Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
2005
"Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhim derece-i
hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir
âlenı-i nûr bulursun. İşte o âlemin anahtarı, ma’rifetullah ve
vahdaniyet sırlarını ifade eden lâ ilahe illallah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söyletmek, ruhu işletmektir. ” gerçeğini anlayan kalb-i selim
sahiplerine...
el-muhasibi
İÇİNDEKİLER
İkinci Bölüm
ARKADAŞLAR
VE NEFSİ TANIMA
Kulun
Tevbeye Azmetmesi Sonra Dönmesi 327
Adamın
İhtiyacı İçin veya Ahiret Arkadaşları Olarak
Gördüğü Fakat Yanlarında Oturunca Salim Kalamayacağını
Bildiği Kişilerle Oturmak İçin Dışarı Çıkması 331
Onlarla
Karşılaşınca Dinî Açıdan
Selâmetin
Azlığından Endişe Ettiği
Arkadaşlarla Buluşmayı Terk etmeye Yardımcı Olan Şeyler 338
Üçüncü Bölüm
NEFSİ TANIMA
Nefsin
Hevasından Sakınmak . 349
Nefsin
Kötü Meyillerini Bilmek .....351
Dördüncü Bölüm
UCUB
Nefsi
Tanımanın Neticeleri, Ucbuıı İzahı vc Amelle Şımarma 361
Din
Nedeniyle Ucub 364
Ameli
Nefse İzafe Etme 366
Amelle
Şımarma (İdlâl) 371
Yanlış
Rey ile Ucub 374
İyi
Ameller Sebebiyle Oluşan Ucbu Gideren Şeyler 377
Yanlış
Reyle Övünmeyi (Ucub) Nefyeden Şeyler 384
Nefis ve Dünya ile Ucub 389
Soy
Sebebiyle Ucub 393
Sayı
Çokluğuyla Ucub 399
Mal
Sebebiyle Ucub 401
Beşinci Bölüm
KİBİR
Kibrin
Özellikleri ve Çeşitleri 407
Kendini
Beğenme (Ucub) Olan Kibir 418
, t
Dünya ile
Kibirlenmek 428
Kibri
Bertaraf Etmek ve Kulun Kendini Bilmesi 430
Özellikle
İlim ve Amelle Olan Kibir 440
Kul, Nefsinin Kibri Gerçekten Terk ettiğini veya Onu
Aldattığını Nasıl Bilecek? 446
Geçen Konunun
Açıklanması 453
Bid’at,
Şirk ve Küfür Ehline Karşı Olan Kibrin İzahı 460
Altıncı Bölüm
ALDANMA
Allah ile
Aldanma 465
Avam ve
İsyankâr Müslümanların Aldanması 471
Recâ ile
Aldanmanın Arasını Ayırma 472
İbadet
Ehlinin Aldanması 482
Fıkıhla
Aldanma 486
Çok Amel
Edenlerin İlmim Bilmekle Aldanma 490
Zikredenlerin
vc Kıssa Söyleyenlerin Sözlerini
vc Zühdle İlgili Hadîsleri Bilmekle Aldanma 497
Cedelleşme, Delil Getirme ve Diğer Din Saliklerıne Reddiyeler
Sunmakla Aldanma 499
İbadet ve
Amelle Aldanma 502
Diğer Zahir ve Bâtın Şeylere Bakmadan Sadece Yiyecek ve
Giyecekte Verâ' ile Aldanma 506
Uzlet ve
İnsanlardan Kaçmayla Aldanma 507
Gaza, 1
lac, Gece Kıyamı ve Oruçla Aldanma 510
Takva Peşinde
Olan ve Hem İçten Hem Dıştan
Nefsini İyi Gözetleyen Kimsenin Aldanması 511
Rızâ Tevekkül ve Kötü Ahlâktan Kaçınma Gibi İşlerde İhlâsla
Amel Etmeye Azmetme ile Aldanma 513
Allah’ın
Kulu Sctretmcsı ve Mühlet Vermesi ile Aldanma 515
Yedinci Bölüm
HASET
1 lasedin Tarifi, Niteliği vc Haram Olan Hascdle Mubah Olan
Hasedin İzahı 521
Bizzat Haset Olmamakla Birlikte Haset Sayılan Hususlar 529
Makam
Sevgisi ve Liderlik Üzerine Oluşan Haset 531
Kin,
Düşmanlık vc Buğzdan Kaynaklanan Haset 532
1 Jüııya
Sevgisinden Kaynaklanan Haset 534
Ucubtan
Kaynaklanan Haset 535
Kişi
Hasedi Nefyettiğini Ne Zaman Bilir? 547
Haset
Organlarla Olur Diyenlere Reddiye 548
Hasedin
Zülüm Yanı Var mı? 550
Sekizinci Bölüm
MÜRİDİN TERBİYESİ VE HİDAYETE ERDİKTEN
SONRA FİTNEDEN S ARINDIRILMASI
Kul Zahir ve Bâtınında Güzel Bir Şekilde Allah rızâsına
Uyduktan Sonra Nefsi Hususunda Korkacağı Şeyler 568
Kaynakça 575
Hadîs
indeksi 577
Karma İndeks 587
1962 doğumlu olan
Abdulhakim Yüce, 1986'da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakükesi'ni
bitirdi. İki yıl boyunca, alanında araştırma yapmak gayesiyle görev almayıp,
özel dersler aldı ve ilmi araştırmalar yaptı. 1988 yılında Atatürk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi'ndc doktora çalışmalarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı
bünyesinde vaizlik görevine başladı. Başkanlığın görevlendirmesiyle,
Almanya'nın Köln ve Fransa'nın Paris şehirlerinde belli sürelerle görev yaptı.
1992'de, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Tasavvuf Anabiliın Dalına,
asistan olarak atandı. Aynı yıl, Razî’nin Mefatîhu'l Gayb Adlı Tefsiri'nin
İşârî Yönü (Razî'nin Tefsirinde Tasavvuf adıyla basıldı) adlı tezini bitirerek,
alanında doktor oldu. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalma Yar. Doç. Dr. olarak atandı. 1997'de Doçent,
2003’te Profesör oldu. Halen bu görevine devam etmektedir. Değişik dergilerde
yayınlanmış bilimsel makalelerinin yanı sıra şu kitapları yayınlanmıştır:
1.
Razi’nin Tefsirinde Tasavvuf, İzmir, 1996.
2.
Gece İbadeti, İzmir, 1999.
3.
Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı, İst. 2001.
4.
Tasavvuf ve Bid’at, İst. 2001.
ARKADAŞLAR VE NEFSİ TANIMA
İKİNCİ BÖLÜM
Kulun Tevbeye
Azmedip Sonra Dönmesi
(Takvaya Yardımcı, Hevâ-i Nefs ve
Şehvete Muhalif Olacak Hususlar)
Dedim ki:
“Nefsim, Allah hakkına
riâyet etme vc Allah’a yapılan taatle kullara karşı riyakâr davranmayı terk
etme konusunda karar kıldı vc bu konuda azim gösterdi. Dazı haklan zayi etmedikçe
veya bazı taatlarda yapmacık hareketlere girmedikçe, bu durum böyle devam
edecek gibi. Peki ben nereden geldim?”
Dedi ki:
“Senin havfın zayıftır, Allah’tan olan sakınman azdır.”
Dedim ki:
“Havfımın güçlenmesi vc sakınmamın artması nasıl olacak?”
Dedi ki:
“Bu sualine, fikrî idman
yaparak ve nefsini korkutmanı tavsiye ederek cevap vereceğim.”
Dedim ki:
“Bana emrettiğin gibi
nefsimi korkuttum. Neticede azim gösterme, günahlarda ısrar etmeme ve taat
üzerine riyakâr olmamada karar kıldı. Ancak çok geçmeden, nefsin ayağı kaydı
ve döndü. Tevbe ettim vc azim gösterdim. Onun yine ayağı kaydı, ben yine tevbe
ettim vc azim gösterdim. Sonra bazı günah vc yapmacık hareketlere geri döndüm.
Bazılarını da tam bir şekilde yaptım.”
Dedi ki:
“Sen daha cehalet
dönemine yakınsın. Günahlarla ülfet ve alışkanlığın çok fazla olmuş. Doğruluk
ve murakabeye itinada yayasın. 1 levâ-i nefsin güçlüdür. Lezzetlerle olan
ülfetin vc
ilişkinin şiddetinden
ötürü, şehvetin galeyandadır. Onun için çabuk dönüyor ve Allah hakkı için
gösterdiğin azminde vefalı davranamıyorsun. Neticede bazı ibadetleri zayi
ediyor bazıları da yapmacık bir şekilde yapıyorsun.”
Dedim ki:
“Arzularımı nasıl
öldürebilirim, hevâ-i nefsi nasıl zayıflatabilirim, havfı ve sakınmayı nasıl
güçlendirebilirim?”
Dedi ki:
“Geçmiş günahları sürekli
düşün, Allah’ın bunlardan ötürü sana vereceği azapla ve tekrar dirilme,
sorgulanma, şiddetli azap ve sevaplardan mahrumiyet fikriyle nefsini korkut.
Çünkü sen bunları hak etmişsin. Sık sık tevbe ve azme müracaat et, gelecekten
endişe içinde ol, Allah’ın hoşlanmadığı şeylerden men ederek nefsin
lezzetlerine engel ol. Küçük bir günah işleyince, çabucak dön, hemen tevbeye
koş ve azmini yenile.
Nefsini korkutma
temrinlerine devam edersen, havfın güçlenir. Nefsin istek vc isyanlarını
reddeder, alışkanlıklarını kullandırmazsan, âdetlerinden kopar, zevklerini
vereceğinden ümidini keser, kullanılmadığı için arzuları ölür. Kullanılan
olursa da, arkasından hemen korku ve üzüntüyü devreye sokarsın.
işte o zaman takvaya erer,
doğrulukta müstakim olur ve Allah için murakabe ve ihlâsta yükselirsin.”
Dedim ki:
“Bu bana çok uzun geldi.
İş aceledir. Anlattığın şekilde fikrî temrinlerde ve nefis mücahedesine güçlü
olabilmem için, zayıf olduğumdan ötürü bana yardımcı olacak şey nedir?”
“İki hasletle zayıflığın
gider ve takvân güçlenir: Birincisi, senin ayağını kaydıran ve fitneye sokan
bütün sebepleri ortadan kaldırmaktır. Sadece uğraşman gereken veya yerine
getirmen gereken ya da Allah’a taat etmene yardımcı olan tek bir sebep kalmalıdır.
İkincisi, ayağın kaymasından sonra fazla beklememek, nefis günaha alışmadan,
arzuların tatlılığı kalbe yerleşmeden hemen günahı kökünden koparmaktır.”
Dedim ki:
“Ayak kaymasına ve hataya
neden olan şeyler hangileridir?”
Dedi ki:
“Meselâ adam, helâl
olmayan şeye bakmaktan ve bu işten hoşlanmaktan şikâyet etmektedir. Yol
kenarında oturup konuşmakta veya dinlenmektedir. Arkadaşlarıyla buluşmayı sever.
Yol kenarında her oturuşunda nazar etmemeye niyetlenmektedir ama, nazar için
şehveti aniden galeyana gelir, nefsi galip gelir ve nazar eder. Sonra döner,
pişman olur ve tevbe eder. Sonra yine oturur ve aynı şeyler tekrar eder. İşte
bu oturma işini terk eder, evinde veya mescidinde oturursa, onu fitneye sokan
sebep ortadan kalkar. Bu haliyle, fitneye maruz kalan en güçlü insandan daha
güçlü olmuş olur. Çünkü zayıf adam, kendisini fitneye sokan sebebi ortadan
kaldırınca, fitneyle yüz yüze olan en güçlü insandan daha güçlü olur. Gerekli
olmayan işler için dışarı çıkmak da böyledir. Bu tür çıkışları terk etmek,
fitne sebebini ortadan kaldırır.”
Dedim ki:
“Eğer ihtiyacında iyilik ve taat varsa?”
Dedi ki:
“Eğer ihtiyacı dinî bir
vecibe ise, yerine getirmek için çıksın. Olup olmayacağında şüphe ettiği bir
şeyle Rabb’ine isyan etmesin. Çünkü iyilik ve taat için çıkmayı terk etmek
günahtır. Nazarın olup olmayacağını ise bilmemektedir. Aksine, Allah biliyor
ki, eğer çıkmak nefsin rahatı veya zevk alacağı bir iş için ise, Allah’ın
sevmediği bir şeye nazar etmeyip dinini korumak gayesiyle, çıkmayacaktı. Yani
Allah’ın haklarından bir vecibeyi eda etme gayesi olmasaydı, çıkmayacaktı.
Allah ona kızar
endişesiyle, nazardan korktuğuna dair samimiyeti Allah tarafından bilinince,
Allah için dışarı çıkmış olur. Bu vecibe olmasaydı, Allah’a tevekkül edip
çıkmayacaktı. Allah onun, nefsinin rahatı için çıkmadığını bildiğinden, onu
korur. Bu niyetle çıkanı Allah, terk etmeyecek kadar kerem sahibidir.
Eğer ihtiyacı, kendisi
veya ailesi için mutlaka yerine getirilmesi gereken, onsuz olmayan dünyevî bir
şey ise, o yine aynı makamda sayılır. Allah onun, Rabb’inin hoşuna gitmeyen bir
durumla karşılaşmaması gayesiyle, malını artırmak, riyâda bulunmak veya
övünmek için çıkmayacağını ve terki tercih edeceğini bilir. Allah’ın taatı
üzerine yardım talebi ve nefsi veya ailesi için zarurî bir durum olmasaydı,
Allah’ın onu terk etmeyeceğini bildiğinden O’na tevekkül edip çıkmayacaktı.
Nefsinin lezzeti için çıkmayınca, inşallah, Allah’ın onu terk etmeyeceğini ve
koruyacağını ümit ediyorum.
İhtiyaç olmadan ve daha
önceki tecrübelerden, günahtan salim kalmayacağını bildiğinden, irâdesi
güçleninceye kadar, bu tür dünya ihtiyaçları için dışarı çıkmayı terk etmesi
evlâdır. Hiç çıkmasın demiyorum. Kendini tedavi edinceye kadar, kısa bir süre
çıkmamasını uygun görüyorum.
Gıybet etme, helâl
olmayan şeylerle şaka yapma ve başkasıyla alay etme gibi konularda dilinden
şikâyetçi ise, durum yine aynıdır. Bu durumun ne zaman ve hangi şartlarda daha
çok olduğunu araştırmalıdır. Arkadaşlarıyla beraber olunca mı,
yoksa olmayınca mı bu
durum çoğalmaktadır? Beraberlikten geliyorsa, bu beraberliği, terk etmelidir.
Ancak onlarla yerine getirilmesi gerekli olan bir vecibe veya onlarla beraber
rızı'k elde etme yolu ortaya çıkmışsa, nefsinin rahatı veya arzularım tatmin
etmek için değil, o vecibeyi yerine getirmek veya geçimini kazanmak için
oturabilir. Bu durumda da, onu koruması için Allah’a güvenmelidir. Çünkü O
biliyor kİ, nefsinin rahatı ve arzularını tatmin etmek için oturmuyor. Eğer
O’nun adına bir vecibeyi yerine getirmek veya bu vecibeyi yerine getirmeye
yardımcı olan gıdayı elde etmek olmasaydı, Rabb’ini kızdıracak bir söz söyler
endişesiyle, oturmayı terk ederek Allah’ı tercih edecekti. Öyle ise, inşallah,
Allah ona yardımcı olur ve onu korur.
Ama onlarla olunca salim
kalamayacağını, konuşma ve yakınlıklarıyla onu Rabb’inin hoşuna gitmeyen
zeminlere kaydıracaklarını bildiği ve bunu birçok tecrübelerle sınadığı halde,
yerine getirilmesi gereken dinî bir vecibe veya kazanılması gereken ve onsuz
olmayan bir geçim vasıtası da ortada yokken oturursa, bilerek elleriyle kendini
tehlikeye atmış ve Allah’ın emrini hafife almış olur.
Adamın
İhtiyacı İçin veya Ahiret Arkadaşları
Olarak Gördüğü Fakat Yanlarında Oturunca Salim
Kalamayacağını Bildiği Kişilerle Oturmak İçin
Dışarı Çıkması
Dedim ki:
“Yanlarına gidince salim
kalmayacağını defalarca denemesine rağmen, Rabb’inin hoşuna gitmeyen sözler
söylemeyeceğine azmederek çıkan kişi hakkında görüşün nedir?”
“Daha önce de Rabb’inin
hoşuna gitmeyen şeyler konuşmayacağına azmetmiş olmasına rağmen salim
kalmamışsa, bunu bir daha denemekle kendini tehlikeye atmış ve Allah’ın
kendisini korumamasına neden olmuş olur. Çünkü, birçok tecrübeye rağmen kendini
tehlikeye atmış, az salim olan ortama girmiştir.
Eğer bunu anlar ve
yukarıda değinilen nedenler dışında onlarla oturmaktan ve onları ziyaret
etmekten kaçınırsa, Allah onu terk etmeyecek kadar kerem sahibidir. Çünkü,
nefsinin rahat ve arzularına rağmen onları terk etmiştir. Ama O’nun hakkını
yerine getirmek için onlarla oturunca, onu tehlikeye atmaz, çünkü O’nu hevâ-i
nefsine tercih etmiştir.”
Dedim ki:
“Eğer beraberliği hayır
ve zikir için olur da bu arada hoşa gitmeyen bazı sözler de konuşulursa, durum
nasıl olur?”
Dedi ki:
“Meclislerini ve
beraberliklerini terk etmelidir. Çünkü salim kalmayacağını tecrübe etmiştir.
Ayrıca, nafile bir iş, günahla yerine getirilmiştir.”
Dedim ki:
“Ama onlar Allah için
kardeştirler?”
Dedi ki:
“Yalancılar bu adı,
davaları için, gerçek değil, istiare olarak kullanırlar. Allah için kardeşliği
değil, ondan aşağı olan muhabbeti bile iddia eden kimselerle en azından,
üzüntüye girmeden salim kalınır. Onunla salim kalmadığın kişiye, Allah için
kardeş, arkadaş ve dost desen bile, o senin din düşmanındır. Onun beraberliği
ile, Allah’ın gazabına maruz kaldığın kişi, nasıl Allah için kardeş vc arkadaş
oluyor ki?
I Iz. BilaFin rivayet
ettiği şu hadîsi duymuşsundur: “Adam öyle bir kelime ile konuşur ki,
Allah'ın gazabını zirve seviyede hak eder. Kıyamete kadar üzerine gazap
yazılır." Konuşmasıyla seni Allah’ın gazabına maruz
bırakandan daha düşman, kim yardır? Behz b. I Iakim‘in rivayet ettiği hadîs ise
şöyledir: “Yalan konuşarak halkı güldüren kişiye yazıklar olsun, yazıklar
olsun, yazıklar olsun!”
Kays b. Ebi Hazım‘ın
hadîsi: “Adam bir mecliste, halkı güldürmek için öyle bir söz söyler ki, Allah’tan,
yerle gök arasındaki mesafe kadar uzaklaşır.” Bu işlere neden olan, düşman
olmaz mı?
Sadece tasannu ile senden
razı olur ve nefsin de bundan vazgeçmez. İster adaletle ister zulmen olsun,
kızdığı kişiye kızar, düşman olduğu kişiye düşman olursan, bu ifrat olur. Ama
konuşma bundan da fazladır. İşte bu sana düşmandır, dost değil.
Muhammed b. Nasr
el-Harisî'nin hadîsini duymadın mı? Orada ifade edildiğine göre Cenâb-ı Hak,
Hz. Musa‘ya şunu vahyetmiştir: “Ya Musa, kendine dost ararken dikkatli ol. Benim
sevincim üzerine sana yardımcı olmayanla arkadaş olma. Çünkü o senin
düşmanındır, kalbini katılaştırır.”
İşte böyle olan, senin
düşmanındır. Allah için arkadaş, kardeş vb. isimler verirsen, hak etmediğin
şeyi vermiş olursun. Onun zıddını hak etmiş ki. o da düşman kelimesidir. Onunla
Allah’a isyan edilen kişi nasıl Allah için dost olabilir? Günah işlemene neden
olandan daha zararlı, kim vardır?
Ebû Musa’nın hadîsini
duymadın mı? Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kötü arkadaş, körüğe üjuren
kişi gibidir. Körüğün kıvılcımlarıyla seni yakmasa bile, kötü kokusu ile seni
rahatsız eder.”2 Bu da öyledir. Onlarla beraber Allah’a isyan
etmesen bile, kalbinin katılaşmasına, meşgul olmasına ve oyuna dalmasına engel
olamazsın. Bu türlüsü kardeş değildir, düşmandır, hatta düşmandan da
zararlıdır.
İnsanlar dört kısımdır:
Adam var onu tanımazsın veya tamsan da arkadaşlığın olmamıştır. Adam var
bid’atçıdır, adam var fasıktır, adam var senin yanında durumu kapalıdır, ama
arkadaşlığın var. Kalbin bid’atçıdan ve fasıktan nefret eder. Seni hakka
çağırsalar nefsin onlara meyletmez. Onlarla nasıl mâlâyâniyata dalabilirsin?
Tanımadığın ve arkadaşlık etmediğin kimseyle konuşmaz, dostluk kurmazsım
Bunlarla aldanmazsın, kalbin bunlara ısınmaz ki, gaflete dalıp Rabb’inin hoşuna
gitmeyen sözler konuşasın.
Asıl tehlike, senin
şeklinde, senin gibi olan, dostluk kurduğun, kalbinin ısındığı kişilerden
gelir. Beraber gaflete dalarsın, Allah’ı hatırlamayacak şekilde O’na isyân
edersin. Veya hatırlarsın da, gaflet perdesinin kalınlığı ve konuşma dalgınlığından
ötürü, önem vermezsin. Bunlar, şeytanın oyunu ve ağlarıdır. Onlarla seni
uyutur, neticede ağa düşürür. En yumuşak avcıdan daha yumuşak davranır.
Zaten avcılar da karga
avlamak için oyunlar yaparlar. Serçeleri avlamak için ağlar kurarlar. Serçe
avlamak için kargayı ağa yatırmazlar. Her kuşu avlamak için, kendi cinsinden
bir kuş dikerler. Çünkü kuş benzeriyle uyuşur, ünsiyet kurar, yanına konar ve
neticede avlanır.
Hz. Ebû Derda’nın, Hz.
Selman‘a yazdığı şu mektubu duymadın mı? “Beden bedenden uzak olur, ama ruh
ruha yakındır. Gökteki kuş yerdeki benzerinin yanına konar.” Ne güzel
söylemiş. Biz de bunu tecrübelerimizle görüyoruz. Avcı, benzeri bir şekildeki
kuşla kuşları avladığı gibi, şeytan da, aynı şeyi yapar. Çünkü senin bid’atçıdan,
fasıktan vc avamla ünsi- yetten nefret ettiğini bilmektedir. Kalbini, aynı
tipte kişilerle arkadaşlığa, ülfete ve konuşmayı sevmeye davet etmektedir.
Ülfet vc sevgi içinde onlarla karşılaştığın zaman, bid’atçı ve fasıktan
çekindiğin gibi, onlardan çekinmez vc endişe etmezsin. Kalbin hemen ünsiyet
kurar, rahatlar, yaklaşır ve konuşmalarına ortak oluncaya kadar sözlerini
süsler.
Sonra, arkadaşlar değişik
tiplerde olurlar. İblis, senin çoğu zaman dikkatli ve havf sahibi olduğunu,
gıybet, yalan vc benzeri şeylerden nefret ettiğini, onlardan çekindiğini
bilince, arkadaşına hemen bu tür şeylerle süslü laf yaptırmaz. Allah’ı zikredip,
ünsiyet kuruncaya kadar sizi baş başa bırakır. Sonra fuzûlî laf etmeyi, dünya
ile sükûnet bulmayı güzel, hoş gösterir. Buna dalınca, gıybet ve yalanı
süsleyip güzel gösterir.
Eğer ikiniz de çoğu
işinizde havf sahibi kişiler iseniz, gıybet yapmayı, Allah adına gazaplanma,
hayret etme, reddetme veya söz konusu kişiye acıma şeklinde yaptırır. Eğer
ikiniz de bu makamda havf sahibi değilseniz, gıybeti, ikinizin zikrettiği veya
birinizin zikredip diğerinin razı olduğu, o kişiye gazaplanma, kinlenme, öç
alma vb. şekillerde yaptırır. Ya da halkın noksanlıklarını anlatıp rahatlama
yoluyla gıybet yaptırır.
Yalan vc alay da
böyledir. Şeytan, zaafınızı bildiği ölçüde, Allah’ı henüz zikretmeden, size
bunları süsler vc yaptırır. Düşman, kulu, Allah’ın hoşlanmadığı şeylerle
aldatmak ister, ama kul kabul etmez. Nefsi, avam halkla, hayırlı şeyleri bile
konuşmak istemez, nerde şerli şeyleri konuşacak? Buna karşı gelince, onu,
kendisi ile itaati altına alacak biriyle karşılaştırır. Sonra, başlangıç yapsın
diye, biri hakkında konuşmayı hoş gösterir, derken laf lafı açar. Bir günün
tamamı veya günün büyük bir kısmı susma ve selâmetle veya faydalı şeyler
konuşma ya da helalinden nzık kazanma ile geçer. Allah için kardeş bildiği
biriyle karşılaşıncaya kadar. Sonra ayrılmayacak şekilde konuşmaya dalarlar.
Neticede, ikisine de lanet edilir.
Onun için Hz. Ömer şöyle
demiştir: “İnsanlardan emin olanların dışında, arkadaşlarından çekin. Allah’tan
korkmayandan da emin olunmaz. Çünkü o arkadaşın, gaflete düştüğün zaman, seni
uyarır.” Onunla buluşunca selâmetini artırır. Faydasız bir konuşma yapıyorsan
seni zikre yöneltir. Allah’ın hoşuna gitmeyen bir konuşma yapıyorsan, seni
nehyeder ve uyarır. Helâl olmadığını bildiğin şeyde seni uyarınca, pişman olur
ve tevbe edersin. Allah’ın hoşuna gitmediğini bilmediğin şeyi de öğrenmiş olur,
yararlanır vc günah olarak bilmediğin hatalardan, gelecekte de çekinirsin.
İmam Şafiî de şöyle
diyor: “Aklının yarısı arkadaşındadır.” Ne güzel söylemiş! Çünkü, gafil olduğun
konuda aklını uyarınca, sanki aklın yarısı ondaydı da sana iade etti gibi
olur. Veya bütün aklın ondaydı da, bir anda onu sana iade etti. Bütün işlerinizde
aklınızın yarısı birbirinizdedir. Çünkü, arkadaşının gafil olduğu konuyu sen
fark ediyor ve onu ikaz ediyorsun. Sen gafil olunca, o seni uyarıyor. Bir araya
geldiğinizde, iki akılla Allah’a kulluk yapmış oluyor, nefsinizin kusurlarını
iki akılla görmüş oluyorsunuz.
Arkadaşların arasında
Allah’tan korkmayan, namaz kılsa, oruç tutsa, gazvelere katılsa, hacca gitmiş
olsa bile, vebaldedir. Çünkü, namazı, orucu, haccı, gazveleri, çok zikri,
zekâtı vs. kendisinedir; onunla Allah’ın hoşuna gitmeyen konuşmalara dalman
ise, sana vebaldir.
Bunun Örneği şuna benzer:
Zengin bir arkadaşın olsa, sen de fakir, muhtaç bir adam olsan. Sana her
geldiğinde yemeğini yese fakat sana hiçbir şey yedirmese, malı onundur, zararı
ise sanadır. Aynen bunu gibi namazı, orucu vs. onundur, sebebiyet verdiği
vebal ise sanadır.
Sen onunla karşılaşmadan
önce selâmette isen, karşılaştıktan sonra seni dinde bozmaya sürükler, hayırda
isen, şerre çevirir. Bazen o seni fenalığa daldırmadan, sen işe
başlayabilirsin. Çünkü, kalbinin rahatladığı, nefsin ünsiyet ettiği bir
yerdesin. Veya Allah’ın zikri ve taatine dalabilirsiniz ya da gücünüz nispetinde
iyilik üzerine yardımlaşabilirsin. Ama düşman sizden ümidini kesmez, neticede
Allah’ın hoşuna gitmeyen bir şeyler konuşmadan ayrılmazsınız. Üzerinde
yardımlaştığınız iyilik, üzerinde yardımlaştığınız kötülüğün yerini tutmaz, onu
karşılamaz. Çünkü bir farzı zayi ettiniz, nafile üzerinde yardımlaştınız.
İşte asıl hüsran budur.
Onunla Allah’a isyan
ettiğin, tasannuda bulunduğun ne kadar arkadaşın vardır ki, ölmüşler, kabre
yönelmekle seni yalnız bırakmışlar, onlarla işlediğin günahlar yazılı bir
şekilde geride kalmıştır. Arkadaşlıkla ilgili söz çok uzundur ama, burası yeri
değildir.
Başka bir yerde onların
sohbetlerini anlatacağım, inşallah. Burada, azmini kıracak ve zayıf olduğun
zaman tevbe ile Allah için vefa üzerine sabrını azaltacak sebeplere karşı bir
uyarıda bulundum. Ayrıca, seni ondan ayıracak, fitneye düşürücü ama ayrıldığın
zaman işi karıştırmayacağın sebeplere dikkat çektim. Onunla ilişkini kesersen,
nefsine karşı güçlü olursun. Çünkü güçlü olan fitneci sebeplerle karşılaşınca,
zayıftan da daha zayıf olabiliyor. Zira, fitne veren sebeplerden kaçmaktadır.
Ayırıcı sebepler zayıf olanı arkadaşlarından ayırınca, günahları terk etme konusunda,
daha güçlü hale gelmektedir.
Onlarla Karşılaşınca Dinî Açıdan
Selâmetin Azlığından Endişe Ettiği Arkadaşlarla Buluşmayı
Terk Etmeye
Yardımcı Olan Şeyler
Dedim ki:
“Arkadaşlarımı terk etmek
için nelerden yararlanabilirim? Çünkü kalp için, onlardan daha büyük fitne ve
rahatlıkta onlardan daha galip kimse olmadığını söyledin.”
Dedi ki:
“Dinine önem vermen,
Cehennem‘e karşı da bedenine a- cıman gerekir. Böyle olup tezekkür ve tefekkür
edince, tefekkürü güzel yap ve araştırmayı derinleştir. Ta ki, onlarla karşılaşmanda
dinine eksiklik koyan şeyin gerçeğini anlayasın. Ce- hennem’e karşı bedenine
acıyıp dinde noksanlıktan endişe ederek boş bir kalple konuya yaklaşırsan, sana
anlatılan cümlelerden işin özünü anlarsın. Bunda Allah’ın gazabından da emin
olamazsın. Şayet, arkadaşlarınla karşılaştığında, sadece Allah’ın hoşuna
gitmeyen sözler söyleyeceğini bilip sonra nefsine acıyarak onlara vc kendine
yakîn gözüyle bakarsan, içinde bulunduğun tehlikeden ötürü kıyamette onlardan
kaçacağını, sadece onlarla sohbetten ötürü büyük günahlar yüklendiğini görecek
ve onlarla karşılaşmadan daha çok nefret ettiğin bir şey olmayacaktır. Bu
Allah’tan korkup kendine acıman durumunda ortaya çıkar.
Bu konuda çok açık bir
örnek vardır. Meselâ, arkadaş ve din kardeşlerinle her karşılaştığında
sakalından bir kıl veya elbisenden bir iplik koparsalar, onlarla buluşman ne
kadar azalır! Onlardan da onlarla buluşmadan da nefret edersin. Çünkü, böyle
devam ederse sakaldan olacağını ve bir köseye dönüşeceğini gayet iyi
bilmektesin. O zaman da halk sana aşağılayıcı gözlerle bakar. Aynı şekilde,
elbiseden de olursun.
İşte bunun gibi, nefsine
ve dinine acıyan ve onlarla karşılaşmanın dinine verdiği eksikliğin özünü
anlayan kimse, onlarla buluşmaktan nefret eder. Ancak verâ‘ ve sakınma
açısından dinine yardımcı olanlar istisnadır. Bunlardır Allah için kardeş
olanlar. Bu isim onlar için haktır ve gerçektir. Başkaları için bu isini
yakışmayan bir yalandır.
Dedim ki:
“Dinime zarar veren bütün
arkadaşlarımı terk ettiğim halde, nefsimin onlarla buluşmaya hevesli olması ve
sabırsızlık göstermesine ne dersin?”
Dedi ki:
“Nefsin onlardan
ayrılmayı kabul ettikten sonra, emin o- lamadığın konulardan kaçınsan ve
kendini koruyup Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyler konuşmadan, aradan birkaç gün
geçse, selâmette kaldığı için kalbin, ferahlanır. Sen de onlarla daha az
buluşmaya gayret edersin. Selâmetin tatlılığını duyup bununla Allah’ın rızâsını
ümit etmeye başlayınca, onlarla buluşmak ve onları görmekten daha kötü bir şey
düşünmezsin.
Seni bu durumdan ayırmak
isteyen birini hissedersen, o- nunla buluşmak sana ağır gelir. Korunmaya dikkat
edersen, selâmette kalıp kalpten bunun tatlılığını duyuncaya kadar, yalnız
kalmaya çalışır, seni bu halden koparmak isteyenle buluşmaktan nefret edersin.
Çünkü, gaflette olan müridin rahatı konuşmakta, kederi ise susmaktadır,
insanlarla konuşup rahatlama sevgisi kalbine galip olan için bu böyledir.
Kalbine, selâmette kalma isteği galip değildir. O zaman da susmak ona keder
verir. Konuşmak ise zevk ve rahat verir.
Selâmette kalmaya önem
verip kalbine bu istek ve önem galip gelir, sonra da salim kalmak için bazı
günlerini bu işe harcarsa, Allah’ın kendisine nimet olarak verdiği selâmetten
onu ayıracak olan kardeş vc arkadaşlarıyla konuşmak ona ağır gelir.
Onlardan birini görüp
Allah’ın hoşuna gitmeyen bir kelime ağzından kaçırınca, yeryüzü, bütün
genişliğiyle ona dar gelir, dünya ona zindan olur. Çünkü onunla karşılaşmadan
önce hem kalbi hem de bedeni selâmette idi. Allah’tan korkup O’nun hoşuna
gitmeyen şeyleri konuşmadığından, rızâsını ümit ediyordu. Sonra O’nun gazabına
neden olmasından korktuğu şeyler konuştu. Onun için yer yüzü bütün
genişliğiyle ona dar geldi, kalbi yasa boğuldu. Çünkü selâmet tehlikeye
dönüşmüştü.
Daha önce onlarla
konuşmaktan kaçınınca, yer yüzü bütün genişliği ile ona dar geliyordu. Şimdi
ise üzüldüğü bir kelimeyi konuşunca bu durumu hissetmeye başladı veya iş o
hale dönüştü.
Bu, verâ‘ın mirası,
takvanın âdeti ve Allah’ın, güçlüğe göğüs gerip şehvetlerle mücadele eden
müritlere olan yardımıdır.
Dedim ki
“Onlarla ünsiyeti terk
etmeye azmetsem bile, onlarla karşılaşmaktan tamamıyla kurtulamam. Çünkü,
geçimim için çıktığım çarşıda, bir ilim halkasında, cemaatle namaz kılmak üzere
gittiğim camide, bir cenaze namazında; onlardan birinin bana bir işi düşmesi
veya benim bir işimin onlardan birine düşmesi durumunda, beni ziyaret
etmelerinde, nasihatimi kabul eder de, benim ondan ayrıldığım gibi, o da
arkadaşlarından ayrılır ümidiyle, onlardan birine yaklaşmam durumunda, onlardan
biriyle karşılaşırım.”
Dedi ki:
“Sen onunla dostluğu terk
etme azmini gösterip ondan ayrılarak yalnızlığı seçtikten sonra, seninle
karşılaştığında ondan hoşlanmadığını, konuşmasına karşı yüzünü ekşittiğini
görürse, senden utanır ve sevmediğin halde seninle dost olmaktan çekinir.
Ondan çekindiğin zaman, kalbin onunla gaflete dalmaktan uzak kalır. O da bu
tavrını görünce senden uzaklaşır.
Onunla konuşma istek ve
arzusu olmadan, saydığın bazı sebeplerden ötürü karşılaşır, sonra da düşman
seni onunla avlar endişesiyle, dikkatli davranırsan, kötü veya fuzulî bir şey
konuştuğunda, nefsine, “Herhalde beni, Allah’ın taatından alıkoymak için
gizlediği şeyle tanımıyor." der, ondan ders alırsın. Eğer nasihat kabul
edecek biri ise, yumuşak bir dille uyarır, dediğinin uygun olmadığını söylersin.
Belki de ona bir faydan olur. Nasihat kabul edecek bir kimse değilse veya bir
şey desen, sana dinî açıdan zarar verecek şekilde seninle tartışacak bir şahıs
ise, konuştuklarından hoşlanmaz ve kaçınırsın. Ama konuştuğu haram bir şey ise,
yumuşak bir şekilde ona engel olursun. O hevesli olsa bile, tartışmaya
girmezsin. Ancak bir konuda açıklama istiyor, sen de bunu açıklamaya ehil isen,
açıklama yaparsın, aksi takdirde susarsın.
Eğer konuşmayı uzatır sen
de ona engel olamıyor vc oradan da kalkamıyorsan, gücün varsa, ahireti
hatırlatırsın. Belki bu konuşmadan vazgeçer, sen de sevap alırsın. Nitekim İbrahim
et-TeymFden şu söz rivayet edilmiştir: “Öyle adam var ki, batıl bir konuşmaya
dalan topluluğun yanına gelir, onları zikre yöneltir; hem yaptığının sevabını
alır hem de onların sevabı kadar ayrıca sevap alır.”
Hayırla konuşmaya
başlarsa, yine de kendi kendine, “Bu hayırlı bir şey, ama bundan sonra ne gelir
bilemem.5' der dikkatli davranırsın. Senden ve arkadaşlarından
edindiği tecrübeden ötürü, sana Allah’ın zikri ile konuşmaya başladığı halde,
sen dikkatli isen, sakınmış olursun. Bu durumda Allah’ın zikrinden sonra
ikinizi de ilgilendirmeyen bir şey konuşursa, süregelen sakınmadan ötürü,
durumu hemen anlar onunla konuşmaya dalmazsın. Aranızda bir konuşma geçmezse,
sakınman, Allah’a karşı havfım artırır ve bu davranışın sana tecrübe olur,
başka bir zaman, zikirle başlayan sonra da zikir esnasında veya sonrasında,
mâlâyâni veya Rabb’ine karşı günah olan bir konuşmanın yapılabileceği durumlar
karşısında, ayağının kaymasına engel olur.
Çarşı-pazardaki kimseler
de böyledir. Geçimin için onlarla konuşursun ama, kalbin dikkatli ve
hoşnutsuzluk içinde olur. Onlardan biri seni ziyarete gelse veya bir ihtiyacın
için sen ona ya da bir ihtiyacı için o sana gelse, onunla uzun boylu konuşmaya
dalmaz, Allah’ın razı olduğu sözler söyleyinceye kadar susarsın. Zira konuşmaya
dalınca, daha önceki tecrübelerden ötürü, kalbin sakınmayacağını biliyorsun.
Kendisine nasihat edesin
diye gelirse, nefsinin güçsüzlüğünden şikâyet ettiğin için, onunla durumun
nasıl olacağı tam açık değildir. Yüzme öğrenen birinin boğulan birini kurtarmaya
çalışmasına benziyor. Nasıl kurtarabilir ki?
Nefsinle uğraş! Ancak
onunla karşılaştığın zaman, Allah için yerine getirmen vacip olan bir şeyle
imtihan edilir ve sustuğun zaman Allah’ın gazabından korkarsan, kabul etmesi
şartıyla, ona iyiliği emreder, kötülükten nehyeder veya uyarırsın. Aksi
takdirde susar, tartışmaya girmezsin.
Allah için ziyaret
ettiğin veya onların seni ziyaret ettiği akrabaların durumu da böyledir. Eğer
tecrübelerin, onlarla bir araya geldiğinde Allah’ın hoşuna gitmeyen konuşmalara
daldığını gösteriyorsa, nefsinin rahatı için onlara gitmezsin.
Unsiyct seni, evinde
beraber olup kendilerinden bu konularda şüphe etmediğin kişilerle gaflete
sürüklüyor ve haranı şeyler konuşmana neden oluyorsa, onlara karşı da dikkatli
olmalısın. Bu en zor sebeplerdendir. Onlardan uzaklaşamıyorsun ama dikkatli ol
ve Allah'ın Cennet ehlini anlatırken söylediği şu âyeti hatırla: “Daha önce
biz, ailemizin içinde (iken sonumuzdan) korkardık.” (Tür, 52/26) Cehennem
halkından ve Allah düşmanı olanı da şöyle anlatıyor: “Çünkü o, (dünyada)
ailesi arasında (şımarık ve) sevinçli idi.” (İnşikak, 84/13)
Dininde seni fitneye
düşürmelerine karşı dikkatli ol ve onlara acı. Onlarla ünsiyetin ve onları
kırma tehlikesinden ötürü, bıı en zor durumdur. Dikkatli ol ve üzerinde terbiye
etme hakkı olanları, Allah’ın emrini yerine getirinceye kadar, Allah’ın hoşuna
gitmeyen konuşmalardan nehyet. Çünkü Allah sana, onları terbiye etmeyi
emrediyor: “Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun.” (Tahrim, 66/6). Bu
âyete Hz. Ali, “Onları terbiye edin ve öğretin”; Mücahid, “Allah’a karşı
takvayı tavsiye edin”; Katade, “Allah’a taati emredin ve günahlarından nehyedin”;
Dahhak, “Ailenize kendilerini korumalarını söyleyin.” anlamını vermişlerdir. O
zaman, ayrıca onların sevabı kadar sevap alırsın, senin yol ve huyunu
öğrenirler ve seni fitneye sevk edecek şeylerden çekinirler. Onlarla konuşma
ve gaflete daldığın zaman, bâtıla dalmaktan ürker hemen tevbeye dönersin.
Allah’ın, Hz. İsmail’i övdüğü şu âyeti görmüyor musun? “Ailesine namaz
kılmayı ve zekât vermeyi emrediyordu.” (Meryem, 19/55). I İz. Peygambere
de, “Ailene namazı emret.” buyurmuştur. (Tâhâ, 20/132)
İlim talebi de böyledir.
Onunla selâmette kalamayacağın kimseden istiyor ve onunla oturuyorsun. O zaman
ya yalnız olarak ilim öğren veya kendisinden salim olacağın kimseyle öğren.
Bu durumlardan biri için
beraber oturmayı, ilim tahsilini terk ederek, terk etmen caiz değildir. Ama
onlara karşı dikkatli ol, yüz batlarınla onları da dikkate sevk et. Üzerinde,
yerine getirmen gereken bir hakları varsa, yerine getir. Çünkü onlar üç gruptan
başka olamazlar: Ya hepsi yararlanmaktadır, ya bir kısmı yararlanmaktadır ki, bu
da sana yeter, ya da yapmacık hareket etmekte ve seni oyalamaktadırlar. Ya da
seni uğraştırdığını anladığından, senden utanır ve geri çekilir. O zaman da
dinin açısından salim olur, bir felâket ve günahla karşılaşmadan ilim tahsil
edersin.
Ticaret veya sanatında
sana ortak olan veya ücretle çalıştırdığın ya da yanında ücretle çalıştığın
kişinin durumu da böyle- dir. Hem nefsini, onunla sürdürdüğü âdetlerinden kes,
hem onu seninle sürdürdüğü âdetlerden kes. Sakın ve sakındır. Dinini fesada
uğratarak dünyanı ıslah etmesinde yardımcı olma.
Bütün bunlarda ayağın
sürçerse, tevbeye koşmana kimse engel olmasın. Çünkü, Rabb’ine dönmekten ve
O’na tevbe etmekten müstağni kalamazsın. Şayet azmin, kullardan ve başka
şeylerden gelen ve ayağını, Allah’ın sana vacip kıldığı işleri yaparken
kaydıran sebepleri kesmekse, bu azme mukabil Allah’a hamd edersin. Ayağın
kayınca Allah’a istiğfar eder, pişman olur ve buna sebep olan şeyden
kaçınırsın. Gelecekte böyle bir zelle ve benzerlerinden sakınırsın. Allah
korkusu ve ü- midi için yapınca, inşaallah bu durum meşkûr olur. Arkasından
hemen tevbe ettiğin günahın affolun Bunlar vc benzerleri, sana gelecek için de
tecrübe vc ibret olurlar.
Eğer Allah’a sadık isen,
az bir zaman geçmeden Allah sana yardımıyla yönelir, nefsine karşı gösterdiğin
gayret vc mücahedeyi merhametle karşılar, nefsin senden ve seni fitneye
sürükleyecek, ayağını kaydıracak şeylerden ümidini keser ve sen Allah’ın teati
için güçlü olursun.
Bu sebepler ve seni
fitneye sürükleyecek, ayağını kaydıracak başka sebepler çıkınca, sana
anlattığım gibi davran. Bütün sebepleri anlatmak kitabı çok uzatır. Akıllı olan
tafsilata gerek kalmadan işaretle de sakınır. Ayağını kaydıran sebepleri
ortadan kaldırmak vc organlarını Rabb’inin hoşlanmadığı şeylerden alıkoymak, perhiz
yapmaya benzer. Ehl-i dünyanın, sağlıklı kalma ümidi ve uzun süre devam edecek
hastalıklar korkusuyla, perhiz yapıp zevklerini terk etmesi gibi, perhiz yapıp
tehlikeye düşmemeye dikkat et.
Rabb’in için yaptığın
perhiz şuna benzer: Bütün arzu vc isteklerini yerine getirine imkânına sahip
bir kral düşünelim. Sevdiği her şey elinin altında vc her tarafı ilaçlarla
doludur. Ama vücû-1 dıı hastalıklı ve yatalaktır. Takdir edilen
şeylerden yerse helâk olur, perhiz yaparsa yaşar. Doktorlarla kardeş olmuş, eczanclcnn
eşiğini aşındırmış, acı ilaçlan içmeye göğüs germiş, güzel yiyeceklerden
uzaklaşmıştır. Az yediği ve hasta olduğu için bedeni çok zayıflamış. Her gün
küçülmesine rağmen sıhhati artmaktadır. O ise perhizi tercih etmektedir.
Nimetler denizi içinde bedeni erimesine rağmen, helâk olur endişesi ve
perhizin ona sıhhat vereceği ve devamlı sağlık içinde olan bir bedenle o
nimetlerden yararlanacağı ve hastalıksız, sefa içinde hiçbir sıkıntının
bulandırmadığı bir hayât yaşar ümidiyle, bu yola devam etmektedir.
İşte irâde sahibi,
muttaki mü’minin durumu da böyledir. Dünyada, ahiretini helâk edecek her
tehlikeye karşı perhiz yapmaktadır. Üzerinde, zayıflık, mağaralara çekilme,
halktan kaçma, kullarla ünsiyet etmeme, hüzün ve sevinmeme apaçık
görünmektedir. Bütün bunları, dünya zevklerinden yararlanmaktan hoşlanmadığı
ve Allah’ın gazabına düçar olur da kendisine azap hak olur korkusu ve bununla
Allah’ın rızâsını kazanıp azabından kurtulma, komşuluğunu kazanma, Cennet
zevklerinden hastalıksız bir şekilde yararlanma vc bunu takip edecek sonsuz
bir hayât ve Allah’ın yüce rızâsını elde etme ümidiyle tercih etmektedir.
Perhize devam et,
ahirette karşılaşabileceğin kötü akıbeti düşün, ahiretin güzel hayâtını iste,
rızâsını talep etmek için O’nun adına perhizden yararlan. Çünkü O, irâde
sahiplerine yardımcıdır ve onlara şefkatlidir.
Şayet isteseydi, ilk
günden itibaren seni perhize muhtaç etmezdi. Ama, mücahcde ve gayretle, O’nun
rızâsını talep etmekteki sadakat vc doğruluğunu sınamak istemektedir. Talepte
doğru olup, nefsinle
mücahede ve mücadelede güçlüğe göğüs gerince, Allah sana yardımıyla yönelir,
seni kötülüğe götürecek şeyleri terk etmeyi kolaylaştırır, taatıyla seni
nimettendirir. Çünkü O, tekellüfsüz bir kerim, yanında cimriliğin yanaşmadığı
bir cömerttir. Mürıd kulundan, rızâsını talep etmede doğruluk, nefsiyle
mücadele, hevâsıyla mücahede istemektedir. İşte o zaman zorlukları
hafifletmekte, hevâsını öldürmekte, rızâsını istemede doğru olduğunu görünce,
bütün işlerini O idare etmektedir.
Şayet bedeni zayıf dünya
ehlinden biri, efendisine yönelse ve yürürken bazen düşse bazen de ayağa kalksa
ve bu durum defalarca tekrarlansa; sonra efendisi geri dönüp baktığında,
kölenin kendisine yönelirken, zayıflığından yüz üstü yere düştüğünü sonra
doğrulup tekrar ona yöneldiğini ve düşmesi, ona yönelme ve yakınında bulunma
isteğine engel olmadığını görse ve bu durum defalarca tekrar etse; efendinin
yanında da çok sayıda binek olsa ve ona iyilik yapacak en yakın insan da
kendisi olsa, şüphesiz o efendinin kerem ve rahmeti, istirahat etsin ve çabucak
kendisine kavuşsun diye köleye, hemen bir binek yollamayı gerektirir.
İşte Allah, bu efendiden
çok daha merhametli ve kerem sahibidir. Mürid kul, nefsiyle mücahede ederken,
ayağı sürç- mekte ama, bu O’nun rızâsını talep etmeye engel olamamaktadır.
Ayağı kaydığında, yüz üstü düşüp sapandan daha çok üzülür ve her şeye rağmen
nefsiyle mücahedesini sürdürür. İşte Allah kulunu böyle görünce, ellerinden
tutarak rızâsını talep etmeyi hafifletmekte, onu kurb derecelerinin yükseklerine
çabucak çıkarmaktadır. Kerem ve cömertliğinde, rahmet ve re’fetinde, lütûf ve
şefkatında eşi ve benzeri olmayan Allah, ne büyüktür!
NEFSİ TANIMA
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Dedim ki:
“Bana riyâyı vc sebeplerini anlattın. Riya nerden ilen
gelir?” Dedi ki:
“Nefis ve onun hevâsından ileri gelir.”
Dedim ki:
“Nasıl nefsimden ileri
gelir ki, bana tuzak kuran, dünyayı güzel gösteren düşmanım ve beni fitneye
sevk eden dünya vardır?”
Dedi ki:
“Düşmanın, ancak
nefsinden aldığı güçle sana zarar verebilir. Eğer böyle olmasaydı, düşmanın
daveti seni Rabb’ine daha çok yaklaştırırdı. Seni davet edince ona uymayı
reddettiğinde, bununla taat etmiş olursun. Çünkü o seni Rabb’inin hoşuna
gitmeyen şeye davet etmiş, sen ise reddetmişsin. Bu konudaki korunman Allah
korkusundan vc O’nun sevabını elde etme ümidinden ileri gelmektedir. Daveti
reddederek, ümit ve recayı yerinde kullanmış oluyorsun. Nefsin dünyaya değer
vermeyince, onun güzelliği seni Allah’a daha çok yaklaştırır. Çünkü dünya ile
imtihan edilmişsin ama ona yüz vermemişsin. Ahireti istemiş ve ona rağbet
etmişsin. Dünyada zevk içinde yaşama ve neticede ahirette mahrum kalma ya da
sevabından az yararlanmayı reddetmiş ve dünyanın sebep olduğu bir imtihanda
Allah’a itaat etmişsin.
Nitekim O şöyle buyuruyor:
“Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların
hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.” (Kelıf, 18/7). Allah,
zînetler arasında senden güzel amel etmeyi istediğini bildirmektedir. Onun
için, dünyada güzel nimetler yaratmış ki, kimin daha güzel amel edeceğini
denemektedir.
Dünyada yapılacak en
güzel amel, ona karşı zahid davranmak ve ahireti ona tercih etmektir. Bunu
yapamayınca, Allah’ın kızgınlığına neden olan bütün ziynetlerini terk et. Bu,
Allah adına sana gerekli olan verâ‘dır.
Sen nefsine uymadıkça,
ehl-i dünyanın dalâlet ve hataya davetleri sana hiçbir zarar vermez. Aksine,
Allah ve Rc- sûl’ünün sözüne yapışmak ve insanları reddetmekle sevap almış
olursun.
Sana düşmanlık yapan,
eziyet eden, tuzak kuran ve sana karşı haddini aşan da böyledir. Bundan ötürü
Allah’a isyân etmez, ona karşılık vermezsen sana bir zarar veremez. Aksine
senden yararlanmak ister ve kendini helâk eder. Ama kâfirler gibi, kendileriyle
mücadele etmeyi Allah’ın emrettiği kimseler müstesnadır. Onlarla mücadele etmen
sana fayda verir. İki durumda da kârlısın. Ya galip gelirsin ya da
öldürülürsün. Galip gelsen büyük sevap alırsın, öldürülürsen şehit olursun. Nitekim
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “De ki, bize yalnız İki iyilikten birini
gözetlemiyor musunuz?” (Tevbe. 9/52) Öyle ise, sana zarar veren her
düşmana, hevâ-i nefsin oyunu neden olmuştur.”
Dedim ki:
“Öyle anladım kı,
korktuğum her mahzurlu iş hevâ-i nefisten ileri gelmektedir. Bu ona muhalefet
etmenin, Allah’a itaat olduğunu göstermektedir. Allah’a itaatte ise, sıdk vc muhabbet
vardır. Bunu bana biraz izah ve şerh eder misin?”
Dedi ki:
“Nefsini tasdik etmedikçe
Allah’ı tasdik edemezsin. Nefsini tanımadıkça onu tasdik edemezsin. Onu
kontrol etmedikçe onu tanıyamazsın. Nefsini ölüm ve Allah’a arz etmen ve
hallerine itiraz etmen gerekir. Onu, iyi yaptığını zannettiği işlerde itham
etmedikçe vc kötü yaptıkları işler konusunda aleyhinde hüküm vermedikçe,
hallerine itiraz edemezsin. Onu itham edince, teftiş edersin; teftiş edince,
hallerine itiraz edersin; hallerine itiraz edince yapmacık hallerini,
aldatmasını ve yalanını anlar vc tanırsın.
Onu tanıyınca ondan
sakınırsın, sakınınca gözetlersin, gözetleyince Allah’ın taatından kaçışını,
yan çizdiğini, onu yaratanın sevmediği şeylerle süslendiğini görürsün. Çünkü
her kötülüğün kaynağıdır. Her belâya sürükler. Onu yaratan Allah, onun devamlı
kötülük emrettiğini, kötü hevâsına uyduğunu haber vermektedir. Öyle ise ondan
sakın ve din konusunda onu itham et.
Nefsin Kötü
Meyillerini Bilmek
Dedim ki:
“Nefsin bazı ayıplarını
bilmeme yardımcı ol ki, onu itham edeyim, teftiş edeyim ve tanıyayım.”
Dedi ki:
“Nefsin rızâ halinde
yumuşak olmaya azimli olduğunu, ı cddetmeyip boyun eğdiğini görmüyor musun?”
Dedim ki:
“Evet, görüyorum.”
Dedi ki:
“Mü’min veya kâfir herkes
rızâ anında yumuşaktır. Sinirlendiği zaman, nefisten yumuşaklığı istersen
reddeder vc kin, kötü ahlâk, cahillik gibi çocuklara bile yakışmayan hallere
girer. Kişi muhtaç olmadığı şeyi harcıyor ihtiyaç anında ise bunu yapmıyorsa,
aldatan ve yalancı olmuyor mu? İhtiyaç anında seni terk ediyor, zenginlik
zamanında ise yardım va’dediyor. Ona muhtaç olduğunda seni felâkete terk
ediyor. Çünkü, sinirlenme anında, yumuşak olacağını va’dediyor. Böylece Ccn-
net‘i hak edeceğini, ateşten korunacağını, sinirli halini sürdürerek Allah’ın
hoşuna gitmeyen şeyle, gazabını kazanmaktan korunacağını söylüyor.
Ama ona muhtaç olduğun
zaman, azabı gerektirecek taarruzlara seni teslim ediyor, bu konuda sana
yardım ediyor ve seni cesaretlendiriyor. Kurtulmaya neden olacak şeyler için
ise, ağırdan almana neden oluyor. Bunları sana yapandan daha düşman, yalancı ve
suçlu kim olabilir?
Ihlâs da böyledir. Amele
başlamadan ihlâsh olur. Hâlbuki bu ihlâs değildir, ihlâsa niyettir. Güya, çok
muhtaç olduğun günde amelinin boşa gitmesini istemediğinden, önceden ihlâsh
olmaktadır. Bunu hiç engellemeden gönül rahatlığıyla yapar.
Amel ortaya çıkınca,
kendisinden kaçacağını va’dettiği şeyle amele girmeye davet eder, yerine
getirmeyi va’dettiği şeyden seni alıkoyar, riya duygusunu coşturur, ihlâstan ve
amelin kabul olmasına neden olan şeylerden alıkoyan Çok muhtaç olduğun günde
amelinin boşa gitmesine neden olacak durumlarla seni baş başa bırakır.
Amel anında vaatte
bulunsa, ihlâsın gerekli olduğu anda seni ihlâstan alıkoysa ve bununla, en çok
muhtaç olduğun günde amelinin boşa gitmesine neden olmak istediğini haber
verse, va’dını yerine getirmiş olmuyor mu!?
Ortada bir şey yokken,
sana verâ‘ vermektedir. Oysa bu verâ’ değil verâ’a niyettir. Güya imtihanla
karşılaştığında, Allah sana gazaplanır, azaba müstahak olur ve sevaptan mahrum
kalırsın endişesiyle, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyleri terk etmeye ve azaptan
emin olmak ve sevap elde etmek için de, günahlardan kaçınmaya davet
etmektedir.
Bu durum, imtihan takdir
edilip başlayıncaya kadar sürer. İşte o zaman arzulan alevlenir; azaba dûçar
olur ve sevaptan mahrum kalırsın endişesiyle terk ettiği şeyleri istemeye
başlar: Azaptan emin olmak ve sevap elde etmek ümidiyle, verâ‘ göstereceğini
iddia ettiği konuları reddeder.
Seni aldatmak için, sana
vermeyi va’dettiği şey ortaya çıkıncaya kadar ondan kaçmayasın ve ondan emin
olasın diye, sana güven verenden, daha düşman biri bulunabilir mi? Ki o,
arzuladığı şeyi elde etmek için senin helâk olmanı ve bozulmanı istemektedir.
Zühd de böyledir. Elinde
bir şey olmadığı zaman, sana zühdü verir. Sana, zahitlerden olduğunu hayâl
ettirir. Az bir para elde edince, rağbet ve ilgi duyguları kabarır, çok kazanmaya
istekli ve o konuda mücadele eden biri olarak karşına dikilir. Zühdden
alıkoyar, va’dini unutur ve sana söylediğinin aksini yapar.
Rızâ da böyledir.
Genişlik ve sıhhat zamanında, henüz belâ ve musibet ortaya çıkmadan önce,
senin rızâ ehli olduğun hissini verir. Bu hale mü’min, facir herkes razıdır.
Çünkü nefsin hoşuna giden bir haldir. Kendisi için rızâ istenecek herhangi
bir durum yoktur. Dolayısıyla bu rızâ değil rızâya niyettir. Çünkü rızâ, belâ
vc musibetin ortaya çıkmasından sonra söz konusudur.
Bedeninde bir belâ ve
musibet ortaya çıkınca ya da geçiminde bir darlık görülünce, rızâdan kaçınır.
Aksine endişe ve kızgınlığa sürükler ve rızâya engel olur, ondan alıkoyar.
Va’dcttiğini yerine getirmez. Allah’ın hoşuna gitmeyen şeye davet eden ve
rızâya engel olan kendisi olur.
Tevekkül ve Allah’a güven
konusunda da durum böyledir. Dünya malı ve geçim sebepler yeterli bir durumda
oldukça tevekkül içinde olur. Halktan ve Allah’ın dışındaki sebeplerden değil,
Allah’tan bir şeyler beklediğin bir hâl ortaya çıkınca, tamamen tamaha
kapılır, halktan bekleme ümidi ve endişesi başgösterir, kalp hemen sebeplere
sarılır ve önem verir, halka karşı yapmacık hareketler ve yaltaklanmalar
başlar. Nefis, ona muhtaç olduğun zaman seni Allah’a tevekkülden alıkoymuştur.
Allah seni, onunla
mücahcde etmek için ikaz eder, sen de vaadlerini hatırlatır ve va’dini bozduğu,
azmini yerine getirmediği için onu sıkıştırırsan, seninle mücadele eder ve
karşı koyar. Va’ad vc ve’idi, Allah’ın onu gördüğünü, yarın hesaba çekileceğini
hatırlatarak zorlarsan, aklıyla hatırlar ve onda yakîn ortaya çıkar, marifeti
büyür, basireti kuvvetlenir; bu durum onun boyun eğme isteğine aykırı olarak,
hevâsını ve huylarını kahreder, onu mağlup eder.
Senin, kendisi ve gizli
açık kötülükleri arasına girdiğini, engel olduğunu görünce, fark edilmeyen çok
gizli kötülüklerin ardına düşer. Tasannua girmen için riyâ kapılarını açar,
onunla rahatlaman için ucbu; iftihar edip böbürlenmen için de kibri önüne
koyar. İhtiyacını karşıladığın noktalarda zevk almak ister. Sanki, ahiret
sevabından hiçbir şey elde etmeni istememektedir.
Ona meyledersen, amelini
boşa çıkarmaya gayret eder. Bunu yapamazsa onun zevkini tatmaya çalışır. Elde
ettiği ne olursa olsun önemsemez ve aldırmaz, elde ettiğini kâr bilir.
Üstüne gider, tartıştığı
vc onunla aldattığı noktaların inceliklerini gözetler, bundan hoşlanmadığını
ortaya koyar, bu konuda daha önce Cenâb-ı Hakk’ın zikrettiği hususları kabul
etmen ve ona dayanman durumunda amelinin boşa gideceğini, Allah’ın kızgınlığına
maruz kalacağını hatırlar ve kalbine havf ve sakınma galip olursa, nefis
hoşlanmazsa da boyun eğer. Sonra, bu azme rağmen aldatmaya razı olamazsın,
vefa göstermesini istersin. Neticede Allah’a davet eder, Allah’tan korkan
mü’minler gibi konuşur, mütevazı olanlar gibi yaşar, yalan, riya, kibir, haset,
aldanma gibi dinî afetlerden uzak kalır.
Sen bunlara aldanır ve
onun ortaya koyduğu bu tavırlarda gerçekçi olduğunu zannedersin. Ne zaman ki,
bir sıkıntı, bir belâ ile karşılaşır ve dediği şeyleri tahkik etme hali ortaya
çıkarsa, kalbin, havf, ihlâs, zühd, rızâ, tevekkül, sıdk vb. durumlar konusunda
durur, hevâ-i nefs gâleyana gelir, bunların zıddı olan arzular coşar.
Eğer bunlar kalbinde yer
etmiş olsaydı, ihtiyaç anında hemen coşarlardı ve zıtları ortaya çıkmazdı.
Zıddı olan bir şey ortaya çıksa, kökünden sökülürdü. Öyle ise bunların laf olduğunu,
gerçek olmadıklarını vc tahkik edilmemiş iddialar olduklarını anlarsın.
Meselâ halktan birisi,
sıkıntı anında seninle beraber olduğunu söyler, fakat sıkıntı olunca seni terk
eder, araştırdığın halde onu bulamazsan, onun seninle beraber olmadığını ve seni
aldattığını anlarsın. Onun vefasızlık yapıp seni terk ettiğine hayret ederken,
düşmanına yardımcı olup üzerine saldırdığım görsen, tabiî ki bu hayretin kat
kat artar. Sen de gelecekte ondan sakınma ve düşmanının barındığı yere
güvenmemeye daha fazla dikkat edersin. Daha sonra ondan sıkıntı anında sana
yardımcı olacağına dair sözler duysan, daha önceki tavırlarını bildiğin için,
ona kızarsın.
Öyle ise nefsini tanı! Ne
kadar az bile olsa, ortaya çıkan her iyilik vc hayır konusunda aksini müdafaa
etmek için tartışır, ortaya çıkan en küçük bir kötülüğü ise teşvik eder. Zayi
ettiğin her hayır, onun hevâsına uyduğun için olmuştur, yaptığın her kötülük
de o seviyor diye yapmışsın.
Öyle ise ondan sakınmak
gerekir. Çünkü o, dünyanın rahatından ve ahirete karşı gafletten bıkmaz. Onu
ahiret için uyandırır ve düşündürürsen o seni dünya rahatı üzerinde tefekküre
davet eder, bu konuyu tartışır ve temenni eder. Kıldığın iki rekât namazı,
seni dünya işleriyle ilgili bir şeyler hatırlatmadan bitiremezsin. Ondan gafil
olsan bir tarafa dayanır ve seni meşgul eder. Onu ikaz etsen, düşünmekte
olduğun ahiret konusundan seni ayırmak için mücadele eder. Hevâsı aklına galip
gelir. Aklın gaflet eder ama o gaflete düşmez. Aklın bir şeyler hatırlatmak
istese, buna engel olmak için mücadele eder. Onu öldürmen caiz olmadığı gibi,
ondan ayrılman da mümkün değildir. O bu halde sana düşmanlık eder.
Dolayısıyla onu tanı vc
sakın. Çünkü onu tanırsan ondan sakınma, Allah’a güven, tevekkül ve itminanın
artar. Nefisten nefret eder, ona kızar, Rabb’ini seversin. Nefisten ümit keser,
Rabb’inden ümitli olursun. Yaptıklarının Allah’ın nimeti, minneti vc fazlı ile
olduğunu itiraf vc ikrar eder, şükredersin. Nefsin, bunları yapmada bir
faydasının olmadığını anlarsın.
Meselâ iki arkadaşın olsa,
bunlardan biri, anne baba gibi, öldürmen caiz olmadığı gibi ondan ayrılman da
mümkün değilse, sen onun yanında işin farkında değil iken bir kaya parçasıyla
kafanı ezmek istese ve o anda diğer arkadaşın bu tehlikeye karşı seni uyarsa,
sen de ileri atılıp elinden kaya parçasını alarak yere atsan veya o arkadaşın
yapılan bir yemeğe zehir katsa vc diğer arkadaşın, sen o yemeği yemeden önce
seni uyarsa, şüphesiz ilk arkadaşından nefret eder ve seni uyaranı çok daha
seversin. Seni öldürmek isteyenden sakınır, uyarana güvenirsin. Sana tuzak
kurandan ümidin kesilir, uyarana bel bağlarsın. Onu anladığın için ona sevgin
sona erer. Diğeri seni kurtardığı için ona iyilik yapar, faziletini ikrar
edersin. Çünkü seni uyarmış, sana tuzak kuran düşmanın tuzağından seni
kurtarmıştır.
İşte, sana tuzak kuran
nefsin, seni uyaran ve ikaz eden ise Rabb’indir. Nefis kaç defa başına belâ
getirmek istemiş, seni kötülüğe sürüklemiş, sen de yapmaya yeltenmiş veya
yapmaya başlamışsın da Rabb’in seni uyarmış, sen de ya o kötülüğü yapmamış ya
da yaptığına pişman olmuş ve tevbe etmişsin.
Nefsini tanıyınca, ona
kızgınlığın, Allah’a ise sevgin artar. Allah’a tevekkül eder, nefsinden ümidini
kesersin. Allah’a güvenir nefsinden korkar vc ürperirsin. Yaptıklarını da
beğenmezsin. Nefsin, iyiliği sevmediği için, yaptığın iyilikleri ona izafe
etmezsin. Nefis, terk edip yapmadığın kötülükleri sever. Sen onun sevdiği şeye
kendini kaptırırsan, kötülük işlemen gerekir. Öyle ise seni, nefsin sevdiğinin
hilafına uyaran vc yardımcı olan, nefisten başka biridir. O da, Allah’tır. Hem
O’nu hem de nefsini iyi tanı. Nefsini iyi tamsan onu doğrularsın. Onu doğrular
fakat ona müdahale etmez vc arzularına boyun eğmezsen, o zaman da Allah’ı
doğrular ve O’na takvâ ile bağlanır, güvenir ve dönersin.
Nefsini, seni ümitsizliğe
düşürmeyecek şekilde, hayırda ona gizli kalan hususlarda itham vc teftiş et.
Bir şey bilmezsen, Rabb’ine hamd et. Allah’ın hoşuna gitmeyen bir şeyin ondan
zâhir olacağından endişe et. Daha önce yapmış vc senin hatırlamadığın hususların
varlığından kork. Yaptığın iyiliklerin Allah tarafından kabul edileceğine dair
ümidini de koru.
Allah’ın hoşuna gitmeyen
bir şey yapmışsan, Allah’ın onu affedeceğinden ümitli ol. Seni affetmez
düşüncesine kapılıp endişe ve acımayı terk etme. Bu endişeden ötürü affedileceğinden
ümitli ol. Çünkü affedemeyeceğinden korkan affedilir. Affedileceğine inanan ve
emniyet içinde aldanan ise affedilmez.
Nefsinden endişe et, onu
teftiş et ve mücadele et. Nasıl ki, zalim, hain, aldatan, sözlerini süsleyerek
delillerini güçlendiren biriyle mücadele ediliyorsa, öylece mücadele ct. Tâ ki,
adil deliller getirebilesin. Aleyhinde deliller bulununcaya kadar onu teftiş
et. Tâ ki, onun delilleri kalmasın, hakkı anlasın ve ikrar etsin.
İtiraf ettiği veya
hakkında deliller bulunan bir hakkı yerine getirmekten çekinince, onu mahkemeye
çıkarır, hapis veya dövülme cezası verirsin. O bu duruma bakıp elde edeceğinin
en azından mahrum kalacağını ve mahrum edildiğinden daha fazlasının kendisinden
alınacağını anlayınca, hakkı yerine getirir ve zulmü reddeder.
Ayrıca Kitap ve sünnet
delilleriyle dc onunla mücadele et, aleyhine deliller getir, ayıplarını
araştır, kötülüğünü ve yalancılığını hatırlat. Tâ ki, hakkı itiraf etsin ve
boyun eğsin; mazeretleri ve yalandan ileri sürdüğü delilleri ortadan kalksın.
Hakka boyun eğerse, ne
âlâ! Aksi takdirde, Cehennem azabını hatırlat. O hem azap hem hapistir.
Cehennem azabının şiddetini ve onunla azaplanacağı düşüncesini uyandır ve hayâl
ettir. Bunu aklın basireti ve yakîn gözüyle görünce, içinde korku heyecanı
doğar, pişman olma, hakka boyun eğme ve azmetmede gecikmez. Çünkü elde
ettiğinin çok fazlasının kendisinden alınacağını bilmiş ve görmüştür.
Sonra terk ettiği
hususlarda seninle mücadele edip tuzak kurmaması için uyar ve sakındır. Tartışır
ve mücadele ederse, hemen aleyhinde deliller getir vc azabı göster. Onu, sevabı
terk etmekle sars, yakînî bir müşahede ile bu sevabı ona göster. Ayrıca, nefse
karşı Allah’tan yardım dile, O’na tevekkül et, O’na dayan, O’na hüsnüzan besle.
Nefse tevekkül ettiğinde, herhangi bir iyiliğin yapılacağından ümidini kes.
Öyle ise, Allah’a
tevekkül et! Nefisten de ümit vc emelin kesilsin!
UCUB
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
. Nefsi Tanımanın Neticeleri, Ucbun
İzahı ve
Amelle Şımarma
Dedim ki:
“Bana nefsimi tanıttın.
Ben de ondan sakındım. Riyayı ve sebeplerini anlattıktan sonra, şimdi de nefsi
daha iyi tanımaya ulaştıran şeylerden beni haberdar et. Her ne kadar onu bana
tanıttıysan da yeterli görmüyorum. Onunla mücadele için gerekli aletler olmadan
ve hilelerini bilmeden düşmanımı tanımam bana bir fayda sağlamaz. Ucbun ne
olduğunu, nelerde bulunduğunu ve ne ile nefyedilip ondan konırıulacağını bana
anlat.”
Dedi ki:
“Sen kulların çoğunda
çaplı bir şekilde bulunan, günahlarım onlara göstermeyen, hata ve ayak
sürçmelerini onlara süsleyen bir afeti sordun. Çünkü ucub, kalbi kör eder.
Öyle ki, kendini beğenen kimse, kötü biri olduğu halde kendisini iyi, helâk
olduğu halde kurtulmuş, hatalı olduğu halde kendisini doğru biri olarak görür.
Ucub sahibi kimse, gaflete meyletmeye devam eder ve bu suretle bildiği günah
ve ayak sürçmelerini küçük görür, çoğunu unutur, birçoğunu da görmez olur. Yaptığı
ameller gözünde çok görünür, o da bunlarla aldanır. Havfı azalır, Allah’la
aldanır. Dahası, bu ucub onu Allah hakkında iftira vc yalana sürüklemesine
rağmen, kendini Allah’a sadık biri zanneder; dalâlete götürmesine rağmen
kendini hidayette görür.
Ucub sebebiyle,
sapıkların ileri gelenleri helak olur, mü- tckcbbirler kibirlenir,
böbürlenenler böbürlenir ve büyüklendiler büyüklenir (Yani bu durumları daha
ileri derecelere varır). Bu ümmetin ahirinin helaki da ucub sebebiyledir. Buna
delil, I İz. Peygamber’in, bu ümmetin sonundakileri kasdede- rek, Ebû
Sa’lebe’ye söylediği şu hadîstir: “İtaat olunan cimriliği, uyulan hevâ-i
nefsi ve görüş sahiplerinin her birinin kendi görüşlerini beğendiğini gördüğün
zaman, kendini kurtarmaya bak.’*
Ebu’d-Derda‘, “Üç şey
kurtuluş ve üç şey de helak sebebidir. Helâk ediciler, tâbi olunan arzular,
uyulan cimrilik ve kişinin kendini beğenmesidir (ucub).” der. Ebû Hüreyre, Hz.
Peygambcr’den şunu rivayet etmektedir: “Üç şey helâk edicidir. İtaat olunan
cimrilik, tâbi olunan arzular ve kişinin kendini beğenmesi (ucub).” Hz. Ömer de bunun benzerini ifade etmiştir.
Bu ifadeleriyle, ııcbun helâk edici olduğuna işaret etmiş oldular.
İbn Mes’ud, “Kişi iki
şeyle helâk olur. Ümitsizlik ve kendini beğenme.” demiştir. Allah rahmet
etsin, ne doğru söylemiştir. Çünkü insan kendini beğendiği zaman günahlarını
anlayamaz. Günahlarını anlayamayınca onları küçümser ve tevbe etmesi
gerektiğini düşünemez. Günahı küçümsediğinden, ondan korkup çekinmez ki,
kökünden söküp atsın. Böylece günah işlemeye devam eder ve helâk olur.
Günahlarının çokluğunu
bilir ve onları önemser, sonra da ümitsizliğe düşerse, tevbesinin kabul
olunacağına ihtimal vermez ve yine günah işlemeye devam eder. Allah’a itaat
edip O’nun rızâsına uygun amel işlemekten vazgeçer ve bu sebeple de helâk olur.
İbn Mes’ud bu sözüyle, kişinin kendini beğenmesinin helâk sebebi olduğuna
işaret etmiştir. Çünkü kişi kendini beğendiğinde, nefsini tezkiye eder.
Nefsini tezkiye edince onu itham etmez; Allah’ın emirlerine muhalefetini önemsemez
ve nefsini kurtulmuş zanneder.
Allah’ın şu âyetini
görmez misin?: “Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz.” (Necin, 53/32). Tefsirde,
“Onu tebriye etmeyin.” denilmiştir. Peki kendine göre nefsi kötülüklerden beri
ise; nasıl onu itham edebilir? Onu itham edemeyince de ayıplarını nasıl
bilebilir?
Bu âyet hakkında Zeyd b.
Eşlem, “Onu tebriye etmeyin.” demiştir. İbn Cüreyc, “Günah işleyip, ‘Biz taat
ediyoruz.’ demeyin.” derken, Mutarrıf, “Geceyi uyku ile geçirip pişmanlık
içinde sabahlamam, geceyi ibadetle geçirip kendimi beğenerek sabahlamamdan daha
çok hoşuma gider.” demiştir.
Ucub çeşitli hasletleri
bir araya toplar. Meselâ, kişiye çoğu günahları gizli kalır, gizli
kalmayanların ise büyük bir kısmını unutur, hatırladıklarını da küçümser. Keza,
kişiye hataları gizli kalır, sözü hak olmaz. Bu durum, onu kullara karşı kibir
vc büyüklenmeye iter ve Allah’la aldanır. İlim ve ameli nedeniyle dalâlete
düşer, öyle ki, ilim ve amelini Rabb’ine karşı başa kakar.
O zaman Allah’ın yanında
koruyuculuğu sona erer ve kendini nefsine teslim eder. Böylece Allah’ın indinde
zalim ve kısıklardan olduğu halde, kendini iyi kimselerden görür.
Hz. Aişe‘den gelen şu rivayeti
görmez misin? Kendisine, “Kişi ne zaman günahkâr olur?” diye sorulunca, o,
“Kendini iyi bir kimse zannettiğinde.” cevabını vermiştir. Hz. Aişc ne doğru
söylemiştir! Kişi ameliyle ucba düştüğünde, kendini iyi bir kimse olarak görür.
Ucub kişiyi, yaptığı
iyilik, sadaka vb. bütün amellerini başa kakmaya sevk eder. Çünkü, yaptığı
faziletler veya verdiği sadakalar ona büyük görünür. Allah’a olan minnet
borcunu unutur ve bundaki şükrünü yerine getirmez. Bundan dolayı yaptığı
iyilikleri başa kakar ve sevabı yok olur. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Başa
kakmak ve eza etmek suretiyle verdiğiniz sadakaları boşa çıkarmayın.”
(Bakara, 2/264) Böylece Rabb’inin azabı kaçınılmaz olur.
Allah’ın Resûlü de şöyle
buyurmaktadır: “Allah, kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, rahmet nazarıyla
onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz, onlar için elem verecek bir azap
vardır: Bunlardan biri de, iyiliği başa kakan mennandır.”
Öyle ise, sorduğun şeyi
iyi düşün, verdiğim cevabı iyi anla, ucbu öğrendikten sonra, terk etmek hususunda
azmini Allah’a takdim et. Umulur ki, Yüce Allah, verdiğim cevaptan
yararlanmanı sağlar.
Bil ki, din ile ucub dört
şekildedir: Amel, ilim, isabetli görüş ve hatalı anlayış. İlim, Kitap, sünnet
ve ümmet âlimlerinin sözlerinden anlaşılan ve hıfzedilendir. İsabetli görüş,
Kitap, sünnet ve icma‘dan, kıyas yoluyla, söz konusu mes’elenin daha önce hükmü
sabit olmuş diğer bir mes’eleye benzemesi halinde hükmünü çıkarmaktır. Matah
anlayışa gelince, Kitap, sünnet vc ümmetin icma’ından istinbat olunmaksızın,
zannın onun hak olduğuna itirazıyla birlikte, nefsin hevâsına uyarak hak
olmayan tevil vc cehaletle düşülen tenakuzdur. Amel, ilim vc isabetli görüşle
ucub bir anlamdadır. Çünkü bunların hepsi Allah tarafından verilmiş bir iyilik
ve nimettir. Bunların asıl kaynakları ve çıkış mcnba'ları Allah olunca, bunları
elde eden bu noktada uebe düşmez.
Kul, kendini sevap almaya
müstahak, nimet verilmeye lâyık ve yaptıkları ile kabul edilmeye ehil
olmadığını düşünmesine rağmen, kendisine verilen nimeti ve Allah’ın üzerindeki
minnetini büyük görmek veya sevap alma vc sadece bir fazl u kerem olarak
yaptıklarının kabul görme ümidi ile böyle düşünür vc davranırsa ucub yapmış
olmaz. Ama amelini çok görür ve gözünde büyütürse, ilim vc görüşünü güzel bulur,
bunları da nefsine izafe eder ve nefsini över de, Allah’ın kendisine ver-^ diği
nimeti ve bu suretle yaptığı iyiliği unutursa, o zaman ilim vc ameliyle ucub
yapmış olur.
Dinle ııcbun tamamı
(Özeti) şudur: Nefsin, amel veya ilmiyle kendini övmesi ve Allah’ın verdiği
nimetleri unutmasıdır. Nefsin övünmesi ve nimetleri unutması, din ile ııcbun
tâ kendisidir. Ancak, kulun yapmak isteyip de sonra yapamadığı ameller
istisnadır. Çünkü burda ek olarak, Allah’a tevekkül yerine nefse dayanma,
vardır. Bu da nimeti unutmaktan ileri gelir. Çünkü Allah’tan gelen nimete
ulaştığında, bunu kendi kendine elde edemeyeceğini anlar. Öyle ise, Allah
kendisine iyilik ihsan etmişse onu elde eder, değilse elde edemez.
Dedim ki:
“Üzerime düşen, Allah’ın
dinde bana verdiği nimetlerin tamamı için Allah’ı hatırlamam, zikretmemdir.
Şayet bunlardan bir şey unutursam, o zaman ucub yapmış olur muyum?”
Dedi ki:
“Hayır. Din vc dünya
nimetlerinin tamamının Allah’tan olduğuna topluca inanman şartıyla, her nimetin
nimet olduğunu tek tek hatırlaman ve üzerinde düşünmen sana farz olmaz. Ama
her nimet esnasında Allah’ı hatırlayıp, onun Allah’tan bir iyilik olduğunu
bilirsen, bu senin için Allah katında daha faziletli bir durum olup seni şükre
sevk eder vc senden ucbu uzaklaştırır. Sana verilen ilim ve amele karşılık
hamd etmekle birlikte, şayet nimeti zikretmeyi unutsan ve o hususta yanılsan,
sana verilen ilim vc amelle övünerek bunları nefsine izafe etmezsen, ucub
yapmış olmazsın. Bu durumda, amelinin dışında kalan diğer nimetleri unuttuğun
gibi, söz konusu nimeti de unutmuş olursun. Ancak, Allah’ın verdiği nimetleri
unutarak nefsini översen, o zaman ucba düşmüş olursun.
Dedim ki:
“Benden başka kimsenin
yapmadığı bir ameli nefsime izafe etmem nasıl mümkün olur? Zira o işi bizzat
kendim yaptığımı biliyor olmasaydım, ne onu nimet sayar ne dc karşılığında
Allah’tan sevap beklerdim.
Dedi ki:
“Evet, yaptığın ya da
bildiğin bir şeyi bilmekle ucub yapmış olmazsın, ancak bunun Allah’ın nimeti
olduğunu unutup, o işi nefsine izafe ederek onunla övündün mü ucb sahibi olmuş
olursun. Ancak bunu Allah’ın bir nimeti vc minneti kabul eder ve nefis serbest
bırakıldığında kendi arzularına meyledeceğini dc bilirsen, nimet verenin
sadece Allah olduğu ortaya çıkar ve o zaman da ucba girmiş olmazsın.
Dedim ki:
“Bir işi yaptığımı
bilmemle, o işi kendi nefsime izafe etmemin ve onunla övünmemin arasındaki
farkı bana açıklayın.
Dedi ki:
‘"Yapmış olduğun işi
başkası değil, senin yaptığını bilmen zorunlu ve tabii bir bilgidir. Öyle ki, onu
yapmadığını söylemeye güç yetiremcyeceğin gibi, nefsine ve başkasına, “Bunu
ben yaptım.” diye söylemeye de gerek duymazsın. Ucbe gelince düşmanın
reddetmesi, nefsinin ise heyecanlı bir istekle seni övmesidir. Bu durum seni,
yaptığın işi çok miktarda vc büyük bir iş görerek kendi kendine şöyle demeye
kadar götürür: “Güç yetirebildim, sabrettim, bitirdim veya cömertçe verdim,
uğraş- tun, arıladım.” Nefsinin gücü vc basiretinin keskinliğiyle sevinerek
nefsini büyütürsün. Başka zamanlarda da Allah’ın nimetini unutur, nefsine
yönelir vc “Şunu okudum, bu kadar namaz kıldım, günlerdir oruçluyum veya çok
sıcak bir günde oruç tutmayı azimle başardım.” şeklinde hitap edersin. Bu a-
meli nefsine izafe ederek onu çok görmen ve abartmandır.
Kısacası gücü ve sabrı
nefsine izafe ederek, yaptığın ve yapmadığın işleri tekrar yapabilme gücüne
sevinir, ona dayanmaktan vazgeçmez ve Allah’ın nimet ve minnetini hatırlamaz
isen bir zaman gelir bütün bunları bir gaflet içerisinde yaptığını fark
edersin. Zira Cenâb-ı Hak kendi fazlından sana bu gücü vermemiş olsaydı bunları
yapmaya güç yetirebilir miydin? I- çinden kendine bu kadar övgü yağdırır
miydin? Ya da güç ve yetki hususunda nefsine bundan fazla değer biçer miydin?
İşte Allah’ın bir nimeti olan amelini bilmek ile, bilgi ve amelinle nefsini
övmek (ucb) arasındaki fark budur.
Dedim ki:
“Kendimi bu dediklerine
maruz kıldığımı ve meselenin, amelimi bilmekten öteye gittiğini görüyorum.
Çünkü nefsime, benden kaynaklanan bir endişe ile, yaptığı ameli bilmezlikten
gelmesini, hatta bunu başkası yapmış gibi değerlendirmesini söylemem, aklımı
kaybettiğim anlamına gelir.
Eğer, nefsimin
yapmadığım, bir başkasının bu ameli yaptığını sanmasını vc kendisini felç,
namazda iken kendisini uykuda, oruçlu iken oruçlu olmayıp, namazı kılan, orucu
tutan başka birisinin olduğunu hissetmesinden endişe ediyorum. İçimden, “Şunu
yaptım bunu yaptım.” dememin ne sakıncası vardır? Zira nefsim yaptıklarımı
bilmiyor diye, yaptığım işler hakkında kendisine bilgi veriyor değilim. Çünkü,
Allah’ın nimetini unutup nefsimi överek, yaptığım ameli ona izafe etmem, ucbun
kendisidir.
Bu yüzden ben, bununla
birlikte, yaptığımın ucb addedildiğini bildiren İlmî bir delil istiyorum ki,
binleri bu mesele hakkında bir şüphe uyandırarak itiraz eder ya da bunun aksini
iddia eden bir delil getirirse, nefsime karşı bana destek olabilsin. Aynı zamanda
bunun aksini ifade eden İlmî bir delil gösterilmeden itirazcı ikna
olmayacaksa, bu delil onu kabul etmeğe sevk etsin.”
Dedi ki:
“Evet zaten ancak Allah’a
itaat edenler ve O’nun yolunda olanlar iyilikleriyle sevinir ve uebe maruz
kalırlar. İbn Ebi’z- Zinad, Musa b. Ukbe‘nin Kurcyb‘den İbn Abbashn şöyle dediğini
rivayet ediyor: “Davud hayâtında hiç günah işlemedi. Fakat bir sefer nefsini
beğenip ucba maruz kalarak dedi ki: “Ey Rabb’im, Davud ailesinden birisinin
ihya etmediği bir gece yoktur ve Davud ailesinden birisinin oruçlu olmadığı bir
gün de yoktur.” Haccac’m rivayetinde Davud’un şöyle dediği kaydolunur: “Gece
ve gündüzden geçen her saatte Davud ailesinden biri ya namaz kılarak veya oruç
tutarak ya da zikrederek mutlaka sana ibadet etmiştir.”
Hz. Davud bu sözleriyle,
gece ve gündüz yapılan ameli Davud ailesine izafe etmiştir. Doğrusu kendisi bu
hususta ailenin ilki ve en iyi ibadet edeni idi. Ailesini ibadete çağıran ve
onların bu ibadete devam etmelerini sağlayan da kendisiydi. Hz. Davud bu ameli
büyük gördü. Zira kullandığı tabir bunu ifade ediyor. Çünkü Araplar bu tür bir
ifade şeklinden, ancak ameli büyük görme anlamını kastederler. 1 Iz. Davud
yaptığı ameli kendisine izafe etti vc nefsini de övdü. Zaten Cenâb-ı Allah’ın
Hz. Davud hakkındaki sözü de bunu ifade ediyor.
İbn Abbas şöyle diyor: “Bunun
üzerine Allah Hz. Davud'a vahyederek şöyle dedi: “Ey Davud! Bu benim yardımımla
oldu. Şayet sana yardım etmemiş olsaydım buna gücün yetmezdi ve artık seni nefsinle
baş başa bırakacağım.”
Bir başka hadîste,
“İzzetime ve azametime yemin ederim ki, artık seni nefsinle baş başa
bırakacağım.” denilmiştir. Şayet Hz. Davud Allah’ın nimetini hatırlıyor
olsaydı, Cenâb-ı Allah ona hatırlatma gereğini görmezdi; dolayısıyla onu
cezalandırıp nefsiyle baş başa bırakmazdı. Bu yüzden Allah Hz. Davud’a unutmuş
olduğu nimeti hatırlattı ve amelini izafe ettiği, yaptığını beğendiği nefsiyle
baş başa bıraktı. Bunun için İbn Abbas Hz. Davud’u “Nefsini beğenen kişi.”
olarak adlandırdı ve Allah’a olan itaatini beğenip uebe girmesiyle günah
işlediğini bildirdi.
Hz. Davud Allah için
yapmış olduğu ibadetiyle övündü ve hemen ardından cezalandırıldı. Neticede
yaşamı boyunca ü- züntü ve nedamete sebep olan ve ahirette de onu uğraştıracak.
Hadîste ifade edildiği gibi Orya‘nın 1 Iz. Davud’a hakkını helâl
edeceği zamana kadar bu durum devam edecektir. Ucb ne büyük bir imtihan ne
korkunç bir afettir!
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı
Kerim de Huneyn Savaşı sırasında Hz. Muhammed’in ashabına yaptığı hatırlatması
da bu kabildendir. Hz. Peygambcr’in ashabı ve onlara tâbi olanlar o zaman
yeryüzünde Allah’a ibadet eden tek ve en hayırlı topluluk idi. Sadece Allah
için kızar ve O’nun dinini savunur, destekler ve Allah düşmanlarına karşı
topyekün savaşmak için toplanırlardı. Allah onlar için şöyle buyurmuştur: “And
olsun ki Allah birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn Savaşı’nda size
yardım etmiştir. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete
uğramaktan kurt aramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar
gelmişti. Sonunda (bozularak) gerisin geriye dönmüştünüz.” (Tevbe. 9/25)
Evet dunun böyle olmuştu.
Çünkü sahabeden biri; “Bu gün azınlıktan dolayı mağlup olmayız.” demişti. Ne zaman
ki sayılarıyla övünüp sevindiler ve Allah’ı unutup güçlerine güvendiler, Allah
o anda desteğini onlardan çekti ki çokluğun kendilerine bir faydası
olmayacağını ve onları düşmanlarına karşı galip kılanın sayıları değil, ancak
Allah olduğunu hatırlasınlar. Sonra Cenâb-ı Hak, Resûlü’ne ve ashabına bir
ikram olmak ve dinini gözetmek üzere onlara acıdı ve onları muzaffer kıldı.
Daha sonra Allah onlara söylemiş oldukları bu sözü ve eksik olan bu tutumlarını
Kur’ân’da bildirdi. İşte bu, sayı çokluğundan doğan ucubtur.
Süfyan b. Uyeyne'nin
şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Bir gün Hz. Eyyûb, Rabbi’ne yalvararak şöyle
dedi: “Ey Rab- bim! Ben bütün işlerimde hep Senin isteğini kendi isteğime
tercih etmişimdir. Bu belâyı başıma nerden getirdin?” Hemen bir buluttan on bin
sesle; “Bunu yapma gücünü nerden elde ettin ey Eyyûb?” diye çağrıldı. Bunun
üzerine Hz. Eyyûb hatasının farkına vararak başına kül döktü ve “Senden Ey
Rabb’im.” dedi.
Görülüyor ki Hz. Eyyûb
yapmış olduğu ameli Rabb’ine izafe etmeyi unuturken hatırladığı zaman hemen
Rabb’ine zelil ve muhtaç biri olarak yöneldi, bu amelin Allah’tan kendisine
verilen bir nimet olduğunu fark edip ikrar ederek; “Evet senden Ey Rabb’im!”
dedi.
Bu ve Hz. Davud‘un olayı,
ameliyle şımarma anlamı i- çermektedir. Allah’ın izniyle konuyu yerinde
açıklamaya çalışacağız.
Dedim ki:
“Idlâlin (şımarma) ne
olduğunu bana açıklayın.”
Dedi ki;
“İdlâl (şımarma) ucb
mânâsıyla birlikte başka bir mânâyı daha içermektedir. Şöyle ki, ilmi veya
ameliyle ucuba düşmüş kimse, kendisini, ameli karşılığında, Allah katında
sevabı hak ettiğini ve yüce bir değere sahip olduğunu sanır. Fakat, Allah’ın
sevap ve affını korkuyla birlikte ummak idlâl kapsamına girmez. Zira idlâl,
umudun galebe ettiği, korku ve endişenin olmadığı durumda, amelin karşılığını
istemektir. Meselâ, Muhacirlerden bir kadın Hz. Aişe‘yc şöyle demişti: “Hz.
Peygamber’c Allah’a ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları
öldürmemek, dünyaya getirdiğim çocuklar hakkında iftira etmemek ve hayırda
kendisine isyân etmemek üzere biat ettim ve Rabb’imin bütün buyruklarını yerine
getirdim. O da bana karşılığını verdi. Allah’a and olsun ki Rabb’im beni
cezalandırmayacaklar.”
Bunun üzerine kadın
rüyasında kendisine şöyle denildiğini gördü: “Rabb’inin kendisini azaba
uğratmayacağına and içen sen misin? Peki seni ilgilendirmediği halde söylediğin
sözlere vc yapınan gerektiği halde yapmayıp engel olduğun işlere ne dersin?”
Başka bir hadîste; “O
kadına bir melek gelerek kendisine şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Konuşurken
sözlerim inceltip kırıtıyorsun, ziynetini açıp gösteriyorsun, hayra engel
oluyorsun, komşuna eziyet ediyorsun ve eşine itaatsizlik ediyorsun!” Daha
sonra melek beş parmağıyla kadının yüzüne bir şamar vurarak; “Beşe karşı
beş, artırırsan biz de artırırız!” dedi.” Râvî, kadın sabahladığında
yüzünde hâlâ parmak izlerinin olduğunu anlatmaktadır. İşte bu Allah’a karşı
ameliyle şımarmadır. Gaflet, unutkanlık ve cehaletten ötürü azabı hak etmiştir.
Dedim ki:
“Onun, Allah katında
büyük bir değerinin olduğunu sandığına delil var mıdır?”
Dedi ki;
“Hem kalbinden hem
dilinden onun böyle inandığını gösteren nice deliller vardır. Meselâ, Hz.
Davud'un dediği gibi, Allah’a yalvarırken amelini büyütmesi, başına bir belânın
gelmesini veya Allah’ın kendisine karşı düşmanına yardım etmesi ya da yaptığı
bu kadar amele rağmen dua ve isteklerini reddetmesini hiç beklememesi.. Evet
bütün bunlar, O’nun dediğimiz şekilde inandığını gösteren delillerdir.
Hz. Eyyûb’ün “Ey Rabb’im!
Ben bütün işlerimde hep Senin isteğini kendi isteğime tercih etmişimdir.
Başıma bu belâyı neden getirdin?” demesi de bunun gibidir.
İyi amel işleyen kimse
duasının kabul olmamasını ya da istediği bir şekilde kendisiyle muamele
edilmemesini, başına musibet gelmesini, düşmanının eline düşmesini ya da dünya
kötülüklerinden birisine maruz kalmasını çirkin görüp bunu tepkiyle karşılar ve
sanki Allah’a minneti varmış gibi ameliyle şımarıp Allah’tan karşılık
isteyerek, mükâfatlandırılması gerektiğini düşünürse ameliyle ucub ve idlâl
yapmış sayılır.
Kuşkusuz Allah’ın
kullarına olan nimeti ve fazlı olmasaydı, onları iyi ameller işlemeğe muvaffak
etmezdi. Zira iyi amel Allah’ın bir fazlı ve nimetidir, kulları ise pek az
şükrederler, pek çok günah işlerler. Doğrusu şükretmek de Allah’ın bir
nimetidir. Günahlar ise pek çoktur. Allah şöyle buyuruyor: “Eğer üstünüzde
Allah'ın lütu f ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize
çıkmazdı.” (Nur, 24/21)
Bu âyet indiği zaman,
insanların en hayırlısı olan Peygamber Efendimiz ashabına şöyle dedi:
“Hiçbirinizi ameli kurtaramaz.” Ashab, “Seni de mi amelin kurtaramaz Ey
Allah’ın elçisi?” diye sordular. Resûlullah, “Evet, Allah beni rahmetiyle
kuşatnıasa, beni de amelim kurtaramaz”* dedi.
Hz. Peygamber’in şöyle
dediği de rivayet olunmuştur: “Şayet Allah yaptığımız bu iki şeyden dolayı,
beni ve Isa b. Meryem’i sorguya çekecekse bize azap verir. ”
Daha sonra sahabeye
bakıyoruz, takva vc faziletlerine rağmen Allah’a olan korkularından dolayı,
insan olarak değil başka bir yaratık olarak dünyaya gelmeyi temenni etmiş olduklarını
görüyoruz. Ebû Bekir kumru kuşu olmayı, Ömer ise bir saman çöpü olmayı temenni
etmişlerdir. Ebû Ubeyde, İm ran b. 1 lüscyn vc başkaları da buna benzer şeyleri
temenni etmişlerdir.
Kullarına karşı cn büyük
hüccet Allah’ındır. O’nun kullarına minneti, nimeti ve fazlı vardır, kimsenin
O’na minneti yoktur, kulların yaptıkları hayırlı işler de Allah’tandır.
Dedim ki;
“Bu söylediklerinin idlâl
olduğunu gösteren delil nedir?”
Dedi ki;
“Katade, “Yaptığın
iyiliği çok görerek başa kakma.” âyetini “Amelinde naz yapma.” şeklinde
açıklamıştır. Doğrusu bu âyetin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler
olmuştur. Bazıları, “Sana hediyeler vermeden başkalarına hediye verme.”
şeklinde açıklamışlardır. Katade’ye göre, “Ameliyle idlâl yapıp karşılığını
isteme.” anlamını ifade ediyor.
s el-Bıılıârî, Rikak, 18; Müslim,
Müııafıkîn, 71, 73; İbn Mâcc, Zülıd, 20.
374
Rivayet edildiğine göre
Hz. Davud ve Hz. Eyyûb şöyle demişlerdir: “Ameliyle idlâl yapan kişinin namazı
başına takılır da yukarı çıkmaz. Günahını itiraf ederek gülmen, amelinle idlâl
yaparak ağlamandan daha iyidir.” şeklinde açıklamışlardır. İşte idlâlle ucub
budur.
Idlâlin karışmadığı tek
ucub ise, anlattığım gibi, yapmış olduğu hayırlı amel ile nefsi övüp Allah’ın
nimetini unutmaktır. Rebah el-Kaysî’ye, “İyi amel işleyenlerin amellerini bozan
nedir Ey Ebû Muhacir?” diye soruldu. Rebah, “Allah’ın nimetini unutup nefsi
övmektir.” şeklinde cevap verdi.
Dedim ki:
“Verdiğin bu cevabında
yanlış rey sebebiyle ucba değinmedin.”
Dedi ki:
“Yanlış rey bir nimet
değildir ki, onunla ucb durumunda nimetin unutulmasıyla vasfedilebilsin. Zira
bu bir belâ, eksiklik ve mahrumluktur.”
Yanlış rey bid’at ve
dalâlet hususunda olduğu zaman, imtihan ve mahrumiyet sayılır. Ahkâm hususunda
ise bazen günah ve mahrumiyet bazen de günah sayılmayıp sadece dinde bir
eksiklik sayılmaktadır.
Kitap, sünnet ve icmaya
muvafık olmayan rey uebden meydana gelir. Zaten çoğu insanları din hususunda
yanlışlığa, bid’atlere, küfre ve dalâlete saptırıp onları helake götüren sebep
de bu türde olan reydir. Nitekim Peygamber Efendimiz reyi zemmedip ahir zamanda
ümmetine galebe edeceğini bildirmiş ve insanların bu durumda kör ve sağır olup
hiçbir nasihatin onları etkilemeyeceğini ifade etmiştir.
Ebû Sa’lebe el-Huzenî,
'‘Peygamber Efendimize, “Ey i- man edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru
yolda olunca sapan kimse size zarar vermez.” (Maidc 5/105) âyetinin
anlamını sordum, Peygamberimiz şu cevabı verdi: “Ey Ebû Sa’lebe, iyiliği
emretin, kötülüğü nehyetin. İtaat olunan bir cimrilik, tâbi olunan arzu vc
görüş sahiplerinin kendi görüşleriyle övündüklerini gördüğünde nefsini
kurtarmaya bak’” demektedir. Peygamber Efendimiz âyetin, insanların çoğu
dünyayı ahirete tercih ettikleri ve reyleri ile övündükleri zaman Müslümanların
bu tutumda olmamalarını tavsiye ettiği anlamına geldiğini haber veriyor.
Sahabe vc onlardan sonra
gelen âlimler de reyle övünmeyi zemmetmişler ve reyle amel etmenin insanı
helake götüreceğini söylemişlerdir.
Allah hakkında doğru olmayan
şeyleri söyleyenler için, Ccnâb-ı Hakk’ın şu sözlerine bakınız: “İyi işler
yaptıklarını sanıyorlar.” (Kelıf, 18/104). “Kötü işi kendine güzel
gösterilip de onu güzel gören kimse mi?” (Farır, 35/8). Diğer bid’at ehli
de böyledir. Eğer görüşleriyle övünmeselerdi, bid’atlarını savunup deliller
getirmezlerdi.
Kâfirlerin bütününü,
Müslümanlardan da bid’at ehlini ve yanlış fetva verenleri helake götüren şey
yanlış reyle övünüp ucb içinde olmaktır. Zira yanlış tevilleri yapıp hak
sandılar ve tevilleri ile övündüler; yanlış fetvalar verenler ise kıyas
şartlarına uygun olmadığı halde, kıyas yapıp hakka isabet ettiklerini sandılar
ve kıyaslarıyla övündüler. Oysa onlar hakkı bırakmış bâtılı din edinmişlerdir.
Dedim ki:
9 L-btî Dâuûd, Melahiııı, 17; el-Tinnizî, Tcfsiru Sûre, 15,; İbn
Mâcc, Fitcn, 21.
“Yanlış reyle övünmenin
büyük zararlarını açıkladın vc tahribatlarını anlattın. Şimdi de onun ne
olduğunu bana bildir.”
Dedi ki:
“Kesin olmamakla birlikte
bir zan ile, gerçek olduğunu kabul ettiği ve hevâ-i nefsten ileri gelen yanlış
bir görüşü güzel görmektir.”
Dedim ki:
“Onu güzel görmesi neden
kaynaklanıyor? Çünkü böyle bir şey ancak cehaletten kaynaklanabilir.”
Dedi ki:
“Evet.”
Dedim ki:
“Bu gaflet ve cehalet
neden ileri gelir?”
Dedi ki:
“Nefsi eleştirmekten
kaçınmak, o görüşü izah edici bir dayanak ve hakkında Allah’tan gelen bir
delil olmadan o görüşü güzel görmekten kaynaklanır. İşte bu nimet değil, büyük
bir musibet ve korkunç bir afettir. Bu durumda, Allah’ın nimetini hatırlasa
bile, ucbun giderilmesi yerine, daha fazla kökleşir vc artık ona tamamıyla
galebe eder.
Zaten bunu nimet gördüğü
için övünmüştür. Onu büyük bir afet olarak saymamıştır ki, ondan sakınsın. Ya
da onu bir bela olarak görmemiştir ki, nefsini eleştirsin ve neticede o görüşü
kabullenmesine veya terk etmesine yardımcı olacak bir ilim sahibi olsun. Çünkü
yanlış reyi nimet sayan kişi onunla övünür.
İyi Ameller Sebebiyle Oluşan Ucbu
Gideren Şeyler
Dedim ki:
"Abid, din sebebiyle
oluşan ucbu ne ile giderebilir ki ondan kartalabilsin?”
Dedi ki:
“İtaat ve hak ile olan
amel, ılım ve hakka uygun isabetli rey ile oluşan ucb, bunların Allah
tarafından kendisine verilen bir nimet olduğunu hatırlamak ve Allah’ın fazlı
olmadan hiç kimsenin nefsinin becerisiyle bu nimete ulaşamayacağına inanmakla
giderilebilir. Zira nefis kendi başına bırakılsaydı bunu ne yapabilirdi ne de
ondan ileri gelmiştir. Zira nefsin arzusu bunun aksini istemektir. Bu yüzden
Allah kendisine nimet vermek istediği kulun aklını uyarır. Kul akıl ile, nefsî
arzusunu yener neticede doğruyu yapmaya azmedip, nefsin arzu ve isteklerine
muhalefet eder. Çünkü nefsin arzuları, insanın yapmak istediği her iyiliğin
aksini istemektedir. İnsan gece namazına kalktığı zaman nefis uyuyup rahat
etmeyi ister ve oruç tuttuğu zaman nefis yemek içmeyle gıdalanmayı ve çımayla
rahatlamayı sevdiği için oruçlu olmaya karşı çıkar. Diğer hayırlı ameller de
böyledir. Şayet nefsin arzusuna bırakılsa, yapılmaz.
Öyle ise iyi amel
etmenin, nefsinin bir becerisi değil, Allah’ın kendisine verdiği bir nimet
olduğunu hatırlayıp itiraf etmeli ve bu nimete şükretmelidir. Şükretmekte
kusurlu olduğunu ve hakkıyla şükredemediğinin şuuruna varmalıdır. Bu nimete
hakkıyla şükredemediği için, ona ehil olmadığını ve bu nimetin kendisinden
alınmasını hak ettiğini bilmelidir.”
Dedim ki:
“Nefse fazla ağır
gelmeyen iyi ameller de vardır. Bâtıl sözlere dalmayıp sükût etmek, gözü
harama kapamak, gıybet, faydasız ve günah olan sözleri terk etmek ve kalbiyle
zikir vc fikir etmek vb. bunlardandır.”
Dedi ki:
“Bu saydıklarının tamamı
nefse ağır gelir. Zira, her ne kadar nefsi yoracak kadar ağır değillerse de,
onu istek ve arzularından alıkoyuyorlar. Çünkü nefis insanlarla konuşmakla rahatlar
ve kalbinden geçen sözleri ancak bu şekilde anlatabilir. Yine gözü haramdan
sakındırmak da nefsi, istek vc arzularına bakmaktan alıkoymaktır.
Ahiret için kalp ile
zikir ve fikir de nefsi, dünya rahatı için düşünmekten alıkoyan Bu da nefse
ağır gelir ve onun istek ve arzularına engel olur.
Akıl erbabınca, insanın
işlediği bütün hayır ve iyi amellerin, nefsin arzu ve isteklerin hilafına
olduğu doğrulanmıştır. Çünkü nefis yorulur veya en azından istek vc
arzularından alıkonur. Bütün bunlar, nefsin arzuları hilafına yaptığı şeylerin,
bir başkası tarafından yaptırıldığının kesin delili ve açık şahididir. O da,
nefse bunları fazlından veren yaratıcısı ve sahibi olan Allah’tır. Öyle ise
şükür ve hamd ona aittir.
Şayet nefis, sahibine
yapılan amelleri kendinden yaptığı iddiasında bulunur ve insan da nefsini
sabır vc gücüne karşılık överse, kendisinde bulunan bu bilgilerle ona
yaklaşsın. Zaten Yüce Allah’ın, Rabb’inin rahmet ve minnet ettiği hariç, her
nefsin kötülüğü emrettiğini bize bildirmesi, yeterlidir.
Kişi bu inançla nefsine
yaklaşmalıdır. Kuşkusuz nefis bu iddiasında yanıltıcı ve iftiracıdır. Aksini
arzuladığı, kendisine ağır gelen ve engel olmak için çaba harcadığı bir şeyi,
kendisinin yaptığını, nasıl iddia edebilir?
Evet nefis, yapmak istemediği, aksini arzuladığı ve ya-' pılmasına
başlandığı zaman terk ettirmek için mücadele verdiği bir şeyi, kendisinin
yaptığını, nasıl iddia edebilir? Kuşkusuz bu nefsin bir iftirasıdır ve onu
tasdik eden dc ahmak ve cahildir.
Dedim ki:
“Allah için iyi amel
işleyen, azmi güçlü, dünyaya karşı olan ve ibadetlere devam eden kimse, bazen,
ibadet için nefsinde öyle bir arzu, öyle bir istek hisseder ki, neredeyse sabrı
taşacaktır. Sanki bu onun tabiatıdır. Hatta bazen, bu sınırı da aşmaktadır.
Amelimizde iyi ve kötüyü karıştırmamıza rağmen, bazen bu hali kendimizde bile
müşahede edebiliyoruz.”
Dedi ki:
“İşin başında, nefiste
böyle bir arzu olmaz; zaten bu arzu ne güçlü ne de zayıf olduğu zamanlarda
nefsin yaradılışıyla bağdaşır. Zira işin başında kendisinden böyle bir şeyin
ortaya çıkmaması için çaba harcamaktaydı. Ancak ne zaman ki Allah, kuluna güçlü
bir azim, nefsiyle mücadelede ve onu etkisiz hale getirmede mücadele sabrı
nasip eder ve nefis de artık onun kendi isteklerine cevap vermesinden umutsuz
kalır, Hakk’ın nuru ve kendisinin güçlü azmiyle mağlup olur ve ahiret dertleri
kendisine galebe ederse, bu iddiasından vc alıştığı vaziyeti talep etmekten
kesilip vazgeçer. Ancak bununla birlikte nefis, yaratıldığı yapı vc huyunu
korur. Şayet insanda en küçük bir tembellik bulursa, o kötü hallerine döner ve
Rabb’ine yaptığı çoğu ibadetleri artık bırakıp, terk eder.”
Zorla teslim olan, tehdid
ve azarlama ile isteklere cevap veren, başkası sana destek verip onu mağlup
etmeden itaat etmeyen; buna rağmen, senin davetine icabetinden geri dönüp,
itaatini terk edip etmeyeceğinden ve daha önceki kötü hallerine tekrar dönüp
dönmeyeceğinden emin olmadığın birini, yaptığı iyi işlerden ötürü över veya
onun kendi arzu ve isteğiyle bunları yapıp sana itaat ettiğini düşünür müsün?
Veya sana itaat etmeyi arzulamadığını bildiğin için onu tenkit eder inisin?
Diğer taraftan, nefse galip olup hizmetinde kullanıncaya kadar sana boyun
eğmesinde yardımcı olana teşekkür etmez misin? Çünkü, onun bu kötü hallere
karşı arzusunun değişmediğini, zorla icabet ettiğini, mağlup edilerek itaat
ettirildiğini, bir kaçış yolu vc çıkış menfezi bulduğu anda eski arzu vc
isteklerine koşacağını vc senden yüz çevireceğini gayet iyi bilmektesin.
Bu, tıpkı düşman bir
ülkeden esir alıp, ailesinden, çocuklarından, malından, vatan ve toprağından
uzaklaştırdığın birine benzer. Esarete düşmeden evvel o seni esaret altına almak
için var gücüyle savaşmıştı, ancak birilcri gelip sana destek verdi ve onu sana
yakalayıp teslim etti. Ama hâlâ ülkesine dönmek için seninle çekişmekte, seni
öldürmek veya esaret altına alıp beraberinde ülkesine götürmek için fırsat
aramaktadır. Sen ise hizmetine koşup itaat etsin diye onu dövüp zorlamaktasın.
Fakat onun bir fırsat bulup seni terk etmesinden ve kendisine vermiş olduğun
işini bırakıp kaçmasından endişe duymaktasın. Bu insan, “Övülmeye lâyık ya da
işinde dürüsttür.” diyebilir misin?
İşte nefsin de tıpkı bu
esir gibi, daha evvel dünyaya sarılıp onu ahirete tercih etmek istiyordu vc
seni istekleri doğrultusunda çalıştırıp kurtuluş yolu olan ahireti bırakman
için seni esaretine almaya var gücüyle çalışıyordu. Ancak, Allah, seni nefsine
karşı muvaffak kılmak için, za'fıyetini giderip seni güçlendirdi, kalbinin
karanlığını giderip aydınlattı, çoğu istek vc arzularından vazgeçene kadar
nefse karşı sana yardımcı oldu. Nefis ise zorla ve istemeyerek dahi olsa, boyun
eğip sana teslimiyet gösterdi.
Daha sonra Allah, sana,
nefsini tenkit edip kötülüklerden alıkoymayı nasip etti. Aklını vc ilmini,
cehalet vc arzularına karşı güçlendirdi ve seni nefsine muhalefet edebilmeye
muvaffak kıldı. Neticede isteklerini elde etme noktasında senden ümidini kesti
ve alıştığın tarza alıştı. Yaratılış vc huylarını hiç değiştirmemekle birlikte,
sana boyun eğmeye koştu.
Sen ise, nefsin bu
itaatine rağmen, daha halen eski haline dönmesini bekleyip ona karşı sana
yardım edip, sana itaatkar kılandan desteğini sürdürüp çekmemesini istiyorsun
ki, tekrar seni artık tanımayıp bütün istek ve arzularını sana yaptırmasın.
Zira bu hem dünya hem ahirette hüsrana uğraman demektir.
Bu açıklamadan sonra
nefis ile sözü geçen esir arasında hiçbir farkın olmadığını anlamış olmalısın.
Hatta nefis, esirden daha tehlikeli ve daha şiddetli bir fitnedir.
Dedim ki:
“Nefis ile esir arasında
şöyle bir fark görüyorum, Esir, kendisinden istenilen şeyin kendi hayrına
olduğunu düşünmemektedir. Oysa nefis, kendisinden istenilen şeyin, hem dünya
hem de ahirette kendi hayrına olduğunu biliyor.
Dedi ki:
“Muhalefet hususunda
nefis ile esir eşit olmakla birlikte, nefsin şerri esirinkinden daha fazladır
Zira nefis bilerek itaatsizlik yapıyor. Esir ise bilmediğinden ve gerçeği anlamadığından
isyan ediyor. Şayet kendisinden kabul edilmesi istenilen İslam’ın küfürden
farkını, Allah’a vc dinine karşı savaşan dar-ı harbin kötülüğünü bilip doğru
bir şekilde an- lasaydı, belki de İslâm’ı isteyerek kabul edip dar-ı harbe
dönmekten vazgeçerdi.
Bu demektir ki nefis
esirden daha şerli ve daha çok inatçıdır. Zira o seni ancak kurtuluşa çağırır,
helâk olmasını istemediğini bildiğine göre, inat edip itaatsizlik etmektedir.
Bazı esirlerin her
hususta nefse benzeyip aralarında hiçbir farkın olmadığını da görürüz. Çünkü
bazen esir, imanı vc faziletini anlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, Ehl-i Kitaptan
bir kısmının hakkı bildikleri halde reddettiklerini bildirerek şöyle
buyuruyor: “ (Resûlüm) Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden
önce kitab okuyanlara sor. Andolsun, sana Rabb’in-den hak geldi. Sakın
kuşkulananlardan olma!” (Yunus, 10/94).
Allah’ın varlığını itiraf
edip bildiği halde, İblisin, inat ve inkâra gittiğini ise şöyle açıklıyor: “Nitekim
hak uğruna (savaşa gitmek için) Rabb’in seni, evinden çıkardığı zaman, müminlerden
birtakımı bundan hoşlanmıyordu. Hak ortaya çıkmış iken sanki gözleri göre göre
ölüme sürülüyorlarmtş gibi (cihad konusunda) seninle tartışıyorlardı.”
(Enfal, 8/5-6)
İşte nefis de böyledir,
her şeyi açıkça bildiği halde hakkı red konusunda, esirlerin en şerlileriyle
eşit, cahil veya bilgili, her esir aynı konuma girer. Neticede isyân ve
reddetme konusunda aralarında bir fark kalmaz.
Hamd sadece Allah’adır,
tenkit ise, nefsedir. Onun şerrinden korkup dikkatli olmak vc ona hiçbir zaman
güvenip yanaşmamak gerekir.
Nefsini tanıyan kişinin
ucbu gider. Böylccc Rabb’ini yüceltir, O’na şükreder. Nefsinin şerrinden
şiddetle sakınır. Rabb’inc güvenip sadece O’na yanaşır ve nefsine buğzedip,
nimet sahibi olan Rabb’ini sever.
Meselâ, iki arkadaşın
olsa ve sen uykuda iken onlardan birisi kafanı bir taşla ezmek istediği anda
diğeri, taşı arkadaşının elinde havada tutarak seni uyandırsa ve arkadaşının
sana ne yapmak istediğini gösterse; ya da onlardan biri seni öldürmek için yemeğine
zehir koysa, diğeri ise, sen uyandığında, o yemeği bir hayvana yedirerek
arkadaşının ne yapmak istediğini açık bir dille bildirse vc sen de gözünle o
hayvanın zehirli yemekten öldüğünü müşahede edip o yemeği yemiş olman
durumunda ölümüne sebep olacağını açıkça anlasan; o hain arkadaştan nefret edip
ona kızmaz ve seni tuzaktan kurtaran arkadaşı da sevip, güvenip ona minnettar
olduğunu göstermez misin? Sana kötülük yapmak isteyene karşı artık uyanık ve
dikkatli olup, bu kötülüğe engel olana da daha fazla güvenip ona yanaşmaz mısın
ki, seni, buna benzer kötülüklerden başka zamanda da kurtarsın ve sana kötülük
yapana karşı da, tekrar böyle bir kötülükte bulunacağı durumlarında, uyanık
olup kendini ondan koruyasın?
Şayet sana kötülük yapmak
isteyen arkadaşın sana gelip aslında sem kurtaranın kendisi olduğunu iddia
ederse, sen gerçekten seni kurtaran diğer arkadaşı unutup kurtuluşunu, sana
tuzak kuran kötü arkadaşa izafe eder misin? Hayır, aklın olduğu sürece bunu
yapacak değilsin!
Kuşkusuz, nefsinin sevk
ettiği nice kötülükler olmuştur, ancak Allah onu terk etmene yardımcı olmuş ve
seni korumuştur. Seni gafletten uyandırıp, o kötülükten kurtarmıştır. Oysa o
kötülük neticesinde taş ve zehirle ölmekten daha kötü olan, ateşte yanmak ve
helak olmak vardır.
Nefsinin seni, Allah’ın
haklarını yerine getirmekten alıkoymaya çalıştığı nice durumlar olmuştur.
Ancak Allah seni, nefsin arzularının aksini yapmaya muvaffak kılmıştır. Öyleyse
nefsine buğz edip onun şerrinden korkman ve onu överek iyilikleri ona izafe
etmekten sakınman gerekir. Rabb’ini ise sev, O’na güven vc O’na karşı mutmain
oL Sana ulaşan bütün iyilikleri O’ndan bilerek sadece O’na şükret- meyi asla
unutma.
Dedim ki:
“Senin bu açıklamanla şu
sonuca varabiliriz: -Aslında ben de genel olarak aynı şeyleri düşünüyordum-
Şayet Rabb’im nefsimi serbest bıraksaydı, muhakkak nefsim beni helâka götürürdü.
Öyle ise beni helâk olmaktan kurtaran sadece Allah’tır. Beni hayırlı işler
işlemeye muvaffak kılan tek minnet sahibi O’dur. O tektir, ortağı yoktur.
Yanlış Reyle Övünmeyi (Ucub) Nefyeden Şeyler
Dedim ki:
“Yanlış rey nimet
olmayınca, ondan ileri gelen ucbu nasıl nefyedeyim ki, bununla Allah’ın
üzerimdeki nimetini hatırlayıp onu nefsime izafe etmeyeyim? Zira, bunun bir
afet ve hizlan ya da dinde bir eksiklik olduğu benim için açıkça ortaya
çıkmıştır.”
Dedi ki:
“Kul yanlış reyden ileri
gelen ucbu şöyle giderebilir: Nefsini itham edip kitap, sünnet ve kıyastan açık
ve net bir delil olmaksızın, reyini güzel görüp kabul etmeyerek ve meydana
gelecek herhangi bir olay hakkında hüküm venneye kalkmayarak...”
Dedim ki:
“Nefsini nasıl ve neyle
itham eder?”
Dedi ki:
“Sehiv ve gaflet gibi
nefsin yaratılışından kaynaklanan birtakım eksiklikleri ona bildirmekle itham
edilir. Çok hata yaptığı ve çoğu kez önemli meselelerde ayağı kaydığı,
sayılmayacak derecede kötü tevillerde bulunduğu tecrübe ile sabit olmuştur.
Bunlara rağmen, hiç kuşku duymadan isabet ettiğini zanneder. Ama daha sonra,
gaflete girip hata ettiği ve görüşlerini güzel görmede, şeytanın yaptıklarını
süslemesi ve nefsin arzularından kaynaklandığı ortaya çıkmıştır.
Şayet, sadece halkın
genelinde görülen, Allah’ın dinine ait yanlış sözlerine rağmen, nefsin, bu
sözlerin doğru olduklarına ait iddiaları göz önüne alınsa bile, nefis yeterince
töhmet altına1 girmiş olur. Zira, yanlış düşünceye sahip olduğu
halde haklı ve doğru olduğuna, muhaliflerin ise yalancı ve yanlış olduklarına
şüphesiz bir şekilde inanmaktadır. Değişik dinlere mensup olan insanlardan rey,
fetva vc bid’at ehli olan Müslümanlara kadar, hepsi bu durumdadırlar.
Nefislerin birbirine
gayet yakın ve aralarında bir hayli benzerlik olduğu bilinmektedir. Hiçbir
nefis sehiv-ve gafletten korunmuş değildir. Yanlış reyle övünen kulun nefsi de
Âde- moğulları olan diğer insanların nefislerinden bir farkı yoktur, yaratılış
biçimi onların yaratılış biçimi gibidir, arzuları onların arzuları gibidir.
Bununla birlikte, insanlara yanlışı süsleyip doğru diye gösteren aynı kişidir.
O da onları yanlış vc masiyete götürmek için düşmanca pusu kuran vc onların
ayağını kaydırıp isyana sürükleyen şeytandır.
İşte insan gerçek olan bu
bilgileri kalbine yerleştirdiği zaman, nefsini eleştirip itham edebilir. Kitap
ve sünnette bakmadan, basiret ve ilim sahibi insanlara sormadan, reyini güzel
vc doğru görmede acele etmez. Zaten nefislerini tanıyan salih insanlar hep
böyle yapmışlardır. Sürekli reylerini eleştirip yanlışlıkla itham etmişler ve
nefislerinden korkmuşlardır.
Meselâ, evlenip de duhul
gerçekleşmeden ve herhangi bir ınchir belirtilmeden kocası ölen bir kadının
durumunu öğrenmek için, tam bir ay İbn Mcs’ud‘a gidip gelindiği, İbn Mes’ud’un
nefsini itham ederek, yanlış cevap vereceği korkusundan, onları tam bir ay
beklettiği rivayet olunmuştur. Daha sonra kendisinin cevap vermek zorunda
kaldığını görünce, şöyle demiştir: “Ben bu hususta kendi reyimle hüküm vereceğim,
şayet doğru ise o Allah’tandır, eğer yanlış ise nefsimden- dir.” Hz. Ebû
Bekir‘dcn de buna benzer bir olay rivayet edilmiştir.
Hz. Ömer ise şöyle diyor:
“Allah Peygamber’in ashabı için şöyle demiştir: “Şayet o birçok işte size
uysaydı sıkıntıya düşerdiniz.” (Hucurat, 49/7). Sahabenin durumu böyle
ise, diğer insanları siz düşünün!” Katade bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir:
“Sizin aklınız hataya daha meyillidir, zira onlar reylerini eleştirip
Rabb’lerinin kitabına arz ederlerdi.”
Ebû Said el-Hudri‘nin ise
şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah, Peygamber’ine şöyle diyor: “Şayet o
birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz.” (Hucurat 49/7) Onlar,
O’nun ashabıydı. Daha düşük olanların durumunu ise sen kıyas et’”
İbn Mes’ud şöyle diyor:
“Ey insanlar! Reyi eleştiriniz. Allah’a yemin ederim ki, nerdeyse kılıcımı,
Allah vc Peygamber rızâsının olmadığı yerde kullanmaya kalkışacaktım.
Sehl b. Hanif, “Ey
İnsanlar! Reylerinizi eleştirin.” derken, Hz. Ömer şöyle diyor: “Adamın biri
reyini eleştirdi. Şayet Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı gün Peygamber’e
itiraz ede- bilseydim, itiraz etme görüşündeydim.” Bu hususta çok hadîs var.
Konu uzamasın diye bunlarla yetiniyoruz.
Dedim ki:
“Bu bilgileri öğrenince
reyini eleştirir vc itham eder, ancak hataya düşmemek için nasıl tedbir
alacak?”
Dedi ki:
“Biliyorsun ki, Allah’ın
kitabında Müslümanların tefsiri üzerinde icma ettikleri muhkem âyetler olduğu
gibi tevil edilebilir müteşabih âyetler de vardır. Bu tür âyetlerin tevilinde
âlimler arasında ihtilaf meydana gelmiştir. Bir de sadece kalbinde eğrilik
olanların hakkında ihtilaf ettikleri müteşabih âyetler vardır ki, Cenâb-ı
Allah onların fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için bu tür mütcşabih âyetlerin
peşine düştüklerini anlatıyor. Zira kalplerinde eğrilik vc dalâlet vardır.
Peygamber’in sünneti dc, tıpkı Kur’ân gibi farklı gruplara ayrılmaktadır.
Allah’a doğru bir şekilde
ibadet edilebilmesi için gerçeği arayan her kul şunları bilmelidir:
1.
Kuşkusuz Kitap vc sünnetin bir kısmı muhkemdir. Bu
kısmın okunuşu açıktır ve tefsirinde de icma vardır. Bu tür âyet vc hadîsler
açıktır. Öğrenmek için araştırmaya vc kabulü hususunda nefsi eleştirmeye veya
kabul etmesinden sakındır- maya gerek yoktur.
2.
İnsanoğlunun gaflet, sehiv ve za'fı ile şeytanın ona
amellerini süslü göstermesi neticesinde bazı âyet vc hadîslere verilen anlamda
ihtilaf olabilir. Ya da bir meselenin hükmünü belirlemek için, Kitap, sünnet vc
icmadan, kendisine kıyas edilen benzeri bir meseleye ihtiyaç olabilir. İşte bu
durumda nefsini itham edip tedbir almalı ve acele etmemelidir. Zira bu durumda
hataya düşmek mümkündür. Araştırmayıp acele etmek gurur ve hatadır. Din
konusunda tedbirsiz olmak vc Allah hakkında yanlış şeyleri söylemekten
sakınmamak demektir. Acele etmemeli, dikkatli olmalı; kaçınmalı, kabul
etmemelidir.
Aklıyla süsleyip,
kalbiyle güzel gördüğü her şeyin doğru olduğuna inanmasın. Sadece Kitap, sünnet
ve icma‘a dayanan vc ihtilaflı olan konularda da bunlarla çatışmayan her tevili
kabul etsin. Veya kıyas yapmaya ehil birisi ise, kıyas eder değilse âlimlere
sorar, görüşlerini öğrenir vc onların yolunda gider.
Şayet ehl-i nazardan
olmayan kişi, aklı yetmediğinden ötürü helâl ve haramı bilmeyip doğruyu
yanlıştan ayıramıyorsa bazı kadın ve acemler gibi, ihtiyaç durumunda âlimlere
sorup onları taklit eder.
3.
Maksat vc tevilin Allah’a bırakılması ve olduğu gibi
O’na inanılması gereken müteşabih âyetler söz konusu olunca tevakkuf edip tevil
edilmesi gerektiğine inanmalıdır.
Ccnâb-ı Hak ilimde rasih
olan âlimleri, insanların onunla amel etmelerinin gerektiği bir hükmü içermeyen
bütün müteşabih âyetlere olduğu gibi inanmak ve tevil etmemekle methetmiştir.
işte bu, yanlış reyle
övünmeye engel olan yoldur. Bu yolu izlediğin zaman, Allah’ın izniyle, Allah’ın
dini hususunda yanlış kıyas, tevil ve reyle övünmezsim
Dedim ki:
“Nimet sayılmayan bir
amelle nasıl ucub oluşur?”
Dedi ki:,
“Nefsinde gördüğün, güç
ve sabra dayanarak ve Allah’tan nasıl nimet beklediğini unutarak, ucub sahibi
olursun. Meselâ Ahnef b. Kays, I Iz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu söyler:
“Davud Rabb’ine şöyle dua etmiştir: "Ey Rabb’im! İsra-iloğullart
İbrahim, İshak ve Yakub’un hakkıyla Senden istekte bulunuyorlar.”™
İbn Abbas bu hadîs
hakkında şöyle diyor: “Hz. Davud bu sözleriyle, şayet başına bir musibet
gelirse, sabredeceğini söylemiştir.” Muhammcd b. Ka’b el-Mukbirî bu hadîs
hakkında şöyle demiştir: “Allah I Iz. Davud’a, ‘Ben onları musibetlerle imtihan
ettim, sabrettiler.’ dediği zaman I Iz. Davud, ‘Ey Rabb’im! Şayet beni de
musibetlerle imtihan edersen ben de sabrederim.’ dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı
Allah şöyle dedi: ‘Ben onları imtihan ederken onlara sizi neyle, hangi ayda ve
günde imtihan edeceğimi bildirmedim, fakat sana ise söylüyorum. Bu yılın bu
ayında seni imtihan edeceğim.’ Fakat buna rağmen Hz. Davud sabredemedi. Sen
nefsini sakındır!
10 el-Iliııdî, Kcıızu'l-'Utnmal. XII, 118.
Dedim ki:
1
“Dünya ile ucub nedir?”
Dedi ki:
“Nefis, inal, soy,
arkadaş, aşiret, çocuk ve hizmetçilerinin çokluğuyla övünmektir.”
Dedim ki:
“Nefis sebebiyle ucub
nedir?”
Dedi ki:,
“Güzel ses, amel, akıl,
güçlü vc güzel vücût sebepleriyle oluşan ucubdur. Vücûd ve güzellik sebebiyle
oluşan ucub, nefsin bunları güzel göstermesi ile Allah’a şükretmeyi, ilk değerini,
maruz kaldığı afetleri vc sonunun çürümek ve yok olmak olduğunu unutmasından
meydana geliyor. Neticede insan kibirlenip böbürlenir, güzelliğini kötülüklere
maruz bırakır vc başkalarına karşı da güzelliği ile iftihar eder.
Dedim ki:
“Bu sebeple oluşan ucub
nasıl giderilir?”
Dedi ki:
“Allah’ın üzerindeki
nimetini vc O’na şükretme gereğini, buna rağmen bu konuda ihmalsizlik ettiğini,
Allah’ın bu durum karşısında azap verme hakkı olduğunu ve ateşin o vücûdu
güzelliğiyle yakıp perişan edeceğini hatırlamalı vc nefsini kötü- İcmelidir.
Nefsinin hakikatini, toprak ve bir damla sudan yaratıldığını, içinde sidik ve
dışkı taşıdığını, öldükten sonra, toprakta güzelliğinin gidip vücûdunun
çürüyeceğini vc tekrar toprağa döndürüleceğini bilmelidir. Kuşkusuz insan
bunları bildiği zaman kendisinden ucub gider. Şükrctmeye azmedip nimet sahibi
olan Allah’a karşı tevazu gösterir ve boyun eğer.”
Dedim ki:
“Güç ile ucub nedir?”
Dedi ki:
“Nefsi büyütmek, sadece
ona dayanmak, Allah'a tevekkül etmeği O’na şükretmeği unutmaktır. Ad kavmi buna
açık bir örnektir. Zira onlar güçlerine güvenerek; “Bizden daha güçlü kim
vardır!” dediler. Güçlerine dayanıp Allah’ın azabından kurtulacaklarını
sandılar.
Uc b. Unuk da gücüne
dayanarak Hz. Musa’nın ordusunu kuşattı. Onları yok etmek için dağdan büyük
bir kaya parçası kopardı, ancak Allah kayayı delip onun boynuna geçirdi.
Bazen mü’min de gaflete
girip gücüne dayanır. I Iz. Peygamberin bildirdiğine göre Hz. Süleyman, “Bu
akşam eşlerimden yüz tanesini dolaşacağım.” deyip inşâallah demediği için,
maksadı olan çocuk elde etme durumu gerçekleşmedi. Demek ki, kul bazen Allah’a
tevekkül etmeyi unutup nefsine dayanır. Hz. Davud’un, “Ey Rabb’im! Şayet beni
musibetlerle imtihan edersen sabrederim.” demesi buna başka bir örnektir. Bazen
de insan savaşlarda kendisine verilen güçten aldığı cesaretle Allah’a isyan
eder, nefsine dayanıp gücüyle övünerek hasınım vurup öldürmeye koşar veya
gücüyle övünerek gördüğü kimseyi kötüleyip gücüyle ona karşı böbürlenir.
Dedim ki:
“Gücü sebebiyle oluşan
ııcbu nasıl giderebilir?”
Dedi ki:
“Kul gücü sebebiyle kendisinde
oluşan ucbıı gidermek i- çin, bu gücü yerinde kullanıp kullanmayacağını ve
bununla onu başkalarından üstün kıldığı için şükredip etmeyeceğini sınamak için
kendisine Allah tarafından bir ikram ve nimet olarak verildiğini bilmelidir.
Diğer taraftan kendisine bu gücü veren Allah’tır. Şayet dilerse bir hastalık
veya sakatlıkla bu gücü kendisinden alır. Bu yüzden şükretmeyi kendisine bir
görev bilip Allah’ın istemediği yerde kullanmasına devam ettiği takdirde bir
cezayla bunun kendisinden alınacağından korkmalıdır. İşte bunu yaptığı
takdirde, o eski gururu vc gücüyle ucbu bırakır ve artık bu nimete karşı
Allah’a şükreder.”
Dedim ki:
“Akıl, zekâ ve fetanet
sebebiyle oluşan ucbu açıklar mısın?”
Dedi ki:
“Bunlar büyük görüp
sevinmek, güzel görmek ve din ya da dünya hususunda öğrenmesini arzuladığı
herhangi bir görüş ve ilmi idrak edip algılaması için kendisine bahşedilen akıl
vc zekâ nimetine dayanıp Allaha şükretmeyi unutmak, ucbun sebebidir. Öyle ki,
bazen Allah’a tevekkül etmeden akıl vc zekâsına olan güveni, onu araştırma ve
dikkatten alıkoyar vc din hususunda hata yapmaktan çekinmez. Bu durum onu,
Allah hakkında yalan söylemeye kadar götürür.
Hocasını, amirini veya
kendisiyle tartışanı anlamak istemez dolayısıyla hakkı anlamaktan mahrum
kalır, yanlışı ve batılı savunmakta direnir. Kendisi kadar akıl ve zekâya sahip
olmayıp da ancak kendisinden daha iyi amel işleyen daha tak- vâh olanları hakir
görüp cahil ve ahmaklıkla itham eder. Bununla yetinmeyip onları akletmeycn
eşekler gibi görür. Akıl ve zekâsıyla üstün olduğu için onları ve işledikleri
iyi amelleri hafife alıp değersiz varlıklar olarak niteler. Her ne kadar iyi
ameli olmasa da, akıl vc zekâsının üstünlüğünü gerekçe göstererek, kendisinin
onlardan üstün olduğunu zanneder.
Dedim ki:
“Bu nasıl giderilebilir?”
Dedi ki:
“Her ne kadar kendisine
akıl verilmişse de halen cahil olduğunu, sehiv vc gaflet içinde bulunduğunu vc
her ne kadar kendisine daha fazla zekâ verilmişse de zekâsıyla öğrendiği
şeylerin çok az olduğunu bilmekle bunu giderebilir. Diğerlerine nazaran
kendisine daha fazla zekâ verildiği için, bu nimete karşı Allah’a
şükretmelidir. Zira Allah tarafından bu akıl, aleyhine delil olsun, daha çok
ibadet durumunda kalsın ve bu nimeti nasıl kullandığını denesin diye
verilmiştir. Diğer taraftan, kendisine verilen bu aklın Allah’ın elinde
olduğunu ve dilerse, kendisi gibi veya daha üstün olanlara yaptığı gibi, onun
da aklını giderebileceğini yani Allah’ın bir anda bu aklı yok etmeyeceğinden
emin olmadığını bilmelidir.
Bu insan za’fını, cehaletini
vc aklıyla çok az şeyler idrak edebildiğini, bu aklın Allah tarafından
kendisine minnet edilen bir nimet olduğunu ve şükür gerektirdiğini, aleyhine
hüccet olan bir hak olduğunu vc bunun şükrünü yerine getirmediğini anlayınca,
kendisi kadar zekâ sahibi olmayanın daha iyi vaziyette olduğuna inanır. Zira
Allah’ın kendisiyle üstün kıldığı nimetin borcu olan şükrü ödememiştir.
Allah'ın hücceti büyük ve güçlüdür.
Çünkü kendisinden daha az
zekâya sahip olanların Allah’a daha fazla itaat ettiklerini görmesine rağmen;
öğrenmesi, anlaması veya amel etmesi gereken bir şeyi ihmal veya terk ettiği
zaman, Allah’ın kendisinden bu akıl nimetini almasından emin olamaz.
İşte akıl ve zekâsı
sebebiyle ucub sahibi olan kişi, bu bilgileri kalbine yerleştirdiği zaman
artık ucub gider, aleyhindeki delillerin büyüklüğünden ve Allah’a karşı farz
olan görevlerini zayi etmekten korkar, görevlerini yerine getirir ve şükreder.
Dedim ki:
“Soy sebebiyle oluşan
ucub nedir?’’
Dedi ki:
“Soyu vc atalarıyla kendini
üstün görüp büyütmektir. Şayet ataları dünya hayatında din ile şerefe ulaşmış
kimselerse, kendini onlarla övüp yüceltir ve Allah’ın, kendisini salih ve iyi
insanlardan yaratarak, alçaklık belâsından koruma nimetini unutur. Şayet daha
aşağı bir soydan gelseydi buna kızar vc onlardan nefret ederek başkalarına
intisap ederdi. Allah’ın onu veli ve itaatkâr kullarının soyundan getirip aşağı
bir soydan koruyarak nimet verdiği halde, bunu unutup şükretmez vc bu durumun
aleyhine bir delil olacağından gafil kalır.
Atalarından dolayı
kendisine saygı duyulduğu zaman övünüp sevinir, şükretmeyi hatırlamaz ve
mazeretsiz kaldığını unutur, öyleki, bazıları çok günah işlediği ve tevbe
etmediği halde hiç amel etmeden kendisinin affedildiğine ve kesin olarak
kurtulacağına inanır. Bu yüzden böbürlenip başkasını hakir görür, kendisi gibi
soylu olmayan komşu, akraba ve başkalarından tiksinir, havalı havalı yürür,
insanlara köle gözüyle bakar.
Bir kısmı daha ileri
giderek bütün ümmetin kendisine köle olduğunu zanneder. Atalarının amellerine
ters hareket ettiği halde Allah katında onlar gibi olmak ister. Kuşkusuz bu
gururdur vc bu Allah'ı bilmemektir.
Dedim ki:
“Bundan nasıl
sakınılabilir?”
Dedi ki:
“Allah’ın kendisini sevip
dost kabul ettiği kimselerin zür- riyetinden kıldığı nimete şükretmesi
gerektiğini ve atalarının amelini değil kendi amelinin karşılığını göreceğini
bilmeli; zira onlar sadece kendi amelleriyle kurtulup yüksek derecelere
ulaştılar. Çünkü aynen ataları gibi soylu oldukları halde iman edip itaat etmeyen
birçok kimse, Allah katında domuz ve köpeklerden de daha alçak sayıldılar.
Atalarının izlediği
yoldan ayrı bir yol izlerse onların kaldığı yerden başka bir yere gider ki, o
da ateştir. Ancak ameli veya Allah’ın rahmetiyle kurtulabilir. Zira Allah,
şöyle buyurur: “Allah katında en hayırlınız Allah’tan en çok korkanınızdır.”
(H ucu rat, 49/13)
İbn Ebi Huseyn‘in rivayet
ettiğine göre Mekke fethedildi- ği gün Hz. Bilal‘in, Kabc-i Şerifin üzerine
çıkıp ezan okuması, Haris b. Hişam, Süheyl b. Aınr ve Halid b. Useyd‘in hoşuna
gitmemişti. Haris b. Hişam, “Şu siyah köleye bak, Kabe’nin üzerine çıkmış ezan
okuyor!” demişti. Bunun üzerine Ccnâb-ı Allah şu âyeti indirdi: “Allah
katında en hayırlınız Allah’tan en çok korkanınızdır.” (Hucurat 49/13)
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
“Allah sizden cahiliyenin kabadayılığını alınıştır, hepiniz Adem’in
çocuklarısınız, Adem ise topraktandır.”
Bu hadîste, bütün
insanların aynı şeyden yaratıldıkları, üstün soy ve salih ataların ise,
şükrünün eda edilip edilmemesinin sınanması için verildiği ve sadece kişinin
kendi amelinin fayda sağlayabileceği bildirilmektedir. Hz. Peygamber şöyle
buyuruyor: “Ey Kureyşliler! Sakın insanlar kıyamet yünü Allah’ın huzuruna
amelleriyle yeldiklerinde siz boynunuzda dünyayı taşıyarak yelip de, ’Ey
Muhammedi, ey Muhammedi bizi kurtar!' diye çağırmayasınız. Ben sizden yüz
çevirmek durumunda kalırım.012
Ebû Hüreyre ve
başkalarının da rivayet ettiklerine göre Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’e yakın
hısımlarına İslâm’ı tebliğ etmeyi emrettiği zaman, I Iz. Peygamber Kurcyşlilcri
kabile kabile çağırdıktan sonra şöyle demiştir: "Ey Muhammedhn kızı
Falıma ve ey Muhammed’in amcası Abdulmuttalib'in kızı Sajıyye! Kendiniz için
iyi ameller işleyin. Allah katında size hiçbir yardımım olamaz.
Bu bilgileri öğrenip
kalbine yerleştirdiği zaman nefsini tanır, gururu ve ucbu gider, Allah’a
şükretmeye önem verir, günaha girmekten, kendisinden daha az soylu olup da daha
takvâh olanın kurtulup kendisinin helak olacağından endişe eder.
Kişi nefsini bu
gerçeklerle tanıyıp ve bu konuma indirdiği zaman kibirlenip böbürlenerek
başkasını tahkir edeceğine, onlara tevazu gösterip onları sevmeye başlar ve
atalarına benzemeye çalışır. Zira Allah onları, insanlara gösterdikleri
tevazuları ve nefislerinin helak olacağından korkma neticesinde yüceltmişti.
Dedim ki:
“Peygamber’den rivayet
olunduğuna göre; “Ey Falıma! Ey Safıyye! Kendiniz için iyi ameller işleyin.
Size Allah katında hiçbir yararını olmayacaktır.” dedikten sonra şöyle
demiştir: “Fakat hısımlık hakkınız vardır, bu hakkı Ödeyeceğim.” Ayrıca
Hz. Peygamber’in şöyle dediği de naklonulmuştur: “Onların nesli şefaatimi
bekler de Abdalımı ttalih oğulları beklemez mi?” Peygamber efendimiz bu
sözleriyle şefaatini hısımlarına tahsis edeceğini söylüyor. Buna göre, her
takvâ sahibi salih insan da akrabalarına şefaat edecektir.”
Dedi ki:
“Peygamberle evliyaların
şefaatine nail olmayı ummalı, fakat bilmeli ki, peygamberle evliyalara, ancak
Allah’ın gazabına uğrayıp da, Allah kendisine rahmet etmek için peygamber veya
evliyanın şefaatini buna sebep kılmak istediği kimselere şefaat etme izni verilmiştir. Allah’ın gazabına
uğrayan kişiye ne peygamber ne de bir başkasının şefaat etme izni vardır. Zira
Allah melekleri anlatırken şöyle diyor: “Ancak razı olduğu kimseye şefaat
edebiliyorlar.” (Enbiya, 21/28) Katade, bunun kıyamet gününde olacağını
söylüyor. Mücahıd de “Allah’ın kendisinden razı olduğu kimse hariç başka hiç
kimseye şefaat etmezler.” şeklinde âyeti açıklamıştır. Birisi Allah’ın gazabına
uğrayan bir kimseye şefaat etmek istediğinde, onun Allah’ın gazabına uğradığına
dair haber verilir.
EIz. Peygamberin şu
sözüne bakın!: “(Kıyamet gününde) ashabımdan bir kısmı sol tarafa gitmekle
emrolıınıır. Ben, ey Rabb’im! Onlar benim aslıabımdır! (Nereye götürüyorsun?)
diye Allah'a yalvarırım. Allah cevaben, "Senden sonra neler yaptıklarını
bilemezsin!” der.” İnsan
her ne kadar peygamber veya evliyanın şefaatine nail olacağını umsa da, fakat
Allah’a isyan edip gazabına uğramaktan, dolayısıyla hiç kimsenin şefaatine nail
olamayacağından korkmalıdır. Her ne kadar Peygamber şefaatini akrabalarına
tahsis etmişse de, diğer Müslümanlar gibi O’nun şefaatine nail olmayı ummalı,
ama Allah'ın gazabına uğramayacağından emin olmamalıdır.
İnsan bu bilgileri
kalbine yerleştirdiği zaman havf ve recâ arasında olur, övünüp gururlanmaz ve
iftihar edip böbürlenmez. Allah katında gazaba uğramayıp, maymun ve domuzlardan
da alçak olmadığından emin olmayan kimse nasıl nefsiyle övünüp böbürlenir!
Peygamberden sonra
insanların en hayırlıları, din ve dünyada şeref sahibi insanlar bile gazaba
uğramaktan korktuğu halde, sen nasıl bundan emin oluyorsun. Onlar
Rabb'lcrindcn korktukları gibi O’nun azabından da korktukları için, çoğu zaman
hayvanlara gıpta edip onlar gibi olmayı temenni etmişlerdir.
Sen ise onlarla övünüyorsun.
Onlar öncü ve fazilet sahibi olmalarına rağmen bu kadar korkuyorlar, senin ise
hiçbir şeyin yok. Şayet bir üstünlüğün olsa, onların Rabb’lerinden korktukları
gibi, senin de Rabb’inden korkmana daha fazla ihtiyaç var.
Dedim ki:
“Dünyada insanlar katında
soylu olduğu halde atalarından salih kimseler yoksa ucub nasıl olabilir?”
Dedi kı:
“Soyuyla övünmek, onunla
böbürlenip insanları hakir görmek, soylarıyla onları ayıplamak, gıybetlerini
yapmak ve kendini onlardan üstün görmekle olur.”
Dedim ki:
“Bu nasıl giderilebilir?”
Dedi ki:
“Başta diğer insanlarla
aynı soydan geldiğine ve yaratılışının aynen diğer insanların yaratılışı gibi
olduğunu, yaratılışta diğer insanlardan hiçbir üstünlüğünün olmadığını
bilmelidir. Zira yaratılış şekilleri bir, babaları bir, anneleri bir, ölüm ve
imtihanları her an boyunlarına takıh, önünde ceza ve mükâfat var, hesaba
çekilecek, işlediği günahlarla azabı hak etmiş durumdadır. Ayrıca insanlar
katında ayıplanacak bir duruma düşürmediği için, Allah’a şükretme borcu da
bulunmaktadır.
Şirk üzere ölmüş
atalarıyla övünmemeli vc onların övünmeye lâyık olmadığını anlamalıdır. Zira
onların Allah katında köpek kadar bile değerlen yoktur. Hz. Peygamber şöyle
buyuruyor: “Birtakım insanlar Cehennem‘de köz olmuş atalarıyla övünmeyi bıraksınlar!
Aksi takdirde Allah katında pisliği burunlarıyla tadan pislik böceğinden daha
alçak olurlar.”
Başka bir hadîste ise
şöyle diyor: “Hz. Musa'nın yanında iki adanı atalarıyla övünüp iftihar
ederken birisi, “Ben falanca adamın oğlu olan falanca adamın oğluyum!” dedi ve
kendisiyle birlikte on atasını saydıktan sonra arkadaşına, “Ya sen kimsin?”
dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah Hz. Musa'ya vahyederek şöyle dedi:
“Atalarıyla övünen kişiye de ki, “Saydıklarının dokuzu ateştedir, onunculart
şensin!"
Ancak, eğer ataları din
ve takvâ sahibi kimselerse, durum daha önce sana anlattığım şekildedir.
Dedim ki:
“Şayet atalarından Arap
asıllı, takvâ ve iyilikte önde olan kimse olmayıp sadece geçmişte güç ve
krallık şerefine sahip kimseler olmuşlarsa, bundaki ucub nasıl olur?”
Dedi ki:
“Değerini büyütür,
atalarının vardıkları azabı ve içinde bulundukları durumun halk katında ayıp,
Allah indinde çirkin bir durum olduğunu unutur, başkalarına karşı böbürlenir ve
onları hakir, kendini onlardan üstün görür. Daha önce atalarının i- çinde
bulundukları durumun akıbetini bilmemezlikten gelir, Allah’ın kendisini
atalarının şerefi yerine imanla şereflendirip gaflet içinde olan atalarının
kervanından koparmakla vermiş olduğu nimete karşı şükretmeyi ihmal eder.
İnsanları öylesine hakir görüp böbürlenir ki, kendisinin, takvada çok önde olan
kimselerden hayırlı olduğuna kesin gözüyle bakar ve (Allah korusun) bu durum
onu, atalarını hezimete uğratarak toprak ve ülkeleri din adına aldıkları
gerekçesiyle, din ve din ehline düşmanlık besleyip Müslümanları aldatmaya kadar
götürebilir.
Dedim ki:
“Bunu nasıl giderir?”
Dedi ki:
“Atalarının, Allah’ın
kullarına yaptıkları haksızlığı, yer yüzünde çıkardıkları fitne ve fesadı,
Allah’ı inkâr etmeleri ve neticede vardıkları zillet ve azabı bilmekle bunu
giderebilir. Ayrıca Allah’ın kendisine minnet ederek, onlardan dünyaya
gelmesine rağmen, onlar gibi kılmayıp onlardan ayırdığını, İslâm şerefiyle
şereflendirdiğini ve imanın zînetiyle zînetlendirdiğini aklından hiç
çıkarmamalı Zira ateş ehli olan kimselerle, kendi çoklukları, asla övünmez.
Şayet bununla birlikte
atalarının dünyada iken himayelerinde olan insanlara iyilikte bulunmuş, onları
iyi idare edip akıllı vc doğru kararlar vermişlerse, Allah’a şükretmeli ki, zenciler
gibi ar ve ayıp sayılan kimselerden kılmayarak dünyada alçaklığa maruz kılmam
ıştır. Fakat bununla birlikte, Allah ve mü’minler nazarındaki değerlerini
bildiği için, atalarıyla ö- vütımcmcli, ancak Allah katında büyük olanları
büyük, alçak olanları alçak görmeli.
Dedim ki:
“Evlât, hizmetçi,
müttefik, aşiret, arkadaş vc teb’anın çokluğuyla övünmek nasıl oluyor?”
Dedi ki:
“Çokluğuyla övünür,
onlarla kendini koruyup başkalarına galip gelerek, Allah’a değil, onlara
dayanır, onlarla süslenir ve Allah’ın yardımına değil, sayılarına güvenir.
Huneyn Savaşanda ashaptan
biri Allah’ı zikretmeyerek Müslümanların çokluğuna dayanarak; “Bugün azınlıktan
dolayı mağlup olmayız.” dedi. Bunun üzerine şu âyet indi: “Hani çokluğunuz
size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı.”
(Tevbe, 9/25). Çokluklarıyla iftihar edip sevinmeleri üzerine Allah onları
kınayarak uyardı.
Mü’minlcr çokluklarıyla
övündükleri gibi kâfirler de çokluklarıyla övünürler. Allah şöyle buyuruyor: “Ve
‘Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz/ dediler.” (Sebe’,
34/35).
Çokluğuyla övünen kişi
kendini insanlardan üstün görür. Teb’anın ve evlâtlarının çokluğuna dayanır ki,
ona destek olup onu muhafaza etsinler. Başkalarıyla kavga etmeye, onları sövüp
dövmeye çok cesaretli olur. Bu da onu zulmetmeye, başkalarının haklarına
tecavüz etmeye kadar götürür.
Kuşkusuz zulmedip
böbürlenenlerin çoğunu zulmetmeye ve böbürlenmeye iten sebep övünmektir
(ucubdur).
Dedim ki:
“Bunu ne ile
giderebilirim?
Dedi ki:
“Hem kendinin, hem
övündüğün kişilerin güçsüz, zayıf olduklarını bilmelisin. Allah’ın
desteklemediği kişileri kimsenin desteklemeyeceği, Allah’ın korumadığı kişiyi
kimsenin koruyamayacağını asla unutmamalısın. Zira, Allah’a tevekkül etmeyi
bırakıp başkasına dayanan insanı Allah, destek ve himayesinden mahrum bırakır
ki, o zaman kendileriyle övündüğün kimselerin ne çokluğu ne de birlikteliği
kendisine fayda verir. Allah, mühlet vermeden onu cezalandırır. Mühlet verdiği
takdirde kul buna aldanmasın ve her an azabın kendisini yakalayabileceğini
bilsin. Zira Allah yer yüzünde en hayırlı topluluk olan Huneyn Müs-
lümanlarını, çokluklarıyla övünmeleri üzerine, sadece kınayıp cezalandırmaktan
vazgeçmediğine göre, nefsine haksızlık eden zalim ve günahkarları asla cezasız
bırakmaz.
Ayrıca kendisiyle
övündüğü topluluğun kendisini terk e- deceğini, ölümün onu yalnız bırakacağını
vc belâlarla baş başa kalacağını, bu kalabalığın Allah katında hiçbir
faydasının olmayacağını bilmeli. Kişinin kıyamet gününde kardeşinden, annesinden,
babasından, eşinden, evlâtlarından ve kendileriyle ö- vündüğü herkesten
kaçacağını, hatta affedilmediği takdirde, yerinde olanların ateşte olmalarını
temenni edeceğini ve kendine destek verenlerin gücüne dayanarak işlediği zulüm
ve gösterdiği böbürlenme üzere cezalandırılacağını hiç aklından çıkarmamalı.
Allah’ın kendisine minnet edip çokluk vermesinden ötürü şükretmeli. Zira
şükretmediği takdirde Allah’ı kızdırmış olur. Üstelik çokluklarıyla övündüğü
kişilerin Allah katında ne din ne dünya hususunda hiçbir yararlan olmayacak vc
onu savunmayacaklardır.
Kul bu marifetini kalbine
yerleştirdiği zaman, bu sebeple oluşan ucbu gider, iyi ameller işler, kaderinde
yazılan kötülüklerden korkar vc sadece Allah’a tevekkül eder.
Dedim ki:
“Mal sebebiyle ucub
nedir?”
Dedi ki:
“Malım çok görüp ona
güvenmektir. Bu da müşriklerin, “Biz malca ve evlâtça da çoğunluktayız.”
(Sebe’, 34/35) dedikleri gibi, kişiyi kibir vc övünmeye götürür. Malıyla
övünür, fakiri küçük görür. Malım helâl olmayan şehevî duygularda kullanır,
malıyla zulüm ve haksızlık etmeye cesaret eder, fakirlerden tiksinir, kendini
onlardan üstün görür. Rivayet olunduğuna göre bir gün Hz. Peygamber, yanında
oturan fakir bir adamın elbisesine değmesin diye elbisesini kendine doğru çeken
zengin bir adamı görür. Bunun üzerine zengin adama şöyle der: “Onun
fakirliğinin senin zenginliğine bulaşacağından mı korktun?”
Dedim ki:
“Kul bunu ne ile
giderir?”
Dedi ki: •
“Kul bilmeli ki bu mal
kendisine imtihan için verilmiştir. Mal sahibi birisinin fakirden daha fazla
sorumluluk ve görevleri vardır ve her an helâk olmaya maruzdur. Ancak Rabb’ine
şükredip nefsine acıması ve fakiri kendisinden üstün görmesiyle helakten
kurtulur. Zira onu kötülüklere götürebilecek mal fitnesine maruz kalmadığı
gibi, hacca gitme, zekât verme, akraba vc komşularına malla yardım etme vc
misafir ağırlama gibi Allah ve kul haklarının bir kısmından da sorumlu
değildir. Abdurrahman b. Avf ve 1 labbab gibi salih insanlar, yanlarında çok
mal biriktirmekten çekinmiş vc korkmuşlardır.
Ebû Zerr‘in rivayet
ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ondan üçüncü güne dek
haleti yanımda bir veya iki kırat altın kalacaksa, Allah yolunda harcamak için
Uhud dağı kadar bile altınımın olmasından hoşlannıatn.”™ Zira Efendimiz,
malın ne yaptığını bildiği için, yanında çok mal bulundurmaktan korkar ve zühdü
tercih ederdi. Başka bir rivayette şöyle dediği naklonulmuştur: “Çok mal
sahibi olanlar mallarını Allah kullarına sağından, solundan, önünden,
arkasından eliyle savurup dağıtmadıkça, Allah katında tnalsız ve
yoksuldurlar.”'7
Kul kalbiyle buna
inandığı zaman nefsini hakir görür helâk olmasından korkar ve kendisinden daha
güvencede olan fakirin kıymetini bilir, ona saygı duyar. Mal çokluğuyla övünmenin
kişiyi harama nasıl götürdüğü açıkça görünmüyor mu? İşte Karun! Milletinin
arasına süslü püslü elbiselerle çıktı, sal- lana sahana böbürlendi, Allah da
onu yerin dibine geçirdi.
I İz. Peygamber şöyle
buyuruyor: "Bir adam, giydiği bir takım elbise ya da iki parçalı
hırkasıyla, nefsini beğenerek gururlu bir şekilde yürürken, Allah yere emretti,
yer yarılıp hemen onu yuttu. Kıyamet gününe kadar yerin dibine
yuvarlanacaktır. Bu
yüzden mal vc zînet ile övünmenin (ucbun) gerektirdiği cezadan korkmalıdır. Çünkü
kendisi gibi mal fitnesinden imtihan olmayan en basit insan Allah katında daha
hayırlıdır.
Ebû Zerr şöyle anlatıyor:
“Hz. Peygamber ile birlikteydim. Camiye girdik, bana, "Ey Ebû Zerr!
Başını kaldır ve camide bulunan en büyük, en saygın adam kimdir, bir bak!”
dedi. Başımı kaldırdım, giydiği birtakım elbise içinde gururlanan bir adamı
gördüm ve “Şudur.” dedim. "Tekrar başını kaldır ve camideki en basit
insan kimdir, bir bak.” dedi. Üzerinde eskimiş iki parça elbise gördüğüm
bir adamı fark ettim ve “Şudur.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, fakir
Müslümanı işaret ederek şöyle dedi: "Bu, dünyalar dolusu şunun gibi
adamlardan hayırlıdır.” dedi.”2] Zira Allah katında hayırlılık
takva ve ibadetle olup, zenginlik veya başka dünya güzellikleriyle değildir.
Kul bu mânâları kalbine yerleştirdiği
zaman, malının fitnesinden korkar ve fakirin kendisinden daha hayırlı olduğuna
inanır. Zira sadece görevlerinin çok olması ve fitne ve belâlara maruz kalması
yönüyle fakirden üstündür. Bu yüzden kul bilsin ki, Allah kendisine, şükredip
etmeyeceğini sınasın diye çok mal vermiştir. Kimin hakkıyla şükredip etmediği
de bilinmediği için, bilmeli ki uyanık olup akıbetinden korksun. Allah’ın
izniyle, kişi bunlara dikkat ettiği zaman, mal sebebiyle kendisinde oluşan
ucub gitmiş olur.
Dedim ki:
“Çoğu âlimlerin kibre
ucb, ucba kibir dediklerini gördüm, buna ne dersiniz”
Dedi ki:
“Ucb kibrin ilk
işaretidir. Genelde kibir ucbtan meydana gelir, bu yüzden uebe kibir denmiştir.
Zaten ucb sahibi birisinin kibirden kurtulması, neredeyse imkânsızdır. Zira insan
bazen, kendisine verilen din veya dünyayı büyük görüp onunla övünür ve bunun
Allah’ın bir minneti olduğunu unutur, ama başkasına karşı böbürlenmez. İşte bu
ucbtur. Ancak bununla birlikte, başkasını hakir, kendisini üstün gördüğü zaman,
kibirlenmiş olur. Çünkü insan bir kimseyi hakir görmeden nefsiyle övünerek
sevinince kibir değil de ucb sahibi olur. Fakat ne zaman ki nefsiyle övünür,
başkasına bakarak içinden onu hakir ve çirkin görür ve “Ben daha hayırlı ve
daha üstünüm.” derse, o zaman ucbtan kibre çıkmış olur. Neticede insanı kibre
götüren ucbtur. Öyleyse kibir ucb değil ayrı bir vasıftır.”
KİBİR
BEŞİNCİ BÖLÜM
Kibrin Özellikleri ve Çeşitleri
Dedim ki:
“Kibir nedir ve neden
olmaktadır?”
Dedi ki:
“Kibir büyük
afetlerdendir. Ondan, Allah’ın çarçabuk cezalandırdığı birçok belâlar
oluşmaktadır. Çünkü kibir, Allah’ın dışında hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi,
O’nun dışında hiç kimseye yakışmaz ve uymaz. Çünkü O’nun dışındakiler
yaratılmış kullardır. O ise her şeyin sahibi her şeye gücü yeten Allah’tır.
İşte bundan dolayı kibir Allah katında en büyük günahlardandır. Zira O’nun
dışında İliç kimseye yakışmaz. Kul, sadece efendisine yakışan sıfatı takınmaya
kalkışınca, efendisinin gazap vc hiddeti son derece artar. Hz. Ebû Hürcyre’nin
Hz. Peygamber’den rivayet ettiği şu hadîse bakmıyor musun? “Cenâb-ı Hak,
“Kibriya benim ridam, azamet benim izanındır. Kim bunlarda benimle çekişirse,
onu ateşe atarım.” buyurmaktadır.” Kibirlinin Allah tarafından perişan edilmesi
ve alçaltılması hakkıdır. Zira o, haddini aşmış ve yaratıklara yakışmayan şeyi
elde etmeye çalışmıştır.
Hz. ÖmePden rivayet
edilen hadîste ise Efendimiz, “Kim Allah için mütevazı olursa, Allah onu
yüceltir. Kim de kibirli olursa, onu alçaltır.” * buyuruyor. İbn
Abbas ise bize, “Ademoğlundan her birisinin boynunda, idaresi bir meleğin
elinde olan, ipi nardır. Eğer mütevazı olursa, Allah onu yedinci göğe kadar
yükseltir. Eğer kibirli olursa, onu yedi kat yerin dibine batırır. ” hadîsini aktarmaktadır.
Abdullah b. Mes’ud, Hz.
Peygambcr’dcn, “Kalbinde hardal tohumu kadar kibir bulunan kimse Cennefe
giremez.” sözünü işittiğini
söyler. Dolayısıyla Allah’ın kibirliyi alçaltması, hakir görmesi ve hem dünyada
hem ahirette küçük düşürmesi, hakkıdır. Nitekim O, şöyle buyuruyor: “Melekler
de ellerini uzatmış, ‘haydi canlarınızı çıkarın (kurtarın). Allah’a gerçek
olmayanı söylemenizden ve O’na karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün
alçaklık cezasıyla cezalandırılacaksınız’ (derken) onların halini bir görsen.”
(En’am, 6/93). “Cehennemin kapılarından girin, orada ebedî kalacaksınız.
Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.” (Mü’min, 40/76)
Allah, şunu haber
veriyor: Cehennem‘de en korkunç azaba uğrayacaklar hadlerini aşanlardır. Onlar
da kibirli olanlardır. Hem kendi günahlarını, hem de onlara uyan zayıfların
günahlarını yüklenmektedirler. Cenâb-ı Hak, onların Cehennem etrafında diz
çöküşlerini anlatırken, “Sonra her milletten Rahman’a en çok karşı geleni
ayıracağız.” demektedir (Meryem, 19/69). Tefsirde, önce kibirlilerden
başlanacağı izahı yapılmaktadır.
Konuyla ilgili birkaç
âyette ise şu izahlar var: “Ama ahirete inanmayanların kalpleri inkarcıdır,
onlar büyüklük taslarlar.” (Nahl, 16/22). “Ki, kıyamet günü, hem kendi
vebâllerini tam olarak yüklensinler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin
vebâllerinden bir kısmını.” (Nahl, 16/25). “Zayıf sayılanlar, büyüklük
taslayanlara, “Siz olmasaydınız, elbette biz inanan insanlar olurduk.”
diyorlar.” (Sebe’, 34/31). “Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler,
içlerinde zayıf görülen insanlara, ‘Siz Salih’in, gerçekten Rabb’i tarafından
gönderildiğini biliyor musunuz?’ dediler.” (A’raf, 7/75)
Büyüklük tıslayanların
inatçı, Allah'a muhalefet eden, zayıfları sırat-ı müstakimden alıkoyan vc
Peygamberlere muhalefet eden kişiler oldukları dile getirilmektedir. Diğer bir
âyette de, “Batta kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak
Cehennemi girecekledir.” (Mü’min, 40/60) denilmektedir. Yani aynı zamanda
alçaltılarak da lıaşrolunacaklardır.
İbn Ömer, “Kibirliler,
kıyamet günü halkın ayakları altında ezdirilerek haşı olu nacaklar.” der.
Kibir, birçok kişinin Allah’ın emrine karşı gelmesine ve inkarcılığa düşmesine
neden olduğu gibi, kişiyi sürekli günah ve isyana sürüklemektedir. Dolayısıyla
hiçbir kibirli Allah’a yakın olamaz. Ona yakın olanlar heybet vc celâline
karşı mütevazi olanlardır, ibn Mcs’ud‘tan rivayet edilen, “Kalbinde hardal
tohumu kadar kibir bulunan kimse Cenncfc giremez.” hadîs-i şerifi daha önce
geçmişti. “İşte ah ire t yurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk
istemeyenlere veririz.” (Kasas, 28/83) âyeti de buna işaret etmektedir.
İbn Cüreyc, “üstünlük” kelimesinin büyüklük ve kibir anlamına geldiğini söyler.
Kibirden çok az bir miktarın bile sahibini Cennet’e girmekten alıkoyduğu haber
verilmektedir. Belâ olarak da bu yetcrlidir.
Kibirlinin hak ettiği
diğer bir husus da, kibrine neden olan nimetten mahrum edilmesidir. Çünkü,
Allah’ın vermiş olduğu nimetten ötürü kibirlenmektedir. İsrailoğullannın bir
kısmı isyankâr olunca, ibadet edenler bu isyankârları küçük görüp, onlara
karşı kibir gösterdiler. Bunun üzerine, günah işleyenler affedildi, ibadet
edenlerin ise ibadetleri boşa çıktı. Daha önce abidleri gölgelendiren bulut,
oradan ayrılıp diğerlerini gölgelendirdi.
Bunun yanı sıra; Allah’ın
ona ilim öğretmemesi ve dinî konularda cahil kalması da onun hakkıdır. “Yeryüzünde
haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım.” (A’raf, 7/146)
âyeti, buna işaret etmektedir. Bir tefsirde, “Onların
kalbinden Kur’ân’ı anlama
kabiliyetini alırım.” derken, bir diğerinde, “Kalplerini ınelekût âlemine
kapatırım.” denilmektedir. Yani yakîn gözüyle görülen şeyler perdelenir,
kâinattaki ibretli şeyleri seyredemezler. Bu durum, yeterli bir musibet vc
Allah tarafından terk edilmişliktir. İbn Cüreyc, “Kur’ân’ı ve kâinatı tefekkür
etmelerine engel olurum.” anlamına geldiğini söyler.
Hz. İsa‘dan şu söz
rivayet edilir: “Bitki ovada bitip dağ zirvelerinde bitmediği gibi, hikmet de
mütevazı olan kalbe yerleşir, kibirli olan kalbe değil. Görmez misin ki,
başını yukarı diken, tavana vurup yarar, eğen ise tavanın akında gölgelenir.”
Bu kibirli için söylenmiş bir darb-ı meseldir. Kısacası kibirli olan alçalır,
cahil kalır; mütevazi olan hikmet ehli olur vc ondan yararlanır.
Kibirli olan Allah’ın
hiddetine maruz kalır ve kısa zamanda cezasını çeker. Ebû İbran el-Cüveynî ve
Malik b. Dinardan şöyle bir olay aktarılır: “Hz. Süleyman rüzgâra, kendilerini
yukarı yükseltmesini emreder. Rüzgâr onları, meleklerin kalem cızıltılarını
işitecekleri bir yere kadar yükseltir. Sonra, “Bizi indir”, diye emreder.
Ayaklan denize değinceye kadar onları indirir. Gökten bir ses, “Şayet
arkadaşınız (Süleyman'ın) kalbinde hardal tohumu kadar kibir olsaydı onu
yükselttiğimden daha alçaklara batırırdım.” der.
Dedim ki:
“Kibir nedir, neden
olmaktadır, hangi kısımları vardır? Bunları bana anlat.”
Dedi ki:
“Kibir, kendini
beğenmişlik, kin, haset ve riyâ kısımlarına ayrılır. Bunların temelinde de
kişinin kendi değerini bilmemesi vardır. Kİşi kendi değeri hakkında cahil
olunca, kibirlenir.”
Dedim ki:
“Kibirlenir.” sözü ne mânâya gelir?”
Dedi ki:
“Kendi değerini bilmemek,
kişinin gözünde değerini yüceltir. O zaman da halka büyüklük taslar.
Dolayısıyla kibirlenmek büyüklük taslamaktır. Bundan da kibir ahlâkı doğar.
Kibir ahlâkının tümüne birden kibir denir.
Bazen kibir kin, haset,
riyâ, kendini beğenmişlik ve benzerlerinden neşet eder. Ancak ilk defa kibrin
kalbe girmesi değerini yücekmesindcndir. Kul kendini yüceltince büyüklenir,
kibirlenince burnu havaya kalkar, böbürlenir, izzetinden söz eder, şımarır ve
kendini beğenir. Dolayısıyla kibir, büyüklenmektir. Ata el-Horasanî, İbn
Abbas‘tan, “Onların göğsünde (hiçbir zaman) erişemeyecekleri bir büyüklük
taslamaktan başka bir şey yoktur.” (Mü’min, 40/56) âyeti hakkında,
“Ulaşamayacakları büyüklük” tefsirini aktarmaktadır. İbn Cııreyc ise,
“Yeryüzünde üstünlük” ifadesinin “büyüklük” anlamına geldiğini söyler. İbn
Abbas da, kibrin büyüklük taslamak olduğunu söyler. Şu âyetlere bakmıyor
musun?: “Musa Dedi ki: “Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de
Rabb’im, sizin de Rabb’iniz (olan Allah’a) sığındım.” (Mü’min, 40/27). “İşte
Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler.” (Mü’min, 40/35).
Dedim ki:
“Bakıyorum, kibir
ahlâkını vc ayrıldığı bölümleri birçok açıdan izah ediyorsun. Bana bunların her
birini kendi sınırlan içinde tefsir eder misin?”
Dedi ki:
“Kibir iki türlüdür:
1.
Kul ile Rabb’i arasında olan kibir. Bu kibrin en
büyüğüdür.
2.
Kul ile diğer insanlar arasındaki kibir.
İlki hakkında Allah şöyle
buyuruyor: “Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak
Cehennem'e gireceklerdir.” (Mü min, 40/60) “Ne Mesih, Allah’a kul
olmaktan çekinir, ne de (Allah’a) yaklaştırılmış melekler. Kim O’na kulluktan
çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini kendi huzuruna
toplayacaktır.” (Nisa, 4/172). Bu dik başlılık kibirden kaynaklanmaktadır
ve Allah katında büyük bir şeydir. “Onlara, ‘Rah- man’a secde edin!’ dendiği
zaman, 'Rahman nedir? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç’ derler. Ve
(bu), onların nefretini artırır.” (Furkan, 25/60). “(Onlara gelen
uyarıcı) yeryüzünde büyüklük taslama(larını) ve kötü tuzak(lar) kurma(lannı artırdı).”
(Fatır, 35/43).
Bundan ötürü, şeytan Hz.
Âdem'e karşı kibirlenmiş, inad ederek Rabb’i ne itaatten kaçmış ve Hz. Âdem’e
secde etmemiştir. Hz. Peygamberden de, “İblis, Adem’i secde ederken görünce,
“Yazıklar olsun bana! O secde ile enırolundu hemen secde etti. Ben de
emrolundum ama secde etmedim.” der hadîsi rivayet edilmiştir.
Araplar eskiden, rükû’a
gitmekten kaçınıyorlardı. Bunu zillet sayıyorlardı. Hz. Peygambcr’in peygamberliğinden
önce, boyun eğmek, zelil olmak demekti. Hakim b. Huzam‘ın, “Hz. Peygamber1
e ayakta secde etmek şartıyla bey’at ettim.” sözü de buna işaret etmektedir.
Hakim, daha sonra meseleyi kavramıştır. Ebû Süfyan da şöyle diyor: “Ey
KureyşIiler! Allah’ın sizin boyun bükmenize ihtiyacı yoktur.” Boyun bükmemek
eski bir âdetleriydi ve bundan kaçınıyorlardı. Bu böyle bilinmektedir. Hatta
birinin elinden bir şey düşse orda bırakır, eğilip almazdı. Bu gün bile
kimisinin ayakkabısının bağı kopar ve ayakkabısı ayağından düşer, o eğilip
almaktan kaçınır. Dolayısıyla secde etmekten kaçınırlardı. Onlara göre secde
için eğilmek büyük bir zillettir. Yahya b. Ca’dc'den rivayet edilen, “Allah’a
secde ■ etmek üzere alnını yere koyan kimse kibirden uzaktır.” hadîsi bu gerçeğe parmak basmaktadır. Yani
Rabb’i ile arasındaki kibirden uzaktır.
Kul ile Rabb’i arasında
olan bu kibir türü, Peygamberleri reddetme, sözlerini dinlememe, inat edip
onlara muhalefet etmeyi de kapsar. Peygamberce tabi olmaktan kaçınırlar. Dolayısıyla
Allah’ın emrine karşı inatlaşır, kitabını reddeder, hüccetlerini inkâr
ederler. Zikredilecek âyetler bu gerçeği aydınlatmaktadırlar: “Şu iki
adamın kavmi bize kölelik ederken, şimdi biz kalkıp bizim gibi olan iki insana
mı İnanacağız?” dediler.” (Mü’minıin, 23/47). “Eğer sizin gibi bir
insana itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız
demektir.” (Mü’minûıı, 23/34) Yaradılışta kendileri gibi birine itaat
etmekten kaçınarak şöyle dediler: “Bize melekler indirilmeliydi, yahut
Rabb’imizi görmeliydik değil mi?’ dediler. And olsun ki, onlar kendi içlerinde
büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.” (Furkan,
25/21). “O’na (Peygamber’e), kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek
indirilmeli değil mi?” (Furkan, 25/7). “O’na bir hazine indirilmeli veya
beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?” (Hûd, 11/12). “(Firavun) ve
askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar.” (Kasas, 28/39). Allah’a
ibadet eden bir kul olmaktan kaçındı, neticede ilâhlık iddia etti.
Velıb şöyle diyor: “Hz.
Musa, Firavunca, “İman et, hem kurtul hem krallığın senin olsun.” deyince,
Firavun, “Vezirim I Iaman‘a danışayım.” dedi. Hz. Musa’nın dediğini anlatınca Haman,
“Sen tapınılan bir ilâh iken, tapan bir kul mu olacaksın?” dedi. Hz. Musa’ya olan
inadından ötürü teklifini kabul etmedi. Kibirlenip kendileri gibi bir beşere
boyun eğmekten kaçındılar. Kendilerine daha büyük bir kişinin gönderilmesini
istiyor ve halk arasında büyüklük taslıyorlardı. Nitekim Allah, “Kendi
kendilerine kibirlendiler.” (Furkan, 25/21) buyuruyor.
Kibrin yanı sıra,
peygamberlere uyanları, kendileri gibi olmadıkları için alaya alıyor onlarla
ortak bir statüde bulunmak istemiyorlardı. Nitekim Hz. Nuh’a, “Sana, bizim
basit görüşlü ayak t akını! arı nazdan başkasının uyduğunu görmüyoruz.” (Hûd,
11/27). demişlerdi. Ata el-Horasanî, İbn Abbas‘tan, “Badie’r-Rey” ifadesinin, “
Orta ya attıkları düşük şeyler.” anlamına geldiği şeklinde bir açıklama
aktarmaktadır. Onlara, I Iz. Nuh’a inanmadıkları haberini vermektedir. Yoksa I
İz. Nuh, kulları, Allah katında küçük görmüyordu. Nitekim âyette şu ifade var: “Sizin
gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, “Allah onlara bir hayır vermeyecek.” de
demem. Allah onların içlerinde olanı daha iyi bilir.” (Hûd, 11/31).
İnanmayanların, kibirlerinden ötürü inananları küçük gördüğü, dolayısıyla
Peygamber’e ittiba etmedikleri haber verilmektedir.
Kureyşliler de, “Dediler
ki, “Bu Kur’ân iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?”
(Zuhruf, 43/31). Katade bu adamların Vclid b. Muğire ile Ebû Mes’ud es-Sakafî
olduklarını söyler. Kureyşliler reislik ve dünyalık açısından Hz. Peygamberden
daha ileride olanlara uymak istiyorlardı. Çünkü onlar, “Bir öksüz mü
başımıza peygamber olacak?” diyorlardı. Allah da, “Rabb’inin rahmetini onlar mı
bölüştürüyor?” (Zuhruf, 43/32). cevabını veriyordu. O’na uyanları küçük
gördüklerinden ötürü, “Mııhammed’in getirdiği iyi bir şey olsaydı onlar O’na
uymakta bizi geçemezlerdi.” (Ahkaf, 46/11) diyorlardı. Yani, biz O’ndan
daha üstünüz, dolayısıyla hakkın bize verilmesine daha lâyıkız. Karun da şöyle
demişti: “Bu servet bende bulunan bir bilgi sayesinde verildi.” (Kasas,
28/78)
Hz. Peygamber'in
peygamber olmadan önceki üstünlüklerine bakarak, hayrın onlara has olması
gerektiğini, Müslüman olanların hakir olmalarından ötürü böyle bir şeye lâyık
olmadık- • A lanın düşünüyorlardı Ayette şu ifade bulunuyor: “Allah aramızda
şunlara mHûtjîHâyık gördü?” (En’am 6/53). Onları hakir kendilerini üstün
gördüklerinden, kibirleniyor, Allah’a karşılık veriyor ve Peygamberine
muhalefet ediyorlardı. Bundan ötürü Ehl-i Kitap Efendimizi tanıdıkları halde,
kibirlerinden O’na inanmıyorlardı: “O bildikleri (Kur’ân) kendilerine
gelince onu inkâr ettiler.” (Bakara, 2/89) buyurul maktadır. Diğer bir
âyette: “Vicdanları, onların (doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, sırf
haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.” (Nemi, 16/14)
buyurulmuştur. Haksız oldukları halde, üstünlük taslıyorlar. Ve Allah şöyle
ferman ediyor: “İşte ahiret yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk
etmek istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, takvâ sahibi olanlarındır.”
(Kasas, 28/83).
Kureyşliler, tcYa
Muhammedi Kölelerimiz seninle oturup kalkıyor.” dediklerinde şu âyet nazil
oldu: “Sabah akşam, Rabb’lerinin rızâsını isteyerek, O’na yalvaranları
(Kureyş büyüklerinin arzusuna uyarak) kovma (o müşrikler ister inansınlar
ister inanmasınlar). Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından
da onlara bir sorumluluk yok ki, bu zavallıları kovup da zalimlerden olasın.
Böylece Biz onların kimini kimiyle denedik ki, “Allah aramızda şunlara mHütfü
lâyık gördü.” desinler.” (En’am, 6/52-53). “Gözlerin dünya hayatının
süsünü isteyerek onlardan (Rabb’lerine yalvaranlar) başka yana sapmasın.”
(Kehf, 18/28) Allah, Nebi’sine, “Dünyada üstünlük istiyorsun.” diyor.
İnanmayanların Cehennemi girince, “Bize ne olda ki, (dünyada) kötülerden
saydığımız adamları (burada) görmüyoruz.” (Sa’d, 38/62) diyecekleri haber
verilmektedir. Sözü söyleyenin Ebû Cehil, kasdedilenlerin ise, Ammar, Bilâl,
Suheyb ve Mikdâd oldukları söylenmiştir.
Kullar arasındaki kibre
gelince, o büyüklük taslamaktır.
Dedim ki:
“Dirilerine büyüklük
taslamanın gerçeği nedir?”
Dedi ki:
“Bu iki şekilde olur:
Birincisi, onları hakir görmek ve kabul etmemektir. Kişi diğerlerinden hayırlı
olduğunu düşünür, onlara küçültücü ve alçaltıcı bir gözle bakar. İkincisi,
doğru olduğunu bildiği halde, onlardan geldiği için, gerçeği kabul etmemektir.
Meselâ onlardan biri bir hayır söylese, bir kötülükten men etmek istese veya
dinî bir konuda münazara edip galip gelse, kibirli olan kabul etmez ve bile
bile reddeder. Nitekim Allah, İsrailoğullarını bu durumla nitelendirmiştir:
“Fîc- danlan, onların (doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık
ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.” (Nemi, 27/14). "O bildikleri
(Kur’ân) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.” (Bakara, 2/89).
Bu kibirlilerden birisi
bir münazaraya girse, bütün gayesi, üstün gelme, reddetme ve anlamaya
yanaşmamadır. Bir başkasından öğrenmeyi kendine yediremediğinden, onları hakir
gördüğünden ve galip gelmeyi çok. sevdiğinden böyle yapar. Allah bu tipleri
şöyle anlatıyor: “İnkâr edenler dediler ki, “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin,
(okunurken) onun hakkında gürültü edin, belki böylece ona galip gelirsiniz.”
(Fussilet, 41/26). Kibirliye hayır cmrcdilse inkâr eder vc üstünlük hissi onu
kaplar, sinirlenerek hakkı reddeder. Bu kalbindeki kibrin ve üstünlük hissinin
eseridir. Allah’ın, “Ona Allah'tan kork!” denilse gururu, kendisini günaha
sürükler.” (Bakara, 2/206) sözüne kulak vermez misin?
Hz. Ömer, bu âyeti okudu
ve istircada bulundu. Sonra da, “Bir adam iyiliği emretti ve öldürüldü.”
dedikten sonra, “İnsanlar arasında adaleti emredenleri öldürenler (yok mu),
onları acı bir azap ile müjdele!” (Al-ı İmran, 3/21) âyetini okudu. Kibirli
olan, kendisine iyiliği emredeni öldürür. Allah’ın şu âyetine kulak ver: “(Bir
kavmi) yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalıyorsunuz.” (Şuara, 26/130)
İbn Mes’ud, “Bir adama,
“Allah’tan kork!” denildiğinde, “Sen kendine bak, bana mı emrediyorsun?” demesi
yeterli bir günahtır.” der. Hz. Peygamber bir adama, “Sağ elinle ye.” buyurunca
adam, “Sağ elimle yiyemiyorum.” dedi. O zaman E- fendimiz, “Yiyemeycsin! Sen
sadece kibrinden böyle yapıyorsun.” dedi. O adam, daha da sağ elini ağzına
kaldıramadı.
Dolayısıyla kim başkasını
hakir görerek üstünlük taşlaşa veya hakkı bildiği halde reddetse, o kimse
kullara karşı kibir yapmıştır. Kullara karşı olan bu kibir onu, tıpkı şeytanın
yaptığı gibi, Allah’a karşı kibirli olmaya götürür. İbn Adan şöyle diyor: “Şeytan
sadece, “Ben ondan hayırlıyım.” dedi. Ondan hayırlı olduğunu düşününce secde
etmedi. Hâlbuki, bunun mahvedici olduğunu biliyordu. Çünkü Allah’ın emrini
reddederek, “Secde etmem.” diyordu. Böylece Allah’a karşı geldi ve inadı
arttı.” Çünkü menşe itibarıyla üstün olduğunu düşünüyordu. Onun menşei ateş,
Hz. Adem‘in ise topraktı. Ateş toprağı yediğinden daha güçlüydü. Bu sözü,
Allah’ı tanımadığından vc Hz. Adem’e karşı geldiğinden söylüyordu. Böylece Hz.
Adem’e karşı gösterdiği kibir onu, Allah’a karşı gelmeye götürdü. Kâfir vc
mel’un oldu. Bütün bu hâdiseleri, Hz. Peygamber’in, Şcmmas b. Kaysın, “Ya
Rcsûlâllah! Ben güzelliği seven bir insanım. Bu kibir sayılır mı?” sorusuna
verdiği, “1 îayır, kibir, hakkı kabul etmemek vc halkı küçümsemektir” şeklindeki cevapta özetlenmiştir. Bir diğer
rivayette ise, “Kim hakkı tanımaz ve insanları hakir görürse”3"
şeklindedir.
Dolayısıyla kim büyüklük
taslar, Allah’ın emrini kabul etmez, O’na ibadet etmeye boyun eğmezse, o
Allah’a karşı kibirlidir. Kim de kardeşini hakir görerek kendisini daha hayırlı
görür veya hakkı bildiği halde kabul etmezse, insanlara karşı kibir yapmış
olur. Kibrin ash, büyüklük taslamak, hakikati ise insanları küçük görüp hakkı
bile bile reddetmektir. İşte kibir, genel batlarıyla budur.
Kendini
Beğenme (Ucub) Olan Kibir
Dedim ki:
“Kendini beğenmeden doğan
kibir nedir?”
Dedi ki:
“Dinde, kendini
beğenmeden doğan kibir, ilim vc amelle olmaktadır. Alim ilmini beğenince, bu
beğenisi onu diğer insanlar üzerine büyüklenmeye götürür. Neticede, bazıları
kendisinden daha çok takvâlı bile olsalar, avama karşı kibirli olur. Bu, Hz.
Ömer'in âlimler hakkında korktuğu şeydi. Nitekim âlimlere, “Öğrettiğiniz
kişilere karşı mütevazi olun, zalim âlimlerden olmayın, Allah’ın yanında
ilminiz cehalet olarak görülmesin!” derdi. Yani ilminizle kibirlenirseniz,
O’nun yanında tezkiye edilmezsiniz.
Alim, ilmi ile
kibirlenince, kendi dışında kalanları hor götür, hafife alır, onlardan kaçar,
uzak durur, zelil görür, onları hizmetçi gibi kullanır, öğrettiklerine karşı
minnet eder, onların önce selâm vermesi için işi ağırdan alır, onlarla alay
eder, kendisiyle ilgili bir şeyi hafife alınınca veya ihtiyaçları tam karşılanmayınca
onlara kızar. Çünkü, kendisini çok büyük gördüğünden, bütün bu işleri hak
ettiğini, onların bu işleri yapmalarının gerekli olduğunu düşünür.
Birisiyle tartıştığında,
bile bile hakkı reddeder. Vaaz etse şiddetle tenkit ederek konuşur. Kendisine
öğüt verilirse, öğütte bulunanı azarlar. Bütün bunları, kibir ve büyüklük
tasladığından ötürü yapar.
Hz. Muazhn rivayet ettiği
bir hadîs-i şerifte dc aynı ifadeler bulunmaktadır: “Alimlerden bir kısım
var ki, kendisi vaaz etse şiddetle tenkit ederek konuşur, kendisine öğüt
verilse azarlar. Kendisiyle ilgili bir şey hafife alınsa veya reddedilse
kızar.” Bu hadîste kibirli âlimin yedi sıfatı anlatılmaktadır: 1. O
başkasından üstündür, diğerleri ise aşağıdadırlar! 2. Ona bir şey emretseler,
öğretmek isteseler veya öğüt verseler sinirlenerek reddeder. 3. Kendisi onlara
öğretse, veya öğüt verse sert ve haşin olur. 4. Eşit bir şekilde onlarla
konuşmaya tenezzül etmez. Çünkü onlar ona denk değiller! 5. Takva açısından hem
kendisinden üstün hem de aşağı olanları küçük görür vc hafife alır. 6. Onlar
onun gözünde sanki akıl erdiremeyen eşeklerdir. 7. Hiç kimsenin ilmi kendisine
fayda vermez, faydası olsa bile onun gözünde fayda vermez.
İşte bütün bunlar Allah’ı
bilmemekten ileri gelir. Oysa onlar ondan daha çok Allah’ı bilmektedirler.
Çünkü Allah’tan daha çok korkmaktadırlar. Onlar ona saygı gösterirken, o onlara
küçümseyici bir gözle bakar. Neticede o alçalmış bir kibirli, onlar ise
yücelmiş mütevazilerdir. Çünkü Allah, kibirliyi alçaltır ve küçük düşürür,
kendisi için tevazu göstereni ise yüceltir.
Onlara karşı kibir
taslayarak onları küçük görür, ilmi ile onlara karşı övünür, cehaletlerinden
ötürü onları ayıplar, haklarına tecavüz eder, onları aşağılar, başlarına kakar.
Bir şey öğretse sert davranır. Hiçbir zaman Allah için mütevazi olmaz.
Bir kısım âlimler,
yukarıda sayılan bazı sıfatlardan kaçınırken, bazısına ise kendilerini
kaptırırlar. Kısacası, kim bir az ilim elde ederse, ilmi daha az olanlara karşı
büyüklük taslama ile yüz yüze gelir. Bazıları kendilerini kurtaramaz ve ilmiyle
tam bir kibre kapılır; bazıları ise birilerine karşı mütevazi binlerine karşı kibirli
olurlar. Bu da Allah’ı idrak etme ve ilmiyle O’nun marifetine delil getirme
seviyesine bağlıdır.
Dedim ki:
“İlim insanın alçak
gönüllülüğünü artırır. Anlattığın kişinin ise, kibir vc cehaleti artmaktadır?”
Dedi ki:
“Vchb b. Münebbih‘in
dediği gibi ilim, gökten yağan tatlı ve saf yağmura benzer. Ağaçlar onu
kökleriyle emerler. İ ler ağacın sahip olduğu tada göre tadını artırır. Acı
olanların acılığı artar, tatlı olanların tatlılığı. Tatlının suyu tatlı olarak,
acının suyu ise acı olarak artar.
İlim de böyledir. Kullar
onu öğrenirler. Bu ilim herbirinin meyil vc arzusunu artırır. Kibirli olanın
kibrini artırır. Çünkü, kibre meyilli olan cahil ise, ilim elde ettiğinde
kibirlenecek malzeme bulmuş demektir. Onun için kibri artar. Ama adam cahil
iken Allah’tan korkuyor ve Allah’ı bilmenin delillerine ihtiyacı olduğunu
biliyorsa, ilim elde edip konuyu anladığında korku ve iç ağrısı artar. Nitekim
Hz. Muaz da, “İlmi artanın iç ağrısı da artar.” demiştir. Allah’ı bilip,
aleyhinde olan durumları anladığından ötürü iç ağrısı artınca, zillet, alçak
gönüllülük, şefkat ve korkusu da artar.
Ama meyil vc arzusu dünya
ve büyüklenme olunca, Him onun kibrini, katılığını, başkasını küçük görme duygusunu,
kendinden hem üstün hem de aşağı olanları reddetme hissini artırır. Bunlar
kibir vc galip olma sevgisinin neticesidir.
Dedim ki:
“İster âlim ister cahil
olsun, amelle uğraşan kişi neyle karşılaşabilir?”
Dedi ki:
“İster âlini ister cahil
olsun, kendinden daha az amel edeni küçük görür. Eğer ondan daha cahilse, kendi
kendine, “Heder olmaktadır, cahildir.” der. Eğer ondan daha âlim ise, “Bunun
işi çok zor, çünkü ameli çok azdır.” der.
Kendinden daha az amel
edenleri hakir görür, küçültücü gözle bakar. Ya da üzerlerinde büyüklük taslar.
Ağır bir şekilde hareket eder ki, başkaları önce selâm versin. Başkaları ona
iyilik yapar o yapmaz. Onu ziyaret ederler o etmez. Hastalığında geçmiş olsuna
giderler o gitmez. Faziletiyle onları aşağılamak ister. Aralarına karışana iş
yaptırır, onu çalıştırırlar. Kendisine öğüt verene kızar. Çünkü amelde onlardan
üstündür! Onlar ise amel etmeyen vc haddi aşan kişilerdir.
Birine, önce selâm verse,
selamını alsa, yardımcı olsa, evine gitse, davetine icabet etse veya dostluk
kursa, bununla kendisine iyilik ve hak etmediği şeyi; sadece kendisine ait bir
fazilet olarak yaptığını, dolayısıyla ondan daha faziletli oluğunu düşünür.
Kendisi için Allah’tan
çok büyük ümitler taşırken, onlar adına ciddi korkular içindedir. Onları
gördüğünde veya hatırladığında, kendisi için hiçbir endişe duymaz, onlar için
ise, ciddi korkular hisseder. Çünkü onların helâk olduklarını düşünür. Sanki
Allah’tan, kendisine azap edilmeyeceğine dair garanti almış gibidir. Hâlbuki
esas helâk olan kendisidir. Hz. Peygamber’in, “Bir şahsın, "İnsanlar
helâk olmuşlardır.” şeklindeki sözlerini duyarsanız, biliniz ki en büyük helâka
uğrayan odur”M hadîsine bakmaz mısın? I İz. Ebû Hüreyre’nin
rivayet ettiği bu hadîste Efendimiz ne güzel buyurmuşlar! Çünkü o şahıs kibirli,
başkasını küçük gören, Allah’a karşı aldanmış, kendini em-
1 Müslim. Birr, 139; Libû Dâvfid, Edep,
77; Mııvatia, Kelamı 2; Müsned, II, 272.
niyette hissedip
korkmayan bir kişidir. Onun kibir ve üstten bakışı onu, Allah’ın hoşuna
gitmeyen bu kötü ahlâka sürüklemiştir. Hz. Peygamber başka bir hadîsinde, “Kişinin
Müslüman kardeşini hor görmesi, kötülük olarak kendisine yeter.’*2
buyurmuştur.
Söz konusu ibadetle
meşgul olan şahıs, başkasını küçük görüp, kendinden çok, onlar adına korksa ve
onlardan çok kendisi için ümit beslese; onlar da ona büyük bir zat gözüyle bakıp
kendilerini küçük görseler; ondan çok kendilerinden korksa vc kendilerinden çok
onun için kurtuluş ümidi beslcse- ler; kısacası onun kurtulacağını,
kendilerinin ise helak olacaklarını zannetseler, işte o zaman onlar ondan daha
çok ibadet ve taat ediyorlar demektir.
O kişi Allah’ın gazabına
uğrayacak vc ahirette ameli boşuna gidecektir. Kibrinden ötürü, Allah, yaptığı
amellerini elinden alacaktır. Diğerleri ise alçakgönüllülükleri, Allah’a olan
sevgileri, kendilerini küçük görmeleri, o ibadet edeni, onlardan ayrı durduğu
ve meclislerine katılmadığı için büyük görmelerinden ötürü, Allah’ın
rahmetiyle karşılaşacak ve O’na daha yakın olacaklardır. Çünkü Allah onları
sevip yüccltmeseydi, onlar O’nu sevip ta’zim etmez vc O’na yakın olma ümidini
taşımazlardı.
Evet onlar, Allah’ın
rahmet ve mağfiretine uğrayacaklar ve Allah onları ibadet vc gayretleriyle
kendi katma alacaktır. Kibırlcncnin ise amelleri yok olacak ve en kötü hale
sokulacaktır. Çünkü o, Allah’ın vermiş olduğu amel nimetiyle kibirlenmiş,
kullarını küçük görmüş, onlardan uzak durmuş, Allah’a güveniyle aldanmış, daha
çok başkası için endişe duymuş vc asıl kendi nefsinden korkup ona acıması gerektiğini
unutmuştur.
32 Müslim, Birr, 32; Ebû Dâvûd, Edep,
35; el-Tirmizî, Birr, 18; İbn Mâcc,
Zühd,
3.
Şa’bî ve Ebu’l-Celd şöyle
bir olay anlatırlar: "Israiloğul- larından, “İsrail oğullarının
reddedilen evlâdt.” diye adlandırılan biri vardı. Adanı bir gün, başında
bulutların gölge yaptığı bir abide - rastladı. Kendi kendine, “Ben
İsrailoğullarının reddedilen evlâdıyım, bu ise onların abididir. Yanına
oturayım, belki Allah beni de affeder.” dedi ve yanma oturdu. Abid kendi
kendine, “Ben İsrailoğullarının abidiyim, bu ise reddedilenleridir, gelmiş
yanıma oturuyor.” dedi ve ona kızarak yanından kalkmasını istedi. Allah, o
zamanın peygamberine, “Git onlara söyle, yeniden ibadete başlasınlar. Çünkü,
abidin ibadetlerini sildim, diğerini ise affettim.” diye vahyetti. Başka bir
hadîste, bulutun abidin başından ayrılıp, reddedilen adamı gölgelendirmeye
başladığı açıklaması da vardır.
Şüphesiz
Allah, kulların kalplerine bakar. Çünkü diğer or- A
ganlar kalbe tâbidir.
Alim veya abid kendini beğenip böbürlenince, cahil veya günahkâr olan da
mütevazi olup Allah’ın azameti ve korkusu karşısında boyun eğince, abidden daha
çok itaatkar olmuş olur. Abid de kalbiyle bu mânâdadır. Bir hadîste şu olay
anlatılır: “İsrailoğullaundan bir adam, yine kendilerinden olan bir abide
rastladı. Abid secdede iken sırtına bindi ve “Başını kaldır.” dedi. Abid,
“Vallahi Allah seni affetmez.” diye bağırdı. Bunu üzerine Allah, “Ey benim
adıma konuşan kişi, asıl Allah seni affetmeyecek.” diye vahyetti. Kendini
Allah katında çok büyük gördüğünden, secde ve ibadetinden ötürü kendisine
yapılan kötülüğün çok büyük olduğunu ve Allah tarafından affedilmeyeceğini
düşündüğünden o kişiye affedilmeyeceğim söylemişti. Böylece hem ucub hem kibir
yapmış, hem de Allah’a olan ümidinde aldanmıştı.
Halkı küçük gören kibirli
şahıs da böyledir. Onlar arasında sanki sadece kendisi kurtulacaktır. Hz.
Peygambcr’e bir adamdan söz edildi. Günün birinde adam çıkageldi. “Söz
ettiğimiz adam şu gelendir.” dediklerinde Hz. Peygamber, “Yüzünde şeytandan bir
iz görüyorum.” buyurdu. Adam gelip selâm verdi ve ayakta durdu. Hz. Peygamber, “Allah
için söyle! Kendi kendine, “Burdakilerin arasında benden faziletlisi yoktur. ”
demedin mi?” sorusuna adam. “Allah’a yemin ederim öyledir.” dedi. Adam daha faziletli olduğu için, oturanlar
arasında sadece kendisinin kurtuluşa ereceğini düşünmüştü. Onun için tiksinip
ayakta durmuştu. Sanki, yaptığı ameli oradakilerin başına kakıyordu. Nitekim
sahabeden olan Haris, b. Ccrir şöyle diyor: “Güleç yüzlü abidler çok hoşuma
giderler. Ama sen güleç olduğun halde asık bir suratla seni karşılayan, sanki
ameliyle başına kakıyor gibidir. Allah Müslümanlar arasında böylelerin sayısını
çoğaltmasın!”
Şayet Allah böylelerinden
razı olsaydı, Nebi’sine şöyle demezdi: “Mü’minlere kanatlarını indir (onlara
karşı mütevazi ve şefkatli ol)." (Hicr, 15/88). “Allah'ın rahmeti
sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın,
çevrenden dağılır giderlerdi." O’nun onları, onların da O’nıı sevdiği
dostlarını ise şöyle anlatıyor: “Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere
karşı onurlu ve şiddetlidirler." (Maide, 5/54)
Dolayısıyla, ister âlim
ister abid olsun, kibirli kimsenin Allah nazarında hiçbir değeri yoktur.
Bir kısım insanlar ise
dalâlettedirler. Bu dalâletlerine bir de kibir eklemişler. Yeryüzünde onlardan
başka doğruyu söyleyen vc hidayete götüren kimsenin olmadığına inanırlar.
Bunlar Kur’ân’ın mahlûk olduğuna inanırlar. Kaderi ve ahirette rü’yetullahı
inkâr ederler. Mizanın kurulacağına da inanmazlar. Rafizîler, Mürciye ve Haricîler
bunlardandır. Şefaati yalanlarlar. Sahabe-i kirama dil uzatırlar. IJk
hâdisesinden, Kur’ân’ın âyetleriyle beri olduğu halde, müminlerin annesi Hz.
Âişe‘ye dil uzatırlar. Şayet kitabın uzamasından endişe etmeseydim, onları
genişçe anlatırdım. Bu fırkaların her biri, yoldan çıkmış uzaklaşmışlardır.
Hakkı söyleyen hiç kimseyi tanımazlar. Cehalet ve kibirlerinden ötürü,
yeryüzünde sadece kendilerinin hidayette olduğuna inanırlar.
Bu konuda İbn Abbas, Hz.
Peygamberden şu hadîsi rivayet etmektedir: “Birgrup insan gelecek, Kuran
okurlar, gırtlaklarını aşmadığı halde, Kur’âtı okuduklarını söylerler. Bizden
daha iyi okuyan, bizden daha iyi bilen kim var derler.” Sonra Efendimiz
ashabına dönerek, “F.y topluluk bunlar sîzdendir ama bunlar Cehennem
odunudur. ” buyurdu.
Dedim ki:
“Riyadan olan kibir
nedir?”
Dedi ki:
“Kul kendisiyle tartışan
veya herhangi bir iyiliği emreden kişinin söylediği gerçeği reddeder. Muhatabın
kendisinden üstün veya daha aşağıda birisi olması bir şey değiştirmez. Hatalı
olduğu ortaya çıkar da makamında eksiklik olur diye gerçeği kabullenmez. Veya
da falan şahıs yenildi ya da hatası bulundu denilmesin diye, gösterişi onu
kibir ahlâkına götürür. Her ne içinde kendisiyle tartışan veya emreden daha
hayırlı olduğunu bilse de gurur ve gösterişi kabullenmeye engel olur. Aslında
başlangıçta gerçek anlamıyla kalbinde kibir yoktur.
Dedim ki:
“Peki neticede kin
doğuran kibir nasıl oluyor?”
Dedi ki:
“Önce selâm verip
barışmasın diye, kendisine zulmettiği, dil uzattığı veya ilişkisini kestiği
kişiyle, helalleşmekten kaçınır. Dolayısıyla onun sözünü kabullendi denilmesin
diye, kin ve düşmanlığa vardıracak kadar, gerçeği reddeder. Yani gerçeği
reddetmede veya hakkını vermemede kibri, kin ve düşmanlık derecesinde kullanır.
Kendilerine karşı
gösteriş yaptığı, kin ve düşmanlık beslediği şahıslardan aşağı olduğunu
bildiği halde gösteriş ve kin beslemek, kibir ahlâkı edinmektir. Kendini
beğenenin kibri kalple olur. Kendisine verilenleri muhatabında bulamayınca daha
hayırlı olduğunu düşünür ve soğuk davranır. Bu konu ilim ve amel açısından, hem
din hem dünyayı kapsar. Kendisine diğerlerinden fazla bir nimet verilince
hoşuna gider ve kibirlenir. Bu cehaletten ve şükrü bilmemekten kaynaklanır.
İbadette ileri gidenler bile bu noktada kendilerine güvenemezler. Çünkü
kişinin kendini beğenmesi ve kibirlenmesi, kendisinde bulunan nimetten ileri
gelir. Nimetler çoğalıp büyüyünce, kendini beğenmişlik ve kibir çabuk yol
bulur. Özellikle kişiyi halktan ayıran ilim ve amel gibi hususlarda daha çok
etkili olur. İbn Büreyde’nin I Iz. Ömcfden aktardığı şu sözü duymadın mı?
“Uhud günü Hz. Peygamberi korurken parmağı yaralandı diye, Talha’da sürekli bir
böbürlenme hissedilirdi.” Humeyd b. Abdurrahmanhn İbn Abbas‘tan aktardığı şu
ifadeler de bu olayla ilgilidir: “İbn Abbas Hz. Ömer’e, Hz. Talha hakkındaki
düşüncesini sorunca şu cevabı almıştı: “Kendisinde kibir eseri olan bir
adamdır.” Sonra şu izahı yaptı: “Çünkü Talha, Uhud günü, diğer ashaptan farklı
bir ayrıcalığa sahip olmuştu. Hz. Peygamber’i bizzat vücûdunu siper yaparak korumuştu.
Neticede eli isabet aldı. Yaralı parmağını ayağının altına koyarak kopardı ve
hemen Hz. Peygamberin üstüne abandı.” Hz. Ömer bu kahramanlığından ötürü, Hz.
Talha’da kibir eseri görmüştü.
Bu, bilinen bir gerçekten
ötürü, bir Müslümana hakaret etmek değildir. Fakat bu kadarcık bir durumdan
ötürü bile söz söylenmişse, biz bîçarelerin her halimizde daha dikkatli olmamız
gereklidir. Çünkü Hz. Peygamber, “Kalbinde hardal tohumu kadar kibir olan
kimse Cennet'e giremez.” buyurmuştur.
Giyilen elbiseyle yapılan
kibir de böyledir. Yün elbise giyen giynıeycnlcre karşı kibir taslar. Hasan-ı
Basrî, ‘Yün elbise giyen şahsın kibri, ipek elbise giyenden fazladır.” derken
ne doğru söylemiştir. Çünkü ipek elbise giyen, ehl-i dünyaya karşı kibirlenir,
ama yün giyen dindara karşı mütevazidir. Buna mukabil, dindarlığının bir
işareti olarak yün elbise giyen ipek elbise giyeni küçümser. İpek elbise
giyen, üzerinde salih kişilerin elbisesini ve zahidlerin işaretini gördüğünden,
saygı gösterir, mütevazi olur.
Akıllı olan, hiçbir zaman
kibir vc kendini beğenmişlikten emin olamaz. Kişiyi başkasından ayıran her hâl
ve davranış kibrin davetçisidir. Bundan ötürü Temim-i Darî Hz. Ömefdcn, kıssa
anlatma izni isteyince I Iz. Ömer izin vermemiş ve “Bu adam kesmek demektir.”
demişti. Kabilesine namaz kıldıran bir şahsa, namazdan sonra onlara vaaz etme
ve arkasından da dua okuma izni vermemiş ve “Göğe varacak şekilde şişmenden
korkuyorum.” diyerek kibirlenmesinden endişe etmişti.
Hz. Huzcyfe dc bir gün
namaz kıldırdıktan sonra, “Kendinize başka bir imam arayın veya bundan sonra
tek başınıza kılın.” demişti. Başka bir rivayette, “Cemaat arasında kendimden
daha faziletlisi görmediğim hissine kapıldım.” ifadesi geçmektedir.
Diğerlerinden ayrılacak
şekilde kendisine bir nimet verilen çok az kişi kibirden kurtulabilir.
Allah’ın kendisine büyük bir azim, güç ve koruyuculuk verdiği kişi müstesna...
Dedim ki:
“Dinle olan kibri
anlattın. Peki dünya ile olan kibir nasıl olur?”
Dedi ki:
“Dünya ile kibir soy,
güzellik, güç, mal ve sayı çokluğundan ileri gelir. Soyu ile övünen,
kendisinden aşağı olanları, amelden üstün olsalar bile, küçük görür. Bu kibir
bazılarında diğerlerini kendisine hizmetçi ve köle görecek dereceye varır.
Onlarla oturmaktan kaçınır, onlara karşı böbürlenir, sinirlenince onları
ayıplar, salih olan kişi bile sinirlendiği zaman bu tehlikeyle karşı karşıya
gelir. Hz. Ebû Zerr anlatıyor: “Hz. Peygamberin huzurunda bir adamla dil
mücadelemiz oldu. Ona, “Ey zencinin oğlu!” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"Ey Eba Zerr! Herkes aynıdır, herkes aynıdır. Beyazın siyahtan hiçbir
üstünlüğü yoktur. 6 Muhatabın annesi siyah (zenci) Ebû Zerr’in
ise beyaz ırktan olduğu için kendisini ondan hayırlı görüyordu. Hz. Peygamberin,
“Herkes aynıdır sözü.” bu düşünceye işaret etmektedir. Ebû Zer, “Bu söz üzerine
yere yattım ve adama, “Gel ayağınla başıma bas!” dedim.” ifadesini ilave
ediyor.
Evet salih kişi
sinirlendiğinde, soyca aşağı olana karşı böyle bir tehlikeyle karşı karşıya
gelir. Gıybetini yapar, soyluluğunu hatırlatır ve onu küçük düşürür. Adamın
muhatabına, “Hava- zinli, Hintli vs.” deyip küçültmesi gibi. Bununla sadece onu
ayıplamaz, aynı zamanda böbürlenir. “Ben senden soyca üstünüm ve şerefliyim.
Falan kabileden falanın oğluyum. Sen kimsin, kimlerdensin? Sen falanın oğlu
falan değil misin? Senin gibisi benimle konuşmaya nasıl cüret eder, nasıl bir
görebilir ve benimle kendini denk tutar?” der.
Bundan ötürü, Hz.
Peygamberin yanında böbürlenen iki şahıstan biri diğerine, “Ben falanın oğlu
falanım. Sen kimsin? Annen bile bilinmiyor!” deyince, O şöyle buyurmuştur:
"Hz.- Musa'nın yanında iki kişi böbürlenmişti. Birisi dokuz dedesini
sayınca, Allah Hz. Musa’ya şunu vahyetti: “Dedeleriyle övünen kişiye şunu
söyle: “Saydığın dedelerin dokuzu da Cehennemliktir, sen de onuncu- susun!>>yj
Başka bir hadîste Hz.
Peygamber şöyle buyuruyor: “Ya Cehennemce kömür haline gelen ecdadla
böbürlenmeyi bırakırlar ya da burunlarıyla pislik yiyen böceklerden daha aşağı
bir derekeye düşerler.”™ Bir diğer hadîste ise, “Allah sizi cahiliye
ayıplarından kurtarmıştır, artık böbürlenmeyin.” ifadeleri bulunmaktadır.
Güzelliği ile böbürlenen,
diğerlerini çirkin görür, onlara karşı güzelliği ile övünür, yaradılışından
ötürü onları ayıplar. Hz. Aişe validemiz anlatıyor: “Hz. Peygamberin huzuruna
bir kadın geldi. Ben dc el işaretiyle onu ayıplar bir hareket yaptım.
Efendimiz, “Gıybetini yaptın.” diyerek beni azarladı.” Güzel olmadığı için, onu
ayıplamış ve taklidini yapmıştı.
Güçlü olan zayıfı
ayıplar, küçük görür, gücüyle iftihar e- der, böbürlenir. Mal sahibi malıyla
övünür, şımarır, giydiğHüks elbiseyle caka satar. Bundan ötürü Allah şöyle
buyuruyor: “(Karun) süsü (debdebesi) içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya
hayatını isteyenler, “Keşke Karun’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi,
hakikaten o, büyük nasip sahibidir!” dediler. Kendilerine bilgi verilmiş
olanlar ise, “Yazık size, dediler, inanan ve iyi iş yapan kimse için Allah’ın
sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur.” Nihayet Biz, onu da
evini de yere batırdık; Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı.
Kendi kendini (savunup) kurtaranlardan da değildi.
37el-İrakî,c/-MMÇHi, 111,352.
■’* Miisnecl, II, 361; ct-Tirnıizî, Meııakib, 74.
Dün onun yerinde
olmayı isteyenler, “Vay, demek Allah kullarından dilediğine nzık açar ve
kısar, Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yere batırırdı. Demek gerçekten
kâfirler ifiah olmaz!” demeğe başladılar.” (Kasas, 28/79-82).
Çünkü aşiret ve
hizmetçileriyle övünen kişi, daha az olanları küçük görür, onlara üstünlük
taslar. Saydıklarımızın bütünü ucubla başlar, kibirle neticelenir.
Dedim ki;
“Kibirle ucbu (kendini
beğenmişliği) birbirine denk tutuyorsun. Din ve dünya konusunda aralarında ne
fark vardır?”
Dedi ki;
“Dinde kişi yaptığı
ameliyle böbürlenir, nefsini över, Allah’ın nimetini unutur. Kimseye karşı
kibirlenmez. Bazen bu övünmesi ona, başkasından hayırlı olma duygusunu verir.
Diğerlerini küçük görmeye başlar, onlara karşı soğuk davranır, onlardan
kaçınır. İşte o zaman, kibir ve övünme bir araya gelir. Dünya işlerine gelince,
kişi, güzelliği, malı soyu, gücü vs. ile övünür. Başta kibirlenmez. Ancak bu
şekilde övünüp kibre, şımarıklığa ve üstünlük duygusuna kapılmayan kimse yok
gibidir. Hz. Peygamber’in, giydiği güzel elbiseler içinde böbürlenen şahsı,
ucubla (kendini beğenmişlikle) nitelediğini duymadın m?
Din ve dünyasıyla
kibirlenen kişi, Allah’ın sevmediği iki şeyi kendinde toplamıştır; Üstünlük
sevgisi ile hakka boyun eğmeme vc kendinden aşağı olan kişilerden hakkı
kabullenmeden nefret etme. Onlarla ancak sert bir şekilde konuşur, aşağHatıcı
bir gözle bakar vc onları küçük görür.
Kibri
Bertaraf Etme ve Kulun Kendini Bilmesi
Dedim ki:
“Kul, kibri ne ile
bertaraf eder?”
Dedi ki:
“Kendini tanıyıp, din ve
dünya açısından makamını bilmesiyle.”
Dedim ki:
“Peki kendini nasıl
bilecek?”
Dedi ki:
“Başlangıcını, hayâtını
ve akıbetini düşünerek kendini bilir. Dünyaya geldiği güne kadar geçen zaman
boyunca hiçbir şey değilken, Allah onu yoktan yarattı. Üstelik ölü bir şeyden
yarattı. Yani hayattan önce onu Ölü olarak yarattı. Çünkü, önce onu topraktan,
sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra bir kan pıhtısından yarattı. Sonra da
kemiğe çevirip etle kapladı. Dolayısıyla, hayatından önce ölümünden,
güçlülüğünden önce zayıflığından, âlimliğinden önce cehaletinden, görür
halinden önce, körlüğünden, duyar halinden önce sağırlığından, konuşur
halinden önce dilsizliğinden, karnının tokluğundan önce açlığından, örtünmüş
halinden önce çıplaklığından, hidayetinden önce gafletinden, zenginliğinden
önce fakirliğinden işe başladı.
Sonra ölü iken
canlandırdı, sağır iken duyar hale getirdi, kör iken görür hale getirdi, dilsiz
iken konuşur hale getirdi, zayıf iken güçlendirdi, cahil iken bilgi sahibi
yaptı, fakir iken zenginleştirdi, aç iken doyurdu, çıplak iken giydirdi,
gaflette iken hidayete erdirdi. Onu bu aşağı mertebelerden söz konusu yüksek
mertebelere yüceltti.
Dolayısıyla kişi, önceki
halini düşünerek nefsini tanımalı, ne kadar zelil, zayıf, eksik, miskin, muhtaç
olduğuna şahit olmalı, böylece değerinin küçüklüğünü bilmelidir. Bu bilgi ona,
kibir, böbürlenme, şımarma, büyüklenme ve benzerlerinden nefsini alıkoyma
imkânı verir.
Başlangıçta bu
değersizliği ve makamının küçüklüğü ona, nefsini bilme imkânı verdiği için,
Allah'ın kendisine vermiş olduğu bir nimettir. Bu da onu, eğer akıllı ise,
kibir, böbürlenme ve şımarmadan ahkoyar. Allah’tan gelen ikinci nimet, onu
aşağılık ve kötü bir halden yüce bir makama yükselten Rabb’ini tanıma
imkânıdır. Allah’tan gelen bu iki nimetten birincisi ile kendini, İkincisiyle
de Rabb’ini tanır. Birincisiyle, gözünde nefsinin değen küçülür, İkincisiyle
Rabb’inin değeri yücelir. Küçük ve aşağılık bir makamdan onu yücelttiği için,
bir şükür emaresi olarak, Rabb’ine karşı tezellül eder ve boyun eğer.
Başlangıcı ve ilk hali bu
olan kişi kibirden uzaktır Bu gerçeği Hz. Lokman oğluna, ‘Yavrum! Toprağın
kibirle ne alâkası var?” derken ne güzel ifade eder. Evet, aslı ayaklar altında
ezilen toprak olan ve daha sonra da ekşiyip cıvıklaşan çamur olan kişi, nasıl
kibirlenir? Çünkü küçük görülen kişiye, “Sen gözümde ayaklar altında ezdiğim
topraktan bile değersizsin, pis kokulu balçık gibisin!” denir.
insanoğlunun aslı,
ayaklar altında ezilen toprak ve kokuşmuş çamurdur. Sonra pis nutfe halini
alır. Faslı da budur. Kişi ayıplanmak, değeri düşürülmek istenince, “Senin ne
aslın var ne de faslın.” denir. Araplara göre asi dedeye, fasl ise babaya
denir. İnsanın aslı ayaklar altında ezilen toprak, faslı da, elbise ve çamaşıra
bulaştığında pis olduğu için yıkanan, menidir. Dolayısıyla aşağılık vc pis bir
maddeden yaratılmıştır. Allah’ın şu beyanlarına kulak verin: “Kahrolası
insan ne kadar da nankördür! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Nutfeden. Onu
yarattı, ona biçim verdi.” (Abese, 80/17-19). “Sonra onun neslini bir özden,
hakir bir su (yun özün)den yaptı.” (Secde, 32/8). Hz. Peygamber de, “Allah
şöyle buyuruyor: İnsanoğlu Bana kafa mı tutuyor?
Oysa, Ben onu şöyle
bir şeyden yarattım.”
dedikten sonra, mübarek tükürüğünü mübarek avucuna koyup gösterdi.
İnsan pis bir şeyden
yaratıldı, pis bir yere kondu ve pis bir yerden çıktı. Çünkü erkeğin sulbünden
gelip, sidiğin çıktığı yoldan geçerek rahme ulaşır. Burdan da yine sidik
yolundan geçip dünyaya varır. Hz. Enes anlatıyor: “Hz. Ebû Bekir bir
hutbesinde, “1ler biriniz ikişer defa sidiğin geçtiği yoldan geçmişsiniz.”
diyerek ki kirlenenlere seslenmişti.
İnsanoğlunun ilk
yaratıldığı şey topraktır. Sonra ölü bir sperm, sonra ölü bir km pıhtısı, sonra
ölü bir çiğnem et, sonra ölü bir beden safhalarını geçmiştir. Acizlik vc
yetmezliğinden ötürü duyamayan, göremeyen, konuşamayan, düşünemeyen ve hareket
edemeyen bir beden... Sonra, ruh üflenir. Bütün bu safhalardan sonra canlı ama
küçük, zayıf vc aciz bir şekilde dünyaya gönderilir. Sonra bir süre kazurata
teslim edilir. Kamında pislik, mesanesinde sidik, burnunda sümük, ağzında
tükrtik vc kulağında kir.. Bunların yanında diğer bir sürü koku ve pisliğin saldırısına
uğrar. Eğer temizliği biraz ihmal ederse hayvanlardan da daha pis kokar. Bu
arada birçok hastalık vc birbiriylc çelişen birçok duyguyla yüz yüze gelir. Od,
balgam, yel ve kanı birbirinden ayıramaz hale gelir.
Bununla birlikte o,
başkasına muhtaç zelil bir kuldur. İster istemez acıkır, ister istemez yaşar,
ister istemez uyur. Bu işlerde kâr veya zarar elde etme yetkisine sahip
değildir. Hoşuna gitmeyen bazı sorumluluklar karşısında teslim olur.
Yapamayacağı şeyleri ister. Acıkmamak, susamamak vc hastalanmamak ister ama
istememesine rağmen bunlarla karşılaşır. Bir şeyi hatırlamak ister ama
hatırlayamaz, bir şeyi unutmak ister ama unutamaz. Bunların yanı sıra istediği
bir şekilde ölebileceğinden emin değildir. Belki aç, belki de uykuda ölecektir
ve buna engel de olamaz.
Evet zelil bir kul!
Başkası onu evirip çeviriyor. Gece veya gündüz, duyma, görme, düşünme hatta
bütün duyularım veya bir kısmını kaybetmeyeceğinden emin değildir. İlk
yaratıldığı, görmez, duymaz ve konuşmaz hale döndürülebilir. Nitekim Allah,
bazı kulları hakkında bu türden kararlar verir ve onları o hale sokar. Bunların
yanında kalbinden geçen bir düşünceden • tutun da, bir organının hareketine,
bir şey elde etme ve harcamaya, yeme ve içmeye varıncaya kadar her durum ve
hali, incelenip hesaba çekilmek üzere, kayıt edilmektedir. Bununla birlikte,
sahip olduğu malının bir anda elinden alınmayacağından emin değildir. Nefsine
sahip değildir ve bedeninde yapmak istediğini yapamamaktadır.
Bütün bu sayılanlarla
birlikte insan, maliki olan Allah’a muhalefet etmekte, O’ndan başkalarına
teşekkür etmekte ve onları zikretmektedir. Nehyettiği birçok şeyi yapmakta,
emrettiği birçok şeyi yerine getirmemektedir. Oysa bunlar ceza gerektirmektedir.
Şayet affedilmezse, domuz ve köpekler ondan daha hayırlı, daha temiz ve daha
pâk olurlar. Çünkü domuz ve köpekler toprak olup gidecekler, insan ise azap
görecektir. Bu durumda eğer yarauklar kokusunu alsalar, kokusundan ölürler; onu
görseler, çirkin ve dehşet verici görünüşünden ötürü bayılırlar. Susuzluğu
gitsin diye kendisine ikram edilen içecekten bir damla dünyanın dağlarına
damlatılsa onları eritir. Zillet ve meskenet içinde bu azap ebedî olarak sürüp
gider.
Yukarıda sayılan
sıfatlara sahip ve durumlara dûçar olan vc bunları boynunun bir borcu olarak
hak eden kimse, ne kadar zelil vc aşağılık olur! Bu sıfatlara sahip olan kimse,
nasıl halkın arasına çıkar? Aklı olan böyle bir kimsenin hakkı, kendini zelil
ve küçük görmek değil mi?
Bin kırbaç vurulma
cezasına çarptırılan ve cezanın uygulanması için beklemede olan hapisteki bir
mahkûmun zelil durumu vc cezayı çekmek için endişeli bekleyişi nasıl olur?’ O,
dünyada ceza giyen ve hapse atılan ama cezanın infaz edilmesi için ne zaman
çağırılacağını bilmeyen bir mahkûm değil midir? Tabii merhametli olan Hakim’in
onu affetmesi istisna.. Gerçekleşen cezanın yanı sıra ölümü de beklemektedir.
Ölüm hayatın son noktasıdır. Ölü iken diriltildiği gibi, diriltilmek üzere
tekrar öldürülecektir. İnsanların diliyle söylenen şu âyete kulak vermez
misin? “Dediler ki, Rabb’inıiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin.”
(Mü’min, 40/11) Yani biz babalarımızın belinde ölü iken bizi dirilttin, sonra
tekrar öldürdün. Böylece görür olduğu halde görmez olur, duyar olduğu halde
duymaz olur, konuşur olduğu halde konuşmaz olur ve bütün mafsalları dağılır.
İnsanlarla hayvanların tiksindiği kokuşmuş bir leş haline gelir. Sonra kuyruk
sokumu kemiğinin dışında bütün bedeni çürür ve toprak olur. Nitekim Hz.
Peygamber, "Kuyruk sokumu kemiği dışında insanoğlunun bütün bedeni
çürür”4" buyurmuştur.
Neticede toprak haline
gelerek, ilk atasının yaratıldığı aslına döner. Var iken yok olur. Nitekim
daha önce de, kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmişti. Sonra
Allah onu diriltir ve kıyametin dehşetli sahneleriyle yüz yüze getirir.
Parçalanan gök yüzünü, değiştirilen yeryüzünü, un-ufak olan dağları, dökülen
yıldızları ve sönen ay ve güneşi gözleriyle görür. Kulağında Cehennem uğultusu
vc önünde, zayıflığına rağmen, ister istemez geçeceği sırat köprüsü..! Sonra
Mevlâ’sının huzuruna çıkar vc her şeyden sorgulandıktan sonra, şayet
affedilmezse, zillet ve mağlubiyet içinde, orada ebedî kalacağı azaba
yönlendirilir.
Kul, sayılan bu durumları
düşününce kibri kırılır, müte- vazi olur. Allah’a karşı şükreden bir kul olur,
başını eğip inkisara uğrar. Neticede din vc dünya konusunda yetersizliğini ve
nefsinin kıymetinin düşüklüğünü öğrenir.
Bunun benzerleri çoktur.
Ancak düşünüldüğünde, ilk başta insanoğlu kadar değeri düşük olanı yoktur. Bu
durum şu misale benzer. Adamın biri Haşimoğullarından olduğunu bilir. Ama
babası kendisine bu konuda yanlış bilgi vermiştir. Kendisi haberin doğruluğuna
inandığından Haşimîlerin kahramanlık hissini taşımakta, böbürlenip
kibirlenmektedir. Kendi dışındakileri de küçük görmekte, onlara üstünlük
taslamaktadır. Çünkü babasının verdiği bilgiden hiç şüphe etmemektedir.
Bu kibirli durumu devam
ederken, babasından daha çok güvenip sözlerine inandığı yaşlı ve soy ilmini
iyi bilen birkaç adam, kendisine Haşimoğullarından olmadığını, aksine Çinli veya
Filistinli çiftçilerin soyundan olduğunu söylerler. O da şüphesiz onlara
inanır ve babasının yanlış bilgi verdiğini anlar. Bu durumda, hayâl kırıklığına
uğrayarak, zillet içine girmesine kim engel olabilir? Çünkü inandığı gibi
olmadığını kesin olarak öğrenmiştir.
İşte insan da böyledir.
Kibirlenir, böbürlenir. Sanki aslı toprak ve meni, küçüklük, zillet, meskenet,
çeşit çeşit hastalıklar değilmiş gibi. Sonra, aslını düşünüp hayatının
başlangıcını; hangi maddelerden ve nasıl yaratıldığını; hangi safhalardan
geçtiğini hatırlayınca, hiç kimse onun hayâl kırıklığına uğrayıp zelil olmasına
engel olamaz.
Hayat, sağlık, zenginlik,
mal ve mülkünün durumu ise, şu örneğe benzer: Adamın biri kesin olarak hür
olduğunu bilmektedir. Sonra babası büyük bir servet bırakarak ölür. Adam da,
gençliği, güzelliği, sağlığı, zenginliği, saraylar gibi evi, güzel geçim ve
bunlardan dolayı içinde bulunduğu emniyetiyle övünüp kibirlenmektedir.
Durum böyle devam
ederken, diğer bir memleketten birHcrı çıka gelir. Onu yakalayıp kesin
delillerini ortaya koyarak, anne-babasının kendi köleleri olduğunu ispatlarlar.
Dolayısıyla' elindeki bütün varlığın kendilerine ait olduğunu söylerler. Hakim
de bu iddiayı onaylayarak, gelenlerin haklı olduğunu bildirir. Şahitler de bu
yönde şahitlik edince, adam da iddianın kesin doğru olduğuna inanır.
Hür olmayıp bir köle
olduğunu, dolayısıyla ne kendine ne de herhangi bir mala sahip olduğunu,
efendisinin isterse, her şeyi elinden alabileceğini ve kendisinin hiçbir şey
yapamayacağını anlayan söz konusu şahsın kibrinin kırılıp zillet içine girmesine
kim engel olabilir?
Köle olduğunu anlamasının
yanı sıra, bir anda kendini yılan, akrep gibi zehirlememelerinden emin
olmadığı hayvanların bulunduğu bir evde bulur. Bu evde oturmak mecburiyetindedir.
Çünkü bunu efendisi istemiştir ki, evdeki eşyalar kaybolmasın. Bu adamın içinde
duyduğu kölelik hissi, malım ve varlığını kaybetme duygusu ve karşı karşıya
bulunduğu can korkusu nasıl izah edilebilir? Böyle bir yerde oturan kimsenin
sonu ancak helak olmaktır. Bu adam mal ve ev bark sahibi olduğunu söyleyebilir
mi?
İşte insanoğlu da, ilk
yaratıldığı halini vc kendisinden yaratıldığı ilk maddeyi unutup kibirlenir ve
böbürlenirse, arkasından da yaptığı ibadeti, zelil bir kul olduğunu, nefsine
vc malına hakim olmadığınHezzet aldığı anda bile her şeyi acılaştıracak
belâlara dûçar olabileceğini, en son durağın, toprağa karışıp fani olmak
olduğunu vc dünyadan, malik olduğu her şeyden soyutlanarak ayrılacağını
düşününce, misaldeki şahıs gibi olur. Evet, anlatılan duruma tam inanan
kişinin, zevk sefa içinde yaşaması mümkün müdür? Nefsini Mevlâ’sına karşı zelil
kılıp boyun eğen, korkan ve helak olma endişesini taşıyan kimse, dünya
nimetlerinden zevkle yararlanabilir mi?
Allah’a isyan edip
hayatında cezayı hak eden kimsenin durumu şu misâlde anlatılanlara benzer:
Güçlü, saltanat sahibi, yeryüzü hâkimiyetini elinde tutan, yapmak istediği her
şeyi yapabilen bir şahsın kölesini düşünün. Bu şahıs, kölesine bazı işler
yapmasını emreder. Ve bu işleri bozacak bazı hususları da yasaklar. İşleri
görmesi için de bir sermaye verir. Sonra köle unutup cahillik ederek gaflete
düşer vc yapması gereken birçok şeyi yapmaz; az bir kısmını yerine getirir.
Yaptığı bu az kısmı da, efendisinin yasakladığı işleri karıştırıp noksanlaştırarak
ifsad eder. Sermayeyi de zevk ve sefada harcar. Bu yaptıklarına rağmen
gururlu, şımarık, kibirli bir şekilde zevkine devam eder. Efendisinin
emirlerini yerine getirmediğinden, yasakladığı şeyleri yaptığından vc sermayeyi
telef ettiğinden ötürü dc hiç tasalanmaz.
l am bu durumda iken
kendisine, inandırıcı bir elçi gelerek, efendisinin, onu bu durumdan ayırıp
elbiselerini soyacak, sonra güneşte tutup işkence edecek, takati kalmayınca da
huzuruna alıp, yapılmayan emirlerin, çiğnenen yasakların ve gayr-i meşru yolda
harcanan paraların hesabını soracak, sonra da tek hücreli bir hapishaneye
atacak; arkasından, bir saat bile dinlendirmeden müebbet hapse mahkûm
edeceğini bildiren birisini göndereceğini haber verse; köle de, efendisinin
gerçekten birçok kölesini böyle cezalandırdığını, ancak bir kısmını
affettiğini biliyor olsa, bu haber kendisine ulaştıktan sonra dünya nimetlerinden
zevk alabilir mi? Öyle ki, efendisinin vermiş olduğu bu hükümden ve aniden
yakalanıp hükmün infaz edilme endişesinden ötürü, insanların en zelili,
miskini vc aşağılanmışı olmaz mı?
İnsan da, Rabb’ine karşı
yapınası gereken amellerin birçoğunu terk ettiğini, ibadetlerini ifsad edecek
riya, uçup vb. hatalara düştüğünü, ömründen geçen zamanı nefis ve hevâsına
uyarak boşa geçirdiğini, Rabb’ini unuttuğunu ve ölümün aniden vc hemen
gelebileceğini düşününce, aynı durumda olacağını görecektir. Ölümden sonra
kabre konarak, orda çürüyecek, sonra kıyamet günü tekrar diriltilip takati
kesilinccye kadar’ bekletilecek, sonra Rabb’inin huzuruna çıkarılacak ve yapmadığı,
eksik yaptığı, ifsad ettiği amellerle, harcadığı ömürden hesaba çekilecektir.
Arkasından, dünya cezalarına benzemeyen bir azaba çarptırılacaktır. Cezasının
gerekliliğinden kendisi de şüphe etmeyecektir. Olup olmayacağından şüphe ettiği
bir af umacaktır. Neticede affedilse bile, hesaba çekilmesi kesindir.
Kibir ve büyüklüğü
elinden alınan kişinin dünyadan zevk alabileceğini düşünebilir misin? Nitekim I
Iz. Pcygambcr’den şu hadîs rivayet edilmiştir: “İnsanoğlu şu dört şeyden
hesaba çekilmeden, Allah’ın huzurundan ayrılamaz: Gençliğini nasıl harcadığı,
ömrünü nasıl geçirdiği, malını nereden elde ettiği ve nerede harcadığı, amelini
nasıl yaptığı."
Bunu düşünen akıllı bir
kimse zelil olur ve kibirle böbürlenmesi kaybolur, gider.
Eğer yukarıda sayılan ve
kibre engel olan, insanın neden yaratıldığı, nasıl yaşadığı, yaptığı
günahlardan ötürü kendisine lazım gelen hususlar olmasaydı ve en seçkin
maddeden yaratılmış, kaderi yaver geçtiği için hiç hastalanmamış, bedeni
pisliğe bulaşmamış, başına bir belâ gelmemiş, neticede ölümle yüz yüze
gelmeyerek ve ahirette azap görmeyecek olsa bile, bu temizlik ve taharete
rağmen kul olan kişiye kibir yakışmaz ve ona lâyık değildir. Çünkü alt tarafı
köle olan bir kuldur. Dolayısıyla köleliğin zilleti kibre zıt olduğu için kula
kibir yakışmaz.
Nasıl kibirlenebilir ki,
köleliğin yanı sıra, çok değersiz bir şekilde yaratılmıştır. Hayatı boyunca
sıkıntılar çekmiştir. Allah’a isyan edince ceza giymiştir. Neticede ölüm
yakasına yapışacaktır. Önünde, hesaba çekilme vardır. Yaptıklarına mukabil
cezalandırılacaktır. Efendisinin onu affetmesi ise, istisnaî bir durumdur.
Kibre engel olarak sayılanlar yeterli- dir. Bunları hatırlayan ve Allah’ın
kendisine kızdığını düşünen kişinin hali nice olur? Allah’ın kibirden
hoşlanmadığına şu âyet açık bir delildir: “O (Allah) büyüklük taslayanları
sevmez.” (Nahl, 16/23). Bir kimseyi Allah sevmezse, ona kızgındır
demektir. Hz. Peygamber de, "Kalbinde hardal tohumu kadar kibir olan
Cennet'e giremez.” buyurmuştur. Yani Allah, sevmeyip nefret
ettiği kimseye yakınlığını haram etmiştir. Akıllı olan kimse, sayılan
hususlardan biriyle bile kibirden kaçınır.
Özellikle İlim ve Amelle Olan Kibir
Dedim ki:
“Yaptığınız açıklamalarla
soy, güzellik, güç, mal çokluğu, amel ve ilimle olan kibir nefyedilmiş
bulunuyor. Ancak ilim ve amel için bir fitne seziyorum. Küçük olmalarına rağmen
saldırıya geçiyor ve âlim ile amile galebe çalıp onları kibre sürüklüyorlar.
İnsanı kibre sevk eden bu belâları bertaraf etmenin çaresi nedir?”
Dedi ki:
“Amel ve ilim için
dediğin husus gerçekten söz konusudur. Abidler bunu hep hissederler. Çünkü
fitneleri çok büyüktür. Zira hem Allah katında hem abidlerin nazarında ilim ve
amelin değeri, soy, mal ve güzelliğin değerinden çok fazladır. Hatta bu
İkincilerle beraber, amel ve ilim olmadıktan sonra, Allah’ın yanında hiçbir
değerleri yoktur.
Kulların nazarında da
amel ve ilim bütün soy, mal vc güzelliklerden üstündür. Dolayısıyla Allah ve
kullar nazarında olan değerlerinin büyüklüğü nispetinde, fitneleri de büyüktür.
Hz. Huzeyfe'nin, “Facir olan âlim ve cahil olan abidin fitnesinden korunun.
Çünkü bu kişiler bütün fitnelerden büyüktür.” şeklindeki sözünü duymadın mı?
âlim ve amilin değerinin yüksekliğinden ötürü cahiller de yanlışlara düşerler.
Çünkü bazen âlimin yaptığı yanlışlıklara, abidin yaptığı hatalı davranışlara
uyarlar.
Hz. Peygamber, “Üç şey
var, her biri bir olaydır: Birisi âlimin zel leşidir. O zelle işleyince, halk
da zelleye düşer. buyurmuştur. 1 Iz. Ömer, Tcmim-i Dari’ye âlimin zellesinin
durumunu sorunca, şu cevabı alır: “O, zelle işleyince, halktan bir grup da
aynısını yapar.” Ayrıca şunu da ekler: “Üç şey var ki, onlarla zaman bozulur.
Onlardan biri âlimin zellcsidir.”
Hz. Muaz şöyle diyor:
“Alimin zellesinden korunun. Çünkü onun halk nazarında değeri büyüktür. Âlim,
zellesiyle taklit edilir ve uyulur.” Hz. Ka’b da, “İlmin de mal gibi isyankârlığı
vardır.” der. Nasıl ki, takvâh olunca ilim ve amelin Allah katındaki değeri
büyük ise, takvâh olunmayınca günahları da aynı oranda büyük olmaktadır. Çünkü
abid, Allah’a karşı muttaki olmayınca, halk onun yaptıklarım Allah’ın taatı
olarak telâkki eder ki, bu da Allah katında, Allah’ın rızâsını gözetmeyen ve
ameli terk edenlerin durumundan daha büyük bir fitne olur. Çünkü o ameli Allah için
değil, başkası için yapmış, onu da kendine ortak etmiştir. Dolayısıyla riya,
kibir, uçup ve hasediyle kötülüğü katlanmış olur.
Münafıkların, Cehennemin
en aşağı katında olmalarının nedeni dc budur. Çünkü, inkârcılarla beraber
olunca imanı terk ederler, mü’minlere ise, riyâkârane imanlı olduklarını söy-
4' Darirnî, Mukaddime, 23.
lerler. Onun için
Cehennem’in en aşağı tabakasıyla cezalandırılırlar. Amelini ifsad edenin hiç
amel etmeyenden aşağı olması da buna benzemektedir.
Alime gelince, ilim
sahibi olduğu halde Allah’ın emirlerini zayi ederse, cahilliğinden ötürü hiç
amel etmeyenden, daha günahkâr bir duruma düşer. Şeytanın kıssasına bakmaz
mısın? Allah’ın emrini bildiği, rubûbiyctini itiraf ettiği halde emrine karşı
inat gösterdi, Allah da ona kıyamet gününe kadar lanet etti, varlıkların en
şerlisi ilan etti ve ebedî olarak onun tevbe etme ümidini kesti.
Günümüz Yahudileri de
böyledir. Allah’a oğul nispet etmedikleri ve ortak koşmadıkları halde, Allah’a
oğul nispet eden ve O’na ortak koşan I Iıristiyanlardan, bütün İslâm
âlimlerinin ittifakıyla, daha şerlidirler. Çünkü Allah onları, bildikleri halde
inkâr etmekle vasıflandırmıştır. Onlar hakkında Allah şunları buyuruyor: “Kendilerine
kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de
onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler. Gerçek Rabb’inden gelendir,
artık kuşkulananlardan olma.” (Bakara, 2/146-147).
Onlar, Allah katında daha
kötüdürler. Çünkü bildikleri halde inkâra sapmışlardır. Nitekim onlar hakkında,
“O bildikleri (Kur’ân) kendilerine gelince onu inkâr ettiler.” (Bakara,
2/89) denilmiştir.
Allah’ın emrini bilmeyen
sayılmayacak kadar cahil, O’na is- yân etmektedir. Ama, bildiği halde isyân
edenler hakkında verilen darb-ı meseller ve tehditler onlar için verilmez. İlim
sahibi olmayan müşrik Arap inkârcılar için, “Onlar hayvanlar gibidir.” (Furkan,
25/44) denilirken, ilim sahibi olup hakkı tanıyan, sonra da yan çizenler köpek
vc eşeklere benzetilmiştir: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu
taşımayanların durumu, kitapları taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cuın’a,
62/5).
Bel’am b. Baura için
şöyle deniliyor: “Onlara şu adamın haberini de oku. Ona âyetlerimizi verdik
de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu peşine taktı. Böylece azgınlardan
oldu... Onun' durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini
sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” (Araf, 7/175-176)
Ayetin tefsirinde köpeğin, her iki dununda da dilini sarkıtıp soluduğu ifade
edilmektedir.
Kendisine ilim verildiği
halde Allah’ın emrini yerine getirmeyen, cahil gibi zayi eden kişiye darb-ı
mesel getirilmiştir. İbn Mes’ud, âyette sözü edilen kişinin Bel’am b. Berk
olduğunu söylerken, İbn Abbas, Bel’am b. Baura olduğunu belirtir. Bu adama
kitap verildiği halde, kendisini yeryüzünün arzularına kaptırır. “Dileseydik
bununla onu yükseltirdik.” (A’raf, 7/176) âyetindeki zamir ilme racidir.
Yani ilmiyle yükseltirdik demektir. Mücahid bu darb-ı meselin, ilim verildiği
halde onunla amel etmeyen kimseleri anlattığını söyler. İbn Abbas, İkrime‘dcn
nakledilen “ahlede” fiilinin, dünyanın arzu, zevk ve mallarına bağlanmayı,
verilen kitaptan yararlanmamayı ifade ettiğini söyler.
“Üstüne varsan da
dilini çıkartıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” âyeti için şunları söylemiştir:
“Allah, bu şahsa hikmet verilip verilmemesinin eşit olduğunu beyan etmektedir.
Onun için köpeğe benzetilmiştir.”
Hz. Peygamber de, âlime
verilen azabın büyüklüğünden ötürü, Cehennem ehlinin etrafını sardığım vc ona
verilen azabın büyüklüğünden hayret ettiklerini haber vermektedir. I Iz. Usame,
I Iz. Peygamberden şunu işittiğini söyler: "Kt- yametgiinü âlim
getirilir, Celıennem 'e atılır, bağırsakları dışarı fırlar. Bu bağırsaklar onu
çepeçevre sararlar. Tıpkı eşeğin değirmen etrafında dönerken ipin onu sarması
gibi. Cehennem ehli etrafına toplanır ve bu durumun sebebini sorarlar. Onlara
şu cenabı verir: “İyiliği emreder fakat yapmazdım, kötülükten nehyeder, fakat
kendim yapardım.^
Ebu’d-Derda‘dan şu söz
rivayet edilmiştir. “Bilmeyene bir defa yazıklar olsun. Allah dilcseydi ona
öğretirdi. Alime ise yedi defa yazıklar olsun.”
Alim veya abide (amil)
büyüklük vc kibir duygusu arız olunca, büyük bir tehlike eşiğinde olduğunu
bilsin ve hem Allah katında hem halk nazarında, amel etmeyen cahil kimseden
daha değersiz olduğunu hatırlasın. Daha büyük bir imtihanla karşı karşıya
olduğuna göre, nefsine dönüp şöyle desin: “Nasıl ki yüksek bir değer ve şerefle
karşı karşıya isem, aynı derecede büyük günahla da yüz yüzeyim. Ey nefis, nasıl
kibirleniyorsun ki, cahil vc amel etmeyenden daha değersizsin.” Bu misâl,
kendisine, “Nefsine bir değer vermediğin sürece değerlisin. Ona değer verdiğin
an, Allah katında hiçbir değerin kalmaz.” denilen adamın durumuna
benzemektedir Çünkü kibirlendikçe Allah onu zelil kılmaktadır.
Kul akıllanarak, kibir
gösterdikçe değerinin düştüğünü, kibri terk ettikçe kadrinin yüceldiğini
anlayınca ve bu duyguyu kalbinde sürekli taşıyınca, ister âlim ister abid
olsun, kibri nefyeder. Çünkü bunların tehlikeleri çok büyüktür.
Abidin ise afetleri pek
çoktur. İlminde hataları fazladır. Âlim de böyledir. Alim daha çok
tehlikededir, daha büyük bir imtihanla karşı karşıyadır. Ebû Zer’in, ilim
konusunda soru soran kölesine verdiği şu cevabı duymadın mı?: “Bana, Allah’ın
onunla senin imtihanını ağırlaştıracağı şeyden sorma.” Ne doğru söylemiş!
Allah’ın onun aleyhindeki delili çoğalır, günahı
44
el-Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Fitcn, 17; Müsned,
V, 205. artar, belâsı büyür. Ama, onunla
amel edince, o nispette sevabı da artar. Hz. Muaz'ın şu sözüne kulak vermez
misin? “Öğrenebildiğiniz kadar öğrenin, öğrendiklerinizle amel etmedikçe, '
Allah size hiçbir sevap yazmaz.”
İlim elde ederken, onunla
amel etme niyeti taşıyorsa, bu da bir ameldir. Tehlikenin büyüklüğünü bilmekle
içi burkulur ve kırılır, ilmin kendi aleyhinde ne büyük hüccet olduğunu
bilmekle kendinden düşük olanlara karşı kibri zail olur. Tehlike büyük ve
aleyhinde deliller güçlü olmazsa bile, eğer Allah’ı tanıyorsa, ona yakışan
kendinden aşağı olana karşı kibir göstermemektir. Çünkü bu durum onu
makamından uzaklaştırır, yüceliğini düşürür. Zira Allah’ın, kendinden aşağı
olana karşı kibir göstereni alçaltıp küçük düşürdüğünü, zelil kıldığını gayet
iyi bilmektedir.
Durumu iyi anlayasın diye
çok tekrar ettim. Kibrin, Allah’ın dışında hiç kimseye lâyık olmadığını,
yakışmadığını ve uygun olmadığını öğrenmişsindir. Çünkü O’nun dışında kalan her
şey O’nun mülkü ve O’na boyun eğmiştir. Hz. Ebû Hüreyre’den şu olay rivayet
edilmiştir: “Kibrinden ötürü yanına yaklaşılmayan, hayvanına binince
etrafındakiler! görmüyormuş gibi geçip giden bir adam vardı. Bir gün Hz. Ebû
Hüreyrc bineğin yularından tutup onu durdurdu vc “Sadece Allah’a yakışan şeyi
kendi nefsine mal etme konusundaki görüşün nedir?” dedi. Bu sözden sonra
adamın nefsi kırıldı, o andan itibaren sadece iyilik vc tevazu ile yaşadı.
Dedim ki:
“Anlatılanları ve
neticelerini, kalbine yerleştirecek şekilde tefekkür ve tezekkür eden kimsenin
gözünde nefsi, değersizliğinden ötürü zelil olur, kalbindeki kibri yok olur.
Öyle ki, hiçbir mü’mini kendinden aşağı görmez, kimseyi kırmaz, kimseye kaba
davranmaz. Bunlar ona ömür boyu yeter mi?”
Dedi ki:
“Hayır! Çünkü, hakka
boyun eğmek için, kendini mütevazi olmaya ve kibri terk etmeye yönlendirmiş,
azim göstermiştir. Kul nefsinin küçük olduğunu anlamıştır. Bunu anlayınca,
zelil olmuş, hakka boyun eğmiştir. Bu durumda nefis azimlidir. Ancak daha
sonra işi gevşetebilir ve gaflete düşebilir. Neticede kendini büyük görüp
kibre düşebilir ve azmi kırılıp hali değişebilir. Nefis de tevazu ve zilleti
terk edip kibre kapılabilir.”
Kul, Nefsinin
Kibri Gerçekten Terk Ettiğini ve Onu Aldatmadığını Nasıl Bilecek?
Dedim ki:
“Kul, nefsinin kibri terk
etme azmine vefalı kalacağını veya bunu terk edeceğini nasıl bilecek?”
Dedi ki:
“Kalbine, kibre çağıran
bir his geldiğinde veya kibirlilerin kibrine neden olan bir iş yaptığında,
nefsini gözetlemekle bu durumu anlayabilir.
Kalbe doğup kibre çağıran
şey, kişinin nefsini beğenip Müslüman kardeşinden üstün olduğunu düşünmesine,
ona küçültücü bir gözle bakmasına neden olan havatır ve benzerleridir. Böyle
bir hatır anında uyanık ve dikkatli olmalı, kalbine gelen hatırı hemen
reddetmelidir. Nefsinin bunu kabul etmemesi durumunda hemen değersizliği,
üzerindeki ağır mükellefiyetleri, ömrünün sonunda nelerle karşılaşabileceği,
su-i hatime ile dünyadan ayrılma ihtimali ve zaten böyle bir sonu hak ettiğini
hatırlamalıdır.
Diğer organlara gelince,
biri ona bir şey ernretse veya bir şeyi nehyetse veya münazara etse ve o şahsın
haklı olduğu ortaya çıksa hemen nefsini, o gerçeği reddetmekten alıkoyup *
kabul etmeye vc hakka boyun eğmeye zorlamalıdır.
Nefis, adî ama helâl
yoldan mal elde etmeye yanaşmazsa, yukarıda söz edildiği şekilde, değersizliği
hatırlatılmalıdır. Kibirlilerin taşımaktan kaçındığı ama menfaati olan bir
şeyi taşımaktan nefsi hoşlanmıyorsa, onu, kendisi veya aile efradı için
yüklenmeli ve taşımalı, nefsin küçüklüğü hatırlatılmalıdır.
Fakir, köle veya soyca
meşhur olmayan bir mü’min onu davet etse, davetine icabet etmeli, gerektiğinde
beraber yürünıcli, hasta ise ziyaretine gitmeli vc onunla alış-veriş
yapmalıdır. Bu insan ister akrabası olsun ister yabancı biri olsun. Bu ilişki
din ve dünyaya faydalı, bir gerçeği öğrenme veya kendinden daha aşağı birinden
bir şey sorma veya aslına veya mcvlâlarına intisap şeklinde olabilir. Nefsi
buna zorlamalıdır. Çünkü, kibir kendisini, aslının dışında birilerinc intisaba
sürükleyebilir. Mevtalarının ismi ile çağırılmaktan hoşlanmaz. Oysa bu durum
Allah katında büyük bir günahtır.
Hz. Sa’d, I Iz.
Peygarnber’den şu hadîsi rivayet etmiştir: “Kim mevtalarının dışında binlerinin
adıyla çağırılırsa ona Cennet haram olur.” Hz. Ebû Bekir de, “Aslının dışında
bir intisap arayan Allah’a küfretmiştir.” der.
Nefsin, eski veya
değersiz elbise giymekten hoşlanmaması da kibirdir. Neticede, cemaatle namaz
kılma, bir akrabayı veya başka birini ziyaret etme gibi vecibelerden geri
kalır. Ebû Musa’ya, bazı şahısların elbiselerinin değersiz veya eski olmasından
ötürü cemaatle namaza katılmadıkları haber verilince, bir aba giyip namaz
kıldırdı. Sayılan hususların hepsinde, hem kibir hem riya vardır.
Böylccc kibri kıran vc
azmcdilmesi gereken hususların hepsi tahkik edilmiş oldu. Nitekim Hz.
Pcygambcr’den şu hadîsler rivayet edilmiştir: "Kep otlatan ve yün
yiyen kibirden uzaktır.1,45 “Ben bir kulum, yerde yemek yerim, yün
giyerim, keçi otlatırım, yemekten sonra parmaklarımı yalarım, kölelerin
davetine ieabet ederim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.Ebû
Sinan‘dan da şu olay aktarılıyor: Adamın biri, "Gel senin etini
taşıyayım.” dedi. Ebû Sinan “Hayır.” dedikten sonra, şu âyeti okudu: “Gerçekten
Allah, onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da. O, büyüklük
tamlayanlan sevmez.” (Nahl, 16/23)
İlim vc marifet ehli,
kibri terk ettiğine dair nefislerinin verdiği azme hemen güvenmeye razı
olmazlar. Nefislerini, değişik işler yaptırarak imtihandan geçirirler. Böylece
nefsin azminin doğru olup olmadığını tahkik ederler. Bu konuda şöyle bir olay
aktarılır: “Abdullah b. Selâm bir bağ odunu sırtlamış taşıyordu. Ona, “Ey Eba
Yusuf, çocukların ve kölelerin bunu taşıyabilirler.” denilince, “Doğrudur ama,
nefsimi denemek, kibri terk ettiğinde gerçekçi mi yoksa yalancı mı olduğunu
öğrenmek istedim.” cevabını verdi.
Yukarıda sayılan
hususların hepsinde kul, riyâ ile de karşılaşabilir. Böylece kibir ve riyâ bir
araya gelmiş olur. İlk sorduğun, kibir riyâdan neşet eder, şeklindeki soruya
verdiğim cevapta bu konuya değinmiştim. İşte burda riyâ, kibirle beraber
ortaya çıkmıştır. “Fakir, miskin, düşük insan.” derler, ona, fakirliğinden
veya gelirinin azlığından veya düşük bir insanla beraberliğinden veya onu
ziyaret etmesinden veya doğru bir şeyi başkasından aldığından ötürü, küçültücü
bir gözle bakarlar vc “Falan şahıs onun hatasını buldu, ona bir şey öğretti.”
derler, endişesini taşır.
45
el-BuhârHukata, 12; Müsned, I, 3, 426.
46
Müslim, Eşribe, 136; Ebû Dâuûd,
Et'iınc, 49; ct-Tirnıizî, 11; Müsned, III, 290, 454; İbn Mâce.
Et’ime, 49.
Kibirle beraber riyâ baş
gösterince, hemen, değerinin düşüklüğü ile mükellefiyetin büyüklüğünü ve
Rabb’inin azabından kurtulacak, sevap vc rızâsını elde edecek ihlâslı amele
çok> muhtaç olduğu günde, riyanın amelini nasıl yok edip bitireceğini
düşünmelidir. Böylece değerinin düşüklüğünü, ona lazım gelecek azabı, ölümden
sonra varacağı yeri hatırlamış olacaktır.
Azabı gerektirir hükmüyle,
kibri; riyadan nefret etmesiyle de riyayı nefyetmiş olur. Çünkü kendisini
Rabbi’ne yaklaştıracak amellerin sebeplerinin düşüklüğünden ötürü onları beğenmeme
baş gösterince, o da tevazu gösterip o amelleri yerine getirse kibri nefyetmiş
ve kendisine yakışmadığını ortaya koymuş olur. Değerinin düşüklüğünü
anladıktan sonra, tenkit edilir endişesini taşıyan nefsini kırmış olur. Böylece
nefsine küçük gözle bakar. Zaten kendisi hadd-i zatında düşüktür. Bununla
birlikte halkın nazarında düşük görünmek istemez.
Şu durum senin için,
anlatılanlara delildir: Bazen halktan biri kendini çok yüksek bir soya intisap
ettirir. Meselâ der ki, ben 1 Iz. Peygamber’in ehl-i beytindenim veya
Kureyşîyim veya Arabım. Hâlbuki aslının öyle olmadığını gayet iyi bilmektedir.
Düşük bir soya mensuptur. Ama halkın ona saygı göstermesini istemektedir.
Dolayısıyla asıl soyunu bilmelerinden ve düşük bir gözle bakmalarından
hoşlanmaz.
Bazısı fakir olduğu halde
zengin görünür. Fakirlik ona bir zillet gibi görünür. Çünkü zengin olmadığım
gayet iyi bilmektedir. Zengin olarak bilinmek hoşuna gider, fakir olarak bilinmekten
nefret eder.
Halktan birilcri, bu tür
insanları, bilmedikleri birçok şeyi, bilir zannederler. Halkın onun
cahilliğinin farkına varmaların- dan vc onu küçük görmelerinden hoşlanmaz. Onu
âlim olarak bilmeleri hoşuna gider. Oysa kendisi düşük bir soya sahip, fakir ve
cahildir. Halkta, böyle olmadığı hissini uyarmak ister. Çünkü övülmeyi
sevmekte, tenkit edilmekten nefret etmektedir.
Kendisinde kibirle
birlikte riya da baş gösteren kimse bazen kibri nefyeder, riyâyı ise kullanır.
Kendisine evlâ olanı ve Rabb’ine yaklaştıracak olanı terk etmiş olur. Bazen
durumu karıştırır. Kibri nefyetmekle riyâyı da nefyettiğini sanır. Böyle- ce,
kendince ihlâslı ve mütevazi olmuş olur. Oysa, Allah katında o bir müraîdir,
kendini aldatmıştır. Nefsi ona, bu durumun hayâsından ileri geldiğini ve haya
ettiği için bunu terk ettiğini söyler. Ne kibir ne de riya için bunu terk
etmemiştir.
Bunun gibi bazen riyâyı
nefyeder ve halkın tenkitlerinin zarar verdiğini, övgülerinin ise fayda
sağlamayacağını bilir. Bu durum hoşuna gitmez. Nefsi, kibir göstererek ve bunun
kendisine yakışmadığını öne sürerek, halk onu yüccltse bile, bu tür işleri
yapmaktan imtina eder.
Dinle birlikte soyu ile
övünenleri de gördük. I İz. Peygamberim soyundan veya Kurcyş‘ten olup, nefsini
yücelterek, başkasının arkasında namaz kılmayan kimse gibi. Beğenmeyerek,
kibir içinde cemaatle kılınan namazlara iştirak etmez. Halkın onu, bu
davranışından ötürü kınadığını bilmektedir. Bu kınamaları, ya kendilerinden
duymuş veya birileri ona haber vermiştir. Buna rağmen nefsindeki kibirden ötürü
bunu reddeder. Şanının yüceliğinden ötürü, başkasına cemaat olmanın kendisi
için uygun olmayacağını düşünür. Cemaate katılması durumunda, halkın kendisine
daha çok saygı göstereceğini bildiği halde, kibir göstererek katılmaz ve
riyakârlık da yapmaz.
Bu kibri onu, fıkıhçı ve
hadîsçilerden ilim öğrenmekten de alı koyar. Ona göre, söz konusu âlimlerin
kendisinden ilim almaları gerekir, çünkü ilim onun soyu ve dedelerinden a-
lınmıştır. Oysa kendisi, namazını gereğine uygun kılamaya- cak, bazı farzları
yerine getiremeyecek kadar da cahil biri olabilir.
Bundan anlaşılmaktadır
ki, kul için kibirle riyâ bir araya gelince, bazen riyayı terk eder kibir
kalır, bazen de kibri terk eder riyâ kalır. Dolayısıyla ikisi bir araya
gelince, birini terk ettiği yolla, İkincisini terk etmeye imkân bulması çok
zordur. Ancak, irâdesi güçlü, Allah’tan çok korkan bir kul olur da, Allah’ın,
kalbinden geçen her şeye muttali olduğunu hatırlarsa, o zaman ikisinden yüz
çevirebilir. Kibir ve riyâyı iyi tanıyan ve arız olmadan önce onları nefyetme
yollarını bilen biri olması durumunda ancak bu mümkün olur. Ama, nefyetme
yollarını bilmeyen biri ise onları, arız olmadan önce fark edemez.
Nefyedebilmek, arız olmadan önce onları tanımaya bağlıdır.
Eğer havf, Allah’ı ta’zim
ve güçlü bir yakîn sahibi değilse, sadece Allah’ı veya azabını hatırlaması
bunları nefyetmeye yetmez. Çünkü hevây-i nefis galebe çalmış, azim vc yakîn zayıflamıştır.
Ancak, nefsiyle mücadeleye girişip onu tenkit etse, değerli bir şahıs olduğu
vb. iddialarını çürütecek aksi şeyler ileri sürse, sonunun kötü olabileceği,
ahirette perişan edilebileceği, çok muhtaç olacağı salih amellerinin yok olup
gideceği gerçeğini hatırlatarak halka karşı giriştiği riyanın yanlışlığını
ortaya koysa o zaman başarılı olabilir.
Kibir ve riyaya, sana
anlattığım, değerinin düşüklüğü, sırtındaki ağır mükellefiyetler, sonunun kötü
olabilme ihtimali vb. yollarla karşı koysa, kibir yok olur, zor da olsa riyâ da
ortadan kalkar. Çünkü, sadece ihlâsla yapılan amellerin onu kurtarabileceği günde,
yaptığı bütün amellerin boşa gitme korkusu onu frenler. İşte o zaman, Allah’ın
izniyle, hem kibir hem de riyâ yok olur.
Kibri Nefyetmek İçin
İtaatkâr ve İsyankâr Olanların Göstermeleri Gereken Tevazu
Dedim ki:
“Sen bana, isyankârlardan
nefret etmemi, onlardan uzaklaşmamı, onlarla ilişkimi kesmemi; onlardan
olmamak ve onların birçok işlerinden uzak kalmamla bana verilen nimetlerin
büyüklüğünü bilmemi emretmiştin. Bu durumda, benden üstün olanlara karşı
mütevazi olmam, onlara saygı göstermem, Allah’ın onları benden üstün kıldığı
değerlerinin yüksekliğini bilmem mümkündür. Ancak, kendilerinden nefret etmemi
emrettiğin, bana verilen nimetler açısından üstün olduğum kişilere karşı,
nasıl mütevazi olabilir, onlara karşı zelil davranabilirim?”
Dedi ki:
“Anlatılanlara uymak,
senin kendi nefsinde zelil olmana ve Allah’a karşı mütevazi davranmana engel
değildir.”
Dedim ki:
“Bu iki durumu net bir
şekilde ayıramıyorum. Sevmediğim, uzak kaldığım vc yaptıklarından beni
koruduğu için Allah’a hamd ettiğim kimseye, nasıl mütevazi davranabilirim?
Allah’ın beni ondan faziletli kıldığı ve ondan üstün olduğum gerçeğini nasıl
görmezlikten gelebilirim!? Ucbu nefyetmek için bana anlattığın anlamlar zihnimi
karıştırdı. Çünkü, Allah’ın beni ondan üstün kıldığını, onun bilmediği bazı
şeyleri bildiğimi, kaçınmadığı bazı şeylere karşı verâ‘ sahibi olduğumu bilmeme
herhangi bir engel yoktur. Senin, kibri nefyetmek için söylediğin şeyler
-Allah’ın beni birçok yönden ondan üstün kıldığım bildikten sonra- ona nefret
gözüyle bakmama engel değildir.”
Dedi ki:
“Bu konuyu, senden çok
daha âlim ve güçlü olanlar da karıştırmışlardır. Dengeli hareket eden bazı
kimseler, Allah’a itaat ettiklerini zannederek bu incelikten ötürü, ucb ve
kibre düşmüşler. Çünkü kibir, itaatkar olan için, bilinen kesin bir şeydir,
onu ancak gafil olanlar karıştırır. İsyan edenlere karşı yapılan kibre, Allah
için nefret etmek, onlardan uzak kalmak, Allah’ın verdiği ve onlardan üstün
kılınmaya neden olan nimetleri itiraf etmek gibi şeyler dc katılmaktadır. Bundan
ötürür bazı kişiler bunları karıştırmakta, aldanmakta vc Allah’a itaatta isabet
ettiklerine inanmaktadırlar.
Aralarını ayırabileceğin,
sadece Allah için nefret edeceğin, O’nun için uzaklaşacağın ve verdiği
nimetleri anlayacağın şekilde, bunları sana izah edeceğim. Böylece bilinçli
bir şekilde kibri ve ucbu nefyedebileceğin, Allah’ın emirlerini anlayanların
incelemeye imkân bulacağı bir kıstas elde etmiş olursun.
İki durumun arasını
ayırınca kibir ve ucubtan kurtulacağın gibi, sadece O’nun için nefret ederek vc
O’nun nimetlerini anlayarak Allah’ın nefretinden dc kurtulursun. Ama ikisini
ayıramazsan, nefsin ve düşmanın seni taatle aldatır, taate benzeyen günah
içinde bırakıverir.
Bil ki, senin nazarında
insanlar, iki gruptur. Birinci grup gizlidir, kötülük ve günahlarını
bilmemektesin. Sana göre bu grup senden daha faziletlidir. Çünkü, onlardan
nahoş bir şey görmemişsin.
İkinci grup bunlardan
farklıdır. Bunlardan bazıları sana göre bir, iki veya daha fazla günahtan
ötürü, lekelenmişler. Ancak senin şimdiye kadar işlediğin günahlara nazaran,
daha az günahkâr oldukları için, onları da kendinden üstün görmektesin. Bir
grubu da kendinden daha çok günahkâr görmektesin.
Çokluğu kendin için
ölçebilirsin ama başkası için ölçme imkânın yoktur. Çünkü, ömrün boyunca
kendinle berabersin. Kendinden ayrılman mümkün olmadığı gibi, diğerleriyle hiç
ayrılmadan beraber olman da mümkün değildir. Ayrıca nefsin ve vicdanının
sırlarına muttalîsin ama, onların gizli sırlarına ve vicdanlarına muttali değilsin.
Onun için kendi günahlarım onların günahlarından fazla görüyorsun.
Büyüklüğe gelince,
diğerleri senin yapmadığın, adam öldürme, hırsızlık, zina gibi günahlar
işlemiş olabilirler. Ama bu günahları işleyenler, senin bildiğin kadar marifet
sahibi olmayabilirler. Onun için senin aleyhindeki deliller daha güçlüdür.
Çünkü kıyamet günü bilenin sorgusu daha şiddetlidir.
Sana düşen, bildiğin
şeylerden yapmadıkların ölçüsünde azaba düçar olmaktan korkmaktır. Bu durum
kibrini nefyeder.
Bunlardan bazıları, senden
daha âlim oldukları halde, senden daha günahkâr görünebilirler. Zaten senin
sorduğun şey de budur. Eğer Allah için nefret etmekle kibir ve ucubdan kurtulmanın
arasını ayırmak istiyorsan, sana gereken şudur: Allah’ın, seni onların ameline
benzer iş işlemekten koruyarak vermiş olduğu nimetlerini bilmeli, sadece Allah
için buğzetmeli vc onlardan Allah için uzaklaşmaksın. Bu arada kendinden
korkmayı ihmal etme ki, kendini kurtarmış olanları da helâk olmuş olarak
görmeyesin. Çünkü ne kendinin ne de onların, nasıl son nefesini vereceğini
bilmemektesin.
Sen, günahlarından ötürü
başkasından değil, kendinden endişe etmeye memursun. Ancak onlara
acıyabilirsin. Sana düşen, Allah’tan korkman, Ona tevbe etmen, daha önceki
günahlarından ötürü salih amellerinin kabul olmayabileceği endişesini taşıman;
amellerini ifsad edecek durumlara düçar olma tehlikesinin mümkün olması, kötü
bir akıbetle ömrünün son bulma endişesi, kaderin seni Cehennemlik olarak tesbit
etmesinin mümkün olması vb. hususları hesaba katmandır. Sana düşen kendinden
korkmandır, çünkü, kendi günahlarının azabını çekeceksin, başkasının değil.
Allah’ın şu sözlerini duymadın mı? “Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse,
bir başkasının (günah) yükünü taşımaz.” (En’am, 6/164). “Kim iyi bir iş
yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir.”
(Fussilet, 41/46). “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir.”
(En’am, 6/164)
Bilemezsin, belki de
Allah sana gazap etmiştir; oysa sen başkasından korkmakla uğraşıyorsun! Sonunun
nasıl geleceğini de bilmiyorsun. Başkasına acıyan nice kişilerin, kendilerine
yazık edip günahlara daldığını ve acıdığı kişinin tevbe ettiğini görmüşsündür.
O acıyan, ölüme kadar günahlar içinde yaşar, kendisine acınan ise, taat ve
sevap içinde ömrünü bitirir. Çünkü Allah, son nefesinde kimin nasıl öleceğini
vc amellerin neticesini gizli tutmuştur. Hiç kimse bu konuda bir şey
söyleyemez, ancak kendisine bilgi verilen resuller müstesna. Kul, nasıl
öleceğini, ömrünü nasıl sona erdireceğini bilemez. Öyle ise başkasından değil,
özellikle kendinden korkmalısın.
Geride bıraktığın
günahlarından ötürü Allah korkusunu ve akıbetinin nasıl olacağını
bilemediğinden ötürü, nefsinden korkmayı terk etmez, bununla beraber Allah’ın,
seni kötü işler yapanların işlerinden koruyarak, sana verdiği nimetleri de u- n
utmazsan, sen kibirli değilsin demektir.
Ama, başkasına küçültücü
ve hakir gözle bakar, kendinin de kurtuluşa erenlerden olduğunu düşünür, her
halde ondan daha hayırlı olduğuna inanır, geride bıraktıklarını hatırlamaz,
ömrünün nasıl bitebileceğini hatıra getirmezsen, işte o zaman sen, Allah’a
isyanla kibri bir araya toplamışsın demektir.
Ona küçültücü gözle
bakar, kendinin hayırlı olduğunu düşünür, nefsinden korkmaz veya ondan gelen
bir hakikati kabul etmez veya Allah’ın sana vacip kıldığı hakkını yerine
getirmez, kalbinde onun helak okluğuna senin kurtulduğuna kesin inanırsan, işte
o zaman, İsrailoğulları arasında yaşayan abidin isyankâr çocuğa yaptığı gibi,
kibir göstermiş, kendini beğenmiş olursun.
Faziletli kılındığın
nimetleri hatırdan çıkarma, fasıklardan uzak durmaya devam et, geçmiş
günahlarını hatırından çıkarma, bilgin ve marifetin oranında aleyhindeki
delillerin güçlü olduğunu da hatırla, nasıl son nefesini vereceğini, kötü bir
sonla dünyadan ayrılmanın da mümkün olduğunu unutma, ayrıca Allah’ın ilminde
şekî de olabilirsin.
Senin hataların çok büyük
olduğu için, onlarla uğraşman başkasına karşı kibirli davranmana engeldir.
Dedim ki:
“Ama yine dc, onun ömrünü
nasıl bitireceğini bilmiyorum.”
Dedi ki:
“Evet öyle, fakat sen
kendinden sorumlusun. Eğer ikiniz de kötü bir sonla ömrünüzü bitirseniz
Cehennemide beraber olacaksınız. Bu da, senin ona acımandan ötürü, seni ne
rahatlatır ne de sevindirir. Kendine üzülmen ve acıman, hem dünyada hem de
ahirette, sana daha çok gereklidir. Çünkü şendeki bir sinek ısırması,
başkasında bulunan büyük bir yaradan daha çok sana acı verir.
Durumu gizli olan veya
sana göre senden iyi olan kimsenin, senden daha hayırlı olduğu ortaya
çıkmıştır. Sana göre senden daha kötü olana gelince, kendinle uğraşman onu
küçük görmene, ondan korkmana engeldir. Evlâ olan kendine acıman, kendi sonunu
düşünmendir. Bu durumun kalbini kaplaması gerekir. Çünkü, Allah’ın senden razı
olmaması durumunda belâ, direkt olarak sana gelecektir.
Sen ondan daha bilgili olabilirsin.
O zaman da, kibir, haset, ııcııb ve riyâ gibi hangi dinî günahı işlerse
işlesin, yine de senin aleyhindeki deliller daha büyüktür.
Vchb b. Münebbih‘ten,
konuyu aydınlatan şu söz rivayet edilmiştir: “Adamda on haslet bulunmadıkça tam
akıllı sayılmaz.” Dokuz tanesini saydıktan sonra onuncusunu şöyle açıklar:
“Bununla şanı yücelir, adı övgüyle anılır. Bu haslet, kişinin herkesi
kendinden daha hayırlı, kendini herkesten aşağı bir halde görmesidir.
Görmesidir, kesin bilmesi değil.” Sonra bunu şöyle tefsir etti: “O şahsın
gözünde insanlar iki gruptur. Bir grup ondan daha hayırlı vc yüksek, bir grup
da daha kötü vc aşağıdır. O kalbinde iki gruba da mütevazi davranmaktadır.
Kendinden yukarı olanları görünce onlara teşekkür eder, onlar gibi olmayı temenni
eder; kendinden aşağı olanları görünce, belki bunlar kurtulur da ben helak
olurum, diye düşünür. Akıbetinden nasıl korktuğunu gördün mü?”
Sonra şöyle devam etti:
“Belki bunun iyiliği gizlidir, ki bu onun için daha hayırlıdır. Bilinmez, belki
onunla Rabb’i arasında kalan çok güzel huylan vardır. Rabb’i bununla ona
merhamet eder, tevbesini kabul eder ve hüsn-ü hatime verir.”
Sonra şöyle dedi: “Benim
iyiliğim zahirdir ki, bu benim i- çin kötü bir şeydir. Yaptığım taatlcrc,
onları ifsad eden bir şeyin arız olup olmadığını bilmiyorum.”
Sonra şunları ekledi.
“İşte o zaman akıl kemal bulur, çağdaşlarının reisi olur ve tasdik görür.
Çünkü kalbiyle, herkese karşı mütevazi davranmıştır. Açığa çıkmayan şeylerin,
nefsinden bilinen şeylerden daha büyük olduklarını ikrar ve itiraf etmektedir.
Bundan dolayı, nefsinin helak olmasından, su-i akıbete dûçar olmaktan,
amellerinin kabul edilmediğinden, geçmişte yaptığı günahlardan ötürü ondan daha
kötü olduğundan korkmaktadır.”
Onun için, iki gruba
karşı da mütevazi davranmakta, hiçbirine kibir göstermemekte, sadece Allah
için kızmakta, kaçınması gerekenlerden O’nun için uzak durmaktadır. Çünkü nefsinden
olan korkusunu hiçbir zaman unutmamaktadır. Azaba dûçar olacağından
korkmaktadır. Kendisi, kötü gördüğü kişiden daha kötü olabileceğini ve onun
mutlu bir sonla ömrünü bitirebileceğim hesaba katarak, kendinden
endişelenmektedir.
Şu hadîse bakmaz mısın?:
“Adamın biri, bir dağda ibadet etmekteydi. Bir gün rüyada kendisine, ‘Talan
ayakkabı tamircisine git, sana dua etsin.” denildi. Ayakkabıcıya vardı. Ona ne
iş yaptığım sordu. Ayakkabıcı, gündüzleri oruç tuttuğunu, elde ettiği kazancın
bir kısmını tasadduk ettiğini, diğeriyle de ailesine baktığını, söyledi. Abid,
“Bu güzel bir şey, ancak bütün zamanı ibadetle geçirmek kadar olmaz.” dedi.
Yine rüyada, “A- yakkabıcıya git ve yüzündeki sarartının nedenini sor.”
denildi. Ona varıp sorunca, şu cevabı aldı: “Kimi görsem, onun kurtulacağını
kendimin helâk olacağımı zannederim.” Abid ona, “İşte sen bununla kurtuldun.”
dedi.
Allah da kurtulanları bu
şekilde tavsif etmektedir: “Onlar ki, Rabb’lerinin korkusundan titrerler.”
(Mü’minûn, 23/57). Tit- diklerini,
Rabb’lerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korku ile ürpererek
verirler.”
(Mü’minûn, 23/60). Onları başkasına acıyan kimseler olarak tavsif
etmemektedir.
Günahkâr olmama, hiç ara
vermeden vc yorulmadan, ibadete devam etme vc gayret gösterme konusunda,
meleklere ulaşan kimse var mıdır? Çünkü Allah bize, onların yorulmadan gece
gündüz teşbih ettiklerini, buna rağmen Rabb’lcrimn korkusundan titrediklerini
haber vermektedir.
işte ne zaman, kötü
sondan korkmaz, hakkında verilme ihtimali olan bir kaderi hesaba katmaz,
kalbinden korku ve titreme zail olur da başkasına küçük göz ve hakaretle bakar,
ondan daha hayırlı olduğuna inanır veya ondan gerçeği kabul etmez, sılay-ı
rahim vb. üzerinde olan hakkını eda etmez, ondan bir şey öğrenmek hoşuna
gitmezse bil ki, ona karşı kibirli davranmışsın. •
Ancak, nimeti çok
zikretmekle aldanmandan korkuyorum. Diğerine bakıp onun helak olduğuna senin de
kurtulduğuna hüküm verebilirsin. Bir yerde seninle otursa veya sana yaklaşsa
ondan uzaklaşırsın. Bununla temiz kalmayı ve Allah için nefreti kasdedersin.
Hâlbuki, bu esnada kendini büyük görmüş, ondan hayırlı olduğun zehabına varmış,
korkunu unutmuşsun. Sanki, Allah’ın ona gazap ettiğinden, senden de razı
olduğundan hiçbir şüphen kalmamış gibi davranmaktasın. Böylece din temizliği
ile kibri birleştirmiş olursun. Allah için kızma ile dinî nezaheti karıştırmış
ve bilmeden kibre girmiş olursun.
Avn b. Abdullah’ın şu
sözünü duymadın mı? Mü’minleri anlatarak şöyle diyor: “Onun yakınlığı ne
aldatmadır ne sinirlendirmedir, sadece üzülmedir. Uzaklığı da kibirden değil,
nezahet ve selâmeti aramasındandır.”
Düşmanın, sana iyiliği
süsleyip seni günaha sürüklemesine veya Allah’ın sana taat nimetini
vermesinden ötürü, düşmanın haset etmesi ve bir günahı süsleyip amellerini yok
etmesine karşı uyanık ol. Aksi takdirde Allah’ın verdiği taat nimetine
şükretmemiş olursun.
Sana bir fazilet olarak
verilen nimeti hatırlama esnasında kibre düşmemeye dikkat et. Akıbetinden
korkarak vc titreyerek, geride bıraktığı isyanlarından ötürü nefsine karşı
kızgın, küskün ve onu küçük görerek nimeti hatırla.
Bid’at, Şirk ve Küfür Ehline Karşı Olan
Kibrin İzahı
Dedim ki:
“Günahkâr Müslümanlara
karşı kibirden nasıl sakınacağımı anlattın. Sünnetin dışında kalan şeyleri din
edinen, bununla halkı dalâlete sürükleyen, Resûlullah’ın sünnetine düşman olan,
himmetleri sünnetin nurunu söndürmek, dalâleti ihya etmek olan ve yalan
tevillerle Allah’a ve Resûlüne yalan iftiralarda bulunan bid’at ehline karşı
durumum nasıl olmalıdır, onu bana anlat?”
Dedi ki:
“Bid’at ehlinden nefret
etmen ve onlardan uzaklaşman gerekir. Ancak üzerinde hakkı olanların hakkını
yerine getirmelisin. Ama bu esnada da nefret ve kızgınlık içinde olman
gerekir. Kim olursa olsun fark etmez. Tabii kalbin, işlemiş olduğun günahları
ve olması muhtemel olan kötü son vc şekavet gibi şeyleri asla unutmamalıdır.
Bununla beraber, Allah’ın
sem, onların dinine uymamakla onlardan üstün kıldığını bilmelisin. Fakat
ahirette, mutlaka onlardan üstün olacağına, onların helâk olup senin kurtulacağına,
kesin hüküm verme gafletinden de sakın.
Çünkü bu noktada, hem
onlar hem de senin hakkındaki bilgi, senden gizlenmiştir. Kimin nasıl öleceğini
kimse bilemez. Belki ikinize de mağfiret edilmez de beraber Cehennem‘e
gidersiniz.
Madem sonun ateş
olabilir, öyle ise onları küçük görmekten ziyade kendinle uğraşmalısın.
Kendini onlardan hayırlı görsen, sana yaklaştıkları zaman Allah için onlardan
uzaklaşsan ve muhalefet etsen, onların uydukları şeye uymamakla
niraetlendirildiğini düşünsen; bu arada da onların helâk olup senin
kurtulacağın düşüncesi kalbine galebe çalmazsa kibirden kurtulmuş olursun. Ama
bu düşünce kalbine galip gelse, kibre girmiş vc Rabb’inle aldanmış olursun.
İşte bu, kibirle ilgili vö bid’at ehline karşı kibirden nasıl kurtulacağına
dair sorularının cevabıdır.
Dedim ki:
“Bid’at ehli her ne kadar
dalâlette iseler de, tevhide inanmaktadırlar. Peki, Allah düşmanı ve kâfir
olduklarında şüphe olmayanlar hakkında görüşün nedir? Şayet küfürleriyle
ölürlerse Cehcnnem‘e gidecekler, Allah onlara ebedî olarak merhamet
etmeyecektir. Kalbim, onlardan kesin olarak hayırlı olduğuma, onların helak
olacağına, hardal tanesi kadar iyilikleri veya ahirette Allah’ı razı edecek bir
şeyleri olmadığına inanmaktadır.”
Dedi kı:
“Eğer Allah onlara
tevbeyi nasip etmezse, bu konu dediğin gibidir. Ölümden önce Allah tevbe ile
onları nimetlcndirirse durum değişir. Ama tevbe etmeden ölürlerse, zalim olarak
hüsran içinde ölürler.
İnsanlardan birine karşı
kibir göstermen caiz değildir. A- ma, sana ve her Müslümana, Allah’ın nimet
vererek üstün kılındığını bilmek caizdir. Hatta bunu bilmek bir fazilet, hayır
ve kurbettir. Müslüman olmayanda hayır olmadığını, Allah’ın ona düşman ve
kızgınlık içinde olduğunu bilmek de gereklidir. Ancak Allah, hem senin hem de
onun akıbetini ve nasıl öleceğinizi, senden gizli tutmuştur. Onun dalâletini
ve küfrünü vc Allah’ın, seni o küfürden uzak tutarak ve tevhidini nasip ederek
nimetlendirdiğini bilmene rağmen, sana düşen, akıbetinden şüphe içinde
olmandır. Çünkü hangi hâl üzere öleceğini bilmediğin gibi onun da nasıl
öleceğini bilmemektesin. Belki o, zamanın en abidi sen de en inkarcısı olarak
öleceksin. İşte bundan kork!
Buna delil Hz.
Peygamber’in bi’setidir. Allah O’nu bütün kullarından faziletli kılarak
gönderdi. İlk zamanlarda bazıları O’na iman etti, bazıları da icabet etmekten
çekindi. İlk iman edenler Ebû Bekir, Bilâl, Ali, Habbab vb. şahıslardı. Ömer ve
benzerleri ise henüz kâfir idiler. Hz. Peygamber’e iman eden Amr b. Anbcsc,
Bilal vb. şahıslar, Ömer’e bakıyor ve dalâlette olduğunu biliyorlardı. Ama
ömrünün nasıl son bulacağını bilmiyorlardı. Daha sonra Allah ona İslam’ı nasib
etti ve fazilette, Hz. Ebû Bekir dışında, herkesi geride bıraktı.
Allah’ın ona ne ikramlar
hazırladığını bilmiyorlardı. Onlar mü’min, o ise kâfirdi. Sonra Müslüman oldu
vc onları geçti. Ondan başka da, İslâm’a geç giren fakat fazilette öne geçen
kimseler vardır. Günümüzde de durum böyledir.
I Iz. Peygamber zamanında
bazı şahıslar irtidad etmiş ve Ridde Günü kâfir olarak öldürülmüşlerdir. O
zaman kâfir olan bazıları sonra Müslüman oldular, onlar ise önceden Müslü-
mandı. Sonradan Müslüman olanlar, mü’min olarak şehid oldular.
Sen, nefsinin akıbeti ve
hatimesi konusunda endişe ve korku içinde isen, ne onun kurtulacağı ne de
gayr-i müslimin kâfir olarak öleceği düşüncesi kalbini sarmaz. O zaman kibri
nefyetmiş ve ne aldanmış ne de nefsin değişmeyeceği konusunda emniyet içine
girmiş olursun. Çünkü iki durum da sana azap getirir.
ALDANMA
ALTINCI BÖLÜM
Dedim ki:
“Allah ile aldanmak
nedir, nelerden meydana gelir?”
Dedi ki:
“Allah ile aldanma,
kafirlerden ve Müslümanların isyankârlarıyla, kendini ibadete vermiş
olanlarından sadır olur. Herhangi bir şeyle aldanan kimse, Allah’ın emrini
çiğnemiş ve ondaki Allah korkusu azalmış olur. Allah’la aldanmak, Allah’ın
kula yaptıklarından ötürü nefsin aldatmasıdır. Veya Allah’a karşı ümit besleme
ile veya az bir ibadet vc ilimle aldanmaktır. Pek çok kul, bunlarla aldanır. 1
latta kendisini muhsinlerden gördüğü halde Allah’a isyan eder, kendini
hidayette gördüğü halde, Allah’a küfreder veya aldanır. Bile bile isyan eder
ama kendini kurtulmuş, günahları affolunmuş ve azap edilmeyecek zanneder.
Kâfirlerin aldanması
nefis ve düşmanlarının, dünyanın zâ- lıiriyle onları aldatıp ahireti
düşünmekten alıkoymalarından kaynaklanır.
Dedim ki:
“Peki insan nelerle
aldanır?”
Dedi ki:
“Aldanma iki türlüdür:
Birincisi dünya ile aldanıp ahireti bırakmak; İkincisi ise, Allah ve ahiretle
aldanmak.
Dünya ile aldanmak,
ahireti düşünmeyip sadece dünya ile meşgul olmaktır. Bu hususta Allah şöyle
buyuruyor: “Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı, sizi Allah hakkında
aldatmasın.” (Lokman, 31/33) “Bu dünya hayatı aldatma metaından başka
bir şey değildir.” (Al-i îmran, 3/185).
Dedim ki:
“Sana, Allah ile
aldanmayı sormak istiyorum. Kullar bu noktada nelerle aldanırlar?”
Dedi ki:
“Kâfirlerin Allah ile
aldanması, onların dünyada Allah tarafından yapılan ikram ve genişlikleri
görüp, bunların Allah katındaki değerlerinden kaynaklandığını zannetmeleri ve
kendilerinin, başkalarından daha çok hayra lâyık olduklarına i- nanmalarıdır.
Kâfirler de kendi aralarında iki gruptur. Bir grubu, ahiret hakkında şüpheye
düşmüşlerdir. Onlar içlerinde ve dillerinde şöyle derler: “Eğer Allah’a tekrar
dönülecekse, biz bu hususta başkalarından daha liyakatliyiz. En büyük pay bize
aittir.” Dünyada kendilerine verilen değer ve yapılan iyiliklere aldanarak,
böyle derler.
Allah’ın, karşılıklı
konuşan şu iki adam hakkında anlattığına kulak vermez misin? Kâfir olanı
mü’min olana şöyle demişti: “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet
Rabb’ime dön- dürülsem bile, (orada) bundan daha iyi bir sonuç bulurum.” (Kehf,
18/36). Yani ben, Allah’ın bizi yeniden dirilteceğine, sevap ve ceza vereceğine
kani değilim. Eğer ahiret varsa, benim için O’nun katında, dünyada bana
verdiğinden daha iyisi vardır. Böylece aldanır ve sadece, iyi bir kimse olduğu
için, Allah’ın ona dünyada ikram ettiğini zanneder. Eğer Allah yeniden diril-
tecekse, ceza ve mükâfat yurdu varsa, Allah onu azaptan koruyacak; dünyada onu
fakirlikten kurtardığı gibi, ahirette de ikram edecektir, diye düşünür. Kâfir
olan mü’ininle böyle konuşur.
Tefsirlerde o iki zatın
konuşması uzun uzun anlatılır. Mü’min olanı ahirette şöyle der: “Benim bir
arkadaşım vardı, (alay ederek) derdi ki, sen doğrulayanlardan mısın?”
(Saffat, 37/51-52).
467
Ancak aralarındaki
konuşmanın özeti şöylcdir: Kâfir olan, bin dinar ile bir saray yapar, bin
dinarla bir bahçe satın alır, bin dinara hizmetçiler alır vc bin dinarla da bir
kadınla evlenir. O' sırada mü’min olan, ona şu öğüdü verir: “Sen harap olacak
bir saray satın aldın. Cennetten bir saray alsaydın olmaz mıydı? Fani bir bahçe
satın aldın ve yakında ölecek bir kadınla evlendin. Tükenmeyecek bir bahçe ve
ölmeyecek hizmetçiler satın alsaydın, ölmeyecek bir kadınla evlenseydin olmaz
mıydı?”
Kâfir olan bütün bu
teklifleri reddeder, ahiretin olmayacağını, varsa da orada kendisine, dünyada
verilenlerden daha iyisinin verileceğini söyler.
Allah bize, Anır b.
VaiFin söylediği sözleri şöyle aktarır: “(Şıı âyetlerimizi inkâr edip: “Bana
mal ve evlât verilecek.” diyen adamı gördün mü? Gaybe mi çık(ıp bak)tı, yoksa
Rahmandın huzurunda bir ahit mi aldı (Allah ile bir antlaşma mı yaptı)?”
(Meryem, 19/77-78)
Rivayete göre, 1 labbab
b. Erefin, başından, kendisinin anlattığı şu olay geçer: “Ben demircilikle
uğraşan biriydim. As b. Vail’de de alacağım vardı. Alacağımı talep etmek üzere
yanına gittim, fakat borcunu ödemedi. Ben de, “Onu ahirette alacağım.” dedim.
Bana, “Ahirete gittiğin zaman, benim orada mal ve evlâtlarım var, onlardan
borcumu öderim.” dedi. Allah bunun üzerine şu âyeti indirdi: a(Şu
âyetlerimizi inkâr edip: “Bana mal ve evlât verilecek.” diyen adamı gördün
mü?” (Meryem, 19/77) Böylece kâfir, Allah’la aldanır ve Allah’ın ona
ahirette azap etmeyeceğini zanneder.
Nitekim Allah şöyle
buyurmuştur: “Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet
tattırsak: “Bu, benim hakkımdır; kıyametin kopacağını sanmıyorum; (kıyamet
kopsa da) Rabb’ime götürülmüş olsam bile muhakkak O’nun yanında benim için daha
güzel şeyler vardır.” der.” (Fussilet, 41/50)
Mücahit’ten naklen İbn
Cürcyc şöyle demiştir: “Bu benim amelim ve çalışmam neticesinde olmuştur, ben
bunu hak etmiştim.” der. Böylece Allah’ın ona dünyada taddırdığı rahmetten
dolayı aldanıverir.
Dünyada Allah’ın verdiği
nimetlerle aldananlar hakkında Allah’ın buyurduklarına kulak vermez misin? “Ve
dediler ki, “Biz ntalca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.”
(Sebe’, 34/35). Yani Allah Teâlâ bize, değerli olduğumuzdan nimetler ihsan
etti. Öyle ise bize azap etmeyecektir. Ve şöyle dediler: “Eğer (Muhammed’in
getirdiği) iyi bir şey olsaydı onlar (mü’minler) ona gitmekte bizi geçemezlerdi.”
(Ahkaf, 46/11).
Yine onlar, Allah’ın
dünya nimetlerinde kendilerini başkalarından üstün kılmasıyla da aldanırlar.
Allah’ın özel olarak iman ehline verdiği nimetleri şöyle düşünürler: “Eğer
Allah’ın yanında hidayet olsaydı, zayıfları ona muvaffak edip bizi terk
etmezdi.” Böylece aldanır vc hidayete sırt çevirirler. Ve “Eğer bu gerçekten
hidayet olsaydı, biz ona, bizden aşağı olanlardan daha lâyıkız, onun bize
verilmesi gerekirdi.” derler.
Evet kâfirler dünyada,
Allah’ın nimetleriyle aldanırlar. Onlar, Allah’ın kendilerini dünyada azapla
yakalayabileceğini düşünmezler. Dünya adına kendilerine verilenlerin, hayırlı
olmaları sebebiyle verildiğini, Allah katında en büyük makama sahip olduklarını
zannederler.
Karun ve Hz. Musahıın
sözlerini anlatan şu âyetleri işitmedin mi? Onu İlahî azaptan korkutarak şöyle
buyurdu: “Bu servet bende bulunan bir bilgi sayesinde verildi.” (Kasas,
28/78). Katadc, “Bendeki hayır sebebiyle.” diye tefsir etmiştir. Allah Teâlâ
şöyle buyurdu: “O (mağrur) bilmedi mi ki Allah, kendisinden daha güçlü ve ondan
daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helâk etmiştir?” (Kasas, 28/78). Yani,
kendilerine verilen dünya nimetleri, itaat etmediklerinden dolayı, Allah’ın
azabına dûçar olmalarına mâni olamadı. Karun bunun, kendinden başka kimselere
de verildiğini bilemedi. Bu, Allah’ın, helak ve azap etmek istediği kimselerin,
nimetlerle aldanmaları için bir istıdractır.
A
Şu âyette bu noktaya
işaret ediliyor: “Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden
yavaş yavaş helâke yaklaştırırız.” (Araf, 7/182). Tefsirlerde şöyle
denilmiştir: “Onlar her günah işlediklerinde, onlara bir nimet verdik.” Yme
Allah şöyle buyuruyor: “Kendilerine yapılan uyanları unutunca, üzerlerine
her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıktan sırada
da ansızın onları yakaladık.” (En’am, 6/44). Karun hakkında da şöyle
buyurmuştur: “Bu senet, bende bulunan bir ilim sayesinde verildi.”
(Kasas, 28/78). Yine O şöyle diyor: “Hayır bu bir imtihandır.” (Zümer,
39/49). Sonra da şunu ekliyor: “Onlardan öncekilerde bunu demişlerdi.”
(Zümcr, 39/50). Vc dünyanın fitne yani belâ vc imtihan olduğunu haber
vermiştir. Kula nimetin verilmesi, Allah'ın ondan hoşnut olduğuna delil olmaz.
Allah’ın şöyle dediğini duymadın mı? “Fakat insan bÖyledir; Rabb’i ne zaman
kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet verirse, “Rabb'im bana
İkram etti der. Ama Rabb’i onu imtihan edip rızkını daraltırsa, “Rabb’inı beni
küçük düşürdü.” der.” (Fecir, 89/15-16). Allah Teâlâ, “Asla.” diyor.
Haşan şöyle diyor: “Allah
ikisini dc yalanlayarak, “Ne bu onun üstünlüğünden ne dc diğeri onun
değersizliğinden ileri gelmektedir. Kerim olan, ister fakir olsun ister zengin
olsun, bana itaatinden ötürü ikram ettiğim kimsedir. Alçak ise, ister fakir
olsun ister zengin olsun, bana isyânı sebebiyle alçalttığım kimsedir.” der.
Kâfirler, Allah’ın zahirî
nimetleriyle aldanır, bunu da Allah katındaki değerlerine bağlarlar. Nitekim şu
âyet, onların bu durumunu vasfetmiştir: “Onlar öyle mi sanıyorlar ki,
kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile, onların iyiliklerine koşuyoruz.
Hayır, farkında değiller.” (Mü’minûn, 23/55-56). Haşan, “Münafık kötülük
yapan ve yaptığı halde güzel muamele ile karşılaşacağı kuruntularına giren;
mü’min ise, iyilik yaptığı halde titreyen kimsedir.” diyerek şu âyeti okudu: “Rabb’itne
döndürülürsem bile, bana O’nun yanında güzellikler vardır.” (Fussilet,
41/50)
Bu durum, birçok
Müslümandan uzak olabilir. Çünkü, hayâlen görür ki, taat ettiği zaman Allah
onun rızkını genişletir. Bu onun yaptığı salih amelden dolayıdır. Neticede
amelinin mükâfatını alır, Allah da onu sever. Bunun için Allah onun rızkını
genişletir. Nitekim O, ademoğlunu şöyle tarif etmiştir: “Fakat insan
böyledir; Rabb’i ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet
verirse, ‘Rabb’im hana ikram etti’ der.” (Fecir, 89/15). Dolayısıyla
Allah’ın verdiği nimetlerden ötürü kendine bir değer biçen ve Allah katında
yeri olduğuna inanan Müslüman da aldanmış ve ahiret hakkında şüphesi olmazsa
bile kâfirlerin aldanmalarına iştirak etmiştir.
Yine kâfir, cezanın
geciktirilmesiyle aldanır. Ceza ile kor- kutulursa korkmaz. Zanneder ki, cezayı
hak ettiğinde cezası geciktirilmez. Onun için kendisini hak üzere sanır.
Ebû Cehil demiş ki,
“Allahım, akrabalık bağlarımızı kes, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir
musibet ver.” Ve sabahleyin eceli onu yakaladı. Allah bu konuda şöyle buyurdu:
“(Peygamberler, düşmanlarına karşı Allah’tan) fetih istediler; (sonunda) her
inatçı zorba perişan oldu.” (İbrahim, 14/15)
Karun'un I Iz. Musa'yHânetleşmeye
davet etmesi de bu cümledendir. Dışarı çıkıp dua ettiler, Hz. Musa’nın duası kabul
oldu, Karun’un olmadı. Karun, Allah’la aldanarak, Hz. Musa’yHânetleşmeye davet
etmişti.
Kâfirlerden diğer grup
ise, kötü işlerinin kendilerine süslü gösterilmesiyle aldanırlar. Bunlar,
Allah’tan başkasına yaptıkları kullukla gururlanır vc iyi bir iş yaptıklarını
zannederler. Kâfirle-' rin aklanması, bir nefis aldatmasından ibarettir.
Allah’ın verdiği dünyevî nimetlerden dolayı kendilerine Allah katında bir değer
biçerler, yaptıkları dalâlet türü işleri de, hidayet zannederler.
Avam ve İsyankâr Müslümanların Aldanması
Dedi ki:
“Avam ve asî
Müslümanların aklanmasına gelince, nefis ve düşman aldatmacasından ileri gelir.
Bunlar, ümit, kerem ve cömertliği konuşur ve bu şekilde nefislerini hoş
tutarlar. Bununla da, günahlara karşı cür’etleri artar, isyanlar üzerine kurulurlar.
Bunu da bir ümit olarak düşünürler. Nitekim Vchb b. Münebbih oğluna şöyle
demişti: “Oğlum, Allah ile sakın aldanmayasın. Allah ile aldanmak, O’na isyan
ettiğin halde, bağışlamasını temenni etmendir.”
Onlar isyanla yaşarlar,
Allah’tan da rahmet ve mağfiret temenni ederler. İçlerini rahatlatan şeyin
recâ olduğunu düşünürler, oysa içlerini rahatlatan aldanmadan başkası
değildir. Yine temenni ve zannederler ki, bu rahatlık hali, Rabb’lcrinden gelen
bir recâ halidir. Onların bazısı, zikrini sadece recâ yönünden yapar. Neticede
bu zikrin, tevhid adına bir recâ olduğunu zanneder. Veya salih atalarının
adlarını anmayı veya zayıf amellerini anmayı tevhidlc irtibatlandırırlar. Ve
recâyı anmanın, recâ olduğunu zannederek aldanırlar.
İsyanlar üzerine
rahatlıkla kurulur, pişmanlık duymaz, elini de çekmez. Bu halin Rabb’inden
gelen bir recâ olduğundan şüphe etmez, bununla kendini tatmin eder. Neticede
Allah’tan korkusu azalır. Şayet bu gerçekten bir recâ olsa bile, onu yerli
yerinde kullanmamıştır. Kaldı ki, bu yalancı birrecâdır.
Muvahhidin aldanması da
bir nefis aldatmacasıdır. Günaha devam etmekle birlikte bağışlanmayı temenni
eder. Bu yalancı recânın sadık bir recâ olduğunu zanneder. Said b. Cübeyr,
demiştir ki, Allah ile aldanmak, günaha devam edip, Allah’tan mağfiret talep
etmektir.
Recâ
ile Aldanmanın Arasını Ayırma
Dedim ki:
“Birini diğerinden
ayırabilmem İçin, bana recâ ile aldanmanın farkını söyle.”
Dedi ki:
“Allah’tan recâ iki
anlamdadır. Birincisi, Allah'ın vazettiği şekilde O’na hüsnüzan beslemektir.
Zira günahkârların rccâsı ümit kesmemeleridir. Günahlarından ötürü Rabb’lerine
tevbe etmeleridir. Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor: “(Tarafımdan onlara) de
ki: Ey nefislerine karşı aşırıya giden kullarını, Allah’ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan önce Rabb’inize dönün, O’na teslim
olun, Sonra size yardım edilmez.” (Zümer, 39/53-54). “Ve Ben tevbe eden,
inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı elbette çok
bağışlayıcıyımdır.” (Tâhâ, 20/82).
Ayrıca şöyle buyuruyor: “Ayetlerimize
inananlar sana geldikleri zaman: “Size selâm olsun.” de, Rabb’iniz rahmeti
kendi üzerine yazdı. Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar da sonra ardından
tevbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir.”
(En’am, 6/54). Bu âyetle ilgili olarak ilerime, şunları anlatır: “Bu âyet Hz.
Ömer hakkında nazil oldu. Utbe b. Ka’b vb. müşriklerden bazıları, Ebû Talib’i
araya koyarak, Hz. Peygamber’lc konuşmasını, Bilal, Ammar ve benzerlerini
yanından kovmasını istemişlerdi. Bunun üzerine Hz.
Ömer, I Iz. Peygamber’e,
“Bir kovsanız da ne murat ettiklerine baksak!” diye teklif etti. Hemen şu âyet
nazil oldu: “Sabah ahşam Rabbfterinin rızâsını isteyerek, O’na
yalvaranları' (Kııreyş büyüklerinin rızâsına uyarak) kovma.” (En’am, 6/52).
I Iz. Ömer gelip bu
teklifinden ötürü özür diledi. Ardından da şu âyet nazil oldu: “Ayetlerimize
inananlar, sana geldikleri zaman, de ki, “Size selâm olsun.” (En’am, 6/54).
Allah kulunu, günahları
dağlar kadar büyük olsa da, tevbe etmesi halinde, mağfiretle ümitlendirdi.
Elverir ki, günahlarının çokluğu ve büyüklüğü tevbe etmesine engel olmasın ve
korkusu onu, “Benim tevbem kabul olmaz, ben affedilmem!” demeye götürmesin.
Eğer bu şekilde korkarsa, tevbesi kabul edilmeyecek diye isyana devam eder;
ümitsizliği de, isyan üzerine iyice yerleşmesini netice verir, günah günah
üzerine ekler durur. Zira ümitsizlik, Allah’a isyandır, günahtan tevbe etmeye
engeldir. İbn Mes’ud şöyle diyor: “Kebair dört tanedir. Biri de Allah’ın
rahmetinden ümit kesmektir.”
Allah, asî kullarını
tevbe edip bağışlanmaları için ümitlen- dirmiştir ki, günahlarından dolayı ye’se
düşmesinler, tevbeyi terk edip taatten bağlarını koparmasınlar. İki anlamdan
birisi budur.
İkincisi: Cennetleri,
yüksek makamları, kullarından kendisi için amel edenlerin vardığı yüksek
dereceleri ve kendisine yakınlığı ümit etmektir. Allah şöyle buyuruyor: “Felaha
ulaştı o mü’minler ki, onlar, namazlarında huşu’ içindedirler, onlar boş
şeylerden yüz çevirirler... Onlar, (en yüksek Cennet olan) Firdevse vâris
olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (Mü’minûn, 23/1-11). Başka bir
âyette de şu ifadeler var: “Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz
verilecektir.” (Al-i İmrân, 3/185). Allah, mükafat vc sevabın amel
edenlerin amellerinin karşılığı olduğunu haber veriyor ki, bu mükâfatı ümit
etsinler ve bu sevaba erişmek için amel etsinler.
Sonra Allah, amel
edenlerin recâ sahibi olduklarını ve aldanmadıklarını haber vererek şöyle
buyurdu: “Onlar ki, inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte
onlar, Allah'ın rahmetini umarlar." (Bakara, 2/218). Böylece, amel-i
salihte bulunanların aldanmayıp ümitli olduklarını haber vermiş oluyor.
Recâyı zikretmekle
aldanan, zanneder ki, recâsı aldanmadır, durmadan isyan eder; böyle bir
hüsnüzan mümkün olmadığı halde, güya Allah’a hüsnüzan besler. Nitekim Vchb,
“Allah’a karşı hüsnüzan, aldanmadan uzak değildir.” der. Hasan‘a şöyle
denildi: “Bir cemaat var ki, Allah’a karşı ümit besliyor ve amellerini zayi
ediyorlar.” Haşan, “Heyhat, heyhat! Bu onların, oyalanıp durdukları
kuruntularıdır. Şu bilinmelidir ki, kim bir şeye karşı ümit beslerse onun
peşinde olur, kim de bir şeyden korkarsa ondan kaçar.” cevabını verdi.
Müslüm b. Ycsarhn yanına
bir adam geldi. Müslüm adama, “Ben dün gece öyle bir secde ettim ki, nerdc ise
ön dişlerim düşecekti.” Adam, “Biz Allah’tan ümitliyiz.” deyince, Müslim,
“Heyhat, kim bir şeye ümit beslerse onun peşinde olur, kim de bir şeyden
korkarsa ondan kaçar.” dedi.
Öyle ise recâ, insanın
içinde, Allah hakkında mcvcelencn ümit ve emeldir. Bu emel, isyân edenin
nefsini tevbeye zorlar, kişi ile ümitsizlik arasına perde olur. Kulu, itaat, gayret
ve amele götürerek, amel edenlere vaadedilen şeyleri elde etmeye ümitli kılar.
Aldanmak, nefis ve
düşmandan gelen bir hiledir ki, keli- me-yi tevhidi mücerred zikretmekle, az vc
zayıf amelle vc salih atalarla ümitlenmeden doğar. Ve bu hile, nefsin de hoşuna
gider. Neticede günahları kendisine küçük görünür. Çünkü, günahlarının
bağışlandığını zannetmekle, mağfiret temenni edip, tevbeden kaçarak isyâna
devam eder, durur.
İşte recâ ile aldanma
arasındaki fark budur. İnsan fıtratında şu vardır: İnsanlar dünya ile ilgili
ameli zayi ettiler mi, nefislerini kınarlar. Onun düşmanı da tefrittir. Şayet
kendilerine ecir verileceğini zannederek ameli terk ederlerse, bu,
nefislerindeki aldanma vc ahmaklıktan ileri gelir.
Dedim ki:
“Recâyı nereye
yerleştireyim ki, aldanma olmasın?”
Dedi ki:
“Allah, asileri, gazap ve
cezasıyla korkutmuştur ki, onlar da nefislerini, Allah’ın korkuttuğu şeylerle
korkutsunlar ve Rabb’İcrinc dönsünler. Nitekim Allah, kullarından tevbe edenleri
ümitlendirmiştir ki, ümitsizliğe düşüp günaha devam etmesinler. Amel edenlere
de ümit vermiştir ki, Allah’a yakın kılacak ameller işlemelerine neden olsun.
Allah’a inanıp, onun amellerini iyi anlayanın üzerine düşen havfı, Allah’ın
istediği yere oturtmaktır. Meselâ, kişi bir mâsiyete niyetlenince, nefsini
Allah’ın azabından korkutur. Eğer hevâ ve hevesi galebe çalarsa onu irtikâp
eder, nefsi o günah üzerine ısrarla kurulursa o zaman da nefsini Allah’ın azap
ve ikabıyla tehdit eder ki, masiyeti terk etsin, onu irtikâp ettikten sonra da
tevbe etsin.
Eğer nefsi bir isyana
niyetlenirse veya isyân ederse ve isyanında direnirse, nefsini azarlar vc ona
şöyle der: “Allah’ın ikabı çok şiddetlidir, gadâbına engel olacak bir şey
yoktur, azabına sabretmek dc mümkün değildir.” Böylccc nefsini Allah’ın tehdit
ettiği şeylerle korkutur. Zaten, Allah da kişiye tevbe etmesi ve isyanı
bırakması için nefsini tehdit etmesini emretmiştir.
Kişi tevbe etmek ister
dc, karşısına tevbeyi engelleyen ye’s çıkarsa, nefsine cûd ve keremi
hatırlatır. Allah’ın af, kerem, fadl, lütuf, re'fet ve rahmetine karşı
ümitlendirir. Tevbe edip imanını yenileyenler için affedici olduğunu, kendisine
inabe edenlere karşı ğafûr ve rahîm olduğunu hatırlatıp onu şevklen- dirir.
Allah’ın, Sebe’ halkını nasıl vasıflandırdığını duymadın mı? “Rabb’inizin
nimetlerinden yiyin de O’na şükredin! Hoş bir memleket ve çok bağışlayıcı bir
Rabb.” (Sebe’, 34/15). Allah Tcâlâ, kendisinin Rabb-i Gafûr olduğunu,
sürçmelerimizi bağışlayacağını, sonuna kadar tevbe fırsatı verdiğini, bize
haber vermektedir.
Ne dersin, Allah bizi ilk
günahımızla yakalasaydı veya bir, İki, üç günahtan sonra tövbeyi kabul
etmeseydi, nasıl olurdu? Zira, insanlar kendi aralarında üç hatadan sonrası
için özür ve pişmanlığı kabul etmiyorlar. Hatta der ki, “Seni üç defadır affediyorum,
bundan sonrasını kabul etmem.” Şayet Allah da böyle muamele etseydi, hayat
zehir olurdu. Ancak kul, bin kere günaha girse de, sonra tekrar günah
işlediğinde, tevbe-i nasûh vc sadakâtla Allah’a yönetse, Allah onun geçmiş
günahlarını bağışlar ve ona, önceki cürümlerine karşı azap etmez. Nitekim
Allah, kulun, günaha bulaştığında ümitsizliğe düşmemesi için, cûd, kerem, af ve
rahmetini hatırlatır. Ayrıca günahı taatine engel olmasın diye karşısına
mağfiret ve kabul ümidini çıkarır. Zira O’nun rahmeti geniştir.
Allah tevbe eden kulları
ümitlendirdi, günah işleyip tevbe edenlere ye’si haram kıldı, muvahhidlerden
günahda ısrar edenlerin ye’s sebebiyle ameli bırakmalarını vc onunla günaha
girmelerini ve Rabb’c karşı taatı zayi etmelerini yasakladı. Allah şöyle
buyurmuştur: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara, 2/195).
Bera b. Âzib bu konuda şunları söylüyor: “Büyük günah işleyen adam der: “Ben
affedilmem.” Arkasından da Allah yolunda infak etmekten vazgeçer. İşte bu
âyetle Allah bunu nehyetmiştir.”
Kişi günah işlediğinde
nefsini, günahlardan tevbe etmesi için, korkutup azabı hatırlatır;
ümitsizlikten sakındırmak için de recâyı hatırlatırsa, tevbenin kabul
olmayacağı şeklinde amele engel olan ye’s karşısına çıktığında mağfiret
ümidiyle gönlü genişler. O zaman, tövbesinin kabulü ve bağışlanmayı ümit eder,
bunun peşinden rahmet ve af ümidinden dolayı gönlü tevbe ve amelle genişler.
Böylccc havf ve recâyı, Allah’ın istediği şekilde, yerli yerine oturtmuş olur.
Nefsini, Allah’ın edebiyle edeblen- dirir, aldanmaz ve Allah’ın rahmetinden dc
ümit kesmez.
Her kim, havf ve recânm
bu iki anlamını ters çevirirse, yani günah işlediğinde, havf ve sakınmayı
unutup recayı hatırlarsa ve böylece kendisini tatmin ederse, onun havfı
azalır, sakınması gider ve af ve recâ temennisiyle günahlara devam eder. İşte
bu insan, Allah ile aldanan, O’nun edebiyle edep- lenıneyen, recâyı yerli
yerinde kullanmayan, gerektiğinde havfı kullanmayıp terk eden kimsedir.
Muvahhid olup da isyan ederek aldananların özelliği budur.
Buna şu
misâli verebiliriz: Bu adam, mcvlâsı olan köleye benzer. Köleyi cezalandırdığı
zaman, en şiddetli şekilde cezalandırır. Bununla birlikte çok merhametli ve
kerimdir. Çoğu kere affeder. Ceza verdiğinde, son derece etkili ceza verir. Ce-
O 7
zası affı kadardır.
Kölesine bu tehlikeli durumun büyüklüğü ile birlikte şöyle der: “Eğer yarın,
cumartesi, bana gelirsen, senden razı olurum, sana şu kadar da para veririm,
seni ve eşini azad eder, sana özel hizmetçi tahsis ederim. Eğer yarından
sonraya kalırsan, yani pazar günü gelirsen, sana hiçbir şey vermem, sana
kızarım, hatta şiddetli azap eder, uzun süre hapse atarım.” Arkasından, kulun
karşısına, bir zevk çıkar. Eğer zevki elde ederse, cumartesi efendisine gelmeye
engel olur ve gidişi pazara kalır. Kul kendini zevke kaptırır ve vaktinde
gidemez. Nefsini, mcvlâsının af vc rahmeti ümitlendirir ve onun şiddetli
azabını unutur. Hatırlasa bile, önemsemeyerek hatırlar ve bu hatırlaması
cumartesi günkü zevkine ve meşguliyetine engel olmaz. Çünkü o zevk, kalbini
iyice sarmıştır.
Neticede, o zevki,
mevlâsının itaatine tercih eder. Zevki kaçırmasın diye, ona gitmeyi pazara
erteler. Aslında pazar günü giderse, mevlâsının kızacağını bilmektedir.
Vaadettiği şeylerden mahrum kalacağını ve kendisinin en şiddetli ceza ile
cezalandırılacağının farkındadır. Buna rağmen cumartesi günü zevkle meşgul
olur. Onun gönlü, nefsinin ümit vermesiyle, rahattır. Böylece recâyı
hatırlaması ceza korkusuna engel olur ki, mükâfat vaadedilen günde gitmeyi
terk eder. Gazap ve cezaya uğrayacağı gün gitmekle beraber af ve mükâfat umar.
Cezayı unutmuş, gitmeyi terk etmiş, fakat af temenni eder. Kendi kendine
şöyle der: “Pazar günü gideyim, efendim beni affeder ve benden razı olur. Bana
vaadettiği parayı verir, beni evlendirir, bana hizmetçi verir.’1
Nefsinin verdiği bu ümit ve recâ, ona, efendisinden korkma vc sakınmayı
unutturmuştur. Efendisine itaat etmeye engel olan bu zevki terk etmemiştir.
Şimdi bu kişi, kendini
tehlikeye atarak, nefsine karşı ihtiyatı terk ederek ve efendisinin
hoşnutluğunu ayaklar altına alarak, nefsiyle aldanmış olmaz mı?
Keza, efendisi ona, “Şu
şu işleri eksiksiz ve mükemmel yaparsan, sana bin dinar veririm; eğer o işi
bozarsan sana bir şey vermeyeceğim gibi, ayrıca bin kırbaç vururum.” dese, köle
de, kendisini meşgul eden bir zevkten ötürü o işi eksiksiz yerine getirmeyi
terk etse; tercih ettiği zevke, ancak o ameli terk etmekle ulaşacağından ötürü,
onu kasden ifsad etse; bütün bunları, o ameli gereğine uygun yapma zorluğu,
yorulma ve bedenin zayıflamasından hoşlanmadığı için yapsa; bununla birlikte,
kendine vaad edilen bin dinarı alacağına dair ümit beslese ve bin kırbaçtan
korkmazsa, bu insan, nefsinin aldatmasıyla aldanmış, recâyı yerli yerinde
kullanmamış, efendisine itaata sebep olan havfı yerinden uzaklaştırmış, efendisinin
tehdit ve vaadlcrini yerli yerine oturtmamış olmaz mı?
Allah ile aldanan kişi de
boyledir. Kendisine vacip olan şeyler üzerine yaklaşılması haram olan şeyleri
ikame etmiş, azaptan korkmaksızın vc sevap ümidiyle kendisini azaba sokacak
işler yapmıştır. Bu, kendini tehlikeye atan ve aldanmış olan bir insan değil
midir? 11er ne kadar Mevlâ’sının affı çok geniştir ama, affedebilir de
affetmeyebilir de. Bu durumda aldanmış ve nefsini tehlikeye atmış olmaz mı?
Nefsi onu aldatmış olmaz mı? Zira ona ceza ile hükmedilmesi, kuşku götürmeyecek
bir şekilde, kesindir. Günahta ısrarla beraber, tevbe etmeksizin bağışlamayı
ümid etmek, kesin değil, bir kuşkudan ibarettir.
O, verdiği sözü terk
eden, isteklerinin sonu gelmeyen nefsine aldanan, Allah’tan, beklemediği
nimetleri bulmaktan emin olan kimsedir. Bu, üzerine vacip olan şeylerden şüphe
etmeyen bir şahıstır. Böylelerini Allah şöyle vasfetmiştir: “Çünkü hiç hesap
etmedikleri şeyler Allah'tan karşılarına çıkmıştır.” (Züıner, 39/47). Bazı
tefsirlerde de bu âyet şöyle izah edilmiştir: “Onların hayır olarak gördükleri
ameller, şer olarak karşılarına çıkmıştır. Bu ise, yalancı bir recânın
sonucudur.
Dedim kı:
“Bu recâ, ne kadar çok
günahları da olsa, muvahhidler için değil midir? Ümitsizlik onlar için zaten
haramdır.
Dedi ki:
“Evet öyledir. Fakat
recânın gerçek yeri bu değildir. Aslında o, havf makamıdır ama, kul asî olmuş
ve aldanmıştır. Şayet karşısına ümitsizlik çıkarsa, muvahhid olmasından ötürü,
recâ ile bertaraf eder. Mevlâsına isyan demek olan ümitsizliği bertaraf eder
ki, hem günah hem isyan bir araya gelmesin. Eğer bu durumdan sonra nefsini recâ
ile rahatlatır, recâ da, günahlara devam etme konusunda onu cesaretlcndirirse.
o, Allah ile al- danrnış demektir. Zira Allah rccâyı, tevbe ve amele engel
teşkil eden ye’si kaldırmak, taat ve ona kurbiyeti teşvik etmek için koymuştur.
Havf ise aldanma vc emniyet hırsından men edici, günahlara devam etmeyi
giderici vc günaha meylettiğinde ona düşmeye engel olucu bir perde kılmıştır.
Sen Allah’ın şu sözünü
duymadın mı? “Ama kim Rabb’inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden
men ederse, gidilecek yer CenneTtir.” (Naziat, 79/40). Buna göre havf,
günaha girmeden önce engelleyici, günah işledikten sonra da tevbe etmeye teşvik
edicidir. İşte recâ vc Allah’la aldanma arasındaki fark budur.
Allah, Nebisinin diliyle,
aldanmanın ahir zaman Müslü- manlarında çok yaygın olacağını bildirmiştir. Hz.
Peygamber onları kınamış, bunun, chl-i hak gittikten ve ümmetin son kısmına
bâtıl fikirler galip geldikten sonra olacağını haber vermiştir. Ma’kil b.
Yesar‘dan rivayet edilen hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanlar
üzerine öyle bir zaman gelir ki, Kur’ân, tıpkı beden üzerinde eskiyen elbise
gibi, erkeklerin kalplerinde eskir. Onların bütün işi korku olmaksızın sadece
ümittir. Onlardan biri iyilik etse, ‘Benden kabul edilir’, kötülük etse, ‘Ben
bağışlanırım.’ der.” Hz.
Peygamber bu olayın, akıl ve anlayışın Allah’tan uzaklaştığı ve kalplerde O’nun
kitabının eskidiği, onu edeple ele almanın kaybolduğu sırada olacağını haber
vermektedir. Onun adabını ters yüz edeceklerini, arzu, istek ve tamahkârlığı,
havf, acıma vc ürpertinin yerine koyacaklarını, yine bu hadîsten öğreniyoruz.
Allah, Israiloğullanndan
sonra gelen Nasara’yı şöyle anlatıyor: “Onların ardından, yerlerine birtakım
kötü insanlar geldi ki, Kitaba vâris oldular, şu alçak (diinya)nın menfaatini
alıyorlar: “Biz nasıl olsa bağışlanacağız.” diyorlar. Kendilerine ona benzer
bir menfaat daha gelse onu da alırlar.” (A’raf, 7/168). Bu âyetin
tefsirinde Mücahid, “Onlar I hristiyanlardır. Onlar, dünyada helâl ve haram
demeden, iştahlarının çektiği her şeyi alıyorlar; alırken, yerken de mağfiret
temenni ediyorlar; yarın aynı şeyin benzerini bulsalar, yine alırlar.”
demiştir.
Said
b. Cübeyr, “Onlar günah işlerler, biz bağışlanırız, derler. Benzeri bir mal
gelse yine alırlar.” demiş ve araz kelimesini de günah diye tefsir etmiştir. *
w
İbn Abbas ise, “Allah
hakkında haktan başkasını demesinler diye sadece devamlı işledikleri ve tevbe
etmedikleri günahlar hususunda Allah'tan mağfiret temenni ediyorlar.” der.
Ayrıca bu âyette Allah, onların tembellik ettiklerini ve akabinde günaha
girdiklerini, aldanıp günaha devam ettiklerini vc onu alışkanlık haline
getirdiklerini bunu yaparken de mağfiret ümidi içinde olduklarını haber vermektedir.
Allah’a isyân etmekle birlikte, kendilerini affedilmiş sayarlar asî olan
Müslümanların genelinin durumu bodur. Affedilmekten ümit kesmemişlerdir, fakat
aldandıkları bir nokta var ki, o nefislerine hoş gelmektedir. Onlar bunu gerçek
bir recâ zannederler. Oysa bu Allah ile aldanma ve kurtuluş yolundan sapmadır.
Nitekim bu ümmetin aldananları şöyle anlatılmışlardır: “Onlar günah işledikleri
zaman biz affolunuruz." derler, korkup sakınmazlar ki, tevbe etsinler.
Eğer bir iyilik yaparlarsa, “Bizden kabul edilir.” derler, korkup endişe
etmezler. Korku onlardan uzaktır. Ne günahların cezasından ne de iyiliklerin
reddedilmesinden korkarlar ki, iyiliklerin kabul edilip edilmediğinden endişe
etsinler, sakınsınlar vc Allah için ihlâsla yapsınlar.”
(Sınıfları,
İhtilafları ve Ehl-i İlmin Aldanması)
Dedim ki:
“İbadeti izhar eden vc
kendini çok dindar sayanların aldanması nasıl oluyor?”
Dedi ki:
“Onlar aldanma konusunda
değişik gruplara ayrılırlar. İlmiyle aldanan, az bir amelle aldanan, hüccet ve
delil getirme ve cidalle aldanan, Allah’ın onun günahlarını setretmesi ve hemen
ceza vermeyip mühlet vermesi ile aldanan, insanların övgüsü vc saygısıyla
aldanan, salih atalarını anmakla aldanan vs.
İlimle aldananlar,
mertebelerine göre ayrı kategorilerde incelenirler. Onlardan bir kısmı, çok şey
rivayet etme ve çok ezberlemeyle aldanır. Ama Allah’ın vacip kıldığı birçok
hakkı zayi eder. Onlar âlimlerden ve Müslümanların önderlerinden oldukları
için, azap edilmeyeceklerini zannederler. Günahlarının çoğunu görmezler.
Ayrıca kendisi gibi İlmî bir dereceye sahip kişinin gösteriş, ucub, kibir ve
hasetten uzak olacağını düşünürler. Onlara göre bu tenkit edilecek şeyler ancak
ilim ve hıfzdan haberi olmayanlarda bulunur.
Bu tür ilim ehlinin,
havfı ve Allah’ın azabından sakınması azalır. Kendini kontrolden gafil kalır.
Zira ona göre, kendisi gibi biri, aşağılık huylardan uzaktır. Çünkü, ilim
sayesinde bu tür huyları geride bırakmıştır. Nefsini itham etmez. Nefsini itham
etmeyince de Allah katında kötü olan huyların kendisinde olup olmadığını
kontrol etmez ve bunlardan sakınmaz. Çünkü bunları ancak cahiller araştırır.
Kendisi ve benzerleri ise, ilim sayesinde bunları aşmıştır. Bu düşünceyle
Allah’ın hoş görmediği riyâ, ucub vb. huyları içinde barındırır, gıybet eder,
yüz, göz vc kaş işaretiyle karşısındakini alaya alır, diğer kişilere karşı
kibirlenir, onlara karşı sû-i zan besler, belâ ve musibetlerine sevinir; buna
rağmen bütün bunlardan kendini bcrî görür. Çünkü kendisini hiç suçlu
görmemiştir ki, Allah’ın kerih gör-' düğü şeylere davet ederken o huylarını
kontrol etsin. Şayet kendisini iyice kontrol etseydi, Allah’ın kerih gördüğü
şeye davet ettiğinde, bunu anlardı. O kendisini, Allah’ı bilen vcrâ‘
sahiplerinden sayar. Hâlbuki, Allah katında Tacirlerden ve onu tanımayan
cahillerdendir ki, O’ndan korkmaz ve azabından çekinmez.
Bu gruptan bazıları
birçok günahı bilebilirler. Ama, bunlardan dolayı Allah’tan korkmaz ve
çekinmezler. Kendini öyle bir makamda görür ki, o makamda olan bir şahsın azap
görmeyeceğini zanneder. İşte bu, hıfz ve rivayeti çok olan günahkâr gruptur.
Dedim ki:
“Bu durumu nasıl
nefyeder?”
Dedi ki:
“İlmin kendi aleyhinde
hüccet olduğunu, Allah’ın, kendisine büyük deliller yüklediğini ve kıyamet
günü sorguyu sıkı tutacağını bilmekle nefyeder. O Allah’ın verdiği görevi
hakkıyla yapmamıştır. Amelleri zayi etmiştir. Açık ve gizli durumlarda Allah’ın
nehyettiği şeyleri terk etmemiştir. İşte böylesi, Allah katında cahillerden
daha büyük ve çetin bir azaba müstahak olur.
Allah ilim tahsilini
sadece kulların üzerine vacip kıldığı ve sevdiği şeyleri bilsinler diye ilim
vermiştir. Çünkü bunu, Allah için tatbik etsinler, Allah’ın haram kıldığı
şeyleri bilip ondan kaçınsınlar, Rabb’lerini bilsin vc ondan korksunlar,
sevabının çokluğunu bilip onu ümit etsinler, azabının büyüklüğünü bilip ondan
sakınsınlar diye vermiştir. Şayet kalbine Allah’tan sakınma duygusu hakim
olmadıysa, o kişi ilimde cahil demektir. Zira Allah, âlimleri bu şekliyle
vasfederek şöyle buyurmuştur:
“Kullan içinde ancak
âlimler (gereğine uygun) Allah’tan korkarlar,” (Fatır, 35/28). Tefsirlerde “Allah’ı
en çok bilen O’ndan en çok korkanlardır.” denilmiştir.
Halid b. er-Rebi’î şöyle
demiştir: “Zebur’un ilk başlangıcı, fatihası şudur: Hikmetin başı Allah
korkusudur.” Abdullah b. Mes’ud şöyle demiştir: “İlim, çok rivayet demek
değildir. Gerçek âlim, Allah’tan çok korkandır.” Yine İbn Mes’ud şöyle demiştir:
“İlim olarak Allah saygısı ve haşyeti, cehalet adına ise aldanma yeter.” Yani
âlim, Allah’tan korkandır. Aldanan ve gururlanan ise cahildir; ilmi ister hıfz
ve rivayet etsin ister etmesin fark etmez. Kitabında Allah, Bekam b. Baura'yı
şöyle anlatmaktadır. “Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne
varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” (A’raf,
7/176). Tefsirde şöyle denilmiştir: “Bu kula ister hikmet vermiş olayım ister
vermemiş olayım, fark etmez.”
Hz. Davud, “Allah’ım,
Sen’den korkmayanın ne ilmi var!? Sen’in emrini zayi edenin ne hikmeti var!?”
demiştir.
Her kim ilim elde
ettikten sonra Allah emrini zayi ederse, o kimse Allah’a karşı cahildir. Çünkü
Allah’a karşı cahilden daha cüretkâr olmuştur. Eğer bu kimse Allah’ı bilseydi,
cahillerden daha cüretkâr olmazdı. Gururlanan kişi, âlim olamaz. Aksine o,
Allah’a karşı, ilimden haberi olmayan cahilden daha cahildir.
Belki de o cahil, çok
ilim rivayet etmekle aldananın bildiği kadar bilseydi, Allah’ın emrini zayi
etmezdi. Öyle ise o kimse, cahilden daha kötüdür.
Ebu’d-Derda‘dan şu söz
rivayet edilmiştir: “İlmi olmayana bir kere yazıklar olsun! Allah dileseydi ona
ilim verirdi. Âlime ise yedi kere yazık olsun!” Yani âlimin aleyhindeki
deliller kat kat fazla olduğu gibi azabı da fazladır.
Bu vc benzerlerini
hatırladığı zaman, Allah’tan sakınır, Ebu’d-Derda‘nın, “Kimin ilmi artarsa,
ağrısı da artar.” dediği gibi, ilimle beraber ürperti ve hüznü artar. Nitekim
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “O (Kur’ân) daha önce kendilerine bilgi
verilenlere okunduğu zaman onlar, derhal çeneleri üstüne secdeye kapanırlar.
“Rabb’imizin şanı yücedir, gerçekten Rabb’imizin sözü mutlaka yerine
getirilmiştir.” derler. Ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve (Kur’ân’ı
dinlemek) onların derin saygısını artırır.” (İsra, 17/107- 109). “Onlara
Rahman'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlar.” (Meryem,
19/58).
Gerek bizden önceki
âlimleri gerekse bu ümmetin içinde bulunan âlimleri ürperti ve acıma ile
sıfatlandırmıştır. Buna delil, onlara Allah’ın âyetleri okunduğu zaman
ağlayarak secdeye kapanmalarıdır. Bu en büyük ilim vc şereftir. “Bu ilme salıip
olan kimsede Allah katında kötü ahlâk olmaz.” şeklindeki, günahsızmış gibi
gözükmekten gelen aldanmaya engel olur. Ayrıca şöyle bir aldanmaya da engel
olur: İlmî meseleleri ezberledikten sonra anlamlarını bilmese de, Allah’ın
hoşuna giden ve gitmeyen konular hakkında bilgi sahibi olduğu için, bu ona
yeterlidir. Oysa Allah’ın hoşuna giden ve gitmeyen konuların derinliklerine
nüfûz etmelidir. Bu ilmi tahsil ettikten sonra da Allah’ın, gerekli kıldığı
şeyleri yerine getirmedikçe ve nehiylcrden de kaçınmadıkça, anlamlarına nüfûz
etse bile yetmez.
Bunun yetmediğini
bilince, kalbini ilmin derinliklerine nüfûz etmeye vc nefsim bu ilinin
gereklerini yerine getirmeye zorlar. Bilir ki, gerekenler yerine getirilmedikçe
ilim bir nevi terk edilmiş olur, bir yararı olmaz. Öyle ise bununla aldanmaz.
Vc bilir ki, bildiği her şey ona bir yüktür. Çünkü ilim elde ettikten sonra
cahillerin cehaletine ortak olmuş, aleyhindeki deliller artmıştır. Çünkü,
anlam, okuyuş ve rivayetini öğrendikten sonra, bundan mahrum olan cahillerden
daha büyük imtihanla karşı karşıya kalmış olur. Üstelik, bildikten sonra bildiğiyle
amel etmeyerek zayi etmek, onu cahillerle ortak eder.
Bu düşünceler kalbine
hakim olunca, ilim öğrenmeden Heri gelen aldanmayı ncfycdcr, anlamlarına nüfûz
etmeye çalışır, öğrendiklerini tefekkür eder vc gereklerini yerine getirmeye
çalışır. Ezberledikleri onu aldatmaz. İlini elde ettikten sonra da nefsini
cahillerden sayar, ilim elde etmeyen, onu öğrenmeyen ve rivayet etmeyenden
daha kötü görür.
İkinci grup, helâl ve
haram konularını öğrenip fetva ve kaza işlerine baktıkları için yani fıkıhla
aldanırlar. Bu da ilim ezberleyen kişinin aldanması gibi, hatta daha büyüktür.
Kendinden daha fazla Allah’ı bilen yok zanneder. Çünkü helali, haramı,
fetvayı ve kazayı bilmektedir, ümmetin din işlerini yürütmektedir, bir ihtiyaç
anında ona koşarlar, eğer o ve benzerleri olmasa din kaybolur, şeriat ortadan
kalkar, helâl vc haram bilinmez! Rivayet ehlini küçük görür; çünkü onlar
helâl, haram, kaza vc fetvadan anlamazlar.
Ona göre, sadece o din
işlerini yürütmektedir. Allah onun gibisine azap etmez. Allah’ın hoşuna
gitmeyen şeylere inanmaz, çünkü onun gibisi, Allah’ın sevmediği şeye bel
bağlamaz. Şeytan onun gibisinden ümidini kesmiştir. Çünkü şeytan, Allah’ın
helâl ve haram kıldığını bilmeyenleri yoldan çıkarır. İşte bununla aldanır,
Allah’tan sakınma ve korkusu azalır. Kendisi hakkındaki helâl vc haramlarda
Allah’ın gerekli kıldıklarını tam anlayamadığından birçok günahı kendisine
gizli kalır.
Dedim ki:
“Bunu nasıl nefyeder?”
Dedi ki:
“Allah’ın büyüklüğünü,
celâl vc heybetini, kudretinin gücünü, va’dettiği sevabı ve onunla tehdid
ettiği ikabı bildiren fıkhın, daha büyük, daha şerefli ve ancak bu fıkıhla
helâl ve haram konusundaki fıkhın bir şey ifade edeceğini bilmekle. Çünkü,
O’nun büyüklüğünü, celâl ve heybetini, kudretinin gücünü, sadece O’nun zarar vc
fayda vermeye malik olduğunu, * vadettiği sevabı vc onunla tehdid ettiği
ikabını anlayan, O’ndan korkar, O nu büyük görür, O’ndan utanır, O’nu görür
gibi ibadet eder. Çünkü, O’nun azamet, celâl ve rubûbiyetini; vaad vc ve dini,
Cennet ve Cehennemi kalbiyle müşahede ediyor gibi anlamıştır. Kalbiyle azabın
dehşetini müşahede edince, havfı şiddetlenir, kalbine yerleşen büyük sevap ve
nimetlerden ötürü de O’nun yakınında olmaya karşı şevki artar.
İşte o zaman Allah’tan
korkar, O’ndan heybet duyar, öğrendiği bütün haramlardan kaçınır, O’nu ümit
eder, O’na yakın olmaya müştak olur, vaad ettiği sevaba nail olmak için,
yerine getirilmesi gereken vecibeler eda edilirken ortaya çıkan bütün
güçlüklere katlanır. Kalbini etkilemiş olan bu anlayıştan ötürü Allah’ın hoşuna
gitmeyen şeyleri terk eder, emredilenleri yerine getirir. Çünkü bu anlayış onu
hoş olmayan şeylerden alıkoyar, vecibeleri de yerine getirmeye sevk eder.
Bunu kavrayınca, asıl
fıkhı terk ettiğini, sadece aleyhinde delil olan fıkhı öğrendiğini ve şu
âyetten ötürü gerçek fakih ler- den olmadığını anlar: “Allah'tan, ancak âlim
kulları gereği gibi korkar.” (Fatır, 35/28). Ve şu âyette bildirilen havf
sahibi fakih- İcrdcn olmadığını da anlar: “Gerçekten biz anlayan bir toplum
için âyetleri geniş geniş açıkladık.” (En’am, 6/98). Hz. Peygamber de şöyle
buyuruyor: “Allah kime iyilik dilerse onu fakih (anlayış sahibi) kılar.”13
Allah kime hayır dilerse, kendi hakkında ve helâl vc haram konusunda fakih
kılar. O zaman da O’ndan korkar, O’na ümit bağlar, bildiği haramlardan kaçınır,
Allah’ın emrettiği vecibeleri yerine getirir.
Allah’ın hakkını zayi
eden vc bildikten sonra nehyettik- lerini yapan hayra muvaffak olamamış,
aleyhindeki hüccetlerin büyüklüğünden ötürü imtihana maruz kalmış ve imtihanı
şiddetlenmiş; Allah’ın gazabına maruz kalarak hüküm ve fetva bilen günahkâr,
facir âlimlerden olmuştur.
Bazen, Allah’ın dininden
öğrenilen fıkıhla ahiret değil dünya istenir. Bunu bilince, Allah korkusu ve
haşyet olmadıktan sonra, kendini fakih saymaz. Nitekim halk onun fetva bilen
bir âlim olduğunu düşünerek Şa’bi’ye, “Ey âlim, bize fetva ver.” deyince onlara
şu cevabı vermişti: “Alim, Allah’ın kendisini onunla tehdid ettiği şeyleri anlayan
ve ondan korkan kimsedir. Alim Allah’tan haşyet içinde olan kimsedir.”
Hasan-ı Basrî’ye, “Bizim
âlimlerimiz fetva verdikleri hiçbir konuda böyle demiyorlar.” diyen adama
şöyle cevap verdi: “Sen hiç fakih gördün mü? Fakih dediğin, gece kaim, gündüz
saim, dünyaya karşı da zahid kimsedir.”
Bunlar fakihin, Allah’ı
bilen, anlayan kimse olduğunu ve bu anlayışın onu Allah’ın sevdiği şeylere sevk
ettiğini sana haber veriyor. Neticede dünyaya karşı zahid davranır ve Allah’ın
ona bildirdiği faniliği, ondan ötürü çekilecek şiddetli hesap, ona dayananların
sevaplarının azlığı, düşmanlarından haramlarına dayananların çekeceği azaptan
ötürü ondan kaçınır. Ayrıca, O’ndan öğrendiği nimetlerinin devamı ve sevabının
çokluğu, onu sabahlara kadar ibadet etmeye, gündüzleri oruçlu geçirmeye vc
bunları elde etmek için dünyayı kenara atmaya sevk eder.
Yine Hasan-ı Basrî’den
birisi bir fetva sordu o da cevabını verdi. Adam, “Bizim fakihlerimiz böyle
demiyorlar.” deyince, ona, “Sen hiç fakih gördün mü? Fakih, durumu göz önüne
alarak, görüşünü net söyler, şüpheli konuşmaz. Allah’ın hikmetini tefsir eder.
Kabul edilirse Allah’a hamd eder, reddedilirse yine Allah’a hamd eder.”
Fakihin, Allah'ı anlayan
ve O’nu kalpten büyük gören kişi olduğunu haber vermektedir. O’nun dışında ne
zarar ne de fayda verebilecek kimsenin olmadığına inandığı için, halkın tavrı
ona hafif gelmektedir. Onlardan gizlediği bir şey olmadığı için riyakârlık
yapmaz, Allah’ın bildiği hikmeti gizlemez, aksine onu izhar eder. Kabul
ederlerse, Allah’a hamd eder. Çünkü ondan aldıkları şeyle sevap almış, halkı,
hakkı kabul etmeye yöneltmiş olmaktadır. Yanlarında değerinin arttığına
sevinmiş değildir. Şayet reddederlerse yine Allah’a hamd eder. Çünkü, halk
reddetse bile, onu hakkı neşretmeye muvaffak etmiş ve sevap vermiştir. Onların
nazarında değerinin düşmesine ve tenkit etmelerine üzülmemektedir. Yaptığını
bilen Allah’tan korkar, onlardan değil. Her halde O’na hamd eder, halka değil
O’na tevekkül eder.
Kul bu durumu anlayıp
kalbine yerleştirince, bildiği ve anladığı konularda Allah'tan korkmaya
ihtimam gösterir. Buna ihtimam gösterince, bildikleriyle amel etmeye özen
gösterir. Allah için korkmayı ve amel etmeyi talep edince, O’nu tanıma ve
anlamaya önem verir.
işte o zaman kendini,
Allah hakkını zayi eden cahillerden sayar. Nefsini korkan ve ümit eden bir hale
getirinceye kadar, gerek kendi nefsinde gerekse halk arasında, Allah’ın emrine
riâyet eder. Çünkü telkihlerin yükü cahillerden daha ağırdır. Çünkü Allah
bildiklerini yaşamalarını vc halka da anlatmalarını emretmiştir. Zira
bildiklerini gizlemeyip halka açıklayacaklarına dair onlardan söz almıştır.
Bunları bilince, Allah’la
aldanma zail olur, bildikleriyle amel etme, gizlisiyle açığıyla Allah hakkını
gözetme konusunda, kalbini endişe ve korku kaplar. Bunları nefsinde bilmeye,
O’nun marifetine engel olacak günahlarının, onu kaplamamasına önem gösterir.
Haşyet vermeyen marifete kani olmaz. O öğrendiği vc anladığı konularla amel
etme endişesi İçindendir. Allah’ın bu konulan soracağından endişe eder, aleyhine
hüccet olacağından korkar.
Ebu’d-Derda‘nm şöyle
dediği rivayet edilir: “Ya ‘Uveymir, ne öğrendin?” denilmekten değil, “Ya
‘Uveymir, öğrendiklerinden hangisiyle amel ettin?” denilmekten korkuyorum. Allah,
dünyada kime ilim vermişse mutlaka ahirette ona bu ilimle amel edip etmediğini
soracaktır. Eğer, “Biliyorum.” desem, “Bildiklerinden hangisiyle amel ettin?”
denilecektir. Bir de bakacağım ki, hiçbir delilim yoktur.”
İşte bu şekilde fakihler,
Allah’la aldanmaktan kurtulabilirler.
Çok Amel Edenlerin İlmini Bilmekle Aldanma
Bunlardan bir grup da,
ilim sahibidir. Allah’ın kulları üzerindeki haklarında bu ilimle amel ederler.
O’nun hakkı, sevgisi, havfı, recâyı, O’na güzelce tevekkül, kaderine rızâ;
ayrıca, riya, ucb, kibir haset, sû-i zan, vb. kalp amellerinden Allah’ın
nehyettiği kötü ahlâkı zemmeden anlamlan; yalan ve gıybet gibi konuları gayet
iyi bilmektedir. Allah sevgisi, O’ndan haya etme, havf ve recada bulunma,
tevekkül etme, O’ndan razı olma vc ihlâslı davranma konularını ta’zim ederek
anlatırlar. O’nun nazarında kötü olan kalp ve diğer organların amellerini
zemmederler. Onlardan her biri, anlattığı Allah’a yaklaştırın amelleri yerine
getirdiğinden, kötü olanlardan da kaçındığından şüphe etmez. Çünkü o, dilinin
sadece kalbinde olanı anlattığına ve diliyle Allah’ı ta’zim edince kalbiyle de
ta’zim ettiğine inanır. Çünkü dili, kalbinde olanı eda eder.
Allah’tan hayâ etme ve
diğer bütün güzel huylar da beyledir. Eğer bu ahlâk kalbinde olmasaydı, ona,
amel ederek inanmasaydı, bilgi olarak da bilmez, güzelce anlatamazdı. Diliyle
anlatırken, kalbinde olanı tercüme etmektedir. Eğer, anlatmış olduğu Allah
hakkı vc O’na yaklaştıran hususları yerine getirmiyor olsaydı, kalbinde yer
etmez ve onları diliyle anlatamazdı.
Anlattığı Allah’ın zayi
edilen hakları, nehyettiği hususlar, zemmettiği ve amelleri boşa çıkaran
meseleler yani ancak derin bir gözetleme ile bilinen şeyler de böyledir.
Aldanan, Allah için havi
sahibi olduğunu zanneder, oysa kendini emniyette bilenlerdendir; O’ndan ümitli
olduğunu zanneder, oysa aldanan ve zayi edenlerdendir; razı olunanlardan
olduğunu zanneder oysa ona kazılanlardandır; O’na mütevekkil olduğunu zanneder
oysa başkasına tevekkül edenlerdendir, Allah’a güveni azdır; ihlâslı olduğunu
zanneder oysa müraîdir; öyle ki, ihlâslı desinler diye ihlâsı, onu terk etmekle
açıklar ki, kalbi riyâya giden yolu biliyor, desinler. Güzel izahı, diliyle
beyanı, kalbini bunların bilmesi vs. hepsi inanma niyeti olmadan, ne kalp ne de
diğer organlarla amel etmeden, sadece açıklamaktan ibarettir. Ancak, hemen her
Müslümanın yaptığı çok az bir kısmını yapar.
Dedim ki:
“Yapamadığı amelleri
kalbi ile nasıl anlayacak, diliyle nasıl açıklayacak?”
Dedi ki:
“Bu, dilin kitaplardan
öğrenmesi ve amel edenlerin söylediklerini ezberlemesidir. Kavramlarını
bildiği için ihlâsı anlatır vc lıavfın ne olduğunu bildiği için havfı anlatır.
Allah’tan havf edinceye kadar, havfta tekellüf gösterir.
Sonra havfı yerine
getirince onu anlatır. Diğer bütün dinî ahlâk da böyledir. Riyayı, Allah onun
kalbine muttali olur, ona kızar, kıyamet günü amelini boşa çıkarır endişesiyle
kalben gözetlediği, Allah’tan sakınarak riyayı gözetlediği, nefyettiği, ondan
uzaklaştığı ve sonra onu Allah için açıkladığı vc onu Allah için kalbinden
uzaklaştırdığı için değil, İlmî açıdan bildiği vc kavramlarını öğrendiği için
anlatır. Ancak onu, Allah'ın sevdiği ve sevmediği şeyler konusunda bilgisi
olduğu için anlatır, nefsini gözetlediği ve Allah sevdiğinden ötürü onları
yerine getirdiğinden anlatmıyor.
Dedim ki:
“Bu kesin bir aldanmadır.
Aldandığını bildiği halde, bunu nasıl nefycdecek ve bütün bu konularda
aldandığına ve onları yerine getirmediğine delil nedir?”
Dedi ki:
“Bildiği ve yapmadığı
konularda nefsini amelle sınamasıyla aldanıp aldanmadığı ortaya çıkar. Çünkü,
Allah’tan korkan şahıs, günahları yüzünden azap görür endişesiyle korkar.
Nitekim, “Siz ancak günahlarınızdan ötürü korkuyorsunuz.” denilmiştir. Oysa
Allah hiçbir günah olmadan da havf edilmeye lâyıktır. Nitekim melekler, hiç
günahları olmadığı halde, O’ndan havf ederler.
Çünkü, havf edenlerin ilk
mertebesi, günahlarından ötürü havf etmeleridir. Nefsini, havf sahiplerinin ilk
mertebesiyle deneyip imtihan ettiğinde, havf kaybolur ve daha geri gelmezse,
diliyle anlattığı şeyde aldandığını ve onun ehli olmadığını anlar.
Zâhir veya bâtın, gizli
veya açık farzlardan biri ortaya çıktığında bakar, acaba zayi eder endişesiyle
Allah’tan korkup yapmaya çabucak girişiyor mu? Rabb’inin gazabına neden olacak
bir günah ortaya çıktığında bakar, azabı dokunur endişesiyle Allah’tan korkup
nefsi hemen onu terk etmeye koşuyor mu?
Bir farzı yerine getirme
ve bir günahı terk etme konusunda nefsini gözetlediğinde, onu, korkmadan
Allah’ın farzım zayi eden ve rahat bir şekilde günah işleyen olarak görürse,
bilsin ki, eğer kalbinde havf olsaydı vc bu havftan ötürü Allah’tan çekin-
şeydi,
farzı zayi ve günahı irtikap ettiğinde heyecanı artardı. Evet, Allah’tan
korktuğu ve diliyle anlattıklarının kalbinde yer ettiği iddiası doğru olsaydı
böyle olmalıydı. '
Daha henüz bir günah
işlemeden ve bir farzı zayi etmeden, bunda Allah’ın gazabı olduğunu ve azabı
gerektirdiğini bildiğinden, kalbinde, anlattığından çok fazla havf dalgalanır
ve yaşanırdı. Bunu kaybedip, kalbinde Allah’tan bir irkilme görmeyince vc
nefsini, günah işleme ve farzları zayi etmeye devam üzere görünce, bilsin ki,
kalbine yerleşen emniyettir. Bu emniyet, havfa ihtiyaç anında onu istila
etmiş, havf da, ona ihtiyaç olduğu anda ondan uzaklaşmıştır.
Havf sahiplerinin
öncelikle havf duyacakları hal, Allah’ın gazap ve azabıyla tehdid edilen haller
olmalıdır. Farzı zayi etme vc günah işleme sırasında havfı bulamayınca bilsin
ki, kalbinden havf zail olmuş vc emniyet içine girmiştir.
Diliyle anlattığı bütün
şeyler de böyledir. Bazılarını yapıyor bazılarını terk ediyorsa bilir ki,
sadece Allah’ın hakkını muhafaza ettiği kadarıyla kalbi havf içindedir.
Dolayısıyla havfı, zannettiğinin aksine, zayıftır.
Aynı şekilde, dünyaya
karşı zühdü de anlatmaktadır. Öyle ki, dünyadan bir şey verilse kalbini meşgul
eder. Halka karşı riyakâr davranarak, onu hevâ ve zevklerine tercih eder. Bilir
ki, eğer kalbinde zühd olsaydı dünyayı reddederdi. İmkân bulunca onu atar, ona
karşı zahid davranır ve nefret ettiği dünyayı, Allah’a vc ahirete tercih
etmezdi.
Allah’a olan sevgiyi de
anlatır. Oysa, gece-gündüz bütün zamanlarda Allah’ın muhabbeti ortaya çıkınca
onu unutur. Nefsi, halvet ve Allah’la ünsiyete davet edince, bundan ürker vc
ona ağır gelir. Hayırlı bir şekilde halvette bulunsa, Allah’la münacat ve O’nun
zikrinden tat almaz ve kalbinde bir nûr bulamaz. Halkla ünsiyet durumu ortaya
çıkınca bununla içi rahatlar ve kalbi zevkle dolar.
Sen hiç, sevgilisini
unutan ve kendine olan sevgiyi ona tercih eden aşık duydun mu? Veya,
aralarında perde bile olsa, sevgilisiyle baş başa kalmaktan ürküp başkasıyla
ünsiyet kuran gördün mü? Boylcsi, sevgisinde sadık değil, yalancıdır. Allah’ı
birleme (tevhid) sevgisi istisnadır ki, bu ortadan kalkarsa küfür meydana
gelir.
Dünya ona gülse ve Allah
bütün sevdiklerini verse tevekkülü de anlatır. Geçim darlığıyla durumu değişse
veya içine yaratıkların korkusu girse ya da elindekine göz dikseler, kalbi
ızdıraba gark olur, Allah’tan başka kimselerden korkar, kulların ellcrindekine
tamah eder, rızkının gelmeyeceği endişesine kapılır, rızkının azalmasına kızar
vs. Bunların, Allah’a gerçekten tevekkül edenlerin tevekkülü ile bir ilişkileri
var mı? I îâlbuki, bu hallerde tevekküle ihtiyacı vardır.
Aynı şekilde ihlâsı da
anlatır. Amel yapma anında ise riya duygusu kabarır, ihlâsı kaybeder. Oysa amel
esnasında ihlâsa ihtiyacı vardır. Ona muhtaç olduğu kıyametteki fakirlik
anında, ameli boşa gitmesin diye, amel anında riyayı nefyetmek, amelden bir
parçadır. İhtiyaç anında ihlâsı kaybedince riya galeyana gelir. O zaman,
İhlasın kalbinde yer etmediğini anlar. Eğer yer etseydi ihtiyaç anında
kaybolmazdı. Ama gaflet anı müstesnadır ki, onu hissettiğinde hemen döner,
yolda giderken bir an yolu şaşıran ve hemen dönen kişi gibi.
Amel anında ucub ve kibir
de ortaya çıkar; Allah’ın hoşuna gitmeyen ve diliyle tenkit ettiği diğer
şeylere de dayanır. İhtiyaç anında onu Allah’a yaklaştıran vc kendisinin
anlattığı güzel ahlâkı kaybedip, kendisinden kaçınması gereken yerde ona kötü
ahlâk galip olunca, bilecektir ki, diliyle anlattığı konularda aklanmıştır.
Dedim ki:
“Kalbinde etkisi olmadığı
halde, sadece ilmine sahip olduğu şeyi nasıl anlatabilir?”
Dedi ki:
“Bunun kalbindeki kökü
imanına dayanmaktadır. Çünkü kendisinden ayrıldığında kâfir olacağını bildiği
tevhid sevgisiyle Allah’ı seviyor. Sonra, kendisine azap vc ceza verileceğine
i- nandığı için, Allah’a güvenmemektedir. Eğer bunun kendisine verileceğini
inanmasaydı, inatçı bir kâfir olurdu. Bunun gibi, sadece Allah’a ibadet
etmektedir, başka bir ilaha değil. Farzları sadece O’nun için eda etmektedir ve
buna inanmaktadır. Sonra, sadece Allah’ın zarar ve fayda vereceğine, eşyayı
yönettiğine inanır. Bu inancı olmazsa kâfir olur.
Tevhid bağları olan bu
temeller kalbinde olunca ve tahsil ettiği ilimle bilip onu Allah için yapanlara
anlatınca havf, rcca, muhabbet, tevekkül ve ihlâs sahiplerinin en yüksek
mertebelerini de anlatır. Bu durum ona, bildiği ve ehli olduğu hususları
anlattığı zannını verir.
Oysa kalbine dönse
sadece, imanın temel bağlarından ötürü bunları bildiğini ve onlara inandığını
ve bu inançtan ötürü kalbinde topluca bulunduklarını, kendisine mâl olma açısından
ise, çok az şeye sahip olduğunu görecektir. Müslümanların genelinden farklı
olarak diliyle anlatınca, onun ehli ve yerine getireni olduğundan şüphe etmez.
Müslümanların geneli ise bunları bilmez vc sadece az bir kısmını anlatırlar ki,
onlar da herkesin bilip anlattığı şeylerdir.
İhtiyaç anında nefsi
bunları bulamayınca ve kendisinden ayrıldıklarını müşahede edince, onda sadece
imanın temelleri kalır. O zaman avam Müslümanların da cn kötüsü olduğunu ve
anlattığı yüksek derecelerden ve güzel ahlâktan uzak olduğunu ve anlattığı
kötü sıfatlara dayandığını anlar. Hâlbuki, onları terk ettiğini ve onlardan
kurtulduğunu hayâl ediyordu. Onları kaybetmesinden ötürü, aldandığını anlar.
Bununla birlikte, sana
anlattığım şekliyle, kendisi Allah i- çin yapmamakla birlikte, halkı yapmaya
çağırıyorsa, çağırmayanlardan daha büyük bir imtihan ve aldanma ile karşı
karşıya olduğunu anlar. Anlattığı ve bildiği konularda aldandığını ve
diğerlerinden daha kötü olduğunu anlar. Çünkü, Allah’a davet ediyor fakat
kendisi O’ndan kaçıyor; Allah’tan korkutuyor kendisi ise emniyet içindedir;
Allah’ı hatırlatıyor, kendisi O’nu unutuyor; Allah’a yaklaştırıyor kendisi ise
O’ndan uzaklaşıyor; sadece Allah’a tevekkül edilmeli diyor, kendisi başkasına
güveniyor; O’ndan razı olmayı anlatıyor, kendisi hoşnut değil; ihlâ- sa davet
ediyor kendisi başkası için amel ediyor.
İşte o zaman acısı artar,
pişmanlığı çoğalır ve Allah’ın azabını hak eder.
Üsame b. Zeyd‘in rivayet
ettiği şu hadîsi duymadın mı? “Kıyamet günü âlim getirilir ve ateşe atılır.
Karnı yarılır ve dışarı çıkan bağırsakları, eşeğin değirmen etrafında dönüp
ipin kendisini sardığı gibi orıu sarar. Cehennem ehli etrafını sararak, niye bu
hale düştüğünü sorunca onlara şu cevabı verir: “Ben iyiliği emreder fakat
yapmazdım, kötülükten nehyederfakat kendim yapardım. Enes’in rivayet ettiği
hadîste ise I Iz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Mi’rac gecesinde, dudakları
kerpetenlerle kesilen bazı şahıslar gördüm. Cibril'e bunların kim olduğunu
sorunca, ''Ümmetinin hatipleridir, insanlara emrediyor, kendilerini
unutuyorlardı, oysa Kitabı da okuyorlardı, akletmiyorlar- dı?” cevabını verdi.
İnsanları davet etmese
bile, anlattığından ötürü bildikleriyle aldananm imtihanı büyüktür. Çünkü,
bildiği ve anlattığı şeyleri yerine getirdiğine inanmakta ve hayâl etmektedir.
Ancak, Allah’ın rızâsını kazanacağı yerde kaybedince, Allah’la aldanması büyük
demektir. Büyük bir pişmanlık ve hasreti hak etmiştir.
49
el-Bıdıârî, Bed’ül-Haik, 10, Fiten, 51; Miisncd,
V, 105.
50
Miisncd. III, 120, 231.
Bunlar Allah'la aldanmaya
halkı davet etme vc davetçi makamına oturmayı, kendilerince ve halkan
nazarında onunla kaim oldukları inancını da eklemişler dolayısıyla gaflet ve
al- daıırnışlık içinde geçen ömürlerinden ötürü hasret, pişmanlık ve
teessüfleri çok daha fazla artmıştır.
Bu grupla ilgili sözü çok
uzattım. Çünkü, bunların al- danmışlıkları çok büyüktür. Bu düşünce, abid ve
kendini amil nüssakıan sayan birçok kişiye galip bir durumdadır.
Zikredenlerin
ve Kıssa Söyleyenlerin Sözlerini ve Zühdle İlgili Hadîsleri Bilmekle Aldanma
İlim ehli olarak gördüğün
bir grup da, zikredenlerin sözlerini, zühdü anlatan vc dünyayı zemmeden
hadîsleri ezberlerler. Oysa o sözlerin anlamlarını ve hadîslerle neyin
hatırlatıldığını, onların kendisine sevdirilmesi ve nefse hafif gelmesinden
daha fazla bilmezler.
Bazdan, bu sözleri halka
anlatırlar. Bazıları, söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmeden, arkadaş ve
kardeşlerine anlatırlar. Bununla birlikte o aldanmaktadır. Kendini Allah için
amel eden, O’nu bilen vc dünyanın zemmi konusunda arif olan biri olarak görür.
Kendi gibilerine azap edilmeyeceği kanaatindedir. Bununla birlikte, anlattığı
ve rivayet ettiği şeylerle aldandığından, birçok günahını görmez. Zikirle
ilgili sözleri ve dünyanın zemmi ile ilgili hadîsleri ezberleyince, chl-i
dünya ve dünyaya rağbet etme mertebesini aştığını zanneder. Ayrıca, müraî,
mütekebbir ve ucub sahibi olmadığını, birçok günahı işlemediğini; bunların, o
konuda bilgisiz olan avam tarafından yapıldığını düşünür. Oysa dediği, yazdığı
ve rivayet ettiği konularda aklanmıştır.
Dedim ki:
Dedi ki:
“Nefsine dönüp bakar:
Nerede o anlattığı havf ve rikkat? Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylerden
organlarını nasıl koruyor? Allah’ın kızgınlığına sebep olan şeylerin daveti ve
dürtüleri ortaya çıkınca, kalbi onlardan temiz kalıyor mu? Kendisinin anlattığı
gibi, kalbi temiz ve pislikleri nefyediyor mu? Hadîslerde rivayet ettiği
haşyet ve rikkate sahip mi? Yapılması ve terk edilmesi gereken ve Allah’ın
kurbiyetine neden olan hususlarda, Allah’ın sevgisini dünyaya tercih ediyor
mu? O zaman görecektir ki, diliyle konuşma, gözleriyle görme ve diğer organlarını
kullanma konusunda, lehinde olup aleyhinde olmayan işlerden çok, Allah’ın
hoşuna gitmeyen işleri yaptırmakta nefsi galip gelmektedir.
Yine riyâ, kibir, ucub,
haset vb. konulara çağırılma anında dikkatli olunca, kalbinin onunla
çekiştiğini görecektir. Nefsinin, çoğu zaman dünyayı, Allah’ın muhabbetine
tercih ettiğini de görecektir.
Nefsin bu durumlarını
bilince, Allah için havfı anlattığını ama havf sahibi olmadığını, kalp temizliği
ve inceliğini anlattığını, ama kalbinin kötü ve katı olduğunu, zühdü
anlattığını ve o konuda değişik rivayetler aktardığını, ama dünyaya rağbet
ettiğini ve onu ahirete tercih ettiğini anlayacaktır. Bununla da, güzel sözler,
salihlerin adabı, zühd vc dünyayı zem m konularında yazdığı, rivayet ettiği ve
anlattığı şeylerle aldandığını kavrayacak ve aldanmışlığı ortadan
kaldıracaktır.
Nefsini anlattığı şekilde
görmedikçe veya galip durup, anlattığı gibi olma gayreti olmadıkça, ona
inanmasın. Ancak bu şekliyle, anlattığı, rivayet ettiği ve yazdığı konuların
birçoğundan uzaklaştığını anlama imkânı bulabilir.
Cedelleşme,
Delil Getirme ve Diğer Din
Saliklerine Reddiyeler
Sunmakla Aldanma
Diğer bir fırka da, hevâ
ehli ve diğer din saliklcriyle giriştiği düşmanca ccdelden dolayı
aldananlardır. Bunlar şöyle tevilde bulunurlar: “İnsan, imanını düzeltip
sünnete göre hareket etmedikçe ameli de geçerli olmaz.” İddialarına göre
kendileri gibi düşünenlerden başkası ne Allah’ı tanımış ne de hakka isabet
etmiştir.
Bunlar da iki fırkadır.
Birincisi, sapan vc saptıran fırka. Kclâmî mes’elelere dalıp delillere vâkıf
oldukları ve muarızlarına tatlı dil ile reddiyeler serdettiklcrindcn dolayı
dalâlette olduklarının farkında değillerdir. Kendilerine göre Allah’ı hakkıyla
bilen ve muarızları reddedebildiler sadece kendileridir. Allah’ı kendilerinden
daha iyi bilen vc bu konuda bilgi sahibi olan kimse yoktur. Onlardan başka her
kes dalâlettedir. Allah sadece kendilerine azap vermez. Kendi dönemlerinde
kurtulanlar sadece kendileridir. Başkalarını tekfire kadar giderler. Bu fırka
da kendi aralarında gruplara ayrılmış ve birbirlerini tekfir etmişlerdir.
İkinci fırka da
cedelleşme ve delillere vakıf olmakla aldanan fırkadır. Hakkı söyler,
başkasını kabullenmezler. Cedcllcş- ıııc ile aldanmalardır. Araştırma ve
başkasına galip gelmeden vc delil serdetmeden konuşmanın doğru olmayacağını
söylerler. Bu şekilde aklanmışlardır. Güya bütün ömürlerini Allah’ı tanımayla
geçirirler. Günahlarının çoğunu görmezler. Bu çeşit bir yöntemin de kendileri
için daha iyi olduğunu savunurlar. Tartışmada yanılmayı kabul etmezler.
Aldanmalarına rağmen daima sünnet üzere konuştuklarını iddia ederler.
Dedim ki:
Dedi ki:
“Bu dalâlet fırkasının
aldanmayı nefyetmeleri kendi nefislerine dönmekle mümkündür. Kendileri Kur’ân
ve sünnette muhkem ve mütekabillin olduğunu bilirler. Muhkem hakkında
müteşabih ile görüş beyan etmesinler. Ama müteşabih hakkında muhkem ile görüş
beyan etsinler. Tevildeki hataları sayılmayacak kadar çoktur. Bu şekilde
kendilerini itham etsinler. Allah’ın kendilerini bu konularda hesaba çekeceğini
bilsinler. Sünnet ve icmadan ayrılmayı akılları güzel görse bile, selefin
hidayet ve sünnet üzerinde olduğunu dolayısıyla kendilerinin bu yoldan
sapmayacağını savunsunlar.
Anlattığım şekliyle
söylenenleri düşünürlerse, getirdikleri delillerin güçlülüğüne aldanmadan
dalâlette olduklarını görürler. Kendilerince sapan ve saptıran muhali İlerinin
de güçlü delillere sahip vc mücadelede etkili olduklarının farkına varacaklardır.
Keza tartışma ve muarazada üstün oldukları halde, Allah katında böyle bir
makamda olduklarından emin olmazlar. Tevil vc görüşleri konusunda nefislerini
itham eder, müteşabih konusunda sükût eder, muhkem ile amel eder, Allah’ın bize
bilgi vermediği konularda konuşmaz, icmadan dışarı çıkmazlarsa, aldanmaktan
kurtulur vc dalâletten Allah’a yönelirler.
Ccdcl vc husumetlerinden
ötürü Allah’la aldanmakla birlikte, hakka isabet eden fırkaya gelince, şu
şekilde aldanmalarını nefyedebilirler: Onlar, Allah kendilerinden önce geçen
kişileri en güzel şekliyle kendisine ibadet ettirdiğini, onlardan birçoğunun,
bid’at ve ehl-i ehva kişilerle görüştüklerini biliyorlar. Buna rağmen, ömrünü
ve dinini husumetlerle geçirmemiş, bu durum nefsine bakmaya vc ihtiyacı olacak
gün için amel etmeye engel olmamıştır. Ancak ihtiyaç hasıl olur ve
konuştuğunda sözünün kabul göreceğini zannettiği bir fırsat ortaya çıkınca,
hakkı söyler, Allah adına hata edip bâtılı bâtılla reddetmekten de çekinir.
Evet onlar böyledir. Cedel vc husumeti reddederler. Bu konuda, Hz. Umame‘nin de
rivayet ettiği şu hadîsi aktarırlar: “Dalâlete düşen bir topluluğa, mutlaka
cedel verilmiştir. (Yani ' cedel onları dalâlete düşürmüştür)” '
Cenâb-ı Hak da, şu âyetlerle mira vc ccdcli yermiştir: “O hastmiann en
yamanıdır.” (Bakara, 2/204). “Doğrusu onlar kavgacı bir topluluktur.”
(Zuhruf, 43/58)
Mü'min nefsine dönüp
şöyle demeli: “Ey nefis, ehva’ ehliyle cedelleşmeye girip sünnete ittiba
ettiğini iddia edersin. Oysa cedelleşme ve tartışmaya davet etmen sünneti terk
etmektir. Çünkü Allah’ın Resûlü, cedel ve husumetten nehyet- miş ve bu konuda
ashabına kızmıştır. Öyle ki onları tartışırken gördüğünde nefretinden mübarek
yüzleri kızarmıştır. Ashab delili anlama konusunda insanların en iyileriydi. Bu
durum karşısında şöyle derdi: “Bununla mı gönderildim? Yoksa siz Kur’ân’ın
bir kısmını bir kısmına karşı ileri sürmek mi istiyorsunuz? Ldnrolurıduğunuz
şeyi yerme getirin, nelıyolunduğunuz şeyden de kaçının. ”
Allah’ın Resûlü bütün din
saliklerine gönderilmiştir. O sadece onlara Kur’ân okuyordu. Dilescydi kelâmın
incelikleri ve kıyas ile de onlarla konuşabilirdi. Böyle bir yöntem hidayet
verseydi elbette ilk başta kendileri kullanırdı. Fakat o sadece Kur’ân
hüccetlerini ileri sürdü ve onların ince kelâmî hüccetlerini yere serdi.
Bununla, Allah rızâsı ve
sevgisinin bu yolda olduğunu bilir ve sünnet yerine cedel vc husumeti terk
eder. Sonra tekrar nefsine dönerek başka bir şeyi hatırlatır: Ehva’ ehlinin
tamamı helak olsa ve ben kurtulsam bana bir zarar gelmez. Diğer taraftan ben
helâk olsam bütün ehva’ ehli kurtulsa bana bir fayda gelmez. Dolayısıyla
muarızlarıma hüccet getirip Allah’ın emir ve yasakları konusunda kendi nefsimi
unutacağıma, çok muhtaç olacağım kıyamet günü için kâr elde etmem benim için
daha gereklidir. Onlar beni kendi nefsimle uğraşmaktan ve kurtuluşuma neden
olacak işlerden alıkoyuyorlar.
Bununla beraber, kıyas vc
tevil ile hak gördüğüm bazı delillerin Allah katında yalan ve iftira
olmayacağından da emin değilim.
Geçen ömrümde hep şunu
yaptım: Söylediğim bir şeyin hata olduğu sonradan ortaya çıkınca ondan hep
dönmüşüm- dür. Eğer hatamda ısrar etseydim kıyamet gününde halim ne olurdu? Hatamı
öğrenmeden ölmekten de çok korkuyorum. Böyle bir hâl ile ölürsem, başkalarım
kurtarayım derken kendimi helâk etmiş olurum.
Bununla birlikte, eğer
tartışma sünnete uygun olup, delillerimde ahiretime zarar verecek hatalardan
kendimi emin görseydim, onların sözleri hatalarıma zarar vermezdi. Ama onlar
arasında hatalarından döneni veya bid’atından tövbe edeni görmedim. Onlardan dönen
olsaydı ben de bununla ilgilenirdim. Nasıl olabilir ki, ben cedelleşmeden
nehyolunmuşum. Çünkü beni amelimden alıkoymaktadır. Bununla birlikte hata ve
Allah’ın dini konusunda yalan söylemekle karşı karşıyayım.”
İnsan bu şekilde nefsine
yönelirse, nasıl aldandığının farkına varacak, kendine dikkat edecek, hata ve
aldanma içinde olduğunu fark edecek ve ömrü boyunca evlâ olanı terk ettiğini
anlayacaktır. O zaman amele yönelecek ayıplarını görecek ve henüz Rabb’i ile
karşılaşmadan tevbe edecektir.
Dedim ki:
“İbadet ve amelle aldanma
nasıl olmaktadır?”
Dedi ki:
“Bu konuda aldanan fırka
şöyle yapar: Rızâ, zühd, tevekkül ve Allah sevgisi konusunda, hakikat ve
marifetten uzak bir şekilde, tekellüfe girer. Evlâ olanı terk eder. Bazıları
dünyadan zühd adı altında yiyecek ve giyeceğini azaltır, bazısı azıksız hacca
gider, çalışmayı terk eder ve buna tevekkül der. Kimisi de Ccnnct‘e müştak
olduğunu hayâl eder. Allah’ı sevdiğini iddia eder ve bunu âdet edinerek
meclisler düzenler. Zikir esnasında nara atar.
Bunları yapanlar Allah
konusunda aldanmış kişilerdir. Farkına varmadan Allah’ın hoşuna gitmeyen
şeyler konuşurlar. Amellerinde riyaya düşer, kibir ve ucub yaparlar. Farkına
varmadan Allah'ın hoşuna gitmeyen birçok şeyler yaparlar. Takvayı sadece
ismiyle bilirler. Kalp vc organlarıyla ondan mahrumdurlar. Ne onu biliyorlar
ne de istiyorlar. Takvâ makamını geçtiklerini, zühd vc tevekkülü elde
ettiklerini, yüce makamlara eriştiklerini hayâl ederler. Bunlar, zamanın
okumuş kesiminin genelinde vardır. Zühd ve taatlarında, hevâlarına tâbidirler.
Dedim ki:
“Bu fırka, daha önce
anlattığın fırkalardan, acımaya daha çok muhtaçtır. Nefisleriyle mücadele
etmiş, zorluklara göğüs germiş, halkın yanında ibadet için paçalarını sıvamış
ve bunda gerçekçi olduğunu zannetmiştir. Çünkü diğer fırkalar, fazla bir zorluk
ve meşakkate katlanmadan, aklanmışlardır. Bu ise dünya nimetlerinden yüz
çevirmiş, onlardan mahrum kalmışlar. Oysa farkında olmadan dünyanın bir
tarafına dalmışlardır. Bundan dolayı bu fırka, acınmaya daha muhtaçtır.
Zamanımızdaki insanların çoğunun, bu fırkadan olmalarından endişe ediyorum.
Bu grup, aldandığının
farkına nasıl varacak, bildikten sonra onu nasıl nefyedecck vc ondan
uzaklaşacak? Bildikten sonra nefyetmek, bunlara daha kolaydır. Çünkü onlar,
nefyetmeden daha zor şeylere katlanıyorlar.”
Dedi ki:
“Bunu yapamazlar. Çünkü
az amelle hevây-i nefsten kurtulmak, hevây-i nefsle beraber olan zorluklara
katlanmaktan daha zor vc çetindir.
Dedim ki:
“Öyle ise bana
aldanmalarını izah et, çünkü, bunlar için aldanmayı kabullenmek daha kolaydır.”
Dedi ki:
“Doğrudur. Bu fırka,
aldananlar arsında, zahirî amelleri en çok yapan ve zorluklara en fazla
katlanandır. Aldanmadan kurtulma yolu nefislerini takvaya azimli olmaya davet
etmeleridir. Çünkü nefsi tanımak ibadetin aslıdır. Ancak bununla ameller temiz
olur. Nefsindeki gizli ve açık şeyleri öğrenince, nefsini içteki hayır ve
şerler karşısında imtihan eder ki, şu konuları öğrensin: Kalbini Allah’ın
sevmediği şeylerden temizlemiş mi? Organlarını günahlardan alıkoymuş mu?
Kendisine farz olan şeylerden öncelikle hangilerini yapmak ister? Dünyanın giyecek
ve yiyeceklerini azaltan kişi baksın, elde ettiğinin sıhhat durumu nasıldır?
Helâl yoldan, sıhhatli bir şekilde elde etmişse baksın, bu azaltmaya rağmen
farzlardan birini zayi ediyor mu? Gece ve gündüz, vicdan ve organlarının
hareketleri nasıldır?
Bu kontrol neticesinde,
kendini zahidlerden zannetmesine rağmen, bu konuda veya bütün konularda Allah
hakkını yerine getirmediğini görünce, Allah katında günahkâr biri olduğunu
anlayacaktır. Nefsini gözetleyince, zühdüne rağmen takvayı zayi ettiğini vc
aldandığını görecektir.
Yeme ve giymeyi
azaltmasıyla neyi kasdettiğine bakmalıdır. Arkadaşlarının bu durumuna muttali
olmaları halinde ne hissetmektedir? Övgülerini işitince veya birileri ona haber
verince tavrı nasıldır? Gerçekten Allah korkusundan bu övgüleri;
nefycdcbilmekte midir?
Kalbinin bunlardan gafil
olduğunu görünce, güçlü bir şekilde aldandığını anlayacaktır. Kalbi, yüksek
makamlara bağlanmıştır, kendisi için evlâ olanı terk etmiştir; sonra, sayılan
durumlarla uğraşmak, kendisini evlâ olana ulaşmaktan alıkoymuş, Allah hakkını
zayi etmiştir. Yaptıklarının da Allah katında geçersiz olmadığından emin
değildir. Oysa, Allah’ın kendisini zülıdle veya zühdün bir kısmıyla
nimetlendirdiğini biliyordu. Belki azalttığı o yiyeceği de haramdır veya
şüphelidir. Oysa bu tür şeyleri verâ‘ gereği, tamamıyla terk etmeliydi. Terk
etmesi gereken şeyin azını almıştır. O yaşayacak kadarım aldığını, zühd ve
dünyayı terk etmeden dolayı, fazlasını attığını zannetmektedir.
Bu durum ortaya çıkınca,
Allah’ın izniyle, aldanması zail olur, takva ve Rabb’ine ihlâs içinde ameline
dikkat eder. Nefsini tanıdıktan sonra nasıl aldanması zail olmaz ki, o daha
önce kendini takva ehlini geride bırakmış görüyordu. Oysa onlardan uzaktır.
Çünkü, her gün kalbinde gizlediği, riya vb. Allah’ın nehyettiği şeylerden,
Allah haberdardır. Diğer organları da böyledir. Gün geçmiyor ki, onlarla
Allah’ın yasakladığı bir şeyi yapmasın. Organları günahtan salim kalsa, kalbi
salim kalmaz. Bunları bildikten sonra akıllı olan kimse, aldanmışlığı üzerinde
kalmaz.
Ameli terk etmek ve
azıksız olarak Allah’a gitmekle aldanan lara gelince, bunlar, kendilerine
uymak vc bid’atlara düşmemek için, geçmiş salih liderleri inceleseler,
hiçbirisinin a- melsiz kurtulma iddiasında bulunmadığını göreceklerdir.
Nassları incelcse,
onların da amele ve azık edinmeğe teşvik ettiğini görecek, erdemliliğin amel
ve azıkta olduğunu, rızkın sadece Allah’tan geldiğini ve O’ndan başka rezzak bulunmadığını
yakinen bilecektir. Böylece I Iz. Peygamber ve hidayet imamlarına uymuş, nefsi,
halktan ümidini kesmiş ve
bizzat kendisinin yaptığı
şeylere karşılık sevap alacağını bilecektir. Bunu bilince, söz vc fiillerinde
salihlerin ve abidlerin yoluna muhalif olduğunu görecektir.
Şayet bu caiz ise, kendi
dışında kimsenin zahir vc bâtın amellerinde, yiyecek ve giyeceğinde takvâlı
olduğuna hükmedip etmediğine baksın. Ortaya sürdüğü tevekkülünde, ihlâs
seviyesi nedir, ona da baksın.
Ittiba’a muhalif
olduğunu, bununla birlikte, gizli açık Allah haklarından birçoğunu zayi
ettiğini öğrenince, aldanmışhğı zail olur, sünnete uyar, kendisi için evlâ olan
şeylere önem verir. Eğer daha önce, zâhir ve bâtınında müttaki ise, fiil vc
sözlerinde aldanmış bir halde olduğunu bilecektir. Çünkü daha önce hiç kimse
böyle dememiştir. Eserler de bunun zıddına delâlet etmektedirler.
Sıdk ve takvâ üzere
olmayan diğer zühd fırkaları da böyledir. Onlar da bu şekilde nefislerini
kontrol etsinler ki, aldan- mışlıklarını bilsin ve kendileri için evlâ olan
konularda Allah’tan korksunlar.
Diğer
Zâhir ve Bâtın Şeylere Bakmadan
Sadece Yiyecek ve
Giyecekte Verâ’ ile Aldanma
Aldanan fırkalardan
birisi de, kendi zamanlarında zühdün sadece yiyecek ve giyecekte olduğunu
düşünerek aldanan fırkadır. Buna dikkat edip nefsini buna zorlayınca,
zamanında vcrâ‘ın en son noktasına vardığını zanneder. Böylcce kendHehine
müttaki ve takvâyı yerine getiren, hükmünü verir. Vcrâ’ın az bir kısmıyla
aldanarak, dış organları vc kalbinde olması gereken verâ’ı görmez olur.
Dedim ki:
“Bunu ne ile nefycdecek?”
Dedi ki:
“Sadece helâl yemek ve
giymekle Allah'ın razı olmayacağını, yiyecekleri iyi olmakla beraber,
kendisinden korkmayanlara da Allah'ın azap edeceğini ve söylediği söz, kalbinde
gizlediği ve dinlediği hususlar, yürüdüğü vc tuttuğu şeylerden de kızacağını
bilmekle nefyedebilir. Bunları öğrenince aİdanmışlığı zail olur.
Uzlet ve İnsanlardan Kaçmayla Aldanma
Bir gruba da, insanlardan
kaçma ve halvet galip olmuştur. Buna rağmen onlar, kaçma konusunda yapmacık
hareketler yapmakta, bununla meşhur olmak istemektedirler. Kalpleri, bu konuda
insanların durumlarını zikretmekle huzur bulmaktadır. I İcrkese karşı kibirli
davranmakta, yaptıklarını beğenmektedirler. Ama, birçok günahlarını görmekte gözleri,
âdeta körelmiş durumdadır. Halktan kaçarak, kendilerini Allah’ın yakın dostu
saymaktadırlar.
Dedim ki:
“Bunlar aldanmadan nasıl
kurtulacaklar?”
Dedi ki:
“Allah’ın büyük hakkım,
yerine getirilmesi gereken yükümlükleri ve Allah’ın, kendilerinden kaçınmasını
emrettiği şeylerin vc yasakların çokluğunu düşünerek kurtulabilirler. Bunları
kayıt altına alabilir misin ki, Allah’ın hiçbir hakkını zayi etmeyesin vc
yasakladığı hiçbir şeyi yapmayasın?
Bunları düşünen bir
şahıs, ömrü boyunca Allah’ın tüm haklarını yerine getiremeyeceğini ve Allah’ın
kerih gördüğü şeylerden organlarını veya kalbini salim kılamayacağını, yaptığı
ve onunla aldandığı azıcık amelin de, onu ifsad edecek riyâ, ucb, kibir, haset,
haram lokma vb. hallerle veya Allah’ın nefret ettiği vc amellerini boşa
çıkaracak farzın terki veya haramların irtikâbı gibi bazı durumlarla iç içe
olduğunu anlayacak ve bilecektir.
Allah, mü’min kullarını
bununla tehdid ederek şöyle buyurur: “Ey inananlar, seslerinizi,
Peygamber’in sesinin üstüne çıkarmayın, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz
gibi, O’nunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan
amelleriniz boşa gider.” (Ilucurat, 49/2). Onları, seslerini Peygamber’in
sesinden yüksek tutmaları durumunda, amellerinin boşa gitmesiyle tehdid
etmektedir. Öyle ki, Hz. Ebû Bekir, Efendimizle konuştuğunda, sözünü birkaç
defa tekrar ediyordu. Çünkü Hz. Peygamber, sesin alçaklığından ötürü
anlayamıyordu. Hz. Ebû Bekir, “Seni hakla gönderene yemin ederim ki, seninle
ancak bir sırdaşla konuştuğum gibi konuşurum.” derdi. O ümmetin en doğru ferdi
idi. Ama Allah’ın tehdidinden korkuyordu.
Nebi’dcn sonra ümmetin en
hayırlısına söylenen bu sözden sonra, kim amelinin boşa gitmeyeceğinden emin
olabilir? Şu sözler de Hz. Peygamber’e aittir: “Allah iyidir, sadece iyiyi
kabul eder.” “İkindi namazını
terk edenin ameli boşa gider.”
Allah’ın farzlarından
bazılarını zayi eden kimse, amellerinin boşa gitmeyeceğinden emin olabilir mi?
İbn Abbas, “Karnına
bir haram lokma gidenin namazı kabul olmaz.derken, İbn Ömer Hz.
Peygamber’den şunu aktarıyor: “Bir şahıs on dirheme bir elbise satın alsa,
ama bunun bir dirhemi haram olsa, o dirhemi helalinden vemıeyinceye kadar, o
elbisede kıldığı namazlar kabul olmaz.’** Günümüzde hangi mal haramdan tanı
korunmuştur?
Diyelim ki, yaptığı
azıcık amel, onu ifsad edecek işlerden salim kaldı, Allah’ın hoşuna gitmeyen,
dolayısıyla amelinin tamamını veya bir kısmını boşuna çıkaracak bir iş
yapmadığından cinin olamaz. Bu durum, riyâ gibi amelin kabul olmasına engel
olan afetlerden salim kalması şartına bağlıdır. Kitap ve sünnet delilleriyle,
ilim ehlinin nazarında sabit olmuştur ki, yapanın inanması durumunda riyâ
ve ucub, amelleri boşa çıkarır. “Riyakârın namazı, başından yukarı
yükselmez.” denilmiştir. Hakkında, “Ateşin odunu yediği gibi, amelleri yer.”
denilen haset de böyledir.
Öyle ise, Allah’ın hakkı
büyüktür, taatı gereklidir, kendilerinden salim olunamayan gizli vc açık
günahlar pek çoktur, yapılan az bir amelin de birçok ifsad edici sebebi
bulunmaktadır!
Gerekli olan bazı
hakların zayi edilmesinden Ötürü kul, amellerinin boşa gitmediğinden emin
değildir. Afetlerden kurtulsa, günahlardan uzak kalsa, haklan zayi etmezse,
günahları işlemezse, sadece farkında olmadan düştüğü zcllelcrdcn korksa -ki
bizim için bu imkânsızdır- bir an bile gaflete düşmezse bile, Allah’tan
istediği, azaptan kurtulma ve O’mın yakınında yer alma nimetine karşılık, çok
az bir ameldir. Öyle ki bu amel, bırakın ahiret nimetlerini, dünya
nimetlerinden bazılarının şükrü için bile yeterli değildir. Allah’ın verdiği
nimetler ve onun istekleri karşısında, amelleri çok azdır.
Allah, yer vc göğün
ehlini ona musahhar kılsa, onlar da onun için çalışır vc didinirlerse, sadece
Allah'ın azabından kurtulmak, o amelden daha büyük ve fazladır. Allah’ın
komşuluğuna hulûl etmek de böyledir. Birçok zelle, hata vc gafletin yanı sini
ömrü boyunca karşılaştığı unutkanlıklarla dolu az amelle bu iş nasıl olacak?
Üstelik o az amelin de ifsad olup olmadığını bilmemektedir. Dolayısıyla bunlar
en çok korkmaları gerekenlerdir.
Kısacası riyanın, ona
itikad edenin amelini boşa çıkaracağından şüphe yoktur. Ucub vc diğerlerinin
de amelleri boşa çıkaracağından endişeliyim ama, kesin bir şey diyemiyorum. Bu
grup, korku vc endişelerini, sabikûnun korku ve endişelerine kıyaslasın! Hiç
kıyas etmek mümkün mü?
Gaza, Hac, Gece
Kıyamı ve Oruçla Aldanma
Onlardan bir grup da,
gaza, hac, gccc kıyamı ve oruçla aldanmaktadırlar. Kendilerini, Allah’a en çok
ibadet eden, O’nunla meşgul olan ve haramlarından kaçınan kişiler olarak hayâl
ederler. Ama günahlarını görmezler. Yemesi, içmesi, giyinmesi şüpheli ve
benzeri şeylerdendir. Bedeni, ömrünün çoğunda, Allah’ın sevmediği bu şeylere
dayanmaktadır. Adam nefsini hiç gözetlemez, hatta onun gibisinin nefsini
gözetlemesi gerektiği hatırına bile gelmez. Nefsinin ifrata giden bazı hallerini
görse, namazı, haccı, ilmi ve gazvelerinden ötürü, ona çok basit gelir, hiç
önemsemez.
Bununla birlikte, yaptığı
işlerde ihlâsı hiç gözetmez. Gözetmediği gibi, bir derece aşağısını da bilmez.
Dedim ki:
"Bunu nasıl
nefyeder?”
Dedi ki:
“Nefsini gözetlemekle. Ta
ki, vacip ve farzları terk edip nafilelerle meşgul olduğunu öğrensin. Onlardan
biri nefsini gözetlese, nefsini, nafile derecesinden üstün, takva derecesinde
bir yerde saydığım görecektir. Kendi gibilerine azap edilmeyeceğini hayâl
eder. O ve benzerlerinin, Allah’ın seçkin kulları olduğuna inanır. Bununla
birlikte, gerekli kılınan veya nehyedilen konularda, Allah korkusunu zayi
etmiştir. İşte o zaman, geçmişte zayi ettiği Allah hakkına ve yapmacık hareketlere
keffaret olur ümidiyle, takvaya ihtimam gösterir, gücü yeterse, amelini
artırır.
Takvâ Peşinde Olan ve Hem İçten Hem
Dıştan Nefsini İyi Gözetleyen Kimsenin Aldanması
Bunlardan bir fırka da
basar, nazar vc organları ile birçok kalbı hataratmı, gözetleyen kişilerdir.
Takvaya göz dikmiş onu istemektedirler. Takvâsız bir işe başlamak, hiç hoşlarına
gitmez. Bunlar kendi dönemlerinin abidleri arasında takvâ ile mümeyyiz
olmalarına rağmen, bununla aldanmaktadırlar. Çünkü, endişe ve ürpertileri zail
olmuştur. Bununla muttasıf olandan azabın kalktığını hayâl ederler. Allah’a
dua ederler ve çoğu zaman, Allah’ın bu duaya icabet etmesi gerektiğini
düşünürler. Daha önce yaptıkları veya kalp veya organlarında taşıdıkları bazı
şeylerden, ya da ömrünün sonunda kötü bir hatime ile karşılaşıp şekî olarak en
şerli bir şekilde ölmesinden ötürü, Allah düşmanı olabilecekleri endişe ve
ürpertisini duymazlar.
Dedim ki:
“Takvaya inandıkları onu
takip ettikleri ve istedikleri halde nasıl aldanmaktadırlar?”
Dedi ki:
“Nefsi gözetlemeleri çok
hoşlarına gitmektedir. Bununla kurtulacaklarına inanırlar. Dönemlerinde,
kendileri gibi olmayıp bazı Allah haklarını zayi edenleri tanıdıkları için,
onlara küçük gözle bakarlar.”
Dedim ki:
“Bununla aldanmaya nasıl engel olabilirler?”
Dedi ki:
“Endişe ve ürpertilerini,
öncekilerin endişe ve ürpertilerine kıyaslar, hangi seviyede olduklarını
görmeye çalışırlar. Onlar, bunun yaptıklarının çok fazlasını yaptıkları halde,
işin ağırlığından vc Allah korkusundan ötürü, hayvan mertebesinde olmayı
arzuladıklarını görecektir. Allah da onları bununla niteleyerek şöyle
buyurmuştur: “Verdiklerini, Rabb’lerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle,
kalpleri korku ile ürpererek verirler.” (Mü’minûn, 23/60)
Hangi Rabb’e ibadet
ettiklerini, hangi sevabı istediklerini, hangi azaptan kaçtıklarını,
Önlerindeki kötü ve tehlikeli halleri, kendilerine yazılan günahları ve
Allah’ın onlar hakkındaki yazgısını hatırlayıp düşünsünler. Onlar, kendi
dönemlerindeki insanların, Allah hakkını zayi ettiklerini bilmelerine ve
kendilerinin Allah’a yaptıkları ibadet ve gösterdikleri takvaya rağmen,
bunları düşününce, dönemlerinin en şerli insanları olduklarını göreceklerdir.
Bu konuda İbn Ömer‘den şu
söz rivayet edilmiştir: “Kul, insanları Allah’ın en seçkinleri, kendisini ise
aşağıların da aşağısında görmcyinceye kadar, imanın hakikatma tam eremez.”
Nasıl böyle olmasın ki
Allah, hakkı ödenemez, büyüklüğü kavranamaz, nimetleri sayılamaz bir Rabb
olduğu gibi, azabına dayanılamaz, sevabı olmadan da sabredilemez bir Rabb’dır.
Hatta birine meleklerin ibadetleri keşfolunsa, Allah’a yapılması gereken hakta
ve kıyametin dehşet verici sahneleri karşısında yetersiz kaldığını görecektir.
Ya kendi zayıf ibadeti neye yeter?
İşte o zaman aldanmaları
zail olur, kalplerini, endişe ve ürpertinin yanı sıra, hüzün vc çekinme kaplar,
yaptıkları az bir amele dayanma itminan ve sükûnları kaybolur. Allah’tan, kendilerini
affetme ümidini beslerler. Aksi takdirde perişan olurlar. Çünkü her işte
Allah’ın onlar üzerinde büyük nimetleri vardır. Buna mukabil onlar, azabı
gerektirecek işler yapmışlar. Kendileri bile, amellerinden ötürü
kurtulacaklarına şahitlik etmezler. Çünkü, amellerini bozacak birçok konuda
ncfısleriy- le sık sık tartışmışlar. Aşırı gafletlerinin farkındalar. Allah’ın,
gaflet ve unutkanlık gösterdikleri durumları, aleyhlerine kaydetmiş olmasından
korkmaktalar.
Karşılarına, Allah’ın
aklanmışların sıfatları olarak saydığı, O’nun rızâsı için yapılmayan işler
çıkar. Tefsirde, “Öyle işler ki, iyi zannediliyordu ama kötü idiler.” denilmektedir.
İşte bu ve benzeri durum ve düşüncelerle aldanmışlıktan kurtulabilirler.
Rıza, Tevekkül
ve Kötü Ahlâktan Kaçınma Gibi İşlerde İhlâsla Amel Etmeye Azmetme ile Aldanma
Onlardan bir grup da,
rızâ, tevekkül vb. ile ucub, kibir, sû-i zan, yalan, gazaplanma vc caiz olmayan
yollarla kızgınlıklarını giderme gibi şeylerden kaçınmada, ihlâsla davranma
azimlerinin galibiyetiyle aldanan kimselerdir. Nefisleri, bu vc benzeri durumlar
karşısında ihlâslı olmak istemezse bile, ihlâsa azmettikleri için, kendilerini
o işleri yapan ve Allah için davranan kişilerden sayarlar. Oysa amel yapma
durumu ortaya çıkınca bundan gafil olur, yanılır vc riyâya girerler. Allah’ın
hoşuna gitmeyen diğer durumlarda da böyledirler. Az bir kısmını dikkatle
yaparlar, zaten onlara sadece bu sayılır.
Azimleri onları
aldatmıştır. Nefislerini azimli sayarlar. 1 lâlbuki, nefislerini hiç
gözetlemezler. Azmi zayi edince, ona önem vermezler. Çünkü nefislerinin bu
konuda azmi istemediklerini görmekteler. Azimli olduğu işi de tamamlamaz.
Alıştığı birçok işte de gerçekçi değildir, gaflet vc yanlışlık içindedir.
Dedim ki:
“Bu konudaki
aldanmışlığını nasıl giderir?”
Dedi ki:
“Amel üzerine azmin amel
olmadığını, bunun nefse a- melden çok kolay geldiğini bilmekle. Çünkü azimde
yorulma vc zorluk olmadığı gibi bazı zevkleri terk etmek de söz konusu
değildir. Zira nefis azmeder, sonra da, getireceği zorluk ve sıkıntıdan
hoşlanmadığı için, azmettiği ameli yapmaz. Nitekim, zevklerini terk etmeye de
azmeder, ama fırsat bulunca ona dalmaktan çekinmez. Çünkü, güç yetirdiği anda
yapmamak nefse çok acı verir. Zira, o zevki hissetme ve elde etme durumu hasıl
olunca arzusu galeyana gelir.
Bunun böyle olduğunu
bildiğinde, ancak Allah’ın vacip kıldığı şeylerle amel edince, nehiylerinden
kaçınınca vc amelden önceki azmi taat sayınca, nefsini vefalı sayar. Çünkü,
ancak azmettiği şekilde ameli yerine getirdiğinde, azmeden onun ehli sayılır.
Bunlar ancak gazap anında yumuşak huylu olduklarına hükmederler. Çünkü yumuşak
huylu olmaya ilk azim, yumuşak huylu olma niyetidir, yumuşak huyluluk
değildir. Onun için, ihlâslı olmaya azim ihlâs değildir. Ancak amel esnasında
ihlâstan söz edilebilir. Çünkü bu ilk azim, bir amel yapacağı zaman ihlâslı
olmaya niyettir.
Öncelerinde azim olan
bütün ameller böyledir. Ancak, organlarla ilişkileri olmayan, sünnete inanma
ve onu din olarak uygulama gibi kalbi ameller, istisnadır.
Amele azimli olma ile
aldanmamak ve nefsinden gafil olmamalıdır. Yoksa ameli terk eder. Nefsini
gözetlemeyi unutmadan, azmettiği şeyi yerine getirmesine dikkat etmeli, azmine
vefalı olmasını sağlamalıdır. Allah da veli kullarını, bununla tavsif etmiştir:
“Mü’minlerden öyle erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde durdular.”
(Ahzab, 33/23).
Mühlet Vermesiyle Aldanma
Onlardan bir grup da,
Allah’ın kendilerini uzun süre setretmesi vc mühlet vermesi ile aldanmaktadır.
Bu süre uzun sürüp, halk onlardan sadece iyilik görüp onları överek saygı
gösterince, bununla aldanır vc bu durumun, Allah katında büyük bir mertebeye
sahip olmalarından ve Allah’ın onları sevmesinden ileri geldiğini zannederler.
Hâlbuki, onlar birçok meseleyi karıştırmakta ve yanlışlıklar yapmaktalar.
Halka karşı yapmacık hareketlerde bulunurlar. Kendilerinden aşağı gördüklerine
karşı kibir gösterir ve amelleriyle ucba girerler. Çok günahkâr oldukları için
anlayışları kıttır. Gördükleri uzun setr, arkadaşların sevgisi ve halkın övgüsünden
ötürü, endişe ve ürpertileri çok azdır.
Aldanırlar ama kurtulmuş
olduklarını, Allah’ın onlardan razı olduğunu zannederler. Şayet, daha önce
yaptıkları günahlardan ötürü Cenâb-ı Hak kendilerine kızmış olsaydı, onları bu
kadar uzun süre setretmez, onları halka sevdirmez ve namları halk arasında
yayılmazdı, düşüncesine kapılırlar. Bunlar nefislerini gözetlemeyen aldanmış
kişilerdir. Korku ve dikkatleri az günahları ise çoktur.
Dedim ki:
“Bu aldanmışlığı ne ile
giderebilirler?’'
Dedi ki:
“Nefsini tanıyıp, uzun
setrin kendi aleyhinde olduğunu bilerek bunu giderebilir. Nefse, Allah’ın acele
etmediğini, çirkinliklerini gizleyip yapmadığı güzellikleri halk arasına yayan
Rabb’indcn utanması için, ayıplarını ortaya dökmediğini bildirmelidir.
Sctretmc, aleyhinde bir delil olduğu için, buna al- danmamahdır. Halkm övgüsü
de, Allah tarafından çirkinliklerin gizlenmesinden ileri gelmektedir. Şayet
bunlar ortaya çıka- rılsaydı, halk ondan nefret eder ve ona kızarlardı.
Allah’ın bildiği günahlarının onlar tarafından da bilinmesi, hiç hoşuna
gitmez. Oysa, geçmiş günahlarından veya şu anda yapmakta olduğu bazı
günahlardan ötürü, ona kızar düşüncesiyle, evle- viyyetlc Allah’tan
korkmalıdır.
Halkın ona övgüsü, ona
besledikleri hüsnüzandan dolayı, Rabb’lerinc bir taattır. Ama onların ona bu
gözle bakması, kendileri işin doğrusunu bilmediği ve kendisi de Allah’ın, yaptıklarından
haberdar olduğunu yakinen bildiği için, gerçeği unutturmamak aldanma nedeni
olmamalıdır. Kesin bildiklerini, halkın zannı unutturmamahdır.
Nasıl hayâl kuruyor da,
kendini halkın gördüğü gibi zannediyor? Oysa, onların zannettiğinin aksine,
kendini gayet iyi tanıyor. Halk kendisini övünce Hz. Ali şöyle derdi. “Allah'ım
Sen biliyorsun ama onlar bilmiyorlar. Onların dedikleriyle beni muaheze etme!
”
Mutarrıf ve İbn Avn, bir
adama uğradılar. Adam, kim Cennet ehlinden birilerini görmek isterse bu iki
adama baksın!” dedi. Onlar, “Allah’ım, Sen bizi iyi tanırsın, o ise bizi
tanımıyor.” dediler. Yani o bilmeden zan ile konuşuyor, Sen ise gerçeği
biliyorsun.
Ebu’I-Buhteri vc
arkadaşlarından biri övülünce, yüzlerini yere koyar vc “Allah’ıma boyun büküp
tevazu gösteriyorum, onların dediklerinden çok daha zelil biriyim.” derlerdi.
Onlardan duydukları sözlerden ötürü kendilerine bir değer vermekten ve
kendileri hakkında bildikleri gerçekleri unutmaktan çekiniyorlardı.
Bunlara rağmen, halkın
övgüsünün bir istidrac olmadığından da emin değildir ki, onunla aldansın, setr
ve mühlete güvensin. Çünkü Allah, aniden onu yakalayabilir, hatalarını açığa
çıkarabilir, yaptığı bir günahtan tevbe etmeden ölebilir. Evet, bunların
hiçbirinden emin olamaz. Ayrıca, onların zannettiğinin hilafına olduğunu da bilmektedir.
Hecimli İbn Tcymiyye‘den
şu rivayet aktarılmıştır: “Kendisine, “Nasıl sabahladın?" denilince,
“Allah’ın beni affedip mağfiret edeceğini veya ondan ötürü bana kızacağını
bilmediğim bir günahla sabahladım! Bir de şu halkın övgüsü ki, vallahi bu
halimle buna lâyık değilim.” cevabını verdi.
Öyle ise Allah’ın
setrini, aleyhine delillerin kuvvetlenmesi ve istidrac olarak bilmelidir. İşte
bu şekilde Allah’ın setri, mühlet vermesi vc halkın övgüsünden gelen
aldanrnışlıktan kurtulabilir.
HASET
YEDİNCİ BÖLÜM
Hasedin Tarifi, Niteliği ve Haram Olan Hasedle Mubah
Olan Hasedin İzahı
Dedim ki:
“Haset ve hasedin İlmî
delili nedir?”
Dedi ki:
“Kitap ve sünnete göre
haset iki çeşittir. Her ikisi de lügat anlamında mevcuttur. Birincisi, haram
olmayan haseddir. Bunun bazısı farz, bazısı fazilet, bazısı mübahtır. Bazısı
da eksiklik ve harama neden olur. İkincisi, bütün çeşitleriyle haramdır.
Haramdan başka bir yere çıkmaz.”
Dedim ki:
“Haram olmayan haset
nedir?”
Dedi ki:
“İyilikte yarışmadır.”
Dedim ki:
“İyilikte yarışmanın
haset olduğuna delil nedir?”
Dedi ki:
“Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: “İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.” (Mutaffıfin,
83/26). “Rabb’inizden bir mağfirete koşuşun.” (Hadid, 57/21). “Rabb’inizden
bir mağfirete koşun.” (Al-i İmran, 3/133). İnsanın yarışması ancak
başkasıyla olur. Hz. Ali de, Allah için amel edenleri anlatırken şöyle der:
“İnsanlar, Rabb'lcrine ibadetleri sebebiyle birbirleriyle övünürler.” Yani
birbirleriyle yarışır ve müsabaka ederler. Tıpkı iki kölenin efendilerine karşı
birbirleriyle övünmeleri gibi. Yanı, kendisi efendisinin sevgisinden mahrum
kalıp, diğer kölenin efendisinin sevgisinde onu geçmesinden korkarak, hatayı
ilk işleyenin kendisi olmasını istemez. Sonuç olarak da efendisinin yanında
kendisinin sevgiye nail olduğu gibi, diğerinin, azıcık bile olsa kendisinden
öne geçmesini, hatta efendisine karşı eşit seviyede olmasını kıskanması
nedeniyle, efendisinin yanında kendi makamı diğerine göre daha iyi olmuş olur.
I Iz. Peygamber de, “Sadece
iki şeyde haset caizdir.”56 buyurarak hasetten nehyeder ve
Allah katında ancak iki konuda caiz olduğunu haber verir. 13u hadîs iki konuda
hasedin caiz olduğunu da gösterir. Diğer bir rivayette hasedin caiz olduğu iki
konu şöyle açıklanır: “İki şey dışında haset caiz değildir. Birincisi,
Allah’ın kendisine mal verip, hayır yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kişi,
İkincisi ise, Allah'ın kendisine ilim verip, ilmi ile amel eden ve ilmi
insanlara öğreten kişidir.”’’7
Başka bir hadîste de, Ebû
Kebşe el-Ensarî‘ye bu hasedin nasıl olduğu şu ifadelerle açıklanıyor: “Bu
ümmetin durumu, dört kişinin durumu gibidir: Birincisi, Allah’ın mal verip,
ilim vermediği kişi; İkincisi, ilim verip mal vermediği kişi. İlim sahibi,
“Falanın malı gibi malım olsaydı, malımı ben de onun gibi hayra sarfederdim;."
mal sahibi de, “Falanın ilmi gibi ilmim olsaydı ben de onun gibi amel ederdim.”
derse, her ikisi de sevap bakımından birbirine eşit olurlar.”5*
İşte bu, yarışma
anlamındaki haseddir. Diğerine ulaşmayı arzular, ondan daha aşağı seviyede
olmasına ise üzülür. Fakat diğeri için hiçbir kötülük de düşünmez.
Araplar, haram olan
hasede de bazen münafese derler. Çünkü, her iki ifade, lügatte haset anlamında
kullanılmaktadır. Birinin diğerine, “Nefeste aleyye” demesi, “Bana haset
ettin.” anlamına gelir. Kuşem b. Abbas ve Mütallib b. Rebi’a, 1 Iz. Ali‘ye,
Efendimize gidip zekât mallarına kendilerinin görevlendirilmesini
isteyeceklerini haber verirler. I Iz. Ali onlara,
“Gitmeyin. Çünkü, Hz.
Peygamber, sizi zekât malına görevlendirmez.” der. Onlar da, “Bu senin
kıskançlığın, çekeme- mezliğindir. Vallahi biz, Resulûllah seni kızıyla
evlendirdi diye kıskanmadık.” karşılığını verirler. Yani, “Biz senin, Hz.
Fatıma ile evlenmene haset etmediğimiz halde, bu tavrın, senin bizi haset
ettiğini gösterir.” demektir.
Dedim ki:
“Yarışma olan hasedi bana
açıkla ki, onu haram olan hasetten ayırayım.”
Dedi ki:
“Adam başkasının dinî
veya dünyevî bir nimetle nimetlcııdirildiğini görüp Allah’ın, bu nimetin
benzerini kendisine de vermediğine üzülür. Zira kendisi böyle bir nimete
mazhar olsaydı, o da diğeri gibi iyi ameller yapardı. Fakat, nimet verilen
kişiye haset ederek tasalanmaz, sadece onun gibi olmadığına üzülür. İşte
yarışma anlamında haset budur.
Başkasında gördüğü nimet,
Allah’ın farzlarını yerine getirme, haramlarından sakınma ile ilgili
hususlarda ise, buna haset etmesi, onun gibi olmayı istemesi ve Allah’tan bunu
istemesi; Allah’ın farzlarını yerine getirmek için bu konularda diğerine haset
etmesi, kendisine yapması gereken bir vecibedir. Çünkü Allah’ın farz kıldığı
şeyleri ifa eden, ııehyettiği şeylerden sakınan kişiden geri kalışına
üzülmeyen ve onun gibi olmayı istemeyen kişi, farzları ifa etmeyen ve
haramlardan sakınmayan bir asî olur. Zira o, farzları terk etmesine üzülmeyen
ve verâ‘ sahiplerinin, Allah hakkını gereğine uygun ifa etmeleri gibi Allah’a
itaat etmeyi arzulamayan bir kişidir.
Başkasında gördüğü dinî
nimetler, fazilet ve nafile ise, o- nıın yükseldiği makamdan geri kalışına
üzülür, ona ulaşma vc onun gibi olmayı isterse, bu durum kendisinden bir
fazilet olarak kabul edilir. Çünkü o da, başkasının Allah’a yaklaşması gibi,
Allah’a yaklaşmaya mazhar olmayı arzulamaktadır, Allah’ın taatıyla hoşnut
olacağı şeylerle Allah’a yaklaşmaktan geri kalışına da üzülür.
Başkasında gördüğü nimet,
istediği gibi yararlanacağı, kendisi için helâl ve mubah olan, zararsız
nimetler türünden ise, onun gibi olamamaya üzülse, ona ulaşmayı arzulasa,
yarıştığı kişiye bol bol verildiği gibi, kendisine de bol bol verilerek onun
seviyesine ulaşıp, onun gibi nimete mazhar olmasını istese, bu kendisi için
mübahtır ve haram olarak kabul edilemez. Fakat fazilet ve zühd eksikliği
sayılır. Ancak, Allah’ın hoşnutsuzluğuna sebep olacak hususlar müstesna. Zira,
Allah’ın hoşnutsuzluğu kendisine helâl olmaz. Bu, yarışmadan farklıdır. Diğerinde,
Allah’ın helâllerinden yararlanma ve bolluk dileme söz konusudur. Bunları
isteme ise, her ne kadar fazilet eksikliği kabul edilse bile hoşnutsuzluk demek
değildir.
Başkasında gördüğü, haram
bir şey ise, kendisine de helâl olmaz. Meselâ, haram kazanç elde etme, malı
helâl olmayan yerlere harcama, sevinçle günah işleme vs. bunlardandır. Böyle
yapan gibi olmadığına üzülmesi ve onun gibi olmayı, mal ve zevkten onun kadar
nasiptar olmayı arzulaması caiz değildir.
Fakat bu, aldanma
yönünden gelen haset değildir. Bu haset, haramda yarışma kabul edilir. Şayet
onunla yarıştığı husus helâl ve taat konusunda olsaydı, caiz olurdu. Ne var ki,
haramı arzulaması nedeniyle, caiz olmayan bir şey yapmış olmaktadır. Yine de
hasedi, onu aldatan, şer isteyen, hayırdan hoşlanmayan bir haset değildir. Bu
hasedin caiz olmaması, haramı temenni etmesi ve istemesi nedeniyledir.
Yukarıda geçen Ebû
Kcpşc’nin hadîsinin devamında şu i- fadeler var: “Üçüncüsü, Allah'ın
kendisine mal verip, malını Allah'ın haram kıldığı yerlerde harcayan kişidir.
Dördüncüsü ise, Allah'ın ken- dişine mal yermediği halde, “Keşke falanca gibi
benim de malını olsaydı, onun yaptığı şeyin aynısını ben de yapardım. "
diyen kişidir. Bu ikisinin vebali birbirine eşittir.” Hz. Peygamber bu
kişileri, harami' temenni etmeleri nedeniyle yermiştir. Yoksa bir Müslüman
kişiyi aldatması, onda dünyevî bir hayır görmeyi istememesi nedeniyle değil.
Hasedin iki çeşidinden
birisi budur. Yarıştığı kişiye verilen nimetin gitmesini istemeksizin, onun
makamından daha aşağıda olmasından hoşlanmaması, ona ulaşmayı ve onunla eşit
olmayı arzulamasıdır.
Hasedin ikinci çeşidi
ise, bütünüyle haramdır. Allah’ın kitabında ve Hz. Peygamberdin sünnetinde bu
çeşit haset yeril- miştir. Alimler de, haram olduğu konusunda icma etmişlerdir.
Allah şöyle buyuruyor: “Kitap ehlinden çoğu,gerçek kendilerine belli
olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra
küfre döndürmek isterler.” (Bakara, 2/109). “Yoksa Allah'ın lütfundan
insanlara verdiği için onları kıskanıyorlar mı?” (Nisa, 4/54). “insanlar
bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeci ve uyarıcılar olarak
gönderdi... Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller
geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan Ötürü o (kitap lıakkı)nda
kıskançlığa düştüler.” (Bakara, 2/213). “Onlar kendilerine ilini
geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlikten ötürü ayrılığa düştüler.”
(Şûra, 42/14).
Oysa Allah Teâlâ âyette
geçen ilmi, onları bir araya toplamak ve taatta daim olmalarını sağlamak için
indirmişti. Bu ilim sayesinde, toplanmalarını ve onun vasıtasıyla uyumlu olmalarını
ve ayrılığa düşmemelerini emretmişti. Fakat aralarındaki haset nedeniyle,
birbirlerini çekemediler, ihtilafa düştüler ve bölük pörçük oldular. Her birisi
üstünlük ve başkanlığın sadece kendisinde olmasını, başkasına tâbi olmamayı,
diğeri yerine, kendi görüşünün kabul edilip ona tâbi olunmasını istedi. Başka
birinin üstün olmasını hiç istemedi, onun makam üstünlüğünü hiç çekemedi.
Neticede, hasetten dolayı, birbirlerini kabullenemediler ve zıtlaştılar. Tıpkı
Cenâb-ı Hakkın buyurduğu gibi, hakkı terk ettiler, aralarındaki haset sonucu,
Hak olan hususlarda bile birbirleriyle zıtlaştılar.
İbn Abbas şunları söyler:
“Peygamberimiz gönderilmeden önce Yahudiler, bilileriyle savaştıkları zaman,
“Göndermeyi vaadetti- ğin peygamber ve sadece bize yardım olsun diye
indireceğin kitap hakkı için Senden yardım diliyoruz.” diye dua ederlerdi. Bu
dualan nedeniyle yardım da ediliyorlardı. Fakat Peygamberimiz İsmail soyundan
gelince, Allah’tan O’nunla yardım istediklerini bilmelerine rağmen, yine de
onu inkâr ettiler. Konuyla ilgili âyette Allah şöyle buyuruyor: “Daha önce
inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri (Kur'ân)
kendilerine gelince, onu inkâr ettiler; artık Allah'ın lâneti inkâraların
üzerine olsun. Allah'ın kullarından dilediğine lütfunu indirmesini
çekemeyerek, Allah'ın indirdiğini inkâr etmek için alçaltın bir azap
vardır." (Bakara, 2/90). “Bağyen.” ifadesi haset anlanunadır.
Safıyye binti Huyey
validemiz Hz. Pcygamber’e şu olayı anlatır: “Bir gün babamla amcam senin
yanından geldiler. Babam amcama,
“O’nun hakkında ne düşünüyorsun?” dedi. Amcanı, “O,
Musa’nın müjdelediği Peygamberdir.” dedi. Babam, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Amcam,
“Ömür boyu ona düşmanlık
etmeyi düşünüyorum!” cevabını verdi.
Bundan ötürü Allah
onları, “Onlar bildikleri halde yine de onu inkar ettiler.” ifadesiyle
niteledi. Allah Teâlâ, “Onlar O'nu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.
Bile bile hakkı örtbas ediyorlar." (Bakara,2/146) buyurmuştur.
Vchb b. Münebbih‘in
rivayetine göre, Allah, Hz. Musa‘ya şöyle vahyeder: “1 laset eden kişi,
nimetimin düşmanı, hükmümü kabul etmeyen, kullarım için taksim ettiğim azıktan
hoşnud olmayan vc kullanma hayırhahlıkla bulunmayandır.”
Konuyla ilgili hadîslerde
ise Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Birbirinize haset etmeyin,
kızmayın pc sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları
kardeş olunuz.”'9 Sonra Hz. Peygamber, önceki ümmetlerde olduğu
gibi hasedin, bu ümmet içinde de yayılacağını haber vermiş ve sözlerini şöyle
bitirmiştir: "Bütün milletlerin hastalığı olan haset ve buğz size de
sirayet edecektir.”™
Bu ifadeleriyle Hz. Peygamber, diğer ümmetlerde vuku bulan hasedin, sahabiler
arasında da olacağını, hasedin önceki milletlerin hastalığı olduğunu, onu
işlediklerini ve bu yüzden helak olduklarını, ayrıca kâfirler vc bazı
mü’rninler arasında devam edegeldiğini bildirir.
I Iasan‘a, “Mü’min haset
eder mi?” diye sorulur. O, “Neden olmasın, Yakub uu oğullarının kardeşlerine
neler yaptıklarını neden unutuyorsunuz?” cevabını verir. Ebû Kilabe, “I Iz.
Osman, sadece hasetten ötürü şehid edildi.” demiştir. Haşan, Hz. Peygamberin,
“Mü’mindc üç özellik vardır” hadîsini rivayet eder ve bunlardan birinin
haset olduğunu söyler.
Allah’ın kitabında, Hz.
Peygambcr’in sünnetinde yerdiği haset, insanlarda olan nimetleri hoş görmeme ve
yok olmasını dilemedir.
Dedim ki:
“Bu nasıl oluyor?”
Dedi ki:
“Birisinin, Müslüman bir
adamda, dinî veya dünyevî bir nimet gördüğünde veya onun bir nimete mazhar
olduğu haberini aldığında, hoşnut olmayıp, hatta üzülüp bu nimetin zail
olmasını arzulamasıyla bu haset olur. Şu âyet bu hususu açıklar. “Kitap
sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine belli olduktan sonra, sırf içlerindeki
kıskançlıktan Ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler.”
(Bakara, 2/109). Allah bu âyette Ehl i kitabın, mü’minlerden iman nimetinin
zail olmasını candan istediklerini haber vermektedir. Başka bir âyette ise, “Eğer
size bir iyilik dokunursa bu onları üzer.” (Al-ı İmran, 3/120) buyurulur.
İbn Abbas bu âyetin Tebük savaşıyla ilgili olduğunu söyler Ayetin tefsirinde
ise, “Bu haset eden kişidir.” denilmiştir. “Size bir kötülük dokunursa
onunla sevinirler.” (Al-i İmran, 3/120) âyetinin tefsirinde ise “Bu şamit
(düşmanının başına gelene sevinen) kişidir.” denilmiştir.
Bir diğer âyette, “Kitap
ehlinden olan kâfirler de, puta tapanlar da size Rabb’inizden bir hayır
indirilmesini istemezler. ” (Bakara, 2/105). “Sizin de kendileri gibi
inkâr etmenizi istediler ki, onlarla bir olasınız.” (Nisa, 4/89).
Allah Teâlâ, Yûsuf un
kardeşlerinin ona haset etmelerini ve içlerindeki hasedi dilleriyle ifade
etmelerini şöyle anlatmaktadır: “Yûsuf ve kardeşi, babamıza, bizden daha
sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir. Yûsuf’u
öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın yüzü yalnız size kalsın.”
(Yûsuf, 12/8-9).
Hz. Yakub‘un Hz. Yûsufa
olan özel sevgisini kendi aralarında hoş karşılamadılar, onu gözden
uzaklaştırarak babalarının ona olan sevgisini, iyiliğini ve kendilerine üstün
tutmasını bertaraf etmek istediler ki, babalarının sevgisi vc iyiliği
kendilerine yönelsin ve bu Özel ilgi Yûsuf tan alınsın. Bunun için, babalarının
Yûsuf a olan sevgi ve iyiliği ve onu üstün tutmasının sadece kendilerine ait
olması için, “Babanızın teveccühü sadece size ait olsun.” ifadesini
kullanmışlardır.
Ebû Kilabc’nin, “Hz.
Osman'ı hasetten ötürü şehid ettiler.” sözü, hilafeti nedeniyle onu
çekemediler ve onu hilafetten uzaklaştırmak istediler, anlamındadır. Allah
Teâlâ Ensar‘1 anlatırken, “Onlar, kendilerine göç edip gelenleri severler
ve onlara verilen (ganimet)terden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilme)
duymazlar.” (Haşr, 59/9). Bunun anlamı, kalpleri daralmaz, onları
kıskanarak hayır verilmelerine üzülmezler. Bu özellikleri nedeniyle de, Allah
onlardan övgüyle bahsetmektedir.
Bizzat Haset
Olmamakla Birlikte Haset Sayılan Hususlar
Haset ettiği kişiye
hiçbir iyiliğin ulaşmamasını isteme, bizzat haset olmamakla birlikte haset
sayılmıştır. Allah'ın, “Ehl-i kitaptan olan kâfirler de, puta tapanlar da
size Rabb’inizden bir hayır indirilmesini istemezler.” (Bakara, 2/105)
şeklindeki ifadeleri bunu göstermektedir. Ona hayrın ulaşmasını istememe ve
belâ temennisi, kulun haset kaynaklı fiilleridir. Şayet ilim talep etse,
tamamlamasını istemez. Aynı şekilde, dünyevî ve uhrevî bir hayır talep etse,
bunlarla ilgili en ufak bir hususun bile tamamlanmasını istemez. Bütün bunlar,
o kişiye nimetin gelmesinden önce olmaktadır.
1 lasedin diğer çeşidi
olan, başkasındaki nimeti hoş görmeme ve yok olmasını arzulama ise, Allah’ın o
kişiye bol nimet ihsan etmesinden sonra olmaktadır. Haset eden, ona verilen
nimetin Allah’tan olduğunu bilir, fakat yine de üzüntü duyar ve yok olmasını
arzular.
Dedim ki:
“Bana yarışma anlamında
olan hasedi anlat, nelerden olmaktadır?”
Dedi ki:
“Dünyada olan haset,
Allah’a taatı arzulamak ve gerekli sebepler hazırlanmışsa, ona nail olmak
için, Allah’a taatı ifaya azimli olmaktır. Dünya için olan haset ise, dünyayı
sevmek, daha da bolluk istemek ve bu nimetlerden fazlaca yararlanmayı
arzulamaktır.”
Dedim ki:
“Haram olan haset
nelerden olur?”
Dedi ki:
“Kibir, kendini beğenme,
kin, düşmanlık, buğz, riya, makam sevgisi, başkasının makam ve liderlik
konularında, ona üstün olmama arzusu, akrabaları, dostları ve emsalleri arasında,
ister kendinden üstün olsunlar ister aşağı olsunlar, hayrı sadece kendine
isteme arzusu vb. şeyler haram olan hasede neden olurlar.”
Dedim ki:
“Bunların hepsini bana
anlatır mısın?”
Dedi ki:
“Kibirden kaynaklanan
haset şudur: Kendinden daha aşağı seviyede veya emsali olan birinin veya dinî
ve dünyevî konularda emsalinin kendinden üstün olmasını çekemez. Tıpkı
Kureyş‘in I İz. Peygamber için “Yetim bir çocuk.” demesi gibi. Onun için, “Bw Kur’ân
iki şehirden büyük bir adama indirilmeli değil miydi? dediler."
(Zuhruf, 43/31). Cenâb-ı Hak, Kureyş kâfirlerinin şöyle dediklerini anlatıyor: “Allah
aramızda şunlara mHütfü lâyık gördü?" (Enam, 6/53). Onu çekemediği ve
küçük gördüğü zaman, bu duygu onu haset etmeye sevk eder. Allah’ın nimetinin
ondan zail olmasını arzular. Kendine göre nimete lâyık olmayan kişiye nimet
verilmesine vc kendinden aşağı olanın kendi seviyesine veya daha üst bir
seviyeye çıkmasına üzülür.
Bu nedenle onu hakir
görerek ve küçümseyerek makamının kendisinden daha yüksek veya eşit seviyede
olmaması için, onu üstün kılan nimetin yok olmasını arzular. Zira kendine göre
diğeri, ne bu nimete ne de bu makama ehildir. Ona olan hasedi ve kendinden
üstün olmasını istememesi, kin beslemesine neden olur.
Makam Sevgisi
ve Liderlik Üzerine Oluşan Haset
İnsanlar arasında ilim
sayesinde elde edilen makam ve liderlik, bile bile hakkı ret vc terk etme
sonucunu doğurur. Tıpkı ehl-i kitabın ilimle birbirlerine haset etme sonucu
tefrikaya düşmeleri gibi. Ehl-i kitabın her biri, İlmî liderliğin diğerlerine
değil de sadece kendisine ait olması için diğer arkadaşını çekemez, haset
ederdi.
İnsanlar arasında makam
elde etme de aynıdır. Hakkı kabul etmeyi benimsemez ve yeni fikirler ortaya
atar. İnsanların haset ettiği kişinin görüşüne zıt başka bir görüşe uymaları
için gerçek olmayan sözler sarfeder. Doğru bile olsa, söylediği her şeyde onu
hatalı bulur. Diğerinin makamının yükselmesi veya kendinden daha alt seviyede
olanın başına reis olmasını çekemeyerek, insanları engellemek ve onun parlayan
yıldızını söndürmek için, doğrunun farklı olduğunu söyler. Aynen, Yahudilerin
başkan olarak kendilerine tâbi iken, başkalarına tâbi olma sonucunu doğuran
Peygamberimizin kendilerine başkan olmasını veya Yahudilerden başkanlığın
gitmesini çekemeyerek, I İz. Peygamber Allah tarafında hak ile gönderildiğini
bildikleri halde, Yahudi hahamların O’nu inkâr etmeleri gibi.
İbadetten ileri gelen
haset de böyledir. Başkasının ibadette kendisinden üstün olmasını istemez, onun
üstünlüğü kendisine çok ağır gelir. Diğerinin onun önüne geçmesi, daha üst
makamda olması veya insanların diğerine saygı gösterme endişesinden ötürü,
âlim âlimi, abid abidi kınar ve tenkit eder. Allah’ın onun bir kısım
ayıplarını açığa çıkarıp onu rezil rüsvay etmesini ve ibadetlerinde Allah’a karşı
kusurlu olmasını arzular. Liderliği gerçekleşmesin ve değeri olmasın diye
aleyhinde gerçek olmayan sözler sarfeder. İnsanların saygısının ve liderliğinin
ondan gitmesine neden olan her şeyi hoş görür.
Genel olmayan, geniş bir
daireyi kapsamayan, önderlik ve makam tutkusu da tıpkı bunun gibidir. İki
arkadaş, tâbi oldukları zatın nazarındaki sevgi makamını birbirlerinden
kıskanırlar. Her birisi, ne ilim ne de amelde, arkadaşının kendisine tercih
edilmesini ve üstün tutulmasını istemez. Söylediği her sözde diğer arkadaşını
hatalı bulur. Tâbi oldukları zatın yanında, arkadaşlarının gizli yönlerinin
açığa çıkmasını arzular, onu kınar ve o zatın arkadaşı hakkında sû-i zan
beslemesine neden olacak işler yapar, onu küçük düşürücü davranışlarda bulunur
ve hafife alır. Gaye, sadece kendisinin sevimli olması ve bir mertebeye sahip
olmasıdır.
Savaş meydanında iki
cesur kahramanın durumuda böyledir. 1 lerbiri, onları tanıyan kişilerin
gözünde, arkadaşı daha üstün ve saygıdeğer olmasın diye, onu korkaklıkla itham
eder ve onu kınar. Hasedle onu kınar veya başka birine onu kötüler, nefret
ettirir ve savaş alanında düşmanla karşılaştığı zaman onu korkaklıkla itham
eder.
Kin,
Düşmanlık ve Buğzdan Kaynaklanan Haset
Kin, düşmanlık ve buğzdan
kaynaklanan haset, hasedin en şiddetlisidir. Bu Allah’ın, kâfirlerin
Müslümanlara karşı buğz ve düşmanlıklarını vasfederken anlattığı özelliklerdir.
O şöyle buyuruyor: “Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “İnandık.” derler.
Kendi başlarına kaldıklarında size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar. De
ki, “Öfkenizle ölün! Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü bilir.” Size bir iyilik
dokunsa (bu) onları tasalandırır; size bir kötülük dokunsa ondan ötürü
sevinirler.” (Al- iînıran, 3/119-120).
Bu âyette Allah,
kâfirlerin mü’minlere buğzettiklerini bildirmiştir. Müslümanlara buğz ve
düşmanlıklarından dolayı, hascdlcri sebebiyle ınü’minlerde gördükleri herhangi
bir nimete karşı üzüntü duyarlar. Bu kin vc hascdlcri, mü’minlere karşı haset
etme ve Müslümanların başına gelen belâlara karşı sevinç duymalarına sebep
olmuştur.
Allah şöyle buyuruyor: “Onlar
size sıkıntı verecek şeyleri isterler.” (Al-i İmran. 3/118). İbn Cüreyc bu
âyeti, “Dinî konularda mü’minlerin sıkıntı çekmeleri çok hoşlarına gider.”
diye açıklamıştır Ayetin devamında, “Onların ağızlarından öfke taşmaktadır.”
denilmesi de bunu gösteriyor. Daha önce geçen âyette, “Size bir iyilik
dokunsa buna üzülürler, bir kötülük dokunsa bununla sevinirler.”
denilmiştir ki, bu hasettir.
Kindar, kin beslediği
kişide, Allah’ın hiçbir nimetini görmek istemez. Bilakis, dinî ve dünyevî
hususlarda onun en kötü bir halde olmasını ister. Şayet kin duyduğu kişiye bir
nimet gelse, üzülür ve bu durum hiç hoşuna gitmez. O nimeti giderme imkânı
olsa, elinden geleni arkasına koymayarak onu izale etmeye çalışır. Düşman
olduğu ve kin beslediği kişiye belâ vc musibetler gelmesini temenni eder. Ona
nimet verilmesinden hiç hoşlanmaz. Var olan nimetin de yok olmasını ister.
Onun başına belâ ve musibet gelmesine de sevinir.
Allah’ın koruduğu
kimseler istisna olmak üzere, kindar ve düşmanlık besleyen kişi, haset etme ve
karşı tarafın başına belâ gelme isteğinden uzak duramaz. Düşmanlık, buğz,
öldürme, mal gasbetme, haset ettiği kişiyi bir yerlere şikâyet etme, gizli
taraflarını açığa çıkarıp rezil etme vb. durumlar, düşmanlık eseri olan
hasetten kaynaklanmaktadır. Kısacası kindar kişinin hasedi, hasedin en büyüğü
ve en şiddetlisidir.
Dünya
Sevgisinden Kaynaklanan Haset
Dünyayı sevmekten
kaynaklanan haset, akraba veya akraba olmayanlara karşı gösterilen iyilik veya
sevgiye, kendisinin de nail olmayı arzulamasıdır. İki kardeşin kendi aralarında
veya baba, anne veya diğer akrabaları yanında birbirlerini kıskanmaları gibi.
İki arkadaş ve iki ortak
da böyledir. Biri öbürünü, gerek anne baba sevgisi ve iyiliği, gerekse de arkadaş
veya ortak oldukları diğer kişilerin sevgi ve iyilikleri üzerine hep kıskanır.
Bütün bunlarda diğerinin değil, kendisinin tercih edilmesini ister. Bu nedenle,
babasının veya diğerlerinin teveccühünün kendisine yönelmesi için, öbürünü
çekemez, tenkit eder ve ncfıct ettirir.
İki kadın ve iki kuma da
böyledir.
Allah’ın, I Iz. Yûsuf un
kardeşlerinin, babalarının sevgide onu onlardan üstün tutması nedeniyle, haset
etmelerini anlatırken, şöyle buyuruyor: “(Kardeşleri) demişlerdi ki: “Yûsuf
ve kardeşi babamıza, bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız
açık bir yanlışlık içindedir. Yûsuf u öldürün, ya da bir yere bırakın da
babanızın yüzü yalnız size kalsın. Ondan sonra da (tevbe eder) iyi bir topluluk
olursunuz.” (Yûsuf, 12/8-9)
Anne bir kardeşler ve
amca çocukları da böyledir. Onlardan her birisi diğerine göre daha iyi ve daha
sevimli olması için birbirlerini hep kıskanırlar.
Akraba olan veya olmayan
iki kişi de böyledir. Birbirini kıskanırlar. Her biri, sıla-i rahimde
bulundukları veya ahbablığını sürdürdükleri kişiler yanında diğerini kıskanır
ve makamının daha düşük olmasını arzular. Hatta bazen saltanat ve şeref gibi
dünya sevgisinden kaynaklanan haset, birbirlerini öldürmeye kadar işi uzatır.
Neticede diğerinin elde edemeyeceği derecede, dünya saltanatı, şerefi, izzeti
veya diğerlerini ikramına nail olmayı kıskanarak, birbirlerini bile öldürürler
İki tüccar veya iki
sanatkâr da böyledir. Biri diğerini kıskanır. Diğerinden alış veriş yapan ve
onunla ticarette bulunan kişilerin olmasını istemez. Ta ki, diğer arkadaşı
değil de kendisi satış yapsın ve ticarî ilişkiye girsin. Meslektaşlarının
kendisine gelip diğerini tenkit etmeleri ve diğeriyle ahş veriş yapan ya da
yanında çalışan işçilerin onu terk etmeleri, çok hoşuna gider. Bu nedenle,
onunla ilişki kuran kişinin nefret edip ilişkisini kesmesi ve kendisine gelmesi
için, diğer meslektaşını tenkit eder, malını veya sanatım kötüler.
Ucuptan ileri gelen haset
konusuna gelince, bunu geçmiş ümmetlerin peygamberlerine karşı sarfettikleri
sözlerde şöyle buluruz: “Siz bizim gibi bir insansınız, bizden farkınız
yoktur.” (Yasin, 36/15). “Şimdi, aynen bizim gibi iki insana mı iman
edeceğiz?” (Mü’ıninûıı, 23/47). “Şayet siz kendiniz gibi bir beşerin
arkasına düşerseniz, iyi bilin ki, hüsrana düşmekten başka bir yolunuz
kalmaz.” (Mü’minûn, 23/34). Kendileri gibi bir beşeri, kendilerinden üstün
görmeyi içlerine sığdıramadılar. Neticede, haset edip hakkı reddettiler vc
şöyle dediler: “Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz mutlaka
kaybedersiniz.” Bu sözleri, yaratılışta vc nesepte tıpkı kendileri gibi olan
birisini, kendilerine tercih etmeyi içlerine sığdıramamak vc taaccüpten ötürü
söylemişlerdir.
Onların bu yadırgamaları
başka âyetlerde şöyle ele alınır: “Şimdi Allah bir beşeri mi resul olarak
gönderdi?” (En’am, 6/8). “Bize bir melek gönderilmeli değil miydi?” (İsra,
17/94). Allah, Hz. Nûh ve Hz. Hûd‘un diliyle kavimlcrine, “Yoksa içinizden
sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla bir zikir gelmesine şaştınız mı?”
(A’raf, 7/63) buyurarak, onların haset, hakkı red ve iman etmemek için ortaya
koydukları inada dikkat çeker.
Hasedin bu türü emsal
arasında nesep, şan, şeref, zenginlik, ticaret zanaat veya reislik gibi
konularda meydana gelir. Öyle ki, bir anne ve babadan olma çocuklar arasında
veya amca çocukları arasında ortaya çıkan haset, diğer insanlara olan
hasedlcrine nispeten daha fazladır. Birbirlerine karşı duydukları bu haset,
hemen hemen kendi dışındakiler için, yok denecek kadar azdır.
Alimin âlime hasedi de
böyledir. Alim olmayan birisi için bu duygu yok gibidir. Abıdin başka bir abide
hasedi, bundan farklı değildir. Alimin abide karşı hasedi, zikre değer bir kıskançlık
değildir; aksine abid âlime karşı saygı ve tevazu içindedir. Ama kendisi gibi
birine hasedi devam eder. Zira âlim onun için haset edecek birisi değildir.
Ticaret erbabı da böyle
bir haset duyar, içinde bulunduğu ticarete, bir başkasının teşebbüsü onu
süratle hasede iter. Kendi sahası dışında kalan tacirler onun için böyle
değildir. Nitekim manifaturacı (bezzar), kendisi gibi bir manifaturacıya haset
eder. Onun ticaretinin revacı ve kârı karşısında rahatsızlık duyar ve üzülür.
Ondaki bu rahatsızlık, kasap, kuyumcu vs. satıcılar için yok gibidir, içinde
bulunduğu ticaret pazarına bir başkasının karışması karşısında duyduğu haset,
uzak bir bölgede aynı ticareti yapan kişiye duyduğu hasetten daha fazladır.
Bunun gibi, yaptığı
ticareti yakınlarından birinin yapması, onda, bir yabancı kişinin yapmasından
daha çok haset uyandırır. Hz. Ömer‘in Ebû Musa’ya yazdığı rivayet edilen şu
söz, bunu ifade etmektedir: “Akrabalar birbirlerini ziyaret ederler ama komşu
ve iç içe olmazlar.’1 Bundan ötürü, Necranlılar Hz. Ömer’e gelip,
“Bir arada oluşumuzla aramızdaki bağlar zail oldu, bizi birbirimizden ayır.”
dediler.
Kişinin yakın ve
komşuları olan emsal kimselere duyduğu haset, uzaktakiler için duyduğu
hasetten daha çabuk ve fazladır. Meselâ, bir topluluk dışardaki bir âlime saygı
duyarken kendi içlerindeki âlime haset ederler. Zira uzaktaki âlim nesep ve
komşuluk konusunda onlarla bir değildir. Böyle bir durumla ilgili Ka'b’in,
Müslim el-Hclvanî‘ye, “Akrabalarınla aran nasıl.” sorusuna, “İttiba edilen
birisiyim.” şeklinde cevap vermesi üzerine, “Öyle ise Tevrat bana yalan
söylemiştir! Kendi kavmi içinde haset edilmemiş ve üzerine büyüklük taslanmamış
hiçbir âlim (hakim) bulunmaz.” dediği rivayet edilir.
Yine Hişam b. Urve,
babasının kendisine şöyle dediğini rivayet eder: “Yavrum, âlimi en çok terk
edenin akrabaları olduğu söylenir. İşte bu hâl bazen hasetten bazen de başka
bir sebepten ileri gelir.”
Bazen bir topluluk,
kendilerinden birine haset eder de rağbet etmezler. Âlimlerine olan hasedleri
bir inkâr ve garipseme şeklinde ortaya çıkar. Bu da içlerinden kendileri gibi
birisini üstün görmeme sıkıntısından kaynaklanır.
Gerek ortaklar gerekse
kumalı kadınlar, böyle bir haset i- çindedirlcr. İşte Ümmü Rumaıfın I Iz.
Aişe’ye, İfk olayı nedeniyle söylediği şu söz bunu anlatmaktadır.
“Kızım, işi büyük görüp kendine eziyet etme! Zira kumalı ve kocası tarafından
sevilen kadınlardan, iftira edilmemiş olanı pek azdır!” Keza, bütün
ortaklılarda durum böyledir. Kişilerin ticaret, cesaret, cemaat, güç, ibadet,
ilim vb. alanlardaki hasedlerine, kendi dışındakilerden ziyade, kendi içlerinde
kiler daha çok etkilidirler.
Haset edenlerin yolu ve
yöntemi budar.
Kıskanç kişinin kendisine
haram kılınmış hasedin temelinde başkasında bulunan nimetleri çekememe ve o
nimetlerin yok olmasını isteme yatar. Haramda rekabet gibi, helâl olmayan bir
sahada ortaya çıkan haset dışında, haram görülmemiş her türlü haset, ahiret ve
dünya hayatı adına bir yarışmadır. Şöyle ki: Kişi başkasında gördüğü nimetlerin
kendisinde de olmasını ister ve gıpta duygusuyla onu elde etmeyi arzular.
Hayırdan kendisinin olmamasını istemez. Sahip olduğu nimetlerden ötürü kendi
adına bir rahatsızlık duymaz. Ancak, bir başkasının onu küçük görmesini içine
sindiremez. Bu nedenle o nimete kavuşmayı arzu eder ve zevalini istemez.
Kulların hayrına olan bir
konuda, nefsin kapıldığı cimrilik ve namertliğe gelince, bu haset edenlerin en
kötüsüdür. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanda bulunduğu kullarına karşı kişinin içinde
duyduğu haset, düşmanlıktan kaynaklanan hasetten veya buna benzer herhangi bir
hasetten daha fazladır. Bu konuda kul, bir başkasında gördüğü nimet sebebiyle
kalbinde bir üzüntü duyar. Evet, başkasına verilen nimetlerin onda uyandırdığı
rekabet hissi, başka hiçbir şeyde bu kadar değildir.
Dedim ki:
“Peki kişi, bir
başkasında gördüğü nimetleri çekememe ve yok olmasını isteme anlamına gelen ve
haram kılınmış bu hasedi, nasıl ve ne ile bertaraf edecektir?”
Dedi ki:
Az bir düşünce ve gayret
ile. Bilmelisin ki, ona haset eden Müslümanları aldatmış, nasihatini terk etmiş
ve mü’minden nimetin zail olmasını isteyen, nimet verilmesinden hiç hoşlanmayan,
şeytan ve kâfirlerden olan düşmanlarına ortak olmuşsun. Ayrıca, Allah’ın
kullan hakkındaki kaderini de beğenmemiş oluyorsun.
İçine düştüğü vc ne din
ne de dünya adına hiçbir faydası bulunmayan bu hasedin zararını idrak
edebilirsen, bu idrak seni hasetten alıkoyan Şayet Allah'a inanıyor, gazap ve
aza-’ bnıdan korkuyorsan, din veya dünya adına faydası olmayacak bir şey için
Allah’ın gazabını üzerine çekme. Zaten hasedini ettiğin kişiye verilen nimet
yok olsa da sana verilemeyecektir. İşte hiçbir basiretli mü’min, dinî ve dünyevî
faydası olmayan ve Allah’ın gazabını celb edecek olan böyle bir zarara hedef
olmaz.
Bundan kurtulmanın daha
kolay bir yolu da şudur: Bilmelisin ki, haset ettiğin kişi sana insanların en
sevimsizi ve düşmanlığı en fazla olan birisi de olsa, hasedinle o nimetten hiçbir
şey kaybolmaz. Eğer Allah hasctçilerin hasedini dikkate alıp ona göre muamele
etseydi, haset edilenlerde hiçbir nimet bırakmazdı. Cenâb-ı Hak, kullarına
takdir ettiği taksimatı, kıskançların kıskanmalarına bakmadan, devam ettirir.
Eğer Allah, kıskançların
kıskanmalarına göre hareket etseydi, nebilerde bile bir nimet bırakmazdı. Bu
durum, zenginler ve ehl-i küfrün haset ettiği mü’minler için de geçerlidir.
Evet hasetten sahiplerine kalan sadece zarardır. Zira Allah’ın kuluna itmam
etmeyi murad ettiği nimet, takdir edilen zamana kadar devam eder. Kesinlikle
Allah, hasetçinin hasedine bakıp ona göre davranmaz.
Cenâb-ı Hakkin şu İlahî
fermanını duymadın mı? “Kitap ehlinden bir grup istedi ki, sizi
saptırsınlar. Oysa sadece kendilerini saptırıyorlar, fakat farkında değiller.”
(Al-i İmren, 3/69). Mü’minleri saptırma arzusuyla kendileri sapıttılar. Böyle
bir şeye sevinme, onlar için dalâlettir. Çünkü mü’minlerin tekrar dalâlete
dönmelerini ve Allah’a karşı kâfir olmalarını istemektedirler. Allah’ın
bilileri tarafından inkâr edilmesini isteyen, nebiyi ve mü’minleri aldattığı
gibi, küfre girmiş vc küfrü artmıştır.
Kıskancın, düşmanlık,
hazımsızlık, kibir, garipseme ve üstünlük taslama gibi, birisine karşı
takındığı hali, şu kişinin haline benzer: Bir adam, düşmanına taş atıyor,
fakat attığı taş dönüp kendi gözüne isabet ediyor. Bunu birkaç defa deniyor
ama aynı neticeyi elde ediyor ve düşmanına bir zarar veremiyor. Attığı taş hep
geri dönüp kendisine isabet ediyor, neticede gözünü çıkarıyor. Bu misâli,
düşmanına ok atan birisi için de düşünebilirsin.
İşte haset eden kişi de
böyledir. Bu kişi haset etmeden önce aslında nimet içindeydi. Bu nimet hasedin
verdiği rahatsızlıktan salim olma nimetiydi. Ne zaman ki, başkasının nimetinin
hasedine düştü, işte o zaman hasetten uzak kalmanın sağladığı nimet de gitti.
Haset neticesinde, hem huzur hem de mü’minlerle olan samimiyet bağlan gider.
Onun yerine, haset ettiği kimse için istediği günah ve nahoş durumların daha
fazlası kendisine gelir. Kıskanılan kişinin nimeti ise, zail olmayıp devam
eder gider.
Bir başkasında gördüğün
nimeti, başına bir sıkıntı gelse de zail olsa, diyerek arzu etsen de, bilesin
ki, senin arzu etmenle o nimet zeval bulmaz ve ona bir sıkıntının isabetinden
hoşlanmandan dolayı da başına bir şey gelmez. Aksine, sen bu arzularınla
kendi huzur nimetinin yok olmasına ve istemediğin durumların aynısının başına
gelmesine sebep olmuşsundur. Belki de bu hâl seni Allah’ın gazabına maruz
bırakır.
Başkası için istediğin
kadarına maruz kalırsın. Belki, muradından daha fazlasına düçar olursun.
Meselâ, bir mü’minin mazhar olduğu dinî nimetlerin yok olmasını isteyip onun
yerine sıkıntı ve meşakkatin gelmesini arzu etsen, unutma ki, istediğin
kötülükten o kişi mutlaka salim kalır, ama sen o kötülükten nasibini alırsın.
Bu durum, dünya nimetleri için de geçerli- dir. Yok olmasını isteyip onun
yerine sıkıntı ve meşakkatin gelmesinden hoşlanman, ondaki nimete bir zarar
getirmez, aksine nimet adına zararı fazlasıyla sen görürsün. İç geçirmelerinle,
ne ondaki nimetler kaybolur, ne de ona bir meşakkat dokunur. Bu nedenle Allah, “Ey
insanlar! Taşkınlığınız aley- hinizedir.” (Yunus, 10/23) buyurmuştur.
Şimdi, seninle, taşını düşmanına fırlatıp, taşırı geri dönerek gözünü çıkardığı
kişi arasında, bir fark var mı?
Belki de maruz kaldığın
belâ vc musîbet onunkinden daha çoktur. Zira sen bu hasedin neticesinde
Allah’ın gazabıyla karşı karşıya geldin vc O’na karşı günahkar oldun. Ondaki
nimet de yok olmadı. Üstelik işlemiş olduğun günahının cezası sana yazıldı. Bu
günahla ahirette sorguya çekilecek, Allah’ın gazabına maruz kalacaksın. Günah
yerine, gözüne attığın taş deseydi, senin için daha hayırlı olacaktı. Çünkü
ölümle birlikte zaten hem gözün hem de sıkıntın gidecekti. Ama hasedin günahı
ne silinir ne de eskir. Ta ki, seni hesaba çekilmek için Allah’ın huzuruna
götürünceye kadar. En kötü sonuç da, bu hasetten ötürü Allah’ın gazabına maruz
kalınandır. Dünyada gözsüz olman, ahirette ateşe giren göze sahip olmandan daha
hayırlıdır. Zaten anında ateş o gözü kör eder.
Hangisi daha kolaydır?
Attığın taşın mı zararı daha büyük, yoksa taş misâli gönderdiğin hasedin zararı
mı daha büyük? Tabii ki, yaptığın hasedin zararının yalnızca sana dönmesi,
karşı tarafa bir zararı olmaması yönüyle, zarara en çok sen uğramış oluyorsun.
Üstelik bu kötü sıfatla başka bir zararın da, mü’rninlere karşı kalp huzurunu
kaybetmelidir. Sen bu halinle, farkında olmadan başkası için istediğin
kötülüğün daha fazlasına düçar oldun ve umduğunu da Allah sana vermedi. Neticede
nimet onda, sızlanma sende kaldı. Ahiret hesabını nazara almazsan da, kalbini
saran gam ve hüzünle, dünyevî musibet açısından başına gelen zarar daha da
büyüktür.
Sanki, ne zaman bir
güzellik ve nimet gördümse, arkasından üzüntüye boğuldun ve bu üzüntünle ceza çektin.
Sen hasedin azabını çekerken, Allah o kulunun nimetini devam ettiriyordu.
Şimdi sen üzüntülü o ise sevinçlidir. Zira, sen faydasız, boş yere, başkasının
nimetlerinden ötürü nefsini sıkıntıya soktun. Bu sebeple hem keder ve gam
yüklendin, hem de günahkâr olup Allah’ın azap ve gazabıyla karşı karşıya
geldin. Basiretli bir mü’min, böyle bir hali görmezlikten gelemez. Sağlam bir
kalp ve düşünce, kötü bir sıfat olan hasette ısrar etmez. Zira insan Allah’a
iman ediyorsa, aklı ve düşüncesiyle bu konudaki zarar ve kârını idrak eder.
Değil mü’minler, ahirete inanmayan kâfirlerin bile, hasedin yalnızca kalplerini
kedere boğacağını ve Allah’ın mü’min kullarına verdiği nimete engel
olamayacaklarını, dolayısıyla başkalarına bir şey olmayacağını idrak etmeleri,
onları hasetten korur.
Ahirete inanmasa bile,
dünyasına aklı çalışan ve bu kötü sıfatın farkında olan hiçbir kâfir yoktur kı,
bu biliş ve farkına varış onu, hasetten uzak tutmasın. Kâfir böyle olunca, ya
ahirete inanan bir mü’min nasıl olmalı? Evet mü’min hasette büyük bir günah
olduğunu bilir ve bu konuda Allah’ın gazabından kendini emin görmez.
Durum böyle olunca,
hasedi kabullenmek bir tarafa, kalben bile ona yönehnemelidir. Ancak bu
şekilde onu nefyedebHir. Bunun böyle olduğuna inanan anlar ve bir daha ona düşmemek
için azmini kullanır. Diğer yandan da onunla karşı karşıya kalmamak için hassas
ve temkinli olup kaçınır.
Sahibi tarafından
kabullenilip define çalışılan hasedin, kalbe arız olduğu zaman, izalesini
güçleştiren başka bir husus da şudur: Gerek dinî gerekse dünyevî konularda
kapıldığın haset, İblisin sana olan hasedindendir. Çünkü mü’minlerden herhangi
biri, kendisine ihsan edilen dinî nimetler açısından ya senin üstündedir ya
senin seviyelidedir ya da senden aşağı bir derecededir. Şayet o mü min
kardeşin, dinî nimete maz- har olma açısından senin üstünde bir yerde ise, sen
onun amel ve ilmine sendekilerle ulaşamazsın. İblis, mü’min kardeşine
lütfedilenlere olan muhabbetinden rahatsızlık duyar ve böyle bir şeye sevginle
iştirak etmene haset eder. Yaptıklarında senin takdir ettiğin o kişiye
sevginle ortak olmam İblis, hoş karşılamaz. Kalbinde, onu kıskanmaya sevk eden
duygular atar. Bunu, ilim ve ameliyle önünde olan kardeşine, sevginle ortak
olmaman için yapar. Derken senin nazarında onu, buğza müstahak biri olarak
gösterir. Buna ilave olarak, ondaki nimetlerin yok olmasını sana sevimli hale
getirir. Çünkü İblis, bir mü’mine verilen nimetlere karşı senin sevgi ve rızâ
ile mukabele etmenin, seni onun ecir ve sevabına ortak edeceğini çok iyi
bilir. Bu yüzden içine, onun amel ve ilim yönünden üstünlüğünü kerih
gösterecek bir duygu atar. Ve yine İblis, amelinde gerisinde kaldığın
kardeşinin, sevginle de beraberinde ortağı olmaman için, ondaki nimetlerin
kaybolmasını sevdirir.
Hz. Peygamber’in, “Bir
kavini sevdiği halde onlara katılmayan kişi hakkında ne dersin?’1
diyen A’rabîye, “O sevdiğiyle beraberdir.” dediğini duymadın mı? Bu hadîsi Safvan b.
Assai rivayet emiştir. Kıyametin ne zaman kopacağını soran bir A’rabîye de Hz.
Peygamber, “Ona ne hazırladın?” demiş, A’rabî, “Allah ve Resûlü’nün sevgisinden
başka ne namazdan ne de oruçtan ciddi bir hazırlığım yok.” cevabını verince,
Hz. Peygamber, “Sen sevdiğinle berabersin.” buyurmuştu. Hz. Enes şöyle der: “Müslümanlar
İslâmiyetle- rinden sonra, o günkü kadar sevinmemişlerdi. Bu müjdeli haber,
Müslümanlıklarından sonra, onlar nazarında en güvenilir amelleriydi.”
Ebû Mûsa, Hz. Peygambere,
“Ya Resûlallah, bir adam ki, namaz kılmaz ama namaz kılanları sever, oruç
tutmaz ama oruç tutanları sever.” dedi ve benzeri birkaç şeyi daha saydı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, “O sevdiğiyle beraberdir.” dedi. Bir zatın Ömer b.
Abdilazizhn yanında şöyle dediği nakledilir: “Alim veya öğrenci olmaya gücün
varsa, ol. Buna gücün yetmezse onları sev. Buna da gelemiyorsan, onlara buğz
etme.” Ömer b. Abdilaziz de, “Sübhanellah, Allah onun için mutlaka bir çıkış
yolu ihsan etmiştir.” dedi.
Nefsin muradı, seni,
senin en faziletli amellerinden yüz çevirmektir. Ameli tam veya amelinde ihmali
olan birisi olsan da bu durum fark etmez. Sen ameli tam olan birisi olarak
gelip geçmiş nebi ve sıddıkları sevmenle, onların taatleriyle sevinen birisi
olursun. I Iz. Peygamber’in işaret ettiği gibi, sevgi ve muhabbetinle onlarla
beraber olursun.
Amelinde kusurlu olan
birisi isen, sevgi ve rızânla onlarla beraber olmayı kaçırmamışsındır.
Bilirsin ki, nefsanî bir istek, seni herhangi bir bahaneyle onlara karışmaktan
menetmiştir. Onlardan yüz çevirmekle kalmamış, buğza, aldatmaya, hatta güç vc
kuvvetlerinin kaybolmasını arzulamaya da itmiştir. Böylece haset ettiğin
kişiye hem kavuşma fırsatını kaçırmış, hem de günaha girip üzüntünü artıran
birisi olmuşsun.
Keşke sen, ona (haset
ettiği kişi) yetişememekten ötürü, üzüntüsü artan kalbin karşısında bari bu
işin günahından uzak kalabilseydin. Ancak sen, onun seni geçmesi karşısında
günaha girdin. Haset ettiğin zatın kurtulduğu yerde sen helâk olmaya müstahak
oldun. Kendini bu duygudan alıkoyabilscy- din, hem sevap alırdın hem de bu
hastalıktan salim olurdun. Ama sen, haset ettiğin kişinin sevap aldığı bir şey
üzerine günah işledin.
Şöyle bir hadîs rivayet
edilmiştir: “Cennet ehli üç gruptur: İhsan sahipleri, onları seven, bunlara
zarar vermekten kendini alıkoyan.” Muhsine zarar vermekten kendini alıkoydu, Cen-
net’e hak kazandı.
Haset eden baksın, zarara
giren kim, hayrına engel olunan kim, nimeti zail olan kim, aldanan kim; kendisi
mi yoksa haset ettiği kimse mi? Haset edenin hasediyle birisinin başına gelen
zararın ve bu sebeple ondaki nimetlerin yok olmasının sana bakan yüzü daha
büyüktür. Zira bu sefer de sen bir başkasının hasedine hedef olmaktan
kurtulamazsın. Her hasidin birisini zarara uğratması demek, sende de herhangi
bir nimetin kalmaması demektir. Rabb’inin sana ihsan ettiklerini kıskananlara
bir şey vermemesini istemektense, sana yakışan O’na olan şükür ve
muhabbetinden dolayı O’nun kullarını kıskanmamaktır.
Hasette günah olmazsa
bile, sana, Allah’a isyan etmemek yaraşır. Çünkü Cenâb-ı Hak, sana nimetini
tamamlıyor. Haset edenler ise, hasret ve ızdırapları ile baş başa kalıyorlar.
Onların bu konudaki şiddetli istek ve arzulan geri tepmektedir. Din adına
kaybettikleri ise, başka bir zarardır. Allah’ın, onların senin aleyhinde olan
isteklerini yerine getirmemesi, O’nun bir lütfü, keremi ve fazlıdır. Bundan
ötürü Allah’a şükret.
Senden başka kimsenin
peşine düşmediği hasedi bırak. O haset ettiğin daha sana haset etmiş olsa bile,
terk et. Allah’ın kullarına olan taksimatına razı ol. Bunu böyle yapmazsan,
O’na olan sevgine muhalefet etmiş ve muhalefetin gerektirdiği cezayı hak etmiş
olursun. Ona haset etmeden önce var olan selâmet ve nasihat nimetinin yok
olmasından başka, ona haset ettiğinde dinî ve dünyevî bir nimetin senden zail
olmayacağından emin değilim. Senin bir başkasından yok olmasını istediğin şey,
ceza olarak sana döner. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: “Kötü tuzak ancak
sahibine döner.” (Fatır 35/43).
Bu tuzak kurmak isteyen
gibidir. Başkasına kötülük yapmak ister, oyunu onun başına döner. Haset eden
de boyledir. Nimetlerin zail olması ve başına belâ gelmesi gibi, başkasına istediği
şeylerin, aynen başına gelmemesinden emin değildir. Böylesi birisinden şöyle
dediği rivayet edilir: “Ben Osman için ne temenni ettimse, aynen başıma geldi.
Hatta ölümünü de temenni etseydim o da başıma gelirdi.”
Ahiret azabı korkusuyla
hasedi bırakmazsan da bari, Allah’ın dünyada vereceği, hasedinin misli bir
cezaya maruz kalacağın korkusuyla vazgeç! Allah’ın, kıskandığın kimseye
lütfunu, ihsanım devam ettirip, senin içten içe yanman ve fenalaşmana sebebiyet
vermesidir. Bu yüzden sana düşen, ahiret azabından kendini emin görsen bile
hasedi terk etmektir.
Hem Allah ve Resûl’ünün
zemmedip kızdığı bir hususta kendini nasıl emin görebilirsin? Zira Allah,
kitabının değişik yerlerinde bu duruma işaret edip haset ehlini zemmetmiştir.
Geçmiş ümmetlerin arasını açan ve aralarına dinî ihtilafın girmesine neden
olan hususun haset olduğu Kur’ân’m verdiği haberler arasındadır. Bu halin seni
dinî ve dünyevî bir cezaya götüreceği konusunda bir korkun ve günah endişen
olmazsa bile, sana yakışan, kalbini gam ve keder azabından kurtarmak için
hasedi terk etmektir.
Hiçbir şey için terk
etmesen bile, sana lâyık olan, zikredilen şu son husus için mutlaka hasedi
terk etmendir. Aksi takdirde muradına erememiş, kalbini üzüntü ile
azaplandırmış, aklı olmayan bir bunak olmuş olursun. Özellikle hasetten uzak
kalmanın gereğini anlatan hususları açık bir şekilde anlattım. Zikredilen
birinci sebebe aklın yatmazsa bile belki ikinci sebebe yatar. Nefsin bu
İkincisine de yanaşmazsa, üçüncüsüne veya dördüncüsüne razı olabilir.
Bunları iyi düşün ve
nefsine nasihat et. Bu mesele ehl-i diyanet ve ehl-i dünyanın hepsine şamildir.
Kıskançlığın sebep olduğu cezaların bir kısmı daha dünyada iken, peşin bir ceza
olarak verilir. Kalbi sıkıntı ve dünya adına hiçbir faydası olmayan büyük bir
endişe duygusu bu cezadandır. Allah’ın kullarına karşı nefsini aldatıp dinin
elden gitmesi ve ilahi taksimata karşı hoşnutsuzluk izhar etme gibi kötü bir
duruma maruz kalmak da söz konusudur.
Kişi
Hasedi Nefyettiğini Ne Zaman Bilebilir?
Dedim ki:
“Hasedi açık bir şekilde
beyan edip, onun ne denli zararlı bir şey olduğunu açıkladın. Şimdi ondan
bilerek kurtulmayı istiyorum. Hasedi nefyeden izahlarınla nefsime dönünce onu
kalbimden attığımı bilmemin delili ne olabilir? Nasıl emin olabilirim? Zira
anlattığın bir çare ile nefsime nasihat ettiğim zaman, bazen içimde, Allah’ın
kullarına verdiği nimeti çekemeyen ve zevalini isteyen gizli bir karşı koyuş
hissediyorum.”
Dedi ki:
“Ne düşmanın olan İblisi
susturmaya ne de fıtratını, seni hasede çekip götürmeyecek bir şekilde
değiştirmeye, gücün yeter. Düşman, bir kere haset telkiniyle yaklaşınca,
neredeyse, nefsine sahip ve hakim olmaya gücün yetmez hale gelirsin veya
tabiatın buna sessiz kalır. Zaten sen, fıtratını, çekişmesi olmayan, gafleti
bulunmayan bir şekle sokmakla mükellef değilsin.
Bu ancak meleklerin
tabiatıdır. Senin mükellef olduğun husus, aklınla Allah’a bağlanmak ve ondan
gayrısına itaata meyletme- mektir. Düşmanının telkini ve tabiatının dürtüsüne
rağmen, bir emanet olarak Allah’ın sana verdiği aklının marifetiyle bundan
kurtulmayı murad etmen, senin onu, aklen çirkin görüp istemediğini gösterir.
Böylece aklınla kerih görüp meyletmekten kaçındığın hasetten, kurtulmuş
olursun.
Kalplerde çekişen ve
şerre çağıran kötü duygular hep böy- ledir. Şayet kerih görmekle, hasedi aklen
uzaklaştırabilmiş isen, nefsin dürtüsü ve aklın telkinleri sana zarar vermez.
Haşan, I Iz.
Peygamber’den şöyle bir rivayette bulunuyor: “Mü'mirilerde üç şey var ki
çıkış yolları bulunur: Uğursuz sayma, haset ve zan. Uğursuz saymanın çıkış
yolu, ona bir daha dönmemektir. Hasedin çıkış yolu, ona rağbet etmemek ve
aşırıya gitmemektir. Zarının çıkış yolu ise, onu gerçek görmemektir. Hz.
Peygamber, ona rağbet etmeyen, başkasının başına belâ gelmesini ve
nimetlerinin gitmesini istemeyen kişinin, hasetten kurtulacağını haber vermektedir.
Hased
Organlarla Olur Diyenlere Reddiye
(“Haset kalpte kaldığı vc
etkisi organlardan dışarı çıkmadığı sürece, zarar vermez.” diyenlerin yanlış
oldukları vc bunun İlmî gerçeklere uymadığı konusu)
Dedim ki:
“Hasan‘dan haset konusu
sorulduğunda, “Kalbinde gizle, açığa çıkmadıkça zarar vermez.” şeklinde cevap
vermiştir. Bu söz hakkında ne dersin?”
Dedi ki:
65 Muntahabu Kenzu’l-Ummal, VI. 371.
“Bunun anlamı doğrudur.
Kişi hasedini içinde tutup dışarı çıkarmazsa, kerih gördüğü için bunu yapmış ve
onun için dışarı çıkarmamıştır. İşte benim kerih görerek reddetme şeklinde
anlattığım anlam budur. Çünkü hasedi kerih görmek kişiyi, onu açığa vurmaktan,
neticede hasedi dil ve organlarıyla kullanmaktan meneder.
Hasanhn da ifadesinde yer
aldığı gibi, hasedi içinde tutmayıp onu dışarı vurmada sakınca duymayan,
fakat, onu kendisine açacağı bir yer ve kişi de bulamazsa bu şahıs, kullara
bahşedilen nimetlerden rahatsız olup zevalini arzu etmesi nedeniyle yine haset
ediyor demektir. Çünkü haset kalbi bir iştir. Kalbin hasedi, dil ve el ile
kullanması ise, daha büyük bir günahtır. Kardeşlerinin Yûsuf a yaptığı gibi.
Kişi, kabul eden
birisinin yanında, hasedini yalan, gıybet ve ta’n u teşni ile kullanarak açığa
vursa ve bununla birini ilimden, sılay-ı rahimden, kendisine yapılan bir dua
veya yardımdan mahrum etse ya da organlarla ona bir eziyet verse, bütün bunlar
haset değil, hasetten ileri gelen işlerdir. Haset onu bu işlere sürüklemiş ve
neticede, haset ettiği şahsa karşı, Allah’ın hoş görmediği fiillerde
bulunmuştur.
Eğer bu haset olsaydı, o
zaman kulların, rağbet, korku ve dünya talebi adına bütün fiilleri haset
olurdu. Kulların birbirine olan bütün kötülük ve taşkınlıktan haset olurdu ki,
bu aklı başında bir insanın diyebileceği bir iş değildir. Zira haset kalbe
aittir.
Cenâb-ı Hak, haset
edenleri şöyle anlatıyor: “Size bir iyilik dokunsa onları üzer."
(Al-i İmraıı, 3/120). “Kitap ehlinden olan kâfirler de, puta tapanlar da
size Rabb’inizden bir hayır indirilmesini istemezler." (Bakara,
2/105). “Kitap ehlinden bir grup istedi ki, sizi saptırsınlar."
(Al-i İmran, 3/69). “Kitap ehlinden çoğu sizi imanınızdan sonra küfre
döndürmek isterler." (Bakara, 2/109).
Allah hasedi, kullarına
iman, muhabbet, hayır, fetih, nusret vs. adına bahşettiği iyiliklere karşı,
kalplerin gösterdiği rahatsızlık olarak tanımlayıp, onun organlara değil,
yalnız kalbe ait olduğunu bildirmiştir. Her ne kadar kişi, düşmanını ve
kendisiyle çekişen tabiatını susturamıyorsa da, hasedini kerih görerek, açığa
çıkmasına engel olursa, kalbini onunla iş yapmaktan, organlarını da onu
kullanmaktan alıkoymuş olur. İşte Hasan‘ın sözü de bu anlamdadır. Çünkü kulun
tabiatını değiştirmeye ve düşmanını susturmaya gücü yetmez. Ancak onu içinde
tutup kullanmanın önüne geçerse, böylece hasedini nefyetmiş ve azalanın ondan
uzaklaştırmış olur.
Bir grubun Hasanhn sözünü
delil göstererek, “Haset, ancak organlarla fiiliyata dökülürse zarar verir.”
deyip, hasedin kalbî değil fiilî bir husus olduğunu söylemeleri nedeniyle bu
konuyu açık bir şekilde izah ettim. Allah Teâlâ da hasedin organlarla değil,
kalple olduğuna şu şekilde işaret etmiştir: “Onlar (Ensar) onlara (Muhacir)
verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilim) duymazlar.” (Haşr,
59/9).
Bu âyet kıskançlığın
organlarla değil kalbe ait bir husus olduğunu vc onu kullanmanın bizzat haset
olmayıp, hasetten kaynaklanan bir iş olduğunu göstermektedir.
(Haset edenin arzu ettiği
şey, haset edilenin başına gelince, zulüm etmiş oluyor mu? Yoksa sadece haset
edenle Allah arasında bir günah mıdır?)
Dedim ki:
“Birinde gördüğüm
nimetlerin bende rahatsızlık uyandırması nedeniyle, zevalini istememle, başına
o nimetleri yok edecek bir belâ gelse; meselâ, zenginliği yerine fakirlik,
sıhhati yerine hastalık, ılım yerine cehalet, masumiyet yerine hizlan, setr
yerine hatalarının açığa çıkması durumu hasıl olsa, ben de bundan pişman
olsam, acaba haset ettiğim kişiden helâllik istememi • gerektiren bir zulüm
yapmış olur muyum?”
Dedi ki:
“Eğer bu haset, organları
kullanmaya götürmeyip sadece kalpte kalmış ise, bu şenle Allah arasında bir
günahtır. Çünkü, Allah’ın nehyettiği bir hususta, kulları hakkında O’na isyan
etmiş oluyorsun. Bunda haset edilene karşı bir sorumluluk yoktur. Dolayısıyla
helâllik dilemeyi gerektirmez. Kalpte kabaran haset duygusu, gıybet, yalan,
başını bir sıkıntıya sokma veya bir malı gasbetme gibi bir şeye sebep olursa,
işte o zaman helâllik dilemen gerekir.
Kalpteki kıskançlık, bu
mezmûm sahaya taşmazsa, bu durum yalnızca büyük bir günah olarak kalır. Bu
günah, organların sebep olduğu ırz, mal ve nefsle alâkalı, kullar arasında
kısas gerektiren bir zulüm yerine geçmez. Fakat, içinde kısası gerektirmeyen
nice şey vardır ki, kısas gerektiren çok şeyden daha büyüktür.
Hadîste varid olduğu
üzere haset, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, hasenatı bitirir.
Hülasa haset, yukarıda
bildirdiğim gibi, kalbe aittir. Ama, hasedin organlarla kullanılması, hasetten
kaynaklanan bir iştir. Şayet hasedin organlarla kullanılması da bir haset olsaydı,
o zaman gıybet, yalan, vurma, öldürme, hırsızlık gibi şeyler haset olurdu.
Sayılan bu işlerin hepsi birer günahtır. Bunlar bazen hasetten, bazen de kibir,
riya, dünya sevgisi veya fakirlik korkusundan kaynaklanırlar. Bütün bunları,
başka türlü tevil eden yanılmış ve dinin sahih alanından çıkmış olur.
MÜRİDİN
TERBİYESİ
VE
HİDAYETE ERDİKTEN
SONRA FİTNEDEN
SAKINDIRILMASI
SEKİZİNCİ
BÖLÜM
Dedim ki:
“Gece vc gündüz
saatlerinde benim yaşantım nasıl olmalı?”
Dedi ki:
“Cenâb-ı Hak şöyle
buyuruyor: “Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında
(bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir).” (Zümer, 39/42). İbn Cüreyc
şöyle demiştir: “Ruh ve nefis insanın içindedir. Ruh ve nefis arasında güneş
ışığına benzer bir perde bulunmaktadır. Allah, nefsi vefat ettirdiğinde ruh
insanın içindedir. Allah nefsi vefat ettirmişse, ruhu içinden çıkar. Şayet
insan ölmemişse, nefsi ona iade eder ve nefis, insan uyanmadan önce yerine
yerleşir.
İbn Abbas, buna benzer
şeyler söyler. Ancak şunu da ilave eder: “Nefis, akıl demektir. Rabb’imiz bize
haber verir ki, O nefisleri uykuda vefat ettirir. Dolayısıyla bizim uykudaki
gafletten sakınmamız gerekir. Bu sakınmayı da, günahlardan temizlenme vc bunu
da ancak Ccnâb-ı Hakk’ın rızâsını elde etme gayesiyle yapmak gerekir.
Allah’ın rızâsını
gözetmenin tezahürü ise, günah perdesini yırtmamak, Yüce Yaratıcı’ya muhalefet
eden şeyi kabul etmemektir. Çünkü Allah, kendisinden bir rahmet ve nimet
olarak bizim uyku esnasında gaflet üzere ölüme aniden yakalanmaktan sakınmamızı
istemektedir.
Hz. Peygamber de uyumak
istediğinde şu duayı okurdu: “Allahım, senin adınla ölüyor ve senin adınla
diriliyorum.” Hz. Peygamber
uzanıp uyuyacağı sırada şöyle dua ederdi: “Allah'ını, ruhumu kabzederseıı
onu bağışla ve merhamet et. Şayet yaşatırsan, onu, salih kullarını koruduğun
gibi koru.”
Allah korkusuna sahip
mürid, her an ve pozisyonda ve bilhassa uyku esnasında, ölüme ansızın
yakalanmaktan kendisini emniyette saymamalıdır. Uykuda vefat etmekten ve bir
daha hiç uyanmamaktan korkmalıdır.
Şayet mürid bu hususta
kalbini havfa ikna etmişse, bundan sonra Allah’ın onun ruhunu, hoşnut
olmadığı, Allah’ın yasakladığı şeyleri işlemek ya da hukukullahtan bazı şeyleri
zayi etmek gibi şeyleri ısrarlı bir şekilde yaparken, uykusunda kabz edivermesinden
sakınmalıdır. Böylece yapmış olduğu şeylerden ötürü, Allah kendisine pişmanlık
ve tevbe etme azminin yanı sıra, şayet sabahlarsa Allah’ın kerih gördüğü
şeylerden kaçınma, üzerine yapması gerekli olan şeyleri eda etme ve zulmen ele
geçirmiş olduğu malı sahiplerine iade etme, onlara dil uzatmışsa helâllik alma
konusunda kendine azim verir.
Böyle bir kimse uykuda
ölüme yakalanırsa, inşaâllah günahlarından mağfiret olunarak Allah’a kavuşmuş
olur. Eğer ertesi güne sağ olarak çıkarsa onun tevbe üzere bulunma azmi Allah’a
karşı haya sahibi olmayı da sağlar. Çünkü kul Allah’a karşı davranışlarında
azim göstermekle O’na karşı hayâlı davranmaktan daha ziyade yakınlık kazanır.
Kişi, sürekli nefsine
şunu hatırlatmalıdır: “Ey nefis! Dün Allah’a söz vermiştin. Ne de çabuk sözünü
unutuyorsun? Neden Allah’a karşı azim ve sebat göstermiyor ve buna bir gün
dahi vefalı davranmıyorsun?” Durum böyle olduğundan, sen her yaşadığın gün
uyumadan önce tevbeni yenilemeksin.
Sabaha ulaştığın her gün
Allah’a hamd etmelisin. Çünkü Allah seni uykunda vefat ettirmedi ve sana hayât
verdi. 1 Iz. Peygamber de uykusundan uyanınca şöyle dua ederdi: “Beni uykuda
öldükten sonra dirilten, uykumda vefat ettirmeyen Allah’a hamd olsun.”
Sonra nefsine vefalı
davranmayı öğütle ve ona Allah’la sözleşmesinin daha yeni olduğunu hatırlatarak
nefsini Rabb’ine karşı hayâlı davranmaya teşvik et.
Uykuya dalmadan önce her
defasında azmini yenile, uykuyu ölüm için bir ibret olarak hatırla; çünkü sen
uykunda âdeta bir ölü gibisin. Nitekim Cenâb-ı Hak uykuyu vefat olarak
isimlendirmiştir. Dolayısıyla uykunda seni vefat ettirmesinden endişe
duymalısın
Sabahladığında ise tekrar
dirilmeyi haşir ve neşri, Allah’ın huzuruna hesap için çıkacağını düşün. Zaten
Allah, sabahlamayı ba’s (yeniden dirilme) olarak isimlendirmiştir. Bu da haşir
ve neşre benzediği içindir. Hz. Peygamber uyandığında Allah’a dönüşü
hatırlayarak şöyle duada bulunurdu: "Allah'ım Senin sayende diriliyor,
Senin sayende ölüyorum, dönüş de Sanadır.>,M
O halde sen uyanır
uyanmaz ilk yapacağın şey Allah’a hamd ile güne başlamandır. Çünkü Allah seni
vefat ettirmemiş, uykundan uyandırmıştır. Ayrıca ahirette Allah’a dönüşü de
hatırlamalısın.
Yataktan kalktığında
elbiseni giymeye yönelirken, tesettürle emredildiğin üzere elbiseni setr-i
avret için giymeye niyet etmelisin. Ayrıca Allah’tan ve meleklerinden hayâ
duymalısın. Gerek cin gerekse insanlardan yanında bulunabilecek kimselerin
gözlerinden sakınmak üzere tesettüre yöneltmelisin.
Sabahleyin mümkünse
misvaklanmalısın. Bunda da ağız temizliğini, Allah’ın rızâsına ve Hz.
Peygamberin sünnetine ittiba etmeyi niyetlenmeksin.
İhtiyacın varsa, abdcst
bozarsın, sıkıntı veren şeyleri izale edersin ki, onlar seni namazdan
alıkoymasın. Bu tedbiri almakla aynı zamanda Hz. Peygamberin emrine ittiba
etmiş olursun. İhtiyacını gidermek için helaya gireceğinde I Iz. Peygamberin de
yaptığı şu duayı okursun: “Bismillah, maddî-manevî pisliklerden ve kovulmuş
şeytandan Allah a sığınıyorum.”
Helâdân çıkınca yine Hz.
Peygamber’in okuduğu şu duayı yap: “Bana sıkıntı veren şeyi benden gideren ve
faydalı olanı bırakan Allah’a hamd olsun.” '
Bundan sonra abdcst
alırsın. Önce Hz. Peygamberin sünnetine ittiba ederek ellerini yıkarsın. Ama
taharetlenirken temizlenmeyi sol elinle yaparsın. Temizlenmede Allah’ın hoşnutluğunu
düşünmelisin. Zira O, âyeti kerimede “Allah tevhe edenleri ve
tetnizlenenleri sever.” (Bakara, 2/222) buyurmuştur. Bu âyet su ile
temizlenen Küba halkı hakkında inmiştir.
Sonra abdcst azalarını,
Allah’ın emir buyurduğu farzları yerine getirmek için yıkarsın. Bu sayede
namazın farzını da eda edersin. Çünkü Allah abdestsiz namazı kabul etmez. Bu
sebeple abdesti emir buyurmuştur. Hz. Peygamber’in: “Abdestsiz namaz hiçbir
surette kabul olunmaz. ” buyurmasına binaen, Allah’ın rahmet kılarak
makbul tuttuğu ibadet, ancak taharet ve abdestli olarak yapılan ibadettir.
Bu farzları eda ederken,
Allah’ın, senin namazını kabul etme ümidini kalbine sürekli hatırlatmalısın.
Her defasında ağıza, buruna su verişte, abdest azalarından herhangi birini
yıkayışta o uzvunla işlediğin günahlara keffaret olmasını ümit et. Nitekim Hz.
Peygamber şöyle buyurur: “Mii’min kulun abdest azalanım ulaşan su, onun
günahlarına keffaret olur. Öyle ki elini yıkadığında eline ait günahlara
keffarettir.” Devamında Hz. Peygamber, abdest azalanın tek tek sayarak her
birisinden vuku bulan günahlara keffaret olacağım zikretti.75
Abdesti bitirince mescide
gelirsin. Mescide gelmede namazı cemaatle eda etmeye niyet edersin. Bununla
hem Hz. Peygamber’in sünnetine itti bayı, hem de farzı eda etmede Müslümanlarla
yardımlaşmayı, orada hazır bulunan mü’min- lerle birlikte dua ile Allah’tan
yardım ummayı niyet etmelisin. Çünkü sen, mescidde Allah’ın ziyaretçisi
hükmündesin. Bu ziyaretinde Süleyman’ın naklettiği şu mânâyı tefekkür et: “Her
kim mescide gelirse, o Allah'ın ziyaretçisidir. Ziyaretçiye ikram etmek ev
sahibi üzerine bir haktır/’14 Biz de Allah’ın sana rızâ ve Cenneti
ile ikramda bulunmasını ümit ederiz.
Namazını bitirince,
mescidde bulunup nafile ibadete devam etmek, yoksa evine gitmek ya da maişetin
için işe koyulmak mı daha hayırlı ve gerekli olduğunu tercih etmelisin. Bunlardan
hangisi evlâ ise ona yönel.
Evine girince Allah’ın
kendilerini veli dostlar olarak nitelendirdiği mü’min kimselere karşı şefkat
göstermeyi prensip haline getir. Zira Allah dostları, Allah’ın kendilerine
yakınlık verdiği ve Cennetine lâyık kıldığı kimselerdir. Nitekim onlar Cennet’e
ulaştıklarında şöyle diyeceklerdir: “Biz daha önce de aile fertlerimize
karşı şefkatte ileri derecedeydik.52/26). Hatta onlar aile fertlerine karşı
bu şefkatlerinden dolayı gıpta duyulacak seviyededirler.
Sen de kalbini Cennetteki
Allah dostlarından şefkatli olanlarla birlikte emniyet içinde o makama
erebilmek ümidi ile şefkatli olmaya yönlendir. Şayet insanlardan birisi hatalı
yola girerse, sen onu Allah’ın emirleri
doğrultusunda dosdoğru gidebilmesi için kötülüklerden alıkoy. Bu onları
Cehennem ateşinden koruman demektir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Nefislerinizi
ve ehlinizi Cehennemden koruyunuz." (Talırim, 66/6). Bir tefsirde
şöyle ifade edilmiştir: “Siz onları talim ve terbiye ederek koruyunuz.”
Eğer bir ihtiyaç için
çarşıya çıkmayı istersen, dışarı çıkmadan önce iyi ııiyetlcıini öncelikle
pekiştir. Yolda, çarşıda Allah’a itaat etmeye dair niyetini sürekli yenile.
Çünkü senin ecrin niyetin ölçüsündedir.
Ka’b’ın rivayet ettiği şu
haberi bilir misin ki, o Allah’ın kitabında şu üç hususu tespit etmiştir.
“Şehitler üç kısımdır. Birincisi, malını Allah yoluna vererek sevabını
Allah’tan uman, canıyla da İslâm topluluğuna destek olan fakat niyetinde ne
başkasını öldürme ne de öldürülmeyi düşünmediği halde, kendisine isabet eden
bir kaza okuyla vefat eden insandır. Bu, durum o kimsenin kanından akan ilk
damlayla günahlarının mağfiretine vesiledir. Şehid kimse ev halkından yetmiş
insana şefaat edecektir.
İkincisi, sevabını
Allah’tan umarak malını Allah yolunda sarfeden, canıyla da İslâm ordusunu
destekleyen ve niyetinde de düşmanı öldürmek arzusu bulunup kendisinin ölmesini
arzu etmeyen kimsedir. Fakat burada bir kaza oku gelip canını aldığında bu
kimse Cenncfte Hz. İbrahim Halilurrahman ile beraber omuz omuza bulunacaktır.
Üçüncüsü, Allah yolunda
malıyla ve canıyla cihad eden, savaşta İslâm cephesinde yer alan, Allah
yolunda öldürüp, öldürülmeyi niyet eden kimsedir. Buna bir kaza oku isabet
ettiğinde, bu kimse Ccnııet‘te Allah ın arşı altında kılıcını çekmiş bir
vaziyette mücahid olarak haşrolur. Bu şehit, dilediğine şefaat edebilir. Onun
için günah ve isyan diye bir şey kalmaz, hepsi affolur.
Hâlbuki bu üç kimse Allah
yolunda mallarını vc canlarını ortaya koymada eşit davranmıştı ve üçü dc öldü.
Fakat niyetleri nispetinde, İkincisi birinciden, üçüncüsü de İkinciden
üstündür. Çünkü birinci kimse ne ölmeyi ne de öldürmeyi niyet etmişti. İkinci
şahıs ise öldürmeyi istemiş fakat ölmeyi niyetinden geç irme m iş tir. Üçüncü
şahsa gelince o niyet ve himmetini alî tutmak suretiyle birinci vc ikinci
şahıstan üstün hale gelmiştir. Zira o hem Öldürmeyi hem de Allah yolunda şehit
olmayı niyetinden geçirmiştir. Ka’b devamında şöyle der: "‘İşte bu üç
satır Allah’ın kitabında bulunmaktadır. Onu haber veriyorum.”
Ibnu’l-Mübarek’in bir
arkadaşı şunu nakleder ki, o Mekke sokaklarında yürürken şunu mırıldanmıştır:
“Develeri güderim ama dedikoduları gütmem.”
Niyetini alî tuttuğun
ölçüde ecrin büyük olur. 1 lerhangi bir işe teşebbüs ettiğinde gücün yettiği
ölçüde niyetini alî tut. Eğer böyle yaparsan hem niyetin hem davranışların
büyük ecrini kazanırsın. Hatta pratikte onu gerçekleştiremesen bile niyetinin
mükafatını alırsın.
Çarşıya çıkarken
niyetinde şunlar bulunmalıdır: Bir meclise rastlarsan onlara selâm vermek, bir
mazlumu görürsen yardım etmek, bir münker görünce onu gücün yettiğince değiştirmek
ya da kalben buğzctmek, yolda eza veren bir şeye rastlarsan onu yoldan
kaldırmak, tanıdık ve arkadaşlara rastladığında onlarla selamlaşmak, mümkün
mertebe Allah rızâsı için onların hâl ve hatırlarını sormak, akraba vc
diğerleri için de aynı şeyleri gözetmek. İnsanların işlerinde, senin yardım
edebileceğin bir husus varsa, yardım etmek. Bu sayede selamlaşmanın, hâl hatır
sormanın, yardımlaşmanın sevabına peşinen ulaşırsın. Ayrıca sıla-i rahim yapar
ve Allah’a karşı da hamd ü sena da bulunursun.
Başkasını sevindirmeyi
kastederek karşındakilere selâm vermeye niyet edersen, hem selamınla hem de
onu sevindirmekle sevap alırsın. Eğer sevinmezse bile, aranızda bir samimiyet
oluşur ve sen ona selâm vermek, hâl hatırını sormakla onun Allah’a hamdetmesine
sebep olmuş ve sevap kazanmış olursun. Nitekim, İbn Ömer‘in şöyle dediği
nakledilir: “Ben özellikle selâm verip selâm almak ve bununla Allah’a hamd
edilmesi için dışarı çıkarım.” Fudayl b. Amr mürsel olarak şu rivayeti
nakleder. Hz. Peygamber bir adamla karşılaştı. Ona, “Nasıl sabahladın?”
Adam, “Sağlık ve afiyet içinde!” dedi. I Iz. Peygamber, “Nasıl sabahladın?”
sorusunu tekrar edince adam yine “Sağlık ve afiyet içinde!” cevabını verdi.
Hz. Peygamber üçüncü kez sorusunu tekrarlayınca adam, “Allah’a hamdolsun hayır
üzere sabahladım.” dedi. Hz. Peygamber, “işte benim aradığını cevap budur.”
buyurdu.
Hz. Ömer bir adama,
“Nasılsın?” diye sordu. Adam, “Allah’a hamdolsun, hayır üzereyim!” dedi. I Iz.
Ömer de O’na, “Ben de böyle bir cevap vermeni beklemiştim.” dedi. Yani Allah’a
hamd etmesi için hâl hatırını sormuştu.
Karşılaştığında yüz
çevirecek ya da kederlenecek birisi varsa ve seninle karşılaşmak suretiyle
Allah’a karşı saygısızca sözler sarf edecek, şeytanın onu kullanmasına sebep
olacaksa, o kimseyle sclamlaşmasan da niyetinden ötürü sevap alırsın.
insanlarla selamlaşmada
daha önceki niyetini kalben hatırlamaya çalış. Her ne kadar selamlaşmada
niyetini yenilemesen bile, daha önceki niyetin sana kâfi gelir. Bu niyetin,
insanların seni övme isteği veya yerme endişesi, ya da onlardan maddî bir
menfaat edinme arzusu gibi mülahazalar kalbini kuşatıncaya kadar yeterlidir.
Şayet senin kalbine bu tür arzular doğarsa, senin kalbinden halisane yaptığın
niyeti giderir ve sen niyetine göre değerlendirilirsin. O halde azîz ve celîl
olan bir tek Allah için selamlaşmaktan geri durma.
Bir de riyaya sürükleyen
hatırlar meydana gelemeden önce dikkatli ol ve sakın. Çünkü düşman kendisinden
emniyette olduğunu hissettiğin bir esnada senin karşına çıkıverir, kalbine
hatırlar hücum eder ve seni endişelere düşürür. Yahut seni överek gafil
avlayabilir. Seni, selamlaşmadaki ve hâl hatır sormadaki gerçek sevabı ve
niyeti düşünmekten alıkoyan Artık bundan sonra kalbine doğan hatıra kapılır,
selamlaşma ve hâl hatırdaki sevabı düşünmez olursun.
Halk arasında selamı
yaymanın büyük ecir ve mükâfat verdiğini unutma. Nitekim Hz. Peygamber şu
sözleriyle bunu emir buyurur: “Aranızda selamlaşmayı yayınız.”
Ammar şöyle der: “Üç şey
vardır ki, onları yapan imanı cem’ etmiş gibidir: Birincisi bütün âleme selamı
yaymak...” Sana selâm verilirse selamı iyi bir şekilde almaya niyetlen. Böy-
lece farzı da yerine getirmiş olursun.
Ashabdan birisi Hz.
Peygambere rastlayıp ‘esselamu aleyküm’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “On
basene.” buyurdu. Başka birisi “Esselamu aleyküm ve rahmetul- lah.” dedi. Hz.
Peygamber, “YirmHıasene.” buyurdu. Diğer birisi gelerek, “Esselamu
aleyküm ve rahmetullahi ve bere- katüh.” diye selâm verince Hz. Peygamber,
“Otuz hasene.” buyurdular. Bu rivayeti Elasan ve Mekhul, Hz. Peygamberden
naklederler. Hatta Mekhul şunu da ilave eder. “İşte bıı şekilde insanlar
birbirlerinden üstün hale gelirler.076
Senin hâl ve hatırını
sorarlarsa, mutlaka Allah’a hamd etmeyi niyetinden geçirmelisin. Sana selâm
verilmez ve hâl hatırın sorulmasa dahi, sen bu niyetinden ötürü sevap alırsın.
Ama selâm verdiklerinde mukabelede bulunur, hâl hatırını sorduk- lannda Allah’a
hamd ederek cevap verir, bir de bu esnada sevabını umarak daha önceki halis
niyetini hatırlarsan, bu sayede hem niyetin hem de amelin sevabım alırsın.
Selâm verirken sevabını
unutsan ya da hâl hatırın sorulduğunda cevap verirken, bu işin sevabını
düşünmesen, daha önceki niyetin üzere ecre nail olursun. Zira Hz. Peygamber
şöyle buyuruyor: “Kim bir iyiliğe teşebbüs eder de onu yapmazsa ona bir
basene yazdır.”
Selâmlaşırken ya da hâl
hatırın sorulurken, sevabını umarak cevap vermelisin. Sakın Allah’ın sevabını
ummadan ve bu niyetini kavramadan cevap veren kimse gibi olma. Zira insanlar
birbirlerinin hâl hatırını sorarak ummadıkları bir şekilde sevap alırlar.
Soran, sevap kasdetmez ve
ümit etmez. Sorulan da, soran şahsın sevap kazanmayı düşündüğünü fark
etmeyebilir, bunu idrak etmeyebilir. Hâlbuki kendisine hâl hatır sorulduğunda,
soran şahsın bu davranışı ile sevap almayı amaçladığını ve bu noktada yardım
etmesi gerektiğini idrak etse, ne durumda olduğunu söyleyerek ona cevap verir.
Meselâ bir hastaya, “Geceyi nasıl geçirdin ya da kendini nasıl hissediyorsun?”
diye sorulduğunda, Allah nimetlerini hatırlayarak halini arz etmez ya da
duyduğu acıyı ifade etmez. Çünkü bunu ifade etmeden de durumu anlaşılıyor.
Meselâ kendisine, “Nasılsın?” diye sorulsa o, “Siz nasılsınız?” diyerek
mukabelede bulunur. Zira arada bir yardımlaşma mülâhazası söz konusudur.
Sağlıklı olanların hâl
hatır sormaları ise, şuursuz bir şekilde ve alışkanlık gereği sürüp
gitmektedir. Biri diğeri ile karşılaşınca, “Nasılsın?” der, diğeri de, “Sen
nasıl?” cevabını verir! Eğer işin önemini kavramış olsalardı, Allah’ın nimetini
hatırlayarak O’na hamd eder, sorulan soruya etraflı cevap verir ve hallerini
arz ederlerdi. Biri sana, “Nasılsın? geceyi nasıl geçirdin? günün nasıl geçti?”
dediğinde, ona, “Allah’a şükür, iyiyim, geceyi şu şu güzelliklerle geçirdim,
günüm şöyle geçti.” demelisin.
Hz. Aişe‘dcn
nakledildiğine göre o şöyle demiştir: “Kendisine, “Nasıl sabahladın?” diye
sorulan kimse “Elhamdülillah, hayır üzere.” derse, o günün şükrünü eda etmiş
olur.” Ebu’d- Derda şöyle demiştir: “Bir kimse kardeşine nasılsın diye sorar, o
da, “Elhamdülillah, hayır üzere.” derse, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Kulum bana
hamd ü senada bulundu.”
Birine hâl hatır
sorduğunda, meselenin idrak ve şuuru içinde, Allah’tan sevap alma niyetiyle
sor. Senin hâl hatırın sorulduğunda da, bu niyetini yenileyerek sürdür. Bu
idrakle sormaz veya sorana cevap vermezsen, evden çıkarken ettiğin niyet üzere
hareket etmiş olursun.
Aynı şekilde, dışarı
çıkarken bir kadın görsen yüz çevirmeyi, caiz olmayan bir ses duysan kulak
vermemeyi; gördüğün, duyduğun, kokladığın şeylerden ibret almaya çalışmayı
niyetlersen, ister bir şey yap ister yapma, bu niyete mukabil sevap alırsın.
Çarşıya çıkacağın zaman,
rızkını kazanacağın iş yerine, helal rızık kazanmak, I Iz. Peygamber’e uymak,
sevap kazanmak, ailenin geçimi için para kazanmak, başkasına muhtaç olmamak,
akraba ve komşulara iyilikte bulunmak, zekât vermek vb. gayeleri düşünerek
gitmelisin. Bu niyetle hareket edersen, yüzün, ayın on dördü gibi aydınlık
olduğu bir şekilde Allah’a kavuşursun. Yani Allah’ın huzurunda yüzün ak olur.
Nitekim Ebû Hürcyre’nin rivayet ettiği hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim,
insanlardan bir şey istememek için veya ailesini geçindirmek için ya da
komşusuna iyilik yapmak için helal rızık talebinde bulunursa, yüzü dolunay
gecesindeki ay misâli, parlak olarak Allah'a kavuşur. ”
İş yerinde de verâ‘a
niyet etmelisin. Bütün dünya olsa bile, Allah’ın hoşuna gitmeyen her türlü kâr
ve kazancı, ücret ve maddî çıkarı terk etmelisin.
Sana bir müşteri
geldiğinde veya sen başkasından bir şey aldığın zaman, alış veri^fnde ihlâslı
bir şekilde vera’ sahibi olmaya niyetlenmelisin. Keza ticaretinde gerek senin
konumundan ve tecrübenden, gerekse çarşıdaki itibar ve imkânlarından dolayı,
senden yardım bekleyen her Müslüman kardeşine yardım etmeye niyetlenmelisin.
“Cenâb-ı Hak, çarşıda
kendisini zikreden kimseden hoşnut olur.”7) hadîsinde belirtildiği gibi,
sevabını umarak Allah’ı zikretmekten geri kalmamalısın.
Diğer bir hadîs de
şöyledir: “Allah’dan gafil kalan kimseler içinde O’nu hatırlayıp anan kimse,
savaşta kaçan düşmanların arkasında kılıcını çekip hücum eden kimse gibidir.
Çarşıda Allah'ı zikreden kimse, bütün insan ve hayvanlar sayısınca sevap
alır.”™
Hz. Ömer de Hz.
Peygamberden şunu nakleder: “Kim çarşıya çıktığında, “Allah lan başka ilah
yoktur, O bir tektir ve ortağı yoktur. Mülk ve lıamd Oltadır. Hayat veren ve
öldüren O’dur. Hayırlar Ohıun elindedir. O her şeye kadirdir. ” derse, Allah o
kimseye iki milyon hasene yazar, iki milyon günahını siler ve ona Cennette bir
köşk bina eder.”™ Sen de böyle demelisin.
Şayet çarşıdan
geçtiğinde, Allah’ı zikretmek ve Allah haklarını gözetmek istiyorsan, Allah’ın
seni, sana yakışmayan, etrafındaki cahillerin hali gibi bir durumda
görmesinden utan, takvalı ve rastgele konuşanların yanında bile zikreder bir
hâl dışında seni görmesine rıza gösterme. Nitekim Abdullah b. Mes’ud şöyle
demiştir: u Kur’ân hamiline yakışan şey, insanlar
79
et-Tirmizî, Da’avât, 35, 62; İbn Mâcc,
Ticaret, 40; Darimî, İsti’zan, 57. rastgele
işlerle uğraştığında takvasıyla, onlar rastgele konuşmaya daldığında sükûtuyla
temayüz etmektir.” Böylece Allah senin üzerinde ilim nimetini ve sana
bahşettiği delilleri görsün. Gücün yeterse saydıklarımın tamamına niyet
etmelisin. Böyle- cc, evinden çıkarken dünyalık bir şey kazanmadan önce, niyetinle
çok sevap kazanırsın. Nitekim bu üç hususa dair Ka’b’ın sözü daha önce
geçmişti.
Ticarî bir iş yapmak,
borcunu ödemek, alacağını istemek, ev halkı için bir şey satın almak,
ihtiyacını gidermek ya da mesleğini icra etmek vb. hususlar için dışarı
çıktığında, gücün yettiğince Allah'ı düşünür ve O’ndan sevap umarsan, Cenâb-ı
Hak bu düşüncene karşılık ona denk sevap verir.
Aynı şekilde ilim tahsili
için bir yere gitmek istediğinde, gücün yettiğince Allah’a taata niyet eder,
O’ndan sevap umar, bütün bu hususlarda, Allah ve Resûlü’nün emrine ittibayı
gaye edinerek sabahlarsan, dininde sana fayda veren, seni hayra ulaştıran
v#şerden de uzaklaştıran ilim talebinde bulunmuş olursun. Böylece, Allah’ın
Cennefe giden yolu sana kolaylaştırmasını ümit edebilirsin. Nitekim Hz.
Peygamber’den gelen bir hadîste şöyle buyurulur: “Kini ilini elde etmeyi
umarak bir yola koyulursa, Allah da o kimseye Cennet'e giden yolu
kolaylaştırır.”*2
Keza Safvan b. Assa Fin,
Hz. Peygamber’dcn rivayet ettiği hadîse göre, melekler bu yaptıklarından razı
olur ve üzerine kanatlarını gererler. Çünkü zikir halkalarını âlimler
oluşturur.
Ayrıca Cennet
bahçelerinden yararlanmaya niyetlenmeksin. Zira bu hususta şu hadîs-i şerif
rivayet edilmektedir: “Cennet bahçelerine uğradığınızda onlardan
yararlanın. " Kendisine “Ya Resûlallah Cennet bahçesi nedir?” diye
sorulunca Hz. Peygamber, “Zikirhalkalarıdır.”*' buyurdular.
80
el-Buhârî, İlini, 10; el-Tirtnizî,
Kur’ân, 10; Miisned, II, 252.
81
et-Tirmizî, Da’avât, 82.
Bir de kendisine selâm
verebileceğin kimselere selâm vermeyi ve onların hâl hatırını sormayı ihmal
etmemelisin.
İhtiyacı olan bir din
kardeşini ziyaret etmeyi, bir Müslü- manın ihtiyacını görmeyi, vefat eden varsa,
cenazesine katılmayı, hastaları ziyaret etmeyi vb. hakkında dinî bilgi varid
olan işleri yapmaya niyetlenmelisin. Mümkün mertebe bu konularda Allah
rızasını gözetmeli, O’ndan sevap beklemelisin. Eğer bütün bu niyetleri tam
olarak yerine getirirsen, amellerinde daha önceden takdim ettiğin iyi
niyetlerinin ecrini görürsün. Niyetlendiğin şeylerin hepsini tam yapamazsan
bile, niyetlerinin karşılığını alırsın. Çünkü Hz. Peygamber, Allah’ın şu beyanını
nakleder: Cendb-ı Hak şöyle buyurur: “Beti kulunum zarını üzereyim. Cyyle
ise kulum bana dilediği şekilde zanda ftu/unjMn.Bu hadîsH Iz. Peygamberden
Vasile b. Eska’ nakletmiştir. O halde sen, Allah’a olan zannın ölçüsünde, O’nun
sana ihsan ve muamelede bulunduğunu yakînî bir bilgi ile yakında görürst^ı.
Kul Zâhir ve Bâtınında Gereğine Uygun
Allah Hakkına Riâyet Ettikten Sonra Nefsi Hususunda
Korkacağı
Şeyler
Dedim ki:
“Bundan sonra, Allah’tan
başka bilileri için yapılan muamelelerde endişe ettiğin noktalar nelerdir?”
Dedi ki:
“Sen, nefsinle meşgul
olduğun ve anlattığım konularda onu gözettiğin sürece, senin için ancak,
şeytanın, nasihat ve acıma yönünden sokulmasından endişe ederim.
82
et-Tinnizît Zühd, 51,60.
Şeytan bu yönden gelir ve
nefsine olan muhabbetin açısından nefsinle tartışır. Neticede nefsin, insanlara
olan merhametin ve onlara ettiğin nasihatlerden ileri gelen ve daha önce önem
vermediğin Övgülerine rağbet etmene neden olur. Nefis bununla, kendisine bir
paye ve makam verilmesini hedeflemekte, neticede de amellerini ifsat ve iptal
ettirmeyi amaçlamaktadır.
Ka’b b. Malik‘in Hz.
Peygamberden rivayet ettiği şu hadîsi duymadın mi: “Kişinin dini hususunda,
mala ve şerefe duyduğu düşkünlük, koyun sürüsüne musallat olan iki aç kurdun
sürüye vermiş olduğu zarardan daha çoktur.”K5
Dedim ki:
“Bu nasıl olur?”
Dedi ki:
“Pek çok mürid,
günahlardan arınıp riyadan kaçındıklarında ve ihlâslı olup kalplerinden
gayrullahı sildiklerinde, şeytan onları aldatacak bir menfez bulamadığı gibi
nefis de dünya ile rahatlama imkanı bulamaz.
Kul, ihlâslı ve metanetli
davrandıkça nefse, dünya ve içindekilere rağbet etme ve dinî ibadetlerde
başkasına karşı yapmacık davranışlarda bulunma yollarını daraltmış demektir.
Bu durumda dünya ile rahatlayacağı bir menfez bulamaz. Düşman da o kulu dünyaya
bağlayacak bir neden bulamaz. Çünkü kul tam bir azim ve metanet içindedir.
Nefis de ona boyun eğmiştir. Ancak nefsin boyun eğişi kötü huylardan tamamen
arınması sebebiyle değildir. Bilakis sürekli, kulu dünyaya meylettirecek bir
neden gözetlemektedir. Çünkü o kimse, insanların dinî yaşantıda gevşek
olduklarını, kendilerine suçlarının cezası verildiğini, şaşkınlık ve düşkünlük
içinde, sarhoş, hasta, sağır, kör
83
ct-Tirmizî, Zülıd, 43; Darinü, Rikak, 61;
Müsned, III, 456.
ve ölü gibi olduğunu
görür. Kalbinde o zavallılara karşı rahmet hissi ağır basar. Zira kendisinde
bulunan delil ve bilgilerle, Allah’ın onların kalp gözlerini açacağını, kalbî
hastalıklardan kurtaracağını, onların da ölü vaziyetlerinden kurtulup, ihya
olacaklarını ve kendisinin maddî bir çıkar gözetmeksizin, bunun sevabını
sadece Allah’tan beklediğini düşünür.
Bu kul öyle bir adama
benzer ki, pek çok hastalığı bulunmaktadır. Hastalıklar onu geceleri uyutmaz,
gündüzleri de baygın bırakır. Ağır bir göz hastalığı ya da bedendeki bir çıban
gibi. Bu hastalık ücretsiz, tabiî bir ilaçla iyileştirilir, masrafsız bir
şekilde sıhhatine kavuşur. Hasta artık uzun bir uykusuzluktan sonra geceyi
uykuyla geçirir, uzun bir ızdıraptan sonra gündüzü de sakin geçer. Nihayet
sıhhat ve afiyete kavuşur, hayatı düzene girer ve yaşantısı düzelir.
O kimse, bazı
Müslümanların, eski hastalığına düçar olduklarını görür. Uykusuz kalmakta,
ızdırap çekmekte ve hayatları düzensiz bir şekilde devam etmektedir. Onları
gördükçe kalbinde bir acıma hissi uyanır. Allah’ın kendilerini bu
hastalıklarından kurtaracak ve şifa kazandıracak ilacı bildiğini, maddî bir
ücret ya da menfaat beklemeden o hasta kimseleri tedavi edebileceğini düşünür
ve tedavi için bütün gücüyle gayret gösterir.
İşte sözü geçen adamın
durumu böyledir. İnsanlara bakıp onları Allah’tan yüz çevirmiş, kalpleri hasta,
tedavisi zor ve kendisini de onları, Allah’ın izni ile, bu kalp hastalığından
kurtarıp iyileştirerek ihya edecek bir bilgi sahibi olarak görünce, faaliyete
geçer. Onları Allah’a çağırır ve hastalıklarını belirterek ilacını da gösterir.
Nefis, sahibini bu
vaziyette görünce, riyaset sevgisi, tasannu’ ve gösterişle onu fitneye
düşürecek bir menfez bulur. Böy- lece nefis rahatlar ve bilir ki, insanlar,
kendisini övmekten, saygı göstermekten ve iyilik yapmaktan ahkonmazlar. O kişinin
tabiatı da bu hususa karşı bir meyil duyarak dünyalık menfaate hoş bakmaya
başlar; çünkü, kaybettiği şeylerden daha fazla bir ikrama nail olmuştur. Zira
bu seviye, idarecilerin mevkilerin- den yüksek bir seviyedir.
insanlara nasihat etmeye
başlar, nefsi de güçlenir, rahatlar ve kendini salıverir. Düşman da bu şahsı,
insanların gösterdiği saygı, iltifat ve iyi nazardan hoşlanmaya çağırmaya dair
bir menfez bulmuştur. İnsanları tevbeye sevk etmek, ıslah olmalarını sağlamak,
kalplerinin hastalıklarına şifa bulmak bizzat kendi eli ile olunca, onların
Allah’a yaklaşmalarına neden olduğu için onu anne-babalarından daha çok sever
ve mal ve canlarına tercih eder bir vaziyette, onun etrafında âdeta hizmetçiler
gibi pervane olurlar. Bu tavırlarla Allah’a daha çok yaklaştıklarını
zannederler. Ona en yüksek payeleri verir, selamda onu tazim eder, izzet ü
ikramda bulunurlar. Ama bütün bunlar nefis ve düşmanın bir aldatmasıdır. Çünkü
ona şu sözleri fısıldarlar: “Sen onları Allah’a karşı aşk u şevke getirensin!”
Bu sayede nefis, terk ettiği dünyalık şeylerden daha yüksek bir paye bulmuştur.
Artık belâ ve imtihanlardan uzak kalamaz. Bir sözüne itiraz edilse ya da
yaptıklarından bir şey hatalı görülse hemen öfkelenir ve düşman onda şu kanaati
uyandırır: “Bu durum, müritler etrafından dağılmasın diye, Allah namına bir
öfkelenmedir.” Ayıbı kabul görmesin diye, bu öfke onu, kendisini kusurlu
görenc karşı gıybete sürükler. Böylece, takva adına pek çok helâl şeyleri dahi
terk etmiş bir durumdayken, insanları gıybet etmekle günahın içine düşer.
Kendisine gece namazı ve
gündüz orucundan bir aksaklık arız olunca ya da çok gülme vb. hatalar sadır
olunca nefis, o aksaklık ve eksikliği insanların bilmesine ve görmesine tahammül
edemez ve bir kısım yapmacık amellerle onlara karşı tekel- lüfc girer. Düşman
da o şahsın, bu tavrıyla çevresindekilerin amelde eksik ve aksak vaziyete
düşmemesi için böyle davranması gerektiği kanaatini uyandırır.
Çevresindekilerin onun tuttuğu yolu terk ederek, neticede ahıret yolundan da
uzaklaşacakları endişesi ile uyarır.
Bu durum nefsin aldatma
yollarından biridir. Gaye nefsin makamının düşmemesi, sürekli saygı
gösterilmesi, övülmesi ve ikramda bulunulmasıdır. Onun ameldeki eksik ve aksak
yönüne muttali olmalarına tahammül edemez. Hatta bu mevzuda doğru ve yalan
birtakım mazeretler uydurur. Sanki bu kimse, insanlar için amel ediyor da
Rabb’i için amel etmiyor gibidir.
Böyle davranınca,
Allah’la irtibatı kesilir, yardımı kalkar, bilemediği bir şekilde şaşkınlığa ve
keşmekeşliğe düşer. Artık nefsini gözetleyemez. Çevresindekilerden gördüğü
şeylerin sona ermesini istemez. Makamını kaybetmemek için davet edilen
konularda araştırma yapmaz. Neticede Allah’a karşı masiyete düşer. Böylece
yaptıkları ibadetler Allah’tan başkası için olmuş olur.
Bu kimse dünyada yalancı
olarak kalır. Çünkü kendisi Allah’a taatten kaçındığı halde, insanları O’na
çağırır; Allah’ı başkalarına hatırlatır ama, kendisi O’nu unutur; dünyada
zahid olmayı öğütler ama, görünürde ona meyletmezse bile içinden ona meftundur;
dışa vurduklarıyla insanlara şirin görünür ama, iç âlemindekilerle Allah’ın
nefretini celbeder; insanlara, Rabb’ine bağlı olduğunu gösterir, ama içi
âlemiyle O’ndan en uzak olan odur.
Hidayetten sonra
şaşkınlığa düşmekten; basiretten sonra körlüğe inaruz kalmaktan; Allah’a
yöneldikten sonra O’ndan yüz çevirmekten Allah’a sığınırız. Allah’dan,
kendisinin sevdiği ve razı olacağı işlerde bize yardım ve selâmet vermesini
dileriz.
Dedim ki;
“Sözünü ettiğin şekilde
olan müridin halka nasıl nasihat etmesi uygun olur?”
Dedi ki:
“Ben o müridin kime
nasihat ederse haktan sapacağını söylemedim. Sadece Allah’a karşı doğru olmaman
durumunda senin için endişe ettiğim durumları anlattım.”
Dedim ki:
“Hak ve hakikat yolundan
sapmadan ne zaman nasihat edebilirim?”
Dedi ki:
“Nefsine, Allah’ın sana
güç vererek ve nazarında bütün varlıkları değersiz göstererek nimette
bulunduğunu kabul ettirirsen, halkın sana karşı övgü, yergi ve ellerindekine
karşı tamah duygularını nefyetme durumu galip olursa; Allah’ın seni övdüğü
konularda, isyana düşmeden, halkın seni tenkit etmesine nefsin rıza
gösteriyorsa; takdir edilen şeylere yakînî bir şekilde inanıyorsan, onlardan
ümidin kesilir, sen de onlara nasihati azmedebilirsin. Ancak bunu, onları ıslah
edecek bilgileri Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünnetinden öğrendikten sonra
yapabilirsin. Bu bilgileri elde edince, onlara nasihat et ancak, huylarının
sana el uzatıp önünü kesmelerine meydan verme!
Bu konuda en güçlü
irâdeye sahip olduğunu düşünsen bile, kişiyi tenkit edilmede hoşnutsuzluğa,
methedilmede sevince veya dünyaya tamah duymaya götüren bütün hatırları kendinden
uzaklaştır. Kendini kurtulmuş zannettiğin halde, halkın kurtuluşunu helâkınla
istemen bir aldatmadan ibarettir.
Kendinde hu gücü
hissediyor, bu hatırları gözetip kabul etmeyebiliyor, insanların senin
davranışlarında eksiklikler görmesinden ötürü öfkelenmiyor, sözünün
dinlenmemesine de aldırmıyor, bu durumlarda Allah’a sığınıyor ve senin hakkında
takdir edilene razı oluyor, Allah’ın seni övmesinin halkın övgülerinden üstün
olduğunu, bu övgünün onların tenkitlerini ve onların elinde bulunana tamahı
giderdiğini; bununla birlikte takdir edilmeyen bir konuda sana bir zarar
veremeyeceklerini, Allah’ın onların kalbine attığı duygularla ancak seni
övebİlccek- lerini biliyorsan, Allah’ın ilmi ve O’na hamd etme ile dünya ve
ahirette vereceği sevaba da kani isen onlara nasihat et. Ancak söylediklerini
bilfiil terk etmekten çekin, önce kork sonra korkut, Allah’tan yardım dile ve
ona tevekkül et.
Bütün güç ve kuvvet
O’ndandır, O korur, O’na dayanılır. Kendisinden üzerimizdeki nimetini
tamamlamasını dileriz.
KAYNAKÇA
el-Aclûnî,
İsmail b. Muhammed, Keşfuİ-IIafa
ve Müzîlüi-İlbas,
Beyrut, 1351
Afifi, Ebu'l-Ala, ct-Tasavvufes-Servcttdr-Ruhiyyefiİ-İslâm, Kahire, 1945
Ahmed Naim, Tecrid
Mukaddimesi, Ankara, 1970
Arberry, A.
J., Sujistn, an Account of the Mystics
of İslâm, New York,
1970 el-Askalanî, İbn Hacer, Tchzibü’t-Tchzib, Haydarâbâd, 1325
Atar,
Feridüddin, Tczkirctüİ-Evliya, İst. 1985. (tr. S. Uludağ)
Aydın, Hüseyin, Mtdıâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 1976
Aydınlı,
Abdullah, Doğuş
Devrinde Tasavvuf ve Hadîs, İst. 1986 el-Bağdadî, el-Hatip, Tarihu Bağdad, Beyrut, trs.
el-Beyhakî, Şu'abuİ-İman, Beyrut, 1990
el-Buharî,
Ebu Abdullah, el-Camiu’s-Sahih, Mısır, 1351
Canan,
İbrahim, Hz.
Peygamberin Sünneti Terbiye, Ankara, 1980 ed-Darimi, Ebu Muhammed, cs-Sünen,Beyrut, trs.
Ebu Davud,
es-Sicistanî, es-Siinen, tr. ve yer belirtilmemiş.
Ebu Nuaynı,
İsfahanı, Hilyctüİ-Evliya, Beyrut, 1387
Ebu Talib
el-Mekkî, Kûftı’l-Kıdûb, Mısır, 1961
Ebu Zur’a,
er-Razî, Camiuİ-İlim
ve’l-Hikem, Beyrut,
trs.
el-Gazâlî,
Ebu Flamid Muhammed, el-Munkiz
mine’d-Dalâl, Mısır,
1967. (A. Mahmud’un şerhiyle birlikte)
el-Hakim
en-Nisabûrî, el-Müstedrek
ala's-Sahîhcyn,
Riyâd, 1335. el-Hatibu’l-Bağdadî, Tarihti Bağdad, Beyrut, trs.
Heysemî,
Nureddin Ali. Mecmeu’z-Zevaid
ve Menbeııi-Fevaid,
Beyrut, 1967
el-Hindî, Ali el-Muttaki, Kcnzu’l-Ummalfi Süneni İ-Akvali veİ-Efal,
Haydarâbad,
1364
Hücvirî, Ali el-Muttaki, Kerızıı'I-Um malfi Süneni İ-Akuali veİ-Efal, Haydarabad, 1364
Hücvirî, Ali
Osman, Keşfiiİ-Mahcub, İst. 1982. (tr. S. Uludağ)
İbn Ebi Hatim
er-Razî, el-Cerhu
veİ-Ta’dil, Beyrut,
1952
İbn el-Cevzî,
Ebu Ferec, Sıfatu's-Safvc, Kahire, 1970.
İbn Esir,
el-Cezerî, el-Lübab, fı Tehzibi’l-Ensab, Beyrut, trs.
İbn Hallikan,
Ahmed b. Muhammed, Vefcyatu’l-A’yan
ve Enbau Ebnai’z-Zaman, Mısır, 1367
İbn Hanbel,
Ahmed, ez-Zühd, Beyrut, 1398