Hazırlayan Metin TAŞKESEN
Hamd; Rahman ve Rahim Olan, Alemlerin Rabbi, Din
Günü’nün Sahibi Allah-u Tealâ’ya mahsustur. Salat ve selam; iki cihan serveri
Resûlullah’m, ashabının ve ehl-i beytinin üzerine olsun.
Allah’ın rahmeti ve bereketi; Allah dostlarının,
ilimle iştigal eden bütün mümin alimlerin, hocalarımın ve tüm inananların
üzerine olsun. (Amin)
Tasavvuf; bir hayat tarzı olarak bin seneyi aşkın bir
süredir Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından ilgi görmüş, ümmet-i
Muhammed’in kurtuluşu için çalışan ulu zatlar tarafından ülkemize yayılıp
yerleşmesi için çok çabalar sarf edilmiştir.
Günümüzde ise tasavvuf, bir yaşam tarzı ve Allah'ı
sevme sanatı olarak ilgi gördüğü gibi, çeşitli vesilelerle tartışmalara konu
edilmektedir. Bu eleştirilerin bir çoğu ehil olmayan, gayri samimi kişilerin bu
sahada boy göstermesinden dolayıdır. Ayrıca Allah dostlarının yaşantılarının
insanlara tam ve doğru duyurulmamış olmasının da bunda etkisi vardır.
Tezimizde, büyük İslâm alimi ve mükemmil bir
mutasavvıf olan, Nakşî yolunun büyüklerinden, Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî'yi
konu aldık. Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî hayatı boyunca ilim, eğitim ve
ibadetle meşgul olmuş, insanlara büyük hizmetlerde bulunmuş, Allah dostu, örnek
bir şahsiyettir.
GİRİŞ
SEYYİD ABDÜLHAKİM HÜSEYNİ’NİN MENSUBU OLDUĞU NAKŞBENDİYYE
TARİKATINA GENEL BAKIŞ
Tezimizin konusu olarak ele aldığımız Nakşbendîlik,
tarihimizde büyük bir öneme haizdir. Önce bu tasavvuf Okulunun yerini
görelim...
Nakşbendîyye’nin kurucusu Bahauddin Muhammed b.
Muhammed el-Buharî, 717
veya 718/ Mart-Nisan 1318 senesi Muharrem ayında
Buhara’ya yakın Kasr-ı Arifan’da (Kasr- ı Hinduvan), dünyaya gelmiştir.
Bahauddin Nakşbend’in doğumdan üç gün sonra dedesi,
Bahauddin Nakşbend’i Muhammed Baba Semmasî’ ye getirmiş, Semmasî de
onu manevi evlatlığa kabul etmiştir.
Terbiyesini, o sırada yanında bulunan halifesi Emir
Külâl’e (ö.8 Cemaziyelevvel
772-29 Kasım 1370) havale etmiştir. Dolayısıyla Bahauddin Nakşbend’in ilk mürşidi
Muhammed Baba Semmasî’dir (Ö.755/1354).
Muhammed Baba Senunasî’nin vefatından sonra Emir Külâl
(ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370) şeyhinin vasiyetini hatırlatarak
Bahauddin Nakşbend’i yanma çağırır. O da, tasavvufi terbiye almak üzere Nesefe
Hâce Emir Külâl’in (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370) yamna gider. Yedi yıl
hizmetinde bulunur. Zikir telkinini ve sülük adabım Emir Külâl’den alır. Bu
sebeple Bahauddin Nakşbendîlik silsilesinde Emir Külâl (ö.8 Cemaziyelevvel
772-29 Kasım 1370)’in halefidir. Bununla birlikte kendisi, tasavvuf yoluna
intisabını Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’ye ( ö. 575 veya 617 / 1179 veya 1220) borçlu
olduğunu belirtmektedir.
Bahauddin Nakşbend’in, Emir Külâl (Ö.8 Cemaziyelevvel
772-29 Kasım 1370)’in aksine Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’ye uyarak, zikr-i hafiyi
tercih etmesi bu söylemini destekler nitelikte olup, kendisine Uveysi nisbesi verilmiştir. Bahauddin Nakşbend,
hocası Emir Külâl (ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370) cehri zikre
başlayacağı zaman, Abdülhâhk-ı Gucdüvânî ( ö. 575 veya 617/1179 veya 1220)’nin
telkinine göre hareket ederek o ortamdan ayrılırdı. Bu davranışı Külâl’in
müridleri tarafından eleştirilmekle beraber Emir Külâl (ö.8 Cemaziyelevvel
772-29 Kasım 1370), her bakımdan çok takdir ettiği Nakşbend’in bu davranışını
hoş karşılamıştır. Nihayet bir gün, Suhar’da yaptırmakta olduğu mescid ve
imaretin inşaatında çalışan beş yüze yakın dervişi arasında Bahauddin
Nakşbend’e, bundan böyle davranışlarında serbest olduğunu, ister Türk, ister
Tacik olsun faydalı olabilecek her şeyhten feyiz alabileceğini söyler.
Bahauddin Nakşbend bundan sonra yedi yıl Emir Külâl’in hafî zikre yer veren
Tacik halifesi Mevlânâ Arif Dikkaranî’nin sohbetinde bulunmuş ardından, Yesevîye tarikatı
şeyhlerinden Kuşam Şeyh’in yanında üç ay veya iki yıl bulunmuştur. Ayrıca hükümdarlık
da yapmış olan Halil Ata’nın hizmetinde bir rivayete göre altı ,
bir başka rivayete göre 12 yıl kalmıştır. Bahauddin Nakşbend, Halil Ata’da
bir çok hâller görmüş, yanında kaldığı süre içerisinde kendisinden çok
etkilenmiştir. Bu hükümdar şeyhin 747/1347’de öldürülmesine son derece üzülen
Bahauddin Nakşbend, Zivartun’a yerleşmiştir.
Bahauddin Nakşbend’in bundan sonraki hayatı kesin
olarak bilinmediği gibi, hangi tarihte müstakil olarak tarikat faaliyetine
başladığı da belli değildir. Ancak Emir Külâl ölümünden önce müridlerine,
Bahauddin Nakşbend’e tabi olmaları hususunda vasiyette bulunmuştur. Ancak
Nakşbend’in de bu tarihten çok önce Emir Külâl’in yanından ayrıldığı dikkate
alınırsa, kendisinin o dönemde büyük bir taraftar kitlesi toplamış olduğu
anlaşılmaktadır.
Bahauddin Nakşbend, 3 Rebiülevvel 791/ 2 Mart 1389
pazartesi günü 73 yaşında
ölmüştür. Bahçesinde yapılmasını emrettiği büyük
kubbenin altına gömülmüştür. Bahauddin Nakşbend’in ünü, ölümünden sonra daha da
çok artmıştır. Sürekli genişleyen bina kompleksiyle çevrili olan türbe, Orta
Asya’da dînî düşüncenin canlı tutulmasında önemli rol oynamıştır. Kabrine hâla,
Asya’mn her tarafından ziyaretçiler gelmekte olup, “lyd-i gül-i şerh” olarak bilinen festivaller yapılmaktadır.
Bahauddin Nakşbend’ in pek fazla eseri
bulunmamaktadır. Kaleme alınmış evradı ve halifesi Parsa ile, bazı hâl
tercümesi kaynaklannda tespit edilen sözlerinden başka her hangi bir eserine
rastlanmamaktadır. El-Evradu’l-Bahaiyye adı ile anılan bu evradın Me’mun b.
Ahmed b. İbrahim et-Tumavî ile Muhammed b. Mustafa el-Hadimî tarafından
yapılmış iki şerhi vardır.
Nakşbend’e izafe edilen veya hiç olmazsa ondan sonra
bu ad ile şöhret bulan
Nakşbendiyye tarikatının izlerine, daha önce
Gazneliler devrinde (357-579/962-1183) rastlanmaktadır. Ancak başlangıçta sadece bazı esasları belli
olan bu tarikat, gerçek hüviyetini Hâce Yusuf el-Hemedanî’den (ö. 535/1140) sonra almıştır.
Yusuf-ı Hemedanî’nin halifelerinden özellikle ikisi çok
önemlidir. Bunlar, Yeseviyye’nin kurucusu Ahmet Yesevî (Ö.562/1167) ve
Nakşbendî silsilesinde yer alan Abdülhâhk Gucdüvânî (Ö.575 veya 617/1179 veya
1220)’dir. Ahmet Yesevî, tarikatın Maveraünnehir’de, Abdülhâhk Gucdüvânî de
Harezm ve Horasan’da yayılmasında etkili olmuştur. Silsilenin teşekkülü, Hâce
Ahmed’in çabalarıyla; doktrinleri ise, Gucdüvânî tarafından oluşturulmuştur.
Gucdüvânî’nin zikr-i hafiyi, Ahmet Yesevî’nin ise zikr-i cehriyi26 tercih etmesi sebebi ile, tarikat
iki kol hâlinde gelişmiş, içinde bulunduğu muhitin örf ve inançlarının tesiri
ile de birbirinden oldukça farklı, bir mahiyet almıştır. Ancak bir ara
zayıflayan. Gucdüvânî esasları, Bahauddin Nakşbend tarafından tekrar
canlandırılmıştır.
Bahauddin Nakşbend ile büyük kuvvet kazanan bu
tarikatın Orta Asya, Horasan ve havalisinin Sünnileşmesinde etkili olmuştur.
Konumuzla ilgisi bakımından biz Nakşbendîliğin diğer coğrafyalardaki gelişim
sürecinden ziyade, Anadolu’daki etkinliğine değineceğiz. Nakşbendîlik
Anadolu’ya tam bir tarikat olarak ilk kez 15. yüzyılda, Ubeydullah Ahrâr’ın
(806-895/1403-1490) halifesi Molla Abdullah Îlahî-i Simavî (Ö.896/1490-1491)
vasıtasıyla girmiştir. Tarikat, kısa zamanda genişleyerek İstanbul, Bursa,
Rumeli ve Doğu Anadolu’da birçok tekkeler kurmuştur.
Kütahya yakınlarında dünyaya gelen Abdullah-ı İlahî,
İstanbul’daki Zeyrek Medresesi’nde dinî tahsil görmüştür. Tasavvufa intisab
için Alauddin Ali et-Tûsi(ö. 887) ile birlikte Maverâünnehir’e doğru yola çıkan
Abdullah-ı İlahî, Kirman-Herat taraflarına yolculuğu sonrası, Semerkant’ta
bulunan Hâce Ahrâr’m yanma gelmiştir. Ahrâr’a intisabından sonra Bahauddin
Nakşbend’in türbesinde dokuz kez çile çıkarmıştır. Abdullah-ı İlahî bundan
sonra, yanında Emir Külâl(ö.8 Cemaziyelevvel 772-29 Kasım 1370)’in soyundan ve
Ahrâr’m bir başka müridi Ahmet Buharî ile birlikte Simav’a dönmüştür. Abdullah-ı
İlahî, özellikle yönetim kesiminin de teveccühüne mazhar olmuş ye bir çok kez
İstanbul’a davet edilmiştir. Ancak o, durum tespiti için Ahmet Buharî’yi
İstanbul’a göndermiştir. Çeşitli sebeplerle Simav’dan ayrılmak
istemeyen Abdullah-ı İlahî, nihayet Fatih’in vefatı, II. Beyazıt döneminde
meydana gelen Şah Kulu hadisesi ve kazasker Manisalı Çelebi’nin. ısrarları
üzerine İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’a gittiğinde eğitim gördüğü medrese,
Nakşbendîlik’in ilk tekkesi olmuştur. Lütfullah Üskübî ve Şeyh Muslihuddin Tavîl
gibi dönemin pek çok alimi onun müridi olmuştur. Fatih Sultan Mehmed,
derslerini ve Ayasofya’da yaptığı vaazları takip etmiştir. insanların aşın rağbetinden sıkılan Abdullah-ı
İlahî, Evrenoszâde Ahmed Bey’in davetiyle Rumeli’deki Vardar Yenicesi’ne
giderek orada öğrencilerinin eğitimiyle meşgul olmuş, 893/1488 veya
896/1490-91’de vefat etmiştir. Abdullah-ı İlahî İstanbul’dan aynlırken,
Buhara’dan birlikte geldiği Şeyh Ahmet Buharî’ye müridlerinin sorumluluğunu
vermiştir. Ahmet Buharî, Sultan II. Bayezit’in ilgisini çekmiş, böylece ilki
Fatih Camii yakınında, müridlerin ihtiyacım tam karşılayamaması üzerine
İkincisi Ayvansaray’da, üçüncüsü ise Edimekapı’da olmak üzere üç tekke
kurdurmuştur. 922/1516’da vefat eden Ahmet Buharî, Fatih Camii tekkesinin
yakınında defnedilmiştir. Kendisinden sonra yerine sırası ile Hakim
Çelebi, Abdullatif Efendi, Şaban Çelebi geçmiştir. İstanbul dışında Abdullah-ı
İlahî’nin bir diğer halifesi de meşhur şair Larnî Çelebi (ö. 938/1532)’dir.
Lamî Çelebi Nakşbendîliğin Bursa’da yayılmasında etkili olmuştur.
Bu dönemde Nakşbendiyye’nin, Anadolu’da ortaya çıkan
bazı isyanlarla mücadelenin yanında, Rumeli’de de yayılmaya başladığı görülmektedir.
Nakşbendi Tarikatı, Anadolu’ya
ayrıca iki kol hâlinde gelmiştir. Nakşbendîlik, Hindistan’ da Müceddidiyye kolu
ile Ahmed Sirhindî tarafından yayılmış, ayrıca Hicaz, Irak, Suriye ve
Anadolu’ya doğru genişleme imkanı bulmuştur.44 1092/1681’de, Sirhindî’nin oğlu Muhammed
Ma’sum’un (1097/1685-86) halifesi Şeyh Murad-ı Buharî (ö.l 132/1720 veya
1141/1729), Nakşbendîlik’i Şam’dan İstanbul’a taşımıştır. Tarikat,dine bağlılığı ve sünnî kimliğiyle
Osmanlı Türkleri arasında kısa sürede' bir çok müntesib kazanmıştır. İkinci Nakşbendî-Müceddidi kol, İstanbul’a
XVII. yüzyılın başlarında Yekdest lakabıyla tanınan Ahmed Cüryanî Cârullah
(ö. 1179/1707) vasıtasıyla ulaşmıştır. Yekdest
Hindistan’a gitmiş ve Şeyh Muhammed Ma’sum’un hizmetine girmiştir. Şeyh Ma’sum
tarafından halifelik görevi verilince Mekke’ye yerleşmiş ve orada vefat
etmiştir. Daha XVII. yüzyılın ortalarında Yekdest’in halifelerinin şehirde
aktif hâle geldiği görülmektedir. Yekdest’in belki de İstanbul’da en önde gelen
halifesi, yönetim üzerinde oldukça etkili olan Şeyh Mehmed Emin b. İsmail’dir.
Sultan III. Selim (1789-1807)’in padişahlık yaptığı
dönemde İstanbul’a gelen, Şeyh Mehmed Emin, ülemadan ve devlet adamlarından bir
çok kişinin teveccühünü kazanmıştır.
Mehmed Emin Efendi’nin etkisi, rejim karşıtlarını kendisinden
nefret ettirecek derecede fazladır. Dolayısıyla Sultan III. Selim’e karşı
1807’de yapılan ayaklanmadan müridleri çok etkilenmiştir. Cevdet Paşa, konuyla
ilgili olarak; “İleri gelen müridlerinin çoğu, isyancılar tarafından ölüm
cezasına çarptırıldı.” demektedir. Nitekim Şeyh Bursa’ya sürgüne
gönderilmiş, kısa bir süre sonra da burada vefat etmiştir. Ancak kendisinin ölümü ve reformcu bürokrat
geleneğinin ortadan kalkması, Müceddidiyye ve İstanbul bürokratları arasındaki
ilişkiyi sona erdirmemiştir.
Bu dönemde bir başka Müceddidî kol olan Halidîlik
de gelişme göstermiştir. Ancak,
II. Mahmud’un ilk dönemlerinde Muhammed Emin Efendi’ye kısmen tolerans
gösterilse de, ilk dönemlerde Halidîlik’in İstanbul’da gelişmesine pek imkan
tanınmamıştır. Bunda, padişahın Mevlevîlik’e eğiliminin olması ve Mehmed Emin
Efendi’nin Mevlevîlik yönünün bulunması; Halid-i Bağdadî’nin ise İstanbul’da
gerek yönetim, gerekse meşayıh tarafından pek bilinmemesi, dolayısıyla II.
Mahmud’un tanımadığı bir akımın kendi iktidarı dışında gelişme göstermesine
hoşgörüyle bakmamasının etkisi bulunmaktadır. Ancak, 1820’lere gelindiğinde,
Halidiyye’nin İstanbul’da birçok taraftar kazandığı görülmektedir.
. 1821’de patlak veren Yunan ayaklanması, bu dönemde
Nakşbendîlik’in etkinlik kazanmasında önemli bir gelişme olmuştur. Zira,
Yunanlıların hareketlerine karşı toplumu bir arada tutmak için, Islâm’ın ilk
dönemlerindeki gibi şeriata ve sünnete sıkı sıkıya bağlılık, bir hükümet
politikası hâline gelmiştir. Ayaklanma sonrası Sultan adına yayınlanan
fermanlarla Nakşbendî-Müceddidî öğretiler arasındaki benzerlikler dikkat
çekicidir.
Gerek bu hadiselerde oynadıkları rol, gerekse
Halidîlerin reformlara karşı yaklaşımı, II. Mahmud’un Halidîler’e karşı
tutumunu değiştirmiştir. Nakşîlik’in, bünyesinde hem reformcu, hem de
şer’i düzenin uygulanması hususundaki hassasiyetini bir arada barındırabilmesi,
ilk kez bu döneme has bir özelliktir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus,
Nakşbendîlik’in bu desteği, II. Mahmud’un askerî alanda yapmış olduğu
yeniliklere ve Avrupa nüfuzuna karşı Osmanlı devletinin korunması düşüncesine
yöneliktir. Bu askerî reformların yanında II. Mahmud, Yeniçerilerle bağlantısı
olması dolayısıyla Bektaşîlik’! yasaklamış ve Bektaşî tekkelerinin gözetimi Nakşbendîlere
verilmiştir. Mevlânâ Halid-i
Bağdadî ve halifeleri döneminde Nakşbendîlik OsmanlI’da önemli ölçüde yayılmış,
hatta önde gelen bir tarikat hâline gelmiştir.
Tezimizde ele aldığımız Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî
işte bu ekolden gelmiş önemli bir sufî simadır.
SEYYİD
ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ’ NİN HAYATI, YETİŞMESİ VE
KİŞİLİĞİ
Bu bölümde
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin hayatım ve şahsiyetini çeşitli yönlerden ele
alacağız. Şimdi bunu görelim...
A- ÇOCUKLUK
VE GENÇLİK DEVRİ
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Siirt’in Baykan ilçesine
bağlı Kermete köyünde 10
Zilhicce
1322’de (m. 1902 - Zilhicce’nin ikinci Perşembesi öğle ile ikindi arası...)
doğmuştur. Ulemadan Seyyid
Muhammed Efendi’nin oğludur. Dedesi Seyyid Maruf
Efendi’dir. Hz. Muhammed’in soyundandır. Zira “seyyid”
ifadesi, soy olarak Hazreti Muhammed’e dayanan bir aileden geldiğini
göstermektedir. Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin halifelerindendir. Şeceresi şu
şekildedir:
1.
Hz. Hüseyin
2.
Seyyid İmam Ali
3.
Seyyid Şerafeddin
4.
Seyyid Muhammed El-Mağfur Ebû Firâs
5.
Seyyid M â ceddin
6.
Seyyid Ebû Firâs
7.
Seyyid Taceddin
8.
Seyyid Muhammed
9.
Seyyid Fellâh
10.
Seyyid Ebû Firâs
11.
Seyyid Kemaleddin
12.
Seyyid Kasım
13.
Seyyid Cafer
14.
Seyyid îdris
15.
Seyyid Kasım
16.
Seyyid Taceddin
17.
Seyyid Ali
18.
Seyyid Mahmud
19.
Seyyid Haşan
20.
Seyyid Halil
21.
Seyyid Ali
22.
Seyyid Said Ebû’l-Hayr
23.
Seyyid Hâce Ebû Tahir
24.
Şeyh Seyyid Ka’l
25.
Seyyid Tahir
26.
Seyyid Ma’ruf
27.
Seyyid Muhammed
28.
Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî iki kez evlenmiştir. Bu
evliliklerin ilkinden Seyyid Muhammed Nuranî, Seyyid Muhammed Raşid ve Seyyid
Zeynel Abidin; İkincisinden ise Seyyid Abdülbaki, Seyyid Ahmed, Seyyid
Abdülhalîm, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver adında beş oğlu; Halime, Hatice,
Rakia, Rafla ve Aynulhayat adında beş de kızı dünyaya gelmiştir.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî çocuklarım Kur’an ve
sünnet üzere yetiştirmek istemiş, bundan dolayı onlara karşı bolca şefkat ve
merhamet göstermiştir.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ilim erbabı bir aileden
geldiği için, ilk eğitimini de aile büyüklerinden almıştır. Babası Seyyid
Muhammed’den Kur’an-ı Kerîm okumayı öğrendikten sonra, Şeyh Muhammed
Diyâuddîn’in medresesinde İslâmî ilimleri tahsile başlayarak, orada üç sene
okumuştur. Sonra Şeyh Muhammed Diyâuddîn ile Nurşin’e gitmiş, orada yedi sene
ilim öğrenmeye devam etmiştir. Nurşin’den ayrılıp Şeyh Fethullah’m yanına,
Verkanis köyüne giderek iki sene de orada ilim tahsil etmiştir. Sonra üç sene
Arbo köyünde okumuş, oradan da Suriye’ye giderek, Hazne’de tahsile devam etmiş
ve zahirî ilmini orada tamamlamıştır.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin ilim tahsil ettiği hocaları şunlardır:
1.
Molla Muhammed Emin (Molla-i Mazın).
2.
Şeyh Muhammed Arbovî.
3.
Molla Zahir.
4.
Muhammed Selim Hizanî.
5.
Ahmed’ül-Haznevî.
Hocalarına
karşı çok büyük edep gösteren Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, bu edeple beraber
yirmi altı sene ilim tahsili ile uğraşmıştır. Edebe çok önem vermiş ve edepten
ayrılmamaya daima özen göstermiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, bir gün kendi yetiştirdiği hocalar ile sohbet ederken;
“Siz hangi kitapları ezberlediniz?” diye sormuş ve mollalardan gelen cevaplara
tebessüm ederek, “Bütün kitaplarım hıfzımdadır.” demiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, medreselerde okutulan bütün ilimleri büyük bir başarıyla
bitirmiştir. Okumuş olduğu ilimler sırasıyla şunlardır:
1.
Sarf (Emsile - Bina - İzzî).
2.
Nahiv (Avâmil, Zurûf, Terkib, Sadullah Sağîr,
Şerhi’l-Muğni, Sudûr, Sadinî, Hallu’l-Maakıt, Suyûtî, Molla Câmî).
3.
Mantık (Muğnî Tullâb, Fenârî, Kavl-i Ahmed,
Şerhu’ş-Şemsiyye).
4.
Belâgat.
5.
İstiare.
6.
Arûz.
7.
Münazara.
8.
Akaid.
9.
Fıkıh.
10.
Tefsir.
11.
Hadis.
12.
Tasavvuf.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî bunların hepsinde ihtisas sahibi olan bir zattır. • • 1
Özellikle de
tasavvufta çok ilerlemiştir. Sadece yukarıda verilen ilim ve kitaplarla
yetinmemiş, medresede okutulan sıra kitapları dışında birçok Arapça ve Farsça
eserler de okumuştur.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî çok büyük bir kütüphaneye sahip olmuştur.
Kütüphanesindeki kitapları genellikle Arapça’dır ve bunların çoğu el yazısıyla
yazılmıştır. Kütüphanesinde ayrıca Farsça kitaplar da bulunmaktadır. Yirmi altı
yıllık eğitimi süresince sürekli kitaplarla iç içe bulunmuş, âdeta onlarla dost
olmuştur. Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’nin kitaplara ve ilme göstermiş olduğu
önem, onun büyük mesafeler kat etmesine ve devrinin en büyük alimlerinden
olmasına vesile olmuştur.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin şahsında, tasavvuf geleneğinde de makbul
sayılan, şer’i ilimleri tahsilden sonra tasavvufa yönelmenin bir örneğini
görmekteyiz. Bu şekilde; tarîkat ve hakikatin, şeraitin hükümleri doğrultusunda
olduğu gerçeği daha bilinçli olarak eyleme dönüştürülebilmektedir.
Şeyh
Ahmed el-Haznevî ile Münasebetleri:
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’yi halife olmadan önce tanımış, Şeyh Ahmed
el-Haznevî’nin Şeyh Muhammed Diyâuddîn’e ne derece bağlı olduğunu görmüştür.
Hocası Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in vefatından sonra, yarım kalan ilmini
tamamlayıp seyr-i sülük eğitimi için Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap etmek
istemiştir. Bu işe girmeden önce istihare yapmış ve istiharede gördüğü rüyayı
şöyle anlatmıştı:
“Rüyamda Şeyh Muhammed Diyâuddîn, Şeyh Ahmed el-Haznevî ve ben beraber
bulunuyorduk. Şeyh Muhammed Diyâuddîn, Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye ‘Şeyh Ahmed,
Seyyid Abdülhakîm’in babasının bizde çok emeği vardır, onun için sen ona gözün
gibi bak.’ dedi.”
Görmüş olduğu bu rüyayı Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap için işaret
sayan Seyyid Abdülhakîm, yanındaki birkaç arkadaşıyla beraber Hazne köyünün
yolunu tutar. Köyün girişine geldiklerinde Seyyid Abdülhakîm yanındakilere:
‘Kurban, ben dönüp gideceğim.’ der. Yanındakiler: ‘Kurban nasıl gidersin, biz
Türk kapısını geçtik, Suriye’yi geçtik, nasıl dönersin.’ derler. Seyyid
Abdülhakîm: ‘Hâşâ hâşâ, ben nasıl Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yüzüne bakacağım,
inanın ki ben onun yüzüne bakamam, siz gidin ben döneceğim.’ der. Yanındakiler:
‘Biz seni bırakmayız, yolda seni tutuklarlar, 200-300 metre sonra Şeyh Ahmed
el-Haznevî’nin yanındayız.’ derler. Seyyid Abdülhakîm gitmek istemese de
kolundan tutup zorla götürürler.
Seyyid Abdülhakîm Şeyh Ahmed
el-Haznevî’yi ilk defa ziyaret ettiğinde, Ahmed el- Haznevî: ‘Molla Abdülhakîm
hoş geldin. Sen ne yaptın, icâzet aldın mı?’ diye sorar. Seyyid Abdülhakîm:
‘Kurban biz sizin kapınıza layık değiliz.’ der. Seyyid Abdülhakîm daha
oturmadan, Şeyh Ahmed el-Haznevî hemen Seyyid Abdülhakîm’in kolunu tutar,
‘haydi, kabristana gidiyoruz’ der. Kabristana gidince, Şeyh Ahmed el-Haznevî
babasının kabr-i şerifini göstererek: ‘Bu benim babamdır. Molla Abdülhakîm, sen
ona dua edeceksin.’ der. Seyyid Abdülhakîm orada ağlamaya başlar ve: ‘Kurban
ben neciyim, ben kimim?’ der. Ahmed el-Haznevî: ‘Ben kabul etmem, sen babama
dua edeceksin.’ der. Seyyid Abdülhakîm: ‘Kurban biz sizin duanıza talibiz,
niçin ısrar ediyorsunuz?’ der. Şeyh Ahmed el-Haznevî: ‘Sen seyyidsin, Resul-i
Ekrem’in torunlarmdansın. Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in seni nasıl sevdiğini, sana
nasıl nazar ettiğini ben görüyordum. Kaçış yok, illâ ki babama dua edeceksin.’
der. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî emre uyup dua eder ve birlikte Şeyh Ahmed el-
7A
Haznevî’nin dergahına dönerler.”
Daha sonra Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’yi ziyaret
edip kendisine intisab etmek istediği zaman Ahmed el-Haznevî: ‘Abdülhakîm, sen
tarikat almadın mı?’ diye sorar. Abdülhakîm el-Hüseynî: ‘Evet kurban, önceden
almıştım.’ deyince Ahmed el-Haznevî, Abdülhakîm el-Hüseynî’nin önceden Şeyh
Muhammed Diyâuddîn’e bağlı olduğunu bildiği hâlde, Abdülhakîm el-Hüseynî’ye
kimden tarikat aldığını sorar. O da: ‘Şeyh Muhammed Diyâuddîn’den kurban.’ diye
cevap verir. Ahmed el-Haznevî bu cevabı tebessümle karşılayarak; ‘Hepimiz Şeyh
Muhammed Diyâuddîn’in tarîkatındayız. Senin tarikat olmana lüzum yoktur.’ der.
Tövbe verir, ancak tarikat vermez.
Yukarıda geçen diyaloga Ahmed el-Haznevî’nin hadfesi Molla İbrahim şahit
olur. Daha sonra Molla İbrahim, Abdülhakîm el-Hüseynî’yi bir kenara çekerek:
‘Seyyid
Abdülhakîm, niçin böyle yaptın, bir menfaat göremezsin. Bak, bir kişi bir
mülk alsa, o mülke istediği gibi tasarruf eder, kullanır ve ondan fayda görür.
Kişi sahip olmadığı mülkün üzerinde tasarrufta bulunabilir mi? Elbette
bulunamaz. îşte Mürşid-i Kâmil de böyledir. Kendi tasarrufuna alabilmesi için,
kendi eliyle müride tarikat vermesi gerekir. Hiçbir mürşid, kendi müridi
olmayan bir kişi üzerinde tasarrufta bulunamaz.’ der. Bu sözlere çok üzülen
Seyyid Abdülhakîm: ‘Biz bu işin böyle olduğunu bilmiyorduk.’ der.
Abdülhakîm el-Hüseynî bir gün sonra tekrar Ahmed el-Haznevî’yi ziyaret
eder. Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye: ‘Kurban ben tarikat tazelemek istiyorum.’ der.
Şeyh Ahmed el- Haznevî daha önce söğlediğini tekrarlayarak, ‘Hepimiz Şeyh
Muhammed Diyâuddîn’in tarîkatındayız. Senin tarikat tazelemene gerek yoktur.’
der. Bnun üzerine Seyyid Abdülhakîm: ‘Efendim, ben o zaman talebeydim,
tarikatla fazla meşgul olamadım.’ diyerek boynunu büker. Bu konuşmadan sonra Şeyh
Ahmed el-Haznevî, Seyyid Abdülhakîm’den istihare yapmasını ister. Bu söze çok
üzülüp renkten renge giren Abdülhakîm el-Hüseynî. ‘Yoksa beni rahmet kapısına
kabul etmeyecek mi? Ben nereye gideyim? İmanım tehlikede... Ben imanımı nasıl
kurtaracağım?’ diye düşünür.
Emir gereği istihare yapan Abdülhakîm el-Hüseynî, o gece gördüğü rüyayı
halîfe Molla İbrahim’e şu şekilde anlatır: ‘Çok kalabalık bir cemaat vardı. O
cemaatte Şeyh Muhammed Diyâuddîn, Şeyh Ahmed el-Haznevî ve Şeyh Ahmed
el-Haznevî’nin halîfesi Molla Mehmed bulunuyordu. Namaz vakti girdiğinde, Molla
Ahmed kâmet etti. Şeyh Ahmed el-Haznevî de imam olup bize namaz kıldırdı.”
Molla İbrahim
bu rüyayı, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin, Şeyh Ahmed el- Haznevî’ye
intisabına izin olarak yorumlar ve: ‘Seyyid Abdülhakîm, müjdeler olsun, işin
tamam...’ der. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî rüyasını Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye
anlattığı zaman Şeyh Ahmed el-Haznevî: ‘İnşallah Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in
izni vardır; gel, sana tarikat verelim.’ der. Buna çok sevinen Seyyid
Abdülhakîm Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap eder.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye intisap ettikten sonra özel
vird ve amelinin yanında tekke hizmetlerinde de bulunmuştur. Kırk seneye yakın
Şeyh Ahmed el-Haznevî’nin yanında tasavvuf terbiyesi almıştır. Bu müddet
zarfında şeyhi kendisine devamlı ‘Şeyh Abdülhakîm’ diye hitap etmiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî büyük bir alimdir. Ayrıca tarikat ameli olan kalb, letâif
ve nefy-ı ispat virdlerini tamamlar.Ramazan ayında rüyasında gördüğü Şeyh
Muhammed Diyâuddîn’in kendisine şöyle dediğini şeyhine anlatır: ‘Abdülhakîm,
Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye söyle, seni artık fazla yormasın. Sen halifeliği hakkı
ile kazandın, artık hakkını versin, yeter.’
Bu rüyadan
sonra Şeyh Ahmed el-Haznevî: ‘Şeyh Abdülhakîm, ben de biliyordum. Ama, Ramazan
ayının feyiz ve bereketinden daha fazla istifade edesin diye seni
çalıştırıyordum. Mademki Sadat böyle diyor, hakkındır.’ deyip Seyyid Abdülhakîm
el- Hüseynî’ye -intisabından on iki yıl sonra, 1938 yılında- hilâfet vermiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin silsiledeki yeri şu şekildedir:
1.
Hz. Ebû Bekir.
2.
Selmân-ı Fârisî.
3.
Kâsım bin Muhammed.
4.
Ca’fer-i Sadık.
5.
Beyâzıd-ı Bestâmî.
6.
Ebû’l-Hasan Harkanî.
7.
Ebû’l-Ali Farmâdî.
8.
Yusuf Hemedânî.
9.
Abdülhâlıku’l-Gücdüvânî.
10.
Arifi’r-Regeverî.
11.
Mahmudü’l-Înciri’l-Fağnevî.
12.
Ali Ramitânî.
13.
Muhammed Baba Semmâsî.
14.
Seyyid Emir Külâl.
15.
Şâh-ı Nakşbend Muhammed Bahauddin.
16.
Alauddin Attâr.
17.
Yakub Çerhî.
18.
Ubeydullah Ahrâr.
19.
M.Zâhid Bedahşî.
20.
Derviş Muhammed.
21.
Hâcegî Emkenekî.
22.
Hâce Muhammed Bekâbillah.
23.
İmam-ı Rabbânî.
24.
Muhammed Ma’sum bin Ahmed Faruk.
25.
Şeyh Seyfuddîn bin Muhammed Ma’sum.
26.
Şeyh Seyyid Muhammed Bednavî.
27.
Şeyh Şemsuddîn Habîbullah Mirza Canan el-Mezhar.
28.
Şeyh Abdullah Dehlevî.
29.
Mevlânâ Hâlid Bağdadî.
30.
Şeyh Seyyid Abdullah en-Nehri’l-Hakkarî.
31.
Şeyh Seyyid Taha en-Nehri’l-Hakkarî.
32.
Seyyid Sıbğatullahi’l-Arvasî.
33.
Şeyh Abdurrahmân-ı Tâhî.
34.
Şeyh Fethullah.
35.
Şeyh Muhammed Diyâuddîn.
36.
Şeyh Ahmedü’l-Haznevî.
37.
Şeyh Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, Şeyh Ahmed el-Haznevî’den hilâfeti aldıktan sonra, Şeyh
Ahmed el-Haznevî’nin yetiştirmiş olduğu diğer mollalar, Şeyh Ahmed
el-Haznevî’ye gelerek: ‘Kurban, bizler Molla Abdülhakîm ile aynı medresede aynı
kitapları okuduk, aym hocadan ders aldık, aynı yemekleri yedik, aynı suyu
içtik, yattık, aynı havayı teneffüs ettik; giydiklerimiz, gezdiklerimiz,
gördüklerimiz vs. her şeyimiz aynıydı. Niçin Molla Abdülhakîm yol aldı, halîfe
oldu da biz geri kaldık?’ derler. Mollaların sormuş olduğu soruya Şeyh Ahmed
el-Haznevî: ‘Biz size herhangi bir şey söylediğimizde, bizden hemen o şeyin
hikmetini sorardınız, hikmeti öğrendikten sonra o şeyi yapardınız. Molla
Abdülhakîm’e bir şey
dediğimiz
vakit hemen gider yapardı. O, hikmetle değil illetle hareket ederdi. Bundan
dolayı Molla Abdülhakîm hilâfet aldı, sizler de geri kaldınız.’ şeklinde cevap
verir.
Şeyh
Abdülhakîm el-Hüseynî halifelik aldığında Taruni köyünde ikamet etmiş; tarikat
vermeye ilk defa Taruni köyünde başlamıştır. Burada Pazartesi ve Perşembe
günleri teveccüh yapıp insanların hidayetine vesile olmuştur. Taruni’den
Bilvanis’e, oradan Kasrik’e, daha sonra da bugün medfun olduğu Menzil köyüne
hicret etmiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî irşada başladıktan on bir yıl sonra şeyhi Ahmed
el-Haznevî vefat etmiştir (1951). Şeyhinin vefatından sonra Seyyid Abdülhakîm
el- Hüseynî’ye intisap edenlerin sayısı daha da artmıştır. İntisap edenler
arasında bazı şeyhler, halifeler ve başka tarikat müntesipleri de olmuştur.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretlerinin ömrünün sonlarına doğru, baş ağrısı, hâlsizlik
ve baş dönmesi gibi rahatsızlıklar ortaya çıkmıştır. Muayenesi için yakın
vilayetlere götürülüp çeşitli tıbbi tahlil ve müdahaleler yaptırılmıştır.
Yapılan tahliller sonucu ‘bağırsak kanseri’ teşhisi konulmuştur. Tedavisi
içinönce Ankara’ya, daha sonra da İstanbul’a gidilmiş, oradaki doktorlar
tarafından ameliyat alması gerektiği söylenmiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin ameliyat olup olmaması hususunda değişik görüşler
ileri sürülmüş, onun fikri sorulduğunda: ‘Şeyh Ahmed el-Haznevî de bu hastalıktan
ameliyat olmuştu, biz de ona mütabakat edelim. Bunun için istihare yapınız.’
demiştir. Sonra halîfelerden birisi: ‘Efendim, biz istihare yaparken sizden
himmet isteyeceğiz.’ deyince, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Olsun, siz yine
yapınız, ayrıca ben de yapacağım.’ demiştir. İstiharelerden sonra Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî: ‘Kağıt kalem getirin, vasiyetimi yazdıracağım.’ diyerek
vasiyetini ayrı ayrı yazdırmıştır.
Vasiyetinden
birkaç tanesi şöyledir:
‘Iskatımın
tamamını buğday olarak verin.’
‘Odamda serili
olan kilimleri camiye verin.’
Ameliyatından
üç gün sonra, miladi 1972 (H.1392) yılının haziran ayının ilk Perşembe günü
saat beş civarında ahirete irtihâl etmiştir.
Sağlığında
bazı işaretler koyarak ‘az zaman sonra buraya bir define defnedilecek.’ dediği
Menzil köyündeki merkadına defnedilmiştir.
a.
Hediyeleşmesi
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, hediyeleşmeyi tavsiye etmiş, kendisi de sıkça
hediyeleşmiştir. Peygamberimizin sünnetlerini ihmal etmediği gibi,
hediyeleşmeyi de ihmal etmemiştir. Sürekli etrafındaki insanlara hediye
dağıtmış, vermiş olduğu ufak tefek hediyelerle insanların gönüllerini
kazanmıştır. Mesela, bir torununa tespih ve çakmak, talebelerinden birine
takke, bir gelinine şal vb. hediyeler vermiştir. Ayrıca fakir-fukarayı gözetmiş,
malından gelen gelirin hemen hepsini insanlara hediye olarak dağıtmıştır. Her
fırsatta hediyeleşmek ve bir şeyleri paylaşmak istemiştir.
b.
Davetlere İcabeti
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî davet edildiği yere hemen icabet etmiştir. Zaten irşad
için köy köy dolaşmıştır. Gittiği her yere edep, ilim, ahlak, hayâ, ihlâs , muhabbet tohumlan serpmiştir.
Bazen günlerce, haftalarca, hatta aylarca eve dönmemiş, irşad için gayret sarf
etmiştir. Gittiği yerlerden cami, tuvalet, çeşme vs. inşa etmeden de çıkmamıştır.
c.
Müridlerine Karşı Davranışları
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, müridlerine karşı çok muhabbet beslemiştir. Müridleri
arasında zengin, fakir, genç, ihtiyar, güzel, çirkin, ırk renk, dil... aynını
yapmamış, hepsinin dünya ve ahiret hayatlarında mutlu ve huzurlu olmasını
istemiştir. Bütün müridlerini çok sevmekle beraber alim olan hem kendi
halifelerine hem de diğer alimlere karşı daha çok muhabbet beslemiştir. Ancak
bunu halifelerine bariz bir şekilde göstermemiştir. Her mürşid gibi kendi
halifelerine karşı mesafeli davranmış, âdâp bakımından ciddiyeti ve samimiyeti
elden bırakmamıştır.
d.
Torunlarına Karşı Davranışları
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, bütün çocuklar gibi torunlarını da çok severdi,
Torunlarıyla çok samimi ilişkiler kurmuş, onlara çok şefkat ve merhamet
göstermiştir.
Bir torunu,
onun kendileriyle olan ilişkisini söyle anlatmaktadır:
‘Dedem vefat
ettiğinde ben on yedi yaşındaydım. Dedem beni çok sever ve her fırsatta benimle
çok şakalaşırdı. Bundan dolayı ben babamı pek aramazdım. Dedemin bana verdiği
sevgive şefkat bana yeterdi. Bu yüzden hep dedemi bilirdim. Benimle en çok
dedem oynardu.”
e.
Kadınlara Karşı Davranışları
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, kadınlara karşı çok merhametli ve şefkatli bir kişiliğe
sahiptir. Onlara sürekli nasihatlerde bulunmuş; harama dikkat etmeleri, taatta
bulunmaları, seslerini fazla yükseltmemeleri, tahammül ve sabi?* sahibi olmaları hususunda sürekli öğütler
vermiştir.”
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî kadınlar hususunda çok hassas davranmıştır. Kadınlara,
vekil hanımlar tövbe vermiştir. Kendisinin tövbe vermesi gerektiğinde ya da
mutlak görüşülmesi gereken bir konu olduğunda, kapı veya perde arkasından
görüşmüş ve tövbe vermiştir.
f.
Fakirlere Karşı Davranışları
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî fakirlere karşı çok hoşgörülü, şefkatli ve merhametli
idi. Ona gelenler çoğunlukla fakir insanlardı. Bu hâliyle de Resulullah’a
benzemiştir... Nasıl ki Resulullah’a fakirler ittiba’ etmişti, Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’ye gelenler de yine onlar olmuştur.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, maddiyat hususunda “Ya Rabbi! Dünya elimizde bulunsun
ama Sen onun sevgisini kalbimize koyma!” şeklinde dua etmiştir.
g.
Yetimlere Karşı Davranışları
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanma bir çok yetim insan gelmiştir. Kendisi de yetim büyüdüğü
için onların hâlinden anlamış, onlara güler yüz göstererek hepsini himaye
etmiştir. Yetim çocukları, bilhassa ilim okumaya teşvik etmiş, okumaları için
imkanlar hazırlamış, onlara yardımcı olmuştur. Yetimi incitmekten, onları itip
kalkmaktan ve yetim hakkı yemekten çok korkmuş ve bunlardan sakmmıştır.
h.
Zenginlere Karşı Davranışları
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin zenginlerle münasebeti, diğer insanlarla olan
münasebetinden farklı değildir. Zengin fakir ayrımı yapmamıştır. Zengin, fakir,
işçi, memur demeden hepsine aynı şekilde ve biçimde tövbe vermiş, hepsine aym
tastan çorba içilmiştir. Konuşma esnasında herkesin aklına göre konuşmuştur.
ı. Devlet
Adamlarına Karşı Davranışları
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmamıştır.
Devlet adamlarıyla ilişkisi, halkla olan ilişkisinden farklı olmamıştır. Devlet
adamlarına karşı özel bir ilgi göstermemiş, irşad dışında şahsi menfaati için
kimsenin ayağına gitmemiş, kimseye boyun eğmemiştir. Medet umulacak makamın
Allah (c.c.) olduğunu hiçbir zaman unutmamıştır. İnsanları ise ancak sahip
oldukları takva ile değerlendirmiştir.. Tövbe için gelen herkesin elini
tutmuştur.
Şüphesiz mürşid-i kâmillerin en önemli özelliklerinden birisi de
siyasetten uzak durmalarıdır. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri de
kâmil-mükemmil bir mürşid olduğu için siyasetten uzak durmuş, partiler ve
siyasî gruplar hakkında herhangi bir görüş belirtmemiştir. Tarikat olmak
isteyen kişi, ister “a” partisinden ister “b” partisinden, kısacası hangi
görüşte olursa olsun, ayrım yapmaksızın herkese kucak açmış, derdini dinlemiş,
hak yolda gitmesi için insanlara yardımcı olmuştur.
j.
Misafirlerine Karşı Davranışları
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî gelen misafirlere güler yüzlü, samimi ve dostça davranmıştır.
Onların gönüllerini kırmaktan kaçınmış, onları hoşnut etmeye çalışmıştır. Ne
kadar misafir gelirse gelsin hiçbirini geri çevirmemiş, onlardan asla sıkıntı
duymamıştır. Bilâkis, bu durumdan oldukça zevk almıştır. Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî’nin özel denilebilecek misafirleri olmamıştır. Zaten onları
ağırlayacak özel bir evi de yoktu. Bütün misafirlerini camide ağırlamıştır.
Misafirlerin yatıp kalktıkları yer de cami olmuştur. Ancak büyük alimler ve
Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed el-Haznevî )’nin yakınları veya müridleri geldiği
zaman, kendi kaldığı eve götürmüş veya medreseye götürüp orada ağırlamıştır.
k.
Vefa Duygusu
“Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin vefa duygusu çok kuvvetliydi. Bir gün Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’ye kendi üstadımn bir çocuğu gelir. Onu görünce hemen
yerinden fırlar. Öyle bir fırlar ki kimse onun kalktığım fark edemez. Üstadımn
çocuğunun yanına vardığında: ‘Benim bütün hayalimde, üstadımın bir çocuğunun
bana misafir olması yatardı. Ben sizi gökte ararken yerde buldum.’ der. Dahası,
üstadının bir çobanı bile gelse; hemen kalkıp kendi yerine oturtur, ona yatak
serer ve hizmet ederdi.”
Muhiplerinden
biri onun vefasım şöyle anlatır:
‘Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî bizlere, ‘Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed el-Haznevî )’nin
evlatları geldiği zaman bana onların yanında hürmet etmeyin.’ derdi. Seyyid
Abdülhakîm el- Hüseynî ile birlikte sabah güneş doğduktan, akşam hatme-i
hacegan’dan soma Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in merkadına gidip Kur’an-ı Kerim
okurduk. Biz cüzümüzü bitirip dönerdik. O, uzun süre okumaya devam ederdi.”
Talebelerinden
biri de şöyle anlatmaktadır:
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin, Menzil köyünde bulunduğu sırada onu ziyarete gittik.
Yanımızda Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed el-Haznevî )’nin köyünden Abdülmecid isminde
bir sofi (derviş veya münfesihi) vardı. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî o zamanlar
çok hasta idi. Sofiler grup grup yanma girip onu ziyaret ediyorlardı. Biz de
bir grupla beraber onun yanma vardık. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî oturmuştu.
Üzerine yorgan atılıyordu.
Şeyh efendi
üstadının köyünden gelen sofiyi görünce hemen ayağa kalktı. Tebessüm ederek
sofiye ‘hoş geldin!..’ deyip hürmet ve ikramda bulundu.”
/.
Temizliğe Gösterdiği Önem
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, temizliğe çok önem vermiştir. Temizlik üzerinde çok
durmuş, temizliğe büyük hassasiyet göstermiştir.
Sohbetleri genellikle
dini bilgiler, ahlak ve taharet üzerine olmuştur. Daha önce de belirtildiği
gibi, irşad için gittiği her köye önce cami, tuvalet ve köy çeşmesi imar
etmiştir. Bunun en bariz örneği de onun zamanında çevre köylerde havuz, çeşme
tuvalet olmadığı halde, onun irşad ettiği köylerde bunların bulunuyor
olmasıdır.
m. Tedbir
ve İhtiyata Verdiği Önem
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, her işini sağlam bir şekilde yapmaya çok önem göstermiş,
hiçbir işinde tedbir ve ihtiyatı göz ardı etmemiştir. Zaten onun ahlakı ve
işleri hep sünnet üzere
olmuştur. Peygamber efendimizin çoğu sünnetlerine gösterdiği titizliği, tedbir
ve ihtiyat hususunda da göstermiştir. ‘Tedbir bizden, takdir Allah’tan...’
düşüncesiyle hareket etmiş, elinden gelen gayreti gösterdikten sonra Allah-u
Teala’ya tevekkül etmiştir.
l.
Yürüme Adabı
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, yürürken, her zaman yüksek bir yerden iniyor gibi sert
adımlarla, önüne bakarak yürümüştür. Bir torunu, onun yürüyüşünden aldığı hazzı
şöyle dile getirmektedir:
Dedemin yolda
yürümesi çok yumuşaktı ve dikkatliydi. Sanki bütün yolda yumurta var da
kırılacakmış gibi yürürdü. O kadar yavaş ve temkinli yürürdü ki gönül onun
yürüyüşünü devamlı seyretmek isterdi.’
o.
Yeme-îçme Adabı
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, yemekler arasında herhangi bir ayrım yapmamış, temiz ve
helal olan her türlü yemeği yemiştir. Fakat pirinç pilavım biraz fazla
sevmiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî evinde, sabah ve akşam olmak üzere iki öğün yemek
yaptırmıştır. Ancak yemek vakitleri dışında gerektiğinde -misafir geldiği
zaman- yemek yaptırmıştır. Her öğünde, ziyarete gelen misafirlerin hepsini
davet etmiştir. Bu güzel haslet, yaşamış olduğu Menzil köyünde evlatları
tarafından hala devam ettirilmektedir.
Sürekli
yanında bulunan sevenlerinden biri, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin
meyvelerden en çok armut, kavun ve inciri sevdiğini söylüyor ve ekliyor: ‘Bir
gün Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ile bir eve misafir olduk. Ev sahibi sofra
hazırlamıştı, yemek yiyecektik. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bana ‘Ev sahibine
bir sor, sütü, yoğurdu nereden alıyor? Koyunları var mı? Acaba rastgele sıradan
yerlerden mi alıyor?’ dedi. Ev sahibinin koyunlarmın olmadığını, yoğurdu, sütü
başka yerlerden temin ettiğini söyledim. Böyle sorması dikkatimi çekti. Yemek
esnasında fark ettim ki Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî onlardan yemiyor, başka
yemeklerle kamını doyuruyor.”
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, suyu oturarak içerdi. Önce besmele çekier, sağ eliyle üç
yudumda içerdi. Bazen ayakta iki eliyle su içtiği de görülmüştür.
Sofılerind ;n
biri şöyle anlatmaktadır:
‘Bir gün
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanındaydım. Ona küçük bir testide su
getirdiler. Testiyi iki eliyle tutarak suyu ayakta yudum yudum içti.’
ö.
Hastalıkla İlgili Düşünceleri
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî hastalığı sırasında tedavi görürken, bir gün şu sohbeti
yapmıştır: ‘Bir kişi harbe katılıp yaralansa, sonra da bu yaralardan dolayı
vefat etse, birkaç dakikalık çektiği ıstıraptan dolayı şehit mertebesine erer.
Şehitlerin mertebesi ise malumdur. Velilerin durumu ise çok değişiktir. Veliler
ömürlerinin her anını nefis ve şeytana muhalefet etmekle geçirr. Bu
mücahedenin her bir anı şehidin çektiği acı kadar zahmetlidir. Durum böyle iken
şehitler ile velilerin makamı bir olur mu?’
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, gerek hastalığının ilk anlarında gerekse ağırlaştığı
zamanlarda farz ve gece namazlarını ayakta eda etmiştir. O, yalnız sözleriyle
değil, davranışlarıyla da insanlara büyük dersler vermiştir.
p.
Mektuplaşma Adabı
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî mektuplarını el yazısıyla yazarak göndermiştir. Kendisine
gelen mektupları da cevapsız bırakmamış, mutlaka karşılığını vermiştir. Ancak
tebrik kartı göndermeyi pek yapmamıştır.
Yazmış olduğu
mektuplarda Kur’an, sünnet ve doğruluktan bahsetmiştir. Mektuplarına besmele
ile başlamış, hamdele ve
salvele ile devam etmiş,
tavsiye, nasihat ve dua ile bitirmiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin almış ve göndermiş olduğu mektuplardan örnekler:
Mürşidi Şah-ı
Hazne’nin Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye yazmış olduğu mektup:
“Allah ’ın
adıyla başlarım.
Salat ü
selam, Efendimiz Muhammed Mustafa ’nın, âl ve ashabının üzerine olsun!
Bu mektup,
günahlarının esiri ve çok ayıbı olandan, Allah yolundaki kardeşi ve dostu,
zeki, anlayışlı olan Abdülhakîm’edir. Allah, onu ahiret işlerine yönelen ve
katında hoş görülmeyen şeylerden uzaklaşan kimse eylesin! Amin. Sonra şu arz
edilir ki, Şeyhü ’l-îslâm, mürşidimiz Şeyh Fethullah’ın sana kitaplarını
verdiğini görmüş olduğun rüyan, onun nisbetinden hatta zahirî ilminden çok
büyük bir hisse sahibi olacağını gösterir. Öyle ise, Yüce Allah’a şükredip tam
çalışmak; amel edip, nefsin i görmemek için, çok gayret etmen lazımdır.
Hazret, bu
tarikatın reisi, “Şah-ı Nakşbend” lakabıyla bilinen zattan naklen buyurdular
ki: ‘Bu tarikattan olduğunu iddia eden bir kimsenin nefsini Frenk kafirlerinden
daha kötü bilmesi gerekir. ’ Bundan anlaşılıyor ki müridin kendi kusurunu
görmesi lazımdır. Nitekim Alauddin Atar: ‘Salike devamlı fiillerinin kusurunu
görmekten başka ümit yoktur. Her anda, kusur kapısından girip manevi ilerlemeye
kabiliyeti olmadığını, manevi rütbeden uzak olduğunu ve onu terk ettiğini
düşünmesiyle birlikte, Allah’ın lütuf ve keremini mülahaza ederek yalnız lütuf
ve inayetine sığınması, layıktır. ” diye buyurdu.
Sizinle Taruni köyü ahalisinin arasında cereyan eden hadiseye gelince,
geçmiş kimselerin, çağdaşlarıyla olan durumları da böyle idi. Allah, nezdinde,
halis kullarının manevi rütbelerini ve sevaplarını büyütmek için, onları halkın
eziyet ve inkarıyla belalandırır. *
Öyle ise, bu gibi şeylerden
hatırına bir şey gelmesin. Hatta adetleri ve tuttukları yoldan ayrılma!
Dedikodudan üzülme; vazifen sohbet etmek... Teveccüh edip yüce Allah’tan (CC),
tarikatın üstadından ve yüce tarikatın ulu zatlarından bahsetmeye devam et! Ne
dil, ne de kalbinle ol, halka iltifat etme; kusuru kendi nefsine isnat et,
onlara değil...
Bazı yüce zatlara “Bu gece hırsızlar komşunun evini açıp eşyasını
çaldılar. ” denildiğinde, “Bu iş, Allah ’a karşı olan kötü davranışımdan oldu.
Zira ben bu olaydan önce, şeriat adabından birisini terk ettim. ” diye
buyururlar. Bazıları da “Şayet Allah kıyamet günü başkalarına şefaat için bana
izin verse, evvela dünyada bana zulüm edip eziyet edene şefaat ederdim. ”
derler.
Sonra, sana ve ev halkınıza selam ve dua eder, sıhhat ve selameten
hâllerinizi sorarız. Allah, selâmetinizi devam ettirip hastalık vermesin!
Bilhassa, Bilvanis köy ahalisine selam edip onlardan ricamız, Taruni köyü
halkıyla aralarında fitne çıkarmamalarıdır. Çünkü Peygamber, “Fitne uykudadır,
Allah ’ın laneti onu uyandıranın üzerine olsun. ” buyurdu. Şayet başka bir köye
naklin, tarikat nisbeti ile geçiminiz için daha yararlı ise, bir mahzuru
yoktur.
Allah, Nebi ve Resullerin hepsine, özellikle sonuncu
ve en faziletlileri olan Hz. Muhammed’in üzerine salat eylesin. ”
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin, üstadı Şeyh Ahmed
El-Haznevî’nin torunu Şeyh İzzeddin’e gönderdiği mektup:
“Rahman ve Rahim Olan Allah ’ın Adıyla,
Nimetleri ade linçe ve ziyadeleri mümasil ve müsaviince Allah ’a hamd ederim. Salat ve selam Hazreti
Resulullah ’a, âl ve ashâbına olsun.
Sonra
bilinsin ki, mektup Sadât’ın kıtmirinden gözlerinin nuru, kalbinin ortası,
cesedinin ruhu olan övülmüş Şâh-ı Hazne ’nin torunu milletin ve dinin
“izzet”inedir.
O, sizinle
teberrük oldu, mufahhar ve müşerref kılındı.129 Gözlerinin sizi görmesi, ayaklarınızın
tozundan olan sürmeyi gözüne çekmesi sebebiyle şerefyab kılındı.
Hâl ve
hatırınızdan sual eder sıhhat ve selametlerinizin ebedi olmasını Cenab-ı
Hakk’ın dilediğiniz ve hoşlandığınız kadar makamınızı yüceltmesini dilerim.
Muhammed Mustafa’nın hatırı ve hürmeti için Hazreti Allah (c.c.) dilediğiniz ve
razı olduğunuz kadar makamatınızı yüceltsin.
Allah’tan
(c.c.) niyazımız Şâh-ı Hazne’nin evinin etrafının daima talebelerle
çoğaltılması ve doldurulmasıdır ki bunu bu şekilde haber almaktayız, devamını
da temenni ederiz. Bu talebelerinin çoğu da Nebi Aleyhisselam’ın neslindedir.
En ekmel salât O’nun âlinin üzerine olsun. O’nun hürmetine Allah (c.c.) o
talebeleri ilmen ve irfânen ziyadeleştirsin.
Abdülgani’ye
selam eder ayağının tozunu izzetle hürmetle öperiz. Allah (c.c) O’nun bekâsını
daim eyleyip murâdına ve kasdına ulaştırsın, Habib’inin ve Safıyy’inin
hürmetine, anne ve babasının da ayaklarının toprağını Şâh ’ımızın bütün âlinin
büyük ve küçüklerinin ayak tozlarını keza öperiz. Afiyetlerinin devamını, her
türlü bela ve fitnelerden korunmalarını Cenab-ı Hakk’tan (c.c.) niyaz ediyoruz.
Üstadınızın
arkadaşının hatırını sormak lütfunda bulunursanız ki bu sizin büyüklük ve
şanınızdır.
Hepimiz iyiyiz, selametteyiz, sadece benim bazı günler hafifleyen hastalığım
diğer günlerde fazlalaşmakta ve şiddetlenmektedir.
Zât-ı âlinizden ricamız, eğer bu
istek haddimizi aşmak değilse, bizi Merkad-ı 131
Şerifin yanında dualarınızda hatırlamanızdır.
Şüphesizdir ki o büyük Şâh, dağların yüklenemeyeceği büyüklükte ağır ve
mesuliyetli bir vazifeyi bize yüklemiştir. Muhakkak ki Efendimiz ’in neslinden
bazen elli, bazen yüz, iki yüz hatta beş yüz kadar seyyid, bunlardan başka
büyük bir çoğunlukla Türkiye ’nin bütün ikliminden ziyarete gelmektedirler.
Allah ’a kasem ederim ki, bunca gelenler benim şahsım için gelmezler,
bilakis Şâh ’ın himmeti için gelmektedirler.
Peygamberlerin Hatemi ’ne salât ve selam olsun. ”
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin Uzlab’da bulunan müridlerine
gönderdiği bazı hususların tavsiyesine dair mektubu:
“Bismihi Tealâ,
Hamd; Basîr, Semî’, Kadir, Alîm olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selam, Beşîr ve Nezîr olan Muhammed’e , O’nun
yolunu takip eden âl ve ashabmadır.
Bundan sonra Nakşbendî tarikatına mensup Rabbi ’nin abdi olan Abdülhakîm
’den Şah Haznevî’nin bütün etbanıdadır. Allah (c.c.) hepinizi O’nun esrarı ile
müşerref etsin.
7 î ?
Evvela,
selâm ve tahiyyât, ahvâlinizden sual ile dareyn saadeti için dua eder, duanızı
dilerim.
Sonra
Allah’ın (c.c.) takvasını, açıkta ve gizlilikte, elden bırakmamanızı dilerim.
Emirlere
itaati, cemaatlere, hatmelere dikkatle ve gevşetmeden devamı tavsiye ederim.
Nefsin her
türlü istediğinden ve arzusundan, bid’atlardan, menhiyyâttan, gıybetten, kullara zulümden, hasetten ve
bunlardan başka bütün kötü fiillerden ve rezil huylardan uzak bulunmanızı
önemle tavsiye ederim.
Devamlı
olarak Allah’a (c.c.) iltica etmenizi, fâni dünyaya temessük ve muhabbetten yüz çevirip bâkî olan
ahiretinize büyük bir rağbetle yönelmenizi tavsiye ederim.
Nefse tesir
edecek, nefsi ıslah edecek sebepleri tahsil ediniz. Neşir ve hesap günü olan
ahiret için hazırlanınız. Gafleti bırakarak kesin bir istidât ve reht ile ve tam bir temessükle Sünnet-i Seniyye ’ye
yapışınız. Kötü filerden ve bid’atlardan kaçınınız.
Yakînen ve
katiyen biliniz ki, size en layık olan şey; Allah Sübhanehu ve Teala’nın
rızasında cehdinizi ilerletmenizdir. Resulûllah ’ın rızası da, Sadât ’ın rızası
da buna tâbidir. Bu da ancak Şeriat-ı Ahmediyye ’ye tâbi olmakla, kalben ve her
hâliyle rûhen ve ceseden Muhammed Mustafa ’nın şeriatına uymak ve bağlanmakla
mümkündür.
Şüphesizdir
ki Nakşbendî olan bu büyük tarikat, diğer turûka nazaran üstündür. Şeriat-ı
Nebeviyye ölçüsüne göre kurulmuştur. Bu konuda Sadât-ı Kirâm; ‘şeriata muhalif
olan tarikat zındıklıktır. ’ diye buyurmuşlardır. Ki hadd-i zatında tarikatta
alınan bütün feyiz ve himmetler şeriatın mutabaatındandır.
Dünyaya ve onun lezzetlerine aldanmayınız, zira dünyanın hiçbir şeyi
size menfaat
7 Î7
vermez. Dünya, Hâlık’ın mağdûbudur. Yaratırken
kendisine rahmet nazarıyla bakmamıştır.
Hazreti Peygamber Efendimiz , “Dünya ve mafiha , Allah’ın (c.c.) zikrinden ve o zikri
muhafaza eden şeylerden başka hepsi lanetlenmiştir. ” buyururlar.
Eğer Şâh el-Haznevî’nin emirlerine yapışmaz ve riayet etmezseniz, hem
dünyada zararlı çıkacaksınız hem de ayakların kaydığı günde pişman olacaksınız.
Ama bu pişmanlık size fayda vermeyecektir.
Akıbetin ne olduğunu bilseydiniz devamlı ağlardınız.
Bu konuda şu şiiri diyen şairin hayrı Allah ’adır ki, makalesinde doğru
söylemiştir:
Ömrü uzun olan kimse nefsi için ağlasın, dünyadan ne nasibi ve ne de
sehmi (payı) vardır.
Sizler ey kardeşler! Şâh-ı Haznevî’ye ve bu fakire karşı muhabbetinizin
varlığını iddia ediyorsunuz, muhabbetin alâmeti emirlere temessüktür. Size
lazımdır ki emrine ve yoluna mülâzemet edesiniz. Kim muhalefet ederse kendisine hıyanet etmiş
olur, zararı kendisinedir.
Talim edip (başkalarına söyleyip) de kendisi
söyledikleri ile amel etmeyen kimse gibi olmayınız.
Yine o mühim Adâb-ı Nakşbendî’den biri de; müridin kalbinin mürşidinin
kalbine celbidir (bağlanmasıdır). Her nerede olursa olsun huzurunda, kendini
görüyormuş gibi bilmektedir. Bir diğer mühim âdâp da; tarikata ve
müntesiplerine halel gelmemesi için bu
Tarîkat-ı
Âlîye ’yi münkir olanlardan uzak tutturmaktır. Münkirlerle münakaşa ve mugalata kalbe zarar verir.
Bu
dediklerime sımsıkı sarılınız, Uzlab nayihesinde Molla Derviş tarafımızdan
vekil kılınmıştır. Şeriatın ahkâmına ve tarikatın âdabına mülâzemet ettiği
müddetçe, ona mutâbakâtınızı tavsiye ederim. Allah (c.c.) rızasını muvafık
kılsın. Allah’ın velilerinin yolundan sizi sebatkâr eylesin. Ayakların kaydığı
gün gelmezden önce Allah (c.c.) basiretle ayıplarınızı sizlere gösterip
düzelttirsin.
Salât ve
selâm, her hususta, Muhammed Mustafa ’nin âl ve ashâbının üzerine olsun.
İlme,
Eğitime ve ilmiye sınıfına gösterdiği önem
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî ilme, eğitime, alimlere ve eğitimcilere çok önem
vermiştir. O her gittiği köyde ‘çocuklarınızı okutun, cahil kalmasınlar.’ diye
tavsiye etmiştir. Bununla beraber talebelerin ahlakı üzerinde de çok durmuş,
talebelerin dini ibadet ve taatlerini yaşamasını ve edep timsali olmasını
istemiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, Resûlullah’m ‘alimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.’
hadîsini esas alarak, ilmiye sınıfına sonsuz değer vermiştir. Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî, ‘benim için bir alim bin sofiye bedeldir.’ demiş, alimlere
ilimlerinden dolayı ve Resûlullah’m vârislerinden oldukları için hürmet
etmiştir. Alimlerin ilimleriyle amil olmalarını istemiş, bu yolda olmaları için
çaba sarf etmiştir. O, alimlerle dostluk kurmuş, onlarla oturup kalkmış, aşırı
cahillerden yüz çevirmiştir. Büyük alimlerle irtibat kurup onlarla tanışmak
istemiştir. Talebelerinden biri, bunu teyit ederek şunları anlatıyor:
“Ben Zuhur
köyünde okuyordum. O zamanlar Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’den tövbe almıştım.
Seydam (bölgede şeyhler için söylenen hitap tarzı) Molla Vahdettin sofi
değildi. Ama alim ve muttaki bir insandı. Ben her Cuma Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî’nin ziyaretine gidiyordum. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bana,
seydamın hâlini hatırını sorup ‘senin seydan çok büyük bir alimdir, çok iyi bir
insandır. O’na benden selam söyle.’ diyordu. Ben de aynen Zuhur’a dönünce
seydama iletiyordum. Bir zaman sonra seydamda Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye
karşı bir muhabbet oluştu, nihayet o da Seyyid Abdülhakîm el- Hüseynî’yi
ziyarete gidip tövbe aldı. Çok kısa bir süre içinde de Seyyid Abdülhakîm el-
Hüseynî’den halifelik aldı.”
Edebiyata
Olan ilgisi
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin kütüphanesinde birçok Arapça-Farsça şiir ve kaside
kitapları vardı. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilirdi. Arapça-Farsça şiir ve
kasideleri çok sever, onları ezberlerdi. Özellikle Fars edebiyatında Şeyh Sadî
Şirazî, Şeyh Ahmed-i Harnî ve Şeyh Ahmed-i Cezelî’nin divanlarından şiirler
ezberler, bunları hikmetli sözler olarak okurdu.
Ayrıca Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, irşada çıktığı zaman, yanında sesi güzel olan sofilerden
birkaç kişi götürür, irşad esnasında onlara kasideler söyletirdi. Kasidelerin
içinde Resulullah’ın, Sahabe-i Kiram’m, Sadât-ı Kirâm’ın isimleri geçtiği için,
onların kaside okunan mekana teveccüh ettiklerini, bundan dolayı irşaddaki
nisbetin arttığını, muhabbetin çoğaldığını söylerdi. Kasideler okunurken edepli
ve sessiz bir şekilde dinlenilmesini, aksi hâlde ismi geçenlere saygısızlık
olduğunu söylerdi.”
a.
Sünnete Bağlılığı
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, aşın bir şekilde Sünnet-i Seniyye’ye mutabaat etmiştir. Her hâliyle sünnet üzere
bulunmaya gayret etmiştir. Bırakınız mekruhu, , harekelerinde
hilaf-ı evlâ bile olmamıştır.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî sünnete bağlılık konusunda; ‘bazen ihtiyarım (isteğim)
olmadan sünnete mutabaatım oluyordu. Şöyle ki; daha doğmadan babamın ölmesi,
önce annemin, sonra da dedemin yanında yetişmem, yurdumda bana yapılan zulümden
dolayı hicret etmem, hepsi ihtiyarım olmadan yaptığım sünnetlerdir.’ demiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî yemesinde, içmesinde, giymesinde, mescide sağ ayaklala
girip sol ayakla çıkmasında, her hâlinde sünnete mutabaat etmiştir. Bunu
yaparken tekellüf de
etmemiştir.
b.
Kur ’an Okuma ve Dinleme Adabı
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî fırsat buldukça Kur’an okumuş ve dinlemiştir, ikindi
namazından sonra bir cüz Kur’an okumak sünnet olduğu için buna riayet ederdi.
Kur’an Kerim okurken sünnet olan, diz üstüne oturup Kur’anı bir rahle gibi
zemin üzerine koyup okumaktır ki bunda da sünnete mutabaat etmiştir.
c.
Abdest ve Namazdaki Hassasiyeti
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî abdest ve namaza ayn bir önem verirdi.
Abdest ve namaz sırasında uyulması gereken farz ve sünnetlerin yanında âdâb ve
erkana da hassasiyet gösterirdi.
Sadece abdest ve namazında değil; giyinişinde, konuşmasında, yürümesinde,
yemesinde içmesinde, kısaca bütün hareketlerinde tamamen sünnete tabi olmuştur.
Binlerce alim yanında olsa dahi zerre kadar hilaf-ı evlâ görememişlerdir.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî etrafındaki alimlere; ‘bende herhangi bir
hususda hilaf görürseniz düzeltin.’ demiştir. Bunun üzerine alimlerden biri söz
hakkı isteyip ‘kurban, tahiyyatta iken sağ ayağı dikmek sünnettir, fakat
görüyoruz ki siz tahiyyatta iken sağ ayağınızı yan yatırıyorsunuz.’ deyince,
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘doğru söylüyorsun. Ancak bir gün Hazne’ye
giderken yolda düştüm, ayağım kırıldı. O günden beri ayağımı dik tutamıyorum.
Zaruretten dolayı böyle oturuyorum; dolayısıyla hilaf olmuyor.’ demiştir.
d.
Merkat Ziyaretindeki Edebi
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî ile merkat ziyaretine giden bir torunu, bu ziyaretlerini
şöyle anlatmıştır:
“Ben küçükken bir kere dedemle beraber Şeyh Muhammed Diyâuddîn’in
merkatını ziyarete gittik. Dedem Ziyarete edepli bir şekilde gitti. Üç yerde
rabıta yaptı; ikisini yolda,
üçünyü de kabre vardığında yaptı. Edebe çok dikkat ederek bir cüz Kur’an
okuduktan sonra geri döndük.
e.
Sadaka Dağıtması
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, sürekli sadaka dağıtmıştır. Malının gelirini hep tasadduk
olarak vermiştir. Kendisini ziyarete gelen birçok misafiri olmuş, istisnasız
gelen her ziyaretçiye ikram etmiş, tasaddukda bulunmuştur. Günde iki defa kendi
hanesinde çorba pişirilmiş, köyde bulunan bütün herkes çorbaya davet
edilmiştir. Fakir fukarayı çok gözetmiş, devamlı malından tasadduk etmiştir.
f Mübarek Gecelere Gösterdiği Önem
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bütün gece ve gündüzleri ibadet ve taatle
geçirmeye değer bulurdu. “Bilen bir Müslüman için bütün geceler ‘Kadir Gecesi’
, bütün gündüzler de ‘Arefe Günü’dür.” demiş, öylece ibadet etmiştir. Ancak bununla beraber, mübarek gün
ve gecelerde ayrı bir hassasiyetle ibadet etmiştir.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin medresesinde mîrlik
yapmış olan bir talebesi anlatıyor:
“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Kadir Gecesi geldiğinde, o gün namazda
Kadir Suresi’ni okuyarak o gecenin Kadir Gecesi olduğunu belirtirdi. Biz bunu
son zamanlarında anladık.”
g.
Rızk Konusundaki Görüşleri
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin rızk konusundaki görüşlerini
köylülerinden bir seveni şöyle nakletmektedir:
“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Rızk Allah’tandır. Allah’ın takdir
ettiğinden fazlası, insanın eline geçmez. îster helâl, ister haram yoldan
olsun, Allah’ın vereceği rızk değişmez. Madem Allah’ın vereceği rızk belli,
değişmiyor; neden haram yoldan kazanılsın ki... Rızklarınızı helal yollarda
arayınız.’ derdi.”
ğ. Ramazan Ayı ’nda Takip Ettiği Edepler
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Ramazan ayının ihyâsına ayrı bir önem
vererek, her gün teşbih namazı kılıp sürekli Kur’an okumuştur. Ramazan ayının
son on gününde geceleri hiç yatmayıp ibadetle meşgul olmuştur. Bu günlerde on
gün gündüzleri birkaç saat yatarak, “Leyle-i Kadir”i bu gecelerde aramıştır.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Ramazan ayı dışında, Pazartesi
ve Perşembe günleri de oruç tutmuştur. Fakat ara sıra bu günlerde özellikle
irşad için yolculuğa giderken yediği olmuştur.
h.
Hac Ziyareti ve Hacdaki Edebi
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî hayatı boyunca iki defa hac yapmıştır. İlk
hac yolculuğuna 1954 yılında, elli iki yaşında hac çıkmıştır. Bu yolculuğu
deniz yoluyla yapmıştır. Yanındaki kalabalık hac kafilesi ile önce Siirt’ten
İskenderun’a, oradan Süveyş Kanah yoluyla Cidde’ye, oradan da Mekke-i
Mükerreme’ye geçerek hac farizasını yerine getirmiştir. Daha sonra Medine-i
Münevvere’ye gidip belli bir süre kaldıktan sonra memleketine dönmüştür.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, hayatı boyunca iki defa hac
yapmıştır. İkinci hac yolculuğunu kara yoluyla yapmış; hac ziyareti boyunca
edebe çok dikkat etmiş ve edepten hiç 1 ayrılmamıştır.
ı. Mekke Ve Medine Sevgisi
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Mekke ve Medine’nin Resûlullah’ın yaşadığı
ve İslâm’ın doğup yayıldığı mekanlar olması hasebiyle onlara karşı çok büyük
sevgi ve saygı göstermiştir. Mekke ve Medine’yi ziyaretlerinde hem şehrine hem
ehline hem de hizmetkârlarına karşı edebe çok dikkat etmiş; orada da su
içişinden hurma yeyişine, oturup kalkmasından yürüyüşüne kadar her hareketinde
sünnete bağlı kalmaya gayret göstermiştir.
i.
Said Nursi île Münasebeti
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Said Nursi’yi kendisi gençken görmüş ve ona
karşı sevgi ve saygı göstermiştir. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, Said Nursi’yi,
kendileri talebe iken görür. Şöyle ki:
Seferberlik zamanında Said Nursî, Nurşin’e gitmiştir. O zamanlar Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî Nurşin’de talebedir. Said Nursî, bir süre onun bulunduğu
bölgede kalmış, bu sıralarda Said Nursî ile görüşmüştür.
j.
Diğer Cemaatler Hakkındaki Görüşleri
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, genel anlamda İslâm çerçevesinde olup
farklı görüşleri bulunan tüm cemaatleri sevmiştir. Ancak bir kısmını bir
cihetten sevmemiştir.
Özellikle
tasavvufu kabul etmeyen, onu İslam dışı gören ve reddeden cemaatleri pek tasvip
etmemiştir.
Cemaatler
arasındaki soğukluğu doğru bulmamış, ‘keşke her mahallede bir mürşid olsaydı da
ümmet-i Muhammed’i irşad etseydi.’ demiştir.
k.
Mehdî ve Kıyamet Hakkındaki Görüşleri
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, Mehdî ve kıyamet konusunda ehl-i sünnet görüşündedir.
Sohbetlerinde Mehdî’nin hak olduğunu, geleceğinin de yakın olduğunu söyler.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî ilk zamanlarında, Şâh-ı Hazne vefat etmeden önce, Şah-ı
Hazne’nin mehdî olduğunaa çok ümitlenmiştir. Daha sonraları, Şâh-ı Hazne vefat
ettikten sonra, ‘Mehdi’ye hizmet etmek isterdik, ama ömür yetmiyor.’ demiştir.
Ancak Mehdi’nin zuhûrunun yakın olduğunu ümit etmiştir.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî beş halife yetiştirmiştir. îlk halifesi Şeyh Ali
Arınç’tır; Siirt’in Armç köyünde halkın irşadıyla meşgul olmuştur Seyyid
Abdülhakîm el- Hüseynî’nin en büyük oğlu Şeyh Muhammed Nuranî’ye de hilâfet
vermiştir, ikinci halifesi, Şeyh Abdussamet’tir. Şu an Medine-i Münevvere’de
hâlâ irşad yapmaktadır. Üçüncü halifesi, oğlu Sultan Seyyid Muhammed Raşid’dir.
Şeyh Muhammed Râşid, babasımn vefatından sonra (1972), 1993 yılma kadar, yirmi
bir yıl Menzil’deki irşad vazifesini üstlenmiş, 22 Ekim 1993 Cuma günü saat
10.00’da ebedi saadetine kavuşmuştur. Dördüncü halifesi, Şeyh
Muhammed
Diyâuddîn’nin torunu, Şeyh Lütfi’dir. Bitlis’in Nurşin ilçesinde ikamet etmekte
iken 2003 tarihinde vefat etmiştir. Beşinci halifesi ise, Şeyda Molla Vahdettin’dir. Batman’ın Kozluk
ilçesinin Bacıft köyünde ikamet etmektedir.
“Bir gün
Kadir’deydik. Köyde davulcular davul çalıyordu. Davulu çala çala, davulcular
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin evinin önünden geçip biraz
gittiler. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî de o anda caminin avlusunda bulunuyordu.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî: ‘O geçenler kimdir?’ diye sordular. Biz:
‘Kurban, onlar
köydeki davulculardır, geçiyorlar.’ dedik.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî:
‘Onları
çağırın, buraya gelsinler.’ dedi.
Davulcuları çağırdık, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin yanma geldiler.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî:
‘Siz ne
yapıyorsunuz, necisiniz?’ dedi.
Onlar
boyunlarını bükerek,
‘Kurban, bizim
arazimiz yok. Bu elimizde bir sanattır, çoluk çocuğumuzu bununla
geçindiriyoruz.’ dediler.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Ben de biliyorum; malınız, mülkünüz, hiçbir şeyiniz
yok; lâkin bu haramdır, bundan gelen nafaka haramdır. Çoluk çocuğunuza
yedirdikleriniz haramdır. Gelin sizinle bir anlaşma yapalım... ’ dedi.
Davulcular:
‘Nedir kurban, nasıl yapacağız?’ dediler.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî:
‘Gelin beni dinleyin, bu davullarınızı-zumalannızı kırın! Söz veriyorum,
dünya hayatında kaldığım müddetçe, sizi de çoluk çocuğum gibi besleyeceğim.
Emin olun.’ dedi.
Bunun üzerine davulcular boyunlarını büküp öylece kalakaldılar. Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin bu sözü üzerine ne diyeceklerini şaşırdılar:
‘Kurban, sen nasıl ki Allah’ın bir olduğunu biliyor, Allah’a ve
Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanıyor, onu bırakamıyorsun. Vallahi
kurban, bu da bizim atalarımızın dedelerimizin mesleğidir, biz de bunu terk
edemiyoruz. Bizden kellemizi iste, sana verelim. Kellemizi kes ama bizi baba
mesleğinden ayırma! Biz bunu terk edemeyiz.’ dediler.
sakalları yoktu. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, davulcuların vermiş olduğu
cevaba hayret ederek ‘ Hele çabuk Raşid’i çağırın, gelsin yanıma!’ dedi. Şeyda
Muhammed Râşid de askerden yeni gelmişti, daha sakal bırakmamıştı.
Şeyda’yı çağırdık. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Şeyda
Hazretleri’nin karşıdan geldiğini görünce:
‘Raşid, gel hele gel, ne erkekler var! Gel hele, bak! Adam kellesini
veriyor; babasımn, dedesinin mesleğini terk etmiyor yahu! Bak, kellesini
veriyor; yine de babasının, dedesinin mesleğini terk edemiyor, görüyor musun?
Ne kadar güzel itikat var bunlarda... İşte herkes kendi fikrinde bu mıtrıplar
gibi olmalıdır.’ diyerek Şeyda
Hazretleri’ne latif mesajlar iletti.
Elhamdülillah! Şeyda Muhammed Râşid Hazretleri’nin itikadı da onların
itikadı gibi oldu. O da, her ne pahasına olursa olsun, babasının, dedesinin
mesleğinden vazgeçmiyor.”
“Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin Cemilo adında çok cezbeli bir sofisi vardı. Millo
köyünün camisinde yatsı namazından sonra sohbet oldu.
Cemilo Türkçe
bilmediği hâlde, çok iyi biliyormuş gibi sohbet dinlemesi dikkatimi çekmişti.
Cemaat dağılınca kendisini şiddetli bir muhabbetle havaya kaldırıp yere
yatırdım. Göğsünün üzerine oturarak: ‘Sen Türkçe biliyorsun, bilmeseydin
sohbeti can kulağıyla dinlemezdin.’ dedim. O ise ‘Hayır, bilmiyorum.’ dedi.
Israr edince de Türkçe olarak: ‘Göğsümden in.’ dedi. Sonra kalkıp oturdu. Şöyle
anlattı:
Şeyh
Abdülhakîm el-Hüseynî’nin himmet ve bereketiyle bu dili biliyorum. Sen benim
bildiğim Türkçe’nin yüzde birini bile bilemezsin. Bu onun bir kemalat
nişanesidir.’
Kendisine ‘Ehlullah’ın vahşi hayvanlara binip dolaştığına ne dersin?’
deyince şöyle cevap verdi:
‘Bu hâl
Allah’ın bir ihsanıdır. Keramet izhar ettiğimden dolayı Şeyh Abdülhakîm
el-Hüseynî Hazretleri’nden korkmasam, köyün arkasındaki meşe ormanlarına
seslenir, ne kadar ayı varsa çağırıp gözünün önünde sırtlarına binerdim.’
Yola dahil
oluşunu da şöyle anlattı:
‘Ben azılı bir şakî idim, ümmet-i Muhammed’in benden çekmediği
kalmamıştı. Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri bizim köye irşada gelince;
kötülüklerimden bıkan halk; ‘hele uzaktan da olsa onu bir gör.’ diye oana ısrar
etti. Büyük bir ağacın altında ahali onu dinliyordu. Ben de otuz beş- kırk
metre uzaktan seyretmeye başladım. Ara sıra İlâhî bir nazarla bana doğru
tebessüm ediyordu. Bir süre kendilerini göremez oldum. Kendimi kaybetmiş,
mecnun gibi perişan bir hâlde bağıra çağıra üstümü başımı parçalayarak bir
hafta dolaşmışım. Bütün köylüler hayrete düşüp, belasından kurtulamaz inşaallah
diye sevinmişler. Harnd olsun, Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin
sayesinde eşkıyalıktan kurtulup mü’min sıfatına büründük, ümmeti Muhammed’in
kadrini bilip dinimize sarıldık.’
Sofi Cemilo şöyle devam etti:
‘Bizim aile (hanım) seyyide idi. Vefat ettiğinde kabrini ziyarete gittim.
Biraz Kuran okudum. Okumayı bitirdiğimde, zevcem elini kabirden çıkarıp eteğime
yapışarak bana: ‘Allah rızası için okumaya devam et.’ dedi. Böyle durumlar,
beni mürşidime ve dinime daha çok bağladı.”
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin medresesinde mîrlik yapmış olan bir talebesi anlatıyor:
“Biz her konuda Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin işaretine
meylederdik. O nereye işaret ederse, biz onun doğru olduğunu anlardık. Şöyle
ki:
Bir gün Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî bana: ‘Bir günde teşbih namazı bir defadan fazla
kılmabilir mi? Ben öyle yapıyorum, olur mu?’ dedi. Ben hemen “Olur kurban.”
dedim. Çünkü O ‘Ben böyle yapıyorum.’ demişti. Ben de hemen onun işaretine
meylettim. Oradaki alimlerden bazıları itiraz ettiler, ‘Olmaz, kılınmaz...’
dediler. O an elimde bir fıkıh kitabı vardı. Kitabı açışımda karşıma o konuyla
ilgili sayfa çıktı. Aynen ibarede şöyle yazıyordu: ‘İnsan gün içerisinde birden
fazla istediği kadar tespih namazı kılabilir.’ Daha sonraları, ‘Acaba niçin
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri günde iki defa tespih namazı kılmaya
başlıyor.’ diye düşünmeye başladım. Yıl sonunda Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî
Hazretleri vefat edince bununla kendi ölümüne işaret ettiğini anladım.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’ye “Sultani’l-Câzibîn” derlerdi. Çok cezbeli müridleri vardı. Bir
defasında ben de gördüm. Bir adam tam on iki gün yerde yattı. O adam hâlâ
yaşıyor. Onu tanıyorum ama ismini vermek istemiyorum.”
Bir talebesi
anlatıyor:
“Bir gün Diyarbakır’ın Silvan ilçesinin Ferhand köyünde, Seyyid
Abdülhakîm el- Hüseynî Hazretleri’nin halifesi Şeyda Molla Abdüssamed’in
yanında okuyordum. Seydamız, bir gün talebelerin içine gelerek ‘Ben, Kadir
köyüne, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’yi ziyarete gidiyorum. Benimle gelmek
isteyen var mı?’ dedi. Benle bir arkadaşım gönüllü olarak gitmek istedik.
Seydamız ile yola çıktık. O zaman nisanın sonu idi. Belki bir ay yağmur
yağmamıştı, köylüler acizdi. Biz Kadir köyüne gittik. Sabahleyin oraya vardık.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin evinin üstünde bir bahçe vardı. Sofiler
kazıyor, çalışıyordu. Seydamız da çalışmaya, çukur kazmaya başladı. O kazıyor,
ben de kumları atıyordum. Güneş biraz yükseldikten sonra saat dokuz-on gibi
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî geldi. Bizlere selam verip ‘Kolay gelsin.’ dedi.
Daha sonra seydamıza dönerek ‘Molla Abdussamed, millet çok mu yağmur istiyor?’
dedi. Seydamız, ‘Evet kurban, çok istiyorlar.” dedi. Daha sonra Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî bizden ayrıldı. 100-150 metre kadar yürüdü. Bir buğday
tarlasının içinde kıbleye doğru oturdu ve dua etmeye başladı. Nasıl dua
ettiğini duymadık ama öğleden sonra bulutlar birbirine karıştı. Namazdan
çıktığımızda bardaktan boşalırcasma yağmur yağıyordu. Yağmurun şiddetinden
gideceğimiz yerlere kaçışarak gittik. Ben, o yağmurun Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî’nin himmetiyle yağdığını anladım.”
“Antika alım satımı yapan bir kişi vardı. Oldukça alkol düşkünü idi. Bu
adam, içki bulamadığı zaman, alkollü madde namına kolonya, ispirto gibi şeyler
dahi içerdi. Maneviyattan oldukça yoksun, ziyade alkolik olması nedeniyle
elleri titrerdi. İslâm inançlarına modası geçmiş boş inançlar gözüyle bakar,
Kur’an okuyan çocuklara kızarak ‘Yirminci yüzyılda bunlara niye vakit
kaybediyorsunuz be! Kaldırın bunları! Bu ne biçim gericilik yahu!’ diye
homurdanırdı.
Onu yakın arkadaşlarından birisi, ısrar ve ricalar sonucunda içkiyi
bıraktırmak üzere İstanbul’da bulunan bir şeyhe götürür. Şeyh efendiyi ziyaret
edip, derdini dile getirince, Şeyh efendi:
‘Evladım, senin hastalığının ilacı bizde yok. Bitlis’in Kasrik köyünde
bir kardeşimiz var. Adı Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî’dir. Sen ona git, senin
ilacın ondadır. Bizden de kendisine selam götür.’ der. içki müptelası olan bu
kişi, o an için gitmeyip biraz oyalanır, aradan birkaç ay geçtiğinde ticaret
maksadıyla gittiği Artvin’de kendisinde bir hâl zuhur eder; içkiye karşı
şiddetli bir nefret ve Sa’dat’a karşı belirsiz bir muhabbet güçlenmeye başlar,
îradesi dışındaki bir kuvvet kendisini Seyyid Abdülhakîm El-Hüseynî’yi ziyarete
zorlar, gidip ziyaret eder:
‘Efendi Hazretleri! Ben içki müptelasıyım. Her türlü kötülük bende
mevcuttur. Evlatlığa beni de kabul etmenizi istirham ediyorum!’
Bir süre tefekkür eden Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri Hazretleri
tebessümle:
‘Pekala! Gel, sen de bizim sarhoş bir evladımız ol.’
Bu kişi tövbe edip tarikat alır almaz, ellerinin titremesi kaybolur,
kesin şifa bulup içkiyi bırakır, Islâm’ın emir ve hükümlerini yaşamaya başlar.”
Muhiplerinden biri anlatıyor:
“Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’den işittim. Bir gün sofiler Şeyh Ahmed el-
Haznevî’ye gelerek ‘Kurban birisi var; dergahta kalıyor, dergahın ekmeğini
yiyor, suyunu içiyor, ama ne namaz kılıyor ne de oruç tutuyor.’ dediler. Şeyh
Ahmed el-Haznevî, ‘Gidin, ona dergahın ümmet-i Muhammed’e ait olduğunu,
gayrisinin burada kalamayacağım söyleyin.’ dedi. Sofiler gidip söylediler. O
kişi ‘Hayır, ben gitmem, yerim de içerim de namaz da kılmam oruç da tutmam.’
dedi. Durumu tekrar Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye ilettiklerinde Şeyh Ahmed el-Haznevî
ellerini kaldırarak ‘Ya Rabbi, Sen’in rızan için sesimi çıkarmıyorum.’ dedi.
Adamı kendi hâline bırakmalarını istedi. Bir zaman sonra adam kendiliğinden
abdest alıp namaz kılmaya başladı.
Yine Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin kendisinden işittim... Şöyle
diyordu: ‘Bir gün Hazne köyüne gittim. Üstümde on lira vardı... îki kilo şeker
alıp, Şeyh Ahmed el- Haznevî’ye göstermeden, talebelere götüreyim.’ dedim. Ama
Şeyh Ahmed el-Haznevî beni gördü: ‘O elindeki nedir?’ dedi. ‘Şeker kurban.’
dedim. Şeyh Ahmed el-Haznevî ‘Tamam, götür.’ deyince keyfim geldi. Ne zaman
Hazne’ye gitsem keyfederdim. Bir kere Şeyh Ahmed el-Haznevî’ye gitmeyi yedi
hacca değiştirmezdim.”
“Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî’yi ziyaret etmek için hazırlanırken yöremizin
tanınmış ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi. ‘Hocam! Haydi gel
beraber Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî’ye gidelim.’ dedim.
Hoca ‘Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim.’ dedi.
Kendisine ‘Hocam Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî bize, sizin istediğiniz gibi
bir kahvaltı yaptırır.’ dedim.
Hocayla beraber ziyarete gittik. Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’ni
ziyaret ettikten sonra bana, ‘Sofi hocayı divana götür, kahvaltı yapın. Ben de
birazdan geleceğim.’ dedi.
Ben de emir edileni yaptım. Kahvaltı olarak bize bal ve ayran ikram
edildi. Hoca ‘Size her gelişinizde bal ikram edilir mi?’diye sordu.
‘Hayır efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Siz
geldiğiniz için bal ikram edildi.’ dedim.
O an hoca efendi ‘Bu şeyh hakiki mürşiddir. Çünkü, ben kendime adet
edinmiştim. Her sabah kahvaltısında aç kamına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi
kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, bir Gavs ise benim balımı bana ikram eder. Düşündüğümü
ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük bir velidir. Büyük bir zattır.’ dedi.
Biraz sonra Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri divana
gelip, hocayla beraber sohbete başladılar. Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî
Hazretleri sordu:
‘Hocam, Allah (c.c.) neden dut ağacını büyük, meyvesini küçük yaratmış?’
Hoca:
‘Allah’ın (c.c.) kudretindedir efendim.’
Şeyh Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri:
‘Ben de b’liyorum, Allah (c.c.) Kadîr’dir, kudret sahibidir. Neden dut
ağacı büyük olsun da meyvesi küçük olsun?’
Hoca:
‘Allah (c.c.)
Kadîr’dir, öyle yaratmış.’
Şeyh
Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri:
‘Peki Allah
(c.c.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu, bu ağaca aşı yapsa yine aym
küçük meyveyi mi verir?’
Hoca:
‘Hayır
efendim, büyük meyve verir.’
Şeyh
Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri:
‘Peki hoca,
Allah (c.c.) ile kul arasına kimse giremezdi. Bu kişi, aşı ile meyvenin cinsini
değiştirdi. Allah her şeye kâdirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir
vesileyi niçin gerekli kıldı?’
Hoca, Şeyh
Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’nin eline sarıldı:
‘Efendim beni
affedin, ben yıllardır ‘Allah (CC) ile kul arasına kimse giremez, Kur’an,
Sünnet ve müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var?’ derdim.
Aklımın açtığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intisap
edeceğim.’ dedi ve intisap etti.”
Köylülerinden
bir seveni anlatıyor:
“Bir gün yakın
köylerden üç molla kendi aralarında; ‘Tasavvuf çok önemli bir iştir. Niçin Şeyh
Abdülhakîm gidip cahillerin eline vekalet veriyor, bu cahil işi mi?’ diye
konuşuyorlardı. Kalkıp bunu Seyyid Abdülhakî n el-Hüseynî Hazretleri’ne
söylemek için Kadir köyüne gidiyorlar. Onu eleştirmek için Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî’nin yanma varıyorlar. Daha onlar konuşmadan Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî Hazretleri ‘Hoş geldiniz.’ deyip hâl-hatır soruyor ve onların
konuşmasına fırsat vermeden devam ediyor: ‘Nakşî tarikatı, ‘Şeriat-ı Garra (İslam
dini)’dan taviz vermeyen bir tarikattır. Bu Nakşî tarikatı Sâdât’ın dediği gibi
kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü Allahu Teâla ayet-i kerîme’de ‘Bu zikri
biz indirdik, koruyucuları da bizleriz.’ buyuruyor. ‘Şeriat-ı Garra’ üzere olan
bu tarikat da kıyamete kadar gidecektir. Aslında, bu görevi alimlerin üstlenip
onların yerine getirmesi gereklidir. Ama alimler bu işi yapmıyorlar.
Yapmadıkları gibi yapanların da üstüne tepeden taş bırakıyorlar.’ diyor. Yani
‘Bu görev sizin görevinizdir. Görevinizi sizin yerinize başkaları yapıyor, siz
de kalkıp onları taşlıyorsunuz.’ demek istediğini anlayan alimler, pişman olup
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye intisap ediyorlar.”
Yine
köylülerinden bir seveni anlatıyor:
“Amcam, bir
gün bize şöyle sohbet etti:
‘Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî ile köyleri irşad için dolaşıyorduk. Batman’ın Kozluk
ilçesinin Darulgozin köyüne gittik. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri’ni
bir eve, bizi de başka bir eve davet ettiler. Hava çok soğuktu, kar yağıyordu.
Bizim olduğumuz yerde bir genç vardı. Çok cezbeli bir sofiydi. Sofi olduğundan,
babası ‘Nedir bu çocuğun hâli? Takılmış Şeyh Abdülhakîm’in peşine; bağırıp
çağırıyor, güya cezbeleniyor.’ diye onu eleştiriyordu. Bunu işiten çocuk kalkıp
nar gibi kızarmış olan odun sobasını kucaklayarak ‘Sen nasıl Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî Hazretleri hakkında böyle konuşursun, Seyyid Abdülhakîm el-
Hüseynî’ye inanmıyorsan bak da gör.’ diye bağırdı. Soba yanmaktan kıpkırmızı
olmuştu. Çocuğun vücudundan dumanlar çıkıyordu. Bunu gören çocuğun babası, ‘Ne
yapıyorsun oğlum? Bırak o sobayı!’ diye bağırdı. Çocuk sobaya daha sıkı
sarılarak ‘Şimdi anladın mı Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin hak olduğunu...”
dedi. Bunun üzerine babası ‘âmennâ, âmenna, âmennâ... İnandım.’ dedi. Çocuk bu
sözleri duyunca sakinleşip sobayı bıraktı. Daha sonra çocuğun babası Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’ye giderek tövbe ve tarikat aldı.”
“Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî Kadir’de ikamet ederken, o beldenin suyu yoktu. Su
çıkarmak için bazı teşebbüsler yapıldı. Birinci olarak mühendis bir yer
işaretledi. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bu yeri tasvip etmedi. Kendisi bir yer
gösterdi. Âdâba binaen Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin işaret ettiği yer
kazıldı, bir nemlilik dahi yoktu.
Mühendis
arkadaş:
‘Sondaj aleti
olsa, bizim için iyi olur.’ dedi.
Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî buyurdu:
‘Burası
köydür, o aleti bulamayız.’
Biraz sonra
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî kıbleye doğru oturdu, ve rabıtaya başladı. Aradan
çok zaman geçmedi, bir araç aniden yanımıza gelip durdu. Şoföre:
‘Sondaj aleti
var mı?’ diye sorduk.
‘Evet, üç
metrelik var.’ dedi. Biz bu aletle o suyu çıkardık. Tekrar şoföre sorduk:
‘Sen buraya
nasıl geldin?’
O:
‘İnanın ben de anlamadım. Silvan’dan benzin aldım, Diyarbakır’a
gidecektim, aniden kendimi burada buldum.’
Şoför bize
sordu:
‘Burası
neresi?’
İzah ettik.
Tövbe alıp, tarikata intisap etti.”
“Bir gün,
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ile beraber iken, bir kör adam geldi. Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın
gözleri hemen açıldı, görmeye başladı. Sonra evine gitti. Evde ‘Sen nasıl
görebilirsin?’ diye sorduklarında, adam ‘Vallahi benim de gözüm görüyor. Artık
ben de sizin gibiyim.’ dedi. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî Hazretleri’nden tövbe alıp, tarikata intisap ettiler.”190
Menzil köyü
sakinlerinden biri anlatıyor:
“Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî Hazretleri Menzil köyünü satın aldığı sıralarda bir gün
yanıma gelip kulağıma eğilerek ‘Köyü satın almamız için bütün Sâdât karar
verdiler ama Abdülkadir Geylanî bir türlü karar vermiyor, bilmiyorum nedendir?’
dedi. O zamanlar şaşırdım. ‘Acaba neden Seyyid Abdülkadîr Geylanî köyün satın
alınmasını onaylamıyor?’ diye düşünmeye başladım. Aradan birkaç gün geçti.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bu sefer bana doğru eğilip ‘Seyyid Abdülkadir
Geylanî de karar verdi, köyü satın alıyoruz.’ dedi. Ben, Seyyid Abdülkadir
Geylanî’nin neden geç karar verdiğini o gün anladım. Şöyle ki; o güne kadar
alışverişte küçük görünen birkaç pürüz vardı. Onlar, ileride çok büyük
pürüzlere yol açabilecek nitelikteydi. Anladım ki Seyyid Abdülkadir Geylanî, o
pürüzlerin giderilmesini bekledi.”
Menzil
sakinlerinden biri anlatıyor:
“Bir gün
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin köyünde idim. Yeni vird almıştım. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’nin
yanındaydım. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, bana dönüp ‘Virdi niçin yanlış
çekiyorsun?’ dedi. Ben ‘Hayır kurban, ben yanlış çekmiyorum, bana nasıl
anlatıldıysa aynen çekiyorum. Belki bana talimat anlatan yanlış anlatmıştır.’
dedim. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘O zaman sen divana çık bekle; bir de ben
gelip sana talimat anlatacağım.’ dedi. Divana çıktım, minder ve yastıklardan
ona bir yer hazırlayıp beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî geldi. Hemen ayağa kalktım. Sonra beraberce oturduk.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Bak, virdi böyle böyle çekip sonra şöyle virdden
çıkacaksın.’ dedi. Sonra bir defa da bana tekrarlattı ve kalkıp gitti. Çok
şaşırmıştım. Çünkü gerçekten virdi yanlış çekiyormuşum. O an Seyyid Abdülhakîm
el- Hüseynî’nin ne kadar büyük olduğunu bir kez daha anladım. Şöyle ki ‘Nakşî
zikri gizli bir zikirdir, gizli yapılan zikri melekler bile bilmez. Ama Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî bildi. Şu büyüklüğe bak...’ diye hayretler içerisinde
düşünüp kalakaldım.”
Yine Menzil
köyü sakinlerinden biri anlatıyor:
“Bir gün
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî sofilere davet verdi. Sofiler yemeklerini yedi.
Sofralar toplandı. O sırada Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî içeride bizlere ‘Yemek
yemeyen kaldı mı?’ diye sordu. ‘Yok kurban, herkes yedi.’ dedik. Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî ‘Hele bir daha sorun. Ola ki yemeyen vardır.’ dedi. Bunun
üzerine ‘Yemek yemeyen var mı?’ diye bir daha sorduk. Kimse ses çıkarmadı.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye bildirdik. ‘Hele bir de Arapça sorun.’ dedi.
Arapça bilenlerden biri tekrar Arapça sordu. Yine cevap gelmedi. Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî’ye bildirdik. ‘Hele bir de Kürtçe sorun.’ dedi. Bir kişi
Kürtçe sordu. Yine ses çıkmayınca Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, kendisi kalkıp
cemaate ‘Yemek yemeyen kimse kaldı mı?’ diye ince bir sesle sordu...
Akabinde cemaatten iki kişi hemen ayağa kalkarak hiç bilmediğimiz bir
dille bağırmaya başladılar. Bunun üzerine Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî tebessüm
ederek ‘Bak işte, biz sizi arıyoruz; gelin bakalım, siz de yemeklerinizi yeyin,
kamınızı doyurun.’ dedi.”
“Şeyh Abdülkahhar’ın torunu Şeyh Fudayl anlattı:
‘Bir seferinde Şeyh Abdülhakîm bize taziyeye gelmişti. Taziyeden sonra
yola çıkmadan dedem Şeyh Abdülkahhar’ın türbesini ziyaret ettik. Orada
murakabeye varıp bir süre kaldı. Beraberinde gelen yol arkadaşı ikide bir:
‘Kurban! Geç oldu, gidelim.’ deyip duruyor, Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî
ise murakabeye devam ediyordu. Yol arkadaşı, aynı sözleri birkaç defa
tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh’e karşı hürmetsizlik olduğu ve Şeyh’in de ona
ihtarda bulunabileceği fikri geçti. Bu fikirden kurtulmaya çalıştım ama bir
türlü bu düşünceden kendimi kurtaramadım. Bu sırada Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî murakabeden başını kaldırarak bana; ‘Fudayl! Deden Şeyh Abdülkahhar
bizim hakkımızda çok halimdir.’ diye buyurdu. Bundan Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî kalbime vakıf olduğunu anladım.” dedi.
ABDÜLHAKÎM
el-HÜSEYNÎ’ NİN TASAVVUF ANLAYIŞI
Bozulmaya uğramamış tarikatların temel vasıflarından
birisi, onların Kur’an’a ve Hz. Peygamberin sünnetine sıkıca sarılmaları
olmuştur. Nakşbendî olan Abdülhakîm el- Hüseynî’nin tasavvufî görüşleri de bu
doğrultudadır. Kendisi de bunu özetle; “ehl-i sünnet ve’l-cemaat üzeredir”
şeklinde dile getirmektedir.
Sözlükte sohbet, “dost olmak, eşlik etmek” anlamında
arapça bir mastardır. Tasavvuf
terimi olarak mürşid ile görüşüp konuşmak, agâh olup Hakk’a kavuşmak
manasındadır. Sohbette,
mürşid-i kâmilin ruhundaki kabiliyetlerin müride yansıması, yani kabiliyet
aktarımı söz konusudur.
Nakşbendîyye’de sohbet çok önemlidir. Hakk’a ulaşmanın en önemli yollarındandır.
Sohbetin şart ve adabına riayet edip denilenler yapılmazsa vuslata erişilemez.
‘Usûl bilmeyen vusûle eremez.’ Prensibi tasavvufta da
geçerlidir. Allah’a ulaşmanın yolu, önce O’nun yarattıklarını sevip saymakla
mümkündür. Böyle bir hareket tarzı, kanaatimizce birey ve toplumlar arasındaki
iletişim ve barışın temel hareket noktası olarak ele alınmalıdır.
Sohbet şeyhi diğerlerinden önemli ve üstündür. Zira
insanı, gerek hâli, gerekse sözleriyle Allah’a ulaştırmaya çalıştırmaktadır. Hâce Bahâuddin Nakşbend’in, ‘tarik-ı mâ bâ
suhbetest. (Yolumuz sohbetledir.)’ sözü, Nakşbendiyye’nin ana düsturlarından
biri haline gelmiştir. Bunun
sebebini ise, ‘halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır.’ sözüyle
açıklamaktadır. Sohbet ve halkın içine karışarak onların dertlerine ortak
olmak, Hakk için halka hizmet etmek düşüncesiyle esas alınmıştır.
İnsanları etkileyen en önemli hususlardan birisi de
içinde bulundukları ortamdır. Bireyin içinde bulunduğu ortam, karşılıklı
ilişkiler ve davranışlar açısından insan olmanın gerektirdiği hasletlere uygun
değilse, kişi karakter bakımından ne kadar sağlam da olsa içinde bulunduğu
ortamdan olumsuz yönde etkilenecektir. Bunu, karşı uç noktalardan ele
aldığımızda da genelde durum aynıdır. Bu bağlamda tasavvuf! sohbet, aynı amaçta
gönül birliği etmiş insanların bir araya geldiği bir buluşma olarak
değerlendirilebilir.
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre sohbet; kalplerden
mâsivâyı temizleyen, kalpleri birleştiren dinleyende İlahî feyiz ve berekete
vesile olan önemli bir irşad yoludur. Bundan dolayı mürid şeyhinin karşısında uyanık
olmah, şeyhin sohbetindeki kelimeleri iyi zapt etmeli, şeyhin sohbet
esnasındaki işaretlerine çok dikkat etmelidir.
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî, ‘nerede bir cemaat toplanır
ve Allah’ı zikrederse, melekler onları kuşatır, etraflarında dönerler. İlahî
rahmet onları kaplar ve Allahu Teala kendi katında olanlara onları anlatır.’
Hadis-i şerifini dikkate alarak
şunları söylemiştir: “Bir yerde bir cemaat oldu mu hemen melekler oraya gelir,
bakarlar. Şayet Allah (c.c.)’dan bahsediliyorsa oradakilere duada bulunurlar.
Allah bahsi yapılmıyorsa, o cemaatten nefret ederek ‘eğer siz Allah’a kul
olsaydınız, onun bahsini yapardınız. Eğer siz Hak aşığı olsaydınız, maşukunuzu
anardınız.’ der ve oradan uzaklaşırlar.
Bu gerçeklerin ışığında artık insanın Allah’ın (c.c.)
sohbeti olan yerlere gitmesi, Allah’ın anılmadığı yerlerden uzaklaşması
lazımdır ki meleklerin nefreti üzerine olmasın. İnsanın Allah’ın rahmetinden ve
meleklerin duasından istifade etmesi için Allah’ın anıldığı yerleri dolaşması
ve böyle yerlere devam etmesi gerekir.
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’nin muhiplerinden biri, kendisiyle yapılan
röportajda, Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’nin sohbetlerinden olan “Nuh Tufanı”nı
bizlere nakletmiştir.
Gösterişi bırakmak, taat ve ibadette riyayı terk edip
samimi olmak manalarına gelen Arapça bir kelimedir. Istılahta ise, kalbi
şüpheden arındırmak, sefâsma keder veren şeylerden kurtarmaktır. Başka bir
ifadeyle istikamet üzere kullukta bulunmak, amellerinde Allah’ın gayrından
karşılık beklememek, yine amel ve ibadetinde Allah’tan başka şahit aramamaktır.
Ebu Talib el-Mekkî, İhlasın temel saikasının niyet
olduğunu belirtip ‘kulun, dalgınlık ve hata eseri ile niyet ve iradede
bulunmayışı durumunda, yaptığından dolayı her hangi bir karşılık alamaz.’
demektedir.
Kur’an-ı Kerim’de çeşitli kalıplarda otuz bir yerde
geçmekte olan ihlas kavramı Kur’an’da çoğunlukla ‘katıksız, safî, temiz ile
din, İslâm ve niyet’ anlamlarında kullanılmıştır. Bazen riyânın zıddı olarak,
bazen de Allah’a kulluk tarzı
manalarında kullanılmaktadır.
Bu etimolojik tahlillerden daha
önemlisi, “ihlâs” kavramının Kur’an-ı Kerim’de bir sûrenin adı olmasıdır.
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre ihlâs; hiçbir sebep
ve gaye olmaksızın Allah’ın emir ve hükümlerini yalnız Allah rızası için
yapmaktır. Yani bütün gücünü Allah yolunda sarf etmektir. Bu hâl üzerine
sebatın zahirine takva özüne de ihlâs denir.
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî ihlâsı bu şekilde tanımladıktan
sonra, onun önemini şöyle belirtir: “Kimin gayret ve düşüncesi midesine olursa,
kıymeti de ondan çıkan kadar olur. Malumdur ki hayatını şöhret ve şehvete
harcayanın sonu hüsrandır.”
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre insan, her işini
ihlâsla, sırf Allah için yapmalıdır. Yaptıklarında samimi olmalıdır. Bir
zamanlar, minarede ezan okumakta olan müezzini dinleyen bir demirci, ‘müezzin
ezan okurken samimi değil, gerçekleri haykırmıyor.’ der. İşitenler, ‘Allah
senden razı olsun, müezzin ezan okuyor işte. Bunun hiç yalanı olur mu?’ derler.
Demirci; ‘evet evet, müezzin gerçeği haykırmıyor, gerçekten ezan okumuyor.
Şayet o ihlâsla ezan okumuş olsaydı minare ayağının altında barınamaz, çökerdi,
eriyiverirdi.’ der. Devamla: ‘ir de ben okuyayım bakın nasıl olurmuş...’
diyerek demir yığının üzerine çıkar, başlar ezan okumaya. O ezana başlayınca
ayağının altındaki demirler eriyip akmaya başlar. Ezanı bitiren demirci; ‘ben
de samimi olarak gerçeği haykırmadım. Ben de yalan söyledim. Eğer hakkını
vererek tam bir ihlasla okumuş olsaydım, demirler erimekle kalmayarak ateş olup
yanar ve beni de beraber yakardı.’ diye izah eder.
İşte ihlas, böyle neticeler verir. Hâlbuki zamanımızda
tam aksine insanlara hakim olan dünyadır, gıybettir, fesattır... İşimiz hep
dünya olmuş... Tâlip olduğumuz şey dünyadır şimdi... Allah için çalışmak
kalmamış. Allah’ı talep eden de kalmamış. Zulüm, hakaret çoğalmış... Yapılan
işlerin günah olup olmadığı düşünülmez olmuş. Kolayımıza nasıl geliyorsa öyle
hareket eder olmuşuz. Günahı dinleyen yok. İslâmî prensipleri takip eden kişi
bile kalmamış.
İbadet, mükellefin yapmakla yükümlü olduğu fiillerdir.
Başka bir ifadeyle, kulun
Yaratıcı’sına saygı ile boyun eğmesi anlamında Arapça bir kelimedir. Kaşânî, “ibadet”, “ubûdiyet” ve “ubûdet” kavramlarına
şöyle bir açıklama getirir: İbadet, Allah’a karşı boynu bükük olmaktır ki bu,
avâm için tezellülün son noktasıdır.
Ubûdiyet, sıdk ile yürüdükleri tarikatta Allah’a olan
bağlılıkları samimi olan havâs içindir. Ubûdet, fark ve cem’in bir olduğu makamda,
O’na O’nunla ibadet eden, kendilerini O’nunla kâim gören havâssu’l-havâss
içindir.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre ibadet; insanın
hem zâhirini hem de bâtınını temizleyen, kalbin dirilmesine vesile olan,
Rabbü’l-Alemin’in bizi tecrübe için emrettiği amellerdir.
Yüzünü Allah’a çevirmeyen, namaz kılmayan, taat ve
ibadetini yapmayan, Allah’ın emirlerine uymayan, O’nun elinden kurtulamaz.
Çünkü Allah (c.c.) kandırılmaya gelmez. İntikamını insanlarda bırakmaz.
Allah (c.c.) insanın taat ve ibadetine bakar. Taatı ne
kadar çoksa onu o kadar sever, ondan o kadar razı olur.
Peygamberler ki Allahu Tealâ onları evveliyattan
peygamber olarak yaratmış,
günahlardan masum kılmıştır. Bununla beraber Allah
(c.c.) onlardan da ibadet ve taat istemiş, taat ve ibadetsiz olmalarına razı
olmamıştır. Zaman zaman, Yunus peygamber gibi emir almadan hareket eden
peygamberler olduğunda onları cezalandırmıştır.
Allahu Tealâ, peygamberlerin bile emirlerine
uymamalarından razı olmamışken, nasıl olur da emrine muhalefet eden insandan
razı olur? İnsandan yaptıklarının hesabını sorup intikamını almaz mı? Öyleyse
insan dünyada kandırılmamaya bakmalıdır...
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘Efendimiz, kalbimiz
ibadeti seviyor fakat amel edemiyoruz.’ diyenlere cevaben: “Hayır, kalpler
ibadeti sevmiyor. Kendi kendinizi seviyorsunuz... Söylediğiniz sevgi muhabbet
değildir. Muhabbet olsa öyle olmaz... Dediğiniz sevgi kalbinizin bir şeye
meyletmesinden ibarettir. Eğer sevgi olsaydı itaat olurdu, çünkü sevgi
hareketi, itaat da bereketi celp eder. Seven, sevgilisini hiç unutur mu?..
Başkasına meyleder mi?.. Hareket berekettir. Bir insana cin çarparsa sara,
sevgi çarparsa aşk vuku’ bulur. Birisi nimet, birisi hikmet... Onun için
‘mecnunun ve aşığın hareketleri birbirine benzer.’ demiştir.
“Bir şeyin altını üstüne getirmek, ters yüz etmek” anlamında
Arapça bir kelimedir. Kalb, göğsün sol tarafında bulunan, kan dolaşım sistemini
sağlayan çam kozalağı şeklindeki et parçasıdır. Tasavvuf ıstılahında ise kalb; insanın
mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl, rûh, Allah’ın tecellî ettiği
mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü anlamları ifade eder. Biyolojik manadaki
kalb, insanda olduğu gibi hayvanlarda da bulunur. İkinci anlamdaki kalb ise
sadece insanda bulunur ve insanı hayvandan ayıran özelliktir. Kalb, aynı zamanda marifet ve irfan denilen
tasavvufî bilginin kaynağı, keşif ve ilham mahallidir. Kalb, iç yapısı ile rûh, dış yapısı itibariyle
de bedenle irtibat hâlindedir. Ancak, manevî kalp ile maddi kalp arasında
OTO bir bağlantı bulunduğu da muhakkaktır.
Kalb konusu, tasavvufun üzerinde en çok durduğu
hususlardan biridir. Zira kalb “nazargâh-ı ilâhî”dir.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, ‘kalb nasıl bir şeydir,
terbiyesi nasıl olur?’ sorusuna şu açıklamayı yapmaktadır:
Kalb; bir yüzü halk âlemine, diğer yüzü emir âlemine bakan, arş-ı
âzam Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) bütün sıfatlarına mazhar olan ve bu sıfatlarını
kuşatarak terakki edebilen, aynı zamanda rûhâniyet ile alışverişe müsait,
nazargah-ı İlâhîdir. Kainatın yaratılışında arşın fonksiyonu ne
ise, beden aleminde de kalbin fonksiyonu odur. Zira arş, mânâ âlemiyle madde
âlemi arasında bir köprü vazifesi görür. Emir aleminden gelen manevî tecelliyât
arşa iner, arştan madde alemine zuhûr eder. Rûhtan aldığı manevî zevki,
iştiyakı, bütün tecelliyâtı bedenin diğer akşamına yöneltir ve yönetir. Bütün
âzalar bir saç, bir tırnak dahi manevi hisleri bu şekilde alır. Aynı vaziyet
zıddıyla da kaimdir. Mesela, harama bakan gözün kiri kalbe gider. Bütün âzalarm
haram ve zulmetten doğan kiri kalbe gider. Eğer kalp zikirsiz olursa, âzalara
manevî feyzin gelmesi kesilir. Bunun için büyükler, ‘Allah’tan bir an gaflette
bulunmanın bile kalbe çok zararı vardır.’ demişlerdir. İşte mürşid-i kamiller
bunun üzerinde çok durmuşlar, kalb temizliğine büyük önem vermişlerdir. İnsan
vücudunda bulunan yürek, bahsi geçen kalbin mahallidir, makamıdır. Sırrın
terbiyesi de ona bağlıdır. Çünkü sır, kalbin nûrudur. Rûh ise emir alemindedir,
nûrunu melekût aleminden alır. Cenab-ı Allah’ın (c.c.), Hayy ve Kayyum
isimlerinin tecelliyâtıdır. Rûh-i İnsanî ise bu tecellilerle kâimdir. İnsan,
madde yönünün dışında, manevî her ne varsa rûha izafedir. İnsanın yaratılış ve
ayakta duruşu, yaşayışı, beden ve rûh yönüyle Cenab-ı Allah’ın ‘Hâlık’ ism-i
tecellisi iledir. Cenab-ı Allah, Hayy ve Kayyum (yaşatan ve ayakta tutan)
sıfatlarıyla, rûh-u insanîyeyi böylece yaşatır. Rûh, terbiye olup mâsivâyı terk
ederse fenafillaha ulaşır, böylece aslına dönmüş olur. İşte seyr-ü sülük da
budur. Temiz olarak verilen emaneti aynı safiyetle iade eder.”
Lügatta nefs; can, rûh, kan, ceset, nazar değdiren
göz, herhangi bir şeyin öznesi, hakikati, cevheri, azâmet, izzet, hamiyyet,
gayb... gibi manalara gelir.
“Kur’an-ı Kerim’deki kullanılışları şöyledir:
Zatullah, insan rûhu , kalp, sadır ,
cins , insan bedeni , bedenle beraber rûh ,
insan bedeninde bulunan ve insana kötülüğü, fesadı emreden cevher manasına gelen nefs, zattan (canlı, cansız bütün varlıklardan) söz
ederken kullanılır.
İslâm düşünürleri nefs kavramına, kulun kötü huyları
ve çirkin vasıfları, kötü his ve huyların mahalli olan latife anlamı yanında,
ruh manasını da vermişlerdir. Tasavvuf
terminolojisinde nefs, his, hayat ve iradeli hareket kuvvetlerini taşıyan,
latif buharlı bir cevherdir ve nefs-i natıka olan kalp ile beden arasında bir
vasıtadır. Nefse, rûh-i hayvani de denmiştir”
Başka bir tarife göre nefs beş çeşittir: Hayvani,
emmâre, mülhime, levvâme ve mutmaine. Bunların hepsi de rûhun isimleridir. Zira
rûh olmadan nefsin hakikati yoktur. Hakk olmadan da ruhun hakikati olmaz.”
Nefsin Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi
farklı anlamlarda nefsi kullanmıştır. Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî de ,. .
Nefsi, hayvani kuvvet olarak nitelendirir. Bu hayvani kuvvet ilk defa şöhret ve şehveti
emreder. İnsanın kalbine hayvani huylar verir. Nefsin makamı süfli olduğu için
insanın kalbini aşağı çaker. Bütün fenalıklar nefse nisbet edilir. Kalp
melekleşmeye, nefs ise hayvanlaşmaya meyleder. İnsanın esas vazifesi, şer’i
şerifi tahlil etmektir. Nefsin vazifesi, hayvani ve fena ahlakı terk etmek;
mücahede ile terbiye olup güzel ahlakla ahlaklanmaktır.
Rûh daima ma’rifeti ilahîyyeye meyyaldir, görevi ise
kemâliyyettir. Sır latîfesinin görevi, mâsivâyı terk etmektir. Sır latifesi Hâlıku’l-Kahhâr’ın
rahmetine sığınır.
Nefsin zatı ve maddesi değişmez, lâkin sıfatı terbiye
olup değişir. Mesela Hz. Ömer İslâm’dan önce cehalet döneminde kız çocuklarını
istemeyen birisiydi. İslâm’ı kabul ettikten sonra sırtına çuval yükleyerek
fakirlerin evlerine kadar ihtiyaç maddelerini taşımıştır. Her iki Ömer de
aynıdır, sıfatları değişmiştir, zatı ise aynıdır.
Nefs zikir ve riyâzetle terbiye olur, radiyye ve
merdiyye makamına çıkar. Sonra her hayrın menbaı ve menşei olur. Allah’a teslim
olan kendisi hakkında delil bile arayamaz.
Seyr; Arapça gezmek, sülük da yürümek ve gitmek
demektir. Tasavvufî anlamda
ise; cehaletten ilme, kötü ve çirkin huylardan güzel ahlâka, kendi vücûdundan
Hakk’m vücûduna doğru hareket demektir. Sülük, kulun Allah’a kavuşmasına
hazırlığı, eğitim yoluyla ahlakını süslemesidir. Netice itibariyle seyr ü sülük, bir şeyhin
nezaretinde, Allah’a vuslat için çıkılan manevî yolculuktur.
Nakşîlik geleneğine de mensup olması sebebiyle Seyyid
Abdülhakîm el-Hüseynî de, Abdulhâlık Gucduvanî (ö. 575/1179) ve Bahauddin
Nakşbend (ö. 791/1388) tarafından temelleri oluşturulan Nakşbendîlik’in sülük
ilkeleri olarak benimsediği on bir temel prensibi aynen kabul etmiştir. Bunlar:
Yâd kerd: Kalp veya lisan ile şeyhten aldığı
dersi yerine getirmektir. Şâh-ı Nakşbend’e göre “zikirden maksat, kalbin daima
Hakk ile, muhabbet vasfıyla hazır olmasıdır. Zira zikir, gafletin giderilmesi
demektir.’
Bâz geşt: Her an için inkisar ve tazarru ile
Hakk’a yönelmek demektir. Özellikle Unutup da sonra hatırladığın zaman Rabbini
an ve Hakk’a yöneldikten
sonra ‘’Allah’ım! Maksudum ancak sen’sin ve matlûbum ancak Sen’ın rızandır.”
diyerek tazarru ve niyaz eylemektir.
Nigâh daşt: Kalbe dikkat edip, zikir esnasında
yabancı şeyleri uzaklaştırmaya gayret etmektir. Zira, “ağyar” diye
isimlendirilen bu tür düşünceler, zâkiri meşgul eder ve gafletle yapılan
zikirden fayda sağlanmaz.260
Yâd daşt: Hakk Subhânehû ile zevk içerisinde
devamlı huzur hâlinde olmaktır.
Hûş der dem: Her nefes alışverişte gaflet içinde
bulunmamak, Hakk’tan agâh olmaktır. Bahauddin Nakşbend bu konuda, mürid, iki
nefes arasında bile gaflet içerisinde, olmamalı, huzur hâlini korumalıdır,
demektedir.
Sefer der vatan: Cismanî vasıflardan, rûhanî
olanlarına; kötü sıfatlardan ahlak-ı ilahîyyeye nakildir.
Nazar ber kadem: Tefrikadan korunmaktır. Zira insan,
sağa sola bakarsa kalpte tefrika meydana gelir. Huzur ve cem’ hâline zarar
vermemek için uygulanır. Bir çeşit zillet ve meskeneti de ima etmektedir.
Halvet der encümen: Halk arasında Hakk ile olmaktır.
Halka karışmanın huzura mani olmaması, bir başka anlamda ise üzüntü ve keder
içerisinde bile huzur hâlinin korunmasıdır. Yani göz ağyarda, dil yar’da
hâlinin muhafaza edilmesidir.
Vukûf-ı zamanî: Her akşam, o günkü yaptığı işleri
Allah yolunda mı yoksa gaflet içinde mi icra ettiği hususunda kişinin nefsini
hesaba çekmesidir. Zira amellerin
başı,
Hakk’dan agâh olmaktır. Bu şekilde hesaba çektikten
sonra amellerini daha dikkatli yerine getirmeye niyet etmektir.
Vukûf-ı adedi: Zihnî havatırın gelmesini önlemek
için zikirde sayıya riayettir.
Vukuf-ı kalbı: Kalpte huzur hâlini
gerçekleştirmektir. Zikir esnasında kalbe dikkat edip bir garaz veya emele yer
vermemektir. Bahauddin Nakşbend, vukûf-ı kalbiye diğer ilkelerden daha fazla
önem vermiştir.
Abdulhalık Gücduvanî tarafından tespit edilen bu
hususlar, sadece Nakşbendîlik’e has değildir. Zira dikkat çekilen hususlar, bir
bakıma tasavvufun gayesiyle de örtüşmektedir. Uygulamada bazı prensiplerde
farklılıklar bulunmakla birlikte genelde bütün tarikatlar tarafından kabul
edilmiştir.
' fa. Mürşide Olan İhtiyaç:
Mürşid, Arapça va’zeden, öğüt veren, anlamındadır.
Rüşd, insanlara maslahatını
göstermek ve çıkarlarını anlatmaktır. Doğru yola da rüşd adı verilir. Mürşid, sapıklık karşısında doğru yolu
gösteren kişidir. Tasavvuf
literatüründe, “tarikat lideri” anlamına gelmektedir. Mürşid olan kişinin,
Allah’ın ahlakını tahalluk ettirmiş olması, en azından fena makamına ulaşması
şarttır. Tasavvuf sisteminin müesseseleşmiş hâli olan tarikatta şeyh , diğer
bir tabirle mürşid, sistemin temel taşlarındandır.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî bir kimse Kur’an, hadis,
fıkıh kitaplarını bilir, selefin kitaplarını da okursa bir şeyhe bağlanmasına
ne lüzum var mı? sorusuna şu cevabı verir: “Bir eczacıyı düşünelim ki bu kişi
enva-i çeşit otlan bilir; bunlardan nasıl ilaç yapılacağını, bu ilaçların hangi
hastalığa yarayacağını da bilir; hatta çoğu zaman doktorlara da bilgi verir.
Doktorlar da bazı zamanlar bu bilgilerden esinlenerek teşhis ettikleri
hastalara bu ilaçları verir. Ama eczacı çoğu kez bir. hastalığı teşhis edemez,
reçete olmadan hastaya ilaç veremez. Verdiği takdirde, ilacı parasız dahi
verse, hasta zarar görürse cezalandırılır. Ayrıca bakınız, bir doktor çoğu kez
kendi filmini çekemez. îki omuzu arasında bir yara olsa onu tedavi edemez.
Sorduğunuz kimseyi de böyle kıyas etmek lazımdır. İnsan ahiret yolunda evvela
avamdır. Kendisini mâsivâdan kurtarması çok zordur. Oğlun dahi olsa, ehil
değilse bir hastalığından mütevellit ameliyat lazım gelse ona yaptıramazsın.
İşin mütehassısını ararsın. Mürşidler ehil kimselerdir, izn-i İlahî ile
insanları gafletten kurtarıp yönünü Hakk’a döndürürler. Bakınız, devrimizde
vaaz ve nasihat dinleyip hidâyete gelen çok az kişi vardır, ama şeyhler daha
çok kişinin hidayetine vesile olurlar. Zamanımızda, mutasavvıflar az olduğu
için, insanlar isyana daha fazla düşmüştür. İrşad ehli zatlar devrimizde
azdır.”
fb. Mürid-Mürşid İlişkisi:
Mürid, Arapça bir kelime olup “isteyen” demektir. Allah’a
vuslatı arzu eden, başka bir deyişle, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı ilke
edinen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir mürşide bağlanan kişiye denir.
îbn-i Arabi mürid için, kendisinde
Allah’tan başkasının arzusunun bulunmadığını bilerek iradesinden soyutlanan
kişidir demektedir. Mürid,
tasavvuf literatüründe iki anlama gelmektedir: Birincisi, muhib yani meczub
saliktir. İkincisi ise hidâyet nûruyla basireti Hakk Subhânehû’yu gören, kendi
kusurlarının farkında olup daima kemale ulaşma arzusundaki kişidir. Bu muradına
vasıl olma ve Hakk’a yakınlık hususunda durmak bilmeyen kişiye denir. Bu ismi
taşıyan kişinin her iki cihanda da ondan başka arzusu yoktur. Bir lahza bile
başka şeye yönelirse o o o “müridlik” sıfatı o kişiden uzaklaşır.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre müridin mürşidine
uyması ancak hakiki bir muhabbetle olur.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî mürşid-i kâmiller
müridlere nasıl himmet eder? sorusuna cevaben şu açıklamayı yapar: Hazne
köyündeyken, bir gün kalbime ‘ben bu dergaha layık değilim, Şâh-ı Hazne’den izin alıp
gideyim.’ gibi bir vesvese geldi. Şâh-ı Hazne gelirken yoluna çıkıp ziyaret ettim.
Bu esnada Şâh-ı Hazne bana, ‘Şeyh Abdülhakîm, bir şey mi diyeceksin?’ dedi.
Ben, ‘kurban ben bu dergaha layık değilim, müsaade ederseniz memleketime
döneyim’ deyince Şâh-ı Hazne şöyle buyurdu: ‘Mürşidin nazarı, himmeti müridin
çalışmasına göredir.’ O zaman ‘Kurban, müridin çalışması ne demektir.’ diye
sordum. O da bana Allah’ın (c.c.) bütün emirlerini yerine getirmektir.’ dedi.
Râbıta, Arapça “bağlayan, rapteden”
demektir. Sözlükte; ■ iki şeyi birbirine bağlayan ip,
bağ, vuslat, münasebet, ilgi ve sevgi ile mensubiyet, cesur ve dayanıklı olmak
gibi anlamlara gelir. Nefislerini dünyadan çekip kendilerini ukbaya adamış
zâhid, râhib ve filozofa da bu kelimeden türetilen “râbıt” adı verilir. Istılahta ise; şuhûd makamına ulaşmış kâmil
şeyhe kalbi bağlayıp huzur ve gıyabında o şeyhin sûreti, sîreti ve özellikle
rûhaniyetini hayalen kendisi ile
birlikte farz ederek yanındayken takındığı tavrı,
gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir. .
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre rabıta; kalbi
mürşide bağlamak, şeyhin huzurunda ve gıyabında edebe dikkat etmeğe
çalışmaktır.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî, rabıta ile ilgili şu
maddeleri şunları eklemektedir:
1.
Samimiyetle yedi müslüman kemal-i edeble oturup sohbet
etse, o an kalpler birleşir. Bir veli, bir pîr kadar feyiz alırlar. İçlerinden
birisi kuvvetli bir rabıta ile mürşide bağlansa, mürşidden aldığı İlahî feyiz
kalplerden mâsivâyı temizler, o ehli rabıta olan kişiden diğerlerine sirayet
eder. Ama ne fayda ki asrımızda gaflet çok ilerlemiştir. Ciddi rabıtaya
muvaffak olan çok feyiz alır.
2.
Mürşidin huzurunda kuvvetli rabıta ciddi dinlemekten
ibarettir. Gıyabında ise şeyhi kendi yerine koyup ondan dinler gibi dinletmek
veyahut da şeyhini konuşanın yerine koyup samimiyetle dinlemek gerekir. Bu
rabıta çok elzemdir, umum faydalar bundan olur. Şeyhinizin karşısında uyanık
olarak oturun, onun konuştuğu kelimeleri zaptedin, işaretlerine dikkat edin.
Şeyhinizin yüzüne bakmayın, şeyh sizin yüzünüze baksın.
3.
Fenâ hasıl olmadığı müddetçe, şeyhinin vefatından
sonra doğru bir rabıtaya sahip ve muvaffak da olsa, sâlikin bir mürşid-i kâmile
bağlanması gerekir.
4.
İnsanın bedeninde bulunan letâifler asıllanna yükselip birleşmeden evvel nefse
hizmet ederler. Nefste ise riyâset, şöhret ve böyle hastalıklar vardır. Nefs
kendi hakimiyetinde bulunan letâiflere hükmeder. Letâifler bu durumda mecburen
nefse uyarlar. Zikir ve râbıta ile letâifler asli güzelliklerine döndükten
sonra, nefs yalnız kalır. Nefsin bu yalnızlığı nefsin tabiatına ters düşer.
İster istemez letâiflerin peşine düşer, onlara kavuşur. O zaman nefsin sıfatı
değişir, hayra hükmeder. Letâiflerin başına geçer, onları âlemlerinden alır.
Nefs, saflaştığı için hayır üzeredir. Rabıta ne kadar müştekim ise, nefis de o
derece saflaşır.
5.
Şeyh, müridin kalbinde konuşur, lâkin o hâle iltifat
edilmez. Çünkü, ölçü şeriattır, şeriate göre hükmedilir. Mürid, mürşidinin
zahirî telkinine göre hareket eder. Şu üç usulü tatbik etmek müride elzemdir:
-
îtikad zayıf da olsa cüz’i iradeyi kullanarak tarikat
edebine riayete çalışmalıdır. Eğer kalbinde ‘ben bunu yapayım da halk beni
beğensin’ diye bir gayesi olsa, aklen ve şer’an merduddur, haramdır. İnsanın
olduğu gibi görünmesi kendisi için iyidir. Çünkü, tedavi olması kolaylaşır.
-
‘Halk bana ittiba etsin’ diye şeyhine riayet edinmeyi
gaye edinmek ile edebler tahsil ederse, şer’an makbuldür. Lâkin ben de, bazı
meşayih gibi, böylelerini sevmiyorum.
Çünkü, bu hâlde semere vermez. Müridin gayesi şöyle
olmalıdır: ‘Ben bu yolu öğreneyim ve ona göre amel edeyim.’ Bakınız, şu lamba
yanıyor, biz faydalanıyoruz ama kendisine bir faydası olmuyor.
-
Mürid, nefsinin kusurunu itiraf edip şeyhinin azâmet
ve büyüklüğünü idrak etmelidir. Mürid, kedinin aslandan korktuğu gibi şeyhinden
korkmalıdır. Şeyhinin gıyabında da huzurunda olduğu gibi korkmalıdır. Şâh-ı
Hazne, böyle hareket edenleri sever. Şâh’ın meclisi çok güzeldi, her an şeriat
tatbik edilirdi.
6.
Günah işlemek müstesna, beşeri ihtiyaçlar anında,
üstadın rûhâniyeti görülse bile ondan utanmak ve sakınmak lazım gelmez. Nitekim
biz meleklerden sakınmıyoruz.
7.
Şeyhini hayaline bile getiremeyen endişelenmesin,
bunun bir zararı yoktur. Maksad kalbin üzerinde rabıta ile durmaktır.
8.
Şeyhi yanma gelmeyen, sık sık şeyhinin yanına gider;
hayali ile ona yalvarır. Şeyhinin oturmasını, kalkmasını, hâl ve hareketlerini
hayaline getirerek şeyhinin tavsiyelerini yerine getirir. Akıl ve hayali ile
şeyhin yanına gider, gelir. Müridin istikameti ne kadar düzelirse, sevgisi de o
kadar artar, istikametin doğruluğundan ihlas ve muhabbet doğar. O zaman üstad,
yüzündeki perdeyi kaldırır. Mürid nerede olursa olsun, şeyhini manen görür.
9.
Râbıtanın düzelmesi için, tevbe çok faydalıdır. Hakiki
bir tevbe, tam istikamete sirayet eder. İstikamet tamam olduktan sonra, şeyh
müridinden ayrılmaz. Mürşid, kime ne verdiyse onu geri almaz. Vefatından sonra,
kıyamete kadar da müridlerini terk etmez.
Bakınız,
hayali de olsa teslim, ihlas ve muhabbet kemal oluncaya kadar rabıta tam
manasıyla düzelmez. Bunların azalmasında râbıta bozulur, çoğalmasında ise
düzelir.
Teveccüh,
Arapça “yönelmek” demektir. Şeyhin, bütün manevî gücünü müridin kalbi üzerine
yöneltmesi ve bu suretle aktarmasıdır. Bu, müridin rûhunda filizlenmelere sebeb
olacak bir manevî aşılama olayıdır. Yani müridin ruhî kabiliyet kapasitesinin
artırılmasıdır. Mürid bu şekilde mürşidinin manevî özelliklerini yüklenmiş
olur. Teveccüh, mürşidin,
müridin hasta kalbine yönelmesi, onun tedavisi ile ilgilenmesidir. Bu, bir
bakıma manevî ameliyattır.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî’ye göre teveccüh; insanın
kalben Allah’a (c.c.) yönelmesidir. İnsanın vücudunda Allah’ı bilmek için sultanî
bir kalp vardır. Bu kalp, yönünü çevirdiği taraftaki olup bitenlere vakıftır.
Kalben vakıf olduğu bilgiler böylece kalpte tecelli eder, görünür. Öyleyse,
kalbimizi Allah’a döndürmeliyiz. Bu vesile ile kalpte zikir, fikir hasıl olur.
Hasıl olan bu zikir ve fikir sayesinde insan, kalbini hayalden, vehimden,
vesveseden, her türlü şek ve şüpheden temizlenir. Biliniz ki halka yönelen kalp
Allah’tan uzaklaşır. Hakk’a yönelen kalpte ise İlâhî bir pencere açılır ve o
pencereden İlâhî feyzin güneşi kalbe akseder. Kalbinde böyle bir pencere açılan
kişi, şarkta ve garpta nerde olursa olsun, zerreleri hissetme vasfı izn-i İlâhî
ile zuhûr eder.
Mesela, bir ev yapsanız o evin penceresi olmazsa güneş ışınları o eve
giremez. Siz bu evin kapısını da kapatsanız, içeride yaşayanlar için hayat
çekilmez olur. Aynen bunun gibi insanın kalbi de beden hanesinin içindedir. Siz
bu kalbe İlâhî pencere açmaz iseniz, bedenin sultam olan kalb, sağ veziri
durumunda bulunan akl-ı selim ile sol veziri durumunda bulunan nefs-i mülhime
ile beraber zikirsizlikten ölür. Eğer ki kalpte pencere açılırsa Cenab-ı Hakk’m
(c.c.) feyzinden behremend olur, değilse İlâhî feyizden mahrum kalır.
Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şâh-ı Hazne
‘gaflet kadar hiçbir kötü illet yoktur.’ derdi. Kimin başına ne geldiyse
nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi kuvveti ile
gafleti terk edemiyorsa edebe riayet etsin. Şöyle ki; ‘Rabbim her an her yerde
beni görüyor’ diye nefsini zorlamalıdır. Cünüp dahi olsanız, kalben
Allah...Allah... diye zikrediniz. Siz, kalbi bir şehir olarak düşününüz. Zikir
kalbe tecelli ettiği an gafleti, vesveseyi, vehmi vs. yok eder. Ayrıca açık ve
gizli edeplere riayet etmekle insanın kalbi uyanır. Böylece gaflet de yok olur.
Bir kişi, Şeyh Şehabeddin-i Sühreverdî’ye ‘efendim, başımda iki bela var.
Biri, amelimi terk etsem tembellik bende galebe çalıyor. Diğeri de; amel
ettiğim zaman bende riya ve kibir oluyor. Bu dertlerden kurtulamıyorum. Ne
yapacağım?’ deyince, Şeyh Şehabeddin-i Sühreverdi ona, ‘tembellikten Allah’a
sığın, amel et, riya ve ucub ârızî olarak meydana gelir. O zaman da istiğfar
et. Şu bir gerçektir ki, mürşid olmadan riyâdan kurtuluş zordur. Ruhlar
saflaştığı zaman heykellere bile tesir eder ve içlerini nurlandırır.’ cevabım
verir.
Tasavvuf tarihinin her döneminde topluma yön veren
örnek ve önder şahsiyetler yetişmiştir. Bu insanlar bir bakıma Yüce Yaratıcı
ile kul arasındaki ilişkilerin faydalı olması içinyol gösterici gibidirler.
İslâm dışı davranışlara karşı tavır almışlardır. Allahu Tealâ ile kullar
arasındaki ilişkilerin yavaş yavaş soğumaya başladığı dönemlerde bu durum daha
da büyük önem arz etmiştir.
Toplumda genel anlamdaki dejenerasyona karşı durmanın
yanında, tasavvufi çevrelerdeki bozulmanın da önüne geçmek gerekmektedir.
Tez konusu olarak ele aldığımız Seyyid Abdulhakim
el-Hüseyni de böyle bir ortamda yetişmiş ender şahsiyetlerden biridir. Mensup
olduğu Nakşbendî tarikatının temel vasıflan olan Kur' an ve sünnete sıkı sıkıya
bağlılık, kendisinin de hayatın her alanında şian olmuş, insanlarla
ilişkilerine yön vermiştir.
Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni'nin yaşadığı döneme
bakıldığında, toplumda genel anlamda bir dejenerasyonun olduğu görülür. Aynı
durum, tasavvuf için de geçerlidir. İnsanların zaaflarından kendi çıkarları
için faydalanmak isteyenler, ehil olmayan kimseler tasavvufi kurumlara da gölge
düşürmüşlerdir.
Bu ortam içerisinde safiyetini muhafaza edebilmiş olan
tasavvuf daha da önem kazanmıştır. Bu sayede, tasavvufun Kur' an ve sünnet
temelinde sevgiye, birlik beraberlik düşüncelerine dayalı fikirleri, toplum
genelinde yankı bulmuştur.
Seyyid Abdulhakim el-Hüseynî hayatı boyunca kendisi ve
toplum için doğru olanı yapma gayreti içerisinde olmuştur. Kalbî inceliği
kendisini tasavvufa çekmiş, Nakşbendîlik gibi büyük bir tarikattan ehil olarak
icâzet almarı, tasavvuf tarihindeki yerini göstermesi açısından
önemlidir.
Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni’nin tasavvuf anlayışının
sadece Nakşbendîlik ekolünde bir takipçi olarak kalmadığını görürüz. Çünkü o,
her anı ile yaşamını bir ibadet haline dönüştürmüştür. Seyyid Abdülhakîm
Hüseyni'yi anlayıp layık olduğu değerle bu küçük çalışmaya sığdırabilmek bir
iddiadan öteye geçmeyecektir.
Genel anlamda tasavvuf anlayışına baktığımızda şu
sonuçlara varmaktayız:
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî’ye göre sohbet; kalblerden
mâsivâyı temizleyen, kalbleri birleştiren, bir veli, bir pîr kadar İlahî feyz
ve bereket yağmasına vesile olan en önemli irşad yollarından birisidir. Bundan
dolayı mürid, şeyhinin karşısında uyanık olarak oturmalı, şeyhin sohbetindeki
kelimeleri iyi zabt etmeli ve şeyhin sohbet esnasındaki işaretlerine çok dikkat
etmelidir.
Sebatı gerçekleştirmede müride yardımcı olacak
hususların en önemlilerinden birisi içinde bulunduğu ortamdır. Sâlik bu ortamı
Nakşbendîlik'te çok önem verilen sohbette bulur.
îhlâs; hiçbir sebeb ve gaye olmaksızın Allah’ın emir
ve hükümlerini yalnız Allah rızası için yapmaktır. Yani bütün gücünü Allah
yolunda sarf etmektir.
Ona göre ibadet; insanın hem zahirini hem de batınını
temizleyen, kalbin dirilmesine vesile olan, Rabbü’l-Alemin’in bizi tecrübe için
emrettiği amellerdir.
Kalp; bir yüzü halk alemine, diğer yüzü emir alemine
bakan, arş-ı azam Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) bütün sıfatlarına mazhar olan ve bu
sıfatlarını (istiva) kuşatarak terakki edebilen, aym zamanda rûhâniyet ile
alışverişe müsait, nazargâh-ı İlâhîdir.
Seyyid Abdülhakîm el-Hüseynî nefsi, hayvani kuvvet
olarak nitelendirir. Bu hayvani kuvvet ilk defa şöhret ve şehveti emreder.
Müridin, neftsten kurtulmasının ve mürşidine ancak hakiki bir muhabbetle
olacağını söyleyerek, marifet yolunda tasavvufu seçen kimsenin, mürşidiyle
birlikte olduğu zaman nasıl hareket ediyorsa mürşidinin gıyabında da o şekilde
hareket etmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bunun için en uygun yolun rabıta
olduğunu savunarak, tasavvufun edebe riayetten ibaret olduğunu belirtmektedir.
O, teveccühü, insanın kalben Allah’a (c.c.) yönelmesi
olarak tanımlamakta, mâsivâ terk edilmeden Allah’a ulaşılmayacağım
vurgulamaktadır.
Abdurrahman Cami, Nefahâtu’I-Üns (Evliya
Menkıbeleri), Türk. trc. Lamiî Çelebi, çev. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara,
Marifet Yayınları, İstanbul 1998.
Abdülkerim Kuşeyrî, er-Rısaletü’I-Kuşeyriyye, Beyrut
1999.
Ahmed er-Rifaî, Sohbet Meclisleri, tere. Ali
Can, Tatlı, Erkam Yay. İstanbul 1996.
Ali Behçet Efendi, Risâle-i Ubeydiyye-i
Nakşibendiyye, Milli Kütüphane, No: 1948 A 590.
Apaydın, H. Yunus, ‘’Fesad’’,, DİA, XII.
Apaydın, H.Yunus, "İhtiyat” DİA, XXI.
Amold, T.W., "Halife” İA. MEB.
Asım Efendi, Kamus Tercümesi, İstanbul 1304, c.
III.
Aşkar, Mustafa, Niyazî-i Mısri ve Tasavvuf
Anlayışı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.
Atar, Feriduddin, Tezkiretü’l-Evliyâ, tere.
Süleyman Uludağ, Bursa 1984 s. 783.
Ateş, Ahmet, "Batın” DİA. II.
Ateş, Süleyman, "Gavs” DİA. XXVI.
Ateş, Süleyman, "İhlas” DİA. XXI.
B. Cara De Vaux, "Hicret” İA. MEB, V.
Baba, Safer, Tasavvuf Terimleri, İstanbul 1998.
Baz, Reşit, Kendisi ile yapılan mülâkat, 2003.
Berthels, E., "Mevla” İA.MEB, VIII.
Boer, T. J., "Halk” İA. MEB, V.
Bozan, Üzeyir, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.
Bozkurt, Nebi, "Mihmandar” DİA, XXX.
Bursah Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333.
Calverley, E. E., "Nefs” ÎA. MEB, IX.
Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf
Anlayışı, Muradiye Kültür Vakfı
Yayınlan, Ankara 1994.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, Rehber Yayınlan, Ankara 1997.
Cour, A., "Şeyh” İA. MEB, XI.
Cürcanî, Ebu'l-Hasan Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b.
Ali, et- Ta’rifât, 1231.
Çağıl, Ahmet- Ildırar, Mehmet, Seyyid Abdülhakîm
El-Huseynî (Seyyid Abdülhakîm el-
Hüseynî-i Bilvanisî), Menzil Kitabevi, 1992.
Çağıncı, Mustafa "Gıybet” DİA. XIV.
Çağıncı, Mustafa, "Davet” DİA, IX.
Demirci, Mehmet, "Himmet” DİA. XVIII.
Dönmez, İbrahim Kafi, "Yetim” İA. MEB,
XIII.
Durmuş, İsmail, "Kalb” DİA. XIV.
Ebû Hazzâm, Enver Fuad, Mu’cemu’l-Mustalâhâti’s-Sûfiyye,
thk. George Mutri
Abdülmesih, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1993.
Gazzalî, İlahî Nizam, çev. Yaman Arıkan,
İstanbul 1986.
Gazzalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, İhyâ-u
Ulûmi’d- Dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul 1992.
Hani, Abdulmecid Muhammed, el-Hadâiku’I-Verdiyye fi
Hakâik-i Ecillâi'n- Nakşbendiyye, 1306.
Mekki, Ebu Talib, Kûtü’l-Kulûb, çev. Muharrem
Tan, Tz Yayıncılık, İstanbul 1999.
Eraydın, Selçuk, "Feyiz” DİA. XII.
Erol, Fevzeddin, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.
Eşrefoğlu Rûmî, Müzekkin-Nufûs, Aslan
Yayınları, İstanbul 19...,
Fakir, Haşan, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.
Genç, Baha, Kendisiyle yapılan mülâkat, 2003.
Goldziher, I., ‘’Edeb” İA. MEB, IV.
Gündüz, İrfan, “Tasavvufî Bir Terim Olarak Rabıta” Marmara
Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, İstanbul 1992, VII-X, 247
Gündüz, İrfan, OsmanlIlar'da Devlet-Tekke
Münasebetleri, Sehâ Neşriyat, Ankara 1989.
Hafız, Hüseyin Ayvansarayî, Hadîkatu’l Cevami’, İstanbul
1821/ 1864.
Haig, T. W., "Seyyid” İA. MEB, X.
Haksever, Ahmet Cahid, Ahmet Remzi Akyürek; Hayatı,
Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, (Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1999.
Hamidullah, Muhammed, ’Sünnet” İA. MEB, XI.
Hanî, Muhammed Abdullah; Âdâb, Erkarn Yayınlan,
İstanbul 1985 s. 26.
Hanî, Muhammed b. Abdullah, el-Behcetü's-Seniyye fî
Adabi't Tarîkati'l-Aliyyeti'n-
Nakşbendiyye, çev. Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yayınlan,
İstanbul 1985.
Haşimî, S. Muhammed, Arifler Yolunun Edebleri, İstanbul
2003
Hilal, Adil, Kendisi ile yapılan mülâkat, 2003.
Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü'I-Evliya Silsile-i
Saadât-ı Turuk-ı Aliyye, Osmanlı
Yayınevi, 1979.
Hucvirî, Keşfu’l-Mahcub, Hakikat Bilgisi, çev.
Süleyman Uludağ, Dergah Yay. İstanbul 1982
İbn Manzûr, Ebu'1-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali
el-Ensarî, Lisânu'I-Arab, Daru Sadır, Beyrut 1990.
Kara, Mustafa, "Fena” DİA. XII.
Kara, Mustafa, Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler, Uludağ
Yayınları, Bursa 1990.
Kınacı, Dr. A. Selahattin, Gavs-ı Bilvânisî Hayatı, Ankara, 2002.
Komisyon, el-Mu'cemu'I-Vasît, Çağrı
Yayınlan, İstanbul 1992.
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınlan, Ankara 1981.
Kufrah, Kasım, Gucdüvânî, İA, MEB
Yayınlan, c. 4, İstanbul 1964.
Kufrah, Kasım, "Molla İlahî
ve Kendisinden Sonra Nakşbendî Muhiti”, İ.Ü.E.F.,Türk
Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul
1949.
Kufrah, Kasım, Nakşbendiliğin
Kuruluş ve Yayılışı, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü, Doktora
Tezi, 1949.
Kurnaz, Cemal-Tatçı, Mustafa, İstanbul'da
Buharalı Bir Mutasavvıf: Emir Buhârî, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.
Kutulay, Yaşar, "Sülük” İA.
MEB, XI.
M. Plessner, ‘’Mürîd”, İA.
MEB, VII.
Macdonald, D. B., ’Hamdele” İA.
MEB, V.
Macdonald, D. B.,”Fakir” İA.
MEB, IV.
Mehmed Es’ad Efendi, Üss-i Zafer, İstanbul
1293/1876.
Mehmed Süreyya, Sicilli-i Osmanî, Türk
Tarihi Vakfı Yayınları, İstanbul 1996.
Memiş, Abdurrahman, Halid-i
Bağdadî ve Anadolu'da Halidilik, Kitabevi Yay., İstanbul 2000.
Oğuz, Muhammed İhsan, Sorular ve
Cevaplar, Oğuz Yay. İstanbul 1995 s. 230.
Pakalm, Mehmet Zeki, Osmanh Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. İstanbul 1983 Basımevi, İstanbul
1983.
Pakiş, Yahya, Kendisi ile yapılan
mülâkat, 2003.
Parsa, Hâce Muhammed, Tevhide
Giriş, Erkam Yay. İstanbul 1988.
Polat, Salahattin, ‘’Gaflet” DİA.
XIII.
Selvi, Dilaver, Kur’an ve Sünnet
Işığında Rabıta ve Tevessül, İmran Yay. İstanbul 1994.
Sinanoğhı, Mustafa, ‘’İbadet” DİA.. XIX.
Sülemî, Ebu Abdurrahman, Tabakâtu’s-Sûfiyye, 3.
Baskı, Kahire 1986 s. 357.
Sülemî, Ebu Abdurrahman, Tasavvufun Ana İlkeleri
Süleminin Risaleleri, tere. Süleyman,
Ateş, Ankara 1981, s. 25.
Şahinoğlu, M. Nazif “Vefa” İA. MEB,XIII.
Şahinoğlu, M. Nazif, “Vird” ÎA. MEB, XIII.
Şeyh Safîyüddin Ali, Reşahat-ı Aynu’I-Hayat, ter.
Mehmed Ma’uf Efendi, İstanbul 1291.
Şeyhi, Köstendilli Süleyman, Bahru’l-Velâye, çev.
Ali Yılmaz. (Yayınlanmamış nüsha)
Şimşek, Halil İbrahim, Mehmed Emin Tokadî, Hayatı,
Eserleri ve Görüşleri, (Yüksek
Lisans Tezi), Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Samsun 1996.
Tanman, M. Baha, ‘’Âsitâne” DİA. III,.
Tehânevî, Muhammed b. A'la b. Ali el-Farukî, Keşşâfu
Istılâhâti'l Fünûn, Daru Sadr, Beyrut trz.
Topaloğlu, Bekir, ‘’irşad” DİA. XXII.
Topaloğlu, Bekir, “Kıyamet” DİA. XXV.
Türer, Osman, ‘’Letaif-i Hamse”DİA.
Türer, Osman, Ana Batlarıyla Tasavvuf Tarihi, Sehâ
Neşriyat, İstanbul 1995.
Uludağ, Süleyman, ‘’Masiva” DİA. XXVII.
Uludağ, Süleyman, “Keramet” DİA. XXV.
Uludağ, Süleyman, İslâm'da Mürşid ve İrşad
Faaliyetleri, İrfan Yayınları, İstanbul 1975.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet
Yayınları, İstanbul 1995.
Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliya, Süleymaniye
Kütp, Yazma Bağışlar Bl., No: 2305-2369, Mikrofilm Arşiv No:2754.
Wensink, A. J. “Sabır” İA. MEB, X.
Wensink, A. J., “Salat” İA. MEB, X.
Yaran Ayverdi, ‘’Türbe” İA.
MEB, VI.
Yaran Rahmi, ‘’Bid’at” DİA.
Yavuz, Yusuf Şevki ‘’Mehdi” DİA.
XXVIII.
Yazıcı, Tahsin, Nakşbend, İA, MEB,
Yayınlan, c. 9, İstanbul 1964.
Yeşilyurt, Nurettin, Kendisi ile
yapılan mülâkat, 2003.
Yılmaz, Ali, Köstendilli Süleyman
Şeyhî, Kültür Bakanlığı, Ankara 1989.
Yılmaz, Haşan Kamil, Altın
Silsile, Erkarn Yayınlan, İstanbul 1994.
Yılmaz, Haşan Kamil, Ana
Katlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 1994.
Yılmaz, Haşan Kamil,”Cezbe” DİA.
VII.
Zettersteen, K. V., ‘ ’Zahir’’ İA.
MEB, XIII.