Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

el-muhasibi er-riâye… Kalb Hayatı 2

 

 

Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

2005


"Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhim derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlenı-i nûr bulursun. İşte o âlemin anahtarı, ma’rifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden lâ ilahe illallah kelime-i  kudsiyesiyle kalbi söyletmek, ruhu işletmektir. ” gerçeğini anlayan kalb-i selim sahiplerine...

el-muhasibi

 

İÇİNDEKİLER

 

İkinci Bölüm
ARKADAŞLAR
VE NEFSİ TANIMA

Kulun Tevbeye Azmetmesi Sonra Dönmesi     327

Adamın İhtiyacı İçin veya Ahiret Arkadaşları Olarak

Gördüğü Fakat Yanlarında Oturunca Salim Kalamayacağını Bildiği Kişilerle Oturmak İçin Dışarı Çıkması  331

Onlarla Karşılaşınca Dinî Açıdan

Selâmetin Azlığından Endişe Ettiği

Arkadaşlarla Buluşmayı Terk etmeye Yardımcı Olan Şeyler  338

Üçüncü Bölüm
NEFSİ TANIMA

Nefsin Hevasından Sakınmak . 349

Nefsin Kötü Meyillerini Bilmek   .....351

Dördüncü Bölüm
UCUB

Nefsi Tanımanın Neticeleri, Ucbuıı İzahı vc Amelle Şımarma 361

Din Nedeniyle Ucub  364

Ameli Nefse İzafe Etme 366

Amelle Şımarma (İdlâl)  371

Yanlış Rey ile Ucub  374

İyi Ameller Sebebiyle Oluşan Ucbu Gideren Şeyler  377

Yanlış Reyle Övünmeyi (Ucub) Nefyeden Şeyler 384

Nefis ve Dünya ile Ucub    389

Soy Sebebiyle Ucub  393

Sayı Çokluğuyla Ucub  399

Mal Sebebiyle Ucub  401

Beşinci Bölüm
KİBİR

Kibrin Özellikleri ve Çeşitleri  407

Kendini Beğenme (Ucub) Olan Kibir 418

, t

Dünya ile Kibirlenmek 428

Kibri Bertaraf Etmek ve Kulun Kendini Bilmesi   430

Özellikle İlim ve Amelle Olan Kibir  440

Kul, Nefsinin Kibri Gerçekten Terk ettiğini veya Onu Aldattığını Nasıl Bilecek? 446

Geçen Konunun Açıklanması 453

Bid’at, Şirk ve Küfür Ehline Karşı Olan Kibrin İzahı  460

Altıncı Bölüm
ALDANMA

Allah ile Aldanma 465

Avam ve İsyankâr Müslümanların Aldanması  471

Recâ ile Aldanmanın Arasını Ayırma 472

İbadet Ehlinin Aldanması  482

Fıkıhla Aldanma 486

Çok Amel Edenlerin İlmim Bilmekle Aldanma 490

Zikredenlerin vc Kıssa Söyleyenlerin Sözlerini

vc Zühdle İlgili Hadîsleri Bilmekle Aldanma  497

Cedelleşme, Delil Getirme ve Diğer Din Saliklerıne Reddiyeler Sunmakla Aldanma  499

İbadet ve Amelle Aldanma  502

Diğer Zahir ve Bâtın Şeylere Bakmadan Sadece Yiyecek ve Giyecekte Verâ' ile Aldanma  506

Uzlet ve İnsanlardan Kaçmayla Aldanma 507

Gaza, 1 lac, Gece Kıyamı ve Oruçla Aldanma  510

Takva Peşinde Olan ve Hem İçten Hem Dıştan

Nefsini İyi Gözetleyen Kimsenin Aldanması  511

Rızâ Tevekkül ve Kötü Ahlâktan Kaçınma Gibi İşlerde İhlâsla Amel Etmeye Azmetme ile Aldanma 513

Allah’ın Kulu Sctretmcsı ve Mühlet Vermesi ile Aldanma  515

Yedinci Bölüm
HASET

1 lasedin Tarifi, Niteliği vc Haram Olan Hascdle Mubah Olan Hasedin İzahı  521

Bizzat Haset Olmamakla Birlikte Haset Sayılan Hususlar 529

Makam Sevgisi ve Liderlik Üzerine Oluşan Haset  531

Kin, Düşmanlık vc Buğzdan Kaynaklanan Haset 532

1 Jüııya Sevgisinden Kaynaklanan Haset  534

Ucubtan Kaynaklanan Haset  535

Kişi Hasedi Nefyettiğini Ne Zaman Bilir?  547

Haset Organlarla Olur Diyenlere Reddiye  548

Hasedin Zülüm Yanı Var mı? 550

Sekizinci Bölüm
MÜRİDİN TERBİYESİ VE HİDAYETE ERDİKTEN
SONRA FİTNEDEN S ARINDIRILMASI

Kul Zahir ve Bâtınında Güzel Bir Şekilde Allah rızâsına Uyduktan Sonra Nefsi Hususunda Korkacağı Şeyler 568

Kaynakça  575

Hadîs indeksi    577

Karma İndeks 587

ÖZGEÇMİŞ

1962 doğumlu olan Abdulhakim Yüce, 1986'da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakükesi'ni bitirdi. İki yıl boyunca, ala­nında araştırma yapmak gayesiyle görev almayıp, özel dersler aldı ve ilmi araştırmalar yaptı. 1988 yılında Atatürk Üniver­sitesi İlahiyat Fakültesi'ndc doktora çalışmalarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde vaizlik görevine başladı. Başkanlı­ğın görevlendirmesiyle, Almanya'nın Köln ve Fransa'nın Paris şehirlerinde belli sürelerle görev yaptı.

1992'de, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Ta­savvuf Anabiliın Dalına, asistan olarak atandı. Aynı yıl, Razî’nin Mefatîhu'l Gayb Adlı Tefsiri'nin İşârî Yönü (Razî'nin Tefsirinde Tasavvuf adıyla basıldı) adlı tezini bitire­rek, alanında doktor oldu. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üni­versitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalma Yar. Doç. Dr. olarak atandı. 1997'de Doçent, 2003’te Profesör oldu. Halen bu görevine devam etmektedir. Değişik dergilerde ya­yınlanmış bilimsel makalelerinin yanı sıra şu kitapları yayın­lanmıştır:

1.        Razi’nin Tefsirinde Tasavvuf, İzmir, 1996.

2.        Gece İbadeti, İzmir, 1999.

3.        Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı, İst. 2001.

4.        Tasavvuf ve Bid’at, İst. 2001.

 

ARKADAŞLAR VE NEFSİ TANIMA

İKİNCİ BÖLÜM

Kulun Tevbeye Azmedip Sonra Dönmesi
(Takvaya Yardımcı, Hevâ-i Nefs ve
Şehvete Muhalif Olacak Hususlar)

Dedim ki:

“Nefsim, Allah hakkına riâyet etme vc Allah’a yapılan taatle kullara karşı riyakâr davranmayı terk etme konusunda karar kıldı vc bu konuda azim gösterdi. Dazı haklan zayi etme­dikçe veya bazı taatlarda yapmacık hareketlere girmedikçe, bu durum böyle devam edecek gibi. Peki ben nereden geldim?”

Dedi ki:

“Senin havfın zayıftır, Allah’tan olan sakınman azdır.”

Dedim ki:

“Havfımın güçlenmesi vc sakınmamın artması nasıl olacak?”

Dedi ki:

“Bu sualine, fikrî idman yaparak ve nefsini korkutmanı tavsiye ederek cevap vereceğim.”

Dedim ki:

“Bana emrettiğin gibi nefsimi korkuttum. Neticede azim gösterme, günahlarda ısrar etmeme ve taat üzerine riyakâr ol­mamada karar kıldı. Ancak çok geçmeden, nefsin ayağı kaydı ve döndü. Tevbe ettim vc azim gösterdim. Onun yine ayağı kay­dı, ben yine tevbe ettim vc azim gösterdim. Sonra bazı günah vc yapmacık hareketlere geri döndüm. Bazılarını da tam bir şekilde yaptım.”

Dedi ki:

“Sen daha cehalet dönemine yakınsın. Günahlarla ülfet ve alışkanlığın çok fazla olmuş. Doğruluk ve murakabeye itinada yayasın. 1 levâ-i nefsin güçlüdür. Lezzetlerle olan ülfetin vc

ilişkinin şiddetinden ötürü, şehvetin galeyandadır. Onun için çabuk dönüyor ve Allah hakkı için gösterdiğin azminde vefalı davranamıyorsun. Neticede bazı ibadetleri zayi ediyor bazıları da yapmacık bir şekilde yapıyorsun.”

Dedim ki:

“Arzularımı nasıl öldürebilirim, hevâ-i nefsi nasıl zayıfla­tabilirim, havfı ve sakınmayı nasıl güçlendirebilirim?”

Dedi ki:

“Geçmiş günahları sürekli düşün, Allah’ın bunlardan ötü­rü sana vereceği azapla ve tekrar dirilme, sorgulanma, şiddetli azap ve sevaplardan mahrumiyet fikriyle nefsini korkut. Çünkü sen bunları hak etmişsin. Sık sık tevbe ve azme müracaat et, gelecekten endişe içinde ol, Allah’ın hoşlanmadığı şeylerden men ederek nefsin lezzetlerine engel ol. Küçük bir günah işle­yince, çabucak dön, hemen tevbeye koş ve azmini yenile.

Nefsini korkutma temrinlerine devam edersen, havfın güçlenir. Nefsin istek vc isyanlarını reddeder, alışkanlıklarını kullandırmazsan, âdetlerinden kopar, zevklerini vereceğinden ümidini keser, kullanılmadığı için arzuları ölür. Kullanılan olursa da, arkasından hemen korku ve üzüntüyü devreye so­karsın.

işte o zaman takvaya erer, doğrulukta müstakim olur ve Allah için murakabe ve ihlâsta yükselirsin.”

Dedim ki:

“Bu bana çok uzun geldi. İş aceledir. Anlattığın şekilde fikrî temrinlerde ve nefis mücahedesine güçlü olabilmem için, zayıf olduğumdan ötürü bana yardımcı olacak şey ne­dir?”

“İki hasletle zayıflığın gider ve takvân güçlenir: Birincisi, senin ayağını kaydıran ve fitneye sokan bütün sebepleri ortadan kaldırmaktır. Sadece uğraşman gereken veya yerine getirmen gereken ya da Allah’a taat etmene yardımcı olan tek bir sebep kalmalıdır. İkincisi, ayağın kaymasından sonra fazla bekleme­mek, nefis günaha alışmadan, arzuların tatlılığı kalbe yerleşme­den hemen günahı kökünden koparmaktır.”

Dedim ki:

“Ayak kaymasına ve hataya neden olan şeyler hangileridir?”

Dedi ki:

“Meselâ adam, helâl olmayan şeye bakmaktan ve bu işten hoşlanmaktan şikâyet etmektedir. Yol kenarında oturup ko­nuşmakta veya dinlenmektedir. Arkadaşlarıyla buluşmayı se­ver. Yol kenarında her oturuşunda nazar etmemeye niyetlen­mektedir ama, nazar için şehveti aniden galeyana gelir, nefsi galip gelir ve nazar eder. Sonra döner, pişman olur ve tevbe eder. Sonra yine oturur ve aynı şeyler tekrar eder. İşte bu o­turma işini terk eder, evinde veya mescidinde oturursa, onu fitneye sokan sebep ortadan kalkar. Bu haliyle, fitneye maruz kalan en güçlü insandan daha güçlü olmuş olur. Çünkü zayıf adam, kendisini fitneye sokan sebebi ortadan kaldırınca, fitney­le yüz yüze olan en güçlü insandan daha güçlü olur. Gerekli olmayan işler için dışarı çıkmak da böyledir. Bu tür çıkışları terk etmek, fitne sebebini ortadan kaldırır.”

Dedim ki:

“Eğer ihtiyacında iyilik ve taat varsa?”

Dedi ki:

“Eğer ihtiyacı dinî bir vecibe ise, yerine getirmek için çıksın. Olup olmayacağında şüphe ettiği bir şeyle Rabb’ine isyan etmesin. Çünkü iyilik ve taat için çıkmayı terk etmek günahtır. Nazarın olup olmayacağını ise bilmemektedir. Aksine, Allah biliyor ki, eğer çıkmak nefsin rahatı veya zevk alacağı bir iş için ise, Allah’ın sevmediği bir şeye nazar et­meyip dinini korumak gayesiyle, çıkmayacaktı. Yani Allah’ın haklarından bir vecibeyi eda etme gayesi olmasaydı, çıkma­yacaktı.

Allah ona kızar endişesiyle, nazardan korktuğuna dair sa­mimiyeti Allah tarafından bilinince, Allah için dışarı çıkmış olur. Bu vecibe olmasaydı, Allah’a tevekkül edip çıkmayacaktı. Allah onun, nefsinin rahatı için çıkmadığını bildiğinden, onu korur. Bu niyetle çıkanı Allah, terk etmeyecek kadar kerem sahibidir.

Eğer ihtiyacı, kendisi veya ailesi için mutlaka yerine geti­rilmesi gereken, onsuz olmayan dünyevî bir şey ise, o yine aynı makamda sayılır. Allah onun, Rabb’inin hoşuna gitmeyen bir durumla karşılaşmaması gayesiyle, malını artırmak, riyâda bu­lunmak veya övünmek için çıkmayacağını ve terki tercih ede­ceğini bilir. Allah’ın taatı üzerine yardım talebi ve nefsi veya ailesi için zarurî bir durum olmasaydı, Allah’ın onu terk etme­yeceğini bildiğinden O’na tevekkül edip çıkmayacaktı. Nefsi­nin lezzeti için çıkmayınca, inşallah, Allah’ın onu terk etmeye­ceğini ve koruyacağını ümit ediyorum.

İhtiyaç olmadan ve daha önceki tecrübelerden, günahtan salim kalmayacağını bildiğinden, irâdesi güçleninceye kadar, bu tür dünya ihtiyaçları için dışarı çıkmayı terk etmesi evlâdır. Hiç çıkmasın demiyorum. Kendini tedavi edinceye kadar, kısa bir süre çıkmamasını uygun görüyorum.

Gıybet etme, helâl olmayan şeylerle şaka yapma ve başka­sıyla alay etme gibi konularda dilinden şikâyetçi ise, durum yine aynıdır. Bu durumun ne zaman ve hangi şartlarda daha çok olduğunu araştırmalıdır. Arkadaşlarıyla beraber olunca mı,

yoksa olmayınca mı bu durum çoğalmaktadır? Beraberlikten geliyorsa, bu beraberliği, terk etmelidir. Ancak onlarla yerine getirilmesi gerekli olan bir vecibe veya onlarla beraber rızı'k elde etme yolu ortaya çıkmışsa, nefsinin rahatı veya arzularım tatmin etmek için değil, o vecibeyi yerine getirmek veya geçi­mini kazanmak için oturabilir. Bu durumda da, onu koruması için Allah’a güvenmelidir. Çünkü O biliyor kİ, nefsinin rahatı ve arzularını tatmin etmek için oturmuyor. Eğer O’nun adına bir vecibeyi yerine getirmek veya bu vecibeyi yerine getirmeye yardımcı olan gıdayı elde etmek olmasaydı, Rabb’ini kızdıracak bir söz söyler endişesiyle, oturmayı terk ederek Allah’ı tercih edecekti. Öyle ise, inşallah, Allah ona yardımcı olur ve onu korur.

Ama onlarla olunca salim kalamayacağını, konuşma ve ya­kınlıklarıyla onu Rabb’inin hoşuna gitmeyen zeminlere kaydı­racaklarını bildiği ve bunu birçok tecrübelerle sınadığı halde, yerine getirilmesi gereken dinî bir vecibe veya kazanılması gereken ve onsuz olmayan bir geçim vasıtası da ortada yokken oturursa, bilerek elleriyle kendini tehlikeye atmış ve Allah’ın emrini hafife almış olur.

Adamın İhtiyacı İçin veya Ahiret Arkadaşları
Olarak Gördüğü Fakat Yanlarında Oturunca Salim
Kalamayacağını Bildiği Kişilerle Oturmak İçin
Dışarı Çıkması

Dedim ki:

“Yanlarına gidince salim kalmayacağını defalarca deneme­sine rağmen, Rabb’inin hoşuna gitmeyen sözler söylemeyece­ğine azmederek çıkan kişi hakkında görüşün nedir?”

“Daha önce de Rabb’inin hoşuna gitmeyen şeyler konuş­mayacağına azmetmiş olmasına rağmen salim kalmamışsa, bu­nu bir daha denemekle kendini tehlikeye atmış ve Allah’ın kendisini korumamasına neden olmuş olur. Çünkü, birçok tecrübeye rağmen kendini tehlikeye atmış, az salim olan orta­ma girmiştir.

Eğer bunu anlar ve yukarıda değinilen nedenler dışında onlarla oturmaktan ve onları ziyaret etmekten kaçınırsa, Allah onu terk etmeyecek kadar kerem sahibidir. Çünkü, nefsinin rahat ve arzularına rağmen onları terk etmiştir. Ama O’nun hakkını yerine getirmek için onlarla oturunca, onu tehlikeye atmaz, çünkü O’nu hevâ-i nefsine tercih etmiştir.”

Dedim ki:

“Eğer beraberliği hayır ve zikir için olur da bu arada hoşa gitmeyen bazı sözler de konuşulursa, durum nasıl olur?”

Dedi ki:

“Meclislerini ve beraberliklerini terk etmelidir. Çünkü sa­lim kalmayacağını tecrübe etmiştir. Ayrıca, nafile bir iş, günah­la yerine getirilmiştir.”

Dedim ki:

“Ama onlar Allah için kardeştirler?”

Dedi ki:

“Yalancılar bu adı, davaları için, gerçek değil, istiare olarak kullanırlar. Allah için kardeşliği değil, ondan aşağı olan mu­habbeti bile iddia eden kimselerle en azından, üzüntüye gir­meden salim kalınır. Onunla salim kalmadığın kişiye, Allah için kardeş, arkadaş ve dost desen bile, o senin din düşmanın­dır. Onun beraberliği ile, Allah’ın gazabına maruz kaldığın kişi, nasıl Allah için kardeş vc arkadaş oluyor ki?

I Iz. BilaFin rivayet ettiği şu hadîsi duymuşsundur: “Adam öyle bir kelime ile konuşur ki, Allah'ın gazabını zirve seviyede hak eder. Kıyamete kadar üzerine gazap yazılır."  Konuşmasıyla seni Allah’ın gazabına maruz bırakandan daha düşman, kim yardır? Behz b. I Iakim‘in rivayet ettiği hadîs ise şöyledir: “Yalan konuşarak halkı güldüren kişiye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!”

Kays b. Ebi Hazım‘ın hadîsi: “Adam bir mecliste, halkı güldürmek için öyle bir söz söyler ki, Allah’tan, yerle gök ara­sındaki mesafe kadar uzaklaşır.” Bu işlere neden olan, düşman olmaz mı?

Sadece tasannu ile senden razı olur ve nefsin de bundan vazgeçmez. İster adaletle ister zulmen olsun, kızdığı kişiye kızar, düşman olduğu kişiye düşman olursan, bu ifrat olur. Ama ko­nuşma bundan da fazladır. İşte bu sana düşmandır, dost değil.

Muhammed b. Nasr el-Harisî'nin hadîsini duymadın mı? Orada ifade edildiğine göre Cenâb-ı Hak, Hz. Musa‘ya şunu vahyetmiştir: “Ya Musa, kendine dost ararken dikkatli ol. Be­nim sevincim üzerine sana yardımcı olmayanla arkadaş olma. Çünkü o senin düşmanındır, kalbini katılaştırır.”

İşte böyle olan, senin düşmanındır. Allah için arkadaş, kardeş vb. isimler verirsen, hak etmediğin şeyi vermiş olursun. Onun zıddını hak etmiş ki. o da düşman kelimesidir. Onunla Allah’a isyan edilen kişi nasıl Allah için dost olabilir? Günah işlemene neden olandan daha zararlı, kim vardır?

Ebû Musa’nın hadîsini duymadın mı? Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kötü arkadaş, körüğe üjuren kişi gibidir. Körüğün kıvılcımlarıyla seni yakmasa bile, kötü kokusu ile seni rahatsız eder.”2 Bu da öyledir. Onlarla beraber Allah’a isyan etmesen bile, kal­binin katılaşmasına, meşgul olmasına ve oyuna dalmasına engel olamazsın. Bu türlüsü kardeş değildir, düşmandır, hatta düş­mandan da zararlıdır.

İnsanlar dört kısımdır: Adam var onu tanımazsın veya ta­msan da arkadaşlığın olmamıştır. Adam var bid’atçıdır, adam var fasıktır, adam var senin yanında durumu kapalıdır, ama arkadaşlığın var. Kalbin bid’atçıdan ve fasıktan nefret eder. Seni hakka çağırsalar nefsin onlara meyletmez. Onlarla nasıl mâlâyâniyata dalabilirsin? Tanımadığın ve arkadaşlık etmediğin kimseyle konuşmaz, dostluk kurmazsım Bunlarla aldanmazsın, kalbin bunlara ısınmaz ki, gaflete dalıp Rabb’inin hoşuna git­meyen sözler konuşasın.

Asıl tehlike, senin şeklinde, senin gibi olan, dostluk kur­duğun, kalbinin ısındığı kişilerden gelir. Beraber gaflete dalar­sın, Allah’ı hatırlamayacak şekilde O’na isyân edersin. Veya hatırlarsın da, gaflet perdesinin kalınlığı ve konuşma dalgınlı­ğından ötürü, önem vermezsin. Bunlar, şeytanın oyunu ve ağlarıdır. Onlarla seni uyutur, neticede ağa düşürür. En yumu­şak avcıdan daha yumuşak davranır.

Zaten avcılar da karga avlamak için oyunlar yaparlar. Ser­çeleri avlamak için ağlar kurarlar. Serçe avlamak için kargayı ağa yatırmazlar. Her kuşu avlamak için, kendi cinsinden bir kuş dikerler. Çünkü kuş benzeriyle uyuşur, ünsiyet kurar, ya­nına konar ve neticede avlanır.

Hz. Ebû Derda’nın, Hz. Selman‘a yazdığı şu mektubu duymadın mı? “Beden bedenden uzak olur, ama ruh ruha ya­kındır. Gökteki kuş yerdeki benzerinin yanına konar.” Ne gü­zel söylemiş. Biz de bunu tecrübelerimizle görüyoruz. Avcı, benzeri bir şekildeki kuşla kuşları avladığı gibi, şeytan da, aynı şeyi yapar. Çünkü senin bid’atçıdan, fasıktan vc avamla ünsi- yetten nefret ettiğini bilmektedir. Kalbini, aynı tipte kişilerle arkadaşlığa, ülfete ve konuşmayı sevmeye davet etmektedir. Ülfet vc sevgi içinde onlarla karşılaştığın zaman, bid’atçı ve fasıktan çekindiğin gibi, onlardan çekinmez vc endişe etmez­sin. Kalbin hemen ünsiyet kurar, rahatlar, yaklaşır ve konuşma­larına ortak oluncaya kadar sözlerini süsler.

Sonra, arkadaşlar değişik tiplerde olurlar. İblis, senin çoğu zaman dikkatli ve havf sahibi olduğunu, gıybet, yalan vc benze­ri şeylerden nefret ettiğini, onlardan çekindiğini bilince, arka­daşına hemen bu tür şeylerle süslü laf yaptırmaz. Allah’ı zikre­dip, ünsiyet kuruncaya kadar sizi baş başa bırakır. Sonra fuzûlî laf etmeyi, dünya ile sükûnet bulmayı güzel, hoş gösterir. Buna dalınca, gıybet ve yalanı süsleyip güzel gösterir.

Eğer ikiniz de çoğu işinizde havf sahibi kişiler iseniz, gıy­bet yapmayı, Allah adına gazaplanma, hayret etme, reddetme veya söz konusu kişiye acıma şeklinde yaptırır. Eğer ikiniz de bu makamda havf sahibi değilseniz, gıybeti, ikinizin zikrettiği veya birinizin zikredip diğerinin razı olduğu, o kişiye gazap­lanma, kinlenme, öç alma vb. şekillerde yaptırır. Ya da halkın noksanlıklarını anlatıp rahatlama yoluyla gıybet yaptırır.

Yalan vc alay da böyledir. Şeytan, zaafınızı bildiği ölçüde, Allah’ı henüz zikretmeden, size bunları süsler vc yaptırır. Düş­man, kulu, Allah’ın hoşlanmadığı şeylerle aldatmak ister, ama kul kabul etmez. Nefsi, avam halkla, hayırlı şeyleri bile ko­nuşmak istemez, nerde şerli şeyleri konuşacak? Buna karşı gelince, onu, kendisi ile itaati altına alacak biriyle karşılaştırır. Sonra, başlangıç yapsın diye, biri hakkında konuşmayı hoş gös­terir, derken laf lafı açar. Bir günün tamamı veya günün büyük bir kısmı susma ve selâmetle veya faydalı şeyler konuşma ya da helalinden nzık kazanma ile geçer. Allah için kardeş bildiği biriyle karşılaşıncaya kadar. Sonra ayrılmayacak şekilde ko­nuşmaya dalarlar. Neticede, ikisine de lanet edilir.

Onun için Hz. Ömer şöyle demiştir: “İnsanlardan emin olanların dışında, arkadaşlarından çekin. Allah’tan korkmayan­dan da emin olunmaz. Çünkü o arkadaşın, gaflete düştüğün zaman, seni uyarır.” Onunla buluşunca selâmetini artırır. Fay­dasız bir konuşma yapıyorsan seni zikre yöneltir. Allah’ın ho­şuna gitmeyen bir konuşma yapıyorsan, seni nehyeder ve uya­rır. Helâl olmadığını bildiğin şeyde seni uyarınca, pişman olur ve tevbe edersin. Allah’ın hoşuna gitmediğini bilmediğin şeyi de öğrenmiş olur, yararlanır vc günah olarak bilmediğin hata­lardan, gelecekte de çekinirsin.

İmam Şafiî de şöyle diyor: “Aklının yarısı arkadaşındadır.” Ne güzel söylemiş! Çünkü, gafil olduğun konuda aklını uya­rınca, sanki aklın yarısı ondaydı da sana iade etti gibi olur. Veya bütün aklın ondaydı da, bir anda onu sana iade etti. Bütün işlerinizde aklınızın yarısı birbirinizdedir. Çünkü, arkadaşının gafil olduğu konuyu sen fark ediyor ve onu ikaz ediyorsun. Sen gafil olunca, o seni uyarıyor. Bir araya geldiğinizde, iki akılla Allah’a kulluk yapmış oluyor, nefsinizin kusurlarını iki akılla görmüş oluyorsunuz.

Arkadaşların arasında Allah’tan korkmayan, namaz kılsa, oruç tutsa, gazvelere katılsa, hacca gitmiş olsa bile, vebaldedir. Çünkü, namazı, orucu, haccı, gazveleri, çok zikri, zekâtı vs. kendisinedir; onunla Allah’ın hoşuna gitmeyen konuşmalara dalman ise, sana vebaldir.

Bunun Örneği şuna benzer: Zengin bir arkadaşın olsa, sen de fakir, muhtaç bir adam olsan. Sana her geldiğinde yemeğini yese fakat sana hiçbir şey yedirmese, malı onundur, zararı ise sanadır. Aynen bunu gibi namazı, orucu vs. onundur, sebebi­yet verdiği vebal ise sanadır.

Sen onunla karşılaşmadan önce selâmette isen, karşılaştık­tan sonra seni dinde bozmaya sürükler, hayırda isen, şerre çevi­rir. Bazen o seni fenalığa daldırmadan, sen işe başlayabilirsin. Çünkü, kalbinin rahatladığı, nefsin ünsiyet ettiği bir yerdesin. Veya Allah’ın zikri ve taatine dalabilirsiniz ya da gücünüz nis­petinde iyilik üzerine yardımlaşabilirsin. Ama düşman sizden ümidini kesmez, neticede Allah’ın hoşuna gitmeyen bir şeyler konuşmadan ayrılmazsınız. Üzerinde yardımlaştığınız iyilik, üzerinde yardımlaştığınız kötülüğün yerini tutmaz, onu karşı­lamaz. Çünkü bir farzı zayi ettiniz, nafile üzerinde yardımlaş­tınız. İşte asıl hüsran budur.

Onunla Allah’a isyan ettiğin, tasannuda bulunduğun ne kadar arkadaşın vardır ki, ölmüşler, kabre yönelmekle seni yal­nız bırakmışlar, onlarla işlediğin günahlar yazılı bir şekilde geride kalmıştır. Arkadaşlıkla ilgili söz çok uzundur ama, bura­sı yeri değildir.

Başka bir yerde onların sohbetlerini anlatacağım, inşallah. Burada, azmini kıracak ve zayıf olduğun zaman tevbe ile Allah için vefa üzerine sabrını azaltacak sebeplere karşı bir uyarıda bulundum. Ayrıca, seni ondan ayıracak, fitneye düşürücü ama ayrıldığın zaman işi karıştırmayacağın sebeplere dikkat çektim. Onunla ilişkini kesersen, nefsine karşı güçlü olursun. Çünkü güçlü olan fitneci sebeplerle karşılaşınca, zayıftan da daha zayıf olabiliyor. Zira, fitne veren sebeplerden kaçmaktadır. Ayırıcı sebepler zayıf olanı arkadaşlarından ayırınca, günahları terk etme konusunda, daha güçlü hale gelmektedir.

Onlarla Karşılaşınca Dinî Açıdan Selâmetin Azlığından Endişe Ettiği Arkadaşlarla Buluşmayı

Terk Etmeye Yardımcı Olan Şeyler

Dedim ki:

“Arkadaşlarımı terk etmek için nelerden yararlanabilirim? Çünkü kalp için, onlardan daha büyük fitne ve rahatlıkta on­lardan daha galip kimse olmadığını söyledin.”

Dedi ki:

“Dinine önem vermen, Cehennem‘e karşı da bedenine a- cıman gerekir. Böyle olup tezekkür ve tefekkür edince, tefek­kürü güzel yap ve araştırmayı derinleştir. Ta ki, onlarla karşı­laşmanda dinine eksiklik koyan şeyin gerçeğini anlayasın. Ce- hennem’e karşı bedenine acıyıp dinde noksanlıktan endişe ederek boş bir kalple konuya yaklaşırsan, sana anlatılan cümle­lerden işin özünü anlarsın. Bunda Allah’ın gazabından da emin olamazsın. Şayet, arkadaşlarınla karşılaştığında, sadece Allah’ın hoşuna gitmeyen sözler söyleyeceğini bilip sonra nefsine acıya­rak onlara vc kendine yakîn gözüyle bakarsan, içinde bulundu­ğun tehlikeden ötürü kıyamette onlardan kaçacağını, sadece onlarla sohbetten ötürü büyük günahlar yüklendiğini görecek ve onlarla karşılaşmadan daha çok nefret ettiğin bir şey olmaya­caktır. Bu Allah’tan korkup kendine acıman durumunda ortaya çıkar.

Bu konuda çok açık bir örnek vardır. Meselâ, arkadaş ve din kardeşlerinle her karşılaştığında sakalından bir kıl veya elbisenden bir iplik koparsalar, onlarla buluşman ne kadar aza­lır! Onlardan da onlarla buluşmadan da nefret edersin. Çünkü, böyle devam ederse sakaldan olacağını ve bir köseye dönüşece­ğini gayet iyi bilmektesin. O zaman da halk sana aşağılayıcı gözlerle bakar. Aynı şekilde, elbiseden de olursun.

İşte bunun gibi, nefsine ve dinine acıyan ve onlarla karşı­laşmanın dinine verdiği eksikliğin özünü anlayan kimse, onlar­la buluşmaktan nefret eder. Ancak verâ‘ ve sakınma açısından dinine yardımcı olanlar istisnadır. Bunlardır Allah için kardeş olanlar. Bu isim onlar için haktır ve gerçektir. Başkaları için bu isini yakışmayan bir yalandır.

Dedim ki:

“Dinime zarar veren bütün arkadaşlarımı terk ettiğim hal­de, nefsimin onlarla buluşmaya hevesli olması ve sabırsızlık göstermesine ne dersin?”

Dedi ki:

“Nefsin onlardan ayrılmayı kabul ettikten sonra, emin o- lamadığın konulardan kaçınsan ve kendini koruyup Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyler konuşmadan, aradan birkaç gün geçse, selâmette kaldığı için kalbin, ferahlanır. Sen de onlarla daha az buluşmaya gayret edersin. Selâmetin tatlılığını duyup bununla Allah’ın rızâsını ümit etmeye başlayınca, onlarla buluşmak ve onları görmekten daha kötü bir şey düşünmezsin.

Seni bu durumdan ayırmak isteyen birini hissedersen, o- nunla buluşmak sana ağır gelir. Korunmaya dikkat edersen, selâmette kalıp kalpten bunun tatlılığını duyuncaya kadar, yal­nız kalmaya çalışır, seni bu halden koparmak isteyenle buluş­maktan nefret edersin. Çünkü, gaflette olan müridin rahatı konuşmakta, kederi ise susmaktadır, insanlarla konuşup rahat­lama sevgisi kalbine galip olan için bu böyledir. Kalbine, selâ­mette kalma isteği galip değildir. O zaman da susmak ona ke­der verir. Konuşmak ise zevk ve rahat verir.

Selâmette kalmaya önem verip kalbine bu istek ve önem ga­lip gelir, sonra da salim kalmak için bazı günlerini bu işe harcar­sa, Allah’ın kendisine nimet olarak verdiği selâmetten onu ayıra­cak olan kardeş vc arkadaşlarıyla konuşmak ona ağır gelir.

Onlardan birini görüp Allah’ın hoşuna gitmeyen bir kelime ağzından kaçırınca, yeryüzü, bütün genişliğiyle ona dar gelir, dünya ona zindan olur. Çünkü onunla karşılaşmadan önce hem kalbi hem de bedeni selâmette idi. Allah’tan korkup O’nun ho­şuna gitmeyen şeyleri konuşmadığından, rızâsını ümit ediyordu. Sonra O’nun gazabına neden olmasından korktuğu şeyler ko­nuştu. Onun için yer yüzü bütün genişliğiyle ona dar geldi, kalbi yasa boğuldu. Çünkü selâmet tehlikeye dönüşmüştü.

Daha önce onlarla konuşmaktan kaçınınca, yer yüzü bü­tün genişliği ile ona dar geliyordu. Şimdi ise üzüldüğü bir ke­limeyi konuşunca bu durumu hissetmeye başladı veya iş o hale dönüştü.

Bu, verâ‘ın mirası, takvanın âdeti ve Allah’ın, güçlüğe gö­ğüs gerip şehvetlerle mücadele eden müritlere olan yardımıdır.

Dedim ki

“Onlarla ünsiyeti terk etmeye azmetsem bile, onlarla kar­şılaşmaktan tamamıyla kurtulamam. Çünkü, geçimim için çıktığım çarşıda, bir ilim halkasında, cemaatle namaz kılmak üzere gittiğim camide, bir cenaze namazında; onlardan birinin bana bir işi düşmesi veya benim bir işimin onlardan birine düşmesi durumunda, beni ziyaret etmelerinde, nasihatimi ka­bul eder de, benim ondan ayrıldığım gibi, o da arkadaşlarından ayrılır ümidiyle, onlardan birine yaklaşmam durumunda, on­lardan biriyle karşılaşırım.”

Dedi ki:

“Sen onunla dostluğu terk etme azmini gösterip ondan ay­rılarak yalnızlığı seçtikten sonra, seninle karşılaştığında ondan hoşlanmadığını, konuşmasına karşı yüzünü ekşittiğini görürse, senden utanır ve sevmediğin halde seninle dost olmaktan çeki­nir. Ondan çekindiğin zaman, kalbin onunla gaflete dalmaktan uzak kalır. O da bu tavrını görünce senden uzaklaşır.

Onunla konuşma istek ve arzusu olmadan, saydığın bazı se­beplerden ötürü karşılaşır, sonra da düşman seni onunla avlar endişesiyle, dikkatli davranırsan, kötü veya fuzulî bir şey konuştu­ğunda, nefsine, “Herhalde beni, Allah’ın taatından alıkoymak için gizlediği şeyle tanımıyor." der, ondan ders alırsın. Eğer nasihat kabul edecek biri ise, yumuşak bir dille uyarır, dediğinin uygun olmadığını söylersin. Belki de ona bir faydan olur. Nasihat kabul edecek bir kimse değilse veya bir şey desen, sana dinî açıdan zarar verecek şekilde seninle tartışacak bir şahıs ise, konuştuklarından hoşlanmaz ve kaçınırsın. Ama konuştuğu haram bir şey ise, yu­muşak bir şekilde ona engel olursun. O hevesli olsa bile, tartışma­ya girmezsin. Ancak bir konuda açıklama istiyor, sen de bunu açıklamaya ehil isen, açıklama yaparsın, aksi takdirde susarsın.

Eğer konuşmayı uzatır sen de ona engel olamıyor vc ora­dan da kalkamıyorsan, gücün varsa, ahireti hatırlatırsın. Belki bu konuşmadan vazgeçer, sen de sevap alırsın. Nitekim İbra­him et-TeymFden şu söz rivayet edilmiştir: “Öyle adam var ki, batıl bir konuşmaya dalan topluluğun yanına gelir, onları zikre yöneltir; hem yaptığının sevabını alır hem de onların sevabı kadar ayrıca sevap alır.”

Hayırla konuşmaya başlarsa, yine de kendi kendine, “Bu hayırlı bir şey, ama bundan sonra ne gelir bilemem.5' der dik­katli davranırsın. Senden ve arkadaşlarından edindiği tecrübe­den ötürü, sana Allah’ın zikri ile konuşmaya başladığı halde, sen dikkatli isen, sakınmış olursun. Bu durumda Allah’ın zik­rinden sonra ikinizi de ilgilendirmeyen bir şey konuşursa, sü­regelen sakınmadan ötürü, durumu hemen anlar onunla ko­nuşmaya dalmazsın. Aranızda bir konuşma geçmezse, sakın­man, Allah’a karşı havfım artırır ve bu davranışın sana tecrübe olur, başka bir zaman, zikirle başlayan sonra da zikir esnasında veya sonrasında, mâlâyâni veya Rabb’ine karşı günah olan bir konuşmanın yapılabileceği durumlar karşısında, ayağının kay­masına engel olur.

Çarşı-pazardaki kimseler de böyledir. Geçimin için onlarla konuşursun ama, kalbin dikkatli ve hoşnutsuzluk içinde olur. Onlardan biri seni ziyarete gelse veya bir ihtiyacın için sen ona ya da bir ihtiyacı için o sana gelse, onunla uzun boylu konuş­maya dalmaz, Allah’ın razı olduğu sözler söyleyinceye kadar susarsın. Zira konuşmaya dalınca, daha önceki tecrübelerden ötürü, kalbin sakınmayacağını biliyorsun.

Kendisine nasihat edesin diye gelirse, nefsinin güçsüzlü­ğünden şikâyet ettiğin için, onunla durumun nasıl olacağı tam açık değildir. Yüzme öğrenen birinin boğulan birini kurtarma­ya çalışmasına benziyor. Nasıl kurtarabilir ki?

Nefsinle uğraş! Ancak onunla karşılaştığın zaman, Allah için yerine getirmen vacip olan bir şeyle imtihan edilir ve sus­tuğun zaman Allah’ın gazabından korkarsan, kabul etmesi şar­tıyla, ona iyiliği emreder, kötülükten nehyeder veya uyarırsın. Aksi takdirde susar, tartışmaya girmezsin.

Allah için ziyaret ettiğin veya onların seni ziyaret ettiği ak­rabaların durumu da böyledir. Eğer tecrübelerin, onlarla bir araya geldiğinde Allah’ın hoşuna gitmeyen konuşmalara daldı­ğını gösteriyorsa, nefsinin rahatı için onlara gitmezsin.

Unsiyct seni, evinde beraber olup kendilerinden bu ko­nularda şüphe etmediğin kişilerle gaflete sürüklüyor ve ha­ranı şeyler konuşmana neden oluyorsa, onlara karşı da dik­katli olmalısın. Bu en zor sebeplerdendir. Onlardan uzakla­şamıyorsun ama dikkatli ol ve Allah'ın Cennet ehlini anla­tırken söylediği şu âyeti hatırla: “Daha önce biz, ailemizin içinde (iken sonumuzdan) korkardık.” (Tür, 52/26) Cehen­nem halkından ve Allah düşmanı olanı da şöyle anlatıyor: “Çünkü o, (dünyada) ailesi arasında (şımarık ve) sevinçli idi.” (İnşikak, 84/13)

Dininde seni fitneye düşürmelerine karşı dikkatli ol ve onlara acı. Onlarla ünsiyetin ve onları kırma tehlikesinden ötürü, bıı en zor durumdur. Dikkatli ol ve üzerinde terbiye etme hakkı olanları, Allah’ın emrini yerine getirinceye kadar, Allah’ın hoşuna gitmeyen konuşmalardan nehyet. Çünkü Al­lah sana, onları terbiye etmeyi emrediyor: “Kendinizi ve aile­nizi ateşten koruyun.” (Tahrim, 66/6). Bu âyete Hz. Ali, “Onları terbiye edin ve öğretin”; Mücahid, “Allah’a karşı takvayı tavsiye edin”; Katade, “Allah’a taati emredin ve günahlarından nehyedin”; Dahhak, “Ailenize kendilerini korumalarını söyle­yin.” anlamını vermişlerdir. O zaman, ayrıca onların sevabı kadar sevap alırsın, senin yol ve huyunu öğrenirler ve seni fit­neye sevk edecek şeylerden çekinirler. Onlarla konuşma ve gaflete daldığın zaman, bâtıla dalmaktan ürker hemen tevbeye dönersin. Allah’ın, Hz. İsmail’i övdüğü şu âyeti görmüyor mu­sun? “Ailesine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrediyordu.” (Meryem, 19/55). I İz. Peygambere de, “Ailene namazı emret.” buyurmuştur. (Tâhâ, 20/132)

İlim talebi de böyledir. Onunla selâmette kalamayacağın kimseden istiyor ve onunla oturuyorsun. O zaman ya yalnız ola­rak ilim öğren veya kendisinden salim olacağın kimseyle öğren.

Bu durumlardan biri için beraber oturmayı, ilim tahsilini terk ederek, terk etmen caiz değildir. Ama onlara karşı dikkatli ol, yüz batlarınla onları da dikkate sevk et. Üzerinde, yerine getirmen gereken bir hakları varsa, yerine getir. Çünkü onlar üç gruptan başka olamazlar: Ya hepsi yararlanmaktadır, ya bir kısmı yararlanmaktadır ki, bu da sana yeter, ya da yapmacık hareket etmekte ve seni oyalamaktadırlar. Ya da seni uğraştırdı­ğını anladığından, senden utanır ve geri çekilir. O zaman da dinin açısından salim olur, bir felâket ve günahla karşılaşmadan ilim tahsil edersin.

Ticaret veya sanatında sana ortak olan veya ücretle çalıştır­dığın ya da yanında ücretle çalıştığın kişinin durumu da böyle- dir. Hem nefsini, onunla sürdürdüğü âdetlerinden kes, hem onu seninle sürdürdüğü âdetlerden kes. Sakın ve sakındır. Di­nini fesada uğratarak dünyanı ıslah etmesinde yardımcı olma.

Bütün bunlarda ayağın sürçerse, tevbeye koşmana kimse engel olmasın. Çünkü, Rabb’ine dönmekten ve O’na tevbe etmekten müstağni kalamazsın. Şayet azmin, kullardan ve baş­ka şeylerden gelen ve ayağını, Allah’ın sana vacip kıldığı işleri yaparken kaydıran sebepleri kesmekse, bu azme mukabil Al­lah’a hamd edersin. Ayağın kayınca Allah’a istiğfar eder, piş­man olur ve buna sebep olan şeyden kaçınırsın. Gelecekte böy­le bir zelle ve benzerlerinden sakınırsın. Allah korkusu ve ü- midi için yapınca, inşaallah bu durum meşkûr olur. Arkasından hemen tevbe ettiğin günahın affolun Bunlar vc benzerleri, sana gelecek için de tecrübe vc ibret olurlar.

Eğer Allah’a sadık isen, az bir zaman geçmeden Allah sana yardımıyla yönelir, nefsine karşı gösterdiğin gayret vc mücahedeyi merhametle karşılar, nefsin senden ve seni fitneye sürükleyecek, ayağını kaydıracak şeylerden ümidini keser ve sen Allah’ın teati için güçlü olursun.

Bu sebepler ve seni fitneye sürükleyecek, ayağını kaydıra­cak başka sebepler çıkınca, sana anlattığım gibi davran. Bütün sebepleri anlatmak kitabı çok uzatır. Akıllı olan tafsilata gerek kalmadan işaretle de sakınır. Ayağını kaydıran sebepleri ortadan kaldırmak vc organlarını Rabb’inin hoşlanmadığı şeylerden alıkoymak, perhiz yapmaya benzer. Ehl-i dünyanın, sağlıklı kalma ümidi ve uzun süre devam edecek hastalıklar korkusuy­la, perhiz yapıp zevklerini terk etmesi gibi, perhiz yapıp tehli­keye düşmemeye dikkat et.

Rabb’in için yaptığın perhiz şuna benzer: Bütün arzu vc is­teklerini yerine getirine imkânına sahip bir kral düşünelim. Sevdi­ği her şey elinin altında vc her tarafı ilaçlarla doludur. Ama vücû-1 dıı hastalıklı ve yatalaktır. Takdir edilen şeylerden yerse helâk olur, perhiz yaparsa yaşar. Doktorlarla kardeş olmuş, eczanclcnn eşiğini aşındırmış, acı ilaçlan içmeye göğüs germiş, güzel yiyecek­lerden uzaklaşmıştır. Az yediği ve hasta olduğu için bedeni çok zayıflamış. Her gün küçülmesine rağmen sıhhati artmaktadır. O ise perhizi tercih etmektedir. Nimetler denizi içinde bedeni eri­mesine rağmen, helâk olur endişesi ve perhizin ona sıhhat verece­ği ve devamlı sağlık içinde olan bir bedenle o nimetlerden yararla­nacağı ve hastalıksız, sefa içinde hiçbir sıkıntının bulandırmadığı bir hayât yaşar ümidiyle, bu yola devam etmektedir.

İşte irâde sahibi, muttaki mü’minin durumu da böyledir. Dünyada, ahiretini helâk edecek her tehlikeye karşı perhiz yapmaktadır. Üzerinde, zayıflık, mağaralara çekilme, halktan kaçma, kullarla ünsiyet etmeme, hüzün ve sevinmeme apaçık görünmektedir. Bütün bunları, dünya zevklerinden yararlan­maktan hoşlanmadığı ve Allah’ın gazabına düçar olur da kendi­sine azap hak olur korkusu ve bununla Allah’ın rızâsını kazanıp azabından kurtulma, komşuluğunu kazanma, Cennet zevkle­rinden hastalıksız bir şekilde yararlanma vc bunu takip edecek sonsuz bir hayât ve Allah’ın yüce rızâsını elde etme ümidiyle tercih etmektedir.

Perhize devam et, ahirette karşılaşabileceğin kötü akıbeti düşün, ahiretin güzel hayâtını iste, rızâsını talep etmek için O’nun adına perhizden yararlan. Çünkü O, irâde sahiplerine yardımcıdır ve onlara şefkatlidir.

Şayet isteseydi, ilk günden itibaren seni perhize muhtaç etmezdi. Ama, mücahcde ve gayretle, O’nun rızâsını talep et­mekteki sadakat vc doğruluğunu sınamak istemektedir. Talepte

doğru olup, nefsinle mücahede ve mücadelede güçlüğe göğüs gerince, Allah sana yardımıyla yönelir, seni kötülüğe götürecek şeyleri terk etmeyi kolaylaştırır, taatıyla seni nimettendirir. Çünkü O, tekellüfsüz bir kerim, yanında cimriliğin yanaşma­dığı bir cömerttir. Mürıd kulundan, rızâsını talep etmede doğ­ruluk, nefsiyle mücadele, hevâsıyla mücahede istemektedir. İşte o zaman zorlukları hafifletmekte, hevâsını öldürmekte, rızâsını istemede doğru olduğunu görünce, bütün işlerini O idare etmektedir.

Şayet bedeni zayıf dünya ehlinden biri, efendisine yönelse ve yürürken bazen düşse bazen de ayağa kalksa ve bu durum defalarca tekrarlansa; sonra efendisi geri dönüp baktığında, kölenin kendisine yönelirken, zayıflığından yüz üstü yere düş­tüğünü sonra doğrulup tekrar ona yöneldiğini ve düşmesi, ona yönelme ve yakınında bulunma isteğine engel olmadığını görse ve bu durum defalarca tekrar etse; efendinin yanında da çok sayıda binek olsa ve ona iyilik yapacak en yakın insan da kendisi olsa, şüphesiz o efendinin kerem ve rahmeti, istirahat etsin ve çabucak kendisine kavuşsun diye köleye, hemen bir binek yol­lamayı gerektirir.

İşte Allah, bu efendiden çok daha merhametli ve kerem sahibidir. Mürid kul, nefsiyle mücahede ederken, ayağı sürç- mekte ama, bu O’nun rızâsını talep etmeye engel olamamakta­dır. Ayağı kaydığında, yüz üstü düşüp sapandan daha çok üzü­lür ve her şeye rağmen nefsiyle mücahedesini sürdürür. İşte Allah kulunu böyle görünce, ellerinden tutarak rızâsını talep etmeyi hafifletmekte, onu kurb derecelerinin yükseklerine çabucak çıkarmaktadır. Kerem ve cömertliğinde, rahmet ve re’fetinde, lütûf ve şefkatında eşi ve benzeri olmayan Allah, ne büyüktür!

NEFSİ TANIMA
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Nefsin Hevâsından Sakınmak

Dedim ki:

“Bana riyâyı vc sebeplerini anlattın. Riya nerden ilen gelir?” Dedi ki:

“Nefis ve onun hevâsından ileri gelir.”

Dedim ki:

“Nasıl nefsimden ileri gelir ki, bana tuzak kuran, dünyayı gü­zel gösteren düşmanım ve beni fitneye sevk eden dünya vardır?”

Dedi ki:

“Düşmanın, ancak nefsinden aldığı güçle sana zarar vere­bilir. Eğer böyle olmasaydı, düşmanın daveti seni Rabb’ine daha çok yaklaştırırdı. Seni davet edince ona uymayı reddetti­ğinde, bununla taat etmiş olursun. Çünkü o seni Rabb’inin hoşuna gitmeyen şeye davet etmiş, sen ise reddetmişsin. Bu konudaki korunman Allah korkusundan vc O’nun sevabını elde etme ümidinden ileri gelmektedir. Daveti reddederek, ümit ve recayı yerinde kullanmış oluyorsun. Nefsin dünyaya değer vermeyince, onun güzelliği seni Allah’a daha çok yaklaş­tırır. Çünkü dünya ile imtihan edilmişsin ama ona yüz ver­memişsin. Ahireti istemiş ve ona rağbet etmişsin. Dünyada zevk içinde yaşama ve neticede ahirette mahrum kalma ya da sevabından az yararlanmayı reddetmiş ve dünyanın sebep ol­duğu bir imtihanda Allah’a itaat etmişsin.

Nitekim O şöyle buyuruyor: “Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.” (Kelıf, 18/7). Allah, zînetler arasın­da senden güzel amel etmeyi istediğini bildirmektedir. Onun için, dünyada güzel nimetler yaratmış ki, kimin daha güzel amel edeceğini denemektedir.

Dünyada yapılacak en güzel amel, ona karşı zahid dav­ranmak ve ahireti ona tercih etmektir. Bunu yapamayınca, Al­lah’ın kızgınlığına neden olan bütün ziynetlerini terk et. Bu, Allah adına sana gerekli olan verâ‘dır.

Sen nefsine uymadıkça, ehl-i dünyanın dalâlet ve hataya davetleri sana hiçbir zarar vermez. Aksine, Allah ve Rc- sûl’ünün sözüne yapışmak ve insanları reddetmekle sevap almış olursun.

Sana düşmanlık yapan, eziyet eden, tuzak kuran ve sana karşı haddini aşan da böyledir. Bundan ötürü Allah’a isyân etmez, ona karşılık vermezsen sana bir zarar veremez. Aksine senden yararlanmak ister ve kendini helâk eder. Ama kâfirler gibi, kendileriyle mücadele etmeyi Allah’ın emrettiği kimseler müstesnadır. Onlarla mücadele etmen sana fayda verir. İki durumda da kârlısın. Ya galip gelirsin ya da öldürülürsün. Ga­lip gelsen büyük sevap alırsın, öldürülürsen şehit olursun. Ni­tekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “De ki, bize yalnız İki iyilikten birini gözetlemiyor musunuz?” (Tevbe. 9/52) Öyle ise, sana zarar veren her düşmana, hevâ-i nefsin oyunu neden ol­muştur.”

Dedim ki:

“Öyle anladım kı, korktuğum her mahzurlu iş hevâ-i ne­fisten ileri gelmektedir. Bu ona muhalefet etmenin, Allah’a itaat olduğunu göstermektedir. Allah’a itaatte ise, sıdk vc mu­habbet vardır. Bunu bana biraz izah ve şerh eder misin?”

Dedi ki:

“Nefsini tasdik etmedikçe Allah’ı tasdik edemezsin. Nef­sini tanımadıkça onu tasdik edemezsin. Onu kontrol etmedik­çe onu tanıyamazsın. Nefsini ölüm ve Allah’a arz etmen ve hallerine itiraz etmen gerekir. Onu, iyi yaptığını zannettiği işlerde itham etmedikçe vc kötü yaptıkları işler konusunda aleyhinde hüküm vermedikçe, hallerine itiraz edemezsin. Onu itham edince, teftiş edersin; teftiş edince, hallerine itiraz eder­sin; hallerine itiraz edince yapmacık hallerini, aldatmasını ve yalanını anlar vc tanırsın.

Onu tanıyınca ondan sakınırsın, sakınınca gözetlersin, gö­zetleyince Allah’ın taatından kaçışını, yan çizdiğini, onu yarata­nın sevmediği şeylerle süslendiğini görürsün. Çünkü her kötü­lüğün kaynağıdır. Her belâya sürükler. Onu yaratan Allah, onun devamlı kötülük emrettiğini, kötü hevâsına uyduğunu haber vermektedir. Öyle ise ondan sakın ve din konusunda onu itham et.

Nefsin Kötü Meyillerini Bilmek

Dedim ki:

“Nefsin bazı ayıplarını bilmeme yardımcı ol ki, onu itham edeyim, teftiş edeyim ve tanıyayım.”

Dedi ki:

“Nefsin rızâ halinde yumuşak olmaya azimli olduğunu, ı cddetmeyip boyun eğdiğini görmüyor musun?”

Dedim ki:

“Evet, görüyorum.”

Dedi ki:

“Mü’min veya kâfir herkes rızâ anında yumuşaktır. Sinir­lendiği zaman, nefisten yumuşaklığı istersen reddeder vc kin, kötü ahlâk, cahillik gibi çocuklara bile yakışmayan hallere girer. Kişi muhtaç olmadığı şeyi harcıyor ihtiyaç anında ise bunu yapmıyorsa, aldatan ve yalancı olmuyor mu? İhtiyaç anında seni terk ediyor, zenginlik zamanında ise yardım va’dediyor. Ona muhtaç olduğunda seni felâkete terk ediyor. Çünkü, si­nirlenme anında, yumuşak olacağını va’dediyor. Böylece Ccn- net‘i hak edeceğini, ateşten korunacağını, sinirli halini sürdüre­rek Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyle, gazabını kazanmaktan ko­runacağını söylüyor.

Ama ona muhtaç olduğun zaman, azabı gerektirecek taar­ruzlara seni teslim ediyor, bu konuda sana yardım ediyor ve seni cesaretlendiriyor. Kurtulmaya neden olacak şeyler için ise, ağırdan almana neden oluyor. Bunları sana yapandan daha düşman, yalancı ve suçlu kim olabilir?

Ihlâs da böyledir. Amele başlamadan ihlâsh olur. Hâl­buki bu ihlâs değildir, ihlâsa niyettir. Güya, çok muhtaç olduğun günde amelinin boşa gitmesini istemediğinden, önceden ihlâsh olmaktadır. Bunu hiç engellemeden gönül rahatlığıyla yapar.

Amel ortaya çıkınca, kendisinden kaçacağını va’dettiği şey­le amele girmeye davet eder, yerine getirmeyi va’dettiği şeyden seni alıkoyar, riya duygusunu coşturur, ihlâstan ve amelin ka­bul olmasına neden olan şeylerden alıkoyan Çok muhtaç oldu­ğun günde amelinin boşa gitmesine neden olacak durumlarla seni baş başa bırakır.

Amel anında vaatte bulunsa, ihlâsın gerekli olduğu anda seni ihlâstan alıkoysa ve bununla, en çok muhtaç olduğun günde amelinin boşa gitmesine neden olmak istediğini haber verse, va’dını yerine getirmiş olmuyor mu!?

Ortada bir şey yokken, sana verâ‘ vermektedir. Oysa bu verâ’ değil verâ’a niyettir. Güya imtihanla karşılaştığında, Allah sana gazaplanır, azaba müstahak olur ve sevaptan mahrum ka­lırsın endişesiyle, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyleri terk etmeye ve azaptan emin olmak ve sevap elde etmek için de, günahlar­dan kaçınmaya davet etmektedir.

Bu durum, imtihan takdir edilip başlayıncaya kadar sürer. İşte o zaman arzulan alevlenir; azaba dûçar olur ve sevaptan mahrum kalırsın endişesiyle terk ettiği şeyleri istemeye başlar: Azaptan emin olmak ve sevap elde etmek ümidiyle, verâ‘ gös­tereceğini iddia ettiği konuları reddeder.

Seni aldatmak için, sana vermeyi va’dettiği şey ortaya çı­kıncaya kadar ondan kaçmayasın ve ondan emin olasın diye, sana güven verenden, daha düşman biri bulunabilir mi? Ki o, arzuladığı şeyi elde etmek için senin helâk olmanı ve bozulma­nı istemektedir.

Zühd de böyledir. Elinde bir şey olmadığı zaman, sana zühdü verir. Sana, zahitlerden olduğunu hayâl ettirir. Az bir para elde edince, rağbet ve ilgi duyguları kabarır, çok kazanma­ya istekli ve o konuda mücadele eden biri olarak karşına dikilir. Zühdden alıkoyar, va’dini unutur ve sana söylediğinin aksini yapar.

Rızâ da böyledir. Genişlik ve sıhhat zamanında, henüz be­lâ ve musibet ortaya çıkmadan önce, senin rızâ ehli olduğun hissini verir. Bu hale mü’min, facir herkes razıdır. Çünkü nef­sin hoşuna giden bir haldir. Kendisi için rızâ istenecek herhan­gi bir durum yoktur. Dolayısıyla bu rızâ değil rızâya niyettir. Çünkü rızâ, belâ vc musibetin ortaya çıkmasından sonra söz konusudur.

Bedeninde bir belâ ve musibet ortaya çıkınca ya da geçi­minde bir darlık görülünce, rızâdan kaçınır. Aksine endişe ve kızgınlığa sürükler ve rızâya engel olur, ondan alıkoyar. Va’dcttiğini yerine getirmez. Allah’ın hoşuna gitmeyen şeye davet eden ve rızâya engel olan kendisi olur.

Tevekkül ve Allah’a güven konusunda da durum böyledir. Dünya malı ve geçim sebepler yeterli bir durumda oldukça tevekkül içinde olur. Halktan ve Allah’ın dışındaki sebeplerden değil, Allah’tan bir şeyler beklediğin bir hâl ortaya çıkınca, ta­mamen tamaha kapılır, halktan bekleme ümidi ve endişesi başgösterir, kalp hemen sebeplere sarılır ve önem verir, halka karşı yapmacık hareketler ve yaltaklanmalar başlar. Nefis, ona muhtaç olduğun zaman seni Allah’a tevekkülden alıkoymuş­tur.

Allah seni, onunla mücahcde etmek için ikaz eder, sen de vaadlerini hatırlatır ve va’dini bozduğu, azmini yerine getirme­diği için onu sıkıştırırsan, seninle mücadele eder ve karşı koyar. Va’ad vc ve’idi, Allah’ın onu gördüğünü, yarın hesaba çekilece­ğini hatırlatarak zorlarsan, aklıyla hatırlar ve onda yakîn ortaya çıkar, marifeti büyür, basireti kuvvetlenir; bu durum onun boyun eğme isteğine aykırı olarak, hevâsını ve huylarını kahre­der, onu mağlup eder.

Senin, kendisi ve gizli açık kötülükleri arasına girdiğini, engel olduğunu görünce, fark edilmeyen çok gizli kötülüklerin ardına düşer. Tasannua girmen için riyâ kapılarını açar, onunla rahatlaman için ucbu; iftihar edip böbürlenmen için de kibri önüne koyar. İhtiyacını karşıladığın noktalarda zevk almak ister. Sanki, ahiret sevabından hiçbir şey elde etmeni isteme­mektedir.

Ona meyledersen, amelini boşa çıkarmaya gayret eder. Bunu yapamazsa onun zevkini tatmaya çalışır. Elde ettiği ne olursa olsun önemsemez ve aldırmaz, elde ettiğini kâr bilir.

Üstüne gider, tartıştığı vc onunla aldattığı noktaların ince­liklerini gözetler, bundan hoşlanmadığını ortaya koyar, bu ko­nuda daha önce Cenâb-ı Hakk’ın zikrettiği hususları kabul etmen ve ona dayanman durumunda amelinin boşa gideceğini, Allah’ın kızgınlığına maruz kalacağını hatırlar ve kalbine havf ve sakınma galip olursa, nefis hoşlanmazsa da boyun eğer. Son­ra, bu azme rağmen aldatmaya razı olamazsın, vefa göstermesi­ni istersin. Neticede Allah’a davet eder, Allah’tan korkan mü’minler gibi konuşur, mütevazı olanlar gibi yaşar, yalan, riya, kibir, haset, aldanma gibi dinî afetlerden uzak kalır.

Sen bunlara aldanır ve onun ortaya koyduğu bu tavırlarda gerçekçi olduğunu zannedersin. Ne zaman ki, bir sıkıntı, bir belâ ile karşılaşır ve dediği şeyleri tahkik etme hali ortaya çıkar­sa, kalbin, havf, ihlâs, zühd, rızâ, tevekkül, sıdk vb. durumlar konusunda durur, hevâ-i nefs gâleyana gelir, bunların zıddı olan arzular coşar.

Eğer bunlar kalbinde yer etmiş olsaydı, ihtiyaç anında he­men coşarlardı ve zıtları ortaya çıkmazdı. Zıddı olan bir şey ortaya çıksa, kökünden sökülürdü. Öyle ise bunların laf oldu­ğunu, gerçek olmadıklarını vc tahkik edilmemiş iddialar olduk­larını anlarsın.

Meselâ halktan birisi, sıkıntı anında seninle beraber oldu­ğunu söyler, fakat sıkıntı olunca seni terk eder, araştırdığın halde onu bulamazsan, onun seninle beraber olmadığını ve seni aldattığını anlarsın. Onun vefasızlık yapıp seni terk ettiği­ne hayret ederken, düşmanına yardımcı olup üzerine saldırdı­ğım görsen, tabiî ki bu hayretin kat kat artar. Sen de gelecekte ondan sakınma ve düşmanının barındığı yere güvenmemeye daha fazla dikkat edersin. Daha sonra ondan sıkıntı anında sana yardımcı olacağına dair sözler duysan, daha önceki tavırlarını bildiğin için, ona kızarsın.

Öyle ise nefsini tanı! Ne kadar az bile olsa, ortaya çıkan her iyilik vc hayır konusunda aksini müdafaa etmek için tartı­şır, ortaya çıkan en küçük bir kötülüğü ise teşvik eder. Zayi ettiğin her hayır, onun hevâsına uyduğun için olmuştur, yaptı­ğın her kötülük de o seviyor diye yapmışsın.

Öyle ise ondan sakınmak gerekir. Çünkü o, dünyanın ra­hatından ve ahirete karşı gafletten bıkmaz. Onu ahiret için uyandırır ve düşündürürsen o seni dünya rahatı üzerinde te­fekküre davet eder, bu konuyu tartışır ve temenni eder. Kıldı­ğın iki rekât namazı, seni dünya işleriyle ilgili bir şeyler hatır­latmadan bitiremezsin. Ondan gafil olsan bir tarafa dayanır ve seni meşgul eder. Onu ikaz etsen, düşünmekte olduğun ahiret konusundan seni ayırmak için mücadele eder. Hevâsı aklına galip gelir. Aklın gaflet eder ama o gaflete düşmez. Aklın bir şeyler hatırlatmak istese, buna engel olmak için mücadele eder. Onu öldürmen caiz olmadığı gibi, ondan ayrılman da müm­kün değildir. O bu halde sana düşmanlık eder.

Dolayısıyla onu tanı vc sakın. Çünkü onu tanırsan ondan sakınma, Allah’a güven, tevekkül ve itminanın artar. Nefisten nefret eder, ona kızar, Rabb’ini seversin. Nefisten ümit keser, Rabb’inden ümitli olursun. Yaptıklarının Allah’ın nimeti, min­neti vc fazlı ile olduğunu itiraf vc ikrar eder, şükredersin. Nef­sin, bunları yapmada bir faydasının olmadığını anlarsın.

Meselâ iki arkadaşın olsa, bunlardan biri, anne baba gibi, öldürmen caiz olmadığı gibi ondan ayrılman da mümkün de­ğilse, sen onun yanında işin farkında değil iken bir kaya parça­sıyla kafanı ezmek istese ve o anda diğer arkadaşın bu tehlikeye karşı seni uyarsa, sen de ileri atılıp elinden kaya parçasını alarak yere atsan veya o arkadaşın yapılan bir yemeğe zehir katsa vc diğer arkadaşın, sen o yemeği yemeden önce seni uyarsa, şüp­hesiz ilk arkadaşından nefret eder ve seni uyaranı çok daha seversin. Seni öldürmek isteyenden sakınır, uyarana güvenir­sin. Sana tuzak kurandan ümidin kesilir, uyarana bel bağlarsın. Onu anladığın için ona sevgin sona erer. Diğeri seni kurtardığı için ona iyilik yapar, faziletini ikrar edersin. Çünkü seni uyar­mış, sana tuzak kuran düşmanın tuzağından seni kurtarmıştır.

İşte, sana tuzak kuran nefsin, seni uyaran ve ikaz eden ise Rabb’indir. Nefis kaç defa başına belâ getirmek istemiş, seni kötülüğe sürüklemiş, sen de yapmaya yeltenmiş veya yapmaya başlamışsın da Rabb’in seni uyarmış, sen de ya o kötülüğü yapmamış ya da yaptığına pişman olmuş ve tevbe etmişsin.

Nefsini tanıyınca, ona kızgınlığın, Allah’a ise sevgin artar. Allah’a tevekkül eder, nefsinden ümidini kesersin. Allah’a gü­venir nefsinden korkar vc ürperirsin. Yaptıklarını da beğen­mezsin. Nefsin, iyiliği sevmediği için, yaptığın iyilikleri ona izafe etmezsin. Nefis, terk edip yapmadığın kötülükleri sever. Sen onun sevdiği şeye kendini kaptırırsan, kötülük işlemen gerekir. Öyle ise seni, nefsin sevdiğinin hilafına uyaran vc yar­dımcı olan, nefisten başka biridir. O da, Allah’tır. Hem O’nu hem de nefsini iyi tanı. Nefsini iyi tamsan onu doğrularsın. Onu doğrular fakat ona müdahale etmez vc arzularına boyun eğmezsen, o zaman da Allah’ı doğrular ve O’na takvâ ile bağla­nır, güvenir ve dönersin.

Nefsini, seni ümitsizliğe düşürmeyecek şekilde, hayırda ona gizli kalan hususlarda itham vc teftiş et. Bir şey bilmezsen, Rabb’ine hamd et. Allah’ın hoşuna gitmeyen bir şeyin ondan zâhir olacağından endişe et. Daha önce yapmış vc senin hatır­lamadığın hususların varlığından kork. Yaptığın iyiliklerin Al­lah tarafından kabul edileceğine dair ümidini de koru.

Allah’ın hoşuna gitmeyen bir şey yapmışsan, Allah’ın onu affedeceğinden ümitli ol. Seni affetmez düşüncesine kapılıp endişe ve acımayı terk etme. Bu endişeden ötürü affedilece­ğinden ümitli ol. Çünkü affedemeyeceğinden korkan affedilir. Affedileceğine inanan ve emniyet içinde aldanan ise affedilmez.

Nefsinden endişe et, onu teftiş et ve mücadele et. Nasıl ki, zalim, hain, aldatan, sözlerini süsleyerek delillerini güçlendiren biriyle mücadele ediliyorsa, öylece mücadele ct. Tâ ki, adil deliller getirebilesin. Aleyhinde deliller bulununcaya kadar onu teftiş et. Tâ ki, onun delilleri kalmasın, hakkı anlasın ve ikrar etsin.

İtiraf ettiği veya hakkında deliller bulunan bir hakkı yerine getirmekten çekinince, onu mahkemeye çıkarır, hapis veya dövülme cezası verirsin. O bu duruma bakıp elde edeceğinin en azından mahrum kalacağını ve mahrum edildiğinden daha fazlasının kendisinden alınacağını anlayınca, hakkı yerine geti­rir ve zulmü reddeder.

Ayrıca Kitap ve sünnet delilleriyle dc onunla mücadele et, aleyhine deliller getir, ayıplarını araştır, kötülüğünü ve yalancı­lığını hatırlat. Tâ ki, hakkı itiraf etsin ve boyun eğsin; mazeret­leri ve yalandan ileri sürdüğü delilleri ortadan kalksın.

Hakka boyun eğerse, ne âlâ! Aksi takdirde, Cehennem a­zabını hatırlat. O hem azap hem hapistir. Cehennem azabının şiddetini ve onunla azaplanacağı düşüncesini uyandır ve hayâl ettir. Bunu aklın basireti ve yakîn gözüyle görünce, içinde kor­ku heyecanı doğar, pişman olma, hakka boyun eğme ve az­metmede gecikmez. Çünkü elde ettiğinin çok fazlasının kendi­sinden alınacağını bilmiş ve görmüştür.

Sonra terk ettiği hususlarda seninle mücadele edip tuzak kurmaması için uyar ve sakındır. Tartışır ve mücadele ederse, hemen aleyhinde deliller getir vc azabı göster. Onu, sevabı terk etmekle sars, yakînî bir müşahede ile bu sevabı ona göster. Ayrıca, nefse karşı Allah’tan yardım dile, O’na tevekkül et, O’na dayan, O’na hüsnüzan besle. Nefse tevekkül ettiğinde, herhangi bir iyiliğin yapılacağından ümidini kes.

Öyle ise, Allah’a tevekkül et! Nefisten de ümit vc emelin kesilsin!

UCUB

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

. Nefsi Tanımanın Neticeleri, Ucbun İzahı ve

Amelle Şımarma

Dedim ki:

“Bana nefsimi tanıttın. Ben de ondan sakındım. Riyayı ve se­beplerini anlattıktan sonra, şimdi de nefsi daha iyi tanımaya ulaştı­ran şeylerden beni haberdar et. Her ne kadar onu bana tanıttıysan da yeterli görmüyorum. Onunla mücadele için gerekli aletler olmadan ve hilelerini bilmeden düşmanımı tanımam bana bir fayda sağlamaz. Ucbun ne olduğunu, nelerde bulunduğunu ve ne ile nefyedilip ondan konırıulacağını bana anlat.”

Dedi ki:

“Sen kulların çoğunda çaplı bir şekilde bulunan, günahla­rım onlara göstermeyen, hata ve ayak sürçmelerini onlara süs­leyen bir afeti sordun. Çünkü ucub, kalbi kör eder. Öyle ki, kendini beğenen kimse, kötü biri olduğu halde kendisini iyi, helâk olduğu halde kurtulmuş, hatalı olduğu halde kendisini doğru biri olarak görür. Ucub sahibi kimse, gaflete meyletme­ye devam eder ve bu suretle bildiği günah ve ayak sürçmelerini küçük görür, çoğunu unutur, birçoğunu da görmez olur. Yap­tığı ameller gözünde çok görünür, o da bunlarla aldanır. Havfı azalır, Allah’la aldanır. Dahası, bu ucub onu Allah hakkında iftira vc yalana sürüklemesine rağmen, kendini Allah’a sadık biri zanneder; dalâlete götürmesine rağmen kendini hidayette görür.

Ucub sebebiyle, sapıkların ileri gelenleri helak olur, mü- tckcbbirler kibirlenir, böbürlenenler böbürlenir ve büyükle­ndiler büyüklenir (Yani bu durumları daha ileri derecelere varır). Bu ümmetin ahirinin helaki da ucub sebebiyledir. Buna delil, I İz. Peygamber’in, bu ümmetin sonundakileri kasdede- rek, Ebû Sa’lebe’ye söylediği şu hadîstir: “İtaat olunan cimrili­ği, uyulan hevâ-i nefsi ve görüş sahiplerinin her birinin kendi görüşlerini beğendiğini gördüğün zaman, kendini kurtarmaya bak.’*

Ebu’d-Derda‘, “Üç şey kurtuluş ve üç şey de helak sebe­bidir. Helâk ediciler, tâbi olunan arzular, uyulan cimrilik ve kişinin kendini beğenmesidir (ucub).” der. Ebû Hüreyre, Hz. Peygambcr’den şunu rivayet etmektedir: “Üç şey helâk edici­dir. İtaat olunan cimrilik, tâbi olunan arzular ve kişinin kendini beğenmesi (ucub).”    Hz. Ömer de bunun benzerini ifade et­miştir. Bu ifadeleriyle, ııcbun helâk edici olduğuna işaret etmiş oldular.

İbn Mes’ud, “Kişi iki şeyle helâk olur. Ümitsizlik ve ken­dini beğenme.” demiştir. Allah rahmet etsin, ne doğru söyle­miştir. Çünkü insan kendini beğendiği zaman günahlarını an­layamaz. Günahlarını anlayamayınca onları küçümser ve tevbe etmesi gerektiğini düşünemez. Günahı küçümsediğinden, ondan korkup çekinmez ki, kökünden söküp atsın. Böylece günah işlemeye devam eder ve helâk olur.

Günahlarının çokluğunu bilir ve onları önemser, sonra da ümitsizliğe düşerse, tevbesinin kabul olunacağına ihtimal ver­mez ve yine günah işlemeye devam eder. Allah’a itaat edip O’nun rızâsına uygun amel işlemekten vazgeçer ve bu sebeple de helâk olur. İbn Mes’ud bu sözüyle, kişinin kendini beğen­mesinin helâk sebebi olduğuna işaret etmiştir. Çünkü kişi ken­dini beğendiğinde, nefsini tezkiye eder. Nefsini tezkiye edince onu itham etmez; Allah’ın emirlerine muhalefetini önemse­mez ve nefsini kurtulmuş zanneder.

Allah’ın şu âyetini görmez misin?: “Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz.” (Necin, 53/32). Tefsirde, “Onu tebriye etmeyin.” denilmiştir. Peki kendine göre nefsi kötülüklerden beri ise; nasıl onu itham edebilir? Onu itham edemeyince de ayıplarını nasıl bilebilir?

Bu âyet hakkında Zeyd b. Eşlem, “Onu tebriye etmeyin.” demiştir. İbn Cüreyc, “Günah işleyip, ‘Biz taat ediyoruz.’ de­meyin.” derken, Mutarrıf, “Geceyi uyku ile geçirip pişmanlık içinde sabahlamam, geceyi ibadetle geçirip kendimi beğenerek sabahlamamdan daha çok hoşuma gider.” demiştir.

Ucub çeşitli hasletleri bir araya toplar. Meselâ, kişiye çoğu günahları gizli kalır, gizli kalmayanların ise büyük bir kısmını unutur, hatırladıklarını da küçümser. Keza, kişiye hataları gizli kalır, sözü hak olmaz. Bu durum, onu kullara karşı kibir vc bü­yüklenmeye iter ve Allah’la aldanır. İlim ve ameli nedeniyle da­lâlete düşer, öyle ki, ilim ve amelini Rabb’ine karşı başa kakar.

O zaman Allah’ın yanında koruyuculuğu sona erer ve kendini nefsine teslim eder. Böylece Allah’ın indinde zalim ve kısıklardan olduğu halde, kendini iyi kimselerden görür.

Hz. Aişe‘den gelen şu rivayeti görmez misin? Kendisine, “Kişi ne zaman günahkâr olur?” diye sorulunca, o, “Kendini iyi bir kimse zannettiğinde.” cevabını vermiştir. Hz. Aişc ne doğru söylemiştir! Kişi ameliyle ucba düştüğünde, kendini iyi bir kimse olarak görür.

Ucub kişiyi, yaptığı iyilik, sadaka vb. bütün amellerini başa kakmaya sevk eder. Çünkü, yaptığı faziletler veya verdiği sada­kalar ona büyük görünür. Allah’a olan minnet borcunu unutur ve bundaki şükrünü yerine getirmez. Bundan dolayı yaptığı iyilikleri başa kakar ve sevabı yok olur. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Başa kakmak ve eza etmek suretiyle verdiğiniz sadakaları boşa çıkarmayın.” (Bakara, 2/264) Böylece Rabb’inin azabı kaçınılmaz olur.

Allah’ın Resûlü de şöyle buyurmaktadır: “Allah, kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, rahmet nazarıyla onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz, onlar için elem verecek bir azap vardır: Bunlardan biri de, iyiliği başa kakan mennandır.”

Öyle ise, sorduğun şeyi iyi düşün, verdiğim cevabı iyi an­la, ucbu öğrendikten sonra, terk etmek hususunda azmini Al­lah’a takdim et. Umulur ki, Yüce Allah, verdiğim cevaptan yararlanmanı sağlar.

Din Nedeniyle Ucub

Bil ki, din ile ucub dört şekildedir: Amel, ilim, isabetli gö­rüş ve hatalı anlayış. İlim, Kitap, sünnet ve ümmet âlimlerinin sözlerinden anlaşılan ve hıfzedilendir. İsabetli görüş, Kitap, sünnet ve icma‘dan, kıyas yoluyla, söz konusu mes’elenin daha önce hükmü sabit olmuş diğer bir mes’eleye benzemesi halin­de hükmünü çıkarmaktır. Matah anlayışa gelince, Kitap, sünnet vc ümmetin icma’ından istinbat olunmaksızın, zannın onun hak olduğuna itirazıyla birlikte, nefsin hevâsına uyarak hak olmayan tevil vc cehaletle düşülen tenakuzdur. Amel, ilim vc isabetli görüşle ucub bir anlamdadır. Çünkü bunların hepsi Allah tarafından verilmiş bir iyilik ve nimettir. Bunların asıl kaynakları ve çıkış mcnba'ları Allah olunca, bunları elde eden bu noktada uebe düşmez.

Kul, kendini sevap almaya müstahak, nimet verilmeye lâ­yık ve yaptıkları ile kabul edilmeye ehil olmadığını düşünme­sine rağmen, kendisine verilen nimeti ve Allah’ın üzerindeki minnetini büyük görmek veya sevap alma vc sadece bir fazl u kerem olarak yaptıklarının kabul görme ümidi ile böyle düşü­nür vc davranırsa ucub yapmış olmaz. Ama amelini çok görür ve gözünde büyütürse, ilim vc görüşünü güzel bulur, bunları da nefsine izafe eder ve nefsini över de, Allah’ın kendisine ver-^ diği nimeti ve bu suretle yaptığı iyiliği unutursa, o zaman ilim vc ameliyle ucub yapmış olur.

Dinle ııcbun tamamı (Özeti) şudur: Nefsin, amel veya ilmiyle kendini övmesi ve Allah’ın verdiği nimetleri unut­masıdır. Nefsin övünmesi ve nimetleri unutması, din ile ııcbun tâ kendisidir. Ancak, kulun yapmak isteyip de sonra yapamadığı ameller istisnadır. Çünkü burda ek olarak, Al­lah’a tevekkül yerine nefse dayanma, vardır. Bu da nimeti unutmaktan ileri gelir. Çünkü Allah’tan gelen nimete ulaştı­ğında, bunu kendi kendine elde edemeyeceğini anlar. Öyle ise, Allah kendisine iyilik ihsan etmişse onu elde eder, değil­se elde edemez.

Dedim ki:

“Üzerime düşen, Allah’ın dinde bana verdiği nimetlerin tamamı için Allah’ı hatırlamam, zikretmemdir. Şayet bun­lardan bir şey unutursam, o zaman ucub yapmış olur mu­yum?”

Dedi ki:

“Hayır. Din vc dünya nimetlerinin tamamının Allah’tan olduğuna topluca inanman şartıyla, her nimetin nimet olduğu­nu tek tek hatırlaman ve üzerinde düşünmen sana farz olmaz. Ama her nimet esnasında Allah’ı hatırlayıp, onun Allah’tan bir iyilik olduğunu bilirsen, bu senin için Allah katında daha fazi­letli bir durum olup seni şükre sevk eder vc senden ucbu uzak­laştırır. Sana verilen ilim ve amele karşılık hamd etmekle bir­likte, şayet nimeti zikretmeyi unutsan ve o hususta yanılsan, sana verilen ilim vc amelle övünerek bunları nefsine izafe et­mezsen, ucub yapmış olmazsın. Bu durumda, amelinin dışında kalan diğer nimetleri unuttuğun gibi, söz konusu nimeti de unutmuş olursun. Ancak, Allah’ın verdiği nimetleri unutarak nefsini översen, o zaman ucba düşmüş olursun.

Ameli Nefse İzafe Etme

Dedim ki:

“Benden başka kimsenin yapmadığı bir ameli nefsime iza­fe etmem nasıl mümkün olur? Zira o işi bizzat kendim yaptı­ğımı biliyor olmasaydım, ne onu nimet sayar ne dc karşılığında Allah’tan sevap beklerdim.

Dedi ki:

“Evet, yaptığın ya da bildiğin bir şeyi bilmekle ucub yap­mış olmazsın, ancak bunun Allah’ın nimeti olduğunu unutup, o işi nefsine izafe ederek onunla övündün mü ucb sahibi ol­muş olursun. Ancak bunu Allah’ın bir nimeti vc minneti kabul eder ve nefis serbest bırakıldığında kendi arzularına meylede­ceğini dc bilirsen, nimet verenin sadece Allah olduğu ortaya çıkar ve o zaman da ucba girmiş olmazsın.

Dedim ki:

“Bir işi yaptığımı bilmemle, o işi kendi nefsime izafe et­memin ve onunla övünmemin arasındaki farkı bana açıklayın.

Dedi ki:

‘"Yapmış olduğun işi başkası değil, senin yaptığını bilmen zorunlu ve tabii bir bilgidir. Öyle ki, onu yapmadığını söyle­meye güç yetiremcyeceğin gibi, nefsine ve başkasına, “Bunu ben yaptım.” diye söylemeye de gerek duymazsın. Ucbe gelin­ce düşmanın reddetmesi, nefsinin ise heyecanlı bir istekle seni övmesidir. Bu durum seni, yaptığın işi çok miktarda vc büyük bir iş görerek kendi kendine şöyle demeye kadar götürür: “Güç yetirebildim, sabrettim, bitirdim veya cömertçe verdim, uğraş- tun, arıladım.” Nefsinin gücü vc basiretinin keskinliğiyle sevi­nerek nefsini büyütürsün. Başka zamanlarda da Allah’ın nime­tini unutur, nefsine yönelir vc “Şunu okudum, bu kadar na­maz kıldım, günlerdir oruçluyum veya çok sıcak bir günde oruç tutmayı azimle başardım.” şeklinde hitap edersin. Bu a- meli nefsine izafe ederek onu çok görmen ve abartmandır.

Kısacası gücü ve sabrı nefsine izafe ederek, yaptığın ve yapmadığın işleri tekrar yapabilme gücüne sevinir, ona dayan­maktan vazgeçmez ve Allah’ın nimet ve minnetini hatırlamaz isen bir zaman gelir bütün bunları bir gaflet içerisinde yaptığını fark edersin. Zira Cenâb-ı Hak kendi fazlından sana bu gücü vermemiş olsaydı bunları yapmaya güç yetirebilir miydin? I- çinden kendine bu kadar övgü yağdırır miydin? Ya da güç ve yetki hususunda nefsine bundan fazla değer biçer miydin? İşte Allah’ın bir nimeti olan amelini bilmek ile, bilgi ve amelinle nefsini övmek (ucb) arasındaki fark budur.

Dedim ki:

“Kendimi bu dediklerine maruz kıldığımı ve meselenin, amelimi bilmekten öteye gittiğini görüyorum. Çünkü nefsime, benden kaynaklanan bir endişe ile, yaptığı ameli bilmezlikten gelmesini, hatta bunu başkası yapmış gibi değerlendirmesini söylemem, aklımı kaybettiğim anlamına gelir.

Eğer, nefsimin yapmadığım, bir başkasının bu ameli yaptı­ğını sanmasını vc kendisini felç, namazda iken kendisini uyku­da, oruçlu iken oruçlu olmayıp, namazı kılan, orucu tutan baş­ka birisinin olduğunu hissetmesinden endişe ediyorum. İçim­den, “Şunu yaptım bunu yaptım.” dememin ne sakıncası var­dır? Zira nefsim yaptıklarımı bilmiyor diye, yaptığım işler hak­kında kendisine bilgi veriyor değilim. Çünkü, Allah’ın nimeti­ni unutup nefsimi överek, yaptığım ameli ona izafe etmem, ucbun kendisidir.

Bu yüzden ben, bununla birlikte, yaptığımın ucb addedildi­ğini bildiren İlmî bir delil istiyorum ki, binleri bu mesele hakkın­da bir şüphe uyandırarak itiraz eder ya da bunun aksini iddia eden bir delil getirirse, nefsime karşı bana destek olabilsin. Aynı za­manda bunun aksini ifade eden İlmî bir delil gösterilmeden itiraz­cı ikna olmayacaksa, bu delil onu kabul etmeğe sevk etsin.”

Dedi ki:

“Evet zaten ancak Allah’a itaat edenler ve O’nun yolunda olanlar iyilikleriyle sevinir ve uebe maruz kalırlar. İbn Ebi’z- Zinad, Musa b. Ukbe‘nin Kurcyb‘den İbn Abbashn şöyle dedi­ğini rivayet ediyor: “Davud hayâtında hiç günah işlemedi. Fa­kat bir sefer nefsini beğenip ucba maruz kalarak dedi ki: “Ey Rabb’im, Davud ailesinden birisinin ihya etmediği bir gece yoktur ve Davud ailesinden birisinin oruçlu olmadığı bir gün de yoktur.” Haccac’m rivayetinde Davud’un şöyle dediği kay­dolunur: “Gece ve gündüzden geçen her saatte Davud ailesin­den biri ya namaz kılarak veya oruç tutarak ya da zikrederek mutlaka sana ibadet etmiştir.”

Hz. Davud bu sözleriyle, gece ve gündüz yapılan ameli Davud ailesine izafe etmiştir. Doğrusu kendisi bu hususta aile­nin ilki ve en iyi ibadet edeni idi. Ailesini ibadete çağıran ve onların bu ibadete devam etmelerini sağlayan da kendisiydi. Hz. Davud bu ameli büyük gördü. Zira kullandığı tabir bunu ifade ediyor. Çünkü Araplar bu tür bir ifade şeklinden, ancak ameli büyük görme anlamını kastederler. 1 Iz. Davud yaptığı ameli kendisine izafe etti vc nefsini de övdü. Zaten Cenâb-ı Allah’ın Hz. Davud hakkındaki sözü de bunu ifade ediyor.

İbn Abbas şöyle diyor: “Bunun üzerine Allah Hz. Davud'a vahyederek şöyle dedi: “Ey Davud! Bu benim yardımımla oldu. Şayet sana yardım etmemiş olsaydım buna gücün yetmezdi ve artık seni nef­sinle baş başa bırakacağım.”

Bir başka hadîste, “İzzetime ve azametime yemin ederim ki, artık seni nefsinle baş başa bırakacağım.” denilmiştir. Şayet Hz. Davud Allah’ın nimetini hatırlıyor olsaydı, Cenâb-ı Allah ona hatırlatma gereğini görmezdi; dolayısıyla onu cezalandırıp nef­siyle baş başa bırakmazdı. Bu yüzden Allah Hz. Davud’a unut­muş olduğu nimeti hatırlattı ve amelini izafe ettiği, yaptığını beğendiği nefsiyle baş başa bıraktı. Bunun için İbn Abbas Hz. Davud’u “Nefsini beğenen kişi.” olarak adlandırdı ve Allah’a olan itaatini beğenip uebe girmesiyle günah işlediğini bildirdi.

Hz. Davud Allah için yapmış olduğu ibadetiyle övündü ve hemen ardından cezalandırıldı. Neticede yaşamı boyunca ü- züntü ve nedamete sebep olan ve ahirette de onu uğraştıracak. Hadîste ifade edildiği gibi Orya‘nın 1 Iz. Davud’a hakkını helâl edeceği zamana kadar bu durum devam edecektir. Ucb ne büyük bir imtihan ne korkunç bir afettir!

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim de Huneyn Savaşı sı­rasında Hz. Muhammed’in ashabına yaptığı hatırlatması da bu kabildendir. Hz. Peygambcr’in ashabı ve onlara tâbi olanlar o zaman yeryüzünde Allah’a ibadet eden tek ve en hayırlı topluluk idi. Sadece Allah için kızar ve O’nun dinini savunur, destekler ve Allah düşmanlarına karşı topyekün savaşmak için toplanırlardı. Allah onlar için şöyle buyur­muştur: “And olsun ki Allah birçok yerde (savaş alanların­da) ve Huneyn Savaşı’nda size yardım etmiştir. Hani çoklu­ğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğra­maktan kurt aramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda (bozularak) gerisin geriye dön­müştünüz.” (Tevbe. 9/25)

Evet dunun böyle olmuştu. Çünkü sahabeden biri; “Bu gün azınlıktan dolayı mağlup olmayız.” demişti. Ne zaman ki sayılarıyla övünüp sevindiler ve Allah’ı unutup güçlerine gü­vendiler, Allah o anda desteğini onlardan çekti ki çokluğun kendilerine bir faydası olmayacağını ve onları düşmanlarına karşı galip kılanın sayıları değil, ancak Allah olduğunu hatırla­sınlar. Sonra Cenâb-ı Hak, Resûlü’ne ve ashabına bir ikram olmak ve dinini gözetmek üzere onlara acıdı ve onları muzaffer kıldı. Daha sonra Allah onlara söylemiş oldukları bu sözü ve eksik olan bu tutumlarını Kur’ân’da bildirdi. İşte bu, sayı çok­luğundan doğan ucubtur.

Süfyan b. Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Bir gün Hz. Eyyûb, Rabbi’ne yalvararak şöyle dedi: “Ey Rab- bim! Ben bütün işlerimde hep Senin isteğini kendi isteğime tercih etmişimdir. Bu belâyı başıma nerden getirdin?” Hemen bir buluttan on bin sesle; “Bunu yapma gücünü nerden elde ettin ey Eyyûb?” diye çağrıldı. Bunun üzerine Hz. Eyyûb hata­sının farkına vararak başına kül döktü ve “Senden Ey Rabb’im.” dedi.

Görülüyor ki Hz. Eyyûb yapmış olduğu ameli Rabb’ine izafe etmeyi unuturken hatırladığı zaman hemen Rabb’ine zelil ve muhtaç biri olarak yöneldi, bu amelin Allah’tan kendisine verilen bir nimet olduğunu fark edip ikrar ederek; “Evet sen­den Ey Rabb’im!” dedi.

Bu ve Hz. Davud‘un olayı, ameliyle şımarma anlamı i- çermektedir. Allah’ın izniyle konuyu yerinde açıklamaya çalı­şacağız.

Amelle Şımarma (İdlâl)

Dedim ki:

“Idlâlin (şımarma) ne olduğunu bana açıklayın.”

Dedi ki;

“İdlâl (şımarma) ucb mânâsıyla birlikte başka bir mânâyı daha içermektedir. Şöyle ki, ilmi veya ameliyle ucuba düşmüş kimse, kendisini, ameli karşılığında, Allah katında sevabı hak ettiğini ve yüce bir değere sahip olduğunu sanır. Fakat, Allah’ın sevap ve affını korkuyla birlikte ummak idlâl kapsamına girmez. Zira idlâl, umudun galebe ettiği, korku ve endişenin olmadığı durumda, amelin karşılığını istemektir. Meselâ, Muhacirlerden bir kadın Hz. Aişe‘yc şöyle demişti: “Hz. Peygamber’c Allah’a ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, dünyaya getirdiğim çocuklar hakkında iftira et­memek ve hayırda kendisine isyân etmemek üzere biat ettim ve Rabb’imin bütün buyruklarını yerine getirdim. O da bana karşı­lığını verdi. Allah’a and olsun ki Rabb’im beni cezalandırmaya­caklar.”

Bunun üzerine kadın rüyasında kendisine şöyle denildiğini gördü: “Rabb’inin kendisini azaba uğratmayacağına and içen sen misin? Peki seni ilgilendirmediği halde söylediğin sözlere vc yap­ınan gerektiği halde yapmayıp engel olduğun işlere ne dersin?”

Başka bir hadîste; “O kadına bir melek gelerek kendisi­ne şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Konuşurken sözlerim incel­tip kırıtıyorsun, ziynetini açıp gösteriyorsun, hayra engel oluyorsun, komşuna eziyet ediyorsun ve eşine itaatsizlik ediyorsun!” Daha sonra melek beş parmağıyla kadının yüzüne bir şamar vura­rak; “Beşe karşı beş, artırırsan biz de artırırız!” dedi.” Râvî, ka­dın sabahladığında yüzünde hâlâ parmak izlerinin olduğunu anlatmaktadır. İşte bu Allah’a karşı ameliyle şımarmadır. Gaflet, unutkanlık ve cehaletten ötürü azabı hak etmiştir.

Dedim ki:

“Onun, Allah katında büyük bir değerinin olduğunu san­dığına delil var mıdır?”

Dedi ki;

“Hem kalbinden hem dilinden onun böyle inandığını gös­teren nice deliller vardır. Meselâ, Hz. Davud'un dediği gibi, Allah’a yalvarırken amelini büyütmesi, başına bir belânın gel­mesini veya Allah’ın kendisine karşı düşmanına yardım etmesi ya da yaptığı bu kadar amele rağmen dua ve isteklerini reddet­mesini hiç beklememesi.. Evet bütün bunlar, O’nun dediğimiz şekilde inandığını gösteren delillerdir.

Hz. Eyyûb’ün “Ey Rabb’im! Ben bütün işlerimde hep Se­nin isteğini kendi isteğime tercih etmişimdir. Başıma bu belâyı neden getirdin?” demesi de bunun gibidir.

İyi amel işleyen kimse duasının kabul olmamasını ya da is­tediği bir şekilde kendisiyle muamele edilmemesini, başına musibet gelmesini, düşmanının eline düşmesini ya da dünya kötülüklerinden birisine maruz kalmasını çirkin görüp bunu tepkiyle karşılar ve sanki Allah’a minneti varmış gibi ameliyle şımarıp Allah’tan karşılık isteyerek, mükâfatlandırılması gerek­tiğini düşünürse ameliyle ucub ve idlâl yapmış sayılır.

Kuşkusuz Allah’ın kullarına olan nimeti ve fazlı olmasaydı, onları iyi ameller işlemeğe muvaffak etmezdi. Zira iyi amel Al­lah’ın bir fazlı ve nimetidir, kulları ise pek az şükrederler, pek çok günah işlerler. Doğrusu şükretmek de Allah’ın bir nimetidir. Günahlar ise pek çoktur. Allah şöyle buyuruyor: “Eğer üstünüz­de Allah'ın lütu f ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkmazdı.” (Nur, 24/21)

Bu âyet indiği zaman, insanların en hayırlısı olan Pey­gamber Efendimiz ashabına şöyle dedi: “Hiçbirinizi ameli kurtaramaz.” Ashab, “Seni de mi amelin kurtaramaz Ey Allah’ın elçisi?” diye sordular. Resûlullah, “Evet, Allah beni rahmetiyle kuşatnıasa, beni de amelim kurtaramaz”* dedi.

Hz. Peygamber’in şöyle dediği de rivayet olunmuştur: “Şayet Allah yaptığımız bu iki şeyden dolayı, beni ve Isa b. Meryem’i sorguya çekecekse bize azap verir. ”

Daha sonra sahabeye bakıyoruz, takva vc faziletlerine rağmen Allah’a olan korkularından dolayı, insan olarak değil başka bir yaratık olarak dünyaya gelmeyi temenni etmiş ol­duklarını görüyoruz. Ebû Bekir kumru kuşu olmayı, Ömer ise bir saman çöpü olmayı temenni etmişlerdir. Ebû Ubeyde, İm ran b. 1 lüscyn vc başkaları da buna benzer şey­leri temenni etmişlerdir.

Kullarına karşı cn büyük hüccet Allah’ındır. O’nun kulla­rına minneti, nimeti ve fazlı vardır, kimsenin O’na minneti yoktur, kulların yaptıkları hayırlı işler de Allah’tandır.

Dedim ki;

“Bu söylediklerinin idlâl olduğunu gösteren delil nedir?”

Dedi ki;

“Katade, “Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.” âyetini “Amelinde naz yapma.” şeklinde açıklamıştır. Doğrusu bu âye­tin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler olmuştur. Ba­zıları, “Sana hediyeler vermeden başkalarına hediye verme.” şeklinde açıklamışlardır. Katade’ye göre, “Ameliyle idlâl yapıp karşılığını isteme.” anlamını ifade ediyor.

s el-Bıılıârî, Rikak, 18; Müslim, Müııafıkîn, 71, 73; İbn Mâcc, Zülıd, 20.

374

Rivayet edildiğine göre Hz. Davud ve Hz. Eyyûb şöyle demişlerdir: “Ameliyle idlâl yapan kişinin namazı başına takılır da yukarı çıkmaz. Günahını itiraf ederek gülmen, amelinle idlâl yaparak ağlamandan daha iyidir.” şeklinde açıklamışlardır. İşte idlâlle ucub budur.

Idlâlin karışmadığı tek ucub ise, anlattığım gibi, yapmış ol­duğu hayırlı amel ile nefsi övüp Allah’ın nimetini unutmaktır. Rebah el-Kaysî’ye, “İyi amel işleyenlerin amellerini bozan nedir Ey Ebû Muhacir?” diye soruldu. Rebah, “Allah’ın nimetini unu­tup nefsi övmektir.” şeklinde cevap verdi.

Yanlış Rey ile Ucub

Dedim ki:

“Verdiğin bu cevabında yanlış rey sebebiyle ucba değin­medin.”

Dedi ki:

“Yanlış rey bir nimet değildir ki, onunla ucb durumunda nimetin unutulmasıyla vasfedilebilsin. Zira bu bir belâ, eksiklik ve mahrumluktur.”

Yanlış rey bid’at ve dalâlet hususunda olduğu zaman, im­tihan ve mahrumiyet sayılır. Ahkâm hususunda ise bazen gü­nah ve mahrumiyet bazen de günah sayılmayıp sadece dinde bir eksiklik sayılmaktadır.

Kitap, sünnet ve icmaya muvafık olmayan rey uebden meydana gelir. Zaten çoğu insanları din hususunda yanlışlığa, bid’atlere, küfre ve dalâlete saptırıp onları helake götüren sebep de bu türde olan reydir. Nitekim Peygamber Efendimiz reyi zemmedip ahir zamanda ümmetine galebe edeceğini bildirmiş ve insanların bu durumda kör ve sağır olup hiçbir nasihatin onları etkilemeyeceğini ifade etmiştir.

Ebû Sa’lebe el-Huzenî, '‘Peygamber Efendimize, “Ey i- man edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar vermez.” (Maidc 5/105) âyetinin anlamını sor­dum, Peygamberimiz şu cevabı verdi: “Ey Ebû Sa’lebe, iyiliği emretin, kötülüğü nehyetin. İtaat olunan bir cimrilik, tâbi olu­nan arzu vc görüş sahiplerinin kendi görüşleriyle övündükleri­ni gördüğünde nefsini kurtarmaya bak’” demektedir. Peygam­ber Efendimiz âyetin, insanların çoğu dünyayı ahirete tercih ettikleri ve reyleri ile övündükleri zaman Müslümanların bu tutumda olmamalarını tavsiye ettiği anlamına geldiğini haber veriyor.

Sahabe vc onlardan sonra gelen âlimler de reyle övünmeyi zemmetmişler ve reyle amel etmenin insanı helake götüreceği­ni söylemişlerdir.

Allah hakkında doğru olmayan şeyleri söyleyenler için, Ccnâb-ı Hakk’ın şu sözlerine bakınız: “İyi işler yaptıklarını sanıyorlar.” (Kelıf, 18/104). “Kötü işi kendine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse mi?” (Farır, 35/8). Diğer bid’at ehli de böyledir. Eğer görüşleriyle övünmeselerdi, bid’atlarını savunup deliller getirmezlerdi.

Kâfirlerin bütününü, Müslümanlardan da bid’at ehlini ve yanlış fetva verenleri helake götüren şey yanlış reyle övünüp ucb içinde olmaktır. Zira yanlış tevilleri yapıp hak sandılar ve tevilleri ile övündüler; yanlış fetvalar verenler ise kıyas şartları­na uygun olmadığı halde, kıyas yapıp hakka isabet ettiklerini sandılar ve kıyaslarıyla övündüler. Oysa onlar hakkı bırakmış bâtılı din edinmişlerdir.

Dedim ki:

9 L-btî Dâuûd, Melahiııı, 17; el-Tinnizî, Tcfsiru Sûre, 15,; İbn Mâcc, Fitcn, 21.

“Yanlış reyle övünmenin büyük zararlarını açıkladın vc tahribatlarını anlattın. Şimdi de onun ne olduğunu bana bil­dir.”

Dedi ki:

“Kesin olmamakla birlikte bir zan ile, gerçek olduğunu kabul ettiği ve hevâ-i nefsten ileri gelen yanlış bir görüşü güzel görmektir.”

Dedim ki:

“Onu güzel görmesi neden kaynaklanıyor? Çünkü böyle bir şey ancak cehaletten kaynaklanabilir.”

Dedi ki:

“Evet.”

Dedim ki:

“Bu gaflet ve cehalet neden ileri gelir?”

Dedi ki:

“Nefsi eleştirmekten kaçınmak, o görüşü izah edici bir da­yanak ve hakkında Allah’tan gelen bir delil olmadan o görüşü güzel görmekten kaynaklanır. İşte bu nimet değil, büyük bir musibet ve korkunç bir afettir. Bu durumda, Allah’ın nimetini hatırlasa bile, ucbun giderilmesi yerine, daha fazla kökleşir vc artık ona tamamıyla galebe eder.

Zaten bunu nimet gördüğü için övünmüştür. Onu büyük bir afet olarak saymamıştır ki, ondan sakınsın. Ya da onu bir bela olarak görmemiştir ki, nefsini eleştirsin ve neticede o gö­rüşü kabullenmesine veya terk etmesine yardımcı olacak bir ilim sahibi olsun. Çünkü yanlış reyi nimet sayan kişi onunla övünür.

İyi Ameller Sebebiyle Oluşan Ucbu

Gideren Şeyler

Dedim ki:

"Abid, din sebebiyle oluşan ucbu ne ile giderebilir ki on­dan kartalabilsin?”

Dedi ki:

“İtaat ve hak ile olan amel, ılım ve hakka uygun isabetli rey ile oluşan ucb, bunların Allah tarafından kendisine verilen bir nimet olduğunu hatırlamak ve Allah’ın fazlı olmadan hiç kimsenin nefsinin becerisiyle bu nimete ulaşamayacağına inanmakla giderilebilir. Zira nefis kendi başına bırakılsaydı bunu ne yapabilirdi ne de ondan ileri gelmiştir. Zira nefsin arzusu bunun aksini istemektir. Bu yüzden Allah kendisine nimet vermek istediği kulun aklını uyarır. Kul akıl ile, nefsî arzusunu yener neticede doğruyu yapmaya azmedip, nefsin arzu ve isteklerine muhalefet eder. Çünkü nefsin arzuları, insanın yapmak istediği her iyiliğin aksini istemektedir. İnsan gece namazına kalktığı zaman nefis uyuyup rahat etmeyi ister ve oruç tuttuğu zaman nefis yemek içmeyle gıdalanmayı ve çımayla rahatlamayı sevdiği için oruçlu olmaya karşı çıkar. Diğer hayırlı ameller de böyledir. Şayet nefsin arzusuna bıra­kılsa, yapılmaz.

Öyle ise iyi amel etmenin, nefsinin bir becerisi değil, Al­lah’ın kendisine verdiği bir nimet olduğunu hatırlayıp itiraf etmeli ve bu nimete şükretmelidir. Şükretmekte kusurlu ol­duğunu ve hakkıyla şükredemediğinin şuuruna varmalıdır. Bu nimete hakkıyla şükredemediği için, ona ehil olmadığını ve bu nimetin kendisinden alınmasını hak ettiğini bilmeli­dir.”

Dedim ki:

“Nefse fazla ağır gelmeyen iyi ameller de vardır. Bâtıl söz­lere dalmayıp sükût etmek, gözü harama kapamak, gıybet, fay­dasız ve günah olan sözleri terk etmek ve kalbiyle zikir vc fikir etmek vb. bunlardandır.”

Dedi ki:

“Bu saydıklarının tamamı nefse ağır gelir. Zira, her ne ka­dar nefsi yoracak kadar ağır değillerse de, onu istek ve arzula­rından alıkoyuyorlar. Çünkü nefis insanlarla konuşmakla ra­hatlar ve kalbinden geçen sözleri ancak bu şekilde anlatabilir. Yine gözü haramdan sakındırmak da nefsi, istek vc arzularına bakmaktan alıkoymaktır.

Ahiret için kalp ile zikir ve fikir de nefsi, dünya rahatı için düşünmekten alıkoyan Bu da nefse ağır gelir ve onun istek ve arzularına engel olur.

Akıl erbabınca, insanın işlediği bütün hayır ve iyi amelle­rin, nefsin arzu ve isteklerin hilafına olduğu doğrulanmıştır. Çünkü nefis yorulur veya en azından istek vc arzularından alıkonur. Bütün bunlar, nefsin arzuları hilafına yaptığı şeylerin, bir başkası tarafından yaptırıldığının kesin delili ve açık şahidi­dir. O da, nefse bunları fazlından veren yaratıcısı ve sahibi olan Allah’tır. Öyle ise şükür ve hamd ona aittir.

Şayet nefis, sahibine yapılan amelleri kendinden yaptığı id­diasında bulunur ve insan da nefsini sabır vc gücüne karşılık överse, kendisinde bulunan bu bilgilerle ona yaklaşsın. Zaten Yüce Allah’ın, Rabb’inin rahmet ve minnet ettiği hariç, her nef­sin kötülüğü emrettiğini bize bildirmesi, yeterlidir.

Kişi bu inançla nefsine yaklaşmalıdır. Kuşkusuz nefis bu iddiasında yanıltıcı ve iftiracıdır. Aksini arzuladığı, kendisine ağır gelen ve engel olmak için çaba harcadığı bir şeyi, kendisi­nin yaptığını, nasıl iddia edebilir?

Evet nefis, yapmak istemediği, aksini arzuladığı ve ya-' pılmasına başlandığı zaman terk ettirmek için mücadele verdiği bir şeyi, kendisinin yaptığını, nasıl iddia edebilir? Kuşkusuz bu nefsin bir iftirasıdır ve onu tasdik eden dc ah­mak ve cahildir.

Dedim ki:

“Allah için iyi amel işleyen, azmi güçlü, dünyaya karşı olan ve ibadetlere devam eden kimse, bazen, ibadet için nefsinde öyle bir arzu, öyle bir istek hisseder ki, neredeyse sabrı taşacak­tır. Sanki bu onun tabiatıdır. Hatta bazen, bu sınırı da aşmak­tadır. Amelimizde iyi ve kötüyü karıştırmamıza rağmen, bazen bu hali kendimizde bile müşahede edebiliyoruz.”

Dedi ki:

“İşin başında, nefiste böyle bir arzu olmaz; zaten bu arzu ne güçlü ne de zayıf olduğu zamanlarda nefsin yaradılışıyla bağdaşır. Zira işin başında kendisinden böyle bir şeyin ortaya çıkmaması için çaba harcamaktaydı. Ancak ne zaman ki Allah, kuluna güçlü bir azim, nefsiyle mücadelede ve onu etkisiz hale getirmede mücadele sabrı nasip eder ve nefis de artık onun kendi isteklerine cevap vermesinden umutsuz kalır, Hakk’ın nuru ve kendisinin güçlü azmiyle mağlup olur ve ahiret dertle­ri kendisine galebe ederse, bu iddiasından vc alıştığı vaziyeti talep etmekten kesilip vazgeçer. Ancak bununla birlikte nefis, yaratıldığı yapı vc huyunu korur. Şayet insanda en küçük bir tembellik bulursa, o kötü hallerine döner ve Rabb’ine yaptığı çoğu ibadetleri artık bırakıp, terk eder.”

Zorla teslim olan, tehdid ve azarlama ile isteklere cevap veren, başkası sana destek verip onu mağlup etmeden itaat etmeyen; buna rağmen, senin davetine icabetinden geri dö­nüp, itaatini terk edip etmeyeceğinden ve daha önceki kötü hallerine tekrar dönüp dönmeyeceğinden emin olmadığın birini, yaptığı iyi işlerden ötürü över veya onun kendi arzu ve isteğiyle bunları yapıp sana itaat ettiğini düşünür müsün? Veya sana itaat etmeyi arzulamadığını bildiğin için onu tenkit eder inisin? Diğer taraftan, nefse galip olup hizmetinde kul­lanıncaya kadar sana boyun eğmesinde yardımcı olana teşek­kür etmez misin? Çünkü, onun bu kötü hallere karşı arzusu­nun değişmediğini, zorla icabet ettiğini, mağlup edilerek itaat ettirildiğini, bir kaçış yolu vc çıkış menfezi bulduğu anda eski arzu vc isteklerine koşacağını vc senden yüz çevireceğini ga­yet iyi bilmektesin.

Bu, tıpkı düşman bir ülkeden esir alıp, ailesinden, çocukla­rından, malından, vatan ve toprağından uzaklaştırdığın birine benzer. Esarete düşmeden evvel o seni esaret altına almak için var gücüyle savaşmıştı, ancak birilcri gelip sana destek verdi ve onu sana yakalayıp teslim etti. Ama hâlâ ülkesine dönmek için seninle çekişmekte, seni öldürmek veya esaret altına alıp berabe­rinde ülkesine götürmek için fırsat aramaktadır. Sen ise hizme­tine koşup itaat etsin diye onu dövüp zorlamaktasın. Fakat onun bir fırsat bulup seni terk etmesinden ve kendisine vermiş oldu­ğun işini bırakıp kaçmasından endişe duymaktasın. Bu insan, “Övülmeye lâyık ya da işinde dürüsttür.” diyebilir misin?

İşte nefsin de tıpkı bu esir gibi, daha evvel dünyaya sarılıp onu ahirete tercih etmek istiyordu vc seni istekleri doğrultu­sunda çalıştırıp kurtuluş yolu olan ahireti bırakman için seni esaretine almaya var gücüyle çalışıyordu. Ancak, Allah, seni nefsine karşı muvaffak kılmak için, za'fıyetini giderip seni güç­lendirdi, kalbinin karanlığını giderip aydınlattı, çoğu istek vc arzularından vazgeçene kadar nefse karşı sana yardımcı oldu. Nefis ise zorla ve istemeyerek dahi olsa, boyun eğip sana tesli­miyet gösterdi.

Daha sonra Allah, sana, nefsini tenkit edip kötülüklerden alıkoymayı nasip etti. Aklını vc ilmini, cehalet vc arzularına karşı güçlendirdi ve seni nefsine muhalefet edebilmeye muvaf­fak kıldı. Neticede isteklerini elde etme noktasında senden ümidini kesti ve alıştığın tarza alıştı. Yaratılış vc huylarını hiç değiştirmemekle birlikte, sana boyun eğmeye koştu.

Sen ise, nefsin bu itaatine rağmen, daha halen eski hali­ne dönmesini bekleyip ona karşı sana yardım edip, sana ita­atkar kılandan desteğini sürdürüp çekmemesini istiyorsun ki, tekrar seni artık tanımayıp bütün istek ve arzularını sana yaptırmasın. Zira bu hem dünya hem ahirette hüsrana uğ­raman demektir.

Bu açıklamadan sonra nefis ile sözü geçen esir arasında hiçbir farkın olmadığını anlamış olmalısın. Hatta nefis, esirden daha tehlikeli ve daha şiddetli bir fitnedir.

Dedim ki:

“Nefis ile esir arasında şöyle bir fark görüyorum, Esir, kendisinden istenilen şeyin kendi hayrına olduğunu düşün­memektedir. Oysa nefis, kendisinden istenilen şeyin, hem dünya hem de ahirette kendi hayrına olduğunu biliyor.

Dedi ki:

“Muhalefet hususunda nefis ile esir eşit olmakla birlik­te, nefsin şerri esirinkinden daha fazladır Zira nefis bilerek itaatsizlik yapıyor. Esir ise bilmediğinden ve gerçeği anla­madığından isyan ediyor. Şayet kendisinden kabul edilmesi istenilen İslam’ın küfürden farkını, Allah’a vc dinine karşı savaşan dar-ı harbin kötülüğünü bilip doğru bir şekilde an- lasaydı, belki de İslâm’ı isteyerek kabul edip dar-ı harbe dönmekten vazgeçerdi.

Bu demektir ki nefis esirden daha şerli ve daha çok inatçı­dır. Zira o seni ancak kurtuluşa çağırır, helâk olmasını isteme­diğini bildiğine göre, inat edip itaatsizlik etmektedir.

Bazı esirlerin her hususta nefse benzeyip aralarında hiçbir farkın olmadığını da görürüz. Çünkü bazen esir, i­manı vc faziletini anlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, Ehl-i Kitap­tan bir kısmının hakkı bildikleri halde reddettiklerini bildi­rerek şöyle buyuruyor: “ (Resûlüm) Eğer sen, sana indirdi­ğimizden kuşkuda isen, senden önce kitab okuyanlara sor. Andolsun, sana Rabb’in-den hak geldi. Sakın kuşkulanan­lardan olma!” (Yunus, 10/94).

Allah’ın varlığını itiraf edip bildiği halde, İblisin, inat ve inkâra gittiğini ise şöyle açıklıyor: “Nitekim hak uğruna (sava­şa gitmek için) Rabb’in seni, evinden çıkardığı zaman, mümin­lerden birtakımı bundan hoşlanmıyordu. Hak ortaya çıkmış iken sanki gözleri göre göre ölüme sürülüyorlarmtş gibi (cihad konusunda) seninle tartışıyorlardı.” (Enfal, 8/5-6)

İşte nefis de böyledir, her şeyi açıkça bildiği halde hakkı red konusunda, esirlerin en şerlileriyle eşit, cahil veya bilgili, her esir aynı konuma girer. Neticede isyân ve reddetme konu­sunda aralarında bir fark kalmaz.

Hamd sadece Allah’adır, tenkit ise, nefsedir. Onun şerrin­den korkup dikkatli olmak vc ona hiçbir zaman güvenip ya­naşmamak gerekir.

Nefsini tanıyan kişinin ucbu gider. Böylccc Rabb’ini yü­celtir, O’na şükreder. Nefsinin şerrinden şiddetle sakınır. Rabb’inc güvenip sadece O’na yanaşır ve nefsine buğzedip, nimet sahibi olan Rabb’ini sever.

Meselâ, iki arkadaşın olsa ve sen uykuda iken onlardan birisi kafanı bir taşla ezmek istediği anda diğeri, taşı arkadaşının elinde havada tutarak seni uyandırsa ve arkadaşının sana ne yapmak istediğini gösterse; ya da onlardan biri seni öldürmek için yeme­ğine zehir koysa, diğeri ise, sen uyandığında, o yemeği bir hay­vana yedirerek arkadaşının ne yapmak istediğini açık bir dille bildirse vc sen de gözünle o hayvanın zehirli yemekten öldüğü­nü müşahede edip o yemeği yemiş olman durumunda ölümüne sebep olacağını açıkça anlasan; o hain arkadaştan nefret edip ona kızmaz ve seni tuzaktan kurtaran arkadaşı da sevip, güvenip ona minnettar olduğunu göstermez misin? Sana kötülük yapmak isteyene karşı artık uyanık ve dikkatli olup, bu kötülüğe engel olana da daha fazla güvenip ona yanaşmaz mısın ki, seni, buna benzer kötülüklerden başka zamanda da kurtarsın ve sana kötü­lük yapana karşı da, tekrar böyle bir kötülükte bulunacağı du­rumlarında, uyanık olup kendini ondan koruyasın?

Şayet sana kötülük yapmak isteyen arkadaşın sana gelip as­lında sem kurtaranın kendisi olduğunu iddia ederse, sen ger­çekten seni kurtaran diğer arkadaşı unutup kurtuluşunu, sana tuzak kuran kötü arkadaşa izafe eder misin? Hayır, aklın oldu­ğu sürece bunu yapacak değilsin!

Kuşkusuz, nefsinin sevk ettiği nice kötülükler olmuştur, ancak Allah onu terk etmene yardımcı olmuş ve seni korumuş­tur. Seni gafletten uyandırıp, o kötülükten kurtarmıştır. Oysa o kötülük neticesinde taş ve zehirle ölmekten daha kötü olan, ateşte yanmak ve helak olmak vardır.

Nefsinin seni, Allah’ın haklarını yerine getirmekten alı­koymaya çalıştığı nice durumlar olmuştur. Ancak Allah seni, nefsin arzularının aksini yapmaya muvaffak kılmıştır. Öy­leyse nefsine buğz edip onun şerrinden korkman ve onu överek iyilikleri ona izafe etmekten sakınman gerekir. Rabb’ini ise sev, O’na güven vc O’na karşı mutmain oL Sana ulaşan bütün iyilikleri O’ndan bilerek sadece O’na şükret- meyi asla unutma.

Dedim ki:

“Senin bu açıklamanla şu sonuca varabiliriz: -Aslında ben de genel olarak aynı şeyleri düşünüyordum- Şayet Rabb’im nefsimi serbest bıraksaydı, muhakkak nefsim beni helâka götü­rürdü. Öyle ise beni helâk olmaktan kurtaran sadece Allah’tır. Beni hayırlı işler işlemeye muvaffak kılan tek minnet sahibi O’dur. O tektir, ortağı yoktur.

Yanlış Reyle Övünmeyi (Ucub) Nefyeden Şeyler

Dedim ki:

“Yanlış rey nimet olmayınca, ondan ileri gelen ucbu nasıl nefyedeyim ki, bununla Allah’ın üzerimdeki nimetini hatırla­yıp onu nefsime izafe etmeyeyim? Zira, bunun bir afet ve hizlan ya da dinde bir eksiklik olduğu benim için açıkça ortaya çıkmıştır.”

Dedi ki:

“Kul yanlış reyden ileri gelen ucbu şöyle giderebilir: Nefsini itham edip kitap, sünnet ve kıyastan açık ve net bir delil olmaksı­zın, reyini güzel görüp kabul etmeyerek ve meydana gelecek her­hangi bir olay hakkında hüküm venneye kalkmayarak...”

Dedim ki:

“Nefsini nasıl ve neyle itham eder?”

Dedi ki:

“Sehiv ve gaflet gibi nefsin yaratılışından kaynaklanan bir­takım eksiklikleri ona bildirmekle itham edilir. Çok hata yaptı­ğı ve çoğu kez önemli meselelerde ayağı kaydığı, sayılmayacak derecede kötü tevillerde bulunduğu tecrübe ile sabit olmuştur. Bunlara rağmen, hiç kuşku duymadan isabet ettiğini zanneder. Ama daha sonra, gaflete girip hata ettiği ve görüşlerini güzel görmede, şeytanın yaptıklarını süslemesi ve nefsin arzularından kaynaklandığı ortaya çıkmıştır.

Şayet, sadece halkın genelinde görülen, Allah’ın dinine ait yanlış sözlerine rağmen, nefsin, bu sözlerin doğru olduklarına ait iddiaları göz önüne alınsa bile, nefis yeterince töhmet altına1 girmiş olur. Zira, yanlış düşünceye sahip olduğu halde haklı ve doğru olduğuna, muhaliflerin ise yalancı ve yanlış olduklarına şüphesiz bir şekilde inanmaktadır. Değişik dinlere mensup olan insanlardan rey, fetva vc bid’at ehli olan Müslümanlara kadar, hepsi bu durumdadırlar.

Nefislerin birbirine gayet yakın ve aralarında bir hayli benzerlik olduğu bilinmektedir. Hiçbir nefis sehiv-ve gafletten korunmuş değildir. Yanlış reyle övünen kulun nefsi de Âde- moğulları olan diğer insanların nefislerinden bir farkı yoktur, yaratılış biçimi onların yaratılış biçimi gibidir, arzuları onların arzuları gibidir. Bununla birlikte, insanlara yanlışı süsleyip doğru diye gösteren aynı kişidir. O da onları yanlış vc masiyete götürmek için düşmanca pusu kuran vc onların ayağını kaydı­rıp isyana sürükleyen şeytandır.

İşte insan gerçek olan bu bilgileri kalbine yerleştirdiği zaman, nefsini eleştirip itham edebilir. Kitap ve sünnette bakmadan, basiret ve ilim sahibi insanlara sormadan, reyini güzel vc doğru görmede acele etmez. Zaten nefislerini tanı­yan salih insanlar hep böyle yapmışlardır. Sürekli reylerini eleştirip yanlışlıkla itham etmişler ve nefislerinden kork­muşlardır.

Meselâ, evlenip de duhul gerçekleşmeden ve herhangi bir ınchir belirtilmeden kocası ölen bir kadının durumunu öğ­renmek için, tam bir ay İbn Mcs’ud‘a gidip gelindiği, İbn Mes’ud’un nefsini itham ederek, yanlış cevap vereceği korku­sundan, onları tam bir ay beklettiği rivayet olunmuştur. Daha sonra kendisinin cevap vermek zorunda kaldığını görünce, şöyle demiştir: “Ben bu hususta kendi reyimle hüküm verece­ğim, şayet doğru ise o Allah’tandır, eğer yanlış ise nefsimden- dir.” Hz. Ebû Bekir‘dcn de buna benzer bir olay rivayet edil­miştir.

Hz. Ömer ise şöyle diyor: “Allah Peygamber’in ashabı için şöyle demiştir: “Şayet o birçok işte size uysaydı sıkıntıya düşer­diniz.” (Hucurat, 49/7). Sahabenin durumu böyle ise, diğer in­sanları siz düşünün!” Katade bu âyetin tefsirinde şöyle demiş­tir: “Sizin aklınız hataya daha meyillidir, zira onlar reylerini eleştirip Rabb’lerinin kitabına arz ederlerdi.”

Ebû Said el-Hudri‘nin ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah, Peygamber’ine şöyle diyor: “Şayet o birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz.” (Hucurat 49/7) Onlar, O’nun as­habıydı. Daha düşük olanların durumunu ise sen kıyas et’”

İbn Mes’ud şöyle diyor: “Ey insanlar! Reyi eleştiriniz. Al­lah’a yemin ederim ki, nerdeyse kılıcımı, Allah vc Peygamber rızâsının olmadığı yerde kullanmaya kalkışacaktım.

Sehl b. Hanif, “Ey İnsanlar! Reylerinizi eleştirin.” derken, Hz. Ömer şöyle diyor: “Adamın biri reyini eleştirdi. Şayet Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı gün Peygamber’e itiraz ede- bilseydim, itiraz etme görüşündeydim.” Bu hususta çok hadîs var. Konu uzamasın diye bunlarla yetiniyoruz.

Dedim ki:

“Bu bilgileri öğrenince reyini eleştirir vc itham eder, ancak hataya düşmemek için nasıl tedbir alacak?”

Dedi ki:

“Biliyorsun ki, Allah’ın kitabında Müslümanların tefsiri üzerinde icma ettikleri muhkem âyetler olduğu gibi tevil edile­bilir müteşabih âyetler de vardır. Bu tür âyetlerin tevilinde âlimler arasında ihtilaf meydana gelmiştir. Bir de sadece kal­binde eğrilik olanların hakkında ihtilaf ettikleri müteşabih âyet­ler vardır ki, Cenâb-ı Allah onların fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için bu tür mütcşabih âyetlerin peşine düştüklerini anla­tıyor. Zira kalplerinde eğrilik vc dalâlet vardır. Peygamber’in sünneti dc, tıpkı Kur’ân gibi farklı gruplara ayrılmaktadır.

Allah’a doğru bir şekilde ibadet edilebilmesi için gerçeği arayan her kul şunları bilmelidir:

1.    Kuşkusuz Kitap vc sünnetin bir kısmı muhkemdir. Bu kısmın okunuşu açıktır ve tefsirinde de icma vardır. Bu tür âyet vc hadîsler açıktır. Öğrenmek için araştırmaya vc kabulü hususunda nefsi eleştirmeye veya kabul etmesinden sakındır- maya gerek yoktur.

2.    İnsanoğlunun gaflet, sehiv ve za'fı ile şeytanın ona amellerini süslü göstermesi neticesinde bazı âyet vc hadîslere verilen anlamda ihtilaf olabilir. Ya da bir meselenin hükmünü belirlemek için, Kitap, sünnet vc icmadan, kendisine kıyas edi­len benzeri bir meseleye ihtiyaç olabilir. İşte bu durumda nef­sini itham edip tedbir almalı ve acele etmemelidir. Zira bu durumda hataya düşmek mümkündür. Araştırmayıp acele et­mek gurur ve hatadır. Din konusunda tedbirsiz olmak vc Allah hakkında yanlış şeyleri söylemekten sakınmamak demektir. Acele etmemeli, dikkatli olmalı; kaçınmalı, kabul etmemelidir.

Aklıyla süsleyip, kalbiyle güzel gördüğü her şeyin doğru olduğuna inanmasın. Sadece Kitap, sünnet ve icma‘a dayanan vc ihtilaflı olan konularda da bunlarla çatışmayan her tevili kabul etsin. Veya kıyas yapmaya ehil birisi ise, kıyas eder değil­se âlimlere sorar, görüşlerini öğrenir vc onların yolunda gider.

Şayet ehl-i nazardan olmayan kişi, aklı yetmediğinden ötürü helâl ve haramı bilmeyip doğruyu yanlıştan ayıramıyorsa bazı kadın ve acemler gibi, ihtiyaç durumunda âlimlere sorup onları taklit eder.

3.   Maksat vc tevilin Allah’a bırakılması ve olduğu gibi O’na inanılması gereken müteşabih âyetler söz konusu olunca tevakkuf edip tevil edilmesi gerektiğine inanmalıdır.

Ccnâb-ı Hak ilimde rasih olan âlimleri, insanların onunla amel etmelerinin gerektiği bir hükmü içermeyen bütün müteşabih âyetlere olduğu gibi inanmak ve tevil etmemekle methetmiştir.

işte bu, yanlış reyle övünmeye engel olan yoldur. Bu yolu izlediğin zaman, Allah’ın izniyle, Allah’ın dini hususunda yan­lış kıyas, tevil ve reyle övünmezsim

Dedim ki:

“Nimet sayılmayan bir amelle nasıl ucub oluşur?”

Dedi ki:,

“Nefsinde gördüğün, güç ve sabra dayanarak ve Allah’tan nasıl nimet beklediğini unutarak, ucub sahibi olursun. Meselâ Ahnef b. Kays, I Iz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu söyler: “Davud Rabb’ine şöyle dua etmiştir: "Ey Rabb’im! İsra-iloğullart İbrahim, İshak ve Yakub’un hakkıyla Senden istekte bulunuyorlar.”™

İbn Abbas bu hadîs hakkında şöyle diyor: “Hz. Davud bu sözleriyle, şayet başına bir musibet gelirse, sabredeceğini söy­lemiştir.” Muhammcd b. Ka’b el-Mukbirî bu hadîs hakkında şöyle demiştir: “Allah I Iz. Davud’a, ‘Ben onları musibetlerle imtihan ettim, sabrettiler.’ dediği zaman I Iz. Davud, ‘Ey Rabb’im! Şayet beni de musibetlerle imtihan edersen ben de sabrederim.’ dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah şöyle dedi: ‘Ben onları imtihan ederken onlara sizi neyle, hangi ayda ve günde imtihan edeceğimi bildirmedim, fakat sana ise söylü­yorum. Bu yılın bu ayında seni imtihan edeceğim.’ Fakat buna rağmen Hz. Davud sabredemedi. Sen nefsini sakındır!

10 el-Iliııdî, Kcıızu'l-'Utnmal. XII, 118.

Nefis ve Dünya ile Ucub

Dedim ki:

1

“Dünya ile ucub nedir?”

Dedi ki:

“Nefis, inal, soy, arkadaş, aşiret, çocuk ve hizmetçilerinin çokluğuyla övünmektir.”

Dedim ki:

“Nefis sebebiyle ucub nedir?”

Dedi ki:,

“Güzel ses, amel, akıl, güçlü vc güzel vücût sebepleriyle oluşan ucubdur. Vücûd ve güzellik sebebiyle oluşan ucub, nefsin bunları güzel göstermesi ile Allah’a şükretmeyi, ilk de­ğerini, maruz kaldığı afetleri vc sonunun çürümek ve yok ol­mak olduğunu unutmasından meydana geliyor. Neticede insan kibirlenip böbürlenir, güzelliğini kötülüklere maruz bırakır vc başkalarına karşı da güzelliği ile iftihar eder.

Dedim ki:

“Bu sebeple oluşan ucub nasıl giderilir?”

Dedi ki:

“Allah’ın üzerindeki nimetini vc O’na şükretme gereğini, buna rağmen bu konuda ihmalsizlik ettiğini, Allah’ın bu du­rum karşısında azap verme hakkı olduğunu ve ateşin o vücûdu güzelliğiyle yakıp perişan edeceğini hatırlamalı vc nefsini kötü- İcmelidir. Nefsinin hakikatini, toprak ve bir damla sudan yara­tıldığını, içinde sidik ve dışkı taşıdığını, öldükten sonra, toprak­ta güzelliğinin gidip vücûdunun çürüyeceğini vc tekrar toprağa döndürüleceğini bilmelidir. Kuşkusuz insan bunları bildiği zaman kendisinden ucub gider. Şükrctmeye azmedip nimet sahibi olan Allah’a karşı tevazu gösterir ve boyun eğer.”

Dedim ki:

“Güç ile ucub nedir?”

Dedi ki:

“Nefsi büyütmek, sadece ona dayanmak, Allah'a tevekkül etmeği O’na şükretmeği unutmaktır. Ad kavmi buna açık bir örnektir. Zira onlar güçlerine güvenerek; “Bizden daha güçlü kim vardır!” dediler. Güçlerine dayanıp Allah’ın azabından kurtulacaklarını sandılar.

Uc b. Unuk da gücüne dayanarak Hz. Musa’nın ordusu­nu kuşattı. Onları yok etmek için dağdan büyük bir kaya parça­sı kopardı, ancak Allah kayayı delip onun boynuna geçirdi.

Bazen mü’min de gaflete girip gücüne dayanır. I Iz. Pey­gamberin bildirdiğine göre Hz. Süleyman, “Bu akşam eşle­rimden yüz tanesini dolaşacağım.” deyip inşâallah demediği için, maksadı olan çocuk elde etme durumu gerçekleşmedi. Demek ki, kul bazen Allah’a tevekkül etmeyi unutup nefsine dayanır. Hz. Davud’un, “Ey Rabb’im! Şayet beni musibetlerle imtihan edersen sabrederim.” demesi buna başka bir örnektir. Bazen de insan savaşlarda kendisine verilen güçten aldığı cesa­retle Allah’a isyan eder, nefsine dayanıp gücüyle övünerek hasınım vurup öldürmeye koşar veya gücüyle övünerek gördü­ğü kimseyi kötüleyip gücüyle ona karşı böbürlenir.

Dedim ki:

“Gücü sebebiyle oluşan ııcbu nasıl giderebilir?”

Dedi ki:

“Kul gücü sebebiyle kendisinde oluşan ucbıı gidermek i- çin, bu gücü yerinde kullanıp kullanmayacağını ve bununla onu başkalarından üstün kıldığı için şükredip etmeyeceğini sınamak için kendisine Allah tarafından bir ikram ve nimet olarak verildiğini bilmelidir. Diğer taraftan kendisine bu gücü veren Allah’tır. Şayet dilerse bir hastalık veya sakatlıkla bu gücü kendisinden alır. Bu yüzden şükretmeyi kendisine bir görev bilip Allah’ın istemediği yerde kullanmasına devam ettiği tak­dirde bir cezayla bunun kendisinden alınacağından korkmalı­dır. İşte bunu yaptığı takdirde, o eski gururu vc gücüyle ucbu bırakır ve artık bu nimete karşı Allah’a şükreder.”

Dedim ki:

“Akıl, zekâ ve fetanet sebebiyle oluşan ucbu açıklar mı­sın?”

Dedi ki:

“Bunlar büyük görüp sevinmek, güzel görmek ve din ya da dünya hususunda öğrenmesini arzuladığı herhangi bir görüş ve ilmi idrak edip algılaması için kendisine bahşedilen akıl vc zekâ nimetine dayanıp Allaha şükretmeyi unutmak, ucbun sebebidir. Öyle ki, bazen Allah’a tevekkül etmeden akıl vc ze­kâsına olan güveni, onu araştırma ve dikkatten alıkoyar vc din hususunda hata yapmaktan çekinmez. Bu durum onu, Allah hakkında yalan söylemeye kadar götürür.

Hocasını, amirini veya kendisiyle tartışanı anlamak iste­mez dolayısıyla hakkı anlamaktan mahrum kalır, yanlışı ve batılı savunmakta direnir. Kendisi kadar akıl ve zekâya sahip olmayıp da ancak kendisinden daha iyi amel işleyen daha tak- vâh olanları hakir görüp cahil ve ahmaklıkla itham eder. Bu­nunla yetinmeyip onları akletmeycn eşekler gibi görür. Akıl ve zekâsıyla üstün olduğu için onları ve işledikleri iyi amelleri hafife alıp değersiz varlıklar olarak niteler. Her ne kadar iyi ameli olmasa da, akıl vc zekâsının üstünlüğünü gerekçe göste­rerek, kendisinin onlardan üstün olduğunu zanneder.

Dedim ki:

“Bu nasıl giderilebilir?”

Dedi ki:

“Her ne kadar kendisine akıl verilmişse de halen cahil ol­duğunu, sehiv vc gaflet içinde bulunduğunu vc her ne kadar kendisine daha fazla zekâ verilmişse de zekâsıyla öğrendiği şeylerin çok az olduğunu bilmekle bunu giderebilir. Diğerleri­ne nazaran kendisine daha fazla zekâ verildiği için, bu nimete karşı Allah’a şükretmelidir. Zira Allah tarafından bu akıl, aley­hine delil olsun, daha çok ibadet durumunda kalsın ve bu ni­meti nasıl kullandığını denesin diye verilmiştir. Diğer taraftan, kendisine verilen bu aklın Allah’ın elinde olduğunu ve dilerse, kendisi gibi veya daha üstün olanlara yaptığı gibi, onun da aklı­nı giderebileceğini yani Allah’ın bir anda bu aklı yok etmeyece­ğinden emin olmadığını bilmelidir.

Bu insan za’fını, cehaletini vc aklıyla çok az şeyler idrak edebildiğini, bu aklın Allah tarafından kendisine minnet edilen bir nimet olduğunu ve şükür gerektirdiğini, aleyhine hüccet olan bir hak olduğunu vc bunun şükrünü yerine getirmediğini anlayınca, kendisi kadar zekâ sahibi olmayanın daha iyi vaziyet­te olduğuna inanır. Zira Allah’ın kendisiyle üstün kıldığı nime­tin borcu olan şükrü ödememiştir. Allah'ın hücceti büyük ve güçlüdür.

Çünkü kendisinden daha az zekâya sahip olanların Allah’a daha fazla itaat ettiklerini görmesine rağmen; öğrenmesi, an­laması veya amel etmesi gereken bir şeyi ihmal veya terk ettiği zaman, Allah’ın kendisinden bu akıl nimetini almasından emin olamaz.

İşte akıl ve zekâsı sebebiyle ucub sahibi olan kişi, bu bilgi­leri kalbine yerleştirdiği zaman artık ucub gider, aleyhindeki delillerin büyüklüğünden ve Allah’a karşı farz olan görevlerini zayi etmekten korkar, görevlerini yerine getirir ve şükreder.

Soy Sebebiyle Övünmek

Dedim ki:

“Soy sebebiyle oluşan ucub nedir?’’

Dedi ki:

“Soyu vc atalarıyla kendini üstün görüp büyütmektir. Şa­yet ataları dünya hayatında din ile şerefe ulaşmış kimselerse, kendini onlarla övüp yüceltir ve Allah’ın, kendisini salih ve iyi insanlardan yaratarak, alçaklık belâsından koruma nimetini unutur. Şayet daha aşağı bir soydan gelseydi buna kızar vc on­lardan nefret ederek başkalarına intisap ederdi. Allah’ın onu veli ve itaatkâr kullarının soyundan getirip aşağı bir soydan koruyarak nimet verdiği halde, bunu unutup şükretmez vc bu durumun aleyhine bir delil olacağından gafil kalır.

Atalarından dolayı kendisine saygı duyulduğu zaman övü­nüp sevinir, şükretmeyi hatırlamaz ve mazeretsiz kaldığını unutur, öyleki, bazıları çok günah işlediği ve tevbe etmediği halde hiç amel etmeden kendisinin affedildiğine ve kesin ola­rak kurtulacağına inanır. Bu yüzden böbürlenip başkasını hakir görür, kendisi gibi soylu olmayan komşu, akraba ve başkaların­dan tiksinir, havalı havalı yürür, insanlara köle gözüyle bakar.

Bir kısmı daha ileri giderek bütün ümmetin kendisine kö­le olduğunu zanneder. Atalarının amellerine ters hareket ettiği halde Allah katında onlar gibi olmak ister. Kuşkusuz bu gurur­dur vc bu Allah'ı bilmemektir.

Dedim ki:

“Bundan nasıl sakınılabilir?”

Dedi ki:

“Allah’ın kendisini sevip dost kabul ettiği kimselerin zür- riyetinden kıldığı nimete şükretmesi gerektiğini ve atalarının amelini değil kendi amelinin karşılığını göreceğini bilmeli; zira onlar sadece kendi amelleriyle kurtulup yüksek derecelere ulaştılar. Çünkü aynen ataları gibi soylu oldukları halde iman edip itaat etmeyen birçok kimse, Allah katında domuz ve kö­peklerden de daha alçak sayıldılar.

Atalarının izlediği yoldan ayrı bir yol izlerse onların kaldığı yerden başka bir yere gider ki, o da ateştir. Ancak ameli veya Allah’ın rahmetiyle kurtulabilir. Zira Allah, şöyle buyurur: “Allah katında en hayırlınız Allah’tan en çok korkanınızdır.” (H ucu rat, 49/13)

İbn Ebi Huseyn‘in rivayet ettiğine göre Mekke fethedildi- ği gün Hz. Bilal‘in, Kabc-i Şerifin üzerine çıkıp ezan okuması, Haris b. Hişam, Süheyl b. Aınr ve Halid b. Useyd‘in hoşuna gitmemişti. Haris b. Hişam, “Şu siyah köleye bak, Kabe’nin üzerine çıkmış ezan okuyor!” demişti. Bunun üzerine Ccnâb-ı Allah şu âyeti indirdi: “Allah katında en hayırlınız Allah’tan en çok korkanınızdır.” (Hucurat 49/13)

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Allah sizden cahiliyenin kabadayılığını alınıştır, hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır.”    Bu hadîste, bütün insanların aynı şeyden yaratıldıkları, üstün soy ve salih ataların ise, şükrünün eda edilip edilmemesinin sınanması için verildiği ve sadece kişinin kendi amelinin fayda sağlayabileceği bildirilmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Ey Kureyşliler! Sakın insanlar kıyamet yünü Al­lah’ın huzuruna amelleriyle yeldiklerinde siz boynunuzda dünyayı taşı­yarak yelip de, ’Ey Muhammedi, ey Muhammedi bizi kurtar!' diye çağırmayasınız. Ben sizden yüz çevirmek durumunda kalırım.012

Ebû Hüreyre ve başkalarının da rivayet ettiklerine göre Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’e yakın hısımlarına İslâm’ı tebliğ etmeyi emrettiği zaman, I Iz. Peygamber Kurcyşlilcri kabile kabile çağırdıktan sonra şöyle demiştir: "Ey Muhammedhn kızı Falıma ve ey Muhammed’in amcası Abdulmuttalib'in kızı Sajıyye! Kendiniz için iyi ameller işleyin. Allah katında size hiçbir yardımım olamaz.

Bu bilgileri öğrenip kalbine yerleştirdiği zaman nefsini tanır, gururu ve ucbu gider, Allah’a şükretmeye önem verir, günaha girmekten, kendisinden daha az soylu olup da daha takvâh olanın kurtulup kendisinin helak olacağından endişe eder.

Kişi nefsini bu gerçeklerle tanıyıp ve bu konuma indirdiği zaman kibirlenip böbürlenerek başkasını tahkir edeceğine, onlara tevazu gösterip onları sevmeye başlar ve atalarına benzemeye çalı­şır. Zira Allah onları, insanlara gösterdikleri tevazuları ve nefisleri­nin helak olacağından korkma neticesinde yüceltmişti.

Dedim ki:

“Peygamber’den rivayet olunduğuna göre; “Ey Falıma! Ey Safıyye! Kendiniz için iyi ameller işleyin. Size Allah katında hiçbir yararını olmayacaktır.” dedikten sonra şöyle demiştir: “Fakat hı­sımlık hakkınız vardır, bu hakkı Ödeyeceğim.” Ayrıca Hz. Peygam­ber’in şöyle dediği de naklonulmuştur: “Onların nesli şefaatimi bekler de Abdalımı ttalih oğulları beklemez mi?” Peygamber efendi­miz bu sözleriyle şefaatini hısımlarına tahsis edeceğini söylü­yor. Buna göre, her takvâ sahibi salih insan da akrabalarına şefaat edecektir.”

Dedi ki:

“Peygamberle evliyaların şefaatine nail olmayı ummalı, fa­kat bilmeli ki, peygamberle evliyalara, ancak Allah’ın gazabına uğrayıp da, Allah kendisine rahmet etmek için peygamber veya evliyanın şefaatini buna sebep kılmak istediği kimselere şefaat   etme izni verilmiştir. Allah’ın gazabına uğrayan kişiye ne pey­gamber ne de bir başkasının şefaat etme izni vardır. Zira Allah melekleri anlatırken şöyle diyor: “Ancak razı olduğu kimseye şefaat edebiliyorlar.” (Enbiya, 21/28) Katade, bunun kıyamet gü­nünde olacağını söylüyor. Mücahıd de “Allah’ın kendisinden razı olduğu kimse hariç başka hiç kimseye şefaat etmezler.” şeklinde âyeti açıklamıştır. Birisi Allah’ın gazabına uğrayan bir kimseye şefaat etmek istediğinde, onun Allah’ın gazabına uğra­dığına dair haber verilir.

EIz. Peygamberin şu sözüne bakın!: “(Kıyamet gününde) ashabımdan bir kısmı sol tarafa gitmekle emrolıınıır. Ben, ey Rabb’im! Onlar benim aslıabımdır! (Nereye götürüyorsun?) diye Allah'a yalvarırım. Allah cevaben, "Senden sonra neler yaptıklarını bilemezsin!” der.”  İnsan her ne kadar peygamber veya evli­yanın şefaatine nail olacağını umsa da, fakat Allah’a isyan edip gazabına uğramaktan, dolayısıyla hiç kimsenin şefaatine nail olamayacağından korkmalıdır. Her ne kadar Peygamber şefaatini akrabalarına tahsis etmişse de, diğer Müslümanlar gibi O’nun şefaatine nail olmayı ummalı, ama Allah'ın gaza­bına uğramayacağından emin olmamalıdır.

İnsan bu bilgileri kalbine yerleştirdiği zaman havf ve recâ arasında olur, övünüp gururlanmaz ve iftihar edip böbürlen­mez. Allah katında gazaba uğramayıp, maymun ve domuzlar­dan da alçak olmadığından emin olmayan kimse nasıl nefsiyle övünüp böbürlenir!

Peygamberden sonra insanların en hayırlıları, din ve dün­yada şeref sahibi insanlar bile gazaba uğramaktan korktuğu hal­de, sen nasıl bundan emin oluyorsun. Onlar Rabb'lcrindcn korktukları gibi O’nun azabından da korktukları için, çoğu za­man hayvanlara gıpta edip onlar gibi olmayı temenni etmişlerdir.

Sen ise onlarla övünüyorsun. Onlar öncü ve fazilet sahibi olma­larına rağmen bu kadar korkuyorlar, senin ise hiçbir şeyin yok. Şayet bir üstünlüğün olsa, onların Rabb’lerinden korktukları gibi, senin de Rabb’inden korkmana daha fazla ihtiyaç var.

Dedim ki:

“Dünyada insanlar katında soylu olduğu halde atalarından salih kimseler yoksa ucub nasıl olabilir?”

Dedi kı:

“Soyuyla övünmek, onunla böbürlenip insanları hakir görmek, soylarıyla onları ayıplamak, gıybetlerini yapmak ve kendini onlardan üstün görmekle olur.”

Dedim ki:

“Bu nasıl giderilebilir?”

Dedi ki:

“Başta diğer insanlarla aynı soydan geldiğine ve yaratılışının aynen diğer insanların yaratılışı gibi olduğunu, yaratılışta diğer insanlardan hiçbir üstünlüğünün olmadığını bilmelidir. Zira yaratılış şekilleri bir, babaları bir, anneleri bir, ölüm ve imtihan­ları her an boyunlarına takıh, önünde ceza ve mükâfat var, hesa­ba çekilecek, işlediği günahlarla azabı hak etmiş durumdadır. Ayrıca insanlar katında ayıplanacak bir duruma düşürmediği için, Allah’a şükretme borcu da bulunmaktadır.

Şirk üzere ölmüş atalarıyla övünmemeli vc onların övünme­ye lâyık olmadığını anlamalıdır. Zira onların Allah katında köpek kadar bile değerlen yoktur. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Birtakım insanlar Cehennem‘de köz olmuş atalarıyla övünmeyi bıraksınlar! Aksi takdirde Allah katında pisliği burunlarıyla tadan pislik böceğinden daha alçak olurlar.”

Başka bir hadîste ise şöyle diyor: “Hz. Musa'nın yanında iki adanı atalarıyla övünüp iftihar ederken birisi, “Ben falanca adamın oğlu olan falanca adamın oğluyum!” dedi ve kendisiyle birlikte on ata­sını saydıktan sonra arkadaşına, “Ya sen kimsin?” dedi. Bunun üzeri­ne Cenâb-ı Allah Hz. Musa'ya vahyederek şöyle dedi: “Atalarıyla övünen kişiye de ki, “Saydıklarının dokuzu ateştedir, onunculart şen­sin!"

Ancak, eğer ataları din ve takvâ sahibi kimselerse, durum daha önce sana anlattığım şekildedir.

Dedim ki:

“Şayet atalarından Arap asıllı, takvâ ve iyilikte önde olan kimse olmayıp sadece geçmişte güç ve krallık şerefine sahip kimseler olmuşlarsa, bundaki ucub nasıl olur?”

Dedi ki:

“Değerini büyütür, atalarının vardıkları azabı ve içinde bu­lundukları durumun halk katında ayıp, Allah indinde çirkin bir durum olduğunu unutur, başkalarına karşı böbürlenir ve onları hakir, kendini onlardan üstün görür. Daha önce atalarının i- çinde bulundukları durumun akıbetini bilmemezlikten gelir, Allah’ın kendisini atalarının şerefi yerine imanla şereflendirip gaflet içinde olan atalarının kervanından koparmakla vermiş olduğu nimete karşı şükretmeyi ihmal eder. İnsanları öylesine hakir görüp böbürlenir ki, kendisinin, takvada çok önde olan kimselerden hayırlı olduğuna kesin gözüyle bakar ve (Allah korusun) bu durum onu, atalarını hezimete uğratarak toprak ve ülkeleri din adına aldıkları gerekçesiyle, din ve din ehline düşmanlık besleyip Müslümanları aldatmaya kadar götürebilir.

Dedim ki:

“Bunu nasıl giderir?”

Dedi ki:

“Atalarının, Allah’ın kullarına yaptıkları haksızlığı, yer yü­zünde çıkardıkları fitne ve fesadı, Allah’ı inkâr etmeleri ve neti­cede vardıkları zillet ve azabı bilmekle bunu giderebilir. Ayrıca Allah’ın kendisine minnet ederek, onlardan dünyaya gelmesine rağmen, onlar gibi kılmayıp onlardan ayırdığını, İslâm şerefiyle şereflendirdiğini ve imanın zînetiyle zînetlendirdiğini aklından hiç çıkarmamalı Zira ateş ehli olan kimselerle, kendi çoklukla­rı, asla övünmez.

Şayet bununla birlikte atalarının dünyada iken himayele­rinde olan insanlara iyilikte bulunmuş, onları iyi idare edip akıllı vc doğru kararlar vermişlerse, Allah’a şükretmeli ki, zen­ciler gibi ar ve ayıp sayılan kimselerden kılmayarak dünyada alçaklığa maruz kılmam ıştır. Fakat bununla birlikte, Allah ve mü’minler nazarındaki değerlerini bildiği için, atalarıyla ö- vütımcmcli, ancak Allah katında büyük olanları büyük, alçak olanları alçak görmeli.

Sayı Çokluğuyla Övünme

Dedim ki:

“Evlât, hizmetçi, müttefik, aşiret, arkadaş vc teb’anın çok­luğuyla övünmek nasıl oluyor?”

Dedi ki:

“Çokluğuyla övünür, onlarla kendini koruyup başkalarına galip gelerek, Allah’a değil, onlara dayanır, onlarla süslenir ve Allah’ın yardımına değil, sayılarına güvenir.

Huneyn Savaşanda ashaptan biri Allah’ı zikretmeyerek Müslümanların çokluğuna dayanarak; “Bugün azınlıktan dolayı mağlup olmayız.” dedi. Bunun üzerine şu âyet indi: “Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı.” (Tevbe, 9/25). Çok­luklarıyla iftihar edip sevinmeleri üzerine Allah onları kına­yarak uyardı.

Mü’minlcr çokluklarıyla övündükleri gibi kâfirler de çok­luklarıyla övünürler. Allah şöyle buyuruyor: “Ve ‘Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz/ dediler.” (Sebe’, 34/35).

Çokluğuyla övünen kişi kendini insanlardan üstün görür. Teb’anın ve evlâtlarının çokluğuna dayanır ki, ona destek olup onu muhafaza etsinler. Başkalarıyla kavga etmeye, onları sövüp dövmeye çok cesaretli olur. Bu da onu zulmetmeye, başkaları­nın haklarına tecavüz etmeye kadar götürür.

Kuşkusuz zulmedip böbürlenenlerin çoğunu zulmetmeye ve böbürlenmeye iten sebep övünmektir (ucubdur).

Dedim ki:

“Bunu ne ile giderebilirim?

Dedi ki:

“Hem kendinin, hem övündüğün kişilerin güçsüz, zayıf ol­duklarını bilmelisin. Allah’ın desteklemediği kişileri kimsenin desteklemeyeceği, Allah’ın korumadığı kişiyi kimsenin koruya­mayacağını asla unutmamalısın. Zira, Allah’a tevekkül etmeyi bırakıp başkasına dayanan insanı Allah, destek ve himayesinden mahrum bırakır ki, o zaman kendileriyle övündüğün kimselerin ne çokluğu ne de birlikteliği kendisine fayda verir. Allah, mühlet vermeden onu cezalandırır. Mühlet verdiği takdirde kul buna aldanmasın ve her an azabın kendisini yakalayabileceğini bilsin. Zira Allah yer yüzünde en hayırlı topluluk olan Huneyn Müs- lümanlarını, çokluklarıyla övünmeleri üzerine, sadece kınayıp cezalandırmaktan vazgeçmediğine göre, nefsine haksızlık eden zalim ve günahkarları asla cezasız bırakmaz.

Ayrıca kendisiyle övündüğü topluluğun kendisini terk e- deceğini, ölümün onu yalnız bırakacağını vc belâlarla baş başa kalacağını, bu kalabalığın Allah katında hiçbir faydasının olma­yacağını bilmeli. Kişinin kıyamet gününde kardeşinden, anne­sinden, babasından, eşinden, evlâtlarından ve kendileriyle ö- vündüğü herkesten kaçacağını, hatta affedilmediği takdirde, yerinde olanların ateşte olmalarını temenni edeceğini ve ken­dine destek verenlerin gücüne dayanarak işlediği zulüm ve gösterdiği böbürlenme üzere cezalandırılacağını hiç aklından çıkarmamalı. Allah’ın kendisine minnet edip çokluk vermesin­den ötürü şükretmeli. Zira şükretmediği takdirde Allah’ı kız­dırmış olur. Üstelik çokluklarıyla övündüğü kişilerin Allah katında ne din ne dünya hususunda hiçbir yararlan olmayacak vc onu savunmayacaklardır.

Kul bu marifetini kalbine yerleştirdiği zaman, bu sebeple oluşan ucbu gider, iyi ameller işler, kaderinde yazılan kötülük­lerden korkar vc sadece Allah’a tevekkül eder.

Mal Sebebiyle Ucub

Dedim ki:

“Mal sebebiyle ucub nedir?”

Dedi ki:

“Malım çok görüp ona güvenmektir. Bu da müşriklerin, “Biz malca ve evlâtça da çoğunluktayız.” (Sebe’, 34/35) dedikle­ri gibi, kişiyi kibir vc övünmeye götürür. Malıyla övünür, fakiri küçük görür. Malım helâl olmayan şehevî duygularda kullanır, malıyla zulüm ve haksızlık etmeye cesaret eder, fa­kirlerden tiksinir, kendini onlardan üstün görür. Rivayet olunduğuna göre bir gün Hz. Peygamber, yanında oturan fakir bir adamın elbisesine değmesin diye elbisesini kendine doğru çeken zengin bir adamı görür. Bunun üzerine zengin adama şöyle der: “Onun fakirliğinin senin zenginliğine bulaşaca­ğından mı korktun?”    

Dedim ki:

“Kul bunu ne ile giderir?”

Dedi ki: •

“Kul bilmeli ki bu mal kendisine imtihan için verilmiştir. Mal sahibi birisinin fakirden daha fazla sorumluluk ve görevle­ri vardır ve her an helâk olmaya maruzdur. Ancak Rabb’ine şükredip nefsine acıması ve fakiri kendisinden üstün görmesiy­le helakten kurtulur. Zira onu kötülüklere götürebilecek mal fitnesine maruz kalmadığı gibi, hacca gitme, zekât verme, akra­ba vc komşularına malla yardım etme vc misafir ağırlama gibi Allah ve kul haklarının bir kısmından da sorumlu değildir. Abdurrahman b. Avf ve 1 labbab gibi salih insanlar, yanlarında çok mal biriktirmekten çekinmiş vc korkmuşlardır.

Ebû Zerr‘in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: “Ondan üçüncü güne dek haleti yanımda bir veya iki kırat altın kalacaksa, Allah yolunda harcamak için Uhud dağı kadar bile altını­mın olmasından hoşlannıatn.”™ Zira Efendimiz, malın ne yaptığını bildiği için, yanında çok mal bulundurmaktan korkar ve zühdü tercih ederdi. Başka bir rivayette şöyle dediği naklonulmuştur: “Çok mal sahibi olanlar mallarını Allah kullarına sağından, solundan, önünden, arkasından eliyle savurup dağıtmadıkça, Allah katında tnalsız ve yoksuldurlar.”'7

Kul kalbiyle buna inandığı zaman nefsini hakir görür he­lâk olmasından korkar ve kendisinden daha güvencede olan fakirin kıymetini bilir, ona saygı duyar. Mal çokluğuyla övün­menin kişiyi harama nasıl götürdüğü açıkça görünmüyor mu? İşte Karun! Milletinin arasına süslü püslü elbiselerle çıktı, sal- lana sahana böbürlendi, Allah da onu yerin dibine geçirdi.

I İz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Bir adam, giydiği bir takım elbise ya da iki parçalı hırkasıyla, nefsini beğenerek gururlu bir şekilde yürürken, Allah yere emretti, yer yarılıp hemen onu yuttu. Kıyamet gü­nüne kadar yerin dibine yuvarlanacaktır.  Bu yüzden mal vc zînet ile övünmenin (ucbun) gerektirdiği cezadan korkmalıdır. Çün­kü kendisi gibi mal fitnesinden imtihan olmayan en basit insan Allah katında daha hayırlıdır.

Ebû Zerr şöyle anlatıyor: “Hz. Peygamber ile birlikteydim. Camiye girdik, bana, "Ey Ebû Zerr! Başını kaldır ve camide bulunan en büyük, en saygın adam kimdir, bir bak!” dedi. Başımı kaldırdım, giydiği birtakım elbise içinde gururlanan bir adamı gördüm ve “Şudur.” dedim. "Tekrar başını kaldır ve camideki en basit insan kim­dir, bir bak.” dedi. Üzerinde eskimiş iki parça elbise gördüğüm bir adamı fark ettim ve “Şudur.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, fakir Müslümanı işaret ederek şöyle dedi: "Bu, dün­yalar dolusu şunun gibi adamlardan hayırlıdır.” dedi.”2] Zira Allah katında hayırlılık takva ve ibadetle olup, zenginlik veya başka dünya güzellikleriyle değildir.

Kul bu mânâları kalbine yerleştirdiği zaman, malının fit­nesinden korkar ve fakirin kendisinden daha hayırlı olduğuna inanır. Zira sadece görevlerinin çok olması ve fitne ve belâlara maruz kalması yönüyle fakirden üstündür. Bu yüzden kul bil­sin ki, Allah kendisine, şükredip etmeyeceğini sınasın diye çok mal vermiştir. Kimin hakkıyla şükredip etmediği de bilinmedi­ği için, bilmeli ki uyanık olup akıbetinden korksun. Allah’ın izniyle, kişi bunlara dikkat ettiği zaman, mal sebebiyle kendi­sinde oluşan ucub gitmiş olur.

Dedim ki:

“Çoğu âlimlerin kibre ucb, ucba kibir dediklerini gördüm, buna ne dersiniz”

Dedi ki:

“Ucb kibrin ilk işaretidir. Genelde kibir ucbtan meydana gelir, bu yüzden uebe kibir denmiştir. Zaten ucb sahibi birisi­nin kibirden kurtulması, neredeyse imkânsızdır. Zira insan bazen, kendisine verilen din veya dünyayı büyük görüp onunla övünür ve bunun Allah’ın bir minneti olduğunu unutur, ama başkasına karşı böbürlenmez. İşte bu ucbtur. Ancak bununla birlikte, başkasını hakir, kendisini üstün gördüğü zaman, kibir­lenmiş olur. Çünkü insan bir kimseyi hakir görmeden nefsiyle övünerek sevinince kibir değil de ucb sahibi olur. Fakat ne zaman ki nefsiyle övünür, başkasına bakarak içinden onu hakir ve çirkin görür ve “Ben daha hayırlı ve daha üstünüm.” derse, o zaman ucbtan kibre çıkmış olur. Neticede insanı kibre götü­ren ucbtur. Öyleyse kibir ucb değil ayrı bir vasıftır.”

KİBİR

BEŞİNCİ BÖLÜM

Kibrin Özellikleri ve Çeşitleri

Dedim ki:

“Kibir nedir ve neden olmaktadır?”

Dedi ki:

“Kibir büyük afetlerdendir. Ondan, Allah’ın çarçabuk ceza­landırdığı birçok belâlar oluşmaktadır. Çünkü kibir, Allah’ın dı­şında hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi, O’nun dışında hiç kimse­ye yakışmaz ve uymaz. Çünkü O’nun dışındakiler yaratılmış kul­lardır. O ise her şeyin sahibi her şeye gücü yeten Allah’tır. İşte bundan dolayı kibir Allah katında en büyük günahlardandır. Zira O’nun dışında İliç kimseye yakışmaz. Kul, sadece efendisine yakı­şan sıfatı takınmaya kalkışınca, efendisinin gazap vc hiddeti son derece artar. Hz. Ebû Hürcyre’nin Hz. Peygamber’den rivayet ettiği şu hadîse bakmıyor musun? “Cenâb-ı Hak, “Kibriya benim ridam, azamet benim izanındır. Kim bunlarda benimle çekişirse, onu ateşe atarım.” buyurmaktadır.”  Kibirlinin Allah tarafından perişan edilmesi ve alçaltılması hakkıdır. Zira o, haddini aşmış ve yaratıklara yakışmayan şeyi elde etmeye çalışmıştır.

Hz. ÖmePden rivayet edilen hadîste ise Efendimiz, “Kim Allah için mütevazı olursa, Allah onu yüceltir. Kim de kibirli olursa, onu alçaltır.” * buyuruyor. İbn Abbas ise bize, “Ademoğlundan her birisinin boynunda, idaresi bir meleğin elinde olan, ipi nardır. Eğer mütevazı olursa, Allah onu yedinci göğe kadar yükseltir. Eğer kibirli olursa, onu yedi kat yerin dibine batırır.  hadîsini aktarmaktadır.

Abdullah b. Mes’ud, Hz. Peygambcr’dcn, “Kalbinde har­dal tohumu kadar kibir bulunan kimse Cennefe giremez.”  sözünü işittiğini söyler. Dolayısıyla Allah’ın kibirliyi alçaltması, hakir görmesi ve hem dünyada hem ahirette küçük düşürmesi, hakkıdır. Nitekim O, şöyle buyuruyor: “Melekler de ellerini uzatmış, ‘haydi canlarınızı çıkarın (kurtarın). Allah’a gerçek olmayanı söylemenizden ve O’na karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık cezasıyla cezalandırılacaksınız’ (derken) onların halini bir görsen.” (En’am, 6/93). “Cehennemin kapıla­rından girin, orada ebedî kalacaksınız. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.” (Mü’min, 40/76)

Allah, şunu haber veriyor: Cehennem‘de en korkunç azaba uğrayacaklar hadlerini aşanlardır. Onlar da kibirli olanlardır. Hem kendi günahlarını, hem de onlara uyan zayıfların günahla­rını yüklenmektedirler. Cenâb-ı Hak, onların Cehennem etra­fında diz çöküşlerini anlatırken, “Sonra her milletten Rahman’a en çok karşı geleni ayıracağız.” demektedir (Meryem, 19/69). Tef­sirde, önce kibirlilerden başlanacağı izahı yapılmaktadır.

Konuyla ilgili birkaç âyette ise şu izahlar var: “Ama ahirete inanmayanların kalpleri inkarcıdır, onlar büyüklük taslarlar.” (Nahl, 16/22). “Ki, kıyamet günü, hem kendi vebâllerini tam olarak yüklensinler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin vebâllerinden bir kısmını.” (Nahl, 16/25). “Zayıf sayılanlar, bü­yüklük taslayanlara, “Siz olmasaydınız, elbette biz inanan in­sanlar olurduk.” diyorlar.” (Sebe’, 34/31). “Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinde zayıf görülen insanlara, ‘Siz Salih’in, gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor mu­sunuz?’ dediler.” (A’raf, 7/75)

Büyüklük tıslayanların inatçı, Allah'a muhalefet eden, za­yıfları sırat-ı müstakimden alıkoyan vc Peygamberlere muhale­fet eden kişiler oldukları dile getirilmektedir. Diğer bir âyette de, “Batta kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak Cehennemi girecekledir.” (Mü’min, 40/60) denilmektedir. Yani aynı zamanda alçaltılarak da lıaşrolunacaklardır.

İbn Ömer, “Kibirliler, kıyamet günü halkın ayakları altın­da ezdirilerek haşı olu nacaklar.” der. Kibir, birçok kişinin Al­lah’ın emrine karşı gelmesine ve inkarcılığa düşmesine neden olduğu gibi, kişiyi sürekli günah ve isyana sürüklemektedir. Dolayısıyla hiçbir kibirli Allah’a yakın olamaz. Ona yakın olan­lar heybet vc celâline karşı mütevazi olanlardır, ibn Mcs’ud‘tan rivayet edilen, “Kalbinde hardal tohumu kadar kibir bulunan kimse Cenncfc giremez.” hadîs-i şerifi daha önce geçmişti. “İşte ah ire t yurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozguncu­luk istemeyenlere veririz.” (Kasas, 28/83) âyeti de buna işaret et­mektedir. İbn Cüreyc, “üstünlük” kelimesinin büyüklük ve kibir anlamına geldiğini söyler. Kibirden çok az bir miktarın bile sahibini Cennet’e girmekten alıkoyduğu haber verilmek­tedir. Belâ olarak da bu yetcrlidir.

Kibirlinin hak ettiği diğer bir husus da, kibrine neden olan nimetten mahrum edilmesidir. Çünkü, Allah’ın vermiş olduğu nimetten ötürü kibirlenmektedir. İsrailoğullannın bir kısmı is­yankâr olunca, ibadet edenler bu isyankârları küçük görüp, onlara karşı kibir gösterdiler. Bunun üzerine, günah işleyenler affedildi, ibadet edenlerin ise ibadetleri boşa çıktı. Daha önce abidleri gölge­lendiren bulut, oradan ayrılıp diğerlerini gölgelendirdi.

Bunun yanı sıra; Allah’ın ona ilim öğretmemesi ve dinî konularda cahil kalması da onun hakkıdır. “Yeryüzünde hak­sız yere büyüklenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım.” (A’raf, 7/146) âyeti, buna işaret etmektedir. Bir tefsirde, “Onların

kalbinden Kur’ân’ı anlama kabiliyetini alırım.” derken, bir diğerinde, “Kalplerini ınelekût âlemine kapatırım.” denilmek­tedir. Yani yakîn gözüyle görülen şeyler perdelenir, kâinattaki ibretli şeyleri seyredemezler. Bu durum, yeterli bir musibet vc Allah tarafından terk edilmişliktir. İbn Cüreyc, “Kur’ân’ı ve kâinatı tefekkür etmelerine engel olurum.” anlamına gel­diğini söyler.

Hz. İsa‘dan şu söz rivayet edilir: “Bitki ovada bitip dağ zir­velerinde bitmediği gibi, hikmet de mütevazı olan kalbe yerle­şir, kibirli olan kalbe değil. Görmez misin ki, başını yukarı diken, tavana vurup yarar, eğen ise tavanın akında gölgelenir.” Bu kibirli için söylenmiş bir darb-ı meseldir. Kısacası kibirli olan alçalır, cahil kalır; mütevazi olan hikmet ehli olur vc on­dan yararlanır.

Kibirli olan Allah’ın hiddetine maruz kalır ve kısa zaman­da cezasını çeker. Ebû İbran el-Cüveynî ve Malik b. Dinardan şöyle bir olay aktarılır: “Hz. Süleyman rüzgâra, kendilerini yukarı yükseltmesini emreder. Rüzgâr onları, meleklerin ka­lem cızıltılarını işitecekleri bir yere kadar yükseltir. Sonra, “Bi­zi indir”, diye emreder. Ayaklan denize değinceye kadar onları indirir. Gökten bir ses, “Şayet arkadaşınız (Süleyman'ın) kal­binde hardal tohumu kadar kibir olsaydı onu yükselttiğimden daha alçaklara batırırdım.” der.

Dedim ki:

“Kibir nedir, neden olmaktadır, hangi kısımları vardır? Bunları bana anlat.”

Dedi ki:

“Kibir, kendini beğenmişlik, kin, haset ve riyâ kısımlarına ayrılır. Bunların temelinde de kişinin kendi değerini bilmemesi vardır. Kİşi kendi değeri hakkında cahil olunca, kibirlenir.”

Dedim ki:

“Kibirlenir.” sözü ne mânâya gelir?”

Dedi ki:

“Kendi değerini bilmemek, kişinin gözünde değerini yü­celtir. O zaman da halka büyüklük taslar. Dolayısıyla kibirlen­mek büyüklük taslamaktır. Bundan da kibir ahlâkı doğar. Kibir ahlâkının tümüne birden kibir denir.

Bazen kibir kin, haset, riyâ, kendini beğenmişlik ve benzerlerinden neşet eder. Ancak ilk defa kibrin kalbe gir­mesi değerini yücekmesindcndir. Kul kendini yüceltince büyüklenir, kibirlenince burnu havaya kalkar, böbürlenir, izzetinden söz eder, şımarır ve kendini beğenir. Dolayısıyla kibir, büyüklenmektir. Ata el-Horasanî, İbn Abbas‘tan, “Onların göğsünde (hiçbir zaman) erişemeyecekleri bir bü­yüklük taslamaktan başka bir şey yoktur.” (Mü’min, 40/56) âyeti hakkında, “Ulaşamayacakları büyüklük” tefsirini ak­tarmaktadır. İbn Cııreyc ise, “Yeryüzünde üstünlük” ifade­sinin “büyüklük” anlamına geldiğini söyler. İbn Abbas da, kibrin büyüklük taslamak olduğunu söyler. Şu âyetlere bakmıyor musun?: “Musa Dedi ki: “Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz (olan Allah’a) sığındım.” (Mü’min, 40/27). “İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler.” (Mü’min, 40/35).

Dedim ki:

“Bakıyorum, kibir ahlâkını vc ayrıldığı bölümleri birçok açıdan izah ediyorsun. Bana bunların her birini kendi sınırlan içinde tefsir eder misin?”

Dedi ki:

“Kibir iki türlüdür:

1.   Kul ile Rabb’i arasında olan kibir. Bu kibrin en büyüğüdür.

2.    Kul ile diğer insanlar arasındaki kibir.

İlki hakkında Allah şöyle buyuruyor: “Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak Cehennem'e gireceklerdir.” (Mü min, 40/60) “Ne Mesih, Allah’a kul olmaktan çekinir, ne de (Allah’a) yaklaştırılmış melekler. Kim O’na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini kendi huzuru­na toplayacaktır.” (Nisa, 4/172). Bu dik başlılık kibirden kaynak­lanmaktadır ve Allah katında büyük bir şeydir. “Onlara, ‘Rah- man’a secde edin!’ dendiği zaman, 'Rahman nedir? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç’ derler. Ve (bu), onların nefreti­ni artırır.” (Furkan, 25/60). “(Onlara gelen uyarıcı) yeryüzünde büyüklük taslama(larını) ve kötü tuzak(lar) kurma(lannı ar­tırdı).” (Fatır, 35/43).

Bundan ötürü, şeytan Hz. Âdem'e karşı kibirlenmiş, inad ederek Rabb’i ne itaatten kaçmış ve Hz. Âdem’e secde etme­miştir. Hz. Peygamberden de, “İblis, Adem’i secde ederken görün­ce, “Yazıklar olsun bana! O secde ile enırolundu hemen secde etti. Ben de emrolundum ama secde etmedim.” der  hadîsi rivayet edilmiştir.

Araplar eskiden, rükû’a gitmekten kaçınıyorlardı. Bunu zillet sayıyorlardı. Hz. Peygambcr’in peygamberliğinden önce, boyun eğmek, zelil olmak demekti. Hakim b. Huzam‘ın, “Hz. Peygamber1 e ayakta secde etmek şartıyla bey’at ettim.” sözü de buna işaret etmektedir. Hakim, daha sonra meseleyi kavramış­tır. Ebû Süfyan da şöyle diyor: “Ey KureyşIiler! Allah’ın sizin boyun bükmenize ihtiyacı yoktur.” Boyun bükmemek eski bir âdetleriydi ve bundan kaçınıyorlardı. Bu böyle bilinmektedir. Hatta birinin elinden bir şey düşse orda bırakır, eğilip almazdı. Bu gün bile kimisinin ayakkabısının bağı kopar ve ayakkabısı ayağından düşer, o eğilip almaktan kaçınır. Dolayısıyla secde etmekten kaçınırlardı. Onlara göre secde için eğilmek büyük bir zillettir. Yahya b. Ca’dc'den rivayet edilen, “Allah’a secde ■ etmek üzere alnını yere koyan kimse kibirden uzaktır.”  hadîsi bu gerçeğe parmak basmaktadır. Yani Rabb’i ile arasındaki ki­birden uzaktır.

Kul ile Rabb’i arasında olan bu kibir türü, Peygamberleri reddetme, sözlerini dinlememe, inat edip onlara muhalefet etmeyi de kapsar. Peygamberce tabi olmaktan kaçınırlar. Dola­yısıyla Allah’ın emrine karşı inatlaşır, kitabını reddeder, hüc­cetlerini inkâr ederler. Zikredilecek âyetler bu gerçeği aydın­latmaktadırlar: “Şu iki adamın kavmi bize kölelik ederken, şim­di biz kalkıp bizim gibi olan iki insana mı İnanacağız?” dedi­ler.” (Mü’minıin, 23/47). “Eğer sizin gibi bir insana itaat ederse­niz o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir.” (Mü’minûıı, 23/34) Yaradılışta kendileri gibi birine itaat etmekten kaçınarak şöyle dediler: “Bize melekler indirilmeliydi, yahut Rabb’imizi görmeliydik değil mi?’ dediler. And olsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla had­di aştılar.” (Furkan, 25/21). “O’na (Peygamber’e), kendisiyle be­raber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil mi?” (Furkan, 25/7). “O’na bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?” (Hûd, 11/12). “(Firavun) ve askerleri yer­yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar.” (Kasas, 28/39). Allah’a ibadet eden bir kul olmaktan kaçındı, neticede ilâhlık iddia etti.

Velıb şöyle diyor: “Hz. Musa, Firavunca, “İman et, hem kurtul hem krallığın senin olsun.” deyince, Firavun, “Vezirim I Iaman‘a danışayım.” dedi. Hz. Musa’nın dediğini anlatınca Haman, “Sen tapınılan bir ilâh iken, tapan bir kul mu olacak­sın?” dedi. Hz. Musa’ya olan inadından ötürü teklifini kabul etmedi. Kibirlenip kendileri gibi bir beşere boyun eğmekten kaçındılar. Kendilerine daha büyük bir kişinin gönderilmesini istiyor ve halk arasında büyüklük taslıyorlardı. Nitekim Allah, “Kendi kendilerine kibirlendiler.” (Furkan, 25/21) buyuruyor.

Kibrin yanı sıra, peygamberlere uyanları, kendileri gibi olmadıkları için alaya alıyor onlarla ortak bir statüde bulunmak istemiyorlardı. Nitekim Hz. Nuh’a, “Sana, bizim basit görüşlü ayak t akını! arı nazdan başkasının uyduğunu görmüyoruz.” (Hûd, 11/27). demişlerdi. Ata el-Horasanî, İbn Abbas‘tan, “Badie’r-Rey” ifadesinin, “ Orta ya attıkları düşük şeyler.” anla­mına geldiği şeklinde bir açıklama aktarmaktadır. Onlara, I Iz. Nuh’a inanmadıkları haberini vermektedir. Yoksa I İz. Nuh, kulları, Allah katında küçük görmüyordu. Nitekim âyette şu ifade var: “Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, “Allah onlara bir hayır vermeyecek.” de demem. Allah onların içlerinde olanı daha iyi bilir.” (Hûd, 11/31). İnanmayanların, kibirlerin­den ötürü inananları küçük gördüğü, dolayısıyla Peygamber’e ittiba etmedikleri haber verilmektedir.

Kureyşliler de, “Dediler ki, “Bu Kur’ân iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf, 43/31). Katade bu adamların Vclid b. Muğire ile Ebû Mes’ud es-Sakafî oldukları­nı söyler. Kureyşliler reislik ve dünyalık açısından Hz. Pey­gamberden daha ileride olanlara uymak istiyorlardı. Çünkü onlar, “Bir öksüz mü başımıza peygamber olacak?” diyorlardı. Allah da, “Rabb’inin rahmetini onlar mı bölüştürüyor?” (Zuhruf, 43/32). cevabını veriyordu. O’na uyanları küçük gördüklerinden ötürü, “Mııhammed’in getirdiği iyi bir şey olsaydı onlar O’na uymakta bizi geçemezlerdi.” (Ahkaf, 46/11) diyorlardı. Yani, biz O’ndan daha üstünüz, dolayısıyla hakkın bize verilmesine daha lâyıkız. Karun da şöyle demişti: “Bu servet bende bulunan bir bilgi sayesinde verildi.” (Kasas, 28/78)

Hz. Peygamber'in peygamber olmadan önceki üstünlükle­rine bakarak, hayrın onlara has olması gerektiğini, Müslüman olanların hakir olmalarından ötürü böyle bir şeye lâyık olmadık- • A lanın düşünüyorlardı Ayette şu ifade bulunuyor: “Allah aramız­da şunlara mHûtjîHâyık gördü?” (En’am 6/53). Onları hakir ken­dilerini üstün gördüklerinden, kibirleniyor, Allah’a karşılık veri­yor ve Peygamberine muhalefet ediyorlardı. Bundan ötürü Ehl-i Kitap Efendimizi tanıdıkları halde, kibirlerinden O’na inanmı­yorlardı: “O bildikleri (Kur’ân) kendilerine gelince onu inkâr ettiler.” (Bakara, 2/89) buyurul maktadır. Diğer bir âyette: “Vicdan­ları, onların (doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.” (Nemi, 16/14) buyurulmuştur. Haksız oldukları halde, üstünlük taslıyorlar. Ve Allah şöyle ferman ediyor: “İşte ahiret yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk etmek istemeyenlere veririz. (Gü­zel) sonuç, takvâ sahibi olanlarındır.” (Kasas, 28/83).

Kureyşliler, tcYa Muhammedi Kölelerimiz seninle oturup kalkıyor.” dediklerinde şu âyet nazil oldu: “Sabah akşam, Rabb’lerinin rızâsını isteyerek, O’na yalvaranları (Kureyş bü­yüklerinin arzusuna uyarak) kovma (o müşrikler ister inansın­lar ister inanmasınlar). Onların hesabından sana bir sorumlu­luk, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, bu za­vallıları kovup da zalimlerden olasın. Böylece Biz onların ki­mini kimiyle denedik ki, “Allah aramızda şunlara mHütfü lâyık gördü.” desinler.” (En’am, 6/52-53). “Gözlerin dünya haya­tının süsünü isteyerek onlardan (Rabb’lerine yalvaranlar) başka yana sapmasın.” (Kehf, 18/28) Allah, Nebi’sine, “Dünyada üs­tünlük istiyorsun.” diyor. İnanmayanların Cehennemi girin­ce, “Bize ne olda ki, (dünyada) kötülerden saydığımız adamları (burada) görmüyoruz.” (Sa’d, 38/62) diyecekleri haber verilmek­tedir. Sözü söyleyenin Ebû Cehil, kasdedilenlerin ise, Ammar, Bilâl, Suheyb ve Mikdâd oldukları söylenmiştir.

Kullar arasındaki kibre gelince, o büyüklük taslamaktır.

Dedim ki:

“Dirilerine büyüklük taslamanın gerçeği nedir?”

Dedi ki:

“Bu iki şekilde olur: Birincisi, onları hakir görmek ve ka­bul etmemektir. Kişi diğerlerinden hayırlı olduğunu düşünür, onlara küçültücü ve alçaltıcı bir gözle bakar. İkincisi, doğru olduğunu bildiği halde, onlardan geldiği için, gerçeği kabul etmemektir. Meselâ onlardan biri bir hayır söylese, bir kötü­lükten men etmek istese veya dinî bir konuda münazara edip galip gelse, kibirli olan kabul etmez ve bile bile reddeder. Nite­kim Allah, İsrailoğullarını bu durumla nitelendirmiştir: “Fîc- danlan, onların (doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, sırf hak­sızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.” (Nemi, 27/14). "O bildikleri (Kur’ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.” (Bakara, 2/89).

Bu kibirlilerden birisi bir münazaraya girse, bütün gayesi, üstün gelme, reddetme ve anlamaya yanaşmamadır. Bir başka­sından öğrenmeyi kendine yediremediğinden, onları hakir gördüğünden ve galip gelmeyi çok. sevdiğinden böyle yapar. Allah bu tipleri şöyle anlatıyor: “İnkâr edenler dediler ki, “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, (okunurken) onun hakkında gürültü edin, belki böylece ona galip gelirsiniz.” (Fussilet, 41/26). Kibirliye ha­yır cmrcdilse inkâr eder vc üstünlük hissi onu kaplar, sinirle­nerek hakkı reddeder. Bu kalbindeki kibrin ve üstünlük hissi­nin eseridir. Allah’ın, “Ona Allah'tan kork!” denilse gururu, kendisini günaha sürükler.” (Bakara, 2/206) sözüne kulak vermez misin?

Hz. Ömer, bu âyeti okudu ve istircada bulundu. Sonra da, “Bir adam iyiliği emretti ve öldürüldü.” dedikten sonra, “İn­sanlar arasında adaleti emredenleri öldürenler (yok mu), onları acı bir azap ile müjdele!” (Al-ı İmran, 3/21) âyetini okudu. Kibirli olan, kendisine iyiliği emredeni öldürür. Allah’ın şu âyetine kulak ver: “(Bir kavmi) yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalıyorsunuz.” (Şuara, 26/130)

İbn Mes’ud, “Bir adama, “Allah’tan kork!” denildiğinde, “Sen kendine bak, bana mı emrediyorsun?” demesi yeterli bir günahtır.” der. Hz. Peygamber bir adama, “Sağ elinle ye.” bu­yurunca adam, “Sağ elimle yiyemiyorum.” dedi. O zaman E- fendimiz, “Yiyemeycsin! Sen sadece kibrinden böyle yapıyor­sun.” dedi. O adam, daha da sağ elini ağzına kaldıramadı.

Dolayısıyla kim başkasını hakir görerek üstünlük taşlaşa veya hakkı bildiği halde reddetse, o kimse kullara karşı kibir yapmıştır. Kullara karşı olan bu kibir onu, tıpkı şeytanın yaptığı gibi, Allah’a karşı kibirli olmaya götürür. İbn Adan şöyle diyor: “Şeytan sadece, “Ben ondan hayırlıyım.” dedi. Ondan hayırlı olduğunu düşününce secde etmedi. Hâlbuki, bunun mahvedi­ci olduğunu biliyordu. Çünkü Allah’ın emrini reddederek, “Secde etmem.” diyordu. Böylece Allah’a karşı geldi ve inadı arttı.” Çünkü menşe itibarıyla üstün olduğunu düşünüyordu. Onun menşei ateş, Hz. Adem‘in ise topraktı. Ateş toprağı yedi­ğinden daha güçlüydü. Bu sözü, Allah’ı tanımadığından vc Hz. Adem’e karşı geldiğinden söylüyordu. Böylece Hz. Adem’e karşı gösterdiği kibir onu, Allah’a karşı gelmeye götürdü. Kâfir vc mel’un oldu. Bütün bu hâdiseleri, Hz. Peygamber’in, Şcmmas b. Kaysın, “Ya Rcsûlâllah! Ben güzelliği seven bir in­sanım. Bu kibir sayılır mı?” sorusuna verdiği, “1 îayır, kibir, hakkı kabul etmemek vc halkı küçümsemektir”    şeklindeki cevapta özetlenmiştir. Bir diğer rivayette ise, “Kim hakkı tanı­maz ve insanları hakir görürse”3" şeklindedir.

Dolayısıyla kim büyüklük taslar, Allah’ın emrini kabul etmez, O’na ibadet etmeye boyun eğmezse, o Allah’a karşı kibirlidir. Kim de kardeşini hakir görerek kendisini daha hayırlı görür veya hakkı bildiği halde kabul etmezse, insanlara karşı kibir yapmış olur. Kibrin ash, büyüklük taslamak, hakikati ise insanları küçük görüp hakkı bile bile reddetmektir. İşte kibir, genel batlarıyla budur.

Kendini Beğenme (Ucub) Olan Kibir

Dedim ki:

“Kendini beğenmeden doğan kibir nedir?”

Dedi ki:

“Dinde, kendini beğenmeden doğan kibir, ilim vc amelle olmaktadır. Alim ilmini beğenince, bu beğenisi onu diğer in­sanlar üzerine büyüklenmeye götürür. Neticede, bazıları ken­disinden daha çok takvâlı bile olsalar, avama karşı kibirli olur. Bu, Hz. Ömer'in âlimler hakkında korktuğu şeydi. Nitekim âlimlere, “Öğrettiğiniz kişilere karşı mütevazi olun, zalim âlimlerden olmayın, Allah’ın yanında ilminiz cehalet olarak görülmesin!” derdi. Yani ilminizle kibirlenirseniz, O’nun ya­nında tezkiye edilmezsiniz.

Alim, ilmi ile kibirlenince, kendi dışında kalanları hor gö­tür, hafife alır, onlardan kaçar, uzak durur, zelil görür, onları hizmetçi gibi kullanır, öğrettiklerine karşı minnet eder, onların önce selâm vermesi için işi ağırdan alır, onlarla alay eder, ken­disiyle ilgili bir şeyi hafife alınınca veya ihtiyaçları tam karşı­lanmayınca onlara kızar. Çünkü, kendisini çok büyük gördü­ğünden, bütün bu işleri hak ettiğini, onların bu işleri yapmala­rının gerekli olduğunu düşünür.

Birisiyle tartıştığında, bile bile hakkı reddeder. Vaaz etse şiddetle tenkit ederek konuşur. Kendisine öğüt verilirse, öğütte bulunanı azarlar. Bütün bunları, kibir ve büyüklük tasladığın­dan ötürü yapar.

Hz. Muazhn rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte dc aynı ifade­ler bulunmaktadır: “Alimlerden bir kısım var ki, kendisi vaaz etse şiddetle tenkit ederek konuşur, kendisine öğüt verilse azarlar. Kendisiyle ilgili bir şey hafife alınsa veya reddedilse kızar.” Bu hadîste kibirli âlimin yedi sıfatı anlatılmaktadır: 1. O başkasından üstündür, diğerleri ise aşağıdadırlar! 2. Ona bir şey emretseler, öğretmek isteseler veya öğüt verseler sinirlenerek reddeder. 3. Kendisi onlara öğretse, veya öğüt verse sert ve haşin olur. 4. Eşit bir şekilde onlarla konuşmaya tenezzül etmez. Çünkü onlar ona denk değiller! 5. Takva açısından hem kendisinden üstün hem de aşağı olanları küçük görür vc hafife alır. 6. Onlar onun gö­zünde sanki akıl erdiremeyen eşeklerdir. 7. Hiç kimsenin ilmi kendisine fayda vermez, faydası olsa bile onun gözünde fayda vermez.

İşte bütün bunlar Allah’ı bilmemekten ileri gelir. Oysa on­lar ondan daha çok Allah’ı bilmektedirler. Çünkü Allah’tan daha çok korkmaktadırlar. Onlar ona saygı gösterirken, o onla­ra küçümseyici bir gözle bakar. Neticede o alçalmış bir kibirli, onlar ise yücelmiş mütevazilerdir. Çünkü Allah, kibirliyi alçal­tır ve küçük düşürür, kendisi için tevazu göstereni ise yüceltir.

Onlara karşı kibir taslayarak onları küçük görür, ilmi ile on­lara karşı övünür, cehaletlerinden ötürü onları ayıplar, haklarına tecavüz eder, onları aşağılar, başlarına kakar. Bir şey öğretse sert davranır. Hiçbir zaman Allah için mütevazi olmaz.

Bir kısım âlimler, yukarıda sayılan bazı sıfatlardan kaçınır­ken, bazısına ise kendilerini kaptırırlar. Kısacası, kim bir az ilim elde ederse, ilmi daha az olanlara karşı büyüklük taslama ile yüz yüze gelir. Bazıları kendilerini kurtaramaz ve ilmiyle tam bir kibre kapılır; bazıları ise birilerine karşı mütevazi binlerine karşı kibirli olurlar. Bu da Allah’ı idrak etme ve ilmiyle O’nun marifetine delil getirme seviyesine bağlıdır.

Dedim ki:

“İlim insanın alçak gönüllülüğünü artırır. Anlattığın kişi­nin ise, kibir vc cehaleti artmaktadır?”

Dedi ki:

“Vchb b. Münebbih‘in dediği gibi ilim, gökten yağan tatlı ve saf yağmura benzer. Ağaçlar onu kökleriyle emerler. İ ler ağacın sahip olduğu tada göre tadını artırır. Acı olanların acılığı artar, tatlı olanların tatlılığı. Tatlının suyu tatlı olarak, acının suyu ise acı olarak artar.

İlim de böyledir. Kullar onu öğrenirler. Bu ilim herbirinin meyil vc arzusunu artırır. Kibirli olanın kibrini artırır. Çünkü, kibre meyilli olan cahil ise, ilim elde ettiğinde kibirlenecek malzeme bulmuş demektir. Onun için kibri artar. Ama adam cahil iken Allah’tan korkuyor ve Allah’ı bilmenin delillerine ihtiyacı olduğunu biliyorsa, ilim elde edip konuyu anladığında korku ve iç ağrısı artar. Nitekim Hz. Muaz da, “İlmi artanın iç ağrısı da artar.” demiştir. Allah’ı bilip, aleyhinde olan durumla­rı anladığından ötürü iç ağrısı artınca, zillet, alçak gönüllülük, şefkat ve korkusu da artar.

Ama meyil vc arzusu dünya ve büyüklenme olunca, Him onun kibrini, katılığını, başkasını küçük görme duygu­sunu, kendinden hem üstün hem de aşağı olanları reddetme hissini artırır. Bunlar kibir vc galip olma sevgisinin neticesi­dir.

Dedim ki:

“İster âlim ister cahil olsun, amelle uğraşan kişi neyle kar­şılaşabilir?”

Dedi ki:

“İster âlini ister cahil olsun, kendinden daha az amel edeni küçük görür. Eğer ondan daha cahilse, kendi kendine, “Heder olmaktadır, cahildir.” der. Eğer ondan daha âlim ise, “Bunun işi çok zor, çünkü ameli çok azdır.” der.

Kendinden daha az amel edenleri hakir görür, küçültücü gözle bakar. Ya da üzerlerinde büyüklük taslar. Ağır bir şekilde hareket eder ki, başkaları önce selâm versin. Başkaları ona iyilik yapar o yapmaz. Onu ziyaret ederler o etmez. Hastalığında geçmiş olsuna giderler o gitmez. Faziletiyle onları aşağılamak ister. Aralarına karışana iş yaptırır, onu çalıştırırlar. Kendisine öğüt verene kızar. Çünkü amelde onlardan üstündür! Onlar ise amel etmeyen vc haddi aşan kişilerdir.

Birine, önce selâm verse, selamını alsa, yardımcı olsa, evi­ne gitse, davetine icabet etse veya dostluk kursa, bununla ken­disine iyilik ve hak etmediği şeyi; sadece kendisine ait bir fazi­let olarak yaptığını, dolayısıyla ondan daha faziletli oluğunu düşünür.

Kendisi için Allah’tan çok büyük ümitler taşırken, onlar adına ciddi korkular içindedir. Onları gördüğünde veya hatır­ladığında, kendisi için hiçbir endişe duymaz, onlar için ise, ciddi korkular hisseder. Çünkü onların helâk olduklarını dü­şünür. Sanki Allah’tan, kendisine azap edilmeyeceğine dair garanti almış gibidir. Hâlbuki esas helâk olan kendisidir. Hz. Peygamber’in, “Bir şahsın, "İnsanlar helâk olmuşlardır.” şeklindeki sözlerini duyarsanız, biliniz ki en büyük helâka uğrayan odur”M ha­dîsine bakmaz mısın? I İz. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bu hadîste Efendimiz ne güzel buyurmuşlar! Çünkü o şahıs kibir­li, başkasını küçük gören, Allah’a karşı aldanmış, kendini em-

1 Müslim. Birr, 139; Libû Dâvfid, Edep, 77; Mııvatia, Kelamı 2; Müsned, II, 272.

niyette hissedip korkmayan bir kişidir. Onun kibir ve üstten bakışı onu, Allah’ın hoşuna gitmeyen bu kötü ahlâka sürükle­miştir. Hz. Peygamber başka bir hadîsinde, “Kişinin Müslüman kardeşini hor görmesi, kötülük olarak kendisine yeter.’*2 buyurmuş­tur.

Söz konusu ibadetle meşgul olan şahıs, başkasını küçük görüp, kendinden çok, onlar adına korksa ve onlardan çok kendisi için ümit beslese; onlar da ona büyük bir zat gözüyle bakıp kendilerini küçük görseler; ondan çok kendilerinden korksa vc kendilerinden çok onun için kurtuluş ümidi beslcse- ler; kısacası onun kurtulacağını, kendilerinin ise helak olacakla­rını zannetseler, işte o zaman onlar ondan daha çok ibadet ve taat ediyorlar demektir.

O kişi Allah’ın gazabına uğrayacak vc ahirette ameli boşuna gidecektir. Kibrinden ötürü, Allah, yaptığı amellerini elinden alacaktır. Diğerleri ise alçakgönüllülükleri, Allah’a olan sevgileri, kendilerini küçük görmeleri, o ibadet edeni, onlardan ayrı dur­duğu ve meclislerine katılmadığı için büyük görmelerinden ötü­rü, Allah’ın rahmetiyle karşılaşacak ve O’na daha yakın olacak­lardır. Çünkü Allah onları sevip yüccltmeseydi, onlar O’nu sevip ta’zim etmez vc O’na yakın olma ümidini taşımazlardı.

Evet onlar, Allah’ın rahmet ve mağfiretine uğrayacaklar ve Allah onları ibadet vc gayretleriyle kendi katma alacaktır. Kibırlcncnin ise amelleri yok olacak ve en kötü hale sokula­caktır. Çünkü o, Allah’ın vermiş olduğu amel nimetiyle kibirlenmiş, kullarını küçük görmüş, onlardan uzak dur­muş, Allah’a güveniyle aldanmış, daha çok başkası için endi­şe duymuş vc asıl kendi nefsinden korkup ona acıması ge­rektiğini unutmuştur.

32 Müslim, Birr, 32; Ebû Dâvûd, Edep, 35; el-Tirmizî, Birr, 18; İbn Mâcc,

Zühd, 3.

Şa’bî ve Ebu’l-Celd şöyle bir olay anlatırlar: "Israiloğul- larından, “İsrail oğullarının reddedilen evlâdt.” diye adlandırılan biri vardı. Adanı bir gün, başında bulutların gölge yaptığı bir abide - rastladı. Kendi kendine, “Ben İsrailoğullarının reddedilen evlâ­dıyım, bu ise onların abididir. Yanına oturayım, belki Allah beni de affeder.” dedi ve yanma oturdu. Abid kendi kendine, “Ben İsrailoğullarının abidiyim, bu ise reddedilenleridir, gel­miş yanıma oturuyor.” dedi ve ona kızarak yanından kalkması­nı istedi. Allah, o zamanın peygamberine, “Git onlara söyle, yeniden ibadete başlasınlar. Çünkü, abidin ibadetlerini sildim, diğerini ise affettim.” diye vahyetti. Başka bir hadîste, bulutun abidin başından ayrılıp, reddedilen adamı gölgelendirmeye başladığı açıklaması da vardır.

Şüphesiz Allah, kulların kalplerine bakar. Çünkü diğer or- A

ganlar kalbe tâbidir. Alim veya abid kendini beğenip böbürlenin­ce, cahil veya günahkâr olan da mütevazi olup Allah’ın azameti ve korkusu karşısında boyun eğince, abidden daha çok itaatkar olmuş olur. Abid de kalbiyle bu mânâdadır. Bir hadîste şu olay anlatılır: “İsrailoğullaundan bir adam, yine kendilerinden olan bir abide rastladı. Abid secdede iken sırtına bindi ve “Başını kaldır.” dedi. Abid, “Vallahi Allah seni affetmez.” diye bağırdı. Bunu üzerine Allah, “Ey benim adıma konuşan kişi, asıl Allah seni affetmeye­cek.” diye vahyetti. Kendini Allah katında çok büyük gördüğün­den, secde ve ibadetinden ötürü kendisine yapılan kötülüğün çok büyük olduğunu ve Allah tarafından affedilmeyeceğini düşündü­ğünden o kişiye affedilmeyeceğim söylemişti. Böylece hem ucub hem kibir yapmış, hem de Allah’a olan ümidinde aldanmıştı.

Halkı küçük gören kibirli şahıs da böyledir. Onlar ara­sında sanki sadece kendisi kurtulacaktır. Hz. Peygambcr’e bir adamdan söz edildi. Günün birinde adam çıkageldi. “Söz ettiğimiz adam şu gelendir.” dediklerinde Hz. Peygamber, “Yüzünde şeytandan bir iz görüyorum.” buyurdu. Adam gelip selâm verdi ve ayakta durdu. Hz. Peygamber, “Allah için söyle! Kendi kendine, “Burdakilerin arasında benden faziletlisi yoktur. ” demedin mi?” sorusuna adam. “Allah’a yemin ederim öyledir.” dedi.  Adam daha faziletli olduğu için, oturanlar arasında sadece kendisinin kurtuluşa ereceğini düşünmüştü. Onun için tiksinip ayakta durmuştu. Sanki, yaptığı ameli oradakile­rin başına kakıyordu. Nitekim sahabeden olan Haris, b. Ccrir şöyle diyor: “Güleç yüzlü abidler çok hoşuma giderler. Ama sen güleç olduğun halde asık bir suratla seni karşılayan, sanki ameliyle başına kakıyor gibidir. Allah Müslümanlar arasında böylelerin sayısını çoğaltmasın!”

Şayet Allah böylelerinden razı olsaydı, Nebi’sine şöyle demezdi: “Mü’minlere kanatlarını indir (onlara karşı mütevazi ve şefkatli ol)." (Hicr, 15/88). “Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsay­dın, çevrenden dağılır giderlerdi." O’nun onları, onların da O’nıı sevdiği dostlarını ise şöyle anlatıyor: “Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler." (Maide, 5/54)

Dolayısıyla, ister âlim ister abid olsun, kibirli kimsenin Al­lah nazarında hiçbir değeri yoktur.

Bir kısım insanlar ise dalâlettedirler. Bu dalâletlerine bir de kibir eklemişler. Yeryüzünde onlardan başka doğruyu söyleyen vc hidayete götüren kimsenin olmadığına inanırlar. Bunlar Kur’ân’ın mahlûk olduğuna inanırlar. Kaderi ve ahirette rü’yetullahı inkâr ederler. Mizanın kurulacağına da inanmazlar. Rafizîler, Mürciye ve Haricîler bunlardandır. Şefaati yalanlarlar. Sahabe-i kirama dil uzatırlar. IJk hâdisesinden, Kur’ân’ın âyetleriyle beri olduğu halde, müminlerin annesi Hz. Âişe‘ye dil uzatırlar. Şayet kitabın uzama­sından endişe etmeseydim, onları genişçe anlatırdım. Bu fırkaların her biri, yoldan çıkmış uzaklaşmışlardır. Hakkı söyleyen hiç kim­seyi tanımazlar. Cehalet ve kibirlerinden ötürü, yeryüzünde sade­ce kendilerinin hidayette olduğuna inanırlar.

Bu konuda İbn Abbas, Hz. Peygamberden şu hadîsi riva­yet etmektedir: “Birgrup insan gelecek, Kuran okurlar, gırtlaklarını aşmadığı halde, Kur’âtı okuduklarını söylerler. Bizden daha iyi oku­yan, bizden daha iyi bilen kim var derler.” Sonra Efendimiz asha­bına dönerek, “F.y topluluk bunlar sîzdendir ama bunlar Cehennem odunudur. ”  buyurdu.

Dedim ki:

“Riyadan olan kibir nedir?”

Dedi ki:

“Kul kendisiyle tartışan veya herhangi bir iyiliği emreden kişinin söylediği gerçeği reddeder. Muhatabın kendisinden üstün veya daha aşağıda birisi olması bir şey değiştirmez. Hatalı olduğu ortaya çıkar da makamında eksiklik olur diye gerçeği kabullenmez. Veya da falan şahıs yenildi ya da hatası bulundu denilmesin diye, gösterişi onu kibir ahlâkına götürür. Her ne içinde kendisiyle tartışan veya emreden daha hayırlı olduğunu bilse de gurur ve gösterişi kabullenmeye engel olur. Aslında başlangıçta gerçek anlamıyla kalbinde kibir yoktur.

Dedim ki:

“Peki neticede kin doğuran kibir nasıl oluyor?”

Dedi ki:

“Önce selâm verip barışmasın diye, kendisine zulmettiği, dil uzattığı veya ilişkisini kestiği kişiyle, helalleşmekten kaçınır. Dolayısıyla onun sözünü kabullendi denilmesin diye, kin ve düşmanlığa vardıracak kadar, gerçeği reddeder. Yani gerçeği reddetmede veya hakkını vermemede kibri, kin ve düşmanlık derecesinde kullanır.

Kendilerine karşı gösteriş yaptığı, kin ve düşmanlık besle­diği şahıslardan aşağı olduğunu bildiği halde gösteriş ve kin beslemek, kibir ahlâkı edinmektir. Kendini beğenenin kibri kalple olur. Kendisine verilenleri muhatabında bulamayınca daha hayırlı olduğunu düşünür ve soğuk davranır. Bu konu ilim ve amel açısından, hem din hem dünyayı kapsar. Kendisi­ne diğerlerinden fazla bir nimet verilince hoşuna gider ve ki­birlenir. Bu cehaletten ve şükrü bilmemekten kaynaklanır. İbadette ileri gidenler bile bu noktada kendilerine güvenemez­ler. Çünkü kişinin kendini beğenmesi ve kibirlenmesi, kendi­sinde bulunan nimetten ileri gelir. Nimetler çoğalıp büyü­yünce, kendini beğenmişlik ve kibir çabuk yol bulur. Özellikle kişiyi halktan ayıran ilim ve amel gibi hususlarda daha çok etki­li olur. İbn Büreyde’nin I Iz. Ömcfden aktardığı şu sözü duy­madın mı? “Uhud günü Hz. Peygamberi korurken parmağı yaralandı diye, Talha’da sürekli bir böbürlenme hissedilirdi.” Humeyd b. Abdurrahmanhn İbn Abbas‘tan aktardığı şu ifade­ler de bu olayla ilgilidir: “İbn Abbas Hz. Ömer’e, Hz. Talha hakkındaki düşüncesini sorunca şu cevabı almıştı: “Kendisinde kibir eseri olan bir adamdır.” Sonra şu izahı yaptı: “Çünkü Talha, Uhud günü, diğer ashaptan farklı bir ayrıcalığa sahip olmuştu. Hz. Peygamber’i bizzat vücûdunu siper yaparak ko­rumuştu. Neticede eli isabet aldı. Yaralı parmağını ayağının altına koyarak kopardı ve hemen Hz. Peygamberin üstüne abandı.” Hz. Ömer bu kahramanlığından ötürü, Hz. Talha’da kibir eseri görmüştü.

Bu, bilinen bir gerçekten ötürü, bir Müslümana hakaret etmek değildir. Fakat bu kadarcık bir durumdan ötürü bile söz söylenmişse, biz bîçarelerin her halimizde daha dikkatli olmamız gereklidir. Çünkü Hz. Peygamber, “Kalbinde hardal tohumu kadar kibir olan kimse Cennet'e giremez.”  buyurmuş­tur.

Giyilen elbiseyle yapılan kibir de böyledir. Yün elbise gi­yen giynıeycnlcre karşı kibir taslar. Hasan-ı Basrî, ‘Yün elbise giyen şahsın kibri, ipek elbise giyenden fazladır.” derken ne doğru söylemiştir. Çünkü ipek elbise giyen, ehl-i dünyaya karşı kibirlenir, ama yün giyen dindara karşı mütevazidir. Buna mu­kabil, dindarlığının bir işareti olarak yün elbise giyen ipek elbi­se giyeni küçümser. İpek elbise giyen, üzerinde salih kişilerin elbisesini ve zahidlerin işaretini gördüğünden, saygı gösterir, mütevazi olur.

Akıllı olan, hiçbir zaman kibir vc kendini beğenmişlikten emin olamaz. Kişiyi başkasından ayıran her hâl ve davranış kibrin davetçisidir. Bundan ötürü Temim-i Darî Hz. Ömefdcn, kıssa anlatma izni isteyince I Iz. Ömer izin verme­miş ve “Bu adam kesmek demektir.” demişti. Kabilesine na­maz kıldıran bir şahsa, namazdan sonra onlara vaaz etme ve arkasından da dua okuma izni vermemiş ve “Göğe varacak şekilde şişmenden korkuyorum.” diyerek kibirlenmesinden endişe etmişti.

Hz. Huzcyfe dc bir gün namaz kıldırdıktan sonra, “Ken­dinize başka bir imam arayın veya bundan sonra tek başınıza kılın.” demişti. Başka bir rivayette, “Cemaat arasında kendim­den daha faziletlisi görmediğim hissine kapıldım.” ifadesi geç­mektedir.

Diğerlerinden ayrılacak şekilde kendisine bir nimet veri­len çok az kişi kibirden kurtulabilir. Allah’ın kendisine büyük bir azim, güç ve koruyuculuk verdiği kişi müstesna...

Dünya ile Kibirlenmek

Dedim ki:

“Dinle olan kibri anlattın. Peki dünya ile olan kibir nasıl olur?”

Dedi ki:

“Dünya ile kibir soy, güzellik, güç, mal ve sayı çokluğundan ileri gelir. Soyu ile övünen, kendisinden aşağı olanları, amelden üstün olsalar bile, küçük görür. Bu kibir bazılarında diğerlerini kendisine hizmetçi ve köle görecek dereceye varır. Onlarla oturmaktan kaçınır, onlara karşı böbürlenir, sinirlenince onları ayıplar, salih olan kişi bile sinirlendiği zaman bu tehlikeyle karşı karşıya gelir. Hz. Ebû Zerr anlatıyor: “Hz. Peygamberin huzu­runda bir adamla dil mücadelemiz oldu. Ona, “Ey zencinin oğ­lu!” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Ey Eba Zerr! Her­kes aynıdır, herkes aynıdır. Beyazın siyahtan hiçbir üstünlüğü yoktur. 6 Muhatabın annesi siyah (zenci) Ebû Zerr’in ise beyaz ırktan olduğu için kendisini ondan hayırlı görüyordu. Hz. Peygam­berin, “Herkes aynıdır sözü.” bu düşünceye işaret etmektedir. Ebû Zer, “Bu söz üzerine yere yattım ve adama, “Gel ayağınla başıma bas!” dedim.” ifadesini ilave ediyor.

Evet salih kişi sinirlendiğinde, soyca aşağı olana karşı böyle bir tehlikeyle karşı karşıya gelir. Gıybetini yapar, soyluluğunu hatırlatır ve onu küçük düşürür. Adamın muhatabına, “Hava- zinli, Hintli vs.” deyip küçültmesi gibi. Bununla sadece onu ayıplamaz, aynı zamanda böbürlenir. “Ben senden soyca üstü­nüm ve şerefliyim. Falan kabileden falanın oğluyum. Sen kim­sin, kimlerdensin? Sen falanın oğlu falan değil misin? Senin gibisi benimle konuşmaya nasıl cüret eder, nasıl bir görebilir ve benimle kendini denk tutar?” der.

Bundan ötürü, Hz. Peygamberin yanında böbürlenen iki şahıstan biri diğerine, “Ben falanın oğlu falanım. Sen kimsin? Annen bile bilinmiyor!” deyince, O şöyle buyurmuştur: "Hz.- Musa'nın yanında iki kişi böbürlenmişti. Birisi dokuz dedesini sayın­ca, Allah Hz. Musa’ya şunu vahyetti: “Dedeleriyle övünen kişiye şunu söyle: “Saydığın dedelerin dokuzu da Cehennemliktir, sen de onuncu- susun!>>yj

Başka bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Ya Cehennemce kömür haline gelen ecdadla böbürlenmeyi bırakırlar ya da burunlarıyla pislik yiyen böceklerden daha aşağı bir derekeye düşer­ler.”™ Bir diğer hadîste ise, “Allah sizi cahiliye ayıplarından kur­tarmıştır, artık böbürlenmeyin.” ifadeleri bulunmaktadır.

Güzelliği ile böbürlenen, diğerlerini çirkin görür, onlara karşı güzelliği ile övünür, yaradılışından ötürü onları ayıplar. Hz. Aişe validemiz anlatıyor: “Hz. Peygamberin huzuruna bir kadın geldi. Ben dc el işaretiyle onu ayıplar bir hareket yaptım. Efendimiz, “Gıybetini yaptın.” diyerek beni azarladı.” Güzel olmadığı için, onu ayıplamış ve taklidini yapmıştı.

Güçlü olan zayıfı ayıplar, küçük görür, gücüyle iftihar e- der, böbürlenir. Mal sahibi malıyla övünür, şımarır, giydiğHüks elbiseyle caka satar. Bundan ötürü Allah şöyle buyuruyor: “(Karun) süsü (debdebesi) içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler, “Keşke Karun’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi, hakikaten o, büyük nasip sahibidir!” dediler. Kendilerine bilgi verilmiş olanlar ise, “Yazık size, dediler, ina­nan ve iyi iş yapan kimse için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur.” Nihayet Biz, onu da evini de yere batırdık; Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini (savunup) kurtaranlardan da değildi.

37el-İrakî,c/-MMÇHi, 111,352.

■’* Miisnecl, II, 361; ct-Tirnıizî, Meııakib, 74.

Dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Vay, demek Allah kulla­rından dilediğine nzık açar ve kısar, Allah bize lütfetmiş olma­saydı, bizi de yere batırırdı. Demek gerçekten kâfirler ifiah ol­maz!” demeğe başladılar.” (Kasas, 28/79-82).

Çünkü aşiret ve hizmetçileriyle övünen kişi, daha az olan­ları küçük görür, onlara üstünlük taslar. Saydıklarımızın bütü­nü ucubla başlar, kibirle neticelenir.

Dedim ki;

“Kibirle ucbu (kendini beğenmişliği) birbirine denk tutu­yorsun. Din ve dünya konusunda aralarında ne fark vardır?”

Dedi ki;

“Dinde kişi yaptığı ameliyle böbürlenir, nefsini över, Al­lah’ın nimetini unutur. Kimseye karşı kibirlenmez. Bazen bu övünmesi ona, başkasından hayırlı olma duygusunu verir. Di­ğerlerini küçük görmeye başlar, onlara karşı soğuk davranır, onlardan kaçınır. İşte o zaman, kibir ve övünme bir araya gelir. Dünya işlerine gelince, kişi, güzelliği, malı soyu, gücü vs. ile övünür. Başta kibirlenmez. Ancak bu şekilde övünüp kibre, şımarıklığa ve üstünlük duygusuna kapılmayan kimse yok gibi­dir. Hz. Peygamber’in, giydiği güzel elbiseler içinde böbürlenen şahsı, ucubla (kendini beğenmişlikle) nitelediğini duymadın m?

Din ve dünyasıyla kibirlenen kişi, Allah’ın sevmediği iki şeyi kendinde toplamıştır; Üstünlük sevgisi ile hakka boyun eğmeme vc kendinden aşağı olan kişilerden hakkı kabullenme­den nefret etme. Onlarla ancak sert bir şekilde konuşur, aşağHatıcı bir gözle bakar vc onları küçük görür.

Kibri Bertaraf Etme ve Kulun Kendini Bilmesi

Dedim ki:

“Kul, kibri ne ile bertaraf eder?”

Dedi ki:

“Kendini tanıyıp, din ve dünya açısından makamını bilme­siyle.”

Dedim ki:

“Peki kendini nasıl bilecek?”

Dedi ki:

“Başlangıcını, hayâtını ve akıbetini düşünerek kendini bilir. Dünyaya geldiği güne kadar geçen zaman boyunca hiçbir şey değilken, Allah onu yoktan yarattı. Üstelik ölü bir şeyden yarattı. Yani hayattan önce onu Ölü olarak yarattı. Çünkü, önce onu topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra bir kan pıhtı­sından yarattı. Sonra da kemiğe çevirip etle kapladı. Dolayısıyla, hayatından önce ölümünden, güçlülüğünden önce zayıflığından, âlimliğinden önce cehaletinden, görür halinden önce, körlü­ğünden, duyar halinden önce sağırlığından, konuşur halinden önce dilsizliğinden, karnının tokluğundan önce açlığından, ör­tünmüş halinden önce çıplaklığından, hidayetinden önce gafle­tinden, zenginliğinden önce fakirliğinden işe başladı.

Sonra ölü iken canlandırdı, sağır iken duyar hale getirdi, kör iken görür hale getirdi, dilsiz iken konuşur hale getirdi, zayıf iken güçlendirdi, cahil iken bilgi sahibi yaptı, fakir iken zenginleştirdi, aç iken doyurdu, çıplak iken giydirdi, gaflette iken hidayete erdirdi. Onu bu aşağı mertebelerden söz konusu yüksek mertebelere yüceltti.

Dolayısıyla kişi, önceki halini düşünerek nefsini tanımalı, ne kadar zelil, zayıf, eksik, miskin, muhtaç olduğuna şahit ol­malı, böylece değerinin küçüklüğünü bilmelidir. Bu bilgi ona, kibir, böbürlenme, şımarma, büyüklenme ve benzerlerinden nefsini alıkoyma imkânı verir.

Başlangıçta bu değersizliği ve makamının küçüklüğü ona, nefsini bilme imkânı verdiği için, Allah'ın kendisine vermiş olduğu bir nimettir. Bu da onu, eğer akıllı ise, kibir, böbür­lenme ve şımarmadan ahkoyar. Allah’tan gelen ikinci nimet, onu aşağılık ve kötü bir halden yüce bir makama yükselten Rabb’ini tanıma imkânıdır. Allah’tan gelen bu iki nimetten birincisi ile kendini, İkincisiyle de Rabb’ini tanır. Birincisiyle, gözünde nefsinin değen küçülür, İkincisiyle Rabb’inin değeri yücelir. Küçük ve aşağılık bir makamdan onu yücelttiği için, bir şükür emaresi olarak, Rabb’ine karşı tezellül eder ve boyun eğer.

Başlangıcı ve ilk hali bu olan kişi kibirden uzaktır Bu ger­çeği Hz. Lokman oğluna, ‘Yavrum! Toprağın kibirle ne alâkası var?” derken ne güzel ifade eder. Evet, aslı ayaklar altında ezi­len toprak olan ve daha sonra da ekşiyip cıvıklaşan çamur olan kişi, nasıl kibirlenir? Çünkü küçük görülen kişiye, “Sen gö­zümde ayaklar altında ezdiğim topraktan bile değersizsin, pis kokulu balçık gibisin!” denir.

insanoğlunun aslı, ayaklar altında ezilen toprak ve kokuş­muş çamurdur. Sonra pis nutfe halini alır. Faslı da budur. Kişi ayıplanmak, değeri düşürülmek istenince, “Senin ne aslın var ne de faslın.” denir. Araplara göre asi dedeye, fasl ise babaya denir. İnsanın aslı ayaklar altında ezilen toprak, faslı da, elbise ve çamaşıra bulaştığında pis olduğu için yıkanan, menidir. Do­layısıyla aşağılık vc pis bir maddeden yaratılmıştır. Allah’ın şu beyanlarına kulak verin: “Kahrolası insan ne kadar da nankör­dür! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Nutfeden. Onu yarattı, ona biçim verdi.” (Abese, 80/17-19). “Sonra onun neslini bir öz­den, hakir bir su (yun özün)den yaptı.” (Secde, 32/8). Hz. Pey­gamber de, “Allah şöyle buyuruyor: İnsanoğlu Bana kafa mı tutuyor?

Oysa, Ben onu şöyle bir şeyden yarattım.” dedikten sonra, mübarek tükürüğünü mübarek avucuna koyup gösterdi.

İnsan pis bir şeyden yaratıldı, pis bir yere kondu ve pis bir yerden çıktı. Çünkü erkeğin sulbünden gelip, sidiğin çıktığı yoldan geçerek rahme ulaşır. Burdan da yine sidik yolundan geçip dünyaya varır. Hz. Enes anlatıyor: “Hz. Ebû Bekir bir hutbesinde, “1ler biriniz ikişer defa sidiğin geçtiği yoldan geç­mişsiniz.” diyerek ki kirlenenlere seslenmişti.

İnsanoğlunun ilk yaratıldığı şey topraktır. Sonra ölü bir sperm, sonra ölü bir km pıhtısı, sonra ölü bir çiğnem et, sonra ölü bir beden safhalarını geçmiştir. Acizlik vc yetmezliğinden ötürü duyamayan, göremeyen, konuşamayan, düşünemeyen ve hareket edemeyen bir beden... Sonra, ruh üflenir. Bütün bu safhalardan sonra canlı ama küçük, zayıf vc aciz bir şekilde dünyaya gönderilir. Sonra bir süre kazurata teslim edilir. Kamında pislik, mesanesinde sidik, burnunda sümük, ağzında tükrtik vc kulağında kir.. Bunla­rın yanında diğer bir sürü koku ve pisliğin saldırısına uğrar. Eğer temizliği biraz ihmal ederse hayvanlardan da daha pis kokar. Bu arada birçok hastalık vc birbiriylc çelişen birçok duyguyla yüz yüze gelir. Od, balgam, yel ve kanı birbirinden ayıramaz hale gelir.

Bununla birlikte o, başkasına muhtaç zelil bir kuldur. İster is­temez acıkır, ister istemez yaşar, ister istemez uyur. Bu işlerde kâr veya zarar elde etme yetkisine sahip değildir. Hoşuna gitmeyen bazı sorumluluklar karşısında teslim olur. Yapamayacağı şeyleri ister. Acıkmamak, susamamak vc hastalanmamak ister ama iste­memesine rağmen bunlarla karşılaşır. Bir şeyi hatırlamak ister ama hatırlayamaz, bir şeyi unutmak ister ama unutamaz. Bunların yanı sıra istediği bir şekilde ölebileceğinden emin değildir. Belki aç, belki de uykuda ölecektir ve buna engel de olamaz.

Evet zelil bir kul! Başkası onu evirip çeviriyor. Gece veya gündüz, duyma, görme, düşünme hatta bütün duyularım veya bir kısmını kaybetmeyeceğinden emin değildir. İlk yaratıldığı, görmez, duymaz ve konuşmaz hale döndürülebilir. Nitekim Allah, bazı kulları hakkında bu türden kararlar verir ve onları o hale sokar. Bunların yanında kalbinden geçen bir düşünceden • tutun da, bir organının hareketine, bir şey elde etme ve harca­maya, yeme ve içmeye varıncaya kadar her durum ve hali, ince­lenip hesaba çekilmek üzere, kayıt edilmektedir. Bununla bir­likte, sahip olduğu malının bir anda elinden alınmayacağından emin değildir. Nefsine sahip değildir ve bedeninde yapmak istediğini yapamamaktadır.

Bütün bu sayılanlarla birlikte insan, maliki olan Allah’a muhalefet etmekte, O’ndan başkalarına teşekkür etmekte ve onları zikretmektedir. Nehyettiği birçok şeyi yapmakta, emret­tiği birçok şeyi yerine getirmemektedir. Oysa bunlar ceza ge­rektirmektedir. Şayet affedilmezse, domuz ve köpekler ondan daha hayırlı, daha temiz ve daha pâk olurlar. Çünkü domuz ve köpekler toprak olup gidecekler, insan ise azap görecektir. Bu durumda eğer yarauklar kokusunu alsalar, kokusundan ölürler; onu görseler, çirkin ve dehşet verici görünüşünden ötürü bayı­lırlar. Susuzluğu gitsin diye kendisine ikram edilen içecekten bir damla dünyanın dağlarına damlatılsa onları eritir. Zillet ve meskenet içinde bu azap ebedî olarak sürüp gider.

Yukarıda sayılan sıfatlara sahip ve durumlara dûçar olan vc bunları boynunun bir borcu olarak hak eden kimse, ne kadar zelil vc aşağılık olur! Bu sıfatlara sahip olan kimse, nasıl halkın arasına çıkar? Aklı olan böyle bir kimsenin hakkı, kendini zelil ve küçük görmek değil mi?

Bin kırbaç vurulma cezasına çarptırılan ve cezanın uygu­lanması için beklemede olan hapisteki bir mahkûmun zelil durumu vc cezayı çekmek için endişeli bekleyişi nasıl olur?’ O, dünyada ceza giyen ve hapse atılan ama cezanın infaz edilmesi için ne zaman çağırılacağını bilmeyen bir mahkûm değil midir? Tabii merhametli olan Hakim’in onu affetmesi istisna.. Gerçekleşen cezanın yanı sıra ölümü de beklemekte­dir. Ölüm hayatın son noktasıdır. Ölü iken diriltildiği gibi, diriltilmek üzere tekrar öldürülecektir. İnsanların diliyle söy­lenen şu âyete kulak vermez misin? “Dediler ki, Rabb’inıiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin.” (Mü’min, 40/11) Yani biz babalarımızın belinde ölü iken bizi dirilttin, sonra tekrar öldürdün. Böylece görür olduğu halde görmez olur, duyar olduğu halde duymaz olur, konuşur olduğu halde konuşmaz olur ve bütün mafsalları dağılır. İnsanlarla hayvanların tiksin­diği kokuşmuş bir leş haline gelir. Sonra kuyruk sokumu kemiğinin dışında bütün bedeni çürür ve toprak olur. Nite­kim Hz. Peygamber, "Kuyruk sokumu kemiği dışında insanoğlu­nun bütün bedeni çürür”4" buyurmuştur.

Neticede toprak haline gelerek, ilk atasının yaratıldığı aslı­na döner. Var iken yok olur. Nitekim daha önce de, kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmişti. Sonra Allah onu diriltir ve kıyametin dehşetli sahneleriyle yüz yüze getirir. Parçalanan gök yüzünü, değiştirilen yeryüzünü, un-ufak olan dağları, dökülen yıldızları ve sönen ay ve güneşi gözleriyle gö­rür. Kulağında Cehennem uğultusu vc önünde, zayıflığına rağmen, ister istemez geçeceği sırat köprüsü..! Sonra Mev­lâ’sının huzuruna çıkar vc her şeyden sorgulandıktan sonra, şa­yet affedilmezse, zillet ve mağlubiyet içinde, orada ebedî kala­cağı azaba yönlendirilir.  

Kul, sayılan bu durumları düşününce kibri kırılır, müte- vazi olur. Allah’a karşı şükreden bir kul olur, başını eğip inkisa­ra uğrar. Neticede din vc dünya konusunda yetersizliğini ve nefsinin kıymetinin düşüklüğünü öğrenir.

Bunun benzerleri çoktur. Ancak düşünüldüğünde, ilk baş­ta insanoğlu kadar değeri düşük olanı yoktur. Bu durum şu misale benzer. Adamın biri Haşimoğullarından olduğunu bilir. Ama babası kendisine bu konuda yanlış bilgi vermiştir. Kendisi haberin doğruluğuna inandığından Haşimîlerin kahramanlık hissini taşımakta, böbürlenip kibirlenmektedir. Kendi dışında­kileri de küçük görmekte, onlara üstünlük taslamaktadır. Çün­kü babasının verdiği bilgiden hiç şüphe etmemektedir.

Bu kibirli durumu devam ederken, babasından daha çok gü­venip sözlerine inandığı yaşlı ve soy ilmini iyi bilen birkaç adam, kendisine Haşimoğullarından olmadığını, aksine Çinli veya Filis­tinli çiftçilerin soyundan olduğunu söylerler. O da şüphesiz onla­ra inanır ve babasının yanlış bilgi verdiğini anlar. Bu durumda, hayâl kırıklığına uğrayarak, zillet içine girmesine kim engel olabi­lir? Çünkü inandığı gibi olmadığını kesin olarak öğrenmiştir.

İşte insan da böyledir. Kibirlenir, böbürlenir. Sanki aslı toprak ve meni, küçüklük, zillet, meskenet, çeşit çeşit hastalık­lar değilmiş gibi. Sonra, aslını düşünüp hayatının başlangıcını; hangi maddelerden ve nasıl yaratıldığını; hangi safhalardan geçtiğini hatırlayınca, hiç kimse onun hayâl kırıklığına uğrayıp zelil olmasına engel olamaz.

Hayat, sağlık, zenginlik, mal ve mülkünün durumu ise, şu örneğe benzer: Adamın biri kesin olarak hür olduğunu bilmek­tedir. Sonra babası büyük bir servet bırakarak ölür. Adam da, gençliği, güzelliği, sağlığı, zenginliği, saraylar gibi evi, güzel geçim ve bunlardan dolayı içinde bulunduğu emniyetiyle övü­nüp kibirlenmektedir.

Durum böyle devam ederken, diğer bir memleketten birHcrı çıka gelir. Onu yakalayıp kesin delillerini ortaya koyarak, anne-babasının kendi köleleri olduğunu ispatlarlar. Dolayısıyla' elindeki bütün varlığın kendilerine ait olduğunu söylerler. Hakim de bu iddiayı onaylayarak, gelenlerin haklı olduğunu bildirir. Şahitler de bu yönde şahitlik edince, adam da iddianın kesin doğru olduğuna inanır.

Hür olmayıp bir köle olduğunu, dolayısıyla ne kendine ne de herhangi bir mala sahip olduğunu, efendisinin isterse, her şeyi elinden alabileceğini ve kendisinin hiçbir şey yapamayaca­ğını anlayan söz konusu şahsın kibrinin kırılıp zillet içine gir­mesine kim engel olabilir?

Köle olduğunu anlamasının yanı sıra, bir anda kendini yı­lan, akrep gibi zehirlememelerinden emin olmadığı hayvanla­rın bulunduğu bir evde bulur. Bu evde oturmak mecburiye­tindedir. Çünkü bunu efendisi istemiştir ki, evdeki eşyalar kaybolmasın. Bu adamın içinde duyduğu kölelik hissi, malım ve varlığını kaybetme duygusu ve karşı karşıya bulunduğu can korkusu nasıl izah edilebilir? Böyle bir yerde oturan kimsenin sonu ancak helak olmaktır. Bu adam mal ve ev bark sahibi ol­duğunu söyleyebilir mi?

İşte insanoğlu da, ilk yaratıldığı halini vc kendisinden ya­ratıldığı ilk maddeyi unutup kibirlenir ve böbürlenirse, arka­sından da yaptığı ibadeti, zelil bir kul olduğunu, nefsine vc malına hakim olmadığınHezzet aldığı anda bile her şeyi acılaş­tıracak belâlara dûçar olabileceğini, en son durağın, toprağa karışıp fani olmak olduğunu vc dünyadan, malik olduğu her şeyden soyutlanarak ayrılacağını düşününce, misaldeki şahıs gibi olur. Evet, anlatılan duruma tam inanan kişinin, zevk sefa içinde yaşaması mümkün müdür? Nefsini Mevlâ’sına karşı zelil kılıp boyun eğen, korkan ve helak olma endişesini taşıyan kimse, dünya nimetlerinden zevkle yararlanabilir mi?

Allah’a isyan edip hayatında cezayı hak eden kimsenin du­rumu şu misâlde anlatılanlara benzer: Güçlü, saltanat sahibi, yeryüzü hâkimiyetini elinde tutan, yapmak istediği her şeyi yapabilen bir şahsın kölesini düşünün. Bu şahıs, kölesine bazı işler yapmasını emreder. Ve bu işleri bozacak bazı hususları da yasaklar. İşleri görmesi için de bir sermaye verir. Sonra köle unutup cahillik ederek gaflete düşer vc yapması gereken birçok şeyi yapmaz; az bir kısmını yerine getirir. Yaptığı bu az kısmı da, efendisinin yasakladığı işleri karıştırıp noksanlaştırarak ifsad eder. Sermayeyi de zevk ve sefada harcar. Bu yaptıklarına rağ­men gururlu, şımarık, kibirli bir şekilde zevkine devam eder. Efendisinin emirlerini yerine getirmediğinden, yasakladığı şeyleri yaptığından vc sermayeyi telef ettiğinden ötürü dc hiç tasalanmaz.

l am bu durumda iken kendisine, inandırıcı bir elçi gele­rek, efendisinin, onu bu durumdan ayırıp elbiselerini soyacak, sonra güneşte tutup işkence edecek, takati kalmayınca da huzu­runa alıp, yapılmayan emirlerin, çiğnenen yasakların ve gayr-i meşru yolda harcanan paraların hesabını soracak, sonra da tek hücreli bir hapishaneye atacak; arkasından, bir saat bile dinlen­dirmeden müebbet hapse mahkûm edeceğini bildiren birisini göndereceğini haber verse; köle de, efendisinin gerçekten bir­çok kölesini böyle cezalandırdığını, ancak bir kısmını affettiğini biliyor olsa, bu haber kendisine ulaştıktan sonra dünya nimet­lerinden zevk alabilir mi? Öyle ki, efendisinin vermiş olduğu bu hükümden ve aniden yakalanıp hükmün infaz edilme endi­şesinden ötürü, insanların en zelili, miskini vc aşağılanmışı olmaz mı?

İnsan da, Rabb’ine karşı yapınası gereken amellerin birço­ğunu terk ettiğini, ibadetlerini ifsad edecek riya, uçup vb. hata­lara düştüğünü, ömründen geçen zamanı nefis ve hevâsına uyarak boşa geçirdiğini, Rabb’ini unuttuğunu ve ölümün ani­den vc hemen gelebileceğini düşününce, aynı durumda olaca­ğını görecektir. Ölümden sonra kabre konarak, orda çürüye­cek, sonra kıyamet günü tekrar diriltilip takati kesilinccye kadar’ bekletilecek, sonra Rabb’inin huzuruna çıkarılacak ve yapma­dığı, eksik yaptığı, ifsad ettiği amellerle, harcadığı ömürden hesaba çekilecektir. Arkasından, dünya cezalarına benzemeyen bir azaba çarptırılacaktır. Cezasının gerekliliğinden kendisi de şüphe etmeyecektir. Olup olmayacağından şüphe ettiği bir af umacaktır. Neticede affedilse bile, hesaba çekilmesi kesindir.

Kibir ve büyüklüğü elinden alınan kişinin dünyadan zevk alabileceğini düşünebilir misin? Nitekim I Iz. Pcygambcr’den şu hadîs rivayet edilmiştir: “İnsanoğlu şu dört şeyden hesaba çekil­meden, Allah’ın huzurundan ayrılamaz: Gençliğini nasıl harcadığı, ömrünü nasıl geçirdiği, malını nereden elde ettiği ve nerede harcadığı, amelini nasıl yaptığı."

Bunu düşünen akıllı bir kimse zelil olur ve kibirle böbür­lenmesi kaybolur, gider.

Eğer yukarıda sayılan ve kibre engel olan, insanın neden ya­ratıldığı, nasıl yaşadığı, yaptığı günahlardan ötürü kendisine la­zım gelen hususlar olmasaydı ve en seçkin maddeden yaratılmış, kaderi yaver geçtiği için hiç hastalanmamış, bedeni pisliğe bu­laşmamış, başına bir belâ gelmemiş, neticede ölümle yüz yüze gelmeyerek ve ahirette azap görmeyecek olsa bile, bu temizlik ve taharete rağmen kul olan kişiye kibir yakışmaz ve ona lâyık de­ğildir. Çünkü alt tarafı köle olan bir kuldur. Dolayısıyla köleliğin zilleti kibre zıt olduğu için kula kibir yakışmaz.

Nasıl kibirlenebilir ki, köleliğin yanı sıra, çok değersiz bir şekilde yaratılmıştır. Hayatı boyunca sıkıntılar çekmiştir. Allah’a isyan edince ceza giymiştir. Neticede ölüm yakasına yapışacaktır. Önünde, hesaba çekilme vardır. Yaptıklarına mukabil cezalandırılacaktır. Efendisinin onu affetmesi ise, istisnaî bir durumdur. Kibre engel olarak sayılanlar yeterli- dir. Bunları hatırlayan ve Allah’ın kendisine kızdığını düşü­nen kişinin hali nice olur? Allah’ın kibirden hoşlanmadığına şu âyet açık bir delildir: “O (Allah) büyüklük taslayanları sevmez.” (Nahl, 16/23). Bir kimseyi Allah sevmezse, ona kız­gındır demektir. Hz. Peygamber de, "Kalbinde hardal tohumu kadar kibir olan Cennet'e giremez.”  buyurmuştur. Yani Allah, sevmeyip nefret ettiği kimseye yakınlığını haram etmiştir. Akıllı olan kimse, sayılan hususlardan biriyle bile kibirden kaçınır.

Özellikle İlim ve Amelle Olan Kibir

Dedim ki:

“Yaptığınız açıklamalarla soy, güzellik, güç, mal çokluğu, amel ve ilimle olan kibir nefyedilmiş bulunuyor. Ancak ilim ve amel için bir fitne seziyorum. Küçük olmalarına rağmen saldı­rıya geçiyor ve âlim ile amile galebe çalıp onları kibre sürüklü­yorlar. İnsanı kibre sevk eden bu belâları bertaraf etmenin ça­resi nedir?”

Dedi ki:

“Amel ve ilim için dediğin husus gerçekten söz konusu­dur. Abidler bunu hep hissederler. Çünkü fitneleri çok büyük­tür. Zira hem Allah katında hem abidlerin nazarında ilim ve amelin değeri, soy, mal ve güzelliğin değerinden çok fazladır. Hatta bu İkincilerle beraber, amel ve ilim olmadıktan sonra, Allah’ın yanında hiçbir değerleri yoktur.

Kulların nazarında da amel ve ilim bütün soy, mal vc gü­zelliklerden üstündür. Dolayısıyla Allah ve kullar nazarında olan değerlerinin büyüklüğü nispetinde, fitneleri de büyüktür. Hz. Huzeyfe'nin, “Facir olan âlim ve cahil olan abidin fitne­sinden korunun. Çünkü bu kişiler bütün fitnelerden büyük­tür.” şeklindeki sözünü duymadın mı? âlim ve amilin değeri­nin yüksekliğinden ötürü cahiller de yanlışlara düşerler. Çün­kü bazen âlimin yaptığı yanlışlıklara, abidin yaptığı hatalı dav­ranışlara uyarlar.

Hz. Peygamber, “Üç şey var, her biri bir olaydır: Birisi âlimin zel leşidir. O zelle işleyince, halk da zelleye düşer. buyurmuştur. 1 Iz. Ömer, Tcmim-i Dari’ye âlimin zellesinin durumunu so­runca, şu cevabı alır: “O, zelle işleyince, halktan bir grup da aynısını yapar.” Ayrıca şunu da ekler: “Üç şey var ki, onlarla zaman bozulur. Onlardan biri âlimin zellcsidir.”

Hz. Muaz şöyle diyor: “Alimin zellesinden korunun. Çünkü onun halk nazarında değeri büyüktür. Âlim, zellesiyle taklit edilir ve uyulur.” Hz. Ka’b da, “İlmin de mal gibi isyan­kârlığı vardır.” der. Nasıl ki, takvâh olunca ilim ve amelin Allah katındaki değeri büyük ise, takvâh olunmayınca günahları da aynı oranda büyük olmaktadır. Çünkü abid, Allah’a karşı mut­taki olmayınca, halk onun yaptıklarım Allah’ın taatı olarak te­lâkki eder ki, bu da Allah katında, Allah’ın rızâsını gözetmeyen ve ameli terk edenlerin durumundan daha büyük bir fitne olur. Çünkü o ameli Allah için değil, başkası için yapmış, onu da kendine ortak etmiştir. Dolayısıyla riya, kibir, uçup ve hasediy­le kötülüğü katlanmış olur.

Münafıkların, Cehennemin en aşağı katında olmalarının nedeni dc budur. Çünkü, inkârcılarla beraber olunca imanı terk ederler, mü’minlere ise, riyâkârane imanlı olduklarını söy-

4' Darirnî, Mukaddime, 23.

lerler. Onun için Cehennem’in en aşağı tabakasıyla cezalandı­rılırlar. Amelini ifsad edenin hiç amel etmeyenden aşağı olması da buna benzemektedir.

Alime gelince, ilim sahibi olduğu halde Allah’ın emirlerini zayi ederse, cahilliğinden ötürü hiç amel etmeyenden, daha günahkâr bir duruma düşer. Şeytanın kıssasına bakmaz mısın? Allah’ın emrini bildiği, rubûbiyctini itiraf ettiği halde emrine karşı inat gösterdi, Allah da ona kıyamet gününe kadar lanet etti, varlıkların en şerlisi ilan etti ve ebedî olarak onun tevbe etme ümidini kesti.

Günümüz Yahudileri de böyledir. Allah’a oğul nispet et­medikleri ve ortak koşmadıkları halde, Allah’a oğul nispet eden ve O’na ortak koşan I Iıristiyanlardan, bütün İslâm âlimlerinin ittifakıyla, daha şerlidirler. Çünkü Allah onları, bildikleri halde inkâr etmekle vasıflandırmıştır. Onlar hakkında Allah şunları buyuruyor: “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler. Gerçek Rabb’inden gelendir, artık kuşkulanan­lardan olma.” (Bakara, 2/146-147).

Onlar, Allah katında daha kötüdürler. Çünkü bildikleri halde inkâra sapmışlardır. Nitekim onlar hakkında, “O bildik­leri (Kur’ân) kendilerine gelince onu inkâr ettiler.” (Bakara, 2/89) denilmiştir.

Allah’ın emrini bilmeyen sayılmayacak kadar cahil, O’na is- yân etmektedir. Ama, bildiği halde isyân edenler hakkında veri­len darb-ı meseller ve tehditler onlar için verilmez. İlim sahibi olmayan müşrik Arap inkârcılar için, “Onlar hayvanlar gibidir.” (Furkan, 25/44) denilirken, ilim sahibi olup hakkı tanıyan, sonra da yan çizenler köpek vc eşeklere benzetilmiştir: “Kendilerine Tev­rat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitapları taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cuın’a, 62/5).

Bel’am b. Baura için şöyle deniliyor: “Onlara şu adamın haberini de oku. Ona âyetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu peşine taktı. Böylece azgınlardan oldu... Onun' durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” (Araf, 7/175-176) Ayetin tefsirinde köpeğin, her iki dununda da dilini sarkıtıp soluduğu ifade edilmektedir.

Kendisine ilim verildiği halde Allah’ın emrini yerine ge­tirmeyen, cahil gibi zayi eden kişiye darb-ı mesel getirilmiştir. İbn Mes’ud, âyette sözü edilen kişinin Bel’am b. Berk olduğu­nu söylerken, İbn Abbas, Bel’am b. Baura olduğunu belirtir. Bu adama kitap verildiği halde, kendisini yeryüzünün arzuları­na kaptırır. “Dileseydik bununla onu yükseltirdik.” (A’raf, 7/176) âyetindeki zamir ilme racidir. Yani ilmiyle yükseltirdik demek­tir. Mücahid bu darb-ı meselin, ilim verildiği halde onunla amel etmeyen kimseleri anlattığını söyler. İbn Abbas, İkrime‘dcn nakledilen “ahlede” fiilinin, dünyanın arzu, zevk ve mallarına bağlanmayı, verilen kitaptan yararlanmamayı ifade ettiğini söyler.

“Üstüne varsan da dilini çıkartıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” âyeti için şunları söylemiştir: “Allah, bu şahsa hikmet verilip verilmemesinin eşit olduğunu beyan etmekte­dir. Onun için köpeğe benzetilmiştir.”

Hz. Peygamber de, âlime verilen azabın büyüklüğünden ötürü, Cehennem ehlinin etrafını sardığım vc ona verilen azabın büyüklüğünden hayret ettiklerini haber vermektedir. I Iz. Usame, I Iz. Peygamberden şunu işittiğini söyler: "Kt- yametgiinü âlim getirilir, Celıennem 'e atılır, bağırsakları dışarı fırlar. Bu bağırsaklar onu çepeçevre sararlar. Tıpkı eşeğin değirmen etrafında dönerken ipin onu sarması gibi. Cehennem ehli etrafına toplanır ve bu durumun sebebini sorarlar. Onlara şu cenabı verir: “İyiliği emre­der fakat yapmazdım, kötülükten nehyeder, fakat kendim yapar­dım.^

Ebu’d-Derda‘dan şu söz rivayet edilmiştir. “Bilmeyene bir defa yazıklar olsun. Allah dilcseydi ona öğretirdi. Alime ise yedi defa yazıklar olsun.”

Alim veya abide (amil) büyüklük vc kibir duygusu arız olunca, büyük bir tehlike eşiğinde olduğunu bilsin ve hem Allah katında hem halk nazarında, amel etmeyen cahil kimse­den daha değersiz olduğunu hatırlasın. Daha büyük bir imti­hanla karşı karşıya olduğuna göre, nefsine dönüp şöyle desin: “Nasıl ki yüksek bir değer ve şerefle karşı karşıya isem, aynı derecede büyük günahla da yüz yüzeyim. Ey nefis, nasıl kibir­leniyorsun ki, cahil vc amel etmeyenden daha değersizsin.” Bu misâl, kendisine, “Nefsine bir değer vermediğin sürece değer­lisin. Ona değer verdiğin an, Allah katında hiçbir değerin kal­maz.” denilen adamın durumuna benzemektedir Çünkü kibir­lendikçe Allah onu zelil kılmaktadır.

Kul akıllanarak, kibir gösterdikçe değerinin düştüğünü, kibri terk ettikçe kadrinin yüceldiğini anlayınca ve bu duyguyu kalbinde sürekli taşıyınca, ister âlim ister abid olsun, kibri nef­yeder. Çünkü bunların tehlikeleri çok büyüktür.

Abidin ise afetleri pek çoktur. İlminde hataları fazladır. ­lim de böyledir. Alim daha çok tehlikededir, daha büyük bir imtihanla karşı karşıyadır. Ebû Zer’in, ilim konusunda soru soran kölesine verdiği şu cevabı duymadın mı?: “Bana, Allah’ın onunla senin imtihanını ağırlaştıracağı şeyden sorma.” Ne doğ­ru söylemiş! Allah’ın onun aleyhindeki delili çoğalır, günahı

44       el-Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Fitcn, 17; Müsned, V, 205. artar, belâsı büyür. Ama, onunla amel edince, o nispette sevabı da artar. Hz. Muaz'ın şu sözüne kulak vermez misin? “Öğre­nebildiğiniz kadar öğrenin, öğrendiklerinizle amel etmedikçe, ' Allah size hiçbir sevap yazmaz.”

İlim elde ederken, onunla amel etme niyeti taşıyorsa, bu da bir ameldir. Tehlikenin büyüklüğünü bilmekle içi burkulur ve kırılır, ilmin kendi aleyhinde ne büyük hüccet olduğunu bilmekle kendinden düşük olanlara karşı kibri zail olur. Tehli­ke büyük ve aleyhinde deliller güçlü olmazsa bile, eğer Allah’ı tanıyorsa, ona yakışan kendinden aşağı olana karşı kibir gös­termemektir. Çünkü bu durum onu makamından uzaklaştırır, yüceliğini düşürür. Zira Allah’ın, kendinden aşağı olana karşı kibir göstereni alçaltıp küçük düşürdüğünü, zelil kıldığını ga­yet iyi bilmektedir.

Durumu iyi anlayasın diye çok tekrar ettim. Kibrin, Allah’ın dışında hiç kimseye lâyık olmadığını, yakışmadığını ve uygun olmadığını öğrenmişsindir. Çünkü O’nun dışında kalan her şey O’nun mülkü ve O’na boyun eğmiştir. Hz. Ebû Hüreyre’den şu olay rivayet edilmiştir: “Kibrinden ötürü yanına yaklaşılmayan, hayvanına binince etrafındakiler! görmüyormuş gibi geçip giden bir adam vardı. Bir gün Hz. Ebû Hüreyrc bineğin yularından tutup onu durdurdu vc “Sadece Allah’a yakışan şeyi kendi nefsi­ne mal etme konusundaki görüşün nedir?” dedi. Bu sözden sonra adamın nefsi kırıldı, o andan itibaren sadece iyilik vc teva­zu ile yaşadı.

Dedim ki:

“Anlatılanları ve neticelerini, kalbine yerleştirecek şekilde tefekkür ve tezekkür eden kimsenin gözünde nefsi, değersizli­ğinden ötürü zelil olur, kalbindeki kibri yok olur. Öyle ki, hiçbir mü’mini kendinden aşağı görmez, kimseyi kırmaz, kimseye kaba davranmaz. Bunlar ona ömür boyu yeter mi?”

Dedi ki:

“Hayır! Çünkü, hakka boyun eğmek için, kendini mütevazi olmaya ve kibri terk etmeye yönlendirmiş, azim göstermiştir. Kul nefsinin küçük olduğunu anlamıştır. Bunu anlayınca, zelil olmuş, hakka boyun eğmiştir. Bu durumda nefis azimlidir. An­cak daha sonra işi gevşetebilir ve gaflete düşebilir. Neticede ken­dini büyük görüp kibre düşebilir ve azmi kırılıp hali değişebilir. Nefis de tevazu ve zilleti terk edip kibre kapılabilir.”

Kul, Nefsinin Kibri Gerçekten Terk Ettiğini ve Onu Aldatmadığını Nasıl Bilecek?

Dedim ki:

“Kul, nefsinin kibri terk etme azmine vefalı kalacağını ve­ya bunu terk edeceğini nasıl bilecek?”

Dedi ki:

“Kalbine, kibre çağıran bir his geldiğinde veya kibirlilerin kibrine neden olan bir iş yaptığında, nefsini gözetlemekle bu durumu anlayabilir.

Kalbe doğup kibre çağıran şey, kişinin nefsini beğenip Müslüman kardeşinden üstün olduğunu düşünmesine, ona küçültücü bir gözle bakmasına neden olan havatır ve benzerle­ridir. Böyle bir hatır anında uyanık ve dikkatli olmalı, kalbine gelen hatırı hemen reddetmelidir. Nefsinin bunu kabul etme­mesi durumunda hemen değersizliği, üzerindeki ağır mükelle­fiyetleri, ömrünün sonunda nelerle karşılaşabileceği, su-i hati­me ile dünyadan ayrılma ihtimali ve zaten böyle bir sonu hak ettiğini hatırlamalıdır.

Diğer organlara gelince, biri ona bir şey ernretse veya bir şeyi nehyetse veya münazara etse ve o şahsın haklı olduğu or­taya çıksa hemen nefsini, o gerçeği reddetmekten alıkoyup * kabul etmeye vc hakka boyun eğmeye zorlamalıdır.

Nefis, adî ama helâl yoldan mal elde etmeye yanaş­mazsa, yukarıda söz edildiği şekilde, değersizliği hatırlatıl­malıdır. Kibirlilerin taşımaktan kaçındığı ama menfaati olan bir şeyi taşımaktan nefsi hoşlanmıyorsa, onu, kendisi veya aile efradı için yüklenmeli ve taşımalı, nefsin küçüklüğü hatırlatılmalıdır.

Fakir, köle veya soyca meşhur olmayan bir mü’min onu da­vet etse, davetine icabet etmeli, gerektiğinde beraber yürünıcli, hasta ise ziyaretine gitmeli vc onunla alış-veriş yapmalıdır. Bu insan ister akrabası olsun ister yabancı biri olsun. Bu ilişki din ve dünyaya faydalı, bir gerçeği öğrenme veya kendinden daha aşağı birinden bir şey sorma veya aslına veya mcvlâlarına intisap şek­linde olabilir. Nefsi buna zorlamalıdır. Çünkü, kibir kendisini, aslının dışında birilerinc intisaba sürükleyebilir. Mevtalarının ismi ile çağırılmaktan hoşlanmaz. Oysa bu durum Allah katında büyük bir günahtır.

Hz. Sa’d, I Iz. Peygarnber’den şu hadîsi rivayet etmiştir: “Kim mevtalarının dışında binlerinin adıyla çağırılırsa ona Cennet haram olur.” Hz. Ebû Bekir de, “Aslının dışında bir intisap arayan Allah’a küfretmiştir.” der.

Nefsin, eski veya değersiz elbise giymekten hoşlanmaması da kibirdir. Neticede, cemaatle namaz kılma, bir akrabayı veya başka birini ziyaret etme gibi vecibelerden geri kalır. Ebû Mu­sa’ya, bazı şahısların elbiselerinin değersiz veya eski olmasın­dan ötürü cemaatle namaza katılmadıkları haber verilince, bir aba giyip namaz kıldırdı. Sayılan hususların hepsinde, hem kibir hem riya vardır.

Böylccc kibri kıran vc azmcdilmesi gereken hususların hepsi tahkik edilmiş oldu. Nitekim Hz. Pcygambcr’den şu hadîsler riva­yet edilmiştir: "Kep otlatan ve yün yiyen kibirden uzaktır.1,45 “Ben bir kulum, yerde yemek yerim, yün giyerim, keçi otlatırım, yemekten sonra par­maklarımı yalarım, kölelerin davetine ieabet ederim. Kim benim sünnetim­den yüz çevirirse benden değildir.Ebû Sinan‘dan da şu olay aktarılı­yor: Adamın biri, "Gel senin etini taşıyayım.” dedi. Ebû Sinan “Ha­yır.” dedikten sonra, şu âyeti okudu: “Gerçekten Allah, onların giz­lediklerini de bilir, açığa vurduklarını da. O, büyüklük tamlayanlan sevmez.” (Nahl, 16/23)

İlim vc marifet ehli, kibri terk ettiğine dair nefislerinin verdiği azme hemen güvenmeye razı olmazlar. Nefislerini, değişik işler yaptırarak imtihandan geçirirler. Böylece nefsin azminin doğru olup olmadığını tahkik ederler. Bu konuda şöyle bir olay aktarılır: “Abdullah b. Selâm bir bağ odunu sırt­lamış taşıyordu. Ona, “Ey Eba Yusuf, çocukların ve kölelerin bunu taşıyabilirler.” denilince, “Doğrudur ama, nefsimi dene­mek, kibri terk ettiğinde gerçekçi mi yoksa yalancı mı olduğu­nu öğrenmek istedim.” cevabını verdi.

Yukarıda sayılan hususların hepsinde kul, riyâ ile de karşı­laşabilir. Böylece kibir ve riyâ bir araya gelmiş olur. İlk sordu­ğun, kibir riyâdan neşet eder, şeklindeki soruya verdiğim ce­vapta bu konuya değinmiştim. İşte burda riyâ, kibirle beraber ortaya çıkmıştır. “Fakir, miskin, düşük insan.” derler, ona, fa­kirliğinden veya gelirinin azlığından veya düşük bir insanla beraberliğinden veya onu ziyaret etmesinden veya doğru bir şeyi başkasından aldığından ötürü, küçültücü bir gözle bakarlar vc “Falan şahıs onun hatasını buldu, ona bir şey öğretti.” der­ler, endişesini taşır.

45      el-BuhârHukata, 12; Müsned, I, 3, 426.

46    Müslim, Eşribe, 136; Ebû Dâuûd, Et'iınc, 49; ct-Tirnıizî, 11; Müsned, III, 290, 454; İbn Mâce. Et’ime, 49.

Kibirle beraber riyâ baş gösterince, hemen, değerinin dü­şüklüğü ile mükellefiyetin büyüklüğünü ve Rabb’inin azabın­dan kurtulacak, sevap vc rızâsını elde edecek ihlâslı amele çok> muhtaç olduğu günde, riyanın amelini nasıl yok edip bitirece­ğini düşünmelidir. Böylece değerinin düşüklüğünü, ona lazım gelecek azabı, ölümden sonra varacağı yeri hatırlamış olacaktır.

Azabı gerektirir hükmüyle, kibri; riyadan nefret etmesiyle de riyayı nefyetmiş olur. Çünkü kendisini Rabbi’ne yaklaştıra­cak amellerin sebeplerinin düşüklüğünden ötürü onları be­ğenmeme baş gösterince, o da tevazu gösterip o amelleri yerine getirse kibri nefyetmiş ve kendisine yakışmadığını ortaya koy­muş olur. Değerinin düşüklüğünü anladıktan sonra, tenkit edilir endişesini taşıyan nefsini kırmış olur. Böylece nefsine küçük gözle bakar. Zaten kendisi hadd-i zatında düşüktür. Bununla birlikte halkın nazarında düşük görünmek istemez.

Şu durum senin için, anlatılanlara delildir: Bazen halktan biri kendini çok yüksek bir soya intisap ettirir. Meselâ der ki, ben 1 Iz. Peygamber’in ehl-i beytindenim veya Kureyşîyim veya Arabım. Hâlbuki aslının öyle olmadığını gayet iyi bilmek­tedir. Düşük bir soya mensuptur. Ama halkın ona saygı gös­termesini istemektedir. Dolayısıyla asıl soyunu bilmelerinden ve düşük bir gözle bakmalarından hoşlanmaz.

Bazısı fakir olduğu halde zengin görünür. Fakirlik ona bir zillet gibi görünür. Çünkü zengin olmadığım gayet iyi bilmek­tedir. Zengin olarak bilinmek hoşuna gider, fakir olarak bilin­mekten nefret eder.

Halktan birilcri, bu tür insanları, bilmedikleri birçok şeyi, bilir zannederler. Halkın onun cahilliğinin farkına varmaların- dan vc onu küçük görmelerinden hoşlanmaz. Onu âlim olarak bilmeleri hoşuna gider. Oysa kendisi düşük bir soya sahip, fakir ve cahildir. Halkta, böyle olmadığı hissini uyarmak ister. Çünkü övülmeyi sevmekte, tenkit edilmekten nefret etmektedir.

Kendisinde kibirle birlikte riya da baş gösteren kimse ba­zen kibri nefyeder, riyâyı ise kullanır. Kendisine evlâ olanı ve Rabb’ine yaklaştıracak olanı terk etmiş olur. Bazen durumu karıştırır. Kibri nefyetmekle riyâyı da nefyettiğini sanır. Böyle- ce, kendince ihlâslı ve mütevazi olmuş olur. Oysa, Allah katın­da o bir müraîdir, kendini aldatmıştır. Nefsi ona, bu durumun hayâsından ileri geldiğini ve haya ettiği için bunu terk ettiğini söyler. Ne kibir ne de riya için bunu terk etmemiştir.

Bunun gibi bazen riyâyı nefyeder ve halkın tenkitlerinin zarar verdiğini, övgülerinin ise fayda sağlamayacağını bilir. Bu durum hoşuna gitmez. Nefsi, kibir göstererek ve bunun kendi­sine yakışmadığını öne sürerek, halk onu yüccltse bile, bu tür işleri yapmaktan imtina eder.

Dinle birlikte soyu ile övünenleri de gördük. I İz. Pey­gamberim soyundan veya Kurcyş‘ten olup, nefsini yücelterek, başkasının arkasında namaz kılmayan kimse gibi. Beğenmeye­rek, kibir içinde cemaatle kılınan namazlara iştirak etmez. Halkın onu, bu davranışından ötürü kınadığını bilmektedir. Bu kınamaları, ya kendilerinden duymuş veya birileri ona haber vermiştir. Buna rağmen nefsindeki kibirden ötürü bu­nu reddeder. Şanının yüceliğinden ötürü, başkasına cemaat olmanın kendisi için uygun olmayacağını düşünür. Cemaate katılması durumunda, halkın kendisine daha çok saygı göste­receğini bildiği halde, kibir göstererek katılmaz ve riyakârlık da yapmaz.

Bu kibri onu, fıkıhçı ve hadîsçilerden ilim öğrenmekten de alı koyar. Ona göre, söz konusu âlimlerin kendisinden ilim almaları gerekir, çünkü ilim onun soyu ve dedelerinden a- lınmıştır. Oysa kendisi, namazını gereğine uygun kılamaya- cak, bazı farzları yerine getiremeyecek kadar da cahil biri ola­bilir.

Bundan anlaşılmaktadır ki, kul için kibirle riyâ bir araya gelince, bazen riyayı terk eder kibir kalır, bazen de kibri terk eder riyâ kalır. Dolayısıyla ikisi bir araya gelince, birini terk ettiği yolla, İkincisini terk etmeye imkân bulması çok zordur. Ancak, irâdesi güçlü, Allah’tan çok korkan bir kul olur da, Allah’ın, kalbinden geçen her şeye muttali olduğunu hatırlar­sa, o zaman ikisinden yüz çevirebilir. Kibir ve riyâyı iyi tanı­yan ve arız olmadan önce onları nefyetme yollarını bilen biri olması durumunda ancak bu mümkün olur. Ama, nefyetme yollarını bilmeyen biri ise onları, arız olmadan önce fark edemez. Nefyedebilmek, arız olmadan önce onları tanımaya bağlıdır.

Eğer havf, Allah’ı ta’zim ve güçlü bir yakîn sahibi değilse, sadece Allah’ı veya azabını hatırlaması bunları nefyetmeye yetmez. Çünkü hevây-i nefis galebe çalmış, azim vc yakîn za­yıflamıştır. Ancak, nefsiyle mücadeleye girişip onu tenkit etse, değerli bir şahıs olduğu vb. iddialarını çürütecek aksi şeyler ileri sürse, sonunun kötü olabileceği, ahirette perişan edilebile­ceği, çok muhtaç olacağı salih amellerinin yok olup gideceği gerçeğini hatırlatarak halka karşı giriştiği riyanın yanlışlığını ortaya koysa o zaman başarılı olabilir.

Kibir ve riyaya, sana anlattığım, değerinin düşüklüğü, sır­tındaki ağır mükellefiyetler, sonunun kötü olabilme ihtimali vb. yollarla karşı koysa, kibir yok olur, zor da olsa riyâ da orta­dan kalkar. Çünkü, sadece ihlâsla yapılan amellerin onu kurta­rabileceği günde, yaptığı bütün amellerin boşa gitme korkusu onu frenler. İşte o zaman, Allah’ın izniyle, hem kibir hem de riyâ yok olur.

Kibri Nefyetmek İçin İtaatkâr ve İsyankâr Olanların Gös­termeleri Gereken Tevazu

Dedim ki:

“Sen bana, isyankârlardan nefret etmemi, onlardan uzak­laşmamı, onlarla ilişkimi kesmemi; onlardan olmamak ve onla­rın birçok işlerinden uzak kalmamla bana verilen nimetlerin büyüklüğünü bilmemi emretmiştin. Bu durumda, benden üs­tün olanlara karşı mütevazi olmam, onlara saygı göstermem, Allah’ın onları benden üstün kıldığı değerlerinin yüksekliğini bilmem mümkündür. Ancak, kendilerinden nefret etmemi em­rettiğin, bana verilen nimetler açısından üstün olduğum kişilere karşı, nasıl mütevazi olabilir, onlara karşı zelil davranabilirim?”

Dedi ki:

“Anlatılanlara uymak, senin kendi nefsinde zelil olmana ve Allah’a karşı mütevazi davranmana engel değildir.”

Dedim ki:

“Bu iki durumu net bir şekilde ayıramıyorum. Sevmedi­ğim, uzak kaldığım vc yaptıklarından beni koruduğu için Al­lah’a hamd ettiğim kimseye, nasıl mütevazi davranabilirim? Allah’ın beni ondan faziletli kıldığı ve ondan üstün olduğum gerçeğini nasıl görmezlikten gelebilirim!? Ucbu nefyetmek için bana anlattığın anlamlar zihnimi karıştırdı. Çünkü, Al­lah’ın beni ondan üstün kıldığını, onun bilmediği bazı şeyleri bildiğimi, kaçınmadığı bazı şeylere karşı verâ‘ sahibi olduğumu bilmeme herhangi bir engel yoktur. Senin, kibri nefyetmek için söylediğin şeyler -Allah’ın beni birçok yönden ondan üs­tün kıldığım bildikten sonra- ona nefret gözüyle bakmama engel değildir.”

Dedi ki:

“Bu konuyu, senden çok daha âlim ve güçlü olanlar da ka­rıştırmışlardır. Dengeli hareket eden bazı kimseler, Allah’a itaat ettiklerini zannederek bu incelikten ötürü, ucb ve kibre düş­müşler. Çünkü kibir, itaatkar olan için, bilinen kesin bir şeydir, onu ancak gafil olanlar karıştırır. İsyan edenlere karşı yapılan kibre, Allah için nefret etmek, onlardan uzak kalmak, Allah’ın verdiği ve onlardan üstün kılınmaya neden olan nimetleri itiraf etmek gibi şeyler dc katılmaktadır. Bundan ötürür bazı kişiler bunları karıştırmakta, aldanmakta vc Allah’a itaatta isabet ettik­lerine inanmaktadırlar.

Aralarını ayırabileceğin, sadece Allah için nefret edeceğin, O’nun için uzaklaşacağın ve verdiği nimetleri anlayacağın şe­kilde, bunları sana izah edeceğim. Böylece bilinçli bir şekilde kibri ve ucbu nefyedebileceğin, Allah’ın emirlerini anlayanların incelemeye imkân bulacağı bir kıstas elde etmiş olursun.

İki durumun arasını ayırınca kibir ve ucubtan kurtulacağın gibi, sadece O’nun için nefret ederek vc O’nun nimetlerini anlayarak Allah’ın nefretinden dc kurtulursun. Ama ikisini ayıramazsan, nefsin ve düşmanın seni taatle aldatır, taate ben­zeyen günah içinde bırakıverir.

Geçen Konunun Açıklaması

Bil ki, senin nazarında insanlar, iki gruptur. Birinci grup gizlidir, kötülük ve günahlarını bilmemektesin. Sana göre bu grup senden daha faziletlidir. Çünkü, onlardan nahoş bir şey görmemişsin.

İkinci grup bunlardan farklıdır. Bunlardan bazıları sana göre bir, iki veya daha fazla günahtan ötürü, lekelenmişler. Ancak senin şimdiye kadar işlediğin günahlara nazaran, daha az günahkâr oldukları için, onları da kendinden üstün görmekte­sin. Bir grubu da kendinden daha çok günahkâr görmektesin.

Çokluğu kendin için ölçebilirsin ama başkası için ölçme imkânın yoktur. Çünkü, ömrün boyunca kendinle berabersin. Kendinden ayrılman mümkün olmadığı gibi, diğerleriyle hiç ayrılmadan beraber olman da mümkün değildir. Ayrıca nefsin ve vicdanının sırlarına muttalîsin ama, onların gizli sırlarına ve vicdanlarına muttali değilsin. Onun için kendi günahlarım onların günahlarından fazla görüyorsun.

Büyüklüğe gelince, diğerleri senin yapmadığın, adam öl­dürme, hırsızlık, zina gibi günahlar işlemiş olabilirler. Ama bu günahları işleyenler, senin bildiğin kadar marifet sahibi olma­yabilirler. Onun için senin aleyhindeki deliller daha güçlüdür. Çünkü kıyamet günü bilenin sorgusu daha şiddetlidir.

Sana düşen, bildiğin şeylerden yapmadıkların ölçüsünde azaba düçar olmaktan korkmaktır. Bu durum kibrini nefyeder.

Bunlardan bazıları, senden daha âlim oldukları halde, sen­den daha günahkâr görünebilirler. Zaten senin sorduğun şey de budur. Eğer Allah için nefret etmekle kibir ve ucubdan kur­tulmanın arasını ayırmak istiyorsan, sana gereken şudur: Al­lah’ın, seni onların ameline benzer iş işlemekten koruyarak vermiş olduğu nimetlerini bilmeli, sadece Allah için buğzetmeli vc onlardan Allah için uzaklaşmaksın. Bu arada kendinden korkmayı ihmal etme ki, kendini kurtarmış olanları da helâk olmuş olarak görmeyesin. Çünkü ne kendinin ne de onların, nasıl son nefesini vereceğini bilmemektesin.

Sen, günahlarından ötürü başkasından değil, kendinden endişe etmeye memursun. Ancak onlara acıyabilirsin. Sana düşen, Allah’tan korkman, Ona tevbe etmen, daha önceki günahlarından ötürü salih amellerinin kabul olmayabileceği endişesini taşıman; amellerini ifsad edecek durumlara düçar olma tehlikesinin mümkün olması, kötü bir akıbetle ömrünün son bulma endişesi, kaderin seni Cehennemlik olarak tesbit etmesinin mümkün olması vb. hususları hesaba katmandır. Sana düşen kendinden korkmandır, çünkü, kendi günahlarının azabını çekeceksin, başkasının değil. Allah’ın şu sözlerini duy­madın mı? “Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir baş­kasının (günah) yükünü taşımaz.” (En’am, 6/164). “Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir.” (Fussilet, 41/46). “Herkesin kazandığı yalnız ken­disine aittir.” (En’am, 6/164)

Bilemezsin, belki de Allah sana gazap etmiştir; oysa sen başkasından korkmakla uğraşıyorsun! Sonunun nasıl gelece­ğini de bilmiyorsun. Başkasına acıyan nice kişilerin, kendi­lerine yazık edip günahlara daldığını ve acıdığı kişinin tevbe ettiğini görmüşsündür. O acıyan, ölüme kadar günahlar içinde yaşar, kendisine acınan ise, taat ve sevap içinde öm­rünü bitirir. Çünkü Allah, son nefesinde kimin nasıl ölece­ğini vc amellerin neticesini gizli tutmuştur. Hiç kimse bu konuda bir şey söyleyemez, ancak kendisine bilgi verilen resuller müstesna. Kul, nasıl öleceğini, ömrünü nasıl sona erdireceğini bilemez. Öyle ise başkasından değil, özellikle kendinden korkmalısın.

Geride bıraktığın günahlarından ötürü Allah korkusunu ve akıbetinin nasıl olacağını bilemediğinden ötürü, nefsinden korkmayı terk etmez, bununla beraber Allah’ın, seni kötü işler yapanların işlerinden koruyarak, sana verdiği nimetleri de u- n utmazsan, sen kibirli değilsin demektir.

Ama, başkasına küçültücü ve hakir gözle bakar, kendi­nin de kurtuluşa erenlerden olduğunu düşünür, her halde ondan daha hayırlı olduğuna inanır, geride bıraktıklarını hatırlamaz, ömrünün nasıl bitebileceğini hatıra getirmezsen, işte o zaman sen, Allah’a isyanla kibri bir araya toplamışsın demektir.

Ona küçültücü gözle bakar, kendinin hayırlı olduğunu düşünür, nefsinden korkmaz veya ondan gelen bir hakikati kabul etmez veya Allah’ın sana vacip kıldığı hakkını yerine getirmez, kalbinde onun helak okluğuna senin kurtulduğuna kesin inanırsan, işte o zaman, İsrailoğulları arasında yaşayan abidin isyankâr çocuğa yaptığı gibi, kibir göstermiş, kendini beğenmiş olursun.

Faziletli kılındığın nimetleri hatırdan çıkarma, fasıklardan uzak durmaya devam et, geçmiş günahlarını hatırından çıkar­ma, bilgin ve marifetin oranında aleyhindeki delillerin güçlü olduğunu da hatırla, nasıl son nefesini vereceğini, kötü bir sonla dünyadan ayrılmanın da mümkün olduğunu unutma, ayrıca Allah’ın ilminde şekî de olabilirsin.

Senin hataların çok büyük olduğu için, onlarla uğraşman başkasına karşı kibirli davranmana engeldir.

Dedim ki:

“Ama yine dc, onun ömrünü nasıl bitireceğini bilmiyo­rum.”

Dedi ki:

“Evet öyle, fakat sen kendinden sorumlusun. Eğer ikiniz de kötü bir sonla ömrünüzü bitirseniz Cehennemide beraber olacaksınız. Bu da, senin ona acımandan ötürü, seni ne rahatla­tır ne de sevindirir. Kendine üzülmen ve acıman, hem dünyada hem de ahirette, sana daha çok gereklidir. Çünkü şendeki bir sinek ısırması, başkasında bulunan büyük bir yaradan daha çok sana acı verir.

Durumu gizli olan veya sana göre senden iyi olan kimse­nin, senden daha hayırlı olduğu ortaya çıkmıştır. Sana göre senden daha kötü olana gelince, kendinle uğraşman onu küçük görmene, ondan korkmana engeldir. Evlâ olan kendine acı­man, kendi sonunu düşünmendir. Bu durumun kalbini kap­laması gerekir. Çünkü, Allah’ın senden razı olmaması duru­munda belâ, direkt olarak sana gelecektir.

Sen ondan daha bilgili olabilirsin. O zaman da, kibir, ha­set, ııcııb ve riyâ gibi hangi dinî günahı işlerse işlesin, yine de senin aleyhindeki deliller daha büyüktür.

Vchb b. Münebbih‘ten, konuyu aydınlatan şu söz rivayet edilmiştir: “Adamda on haslet bulunmadıkça tam akıllı sayıl­maz.” Dokuz tanesini saydıktan sonra onuncusunu şöyle açıklar: “Bununla şanı yücelir, adı övgüyle anılır. Bu haslet, kişinin her­kesi kendinden daha hayırlı, kendini herkesten aşağı bir halde görmesidir. Görmesidir, kesin bilmesi değil.” Sonra bunu şöyle tefsir etti: “O şahsın gözünde insanlar iki gruptur. Bir grup on­dan daha hayırlı vc yüksek, bir grup da daha kötü vc aşağıdır. O kalbinde iki gruba da mütevazi davranmaktadır. Kendinden yu­karı olanları görünce onlara teşekkür eder, onlar gibi olmayı temenni eder; kendinden aşağı olanları görünce, belki bunlar kurtulur da ben helak olurum, diye düşünür. Akıbetinden nasıl korktuğunu gördün mü?”

Sonra şöyle devam etti: “Belki bunun iyiliği gizlidir, ki bu onun için daha hayırlıdır. Bilinmez, belki onunla Rabb’i arasında kalan çok güzel huylan vardır. Rabb’i bununla ona merhamet eder, tevbesini kabul eder ve hüsn-ü hatime verir.”

Sonra şöyle dedi: “Benim iyiliğim zahirdir ki, bu benim i- çin kötü bir şeydir. Yaptığım taatlcrc, onları ifsad eden bir şeyin arız olup olmadığını bilmiyorum.”

Sonra şunları ekledi. “İşte o zaman akıl kemal bulur, çağ­daşlarının reisi olur ve tasdik görür. Çünkü kalbiyle, herkese karşı mütevazi davranmıştır. Açığa çıkmayan şeylerin, nefsin­den bilinen şeylerden daha büyük olduklarını ikrar ve itiraf etmektedir. Bundan dolayı, nefsinin helak olmasından, su-i akıbete dûçar olmaktan, amellerinin kabul edilmediğinden, geçmişte yaptığı günahlardan ötürü ondan daha kötü olduğun­dan korkmaktadır.”

Onun için, iki gruba karşı da mütevazi davranmakta, hiç­birine kibir göstermemekte, sadece Allah için kızmakta, kaçın­ması gerekenlerden O’nun için uzak durmaktadır. Çünkü nef­sinden olan korkusunu hiçbir zaman unutmamaktadır. Azaba dûçar olacağından korkmaktadır. Kendisi, kötü gördüğü kişiden daha kötü olabileceğini ve onun mutlu bir sonla ömrünü bitire­bileceğim hesaba katarak, kendinden endişelenmektedir.

Şu hadîse bakmaz mısın?: “Adamın biri, bir dağda ibadet etmekteydi. Bir gün rüyada kendisine, ‘Talan ayakkabı tamirci­sine git, sana dua etsin.” denildi. Ayakkabıcıya vardı. Ona ne iş yaptığım sordu. Ayakkabıcı, gündüzleri oruç tuttuğunu, elde ettiği kazancın bir kısmını tasadduk ettiğini, diğeriyle de ailesi­ne baktığını, söyledi. Abid, “Bu güzel bir şey, ancak bütün za­manı ibadetle geçirmek kadar olmaz.” dedi. Yine rüyada, “A- yakkabıcıya git ve yüzündeki sarartının nedenini sor.” denildi. Ona varıp sorunca, şu cevabı aldı: “Kimi görsem, onun kurtu­lacağını kendimin helâk olacağımı zannederim.” Abid ona, “İşte sen bununla kurtuldun.” dedi.

Allah da kurtulanları bu şekilde tavsif etmektedir: “Onlar ki, Rabb’lerinin korkusundan titrerler.” (Mü’minûn, 23/57). Tit- diklerini, Rabb’lerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalp­leri korku ile ürpererek verirler.” (Mü’minûn, 23/60). Onları baş­kasına acıyan kimseler olarak tavsif etmemektedir.

Günahkâr olmama, hiç ara vermeden vc yorulmadan, iba­dete devam etme vc gayret gösterme konusunda, meleklere ulaşan kimse var mıdır? Çünkü Allah bize, onların yorulmadan gece gündüz teşbih ettiklerini, buna rağmen Rabb’lcrimn kor­kusundan titrediklerini haber vermektedir.

işte ne zaman, kötü sondan korkmaz, hakkında verilme ih­timali olan bir kaderi hesaba katmaz, kalbinden korku ve titreme zail olur da başkasına küçük göz ve hakaretle bakar, ondan daha hayırlı olduğuna inanır veya ondan gerçeği kabul etmez, sılay-ı rahim vb. üzerinde olan hakkını eda etmez, ondan bir şey öğren­mek hoşuna gitmezse bil ki, ona karşı kibirli davranmışsın. •

Ancak, nimeti çok zikretmekle aldanmandan korkuyorum. Diğerine bakıp onun helak olduğuna senin de kurtulduğuna hüküm verebilirsin. Bir yerde seninle otursa veya sana yaklaşsa ondan uzaklaşırsın. Bununla temiz kalmayı ve Allah için nefre­ti kasdedersin. Hâlbuki, bu esnada kendini büyük görmüş, ondan hayırlı olduğun zehabına varmış, korkunu unutmuşsun. Sanki, Allah’ın ona gazap ettiğinden, senden de razı olduğun­dan hiçbir şüphen kalmamış gibi davranmaktasın. Böylece din temizliği ile kibri birleştirmiş olursun. Allah için kızma ile dinî nezaheti karıştırmış ve bilmeden kibre girmiş olursun.

Avn b. Abdullah’ın şu sözünü duymadın mı? Mü’minleri anlatarak şöyle diyor: “Onun yakınlığı ne aldatmadır ne sinir­lendirmedir, sadece üzülmedir. Uzaklığı da kibirden değil, nezahet ve selâmeti aramasındandır.”

Düşmanın, sana iyiliği süsleyip seni günaha sürüklemesi­ne veya Allah’ın sana taat nimetini vermesinden ötürü, düşma­nın haset etmesi ve bir günahı süsleyip amellerini yok etmesine karşı uyanık ol. Aksi takdirde Allah’ın verdiği taat nimetine şükretmemiş olursun.

Sana bir fazilet olarak verilen nimeti hatırlama esnasında kibre düşmemeye dikkat et. Akıbetinden korkarak vc titreye­rek, geride bıraktığı isyanlarından ötürü nefsine karşı kızgın, küskün ve onu küçük görerek nimeti hatırla.

Bid’at, Şirk ve Küfür Ehline Karşı Olan

Kibrin İzahı

Dedim ki:

“Günahkâr Müslümanlara karşı kibirden nasıl sakınacağı­mı anlattın. Sünnetin dışında kalan şeyleri din edinen, bununla halkı dalâlete sürükleyen, Resûlullah’ın sünnetine düşman olan, himmetleri sünnetin nurunu söndürmek, dalâleti ihya etmek olan ve yalan tevillerle Allah’a ve Resûlüne yalan iftira­larda bulunan bid’at ehline karşı durumum nasıl olmalıdır, onu bana anlat?”

Dedi ki:

“Bid’at ehlinden nefret etmen ve onlardan uzaklaşman ge­rekir. Ancak üzerinde hakkı olanların hakkını yerine getirmeli­sin. Ama bu esnada da nefret ve kızgınlık içinde olman gerekir. Kim olursa olsun fark etmez. Tabii kalbin, işlemiş olduğun günahları ve olması muhtemel olan kötü son vc şekavet gibi şeyleri asla unutmamalıdır.

Bununla beraber, Allah’ın sem, onların dinine uymamakla onlardan üstün kıldığını bilmelisin. Fakat ahirette, mutlaka onlardan üstün olacağına, onların helâk olup senin kurtulaca­ğına, kesin hüküm verme gafletinden de sakın.

Çünkü bu noktada, hem onlar hem de senin hakkındaki bilgi, senden gizlenmiştir. Kimin nasıl öleceğini kimse bile­mez. Belki ikinize de mağfiret edilmez de beraber Cehennem‘e gidersiniz.

Madem sonun ateş olabilir, öyle ise onları küçük görmek­ten ziyade kendinle uğraşmalısın. Kendini onlardan hayırlı görsen, sana yaklaştıkları zaman Allah için onlardan uzaklaşsan ve muhalefet etsen, onların uydukları şeye uymamakla niraetlendirildiğini düşünsen; bu arada da onların helâk olup senin kurtulacağın düşüncesi kalbine galebe çalmazsa kibirden kurtulmuş olursun. Ama bu düşünce kalbine galip gelse, kibre girmiş vc Rabb’inle aldanmış olursun. İşte bu, kibirle ilgili vö bid’at ehline karşı kibirden nasıl kurtulacağına dair sorularının cevabıdır.

Dedim ki:

“Bid’at ehli her ne kadar dalâlette iseler de, tevhide inan­maktadırlar. Peki, Allah düşmanı ve kâfir olduklarında şüphe olmayanlar hakkında görüşün nedir? Şayet küfürleriyle ölürlerse Cehcnnem‘e gidecekler, Allah onlara ebedî olarak merhamet etmeyecektir. Kalbim, onlardan kesin olarak hayırlı olduğuma, onların helak olacağına, hardal tanesi kadar iyilikleri veya ahirette Allah’ı razı edecek bir şeyleri olmadığına inanmaktadır.”

Dedi kı:

“Eğer Allah onlara tevbeyi nasip etmezse, bu konu dediğin gibidir. Ölümden önce Allah tevbe ile onları nimetlcndirirse durum değişir. Ama tevbe etmeden ölürlerse, zalim olarak hüsran içinde ölürler.

İnsanlardan birine karşı kibir göstermen caiz değildir. A- ma, sana ve her Müslümana, Allah’ın nimet vererek üstün kı­lındığını bilmek caizdir. Hatta bunu bilmek bir fazilet, hayır ve kurbettir. Müslüman olmayanda hayır olmadığını, Allah’ın ona düşman ve kızgınlık içinde olduğunu bilmek de gereklidir. Ancak Allah, hem senin hem de onun akıbetini ve nasıl ölece­ğinizi, senden gizli tutmuştur. Onun dalâletini ve küfrünü vc Allah’ın, seni o küfürden uzak tutarak ve tevhidini nasip ede­rek nimetlendirdiğini bilmene rağmen, sana düşen, akıbetin­den şüphe içinde olmandır. Çünkü hangi hâl üzere öleceğini bilmediğin gibi onun da nasıl öleceğini bilmemektesin. Belki o, zamanın en abidi sen de en inkarcısı olarak öleceksin. İşte bundan kork!

Buna delil Hz. Peygamber’in bi’setidir. Allah O’nu bütün kullarından faziletli kılarak gönderdi. İlk zamanlarda bazıları O’na iman etti, bazıları da icabet etmekten çekindi. İlk iman edenler Ebû Bekir, Bilâl, Ali, Habbab vb. şahıslardı. Ömer ve benzerleri ise henüz kâfir idiler. Hz. Peygamber’e iman eden Amr b. Anbcsc, Bilal vb. şahıslar, Ömer’e bakıyor ve dalâlette olduğunu biliyorlardı. Ama ömrünün nasıl son bulacağını bil­miyorlardı. Daha sonra Allah ona İslam’ı nasib etti ve fazilette, Hz. Ebû Bekir dışında, herkesi geride bıraktı.

Allah’ın ona ne ikramlar hazırladığını bilmiyorlardı. Onlar mü’min, o ise kâfirdi. Sonra Müslüman oldu vc onları geçti. Ondan başka da, İslâm’a geç giren fakat fazilette öne geçen kimseler vardır. Günümüzde de durum böyledir.

I Iz. Peygamber zamanında bazı şahıslar irtidad etmiş ve Ridde Günü kâfir olarak öldürülmüşlerdir. O zaman kâfir olan bazıları sonra Müslüman oldular, onlar ise önceden Müslü- mandı. Sonradan Müslüman olanlar, mü’min olarak şehid oldular.

Sen, nefsinin akıbeti ve hatimesi konusunda endişe ve korku içinde isen, ne onun kurtulacağı ne de gayr-i müslimin kâfir olarak öleceği düşüncesi kalbini sarmaz. O zaman kibri nefyetmiş ve ne aldanmış ne de nefsin değişmeyeceği konu­sunda emniyet içine girmiş olursun. Çünkü iki durum da sana azap getirir.

ALDANMA

ALTINCI BÖLÜM

Allah ile Aldanmak

Dedim ki:

“Allah ile aldanmak nedir, nelerden meydana gelir?”

Dedi ki:

“Allah ile aldanma, kafirlerden ve Müslümanların isyankâr­larıyla, kendini ibadete vermiş olanlarından sadır olur. Herhangi bir şeyle aldanan kimse, Allah’ın emrini çiğnemiş ve ondaki Al­lah korkusu azalmış olur. Allah’la aldanmak, Allah’ın kula yap­tıklarından ötürü nefsin aldatmasıdır. Veya Allah’a karşı ümit besleme ile veya az bir ibadet vc ilimle aldanmaktır. Pek çok kul, bunlarla aldanır. 1 latta kendisini muhsinlerden gördüğü halde Allah’a isyan eder, kendini hidayette gördüğü halde, Allah’a küf­reder veya aldanır. Bile bile isyan eder ama kendini kurtulmuş, günahları affolunmuş ve azap edilmeyecek zanneder.

Kâfirlerin aldanması nefis ve düşmanlarının, dünyanın zâ- lıiriyle onları aldatıp ahireti düşünmekten alıkoymalarından kaynaklanır.

Dedim ki:

“Peki insan nelerle aldanır?”

Dedi ki:

“Aldanma iki türlüdür: Birincisi dünya ile aldanıp ahireti bırakmak; İkincisi ise, Allah ve ahiretle aldanmak.

Dünya ile aldanmak, ahireti düşünmeyip sadece dünya ile meşgul olmaktır. Bu hususta Allah şöyle buyuruyor: “Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı, sizi Allah hak­kında aldatmasın.” (Lokman, 31/33) “Bu dünya hayatı al­datma metaından başka bir şey değildir.” (Al-i îmran, 3/185).

Dedim ki:

“Sana, Allah ile aldanmayı sormak istiyorum. Kullar bu noktada nelerle aldanırlar?”

Dedi ki:

“Kâfirlerin Allah ile aldanması, onların dünyada Allah ta­rafından yapılan ikram ve genişlikleri görüp, bunların Allah katındaki değerlerinden kaynaklandığını zannetmeleri ve ken­dilerinin, başkalarından daha çok hayra lâyık olduklarına i- nanmalarıdır. Kâfirler de kendi aralarında iki gruptur. Bir gru­bu, ahiret hakkında şüpheye düşmüşlerdir. Onlar içlerinde ve dillerinde şöyle derler: “Eğer Allah’a tekrar dönülecekse, biz bu hususta başkalarından daha liyakatliyiz. En büyük pay bize aittir.” Dünyada kendilerine verilen değer ve yapılan iyiliklere aldanarak, böyle derler.

Allah’ın, karşılıklı konuşan şu iki adam hakkında anlattığı­na kulak vermez misin? Kâfir olanı mü’min olana şöyle demiş­ti: “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb’ime dön- dürülsem bile, (orada) bundan daha iyi bir sonuç bulurum.” (Kehf, 18/36). Yani ben, Allah’ın bizi yeniden dirilteceğine, sevap ve ceza vereceğine kani değilim. Eğer ahiret varsa, benim için O’nun katında, dünyada bana verdiğinden daha iyisi vardır. Böylece aldanır ve sadece, iyi bir kimse olduğu için, Allah’ın ona dünyada ikram ettiğini zanneder. Eğer Allah yeniden diril- tecekse, ceza ve mükâfat yurdu varsa, Allah onu azaptan koru­yacak; dünyada onu fakirlikten kurtardığı gibi, ahirette de ik­ram edecektir, diye düşünür. Kâfir olan mü’ininle böyle konu­şur.

Tefsirlerde o iki zatın konuşması uzun uzun anlatılır. Mü’min olanı ahirette şöyle der: “Benim bir arkadaşım vardı, (alay ederek) derdi ki, sen doğrulayanlardan mısın?” (Saffat, 37/51-52).

467

Ancak aralarındaki konuşmanın özeti şöylcdir: Kâfir olan, bin dinar ile bir saray yapar, bin dinarla bir bahçe satın alır, bin dinara hizmetçiler alır vc bin dinarla da bir kadınla evlenir. O' sırada mü’min olan, ona şu öğüdü verir: “Sen harap olacak bir saray satın aldın. Cennetten bir saray alsaydın olmaz mıydı? Fani bir bahçe satın aldın ve yakında ölecek bir kadınla evlen­din. Tükenmeyecek bir bahçe ve ölmeyecek hizmetçiler satın alsaydın, ölmeyecek bir kadınla evlenseydin olmaz mıydı?”

Kâfir olan bütün bu teklifleri reddeder, ahiretin olmayaca­ğını, varsa da orada kendisine, dünyada verilenlerden daha iyi­sinin verileceğini söyler.

Allah bize, Anır b. VaiFin söylediği sözleri şöyle aktarır: “(Şıı âyetlerimizi inkâr edip: “Bana mal ve evlât verilecek.” diyen adamı gördün mü? Gaybe mi çık(ıp bak)tı, yoksa Rah­mandın huzurunda bir ahit mi aldı (Allah ile bir antlaşma mı yaptı)?” (Meryem, 19/77-78)

Rivayete göre, 1 labbab b. Erefin, başından, kendisinin an­lattığı şu olay geçer: “Ben demircilikle uğraşan biriydim. As b. Vail’de de alacağım vardı. Alacağımı talep etmek üzere yanına gittim, fakat borcunu ödemedi. Ben de, “Onu ahirette alaca­ğım.” dedim. Bana, “Ahirete gittiğin zaman, benim orada mal ve evlâtlarım var, onlardan borcumu öderim.” dedi. Allah bu­nun üzerine şu âyeti indirdi: a(Şu âyetlerimizi inkâr edip: “Ba­na mal ve evlât verilecek.” diyen adamı gördün mü?” (Meryem, 19/77) Böylece kâfir, Allah’la aldanır ve Allah’ın ona ahirette azap etmeyeceğini zanneder.

Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer kendisine doku­nan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet tattırsak: “Bu, benim hakkımdır; kıyametin kopacağını sanmıyorum; (kıyamet kopsa da) Rabb’ime götürülmüş olsam bile muhakkak O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır.” der.” (Fussilet, 41/50)

Mücahit’ten naklen İbn Cürcyc şöyle demiştir: “Bu benim amelim ve çalışmam neticesinde olmuştur, ben bunu hak et­miştim.” der. Böylece Allah’ın ona dünyada taddırdığı rahmet­ten dolayı aldanıverir.

Dünyada Allah’ın verdiği nimetlerle aldananlar hakkında Allah’ın buyurduklarına kulak vermez misin? “Ve dediler ki, “Biz ntalca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak deği­liz.” (Sebe’, 34/35). Yani Allah Teâlâ bize, değerli olduğumuzdan nimetler ihsan etti. Öyle ise bize azap etmeyecektir. Ve şöyle dediler: “Eğer (Muhammed’in getirdiği) iyi bir şey olsaydı onlar (mü’minler) ona gitmekte bizi geçemezlerdi.” (Ahkaf, 46/11).

Yine onlar, Allah’ın dünya nimetlerinde kendilerini başka­larından üstün kılmasıyla da aldanırlar. Allah’ın özel olarak iman ehline verdiği nimetleri şöyle düşünürler: “Eğer Allah’ın yanında hidayet olsaydı, zayıfları ona muvaffak edip bizi terk etmezdi.” Böylece aldanır vc hidayete sırt çevirirler. Ve “Eğer bu gerçekten hidayet olsaydı, biz ona, bizden aşağı olanlardan daha lâyıkız, onun bize verilmesi gerekirdi.” derler.

Evet kâfirler dünyada, Allah’ın nimetleriyle aldanırlar. Onlar, Allah’ın kendilerini dünyada azapla yakalayabileceğini düşünmezler. Dünya adına kendilerine verilenlerin, hayırlı olmaları sebebiyle verildiğini, Allah katında en büyük makama sahip olduklarını zannederler.

Karun ve Hz. Musahıın sözlerini anlatan şu âyetleri işitmedin mi? Onu İlahî azaptan korkutarak şöyle buyurdu: “Bu servet bende bulunan bir bilgi sayesinde verildi.” (Kasas, 28/78). Katadc, “Bendeki hayır sebebiyle.” diye tefsir etmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “O (mağrur) bilmedi mi ki Allah, kendisinden daha güçlü ve on­dan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helâk etmiştir?” (Kasas, 28/78). Yani, kendilerine verilen dünya nimetleri, itaat et­mediklerinden dolayı, Allah’ın azabına dûçar olmalarına mâni olamadı. Karun bunun, kendinden başka kimselere de verildiğini bilemedi. Bu, Allah’ın, helak ve azap etmek istediği kimselerin, nimetlerle aldanmaları için bir istıdractır.

A

Şu âyette bu noktaya işaret ediliyor: “Ayetlerimizi yalanla­yanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke yaklaştırı­rız.” (Araf, 7/182). Tefsirlerde şöyle denilmiştir: “Onlar her gü­nah işlediklerinde, onlara bir nimet verdik.” Yme Allah şöyle buyuruyor: “Kendilerine yapılan uyanları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince dal­dıktan sırada da ansızın onları yakaladık.” (En’am, 6/44). Karun hakkında da şöyle buyurmuştur: “Bu senet, bende bulunan bir ilim sayesinde verildi.” (Kasas, 28/78). Yine O şöyle diyor: “Hayır bu bir imtihandır.” (Zümer, 39/49). Sonra da şunu ekliyor: “On­lardan öncekilerde bunu demişlerdi.” (Zümcr, 39/50). Vc dünyanın fitne yani belâ vc imtihan olduğunu haber vermiştir. Kula nime­tin verilmesi, Allah'ın ondan hoşnut olduğuna delil olmaz. Al­lah’ın şöyle dediğini duymadın mı? “Fakat insan bÖyledir; Rabb’i ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet verirse, “Rabb'im bana İkram etti der. Ama Rabb’i onu imtihan edip rızkını daraltırsa, “Rabb’inı beni küçük düşürdü.” der.” (Fecir, 89/15-16). Allah Teâlâ, “Asla.” diyor.

Haşan şöyle diyor: “Allah ikisini dc yalanlayarak, “Ne bu onun üstünlüğünden ne dc diğeri onun değersizliğinden ileri gelmektedir. Kerim olan, ister fakir olsun ister zengin olsun, bana itaatinden ötürü ikram ettiğim kimsedir. Alçak ise, ister fakir olsun ister zengin olsun, bana isyânı sebebiyle alçalttığım kimsedir.” der.

Kâfirler, Allah’ın zahirî nimetleriyle aldanır, bunu da Allah katındaki değerlerine bağlarlar. Nitekim şu âyet, onların bu durumunu vasfetmiştir: “Onlar öyle mi sanıyorlar ki, kendile­rine verdiğimiz mal ve oğullar ile, onların iyiliklerine koşuyo­ruz. Hayır, farkında değiller.” (Mü’minûn, 23/55-56). Haşan, “Münafık kötülük yapan ve yaptığı halde güzel muamele ile karşılaşacağı kuruntularına giren; mü’min ise, iyilik yaptığı halde titreyen kimsedir.” diyerek şu âyeti okudu: “Rabb’itne döndürülürsem bile, bana O’nun yanında güzellikler vardır.” (Fussilet, 41/50)

Bu durum, birçok Müslümandan uzak olabilir. Çünkü, hayâlen görür ki, taat ettiği zaman Allah onun rızkını genişletir. Bu onun yaptığı salih amelden dolayıdır. Neticede amelinin mükâfatını alır, Allah da onu sever. Bunun için Allah onun rızkını genişletir. Nitekim O, ademoğlunu şöyle tarif etmiştir: “Fakat insan böyledir; Rabb’i ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet verirse, ‘Rabb’im hana ikram etti’ der.” (Fecir, 89/15). Dolayısıyla Allah’ın verdiği nimetlerden ötürü kendine bir değer biçen ve Allah katında yeri olduğuna inanan Müslüman da aldanmış ve ahiret hakkında şüphesi ol­mazsa bile kâfirlerin aldanmalarına iştirak etmiştir.

Yine kâfir, cezanın geciktirilmesiyle aldanır. Ceza ile kor- kutulursa korkmaz. Zanneder ki, cezayı hak ettiğinde cezası geciktirilmez. Onun için kendisini hak üzere sanır.

Ebû Cehil demiş ki, “Allahım, akrabalık bağlarımızı kes, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir musibet ver.” Ve sabah­leyin eceli onu yakaladı. Allah bu konuda şöyle buyurdu: “(Peygamberler, düşmanlarına karşı Allah’tan) fetih istediler; (sonunda) her inatçı zorba perişan oldu.” (İbrahim, 14/15)

Karun'un I Iz. Musa'yHânetleşmeye davet etmesi de bu cümledendir. Dışarı çıkıp dua ettiler, Hz. Musa’nın duası ka­bul oldu, Karun’un olmadı. Karun, Allah’la aldanarak, Hz. Musa’yHânetleşmeye davet etmişti.

Kâfirlerden diğer grup ise, kötü işlerinin kendilerine süslü gösterilmesiyle aldanırlar. Bunlar, Allah’tan başkasına yaptıkları kullukla gururlanır vc iyi bir iş yaptıklarını zannederler. Kâfirle-' rin aklanması, bir nefis aldatmasından ibarettir. Allah’ın verdiği dünyevî nimetlerden dolayı kendilerine Allah katında bir değer biçerler, yaptıkları dalâlet türü işleri de, hidayet zannederler.

Avam ve İsyankâr Müslümanların Aldanması

Dedi ki:

“Avam ve asî Müslümanların aklanmasına gelince, nefis ve düşman aldatmacasından ileri gelir. Bunlar, ümit, kerem ve cömertliği konuşur ve bu şekilde nefislerini hoş tutarlar. Bu­nunla da, günahlara karşı cür’etleri artar, isyanlar üzerine kuru­lurlar. Bunu da bir ümit olarak düşünürler. Nitekim Vchb b. Münebbih oğluna şöyle demişti: “Oğlum, Allah ile sakın al­danmayasın. Allah ile aldanmak, O’na isyan ettiğin halde, ba­ğışlamasını temenni etmendir.”

Onlar isyanla yaşarlar, Allah’tan da rahmet ve mağfiret te­menni ederler. İçlerini rahatlatan şeyin recâ olduğunu düşü­nürler, oysa içlerini rahatlatan aldanmadan başkası değildir. Yine temenni ve zannederler ki, bu rahatlık hali, Rabb’lcrinden gelen bir recâ halidir. Onların bazısı, zikrini sadece recâ yö­nünden yapar. Neticede bu zikrin, tevhid adına bir recâ oldu­ğunu zanneder. Veya salih atalarının adlarını anmayı veya zayıf amellerini anmayı tevhidlc irtibatlandırırlar. Ve recâyı anma­nın, recâ olduğunu zannederek aldanırlar.

İsyanlar üzerine rahatlıkla kurulur, pişmanlık duymaz, elini de çekmez. Bu halin Rabb’inden gelen bir recâ olduğundan şüphe etmez, bununla kendini tatmin eder. Neticede Allah’tan korkusu azalır. Şayet bu gerçekten bir recâ olsa bile, onu yerli yerinde kullanmamıştır. Kaldı ki, bu yalancı birrecâdır.

Muvahhidin aldanması da bir nefis aldatmacasıdır. Güna­ha devam etmekle birlikte bağışlanmayı temenni eder. Bu ya­lancı recânın sadık bir recâ olduğunu zanneder. Said b. Cübeyr, demiştir ki, Allah ile aldanmak, günaha devam edip, Allah’tan mağfiret talep etmektir.

Recâ ile Aldanmanın Arasını Ayırma

Dedim ki:

“Birini diğerinden ayırabilmem İçin, bana recâ ile aldan­manın farkını söyle.”

Dedi ki:

“Allah’tan recâ iki anlamdadır. Birincisi, Allah'ın vazettiği şekilde O’na hüsnüzan beslemektir. Zira günahkârların rccâsı ümit kesmemeleridir. Günahlarından ötürü Rabb’lerine tevbe etmeleridir. Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor: “(Tarafımdan onla­ra) de ki: Ey nefislerine karşı aşırıya giden kullarını, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağış­lar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan önce Rabb’inize dönün, O’na teslim olun, Sonra size yardım edilmez.” (Zümer, 39/53-54). “Ve Ben tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır.” (Tâhâ, 20/82).

Ayrıca şöyle buyuruyor: “Ayetlerimize inananlar sana gel­dikleri zaman: “Size selâm olsun.” de, Rabb’iniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar da sonra ardından tevbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir.” (En’am, 6/54). Bu âyetle ilgili olarak ilerime, şunları anlatır: “Bu âyet Hz. Ömer hakkında nazil ol­du. Utbe b. Ka’b vb. müşriklerden bazıları, Ebû Talib’i araya koyarak, Hz. Peygamber’lc konuşmasını, Bilal, Ammar ve ben­zerlerini yanından kovmasını istemişlerdi. Bunun üzerine Hz.

Ömer, I Iz. Peygamber’e, “Bir kovsanız da ne murat ettiklerine baksak!” diye teklif etti. Hemen şu âyet nazil oldu: “Sabah ahşam Rabbfterinin rızâsını isteyerek, O’na yalvaranları' (Kııreyş büyüklerinin rızâsına uyarak) kovma.” (En’am, 6/52).

I Iz. Ömer gelip bu teklifinden ötürü özür diledi. Ardından da şu âyet nazil oldu: “Ayetlerimize inananlar, sana geldikleri zaman, de ki, “Size selâm olsun.” (En’am, 6/54).

Allah kulunu, günahları dağlar kadar büyük olsa da, tevbe etmesi halinde, mağfiretle ümitlendirdi. Elverir ki, günahları­nın çokluğu ve büyüklüğü tevbe etmesine engel olmasın ve korkusu onu, “Benim tevbem kabul olmaz, ben affedilmem!” demeye götürmesin. Eğer bu şekilde korkarsa, tevbesi kabul edilmeyecek diye isyana devam eder; ümitsizliği de, isyan üze­rine iyice yerleşmesini netice verir, günah günah üzerine ekler durur. Zira ümitsizlik, Allah’a isyandır, günahtan tevbe etmeye engeldir. İbn Mes’ud şöyle diyor: “Kebair dört tanedir. Biri de Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir.”

Allah, asî kullarını tevbe edip bağışlanmaları için ümitlen- dirmiştir ki, günahlarından dolayı ye’se düşmesinler, tevbeyi terk edip taatten bağlarını koparmasınlar. İki anlamdan birisi budur.

İkincisi: Cennetleri, yüksek makamları, kullarından kendisi için amel edenlerin vardığı yüksek dereceleri ve kendisine yakın­lığı ümit etmektir. Allah şöyle buyuruyor: “Felaha ulaştı o mü’minler ki, onlar, namazlarında huşu’ içindedirler, onlar boş şeylerden yüz çevirirler... Onlar, (en yüksek Cennet olan) Firdevse vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (Mü’minûn, 23/1-11). Başka bir âyette de şu ifadeler var: “Kıyamet günü ecirle­riniz size eksiksiz verilecektir.” (Al-i İmrân, 3/185). Allah, mükafat vc sevabın amel edenlerin amellerinin karşılığı olduğunu haber veriyor ki, bu mükâfatı ümit etsinler ve bu sevaba erişmek için amel etsinler.

Sonra Allah, amel edenlerin recâ sahibi olduklarını ve al­danmadıklarını haber vererek şöyle buyurdu: “Onlar ki, inan­dılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar, Allah'ın rahmetini umarlar." (Bakara, 2/218). Böylece, amel-i salihte bu­lunanların aldanmayıp ümitli olduklarını haber vermiş oluyor.

Recâyı zikretmekle aldanan, zanneder ki, recâsı aldanma­dır, durmadan isyan eder; böyle bir hüsnüzan mümkün olma­dığı halde, güya Allah’a hüsnüzan besler. Nitekim Vchb, “Al­lah’a karşı hüsnüzan, aldanmadan uzak değildir.” der. Hasan‘a şöyle denildi: “Bir cemaat var ki, Allah’a karşı ümit besliyor ve amellerini zayi ediyorlar.” Haşan, “Heyhat, heyhat! Bu onların, oyalanıp durdukları kuruntularıdır. Şu bilinmelidir ki, kim bir şeye karşı ümit beslerse onun peşinde olur, kim de bir şeyden korkarsa ondan kaçar.” cevabını verdi.

Müslüm b. Ycsarhn yanına bir adam geldi. Müslüm ada­ma, “Ben dün gece öyle bir secde ettim ki, nerdc ise ön dişle­rim düşecekti.” Adam, “Biz Allah’tan ümitliyiz.” deyince, Müslim, “Heyhat, kim bir şeye ümit beslerse onun peşinde olur, kim de bir şeyden korkarsa ondan kaçar.” dedi.

Öyle ise recâ, insanın içinde, Allah hakkında mcvcelencn ümit ve emeldir. Bu emel, isyân edenin nefsini tevbeye zorlar, kişi ile ümitsizlik arasına perde olur. Kulu, itaat, gayret ve ame­le götürerek, amel edenlere vaadedilen şeyleri elde etmeye ümitli kılar.

Aldanmak, nefis ve düşmandan gelen bir hiledir ki, keli- me-yi tevhidi mücerred zikretmekle, az vc zayıf amelle vc salih atalarla ümitlenmeden doğar. Ve bu hile, nefsin de hoşuna gider. Neticede günahları kendisine küçük görünür. Çünkü, günahlarının bağışlandığını zannetmekle, mağfiret temenni edip, tevbeden kaçarak isyâna devam eder, durur.

İşte recâ ile aldanma arasındaki fark budur. İnsan fıtratında şu vardır: İnsanlar dünya ile ilgili ameli zayi ettiler mi, nefisle­rini kınarlar. Onun düşmanı da tefrittir. Şayet kendilerine ecir verileceğini zannederek ameli terk ederlerse, bu, nefislerindeki aldanma vc ahmaklıktan ileri gelir.

Dedim ki:

“Recâyı nereye yerleştireyim ki, aldanma olmasın?”

Dedi ki:

“Allah, asileri, gazap ve cezasıyla korkutmuştur ki, onlar da nefislerini, Allah’ın korkuttuğu şeylerle korkutsunlar ve Rabb’İcrinc dönsünler. Nitekim Allah, kullarından tevbe eden­leri ümitlendirmiştir ki, ümitsizliğe düşüp günaha devam et­mesinler. Amel edenlere de ümit vermiştir ki, Allah’a yakın kılacak ameller işlemelerine neden olsun. Allah’a inanıp, onun amellerini iyi anlayanın üzerine düşen havfı, Allah’ın istediği yere oturtmaktır. Meselâ, kişi bir mâsiyete niyetlenince, nefsini Allah’ın azabından korkutur. Eğer hevâ ve hevesi galebe çalarsa onu irtikâp eder, nefsi o günah üzerine ısrarla kurulursa o za­man da nefsini Allah’ın azap ve ikabıyla tehdit eder ki, masiyeti terk etsin, onu irtikâp ettikten sonra da tevbe etsin.

Eğer nefsi bir isyana niyetlenirse veya isyân ederse ve isya­nında direnirse, nefsini azarlar vc ona şöyle der: “Allah’ın ikabı çok şiddetlidir, gadâbına engel olacak bir şey yoktur, azabına sabretmek dc mümkün değildir.” Böylccc nefsini Allah’ın teh­dit ettiği şeylerle korkutur. Zaten, Allah da kişiye tevbe etmesi ve isyanı bırakması için nefsini tehdit etmesini emretmiştir.

Kişi tevbe etmek ister dc, karşısına tevbeyi engelleyen ye’s çıkarsa, nefsine cûd ve keremi hatırlatır. Allah’ın af, kerem, fadl, lütuf, re'fet ve rahmetine karşı ümitlendirir. Tevbe edip imanını yenileyenler için affedici olduğunu, kendisine inabe edenlere karşı ğafûr ve rahîm olduğunu hatırlatıp onu şevklen- dirir. Allah’ın, Sebe’ halkını nasıl vasıflandırdığını duymadın mı? “Rabb’inizin nimetlerinden yiyin de O’na şükredin! Hoş bir memleket ve çok bağışlayıcı bir Rabb.” (Sebe’, 34/15). Allah Tcâlâ, kendisinin Rabb-i Gafûr olduğunu, sürçmelerimizi ba­ğışlayacağını, sonuna kadar tevbe fırsatı verdiğini, bize haber vermektedir.

Ne dersin, Allah bizi ilk günahımızla yakalasaydı veya bir, İki, üç günahtan sonra tövbeyi kabul etmeseydi, nasıl olurdu? Zira, insanlar kendi aralarında üç hatadan sonrası için özür ve pişmanlığı kabul etmiyorlar. Hatta der ki, “Seni üç defadır af­fediyorum, bundan sonrasını kabul etmem.” Şayet Allah da böyle muamele etseydi, hayat zehir olurdu. Ancak kul, bin kere günaha girse de, sonra tekrar günah işlediğinde, tevbe-i nasûh vc sadakâtla Allah’a yönetse, Allah onun geçmiş günahlarını bağışlar ve ona, önceki cürümlerine karşı azap etmez. Nitekim Allah, kulun, günaha bulaştığında ümitsizliğe düşmemesi için, cûd, kerem, af ve rahmetini hatırlatır. Ayrıca günahı taatine engel olmasın diye karşısına mağfiret ve kabul ümidini çıkarır. Zira O’nun rahmeti geniştir.

Allah tevbe eden kulları ümitlendirdi, günah işleyip tevbe edenlere ye’si haram kıldı, muvahhidlerden günahda ısrar edenlerin ye’s sebebiyle ameli bırakmalarını vc onunla günaha girmelerini ve Rabb’c karşı taatı zayi etmelerini yasakladı. Allah şöyle buyurmuştur: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye at­mayın.” (Bakara, 2/195). Bera b. Âzib bu konuda şunları söylü­yor: “Büyük günah işleyen adam der: “Ben affedilmem.” Arka­sından da Allah yolunda infak etmekten vazgeçer. İşte bu âyetle Allah bunu nehyetmiştir.”

Kişi günah işlediğinde nefsini, günahlardan tevbe etmesi için, korkutup azabı hatırlatır; ümitsizlikten sakındırmak için de recâyı hatırlatırsa, tevbenin kabul olmayacağı şeklinde amele engel olan ye’s karşısına çıktığında mağfiret ümidiyle gönlü ge­nişler. O zaman, tövbesinin kabulü ve bağışlanmayı ümit eder, bunun peşinden rahmet ve af ümidinden dolayı gönlü tevbe ve amelle genişler. Böylccc havf ve recâyı, Allah’ın istediği şekilde, yerli yerine oturtmuş olur. Nefsini, Allah’ın edebiyle edeblen- dirir, aldanmaz ve Allah’ın rahmetinden dc ümit kesmez.

Her kim, havf ve recânm bu iki anlamını ters çevirirse, yani günah işlediğinde, havf ve sakınmayı unutup recayı hatır­larsa ve böylece kendisini tatmin ederse, onun havfı azalır, sakınması gider ve af ve recâ temennisiyle günahlara devam eder. İşte bu insan, Allah ile aldanan, O’nun edebiyle edep- lenıneyen, recâyı yerli yerinde kullanmayan, gerektiğinde havfı kullanmayıp terk eden kimsedir. Muvahhid olup da isyan ede­rek aldananların özelliği budur.

Buna şu misâli verebiliriz: Bu adam, mcvlâsı olan köleye benzer. Köleyi cezalandırdığı zaman, en şiddetli şekilde ceza­landırır. Bununla birlikte çok merhametli ve kerimdir. Çoğu kere affeder. Ceza verdiğinde, son derece etkili ceza verir. Ce- O 7

zası affı kadardır. Kölesine bu tehlikeli durumun büyüklüğü ile birlikte şöyle der: “Eğer yarın, cumartesi, bana gelirsen, senden razı olurum, sana şu kadar da para veririm, seni ve eşini azad eder, sana özel hizmetçi tahsis ederim. Eğer yarından sonraya kalırsan, yani pazar günü gelirsen, sana hiçbir şey vermem, sana kızarım, hatta şiddetli azap eder, uzun süre hapse atarım.” Arkasından, kulun karşısına, bir zevk çıkar. Eğer zevki elde ederse, cumartesi efendisine gelmeye engel olur ve gidişi paza­ra kalır. Kul kendini zevke kaptırır ve vaktinde gidemez. Nef­sini, mcvlâsının af vc rahmeti ümitlendirir ve onun şiddetli azabını unutur. Hatırlasa bile, önemsemeyerek hatırlar ve bu hatırlaması cumartesi günkü zevkine ve meşguliyetine engel olmaz. Çünkü o zevk, kalbini iyice sarmıştır.

Neticede, o zevki, mevlâsının itaatine tercih eder. Zevki kaçırmasın diye, ona gitmeyi pazara erteler. Aslında pazar günü giderse, mevlâsının kızacağını bilmektedir. Vaadettiği şeylerden mahrum kalacağını ve kendisinin en şiddetli ceza ile cezalan­dırılacağının farkındadır. Buna rağmen cumartesi günü zevkle meşgul olur. Onun gönlü, nefsinin ümit vermesiyle, rahattır. Böylece recâyı hatırlaması ceza korkusuna engel olur ki, mükâ­fat vaadedilen günde gitmeyi terk eder. Gazap ve cezaya uğra­yacağı gün gitmekle beraber af ve mükâfat umar. Cezayı u­nutmuş, gitmeyi terk etmiş, fakat af temenni eder. Kendi ken­dine şöyle der: “Pazar günü gideyim, efendim beni affeder ve benden razı olur. Bana vaadettiği parayı verir, beni evlendirir, bana hizmetçi verir.’1 Nefsinin verdiği bu ümit ve recâ, ona, efendisinden korkma vc sakınmayı unutturmuştur. Efendisine itaat etmeye engel olan bu zevki terk etmemiştir.

Şimdi bu kişi, kendini tehlikeye atarak, nefsine karşı ihti­yatı terk ederek ve efendisinin hoşnutluğunu ayaklar altına alarak, nefsiyle aldanmış olmaz mı?

Keza, efendisi ona, “Şu şu işleri eksiksiz ve mükemmel yaparsan, sana bin dinar veririm; eğer o işi bozarsan sana bir şey vermeyeceğim gibi, ayrıca bin kırbaç vururum.” dese, köle de, kendisini meşgul eden bir zevkten ötürü o işi eksiksiz yeri­ne getirmeyi terk etse; tercih ettiği zevke, ancak o ameli terk etmekle ulaşacağından ötürü, onu kasden ifsad etse; bütün bunları, o ameli gereğine uygun yapma zorluğu, yorulma ve bedenin zayıflamasından hoşlanmadığı için yapsa; bununla birlikte, kendine vaad edilen bin dinarı alacağına dair ümit beslese ve bin kırbaçtan korkmazsa, bu insan, nefsinin aldat­masıyla aldanmış, recâyı yerli yerinde kullanmamış, efendisine itaata sebep olan havfı yerinden uzaklaştırmış, efendisinin teh­dit ve vaadlcrini yerli yerine oturtmamış olmaz mı?

Allah ile aldanan kişi de boyledir. Kendisine vacip olan şeyler üzerine yaklaşılması haram olan şeyleri ikame etmiş, azaptan korkmaksızın vc sevap ümidiyle kendisini azaba soka­cak işler yapmıştır. Bu, kendini tehlikeye atan ve aldanmış olan bir insan değil midir? 11er ne kadar Mevlâ’sının affı çok geniş­tir ama, affedebilir de affetmeyebilir de. Bu durumda aldanmış ve nefsini tehlikeye atmış olmaz mı? Nefsi onu aldatmış olmaz mı? Zira ona ceza ile hükmedilmesi, kuşku götürmeyecek bir şekilde, kesindir. Günahta ısrarla beraber, tevbe etmeksizin bağışlamayı ümid etmek, kesin değil, bir kuşkudan ibarettir.

O, verdiği sözü terk eden, isteklerinin sonu gelmeyen nef­sine aldanan, Allah’tan, beklemediği nimetleri bulmaktan emin olan kimsedir. Bu, üzerine vacip olan şeylerden şüphe etmeyen bir şahıstır. Böylelerini Allah şöyle vasfetmiştir: “Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler Allah'tan karşılarına çıkmıştır.” (Züıner, 39/47). Bazı tefsirlerde de bu âyet şöyle izah edilmiştir: “Onların hayır olarak gördükleri ameller, şer olarak karşılarına çıkmıştır. Bu ise, yalancı bir recânın sonucudur.

Dedim kı:

“Bu recâ, ne kadar çok günahları da olsa, muvahhidler için değil midir? Ümitsizlik onlar için zaten haramdır.

Dedi ki:

“Evet öyledir. Fakat recânın gerçek yeri bu değildir. Aslın­da o, havf makamıdır ama, kul asî olmuş ve aldanmıştır. Şayet karşısına ümitsizlik çıkarsa, muvahhid olmasından ötürü, recâ ile bertaraf eder. Mevlâsına isyan demek olan ümitsizliği berta­raf eder ki, hem günah hem isyan bir araya gelmesin. Eğer bu durumdan sonra nefsini recâ ile rahatlatır, recâ da, günahlara devam etme konusunda onu cesaretlcndirirse. o, Allah ile al- danrnış demektir. Zira Allah rccâyı, tevbe ve amele engel teşkil eden ye’si kaldırmak, taat ve ona kurbiyeti teşvik etmek için koymuştur. Havf ise aldanma vc emniyet hırsından men edici, günahlara devam etmeyi giderici vc günaha meylettiğinde ona düşmeye engel olucu bir perde kılmıştır.

Sen Allah’ın şu sözünü duymadın mı? “Ama kim Rabb’inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden men ederse, gidilecek yer CenneTtir.” (Naziat, 79/40). Buna göre havf, günaha girmeden önce engelleyici, günah işledikten sonra da tevbe etmeye teşvik edicidir. İşte recâ vc Allah’la aldanma ara­sındaki fark budur.

Allah, Nebisinin diliyle, aldanmanın ahir zaman Müslü- manlarında çok yaygın olacağını bildirmiştir. Hz. Peygamber onları kınamış, bunun, chl-i hak gittikten ve ümmetin son kısmına bâtıl fikirler galip geldikten sonra olacağını haber ver­miştir. Ma’kil b. Yesar‘dan rivayet edilen hadîste Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, Kur’ân, tıpkı beden üzerinde eskiyen elbise gibi, erkeklerin kalplerinde eskir. Onların bütün işi korku olmaksızın sadece ümittir. Onlardan biri iyilik etse, ‘Benden kabul edilir’, kötü­lük etse, ‘Ben bağışlanırım.’ der.”  Hz. Peygamber bu olayın, akıl ve anlayışın Allah’tan uzaklaştığı ve kalplerde O’nun kita­bının eskidiği, onu edeple ele almanın kaybolduğu sırada ola­cağını haber vermektedir. Onun adabını ters yüz edeceklerini, arzu, istek ve tamahkârlığı, havf, acıma vc ürpertinin yerine koyacaklarını, yine bu hadîsten öğreniyoruz.

Allah, Israiloğullanndan sonra gelen Nasara’yı şöyle anla­tıyor: “Onların ardından, yerlerine birtakım kötü insanlar geldi ki, Kitaba vâris oldular, şu alçak (diinya)nın menfaatini alıyor­lar: “Biz nasıl olsa bağışlanacağız.” diyorlar. Kendilerine ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar.” (A’raf, 7/168). Bu âyetin tefsirinde Mücahid, “Onlar I hristiyanlardır. Onlar, dünyada helâl ve haram demeden, iştahlarının çektiği her şeyi alıyorlar; alırken, yerken de mağfiret temenni ediyorlar; yarın aynı şeyin benzerini bulsalar, yine alırlar.” demiştir.

Said b. Cübeyr, “Onlar günah işlerler, biz bağışlanırız, derler. Benzeri bir mal gelse yine alırlar.” demiş ve araz keli­mesini de günah diye tefsir etmiştir. * w

İbn Abbas ise, “Allah hakkında haktan başkasını deme­sinler diye sadece devamlı işledikleri ve tevbe etmedikleri günahlar hususunda Allah'tan mağfiret temenni ediyorlar.” der. Ayrıca bu âyette Allah, onların tembellik ettiklerini ve akabinde günaha girdiklerini, aldanıp günaha devam ettik­lerini vc onu alışkanlık haline getirdiklerini bunu yaparken de mağfiret ümidi içinde olduklarını haber vermektedir. Allah’a isyân etmekle birlikte, kendilerini affedilmiş sayarlar asî olan Müslümanların genelinin durumu bodur. Affedil­mekten ümit kesmemişlerdir, fakat aldandıkları bir nokta var ki, o nefislerine hoş gelmektedir. Onlar bunu gerçek bir recâ zannederler. Oysa bu Allah ile aldanma ve kurtuluş yolundan sapmadır. Nitekim bu ümmetin aldananları şöyle anlatılmışlardır: “Onlar günah işledikleri zaman biz affolu­nuruz." derler, korkup sakınmazlar ki, tevbe etsinler. Eğer bir iyilik yaparlarsa, “Bizden kabul edilir.” derler, korkup endişe etmezler. Korku onlardan uzaktır. Ne günahların cezasından ne de iyiliklerin reddedilmesinden korkarlar ki, iyiliklerin kabul edilip edilmediğinden endişe etsinler, sa­kınsınlar vc Allah için ihlâsla yapsınlar.”

İbadet Ehlinin Aldanması

(Sınıfları, İhtilafları ve Ehl-i İlmin Aldanması)

Dedim ki:

“İbadeti izhar eden vc kendini çok dindar sayanların al­danması nasıl oluyor?”

Dedi ki:

“Onlar aldanma konusunda değişik gruplara ayrılırlar. İl­miyle aldanan, az bir amelle aldanan, hüccet ve delil getirme ve cidalle aldanan, Allah’ın onun günahlarını setretmesi ve hemen ceza vermeyip mühlet vermesi ile aldanan, insanların övgüsü vc saygısıyla aldanan, salih atalarını anmakla aldanan vs.

İlimle aldananlar, mertebelerine göre ayrı kategorilerde incelenirler. Onlardan bir kısmı, çok şey rivayet etme ve çok ezberlemeyle aldanır. Ama Allah’ın vacip kıldığı birçok hakkı zayi eder. Onlar âlimlerden ve Müslümanların önderlerinden oldukları için, azap edilmeyeceklerini zannederler. Günahları­nın çoğunu görmezler. Ayrıca kendisi gibi İlmî bir dereceye sahip kişinin gösteriş, ucub, kibir ve hasetten uzak olacağını düşünürler. Onlara göre bu tenkit edilecek şeyler ancak ilim ve hıfzdan haberi olmayanlarda bulunur.

Bu tür ilim ehlinin, havfı ve Allah’ın azabından sakınması azalır. Kendini kontrolden gafil kalır. Zira ona göre, kendisi gibi biri, aşağılık huylardan uzaktır. Çünkü, ilim sayesinde bu tür huyları geride bırakmıştır. Nefsini itham etmez. Nefsini itham etmeyince de Allah katında kötü olan huyların kendisin­de olup olmadığını kontrol etmez ve bunlardan sakınmaz. Çünkü bunları ancak cahiller araştırır. Kendisi ve benzerleri ise, ilim sayesinde bunları aşmıştır. Bu düşünceyle Allah’ın hoş görmediği riyâ, ucub vb. huyları içinde barındırır, gıybet eder, yüz, göz vc kaş işaretiyle karşısındakini alaya alır, diğer kişilere karşı kibirlenir, onlara karşı sû-i zan besler, belâ ve musibetle­rine sevinir; buna rağmen bütün bunlardan kendini bcrî görür. Çünkü kendisini hiç suçlu görmemiştir ki, Allah’ın kerih gör-' düğü şeylere davet ederken o huylarını kontrol etsin. Şayet kendisini iyice kontrol etseydi, Allah’ın kerih gördüğü şeye davet ettiğinde, bunu anlardı. O kendisini, Allah’ı bilen vcrâ‘ sahiplerinden sayar. Hâlbuki, Allah katında Tacirlerden ve onu tanımayan cahillerdendir ki, O’ndan korkmaz ve azabından çekinmez.

Bu gruptan bazıları birçok günahı bilebilirler. Ama, bun­lardan dolayı Allah’tan korkmaz ve çekinmezler. Kendini öyle bir makamda görür ki, o makamda olan bir şahsın azap görme­yeceğini zanneder. İşte bu, hıfz ve rivayeti çok olan günahkâr gruptur.

Dedim ki:

“Bu durumu nasıl nefyeder?”

Dedi ki:

“İlmin kendi aleyhinde hüccet olduğunu, Allah’ın, kendisi­ne büyük deliller yüklediğini ve kıyamet günü sorguyu sıkı tuta­cağını bilmekle nefyeder. O Allah’ın verdiği görevi hakkıyla yapmamıştır. Amelleri zayi etmiştir. Açık ve gizli durumlarda Allah’ın nehyettiği şeyleri terk etmemiştir. İşte böylesi, Allah katında cahillerden daha büyük ve çetin bir azaba müstahak olur.

Allah ilim tahsilini sadece kulların üzerine vacip kıldığı ve sevdiği şeyleri bilsinler diye ilim vermiştir. Çünkü bunu, Allah için tatbik etsinler, Allah’ın haram kıldığı şeyleri bilip ondan kaçınsınlar, Rabb’lerini bilsin vc ondan korksunlar, sevabının çokluğunu bilip onu ümit etsinler, azabının büyüklüğünü bilip ondan sakınsınlar diye vermiştir. Şayet kalbine Allah’tan sa­kınma duygusu hakim olmadıysa, o kişi ilimde cahil demektir. Zira Allah, âlimleri bu şekliyle vasfederek şöyle buyurmuştur:

“Kullan içinde ancak âlimler (gereğine uygun) Allah’tan kor­karlar,” (Fatır, 35/28). Tefsirlerde “Allah’ı en çok bilen O’ndan en çok korkanlardır.” denilmiştir.

Halid b. er-Rebi’î şöyle demiştir: “Zebur’un ilk başlangıcı, fatihası şudur: Hikmetin başı Allah korkusudur.” Abdullah b. Mes’ud şöyle demiştir: “İlim, çok rivayet demek değildir. Ger­çek âlim, Allah’tan çok korkandır.” Yine İbn Mes’ud şöyle de­miştir: “İlim olarak Allah saygısı ve haşyeti, cehalet adına ise aldanma yeter.” Yani âlim, Allah’tan korkandır. Aldanan ve gururlanan ise cahildir; ilmi ister hıfz ve rivayet etsin ister et­mesin fark etmez. Kitabında Allah, Bekam b. Baura'yı şöyle anlatmaktadır. “Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” (A’raf, 7/176). Tefsirde şöyle denilmiştir: “Bu kula ister hikmet vermiş olayım ister vermemiş olayım, fark etmez.”

Hz. Davud, “Allah’ım, Sen’den korkmayanın ne ilmi var!? Sen’in emrini zayi edenin ne hikmeti var!?” demiştir.

Her kim ilim elde ettikten sonra Allah emrini zayi ederse, o kimse Allah’a karşı cahildir. Çünkü Allah’a karşı cahilden daha cüretkâr olmuştur. Eğer bu kimse Allah’ı bilseydi, cahil­lerden daha cüretkâr olmazdı. Gururlanan kişi, âlim olamaz. Aksine o, Allah’a karşı, ilimden haberi olmayan cahilden daha cahildir.

Belki de o cahil, çok ilim rivayet etmekle aldananın bildiği kadar bilseydi, Allah’ın emrini zayi etmezdi. Öyle ise o kimse, cahilden daha kötüdür.

Ebu’d-Derda‘dan şu söz rivayet edilmiştir: “İlmi olmayana bir kere yazıklar olsun! Allah dileseydi ona ilim verirdi. Âlime ise yedi kere yazık olsun!” Yani âlimin aleyhindeki deliller kat kat fazla olduğu gibi azabı da fazladır.

Bu vc benzerlerini hatırladığı zaman, Allah’tan sakınır, Ebu’d-Derda‘nın, “Kimin ilmi artarsa, ağrısı da artar.” dediği gibi, ilimle beraber ürperti ve hüznü artar. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “O (Kur’ân) daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar, derhal çeneleri üstüne secdeye kapanırlar. “Rabb’imizin şanı yücedir, gerçekten Rabb’imizin sözü mutlaka yerine getirilmiştir.” derler. Ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve (Kur’ân’ı dinlemek) onların derin saygısını artırır.” (İsra, 17/107- 109). “Onlara Rahman'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlar.” (Meryem, 19/58).

Gerek bizden önceki âlimleri gerekse bu ümmetin içinde bulunan âlimleri ürperti ve acıma ile sıfatlandırmıştır. Buna delil, onlara Allah’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanmalarıdır. Bu en büyük ilim vc şereftir. “Bu ilme salıip olan kimsede Allah katında kötü ahlâk olmaz.” şeklindeki, gü­nahsızmış gibi gözükmekten gelen aldanmaya engel olur. Ayrıca şöyle bir aldanmaya da engel olur: İlmî meseleleri ezberledikten sonra anlamlarını bilmese de, Allah’ın hoşuna giden ve gitmeyen konular hakkında bilgi sahibi olduğu için, bu ona yeterlidir. Oy­sa Allah’ın hoşuna giden ve gitmeyen konuların derinliklerine nüfûz etmelidir. Bu ilmi tahsil ettikten sonra da Allah’ın, gerekli kıldığı şeyleri yerine getirmedikçe ve nehiylcrden de kaçınma­dıkça, anlamlarına nüfûz etse bile yetmez.

Bunun yetmediğini bilince, kalbini ilmin derinliklerine nüfûz etmeye vc nefsim bu ilinin gereklerini yerine getirmeye zorlar. Bilir ki, gerekenler yerine getirilmedikçe ilim bir nevi terk edilmiş olur, bir yararı olmaz. Öyle ise bununla aldanmaz. Vc bilir ki, bildiği her şey ona bir yüktür. Çünkü ilim elde et­tikten sonra cahillerin cehaletine ortak olmuş, aleyhindeki de­liller artmıştır. Çünkü, anlam, okuyuş ve rivayetini öğrendik­ten sonra, bundan mahrum olan cahillerden daha büyük imti­hanla karşı karşıya kalmış olur. Üstelik, bildikten sonra bildi­ğiyle amel etmeyerek zayi etmek, onu cahillerle ortak eder.

Bu düşünceler kalbine hakim olunca, ilim öğrenmeden Heri gelen aldanmayı ncfycdcr, anlamlarına nüfûz etmeye çalı­şır, öğrendiklerini tefekkür eder vc gereklerini yerine getirme­ye çalışır. Ezberledikleri onu aldatmaz. İlini elde ettikten sonra da nefsini cahillerden sayar, ilim elde etmeyen, onu öğrenme­yen ve rivayet etmeyenden daha kötü görür.

Fıkıhla Aldanma

İkinci grup, helâl ve haram konularını öğrenip fetva ve ka­za işlerine baktıkları için yani fıkıhla aldanırlar. Bu da ilim ez­berleyen kişinin aldanması gibi, hatta daha büyüktür. Kendin­den daha fazla Allah’ı bilen yok zanneder. Çünkü helali, hara­mı, fetvayı ve kazayı bilmektedir, ümmetin din işlerini yürüt­mektedir, bir ihtiyaç anında ona koşarlar, eğer o ve benzerleri olmasa din kaybolur, şeriat ortadan kalkar, helâl vc haram bi­linmez! Rivayet ehlini küçük görür; çünkü onlar helâl, haram, kaza vc fetvadan anlamazlar.

Ona göre, sadece o din işlerini yürütmektedir. Allah onun gibisine azap etmez. Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylere inan­maz, çünkü onun gibisi, Allah’ın sevmediği şeye bel bağlamaz. Şeytan onun gibisinden ümidini kesmiştir. Çünkü şeytan, Al­lah’ın helâl ve haram kıldığını bilmeyenleri yoldan çıkarır. İşte bununla aldanır, Allah’tan sakınma ve korkusu azalır. Kendisi hakkındaki helâl vc haramlarda Allah’ın gerekli kıldıklarını tam anlayamadığından birçok günahı kendisine gizli kalır.

Dedim ki:

“Bunu nasıl nefyeder?”

Dedi ki:

“Allah’ın büyüklüğünü, celâl vc heybetini, kudretinin gü­cünü, va’dettiği sevabı ve onunla tehdid ettiği ikabı bildiren fıkhın, daha büyük, daha şerefli ve ancak bu fıkıhla helâl ve haram konusundaki fıkhın bir şey ifade edeceğini bilmekle. Çünkü, O’nun büyüklüğünü, celâl ve heybetini, kudretinin gücünü, sadece O’nun zarar vc fayda vermeye malik olduğunu, * vadettiği sevabı vc onunla tehdid ettiği ikabını anlayan, O’ndan korkar, O nu büyük görür, O’ndan utanır, O’nu görür gibi ibadet eder. Çünkü, O’nun azamet, celâl ve rubûbiyetini; vaad vc ve dini, Cennet ve Cehennemi kalbiyle müşahede ediyor gibi anlamıştır. Kalbiyle azabın dehşetini müşahede edince, havfı şiddetlenir, kalbine yerleşen büyük sevap ve nimetlerden ötürü de O’nun yakınında olmaya karşı şevki artar.

İşte o zaman Allah’tan korkar, O’ndan heybet duyar, öğ­rendiği bütün haramlardan kaçınır, O’nu ümit eder, O’na ya­kın olmaya müştak olur, vaad ettiği sevaba nail olmak için, yerine getirilmesi gereken vecibeler eda edilirken ortaya çıkan bütün güçlüklere katlanır. Kalbini etkilemiş olan bu anlayıştan ötürü Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyleri terk eder, emredilenleri yerine getirir. Çünkü bu anlayış onu hoş olmayan şeylerden alıkoyar, vecibeleri de yerine getirmeye sevk eder.

Bunu kavrayınca, asıl fıkhı terk ettiğini, sadece aleyhinde delil olan fıkhı öğrendiğini ve şu âyetten ötürü gerçek fakih ler- den olmadığını anlar: “Allah'tan, ancak âlim kulları gereği gibi korkar.” (Fatır, 35/28). Ve şu âyette bildirilen havf sahibi fakih- İcrdcn olmadığını da anlar: “Gerçekten biz anlayan bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık.” (En’am, 6/98). Hz. Peygamber de şöyle buyuruyor: “Allah kime iyilik dilerse onu fakih (anla­yış sahibi) kılar.”13 Allah kime hayır dilerse, kendi hakkında ve helâl vc haram konusunda fakih kılar. O zaman da O’ndan korkar, O’na ümit bağlar, bildiği haramlardan kaçınır, Allah’ın emrettiği vecibeleri yerine getirir.  

Allah’ın hakkını zayi eden vc bildikten sonra nehyettik- lerini yapan hayra muvaffak olamamış, aleyhindeki hüccetlerin büyüklüğünden ötürü imtihana maruz kalmış ve imtihanı şid­detlenmiş; Allah’ın gazabına maruz kalarak hüküm ve fetva bilen günahkâr, facir âlimlerden olmuştur.

Bazen, Allah’ın dininden öğrenilen fıkıhla ahiret değil dünya istenir. Bunu bilince, Allah korkusu ve haşyet olmadık­tan sonra, kendini fakih saymaz. Nitekim halk onun fetva bilen bir âlim olduğunu düşünerek Şa’bi’ye, “Ey âlim, bize fetva ver.” deyince onlara şu cevabı vermişti: “Alim, Allah’ın kendi­sini onunla tehdid ettiği şeyleri anlayan ve ondan korkan kim­sedir. Alim Allah’tan haşyet içinde olan kimsedir.”

Hasan-ı Basrî’ye, “Bizim âlimlerimiz fetva verdikleri hiç­bir konuda böyle demiyorlar.” diyen adama şöyle cevap verdi: “Sen hiç fakih gördün mü? Fakih dediğin, gece kaim, gündüz saim, dünyaya karşı da zahid kimsedir.”

Bunlar fakihin, Allah’ı bilen, anlayan kimse olduğunu ve bu anlayışın onu Allah’ın sevdiği şeylere sevk ettiğini sana haber veriyor. Neticede dünyaya karşı zahid davranır ve Allah’ın ona bildirdiği faniliği, ondan ötürü çekilecek şiddetli hesap, ona da­yananların sevaplarının azlığı, düşmanlarından haramlarına da­yananların çekeceği azaptan ötürü ondan kaçınır. Ayrıca, O’ndan öğrendiği nimetlerinin devamı ve sevabının çokluğu, onu sabah­lara kadar ibadet etmeye, gündüzleri oruçlu geçirmeye vc bunla­rı elde etmek için dünyayı kenara atmaya sevk eder.

Yine Hasan-ı Basrî’den birisi bir fetva sordu o da cevabını verdi. Adam, “Bizim fakihlerimiz böyle demiyorlar.” deyince, ona, “Sen hiç fakih gördün mü? Fakih, durumu göz önüne alarak, görüşünü net söyler, şüpheli konuşmaz. Allah’ın hik­metini tefsir eder. Kabul edilirse Allah’a hamd eder, reddedilir­se yine Allah’a hamd eder.”

Fakihin, Allah'ı anlayan ve O’nu kalpten büyük gören kişi olduğunu haber vermektedir. O’nun dışında ne zarar ne de fayda verebilecek kimsenin olmadığına inandığı için, halkın tavrı ona hafif gelmektedir. Onlardan gizlediği bir şey olmadığı için riyakârlık yapmaz, Allah’ın bildiği hikmeti gizlemez, aksi­ne onu izhar eder. Kabul ederlerse, Allah’a hamd eder. Çünkü ondan aldıkları şeyle sevap almış, halkı, hakkı kabul etmeye yöneltmiş olmaktadır. Yanlarında değerinin arttığına sevinmiş değildir. Şayet reddederlerse yine Allah’a hamd eder. Çünkü, halk reddetse bile, onu hakkı neşretmeye muvaffak etmiş ve sevap vermiştir. Onların nazarında değerinin düşmesine ve tenkit etmelerine üzülmemektedir. Yaptığını bilen Allah’tan korkar, onlardan değil. Her halde O’na hamd eder, halka değil O’na tevekkül eder.

Kul bu durumu anlayıp kalbine yerleştirince, bildiği ve an­ladığı konularda Allah'tan korkmaya ihtimam gösterir. Buna ihtimam gösterince, bildikleriyle amel etmeye özen gösterir. Allah için korkmayı ve amel etmeyi talep edince, O’nu tanıma ve anlamaya önem verir.

işte o zaman kendini, Allah hakkını zayi eden cahillerden sayar. Nefsini korkan ve ümit eden bir hale getirinceye kadar, gerek kendi nefsinde gerekse halk arasında, Allah’ın emrine riâyet eder. Çünkü telkihlerin yükü cahillerden daha ağırdır. Çünkü Allah bildiklerini yaşamalarını vc halka da anlatmalarını emretmiştir. Zira bildiklerini gizlemeyip halka açıklayacakları­na dair onlardan söz almıştır.

Bunları bilince, Allah’la aldanma zail olur, bildikleriyle amel etme, gizlisiyle açığıyla Allah hakkını gözetme konusun­da, kalbini endişe ve korku kaplar. Bunları nefsinde bilmeye, O’nun marifetine engel olacak günahlarının, onu kaplamama­sına önem gösterir. Haşyet vermeyen marifete kani olmaz. O öğrendiği vc anladığı konularla amel etme endişesi İçindendir. Allah’ın bu konulan soracağından endişe eder, aleyhine hüccet olacağından korkar.

Ebu’d-Derda‘nm şöyle dediği rivayet edilir: “Ya ‘Uveymir, ne öğrendin?” denilmekten değil, “Ya ‘Uveymir, öğrendikle­rinden hangisiyle amel ettin?” denilmekten korkuyorum. Al­lah, dünyada kime ilim vermişse mutlaka ahirette ona bu ilimle amel edip etmediğini soracaktır. Eğer, “Biliyorum.” desem, “Bildiklerinden hangisiyle amel ettin?” denilecektir. Bir de bakacağım ki, hiçbir delilim yoktur.”

İşte bu şekilde fakihler, Allah’la aldanmaktan kurtulabilirler.

Çok Amel Edenlerin İlmini Bilmekle Aldanma

Bunlardan bir grup da, ilim sahibidir. Allah’ın kulları üze­rindeki haklarında bu ilimle amel ederler. O’nun hakkı, sevgi­si, havfı, recâyı, O’na güzelce tevekkül, kaderine rızâ; ayrıca, riya, ucb, kibir haset, sû-i zan, vb. kalp amellerinden Allah’ın nehyettiği kötü ahlâkı zemmeden anlamlan; yalan ve gıybet gibi konuları gayet iyi bilmektedir. Allah sevgisi, O’ndan haya etme, havf ve recada bulunma, tevekkül etme, O’ndan razı olma vc ihlâslı davranma konularını ta’zim ederek anlatırlar. O’nun nazarında kötü olan kalp ve diğer organların amellerini zemmederler. Onlardan her biri, anlattığı Allah’a yaklaştırın amelleri yerine getirdiğinden, kötü olanlardan da kaçındığın­dan şüphe etmez. Çünkü o, dilinin sadece kalbinde olanı anlat­tığına ve diliyle Allah’ı ta’zim edince kalbiyle de ta’zim ettiğine inanır. Çünkü dili, kalbinde olanı eda eder.

Allah’tan hayâ etme ve diğer bütün güzel huylar da bey­ledir. Eğer bu ahlâk kalbinde olmasaydı, ona, amel ederek inanmasaydı, bilgi olarak da bilmez, güzelce anlatamazdı. Diliyle anlatırken, kalbinde olanı tercüme etmektedir. Eğer, anlatmış olduğu Allah hakkı vc O’na yaklaştıran hususları yerine getirmiyor olsaydı, kalbinde yer etmez ve onları diliyle anlatamazdı.

Anlattığı Allah’ın zayi edilen hakları, nehyettiği hususlar, zemmettiği ve amelleri boşa çıkaran meseleler yani ancak derin bir gözetleme ile bilinen şeyler de böyledir.

Aldanan, Allah için havi sahibi olduğunu zanneder, oysa kendini emniyette bilenlerdendir; O’ndan ümitli olduğunu zanneder, oysa aldanan ve zayi edenlerdendir; razı olunanlar­dan olduğunu zanneder oysa ona kazılanlardandır; O’na müte­vekkil olduğunu zanneder oysa başkasına tevekkül edenler­dendir, Allah’a güveni azdır; ihlâslı olduğunu zanneder oysa müraîdir; öyle ki, ihlâslı desinler diye ihlâsı, onu terk etmekle açıklar ki, kalbi riyâya giden yolu biliyor, desinler. Güzel izahı, diliyle beyanı, kalbini bunların bilmesi vs. hepsi inanma niyeti olmadan, ne kalp ne de diğer organlarla amel etmeden, sadece açıklamaktan ibarettir. Ancak, hemen her Müslümanın yaptığı çok az bir kısmını yapar.

Dedim ki:

“Yapamadığı amelleri kalbi ile nasıl anlayacak, diliyle nasıl açıklayacak?”

Dedi ki:

“Bu, dilin kitaplardan öğrenmesi ve amel edenlerin söyle­diklerini ezberlemesidir. Kavramlarını bildiği için ihlâsı anlatır vc lıavfın ne olduğunu bildiği için havfı anlatır. Allah’tan havf edinceye kadar, havfta tekellüf gösterir.

Sonra havfı yerine getirince onu anlatır. Diğer bütün dinî ahlâk da böyledir. Riyayı, Allah onun kalbine muttali olur, ona kızar, kıyamet günü amelini boşa çıkarır endişesiyle kalben gözetlediği, Allah’tan sakınarak riyayı gözetlediği, nefyettiği, ondan uzaklaştığı ve sonra onu Allah için açıkladığı vc onu Allah için kalbinden uzaklaştırdığı için değil, İlmî açıdan bildiği vc kavramlarını öğrendiği için anlatır. Ancak onu, Allah'ın sev­diği ve sevmediği şeyler konusunda bilgisi olduğu için anlatır, nefsini gözetlediği ve Allah sevdiğinden ötürü onları yerine getirdiğinden anlatmıyor.

Dedim ki:

“Bu kesin bir aldanmadır. Aldandığını bildiği halde, bunu nasıl nefycdecek ve bütün bu konularda aldandığına ve onları yerine getirmediğine delil nedir?”

Dedi ki:

“Bildiği ve yapmadığı konularda nefsini amelle sınamasıyla aldanıp aldanmadığı ortaya çıkar. Çünkü, Allah’tan korkan şahıs, günahları yüzünden azap görür endişesiyle korkar. Nitekim, “Siz ancak günahlarınızdan ötürü korkuyorsunuz.” denilmiştir. Oysa Allah hiçbir günah olmadan da havf edilmeye lâyıktır. Nitekim melekler, hiç günahları olmadığı halde, O’ndan havf ederler.

Çünkü, havf edenlerin ilk mertebesi, günahlarından ötürü havf etmeleridir. Nefsini, havf sahiplerinin ilk mertebesiyle de­neyip imtihan ettiğinde, havf kaybolur ve daha geri gelmezse, diliyle anlattığı şeyde aldandığını ve onun ehli olmadığını anlar.

Zâhir veya bâtın, gizli veya açık farzlardan biri ortaya çıktı­ğında bakar, acaba zayi eder endişesiyle Allah’tan korkup yap­maya çabucak girişiyor mu? Rabb’inin gazabına neden olacak bir günah ortaya çıktığında bakar, azabı dokunur endişesiyle Allah’tan korkup nefsi hemen onu terk etmeye koşuyor mu?

Bir farzı yerine getirme ve bir günahı terk etme konusun­da nefsini gözetlediğinde, onu, korkmadan Allah’ın farzım zayi eden ve rahat bir şekilde günah işleyen olarak görürse, bilsin ki, eğer kalbinde havf olsaydı vc bu havftan ötürü Allah’tan çekin-

şeydi, farzı zayi ve günahı irtikap ettiğinde heyecanı artardı. Evet, Allah’tan korktuğu ve diliyle anlattıklarının kalbinde yer ettiği iddiası doğru olsaydı böyle olmalıydı. '

Daha henüz bir günah işlemeden ve bir farzı zayi etme­den, bunda Allah’ın gazabı olduğunu ve azabı gerektirdiğini bildiğinden, kalbinde, anlattığından çok fazla havf dalgalanır ve yaşanırdı. Bunu kaybedip, kalbinde Allah’tan bir irkilme gör­meyince vc nefsini, günah işleme ve farzları zayi etmeye devam üzere görünce, bilsin ki, kalbine yerleşen emniyettir. Bu emni­yet, havfa ihtiyaç anında onu istila etmiş, havf da, ona ihtiyaç olduğu anda ondan uzaklaşmıştır.

Havf sahiplerinin öncelikle havf duyacakları hal, Allah’ın gazap ve azabıyla tehdid edilen haller olmalıdır. Farzı zayi etme vc günah işleme sırasında havfı bulamayınca bilsin ki, kalbin­den havf zail olmuş vc emniyet içine girmiştir.

Diliyle anlattığı bütün şeyler de böyledir. Bazılarını yapı­yor bazılarını terk ediyorsa bilir ki, sadece Allah’ın hakkını muhafaza ettiği kadarıyla kalbi havf içindedir. Dolayısıyla havfı, zannettiğinin aksine, zayıftır.

Aynı şekilde, dünyaya karşı zühdü de anlatmaktadır. Öyle ki, dünyadan bir şey verilse kalbini meşgul eder. Halka karşı riyakâr davranarak, onu hevâ ve zevklerine tercih eder. Bilir ki, eğer kalbinde zühd olsaydı dünyayı reddederdi. İmkân bulunca onu atar, ona karşı zahid davranır ve nefret ettiği dünyayı, Al­lah’a vc ahirete tercih etmezdi.

Allah’a olan sevgiyi de anlatır. Oysa, gece-gündüz bütün zamanlarda Allah’ın muhabbeti ortaya çıkınca onu unutur. Nefsi, halvet ve Allah’la ünsiyete davet edince, bundan ürker vc ona ağır gelir. Hayırlı bir şekilde halvette bulunsa, Allah’la münacat ve O’nun zikrinden tat almaz ve kalbinde bir nûr bulamaz. Halkla ünsiyet durumu ortaya çıkınca bununla içi rahatlar ve kalbi zevkle dolar.

Sen hiç, sevgilisini unutan ve kendine olan sevgiyi ona ter­cih eden aşık duydun mu? Veya, aralarında perde bile olsa, sevgilisiyle baş başa kalmaktan ürküp başkasıyla ünsiyet kuran gördün mü? Boylcsi, sevgisinde sadık değil, yalancıdır. Allah’ı birleme (tevhid) sevgisi istisnadır ki, bu ortadan kalkarsa küfür meydana gelir.

Dünya ona gülse ve Allah bütün sevdiklerini verse tevek­külü de anlatır. Geçim darlığıyla durumu değişse veya içine yaratıkların korkusu girse ya da elindekine göz dikseler, kalbi ızdıraba gark olur, Allah’tan başka kimselerden korkar, kulların ellcrindekine tamah eder, rızkının gelmeyeceği endişesine ka­pılır, rızkının azalmasına kızar vs. Bunların, Allah’a gerçekten tevekkül edenlerin tevekkülü ile bir ilişkileri var mı? I îâlbuki, bu hallerde tevekküle ihtiyacı vardır.

Aynı şekilde ihlâsı da anlatır. Amel yapma anında ise riya duygusu kabarır, ihlâsı kaybeder. Oysa amel esnasında ihlâsa ihtiyacı vardır. Ona muhtaç olduğu kıyametteki fakirlik anında, ameli boşa gitmesin diye, amel anında riyayı nefyetmek, amel­den bir parçadır. İhtiyaç anında ihlâsı kaybedince riya galeyana gelir. O zaman, İhlasın kalbinde yer etmediğini anlar. Eğer yer etseydi ihtiyaç anında kaybolmazdı. Ama gaflet anı müstesnadır ki, onu hissettiğinde hemen döner, yolda giderken bir an yolu şaşıran ve hemen dönen kişi gibi.

Amel anında ucub ve kibir de ortaya çıkar; Allah’ın hoşuna gitmeyen ve diliyle tenkit ettiği diğer şeylere de dayanır. İhtiyaç anında onu Allah’a yaklaştıran vc kendisinin anlattığı güzel ahlâkı kaybedip, kendisinden kaçınması gereken yerde ona kötü ahlâk galip olunca, bilecektir ki, diliyle anlattığı konularda aklanmıştır.

Dedim ki:

“Kalbinde etkisi olmadığı halde, sadece ilmine sahip oldu­ğu şeyi nasıl anlatabilir?”

Dedi ki:

“Bunun kalbindeki kökü imanına dayanmaktadır. Çünkü kendisinden ayrıldığında kâfir olacağını bildiği tevhid sevgisiyle Allah’ı seviyor. Sonra, kendisine azap vc ceza verileceğine i- nandığı için, Allah’a güvenmemektedir. Eğer bunun kendisine verileceğini inanmasaydı, inatçı bir kâfir olurdu. Bunun gibi, sadece Allah’a ibadet etmektedir, başka bir ilaha değil. Farzları sadece O’nun için eda etmektedir ve buna inanmaktadır. Son­ra, sadece Allah’ın zarar ve fayda vereceğine, eşyayı yönettiğine inanır. Bu inancı olmazsa kâfir olur.

Tevhid bağları olan bu temeller kalbinde olunca ve tahsil ettiği ilimle bilip onu Allah için yapanlara anlatınca havf, rcca, muhabbet, tevekkül ve ihlâs sahiplerinin en yüksek mertebele­rini de anlatır. Bu durum ona, bildiği ve ehli olduğu hususları anlattığı zannını verir.

Oysa kalbine dönse sadece, imanın temel bağlarından ötü­rü bunları bildiğini ve onlara inandığını ve bu inançtan ötürü kalbinde topluca bulunduklarını, kendisine mâl olma açısından ise, çok az şeye sahip olduğunu görecektir. Müslümanların genelinden farklı olarak diliyle anlatınca, onun ehli ve yerine getireni olduğundan şüphe etmez. Müslümanların geneli ise bunları bilmez vc sadece az bir kısmını anlatırlar ki, onlar da herkesin bilip anlattığı şeylerdir.

İhtiyaç anında nefsi bunları bulamayınca ve kendisinden ayrıldıklarını müşahede edince, onda sadece imanın temelleri kalır. O zaman avam Müslümanların da cn kötüsü olduğunu ve anlattığı yüksek derecelerden ve güzel ahlâktan uzak oldu­ğunu ve anlattığı kötü sıfatlara dayandığını anlar. Hâlbuki, on­ları terk ettiğini ve onlardan kurtulduğunu hayâl ediyordu. Onları kaybetmesinden ötürü, aldandığını anlar.

Bununla birlikte, sana anlattığım şekliyle, kendisi Allah i- çin yapmamakla birlikte, halkı yapmaya çağırıyorsa, çağırma­yanlardan daha büyük bir imtihan ve aldanma ile karşı karşıya olduğunu anlar. Anlattığı ve bildiği konularda aldandığını ve diğerlerinden daha kötü olduğunu anlar. Çünkü, Allah’a davet ediyor fakat kendisi O’ndan kaçıyor; Allah’tan korkutuyor ken­disi ise emniyet içindedir; Allah’ı hatırlatıyor, kendisi O’nu unutuyor; Allah’a yaklaştırıyor kendisi ise O’ndan uzaklaşıyor; sadece Allah’a tevekkül edilmeli diyor, kendisi başkasına güve­niyor; O’ndan razı olmayı anlatıyor, kendisi hoşnut değil; ihlâ- sa davet ediyor kendisi başkası için amel ediyor.

İşte o zaman acısı artar, pişmanlığı çoğalır ve Allah’ın aza­bını hak eder.

Üsame b. Zeyd‘in rivayet ettiği şu hadîsi duymadın mı? “Kıyamet günü âlim getirilir ve ateşe atılır. Karnı yarılır ve dışarı çıkan bağırsakları, eşeğin değirmen etrafında dönüp ipin kendisini sardığı gibi orıu sarar. Cehennem ehli etrafını sararak, niye bu hale düştüğünü sorunca onlara şu cevabı verir: “Ben iyiliği emreder fakat yapmazdım, kötülükten nehyederfakat kendim yapardım. Enes’in rivayet ettiği hadîste ise I Iz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Mi’rac gecesinde, dudakları kerpetenlerle kesilen bazı şahıslar gördüm. Cibril'e bunların kim olduğunu sorunca, ''Ümmetinin hatipleridir, insanlara emrediyor, kendilerini unutuyorlardı, oysa Kitabı da okuyorlardı, akletmiyorlar- dı?” cevabını verdi.

İnsanları davet etmese bile, anlattığından ötürü bildikleriyle aldananm imtihanı büyüktür. Çünkü, bildiği ve anlattığı şeyleri yerine getirdiğine inanmakta ve hayâl etmektedir. Ancak, Al­lah’ın rızâsını kazanacağı yerde kaybedince, Allah’la aldanması büyük demektir. Büyük bir pişmanlık ve hasreti hak etmiştir.

49      el-Bıdıârî, Bed’ül-Haik, 10, Fiten, 51; Miisncd, V, 105.

50      Miisncd. III, 120, 231.

Bunlar Allah'la aldanmaya halkı davet etme vc davetçi ma­kamına oturmayı, kendilerince ve halkan nazarında onunla kaim oldukları inancını da eklemişler dolayısıyla gaflet ve al- daıırnışlık içinde geçen ömürlerinden ötürü hasret, pişmanlık ve teessüfleri çok daha fazla artmıştır.

Bu grupla ilgili sözü çok uzattım. Çünkü, bunların al- danmışlıkları çok büyüktür. Bu düşünce, abid ve kendini amil nüssakıan sayan birçok kişiye galip bir durumdadır.

Zikredenlerin ve Kıssa Söyleyenlerin Sözlerini ve Zühdle İlgili Hadîsleri Bilmekle Aldanma

İlim ehli olarak gördüğün bir grup da, zikredenlerin sözle­rini, zühdü anlatan vc dünyayı zemmeden hadîsleri ezberlerler. Oysa o sözlerin anlamlarını ve hadîslerle neyin hatırlatıldığını, onların kendisine sevdirilmesi ve nefse hafif gelmesinden daha fazla bilmezler.

Bazdan, bu sözleri halka anlatırlar. Bazıları, söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmeden, arkadaş ve kardeşlerine anlatırlar. Bununla birlikte o aldanmaktadır. Kendini Allah için amel eden, O’nu bilen vc dünyanın zemmi konusunda arif olan biri olarak görür. Kendi gibilerine azap edilmeyeceği kanaatindedir. Bu­nunla birlikte, anlattığı ve rivayet ettiği şeylerle aldandığından, birçok günahını görmez. Zikirle ilgili sözleri ve dünyanın zem­mi ile ilgili hadîsleri ezberleyince, chl-i dünya ve dünyaya rağbet etme mertebesini aştığını zanneder. Ayrıca, müraî, mütekebbir ve ucub sahibi olmadığını, birçok günahı işlemediğini; bunların, o konuda bilgisiz olan avam tarafından yapıldığını düşünür. Oy­sa dediği, yazdığı ve rivayet ettiği konularda aklanmıştır.

Dedim ki:

Dedi ki:

“Nefsine dönüp bakar: Nerede o anlattığı havf ve rikkat? Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylerden organlarını nasıl koruyor? Allah’ın kızgınlığına sebep olan şeylerin daveti ve dürtüleri ortaya çıkınca, kalbi onlardan temiz kalıyor mu? Kendisinin anlattığı gibi, kalbi temiz ve pislikleri nefyediyor mu? Hadîs­lerde rivayet ettiği haşyet ve rikkate sahip mi? Yapılması ve terk edilmesi gereken ve Allah’ın kurbiyetine neden olan hususlar­da, Allah’ın sevgisini dünyaya tercih ediyor mu? O zaman gö­recektir ki, diliyle konuşma, gözleriyle görme ve diğer organla­rını kullanma konusunda, lehinde olup aleyhinde olmayan işlerden çok, Allah’ın hoşuna gitmeyen işleri yaptırmakta nefsi galip gelmektedir.

Yine riyâ, kibir, ucub, haset vb. konulara çağırılma anında dikkatli olunca, kalbinin onunla çekiştiğini görecektir. Nefsi­nin, çoğu zaman dünyayı, Allah’ın muhabbetine tercih ettiğini de görecektir.

Nefsin bu durumlarını bilince, Allah için havfı anlattığını ama havf sahibi olmadığını, kalp temizliği ve inceliğini anlattı­ğını, ama kalbinin kötü ve katı olduğunu, zühdü anlattığını ve o konuda değişik rivayetler aktardığını, ama dünyaya rağbet ettiğini ve onu ahirete tercih ettiğini anlayacaktır. Bununla da, güzel sözler, salihlerin adabı, zühd vc dünyayı zem m konula­rında yazdığı, rivayet ettiği ve anlattığı şeylerle aldandığını kav­rayacak ve aldanmışlığı ortadan kaldıracaktır.

Nefsini anlattığı şekilde görmedikçe veya galip durup, an­lattığı gibi olma gayreti olmadıkça, ona inanmasın. Ancak bu şekliyle, anlattığı, rivayet ettiği ve yazdığı konuların birçoğun­dan uzaklaştığını anlama imkânı bulabilir.

Cedelleşme, Delil Getirme ve Diğer Din

Saliklerine Reddiyeler Sunmakla Aldanma

Diğer bir fırka da, hevâ ehli ve diğer din saliklcriyle girişti­ği düşmanca ccdelden dolayı aldananlardır. Bunlar şöyle tevil­de bulunurlar: “İnsan, imanını düzeltip sünnete göre hareket etmedikçe ameli de geçerli olmaz.” İddialarına göre kendileri gibi düşünenlerden başkası ne Allah’ı tanımış ne de hakka isa­bet etmiştir.

Bunlar da iki fırkadır. Birincisi, sapan vc saptıran fırka. Kclâmî mes’elelere dalıp delillere vâkıf oldukları ve muarızla­rına tatlı dil ile reddiyeler serdettiklcrindcn dolayı dalâlette olduklarının farkında değillerdir. Kendilerine göre Allah’ı hak­kıyla bilen ve muarızları reddedebildiler sadece kendileridir. Allah’ı kendilerinden daha iyi bilen vc bu konuda bilgi sahibi olan kimse yoktur. Onlardan başka her kes dalâlettedir. Allah sadece kendilerine azap vermez. Kendi dönemlerinde kurtu­lanlar sadece kendileridir. Başkalarını tekfire kadar giderler. Bu fırka da kendi aralarında gruplara ayrılmış ve birbirlerini tekfir etmişlerdir.

İkinci fırka da cedelleşme ve delillere vakıf olmakla alda­nan fırkadır. Hakkı söyler, başkasını kabullenmezler. Cedcllcş- ıııc ile aldanmalardır. Araştırma ve başkasına galip gelmeden vc delil serdetmeden konuşmanın doğru olmayacağını söyler­ler. Bu şekilde aklanmışlardır. Güya bütün ömürlerini Allah’ı tanımayla geçirirler. Günahlarının çoğunu görmezler. Bu çeşit bir yöntemin de kendileri için daha iyi olduğunu savunurlar. Tartışmada yanılmayı kabul etmezler. Aldanmalarına rağmen daima sünnet üzere konuştuklarını iddia ederler.

Dedim ki:

Dedi ki:

“Bu dalâlet fırkasının aldanmayı nefyetmeleri kendi nefis­lerine dönmekle mümkündür. Kendileri Kur’ân ve sünnette muhkem ve mütekabillin olduğunu bilirler. Muhkem hakkın­da müteşabih ile görüş beyan etmesinler. Ama müteşabih hak­kında muhkem ile görüş beyan etsinler. Tevildeki hataları sa­yılmayacak kadar çoktur. Bu şekilde kendilerini itham etsinler. Allah’ın kendilerini bu konularda hesaba çekeceğini bilsinler. Sünnet ve icmadan ayrılmayı akılları güzel görse bile, selefin hidayet ve sünnet üzerinde olduğunu dolayısıyla kendilerinin bu yoldan sapmayacağını savunsunlar.

Anlattığım şekliyle söylenenleri düşünürlerse, getirdikleri delillerin güçlülüğüne aldanmadan dalâlette olduklarını görür­ler. Kendilerince sapan ve saptıran muhali İlerinin de güçlü delillere sahip vc mücadelede etkili olduklarının farkına vara­caklardır. Keza tartışma ve muarazada üstün oldukları halde, Allah katında böyle bir makamda olduklarından emin olmazlar. Tevil vc görüşleri konusunda nefislerini itham eder, müteşabih konusunda sükût eder, muhkem ile amel eder, Allah’ın bize bilgi vermediği konularda konuşmaz, icmadan dışarı çıkmaz­larsa, aldanmaktan kurtulur vc dalâletten Allah’a yönelirler.

Ccdcl vc husumetlerinden ötürü Allah’la aldanmakla bir­likte, hakka isabet eden fırkaya gelince, şu şekilde aldanmaları­nı nefyedebilirler: Onlar, Allah kendilerinden önce geçen kişi­leri en güzel şekliyle kendisine ibadet ettirdiğini, onlardan bir­çoğunun, bid’at ve ehl-i ehva kişilerle görüştüklerini biliyorlar. Buna rağmen, ömrünü ve dinini husumetlerle geçirmemiş, bu durum nefsine bakmaya vc ihtiyacı olacak gün için amel etme­ye engel olmamıştır. Ancak ihtiyaç hasıl olur ve konuştuğunda sözünün kabul göreceğini zannettiği bir fırsat ortaya çıkınca, hakkı söyler, Allah adına hata edip bâtılı bâtılla reddetmekten de çekinir. Evet onlar böyledir. Cedel vc husumeti reddederler. Bu konuda, Hz. Umame‘nin de rivayet ettiği şu hadîsi aktarır­lar: “Dalâlete düşen bir topluluğa, mutlaka cedel verilmiştir. (Yani ' cedel onları dalâlete düşürmüştür)” ' Cenâb-ı Hak da, şu âyetlerle mira vc ccdcli yermiştir: “O hastmiann en yamanıdır.” (Bakara, 2/204). “Doğrusu onlar kavgacı bir topluluktur.” (Zuhruf, 43/58)

Mü'min nefsine dönüp şöyle demeli: “Ey nefis, ehva’ eh­liyle cedelleşmeye girip sünnete ittiba ettiğini iddia edersin. Oysa cedelleşme ve tartışmaya davet etmen sünneti terk et­mektir. Çünkü Allah’ın Resûlü, cedel ve husumetten nehyet- miş ve bu konuda ashabına kızmıştır. Öyle ki onları tartışırken gördüğünde nefretinden mübarek yüzleri kızarmıştır. Ashab delili anlama konusunda insanların en iyileriydi. Bu durum karşısında şöyle derdi: “Bununla mı gönderildim? Yoksa siz Kur’ân’ın bir kısmını bir kısmına karşı ileri sürmek mi istiyorsunuz? Ldnrolurıduğunuz şeyi yerme getirin, nelıyolunduğunuz şeyden de ka­çının. ”

Allah’ın Resûlü bütün din saliklerine gönderilmiştir. O sadece onlara Kur’ân okuyordu. Dilescydi kelâmın incelikleri ve kıyas ile de onlarla konuşabilirdi. Böyle bir yöntem hidayet verseydi elbette ilk başta kendileri kullanırdı. Fakat o sadece Kur’ân hüccetlerini ileri sürdü ve onların ince kelâmî hüccetle­rini yere serdi.

Bununla, Allah rızâsı ve sevgisinin bu yolda olduğunu bi­lir ve sünnet yerine cedel vc husumeti terk eder. Sonra tekrar nefsine dönerek başka bir şeyi hatırlatır: Ehva’ ehlinin tamamı helak olsa ve ben kurtulsam bana bir zarar gelmez. Diğer taraf­tan ben helâk olsam bütün ehva’ ehli kurtulsa bana bir fayda gelmez. Dolayısıyla muarızlarıma hüccet getirip Allah’ın emir ve yasakları konusunda kendi nefsimi unutacağıma, çok muh­taç olacağım kıyamet günü için kâr elde etmem benim için daha gereklidir. Onlar beni kendi nefsimle uğraşmaktan ve kurtuluşuma neden olacak işlerden alıkoyuyorlar.

Bununla beraber, kıyas vc tevil ile hak gördüğüm bazı de­lillerin Allah katında yalan ve iftira olmayacağından da emin değilim.

Geçen ömrümde hep şunu yaptım: Söylediğim bir şeyin hata olduğu sonradan ortaya çıkınca ondan hep dönmüşüm- dür. Eğer hatamda ısrar etseydim kıyamet gününde halim ne olurdu? Hatamı öğrenmeden ölmekten de çok korkuyorum. Böyle bir hâl ile ölürsem, başkalarım kurtarayım derken ken­dimi helâk etmiş olurum.

Bununla birlikte, eğer tartışma sünnete uygun olup, de­lillerimde ahiretime zarar verecek hatalardan kendimi emin görseydim, onların sözleri hatalarıma zarar vermezdi. Ama onlar arasında hatalarından döneni veya bid’atından tövbe edeni görmedim. Onlardan dönen olsaydı ben de bununla ilgilenirdim. Nasıl olabilir ki, ben cedelleşmeden nehyolunmuşum. Çünkü beni amelimden alıkoymaktadır. Bununla birlikte hata ve Allah’ın dini konusunda yalan söy­lemekle karşı karşıyayım.”

İnsan bu şekilde nefsine yönelirse, nasıl aldandığının far­kına varacak, kendine dikkat edecek, hata ve aldanma içinde olduğunu fark edecek ve ömrü boyunca evlâ olanı terk ettiğini anlayacaktır. O zaman amele yönelecek ayıplarını görecek ve henüz Rabb’i ile karşılaşmadan tevbe edecektir.

İbadet ve Amelle Aldanma

Dedim ki:

“İbadet ve amelle aldanma nasıl olmaktadır?”

Dedi ki:

“Bu konuda aldanan fırka şöyle yapar: Rızâ, zühd, tevekkül ve Allah sevgisi konusunda, hakikat ve marifetten uzak bir şekilde, tekellüfe girer. Evlâ olanı terk eder. Bazıları dünyadan zühd adı altında yiyecek ve giyeceğini azaltır, bazısı azıksız hacca gider, çalışmayı terk eder ve buna tevekkül der. Kimisi de Ccnnct‘e müştak olduğunu hayâl eder. Allah’ı sevdiğini iddia eder ve bunu âdet edinerek meclisler düzenler. Zikir esnasında nara atar.

Bunları yapanlar Allah konusunda aldanmış kişilerdir. Far­kına varmadan Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyler konuşurlar. Amellerinde riyaya düşer, kibir ve ucub yaparlar. Farkına var­madan Allah'ın hoşuna gitmeyen birçok şeyler yaparlar. Takvayı sadece ismiyle bilirler. Kalp vc organlarıyla ondan mahrumdur­lar. Ne onu biliyorlar ne de istiyorlar. Takvâ makamını geçtikle­rini, zühd vc tevekkülü elde ettiklerini, yüce makamlara eriştik­lerini hayâl ederler. Bunlar, zamanın okumuş kesiminin gene­linde vardır. Zühd ve taatlarında, hevâlarına tâbidirler.

Dedim ki:

“Bu fırka, daha önce anlattığın fırkalardan, acımaya daha çok muhtaçtır. Nefisleriyle mücadele etmiş, zorluklara göğüs germiş, halkın yanında ibadet için paçalarını sıvamış ve bunda gerçekçi olduğunu zannetmiştir. Çünkü diğer fırkalar, fazla bir zorluk ve meşakkate katlanmadan, aklanmışlardır. Bu ise dünya nimetlerinden yüz çevirmiş, onlardan mahrum kalmışlar. Oysa farkında olmadan dünyanın bir tarafına dalmışlardır. Bundan dolayı bu fırka, acınmaya daha muhtaçtır. Zamanımızdaki insan­ların çoğunun, bu fırkadan olmalarından endişe ediyorum.

Bu grup, aldandığının farkına nasıl varacak, bildikten son­ra onu nasıl nefyedecck vc ondan uzaklaşacak? Bildikten sonra nefyetmek, bunlara daha kolaydır. Çünkü onlar, nefyetmeden daha zor şeylere katlanıyorlar.”

Dedi ki:

“Bunu yapamazlar. Çünkü az amelle hevây-i nefsten kur­tulmak, hevây-i nefsle beraber olan zorluklara katlanmaktan daha zor vc çetindir.

Dedim ki:

“Öyle ise bana aldanmalarını izah et, çünkü, bunlar için aldanmayı kabullenmek daha kolaydır.”

Dedi ki:

“Doğrudur. Bu fırka, aldananlar arsında, zahirî amelleri en çok yapan ve zorluklara en fazla katlanandır. Aldanmadan kur­tulma yolu nefislerini takvaya azimli olmaya davet etmeleridir. Çünkü nefsi tanımak ibadetin aslıdır. Ancak bununla ameller temiz olur. Nefsindeki gizli ve açık şeyleri öğrenince, nefsini içteki hayır ve şerler karşısında imtihan eder ki, şu konuları öğrensin: Kalbini Allah’ın sevmediği şeylerden temizlemiş mi? Organlarını günahlardan alıkoymuş mu? Kendisine farz olan şeylerden öncelikle hangilerini yapmak ister? Dünyanın giye­cek ve yiyeceklerini azaltan kişi baksın, elde ettiğinin sıhhat durumu nasıldır? Helâl yoldan, sıhhatli bir şekilde elde etmişse baksın, bu azaltmaya rağmen farzlardan birini zayi ediyor mu? Gece ve gündüz, vicdan ve organlarının hareketleri nasıldır?

Bu kontrol neticesinde, kendini zahidlerden zannetmesine rağmen, bu konuda veya bütün konularda Allah hakkını yerine getirmediğini görünce, Allah katında günahkâr biri olduğunu anlayacaktır. Nefsini gözetleyince, zühdüne rağmen takvayı zayi ettiğini vc aldandığını görecektir.

Yeme ve giymeyi azaltmasıyla neyi kasdettiğine bakmalı­dır. Arkadaşlarının bu durumuna muttali olmaları halinde ne hissetmektedir? Övgülerini işitince veya birileri ona haber ve­rince tavrı nasıldır? Gerçekten Allah korkusundan bu övgüleri; nefycdcbilmekte midir?

Kalbinin bunlardan gafil olduğunu görünce, güçlü bir şe­kilde aldandığını anlayacaktır. Kalbi, yüksek makamlara bağ­lanmıştır, kendisi için evlâ olanı terk etmiştir; sonra, sayılan durumlarla uğraşmak, kendisini evlâ olana ulaşmaktan alıkoy­muş, Allah hakkını zayi etmiştir. Yaptıklarının da Allah katında geçersiz olmadığından emin değildir. Oysa, Allah’ın kendisini zülıdle veya zühdün bir kısmıyla nimetlendirdiğini biliyordu. Belki azalttığı o yiyeceği de haramdır veya şüphelidir. Oysa bu tür şeyleri verâ‘ gereği, tamamıyla terk etmeliydi. Terk etmesi gereken şeyin azını almıştır. O yaşayacak kadarım aldığını, zühd ve dünyayı terk etmeden dolayı, fazlasını attığını zan­netmektedir.

Bu durum ortaya çıkınca, Allah’ın izniyle, aldanması zail olur, takva ve Rabb’ine ihlâs içinde ameline dikkat eder. Nefsi­ni tanıdıktan sonra nasıl aldanması zail olmaz ki, o daha önce kendini takva ehlini geride bırakmış görüyordu. Oysa onlardan uzaktır. Çünkü, her gün kalbinde gizlediği, riya vb. Allah’ın nehyettiği şeylerden, Allah haberdardır. Diğer organları da böyledir. Gün geçmiyor ki, onlarla Allah’ın yasakladığı bir şeyi yapmasın. Organları günahtan salim kalsa, kalbi salim kalmaz. Bunları bildikten sonra akıllı olan kimse, aldanmışlığı üzerinde kalmaz.

Ameli terk etmek ve azıksız olarak Allah’a gitmekle alda­nan lara gelince, bunlar, kendilerine uymak vc bid’atlara düş­memek için, geçmiş salih liderleri inceleseler, hiçbirisinin a- melsiz kurtulma iddiasında bulunmadığını göreceklerdir.

Nassları incelcse, onların da amele ve azık edinmeğe teş­vik ettiğini görecek, erdemliliğin amel ve azıkta olduğunu, rızkın sadece Allah’tan geldiğini ve O’ndan başka rezzak bu­lunmadığını yakinen bilecektir. Böylece I Iz. Peygamber ve hidayet imamlarına uymuş, nefsi, halktan ümidini kesmiş ve

bizzat kendisinin yaptığı şeylere karşılık sevap alacağını bile­cektir. Bunu bilince, söz vc fiillerinde salihlerin ve abidlerin yoluna muhalif olduğunu görecektir.

Şayet bu caiz ise, kendi dışında kimsenin zahir vc bâtın amellerinde, yiyecek ve giyeceğinde takvâlı olduğuna hükme­dip etmediğine baksın. Ortaya sürdüğü tevekkülünde, ihlâs seviyesi nedir, ona da baksın.

Ittiba’a muhalif olduğunu, bununla birlikte, gizli açık Al­lah haklarından birçoğunu zayi ettiğini öğrenince, aldanmışhğı zail olur, sünnete uyar, kendisi için evlâ olan şeylere önem verir. Eğer daha önce, zâhir ve bâtınında müttaki ise, fiil vc sözlerinde aldanmış bir halde olduğunu bilecektir. Çünkü daha önce hiç kimse böyle dememiştir. Eserler de bunun zıd­dına delâlet etmektedirler.

Sıdk ve takvâ üzere olmayan diğer zühd fırkaları da böyle­dir. Onlar da bu şekilde nefislerini kontrol etsinler ki, aldan- mışlıklarını bilsin ve kendileri için evlâ olan konularda Al­lah’tan korksunlar.

Diğer Zâhir ve Bâtın Şeylere Bakmadan

Sadece Yiyecek ve Giyecekte Verâ’ ile Aldanma

Aldanan fırkalardan birisi de, kendi zamanlarında zühdün sadece yiyecek ve giyecekte olduğunu düşünerek aldanan fır­kadır. Buna dikkat edip nefsini buna zorlayınca, zamanında vcrâ‘ın en son noktasına vardığını zanneder. Böylcce kendHehine müttaki ve takvâyı yerine getiren, hükmünü verir. Vcrâ’ın az bir kısmıyla aldanarak, dış organları vc kalbinde ol­ması gereken verâ’ı görmez olur.

Dedim ki:

“Bunu ne ile nefycdecek?”

Dedi ki:

“Sadece helâl yemek ve giymekle Allah'ın razı olmayacağını, yiyecekleri iyi olmakla beraber, kendisinden korkmayanlara da Allah'ın azap edeceğini ve söylediği söz, kalbinde gizlediği ve din­lediği hususlar, yürüdüğü vc tuttuğu şeylerden de kızacağını bil­mekle nefyedebilir. Bunları öğrenince aİdanmışlığı zail olur.

Uzlet ve İnsanlardan Kaçmayla Aldanma

Bir gruba da, insanlardan kaçma ve halvet galip olmuştur. Buna rağmen onlar, kaçma konusunda yapmacık hareketler yapmakta, bununla meşhur olmak istemektedirler. Kalpleri, bu konuda insanların durumlarını zikretmekle huzur bulmakta­dır. I İcrkese karşı kibirli davranmakta, yaptıklarını beğenmek­tedirler. Ama, birçok günahlarını görmekte gözleri, âdeta kö­relmiş durumdadır. Halktan kaçarak, kendilerini Allah’ın yakın dostu saymaktadırlar.

Dedim ki:

“Bunlar aldanmadan nasıl kurtulacaklar?”

Dedi ki:

“Allah’ın büyük hakkım, yerine getirilmesi gereken yü­kümlükleri ve Allah’ın, kendilerinden kaçınmasını emrettiği şeylerin vc yasakların çokluğunu düşünerek kurtulabilirler. Bunları kayıt altına alabilir misin ki, Allah’ın hiçbir hakkını zayi etmeyesin vc yasakladığı hiçbir şeyi yapmayasın?

Bunları düşünen bir şahıs, ömrü boyunca Allah’ın tüm haklarını yerine getiremeyeceğini ve Allah’ın kerih gördüğü şeylerden organlarını veya kalbini salim kılamayacağını, yaptığı ve onunla aldandığı azıcık amelin de, onu ifsad edecek riyâ, ucb, kibir, haset, haram lokma vb. hallerle veya Allah’ın nefret ettiği vc amellerini boşa çıkaracak farzın terki veya haramların irtikâbı gibi bazı durumlarla iç içe olduğunu anlayacak ve bilecektir.

Allah, mü’min kullarını bununla tehdid ederek şöyle bu­yurur: “Ey inananlar, seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne çıkarmayın, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, O’nunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider.” (Ilucurat, 49/2). Onları, sesleri­ni Peygamber’in sesinden yüksek tutmaları durumunda, amel­lerinin boşa gitmesiyle tehdid etmektedir. Öyle ki, Hz. Ebû Bekir, Efendimizle konuştuğunda, sözünü birkaç defa tekrar ediyordu. Çünkü Hz. Peygamber, sesin alçaklığından ötürü anlayamıyordu. Hz. Ebû Bekir, “Seni hakla gönderene yemin ederim ki, seninle ancak bir sırdaşla konuştuğum gibi konuşu­rum.” derdi. O ümmetin en doğru ferdi idi. Ama Allah’ın teh­didinden korkuyordu.

Nebi’dcn sonra ümmetin en hayırlısına söylenen bu söz­den sonra, kim amelinin boşa gitmeyeceğinden emin olabilir? Şu sözler de Hz. Peygamber’e aittir: “Allah iyidir, sadece iyiyi kabul eder.”  “İkindi namazını terk edenin ameli boşa gider.      Al­lah’ın farzlarından bazılarını zayi eden kimse, amellerinin boşa gitmeyeceğinden emin olabilir mi?

İbn Abbas, “Karnına bir haram lokma gidenin namazı kabul olmaz.derken, İbn Ömer Hz. Peygamber’den şunu aktarı­yor: “Bir şahıs on dirheme bir elbise satın alsa, ama bunun bir dirhemi haram olsa, o dirhemi helalinden vemıeyinceye kadar, o elbisede kıldığı namazlar kabul olmaz.’** Günümüzde hangi mal haramdan tanı korunmuştur?

Diyelim ki, yaptığı azıcık amel, onu ifsad edecek işlerden salim kaldı, Allah’ın hoşuna gitmeyen, dolayısıyla amelinin ta­mamını veya bir kısmını boşuna çıkaracak bir iş yapmadığından cinin olamaz. Bu durum, riyâ gibi amelin kabul olmasına engel olan afetlerden salim kalması şartına bağlıdır. Kitap ve sünnet delilleriyle, ilim ehlinin nazarında sabit olmuştur ki, yapanın inanması durumunda riyâ ve ucub, amelleri boşa çıkarır. “Riyakâ­rın namazı, başından yukarı yükselmez.” denilmiştir. Hakkında, “Ate­şin odunu yediği gibi, amelleri yer.” denilen haset de böyledir.

Öyle ise, Allah’ın hakkı büyüktür, taatı gereklidir, kendile­rinden salim olunamayan gizli vc açık günahlar pek çoktur, yapı­lan az bir amelin de birçok ifsad edici sebebi bulunmaktadır!

Gerekli olan bazı hakların zayi edilmesinden Ötürü kul, amellerinin boşa gitmediğinden emin değildir. Afetlerden kur­tulsa, günahlardan uzak kalsa, haklan zayi etmezse, günahları işlemezse, sadece farkında olmadan düştüğü zcllelcrdcn korksa -ki bizim için bu imkânsızdır- bir an bile gaflete düşmezse bile, Allah’tan istediği, azaptan kurtulma ve O’mın yakınında yer alma nimetine karşılık, çok az bir ameldir. Öyle ki bu amel, bırakın ahiret nimetlerini, dünya nimetlerinden bazılarının şükrü için bile yeterli değildir. Allah’ın verdiği nimetler ve onun istekleri karşısında, amelleri çok azdır.

Allah, yer vc göğün ehlini ona musahhar kılsa, onlar da onun için çalışır vc didinirlerse, sadece Allah'ın azabından kurtulmak, o amelden daha büyük ve fazladır. Allah’ın komşuluğuna hulûl etmek de böyledir. Birçok zelle, hata vc gafletin yanı sini ömrü boyunca karşılaştığı unutkanlıklarla dolu az amelle bu iş nasıl ola­cak? Üstelik o az amelin de ifsad olup olmadığını bilmemektedir. Dolayısıyla bunlar en çok korkmaları gerekenlerdir.

Kısacası riyanın, ona itikad edenin amelini boşa çıkaraca­ğından şüphe yoktur. Ucub vc diğerlerinin de amelleri boşa çıkaracağından endişeliyim ama, kesin bir şey diyemiyorum. Bu grup, korku vc endişelerini, sabikûnun korku ve endişele­rine kıyaslasın! Hiç kıyas etmek mümkün mü?

Gaza, Hac, Gece Kıyamı ve Oruçla Aldanma

Onlardan bir grup da, gaza, hac, gccc kıyamı ve oruçla al­danmaktadırlar. Kendilerini, Allah’a en çok ibadet eden, O’nunla meşgul olan ve haramlarından kaçınan kişiler olarak hayâl ederler. Ama günahlarını görmezler. Yemesi, içmesi, giyinmesi şüpheli ve benzeri şeylerdendir. Bedeni, ömrünün çoğunda, Allah’ın sevmediği bu şeylere dayanmaktadır. Adam nefsini hiç gözetlemez, hatta onun gibisinin nefsini gözetleme­si gerektiği hatırına bile gelmez. Nefsinin ifrata giden bazı hal­lerini görse, namazı, haccı, ilmi ve gazvelerinden ötürü, ona çok basit gelir, hiç önemsemez.

Bununla birlikte, yaptığı işlerde ihlâsı hiç gözetmez. Gö­zetmediği gibi, bir derece aşağısını da bilmez.

Dedim ki:

"Bunu nasıl nefyeder?”

Dedi ki:

“Nefsini gözetlemekle. Ta ki, vacip ve farzları terk edip nafilelerle meşgul olduğunu öğrensin. Onlardan biri nefsini gözetlese, nefsini, nafile derecesinden üstün, takva derecesinde bir yerde saydığım görecektir. Kendi gibilerine azap edilmeye­ceğini hayâl eder. O ve benzerlerinin, Allah’ın seçkin kulları olduğuna inanır. Bununla birlikte, gerekli kılınan veya nehyedilen konularda, Allah korkusunu zayi etmiştir. İşte o zaman, geçmişte zayi ettiği Allah hakkına ve yapmacık hareket­lere keffaret olur ümidiyle, takvaya ihtimam gösterir, gücü yeterse, amelini artırır.

Takvâ Peşinde Olan ve Hem İçten Hem Dıştan Nefsini İyi Gözetleyen Kimsenin Aldanması

Bunlardan bir fırka da basar, nazar vc organları ile bir­çok kalbı hataratmı, gözetleyen kişilerdir. Takvaya göz dik­miş onu istemektedirler. Takvâsız bir işe başlamak, hiç hoş­larına gitmez. Bunlar kendi dönemlerinin abidleri arasında takvâ ile mümeyyiz olmalarına rağmen, bununla aldanmak­tadırlar. Çünkü, endişe ve ürpertileri zail olmuştur. Bunun­la muttasıf olandan azabın kalktığını hayâl ederler. Allah’a dua ederler ve çoğu zaman, Allah’ın bu duaya icabet etmesi gerektiğini düşünürler. Daha önce yaptıkları veya kalp veya organlarında taşıdıkları bazı şeylerden, ya da ömrünün so­nunda kötü bir hatime ile karşılaşıp şekî olarak en şerli bir şekilde ölmesinden ötürü, Allah düşmanı olabilecekleri en­dişe ve ürpertisini duymazlar.

Dedim ki:

“Takvaya inandıkları onu takip ettikleri ve istedikleri halde nasıl aldanmaktadırlar?”

Dedi ki:

“Nefsi gözetlemeleri çok hoşlarına gitmektedir. Bununla kurtulacaklarına inanırlar. Dönemlerinde, kendileri gibi olma­yıp bazı Allah haklarını zayi edenleri tanıdıkları için, onlara küçük gözle bakarlar.”

Dedim ki:

“Bununla aldanmaya nasıl engel olabilirler?”

Dedi ki:

“Endişe ve ürpertilerini, öncekilerin endişe ve ürpertileri­ne kıyaslar, hangi seviyede olduklarını görmeye çalışırlar. On­lar, bunun yaptıklarının çok fazlasını yaptıkları halde, işin ağır­lığından vc Allah korkusundan ötürü, hayvan mertebesinde olmayı arzuladıklarını görecektir. Allah da onları bununla nite­leyerek şöyle buyurmuştur: “Verdiklerini, Rabb’lerinin huzu­runa dönecekleri düşüncesiyle, kalpleri korku ile ürpererek verir­ler.” (Mü’minûn, 23/60)

Hangi Rabb’e ibadet ettiklerini, hangi sevabı istediklerini, hangi azaptan kaçtıklarını, Önlerindeki kötü ve tehlikeli halleri, kendilerine yazılan günahları ve Allah’ın onlar hakkındaki yaz­gısını hatırlayıp düşünsünler. Onlar, kendi dönemlerindeki insanların, Allah hakkını zayi ettiklerini bilmelerine ve kendile­rinin Allah’a yaptıkları ibadet ve gösterdikleri takvaya rağmen, bunları düşününce, dönemlerinin en şerli insanları olduklarını göreceklerdir.

Bu konuda İbn Ömer‘den şu söz rivayet edilmiştir: “Kul, insanları Allah’ın en seçkinleri, kendisini ise aşağıların da aşağısında görmcyinceye kadar, imanın hakikatma tam eremez.”

Nasıl böyle olmasın ki Allah, hakkı ödenemez, büyük­lüğü kavranamaz, nimetleri sayılamaz bir Rabb olduğu gibi, azabına dayanılamaz, sevabı olmadan da sabredilemez bir Rabb’dır. Hatta birine meleklerin ibadetleri keşfolunsa, Al­lah’a yapılması gereken hakta ve kıyametin dehşet verici sahneleri karşısında yetersiz kaldığını görecektir. Ya kendi zayıf ibadeti neye yeter?

İşte o zaman aldanmaları zail olur, kalplerini, endişe ve ürpertinin yanı sıra, hüzün vc çekinme kaplar, yaptıkları az bir amele dayanma itminan ve sükûnları kaybolur. Allah’tan, ken­dilerini affetme ümidini beslerler. Aksi takdirde perişan olur­lar. Çünkü her işte Allah’ın onlar üzerinde büyük nimetleri vardır. Buna mukabil onlar, azabı gerektirecek işler yapmışlar. Kendileri bile, amellerinden ötürü kurtulacaklarına şahitlik etmezler. Çünkü, amellerini bozacak birçok konuda ncfısleriy- le sık sık tartışmışlar. Aşırı gafletlerinin farkındalar. Allah’ın, gaflet ve unutkanlık gösterdikleri durumları, aleyhlerine kay­detmiş olmasından korkmaktalar.

Karşılarına, Allah’ın aklanmışların sıfatları olarak saydığı, O’nun rızâsı için yapılmayan işler çıkar. Tefsirde, “Öyle işler ki, iyi zannediliyordu ama kötü idiler.” denilmektedir. İşte bu ve benzeri durum ve düşüncelerle aldanmışlıktan kurtulabilir­ler.

Rıza, Tevekkül ve Kötü Ahlâktan Kaçınma Gibi İşlerde İhlâsla Amel Etmeye Azmetme ile Aldanma

Onlardan bir grup da, rızâ, tevekkül vb. ile ucub, kibir, sû-i zan, yalan, gazaplanma vc caiz olmayan yollarla kızgınlıklarını giderme gibi şeylerden kaçınmada, ihlâsla davranma azimlerinin galibiyetiyle aldanan kimselerdir. Nefisleri, bu vc benzeri du­rumlar karşısında ihlâslı olmak istemezse bile, ihlâsa azmettikleri için, kendilerini o işleri yapan ve Allah için davranan kişilerden sayarlar. Oysa amel yapma durumu ortaya çıkınca bundan gafil olur, yanılır vc riyâya girerler. Allah’ın hoşuna gitmeyen diğer durumlarda da böyledirler. Az bir kısmını dikkatle yaparlar, za­ten onlara sadece bu sayılır.

Azimleri onları aldatmıştır. Nefislerini azimli sayarlar. 1 lâlbuki, nefislerini hiç gözetlemezler. Azmi zayi edince, ona önem vermezler. Çünkü nefislerinin bu konuda azmi iste­mediklerini görmekteler. Azimli olduğu işi de tamamlamaz. Alıştığı birçok işte de gerçekçi değildir, gaflet vc yanlışlık içindedir.

Dedim ki:

“Bu konudaki aldanmışlığını nasıl giderir?”

Dedi ki:

“Amel üzerine azmin amel olmadığını, bunun nefse a- melden çok kolay geldiğini bilmekle. Çünkü azimde yorulma vc zorluk olmadığı gibi bazı zevkleri terk etmek de söz konusu değildir. Zira nefis azmeder, sonra da, getireceği zorluk ve sı­kıntıdan hoşlanmadığı için, azmettiği ameli yapmaz. Nitekim, zevklerini terk etmeye de azmeder, ama fırsat bulunca ona dalmaktan çekinmez. Çünkü, güç yetirdiği anda yapmamak nefse çok acı verir. Zira, o zevki hissetme ve elde etme durumu hasıl olunca arzusu galeyana gelir.

Bunun böyle olduğunu bildiğinde, ancak Allah’ın vacip kıldığı şeylerle amel edince, nehiylerinden kaçınınca vc amel­den önceki azmi taat sayınca, nefsini vefalı sayar. Çünkü, ancak azmettiği şekilde ameli yerine getirdiğinde, azmeden onun ehli sayılır. Bunlar ancak gazap anında yumuşak huylu olduklarına hükmederler. Çünkü yumuşak huylu olmaya ilk azim, yumu­şak huylu olma niyetidir, yumuşak huyluluk değildir. Onun için, ihlâslı olmaya azim ihlâs değildir. Ancak amel esnasında ihlâstan söz edilebilir. Çünkü bu ilk azim, bir amel yapacağı zaman ihlâslı olmaya niyettir.

Öncelerinde azim olan bütün ameller böyledir. Ancak, or­ganlarla ilişkileri olmayan, sünnete inanma ve onu din olarak uygulama gibi kalbi ameller, istisnadır.

Amele azimli olma ile aldanmamak ve nefsinden gafil ol­mamalıdır. Yoksa ameli terk eder. Nefsini gözetlemeyi unut­madan, azmettiği şeyi yerine getirmesine dikkat etmeli, azmine vefalı olmasını sağlamalıdır. Allah da veli kullarını, bununla tavsif etmiştir: “Mü’minlerden öyle erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde durdular.” (Ahzab, 33/23).

Allah’ın Kulu Setretmesi ve

Mühlet Vermesiyle Aldanma

Onlardan bir grup da, Allah’ın kendilerini uzun süre setretmesi vc mühlet vermesi ile aldanmaktadır. Bu süre uzun sürüp, halk onlardan sadece iyilik görüp onları överek saygı gösterince, bununla aldanır vc bu durumun, Allah katında büyük bir mertebeye sahip olmalarından ve Allah’ın onları sevmesinden ileri geldiğini zannederler. Hâlbuki, onlar birçok meseleyi karıştırmakta ve yanlışlıklar yapmakta­lar. Halka karşı yapmacık hareketlerde bulunurlar. Kendile­rinden aşağı gördüklerine karşı kibir gösterir ve amelleriyle ucba girerler. Çok günahkâr oldukları için anlayışları kıttır. Gördükleri uzun setr, arkadaşların sevgisi ve halkın övgü­sünden ötürü, endişe ve ürpertileri çok azdır.

Aldanırlar ama kurtulmuş olduklarını, Allah’ın onlardan razı olduğunu zannederler. Şayet, daha önce yaptıkları günah­lardan ötürü Cenâb-ı Hak kendilerine kızmış olsaydı, onları bu kadar uzun süre setretmez, onları halka sevdirmez ve namları halk arasında yayılmazdı, düşüncesine kapılırlar. Bunlar nefis­lerini gözetlemeyen aldanmış kişilerdir. Korku ve dikkatleri az günahları ise çoktur.

Dedim ki:

“Bu aldanmışlığı ne ile giderebilirler?’'

Dedi ki:

“Nefsini tanıyıp, uzun setrin kendi aleyhinde olduğunu bilerek bunu giderebilir. Nefse, Allah’ın acele etmediğini, çir­kinliklerini gizleyip yapmadığı güzellikleri halk arasına yayan Rabb’indcn utanması için, ayıplarını ortaya dökmediğini bil­dirmelidir. Sctretmc, aleyhinde bir delil olduğu için, buna al- danmamahdır. Halkm övgüsü de, Allah tarafından çirkinlikle­rin gizlenmesinden ileri gelmektedir. Şayet bunlar ortaya çıka- rılsaydı, halk ondan nefret eder ve ona kızarlardı. Allah’ın bil­diği günahlarının onlar tarafından da bilinmesi, hiç hoşuna gitmez. Oysa, geçmiş günahlarından veya şu anda yapmakta olduğu bazı günahlardan ötürü, ona kızar düşüncesiyle, evle- viyyetlc Allah’tan korkmalıdır.

Halkın ona övgüsü, ona besledikleri hüsnüzandan dolayı, Rabb’lerinc bir taattır. Ama onların ona bu gözle bakması, kendileri işin doğrusunu bilmediği ve kendisi de Allah’ın, yap­tıklarından haberdar olduğunu yakinen bildiği için, gerçeği unutturmamak aldanma nedeni olmamalıdır. Kesin bildikleri­ni, halkın zannı unutturmamahdır.

Nasıl hayâl kuruyor da, kendini halkın gördüğü gibi zan­nediyor? Oysa, onların zannettiğinin aksine, kendini gayet iyi tanıyor. Halk kendisini övünce Hz. Ali şöyle derdi. “Allah'ım Sen biliyorsun ama onlar bilmiyorlar. Onların dedikleriyle beni mua­heze etme! ”

Mutarrıf ve İbn Avn, bir adama uğradılar. Adam, kim Cennet ehlinden birilerini görmek isterse bu iki adama bak­sın!” dedi. Onlar, “Allah’ım, Sen bizi iyi tanırsın, o ise bizi tanımıyor.” dediler. Yani o bilmeden zan ile konuşuyor, Sen ise gerçeği biliyorsun.

Ebu’I-Buhteri vc arkadaşlarından biri övülünce, yüzlerini yere koyar vc “Allah’ıma boyun büküp tevazu gösteriyorum, onların dediklerinden çok daha zelil biriyim.” derlerdi. Onlar­dan duydukları sözlerden ötürü kendilerine bir değer vermek­ten ve kendileri hakkında bildikleri gerçekleri unutmaktan çekiniyorlardı.

Bunlara rağmen, halkın övgüsünün bir istidrac olmadı­ğından da emin değildir ki, onunla aldansın, setr ve mühlete güvensin. Çünkü Allah, aniden onu yakalayabilir, hatalarını açığa çıkarabilir, yaptığı bir günahtan tevbe etmeden ölebilir. Evet, bunların hiçbirinden emin olamaz. Ayrıca, onların zan­nettiğinin hilafına olduğunu da bilmektedir.

Hecimli İbn Tcymiyye‘den şu rivayet aktarılmıştır: “Ken­disine, “Nasıl sabahladın?" denilince, “Allah’ın beni affedip mağfiret edeceğini veya ondan ötürü bana kızacağını bilmedi­ğim bir günahla sabahladım! Bir de şu halkın övgüsü ki, vallahi bu halimle buna lâyık değilim.” cevabını verdi.

Öyle ise Allah’ın setrini, aleyhine delillerin kuvvetlenmesi ve istidrac olarak bilmelidir. İşte bu şekilde Allah’ın setri, müh­let vermesi vc halkın övgüsünden gelen aldanrnışlıktan kurtu­labilir.

HASET

YEDİNCİ BÖLÜM

Hasedin Tarifi, Niteliği ve Haram Olan Hasedle Mubah Olan Hasedin İzahı

Dedim ki:

“Haset ve hasedin İlmî delili nedir?”

Dedi ki:

“Kitap ve sünnete göre haset iki çeşittir. Her ikisi de lügat anlamında mevcuttur. Birincisi, haram olmayan haseddir. Bu­nun bazısı farz, bazısı fazilet, bazısı mübahtır. Bazısı da eksiklik ve harama neden olur. İkincisi, bütün çeşitleriyle haramdır. Haramdan başka bir yere çıkmaz.”

Dedim ki:

“Haram olmayan haset nedir?”

Dedi ki:

“İyilikte yarışmadır.”

Dedim ki:

“İyilikte yarışmanın haset olduğuna delil nedir?”

Dedi ki:

“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.” (Mutaffıfin, 83/26). “Rabb’inizden bir mağfirete ko­şuşun.” (Hadid, 57/21). “Rabb’inizden bir mağfirete koşun.” (Al-i İmran, 3/133). İnsanın yarışması ancak başkasıyla olur. Hz. Ali de, Allah için amel edenleri anlatırken şöyle der: “İnsanlar, Rabb'lcrine ibadetleri sebebiyle birbirleriyle övünürler.” Yani birbirleriyle yarışır ve müsabaka ederler. Tıpkı iki kölenin efendilerine karşı birbirleriyle övünmeleri gibi. Yanı, kendisi efendisinin sevgisinden mahrum kalıp, diğer kölenin efendisi­nin sevgisinde onu geçmesinden korkarak, hatayı ilk işleyenin kendisi olmasını istemez. Sonuç olarak da efendisinin yanında kendisinin sevgiye nail olduğu gibi, diğerinin, azıcık bile olsa kendisinden öne geçmesini, hatta efendisine karşı eşit seviyede olmasını kıskanması nedeniyle, efendisinin yanında kendi ma­kamı diğerine göre daha iyi olmuş olur.

I Iz. Peygamber de, “Sadece iki şeyde haset caizdir.”56 buyura­rak hasetten nehyeder ve Allah katında ancak iki konuda caiz olduğunu haber verir. 13u hadîs iki konuda hasedin caiz oldu­ğunu da gösterir. Diğer bir rivayette hasedin caiz olduğu iki konu şöyle açıklanır: “İki şey dışında haset caiz değildir. Birincisi, Allah’ın kendisine mal verip, hayır yolunda harcamaya muvaffak kıl­dığı kişi, İkincisi ise, Allah'ın kendisine ilim verip, ilmi ile amel eden ve ilmi insanlara öğreten kişidir.”’’7

Başka bir hadîste de, Ebû Kebşe el-Ensarî‘ye bu hasedin nasıl olduğu şu ifadelerle açıklanıyor: “Bu ümmetin durumu, dört kişinin durumu gibidir: Birincisi, Allah’ın mal verip, ilim vermediği kişi; İkincisi, ilim verip mal vermediği kişi. İlim sahibi, “Falanın malı gibi malım olsaydı, malımı ben de onun gibi hayra sarfederdim;." mal sahibi de, “Falanın ilmi gibi ilmim olsaydı ben de onun gibi amel eder­dim.” derse, her ikisi de sevap bakımından birbirine eşit olurlar.”5*

İşte bu, yarışma anlamındaki haseddir. Diğerine ulaşmayı arzular, ondan daha aşağı seviyede olmasına ise üzülür. Fakat diğeri için hiçbir kötülük de düşünmez.

Araplar, haram olan hasede de bazen münafese derler. Çünkü, her iki ifade, lügatte haset anlamında kullanılmaktadır. Birinin diğerine, “Nefeste aleyye” demesi, “Bana haset ettin.” anlamına gelir. Kuşem b. Abbas ve Mütallib b. Rebi’a, 1 Iz. Ali‘ye, Efendimize gidip zekât mallarına kendilerinin görev­lendirilmesini isteyeceklerini haber verirler. I Iz. Ali onlara,      

“Gitmeyin. Çünkü, Hz. Peygamber, sizi zekât malına görev­lendirmez.” der. Onlar da, “Bu senin kıskançlığın, çekeme- mezliğindir. Vallahi biz, Resulûllah seni kızıyla evlendirdi diye kıskanmadık.” karşılığını verirler. Yani, “Biz senin, Hz. Fatıma ile evlenmene haset etmediğimiz halde, bu tavrın, senin bizi haset ettiğini gösterir.” demektir.

Dedim ki:

“Yarışma olan hasedi bana açıkla ki, onu haram olan haset­ten ayırayım.”

Dedi ki:

“Adam başkasının dinî veya dünyevî bir nimetle nimetlcııdirildiğini görüp Allah’ın, bu nimetin benzerini ken­disine de vermediğine üzülür. Zira kendisi böyle bir nimete mazhar olsaydı, o da diğeri gibi iyi ameller yapardı. Fakat, ni­met verilen kişiye haset ederek tasalanmaz, sadece onun gibi olmadığına üzülür. İşte yarışma anlamında haset budur.

Başkasında gördüğü nimet, Allah’ın farzlarını yerine ge­tirme, haramlarından sakınma ile ilgili hususlarda ise, buna haset etmesi, onun gibi olmayı istemesi ve Allah’tan bunu is­temesi; Allah’ın farzlarını yerine getirmek için bu konularda diğerine haset etmesi, kendisine yapması gereken bir vecibedir. Çünkü Allah’ın farz kıldığı şeyleri ifa eden, ııehyettiği şeyler­den sakınan kişiden geri kalışına üzülmeyen ve onun gibi ol­mayı istemeyen kişi, farzları ifa etmeyen ve haramlardan sa­kınmayan bir asî olur. Zira o, farzları terk etmesine üzülmeyen ve verâ‘ sahiplerinin, Allah hakkını gereğine uygun ifa etmeleri gibi Allah’a itaat etmeyi arzulamayan bir kişidir.

Başkasında gördüğü dinî nimetler, fazilet ve nafile ise, o- nıın yükseldiği makamdan geri kalışına üzülür, ona ulaşma vc onun gibi olmayı isterse, bu durum kendisinden bir fazilet olarak kabul edilir. Çünkü o da, başkasının Allah’a yaklaşması gibi, Allah’a yaklaşmaya mazhar olmayı arzulamaktadır, Al­lah’ın taatıyla hoşnut olacağı şeylerle Allah’a yaklaşmaktan geri kalışına da üzülür.

Başkasında gördüğü nimet, istediği gibi yararlanacağı, ken­disi için helâl ve mubah olan, zararsız nimetler türünden ise, onun gibi olamamaya üzülse, ona ulaşmayı arzulasa, yarıştığı kişiye bol bol verildiği gibi, kendisine de bol bol verilerek onun seviyesine ulaşıp, onun gibi nimete mazhar olmasını istese, bu kendisi için mübahtır ve haram olarak kabul edilemez. Fakat fazilet ve zühd eksikliği sayılır. Ancak, Allah’ın hoşnutsuzlu­ğuna sebep olacak hususlar müstesna. Zira, Allah’ın hoşnut­suzluğu kendisine helâl olmaz. Bu, yarışmadan farklıdır. Diğe­rinde, Allah’ın helâllerinden yararlanma ve bolluk dileme söz konusudur. Bunları isteme ise, her ne kadar fazilet eksikliği kabul edilse bile hoşnutsuzluk demek değildir.

Başkasında gördüğü, haram bir şey ise, kendisine de he­lâl olmaz. Meselâ, haram kazanç elde etme, malı helâl olma­yan yerlere harcama, sevinçle günah işleme vs. bunlardan­dır. Böyle yapan gibi olmadığına üzülmesi ve onun gibi ol­mayı, mal ve zevkten onun kadar nasiptar olmayı arzulaması caiz değildir.

Fakat bu, aldanma yönünden gelen haset değildir. Bu ha­set, haramda yarışma kabul edilir. Şayet onunla yarıştığı husus helâl ve taat konusunda olsaydı, caiz olurdu. Ne var ki, haramı arzulaması nedeniyle, caiz olmayan bir şey yapmış olmaktadır. Yine de hasedi, onu aldatan, şer isteyen, hayırdan hoşlanmayan bir haset değildir. Bu hasedin caiz olmaması, haramı temenni etmesi ve istemesi nedeniyledir.

Yukarıda geçen Ebû Kcpşc’nin hadîsinin devamında şu i- fadeler var: “Üçüncüsü, Allah'ın kendisine mal verip, malını Allah'ın haram kıldığı yerlerde harcayan kişidir. Dördüncüsü ise, Allah'ın ken- dişine mal yermediği halde, “Keşke falanca gibi benim de malını olsay­dı, onun yaptığı şeyin aynısını ben de yapardım. " diyen kişidir. Bu ikisinin vebali birbirine eşittir.” Hz. Peygamber bu kişileri, harami' temenni etmeleri nedeniyle yermiştir. Yoksa bir Müslüman kişiyi aldatması, onda dünyevî bir hayır görmeyi istememesi nedeniyle değil.

Hasedin iki çeşidinden birisi budur. Yarıştığı kişiye verilen nimetin gitmesini istemeksizin, onun makamından daha aşağı­da olmasından hoşlanmaması, ona ulaşmayı ve onunla eşit olmayı arzulamasıdır.

Hasedin ikinci çeşidi ise, bütünüyle haramdır. Allah’ın ki­tabında ve Hz. Peygamberdin sünnetinde bu çeşit haset yeril- miştir. Alimler de, haram olduğu konusunda icma etmişlerdir. Allah şöyle buyuruyor: “Kitap ehlinden çoğu,gerçek kendilerine belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler.” (Bakara, 2/109). “Yoksa Allah'ın lütfundan insanlara verdiği için onları kıska­nıyorlar mı?” (Nisa, 4/54). “insanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeci ve uyarıcılar olarak gönderdi... Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller gel­dikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan Ötürü o (kitap lıakkı)nda kıskançlığa düştüler.” (Bakara, 2/213). “Onlar kendile­rine ilini geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlikten ötürü ayrılığa düştüler.” (Şûra, 42/14).

Oysa Allah Teâlâ âyette geçen ilmi, onları bir araya topla­mak ve taatta daim olmalarını sağlamak için indirmişti. Bu ilim sayesinde, toplanmalarını ve onun vasıtasıyla uyumlu olmala­rını ve ayrılığa düşmemelerini emretmişti. Fakat aralarındaki haset nedeniyle, birbirlerini çekemediler, ihtilafa düştüler ve bölük pörçük oldular. Her birisi üstünlük ve başkanlığın sade­ce kendisinde olmasını, başkasına tâbi olmamayı, diğeri yerine, kendi görüşünün kabul edilip ona tâbi olunmasını istedi. Başka birinin üstün olmasını hiç istemedi, onun makam üstünlüğü­nü hiç çekemedi. Neticede, hasetten dolayı, birbirlerini kabul­lenemediler ve zıtlaştılar. Tıpkı Cenâb-ı Hakkın buyurduğu gibi, hakkı terk ettiler, aralarındaki haset sonucu, Hak olan hususlarda bile birbirleriyle zıtlaştılar.

İbn Abbas şunları söyler: “Peygamberimiz gönderilmeden ön­ce Yahudiler, bilileriyle savaştıkları zaman, “Göndermeyi vaadetti- ğin peygamber ve sadece bize yardım olsun diye indireceğin kitap hakkı için Senden yardım diliyoruz.” diye dua ederlerdi. Bu dualan nedeniyle yardım da ediliyorlardı. Fakat Peygamberimiz İsmail soyundan gelince, Allah’tan O’nunla yardım istediklerini bilme­lerine rağmen, yine de onu inkâr ettiler. Konuyla ilgili âyette Allah şöyle buyuruyor: “Daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler; artık Allah'ın lâneti inkâraların üzerine olsun. Allah'ın kul­larından dilediğine lütfunu indirmesini çekemeyerek, Allah'ın indir­diğini inkâr etmek için alçaltın bir azap vardır." (Bakara, 2/90). “Bağyen.” ifadesi haset anlanunadır.

Safıyye binti Huyey validemiz Hz. Pcygamber’e şu olayı anlatır: “Bir gün babamla amcam senin yanından geldiler. Ba­bam amcama,

“O’nun hakkında ne düşünüyorsun?” dedi. Amcanı, “O, Musa’nın müjdelediği Peygamberdir.” dedi. Babam, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Amcam,

“Ömür boyu ona düşmanlık etmeyi düşünüyorum!” ce­vabını verdi.

Bundan ötürü Allah onları, “Onlar bildikleri halde yine de onu inkar ettiler.” ifadesiyle niteledi. Allah Teâlâ, “Onlar O'nu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bile bile hakkı örtbas ediyorlar." (Bakara,2/146) buyurmuştur.

Vchb b. Münebbih‘in rivayetine göre, Allah, Hz. Musa‘ya şöyle vahyeder: “1 laset eden kişi, nimetimin düşmanı, hük­mümü kabul etmeyen, kullarım için taksim ettiğim azıktan hoşnud olmayan vc kullanma hayırhahlıkla bulunmayandır.”

Konuyla ilgili hadîslerde ise Hz. Peygamber şöyle buyuru­yor: "Birbirinize haset etmeyin, kızmayın pc sırt çevirmeyin. Ey Al­lah'ın kulları kardeş olunuz.”'9 Sonra Hz. Peygamber, önceki ümmet­lerde olduğu gibi hasedin, bu ümmet içinde de yayılacağını haber vermiş ve sözlerini şöyle bitirmiştir: "Bütün milletlerin hastalığı olan haset ve buğz size de sirayet edecektir.”™ Bu ifadeleriyle Hz. Peygamber, diğer ümmetlerde vuku bulan hasedin, sahabiler arasında da olacağını, hasedin önceki milletlerin hastalığı olduğunu, onu işlediklerini ve bu yüzden helak olduklarını, ayrıca kâfirler vc bazı mü’rninler arasında devam edegeldiğini bildirir.

I Iasan‘a, “Mü’min haset eder mi?” diye sorulur. O, “Ne­den olmasın, Yakub uu oğullarının kardeşlerine neler yaptıkla­rını neden unutuyorsunuz?” cevabını verir. Ebû Kilabe, “I Iz. Osman, sadece hasetten ötürü şehid edildi.” demiştir. Haşan, Hz. Peygamberin, “Mü’mindc üç özellik vardır”      hadîsini rivayet eder ve bunlardan birinin haset olduğunu söyler.

Allah’ın kitabında, Hz. Peygambcr’in sünnetinde yerdiği haset, insanlarda olan nimetleri hoş görmeme ve yok olmasını dilemedir.

Dedim ki:

“Bu nasıl oluyor?”

Dedi ki:

“Birisinin, Müslüman bir adamda, dinî veya dünyevî bir nimet gördüğünde veya onun bir nimete mazhar olduğu haberini aldığında, hoşnut olmayıp, hatta üzülüp bu nimetin zail olmasını arzulamasıyla bu haset olur. Şu âyet bu hususu açıklar. “Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan Ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler.” (Bakara, 2/109). Allah bu âyette Ehl i kitabın, mü’minlerden iman nimetinin zail olmasını candan istediklerini haber vermektedir. Başka bir âyette ise, “Eğer size bir iyilik dokunursa bu onları üzer.” (Al-ı İmran, 3/120) buyurulur. İbn Abbas bu âyetin Tebük savaşıyla ilgili olduğunu söyler Ayetin tefsirinde ise, “Bu haset eden kişidir.” denilmiştir. “Size bir kötülük dokunursa onunla sevinirler.” (Al-i İmran, 3/120) âyetinin tefsirinde ise “Bu şamit (düşmanının başına gelene sevinen) kişidir.” de­nilmiştir.

Bir diğer âyette, “Kitap ehlinden olan kâfirler de, puta ta­panlar da size Rabb’inizden bir hayır indirilmesini istemezler. ” (Bakara, 2/105). “Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla bir olasınız.” (Nisa, 4/89).

Allah Teâlâ, Yûsuf un kardeşlerinin ona haset etmelerini ve içlerindeki hasedi dilleriyle ifade etmelerini şöyle anlatmak­tadır: “Yûsuf ve kardeşi, babamıza, bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir. Yûsuf’u öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın yüzü yalnız size kalsın.” (Yûsuf, 12/8-9).

Hz. Yakub‘un Hz. Yûsufa olan özel sevgisini kendi arala­rında hoş karşılamadılar, onu gözden uzaklaştırarak babalarının ona olan sevgisini, iyiliğini ve kendilerine üstün tutmasını ber­taraf etmek istediler ki, babalarının sevgisi vc iyiliği kendilerine yönelsin ve bu Özel ilgi Yûsuf tan alınsın. Bunun için, babaları­nın Yûsuf a olan sevgi ve iyiliği ve onu üstün tutmasının sadece kendilerine ait olması için, “Babanızın teveccühü sadece size ait olsun.” ifadesini kullanmışlardır.

Ebû Kilabc’nin, “Hz. Osman'ı hasetten ötürü şehid et­tiler.” sözü, hilafeti nedeniyle onu çekemediler ve onu hila­fetten uzaklaştırmak istediler, anlamındadır. Allah Teâlâ Ensar‘1 anlatırken, “Onlar, kendilerine göç edip gelenleri se­verler ve onlara verilen (ganimet)terden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilme) duymazlar.” (Haşr, 59/9). Bunun anlamı, kalpleri daralmaz, onları kıskanarak hayır verilmelerine üzülmezler. Bu özellikleri nedeniyle de, Allah onlardan öv­güyle bahsetmektedir.

Bizzat Haset Olmamakla Birlikte Haset Sayılan Hususlar

Haset ettiği kişiye hiçbir iyiliğin ulaşmamasını isteme, biz­zat haset olmamakla birlikte haset sayılmıştır. Allah'ın, “Ehl-i kitaptan olan kâfirler de, puta tapanlar da size Rabb’inizden bir hayır indirilmesini istemezler.” (Bakara, 2/105) şeklindeki ifadele­ri bunu göstermektedir. Ona hayrın ulaşmasını istememe ve belâ temennisi, kulun haset kaynaklı fiilleridir. Şayet ilim talep etse, tamamlamasını istemez. Aynı şekilde, dünyevî ve uhrevî bir hayır talep etse, bunlarla ilgili en ufak bir hususun bile ta­mamlanmasını istemez. Bütün bunlar, o kişiye nimetin gelme­sinden önce olmaktadır.

1 lasedin diğer çeşidi olan, başkasındaki nimeti hoş gör­meme ve yok olmasını arzulama ise, Allah’ın o kişiye bol nimet ihsan etmesinden sonra olmaktadır. Haset eden, ona verilen nimetin Allah’tan olduğunu bilir, fakat yine de üzüntü duyar ve yok olmasını arzular.

Dedim ki:

“Bana yarışma anlamında olan hasedi anlat, nelerden ol­maktadır?”

Dedi ki:

“Dünyada olan haset, Allah’a taatı arzulamak ve gerekli se­bepler hazırlanmışsa, ona nail olmak için, Allah’a taatı ifaya azimli olmaktır. Dünya için olan haset ise, dünyayı sevmek, daha da bolluk istemek ve bu nimetlerden fazlaca yararlanmayı arzulamaktır.”

Dedim ki:

“Haram olan haset nelerden olur?”

Dedi ki:

“Kibir, kendini beğenme, kin, düşmanlık, buğz, riya, ma­kam sevgisi, başkasının makam ve liderlik konularında, ona üstün olmama arzusu, akrabaları, dostları ve emsalleri arasında, ister kendinden üstün olsunlar ister aşağı olsunlar, hayrı sadece kendine isteme arzusu vb. şeyler haram olan hasede neden olurlar.”

Dedim ki:

“Bunların hepsini bana anlatır mısın?”

Dedi ki:

“Kibirden kaynaklanan haset şudur: Kendinden daha aşağı seviyede veya emsali olan birinin veya dinî ve dünyevî konu­larda emsalinin kendinden üstün olmasını çekemez. Tıpkı Kureyş‘in I İz. Peygamber için “Yetim bir çocuk.” demesi gibi. Onun için, “Bw Kur’ân iki şehirden büyük bir adama indiril­meli değil miydi? dediler." (Zuhruf, 43/31). Cenâb-ı Hak, Kureyş kâfirlerinin şöyle dediklerini anlatıyor: “Allah aramızda şunla­ra mHütfü lâyık gördü?" (Enam, 6/53). Onu çekemediği ve kü­çük gördüğü zaman, bu duygu onu haset etmeye sevk eder. Allah’ın nimetinin ondan zail olmasını arzular. Kendine göre nimete lâyık olmayan kişiye nimet verilmesine vc kendinden aşağı olanın kendi seviyesine veya daha üst bir seviyeye çıkma­sına üzülür.

Bu nedenle onu hakir görerek ve küçümseyerek makamı­nın kendisinden daha yüksek veya eşit seviyede olmaması için, onu üstün kılan nimetin yok olmasını arzular. Zira kendine göre diğeri, ne bu nimete ne de bu makama ehildir. Ona olan hasedi ve kendinden üstün olmasını istememesi, kin besleme­sine neden olur.

Makam Sevgisi ve Liderlik Üzerine Oluşan Haset

İnsanlar arasında ilim sayesinde elde edilen makam ve li­derlik, bile bile hakkı ret vc terk etme sonucunu doğurur. Tıp­kı ehl-i kitabın ilimle birbirlerine haset etme sonucu tefrikaya düşmeleri gibi. Ehl-i kitabın her biri, İlmî liderliğin diğerlerine değil de sadece kendisine ait olması için diğer arkadaşını çeke­mez, haset ederdi.

İnsanlar arasında makam elde etme de aynıdır. Hakkı kabul etmeyi benimsemez ve yeni fikirler ortaya atar. İnsan­ların haset ettiği kişinin görüşüne zıt başka bir görüşe uyma­ları için gerçek olmayan sözler sarfeder. Doğru bile olsa, söylediği her şeyde onu hatalı bulur. Diğerinin makamının yükselmesi veya kendinden daha alt seviyede olanın başına reis olmasını çekemeyerek, insanları engellemek ve onun parlayan yıldızını söndürmek için, doğrunun farklı olduğu­nu söyler. Aynen, Yahudilerin başkan olarak kendilerine tâbi iken, başkalarına tâbi olma sonucunu doğuran Peygamberi­mizin kendilerine başkan olmasını veya Yahudilerden baş­kanlığın gitmesini çekemeyerek, I İz. Peygamber Allah tara­fında hak ile gönderildiğini bildikleri halde, Yahudi haham­ların O’nu inkâr etmeleri gibi.

İbadetten ileri gelen haset de böyledir. Başkasının ibadette kendisinden üstün olmasını istemez, onun üstünlüğü kendisi­ne çok ağır gelir. Diğerinin onun önüne geçmesi, daha üst makamda olması veya insanların diğerine saygı gösterme endi­şesinden ötürü, âlim âlimi, abid abidi kınar ve tenkit eder. Al­lah’ın onun bir kısım ayıplarını açığa çıkarıp onu rezil rüsvay etmesini ve ibadetlerinde Allah’a karşı kusurlu olmasını arzu­lar. Liderliği gerçekleşmesin ve değeri olmasın diye aleyhinde gerçek olmayan sözler sarfeder. İnsanların saygısının ve liderli­ğinin ondan gitmesine neden olan her şeyi hoş görür.

Genel olmayan, geniş bir daireyi kapsamayan, önderlik ve makam tutkusu da tıpkı bunun gibidir. İki arkadaş, tâbi oldukları zatın nazarındaki sevgi makamını birbirlerinden kıskanırlar. Her birisi, ne ilim ne de amelde, arkadaşının kendisine tercih edilme­sini ve üstün tutulmasını istemez. Söylediği her sözde diğer arka­daşını hatalı bulur. Tâbi oldukları zatın yanında, arkadaşlarının gizli yönlerinin açığa çıkmasını arzular, onu kınar ve o zatın arka­daşı hakkında sû-i zan beslemesine neden olacak işler yapar, onu küçük düşürücü davranışlarda bulunur ve hafife alır. Gaye, sadece kendisinin sevimli olması ve bir mertebeye sahip olmasıdır.

Savaş meydanında iki cesur kahramanın durumuda böyle­dir. 1 lerbiri, onları tanıyan kişilerin gözünde, arkadaşı daha üstün ve saygıdeğer olmasın diye, onu korkaklıkla itham eder ve onu kınar. Hasedle onu kınar veya başka birine onu kötüler, nefret ettirir ve savaş alanında düşmanla karşılaştığı zaman onu korkaklıkla itham eder.

Kin, Düşmanlık ve Buğzdan Kaynaklanan Haset

Kin, düşmanlık ve buğzdan kaynaklanan haset, hasedin en şiddetlisidir. Bu Allah’ın, kâfirlerin Müslümanlara karşı buğz ve düşmanlıklarını vasfederken anlattığı özelliklerdir. O şöyle buyuruyor: “Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık.” derler. Kendi başlarına kaldıklarında size karşı öfkeden par­maklarını ısırırlar. De ki, “Öfkenizle ölün! Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü bilir.” Size bir iyilik dokunsa (bu) onları ta­salandırır; size bir kötülük dokunsa ondan ötürü sevinirler.” (Al- iînıran, 3/119-120).

Bu âyette Allah, kâfirlerin mü’minlere buğzettiklerini bil­dirmiştir. Müslümanlara buğz ve düşmanlıklarından dolayı, hascdlcri sebebiyle ınü’minlerde gördükleri herhangi bir nime­te karşı üzüntü duyarlar. Bu kin vc hascdlcri, mü’minlere karşı haset etme ve Müslümanların başına gelen belâlara karşı sevinç duymalarına sebep olmuştur.

Allah şöyle buyuruyor: “Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isterler.” (Al-i İmran. 3/118). İbn Cüreyc bu âyeti, “Dinî konular­da mü’minlerin sıkıntı çekmeleri çok hoşlarına gider.” diye açıklamıştır Ayetin devamında, “Onların ağızlarından öfke taşmaktadır.” denilmesi de bunu gösteriyor. Daha önce geçen âyette, “Size bir iyilik dokunsa buna üzülürler, bir kötülük do­kunsa bununla sevinirler.” denilmiştir ki, bu hasettir.

Kindar, kin beslediği kişide, Allah’ın hiçbir nimetini gör­mek istemez. Bilakis, dinî ve dünyevî hususlarda onun en kötü bir halde olmasını ister. Şayet kin duyduğu kişiye bir nimet gelse, üzülür ve bu durum hiç hoşuna gitmez. O nimeti gi­derme imkânı olsa, elinden geleni arkasına koymayarak onu izale etmeye çalışır. Düşman olduğu ve kin beslediği kişiye belâ vc musibetler gelmesini temenni eder. Ona nimet veril­mesinden hiç hoşlanmaz. Var olan nimetin de yok olmasını ister. Onun başına belâ ve musibet gelmesine de sevinir.

Allah’ın koruduğu kimseler istisna olmak üzere, kindar ve düşmanlık besleyen kişi, haset etme ve karşı tarafın başına belâ gelme isteğinden uzak duramaz. Düşmanlık, buğz, öldürme, mal gasbetme, haset ettiği kişiyi bir yerlere şikâyet etme, gizli taraflarını açığa çıkarıp rezil etme vb. durumlar, düşmanlık eseri olan hasetten kaynaklanmaktadır. Kısacası kindar kişinin hasedi, hasedin en büyüğü ve en şiddetlisidir.

Dünya Sevgisinden Kaynaklanan Haset

Dünyayı sevmekten kaynaklanan haset, akraba veya akraba olmayanlara karşı gösterilen iyilik veya sevgiye, kendisinin de nail olmayı arzulamasıdır. İki kardeşin kendi aralarında veya baba, anne veya diğer akrabaları yanında birbirlerini kıskanma­ları gibi.

İki arkadaş ve iki ortak da böyledir. Biri öbürünü, gerek anne baba sevgisi ve iyiliği, gerekse de arkadaş veya ortak ol­dukları diğer kişilerin sevgi ve iyilikleri üzerine hep kıskanır. Bütün bunlarda diğerinin değil, kendisinin tercih edilmesini ister. Bu nedenle, babasının veya diğerlerinin teveccühünün kendisine yönelmesi için, öbürünü çekemez, tenkit eder ve ncfıct ettirir.

İki kadın ve iki kuma da böyledir.

Allah’ın, I Iz. Yûsuf un kardeşlerinin, babalarının sevgide onu onlardan üstün tutması nedeniyle, haset etmelerini anlatır­ken, şöyle buyuruyor: “(Kardeşleri) demişlerdi ki: “Yûsuf ve kardeşi babamıza, bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir. Yûsuf u öldürün, ya da bir yere bırakın da babanızın yüzü yalnız size kalsın. Ondan sonra da (tevbe eder) iyi bir topluluk olursunuz.” (Yûsuf, 12/8-9)

Anne bir kardeşler ve amca çocukları da böyledir. Onlar­dan her birisi diğerine göre daha iyi ve daha sevimli olması için birbirlerini hep kıskanırlar.

Akraba olan veya olmayan iki kişi de böyledir. Birbirini kıskanırlar. Her biri, sıla-i rahimde bulundukları veya ahbablığını sürdürdükleri kişiler yanında diğerini kıskanır ve makamının daha düşük olmasını arzular. Hatta bazen saltanat ve şeref gibi dünya sevgisinden kaynaklanan haset, birbirlerini öldürmeye kadar işi uzatır. Neticede diğerinin elde edemeye­ceği derecede, dünya saltanatı, şerefi, izzeti veya diğerlerini ikramına nail olmayı kıskanarak, birbirlerini bile öldürürler

İki tüccar veya iki sanatkâr da böyledir. Biri diğerini kıska­nır. Diğerinden alış veriş yapan ve onunla ticarette bulunan kişilerin olmasını istemez. Ta ki, diğer arkadaşı değil de kendisi satış yapsın ve ticarî ilişkiye girsin. Meslektaşlarının kendisine gelip diğerini tenkit etmeleri ve diğeriyle ahş veriş yapan ya da yanında çalışan işçilerin onu terk etmeleri, çok hoşuna gider. Bu nedenle, onunla ilişki kuran kişinin nefret edip ilişkisini kesmesi ve kendisine gelmesi için, diğer meslektaşını tenkit eder, malını veya sanatım kötüler.

Ucuptan Kaynaklanan Haset

Ucuptan ileri gelen haset konusuna gelince, bunu geçmiş ümmetlerin peygamberlerine karşı sarfettikleri sözlerde şöyle buluruz: “Siz bizim gibi bir insansınız, bizden farkınız yoktur.” (Yasin, 36/15). “Şimdi, aynen bizim gibi iki insana mı iman edece­ğiz?” (Mü’ıninûıı, 23/47). “Şayet siz kendiniz gibi bir beşerin arka­sına düşerseniz, iyi bilin ki, hüsrana düşmekten başka bir yolu­nuz kalmaz.” (Mü’minûn, 23/34). Kendileri gibi bir beşeri, kendi­lerinden üstün görmeyi içlerine sığdıramadılar. Neticede, haset edip hakkı reddettiler vc şöyle dediler: “Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz mutlaka kaybedersiniz.” Bu sözleri, yaratılışta vc nesepte tıpkı kendileri gibi olan birisini, kendilerine tercih et­meyi içlerine sığdıramamak vc taaccüpten ötürü söylemişlerdir.

Onların bu yadırgamaları başka âyetlerde şöyle ele alınır: “Şimdi Allah bir beşeri mi resul olarak gönderdi?” (En’am, 6/8). “Bize bir melek gönderilmeli değil miydi?” (İsra, 17/94). Allah, Hz. Nûh ve Hz. Hûd‘un diliyle kavimlcrine, “Yoksa içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla bir zikir gelmesine şaştınız mı?” (A’raf, 7/63) buyurarak, onların haset, hakkı red ve iman etmemek için ortaya koydukları inada dikkat çeker.

Hasedin bu türü emsal arasında nesep, şan, şeref, zengin­lik, ticaret zanaat veya reislik gibi konularda meydana gelir. Öyle ki, bir anne ve babadan olma çocuklar arasında veya amca çocukları arasında ortaya çıkan haset, diğer insanlara olan hasedlcrine nispeten daha fazladır. Birbirlerine karşı duydukla­rı bu haset, hemen hemen kendi dışındakiler için, yok denecek kadar azdır.

Alimin âlime hasedi de böyledir. Alim olmayan birisi için bu duygu yok gibidir. Abıdin başka bir abide hasedi, bundan farklı değildir. Alimin abide karşı hasedi, zikre değer bir kıs­kançlık değildir; aksine abid âlime karşı saygı ve tevazu içinde­dir. Ama kendisi gibi birine hasedi devam eder. Zira âlim onun için haset edecek birisi değildir.

Ticaret erbabı da böyle bir haset duyar, içinde bulunduğu ticarete, bir başkasının teşebbüsü onu süratle hasede iter. Ken­di sahası dışında kalan tacirler onun için böyle değildir. Nite­kim manifaturacı (bezzar), kendisi gibi bir manifaturacıya haset eder. Onun ticaretinin revacı ve kârı karşısında rahatsızlık du­yar ve üzülür. Ondaki bu rahatsızlık, kasap, kuyumcu vs. satı­cılar için yok gibidir, içinde bulunduğu ticaret pazarına bir başkasının karışması karşısında duyduğu haset, uzak bir bölge­de aynı ticareti yapan kişiye duyduğu hasetten daha fazladır.

Bunun gibi, yaptığı ticareti yakınlarından birinin yapması, onda, bir yabancı kişinin yapmasından daha çok haset uyandı­rır. Hz. Ömer‘in Ebû Musa’ya yazdığı rivayet edilen şu söz, bunu ifade etmektedir: “Akrabalar birbirlerini ziyaret ederler ama komşu ve iç içe olmazlar.’1 Bundan ötürü, Necranlılar Hz. Ömer’e gelip, “Bir arada oluşumuzla aramızdaki bağlar zail oldu, bizi birbirimizden ayır.” dediler.

Kişinin yakın ve komşuları olan emsal kimselere duy­duğu haset, uzaktakiler için duyduğu hasetten daha çabuk ve fazladır. Meselâ, bir topluluk dışardaki bir âlime saygı du­yarken kendi içlerindeki âlime haset ederler. Zira uzaktaki âlim nesep ve komşuluk konusunda onlarla bir değildir. Böyle bir durumla ilgili Ka'b’in, Müslim el-Hclvanî‘ye, “Akrabalarınla aran nasıl.” sorusuna, “İttiba edilen birisi­yim.” şeklinde cevap vermesi üzerine, “Öyle ise Tevrat bana yalan söylemiştir! Kendi kavmi içinde haset edilmemiş ve üzerine büyüklük taslanmamış hiçbir âlim (hakim) bulun­maz.” dediği rivayet edilir.

Yine Hişam b. Urve, babasının kendisine şöyle dediğini rivayet eder: “Yavrum, âlimi en çok terk edenin akrabaları ol­duğu söylenir. İşte bu hâl bazen hasetten bazen de başka bir sebepten ileri gelir.”

Bazen bir topluluk, kendilerinden birine haset eder de rağbet etmezler. Âlimlerine olan hasedleri bir inkâr ve garip­seme şeklinde ortaya çıkar. Bu da içlerinden kendileri gibi biri­sini üstün görmeme sıkıntısından kaynaklanır.

Gerek ortaklar gerekse kumalı kadınlar, böyle bir haset i- çindedirlcr. İşte Ümmü Rumaıfın I Iz. Aişe’ye, İfk olayı ne­deniyle söylediği şu söz bunu anlatmaktadır. “Kızım, işi büyük görüp kendine eziyet etme! Zira kumalı ve kocası tarafından sevilen kadınlardan, iftira edilmemiş olanı pek azdır!” Keza, bütün ortaklılarda durum böyledir. Kişilerin ticaret, cesaret, cemaat, güç, ibadet, ilim vb. alanlardaki hasedlerine, kendi dışındakilerden ziyade, kendi içlerinde kiler daha çok etkilidir­ler.

Haset edenlerin yolu ve yöntemi budar.

Kıskanç kişinin kendisine haram kılınmış hasedin teme­linde başkasında bulunan nimetleri çekememe ve o nimetlerin yok olmasını isteme yatar. Haramda rekabet gibi, helâl olma­yan bir sahada ortaya çıkan haset dışında, haram görülmemiş her türlü haset, ahiret ve dünya hayatı adına bir yarışmadır. Şöyle ki: Kişi başkasında gördüğü nimetlerin kendisinde de olmasını ister ve gıpta duygusuyla onu elde etmeyi arzular. Hayırdan kendisinin olmamasını istemez. Sahip olduğu nimet­lerden ötürü kendi adına bir rahatsızlık duymaz. Ancak, bir başkasının onu küçük görmesini içine sindiremez. Bu nedenle o nimete kavuşmayı arzu eder ve zevalini istemez.

Kulların hayrına olan bir konuda, nefsin kapıldığı cimrilik ve namertliğe gelince, bu haset edenlerin en kötüsüdür. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanda bulunduğu kullarına karşı kişinin içinde duyduğu haset, düşmanlıktan kaynaklanan hasetten veya buna benzer herhangi bir hasetten daha fazladır. Bu konuda kul, bir başkasında gördüğü nimet sebebiyle kalbinde bir üzün­tü duyar. Evet, başkasına verilen nimetlerin onda uyandırdığı rekabet hissi, başka hiçbir şeyde bu kadar değildir.

Dedim ki:

“Peki kişi, bir başkasında gördüğü nimetleri çekememe ve yok olmasını isteme anlamına gelen ve haram kılınmış bu ha­sedi, nasıl ve ne ile bertaraf edecektir?”

Dedi ki:

Az bir düşünce ve gayret ile. Bilmelisin ki, ona haset eden Müslümanları aldatmış, nasihatini terk etmiş ve mü’minden nimetin zail olmasını isteyen, nimet verilmesinden hiç hoş­lanmayan, şeytan ve kâfirlerden olan düşmanlarına ortak ol­muşsun. Ayrıca, Allah’ın kullan hakkındaki kaderini de be­ğenmemiş oluyorsun.

İçine düştüğü vc ne din ne de dünya adına hiçbir faydası bulunmayan bu hasedin zararını idrak edebilirsen, bu idrak seni hasetten alıkoyan Şayet Allah'a inanıyor, gazap ve aza-’ bnıdan korkuyorsan, din veya dünya adına faydası olmayacak bir şey için Allah’ın gazabını üzerine çekme. Zaten hasedini ettiğin kişiye verilen nimet yok olsa da sana verilemeyecektir. İşte hiçbir basiretli mü’min, dinî ve dünyevî faydası olmayan ve Allah’ın gazabını celb edecek olan böyle bir zarara hedef olmaz.

Bundan kurtulmanın daha kolay bir yolu da şudur: Bilme­lisin ki, haset ettiğin kişi sana insanların en sevimsizi ve düş­manlığı en fazla olan birisi de olsa, hasedinle o nimetten hiç­bir şey kaybolmaz. Eğer Allah hasctçilerin hasedini dikkate alıp ona göre muamele etseydi, haset edilenlerde hiçbir nimet bı­rakmazdı. Cenâb-ı Hak, kullarına takdir ettiği taksimatı, kıs­kançların kıskanmalarına bakmadan, devam ettirir.

Eğer Allah, kıskançların kıskanmalarına göre hareket et­seydi, nebilerde bile bir nimet bırakmazdı. Bu durum, zengin­ler ve ehl-i küfrün haset ettiği mü’minler için de geçerlidir. Evet hasetten sahiplerine kalan sadece zarardır. Zira Allah’ın kuluna itmam etmeyi murad ettiği nimet, takdir edilen zamana kadar devam eder. Kesinlikle Allah, hasetçinin hasedine bakıp ona göre davranmaz.

Cenâb-ı Hakkin şu İlahî fermanını duymadın mı? “Kitap ehlinden bir grup istedi ki, sizi saptırsınlar. Oysa sadece kendile­rini saptırıyorlar, fakat farkında değiller.” (Al-i İmren, 3/69). Mü’minleri saptırma arzusuyla kendileri sapıttılar. Böyle bir şeye sevinme, onlar için dalâlettir. Çünkü mü’minlerin tekrar dalâlete dönmelerini ve Allah’a karşı kâfir olmalarını istemekte­dirler. Allah’ın bilileri tarafından inkâr edilmesini isteyen, nebiyi ve mü’minleri aldattığı gibi, küfre girmiş vc küfrü artmıştır.

Kıskancın, düşmanlık, hazımsızlık, kibir, garipseme ve üs­tünlük taslama gibi, birisine karşı takındığı hali, şu kişinin hali­ne benzer: Bir adam, düşmanına taş atıyor, fakat attığı taş dö­nüp kendi gözüne isabet ediyor. Bunu birkaç defa deniyor ama aynı neticeyi elde ediyor ve düşmanına bir zarar veremiyor. Attığı taş hep geri dönüp kendisine isabet ediyor, neticede gö­zünü çıkarıyor. Bu misâli, düşmanına ok atan birisi için de düşünebilirsin.

İşte haset eden kişi de böyledir. Bu kişi haset etmeden ön­ce aslında nimet içindeydi. Bu nimet hasedin verdiği rahatsız­lıktan salim olma nimetiydi. Ne zaman ki, başkasının nimeti­nin hasedine düştü, işte o zaman hasetten uzak kalmanın sağ­ladığı nimet de gitti. Haset neticesinde, hem huzur hem de mü’minlerle olan samimiyet bağlan gider. Onun yerine, haset ettiği kimse için istediği günah ve nahoş durumların daha faz­lası kendisine gelir. Kıskanılan kişinin nimeti ise, zail olmayıp devam eder gider.

Bir başkasında gördüğün nimeti, başına bir sıkıntı gelse de zail olsa, diyerek arzu etsen de, bilesin ki, senin arzu etmenle o nimet zeval bulmaz ve ona bir sıkıntının isabetinden hoşlan­mandan dolayı da başına bir şey gelmez. Aksine, sen bu arzula­rınla kendi huzur nimetinin yok olmasına ve istemediğin du­rumların aynısının başına gelmesine sebep olmuşsundur. Belki de bu hâl seni Allah’ın gazabına maruz bırakır.

Başkası için istediğin kadarına maruz kalırsın. Belki, mu­radından daha fazlasına düçar olursun. Meselâ, bir mü’minin mazhar olduğu dinî nimetlerin yok olmasını isteyip onun yeri­ne sıkıntı ve meşakkatin gelmesini arzu etsen, unutma ki, iste­diğin kötülükten o kişi mutlaka salim kalır, ama sen o kötülük­ten nasibini alırsın. Bu durum, dünya nimetleri için de geçerli- dir. Yok olmasını isteyip onun yerine sıkıntı ve meşakkatin gelmesinden hoşlanman, ondaki nimete bir zarar getirmez, aksine nimet adına zararı fazlasıyla sen görürsün. İç geçirmele­rinle, ne ondaki nimetler kaybolur, ne de ona bir meşakkat dokunur. Bu nedenle Allah, “Ey insanlar! Taşkınlığınız aley- hinizedir.” (Yunus, 10/23) buyurmuştur. Şimdi, seninle, taşını düşmanına fırlatıp, taşırı geri dönerek gözünü çıkardığı kişi arasında, bir fark var mı?

Belki de maruz kaldığın belâ vc musîbet onunkinden daha çoktur. Zira sen bu hasedin neticesinde Allah’ın gazabıyla karşı karşıya geldin vc O’na karşı günahkar oldun. Ondaki nimet de yok olmadı. Üstelik işlemiş olduğun günahının cezası sana yazıldı. Bu günahla ahirette sorguya çekilecek, Allah’ın gazabı­na maruz kalacaksın. Günah yerine, gözüne attığın taş deseydi, senin için daha hayırlı olacaktı. Çünkü ölümle birlikte zaten hem gözün hem de sıkıntın gidecekti. Ama hasedin günahı ne silinir ne de eskir. Ta ki, seni hesaba çekilmek için Allah’ın huzuruna götürünceye kadar. En kötü sonuç da, bu hasetten ötürü Allah’ın gazabına maruz kalınandır. Dünyada gözsüz olman, ahirette ateşe giren göze sahip olmandan daha hayırlı­dır. Zaten anında ateş o gözü kör eder.

Hangisi daha kolaydır? Attığın taşın mı zararı daha büyük, yoksa taş misâli gönderdiğin hasedin zararı mı daha büyük? Tabii ki, yaptığın hasedin zararının yalnızca sana dönmesi, karşı tarafa bir zararı olmaması yönüyle, zarara en çok sen uğ­ramış oluyorsun. Üstelik bu kötü sıfatla başka bir zararın da, mü’rninlere karşı kalp huzurunu kaybetmelidir. Sen bu halin­le, farkında olmadan başkası için istediğin kötülüğün daha faz­lasına düçar oldun ve umduğunu da Allah sana vermedi. Neti­cede nimet onda, sızlanma sende kaldı. Ahiret hesabını nazara almazsan da, kalbini saran gam ve hüzünle, dünyevî musibet açısından başına gelen zarar daha da büyüktür.

Sanki, ne zaman bir güzellik ve nimet gördümse, arkasın­dan üzüntüye boğuldun ve bu üzüntünle ceza çektin. Sen ha­sedin azabını çekerken, Allah o kulunun nimetini devam ettiri­yordu. Şimdi sen üzüntülü o ise sevinçlidir. Zira, sen faydasız, boş yere, başkasının nimetlerinden ötürü nefsini sıkıntıya sok­tun. Bu sebeple hem keder ve gam yüklendin, hem de günah­kâr olup Allah’ın azap ve gazabıyla karşı karşıya geldin. Basiretli bir mü’min, böyle bir hali görmezlikten gelemez. Sağlam bir kalp ve düşünce, kötü bir sıfat olan hasette ısrar etmez. Zira insan Allah’a iman ediyorsa, aklı ve düşüncesiyle bu konudaki zarar ve kârını idrak eder. Değil mü’minler, ahirete inanmayan kâfirlerin bile, hasedin yalnızca kalplerini kedere boğacağını ve Allah’ın mü’min kullarına verdiği nimete engel olamayacakla­rını, dolayısıyla başkalarına bir şey olmayacağını idrak etmeleri, onları hasetten korur.

Ahirete inanmasa bile, dünyasına aklı çalışan ve bu kötü sıfatın farkında olan hiçbir kâfir yoktur kı, bu biliş ve farkına varış onu, hasetten uzak tutmasın. Kâfir böyle olunca, ya ahirete inanan bir mü’min nasıl olmalı? Evet mü’min hasette büyük bir günah olduğunu bilir ve bu konuda Allah’ın gaza­bından kendini emin görmez.

Durum böyle olunca, hasedi kabullenmek bir tarafa, kal­ben bile ona yönehnemelidir. Ancak bu şekilde onu nefyedebHir. Bunun böyle olduğuna inanan anlar ve bir daha ona düş­memek için azmini kullanır. Diğer yandan da onunla karşı karşıya kalmamak için hassas ve temkinli olup kaçınır.

Sahibi tarafından kabullenilip define çalışılan hasedin, kalbe arız olduğu zaman, izalesini güçleştiren başka bir husus da şudur: Gerek dinî gerekse dünyevî konularda kapıldığın haset, İblisin sana olan hasedindendir. Çünkü mü’minlerden herhangi biri, kendisine ihsan edilen dinî nimetler açısından ya senin üstündedir ya senin seviyelidedir ya da senden aşağı bir derecededir. Şayet o mü min kardeşin, dinî nimete maz- har olma açısından senin üstünde bir yerde ise, sen onun amel ve ilmine sendekilerle ulaşamazsın. İblis, mü’min kar­deşine lütfedilenlere olan muhabbetinden rahatsızlık duyar ve böyle bir şeye sevginle iştirak etmene haset eder. Yaptıkların­da senin takdir ettiğin o kişiye sevginle ortak olmam İblis, hoş karşılamaz. Kalbinde, onu kıskanmaya sevk eden duygular atar. Bunu, ilim ve ameliyle önünde olan kardeşine, sevginle ortak olmaman için yapar. Derken senin nazarında onu, buğza müstahak biri olarak gösterir. Buna ilave olarak, ondaki nimetlerin yok olmasını sana sevimli hale getirir. Çünkü İb­lis, bir mü’mine verilen nimetlere karşı senin sevgi ve rızâ ile mukabele etmenin, seni onun ecir ve sevabına ortak edeceği­ni çok iyi bilir. Bu yüzden içine, onun amel ve ilim yönün­den üstünlüğünü kerih gösterecek bir duygu atar. Ve yine İblis, amelinde gerisinde kaldığın kardeşinin, sevginle de be­raberinde ortağı olmaman için, ondaki nimetlerin kaybolma­sını sevdirir.

Hz. Peygamber’in, “Bir kavini sevdiği halde onlara ka­tılmayan kişi hakkında ne dersin?’1 diyen A’rabîye, “O sevdi­ğiyle beraberdir.”  dediğini duymadın mı? Bu hadîsi Safvan b. Assai rivayet emiştir. Kıyametin ne zaman kopacağını soran bir A’rabîye de Hz. Peygamber, “Ona ne hazırladın?” demiş, A’rabî, “Allah ve Resûlü’nün sevgisinden başka ne namazdan ne de oruçtan ciddi bir hazırlığım yok.” cevabını verince, Hz. Peygamber, “Sen sevdiğinle berabersin.”  bu­yurmuştu. Hz. Enes şöyle der: “Müslümanlar İslâmiyetle- rinden sonra, o günkü kadar sevinmemişlerdi. Bu müjdeli haber, Müslümanlıklarından sonra, onlar nazarında en gü­venilir amelleriydi.”

Ebû Mûsa, Hz. Peygambere, “Ya Resûlallah, bir adam ki, namaz kılmaz ama namaz kılanları sever, oruç tutmaz ama oruç tutanları sever.” dedi ve benzeri birkaç şeyi daha saydı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “O sevdiğiyle beraberdir.” dedi. Bir zatın Ömer b. Abdilazizhn yanında şöyle dediği nak­ledilir: “Alim veya öğrenci olmaya gücün varsa, ol. Buna gücün yetmezse onları sev. Buna da gelemiyorsan, onlara buğz etme.” Ömer b. Abdilaziz de, “Sübhanellah, Allah onun için mutlaka bir çıkış yolu ihsan etmiştir.” dedi.

Nefsin muradı, seni, senin en faziletli amellerinden yüz çevirmektir. Ameli tam veya amelinde ihmali olan birisi olsan da bu durum fark etmez. Sen ameli tam olan birisi olarak gelip geçmiş nebi ve sıddıkları sevmenle, onların taatleriyle sevinen birisi olursun. I Iz. Peygamber’in işaret ettiği gibi, sevgi ve mu­habbetinle onlarla beraber olursun.

Amelinde kusurlu olan birisi isen, sevgi ve rızânla on­larla beraber olmayı kaçırmamışsındır. Bilirsin ki, nefsanî bir istek, seni herhangi bir bahaneyle onlara karışmaktan menetmiştir. Onlardan yüz çevirmekle kalmamış, buğza, aldatmaya, hatta güç vc kuvvetlerinin kaybolmasını arzula­maya da itmiştir. Böylece haset ettiğin kişiye hem kavuşma fırsatını kaçırmış, hem de günaha girip üzüntünü artıran birisi olmuşsun.

Keşke sen, ona (haset ettiği kişi) yetişememekten ötürü, üzüntüsü artan kalbin karşısında bari bu işin günahından uzak kalabilseydin. Ancak sen, onun seni geçmesi karşısında günaha girdin. Haset ettiğin zatın kurtulduğu yerde sen helâk olmaya müstahak oldun. Kendini bu duygudan alıkoyabilscy- din, hem sevap alırdın hem de bu hastalıktan salim olurdun. Ama sen, haset ettiğin kişinin sevap aldığı bir şey üzerine günah işledin.

Şöyle bir hadîs rivayet edilmiştir: “Cennet ehli üç gruptur: İhsan sahipleri, onları seven, bunlara zarar vermekten kendini alıkoyan.”  Muhsine zarar vermekten kendini alıkoydu, Cen- net’e hak kazandı.

Haset eden baksın, zarara giren kim, hayrına engel olunan kim, nimeti zail olan kim, aldanan kim; kendisi mi yoksa haset ettiği kimse mi? Haset edenin hasediyle birisinin başına gelen zararın ve bu sebeple ondaki nimetlerin yok olmasının sana bakan yüzü daha büyüktür. Zira bu sefer de sen bir başkasının hasedine hedef olmaktan kurtulamazsın. Her hasidin birisini zarara uğratması demek, sende de herhangi bir nimetin kal­maması demektir. Rabb’inin sana ihsan ettiklerini kıskananlara bir şey vermemesini istemektense, sana yakışan O’na olan şü­kür ve muhabbetinden dolayı O’nun kullarını kıskanmamaktır.

Hasette günah olmazsa bile, sana, Allah’a isyan etmemek yaraşır. Çünkü Cenâb-ı Hak, sana nimetini tamamlıyor. Haset edenler ise, hasret ve ızdırapları ile baş başa kalıyorlar. Onların bu konudaki şiddetli istek ve arzulan geri tepmektedir. Din adına kaybettikleri ise, başka bir zarardır. Allah’ın, onların se­nin aleyhinde olan isteklerini yerine getirmemesi, O’nun bir lütfü, keremi ve fazlıdır. Bundan ötürü Allah’a şükret.

Senden başka kimsenin peşine düşmediği hasedi bırak. O haset ettiğin daha sana haset etmiş olsa bile, terk et. Allah’ın kullarına olan taksimatına razı ol. Bunu böyle yapmazsan, O’na olan sevgine muhalefet etmiş ve muhalefetin gerektirdiği ceza­yı hak etmiş olursun. Ona haset etmeden önce var olan selâmet ve nasihat nimetinin yok olmasından başka, ona haset ettiğinde dinî ve dünyevî bir nimetin senden zail olmayacağından emin değilim. Senin bir başkasından yok olmasını istediğin şey, ceza olarak sana döner. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: “Kötü tuzak ancak sahibine döner.” (Fatır 35/43).

Bu tuzak kurmak isteyen gibidir. Başkasına kötülük yap­mak ister, oyunu onun başına döner. Haset eden de boyledir. Nimetlerin zail olması ve başına belâ gelmesi gibi, başkasına istediği şeylerin, aynen başına gelmemesinden emin değildir. Böylesi birisinden şöyle dediği rivayet edilir: “Ben Osman için ne temenni ettimse, aynen başıma geldi. Hatta ölümünü de temenni etseydim o da başıma gelirdi.”

Ahiret azabı korkusuyla hasedi bırakmazsan da bari, Al­lah’ın dünyada vereceği, hasedinin misli bir cezaya maruz kalacağın korkusuyla vazgeç! Allah’ın, kıskandığın kimseye lütfunu, ihsanım devam ettirip, senin içten içe yanman ve fenalaşmana sebebiyet vermesidir. Bu yüzden sana düşen, ahiret azabından kendini emin görsen bile hasedi terk et­mektir.

Hem Allah ve Resûl’ünün zemmedip kızdığı bir hususta kendini nasıl emin görebilirsin? Zira Allah, kitabının değişik yerlerinde bu duruma işaret edip haset ehlini zemmetmiştir. Geçmiş ümmetlerin arasını açan ve aralarına dinî ihtilafın gir­mesine neden olan hususun haset olduğu Kur’ân’m verdiği haberler arasındadır. Bu halin seni dinî ve dünyevî bir cezaya götüreceği konusunda bir korkun ve günah endişen olmazsa bile, sana yakışan, kalbini gam ve keder azabından kurtarmak için hasedi terk etmektir.

Hiçbir şey için terk etmesen bile, sana lâyık olan, zikredi­len şu son husus için mutlaka hasedi terk etmendir. Aksi tak­dirde muradına erememiş, kalbini üzüntü ile azaplandırmış, aklı olmayan bir bunak olmuş olursun. Özellikle hasetten uzak kalmanın gereğini anlatan hususları açık bir şekilde anlattım. Zikredilen birinci sebebe aklın yatmazsa bile belki ikinci sebe­be yatar. Nefsin bu İkincisine de yanaşmazsa, üçüncüsüne veya dördüncüsüne razı olabilir.

Bunları iyi düşün ve nefsine nasihat et. Bu mesele ehl-i diyanet ve ehl-i dünyanın hepsine şamildir. Kıskançlığın sebep olduğu cezaların bir kısmı daha dünyada iken, peşin bir ceza olarak verilir. Kalbi sıkıntı ve dünya adına hiçbir faydası olma­yan büyük bir endişe duygusu bu cezadandır. Allah’ın kullarına karşı nefsini aldatıp dinin elden gitmesi ve ilahi taksimata karşı hoşnutsuzluk izhar etme gibi kötü bir duruma maruz kalmak da söz konusudur.

Kişi Hasedi Nefyettiğini Ne Zaman Bilebilir?

Dedim ki:

“Hasedi açık bir şekilde beyan edip, onun ne denli zararlı bir şey olduğunu açıkladın. Şimdi ondan bilerek kurtulmayı istiyorum. Hasedi nefyeden izahlarınla nefsime dönünce onu kalbimden attığımı bilmemin delili ne olabilir? Nasıl emin olabilirim? Zira anlattığın bir çare ile nefsime nasihat ettiğim zaman, bazen içimde, Allah’ın kullarına verdiği nimeti çeke­meyen ve zevalini isteyen gizli bir karşı koyuş hissediyorum.”

Dedi ki:

“Ne düşmanın olan İblisi susturmaya ne de fıtratını, seni hasede çekip götürmeyecek bir şekilde değiştirmeye, gücün yeter. Düşman, bir kere haset telkiniyle yaklaşınca, neredeyse, nefsine sahip ve hakim olmaya gücün yetmez hale gelirsin veya tabiatın buna sessiz kalır. Zaten sen, fıtratını, çekişmesi olma­yan, gafleti bulunmayan bir şekle sokmakla mükellef değilsin.

Bu ancak meleklerin tabiatıdır. Senin mükellef olduğun husus, aklınla Allah’a bağlanmak ve ondan gayrısına itaata meyletme- mektir. Düşmanının telkini ve tabiatının dürtüsüne rağmen, bir emanet olarak Allah’ın sana verdiği aklının marifetiyle bun­dan kurtulmayı murad etmen, senin onu, aklen çirkin görüp istemediğini gösterir. Böylece aklınla kerih görüp meyletmek­ten kaçındığın hasetten, kurtulmuş olursun.

Kalplerde çekişen ve şerre çağıran kötü duygular hep böy- ledir. Şayet kerih görmekle, hasedi aklen uzaklaştırabilmiş isen, nefsin dürtüsü ve aklın telkinleri sana zarar vermez.

Haşan, I Iz. Peygamber’den şöyle bir rivayette bulunuyor: “Mü'mirilerde üç şey var ki çıkış yolları bulunur: Uğursuz sayma, haset ve zan. Uğursuz saymanın çıkış yolu, ona bir daha dönmemektir. Hasedin çıkış yolu, ona rağbet etmemek ve aşırıya gitmemektir. Zarının çıkış yolu ise, onu gerçek görmemektir. Hz. Peygamber, ona rağ­bet etmeyen, başkasının başına belâ gelmesini ve nimetlerinin gitmesini istemeyen kişinin, hasetten kurtulacağını haber ver­mektedir.

Hased Organlarla Olur Diyenlere Reddiye

(“Haset kalpte kaldığı vc etkisi organlardan dışarı çıkmadı­ğı sürece, zarar vermez.” diyenlerin yanlış oldukları vc bunun İlmî gerçeklere uymadığı konusu)

Dedim ki:

“Hasan‘dan haset konusu sorulduğunda, “Kalbinde gizle, açığa çıkmadıkça zarar vermez.” şeklinde cevap vermiştir. Bu söz hakkında ne dersin?”

Dedi ki:

65 Muntahabu Kenzu’l-Ummal, VI. 371.

“Bunun anlamı doğrudur. Kişi hasedini içinde tutup dışarı çıkarmazsa, kerih gördüğü için bunu yapmış ve onun için dışa­rı çıkarmamıştır. İşte benim kerih görerek reddetme şeklinde anlattığım anlam budur. Çünkü hasedi kerih görmek kişiyi, onu açığa vurmaktan, neticede hasedi dil ve organlarıyla kul­lanmaktan meneder.

Hasanhn da ifadesinde yer aldığı gibi, hasedi içinde tutma­yıp onu dışarı vurmada sakınca duymayan, fakat, onu kendisine açacağı bir yer ve kişi de bulamazsa bu şahıs, kullara bahşedilen nimetlerden rahatsız olup zevalini arzu etmesi nedeniyle yine haset ediyor demektir. Çünkü haset kalbi bir iştir. Kalbin hasedi, dil ve el ile kullanması ise, daha büyük bir günahtır. Kardeşleri­nin Yûsuf a yaptığı gibi.

Kişi, kabul eden birisinin yanında, hasedini yalan, gıybet ve ta’n u teşni ile kullanarak açığa vursa ve bununla birini ilimden, sılay-ı rahimden, kendisine yapılan bir dua veya yardımdan mahrum etse ya da organlarla ona bir eziyet verse, bütün bunlar haset değil, hasetten ileri gelen işlerdir. Haset onu bu işlere sü­rüklemiş ve neticede, haset ettiği şahsa karşı, Allah’ın hoş gör­mediği fiillerde bulunmuştur.

Eğer bu haset olsaydı, o zaman kulların, rağbet, korku ve dünya talebi adına bütün fiilleri haset olurdu. Kulların birbirine olan bütün kötülük ve taşkınlıktan haset olurdu ki, bu aklı başında bir insanın diyebileceği bir iş değildir. Zira haset kalbe aittir.

Cenâb-ı Hak, haset edenleri şöyle anlatıyor: “Size bir iyi­lik dokunsa onları üzer." (Al-i İmraıı, 3/120). “Kitap ehlinden olan kâfirler de, puta tapanlar da size Rabb’inizden bir hayır indirilmesini istemezler." (Bakara, 2/105). “Kitap ehlinden bir grup istedi ki, sizi saptırsınlar." (Al-i İmran, 3/69). “Kitap ehlin­den çoğu sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler." (Bakara, 2/109).

Allah hasedi, kullarına iman, muhabbet, hayır, fetih, nusret vs. adına bahşettiği iyiliklere karşı, kalplerin gösterdiği rahatsızlık olarak tanımlayıp, onun organlara değil, yalnız kalbe ait olduğunu bildirmiştir. Her ne kadar kişi, düşmanını ve kendisiyle çekişen tabiatını susturamıyorsa da, hasedini kerih görerek, açığa çıkmasına engel olursa, kalbini onunla iş yap­maktan, organlarını da onu kullanmaktan alıkoymuş olur. İşte Hasan‘ın sözü de bu anlamdadır. Çünkü kulun tabiatını değiş­tirmeye ve düşmanını susturmaya gücü yetmez. Ancak onu içinde tutup kullanmanın önüne geçerse, böylece hasedini nefyetmiş ve azalanın ondan uzaklaştırmış olur.

Bir grubun Hasanhn sözünü delil göstererek, “Haset, an­cak organlarla fiiliyata dökülürse zarar verir.” deyip, hasedin kalbî değil fiilî bir husus olduğunu söylemeleri nedeniyle bu konuyu açık bir şekilde izah ettim. Allah Teâlâ da hasedin or­ganlarla değil, kalple olduğuna şu şekilde işaret etmiştir: “On­lar (Ensar) onlara (Muhacir) verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilim) duymazlar.” (Haşr, 59/9).

Bu âyet kıskançlığın organlarla değil kalbe ait bir husus olduğunu vc onu kullanmanın bizzat haset olmayıp, hasetten kaynaklanan bir iş olduğunu göstermektedir.

Hasedin Zülüm Yanı Var mıdır?

(Haset edenin arzu ettiği şey, haset edilenin başına gelince, zulüm etmiş oluyor mu? Yoksa sadece haset edenle Allah ara­sında bir günah mıdır?)

Dedim ki:

“Birinde gördüğüm nimetlerin bende rahatsızlık uyandır­ması nedeniyle, zevalini istememle, başına o nimetleri yok ede­cek bir belâ gelse; meselâ, zenginliği yerine fakirlik, sıhhati yeri­ne hastalık, ılım yerine cehalet, masumiyet yerine hizlan, setr yerine hatalarının açığa çıkması durumu hasıl olsa, ben de bun­dan pişman olsam, acaba haset ettiğim kişiden helâllik istememi • gerektiren bir zulüm yapmış olur muyum?”

Dedi ki:

“Eğer bu haset, organları kullanmaya götürmeyip sadece kalpte kalmış ise, bu şenle Allah arasında bir günahtır. Çünkü, Allah’ın nehyettiği bir hususta, kulları hakkında O’na isyan etmiş oluyorsun. Bunda haset edilene karşı bir sorumluluk yoktur. Dolayısıyla helâllik dilemeyi gerektirmez. Kalpte kaba­ran haset duygusu, gıybet, yalan, başını bir sıkıntıya sokma veya bir malı gasbetme gibi bir şeye sebep olursa, işte o zaman helâllik dilemen gerekir.

Kalpteki kıskançlık, bu mezmûm sahaya taşmazsa, bu durum yalnızca büyük bir günah olarak kalır. Bu günah, organların sebep olduğu ırz, mal ve nefsle alâkalı, kullar arasında kısas gerektiren bir zulüm yerine geçmez. Fakat, içinde kısası gerektirmeyen nice şey vardır ki, kısas gerektiren çok şeyden daha büyüktür.

Hadîste varid olduğu üzere haset, ateşin odunu yakıp bi­tirdiği gibi, hasenatı bitirir.

Hülasa haset, yukarıda bildirdiğim gibi, kalbe aittir. Ama, hasedin organlarla kullanılması, hasetten kaynaklanan bir iştir. Şayet hasedin organlarla kullanılması da bir haset olsaydı, o zaman gıybet, yalan, vurma, öldürme, hırsızlık gibi şeyler haset olurdu. Sayılan bu işlerin hepsi birer günahtır. Bunlar bazen hasetten, bazen de kibir, riya, dünya sevgisi veya fakirlik korku­sundan kaynaklanırlar. Bütün bunları, başka türlü tevil eden yanılmış ve dinin sahih alanından çıkmış olur.

MÜRİDİN TERBİYESİ
VE
HİDAYETE ERDİKTEN
SONRA FİTNEDEN
SAKINDIRILMASI

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Dedim ki:

“Gece vc gündüz saatlerinde benim yaşantım nasıl olmalı?”

Dedi ki:

“Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir).” (Zümer, 39/42). İbn Cüreyc şöyle demiş­tir: “Ruh ve nefis insanın içindedir. Ruh ve nefis arasında gü­neş ışığına benzer bir perde bulunmaktadır. Allah, nefsi vefat ettirdiğinde ruh insanın içindedir. Allah nefsi vefat ettirmişse, ruhu içinden çıkar. Şayet insan ölmemişse, nefsi ona iade eder ve nefis, insan uyanmadan önce yerine yerleşir.

İbn Abbas, buna benzer şeyler söyler. Ancak şunu da ilave eder: “Nefis, akıl demektir. Rabb’imiz bize haber verir ki, O nefisleri uykuda vefat ettirir. Dolayısıyla bizim uykudaki gaflet­ten sakınmamız gerekir. Bu sakınmayı da, günahlardan temiz­lenme vc bunu da ancak Ccnâb-ı Hakk’ın rızâsını elde etme gayesiyle yapmak gerekir.

Allah’ın rızâsını gözetmenin tezahürü ise, günah perdesini yırtmamak, Yüce Yaratıcı’ya muhalefet eden şeyi kabul etme­mektir. Çünkü Allah, kendisinden bir rahmet ve nimet olarak bizim uyku esnasında gaflet üzere ölüme aniden yakalanmak­tan sakınmamızı istemektedir.

Hz. Peygamber de uyumak istediğinde şu duayı okur­du: “Allahım, senin adınla ölüyor ve senin adınla diriliyo­rum.”  Hz. Peygamber uzanıp uyuyacağı sırada şöyle dua ederdi: “Allah'ını, ruhumu kabzederseıı onu bağışla ve merhamet et. Şayet yaşatırsan, onu, salih kullarını koruduğun gibi koru.”

Allah korkusuna sahip mürid, her an ve pozisyonda ve bilhassa uyku esnasında, ölüme ansızın yakalanmaktan kendi­sini emniyette saymamalıdır. Uykuda vefat etmekten ve bir daha hiç uyanmamaktan korkmalıdır.

Şayet mürid bu hususta kalbini havfa ikna etmişse, bun­dan sonra Allah’ın onun ruhunu, hoşnut olmadığı, Allah’ın yasakladığı şeyleri işlemek ya da hukukullahtan bazı şeyleri zayi etmek gibi şeyleri ısrarlı bir şekilde yaparken, uykusunda kabz edivermesinden sakınmalıdır. Böylece yapmış olduğu şeyler­den ötürü, Allah kendisine pişmanlık ve tevbe etme azminin yanı sıra, şayet sabahlarsa Allah’ın kerih gördüğü şeylerden kaçınma, üzerine yapması gerekli olan şeyleri eda etme ve zulmen ele geçirmiş olduğu malı sahiplerine iade etme, onlara dil uzatmışsa helâllik alma konusunda kendine azim verir.

Böyle bir kimse uykuda ölüme yakalanırsa, inşaâllah gü­nahlarından mağfiret olunarak Allah’a kavuşmuş olur. Eğer ertesi güne sağ olarak çıkarsa onun tevbe üzere bulunma azmi Allah’a karşı haya sahibi olmayı da sağlar. Çünkü kul Allah’a karşı davranışlarında azim göstermekle O’na karşı hayâlı dav­ranmaktan daha ziyade yakınlık kazanır.

Kişi, sürekli nefsine şunu hatırlatmalıdır: “Ey nefis! Dün Allah’a söz vermiştin. Ne de çabuk sözünü unutuyorsun? Ne­den Allah’a karşı azim ve sebat göstermiyor ve buna bir gün dahi vefalı davranmıyorsun?” Durum böyle olduğundan, sen her yaşadığın gün uyumadan önce tevbeni yenilemeksin.

Sabaha ulaştığın her gün Allah’a hamd etmelisin. Çünkü Allah seni uykunda vefat ettirmedi ve sana hayât verdi. 1 Iz. Peygamber de uykusundan uyanınca şöyle dua ederdi: “Beni uykuda öldükten sonra dirilten, uykumda vefat ettirmeyen Allah’a hamd olsun.”

Sonra nefsine vefalı davranmayı öğütle ve ona Allah’la sözleşmesinin daha yeni olduğunu hatırlatarak nefsini Rabb’ine karşı hayâlı davranmaya teşvik et.

Uykuya dalmadan önce her defasında azmini yenile, uy­kuyu ölüm için bir ibret olarak hatırla; çünkü sen uykunda âdeta bir ölü gibisin. Nitekim Cenâb-ı Hak uykuyu vefat ola­rak isimlendirmiştir. Dolayısıyla uykunda seni vefat ettirme­sinden endişe duymalısın

Sabahladığında ise tekrar dirilmeyi haşir ve neşri, Allah’ın huzuruna hesap için çıkacağını düşün. Zaten Allah, sabahlamayı ba’s (yeniden dirilme) olarak isimlendirmiştir. Bu da haşir ve neş­re benzediği içindir. Hz. Peygamber uyandığında Allah’a dönüşü hatırlayarak şöyle duada bulunurdu: "Allah'ım Senin sayende dirili­yor, Senin sayende ölüyorum, dönüş de Sanadır.>,M

O halde sen uyanır uyanmaz ilk yapacağın şey Allah’a hamd ile güne başlamandır. Çünkü Allah seni vefat ettirme­miş, uykundan uyandırmıştır. Ayrıca ahirette Allah’a dönüşü de hatırlamalısın.

Yataktan kalktığında elbiseni giymeye yönelirken, teset­türle emredildiğin üzere elbiseni setr-i avret için giymeye niyet etmelisin. Ayrıca Allah’tan ve meleklerinden hayâ duymalısın. Gerek cin gerekse insanlardan yanında buluna­bilecek kimselerin gözlerinden sakınmak üzere tesettüre yöneltmelisin.

Sabahleyin mümkünse misvaklanmalısın. Bunda da ağız temizliğini, Allah’ın rızâsına ve Hz. Peygamberin sünnetine ittiba etmeyi niyetlenmeksin.  

İhtiyacın varsa, abdcst bozarsın, sıkıntı veren şeyleri izale edersin ki, onlar seni namazdan alıkoymasın. Bu tedbiri almak­la aynı zamanda Hz. Peygamberin emrine ittiba etmiş olursun. İhtiyacını gidermek için helaya gireceğinde I Iz. Peygamberin de yaptığı şu duayı okursun: “Bismillah, maddî-manevî pislik­lerden ve kovulmuş şeytandan Allah a sığınıyorum.”

Helâdân çıkınca yine Hz. Peygamber’in okuduğu şu duayı yap: “Bana sıkıntı veren şeyi benden gideren ve faydalı olanı bırakan Allah’a hamd olsun.” '

Bundan sonra abdcst alırsın. Önce Hz. Peygamberin sün­netine ittiba ederek ellerini yıkarsın. Ama taharetlenirken te­mizlenmeyi sol elinle yaparsın. Temizlenmede Allah’ın hoş­nutluğunu düşünmelisin. Zira O, âyeti kerimede “Allah tevhe edenleri ve tetnizlenenleri sever.” (Bakara, 2/222) buyurmuştur. Bu âyet su ile temizlenen Küba halkı hakkında inmiştir.

Sonra abdcst azalarını, Allah’ın emir buyurduğu farzları yerine getirmek için yıkarsın. Bu sayede namazın farzını da eda edersin. Çünkü Allah abdestsiz namazı kabul etmez. Bu sebep­le abdesti emir buyurmuştur. Hz. Peygamber’in: “Abdestsiz namaz hiçbir surette kabul olunmaz.  buyurmasına binaen, Al­lah’ın rahmet kılarak makbul tuttuğu ibadet, ancak taharet ve abdestli olarak yapılan ibadettir.

Bu farzları eda ederken, Allah’ın, senin namazını kabul etme ümidini kalbine sürekli hatırlatmalısın. Her defasında ağıza, buruna su verişte, abdest azalarından herhangi birini yıkayışta o uzvunla işlediğin günahlara keffaret olmasını ümit et. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Mii’min kulun abdest azalanım ulaşan su, onun günahlarına keffaret olur. Öyle ki elini yıkadığında eline ait günahlara keffarettir.” Devamında Hz. Peygamber, abdest azalanın tek tek sayarak her birisinden vuku bulan günahlara keffaret olacağım zikretti.75

Abdesti bitirince mescide gelirsin. Mescide gelmede na­mazı cemaatle eda etmeye niyet edersin. Bununla hem Hz. Peygamber’in sünnetine itti bayı, hem de farzı eda etmede Müslümanlarla yardımlaşmayı, orada hazır bulunan mü’min- lerle birlikte dua ile Allah’tan yardım ummayı niyet etmelisin. Çünkü sen, mescidde Allah’ın ziyaretçisi hükmündesin. Bu ziyaretinde Süleyman’ın naklettiği şu mânâyı tefekkür et: “Her kim mescide gelirse, o Allah'ın ziyaretçisidir. Ziyaretçiye ikram etmek ev sahibi üzerine bir haktır/’14 Biz de Allah’ın sana rızâ ve Cen­neti ile ikramda bulunmasını ümit ederiz.

Namazını bitirince, mescidde bulunup nafile ibadete de­vam etmek, yoksa evine gitmek ya da maişetin için işe koyul­mak mı daha hayırlı ve gerekli olduğunu tercih etmelisin. Bun­lardan hangisi evlâ ise ona yönel.

Evine girince Allah’ın kendilerini veli dostlar olarak nite­lendirdiği mü’min kimselere karşı şefkat göstermeyi prensip haline getir. Zira Allah dostları, Allah’ın kendilerine yakınlık verdiği ve Cennetine lâyık kıldığı kimselerdir. Nitekim onlar Cennet’e ulaştıklarında şöyle diyeceklerdir: “Biz daha önce de aile fertlerimize karşı şefkatte ileri derecedeydik.52/26). Hatta onlar aile fertlerine karşı bu şefkatlerinden dolayı gıpta duyulacak seviyededirler.

Sen de kalbini Cennetteki Allah dostlarından şefkatli olanlarla birlikte emniyet içinde o makama erebilmek ümidi ile şefkatli olmaya yönlendir. Şayet insanlardan birisi hatalı yola     girerse, sen onu Allah’ın emirleri doğrultusunda dosdoğru gidebilmesi için kötülüklerden alıkoy. Bu onları Cehennem ateşinden koruman demektir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyu­rur: “Nefislerinizi ve ehlinizi Cehennemden koruyunuz." (Talırim, 66/6). Bir tefsirde şöyle ifade edilmiştir: “Siz onları talim ve terbiye ederek koruyunuz.”

Eğer bir ihtiyaç için çarşıya çıkmayı istersen, dışarı çıkma­dan önce iyi ııiyetlcıini öncelikle pekiştir. Yolda, çarşıda Allah’a itaat etmeye dair niyetini sürekli yenile. Çünkü senin ecrin niyetin ölçüsündedir.

Ka’b’ın rivayet ettiği şu haberi bilir misin ki, o Allah’ın ki­tabında şu üç hususu tespit etmiştir. “Şehitler üç kısımdır. Birincisi, malını Allah yoluna vererek sevabını Allah’tan uman, canıyla da İslâm topluluğuna destek olan fakat niyetinde ne başkasını öldürme ne de öldürülmeyi düşünmediği halde, kendisine isabet eden bir kaza okuyla vefat eden insandır. Bu, durum o kimsenin kanından akan ilk damlayla günahlarının mağfiretine vesiledir. Şehid kimse ev halkından yetmiş insana şefaat edecektir.

İkincisi, sevabını Allah’tan umarak malını Allah yolunda sarfeden, canıyla da İslâm ordusunu destekleyen ve niyetinde de düşmanı öldürmek arzusu bulunup kendisinin ölmesini arzu etmeyen kimsedir. Fakat burada bir kaza oku gelip canını aldığında bu kimse Cenncfte Hz. İbrahim Halilurrahman ile beraber omuz omuza bulunacaktır.

Üçüncüsü, Allah yolunda malıyla ve canıyla cihad eden, sa­vaşta İslâm cephesinde yer alan, Allah yolunda öldürüp, öldürül­meyi niyet eden kimsedir. Buna bir kaza oku isabet ettiğinde, bu kimse Ccnııet‘te Allah ın arşı altında kılıcını çekmiş bir vaziyette mücahid olarak haşrolur. Bu şehit, dilediğine şefaat edebilir. Onun için günah ve isyan diye bir şey kalmaz, hepsi affolur.

Hâlbuki bu üç kimse Allah yolunda mallarını vc canlarını ortaya koymada eşit davranmıştı ve üçü dc öldü. Fakat niyet­leri nispetinde, İkincisi birinciden, üçüncüsü de İkinciden üstündür. Çünkü birinci kimse ne ölmeyi ne de öldürmeyi niyet etmişti. İkinci şahıs ise öldürmeyi istemiş fakat ölmeyi niyetinden geç irme m iş tir. Üçüncü şahsa gelince o niyet ve himmetini alî tutmak suretiyle birinci vc ikinci şahıstan üstün hale gelmiştir. Zira o hem Öldürmeyi hem de Allah yolunda şehit olmayı niyetinden geçirmiştir. Ka’b devamında şöyle der: "‘İşte bu üç satır Allah’ın kitabında bulunmaktadır. Onu haber veriyorum.”

Ibnu’l-Mübarek’in bir arkadaşı şunu nakleder ki, o Mekke sokaklarında yürürken şunu mırıldanmıştır: “Develeri güderim ama dedikoduları gütmem.”

Niyetini alî tuttuğun ölçüde ecrin büyük olur. 1 lerhangi bir işe teşebbüs ettiğinde gücün yettiği ölçüde niyetini alî tut. Eğer böyle yaparsan hem niyetin hem davranışların büyük ecrini kazanırsın. Hatta pratikte onu gerçekleştiremesen bile niyetinin mükafatını alırsın.

Çarşıya çıkarken niyetinde şunlar bulunmalıdır: Bir mec­lise rastlarsan onlara selâm vermek, bir mazlumu görürsen yardım etmek, bir münker görünce onu gücün yettiğince de­ğiştirmek ya da kalben buğzctmek, yolda eza veren bir şeye rastlarsan onu yoldan kaldırmak, tanıdık ve arkadaşlara rastla­dığında onlarla selamlaşmak, mümkün mertebe Allah rızâsı için onların hâl ve hatırlarını sormak, akraba vc diğerleri için de aynı şeyleri gözetmek. İnsanların işlerinde, senin yardım edebileceğin bir husus varsa, yardım etmek. Bu sayede selam­laşmanın, hâl hatır sormanın, yardımlaşmanın sevabına peşi­nen ulaşırsın. Ayrıca sıla-i rahim yapar ve Allah’a karşı da hamd ü sena da bulunursun.

Başkasını sevindirmeyi kastederek karşındakilere selâm ver­meye niyet edersen, hem selamınla hem de onu sevindirmekle sevap alırsın. Eğer sevinmezse bile, aranızda bir samimiyet oluşur ve sen ona selâm vermek, hâl hatırını sormakla onun Allah’a hamdetmesine sebep olmuş ve sevap kazanmış olursun. Nitekim, İbn Ömer‘in şöyle dediği nakledilir: “Ben özellikle selâm verip selâm almak ve bununla Allah’a hamd edilmesi için dışarı çıka­rım.” Fudayl b. Amr mürsel olarak şu rivayeti nakleder. Hz. Pey­gamber bir adamla karşılaştı. Ona, “Nasıl sabahladın?” Adam, “Sağ­lık ve afiyet içinde!” dedi. I Iz. Peygamber, “Nasıl sabahladın?” so­rusunu tekrar edince adam yine “Sağlık ve afiyet içinde!” cevabını verdi. Hz. Peygamber üçüncü kez sorusunu tekrarlayınca adam, “Allah’a hamdolsun hayır üzere sabahladım.” dedi. Hz. Peygam­ber, “işte benim aradığını cevap budur.” buyurdu.

Hz. Ömer bir adama, “Nasılsın?” diye sordu. Adam, “Al­lah’a hamdolsun, hayır üzereyim!” dedi. I Iz. Ömer de O’na, “Ben de böyle bir cevap vermeni beklemiştim.” dedi. Yani Al­lah’a hamd etmesi için hâl hatırını sormuştu.

Karşılaştığında yüz çevirecek ya da kederlenecek birisi var­sa ve seninle karşılaşmak suretiyle Allah’a karşı saygısızca sözler sarf edecek, şeytanın onu kullanmasına sebep olacaksa, o kim­seyle sclamlaşmasan da niyetinden ötürü sevap alırsın.

insanlarla selamlaşmada daha önceki niyetini kalben hatır­lamaya çalış. Her ne kadar selamlaşmada niyetini yenilemesen bile, daha önceki niyetin sana kâfi gelir. Bu niyetin, insanların seni övme isteği veya yerme endişesi, ya da onlardan maddî bir menfaat edinme arzusu gibi mülahazalar kalbini kuşatıncaya kadar yeterlidir. Şayet senin kalbine bu tür arzular doğarsa, senin kalbinden halisane yaptığın niyeti giderir ve sen niyetine göre değerlendirilirsin. O halde azîz ve celîl olan bir tek Allah için selamlaşmaktan geri durma.

Bir de riyaya sürükleyen hatırlar meydana gelemeden önce dikkatli ol ve sakın. Çünkü düşman kendisinden emniyette olduğunu hissettiğin bir esnada senin karşına çıkıverir, kalbine hatırlar hücum eder ve seni endişelere düşürür. Yahut seni överek gafil avlayabilir. Seni, selamlaşmadaki ve hâl hatır sor­madaki gerçek sevabı ve niyeti düşünmekten alıkoyan Artık bundan sonra kalbine doğan hatıra kapılır, selamlaşma ve hâl hatırdaki sevabı düşünmez olursun.

Halk arasında selamı yaymanın büyük ecir ve mükâ­fat verdiğini unutma. Nitekim Hz. Peygamber şu sözle­riyle bunu emir buyurur: “Aranızda selamlaşmayı yayınız.”  

Ammar şöyle der: “Üç şey vardır ki, onları yapan imanı cem’ etmiş gibidir: Birincisi bütün âleme selamı yaymak...” Sana selâm verilirse selamı iyi bir şekilde almaya niyetlen. Böy- lece farzı da yerine getirmiş olursun.

Ashabdan birisi Hz. Peygambere rastlayıp ‘esselamu aleyküm’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “On base­ne.” buyurdu. Başka birisi “Esselamu aleyküm ve rahmetul- lah.” dedi. Hz. Peygamber, “YirmHıasene.” buyurdu. Diğer birisi gelerek, “Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve bere- katüh.” diye selâm verince Hz. Peygamber, “Otuz hasene.” buyurdular. Bu rivayeti Elasan ve Mekhul, Hz. Peygam­berden naklederler. Hatta Mekhul şunu da ilave eder. “İşte bıı şekilde insanlar birbirlerinden üstün hale gelirler.076

Senin hâl ve hatırını sorarlarsa, mutlaka Allah’a hamd et­meyi niyetinden geçirmelisin. Sana selâm verilmez ve hâl hatı­rın sorulmasa dahi, sen bu niyetinden ötürü sevap alırsın. Ama selâm verdiklerinde mukabelede bulunur, hâl hatırını sorduk- lannda Allah’a hamd ederek cevap verir, bir de bu esnada seva­bını umarak daha önceki halis niyetini hatırlarsan, bu sayede hem niyetin hem de amelin sevabım alırsın.

Selâm verirken sevabını unutsan ya da hâl hatırın soruldu­ğunda cevap verirken, bu işin sevabını düşünmesen, daha ön­ceki niyetin üzere ecre nail olursun. Zira Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim bir iyiliğe teşebbüs eder de onu yapmazsa ona bir basene yazdır.”

Selâmlaşırken ya da hâl hatırın sorulurken, sevabını umarak cevap vermelisin. Sakın Allah’ın sevabını ummadan ve bu niyetini kavramadan cevap veren kimse gibi olma. Zira insanlar birbirleri­nin hâl hatırını sorarak ummadıkları bir şekilde sevap alırlar.

Soran, sevap kasdetmez ve ümit etmez. Sorulan da, soran şahsın sevap kazanmayı düşündüğünü fark etmeyebilir, bunu idrak etmeyebilir. Hâlbuki kendisine hâl hatır sorulduğunda, soran şahsın bu davranışı ile sevap almayı amaçladığını ve bu noktada yardım etmesi gerektiğini idrak etse, ne durumda ol­duğunu söyleyerek ona cevap verir. Meselâ bir hastaya, “Gece­yi nasıl geçirdin ya da kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorul­duğunda, Allah nimetlerini hatırlayarak halini arz etmez ya da duyduğu acıyı ifade etmez. Çünkü bunu ifade etmeden de durumu anlaşılıyor. Meselâ kendisine, “Nasılsın?” diye sorulsa o, “Siz nasılsınız?” diyerek mukabelede bulunur. Zira arada bir yardımlaşma mülâhazası söz konusudur.

Sağlıklı olanların hâl hatır sormaları ise, şuursuz bir şekilde ve alışkanlık gereği sürüp gitmektedir. Biri diğeri ile karşılaşınca, “Nasılsın?” der, diğeri de, “Sen nasıl?” cevabını verir! Eğer işin önemini kavramış olsalardı, Allah’ın nimetini hatırlayarak O’na hamd eder, sorulan soruya etraflı cevap verir ve hallerini arz ederlerdi. Biri sana, “Nasılsın? geceyi nasıl geçirdin? günün nasıl geçti?” dediğinde, ona, “Allah’a şükür, iyiyim, geceyi şu şu gü­zelliklerle geçirdim, günüm şöyle geçti.” demelisin.

Hz. Aişe‘dcn nakledildiğine göre o şöyle demiştir: “Kendi­sine, “Nasıl sabahladın?” diye sorulan kimse “Elhamdülillah, hayır üzere.” derse, o günün şükrünü eda etmiş olur.” Ebu’d- Derda şöyle demiştir: “Bir kimse kardeşine nasılsın diye sorar, o da, “Elhamdülillah, hayır üzere.” derse, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Kulum bana hamd ü senada bulundu.”

Birine hâl hatır sorduğunda, meselenin idrak ve şuuru i­çinde, Allah’tan sevap alma niyetiyle sor. Senin hâl hatırın so­rulduğunda da, bu niyetini yenileyerek sürdür. Bu idrakle sormaz veya sorana cevap vermezsen, evden çıkarken ettiğin niyet üzere hareket etmiş olursun.

Aynı şekilde, dışarı çıkarken bir kadın görsen yüz çevirmeyi, caiz olmayan bir ses duysan kulak vermemeyi; gördüğün, duydu­ğun, kokladığın şeylerden ibret almaya çalışmayı niyetlersen, ister bir şey yap ister yapma, bu niyete mukabil sevap alırsın.

Çarşıya çıkacağın zaman, rızkını kazanacağın iş yerine, helal rızık kazanmak, I Iz. Peygamber’e uymak, sevap kazanmak, aile­nin geçimi için para kazanmak, başkasına muhtaç olmamak, akraba ve komşulara iyilikte bulunmak, zekât vermek vb. gayele­ri düşünerek gitmelisin. Bu niyetle hareket edersen, yüzün, ayın on dördü gibi aydınlık olduğu bir şekilde Allah’a kavuşursun. Yani Allah’ın huzurunda yüzün ak olur. Nitekim Ebû Hürcyre’nin rivayet ettiği hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuru­yor: “Kim, insanlardan bir şey istememek için veya ailesini geçindirmek için ya da komşusuna iyilik yapmak için helal rızık talebinde bulunursa, yüzü dolunay gecesindeki ay misâli, parlak olarak Allah'a kavuşur. ”

İş yerinde de verâ‘a niyet etmelisin. Bütün dünya olsa bile, Allah’ın hoşuna gitmeyen her türlü kâr ve kazancı, ücret ve maddî çıkarı terk etmelisin.

Sana bir müşteri geldiğinde veya sen başkasından bir şey aldığın zaman, alış veri^fnde ihlâslı bir şekilde vera’ sahibi ol­maya niyetlenmelisin. Keza ticaretinde gerek senin konumun­dan ve tecrübenden, gerekse çarşıdaki itibar ve imkânlarından dolayı, senden yardım bekleyen her Müslüman kardeşine yar­dım etmeye niyetlenmelisin.

“Cenâb-ı Hak, çarşıda kendisini zikreden kimseden hoşnut olur.”7) hadîsinde belirtildiği gibi, sevabını umarak Allah’ı zik­retmekten geri kalmamalısın.

Diğer bir hadîs de şöyledir: “Allah’dan gafil kalan kimseler içinde O’nu hatırlayıp anan kimse, savaşta kaçan düşmanların arka­sında kılıcını çekip hücum eden kimse gibidir. Çarşıda Allah'ı zikreden kimse, bütün insan ve hayvanlar sayısınca sevap alır.”™

Hz. Ömer de Hz. Peygamberden şunu nakleder: “Kim çarşı­ya çıktığında, “Allah lan başka ilah yoktur, O bir tektir ve ortağı yoktur. Mülk ve lıamd Oltadır. Hayat veren ve öldüren O’dur. Hayırlar Ohıun elindedir. O her şeye kadirdir. ” derse, Allah o kimseye iki milyon hasene yazar, iki milyon günahını siler ve ona Cennette bir köşk bina eder.”™ Sen de böyle demelisin.

Şayet çarşıdan geçtiğinde, Allah’ı zikretmek ve Allah hak­larını gözetmek istiyorsan, Allah’ın seni, sana yakışmayan, etra­fındaki cahillerin hali gibi bir durumda görmesinden utan, takvalı ve rastgele konuşanların yanında bile zikreder bir hâl dışında seni görmesine rıza gösterme. Nitekim Abdullah b. Mes’ud şöyle demiştir: u Kur’ân hamiline yakışan şey, insanlar

79       et-Tirmizî, Da’avât, 35, 62; İbn Mâcc, Ticaret, 40; Darimî, İsti’zan, 57. rastgele işlerle uğraştığında takvasıyla, onlar rastgele konuşma­ya daldığında sükûtuyla temayüz etmektir.” Böylece Allah se­nin üzerinde ilim nimetini ve sana bahşettiği delilleri görsün. Gücün yeterse saydıklarımın tamamına niyet etmelisin. Böyle- cc, evinden çıkarken dünyalık bir şey kazanmadan önce, niye­tinle çok sevap kazanırsın. Nitekim bu üç hususa dair Ka’b’ın sözü daha önce geçmişti.

Ticarî bir iş yapmak, borcunu ödemek, alacağını istemek, ev halkı için bir şey satın almak, ihtiyacını gidermek ya da mes­leğini icra etmek vb. hususlar için dışarı çıktığında, gücün yet­tiğince Allah'ı düşünür ve O’ndan sevap umarsan, Cenâb-ı Hak bu düşüncene karşılık ona denk sevap verir.

Aynı şekilde ilim tahsili için bir yere gitmek istediğinde, gü­cün yettiğince Allah’a taata niyet eder, O’ndan sevap umar, bü­tün bu hususlarda, Allah ve Resûlü’nün emrine ittibayı gaye edinerek sabahlarsan, dininde sana fayda veren, seni hayra ulaştı­ran v#şerden de uzaklaştıran ilim talebinde bulunmuş olursun. Böylece, Allah’ın Cennefe giden yolu sana kolaylaştırmasını ümit edebilirsin. Nitekim Hz. Peygamber’den gelen bir hadîste şöyle buyurulur: “Kini ilini elde etmeyi umarak bir yola koyulursa, Allah da o kimseye Cennet'e giden yolu kolaylaştırır.”*2

Keza Safvan b. Assa Fin, Hz. Peygamber’dcn rivayet ettiği hadîse göre, melekler bu yaptıklarından razı olur ve üzerine kanatlarını gererler. Çünkü zikir halkalarını âlimler oluşturur.

Ayrıca Cennet bahçelerinden yararlanmaya niyetlenmek­sin. Zira bu hususta şu hadîs-i şerif rivayet edilmektedir: “Cen­net bahçelerine uğradığınızda onlardan yararlanın. " Kendisine “Ya Resûlallah Cennet bahçesi nedir?” diye sorulunca Hz. Pey­gamber, “Zikirhalkalarıdır.”*' buyurdular.

80      el-Buhârî, İlini, 10; el-Tirtnizî, Kur’ân, 10; Miisned, II, 252.

81      et-Tirmizî, Da’avât, 82.

Bir de kendisine selâm verebileceğin kimselere selâm ver­meyi ve onların hâl hatırını sormayı ihmal etmemelisin.

İhtiyacı olan bir din kardeşini ziyaret etmeyi, bir Müslü- manın ihtiyacını görmeyi, vefat eden varsa, cenazesine katılma­yı, hastaları ziyaret etmeyi vb. hakkında dinî bilgi varid olan işleri yapmaya niyetlenmelisin. Mümkün mertebe bu konular­da Allah rızasını gözetmeli, O’ndan sevap beklemelisin. Eğer bütün bu niyetleri tam olarak yerine getirirsen, amellerinde daha önceden takdim ettiğin iyi niyetlerinin ecrini görürsün. Niyetlendiğin şeylerin hepsini tam yapamazsan bile, niyetleri­nin karşılığını alırsın. Çünkü Hz. Peygamber, Allah’ın şu be­yanını nakleder: Cendb-ı Hak şöyle buyurur: “Beti kulunum zarını üzereyim. Cyyle ise kulum bana dilediği şekilde zanda ftu/unjMn.Bu hadîsH Iz. Peygamberden Vasile b. Eska’ nakletmiştir. O halde sen, Allah’a olan zannın ölçüsünde, O’nun sana ihsan ve mu­amelede bulunduğunu yakînî bir bilgi ile yakında görürst^ı.

Kul Zâhir ve Bâtınında Gereğine Uygun Allah Hakkına Riâyet Ettikten Sonra Nefsi Hususunda

Korkacağı Şeyler

Dedim ki:

“Bundan sonra, Allah’tan başka bilileri için yapılan mua­melelerde endişe ettiğin noktalar nelerdir?”

Dedi ki:

“Sen, nefsinle meşgul olduğun ve anlattığım konularda onu gözettiğin sürece, senin için ancak, şeytanın, nasihat ve acıma yönünden sokulmasından endişe ederim.

82        et-Tinnizît Zühd, 51,60.

Şeytan bu yönden gelir ve nefsine olan muhabbetin açı­sından nefsinle tartışır. Neticede nefsin, insanlara olan mer­hametin ve onlara ettiğin nasihatlerden ileri gelen ve daha önce önem vermediğin Övgülerine rağbet etmene neden olur. Nefis bununla, kendisine bir paye ve makam verilmesini hedefle­mekte, neticede de amellerini ifsat ve iptal ettirmeyi amaçla­maktadır.

Ka’b b. Malik‘in Hz. Peygamberden rivayet ettiği şu hadî­si duymadın mi: “Kişinin dini hususunda, mala ve şerefe duyduğu düşkünlük, koyun sürüsüne musallat olan iki aç kurdun sürüye vermiş olduğu zarardan daha çoktur.”K5

Dedim ki:

“Bu nasıl olur?”

Dedi ki:

“Pek çok mürid, günahlardan arınıp riyadan kaçındıkla­rında ve ihlâslı olup kalplerinden gayrullahı sildiklerinde, şey­tan onları aldatacak bir menfez bulamadığı gibi nefis de dünya ile rahatlama imkanı bulamaz.

Kul, ihlâslı ve metanetli davrandıkça nefse, dünya ve için­dekilere rağbet etme ve dinî ibadetlerde başkasına karşı yapma­cık davranışlarda bulunma yollarını daraltmış demektir. Bu durumda dünya ile rahatlayacağı bir menfez bulamaz. Düşman da o kulu dünyaya bağlayacak bir neden bulamaz. Çünkü kul tam bir azim ve metanet içindedir. Nefis de ona boyun eğmiş­tir. Ancak nefsin boyun eğişi kötü huylardan tamamen arınma­sı sebebiyle değildir. Bilakis sürekli, kulu dünyaya meylettire­cek bir neden gözetlemektedir. Çünkü o kimse, insanların dinî yaşantıda gevşek olduklarını, kendilerine suçlarının cezası ve­rildiğini, şaşkınlık ve düşkünlük içinde, sarhoş, hasta, sağır, kör

83       ct-Tirmizî, Zülıd, 43; Darinü, Rikak, 61; Müsned, III, 456.

ve ölü gibi olduğunu görür. Kalbinde o zavallılara karşı rahmet hissi ağır basar. Zira kendisinde bulunan delil ve bilgilerle, Allah’ın onların kalp gözlerini açacağını, kalbî hastalıklardan kurtaracağını, onların da ölü vaziyetlerinden kurtulup, ihya olacaklarını ve kendisinin maddî bir çıkar gözetmeksizin, bu­nun sevabını sadece Allah’tan beklediğini düşünür.

Bu kul öyle bir adama benzer ki, pek çok hastalığı bulun­maktadır. Hastalıklar onu geceleri uyutmaz, gündüzleri de baygın bırakır. Ağır bir göz hastalığı ya da bedendeki bir çıban gibi. Bu hastalık ücretsiz, tabiî bir ilaçla iyileştirilir, masrafsız bir şekilde sıhhatine kavuşur. Hasta artık uzun bir uykusuzluk­tan sonra geceyi uykuyla geçirir, uzun bir ızdıraptan sonra gündüzü de sakin geçer. Nihayet sıhhat ve afiyete kavuşur, hayatı düzene girer ve yaşantısı düzelir.

O kimse, bazı Müslümanların, eski hastalığına düçar olduk­larını görür. Uykusuz kalmakta, ızdırap çekmekte ve hayatları düzensiz bir şekilde devam etmektedir. Onları gördükçe kalbin­de bir acıma hissi uyanır. Allah’ın kendilerini bu hastalıklarından kurtaracak ve şifa kazandıracak ilacı bildiğini, maddî bir ücret ya da menfaat beklemeden o hasta kimseleri tedavi edebileceğini düşünür ve tedavi için bütün gücüyle gayret gösterir.

İşte sözü geçen adamın durumu böyledir. İnsanlara bakıp onları Allah’tan yüz çevirmiş, kalpleri hasta, tedavisi zor ve kendisini de onları, Allah’ın izni ile, bu kalp hastalığından kur­tarıp iyileştirerek ihya edecek bir bilgi sahibi olarak görünce, faaliyete geçer. Onları Allah’a çağırır ve hastalıklarını belirterek ilacını da gösterir.

Nefis, sahibini bu vaziyette görünce, riyaset sevgisi, tasan­nu’ ve gösterişle onu fitneye düşürecek bir menfez bulur. Böy- lece nefis rahatlar ve bilir ki, insanlar, kendisini övmekten, saygı göstermekten ve iyilik yapmaktan ahkonmazlar. O kişinin tabiatı da bu hususa karşı bir meyil duyarak dünyalık menfaate hoş bakmaya başlar; çünkü, kaybettiği şeylerden daha fazla bir ikrama nail olmuştur. Zira bu seviye, idarecilerin mevkilerin- den yüksek bir seviyedir.

insanlara nasihat etmeye başlar, nefsi de güçlenir, rahatlar ve kendini salıverir. Düşman da bu şahsı, insanların gösterdiği saygı, iltifat ve iyi nazardan hoşlanmaya çağırmaya dair bir menfez bulmuştur. İnsanları tevbeye sevk etmek, ıslah olmala­rını sağlamak, kalplerinin hastalıklarına şifa bulmak bizzat ken­di eli ile olunca, onların Allah’a yaklaşmalarına neden olduğu için onu anne-babalarından daha çok sever ve mal ve canlarına tercih eder bir vaziyette, onun etrafında âdeta hizmetçiler gibi pervane olurlar. Bu tavırlarla Allah’a daha çok yaklaştıklarını zannederler. Ona en yüksek payeleri verir, selamda onu tazim eder, izzet ü ikramda bulunurlar. Ama bütün bunlar nefis ve düşmanın bir aldatmasıdır. Çünkü ona şu sözleri fısıldarlar: “Sen onları Allah’a karşı aşk u şevke getirensin!” Bu sayede nefis, terk ettiği dünyalık şeylerden daha yüksek bir paye bul­muştur. Artık belâ ve imtihanlardan uzak kalamaz. Bir sözüne itiraz edilse ya da yaptıklarından bir şey hatalı görülse hemen öfkelenir ve düşman onda şu kanaati uyandırır: “Bu durum, müritler etrafından dağılmasın diye, Allah namına bir öfke­lenmedir.” Ayıbı kabul görmesin diye, bu öfke onu, kendisini kusurlu görenc karşı gıybete sürükler. Böylece, takva adına pek çok helâl şeyleri dahi terk etmiş bir durumdayken, insanları gıybet etmekle günahın içine düşer.

Kendisine gece namazı ve gündüz orucundan bir aksaklık arız olunca ya da çok gülme vb. hatalar sadır olunca nefis, o aksaklık ve eksikliği insanların bilmesine ve görmesine taham­mül edemez ve bir kısım yapmacık amellerle onlara karşı tekel- lüfc girer. Düşman da o şahsın, bu tavrıyla çevresindekilerin amelde eksik ve aksak vaziyete düşmemesi için böyle davran­ması gerektiği kanaatini uyandırır. Çevresindekilerin onun tuttuğu yolu terk ederek, neticede ahıret yolundan da uzaklaşa­cakları endişesi ile uyarır.

Bu durum nefsin aldatma yollarından biridir. Gaye nefsin makamının düşmemesi, sürekli saygı gösterilmesi, övülmesi ve ikramda bulunulmasıdır. Onun ameldeki eksik ve aksak yönü­ne muttali olmalarına tahammül edemez. Hatta bu mevzuda doğru ve yalan birtakım mazeretler uydurur. Sanki bu kimse, insanlar için amel ediyor da Rabb’i için amel etmiyor gibidir.

Böyle davranınca, Allah’la irtibatı kesilir, yardımı kalkar, bilemediği bir şekilde şaşkınlığa ve keşmekeşliğe düşer. Artık nefsini gözetleyemez. Çevresindekilerden gördüğü şeylerin sona ermesini istemez. Makamını kaybetmemek için davet edilen konularda araştırma yapmaz. Neticede Allah’a karşı masiyete düşer. Böylece yaptıkları ibadetler Allah’tan başkası için olmuş olur.

Bu kimse dünyada yalancı olarak kalır. Çünkü kendisi Al­lah’a taatten kaçındığı halde, insanları O’na çağırır; Allah’ı baş­kalarına hatırlatır ama, kendisi O’nu unutur; dünyada zahid olmayı öğütler ama, görünürde ona meyletmezse bile içinden ona meftundur; dışa vurduklarıyla insanlara şirin görünür ama, iç âlemindekilerle Allah’ın nefretini celbeder; insanlara, Rabb’ine bağlı olduğunu gösterir, ama içi âlemiyle O’ndan en uzak olan odur.

Hidayetten sonra şaşkınlığa düşmekten; basiretten sonra körlüğe inaruz kalmaktan; Allah’a yöneldikten sonra O’ndan yüz çevirmekten Allah’a sığınırız. Allah’dan, kendisinin sevdiği ve razı olacağı işlerde bize yardım ve selâmet vermesini dileriz.

Dedim ki;

“Sözünü ettiğin şekilde olan müridin halka nasıl nasihat etmesi uygun olur?”

Dedi ki:

“Ben o müridin kime nasihat ederse haktan sapacağını söylemedim. Sadece Allah’a karşı doğru olmaman durumunda senin için endişe ettiğim durumları anlattım.”

Dedim ki:

“Hak ve hakikat yolundan sapmadan ne zaman nasihat e­debilirim?”

Dedi ki:

“Nefsine, Allah’ın sana güç vererek ve nazarında bütün varlıkları değersiz göstererek nimette bulunduğunu kabul etti­rirsen, halkın sana karşı övgü, yergi ve ellerindekine karşı ta­mah duygularını nefyetme durumu galip olursa; Allah’ın seni övdüğü konularda, isyana düşmeden, halkın seni tenkit etme­sine nefsin rıza gösteriyorsa; takdir edilen şeylere yakînî bir şekilde inanıyorsan, onlardan ümidin kesilir, sen de onlara nasihati azmedebilirsin. Ancak bunu, onları ıslah edecek bilgi­leri Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünnetinden öğrendikten sonra yapabilirsin. Bu bilgileri elde edince, onlara nasihat et ancak, huylarının sana el uzatıp önünü kesmelerine meydan verme!

Bu konuda en güçlü irâdeye sahip olduğunu düşünsen bi­le, kişiyi tenkit edilmede hoşnutsuzluğa, methedilmede sevince veya dünyaya tamah duymaya götüren bütün hatırları kendin­den uzaklaştır. Kendini kurtulmuş zannettiğin halde, halkın kurtuluşunu helâkınla istemen bir aldatmadan ibarettir.

Kendinde hu gücü hissediyor, bu hatırları gözetip kabul etmeyebiliyor, insanların senin davranışlarında eksiklikler gör­mesinden ötürü öfkelenmiyor, sözünün dinlenmemesine de aldırmıyor, bu durumlarda Allah’a sığınıyor ve senin hakkında takdir edilene razı oluyor, Allah’ın seni övmesinin halkın öv­gülerinden üstün olduğunu, bu övgünün onların tenkitlerini ve onların elinde bulunana tamahı giderdiğini; bununla birlikte takdir edilmeyen bir konuda sana bir zarar veremeyeceklerini, Allah’ın onların kalbine attığı duygularla ancak seni övebİlccek- lerini biliyorsan, Allah’ın ilmi ve O’na hamd etme ile dünya ve ahirette vereceği sevaba da kani isen onlara nasihat et. Ancak söylediklerini bilfiil terk etmekten çekin, önce kork sonra kor­kut, Allah’tan yardım dile ve ona tevekkül et.

Bütün güç ve kuvvet O’ndandır, O korur, O’na dayanılır. Kendisinden üzerimizdeki nimetini tamamlamasını dileriz.

KAYNAKÇA

el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfuİ-IIafa ve Müzîlüi-İlbas, Bey­rut, 1351

Afifi, Ebu'l-Ala, ct-Tasavvufes-Servcttdr-Ruhiyyefiİ-İslâm, Kahire, 1945 Ahmed Naim, Tecrid Mukaddimesi, Ankara, 1970

Arberry, A. J., Sujistn, an Account of the Mystics of İslâm, New York, 1970 el-Askalanî, İbn Hacer, Tchzibü’t-Tchzib, Haydarâbâd, 1325

Atar, Feridüddin, Tczkirctüİ-Evliya, İst. 1985. (tr. S. Uludağ)

Aydın, Hüseyin, Mtdıâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 1976

Aydınlı, Abdullah, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadîs, İst. 1986 el-Bağdadî, el-Hatip, Tarihu Bağdad, Beyrut, trs.

el-Beyhakî, Şu'abuİ-İman, Beyrut, 1990

el-Buharî, Ebu Abdullah, el-Camiu’s-Sahih, Mısır, 1351

Canan, İbrahim, Hz. Peygamberin Sünneti Terbiye, Ankara, 1980 ed-Darimi, Ebu Muhammed, cs-Sünen,Beyrut, trs.

Ebu Davud, es-Sicistanî, es-Siinen, tr. ve yer belirtilmemiş.

Ebu Nuaynı, İsfahanı, Hilyctüİ-Evliya, Beyrut, 1387

Ebu Talib el-Mekkî, Kûftı’l-Kıdûb, Mısır, 1961

Ebu Zur’a, er-Razî, Camiuİ-İlim ve’l-Hikem, Beyrut, trs.

el-Gazâlî, Ebu Flamid Muhammed, el-Munkiz mine’d-Dalâl, Mısır, 1967. (A. Mahmud’un şerhiyle birlikte)

el-Hakim en-Nisabûrî, el-Müstedrek ala's-Sahîhcyn, Riyâd, 1335. el-Hatibu’l-Bağdadî, Tarihti Bağdad, Beyrut, trs.

Heysemî, Nureddin Ali. Mecmeu’z-Zevaid ve Menbeııi-Fevaid, Beyrut, 1967

el-Hindî, Ali el-Muttaki, Kcnzu’l-Ummalfi Süneni İ-Akvali veİ-Efal,

Haydarâbad, 1364

Hücvirî, Ali el-Muttaki, Kerızıı'I-Um malfi Süneni İ-Akuali veİ-Efal, Haydarabad, 1364

Hücvirî, Ali Osman, Keşfiiİ-Mahcub, İst. 1982. (tr. S. Uludağ)

İbn Ebi Hatim er-Razî, el-Cerhu veİ-Ta’dil, Beyrut, 1952

İbn el-Cevzî, Ebu Ferec, Sıfatu's-Safvc, Kahire, 1970.

İbn Esir, el-Cezerî, el-Lübab, fı Tehzibi’l-Ensab, Beyrut, trs.

İbn Hallikan, Ahmed b. Muhammed, Vefcyatu’l-A’yan ve Enbau Ebnai’z-Zaman, Mısır, 1367

İbn Hanbel, Ahmed, ez-Zühd, Beyrut, 1398

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to