folklor/edebiyat, cilt:19, sayı:76, 2013/4
O. WILDE’IN “DORIAN GRAY’İN
PORTRESİ”, H. HESSE’NİN “NARZİSS VE GOLDMUND” VE N. GÜRSEL’İN “RESİMLİ DÜNYA”
ADLI ESERLERİNDE NARSİSİZM ÖĞELERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI[1]
Medine Sivri[2] -
Işıl Köylü[3]
Giriş
Bu makalede Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’in
Portresi”, Hermann Hesse’nin “Narziss ve Goldmund” ve Nedim Gürsel’in “Resimli
Dünya” adlı eserlerine yansıyan narsisizm olguları, karşılaştırmalı edebiyat
bilimi verileri doğrultusunda benzer ve farklı yönleriyle karşılaştırılarak,
narsist mitinin bu eserlerde nasıl bir dönüşüm yaşadığı ortaya konulmaya
çalışılacaktır. Yapılan incelemelerde Ovidius’un “Dönüşümler” adlı yapıtı temel
alınacaktır.
Bu karşılaştırmalı inceleme ile mitoloji ve edebiyat
arasındaki ilişkinin açığa çıkarılarak mitik unsurların edebiyat eserlerinde
yinelenerek yaşamaya devam ettikleri savı kanıtlanmaya çalışılacaktır.
Yaşamın başlangıcından beri var olan ve herkese özgü
nitelik içeren bazı değerler vardır. Bu evrensel nitelikte değerler mitler
aracılığıyla gün yüzüne çıkarlar ve insanlara yaşamda örnek teşkil ederler. Bu
değerler sayesinde içinde bulunulan durumlarla başa çıkılabileceğinin farkına
varılır, çünkü önce de böyle bir durumun yaşandığı bilincine varılır. Bu ortak
değerler farklı koşullarda ve farklı kültürlerde, farklı biçimlere bürünerek
kendilerini tekrar ederler. Yani geçmişte mitolojik kahramanların
karşılaştıkları olayların, günümüze kadar şekil değiştirerek anlatıla
geldikleri görülür. Böylece sanatta, edebiyatta ve folklorda sürekli yinelenen
durumlar ortaya çıkarlar. Bunlar arketip olan durumlardır ve eserlere yansıyan
bu arketiplerin ortaya çıkarılması eserlerin bütünüyle kavranmasına olanak
sağlar.
Çalışmada incelenecek eserlerde Narkissos mitinin bu
şekilde bir tekrarı söz konusudur. Mitolojik bir kahraman olan Narkissos’un
farklı ülkelerde ve farklı kültürlerde yazılmış olmalarına rağmen, Oscar
Wilde’ın, Hermann Hesse’nin ve Nedim Gürsel’in söz konusu eserlerine ortak bir
figür olarak yansıdığı görülür. Ancak insanın iç dünyasına geniş yer verilerek
aktarılan ve modernleştirilen mitin eserlere yansıyış biçiminin farklı
şekillerde gerçekleştiği görülmektedir. Wilde’ın Dorian Gray karakteri ve onun
portresine olan hayranlığı üzerinden işlediği narsisizm, Hesse’de Narziss ve
Goldmund arasındaki ilişki ile kendini gösterir. Nedim Gürsel’in ise
narsisizmi; Kamil Uzman karakterinin kendisini Bellini karakteriyle
özdeşleştirmesi üzerinden işlediği görülür. Ancak eserlerdeki karakterlerin bu
narsisistik durumlarını algılayabilmek için öncelikle onların yaşamlarını ilk
çocukluk ilişkilerinden, yani anneleri ile olan ilişkilerinden başlayarak
değerlendirmek gerekir. Çünkü bireyin gelişim aşamasında yaşadığı ilk nesne
ilişkileri, onun kişiliğinin belirlenmesinde en önemli etkenlerden biridir. Bu
aşamanın anormal şekilde seyretmesi çocuğun narsisistik bir eğilim göstermesine
sebep olmaktadır (bkz. Freud, 1998: 62). Çünkü “erken dönemlerdeki
zedeleyici anne-baba kayıpları narsisistik sektörleri harekete geçirirler”
(Tangör, Dilsiz: 1996: 382). Nitekim birçok araştırmacı tarafından “narsisizmin
erken gelişim dönemindeki yetersiz ebeveynlikten kaynaklanan bir karakter
eksikliği” (Beck, 2008: 366) olarak algılandığı görülür.
“Dorian Gray’in Portresi”, “Narziss ve Goldmund” ve
“Resimli Dünya” adlı eserlerde başkişilerin küçük yaşta annelerini kaybetmiş
oldukları ve kötü bir çocukluk yaşadıkları görülür. “Dorian Gray’in
Portresi”nde Dorian’ın annesi ailesinin onaylamadığı bir subayla evlenir,
ancak birkaç ay sonra kadının babasının parayla tuttuğu bir serseri tarafından
öldürülür. Birkaç yıl sonra kadın da ölür ve Dorian dedesinin, Lord Henry
Kelso’nun yanında annesiz büyümek zorunda kalır:
Çılgın bir arzu için herşeyi
göze alan bir kadın. Mutluluk dolu birkaç haftayı kesip atan çirkin, aşağılık
bir cinayet. Aylar süren bir sessiz acı dönemi ve acılar içinde doğan bir
çocuk. Ölüm annesini götürüyor ve oğlan yalnızlığa ve yaşlı, sevgisiz bir
adamın katı yürekliliğine terk ediliyor (Wilde, 2004: 41).
Yine eserde Dorian Gray Lord Kelso’yu kötü biri olarak
hatırlar: “Büyük babasının adı geçince Dorian gözlerini kırpıştırdı. Onunla
ilgili kötü hatıraları vardı” (A.g.e. 130). Ayrıca Lord Kelso’nun, Dorian’a
annesinden dolayı kötü davranarak onu tavan arasında bir odaya yerleştirmesi
sonucu, Dorian’ın kötü bir çocukluk geçirdiği görülür:
Buraya girmeyeli dört yıl
olmuştu. Lord Kelso burasını torunu için özel olarak yaptırmıştı. Çünkü çocuğu
şaşılacak kadar annesine benzemesinden ve diğer bir takım nedenlerden dolayı
hiç sevmezdi ve hep kendisinden uzak tutmaya bakardı (A.g.e.: 133).
“Narziss ve Goldmund” adlı eserde benzer bir
şekilde üst düzey bir subayın oğlu olan Goldmund, annesinin uygunsuz
davranışları yüzünden babası tarafından kovulması sonucunda annesinden mahrum
kalarak babası ile birlikte yaşamaya başlar. Ancak babası Goldmund’u
istememektedir. Bu yüzden onu manastıra bırakır:
Ama kardeşlerim yok benim,
annem de yok, bir tek babam var. Goldmund’un babası kendisine imalarda
bulunmuş, oğlunun hep manastırda kalmasını dilediğini açık seçik dile
getirmişti. Goldmund’un doğumuyla ilgili yüz kızartıcı bir durum vardı...
(Hesse, 1994: 21).
“Resimli Dünya” adlı eserde yine Kamil Uzman
karakterinin babasıyla birlikte bir bodrum katında yaşadığı, annesiz ve mutsuz
bir çocukluk geçirdiği görülür:
Yazdıkça İstanbul’da geçen
çocukluğunu anımsadı. O bodrum katındaki mutsuz yılları. Babası içki sofrasında
arkadaşlarıyla, kimi zaman da eve getirdiği kadınlarla birlikteyken o yatak
odasına sığınır, orada, lambanın çiğ ışığında okurdu. Ta ki babası sallanarak
gelip okumanın yarar ve zararları konusunda nutuk atmaya başlayana kadar.
Sofaya kurulan çilingir sofraları, bitip tükenmek bilmeyen sarhoş muhabbetleri,
tartışmalar sonra sabaha karşı herkes gidip ortalık yatışınca eve çöken o
iğrenç anason kokusu (Gürsel, 2004a: 92- 93)
Ayrıca annesinin ölümünden çok etkilenmiş olan
Kamil Uzman’ın, belli bir zaman sonra babası tarafından yatılı okula verildiği
ve burada yalnızlık çektiği görülür:
Geçmişini araştırıp daimi
yatılı okumasının nedenini öğrenirler miydi acaba? Annesinin ölümünden sonra
onu geceleyin yatakta nasıl beklediğini, babası yeniden evlenince nasıl
sarsıldığını, biraz büyüdükten sonra nasıl hırçınlaşıp evi birbirine kattığını,.
bunun üzerine nasıl yatılı okula verildiğini. Hafta sonları ziyaretine gelip
onu çıkarmak isteyen babasını değil görmek yüzüne bile bakmak istemediğini,
iyice içine kapanıp kendini derslere verdiğini, düşlerinde hep bodrum katında
gölgeler kıpırdarken üzerine eğilen yuvarlak, beyaz bir yüz gördüğünü, sonra o
yüz karanlıkta eriyip gidince her şeyin karabasana dönüştüğünü keşfederler miydi? (A.g.e.: 336- 337).
Dorian Gray, Kamil Uzman ve Goldmund
karakterlerinin yalnızlık içinde anneden mahrum bir şekilde büyümeleri,
hayatlarında iyi bir ebeveyn figürü bulunmaması onların narsi- sistik açıdan
zedelenme yaşadıklarının bir göstergesi olarak algılanabilir. Nitekim çocuğun
ilksel nesne olarak algıladığı anneden ayrı kalması, onunla gerektiği gibi
normal bir ilişki içerisinde bulunamaması ruhsal gelişiminde sorunlar
yaşamasına sebep olur. Ancak “içe yansıtılan ilksel nesne (anne) ‘ben’de
yeterince güvenli bir biçimde kök salabilirse, olumlu bir gelişimin temelleri
atılmış olur” (Klein, 1999: 20). Doğumdan önce anne ile bir bütün olan
çocuk, doğumdan sonra bu bütünlüğü kaybetmesiyle, doğum öncesi döneme evrensel
bir özlem duyar. Eğer her şey yolunda giderse, doğum öncesi durumdaki gibi anne
bebek birliği ve buna eşlik eden güven duygusu tekrar kurulabilir. Bu ise
çocuğun anneye yatırım yapabilmesine, onu sevilen nesne haline getirmesine
sebep olur. Çocuk tüm arzularını karşılayacak bir nesnenin var olduğunu
düşünerek anneyi içine yansıtır ve anne artık onun bir parçası durumuna gelir.
Böylece başlangıçta annenin içinde olan çocuk sonrasında anneyi içinde
taşımaktadır (bkz. A.g.e.: 20-21). Çocuğun ilk olarak tamamen kendisine yönelik
olan ilgilerinin daha sonra ilksel nesneye kaydığı görülmektedir. Çocuk bu
aşamada kendini tüm- güçlü hissetmektedir. Her şeyin kendisinin kontrolünde
olduğunu sanmaktadır, çünkü aslında bu aşamada anneyi kendisinden ayrı bir
nesne olarak görmemektedir. Bir bakıma bir tür aynalama süreci içerisindedir.
Çocuk anneye baktığında aslında kendisini, kendi yansımasını görmektedir.
Çocuğun bu tümgüçlülük aşaması; anneyle bir olma, bütünleşme ve onu arzu
nesnesi haline getirme durumu onun narsisistik eğilimleridir.
Çocuğun bu narsisistik eğilimlerini ödipal evrede babanın
devreye girmesiyle sağlıklı bir şekilde yönlendirmesi gereklidir. Bu zamana
kadar yalnızca anne ve çocuktan oluşan ilişkiyi şekillendiren ve yönlendiren
baba olacaktır, çünkü babanın devreye girmesiyle çocuğun tümgüçlülüğü
engellenmektedir. Böylece çocuk kendisinin tek olmadığını kavrar ve tüm bu
arzularını bastırmak zorunda kalır. Bu çocuk için katlanılması zor bir şeydir,
ancak başarılı bir şekilde bu arzularını bastırır ve kendisini annesinden
ayırabilirse sağlıklı bir gelişim göstermiş olur. Bu sayede kendisini ve kendi
benliğini var edebilir, kişiliği yerine oturur. Eğer bu durumun aksi yaşanırsa,
çocuk bu durumu kabullenemez ve bir fantezi dünyasında yaşamaya başlarsa,
benliğini sağlıklı bir şekilde bütünleyemez. Ayrı bir birey olamaz ve
kişiliğini oluşturamaz. Böylece bir arayış içine girer, yaşamı boyunca ilksel
nesnesine (annesine) sürekli bir özlem duyar (bkz. Freud, 1999: 56-68; Lacan,
1994: 48-60; Klein, 1999: 19-22, 239).
Tüm bunlardan yola çıkarak dedesiyle birlikte büyümek
zorunda kalan Dorian Gray’in, babaları tarafından manastıra ve yatılı okula bırakılan
Goldmund ile Kamil Uzman’ın ruhsal gelişimlerinde normal bir aşama
yaşamadıkları iddia edilebilir. Dolayısıyla narsisistik eğilimlerini sağlıklı
bir şekilde yönlendiremedikleri de söylenebilir. Ayrıca eserlerde her üç
karakterin de sürekli annelerine, yani ilksel nesneye özlem duyarak onu
anımsadıkları görülmektedir.
“Dorian Gray’in Portresi”nde Dorian karakteri sürekli
köydeki evinin soğuk resim salonuna giderek annesinin resmine bakar ve onu
düşünür:
Ve annesi Leydi Hamilton
yüzlü, dudakları şarapla ıslanmış gibi duran bir kadındı. Dorian annesinden
kendisine neler geçtiğini biliyordu. Güzelliğini ve güzellik karşısındaki
tutkuyu ondan almıştı. Annesi sırtında Bacchus rahibelerine has o bol
elbisesiyle ona gülümsüyordu. Kadının saçlarında asma yaprakları vardı.
Elindeki kupadan turuncu bir renk yayılıyordu. Resimdeki ışıltılar
sönükleşmişti, ama derinlikleri ve parlaklıklarıyla gözler birer harikaydı
hala. Kadının gözleri Dorian nereye giderse gitsin onu takip edeceklermiş gibi
duruyordu (Wilde, 2004: 155).
“Narziss ve Goldmund” adlı eserde yine Goldmund’un sürekli
annesini düşlemekte olduğu görülür:
Bir kez daha o görkemli ve sarışın kadının, annesinin hayali gözlerinin
önünde belirdi, ılık bir rüzgar gibi ruhundan esip geçti; yaşamın; sıcaklık,
sevecenlik ve içtenlikli anımsatmaların oluşturduğu bir bulut gibiydi tıpkı
(Hesse, 1994: 68).
“Resimli Dünya”da ise Kamil Uzman’ın duyduğu anne özlemi
kitapta geçen şu ifadelerden anlaşılmaktadır:
Yalnız yaşamında bilmeden
yöneldiğini, her gün ona doğru yürüdüğünü, bu uzun yürüyüşün hiçbir zaman
bitmeyeceğini artık anlamış da olsa, bir türlü vazgeçemediği o uzak kadın
yüzünü çizecekmiş gibi geliyordu... Annenin anısı öylesine yakın o denli
gerçekti ki. Lamba söner sönmez üzerine eğilip alnından öpecek onu, hala
yaşıyormuş, yıllar önce ölüp biricik oğlunu terketmemiş gibi kulağına yumuşacık
dua sözleri fısıldayacak. “Sahi ne diye öldün bir kış akşamı beni yatağımda
böyle yalnız, çekili perdenin ardında kıpırdayan gölgelerle başbaşa bırakarak
ne diye öldün sanki!”(Gürsel, 2004a: 82- 83).
Böylelikle normal bir ruhsal gelişim yaşamayan, narsisistik
eğilimlerini sağlıklı bir şekilde yönlendiremeyen ve anneyi kaybetmeyi
kabullenemeyen bu üç karakterin, benliklerini bütünleyemediklerine şahit
oluyoruz. Dolayısıyla bir benlik arayışı içinde olduklarını söyleyebiliriz.
Çünkü ödipal evredeki çocuk gibi onların da kendiliklerinin bir parçası eksik
konumdadır ve onu bulmadan kendiliklerini birleştiremeyeceklerdir. Bu yüzden de
onunla bağlarını hiç koparmamaya çalışacaklardır:
Ruhun birincil narsisizm
dengesinde bir bozukluğa maruz kaldıktan sonra, kaybetmiş olduğu narsisistik
mükemmellik deneyimini koruyabilmek için, o mükemmelliği arkaik gelişmemiş
(geçiş niteliği taşıyan) bir kendilik nesnesine, idealleştirilmiş ebeveyn
imagosuna devrettiği bir durum söz konusudur. Artık bütün mutluluk ve güç
idealleştirilmiş nesnede yerleşmiş olduğundan, çocuk nesneden ayrıldığında
kendisini boş ve güçsüz hissedecek, bundan ötürü de o nesneyle sürekli
birliğini sürdürmeye çalışacaktır (Kohut, 1998: 49).
Eserlerde Dorian Gray, Goldmund ve Kamil Uzman
karakterlerinin ödipal evredeki çocuk gibi sürekli anneye kavuşma ve kendini
var etme çabası içerisinde olmaları onların narsisistik bir tutum
sergilediklerinin göstergesi olarak algılanabilir. Sürekli duydukları anne
özlemi hayata bakış açılarını değiştirir ve yaşamlarını yönlendirmelerinde
belirleyici etken olur. Nitekim eserlerde bu karakterlerin, kendilerine
çocukluklarındaki bu yitirilmiş narsisizm mükemmeliyetini hatırlatan bir ‘ben’
ideali oluşturdukları görülür. Oscar Wilde’ın eserinde Dorian’ın ideali; kendi
portresidir. Hesse’nin eserinde Goldmund’un ideali Narziss karakteridir.
Gürsel’in eserinde ise ressam Giovanni Bellini’dir. Karakterlerin kendilerinde
geçmişlerini, geçmişe olan özlemlerini, bir bakıma kendi benliklerinin bir
yansımasını buldukları bu idealler, onların bir çeşit uyanış yaşamalarına sebep
olur. Dorian Gray’in, Goldmund’un ve Kamil Uzman karakterlerinin yaşadıkları
bu durum aslında Narkissos’un yaşadığı durumdan farksızdır. Narkissos’da kendi
benliğini su içmek için gittiği bir ırmakta gördüğü yansımasında bulur:
Durmuş bir av
dönüşü yorgun çocuk burada,
Dalmış suyun
pırıl pırıl görünüşüne
Gidermek
istemiş susuzluğunu. İçmiş sudan,
Bir başka susama başka yanma duymuş içinde.
Tutulmuş suda gördüğü güzel yüze, gövdesiz güzelliğe
(Ovidius, 1994: 81, 82).
Kendi yansımasına hayran olan Narkissos’un kendine; öz
benliğine dönüşü söz konusudur. Narkissos’un asla ulaşamayacağı bir yansımaya
âşık olması ve onu özlem duyup elde etmek istemesi, karakterlerin asla sahip
olamayacağı, yitirilmiş çocukluk narsisizmlerine hissettiği duygularla aynıdır.
Elde edemediği yansıması yüzünden acı ve keder duymaktadır, kendini eksik
hissetmektedir. Ancak ona ulaştığında ruhunun tamamlanacağını düşünmektedir:
Narkissos kendini olduğu
haliyle sevmiyor, olmak istediği haliyle seviyordur. Aşk kendine yönelik bir
aşk bile olsa; bir eksiklik, yalnızlık ve huzursuzluk duygusundan kaynaklanır
ve bu nedenle tamamlanmayı amaçlar, yani bir ideale yönelmiştir. Aşk
Narkissos’un kendini gerçekleştirme yönündeki çabalarının, ben idealine ulaşma
yolundaki umutsuz dürtünün ikamesidir. Umutsuzdur, çünkü ideale ulaşmanın imkansızlığıdır
aşkı mümkün kılan. Narkissos’un narsisizmi öz sevgiden kaynaklanmaz, tersine
kendinden nefrete daha yakındır. Narkissos kendi içinde hiçbir zaman
ulaşamayacağı bir ideal “ben”e aşıktır (Kocabıyık, 2010: 129).
Bu açıdan Narkissos miti bireyin kendini var etmesini
anlatır. “Aynanın karşısına geçişin, ben keşfi sürecini simgelediği
sezgisini taşır. Onun kendine yönelik sevgisini, kendini keşfedince eriştiği
kavuşma ve bütünleşme duygusunu, kendi diğer yanıyla tamamlanmasını
simgeler” (A.g.e.: 119).
“Dorian Gray’in Portresi” adlı eserde Dorian karakteri
ressam Basil Hallward’ın yaptığı portredeki sürekli mükemmel olarak kalacak
olan kendi yüzüne, bir bakıma kendi idealine hayranlık duymaktadır. Çünkü
resimde kendini, kendi benliğini bulmuştur ve bu onda bir çeşit uyanışa sebep
olmuştur:
Dorian cevap vermedi. İlgisizce
resmin önüne geçti ve ona doğru döndü. Resmi gördüğünde geri çekildi ve
yanakları bir an hoşnutlukla kızardı. Sanki kendisini ilk kez tanıyormuş gibi,
gözlerine zevk dolu bir bakış yerleşti. Oracıkta merak içinde, hareketsiz
duruyordu. Hallward’ın konuştuğunun belli belirsiz farkındaydı ama ne
söylediğinin farkında değildi. Kendi güzelliğinin farkına varışı sanki bir
ilhamdı. Bunu daha önce hiç hissetmemişti. Basil Hallward’ın iltifatları ona
sadece, bir arkadaşlığın çekici abartıları gibi gelmişti. Onları dinlemiş,
gülmüş ve unutmuştu. Bu iltifatlar tabiatını etkilememişti. Sonra Lord Henry
Wotton, gençliğe dair garip övgüsü ve onun kısalığına dair uyarısıyla
çıkagelmişti. O zaman kafası karışmıştı. Orada öylece kendi güzelliğinin
gölgesine bakarken tasvirin bütün gerçekliği kafasında belirdi. Bir gün
gelecek, yüzü buruşup kırışacak, gözleri donuklaşıp renk- sizleşecek ve
vücudunun güzelliği kırılıp biçimsizleşecekti. Dudaklarındaki kızıllık gidecek,
saçlarının altın rengi kaybolacaktı. Ruhunu olgunlaştıracak olan hayat,
bedenini bozacaktı. Kötü, iğrenç ve kaba olup çıkacaktı. Bunları düşünürken,
keskin bir acı onu bir bıçak gibi vurdu ve varlığının bütün zarif tellerine
kadar liflerini titretti. Gözleri koyu bir morluğa boğuldu ve gözyaşlarıyla doldu.
Kalbine bir buz parçası konmuş gibi hissetti. (Wilde, 2004: 31).
Resmin önünde sessiz ve hayranlık dolu bakışlarla öylece
duran Dorian Gray’in: “Ben ona aşığım, Basil. O benim bir parçam, bunu
hissediyorum” (A.g.e.: 33) sözleri kendisini portreyle özdeşleştirdiğinin
bir göstergesidir.
Wilde’ın eserinde Dorian karakterinin kendi resmine olan
hayranlığı ile yansıtılan narsisizmin Narkissos’un sudaki yansımasına olan
hayranlığıyla birebir örtüştüğü görülür. Ancak Hesse’nin eserinde Goldmund ve
Narziss karakterleri arasındaki zıtlıktan doğan uyumun oluşturduğu ilişki
üzerinden algılanabilen narsisizmin; özellikle de Goldmund’un kendi benliğini,
kişiliğini arayış çabası ile esere yansıtıldığı görülür. Eserde Narziss us’u
temsil etmektedir. Goldmund ise güzeli, hazzı aradığı için sanatı temsil eder
durumda ve bu ikisinin oluşturduğu zıtlıktan bir uyumun doğduğu görülen eserde;
sanat, güzeli aramak ve hazzı yakalamak anneyi; us, akıl ise babayı temsil
eder. Yani hayatı anne ve baba yönü olarak ikiye ayırır Hesse eserinde.
Goldmund’un babasının isteği üzerine manastıra gelmesi, Narziss gibi bir din
adamı olmaya çalışması, hayatını Tanrı’ya adaması onun hayatının us yani baba
tarafını simgeler eserde. Ancak Goldmund, Narziss tarafından uyandırılıp da
annesini hatırladığı zaman, yani içindeki anne figürü ortaya çıktığı zaman,
aslında sanatçı kişiliği; hayatının anne yönü, hazzı, güzeli arama eğilimi ve
dünyevi tatları yaşama isteği ortaya çıkar. Bir bakıma kimlik arayışı
içerisindeki hayatını anlamlandırmaya çalışır:
Us’la aramdaki ilişki, bir
zamanlar babamla aramda var olan ilişkiye benziyor. Bir zamanlar babamı çok
sevdiğimi sanır; kendisine benzediğime inanırdım. Ağzından çıkan her sözün
doğruluğuna yemin edebilirdim. Ancak annem yeniden çıkıp geldiğinde, sevginin
ne olduğunu öğrendim. Annemin görüntüsünün yanında babamınki ansızın küçüldü,
yitirdi değerini, sevimsiz, asık suratlı neredeyse iğrenç nitelik kazandı. Ve
şimdi içimde öyle bir eğilim var ki ussal olan her şeye babamsı, annece
olmayan, anne düşmanı gözüyle bakıyorum (Hesse, 1994: 78).
Hesse’nin eserinde işlemiş olduğu bu kutupluluk; zıtlıktan
doğan uyumun ilişkisi onun psikanalize olan ilgisinin bir sonucudur. Yine onun
dindar bir aile ortamında yetişmesinin bir sonucu olarak insanın benliğini arayışını,
yaşadığı kimlik çatışmalarını özellikle de ilk günah kavramlarını yazarın tüm
eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de başarıyla işlediği görülür (bkz. Aytaç,
1990: 66-79). Hesse’nin eserinde farkındalığın, kendini tanımanın ve var olmanın
insan yaşamında nasıl gerçekleştiğini ortaya koymaya çalıştığı görülür:
Hesse’nin bütün sanat hayatı
boyunca bıkıp usanmadan yeni imajlara ve ifade biçimlerine başvurarak ifade
etmek istediği “hakikat”; hayatın esası olarak kabul ettiği kutupluluk ve o
kutupluluğu aşarak ulaşılan birlik ilkeleridir. Hesse’ye göre bu ilkelerin
esasını teşkil ettiği bir din yaşantısı, ancak üç basamaklı bir insanlaşma süreci
sonunda mümkündür. Cennet saflığı ile başlayan çocukluk devresi bu yaşantının
ilk basamağını teşkil eder. Bunu iyi ile kötünün tanınmasıyla suçluluk ve şüphe
devresi izler. Şüphe ya çöküşe götürür, ya da aşılabilirse kurtuluşa. Kurtuluş
ise birlik yaşantısının idraki ile mümkündür. Bu ikinci basamakta hayatın
kutupluluğu yaşanır ve mevcut inanç sarsılır. Bunun sonucunda insan kendini
yavaş yavaş tanımaya başlar. Bunun da ilerlemesiyle kişi kendini
gerçekleştirir ki bu da üçüncü basamakta kendini aşma ile kurtuluşa ermedir.
Benliğini aşarak ruhun derinliklerinde Tanrı ile bir olma bütün mistik dinlerde
ve orta çağ mistisizminde vardır. (Battal, 1993: 10).
Narziss hayatını usa adamış, usun yolunda ilerlemeye
koyulmuştur, ancak Goldmund duygularının, dünyevi hazzın peşindedir. Eserdeki
kutuplaşma şu cümlelerde açıkça görülmektedir:
Oysa Goldmund her bakımdan
kendisine karşıt biri gibi gözüküyordu. Narziss esmer ve çelimsizdi. Goldmund
ise ışıl ışıldı, yüzünden kan damlıyordu. Narziss bir düşünür, bir araştırmacı,
Goldmund düşlere ve hayallere açıktı, çocuksu bir ruhla donatılmıştı. (Hesse,
1994: 21)
Yine eserin ilerleyen bölümlerinde bu iki karakter
arasındaki zıtlıktan doğan ilişki ve bu ilişkinin amacı Narziss’in kurduğu şu
cümlelerle ifade edilir:
Bizler, sevgili dostum,
güneş ve ay gibiyiz. Amacımız iç içe geçmek, birbirimize dönüşmek değil,
birbirimizi tanımak, birbirimizi gerçekte nasılsak öyle görüp buna saygı duymak,
yani birbirimizin ötekinin karşıtı ve bütünleyicisi
olduğunu bilmektir (A.g.e.: 53).
Narziss’in bu ifadeleriyle onun Goldmund’un hayatındaki
işlevi bir bakıma ödipal evredeki babanın, çocuğun hayatındaki işleviyle
özdeşleştirilebilir. Çünkü bu evrede babanın işlevi çocuğun kendisinin ayrı ve
özgün bir birey olduğu bilincine vararak kendini var etmesini sağlamaktır.
Narziss’in amacı da Goldmund’un aralarındaki farkı görerek kendi benliğinin farkına
varmasıdır. Nitekim bunu Narziss’in kendisi de Goldmund’a şu şekilde ifade
eder: “Aramızdaki dostluğun bir tek amacı ve bir tek nedeni var, o da senin
bana hiç ama hiç benzemediğini kanıtlamaktır” (A.g.e.: 42).
Narziss’in Goldmund’un kendi benliğine ulaşmasını, kendisi
olmasını istediği yine eserdeki şu ifadelerinden algılanabilir:
Goldmund olduğun sürece seni ciddiye aldığımı söyleyebilirim. Ne var ki
her zaman Golmund değilsin. İstediğim tek şey sürekli Goldmund olmandır... Sen
sanıyorsun ki benim için yeterince bilgin bir kişi, yeterince mantıktan
anlayan, yeterince dindar biri değilsin. Ama yanılıyorsun benim için yeterince
kendin değilsin, o kadar (A.g.e. : 54).
Narziss, Goldmund’un kendisi olabilmesini, kendi benliğini
keşfetmesini istemektedir, çünkü Golmund’un kendisine hayran olduğunu, tıpkı
kendisi gibi, usun hizmetinde yol alan bir din adamı olmayı düşlediğini
görmektedir. Ancak Narziss bu amacın Goldmund’un kendi yaratılışına uygun
olmadığının ve kendisi tarafından değil de, babası tarafından ona dayatılmış
olduğunun bilincine varması gerektiğini düşünür. Narziss’e göre Goldmund; ancak
kendi içindeki benine ulaşabildiği takdirde kendisi olabilecektir. Narsisizm;
çocukluğunda ebeveynlerinin yanlış tutumları dolayısıyla narsisistik eğilimlerini
sağlıklı bir şekilde yönlendirememiş, bu yüzden zamanında sahip olamadığı
mükemmeliyet için sürekli bir arayış yaşayan birinin gösterdiği tutumdur.
Ailesinin istekleri yüzünden kendi kişiliğinden ödün veren narsistin
anlaşılmaya ve ilgiye ihtiyacı vardır. Böylece başkaları tarafından idealize
edilmiş bir kendilik imgesi yaratma eylemine başlar ve bu imgeye körü körüne
bağlı kalarak yaşamını sürdürür (bkz. Kernberg, 2006: 199-295). Goldmund da
doğumuyla ilgili yüz kızartıcı bir sebepten dolayı, sırf babası istediği için
manastırdadır, ancak babası bunu ona o kadar dayatmıştır ki bunun farkında
değildir, geçmişini unutmuştur neredeyse ve babasının ona dayatmış olduğu bu
isteği yerine getirme dürtüsüyle beynindeki idealize edilmiş karakter
Narziss’de kendini bulmaktadır. Narziss, Goldmund için idealize edilmiş insan
tipidir; “Nar- ziss gibi olmayı kendine ideal edinmişti” (Hesse, 1994:
85) çünkü onun manastıra gelmesindeki amacı; tıpkı Narziss gibi bir din adamı
olup, usunun doğrultusunda dünyevi zevklerden uzak yaşamaktır ve Narziss’in
onun kafasındaki bu idealize tipe tam anlamıyla uyması ona hayranlık duymasına
sebep oluyordur. Aynı şekilde başrahip de onun olmak istediği gibi bir din
adamı olduğu için, Narziss gibi ona da hayrandır. Böylelikle Narsist mitinin
eserde faklı bir yansımaya dönüştüğü görülür. Eserdeki bu yansıma şu ifadelerle
açıkça anlaşılabilir:
Manastırda iki kişi vardı
Goldmund’un içten yakınlık duyduğu; kendilerinden hoşlanıyor, sık sık onları
düşünüyor, onlara karşı ruhunda hayranlık sevgi ve saygı besliyordu: biri
Başrahip Daniel diğeri ise Narziss. Başrahibe daha çok ermiş gözüyle bakıyor
ondaki saflık ve iyi kalplilik, ondaki tasa ve düşünce dolu bakışlar. O
kusursuz ve suskun tavırlar Goldmund’u kendisine çekiyordu. Ah bu dindar zatın
kişisel hizmetine bakan biri olsa, hep yanında bulunup dediklerini yapsa. Çünkü
Goldmund’un niyeti yalnız manastırdaki okulu bitirmek değil mümkünse
manastırdan hiç ayrılmamak ve tüm yaşamını Tanrı’ya adamaktı; arzuladığı şeydi
bu onun babasının dilek ve buyruğuydu. Bir yandan iyi kalpli ve alçak gönüllü
başrahibi, öbür yandan akıllı, bilgili ve üstün zekalı Narziss’i aynı zamanda
kendine ideal diye benimseyemez, örnek
alamazdı. Ama yine de körpe ruhunun tüm güçlerini seferber ediyor, birbiriyle
uzlaşmaz her iki ideale de ulaşmak için çaba harcıyordu (A.g.e.: 20- 22).
Nedim Gürsel’in eserinde ise, Kamil Uzman karakterinin
çocukluğunda yaşadığı narsi- sistik örselenme yüzünden büyüklenmeci bir
kişiliğin etkisi altında kaldığı görülür. Annesini kaybetmesi, onsuz ve ona
hasret büyümesiyle ruhsal gelişiminde ihtiyaç duyduğu aynala- mayı sağlıklı bir
şekilde yapamayan karakterin, büyüklenmeci bir şekilde kendi savunmacı
kimliğini oluşturduğu görülür. Annesini kaybetmesi, babasının da evlenip onu
yatılı okula bırakması kendini değersiz ve yalnız hissetmesine sebep olur. Bu
hisler hayatını katlanılmaz duruma sokarak ona acı çektirir. Ancak içinde
bulunduğu durumdan hoşnut olmayan karakterin içine kapanarak kendini
derslerine verdiği ve elde ettiği başarıyla değersiz hissettiği benliğini
maskelemeye çalıştığı görülür. Artık yeni bir benliği vardır, o koskoca bir
sanat tarihi profesörü olmuştur. Böylelikle eski değersiz benini ünvan sahibi
büyük bir kişilik içinde tekrar yaratmıştır.
Otto Kernberg, narsist kişilik gösteren hastaların
geçmişinde yatan çok sık rastlanan bir özellik olarak müzmin ve soğuk ebeveyn
figürleri olduğunu belirtir. Hissiz, ilgisiz ve söze dökülmeyen bir
garazgarlığı olan ebeveyn figürlerinin olduğu bir çevrede yetişen çocuğun,
kendisine büyüklenmeci savunma mekanizmaları oluşturduğunu söyler (bkz,
Kernberg, 2006: 205). Ayrıca; “az rastlanır fiziksel çekicilik ya da özel
bir kabiliyetin bu hastaların temel sevilmeme hislerine karşı bir sığınak
olduğunu” (A.g.e.: 205) belirten Kernberg, “akademik kurumlarda lider
konumlarında çoğu zaman narsist kişilere rastlanılabileceğini ve bu kişilerin
bir sanat dalında iyi icracı olabileceklerini” (A.g.e.: 201) söyler. Aaron
T. Beck ise, narsist kişilikler için elde edilen başarının onların üstünlük göstergesi
olduğunu ve bunun da geçmişte kaybettiği mükemmeliyete duyduğu özlemden
kaynaklandığını belirtir (bkz. Beck, 2008: 368-372).
Uzman karakterinin aşağıdaki ifadelerinden annesinin
ölümünden sonra hayatının işkenceye dönüşmesini ve kendisini dış çevreden
soyutlayarak derslerine yönelmesini görürüz:
Annesinin ölümünden sonra
onu geceleyin yatakta nasıl beklediğini, babası yeniden evlenince nasıl
sarsıldığını, biraz büyüdükten sonra nasıl hırçınlaşıp evi birbirine kattığını.
Bunun üzerine nasıl yatılı okula verildiğim... Hafta sonları ziyaretine gelip
onu çıkarmak isteyen babasını değil görmek yüzüne bile bakmak istemediğini,
iyice içine kapanıp kendini derslere verdiğini. (Gürsel, 2004a: 336-337).
Yine Kamil Uzman karakterinin sanat tarihi profesörü olduğu
ve bununla gösteriş yaptığı şu ifadelerden anlaşılabilir:
İstanbul’un en ünlü üniversitelerinden birinde sanat tarihi
profesörü olduğunu kanıtlamak istercesine uzun açıklamalarda bulunur.
Masadakileri sıkardı. Böyle bilgiçlik tasladığı bir sofrada Kamil Uzman, uzman
olmadığı konuda konuşmaz denilmişti hakkında (A.g.e.: 35).
Eserde sanat tarihi üzerine doktora yapmış olan Kamil
Uzman’ın resme özellikle de İtalyan rönesans resmine, İtalya’ya ve bu ülkenin
insanlarına karşı ilgi ve sevgi duyduğu görülür:
Kamil Uzman, batı kültürü
üzerine eğitim almış, İstanbul’un en ünlü yatılı okullarından birinde yabancı
dilde eğitim görmüş, Paris’te sanat tarihi doktorası yapmıştı.
Daha sonra İtalyan Rönesans
resmine ilgi duymuş, araştırmalarının ağırlık noktasını oluşturan bu ülkenin
dilini ve insanlarını sevmişti (A.g.e.: 63).
Eserde ayrıca Kamil Uzman karakterinin resme olan ilgisinin
sadece araştırmalarla sınırlı kalmadığı, kendisinin de manzara resimleri
yaptığı ve bir gün büyük bir ressam olmayı hayal ettiği görülür:
Bugüne dek resimlerini
sergilememekle ne iyi yapmıştı. O öldükten sonra değeri anlaşılacak, sanat
tarihi profesörü Kamil Uzman’ın aynı zamanda ilginç bir manzara ressamı
olduğu, İstanbul’u resmederken gerçekte kendi özgün dünyasının bu kentteki yaşamını,
bunalımları ile sevinçlerini çizip boyadığı ortaya çıkacaktı. O zaman
eleştirmenler ve sanat tarihçileri şimdi kendisinin Venedik’te Gentile Bellini
için yaptığı gibi geçmişini araştırıp, daimi yatılı okumasının nedenini
öğrenirler miydi acaba? (A.g.e.: 136).
Kamil Uzman’ın geçmişte yaşadığı narsisistik örselenmeler
dolayısıyla oluşturduğu savunma mekanizmasının bir sonucu ve kendi benliğini
maskeleme, büyüklenmeci bir kişiliğe bürünme eğiliminin bir göstergesi olarak
içine büründüğü sanat tarihi profesörü kimliği onun narsisistik bir yapıda
olduğunun göstergesidir. Aynı zamanda resimler de yapan Kamil Uzman’ın
gösterdiği bu büyüklenmeci savunma mekanizmalarının bir sonucu olarak ünlü bir
ressam olmayı kafasında idealize ettiği görülür.
Heinz Kohut, anne ile yetersiz ilişki kurulmasından dolayı,
çocuğun büyüklenmeci bir kendilik imgesi oluşturduğunu ve eski mükemmelliği,
hayran olacağı, idealize ettiği bir kendilik nesnesine devrettiğini söyler.
Çocuk bu idealize edilen nesneyle özdeşim kurar, ona ilgi duyar, çünkü onu
kendisinin bir çeşit uzantısı olarak görür (bkz. Kohut, 1998: 38-46). Kamil
Uzman ise, ünlü İtalyan Rönesans ressamlarına hayrandır. Eserde Kamil Uzman’ın
sırf Fatih’in portresini yapan ünlü ressam Gentile Bellini’yi araştırmak için Venedik’e
geldiği görülür: “Gentile Bellini’nin Fatih’in çağrısıyla İstanbul’a
gelişi, sultanın portresini yapmakla yetinmeyip, sarayda bir resim atölyesi
kurması gerçek anlamda bir Rönesans başlangıcı sayılamaz mıydı? (Gürsel,
2004a: 63).
Kamil Uzman Venedik’e hayranlık duyduğu
Rönesans ressamlarından biri olan Gentile Bellini için gelir, ancak kardeşi
Giovanni Bellini de kendini bulur. Onun tablolarını gördükten sonra Giovanni
üzerine yoğunlaşan Uzman’ın kendisini Giovanni Bellini ile özdeşleştirdiği görülür.
Giovanni Bellini de onun gibi annesiz ve baba ilgisinden uzak büyümüştür. Bir
anne arayışı içerisindedir:
Giovanni’nin evlilik dışı
bir ilişkiden doğduğunu biliyordu Kamil. Bu konuda inandırıcı kanıtlar vardı.
Madonnalarının böylesine yumuşak, bu denli hüzünlü olmalarının gerçek nedeni
de buydu belki. Ressam yasak aşkın kurbanı anneyi arıyordu her fırça darbesinde
(A.g.e.: 59).
Giovanni onun kafasındaki idealize ‘ben’e
uygunluk göstermektedir, çünkü Kamil Uzman da onun gibi büyük bir ressam olma
hayali içindedir. Kendini Giovanni ile özdeşleştiren Kamil Uzman’ın ona karşı
narsisistik bir eş-duyum yaşadığı görülür. Kohut’a göre bu durum ‘öteki ben’
veya ‘aynılık, ikizlik’ aktarımıdır. Bu durumda, “büyüklenmeci kendiliğin
canlandığı, nar- sisistik olarak yatırım yapılmış nesne, büyüklenmeci kendilik
gibi ya da onun çok benzeriymiş gibi algılanır” (Kohut, 1998:111). Birey,
kendisiyle özdeşleştirdiği özne, o öznenin yaşadıkları üzerinden kendi hayatını
anlamlandırma çabası içine girer. Böylelikle bireyin narsisizmi bir çeşit
dönüşüm yaşar (bkz. Evren, 1997: 49).
Nitekim Kamil Uzman, Giovanni Bellini’nin
tablolarına bakarak geçmiş yaşantılarının benzer olduğunun farkına varır, onun
da kendisi gibi annesiz, anneye hasret büyüdüğünü görerek kendi geçmişini
hatırlar. Giovanni Bellini de kendisini görür. Kendi benliğinin farkına varır.
Giovanni onun beninden bir şeyler taşımaktadır. Aynı zamanda onun sahip olmak
istediği özelliğe sahip bir konumda bulunmaktadır. O ünlü ve büyük bir
ressamdır. Bir bakıma onun hayallerini gerçekleştirmiş halidir. Bu yüzden Kamil
Uzman’ı bu kadar çok etkileyebilmiştir:
Rönesans Dönemine damgasını
vuran Bellini ailesinin küçük oğlu Giovanni Bellini’nin madonnaları karşısında
uzun vakitler geçiren Kamil Uzman, romanda hakim tema olarak sunulan anne
özlemini, Meryem-sa figürleri ile somutlaştırır. Giovanni Bellini’nin dramını
yansıttığı tablolarda kendi çocukluğunu bulur. Dolayısıyla roman kahramanları
resimlerden çıkıp gelen ve başkişinin yalnızlığına ortak olan karakterlerdir.
Vazgeçemediği o uzak kadın yüzüne onu yaklaştıran resimlerdeki figürlerdir
(Kahraman, 2008: 48).
Kamil Uzman’ın, Giovanni Bellini’nin kendisini nasıl
derinden etkilediğini bir meslektaşına mektup yazarak anlattığı görülür.
Eserde geçen şu ifadelerden Kamil Uzman’ın Gi- ovanni Bellini’nin kendisinin
adeta bir sarsıntı yaşamasına sebep olduğunu şu ifadelerden açıkça anlamak
mümkündür:
... O zihin açıklığıyla
bir mektup yazdı meslektaşına. Gentile Bellini üzerine araştırma yapmak için
geldiği Venedik’te kardeşi Giovanni Bellini’nin Madonnalarını nasıl
keşfettiğini, bu rastlantının onu derinden etkilediğini, hani nasıl derler
-“can evinden vurulmuş gibi” mi- sarsıldığını uzun uzadıya anlattı (Gürsel,
2004: 92).
Kamil Uzman’ın Giovanni Bellini ile kendisini
özdeşleştirdiğini ve onun tablolarında kendi geçmişini gördüğünü, Bellini’nin
onda bir uyanış etkisi yaparak ona kendi benliğini nasıl hatırlattığını, ölen
annesinin gelmesini nasıl beklediğini eserde geçen şu ifadelerden anlamak
mümkündür:
Ve Jacopo’nun dahi oğlu
ilk bakışta büyüledi onu sessiz Madonnalarının dünyasına alıp götürdü.
Ressamın gençlik döneminde yaptığı anlaşılan bu tabloda. Kamil Meryem’in siyah
mantosundan sıyrılan ellerine daha dikkatli bakınca çocuğun annenin
başparmağını tuhaf bir biçimde tuttuğunu gördü. Havada dik duran öbür eliyle
kendisine bakanları kutsar gibiydi. Başını hafif sağa eğmiş annesinden daha
değişik bir yöne bakıyordu. Ayakta durmasına Meryem yardım ediyordu. Belki de
başparmağına böyle sıkı, neredeyse erotik bir biçimde tutmasının nedeni buydu.
Sıcaklığını duyumsadığı kadını göremiyordu çünkü. Bakışlarıyla anneyi arar
gibiydi, bir dokunuş, yalnızca bir güvence olan anneyi. Anneden çocuğa geçen
sıcaklıkta eriyip kaybolmak istedi Kamil; nicedir yokluğunu yaşadığı, geçmişte
kalmış çok hoş, çok güzel bir duyguyla, içine bir uzun iç çekiş gibi yayılan
özlemin tadıyla ürperdi (A.g.e.: 42- 43).
Kamil Uzman Giovanni’den, onun tablolarından, tablolarına
yansıtmış olduğu kişiliğinden o kadar etkilenir ki; adeta kendinden geçer; tüm
gün orada öylece onları izler. Gentile için yapacağı araştırmayı bile unutur:
Kamil, Madonnalardan
gözünü ayıramıyordu. Biraz yürüyüp bir başka tablonun önünde durdu. Mermer
tahta oturmuş genç kadın. Ellerini dua eder gibi göğsünün üzerinde
birleştirmiş, dizlerinde uyuyan çocuğa bakıyordu. Sol kolunu sağ dizinin
üzerinde unutmuş gibiydi çocuk; sağ eli aşağıya, Meryem’in kestane rengi kumaştan
giysisinin kırıştığı yere dek sarkmıştı. Uykuda bir an gözlerini aralasa
üzerine eğilen beyaz yüzü, hafifçe kıpırdayan dudakları görebilirdi. Kamil
çocuğun yerinde olmak için karşı konulmaz bir istek duydu. Akşam duasını
bitirdikten sonra üzerine üfleyen yüzü anımsadı. İstanbul’un yoksul
semtlerinden birindeki o nemli, karanlık bodrum katı canlandı belleğinde.
Uyumadan önce yavaşça odaya süzülüp üzerine eğilen annesinin yüzünü görür gibi
oldu. Hep böyle olurdu akşamları. Annesi dua okuyup üzerine üfledikten sonra
uyku meleklerle iner, derinliğine çekerdi onu. Sabah çekili perdeden sızan gün
ışığıyla birlikte geri dönerdi her şey... Yataktan kalkıp sofaya geçtiğinde,
babasını tavandan sarkan çıplak ampulün çiğ ışığında kahvaltı yaparken bulurdu,
geceden kalma onunla ilgisiz. Sonra çok değil birkaç yıl sonra, başucuna
gelmedi yüz. Bir daha da hiç görünmedi. Çocuk yatakta boşuna bekledi onu. Kamil
Giovanni Bellini’nin Madonnalarıyla baş başa geçirdi bütün günü. Gentile’in
tablolarını görmeye vakit kalmamıştı. (A.g.e. : 45- 46).
Alıntılardan anlaşılacağı üzere eserde Giovanni
Bellini’nin, Kamil Uzman üzerinde büyük bir etki yarattığı görülür. Giovanni
Bellini onu bir bakıma büyülemiştir. Bellini’den böylesine etkilenmesi; Kamil
Uzman’ın kendisine, kendi benine yönelerek geçmiş yaşamını anımsamasına sebep
olmuştur. Giovanni Bellini onun içinde bir uyanış yaşamasına, kendi benliği ile
yüzleşmesine sebep olmuş, içindeki anneyi, anne özlemini ortaya çıkarmıştır.
“Resimli Dünya” adlı eserde Kamil Uzman karakterinin
yaşadığı bu uyanış, ondaki Gi- ovanni Bellini’nin etkisi, “Narziss ve Goldmund”
adlı eserde Goldmund karakterinin yaşadığı uyanışla ve “Dorian Gray’in
Portresi” adlı eserde Dorian karakterinin yaşadığı uyanışla
özdeşleştirilebilir. Nitekim Hesse’nin eserinde Narziss karakteri Goldmund’u
etkileyerek onun uyanış yaşamasına, benine dönmesine sebep olurken; Wilde’ın
eserinde Lord Henry Wotton karakteri Dorian’ı etkiler. Ancak bu etkilenmelerin
arasında farklar vardır. Hesse ve Gürsel’in eserinde Goldmund ve Kamil Uzman’ın
idealize ettikleri karakterlerin etkisi ile uyanış yaşamaları söz konusuyken;
Wilde’ın eserinde Dorian karakterinin etkilendiği Lord Henry Wotton karakteri,
onun idealize karakteri değildir. Onun idealize ettiği, kendisinin hiç bozulmadan
öyle güzel kalacak olan portresidir.
“Narziss ve Goldmund” adlı eserde Narziss karakteri
konuşmalarıyla Goldmund’u derinden etkiler ve onun bir tür sarsıntı
geçirmesine sebep olur:
Narziss hanidir can attığı
bir şeyi farkına varmadan yapmıştı. Dostu Goldmund’un ruhuna girip yerleşen
şeytanın yerini saptamış, onu ele geçirmişti. Ağzından çıkan sözlerden biri
gidip Goldmund’un yüreğindeki gize dokunmuş, giz acıdan kıvranarak şaha
kalkmıştı (Hesse, 1994: 58).
Narziss’in onda yarattığı etkiyle, Goldmund’un annesini,
ona olan özlemini hatırlaması, hayatının anlam kazandığını söylemesi,
Narziss’in onun içindeki anneyi, bir bakıma hayatının anlamını, benliğinin
diğer yarısını görmesine sebep olduğunun, Giovanni Bellini’nin Kamil Uzman’a
yaptığı gibi onu uyanışa sevk ettiğinin bir göstergesi olarak algılanabilir:
Annesinin yaşanmış gerçek
anısı çıkıp gitmişti belleğinden. Şimdi ise söz konusu görüntü, geçmiş
yılların bu yıldızı yeniden doğup karşısına dikilmişti. Bunu nasıl oldu da
unutabildim, hayret! dedi dostu Narziss’e. Ömrümde hiç kimseyi annem kadar
sevmedim, öylesine katıksız, öylesine yakıp kavuran bir sevgiydi işte. Ömrümde
hiç kimseye annem kadar hayranlık duymadım, annem kadar değer vermedim.
Annemdi, annemin seslenişiydi, annemden bana iletilmiş bir haber, sanki
gönlümde yaşattığım düşlerden ansızın yabancı ve güzel bir kadın çıkıp
gelmişti, başımı kucağında tutuyordu, bir çiçek gibi gülümseyerek bana bakıyor,
bana sevgiyle kuçak açıyordu, beni daha ilk öpüşünde içimde bir şeylerin eriyip
aktığını, harikulade bir sızının benliğimi sardığını duydum. O ana dek içimde
hissettiğim bütün düş ve tatlı korkular, yüreğimde o ana dek uykuya yatmış tüm
gizler gözlerini açtı birden, her şey bana değişik görünmeye başladı, büyülü
bir havaya büründü her şey, bir anlam kazandı (A.g.e.: 70).
Bekir Zengin Narziss’in Goldmund üzerindeki etkisini ve onu
yönlendirmesini şu şekilde açıklar:
Narziss Goldmund’un keşiş
yaşamına uygun olmadığını, bir düşünce adamı olmaktan çok, duygu insanı
olduğunu, içindeki cinselliği keşfetmesi gerektiğini, Goldmund’un bu dünya
yaşantısına yönelik olduğunu, sanatçı yönünün ağır bastığını, bazı yaşantıları
bastırıp unuttuğunu, babasının değil tanımadığı annesinin - ki bu anne
cinselliği temsil etmektedir - ona yön verdiğini Goldmund’a göstermiştir
(Zengin, 1999: 237).
“Dorian Gray’in Portresi” adlı eserde, Hesse ve Wilde’ın
eserindeki Narziss ve Giovanni Bellini’nin, Goldmund ve Kamil Uzman üzerindeki
etkisine benzer bir şekilde, Dorian’ı uyanışa sevk eden karakterin Lord Henry
Wotton olduğunu Dorian’ın şu ifadelerinde görürüz:
Neden kendisini uyandırma
işini bir yabancıya bırakmıştı. Basil’i aylardır tanıyordu fakat arkadaşlıkları
onu hiç değiştirmemişti. Sonra onun hayatına ona hayatın bütün gizemini açan
birisi girmişti (Wilde, 2004: 27).
Ayrıca Dorian’ın yaşadığı uyanışın Oscar Wilde’ın eserinde
aktarılışı, Goldmund ve Kamil Uzman karakterlerinin yaşadığı uyanışın Hermann
Hesse ve Nedim Gürsel’in eserlerinde aktarılışından biraz farklılık gösterdiği
görülür. Hesse ve Goldmund karakterlerinin eserlerdeki uyanışı ile farkına
vardıkları şey içlerindeki anne özlemlerinin ortaya çıkmasıdır. Nitekim
Goldmund manastırı terk ederek annesinin peşine düşer. Kamil Uzman ise, ressam
Giovanni Bellini’nin tablolarındaki bir kadın figüründen etkilenerek Lucia
adındaki bir kızı annesine benzetir ve Lucia’nın, yani annesinin peşine düşer.
“Resimli Dünya” ve “Narziss ve Goldmund” adlı eserler bu açıdan birbirleri ile
birebir uyuşmaktadır. Bu şekilde karakterlerin çocuksu narsisizm mükemmelliğine,
anneye geri dönme isteklerinin doğrudan ifade edildiği görülür. Ancak
Dorian’ın resminde farkına vardığı şey hayatın, bir bakıma gençliğin ve
güzelliğin geçici olduğudur. Dorian karakterinin, portresindeki sonsuz gençlik
ve güzelliğe erişme isteği, onun çocuksu narsisizmdeki kaybettiği mükemmelliğe
dönüş isteğinin dolaylı bir ifadesi olarak algılanabilir. Çünkü eski
tümgüçlülük zamanında kaybettiği ilgiyi, bu şekilde elde edebilecektir ve
portrede olan, ancak kendisinde bulunmayan gençlik ve güzellik, onun ideali
olarak onun eksik yanını tamamlayacaktır.
Oscar Wilde’ın eserinde Dorian Gray’in dolaylı olarak da
olsa Goldmund ve Kamil Uzman gibi eski tümgüçlülüğe, narsisizm mükemmelliğine
dönme arzusuyla eşdeğer olan kendi portresindeki sonsuz gençlik ve güzelliğe
sahip olma isteği şu ifadelerde görülür:
Resmin bana bunu öğretti.
Lord Henry Wotton tamamen haklı. Gençlik sahip olmaya değen tek şeydir.
Yaşlandığımı anlayınca kendimi öldüreceğim. Geçen her dakika benden bir şeyler
alıyor ve ona bir şeyler veriyor. Keşke tersi olsaydı. Resim değişe- bilse ve
ben de daima şu andaki gibi kalabilseydim (A.g.e. : 32).
Nedim Gürsel’in eserinde Kamil Uzman’ın yaşadığı uyanışın
onu Lucia’ya yönlendirmesi, Lucia karakterini Giovanni Bellini tablosunda
gördüğü azize figürüne benzetmesi aşağıdaki cümlelerle ifade edilir:
Başını kaldırdığında genç
bir kadın gördü. İki eliyle kucakladığı kalın ciltlerin üzerinden eğilmiş,
gülümsüyordu. Kamil’e hiç de yabancı gelmedi yüzü. Genç kadından gözlerini
ayıramıyordu. Aceleyle bir masadan ötekine gidip gelişini, kucakladığı her
bırakışında yüzüne yerleşen yapmacık gülüşü dikkatle izledi. Kamil bakışlarını
kaçırmadı. Genç kadın da bir an ısrarla baktı ona, sonra başını öne eğdi. O an
Giovanni Bellini’nin kutsal söyleşisindeki Azize Caterina’nın figürü canlandı
belleğinde. Kamil bir süre önündeki cildin kapağını inceledi, sonra açıp içine
göz gezdirmeye başladı. Ne var ki genç kadına takılmştı aklı. Bu kadar
benzemek olur. (Gürsel, 2004a: 58).
Kamil Uzman’ın Lucia’yı annesiyle özdeşleştirdiği eserde
geçen şu ifadelerden anlaşılabilir:
.ve Lucia’yı unutmalı. Ama
ışığı unutmak mümkün mü, ışığın resmi yapılamaz belki yine de denemeli, ışığın
resmini yapabilir misin, Lucia’nınkini Giovanni usta yapmış işte. Kutsal
söyleşi de onun saçlarını, onun yüzünü, onun çıplak boynunu, sessizliğini,
çocuk İsa’ya bakışından doğan, giderek tablonun tüm yüzeyini, Accademia’nın
salonlarını, hatta tüm kenti, evet en uzak mahallelerine, alanlarına, o
alanların ortasındaki kuyuların dibine varıncaya dek tüm Venedik’i kaplayan
sessizliği çizmekle yetinmeyip ışığın da resmini yapmış, belirsiz bir yerden
fışkıran ışığın resmini. O tabloda Lucia bakıyor nedense adı Caterina olmuş..
Bu ışık konusu bastırdıkça içi acıyordu Kamil’in. Başlamadan biten bir aşkın
acısı değildi canını yakan. Belleğinin ta derinlerinde bir yere ışık düştükçe
kıpırdayan o belirsiz yüzdü. Kamil elbette resmini yapamazdı bu yüzün, o güzel
beyazlığını, yumuşaklığını fısıldarken dudaklarının sessizce açılıp kapanışını
çizemezdi. Gidip de bir daha dönmeyenin, bir yaşam boyu süren bekleyişin
resmini kim yapabilmiş ki! (A.g.e.: 143-144).
Lucia karakterinin kullandığı
parfümün kokusunun Kamil Uzman’a annesini hatırlatması ise aşağıdaki
ifadelerden algılanabilir:
Dün burnuna çarpan kadın
parfümünü duyumsayıncaya kadar da kitaptan başını kaldırmadı. Çocukluğundan
anımsadığı, belki de annesinin sürdüğü, yalnızca bir Akdenizli kadının
kullanmaya cesaret edebileceği o baygın lavantaydı (A.g.e.: 73).
Kamil Uzman’ın annesiyle
özdeşleştirdiği Lucia’ya âşık olduğu ise şu ifadelerde görülür: “Lucia’ya
aşkını ilk kez kendine itiraf etmiş oldu böylece” (A.g.e. : 138).
Dilek Kahraman “Resimli Dünya” adlı
eserde Kamil Uzman karakterinin Lucia’ya ilgi duyma sebebini onun Belini’nin
tablosundaki kadın figürüne olan benzerliğine bağlar. Lucia Giovanni
Bellini’nin tablosundaki ona annesini andıran azizeler gibi saf ve temizdir.
Ona göre, Kamil Uzman’ın sürekli içinde eksikliğini duyduğu annesinin bir
yansımasıdır Lucia, çünkü Kamil Uzman annesini anımsarken bahsettiği beyaz ve
temiz yüzü Lucia’da görmektedir:
Lucia’yı başkişi için
çekici kılan Giovanni Bellini’nin Kutsal Söyleşi’sindeki Azize Caterina ile
olan benzerliğidir. Çünkü Caterina, zekâsı, bilge bakışları ve korumaya
çalıştığı fazileti ile çizilen tablolarda fark edilebilen “onurlu, erdemli” bir
kadındır. Gördüğü tablolarla hayalî yolculuklara çıkan başkişi Kâmil Uzman,
aradığı pek çok kadın imgesini Lucia’da bulmaya çalışır. Başkişide ön plana
çıkan bütün kadın imgelerinin arka planında tek bir kadın vardır: Anne. Zira
Lucia’nın kullandığı kokunun annesini çağrıştırması da bunu açıklar
niteliktedir. Başkişinin belleğinin derinliklerinde sağlam bir yer edinen
“beyaz ve temiz yüz”, Lucia aracılığıyla canlanır (Kahraman, 2008: 60- 61).
Eserde anne, Kamil Uzman için bir kurtarıcı, onu dinginliğe
ulaştıracak ve hayata karşı direnme gücünü kendisine verecek olandır:
Kadın ve kentin birbirini
tinsel ve tensel anlamda tamamladığı romanlarda anne, dünyanın bunaltıcı
havasından sıkılan ruh için bir sığınaktır. Kahramanların kaotik boşluğu olarak
kabul edilen büyük kent ve sınırlandırılmış yaşam alanı olan yatılı okul,
başkaldırı sürecinin başlama noktasıdır. Kâmil Uzman’ın annesinin izini sürmesi
ve Madonnalar’daki figürleri bu doğrultuda yorumlaması kentin ve kadınların
çekim gücüne karşı annesinin safiyetine sığınarak direnme çabasının sonucudur
(A.g.e.: 83).
Eserde anne ayrıca farkındalığı ve kendini
anlamlandırmayı simgeler:
Zamanın hızla aktığı bir
başka kent olan Venedik’te kahramanın sürekli bir kadın arayışı içinde olması,
çocukluğu ve yatılı okul yılları ile ilintilidir. Dolayısıyla bireyin dünyayla
yüzleşmesine, farkındalıkları duyumsamasına ve dünyadaki yerini tayin etmesine
imkân tanımaktadır. O yüzden Giovanni Bellini’nin tablolarındaki Meryem ve İsa
figürleriyle annesinin, yani ‘kutsal kadın’ imgesinin izini sürer (A.g.e.: 79).
Kamil Uzman Lucia’nın asilliğine âşıktır, o da annesi gibi
saf ve temiz bir kadındır: “Lucia’yı orada aramak, ışık kadar güzel o temiz
saf kadını” (Gürsel, 2004: 142). Kamil Uzman Lucia’yı idealleştirerek
annesi gibi ona da sürekli bir özlem duyar: “Bir bilse onu nasıl özlediğini!
Aklından hiç çıkmadığını, Venedik’te gün boyu onun hayaliyle dolaştığını”
(A.g.e.: 141). Ona göre Lucia annesinin bir uzantısıdır, o karanlık yolunu
aydınlatan ve içinde bulunduğu tüm karmaşadan çekip çıkaracak onu huzura
erdirecek kişidir. Bu durum aşağıdaki ifadelerden açıkça algılanabilir:
... ama yıllar sonra
resimlerden çıkıp gelen, yolun yarısını çoktan geçmiş iflah olmaz bir sanat
tarihi profesörünün hayatına bir kor gibi düşen Lucia’ydı. Kamil’in içine
Venedik’in karanlığında, şu hayalet evler ile çatılardan bir ışıktır düşmüştü.
Sevda ateşten gömlekse, paltosundan soyunup o gömleği giymişti çoktan. Yani
aşıktı. Bu kadar basit işte, o bayağı şarkılardaki kadar sırıl sıklam aşık. Bir
gün öğrencilerine tarihin bir döneminde sanatçıların asıl amacının ışığı aramak
olduğunu söylemişti. Işıktı tablonun odak noktası, hatta ta kendisi. Manzara
resimleri yaparken İstanbul tepelerinde, Boğaziçi kıyılarında peşine düştüğü
ışığı sonunda yakalayabilmişti işte. Kaynağı belirsiz o yoğun yakıcı ışık, bir
tablosuna değil hayatının tam ortasına düşmüştü. (A.g.e. : 233).
Yine Lucia’nın Kamil Uzman için karanlıktan aydınlığa
geçişi simgelediği eserde geçen şu ifadelerden anlaşılabilir: “Ve
sevgilisini, şu karanlık dünyasının tek ışığı Lucia’yı beklemek” (A.g.e. 300).
Nedim Gürsel’in eserinde olduğu gibi Hermann Hesse’nin
eserinde de, yaşadığı uyanışın Goldmund’u annesine yönlendirdiğini ve manastırı
terk ederek annesini, hayatının anlamını, varlığının eksik yanını aramaya
koyulduğu, eserde geçen şu ifadelerden anlaşılabilir:
Şu anda pek çok şey biliyorum, beri yandan artık burada
kalamayacağımı da öğrendim ansızın, bir tek gün bile kalamayacağım. Gece olur olmaz
gideceğim... Ona gideceğim. (Hesse, 1994: 95- 96).
Çocuklar gelişim süreçlerinde, özellikle de gençliğe ilk
adım attıkları yıllarda kendilerini bir birey olarak ifade etme ve varlıklarını
oluşturma çabası içerisindedirler. Bu dönemlerde birçok iç çatışma yaşayan
bireyin özgür bir şekilde kendisini ifade etmesi onun benliğinin sağlam bir
şekilde oturmasını, olgunlaşmasını ve kendini var ederek çevreye uyum sağlayabilmesine
olanak tanır. Ancak bu dönemlerde baskı ve sert bir denetim altında, özgürce kendisini
ifade edebileceği bir ortamdan mahrum kalmak bireyin kendisini ifade etmesini,
kendisini var etmesini engeller. Duygularını bastırmak zorunda kalması onun
yaşadığı iç çatışmaları daha da kuvvetlendirir, onu nevrotikliğe sürükleyerek
bağımsız ve bütün bir kişilik yapısı oluşturmasını olanaksız kılar (bkz.
Yavuzer, 1995: 135- 149).
Eserlerde, Dorian Gray karakterinden farklı olarak Goldmund
karakteri manastıra, Kamil Uzman karakteri ise yatılı okula gönderilir.
Dolayısıyla her iki karakter de ailesinden ayrı bir şekilde katı kurallar
içinde yaşamaya mecbur kalır. Bu durum onların özgürlüklerini yoğun bir şekilde
sınırlar. Nitekim “Resimli Dünya” adlı eserde Kamil Uzman’ın şu sözleri onun
baskı altında ve özgürlükten yoksun olduğunun göstergesidir:
Son sınıfa gelene dek tam
yedi yıl. Basket sahasının betonunu yedi yılda kat ettim. Yasaklarla büyüdüm
zaten. Annemin adını anmam bile yasaktı evde. Üvey annem onu her geçen gün
biraz daha özlediğimi gördükçe çileden çıkıyordu. Sokağa çıkmam yasaklanmıştı.
Sonra yedi yıl boyunca cumartesi öğleden sonraları hariç dışarı çıkmam da yasaklandı.
Son sınıfa geçene dek okulda kapalı kaldım bir kalebent gibi (Gürsel, 2004a:
307).
“Resimli Dünya” adlı eserde Kamil Uzman karakterinin içinde
bulunduğu özgürlükten uzak ortamın benzerinde Goldmund karakterinin de
özgürlükten yoksun bir şekilde yaşadığı onun eserde geçen şu ifadelerinden
anlaşılabilir:
Okuldaki öğrencilerin gece
vakti dışarıda gezip tozmaları, her türlü gizli zevk ve macera peşinde
koşmalarıydı ve bu da manastırın izin vermeyip şiddetle cezalandırdığı bir
şeydi. (Hesse, 1994: 26).
Yine eserin farklı bir yerinde gece manastırdan çıkarak
kızlarla buluşmanın manastır tarafından çok büyük bir kabahat olarak kabul
edildiği görülür: “Ne var ki buraya gelmeleri, gece vakti gelip bu kızları
bulmaları yasaktan da öte bir şeydi” (A.g.e.: 29).
Görüldüğü üzere anne sevgisi ve şefkatinden yoksun, ancak
katı kurallar çerçevesinde kısıtlı bir çocukluk dönemi geçiren Goldmund ve
Kamil Uzman karakterlerinin kendilerini ifade etme özgürlükleri ellerinden
alınmıştır ve bu yüzden nevrotikleşerek kendilerini var etme çabası içerisine
girmişlerdir. Ayrıca yaşadıkları bu çatışma ve belirsizlik duygularından
kurtulmayı ise, yoksun kaldıkları anne sevgisine ve şefkatine tekrar sahip
olarak başarabileceklerini düşünmüşlerdir ve anne onlar için bir var oluş,
kendini ifade etme biçimi konumuna gelir:
Çocukluğun tanıdığı sınırsız özgürlüğün yerini
yatılı okulun katı disiplininin alması, kahramanların yalnızlaşıp dünü ile
bugünü arasında çatışma yaşamasına sebep olur. Böylece yatılı okulun iticiliği
ile kişinin terk edilmişlik duygusu arasında bir bağ kurulur. Buradan kurtulmak
için ilahi bir gücün varlığıyla teselli olmayı düşünmezler. Ancak kutsal kadın
imgesiyle düşlerini süsleyen annenin elini bir gün kendisine uzatmasını
beklerler (Kahraman, 2008: 86).
Her iki karakterin de “çocukluk ve ilk
gençlik çağlarında kadınlardan uzakta olmaları onları,
sahiplenecek sıcak bir kucak arayışına götürür. Bu öncelikle anne
kucağıdır. Annelerinden çok küçük yaşta ayrılmış olmaları,
onların tanımadığı başka kadınları aramasına
neden olmuştur”(Bal, 2008: 61).
Her üç eserde de üzerinde önemle durulan bir
haz kavramı söz konusudur. Bu dünyanın geçiciliği ve hayatın faniliği, ölüm
korkusu her üç eserde de yoğun bir şekilde vurgulanmıştır. Hayat kısa ve bu
yüzden yaşamımızdan olabildiğince haz almalıyız düşüncesi görülür. Hayatın
güzelliklerini olabildiğince yaşamak ve böylelikle hayatın anlamını
kavrayabilme düşüncesi her üç karakterin de ortak özelliğidir. Dorian Gray
karakteri uyanışından sonra, gençliğinin elinden gideceği düşüncesiyle karşı
karşıya kaldığı andan itibaren, Lord Henry Wotton’un sözleri doğrultusunda
dünyevi zevkleri yaşamanın, onları olabildiğince uçlarda yaşamanın yoluna koyuluyor.
Goldmund ise, yine benzer bir şekilde Narziss’in onun içindeki anne karakterini
ortaya çıkarmasıyla hayattaki güzellikleri yaşayıp, dünyevi hazza ulaşmak için
yanıp tutuşur ve sonunda manastırı terk eder. Bir sürü kadın gelip geçer
hayatından, onlar üzerinden o hazzı yaşayarak hayatı anlamlandırmaya çalışır.
Yine Kamil Uzman karakterinin de diğer iki karakter gibi hazza yöneldiği
görülür. Ancak haz Kamil Uzman için farklı bir anlam taşır. Diğer iki eserden
farklı olarak, “ilerlemiş yaşına rağmen cinsel arzularının yaşamına yön
vermesine engel olamayan sanat tarihi profesörü” (Kahraman, 2008: 75) Kamil
Uzman, varlığını cinsellikle, cinsel hazla sürdürme eğilimindedir. Cinsel hazla
ölümü yenebileceğini düşünür.
Dorian hayatın güzellik üzerine kurulu olduğunu
düşünür. Ona göre, “hayatın gerçek sırrı güzelliği aramaktır” (Wilde,
2004a: 57). Dorian Gray karakterinin hayatını hazza yönlendirmesi eserde geçen
şu ifadelerde açıkça görülmektedir: “Ben hazzın peşindeyim” (A.g.e.: 214).
Yine Goldmund’un, Dorian Gray gibi kendisini
hazza vermesi, hayatındaki tek gerçekliğin hazzı ve sevgiyi yaşamak olduğu
eserde geçen şu ifadelerden açıkça algılanabilir: “Sevgiyi ve hazzı, yaşamı
gerçekten güzelleştirip onu değerli kılan tek nesne gibi görüyordu, Goldmund”
(Hesse, 1994: 205).
Kamil Uzman karakterinin, Dorian Gray ve
Goldmund karakterinden farklı bir şekilde hazzı ölümsüzlüğün aracı olarak
gördüğünü şu ifadelerden açıkça algılayabiliriz: “Sevişmek... Hayat suyunu
fışkırtmak bir karanlığın içine, ölümü çığlık çığlığa orada yenmek” (Gürsel,
2004a: 152).
“Resimli Dünya” adlı eserde Kamil Uzman’ın
hayatında resmin çok önemli bir yeri vardır ve eserde geçen “herkesten
gizlese, kendine bile itiraf etmekten çekinse de resim her şeyiydi” (A.g.e.:
218) ifadelerinden resmin onun için ne kadar önemli olduğu açıkça görülmektedir.
Kamil Uzman için “resim yapmak, hayata tutunabilme, varlığını kalıcı kılma
çabasının bir sonucudur” (Kahraman, 2008: 48). Nitekim eserde Kamil
Uzman’ın bir gelecek kaygısı içerisinde olduğu görülür. Kamil Uzman kendisini
dış dünyadaki korkularından bir mağaraya sığınarak kaçan ve duvarlara bizon
resmi çizen ilkel insanlarla özdeşleştirir. Uzman çizilen bu bizonun o ilk
insanın sonraki zamanlara ulaşmasını sağladığını, böylece onu ölümsüz kıldığını
ve kendisinin de yaptığı resimlerle bu şekilde bir ölümsüzlüğe kavuşacağını
düşünür:
Ama yarın. neyse ki yarın
diye bir şey var bu uzayıp giden, hızlanıp yavaşlayan, bazen çok yavaşlayan
zamanın içinde. Doğal bir felaketten kaçıp inine sığınmış bir mağara adamı o,
korkuyla yarını bekleyen. Beklerken de karanlık duvara bir bizon resmi çizen. O
ilk resimden bu yana çağlayıp çoğalarak bir ırmak akıyor nice güzellikleri
geleceğe taşıyarak, bir ulu ırmak genişleyen yatağında akıp gidiyor kıvrıla
büküle, insanın elinin çizdiği tüm resimleri sürükleyip götürerek. Kamil hiç
sergi açmamış da olsa bu ırmağın bir parçası olduğunu, onunla denize kavuşup,
ölümsüzlüğe erişeceğini biliyor. Ölümsüzlük, (Gürsel, 2004a: 152).
Gürsel’in eserinde Kamil Uzman karakterine benzer bir
şekilde Hesse’nin eserinde Goldmund karakterinin kendisini sanatla ve
eserleriyle ölümsüz kılmak istediği görülür:
,Sanat ne verdi sana,
senin için nasıl bir anlam taşıdı? ,Ölümlülüğün yenilgiye uğratılması; gördüm
ki, bir soytarı oyununa ve ölüm dansına benzeyen insan yaşamından geriye bir
şey kalıyor, ölümden sonra yaşamını sürdürüyordu, bu da sanat eseriydi, Bu
uğurda çalışmak bana olumlu ve avutucu bir etkinlik gibi görünüyor;
çünkü
ölümlülüğün ölümsüzleştirilmesi gibi bir şey adeta (Hesse, 1994: 327- 328).
Gürsel’in ve Hesse’nin eserlerine yansıyan karakterlerin
sanat eserleri ile kendilerini ölümsüz kılma arzuları; Wilde’ın eserinde Dorian
Gray’in resmiyle yer değiştirerek kendi gençlik ve güzelliğini ölümsüz kılma
arzusu şeklinde yansıtılmıştır:
Ben güzelliği ölmeyecek
olan her şeyi kıskanıyorum, yaptığın portremi de kıskanıyorum. Neden benim
kaybedeceğim şeye o sahip olsun. Geçen her saniye, benden bir şeyler alıyor ve
ona bir şeyler veriyor. Keşke tersi olsaydı. Resim değişebilse ve ben de daima
şu andaki gibi kalabilseydim (Wilde, 2004: 32).
Bireyde ölümün farkındalığı narsisizmin bir göstergesidir,
çünkü ölümün varlığını kabullenirken bir yandan da ölümün var olduğunu ve
kendi benliğinin sonlanacağını bilmek, bireyi kendini var etme yolunda
kaçınılmaz bir çaba arayışına sürükler (bkz. Evren, 1997: 49). Eserlerde
karakterlerin annelerinin ölümüyle karşılaştıkları ölüm kavramı onların hayatlarında
farklı yönelimler yaşamalarına sebep olurken, yaratıcı dehalarının ortaya
çıkmasını da beraberinde getirir. Bu şekilde kendi varlıklarını sürdürme
eğilimi gösterirler. Böylelikle ölümsüzlüğe, bir bakıma tanrısallığa
ulaşacaklardır ve bu davranışları onların narsisistik tutumlar
sergilediklerinin bir göstergesidir. Nitekim Narkissos da benliğinin diğer
yarısı olan tanrısallığa, bir bakıma ölümsüzlüğe ulaşma çabası içerisindedir.
Ergün Kocabıyık ölümün farkındalığıyla bireyin kendini
kalıcı kılma isteğinin, onun tanrısallığa olan arzusunu gösterdiğini belirtir.
Bireyin kendi suretinde gizli olan tanrının farkında olmasıyla kendi
ölümlülüğü ve hiçliğinin ortaya çıktığını, dolayısıyla bireyin içindeki
tanrısal olana ulaşma isteği duyduğunu söyler. Narkissos mitinde de kendi
suretindeki ötekinin farkına varan Narkissos’un ölümsüz olan ‘ben’inin diğer
yarısına erişme isteğiyle, bir bakıma tanrısallığa ulaşma isteğiyle benliğini
var etme çabası içerisinde olduğunu savunur (bkz. Kocabıyık, 2010: 220-222).
Görüldüğü gibi her üç eserde de sanat ortak noktadır. Her
üç eserde de narsisizmdeki var olma çabası ile ölümsüzlüğü arayışta sanat aracı
olarak kullanılmıştır. Ancak Hesse ve Gürsel’in eserlerinde Wilde’ın eserindeki
Dorian Gray karakterinden farklı olarak, Gold- mund ve Kamil Uzman karakterleri
sanat alanında yaratıcı bir kişiliğe sahiptirler. Nitekim Golmund’un heykeller,
Kamil Uzman’ın ise manzara resimleri yaptıkları görülür.
Nedim Gürsel ve Hermann Hesse’nin eserlerinde Goldmund ve
Kamil Uzman karakterlerinin narsisistik gerilimleri sanatsal bir üretime
dönüşmüştür. Onlar kendiliklerine yönelik narsisistik yatırımlarla ilgili
yaşantılarını sanat aracılığı ile ifade etme eğilimindedirler (bkz. Kohut,
1998: 268-269).
Yaratıcılık narsisistik kişiliğin belirgin özelliklerinden
biridir. Narsisistik kişiliğe sahip insanların nevrotik olma özellikleri dolayısıyla
yaratıcılığa yöneldikleri görülür ve yaşamış oldukları örselenmeler onları bir
şeyler yaratmaya iter. İçlerindeki boşluğu ve hissettikleri eksikliklerini
böyle dikkat çekerek doldurmaya çalışırlar:
Narsisistik kişiliklerin
analizlerinde, sınırları belli bir dizi iş yapmaktan, sanat ve bilim alanında
önemli çalışmalara kadar varan geniş bir yelpazede, yaratıcılıkta artış ortaya
çıkar. Yaratıcılıktaki artış özgül olarak, hem büyüklenmeci kendilik hem de
idealleştirilmiş ebeveyn imagosu alanında donmuş narsisistik yatırımların etkinleşmesiyle
ilgilidir (A.g.e.: 258).
Narsisistik kişilik geçmişte yaşadığı eksiklikleri
yaratıcılık ile doyuma ulaştırma eğilimi gösterir ve onlar için duygularının
bir ifadesi, bir sitemi olur yaratıcılık. Heinz Kohut; sanatını icra ederken
yaşadığı yalnızlık duygusunun bu kişiliklerin geçmiş yaşamlarındaki örseleyici
duygularla bağdaştığını belirtir:
Narsisistik kişiliğin
yaratıcı beyni, yaratıcı alanlara ve yeni buluşlara yöneldikçe yalnızlaşır ve
bu gereksinimi daha da artar. Bu gibi durumlarda yaratıcı beynin yalnızlık
duygusu keyif verici olduğu kadar korkutucudur. Çünkü bu yaşantı bir yandan
erken çocukluk dönemindeki örseleyici yalnız kalma, terk edilme ve desteğini
yitirme korkularını alevlendirir (A.g.e. : 264).
Bu görüşlere benzer bir şekilde “Resimli Dünya” adlı eserde
Uzman karakterinin resme başlama sebebi aslında geçmiş yaşamındaki kötü
anılarına bir çeşit sitem, o duyguları dışa vurma niteliği taşımaktadır:
Resme başladığı günler geldi
aklına. Gerçekte dışarıya açık havaya çıkma isteğiydi onda bu manzara merakına
yol açan. Uzun yıllarını yatılı okulda geçirmişti, ço- cukluğunuysa bir bodrum
katında. Kamil’e öyle geliyordu ki aradığı ışık, paletindeki renkler, ne yazık
ki göz açıp kapayıncaya dek geçip giden o güneşli pazar sabahları,
çocukluğundaki karanlıktan, ergenlik çağı boyunca dar yatağında uykuyu
beklerken yatakhanenin tavanından buz tutmuş camlara doğru yayılan gece
lambasının kör ışığından bir öç almadır (Gürsel, 2004: 93-94).
Resim aynı zamanda Kamil Uzman karakterinin
içinde bulunduğu duygulardan, çelişkilerden uzaklaşarak aradığı huzura
ulaştığı bir yer konumundadır: “Resim yapmak bir tapınma değildi belki, ama
fırtınalı yaşamını, aşk kırgınlıklarını unuttuğu bir liman, bir huzur
arayışıydı” (A.g.e.: 80).”
“Narziss ve Goldmund” adlı eserde yine aynı
şekilde, çocukluğunda kaybettiği annesinin acısını duyan Golmund’un
yaratıcılık isteğinin çıkış noktası ise; bir türlü göremediği annesinin
heykelini yapma, böylece onsuz yaşadığı her deneyimi ifade etme isteğinden kaynaklanmasıdır:
Goldmund yeterince hüner ve
beceriyi kesinlikle kazanır kazanmaz dünyevi anayı, Havva anayı, yüreğinde
yaşattığı eski ve aziz bir görüntü olarak yaratacağı eserde canlandıracaktı. Ne
var ki içindeki imaj, bir zamanlar kendi annesinin ve annesine karşı sevgisinin
anılardaki görüntüsü olan bu imaj sürekli değişiyor ve büyüyordu. Yalnızca
Çingene Lise’nin, şövalyenin kızı Lydia’nın yüz hatları ve daha başka
kadınların yüzleri annesinin başlangıçtaki görüntüsünden içeri bir kapı bulup
girmemiş, yalnız sevdiği kadınların imajı annesinin imajını yoğurup ona bir
şeyler katmamış, yaşanan her sarsıntı, her deneyimde bu imaj üzerinde çalışmış,
ona yeni hatlar kazandırmıştı. Çünkü ileride bir gün gözle görülür duruma
sokmayı başardığında görüntü belli bir kadını değil, yaşamın kendisini ilk anne
olarak canlandıracaktı (Hesse, 1994: 199).
Eserlere bakıldığında karakterlerin diğer bir
ortak noktası olarak etrafındakileri küçümseme eğiliminde olduklarını görürüz.
“Narsist kişiler haset ederler, narsist destek bekledikleri bazı kişileri
idealleştirme, hiçbir şey beklemedikleri kişileri ise küçük görme ve tepeden
bakma eğilimi gösterirler.” (Kernberg, 2006: 199). Karakterlerin bu
özellikleri Ovidius’un eserinde Narkissos’un kendisine âşık olan su perisi
Echo’yu küçük görmesi ve onu terk etmesi ile Echo’nun ölmesi durumuyla
benzerlik gösterir. Ovidius’un eserinde bu durum şu ifadelerde görülürken:
Öyleydi güzelliği, alımı, çalımı. Yüz vermezdi
kimseye.
Ormandan
çıkmak, kollarını boynuna dolamak istedi, özlemle.
Kaçarken kaçardı o da.
Çek beni kucaklamak isteyen kollarına
diyordu.
Ölür de veririm sana kendimi; ‘veririm sana
kendimi’
Yankılandı söylenenlerden ancak.
Çekilmiş ormana nice sövülmüşlükle.
Gizler yüzünü utancını yapraklar
Yalnız yaşar ormanda oyukta,
Gönlünde sevgi acı çatışır.
...
Yerleşmiş ormanlara o gün.
Dağlarda görünmez olmuş. (Ovidius, 1994: 81).
Oscar Wilde’ın eserinde Dorian’ın kendisine aşık olan Sibyl
Vane karakterini küçük görerek terk etmesi eserde geçen şu ifadelerde görülür:
...Keşke seni hiç
görmeseydim. Hayatımın romantizmini mahvettin. Senin sanatını mahvettiğini
söylediğine göre, aşk hakkında ne kadar az şey bildiğin ortada. Sanatın olmadan
sen hiçbir şeysin. Seni ünlü, parlak ve harika kılabilirdim. Dünya önünde diz
çökebilirdi. Ve benim adımı taşıyabilirdin. Şimdi nesin? Güzel yüzlü, üçüncü
sınıf bir oyuncu.. (Wilde, 2004a: 98).
Dorian’ın Sibyl Vane’i terk etmesi sonucunda kızın intihar
ederek ölmesi eserde geçen şu ifadelerden açıkça anlaşılabilir:
Bunun bir kaza olmadığından
hiç şüphem yok. Ama herkese kaza olduğunu söyleyecekler. Görünüşe göre, on iki
buçuk sularında annesiyle tiyatrodan ayrılırken, yukarıda bir şey unuttuğunu
söylemiş. Bir süre beklemişler kızın dönmesini, ama o inmemiş aşağıya. En
sonunda cansız vücudunu soyunma odasında, yerde bulmuşlar. Yanlışlıkla bir şey
yutmuş, şu tiyatroda kullandıkları şeylerden. Ne olduğunu bilmiyorum, ama
içinde ya siyanür ya da üstübeç varmış. Ama çabuk öldüğüne göre siyanür olsa gerek (A.g.e.: 108).
Oscar Wilde’ın eserinde Dorian’ın Sibyl’i küçümsemesi
Narkisos’un Echo’yu küçümsemesiyle birebir uyuşmaktadır. Ancak Hesse ve
Gürsel’in eserinde Goldmund ve Kamil Uzman’ın “Narkissos Miti”indeki gibi
kendilerine âşık olan ve küçük görerek terk ettikleri bir Echo karakteri
yoktur. Bu durum karakterlerin etrafındakileri küçümsemesi olarak yansıtılmıştır.
Hermann Hesse’nin eserinde Goldmund’un etrafındakileri
küçümsediği şu ifadelerden anlaşılmaktadır: “.bir araya gelen Narziss ile
Goldmund kendilerini aristokrat kişiler gibi görüp kibir ve gurura kapılmışlar,
tepeden bakıp küçümsedikleri arkadaşlarından kendilerini soyutlamışlardı.”
(Hesse, 1994: 43).
Nedim Gürsel’in eserinde ise şu ifadelerde açıkça
görülmektedir:
Delikanlı sehpasını kurmuş
resim yapıyordu. Günbatımını yanlış yere yerleştirmişti yine. Salute’nin
kubbeleri, Canal Grande, gondoldaki çift her şey geçen gün gördüğü tablonun
aynısıydı. Çoğaltıyor kerata. Çoğaltıp turistlere hep aynı manzarayı satıyor.
Ne yazık! Oysa genç, daha, geçen günkü terbiyesizliğine rağmen sempatik bir
tipi var. Ama yeteneği yok. Güneş çıkar çıkmaz buraya gelip köprünün üzerine
kuruyor tezgahını hep aynı yanlış gün batımını, aynı dekorun içine
yerleştirdikten sonra aynı müşterilere pazarlıyor (Gürsel, 2004a: 157)
Narsisistik kişilikler genellikle uzun süreli ilişkiler
yaşamazlar ve yaşadıkları ilişkiler yüzeysel boyuttadır. Sürekli geçmişe,
çocukluktaki özgür ve tümgüçlü haline saplanıp kalan narsisistik kişilikler
yaşamda diğerlerine bağlanma isteği duymazlar. İlişkileri yüzeyseldir, çünkü
aslında ideale ulaşmada bir araçtır (bkz. Kernberg, 2006: 199- 292; Beck, 2008:
377; Masterson, 2008: 189-341). Eserlerde de her üç karakterin uzun süreli bir
ilişkisi yoktur. Her üç karakter de yalnızdır, evli değildir ve evlenmeyi
düşünmemektedir.
“Dorian Gray’in Portresi” adlı eserde bu durum Dorian’ın şu
sözleriyle ifade edilirken: “Evlenecek biri değilim ben Harry. Evlenemeyecek
kadar aşığım çünkü” (Wilde, 2004: 54).
“Narziss ve Goldmund” adlı eserde ise; Goldmund’un bu
konudaki düşüncesi eserde şu şekilde ifade edilir:
Pek çok kadın sabahın erken
saatinden koynundan çıkmış, ona veda edip gitmiş, kimi gözyaşlarını tutamamış,
bazen de Goldmund kendi kendine şöyle düşünmüştü: “Neden hiçbiri kalmıyor
yanımda? ...kendi kendini yokladığında özgürlüğü sevdiğini anlıyordu, beraber
olduğu hiçbir kadın anımsamıyordu ki, kendisine karşı duyduğu özlem bir
sonraki kadının kollarında sönüp gitmesin. Ama öyleyken kadınlarınki olsun,
kendisininki olsun sevginin bu kadar ölümlü görünmesi, alevlendiği kadar çabuk
doyuma ulaşması şaşılacak, beri yandan biraz hazin bir şeydi. Doğru muydu böyle
olması? Öteden beri böyle miydi, her tarafta böyle mi? Yoksa kendisinden
kaynaklanan bir durum muydu bu? (Hesse, 1994: 122).
“Dorian Gray”in Portresi”, “Narziss ve Goldmund” adlı
eserlerde görülen evlenmeyi istememe durumu “Resimli Dünya” adlı eserde Kamil
Uzman karakterinin şu ifadelerinde kendini gösterir:
Kamil Uzman başkalarının
sahip olup da kendisinin hiç özenmediği birçok şey gibi araba almadığına, hafta
sonları karısı ve çocuklarıyla birlikte piknik yapma hayalleri kurmadığına
sevindi (Gürsel, 2004a: 56).
Yine eserde Kamil Uzman’ın ömrünü yüzeysel ilişkilerle
geçirdiği “yarısı çoktan geride kalmış, yoksunluk ve yorgunluklarla, geçici
aşklarla yaşanmış bir ömrün yalnızlığında.” (A.g.e.: 94) ifadelerinde
görülürken, evli olmadığına memnun olduğu “çok şükür evli değildi”(A.g.e.:
220) ifadelerinden açıkça anlaşılabilir.
Her üç eserde de karakterlerin narsisistik kişiliğin bir
göstergesi olan ve psikanalizde eyleme koyma (eyleme vurma) olarak adlandırılan
davranışlar sergiledikleri görülür. Eyleme koyma davranışları ahlaksal olarak
pek de yadırganmayan türde davranışlardır. Narsisistik kişiliklerin yaşadıkları
iç karmaşa yüzünden ortaya çıkan bu davranışlarla, bir bakıma içinde
bulundukları durumu örtmeye ve yaşadıkları eksiklikleri bu davranışlarla
gidermeye çalışırlar (bkz. A.g.e.: 142-157). Heinz Kohut, narsisistik
kişiliklerde eyleme koymanın büyüklen- meci kendiliğin harekete geçmesiyle
alakalı olduğunu vurgular:
Eyleme koymanın özgül belirleyicisi, büyüklenmeci
kendiliğin aniden patlamasına neden olan zihinsel örgütlenmenin narsisizmidir.
Patojenik saptanma konularına doğru gerçekleşen özgül gerileme, kendilikle
kendilik olmayan arasındaki ayrımın zayıflamasına neden olur, bu yüzden itki,
düşünce ve eylem arasındaki ayrım da bulanıklaşır. Başka bir deyişle, yüzeysel
bir bakışla dışa yönelik görünen eylem değil, psikolojik gelişimin dış dünyaya
hala narsisistik libidoyla yatırılmış olan bir evresinin kendine yönelik etkinliğidir
(A.g.e.:143).
Eserlere bakıldığında, her üç karakterin de eyleme koyma
davranışları sergiledikleri görülür. Ayrıca her üç karakterin de eyleme koyma
davranışlarının genellikle cinselliğe yönelik olduğu görülür, çünkü “narsisistik
kişlik bozukluğu olan hastaların büyük çoğunluğunda ruhsal aygıtın temel
yansızlaştırıcı yapıları yeterince gelişmemiştir. Bu yüzden gereksinimlerini ve
çatışmalarını cinselleştirme eğilimindedirler” (A.g.e.: 199). Nitekim Kamil
Uzman gündüzleri araştırma yaptığı Venedik’te geceleri hayat kadınları ile
birlikte olur. Goldmund’un manastırdan ayrıldıktan sonra yolculuğu boyunca
hayatına birçok kadın girer. Dorian Gray de gündüzlerini asil bir adam olarak
davetlere katılarak, gecelerini ise batakhanelerde, şehrin yoksul yerlerinde,
uygunsuz evlerde, meyhanelerde geçirir.
Bu ifadeler “Dorian Gray’in Portresi” adlı eserde Basil
Hallward’ın şu sözlerinde görülürken: “Şafak vakti uygunsuz evlerden gizlice
süzülüp çıktığını, değişik kılıklarla Londra’nın en berbat meyhanelerine
girdiğini görmüşler” (Wilde, 2004: 164). Bu durum “Narziss ve Goldmund” adlı
eserde ise Goldmund’un şu düşüncelerinde belirir:
Oradan oraya, dolaşıp
durmasında, bir kadını bırakıp, bir başkasına koşmasında saklı hikmetin belki
de bu bilip tanıma ve ayırt etme yetisinin giderek güçlenmesi, zamanla çok
yönlü nitelik kazanması ve enine boyuna öğrenilip pratikte uygulanması olduğunu
erkenden sezmeye başlamıştı. Belki de yazgısıydı bu onun sadece bir değil, iki,
üç hatta pek çok enstrümanı çalabilen müzisyenler gibi kadınları ve sevgiyi binlerce
değişik çeşitlemesi içinde mükemmel denecek gibi öğrenmek alnına yazılmıştı.
Ancak bunun ne işe yarayacağından, sonunun nereye varacağından haberi yoktu,
yalnız şu kadarını söyleyebilirdi ki yolu tutmuş gidiyordu. (Hesse, 1994: 124).
“Dorian Gray’in Portresi” ile “Narziss ve Golmund” adlı
eserlerde olduğu gibi “Resimli Dünya” adlı eserde de Kamil Uzman karakterinin
eyleme koyma davranışları sergilediğini şu ifadelerden anlayabiliriz:
Oysa şimdi, bir süredir
yalnız yediği akşam yemeklerinde daha şişeyi yarılamadan ya başı dönüyor ya da
iyice kafayı bulup sokaklara vuruyordu kendini. Sanat tarihi profesörünün
yerini başka biri alıyordu. Gündüz insan gece kurt denilemez ama, öyle bir şey
sanki. (Gürsel, 2004a: 36).
Ayrıca Kamil Uzman’ın bu eyleme koyma davranışlarının
cinselliğe yönelik olduğu aşağıdaki ifadelerden anlaşılmaktadır:
.yemekten sonra geç vakit
Mestre’de fahişelerin peşine düştüğü o ağaçlı caddeyi, sonra geçen gece
parasını çalan kadını sokak sokak arayışını, bulduğunda aralarında geçen
pazarlığı, polise şikayet etmezse bu kez para almadan sevişme önerisini,
birlikte istasyona gelip artık kullanılmayan alet edevatla dolu barakadaki
çığlıklarını artık unutmak istiyor.. Gece geç vakit, bir fahişeyle yattıktan
sonra hep bu ezilmişlik duygusunu yaşardı, kadının üzerine çıkan kendisi de
olsa, hazzı paylaşamadığı için belki yapayalnız kaldığından. Yine de bilmediği
kentlerin batakhanelerini keşfe çıkar, sabaha dek çamurlu dar sokaklarda
dolaşırdı. Bir genelevin ter kokan pis yatağında, az sonra sevişeceği kadını
beklerken kendini evindeymiş gibi rahat hissediyordu (A.g.e.: 153- 154).
Ergun Kocabıyık, “Narkissos Miti”ne mistik açıdan simgesel
bir yorum getirir. Kocabı- yık, insanın tanrıyla bir olduğu düşüncesine
dayanarak “Narkissos Miti”nin bireyin kaybettiği tanrısallığa tekrardan ulaşma
çabası içerisinde olduğunu vurgular. Tasavvuf felsefesine göre, insan suretinde
tanrı gizlidir, bir bakıma insan tanrıyla birdir ve Kocabıyık bu bağlamda
Narkissos’un ırmağa eğilip su içerken aslında bir yanılsamaya âşık olduğunu ve
kendi suretindeki tanrıya âşık olduğunu belirtir. Böylece Narkissos kendi
suretinde bulduğu benliğinin özüne, diğer yarısına âşıktır ve ölene kadar bu
aşka ulaşmak için çabalar. Narkissos dünyada ulaşamadığı tanrıya ölümüyle
kavuşur (bkz. Kocabıyık, 2010: 123-142). Böylece ulaşamadığı yarısına
kavuşarak benliğini bütünler:
Narkissos’un trajedisi kendi
imgesiyle, erişilemeyen gizemli öteki arasındaki bölünmedir; bu ikisi
arasındaki karşıtlık ve tamamlayıcılıktır. Benlik, bu bölünmenin, bir
uyumsuzluğun mekânıdır (A.g.e. : 122).
Görüldüğü gibi her üç eserde de Narkissos miti ile benzer
şekilde Dorian Gray, Gold- mund ve Kamil Uzman karakterleri üzerinden bireyin
yaşamı boyunca tamamlanma, bir bütünlüğe kavuşma ve kendini var etme çabası
içerisinde olduğu aktarılmaya çalışılmıştır.
Bireyin benliğinde hissettiği eksikliği, onun yaşadığı iç
çatışmaları ve eksikliğini giderme isteğiyle verdiği mücadeleyi anlatan
Narkissos miti dolayısıyla da her üç eser aslında en eski mitle, ilk insanın
mitiyle özdeşleştirilebilir: Adem ile Havva’nın mitiyle. Adem ile Havva’nın
Cennetten kovulma motifinin Narkissos mitinde ve eserlerde yansımalarının bulunduğu
söylenebilir:
Bu mite göre insan prototipi
Adem eksiktir, kastredir; başka bir ifadeyle narsisistik açıdan yaralıdır;
çünkü ötekinin kusursuz bir arzu nesnesi olamamıştır. Cennetten kovuluş insani
doğanın eksikliğini vurgular ve bu eksikliği tamamlayan acılı bir süreç olarak
dünya sınavına işaret eder. Bu geri dönüşü olmayan bir ayrılığın sınavı, bizi
aniden ve sonsuza dek terk ederek alt üst eden, kendimizi sil baştan
yapılandırmaya zorlayan nesnenin eşsiz ayrılığın sınavıdır. Bu psişik acı
yalnızca cennetsi mutluluktan mahrumiyetin değil, aynı zamanda Tanrı denilen
sevilen varlığın sevgisinden ansızın mahrum bırakılmanın, onun tarafından terk
edilmenin, izzeti nefsimiz derinden yaralandığında küçük düşmenin ve manevi
bir sakatlanmanın da acısıdır (A.g.e.: 254).
Adem ve Narkissos ayrı oldukları tanrısallıktan dolayı acı
çekmektedirler, bir zamanlar içinde bulundukları Cennet ve bu Cennette Tanrı
ile bir olma duygusunun eksikliğinden. Dolayısıyla onların da Dorian Gray,
Goldmund ve Kamil Uzman gibi bir terk edilme depresyonu yaşamakta oldukları
söylenebilir. Kahramanların elinden alınan çocuksu narsisizmlerinin
mükemmelliği, annelerinin ölmesi yüzünden yaşadıkları terk edilmiş olma hissi,
Adem ve Narkissos’un elinden alınan Cennet ve bu Cennette Tanrı ile olan bir
olma duygusudur. Nitekim kahramanlar bir zamanlar anneleriyle birlikte, mutlak
güven ve mutluluk içinde annelerinin arzu nesnesi olarak yaşamışlardır. Bu
zamanda anne onlar için kendilerinin bir yansıması, bir uzantısı, benliklerini
bütünleyebildikleri bir imaj konumundadır. Her şey yalnızca kendileri için
vardır, annenin ilgisi ve sevgisi sadece onlar içindir. Onların içinde bulundukları
bu çocukluk cenneti annenin, ötekinin, yani var oluşlarını kanıtlayabildikleri
yansımanın kaybedilişiyle birlikte yok olur. Böylelikle çocuk kaybettiği bu
mükemmel hislerini, cennetini yeniden kazanmak için sürekli özlem duyarak acı
çeker. İçinde bulunulan bu acı durumdan kurtulmanın tek yolu ise, kaybedilen
diğerinin tekrar elde edilmesidir:
Ötekinin sevgisinin kaybedilmesinin yarattığı itkisel
bunalımla sarsılan ben, yeniden kendini bulmaya çabalar; kaybettiği sevgilinin
psişik tasarımına yoğunlaşır. Zahit, sanki kayıp ötekinin imgesini büyüterek
onun gerçek yokluğunu telafi etmek ister. Baskın olan bu imgeyle neredeyse
tamamen hemhal olur ve bazen derin bir aşkla severek bazen de kaybolanın
imgesinden nefret ederek yaşar. Her iki duygu da onun bütün enerjisini emer,
onun dış dünya ile bağını keser, kendini kuvvetli bir merkezkaç kuvvetiyle içe
çekmeye çalışır. Zahit, kayıp sevgilinin anısını umutsuzca canlandırmaya
çabalarken yavaş yavaş tükenir. Zahit acı çeken kişidir çok acı çeker çünkü
sevmektedir. Çok sevmektedir çünkü o sevgi bir daha ele geçirilemeyecek
imkansız bir sevgidir. Tanrı imgesi yitirilmiş bir organın hayaleti gibi yitik
sevgilinin hayaletidir. Ben daima idealinden eksiktir; sahip olduğu potansiyeli
gerçekleştiremeyen bir öznedir; insan öznesi (A.g.e.: 257).
Eserlerde her üç karakter de annesini, eksik yanını,
varoluşunun özünü arama çabası ile kendi öz benliğini bulma, öz benliğe dönme
isteğindedir. Ancak benliği bulmak aynı zamanda ölümün farkındalığını ve onu
yenme isteğini de beraberinde getirir çünkü “ben ölümlü bedendeki ölümsüz
özdür. Başka bir deyişle ölüm içgüdüsüne karşı koymak “ben”in asli görevidir”
(A.g.e.:179). Nitekim eserlerde karakterlerin yaşadıkları farkındalıkla
kendilerini eksik hissetmeleri sonucu girdikleri varoluş mücadelesiyle
sergiledikleri davranışlar, kendilerini ölümsüz kılma isteklerinden
kaynaklanmaktadır. Bir bakıma anneyle, benliklerinin diğer yarısıyla,
suretlerinde gizli olan tanrısallıkla bir olmayı istemektedirler. Ancak içinde
bulundukları durumdan kurtularak huzura erme, eksik yanlarını tamamlayarak
kendilerini dönüştürme ve var etme istekleriyle yeniden bir bütünlüğe kavuşma
uğruna büyük bir aşk yaşarlar. Narkissos’un durumu da onlardan farksızdır. Suda
gördüğü kendi yansımasına âşık olan Narkissos’un ona ulaşmak istemesi ve bu
uğurda ölmesi öz benliğine dönüş isteğinin bir sonucudur. Her üç eserdeki
karakterin de Narkissos gibi özbenliğine ulaşma isteği onları ölüme götürür.
Bir bakıma kendi sonlarını getirerek, kendi kaderlerini kendileri tayin
ederler. Bu sayede tıpkı Narkissos gibi onların benlikleri de bir dönüşüm
yaşar, bu dünyada ulaşamadıkları bütünlüğe öbür dünyada kavuşarak tanrısallığa
ulaşırlar. Böylece ikinci kez doğarlar:
İnsan bir kez doğmakla tamamlanmış olmamaktadır. Nesneler
yalnızca vardır, kendilerinde tamdırlar, kendilerinde varlıktırlar; ama insan
eksiktir; gelecekte yapacağı pek çok seçimle oluşunu tamamlayacaktır. İnsan
nesne gibi var olmakla yetinemez, olanı dönüştürür, ondan bir olması gereken
çıkarmaya çalışır ve bunu kaçınılmaz görür; onu değişime uğratırken kendini de
değiştirir; bu insanın var oluşudur. Özgür irade sahibi bir varlık (kendisi-
için-varlık) olarak seçimlerinin temelini oluşturacak bir ölçüt arar.
Varlığının davranışlarını vicdanen haklı kılacak bir dayanağı olmalıdır.
Tasavvuf, bu dayanağın ezelde (bezm-i elest) verilmiş olduğunu öğretir. Ne ki,
dünya (mevcudiyet) ne kadar şaşırtıcı ve hayranlık verici olsa da acı ve hüzün
de verir; çünkü dünyada oluş bir ayrışmanın ürünüdür. Sonuçta insanın manevi
olarak ikinci kez doğması, dünyadaki var oluşunu aşması gerekmektedir; insan
aşk yoluyla Tanrı’yla bütünleşerek mutluluğa ermeyi arzular (A.g.e.: 221-
222).
“Resimli Dünya” adlı eserde Kamil Uzman karakteri annesinin
imgesini âşık olduğu kadın Lucia ile canlandırmaktadır. “İyilik meleğinin
kutsal yüzü annedir, kentin gölgeli duvarlarına yansıyan ya da
unutulmayan, unutulmayacak olan ilk kadın. Kimi yerde bu kadın
çekip giden, dönmeyen sevgili olur.” (Seval, 2006: 14). Kamil Uzman,
Lucia’yı tıpkı annesi gibi ona da özlem duyarak beklemekte ve ona ulaşma isteği
duymaktadır ve onu bir kurtuluş, güven sığınağı olarak görmektedir. Bu bakımdan
Lucia’ya ideal anlamda bir aşk besler Kamil Uzman, ancak Lucia da annesi gibi
hiç ulaşamadığı bir kadın olarak kalır:
“Çocukluğunun yalnız
gecelerindeki gibi camlar buğulanırken yatakta uykunun gelmesini beklemek. Ne
yüzünü hayal meyal anımsadığı annenin geri döneceği vardı ne de Lucia’nın” (Gürsel,
2004: 112)
Sürekli Lucia’nın ona gelmesini bekleyen Kamil
Uzman kızın gelmemesi üzerine büyük bir hayal kırıklığı yaşar, kendisini tıpkı
eski çocukluk günlerindeki gibi yalnız ve terk edilmiş hisseder:
İçi acıyordu. İçindeki paslı hançer döndükçe yara
kanıyordu. İlk terk edilişin yarası o beyaz yüz bodrum katının karanlığında
çekip gittiğinde... son terk edilişin yarası Venedik’te karnaval gecesi
Lucia... (A.g.e. : 313).
Bunun üzerine Kamil Uzman yaşadığı acıyı bir
başka kadınla, Mestre’deki fahişeyle birlikte olarak dindirmek ister. Hiç
gelmeyen kadını başka kadınlarda aramaktır yaptığı, bir bakıma yalnızlığına ve
terk edilmişliğine isyandır, ancak bu davranışı Kahraman’ın da belirttiği gibi
onu felaket sona sürükler:
Başkişinin yalnızlığını
gidermek için cinselliğe başvurması, tinsel bir isteğin sonucu değil
tensel/bedensel bir özgürlük dürtüsünün sonucudur. Yalnızlığa başkaldırı niteliğindeki
cinsel savurganlık Kâmil Uzman’ın ölümüne sebep olacak boyuta ulaşır. Kadınlar
aracılığı ile kendi sınırlarını aşacağına inanan başkişi, sınırları aşmanın
öteki yüzü olan ölüme cinsel tutkularıyla sürüklenir (Kahraman, 2008: 82).
Lucia’nın (annesinin), sığındığı huzur veren
kadın imajının gelmemesi üzerine Kamil Uzman’ın fahişelere yöneldiği eserde
geçen şu ifadelerde görülür:
Stüdyoya önce o girdi kadın da arkasından.
Sokak kapısının açık kaldığını görmedi. Işığı yakmadılar. İçerisi küf
kokuyordu. Mezeler tabakta öylece kalmış, anason kokusu her tarafa yayılmıştı.
Çocukluğunun bodrum katıydı sanki, az sonra babası gelip şişedeki rakıyı bitirecekti.
Lucia için aldığı beyaz maskeyi kadına taktı. Birlikte yatağa yuvarlandılar.
Nasıl olduysa para istemeyi unutmuştu küçük orospu (Gürsel, 2004a: 316-317).
Kamil Uzman’ın fahişelere yönelmesinin kendi
ölümüne sebep olması ise şu ifadelerden algılanabilir:
sırt üstü uzanmış melek maskeli kadının
içine girerken mezara girdiğini bilmiyordu ki.
Bir el dokundu omzuna oralı
olmadı. Ama güçlü kuvvetli el kadının üzerinden çekip aldı Kamil’i, duvara
mıhladı. Açık sokak kapısından içeriye sessizce süzülen iki ızbandut üzerine
saldırdığında hala şaşkındı. Her biri bir kolundan tutup çarmıha gerer gibi
gerdiler. Kadın da yataktan fırlamış, çantasından çıkardığı sustasıyla
çırılçıplak karşısına dikilmişti. Paranın yerini sordu. Kamil’in dili tutulmuş
konuşamıyordu. Sustalı mum alevinde parlamadı, hayır. Kaburgaların arasına
dalmasıyla çıkması bir oldu. Acıdan yüzü buruştu Kamil’in, gözleri
oyuklarından fırladı. O an ölümü gördü. Çıplak kadın suretinde bir beyaz
maskeydi. İkinci darbede yere yıkıldı. Haykırsam sesimi kim duyar kadınlar
katından! Melekler katından mı demeliydi yoksa! ...Yara kanıyordu. Çocukluğunun
soğuk gecelerinden biri hep kanamıştı zaten. Ama kendi kanını ilk kez
görüyordu. Dünya onun için bunca renkli bunca güzeldi. Resimli dünya gibi.
Karşı kıyı giderek uzaklaşıyordu ama. Sanat tarihi profesörü Kamil Uzman son
bir çabayla doğrulmak istedi, eli kanayan yarasında, çıplak gövdesiyle
sandalyenin arkalığına dayanmaya çabaladı, sonra birden yığılıp kaldı döşemeye
ölmüştü (Gürsel, 2004a: 317- 318).
Annesinin imajını Lucia ile canlı tutmaya çalışan Kamil
Uzman’ın Lucia’yı da kaybetmesiyle narsisistik bir tutumla anne imajını başka
kadınlarda araması ve cinsellikle içindeki boşluğu doldurmaya çalışması onun
ölümüne sebep olur. Dorian Gray’in narsisistik tutumları doğrultusunda
sergilediği davranışları da onu Kamil Uzman gibi ölüme sürükler. Eserde Dorian
Gray portresini gördüğünde yaşadığı uyanışla portredeki gibi sonsuz gençlik ve
güzelliğe sahip olabilmek için dua eder ve bu duası kabul olur:
O nasıl bir ihtiras ve
gurur anıydı ki portrenin onun günah yükünün ağırlığını taşıması ve kendisinin
de ebedi gençliğinin, parlaklığının sönmemesi için dua etmişti! Bütün
hatalarının kaynağı buydu (Wilde, 2004: 240).
Dorian Gray duası kabul olduktan sonra sürekli genç ve
güzel kalır, Dorian artık kendi ideali konumundadır. Onda olmayan, ancak
portrede olan sonsuz gençlik ve güzellik onun olur ve bu sayede istediği ideal
mükemmeliyete ulaşır. Bu mükemmeliyeti sürekli koruyabilmek, o duyguyu hep
yaşayabilmek için çabalar. Dorian bu duyguyu sürekli tutabilmek için birçok
kötü davranışta bulunur ve bütün hatalarının kaynağı olarak gördüğü portre
artık onun ruhunun diğer, çirkin tarafını sergiler konuma gelir. Bu durum onun
için katlanılmaz bir hal alır. Dorian sonsuz gençlik ve güzelliğin onu huzura
erdireceğini düşünürken daha da acı verdiğinin farkına varır, çünkü kafasındaki
ideale bu portreyle ulaşmıştır, ancak portreye her baktığında mükemmelliği
değil de nasıl çirkinleştiğini, bir bakıma kendi vicdanını görür. İdealine
ulaşmanın onu nasıl mahvettiğini görmeye daha fazla dayanamayan Dorian Gray
portresini bıçaklayarak kendisini özgür kılacağını düşünür, ancak kendi ölümünü
getirir:
Etrafına bakındı Basil
Hallward’ı öldürdüğü bıçağı gördü. O bıçağı üzerinde en ufak bir kan lekesi
kalmayıncaya kadar, defalarca temizlemişti. Madem ki ressamı öldürmüştü,
resmin taşıdığı anlamı da öldürebilirdi. Bu resmin taşıdığı anlamın da ölmesi
demekti. Geçmişi öldürecekti ve geçmiş ölünce de Dorian özgür kalacaktı. Şu
korkunç ruh hayatını öldürecekti. Resmin iğrenç uyarıları olmayınca Dorian da
sükûnet içinde olacaktı. Bıçağı kavradı ve resme sapladı. Bir çığlık ve gürültü
duyuldu. İçeri girdiklerinde, duvarda asılı bir tablo gördüler. Tabloda
beyleri vardı. Mükemmel gençlik ve güzelliğinin harikalığını taşıyan hali
vardı. Yerde de gece elbisesi içinde, kalbinde bıçak saplı bir adam vardı.
Adam solgun, kırışıklıklar içinde ve çirkin suratlıydı. Ancak yüzüklerini
kontrol edince kim olduğunu anlayabildiler (A.g.e. : 243-244).
Kamil Uzman ve Dorian Gray karakterleri gibi
Goldmund karakteri de kendi ölümünü kendisi getirir. Babası Goldmund’u
manastıra bırakır, ancak o kendi benliğinin, içindeki sanatçı ruhun, anne
imgesinin peşinden gitmek için manastırı terk ederek göçebe bir hayat sürmeye
ve dünyevi hazları yaşamaya koyulur. Yollarda hastalanan Goldmund manastıra dönmeyi
istemez, çünkü gitmeden önce çok büyük laflar eder, bu yüzden geri dönmeye
utanır ve iyice rahatsızlanana kadar da geri dönmez:
Evet, hastayım gerçekten
yolculuğun başında hastalandım, yolculuğun daha ilk günlerinde. Ama niçin
hemen manastıra dönmek istemediğimi anlayacaksın sanırım. O kadar çabuk
gelseydim de ayağımdan çizmelerimi yine çıkarsaydım, benimle bir güzel eğlenirdiniz.
Ben de işte dönmek istemedim. Yola devam ettim, sağda solda bir süre daha
dolaştım, bu yolculuğu böyle elime yüzüme bulaştırdığım için utandım doğrusu.
(Hesse, 1994: 370).
Gururu yüzünden manastıra dönmeyen Goldmund
hastalığa yenik düşer: “Son iki gün dostunun yatağında başucunda oturdu.
Narziss gece gündüz bir yere ayrılmadı, dostunun yavaş yavaş nasıl sönüp
gittiğini gördü” (A.g.e.: 374).
Görüldüğü gibi her üç karakter de ölen
annelerinin onların yaşamlarında bıraktığı etki ile yarım kalan benliklerini
tamamlayabilmek, kendilerini var edebilmek adına uğraşlar verip, yaşadıkları
farkındalıklarla narsisistik tutumlarıyla hayatlarını yönlendirerek kendi
sonlarını getirirler.
Wilde ve Hesse’nin eserinden farklı olarak,
Nedim Gürsel’in, eserinde Narkissos’a özgü bir davranış olan kendi yansımasına
hayranlık duyma özelliğini Venedik’teki büyük saraylara atfettiği eserde geçen
şu ifadelerde görülür: “Büyük Kanal’ın görkemli, kendi hüsnüne hayran
yapıları; yüzyıllardır suyun aynasında güzelliklerini bıkmadan seyreden
saraylar.” (Gürsel, 2004: 27). Bu açıdan eserde Narkissos’un çok farklı bir
yansıması ortaya çıkar. Yazar binaların narsisistik tutumları olduğunu
vurgulayarak onları kişileştirir.
Sonuç
Yapılan çalışmada narsist mitinin her üç eserde
de yansıması açıkça ortaya konulmaya, benzer ve farklı yönlerden eserlerin miti
nasıl yansıttıkları üzerinde durulmaya çalışılmıştır. Bu çalışma sonucunda
arketiplerin edebiyat eserlerinde yinelenerek var olmaya devam ettikleri tespit
edilmiştir. Farklı ülkelerde ve farklı kültürlerde yaşasalar da insanların
ortak noktalarda buluşabilecekleri tespit edilmiştir. Ayrıca edebiyat ve
mitoloji ilişkisi, edebiyatın mitolojiden nasıl etkilendiği açığa çıkarılmaya
çalışılmıştır. İncelenen eserlerin narsist mitinin birer yansıması olduğu,
ancak her bir eserin özgün bir şekilde miti yeniden değiştirerek ve
modernleştirerek aktardığı tespit edilmiştir. Farklı ülkelerde, farklı
dönemlerde ve farklı kültürlerde yazılmış olsalar da eserlerdeki her üç
karakterin de ölen annelerinin, onların yaşamlarında bıraktığı etki ile yarım
kalan benliklerini tamamlayabilmek, kendilerini var edebilmek adına uğraşlar
verip, yaşadıkları farkındalıklarla ve narsisistik tutumlarıyla hayatlarını
yönlendirerek kendi sonlarını getirdikleri tespit edilmiştir. Her üç eserdeki
karakterin de bu tutumlarının Narkissos ile benzerlik gösterdiği kanısına
varılmıştır.
KAYNAKÇA
Bal,
Mustafa (2008), Nedim Gürsel’in Öykü ve Romanlarında Kent ve Kadın, Çukuro
va
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana.
Beck, Aaron T.
(2008). Kişilik Bozukluklarının Bilişsel Terapisi, Çevirenler: Özden
Yalçın, Eylem Necip Akçay, Litera
Yayıncılık, İstanbul.
Evren, Cüneyt
(1997). Narsisizm, Çetin Matbaası, İstanbul.
Freud, Sigmund (1998). Beş Konferans ve Psikanalize
Toplu Bakış, Çeviren: Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul.
Freud, Sigmund
(1999). Cinsiyet Üzerine, Çeviren: Avni Öneş, Say Yayınları, İstanbul.
Gürsel, Nedim
(2004). Resimli Dünya, Doğan Kitap, İstanbul.
Hesse, Hermann (1994). Narziss ve Goldmund, çeviren:
Kamuran Şipal, Afa Yayıncılık, İstanbul.
İnandı, Battal (1993). Hermann Hesse’nin Mektupları-
Seçmeler. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Kahraman, Dilek (2008). Nedim Gürsel’in Romanları
Üzerine Bir İnceleme, FıratÜniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk
Dili ve Edebiyatı AnabilimD a l ı , Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ.
Kernberg, Otto
(2006). Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm, Çeviren: Mustafa
Atakay, Metis Yayınları, İstanbul.
Klein, Melanie (1999). Haset ve Şükran, Çevirenler:
Orhan Koçak, Yavuz Erten, Metis Yayınları, İstanbul.
Kocabıyık, Ergun (2010). Aynadaki Narkissos Herşey ve
Hiçbirşey Olarak Yüz, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
Kohut, Heinz (1998). Kendiliğin Çözümlenmesi,
Çevirenler: Cem Atbaşoğlu, Banu Büyükkal, Cüneyt İşcan, Metis Yayınları,
İstanbul.
Lacan, Jacques (1994). Fallusun Anlamı, Çeviren:
Saffet Murat Tura, Afa Yayıncılık, İstanbul.
Masterson, James F. (2006). Narsisistik ve Borderline Kişilik
Bozuklukları, Çeviren: Berat Açıl, Litera Yayıncılık, İstanbul.
Ovidius, Pablo Naso (1994). Dönüşümler, Çeviren:
İsmet Zeki Eyüboğlu Payel Yayınları, İstanbul.
Seval, Hale (2006).
Nedim Gürsel Yeryüzünde Bir Yolcu, Doğan Kitapçılık, İstanbul.
Tangör A.- Dilsiz A. (1996). “Kohut ve Kendilik
Psikolojisi”. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları, Cilt:1 Sayı:3, ss.
367-394.
Wilde, Oscar (2004). Dorian Gray’in Portresi,
Çeviren: Savaş Şenel, Şule Yayınları, İstanbul.
Yavuzer, Haluk
(1995). Çocuk Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Zengin, Bekir (1999). “Psikoanalitik Yöntem Işığı Altında
Hermann Hesse’nin “Narziss ve Goldmund” Başlıklı Eserine Bir Yaklaşım
Denemesi”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt: 22, Sayı: 123, ss 227- 246.
Özet
OSCAR WILDE’IN
“DORIAN GRAY’İN PORTRESİ”, HERMANN
HESSE’NİN“NARZİSS VE GOLDMUND” VE NEDİM GÜRSEL’İN “RESİMLİ
DÜNYA” ADLI ESERLERİNDE NARSİST MİTİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
İnsana özgü bazı ortak ve genel özellikler
uzmanlar tarafından arketip olarak adlandırılırlar. Evrensel ve genel bir
model oluşturan arketipler tarih boyunca mitlerin kendilerini aynı temalarla
tekrar etmelerinde etkili olmuşlardır. Mitoloji ve edebiyatın birbirleri ile
olan alışverişleri dolayısıyla, kendini tekrar eden bu benzer temalar edebiyata
geçiş yaparak güncel olanın örtük bir şekilde aktarılmasını sağlarlar.
Böylelikle mitolojik unsurların geçmişten günümüze kadar edebiyat eserlerine
sürekli konu oldukları görülmüştür. Sanatçılar, şairler ve yazarlar bu
unsurları eserlerinde farklı bakış açılarıyla harmanlayarak, değiştirerek ve
modernleştirerek özgün eserler yaratmaya çabalamışlardır. Bu unsurların açığa
çıkarılması ise eserlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Çalışmada
incelediğimiz eserlerde de bu şekilde bir değişim ve narsist mitinin
modernleşmesi söz konusudur. Bu çalışmada amaç, Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’in
Portresi”, Hermann Hesse’nin “Narziss ve Goldmund” ve Nedim Gürsel’in “Resimli
Dünya” adlı eserlerinin narsisizmi yansıtmada ne derecede birbirleri ve
mitoloji ile örtüştüklerini ortaya koymak; benzer ve farklı yönleriyle narsist
mitinin bu eserlerde nasıl değişikliklere uğrayarak yansıtıldığını
karşılaştırmalı edebiyat verileri kullanılarak açığa çıkarmaktır. Eserler
arasındaki karşılaştırmalı incelemede eserlerdeki mitik unsurların daha iyi
algılanması açısından arketipçi eleştiri ve karakterlerin iç dünyalarını,
sanatçının görüşlerini derinlemesine çözümleyebilmek adına psikanalitik
yöntemden yararlanılacaktır. Bu karşılaştırmalı çalışma sonucunda;
arketiplerin sürekli değişime uğrayarak edebiyat eserlerinde tekrarlandıkları,
farklı ülkelerde ve farklı kültürlerde yaşasalar da insanların ortak
noktalarda buluşabilecekleri gözlemlenmiştir. İncelenen eserlerin narsist
mitinin birer yansıması olduğu ancak her bir yazarın özgün bir şekilde miti
yeniden değiştirerek ve modernleştirerek aktardığı tespit edilmiştir.
[1] Bu makale, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Fen Edebiyat
Fakültesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Doç. Dr. Medine Sivri’nin
danışmanlığında Işıl Köylü’nün hazırladığı ve 15 Mayıs 2013’de tamamladığı
“Oscar Wılde’ın “Dorian Gray’in Portresi”, Hermann Hesse’nin “Narziss ve
Goldmund” ve Nedim Gürsel’in “Resimli Dünya” Adlı Eserlerinde Narsist Mitinin
Karşılaştırılması” adlı yüksek lisans tezinden çıkarılmıştır.
[2] Doç. Dr. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Fen Edebiyat
Fakültesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü.
[3] Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,
Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Yüksek Lisans Mezunu (Karşılaştırmalı Edebiyat
Uzmanı).