Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

SEYYİD ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ’NİN HAYATI ve TASAVVUF ANLAYIŞI

 


Hazırlayan Metin TAŞKESEN

 

ÖNSÖZ

Hamd; Rahman ve Rahim Olan, Alemlerin Rabbi, Din Günü’nün Sahibi Allah-u Tealâ’ya mahsustur. Salat ve selam; iki cihan serveri Resûlullah’m, ashabının ve ehl-i beytinin üzerine olsun.

Allah’ın rahmeti ve bereketi; Allah dostlarının, ilimle iştigal eden bütün mümin alimlerin, hocalarımın ve tüm inananların üzerine olsun. (Amin)

Tasavvuf; bir hayat tarzı olarak bin seneyi aşkın bir süredir Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından ilgi görmüş, ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için çalışan ulu zatlar tarafından ülkemize yayılıp yerleşmesi için çok çabalar sarf edilmiştir.

Günümüzde ise tasavvuf, bir yaşam tarzı ve Allah'ı sevme sanatı olarak ilgi gördüğü gibi, çeşitli vesilelerle tartışmalara konu edilmektedir. Bu eleştirilerin bir çoğu ehil olmayan, gayri samimi kişilerin bu sahada boy göstermesinden dolayıdır. Ayrıca Allah dostlarının yaşantılarının insanlara tam ve doğru duyurulmamış olmasının da bunda etkisi vardır.

Tezimizde, büyük İslâm alimi ve mükemmil bir mutasavvıf olan, Nakşî yolunun büyüklerinden, Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî'yi konu aldık. Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî hayatı boyunca ilim, eğitim ve ibadetle meşgul olmuş, insanlara büyük hizmetlerde bulunmuş, Allah dostu, örnek bir şahsiyettir.

Metin TAŞKESEN

GİRİŞ

SEYYİD ABDÜLHAKİM HÜSEYNİ’NİN MENSUBU OLDUĞU NAKŞBENDİYYE
TARİKATINA GENEL BAKIŞ

Tezimizin konusu olarak ele aldığımız Nakşbendîlik, tarihimizde büyük bir öneme haizdir. Önce bu tasavvuf Okulunun yerini görelim...

Nakşbendîyye’nin kurucusu Bahauddin Muhammed b. Muhammed el-Buharî, 717

veya 718/ Mart-Nisan 1318 senesi Muharrem ayında Buhara’ya yakın Kasr-ı Arifan’da (Kasr- ı Hinduvan), dünyaya gelmiştir.    

Bahauddin Nakşbend’in doğumdan üç gün sonra dedesi, Bahauddin Nakşbend’i Muhammed Baba Semmasî’ ye getirmiş, Semmasî de onu manevi evlatlığa kabul etmiştir.

Terbiyesini, o sırada yanında bulunan halifesi Emir Külâl’e  (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370) havale etmiştir.  Dolayısıyla Bahauddin Nakşbend’in ilk mürşidi Muhammed Baba Semmasî’dir (Ö.755/1354).    

Muhammed Baba Senunasî’nin vefatından sonra Emir Külâl (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370) şeyhinin vasiyetini hatırlatarak Bahauddin Nakşbend’i yanma çağırır. O da, tasavvufi terbiye almak üzere Nesefe Hâce Emir Külâl’in (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370) yamna gider. Yedi yıl hizmetinde bulunur. Zikir telkinini ve sülük adabım Emir Külâl’den alır. Bu sebeple Bahauddin Nakşbendîlik silsilesinde Emir Külâl (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370)’in halefidir.  Bununla birlikte kendisi, tasavvuf yoluna intisabını Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’ye  ( ö. 575 veya 617 / 1179 veya 1220) borçlu olduğunu belirtmektedir.

Bahauddin Nakşbend’in, Emir Külâl (Ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370)’in aksine Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’ye uyarak, zikr-i hafiyi tercih etmesi bu söylemini destekler nitelikte olup, kendisine Uveysi  nisbesi verilmiştir. Bahauddin Nakşbend, hocası Emir Külâl (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370) cehri zikre başlayacağı zaman, Abdülhâhk-ı Gucdüvânî ( ö. 575 veya 617/1179 veya 1220)’nin telkinine göre hareket ederek o ortamdan ayrılırdı. Bu davranışı Külâl’in müridleri tarafından eleştirilmekle beraber Emir Külâl (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370), her bakımdan çok takdir ettiği Nakşbend’in bu davranışını hoş karşılamıştır. Nihayet bir gün, Suhar’da yaptırmakta olduğu mescid ve imaretin inşaatında çalışan beş yüze yakın dervişi arasında Bahauddin Nakşbend’e, bundan böyle davranışlarında serbest olduğunu, ister Türk, ister Tacik olsun faydalı olabilecek her şeyhten feyiz alabileceğini söyler. Bahauddin Nakşbend bundan sonra yedi yıl Emir Külâl’in hafî zikre yer veren Tacik halifesi Mevlânâ Arif Dikkaranî’nin sohbetinde bulunmuş  ardından, Yesevîye tarikatı şeyhlerinden Kuşam Şeyh’in yanında üç ay  veya iki yıl bulunmuştur. Ayrıca hükümdarlık da yapmış olan Halil Ata’nın  hizmetinde bir rivayete göre altı , bir başka rivayete göre 12 yıl  kalmıştır. Bahauddin Nakşbend, Halil Ata’da bir çok hâller görmüş, yanında kaldığı süre içerisinde kendisinden çok etkilenmiştir. Bu hükümdar şeyhin 747/1347’de öldürülmesine son derece üzülen Bahauddin Nakşbend, Zivartun’a yerleşmiştir.

Bahauddin Nakşbend’in bundan sonraki hayatı kesin olarak bilinmediği gibi, hangi tarihte müstakil olarak tarikat faaliyetine başladığı da belli değildir. Ancak Emir Külâl ölümünden önce müridlerine, Bahauddin Nakşbend’e tabi olmaları hususunda vasiyette bulunmuştur. Ancak Nakşbend’in de bu tarihten çok önce Emir Külâl’in yanından ayrıldığı dikkate alınırsa, kendisinin o dönemde büyük bir taraftar kitlesi toplamış olduğu anlaşılmaktadır.

Bahauddin Nakşbend, 3 Rebiülevvel 791/ 2 Mart 1389 pazartesi günü 73 yaşında

ölmüştür. Bahçesinde yapılmasını emrettiği büyük kubbenin altına gömülmüştür. Bahauddin Nakşbend’in ünü, ölümünden sonra daha da çok artmıştır. Sürekli genişleyen bina kompleksiyle çevrili olan türbe, Orta Asya’da dînî düşüncenin canlı tutulmasında önemli rol oynamıştır. Kabrine hâla, Asya’mn her tarafından ziyaretçiler gelmekte olup, “lyd-i gül-i şerh”  olarak bilinen festivaller yapılmaktadır.  

Bahauddin Nakşbend’ in pek fazla eseri bulunmamaktadır. Kaleme alınmış evradı ve halifesi Parsa ile, bazı hâl tercümesi kaynaklannda tespit edilen sözlerinden başka her hangi bir eserine rastlanmamaktadır. El-Evradu’l-Bahaiyye adı ile anılan bu evradın Me’mun b. Ahmed b. İbrahim et-Tumavî ile Muhammed b. Mustafa el-Hadimî tarafından yapılmış iki şerhi vardır.

Nakşbend’e izafe edilen veya hiç olmazsa ondan sonra bu ad ile şöhret bulan

Nakşbendiyye tarikatının izlerine, daha önce Gazneliler devrinde (357-579/962-1183) rastlanmaktadır.  Ancak başlangıçta sadece bazı esasları belli olan bu tarikat, gerçek hüviyetini Hâce Yusuf el-Hemedanî’den  (ö. 535/1140) sonra almıştır.

Yusuf-ı Hemedanî’nin halifelerinden özellikle ikisi çok önemlidir. Bunlar, Yeseviyye’nin kurucusu Ahmet Yesevî (Ö.562/1167) ve Nakşbendî silsilesinde yer alan Abdülhâhk Gucdüvânî (Ö.575 veya 617/1179 veya 1220)’dir. Ahmet Yesevî, tarikatın Maveraünnehir’de, Abdülhâhk Gucdüvânî de Harezm ve Horasan’da yayılmasında etkili olmuştur. Silsilenin teşekkülü, Hâce Ahmed’in çabalarıyla; doktrinleri ise, Gucdüvânî tarafından oluşturulmuştur. Gucdüvânî’nin zikr-i hafiyi, Ahmet Yesevî’nin ise zikr-i cehriyi26     tercih etmesi sebebi ile, tarikat iki kol hâlinde gelişmiş, içinde bulunduğu muhitin örf ve inançlarının tesiri ile de birbirinden oldukça farklı, bir mahiyet almıştır. Ancak bir ara zayıflayan. Gucdüvânî esasları, Bahauddin Nakşbend tarafından tekrar canlandırılmıştır.  

Bahauddin Nakşbend ile büyük kuvvet kazanan bu tarikatın Orta Asya, Horasan ve havalisinin Sünnileşmesinde etkili olmuştur. Konumuzla ilgisi bakımından biz Nakşbendîliğin diğer coğrafyalardaki gelişim sürecinden ziyade, Anadolu’daki etkinliğine değineceğiz. Nakşbendîlik Anadolu’ya tam bir tarikat olarak ilk kez 15. yüzyılda, Ubeydullah Ahrâr’ın (806-895/1403-1490) halifesi Molla Abdullah Îlahî-i Simavî (Ö.896/1490-1491) vasıtasıyla girmiştir. Tarikat, kısa zamanda genişleyerek İstanbul, Bursa, Rumeli ve Doğu Anadolu’da birçok tekkeler kurmuştur.

Kütahya yakınlarında dünyaya gelen Abdullah-ı İlahî, İstanbul’daki Zeyrek Medresesi’nde dinî tahsil görmüştür. Tasavvufa intisab için Alauddin Ali et-Tûsi(ö. 887) ile birlikte Maverâünnehir’e doğru yola çıkan Abdullah-ı İlahî, Kirman-Herat taraflarına yolculuğu sonrası, Semerkant’ta bulunan Hâce Ahrâr’m yanma gelmiştir. Ahrâr’a intisabından sonra Bahauddin Nakşbend’in türbesinde dokuz kez çile çıkarmıştır. Abdullah-ı İlahî bundan sonra, yanında Emir Külâl(ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370)’in soyundan ve Ahrâr’m bir başka müridi Ahmet Buharî  ile birlikte Simav’a dönmüştür. Abdullah-ı İlahî, özellikle yönetim kesiminin de teveccühüne mazhar olmuş ye bir çok kez İstanbul’a davet edilmiştir.  Ancak o, durum tespiti için Ahmet Buharî’yi İstanbul’a göndermiştir.  Çeşitli sebeplerle Simav’dan ayrılmak istemeyen Abdullah-ı İlahî, nihayet Fatih’in vefatı, II. Beyazıt döneminde meydana gelen Şah Kulu hadisesi  ve kazasker Manisalı Çelebi’nin. ısrarları üzerine İstanbul’a gelmiştir.  İstanbul’a gittiğinde eğitim gördüğü medrese, Nakşbendîlik’in ilk tekkesi olmuştur.  Lütfullah Üskübî ve Şeyh Muslihuddin Tavîl gibi dönemin pek çok alimi onun müridi olmuştur. Fatih Sultan Mehmed, derslerini ve Ayasofya’da yaptığı vaazları takip etmiştir.    insanların aşın rağbetinden sıkılan Abdullah-ı İlahî, Evrenoszâde Ahmed Bey’in davetiyle Rumeli’deki Vardar Yenicesi’ne giderek orada öğrencilerinin eğitimiyle meşgul olmuş, 893/1488 veya 896/1490-91’de vefat etmiştir.  Abdullah-ı İlahî İstanbul’dan aynlırken, Buhara’dan birlikte geldiği Şeyh Ahmet Buharî’ye müridlerinin sorumluluğunu vermiştir. Ahmet Buharî, Sultan II. Bayezit’in ilgisini çekmiş, böylece ilki Fatih Camii yakınında, müridlerin ihtiyacım tam karşılayamaması üzerine İkincisi Ayvansaray’da, üçüncüsü ise Edimekapı’da olmak üzere üç tekke kurdurmuştur. 922/1516’da vefat eden Ahmet Buharî, Fatih Camii tekkesinin yakınında defnedilmiştir.   Kendisinden sonra yerine sırası ile Hakim Çelebi, Abdullatif Efendi, Şaban Çelebi geçmiştir. İstanbul dışında Abdullah-ı İlahî’nin bir diğer halifesi de meşhur şair Larnî Çelebi (ö. 938/1532)’dir. Lamî Çelebi Nakşbendîliğin Bursa’da yayılmasında etkili olmuştur.

Bu dönemde Nakşbendiyye’nin, Anadolu’da ortaya çıkan bazı isyanlarla mücadelenin yanında,  Rumeli’de de yayılmaya başladığı görülmektedir.  Nakşbendi Tarikatı, Anadolu’ya ayrıca iki kol hâlinde gelmiştir. Nakşbendîlik, Hindistan’ da Müceddidiyye kolu ile Ahmed Sirhindî tarafından yayılmış, ayrıca Hicaz, Irak, Suriye ve Anadolu’ya doğru genişleme imkanı bulmuştur.44   1092/1681’de, Sirhindî’nin oğlu Muhammed Ma’sum’un (1097/1685-86) halifesi Şeyh Murad-ı Buharî (ö.l 132/1720 veya 1141/1729), Nakşbendîlik’i Şam’dan İstanbul’a taşımıştır.  Tarikat,dine bağlılığı ve sünnî kimliğiyle Osmanlı Türkleri arasında kısa sürede' bir çok müntesib kazanmıştır.  İkinci Nakşbendî-Müceddidi kol, İstanbul’a XVII. yüzyılın başlarında Yekdest lakabıyla tanınan Ahmed Cüryanî Cârullah

(ö. 1179/1707) vasıtasıyla ulaşmıştır. Yekdest Hindistan’a gitmiş ve Şeyh Muhammed Ma’sum’un hizmetine girmiştir. Şeyh Ma’sum tarafından halifelik görevi verilince Mekke’ye yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Daha XVII. yüzyılın ortalarında Yekdest’in halifelerinin şehirde aktif hâle geldiği görülmektedir. Yekdest’in belki de İstanbul’da en önde gelen halifesi, yönetim üzerinde oldukça etkili olan Şeyh Mehmed Emin b. İsmail’dir.  

Sultan III. Selim (1789-1807)’in padişahlık yaptığı dönemde İstanbul’a gelen, Şeyh Mehmed Emin, ülemadan ve devlet adamlarından bir çok kişinin teveccühünü kazanmıştır.  Mehmed Emin Efendi’nin etkisi, rejim karşıtlarını kendisinden nefret ettirecek derecede fazladır. Dolayısıyla Sultan III. Selim’e karşı 1807’de yapılan ayaklanmadan müridleri çok etkilenmiştir. Cevdet Paşa, konuyla ilgili olarak; “İleri gelen müridlerinin çoğu, isyancılar tarafından ölüm cezasına çarptırıldı.”  demektedir. Nitekim Şeyh Bursa’ya sürgüne gönderilmiş, kısa bir süre sonra da burada vefat etmiştir.  Ancak kendisinin ölümü ve reformcu bürokrat geleneğinin ortadan kalkması, Müceddidiyye ve İstanbul bürokratları arasındaki ilişkiyi sona erdirmemiştir.

Bu dönemde bir başka Müceddidî kol olan Halidîlik  de gelişme göstermiştir. Ancak, II. Mahmud’un ilk dönemlerinde Muhammed Emin Efendi’ye kısmen tolerans gösterilse de, ilk dönemlerde Halidîlik’in İstanbul’da gelişmesine pek imkan tanınmamıştır. Bunda, padişahın Mevlevîlik’e eğiliminin olması ve Mehmed Emin Efendi’nin Mevlevîlik yönünün bulunması; Halid-i Bağdadî’nin ise İstanbul’da gerek yönetim, gerekse meşayıh tarafından pek bilinmemesi, dolayısıyla II. Mahmud’un tanımadığı bir akımın kendi iktidarı dışında gelişme göstermesine hoşgörüyle bakmamasının etkisi bulunmaktadır. Ancak, 1820’lere gelindiğinde, Halidiyye’nin İstanbul’da birçok taraftar kazandığı görülmektedir.

. 1821’de patlak veren Yunan ayaklanması, bu dönemde Nakşbendîlik’in etkinlik kazanmasında önemli bir gelişme olmuştur. Zira, Yunanlıların hareketlerine karşı toplumu bir arada tutmak için, Islâm’ın ilk dönemlerindeki gibi şeriata ve sünnete sıkı sıkıya bağlılık, bir hükümet politikası hâline gelmiştir. Ayaklanma sonrası Sultan adına yayınlanan fermanlarla Nakşbendî-Müceddidî öğretiler arasındaki benzerlikler dikkat çekicidir.

Gerek bu hadiselerde oynadıkları rol, gerekse Halidîlerin reformlara karşı yaklaşımı, II. Mahmud’un Halidîler’e karşı tutumunu değiştirmiştir.  Nakşîlik’in, bünyesinde hem reformcu, hem de şer’i düzenin uygulanması hususundaki hassasiyetini bir arada barındırabilmesi, ilk kez bu döneme has bir özelliktir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, Nakşbendîlik’in bu desteği, II. Mahmud’un askerî alanda yapmış olduğu yeniliklere ve Avrupa nüfuzuna karşı Osmanlı devletinin korunması düşüncesine yöneliktir. Bu askerî reformların yanında II. Mahmud, Yeniçerilerle bağlantısı olması dolayısıyla Bektaşîlik’! yasaklamış ve Bektaşî tekkelerinin gözetimi Nakşbendîlere verilmiştir.  Mevlânâ Halid-i Bağdadî ve halifeleri döneminde Nakşbendîlik OsmanlI’da önemli ölçüde yayılmış, hatta önde gelen bir tarikat hâline gelmiştir.

Tezimizde ele aldığımız Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî işte bu ekolden gelmiş önemli bir sufî simadır.  

BİRİNCİ BÖLÜM

SEYYİD ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ’ NİN HAYATI, YETİŞMESİ VE

KİŞİLİĞİ

Bu bölümde Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin hayatım ve şahsiyetini çeşitli yönlerden ele alacağız. Şimdi bunu görelim...

A- ÇOCUKLUK VE GENÇLİK DEVRİ

a.                         Soyu, Ailesi ve Doğumu

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Siirt’in Baykan ilçesine bağlı Kermete köyünde 10

Zilhicce 1322’de (m. 1902 - Zilhicce’nin ikinci Perşembesi öğle ile ikindi arası...) doğmuştur.  Ulemadan Seyyid Muhammed Efendi’nin oğludur.   Dedesi Seyyid Maruf

Efendi’dir.    Hz. Muhammed’in soyundandır. Zira “seyyid” ifadesi, soy olarak Hazreti Muhammed’e dayanan bir aileden geldiğini göstermektedir. Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin halifelerindendir. Şeceresi şu şekildedir:

1.                         Hz. Hüseyin

2.                          Seyyid İmam Ali

3.                         Seyyid Şerafeddin

4.                          Seyyid Muhammed El-Mağfur Ebû Firâs

5.                         Seyyid M â ceddin

6.                         Seyyid Ebû Firâs

7.                         Seyyid Taceddin

8.                         Seyyid Muhammed

9.                         Seyyid Fellâh

10.                        Seyyid Ebû Firâs

11.                        Seyyid Kemaleddin

12.                        Seyyid Kasım

13.                        Seyyid Cafer

14.                        Seyyid îdris

15.                        Seyyid Kasım

16.                        Seyyid Taceddin

17.                        Seyyid Ali

18.                        Seyyid Mahmud

19.                        Seyyid Haşan

20.                         Seyyid Halil

21.                         Seyyid Ali

22.                         Seyyid Said Ebû’l-Hayr

23.                         Seyyid Hâce Ebû Tahir

24.                         Şeyh Seyyid Ka’l

25.                         Seyyid Tahir

26.                         Seyyid Ma’ruf

27.                         Seyyid Muhammed

28.                        Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî  

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî iki kez evlenmiştir. Bu evliliklerin ilkinden Seyyid Muhammed Nuranî, Seyyid Muhammed Raşid ve Seyyid Zeynel Abidin; İkincisinden ise Seyyid Abdülbaki, Seyyid Ahmed, Seyyid Abdülhalîm, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver adında beş oğlu; Halime, Hatice, Rakia, Rafla ve Aynulhayat adında beş de kızı dünyaya gelmiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî çocuklarım Kur’an ve sünnet üzere yetiştirmek istemiş, bundan dolayı onlara karşı bolca şefkat ve merhamet göstermiştir.

b.                        Yetişmesi:

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ilim erbabı bir aileden geldiği için, ilk eğitimini de aile büyüklerinden almıştır. Babası Seyyid Muhammed’den Kur’an-ı Kerîm okumayı öğrendikten sonra, Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in medresesinde İslâmî ilimleri tahsile başlayarak, orada üç sene okumuştur. Sonra Şeyh Muhammed Diyâuddîn ile Nurşin’e gitmiş, orada yedi sene ilim öğrenmeye devam etmiştir. Nurşin’den ayrılıp Şeyh Fethullah’m yanına, Verkanis köyüne giderek iki sene de orada ilim tahsil etmiştir. Sonra üç sene Arbo köyünde okumuş, oradan da Suriye’ye giderek, Hazne’de tahsile devam etmiş ve zahirî ilmini orada tamamlamıştır.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin ilim tahsil ettiği hocaları şunlardır:

1.                        Molla Muhammed Emin (Molla-i Mazın).

2.                         Şeyh Muhammed Arbovî.

3.                         Molla Zahir.

4.                         Muhammed Selim Hizanî.

5.                         Ahmed’ül-Haznevî.  

Hocalarına karşı çok büyük edep gösteren Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, bu edeple beraber yirmi altı sene ilim tahsili ile uğraşmıştır. Edebe çok önem vermiş ve edepten ayrılmamaya daima özen göstermiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, bir gün kendi yetiştirdiği hocalar ile sohbet ederken; “Siz hangi kitapları ezberlediniz?” diye sormuş ve mollalardan gelen cevaplara tebessüm ederek, “Bütün kitaplarım hıfzımdadır.” demiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, medreselerde okutulan bütün ilimleri büyük bir başarıyla bitirmiştir. Okumuş olduğu ilimler sırasıyla şunlardır:

1.                         Sarf (Emsile - Bina - İzzî).

2.                         Nahiv (Avâmil, Zurûf, Terkib, Sadullah Sağîr, Şerhi’l-Muğni, Sudûr, Sadinî, Hallu’l-Maakıt, Suyûtî, Molla Câmî).

3.                         Mantık (Muğnî Tullâb, Fenârî, Kavl-i Ahmed, Şerhu’ş-Şemsiyye).

4.                         Belâgat.

5.                         İstiare.

6.                         Arûz.

7.                         Münazara.

8.                         Akaid.

9.                         Fıkıh.

10.                         Tefsir.

11.                         Hadis.

12.                         Tasavvuf.  

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bunların hepsinde ihtisas sahibi olan bir zattır. • •           1

Özellikle de tasavvufta çok ilerlemiştir. Sadece yukarıda verilen ilim ve kitaplarla yetinmemiş, medresede okutulan sıra kitapları dışında birçok Arapça ve Farsça eserler de okumuştur.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî çok büyük bir kütüphaneye sahip olmuştur. Kütüphanesindeki kitapları genellikle Arapça’dır ve bunların çoğu el yazısıyla yazılmıştır. Kütüphanesinde ayrıca Farsça kitaplar da bulunmaktadır. Yirmi altı yıllık eğitimi süresince sürekli kitaplarla iç içe bulunmuş, âdeta onlarla dost olmuştur. Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’nin kitaplara ve ilme göstermiş olduğu önem, onun büyük mesafeler kat etmesine ve devrinin en büyük alimlerinden olmasına vesile olmuştur.

B. TASAVVUFA İNTİSABI

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin şahsında, tasavvuf geleneğinde de makbul sayılan, şer’i ilimleri tahsilden sonra tasavvufa yönelmenin bir örneğini görmekteyiz. Bu şekilde; tarîkat ve hakikatin, şeraitin hükümleri doğrultusunda olduğu gerçeği daha bilinçli olarak eyleme dönüştürülebilmektedir.

Şeyh Ahmed el-Haznevî ile Münasebetleri:

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’yi halife  olmadan önce tanımış, Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin Şeyh Muhammed Diyâuddîn’e ne derece bağlı olduğunu görmüştür. Hocası Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in vefatından sonra, yarım kalan ilmini tamamlayıp seyr-i sülük eğitimi için Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap etmek istemiştir. Bu işe girmeden önce istihare yapmış ve istiharede gördüğü rüyayı şöyle anlatmıştı:

“Rüyamda Şeyh Muhammed Diyâuddîn, Şeyh Ahmed el-Haznevî ve ben beraber bulunuyorduk. Şeyh Muhammed Diyâuddîn, Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye ‘Şeyh Ahmed, Seyyid Abdülhakîm’in babasının bizde çok emeği vardır, onun için sen ona gözün gibi bak.’ dedi.”

Görmüş olduğu bu rüyayı Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap için işaret sayan Seyyid Abdülhakîm, yanındaki birkaç arkadaşıyla beraber Hazne köyünün yolunu tutar. Köyün girişine geldiklerinde Seyyid Abdülhakîm yanındakilere: ‘Kurban, ben dönüp gideceğim.’ der. Yanındakiler: ‘Kurban nasıl gidersin, biz Türk kapısını geçtik, Suriye’yi geçtik, nasıl dönersin.’ derler. Seyyid Abdülhakîm: ‘Hâşâ hâşâ, ben nasıl Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yüzüne bakacağım, inanın ki ben onun yüzüne bakamam, siz gidin ben döneceğim.’ der. Yanındakiler: ‘Biz seni bırakmayız, yolda seni tutuklarlar, 200-300 metre sonra Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yanındayız.’ derler. Seyyid Abdülhakîm gitmek istemese de kolundan tutup zorla götürürler.

Seyyid Abdülhakîm Şeyh Ahmed el-Haznevî’yi ilk defa ziyaret ettiğinde, Ahmed el- Haznevî: ‘Molla Abdülhakîm hoş geldin. Sen ne yaptın, icâzet aldın mı?’ diye sorar. Seyyid Abdülhakîm: ‘Kurban biz sizin kapınıza layık değiliz.’ der. Seyyid Abdülhakîm daha oturmadan, Şeyh Ahmed el-Haznevî hemen Seyyid Abdülhakîm’in kolunu tutar, ‘haydi, kabristana gidiyoruz’ der. Kabristana gidince, Şeyh Ahmed el-Haznevî babasının kabr-i şerifini göstererek: ‘Bu benim babamdır. Molla Abdülhakîm, sen ona dua edeceksin.’ der. Seyyid Abdülhakîm orada ağlamaya başlar ve: ‘Kurban ben neciyim, ben kimim?’ der. Ahmed el-Haznevî: ‘Ben kabul etmem, sen babama dua edeceksin.’ der. Seyyid Abdülhakîm: ‘Kurban biz sizin duanıza talibiz, niçin ısrar ediyorsunuz?’ der. Şeyh Ahmed el-Haznevî: ‘Sen seyyidsin, Resul-i Ekrem’in torunlarmdansın. Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in seni nasıl sevdiğini, sana nasıl nazar ettiğini ben görüyordum. Kaçış yok, illâ ki babama dua edeceksin.’ der. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî emre uyup dua eder ve birlikte Şeyh Ahmed el- 7A

Haznevî’nin dergahına dönerler.”

Daha sonra Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’yi ziyaret edip kendisine intisab etmek istediği zaman Ahmed el-Haznevî: ‘Abdülhakîm, sen tarikat almadın mı?’ diye sorar. Abdülhakîm el-Hüseynî: ‘Evet kurban, önceden almıştım.’ deyince Ahmed el-Haznevî, Abdülhakîm el-Hüseynî’nin önceden Şeyh Muhammed Diyâuddîn’e bağlı olduğunu bildiği hâlde, Abdülhakîm el-Hüseynî’ye kimden tarikat aldığını sorar. O da: ‘Şeyh Muhammed Diyâuddîn’den kurban.’ diye cevap verir. Ahmed el-Haznevî bu cevabı tebessümle karşılayarak; ‘Hepimiz Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in tarîkatındayız. Senin tarikat olmana lüzum yoktur.’ der. Tövbe verir, ancak tarikat vermez.  

Yukarıda geçen diyaloga Ahmed el-Haznevî’nin hadfesi Molla İbrahim şahit olur. Daha sonra Molla İbrahim, Abdülhakîm el-Hüseynî’yi bir kenara çekerek: ‘Seyyid

Abdülhakîm, niçin böyle yaptın, bir menfaat göremezsin. Bak, bir kişi bir mülk alsa, o mülke istediği gibi tasarruf eder, kullanır ve ondan fayda görür. Kişi sahip olmadığı mülkün üzerinde tasarrufta bulunabilir mi? Elbette bulunamaz. îşte Mürşid-i Kâmil de böyledir. Kendi tasarrufuna alabilmesi için, kendi eliyle müride tarikat vermesi gerekir. Hiçbir mürşid, kendi müridi olmayan bir kişi üzerinde tasarrufta bulunamaz.’ der. Bu sözlere çok üzülen Seyyid Abdülhakîm: ‘Biz bu işin böyle olduğunu bilmiyorduk.’ der.

Abdülhakîm el-Hüseynî bir gün sonra tekrar Ahmed el-Haznevî’yi ziyaret eder. Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye: ‘Kurban ben tarikat tazelemek istiyorum.’ der. Şeyh Ahmed el- Haznevî daha önce söğlediğini tekrarlayarak, ‘Hepimiz Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in tarîkatındayız. Senin tarikat tazelemene gerek yoktur.’ der. Bnun üzerine Seyyid Abdülhakîm: ‘Efendim, ben o zaman talebeydim, tarikatla fazla meşgul olamadım.’ diyerek boynunu büker. Bu konuşmadan sonra Şeyh Ahmed el-Haznevî, Seyyid Abdülhakîm’den istihare yapmasını ister. Bu söze çok üzülüp renkten renge giren Abdülhakîm el-Hüseynî. ‘Yoksa beni rahmet kapısına kabul etmeyecek mi? Ben nereye gideyim? İmanım tehlikede... Ben imanımı nasıl kurtaracağım?’ diye düşünür.

Emir gereği istihare yapan Abdülhakîm el-Hüseynî, o gece gördüğü rüyayı halîfe Molla İbrahim’e şu şekilde anlatır: ‘Çok kalabalık bir cemaat vardı. O cemaatte Şeyh Muhammed Diyâuddîn, Şeyh Ahmed el-Haznevî ve Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin halîfesi Molla Mehmed bulunuyordu. Namaz vakti girdiğinde, Molla Ahmed kâmet etti. Şeyh Ahmed el-Haznevî de imam olup bize namaz kıldırdı.”

Molla İbrahim bu rüyayı, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin, Şeyh Ahmed el- Haznevî’ye intisabına izin olarak yorumlar ve: ‘Seyyid Abdülhakîm, müjdeler olsun, işin tamam...’ der. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî rüyasını Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye anlattığı zaman Şeyh Ahmed el-Haznevî: ‘İnşallah Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in izni vardır; gel, sana tarikat verelim.’ der. Buna çok sevinen Seyyid Abdülhakîm Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap eder.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap ettikten sonra özel vird ve amelinin yanında tekke hizmetlerinde de bulunmuştur. Kırk seneye yakın Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yanında tasavvuf terbiyesi almıştır. Bu müddet zarfında şeyhi kendisine devamlı ‘Şeyh Abdülhakîm’ diye hitap etmiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî büyük bir alimdir. Ayrıca tarikat ameli olan kalb, letâif ve nefy-ı ispat virdlerini tamamlar.Ramazan ayında rüyasında gördüğü Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in kendisine şöyle dediğini şeyhine anlatır: ‘Abdülhakîm, Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye söyle, seni artık fazla yormasın. Sen halifeliği hakkı ile kazandın, artık hakkını versin, yeter.’

Bu rüyadan sonra Şeyh Ahmed el-Haznevî: ‘Şeyh Abdülhakîm, ben de biliyordum. Ama, Ramazan ayının feyiz ve bereketinden daha fazla istifade edesin diye seni çalıştırıyordum. Mademki Sadat böyle diyor, hakkındır.’ deyip Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’ye -intisabından on iki yıl sonra, 1938 yılında- hilâfet vermiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin silsiledeki yeri şu şekildedir:

1.                        Hz. Ebû Bekir.

2.                        Selmân-ı Fârisî.

3.                        Kâsım bin Muhammed.

4.                        Ca’fer-i Sadık.

5.                         Beyâzıd-ı Bestâmî.

6.                         Ebû’l-Hasan Harkanî.

7.                         Ebû’l-Ali Farmâdî.

8.                         Yusuf Hemedânî.

9.                         Abdülhâlıku’l-Gücdüvânî.

10.                        Arifi’r-Regeverî.

11.                        Mahmudü’l-Înciri’l-Fağnevî.

12.                        Ali Ramitânî.

13.                        Muhammed Baba Semmâsî.

14.                        Seyyid Emir Külâl.

15.                        Şâh-ı Nakşbend Muhammed Bahauddin.

16.                        Alauddin Attâr.

17.                        Yakub Çerhî.

18.                        Ubeydullah Ahrâr.

19.                        M.Zâhid Bedahşî.

20.                         Derviş Muhammed.

21.                         Hâcegî Emkenekî.

22.                         Hâce Muhammed Bekâbillah.

23.                         İmam-ı Rabbânî.

24.                         Muhammed Ma’sum bin Ahmed Faruk.

25.                         Şeyh Seyfuddîn bin Muhammed Ma’sum.

26.                         Şeyh Seyyid Muhammed Bednavî.

27.                         Şeyh Şemsuddîn Habîbullah Mirza Canan el-Mezhar.

28.                         Şeyh Abdullah Dehlevî.

29.                         Mevlânâ Hâlid Bağdadî.

30.                         Şeyh Seyyid Abdullah en-Nehri’l-Hakkarî.

31.                         Şeyh Seyyid Taha en-Nehri’l-Hakkarî.

32.                         Seyyid Sıbğatullahi’l-Arvasî.

33.                         Şeyh Abdurrahmân-ı Tâhî.

34.                         Şeyh Fethullah.

35.                         Şeyh Muhammed Diyâuddîn.

36.                         Şeyh Ahmedü’l-Haznevî.

37.                         Şeyh Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’den hilâfeti aldıktan sonra, Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yetiştirmiş olduğu diğer mollalar, Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye gelerek: ‘Kurban, bizler Molla Abdülhakîm ile aynı medresede aynı kitapları okuduk, aym hocadan ders aldık, aynı yemekleri yedik, aynı suyu içtik, yattık, aynı havayı teneffüs ettik; giydiklerimiz, gezdiklerimiz, gördüklerimiz vs. her şeyimiz aynıydı. Niçin Molla Abdülhakîm yol aldı, halîfe oldu da biz geri kaldık?’ derler. Mollaların sormuş olduğu soruya Şeyh Ahmed el-Haznevî: ‘Biz size herhangi bir şey söylediğimizde, bizden hemen o şeyin hikmetini sorardınız, hikmeti öğrendikten sonra o şeyi yapardınız. Molla Abdülhakîm’e bir şey

dediğimiz vakit hemen gider yapardı. O, hikmetle değil illetle hareket ederdi. Bundan dolayı Molla Abdülhakîm hilâfet aldı, sizler de geri kaldınız.’ şeklinde cevap verir.

Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî halifelik aldığında Taruni köyünde ikamet etmiş; tarikat vermeye ilk defa Taruni köyünde başlamıştır. Burada Pazartesi ve Perşembe günleri teveccüh yapıp insanların hidayetine vesile olmuştur. Taruni’den Bilvanis’e, oradan Kasrik’e, daha sonra da bugün medfun olduğu Menzil köyüne hicret  etmiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî irşada  başladıktan on bir yıl sonra şeyhi Ahmed el-Haznevî vefat etmiştir (1951). Şeyhinin vefatından sonra Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’ye intisap edenlerin sayısı daha da artmıştır. İntisap edenler arasında bazı şeyhler, halifeler ve başka tarikat müntesipleri de olmuştur.

C.                        VEFATI:

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretlerinin ömrünün sonlarına doğru, baş ağrısı, hâlsizlik ve baş dönmesi gibi rahatsızlıklar ortaya çıkmıştır. Muayenesi için yakın vilayetlere götürülüp çeşitli tıbbi tahlil ve müdahaleler yaptırılmıştır. Yapılan tahliller sonucu ‘bağırsak kanseri’ teşhisi konulmuştur. Tedavisi içinönce Ankara’ya, daha sonra da İstanbul’a gidilmiş, oradaki doktorlar tarafından ameliyat alması gerektiği söylenmiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin ameliyat olup olmaması hususunda değişik görüşler ileri sürülmüş, onun fikri sorulduğunda: ‘Şeyh Ahmed el-Haznevî de bu hastalıktan ameliyat olmuştu, biz de ona mütabakat edelim. Bunun için istihare yapınız.’ demiştir. Sonra halîfelerden birisi: ‘Efendim, biz istihare yaparken sizden himmet isteyeceğiz.’ deyince, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Olsun, siz yine yapınız, ayrıca ben de yapacağım.’ demiştir. İstiharelerden sonra Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî: ‘Kağıt kalem getirin, vasiyetimi yazdıracağım.’ diyerek vasiyetini ayrı ayrı yazdırmıştır.

Vasiyetinden birkaç tanesi şöyledir:

‘Iskatımın tamamını buğday olarak verin.’

‘Odamda serili olan kilimleri camiye verin.’

Ameliyatından üç gün sonra, miladi 1972 (H.1392) yılının haziran ayının ilk Perşembe günü saat beş civarında ahirete irtihâl etmiştir.

Sağlığında bazı işaretler koyarak ‘az zaman sonra buraya bir define defnedilecek.’ dediği Menzil köyündeki merkadına defnedilmiştir.

D.                         SOSYAL KİŞİLİĞİ

a.                        Hediyeleşmesi

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, hediyeleşmeyi tavsiye etmiş, kendisi de sıkça hediyeleşmiştir. Peygamberimizin sünnetlerini ihmal etmediği gibi, hediyeleşmeyi de ihmal etmemiştir. Sürekli etrafındaki insanlara hediye dağıtmış, vermiş olduğu ufak tefek hediyelerle insanların gönüllerini kazanmıştır. Mesela, bir torununa tespih ve çakmak, talebelerinden birine takke, bir gelinine şal vb. hediyeler vermiştir. Ayrıca fakir-fukarayı gözetmiş, malından gelen gelirin hemen hepsini insanlara hediye olarak dağıtmıştır. Her fırsatta hediyeleşmek ve bir şeyleri paylaşmak istemiştir.  

b.                       Davetlere İcabeti

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî davet edildiği yere hemen icabet etmiştir. Zaten irşad için köy köy dolaşmıştır. Gittiği her yere edep, ilim, ahlak, hayâ, ihlâs     , muhabbet tohumlan serpmiştir. Bazen günlerce, haftalarca, hatta aylarca eve dönmemiş, irşad için gayret sarf etmiştir. Gittiği yerlerden cami, tuvalet, çeşme vs. inşa etmeden de çıkmamıştır.

c.                        Müridlerine Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, müridlerine karşı çok muhabbet beslemiştir. Müridleri arasında zengin, fakir, genç, ihtiyar, güzel, çirkin, ırk renk, dil... aynını yapmamış, hepsinin dünya ve ahiret hayatlarında mutlu ve huzurlu olmasını istemiştir. Bütün müridlerini çok sevmekle beraber alim olan hem kendi halifelerine hem de diğer alimlere karşı daha çok muhabbet beslemiştir. Ancak bunu halifelerine bariz bir şekilde göstermemiştir. Her mürşid gibi kendi halifelerine karşı mesafeli davranmış, âdâp bakımından ciddiyeti ve samimiyeti elden bırakmamıştır.

d.                       Torunlarına Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, bütün çocuklar gibi torunlarını da çok severdi, Torunlarıyla çok samimi ilişkiler kurmuş, onlara çok şefkat ve merhamet göstermiştir.

Bir torunu, onun kendileriyle olan ilişkisini söyle anlatmaktadır:

‘Dedem vefat ettiğinde ben on yedi yaşındaydım. Dedem beni çok sever ve her fırsatta benimle çok şakalaşırdı. Bundan dolayı ben babamı pek aramazdım. Dedemin bana verdiği sevgive şefkat bana yeterdi. Bu yüzden hep dedemi bilirdim. Benimle en çok dedem oynardu.”

e.                       Kadınlara Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, kadınlara karşı çok merhametli ve şefkatli bir kişiliğe sahiptir. Onlara sürekli nasihatlerde bulunmuş; harama dikkat etmeleri, taatta bulunmaları, seslerini fazla yükseltmemeleri, tahammül ve sabi?*  sahibi olmaları hususunda sürekli öğütler vermiştir.”      

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî kadınlar hususunda çok hassas davranmıştır. Kadınlara, vekil hanımlar tövbe vermiştir. Kendisinin tövbe vermesi gerektiğinde ya da mutlak görüşülmesi gereken bir konu olduğunda, kapı veya perde arkasından görüşmüş ve tövbe vermiştir.

f.                       Fakirlere Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî fakirlere  karşı çok hoşgörülü, şefkatli ve merhametli idi. Ona gelenler çoğunlukla fakir insanlardı. Bu hâliyle de Resulullah’a benzemiştir... Nasıl ki Resulullah’a fakirler ittiba’ etmişti, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye gelenler de yine onlar olmuştur.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, maddiyat hususunda “Ya Rabbi! Dünya elimizde bulunsun ama Sen onun sevgisini kalbimize koyma!” şeklinde dua etmiştir.

g.                        Yetimlere Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanma bir çok yetim  insan gelmiştir. Kendisi de yetim büyüdüğü için onların hâlinden anlamış, onlara güler yüz göstererek hepsini himaye etmiştir. Yetim çocukları, bilhassa ilim okumaya teşvik etmiş, okumaları için imkanlar hazırlamış, onlara yardımcı olmuştur. Yetimi incitmekten, onları itip kalkmaktan ve yetim hakkı yemekten çok korkmuş ve bunlardan sakmmıştır.

h.                       Zenginlere Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin zenginlerle münasebeti, diğer insanlarla olan münasebetinden farklı değildir. Zengin fakir ayrımı yapmamıştır. Zengin, fakir, işçi, memur demeden hepsine aynı şekilde ve biçimde tövbe vermiş, hepsine aym tastan çorba içilmiştir. Konuşma esnasında herkesin aklına göre konuşmuştur.

ı. Devlet Adamlarına Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. Devlet adamlarıyla ilişkisi, halkla olan ilişkisinden farklı olmamıştır. Devlet adamlarına karşı özel bir ilgi göstermemiş, irşad dışında şahsi menfaati için kimsenin ayağına gitmemiş, kimseye boyun eğmemiştir. Medet umulacak makamın Allah (c.c.) olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. İnsanları ise ancak sahip oldukları takva ile değerlendirmiştir.. Tövbe için gelen herkesin elini tutmuştur.

Şüphesiz mürşid-i kâmillerin en önemli özelliklerinden birisi de siyasetten uzak durmalarıdır. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri de kâmil-mükemmil bir mürşid olduğu için siyasetten uzak durmuş, partiler ve siyasî gruplar hakkında herhangi bir görüş belirtmemiştir. Tarikat olmak isteyen kişi, ister “a” partisinden ister “b” partisinden, kısacası hangi görüşte olursa olsun, ayrım yapmaksızın herkese kucak açmış, derdini dinlemiş, hak yolda gitmesi için insanlara yardımcı olmuştur.

j.                       Misafirlerine Karşı Davranışları

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî gelen misafirlere  güler yüzlü, samimi ve dostça davranmıştır. Onların gönüllerini kırmaktan kaçınmış, onları hoşnut etmeye çalışmıştır. Ne kadar misafir gelirse gelsin hiçbirini geri çevirmemiş, onlardan asla sıkıntı duymamıştır. Bilâkis, bu durumdan oldukça zevk almıştır. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin özel denilebilecek misafirleri olmamıştır. Zaten onları ağırlayacak özel bir evi de yoktu. Bütün misafirlerini camide ağırlamıştır. Misafirlerin yatıp kalktıkları yer de cami olmuştur. Ancak büyük alimler ve Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed el-Haznevî )’nin yakınları veya müridleri geldiği zaman, kendi kaldığı eve götürmüş veya medreseye götürüp orada ağırlamıştır.

k.                       Vefa Duygusu

“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin vefa  duygusu çok kuvvetliydi. Bir gün Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye kendi üstadımn bir çocuğu gelir. Onu görünce hemen yerinden fırlar. Öyle bir fırlar ki kimse onun kalktığım fark edemez. Üstadımn çocuğunun yanına vardığında: ‘Benim bütün hayalimde, üstadımın bir çocuğunun bana misafir olması yatardı. Ben sizi gökte ararken yerde buldum.’ der. Dahası, üstadının bir çobanı bile gelse; hemen kalkıp kendi yerine oturtur, ona yatak serer ve hizmet ederdi.”

Muhiplerinden biri onun vefasım şöyle anlatır:

‘Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bizlere, ‘Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed el-Haznevî )’nin evlatları geldiği zaman bana onların yanında hürmet etmeyin.’ derdi. Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî ile birlikte sabah güneş doğduktan, akşam hatme-i hacegan’dan soma Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in merkadına gidip Kur’an-ı Kerim okurduk. Biz cüzümüzü bitirip dönerdik. O, uzun süre okumaya devam ederdi.”

Talebelerinden biri de şöyle anlatmaktadır:

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin, Menzil köyünde bulunduğu sırada onu ziyarete gittik. Yanımızda Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed el-Haznevî )’nin köyünden Abdülmecid isminde bir sofi (derviş veya münfesihi) vardı. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî o zamanlar çok hasta idi. Sofiler grup grup yanma girip onu ziyaret ediyorlardı. Biz de bir grupla beraber onun yanma vardık. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî oturmuştu. Üzerine yorgan atılıyordu.

Şeyh efendi üstadının köyünden gelen sofiyi görünce hemen ayağa kalktı. Tebessüm ederek sofiye ‘hoş geldin!..’ deyip hürmet ve ikramda bulundu.”

/. Temizliğe Gösterdiği Önem

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, temizliğe çok önem vermiştir. Temizlik üzerinde çok durmuş, temizliğe büyük hassasiyet göstermiştir.

Sohbetleri genellikle dini bilgiler, ahlak ve taharet üzerine olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, irşad için gittiği her köye önce cami, tuvalet ve köy çeşmesi imar etmiştir. Bunun en bariz örneği de onun zamanında çevre köylerde havuz, çeşme tuvalet olmadığı halde, onun irşad ettiği köylerde bunların bulunuyor olmasıdır.

m. Tedbir ve İhtiyata Verdiği Önem

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, her işini sağlam bir şekilde yapmaya çok önem göstermiş, hiçbir işinde tedbir ve ihtiyatı  göz ardı etmemiştir. Zaten onun ahlakı ve işleri hep sünnet  üzere olmuştur. Peygamber efendimizin çoğu sünnetlerine gösterdiği titizliği, tedbir ve ihtiyat hususunda da göstermiştir. ‘Tedbir bizden, takdir Allah’tan...’ düşüncesiyle hareket etmiş, elinden gelen gayreti gösterdikten sonra Allah-u Teala’ya tevekkül etmiştir.

l.                         Yürüme Adabı

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, yürürken, her zaman yüksek bir yerden iniyor gibi sert adımlarla, önüne bakarak yürümüştür. Bir torunu, onun yürüyüşünden aldığı hazzı şöyle dile getirmektedir:

Dedemin yolda yürümesi çok yumuşaktı ve dikkatliydi. Sanki bütün yolda yumurta var da kırılacakmış gibi yürürdü. O kadar yavaş ve temkinli yürürdü ki gönül onun yürüyüşünü devamlı seyretmek isterdi.’

o.                       Yeme-îçme Adabı

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, yemekler arasında herhangi bir ayrım yapmamış, temiz ve helal olan her türlü yemeği yemiştir. Fakat pirinç pilavım biraz fazla sevmiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî evinde, sabah ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yaptırmıştır. Ancak yemek vakitleri dışında gerektiğinde -misafir geldiği zaman- yemek yaptırmıştır. Her öğünde, ziyarete gelen misafirlerin hepsini davet etmiştir. Bu güzel haslet, yaşamış olduğu Menzil köyünde evlatları tarafından hala devam ettirilmektedir.

Sürekli yanında bulunan sevenlerinden biri, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin meyvelerden en çok armut, kavun ve inciri sevdiğini söylüyor ve ekliyor: ‘Bir gün Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ile bir eve misafir olduk. Ev sahibi sofra hazırlamıştı, yemek yiyecektik. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bana ‘Ev sahibine bir sor, sütü, yoğurdu nereden alıyor? Koyunları var mı? Acaba rastgele sıradan yerlerden mi alıyor?’ dedi. Ev sahibinin koyunlarmın olmadığını, yoğurdu, sütü başka yerlerden temin ettiğini söyledim. Böyle sorması dikkatimi çekti. Yemek esnasında fark ettim ki Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî onlardan yemiyor, başka yemeklerle kamını doyuruyor.”

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, suyu oturarak içerdi. Önce besmele çekier, sağ eliyle üç yudumda içerdi. Bazen ayakta iki eliyle su içtiği de görülmüştür.

Sofılerind ;n biri şöyle anlatmaktadır:

‘Bir gün Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanındaydım. Ona küçük bir testide su getirdiler. Testiyi iki eliyle tutarak suyu ayakta yudum yudum içti.’

ö. Hastalıkla İlgili Düşünceleri

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî hastalığı sırasında tedavi görürken, bir gün şu sohbeti yapmıştır: ‘Bir kişi harbe katılıp yaralansa, sonra da bu yaralardan dolayı vefat etse, birkaç dakikalık çektiği ıstıraptan dolayı şehit mertebesine erer. Şehitlerin mertebesi ise malumdur. Velilerin durumu ise çok değişiktir. Veliler ömürlerinin her anını nefis  ve şeytana muhalefet etmekle geçirr. Bu mücahedenin her bir anı şehidin çektiği acı kadar zahmetlidir. Durum böyle iken şehitler ile velilerin makamı bir olur mu?’

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, gerek hastalığının ilk anlarında gerekse ağırlaştığı zamanlarda farz ve gece namazlarını ayakta eda etmiştir. O, yalnız sözleriyle değil, davranışlarıyla da insanlara büyük dersler vermiştir.

p.                        Mektuplaşma Adabı

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî mektuplarını el yazısıyla yazarak göndermiştir. Kendisine gelen mektupları da cevapsız bırakmamış, mutlaka karşılığını vermiştir. Ancak tebrik kartı göndermeyi pek yapmamıştır.

Yazmış olduğu mektuplarda Kur’an, sünnet ve doğruluktan bahsetmiştir. Mektuplarına besmele ile başlamış, hamdele  ve salvele  ile devam etmiş, tavsiye, nasihat ve dua ile bitirmiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin almış ve göndermiş olduğu mektuplardan örnekler:

Mürşidi Şah-ı Hazne’nin Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye yazmış olduğu mektup:

“Allah ’ın adıyla başlarım.

Salat ü selam, Efendimiz Muhammed Mustafa ’nın, âl ve ashabının üzerine olsun!

Bu mektup, günahlarının esiri ve çok ayıbı olandan, Allah yolundaki kardeşi ve dostu, zeki, anlayışlı olan Abdülhakîm’edir. Allah, onu ahiret işlerine yönelen ve katında hoş görülmeyen şeylerden uzaklaşan kimse eylesin! Amin. Sonra şu arz edilir ki, Şeyhü ’l-îslâm, mürşidimiz Şeyh Fethullah’ın sana kitaplarını verdiğini görmüş olduğun rüyan, onun nisbetinden hatta zahirî ilminden çok büyük bir hisse sahibi olacağını gösterir. Öyle ise, Yüce Allah’a şükredip tam çalışmak; amel edip, nefsin i görmemek için, çok gayret etmen lazımdır.

Hazret, bu tarikatın reisi, “Şah-ı Nakşbend” lakabıyla bilinen zattan naklen buyurdular ki: ‘Bu tarikattan olduğunu iddia eden bir kimsenin nefsini Frenk kafirlerinden daha kötü bilmesi gerekir. ’ Bundan anlaşılıyor ki müridin kendi kusurunu görmesi lazımdır. Nitekim Alauddin Atar: ‘Salike devamlı fiillerinin kusurunu görmekten başka ümit yoktur. Her anda, kusur kapısından girip manevi ilerlemeye kabiliyeti olmadığını, manevi rütbeden uzak olduğunu ve onu terk ettiğini düşünmesiyle birlikte, Allah’ın lütuf ve keremini mülahaza ederek yalnız lütuf ve inayetine sığınması, layıktır. ” diye buyurdu.

Sizinle Taruni köyü ahalisinin arasında cereyan eden hadiseye gelince, geçmiş kimselerin, çağdaşlarıyla olan durumları da böyle idi. Allah, nezdinde, halis kullarının manevi rütbelerini ve sevaplarını büyütmek için, onları halkın eziyet ve inkarıyla belalandırır. *   Öyle ise, bu gibi şeylerden hatırına bir şey gelmesin. Hatta adetleri ve tuttukları yoldan ayrılma! Dedikodudan üzülme; vazifen sohbet etmek... Teveccüh edip yüce Allah’tan (CC), tarikatın üstadından ve yüce tarikatın ulu zatlarından bahsetmeye devam et! Ne dil, ne de kalbinle ol, halka iltifat etme; kusuru kendi nefsine isnat et, onlara değil...

Bazı yüce zatlara “Bu gece hırsızlar komşunun evini açıp eşyasını çaldılar. ” denildiğinde, “Bu iş, Allah ’a karşı olan kötü davranışımdan oldu. Zira ben bu olaydan önce, şeriat adabından birisini terk ettim. ” diye buyururlar. Bazıları da “Şayet Allah kıyamet günü başkalarına şefaat için bana izin verse, evvela dünyada bana zulüm edip eziyet edene şefaat ederdim. ” derler.

Sonra, sana ve ev halkınıza selam ve dua eder, sıhhat ve selameten hâllerinizi sorarız. Allah, selâmetinizi devam ettirip hastalık vermesin! Bilhassa, Bilvanis köy ahalisine selam edip onlardan ricamız, Taruni köyü halkıyla aralarında fitne çıkarmamalarıdır. Çünkü Peygamber, “Fitne uykudadır, Allah ’ın laneti onu uyandıranın üzerine olsun. ” buyurdu. Şayet başka bir köye naklin, tarikat nisbeti ile geçiminiz için daha yararlı ise, bir mahzuru yoktur.

Allah, Nebi ve Resullerin hepsine, özellikle sonuncu ve en faziletlileri olan Hz. Muhammed’in üzerine salat eylesin. ”

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin, üstadı Şeyh Ahmed El-Haznevî’nin torunu Şeyh İzzeddin’e gönderdiği mektup:

“Rahman ve Rahim Olan Allah ’ın Adıyla,

Nimetleri ade linçe ve ziyadeleri mümasil  ve müsaviince  Allah ’a hamd ederim. Salat ve selam Hazreti Resulullah ’a, âl ve ashâbına olsun.

Sonra bilinsin ki, mektup Sadât’ın kıtmirinden gözlerinin nuru, kalbinin ortası, cesedinin ruhu olan övülmüş Şâh-ı Hazne ’nin torunu milletin ve dinin “izzet”inedir.

O, sizinle teberrük oldu, mufahhar ve müşerref kılındı.129   Gözlerinin sizi görmesi, ayaklarınızın tozundan olan sürmeyi gözüne çekmesi sebebiyle şerefyab kılındı.

Hâl ve hatırınızdan sual eder sıhhat ve selametlerinizin ebedi olmasını Cenab-ı Hakk’ın dilediğiniz ve hoşlandığınız kadar makamınızı yüceltmesini dilerim. Muhammed Mustafa’nın hatırı ve hürmeti için Hazreti Allah (c.c.) dilediğiniz ve razı olduğunuz kadar makamatınızı yüceltsin.

Allah’tan (c.c.) niyazımız Şâh-ı Hazne’nin evinin etrafının daima talebelerle çoğaltılması ve doldurulmasıdır ki bunu bu şekilde haber almaktayız, devamını da temenni ederiz. Bu talebelerinin çoğu da Nebi Aleyhisselam’ın neslindedir. En ekmel salât O’nun âlinin üzerine olsun. O’nun hürmetine Allah (c.c.) o talebeleri ilmen ve irfânen ziyadeleştirsin.

Abdülgani’ye selam eder ayağının tozunu izzetle hürmetle öperiz. Allah (c.c) O’nun bekâsını daim eyleyip murâdına ve kasdına ulaştırsın, Habib’inin ve Safıyy’inin hürmetine, anne ve babasının da ayaklarının toprağını Şâh ’ımızın bütün âlinin büyük ve küçüklerinin ayak tozlarını keza öperiz. Afiyetlerinin devamını, her türlü bela ve fitnelerden korunmalarını Cenab-ı Hakk’tan (c.c.) niyaz ediyoruz.

Üstadınızın arkadaşının hatırını sormak lütfunda bulunursanız ki bu sizin büyüklük ve şanınızdır.

Hepimiz iyiyiz, selametteyiz, sadece benim bazı günler hafifleyen hastalığım diğer günlerde fazlalaşmakta ve şiddetlenmektedir.

Zât-ı âlinizden ricamız, eğer bu istek haddimizi aşmak değilse, bizi Merkad-ı 131

Şerifin yanında dualarınızda hatırlamanızdır.

Şüphesizdir ki o büyük Şâh, dağların yüklenemeyeceği büyüklükte ağır ve mesuliyetli bir vazifeyi bize yüklemiştir. Muhakkak ki Efendimiz ’in neslinden bazen elli, bazen yüz, iki yüz hatta beş yüz kadar seyyid, bunlardan başka büyük bir çoğunlukla Türkiye ’nin bütün ikliminden ziyarete gelmektedirler.

Allah ’a kasem ederim ki, bunca gelenler benim şahsım için gelmezler, bilakis Şâh ’ın himmeti için gelmektedirler.

Peygamberlerin Hatemi ’ne salât ve selam olsun. ”  

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin Uzlab’da bulunan müridlerine gönderdiği bazı hususların tavsiyesine dair mektubu:

“Bismihi Tealâ,

Hamd; Basîr, Semî’, Kadir, Alîm olan Allah’a mahsustur.

Salât ve selam, Beşîr ve Nezîr olan Muhammed’e , O’nun yolunu takip eden âl ve ashabmadır.

Bundan sonra Nakşbendî tarikatına mensup Rabbi ’nin abdi olan Abdülhakîm ’den Şah Haznevî’nin bütün etbanıdadır. Allah (c.c.) hepinizi O’nun esrarı ile müşerref etsin.

7 î ?

Evvela, selâm ve tahiyyât, ahvâlinizden sual ile dareyn saadeti için dua eder, duanızı dilerim.

Sonra Allah’ın (c.c.) takvasını, açıkta ve gizlilikte, elden bırakmamanızı dilerim.

Emirlere itaati, cemaatlere, hatmelere dikkatle ve gevşetmeden devamı tavsiye ederim.

Nefsin her türlü istediğinden ve arzusundan, bid’atlardan, menhiyyâttan, gıybetten,    kullara zulümden, hasetten ve bunlardan başka bütün kötü fiillerden ve rezil huylardan uzak bulunmanızı önemle tavsiye ederim.

Devamlı olarak Allah’a (c.c.) iltica etmenizi, fâni dünyaya temessük  ve muhabbetten yüz çevirip bâkî olan ahiretinize büyük bir rağbetle yönelmenizi tavsiye ederim.

Nefse tesir edecek, nefsi ıslah edecek sebepleri tahsil ediniz. Neşir ve hesap günü olan ahiret için hazırlanınız. Gafleti bırakarak kesin bir istidât ve reht  ile ve tam bir temessükle Sünnet-i Seniyye ’ye yapışınız. Kötü filerden ve bid’atlardan kaçınınız.

Yakînen ve katiyen biliniz ki, size en layık olan şey; Allah Sübhanehu ve Teala’nın rızasında cehdinizi ilerletmenizdir. Resulûllah ’ın rızası da, Sadât ’ın rızası da buna tâbidir. Bu da ancak Şeriat-ı Ahmediyye ’ye tâbi olmakla, kalben ve her hâliyle rûhen ve ceseden Muhammed Mustafa ’nın şeriatına uymak ve bağlanmakla mümkündür.

Şüphesizdir ki Nakşbendî olan bu büyük tarikat, diğer turûka nazaran üstündür. Şeriat-ı Nebeviyye ölçüsüne göre kurulmuştur. Bu konuda Sadât-ı Kirâm; ‘şeriata muhalif olan tarikat zındıklıktır. ’ diye buyurmuşlardır. Ki hadd-i zatında tarikatta alınan bütün feyiz ve himmetler şeriatın mutabaatındandır.

Dünyaya ve onun lezzetlerine aldanmayınız, zira dünyanın hiçbir şeyi size menfaat

7 Î7

vermez. Dünya, Hâlık’ın mağdûbudur. Yaratırken kendisine rahmet nazarıyla bakmamıştır.

Hazreti Peygamber Efendimiz , “Dünya ve mafiha   , Allah’ın (c.c.) zikrinden ve o zikri muhafaza eden şeylerden başka hepsi lanetlenmiştir. ” buyururlar.

Eğer Şâh el-Haznevî’nin emirlerine yapışmaz ve riayet etmezseniz, hem dünyada zararlı çıkacaksınız hem de ayakların kaydığı günde pişman olacaksınız. Ama bu pişmanlık size fayda vermeyecektir.

Akıbetin ne olduğunu bilseydiniz devamlı ağlardınız. Bu konuda şu şiiri diyen şairin hayrı Allah ’adır ki, makalesinde doğru söylemiştir:

Ömrü uzun olan kimse nefsi için ağlasın, dünyadan ne nasibi ve ne de sehmi (payı) vardır.

Sizler ey kardeşler! Şâh-ı Haznevî’ye ve bu fakire karşı muhabbetinizin varlığını iddia ediyorsunuz, muhabbetin alâmeti emirlere temessüktür. Size lazımdır ki emrine ve yoluna mülâzemet edesiniz.  Kim muhalefet ederse kendisine hıyanet etmiş olur, zararı kendisinedir.

Talim edip (başkalarına söyleyip) de kendisi söyledikleri ile amel etmeyen kimse gibi olmayınız.

Yine o mühim Adâb-ı Nakşbendî’den biri de; müridin kalbinin mürşidinin kalbine celbidir (bağlanmasıdır). Her nerede olursa olsun huzurunda, kendini görüyormuş gibi bilmektedir. Bir diğer mühim âdâp da; tarikata ve müntesiplerine halel gelmemesi için bu

Tarîkat-ı Âlîye ’yi münkir olanlardan uzak tutturmaktır. Münkirlerle münakaşa ve mugalata  kalbe zarar verir.

Bu dediklerime sımsıkı sarılınız, Uzlab nayihesinde Molla Derviş tarafımızdan vekil kılınmıştır. Şeriatın ahkâmına ve tarikatın âdabına mülâzemet ettiği müddetçe, ona mutâbakâtınızı tavsiye ederim. Allah (c.c.) rızasını muvafık kılsın. Allah’ın velilerinin yolundan sizi sebatkâr eylesin. Ayakların kaydığı gün gelmezden önce Allah (c.c.) basiretle ayıplarınızı sizlere gösterip düzelttirsin.

Salât ve selâm, her hususta, Muhammed Mustafa ’nin âl ve ashâbının üzerine olsun.

E- İLMİ KİŞİLİĞİ

İlme, Eğitime ve ilmiye sınıfına gösterdiği önem

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ilme, eğitime, alimlere ve eğitimcilere çok önem vermiştir. O her gittiği köyde ‘çocuklarınızı okutun, cahil kalmasınlar.’ diye tavsiye etmiştir. Bununla beraber talebelerin ahlakı üzerinde de çok durmuş, talebelerin dini ibadet ve taatlerini yaşamasını ve edep timsali olmasını istemiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Resûlullah’m ‘alimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.’ hadîsini esas alarak, ilmiye sınıfına sonsuz değer vermiştir. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘benim için bir alim bin sofiye bedeldir.’ demiş, alimlere ilimlerinden dolayı ve Resûlullah’m vârislerinden oldukları için hürmet etmiştir. Alimlerin ilimleriyle amil olmalarını istemiş, bu yolda olmaları için çaba sarf etmiştir. O, alimlerle dostluk kurmuş, onlarla oturup kalkmış, aşırı cahillerden yüz çevirmiştir.  Büyük alimlerle irtibat kurup onlarla tanışmak istemiştir. Talebelerinden biri, bunu teyit ederek şunları anlatıyor:

“Ben Zuhur köyünde okuyordum. O zamanlar Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’den tövbe almıştım. Seydam (bölgede şeyhler için söylenen hitap tarzı) Molla Vahdettin sofi değildi. Ama alim ve muttaki bir insandı. Ben her Cuma Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin ziyaretine gidiyordum. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bana, seydamın hâlini hatırını sorup ‘senin seydan çok büyük bir alimdir, çok iyi bir insandır. O’na benden selam söyle.’ diyordu. Ben de aynen Zuhur’a dönünce seydama iletiyordum. Bir zaman sonra seydamda Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye karşı bir muhabbet oluştu, nihayet o da Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’yi ziyarete gidip tövbe aldı. Çok kısa bir süre içinde de Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’den halifelik aldı.”

F- EDEBİ YÖNÜ

Edebiyata Olan ilgisi

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin kütüphanesinde birçok Arapça-Farsça şiir ve kaside kitapları vardı. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilirdi. Arapça-Farsça şiir ve kasideleri çok sever, onları ezberlerdi. Özellikle Fars edebiyatında Şeyh Sadî Şirazî, Şeyh Ahmed-i Harnî ve Şeyh Ahmed-i Cezelî’nin divanlarından şiirler ezberler, bunları hikmetli sözler olarak okurdu.

Ayrıca Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, irşada çıktığı zaman, yanında sesi güzel olan sofilerden birkaç kişi götürür, irşad esnasında onlara kasideler söyletirdi. Kasidelerin içinde Resulullah’ın, Sahabe-i Kiram’m, Sadât-ı Kirâm’ın isimleri geçtiği için, onların kaside okunan mekana teveccüh ettiklerini, bundan dolayı irşaddaki nisbetin arttığını, muhabbetin çoğaldığını söylerdi. Kasideler okunurken edepli ve sessiz bir şekilde dinlenilmesini, aksi hâlde ismi geçenlere saygısızlık olduğunu söylerdi.”

G- DÎNÎ KİŞİLİĞİ

a.                        Sünnete Bağlılığı

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, aşın bir şekilde Sünnet-i Seniyye’ye mutabaat  etmiştir. Her hâliyle sünnet üzere bulunmaya gayret etmiştir. Bırakınız mekruhu, , harekelerinde hilaf-ı evlâ  bile olmamıştır.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî sünnete bağlılık konusunda; ‘bazen ihtiyarım (isteğim) olmadan sünnete mutabaatım oluyordu. Şöyle ki; daha doğmadan babamın ölmesi, önce annemin, sonra da dedemin yanında yetişmem, yurdumda bana yapılan zulümden dolayı hicret etmem, hepsi ihtiyarım olmadan yaptığım sünnetlerdir.’ demiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî yemesinde, içmesinde, giymesinde, mescide sağ ayaklala girip sol ayakla çıkmasında, her hâlinde sünnete mutabaat etmiştir. Bunu yaparken tekellüf  de etmemiştir.

b.                        Kur ’an Okuma ve Dinleme Adabı

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî fırsat buldukça Kur’an okumuş ve dinlemiştir, ikindi namazından sonra bir cüz Kur’an okumak sünnet olduğu için buna riayet ederdi. Kur’an Kerim okurken sünnet olan, diz üstüne oturup Kur’anı bir rahle gibi zemin üzerine koyup okumaktır ki bunda da sünnete mutabaat etmiştir.

c.                       Abdest ve Namazdaki Hassasiyeti

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî abdest ve namaza ayn bir önem verirdi. Abdest ve namaz sırasında uyulması gereken farz ve sünnetlerin yanında âdâb ve erkana da hassasiyet gösterirdi.

Sadece abdest ve namazında değil; giyinişinde, konuşmasında, yürümesinde, yemesinde içmesinde, kısaca bütün hareketlerinde tamamen sünnete tabi olmuştur. Binlerce alim yanında olsa dahi zerre kadar hilaf-ı evlâ görememişlerdir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî etrafındaki alimlere; ‘bende herhangi bir hususda hilaf görürseniz düzeltin.’ demiştir. Bunun üzerine alimlerden biri söz hakkı isteyip ‘kurban, tahiyyatta iken sağ ayağı dikmek sünnettir, fakat görüyoruz ki siz tahiyyatta iken sağ ayağınızı yan yatırıyorsunuz.’ deyince, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘doğru söylüyorsun. Ancak bir gün Hazne’ye giderken yolda düştüm, ayağım kırıldı. O günden beri ayağımı dik tutamıyorum. Zaruretten dolayı böyle oturuyorum; dolayısıyla hilaf olmuyor.’ demiştir.

d.                       Merkat Ziyaretindeki Edebi

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ile merkat  ziyaretine giden bir torunu, bu ziyaretlerini şöyle anlatmıştır:

“Ben küçükken bir kere dedemle beraber Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in merkatını ziyarete gittik. Dedem Ziyarete edepli bir şekilde gitti. Üç yerde rabıta  yaptı; ikisini yolda, üçünyü de kabre vardığında yaptı. Edebe çok dikkat ederek bir cüz Kur’an okuduktan sonra geri döndük.

e.                      Sadaka Dağıtması

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, sürekli sadaka  dağıtmıştır. Malının gelirini hep tasadduk olarak vermiştir. Kendisini ziyarete gelen birçok misafiri olmuş, istisnasız gelen her ziyaretçiye ikram etmiş, tasaddukda bulunmuştur. Günde iki defa kendi hanesinde çorba pişirilmiş, köyde bulunan bütün herkes çorbaya davet edilmiştir. Fakir fukarayı çok gözetmiş, devamlı malından tasadduk etmiştir.

f Mübarek Gecelere Gösterdiği Önem

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bütün gece ve gündüzleri ibadet ve taatle geçirmeye değer bulurdu. “Bilen bir Müslüman için bütün geceler ‘Kadir Gecesi’ , bütün gündüzler de ‘Arefe Günü’dür.” demiş, öylece ibadet  etmiştir. Ancak bununla beraber, mübarek gün ve gecelerde ayrı bir hassasiyetle ibadet etmiştir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin medresesinde mîrlik yapmış olan bir talebesi anlatıyor:

“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Kadir Gecesi geldiğinde, o gün namazda Kadir Suresi’ni okuyarak o gecenin Kadir Gecesi olduğunu belirtirdi. Biz bunu son zamanlarında anladık.”

g.                        Rızk Konusundaki Görüşleri

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin rızk konusundaki görüşlerini köylülerinden bir seveni şöyle nakletmektedir:

“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Rızk Allah’tandır. Allah’ın takdir ettiğinden fazlası, insanın eline geçmez. îster helâl, ister haram yoldan olsun, Allah’ın vereceği rızk değişmez. Madem Allah’ın vereceği rızk belli, değişmiyor; neden haram yoldan kazanılsın ki... Rızklarınızı helal yollarda arayınız.’ derdi.”

ğ. Ramazan Ayı ’nda Takip Ettiği Edepler

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Ramazan ayının ihyâsına ayrı bir önem vererek, her gün teşbih namazı kılıp sürekli Kur’an okumuştur. Ramazan ayının son on gününde geceleri hiç yatmayıp ibadetle meşgul olmuştur. Bu günlerde on gün gündüzleri birkaç saat yatarak, “Leyle-i Kadir”i bu gecelerde aramıştır.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Ramazan ayı dışında, Pazartesi ve Perşembe günleri de oruç tutmuştur. Fakat ara sıra bu günlerde özellikle irşad için yolculuğa giderken yediği olmuştur.

h.                        Hac Ziyareti ve Hacdaki Edebi

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî hayatı boyunca iki defa hac yapmıştır. İlk hac yolculuğuna 1954 yılında, elli iki yaşında hac çıkmıştır. Bu yolculuğu deniz yoluyla yapmıştır. Yanındaki kalabalık hac kafilesi ile önce Siirt’ten İskenderun’a, oradan Süveyş Kanah yoluyla Cidde’ye, oradan da Mekke-i Mükerreme’ye geçerek hac farizasını yerine getirmiştir. Daha sonra Medine-i Münevvere’ye gidip belli bir süre kaldıktan sonra memleketine dönmüştür.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, hayatı boyunca iki defa hac yapmıştır. İkinci hac yolculuğunu kara yoluyla yapmış; hac ziyareti boyunca edebe çok dikkat etmiş ve edepten hiç 1 ayrılmamıştır.

ı. Mekke Ve Medine Sevgisi

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Mekke ve Medine’nin Resûlullah’ın yaşadığı ve İslâm’ın doğup yayıldığı mekanlar olması hasebiyle onlara karşı çok büyük sevgi ve saygı göstermiştir. Mekke ve Medine’yi ziyaretlerinde hem şehrine hem ehline hem de hizmetkârlarına karşı edebe çok dikkat etmiş; orada da su içişinden hurma yeyişine, oturup kalkmasından yürüyüşüne kadar her hareketinde sünnete bağlı kalmaya gayret göstermiştir.  

i.                        Said Nursi île Münasebeti

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Said Nursi’yi kendisi gençken görmüş ve ona karşı sevgi ve saygı göstermiştir. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Said Nursi’yi, kendileri talebe iken görür. Şöyle ki:

Seferberlik zamanında Said Nursî, Nurşin’e gitmiştir. O zamanlar Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Nurşin’de talebedir. Said Nursî, bir süre onun bulunduğu bölgede kalmış, bu sıralarda Said Nursî ile görüşmüştür.

j.                       Diğer Cemaatler Hakkındaki Görüşleri

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, genel anlamda İslâm çerçevesinde olup farklı görüşleri bulunan tüm cemaatleri sevmiştir. Ancak bir kısmını bir cihetten sevmemiştir.

Özellikle tasavvufu kabul etmeyen, onu İslam dışı gören ve reddeden cemaatleri pek tasvip etmemiştir.

Cemaatler arasındaki soğukluğu doğru bulmamış, ‘keşke her mahallede bir mürşid olsaydı da ümmet-i Muhammed’i irşad etseydi.’ demiştir.

k.                        Mehdî ve Kıyamet Hakkındaki Görüşleri

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Mehdî  ve kıyamet  konusunda ehl-i sünnet görüşündedir. Sohbetlerinde Mehdî’nin hak olduğunu, geleceğinin de yakın olduğunu söyler.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ilk zamanlarında, Şâh-ı Hazne vefat etmeden önce, Şah-ı Hazne’nin mehdî olduğunaa çok ümitlenmiştir. Daha sonraları, Şâh-ı Hazne vefat ettikten sonra, ‘Mehdi’ye hizmet etmek isterdik, ama ömür yetmiyor.’ demiştir. Ancak Mehdi’nin zuhûrunun yakın olduğunu ümit etmiştir.

H- HALÎFELERİ

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî beş halife yetiştirmiştir. îlk halifesi Şeyh Ali Arınç’tır; Siirt’in Armç köyünde halkın irşadıyla meşgul olmuştur Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’nin en büyük oğlu Şeyh Muhammed Nuranî’ye de hilâfet vermiştir, ikinci halifesi, Şeyh Abdussamet’tir. Şu an Medine-i Münevvere’de hâlâ irşad yapmaktadır. Üçüncü halifesi, oğlu Sultan Seyyid Muhammed Raşid’dir. Şeyh Muhammed Râşid, babasımn vefatından sonra (1972), 1993 yılma kadar, yirmi bir yıl Menzil’deki irşad vazifesini üstlenmiş, 22 Ekim 1993 Cuma günü saat 10.00’da ebedi saadetine kavuşmuştur. Dördüncü halifesi, Şeyh

Muhammed Diyâuddîn’nin torunu, Şeyh Lütfi’dir. Bitlis’in Nurşin ilçesinde ikamet etmekte iken 2003 tarihinde vefat etmiştir. Beşinci halifesi ise, Şeyda  Molla Vahdettin’dir. Batman’ın Kozluk ilçesinin Bacıft köyünde ikamet etmektedir.

E. MENKIBELERİ

“Bir gün Kadir’deydik. Köyde davulcular davul çalıyordu. Davulu çala çala, davulcular Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin evinin önünden geçip biraz gittiler. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî de o anda caminin avlusunda bulunuyordu.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî: ‘O geçenler kimdir?’ diye sordular. Biz:

‘Kurban, onlar köydeki davulculardır, geçiyorlar.’ dedik.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî:

‘Onları çağırın, buraya gelsinler.’ dedi.

Davulcuları çağırdık, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanma geldiler. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî:

‘Siz ne yapıyorsunuz, necisiniz?’ dedi.

Onlar boyunlarını bükerek,

‘Kurban, bizim arazimiz yok. Bu elimizde bir sanattır, çoluk çocuğumuzu bununla geçindiriyoruz.’ dediler.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Ben de biliyorum; malınız, mülkünüz, hiçbir şeyiniz yok; lâkin bu haramdır, bundan gelen nafaka haramdır. Çoluk çocuğunuza yedirdikleriniz haramdır. Gelin sizinle bir anlaşma yapalım... ’ dedi.

Davulcular:

‘Nedir kurban, nasıl yapacağız?’ dediler.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî:

‘Gelin beni dinleyin, bu davullarınızı-zumalannızı kırın! Söz veriyorum, dünya hayatında kaldığım müddetçe, sizi de çoluk çocuğum gibi besleyeceğim. Emin olun.’ dedi.

Bunun üzerine davulcular boyunlarını büküp öylece kalakaldılar. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin bu sözü üzerine ne diyeceklerini şaşırdılar:

‘Kurban, sen nasıl ki Allah’ın bir olduğunu biliyor, Allah’a ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanıyor, onu bırakamıyorsun. Vallahi kurban, bu da bizim atalarımızın dedelerimizin mesleğidir, biz de bunu terk edemiyoruz. Bizden kellemizi iste, sana verelim. Kellemizi kes ama bizi baba mesleğinden ayırma! Biz bunu terk edemeyiz.’ dediler.

sakalları yoktu. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, davulcuların vermiş olduğu cevaba hayret ederek ‘ Hele çabuk Raşid’i çağırın, gelsin yanıma!’ dedi. Şeyda Muhammed Râşid de askerden yeni gelmişti, daha sakal bırakmamıştı.

Şeyda’yı çağırdık. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Şeyda Hazretleri’nin karşıdan geldiğini görünce:

‘Raşid, gel hele gel, ne erkekler var! Gel hele, bak! Adam kellesini veriyor; babasımn, dedesinin mesleğini terk etmiyor yahu! Bak, kellesini veriyor; yine de babasının, dedesinin mesleğini terk edemiyor, görüyor musun? Ne kadar güzel itikat var bunlarda... İşte herkes kendi fikrinde bu mıtrıplar  gibi olmalıdır.’ diyerek Şeyda Hazretleri’ne latif mesajlar iletti.

Elhamdülillah! Şeyda Muhammed Râşid Hazretleri’nin itikadı da onların itikadı gibi oldu. O da, her ne pahasına olursa olsun, babasının, dedesinin mesleğinden vazgeçmiyor.”

“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin Cemilo adında çok cezbeli bir sofisi vardı. Millo köyünün camisinde yatsı namazından sonra sohbet oldu.

Cemilo Türkçe bilmediği hâlde, çok iyi biliyormuş gibi sohbet dinlemesi dikkatimi çekmişti. Cemaat dağılınca kendisini şiddetli bir muhabbetle havaya kaldırıp yere yatırdım. Göğsünün üzerine oturarak: ‘Sen Türkçe biliyorsun, bilmeseydin sohbeti can kulağıyla dinlemezdin.’ dedim. O ise ‘Hayır, bilmiyorum.’ dedi. Israr edince de Türkçe olarak: ‘Göğsümden in.’ dedi. Sonra kalkıp oturdu. Şöyle anlattı:

Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî’nin himmet  ve bereketiyle bu dili biliyorum. Sen benim bildiğim Türkçe’nin yüzde birini bile bilemezsin. Bu onun bir kemalat nişanesidir.’

Kendisine ‘Ehlullah’ın vahşi hayvanlara binip dolaştığına ne dersin?’ deyince şöyle cevap verdi:

‘Bu hâl Allah’ın bir ihsanıdır. Keramet  izhar ettiğimden dolayı Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nden korkmasam, köyün arkasındaki meşe ormanlarına seslenir, ne kadar ayı varsa çağırıp gözünün önünde sırtlarına binerdim.’

Yola dahil oluşunu da şöyle anlattı:

‘Ben azılı bir şakî idim, ümmet-i Muhammed’in benden çekmediği kalmamıştı. Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri bizim köye irşada gelince; kötülüklerimden bıkan halk; ‘hele uzaktan da olsa onu bir gör.’ diye oana ısrar etti. Büyük bir ağacın altında ahali onu dinliyordu. Ben de otuz beş- kırk metre uzaktan seyretmeye başladım. Ara sıra İlâhî bir nazarla bana doğru tebessüm ediyordu. Bir süre kendilerini göremez oldum. Kendimi kaybetmiş, mecnun gibi perişan bir hâlde bağıra çağıra üstümü başımı parçalayarak bir hafta dolaşmışım. Bütün köylüler hayrete düşüp, belasından kurtulamaz inşaallah diye sevinmişler. Harnd olsun, Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin sayesinde eşkıyalıktan kurtulup mü’min sıfatına büründük, ümmeti Muhammed’in kadrini bilip dinimize sarıldık.’

Sofi Cemilo şöyle devam etti:

‘Bizim aile (hanım) seyyide idi. Vefat ettiğinde kabrini ziyarete gittim. Biraz Kuran okudum. Okumayı bitirdiğimde, zevcem elini kabirden çıkarıp eteğime yapışarak bana: ‘Allah rızası için okumaya devam et.’ dedi. Böyle durumlar, beni mürşidime ve dinime daha çok bağladı.”

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin medresesinde mîrlik  yapmış olan bir talebesi anlatıyor:

“Biz her konuda Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin işaretine meylederdik. O nereye işaret ederse, biz onun doğru olduğunu anlardık. Şöyle ki:

Bir gün Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bana: ‘Bir günde teşbih namazı bir defadan fazla kılmabilir mi? Ben öyle yapıyorum, olur mu?’ dedi. Ben hemen “Olur kurban.” dedim. Çünkü O ‘Ben böyle yapıyorum.’ demişti. Ben de hemen onun işaretine meylettim. Oradaki alimlerden bazıları itiraz ettiler, ‘Olmaz, kılınmaz...’ dediler. O an elimde bir fıkıh kitabı vardı. Kitabı açışımda karşıma o konuyla ilgili sayfa çıktı. Aynen ibarede şöyle yazıyordu: ‘İnsan gün içerisinde birden fazla istediği kadar tespih namazı kılabilir.’ Daha sonraları, ‘Acaba niçin Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri günde iki defa tespih namazı kılmaya başlıyor.’ diye düşünmeye başladım. Yıl sonunda Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri vefat edince bununla kendi ölümüne işaret ettiğini anladım.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye “Sultani’l-Câzibîn”  derlerdi. Çok cezbeli müridleri vardı. Bir defasında ben de gördüm. Bir adam tam on iki gün yerde yattı. O adam hâlâ yaşıyor. Onu tanıyorum ama ismini vermek istemiyorum.”

Bir talebesi anlatıyor:

“Bir gün Diyarbakır’ın Silvan ilçesinin Ferhand köyünde, Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî Hazretleri’nin halifesi Şeyda Molla Abdüssamed’in yanında okuyordum. Seydamız, bir gün talebelerin içine gelerek ‘Ben, Kadir köyüne, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’yi ziyarete gidiyorum. Benimle gelmek isteyen var mı?’ dedi. Benle bir arkadaşım gönüllü olarak gitmek istedik. Seydamız ile yola çıktık. O zaman nisanın sonu idi. Belki bir ay yağmur yağmamıştı, köylüler acizdi. Biz Kadir köyüne gittik. Sabahleyin oraya vardık. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin evinin üstünde bir bahçe vardı. Sofiler kazıyor, çalışıyordu. Seydamız da çalışmaya, çukur kazmaya başladı. O kazıyor, ben de kumları atıyordum. Güneş biraz yükseldikten sonra saat dokuz-on gibi Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî geldi. Bizlere selam verip ‘Kolay gelsin.’ dedi. Daha sonra seydamıza dönerek ‘Molla Abdussamed, millet çok mu yağmur istiyor?’ dedi. Seydamız, ‘Evet kurban, çok istiyorlar.” dedi. Daha sonra Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bizden ayrıldı. 100-150 metre kadar yürüdü. Bir buğday tarlasının içinde kıbleye doğru oturdu ve dua etmeye başladı. Nasıl dua ettiğini duymadık ama öğleden sonra bulutlar birbirine karıştı. Namazdan çıktığımızda bardaktan boşalırcasma yağmur yağıyordu. Yağmurun şiddetinden gideceğimiz yerlere kaçışarak gittik. Ben, o yağmurun Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin himmetiyle yağdığını anladım.”

“Antika alım satımı yapan bir kişi vardı. Oldukça alkol düşkünü idi. Bu adam, içki bulamadığı zaman, alkollü madde namına kolonya, ispirto gibi şeyler dahi içerdi. Maneviyattan oldukça yoksun, ziyade alkolik olması nedeniyle elleri titrerdi. İslâm inançlarına modası geçmiş boş inançlar gözüyle bakar, Kur’an okuyan çocuklara kızarak ‘Yirminci yüzyılda bunlara niye vakit kaybediyorsunuz be! Kaldırın bunları! Bu ne biçim gericilik yahu!’ diye homurdanırdı.

Onu yakın arkadaşlarından birisi, ısrar ve ricalar sonucunda içkiyi bıraktırmak üzere İstanbul’da bulunan bir şeyhe götürür. Şeyh efendiyi ziyaret edip, derdini dile getirince, Şeyh efendi:

‘Evladım, senin hastalığının ilacı bizde yok. Bitlis’in Kasrik köyünde bir kardeşimiz var. Adı Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî’dir. Sen ona git, senin ilacın ondadır. Bizden de kendisine selam götür.’ der. içki müptelası olan bu kişi, o an için gitmeyip biraz oyalanır, aradan birkaç ay geçtiğinde ticaret maksadıyla gittiği Artvin’de kendisinde bir hâl zuhur eder; içkiye karşı şiddetli bir nefret ve Sa’dat’a karşı belirsiz bir muhabbet güçlenmeye başlar, îradesi dışındaki bir kuvvet kendisini Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî’yi ziyarete zorlar, gidip ziyaret eder:

‘Efendi Hazretleri! Ben içki müptelasıyım. Her türlü kötülük bende mevcuttur. Evlatlığa beni de kabul etmenizi istirham ediyorum!’

Bir süre tefekkür eden Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri Hazretleri tebessümle:

‘Pekala! Gel, sen de bizim sarhoş bir evladımız ol.’

Bu kişi tövbe edip tarikat alır almaz, ellerinin titremesi kaybolur, kesin şifa bulup içkiyi bırakır, Islâm’ın emir ve hükümlerini yaşamaya başlar.”

Muhiplerinden biri anlatıyor:

“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’den işittim. Bir gün sofiler Şeyh Ahmed el- Haznevî’ye gelerek ‘Kurban birisi var; dergahta kalıyor, dergahın ekmeğini yiyor, suyunu içiyor, ama ne namaz kılıyor ne de oruç tutuyor.’ dediler. Şeyh Ahmed el-Haznevî, ‘Gidin, ona dergahın ümmet-i Muhammed’e ait olduğunu, gayrisinin burada kalamayacağım söyleyin.’ dedi. Sofiler gidip söylediler. O kişi ‘Hayır, ben gitmem, yerim de içerim de namaz da kılmam oruç da tutmam.’ dedi. Durumu tekrar Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye ilettiklerinde Şeyh Ahmed el-Haznevî ellerini kaldırarak ‘Ya Rabbi, Sen’in rızan için sesimi çıkarmıyorum.’ dedi. Adamı kendi hâline bırakmalarını istedi. Bir zaman sonra adam kendiliğinden abdest alıp namaz kılmaya başladı.

Yine Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin kendisinden işittim... Şöyle diyordu: ‘Bir gün Hazne köyüne gittim. Üstümde on lira vardı... îki kilo şeker alıp, Şeyh Ahmed el- Haznevî’ye göstermeden, talebelere götüreyim.’ dedim. Ama Şeyh Ahmed el-Haznevî beni gördü: ‘O elindeki nedir?’ dedi. ‘Şeker kurban.’ dedim. Şeyh Ahmed el-Haznevî ‘Tamam, götür.’ deyince keyfim geldi. Ne zaman Hazne’ye gitsem keyfederdim. Bir kere Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye gitmeyi yedi hacca değiştirmezdim.”

“Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî’yi ziyaret etmek için hazırlanırken yöremizin tanınmış ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi. ‘Hocam! Haydi gel beraber Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî’ye gidelim.’ dedim.

Hoca ‘Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim.’ dedi.

Kendisine ‘Hocam Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî bize, sizin istediğiniz gibi bir kahvaltı yaptırır.’ dedim.

Hocayla beraber ziyarete gittik. Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’ni ziyaret ettikten sonra bana, ‘Sofi hocayı divana götür, kahvaltı yapın. Ben de birazdan geleceğim.’ dedi.

Ben de emir edileni yaptım. Kahvaltı olarak bize bal ve ayran ikram edildi. Hoca ‘Size her gelişinizde bal ikram edilir mi?’diye sordu.

‘Hayır efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Siz geldiğiniz için bal ikram edildi.’ dedim.

O an hoca efendi ‘Bu şeyh hakiki mürşiddir. Çünkü, ben kendime adet edinmiştim. Her sabah kahvaltısında aç kamına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, bir Gavs  ise benim balımı bana ikram eder. Düşündüğümü ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük bir velidir. Büyük bir zattır.’ dedi.

Biraz sonra Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri divana gelip, hocayla beraber sohbete başladılar. Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri sordu:

‘Hocam, Allah (c.c.) neden dut ağacını büyük, meyvesini küçük yaratmış?’

Hoca:

‘Allah’ın (c.c.) kudretindedir efendim.’

Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri:

‘Ben de b’liyorum, Allah (c.c.) Kadîr’dir, kudret sahibidir. Neden dut ağacı büyük olsun da meyvesi küçük olsun?’

Hoca:

‘Allah (c.c.) Kadîr’dir, öyle yaratmış.’

Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri:

‘Peki Allah (c.c.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu, bu ağaca aşı yapsa yine aym küçük meyveyi mi verir?’

Hoca:

‘Hayır efendim, büyük meyve verir.’

Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri:

‘Peki hoca, Allah (c.c.) ile kul arasına kimse giremezdi. Bu kişi, aşı ile meyvenin cinsini değiştirdi. Allah her şeye kâdirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir vesileyi niçin gerekli kıldı?’

Hoca, Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin eline sarıldı:

‘Efendim beni affedin, ben yıllardır ‘Allah (CC) ile kul arasına kimse giremez, Kur’an, Sünnet ve müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var?’ derdim. Aklımın açtığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intisap edeceğim.’ dedi ve intisap etti.”

Köylülerinden bir seveni anlatıyor:

“Bir gün yakın köylerden üç molla kendi aralarında; ‘Tasavvuf çok önemli bir iştir. Niçin Şeyh Abdülhakîm gidip cahillerin eline vekalet veriyor, bu cahil işi mi?’ diye konuşuyorlardı. Kalkıp bunu Seyyid Abdülhakî n el-Hüseynî Hazretleri’ne söylemek için Kadir köyüne gidiyorlar. Onu eleştirmek için Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanma varıyorlar. Daha onlar konuşmadan Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri ‘Hoş geldiniz.’ deyip hâl-hatır soruyor ve onların konuşmasına fırsat vermeden devam ediyor: ‘Nakşî tarikatı, ‘Şeriat-ı Garra (İslam dini)’dan taviz vermeyen bir tarikattır. Bu Nakşî tarikatı Sâdât’ın dediği gibi kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü Allahu Teâla ayet-i kerîme’de ‘Bu zikri biz indirdik, koruyucuları da bizleriz.’ buyuruyor. ‘Şeriat-ı Garra’ üzere olan bu tarikat da kıyamete kadar gidecektir. Aslında, bu görevi alimlerin üstlenip onların yerine getirmesi gereklidir. Ama alimler bu işi yapmıyorlar. Yapmadıkları gibi yapanların da üstüne tepeden taş bırakıyorlar.’ diyor. Yani ‘Bu görev sizin görevinizdir. Görevinizi sizin yerinize başkaları yapıyor, siz de kalkıp onları taşlıyorsunuz.’ demek istediğini anlayan alimler, pişman olup Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye intisap ediyorlar.”

Yine köylülerinden bir seveni anlatıyor:

“Amcam, bir gün bize şöyle sohbet etti:

‘Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ile köyleri irşad için dolaşıyorduk. Batman’ın Kozluk ilçesinin Darulgozin köyüne gittik. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’ni bir eve, bizi de başka bir eve davet ettiler. Hava çok soğuktu, kar yağıyordu. Bizim olduğumuz yerde bir genç vardı. Çok cezbeli bir sofiydi. Sofi olduğundan, babası ‘Nedir bu çocuğun hâli? Takılmış Şeyh Abdülhakîm’in peşine; bağırıp çağırıyor, güya cezbeleniyor.’ diye onu eleştiriyordu. Bunu işiten çocuk kalkıp nar gibi kızarmış olan odun sobasını kucaklayarak ‘Sen nasıl Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri hakkında böyle konuşursun, Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’ye inanmıyorsan bak da gör.’ diye bağırdı. Soba yanmaktan kıpkırmızı olmuştu. Çocuğun vücudundan dumanlar çıkıyordu. Bunu gören çocuğun babası, ‘Ne yapıyorsun oğlum? Bırak o sobayı!’ diye bağırdı. Çocuk sobaya daha sıkı sarılarak ‘Şimdi anladın mı Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin hak olduğunu...” dedi. Bunun üzerine babası ‘âmennâ, âmenna, âmennâ... İnandım.’ dedi. Çocuk bu sözleri duyunca sakinleşip sobayı bıraktı. Daha sonra çocuğun babası Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye giderek tövbe ve tarikat aldı.”

“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Kadir’de ikamet ederken, o beldenin suyu yoktu. Su çıkarmak için bazı teşebbüsler yapıldı. Birinci olarak mühendis bir yer işaretledi. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bu yeri tasvip etmedi. Kendisi bir yer gösterdi. Âdâba binaen Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin işaret ettiği yer kazıldı, bir nemlilik dahi yoktu.

Mühendis arkadaş:

‘Sondaj aleti olsa, bizim için iyi olur.’ dedi.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî buyurdu:

‘Burası köydür, o aleti bulamayız.’

Biraz sonra Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî kıbleye doğru oturdu, ve rabıtaya başladı. Aradan çok zaman geçmedi, bir araç aniden yanımıza gelip durdu. Şoföre:

‘Sondaj aleti var mı?’ diye sorduk.

‘Evet, üç metrelik var.’ dedi. Biz bu aletle o suyu çıkardık. Tekrar şoföre sorduk:

‘Sen buraya nasıl geldin?’

O:

‘İnanın ben de anlamadım. Silvan’dan benzin aldım, Diyarbakır’a gidecektim, aniden kendimi burada buldum.’

Şoför bize sordu:

‘Burası neresi?’

İzah ettik. Tövbe alıp, tarikata intisap etti.”

“Bir gün, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ile beraber iken, bir kör adam geldi. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın gözleri hemen açıldı, görmeye başladı. Sonra evine gitti. Evde ‘Sen nasıl görebilirsin?’ diye sorduklarında, adam ‘Vallahi benim de gözüm görüyor. Artık ben de sizin gibiyim.’ dedi. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nden tövbe alıp, tarikata intisap ettiler.”190 

Menzil köyü sakinlerinden biri anlatıyor:

“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri Menzil köyünü satın aldığı sıralarda bir gün yanıma gelip kulağıma eğilerek ‘Köyü satın almamız için bütün Sâdât karar verdiler ama Abdülkadir Geylanî bir türlü karar vermiyor, bilmiyorum nedendir?’ dedi. O zamanlar şaşırdım. ‘Acaba neden Seyyid Abdülkadîr Geylanî köyün satın alınmasını onaylamıyor?’ diye düşünmeye başladım. Aradan birkaç gün geçti. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bu sefer bana doğru eğilip ‘Seyyid Abdülkadir Geylanî de karar verdi, köyü satın alıyoruz.’ dedi. Ben, Seyyid Abdülkadir Geylanî’nin neden geç karar verdiğini o gün anladım. Şöyle ki; o güne kadar alışverişte küçük görünen birkaç pürüz vardı. Onlar, ileride çok büyük pürüzlere yol açabilecek nitelikteydi. Anladım ki Seyyid Abdülkadir Geylanî, o pürüzlerin giderilmesini bekledi.”

Menzil sakinlerinden biri anlatıyor:

“Bir gün Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin köyünde idim. Yeni vird  almıştım. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanındaydım. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, bana dönüp ‘Virdi niçin yanlış çekiyorsun?’ dedi. Ben ‘Hayır kurban, ben yanlış çekmiyorum, bana nasıl anlatıldıysa aynen çekiyorum. Belki bana talimat anlatan yanlış anlatmıştır.’ dedim. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘O zaman sen divana çık bekle; bir de ben gelip sana talimat anlatacağım.’ dedi. Divana çıktım, minder ve yastıklardan ona bir yer hazırlayıp beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî geldi. Hemen ayağa kalktım. Sonra beraberce oturduk. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Bak, virdi böyle böyle çekip sonra şöyle virdden çıkacaksın.’ dedi. Sonra bir defa da bana tekrarlattı ve kalkıp gitti. Çok şaşırmıştım. Çünkü gerçekten virdi yanlış çekiyormuşum. O an Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’nin ne kadar büyük olduğunu bir kez daha anladım. Şöyle ki ‘Nakşî zikri gizli bir zikirdir, gizli yapılan zikri melekler bile bilmez. Ama Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bildi. Şu büyüklüğe bak...’ diye hayretler içerisinde düşünüp kalakaldım.”

Yine Menzil köyü sakinlerinden biri anlatıyor:

“Bir gün Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî sofilere davet verdi. Sofiler yemeklerini yedi. Sofralar toplandı. O sırada Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî içeride bizlere ‘Yemek yemeyen kaldı mı?’ diye sordu. ‘Yok kurban, herkes yedi.’ dedik. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ‘Hele bir daha sorun. Ola ki yemeyen vardır.’ dedi. Bunun üzerine ‘Yemek yemeyen var mı?’ diye bir daha sorduk. Kimse ses çıkarmadı. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye bildirdik. ‘Hele bir de Arapça sorun.’ dedi. Arapça bilenlerden biri tekrar Arapça sordu. Yine cevap gelmedi. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye bildirdik. ‘Hele bir de Kürtçe sorun.’ dedi. Bir kişi Kürtçe sordu. Yine ses çıkmayınca Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, kendisi kalkıp cemaate ‘Yemek yemeyen kimse kaldı mı?’ diye ince bir sesle sordu...

Akabinde cemaatten iki kişi hemen ayağa kalkarak hiç bilmediğimiz bir dille bağırmaya başladılar. Bunun üzerine Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî tebessüm ederek ‘Bak işte, biz sizi arıyoruz; gelin bakalım, siz de yemeklerinizi yeyin, kamınızı doyurun.’ dedi.”

“Şeyh Abdülkahhar’ın torunu Şeyh Fudayl anlattı:

‘Bir seferinde Şeyh Abdülhakîm bize taziyeye gelmişti. Taziyeden sonra yola çıkmadan dedem Şeyh Abdülkahhar’ın türbesini ziyaret ettik. Orada murakabeye varıp bir süre kaldı. Beraberinde gelen yol arkadaşı ikide bir:

‘Kurban! Geç oldu, gidelim.’ deyip duruyor, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ise murakabeye devam ediyordu. Yol arkadaşı, aynı sözleri birkaç defa tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh’e karşı hürmetsizlik olduğu ve Şeyh’in de ona ihtarda bulunabileceği fikri geçti. Bu fikirden kurtulmaya çalıştım ama bir türlü bu düşünceden kendimi kurtaramadım. Bu sırada Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî murakabeden başını kaldırarak bana; ‘Fudayl! Deden Şeyh Abdülkahhar bizim hakkımızda çok halimdir.’ diye buyurdu. Bundan Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî kalbime vakıf olduğunu anladım.” dedi.

İKİNCİ BÖLÜM

ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ’ NİN TASAVVUF ANLAYIŞI

Bozulmaya uğramamış tarikatların temel vasıflarından birisi, onların Kur’an’a ve Hz. Peygamberin sünnetine sıkıca sarılmaları olmuştur. Nakşbendî olan Abdülhakîm el- Hüseynî’nin tasavvufî görüşleri de bu doğrultudadır. Kendisi de bunu özetle; “ehl-i sünnet ve’l-cemaat üzeredir”  şeklinde dile getirmektedir.

a.                         Sohbet

Sözlükte sohbet, “dost olmak, eşlik etmek” anlamında arapça bir mastardır.  Tasavvuf terimi olarak mürşid ile görüşüp konuşmak, agâh olup Hakk’a kavuşmak manasındadır.  Sohbette, mürşid-i kâmilin ruhundaki kabiliyetlerin müride yansıması, yani kabiliyet aktarımı söz konusudur.

Nakşbendîyye’de sohbet çok önemlidir.  Hakk’a ulaşmanın en önemli yollarındandır. Sohbetin şart ve adabına riayet edip denilenler yapılmazsa vuslata erişilemez.

‘Usûl bilmeyen vusûle eremez.’ Prensibi tasavvufta da geçerlidir. Allah’a ulaşmanın yolu, önce O’nun yarattıklarını sevip saymakla mümkündür. Böyle bir hareket tarzı, kanaatimizce birey ve toplumlar arasındaki iletişim ve barışın temel hareket noktası olarak ele alınmalıdır.

Sohbet şeyhi diğerlerinden önemli ve üstündür. Zira insanı, gerek hâli, gerekse sözleriyle Allah’a ulaştırmaya çalıştırmaktadır.    Hâce Bahâuddin Nakşbend’in, ‘tarik-ı mâ bâ suhbetest. (Yolumuz sohbetledir.)’ sözü, Nakşbendiyye’nin ana düsturlarından biri haline gelmiştir.  Bunun sebebini ise, ‘halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır.’ sözüyle açıklamaktadır. Sohbet ve halkın içine karışarak onların dertlerine ortak olmak, Hakk için halka hizmet etmek düşüncesiyle esas alınmıştır.

İnsanları etkileyen en önemli hususlardan birisi de içinde bulundukları ortamdır. Bireyin içinde bulunduğu ortam, karşılıklı ilişkiler ve davranışlar açısından insan olmanın gerektirdiği hasletlere uygun değilse, kişi karakter bakımından ne kadar sağlam da olsa içinde bulunduğu ortamdan olumsuz yönde etkilenecektir. Bunu, karşı uç noktalardan ele aldığımızda da genelde durum aynıdır. Bu bağlamda tasavvuf! sohbet, aynı amaçta gönül birliği etmiş insanların bir araya geldiği bir buluşma olarak değerlendirilebilir.

Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre sohbet; kalplerden mâsivâyı temizleyen, kalpleri birleştiren dinleyende İlahî feyiz ve berekete vesile olan önemli bir irşad yoludur.  Bundan dolayı mürid şeyhinin karşısında uyanık olmah, şeyhin sohbetindeki kelimeleri iyi zapt etmeli, şeyhin sohbet esnasındaki işaretlerine çok dikkat etmelidir.

Seyyid Abdülhakîm Hüseynî, ‘nerede bir cemaat toplanır ve Allah’ı zikrederse, melekler onları kuşatır, etraflarında dönerler. İlahî rahmet onları kaplar ve Allahu Teala kendi katında olanlara onları anlatır.’  Hadis-i şerifini dikkate alarak şunları söylemiştir: “Bir yerde bir cemaat oldu mu hemen melekler oraya gelir, bakarlar. Şayet Allah (c.c.)’dan bahsediliyorsa oradakilere duada bulunurlar. Allah bahsi yapılmıyorsa, o cemaatten nefret ederek ‘eğer siz Allah’a kul olsaydınız, onun bahsini yapardınız. Eğer siz Hak aşığı olsaydınız, maşukunuzu anardınız.’ der ve oradan uzaklaşırlar.

Bu gerçeklerin ışığında artık insanın Allah’ın (c.c.) sohbeti olan yerlere gitmesi, Allah’ın anılmadığı yerlerden uzaklaşması lazımdır ki meleklerin nefreti üzerine olmasın. İnsanın Allah’ın rahmetinden ve meleklerin duasından istifade etmesi için Allah’ın anıldığı yerleri dolaşması ve böyle yerlere devam etmesi gerekir.

Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’nin muhiplerinden biri, kendisiyle yapılan röportajda, Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’nin sohbetlerinden olan “Nuh Tufanı”nı bizlere nakletmiştir.

b.                         İhlâs

Gösterişi bırakmak, taat ve ibadette riyayı terk edip samimi olmak manalarına gelen Arapça bir kelimedir. Istılahta ise, kalbi şüpheden arındırmak, sefâsma keder veren şeylerden kurtarmaktır. Başka bir ifadeyle istikamet üzere kullukta bulunmak, amellerinde Allah’ın gayrından karşılık beklememek, yine amel ve ibadetinde Allah’tan başka şahit aramamaktır.

Ebu Talib el-Mekkî, İhlasın temel saikasının niyet olduğunu belirtip ‘kulun, dalgınlık ve hata eseri ile niyet ve iradede bulunmayışı durumunda, yaptığından dolayı her hangi bir karşılık alamaz.’ demektedir.

Kur’an-ı Kerim’de çeşitli kalıplarda otuz bir yerde geçmekte olan ihlas kavramı Kur’an’da çoğunlukla ‘katıksız, safî, temiz ile din, İslâm ve niyet’ anlamlarında kullanılmıştır. Bazen riyânın zıddı olarak,  bazen de Allah’a kulluk tarzı  manalarında kullanılmaktadır.  Bu etimolojik tahlillerden daha önemlisi, “ihlâs” kavramının Kur’an-ı Kerim’de bir sûrenin adı olmasıdır.

Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre ihlâs; hiçbir sebep ve gaye olmaksızın Allah’ın emir ve hükümlerini yalnız Allah rızası için yapmaktır. Yani bütün gücünü Allah yolunda sarf etmektir. Bu hâl üzerine sebatın zahirine takva özüne de ihlâs denir.

Seyyid Abdülhakîm Hüseynî ihlâsı bu şekilde tanımladıktan sonra, onun önemini şöyle belirtir: “Kimin gayret ve düşüncesi midesine olursa, kıymeti de ondan çıkan kadar olur. Malumdur ki hayatını şöhret ve şehvete harcayanın sonu hüsrandır.”

Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre insan, her işini ihlâsla, sırf Allah için yapmalıdır. Yaptıklarında samimi olmalıdır. Bir zamanlar, minarede ezan okumakta olan müezzini dinleyen bir demirci, ‘müezzin ezan okurken samimi değil, gerçekleri haykırmıyor.’ der. İşitenler, ‘Allah senden razı olsun, müezzin ezan okuyor işte. Bunun hiç yalanı olur mu?’ derler. Demirci; ‘evet evet, müezzin gerçeği haykırmıyor, gerçekten ezan okumuyor. Şayet o ihlâsla ezan okumuş olsaydı minare ayağının altında barınamaz, çökerdi, eriyiverirdi.’ der. Devamla: ‘ir de ben okuyayım bakın nasıl olurmuş...’ diyerek demir yığının üzerine çıkar, başlar ezan okumaya. O ezana başlayınca ayağının altındaki demirler eriyip akmaya başlar. Ezanı bitiren demirci; ‘ben de samimi olarak gerçeği haykırmadım. Ben de yalan söyledim. Eğer hakkını vererek tam bir ihlasla okumuş olsaydım, demirler erimekle kalmayarak ateş olup yanar ve beni de beraber yakardı.’ diye izah eder.

İşte ihlas, böyle neticeler verir. Hâlbuki zamanımızda tam aksine insanlara hakim olan dünyadır, gıybettir, fesattır... İşimiz hep dünya olmuş... Tâlip olduğumuz şey dünyadır şimdi... Allah için çalışmak kalmamış. Allah’ı talep eden de kalmamış. Zulüm, hakaret çoğalmış... Yapılan işlerin günah olup olmadığı düşünülmez olmuş. Kolayımıza nasıl geliyorsa öyle hareket eder olmuşuz. Günahı dinleyen yok. İslâmî prensipleri takip eden kişi bile kalmamış.

c.                        İbadet

İbadet, mükellefin yapmakla yükümlü olduğu fiillerdir.  Başka bir ifadeyle, kulun Yaratıcı’sına saygı ile boyun eğmesi anlamında Arapça bir kelimedir.  Kaşânî, “ibadet”, “ubûdiyet” ve “ubûdet” kavramlarına şöyle bir açıklama getirir: İbadet, Allah’a karşı boynu bükük olmaktır ki bu, avâm için tezellülün son noktasıdır.

Ubûdiyet, sıdk ile yürüdükleri tarikatta Allah’a olan bağlılıkları samimi olan havâs içindir. Ubûdet, fark ve cem’in bir olduğu makamda, O’na O’nunla ibadet eden, kendilerini O’nunla kâim gören havâssu’l-havâss içindir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre ibadet; insanın hem zâhirini hem de bâtınını      temizleyen, kalbin dirilmesine vesile olan, Rabbü’l-Alemin’in bizi tecrübe için emrettiği amellerdir.

Yüzünü Allah’a çevirmeyen, namaz kılmayan, taat ve ibadetini yapmayan, Allah’ın emirlerine uymayan, O’nun elinden kurtulamaz. Çünkü Allah (c.c.) kandırılmaya gelmez. İntikamını insanlarda bırakmaz.

Allah (c.c.) insanın taat ve ibadetine bakar. Taatı ne kadar çoksa onu o kadar sever, ondan o kadar razı olur.

Peygamberler ki Allahu Tealâ onları evveliyattan peygamber olarak yaratmış,

günahlardan masum kılmıştır. Bununla beraber Allah (c.c.) onlardan da ibadet ve taat istemiş, taat ve ibadetsiz olmalarına razı olmamıştır. Zaman zaman, Yunus peygamber gibi emir almadan hareket eden peygamberler olduğunda onları cezalandırmıştır.

Allahu Tealâ, peygamberlerin bile emirlerine uymamalarından razı olmamışken, nasıl olur da emrine muhalefet eden insandan razı olur? İnsandan yaptıklarının hesabını sorup intikamını almaz mı? Öyleyse insan dünyada kandırılmamaya bakmalıdır...  

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Efendimiz, kalbimiz ibadeti seviyor fakat amel edemiyoruz.’ diyenlere cevaben: “Hayır, kalpler ibadeti sevmiyor. Kendi kendinizi seviyorsunuz... Söylediğiniz sevgi muhabbet değildir. Muhabbet olsa öyle olmaz... Dediğiniz sevgi kalbinizin bir şeye meyletmesinden ibarettir. Eğer sevgi olsaydı itaat olurdu, çünkü sevgi hareketi, itaat da bereketi celp eder. Seven, sevgilisini hiç unutur mu?.. Başkasına meyleder mi?.. Hareket berekettir. Bir insana cin çarparsa sara, sevgi çarparsa aşk vuku’ bulur. Birisi nimet, birisi hikmet... Onun için ‘mecnunun ve aşığın hareketleri birbirine benzer.’ demiştir.

d.                        Kalb

“Bir şeyin altını üstüne getirmek, ters yüz etmek” anlamında Arapça bir kelimedir. Kalb, göğsün sol tarafında bulunan, kan dolaşım sistemini sağlayan çam kozalağı şeklindeki et parçasıdır.  Tasavvuf ıstılahında ise kalb; insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl, rûh, Allah’ın tecellî ettiği mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü anlamları ifade eder. Biyolojik manadaki kalb, insanda olduğu gibi hayvanlarda da bulunur. İkinci anlamdaki kalb ise sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan ayıran özelliktir.  Kalb, aynı zamanda marifet ve irfan denilen tasavvufî bilginin kaynağı, keşif ve ilham mahallidir.  Kalb, iç yapısı ile rûh, dış yapısı itibariyle de bedenle irtibat hâlindedir. Ancak, manevî kalp ile maddi kalp arasında

OTO bir bağlantı bulunduğu da muhakkaktır.

Kalb konusu, tasavvufun üzerinde en çok durduğu hususlardan biridir. Zira kalb “nazargâh-ı ilâhî”dir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘kalb nasıl bir şeydir, terbiyesi nasıl olur?’ sorusuna şu açıklamayı yapmaktadır:

Kalb; bir yüzü halk    âlemine, diğer yüzü emir âlemine bakan, arş-ı âzam Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) bütün sıfatlarına mazhar olan ve bu sıfatlarını kuşatarak terakki edebilen, aynı zamanda rûhâniyet ile alışverişe müsait, nazargah-ı İlâhîdir.   Kainatın yaratılışında arşın fonksiyonu ne ise, beden aleminde de kalbin fonksiyonu odur. Zira arş, mânâ âlemiyle madde âlemi arasında bir köprü vazifesi görür. Emir aleminden gelen manevî tecelliyât arşa iner, arştan madde alemine zuhûr eder. Rûhtan aldığı manevî zevki, iştiyakı, bütün tecelliyâtı bedenin diğer akşamına yöneltir ve yönetir. Bütün âzalar bir saç, bir tırnak dahi manevi hisleri bu şekilde alır. Aynı vaziyet zıddıyla da kaimdir. Mesela, harama bakan gözün kiri kalbe gider. Bütün âzalarm haram ve zulmetten doğan kiri kalbe gider. Eğer kalp zikirsiz olursa, âzalara manevî feyzin gelmesi kesilir. Bunun için büyükler, ‘Allah’tan bir an gaflette bulunmanın bile kalbe çok zararı vardır.’ demişlerdir. İşte mürşid-i kamiller bunun üzerinde çok durmuşlar, kalb temizliğine büyük önem vermişlerdir. İnsan vücudunda bulunan yürek, bahsi geçen kalbin mahallidir, makamıdır. Sırrın terbiyesi de ona bağlıdır. Çünkü sır, kalbin nûrudur. Rûh ise emir alemindedir, nûrunu melekût aleminden alır. Cenab-ı Allah’ın (c.c.), Hayy ve Kayyum isimlerinin tecelliyâtıdır. Rûh-i İnsanî ise bu tecellilerle kâimdir. İnsan, madde yönünün dışında, manevî her ne varsa rûha izafedir. İnsanın yaratılış ve ayakta duruşu, yaşayışı, beden ve rûh yönüyle Cenab-ı Allah’ın ‘Hâlık’ ism-i tecellisi iledir. Cenab-ı Allah, Hayy ve Kayyum (yaşatan ve ayakta tutan) sıfatlarıyla, rûh-u insanîyeyi böylece yaşatır. Rûh, terbiye olup mâsivâyı terk ederse fenafillaha ulaşır, böylece aslına dönmüş olur. İşte seyr-ü sülük da budur. Temiz olarak verilen emaneti aynı safiyetle iade eder.”

e.                        Nefs

Lügatta nefs; can, rûh, kan, ceset, nazar değdiren göz, herhangi bir şeyin öznesi, hakikati, cevheri, azâmet, izzet, hamiyyet, gayb... gibi manalara  gelir. “Kur’an-ı Kerim’deki kullanılışları şöyledir:

Zatullah,  insan rûhu , kalp, sadır , cins , insan bedeni , bedenle beraber rûh , insan bedeninde bulunan ve insana kötülüğü, fesadı  emreden cevher manasına gelen nefs,  zattan (canlı, cansız bütün varlıklardan) söz ederken kullanılır.

İslâm düşünürleri nefs kavramına, kulun kötü huyları ve çirkin vasıfları, kötü his ve huyların mahalli olan latife anlamı yanında, ruh manasını da vermişlerdir.  Tasavvuf terminolojisinde nefs, his, hayat ve iradeli hareket kuvvetlerini taşıyan, latif buharlı bir cevherdir ve nefs-i natıka olan kalp ile beden arasında bir vasıtadır. Nefse, rûh-i hayvani de denmiştir”

Başka bir tarife göre nefs beş çeşittir: Hayvani, emmâre, mülhime, levvâme ve mutmaine. Bunların hepsi de rûhun isimleridir. Zira rûh olmadan nefsin hakikati yoktur. Hakk olmadan da ruhun hakikati olmaz.”

Nefsin Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi farklı anlamlarda nefsi kullanmıştır. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî de                                                                                              ,.                     .

Nefsi, hayvani kuvvet olarak nitelendirir.  Bu hayvani kuvvet ilk defa şöhret ve şehveti emreder. İnsanın kalbine hayvani huylar verir. Nefsin makamı süfli olduğu için insanın kalbini aşağı çaker. Bütün fenalıklar nefse nisbet edilir. Kalp melekleşmeye, nefs ise hayvanlaşmaya meyleder. İnsanın esas vazifesi, şer’i şerifi tahlil etmektir. Nefsin vazifesi, hayvani ve fena ahlakı terk etmek; mücahede ile terbiye olup güzel ahlakla ahlaklanmaktır.

Rûh daima ma’rifeti ilahîyyeye meyyaldir, görevi ise kemâliyyettir. Sır latîfesinin görevi, mâsivâyı  terk etmektir. Sır latifesi Hâlıku’l-Kahhâr’ın rahmetine sığınır.

Nefsin zatı ve maddesi değişmez, lâkin sıfatı terbiye olup değişir. Mesela Hz. Ömer İslâm’dan önce cehalet döneminde kız çocuklarını istemeyen birisiydi. İslâm’ı kabul ettikten sonra sırtına çuval yükleyerek fakirlerin evlerine kadar ihtiyaç maddelerini taşımıştır. Her iki Ömer de aynıdır, sıfatları değişmiştir, zatı ise aynıdır.

Nefs zikir ve riyâzetle terbiye olur, radiyye ve merdiyye makamına çıkar. Sonra her hayrın menbaı ve menşei olur. Allah’a teslim olan kendisi hakkında delil bile arayamaz.

f.                        Seyrü Sülük

Seyr; Arapça gezmek, sülük da yürümek ve gitmek demektir.  Tasavvufî anlamda ise; cehaletten ilme, kötü ve çirkin huylardan güzel ahlâka, kendi vücûdundan Hakk’m vücûduna doğru hareket demektir. Sülük, kulun Allah’a kavuşmasına hazırlığı, eğitim yoluyla ahlakını süslemesidir.  Netice itibariyle seyr ü sülük, bir şeyhin nezaretinde, Allah’a vuslat için çıkılan manevî yolculuktur.

Nakşîlik geleneğine de mensup olması sebebiyle Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî de, Abdulhâlık Gucduvanî (ö. 575/1179) ve Bahauddin Nakşbend (ö. 791/1388) tarafından temelleri oluşturulan Nakşbendîlik’in sülük ilkeleri olarak benimsediği on bir temel prensibi aynen kabul etmiştir. Bunlar:

Yâd kerd: Kalp veya lisan ile şeyhten aldığı dersi yerine getirmektir. Şâh-ı Nakşbend’e göre “zikirden maksat, kalbin daima Hakk ile, muhabbet vasfıyla hazır olmasıdır. Zira zikir, gafletin giderilmesi demektir.’

Bâz geşt: Her an için inkisar ve tazarru ile Hakk’a yönelmek demektir. Özellikle Unutup da sonra hatırladığın zaman Rabbini an  ve Hakk’a yöneldikten sonra ‘’Allah’ım! Maksudum ancak sen’sin ve matlûbum ancak Sen’ın rızandır.” diyerek tazarru ve niyaz eylemektir.

Nigâh daşt: Kalbe dikkat edip, zikir esnasında yabancı şeyleri uzaklaştırmaya gayret etmektir. Zira, “ağyar” diye isimlendirilen bu tür düşünceler, zâkiri meşgul eder ve gafletle yapılan zikirden fayda sağlanmaz.260 

Yâd daşt: Hakk Subhânehû ile zevk içerisinde devamlı huzur hâlinde olmaktır.

Hûş der dem: Her nefes alışverişte gaflet içinde bulunmamak, Hakk’tan agâh olmaktır. Bahauddin Nakşbend bu konuda, mürid, iki nefes arasında bile gaflet içerisinde, olmamalı, huzur hâlini korumalıdır, demektedir.

Sefer der vatan: Cismanî vasıflardan, rûhanî olanlarına; kötü sıfatlardan ahlak-ı ilahîyyeye nakildir.

Nazar ber kadem: Tefrikadan korunmaktır. Zira insan, sağa sola bakarsa kalpte tefrika meydana gelir. Huzur ve cem’ hâline zarar vermemek için uygulanır. Bir çeşit zillet ve meskeneti de ima etmektedir.

Halvet der encümen: Halk arasında Hakk ile olmaktır. Halka karışmanın huzura mani olmaması, bir başka anlamda ise üzüntü ve keder içerisinde bile huzur hâlinin korunmasıdır. Yani göz ağyarda, dil yar’da hâlinin muhafaza edilmesidir.

Vukûf-ı zamanî: Her akşam, o günkü yaptığı işleri Allah yolunda mı yoksa gaflet içinde mi icra ettiği hususunda kişinin nefsini  hesaba çekmesidir. Zira amellerin başı,

Hakk’dan agâh olmaktır. Bu şekilde hesaba çektikten sonra amellerini daha dikkatli yerine getirmeye niyet etmektir.

Vukûf-ı adedi: Zihnî havatırın gelmesini önlemek için zikirde sayıya riayettir.  

Vukuf-ı kalbı: Kalpte huzur hâlini gerçekleştirmektir. Zikir esnasında kalbe dikkat edip bir garaz veya emele yer vermemektir. Bahauddin Nakşbend, vukûf-ı kalbiye diğer ilkelerden daha fazla önem vermiştir.

Abdulhalık Gücduvanî tarafından tespit edilen bu hususlar, sadece Nakşbendîlik’e has değildir. Zira dikkat çekilen hususlar, bir bakıma tasavvufun gayesiyle de örtüşmektedir. Uygulamada bazı prensiplerde farklılıklar bulunmakla birlikte genelde bütün tarikatlar tarafından kabul edilmiştir.

' fa. Mürşide Olan İhtiyaç:

Mürşid, Arapça va’zeden, öğüt veren, anlamındadır.  Rüşd, insanlara maslahatını göstermek ve çıkarlarını anlatmaktır. Doğru yola da rüşd adı verilir.  Mürşid, sapıklık karşısında doğru yolu gösteren kişidir.  Tasavvuf literatüründe, “tarikat lideri” anlamına gelmektedir. Mürşid olan kişinin, Allah’ın ahlakını tahalluk ettirmiş olması, en azından fena makamına ulaşması şarttır. Tasavvuf sisteminin müesseseleşmiş hâli olan tarikatta şeyh , diğer bir tabirle mürşid, sistemin temel taşlarındandır.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bir kimse Kur’an, hadis, fıkıh kitaplarını bilir, selefin kitaplarını da okursa bir şeyhe bağlanmasına ne lüzum var mı? sorusuna şu cevabı verir: “Bir eczacıyı düşünelim ki bu kişi enva-i çeşit otlan bilir; bunlardan nasıl ilaç yapılacağını, bu ilaçların hangi hastalığa yarayacağını da bilir; hatta çoğu zaman doktorlara da bilgi verir. Doktorlar da bazı zamanlar bu bilgilerden esinlenerek teşhis ettikleri hastalara bu ilaçları verir. Ama eczacı çoğu kez bir. hastalığı teşhis edemez, reçete olmadan hastaya ilaç veremez. Verdiği takdirde, ilacı parasız dahi verse, hasta zarar görürse cezalandırılır. Ayrıca bakınız, bir doktor çoğu kez kendi filmini çekemez. îki omuzu arasında bir yara olsa onu tedavi edemez. Sorduğunuz kimseyi de böyle kıyas etmek lazımdır. İnsan ahiret yolunda evvela avamdır. Kendisini mâsivâdan kurtarması çok zordur. Oğlun dahi olsa, ehil değilse bir hastalığından mütevellit ameliyat lazım gelse ona yaptıramazsın. İşin mütehassısını ararsın. Mürşidler ehil kimselerdir, izn-i İlahî ile insanları gafletten kurtarıp yönünü Hakk’a döndürürler. Bakınız, devrimizde vaaz ve nasihat dinleyip hidâyete gelen çok az kişi vardır, ama şeyhler daha çok kişinin hidayetine vesile olurlar. Zamanımızda, mutasavvıflar az olduğu için, insanlar isyana daha fazla düşmüştür. İrşad ehli zatlar devrimizde azdır.”        

fb. Mürid-Mürşid İlişkisi:

Mürid, Arapça bir kelime olup “isteyen” demektir. Allah’a vuslatı arzu eden, başka bir deyişle, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı ilke edinen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir mürşide bağlanan kişiye denir.  îbn-i Arabi mürid için, kendisinde Allah’tan başkasının arzusunun bulunmadığını bilerek iradesinden soyutlanan kişidir demektedir.    Mürid, tasavvuf literatüründe iki anlama gelmektedir: Birincisi, muhib yani meczub saliktir. İkincisi ise hidâyet nûruyla basireti Hakk Subhânehû’yu gören, kendi kusurlarının farkında olup daima kemale ulaşma arzusundaki kişidir. Bu muradına vasıl olma ve Hakk’a yakınlık hususunda durmak bilmeyen kişiye denir. Bu ismi taşıyan kişinin her iki cihanda da ondan başka arzusu yoktur. Bir lahza bile başka şeye yönelirse o o o “müridlik” sıfatı o kişiden uzaklaşır.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre müridin mürşidine uyması ancak hakiki bir muhabbetle olur.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî mürşid-i kâmiller müridlere nasıl himmet eder? sorusuna cevaben şu açıklamayı yapar: Hazne köyündeyken, bir gün kalbime ‘ben bu dergaha  layık değilim, Şâh-ı Hazne’den izin alıp gideyim.’ gibi bir vesvese geldi. Şâh-ı Hazne gelirken yoluna çıkıp ziyaret ettim. Bu esnada Şâh-ı Hazne bana, ‘Şeyh Abdülhakîm, bir şey mi diyeceksin?’ dedi. Ben, ‘kurban ben bu dergaha layık değilim, müsaade ederseniz memleketime döneyim’ deyince Şâh-ı Hazne şöyle buyurdu: ‘Mürşidin nazarı, himmeti müridin çalışmasına göredir.’ O zaman ‘Kurban, müridin çalışması ne demektir.’ diye sordum. O da bana Allah’ın (c.c.) bütün emirlerini yerine getirmektir.’ dedi.

g.                        Rabıta

Râbıta, Arapça “bağlayan, rapteden” demektir.    Sözlükte; ■ iki şeyi birbirine bağlayan ip, bağ, vuslat, münasebet, ilgi ve sevgi ile mensubiyet, cesur ve dayanıklı olmak gibi anlamlara gelir. Nefislerini dünyadan çekip kendilerini ukbaya adamış zâhid, râhib ve filozofa da bu kelimeden türetilen “râbıt” adı verilir.  Istılahta ise; şuhûd makamına ulaşmış kâmil şeyhe kalbi bağlayıp huzur ve gıyabında o şeyhin sûreti, sîreti ve özellikle rûhaniyetini hayalen kendisi       ile birlikte farz ederek yanındayken takındığı tavrı,

gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir.  .

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre rabıta; kalbi mürşide bağlamak, şeyhin huzurunda ve gıyabında edebe dikkat etmeğe çalışmaktır.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, rabıta ile ilgili şu maddeleri şunları eklemektedir:

1.                     Samimiyetle yedi müslüman kemal-i edeble oturup sohbet etse, o an kalpler birleşir. Bir veli, bir pîr kadar feyiz alırlar. İçlerinden birisi kuvvetli bir rabıta ile mürşide bağlansa, mürşidden aldığı İlahî feyiz kalplerden mâsivâyı temizler, o ehli rabıta olan kişiden diğerlerine sirayet eder. Ama ne fayda ki asrımızda gaflet çok ilerlemiştir. Ciddi rabıtaya muvaffak olan çok feyiz alır.

2.                     Mürşidin huzurunda kuvvetli rabıta ciddi dinlemekten ibarettir. Gıyabında ise şeyhi kendi yerine koyup ondan dinler gibi dinletmek veyahut da şeyhini konuşanın yerine koyup samimiyetle dinlemek gerekir. Bu rabıta çok elzemdir, umum faydalar bundan olur. Şeyhinizin karşısında uyanık olarak oturun, onun konuştuğu kelimeleri zaptedin, işaretlerine dikkat edin. Şeyhinizin yüzüne bakmayın, şeyh sizin yüzünüze baksın.

3.                        Fenâ hasıl olmadığı müddetçe, şeyhinin vefatından sonra doğru bir rabıtaya sahip ve muvaffak da olsa, sâlikin bir mürşid-i kâmile bağlanması gerekir.

4.                        İnsanın bedeninde bulunan letâifler  asıllanna yükselip birleşmeden evvel nefse hizmet ederler. Nefste ise riyâset, şöhret ve böyle hastalıklar vardır. Nefs kendi hakimiyetinde bulunan letâiflere hükmeder. Letâifler bu durumda mecburen nefse uyarlar. Zikir ve râbıta ile letâifler asli güzelliklerine döndükten sonra, nefs yalnız kalır. Nefsin bu yalnızlığı nefsin tabiatına ters düşer. İster istemez letâiflerin peşine düşer, onlara kavuşur. O zaman nefsin sıfatı değişir, hayra hükmeder. Letâiflerin başına geçer, onları âlemlerinden alır. Nefs, saflaştığı için hayır üzeredir. Rabıta ne kadar müştekim ise, nefis de o derece saflaşır.

5.                       Şeyh, müridin kalbinde konuşur, lâkin o hâle iltifat edilmez. Çünkü, ölçü şeriattır, şeriate göre hükmedilir. Mürid, mürşidinin zahirî telkinine göre hareket eder. Şu üç usulü tatbik etmek müride elzemdir:

-                        îtikad zayıf da olsa cüz’i iradeyi kullanarak tarikat edebine riayete çalışmalıdır. Eğer kalbinde ‘ben bunu yapayım da halk beni beğensin’ diye bir gayesi olsa, aklen ve şer’an merduddur, haramdır. İnsanın olduğu gibi görünmesi kendisi için iyidir. Çünkü, tedavi olması kolaylaşır.

-                        ‘Halk bana ittiba etsin’ diye şeyhine riayet edinmeyi gaye edinmek ile edebler tahsil ederse, şer’an makbuldür. Lâkin ben de, bazı meşayih gibi, böylelerini sevmiyorum.

Çünkü, bu hâlde semere vermez. Müridin gayesi şöyle olmalıdır: ‘Ben bu yolu öğreneyim ve ona göre amel edeyim.’ Bakınız, şu lamba yanıyor, biz faydalanıyoruz ama kendisine bir faydası olmuyor.

-                         Mürid, nefsinin kusurunu itiraf edip şeyhinin azâmet ve büyüklüğünü idrak etmelidir. Mürid, kedinin aslandan korktuğu gibi şeyhinden korkmalıdır. Şeyhinin gıyabında da huzurunda olduğu gibi korkmalıdır. Şâh-ı Hazne, böyle hareket edenleri sever. Şâh’ın meclisi çok güzeldi, her an şeriat tatbik edilirdi.

6.                       Günah işlemek müstesna, beşeri ihtiyaçlar anında, üstadın rûhâniyeti görülse bile ondan utanmak ve sakınmak lazım gelmez. Nitekim biz meleklerden sakınmıyoruz.  

7.                        Şeyhini hayaline bile getiremeyen endişelenmesin, bunun bir zararı yoktur. Maksad kalbin üzerinde rabıta ile durmaktır.  

8.                        Şeyhi yanma gelmeyen, sık sık şeyhinin yanına gider; hayali ile ona yalvarır. Şeyhinin oturmasını, kalkmasını, hâl ve hareketlerini hayaline getirerek şeyhinin tavsiyelerini yerine getirir. Akıl ve hayali ile şeyhin yanına gider, gelir. Müridin istikameti ne kadar düzelirse, sevgisi de o kadar artar, istikametin doğruluğundan ihlas ve muhabbet doğar. O zaman üstad, yüzündeki perdeyi kaldırır. Mürid nerede olursa olsun, şeyhini manen görür.

9.                        Râbıtanın düzelmesi için, tevbe çok faydalıdır. Hakiki bir tevbe, tam istikamete sirayet eder. İstikamet tamam olduktan sonra, şeyh müridinden ayrılmaz. Mürşid, kime ne verdiyse onu geri almaz. Vefatından sonra, kıyamete kadar da müridlerini terk etmez.

Bakınız, hayali de olsa teslim, ihlas ve muhabbet kemal oluncaya kadar rabıta tam manasıyla düzelmez. Bunların azalmasında râbıta bozulur, çoğalmasında ise düzelir.  

h.Teveccüh

Teveccüh, Arapça “yönelmek” demektir. Şeyhin, bütün manevî gücünü müridin kalbi üzerine yöneltmesi ve bu suretle aktarmasıdır. Bu, müridin rûhunda filizlenmelere sebeb olacak bir manevî aşılama olayıdır. Yani müridin ruhî kabiliyet kapasitesinin artırılmasıdır. Mürid bu şekilde mürşidinin manevî özelliklerini yüklenmiş olur.  Teveccüh, mürşidin, müridin hasta kalbine yönelmesi, onun tedavisi ile ilgilenmesidir. Bu, bir bakıma manevî ameliyattır.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre teveccüh; insanın kalben Allah’a (c.c.) yönelmesidir.  İnsanın vücudunda Allah’ı bilmek için sultanî bir kalp vardır. Bu kalp, yönünü çevirdiği taraftaki olup bitenlere vakıftır. Kalben vakıf olduğu bilgiler böylece kalpte tecelli eder, görünür. Öyleyse, kalbimizi Allah’a döndürmeliyiz. Bu vesile ile kalpte zikir, fikir hasıl olur. Hasıl olan bu zikir ve fikir sayesinde insan, kalbini hayalden, vehimden, vesveseden, her türlü şek ve şüpheden temizlenir. Biliniz ki halka yönelen kalp Allah’tan uzaklaşır. Hakk’a yönelen kalpte ise İlâhî bir pencere açılır ve o pencereden İlâhî feyzin güneşi kalbe akseder. Kalbinde böyle bir pencere açılan kişi, şarkta ve garpta nerde olursa olsun, zerreleri hissetme vasfı izn-i İlâhî ile zuhûr eder.

Mesela, bir ev yapsanız o evin penceresi olmazsa güneş ışınları o eve giremez. Siz bu evin kapısını da kapatsanız, içeride yaşayanlar için hayat çekilmez olur. Aynen bunun gibi insanın kalbi de beden hanesinin içindedir. Siz bu kalbe İlâhî pencere açmaz iseniz, bedenin sultam olan kalb, sağ veziri durumunda bulunan akl-ı selim ile sol veziri durumunda bulunan nefs-i mülhime ile beraber zikirsizlikten ölür. Eğer ki kalpte pencere açılırsa Cenab-ı Hakk’m (c.c.) feyzinden behremend  olur, değilse İlâhî feyizden  mahrum kalır.

Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şâh-ı Hazne ‘gaflet kadar hiçbir kötü illet yoktur.’ derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe riayet etsin. Şöyle ki; ‘Rabbim her an her yerde beni görüyor’ diye nefsini zorlamalıdır. Cünüp dahi olsanız, kalben Allah...Allah... diye zikrediniz. Siz, kalbi bir şehir olarak düşününüz. Zikir kalbe tecelli ettiği an gafleti, vesveseyi, vehmi vs. yok eder. Ayrıca açık ve gizli edeplere riayet etmekle insanın kalbi uyanır. Böylece gaflet  de yok olur.

Bir kişi, Şeyh Şehabeddin-i Sühreverdî’ye ‘efendim, başımda iki bela var. Biri, amelimi terk etsem tembellik bende galebe çalıyor. Diğeri de; amel ettiğim zaman bende riya ve kibir oluyor. Bu dertlerden kurtulamıyorum. Ne yapacağım?’ deyince, Şeyh Şehabeddin-i Sühreverdi ona, ‘tembellikten Allah’a sığın, amel et, riya ve ucub ârızî olarak meydana gelir. O zaman da istiğfar et. Şu bir gerçektir ki, mürşid olmadan riyâdan kurtuluş zordur. Ruhlar saflaştığı zaman heykellere bile tesir eder ve içlerini nurlandırır.’ cevabım verir.

SONUÇ

Tasavvuf tarihinin her döneminde topluma yön veren örnek ve önder şahsiyetler yetişmiştir. Bu insanlar bir bakıma Yüce Yaratıcı ile kul arasındaki ilişkilerin faydalı olması içinyol gösterici gibidirler. İslâm dışı davranışlara karşı tavır almışlardır. Allahu Tealâ ile kullar arasındaki ilişkilerin yavaş yavaş soğumaya başladığı dönemlerde bu durum daha da büyük önem arz etmiştir.

Toplumda genel anlamdaki dejenerasyona karşı durmanın yanında, tasavvufi çevrelerdeki bozulmanın da önüne geçmek gerekmektedir.

Tez konusu olarak ele aldığımız Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni de böyle bir ortamda yetişmiş ender şahsiyetlerden biridir. Mensup olduğu Nakşbendî tarikatının temel vasıflan olan Kur' an ve sünnete sıkı sıkıya bağlılık, kendisinin de hayatın her alanında şian olmuş, insanlarla ilişkilerine yön vermiştir.

Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni'nin yaşadığı döneme bakıldığında, toplumda genel anlamda bir dejenerasyonun olduğu görülür. Aynı durum, tasavvuf için de geçerlidir. İnsanların zaaflarından kendi çıkarları için faydalanmak isteyenler, ehil olmayan kimseler tasavvufi kurumlara da gölge düşürmüşlerdir.

Bu ortam içerisinde safiyetini muhafaza edebilmiş olan tasavvuf daha da önem kazanmıştır. Bu sayede, tasavvufun Kur' an ve sünnet temelinde sevgiye, birlik beraberlik düşüncelerine dayalı fikirleri, toplum genelinde yankı bulmuştur.

Seyyid Abdulhakim el-Hüseynî hayatı boyunca kendisi ve toplum için doğru olanı yapma gayreti içerisinde olmuştur. Kalbî inceliği kendisini tasavvufa çekmiş, Nakşbendîlik gibi büyük bir tarikattan ehil olarak icâzet almarı, tasavvuf tarihindeki yerini göstermesi açısından önemlidir.

Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni’nin tasavvuf anlayışının sadece Nakşbendîlik ekolünde bir takipçi olarak kalmadığını görürüz. Çünkü o, her anı ile yaşamını bir ibadet haline dönüştürmüştür. Seyyid Abdülhakîm Hüseyni'yi anlayıp layık olduğu değerle bu küçük çalışmaya sığdırabilmek bir iddiadan öteye geçmeyecektir.

Genel anlamda tasavvuf anlayışına baktığımızda şu sonuçlara varmaktayız:

Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre sohbet; kalblerden mâsivâyı temizleyen, kalbleri birleştiren, bir veli, bir pîr kadar İlahî feyz ve bereket yağmasına vesile olan en önemli irşad yollarından birisidir. Bundan dolayı mürid, şeyhinin karşısında uyanık olarak oturmalı, şeyhin sohbetindeki kelimeleri iyi zabt etmeli ve şeyhin sohbet esnasındaki işaretlerine çok dikkat etmelidir.

Sebatı gerçekleştirmede müride yardımcı olacak hususların en önemlilerinden birisi içinde bulunduğu ortamdır. Sâlik bu ortamı Nakşbendîlik'te çok önem verilen sohbette bulur.

îhlâs; hiçbir sebeb ve gaye olmaksızın Allah’ın emir ve hükümlerini yalnız Allah rızası için yapmaktır. Yani bütün gücünü Allah yolunda sarf etmektir.

Ona göre ibadet; insanın hem zahirini hem de batınını temizleyen, kalbin dirilmesine vesile olan, Rabbü’l-Alemin’in bizi tecrübe için emrettiği amellerdir.

Kalp; bir yüzü halk alemine, diğer yüzü emir alemine bakan, arş-ı azam Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) bütün sıfatlarına mazhar olan ve bu sıfatlarını (istiva) kuşatarak terakki edebilen, aym zamanda rûhâniyet ile alışverişe müsait, nazargâh-ı İlâhîdir.

Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî nefsi, hayvani kuvvet olarak nitelendirir. Bu hayvani kuvvet ilk defa şöhret ve şehveti emreder. Müridin, neftsten kurtulmasının ve mürşidine ancak hakiki bir muhabbetle olacağını söyleyerek, marifet yolunda tasavvufu seçen kimsenin, mürşidiyle birlikte olduğu zaman nasıl hareket ediyorsa mürşidinin gıyabında da o şekilde hareket etmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bunun için en uygun yolun rabıta olduğunu savunarak, tasavvufun edebe riayetten ibaret olduğunu belirtmektedir.

O, teveccühü, insanın kalben Allah’a (c.c.) yönelmesi olarak tanımlamakta, mâsivâ terk edilmeden Allah’a ulaşılmayacağım vurgulamaktadır.

KAYNAKÇA

Abdurrahman Cami, Nefahâtu’I-Üns (Evliya Menkıbeleri), Türk. trc. Lamiî Çelebi, çev. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, Marifet Yayınları, İstanbul 1998.

Abdülkerim Kuşeyrî, er-Rısaletü’I-Kuşeyriyye, Beyrut 1999.

Ahmed er-Rifaî, Sohbet Meclisleri, tere. Ali Can, Tatlı, Erkam Yay. İstanbul 1996.

Ali Behçet Efendi, Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşibendiyye, Milli Kütüphane, No: 1948 A 590.

Apaydın, H. Yunus, ‘’Fesad’’,, DİA, XII.

Apaydın, H.Yunus, "İhtiyat” DİA, XXI.

Amold, T.W., "Halife” İA. MEB.

Asım Efendi, Kamus Tercümesi, İstanbul 1304, c. III.

Aşkar, Mustafa, Niyazî-i Mısri ve Tasavvuf Anlayışı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.

Atar, Feriduddin, Tezkiretü’l-Evliyâ, tere. Süleyman Uludağ, Bursa 1984 s. 783.

Ateş, Ahmet, "Batın” DİA. II.

Ateş, Süleyman, "Gavs” DİA. XXVI.

Ateş, Süleyman, "İhlas” DİA. XXI.

B. Cara De Vaux, "Hicret” İA. MEB, V.

Baba, Safer, Tasavvuf Terimleri, İstanbul 1998.

Baz, Reşit, Kendisi ile yapılan mülâkat, 2003.

Berthels, E., "Mevla” İA.MEB, VIII.

Boer, T. J., "Halk” İA. MEB, V.

Bozan, Üzeyir, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.

Bozkurt, Nebi, "Mihmandar” DİA, XXX.

Bursah Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333.

Calverley, E. E., "Nefs” ÎA. MEB, IX.

Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Muradiye Kültür Vakfı

Yayınlan, Ankara 1994.

Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınlan, Ankara 1997.

Cour, A., "Şeyh” İA. MEB, XI.

Cürcanî, Ebu'l-Hasan Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ali, et- Ta’rifât, 1231.

Çağıl, Ahmet- Ildırar, Mehmet, Seyyid Abdülhakîm El-Huseynî (Seyyid Abdülhakîm el-

Hüseynî-i Bilvanisî), Menzil Kitabevi, 1992.

Çağıncı, Mustafa "Gıybet” DİA. XIV.

Çağıncı, Mustafa, "Davet” DİA, IX.

Demirci, Mehmet, "Himmet” DİA. XVIII.

Dönmez, İbrahim Kafi, "Yetim” İA. MEB, XIII.

Durmuş, İsmail, "Kalb” DİA. XIV.

Ebû Hazzâm, Enver Fuad, Mu’cemu’l-Mustalâhâti’s-Sûfiyye, thk. George Mutri

Abdülmesih, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1993.

Gazzalî, İlahî Nizam, çev. Yaman Arıkan, İstanbul 1986.

Gazzalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, İhyâ-u Ulûmi’d- Dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul 1992.

Hani, Abdulmecid Muhammed, el-Hadâiku’I-Verdiyye fi Hakâik-i Ecillâi'n- Nakşbendiyye, 1306.

Mekki, Ebu Talib, Kûtü’l-Kulûb, çev. Muharrem Tan, Tz Yayıncılık, İstanbul 1999.

Eraydın, Selçuk, "Feyiz” DİA. XII.

Erol, Fevzeddin, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.

Eşrefoğlu Rûmî, Müzekkin-Nufûs, Aslan Yayınları, İstanbul 19...,

Fakir, Haşan, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.

Genç, Baha, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.

Goldziher, I., ‘’Edeb” İA. MEB, IV.

Gündüz, İrfan, “Tasavvufî Bir Terim Olarak Rabıta” Marmara Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi, İstanbul 1992, VII-X, 247

Gündüz, İrfan, OsmanlIlar'da Devlet-Tekke Münasebetleri, Sehâ Neşriyat, Ankara 1989.

Hafız, Hüseyin Ayvansarayî, Hadîkatu’l Cevami’, İstanbul 1821/ 1864.

Haig, T. W., "Seyyid” İA. MEB, X.

Haksever, Ahmet Cahid, Ahmet Remzi Akyürek; Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, (Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1999.

Hamidullah, Muhammed, ’Sünnet” İA. MEB, XI.

Hanî, Muhammed Abdullah; Âdâb, Erkarn Yayınlan, İstanbul 1985 s. 26.

Hanî, Muhammed b. Abdullah, el-Behcetü's-Seniyye fî Adabi't Tarîkati'l-Aliyyeti'n-

Nakşbendiyye, çev. Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yayınlan, İstanbul 1985.

Haşimî, S. Muhammed, Arifler Yolunun Edebleri, İstanbul 2003

Hilal, Adil, Kendisi ile yapılan mülâkat, 2003.

Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü'I-Evliya Silsile-i Saadât-ı Turuk-ı Aliyye, Osmanlı

Yayınevi, 1979.

Hucvirî, Keşfu’l-Mahcub, Hakikat Bilgisi, çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yay. İstanbul 1982

İbn Manzûr, Ebu'1-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensarî, Lisânu'I-Arab, Daru Sadır, Beyrut 1990.

Kara, Mustafa, "Fena” DİA. XII.

Kara, Mustafa, Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler, Uludağ Yayınları, Bursa 1990.

Kınacı, Dr. A. Selahattin, Gavs-ı Bilvânisî Hayatı, Ankara, 2002.

Komisyon, el-Mu'cemu'I-Vasît, Çağrı Yayınlan, İstanbul 1992.

Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınlan, Ankara 1981.

Kufrah, Kasım, Gucdüvânî, İA, MEB Yayınlan, c. 4, İstanbul 1964.

Kufrah, Kasım, "Molla İlahî ve Kendisinden Sonra Nakşbendî Muhiti”, İ.Ü.E.F.,Türk

Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1949.

Kufrah, Kasım, Nakşbendiliğin Kuruluş ve Yayılışı, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü, Doktora Tezi, 1949.

Kurnaz, Cemal-Tatçı, Mustafa, İstanbul'da Buharalı Bir Mutasavvıf: Emir Buhârî, Kültür

Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.

Kutulay, Yaşar, "Sülük” İA. MEB, XI.

M. Plessner, ‘’Mürîd”, İA. MEB, VII.

Macdonald, D. B., ’Hamdele” İA. MEB, V.

Macdonald, D. B.,”Fakir” İA. MEB, IV.

Mehmed Es’ad Efendi, Üss-i Zafer, İstanbul 1293/1876.

Mehmed Süreyya, Sicilli-i Osmanî, Türk Tarihi Vakfı Yayınları, İstanbul 1996.

Memiş, Abdurrahman, Halid-i Bağdadî ve Anadolu'da Halidilik, Kitabevi Yay., İstanbul 2000.

Oğuz, Muhammed İhsan, Sorular ve Cevaplar, Oğuz Yay. İstanbul 1995 s. 230.

Pakalm, Mehmet Zeki, Osmanh Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. İstanbul 1983 Basımevi, İstanbul 1983.

Pakiş, Yahya, Kendisi ile yapılan mülâkat, 2003.

Parsa, Hâce Muhammed, Tevhide Giriş, Erkam Yay. İstanbul 1988.

Polat, Salahattin, ‘’Gaflet” DİA. XIII.

Selvi, Dilaver, Kur’an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül, İmran Yay. İstanbul 1994.

Sinanoğhı, Mustafa, ‘’İbadet” DİA.. XIX.

Sülemî, Ebu Abdurrahman, Tabakâtu’s-Sûfiyye, 3. Baskı, Kahire 1986 s. 357.

Sülemî, Ebu Abdurrahman, Tasavvufun Ana İlkeleri Süleminin Risaleleri, tere. Süleyman,

Ateş, Ankara 1981, s. 25.

Şahinoğlu, M. Nazif “Vefa” İA. MEB,XIII.

Şahinoğlu, M. Nazif, “Vird” ÎA. MEB, XIII.

Şeyh Safîyüddin Ali, Reşahat-ı Aynu’I-Hayat, ter. Mehmed Ma’uf Efendi, İstanbul 1291.

Şeyhi, Köstendilli Süleyman, Bahru’l-Velâye, çev. Ali Yılmaz. (Yayınlanmamış nüsha)

Şimşek, Halil İbrahim, Mehmed Emin Tokadî, Hayatı, Eserleri ve Görüşleri, (Yüksek

Lisans Tezi), Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun 1996.

Tanman, M. Baha, ‘’Âsitâne” DİA. III,.

Tehânevî, Muhammed b. A'la b. Ali el-Farukî, Keşşâfu Istılâhâti'l Fünûn, Daru Sadr, Beyrut trz.

Topaloğlu, Bekir, ‘’irşad” DİA. XXII.

Topaloğlu, Bekir, “Kıyamet” DİA. XXV.

Türer, Osman, ‘’Letaif-i Hamse”DİA.

Türer, Osman, Ana Batlarıyla Tasavvuf Tarihi, Sehâ Neşriyat, İstanbul 1995.

Uludağ, Süleyman, ‘’Masiva” DİA. XXVII.

Uludağ, Süleyman, “Keramet” DİA. XXV.

Uludağ, Süleyman, İslâm'da Mürşid ve İrşad Faaliyetleri, İrfan Yayınları, İstanbul 1975.

Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995.

Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliya, Süleymaniye Kütp, Yazma Bağışlar Bl., No: 2305-2369, Mikrofilm Arşiv No:2754.

Wensink, A. J. “Sabır” İA. MEB, X.

Wensink, A. J., “Salat” İA. MEB, X.

Yaran Ayverdi, ‘’Türbe” İA. MEB, VI.

Yaran Rahmi, ‘’Bid’at” DİA.

Yavuz, Yusuf Şevki ‘’Mehdi” DİA. XXVIII.

Yazıcı, Tahsin, Nakşbend, İA, MEB, Yayınlan, c. 9, İstanbul 1964.

Yeşilyurt, Nurettin, Kendisi ile yapılan mülâkat, 2003.

Yılmaz, Ali, Köstendilli Süleyman Şeyhî, Kültür Bakanlığı, Ankara 1989.

Yılmaz, Haşan Kamil, Altın Silsile, Erkarn Yayınlan, İstanbul 1994.

Yılmaz, Haşan Kamil, Ana Katlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 1994.

Yılmaz, Haşan Kamil,”Cezbe” DİA. VII.

Zettersteen, K. V., ‘ ’Zahir’’ İA. MEB, XIII.

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to