ve başka yorumlardan daha yetkili
değillerdir.
Bu gerçeği
bilmeyenler, Yahudiler'e Mektup'un (Elçilerin İşleri} yazarının (parça
xi:21) sanki Havari Kutsal Kitap'ın anlamını noktaları ekleyenlerden öğrenmek
zorunda kalmış gibi onun Yaratılış'ı (xlvii:31) şimdi nokta işaretleri
olan İbranice metinde olandan çok daha farklı yorumlamasının gerekçesini
gösteremiyorlar. Herkesin kendi adına karar verebilmesi ve uyumsuzluğun sadece
sesli harflerin eksikliğinden kaynaklandığını görmesi için her iki yorumu da
göstereceğim. Bizim yorumumuza sesli harf ekleyenler "Ve İsrail (Hqain'i benzer bir harf olan Aleph
ile değiştirerek) yatağın başına doğru eğildi" diye okurlar. Mektup'un
yazarı sadece sesli harfler açısından değişen Mita yerine Mate'yi
koyarak "Ve İsrail çalışanlarının sorumlusunun üstüne eğildi" diye
okur. Şimdi bu anlatımda söz konusu olan, bir sonraki parçaya kadar
değinilmeyen Yakup- 'un hastalığı değil, çağı olduğu için tarihçi Yakup'un
yatağının başına eğilmesinden çok işçilerinin sorumlusunun üzerine eğildiğini
(yaşh insanların destek almak için sıkça yaptığı bir şeyi) kastetmesi daha
olası görünüyor, özellikle de ikinci tümcede harflerin değiştirilmesi
gerekmediği için. Bu örnekte sadece Mektup'taki parçayı Yaratılış'tâki
parçayla bağdaştırmaya değil, aynı zamanda ve en başta şimdiki Kutsal
Kitap'ımızda bulunan nokta ve vurgulara ne kadar az güvenebileceğimizi
göstermek istedim. Böylece Kutsal Kitap'ı yorumlamada tarafsız birinin bu
yorumu kabul etmede ne kadar kararsız kalması gerektiğini ve kendisi için
yeniden soruşturması gerektiğini göstermek istedim. İbrani dilinin doğası ve
yapısı böyle olduğu için birçok zorluğun doğabileceği ve hiçbir olası yöntemin
bunları çözemeyeceği kolaylıkla anlaşılabilir. Birçok benzer parçanm karşılaştırılmasıyla
zorluklarımızı aşacağımızı ummak yararsız (bir parçanın gerçek anlamını birçok
seçenek arasından keşfetmek için tek yöntemin, dilin kullanımlarının ne
olduğunu görmek olduğunu göstermiştik). Çünkü peygamberlerin hiçbir zaman
kendi ya da başkalannın deyişlerini açıklamak gibi kesin bir amaçla yazmadığını
göz önünde bulundurursak ve ayrıca konu kuramsal ya da bir mucize ya da
öykülenen bir öykü değil de, tamamen uygulamalı bir soruyla ilgili olmadıkça
bir peygamberin ya da havarinin anlatmak istediğini başka bir tanesinin
anlattığıyla çıkarsayamayacağımızı göz önüne alırsak benzer parçaların
karşılaştınlması zor bir konuya sadece gelişigüzel ışık tutabilir. Savımı
örneklerle gösterebilirim; çünkü Kutsal Kitap'ta açıklanamayan birçok deyiş var;
ama tartışma konusu olan yöntemin zorlukları ve kusurlarını düşünmeye geçmeyi
tercih ederim.
Kutsal Kitap'ın her kitabının başına gelenler çoğu kez bunlann temin
edemediğimiz tarihini gerektirmesi gerçeği nedeniyle yöntemde daha öte bir
zorluk bulunuyor. Uzun uzadıya değineceğim gibi kitaplarının birçoğunun
yaratıcılanndan ya da (eğer tercih edilirse) yazarlanndan ya tamamen habersiziz
ya da genellikle kuşkuluyuz. Dahası yazarlan bilinmeyen kitaplann yazılmasına
nelerin yol açtığını ya da tarihsel dönemi bilmiyoruz; kimlerin ellerine düştüklerini
ya da çok sayıda değişik yorumlannın nasıl
ortaya çıktığını ya da son olarak şimdi kayıp olan başka yorumların olup
olmadığını söyleyemeyiz. Kısaca böyle bir bilginin gerekli olduğunu gösterdim
ama şimdi dikkat çekeceğim belirli etkenleri atladım.
Eğer olağanüstü ya da olanaksız anlatımlar içeren ya da çok belirsiz bir
biçemde yazılmış bir kitap okursak ve yazarıyla ilgili ya da onun yazılmasının
nedeni ya da zamanıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorsak kitabın gerçek anlamının
herhangi bir kesin bilgisini elde etmek için boşuna girişimde bulunuruz. Bu
konularda bilgisiz olduğumuz için yazarın amacını ya da niyetlendiği amacı
bilmemiz olanaksızdır. Eğer tümüyle bilgiliysek düşüncelerimizi onun anlatmak
istediğinden az ya da fazlasını yazara ya da onun yazdığı kişiye yüklemede
hiçbir yönden önyargılı olmayacak şekilde düzenlemeliyiz ve sadece yazarın
aklında ne olabileceğini ya da zamanın ve olayın ne gerektirdiğini göz önünde
bulundurmalıyız. Sanırım bu herkes için oldukça açık olmah.
Genellikle farklı kitaplarda kendi içlerinde benzer olan ama yazarlarıyla
ilgili olarak oluşturduğumuz görüşlere göre haklarında çok farklı kararlara
vardığımız öyküler okuyoruz. Bir defasında bir kitapta, Orlando Furioso adlı
bir adamın havada bir tür kanatlı yaratıkla istediği ülkelerin üzerinde
uçtuğunu, yardım görmeden çok sayıda insan ve devi öldürdüğünü ve akıl
yönünden açıkça saçma olan bu biçim hayalleri okuduğumu hatırlıyorum. Buna çok
benzer, bir öyküyü Ovid'in Perseus'unda ve ayrıca Hâkimler ve tek başına
silahsız binlerce adamı öldüren Samson'un Krallar1 ında ve
havada uçan ve en sonunda ateşten atları olan ateşten bir at arabasıyla gökyü-
162
züne yükselen İlyas'ta okuduğumu hatırlıyorum. Tüm bu öyküler birbirine
benziyor ama onları çok farklı değerlendiriyoruz. İlki sadece eğlendirmeyi
amaçlıyordu, İkincisinin siyasi bir amacı vardı ve üçüncüsünün de dinsel. Bunu
sadece daha önce yazarlarla ilgili oluşturduğumuz görüşlerden elde ediyoruz.
Böylece eğer onların anlamını yorumlayacaksak belirsiz ya da anlaşılmaz
yazıların yazarlarıyla ilgili bir şeyler bilmek açıkça gerekli ve aynı nedenden
birçok tür arasından uygun okumayı seçmek için aralarında farklılıklar bulunan
yorumlarla ve daha büyük yetkilere sahip insanlarca keşfedilen diğer okumaların
olasılığıyla ilgili bilgiye sahip olmalıyız.
Kutsal
Kitap'ın bazı kitapları konusunda, bu yöntemde ek bir zorluk vardır; artık
özgün dillerinde var olmamaları. Matta'ya göre Kutsal Kitap'ın ve kesinlikle
İbranilere Mektup'un {Elçilerin İçleri} artık o şekilde var olmamalarına
rağmen İbranice yazıldıkları düşünülmektedir. İbn' Ezra, yorumlarında Eyüp’ün
kitabının İbraniceye başka bir dilden çevrildiğini ve belirsizliğinin bu
nedenden kaynaklandığını bildirmektedir. Doğruluğu kabul edilmeyen kitaplarla
ilgili bir şey demiyorum; çünkü yetkileri ikinci derece bir temele dayanıyor.
Bu Kutsal
Kitap'ı kendi tarihinden yorumlama yönteminin yukarıda sözü geçen zorluklarını
o kadar büyük görüyorum ki Kutsal Kitap'ın birçok yerinin gerçek anlamının
anlaşılamaz olduğunu ya da olsa olsa tahmin konusu olduğunu söylemede kararsız
kalmıyorum. Ama yine belirtmeliyim ki, diğer taraftan böyle farklılıklar aklın
açık bir düşünce oluştura- bildiği, tek başlarına kavranabilen şeylerde değil
de, biz bir peygamberin kavranamayan, sadece hayal 163
edilebilen şeylerde ne anlatmak istediğinin izini sürmeye giriştiğimizde
doğuyor [Son Not 8], "Erdemli olana bir sözcük yeter" atasözünün de
dediği gibi yapılarından kolayca anlaşılan konular, açıklanamaz duruma gelecek
kadar belirsiz ifade edilemez. Sadece çok basit ve kolayca anlaşılan konularla
ilgili yazan Öklid herhangi
bir dili konuşan herhangi biri tarafından kolayca anlaşılabilir; yazdığı dilin
kusursuz bilgisine sahip olmadan; aslında temel bir aşinalıkla yetinerek onun
niyetini eksiksiz kavrayabiliriz ve gerçekten ne anlatmak istediğini
anlayabiliriz. Yaza- nn yaşamıyla, uğraşlarıyla ya da alışkanlıklanyla ilgili
olarak hiçbir araştırma yapmamıza gerek yok; ya da hangi dilde ya da ne zaman
yazdığı ya da kitaplarının geçirdikleri değişiklikleri ya da türlü yorumlan
ya da nasıl ya da kimin tavsiyesiyle kabul edildiğini soruşturmaya gerek
duymuyoruz.
Burada
Öklid'le ilgili sözünü ettiğimiz şey, şeyleri kendi algılanabilir yapılarıyla
çözümleyen tüm kitaplar için eşit şekilde söylenebilir. Böylece Kutsal Ki-
tap'ın ahlaki konulardaki amacımn izini onunla ilgili sahip olduğumuz tarihten
kolayca sürebileceğimiz ve onun gerçek anlamından emin olabileceğimiz sonucuna
varabiliriz.
Gerçek
dindarlığın kuralları çok sıradan bir dille ifade edilir ve eşit ölçüde basit
ve kolay anlaşılır. Bundan öte gerçek kurtuluş ve kutluluk ruhun gerçek
isteğinden oluştuğu - ve biz sadece açıkça anladığımız şeyleri istediğimiz
için - Kutsal Kitap'ın amacının izini kesinlikle kurtuluşla ilgili ve kutluluk
için gerekli konulardan sürebileceğimiz çok açık. Bu yüzden geriye kalanlarla;
yani genellikle akıl ve anlayışımızla kavrayamadığımız için öğretici
olmaktansa tuhaf olan konularla ilgili çok da sıkıntıya girmemiz gerekmez.
Sanırım artık
Kutsal Kitap'ın yorumlanmasının doğru yöntemini ortaya koymuş bulunuyorum ve
yöntem üzerindeki düşüncelerimi yeterince açıkladım. Bunun yanında böyle bir
yöntemin sadece doğal aklın yardımım gerektirdiğini herkesin göreceğinden kuşku
duymuyorum. Doğal aklın yapı ve yararlığı bilineni bilinmeyenden çıkarma ve
kanıtlama ya da onların akla yatkın sonuçlarına giden öncüller taşımasından
oluşur ve bunlar da bizim yöntemimizin istediği işlemlerdir. Kutsal Kitap'taki
her şeyi açıklamada yeterli olmadığını kabul etmememiz gerekse de böyle bir
kusur kendi yapısından değil, aslında dikkat çektiğim zorluklarda gösterdiğim
gibi, Kutsal Kitap'ın bize öğrettiği yola gerçekte insanların hiçbir zaman
yönelmemesi ya da bu yolda yürümemesi ve böylece zamanın geçmesiyle bu yolun
çok zorlaşması ve neredeyse geçilmez hale gelmesi olgusundan kaynaklanıyor.
Geriye sadece
benden farklı olanların görüşlerini incelemek kalıyor. Dikkatimizi çeken ilki,
doğanın ışığının Kutsal Kitap'ı yorumlama konusunda hiçbir erki olmadığı, bu iş
için doğaüstü bir yeteneğin gerekli olduğudur. Bu doğaüstü yetenekle ne
anlatmak istendiğini açıklamayı, görüşü öne sürenlere bırakıyorum. Kişisel
olarak sadece Kutsal Kitap'ın gerçek anlamıyla ilgili bütün kuşkularını ifade
etmek için çok belirsiz bir yöntem benimsediklerini tahmin
edebiliyorum. Eğer yorumlarına bakarsak, onların hiçbir doğaüstü şey, en
azından en ufak varsayım içermediklerini görürüz.
Bunlar,
dürüstçe doğal yeteneklerinden başka bir şeyleri olmadığını itiraf edenlerinkiyle
yan yana konulsun; her ikisinin de benzer - insani, üzerinde iyice düşünülmüş,
zahmetle icat edilmiş olduğunu göreceğiz. Doğal aklın böyle sonuçlar için
yetersiz olduğunu söylemek öncelikle yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü
açıkça yanlıştır; yani Kutsal Ki- tap'ı yorumlamanın zorluğu insan aklının
eksikliğinden değil, sadece soruşturma için gereçler henüz varken, onun
tarihine önem vermeyen insanların bu gereçleri boşlamasından (hem de kötü
niyetlerinden) doğuyor. İkincisi (sanırım herkesin kabul ettiği gibi) bu
doğaüstü yeteneğin sadece inananlara bağışlanmış bir Tanrısal yetenek olduğu
olgusundan doğuyor. Ama peygamber ve havariler sadece inananlara değil, başta
inançsız ve kötü ruhlulara vaaz verdiler. Bu yüzden böyle insanlar
peygamberlerin ve havarilerin amaçlarını anlayabiliyorlardı, yoksa
peygamberler ve havariler akıl bağışlanmış insanlara değil, küçük oğlanlara ve
bebeklere vaaz veriyormuşlar gibi görünürlerdi. Musa da eğer sadece yasaya
gerek duymayan inançlılarca anlaşılabiliyorlarsa yasalarını boşuna vermiş
olurdu. Aslında peygamberler ve havarilerin ne anlatmak istediğini anlamak
için doğaüstü yetenekler talep edenler gerçekten doğal yeteneklerden yoksun
görünüyorlar, böylece böyle insanların Tanrısal doğaüstü bir yeteneğe neredeyse
sahip olmadıklarını varsaymalıyız.
Maymonides'in
düşüncesi büyük ölçüde farklıydı. O, Kutsal Kitap'taki her parçanın çeşitli
hatta zıt 166
anlamlara olasılık tanıdığını; ama yorumladığımız kadarıyla, o parçanın
akla yatkın olmayan hiçbir şey içermediğini görene kadar özellikle herhangi bir
parçadan emin olamayacağımızı ifade eder. Parça kendi içinde tamamen açık
görünmesine rağmen eğer sözcük anlamı akılla çatışıyorsa bir tür mecaz anlama
gelecek şekilde çevrilmelidir. Bu öğretiyi More Nebuchim kitabının xxv.
parça ii. kısmında çok açık olarak ortaya koyuyor; çünkü diyor ki:
"Kutsal Kitap'ın dünyanın yaratılmasıyla ilgili dediği şey yüzünden,
dünyanın öncesiz olduğunu doğrulamaktan kaçınmadığımızı bilin." Çünkü
dünyanın yaratıldığını öğreten metinler sayıca Tanrı'nın bir bedeni olduğunu
öğreten metinlerden fazla değil; dünyanın yaratılması konusundaki yaklaşımlar
bizim için kapalı ya da zorlaştırılmış da değil. Böylece ne yazıldığını,
Tanrı'nın bir bedeni olmadığını gösterdiğimizdeki gibi açıklayanlayız, hatta
belki de dünyanın sonsuzluğu öğretisini, Tanrı'nın kutsal bir bedeninin olduğu
öğretilerini açıkladığımızdan daha kolay açıklayabilir ve konuyu kesin bir
şekilde kapatabilirdik. Ama iki şey beni dediğim gibi yapmaktan ve dünyanın
sonsuz olduğuna inanmaktan alıkoyuyor. Tanrı'nın bir bedeni olmadığı açıkça
gösterildiği için mecburen sözcük anlamının kanıta uymayan tüm bu parçalarını
açıklamalıyız; çünkü onlar ancak bu şekilde açıklanabilirler. Ama dünyanın
bengiliği böyle gösterilmemiştir, bu yüzden aklın buyruğuyla tam tersini
benimseyebileceğimiz bazı yaygın görüşlerin desteğiyle Kutsal Kitap'ı bozmak
gereksizdir.
Maymonides'in
sözleri işte böyledir ve savımızı temellendirmek için açıkça yeterlidir. Çünkü
eğer dünyanın sonsuz olduğuna akılla ikna olmuş olsay-
dı, Kutsal Kitap'ın sözlerini bu öğretiyi öğretiyormuş gibi görünecek
şekilde çarpıtmakta ve örtbas etmekte kararsız kalmazdı. Kutsal Kitap her yerde
dünyanın bengiliğini açıkça reddetmesine rağmen, Maymo- nides Kutsal Kitap'ın
gerçekten bunu öğretmeye eğilimli olduğundan, oldukça emin olacaktı. Böylece
Kutsal Kitap'ın anlamı ne kadar açık olursa olsun yazılan şeyin doğruluğundan
kuşku duyduğu sürece, onu kavradığından emin olmayacaktı. Çünkü bir şeyin
doğruluğundan kuşkulu olduğumuz sürece onun akla uygun olup olmadığından ya da
akla aykırı olup olmadığından ve sonuçta bir parçanın sözcük anlamının doğru
olup olmadığından kuşku duyuyoruz.
Eğer böyle
bir kuram sağlam olsaydı, Kutsal Kitap'ı yorumlamak için doğal aklın ötesinde
bir yeteneğin gerekli olduğunu kesinlikle kabul ederdim. Kutsal Kitap'ta
gördüğümüz neredeyse her şey doğal aklın bilinen ilkelerinden çıkarsanamaz. Bu
yüzden onların doğruluklarıyla ya da Kutsal Kitap'ın anlamı ve amacıyla ilgili
bir sonuca varamamah, daha öte bir yardımın gereksinimini duymalıyız.
Bunun ötesinde bu kuramın doğruluğu, genellikle ayrıntılı kamtlar için
anlayışa ya da onlar için boş zamana sahip olmayan kitlelerin, Kutsal Kitap'la
ilgili tüm bilgilerini filozoflardan edinmek zorunda kalmalarım ve sonuçta filozoflar
tarafından yapılan yorumların yanlışsız olduğunu kabul etmeye zorlanmalarını
gerektirirdi. .
Gerçekte bu,
dinsel yetkinin ve yeni bir tür rahip ya da papalann insanda saygıdan çok gülme
uyandıran yeni bir biçimi olmuş olurdu. Bizim yöntemimiz kesinlikle kitlelerin
onun için boş zamam olmadığı 168
bir İbranice bilgisi gerektiriyor; ama karşımıza yukarıdaki gibi hiçbir
itiraz da konulamaz. Çünkü peygamberlerin ve havarilerin vaaz verdiği ve onlar
için yazdığı sıradan Yahudiler ya da Yahudi olmayanlar dili ve sonuçta onlara
seslenen peygamber ya da havariyi anlıyorlardı; ama Maymonides'e göre vaaz
edilen şeyin esas mantığını kavramıyorlardı ve bu da vaazı anlamak için
gerekliydi.
O zaman
yöntemimizde kitlelerin yorumcuların tanıklığını izlemelerini gerektiren hiçbir
şey yok; çünkü Maymonides, peygamber ya da havariye ait anlama, şeylerin
nedenlerine ilişkin bilgileri aracılığıyla ulaşabilen binlerine işaret
edemiyorken, ben peygamberlerin ve havarilerin dilini anlayan birtakım
insanlara işaret ediyorum.
Bizim
zamanımızın halk yığınına gelince biz, nedenleri bilinemese de kurtuluş için
ne gerekliyse herhangi bir dilde kolayca anlaşılabileceğini göstermiş
bulunuyoruz; çünkü bu dil tamamen sıradan ve alışılmıştır; kitlelerin
yorumcuların tanıklığına boyun eğmemesi bunun gibi bir anlayışta olur;
diğer konularla ilgili de bilgisiz ve bilgililer benzer geçinirler.
Ama
Maymonides'in düşüncesine geri dönelim ve onu daha yakından inceleyelim. En
başta peygamberlerin birbirleriyle tam bir uyum içinde olduklarını ve onların
kusursuz filozoflar ve tanrı bilimciler olduklarını varsayıyor; çünkü
Maymonides onların sonuçlarını saltık doğruluk üzerinde temellendirdiklerini
varsayıyordu. Bundan öte Kutsal Kitap'ın anlamının Kutsal Kitap'ın kendisinden
açıklanamayacağını varsayıyor,- çünkü şeylerin doğruluğu orada açıklanmıyor
(yani kitap hiçbir şey kanıtlamıyor ya da sö-
zünü ettiği konuları, tanımları ve ilk nedenleri aracılığıyla
öğretmiyor) bu yüzden Maymonides'e göre Kutsal Kitap'ın gerçek anlamı kendisinden
çıkarılamaz ve orada aranmamalıdır.
Böyle bir öğretinin yanlışlığı bu bölümde gösteriliyor; çünkü Kutsal
Kitap'ın anlamının sadece Kutsal Kitap'ın kendisinden açıklanabildiğin! hem
akıl hem de örneklerle gösterdik ve sıradan bilgiyle yanıtlanan soruların
yanıtları bile başka bir kaynakta aranmamalı.
Son olarak böyle bir kuram Kutsal Kitap'ın sözlerini çarpıtarak ve
tersine çevirerek ya da ne kadar açık olsa da sözcük anlamını tamamen
değiştirerek onları yerleşik görüşlerimize göre açıklayabileceğimizi varsayıyor.
Böyle bir izin, bu ve gelecek parçaların öğretisine tamamen terstir ve dahası
aceleci ve aşırı olduğu herkesçe görülecektir.
Ama tüm bu izni bağışlasak da, bu neyi değiştirir? Kesinlikle hiçbir
şeyi. Kanıtlanamayan ve Kutsal Kitap'ın büyük bölümünü oluşturan bu şeyler
akılla incelenemezler ve bu yüzden bu kuralla açıklanamaz ve yorumlanamazlar;
oysa bunun tersi olarak kendi yöntemimizi izleyerek daha önce gösterdiğimiz
gibi akıl ve örnekle bu yapıdaki birçok konuyu açıklayabilir ve onları kesin
bir temel üzerinde tartışabiliriz. Yapılarından dolayı anlaşılır olan bu
konuları belirtildiği gibi sadece bağlam aracılığıyla kolayca açıklayabiliriz.
Bu yüzden Maymonides'in yöntemi açıkça yararsız. Buna kitlelerin
tarafsız yorumlanyla ya da herhangi başka bir şekilde diğer insanlar
aracılığıyla elde ettikleri tüm kesinliği ortadan kaldırmasını da ekleyebiliriz.
O zaman sonuçta Maymonides'in yöntemi- 170
ni zararlı, yararsız ve saçma olarak eliyoruz.
Roma'nın
papaları daha güvenilir kanıta gereksinim duyarken, Ferisilerin geleneğinin
tutarlı olmadığını zaten göstermiştik; aslında ilkini sadece şu temelle
reddediyorum; eğer papalar bize Kutsal Ki- tap'ın anlamını Yahudilerin
hahambaşılan kadar kesin olarak işaret edebilseydi kâfir ve dinsiz Romalı
rahiplerin olması gerçeği beni papaların yetkisini kabullenmekten
vazgeçirmezdi. Çünkü eski İbrani hahambaşılan arasında hahambaşılığım uygun olmayan
yollarla kazanan kâfir ve dinsiz insanlar vardı ama yine de yasayı yorumlamada
üstün erkleri için Kutsal Kitap'ın onayına sahiptiler (Bkz. Yasa’nın Tekrarı
xvii: 11, 12 ve xxxiii: 10, ayrıca Malaki ii:8.).
Ancak papalar
böyle bir onay gösteremedikleri için onların yetkisi çok ciddi kuşkulara açık
kalıyor, hiç kimse Yahudi hahambaşılan örneğiyle aldatılıp Katolik dininin de
bir rahip gereksinimi duyduğunu düşünmemeli; Musa'nın yasalarının aynca ülkenin
sıradan yasaları olduğunu, onlara uyulmasını kesin- leştinnek için zorunlu
olarak bir tür kamusal yetki gerektiği akılda tutmalı; çünkü eğer herkes ülkesinin
yasalarını istediği gibi yorumlasaydı hiçbir devlet ayakta kalamazdı, bu
nedenden ötürü devlet hemen çözülürdü ve kamusal haklar özel haklara dönüşürdü.
Din konusunda
durum büyük ölçüde farklıdır. Dış hareketlerden çok özyapının saflığı ve
doğruluğundan oluşması nedeniyle din, yasa ve kamusal yetkinin sınırları
dışında kalıyor. Özyapının saflık ve doğruluğu yasalardaki zorlamalarla ya da
devletin yetkisiyle ortaya çıkarılmıyor, dünyadaki hiç kimse kutlu bir duruma
yasayla zorlanamaz; böyle bir yerine getirme 171
işi için gerekli olan araç vefakâr ve kardeşçe öğüt, sağlam eğitim ve
hepsinin üstünde kişisel kararın özgür kullanımıdır.
Bu yüzden yüce özgür düşünce hakkı, dinde bile bütün insanlann erkidir ve
böyle bir erkin aktarılabilmesi anlaşılmazdır ve bu yönden yüce hakkı ve özgür
karar yetkisini kullanmak her insanın elindedir. Yasanın yorumlanmasında
kamusal işlerde yüce yetkiyi ve karan hâkimlerin eline vermek için tek neden bu
işlerin kamusal konuları ilgilendirmesidir. Benzer şekilde dini açıklarken ve
din üzerine karar verirken üstün yetki bireydedir çünkü bu bireysel haklar
konusuyla ilgilidir. O zaman şimdiye kadar Maymonides'in yöntemi Romalı
papaların yetkilerini, İbrani hahambaşılarının yetkileriyle onaylayarak dini
yorumlamayı söylemekten çok, bireysel yargı gücünü temellendirmeye yönelik
olurdu. Böylece bu yönden de Kutsal Kitap’ı yorumlamada bizim yöntemimizin en
iyi olduğunu gösterdik. Kutsal Kitapla- ilgili en üstün erk tüm
insanlara ait olduğu için böyle bir yorumlama için kural - herhangi bir doğaüstü
ışık ya da dış yetki değil, herkeste bulunan aklın doğal ışığından başka bir
şey olmamalı; dahası böyle bir kural sadece çok yetenekli filozoflarca uygulanabilecek
kadar zor olmamalı, insanlığın sıradan yetenek ve anlayışına uyarlanmah. Ve
böylece insanın dikkatsizliğinden doğan böyle zorlukların yöntemimizin
yapısının bir parçası olmadığını gösterdim.
VIII. Bölüm:
Tevrat’ın İlk Beş Kitabının Yazarlığı
ve Eski Antlaşma’nın Diğer Tarihi
Kitapları Hakkında
Eski Antlaşmanın ilk beş kitabının Musa tarafından
yazılmaması.
Musa'nın gerçek yazılarının farklı olması.
Diğer tarihi kitaplarda son zamanlardaki yazarlığın
izleri.
Tüm tarihi kitapların tek bir adamın yapıtı olması.
Muhtemelen Ezra’nın yapıtı olması.
Yasa'nın Tekrar'ını kimin derlediği.
Ve sonra da kitapları konularının adlarıyla ayırt eden
bir tarih.
Önceki
bölümde Kutsal Kitap ile ilgili bilginin ilke ve kaynaklarını ele aldık ve onun
sadece kutsal yazı- lann güvenilir bir tarihinden oluştuğunu gösterdik. Eskiler
tarafından böyle bir tarihe gerekli olan önem gösterilmedi ya da öyle veya
böyle ne yazmış ya da miras bırakmışlarsa zaman aşımıyla yok oldular, sonuç
olarak böyle bir araştırma için ön hazırlıklardan büyük ölçüde yoksunuz. Eğer
kalıtçı kuşaklar kendilerini doğruluğun sınırları içine kapatsalardı ve özenle
kendi kafalarından ekledikleri olmadan teslim aldıkları ve keşfettikleri az
sayıdaki ayrıntıyı miras bıraksalardı buna katlanılabilirdi. Gerçekte Kutsal
Kitap'ın tarihi güvenilemeyecek kadar eksik değil. Kaynaklar, üzerlerinde bilgi
ve ilkeler yapılandırmak için fazla yetersiz olmakla birlikte sağlam da değil.
Bu eksiklikleri düzeltmek ve yaygın dinsel önyargıları ortadan kaldırmak
amacımın bir parçası. Ama korkarım ki işime çok geç girişiyorum; çünkü insanlar
işi çelişkiyi çekememe, din adı altında neyi be- nimsedilerse inatla savunmaya
kadar vardırdılar. Bu önyargılar o kadar geniş ölçüde insanların aklını ele
geçirdi ki bütününe oranla küçük bir kısmı aklı dinleyecek. Yine de girişimde
bulunacağım ve hiçbir çabadan kaçınmayacağım; çünkü başarıdan ümidi kesmek için
hiçbir kesin neden yok.
Konuyu
düzenli olarak çözümlemek için kutsal kitapların gerçek yazarlarıyla ilgili
kabul gören görüşlerle başlayacağım ve öncelikle neredeyse evrensel olarak
Musa olduğu varsayılan Tevrat’ın İlk Beş Kitabı'nın yazarından söz edeceğim.
Ferisiler onun kimliğine o kadar çok ikna olmuşlar ki, bu konuda kendilerinden
farklı düşünen herkesi kâfir sayıyorlar. Bu yüzden aydın bir akla ve
küçümsenemeyecek bilgiye sahip olan ve bildiğim kadarıyla bu görüşü çözümleyen
ilk kişi olan İbn' Ezra ne anlatmak istediğini açıkça ifade etmeye cesaret
edemedi, kendisini gizemli ipuçlarıyla sınırladı. Konuyu tümüyle açığa
kavuşturmamak için bu gizemli ipuçlarını açıklamaktan kaçınacağım.
İbn' Ezra’nın
Yasa'nın Tekrarı üzerine olan açıklamasındaki sözleri şöyledir:
"Şeria’nın ötesinde...
Eğer on ikinin gizemini anlıyorsanız... dahası yasayı Musa yazdı... O
günlerde orada Kenardılar yaşıyordu... Tanrı'nın dağında belli edilecek... o
zaman onun yatağına, demir yatağına da bakın, o zaman doğruyu
bileceksiniz." Bu birkaç sözcükte Tevrat'ı yazanın Musa olmadığına, ondan
çok sonra yaşayan biri olduğuna ve bundan öte Musa'nın yazdığının günümüze
kadar gelenden farklı bir şey olduğuna işaret ediyor ve aynı zamanda
gösteriyor.
Bunu
kanıtlamak için şu gerçeklere dikkat çekiyor:
I.
Hiçbir zaman Şeria'nın öbür
tarafına geçmediği için Yasa'nın Tekran'nın önsözünün Musa tarafından
yazılamayacağına.
II.
Musa'nın kitabının
tamamının Hahamlara göre sadece on iki taştan oluşan tek bir sunağın yöresinde (Yasa'nın
Tekran xxvii ve Yeşu viii:37j uzun uzadıya yazıldığına. Bu yüzden Musa'nın
kitabının Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'ndan az ya da çok uzun olması gerektiğine.
Bence on ikinin gizemiyle, Musa'nın Levililere yasanın ezbere okumalarından
sonra okumalarını buyurduğu ve böylece insanları onlara uymaya zorladığı için
yasada yer alamayacağını düşündüğü, Yasa 'nın Tekran'nın yukarıda
alıntısı yapılan parçasında yer alan on iki laneti kastetmediği sürece yazarımızın
anlatmak istediği budur. Ya da yine yazarımızın aklında Musa'nın ölümünü
işleyen ve on iki dize içeren Yasa'nın Tekran'nın son parçası olabilir.
Ama bunların ve benzer varsayımların üzerinde durmaya gerek yok.
III.
Yasa'nın Tekran
xxxi:9'da "ve Musa yasayı yazdı:'' ifadesi yer alıyor. O zaman bu
sözcükler Musa'ya mal edilemez, başka bir yazar Musa'nın iş ve yazılarını
anlatıyor olmalı.
IV.
Yaratılış Xı.6'da
tarihçi, İbrahim'in Kenan ülkesinden geçmesini anlattıktan sonra ekliyor:
"O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu." ve böylece açıkça yazdığı
zamanın dışında bir zamandan söz ediyor. O zaman bu parça Kenanlıların
sürüldüğü ve artık o topraklara sahip olmadıkları bir zamanda, yani Musa'nın
ölümünden sonra yazılmış olmalı.
Parçayla
ilgili yorumunda İbn' Ezra sorundan üstü kapalı bir şekilde şöyle söz ediyor -
: "Ve o günlerde orada Kenardılar yaşıyordu: Nuh'un torunu Kenan, onun
adını taşıyan toprağı, başka bir ülkeden almış görünüyor; eğer bu, parçanın
gerçek anlamı değilse, parçada bir gizem saklıdır ve onu anlayan sessiz kalsın."
Yani eğer o bölgeleri Kenan işgal ettiyse, anlam, başka biri tarafından sahip
olunduğu zamanın tersine o günlerde orada Kenanlıların yaşadığı olurdu. Ama
eğer Yaratılış x. parça'dan anlaşıldığı gibi- ülkede ilk yaşayan
Kenansa, metin, şimdiki zamanı,- yani yazıldığı zamanı dışlıyor olmalı. Musa'nın
zamanında Kenardılar hala
bölgeye sahip olduğu için, yazı Musa'nın yapıtı olamaz. Hakkında sessiz
kalınmasının önerildiği gizem budur.
V.
Yaratılış xxii:14'te
Moriya Dağı Tanrı'nın dağı olarak adlandırılıyor [Son Not 9]; yani Tapınak'ın
yapılmasının sonrasına kadar almadığı bir adla; dağın seçimi Musa'nın zamanında
yapılmamıştı çünkü Musa, Tanrı tarafından seçilen herhangi bir yer
belirtmemişti. Tam tersine Tanrı'nın bu adı gelecek bir zamanda verilecek bir
yer seçeceğini önceden haber verir.
VI.
Son olarak Yasa'nın
Tekrarı iii. parçada, Başan krah Og ile ilgili bölüme şu sözler
eklenmiştir: " - Refahlar'dan yalnız Başan Krah Og sağ kalmıştı. Og'un
Ammonlular'ın Rabba Kenti'ndeki yatağı demirdendi. O gün kullanılan arşın
ölçüsüne göre uzunluğu dokuz, eni dört arşındı. - " Eklenen bu bilgi çok
açık bir şekilde yazarının Musa'dan çok sonraları yaşadığını gösteriyor; çünkü
bu konuşma kipi sadece geçmiş zamanda olan şeylerden söz ederken kullanılır ve
güvenilirlik kazanmak için kanıtlara işaret ediyor. Dahası bu yatak neredeyse
kesinlikle Rabba şehrini fetheden Davut tarafından keşfedilmişti.^ Samuel
xii:30) Yine tarihçi biraz daha ileride Musa'nın sözlerinden sonra ekliyor.
"Manaşşe soyundan Yair gidip Amorlular'ın yerleşim birimlerini ele
geçirdi ve bunlara Havvot-Yair adım verdi." Bu parça ondan önce gelen
Musa'nın sözlerini açıklamak için eklenmiştir. "Gilat'ın geri kalan
bölümünü ve Og'un ülkesi Başan'ı Manaşşe oymağının yarısına verdim. Başan'daki
Argov bölgesi Refahlar ülkesi diye bilinirdi." Yazann zamanındaki
İbraniler kuşkusuz hangi bölgelerin Yahuda oymağına ait olduğunu biliyorlardı
ama onları Argov bölgesi ya da Refahlar ülkesi adı altında bilmiyolarlardı. Bu
yüzden yazar eski zamanlarda böyle şekillendirilmiş bu yerlerin ne olduğunu
açıklamak ve aynı zamanda yazdığı çağda bu yerlerin neden Yahuda değil de
Manaşşe oymağından olan Yair adıyla bilindiğine dikkat çekmek zorunda kalıyor.
Böylece İbn' Ezra'nın ve savına
kanıt olarak alıntı yaptığı Tevrat'ın parçalarının ne anlatmak istediğini
açıklamış oluyoruz. Ancak İbn' Ezra her örneğe, hatta en başta gelenlerine
dikkat çekmiyor; geriye alıntı yapılabilecek daha büyük önemi olan birçokları
kalıyor. Yani (I.) söz konusu kitapların yazarı Musa'dan üçüncü şahıs olarak
söz ediyor ama aynı zamanda onunla ilgili birçok ayrıntıya tanıklık ediyor;
örneğin, "Musa Tanrı'yla konuştu", "Tanrı Musa ile yüz yüze
konuştu", "Musa yeryüzünde yaşayan herkesten daha alçakgönüllüydü."
(Çölde Sayım xii:3); "Musa savaştan dönen ordu komutanlarına
öfkelendi.", "Tanrı adamı Musa...", "Rab'bin kulu Musa...
öldü.", "O günden bu yana İsrail'de Musa gibi... bir peygamber
çıkmadı."...vs. Diğer taraftan Yasa’nın Tekran'nda. Musa'nın insanlara
açıkladığı ve yazdığı yasa açıklanıyor, Musa konuşuyor ve ne yaptığını birinci
şahıstan anlatıyor: "Tanrı benimle konuştu" (Yasa’nın Tekrarı
ii:l, 17...vs.), "Rab'be yakardım"...vs. Tarihçi, Musa'nın sözlerini
aktarması dışında, kitabın sonunda Musa'nın insanlara yazıyla açıkladığı
yasayı nasıl miras bıraktığım, onları yine uyardığım ve bundan öte hayatını
nasıl noktaladığım anlatmak için yine üçüncü şahısta konuşmaya başlıyor. Tüm bu
ayrıntılar, anlatım biçemi, tanıklık ve tüm öykünün bağlamı bu kitapların
Musa'nın kendisi değil, başka biri tarafından yazıldığı açık sonucunu
gösteriyor.
II.
Aynı zamanda öykünün sadece
Musa'nın ölüm ve gömülüş biçimini ve İbranilerin otuz günlük yasını
anlatmadığına, bundan öte onu ondan sonra gelen peygamberlerle
karşılaştırdığına ve onun hepsinden üstün olduğunu belirttiğine de dikkat
etmeliyiz. "O günden bu yana İsrail'de Musa gibi Rab'bin yüz yüze 178
görüştüğü bir peygamber çıkmadı." Böyle bir tanıklık Musa'nın
kendisi ya da ondan hemen sonra yaşamış biri tarafından edilmiş olamaz,
özellikle de tarihçi geçmiş zamanlardan söz ettiği için bu tanıklık Musa'dan
yüzyıllar sonra yaşayan biri tarafından edilmiş olmalı. Ve gömüldüğü yerle
ilgili de şöyle diyor: "Bu güne kadar hiç kimse bilmiyor."
III.
Bazı yerlerin Musa'nın
yaşadığı zaman boyunca aldıkları adları taşımadıklarına, daha sonra aldıkları
adları taşıdıklarına dikkat etmeliyiz. Örneğin, Musa'nın düşmanlarını Dan'a
kadar kovaladığı söyleniyor, yani Yeşu'nun ölümünden çok sonraları şehre
verilen bir ad olan Dan'a kadar {Yaratılış xiv;14, Hâkimler
xviii;29).
IV.
Anlatım Musa'nın ölümünden
sonraya kadar uzatılıyor; çünkü Yaratılış xvi:34'te şöyle deniliyor:
"İsrailliler yerleştikleri Kenan topraklarına varıncaya dek kırk yıl man
yediler." diğer bir deyişle Yeşu vi: 12'de adı geçen zamana kadar.
Yaratılış xxxvi:31'de de aynı şekilde belirtiliyor ki:
"İsrailliler'! yöneten bir kralın olmadığı dönemde, Edom'u şu krallar
yönetti." Tarihçi kuşkusuz, 2 Sarmıel viii:14'te okuduğumuz gibi
Davut [Son Not 10] o bölgeyi fethetmeden ve askeri birliklerini bulundurmadan
önce orada olan İdumeya krallarını anlatıyor. Söylenenlerden Tevrat'ın Musa
tarafından değil, Musa'dan çok sonra yaşayan biri tarafından yazıldığı gün gibi
ortada. Şimdi dikkatimizi Musa'nın gerçekten yazdığı ve Tevrat'ın ilk beş
kitabında alıntısı yapılan kitaplara yöneltelim; böylece onların Tevrat'ın ilk
beş kitabından farklı olduklarını göreceğiz. Öncelikle Mısır’dan Çıkış
xviii:14’te Musa'nın, Tanrı'nın buyruğuyla, Amalek'e karşı yapılan savaşın
bir açıklamasını yazdığı görülür. Yazdığı kitap biraz önce alıntısı yapılan
parçada adlandırılmıyor ama Çölde Sayım xxi:12'de Tanrı'nın savaşlan
adlı bir kitaptan söz ediliyor ve Çölde Sayım xxxiii:2'de Musa
tarafından yazıldığı söylenen Amelek'e karşı olan bu savaş ve ordu kampları
kuşkusuz orada anlatılıyor. Ayrıca Mısır’dan Çıkış xxiv:4'te Musa'nın
Tan- rı'yla ilk kez anlaşma yaptıklarında İsraillilerin önünde okuduğu Sözleşmenin
Kitap'ı adlı başka bir kitabı görüyoruz. Ama bu kitap ya da yazı çok az
şeyi içeriyordu yani bizim Mısır’dan Çıkış xx:22'de xxiv. parçanm sonlarına
doğru gördüğümüz yasalar ve buyruklan içeriyordu ve bunu söz konusu parçayı
akıllıca ve yansızca okuyan hiç kimse reddetmeyecektir. Orada Musa'nın,
insanların Tanrı ile bir antlaşma yapılmasıyla ilgili hislerini öğrendikten
hemen sonra Tanrı'nın yasalarını ve sözlerini yazdığı ve sabah bazı törenler
yapıldıktan soma antlaşmanın koşullarını bir insan topluluğuna okuduğu
belirtiliyor. Bunlar yapıldıktan sonra ve kuşkusuz herkes tarafından
anlaşıldıktan soma tüm insanlar onayla- nm verdiler.
Şimdi incelenmesinde
harcanan kısa zamandan ve ayrıca sıkıştırılmış yapısından dolayı bu belge
açıkça bizim biraz önce anlattığımızdan daha fazla bir şey içermiyordu. Bundan
öte Musa'nın Mısır’dan Çıkıştan soma kırkıncı yılda teslim aldığı bütün
yasalan açıkladığı; ayrıca ikinci bir kez insanları onlara uymaları için
yasaya bağladığı ve sonunda yasalan onları açıklayan ve yeni antlaşmayı içeren
bir kitapta yazıya geçirdiği açık (Yasa’nın Tekrarı i:5; xxix:14;
xxxi:9) ve bu kitap bu yüzden Tanrı'nın yasasımn kitabı adım almıştı. Bu kitap,
insanları yasalarla 180
bağladığı ve Tanrı'yla giriştiği yeni yasayı ortaya koyduğunda, Yeşu
tarafından eklemeler yapılan kitapla aynıydı (Yeşu xxiv:25, 26).
Aslında Keldani yorumcu
Jonathan'ın çılgın varsayımlarım benimsemediğimiz ve Kutsal Kitap'nı
sözcüklerini dilediğimizce çarpıtmadığımız sürece şimdi elimizde Musa'nın bu
antlaşmasını ve Yeşu'nun antlaşmasını içeren günümüze kadar gelmiş bir kitap
olmadığı için zorunlu olarak bunların yok olduğu sonucuna varmalıyız. Bu yorumcu,
şimdiki sorunumuzun karşısında kendi bilgisizliğini itiraf etmektense kutsal
metni bozmayı tercih etti. Yeşu'nun kitabında "Bunları Tanrı'nın Yasa
Kitabı'na da geçirdi." diye geçen parçayı "Bunları yazdı ve onları
Tanrı'nın yasasının kitabıyla sakladı" diye çevirdi. Sadece kendilerinin
istediği gibi olan şeyleri gören insanlar için yapılabilir ki? Böyle bir işlem
Kutsal Kitap'ı reddetmek ve kendi kafamızdan başka bir Kutsal Kitap uydurmak
değil de nedir? Bu yüzden Musa'nın yazdığı Tanrı'nın yasası kitabının Tevrat'ın
İlk Beş Kitabı olmadığı, Beş Kitap'ın yazarının, gerektiği gibi, kendi kitabına
eklediği oldukça farklı bir şey olduğu sonucuna varabiliriz. Bu kadarı hem
dediğim hem de eklemek üzere olduğum şeyden çok açıktır. Çünkü yukarıda
alıntısı yapılan, Musa'nın yasa kitabını yazdığı aktarılan Yasa’nın Tekrarı
parçasında, tarihçi, Musa'nın bu kitabı rahiplere miras bıraktığım ve onlara
belli bir zamanda onu tüm insanlara okumalannı buyurduğunu ekliyor. Bu bir
oturuşta herkes tarafından anlaşılacak şekilde okunabilen yapıtın Tevrat'ın
İlk Beş Kitabı'ndan çok
daha az uzunlukta olduğunu gösteriyor; bundan öte, Musa'nın yazdığı tüm
kitaplar içinden ikinci antlaşmanın bu kitabının ve (daha sonra tüm insanların
öğrenmesi için yazdığı) Şarkının Musa'nın dinsel olarak korunması ve
saklanmasına neden olduğu tek kitap olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Musa ilk antlaşmaya
sadece orada bulunanlan bağlamıştı ama ikinci antlaşmaya onların soyundan gelen
herkesi bağladı (Yasa’nın Tekrarı xxxix:14) ve bu yüzden o bu
antlaşmanın gelecek çağlarda özellikle gelecek kuşaklara seslenen Şarkı ile
birlikte dinsel olarak saklanmasını buyuruyordu. O zaman Musa'nın bu antlaşma
kitabı dışında herhangi bir kitap yazdığına dair hiçbir kanıt olmadığı için,
gelecek kuşakların gözetmesi için başka hiçbir kitap bırakmadığından ve son
olarak Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'nda Musa'nın yazamayacağı birçok parça olduğu
için Musa'nın Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'nın yazarı olduğu inancı temelsiz ve
mantıksız. Belki biri Musa'nın ona ilk bildirildiğinde başka yasalar yazıp
yazmadığını soracak - başka bir deyişle kırk yıllık süreçte ilk antlaşmanın
kitabında yer verildiğini belirttiğim birkaçı dışında yürürlüğe koyduğu
yasaların herhangi birini yazıp yazmadığını soracak. Buna cevabım şu: Musa'nın
yasaları insanlara iletmek istediği zaman yazıya geçirmiş olması mantıklı
görünmesine rağmen bunu kanıtlanmış olarak kabul edemeyiz; çünkü yukarıda böyle
konularda Kutsal Kitap'tan almadığımız ya da temel ilkelerinden akla yatkın
sonuçlar olarak çıkmayan eklemeler yapmamamız gerektiğini gösterdim. Akla
yatkın her şeyi olası olarak kabul edemeyiz. Ancak akıl bile bu durumda bizi
böyle bir sonuca zorlamazdı. Çünkü ileri gelenler topluluğu Musa'nın 182
buyruklarını yazıya geçirmiş ve onları insanlara iletmiş olabilir ve
tarihçi de bunları toplamış ve onları uygun olarak Musa'nın yaşamı kitabında
ortaya koymuş olabilir. Musa'nın beş kitabı hakkında bu kadarı yeterli. Şimdi
bizim diğer kutsal yazılara geçme zamanımız geldi.
Biraz önce
gösterdiğimiz nedenlere benzer nedenlerle Yeşu'nun kitabının onun el yazısı
olmadığı kanıtlanabilir. Çünkü Yeşu'nun ününün tüm dünyaya yayıldığını,
Musa'nın öğrettiği hiçbir şeyi atlamadığım (Yeşil vi:27; viii. son
dize, xi:15), yaşlandığını ve halkın tümünden oluşan bir topluluğu çağırdığını
ve sonuçta bu yaşamdan ayrıldığını anlatan Yeşu'dan farklı biri olmalı. Bundan
öte, Yeşu'nun ölümünden sonra gerçekleşen olaylar anlatılıyor. Örneğin, onun
ölümünden sonra İsraillilerin onu hatırlayan yaşh bir adam olduğu sürece Tanrı'ya
taptıklarını; ve xvi:10. parçada: "Ne var ki, Efrayimoğulları ve Manaşşe-
oğulları Gezer'de yaşayan Kenanlılar'ı buradan sürmediler. Kenanlılar bugüne
kadar Efrayimoğulları arasında yaşayıp onlara ücretsiz hizmet etmek zorunda
kaldılar." diye yazıyor. Bu Hâkimler i. parçadaki aynı ifade ve
"bugüne kadar" deyişi yazarın eski zamanlardan söz ettiğini
gösteriyor. Bu metinlerle Yahuda'nın oğullarıyla ilgili olan xv. parçanın son
dizesini ve aynı parçada v: 14'teki Kalev'in öyküsüyle karşılaştırabiliriz.
Bundan öte xxii:10 parçası ve devamında anlatılan iki buçuk oymak tarafından
Şeria'nın ötesinde bir sunağın inşa edilmesi, Yeşu'nun ölümünden sonra
gerçekleşmiş gibi görünüyor çünkü anlatım boyunca adı hiç geçmiyor, sadece
insanların savaş ilan etmek için bir kurul topladığı, elçiler gönderdikleri,
onların geri dönmele-
rini bekledikleri ve sonunda yanıtlarını kabul ettikleri belirtiliyor.
Son olarak
x:14. parçadan kitabın Yeşu'nun ölümünden birçok kuşak sonra yazıldığı açık
çünkü "Ne bundan önce, ne de sonra Rab'bin bir insanın dileğini işittiği o
günkü gibi bir gün olmamıştır." diyerek tanıklık ediyor. Bu yüzden eğer
Yeşu bir kitap yaz- dıysa şimdi önümüzdeki yapıtta alıntısı yapılandır. (Bkz.
parça x:13)
Hâkimler
kitabıyla ilgili olarak sanırım mantıklı olan hiç kimse onun gerçek hâkimler
tarafından yazıldığına ikna olmamıştır. Çünkü tüm öykünün ii. parçasında
bulunan sonucu açıkça hepsinin tek bir tarihçinin yapıtı olduğunu gösteriyor.
Bundan öte yazar bize sık sık o zamanlar İsrail'de bir kralın olmadığını
söylediği için kitabın monarşi kurulduktan sonra yazıldığı açıktır.
Samuel'in
kitaplarının bizi uzun süre alıkoymasına gerek yok çünkü onlardaki anlatım
Samuel'in ölümünden çok sonra da devam ettirilmiştir; ama kitabın Samuel'in
ölümünden birçok kuşak sonra yazıldığı gerçeğine dikkat çekmeliyim. Çünkü i.
kitap, ix:9. parçasında tarihçi bir parantez içinde şu açıklamayı yapıyor:
"Eskiden İsrail'de biri Tanrı'ya bir şey sormak istediğinde, "Haydi,
biliciye gidelim" derdi. Çünkü bugün peygamber denilene o zaman bilici
denirdi."
Son olarak Krallar
kitapları, içlerindeki kanıttan anladığımız kadarıyla Kral Süleyman'ın (I Krallar
xi:41) kitaplarından, Yahuda'nın krallarının tarihlerinden (1 Krallar
xiv:19, 29) ve İsrail'in krallarının tarihlerinden derlenmişti.
Bu yüzden
şimdiye dek ele aldığımız tüm kitapla- 184
nn derlemeler olduğu ve orada kaydedilen olayların eski zamanlarda
gerçekleştiği sonucuna varabiliriz. Şimdi eğer dikkatimizi tüm bu kitaplann
bağlantısı ve tartışmasına verirsek hepsinin Yahudilerin başlangıçlarından
şehrin ilk yok edilişine kadar eski tarihlerini aktarmak isteyen tek bir
tarihçi tarafından yazıldığım kolayca görebiliriz. Birçok kitabın birbiriy- le
bağlanma şekli tek başına bize tek ve aynı yazarın anlatımları olduklarını
göstermek için yeterli. Çünkü Musa'nın yaşamını aktardıktan hemen sonra tarihçi
Yeşu'nun öyküsüne geçiyor: "Rab, kulu Musa'nın ölümünden sonra onun
yardımcısı Nun oğlu Yeşu'ya şöyle seslendi... vs." böylece Yeşu'nun ölümü
sonuca bağlandıktan sonra aynı şekilde aynı geçiş ve bağlantıyla Hâkimlerin
öyküsüne geçiyor: 'Yeşu öldükten sonra İsrail'in çocukları Tanrı'ya
sordular..." Hâkimler kitabına Rut'un öyküsünü bir tür ek olarak şu
sözlerle ekliyor: " Hâkimlerin egemenlik sürdüğü günlerde İsrail'de kıtlık
başladı."
Samuel'in ilk
kitabı ve ikinci kitabı da benzer bir deyişle tanıtılıyor. O zaman Davut'un
öyküsü sonuca bağlanmadan önce tarihçi aynı şekilde Krallar'ın ilk
kitabına geçiyor ve Davut'un ölümünden sonra da Krallar'ın ikinci
kitabına geçiyor.
Birleştirmeler
ve anlatımların sırası hepsinin yaratıcı bir amaçla yazan bir insanın yapıtı
olduğunu gösteriyor; çünkü tarihçi İbrani ulusunun ilk kökenini aktararak
başlıyor ve sonra sırayla Musa'nın yasalarını ileri sürdüğü ve öngörülerinde
bulunduğu zamanları ve olayları açıklıyor. Sonra İsraillilerin Musa'nın vahyi
doğrultusunda söz verilmiş ülkeyi nasıl fethettikleri (Yusu'nın Tekran
vii) ve ülke bastırıldıktan sonra yasalarına nasıl sırt çevirdikleri ve
böylelikle nasıl birçok felaketlere uğradıklarıyla devam ediyor (Yasa'nın
Tekran xxxi:16, 17). Nasıl yöneticiler seçmek istediklerini ve
yöneticilerin yasaya uydukları ölçüde de insanların nasıl geliştiğini ya da
sıkıntı çektiğini (Yasa’nın Tekran xxviii:36); sonunda Musa'nın
öngördüğü gibi ulusun nasıl yıkıldığını anlatıyor. Yasayı doğrulama işine
yaramayan diğer konuları yazar ya sessiz kalarak atlıyor ya da okuyucuya bilgi
edinmesi için başka kitapları öneriyor. Sahip olduğumuz kitaplarda anlatılan
her şey Musa'nın söz ve yasalarını ortaya koyma amacına ve yasaları onlardan
sonra gelen olaylarla kanıtlamaya yardımcı oluyor. Bu üç düşünceyi yani tüm
kitapların konu birliğini, aralarındaki bağlantıyı ve aktardıkları olaylar
gerçekleştikten birçok kuşaklar sonra yapılan derlemeler oldukları gerçeğini
bir araya getirdiğimizde biraz önce belirttiğim sonuca yani hepsinin tek bir
tarihçinin yapıtı olduğu sonucuna varıyoruz. Bu tarihçinin kim olduğunu
göstermek o kadar kolay değil; ama ben Ezra olduğundan kuşkulanıyorum ve bu
varsayımı benimsemek için birçok güçlü neden var.
Zaten tek bir
birey olduğunu bildiğimiz tarihçi öyküsünü Yehoyakim'in serbest kalmasıyla
sürdürüyor ve kendisinin hayatı boyunca kralın masasında oturduğunu ekliyor -
yani ya Yehoyakim'in ya da Nebu- kadnessar'ın oğlunun; Çünkü parça birden fazla
anlama sahip. Bu nedenle bu kişinin Ezra'nın zamanından önce yaşamadığı
sonucu çıkıyor. Ama Kutsal Kitap Ezra'nınki dışında hiçbirine tanıklıkta bulunmuyor
(Ezra vii:10): "Ezra kendini Rab'bin Yasası'nı inceleyip uygulamaya ve
İsrail'de kuralları, ilkeleri öğretmeye adamıştı.” Bu yüzden Ezra dışında
kutsal 186
kitapları mal edebileceğim birini bulamıyorum.
Bundan öte Ezra'yla ilgili bu tanıklıktan, onun kendisini sadece
Rab'bin yasasını incelemeye değil, onu öğretmeye de adadığım görüyoruz ve Nehemya
viii:8'de "Tanrı'nın Yasa Kitabı'nı okuyup açıkladılar, herkesin
anlamasını sağlayacak biçimde yorumladılar." deniliyor. .
Benzer
şekilde Yasa’nın Tekran'nAa da sadece Musa'nın yasası kitabım ya da
büyük bir kısmını değil, aynı zamanda daha iyi açıklanması için araya sokulmuş
birçok şey de buluyoruz. Sanıyorum ki bu Yasa’nın Tekrarı, yukarıda
alıntısı yapılan metinde gönderme yapılan, Ezra tarafından yazılmış, öne
sürülmüş ve açıklanmış Tanrı'nın yasasının kitabı. İbn' Ezra'nın görüşünden söz
ederken Yasa’nın Tekrarı metnine daha geniş açıklama yapmak amacıyla
konuların parantez kullanarak araya sokulma şeklinin iki örneğini zaten
vermiştik. Başka birçokları daha yapıtın gidişatı boyunca bulunabilir. Örneğin,
ii: 12. parçada: " -Daha önce Seir'de Horlular yaşardı. Esavoğulları orayı
onların elinden aldı. İsrailliler'in Rab'bin mülk edinmek için kendilerine
verdiği ülkede yaptıkları gibi, Esavoğulları da Horlular'ı yok edip yerlerine
yerleştiler.-" Bu, Esavoğullanna mülk olarak gelen Seir Dağı'nın ellerine
boş olarak geçmediğini, onların orayı fethettiklerini, tıpkı Musa'nın
ölümünden sonra İsrailoğullannın Kenanlılara yaptığı gibi daha önce orada
yaşayan Horluları sürüp yok ettiklerini belirtilen aynı parçanın 3. ve 4.
dizelerini de açıklar.
Onuncu parçanın
6., 7., 8., 9. dizeleri de parantez aracılığıyla Musa'nın sözcükleri arasına
sokulmuşlardır. 'O zaman Rab... için Levililer oymağını ayır-
dı." diyerek başlayan 8. dizenin zorunlu olarak 5. dizeye gönderme
yaptığım herkes görmelidir; burada gönderme, Musa insanlar tarafından tapınılan
altın buzağıdan söz ederken Harun için dua ettiğini belirttiğinden sadece Ezra
tarafından belirtilen Harun'un ölümüne değildir.
Sonra
Musa'nın konuştuğu zaman onların seçilmelerinin ve mirastan pay almamalarının
nedenine dikkat çekmek amacıyla Tanrı'nın Levi oymağını Kendi'si için seçtiğini
açıklayan bu ara sözün ardından Musa'nın konuşma parçasına yeniden başlıyor.
Bizim şimdi ayırt edemediğimiz ama kuşkusuz yazarın çağdaşları tarafından
açıkça tanınacak olan birçok parçadan başka bu parantezlere, kitabın önsözünü
ve Musa'nın üçüncü şahıs tarafından söz edildiği parçalan da eklemeliyiz.
Eğer yasanın
kitabına Musa'nın onu yazdığı gibi sahip olsaydık, emirlerin sözcüklerinde,
veriliş sıralarında ve desteklendikleri nedenlerde büyük bir fark
bulacağımızdan kuşku duymuyorum.
Yasa'nın
Tekran'ndaki On Emir ve tarihinin açıkça ortaya konduğu Mısır’dan
Çıkış'taki On Emir'in bir karşılaştırması tüm bu üç özellikteki büyük
uyumsuzluğu göstermek için yeterli olacaktır. Çünkü Yasa'nın Tekrarı'nda
dördüncü emre uyulmasının nedeni Mısır'dan Çıkış'ta belirtilenden
tamamen farklıyken, emir sadece farklı bir biçimde değil, çok daha büyük bir
uzunlukta verilmiştir. Yine onuncu emrin açıklandığı sıra, iki versiyonda da
farklıdır. Sanırım, başka yerlerdekiler gibi buradaki değişiklikler de
çağdaşlarına Tanrı'nın yasasım açıklayan ve her şeyden önce bu Tanrı'nın yasası
kitabım yazan Ezra'nın yapıtı. Bunu, halkın en çok gereksinim 188
duyduğu ülke yasalarını içermesi gerçeğinden ve ayrıca ondan önce gelen
kitaba herhangi bir bağlantı tümceciğiyle eklenmemesi ve "Musa'nın sözleri
bunlardır" bağımsız tümcesiyle başlamasından çıkarıyorum. Bu iş
tamamlandıktan sonra sanırım Ezra kendisini dünyanın Yaratılışından şehrin
tamamen yıkılışına kadar İbrani ulusunun tarihinin tam bir hesabını vermeye
adadı ve bu hesaba Yasa’nın Tekrarı kitabım ekledi ve belki orada esas
olarak Musa'nın yaşamı bulunduğu ve kitapların başlıca konusunu oluşturduğu
için ilk beş kitaba Musa'nın adını verdi; aynı nedenden akıncısına Yeşu,
yedincisine Hâkimler, sekizincisine Rut, dokuzuncu ve belki onuncusuna Samuel
ve son olarak on bir ve on İkincisine Krallar adlarını verdi. Ezra'nın bu
yapıta son rötuşları yapıp yapmadığından ve yapıtı amaçladığı gibi bitirip bitirmediğinden
bir sonraki bölümde söz edeceğiz.
IX.
Bölüm:
Bu Kitaplarla
İlgili Diğer Sorular; Yani
Tamamen Ezra Tarafından
Tamamlanıp
Tamamlanmadıkları ve
Bunun Ötesinde İbranice Metinlerde
Bulunan Kenar
Notlarının Değişik
Okumalar Olup Olmadıkları
Bu kitapların tamamen değiştirilmiş ve uyarlanmış
olmaması.
Birçok kuşkulu yorum olması.
Var olan aykırı yazıların genellikle böyle olması. Bu
yazıların başka açıklamalarının çürütülmesi. Ara.
On iki kitabın gerçek yazarıyla ilgili yaptığımız araştırmanın büyüklüğünün
onların tam anlamını yakalamada bize ne kadar çok yardımcı olduğu sadece
görüşümüzün doğrulanması için örnek verdiğimiz parçalardan görülebilir.
Görüşümüz onlar olmasaydı belirsizleşecekti. Ama yazar sorusunun yanında yaygın
batıl inancın çoğu insanın anlamasına engel olduğu başka konular var. Bunlardan
başta geleni Ezra'nın orada bulunan anlatıma son rötuşları yapmaması, sadece
değişik yazarlardan öyküler toplaması ve bazen incelemesini ve düzenlemesini
gelecek
kuşaklara bırakarak onları sadece kaydetmesi.
Onu bu işin
tüm parçalarını tamamlamaktan alıkoyan neden için (eğer zamansız bir ölüm
değilse) bir varsayımda bulunamıyorum; ama eski İbrani tarihçilerinin
yazılarını kaybetmemize ve günümüze kadar gelmiş olan birkaç parçadan karar
verebilmemize rağmen gerçek çok açık. Çünkü Hizkiya'nın öyküsü (2 Krallar
xviii:17) Yeşaya'nın görüsünde yazıldığı gibi Yahuda krallarının tarihlerinde
bulunduğu gibi aktarılmış. Aynı öyküyü birkaç istisna dışında [Son Not 11 ]
aynı sözcüklerle Yahuda krallarının tarihlerinde bulunan (2 Tarihler
xxxii:32) Yeşaya'nın kitabında anlatılmış olarak okuyoruz. Kimse bunda da bir
gizemin saklı olduğunu hayal etmediği sürece aslında bundan Yeşaya'nın
anlatımının değişik versiyonları olduğu sonucunu çıkarmalıyız. Bundan öte 2 Krallar
27-30'un son parçası Yeremya'nın son parçasında, v:31-34
tekrarlanmıştır.
Yine 2 Samuel
vii'yi 1 Tarihler xvii'de tekrar edilmiş buluyoruz; ama iki parçadaki
ifadeler o kadar tuhaf bir şekilde çeşitli ki [Son Not 12] bu iki parçanın
Nathan'ın öyküsünün iki farklı versiyonundan alındığını çok kolay görebiliriz.
Son olarak Tarihler'in
yazarının belgelerini, Ezra'ya mal ettiğimiz on iki kitaptan değil, diğer
tarihçilerden aldığını bilmemize rağmen Yaratılış xxxvi: 31'deki
Edom'un krallarının soyağacı aynı sözcüklerle Tarihler’ i de
tekrarlanmış. Bu yüzden emin olabiliriz ki eğer hâlâ tarihçilerin yazılarına
sahip olsaydık konu açıklığa kavuşturulurdu; ancak onları kaybettiğimize göre
sadece günümüze kadar gelmiş olan yazıları inceleyebiliriz ve geri kalanı
hakkında onların sıra ve bağlantısı, çeşitli tekrarlamaları ve son
olarak içerdikleri tarihlerdeki çelişkilerden karar verebiliriz.
O zaman
bunları ya da bunların başta gelenlerini şimdi gözden geçireceğiz. Öncelikle
Yahuda ve Tamar'ın öyküsünde tarihçi şöyle başlar [Yaratılış xxxviii):
"O sıralarda Yahuda kardeşlerinden ayrılarak..." Bu tarih bundan
hemen önce gelen tarihe gönderme yapıyor olamaz [Son Not 13]; ama zorunlu
olarak başka bir şeye gönderme yapıyor olmalı; çünkü Yusuf'un Mısır'a satılmasından
baba Yakup'un tüm ailesiyle o yöne doğru yola çıkmasına kadar geçen zaman
dilimi yirmi iki yıldan fazla olarak tahmin edilemez,- çünkü Yusuf kardeşleri
tarafından satıldığında on yedi yaşındaydı ve Firavun tarafından hapishaneden
çağrıldığında otuz yaşındaydı; eğer buna yedi yıllık bolluk ve iki yıllık
kıtlığı eklersek toplam yirmi iki yıl olur. Şimdi bu kadar kısa bir zamanda hiç
kimse anlatıldığı kadar çok şeyin gerçekleştiğini varsayamaz; Yahuda'nın bu
zamanın başında evlenmesi, bir eşinden ardı ardına üç çocuğunun dünyaya
gelmesi; bu çocuklardan en büyüğünün evlenecek yaşa geldiğinde Tamar'la
evlenmesi ve o öldükten sonra sıradaki kardeşinin Tamar'la evlenmesi; tüm
bunlardan sonra Yahuda'nın bilmeden geliniyle cinsel ilişkiye girmesi ve ikiz
çocuklarının olması ve son olarak bu ikizlerin büyüğünün söz konusu zapyn
içinde baba olması. Tüm bu olaylar Yaratılış'ta belirtilen zaman içinde
gerçekleşemeyeceğine göre gönderme zorunlu olarak başka bir kitapta çözümlenen
bir şeye olmalı. Ezra bu örnekte öyküyü aktarmış ve onu incelemeden diğer
yazılarının arasına sokmuş olmah.
Ancak sadece
bu parça değil, Yusuf ve Yakup'un 192
tüm öyküsü de kendi içinde oldukça çelişkili olduğundan değişik
kayıtlardan toplanmış ve öne sürülmüştür. Çünkü Yaratılış xlvii'de
Yakup'un Yusuf'un buyruğuyla Firavun'u selamlamaya geldiği zaman 130 yaşında
olduğu söyleniyor. Eğer bundan Yusuf'un yokluğu nedeniyle kederle geçirdiği
yirmi iki yılı ve Yusuf'un satıldığı yaşını oluşturan on yedi yılı ve Yakup'un
Rahel'e hizmet ettiği yedi yılı çıkarırsak çok yaşlı olduğunu buluruz; yani
Şekem ırzına geçtiğinde Dina neredeyse yedi yaşındayken [Son Not 14] Yakup
Lea'yı eş olarak aldığında seksen dört yaşındaydı. Şimon ve Levi, şehri
yağmaladıklannda ve oradaki tüm erkekleri kılıçla öldürdüklerinde sırasıyla on
bir ve on iki yaşındaydılar.
Tevrat'ın
tümünü gözden geçirmeme gerek yok. Eğer bu beş kitaptaki tüm tarihlerin ve
emirlerin tarihlere bakmaksızın, gelişigüzel ve sırasız yazılma şekline ve
bundan öte aynı öykünün bazen farklı bir versiyonuyla sık sık nasıl
tekrarlandığına dikkat ederseniz tüm belgelerin sonra daha kolayca incelenmek
ve düzene sokulmak üzere gelişigüzel toplandığının ve derlendiğinin kolayca
farkına varacaksınız. Sadece bu beş kitap değil, aynı zamanda geri kalan
yedisinde yer alan, şehrin yıkılmasına kadar devam eden öyküler de aynı şekilde
derlenmiştir. Çünkü Hâkimler ii:6'da Yeşu'nun işleriyle ilgili yazan yeni bir
tarihçinin adının geçtiğini ve bu sözlerin kopyalandığını kim görmez ki? Çünkü
tarihçimiz, Yeşu’nun Kitabı’nın son parçasında Yeşu'nun öldüğünü ve
gömüldüğünü belirtmiş ve Hâkimler'in ilk parçasında ölümünden sonra ne olduğunu
aktarmaya söz vermiştir, eğer öyküsünün parçasına devam etmek isteseydi burada
Yeşu ile ilgili anlatımı daha önce olan bitenle nasıl birleştirebilirdi?
Aynı şekilde Davut'tın Şaul'un sarayına dadanması hakkında aynı kitapta
xvi. parçada anlatılandan çok farklı bir neden gösteren 1 Samuel 17 ve
18'de başka bir tarihçiden alınmıştır. Çünkü tarihçi, Davut'un Şaul'a xvi.
parçada anlatıldığı gibi Şaul'un hizmetkârının tavsiyesi sonucunda geldiğini
değil, kampa babası tarafından bir mesajla şans eseri gönderildiğini, Şaul
tarafından Golyat ve Filistin üzerinde yengisi nedeniyle ilk kez fark
edildiğini ve sarayında ah- koyulduğunu düşünmüştü.
Aynı şeyin aynı kitabın xxvi. parçasında da yer aldığından
kuşkulanıyorum; çünkü tarihçi xxiv. parçada verilen anlatımı başka birinin
yorumuna göre tekrarlıyor görünüyor. Ama bunu atlıyorum ve tarihlerin
hesaplanmasıyla devam ediyorum.
1 Krallarda vi. parçada Süleyman'ın Tapınağı Mısır’dan Çıkışın
dört yüz sekseninci yılında inşa ettiği söyleniyor; ama tarihçilerin
kendilerinden çok daha uzun bir zaman elde ediyoruz; çünkü:
Yıllar
Musa çölde insanları yönetti 40
110 yıl yaşayan Yeşu, Josephus ve diğerlerinin görüşüne göre 26 yıldan
fazla yönetmedi Kuşan-Rişatayim insanları boyunduruğu altı- „ na aldı
Kenaz'ın oğlu Otniel 40 yıl boyunca hâkimlik yaptı. [Son Not 15]
Moav kralı Egnon insanları yönetti 18
Ehut ve Şamgar hâkimlik yaptılar 80
Kenan kralı Yakin insanları boyunduruğu 20
altına tuttu
Daha sonra insanlar barış halindeydiler 40
Medli'nin
boyunduruğu altındaydılar 7
Gidyon'un yönetimi
altında özgürlüğe kavuştular
Avimelek'in
yönetimi altına girdiler 40
Pua'nın
oğlu Tola hâkimlik yaptı 23
Yair
hâkimlik yaptı 23
Halk,
Filistin ve Ammonlular'ın boyunduruğu g altındaydı '
Yiftah
hâkimlik yaptı .6
Beytlehemli
İvsan hâkimlik yaptı 7
HititliElon 10
Piratonlu
Avdon 8
Halk
yine Filistinlilerin boyunduruğu altın- .
„
daydı
Şimşon
hâkimlik yaptı [Son Not 16] 20
Eli
hâkimlik yaptı 40
Halk Samuel tarafından
kurtarılana kadar yine Filistinlilerin boyunduruğu altındaydı
Davut
işbaşındaydı 40
Süleyman Tapmağı inşa etmeden önce işba- şındaydı
Tüm bu
dönemler toplandığında 580 yıl ediyor. Ama bu yıllara İbrani cumhuriyetinin
Yeşu'nun ölümünden sonra Kuşan Rişatayim tarafından fethedilene kadar
geliştiği, çok sayıda olduğunu düşündüğüm yıllar da eklenmeli; çünkü Yeşu'nun
ölümünden hemen sonra onun mucizelerine tanık olanların hepsinin aynı zamanda
öldüğüne ya da kalıtçılarının bir kalemde onların yasalarına veda ettiklerine
ve en üstün erdemden günahkârlığın ve inatçılığın derinliklerine düştüklerine
inanamıyorum.
Ya da son
olarak Kuşan Rişatayim'in onları anında boyunduruk altına aldığına
inanamıyorum; bu koşul- lann her biri neredeyse bir kuşak gerektirir ve Hâkimler
ii:7, 9, 10'un sessiz kalarak atladığı birçok yılı içerdiği kuşkusuz. Ayrıca
Kutsal Kitap'ta sayısı belirtilmeyen Samuel'in hâkim olduğu yılları da eklemeliyiz
ve ayrıca kendi tarihinde açıkça gösterilmeyen Şaul'ün işbaşında olduğu yılları
da eklemeliyiz. Aslında 1 Samuel xiii:l'de iki yıl işbaşında olduğu
belirtilmiş ama o parçadaki metnin önemli kısımları çıkarılarak bozulmuş ve
yönetiminin kayıtları bizi Şaul'ün egemenliğinin daha uzun bir dönem olduğunu
varsaymaya itiyor. Metnin önemli kısınılan çıkarılıp bozulduğundan sanırım
İbrani dilinin eşiğine gelecek kadar ilerlemiş hiç kimse kuşku duymayacaktır;
çünkü şöyle demektedir: "Hüküm sürmeye başladığında Şaul - yılındaydı ve
İsrail'de iki yıl hüküm sürdü." Şaul'ün işbaşına geçtiği zamanki yaşının
atlandığını kim görmüyor ki? Egemenliğin kaydının daha fazla sayıda yılın
varlığım gerektirdiği kuşkusuz; çünkü aynı kitapta xxvii:7. parçada Da- vut'un
Şaul'den dolayı kaçtığı Filistinliler arasında bir yıl dört ay kaldığına
böylece egemenliğin geri kalanının sekiz aylık bir süreden oluştuğuna bence hiç
kimse inanmaz. Josephus'un antik çağlar kitabının altıncı kitabının sonunda
metni şöyle düzeltir; Şaul Samuel yaşarken on sekiz yıl ve ölümünden sonra da
iki yıl işbaşındaydı. Ancak xiii. parçadaki tüm anlatım daha önce anlatılanla
tamamen uyumsuzluk içinde, vii. parçanın sonunda Filistinlilerin İbranilerce
Samuel'in yaşamı boyunca İsrail sınırla- nna saldırma girişiminde bulunmayacak
kadar ezildiklerini anlatıyor. Ama xiii. parçada bize İbranilerin
Filistinliler tarafından Samuel yaşarken saldırıya uğradıkları ve İsraillilerin
Filistinliler tarafından sadece kendilerini savunmada kullanacak silahlardan
değil aynı zamanda yenilerini yapmaktan yoksun olacak kadar sefalet ve
fakirlik durumuna indirgendiği söyleniyor. Eğer Samuel'in bu ilk kitabının
içerdiği tüm anlatımları, bunların hepsi bir tarihçi tarafından yazılmış ve
düzenlenmiş görünecek şekilde uyumlu hale getirmeye çalışsaydım çok uğraşmam
gerekirdi. Ama amacıma geri dönüyorum. O zaman Şaul'ün işbaşında olduğu yıllar
yukarıdaki hesaba eklenmeli ve son olarak İbrani kargaşasının yıllarını
saymadım,- çünkü sayılarını Kutsal Kitap'tan çıkaramıyorum. Hâkimler
xvii. parçadan sonra kitabın sonuna kadar aktarılan olayların aldığı zamanın
miktarıyla ilgili emin olamıyorum.
Böylece
tarihlerden yılların doğru bir hesabını yapamayacağımız ve bundan öte bu
konuda tarihlerin kendilerinin çelişkili oldukları çok açık. Bu tarihlerin,
önceden inceleme ve düzenleme olmaksızın çeşitli yazarlardan derlendiklerini
itiraf etmek zorundayız. Yahuda Krallarının Tarihleri ve İsrail
Kral- lannm Tarihieri'nde verilen tarihler arasındaki çelişkinin de
bunlardan aşağı kalır yanı yoktur. İsrail Krallarının Tarihler'inde Ahav'ın
oğlu Yehoram'ın, Yehoşafat'ın oğlu Yehoram'ın egemenliğinin ikinci yılında
işbaşına geçtiği belirtiliyor (2 Krallar i: 17); ama Yahuda
Krallannın Tarihlerinde Yehoşafat'ın oğlu Yehoram'ın, Ahav'ın oğlu
Yehoram'ın beşinci yılında işbaşına geçtiğini okuyoruz (2 Krallar viii:
16). Kralların kitabında Tarihler'deki anlatımları karşılaştıran herkes birçok
benzer uyumsuzluklar bulacaktır. Bunları burada incelememe gerek yok ve onları
uyumlu hale getirmeye çalışanların yorumlarını çözümlemeye çok daha az gerek
var. Hahamların hayallerinin azmasına izin verdikleri açık. Okuduğum böyle
yommcular hayal ediyor, uyduruyor ve son çare olarak dili çarpıtıyor. Örneğin,
2 Tarihler'de Ahav'ın işbaşına geçtiğinde kırk iki yaşında olduğu
söylendiğinde bu yıllar Ahav'ın doğumundan değil, Omri'nin egemenliğinden
itibaren hesaplanmış gibi davranıyorlar. Eğer tarihler kitabının yazarmın gerçekte
bunu anlatmak istediği kanıtlanabilirse tüm diyebileceğim, yazarın bir tarih
olgusunu nasıl belirteceğini bilmediği olur. Yorumcular bu çeşit birçok başka
sav ileri sürüyorlar. Eğer doğruysa, bu savlar eski İbranilerin hem kendi
dillerinden hem de sade bir anlatım aktarmadan habersiz olduklarını kanıtlıyor
demektir. Böyle bir durumda Kutsal Kitap'ı yorumlamada hiçbir kural ya da
uslamlama kabul etmemeliyim; çünkü bu durumda insanlar canlarının istediği
kadar varsayımda bulunabilir.
Eğer çok
genel ve yetersiz yetkiyle konuştuğumu düşünen varsa ondan tarihlerin diğer
yazarlarının suçlamasına maruz kalmadan bu tarihlerde izlenebilecek bir tür
sabit yöntem göstermesini ve uyüm- landırma ve yorumlama çabalarında deyim ve
ifadeleri, sırayı ve bağlantıları çok sıkı gözlemlemesini ve açıklamasını
istiyorum ki biz de yazılarımızda bunları örnek alabilelim. [Son Not 17] Eğer
başarılı olursa ona hemen yardımcı olacağım ve benim için Apollo kadar yüce olacaktır,- çünkü uzun çabalardan
sonra bu tür bir şey keşfedemediğimi itiraf ediyorum. Burada üzerinde uzunca
düşünmediğim hiçbir şey yazmadığımı ve çocukluğumdan beri Kutsal Kitap ile
ilgili sıradan görüşlerle aşılanmama rağmen ileri sürdüklerimin çekimine karşı
koyamadığımı ekleyebilirim.
Ancak
okuyucuyu bu soruyla meşgul etmeye ve onu olanaksız bir işe girişmeye
sürüklemeye gerek yok; gerçeği sadece amacıma ışık tutmak için belirttim.
Şimdi bu
kitaplann ele alınmasıyla ilgili diğer konulara geçiyorum. Çünkü kanıtlanana
ek olarak bu kitapların onları miras alan kuşaklar tarafından içlerine hiçbir
hatanın sızmayacağı şekilde korunmadıklarına dikkat çekmeliyiz. Eski yazıcılar
birçok kuşkulu yoruma ve çarpıtılmış bazı parçalara dikkat çekiyorlar; ama var
olanların hepsine değil. Hataların yeterince önemli olup olmadığından okuyucuyu
çok sıkmamak için şimdi söz etmeyeceğim. Kutsal Kitap- 'ı aydınlanmayla
okuyanlar için öyle veya böyle bunların öneminin az olduğu düşüncesindeyim. Ve
öğreti aşılayan parçalarda onları belirsiz ya da kuşkulu yapmaya yetecek
herhangi bir hata ya da değişik yorum görmediğimi gerçekten doğrulayabilirim.
Ancak diğer
parçalarda bile bozulmanın olduğunu kabul etmeyecek, benzersiz bir kayrayla Tanrı'nın
Kutsal Kitap'taki her bir sözcüğü bozulmadan koruduğu görüşünde olan bazı
insanlar var. Bunlar değişik yorumların en derin gizemlerin simgeleri olduğunu
ve bulunan yirmi sekiz boşlukta hatta harflerin şeklinde bile büyük sırların
saklı olduğunu söylüyorlar.
Sadece
kendilerinin Tanrı'nın gizemlerine sahip olması için akılsızlık ve bilinçsiz
bir bağlılıkla ya da kibir ve kötü amaçla harekete geçip geçmediklerini
bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yazılarında Tanrısal gizemin havasım taşıyan
hiçbir şey bulamadığım. Bulduğum tek şey çocukça yazılardı. Delilikleri bende
bitmeyen bir şaşkınlık uyandıran belli Kabalistik dalaverecileri okudum ve
tanıdım. Sanırım hatalann sızdığı, yukarıda alıntısı yapılan Şaul ile ilgili
parçayı ve ayrıca 2 Samuel vi:2'yi okuyan hiçbir mantıklı insan
tarafından reddedilmeyecek: "Böylece Davut'la ordusu, sandığın üzerindeki
Keruvlar arasında taht kuran Her Şeye Egemen Rab'bin adıyla anılan Tan- n'nın
Sandığı'nı getirmek için Baale-Yahuda'ya gittiler."
Hiç kimse
varış yerinin adının, yani Kiryat- Yearim'in [Son Not 18] atlandığını fark
etmemiş olamaz: 2 Samuel xiii:37'nin de kurcalandığına ve çarpıtıldığına
karşı gelemez: "Avşalom Geşur Kralı Ammihut oğlu Talmay'ın yanına kaçtı.
Davut ise oğlu Amnon için sürekli yas tutuyordu. Geşur'a kaçan Avşalom orada üç
yıl kaldı." Daha önce aynı tür parçalara dikkat çektiğimi biliyorum; ama
şu anda onları hatırlayamayacağım.
İbrani Kutsal
Kitap'ının özgününde bulunan kenar notların kuşkulu yorumlar olması, örneğin
bence, bu yorumların genellikle Kaph ve Beth, Jod ve Van,
Daleth ve Reth... vs. gibi İbrani harflerinin arasındaki büyük
benzerlikten doğmaları, sanırım herkes için açık olacaktır. Örneğin, 2 Samuel
v:24'teki metin "...sesi duyar duymaz..." diyor ve benzer olarak Hâkimler
xxi:22'de: "Kızların babaları ya da erkek kardeşleri bize sık sık
gelirse..." diyor, kenarda yazılı olansa "...bize yakınmaya
gelirse..." diyor.
Çok çeşitli
yorumlar da genellikle söyleyişte seslendirilmeyen sessiz adı verilen
harflerin kullanılışından doğdu ve biri diğerinin yerine konularak karışık
olarak kabul edildi. Örneğin, Levililer xxv: 29'da "Surlu olmayan
bir kentte evini satan adamın evi sattıktan tam bir yıl sonrasına kadar onu
geri alma hakkı olacaktır." derken kenar notunda "Surlu bir
kentte..." demektedir.
Bu konulann
apaçık olmasına rağmen belli Ferisilerin bizi kenar notlarının bazı gizemlere
işaret ettiğine ve kutsal kitapların yazarları tarafından eklenip yazıldığına
ikna etmeye çabaladıkları gerekçelerine yanıt vermek gerek. Bence pek önemli
olmayan bu gerekçelerin ilki, Kutsal Kitap'ı yüksek sesle okuma uygulamasından
kaynaklanır.
Eğer bu
notların, onları miras alan kuşakların hakkında karar veremeyeceği değişik
yorumları göstermek için eklendiği ileri sürülüyorsa neden kenar notlarının
her zaman devam ettirilmesi geleneği yürürlükte oldu? Tercih edilen anlam
metinle birleş- tirilmeli ve yan notta verilmemeliyken neden kenara yazıldı?
İkinci
gerekçe daha aldatıcı ve durumun yapısından çıkarılmış. Hataların kutsal
yazılara tasarlanarak değil, yanlışlıkla sızdığı kabul edilmiş; ama beş
kitapta "kız" için olan sözcük bir istisnayla tüm dilbilgisi
kurallarına ters olarak "he" harfi olmadan yazılmış; ama kenar
notunda dilbilgisinin evrensel kuralına uygun olarak doğru yazılmış. Bu
yanlışlıkla olabilir mi? Bu sözcüğün her kullanılışında bir yazım hatası
yapıldığım hayal etmek olası mıdır? Dahası düzeltmeyi sağlamak kolayken bunlar
gerçek olabilir mi? Bu nedenle bu yorumlar kazara ve belli hataların
düzeltmeleri olmadıkları zaman özgün yazarlar tarafından bile bile yazılmış
olmaları ve bir anlam taşı- malan gerektiği varsayılıyor. Ancak böyle savları
yanıtlamak kolay; kenar versiyonlarının yorumlanmasında geleneğin devam etmesi
sorusuna gelince, bunu düşünmek için çok zaman ayırmayacağım. Batıl inancı
nelerin harekete geçirdiğini bilmiyorum ve belki de bu uygulama her iki yorumun
da eşit olarak iyi ve kabul edilebilir olduğu düşüncesinden doğmuştur ve bu
yüzden her ikisinin de ihmal edilmemesi için birinin yazılmasına diğerinin de
okunmasına karar verilmişti. Özellikle de kenar yorumlarının kutsal
kitaplarda yazılmadığı yerlerde böyle yapılabilirdi. Ya da gelenek, bazı şeylerin
doğru yazılmış olmasına rağmen, bunların kenar versiyonuna göre başka türlü
okunmasının istenmesinden ve bu yüzden Kutsal Kitap'ı okurken kenar
versiyonunun da okunmasının genel kural kabul edilmesinden kaynaklanabilir.
Yazıcıların özellikle belli parçalann kenar versiyonunun okunmasını tavsiye
etmesinin nedenine şimdi değineceğim,- çünkü tüm kenar notları değişik
yorumlar değildir, bazdan yaygın kullanımdan çıkmış ifadeleri, eski sözcükleri
ve o zamanki görgünün halka açık bir toplantıda okunmasına izin vermediği
terimleri belirtir. Eski yazarlar hiçbir kötü amaçlan olmadan sarayda
kullanılan sözcüklerle açıklamalar yapmayıp şeyleri kolay anlaşılır adlarıyla
andılar. Sonra kötü düşüncelerin ve gösterişin yayılmasıyla, eskilerce hakaret
anlamı içermeden kullanılabilen sözcükler ağza alınmaz olarak düşünülmeye
başlandı. Bu nedenle Kutsal Kitap'ın metninin değiştirilmesine gerek yoktu.
Buna rağmen halkın zayıflığına ayrıcalık tanınarak cinsel ilişki...vs.
anlamına gelen sözcükler yerine daha görgülü sözcükler kullanmak ve onları
kenar notta verilen gibi okumak gelenek haline geldi.
Öyle ya da
böyle Kutsal Kitap'ı kenar versiyonuna göre okuma uygulamasının kaynağı ne
olursa olsun, bu, doğru yorumun orada saklı olması değildi. Çünkü bunun
yanında Musevi! erin Şeriat Kitabı'nda Hahamlar sık sık Masoretlerle
farklı görüşte oluyor ve
onayladıkları başka yorumlar veriyorlar, biraz sonra göstereceğim gibi İbrani
dilinin kullanımlarıyla daha az kesin görünen belli şeyler kenar notlarında
bulunuyor. Örneğin, 2 Samuel xiv:22'de: "...çünkü kulunun isteğini
yaptı..." diyen açıkça düzenli ve xvi. parçadakiyle uyan bir yapıyı
görüyoruz. Ama kenar notu eylemin öznesiyle uymayan "...kulunun istediğini
yaptın..." yapısına sahip. Öyleyse aynı kitabın xvi:25. parçasında da
kenar notu eyleme yalın bir hal alması için "biri"yi ekliyor ve
"...Tanrı sözünü ileten bir adamınki gibiydi." haline geliyor. Ama
düzeltme görünüşte kesin değil; çünkü İbrani dilinde etken eylemin üçüncü tekil
kişisini kişilik dışı kullanmak dilbilgisi uzmanlarınca iyi bilinen yaygın bir
uygulamadır.
Ferisiler
tarafından öne sürülen ikinci sav biraz önce söz edilen şeyle kolayca
yanıtlanıyor,- yani yazıcıların çeşitli yorumların yanında eski sözcüklere
dikkat çekmeleriyle. Çünkü İbranicede diğer dillerde olduğu gibi kullanım
değişiklikleri, birçok sözcüğü eski ve modası geçmiş yaptı ve kutsal
kitaplardaki böyle sözcükler sonraki yazıcılarca bulundu ve onlar tarafından
halk içinde geleneğe göre okunan kitaplar olmaları amacıyla kaydedildi. Bu nedenle
nahgar sözcüğü her zaman işaretli olarak bulunur; çünkü cinsiyeti özgün
halinde ortaktı ve Latin juvenis
(genç insan) sözcüğüyle aynı anlamı taşıyordu. Aynı şekilde İbrani başkenti
Yeruşalayim değil, Yeruşalim adıyla anılıyordu. "Kendisi" adılına gelince
sanırım sonraki yazcılar dişil cinsi ifade etmek istediklerinde vau'yu jod’â
çevirdiler (İbranicede çok sık rastlanan bir değişim); ama eskiler iki
cinsiyeti bir sesli harf değişimiyle ayırırlardı. Belli eylemlerin kuralsız zamanları
ayrıca eskiden bir incelik işareti olarak kulağa hoş gelen bazı harflerle
kullanıldığı için eylemlerin modem biçimleri değişiklik gösterir.
Sözün kısası,
eğer okuyucunun sabrını taşırmaktan korkmasam bu tür kanıtların sayısını
arttırabilirim. Belki tüm bu ifadelerin eski olduklarını gerçeğini nasıl
bildiğim sorulacak. Bu soruya bu sözcükleri Kutsal Kitap'ın kendisindeki en
eski İbrani yazarlarda bulduğum ve sonradan gelen yazarlarca taklit
edilmedikleri ve böylece içinde bulundukları dilin ölü olmasına rağmen eski olarak
kabul edildikleri cevabını veririm. Ama belki de biri, Kutsal Kitap'ın kenar
notlarının genellikle çeşitli yorumları gösterdiği dediğim gibi doğruysa, üç
ya da daha fazlası yerine, bir parçanın biri metinde biri kenarda olmak üzere
neden hiçbir zaman birden fazla yorumunun olmadığını sorarak beni
sıkıştırabilir. Ve bundan öte yazıcıların biri açıkça dilbilgisine ters düşen,
diğeri de açık bir düzeltme olduğu halde nasıl iki yorum arasında kaldıkları
sorulabilir.
Bu soruların
yanıtı kolay. Bir zamanlar şimdi kaydedilenden daha değişik yorumlar olduğunun
neredeyse kesin olduğunu önceden belirteceğim. Örneğin, Musevi Şeriat
Kitabı'nda Masora'nın ihmal ettiği birçok şey bulunuyor ve birbirlerinden o
kadar farklılar ki Bomberg Kutsal Kitabı'nın batıl inançlı editörü bile onları
uyumlu hale getiremediğini itiraf ediyor. 'Yukarıda dediklerimizin dışında,
yani Musevi Şeriat Kitabı'nın genellikle Mosara ile çeliştiği dışında hiçbir
şey diyemeyiz." diyor. Böylece herhangi bir parçanın hiçbir zaman ikiden
fazla yorumu olmadığını kabul etmek zorunda değiliz; ama ikiden fazla yorumun
hiçbir zaman bulunmadığını şu nedenlerden dolayı kabul etmeye istekliyim ve
aslında olmadığına inanıyorum: (I.) Yorum farklılıkların sadece iki taneyi
kabul etmesinin nedeni genellikle bazı harflerin benzerliği olduğu için sorun,
sürekli karşılaşılan bir durum olan ve hangi seçenek kullanılırsa kullanılsın
sıkça yeterli ölçüde iyi bir anlam elde ederek hangisinin Beth ya da Kaf,
Jod ya da Vau, Daleth ya da Reth olarak yazılması gerektiği
kararlaştırarak kendi kendine çözüldü. Bazen de sorun sayının sessiz adı
verilen harflerce belirlendiği bir hecenin uzun ya da kısa olmasıdır. Dahası
tüm kenar versiyonlarının istisnasız değişik yorumları gösterdiğini hiçbir zaman
öne sürmedik; tam tersi çoğunun görgü ya da eski sözcükleri açıklama isteğine
bağlı olduğunu belirtmiştik. (II.) İkiden fazla yorumun hiçbir zaman
bulunmadığı gerçeğini, yazıcılar tarafından bulunan iki ya da üçten fazla
olamayan örneklerin yetersizliği nedenine bağlamaya eğilimliyim. Yazıcıların
incelemesinin vi. bölümünde, kenar versiyonlarının Ezra'ya mal edilebilmesi
için onun zamanında bulunan sadece üç versiyon varmış gibi gösteriliyor.
Bu nasıl olursa olsun, eğer yazıcılar kutsal kitabın sadece üç özgün
haline sahip idiyseler verilen ikisinin bir parçada uyuştuğunu kolayca hayal
edebiliriz çünkü üçünden her birinin aynı metnin farklı bir yorumunu vermesi
olağan dışı olurdu.
Ezra’nın zamanından soma kopyaların yokluğu, Maccabees’in ilk
bölümünü ya da Josephus’un Antiquites’inin 12. Kitap 5. bölümünü okuyan
hiç kimseyi şaşırtmayacaktır. Hatta şiddetli ve günlük eziyet düşünülünce bu
birkaçının bile saklanmış olması olağanüstü görünüyor. Bu samrım o zamanların
tarihinin yüzeysel okuyucusu için bile açık olacaktır.
Böylece Kutsal Kitap'ta bir parçanın neden hiçbir zaman ikiden fazla
yorumu olmadığını keşfetmiş olduk; ama bu, bu yüzden Kutsal Kitap'ın böyle
parçaların birtakım gizemleri belirtmek için bilerek yanlış yazıldığını
varsaymaktan çok uzak. İkinci sav ise bazı parçaların tüm dilbilgisiyle açıkça
uyumsuz olacak kadar hatalı yazıldığı ve kenarda değil, metinde düzeltilmesi
gerektiğidir. Bu sava az önem veriyorum; çünkü yazıcıların hangi dinsel
nedenle bu şekilde hareket ettiklerini söylemek beni ilgilendirmiyor. Belki
keşfettikleri farklılıkları kuşkulu yorumlar değil, basit farklılıklar olarak
kenarda işaretleyerek Kutsal Kitap'ın kesinlikle özgün durumunu buldukları az
sayıdaki örneğini iletmeyi içtenlikle istedikleri için. Kendim onları kuşkulu
yorumlar olarak andım çünkü; genellikle iki versiyondan hangisinin tercih
edilir olduğunu söylemek olanaksızdı.
Son olarak,
bu kuşkulu yorumların yanında yazıcılar (paragrafın ortasında bir boşluk
bırakarak) birçok parçayı çarpıtılmış olarak işaretledi.
Masoretler
böyle durumları saydı ve bu durumlar toplam yirmi sekizi buldu. Bu sayıda
herhangi bir gizemin saklı olduğunun düşünülüp düşünülmediğini bilmiyorum,
öyle ya da böyle Ferisiler belli bir miktarda boş yeri dinsel olarak
koruyorlar.
Böyle
boşlukların biri (örnek olarak) "Kayin kardeşi Habil'e tarlada
birlikteyken... dedi" de bizim Kayin'in dediği şeyi duymayı beklediğimiz
yerde bir boşluk bırakılan Yaratılış iv:8'de bulunuyor.
Benzer olarak
(dikkat çektiğimiz bu konuların yanında) yazıcılar tarafından bırakılan yirmi
sekiz boşluk var. Bunların çoğu eğer boşluk bırakılmış olmasaydı çarpıtılmış
olarak kabul edilmeyecekti. Ama bu konudan yeterince söz ettim.
X.
Bölüm:
Eski Antlaşma'nın
Geriye Kalan
Kitaplarının Yukarıda Gösterilen
Yönteme Göre İncelenmesi
Tarihler, Mezmurlar, Deyişler.
Ycşaya, Ycrcmya.
Hezckicl, Hoşça.
Diğer peygamberler, Yunus, Eyüp.
Daniel, Ezra, Nchcmya, Ester.
Yazarın Yeni Antlaşma'nın benzer bir ayrıntılı
incelemesine girişmeyi geri çevirmesi.
Şimdi Eski
Antlaşma'nın geriye kalan kitaplarına geçiyorum. Tarihler I'deki iki
kitapla ilgili, bunların kesinlikle Ezra'nın zamanından sonra ve belki de
Tapınağın Yahuda Makabe tarafından onarılıp eski durumuna
getirilmesinden sonra [Son Not 19] yazıldıkları dışında özellikle ya da önemli
olarak belirteceğim hiçbir şeyim yok. Çünkü ilk kitabın ix. parçasında
Yeruşalim'de ilk olarak yaşayan ailelerin bir hesaplamasını ve 17. dizede ikisi
Nehemya'da tekrarlanan kapıcıların adlarını buluyoruz. Bu, kitapla- nn
kesinlikle şehrin yeniden inşa edilmesinden sonra derlendiğini gösteriyor.
Gerçek yazarları, yazarların yetkisi, yararlılığı ve öğretisine gelince hiçbir
sonuca varamıyorum. Wisdom'ın, Tobit'in ve diğer sahte biçimli kanun kitaplarının
Kutsal Kitap'a girmesine izin vermeyen insanlar tarafından bu kitapların
Kutsal Kitap'a dâhil edilmelerine her zaman şaşmışımdır. Onların yetkisini
aşağılamayı amaçlamıyorum ama evrensel olarak kabul edilmiş oldukla- n için
onları oldukları gibi bırakacağım.
Mezmurlar
ikinci tapınağın zamanında toplanmış ve beş kitaba bölünmüşlerdi, çünkü Mezmurlar
lxxxviii, Philo-Judaeus'a göre kral Yehoyakin hala Babil'de bir
tutsakken yayınlanmıştı ve Mezmurlar lxxxix'a göreyse aynı kral
özgürlüğünü elde ettiğinde yayınlanmıştı. Bu, onun zamanında kabul edilen bir
görüş olmadığı ya da ona güvenilir insanlar tarafından söylenmediği sürece,
Philo'nun bu bildiride bulunacağını sanmıyorum.
Süleyman’ın
Özdeyişleri'nin aynı zamanda ya da en azından kral Yoşiya zamanında
toplandığına inanıyorum; çünkü xxv: 1 parçasında "Bundan sonrakiler de
Süleyman’ın özdeyişleri'dir. Bunları Yahuda Krah Hizkiya’nın adamları derledi.”
yazıyor. Burada kutsal yasadan hem Özdeyişleri hem de Vaizleri dışlamak ve
onlari Apokrif'e koymak
isteyen Ha-
hamların saygısızlığı karşısında sessiz kalamayacağım. Aslında eğer
tesadüf eseri Musa'nın yasasımn övüldüğü bazı parçalara rastlamasalardı
gerçekten de böyle yapacaklardı. Aslında Kutsal yasamn yerleştirilmesinin
böyle adamlann elinde olduğunu düşünmek acı verici; ancak onları tamamen iyi
niyetle iletip iletmediklerinden kuşku duymama rağmen bu örnekte söz konusu
kitapları görmemize izin verdikleri için onları kutluyorum; ama şimdi bu
konunun üstünde durmayacağım.
O zaman vahiy
kitaplarına geçiyorum. Bunun bir incelemesi beni orada yer alan vahiylerin
başka kitaplardan derlenmiş olduklarına ve her zaman tam olarak peygamberler
tarafından yazıldığı ya da söz edildiği sırada yazılmadıklarına, sadece şurada
burada toplanmışlar gibi bölük pörçük olduklarına ikna ediyor.
Yeşaya
yazarın kendisinin ilk dizede belirttiği gibi Azarya işbaşındayken kehanette
bulunmaya başlamıştı. O, o zamanlar sadece kehanette bulunmadı, bundan öte
şimdi kayıp olan bir ciltte o kralın tarihini yazdı (bkz. 2 Tarihler
xxvi:22). Sahip olduğumuz Tarihlerin Yahuda ve İsrail krallarının tarihinden
alındığını göstermiştik.
Hahamların bu
peygamberin, sonunda onu ölümle cezalandıran Manaşşe işbaşındayken kehanette
bulunduğunu öne sürdüklerini ekleyebiliriz ve bu, bir efsane gibi görünmesine
rağmen yine de onların Yeşaya'nın tüm vahiylerinin kaybolduğunu düşündüklerini
gösterir.
Tarihsel
şekilde aktarılan Yeremya'nın kehanetleri de çeşitli tarihlerden alınmıştır;
çünkü sadece tarihleri göz önüne alınmadan kanşık olarak toplanma- 210
mışlar, aynı zamanda aynı öykü, değişik sayfalarında değişik şekillerde
anlatılmış. Örneğin, xxi. Parçada Yeremya'nın tutuklanma nedeninin, ona
başvuran Sidkiya'ya şehrin yıkılacağı kehanetinde bulunması olduğu söyleniyor.
Bu anlatım birden xxii. parçada peygamberin (Sidkiya'nın kalıtçısı) Yehoyakim'e
yakınmasına ve o kralın tutsaklığıyla ilgili öngörüsüne geçiyor; sonra xxv.
Parçada peygambere daha önce bağışlanan vahiyler geliyor, yani Yehoyakim'in
dördüncü yılında ve daha da ilerisinde aynı egemenliğin ilk yılında alınan
vahiyler geliyor. Yeremya'nın takipçisi (sanki araya giren parçalar birer
ayraçmış gibi) en sonunda xxxviii. parçada vahiyleri toplamaya devam ediyor,
xxi. parçada bırakılan anlatıma devam ediyor.
Aslında
xxxviii. parçanın başladığı bağlaç xxi. parçanın 8., 9. ve 10. dizelerine
gönderme yapıyor. Yeremya'nın son tutuklanması o zaman çok farklı anlatılıyor
ve tutukevinin mahkemesinde alıkoyul- ması için tamamen ayrı bir neden
gösteriliyor.
Böylece
kitabın bu parçalarının çeşitli kaynaklardan derlendiğini ve parçaların sadece
bu bakış açısından anlaşılır olduklarını açıkça görebiliriz. Yerem- ya'nın
birinci şahısta konuştuğu geri kalan parçalarda yer alan vahiyler Baruk
tarafından Yeremya'nın dikte etmesiyle yazılmış bir kitaptan alınmış gibi
görünüyor. Ancak bunlar sadece (xxxvi:2'den göründüğü kadarıyla) kitabın
başladığı dönem olan Yoşi- ya'nın zamanından Yahoyakim'in dördüncü yılına kadar
peygambere bildirilen vahiylere yer veriyor. xlv:2'den li:59'a kadar olan
içerik aynı ciltten alınmış gibi görünüyor.
Hezekiel'in
kitabının sadece bir parça olduğu ilk
dizede açıkça belirtiliyor. Çünkü birlikte başladığı bağlacın zaten
söylenmiş bir şeye gönderme yaptığını ve takiptekini onunla bağladığını herkes
görebilir. Ancak sadece bu bağlaç değil, aynı zamanda konuşmanın tüm metni
başka yazıları ima ediyor. Şimdiki yapıtın on üçüncü yılda başlaması olgusu
peygamberin devam ettiğini, bir söyleve başlamadığını gösteriyor ve bu, 3.
dizede ayraç içinde sanki aktarmak üzere olduğu vahiylerin daha önce Hezekiel
tarafından Tanrı'dan alınan vahiylerin devamı olduğu "Kil- dan
ülkesinde... Rab Buzi oğlu Kâhin Hezekiel'e seslendi." tümcesiyle
belirtilerek yazar tarafından da doğrulanıyor. Bundan öte Josephus 11 Eski
Çağlar x:9'da Hezekiel'in Sidkiya'nın Babil'i görmemesi gerektiği
kehanetinde bulunduğunu söylerken şimdi elimizde bulunan kitap sadece böyle bir
ifade içermiyor, tam tersi olarak xvii. parçada Babil'e bir tutsak olarak
götürülmesi gerektiğini öne sürüyor [Son Not 20],
Hoşea'yla
ilgili olarak onun şu anda onun adını taşıyan kitapta bulunandan daha fazla
yazdığını kesin olarak belirtemiyorum. Ama kutsal yazar peygamberin seksen
yılı aşkın kehanette bulunduğunu ileri sürdüğü için sahip olduğumuz miktarın
küçüklüğüne şaşıyorum.
Genel anlamda
vahiy kitaplarının derleyicisinin ne tüm peygamberleri ne de sahip olduğumuz
yazıların hepsini topladığını ileri sürebiliriz,- Manaşşe'nin egemenliğinde
kehanette bulduğu söylenen ve 2 Tarihler xxxiii:10, 18'de genel olarak
sözü edilen peygamberlerden açıkça günümüze kadar gelmiş hiçbir vahyimiz yok;
adlarını kitaplara veren peygamberlerin on ikisinin tüm vahiylerine de sahip
212
değiliz. 2 Krallar xiv:25'ten öğrendiğimiz üzere İsrailoğullarına
da kehanetlerde bulunmasına rağmen,Yunus'tan sadece Ninovalılarla ilgili olan
vahiye sahibiz.
Eyüp'ün
kitabı ve kişiliği çok tartışma yarattı. Bazıları kitabın Musa'nın yapıtı
olduğunu ve tüm anlatımın sadece mecazi olduğunu düşünüyorlar. Muse-
vilerin Şeriat Kitabı'nda Hahamların kaydedilen görüşü böyle ve More
Nebuchim'de Maymonides tarafından da destekleniyorlar. Diğerleri onun
gerçek bir tarih olduğuna inanıyorlar, bazıları Eyüp'ün Ya- kup'un zamanında
yaşadığını ve onun kızı Dina ile Evlendiğini varsayıyorlar. Ancak İbn' Ezra
zaten belirttiğimiz gibi yorumlarında yapıtın başka bir dilden İbraniceye bir
çeviri olduğunu doğruluyor. Ezra'nın daha ikna edici savlar öne sürmesini isterdim;
çünkü o zaman Yahudi olmayanların da kutsal kitapları olduğu sonucuna
varabilirdik. Kendim konuyu askıda bırakacağım; ama Eyüp'ün Musevi olmadığını
ve çok sağlam karakterli olduğunu sanıyorum, önce zengin olduğunu sonra da
korkunç felaketlerle karşı karşıya kaldığım ve sonunda büyük bir mutluluğa
kavuştuğunu sanıyorum (Hezekiel tarafından diğerleri arasında böyle
adlandırılıyor, xiv:12). Yazgısının cilveleri arasında düşüncesinin değişmezliğinin
birçok insanın Tanrı'nın kayrasını tartışmasına ya da en azından kitabın söz
konusu yazarının konuşmalannı eklemesine neden olduğunu kabulleniyorum; çünkü
içerik ve ayrıca biçem de rahat bir şekilde çalışma odasında düşünen bir
adamdan çok, perişan şekilde hasta ve küller arasında yatan bir adamın elinden
çıkmışa benziyor. Ayrıca kitabın bir çeviri olduğu konusunda İbn' Ezra ile
hemfikir olmam gerek; çünkü şiirselliği Yahudi olmayanlannkine benzer; böylece
Tannlann Babası bir meclis topluyor ve burada Şeytan adı verilen Momus en büyük
özgürlükle Tanrısal emirleri eleştiriyor. Ama bunlar sağlam kaynağı olmayan
varsayımlardan başka bir şey değil.
viii.
parçadan itibaren kuşkusuz Daniel'in kendi yazısını içeren Daniel'in kitabına
geçiyorum. İlk yedi parçanın nereden geldiğini söyleyemiyorum; ancak ilk
Kildani'de yazıldıkları için onların Kildani tarihlerinden alındıklarını
varsayabiliriz. Eğer bu kanıtla- nabilseydi Kutsal Kitap'ın kutsallığının,
içinde belirtilen öğretilerin ve bu öğretiler bize aktanhrken kullanılan
sözcüklerin, dilin ve deyişlerin bizim anlayışımıza bağh olduğu gerçeğinin çok
çarpıcı bir kanıtını oluştururdu ve bize bundan da öte hangi dilde yazılmış ya
da hangi ulusa ait olursa olsun en yüce ve en iyi olanı öğreten ve anlatan
kitapların eşit şekilde kutsal olduğunu gösterirdi.
Ancak bu
durumda biz, söz konusu parçalann sadece Kildani dilinde yazıldığını ve yine
de Kutsal Kitap'ın geri kalanı kadar kutsal olduğunu belirtebiliriz.
Ezra'nın ilk
kitabı Daniel'in kitabıyla o kadar yakından bağlı ki her ikisi de açıkça ilk
tutsaklıktan itibaren Yahudi tarihini yazan aynı yazann yapıtı olarak
tanınabilir. Bu kitaba Ester'in kitabım eklemede kararsız bile kalmıyorum;
çünkü birlikte başladığı bağlaç başka hiçbir şeye gönderme yapıyor olamaz.
Mordekay tarafından yazılan yapıtla aynı olamaz; çünkü ix:20-22. parçalarda
başka biri Mordekay'ın mektuplar yazdığını aktarıyor ve bu mektupların
içeriğini anlatıyor,-. Bundan öte kraliçe Ester'in Purim günlerinin belirlenen
tarihte kutlanmasını onayladığını ve buyruğun kitapta yazılı olduğunu, yani
(bir İbrani göreneğiyle) o zaman yaşayan herkes tarafından bilinen, İbn' Ezra
ve geri kalanının şimdi yok olduğunu itiraf ettiği bir kitapta yazıldığını
anlatıyor. Son olarak Mordekay'ın geriye kalan işleriyle ilgili tarihçi bize
İran krallarının tarihlerine başvurmamızı söylüyor. Böylece bu kitabın Daniel
ve Ezra'nın tarihlerini anlatan ve bazen Ezra'nın ikinci kitabı diye anılan Nehemya'yı
yazan [Son Not 21] aynı kişi tarafından yazıldığı kuşku götürmez. O zaman bu
kitaplarm tek elden çıktığını doğrulayabiliriz; ama yazarın kişiliğiyle ilgili
hiçbir fikrimiz yok. Ancak her kimse, onun sahip olduğu, büyük ölçüde
kendisinin yazdığı tarihlerin bilgisini nereden aldığına karar vermek için
Tapınak'ın yeniden inşasından sonra Yahudilerin yönetici ve başkanlannın
onların tarihsel olaylarını ve tarihlerini yazan yazıcılar ve tarihçiler
tuttuklarını belirtebiliriz. Kralların kitabında sık sık Kralların
tarihlerinden söz ediliyor,- ama başkan ve rahiplerin tarihlerinden ilk kez Nehemya
xii:23'te ve tekrar 1 Makabeler xvi:24'te söz ediliyor. Bu kuşkusuz
Ester'in buyruğunu ve Mordekay'ın işlerini içerdiği işaret edilen ve İbn'
Ezra'nın dediği gibi şimdi kayıp olan kitaptır. Bu dört kitabın tüm içeriği
ondan alınmıştı; çünkü yazarı tarafından başka hiçbir yetkiliden söz edilmiyor
ya da bir yetkili bildirilmiyor.
Bu kitaplarm
ne Ezra ne de Nehemya tarafından yazıldığı, Nehemya xii:9'da hahambaşı
Yeşu'nun .soyundan gelenlerin izinin, Pers İmparatorluğu neredeyse boyunduruk
altına alındığında Büyük İskender'le buluşmaya giden (Josephus, Eski Çağlar
ii.108) ya da Philo-Judaeus'a göre İranlılann boyunduruğu altındaki altıncı ve
son haham olan altıncı hahambaşı Yaddua'ya kadar takip edilebilmesinden belli.
Nehemya'nın aynı parçasında 22. dizede bu konu açıkça ortaya
çıkarılıyor: "Levililer'den Elyaşiv, Yoyada, Yohanan ve Yaddua'nın
yaşadığı günlerde, Pers Kralı Darius'un döneminde, Levili aile başlarının ve
kâhinlerin kaydı tutuldu." -yani, tarihlerde. Sanırım hiç kimse [Son Not
22] Nehemya ve Ezra'nın yaşamının Pers'in on dört kralından daha fazla
yaşayacak kadar uzun olduğunu düşünmüyordun Tapınaklarını yeniden inşa etmeleri
için Yahudilere izin veren ilk kral Koreş'ti. Bu tarih ve Pers'in son ve on
dördüncü kralı Darius arasındaki süre 230 yıh geçiyor. Bu yüzden bu kitapların
Yahuda Makabe'nin Tapınak'ta tapınmayı geri getirmesinden sonra yazıldığından
kuşkum yok. Çünkü o tarihte Daniel'in, Ezra'nın ve Ester'in kitapları, yazılar
bildiğim kadarıyla Ferisiler tarafından hiçbir zaman kabul edilmediği için
neredeyse kesin olarak Saddukiler olan kötü niyetli insanlar tarafından
yayınlanmıştı ve Ezra'nın dördüncü kitabındaki bazı efsaneler Musevilerin
Şeriat Kitabı'nda tekrarlanmış olmasına rağmen Ferisilere yazılmış
olamazlar; çünkü en bilgisiz kişi bile bunların bazı alçaklar tarafından
eklendiğini kabul ediyor. Bence aslında biri mezhebin tüm gelenekleriyle alay
etmek amacıyla böyle eklemeler yapmış olmalı.
Belki de bu
dört kitap belirttiğim zamanda insanlara Daniel'in vahiylerinin
gerçekleştiğini göstermek ve böylece dindarlıklarını alevlendirmek ve felaketlerinin
ortasında içlerinde bir kurtuluş umudu uyandırmak amacıyla tam olarak yazılmış
ve yayınlanmıştı. Daha yeni ortaya çıkmalarına rağmen elimizdeki kitaplar
sanırım aceleyle yazıldıkları için birçok yanlışlık içeriyor. Önceki bölümde
belirttiğim gibi kenar yorumları başka yerlerde olduğu gibi burada da, hatta
daha da fazla miktarda bulunuyor; dahası nedeni sadece aceleyle yazıldığı
varsayılarak açıklanabilecek belli parçalar var.
Ancak kenar
yorumlarına dikkat çekmeden önce eğer Ferisiler onları eski ve özgün
yazıcıların yapıdan varsaymakta haklılarsa zorunlu olarak bu yazıcıların (eğer
birden fazlalarsa) onları kopyaladıkları metni yanlış bulduklarını ve yine de
atalannın ve onlardan üstün olanlann yazdıklarını değiştirmeye girişmediklerini
kabul etmeliyiz. Yine konuya uzun uzadıya girmeme gerek yok ve bu yüzden
kenarda fark edilmeyen birkaç uyumsuzluğa dikkat çekerek devam edeceğim.
1.
Ezra'nın ikinci parçasının
metnine bir yanlışlık sızmış; çünkü 64. dizede bize parçanın geri kalanında
sözü edilenlerin hepsinin sayısının 42,360'a vardığı söyleniyor; ama çeşitli
parçalan topladığımızda sonuç sadece 29,818 oluyor. Bu yüzden ya toplamda ya da
ayrıntılarda bir yanlışlık olmalı. Toplam büyük ihtimalle doğru; çünkü umulur
ki kutsal metin herkesçe dikkate değer olarak tanınan bir şeydi; ama
ayrıntılara gelince iş başka olurdu. O zaman eğer toplama herhangi bir
yanlışlık sızmışsa bir zamanlar işaretlenmiş olurdu ve kolayca düzeltilirdi. Bu
görüş
Ezra'nın bu parçasını belirten Nehemya vii ile doğrulanıyor ve
ona açık uygunlukta bir toplam veriliyor; ama ayrıntıların hepsi farklı -
bazıları Ezra'dakiler- den daha büyük ve bazıları daha az ve hepsi birlikte
31,089'u buluyor. Bu yüzden hem Ezra da hem de Nehemya'da ayrıntıların
yanlış verildiği sonucuna varabiliriz. Bu açık çelişkileri uyumlu hale
getirmeye girişen yorumcuların her biri hayal güçlerini kullanabilecekleri en
iyi şekilde kullanıyorlar ve Kutsal Kitap'ın her bir harf ve sözcüğüne
hayranlıklarını itiraf ederken, sadece kutsal yazıcıları sanki sade bir
anlatımı yazmayı ya da aktarmayı bilmiyorlarmış gibi gülünç duruma düşürmeyi
başarıyorlar. Böyle insanlar Kutsal Kitap'ın açıklığını belirsizleştirmek- ten
başka hiçbir işe yaramıyorlar. Eğer onların yöntemindeki gibi Kutsal Kitap'ın
her yeri yorumlanabilir olsaydı anlamı güvenilir olan mantıklı önerme diye bir
şey olmazdı. Ancak bu konu üstünde durmaya gerek yok; sadece eğer herhangi bir
tarihçi Kutsal Kitap'ın yazarlarına rahatça mal edilen tutanakları taklit
etmeye kalksaydı yorumcuların onu küçümsemeyle gözaltında tutacaklarına ikna
oldum. Eğer Kutsal Kitap’ta birçok yanlışlık olduğunu belirtmek saygısızlıksa
O'na kendi hayallerini yamayan, kutsal yazıcıları karmaşık saçmalık yazacak
kadar alçaltan ve en sade ve açık anlamları reddedenler için hangi adı
kullanmalıyız? Kutsal Kitap'ta Ezra ve arkadaşlarının kitabın ona mal edilen
ikinci parçasında onlarla Yeruşalim'e doğru yola çıkan tüm İbranileri
ayrıntılı olarak saydıkları gerçeğinden daha açık ne olabilir ki? Bu sadece
kökenini söyleyenlerin değil aynı zamanda söyleyemeyenlerin de sayılmasıyla
kanıtlanıyor. Yazarın sadece Ezra'da verilen listeyi 218
kopyaladığı Nehemya vii:5'ten de eşit şekilde belli değil mi? Bu
yüzden bu parçaları tersi olarak açıklayanlar, Kutsal Kitap'ın sade anlamım
reddediyorlar - hatta Kutsal Kitap'ı reddediyorlar. Kutsal Kitap'ın bir
parçasını bir diğeriyle birleştirmeyi dindarlık sayıyorlar - açık parçaları
belirsizleştiren, doğruyu yanlış hale getiren, sağlamı bozan gerçekten de hoş
bir dindarlık.
Eğer iyi bir
amaçları varsa böyle yorumcuları saygısız olarak adlandırmak bana düşmez.
Çünkü yanlış yapmak insana özgüdür. Ama konuma geri dönüyorum.
Sayısal
ayrıntıların bu yanlışlıkların yanında soy ağacında, tarihte ve korkarım ki
vahiylerde de başka yanlışlıklar var. Yeremya'nın (xxii. parça) Yehoyakin ile
ilgili kehaneti I Tarihler iii:17-19'da verildiği üzere onun tarihiyle
ve özellikle de parçanın son sözcükleriyle açıkça uyuşmuyor. Ayrıca
"esenlikle öleceksin" kehaneti, gözü önünde oğulları öldürüldükten
sonra gözleri yerinden çıkarılan Sidkiya'ya nasıl uygulanır anlamıyorum. Eğer
vahiyler konularıyla yorumlanırlarsa bir ad değişikliği yapmalıyız ve Sidkiya yerine
Yehoyakin diye ve tersi olarak okumalıyız. Ancak bu fazla çelişkili bir işlem
olurdu; öyleyse eğer varsa, özellikle de yanlışlık yetkililere değil de,
tarihçiye mal edilmeliyse konuyu açıklamasız bırakmayı tercih ediyorum.
Diğer
zorluklara sadece okuyucuyu yoracağı ve dahası diğer yazarların açıklamalarını
tekrarlayacağım için değinmeyeceğim. Çünkü R.Selomo yukarıda belirtilen belli
soyağacı çelişkisi karşısında şu sözleri açıklamak zorunda ( bkz. 1 Tarihler
viii üzerinde yaptığı yorumu): "(Tarihler kitabının yazarı varsaydı-
ğı) Ezra özgün uyumsuzluklar bulduğu için Benya- min'in oğullarına Yaratıhş'ta
gördüğümüzden farklı isimler ve soyağaçları veriyor ve Levililerin çoğunu
Yeşu'dan farklı olarak anlatıyor." Ve yine biraz sonra: "Givon'un ve
diğerlerinin soyağacı iki kez farklı yollarla, her bir soyağacının farklı
tablolarından anlatılıyor ve Ezra onları yazarken metinlerin çoğunluğunda
bulunan versiyonu benimsedi ve yetki eşit olduğundaysa her ikisini de
verdi." diyor. Böylece bu kitaplann özgün olarak yanlış ve kesin olmayan
kaynaklardan derlendiğini kabul ediyor.
Aslında
yorumcular uyumsuzlukları uyumlu hale getirmeyi amaçlarlarken genellikle onların
nedenlerini belirtmekten başka bir şey yapmıyorlar. Çünkü sanırım aklı başında
hiçbir insan, kutsal tarihçilerin kendileriyle açıktan açığa çeliştiklerini
göstermek amacıyla yazdıklarını varsaymaz. Belki bana Kutsal Kitap'ın yetkisini
yıktığım söylenecek, bu bakımdan bana göre herkes herhangi bir parçadaki
yanlışlıktan yola çıkarak kuşku duyabilir; ama tam tersi olarak amacımın açık
ve bozulmamış parçaların yanlış olanlara uydurulmasını ve bozulmasını önlemek
olduğunu göstermiştim. Bazı parçalann bozulmuş olması gerçeği bize hepsinden
kuşku duyma hakkını da vermez. Hiçbir kitap tamamen yanlışsız olamaz. Yine de
sorarım; kim bütün kitapların her yerinin yanlış olduğundan kuşku duyar?
Kesinlikle hiç kimse, özellikle de sözcük seçimi ve yazarın amacı açık
olduğunda.
Şimdi Eski
Antlaşma'nın kitaplanyla ilgili olarak kendim için belirlediğim görevi tamamladım.
Söylenenlerden Makabelerin zamamndan önce kutsal kitaplann hiçbir ölçütü
olmadığı [Son Not 23], şimdi 220
sahip olduklarımızın Tapınak'ın yeniden inşası döneminde, kabul
edilmeleri sadece onların sorumluğu olan (ayrıca duaların belirlenmiş biçimini
kuran) Ferisiler tarafından diğer kitap yığınları içinden seçildikleri
sonucunu kolayca çıkarabiliriz. Bu yüzden Kutsal Kitap'ın yetkisini kanıtlamak
isteyen biri her bir kitabın ayrı ayrı yetkisini de göstermek zorundadır; geri
kalanının Tanrısal kaynağını çıkarsamak için tek bir kitabın Tanrısal kaynağını
kanıtlamak yeterli değildir. Bu durumda Ferisi kurulunun kitap seçiminde
yanılmaz olduğunu varsaymalıydık ve bu hiçbir zaman kanıtlamazdı. Sadukilerin
reddettiği Diriliş öğretisinin Daniel ii'de bildirilmesi olgusu ve Musevilerin
Şeriat Kitabı'nda Ferisilerin onları kendilerinin seçtiklerini açıkça
belirtmeleri beni, Eski Antlaşma'nın kitaplarını sadece Ferisilerin seçtiğini
ve onları kutsal kitaba onların soktuğunu belirtmeye yöneltiliyor. Çünkü Sabbathus'un
incelemesinde 2. bölüm, 30. yaprak, 2. sayfada: Rabbi soyadlı R. Jehuda, içinde
yasaya (yani, Musa'nın yasası kitabına) karşı sözler bulunduğu için uzmanların
Vaizlerin kitaplarım gizlemek istediklerini bildiriyor. Onu neden gizlemediler?
Çünkü yasayla uyumlu olarak başlıyor ve bitiyor ve biraz sonra /'Ayrıca
Özdeyişler kitabını saklamaya çalıştılar" diyor. Ve aynı incelemenin ilk
bölümünde 13. yaprak, 2. sayfada: 'Gerçekten daima bir adamın adını verin,
hatta Neghun- ga adı verilen Hizkiya'nın oğlu: O olmasaydı yasamn sözleriyle
uyuşmadığı için Hezekiel'in kitabı gizlenecekti.'
Böylece
yasada uzman olan insanların hangi kitapların Kutsal Kitap'a alınacağı ve
hangisinin alınmayacağına karar vermeleri için bir kurul topladıkları çok
açık. Bu yüzden tüm kitapların yetkisini sağlama almak isteyen biri, yeni bir
kurul toplasın ve her üyeye gerekçelerini sorsun.
Şimdi Yeni
Antlaşma'daki kitapları aynı biçimde incelemenin zamanı geldi; ama öğrendiğim
kadarıyla bu iş zaten bilim ve dillerde çok usta insanlarca yapıldığı ve kendim
bu iş için tam olarak yeterli Grekçe bilgisine sahip olmadığım, son olarak bu
kitapların İbranice yazılan özgünlerini kaybettiğimiz için bu girişimi
reddetmeyi tercih ediyorum. Ancak konumla en çok ilgili olan bu noktalara
sonraki bölümde değineceğim.
2.
Kısmın Sonu.
Tanrıbilimsel
Politik İnceleme’ye
Yazarın Son Notları
2.
Kısım - VI. Bölümden
X. Bölüme
Son Not
6 Tanrı'nın varlığından ve sonuçta başka her şeyin varlığından kuşku
duyduğumuz sürece açık seçik bir Tanrı görüşümüz yoktur, sadece karışık bir
görüşümüz vardır. Üçgenin doğasını doğru olarak bilmeyen, onun üç açısının iki
dik açıya eşit olduğunu bilmez, o zaman Tanrısal doğayı karışık düşünen biri
onun var oluşunun Tanrı'nın doğasına bağlı olduğunu görmez. Şimdi Tanrı'nın
doğasını açık seçik olarak düşünmek için genel kavramlar denilen belli sayıda
çok basit kavramlara dikkat etmek ve onların yardımıyla Tanrısal doğanın
özelliklerinden oluşturduğumuz kavramları, Tanrı'nın doğasıyla ilişkilendirmek
gerekir. O zaman ilk kez Tanrı'nın zorunlu olarak var olduğu, her yerde olduğu
ve tüm kavramlarımızın içinde Tanrı'nın doğasını barındırdığı ve onun
aracılığıyla kavrandığı bizim için açık olur. Son olarak tüm upuygun
bilgilerimizin gerçek
olduğunu görürüz. Bu konuyu "Descartes'ın felsefesinin ilkelerinin
geometrik olarak açıklanması" kitabının önsözü ile karşılaştırın.
Son Not 7
"Kutsal Kitap'taki tüm ifadelerin kesin bir bilgisini elde etmemizi
sağlayacak bir yöntem bulmak olanaksızdır." Anlatmak istediğim dili alışkanlıkla
kullanmayan ve deyiş biliminin tam anlamını kaybetmiş bizler için
olanaksızdır.
Son Not 8.
"Aklın açık bir düşünce oluşturabildiği şeylerde değil de kendileri
aracılığıyla kavranabilen şeylerde ne anlatmak istediğinin izini sürmeye giriştiğimizde
doğuyor" Kavranabilenle, sadece katı olarak kanıtlanmış şeyleri değil,
aynı zamanda kanıtlanamaz olsalar da ahlaki olarak emin olduğumuz ve şaşkınlık
duymadan duymaya alışkın olduğumuzu da anlatmak istiyorum. Herkes Öklid'in
önermelerinin doğruluğunu kanıtlanmadan önce kavrayabilir. Matematiksel olarak
kanıtlanamasalar da insan inancını, yasalarını, kurumlarım, görgülerini aşmayan
hem gelecek hem geçmiş şeylerin tarihini de ben kavranabilir ve açık olarak
adlandırıyorum. Ama inancın sınırını aşıyor görünen hiyeroglif ve tarihlere
kavranamaz adını veriyorum; yine de bu sonuncula- nn arasında yöntemimizin bizi
araştırabilir ve yazarlarının ne anlatmak istediğini keşfedebilir hale getirdiği
birçok şey var.
Son Not 9
"Moriya Dağı Tanrı'nın dağı olarak adlandırılıyor." Yani İbrahim
tarafından değil, tarihçi tarafından böyle adlandınlıyor çünkü tarihçi şimdi
224
"Rab'bin dağında belli edilecektir/' diye andığı bu yerin İbrahim
tarafından "Tanrı sağlayacaktır" diye anıldığını söylüyor.
Son Not
10 "Davut o bölgeyi [İdumeya] fethetmeden önce." Bu tarihten
yine Yahudi krallığından ayrıldıkları Yehoram'ın egemenliğine kadar (2 Krallar
viii:20) İdumeyanhlann krah yoktu, Yahudiler tarafından atanan prensler
kralların yerini tutuyordu (I Krallar xxii:48), aslında İdumeya prensi
kral olarak anılıyor (2 KraUar iii:9).
İdumeya
krallarının sonuncusunun Şaul'ün göreve gelmesinden önce işbaşına geçip
geçmediğinden ya da Yaratılış'nı bu parçada sadece bağımsız kralları
belirtmek istediğinden kuşku duyulabilir. Bir monarşiden tamamen farklı bir
egemenlik kuran Musa'nın adını İbrani kralları arasına yazmak istemek açıkça
boş bir şey.
Son Not
11 "Birkaç istisna." Bu istisnalardan birini 2 Krallar
xviii:20'de: "...söylüyorsun, (ama bunlar boş sözler)..." derken
ikinci şahsın kullanılmasında buluyoruz. Yeşaya xxxvi:5'te: "Savaş
tasarıların ve gücün boş laftan başka bir şey değil diyorum." ve Krallar'-
daki parçanın yirmi ikinci dizesinde: 'Yoksa bana... diyeceksiniz?"
diyerek çoğul sayı kullanılırken Yeşaya tekil sayı kullanıyor. Yeşaya'daki
metin 2 Krallar xxxii:32'de bulunan sözcükleri içermiyor. Böylece
çeşitli yorumların en iyisini ayırt etmenin olanaksız olduğu birçok çeşitli
yorum durumu vardır.
Son Not
12 "...iki parçadaki ifadeler o kadar tuhaf bir şekilde çeşitli
ki..." Örneğin 2 Samuel vii:6'da: "Bir çadırda orada burada
konaklayarak dolaşıyordum." deniyor. Oysa 1 Tarihler xvii:5'te:
"Bir çadırdan öbür çadıra, orada burada konaklayarak dolaştım."
deniliyor. 2 Samuel vii:10 "onlara baskı yapmasınlar" derken 1
Tarihler vii:9'da farklı bir ifade buluyoruz. Daha da büyük
farklılıkları belirtebilirdim ama parçaların bir kez okunması ya kör ya da
akıldan yoksun olmayan herkese onları göstermede yeterli olacaktır.
Son Not
13 "Bu tarih bundan hemen önce gelene gönderme yapıyor
olamaz." Bağlamdan bu parçamn Yusufun kardeşleri tarafından satıldığı
tarihi kastetmesi gerektiği açık. Ama bu hepsi değil. Biraz önce anlatılan
kendi tarihini hesaplamanın temeli kabul ederek aynı sonucu o zaman en fazla
yirmi iki yaşında olan Yahuda'nın yaşından da çıkarabiliriz. Aslında Yaratılış
xxx'un son dizesinden de Yahuda'- mn Yakup'un Lavan'a olan tutsaklığının onuncu
yılında ve Yusufun da on dördüncü yılında doğduğu söyleniyor. Şimdi Yusuf'un
kardeşleri tarafından satıldığında on yedi yaşında olduğunu bildiğimize göre, o
zaman Yahuda yirmi bir yaşından fazla değildi. Bu yüzden Yahuda'nın babasının
evindeki uzun yokluğunun Yusuf'un satılmadan önce olduğunu belirten bu yazarlar
sadece kendilerini kandırmaya ve korumaya meraklı oldukları Kutsal Kitap'ın
yetkisini kuşku konusu yapmaya çalışıyorlar.
Son Not
14 "Dina, Şekem ırzına geçtiğinde neredeyse yedi
yaşındayken..." Bazdan tarafından kabul 226
edilen Yakup'un Mezopotamya ve Beytel arasında sekiz ya da on yıl
gezindiği düşüncesi, İbn' Ezra'ya saygı bunu söylememe izin verirse saçmalığın
belirtisidir. Çünkü Yakup'un acele etmesi için iki nedeni olduğu açık. İlk
olarak yaşlı ebeveynlerini görme arzusu; ikinci olarak ve daha çok, kardeşinden
kaçtığında edilen yemini yerine getirmek için [Yaratılış xxviii:10 ve
xxxi:13 ve xxxv:l) [Yaratılış xxxi:3) Tan- n'nın ona yeminini yerine
getirmesini buyurduğunu ve ona ülkesine geri dönmesinde yardımcı olma sözü
verdiğini görüyoruz. Eğer bu düşünceler akıl yürütmekten çok varsayım gibi görünüyorsa
bu konudan vazgeçeceğim ve Odiseus'tan daha şanssız olan Yakup'un bu kısa yolculukta
sekiz ya da on yıl hatta daha da fazlasını harcadığını kabul edeceğim. Şöyle ya
da böyle Benyamin'in gezisinin son yılında doğduğu reddedilemez yani itirazcıların
hesabıyla Yusuf on altı ya da on yedi yaşındayken çünkü Yakup Lavan'ı Yusuf
doğduktan yedi yıl sonra terk etti. Şimdi Yusuf'un on yedinci yaşından ata
Yakup Mısır'a gidene kadar bu bölümde gösterdiğim gibi yirmi iki yıldan fazlası
geçmedi. Sonuçta Benyamin Mısır'a olan yolculuk zamanında en fazla yirmi üç ya
da yirmi dört yaşındaydı. Bu yüzden genç yaşında büyükbaba olacaktı [Yaratılış
xlvi:21, Çölde Sayım xxvi:38 ile 40 ve Tarihler viii:l'i
karşılaştırın! çünkü Benyamin'in en büyük oğlu Bâlâ'nın o zamanlar Adday ve
Naaman adında iki oğlu vardı. Bu, Dina'nın yedi yaşında ırzına geçildiği deyişi
kadar saçma, anlatımın doğru kabul edilmesiyle çıkacak diğer olanaksızlıklardan
söz etmiyorum bile. Böylece uyumsuzlukları çözmek için beceriksizce girişimler
sadece yeni uyumsuzluklara neden oluyor ve aklı daha çok karıştırıyor.
Son Not
15 "Kenaz'ın oğlu Otniel 40 yıl boyunca işbaşındaydı." Haham
Levi Ben Gerson ve diğerleri, Kutsal Kitap'ın bağımsız geçtiğini söylediği bu
kırk yılın Yeşu'nun ölümünden itibaren sayılması gerektiğine inamyorlar. Ve
sonuç olarak bu kırk yılın insanların Kuşan Rişatayim'in boyunduruğu altında
oldukları sekiz yıh içermesi gerekirken, bunu izleyen on sekiz yılın Ehut ve
Şamgar'ın hâkimliklerinin seksen yılına eklenmesi gerektiğine inanıyorlar. Bu
durumda bağımlılığın diğer yıllarını Kutsal Kitap tarafından bağımsızlıkla
geçtiği söylenen yıllar arasında saymak gerekirdi. Ama Kutsal Kitap bağımlılık
ve bağımsızlık yıllarının sayısına özellikle dikkat ediyor ve bundan öte
(Hâkimler ii:18) İbrani devletinin hâkimlerin bütün zamanı boyunca zengin olduğunu
bildiriyor. Bu yüzden (kesinlikle bilgili bir adam olan) Levi Ben Gerson ve
takipçileri Kutsal Kitap'ı yorumlamaktan daha çok, düzeltiyorlar.
Aynı
yanlışlık, Kutsal Kitap'ın yılların bu genel hesaplamasını yapmasının
amacının, kargaşa ve bağımlılık yıllarını, felaket ve yönetimin kanunen
çalışmadığı dönem olarak atlayarak, İbrani devletinin sadece düzenli yönetim
dönemini belirtmek olduğunu söyleyenler tarafından yapılıyor. Kutsal Kitap
kargaşa dönemlerini kesinlikle sessiz kalarak atlıyor ama onların hayal ettiği
gibi onları hesaplamayı reddetmiyor ya da ülkenin tarihsel olaylarından
silmiyor. 1 Krallar vi'de Ezra'nın Mısır'dan kaçıştan sonraki tüm yıllan
hesaplamayı istediği açık. Bu o kadar açık ki Kutsal Kitap bilgisi olan hiç
kimse bundan kuşku duyamaz. Çünkü metnin sözlerine tam olarak geri dönmeden
Rut'un kitabının sonunda verilen Davut'un soyağacının ve 1 Tarihler
ii'nin bu kadar çok sayıda yılı güçlükle açıkladığını görebiliriz. Yahuda
oymağının {Çölde Sayım vii:l 1) prensi olan Nahşon ise Mısır’dan
Çıkış'tan iki yıl sonra çölde öldü ve oğlu Salmon, Şeria'yı Yeşu ile geçti.
Şimdi bu Salmon, soyağacına göre Davut'un büyük-büyük babasıydı. O zaman toplam
480 yıldan Süleyman'ın egemenliği için dört yıl, Davut'un yaşamı için yetmiş ve
çölde geçirilen zaman için kırk yıl çıkarırsak Davut'un Şeria'dan geçişten 366
yıl sonra doğduğunu buluruz. Bu yüzden Davut'un babasının, büyükbabasının,
büyük-büyük babasının ve büyük-büyük- büyük babasının doksan yaşlarındayken
çocuk sahibi olduklarına inanmalıyız.
Son Not 16 "Şimşon kırk yıllığına hâkimdi."
Şimşon İbraniler Filistinlilerin boyunduruğu altına girdikten sonra doğmuştu.
Son Not 17 Yoksa Kutsal Kitap'ı açıklamaktan çok düzeltmiş
olurlar.
Son Not 18 "Kiryat-Yearim" Kiryat Yearim aynı
zamanda Baale Yahuda adıyla da anılıyor. Bu yüzden Kimçi ve diğerleri benim
'Yahuda halkı" olarak çevirdiğim Baale Yahuda'nın sözlerini bir yerleşim
biriminin adı olduğunu düşünüyorlar. Ama bu öyle değil; çünkü 'Baale' sözcüğü
çoğul halde. Dahası
Samue/'deki bu metni 1 Tarihler xiii:5 ile karşılaştırarak
Davut'un kalkıp Baale'nin dışına çıkmadığını, oraya gittiğini buluyoruz. Eğer
Samuel'in kitabının yazarı Davut'un gemiye bindiği yeri adlandırmak isteseydi,
eğer İbraniceyi doğru konuşuyorsa "Davut kalktı, Baale Yahuda'dan çıktı ve
oradan gemiye bindi." derdi.
Son Not 19
"Tapınağın Yahuda Makabe tarafından onarılıp eski durumuna getirilmesinden
sonra." Bu varsayım, öyleyse, 1 Tarihler iii'te kral Yehayakin'in
doğrudan soyunda on üçüncü olan Elyoenay'ın oğullarında biten soyağacı temel
alınarak ileri sürülmüş. Bunun üzerine Yehoyakin'in tutsaklığından önce hiç
çocuğu olmadığına dikkat etmeliyiz; ama eğer onlara verdiği adlardan bir
çıkarsama yaparsak tutukevin- deyken iki çocuk sahibi olması olası. Torunlarına
gelince, eğer adlar yol gösteriyorsa onların kurtuluşundan sonra doğdukları
açık çünkü bu parçaya göre torunu Pedaiah (Tanrı beni kurtardı anlamındaki bir
ad) Zerubbabil'in babasıydı, Yehoyakin'in yaşamının otuz yedi ya da otuz
sekizinci yılında doğmuştu yani Koreş tarafından özgürlüğün Yahudilere geri
verilmesinden otuz üç yıl önce. Bu yüzden Koreş'in Yahu- diye'nin prensliğini
verdiği Zerubbabel on üç ya da on dört yaşındaydı. Ama araştırmayı bu kadar
derine indirmemiz gerekmiyor. Biz sadece Yehoyakin'in tüm kuşağının anıldığı
zaten alıntısı yapılan 1 Tarihler parçasını dikkatlice okuyoruz ve onu
Devlet başkanlık asasının artık Yehoyakin'in hanedanlığına ait olmadığı,
Makabe'nin Tapınak'ı yeniden inşa ettiği zamana kadar bu kitapların
yayınlanmadığım açıkça 230
görmek için Septuagint versiyonuyla karşılaşmıyoruz.
Son Not
20 "Sidkiya'nın Babil'e bir tutsak olarak götürülmesi gerektiğini
öne sürüyor" O zaman hiç kimse Hezekiel'in kehanetinin Yeremya'nınkiyle
çeliştiğinden kuşku duyamazdı, ama Josephus'un öyküsünü okuyan herkes bundan
kuşku duyar. Olay her iki peygamberin de sağ tarafta olduğunu kanıtladı.
Son Not
21 "Nehemya'yı yazan" Nehemya'nın kitabının büyük kısmının
peygamber Nehemya'nın kendisi tarafından oluşturulmuş yapıttan alındığı,
yazarımn tanıklığından çıkıyor. (Bkz. i. parça) Ama viii. parça ve xii. parça
26. dize arasındaki parçamn tamamının Nehemya'nın sözlerine bir parantez
oluşturan xii. Parçamn son iki dizesiyle beraber, Nehemya'dan çok yaşayan
tarihçinin kendisi tarafından eklendiği ortada.
Son Not
22 "...sanırım hiç kimse... düşünmüyordun" Ezra'nın Yeşu
adındaki (bkz. Ezra vii. ve 1 Tarihler vi:14)
Zerubbabil ile Babil'den Yenışalim'e giden ilk hahambaşının amcası olduğunu
düşünmüyordun Ama Yahudilerin bir karmaşa içinde olduklarını gördüğünde
diğerlerinin de yaptığı gibi (Nehemya i:2) Babil'e geri döndü ve
isteklerinin yerine getirildiği zaman olan Artahşasta'nın egemen- ligine kadar
orada kaldı ve ikinci bir kez Yeruşalim'e gitti. Koreş'in zamanında Yeruşalim'e
Zerubbabil ile Nehemya da gitti [Ezra ii:2 ve 63 karşılaştırın x:9 ve Nehemya
x:l). "Büyükelçi" olarak çevrilen, İbranice sözcüğün verilen
versiyonu herhangi bir yetkiyle destekli değilken saraya sık sık giden Yahudilere
yeni adlar verildiği kesin. Böylece Daniel, 'Balteshazzar' ve Zerubbabil
'Sheshbazzar' adını aldı [Daniel i: 17). Nehemya görevi nedeniyle
yönetici ya da başkanken Atirsana olarak anıldı [Nehemya v. 24, xii:26).
Son Not
23 "Makabelerin zamanından önce kutsal kitaplann hiçbir ölçütü
yoktu" 'Büyük' adı verilen Sinagog, Asya'nın MakedonyalIlar tarafından
zapt edilmesinden önce ortaya çıkmadı. Maymonides, Haham Abraham, Ben-David ve
diğerlerinin bu sinagog'un başkanlannın Ezra, Daniel, Nehemya, Hagay, Zekeriya
olduğu savı, haham geleneğine dayanan saf bir kurgu. Perslilerin egemenliğinin
sadece otuz dört yıl sürdüğünü ve (Sadukilerce reddedilen ama Ferisilerce
kabul edilen) onları önceki peygamberlerden ve böylece Tanrı'nın Kendi'sinden
alan Musa'dan doğrudan sırayla teslim alan peygam- berlerce onaylanmasının,
"büyük sinagog"un ya da synod'un buyruklarını savunmaları için en başta gelen
neden olduğunu belirtiyorlar. Ferisilerin her zamanki inatçılıklarıyla
savundukları öğreti işte böyle. Ancak kurullann ya da synodlann toplantıya
çağrılma nedenini bilen aydın insanlar Ferisi ve Sadukiler arasındaki
farklılıklara yabancı değiller ve bu büyük sinagog'un toplanmasına neden olan
olay- lan kolayca sezebilirler. Orada hiçbir peygamberin hazır bulunmadığı ve
geleneklerini biçimlendirdikleri Ferisi buyruklarının tüm yetkisini büyük
sinagog'dan aldığı çok kesin.
II. Kısmın Son Notlannın Sonu -
VI. Bölümden X. Bölüme.
XI.
Bölüm:
Havarilerin
Mektuplarını Havariler ve
Peygamberler ya da Sadece
Öğretmenler Olarak Yazıp
Yazmadıklarının Bir Araştırması ve
Havari ile Ne Denmek İstendiğinin Bir
Açıklaması
Mektupların kehanet biçemindc olmaması.
Havarilerin belli yerlerde yazmalarının ya da vaaz
vermelerinin emredilmemiş olması.
Havarileree benimsenen farklı öğretme yöntemleri.
Yeni Antlaşma'nın hiçbir okuyucusu Havarilerin peygamber olduğundan kuşku
duyamaz; ama I. Bölümün sonunda gösterdiğimiz gibi peygamberler vahiylerle her
zaman değil, sadece seyrek aralıklarla konuştukları için, özellikle de Korintliler
xiv:62'de Pavlus iki tür vaaz etme belirttiği için, Havarilerin mektuplarını
Musa, Yeremya ve diğerlerinin yaptığı gibi vahiy ve kesin buyruklarla
peygamberler ya da özel bireyler ya da öğretmenler olarak yazıp yazmadıklarını
yansızca araştırabiliriz.
Eğer Mektupların biçemini incelersek peygamber- lerce kullanılan biçemden
tamamen farklı olduğunu buluruz.
Peygamberler
sürekli olarak Tanrı'nın buyruğuyla konuştuklarını belirtiyorlar: "Rab
diyor ki", "Her Şeye Egemen Rab diyor ki", "Rab'bin
buyruğu"...vs. ve "Rab diyor ki" ile başlayan 2 Tarihler
xxi:12'de İlyas'ın Yehoram'a olan mektubundan görüldüğü gibi bu onların sadece
peygamberleri derlemede değil, aynı zamanda vahiyleri içeren mektuplarında da
söz konusu olan bir alışkanlığıydı.
Havarilere
ait mektuplarda bu tür hiçbir şey bulmuyoruz. Tersi olarak I Korintliler
vii:40'da Pavlus kendi düşüncesine göre konuşuyor ve Romalılar iii:28:
"Çünkü... kanısındayız.", Romalılar 8:18: "Şimdi
düşünüyorum" [Son Not 24] gibi birçok parçada bunlar gibi kuşkulu ve
karışık ifadelere rastlıyoruz. Bunların yanında peygamberler tarafından kullanılanlardan
çok farklı ifadelere rastlanıyor. Örneğin, 1 Korintliler vii:6:
"Bunu bir buyruk olarak değil, bir uzlaşma yolu olarak söylüyorum",
"Rab'bin merhameti sayesinde güvenilir biri olarak düşündüklerimi
söylüyorum." (1 Korintliler vii:25) ve birçok parçada benzer şeyler
görüyoruz. Daha önce sözü edilen parçada Havari, Tanrı'nın buyruk ya da emrine
sahip olduğunu ya da olmadığım söylediğinde, onun kendisine belli edilen buyruk
ya da emri değil, sadece İsa tarafından Dağdaki Öğüdünde söylenen sözleri
anlatmak istediğini de açıklamalıyız. Bundan öte Havarilerin İsa'nın öğretisini
yayma biçimini incelersek peygamberlerce benimsenen yöntemden maddeten farklı
olduğunu göreceğiz. Havariler her yerde sanki kehanette bulunmaktan çok
tartışıyor- muş gibi akıl yürütüyorlar,- diğer taraftan vahiyler sadece dogma
ve buyrukları içerir. Vahiyde Tanrı sanki akla seslenmek için konuşuyormuş gibi
değil,
kesin emriyle buyruklar veriyormuş gibi ortaya konuluyor. Peygamberlerin
yetkisi, tartışmaya razı olmuyor çünkü savları için akla dayalı bir temel
bulmak isteyen herkes, bu isteğin ta kendisi nedeniyle savla- nnı herkesin özel
yargısına sunar. Pavlus aklım kullandığı için bunu yapmış görünüyor çünkü 1 Korintliler
x:15'te diyor ki: " Aklı başında insanlarla konuşur gibi konuşuyorum.
Söylediklerimi kendiniz tartın." I. Bölümün sonunda gösterdiğimiz gibi peygamberler
belli edileni doğal akıllan nedeniyle kavramadılar ve Tevrat'ın ilk beş
kitabında tümevarıma başvurur gibi görünen belli parçalar olsa da daha yakından
incelendiğinde bunların saltık buyruklardan başka bir şey olmadıkları ortaya
çıkıyor. Örneğin; Musa, Yasa'nın Tekrarı xxxi:27'de: "Bugün ben
sağken, aranızdayken bile Rab'be karşı geliyorsunuz; ölümümden sonra daha ne
kadar çok başkaldıracaksınız." dediğinde hiçbir şekilde Musa'nın
İsraillileri ölümünden sonra Tanrı'ya tapınmadan muhakkak çekileceklerine
akılla ikna etmek istediği sonucuna varmamalıyız; çünkü Kutsal Kitap'ın
kendisinin gösterdiği gibi sav yanlış olur. İsrailliler, Yeşu ve ileri
gelenlerin yaşamları boyunca ve sonra da Samuel, Davut ve Süleyman'ın zamanları
süresince inanmaya devam ettiler. Bu yüzden Musa'nın sözleri, sadece insanların
hayal güçlerinde canlı kalması için sözle onların gelecekteki dinden dönmesinin
öndeyisinde bulunduğu ahlaki bir yargı. Musa'nın vahiy aracılığıyla, bir
peygamber olarak değil, öndeyisine olasılık katmak için kendisinden söz
ettiğini söylüyorum çünkü aynı parçanın 21. dizesinde Tanrı'nın aynı şeyi
farklı sözcüklerle Musa'ya belli ettiği söyleniyor ve Musa'nın emin olması için
Tanrı'nın öndeyisini 236
ve buyruğunu kanıtlamasına gerek yoktu,- sadece onun hayal gücüne
canlı olarak kalması gerekliydi ve bu, insanların onun çok iyi bildiği dik
başlılığının gelecekte sürmesinin olasılık dâhilinde olduğunu hayal etmesini
sağlamaktan daha iyi bir şekilde başarılamazdı.
Musa
tarafından beş kitapta kullanılan tüm savlar böyle anlaşılmalı; bu savlar aklın
deposundan çıkarılmış değiller, sadece Tanrı'nın buyruklarım etkinlikle
aşılamak ve hayal gücüne canlı bir biçemde sunmak için hesaplanmış anlatım
biçemleri. Ancak peygamberlerin vahiyden sonuç çıkardıklarını tamamen
reddetmek istemiyorum; sadece bilgilerinin sıradan bilgiye yaklaştığı oranda,
peygamberlerin kanıtlamayı daha geçerli şekilde kullandıklarını savunuyorum ve
bununla onların saltık dogmalar, buyruklar ya da yargılar ilan ettikleri için
sıradan olandan üstün bir bilgiye sahip olduklarını biliyoruz. Böylece
peygamberlerin başı Musa hiçbir zaman yasal sav kullanmadı ve diğer taraftan
Romalılara Mektup'ta gördüğümüz gibi Pavlus'un uzun tümdengelim ve savları
hiçbir şekilde doğaüstü vahiyden yazılmamıştır.
Havarilerce
benimsenen ifade ve söylem biçemleri mektupların vahiy ve Tanrısal buyrukla
yazılmadığını sadece yazarların doğal erkleri ve kararıyla yazıldığını çok
açıkça gösteriyor. Mektuplar kehanette hiçbir zaman kullanılmayacak kardeşçe
öğüt ve nazik ifadelerden oluşuyorlar, örneğin, Romalılar xv:15'te
Pavlus'un bahanesi: "Yine de Tanrı'nın bana bağışladığı lütufla bazı
noktaları yeniden anımsatmak için size yazma cesaretini gösterdim."
şeklindedir.
Aynı sonuca,
Havarilerin hiçbir zaman yazmalan için değil, sadece her yere vaaz vererek
gitmeleri ve sözlerini işaretlerle doğrulamaları için buyruk aldıklarını
gözlemleyerek varabiliriz. Yahudi olmayanlann dine döndürülmesi ve dini kabul
etmeleri için onla- nn kişisel varlığı ve işaretleri kesinlikle gerekliydi;
Pavlus'un da Romalılar i:l l’de özellikle ifade ettiği gibi: "Çünkü
ruhça pekişmeniz için size ruhsal bir armağan ulaştırmak üzere sizi görmeyi çok
istiyorum." Aynı yöntemle, Havarilerin peygamberlerin yaptığı gibi
Tanrı'nın buyruğuyla belli yerlere gitmedikleri için peygamberler olarak vaaz
vermediklerini kanıtlayabilmemize karşı çıkılabilir. Eski Antlaşma'- da
Yunus'un vaaz vermek için Ninova'ya gittiğini aynı zamanda özellikle oraya
gönderildiğini ve ona vaaz vermesi gerektiğinin söylendiğini görüyoruz. Aynı
şekilde uzun uzadıya Musa'nın Tanrı'nın bir elçisi olarak Mısır'a gitmesi ve aynı
zamanda İsrailoğullanna ve kral Firavun'a ne demesi gerektiği ve sözlerini
güvenilir hale getirmek için gözlerinin önünde hangi mucizeleri
gerçekleştirmesi gerektiği aktarılıyor. Yeşaya, Yeremya ve Hezekiel'den özellikle
İsraillilere vaaz vermeleri buyrulmuştu. Son olarak peygamberler vaaz vermeye
gittiklerinde sadece Tan- n'dan aldıkları Kutsal Kitap'ın bizi ikna ettiği
şeyleri vaaz verdiler. Tersi olarak özellikle Havarilerin nerede kendi
sorumlulukları altında vaaz vermeleri gerektiğini seçtiklerini ima eden
parçalar buluyoruz çünkü bu konuda Pavlus ve Barnaba arasında tartışmaya varan
bir uyuşmazlık vardı (Elçilerin İşleri xv:37, 38). Sık sık bir yere
gitmek istediler ama Pavlus'un yazdığı gibi onlara engel olunuyordu, Romalılar
i: 13: "...çahşmalanmın sizin aranızda da 238
ürün vermesi için yanınıza gelmeyi birçok kez amaçladığımı, ama şimdiye
dek hep engellendiğimi bilmenizi istiyorum." ve 1 Korintliler
xvi:12: "Kardeşimiz Apollos'a gelince, kardeşlerle birlikte size gelmesi
için ona çok ricada bulundum, ama şimdilik gelmeye hiç de istekli değil.
Fırsat bulunca gelecek."
Bu ifadelerden ve Havariler arasındaki görüş farklılıklarından ve aynca
Kutsal Kitap'ın onlara hiçbir yerde, eski peygamberlerin Tanrı'nın buyruğuyla
gittiklerine tanıklık ettiği gibi tanıklık etmemesinden, onlara peygamberlik
değil, öğretmenlik sıfatlarıyla vaaz verdikleri, böyle de yazdıkları sonucunu
çıkarılabilir. Ama bir Havari'nin ve bir Eski Antlaşma peygamberinin görevi
arasındaki farklılığı gözlemlediğimizde sorun kolayca çözülüyor. Eski Antlaşma
peygamberleri tüm uluslara değil, belirli uluslara vaaz vermek ve kehanette
bulunmak için çağrılmışlardı ve bu yüzden her biri için kesin ve özel bir
buyruk gerekiyordu; diğer taraftan Havariler kesinlikle tüm insanlara vaaz
vermek ve tüm insanları dine döndürmek için çağrılmışlardı. Bu yüzden nereye
gittilerse İsa'nın buyruğunu yerine getiriyorlardı,- onlara neyi vaaz vermeleri
gerektiğini önceden belli etmeye gerek yoktu çünkü onlar Efendilerinin Ken-
di'sinin "Sizleri mahkemeye verdiklerinde, neyi nasıl söyleyeceğinizi
düşünerek kaygılanmayın. Ne söyleyeceğiniz o anda size bildirilecek." {Matta
x:19, 20) dediği İsa'nın havarileriydi. Bu yüzden biz Havarilerin sadece sözlü
olarak vaaz ettikleri ve işaretle doğruladıkları şeyleri özel vahye borçlu
olduklarını (bkz. 11. parçamn başlangıcı); doğrulayıcı herhangi bir işaret ve
mucize olmaksızın, konuşma ve yazmayla öğrettikleri şeyleri kendi doğal
bilgilerinden öğrettikleri sonucuna varabiliriz. (Bkz. 1 Korintliler xiv:6)
Tüm mektupların Havarilik izninin alıntısıyla başlaması bizi yıldırmamak;
çünkü biraz soma göstereceğim gibi Havarilere sadece kehanet yeteneği değil,
aynı zamanda öğretme yetkisi de bağışlanmıştı. Bu yüzden Mektuplarını Havariler
olarak yazdıklarını kabul edebiliriz ve bu nedenle belki de inançlılar arasında
vaazlarıyla böyle bir damga vuran ve birçok olağanüstü yapıtla gerçek dini ve
kurtuluş yolunu öğreten insanlar olduklarım belirterek, okuyucunun dikkatini
çekmek amacıyla her birinin mektuplara Havarilik izninin alıntısını yaparak
başladığını kabul edebiliriz. Havarilere özgü çağrı ve onlara ilham veren Tanrı'nın
Kutsal Ruhu ile ilgili Mektuplarda söylenen şeylerin, Tanrı'nın Ruhu ve Kutsal
Ruh'un ifadelerinin saf, dürüst ve Tanrı'ya adanmış bir aklı dile getirdiği
parçalar dışında, havarilerin daha önceki vaazına gönderme yaptığım
gözlemliyorum. Örneğin 1 Korintliler vii:40'da Pavlus diyor ki:
"Ama dul kadın, olduğu gibi kalırsa daha mutlu olur. Ben böyle düşünüyorum
ve sanırım bende de Tanrı'nın Ruhu vardır." Tanrı'nın Ruhuyla Havari
burada bağlamdan da görebileceğimiz gibi kendi aklına gönderme yapmaktadır.
Anlatmak istediği şudur: "İkinci bir kocayla evlenmek istemeyen dul bir
kadını kutlu sayıyorum; benim görüşüm böyle çünkü ölene kadar evlenmemeye
karar verdim ve kutlu olduğumu düşünüyorum." Şimdi alıntısını yapmama
gerek olmayan başka benzer parçalar da var.
Havarilerin
Mektuplarını sadece doğal aklın ışığıyla yazdıklannı gördüğümüz için doğal
aklın kapsamı dışında kalan konuları öğretmeye nasıl yeterli olduklarını
soruşturmalıyız. Ancak, bu incelemenin VII. Bölümünde söylediklerimizi
aklımızda tutarsak sorunumuz ortadan kalkacak. Kutsal Kitap'ın içeriği bizim
aklımızı tamamen aşsa da, onda bize söylenmeyen hiçbir şeyi kabul etmediğimiz
sürece onlardan güvenle söz edebiliriz. Aynı yöntemle Havariler duydukları ve
gördüklerinden ve onlara belli edilenden, izin verilseydi insanlara
öğretebilecekleri birçok sonuç oluşturmaya ve çıkarmaya yeterli hale getirilmişlerdi.
Bundan öte
Havarilerce vaaz edildiği üzere, İsa'nın yaşam öyküsünden oluştuğu kadanyla din
aklın alanı içinde olmasa da, İsa'nın tüm öğretisi gibi, onun en başta ahlaki
olan özü herkesin doğal yetenekleriyle kolayca anlaşılabilir.
Son olarak
Havariler kolayca anlaşılması için herkesin anlayışına göre işaretlerle
açıkladıklan dini uyarlama ya da bu konuda tavsiyeler verme amacı için doğaüstü
bir aydınlanmadan yoksun değillerdi. Aslında Mektupların amacı, Havarilerin her
birinin insanları dine üye etmek için en iyisi olduğuna karar verdikleri o
yaşam biçimini yaşamalarını onlara öğretmek ve tavsiye etmek. Burada daha önce
dikkat çektiğimiz noktayı, yani Havarilerin peygamberler olarak sadece İsa'nın
tarihini vaaz etme ve işaretlerle doğrulama yeteneğini değil, aynı zamanda her
birinin en iyisi olduğuna karar verdiği şekilde öğretme ve tavsiye etme
yetkisini aldıklannı tekrarlayabiliriz. Pavlus (2 Timoteos i: 11):
"Ben Incil'in habercisi, elçisi ve öğretmeni atandım." ve yine (1 Timoteos
ii:7) "Ben bunun habercisi ve elçisi atandım - gerçeği söylüyorum,
yalan söylemiyorum - uluslara imanı ve gerçeği öğretmeye atandım." der. Bu
parçalar hem havariliğin hem de öğretmenliğin işaretini açıkça gösteriyor. Kime
isterse ve nerede isterse tavsiye etme yetkisi Pavlus tarafından Filimon'a
Mektupta, v:8 belirtilmiştir: "Bu nedenle, gerekeni sana buyurmaya
Mesih'te büyük cesaretim olduğu halde..." Burada dikkat edebileceğimiz
gibi eğer Pavlus bir peygamber olarak Filimon'a buyurmak istediği şeyi
Tanrı'dan almış olsaydı ve peygamberlik yeteneğiyle konuşmak zorunda olsaydı
Tanrı'nın buyruğunu dileğe çeviremeyecekti. Bu yüzden Pavlus'un bir peygamber
olarak değil, bir öğretmen olarak tavsiye etme iznine gönderme yaptığını
anlamalıyız. Henüz Havarilerin her birinin kendi öğretme biçimini seçebileceğini
ama sadece Havariliklerinden dolayı peygamberler olduklan gibi öğretmenler
olduklan konusunu aydınlatmadık; ancak eğer aklı yardıma çağınr- sak, bir
öğretme yetkisinin yöntem seçme yetkisi anlamına geldiğini açıkça görebiliriz.
Belki yine de tüm kanıtlarımızı Kutsal Kitap'tan çıkarmak daha tatmin edici
olacaktır; orada bize Havarilerin her birinin kendi özel yöntemini seçtiği
söyleniyor (Po- mahlar xv:20): "Bir başkasının attığı temel üzerine
inşa etmemek için Müjde'yi Mesih'in adının duyulmadığı yerlerde yaymayı
amaç edindim." Eğer tüm Havariler aynı öğretme yöntemini benimsemiş ve
Hristiyanlık dinini aynı temel üstüne inşa etmiş olsalardı Pavlus'un bir
Havari-dostunun işini, bu iş kendisininkiyle aynı olacağından "başkasının
attığı temel" olarak anması için hiçbir nedeni olmazdı. Onu 'başkasının'
olarak adlandırması her Havarinin dini öğretimini farklı temeller üzerine inşa
ettiğini, böylece her birinin kendi yöntemine sahip olan başka öğretmenlere
benzediğini ve konu bilim, diller ya da matematiğin tartışılmaz doğrulukları
bile olsa başka bir öğretmenden öğrenmemiş oldukça bilgisiz insanlara öğretmeyi
tercih ettiğini kanıtladı. Bundan öte eğer Mektupların tümünü dikkatlice gözden
geçirirsek, Havarilerin dinin kendisi ile ilgili aynı görüşteyken, dayandığı
temellerle ilgili çelişkili olduklarını göreceğiz. İnsanların dinini
güçlendirmek ve onlara kurtuluşun sadece Tanrı'nın kayrasına dayandığını
göstermek için Pavlus insanların işleriyle değil, sadece inançlarıyla
övünebileceğin! ve hiç kimsenin işleriyle aklanamayacağını öğretir {Romalılar
iii:27, 28), aslında tamamen ahnyazısı öğretisini vaaz eder. Diğer taraftan
Yakup insanın sadece inançla değil işleriyle aklandığım (bkz. Mektubu ii.24)
belirtir ve Pavlus tüm tartışmalarını göz ardı ederek dini birkaç öğeye
hapseder.
Son olarak din için Havariler tarafından seçilen bu farklı temellerden
kaynaklanan birçok tartışmanın ve bölünmenin eski zamanlarda bile Kilise'yi
meşgul ettiği ve kuşkusuz O'nu sonsuza kadar ya da en azından din, felsefi kurgulardan
ayrılana kadar ve İsa Mesih tarafından Havarilerine öğretilen birkaç basit
öğretiye indirgenene kadar böyle meşgul edeceği tartışma götürmez. Havariler
için böyle bir iş olanaksızdı çünkü İncil o zaman insanoğlunca bilinmiyordu
ve yeniliği insanların kulaklarını rahatsız etmesin diye çağdaşlarının yapısına
uyarlanması ve o zaman kabul edilen ve en tanıdık temel üzerine inşa edilmesi
zorunluydu. (2 Korintliler ix:19, 20) Böylece Havarilerin hiçbiri Yahudi
olmayanlara vaaz vermek için çağrılan Pavlus'un düşündüğü kadar filozofça
düşünmedi, felsefeden nefret eden Yahudilere vaaz veren Havariler benzer olarak
kendilerini dinleyicilerinin doğasına uydurdular (bkz. Galatyahlar ii:
11) ve tüm felsefi kurgulardan arınmış bir dini vaaz verdiler. Çağımız
ayrıca batıl inancın da tüm tuzaklarından arınmış bir dine tanıklık etseydi ne
kadar mutlu bir çağ olurdu!
XII.
Bölüm:
Gerçek Özgün
Tanrısal Yasa'nın ve Kut-
sal Kitap'ın Neden Kutsal ve
Tanrı'nın
Söz’ü Olarak Anıldığı
Hakkında. Tanrı'nın Söz’ünü içerdiği
İçin Kutsal
Kitap’ın Bizim Elimize
Nasıl Bozulmadan Ulaştığı Hakkında
Kutsal Kitap'a Gök'ten Tanrı tarafından insanlara gönderilen bir ileti
gözüyle bakanlar kuşkusuz Tan- rı'nın Söz'ünün hatalı, bozulmuş, kurcalanmış ve
çelişkili olduğunu, ona sadece bölük pörçük sahip olduğumuzu ve Tanrı'nın
Yahudilerle yaptığı antlaşmanın özgününün kaybolduğunu belirttiğim için benim
Kutsal Ruh'a karşı günah işlediğimi haykıracaklar. Ancak biraz düşünmeleri
kuşkum yok ki gereksiz telaşlanndan vazgeçmelerine neden olacak. Çünkü sadece
akıl değil, aynı zamanda peygamberler ve havariler, Tanrı'nın sonsuz Söz'ü ve
antlaşmasının dinden aşağı kalmayan bir biçimde Tanrısal olarak insanların
yüreğine yani aklına yazıldığını açıkça bildiriyor. Ve bunun Tanrı düşüncesiyle
yani sanki Tanrı'nın Tanrılığının imgesiyle mühürlediği Tanrı'nın antlaşmasının
gerçek özgünü olduğunu söylüyorlar.
Din eski İbranilere yazılı bir yasa olarak bildiril-
mişti çünkü onlar o zamanlar çocuk gibiydiler ama daha sonra Musa (Yasa’nın
Tekrarı xxx:6) vc Yeremya (xxxi:33) Tanrı'nın yasasını onların
yüreğine yazacağı gelecek bir zamanı haber verdiler. Böyle - ce sadece
Yahudiler ve onların arasında başta Sadukiler, tabletler üzerine yazılan yasa
için mücadele ettiler; yarışa katılmaya en az gereksinim duyanlar yasayı
yüreklerine yazılmış olarak taşıyanlardı. Bu yüzden düşünenler, yazdıklarımda
ne Tanrı'nın Söz'üne, ne gerçek din ve inanca ters ne de bunlardan birini
zayıflatmak için tasarlanmış bir şey bulacaklar. Tersi olarak X. Bölümün
sonunda gösterdiğim gibi dini güçlendirdiğimi görecekler; aslında öyle
olmasaydı kesinlikle sesiz kalmaya karar vermiş olurdum. Hatta tüm zorlukları
aşmak için Kutsal Kitap'ın en derinde saklı gizemleri barındırdığını
belirtirdim; ancak bu öğreti, kaba batıl inanca ve V. Bölümün başında sözü
edilen diğer zararlı sonuçlara neden olduğundan, özellikle de din, batıl
süslemelere gereksinim duymazken, tersi olarak böyle tuzaklarla görkeminin
birazından yoksun bırakıldığı için böyle bir yöntemi gereksiz gördüm.
Tanrı’nın
yasasının yüreğe yazılmış olmasına rağmen Kutsal Kitap'ın yine de Tanrı’nın
Söz'ü olduğu ve Tanrı’nın Söz'ündense Kutsal Kitap’ın bozulduğu ve
çürütüldüğünü söylemenin daha geçerli olacağı söylenecektir. Korkarım böyle
itirazcılar dindar olmak için fazla kuruntulular ve dini batıl inanca çevirme
ve Tanrı'nın Söz'ü yerine kâğıt ve mürekkebe tapınma tehlikesi içindeler.
Şu kadarından
eminim; Kutsal kitap ya da Tanrı'- nın Söz'üne yakışmayan hiçbir şey demedim ve
en açık savla gerçek olduğunu kanıtlayamadığım hiçbir 246
şey belirtmedim. Bu yüzden dine karşı saygısız ya da dinsizlik tadı veren
tek bir şey bile ileri sürmediğimden emin olabilirim.
Dinin onlara
yük olduğu bazı dinsiz insanların dediğim şeyden günaha izin
çıkarabileceklerini itiraf ediyorum. Ve hiçbir neden olmadan onlar şehvetlerinin
en basit buyruğuyla Kutsal Kitap'ın her yerinin hatalı ve saptırılmış olduğunu
ve bu yüzden yetkisinin olmadığı sonucuna varabilirler; ama böyle insanlara
yardım edilemez çünkü atasözünün dediği gibi hiçbir şey yanlışa çevrilemeyecek
kadar doğru söylenemez. Şehvetinin dizginlerini salıvermek isteyenler bir
bahane bulma konusunda çaresiz değiller, özgün Kutsal Kitap'a, antlaşmanın
sandığına sahip olan hatta aralarında canlı olarak peygamber ve havariler
bulunan eski insanlar da bugünkü insanlardan daha iyi değillerdi. Yahudi olan
gibi Yahudi olmayan insan doğası da her zaman aynı olmuştur ve her çağda erdeme
fazlasıyla seyrek rastlanmıştır.
Yine de her
türlü kararsızlığı ortadan kaldırmak için burada Kutsal Kitap'ın ya da cansız
her şeyin hangi anlamda kutsal ya da Tanrısal olarak anılmasını gerektiğini
göstereceğim; ayrıca Tanrı'nın yasasının nasıl oluştuğunu ve belli bir sayıda
kitapta nasıl barındırılamayacağı ve son olarak Kutsal Kitap- ’ın boyun eğme ve
kurtuluş için gerekli olanı öğrettiği için çürütülemeyeceğini göstereceğim. Bu
etmenlerden herkes ne Tanrı'nın Söz'üne karşıt bir şey söylediğim ne de
dinsizliğe dayanak sağladığım kararma varabilecek.
Bir şey
dindarlığı yüceltmek üzere tasarlandığında kutsal ve Tanrısal olarak anılır ve
dinsel olarak kullanıldığı sürece kutsal olmaya devam eder. Eğer kul-
tanıcılar dindar olmayı bırakırlarsa, bu şey kutsal olmaktan çıkar. Eğer
alçakça kullanımlara yönlendirilirse daha önce kutsal olan, ahlaksız ve bayağı
hale gelir. Örneğin, belli bir yer ata Yakup tarafından Tanrı'nın evi olarak
adlandırılmıştı çünkü ona orada bildirilen Tanrı'ya tapınıyordu. Peygamberlerce
aynı nokta günah evi olarak adlandırılmıştı (bkz. Amos v:5 ve Hoşea
x:5) çünkü İsrailliler Yerovam'ın özendirmesiyle orada putlara kurban kesmeye
alışkındılar. Başka bir örnek konuyu çok iyi aydınlatıyor. Sözcükler
anlamlarını sadece kullanımlarından kazanırlar ve eğer onları okuyanları
bağlılığa yöneltmek için kabul edilmiş anlamlarına göre düzenlenirlerse kutsal
olurlar ve böyle yazılan kitap da kutsal olacaktır. Ama eğer daha sonra
kullanımları sözcükler anlam taşımayacak şekilde kaybolursa ya da uygunsuz
amaçlar nedeniyle veya artık gerek duyulmadığı için kitap tamamen boşlanır hale
gelirse, o zaman sözcükler ve kitap hem kullanımını hem de kutsallığını
kaybeder. Son olarak aynı sözcükler başka türlü düzenlenirse ya da alışılmış
anlamları tam tersi anlamına saptınlırsa, o zaman onları içeren hem sözcükler
hem de kitaplar, kutsal olmak yerine ahlaksız ve adi hale gelir.
Bundan bir
şeyin kendi içinde akıldan ayrı olarak değil, sadece akla oranla tamamen kutsal
ya da adi ve kirli olduğu sonucu çıkar. Bu kadarı Kutsal Ki- tap'taki birçok
parçadan bellidir. Yeremya (birçok durumdan birini seçmek gerekirse) kendi
zamanının Yahudilerinin (vii:4. parça) Süleyman'ın Tapınağını, Tanrı'nın
Tapınağı olarak adlandırmada haksız olduklarını çünkü aynı parçada söylediği
gibi, Tanrı'- nın adınm Tapınakta sadece ona tapınan ve adaleti 248
•.avunan insanlar tarafından uğranıldıkça verileceğini .una eğer
katillerin, hırsızlann, putperestlerin ve diğer kötü insanların gittiği bir yer
haline gelirse suçluların yatağı haline dönüşeceğini söyler.
Kutsal Kitap,
tuhaf olarak, İbranilerin daha kutsal saydığı ya da daha derin saygı duyduğu
başka bir şey olmasa da yok edildiği ya da Tapınak'la birlikte ya- kddığı
kuşkusuz olmasına rağmen Antlaşma'nın Sandık'ına ne olduğunu hiçbir yerde
söylemiyor. Böylece insanlığı Tanrı'ya karşı bağlılığa doğru etkilediği sürece
Kutsal Kitap kutsaldır ve sözcükleri tanrısaldır. Ama eğer daha önce
Yahudilerce edildiği gibi tamamen ihmal edilirse kâğıt ve mürekkepten başka bir
şey olmaz hale gelir ve kutsallığı bozulmaya ya da çürümeye bırakılır. Yine de
Kutsal Kitap böyle çürütülür ya da yok edilirse Tanrı'nın Söz'ünün buna benzer
bir biçimde değerinin düştüğünü söylememeliyiz yoksa o zaman Tanrı'nın Ta-
pmak'ı olacak olan Tapınak'ın alevler arasında yok olduğunu söyleyen Yahudiler
gibi oluruz. Yeremya. bunu bize yasa ile ilgili olarak anlatır çünkü o, onun
zamanındaki tannsızları şöyle azarlar: "Nasıl, biz bilge kişileriz,
Rab'bin Yasası bizdedir, diyebiliyorsu- nuz? İşte, bilginlerin yalancı kalemi
Yasayı yalana çevirmiş." - yani Kutsal Kitap'ın egemenliğiniz altında
olduğunu ve Tanrı'nın yasasına sahip olduğunuzu söylemeniz yanlış çünkü onun
etkisini yok ettiniz.
Öyleyse Musa
yasanın ilk tabletlerini kırdığında öfkeyle herhangi bir şekilde Tanrı'nın
Söz'ünü atıp kırmamıştı - böyle bir hareketle hem Musa hem de Tanrı'nın Söz'ü
anlaşdamaz olurdu - o sadece daha önce aracılığıyla kendilerini Tanrı'ya boyun
eğme konusunda bağlayan, buzağıya tapınma yüzünden antlaşma çiğnendiğindeyse
tüm kutsallığını kaybeden ve bu yüzden antlaşmanın sandığı kadar yok olmaya
tabi olan antlaşmayı içerdikleri için, kutsal olmalarına rağmen taş tabletleri
kırmıştı. Böylece Musa'nın özgün belgelerinin artık var olmadığı ya da sahip
olduğumuz kitapların anlattığımız akıbete uğramaları en kutsal nesne olan
Tanrısal antlaşmanın gerçek özgününün tamamen yok olduğunu düşündüğümüzde
şaşılacak şeyler değildir.
Bu yüzden, Tanrı'nın Söz'üne ters hiçbir şey söylemediğimiz ya da onu
çürütmediğimiz için bizi dinsizlikle suçlayanlar dursun; ama hırslarını alırken
adil olurlarsa hırslarını taşısınlar; çünkü kötülükleri Sandık, Tapmak ve Tanrı'nın
yasasını ve kutsal sayılan her şeyi çürümeye maruz bırakan eski insanlar
saygısızlıkta bulundu. Bundan öte 2 Korintliler iii:3'te Havarinin
"...mürekkeple değil, yaşayan Tan- rı'nın Ruhu'yla, taş levhalara değil,
insan yüreğinin levhalarına yazılmış Mesih'in mektubu olduğunuz açıktır."
deyişine göre mektuba bu şekilde sahiplerse mektuba tapınmayı ve onunla ilgili
endişelenmeyi bıraksınlar.
Sanınm Kutsal Kitap'ın hangi anlamda kutsal ve Tanrısal sayılması
gerektiğini yeterince gösterdim; şimdi Rab'bin Söz'ü ifadesiyle doğru olarak
neyin anlaşılması gerektiğini görebiliriz. Debar (özgün İbranicede)
sözcük, buyruk, konuşma ve şey anlamına gelir. İbranicede bir şeyin Tanrı'nın
olduğunun söylenmesi ya da O'na mal edilmesi için yapılan işlemi zaten I. Bölümde
ayrıntılı olarak anlatmıştık ve oradan kolayca Kutsal Kitap'ın Tanrı'nın
ifadelerine, sözcüğüne, konuşmasına, buyruğuna ya da şeylerine ne anlam
yüklediğini anlayabiliriz. Bu yüzden söylediği şeyi ya da bölümde üçüncü başlık
altında mucizeler hakkında söylediğim şeyi tekrarlamama gerek yok. Söylemek
üzere olduğum şeyin daha iyi anlaşılması için tekran belirtmek yeterli - yani,
Kendisi dışında hiç kimseye gönderme yapmadığında Rab'bin Söz'ü IV. Bölümde
çözümlenen Tanrısal yasa anlamına gelir. Başka bir deyişle Rab'bin Söz'ü,
Yeşaya’nın betimlediği gibi (parça i: 10) tüm insanlık için evrensel ve genel,
doğru yaşam biçiminin törenlerden değil, yardımseverlikten ve doğru bir
yürekten oluştuğunu öğreten ve onu fark etmeden Tanrı'nın Yasa'sı ve Tanrı'nın
Söz'ü olarak anan din anlamına gelir.
Bu ifade
(aslında Tanrısal doğanın sonsuz buyruğundan kaynaklanan ve ona dayanan)
doğanın ve yazgının düzeni için ve peygamberlerce öngörüldüğü üzere özellikle
de böyle bir düzenin böyle parçalan için de mecaz anlamda kullanılabiliyor.
Çünkü peygamberler gelecekteki olayları aklın doğal ışığıyla değil, özel
yetenek ya da kehanet yeteneğiyle gördükleri için bunları doğal nedenlerin
sonuçları olarak değil, Tanrı'nın karar ve buyrukları olarak gördüler. Bu
kullanım başta IV. Bölümde dikkat çektiğimiz gibi peygamberlerin Tanrı'yı bir
yasa yapıcı olarak kavramalarından kaynaklanıyor. O zaman Kutsal Kitap'ın Tanrı'nın
Söz'ü olarak anılması için üç neden var: Gelecek olayları sanki Tanrı'nın buyruğuymuş
gibi anlattığı için ve gerçek yazarlarının şeyleri genellikle sıradan doğal
yetenekleriyle değil, onlara özel bir güçle gördükleri ve görülen bu şeyleri
Tanrı söylemiş gibi ortaya koyduklan için.
Kutsal Kitap
sadece tarihi ve doğal akılla görülebilenleri içermesine rağmen yine de adım
başta gelen konusundan almıştır.
Böylece
Tanrı'nın Kutsal Kitap'ın yazan olduğunun nasıl söylenebildiğini kolayca
görebiliriz. Bunun nedeni Tanrı'nın insanlara belli bir sayıda kitap iletmek
istemesi değil, gerçek dinin orada bannma- sıdır. Oradan onun Eski ve Yeni
Antlaşma'ya aynl- masının nedenini de öğrenebiliriz. İsa'dan önce dini vaaz
eden peygamberler Kutsal Kitap'ı Musa'nın buyruğu altındayken girilen
antlaşmamn sonucu olan ulusal bir yasa olarak vaaz ederken, İsa'dan sonra gelen
Havariler onu tüm insanlara sadece İsa'nın Çile'sinin sonucu olan evrensel bir
din olarak vaaz ettiler. Ayrılığın nedeni iki kısmın öğretide farklı olmaları
ya da antlaşmanın özgünleri olarak yazılmış olmaları ya da son olarak
(doğamızla tamamen uyum içinde olan) evrensel dinin onu bilmeyenlere ilişkin
olarak yeni olması değildi. İncil yazan Yahya'nın dediği gibi "O dünyadaydı ve dünya onu tanımıyordu."
Böylece Eski
ve Yeni Antlaşma’yla ilgili sahip olduğumuzdan daha az kitaba sahip olsaydık
bile (dediğimiz gibi gerçek dinle aynı olan) Tanrı'nın Söz'ün- den yoksun
olmazdık. Var olan Eski Antlaşma'nın alındığı ve derlendiği, Tapınak'ta
Antlaşma'nın özgünü olarak dinsel anlamda korunan Yasa'nın Kitabı ayrıca
Savaşlar Kitabı, Tarihler Kitabı ve diğer birçokları gibi nice esas yazıdan
yoksun olmamıza rağmen şimdi bile kendimizi Tanrı'nın Söz'ünden yoksun
saymıyoruz. Bu sonuç birçok uslamlamayla desteklenebilir.
I.
Çünkü her iki Antlaşmanın
da kitapları kesin bir buyrukla, bir yerde, tüm çağlar için yazılmamıştı, her
biri kendi döneminin ve düzeninin gerektirdiği gibi yazan insanların
yapıtlarının rastlantısal bir derlemiydi. Bu kadarı, zamanlarının dinsizlerini
uyarmaları emredilen peygamberlerin çağrısıyla ve ayrıca Havarilerin Mektupları
ile açıkça gösteriliyor.
II.
Çünkü Kutsal Kitap ve
peygamberlerin ne anlatmak istediğini anlamak bir şey ve Tanrı'nın ne anlatmak
istediğini ya da gerçek doğruluğun anlamını anlamak başka bir şey. Bu II.
Bölümde dediğimizden kaynaklanıyor. VI. Bölümde tarihsel öykülerde ve mucizelerde
kullanıldığını göstermiştik. Ama bu, hiçbir şekilde gerçek din ve erdemle
ilgili somlarda kullanılmaz.
III.
Eski Antlaşma'nın kitapları
birçok kitap arasından seçildiği ve X. Bölümde gösterdiğimiz gibi bir
Fcrisiler kumlu tarafından derlendiği ve onaylandığı için, Yeni Antlaşma'nın
kitapları da birçok insamn kutsal saydığı diğer kitapları sahte olarak reddeden
kuml tarafından birçok kitap arasından seçilmişti. Ama hem Ferisi hem Hristiyan
bu kurullar peygamberlerden değil, sadece bilgili insan ve öğretmenlerden
oluşuyordu. Yine de onlara seçimlerinde Tanrı'- nm Söz'ünü dikkate alarak yol
gösterildiğini ve bu yüzden onların Tanrı'nın Yasası'nın ne olduğunu
bildiklerini varsaymalıyız.
IV.
Havariler peygamberler
olarak değil, öğretmenler olarak yazdıkları için (bkz. son Bölüm) ve seslendiklerine
en iyi uyarlanmış yöntemi seçtikleri için. Ve sonuç olarak Mektuplarda (son
Bölümün sonunda gösterdiğimiz gibi) kurtuluş için gerekli olmayan birçok şey
olduğu için.
V.
Son olarak Yeni Antlaşma'da
dört İncil yazan bulunduğu için ve Tanrı'nın İsa'nın yaşamını dört kez
anlatmayı ve insanlığa onu böyle iletmeyi tasarlaması zor inanılır bir şey
olduğu için. Bir Incil'de bir diğerinde olmayan bazı ayrıntılar anlatılmasına
ve diğerini anlamamıza yardımcı olmasına rağmen bundan yazılan her şeyin bizim
için hayati önem taşıdığı ve Tanrı'nın dört Kutsal Kitap yazarım İsa’nın
yaşamı daha iyi anlaşılabilir diye seçtiği sonucunu çıkaramayız; çünkü her
biri İncil'ini ayrı bir yerleşim biriminde vaaz etti. Her biri İncil'i Kutsal
Kitap yazarı arkadaşlarına açıklamak amacıyla değil, İsa'nın tarihi açıkça
anlatılabilsin diye vaaz ettiği gibi basit bir dille yazdı.
Eğer türlü
versiyonları karşılaştırarak daha kolay ve iyi anlaşılabilen bazı parçalar
bulunursa bunlar tesadüf sonucudur ve sayıları fazla değildir. Onların
belirsizliklerini sürdürmeleri ne anlatımın açıklığını bozardı ne de insanlığın
kutluluğunu.
Kutsal
Kitap'ın dini ya da Tanrısal yasayı etkilediği kadarıyla Tanrı'nın Söz'ü olarak
anılabileceğini gösterdik; şimdi bu sorularla ilgili olarak onun ne hatalı, ne
kurcalanmış ne de çürük olduğuna dikkat çekmeliyiz. Hatalı, kurcalanmış ve
çürükle burada parçanın, anlamının diliyle ilgili bir çalışmayla ya da Kutsal
Kitap'ın yetkisinden çıkarılamayacak kadar yanlış yazılmasını anlatmak
istiyomm. Kutsal Kitap'ın Tanrısal Yasa'yı içerdiği kadarıyla her zaman bazı
harf vurgularım, aynı harfleri ya da aynı sözcükleri koruduğunu söyleyecek
kadar ileri gitmeyeceğim (bunu, kanıtlanması için Masoretlere ve diğer harfe
tapınanlara bırakacağım). Ben sadece özgün anlatım biçemi düşündüğümüzden daha
sık değiştirilebilmiş olsa bile bir ifadenin, ona Tanrısal olarak anılma
hakkının verilmesine aracılık eden anlamının tek başına bize bozulmadan
geldiğini savunuyorum. Köyle değişiklikler yukarıda söylediğim gibi Kutsal
Kitap'ın Tanrısallığından hiçbir şey azaltmaz çünkü Kutsal Kitap başka
sözcüklerle ve başka bir dille yazılsaydı daha az Tanrısal olmazdı. Bu anlamda
Tanrısal Yasa'nın bize bozulmadan ulaştığı kuşku götürmeyen bir savdır. Çünkü
Kutsal Kitap'ın kendisinden en ufak zorluk ya da belirsizlik olmadan, genel
kuralının, her şeyden çok Tanrı'yı ve insanın komşusunu kendisi gibi sevmesi
olduğunu öğreniyo- ııız. Bu sahte bir parça olamaz, ya da aceleci ve hatalı bir
yazıcının işi de olamaz; çünkü eğer Kutsal Kitap farklı bir öğreti ortaya
koysaydı öğretisinin tümünü değiştirmek zorunda kalırdı çünkü bu öğreti, o olmadan
tüm örüntünün pervasızca yıkılacağı dinin köşe taşıdır. O olmadan Kutsal Kitap
şimdiye kadar incelediğimiz şey değil, oldukça farklı bir şey olurdu.
O zaman
bunun, her zaman Kutsal Kitap'ın öğretisi olduğu konusunda ve sonuç olarak
O'nun etkisini bozacak bir hatanın herkes tarafından anında fark edilmeden
sızamayacağı ya da birinin onu kurcalamada başarılı olup kötülüğü keşfedilmeden
kaçamayacağı inancımızda sabit kalıyoruz.
Bu köşe taşı
sağlam olduğuna göre zorunlu olarak aynı şeyi ona tartışmasız dayanan ve ona en
çok gerek duyan diğer tüm parçalar için de kabul etmeliyiz. Örneğin, bir
Tanrı'nın var olduğu, her şeyi öngördüğü, her şeye kadir olduğu, O'nun
buyruğuyla iyilerin işlerinin iyi gittiği ve kötülerinkinin boşa çıktığını ve
sonuçta kurtuluşumuzun sadece O'nun kayrasına dayandığını kabul etmeliyiz.
Bunlar Kutsal
Kitap'ın baştan sona açıkça öğrettiği ve öğretmek zorunda olduğu öğretilerdir,
yoksa geriye kalan her şey boş ve asılsız olurdu; açıkça bu evrensel temel
üzerine kurulan diğer ahlaki öğretiler konusunda da aynı ölçüde emin olabiliriz
- örneğin, adaleti desteklemek, zayıfın yanında olmak, cinayet işlememek ve hiç
kimsenin malına göz dikmemek... vs. Tekrarlıyorum bu gibi buyrukları yok etmek
için insanın kötü niyeti ve çağların geçişi yetersiz çünkü eğer onların
herhangi bir parçası kaybolursa eksikliği anında temel ilkelerden, özellikle de
her iki antlaşmada da her yerde, her şeyden çok övülen yardımseverlik
öğretisiyle giderilirdi. Dahası düşünülebilir suçlar içinde hiçbir zaman
işlenmeyecek kadar iğrenç bir suç olmadığı doğru olsa da, yasayı yok etme ya da
sonsuz ve yararlı olan yerine dinsiz bir öğreti sunma suçlan için bahaneyle
girişimde bulunacak hiç kimse yok. İnsan doğası (kral ya da kul olsun) öyle
oluşturulmuştur ki adi bir eylemde bulunan, eylemini adil ve doğru olmayan bir
şey yapmamış gibi görünene kadar sahte bahanelerle süslemeye çalışır.
Bu yüzden
Kutsal Kitap'ta öğretildiği üzere tüm Tanrısal yasanın bize bozulmadan geldiği
sonucuna varabiliriz. Bunun yanında güvenle iletildiklerinden emin
olabileceğimiz kesin doğruluklar vardır. Örneğin, İbrani tarihinin herkesçe
çok iyi bilinen ana gerçekleri. Yahudi halkı daha önceki zamanlarda uluslarının
eski tarihini mezmurlarla söylemeye alışkındı. İsa'nın yaşamının ve tutkusunun
ana gerçekleri de anında tüm Roma imparatorluğunda yayılmıştı. Bu yüzden
-varsayamayacağımız gibi - neredeyse herkes izin vermediği sürece, peş peşe
gelen kuşaklann İncil'in öyküsünün genel dış hatlarını teslim aldıklarının
tersine miras bıraktığı az inanılır bir şeydir.
Bu yüzden sahte ya da hatalı olan her şey sadece ayrıntılara gönderme
yapıyor olabilir - yani birinde ya da diğerindeki tarih ya da vahiyde insanları
daha büyük bağlılığa yöneltmek üzere ya da bir mucizede filozofları şaşırtma
amacıyla ya da son olarak bazı bireylerin Tanrısal yetkinin bahanesiyle kendi
uydurmalarını dayandırabilmesi için dinle kanştırıldık- ı.ııı sonra kuramsal
konulardaki bazı koşullara gönderme yapıyor olabilir.
Ama soru, bence zaten özellikle II. Bölümde söylediğimden yeterince açık
olsa bile, az ya da çok bozulmuş olsun böyle konuların, kurtuluşla pek ilgisi
olmadığını ayrıntılı olarak bir sonraki bölümde göstereceğim.
Kuramsal öğretide yanlışlığın dinsizlik olmaması - ya
da bilginin dindarlık olmaması. Dindarlığın davranıştan oluşması.
Bu incelemenin ikinci bölümünde peygamberlere sıra dışı akıl değil, hayal
gücü yetenekleri bağışlandığına; ayrıca Tanrı'nın onlara - felsefi gizemler
değil - çok basit olan şeyleri belli ettiğine ve iletilerini onla- nn daha
önceki görüşlerine uyarladığına dikkat çekmiştik. V. Bölümde bunun ötesinde
Kutsal Kitap'ın herkes tarafından kolayca anlaşılabilir gerçekler ilettiğini ve
öğrettiğini; sonuçlarını tanım ve aksiyomlardan çıkarmadığını ve
sıralamadığım, sadece çok basitçe anlattığım ve inanç aşılamak amacıyla
anlatımlarını mucizeler ve tarihte örnekleri verilen deneyime başvurarak
doğruladığını ve doğrularını herkesçe sahip olunan düşüncelere seslenecek bir
anlatım biçemiyle ileri sürdüğünü göstermiştik, (karşılaştırınız: VI. Bölüm,
üçüncü kısım).
Son olarak VIII. Bölümde Kutsal Kitap'ı anlamanın zorluğunun savların
anlaşılmazlığından değil, sadece dilden kaynaklandığım göstermiştik.
Bu etkenlere
Peygamberlerin sadece bilgililere değil aynı zamanda istisnasız tüm Yahudilere
vaaz verirken Havarilerin Incil'in öğretisini halka açık toplanıl la rm
olduğu kiliselerde öğretmeye alışkın oldukla- ıını ekleyebiliriz; buradan
Kutsal Kitap öğretisinin debdebeli tartışmalar ya da felsefi uslamlamalar
içermediği, sadece en yavaş zekâyla bile anlaşılabilecek çok basit konuları
içerdiği sonucu çıkıyor.
Daha önce
sözünü ettiğim kişilere; yani Kutsal Ki- lap'ta insan diliyle açıklanamayacak
kadar derin gizemler tespit eden ve dine, Kilise'nin bir akademi ve dinin de
bir bilim ya da daha çok bir tartışma gibi görünmesine yol açacak kadar çok
felsefi tartışma getirenlerin ustalıklarına bu nedenle şaşıyorum.
Doğaüstü zekâ
taşıdığıyla övünen insanların bilginin en yüksek düzeyini sadece sıradan
yetenekleri olan filozoflara teslim etmede isteksiz olmalan şaşılacak bir şey
değil; yine de onları, her şeye rağmen kör olarak damgaladıkları Yahudi olmayan
filozoflar için sıradan olmayan herhangi yeni bir kuramsal öğreti öğretirken
bulsaydım şaşırırdım; çünkü eğer biri Kutsal Kitap'ta saklı gizemlerin ne
olabileceğini soruşturursa, Eflatun ve Aristo'nun ya da benzerlerinin
düşüncelerinden başka bir şeye rastlanmayacaktır. Bunlar ise, genellikle
bilgisiz bir adamın onları hayal etmesinin, en başanlı bilginin onlan Kutsal
Ki- tap'tan zorla çıkarmasından daha kolay olduğu düşüncelerdir.
Ancak Kutsal
Kitap'ın felsefenin alanında olan hiçbir öğreti içermediğini tamamen doğrulamak
istemiyorum çünkü son bölümde temel ilkeler olarak bu tür bazı düşüncelere
dikkat çektim; ama böyle öğretilerin çok az ve basit olduğunu söyleyecek kadar
ileri gidiyorum. Bu öğretilerin tam yapı ve tanımını şimdi ortaya
koyacağım. İşlem kolay olacak çünkü Kutsal Kitap'ın bilimsel bilgiyi bildirmeyi
amaçlama dığını biliyoruz ve bu yüzden insandan boyun eğmeden başka hiçbir şey
istemiyor ve bilgisizliği değil, inatçılığı kınıyor.
Bundan öte
Tanrı'ya boyun eğme sadece komşu muza olan sevgimizden oluştuğu için - Aziz
Pavlus'un dediği gibi [Romalılar xiii:8) Tanrı'ya bir boyun eğme aracı
olarak başkalarını seven, Kutsal Yasa'yı yerine getirmiş olur, - tüm insanları
Kutsal Kitap'ta belirtilen biçimde Tanrı'ya boyun eğebilir hale getirmek için
gerekli olan bilgi ve bu bilgi ya da boyun eğme sıkı düzeni olmadan insanların
baş kaldırıcı hale geleceği bilgisi dışında hiç bir bilgi övülmüyor.
Bu amaçla
doğrudan ilgili olmayan ya da doğal olayların bilgisiyle ilgili olan diğer
kuramsal sorular Kutsal Kitap'ı etkilemez ve dinden tamamen ayrılmalıdırlar.
Şimdi,
dediğimiz gibi, herkes bu doğruluğu kendi başına görebilmesine rağmen Din'in
tamamının ona bağh olduğunu göz önünde bulundurarak yine dc bütün soruyu daha
doğru ve açık açıklamak istiyorum. Bu amaç için önce, Tanrı'nın anlama
yetisiyle elde edilen ve doğm bilgisinin, boyun eğme gibi, tüm iyi insanlara
bağışlanmış bir yetenek olmadığım ve bundan öte O'nun tarafından peygamberleri
aracılığıyla istisnasız herkesten bilinmesi istenen Tanrı'nın bilgisinin
sadece O'nun Tanrısal adalet ve yardımseverliğinin bir bilgisi olduğunu
kanıtlamalıyım. Her iki konu da Kutsal Kitap'tan kolayca kanıtlanıyor. İlki
Tanrı'nın Musa'ya bağışlanan eşsiz onuru gös- 260
icımck için ona :"İbrahim'e, İshak'a ve Yakup'a El Sadai (Her
Şeye Gücü Yeten Tanrı) olarak göründüm, ama onlara kendimi Yehova adıyla
tanıtmadım." dediği Mısır’dan Çıkış vi:2'den açıkça çıkarılıyor.
Parçanın daha iyi anlaşılması için El Sadai'nin ibranice'de 'Yeterli
olan Tanrı' anlamına geldiğine, yani 'her insana onun için yeterli olanı veren
Tanrı' okluğuna dikkat çekebilirim ve Tanrı anlamına gelmesi için Sadai
genellikle yalnız kullanılmasına lağmen her yerde El sözcüğünün (Tanrı,
{güç, kuvvet}) anlaşıldığından kuşku duyamayız. Bundan öte, Ychova'nın, Kutsal
Kitap'ta, yaratılan şeylere gönderme yapmadan Tanrı'nın saltık Öz'ü anlamında
bulunan tek sözcük olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu nedenle Yahudiler bunun
kesinlikle Tanrı'nın tek adı olduğuna,- kullanılan diğer sözcüklerin sadece
sanlar okluğuna ve gerçekte Tanrı'nın diğer adlarının ad ya da sıfat olsunlar
sadece niteleyici ve yaratılmış şeylerle ilgili olarak düşünüldüğü ya da onlar
aracılığıyla gösterildiği kadarıyla O'na ait olduklarına inanırlar. Böylece 'El'
ya da ‘Eloah’ iyi bilindiği gibi güçlü anlamına gelir ve Tanrı için
sadece O'nun üstünlüğüyle ilgili olarak kullanılır, Pavlus'u bir havari olarak
andığımızda erkinin yetenekleri ‘El’, büyük, müthiş, adil...vs. gibi ona
eşlik eden sıfatla ileri sürülür, diğer türlü Kutsal Kitap'ta sıkça benimsenen
bir ifade olarak Ef'in çoğul sayıda kullanılmasıyla bu sıfatların hepsi bir
kerede tekil bir anlamda anlaşılır.
Şimdi Tanrı
Musa'ya atalarca Yehova adıyla tanınmadığını söylediğine göre, ataların
Tanrı'nın saltık Öz'ünü ifade eden özelliklerinden değil, sadece O'nun
işlerinden ve verdiği sözlerden yani görünür şeylerde gösterildiği gibi O'nun
gücünden haberdar oldukları sonucu çıkar. Tanrı Musa'yla ataları sadakatsizlikle
suçlamak için değil, tam tersi onların inanç ve imanını övmek amacıyla böyle
konuşuyor. (Musa'nın sahip olduğu gibi) Tanrı'nın sıra dışı hiçbir bilgisine
sahip olmamalarına rağmen yine de verdiği sözleri sabit ve kesin olarak kabul
ettiler; ama Tanrı ile ilgili düşünceleri onlarınkinden daha üstün olmasına
rağmen Musa yine de Tanrısal sözlerden kuşku duydu ve Tanrı'ya söz verilen
kurtuluş yerine İsraillilerin umutlarının karardığından yakındı.
Atalar Tanrı'nın özel adını bilmediklerine göre ve Tanrı bu gerçekten
Musa'ya onların inanç ve sal kalpliliklerini överek ve Musa'ya bağışlanan sıra
dışı kayranın tersi olarak söz ettiğine göre, ilkinde belirttiğimiz gibi,
böyle bir bilgi inananların sadece birkaçına bağışlandığından insanların Tanrı'nın
özelliklerinin bilgisine buyrukla sahip olmaya zorunlu olmadıkları sonucu
çıkıyor. Kutsal Kitap'tan daha fazla örnek verme zahmetine değmez,- çünkü
herkes Tan- n'nın bilgisinin tüm insanlar arasında eşit olmadığının farkında
olmalı. Dahası bir insana yaşaması ve var olması emredilemediği gibi akıllı
olması da emredilemez. Erkek, kadın ve çocukların hepsi buyruk aracılığıyla
boyun eğebilmede birbirleriyle benzer ama akıllı olmada değil. Eğer biri bize
Tanrısal özellikleri anlamanın gereksiz olduğunu, onlara kanıtlar olmadan
basitçe inanmamız gerektiğini söylerse açıkça dalga geçiyor demektir. Çünkü
Tanrısal özellikler görünmeyen ve sadece akılla görülebilen
kanıtlar dışında başka bir araçla anlaşılamaz,- eğer kanıtlar yoksa amaç
anlaşılmaz kalır; böyle konular hakkında duyulan şeylerin tekrarı onların
anlamlarına bir papağanın ya da bir kuklanın anlamsız sözcüklerinden daha
fazla ulaşmaz.
Devam etmeden
önce yukarıda alıntısı yapılan metinle açıkça çelişkili olarak, Yaratılış'ta
sıklıkla ataların nasıl Yehova'nın adına vaaz verdiklerinin anlatıldığını
açıklamalıyım. VIII. Bölümde söylenene bir gönderme, zorluğu kolayca
açıklayacak. Orada, Tevrat'ın İlk Beş Kitabı'nın yazarının şeylerin ve yerlerin
her zaman yazdığı zamanda taşıdıkları adlarını değil, çağdaşlarınca en iyi
bilinen adlanm kullandığı gösterilmişti. Böylece Tevrat’ın İlk Beş Kitabı'nda
Tanrı’dan atalarca Yehova adıyla söz edildiği söylenir. Bu, ataların O’nu
tanıdıkları ad olduğundan değil, Yahudilerce en saygı duyulan ad olduğu için
böyledir. Bu konuya ister istemez dikkat edilmeli çünkü Mısır’dan Çıkış'ta
Tanrı’nın atalarca bu adla bilinmediği özellikle belirtiliyor ve iii:13.
parçada Musa’nın Tanrı’nın adını bilmek istediği söyleniyor. Şimdi bu ad zaten
bilinseydi Musa tarafından da bilinirdi. Bu yüzden gösterilen sonucu, yani
inançlı ataların Tanrı’yı bu adla bilmedikleri ve Tanrı’nın bilgisinin Tanrı
tarafından buyrulmadığını ama bağışlandığını çıkarmalıyız.
Şimdi ikinci
konumuza geçme ve peygamberleri aracılığıyla Tanrı’nın insanlardan Kendi'siyle
ilgili, adaletinin ve yardımseverliğinin - yani, Tanrı’nın belli bir yaşam
biçimi sayesinde insanların örnek aldırabileceği niteliklerinin bilgisinde
bulunandan başka bilgi istemediğini göstermenin zamanı geldi. Ycremya bunu
birçok sözcükle belirtiyor (xxii:15, 16): "Baban doyasıya yiyip içti, Ama
iyi ve doğru olanı yaptı; onun için de işleri iyi gitti. Ezilenin, yoksulun
davasını savundu, onun için de işleri iyi gitti. Beni tanımak bu değil midir?
diyor Rab." Aynı kitabın ix:24. parçasındaki sözcükler eşit ölçüde
açıktır. "Dünyada iyilik yapanın, Adaleti, doğruluğu sağlayanın Ben Rab
olduğumu anlamakla ve beni tanımakla övünsün övünen. Çünkü ben bunlardan
hoşlanırım diyor Rab." Aynı öğreti Tanrı'nın sadece Musa'ya Tanrısal adalet
ve yardımseverliği gösteren özelliklerini belli ettiği Mısır’dan Çıkış
xxxiv:6'dan da anlaşılabilir. Son olarak bundan sonra uzun uzadıya ele
alacağımız Havari'nin Tanrı'nın doğasını (O'nu hiç kimse görmediği için) sadece
yardımseverlikle açıkladığı ve yardımseverliğe sahip olanın Tan- n'ya sahip
olduğu ve gerçekten O'nu tanıdığı sonucuna vardığı Yahya'daki bir parçaya
dikkat çekebiliriz.
Böylece Musa,
Yeremya ve Yahya'nın Tanrı'nın bilgisini herkes için gerekli olduğunu pek dar
bir sınır içinde özetlediğini ve Tanrı'nın bilgisinin tam olarak bizim
dediğimiz şeyden yani Tanrı'nın üstün olarak adil ve merhametli olmasından -
diğer bir deyişle doğru yaşamın mükemmel örneğinden oluştuğunu belirttiklerini
gördük. Kutsal Kitap'ın hiçbir yerde Tanrı'nın kesin bir tanımını vermediğini
ve bunlar dışında anlaşılması gereken özelliklerinden diğer herhangi birine
dikkat çekmediğini ya da diğerlerini öven terimler ortaya koymadığını
ekleyebiliriz. Buradan gerçekte olduğu kadarıyla Tanrı'nın doğasını göz önüne
alan ve insanoğlu tarafından hiçbir yaşam biçimiyle örnek alınamayacak
Tanrı'nın anlama yetisiyle elde edilen bilgisinin inancın ya da belli edilen
dinin yaşanmasının doğru kurallarıyla 264
hiçbir ilgisi olmadığı; sonunda da insanın bu konuda günahın yükü altında
kalmadan tamamen hatalı olabileceği genel sonucuna varabiliriz. Artık II. Bölümde
gösterdiğimiz gibi Tanrı'nın Kendi'sini peygamberlerin var olan görüş ve hayal
güçlerine uydurmasını ya da inananların Tanrı ile ilgili farklı düşüncelere
inanmalannı ya da Kutsal Kitapların Tanrıya eller, ayaklar, gözler, kulaklar,
bir akıl ve bir yerden başka bir yere hareketi mal ederek O'ndan çok yanlış söz
etmesini; ya da O'na kıskançlık, merhamet...vs. duygular mal etmesini ya da
son olarak ()'nu gökte sağ elinde Mesih ile bir kraliyet tahtında oturan bir
Hâkim olarak betimlemelerini şaşkınlıkla karşılamamıza gerek yok. Böyle
ifadeler Kutsal Ki- tap'ın amacı insanları bilgili değil, itaatli hale getirmek
olduğu için çoğunluğun aklına uyarlanmıştır.
Buna rağmen tanrı bilimcilerin çoğunluğu Tanrısal doğayla mantıklı
şekilde uyumlu hale getiremedikleri bu ifadelerden herhangi birine
rastladıklarında onların mecaz niteliğinde yorumlanmaları gerektiğine
inanıyorlar, anlamadıkları parçaların da sözcük anlamıyla çevrilmesi gerektiğini
söylüyorlar. Ama eğer Kutsal Kitap'taki bu tür her ifadenin zorunlu olarak
mecaz niteliğinde yorumlanması ve anlaşılması gerekiyorsa, Kutsal Kitap
insanlar ve bilgisiz kitleler için değil, başta yetenekli uzman ve filozoflar
için yazılmış olmalı.
Biraz önce Tanrı'yla ilgili andığımız düşüncelere dindar ve sade bir
şekilde inanmak aslında bir günah olsaydı, peygamberler insanların kolay
etkilendiklerini görerek böyle ifadeleri kullanmaktan sıkı şekilde
kaçınmalıydı ve diğer taraftan, her şeyden önce Tan- rı'nın anlaşılması gereken
özelliklerini tam olarak ve açıkça ileri sürmeliydiler.
Bunu hiçbir
yerde yapmadılar; bu yüzden, düşüncelerin, eylemlere bakmadan, kendi başlanna
ele alındığında dindar ya da dinsiz olduklannı düşünemeyiz ama bir insanın
inançlarında dindar ya da dinsiz olduğunu sadece onlarla boyun eğmeye özendirildiği
ya da onlardan günah ve isyan için izin çıkardığı kadarıyla savunmalıyız. Eğer
bir adam doğru olana inanarak başkaldırıcı olursa inancı dinsizdir; eğer
yanlış olana inanarak itaatli olursa inancı dindardır; çünkü Tanrı'nın doğru
bilgisi buyrukla değil, Tanrısal armağanla gelir. Tanrı insandan Tanrısal
adalet ve yardımseverliğinin bilgisi dışında başka bir şey istemedi ve bunu
bilimsel doğruluk için değil boyun eğme için gerekli gördü.
XIV.
Bölüm:
İlk ve Son
Kez Felsefeden Ayrılan
İnancın, Gerçek İnancın ve İnancın
Kaynaklarının Tanımları
Halkın inanç düşüncesinden kaynaklanan tehlike. İnancın
tek sınamasının söz dinleme ve iyi eylemler olması.
Farklı insanlar farklı düşüncelere uymaya eğilimli
oldukları için evrensel inancın sadece cn basit öğretileri içerebilir olması.
İnanç ve felsefe arasındaki temel ayrım - sunulan
incelemenin temel düşüncesi.
İnancın doğru bir bilgisi için her şeyden öte Kutsal Kitap'ın sadece
peygamberlerin değil, aynı zamanda değişken ve kararsız Yahudi halk yığınının
anlayışına da uyarlandığını anlamak gereklidir. Bu, bu konuda düşünen herkes
tarafından farkına varılacaktır çünkü Kutsal Kitap'ta karşısına çıkan her şeyi
Tan- rı'nın evrensel ve saltık Öğreti'si olarak kabul eden biri, halkın
anlayışına uyarlanmış olanı doğru biçimde tanımlamadan, insan yorum ve
kararlannı Tanrı'nın öğretisi diye överek ve Kutsal Kitap'ın yetkisini hatah
kullanarak kitlelerin görüşlerini, Tanrısal öğretilerle karıştırmaktan
kaçınamayacaktır. Bunun birçok mezhebin Tanrısal belgeler olarak çelişkili
görüşler öğretmesinin ve savlarını Kutsal
Kitap'a ait birçok metinle desteklemelerinin başlıca nedeni olduğunu kim
görmez ki? Bu, Belçika'da biı atasözü bile olmuştur, geen ketter sonder
letter metin olmadan kâfir olmaz - Kutsal kitaplar bir tek insan
tarafından, tek bir dönemin insanları için değil, ilkinden sonuncusuna yaklaşık
iki bin yıla uzanan ve belki de daha uzun bir zamana yayılan farklı
yaradılışlardaki birçok yazar tarafından yazıl mıştı. Ancak Kutsal Kitap'ın
sözlerini kendi görüşlerine uyarladıkları için mezhepleri dinsizlikle suçlamayacağız;
bu sözler özgün olarak kitlelerin aklına böyle uyarlanmıştı, ve herkes eğer
adalet ve yardımseverlik konularında daha bütün bir istekle Tanrı'ya böyle
boyun eğebileceğim düşünüyorsa bu sözcükleri böyle çözümlemede özgür. Ama bu
özgürlüğü akranlarına bağışlamayıp kendilerinden farklı olanları yaşamları ne
kadar onurlu ve erdemli olursa olsun Tanrı'nın düşmanları olarak kabul ederken,
diğer taraftan kendileriyle aynı düşüncede olanları ne kadar aptal olursa olsun
sevip Tanrı'nın seçilmişi olarak kabul edenleri suçluyoruz. Böyle bir tavır,
devlete karşı düşünülebileceklerin en kötü ve zararlısıdır.
Bu yüzden
bireysel özgürlüğün uzanması gereken sınırları belirlemek ve görüşlerinin
farklılığına rağmen hangi insanların inançlı olarak kabul edileceğine karar
vermek için inancı ve inancın gerekliliklerini tanımlamalıyız. Bu işi ve
ayrıca tüm incelemenin amacı olan inancı felsefeden ayırmayı şimdiki bölümde
başarmayı umuyorum.
Kanıta
hakkıyla devam etmek için Kutsal Kitap'ın başlıca amacım özetleyelim; bu,
inancı tanımlayabileceğimiz bir ölçütü gösterecek.
Daha önceki
bir bölümde Kutsal Kitap'ın amacının sadece boyun eğmeyi öğretmek olduğunu
söylemiştik. Samnm bu kadarını kimse sorgulayamaz. Her iki Antlaşmanın da bu
amaç için yöntemlerden başka bir şey olmadığını ve her ikisinin de insanoğluna
gönüllü boyun eğmeyi aşılamaktan başka amaçlarının olmadığını kim görmüyor ki?
Çünkü (en sonuncu bölümde söylediğimi tekrarlarsam) Musa'nın Yahudileri akılla
ikna etmenin yollarım aramadığına, onları bir antlaşmayla, yeminlerle ve
çıkarlar sağlayarak bağladığına; bundan öte yasayı çiğnemeleri durumunda
insanları cezayla tehdit ettiğine ve yasaya uydukları takdirde
ödüllendirilecekleri sözünü verdiğine dikkat çekeceğim. Tüm bunlar bilgiyi öğretme
yöntemleri değil, boyun eğmeyi aşılamanın yöntemleridir. İncillerin öğretisi,
sade inanç, yani O'na boyun eğmekle aynı şey olan Tanrı'ya inanmak ve onu
onurlandırmaktan başka hiçbir şey buyurmuyor. Her iki Antlaşma'da da çok
sayıda bulunabilen boyun eğmeyi emreden Kutsal Kitap metinlerinin alıntısını
yaparak bir soruyu iyice gün ışığına kavuşturma fırsatım yok. Dahası Kutsal
Kitap birçok parçada çok açıkça insanların Tanrı'ya boyun eğmesi için ne
yapmaları gerektiğini öğretiyor; tüm görev, birinin komşuna olan sevgisi olarak
özetleniyor. Bu yüzden Tanrı'nın buyruğuyla komşusunu seven kişinin yasaya göre
gerçekten itaatli ve mutlu olduğu ama komşusundan nefret eden ya da boşlayanın
dik başlı ve inatçı olduğuna karşı çıkılamaz.
Son olarak
Kutsal Kitap'ın sadece bilgililer için değil, her çağdan ve soydan insan için
yazılmış ve yayılmış olduğu herkes için açıktır, buradan Kutsal Kitap'ın
buyruğuyla ana kurallarını yerine getirmek için mutlaka gerekli olandan öte
şeylere inanmaya zorunlu olmadığımızdan emin olabiliriz.
O zaman bu
kural, tüm Katolik inancının tek ölçütüdür ve inanılması gereken tüm dogmalar
sadece onun aracılığıyla kararlaştırılmalıdır. Bu kadarı ve benzer olarak
inancın diğer tüm öğretilerinin de geçerli olarak oradan sadece akılla
çıkarsanabileceği bolca ortaya konmuş olduğundan Kilise'de bu kadar çok
ayrılığın ortaya nasıl çıktığı konusunda karar vermeyi bireylere bırakıyorum. VIII.
Bölümün başında öne sürülenlerden başka bir nedenden olabilir mi? Beni inancın
dogmalarını, keşfettiğimiz temelden çıkararak belirleme yöntemini açıklamaya
zorlayan bu aynı nedenlerdir, çünkü eğer bunu yapmayı boşlarsam ve soruyu
düzenli bir temel üstünde açıklarsam, haklı olarak fazla cömertçe söz verdiğim
söylenebilir çünkü benim gösterdiğimle, herkes boyun eğme için gerekli olduğu
bahanesiyle istediği herhangi bir öğretiyi dine sunabilir. Bu, özellikle de
Tanrısal özellikler bakımından sorun çıkarır.
Bu yüzden,
tüm konuyu düzenli olarak ortaya koymak için, yukarıda verilen ilkeye göre
inancın aşağıdaki gibi olması gereken bir tanımıyla başlayacağım: -
İnanç, o
olmadan Tanrı'ya boyun eğmenin olanaksız olacağı ve O’na boyun eğme gerçeğini
içeren Tan- rı'nın bilgisinden oluşur. Bu tamm o kadar açık ve bizim zaten
kanıtladığımızdan o kadar net çıkar ki hiçbir açıklamaya gerek yoktur. Onda
barınan sonuçları şimdi kısaca göstereceğim.
(I.) İnanç
kendi başına yararlı değildir, sadece içerdiği boyun eğme bakımından ya da
Yakup'un da Mektup'unda dediği gibi: "eylemsiz iman da ölüdür".
(bkz. alıntısı yapılan parçanın tümü).
Gerçekten,
boyun eğen, zorunlu olarak doğru ve kurtarıcı inanca sahiptir; çünkü Havari'nin
de şu sözlerle dediği gibi "Eylemlerin olmadan sen bana imanını göster,
ben de sana imanımı eylemlerimle göstereyim." eğer boyun eğme kabul
edilmişse inanç da kabul edilmiş olmalıdır. Yuhanna'nın da I Yuhanna 4:7'de
dediği gibi: "Seven herkes Tanrı'dan doğmuştur ve Tanrı'yı tanır. Sevmeyen
kişi Tanrı'yı tanımaz. Çünkü Tanrı sevgidir." Tekrarlıyorum bu metinlerden
bir insanın inançlı ya da inançsız olduğuna sadece eylemlerine bakarak karar
verebileceğimiz sonucu çıkar. Eğer eylemleri iyiyse inançlıdır ancak
öğretilerinin çoğu diğer inançlılarınkinden farklı olabilir. Eğer eylemleri
kötüyse öğretilere sözlü olarak uysa bile inançsızdır. Çünkü boyun eğme inancı
içerir ve eylem olmadan inanç ölüdür.
Yukarıda
alıntısı yapılan parçada Yuhanna, 13. dizede özellikle aym öğretiyi
öğretmektedir. Der ki: "Tanrı'da yaşadığımızı ve O'nun bizde yaşadığını
bize kendi Ruhu'ndan (yani sevgisinden) vermiş olmasından anlıyoruz."
Daha önce Tanrı'nın sevgi olduğunu söyledi ve bu yüzden (teslim aldığı kendi
ilkeleriyle) kim sevgiye sahipse Tanrı'nın Ruh'una sahiptir sonucuna varıyor.
Hiç kimse Tanrı'yı görmediği için, Yuhanna hiç kimsenin birinin komşusuna sevgi
beslemesi dışında Tanrı'nın bilgi ya da bilincine sahip olmadığını ve ayrıca
hiç kimsenin ortak olduğumuz kadarıyla bu sevgi dışında Tanrı'nın hiçbir özelliğinin
bilgisine sahip olmadığını çıkarıyor.
Bu savlar
kuşkuları ortadan kaldırmıyorsa bile öyle veya böyle Havari'nin ne anlatmak
istediğini gösteriyor ama aynı Mektup'un ii:3,4. dizelerindeki sözler
çok daha açık çünkü birçok sözle tüm savımızı belirtiyorlar:
"Buyruklarını yerine getirirsek, O'nu tanıdığımızdan emin olabiliriz.
O'nu tanıyorum" deyip dc buyruklarını yerine getirmeyen yalancıdır,
kendisinde gerçek yoktur."
Tekrarlıyorum,
tüm bunlardan, kendilerinden farklı oldukları ve kendileriyle aynı dinsel
dogmaları desteklemedikleri için onurlu ve adaleti - gözeten insanları baskı
altına alanların Mesih'in gerçek düşmanları olduğu sonucu çıkar. Çünkü adalet
ve yardımseverliği seven herkesin bu nedenle inançlı olduğunu biliyoruz.
İnançlıyı baskı altına alan herkes Mesih'in bir düşmanıdır.
Son olarak
inancın, dogmaların dindar oldukları gibi doğru olmasını gerektirmediği - yani
doğruluğun kırıntısını banndırmayan birçok dogma olmasına rağmen yüreği boyun
eğmek için canlandıracak iyi niyetle inanıldıkları sürece dogmaların doğru
olması gerekmediği sonucu çıkıyor. İyi niyetle inanılmıyor- larsa bu dogmaların
yandaşları itaatsizdir, çünkü adaleti sevmek ve Tanrı'ya boyun eğmek isteyen
biri Tanrısal doğaya karşıt olduğunu bildiği bir şeye Tanrısal diye nasıl
tapınabilir? Ancak insanlar aklın saflığı nedeniyle yanlış yapabilirler ve
Kutsal Kitap gördüğümüz gibi bilgisizliği değil, inatçılığı ayıplıyor. Bu bizim
inanç tanımımızın gerekli sonucudur ve tüm dallan, yukarıda verilen evrensel
kuraldan ve kendi uydurmalanmızı onunla kanştırmak istemediğimiz sürece Kutsal
Kitap'ın açık amacından çıkmaktadır. Böylece Kutsal Kitap, doğru öğretileri,
boyun eğme için gerekli öğretiler ve yüreklerimizde, yani (Yahya'nın sözlerini
kullanmak gerekirse) Tanrı'da olduğumuz ve Tanrı'nın bizde olduğu yerde,
komşumuzun sevgisini pekiştirmek kadar özellikle eklememekte.
O zaman her
insanın inancının doğruluğuna göre değil, sadece boyun eğme ya da inatçılık
göstermesine göre dindar ya da dinsiz olarak yargılanması ge- ıcktiği için ve
insanların eğilimlerinin fazlasıyla çeşitli olduğunu, hepsinin aynı şeyleri
kabul etmediğini, birinin başka diğerinin bir başka görüşün egemenliği
altında olduğunu, böylece birini bağlılığa •.evk edenin diğerini kahkaha ve
aşağılamaya sevk ettiğini kimse tartışmayacağı için Katolik ya da evrensel
dinde iyi insanlar arasında çelişki yaratacak hiçbir öğreti olamayacağı sonucu
çıkar. Böyle öğretiler bazılarına göre dindar ve diğerlerine göre dinsiz
olabilir ama bunlar hakkında sadece ürünlerine göre karar verilmelidir.
O zaman,
Tanrı'ya itaati elde etmek için tamamen gerekli olan ve onsuz böyle bir itaatin
olanaksızlaşacağı dogmalar evrensel dine ait olmalıdır; geriye kalanlara
gelince her insan -yapısına en iyi kendisi karar verdiğini görerek adalet
sevgisinin güçlenmesi için en iyi uyarlanan şeyi benimsemelidir. Eğer bu böyle
olsaydı bence Kilise'deki tartışmalar için başka nedenler olmazdı.
Şimdi
(söylenenden görüldüğü üzere) hepsi bu tek öğretiye eğilimli oldukları için,
evrensel dinin dogmaları ya da Kutsal Kitap'ın tümünün temel dogmalarını
sıralama konusunda başka korkum yok. Bu tek öğretiyse, adalet ve
yardımseverliği seven ve kurtarılacak herkes tarafından boyun eğilmesi gereken
bir Tanrı'nın olduğu, yani bir Üstün Varhk'ın olduğu, bu Varlık'a tapınmanın
adaletin yerine getirilmesi ve insanın komşusuna karşı sevgisinden oluştuğu ve
aşağıdaki öğretilerden başka hiçbir şey içermediğidir.
I.
Tanrı ya da Üstün Varlık
vardır, egemenlikle adil ve merhametlidir, doğru yaşamın örneğidir. Her kim O'ndan
habersizse ya da varlığına inanmıyorsa O'na boyun eğemez ya da O'nu bir hâkim
olarak göremez.
II.
Dogma O'nun Tek olduğudur.
Hiç kimse bu öğretinin Tanrı'ya karşı mutlak bağlılık, hayranlık ve sevgi için
gerekli olduğunu tartışmayacaktır. Çünkü bağlılık, hayranlık ve sevgi birinin
diğerleri üzerindeki üstünlüğünden kaynaklanır.
III.
O'nun her yerde olduğu ya
da her şeyin O'nun için açık olduğudur; çünkü eğer herhangi bir şey ondan
gizlenebilir ya da O'nun tarafından fark edilmeyebilir varsayılabilseydi her
şeyi yöneten karar verme yetisinin varlığından kuşku duyabilir ya da ondan
habersiz olabilirdik.
IV.
Her şeyin üstünde üstün
hakkı ve egemenliği olduğu ve zorlamayla hiç şey yapmadığı, her şeyi saltık
buyruk ve kayrasıyla yaptığı. Her şey O'na boyun eğmekle zorundadır, O hiç bir
şeye boyun eğmek zorunda değildir.
V.
Tanrı'ya tapınmanın sadece
adalet ve yardımseverlikten ya da birinin komşusuna beslediği sevgiden
oluştuğu.
VI.
Yaşam biçimleriyle Tanrı'ya
boyun eğenlerin tümü ve sadece boyun eğenler kurtarılmıştır; zevklerinin
etkisi altında yaşayan insanoğlunun geri kalanı kayıptır. Eğer buna
inanmasaydık zevktense Tanrı'ya uymanın hiçbir nedeni kalmazdı.
VII.
Son olarak Tanrı'nın
pişmanlık duyanlann günahlarını affettiği. Hiç kimse günahsız değildir boylecc
bu inanç olmasaydı herkes kurtuluştan ümidini keserdi ve Tanrı'nın merhametine
inanmak için İm neden kalmazdı. Tanrı'nın her şeyi yönettiği merhamet ve
kayrasıyla insanların günahlarını affettiğine inanan ve bu nedenle Tanrı'ya
olan sevgisinin uyandığım hisseden, gerçekten Mesih'i Ruh'a göre biliyordur ve
Mesih onun içindedir.
Hiç kimse
istisnasız herkesin Tanrı'ya yukarıda açıklanan Yasa'nın buyurduğu gibi boyun
eğebilmesi için her şeyden önce tüm bu öğretilere inanılması gerektiğini
reddedemez; çünkü eğer bu ilkelerden biri göz ardı edilirse boyun eğme yok
olur.
Tanrı'nın ya
da doğru yaşamın örneğinin ateş, ya da ruh ya da ışık ya da düşünce ya da başka
bir şey olup olmadığının artık doğru yaşamın örneği olduğu sorusu kadar inançla
ilgisiz olduğunu söylerim. Adil ve merhametli bir aklı olduğu ya da her şey
O'nun aracılığıyla var olduğu ve hareket ettiği için ve sonuç olarak O'nun
aracılığıyla anladığımız ve gerçekten doğru ve iyi olanı gördüğümüz için doğru
yaşamın örneği olmuş olması da inançla ilgisiz olmasını değiştirmez. Bu
sorular hakkında herkes istediğini düşünebilir.
Bundan öte
inanç, Tanrı'nın her yerde bulunmasının onun özünde olduğuna ya da bir
potansiyel olduğuna inanmamızdan etkilenmez; her şeyi saltık buyruğuyla ya da
doğasının gerekliliğiyle yönettiğine; bir prens gibi yasalar buyurduğuna ya da
onları sonsuz gerçekler olarak ileri sürdüğüne; insanın O'na özgür iradesi
nedeniyle ya da Tanrısal buyruğun zorunluluğu nedeniyle boyun eğdiğine son
olarak iyinin ödülünün ve kötünün cezasının doğal ya da
doğaüstü olduğuna inanmamızdan da etkilenmez Bu ve böyle soruların daha
fazla günaha girmek ya da Tanrı'ya daha az boyun eğmek için bahane olarak
kullanılmaları dışında inançla hiçbir ilgisi yoktur Daha ileri gidip her insamn
böylece Tanrı'ya tüm kalbiyle daha kolay boyun eğebileceği için bu dogma lan
kendi düşünce yöntemine uyarlamak ve onları en bütün ve kararlı onayını
verebildiğini hissettiği şekilde yorumlamak zorunda olduğunu ileri sürece ğim.
İnancın, eski
zamanda dönemin peygamberleri ve insanlarının aklı ve görüşlerine göre
bildirildiği ve yazıldığı biçem gösterdiğimiz gibiydi; öyleyse benzer yöntemle
her insan, kararsız kalmadan ve kafasında bir çelişki yaşamadan kabul etmek
için onu kendi görüşlerine uyarlamak zorundadır. İnancın dindarlık kadar doğruluğu
gerektirmediğini ve inancın boyun eğme aracılığıyla sadece saygılı ve dindar
olduğunu, sonuç olarak herkesin sadece boyun eğerek > inançlı olduğunu
göstermiş bulunuyoruz. En iyi inanca ille de en iyi uslamlamaları gösteren
tarafından değil, adalet ve yardımseverliğin en iyi ürünlerini gösteren
tarafından sahip olunur. Bu öğretinin bir devlet için, insanların birlikte
huzur ve uyum içinde yaşaması için ne kadar yararlı ve gerekli olduğu ve suç ve
karışıklığın kaç tane ve ne kadar büyük nedenlerinin böylece engelleneceği
konusunda karar vermeyi herkesin kendisine bırakıyorum!
Daha öteye
gitmeden biraz önce kanıtladığımız aracılığıyla I. Bölümde, Tanrı'nın Sina
Dağı’nda İsraillilerle konuşmasından söz ederken ileri sürülen itirazları
kolayca yanıtlayabileceğimize dikkat çekebilirim. Çünkü İsraillilerce duyulan
ses, bu insanlara 276
I .ınrı'nın varlığının herhangi bir felsefi ya da matematikscl
kesinliğini verememesine rağmen yine de •.ilen O'nu bildiklerinden onları
Tanrı'ya karşı hayranlıkla heyecanlandırmak ve onları boyun eğme !■ onusunda
harekete geçirmek için yeterliydi. Ve Kosterinin amacı da buydu. Tanrı
İsraillilere (o zaman belli etmediği) özünün saltık özelliklerini öğ- letnıck
değil, yüreklerinin sertliğini kırmak ve onları Imyun eğmeye çekmek istiyordu.
Bu yüzden onlara uslamlamalarla değil, boru sesi, gök gürlemesi ve şimşek
çakmasıyla seslendi.
Bana, inanç,
tanrıbilim ve felsefe arasında hiçbir bağlantı ya da ilgi olmadığını göstermek
kalıyor. İki l< onunun amacının ve temellerinin bilgisine sahip olan hiç
kimse bu gerçeğe itiraz etmeyecektir çünkü onlar kutuplar kadar birbirlerinden
uzaktır.
Felsefenin
görünürde doğruluk dışında hiçbir amacı yoktur. Bolca kanıtladığımız üzere,
inanç da boyun i'Kiııc ve dindarlıktan başka hiçbir şey aramaz. Yine felsefe
sadece doğada aranması gereken aksiyomlar üzerine kurulmuştur. İnanç tarih ve
dil üzerine kurulmuştur ve VII. Bölümde gösterdiğimiz gibi sadece Kutsal Kitap
ve vahiylerde aranmalıdır. Bu yüzden inanç, felsefi düşünmede suçlama olmadan her
şey hakkında istediğimizi düşünmemize izin vererek en büyük özgürlüğü verir.
İnatçılık, nefret, kavga ve kızgınlık doğurmaya eğilimli görüşleri öğretenleri
kâfir ve bölücüler olarak ayıplarken diğer taraftan akıllan ve yetenekleri el
verdiğince bizi adalet ve yardımseverliği takip etmeye ikna edenleri inançlı
olarak ele alır.
Son olarak
şimdi ileri sürdüklerimiz incelememin en önemli konuları olduğu için devam
etmeden önce okuyucudan ısrarla bu iki bölümü özel dikkatle okumasını ve onları
aklında tartma zahmetine katlanmasını dileyeceğim. Yenilikler sunma amacıyla
değil, umanm gelecek bir zamanda en sonunda düzeltilmiş görebileceğim kötüye
kullanmalardan kurtulmak için yazdığımı doğal karşılamasını isteyeceğim.
XV. Bölüm:
Tanrıbilim
Aklın Hizmetinde ya da Akıl Tanrıbilimin Hizmetinde Gösterilmemiştir. Aklın
Kutsal Kitap’ın Yetkisini Kabul Etmemizi Sağlayan Bir Tanımı
Kutsal Kitap'ın Akılla uzlaştırılması gerektiği Kuramı -
Maymonidcs tarafından savunulan - vii. Bölümde zaten çürütülmüş olan.
Aklın Kutsal Kitap'a uzlaştırılması gerektiği Kuramı
-Alpakhar tarafından savunulan - incelendi. Ve çürütüldü.
Kutsal Kitap ve Aklın birbirinden bağımsız olması. Temel
inancın matematiksel değil, ahlaki kesinliği.
Vahiylerin büyük yararı.
Felsefe ve
aklın ayrı olduğunu bilmeyenler Kutsal Kitap'ın mı aklın hizmetinde ya da aklın
mı Kutsal Kitap'ın hizmetinde olması gerektiğini; yani Kutsal Kitap'ın
anlamının akla uygun kılınmasının gerekip göremediğini tartışırlar. İkinci
durum aklın kesinliğini reddeden kuşkucular tarafından varsayılırken, ilki
dogmacılarca varsayılır. Her iki taraf da gösterdiğim gibi tamamen yanlışlık
içindedir çünkü her iki öğreti de bizim ya aklı ya da Kutsal Kitap'ı değiştir-
memizi gerektirir.
Kutsal
Kitap'ın felsefe değil, sadece boyun eğmeyi öğrettiğini ve içerdiği her şeyin
halk yığınının görüşleri ve anlayışına göre uyarlandığını göstermiştik. Bu
yüzden onu felsefeye uyarlamak isteyenlerin zorunlu olarak onların hayalini
bile kurmadıkları birçok düşünce mal etme ve sözlerine aşırı ölçüde zorlanmış
yorumlar getirmeleri gerekir. Diğer taraftan akıl ve felsefeyi tanrıbilimc
hizmet eder hare getirecekler de Tanrısal sözler olarak eski Yahudilerin
önyargılarını kabul etmek ve akıllarını onlarla doldurmak ve karıştırmak
zorunda kalacaklardır. Kısaca bir taraf aklın yardımıyla diğer taraf da aklın
yardımı olmadan sınırlan aşacak.
Ferisiler
arasında Kutsal Kitap'ın akla uydurulması gerektiğine açıkça inanan VIII.
Bölümde görüşünü gördüğümüz ve bol bol çürüttüğümüz Maymo- nides'ti. Şimdi bu
yazar çağdaşları arasında büyük yetkisi olmasına rağmen bu konuyla ilgili
neredeyse hepsi tarafından yüzüstü bırakılmıştı ve çoğunluk doğruca
Maymonides'in yanlışından kaçınma heyecanıyla onun tam tersi olan başka bir
hataya düşen belli bir R. Jehuda Alpakhar'ın görüşüne geçmişti. O aklın Kutsal
Kitap'ın hizmeti altına alınması gerektiği ve O'na tamamen boyun eğmesi
gerektiğini düşünüyordu. Bir parçamn, akla ters olduğu için değil, sadece
Kutsal Kitap’ın kendisiyle - yani açık öğretileriyle çelişkili olduğu durumlarda
- mecaz niteliğinde yorumlanması gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden Kutsal
Kitap neyi dogmatik olarak öğretiyorsa ve özellikle doğruluyorsa onun biricik
yetkisine dayanarak mutlaka doğru kabul edilmesi gerektiği, yani Kutsal
Kitap'ta bütünün genel gidişatıyla doğrudan 280
ı,< lışen hiçbir öğreti olmadığı evrensel kuralını koydu Yalnız
Kutsal Kitap'ın ifadelerinin, genellikle n.ıkça öğretilenlerle çelişir bir şey
kasteder göründü- gıı için farklılık içeriyormuş gibi görünen bazı parça- l.ı11
bunun dışındadır. Böyle ifadeleri ve sadece böyle d.ideleri mecaz niteliğinde
yorumlayabiliriz.
()rncğin,
Kutsal Kitap açıkça Tanrı'nın birliğini öğ- ıı-ıır (bkz. Yasa'nın Tekrarı
vi:4), tanrıların çoğulluğu mı açıkça belirten herhangi bir metin de yoktur; .una
birçok parçada Tanrı Kendi'sinden ve peygam- betlcr de O'ndan çoğul sayıda söz
ederler; böyle ifadeler sadece bir konuşma biçemidir ve aslında birçok tanrı
olduğu anlamına gelmezler. Onlar, tanrının çoğulluğu akla ters olduğu için
değil, Kutsal Kitap açıkça sadece bir tane olduğunu belirttiği için mecaz
niteliğinde açıklanmalıdır.
Öyleyse yine
(Alpakhar'ın düşündüğü gibi) Kutsal Kitap'ın, Yasa'nın Tekrarı iv:15'te
belirttiği gibi Tanrı cisimsizdir. Biz de aklın değil, sadece bu metnin verdiği
yetkiyle Tanrı'nın bir bedeni olmadığına inanmak zorundayız. Sonuç olarak
Tanrı'ya eller, ayaklar... vs. mal eden tüm parçaları sadece Kutsal Kitap'ın
yetkisiyle mecaz niteliğinde açıklamalı ve onları mecaz olarak kabul etmeliyiz.
Alpakhar'ın görüşü işte böyledir. Kutsal Kitap'ı Kutsal Kitap ile açıklamak
istediği için onu övüyorum ama akıl bağışlanmış bir adamm bu aklı alçaltmak
istemesine şaşıyorum. Peygamberlerin ne anlatmak istediği ve eğilimleriyle
ilgili zorluk çektiğimiz sürece Kutsal Kitap'ın Kutsal Kitap ile açıklanması
gerektiği doğru ama doğru anlamı çıkardığımızda zorunlu olarak onu anlamak için
karar yeteneği ve aklımızı kullanmalıyız. Ancak eğer akıl (isyan ettiği
ölçüde) tamamen Kutsal Kitap'ın hizmeti altına alınacaksa, Kutsal Kitap'a
itaatini onun kendi yardımıyla mı yoksa o olmadan körü körüne mi yerine
getirmeliyiz? Eğer körü körüne olacaksa kesinlikle aptalca ve mantıksızca
hareket edeceğiz; ama eğer aklın yardımıyla olacaksa Kutsal Kitap'ı aklın
egemenliği altında kabul ederiz ve onu akıl olmadan kabul etmemeliyiz. Dahası
şimdi bir insan aklına ters düşen her şeyi kabul etmek zorunda mıdır? Yadsıma
aklın kabul etmeyi reddetmesi değil de nedir? Kısaca, birinin yeteneklerin en
yücesi ve Tanrı'dan bir ışık olan aklı, insanın kötü niyetiyle bozulmuş
olabilecek geçersiz yasaya bağımlı hale getirmek istemesine; Tanrı'nın Söz'ünün
gerçek el yazısından, akıldan saygısızlıkla söz etmenin hiçbir suç teşkil
etmediği düşünülüp onu bozuk, kör ve kayıp olarak anarken aynı şeyi sadece
Tanrı nın boz unun yansıması ve gorunumu olan yasa için söylemenin suçlann en
büyüğü olarak düşünülmesine şaşıyorum. İnsanlar hiçbir şeyi aklın ve kendi
yargılannın güvencesi altına almamayı dindarlık ve bize kutsal kitapları
iletenlerin inancından kuşku duymayı dinsizlik sayıyorlar. Böyle bir tutum
dindarlık değil sadece aptallıktır. Ve her şeye rağmen neden bu kadar
tedirginler? Neden korkuyorlar? İnanç ve dinin insanlar kendilerini bilerek
bilgisiz tutmadıkları ve akla sırtlarını çevirmedikleri sürece
desteklenemeyeceğini mi sanıyorlar? Eğer öyleyse Kutsal Kitap'a çekinerek
güveniyorlar demektir.
Ancak dinin
aklı ya da aklın dini kölesi yapmaya çalışması gerektiğini ya da her ikisinin
de egemenliklerini mükemmel uyum içinde tutamayacağım söylemek benden uzak
olsun. Bu somya daha sonra geri döneceğim çünkü şimdi Alpakhar'ın kuralından
söz etmek istiyorum.
Belirttiğimiz
gibi Kutsal Kitap tarafından öne sürülen ve reddedilen her şeyi ya doğru kabul
etmeli ya da yanlış olarak reddetmeliyiz. Alpakhar bundan öte Kutsal Kitap'ın
başka bir yerde savlarıyla ya da inkârlarıyla çelişen bir şeyi hiçbir zaman
açıkça öne sürmediğini ya da reddetmediğini belirtiyor. Böyle bir koşulun ve
bildirinin aceleciliği hiç kimseden kaçamaz. Çünkü o (Kutsal Kitap'ın farklı
zamanlarda, farklı insanlar için, farklı yazarlarca yazılan farklı kitaplardan
oluştuğunu dikkate almadığı ve ayrıca koşulunun akıl ya da Kutsal Kitap'tan
hiçbir doğrulama almaksızın kendi yetkisi üzerine ortaya çıktığı gerçeğini
atlayarak) geriye kalan parçalarla dolaylı olarak çelişkili olan tüm
parçaların, dilin doğası ve bağlam aracılığıyla mecaz olarak başarıyla açıklanabileceğini;
bundan öte, Kutsal Kitap'ın bize değiştirilmeden geldiğini göstermek zorunda
kalacaktı. Ancak bu konuya uzun uzadıya girişeceğiz.
Öncelikle
aklın boyun eğmez olduğu ortaya çıkarsa ne yapacağız? Yine de Kutsal Kitap'ın
doğruladığı her şeyi doğrulamak zorunda mıyız? Belki de Kutsal Kitap'ın akla
ters hiçbir şey içermediği cevabı verilecektir. Ama O'nun açıkça Tanrı'nın
kıskanç olduğunu ( yani On Emir'de ve Mısır’dan Çıkış xxxiv:14 ve Yasa’nın
Tekran iv:24 ve birçok yerde) doğruladığını ve öğrettiği konusunda ısrar
edeceğim ve böyle bir öğretinin akla ters olduğunu belirteceğim. Sanırım her
şeye rağmen doğru olarak kabul edilmelidir. Eğer Kutsal Kitap'ta Tanrı'nın
kıskanç olmadığını kasteden herhangi bir parça olursa, bunların bu biçim bir
şeyi anlatmak istemeyen mecazlar olarak anlaşılması
gerekir. Böylece Kutsal Kitap ayrıca doğrudan hiçbir yerde böyle hareket
etmediğini belirtmeden açıkça Tanrı'nın Sina Dağı'na indiğini belirtiyor [Mısır’dan
Çıkış xix:20...vs.) ve O'na bir yerden başka bir yere hareketler yüklüyor.
Bu yüzden parçayı ve Süleyman'ın sözlerini gerçek anlamıyla anlamalıyız (1 Krallar
viii:27): "Tanrı gerçekten yeryüzünde yaşar mı? Sen göklere, göklerin
göklerine bile sığmazsın." Tanrı'nın bir yerden başka bir yere hareket
ettiğini açıkça belirtmedikleri, sadece ima ettikleri için bu sözler,
Tanrı'nın hareket ettiğinin yadsımasına başka bir benzerliği kalmayacak şekilde
çarpıtılmahdır. Öyleyse aynca Kutsal Kitap açıkça öyle dediği için gökyüzünün
Tanrı'nın yaşadığı yer ve tahtı olduğuna inanmalıyız ve benzer şekilde Kutsal
Kitap'ın değil ama aklın ve felsefenin bize yanlış olduğunu söylediği,
peygamberlerin ya da halk yığınının görüşlerini ifade eden birçok parça, eğer
yazarımızın kılavuzluğunu izlersek, doğru olarak anlaşılmalıdır,- çünkü ona
göre aklın bu konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Bundan öte Kutsal Kitap'ın
kendisiyle sadece imayla çeliştiği, doğrudan çelişmediği doğru değildir. Çünkü
Musa birçok sözle der ki (Yasa’nın Tekrarı iv:24): "Çünkü Tanrınız
Rab yakıp yok eden bir ateştir..." ve başka bir yerde açıkça Tanrı'nın
görünen şeylere bir benzerliğinin olduğunu reddeder. (Yasa’nın Tekrarı iv.
12.) Eğer ikinci parçanın ilk parçaya sadece imayla ters düştüğü ve ona ters
görünmemesi için ona uyarlanması gerektiği kararma vanlırsa, Tanrı'nın bir
ateş olduğunu kabul edelim ya da daha çok aklımızı yitirme korkusuyla bu konuyu
geçelim ve başka bir örneği ele alalım.
Samuel açıkça
Tanrı'nın vazgeçtiğini reddediyor (1 284 Samuel xv:29): "O insan
değil ki, düşüncesini değiştirsin" Diğer taraftan Yeremya Tanrı'nın yapmaya
kalktığı hem iyilik hem de kötülükten vazgeçtiğini belirtir (Yeremya
xviii:8-10). Ne? Bu iki metin doğrudan çelişkili değil mi? O zaman yazarımız bu
ikisinden hangisini mecaz olarak açıklamak isterdi? Her iki ifade de genel ve
ikisi birbirinin tam tersi - birinin kesinlikle kabul ettiğini diğeri
kesinlikle reddediyor. Öyleyse yazar kendi kuralıyla ya hepsini yanlış bularak
reddetmek ya da doğru bularak kabul etmek zorunda kalacaktı.
Yine eğer ima
açıksa ve parçanın yapı ve bağlamı mecaz olarak yoruma izin vermiyorsa, başka
biriyle doğrudan değil sadece imayla çelişir şekilde parçamn anlamı ne olur?
(peygamberlerin farklı ve çelişkili görüşlere sahip olduklarına dikkat
çektiğimiz) II. Bölümde ve ayrıca tarihi öykülerdeki çelişkilere dikkat
çektiğimiz IX. ve X. Bölümlerde gördüğümüz gibi Kutsal Kitap'ta böyle birçok
örnek vardır. Tüm bunları yeniden anlatmama gerek yok; çünkü daha önce
söylediğim şeyler, sözünü ettiğimiz gibi bir görüş ve kuraldan kaynaklanacak
saçmalıkları yeterince açığa çıkarıyor ve ileri süren kişinin düşüncesizliğini
gösteriyor.
Bu yüzden bu
kuramı Maymonides'inki gibi tamamen reddedebiliriz ve tanrıbilimin akla ya da
akim tannbilime hizmet etmek zorunda olmadığını tartışılmaz olarak ve her
birinin kendi etki alanına sahip olduğunu kabul edebiliriz.
Dediğimiz
gibi aklın kapsamı doğruluk ve erdemdir; tanrıbiliminse dindarlık ve boyun
eğmedir. Aklın erki bizim için insanların akıl olmadan sade boyun eğme
aracılığıyla mutlu olabileceklerine karar verecek kadar uzanamaz. Tanrıbilim
bize başka bir şey söylemez, bize boyun eğme dışında hiçbir buyruğun
zorunluluğunu yüklemez ve akla karşı gelecek ne isteği ne de gücü vardır.
Tanrıbilim sadece boyun eğme için gerekli olduklan kadanyla inancın dogma -
lannı tanımlar (son bölümde dikkat çektiğimiz gibi) ve onların kesin
doğruluğunu belirlemeyi akıl yürütmeye bırakır; çünkü düşünme aklın ışığıdır
ve o olmadan her şey rüya ve hayaletlerdir.
Burada tanrıbilimle, sözün tam anlamıyla Kutsal Kitap tarafından
hedeflenen amacı; yani boyun eğmenin tasan ve biçimini ya da dindarlık ve
inancın gerçek dogmalannı gösterdiği kadarıyla vahyi kastediyorum. Bu gerçekten
belli bir sayıda kitaptan oluşmayan Tanrı'nın Söz'ü olarak anılabilir (bkz.
XII. Bölüm). Böyle anlaşılarak, eğer buyruklannı ya da yaşam kurallarını göz
önünde bulundurursak tanrıbilimin akılla uyum içinde olduğu bulunacaktır ve
eğer amacına bakarsak tanrıbilimin hiçbir şekilde akla ters olmadığı bu yüzden
tüm insanlar için evrensel olduğu görülecektir.
Kutsal Kitap ile olan ilgisine gelince, VII. Bölümde Kutsal Kitap'ın
anlamının genel olarak felsefenin temeli olan doğanın tarihinden değil, kendi
tarihinden çıkarılması gerektiğini göstermiştik.
Kutsal Kitap'ın anlamı konusundaki araştırmamızın böyle yürütülmesi bize
şurada burada anlamın akla ters olduğunu gösterirse bizi engellememesi
gerekir,- çünkü Kutsal Kitap'ta insanın habersiz olabileceği ve bulabileceğimiz
bu tür her şeyin, emin olabiliriz ki tanrıbilim ya da Tanrı'nın Söz'ünü zedelemez
ve bunlarla hiçbir ilgisi yoktur ve bu yüzden de bunlar sorumluluk almadan
herkes tarafından iste- mldiği gibi anlaşılabilir.
Özetlersek ne
Kutsal Kitap'ın akla ne de aklın Kutsal Kitap'la uygun hale getirilmesi
gerektiği saltık sonucuna varabiliriz.
Şimdi
tanrıbilimin temeli olduğu için - insamn sadece boyun eğme ile
kurtarılabileceği öğretisi - ister doğru isterse yanlış olsun akılla
kanıtlanamaz, 'O zaman neden ona inanmalıyız?' sorusu sorulabilir. Eğer aklın
yardımı olmadan inanırsak onu körü körüne kabul etmiş oluruz ve aptalca ve
düşüncesizce hareket ederiz; diğer taraftan eğer akılla kanıtlanabileceğine
karar verirsek tanrıbilim felsefenin bir parçası olur ve ondan kopanlamaz hale
gelir. Ama buna, tanrıbilimin bu temelinin aklın doğal ışığıyla
araştırılamayacağını kesinlikle temellendirdim diye cevap veririm ya da öyle
veya böyle hiç kimsenin bunu bu yolla kanıtlamadığı ve bu yüzden vahyin gerekli
olduğunu kesinlikle temellendirdim diye cevap veririm. Ancak belli edileni
ahlaki kesinlikle kavramak için aklımızı kullanmalıyız - ahlaki kesinlikle
diyorum çünkü peygamberlerden daha fazla kesinlik kavramayı umut edemeyiz. Yine
de II. Bölümde gösterdiğim gibi onların kesinliği sadece ahlakiydi.
Bu yüzden
Kutsal Kitap'ın yetkisini matematiksel kanıtlarla ileri sürmeye çalışanlar
tamamen hatalılar. Çünkü Kutsal Kitap'ın yetkisi peygamberlerin yetkisine
dayanır ve eski zamanlarda peygamberlerin insanları kendi yetkilerine ikna
etmek için kullanıldığı kanıtlardan daha güçlü bir şeyle desteklenemez. Aynı
konudaki kesinliğimiz, peygamberlerin kesinliği için temel görevi gören
temelden farklı bir temel üzerine kurulamaz.
Şimdi peygamberlerin kesinliği (dikkat çektiğimiz gibi) şu öğelerden
oluşuyordu:
I.
Farklı ve canlı bir hayal
gücü.
II.
Bir işaret.
IIİ. Son olarak ve en başta adil ve iyi olana yönlendirilmiş bir düşünce
yapısı. Bundan başka hiçbir uslamlamayı temel almıyordu ve sonuç olarak kendi
yetkilerini ne sözlü olarak seslendikleri halk yığınına ne de yazıyla
seslendikleri bizlere başka bir uslamlamayla kanıtlayamazlardı.
Bu nedenlerin ilki yani canlı hayal gücü sadece peygamberler için geçerli
olabilirdi; bu yüzden vahiyle ilgili kesinliğimiz geriye kalan ikisi yani
işaret ve öğretiyi temel almalıdır. Musa'nın kesin öğretisi böyledir; çünkü {Yasa’nın
Tekrarı xviii'de) insanlara Rab adına doğru bir işaret veren peygambere
uymayı emrediyor ama eğer yanlış öndeyide bulunursa Rab adına bile olsa
yetkisini işaret ve belirtilerle doğrula- sa bile insanları gerçek dinden
uzaklaştırmaya çalışanlar gibi öldürülmesi gerektiğini buyuruyor. Gerçek bir
peygamberin yalancı bir peygamberden hem öğretilerle hem de yarattığı
mucizelerle ayırt edilebileceğini anlatan yukarıdaki Yasa’nın Tekrarı
xiii ile karşılaştırma yapabiliriz. Çünkü Musa, böyle birinin gerçek bir
peygamber olduğunu bildirir ve insanlara aldatılma korkusu olmadan ona
güvenmesini buyurur. Rab adına bile olsa herhangi bir yanlış öndeyide
bulunanların ya da mucizeleri gerçek bile olsa yalancı tanrıları vaaz
edenlerin yalancı peygamber olduğunu ve onların ölmeyi hak ettiğini söyler.
O zaman Kutsal Kitap ve peygamberlerin yazdıkları için sahip olduğumuz
tek uslamlama orada buldu- 288
ğıımuz öğreti ve doğrulanan işaretlerdir. Çünkü peygamberlerin her şeyden
önce adalet ve yardımseverliği övdüğünü ve başka amaçları olmadığını gördüğümüze
göre uygunsuz nedenlerle yazmadıkları, insanların gerçekten boyun eğme ve inanç
aracılığıyla mutlu olabileceklerini düşündükleri sonucuna varırız. Bundan öte
onların öğretilerini işaret ve mucizelerle doğruladıklarını gördüğümüze göre
rasgele konuşmadıklarına ya da kehanetlerinde sınırları aşmadıklarına ikna
oluruz. Sonucumuz öğrettikleri ahlakın akılla açık bir uyum içinde olduğu
gerçeğiyle daha fazla güçlenir çünkü peygamberlerde bulduğumuz Tanrı'nın
Söz'ünün yüreklerimizde yazan Tanrı'nın Söz'ü ile uyuşması bir tesadüf
değildir. Bu sonuca, eski Yahudilerin, peygamberlerin yaşayan seslerinden
vardıkları gibi, biz de kutsal kitaplardan varabiliriz. Çünkü XII. Bölümde
Kutsal Kitap'ın bize öğretileri ve ana öyküleri açısından bozulmamış olarak
kaldığını göstermiştik.
Bu yüzden,
tanrıbilimin ve Kutsal Kitap'ın tüm bu temeli, matematiksel kanıtı kabul etmese
de, yargı gücümüzün uygun bulmasıyla kabul edilebilir. Peygambere özgü
tanıklıkla böyle bol bol doğrulanan ve akılca daha güçsüz olanlara böyle bir
rahatlık ve devlete böyle bir yarar sağlayan şeyi; dahası en ufak tehlike ya da
zarara uğramadan inanabileceğimiz ve sadece matematiksel olarak
kamtlanamayacağı için reddetmemiz gereken bir öğretiyi kabul etmemek aptallık
olurdu. Sanki olanaklı herhangi bir yolla sorgulanamayan hiçbir şeyi doğru ya
da yaşamın bilgece bir kuralı saymamamız gerekiyor ya da eylemlerimizin çoğu
belirsizlikle, tehlikelerle dolu değil.
Tanrıbilim ve
felsefenin karşılıklı olarak ters düştüğü ve bu yüzden birinin tahtından
indirilmesi gerektiğine inananları kabul ediyorum - böyle insan- lann
tanrıbilimi sağlam bir temele oturtmaya çalışmakta ve doğruluğunu matematiksel
olarak kanıtlamakta mantıksız olmadıklarını kabul ediyorum diyorum. Çaresiz ya
da deli olmayan kim akla veda etmek ya da sanat ve bilimlerden nefret etmek ya
da aklın kesinliğini reddetmek ister? Ama bu arada, aklın yanılabilir olduğunu yanılmadan
kanıtlamak ve aklın yenilgisi için aklın yardımına başvurduklarından onların
suçunu tamamen bağışlayanlayız. Matematiksel olarak tanrıbilimin doğruluğu ve
yetkisini kanıtlamaya ve doğal aklın yetkisini elinden almaya çalışırken
aslında sadece tanrıbilimi aklın egemenliği altına sokuyorlar ve arkasında
doğal akıl olmadığı sürece tanrıbilimin yetkisinin hiçbir önemi olmadığını
kanıtlıyorlar.
Eğer
kendilerinin Kutsal Ruh'un içsel tanıklığıyla anladıklarıyla ve inanamayanlar
yüzünden aklı yardıma çağırdıklarıyla övünüyorlarsa, onlan bunun, böyle bile
bizim onayımızı alamayacağına ikna etmek için, onların ya duygusallıktan ya da
kendini beğenmişlikten ötürü konuştuklarını kolayca kanıtlayabiliriz. Son
bölümden Kutsal Ruh'un, Pavlus tarafından ruhun ürünleri olarak anılan (Galatyalılar
v:22) eylemlerden, yani kendi içinde gerçekte ruhlarımızdaki iyi bir
eylemi izleyen akılsal kabullenmeden başka bir şey olmayan eylemlerden yana
tanıklık ettiği sonucu çok açıkça çıkıyor. Yalnız akıl bunun dışındadır,
gösterdiğimiz gibi o doğruluğun tüm alammn sahibidir. Eğer onların doğruluktan
emin olmalarım sağlayan bu ruha sahip olduklarım ileri sürerlerse yanlış ve
duygunun önyargılarına göre konuşuyorlar ya da filozoflar tarafından yenilmek
ve halkın alayına maruz kalmaktan korkuyorlar ve bu yüzden bir bakıma sunağa
kaçıyorlar demektir; ama sığınakları boştur çünkü hangi sunak öfkeli bir aklı
barındırır? Ancak böyle insanları geçiyorum çünkü amacıma ulaştığımı ve
felsefenin tanrıbilimden nasıl ayrılması gerektiğini ve her ikisinin de neden
oluştuğunu; hiçbirinin diğerinin hizmetinde olmaması gerektiğini, her birinin
rakipsiz egemenliklerini ellerinde tutmaları gerektiğini gösterdiğimi düşünüyorum.
Son olarak koşullara göre gerektiği gibi ayrılmadıkları için iki konu arasında
geçerli olan sıra dışı karmaşıklıktan kaynaklanan saçmalıklara, zorluklara ve
kötülüklere dikkat çektim. Daha ileri gitmeden önce (daha önce bunu söylemiş
olmama rağmen) özellikle Kutsal Kitap'ın ya da Vahyin kullanımının ve
gereksiniminin çok büyük olduğunu düşündüğümü belirtiyorum. Aklın doğal
ışığıyla sadece boyun eğmenin kurtuluşa giden yol olduğunu göremeyeceğimiz
için [Son Not 25] ve aklımızın erişemeyeceği bu yola vahiyle sadece Tanrı'nın
özel kayrasıyla gidildiği öğretildiği için Kutsal Kitap'ın insanoğluna çok
büyük bir teselli verdiği sonucu çıkıyor. Herkes boyun eğebilir ama insanlığın
toplamıyla karşılaştırıldığında sadece aklın kılavuzluğuyla erdem alışkanlığım
kazanabilecek çok az insan var. Böylece eğer Kutsal Kitap'ın tanıklığı olmasa
neredeyse tüm insanların kurtuluşundan kuşku duymamız gerekirdi.
3. Kısmın Sonu
Tanrıbilimsel
Politik İncelemece
Yazarın Son Notları
-XI.'den Bölümden XV. Bölüme.
Son Not
24 "Şimdi düşünüyorum." Çevirmenler {Grekçe} sözcüğü
"anlıyorum" diye çeviriyorlar ve Pavlus'un bu sözcüğü {Grekçe bir
sözcükle} eş anlamlı kullandığını belirtiyorlar. Ama ilk sözcüğün Grek- çede
anlamı İbranicede "düşünmek, saymak, karar vermek" sözcüğü ile
aynıdır. Ve bu anlam, Süryani çeviriyle tamamen uyum içinde olur. Bu Süryanicc
çeviri (bir çeviri olduğu çok kuşkulu çünkü ne ortaya çıktığı zamanı ne de
çevirmenleri biliyoruz ve Sürya- nice Havarilerin ana diliydi) önümüzdeki
metnin anlamını, Tremellius tarafından "düşünüyoruz öyleyse" diye çok
iyi açıklanan bir biçimde çeviriyor.
Son Not
25 "sadece boyun eğmenin kurtuluşa giden yol olduğunu..."
Diğer bir deyişle Tanrısal emirleri yasalar ya da buyruklar olarak kabul
etmemiz kurtuluş ve mutluluk için yeterli; onları sonsuz doğruluklar olarak
görmemiz gereksiz. Bu bize IV. Bölümdeki kanıtlamalardan göründüğü gibi akıl
değil, vahiyle öğretilebilir.
3.
Kısmın Sonu - Xl.'den
Bölümden XV. Bölüme.
XVI.
Bölüm:
Bir Devletin
Temelleri Hakkında;
Bireylerin Doğal ve Yurttaşlık Hakları ve
Egemen Erkin Hakları Konusunda
Doğada hakkın erkle aynı yeri kaplaması.
Bu ilke doğa durumundayken insanoğluna uyar.
Bu durumdan yurttaşlık durumuna bir geçişin nasıl olası
olduğu.
Köle değil, yurttaş.
Özel yurttaşlık hakkının - ve haksızlığın tanımı.
Anlaşma hakkında.
Vatana ihanet hakkında.
Yönctieilcrin hangi anlamda tanrısal yasayla bağlı
oldukları.
Milli yönetimin dinle uıumsuz olmaması.
Şimdiye kadar
ilgimiz felsefeyi tanrıbilimden ayırmak ve böyle bir ayrılığın her ikisine de
sağladığı düşünce özgürlüğünü göstermek oldu. Şimdi sıra, böyle bir düşünce
özgürlüğünün sınırlarını belirlemede ve tartışma kendiliğinden ideal devlette
genişleyebilir. Bu sorunun hak ettiği gibi ele alınması için; önce
dikkatimizi bireylerin doğal haklarına ve daha sonra dine ve bir bütün olarak
devlete çevirerek bir devletin temellerini incelemeliyiz.
Ben, doğanın
hakkı ve kuralı derken, yalnızca bir
bireyi belli bir biçimde yaşayıp eyleyecek biçimde doğayla koşullanmış
olarak kavramamıza aracılık eden doğal yasaları anlatmak istiyorum. Örneğin,
balıklar doğal olarak yüzmeye ve büyüğünün küçüğünü yemesine
koşullanmışlardır; bu yüzden balıklar sudan hoşlanırlar ve doğal egemenlik
hakkıyla büyük küçüğü yer. Çünkü doğanın, soyut anlamda göz önüne alındığında,
her şeyi yapma konusunda egemenlik hakkı vardır, başka bir deyişle hakkı
erkiyle eş-sürelidir. Doğanın gücü, her şey üzerinde egemenlik hakkı olan
Tanrı'nın gücüdür ve doğanın gücü sadece tüm bireysel bileşenlerinin güçlerinin
topluluğu olduğu için, her bireyin yapabileceği her şeyi yapma konusunda egemenlik
hakkı olduğu sonucu çıkar; başka bir deyişle bir bireyin haklan koşullandığı
üzere erkinin yettiği yere uzamr. Şimdi her bireyin kendisinden başka hiçbir
şeye aldırmadan kendisini olduğu gibi korumaya çalışması, doğanın egemenlik
yasa ve hakkıdır; bu yüzden her birey bu egemen yasa ve hakka, yani doğal
koşullarına göre var olma ve hareket etme hakkına sahiptir. Burada insanoğlu ve
diğer bireysel doğal varlıklar ya da akıl bağışlanmış bir insan ve akıl nedir
bilmeyen insan ya da aptallar, deliler ve akıllı insanlar arasında herhangi
bir fark gözetmiyoruz. Doğa tarafından koşullandığı gibi eylediği ve başka
türlü eyleyemeyeceği için, birey doğasımn yasalarıyla ne yaparsa, onu yapmaya
egemenlik hakkı vardır. Bu yüzden doğanın egemenliği altında yaşadıkları
düşünüldüğü sürece insanlar arasında aklı bilmeyen biri ya da henüz erdem yeteneğini
kazanmamış olan biri yaşamını tamamen aklın yasalarıyla düzenlemiş olan biri
kadar egemenlik hakla sadece isteğinin yasalarına göre hareket eder.
Yani akıllı
insanın aklın buyurduğu her şeyi yapmaya ya da aklın yasalarına göre yaşama
konusunda egemenlik hakkı olduğu gibi bilgisiz ve aptal insanın da arzunun
buyurduğu her şeyi yapmaya ya da arzunun yasalarına göre yaşama konusunda
egemenlik hakkı vardır. Bu, Paul'ün öğretileriyle özdeştir, o yasadan önce -
açıkçası insanlar, doğanın buyruğu altında sayıldığı sürece - günah olmadığını
kabul eder.
Bireysel
insanın doğal hakkı sağlam akılla değil, arzu ve erkle böyle belirlenir. Herkes
doğal olarak aklın yasa ve kurallarına göre hareket edecek şekilde
koşullanmamıştır; hatta tam tersi tüm insanlar bilgisiz doğar ve iyi
yetiştirilmiş olsalar bile doğru yaşam biçimini öğrenemeden ve erdem yeteneğini
kazanmadan yaşamlarının en büyük bölümünü geride bırakır. Yine de bu sırada
kendi başına arzunun güdüleriyle yaşayabildikleri kadar yaşamak ve kendilerini
korumak zorundadırlar. Doğa onlara başka bir kılavuz sunmamıştır ve sağlam akla
göre yaşama erki armağanını esirgemiştir; böylece artık bir kedinin bir aslanın
doğasının yasalanyla yaşamak zorunda olmaması gibi, onlar da aydınlanmış bir
aklın buyruklarıyla yaşamak zorunda değillerdir.
Bu yüzden bir
birey (doğanın etkisi altında düşünüldüğünde) ister sağlam akılla isterse
tutkularla zorlanmış olsun, kendisi için elinden gelen en iyisini zorla,
kurnazlıkla, yakarışla ya da diğer yollarla olsun bulup almak için egemenlik
hakkına sahip olmayı yararlı bulur; sonuç olarak amacının başarıya ulaşmasına
engel olan herkesi bir düşman olarak görebilir.
Dediğimiz şey
nedeniyle, tüm insanların etkisi altında doğduğu ve çoğunlukla yaşadığı doğamn
hak ve düzeni, sadece hiç kimsenin arzulamadığı ve hiç kimsenin erişemeyeceği
şeyleri yasaklar; çekişme ya da nefret ya da aldatma ya da aslında arzu
tarafından akla getirilen hiçbir yolu yasaklamaz.
Biz buna
şaşmayız; çünkü doğa insamn gerçek yarar ve korunmasını amaçlayan insan
aklının yasalarıyla sınırlanmamıştır; onun sınırları son derece geniştir ve
insanın ona oranla bir zerre kadar küçük olduğu doğanın sonsuz düzenine
ilişkindir; sadece bu zorunluluk yüzünden tüm bireyler belli bir şekilde
yaşamak ve hareket etmeye koşullanmıştır. Bu yüzden eğer doğada bir şey bize
saçma, anlamsız ya da kötü gelirse bu sadece doğamn bizim tarafımızdan kısmen
bilindiği ve bizim doğanın bir bütün olarak düzen ve yorumundan neredeyse
tamamen habersiz olduğumuz ve ayrıca her şeyin bizim insan aklımıza göre
düzenlenmiş olmasını istediğimiz içindir,- aslında aklın kötü bulduğu bir şey
doğanın bir bütün olarak düzen ve yasalarına göre kötü değildir, sadece bizim
aklımızın yasalarına göre kötüdür.
Yine de hiç
kimse aklın yasaları ve sağlama alınmış buyruklarına göre yaşamanın bizim için
çok daha iyi olduğundan kuşku duyamaz; çünkü dediğimiz gibi bu yasa ve
buyrukların amaçlan insamn gerçek iyiliğidir. Dahası herkes olabildiğince korkudan
uzak, güvenli şekilde yaşamayı ister ve bu herkes istediğini yaptığı ve aklın
isteği nefretin ve öfkenin- kiyle eşit düzeye düşürüldüğü sürece oldukça olanaksızdır,-
düşmanlığın, nefretin, öfkenin ve aldatmanın ortasında huzursuz olmayan ve
elinden geldiğince onlardan kaçınmayan hiç kimse yoktur. V. Bolümde açıkça
kanıtladığımız gibi karşılıklı yardım y.ı da aklın yardımı olmadan insanların
çok acınacak şekilde yaşamak zorunda kalacaklarını göz önüne aldığımızda, insanlar
bireyler olarak doğal yoldan kendilerine ait hakları eğer bir bütün halinde kullanmak
istiyorlarsa ve yaşamları, bireylerin arzusu ve zorlamasıyla değil, bütünün erk
ve isteğiyle koşulla- nacaksa olabildiğince güvenli ve iyi yaşamak üzere
birlikte yaşamak için insanların zorunlu olarak bir anlaşmaya varmaları
gerektiğini açıkça göreceğiz. Eğer arzu onların tek kılavuzu olursa bu amaca
ulaşamazlar (çünkü arzunun yasalarıyla her insan ayrı yöne çekilir); bu yüzden
her şeyde (deli sayılma korkusu ile kimsenin açıkça reddetmeye kalkışamaya-
cağı) aklın kılavuzluğuyla yönlendirilmeyi ve bir insanın akranlarına zararlı
olan tüm arzularını sınırlandırmayı, herkese kendisine davranıldığı gibi davranmayı
ve komşularının haklarını kendi hakları gibi savunacaklarını çok sıkı bir
şekilde buyurmah ve temellendirmeliler.
Böyle bir
anlaşmaya nasıl girişileceği, bunun nasıl onaylanacağı ve kurulacağını şimdi
soruşturacağız.
Şimdi hiç
kimse daha büyük bir yarar sağlama ümidi ya da daha büyük bir zarar görme
korkusu içinde olmadığı sürece yararlı olduğuna karar verdiği herhangi bir şeyi
boşlamaması ya da hiç kimsenin daha büyük bir kötülükten kaçınmak ya da daha
büyük bir yarar sağlamak adına olmadığı sürece bir kötülüğe katlanmaması insan
doğasının evrensel bir yasası. Yani herkes iki yararlı şeyden daha yararlı
olduğunu düşündüğünü ve iki kötü şeyden daha az zararlı olduğunu düşündüğünü
seçer. Tedbirli olarak daha büyük ya da az olduğunu düşündüğünü söylü-
yorum; çünkü mutlaka doğru yargı verdiği sonucu çıkarılamaz. Bu yasa
insan aklına o kadar derin aşılanmıştır ki sonsuz doğruluk ve aksiyomlardan
sayılmalıdır.
Biraz önce
belirtilen ilkenin zorunlu bir sonucu olarak, hiç kimse, her şey üstünde sahip
olduğu haktan vazgeçme sözünü düfüstçe veremez [Son Not 26], ve genelde hiç
kimse, daha büyük bir kötülüğün korkusu ya da daha büyük bir iyiliğin umudu
içinde olmadığı sürece, sözünü tutmaz. Bir örnek, konuyu daha da açacak. Bir
soyguncunun beni isteği üzerine tüm mallarımı vereceğim sözünü vermeye
zorladığını varsayın. (Gösterdiğim gibi benim doğal hakkım olduğu ve erkimle
eş süreli olduğu için) bu soyguncudan kendimi onun isteklerini kabul ederek
hile ile kurtarabilirsem böyle yapmaya ve koşullarını kabul etmiş gibi
davranmaya doğal bir hakkım vardır. Ya da yine birine gerçekten yirmi gün
boyunca yiyecek ya da besin tüketmeyeceğim sözünü verdiğimi varsayın ve sonra
bunu saçma bulduğumu ve kendime büyük bir zarar vermeden bu sözü tutamayacağımı
düşündüğümü varsayın,- doğal yasa ve hakla iki kötü şeyden daha az zararlı olanı
seçme zorunluluğunda olduğum için anlaşmamı bozmak ve hiçbir zaman söz vermemiş
gibi hareket etmek için tüm hakka sahibimdir. İster doğru ve açık mantıkla ya
da aceleci bir karar verdiğim düşüncesiyle isterse uslamlamalarım doğru ya da
yanlış olduğu için ya da doğamn buyruğuyla elimdeki tüm gücümle kaçınmaya çalışmam
gereken daha büyük bir zararın korkusuyla harekete geçmiş olayım, böyle yapmak
için tüm haklara sahip olduğumu söylüyorum.
Bu yüzden bir
anlaşmanın yararıyla geçerli olabileceği o olmadan geçersiz olacağı sonucuna
varabiliriz. Bu yüzden, bir insandan sonsuza kadar bize verdiği sözü tutmasını
istemek, biz de, yaptığımız anlaşmanın bozulmasının bozan kişi için yarardan
çok zarar vermesini sağlamadığımız sürece aptalcadır. Bu etkenin bir devlet
oluştururken çok büyük bir önemi olmalıdır. Ancak eğer tüm insanlar sadece
akılla kolayca yönetilebilselerdi ve bir devlet için en iyi ve yararlının
farkına varabilselerdi, hileden yeminle vazgeçmeyecek hiç kimse olmazdı,- çünkü
herkes en başta gelen iyiye, yani devletin korunması isteğiyle en dindar
şekilde anlaşmaya sadık kalırdı. Ancak tüm insanlann kolayca sadece akılla
yönetilebilmesi gerçekten çok uzak; herkes zevkine göre ilerlerken hırs,
ihtiras, kıskançlık, nefret ve benzerleri akla o kadar çok egemen oluyor ki
orada mantığa yer kalmıyor. Bu yüzden insanlar iyi niyet görünümü altında söz
vermelerine ve sözlerini tutmayı kabul etmelerine rağmen hiç kimse ardında
başka bir şey olmadığı sürece başka bir adamın sözüne tamamen güvenemez. Daha
büyük bir iyiliğin umuduyla ya da daha büyük bir kötülüğün korkusuyla
sınırlandırılmadığı sürece herkesin doğal olarak, hilecilikle hareket etme ve
anlaşmalarını bozma hakkı vardır.
Ancak bireyin doğal hakkının sadece kendi erkiyle sınırlandırıldığını gösterdiğimize
göre birey ister isteyerek ister zorla olsun bu erki başkasının ellerine
bırakarak zorunlu olarak hakkının bir bölümünü teslim etmiş olur. Ve bundan öte
tüm insanlar üzerindeki egemenlik hakkı, aracılığıyla insanları erkle
zorlayabileceği ya da evrensel olarak korkulan ölüm cezasıyla tehdit ederek
sınırlayabileceği egemenlik erkine sahip olana aittir; o, böyle bir egemenlik
hakkına sadece isteğini zorla yaptırma erkini elinde tutabildiği sürece sahip
olacaktır yoksa egemenliği sarsılacaktır ve ondan daha güçlü olan hiç kimse
istemeyerek ona uymak zorunda kalmayacaktır.
Bu biçimde,
doğal hak çiğnenmeden bir toplum oluşturulabilir ve anlaşmaya her zaman sıkıca
sadık kalınabilir - yani eğer her birey tüm erkini siyasi örgüte bırakırsa o
zaman halk kitlesi her şey üstünde doğal egemenlik hakkına sahip olur; yani tek
ve kuşkusuz egemenliğe sahip olur ve aksi takdirde herkes en ağır cezayı alma
korkusuyla buna boyun eğmek zorunda olur. Bu tür bir siyasi örgüte, tüm erkini,
bir bütün olarak kullanabilen bir toplum olarak tanımlanabilen demokrasi adı
verilir. Egemen erk herhangi bir yasayla sınırlandırılmaz, herkes her şeyde ona
uymak zorundadır; insanlar ya sözsüz ya da sözlü bir şekilde tüm kendini
savunma güçlerini başka bir deyişle tüm haklannı ona devrettiğinde ifade edilen
şeylerin durumu böyle olur. Çünkü eğer kendileri için hakkı ellerinde
bulundurmak isteselerdi haklarını savunmak ve korunmak için tedbirler almaları
gerekirdi; böyle yapmadıkları için ve aslında devleti bölmeden ve sonuç olarak
yıkmadan böyle yapamayacakları için kendilerini tamamen egemen erkin
merhametine bıraktılar. Bu yüzden mantık ve zorunluluğun gerektirdiği gibi
hareket ederek ne kadar saçma olursa olsun egemen erkin buyruklarını yerine
getirmek zorundadırlar. Yoksa bu insanlar halk düşmam olacak ve birincil görev
olarak devletin korunmasını özendiren akla aykırı hareket edeceklerdir. Çünkü
akıl bize iki kötüden en zararsızını seçmemizi buyurur.
Bundan öte
başkasının egemenlik ve istemesine boyun eğme tehlikesi kaygısızca karşılanacak
bir şeydir. Çünkü yöneticilerin bu hakka, onu uygulamaya için tüm erkleri
olduğu sürece, sadece kendi istemelerini dayatmak için sahip olduklarını göstermiştik.
Eğer böyle bir erk kaybolursa buyurma hakları da kaybolur ya da erki üstlenip
koruyabilenlere geçer. Böylece yöneticilerin tamamen mantıksız buyruklar
dayatmasına seyrek rastlanır çünkü kendi çıkarlanm hesaba katmak ve erklerini
kamu iyiliğini hesaba katarak ellerinde tutmak ve aklın buyruklarına göre
hareket etmek zorundadırlar. Seneca'nın dediği gibi "Violenta imperia
nemo continuit diu." yani hiç kimse uzun süre zorba bir devlet
başkanını yerinde tutamaz.
Bir
demokraside mantıksız buyruklardan daha da az korkulmalı. Çünkü bir halkın
çoğunluğunun özellikle de kalabalıksa mantıksız bir tasarıya onay vermesi
neredeyse olanaksızdır ve dahası demokrasinin temeli ve amacı arzulardan
mantıksız oldukları için kaçınmak ve huzur ve uyum içinde yaşayabilmeleri için
insanları olabildiğince aklın denetimi altına sokmaktır. Eğer bu temel ortadan
kaldırılırsa tüm yapı yıkılır.
Egemen erk
için görünürde amaçlar böyle olduğunda yurttaşın görevi, dediğim gibi onun
buyruklarına uymak ve onun onayladıkları dışında hiçbir hakkı tanımamaktır.
Belki de
yurttaşları köleye çevirdiğimiz düşünülecektir. Çünkü köleler buyruklara
uyarlar ve özgür insanlar istedikleri gibi yaşarlar; ama bu düşünce bir yanlış
anlamaya dayanır; çünkü gerçek köle, zevkleri tarafından yönetilendir ve
kendisi için iyi olanı ne görebilir ne de buna göre hareket edebilir. Sadece özgür
rıza ile aklın tam kılavuzluğu altında yaşayan özgürdür.
Buyruklara
göre eylemde bulunmak belli bir an lamda özgürlüğü götürür ama bu yüzden bir
insanı köle yapmaz, her şey eylemin amacına dayanır. Eğeı eylemin amacı
devletin iyiliği ise ve eyleyenin iyiliği değilse, eyleyen bir köledir ve
kendisi için yararlı bir şey yapmıyordur. Ama bir devlet ya da krallıkta
yöneticinin değil, tüm halkın mutluluğu üstün yasadır, egemen erke boyun eğmek
bir insanı kendine yararı olmayan bir köle yapmaz, yurttaş yapar. Bu yüzden,
yasaları sağlam akla dayanan devlet en özgür devlettir, böylece her üyesi
isterse özgür olabilir [Son Not 27]; yani gönül rızasıyla aklın tam
kılavuzluğu altında yaşayabilir.
Çocuklar ana
babalarının tüm buyruklarına uymak zorunda olmalarına rağmen yine de köle
değillerdir. Çünkü ana babalarının buyrukları genellikle çocuğun yararı
içindir.
Bu yüzden bir
köle ve bir çocuk ve bir yurttaş arasında büyük bir fark tanımalıyız;
durumları böyle tanımlanabilir. Bir köle sadece efendisinin çıkarları için
verilmesine rağmen efendisinin buyruklarına uymak zorunda olan biridir. Bir
çocuk babasının kendi çıkarları için verdiği buyruklara uyan biridir; bir
yurttaş kendisininki de dâhil, egemen erkin ortak çıkar için verdiği buyruklara
uyar.
Sanırım bir
demokrasinin temelini yeterince açık gösterdim. Özellikle böyle yapmak istedim
çünkü onun tüm yönetim şekillerinden en doğalı ve bireysel özgürlükle en
uyumlusu olduğuna inanıyorum. Demokraside hiç kimse doğal hakkını, devlet
işlerinde daha fazla söz hakkı olmayacak kadar tümüyle ak- 302
ı.ııınaz, hakkını sadece kendisinin de bir parçası olduğu bir toplumun
çoğunluğunun eline verir. Böy- In c tüm insanlar doğal durumda oldukları gibi
eşit 1 .ılırlar.
Hu, uzun
uzadıya çözümlediğim tek yönetim biçimi; çünkü bir devlette özgürlüğün
yararlarım gös- h iınc amacıma en benzer olanı.
Diğer yönetim
şekillerinin ilkelerini atlayabilirim çünkü bu yönetim şekillerinin
kaynaklarına inmeden haklarının nereden doğduğünu anlatılanlardan
anlayabiliriz. Egemenlik erkinin sahibi ister tekil ya da çoğul, ister bütün bir siyasi örgüt olsun
istediği her buyruğu dayatma konusunda egemenlik hakkına -.ahiptir. Gönüllü ya
da zorla kendini savunma hakkını başka birine aktaran kişi böyle yaparak doğal
hakkından vazgeçer ve bu yüzden her şeyde egemen etkin buyruklarına boyun eğmek
zorundadır ve kral ya da asiller ya da insanlar özgün aktarımın temelini
oluşturan egemenlik erkini ellerinde tuttukları sürece böyle yapmak zorunda
olacaklardır. Daha fazla eklememe gerek yok.
Egemenliğin temelleri
ve hakları böyle gösterildiğine göre kolayca devletle ilgili olarak özel
yurttaşlık hakkını, haksızlığı, adaleti ve adaletsizliği tanımlayabiliriz ve
ayrıca bir dostu ya da bir düşmanı ya da ihanet suçunu neyin oluşturduğunu
kararlaştırabiliriz.
Özel
yurttaşlık hakkıyla sadece her insanın varlığını koruması için sahip olduğu,
egemen erkin buyruklarıyla sınırlanan ve sadece onun yetkisiyle korunan bir
özgürlüğü kastedebiliriz. Çünkü bir insan bir başkasına sadece kendi erkiyle
sınırlanan istediği gibi yaşama hakkım aktarınca; yani özgürlük ve
kendini savunma erkini aktarınca, bir başkasının buyurduğu gibi yaşamak
ve savunma konusunda tamamen ona güvenmek zorundadır. Haksızlık, bir yurttaş
yasanın yetkisine ya da egemen erkin buyruğuna ters olarak başka bir yurttaş
tarafından bazı zararlara uğramaya ya da acı çekmeye zorlandığında gerçekleşir.
Haksızlık
sadece örgütlü bir toplumda düşünülebilir. Ne isterse yapma hakkına sahip olan
yöneticinin herhangi bir eylemiyle de yurttaşlara haksızlık yapılamaz. Bu
yüzden haksızlık sadece birbirlerine zarar vermemeleri için yasalarca
sınırlandırılmış özel kişiler arasında doğabilir. Adalet, her insana yasal
hakkını her zaman vermekten oluşur. Adaletsizlik, doğru yorumlandığında
yasaların yurttaşa izin verdiğinden onu yasallık kisvesi altında yoksun bırakmaktan
oluşur. Sonuncular aynı zamanda eşitlik ve eşitsizlik olarak da anılır; çünkü
yasaları yönetenler, kişileri dikkate almamak, tüm insanları eşit saymak ve her
insanın hakkını ne zengini kıskanarak ne de fakiri küçümseyerek eşit ölçüde
savunmak zorundadırlar.
İki devletin
insanları savaştan kaçınmak adına ya da başka bir yarar için her ikisi de
bağımsızlığını koruyarak birbirlerine hiçbir zarar vermeme, tam tersi eğer
gerekli olursa birbirlerine yardımda bulunma anlaşması yaptıklarında dost
olurlar. Böyle bir anlaşma dayandığı tehlike ya da yarar temeli geçerli olduğu
sürece geçerlidir. Hiç kimse gerçekleşecek bir iyilik umudu ya da birtakım
kötülük görme korkuları olmadığı sürece bir sözleşmeye katılmaz ya da
anlaşmalarına sadık kalmak zorunda kalmaz. Eğer bu temel çıkarılırsa anlaşma bu
nedenle boşluk ile gelir. Bu deneyimle bol bol görülmüştür. Çünkü I.nklt
devletler birbirlerine zarar vermemek için anlaşmalar yapmalanna rağmen her
zaman daha güçlü olan yan tarafından böyle anlaşmaların bozulmasına kirşi olası
her önlemi alırlar ve anlaşmaya uyan her ıkı taraf için de yeterince açık bir
amaç ve yarar olmadığı sürece anlaşmaya güvenmezler. Yoksa güvenin kötüye
kullanılmasından ya da herhangi bir haksızlığın yapılmasından korkarlar. Çünkü
istediği şeyi yapma isteği ve erki olan ve sadece egemenliğinin güvenlik ve
yararım amaçlayan birine, aklı başında ve egemen erkin haklarının farkında
olan hangi insan güvenirdi? Dahası eğer sadakat ve dine başvurursak erke
sahip olan hiç kimsenin, egemenliğinin zararı pahasına sözlerini tutmak
zorunda olmadığını görürüz,- çünkü yurttaşlarıyla yaptığı, çok ciddi biçimde
her iki tarafın da bağımlı olduğu sözleşmeyi bozmadan böyle sözleri yerine
getiremez. Devletten ayrı yaşayan ve onun yetkisini ne bir yurttaş ne de bir
dost olarak tanımayan kişi düşmandır. Bir insanı düşman yapan nefret değil,
devletin haklarıdır. Hiçbir anlaşmayla devlet yetkisini tanımayan kişiye
gelince devletin hakları ona göre, devlete zarar vere- ninkiyle aynıdır.
Devletin elinden geldiğince onu ya boyun eğmeye ya da bir dostluk kurmaya
zorlama hakkı vardır.
Son olarak
ihanet sadece sözlü ya da yazılı anlaşmayla tüm haklannı devlete aktaran
yurttaşlar tarafından edilebilir. Bir yurttaşın bu suçu ne nedenle olursa
olsun, egemenlik erkini ele geçirmeye ya da onu farklı ellere verme girişiminde
bulunduğunda işlediği söylenir. Girişiminde diyorum çünkü eğer bunu başarana
kadar cezalandırılmadıysa genellikle
geç kalınmış, egemenlik hakları elde edilmiş ya da çoktan aktarılmıştır.
Ayrıca ne
nedenle olursa olsun egemenlik erkini ele geçirmeye kalktığında diyorum ve
böyle bir giri şimin halkın zararına ya da yararına sonuçlanması arasında
hiçbir fark görmüyorum. Bu eylem için nedeni ne olursa olsun, suç ihanettir ve
ihanet eden doğru şekilde suçlanmıştır. Savaş durumunda herkes onun giydiği
ihanet hükmünün adilliğini kabul ederdi. Eğer bir insan konumunu korumaz,
düşmana komutanının bilgisi olmadan yaklaşırsa amacı ne olursa olsun kendi önergesiyle
hareket ettiği sürece düşmanı yenme amacıyla yaklaşıyor olsa bile haklı olarak
ölümle cezalandırılır çünkü yeminini bozmuş ve komutanının haklarım
çiğnemiştir. Barış zamanında tüm yurttaşların bu yasalarla sınırlandırılmış
olduğu genellikle bilinmez ama boyun eğme için amaç her iki durumda da aynıdır.
Devlet sadece yöneticinin yetkisiyle korunmalı ve yönetilmelidir ve böyle bir
yetki ve hak evrensel izinle sadece ona verilmiştir. Bu yüzden eğer onun izni
olmadan biri bir kamusal girişimi yerine getirmeye kalkarsa (dediğimiz gibi)
devlet bundan yarar bile sağlasa böyle insanlar yine de yöneticinin haklarını
çiğnemişlerdir ve ihanet nedeniyle haklı olarak cezalandırılırlar. ,
Tüm
kuşkuların giderilmesi için şimdi daha önceki, akıl yürütme alışkanlığı
olmayan herkesin doğal durumda arzularının yasalarına göre doğal egemenlik
hakkıyla yaşadığı savımızın Tanrı'nın bildirilen yasa ve hakkına doğrudan ters
olup olmadığı sorusunu yanıtlayabiliriz. Tüm insanlar (onlara daha fazla akıl
bağışlanmış olsun ya da olmasın) Tanrısal buyrukla komşulannı sevmeye
zorlandıkları için, haksızlık olmadan birine zarar veremeyecekleri ya da
arzuları- ıı.ı göre yaşayamayacakları söylenebilir.
Doğal durumla
ilgili olduğu kadarıyla bu itiraza 1 olayca yanıt verilebilir; çünkü doğal
durum, hem doğada hem de zamanda dinden önce gelir. Hiç kimse doğal olarak ne
Tanrı'ya herhangi bir boyun eğme borcu olduğunu bilir [Son Not 28] ne de aklını
kullanarak bu sonuca varabilir, bunu sadece işaretlerle doğrudan vahiyle bilir. Bu yüzden vahiyden önce hiç
kimse, zorunlu olarak habersiz olduğu Tanrısal bir yasayla ve hakla
sınırlandınlmamıştır. Doğal durum hiçbir şekilde dinin olduğu durumla karıştırılmamalı,
ya din ya da yasa olmaksızın ve sonuç olarak günah ya da haksızlık olmaksızın
kavranma- lıdır. Bu doğal durumun tanımladığımız halidir ve I’avlus'un yetkisi
bizi doğrulamaktadır. Doğal durumu belli edilen Tanrısal yasa ve haktan yoksun
ve ondan önce gelen biçimde kavramamız sadece bilgisizlikle ilgili değildir,
aynı zamanda tüm insanlara doğuştan bağışlanan özgürlükle ilgilidir.
Eğer insanlar
Tanrısal yasa ve hakla sınırlandırılmış olsalardı ya da Tanrısal yasa ve hak
doğal bir zorunluluk olsaydı, Tanrı'nın insanlarla bir antlaşma yapmasına ve
insanları ona bir yemin ve anlaşmayla bağlamasına hiç gerek kalmazdı,
O zaman biz
Tanrısal yasa ve hakkın, insanların açık anlaşmayla her şeyde Tanrı'ya boyun
eğmeyi, bir devletin kurulmasından söz ederken belirtilen biçimde, haklarını
Tanrı'ya aktarmayı doğal özgürlükleriymiş gibi kabul ettikleri zaman
başladığını varsayabiliriz.
Ancak bu
konulan birazdan daha uzun uzadıya ele alacağım.
Yöneticilerin Tanrısal yasayla yurttaşlar kadar sı nırlandırıldığı
konusunda ısrar edilebilir. Ama biz onların doğal haklarını koruduklannı ve ne
isterlerse yapabileceklerini belirtmiştik.
Doğal durumdan çok doğal hakla ilgili ortaya çıkan zorlukların tümünü
ortadan kaldırmak için herkesin doğal durumunda sağlam aklın buyruğuna göre yaşamak
zorunda olduğu gibi Tanrısal yasaya göre dc yaşamak zorunda olduğu düşüncesini
koruyorum; yani onun yararına olduğu ve kurtuluşu için gerekli olduğu için, ama
eğer böyle yaşamayacaksa riski kendisine ait olmak üzere tam tersini de
yapabilir. Böylece başkasının değil, kendi yasalarına göre yaşamak zorundadır
ve hiçbir insanı yargıç olarak ya da dinde bir üst olarak tanımak zorunda
değildir. Benim düşüncemde bir yöneticinin durumu böyledir çünkü benzerlerinden
öğütler alabilir ama Tanrı tarafından açıkça gönderilen ve görevini kuşku
götürmeyen işaretlerle kanıtlayan bir peygamber olmadıkça hiç kimseyi bir
yargıç olarak ya da kendisiyle birlikte herhangi bir hak konusunda bir hâkim
olarak tanımak zorunda değildir. Bir peygamber olduğu zaman bile bir inşam
değil, Tanrı'nın Kendi'sini hâkim olarak tanır.
Eğer bir yönetici yasasında belli edildiği üzere Tan- n'ya boyun eğmeyi
reddederse, bunu sorumluluğu kendisine ait olmak üzere ama herhangi bir yurttaşlık
hakkını ya da doğal hakkı çiğnemeden yapar. Çünkü yurttaşlık hakkı onun
buyruğuna dayanır ve doğal hak doğanın yasalarına dayanır. Doğanın yasaları
amacı insanlığın iyiliği olan dine değil, doğanın düzenine uyarlanmıştır - yani
Tanrı'nın bizim tarafımızdan bilinmeyen sonsuz buyruğuna.
Bıı doğruluk insanların, O'nun her şeyi aracılığıyla düzenlediği sonsuz
emre karşı değil ama Tanrı'nın vahyine karşı günah işleyebileceğine inananlar
taralından biraz belirsiz bir şekilde tanımlanmış gibi görünüyor.
Egemenler dine ve açıkça Tanrı'ya yeminini ettiğimiz boyun eğmeye ters
bir şey buyururlarsa ne yapmamız gerektiği sorulabilir. Tanrısal yasaya mı
uymalıyız yoksa insan yasasına mı? Bu konuyu ileride daha uzun uzadıya
çözümleyeceğim ve bu yüzden şimdi sadece her şeyden önce O'nun kesin bir imgesine
sahip olduğumuz zaman, Tanrı'ya boyun eğilmesi gerektiğini söyleyeceğim. Ama
insanlar dinsel konularda hata yapmaya çok eğilimli ve eğilimlerinin
çeşitliliklerine göre deneyimin yeterinden fazla kanıtladığı gibi, hatın
sayılır karışıklıkla kendi uydurmalarını ileri sürmeye alışkınlar, böylece
eğer hiç kimse kendi düşüncesine göre dinle ilgili olan konularda devlete uymak
zorunda olmasaydı devletin haklan her insanın kendi karar ve tutkulanna
dayanırdı. Hiç kimse kendini inancına ya da batıl inancına karşı oluşturulmuş
yasalara boyun eğmek zorunda sayılamazdı ve bu bahaneyle, kendisinin sınırsız
bir özgürlüğü olduğunu kabul edebilirdi. Bu yönden milli yetkililerin hakları
tamamen hiçe sayılabilir, böylece tek başına egemen erkin hem Tanrısal hem de
doğal hakla devletin yasalarını korumak ve kollamak zorunda olduğu, dinle
ilgili uygun olduğunu düşündüğü herhangi bir yasayı yapmak için üstün yetkiye
sahip olması gerektiği sonucuna varmalıyız; herkes bu konuda Tanrı'nın
tutmalarını buyurduğu sözleri doğrultusunda, devletin buyruklarına uymak
zorundadır.
Ancak eğer
egemen erk dinsizse ya devletle hiçbir anlaşmaya girmemeliyiz ve haklarımızdan
herhangi birini ona aktarmak yerine canlarımızı vermeliyiz ya da eğer anlaşma
yapıldıysa ve haklarımız aktarılmışsa (kendimizi ve dinimizi koruma hakkım
aktarmış olmamız gerektiği için) onlara uymak ve sözümüzü tutmak zorunda
olmalıyız. Tanrı'nın tartışma götürmez vahiyle zorbalığa karşı özel yardımını
verdiği ya da bize boyun eğme konusunda ayrıcalık tanıdığı durumlar dışında,
haklı olarak bile dinsiz yönetime uymak zorunda olabiliriz. Böylece Babil'deki
tüm Yahudiler içinde Tanrı'nın yardımından emin olan ve bu yüzden
Nebukadnessar'a boyun eğmeyi reddeden sadece üç genç vardı. İstisnai olarak
sadece kral tarafından sevilen Daniel dışında, geriye kalanların hepsi haklı
olarak, belki de kralın ellerine Tanrı tarafından teslim edildiklerini ve
kralın egemenliğini Tanrı'nın tasarısıyla elde ettiğini ve koruduğunu düşünerek
boyun eğmeye zorlanmışlardı. Diğer taraftan Elazar, ülkesi tamamen yıkılmadan
önce, haklarının ve erklerinin Greklere aktarılmasındansa ya da dinsizlere
bağlılık yemini etmektense her türlü işkenceye göğüs germeleri için
yurttaşlarına kendisinin adımlarını takip edebilmeleri ve her yola başvurabilmeleri
için bağlılığının bir kamtım sunmak istedi. Burada ileri sürdüğümü doğrulayan
örnekler her gün gerçekleşiyor. Hristiyan krallıklarının yöneticileri
egemenliklerini güçlendirmek amacıyla Türklerle ve dinsizlerle anlaşmalar
yapmakta ve böyle insanlar arasına yerleşen yurttaşlarına dinsel ve dinsel olmayan
konularda anlaşmada yazılan ya da yabancı yönetim tarafından izin verilenden
daha fazla özgürlük ele geçirmeme buyruğu vermede kararsız kalmı- yollar.
Bunun örneğini daha önce belirttiğim Hol- l.mdahlann Japonlarla olan
anlaşmasında görebiliriz.
XVII.
Bölüm:
Hiçkimsenin Tüm Haklarını Yönetici Erke Aktaramayacağı ya da Aktarmasının
Gerekli Olmadığının Gösterilmesi. Musa'nın Yaşamı Sırasındaki ve Ölümünden
Sonra Monarşi Kurulana Kadar Olan İbrani Cumhuriyeti ve Üstünlüğü Hakkında. Son
Olarak Teokratik Cumhuriyetin Çöküş Nedenleri ve Anlaşmazlık Olmadan Neden
Zaten Zor Devam Edebileceği
Egemenlik ülküsünün saltık kuramı - Aslında hiç
kimsenin tüm haklarını egemen erke aktaramayacağı. Bunun kanıtı.
Tüm Devletlerdeki dıştaki değil, içteki en büyük
tehlike.
Mısır’dan çıktıktan sonra Yahudilerin başlangıçtaki
bağımsızlığı.
Önce tamamen demokratik teokrasiye dönüşmesi.
Sonra Musa'ya kul olmaya dönüşmesi.
Sonra erkin hahambaşı ve komutanlar arasında ayrıldığı
bir teokrasiye dönüşmesi.
Oymakların devletler oluşturması. Milli erk üzerindeki
sınırlamalar. Halk üzerindeki sınırlamalar.
Lcvililerin papazlığının oluşumundaki bozulmanın
nedenleri.
En son
bölümde ileri sürülen egemen erkin evrensel haklarıyla ve bireyin ona
aktarılan doğal haklarıyla ilgili kuram, birçok yönden gerçek uygulamayla
uyuşmasına ve uygulama gitgide ona uyacak şekilde düzenlenebilmesine rağmen
yine de birçok yönden tamamen ülküsel kalmak zorundadır. Ne hiç kimse başkasına
insan olmayı bırakacak kadar erkini ve sonuçta haklarım tamamen devredebilir ne
de olası bütün istekleri gerçekleştirebilecek kadar egemen bir erk olabilir.
Bir yurttaşa ona yarar sağlayan bir şeyden nefret etmesini ya da onu zarara
uğratan bir şeyi sevmesini ya da hakaretlerden rahatsız olmamasını ya da
korkusuz bir yaşamı istememesini ya da zorunlu olarak insan doğasından
kaynaklanan bu tür yüzlerce şeyi buyurmak her zaman boş olacaktır. Bence bu
kadarı deneyimle yeterince gösterilmiştir. Çünkü insanlar şimdiye kadar hiçbir
zaman erklerini, böyle bir erki ve hakkı alan yöneticilere karşı bir korku
nesnesi olmayı sona erdirecek ölçüde teslim etmediler ve kendi yurttaşları
egemenler için her zaman dış düşmanlarla aynı ölçüde tehlike unsuru
oluşturmuştur. İnsanlar egemenin isteğine karşı çıkamayacak biçimde, devlet
işlerine başka etkileri olmayacak kadar bütünüyle doğal haklarını yitirse-
lerdi [Son Not 29], sanırım hiç kimsenin bir anlığına kabul etmeyeceği en
şiddetli zorbalığı ceza olarak görmeden sürdürmek o zaman olası olurdu.
Bu yüzden her
insanın hakkının bir kısmını hiç kimsenin değil, kendi kararma dayanarak elinde
tuttuğunu kabul etmeliyiz.
Ancak
yönetici erkin hakkının ve erkinin kapsamım doğru anlamak için sadece
insanları korkuyla zorlayabileceği eylemleri değil, insanları, yerine getirmeleri
için ikna edeceği mutlaka her eylemi kapsadığına dikkat edebiliriz. Çünkü
inşam yurttaş yapan boyun eğme nedeni değil, boyun eğme gerçeğidir.
Bir inşam
yöneticinin buyruklarına uyması için yönlendiren neden korku ya da umut ya da
ülke sevgisi ya da başka bir duygu ne olursa olsun - insanın kendisine danıştığı
ve yine de egemen erkin buyurduğu gibi hareket ettiği gerçeği değişmez. Bu
yüzden, bir insanın kendi kendine düşünüp taşınmasından kaynaklanan tüm
eylemlerin, yöneticiden- se bireyin haklarına uyularak yapıldığını öne süremeyiz.
Aslında tüm eylemler belirleyici neden sevgi ya da ceza korkusu olsun bir
insanın kendiyle düşünüp taşınmasından kaynaklanır. Bu durumda ya egemenlik
yoktur ve kulları üzerinde hiçbir hakka sahip değildir ya da egemenlik ona
uymaya karar vermeleri için insanları ikna edebileceği her durumu kapsar.
Sonuçta bir yurttaşın sevgi ya da korku ya da (genelde olduğu gibi) aynı anda
hem umut hem korkudan ya da korku ve hayranlıktan ileri gelen saygıdan ya da
aslında her türlü nedenden, yöneticinin erkleri doğrultusunda yapacağı her eylem
kendi yetkisi nedeniyle değil, yöneticiye boyun eğmesi nedeniyle gösterilir.
Bu nokta şu
olguyla daha fazla açıklık kazanıyor. Boyun eğme, boyun eğen kişinin dışa dönük
eylemlerinden çok zihinsel durumudur. Böylece en çok tiim kalbiyle başka birinin
buyruklarına uymaya karar veren başka birinin egemenliği altındadır ve sonuçta
en sıkı egemenlik yurttaşlarının düşünceleri üzerinde etkisi olan yöneticiye
aittir; eğer en çok korkulanlar en sıkı egemenliğe sahip olsaydı en sağlam
egemenlik bir zorbanın yurttaşlarına ait olurdu çünkü onlar yöneticileri için
her zaman bir korku unsuru oluştururlar. Bundan öte, düşünceyi konuşma kadar
bütünüyle yönetmek olanaksız olmasına rağmen yine de düşüceler belli bir yere
kadar yöneticinin denetimi altındadır; çünkü o birçok yoldan yurttaşlarının
büyük bölümünün inançlarında, sevgilerinde ve nefretlerinde onun isteklerine
uymalarının gerekmesine neden olabilir. Böyle duygular yöneticinin kesin
buyruğuyla ortaya çıkmamalarına rağmen genellikle (deneyimin gösterdiği gibi)
erkinin yetkisinin ve yönünün sonucunda; başka bir deyişle hakkı nedeniyle
oluşurlar. Bu yüzden anlayışımızı çiğnemeden, inançlannda, sevgilerinde, nefretlerinde,
küçümsemelerinde ve diğer tüm duygularında yöneticilerinin önerilerini izleyen
insanlan anlayabiliriz.
Yönetimin
erkleri, böyle düşünüldüğünde, yeterince büyük olmasına rağmen, hiçbir zaman
sahiplerinin olası her isteğini yerine getirecek kadar büyüye- mezler. Bence
bunu yeterince açık gösterdim. Dediğim gibi sonsuz bir egemenlik kurmanın
yönteminden söz etmeyi tasarlamıyorum. Tersine göz önüne aldığım amacıma
ulaşmak için, egemenliklerini arttırmak ve bunun güvencesini sağlamak amacıyla
yöneticilerce yurttaşlarına verilecek başlıca ayncalıkların ne olması
gerektiğini çıkarmak için Musa'ya gelen Tanrısal vahye değineceğim ve
Yahudilerin tarihi ile başarısını ele alacağız.
Bir devletin
korunmasının en başta yurttaşların sadakati ve aldıkları buyrukları yerine
getirmelerine bağlı olduğunun hem akıl hem de deneyim açıkça öğretir; yurttaşlara
sadakatlerini ve erdemlerini korumada nasıl kılavuzluk edilmesi gerektiği o
kadar da açık değildir. Hem yöneticiler hem de yönetilenler arzularını izlemeye
eğilimlidir. Halk yığınının kararsız tutumu, bu deneyimine sahip olanları
neredeyse umutsuzluğa düşürür; çünkü bu tutum akılla değil, tamamen duygularla
yönetilir. O her girişime aceleyle koşar ve açgözlülük ya da şatafatla kolayca
bozulur. Herkes kendisinin her şeyi bildiğini zanneder ve her şeyi kendi
isteğine göre biçimlendirmeyi ister, bir şeyin adil ya da adaletsiz, yasal ya
da yasadışı olduğuna ona kâr ya da zarar getirmesi doğrultusunda karar verir.
Kibir, akranlarından nefret etmesine ve kılavuzluklarım reddetmesine öncülük
eder. Daha üstün ün ve zenginlik (böyle armağanlar hiçbir zaman eşit
verilmediği için) komşusunun düşüşünü istemesine ve buna sevinmesine öncülük
eder. Baştan aşağı tüm listeyi gözden geçirmeme gerek yok, herkes zaten
şimdilerde ne kadar çok suçun nefretten kaynaklandığım neredeyse biliyor -
değişim isteği, çabucak öfkelenme ve yoksulluğu küçümseme - insanların
kafalarını bunlar dolduruyor, böylece kafaları karışıyor.
Bu
kötülüklere karşı korunmak için ve aldatmaya yer olmayan bir egemenlik
oluşturmak için; kurum- lanmızı, konumu ne olursa olsun herkesin kamusal hakkı
kişisel yarara tercih edebileceği şekilde oluş- 316
tıırmak görevimiz ve işimizdir. Gereklilik, genellikle buluşun annesidir
ama açık düşmanlardansa kendi yurttaşlarından daha az tehlikede olan ya da
yöneticilerinin kendi yurttaşlarındansa düşmanlardan daha az korktuğu bir egemenlik yaratmada hiçbir
zaman başarılı olamamıştır. Düşmanları karşısında yenilmez olan ama özellikle
de Vespasian ve Vitellius arasındaki savaşta kendi yurttaşlarınca birçok kez fethedilmiş ve
şiddetle baskı görmüş Roma devletine tanıklık edin. (Bkz. Şehrin acınası
durumunun bir betimlemesi için Tacitus , Tarihler iv.)
İskender
yurtdışında saygınlık kazanmanın yurtta saygınlık kazanmaktan daha kolay
olduğunu düşünüyordu ve büyüklüğünün kendi takipçileri tarafından yok edilebileceğine
inanıyordu. Böyle bir çöküşten korkarak arkadaşlarına şöyle seslendi:
"Beni içten ihanet ve yerel entrikalardan koruyun ve ben korkusuzca savaş
tehlikelerine göğüs gereceğim. Philip, savaş düzeninde tiyatroda olduğundan
daha güvendeydi. Genellikle düşmanın elinden kaçtı, kendi kullarından
kaçamadı. Eğer kralların ölümlerini düşünürseniz açık düşmandansa suikastla
ölenlerin sayısının daha fazla olduğunu göreceksiniz." (Q. Curtius, bölüm
vi.)
Kendilerini
güvence altına almak adına eski zamanlarda tahtı ele geçiren krallar eğer
yurttaşları ve insanoğlunun geri kalanı onları akranları olarak görmez, onların
tanrılar olduklarına inanırlarsa, yönetimlerine isteyerek boyun eğeceklerini ve
buy- ruklanna uyacaklarını düşünerek ölümsüz tanrıların soyundan geldikleri
düşüncesini yaymaya çalışırlardı. Böyle Augustus Romalıları, Venüs'ün oğlu
olan AEneas'ın soyundan geldiğine ve tanrılar arasında sayıldığına ikna
etmişti. "Kendisine, tanrılar gibi rahipler eşliğinde tapınaklarda
tapınılmasın! istemişti." (Tacitus, Ann. i. 10.)
İskender
gurur değil, politika nedeniyle Hermo- laus'un hakaretine karşılık olarak
Jüpiter'in37 oğlu olarak selamlanmak istemişti: "Hermolaus'un
benden kehanetiyle tanındığım Jüpiter'e karşı olmamı istemesi neredeyse komik.
Tanrıların yanıtları benim sorumluluğumda mı? O bana oğul adını teklif etti;
kabullenmek hiçbir şekilde benim şimdiki tasa- rılanma ters değil. Keşke
Hintliler de benim bir tanrı olduğuma inansalardı! Savaşlar saygınlık
aracılığıyla sürdürülüyor, inanılan yalanlar genelde doğruluğun gücünü
kazanıyorlar." (Curtious, viii, Para, 8.) Bu birkaç sözcükle
bilgisizlere bir uydurmayı zekice yutturmayı başarıyor ve aynı zamanda bu
aldatmanın nedene işaret ediyor.
Cleon , MakedonyalIların krallanna boyun
eğmeleri için yaptığı konuşmasında benzer bir hile benimsedi. Çünkü
hayranlıkla İskender'in övgülerini gözden geçirdikten ve niteliklerini
hatırlattıktan sonra "İranlılar sadece dindar değil, krallarına tanrı gibi
tapınmada dikkatliler; çünkü krallık kamusal güvenliğin kalkanıdır."
diyerek devam ediyor ve konuşmasını şöyle sonlandınyor "Ben, kendim kral
bir şölen salonuna girdiğinde yüzükoyun yere yatmalıyım,- diğer insanlar,
özellikle de erdemli olanlar böyle yapmalı" (Curtius, viii. Para. 66).
Ancak Makedonya- hlar daha sağduyuluydular - aslında sadece tamamen barbar
olanlar bu kadar açıkça kandırılabilirler ve kendi çıkarlan olmaksızın
kendilerinin yurttaştan köleye dönüştürülmesine katlanabilirler. Bununla
birlikte diğerleri daha kolayca krallığın kutsal olduğu ve dünyada tanrı rolünü
oynadığı, insanın oyu ve izniyle değil de Tanrı tarafından kurulduğu ve özel
Tanrısal takdir ve yardımla korunduğu inancını yayabildiler. Benzer kurgular,
egemenliklerini güçlendirmek amacıyla devlet başkanlar tarafından ilan edildi
ama bunları geçeceğim ve esas amacıma varmak için eski zamanlarda Musa'ya
gelen Tanrısal vahyin bu konuda öğrettiklerinden söz edeceğim.
V. Bölümde
İbranilerin Mısır'dan çıktıktan sonra başka bir ulusun yasa ve hakkıyla
sınırlandırılmadık- larını, istedikleri herhangi yeni bir geleneği kurmada ve
seçtikleri herhangi bir bölgede yaşamada özgür olduklarını söylemiştik.
Mısırlıların dayamlmaz köleliğinden kurtulduktan sonra hiçbir anlaşmayla hiçbir
insana bağlı değillerdi ve bu yüzden her insan doğal hakkım aldı ve onu elinde
tutma ya da ondan vazgeçmede ve başkasına aktarmada özgürdü. O zaman doğal
durumda olduklarından başlıca güvendikleri Musa'nın tavsiyesini dinlediler ve
haklarını herhangi bir insana değil, sadece Tanrı'ya aktarma
kararı aldılar; çok geçmeden hepsi bir ağızdan Tanrı'nın tüm buyruklarına
uymaya ve kehanetle duyurmadığı hiçbir hakkı tanımamaya söz verdi. Tan- n'ya
bu söz ya da hak aktarımı, insanlar kendilerini doğal haklarından yoksun
bırakmaya karar verdikleri zaman sıradan toplumlarda olduğunu düşündüğümüzle
aynı şekilde yerine getirilmişti. Aslında Yahu- dilerin zorlama ve tehdit
altında değil, özgürce haklarını teslim etmeleri ve Tanrı'ya aktarmaları koşullanmış
bir antlaşmanın ve yeminin (bkz. Mısır’dan Çıkış xxxiv:10) sonucudur. Dahası
bu antlaşmanın onaylanması ve yerleştirilmesi için ve tüm aldatılma
kuşkularından arındırılması için Yahudiler, sadece O’nun mükemmel gücünün
aracılığıyla başarı durumunda kaldıklarının ya da kalabileceklerinin (Mısır’dan
Çıkış xix:4, 5) deneyimini yaşayana kadar Tanrı bu antlaşmaya girişmedi.
Tanrı'nın gücünün dışında hiçbir şeyin koruyamayacağına inandıkları için, belki
de daha önce sahip olduklarını düşündükleri tüm kendini koruma doğal erkini
Tanrı'ya teslim ettiler ve sonuçta tüm doğal haklarını da teslim etmiş oldular.
Bu yüzden
sadece Tanrı, antlaşma nedeniyle Tanrı'nın krallığı olarak anılan İbraniler
üzerinde egemenlik kurdu ve Tanrı'nın onların kralı olduğu söylendi; sonuçta
Yahudilerin düşmanlarının Tanrı'nın düşmanları olduğu söylendi ve egemenliği
ele geçirmek isteyen yurttaşlar Tanrı'ya karşı ihanetle suçluydular ve son
olarak devletin yasaları Tanrı'nın yasa ve buyrukları olarak anıldı. Böylece
İbrani devletinde her ikisi de sadece Tanrı'ya boyun eğmeden oluşan milli ve
dinsel yetki aynıydı. Dinin dogmaları buyruk değil, yasa ve düzendi; dindarlık
bir tür sadakat gibi görülüyordu, dinsizlik de muhalefetle aynı görülüyordu.
Dinden uzaklaşan herkes yurttaş olmaktan çıkıyor ve sadece bu nedenle düşman
sayılıyordu. Din uğruna ölenlerin ülkeleri için ölmüş oldukları düşünülüyordu;
aslında milli ve dinsel yasa arasında hiçbir ayrım yoktu. {Kutsal Kitap'a ait
İbranicede Din adını verdiğimiz hiçbir sözcük yoktu. Yeniçağda Yahudiler kökü
bilgi olan bir sözcük seçtiler.} Bu nedenle, yurttaşlar Tanrı'nın vahiyleri
dışında hiçbir şeyle sınırlı olmadıkları için, yönetime Teokrasi
denilebilirdi.
Ancak
şeylerin bu durumu uygulamadansa kuramdaydı, çünkü söylemek üzere olduğumuz
şeyden ötürü İbranilerin aslında egemenlik erkini tamamen kendi ellerinde
bulundurdukları görülecek. Şimdi açıklayacağım gibi, yönetilme yöntemi ve yolu
bunu gösteriliyor.
İbraniler
haklarını başka bir insana aktarmadıklarından demokrasideki gibi hepsi
haklarını eşit olarak teslim etti ve bir ağızdan haykırdı: "Tanrı ne derse
(bir aracı ya da sözcü adı verilmeden) onu yapacağız." Buradan hepsinin
eşit şekilde antlaşmayla sınırlandırıldığı ve hepsinin Tanrı’ya danışmak,
O'nun yasalarını kabul etmek ve yorumlamak için eşit hakkı olduğu, böylece
hepsinin yönetimde eşit bir payı olduğu sonucu çıkıyor. Böylece ilk olarak
hepsi Tan- rı'ya birlikte yaklaştı, böylece buyruklarını öğrenebilirlerdi ama
bu ilk selamlaşmada Tanrı'yı konuşurken duydukları için o kadar çok korkmuş ve
şaşırmışlardı ki ölümlerinin yakın olduğunu düşünmüşlerdi. Korkuyla dolu,
yeniden Musa'ya gittiler ve dediler ki: "Ateşin içinden seslenen Tanrı'nın
sesini duyduk ve ölmek istememiz için bir neden de yok:
Bu büyük ateş bizi kesinlikle yok edecek: Eğer Tan- n'nın sesini tekrar
duyarsak kesinlikle öleceğiz. Bu yüzden sen yaklaş ve Tanrı'ınızın tüm
sözlerini duy ve sen (Tanrı değil) bizimle konuşacaksın: Tanrı'nın bize
söyleyeceği her şeyi dinleyeceğiz ve yerine getireceğiz."
Böylece onlar açıkça daha önceki antlaşmalarına son verdiler ve Tanrı'ya
danışma ve buyruklarını yorumlama haklarını tamamen Musa'ya aktardılar. Çünkü
burada Tanrı'nın söylediği her şeyi yerine getirme sözünü vermiyorlar,
Tanrı'nın Musa'ya söylediği her şeyi yerine getirme sözünü veriyorlar (bkz. On
Emir'den soma Yasa’nın Tekrarı v:20 ve xviii:15, 16. parça.) Bu yüzden
Musa Tanrısal yasaların tek duyurucu ve yorumcusu ve sonuçta ayrıca suçlana-
mayacak ve Yahudiler arasında Tanrı rolünü oynayacak tek yönetici hâkim olarak
kaldı; başka bir deyişle yönetici krallığı elinde tuttu. Sadece o Tanrı'- ya
danışma, insanlara Tanrısal yanıtlan verme ve onların yerine getirilmesini
denetleme hakkına sahipti. Sadece o diyorum çünkü Musa'nın yaşamı sırasında
herhangi biri Rab adına bir şeyler vaaz etme isteğinde bulunursa, gerçek bir
peygamber olsa bile suçlu ve egemenlik erkini eline geçiren biri sayılırdı [Çölde
Sayım xi:28) [Son Not 30], Burada insanların Musa'yı seçmelerine rağmen
Musa'ya Tanrı'ya danışma haklarım aktardıkları ve onu Tanrı'nın kâhini olarak
tanıyacaklarına tamamen söz verdikleri için açıkça haklarının tamamını
kaybettiklerinden ve Musa tarafından kalıtçı olarak öne sürülen herhangi
birinin Tanrı tarafından seçilmiş olduğunu kabullenmek zorunda olduklarından,
haklı olarak Musa'nın kalıtçısını seçemediklerine dikkat edebili- tiz. Eğer
Musa onun gibi Tanrı'ya danışma hakkına •.ahip olarak yönetim ve sonuçta yasa
yapma ve yürürlükten kaldırma, barış ya da savaşa karar verine, elçiler
gönderme, bilirkişiler atama - aslında bir yöneticinin tüm işlevlerini yerine
getirme hakkına tek başına sahip olacak kalıtçısını seçseydi devlet, diğer
monarşilerden, sadece Tanrı'nın, devlet başkanı tarafından bile bilinmeyen
buyrukları doğrultusunda yönetilmesi ya da böyle yönetilmesinin ge- ı ekmesi
farkıyla ayrılırdı; diğer monarşilerden farkı İbrani devlet başkanının buyruğun
bildirildiği tek kişi olması olurdu. Bu, devlet başkanının yetkisini
azaltmaktansa arttıran bir fark. Her iki durumda halkları ilgilendirdiği
kadarıyla, her iki halk da eşit ölçüde yurttaş olurdu ve eşit ölçüde Tanrısal
buyruktan habersiz olurdu çünkü her ikisi de devlet başka- nının sözleriyle
bağlı olurdu ve neyin yasal neyin yasadışı olduğunu sadece ondan öğrenirdi.
Halkın devlet başkanının sadece ona bildirilen Tanrı'nın buyruğuna göre
buyruklar verdiğine inanması onlan daha az değil, daha da fazla bağımlı
yapardı. Ancak Musa böyle bir kalıtçı seçmedi, egemenliği ondan sonra gelenlere
halka ait bir yönetim olmayan bir şekilde ne bir soylular yönetimi ne de bir
monarşiye değil, bir teokrasi bıraktı. Çünkü birine devleti böyle yorumlanan
yasalar doğrultusunda yönetme hak ve erki verilirken başka birine yasaları
yorumlama hakkı verilmişti (bkz. Çölde Sayım xxvii:21) [Son Not 31],
Konunun
bütünüyle anlaşılması için tüm devletin yönetimini tam olarak anlatacağım.
Öncelikle
halka Tanrı'nın - yani devletin egemen yetkilisinin sanki konutu olacak bir
tapınak inşa edilmesi buyrulmuştu. Bu tapınak Tanrı'ya danışılan yerin kamu
malı olması için tek bir yurttaşın değil, tüm halkın gideriyle inşa
edilmeliydi. Levililer, bu kraliyet konutunun adamlan ve yöneticileri olarak
seçilirken, kralları olan Tanrı'nın görevini, sanki meşru oğluymuş gibi
devralan Musa'nın kardeşi Harun da onların başı ve yardımcısı seçilmişti.
Tanrı'ya en
yakın olarak o, Tanrısal yasaların egemen yorumcusuydu; Tanrı'nın peygamberinin
yanıtlarını halka iletiyordu ve Tanrı'ya onları bağışlaması için yakarıyordu.
Eğer bu ayrıcalıklara ek olarak yönetme hakkına sahip olsaydı aşağı yukarı
mutlak bir devlet başkanı olurdu; ama yönetim açısından o sadece özel bir
yurttaştı. Tüm Levi oymağı egemenlik haklarından o kadar bütünüyle yoksun
bırakılmıştı ki bölgenin paylaştınlmasında diğerleriyle birlikte payını
almamıştı bile. Musa, oymağın dayanağını, halka ona karşı büyük saygı
aşılayarak sağlamıştı çünkü o Tanrı'ya adamlan tek oymaktı.
Bundan öte
geriye kalan on iki oymaktan oluşturulan orduya, Kenanlıların ülkesini işgal
etmeleri, toprağı on iki bölüme ayırmaları ve bunu kurayla oymaklar arasında
dağıtmaları buyrulmuştu. Bu iş için her biri bir oymaktan olmak üzere on iki
komutan seçilmişti ve komutanlara Yeşu ve hahambaşı Elazar ile birlikte
toprağı on iki eşit parçaya bölme ve onu kurayla dağıtma yetkisi verilmişti.
Tehlike anlarında, Musa gibi çadırında ya da tapmakta yalnız başına değil,
Tanrı'nın yanıtları bildirilen hahambaşı aracılığıyla Tanrı'ya danışabildiği
için Yeşu ordunun başkumandanı olarak seçilmişti. Bundan öte ona, insanların
hahambaşı aracılığıyla aktarılan Tanrı'nın buyruklarına uymasına neden olma ve
bu buyrukları 324
yerine getirme, onları uygulama yolları bulma ve yararlanma, istediği
sayıda ordu komutanları seçme; en iyisi olduğunu düşündüğü seçimi yapma; kendi
adına elçiler gönderme ve kısaca savaşın tüm dene- ıimine sahip olma yetkisi
verilmişti. Onun görevi için hiçbir yasal kalıtçı yoktu - aslında konum kamusal
tehlike zamanlarında Tanrı'nın doğrudan buyruğuyla dolduruluyordu. Sıradan
zamanlarda barış ve savaşın tüm yönetimi yakında dikkat çekeceğim gibi,
oymakların komutanlarındaydı.
Son olarak
yirmi ve altmış yaşları arasındaki her adama silah taşıma ve başkomutanına ya
da haham- başına değil, din ve Tanrı'ya bağlı bir yurttaş ordusu oluşturma
buyruğu verilmişti. Ordu ya da kalabalık Tanrı'nın ordusu ya da Tanrı'nın
kalabalığı olarak anılıyordu. Bu nedenle Tanrı İbraniler tarafından, orduların Tanrı'sı
olarak anılıyordu ve önemli savaşlarda, tüm halkın güvenliği ya da yok oluşu
buna bağlı olduğunda, antlaşmanın sandığı ordunun ortasında taşınıyordu
böylece halk bir bakıma Krallarını aralarında görerek tüm gücünü ortaya
koyuyordu.
Musa
tarafından kalıtçılarına bırakılan bu yönergelerden, onun zorbalardan çok
ardından gelen yöneticiler seçtiğini açıkça görüyoruz; çünkü hiç kimseye,
istediği yerde ve tek başına Tanrı'ya danışma erkini bırakmadı, sonuçta yasalar
düzenleme ve yürürlükten kaldırma, savaş ya da barışa karar verme, hem dinsel
hem de dinsel olmayan görevleri alacak insanları seçme erkine hiç kimse tek
başına sahip olmadı. Bunların hepsi bir yöneticinin ayrıcalıklarıydı. Aslında
hahambaşı yasaları yorumlama ve Tanrı'nın yanıtlarını iletme hakkına sahipti
ama bunu Musa'nın yaptığı gibi istediği zaman değil, sadece ordunun
başkomutanı, yönetim kurulu ya da benzer bir yetkili istediğinde
yapıyordu. Başkomutan ve yönetim kurulu istedikleri zaman Tanrı'ya
danışabiliyorlardı ama yanıtlanm sadece hahambaşı aracılığıyla alabiliyorlardı.
Böylece Tanrı'nın ifadeleri hahambaşının bildirdiği haliyle Musa'nın bildirdiği
gibi buyruklar değil, sadece yanıtlardı; Yeşu ve yönetim kurulu tarafından
onaylanırlardı ve sadece onaylandıkları zaman emir ve buyruk erkine sahip
olurlardı {Amerika Birleşik Devletleri'nde gücün ayrılması gibi.}
Hahambaşı Hem
Harun'un durumunda hem dc oğlu Elazar'nı durumunda Musa tarafından seçilmişti;
Musa'nın ölümünden sonra hiç kimse kalıtsal hale gelen bu görev için seçim
yapma hakkına da sahip değildi. Ayrıca ordunun başkomutanı da Musa tarafından
seçilmişti ve işlevini- hahambaşının değil Musa'nın buyruklanna dayanarak
üstleniyordu. Aslında Yeşu'nun ölümünden soma hahambaşı, onun yerine başka
birini atamadı ve komutanlar yeni- bir başkomutan için Tanrı'ya yeniden
danışmadı, her biri Yeşu'nun erkini kendi oymağının askeri gücüne göre elinde
bulundurdu ve hepsi bu gücü tüm ordu açısından ortak olarak ellerinde
bulundurdu. Bu sabit bir konutlannm olmadığı ve her şeye ortak sahip oldukları
Yeşu'nun zamanında çok sık gerçekleşti. Tüm oymaklar alanlarını, fethetme
hakkıyla kazandıktan ve kurayla belirlenmiş kazançlarını böldükten soma artık
mallarına ortak sahip olmayarak ayrı hale geldiler böylece tek bir komutan gereksinimi
sona erdi; çünkü farklı oymaklar yurttaşlar topluluğundansa birleşmiş devletler
ışığında ele alınmalıdır. Tanrılarına ve dinlerine göre yurttaştılar ama
birinin diğeri açısından sahip olduğu haklara 326
göre sadece birleşiktiler. Aslında (eğer Tapmağı herkes için ortak kabul
edersek) Hollanda Birleşik Devletleriyle {ya da Amerika Birleşik
Devletleriyle}aynı durumdaydılar. Ortak tutulan malların bölünmesi, sahiplerin
paylarına tek başlarına sahip olması ve diğerlerinin böyle bir pay üzerinde haklarını
teslim etmesi için bu, sadece başka bir deyim. Musa'nın oymakların
komutanlarını seçmesinin nedeni buydu - yani, egemenlik bölündüğünde oymağının
işleriyle ilgili hahambaşı aracılığıyla Tanrı'ya danışarak, kendi ordusunu
yöneterek, şehirler yapılandırarak ve güçlendirerek, bilirkişiler atayarak,
kendi egemenliğinin düşmanlarına saldırarak ve tüm milli ve askeri işlerde tüm
denetime sahip olarak her biri kendi bölgesiyle meşgul olabilirdi. Tanrı
dışında [Son Not 32] herhangi bir hâkim ya da Tanrı'nın açıkça göndereceği bir
peygamberi tanımak zorunda değillerdi. Eğer Tanrı'ya tapınmadan ayrılırsa
oymakların geri kalanı onu bir yurttaş olarak suçlamıyorlardı, ona bir düşman
olarak saldırıyorlardı. Kutsal Kitap'ta bunun örneklerini görüyoruz. Yeşu öldüğünde
(yeni bir başkomutan değil) İsrailoğulları Tanrı'ya danıştılar; düşmanlara ilk
saldıracak olamn Yahuda oymağı olduğuna karar verilerek söz konusu oymak, Şimon
oymağıyla güçlerini birleştirmek ve ortak düşmanlarına saldırmak için diğer
oymaklar anlaşmaya dâhil olmadan (Hâkimler i:l, 2, 3) tek bir anlaşma
yaptı. Her oymak kendi düşmanlanna karşı ayrı ayn savaştı ve onların hiçbir
koşulla canlarının bağışlanmaması, tamamen yok edilmeleri emredilmesine rağmen
isteğine göre onları kul ya da dost ola-ak teslim aldı. Böyle bir itaatsizlik,
oymakların geri kalanlarınca eleştiriyle karşılandı ama suç işleyen oymağın
suçlanmasına neden olmadı. Bir iç savaş ilan etmek ya da birbirlerinin işlerine
karışmak için yeterli bir neden olarak düşünülmedi. Ama Benyamin oymağı
diğerlerine karşı suç işlediğinde ve birleşmiş oymakların hiçbirinin sınırları
içinde sığınamayacağı şekilde barış bağını kopardığında ona bir düşman olarak
saldırdılar ve üç savaş sonra ona karşı zafer kazanarak savaşın kurallarına
göre hem suçlu hem de masumu ölümle cezalandırdılar. Bu sonradan pişmanlıkla
yerindikleri bir eylem oldu.
Bu örnekler her bir oymağın haklarıyla ilgili söylediklerimizi açıkça
doğruluyor. Belki de bize her bir oymağın komutanlığının kalıtçılarını kimin
seçtiği sorulacak; bu konuda Kutsal Kitap'ta hiçbir eksiksiz bilgi bulamıyorum,
ama oymakların ailelere ayrıldığını, her birine yaşça büyük bir üyenin
başkanlık ettiğini, Musa bu yaşça büyükler arasından kendisiyle birlikte üstün
yönetim kurulunu oluşturan yetmiş yardımcısını seçtiği için, ailelerin tüm
yaşça büyük başkanlarımn haklı olarak komutanlık görevine geldiklerini
varsayıyorum. Yeşu'nun ölümünden sonra hükümeti yönetenlere ileri gelenler adı
verilmişti ve sanırım herkesin bildiği gibi ileri gelen İbra- nicede yaygın
olarak hâkim anlamında kullanılan bir ifadedir. Ancak bu konuda bir karara
varmamız çok önemli değil. Musa’nın ölümünden sonra işlerin hepsi tek bir insan
ya da yönetim kurulu tarafından ya da herkesçe verilen oyla değil de kısmen bir
oymak tarafından, kısmen eşit paylarda geriye kalan oymaklar tarafından
yönetildiği için, Musa'nın ölümünden sonra yönetimin ne monarşik ne aristokratik
ne de halka ait olduğu ama dediğimiz gibi teokratik olduğu çok açık.
Bu adın
kullanılmasının nedenleri:
I.
Yönetimin kraliyet merkezi
Tapınak'tı ve sadece buna göre, gösterdiğimiz gibi, tüm oymaklar yurttaştı.
II.
Tüm insanlar, her şeyde tam
boyun eğme sözü verdikleri üstün hâkimleri olan Tanrı'ya bağlılık borçluydu.
III.
Başkomutan ya da diktatör,
gerekli olduğunda, Tanrı'dan başka hiç kimse tarafından seçilmiyordu. Bu Musa
tarafından Tanrı adına özellikle buyrul- ınuştu (Yasanın Tekran xix:15)
ve Gidyon, Şimşon ve Samuel'in gerçek seçimiyle tanıklık edilmişti; buradan,
bize özellikle söylenmese de, diğer inançlı liderlerin aynı biçimde seçildiği
sonucuna varabiliriz.
Bu öncüller
belirtildiğine göre şimdi sıra bu plana dayalı bir egemenlik oluşturmanın
sonuçlarım sorgulamakta ve bu egemenliğin hem zorba olmayan yöneticileri hem
de dik başlı olmayan yönetilenleri etkili olarak sınırlar içinde tutup
tutmadığım görmekte.
Yönetenler ya
da egemenlik erkine ona sahip olanlar, zorba tutumlarını her zaman yasallık
kisvesi altında tutmaya ve insanları iyi niyetle yola çıktıklarına ikna etmeye
çalışırlar; yasayı yalnızca onlar yorumladığında bunu kolayca uygularlar,-
çünkü yasanın yorumunun başkasına bırakılmasındansa ya da yasaların, hiç
kimsenin anlamlarından kuşku duymayacağı kadar açık olmasındansa, bu şekilde
isteklerini ve arzularını yerine getirmek için çok daha fazla özgürlük
kazandıkları açık. Böylece yasanın tüm yorumunun, kendileri açısından
yönetimde hiçbir payları olmayan ve tüm destekleri ve saygınlıkları bakımından
onlara teslim edilen yasaların doğru bir yorumuna bağımlı olan Levililere
bırakıl masıyla [Yasa’nın Tekran xxi:5) İbrani komutanlarının günaha
girme erkinin azaltıldığım görüyoruz. Dahası tüm insanlara her yedi yılda bir
belli bir yerde bir araya gelme ve hahambaşı tarafından yasayla ilgili
bilgilendirilme buyruğu verilmişti; bundan öte her bireye titiz dikkatle
yasanın kitabının tamamen okuması buyrulmuştu. [Yasa’nın Tekran xxxi:9,
10 ve vi:7.) Böylece eğer onları Tanrı'nın egemenliğinin yöneticileri ve O'nun
temsilcileri olarak görecek halk tarafından kendilerine karşı büyük saygı
beslenmesini istiyorlarsa, komutanlar kendileri için her şeyi yazılan ve
herkesçe iyi bilinen yasalara göre yönetmeye büyük özen göstermek
zorundaydılar,- yoksa tanrı bilimsel nefretin tüm zehrinden kaçamazlardı.
Komutanların kimsenin denetiminde olmayan yetkilerinde başka bir önemli
kısıtlama daha vardı, aslında ordu istisnasız yirmi ve altmış yaşlan arasındaki
tüm yurttaşların topluluğundan oluşuyordu ve komutanlar herhangi bir yabancı
asker satın alamıyorlardı. Bu bence çok önemli, prensler halklarını satın
aldıkları askerlerin yardımıyla baskı altına alabilecekken onlar için, büyük
kahramanlıkları, zahmetleri ve kanlarıyla ülkelerinin özgürlük ve görkemini
kuran yurttaş askerlerin özgürlüğünden daha korkunç bir şey olmadığı iyi bilinir.
Böylece İskender, Parmenio'nun tavsiyesini duyduktan sonra Darius'a ikinci kez saldırmak üzereyken tavsiyeyi
vereni değil, destek sağlayan l’olysperconü azarladı. Çünkü Curtius'un dediği r.ibi (iv.
Para. 13) Parmenio'yu daha önce kısaca çok keskin azarladıktan sonra yeniden
azarlama girişiminde bulunmadı. İskender çok korktuğu MakedonyalIların bu
özgürlüğünü, orduya kaydolan tutsakların sayısı kendi insanlarının sayısını
geçene kadar boyunduruk altına alamadı. O zamana kadar değil ama tam o zaman,
uzun zamandır başlıca yurttaşlarının bağımsızlığıyla denetim altında tutulah
öfkesinin dizginini salıverdi.
Eğer yurttaş
askerlerin bu bağımsızlığı sıradan devletlerin zaferlerin tüm görkemini ele
geçirmeye alışkın prenslerini sınırlayabiliyorsa, askerleri bir prensin
görkemi değil, Tanrı'nın görkemi için savaşan ve Tanrısal onay verilmeden
savaşa gitmeyen İbrani komutanlar için daha da etkili olmuş olması gerek.
İbrani
komutanların aynı zamanda sadece dinin bağlarıyla birleştiğini hatırlamalıyız.
Bu yüzden eğer içlerinden biri sınırı aşar ve Tanrısal hakkı çiğnemeye
başlarsa geriye kalanlar tarafından ona bir düşman olarak davranılabilir ve
yasal olarak boyunduruk altına alınabilirdi.
Ek bir
kısıtlama, yeni bir peygamberin doğuşunda bulunabilir. Çünkü lekesiz bir yaşamı
olan bir insan kesin işaretlerle gerçekten bir peygamber olduğunu
gösterirse, komutanların durumunda olduğu gibi hahambaşı aracılığıyla
değil, daha önce sadece kendisine bildirilerek Musa'ya verildiği gibi, ona
verilen Tanrı adına yönetme egemenlik hakkını fiilen elde ederdi. Böyle birinin
davası için baskı görmüş halkın yardımını kolayca alabileceğinden ve önemsiz
işaretlerle onları istediği şeye ikna edebileceğinden kuşku yok. Diğer
taraftan eğer işler iyi düzenlenmişse, komutan peygamberin gerçekten lekesiz
bir yaşamı olup olmadığının ve görevinin kuşku götürmez işaretlerine sahip
olup olmadığının, ayrıca Tanrı adma ileri sürmeye niyetlendiği öğretinin kabul
edilmiş öğretilere ve ülkenin genel yasalarına uyup uymadığının incelenmesi ve
peygamberin onun onayına sunulması için zamanında hazırlık yapabilir. Eğer
kanıtları yetersizse ya da öğretileri yeniyse yasal olarak ölümle
cezalandırılabilir ya da komutanın biricik sorumluluğu ve yetkisine alınabilir.
Komutanlar
soyluluk bakımından ya da doğuştan diğerlerine göre ayrıca daha üstün
değillerdi, hükümeti sadece yaşları ve kişisel özellikleri nedeniyle
yönetiyorlardı. Son olarak ne komutanların ne de ordunun savaşı barışa tercih
etmek için bir nedenleri vardı. Belirttiğimiz gibi ordu tamamen yurttaşlardan
oluşuyordu böylece işler hem savaş hem de banşta aynı kişiler tarafından
yönetiliyordu. Kampta bir asker olan adam pazaryerinde bir yurttaştı, kampta
bir lider olan adam mahkemede bir hâkimdi, kampta bir komutan olan adam
devlette bir yöneticiydi. Böylece hiç kimse kendi hatırı için savaş isteyemezdi,
sadece barışı ve özgürlüğü korumak için isteyebilirdi; büyük olasılıkla
komutanlar hahambaşma danışmak zorunda kalmamak ve onun huzurunda 332
bulunmanın küçük düşürücülüğünün etkisinde kalmamak için değişimden
olabildiğince kaçındılar.
Komutanları
sınırlar içerisinde tutmak için olan kısıtlamalar hakkında bu kadarı yeterli.
Şimdi halk üzerinde olan sınırlamaları araştırmalıyız. Ancak bunlar sosyal
yapının temelinde çok açıkça gösterilmişlerdir.
Konuya en
ufak dikkatini veren herkes devletin yurttaşlann yüreklerinde en ateşli
vatanseverlikle dolduracak şekilde düzenlendiğini böylece yurttaşların
ülkelerine ihanet etmek için çok zor ikna edileceğini ve yabancı boyunduruğu
altında kalmaktansa her şeye katlanmaya hazır olduğunu görecektir. Haklanın
Tanrı'ya aktardıktan sonra krallığın Tanrı'ya ait olduğunu ve kendilerinin de Tanrı'nın
çocuklan olduklarını düşündüler. Diğer uluslara Tanrı'nın düşmanları gözüyle ve
(bkz. Mezmurlar cxxxix:21, 22. dindarlık olarak algıladıkları) şiddetli
nefretle baktılar. Onlar için bir yabancıya bağlılık için yemin etmekten ve ona
boyun eğme sözü vermekten daha iğrenç bir şey olamazdı. Taptıkları Tanrı'nın
krallığı olan ülkelerine ihanetten daha büyük ve berbat bir suç da
düşünemezlerdi.
Bağlı
oldukları Tanrı'ya tapınma, başka bir yerde yerine getirilemeyeceği için
yurtdışına yerleşmek herkes için günah olarak düşünülüyordu. Çünkü sadece
onların ülkesi kutsal sayılıyordu, dünyanın geri kalanı pis ve kutsal şeylere
karşı saygısız olarak düşünülüyordu.
Sürgünde
yaşamaya zorlanan Davut, Şaul'a şöyle şikâyette bulundu: "Eğer seni bana
karşı kışkırtan Rab ise, bir sunu O'nu yatıştırır. Ama bunu yapan insanlarsa,
Rab'bin önünde lanetli olsunlar! Çünkü 'Git, başka ilahlara kulluk et diyerek,
Rab'bin mirasından bana düşen paydan bugün beni uzaklaştırdılar." (1 Samuel
xxvi:19) Aynı nedenden özellikle açıklayacağımız gibi hiçbir yurttaş sürgüne
gönderilmemişti. Günaha gireni cezalandırmakla sorumluydular ama küçük
düşürülmekle değil.
Böylece
İbranilerin ülkeleri için olan sevgisi sadece vatanseverlik değil aynı zamanda
dindarlıktı ve diğer uluslara olan nefretleri gibi doğalarına işleyene kadar
günlük törenlerle yaşatıldı ve büyütüldü. Günlük tapınmaları diğer
uluslarınkinden sadece farklı değil, (tuhaf insanlar olmaları ve diğerlerinden
tamamen farklı olmaları göz önünde bulundurulduğunda farklı olabilir)
onlarınkinin tam tersiydi. Öteki ulusların böyle her gün lanetlenmesi doğal
olarak yüreğin derinliklerine aşılanan bitmeyen bir nefreti doğurdu. Çünkü
aşırı dindarlıktan doğan ve dindarlık olarak yaşatılandan daha derin ve güçlü
bir nefret yoktur. Etraftaki uluslar da Yahudilere, onlarınki kadar şiddetli
bir nefretle bakarak karşılık verdiği için böyle bir nefreti git gide daha çok
tutuşturacak genel bir neden de eksik değildi.
Tüm bu
nedenlerin, yani insanın egemenliğinden kurtulmanın; ülkelerine olan
bağlılıklarının; diğer tüm insanların üzerindeki saltık haklarının; sadece izin
verilen değil, aynı zamanda dindarlık olan bir nefretin; akranlarına karşı bir
küçümsemenin; gelenek ve dinsel törenlerinin tuhaflığının Yahudilerin
yüreklerini, ülkeleri uğruna sıra dışı sabır ve kahramanlıkla her şeye
katlanmaları için güçlendirmede etkisinin ne kadar büyük olduğu akılla hemen
fark edilecek ve deneyimle de kanıtlanacaktır. Şehir ayakta durduğu sürece
yabancı egemenlik altında kalmaya hiçbir zaman katlanamazlardı ve bu yüzden
Ycruşalim'i "başkaldıncı bir şehir" olarak adlandırdılar (Ezra iv:
12). Yeniden kurulmasından sonra (halı ambaşılar oymak komutanlarının
haklarını ele geçirdikleri için ilkinin sadece gölgesi olan) devletleri
Romalılar tarafından büyük zorlukla yok edilmişti. Tacitus’un tanıklık ettiği
gibi (Hist. ii:4): - "Vespa- sian, kuşatılanların gereksinimlerini
karşılamak için kalan güçten çok halkın karakteri ve batıl inançlarının
inatçılığı nedeniyle zor ve yorucu bir girişim olduğunu düşündüğü için
Yeruşalim kuşatmasından vazgeçerek Yahudilere karşı olan savaşı
sonlandırdı." Ama sadece kişisel görüşle mal edilen bu özelliklerin
yanında bu devlete özgü olan ve yurttaşların sevgisini yerinde tutan ve tüm
ülkeyi terk etme ya da ülkeden vazgeçme düşüncelerini denetim altına alan çok
önemli bir özellik daha vardı. Tüm insan eylemlerinin gücü ve yaşamı olan
kişisel çıkar. Bu İbrani devletinde özellikle kullanılıyordu çünkü başka hiçbir
yerde yurttaşlar bu devletin kulları kadar mallarına güvenle sahip olmadılar,
çünkü bu devletin yurttaştan toprakta ve arazide başkanları kadar büyük
paylara sahipti ve toprak parsellerine her zaman için sahiptiler; çünkü
herhangi biri fakirlik nedeniyle çiftliğini ya da otlağını satmak zorunda
kalsalardı, ellinci yıl şenliğinde onu tekrar eksiksiz geri alıyorlardı.
Gerçek mülkiyeti yabancılaştırma olasılığına karşı diğer benzer yasalar da
vardı.
Yine fakirlik, Kral Tanrı'nın bağışlamasını kazanmak için birinin
komşusuna yani yurttaşına karşı otan görevinin elden gelen en büyük gayretle
uygulandığı başka hiçbir yerde daha katlanılır olamazdı. Böylece İbrani
yurttaşlar kendi ülkelerinden olduklarından başka hiçbir yerde bu kadar iyi
durumda olamazlardı; ülkelerinin sınırlan dışında kayıp ve gözden düşme dışında
hiçbir şeyle karşılaşmazlardı.
Sıradaki
düşünceler sadece onları yurtlarında tutmada değil aynı zamanda iç savaşı
önleme ve çekişme nedenlerini ortadan kaldırmada önem taşıyordu;
yardımseverlik ve akranlanna karşı sevgi en büyük dindarlık sayılırken hiç
kimse akranına hizmet etmek zorunda değildi, sadece Tanrı'ya hizmet etmek
zorundaydı; bu son duygu yabancı uluslara baktıkları ve onların da bu ulusa
baktıklan nefretle bol bol besleniyordu. Bundan öte içinde yetiştirildikleri
boyun eğmenin sıkı disiplini çok önemli bir etkendi; çünkü tüm eylemlerini
yasanın konulmuş kurallarına göre sürdürmek zorundaydılar. Bir insan istediğinde
saban sürmeyebilir ama sadece belli yıllarda belli zamanlarda ve sürdüğündeyse
her seferinde bir tür hayvanla olmak üzere sürebilir; aynı şekilde sadece belli
bir yöntem ve mevsimde ekebilir ve biçebilir - aslında tüm yaşamı uzun bir
boyun eğme okuluydu (bkz. törenlerin kullanılması üzerine V. Bölüm;
uymacılığın, özgürlük yerine kölelik gibi göründüğü ve insanın yasaklanandan
çok emredileni istediği bir alışkanlık böyle oluşturuluyordu. Bu sonuç
insanların yılın belli dönemlerinde kendi zevkleri için değil, Tanrı'ya neşeli
bir şekilde tapınmak için dinlenmek ve sevinmek zorunda oldukları gerçeğiyle
de çok destekleniyordu.
Yılda üç
sefer Rab'bin önünde bayram yaptılar; haftanın yedinci gününde çalışmadan uzak
durmala- n ve dinlenmeleri emredilmişti; bunların yanında masum sevincin ve
bayram yapmanın sadece izin verildiği değil aynı zamanda buyrulduğu başka olay-
336
I.ır da vardı. İnsanların aklını etkileyecek daha iyi bir yöntemin
geliştirilebileceğini sanmıyorum; çünkü bir hayranlık ve sevgi karışımı olan
bağlılıktan doğan sevinçten, daha güçlü bir çekicilik yoktur. İnsan sürekli
tekrardan kolay kolay usanmıyordu çünkü türlü bayramlardaki törenler çeşitliydi
ve seyrek olarak yineleniyorlardı. Oraya yaklaşmadan yerine getirmek zorunda
oldukları tuhaf tören ve görevlere herkesin tapmak için büyük inançla
geliştirdiği derin saygıyı da ekleyebiliriz. Şimdi bile Yahudiler, Tapı- nak'a
bir put yerleştirme cesaretini gösteren Manaş- şe'nin suçunu korku duymadan
okuyamıyorlar. İç tapmakta titizlikle korunan yasalar insanlar için eşit ölçüde
saygı gösterilen nesnelerdi. Bu yüzden halka özgü söylenti ve yanlış düşünceler
bu yönden çok az korkulacak şeylerdi; çünkü kutsal konular üzerinde hiç kimse
bir karara varmaya cesaret demezdi, hepsi kendilerini Tanrı'nın Tapmakta teslim
alınan yanıtlarıyla verilen buyruklarına ve Tanrı'nın buyurduğu yasalara
akıllarına danışmadan, boyun eğmek zorunda hissediyordu.
Sanırım şimdi
İbrani ulusunun ana özelliklerini kısa olmasına rağmen açıkça açıkladım. Şimdi
bu halkı böyle sık sık yasadan uzaklaştıran, sık sık boyun eğmelerine neden
olan ve son olarak da egemenliklerinin tamamen yok olmasına yol açan nedenleri
soruşturmalıyım. Belki de yüreklerinin katılığından kaynaklandığı söylenecek
ama bu çocukça; çünkü bu insanlar neden diğerlerinden daha katı yürekli
olsunlar ki; bu doğalarından mı kaynaklanıyordu?
Ama doğa
bireyler oluşturur, halklar değil; halklar sadece dillerinin farklılığıyla,
gelenekleriyle ve yasa- lanyla ayırt edilirlerken, son ikisinden - yani gelenek
ve yasalardan - onların tuhaf bir tavırları, tuhaf bit yaşam biçimleri ve tuhaf
önyargıları olduğu çıkanla bilir. O zaman, eğer İbranilerin yürekleri
diğerlerin den katıysa, hata yasa ve geleneklerindeydi.
Bu şu anlamda kesinlikle doğrudur. Eğer Tanrı'nın egemenliklerinin daha
kalıcı olmasını isteseydi, onlara başka tören ve yasalar verirdi ve farklı bit
yönetim şekli kurardı. Bu yüzden Tanrı'lannın onla ra Yeremya'nın dediği gibi
sadece şehrin kurulması nedeniyle değil, yasalarının yapılması nedeniyle bile
kızgın olduğunu söyleyebiliriz.
Buna Hezekiel tarafından da tanıklık ediliyor xx:25: "Ben de onlara
iyi olmayan kurallar, yaşam vermeyen ilkeler verdim. Her ilk doğan çocuğu
ateşte kurban ederek sundukları sunularla kendilerini kirletmelerine izin
verdim. Öyle ki, onları dehşete düşüreyim de benim Rab olduğumu
anlasınlar."
Bu sözleri ve İbrani ulusunun yıkılışını anlamamız için önce hahamlığın
tüm görevlerinin Levililere değil, ilk doğanların sorumluluğuna verilmesinin
tasarlandığını aklımızda tutmalıyız. [Çölde Sayım viiirl 7). Sadece Levililer
dışında tüm oymaklar altın buzağıya tapındıkları zaman, ilk doğanlar reddedilmiş
ve ona saygısızlıkta bulunulmuş ve onların yerine Levililer seçilmiştir (Yasa'nın
Tekrarı x:8).Bu değişim üzerinde düşündüğümde Tacitus'un sözleriyle
açıklamak istiyorum. O zamanlar Tanrı'nın amacı Yahudilerin güvenliği değil,
intikamdı. Kutsal aklın her zaman bir halkın saygısının, esenliğinin ve
güvenliğinin gelişmesine yardımcı olması gereken yasaları ceza adına, intikam
alma nedeniyle düzenleyecek kadar öfkeyle alevlenmesine çok şaşırıyorum;
böylece yasalar çok da yasa gibi - yani, halkın koruyucusu gibi görünmüyor -
daha çok acı ve cezası gibi görünüyor.
Halkın Levililere ve hahamlara bağışlamak zorunda olduğu armağanlar -
ilk doğanların kurtarılması, Levililere oy kullanma vergisi, kutsal törenlerin
gerçekleştirilmesi için biricik ayrıcalığın Levililerde olması - tüm bunlar
halka yönelik sürekli bir azarlamaydı, onların kirliliği ve reddedilmelerinin
sürekli bir hatırlatıcısıydı. Dahası Levililerin durmadan halkın üstüne lanet
yağdırdığından emin olabiliriz. Çünkü binlercesi arasında ısrarla tanrıbilimle
ilgilenen birçokları olmalı. Bu nedenle halk sadece insan olan Levililerin
eylemlerini izleme; bir üyenin tüm hatası nedeniyle bütünü suçlama ve sürekli olarak
söylenme alışkanlığı kazandı.
Bunun yanında onlardan nefret eden ve hiçbir kan bağıyla bağlı olmayan
insanları işsiz tutma zorunluluğu vardı. Bu özellikle de erzakın az olduğu
zamanlarda keder verici görünürdü. O zaman barış zamanlarında, dikkat çekici
mucizeler sona erdiğinde ve üstün yetkili hiç kimse gelmediğinde halkın sinirli
ve açgözlü yapısı sertleşmeye başlıyorsa ve en sonunda Tanrısal olmasına
rağmen aynı zamanda küçük düşürücü, hatta düşmanca bir tapınmadan uzaklaşıyorsa
ve yeni bir şey arıyorsa, bunda şaşılacak ne var; her zaman halka
özgü gidişatı benimseyen komutanlar, insanların yakınlığını kazanarak
kendileri için egemenlik erki elde etmek ve haham- başını yabancılaştırmak için
halkın isteklerine teslim oluyor ve yeni bir tapınma sunuyorsa, bunda
şaşılacak ne var? Eğer devlet özgün amaç doğrultusunda oluşturulmuş olsaydı,
tüm oymakların hak ve
onurları eşit olurdu ve her şey sağlam bir temele dayamrdı. Akrabasının
dinsel haklarını isteyerek kim çiğner? Bir insan kendi kardeşlerini ve ana babalarını
desteklemekten böylece dinin görevlerini yerine getirmekten daha çok ne
isteyebilir? Hahamlar tarafından yasanın yorumunun öğretilmesinden ve
aracılığıyla Tanrı'nın yanıtlarını almaktan kim sevinç duymaz ki?
Eğer hepsi
benzer olarak hahamlık hakkına sahip olsaydı oymaklar böylece çok daha yakın
bir bağla birleşmiş olurlardı. Eğer Levililerin seçimi kızgınlık ve intikamla
emredilmemiş olsaydı tüm tehlike önlenirdi. Ama dediğimiz gibi, İbraniler,
Hezekiel'in dediğine göre, ilk doğan tüm çocuklan reddederek, onları kendi
sunularıyla kirleten böylece onları yok edebilecek Tanrı'lannı kızdırdılar.
Bu bölüm aynı
zamanda onların tarihiyle de doğrulanıyor. Çöldeki halk rahatlık ve bolluk
içinde yaşamaya başladıktan hemen sonra iyi bir soydan gelmeyen belli
insanlar Levililerin seçilmesine karşı başkaldırmaya başlamıştı. Bunu, Musa'nın
Tanrı'nın buyruklarına göre değil, diğer oymaklardansa kendi oymağını
seçtiğinden ve hahambaşıhğı her zaman için kendi kardeşine bağışladığından
kendi isteğine göre davrandığına inanmak için bir neden haline getirmeye
başladılar. Bu yüzden bir kargaşa çıkardılar ve her insanın eşit ölçüde kutsal
olduğu ve onun kendisini haksız olarak akranlanndan yüce tuttuğunu haykırarak
ona geldiler. Musa onları uslamlamalarla yatıştıramadı,- ama inancın kanıtı
olarak bir mucizenin araya girmesiyle hepsi öldü. O zaman destekleyicilerinin
Tanrı'nın kararıyla değil de Musa'nın hilesiyle ölümle cezalandırıldığına
inanan halk 340
arasında yeni bir kışkırtma doğdu. Büyük bir katliam ya da salgından
sonra ayaklanma, besinsizlik ve susuzluktan ileri gelen bitkinlik nedeniyle
yatıştı. Ama bu hepsinin böyle koşullar altında ölmeyi, yaşamaya tercih edeceği
bir biçimde oldu.
Uyumun tekrar
kurulmasındansa ayaklanmanın yatışması demeliyiz. Buna Tanrı'nın Musa'ya ölümünden
sonra halkın Tanrı'ya tapınmaktan uzaklaşacağı öndeyisinde bulunduğu ve şöyle
dediği parçasında Kutsal Kitap da buna tanıklık ediyor (Yasa'nın Tekrarı
xxxi:21): "Ant içerek söz verdiğim ülkeye onları getirmeden önce neler
tasarladıklarını biliyorum." ve kısa bir süre sonra Musa diyor ki
(xxxi:27): "Çünkü sizin başkaldıran, dik başlı kişiler olduğunuzu
biliyorum. Bugün ben sağken, aranızdayken bile Rab'be karşı geliyorsunuz;
ölümümden sonra daha ne kadar çok başkaldıracaksınız."
Gerçekten de
hepimizin bildiği gibi her şey onun sözleri doğrultusunda oldu. Büyük
değişimler, uç noktada özgürlükler, şatafat ve katı yüreklilik büyüdü;
insanlar en sonunda sık sık fethedildikten sonra Tanrısal doğrudan açık bir
kopmaya gelene kadar ve yönetimin merkezinin Tapmak yerine saray olmasını
istemeye ve oymaklann Tanrısal doğruluk ve hahambaşılık yerine krallarına göre
yurttaşlar olarak kalmaları için ölümlü bir kral istemeye başlayana kadar her
şey kötüden daha kötüye gitti.
Böylece
sonunda tüm devletin yıkımıyla sonuçlanacak yeni ayaklanmalar için geniş bir
kaynak üretildi. Krallar her şeyden önce güvenilmez bir yönetimi kıskanırlar
ve hiçbir şekilde kendilerininki içinde bir egemenliği kabul edemezler. İlk
devlet başkanları sıradan yurttaş sınıfından seçildiği için yükseldikleri
saygınlık miktarından mutluydular ama tahtı miras hakkıyla elde eden
oğulları tüm egemenlik hakları ellerine geçirmek için git gide değişiklikler
yapmaya başladılar. Yasama hakkı onlarda değil, tapmakta yasaları koruyan ve
onları insanlara yorumlayan hahambaşında olduğu sürece bunu genellikle başaramadılar.
Böylece krallar da yurttaşlar kadar yasalara boyun eğmek zorundaydılar ve
onları yürürlükten kaldıramıyorlardı ya da eşit ölçüde yetkinlikte yeni yasalar
emredemiyorlardi; dahası kral ve yurttaş benzer olarak kirli olduklarından
Levililer tarafından din işlerini yönetmeleri engelleniyordu. Son olarak eğer
bir adamın peygamber olduğu ortaya çıkarsa egemenliklerinin tüm güvenliği tek
bir adamın isteğine dayanıyordu ve bunun bir örneğini; yani Samuel'in Şaul'a
eksiksiz uyulması gereken buyruklar verdiğini ve tek bir buyruğunun
dinlememesi nedeniyle egemenlik hakkını Davut'a ne kadar kolayca
aktarabildiğini de gördüler. Böylece krallar kendilerininki içinde bir
egemenlik kurdular ve güvenilmez bir egemenliği ellerinde tuttular.
Bu zorlukları
aşmak için başka tapınakların da tanrılara adanmasına izir verdiler, böylece
Levililere danışmaya gerek kalmayacaktı; ayrıca Tanrı adına kehanette bulunan
birçoklannı aradılar böylece gerçek peygamberlere karşılık kendi yaratıklarına
sahip olabileceklerdi. Ancak tüm bu girişimlerine rağmen hiçbir zaman
amaçlarına ulaşmadılar. Çünkü peygamberler her türlü tehlikeye karşı
hazırlandılar, örneğin bir önceki egemenliğin hatıraları tazeyken, her zaman
güvenliksiz olan yeni bir egemenliğin başlaması gibi uygun bir fırsat
kolladılar. Bu zamanlarda Tanrısal yetkiyle her zaman kralın zorba oldu- 342
ğunu duyurabilirler ve Tanrısal doğruluğu kanıtlamak için haklı olarak
egemenlik ya da egemenlikten pay iddia edecek seçkin erdemli bir destekçi
çıkarabilirlerdi. Yine de, böyle bile peygamberler çok etki edemiyorlardı.
Aslında bir zorbayı kaldırabilirlerdi; ama yurttaşların kanını dökme bedeliyle
onun yerine başka bir zorba getirmekten daha fazlasını yapmalarını engelleyen
nedenler vardı. Anlaşmazlık ve iç savaşların sonu yoktu çünkü Tanrısal hakkın
çiğnenme nedenleri hep aynı kaldı ve sadece devletin tamamen yeniden
şekillenmesiyle kaldırılabilirlerdi.
Dinin İbrani
devletinde nasıl ortaya konulduğunun ve eğer Yasa-koyucunun öfkesi izin
verseydi egemenliğin nasıl sonsuza kadar sürebileceğini gördük. Bu olanaksız
olduğu için, zamanla yok olmaya mahkûmdu. Şimdi sadece ilk devletten söz
ediyorum çünkü İkincisi, halk boyunduruğu altında oldukları Perslilerin
haklarıyla sınırlandırıldıkları için, birincisinin gölgesinden başka bir şey
değildi. Özgürlüğün geri kazanılmasından soma hahambaşılar dinden bağımsız
başkanların haklarını ele geçirdiler ve böy- lece saltık egemenlik elde ettiler.
Hahamlar egemenliğin ve hahambaşılığın erklerine aynı anda sahip olmak için
şiddetli arzuyla tutuşmuşlardı. Bu yüzden ikinci ulustan daha fazla söz etmeme
gerek yok. Dayanıklı saydığımız kadarıyla birincisinin örnek alınabilir olup
olmadığı ve onu olabildiğince örnek almanın dindarca olup olmayacağı aşağıdaki
yazıdan belli olacak. Sadece sonuç olarak daha önce işaret edilen ilkeye - yani
bu bölümde belirttiğimiz gibi Tanrısal hakkın ya da din hakkının bir anlaşmadan
kaynaklandığının açık olduğuna. Böyle bir anlaşma olmadan doğal haklar dışında
hiçbir şeyin olmadığına dikkat çekmek istiyorum. İbraniler dinlerine göre
anlaşmaya dâhil olmayan diğer uluslar için herhangi bir dinsel sorumluluk
göstermek zorunda değillerdi. Sadece yurttaşları için böyle bir sorumlulukları
vardı.
XVIII. Bölüm:
İbranilerin
Devletinden ve Onların Tarihinden Belli Siyasi Derslerin Çıkarılması
İbrani oluşumunun artık olası ya da istenen bir şey
olmaması, yine de onun tarihinden dersler çıkarılabilir.
Politikada herhangi bir yetkiyi rahiplere emanet etmek
gibi - Yetkiyi dinsel dogma ile özdeşleştirmenin tehlikesi.
Tüm hukuksal erkin egemene eşlik etmesinin gerekliliği
- Bir Devletin yapısında değişikliklerin tehlikeli olması.
Bu son tehlikenin İngiltere'nin - Roma'nın tarihlerinden
kanıtlanması.
Ve Hollanda tarihinden kanıtlanması.
Gördüğümüz
gibi İbranilerin devleti sonsuza kadar sürebilirdi ama günümüzde onu örnek
almak olanaksız olurdu, tavsiye de edilmezdi. Eğer bir halk haklarını Tanrı'ya
aktarmak isteseydi onunla kesin bir antlaşma yapması gerekirdi ve bunun için
sadece haklarını aktaranların onayı değil, aynı zamanda Tanrı'nın da onayı
gerekirdi. Ancak Tanrı, Havarileri aracılığıyla Tanrı'nın anlaşmasının artık
mürekkeple ya da taş tabletlere yazılmadığını, Tanrı'nın Ruhu ile yüreğin etten
tabletlerine yazıldığını belli etti.
Bundan öte
böyle bir yönetim şekli, hiçbir dış ilişki istemeyen, kendilerini kendi
sınırları içine kapamak ve dünyanın geri kalanından ayrı yaşamak isteyenler
için yararlanılabilir olurdu; diğer uluslarla anlaşmaları olması gereken
insanlar için kullanışsız olurdu; böylece bu yönetim şeklinin benimsenebileceği
durumlar aslında çok azdır.
Yine de,
bütünüyle kopyalanamamasına rağmen dikkatimizi çekilebilecek ve belki de örnek
alınması yarar sağlayabilecek birçok üstün özelliğe sahipti. Ancak benim amacım
yönetim şekilleri üzerine bir inceleme yazmak değil, bu yüzden bu tür noktaları
sessiz kalarak atlayacağım ve sadece benim amacımla ilgili olanlara
değineceğim.
Tanrı'nın
krallığı egemenlik hakları bağışlanmış dünyasal bir yöneticinin seçimiyle
çiğnenmemiştir; çünkü İbraniler haklarını Tanrı'ya aktardıktan soma
Tanrı adına yasalar yapma ve yürürlükten kaldırma, hahamlar seçme, yargılama,
öğretme, ceza verme erkini - aslında saltık bir devlet başkanının tüm
ayrıcalıklarını vererek yönetim hakkı egemenliğini Musa'ya verdiler.
Hahamlar
yasaların yorumcuları olmalarına rağmen yine yurttaşları yargılama ya da
birini aforoz etme erkleri yoktu. Bu sadece insanların arasından seçilen hâkim
ve başkanlarla yapılabilirdi. İbranilerin başarı ve tarihlerinin göz önünde
bulundurulması kayda değer diğer düşüncelere ışık tutacaktır. Yani:
I.
İkinci devlette
hahambaşılarının buyurma ve yönetimin görevini görme yetkisine sahip olana
kadar hiçbir dinsel mezhebin olmaması. Böyle bir yetkinin sonsuza kadar
sürebilmesi için hahambaşı- ları dinden bağımsız yöneticilerin haklarını ele
geçirdiler ve en sonunda kral biçimini almak istediler. Bunun nedenini bulmak
kolay; ilk devlette hiçbir buyruk, hahambaşının adını taşıyamazdı; çünkü hiçbir
buyurma hakkı yoktu, sadece komutan ya da yönetim kurulunca Tanfı'ya sorulan
sorulara yanıt verme haklan vardı. Bu yüzden yasada değişiklikler yapmak için
hiçbir nedeni yoktu, tam tersi zaten anlaşılmış ve kabul edilmişi yönetme ve
savunmayla ilgilenirdi. Komutanların isteğine karşı özgürlüğünü güvenle
korumasının tek yöntemi yasayı bütün olarak yaşatmasında yatıyordu. Hahambaşı
yönetimi sürdürme erkini üstüne aldıktan ve zaten sahip olduğu haklara dinden
bağımsız yöneticilerin haklarını ekledikten sonra her biri üstüne aldıkları
dinsel ve dinsel olmayan şeylerde kendi adının yüceltilmesini aramaya başladı.
Böylece yasaların gerçek anlamı ve yorumları bozulurken din alçaltıcı bir
batıl inanca battı. Bundan öte, yeniden kurulduktan hemen sonra hahambaşılar,
dinden bağımsız yönetime doğm ilerlerken halk ne kadar dinsiz olursa olsun, ne
yaparsa yapsın onaylayarak ve Kutsal Kitap'ı o zamanki bozulmuş ahlağa
uydurarak tüm istekleri kabul edip, halkın desteğini kazanmaya çalıştı. Malaki
buna ölçüsüz tanıklık ediyor. Kendi zamanının hahamlarını Tanrı'nın adının
küçültücüleri olarak azarlıyor ve sonra hakaretine şöyle devam ediyor {Malaki
ii:7, 8): "Kâhinin dudakları bilgiyi korumalı ve insanlar onun ağzından
öğüt aramalı. Çünkü o Her Şeye Egemen Rab'bin ulağıdır. Ne var ki, siz yoldan
saptınız ve öğrettiklerinizle birçoklarını suça sürüklediniz; Levi'yle yaptığım
antlaşmayı bozdunuz. Böyle diyor Her Şeye Egemen Rab." Daha da ötesi
onları, yasaları kendi isteklerine göre yorumlamakla ve Tanrı'ya değil, sadece
insanlara saygı duymakla suçluyor. Hahambaşılannm hiçbir zaman halk arasında
daha kurnaz olanların dikkatinden kaçacak ölçüde, daha dikkatli olmadıkları
kesin çünkü kurnaz olanlar, en sonunda, yazılanlar dışında hiçbir yasanın
korunması gerekmediğini ve (Josephus'un Eski Çağiar'ında dediğine göre
başlıca sıradan insanlardan oluşan) Ferisilerin aldatılarak babalann
gelenekleri diye andıkları buyruklara uyulması gerekmediğini belirtme
cesaretini gösterdiler. Bu nasıl olursa olsun, biz hiçbir şekilde haham-
başına dalkavukluğun, dinin ve yasaların bozulmasının ve yasalann kapsamının
devasa artışının, anlaşmazlık ve çekişmeler için çok büyük ve sık sık
yatıştırılması imkânsız olanaklar yarattığından kuşku duyamayız. İnsanlar
batıl inancın tüm heyecanıyla ve bir ya da diğer tarafa arka çıkma göreviyle
tartışmaya başladıklarında hiçbir zaman uzlaşamazlar, mezheplere ayrılmak
zorundadırlar.
II.
Yaşamın özel bir konumunda
olan peygamberlerin uyarma, azarlama ve sıkı denetim özgürlükleriyle
insanoğlunu düzeltmekten çok sinirlendirdiği dikkate değer; ama azarlama ve
cezalanyla krallar her zaman bir tepki yaratabiliyorlardı. Bir eylemin haklı ya
da haksız olduğuna karar verme yetkileri ya da kendi onayı olmadan kamusal ya
da özel herhangi bir işi yapmada kralları azarlama yetkileri açısından
peygamberler, dindar krallar için bile genellikle çekilmezdi. Kutsal Kitap'ın
tanıklığına göre ülkesini dindarca yöneten kral Asa, peygamber Hanani'yi
Ermenistan kralıyla bir anlaşmaya girişmesi nedeniyle onu özgürce paylama ve
azarlamaya cesaret ettiği için, bir ev hapsine aldı.
Dinin böyle
bir özgürlükle yarardan çok zarara neden olduğunu kanıtlamaya eğilimli başka
örneklerin de alıntısı yapılabilir, eğer peygamberler haklarını ellerinde
bulundursalardı, sonuçta büyük iç savaşların olacağından söz etmiyorum bile.
III.
Halkın erkin dizginlerini
ellerinde tuttuğu tüm dönem boyunca sadece tek bir iç savaş olması ve onun da
fethedenlerin fethedilenlere acımasıyla onları her yönden daha önceki saygınlık
ve güçlerinde eski hallerine getirmeye çalışmalarıyla tamamen bastırılması
dikkat çekici. Ama bundan sonra krallara çok az alışkın olan halk ilk yönetim
şekillerini bir monarşiye dönüştürdü, iç savaş neredeyse sürekli olarak kırıp
geçirdi ve savaşlar kaydedilen diğer savaşların hepsini geçecek kadar
şiddetliydi; bir çatışmada (inancımızı alabildiğine zorlayarak) Yahuda'- nın
adamlarınca beş yüz bin İsrailli öldürülmüştü ve bir başkasında İsrailliler
Yahuda'nın çok sayıda adamını öldürdüler (sayılar Kutsal Kitap'ta verilmiyor),
Yeruşalim'in surlarını neredeyse yerle bir ettiler ve önüne geçilmeyen
öfkeleriyle Tapınak'ı yağmaladılar. Sonunda din kardeşlerinin ganimetleriyle
yüklü, kanlarıyla doymuş şekilde rehineler aldılar ve krah neredeyse mahvolmuş
krallığında bırakarak düşmanlarının iyi niyetindense zayıflığına güvenerek
silahlarını bıraktılar. Birkaç yıl sonra düzelmiş güçle Yahuda'nın adamları
yine savaşa girdiler ama ikinci bir kez İsrailliler tarafından yenilgiye
uğratıldılar ve yüz yirmi bini öldürüldü, eşlerinin ve çocuklarının iki bini
tutsak alındı ve yine büyük bir ganimet ele geçirildi. Tarihlerinde uzun
uzadıya açıklanmış bu ve benzer savaşlarla yorularak Yahudiler en sonunda
düşmanlarına esir düştüler.
Bundan öte eğer her iki yönetim şekli altında da hüküm süren barış
zamanlarını hesaplarsak büyük bir fark bulacağız. Monarşiden önce kırk yıl ve
daha fazlası ve bir kere de (neredeyse eşsiz bir dönem) seksen yıl dış ya da iç
savaş olmadan geçti. Krallar egemenlik erkini ele geçirdikten sonra kavga artık
barış ve özgürlük için değil, görkem içindi; buna bağlı olarak Süleyman dışında
hepsinin savaş açtığını ve sonunda güç için çoğu zaman tahta giden yolu kana
bulayan ölümcül bir arzunun baş gösterdiğini görüyoruz.
Son olarak yasalar halkın yönetimi sırasında bozulmadan kaldılar ve
titizle uyuldu. Monarşiden önce halkı uyaracak çok az peygamber vardı ama
krallığın kurulmasından sonra aynı zamanda çok sayıda peygamber vardı. Ovadya
yüz tanesini ölümden kurtardı ve diğerleriyle birlikte öldürülmesinler diye
onlan sakladı. Görebildiğimiz kadarıyla erk, peygamberlerin çoğunluğunu uyduran
krallara verilene kadar halk hiçbir zaman yalancı peygamberlercc
aldatılmamıştı. Yine koşullarına göre yüreği gururlu ya da alçak gönüllü olan
halk talihsizlik dummunda kendini kolayca düzeltti, yine Tanrı'ya döndü, yasa-
lannı eski dummuna getirdi ve böylece kendisini tüm tehlikeden kurtardı ama
yürekleri her zaman eşit ölçüde kendini beğenmiş ve küçümsenmeden
düzeltilemeyen krallar, şehrin son yıkımına kadar bile kararlılıkla kötülüklerine
tutundular.
Şimdi dediklerimden açıkça görebiliriz ki: -
I.
Din adamlarına herhangi bir
buyruk çıkarma ya da yönetimin işini görme erki ayrıcalığı tanıma din ve
devlete çok zararlıdır. Tersine eğer söz konusu din adamlarının onlara
gereğince somlan somlara yanıt- 350
lar vermelerine izin verilirse ve bu başkanlar bir kural olarak teslim
alınmış ve kabul edilmiş öğretileri vaaz etme ve uygulamaya zorlanırsa bundan
çok daha fazla istikrar sağlanır.
II.
Sadece kuramsal ve
tartışmaya açık konuları Tanrısal hakka dayandırmak çok tehlikelidir. En zorba
yönetimler düşünceyi suç yapanlardır; çünkü herkesin düşünceleri üzerinde
elinden alınamaz bir hakkı vardır - hatta böyle bir durum halkın tutkusunun
yönetmesine neden olur.
Pontius
Pilate masum olduğunu bildiği
İsa'nın çarmıha gerilmesine onay vererek Ferisilerin tutkusuna ayrıcalık
tanıdı. Yine Ferisiler, kendilerinden zengin olan insanların konumunu sarsmak
için din soruları sormaya başladılar ve Sadukileri dinsizlikle suçladılar ve
aşağılık ikiyüzlüler Rab için coşkunluk adım verdikleri aynı kutsal nefretle
Ferisilerin örneğini izleyerek, lekesiz kişilikleri ve seçkin erdemleri halkın
nefretini uyandıran insanlara zulmettiler, herkesin önünde düşüncelerini
duyurdular ve halkın onlara karşı olan şiddetli tutkularını alevlendirdiler.
Dinin
yanıltıcı kisvesi altında bu mantıksız özgürlük, özellikle de egemen
yetkililer başkanı olmadıkları bir mezhep ortaya koyduğunda kolayca bastırı-
lamadı. O zaman onlar Tanrısal hakkın yorumcuları değil, bağnaz olarak
görüldüler - yani mezhebin önderlerinin üstlendiği Tanrısal yorum hakkını
tanıyan ya da kabul eden insanlar olarak görüldüler.
Böyle konularda sulh hâkimlerinin yetkisi, yorumları karşısında kralların
başım eğmek zorunda oldukları tarikat önderlerinin yetkisine oranla çok azaldı.
Bir devlette
böyle kötülüklerden kaçınmak için dindarlık ve dini sadece eylemlerden- yani
adalet ve yardımseverliğin uygulanmasından oluşur hale getirmekten, diğer
yönlerden herkesin karanm özgür bırakmaktan daha güvenli bir yol yoktur. Ama
şimdi bundan uzun uzadıya söz edeceğim.
III.
Hem devletin hem de dinin
yararı için egemenlik erkine neyin yasal neyin yasal olmadığı konusunda karar
verme hakkını vermenin ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz. Eğer bu karar verme
hakkı devlete ve dine büyük zarar vermeden Tanrı'nın peygamberlerinin ta
kendisine verilemiyorsa, ne gelecekten haber verebilen ne de mucizeler yaratabilenlerin
sorumluluğuna çok daha az bırakılmalıdır! Ama bunu bundan sonra eksiksiz
çözümleyeceğim.
IV.
Son olarak krallara alışkın
olmayan ve tam bir yasa kitabına sahip olan bir halk için bir monarşi kurmanın
ne kadar feci olduğunu görüyoruz. Ne yurttaşlar böyle bir egemenliğe
katlanabilir ne de soylu yetkili kendisinden alçak olan birinin kurduğu
yasalara ve halka ait haklara boyun eğebilir. Bir kralın kendi egemenliğini
desteklemek için değil, halka ait hakları korurken, kralın bir efendiden çok
bir köle gibi görünmesi için halkın egemenliği ya da daha önce egemen olan
yönetim kurulunun egemenliği için oluşturulan yasaları savunması daha da az beklenir.
Yeni bir monarşinin temsilcisi tüm çabasını egemenlik haklarım kendi
kullanımına geçirmek üzere ve halk, soylu ayrıcalığı azaltmaktansa arttırmayı
daha kolay bulana kadar, onlara boyun eğdirmek için yeni yasalar oluşturmak
üzere harcayacaktır. Ancak her yerde zorba olduğu kabul edilen bir kralı bile
tahttan indirmenin bundan daha az tehlikeli olmadığını belirtmeden
geçemeyeceğim. Çünkü onun halkı soylu yetkiliye alışkındır ve daha az soylu
olan yönetimden nefret ederek ve onunla alay ederek bir başkasına boyun
eğmeyecektir.
Bu yüzden,
peygamberlerin eskiden keşfettikleri gibi; bir kral tahttan indirilirse
tercihen değil, zorunluluktan zorba olacak başka bir tanesinin yerine
getirilmesi gereklidir. Çünkü seçimle gelen kral yurttaşların soylu kanı kokan
ellerinin görüntüsüne ve kral katline görkemli bir kahramanlıkmış gibi
sevinmelerine nasıl katlanacaktır? Bu suç kendisine bir örnek ve uyarı olarak
işlenmemiş midir?
Eğer
gerçekten kral olmayı istiyorsa ama halkı kralların yargıcı ve kendisinin
efendisi olarak tanımak ya da elinde güvenilmez bir egemenlik tutmak
istemiyorsa, halk benzer bir suçu tekrarlamaya cesaret edemesin diye,
kendinden önce gelenlerin ölümünün intikamını alarak kendi uğruna bir örnek
teşkil etmelidir. Ancak zorbalık davasını savunmadığı ve ondan önce gelenin
işlerini onaylamadığı sürece zorbanın ölümünün intikamını onun adımlarını takip
ederek yurttaşlarının katliyle alması kolay olmayacaktır.
Bu yüzden
halklar sık sık zorba krallarını değiştirmiştir ama krallığı hiçbir zaman
kaldırmamışlar ya da monarşik yönetim şeklini başka bir yönetim şekliyle
değiştirmemişlerdir.
İngiliz halkı
bize bu gerçeğin korkunç bir örneğini vermektedir. Onlar krallarını yasal
oluşumlar içinde tahttan indirmenin yollarını aramışlardır. Ama kral-
hk kaldırıldığında yönetim şeklini değiştirmede bütünüyle başarısız
olmuşlardır. Ancak çok fazla kan dökme sadece yeni bir kralın (sanki sadece bir
ad sorunuymuş gibi) farklı bir ad altında anılması gerektiğini ortaya
koydular. Bu yeni devlet başkanı erkini, kralın gerçek ya da varsayılan
arkadaşlarını öldürerek, kraliyet soyunu tamamen yok ederek ve nüfusun
yeniliklere dalması ve aklını kralın öldürülmesini düşünmekten uzaklaştırmak
için huzuru, hoşnutsuzluğa neden olacak savaşla bozarak sağlam- laştırabilirdi.
Ancak sonunda halk bunun meşru kralın haklannı çiğnemek ve her şeyi daha kötüye
çevirmekten başka hiçbir şeye yaramadığını düşündü. Bu nedenle halk
olabildiğince çabuk geri adım atmaya karar verdi ve durumunun bütünüyle eski
haline döndüğünü görene kadar da durmadı.
Belki de buna, Roma halkının zorbalarını kolayca ortadan kanırabildikleri
söylenerek karşı çıkılabilir ama Roma tarihinden görüşümün güçlü bir doğrulamasını
çıkarıyorum. Kralını ve onun kalıtçısını seçme erkini kendi ellerinde
bulundurduktan için, (altı kraldan üçünü öldürmüş) soylu boyunduruğa uzun
süredir alışkın olmayan, baş kaldırıcı ve suçlulardan oluşan söz konusu Roma
halkı, zorbalarını ortadan kaldırma ve yönetim şekillerini değiştirme konusunda
normalden daha yetenekli olmasına rağmen yine de yönetiminin, yine
İngiltere'deki gibi ^sadece adım monarşiden farklı bir şekle dönüştürene kadar
kendilerini sürekli hem dış hem de iç savaş durumu içinde inleten birinin
yerine başka birçok zorba kral seçmenin ötesinde hiçbir şey başaramamıştır.
Hollanda Birleşik Devletlerine gelince bildiğimiz gibi hiçbir zaman bir
kralları olmamıştır, sadece egemenliğin tüm haklarına ulaşmayan kontları olmuştur.
Hollanda Devletleri Leicester Kontunun görevi zamanında onlar tarafından yapılan
anlaşmada açıkça yönetici olarak hareket etmiştir. Onlar kontlan görevlerini
yerine getirir halde tutma yetkisini ve yurttaşların özgürlüğünü koruma erkini
her zaman kendilerine saklamışlardır. Eğer yöneticilerinin zorba olduğu ortaya
çıkarsa kendi haklarını korumak için bol bol yöntemleri vardı ve öyle sınırlamalar
getirebilirlerdi ki onların izni ve onayı olmadan hiçbir şey yapılamazdı.
Böylece
egemen erkin hakları son kont onları ele geçirmeye kalkmış olsa da her zaman
devletlerde kalmıştır. Bu yüzden devletlerin özellikle de son zamanlarda
neredeyse kaybettikleri özgün egemenliklerini eski haline yeni getirmişken
onlardan vazgeçmeleri çok küçük bir olasılık.
O zaman bu
örnekler bizim her egemenliğin başlangıçtaki biçimini koruması gerektiği ve
aslında tüm devlet bütünüyle yok olmadan egemenliğin değiştirilemeyeceği
inancımızı doğruluyor. Benim dikkate değer bulduğum konular işte böyle.
XIX.
Bölüm:
Ruhsal Konular Üzerindeki Hakkın Tamamen Yöneticinin Elinde Olması ve Dinin
Dış Yapılarının Eğer Tanrı’ya Doğru Şekilde Tapmacaksak, Kamu Huzuruyla Uyumlu
Olması Gerektiğinin Gösterilmesi
Dışsal ve içsel dinin arasındaki farklar.
Pozitif Hukukun sadece anlaşmayla kurulması.
Dindarlığın barış vc boyun eğme ile ilerletilmesi.
Havarilerin kural dışı durumu.
İbranilerinkinin tersine, Hristiyan Devletlerin neden
milli ve kilise erkleri arasındaki anlaşmazlıklardan sıkıntı çektiği.
Çağcıl yöneticilerin ruhsal şeylerdeki saltık erki.
Egemenlik
erkine sahip olanların, her şey üzerinde hakları olduğunu ve tüm hakların
onların buyruğuna dayandığını söylediğimde sadece geçici hakları değil, aynı
zamanda ruhsal haklan da anlatmak istedim; onlar geçici haklar kadar ruhsal
hakların da yorumcu ve destekleyicisi olmahlar.’Bu konuya özel bir dikkat
çekmek ve bu bölümde bu konudan bütünüyle söz etmek istiyorum çünkü birçok
insan dinsel konularda karar verme hakkının egemen erke ait olduğunu
ve egemen erki Tanrısal hakkın yorumcusu olarak tanımayı reddediyor.
Bundan dolayı onu suçlamak için hatta eski zamanda Ambrosius'ın İmparator Theodosius'a yaptığı gibi, onu Kilise'den aforoz etmek için
bile tam özgürlüğü üstleniyorlar. Ancak bu bölümde daha sonra insanların bu
yönetimi bölme ve kendi üstünlüklerine giden bir yol açma yöntemini elde
ettiklerini göstereceğim. Ancak önce dinin yasa olarak gücünü, sadece
yöneticinin buyruklarından kazandığına dikkat çekmek istiyorum. Tanrı'nın
insanlar arasında geçici yöneticiler aracılığıyla yönettiği kadarının dışında
hiçbir özel krallığı yoktur. Dahası dinin törenleri ve dindarlığın dış
görenekleri kamusal huzur ve esenlikle uyumlu olmalıdır ve bu yüzden sadece
egemenlik erki tarafından kararlaştırılmalıdır. Burada ne dindarlığın
kendisinden ne Tanrı'ya iç tapınmadan ne de aklın içsel olarak saf kalplilikle
Tanrı'ya saygı gösterme yöntemlerinden söz ediyorum, sadece dindarlığın dış
göreneklerinden ve dinin dış törenlerinden söz ediyorum.
Tanrı'ya
içsel tapınma ve dindarlık kendinde herkesin özel haklarının sınırları
içindedir ve (VII. Bölümün sonunda gösterdiğim gibi) devredilemez. Burada
Tanrı'nın krallığıyla anlatmak istediğim sanırım XIV. Bölümde söz edilenden
yeterince açık.
Orada, Tanrı'nın yasasını en iyi yerine getirenin, O'nun buyruğuna göre
adalet ve yardımseverlik eylemleri aracdığıyla O'na tapınan kişi olduğunu göstermiştim;
bu yüzden adalet ve yardımseverlik nerede yasanın ve düzenin erkine sahipse
orası Tanrı'nın krallığıdır.
Tanrı'nın,
adalet ve yardımseverlik uygulamasını, doğal yeteneklerimiz aracılığıyla
öğrettiği ve buyurduğu ve özel vahiyler gönderdiği durumlar arasında hiçbir
fark görmüyorum; böyle bir uygulama, bildirildiği ve insanlar için egemen ve
üstün bir yasa haline geldiği sürece vahyin biçimi de önem taşımıyor. Bu
yüzden eğer adalet ve yardımseverliğin, hak ve yasa gücünü sadece yöneticilerin
kuralları aracılığıyla kazanabileceğini gösterirsem (yöneticilerin haklarının,
egemen olanın elinde olduğunu görerek} dinin, hak gücünü buyurma gücüne sahip
olanlar aracılığıyla kazanabileceği ve Tanrı'nın insanlar arasında sadece
dünyasal yetkililer aracılığıyla işbaşında olduğu sonucuna kolayca
ulaşabileceğim. Söylenenden adalet ve yardımseverlik uygulamasının, yasa
gücünü sadece egemen yetkilinin hakları aracılığıyla kazandığı sonucu çıkıyor;
çünkü XVI. Bölümde doğal durumunda aklın arzudan başka hakkı olmadığını, ya
aklın ya da arzunun yasalarıyla yaşayan insanların, gücüyle eş-süreli haklara
sahip olduğunu gösterdik.
Bu nedenle
doğal durumda günahın var olduğunu düşünemezdik ya da Tanrı'yı insanın
günahlannı cezalandıran bir hâkim olarak hayal edemezdik; bu durumda ne adalet
ne de yardımseverlik olasılığı olduğu için dindar ve dinsiz olan, ahlaklı ve
(Süleyman'ın dediği gibi} ahlaksız olan arasında hiçbir fark 358
olmadan her şeyin evrensel doğanın genel yasaları doğrultusunda
gerçekleştiğini varsaydık.
Aklın gerçek
öğretilerin yani (IV. Bölümde gösterdiğimiz gibi) gerçek Tanrısal öğretilerin,
yasa ve hak olma gücünü tamamen ele geçirmesi için her bireyin doğal hakkını
devretmesi ve onu ya bir bütün olarak topluma ya da belli bir insan topluluğuna
ya da bir kişiye aktarması gerekliydi. O zaman ilk olarak neyin adalet neyin
adalet olmadığı ve neyin eşitlik neyin eşitsizlik olduğu anlaşılıyor.
Bu yüzden
adalet ve birinin komşusuna karşı sevgisi dâhil aklın mutlaka tüm kuralları
egemenlik haklan aracılığıyla yasalann ve düzenlemelerin gücünü alıyor, yani
(aynı bölümde gösterdiğimiz gibi) sadece yönetme hakkına sahip olanlann
buyruğuyla. Tanrı'nın krallığı tamamen adalete ve yardımseverliğe ya da gerçek
dine uygun düşen haklardan oluştuğu için Tanrı'nın krallığı insanlar arasında
sadece egemen erklerin aracılığıyla var olabilir; dinin doğal yeteneklerimizle
ya da vahiyle anlaşılması herhangi bir fark yaratmıyor. İnsana bildirildiği
biçim nasıl olursa olsun din tek olduğu ve Tanrı tarafından eşit şekilde bildirildiği
için sav her iki durumda da sağlam.
Böylece
peygamberler aracılığıyla belli edilen dinin Yahudiler arasında yasa erkine
sahip olması için her birinin doğal hakkım devretmesi ve hepsinin birlikte,
Tanrı'nın onlara peygamberler aracılığıyla bildireceği buyruklara uymayı kabul
etmesi gerekliydi. Tıpkı bizim insanların hep birden aklın buyruklarına göre
yaşamayı kabul ettiği demokraside tıpkı böyle olduğunu gösterdik. İbraniler
bundan öte, haklarını Tan- n'ya aktarmış olmalarına rağmen bunu sadece kuramda
değil de uygulamada böyle yapabilirlerdi çünkü aslında karşılık olarak saltık
kral haline gelen Musa'ya aktarana kadar (yukarıda dikkat çektiğimiz gibi)
egemenlik hakkını tamamen ellerinde bulunduruyorlardı böylece Tanrı sadece
Musa aracılığıyla İbraniler üzerinde egemendi. Bu nedenle (yani dinin yasa
gücünü, sadece egemen erk aracılığıyla kazanması nedeniyle) Musa antlaşmadan
önce ve sonuçta insanlar hala haklarına sahiplerken Şabat'a (A4j- sır’dan Çıkış xvi:27) uymayanları
cezalandıramamış- tı ama antlaşmadan soma [Çölde Sayım xv:36) ceza-
landırabildi çünkü o zaman herkes doğal haklarını teslim etmişti ve Şabat
düzenlemesi yasa gücünü kazanmıştı.
Son olarak,
İbrani egemenliğinin yıkılışından sonra, bildirilen din aynı nedenden yasa
gücüne sahip olamaz oldu; çünkü Yahudiler haklarını Babil kralına
aktardıktan hemen soma Tanrı'nın krallığı ve Tanrısal hak sona erdi. Çünkü
Tanrı'nın tüm sözlerine uyma sözü verdikleri anlaşma yürürlükten kaldırılmıştı;
anlaşmanın üzerine temellendirilen Tanrı'nın krallığı da son bulmuştu. Hakları
artık onlara değil, her konuda boyun eğmek zorunda oldukları (XVI. Bölümde
gösterdiğimiz gibi) Babil kralına ait olduğu için, İbraniler orada kalmaya daha
fazla katlanamazlardı. Yeremya (parça xxix:7): "Sizi sürmüş olduğum
kentin esenliği için uğraşın. O kent için Rab'be dua edin. Çünkü esenliğiniz
onunkine bağlıdır." Şimdi, Şehrin esenliği için yönetiminde bir payları
varmış gibi değil, ancak tutsak oldukları için kışkırtmalardan kaçınmak
amacıyla her şeye boyun eğerek köleler gibi ve kendilerinkinden ne kadar
farklı olursa olsun ülkenin tüm yasalarına uyarak uğraşabilirlerdi. Böylece
İbraniler arasında dinin yasa şeklini sadece egemen yönetme hakkı aracılığıyla
kazandığı apaçık; bu kural yok edildiğinde artık belirli bir krallığın yasası
olarak değil, sadece aklın evrensel kuralı olarak kabul edilebilirdi. Aklın
diyorum çünkü evrensel din henüz vahiyle bilinen hale gelmemişti. Bu yüzden
doğal yeteneklerimiz ya da peygamberler aracılığıyla dinin sadece egemenlik
erkine sahip olanlann buyrukları aracılığıyla buyruk gücünü aldığı ve dahası
dünyasal yetkililer aracılığıyla yönettiği kadarı dışında Tanrı'nın, insanlar
arasında hiçbir özel krallığa sahip olmadığı genel sonucuna varabiliriz.
Şimdi IV.
Bölümde belirtileni, yani Tanrı'nın tüm buyruklarının sonsuz doğruluk ve
zorunluluk içerdiğini böylece Tanrı'yı insanoğluna buyruklar veren bir prens
ya da yasa yapıcı gibi düşünemeyeceğimizi daha açıkça görebiliriz. Bu nedenle
doğal yeteneklerimiz ya da peygamberler aracılığıyla bildirilmiş olsun,
Tanrısal buyruklar buyruk gücünü doğrudan Tanrı’dan almıyorlar, sadece yönetme
ve yasa yapma hakkına sahip olanlardan ya da onların aracılığıyla alıyorlar.
Tanrı sadece bu en son sözü edilen yöntemlerle insanlar arasında işbaşında
oluyor ve insan işlerini adalet ve eşitlikle yönetiyor.
Bu sonuç
deneyimle destekleniyor çünkü sadece adaletli insanlann yönetimi üstlendiği
yerlerde Tan- nsal adaletin izlerini buluyoruz; diğerlerinde (Süleyman'ın
sözlerini yine tekrarlarsak) adil ve adaletsiz,
ahlaklı ve ahlaksız aynı yazgıyı paylaşıyor. Bu Tan- n'nın doğrudan
doğruya insanlar arasında işbaşında olduğunu ve tüm doğayı onların yaranna
yönettiğini düşünen birçoğunun Tanrısal kayradan kuşkuya düşmesine neden olan
bir durum.
O zaman hem akıl hem de deneyim bize Tanrısal hakkın tamamen seküler
yöneticilerin buyruklarına dayandığını söylüyor, seküler yöneticilerin onun
gerçek yorumcuları olduğu sonucu çıkıyor. Bunun nasıl böyle olduğunu şimdi
göreceğiz çünkü Tanrı'ya doğru şekilde boyun eğeceksek dinin ve dindarlığın tüm
dış uygulamalarının kamu huzuru ve esenliğiyle uyumlu hale getirilmesi
gerektiğini gösterme zamanı geldi. Bu gösterildiği zaman seküler yöneticilerin
nasıl din ve dindarlığın gerçek yorumcuları olduklarını kolayca anlayacağız.
Birinin ülkesine karşı olan görevlerinin insanın yerine getirebileceği
en yüce görevler olduğu kesin; çünkü eğer yönetim alınıp götürülürse iyi olan
hiçbir şey devam edemez, her şey uyuşmazlık içine girer öfke ve kargaşa,
evrensel korkunun ortasında denetimsiz olarak egemen hale gelir. Sonuç olarak
tüm devlete karşı zararı içerirse komşumuza karşı suç haline gelmeyecek bir
görev olamaz, devleti korumak hatırına yaptığımız şeyde de komşumuza olan görevimize
karşı herhangi bir suç ya da içten bağlılıktan başka bir şey olamaz. Örneğin;
Komşum benimle tartıştığında ve mintanımı almak istediğinde abamı da vermek
soyutta benim görevim; ama böyle bir eylemin devletin devamına zararlı olduğu
düşünülürse ölüm cezasına çarptırılması tehlikesi olsa bile komşumu mahkemeye
yermeliyim.
Bu nedenle kamu huzuru, onun çocuklarına karşı olan görevinden daha
önemli olduğu için Manlius Torquatus onurlandırılmıştır. Bu böyle olduğundan, kamu
huzurunun, Tanrısal ya da insanca diğer herkesin ve her şeyin uydurulması gereken
egemen yasa olduğu sonucu çıkıyor. Şimdi kamu esenliği ve devletin güvenliği
için neyin gerekli olduğuna karar vermek ve buna göre buyruklar vermek; bu
yüzden komşumuza karşı olan görevimizin sınırlarını - başka bir deyişle
Tanrı'ya nasıl boyun eğeceğimizi kararlaştırmak sadece yöneticinin işlevidir.
Şimdi yöneticinin nasıl dinin yorumcusu olduğunu ve ayrıca hiç kimsenin eğer
dindarlığının uygulamaları kamu huzuruna uymuyorsa ya da sonuçta yöneticinin
tüm buyruklarına tam olarak uymuyorsa Tanrı'ya doğru şekilde boyun
eğemeyeceğini açıkça anlayabiliriz. Çünkü Tanrı'nın buyruğuyla, tüm görevimizi
istisnasız her insana karşı yapmak ve hiçbir insana zarar vermemek zorundayız,
aynca bırakın devletin zararına, başkasının zararına hiç kimseye yardım etmemek
zorundayız. Şimdi hiçbir sıradan yurttaş devlet için neyin iyi olacağını, kamu
işlerini yürütme hakkını tek başına elinde tutan egemen erk aracılığıyla
öğrenmediği sürece, bilemez. Bu yüzden hiç kimse her şeyde egemen erkin
buyruklarına uymadığı sürece dindarlık ya da Tanrı'ya boyun eğmeyi doğru
biçimde uygulayamaz. Bu öneri gerçeklerle doğrulanmıştır. Çünkü eğer yönetici
bir adamın ölümünü ya da düşman olarak anılmasını uygun görürse, bir yurttaş ya
da bir yabancı olsun, özel bir birey ya da ayn bir yönetici olsun, hiç kimseye
ona yardım etme izni verilmemiştir. Aynı şekilde Yahu- diler yurttaşlarım
kendileri gibi sevme buyruğu almalarına rağmen (Levililer xix:17, 18) yine de
eğer bir insan yasaya karşı suç işlerse onu hâkime göstermeye (Levililer v:l
ve Yasa'nın Tekrarı xiii:8, 9) ve eğer ölüm cezasına çarptınlsa onu
öldürmeye zorlanmışlardı (Yasa’nın Tekran xvii:7).
Bundan öte
İbranilerin kazandıkları özgürlüğü ve fethettikleri bölge üzerindeki saltık
etkiyi koruyabilmesi için, XVII. Bölümde gösterdiğimiz gibi dinlerinin
onların özel yönetimlerine uyarlanması ve kendilerini geri kalan uluslardan
ayırmaları gerekliydi. Bu yüzden onlara Matta v:43'te :"Komşunu
seveceksin, düşmanından nefret edeceksin" denmişti ama egemenliklerini
kaybettikten ve Babil'de tutsak alındıktan sonra Yeremya onlara tutsak
alındıkları devletin güvenliğini düşünmelerini buyurmuştu ve İsa tüm dünyaya
yayılacaklarını gördüğünde görevlerini istisnasız herkes için yapmalarını
söylemişti. Bu örneklerin hepsi gösteriyor ki din, her zaman kamu huzuruna uyar
hale getirilmiştir. Belki de biri şunu soracak: O zaman İsa'nın havarileri
sıradan yurttaşlar olarak hangi hakla yeni bir dini vaaz ettiler? Bu soruyu
kötü ruhlara karşı Mesih'ten aldıkları erkin hakkıyla ettikleri şeklinde yanıtlarım
(bkz. Matta x:l). XVI. Bölümde zaten kuşku götürmeyen vahiy aracılığıyla
Tanrı'dan ona karşı bir yardım sözü almadıkları sürece herkesin bir zorbaya
boyun eğmek zorunda olduğunu belirtmiştim. Öyleyse hiç kimse, kendisi de
mucizeler yaratma gücü olmadığı sürece Havarileri ömek almasın. Konu İsa'nın
havarilerine verdiği buyruğuyla daha fazla açığa kavuşuyor: "Bedeni
öldürenden korkmayın." [Matta x:28). Eğer bu buyruk herkese
dayatılmış olsaydı yönetimler boşuna kurulmuş olurdu ve Süleyman'ın sözleri [Süleyman’ın
Özdeyişleri xxiv:21): "Oğlum, Rab'be ve krala saygı göster..."
kesinlikle dine karşı saygısız olmayan sözleri, dine karşı saygısızlık olurdu;
bu yüzden İsa'nın havarilerine verdiği yetkinin sadece onlara verildiğini ve
diğerleri için bir örnek olarak alınmaması gerektiğini kabul etmeliyiz.
Dinden
bağımsız hakları yöneticinin denetimi altına ve ruhsal olanları da evrensel
Kilise'nin denetimi altına koyduğumdan ruhsal olmayan hakları, ruhsal haklardan
ayırmak isteyenlerin savlarını ele almak için duraklamıyorum; böyle savlar
çürütülmeyi hak etmeyecek kadar saçma. Ancak böyle insanlar kışkırtıcı
görüşlerini (biraz sert olan sıfat için özür dilerim) eski zamanlarda kutsal
görevleri yerine getirme hakkı olan Yahudi hahambaşı örneğiyle desteklemenin
yollarını aradıklarında, büyük ölçüde aldatıldıktan gerçeği konusunda sessiz
katarak geçemeyeceğim. Hahambaşılar haklarını (gösterdiğim gibi biricik yönetme
hakkını elinde bulunduran) Musa'nın buyruğuyla almadılar mı ve aynı aracılıkla
bu hak ellerinden alınamaz mıydı? Musa'nın kendisi sadece Harun'u değil,
ayrıca oğlu Elazar ve torunu Pinehas'ı da seçti ve onlara hahambaşıhk görevini
yönetme hakkını bağışladı. Bu hak daha sonra hahambaşılar tarafından ah
konulmuştu ama bununla beraber Musa'nın - yani egemen erkin -
temsilcileriydiler. Gösterdiğimiz gibi Musa egemenliğine hiçbir kalıtçı
bırakmadı, ayrıcalıklarını öyle dağıttı ki ondan sonra gelenler sanki bir kral
ölü değil de, yokken yönetimi sağlayan kral naipleri gibi göründüler.
İkinci
devlette, ek olarak prenslik haklarını elde ettikten sonra, hahambaşıları
haklarını bütünüyle ellerinde tutuyorlardı. Bu yüzden hahambaşılığı haklan her
zaman yöneticinin buyruğuna dayalıydı ve hahambaşıları kendileri yönetici olana
kadar onlara sahip olmadı. Hristiyan toplumunda hiçbir gücü olmayacak bir koşul
nedeniyle, yani Harun'un ailesinden gelmedikleri ve bu yüzden günahkâr sayıldıkları
için, sadece Tapınak'ta kutsal görevleri şahsen yönetmeye izinli olmama dışında
(bu bölümün sonunda göstereceğim gibi), ruhsal konulardaki haklar her zaman
tamamen kralların denetimi altında kaldı.
Bu yüzden
(yerine getirilmeleri özel bir soydan gelmeyi değil, sadece egemenlik erkini
elinde bulunduranların günahkâr olarak dışlanmadığı yaşamın özel bir kipini
gerektiren) günlük kutsal törenlerin, egemen erkin biricik denetimi altında
olduğundan kuşku duyamayız; böyle bir yöneticinin yetkisi ya da ayrıcalığı
dışında hiç kimse onları yönetme, onları yönetmeleri için başkalarını seçme,
Kilise ve onun öğretilerinin temellerini tanımlama ya da güçlendirme,- ahlak
ya da dindarlık hareketleri konularında karar verme; birini Kilise'ye kabul
etme ya da onu aforoz etme ya da son olarak yoksulların geçimini sağlama hak ya
da erkine sahip değildir.
Bu öğretiler
(zaten belirttiğimiz gibi) sadece doğru değil, aynı zamanda dinin ve devletin
korunması için birincil gerekliliğe sahiptir. Halkın düşüncesinde ruhsal hak ve
yetkinin nasıl bir önemi olduğunu hepimiz biliyoruz. Herkesin, bu hak ve
yetkiye sahip olanları nasıl can kulağıyla dinlediğini de biliyoruz. Böyle bir
yetkiye sahip olanlann halkın düşüncesinde en yetkin etkiye sahip olduklarını
bile söyleyebiliriz.
Bu yüzden kim
bu hakkı egemen erkten almak isterse egemenliği bölme isteği içindedir; böyle
bölünmelerden, eskiden Yahudi kral ve hahambaşıları arasında olduğu gibi
zorunlu olarak çekişmeler ve kavgalar doğacak ve bunlar, onları yatıştıracak
her çabaya karşı gelecek. Hatta bundan öte egemen erki böyle bir yetkiden
yoksun bırakmaya çalışan kişi (dediğimiz gibi) egemenliği ele geçirmeyi
amaçlıyordun Eğer bu hak ona verilmezse egemen erke üzerinde karar verecek ne
kalıyor? Eğer yararlı olduğuna inandığı şeyin dindar ya da dinsiz olup olmadığı
konusunda başka bir kişinin görüşünü almak zorundaysa ya savaş ya da barış
dışında kesinlikle hiçbir şey kalmıyor. Her şey neyin dindarca ya da dinsizce,
doğru ya da yanlış olduğuna karar verme hakkına sahip olanın yargısına dayanır.
Böyle bir hak
tamamen Roma'nın Papa'sına bağışlandığında, Papa en sonunda kendisi
egemenliğin zirvelerine çıkana kadar, giderek krallar üzerinde bütün denetimi
kazanmaya başladı. Çoğu devlet başkanı özellikle de Alman imparatorları onun
yetkisini azaltmaya çalışsa da hiçbir etkileri olmadı, tersine girişimlerinin
ta kendisiyle büyük ölçüde onun yetkisini arttırdılar. Hiçbir devlet başkanının
ateş ve kılıçla başaramayacağını papazlar bir kalem darbesiyle
gerçekleştirebilirlerdi; buradan Kilise'nin buyruğundaki erki ve ayrıca
yöneticiler için böyle ayrıcalıktan kendileri için saklamanın ne kadar gerekli
olduğunu kolayca görebiliriz.
Eğer son
bölümde söylenen üzerinde düşünürsek, böyle bir korumanın dine ve dindarlığa
çok katkıda bulunduğunu göreceğiz; çünkü peygamberlerin kendilerine Tanrısal
etkileme yeteneği verilmiş olmasına rağmen sadece sıradan yurttaşlar olarak
uyarma, azarlama ve kınama özgürlüğüyle halkı geliştirmekten çok rahatsız
ettiklerini ama kralların uyan ve cezalarla insanları isteklerine
yönelttiklerini göreceğiz. Bundan öte kralların kendileri söz konusu hakka
tamamen sahip olmadıklarından sık sık dinden ayrı düşmüş ve kendileriyle
birlikte neredeyse tüm halkı da dinden ayrı düşürmüştür. Aynı şey aynı nedenden,
Hristiyan devletlerde de gerçekleşmiştir.
Belki de bana
"Ama eğer egemenlik erkini elinde bulunduranlar günahkâr olmayı seçerse
dindarlığın yasal destekçisi kim olacak? Yine de dindarlığın yorumcuları
yöneticiler mi olmalıdır?" diye sorulabilir. Onları karşı-soruyla
yanıtlarım. "Ama eğer (hem insan hem de sıradan yurttaş olan ve kendi
işleriyle ilgilenmeleri gereken) din adamları ya da ruhsal yetkiyi temsil
etmesi önerilen diğerleri günahkâr olmayı seçerlerse, onlar yine de dindarlığın
yasal yorumcuları olarak düşünülmeli mi?" Ruhsal konular üzerinde
denetimleri olsun olmasın yöneticiler kendi isteklerine göre hareket etmek
istediklerinde ruhsal ve dünyasal tüm devletin yıkılacağı ve eğer sıradan
yurttaşlar kışkırtıcı olarak Tannsal hakların üstünlüğünü varsayarsa daha da
hızlı yıkılacağı oldukça kesin.
Böylece böyle
hakları yöneticilere vermemekle sadece hiçbir şey kazanılamayacağını değil,
tam tersine büyük kötülüklerin ortaya çıkacağını görürüz. Çünkü (böyle hakları
tamamen ellerinde bulundurmayan Yahudi krallarda olduğu gibi) yöneticiler
böylece günahkârlığa zorlanır ve devlete olan zarar ve kayıp, belirsiz ve olası
olmak yerine kesin ve kaçınılmaz olur. Soyut doğruluğa ya da devletlerin
güvenliğine ya da dindarlığın artışına bakalım, Tanrısal doğruluğun ya da
ruhsal konularda denetim hakkının, tamamen yasal yorumcu ve destekçi olan
yöneticinin buyruğuna dayandığı düşüncesini korumak zorundayız. Bu yüzden
Tanrı'nın Söz'ünün gerçek din adamları, egemen yöneticilerin yetkisine boyun
eğerek dindarlığı insanlara öğretenlerdir. Egemen yöneticiler buyruklarıyla Tanrı'nın
Söz'ünü kamusal huzura uyumlu hale getirirler.
Bana, bildiğim kadanyla İbraniler bu konu hakkında hiçbir kuşku
duymazken, Hristiyan devletlerde ruhsal haklar konusunda sık sık yaşanan
tartışmaların nedenine dikkat çekmek kalıyor. Bu kadar kolay anlaşılır ve
hayati önem taşıyan bir konunun böyle sallantıda kalması ve dünyasal
yöneticilerin ayrıcalığı, hiçbir zaman tartışma olmadan hatta bölünme ve dine
zarar vermeden elde edememesi iğrenç görünüyor. Eğer elimizde bu durum için
hiçbir neden olmasaydı kendimi, bu bölümde söylediklerimin hepsinin sadece
hiçbir zaman herhangi bir uygulamada kullanılamayacak kuram oluşturma ya da
bir tür kuramsal uslamlama olduğuna kolayca ikna edebilirdim. Ancak
Hristiyanlığm başlangıcını düşündüğümüzde neden hemen görünüyor. Hristiyan dini
ilk önce krallarca öğretilmemişti, yurttaşları oldukları erke sahip olanların
isteklerine karşı çıkarak, uzun bir süre kutsal törenleri oluşturmak ve yerine
getirmek ve devleti dikkate almadan kendi yetkileriyle işlerini kurmak ve onlar
hakkında karara varmak için gizli kiliselerde toplantılar yapmaya alışkın
sıradan insan-
larca öğretilmişti. Yıllar sonra din yetkililerce üstlenilmişti, din
adamları dini, imparatorlara kendilerinin tanımladıkları gibi öğretmek
zorundaydılar. Bu nedenle kolayca dinin öğretmenleri ve yorumcuları olarak
kabul edildiler ve kilise papazları Tanrı'nın temsilcisi sayıldılar. Din
adamları, dinin baş temsilcilerine ve en üstün yorumcularına evlenmeyi yasaklayarak,
onların Hristiyan kralların yetkilerini üstlenmemesine dikkat etti. Amaçlarını
dinin dogmalarını o kadar büyük ölçüde arttırarak ve onları felsefeyle öyle
harmanlayarak seçtiler ki başlıca yorumcuları, hem yetenekli bir filozof hem
teolog olmak ve bir sürü boş tartışma için de boş vakte sahip olmak zorundaydı.
Bu koşullar da ancak elinde çok fazla zaman olan sıradan bir birey tarafından
sağlanabilirdi.
İbraniler
arasında şeyler çok farklı düzenlenmişti. Çünkü tapınakları egemenlikleriyle
aynı zamanda başladı ve halka dini saltık yöneticileri Musa öğretti, kutsal
törenlerini düzenledi ve din adamlarını seçti. Böylece kraliyet yetkisi
insanlar için büyük önem taşıdı ve krallar ruhsal ayrıcalıklarını sıkıca korudular.
Musa'nın
ölümünden sonra hiç kimse tam etkili olmasa da, hem ruhsal hem de ruhsal
olmayan konularda karar verme erki zaten belirttiğim gibi seküler başkanın
elindeydi. Bundan öte onlara öğretilen din ve dindarlık uyarınca, halk
hahambaşı kadar en üst hâkime de başvurmak zorundaydı (Yasa’nın Tekrarı
xvii:9, 11). Son olarak, krallar Musa'nınki kadar erke sahip olmasalar da
kutsal rahipliğin tüm düzenlenmesi ve seçimi onların kararma bağlıydı. Böylece
Davut Tapınak'tâki (bkz. Tarihler xxviii:ll, 370
19.1.
vs.) tüm hizmeti düzenledi;
kutsal mezmurlar için tüm Levililerden yirmi dört binini seçti; bunların altı
bini arasından hâkim ve dava vekili seçilen topluluğu oluşturdu, dört bini
odacı olarak ve dört bini de çalgı aletlerini çalmak üzere seçildi (bkz. Tarihler
xxiii:4, 5). Bundan öte, böylece her birinin belirlenen zamanlarda nöbetleşe
kutsal törenleri yerine getirmesi için onları (başkanlarını seçtiği) bölüklere
ayırdı. Rahipleri de birçok bölükler halinde ayırdı; tüm diziden söz
etmeyeceğim ama okuyucuyu "Süleyman Rab'be yakmalık sunular sundu... Musa'nın
buyurduğu sunulan günü gününe sundu." denilen 2 Tarihler viii:13'e
ve "Babası Davut'un koyduğu kural uyarınca, kâhin bölüklerine ayrı ayrı
görevler verdi... Çünkü Tanrı adamı Davut böyle buyunnuştu." denilen 14.
dizeye göndereceğim. Son olarak tarihçi 15. dizede şöyle tanıklık ediyor:
"Bunlar, hazine odalanna ilişkin konular dâhil, hiçbir konuda kralın
kâhinlerle Levililer'e verdiği buyruklardan ayrılmadılar."
Bunlardan ve
kralların diğer tarihlerinden, dinin tüm uygulamalarının ve kutsal rahipliğin
tamamen kralın buyruklarına bağh olduğu çok açık.
Yukarıda
kralların arabulucular olmadan Tanrı'ya danışmak, yönetimleri sırasında
kehanette bulunan peygamberleri kınamak ve hahambaşım seçmek için Musa'yla aynı
hakka sahip olmadığını söylediğimde bunu peygamberler yasaya karşı suç işleyen
bir kralı yargılatabildikleri ya da haklı olarak ona karşı gelebildikleri için
değil, sadece görevleri nedeniyle yeni bir kral seçebilecekleri ve kral katli
günahını bağışla1 yabilecekleri için söyledim. [Son Not 33].
Bu nedenden
özel bir vahiy nedeniyle kral katli günahını bağışlayabilecek hiçbir peygamber
olmasaydı krallar hem ruhsal hem de ruhsal olmayan tüm konularda saltık
haklara sahip olacaklardı. Sonuç olarak peygamberleri olmayan ve herhangi bir
durumda (Yahudi yasasına bağlı olmadıkları için) onları kabul etmek zorunda
olmayan yeni çağ yöneticileri dinsel nedenlerle bekar olmamalarına rağmen
ruhsal ayrıcalığın saltık sahipleridirler ve eğer dinsel dogmaların boş yere
çoğaltılmasına ya da felsefeyle karıştırılmasına izin vermeyi reddederlerse
ruhsal ayrıcalığı her zaman ellerinde bulunduracaklardır.
XX.
Bölüm:
Özgür Bir
Devlette Her İnsanın Ne İsterse Düşünebileceği ve Ne Düşünürse Söyleyebileceği
Usun devlet yetkisinin egemenliği altında olmaması.
Bu yüzden genel dilde olmaması gerektiği.
Bir yasayı onaylamayan bir insanın yasayla uyumlu
hareket ederken aykırı görüşünü yetkililerin kararma sunarak devletine iyi bir
hizmette bulunması.
Görüş özgürlüğünün yararlı olmasının Amstcr- dam
tarihinden gösterilmesi.
Bu özgürlüğü esirgeyen devletin tehlikede olması -
Yazarın ülkesinin yöneticilerinin kararına boyun eğmesi.
Eğer insanların
akılları dilleri kadar kolay denetle- nebilseydi her kral güven içinde tahtında
otururdu ve yönetim zorlamayla sona ererdi; çünkü her yurttaş yaşamını
yöneticilerinin eğilimlerine göre şekillendirir ve bir şeyin doğru ya da
yanlış, iyi ya da kötü, adil ya da adaletsiz olduğuna onların buyruklarına
uyarak inamrdı. Ancak zaten (XVII. Bölüm, hiçbir insamn düşüncesinin tamamen
bir diğerinin yönetimine tabi olamayacağını çünkü hiç kimsenin isteyerek özgür
akıl ve karar hakkını aktaramayacağını ya da bunu
yapmaya zorlanamayacağını gösterdik. Bu nedenle düşünceleri denetim
altına almaya girişen yönetim zorba sayılır ve bunun egemenliğin kötüye
kullanılması ve yurttaşların haklarının zorla alınması, neyin doğru ya da
yanlış olarak kabul edileceğinin buyrul- ması ya da Tanrı'ya tapınmalarında
insanları hangi görüşlerin harekete geçireceğinin buyrulması olduğu düşünülür.
Tüm bu konular bir insanın kendi izniyle bile vazgeçemeyeceği doğal hak alanına
girer.
Karar
yetisinin birçok yönden ve inanılmaz bir ölçüde saptırılabileceğini kabul
ediyorum böylece karar yetisi doğrudan dış denetimden bağımsızken başka bir
insanın sözlerine onun tarafından yönetildiği söylenecek kadar çok bağımlı
olabilir ama bu etki büyük boyutlara getirilmesine rağmen hiçbir zaman her
insanın aklının kendisinin olduğu ve aklın damak zevkleri kadar farklı olduğu
sözünü geçersiz hale getirecek kadar ileri gidemez.
Musa,
aldatmayla değil, Tannsal erdemle halkın düşüncesi üzerinde o kadar büyük
etkiye sahip' oldu ki insanüstü sayılıyordu ve onun Tanrı'nın vahyi
aracılığıyla konuştuğu ve hareket ettiğine inanılıyordu; yine de o bile
dedikodulardan ve kötü yorumlardan kaçamadı. O zaman devlet başkanları ne
kadar az kaçabilirler! Yine de eğer sınırsız bir erk varsa, o böyle bir devlet
başkanına ve en azından halkın tümünün ya da büyük kısmının yetkiyi ortaklaşa
kullandığı bir demokrasiye ait olmalı. Bu, bence herkesin kendi adına
açıklayabileceği bir gerçek.
Bu yüzden bir
yöneticinin erki, ne kadar sınırsız olursa olsun, bir yöneticinin ne kadar
kesin olarak yasa ve dinin yorumcusu olduğuna ne kadar çok inanılmış olursa
olsun hiçbir zaman insanların ken- 374
di akdarına göre kararlar vermelerini ya da herhangi bir duygudan
esinlenmelerini engelleyemez. Onun tüm konularda görüşleri kendininkiyle
tamamen örtüşmeyen bütün insanlara düşman olarak davranma hakkına sahip olduğu
doğru; ama onun saltık haklarından değil, uygun hareket biçiminden söz
ediyoruz. En sert biçimde yönetme ve çok önemsiz nedenlerden yurttaşları ölüm
cezasına çarptırma hakkına sahip olduğunu kabul ediyorum ama hiç kimse onun
bunu sağlam yargılamanın onayı olmadan yapabileceğini varsaymaz. Hatta böyle
şeyler kendini büyük ölçüde tehlikeye atmadan yapılamayacağı için onları
yapmak için saltık erke ya da sonuçta saltık hakka sahip olduğunu bile
reddedebiliriz; çünkü yöneticinin erkleri kendi erkiyle sınırlıdır.
Bu yüzden hiç
kimse karar ve hissetme özgürlüğünden vazgeçemeyeceğinden; her insan, ortadan
kaldırılamayan doğal hakla düşüncelerinin efendisi olduğundan buradan farklı ve
ters biçimlerde düşünen insanların acıklı sonuçlar doğmadan sadece üstün erkin
buyruklarına göre konuşmaya zorlana- mayacağı sonucu çıkıyor. Çoğunluğu
bırakın, en deneyimlisi bile nasıl sessiz kalacağım bilmez. İnsanın ortak
zayıflığı, gizlilik gerektirse bile tasarılarını başkalarına açmaktır böylece
bireyi ne düşündüğünü söyleme ve öğretme özgürlüğünden yoksun bırakan yönetim
çok serttir ve böyle bir özgürlük bağışlanırsa o yönetim ılımlı olacaktır. Yine
de yetkiye eylemler kadar sözlerin de zarar verilebileceğini reddedenleyiz; bu
yüzden yurttaşların sözünü ettiğimiz özgürlükten tamamen yoksun
bırakılamamasına rağmen, onun sınırsız verilmesi çok zararlı olurdu; bu yüzden
şimdi böyle bir özgürlüğün ne kadarının devlete ya da yöneticilerin erkine zarar
vermeden kabul edilebileceği ve edilmesi gerektiğini soruşturmalıyız ve XVI. Bölümün
başında dediğim gibi bu benim asıl amacım- dır. Yukarıda devletin temelleriyle
ilgili verilen açıklamadan şu açıkça çıkar. Yönetimin en son amacı, korkuyla
yönetmek ya da sınırlamak değildir, kesin bir boyun eğme de değildir. Tersine,
olabildiğince güven içinde yaşanabilsin diye, her insanı korkudan kurtarmaktır.
Başka deyişle onun kendine ya da başkalarına zarar vermeden kendi doğal var
olma ve çalışma hakkım güçlendirmektir.
Hayır,
yönetimin amacı insanları rasyonel varlıklardan dört ayaklı hayvanlara ya da
kuklalara dönüştürmek değil, onların akıl ve bedenlerini güven içinde
geliştirebilir ve ne nefret ne öfke ne aldatma ne de kıskançlık ve adaletsizlik
göstermeden serbest biçimde akıllarım kullanabilir hale getirmektir. Aslında
yönetimin gerçek amacı özgürlüktür.
Şimdi bir
devleti oluşturmada yasama erkinin ya yurttaş topluluğuna ya onların bir
kısmına ya da bir tek adama verilmesi gerektiğini görmüştük. Çünkü her biri
sadece kendisinin her şeyi bildiğini düşündüğünden insanların özgür
kararlarının çok farklı olmasına rağmen ve duygu ve konuşmanın tam birliği söz
konusu olmamasına rağmen, bireyler kendi kararlatma göre hareket etme hakkından
vazgeçmediği sürece huzuru korumak olanaksızdır. Bu yüzden birey özgür akıl ve
karar hakkını olmasa da özgür eylem hakkını haklı olarak teslim eder; hiç kimse
duyguları ve kararı onunla uyuşmazlık içinde olabilse bile devlete zarar
tehlikesi olmadan yetkililere karşı hareket edemez; aldatma, öfke ya da nefretten
değil, haklı olarak böyle yaptığı ve sıradan yetki- 376
sinde herhangi bir değişiklik yapmaya çalışmadığı koşuluyla onlara karşı
bile konuşabilir.
Örneğin birinin bir yasayı sağlam akla uygun olmadığını gösterdiğini ve
bu yüzden bu yasanın yürürlükten kaldınlması gerektiğini varsayalım,- eğer
görüşünü (tek başına yasama ve yürürlükten kaldırma hakkına sahip olan)
yetkililerin kararma sunarsa ve bu sırada hiçbir şekilde o yasaya ters hareket
etmezse devletin iyi tutumunu hak etmiştir ve iyi bir yurttaşın davranması
gerektiği gibi davranmıştır; ama eğer yetkilileri adaletsizlikle suçlarsa ve
halkı onlara karşı kışkırtırsa ya da kışkırtıcı şekilde yetkililerin onayı
olmadan yasayı yürürlükten kaldırmaya çalışırsa o kışkırtıcı ve baş
kaldırıcıdan başka bir şey değildir.
Böylece bir bireyin yöneticilerinin yetkisine ya da kamu huzuruna zarar
vermeden inandığını nasıl duyurabileceğini ve öğretebileceğim görüyoruz; yani
eylemi etkilediğinden tüm yasama erkini yöneticilerinin ellerine bırakarak ve
sık sık inandığı ve açıkça en iyisi olduğunu hissettiği şeye ters şekilde
hareket etmesine rağmen, yasalarına aykırı hiçbir şey yapmayarak bunu nasıl
başarabileceğini...
Adalete ve görev duygusuna zarar vermeden böyle bir süreç izlenebilir,
hatta adaletli ve görev duygusu olan bir insanın benimsemesi gereken süreç de
böy- ledir. Adaletin yetkililerin yasalarına dayandığım göstermiştik. Böylece,
onların kabul görmüş buyruklarına baş kaldıran hiç kimse adil olamazken görev
için en yüce saygı, önceki bölümde belirttiğimiz gibi, kamu huzuru ve
sakinliğini korumakla gösterilir; bu ikisi, insan istediği gibi yaşasaydı
korunamazdı,- bu yüzden birinin ülkesinin yasalarına ters eylemde bulunmasının
s Olumsuzluktan aşağı kalır yanı yoktur; çünkü bu eylem, evrensel hale
gelirse, bunu zorunlu olarak devletlerin yıkımı izlerdi.
Bu nedenle biri yöneticilerinin yasalarına boyun eğerek hareket ederse
hiçbir şekilde kendi aklına ters düşmez; çünkü aklına boyun eğerek, eylemlerini
denetim altına alma hakkını kendi elinden onların eline aktarmıştır. Bu
öğretiyi gerçek gelenekten de doğrulayabiliriz; çünkü büyük ve küçük erklerin
toplantısında tasarılar seyrek olarak oybirliğiyle öne sürülür ama ondan yana
ya da ona karşıt oy kullanmış olsunlar kararlaştıranı yerine getirmede herkes
birleşir. Ama ben önerime geri dönüyorum.
Bir insamn bir devletin temel kavramlarından üstün erke zarar vermeden
özgürce nasıl yargı verebileceğini gördük. Aynı öncüllerden hangi görüşlerin
kışkırtıcı olacağını da kolayca kararlaştırabiliriz. Bunlar, açıkça özgür
eylemin teslim edildiği anlaşmayı kendi yapıları gereğince geçersiz hale
getirenlerdir. Örneğin, yüce erkin onun üstünde hiçbir hakkı olmadığını ya da
sözlerin tutulmasının gerekmediğini ya da herkesin istediği gibi yaşaması
gerektiğini ya da yukarıda belirtilen anlaşmaya doğrudan karşıt olan herhangi
bir öğretiyi düşünen biri, gerçek görüş ve karan kadar olmasa da bunlann
içerdikleri eylemler nedeniyle kışkırtıcıdır; çünkü böyle kuramları savunan
biri yöneticileriyle sözsüz ya da açıkça yaptığı anlaşmayı yürürlükten
kaldırır. Toplum tarafından yasadan daha değerli bulunarak sevilen yozlaşmış
bir tür devlette olmadığı sürece intikam, öfke ve benzeri gibi anlaşmayı
bozmayan eylemleri içeren diğer görüşler veya bilgili insanlara katlanamayan
batıl inançlı ve hırslı insanlann sözleri kışkırtıcı değildir.
Ancak
görünürde sadece soyut doğruluk ve yanlışlıklarla ilgili olup yine de alçakça
nedenlerle ileri sürülen ve yayınlanan bazı öğretiler olduğunu reddetmiyorum.
Bu konudan XV. Bölümde söz ettik ve aklın buna rağmen serbest kalması
gerektiğini gösterdik. Birinin Tanrı'ya olan bağlılığı gibi devlete olan
bağlılığının, sadece eylemlerinden, yani komşularına karşı yardımseverliğinden
kararlaştırılması gerektiği ilkesine bağlı kalırsak, en iyi yönetimin dinsel
inanç gibi, felsefi kuramsal düşünme özgürlüğüne de izin vereceğinden kuşku
duyamayız. Böyle bir özgürlükten bazen sıkıntıların doğabileceğini itiraf
ediyorum ama hangi konu kötüye kullanılamayacak kadar akıllıca ortaya
konmuştur? Her şeyi yasayla düzenleme yoluna giden biri, ahlaksızlıkları
düzeltmektense onları canlandırmaya daha fazla eğilimlidir. Kendi içinde
zararlı olsa da, ortadan kaldırılamayacak bir şeyi kabul etmek en iyisidir.
Şatafat, kıskançlık, aç gözlülük, sarhoşluk ve benzeri şeyler ne kadar çok
kötülük doğuruyorlar ama yasa yapmayla önlenemedikleri için kötülük olsalar da
hoş görülüyorlar. O zaman kendi başına bir erdem olduğu ve ezilemeyeceği
görülerek özgür düşünce çok daha fazla kabul edilmeli! Bununla birlikte göstereceğim
gibi dinden bağımsız yetkililerce kötü sonuçlar kolayca denetlenebilir, bilimde
ve beşerî bilimlerde ilerlemek için tamamen gerekli olduğundan söz etmiyorum
bile. Çünkü hiç kimse yargı yetisi tamamen özgür ve engelsiz olmadıkça
olasılıktan yararlanarak böyle işler peşinde koşmaz.
Ama böyle bir
özgürlüğün ezilebileceğinin kabul edildiğini varsayın ve yöneticilerinin
buyurduğu dışında insanın bir sözcük bile fısıldamaya cesaret edemeyecek kadar
sınırlandırıldığım düşünün; yine de bu hiçbir zaman onları yetkiliye göre
düşünecek ölçüye getirecek kadar sürdürülemez böylece insanla- nn günlük olarak
bir şey düşüneceği ama başka bir şey söyleyeceği, yönetimin dayanağı olan
güvenin bozulması ve tuzakları ve tüm iyi bilim dallannın yozlaşmasını doğuran
nefret dolu dalkavukluk ve vefasızlığın büyümesi zorunlu sonuçlar olurdu.
Konuşmaya bir
örneklik dayatmak, olanaksız olurdu çünkü yöneticiler, konuşma özgürlüğünü
kısıtladıkça aslında daha inatçı şekilde karşı koyuluyorlar. Karşı koyanlarsa
en üstün kurtuluşun karın- lannı doyurmak ve para torbalarından şeytanca bir
zevk almak olduğunu düşünen paragözler, dalkavuklar ve diğer kalın kafalılar
değil, iyi eğitimin, sağlam ahlakın ve erdemin daha özgür hale getirdikleridir.
Genellikle olduğu gibi insanlar, doğru olduğuna inandıkları görüşlerin cezaya
ilişkin olarak damgalanmasına ve onlarda Tanrı ve insana karşı dindarlık
uyandıranm kötü bulunarak yasaklanmasına kızmaya çok eğilimlidir, bu nedenle
kışkırtmanın ve bu amaçla her tür suçu işlemenin utanç verici değil, onurlu
olduğunu düşünerek yasaları yeminle yadsımaya ve yetkililere karşı komplo
kurmaya hazırdır. İnsan doğası böyle olduğundan, görüşlere karşı olan yasaların
kötüdense soylu düşüncelere sahip olanları etkilediğini ve suçlulan baskı
altında tutmaktansa dürüstleri rahatsız etmeye uyarlandıklarını görüyoruz;
böylece bu yasalar devleti büyük tehlikeye atmadan korunamazlar.
Dahası böyle
yasalar neredeyse her zaman yararsızdır; çünkü yasaklanan görüşlerin sağlam olduğunu
düşünenler yasaya uyamazlar; ama onları zaten yanlış bularak reddetmiş olanlar
yasayı bir tür ayrıcalık gibi kabul ederler ve onunla o kadar övünürler ki
sonradan istense bile yetkili onu geçersiz hale getiremez.
Bu
düşüncelere XVIII. Bölümde İbranilerin tarihini çözümlerken söylediklerimizi
ekleyebiliriz. Ve son olarak Kilise'de yetkililerin tanrı bilimsel anlaşmazlıkların
karışıklığını yasayla kararlaştırma girişimlerinden ne kadar çok bölünme
doğdu! Eğer insanlar yasa ve yetkilileri kendi taraflarına çekme, düşmanlarına
alkışlayan bir kalabalığın önünde üstün gelme ve onurlu üstünlükler kazanma
umuduyla baştan çıkarılmasalardı bu kadar kötü niyetle çabalamazlardı ya da
böyle bir öfke düşüncelerini etki altında bırakmazdı. Bunu sadece akıl değil,
günlük örnekler de öğretiyor çünkü herkesin neye inanacağım buyuran ve
herkesin bunun tersini söylemesini ve yazmasını yasaklayan bu tür yasalar,
aydın insanlara katlanamayan ve böyle sert ve çarpık yasamalarla kitlelerin
bağlılığını kolayca öfkeye çevirebilen ve bunu istediklerine karşı
yönlendirebilenlerin kızgınlığına sus payı ya da ayrıcalık olarak verilmiştir.
Sadece erdem ve beşeri ilimleri sevenlerce çiğnenebilecek yararsız yasalar
yapmak, böylece yetenekli insanları barındırmak için fazla küçük olana kadar
devleti küçültmek yerine halkın öfke ve kızgınlığını sınırlandırmak çok daha
iyi olurdu. Bir devletle ilgili gizleyemedikleri aykırı görüşleri olduğundan,
onurlu insanların suçlular gibi sürgüne gönderilmesinden daha feci bir şey düşünülebilir
mi? Hiçbir suç işlemeyen ya da kötülük yapmayan insanlara sırf aydın oldukları
için düşman gibi davranılması ve ölüm cezasına çarptırılmasından ve kötülerin
yıldırıcısı olan darağacının, yetkilinin tasarlayabileceği tüm alçaklık
işaretleriyle hoşgörünün ve erdemin en üstün örneklerinin insanlara
gösterildiği yer haline gelmesinden daha üzücü ne olabilir?
Kendisinin
dürüst olduğunu bilen biri, bir suçlu gibi ölmekten korkmaz ve hiçbir cezadan
çekinmez; düşünceleri, utanç verici herhangi bir iş için vicdan azabıyla
sızlamaz. İyi bir dava için ölümün bir ceza değil, bir onur olduğunu ve
özgürlük için ölmenin onur olduğuna inanır.
O zaman böyle
insanların ölümüyle hangi amaca hizmet edilir, hangi örnek verilir? Uğruna
öldükleri dava başıboşlarca ve sersemlerce bilinmez, kavgacılarda nefret
uyandırır, dürüstlerce sevilir. Böyle durumlardan çıkarabileceğimiz tek ders,
işkence eden kişiye dalkavukluk yapmak ya da kurbanı örnek almaktır.
Eğer biçimsel
bir onaylamaya inanç ya da kanundan daha fazla saygı gösterilmezse ve eğer
yönetimler yetkiyi sıkı bir şekilde ellerinde tutacaklarsa ve kışkırtıcılara
teslim olmayacaklarsa yargı gücüne özgürlük vermek zorundadırlar böylece
düşünceleri ne kadar farklı ve karşıt olsa da insanlar birlikte uyum içinde yaşayabilirler.
İnsan doğasıyla en çok uyum içinde olan düzen olduğundan bunun en iyi ve
itiraza en az açık olan yönetim düzeni olduğundan kuşku duyamayız. (XVI.
Bölümde gösterdiğimiz gibi yönetimin en doğal hali olan) bir demokraside
herkes eylemlerinin üzerindeki yetkinin denetimine boyun eğer ama yargı gücü ve
aklının üzerindekine boyun eğmez. Yani herkesin benzer biçimde düşünemeyeceğini,
çoğunluğun sesinin yasa gücünde olduğunu, koşullar düşünce değişikliği ortaya
çıkarırsa yasanın kaldırılmasının zorunlu olduğunu görür. Özgür düşünce
erkinin alıkoyulduğu ölçüde insanoğlunun doğal koşulundan uzaklaşırız ve
sonuçta yönetim daha da zorbalaşır.
Böyle bir
özgürlükten, egemen erkin uygulamasıyla kolayca denetlenemeyecek hiçbir
sıkıntının doğmayacağını ve düşünceleri çeşitli olsa da insanların
eylemlerinin kolayca sınırlar içinde tutulabileceğini kanıtlamak için, bir
örnek göstermek iyi olacak. Böyle bir örneği çok aramaya gerek yok. Amsterdam
şehri kendi büyük başarı ve diğer tüm halkların hayranlığıyla bu özgürlüğün
meyvelerini topluyor. Çünkü bu çok gelişmekte olan devlette ve çok olağanüstü
şehirde her ulustan ve dinden insanlar en büyük uyum içinde yaşıyor ve
mallarını bir yurttaşa emanet etmeden önce zengin olup olmadığını ve genelde
dürüstçe mi yoksa tersi biçimde mi eylediğinden başka hiçbir soru sormuyorlar.
Dini ve mezhebi hiçbir önem taşımıyor. Çünkü bunun hâkimler önünde bir davayı
kaybetme ya da kazanma hiçbir etkisi yok ve yandaşlan kimseye zarar
vermedikleri, herkese gerektiği gibi davrandıkları ve dürüstçe yaşadıkları
sürece hâkimin korumasından yoksun bırakılacak kadar nefret edilen hiçbir
mezhep yok.
Diğer
taraftan İtirazcılar ve
Karşı-İtirazcılar arasındaki dinsel anlaşmazlık politikacılar ve Devletler tarafından
kabul edilmeye başlanınca bu, bir bölünmeye dönüştü ve dinle ilgili yasalar ve
çekişmelerini yatıştırmaya çalışmanın, onu düzeltmektense bozmak için
tasarlandığım ve aşırı özgürlüğe neden olduğunu çokça gösterdi. Bundan öte
bölünmelerin inceliği ve kibarlığın bir kaynağı olan doğruluk sevgisinden
değil, üstünlük için aşırı bir istekten kaynaklandığını gösterdi. Tüm bu
düşünceleri göz önünde bulundurursak geçimsiz kitleleri, genellikle bilgililer
için yazan ve sadece akla başvuran yazarlann kendilerindense, gerçek bölücülerin
yazarlarına karşı kışkırttığı gün gibi ortada. Aslında huzurun gerçek
bozucuları özgür bir ülkede baskı altına alamadıklan yargı gücünü kısıtlamaya
çalışanlardır.
Böylece
şunları gösterdim: -
I.
İnsanı ne düşündüğünü
söylemekten yoksun bırakmanın olanaksız olduğunu.
II.
Böyle bir özgürlüğün,
egemen erkin hak ve yetkisine zarar vermeden verilebileceği. Her insanın bu
özgürlüğü, var olan yasalara aykırı biçimde devlete yeni haklar sokacak ya da
tam tersi eylemde bulunacak ölçüde kötüye kullanmadığı sürece, böyle haklara
zarar gelmeden elinde bulundurabileceği.
III.
Her insanın kamusal huzura
zarar vermeden bu özgürlükten yararlanabileceği ve bu özgürlükten kolayca
denetlenemeyecek hiçbir sıkıntının doğmaması.
IV.
Her insanın içten
bağlılığının zarar görmeden bu özgürlükten yararlanabileceği.
V.
Kuramsal sorunlarla ilgili
yasalann tamamen yararsız olduğu.
VI.
Son olarak böyle bir
özgürlük sadece kamusal huzura, içten bağlılığa ve yöneticilerin haklarına 384
zarar vermeden verilebilir, ayrıca bu özgürlüğün, bunların korunması için
gerekli bile olduğu. Çünkü insanlar bu özgürlüğü alıp götürmeye ve sadece suç
işleyebilecek olan eylemleri değil, insanoğlunun düşüncelerini de yargılamaya
çalıştıklarında sadece kurbanlarını bir şehit görünümüyle çevrelemeyi ve
korkudansa acıma ve intikam duyguları uyandırmayı başarıyorlar. Dürüstlük ve
iyi niyet böyle bozuluyor, ayrıcalıklar onların düşmanlığına göre yapıldığı
için ve yorumcuları oldukları öğretiler için devlet onayını kazandıklarından
dalkavuk ve hainler yüreklendiriliyor ve tutucular başarı kazanıyorlar. Bunun
sonucu, devlet yetki ve haklarını haksız yere kendilerine mal ediyorlar ve
doğrudan Tanrı tarafından seçildiklerini ve yasalannm Tanrısal olduğunu ama
devletin yasalarının insana ait olduğunu ve bu yüzden bu yasaların Tanrı'nın
yasalarına - diğer bir deyişle kendi yasalarına boyun eğerek uyum sağlaması
gerektiğini savunmakta tereddüt etmiyorlar. Herkes bunun kamu yararına götüren
bir durum olmadığını görmeli. Bu yüzden XVIII. Bölümde gösterdiğimiz gibi bir
devlet için en güvenilir yol dinin sadece yardımseverlik ve adalet
uygulamalanndan oluşması ve yöneticilerin haklarının kutsal olmayan konularda
olduğu gibi kutsal konularda da sadece eylemlerle ilgili olması gerektiği, ama
her insanın ne isterse düşünmesi ve ne düşünürse söylemesi gerektiği kuralını
koymasıdır.
Böylece bu
incelemede amaçladığım görevi yerine getirdim. Geriye sadece ülkemin
yöneticilerinin inceleme ve onayına seve seve sunmadığım hiçbir şey yazmadığım
ve onların yasalara aykırı ya da kamu yararına zararlı olduğuna karar
verdikleri her şeyi seve seve geri alacağım gerçeğine dikkat çekmek kalıyor.
Bir insan olduğumu ve bir insan olarak yanlış yapmaya eğilimli olduğumu
biliyorum; ama yan- hşlığa karşı titiz bir dikkat gösterdim ve ülkemin
yasalarına içten bağlılığa ve ahlaka bütünüyle uymaya çalıştım.
4 Kısmın 4.'sünün Sonu
Tannbilimsel
Politik İnceleme'ye Yazarın Son Notları
Son Not
26 "Hiç kimse dürüstçe her şey üstünde sahip olduğu haktan
vazgeçme sözünü veremez." Neyin iyi neyin kötü olduğunu genel hakkın
belirlediği sosyal yaşam durumunda, tuzak iki tür; iyi ya da kötü
olarak ayırt edilir. Ama her insanın kendinin hâkimi olduğu, kendisi için
yasalar koyma, onları istediği gibi yorumlama ya da uygun bulursa onları
yürürlükten kaldırma konusunda saltık hakka sahip olduğu doğal durumda tuzağın
kötü olduğu düşünülemez.
Son Not
27 "Her üyesi isterse özgür olabilir" İnsanın kendisini
içinde bulduğu sosyal durum ne olursa olsun, insan özgür olabilir. Çünkü insan
akılla yönlendirildiği kadarıyla kesinlikle özgürdür. Şimdi, akıl (Hobbes tam
tersini düşünse de) her zaman devletin genel yasalarına saygı duyulmadığı
sürece ulaşılamayacak olan barışın taralındadır. Bu yüzden biri ne kadar
özgürse o kadar sürekli ülkesinin yasalarına saygı gösterecek ve yurttaşı
olduğu egemen erkin buyruklarına uyacaktır.
Son Not
28 "Hiç kimse doğal olarak Tanrı'ya herhangi bir boyun eğme borcu
olduğunu bilmez" Pavlus insanların kendi içlerinde hiçbir sığınağa sahip
olmadığını söylüyor. Çünkü aynı mektubun dokuzun-
cu parçasında açıkça Tanrı'nın kime isterse ona acıyacağını ve önceden
uyarıldıkları için değil, sadece aynı kil yığınından bazılarını onurlu bir iş,
bazılarını da bayağı bir iş için yapan Tanrı'nın gücünde, bir çömlekçinin
ellerindeki kil gibi olduklarından insanların Tanrı'ya karşılık
veremeyeceklerini söylerken bir insan olarak konuşuyor. Tanrısal doğal yasanın
başta gelen buyruğu dediğimiz gibi Tanrı'yı sevmektir. Filozoflar her şeyin
ona göre gerçekleştiği doğanın genel kurallarını yasa olarak adlandırdıkları
için bu buyruğu da aynı anlamda yasa olarak andım. Çünkü Tanrı sevgisi bir boyun
eğme durumu değildir. Tanrı'yı doğru bilen her insanda zorunlu olan bir erdemdir.
Boyun eğme zorunluluk ve doğrulukla değil, bir yöneticinin istemesiyle
ilgilidir. Şimdi Tanrı'nın istemesinin doğasından habersiz olduğumuz ve diğer
taraftan her şeyin sadece Tanrı'nın gücüyle gerçekleştiğini bildiğimiz için,
vahiy aracılığıyla bilgilendirilmedikçe Tanrı'nın herhangi bir şekilde bir
devlet başkanı olarak onurlandırılmak isteyip istemediğini bilemeyiz.
Yine bizim
onların nedenlerinden habersiz olduğumuz sürece Tanrısal doğrulukların, sadece
hak ya da buyruklar ışığında anlaşıldığını göstermiştik. Nedenleri bilinir
bilinmez hak olmayı bırakıyorlar ve biz onları artık haklar olarak değil,
sonsuz doğruluklar olarak kabul ediyoruz; başka bir deyişle boyun eğme ışığın
güneşten çıktığı gibi gerçek bilgiden çıkan Tanrı sevgisi içine giriyor. O
zaman akıl bizi Tanrı'yı sevmeye yönlendiriyor ama bizi Tanrı'ya boyun eğmeye
yönlendiremiyor,- çünkü nedenlerinden habersizken Tanrı'nın buyruklarını
Tanrısal olarak kabul edemeyiz ya da mantıklı olarak Tanrı'yı yasalar yapan bir
devlet başkanı olarak da düşünemeyiz.
Son Not
29 "Eğer insanlar, gelecekte egemenin isteğine karşı çıkamayacak
biçimde doğal haklarını yitirselerdi." İki sıradan asker, Roma
egemenliğini değiştirmeye kalktı ve değiştirdi de. (Tacitus, His t. İ:7.)
Son Not
30 Bkz. Çölde Sayım xi:28. Bu parçada iki adamın kampta
kehanette bulundukları ve Yeşu'nun onları cezalandırmak istediği anlatılır.
Musa'nın izni olmadan birinin insanlara Tanrısal kehanetlerde bulunması yasal
olsaydı, Yeşu bunu yapmazdı. Ama Musa bu iki adamı affetmenin iyi olacağını
düşündü ve bölünmez egemenliğe sahip olmaktan, onu ölmeye tercih edecek kadar
bıktığı bir zamanda peygamberlik yetkisinin kullanılması konusunda kendisine
akıl öğretmeye kalktığı için Yeşu'yu azarladı. (Çölde Sayım xi.:14)
Çünkü Yeşu'yu şöyle yanıtladı:"Sen benim adıma mı kıskanıyorsun?",
"Keşke Rab'bin bütün halkı peygamber olsa da Rab üzerlerine Ruhunu
gönderse!". Yani Tanrının düşüncesini alma hakkı geneldir ve bu erk
insanların elindedir.Bundan dolayı Yeşu hak konusunda yanılmamıştır, ancak
sadece Musa tarafından azarlandığı eyleminin zamanlaması yanlıştır, tıpkı Abişay'ın
Davut tarafından, kuşkusuz ihanetten suçlu olan ve öldürülmesi gereken Şimi'ye
danışmasından dolayı azarlanması gibi.Bkz. 2 Samuel xix:22,23.
Son Not
31 Bkz. Çölde Sayım xxvii:21. Kutsal Ki- tap'ın çevirmenleri bu
parçanın on dokuzuncu ve yirmi üçüncü dizelerini yanlış yorumladılar. Bu parça
Musa'nın Yeşu'ya buyruk veya tavsiye verdiği anlamına gelmez, ancak onu
İbranilerin başkam yaptığı ya da belirlediği anlamına gelir. Bu ifade Kutsal
Kitap'ta oldukça yaygındır (bkz. Mısır'dan Çıkış, xviii:23;l; Samuel.
xiii:15; Yeşu i: 9; Sanıuel. xxv:80).
Son Not
32 'Tanrı dışında herhangi bir üstün güç tanımak zorunda değillerdi.'
Hahamlar ve bazı Hristiyanlar eşit derecede saflıkla "yüce" denilen
'Sanhedrin' Musa tarafından
kurulmuş gibi davrandılar. Aslında, Musa yetmiş kadar iş arkadaşım yönetim
için seçti çünkü tüm halkın yükünü tek başına kaldıramıyordu; ancak hiçbir
zaman yetmiş üyeli bir kurul oluşturacak bir yasa yapmadı; aksine her oymağa
Tamının onlara verdiği şehirlerde, kendi koyduğu yasalara göre anlaşmazlıkları
çözecek hâkimleri kendilerinin atamasını buyurdu. Hâkimlerin düşünceleri ile
yasaların yorumlarının ters düştüğü durumlarda ise Musa onlara (yasanın başta
gelen yorumcusu) Hahambaşı'nın ya da (Hahambaşına danışma yetkisi olan) baş
hâkimin düşüncelerini almalannı ve alınan yanıta göre anlaşmazlığı çözmelerini
buyurdu. Eğer herhangi bir ast hâkim, doğrudan ya da Hahambaşı'nın devletinin
başkanı tarafından alınan kararlarına bağlı olmadığını ileri sürerse, böyle
biri öldürülmeliydi.(Yasa'nın Tekran xvii:9) Bu baş hâkim ya bütün
insanların başkanı Yeşu ya da oymakların bölünmesinden sonra barışa ve savaşa
karar verme, kasabaları güçlendirme, ast hâkimleri atama gibi oymağının
işlerinde Hahambaşı'na danışma hakkı olan güvenilir bir oymak başkanı olabilirdi.
Veya yine, oymaklarının tüm veya bazı haklarını verdikleri kral olabilirdi.
Burada bahsettiğim şeyi doğrulayan birçok örnek verebilirim. Ama kendimi bana
hepsinden önemli gözüken bir tanesi ile sınırlayacağım. Şilomitiş peygamber,
Yarovam'ı kral olarak kutsadığı zaman, böyle yaparak ona hâkimleri atarken
Hahambaşı'na danışma hakkı vermiştir. Aslında, Rehavam iki oymak üstündekileri
elinde tutarken, ona on oymak üstündeki tüm hakları bağışlamıştı. Sonuç olarak
Yarovam kendi sarayında Yeruşalim'de kurul oluşturan Yehoşafat kadar haklı
olarak bir üst kurul oluşturabilirdi. (2 Tarihler xix:8). Çünkü açıktır
ki ne Tanrının buyruğuyla kral olan Yarovam, ne de Yarovam'ın yurttaşları,
Musa'nın yasası ile kralları olmayan Rehavam'ın yargılarını kabul etmek
zorundaydı. Hatta Rehavam'ın Yeruşalim'de kendine ast olarak seçtiği hâkimin
yetkisine hiç de tabi değillerdi. Buna uygun olarak, sonuçta İbrani egemenliği
bölündüğü için her bölümde bir üst kurul oluşturulmuştur. İbrani Devletlerinin
yapısındaki değişimleri yadsıyanlar ve onların hepsini birbirine karıştıranlar
birçok güçlükle karşılaşırlar.
Son Not
33 Burada XVI. Bölümde haklar üzerine söylenen şeylere özel dikkat
çekmeliyiz.
IV. Kısmın Son Notlarının Sonu.
Spinoza'nın Tanrıbilimsel Politik
İnceleme'si (1670) erken dönem Modern Çağ'ın en önemli felsefe yapıtlarından
biri. Spinoza, incelemesinde hem yazarlarının hem de yorumcularının
yanılabilirliğini göstererek Kutsal Kitap'ın derlenmesi ve aktarılmasının
tarihi koşullarını konu ediniyor. Özgür sorgulama hakkının bir devletin
güvenlik ve refahı için sadece uygun değil, aslında gerekli olduğundan ve böyle
bir özgürlüğün en iyi, bireylerin özgür bırakılırken dini örgütlerin seküler
erkin boyunduruğu altına alındığı cumhuriyetçi ve demokratik bir devlette
sergileneceğinden söz ediyor. İncelemesi, onu takip eden politik düşünceyi ve
Aydınlanma Felsefesi'ni derinden etkilemiştir.
.. .Yönetimin amacı insanları
rasyonel varlıklardan dört ayaklı hayvanlara ya da kuklalara dönüştürmek değil,
onların akıl ve bedenlerini güven içinde geliştirebilir ve özgür biçimde akıllarını
kullanabilir hale getirmektir. Aslında yönetimin gerçek amacı özgürlüktür.
B. Spinoza