Ralph Schoenman
Çeviren: Aydın Pesen
İÇİNDEKİLER
Yayınevinin Notu................................................................... 7
Önsöz: Ayaklanma
............................................................. 13
I-
Dört Mit.............................................................................. 16
II-
Siyonist Hedefler................................................................ 18
III-
Filistin'in
Sömürgeleştirilmesi.............................................. 29
IV-
Trajik Sonuçlar..................................................................... 33
V-
Ülkenin Ele Geçirilmesi........................................................ 42
VI-
Siyonizm ve
Yahudiler........................................................ 48
VII-
Güvenlik Miti..................................................................... 60
VIII-Blitzkrieg ve Katliam.......................................................... 64
IX-
İkinci İşgal......................................................................... 72
X-
İşkencenin Yaygınlığı........................................................... 78
XI-
Cezaevleri............................................................ -.............. 96
XII-
Fetih Stratejisi.................................................................. 103
XIII-Devrim Stratejisi............................................................... 118
Açıklayıcı
notlar . 127
Bu uğurda ölen
yoldaşım ve sevgili dostum
Halit Ahmet Zeki'nin anısına
Hamdi Faraj
ve Muhammed Manasra için
İsrail son yıllarda Türkiye'nin dış ilişkilerinde her geçen
gün daha ağırlıklı bir yer kazanıyor. İki ülke arasında 1967'den beri asgari
düzeye indirilmiş olan diplomatik ilişkiler, son yıllarda adım adım
geliştirildi, sonunda büyükelçilik düzeyine yükseltilmesi kararlaştırıldı. 28
yıl sonra ilk kez TC hükümetinin bir bakanı, Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş,
Haziran ayı içinde İsrail'i ziyaret etti. Nihayet, Temmuz Sonunda İsrail devlet
başkanı Haim Herzog'un İstanbul'u ziyareti sırasında şatafatlı bir davet
düzenlendi.
Üstelik, ilişkilerin yalnızca hükümetler düzeyinde
geliştirilmesiyle yetinilmiyor, Türk toplumunun genel olarak uluslararası
Yahudi cemaatiyle, özel olarak İsrail toplumuyla daha yakın ilişkiler içine
girmesi için çabalar harcanıyor. İspanyol Yahudilerinin Osmanlı ülkesine göç
edişinin 500. yıldönümü, özellikle Amerika'daki Yahudi lobisiyle Türkiye'yi
birbirine yakınlaştırmanın bir vesilesi olarak kullanılıyor. Başka bir bağlamda
iki halk arasında önyargıların azaltılması ve kültürel ilişkilerin daha sıcak
kılınması gibi övgüye değer bir amaca katkıda bulunabilecek olan böyle bir
tarihsel uğrak, bugün diplomasinin hizmetine koşuluyor. Bu genel yöneliş
çerçevesinde, Mayıs ayı içinde New York'ta düzenlenen "Türk Haftası"
dolayısıyla yapılan yürüyüşe Yahudi cemaati büyük bir destek veriyor,
yürüyüşten bir gece önce düzenlenen baloda Türkçe şarkıların yanısıra İbranice
şarkılar da çalmıyor. Mart ayında Amerika'da düzenlenen Amerikan Yahudi Kongresi
toplantısına Turgut Özal uydu yayın aracdığıyla görüntülü olarak hitap ediyor.
İsrail ile Türkiye'yi birbirine yaklaştırmak için
gösterilen bu çabayı, Türkiye hükümetlerinin son yıllarda içine girmiş olduğu
yeni dış politika bağlamı içinde ele almak gerekiyor. En azından Körfez Savaşı
döneminden bu yana, ABD'nin Ortadoğu'da, Balkanlarda. Kafkasya'da ve Orta
Asya'da Türkiye'den yeni görevler beklediği, Türk hükümetlerinin ise bu
görevleri yerine getirmek üzere dış politikada yeni adımlar attığı herkesin
malumu. İsrail ile ilişkilerin sıklaştırılması tam da Türkiye'nin ABD ile
ilişkilerinde ve Ortadoğu'ya yönelik politikasında açılan bu yeni dönemin bir
unsuru. Geçmişte İran Şahı'nm İsrail'le birlikte Arap dünyasındaki
anti-emperyalist dinamikler üzerinde oluşturduğu tehdit, bu kez Türkiye ile
İsrail tarafından birlikte sağlanacak. İki ülkeyi birbirine yaklaştırma
çabası, aynı zamanda Orta Asya'da ortak yatırım projelerini de içeriyor.
İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkileri karmaşıklaştıran
bir boyut var: her iki devlet de, bazı yönlerden paralellikler gösteren ulusal
kurtuluş mücadeleleriyle karşı karşıya. Türkiye Cumhuriyeti için Kürt ulusal
kurtuluş mücadelesi bugün artık Filistinlilerin İsrail'e karşı onyıllardır
vermekte oldukları mücadeleyle karşılaştırılabilecek derecede önemli bir sorun
haline gelmiştir. Filistin mücadelesi, bilindiği gibi, 1987 Aralık ayında
başlayan İntifada ile kitlesel bir biçime bürünmüştü. Botan'da 1990 baharında
başlayan ve günümüzde de sürmekte olan kitlesel mücadelenin, Kürtçe'deki "serhıldan"
kelimesinin yanısıra, bir "İntifada" olarak anılıyor olması bir
raslantı değil, iki halkın mücadelesinin ortak yanlarının bir ifadesidir.
Elbette, Ortadoğu politikasının karmaşık satranç tahtasında, ne İsrail'in Kürt
sorununa, ne de Türkiye'nin Filistin sorununa yaklaşımı bir diğerini tatmin
edecek nitelikte. Ama ABD'nin bölgedeki bu iki ayrıcalıklı müttefikinin
gelecekte bu sorunlar konusunda da birbirlerini daha fazla kollamaları
beklenebilir. Kürt hareketi içinde İsrail konusunda yer yer ortaya çıkan
yanılsamalara da böylece giderek daha az yer kalacağı öngörülebilir.
Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinde yeni bir dönemin
açılmakta olduğu bugünlerde şu soru eskisinden de büyük bir önem kazanıyor:
Türkiye insanı İsrail devletini ve bu devletin vazgeçilmez harcı olan
Siyonizmi ne kadar tanıyor? Bu konuda özel bir tavra sahip olan İslamcı
hareketi bir an için bir kenara koyarsak, şunu söylemek mümkün: Türkiye solunun
601ı yıllarda Filistin kurtuluş mücadelesiyle kurmuş olduğu enter- nasyonalist
bağlara rağmen, Türkiye'nin "demokratik" kamuoyunun, solun bir
bölümü de dahil olmak üzere, İsrail devletinin ve Siyonizmin gerici karakteri
konusunda yeterli bir bilince sahip olduğu söylenemez. Her ne kadar İntifada'nm
doruğuna ulaştığı dönemde İsrail ordusunun ve polisinin Filistinli militanlar
üzerinde uyguladığı mezalim kamuoyunda olumsuz bir izlenimin hakim olmasına
yol açtıysa da, televizyonda görülen kasten kol kırma gibi vahşet dolu
imgelerin zamanla bulanıklaşmasıyla ve günümüzde iki devletin ortak çabasıyla
yürütülen propagandanın etkisiyle bu izlenimin silinmesi mümkündür. Önemli
olan, İsrail güvenlik güçlerinin tekil uygulamalarının ötesinde, İsrail devletinin
kuruluş ilkeleri dolayısıyla doğası gereği nasıl yoğun bir gericiliğin
taşıyıcısı olduğunu ortaya koyabilmektir. İşte elinizdeki kitap bu açıdan paha
biçilmez bir değer taşıyor. 1970'li yılların başında ABD'nin Vietnam'da
işlemekte olduğu insanlık suçlarını yargılayarak haklı bir şöhret edinen
Bertrand Russell Vakfı'nm eski genel sekreteri olan, ABD'li devrimci Marksist
araştırmacı ve militan Ralph Schoenman'ın bu çalışması Türkiyeli okuyucu için
İsrail'e ve Ortadoğu'nun sorunlarına bakışta son derecede önemli veriler
sunuyor.
Dünyada ve Türkiye'de İsrail'in varlığını ve onyıllardır
izlemekte olduğu politikaları haklı göstermek için gerekçe olarak ileri sürülen
bütün görüşler, Schoenman'ın dikkatli biçimde belgelenmiş çalışmasının
ışığında birer efsane olarak teşhir ediliyor. Bu görüşlerden en tehlikelisi, İsrail
devletinin, Ortadoğu'nun tutucu krallar ve gözü dönmüş diktatörler çölünde bir
demokrasi vahası olduğu yolunda, özellikle Körfez Sava- şı'ndan bu yana
yayılmakta olan görüş. Schoenman, İsrail'in hukuk düzenini, cezaevlerini,
mahkemelerini, polisin görülmemiş vahşetteki işkence uygulamalarını ayrıntılı
biçimde ele alarak, "demokrasi" efsanesini paramparça ediyor. Ama
belki de bundan önemlisi, hukuk sisteminin ve uygulamaların ardında yatan
devletin yapısı: kitap, politik, hukuki, hatta ekonomik düzeylerde, İsrail
devletinin köklü bir ırk ayırımına dayandığını, Güney Afrika'da bütün dünyanın
haklı nefretini kazanmış olan apartheid sisteminden hiçbir farkı
olmadığını ortaya koyuyor. Öyleyse, Güney Afrika ne kadar demokratikse, İsrail
de o kadar demokratiktir.
"Demokrasi" efsanesi Türkiye'de
"demokratik" kamuoyunda yaygın kabul gören bir başka görüşle de
yaygın ilişki içindedir: buna göre, İsrail, ortaçağ kalıntısı sosyo-ekonomik ve
politik yapıların hakim olduğu. henüz laikliğin bile marjinal kaldığı Arap
dünyası karşısında modernliği, "Batılılığı", ekonomik ve toplumsal
gelişmeyi temsil eder. Bu görüşün en ileri ifade biçimi, İsrail’in
"tembel" Araplardan devraldığı çölde bir modern uygarlık kurmuş
olduğudur. Irk ayırımına dayalı bir toplum düzeninin ne denli modern kabul
edilebileceği bir yana, İsrail'in bu düzeni temelde dine dayalı bir
ayırımcılıktır ve İsrail bu yüzden laiklikten, en koyu şeriat devleti kadar
uzaktır. Öte yandan, İsrail kurulmadan önce Filistin toplumunun sosyo-ekonomik
gelişmişliğini vurgulayan Schoenman, "tembel” Arap-"çalışkan ve
akıllı" Yahudi karşıtlığının da ne denli uydurma bir görüş olduğunu ortaya
koyuyor. Elbette, İsrail bugün Ortadoğu'nun ekonomik ve askeri bakımdan en
güçlü ülkelerinden biridir ama aynı zamanda dünya çapında en büyük ekonomik ve
askeri yardımı alan ülke olduğu da bir gerçektir. Bütün dünyaya yayılmış olan
Yahudi diasporasıyla ilişkileri göz önüne alınmadan İsrail'in gelişmesi hiçbir
biçimde anlaşılamaz.
İsrail'e bütün dünyada sempatiyle bakılmasına yol açan bir
etken de Yahudilerin Nazi Almanyası tarafından sistemli bir soykırıma uğratılmış
olmasıdır. Schoenman, bu kitapta dehşet verici belgeler aracılığıyla, sözde
Yahudi halkının kurtarıcılığına soyunmuş olan Siyonist hareketin, Yahudilerin
katilleriyle, Nazilerle giriştiği işbirliğini teşhir ediyor. Almanlar
tarafından soykırıma uğratılmış bir halkın kurtuluşunu Arapların Nazi
yöntemleriyle zulme tâbi tutulmasında aramanın çelişkisini göremeyenler,
Schoenman'm belgelerini okuduktan sonra hiç olmazsa Yahudilerin kurtuluşu ile
Siyonizmin amaçlan arasında hiç de düşündükleri türden bir ilişki olmadığım
göreceklerdir.
Nihayet, Schoenman, İsrail'in bir Arap denizinde mahsur
kalmış bir ada gibi sürekli bir özsavunma konumunda olduğu görüşünün ne kadar
uydurma olduğunu, Siyonist İsrail'in doğası gereği yayılmacı bir karakter
taşıdığını gösteren belgeler aracılığıyla kanıtlıyor. İsrail, Arap ülkeleriyle
ilişkilerinde saldırgan taraftır, kendini korumak zorunda kalan bir mazlum
değil. Okuyucu, Schoenman'm bu konulan tartıştığı sayfalarda, Körfez
Savaşı'nın ve İrak’m bölünmesinin gerçek dinamiğinin ve bugün Ortadoğu'daki
nice başka gelişmenin ipuçlanm bulacaktır.
Türkiye'de, İsrail ve Siyonizm konulannda yapılan herhangi
bir tartışma, İslamcı hareketin bu konudaki tavana değinmediği takdirde eksik
kalacaktır. Bilindiği gibi İslamcılar, yalnızca Ortadoğu politikasına değil,
Türkiye'nin iç politikasına yönelik olarak yaptıkları bütün tahlillerde her
sorunun ardında, her taşın altında Siyonizmi bulurlar. Siyonizm onlar için
yeryüzündeki büyük şeytandır. Siyonist İsrail'in çeşitli alanlarda gericiliğin
baş destekçisi olduğu doğru olmakla birlikte, her gericiliğin ardında Siyonizmi
aramak yanlıştır. Bu indirgemeci ve komplocu yaklaşım, belirtmeye bile gerek
yok ki., tarihi yapan esas etkenin başta sınıflar olmak üzere büyük toplumsal
güçler olduğu gerçeğinin üzerini örter.
Daha da önemlisi, İslamcı yorumda Siyonizm eleştirisi bütün
bir halka, Yahudi halkına düşmanlığa dönüşür; Siyonizm düşmanlığı ile Rus
Çarından Hitler'e bütün gericilerin ortak yanı olan anti-Semitizm (Yahudi
düşmanlığı) içiçe geçer, aynılaşır. Oysa doğru tavır, Siyonizm- le mücadele
ederken, aynı zamanda, tarih boyunca ağır baskılara ve ayırımcılığa maruz
kalmış olan Yahudi halkına düşmanlığa yani anti-Semi- tizme karşı durmaktır.
Nihayet, Schoenman'ın elinizdeki kitabı İslamcı hareketin
Siyo- nizme ilişkin yaklaşımında var olan büyük çelişkiyi de çıplak biçimde
ortaya koymaktadır. Schoenman'ın gösterdiği gibi, kendi özgül çıkarlarını
izlerken, Siyonizm aynı zamanda, Ortadoğu'da başta ABD olmak üzere
emperyalizmin çıkarlarını savunan temel güç rolünü üstlenmiştir. Dolayısıyla,
Suudi Krallığı ve benzerleri dolayımıyla ABD emperyalizmine bağlı olan ana
İslamcı hareketler, Siyonizme saldırırken emperyalizmle uzlaştıkları için tam
bir çelişki içindedirler. Siyonizm sorunu bir dinler ya da ırklar savaşı gibi
ele alınamaz. Emperyalist sistemin bir uzantısıdır, Ortadoğu işçilerinin ve
köylülerinin toplumsal kurtuluşunun ve Arap Filistin halkının kendi kaderini
tayin hakkının çerçevesinde düşünülmesi gerekir. Arap işçi ve emekçilerinin
düşmanı Yahudi işçi ve emekçileri değil, emperyalizm tarafından desteklenen bir
Yahudi hakim sınıf politik hareketi olan Siyonizmdir; Filistinlilerin yanısıra
Yahudi işçi ve emekçilerini de ezen İsrail devletidir. Siyonizmi acımasızca
teşhir eden Schoenman'ın Amerikalı bir Yahudi devrimci Marksist olması,
bu açıdan çok anlamlıdır.
İşte, Siyonizm ve İsrail sorunu bir dinler savaşı sorunu
olmadığı içindir ki, çözümü, Schoenman'ın da belirttiği gibi, Arapların ve
Yahu- dilerin birlikte kardeşçe yaşayacağı laik bir Filistin devletinden
geçiyor. İsrail devleti Filistin halkının köleleştirilmesini gerektirdiği için
ne kadar demokratikleşirse demokratikleşsin bir çözümün parçası olamaz. Onun
yerini alması gereken laik Filistin'in mimarları ise ne Arap dünyasındaki
İslami monarşiler, ne de Saddam benzeri gerici diktatörler olacaktır. Filistin
halkının kurtuluşu, Filistinli işçi ve köylülerin kendi mücadelelerinin, artık
beş yıla yakın bir tarihi olan İntifada'nın bir ürünü olabilir ancak.
‘ "Öfke ve nefretten gözleri' dönmüş binlerce
genç, üzerlerine yağan ateşe aldırmaksızın, İsrailli işgalcileri taş yağmuruna
tutuyordu. Bu, toplumsal huzursuzluğun ötesinde bir şeydi... Bu, basbayağı bir
halk ayaklanmasının başlangıcıydı."1
Jerusalem Post muhabiri Hirsh Goodman, 1987 Arahk
ayı ortalarında Batı Şeria ile Gazze’deki Filistinli gençlerin ayaklanmasını
böyle anlatıyordu.
Goodman bu yazısını İsrail yönetimi altındaki tüm
Filistinlileri kapsayan 21 Aralık genel grevinden bir gün önce yazmıştı.
İsrail’de yayınlanan günlük Ha'aretz gazetesi ise grevden, "son
iki haftanın kanlı ayaklanmalarından çok daha ciddi boyutlarda, duvarımıza
kazman bir yazı" olarak söz ediyordu.2
The Nevv York Times'dan John Kifner, "O gün,"
diyordu, "hademelik, ırgatlık, çöpçülük, duvarcılık gibi, İsrail'de ne
kadar ayak işi varsa hepsini yapan koskoca Arap emekçi ordusundan hiç kimse
evinden dışarı çıkmadı."3
İsrail, ayaklanmaya tüm saldırganlığıyla karşılık verdi.
Savunma Bakanı İzak Rabin silahsız halka karşı tank, zırhlı ve otomatik
silahlar kullanılmasını emretmişti.
San Francisco Examiner, Rabin'in açıkça katliam
çağrısı yaptığını aktarıyordu. Rabin, ordunun, ellerindeki yirmi ikilik
tüfeklerle Filistinli gençleri rastgele avlayan keskin nişancılar kullanmasını
savunurken, "ayaklanmanın elebaşılarını temizlemek için ateş
açabilirler" diyordu.4
Rabin, öncelikle genç erkeklerin, sonra da
kuşkulu herkesin toplanması için evlerin tek tek aranmasını emretti, 27
Aralık'a kadar 2500 Filistinli toplandı; içlerinde oniki yaşında çocuklar bile
vardı. Ocak sonuna gelindiğinde sayı 4000'i bulmuştu ve durmadan da artıyordu.5
"Mi- litanlar"m sınırdışı edilmesi düşünülüyordu. İsrail yüksek
güvenlik hapishaneleri ile gözaltı merkezleri ağzına kadar doldu.
Filistinliler toplu olarak yargılanacaklardı.
Filistinlileri en fazla öfkelendiren,
yaralıların askerler tarafından hastanedeki yataklarından alınıp götürülmesi
oldu. 1982'de Lübnan'ın işgali sırasında yaygın olarak görülen bu uygulama,
Gazze'deki Şifa Hastanesi'ni bir anda direnişin merkezi konumuna getirdi.
İnsanlar kitleler halinde, yüzlerini bir daha göremeyeceklerinden haklı olarak
korktukları yaralılarını korumak için hastanenin önünde toplandılar.
Jerusalem Post muhabiri Hirsh
Goodman şöyle yazıyordu:
"Ayaklanmaların patladığı Gazze ve Batı
Şeria'daki gençler ne bir terörist eğitiminden geçmişler, ne de herhangi bir
terörist örgüte üyeler. Ancak onlar, işgalden başka birşey görmeden yetişmiş
bir kuşağın insanlarıdırlar."6
İsrailli askerler tarafından kafasına üç
kurşun sıkılan Filistinli bir gencin annesine, geri kalan oğullarının
gösterilere katılmalarına göz yumup yummayacağı sorulduğunda şöyle
yanıtlamıştı: "Ömrüm olduğu sürece gençlere mücadeleye devam etmelerini
söyleyeceğim. Ne olursa olsun, umurumda değil... Yeter ki yurdumuzu geri
alalım."7
Görevinden uzaklaştırılan Belediye Başkanı
Reşad Şava aynı duygulan şöyle dile getiriyordu: "Gençler İsrail'in
haklannı geri vereceğinden umutlarını kesmiş dürümdalar. Ayrıca, Arap
ülkelerinin hiçbir şey elde edemeyeceklerini hissediyorlar. Dahası, Filistin
Kurtuluş Örgü- tü'nün de (FKÖ) herhangi bir başarı gösteremediği duygusu
içindeler."8
Los Angeles Times muhabiri Dan
Fisher'in bu konuda söyledikleri daha da dikkate değer:
"Bu yepyeni birlik ruhu, gerek dış gözlemciler,
gerekse Gazzeli olmayan Filistinlilerin gözünde son derece çarpıcı bir
değişimi ortaya koyuyor. Bu, gençlerle yaşlılar, İsrail'de çalışanlarla
çalışmayanlar arasında öteden beri varolan ayırıma dek uzanan bir olgu."9
Ayaklanma şiddetlendikçe İsrail kabinesi
ile Savunma Bakam İzak Rabin "toplu cezalandırma" uygulamasına
geçtiler. Bu, Fransa, Danimarka ve Yugoslavya'daki Nazi işgalinin temel
taktiklerindendi. Gazze ve Batı Şeria'daki Filistin mülteci kamplarına
yiyecek, su ve ilaç ulaşımı engellendi. Birleşmiş Milletler'in Ortadoğu'daki
Filistinlilere Yardım ve Hayır Servisi (UNRWA) personelinin verdikleri habere
göre, BM depolarından süttozu almaya çalışan çocuklar sopayla dövüldü ya da
üzerlerine ateş açıldı.
Jerusalem Post'tan
bir yazar, Rabin'in politikasını şöyle açıklıyordu:
"Zorbalık, kaba kuvvet ve dayak esası oluşturuyor. Bu, tutuklamaktan
daha etkileyici olarak görülüyor... (çünkü) o zaman çocuk, askerleri yine
taşlayabilir. Halbuki, askerler kolunu kırarsa bir daha taş atamayacaktır..."10
Ertesi gün ise haber bültenleri Batı Şeria
ve Gazze'de askerlerin giriştiği vahşice dayak olaylanndan söz ediyordu. John
Kifner'in söyledikleri çok çarpıcıydı:
"NABLUS,
İsrail İşgali Altındaki Batı Şeria, 22 Ocak: İmad Ömer Ebu Rub, Rafidiya
Hastanesindeki yatağında iki kolu alçılı olarak yatarken, İsrail askerlerinin
Filistin köyü Kabatiye'ye gelişinden sonra olanları şöyle anlattı.
"’Eve
hayvanlar gibi bağıra çağıra daldılar.' 22 yaşındaki Bir Zeyt Üniversitesi
öğrencisi böyle diyordu. 'Bizi evden alıp götürdüler, başımıza vurdular,
tüfeklerinin dipçikleriyle dövdüler.'
"Daha
sonra onu bir inşaat sahasına götürüp kafasına boş bir kova geçirdiler.
"Askerlerden
bazıları kollarından sıkı sıkı kavrayıp ellerini bir kayaya dayadılar. Öteki
iki asker ellerine ağır cisimlerle vurup kemiklerini kırdılar.
"Alınan
yaralar, İsrail ordusu ve polisinin Aralık ayı başlarında işgal altındaki Batı
Şeria ve Gazze şeridinde başlayan protesto eylemlerini bastırmak üzere
başvuracağını resmen açıkladığı Filistinlilere yönelik dayak uygulamalarının
sonucudur. Ayrıca, bu protesto eylemleri sırasında İsraillilerin açtığı ateş
sonucu ölen Filistinli sayısı otuz sekizdi.
"Ebu
Rub'un yanıbaşında yatan, Kabatiyeli lise öğrencisi onyedi yaşındaki Haşan
Arif Kemal de benzer bir olay anlattı."11
İşçi ve Likud partileri
liderleri bu uygulamalara karşı dünya çapında yükselen seslere hepbir ağızdan
karşılık verdiler. Cumhurbaşkanı Haim Herzog'un açıklaması şöyleydi:
"Bugün karşımızda iki seçenek var... Ya bu ayaklanmaları bastıracağız, ya
da yeni bir Tahran veya Beyrut olgusuna göz yumacağız."12
John Kifner iseNew York
Times'da şöyle diyordu:
"Başbakan tzak Şamir ile Savunma Bakam İzak Rabin, varolan politikayı
savunmayı sürdürdüler. Her ikisinin de açıkça söylediği, dayak uygulamalarının
amacının Filistinliler arasında İsrail ordusu karşısında bir korku yerleştirmek
olduğuydu."
Şamir, olaylann
"korku engelini yıktığını" söylüyor, "yapmamız gereken, bu
engeli yeniden inşa edip bölgedeki Araplar arasında ölüm korkusunu tekrar
yerleştirmektir," diyordu.
Siyonizmin yapısını -kökenlerini, tarihini ve
dinamiklerini- araştırmaya kalkışanların her defasında yıldırma ve tehditle
karşılaşmaları » rastlantı değildir. Kısa süre önce, Los Angeles'de, KPFK
radyosundaki bir oturum sırasında konuşmacılar, Filistin halkıyla dayanışma
amacıyla yapacakları bir mitingten söz edince, kaynağı belirsiz telefonlardan
bir sürü bomba tehditi aldılar.
ABD'de olsun, Batı Avrupa'da olsun,
Siyonizmin yapısına ilişkin bilgi yayınlamak, veya Siyonizmi siyasi bir hareket
olarak teşhir edecek olayları analize kalkışmak kolay değildir. Üniversitelerde
bile, konuyla ilgili olarak düzenlenen resmi forumlar, toplantılar her
defasında bunları susturmaya yönelik kampanyaların başlatılmasına yol
açmaktadır. Duvar afişleri daha yapıştırılır yapıştırılmaz yırtılıp
indirilmekte, toplantılar, engellemek amacıyla gelen genç Siyonist grupların
işgaline uğramaktadır. Kitap teşhir masaları tahrip edilirken, konuşmacıyı
anti-Semi- tizm (Yahudi düşmanlığı) ile (hele konuşmacı Yahudi asıllıysa, kendi
kendinden nefret etmekle) suçlayan broşürler, makaleler yayınlanmaktadır. ,
Anti-Siyonistler kin ve iftiradan büyük
ölçüde nasiplenmektedirler, çünkü Siyonizm ve İsrail devleti hakkmdaki resmi
öykülerle bu sömürgeci ideoloji ve zorba mekanizmanın barbarca uygulamaları
arasındaki çelişki son derece büyüktür. İnsanlar, Filistinlilerin yüz yıldır
yaşadıkları zulmü duyup okumak fırsatını bulduklarında şaşkına dönmektedirler.
Dolayısıyla, Siyonizmin savunucuları, Siyonist hareketin ve onun değerlerini
bünyesinde bannduan devletin son derece tehlikeli ve şoven özelliklerine
yönelik tutarlı, tarafsız bir değerlendirmeyi engellemek için her türlü şiddete
başvurabilmektedirler.
Buradaki garip çelişki şudur: Siyonistlerin -özellikle
kendilerine yönelik yayınlarında- yazıp söylediklerini incelediğimizde,
ondokuzun- cu yüzyılın son çeyreğinden bu yana geçen süre içinde gerek
yaptıkları, gerekse siyasi yelpaze içindeki yerleri konusunda hiçbir kuşkumuz
kalmaz.
Toplumumuzda pek çok insanın Siyonizm
konusundaki bilincinin şekillenmesinde rol oynayan dört temel mit vardır.
Bunlardan birincisi, "Vatansız
halka halksız vatan" mitidir. Bu mit, Filistin'in uzakta, bomboş, ele
geçirilmeyi bekleyen bir toprak parçası olduğu düşüncesini yerleştirmek için
daha ilk Siyonistler tarafından ısrarla toplumun dimağına işlenmiştir. Söz
konusu düşüncenin hemen ardından gelen de, Filistinlilerin kimliklerinin,
milliyetlerinin ve yazılı tarihleri boyunca yaşadıkları vatan parçası
üzerindeki meşru haklarının yadsınması olmuştur.
İkinci mit, İsrail demokrasisi
mitidir. Gazetelerde, televizyonlardaki İsrail devleti ile ilgili sayısız
yayında onun Ortadoğu'daki tek "gerçek" demokrasi olduğu savı
yinelenir durur. Oysa aslında, ırkçı Güney Afrika devleti ne kadar demokratikse
İsrail de o kadar demokratiktir. İsrail yasalarında, ırksal ve dinsel
ölçütlere uymayanların kişisel özgürlükleri, en temel insani ve hukuki hakları
yok sayılmaktadır.
Üçüncüsü, İsrail dış politikasında
motor gücün "güvenlik" olduğu mitidir. Siyonistlere göre, devletleri
dünyanın dördüncü büyük askeri gücü olmalıdır, zira İsrail ancak çok kısa bir
zaman önce ağaçtaki pusularından aşağı düşürülebilmiş olan ilkel, kinci
Arapların her an varolan tehditlerine karşı kendini savunmak zorunda bırakılmıştır.
Dördüncü mite göre, Siyonizm, Nazi
dönemindeki Yahudi Katliamı kurbanlarının manevi varisidir. Siyonizm hakkmdaki
mitlerin en sinsice yayılanı budur. Siyonist hareketin ideologları, Nazi
katliamına kurban giden altı milyon Yahudinin kefenlerine bürünmüşlerdir. Bu
asılsız savın ardındaki acı ve kaba gerçek ise Siyonist hareketin daha başından
Nazizm ile gizli ve aktif bir ortaklığa girmiş olmasıdır.
Pek çok insan için, Yahudi Katliamının korkunç anısını her an taze
tutmaya çalışan Siyonist hareketin, Yahudilerin tarihleri boyunca karşılaştıkları en amansız düşmanla böylesine işbirliğine
girmiş olması akıl almaz bir iştir. Ne var ki belgeler, ikisi arasında sadece
ortak çıkarlar değil, daha da öteye, aşın şovenizmlerinden kaynaklanan derin
bir ideolojik ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.
Siyonizm, ondokuzuncu ve
yirminci yüzyılların klasik sömürgeci ve emperyalist hareketlerinin aksine,
hiçbir zaman Filistin'i sömürgeleştirmeyi hedeflememiştir. Oysa AvrupalI
sömürgecilerin Afrika ve Asya'da yaptıkları, yerli halkı ucuz işgücü olarak
kullanıp, doğal kaynaklardan elde ettiklerini muazzam kârlara çevirmekti.
Siyonizmi öteki sömürgeci
hareketlerden ayıran, ülkeye gelip yerleşen göçmenlerle ülkesi işgal edilenler
arasındaki ilişkidir. Siyonist hareketin açıkça ifade edilen hedefi, Filistin
halkını sadece sömürmek değil, malından ve yurdundan edip dağıtmaktı. Hedef,
yerli halkın yerine yeni gelenleri yerleştirmek, Filistinli çiftçileri,
zanaatkârları ve şehirli halkı yerlerinden söküp yeni gelenlerden oluşan
yepyeni bir işgücü yaratmaktı.
Siyonizm, Filistinlilerin
varlığını yadsırken, onların sadece vatanlarından değil, tarihten de silinip
atılmaları için gerekli politik ortamı yaratmaya çalıştı. Bu amaçla, varlıkları
kabul edildiği durumlarda bile, Filistinliler yan vahşi, göçebe bir halk
kalıntısı olarak gösterildi. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde başlayıp
günümüzde de Joan Peters'in "From Time Immemorial"mdaki (Çok Eskiden
Beri) gibi sözde tarihi incelemelerde örnekleri görülen bir süreç boyunca
tarihi belgeler çarpıtıldı.
Siyonist hareket bu kanlı girişiminde kendisine arka
çıkacak güçler buldu. Bunlar arasında Osmanlı İmparatorluğu, İmparatorluk
Alman- yası, Britanya, Fransız sömürgeciliği ve Çarlık Rusyası vardı. Siyonist-
lerin Filistin halkına yönelik planları, sonradan OsmanlIların Ermeniler
üzerinde yirminci yüzyılın ilk sistemli kitle katliamı uygulamasını gerçekleştirmelerine
de dayanak sağlamıştır.
Filistin Halkına Yönelik Siyonist
Planlar
Siyonist hareket en başından
itibaren Filistin halkının "Ermenileş- tirilmesi" için çaba gösterdi.
Amerikan yerlileri gibi Filistinliler de "lü- zümsuz bir halk" olarak
görüldüler. Doğal olarak, bunun ardında yatan mantık, yok etmekti. Nitekim
belgeler de sonradan kitle katliamından söz edecekti.
Durum, bu sömürgeci girişimin üzerine
"sosyalist" bir cila çekmeye çalışan Siyonist İşçi hareketi için de
aynıydı. Hareketin başlıca te- orisyenlerinden biri aynı zamanda Siyonist Parti
Ha'Poel Ha Tzair'in (Genç İşçi) kurucularından olan ve Poalei Zion'un (Siyon
İşçileri) yandaşı Aaron David Gordon'du.
Walter Laqueur, "Siyonizmin Tarihi”
adlı kitabında Gordon'dan söz ederken, "A.D.Gordon ve yoldaşları her
ağacın ve her otun Yahudi 'öncüler' tarafından ekilmesini istiyorlardı,"
der.14
Gordon, "emeğin fethi"
("Kibbush avodah") diye bir slogan ortaya attı. Yahudi
kapitalistlere ve ülke dışında yaşayan toprak sahibi Türklerin geride
bıraktıkları arazileri Filistinlileri oyuna getirerek ele geçiren Rothschild
plantasyonculanna çağrıda bulunarak "sadece ve sadece Yahudi işçi
çalıştırmalarını" istedi. Bunu yapmakta kusur eden Siyonist
girişimcilerin boykot edilmeleri için çalıştı; Arap köylülerinin ortakçılık
yapmasına veya ucuza bile olsa çalışmasına göz yuman Rothschild ile çalışan
göçmenlere karşı grevler örgütledi.
Böylece "Siyonist İşçiler" Arap işçilerinin kullanımını
engellemek için işçi hareketinin yöntemlerine başvurdular. Amaçları sömürü
değil, düpedüz gasptı.
Ondokuzuiıcu yüzyıl başında Filistin'de
bini aşkın köy vardı. Kudüs, Hayfa, Gazze, Yafa, Nablus, Akre, Eriha, Ramle,
Hebron ve Nasıra gelişmekte olan kentlerdi. Tepelerin yamaçları özenle yapılmış
tafaça- larla örtülüydü ve arazi bir baştan bir başa sulama kanallarıyla kaplanmıştı.
Filistin’de yetişen turunçgil, zeytin ve hububatın ünü dünyayı sarmıştı.
Ticaret, el sanatları, tekstil, tarımcılık ve ev tezgâhlarında üretim yaygındı.
Bu konuda, gerek onsekizinci ve ondokuzuncu
yüzyıllarda yazılmış seyahatnameler, gerekse ondokuzuncu yüzyılda Britanya
Filistin Araştırma Fonu'nca yayınlanan üç aylık akademik raporlar birçok bilgi
içerir.
Aslına bakılacak olursa, 1840'ta İngiltere, Kudüs'te bir
elçilik kurduğu zaman Lord Palmerston'un "Britanya împaratorluğu’nun
yüksek çıkarlarını korumak üzere" bir AvrupalI Yahudi Yerleşim Kolonisi
kurma fikrini büyük bir öngörüyle ortaya atmasının ardında Filistin toplu-
munun yukarda sözü edilen kenetlenmişliği ve sağlamlığı yatıyordu.15
Toplumsal rolünün hayli bilincinde bir köylülüğe sahip olan
Filistin toplumu, "efendi" olarak anılan feodal toprak sahiplerinin
Osmanh İmparatorluğu ile yaptıkları işbirliğinin tüm olumsuz sonuçlarına karşın
hem üretken, hem de kültürel bakımdan hayli zengindi. Filistin köylüleri ve
kent halkı, 1820'lerden itibaren, Filistin toplumuyla bütünleşen ve tam bir
kabul gören 20,000 Kudüs Yahudisi'nden başlayarak içiçe yaşadıkları
Musevilerle geleceğin sömürgecileri arasında gayet net, hissedilir bir ayrım
yapmışlardı.
Örneğin, bu sömürgeciler 1886'da Peta Tikva'daki köylüleri
topraklarından ayırmaya kalkıştıklarında gayet örgütlü bir direnişle karşılaşmışlar,
ama öte yandan komşu köylerle yerleşim birimlerindeki Ya- hudilere karşı hiçbir
hareket olmamıştı. Aynı şekilde, Türk soykırımından kaçan Ermenilere Filistin
bağrını açmıştı. Oysa Türklerin desteğini sağlamaya çalışan Vladimir Jabotinsky
ile diğer Siyonistler katliamı uğursuzca savunmuşlardı.
Aslında, Balfour Deklarasyonuna kadar
(1917) Filistinlilerin Siyonist yerleşim karşısındaki tavırları akla
sığmayacak ölçüde hoşgörülüydü. Filistin'de örgütlü bir Yahudi düşmanlığı
yoktu. Çarın ya da Polonya'daki anti-Semitik hareketin düzenlediği türden
katliamlar yoktu. Filistinlilerin (kendilerini yurtlarından atmak için her
fırsatta zora başvuran) silahlı sömürgecilere karşı tepkilerinde hiçbir ırkçı
yaklaşım yoktu. Hatta, toprağın kendilerinden sürekli olarak çalınması
karşısında için için duydukları öfkeyi zaman zaman ayaklanarak dışa vururken
bile Ya- hudileri bütün bütün karşılarına almıyorlardı.
İmparatorluklara
Yaranma Çabası
1896 yılında Theodor Herzl, Filistin'i
Siyonist harekete bağışlaması yolunda Osmanh İmparatorluğunu ikna etmeye
yönelik bir plan ortaya attı:
"Yüce Sultan bize Filistin'i verdiği takdirde biz de buna karşılık
Türkiye’nin mali işlerini yoluna koyma görevini üstlenebiliriz. Orada barbarlara
karşı ileri karakol rolü oynayacak bir uygarlık kurmalıyız."16
1905de toplanan Yedinci
Dünya Siyonist Kongresi, Filistin halkının Osmanlı împaratorluğu'ndan
bağımsızlaşmayı hedefleyen siyasi bir örgütlenme içinde olduğunu kabul etmek
zorunda kaldı. Tabii bu sadece Türk yönetimine karşı değil, Siyonist amaçlara
karşı da bir tehdit oluşturuyordu.
Önde gelen Siyonist
liderlerden Max Nordau, Kongre'de yaptığı konuşmada Siyonistlerin kaygılarını
şu şekilde dile getiriyordu:
"Arap halkının büyük bölümünü etkisi altına almış olan hareket, Filistin'de
zararlara yol açacak bir yöne kayabilir... Türk hükümeti Filistin ve
Suriye'deki hükümranlığını korumak için silah zoruna başvurmak durumunda
kalabilir... Bu koşullarda Türkiye, Padişahın Filistin ve Suriye'deki
iktidarına karşı herhangi bir saldırıyı göğüsleyecek ve onu bütün gücüyle
savunacak güçlü ve iyi örgütlü bir grubun varlığının önemi konusunda ikna
edilebilir."17
Öte yandan Kayzer, Ortadoğu'nun kontrolü
konusunda İngiltere ve Fransa ile giriştiği rekabetin bir parçası olarak
Türkiye ile ittifakın yollarını ararken, Siyonist hareket de İmparatorluk
Almanyası nezdinde benzer girişimler içindeydi. Kayzer on yıl boyunca Siyonist
liderlerle yaptığı aralıklı pazarlıklarda Osmanlı himayesinde kurulacak bir
İsrail devletinin planlarını formüle etmeye çalışmış, böyle bir devletin asal
işlevinin Filistin'deki anti-sömürgeci direnişi yok etmek ve bölgede İmparatorluk
Almanyası'nm çıkarlarını güvenceye almak olduğu düşüncesini işlemişti.
Öte yandan, 1914 yılına gelindiğinde, uzun
süreden beri Kay- zer'inkine koşut bir çaba içinde olan Dünya Siyonist Örgütü,
Osmanlı İmparatorluğu'nun Siyonistlerin de yardımıyla parçalanmasında Britanya
İmparatorluğunun yardımını sağlama konusunda hayli mesafe katet- mişti.
Sonradan Dünya Siyonist Örgütü'nün başkanı olacak olan Haim Weizmann o zamanlar
bu konuda kamuoyuna şu önemli açıklamayı yapmıştı:
"Rahatça söyleyebiliriz ki, eğer Filistin İngiltere’nin
nüfuz alanına girer de, İngiltere de orada kendisine bağlı bir Yahudi
toplumunun oluşmasına olanak sağlarsa, yirmi ya da otuz yıl içinde oraya bir
milyon ya da belki daha fazla Yahudi toplarız. Onlar orada ülkeyi kalkındırır,
uygarlığı geri getirir ve Süveyş'in savunmasında da etkili bir rol
üstlenirler."18
Weizmann, Siyonist liderlerin aynı
sıralarda Osmanlı ve Alman İmparatorluklarından elde etmeye çalıştıklarını
İngilizlerden koparmayı başardı. Böylece 2 Kasım 1917'de Balfour Deklarasyonu
ilân edildi. Deklarasyonun bir bölümünde şöyle deniliyordu:
"Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudi
halkı için bir vatan kurulmasına sıcak bakmakta ve bu amaca ulaşılmasını
kolaylaştırmak için her türlü çabayı göstereceklerini belirtmektedir..."19
Siyonistler, Filistin üzerindeki
iddialarını dile getirirken hiçbir ahlaki ölçüt tanımıyorlardı. Zaman oluyor,
Filistin'in arasıra göçebelerin gelip konakladığı boş bir toprak parçası
olduğunu ileri sürüyor, zaman oluyor, az önce varlığını inkâr ettikleri
Filistin halkına boyun eğdirmekten söz ediyorlardı. A.D. Gordon, ısrarla yok
saydığı Filistinlilerin toprağı işlemelerinin zorla engellenmesi gerektiğini
bizzat defalarca açıkla- j mıştı.
Bu aslında, Yahudi olmayanların
Yahudilerin "baba yurdundan" tümüyle kovulması demekti. Benzer bir
anlam İngiliz ve Siyonist liderlerin Filistin halkıyla ilgili planlarının
ifadesinde de ortaya çıkıyordu. Balfour Deklarasyonu'ndan önce İngiliz Kraliyet
Orduları, İngiltere güvencesi altında "kendi kaderlerini tayin"
vaadine karşılık İngilizlerin kumandasında Türklerle savaşmayı kabul eden Arap
liderlerini de yanlarına katarak Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'daki
topraklaruun büyük bölümünü ele geçirmişlerdi.
Siyonistler ise bir yanda Filistin'in
üzerinde kimsenin yaşamadığı bir yer olduğu propagandasını yürütürlerken, öte
yanda kendilerini destekleyen krallık hükümetleriyle yaptıklan pazarlıklarda
Filistinlilere boyun eğdirmenin acil gündem maddesi olduğunu açıkça söylüyor,
kendi kendilerini de bu işi yapacak olanlar ileri sürüyorlardı.
İngilizlerin buna verdiği karşılık
dostçaydı. Öte yandan Balfour Deklarasyonu, Britanya İmparatorluğu tarafından
kendilerine "kendi kaderlerini tayin" hakkı vaat edilen, ancak
sonradan topraklan Siyonistlere verilen feodal Arap liderlerinin bu ihanet
karşısında geçirdikleri şoku bertaraf etmeyi amaçlayan bir pasaj içeriyordu:
"Filistin'deki Yahudi olmayan
halkın yurttaşlık haklarıyla dini haklarına zarar verecek hiçbir harekette
bulunulmayacağı açıkça ifade edilmiş olup..."20 ■
,-İngilizler yıllar boyu İmparatorluk
Almanyası’na karşı yürüttükleri savaşta Birleşik Devletler ile İngiltere'deki
büyük Yahudi kapitalistlerin ve banka kuruluşlarının desteğini sağlamak için
Siyonist liderleri kullanmışlardı. Şimdi de Weizmann'm açtığı yoldan,
Filistin'de Siyo- nistlerin kuracağı sömürgeyi Filistin halkının siyasi
denetimi için bir araç olarak kullanmaya hazırlanıyorlardı.
Vatansız halka halksız vatan, aslında
Sömürge boyunduruğu altında kaynayan bir ülkeydi. Eski Başbakan Balfour,
"Filistin'deki Musevi olmayan halkın yurttaşlık haklarıyla dini
haklan" (aynen alınmıştır) konusunda kamuoyu önünde oynanan sahtekârlığa
karşılık, memurlara verdiği muhtırasında tüm vahşice duygulannı en açık biçimde
gözler önüne seriyordu:
"Yanlış
veya doğru, iyi veya kötü olabilir, ancak Siyonizm, hem haldeki
gereksinimlerden, hem de şu an o eski topraklarda yaşayan 700,000 küsur Arap'm
taleplerinden çok daha önemli olan gelecek umutlarından
kaynaklanmaktadır."21
Balfour ile Siyonist liderlik arasında
Filistin halkının taleplerine ihanet temelinde kurulan gizli dostluğun özel bir
boyutu vardır. İngiliz hükümetinin Balfour Deklarasyonumu benimseyip
İngilizlerin yönetiminde Siyonist bir Sömürge kurmayı vaat etmesini sağlayan
kişi, Birinci Dünya savaşı sırasında İngiliz Savaş Kabinesi'nde Güney Afrika
Delegesi olan, Weizmann'm yakın dostu, geleceğin Güney Afrika Başbakanı
General Jan Smuts'du.
Siyonist hareketle Güney
Afrika'daki'kolonistler arasındaki ilişki de, tıpkı General Smuts ile Haim
Weizmann arasındaki dostluk gibi çok önceden olgunlaşmıştı. Yüzyılın başında
büyük bölümü Litvanya'dan gelen geniş bir Yahudi topluluğu Güney Afrika'ya
yerleşmişti. Siyonist hareket bu topluluğu Güney Afrika'daki göçmen
statülerinden dolayı Siyonist fikirlere karşı özellikle duyarlı olarak
görüyor, bu nedenle de Siyonist liderler siyasi ve mali destek sağlama
amacıyla sık sık Güney Afrika'ya gidip geliyorlardı.
Güney Afrika Siyonist Federasyonu eski
başkanı N. Kirschner,22 Siyonistlerle Güney Afrikalı liderler
arasındaki yakın ilişki konusunda olsun, Weizmann ve Herzl gibi Siyonistlerin
Güney Afrika'daki farklı ırktan olan kolonistler topluluğu fikriyle
özdeşleşmeleri konusunda olsun ya da iki hareket arasındaki fiili bir
anlatmanın önemi konusunda olsun, gayet canlı örnekler verir.
Haim Weizmann, Siyonizm ile Güney Afrika'daki göçmen ideolojisini
özdeşleştirirken, siyasi Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'in sömürge ideologu
Sir Cecil Rhodes'a eskiden beri duyduğu hayranlığı örnek alıyordu. Herzl kendi
siyasi geleceği ile ilgili modelini Rhodes'un başarıları üzerine kurmaktaydı.
"Doğaldır ki Cecil Rhodes ile bendeniz arasında büyük farklılıklar
var. Bunların kişisel olanları büyük oranda benim aleyhime; nesnel olanları
ise önemli ölçüde Siyonist hareketin lehine."25
Herzl, Siyonistlerin Filistinlileri
dağıtmayı başarabilmeleri için, Rhodes'un öncülük ettiği yöntemleri
kullanmaları gerektiğini savunuyor, ayrıcalıklı bir sömürge şirketinin
tamamlayıcı birimi olarak çalışacak ve bu haliyle hem sömürgeci hem de
girişimci olarak sömürücü nitelik taşıyacak bir Yahudi şirketinin kurulmasında
ısrar ediyordu:
, "Yahudi Şirketi, kısmen
büyük bir kâr şirketi modeline göre kurula
caktır.
Adı, Yahudi imtiyaz Şirketi olabilir, ancak egemen bir güce sahip- olması
mümkün değildir... En fazla sömürgeci görevler üstlenebilecek- tir."24
"İlkin, toprağın işlenmesi için en yoksul olanlar
gidecek. Önceden yapılacak planlamaya uygun olarak yolları, köprüleri,
demiryollarını, telgraf şebekelerini inşa edecekler, akarsuları denetim altına
alıp kendi meskenlerini kuracaklar. Onların emekleri ticareti, ticaret
pazarları yaratacak, pazarlar da yeni göçmenleri çekecektir."25
1934'den önce büyük bir grup Güney Afrikalı
yatırımcı ile büyük sermaye sahibi, Filistin'de toprak alımları yapacak olan
Afrika-İsrail Yatırım Ortaklığı'nı kurmuşlardı. Bu şirket 54 yıl sonra bugün
hâlâ ayaktadır. Güney Afrikalıların ortaklıkları sürmekte, aktif kıymetler ise
İsrail bankası Leumi'nin elinde bulunmaktadır.26
Toprakların gayn meskûn olduğu iddiası
ile, "var olmayan" sakinlerin acımasızca sindirilmesi isteği
arasındaki çelişki, Siyonistlerin kendi aralarında yaptıkları strateji
tartışmaları sırasında hafifliyordu. Filistin'i sömürgeleştirmek için neyin
gerekli olduğu konusu, önem bakımından propagandanın üstüne çıkıyordu.
Siyonizmin kıdemli ideologlarından olan
Vladimir Jabotinsky "Revizyonist Siyonizmin" kurucusu olarak bilinir.
Bu, "Siyonist İşçiler" in temsil ettikleri liberal ve sosyalist
görünümlere tahammülü olmayan bir akımdır. (Revizyonist Siyonizmin bugünkü
temsilcileri Mena- hem Begin ile îzak Şamir'dir.)
Jabotinsky 1923'de bütün Siyonist hareket
için bir kilometre taşı sayılabilecek "Demir Duvar" adlı makalesini
yayımladığında, Theodor Herzl, Haim Weizmann ve başkalarının daha önceden
kabaca formüle ettikleri temel Siyonist öncülleri ilk kez açık bir biçimde
ortaya dökmüş oluyordu. Sonraları -sadece adı var olan "sol"dan sözde
"sağ"a kadar- Siyonist yazının çeşitli yerlerinde Jabotinsky'nin
düşüncelerinden alıntılar yapılmıştır. Bunlardan birinde şöyle der Jabotinsky:
"Ne şimdi ne de görünür gelecekte Araplarla bir
uzlaşmaya varmamız söz konusu bile olamaz. Doğuştan kör olanları saymıyoruz,
ama tümüyle iyi niyet sahibi insanlar bile artık anlamışlardır ki, Filistin'in
bir Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp Yahudi çoğunluğa ait bir ülke haline getirilmesi
konusunda Filistinli Araplarla gönül rızasına dayalı bir anlaşma sağlamak
kesinlikle olanaksızdır. Herbiriniz sömürgecilik tarihi üzerine az çok bir
şeyler biliyorsunuz. Bir ülkenin, o ülkenin yerlisi olan insanların rızası ile
sömürgeleştirilebileceğini kanıtlayan tek bir örnek gösterebilir misiniz?
Böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır. .
"Yerliler, kültürlü olsunlar olmasınlar, sömürgecilere
karşı inatla direneceklerdir.- (Hernân) Cortez ya da (Francisco) Pizarro'nun
silahlı adamları gittikleri yerlerde eşkiyalar gibi davranmışlardı.
Kızılderililer sömürgecilerin iyisine de kötüsüne de aynı uzlaşmaz şiddetle
direndiler. Bütün yerli halklar mücadeleden geri durmadılar, çünkü nerede, ne
zaman, hangi biçimde olursa olsun, sömürge olmak yerli bir halk için kabul
edilemez birşeydir.
"Bir yerin yerlisi olan her halk o yeri kendi kutsal
ikametgâhı olarak görür; tabii kendisini de oranın gerçek sahibi. Dolayısıyla
böyle bir durumda yeni bir sahip hiçbir zaman gönül rızasıyla kabul edilmez.
Araplar için de durum aynıdır. Şimdi aramızdaki bazı uzlaşma yanlıları, gerçek
ve temel hedeflerimizi bir takım gizli formülasyonlarla allayıp pullayıp
Araplara yutturabileceğimizi, Arapların da bu oyuna gelecek kadar sersem
olduklarını söyleyip bizleri ikna etmeye çalışıyorlar. Bense Filistinli
Araplar konusundaki bu görüşü
açıkça reddediyorum.
"Onlar
da bizimle aynı psikoloji içinde. Onlar da Filistin’e bir Az- tek'in anavatanı
Meksika'ya ya da bir Sioux kızılderilisinin yurt bellediği otlaklara bakarkenki
içgüdüsel sevgisiyle, coşkusuyla bakıyorlar. Bu durumda olan her halk
sömürgecilerle kıyasıya mücadele edecektir, ta ki işgalin ve sömürgeciliğin
tehlikelerinden kurtarabildikleri son umut kıvılcımı da sönünceye dek. İşte
Filistinliler de böyle... Onlar da tüm umut kıvılcımlarını yitirinceye dek
mücadele edeceklerdir.
"Burada
önemli olan, bizim sömürge kurmamızı açıklarken ne tür sözcükler seçtiğimiz
değildir. Sömürge kurmanın zaten kendi içinde bütünsel ve kaçınılmaz bir
anlamı vardır ve bunu istisnasız her Musevi ile her Arap pekâlâ bilir. Sömürge
kurmanın tek bir amacı vardır. Bu, eşyanın tabiatmdandır ve bu tabiatı
değiştirmek de mümkün değildir. Bugüne kadar sömürge kurma işini Filistinli
Arapların rızaları dışında yürütmek gerekmiştir ve bugün de aynı durum
geçerlidir.
"Kaldı
ki Filistinli olmayan Araplar ile anlaşmak bile aynı türden bir fantazidir,
çünkü Bağdat, Mekke ve Şam’daki Arap milliyetçileri için böylesine ciddi bir
bedeli ödemeye yanaşmak demek, Filistin'in Arap karakterini korumaktan
vazgeçmek demek olacaktır.
"Biz
Filistin'e karşılık ne Filistinlilere, ne de öteki Araplara hiçbir- şey
veremeyiz. Öyleyse gönül rızasıyla anlaşamayız. Bugün sömürgeleştirme
faaliyeti, en sınırlandırılmış haliyle bile, yerli halkın iradesine rağmen
sürdürülmek zorundadır. Dolayısıyla bu faaliyet ancak ve ancak yöre halkının
hiçbir şekilde kıramayacağı, adına Demir Duvar diyebileceğimiz bir güç
kalkanının ardında sürdürülüp geliştirilebilir. İşte bizim Arap politikamız
budur. Bunu herhangi başka bir biçimde formüle etmeye kalkışmak da olsa olsa
ikiyüzlülüktür.
"Eğer
bu ülkede yerli halkın taleplerine aldırış etmeksizin bir sömürge kurmak
istiyorsak, onların bunu yönetsel veya fiziksel olarak engelleme olanaklarını
ortadan kaldıracak kuralları ve savunma koşullarını oluşturabilmek için, ister
Balfour Deklarasyonu, ister Manda yoluyla olsun, dış güçlere başvurmak
zorundayız. Zor, mutlak surette kullanılmalıdır, hem de bütün şiddetiyle,
hiçbir hoşgörü olmaksızın. Bu konuda bizim militaristlerle vejeteryenler
arasında pek elle tutulur bir ayrım da yoktur aslında. Birinciler Musevi
süngülerinden oluşan bir Demir Duvar'ı yeğlerken, ötekiler İngiliz
süngülerinden bir Demir Duvar'ı daha uygun görmektedirler.
"Bu görüşlerimizin gayrı ahlaki olduğunu savunan beylik yaklaşıma
gelince, onlara iddialarının 'tamamen gerçek dışı' olduğunu söyleyerek cevap
vereceğim. Bizim ahlakımız budur. Başka bir ahlak da yoktur. Araplar bizi
yolumuzdan çevirmek konusunda karşılarına çıkacak en küçük umudu dahi ne en
tatlı söze, ne de en leziz lokmaya değişeceklerdir, çünkü karşı karşıya
olduğumuz basit bir ayaktakımı değil, düpedüz bir halktır, hem de yaşayan bir
halk. Ve hiçbir halk da kendi yazgısıyla ilgili böylesi bir sorun karşısında bu
denli muazzam boyun eğişlere yanaşmaz; tabii ta ki bütün umutları silininceye
dek, ta ki biz Demir Duvar'daki görünür her gediği tıkayıncaya dek."27
Vladimir Jabotinsky'nin
bir vakitler Benito Mussolini'den esinlenerek ortaya atığı "demir çelik
gibi zor" biçimindeki fikir ve imge Almanya'da henüz emekleme çağındaki
nasyonal sosyalist hareket tarafından kabul görmüştü. Demir irade konusundaki
mistik tapınmanın askeri ve şovenist zaferin hizmetine sokulması, Siyonist,
sömürgeci ve faşist ideologları bir araya getirdi. Bunun meşruiyeti ise
geçmişin fetih efsanelerinde aranır oldu.
Örneğin, Cecil B. de
Mille'in "Samson ve Delila"sı kadının vefasızlığı ve erkek gücünün
erdemleri üzerine bir Hollyvvood romansı olmaktan ötede özellikler de
içeriyordu. Film. Vladimir Jabotinsky'nin "Samson" adlı romanından
uyarlanmıştı ve kitapta var olan otoriter değerleri aynen perdeye aktarıyordu.
Burada avaz avaz haykırılan, İsraillilerin Filistin'i ele geçirmek için mutlak
surette kaba kuvvete başvurmaları gerektiğiydi.
'"Halkımıza senden bir mesaj götüreyim mi?' Bu soru üzerine Sam- son
bir süre düşündükten sonra ağır ağır şöyle dedi:' İlk söz, demir. Mutlaka
demir bulsunlar. Neleri var neleri yoksa versinler demire karşılık...
Gümüşlerini, buğdaylarını, zeytinyağ, şarap ve hayvanlarını, hatta karıla- nnı
ve kızlarını. Herşey demir için! Dünyada demirden daha'değerli bir- şey
olamaz.'"28
Jabotinsky herkesi "yerli halkın sızamayacağı
demirden duvar" ve "her sömürge hareketinin demir yasası... silahlı
güç" görüşünde birleşmeye çağırıyordu ve bu çağrısı sonraki on yıllar
boyunca yerli halkı kurban seçen büyük Siyonist saldırılarda yankısını
bulacaktı.
Şu anda İsrail Savunma Bakanı olan İzak
Rabin, 1967'de Genel Kurmay Başkam olarak savaşı başlatırken "Demir
İrade" terimini kullanmıştı. Daha sonra, 1975 ve 1976'daki Başbakanlığı
sırasında Batı Şe- ria'da Hayad Barzel, yani "Demir Pençe"
politikasını ilân etti. Bu politikanın sonucu, 300,000'i aşkın Filistinli
İsrail hapishanelerinde sistemli ve sürekli işkenceye tâbi tutuldu. Yapılan bu
işkenceler Londra'da yayımlanan Sunday Times gazetesiyle Uluslararası
Af Örgütü tarafından gün ışığına çıkarıldı.
Rabin'den sonra Genel Kurmay Başkanı olan
Rafael Eytan yine Batı Şeria'da bu kez "Demir Kol", Zro'aa Barzel,
uygulamasını başlattı. Bu kez, var olan baskı yöntemlerine adam öldürme de
katıldı. 17 Temmuz 1982'de İsrail Kabinesi, Londra'daki Sunday Times'm "kampları
ortadan kaldırmak için ön planlaması titizlikle yapılan askeri operasyonun adı
Moah Barzel ya da 'Demir Beyin dir" şeklinde açıkladığı planı
görüşmek üzere toplandı. Kamplar, Sabra ve Şatila'ydı ve "Şaron ve Be- gin
tarafından bilinen" operasyon, "Şaron'un İsrail Kabinesi'nde tartışılan
daha büyük planının parçasıydı.”29
Savaş sırasında Lübnan'daki Revizyonist Likud Partisi'ni destekleyen
İzak Rabin, şu anda (Kitabın yazıldığı I988'de -Ç.N.) görevde olan Simon Peres
in "ulusal birlik" hükümetinde Savunma Bakanı olunca, Lübnan ve Batı
Şeria'da Egrouf Barzel, "Demir Yumruk" politikasını
uygulamaya koydu. Bu politika Rabin'in 1987-1988'de Gazze ve Batı Şeria'daki
Filistin ayaklanması sırasında başvurduğu yoğun baskı ve toplu cezalandırma
uygulamalarına dayanak olarak kabul ettiği politikaydı.
Jabotinsky'nin sömürgeci
duygularını saf kan doktrinine dayandırdığını anımsamak ilginç olacaktır.
Jabotinsky bunu "Özerklik Üzerine Mektup"unda dile getirir:
"Bir insanın kendi
kanından olmayanlarla kaynaşması mümkün değildir. Kaynaşmak için bedenini
değiştirmek, kanıyla onlardan olmak zo- randadır. Dolayısıyla, kaynaşmak
imkansızdır. Hiçbir zaman iki milliyetli evliliklere göz yumamayız, çünkü
ırksal saflık olmadıkça ulusal bütünlüğümüzü korumamız mümkün değildir. İşte
bunun için de bu topraklar bizim olacak ve insanlarımız burada saf bir ırk
olarak varlıklarını sürdürecekler."
Jabotinsky
sonradan bu düşüncesini daha da açar:
"Milli duygunun kökeni... insanın kanındadır...
sadece ve sadece ırksal-psikolojik karakterindedir... İnsanın ruhsal bakışı
öncelikle fiziksel yapısı tarafından belirlenir. Bu nedenle biz ruhsal
kaynaşmaya inanmıyoruz. Bu fiziksel görüş açısından bakıldığında, saf Yahudi
kanı taşıyan bir Yahudinin nasıl olup da bir Alman ya da Fransızın ruhsal
bakışını benimseyebildiğim kavramak imkansızdır. Tepeden tırnağa o Alman
sıvısıyla dolabilir, ancak ruhsal çekirdeği ilelebet Yahudi kalacaktır."30
Irksal
saflık ve kanın mantığı konusundaki şovenist doktrinlerin benimsenmesi sadece
Jabotinsky ve revizyonistlerle sınırlı değildir. Liberal filozof Martin Buber
de aynı biçimde kendi Siyonizm görüşünü Avrupa ırkçı doktrini çerçevesine
oturtur: '
"Varlığımızın en derin katmanları kanla
belirlenir; en dipteki düşüncelerimize ve irademize renk veren odur."31
Peki, bu düşünceler nasıl hayata geçirilecekti?
III- Filistin'in Sömürgeleştirilmesi
1917'de Filistin'de 56,000 Yahudi, 644,000 Filistinli
Arap vardı. 1922'de Yahudiler 83,794, Araplar 663,000 oldu. 193 l’de ise
Yahudilerin sayısı 174,616, Araplannki 750,000'di.32
İngiliz Sömürgeciliği ile İşbirliği
İngilizlerle üstü kapalı olarak yapılan
ittifak, sonunda Siyonistlere bölgeyi ele geçirmeleri için gereken zemini
hazırlamıştı. Filistinli şair ve Marksist analist Hassan Kanafani bu süreci
şöyle anlatıyor:
"Kırsal bölgeler için ayrılan büyük çaplı Yahudi
sermayesine, emperyalist İngiliz askeri gücünün varlığına ve yönetim
mekanizmasının Si- yonistlerden yana işleyen yoğun baskısına karşın,
Siyonistler bölgeye yerleşme konusunda çok önemsiz sonuçlar elde edebildiler. .
"Bununla beraber, kırsal Arap nüfusun statüsünü ciddi
biçimde zarara uğrattılar. Yahudi grupların elindeki kent ve kır alanları
1929'da 300,000 dönümken, 1930'da 1,250,000 dönüme ulaştı. Bölgenin kitle halinde
sömürgeleştirilmesi ve "Yahudi sorununun" çözümü açısından bu kadar
toprak yine de azdı. Ancak, bir milyon dönümün - tarımsal alanla- nn yaklaşık
üçte biri - ellerinden alınması Arap köylüleri ile Bedevileri sefaletin
kucağına itti.
"1931'e gelindiğinde, 20,000 köylü ailesi
Siyonistler tarafından tahliye edilmişti. Dahası, azgelişmiş dünyada,
özellikle de Arap dünyasında, tarımsal yaşam salt bir üretim biçimi değil, buna
eşit düzeyde toplumsal, dini ve törensi bir yaşam biçimidir. Dolayısıyla,
toprak kaybının yanısıra, sömürgeleşme süreci kırsal Arap toplumunu da
tahribata uğratıyordu."33
İngiliz emperyalizmi
yöredeki Filistin ekonomisinin istikrarını bozmak için gerekli yollan açtı.
Manda Hükümeti, Yahudi sermayesine ayncalık tanıyarak Filistin'deki devlet
imtiyazının %90'ını onlara ayırdı. Bu, Siyonistlere ekonomik altyapının (yol
projeleri. Ölü Deniz'deki maden yatakları, elektrik, limanlar, vs.) denetimini
ele geçirme imkanını verdi.
1935'e kadar Siyonistler Filistin'deki toplam 1212
sanayi şirketinin 872'sini ellerine geçirdiler. Siyonistlere ait sanayi
ithalatı vergiden muaftı. Arap işgücü aleyhine çıkarılan ayırımcı iş yasaları sonucu
büyük çapta işsizlik baş gösterdi, iş bulabilenlerinse standartlan önemli
ölçüde düştü.
Toprak kaybı ve baskılar, Filistinlilerin
kendileri için biçilen yazgı konusundaki bilinçlerinin yükselmesine, bunun
sonucu olarak da 1936'dan 1939'a kadar süren büyük ayaklanmaya yol açtı.
Ayaklanma, itaatsizlik ve silahlı
başkaldırı biçimindeydi. Köylüler köylerini terkedip dağlardaki silahlı
gruplara katıldılar. Çok geçmeden Suriye ve Ürdün'den gelen Arap
milliyetçileri de onların yanında yer aldı.
7 Mayıs 1936'da, nüfusun bütün kesimlerini
temsilen yüz elli delegenin katıldığı konferansta vergi ödememe kararı alındı
ve hemen ardından da tüm Filistin'de genel greve gidildi.
İngilizlerin buna tepkisi anında ve çok
sert oldu. Ayaklanmanın başlamasından aşağı yukarı beş ay sonra, 30 Temmuz
1936'da sıkıyönetim ilân edildi, hemen peşinden de yaygın ve sınırsız bir
baskı uygulamasına girişildi. Genel grevin veya başka bir eylemin
hazırlanmasında parmağı olduğundan ya da bunlara sempati duyduğundan
kuşkulanılan herkes gözaltına alındı. Ülkenin her yanında evler kundaklandı. 18
Haziran 1936'da Yafa kentinin büyük bölümü İngilizlerce yıkıldı, 6,000 insan
evsiz kaldı. Çevre yerleşme yerlerindeki evler de ortadan kaldırıldı.
İngiltere ayaklanmayı bastırmak için bölgeye çok
sayıda asker yolladı (tahminen 20,000). Ne var ki 1937 sonuyla 1938 başlarında
İngiliz güçleri silahlı halk ayaklanmasının kontrolünü ellerinden kaçırmaya
başladılar.
Bu noktada İngilizler kendilerine o güne
dek sömürgelerinden hiçbirinde bulmadıkları kadar özgün bir kaynak sağlayan
Siyonistlere bel bağlama yolunu seçtiler. Bu kaynak, İngiliz sömürgeciliği ile
işbirliği yapan, yöre halkına karşı da üst düzeyde seferber durumda olan yerel
bir güçtü. Bundan önce pek çok misilleme görevinde bulunmuş olan Siyonistler,
şimdi kitlesel tutuklamaları, suikast ve infazları içeren yoğunlaştırılmış
baskı içinde daha da büyük bir rol üstlenmişlerdi. 1938'de 5,000 Filistinli
tutuklandı, 2,000'i uzun süreli hapis cezasına çarptırıldı, 148'i asılarak idam
edildi, bu arada 5,000'in üzerinde de ev yıkıldı.34
Siyonist güçler İngiliz haber alma
servisleriyle bütünleşip zalim İngiliz yönetiminin polis gücünü oluşturdular.
İngilizlerin desteklediği silahlı Siyonist güçlerin gözlerden saklanması için
bir "Sahte Polis Gücü" kuruldu. Bunun bünyesine 2,863 kişi alındı.
Ayrıca 12,000 kişi Ha- gana'ya, 3,000 kişi de Jabotinsky'nin Milli Askeri
Teşkilat'ına (İrgun) kaydedildi.35 1937 yazında sahte polis gücünün
adı "Yahudi Sömürgesini Savunma Gücü" olarak değiştirildi, daha
sonra da "Sömürge Polisi" denildi.
Ben Gurion, "Sahte Polis Gücü"nü
Hagana'nın eğitimi için ideal bir ortam olarak görüyordu. Bu güçten sorumlu
İngiliz subayı Charles Orde Wingate aslında İsrail ordusunun kurucusuydu. Moşe
Dayan gibilerini terörizm ve suikast konularında eğiten oydu.
1939’da İngilizlerle çalışan Siyonist güçlerin sayısı 1441 l’e yükseldi.
Bunlar Sömürge Polisi çatısı altında tepeden tırnağa silahlı on gruba
bölünmüştü. Herbirinin başında bir İngiliz subayı, onun yanında da ikinci
komutan olarak Yahudi Ajansı'ndan bir görevli bulunuyordu.
1939 ilkbaharında Siyonist gücün elinde herbiri 8 veya
10 kişiden oluşan 63 mekanize birlik vardı. 1
1936 ayaklanmasının
nedenlerini araştırmak üzere 1937'de Lord Peel başkanlığında bir Kraliyet
Komisyonu kuruldu. Komisyonun belirlediği iki ana nedenden birincisi,
Filistinlilerin ulusal bağımsızlık isteği, İkincisi de yine Filistinlilerin
kendi topraklarında kurulacak Siyonist bir sömürge konusundaki kaygılarıydı.
Peel raporundaki analizler alışılmadık bir içtenlikle bir dizi başka faktörü
de ortaya koyuyordu. B unlan şöyle sıralamak mümkün:
1)
Arap milliyetçiliğinin
Filistin dışına taşması;
2)
1933'ten sonra artan Yahudi
göçü;
3)
İngiltere hükümetinin
sessiz desteği sayesinde Siyonistlerin bu ülke kamuoyunu ellerinde
tutabilmeleri;
4)
Arapların İngiliz
hükümetinin iyi niyeti konusundaki kuşkuları;
5)
Filistinlilerin,
topraklarını elden çıkarıp bunların üzerinde çalışan Filistinli köylüleri
açıkta bırakan, ülke dışında yaşayan toprak sahiplerinin bu davranışları
sonucu arazinin sürekli olarak Yahudilerin eline geçmesi konusunda duydukları
kaygı;
6)
Manda hükümetinin
Filistinlilerin hükümranlık hakları konusundaki niyetinin belirsizliği.
Ulusal hareketi
oluşturanlar, kent burjuvazisi, feodal toprak sahipleri, dini liderler ve
işçilerle köylülerin temsilcileriydi.
Bu kesimlerin
talepleri şunlardı:
1)
Siyonist yerleşmenin derhal
durdurulması;
2)
Toprak mülkiyetinin
Araplardan Siyonist göçmenlere geçmesinin durdurularak yasaklanması; '
3)
Kontrolü Filistinlilere
verilecek olan demokratik bir hükümetin kurulması.36
Hassan Kanafani ayaklanmayı şöyle
anlatıyordu: "Ayaklanmanın gerçek nedeni, özünde tarıma dayalı, feodal ve
dini kurallarla yönetilen
bir Arap toplumu olan Filistin toplumunun
endüstriyel, burjuva ve Yahudi (Batıcıl) bir topluma dönüştürülmeye
çalışılmasının ardında yatan derin çelişkinin gitgide doruğa ulaşmış
olmasıdır... Sömürgeciliğin temellerini atıp, sonra da bunu İngiliz
mandasından Siyonist sömürge yerleşimine dönüştürme süreci... 1930'larm
ortalarında patlama noktasına vardı ve işte bu noktada Filistin ulusal
hareketinin liderleri belli bir silahlı mücadele biçimini benimsemek zorunda
kaldılar, çünkü çelişkinin böylesine dayattığı bir karar anının ardından
liderliklerini başka türlü sürdürebilmeleri mümkün değildi."37
Müftü ile öteki dini liderlerin, feodal
toprak sahiplerinin ve yeni doğmuş burjuvazinin işçilerle köylüleri sonuna
kadar desteklemekteki yetersizlikleri, Siyonistlerle sömürge rejimine üç yıllık
kahramanca mücadeleye rağmen ayaklanmayı ezme imkanını verdi. Bunda
İngilizler, sömürgeci efendilerine körü körüne bağlı geleneksel Arap
rejimlerinin bile bile ihanetinden de destek gördüler.
1947'de 630,000 Yahudi ile
1,300,000 Filistinli Arap vardı. Dolayısıyla o tarihte Filistin'in Birleşmiş
Milletler tarafından bölünmesine kadar nüfusun %31'ini Yahudiler oluşturuyordu.38
Filistin'in bölünmesi
konusunda, ileri gelen emperyalist güçlerle Stalin yönetimindeki Sovyetler
Birliği'nin desteklediği karar, verimli alanların %54'ünü Siyonistlere
veriyordu. Ne var ki, İsrail Devleti'nin kurulmasından önce îrgun ve Hagana,
arazinin dörtte üçünü ele geçirip üzerinde yaşayanları tümüyle yerlerinden
atmıştı bile.
1948'de Filistinlilere ait köy ve kasabaların sayısı
475'ti. Bunların 385'i yerle bir edilip haritadan silindi. Bugün doksanı hâlâ
duruyorsa da topraklan ellerinden alınmış durumda.
. Filistin'deki yerleşmenin
organizasyonundan sorumlu Yahudi
Ajansı Göçmen Dairesi
başkanı Joseph Weitz 1940 yılında şöyle yazıyordu:
"Şu nokta herbirimiz tarafından açıkça bilinmelidir ki, bu topraklar
üzerinde iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşayacaklarsa
biz hedefimize hiçbir zaman varamayacağız demektir. Öyleyse, Arapları buradan
uzaklaştırıp komşu ülkelere sürmeliyiz, hem de hepsini. Tek bir köy, tek bir
aşiret kalmamacasına."39
Joseph Weitz, Filistin'in
"Yahudileştirilmesinin" pratikteki anlamını da şöyle açıklıyordu:
"Bazdan,
Yahudi olmayan nüfusun, yüksek sayıda bile olsalar, sınırlarımız içinde
bırakılarak gözetim altında tutulmasının daha güvenli olduğuna inanıyorlar.
Bazılarıysa bunun tam tersini düşünüyor. Yani, komşunun faaliyetlerini gözetim
altında tutmanın kiracınınkini tutmaktan daha kolay olacağını söylüyorlar.
(Ben) bu İkincisini destekliyor ve şunu ekliyorum: ... bundan böyle Yahudi
olmayan nüfusu yüzde onbeş ile sınırlayıp devletin karakterini Yahudi olarak
belirlemeliyiz. Ben bu düşünceyi daha 1940'ta benimsemiştim ve bu, günlüğümde
de kayıtlıdır."40
Bu politika "Koenig
Raporu"nda daha da keskin bir dille belirtiliyordu:
"Galile'yi Araplardan temizlemek için terör, adam öldürme, yıldırma,,
toprak gaspı, sosyal hizmetlerden men gibi yollara başvurmak zorundayız."41
Tel Aviv Belediye Başkanı
General Şlom Lahat'ı Yeniden Seçtirme Komitesi Başkanı Heilburn ise şöyle
diyordu: "Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul
edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz"42
Şunlar da İsrail Başbakanı
David Ben Gurion'un Arap İşleri özel danışmanı Uri Lubrani'nin 1960’da
söylediği sözler:
"Arap nüfusunu odunculardan ve garsonlardan oluşan küçük bir
topluluğa indireceğiz."43
İsrail Silahlı Kuvvetleri Genel
Kurmay Başkanı Rafael Eytan:
"Açıkça
ilân ediyoruz ki Arapların Eretz İsrail'in bir santimetrekaresini dahi işgal
etme haklan yoktur. Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insanlar, şunu biliniz ki,
Adolf Hitler'in gaz odalan bile birer cennet sarayıdır...
Zor, tek yaptıkları ve de tek anlayacakları şeydir.
Öyleyse biz de Filistinliler dört ayakları üstünde sürüne sürüne bize
gelinceye kadar zorun en şiddetlisini uygulamayı sürdüreceğiz."44
Eytan, İsrail Parlamentosu
ndaki Dış İşleri ve Savunma Komite- si'nin önünde de şöyle diyordu:
"Topraklara yerleşmeyi tamamladığımızda, bütün Arapların yapabilecekleri
tek şey, şişenin içindeki ilaç yemiş hamamböcekleri gibi panik halinde bir
oraya bir buraya koşturmak olacak."45 ,
Siyonizmin bölgedeki
amaçları David Ben Gurion'un 13 Ekim 1936'da bir Siyonist toplantısında yaptığı
konuşmada açık olarak ortaya konmuştu:
"Uzun vadedeki nihai hedefimizi
açıklamayı şimdilik uygun bulmuyoruz - 'taksim'den yana olan Revizyonistlerden
de daha ilerdeyiz bu konuda. O büyük hayalden vazgeçmek- niyetinde değilim.
Siyonist taleplerin organik, manevi ve ideolojik parçası olan o nihai hayal hep
benimle olmalı."46 '
' ■ "Siyonist
taleplerin sınırını Yahudi halkı tayin eder ve hiçbir dış et
ken de bunun önüne
geçemez."47
Ben Gurion 1936'da oğluna
yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Ülkenin ancak bir bölümüne sıkışıp
kalmış bir Yahudi Devleti, varılacak son nokta değildir. Bu olsa olsa bir
başlangıç olur. Eminim ki ülkenin ve bölgenin diğer bölümlerine de yayılmamız
engellenemeyecektir."
1938 de Tel Aviv'de, Dünya
Siyon İşçileri Konseyi önünde yaptığı konuşmada ise düşüncelerini daha da
açıyordu:
"Siyonist talepler, güney Lübnan, güney Suriye, bugünkü Ürdün,
Şeria'nm Batısı ile Sina'yı içine almaktadır."48
Ben
Gurion Siyonist stratejiyi açıkça şöyle formüle ediyordu:
"Devletin kurulmasıyla birlikte büyük
bir güç durumuna geldiğimizde, taksimi ortadan kaldırıp tüm Filistin'e
yayılacağız. Devlet, Siyonizmin gerçekleşmesi için bir aşama olacak sadece;
görevi de yayılmamız için gerekli zemini hazırlamak olacak. Devlet, düzeni
koruyacak - ve tabii lafla değil, makineli silahla."49
Ben Gurion belirlediği
stratejik hedefleri 1948 Mayıs'mda Genel Kurmay'a sundu.
"Saldırıya hazır olmalıyız. Amacımız Lübnan'ı,
Ürdün’ü ve Suriye'yi vurmak. Bunların arasında zayıf olan, Lübnan, çünkü orada
yapay bir İslami rejim ayakta ve bu rejimi alaşağı etmek bizim için işten bile
değil. Onun yerine bir Hıristiyan Devleti kurduktan sonra Arap Lejyonuna
saldırıp Ürdün'ü aradan çıkarırız; Suriye kucağımıza düşer. Oradan da
bombardımanı sürdürerek ilerleyip Port Said, İskenderiye ve Sina'yı alırız."50
General Yigal Allon Ben Gurion'a
"Lidda ve Ramle'deki insanlar ne olacak?" diye sorduğunda - ki bu
50,000 kadar insan demekti - bi- yograficisine göre Ben Gurion elini sallayıp,
"Hepsini başka bir yere sürün!" diye yanıtlamıştı.51
Bu buyruğu yerine getiren, şimdiki Savunma
Bakanı İzak Rabin oldu. Bugün Lidda ve Ramle'de Filistinlilere ait tek taş dahi
kalmamış durumda. Bütün bölgede yerleşik olarak Yahudiler yaşıyor.
David Ben Gurion ile ilgili biyografisinde
Mihail Bar Zohar, Ben Gurion'un Nasıra'ya ilk gelişini şöyle anlatır: "Ben
Gurion hayretle çevresine bakındı ve sordu: 'Neden bu kadar çok Arap var?
Neden sürmediniz hepsini?'"
Filistinliler gerçekten de sürüldüler. Birleşmiş Milletler'in Filistin'i
taksim ettiği 29 Kasım 1947 ile Devlet'in kuruluşunun resmen ilân edildiği 15
Mayıs 1948 arasında Siyonist ordu Filistin'in %75'ini ele geçirip 780,000
Filistinliyi zorla ülkeden çıkardı.
Katliam, köylerin birbiri
ardından haritadan silinmesi biçiminde ve sürekliydi. Amaç, insanları can
korkusuyla kaçırmaktı.
Hagana komutanı Zvi Ankori
olanları şöyle anlatıyor: "Koparılmış cinsel organlarla karınları
deşilmiş kadınlar gördüm... Düpedüz katliamdı."52
Menahem Begin, Deir Yasin'de bizzat yönettiği Nazi
benzeri uygulamaların tüm Filistin'de yarattığı etkiyi anlatırken oldukça
keyifliydi. Lehi ve IZL Komandoları 9 Nisan 1948'de Deir Yasin köyüne saldırıp
erkek, kadın, çocuk, 254 kişiyi öldürmüşlerdi.
"Bizim îrgun savaşçıları Arapların gözünde korkulu birer efsaneydi;
adlarını duyduklarında tir tir titriyorlardı. Bunlar, İsrail kuvvetlerinin yarım
düzine taburuna bedeldi. Bütün ülkedeki Araplar... dur durak tanımaz bir paniğe
kapılıp can korkusuyla kaçışmaya başladılar. Kitle halindeki bu kaçış çok
geçmeden kontrolden çıkıp toplu bir çılgınlığa dönüştü. İsrail Devleti'nin
bugünkü hükümranlık alanı içinde o zan\anlar var olan 800,000 Arap'tan bugün
ancak 165,000’i kalmış durumda. Bu gelişmenin siyasi ve ekonomik önemi
küçümsenemez."53
Bu programın uygulayıcıları, kısmen Menahem Begin, kısmen de sonradan
onun yerine geçen Başbakan îzak Şamir'di. Her ikisi de Loha- mei Henıt Israel
(LEHİ), yani İsrail Özgürlük Savaşçıları’nın komutanıydılar. Filistinliler
kanlı giysileri içinde Kudüs'ün caddelerinde gezdirilip kalabalıkların
alaylarına maruz bırakılıyor, sonra da ortadan kayboluyorlardı.
Görgü Tanıklarının Anlattıkları
Olayların görgü tanıklarınca anlatılanlar
Filistin halkının kaderinin aynası gibiydi.
"Çatışma
sona erip ateş kesildiğinde vakit öğleydi. Herşey susmuş, ama köy teslim
olmamıştı. IZL (Îrgun) ve LEHI'ye (Zalim Çete) bağlı düzensiz askerler
saklandıkları yerlerden çıkıp evlerde temizlik harekatına giriştiler.
Üzerlerinde bulunan tüm silahlarla saldırıyor, evlere patlayıcılar atıp içerde
buldukları herkesi kadın, çocuk demeden öldürüyorlardı. Komutanlarından
hiçbiri bu iğrenç katliamı önleyici hiçbir girişimde bulunmuyordu. Ben kendim
öteki birkaç arkadaşla beraber katliamı durdurmaları için komutanlara
yalvardımsa da sonuç alamadım. Bu arada evlerden toplanan yirmibeş kadar erkek
bir kamyona bindirilip eski Roma’daki gibi bir "zafer resmi geçidine"
götürüldüler, (Kudüs'ün) Mahane Yehuda ve Zikron Yosef mahallelerinde sokak
sokak dolaştırıldılar. Bu resmi geçidin sonunda da Giv'at Şaul ile Deir Yasin
arasında bir yerdeki bir taş ocağına götürülüp acımasızca öldürüldüler. Daha
sonra savaşçılar sağ kalan kadınlarla çocukları kamyona bindirip Mandelbaum
Kapısı'na götürdüler."54
Katliam söylentileri yayılınca
Filistin'deki Uluslararası Kızıl
Haç'm başkanı Jacques de Reynier müdahale
girişiminde bulundu. Onun gözlemleri de şöyle:
"... İrgun müfrezesi komutanı beni kabul etmeye pek
gönüllü görünmüyordu. Sonunda içeri girdi. Genç, alımlı, çok iyi giyimli bir
adamdı. Yalnız, gözlerinde garip bir parıltı vardı... Buz gibi, haince bir
parıltı... Ona bakılırsa İrgun köye yirmidört saat önceden gelip hoparlörlerden
herkese evleri boşaltıp teslim olmalarını emretmişti. Bunun için verilen süre
onbeş dakikaydı. 'Bu zavallı insanların bazıları ortaya çıkmış ve sonradan Arap
sınırına doğru bir yerlerde serbest bırakılmak üzere tutuklanmışlardı. Geri
kalanlar ise emre uymadıkları için hak ettikleri yazgıyı kendi elleriyle
yazmışlardı. Ama abartmaya mahâl yoktu, topu topu birkaç ölü vardı, onlar da
köydeki 'temizlik' biter bitmez gömüleceklerdi. Herhangi bir cesede rastlarsam
alıp götürebilirdim, ama yaralı birini kesinlikle bulamazdım.’
"Bunları duyunca donakaldım. Kudüs yoluna çıkıp Kızıl
Kalkandan sağladığım ambulans ve kamyonu aldım... Köye ulaştığımda ateş durdu.
Çete (İrgun) üyelerinin üzerinde üniformaları ile miğferleri vardı. Hepsi de
gençti; hatta bazıları henüz ergenlik çağmdaydı. Kadınıyla, erkeğiyle tepeden
tırnağa silahlıydılar: tabancalar, makineli tüfekler, el bombalan... Ellerinde
kanlı kılıçlar bile vardı. Genç, güzel bir kız canice bakışlarıyla elindekini
gösterdi bana... Kılıcından kanlar damlıyordu... Kız ise bir şeref kupası tutar
gibi tutuyordu onu. Bunlar 'temizlik' ekibiydiler ve görevlerini pek bir
titizlikle yerine getirdikleri besbelliydi.
"Evlerden birine girmeyi denedim. Bir anda bir düzine
asker san- verdi çevremi. Makineli tüfeklerini üzerime doğrultmuşlardı. Komutan
yerimden kımıldamamamı, içerde ölü varsa getirileceğini söyledi. Sonra birden
ne olduysa oldu, hayatımda hiç öylesine deliye döndüğümü hatırlamıyorum, o
katillerin suratlarına bu yaptıklarının ne demek olduğunu haykırmaya başladım,
aklıma gelen bütün tehditleri savurdum, sonra da hepsini kenara itip eve
daldım.
"Girdiğim ilk oda karanlıktı, herşey alt üst olmuştu,
ama kimseler yoktu. İkinci odada, kırılmış dökülmüş, içi dışına çıkmış
eşyaların ve her türlü pisliğin içinde yatan soğumuş cesetler gördüm. Burada
'temizlik', önce makineli tüfek, sonra da el bombası kullanarak yapılmıştı. Son
olarak da belli ki bıçak kullanılmıştı. Bir sonraki odada da durum aynıydı.
Yalnız, tam çıkarken kulağıma inlemeye benzer bir ses geldi. Her köşeyi aradım,
cesetlerin yüzlerini çevirdim... en sonunda küçücük bir ayak buldum, hâlâ
sıcaktı. El bombasıyla parçalanmış on yaşlarında bir kız çocu- cuğuydu bu, daha
ölmemişti... Ne yana baksam aynı korkunç görüntüydü... Köydeki dörtyüz kişinin
ellisi kaçıp canını kurtarabilmişti. Geri kalanı ise planlı bir biçimde, göz
kırpmaksızın katledilmişti, çünkü, anladığım kadarıyla, bu çete mükemmel bir
disipline sahipti ve sadece emirlere göre hareket ediyordu.
"Deir
Yasine ikinci gidişimden sonra büroma döndüğümde sivil giyimli, gayet şık iki
adam beni bekliyordu. Aşağı yukarı bir saatten fazladır oradaydılar. Biri
İrgun müfrezesi komutanı, öteki de yaveriydi. Bana imzalatmak istedikleri bir
kağıt vardı ellerinde. Kağıtta kendilerinden büyük konukseverlik gördüğüm,
görevim için gereksindiğim tüm olanakların sağlandığı ve yaptıkları herşey
için teşekkür ettiğim yazılıydı. Duraksadığımı, hatta tartışmaya başladığımı
görünce, eğer kendi hayatıma değer veriyorsam hemen imzalamamı söylediler. O
anda yapabileceğim tek şey onları hayatımın benim için en ufak bir değer
taşımadığına ikna etmekti."55
Deir Yasin katliamı,
"sağcı" Revizyonist Siyonist yeraltı örgütleri IZL ve LEHI'nın
marifetiydi. Bunun yanısıra, ülkenin başka bölgelerinde de benzer katliamlar
gerçekleştirildi. 1948'deki Dueima katliamı, resmi Siyonist İşçi İsrail
ordusu, yani İsrail Savunma Kuvvetleri (Tzeva Hağanah le-Israel veya ZAHAL)
tarafından yapılmıştı. Katliamla ilgili belgeler, o korkunç olayda görev almış
bir askerin anlattıklarına dayanılarak, Siyonist İşçiler'in yönettiği
Histadrut Genel İşçi Federasyonu'nun İbranice yayımlanan resmi organı Davar'da
ortaya çıkmıştı:
"... Araplardan seksen ile yüz arası erkek, kadın ve
çocuk öldürdüler. Çocukları kafalarına sopalarla vura vura öldürdüler. Bütün
evler cesetlerle doluydu. Önce erkeklerle kadınlar aç susuz evlere tıkıldı.
Sonra da kundakçılar tarafından üzerlerine dinamit atıldı.
. "Bir
komutan askerlerden birine az sonra havaya uçuracağı eve iki
kadın getirmesini emretti... Bir başka asker bir Arap
kadınına öldürmeden önce nasıl tecavüz ettiğini gururla anlatıyordu. Yeni
bebeği olmuş bir Arap kadınına iki gün boyu ortalık hizmeti yaptırdıktan sonra
bebeğiyle birlikte vurdular. 'Kaliteli çocuklar’ diye nitelenen iyi öğrenim
görmüş, iyi hâl bilir komutanlar... en aşağılık katillere dönüşmüşlerdi ve bu
bir savaş çılgınlığı filan da değildi; sürme ve yok etme yöntemi sonucu
böyleydi-
ler. Ne kadar az Arap kalırsa o kadar
iyiydi onlar için."56
Deir Yasin katliamının stratejik önemi
yıllar boyunca Siyonist liderler tarafından her fırsatta anlatıldı. Bu
liderlerden biri, İzak Şamir ve Nathan Yalin-Mor (Feldman) ile birlikte
LEHI'den sorumlu olan El- dad'dı (Scheib). Bu zatın 1967 Temmuz'unda bir
toplantıda yaptığı konuşmada söyledikleri 1968 kışında tanınmış fikir gazetesi
De'ot'ta yayımlandı.
"Şunu
hep söylemişimdir: Eğer kurtuluşun simgesi sayılabilecek en derin, en yüce umut
Yahudi Tapmağının yeniden inşası ise... o zaman açıktır ki o camilerin
(El-Haram, el-Şerif ve el-Aksa) günün birinde şu veya bu şekilde ortadan
kalkması gerekecektir. Deir Yasin olmasaydı, bugün (1948) İsrail devleti
topraklan üzerinde yarım milyon Arap hâlâ yaşıyor olacaktı. Ve tabii İsrail
Devleti de olmayacaktı. Bunu hiç hesaptan çıkarmayıp hep sorumluluklarımızın
bilincinde olmamız gerekir. Bütün savaşlar kötüdür.,Bunun başka çıkar yolu
yok. Bu ülke ya Eretz İsrail olacak ve topraklannda mutlak Yahudi çoğunluğuyla
küçük bir Arap azınlığını barındıracak ya da Eretz İsmail olup, Araplardan
herhangi bir şekilde kurtulamadığımız takdirde Yahudi göçü yeniden
başlayacaktır...”57
Katliam programı devletin kurulmasıyla da
sona ermedi. 1950’le- rin başlarında Gazze'deki mülteci kamplarıyla köylerde
yapılan katliamlar Meir Har Zion'un günlüğünde yer alır:
"Kuru, geniş nehir yatağı ayın altında parıldıyor.
Dağın yamacı boyunca dikkatle ilerliyoruz. Birkaç ev görünüyor... Uzakta üç
ışık var... Karanlığın içindeki evlerden Arap müziği duyuluyor... Dörder
kişilik üç gruba ayrılıyoruz. İki grup güneyimizde kalan büyük mülteci kampına
(El Burç) yöneliyor. Öteki grup ise Gazze Vadisi'nin kuzeyindeki düzlükte tek
başına duran eve doğru harekete geçiyor. Aydan dökülen pınl pırıl ışık sağnağı
altında yeşil tarlalardan, su kanallarından geçerek ilerliyoruz. Az sonra bu
sessizlik kurşun vızıltıları, patlamalar ve şu anda uyumakta olanların
çığlıklarıyla bozulacak. Hızla hareket edip evlerden birine giri- • yoruz -
'Mann Haatha?' (Arapça 'Kim o?j
"Seslere
doğru atılıyoruz. İki Arap korkudan tir tir titreyerek duvarın dibinde
doğruluyorlar. Kaçmaya yeltendiklerinde ateş ediyorum. Kulakları yırtan bir
feryat kopuyor. Adamlardan biri yere düşerken arkadaşı hâlâ koşmaya devam
ediyor. Şimdi çabuk davranmak zorundayız, yitirecek vakit yok. Araplar şaşkın
şaşkın kaçışıp koşuşurken evlere tek tek dalıp çıkıyoruz. ‘
"Makineli tüfek gürültüsüyle insanların feryatları
birbirine karışıyor. Kampın anacaddesine varıyoruz. Kaçan Arapların
oluşturduğu kalabalık büyüyor. Öteki grup karşı yönden saldırıya geçiyor. El
bombalarımızın gümbürtüsü uzaklarda yankılanıyor. Geri çekilme emri alıyoruz.
Saldırı bitti."58 '
Başbakan Moşe Şaret
(1954-55), 1953'te (18 Ekim 1953) Kibya köyünde yapılan katliamı şöyle
anlatıyor. Erkek, kadın ve çocukların evlerinde öldürüldükleri bu harekâtı
Ariel Şaron bizzat yönetmişti.
"(Kabine toplantısında) Kibya Olayı'na karşı çıkıp bu
olayın bizi tüm dünyanın gözünde göz kırpmadan adam öldürebilen kan emici cani-
1er çetesi durumuna düşürdüğünü söyledim... Bu lekenin üzerimizde kalacağını
ve yıllarca da temizlenemeyeceğini belirttim.
"Kibya üzerine bir bildirge yayımlanıp, metni Ben Gurion’un yazması
kararlaştırıldı. Gerçekten utanç verici bir iş. Defalarca soruşturdum ve her
defasında da olayın nasıl olduğunu insanların öğrenemeyeceği konusunda ciddi
teminat aldım."59
Şaret, günlüğüne 1955'te Filistin köylerinde gerçekleştirilen bir
katliamı ayrıntılarıyla not etmişti: "Kamuoyu, ordu ve polis serbestçe
Arap kanı döküleceği konusunda fikir birliği içindeler. Bu gidişat, devleti
dünyanın gözünde zalim devlet konumuna sokacaktır."60
Kafr Kasim'deki katliam Siyonist yöntemlere
uygundu. 1956 Ekim inde, İsrail-Ürdün sınırındaki bir İsrail alayının komutanı
olan Albay Şadmi, yönetimindeki "azınlık" (Arap) köylerinde bir
gecelik sokağa çıkma yasağı ilân etti. Bu köyler İsrail sınırlan içinde
kalıyordu, dolayısıyla da buralarda yaşayanlar İsrail vatandaşıydı. Şadmi,
Sınır Konı- ma Birliği komutanı Binbaşı Melinki'ye yasağın "kesinkes"
uygulanmasını emredip, "uymayanları tutuklamak yetmez, derhal
vurun," talimatını verdi. Bu sözlerin arkasından eklediğiyse şu oldu:
"Bir adamın ölüsü, tutuklama işleminin çapraşıklıklarından bin kat
iyidir."61
"Melinki subayları toplayıp
görevlerinin azınlık köylerinde saat 17:00 ile 6:00 arası sokağa çıkma yasağını
uygulatmak olduğunu söyledi. Evinden çıkan ya da herhangi bir şekilde yasağa
uymayanlar vurulacaktı. Tutuklama yapılmayacaktı ve eğer o gece birkaç kişi
öldürülürse bu daha sonraki gecelerde de yasağın uygulanmasını
kolaylaştıracaktı.
"Teğmen Frankanthal 'Yaralıları ne
yapacağız?’ diye sorduğunda Melinki'nin cevabı, 'Aldırmayın' oldu.
"Daha sonra kısım liderlerinden biri
'Kadınlarla çocuklar ne olacak?' diye sorduğunda Melinki, 'Duygusallık yok'
diye karşılık verdi.
"İşlerinden
dönmekte olanları ne yapacağız?’ sorusunun cevabı ise
'Komutanın
emrine göre onların işi kötü' şeklinde oldu."
Kafr Kasim katliamına katılanların hepsi -
bunlar Ariel Şaron'a bağlı 101. Komanda Birliği'nin askerleriydiler - İsrail
Ordusu'nda madalyalar ve terfılerle ödüllendirildiler.
İsrail'in 1967 öncesi sınırlan içindeki
göçmen yerleşmesini gerçekleştirmek amacıyla kullanılan toplu kıyım yöntemleri
1967 sonrası işgal edilmiş topraklarda da uygulandı. Eski askeri haber alma
şefi ve Enformasyon Bakanı Aharon Yariv, Kudüs'teki İbrani Üniversitesi'ne
bağlı Leonard Davis Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde yapılan bir kamu
seminerinde şöyle demişti:
i
Bu canice politika ile yarattığı sonuçların
boyutlarını gözden geçirmek yerinde olacaktır. Taksimden sonra İsrail işgali
altına giren bölgede aşağı yukarı 950,000 Filistinli Arap vardı. Bu insanlar
500'e yakın köy ile büyük şehirlerde yaşıyorlardı. Bu şehirler, Taberiye,
Safed, Nasıra, Shafa Amr. Akre, Hayfa, Yafa, Lidda, Ramle, Kudüs, Majdal (Aş-
kelon), Isdud (Ashdod) ve Beer-şeba'ydı.
Altı aydan az bir süre
içinde bu sayı 138,000’e indi (130,000 ile 165,000 arasında değişiyor.)
Filistinlilerin büyük bölümü öldürüldü, yerlerinden edildi ya da İsrail
Ordusu'na bağlı kasap müfrezelerinin önünden panik halinde kaçtı.63
İsrail hükümeti
Filistinlileri Filistin toprağından böylece attıktan sonra bu kez sistemli bir
şekilde bu insanların evleriyle mallarını yok etmeye başladı. Böylece 1948 ile
1949 yıllarında yaklaşık 400 köy ile kasaba haritadan silindi. 1950'lerde bu
sayı daha da çoğaldı.
Aşağıdaki tablo İsrail İnsan ve Yurttaş Hakları Ligası
Başkanı Is- rael Şahak tarafından "İsrail'de Yok Edilen Arap Köyleri"
başlığı altında hazırlandı.64
Filistin Arap Köylerinin Yok
Edilmesi
Bölgenin Adı |
Köylerin Sayısı '48'den önce |
1988 |
Yok olanlar |
Kudüs |
• 33 |
4 |
29 |
Beytlehem |
7 |
0 |
7 |
Hebron |
16 |
0 |
16 |
Yafa |
23 |
0 |
23 |
Rainle |
31 |
0 |
31 |
Lidda |
28 |
0 |
28 |
Jenin |
8 |
4 |
4 |
Tulkarm |
33 |
12 |
21 |
Hayfa |
43 |
8 |
35 |
Akre |
52 |
32 |
20 |
Nasıra |
26 |
20 |
6 |
Safed |
75 |
7 |
68 |
Taberiye |
26 |
3 |
23 |
Bisan ■ |
28 |
0 |
28 |
Gazze |
46 |
0 |
46 |
TOPLAM |
475 |
90 |
385 |
Şahak, çok sayıda Arap topluluğu ile
"aşiret"ini bulmak mümkün olmadığı için bu listedeki dökümün eksik
olduğunu belirtiyor. Örneğin, İsrail resmi kaynakları yerleşik Filistinli
toplulukların sayım sonuçlarına göre belirlenen gerçek sayısını az göstermek
için kırkdört Bedevi köy ve kasabasını "göçer aşiret" sınıfına
koyarlar.
Moşe Dayan İsrail Teklonoji Enstitüsü
(Techniyon) öğrencileri önünde yaptığı konuşmada Siyonist yerleşmenin yapısını
özetlerken sözlerine sınır koymaya gerek duymuyordu:
"Arapların yaşadığı bu ülkeye geldik ve şimdi burada
bir İbrani Yahudi devleti kuruyoruz. Arap köylerinin yerini Yahudi köyleri
aldı. Sizler bugün o köylerin adını bile bilmiyorsunuz. Kınamıyorum, çünkü
artık o coğrafya kitapları yok... Sadece kitaplar değil, o köyler de yok.
"Eski Mahalul şimdi Nahalal oldu. Gevat'ın yerini Jibta aldı.
Hani- fas'm adı Sarid, Tel Şamam'ınki de Kafr Yehoşu oldu. Tek bir yeni yerleşme
yeri yoktur ki eski bir Arap köyünün üzerine kurulmuş olmasın."65
"Ülke Dışında Yaşayan" Mal Sahiplerinin Mülkleri
Filistinlilerin gönderilip
köy ve kasabalarının talan edilmesinin ardından onlardan kalan çok büyük
miktarda mal mülke "Ülke Dışında Yaşayan Mal Sahiplerinin Mülkleriyle
İlgili Yasa" (1950) çerçevesinde el kondu.
1947'den önce Yahudiler
Filistin'de %6 oranında toprağa sahiptiler. Devlet resmen kurulduğunda ise,
Yahudi Ulusal Fonu tahminlerine göre toprağın %90'ı ele geçirilmişti.
"İsrail topraklarının sadece 300,000 üe 400,000
dönüm arasında kalan bölümü İsrail hükümetince Manda rejiminden (İngiliz
Mandası) devralınan devlet arazisidir (%2). Yahudi Ulusal Fonu (YUF) ile
Yahudi özel mülk sahiplerinin elindeki arazi iki milyon dönümden azdır (%10).
Geri kalan topraklar ise (yani, 1949 ateşkes sınırları içinde kalan 20,225,000
dönümün %88'i), çoğu ülkeyi terketmiş olan Arap toprak sahiplerinin yasal
mülküdür."66
Bu çalıntı mülkün o zamanki - otuz yıl
önce- değeri 300 milyon doların üzerindeydi. (Arap Birliği tahminleri bunun on
katını bulur.) Doların bugünkü değeriyle hesaplandığında bu miktar dört
mislidir.
"Birleşmiş Milletler Mülteci Bürosu tahminlerine göre, İsrail
sınırları içinde olup Arapların terkettiği meyvalık, ağaçlık, taşınabilir ve
taşınmaz malların değeri 118-120 milyon Sterlin tutanndaydı, ki bu da mülteci
başına 130 Sterlin (364 Dolar) demekti."67
Filistin mallarının ele geçirilmesi
İsrail'i var kılabilmek açısından kaçınılmazdı. 1948 ile 1953 arasında 370
Yahudi kasabası ile yerleşme yeri kuruldu. Bunların üçyüzellisi ülkeyi terk
eden mal sahiplerinin toprakları üzerindeydi. 1954'e kadar İsrail
Yahudilerinin %35'i ülkeyi-terk edenlerden ele geçirilen alanlara yerleşmiş,
250,000 kadar yeni gelen göçmen de Filistinlilerin çıkartıldığı kent
bölgelerine yerleştirilmişti. Filistinliler Yafa, Akre, Lidda, Ramle, Bisan ve
Majdal (Aşkelon) gibi tüm kentlerden çıkarılmıştı.
Bu yağma, 385 köy ve kasabanın tamamıyla,
diğer 94 kent ve kasabaya ait alanların büyük bölümünü, dolayısıyla da tüm
İsrail'deki binaların %25'ini kapsıyordu. Onbin işyeri ve dükkan Yahudi
göçmenlere verilmişti.
1948'den 1953'e kadar - en büyük göç dönemi
- ele geçirilen Arap topraklarının İsrail açısından ekonomik önemi son derece
belirleyiciydi. Katliam yöntemiyle Filistinlilerden ele geçirilen işlenebilir
toprakların miktarı, manda döneminin bitiminde Siyonistlere bağışlanan
alanların iki buçuk katıydı.
Filistinlilere ait tüm narenciye alanları
ele geçirildi (240,000 dönümden fazla). 195l'e gelindiğinde, Araplardan gasp
edilen alanlardan elde edilen 1.25 milyon kutu narenciye İsrail'in eline
geçmişti. Bu, ülkenin ihracattan sağladığı altına çevrilebilir döviz kârının
%10'u demekti.
1951'de İsrail'e ait zeytinliklerin %95'i
ele geçirilmiş olan Filistin topraklarmdaydı. Buralardan elde edilen zeytin
İsrail'in narenciye ve elmastan sonra üçüncü büyük ihraç ürünüydü.
Çıkarılan taşın üçte biri Filistinlilerden
ele geçirilen elli iki taş ocağından geliyordu.68
Siyonist mitolojinin söyleminde, eski sahipleri olan Arap aşiretlerinin
ihmal ettiği çırılçıplak alanların Siyonistlerin çalışkanlığı, becerisi ve
basireti sayesinde çöl ortasında açan birer bahçeye dönüştüğü savı da vardır.
Filistinlilere ait meyvalıklar, fabrikalar, demiryolu araçları, endüstri,
evler ve mallar kanlı işgalin ardından birer birer yağmalandı - bu işgalin
fatihi, tayfasını korsanların oluşturduğu Devlet Gemisi'ydi, direğinde de
kurukafalı bayrak dalgalanıyordu.
1954 Mayıs’ında, Yahudi Ulusal Fonu'nun
bütün aktif varlığı, ye-
ni kurulan Keren Kayameth le-Israel'e
(İsrail Daimi Fonu) devredildi.
Yahudi Ulusal Fonu (YUF)
ilk arazisini 19O5’te ele geçirmişti. Amacı, "bu topraklara Yahudileri
yerleştirmek" üzere toprak kazanmaktı.69
1961 Kasım'ında YUF ile
İsrail hükümeti, Temmuz 1960'da çıkarılan yasaya dayalı bir sözleşme
imzaladılar. Böylece İsrail topraklarının %92'si üzerinde Keren Kayemeth
le-Israel ile YUFun himayesinde kalıcı bir politika meşruiyet kazanmış oldu.
Toprakla her türlü ilişki, mülk sözleşmelerinde yazılı şu koşul tarafından
belirleniyordu:
"Kiracı, Yahudi olmak ve toprakta sadece Yahudi
işçi çalıştırmayı kabul etmek zorundadır."70
Bu. toprağın Yahudi
olmayanlarca kiralanamayacağı ya da asıl kiracı tarafından kira, satım,
ipotek, devir, veraset yoluyla Yahudi olmayan birine devredilemeyeceği
demektir. Yahudi olmayanlar ne toprakta, ne de toprağın işletilmesi ile ilgili
başka bir işte çalışamaz. Bu koşullara uyulmadığı takdirde para cezası ve sözleşmenin
tazminatsız olarak feshi yoluna gidilir.
Burada özellikle dikkat çekici olan, bu kuralların
sadece YUF tarafından değil, bizzat devletin yasalarıyla yürürlüğe konmasıdır.
Ve bu kurallar hem YUF, hem de tüm devlet arazilerinde geçerlidir.
İsrail'de bu devlet arazilerine
"ulusal toprak" denir. Bu da "İsrail" toprağı değil, Yahudi
toprağı demektir. Yahudi olmayanların çalıştırılması yasaya aykırıdır,
yasaya karşı gelmek demektir. Bazı Yahudi çiftlik sahipleri (Ariel Şaron gibi)
Yahudi tarım işçilerinin az bulunurluğundan, bir de Filistinli işçilere ödenen
ücret Yahudilere ödenenin kat be kat altında olduğundan Arap işçi
çalıştırmaktadırlar. Oysa bu uygulama yasaya aykırıdır! Nitekim, 1974'de Tarım
Bakanı bunu "bir kanser" olarak nitelemiştir.71
Araplarla ortakçılık yaparak asıl kiracısı
oldukları arazileri onlara kiralayanlar, bu yaptıklarından ötürü
suçlanmaktadırlar. Filistinlilerden sağlanan ucuz emek nedeniyle kârların
muazzam rakamlara ulaşması sonucu bu uygulamanın yaygınlaşması Tarım Bakanlığı
tarafından "veba" olarak nitelendirildi. Yahudi Ajansı Göçmen
Dairesi, bu tür uygulamaların gerek yasalara, gerek Yahudi Ajansı kurallarına,
gerekse îsrail Devleti'yle YUF arasındaki sözleşmeye aykırı olduğunu ileri sürdü.
Yahudi olmayanları çalıştırmanın cezası para ve "Özel Fona bağış"
biçiminde oluyor.72
Israel Şahak bu durumu "ırk ayrımıyla
mali yozlaşmanın tiksindirici karışımı" olarak niteliyor.
Bütün bunların ifade ettiği, İsrail
devletinin normal olan herşeye ırkçı bir anlam yüklemesidir. "Halk"
demek sadece Yahudiler demektir. "Göçmen" veya "yeni
yerleşen" bir kişi ancak Yahudi olabilir. Bir yerleşim yeri sadece
Yahudiler için yerleşim yeridir. Ulusal toprak ise İsrail toprağı değil, Yahudi
toprağıdır.
B öylece yasalar, haklar, koruyucu
hükümler, çalışma ve mülk edinme yetkisi hep Yahudiler içindir.
"İsrail" vatandaşlığı veya milliyeti, bu sözcüklerin anlamlarının
gerektirdiği tüm uygulamalarda sadece Yahudiler için geçerlidir.
Yahudi'nin tanımı tümüyle dini Ortodoks
ilkelere dayandığı için, "ana tarafından Yahudi soyundan" olmak,
mülkiyet, çalışma ve yasal korunma hakkına sahip olmak için ön koşuldur. Irkçı
yasa ve uygulamalar konusunda bundan daha katışıksız bir örnek bulmak mümkün
değildir.
Nitekim bu kıstaslarla Batı Şeria'daki
(1967'de işgal edilen bölge) toprakların %55'i ile suyun %70'i, nüfusun
%6'sının kullanımına verilmek üzere gasp edildi. Bu oran, 800,000 Filistinliye
karşılık sadece 40,000 göçmen demekti. Gazze’de (bu da 1967'de işgal edilen
bölge) 2200 göçmene arazinin %40'ı verildi. Yarım milyon Filistinli ise zaten
tıkabasa dolu olan kamplarda ve gecekondularda yaşamaya zorlandı. 1967 sonrası
işgal bölgelerinde görülen ve tüm dünyanın tepkisini çeken uygulamalar, aslında
İsrail devletinin kuruluşundan beri devam edege- len sürecin uzantısından başka
birşey değildi.
Zor kullanımı, toprak gaspı ve Yahudi
olmayanların çalışmadan men edilmesi, Siyonist kuram ve uygulamaların esasını
oluşturur. Theo- dor Herzl bu programı 12 Haziran 1895'te resmen ilân ederken
şöyle de mişti:
"Yoksul
ahaliyi sımrdışı edeceğiz... ve ülkemizde onlara iş vermeyeceğiz."73
Gariptir ki, hakkında en fazla aldatıcı
hayal üretilen İsrail kuruluşu, sosyalist anlamda işbirliğinin karşılaştırmalı
örneği sayılan Kib- butz’dur.
Israel Şahak'm
dediği gibi:
"Irk ayrımının en fazla uygulandığı İsrail örgütü
Kibbutz'dur. İsraillilerin çoğunluğu Kibbutz'un sadece Filistinlilere karşı
değil, uzunca bir süre Yahudi olmayan herkese karşı takındığı ırkçı tavrın
bilincindedirler."74
Kibbutz'culuk en yoğun olarak, ele
geçirilmiş olan Filistin topraklarında uygulanır. Yahudi olmayanlar Kibbutz
üyesi olamazlar. Eğer Hıristiyan olan "geçici işçiler" Yahudi
kadınlarla ilişki kuracak olurlarsa, Kibbutz üyesi olabilmeleri için Yahudiliğe
dönmeleri şart koşulur. Şa- hak şöyle der:
"Din değiştirerek Kibbutz üyeliğine
aday olacak Hıristiyanlar, ilerde bir kilisenin ya da haçın önünden geçerken
tüküreceklerine dair yemin etmek zorundadırlar."75
Bugün İsrail Devleti olarak tanımlanan
alanın %93'ü aşağıdaki kurallar doğrultusunda Yahudi Ulusal Fonu tarafından
yönetilir: Topraktan geçinmek, toprak kiralamak ya da toprakta çalışmak için
ana soyundan en az üç kuşaktır Yahudi kanı taşıdığını kanıtlamak gerekir.
Filistin'in sömürgeleştirilmesi biri
dizi yağma yıkım demek ise, bu noktada bir an durup Siyonist hareketin sadece
Filistinli kurbanlarına değil (ki buna daha sonra yine döneceğiz), bizzat
Yahudilere karşı tavrını da gözden geçirmemiz gerekir. •
Herzl,
Yahudiler hakında şunları yazıyordu:
"Yeni yeni anlamaya ve hoşgörmeye başladığım anti-Semitizme karşı
daha serbest bir tavır içindeyim artık. Hepsinin üstünde, anti-Semi- tizmle
'çatışmanın' boşluğu ve yararsızlığını anlamış bulunuyorum.'*76
Siyonistlerin gençlik
örgütü Hashomer Hatzair (Genç Muhafız) bir yayınında şöyle diyordu: "Bir
Yahudi fiziksel ve ruhsal olarak normal, doğal bir insanın karikatürü gibidir.
Toplum içinde bir birey olarak başkaldırır, toplumsal zorunluluklar boyunduruğunu
bir yana fırlatır atar, ne düzen tanır, ne disiplin."77
Jabotinsky ise aynı telden
çalarak şöyle diyordu: "Yahudi halkı çok kötü bir halktır; komşuları haklı
olarak ondan nefret ederler... öyleyse kurtuluşu topyekün İsrail ülkesine
göçmesindedir."78
Siyonizmin kurucuları
anti-Semitizmle çatışmayı istemiyorlar, tersine, Yahudileri yaşadıkları
ülkelerden ayırmak gibi ortak bir arzuyu paylaştıkları için anti-Semitleri
müttefik olarak görüyorlardı. Adım adım, Yahudi nefreti ve anti-Semitizmin
değerlerini özümlerken, Siyonist hareket anti-Semitleri en güvenilir destekçi
ve koruyucu olarak görmeye başladı.
Theodor Herzl'in şu
öneriyle yaklaştığı kişi, Rusya'daki en iğrenç pogromlarm (Yahudi soykırımı) -
Kişinev pogromları - mimarı olan Kont Von Plehve'den başkası değildi: "Bir
an önce ülkeye (Filistin) ulaşmada bana yardımcı olun, o zaman (Çar yönetimine
karşı) ayaklanma hemen bitecektir."79
Von Plehve bunu kabul etti
ve Siyonist harekete parasal destek sağlama işini üstlendi. Aynı Von Plehve
sonradan Herzl'e şu yakınmada bulunacaktır: "Yahudiler devrimci partilere
katılıyorlar. Biz göç için çalıştığı sürece sizin Siyonist hareketinizi
destekledik. Hareketi bana karşı savunmanıza gerek yok. Nasıl olsa ikna olmuş
biriyle konuşuyorsunuz."80
Herzl ile Weizmann bunun
üzerine Filistin’deki Çarlık çıkarlarını güvence altına alıp Doğu Avrupa ve
Rusya'yı şu "muzır ve bozguncu Anarşist Bolşevik Yahudilerden"
temizlemekte yardımcı olmayı önerdiler.
Daha önce belirttiğimiz
gibi, Siyonistler aynı öneriyi Osmanlı Padişahına, Alman Kayzerine, Fransız
emperyalizmine ve Ingiliz Rajı'na da yapmışlardı.
Siyonizmin büyük oranda gizli tutulmuş olan
tarihi bir yığın lekeyle doludur.
Mussolini kara gömlekler giyerek kendi
Faşist çetelerine benzemeye çalışan Revizyonist Siyonist gençlik hareketi
Betar’ın üyelerinden bölükler oluşturdu. Menahem Begin, Betar'm başkanı
olduğunda Hitler çetelerinin kahverengi gömleğini tercih etti. Bu üniformayı
gerek kendisi gerek öteki Betar üyeleri tüm miting ve gösterilerde giyip
birbirlerini faşist selamıyla selamladılar, toplantıları aynı selamla açıp
kapadılar.
Simon Petilura UkraynalI bir faşistti ve 28,000 Yahudi'nin ölümüyle
sonuçlanan 897 ayn pogromu bizzat yönetmişti. Jabotinsky bu Petilura ile
dayanışma kurup Kızıl Ordu ile Bolşevik Devrimine karşı mücadelelerinde
Petilura'nm karşı-devrimci güçlerine destek olacak bir Yahudi polis gücü
kurulmasını önerdi - bunun sonucu devrime destek vermiş işçi, köylü ve
aydınlardan pekçoğu öldürüldü.
Pek doğaldır ki,
Avrupa'daki en azılı Yahudi düşmanlarını dost listesine kaydedip en belalı
hareket ve rejimleri Filistin'deki Siyonist sömürgenin mali ve askeri
koruyucuları sırasına koyma stratejisinin içinde Naziler de vardı.
Almanya Siyonist
Federasyonu 21 Haziran 1933'de Nazi Partisine yolladığı destek muhtırasında
şöyle diyordu:
"... Almanların yaşamında şu anda
gerçekleşmekte olan ulusal yaşamın yeniden doğuşu olgusu... Yahudi ulusal
topluluğunda da gerçekleş- melidir.
"Irk ilkesini hayata geçiren yeni (Nazi) devletin
temelleri üzerinde kurulacak yapı içersinde bizler de kendi topluluğumuza
ayrılacak alanda Babayurdu (Fatherland) için elimizden gelen her türlü verimli
faaliyeti sürdürmeyi umuyoruz..."81
Bu
politikayı reddetmek şöyle dursun, Dünya Siyonist Örgütü Kongresi 1933'de
Hitler'e karşı eylem çağrısını 43'e karşı 240 oyla geri çevirdi. .
Bu kongre sırasında Hitler
Dünya Siyonist Örgütü'ne ait Anglo-
Filistin Bankası ile bir ticaret anlaşması ilân ederek,
Alman ekonomisinin son derece nazik olduğu bir dönemde Nazi rejimine yönelik
Yahudi boykotunu kırdı. Bu dönem Kriz'in en yoğun olduğu dönemdi ve insanlar
değersiz Alman Marklarını küfelere doldurup taşıyorlardı. Dünya Siyonist
Örgütü, Yahudi boykotunu kırıp Nazi mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa'daki en
büyük dağıtımcısı oldu. Örgüt, Filistin'de Ha'ava- ra bankasını kurdu. Bankanın
işlevi büyük miktarlarda Nazi malının alınabilmesini sağlayacak parayı
Alman-Yahudi burjuvazisinden temin etmekti.
Bunların sonucu
Siyonistler SS Güvenlik Servisi’nden Baron Von Mildenstein'ı Siyonizme destek
olarak altı aylık bir ziyaret için Filistin'e getirdiler. Bu ziyaretin
sonucunda Hitler'in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels 1934’de Der Angriffe
(Hücum) Siyonizmi öven oniki bölümlük bir rapor yazdı. Goebbels bununla da
kalmayıp bir yüzünde gamalı haç, öteki yüzünde de Siyonist David yıldızı
bulunan bir madalyon sipariş etti.
1935 Mayıs'ında SS
Güvenlik Servisi Başkanı Reinhardt Heyd- rich, Yahudileri "iki
kategoriye" ayırdığı bir makale yazdı.
Desteklediği kategoride
Siyonistler bulunuyordu: "Kendilerine iyi dileklerimizle birlikte resmi
desteğimizi de sunuyoruz."82 •
1937'de İşçi
"sosyalist" Siyonist milis örgütü Hagana (Jabotinsky'nin kurduğu),
Siyonist sömürgeleşmeye katkı olarak Yahudi servetinin yurtdışına çıkarılması
iznine karşılık olarak, ajanlarından Feivel Polkes'i Berlin'e, SS Güvenlik
Servisi için casusluk yapmaya yolladı. Adolf Eichmann da Hagana’nın konuğu
olarak Filistin'e davet edildi. ,
O zaman Feivel
Polkes Adolf Eichmann'a şu bilgiyi vermişti:
"Yahudi milliyetçi çevreleri radikal Alman politikasından çok hoşnut
kaldılar, çünkü bu sayede Filistin'deki Yahudi toplumunun gücü öylesine
artacak ki, görünür bir gelecekte Yahudiler Araplar karşısında sayısal üstünlük
sağlayabilecekler."83
Siyonistlerin Nazilerle yaptıkları
işbirliğinin örnekleri böylece sürer gider. Peki, Siyonist liderlerin Avrupah
Yahudilere ihanet konusundaki bu inanılmaz gönüllülükleri nasıl açıklanacak?
İsrail devletini savunurlarken hep ileri sürdükleri gerekçe, böyle bir
devletin zulme uğrayan Yahudiler için bir sığınak olacağıdır.
Oysa Siyonistler Avrupa Yahudilerini kurtarmaya yönelik en küçük bir
çabayı bile, bırakalım bunun politik amaçlarına uygun olup olmadığını, tam
tersine, tüm hareketlerine yönelik bir tehdit olarak görüyorlardı. Eğer
Avrupa'daki Yahudiler kurtarılırlarsa bulundukları yeri bırakıp başka bir yere
göçmeye kalkışacaklar, böylece kurtarma harekâtının da Siyonistlerin Filistin'i
ele geçirme projesiyle hiçbir ilgisi olmayacaktı.
Avrupa Yahudilerinin Kurban Edilmesi
1930'lu yıllar boyunca
Nazilerle işbirliği yapılabilmesi, zulüm altındaki Avrupa Yahudilerine sığınma
hakkı sağlamak için Birleşik Dev- letler'le Batı Avrupa'da göçmen yasalarını
değiştirme girişimlerine Siyonistlerin örgütlü biçimde karşı çıkmaları
sayesinde mümkün olmuştur.
Ben Gurion 1938'de
İngiltere'deki Siyonist İşçiler toplantısında yaptığı konuşmada şunları
söylüyordu:
"Bilsem ki Almanya'daki bütün çocukları kurtarmak
için ya hepsini İngiltere'ye nakletmek ya da yarısını Eretz İsrail'e götürmek
gerek, ikinci şıkkı seçerim."84
Filistin'i sömürgeleştirmek ve Arapları yok
etmek hırsı Siyonist hareketin ölümle burun buruna olan Yahudileri bile
kurtarmaya karşı çıkmasına neden oluyordu, çünkü aksi takdirde Filistin'e seçme
işgücü götürebilme olanağı yitirilecekti. Bu nedenledir ki Dünya Siyonist Örgütü
(DSÖ) 1933'den 1935'e kadar göçmen kağıdı alabilmek için başvuran Alman
Yahudilerinin üçte ikisini geri çevirdi.
Siyonist İşçi Davar gazetesi editörü
Berel Katznelson "Siyonizmin gaddarca ölçütlerini" şöyle
açıklıyordu:
"Alman Yahudileri Filistin'de çocuk doğuramayacak kadar yaşlıydı-
1ar, Siyonist bir sömürge oluşturmaya yetecek kadar mesleki bilgileri yoktu,
İbranice bilmiyorlardı ve Siyonist değillerdi." .
Böylece Dünya Siyonist Örgütü onca zulüm
çeken bu insanları yüzüstü bırakıp onların yerine Birleşik Devletler, İngiltere
ve diğer ülkelerde güvenlik içinde yaşayan Yahudilerden 6000 genç ve eğitimli
Si- yonisti Filistin'e yerleştirdi. Daha da kötüsü, DSÖ, Nazi katliamına uğrayan
Yahudiler için başka bir seçenek aramak şöyle dursun, kaçan Ya- hudilere
sığınacak bir yer bulma çabalarına da şiddetle karşı çıktı.
1943'te bile, milyonlarca Avrupa Yahudisi
ölüme gitmiş ve hâlâ giderken, Birleşik Devletler Kongresi ancak sorunu
"inceleyecek" bir komisyon oluşturulmasını önerebiliyordu. O tarihte
Siyonizmin Amerika'daki baş sözcüsü Haham Stephen Wise Kongre'de Yahudileri
kurtarma tasarısının aleyhinde konuşmak üzere Washington'a gelmişti. Wi- se'm
korkusu, yasa çıkacak olursa dikkatlerin Filistin'in sömürgeleştiril- mesinden
başka yöne kayacağıydı.
Aynı Haham Wise daha önce 1938'de Amerikan
Yahudi Kongresi'nin lideri olarak yazdığı bir mektupta Yahudilere Amerika'da
sığınma hakkı tanıyacak herhangi bir yasa değişikliğine karşı olduklarını da
bildirmişti. Şöyle demişti o zaman:
"Birkaç hafta önce önde gelen tüm Yahudi örgütlerinin liderlerinin
katıldığı toplantıda alınan karara göre, hiçbir Yahudi örgütü şu aşamada göçmen
yasalarını herhangi bir şekilde değiştirecek bir tasarıya destek
vermeyecektir."85
Sığınma Hakkına Karşı Mücadele
Bütün Siyonist kuruluşlar, İngiliz
Parlamentosu’nun 227 üyesinin zor durumda olan Yahudilere Britanya
topraklarında sığınma hakkı sağlanması yolunda kendi hükümetlerine yaptığı
çağrı girişimine karşı şaşmaz bir tavır aldılar. Söz konusu zayıf girişim
şöyle hazırlanmıştı:
"Majestelerinin Hükümeti tehlikede bulunan Yahudi
ailelere Mauri- tius adası ve öteki bazı bölgelerde yerleşebilmeleri için
birkaç yüz göçmen kağıdı çıkarmıştır."86
Ne var ki bu göstermelik önlem dahi Siyonist
liderlerin hışmına uğramıştı. 27 Haziran 1943'teki bir Parlamento oturumunda
yüzü aşkın parlamenter daha sonra neler yapılabileceğini tartışırlarken bir
Siyonist sözcü kalkıp bu önergeye esasta karşı olduklarını, çünkü önergenin Filistin'in
sömürgeleştirilmesi için gereken hazırlıkları içermediğini söylemişti. Bu,
geçmiştekiyle tutarlı bir tavırdı. İlk İsrail Cumhurbaşkanı, daha önce Balfour
Deklarasyonu'nun mimarı, Siyonist lider Haim Weiz- mann, bu Siyonist politikayı
son derece açık biçimde dile getiriyordu:
■ "Avrupa'daki altı milyon Yahudi'nin umutlan
göçte. Bana sordular: 'Altı milyon Yahudi'yi Filistin'e götürebilir miyiz?’
diye. Cevabım 'Hayır' oldu... O trajedinin derinliklerinden (Filistin’e
götürmek için) kurtarmak istediklerim... genç insanlar. Yaşlılar gelip
geçicidir. Yazgılarına katlanacaklar ya da kullanamayacaklardır. Onlar tozdur,
şu zalim dünyada ekonomik ve ahlaki toz... Hayata kalacak olan sadece genç
dallardır. Bunu böyle kabullenmez zorundalar."87
Siyonistler tarafından sözde Avrupa
Yahudilerinin durumunu incelemek üzere kurulan komitenin başkanı İzak
Gruenbaum şöyle diyordu:
"Bize iki değişik planla gelseler ve deseler ki,
Avrupa'daki Yahudi kitleleri mi kurtarmalı, yoksa ülkeyi mi, tercihim hiç
duraksamadan vatandan yana olur. İnsanlarımızın katledilmesinden bu kadar söz
ettikçe, ülkenin îbranileştirilmesini güçlendirip geliştirme yolundaki
çabalarımızın önemi göz ardı ediliyor. Bugün Karen Hayesod’un (Yahudi Birliği)
parasıyla gıda satın alıp Lizbon üzerinden göndermek mümkün olsa, böyle
birşeyi yapar mıydık? Hayır. İki kere hayır! ”88
1944 Temmuz'unda Slovakyalı Yahudi lider
Haham Dov Mihail Weissmandel söz konusu "kurtarma örgütleri"nden
dolayı suçlanan Siyonist görevlilere yolladığı mektupta, Auschwitz'de tasfiye
edilecekler listesine alman Yahudileri kurtarmak için bir dizi önlem önerdi.
İliştirdiği ayrıntılı bir demiryolları haritasıyla birlikte, Macar
Yahudilerini ölüm fırınlarına götürecek olan trenlerin geçeceği yolların
bombalanmasında ısrar ediyordu.
Önerileri arasında, Auschvvitz'deki
fırınları havaya uçurmak, 80,000 mahkûma paraşütle cephane yardımı atmak, yine
paraşütle tüm imha araçlarını sabote edecek adamlar indirmek ve böylece her gün
13,000 Yahudi'nin yakılmasını durdurmak gibi önlemler vardı.89
Eğer, diyordu Weissmandel, müttefikler
"kurtarma örgütlerinden" gelen örgütlü ve toplu talebi geri çevirecek
olurlarsa, o zaman Siyonistler bütün fonları ve örgütleriyle devreye girip
uçaklar sağlamalı, Yahudi gönüllüler bulmalı ve sabotaj işini sonuçlandırmalıdu
lar.
Weissmandel yalnız değildi. Otuzlu
yılların sonuyla kırklarda Avrupa'daki Yahudi sözcüleri defalarca yardım
çağrılarında bulunmuşlar, toplu kampanyalar, örgütlü direnişler, dost
devletleri dayanışmaya zorlayacak gösteriler düzenlemeye çalışmışlardı, ama
her defasında da Siyonistler tarafindan değil sadece suskunlukla karşılanmak,
üstüne üstlük İngiltere ve Birleşik Devletler'deki çelimsiz bir takım çabaların
yine Siyonistler tarafından aktif bir biçimde sabote edilişiyle karşı karşıya
kalmışlardı,
İşte Haham Weissmandel'in yürekten gelen
çığlığı. Temmuz 1944'te Siyonistlere gönderdiği mektupta şöyle yazmıştı:
"Neden
şu ana kadar hiçbir şey yapmadınız? Bu korkunç ihmalin sorumlusu kim? Siz değil
misiniz, Yahudi kardeşlerimiz?... Sizler ki dünyadaki en büyük servet olan
özgürlüğe sahipsiniz..."
Bir başka yazısında şöyle
diyordu:
"Size
şu özel mesajı gönderiyoruz: Dün Almanlar Macaristan'daki Yahudileri sınırdışı
etmeye başladılar. Sınırdışı edilenler siyanür gazıyla öldürülmek üzere
Auschwitz'e götürülüyorlar. İşte dünden başlamak üzere Auschwitz'in programı:
"Erkek,
kadın, çocuk, yaşlı, bebek, sağlıklı ve hasta ayırmaksızm günde oniki bin
Yahudi gaz odasına girecek.
- "Ve siz Filistin'de ve
bütün ülkelerdeki kardeşlerimiz, siz bütün Krallıkların elçileri, sizler
böylesine büyük bir katliam karşısında nasıl suskun kalabiliyorsunuz? , *
"Her
defasında binlercesi alınıp götürülerek öldürülen Yahudilerin sayısı altı
milyonu bulmuşken hep susuyorsunuz. Ve şimdi yine onbinler- cesi öldürülür ya
da öldürülmeyi beklerken yine suskunsunuz. Parçalanmış yürekleri size yardım
diye haykırıyor ve acımasızlığınıza feryat ediyor.
"Sizler
olanları böylesine soğukkanlı bir suskunlukla seyredebildi- ğinize göre insan
değilsiniz ve sizler de katilsiniz, çünkü Yahudi insanlarının yok edilmesini
şu an, şu saat durdurabilecek ya da geciktirebilecek iken kollarınızı bağlamış
oturuyor ve hiçbir şey yapmıyorsunuz.
"Sizler,
kardeşlerimiz, İsrail oğulları, yoksa aklınızı mı yitirdiniz? Bizleri saran
cehennemin farkında değil misiniz? Paralarınızı kimlere saklıyorsunuz?
Katillere mi? Yoksa delilere mi? Gerçek hayrı kim işliyor: Huzur ve güven dolu
köşelerinizden ortaya topu topu bir iki kuruş atıve- ren sizler mi, yoksa şu
cehennemin dibinde kanlarını akıtan bizler mi?"90
Bu yakarışlara ne bir Siyonist lider
karşılık verdi, ne de kapitalist
Batı
ülkeleri herhangi bir toplama kampını bombaladı.
Macaristan Yahudilerine Karşı
Antlaşma
Siyonistlerin ihanetinin sonucu, Siyonist
hareketle Nazi Almanya- sı arasındaki bir dizi antlaşma aracılığıyla
Macaristan'daki Yahudilerin kurban edilmesi oldu; bu antlaşmalar ilk kez
1953'te günışığına çıktı. Budapeşte'deki Yahudileri Kurtarma Komitesi'nden Dr.
Rudolph Kast- ner, Adolf Eichmann ile Macaristan'daki "Yahudi sorununu
çözümlemek" üzere gizli bir antlaşma imzaladı. Antlaşmanın bir maddesine
göre geri kalan Macar Yahudilerinin yazgısı konusunda sessizlik sağlanması
koşuluyla sadece altı yüz ileri gelen Yahudi'ye yaşam hakkı tanınacaktı.
Hayatta kalanlardan Malchiel Greenwald antlaşmanın varlığını ortaya
çıkarıp Kastner'i "Budapeşte'deki yüzbinlerce Yahudi'nin katlinden
sorumlu"91 bir Nazi işbirlikçisi olarak ifşa edince, hakkında,
ileri gelenleri arasında Kastner antlaşmasının mimarları da olan İsrail hükümeti
tarafindan dava açıldı.
İsrail
mahkemesi söz konusu davada şu hükme vardı:
"İleri gelen Yahudileri kurtarmak uğruna geri
kalanı gözden çıkarmak, Kastner ile Naziler arasında varılan antlaşmanın temel
maddesiydi. Bu antlaşmayla ulus iki eşitsiz kampa bölünmüştür. Bir yanda
Nazilerin Kastner'e kurtarmayı vaad ettikleri küçük bir seçkin azınlık, öte
yanda ise Nazilerin ölüm listesine aldıkları Macar Yahudilerinden oluşan çoğun-
luk.”92
Mahkeme bu antlaşmanın
yaptırımcı koşulunun ne Kastner'in ne de Siyonist liderlerin Nazilerin
Yahudilere karşı alacakları önlemlere karışmamaları şeklinde olduğunu ilân
etti. Bu liderler müdahaleden kaçınmakla kalmayıp, İsrail Mahkemesi'nin
deyimiyle "toplu imha işlemine engel olmayacaklarını" da taahhüt
etmişlerdi.
"Yahudileri Kurtarma Komitesi'yle Yahudileri imha
edenler arasındaki işbirliği Budapeşte ile Viyana'da somutlaştı. Kastner, SS
içinde önemli görevler üstlendi. Nazi SS'i, İmha Bürosu ve Ganimet Bürosu’na ek
olarak bir de Kurtarma Bürosu kurmuştu. Bunun başkanlığına Kastner
getirildi."93
Yahudileri Değil, Nazileri Kurtarmak
SS Generali Kurt Becher'in
savaş suçundan yargılanmasını önlemek için Kastner'in devreye girdiğinin
açıklanması hiç de şaşırtıcı değildir. Becher 1944'te Siyonistlerle yapılan görüşmelerin
önde gelen simalarından biriydi. Ayrıca Polonya'da SS Binbaşısı olarak
"yirmi dört saat Yahudi imha görevini yerine getiren" Ölüm
Müfrezelerinin de üyesiydi. "Becher Polonya ve Rusya’da Yahudi kasabı
olarak öne çıkmıştı."94
Heinrich Himmler tarafından tüm Nazi toplama kampları
komiserliğine atanmış bir kişiydi Becher. Peki bu Becher şimdi nerede? Pek çok
şirketin başkanı ve İsrail’e buğday satışının başında. Kendi şirketi olan
Cologne-Handel Gesselschaft bugün İsrail hükümetiyle iş yapıyor.
11 Ocak 1941'de İzak
Şamir (İsrail'in şimdiki -1988, Ç.N.- başbakanı) Ulusal Askeri Örgüt (UAÖ),
yani Siyonist İrgun ile Üçüncü Nazi Hükümeti arasında resmi bir askeri antlaşma
önerdi. Bu öneri, savaştan sonra Türkiye'deki Alman Büyükelçiliği dosyalarında
ortaya çıkarıldığı için Ankara belgesi olarak bilinegelmiştir. Belgede şunlar
yazılı: ,
"Yahudi
kitlelerin Avrupa'dan çıkarılması Yahudi sorununun çözümü için önkoşuldur,
ancak bunun gerçekleşebilmesi bu kitlelerin Yahudi halkının anavatanı olan
Filistin'e yerleştirilmesine ve tarihi sınırları içinde bir Yahudi devletinin
kurulmasına bağlıdır...
"UAÖ,
Alman Reich’ı ile onun yetkililerinin Almanya’daki Siyonist faaliyetler ile
Siyonist göç planları konusundaki iyi niyetlerinin bilincinde Olarak şu
görüşlere sahiptir:
”1-
Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa’da kurulacak Yeni Düzen ile, UAÖ'nün
varlığında cisimleşen Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarların
varlığı mümkündür.
"2-
Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği mümkündür.
"3-
Ulusal ve totaliter temelde tarihi bir Yahudi devletinin Alman Reich'ıyla
yapılacak bir antlaşma çerçevesinde kurulması gelecekte Ortadoğu'daki güçlü
Alman çıkarları açısından da gereklidir.
"Bu
düşüncelerden yola çıkan Filistin'deki UAÖ, İsrail özgürlük hareketinin
yukarda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman hükümeti tarafın-
dan tanınması koşuluyla, savaşta Almanya'nın yanında
aktif olarak yer almayı teklif eder."95
Siyonizmin hıyaneti -başka deyişle, Nazi
katliamı kurbanları konusundaki ihaneti- Yahudilerin çıkarlarını kurulu
düzeninkilerle özdeşleştirme girişimlerinin sonucuydu. Bugün de Siyonistler
kendi devletlerini Latin Amerika'daki ölüm müfrezelerinden CIA'nm dört
kıtadaki gizli faaliyetlerine kadar Amerikan emperyalizminin ortaya çıkardığı
yaptırım kurumlarıyla birleştirmiş bulunuyorlar.
Bu çirkin tarihin kökleri anti-Semitizmi
halk mücadelesi ve toplumsal devrim yoluyla yenme olanağını reddeden Siyonizm
kurucularının uğradıkları ahlaki bozgunda yatar. Moşes Hess, Theodor Herzl ve
Haim Weizmann barikatların yanlış tarafını seçtiler, yani devlet gücünün,
sınıf egemenliğinin ve sömürü düzeninin yanında yer aldılar. Onlar, zulümden
kurtulma ile toplumsal değişimin zorunluluğu arasındaki ilişkiyi koparmaya
çalıştılar. Çok iyi anlamışlardı ki, anti-Semitizm tohumlarının ekilmesi de.
Yahudilerin gördüğü mezalim de, hep kendilerinin yardım dilendikleri egemen
sınıfın işiydi.
Anti-Semitlerin himayesini ararken çeşitli
motifler sergilediler: Bunlar, güç ile özdeşleştirdikleri iktidar olgusuna
tapınma ve sürekli olarak yabancı olmayı bir yana bırakıp Yahudi
"zayıflığına" ve çaresizliğine son verme arzusuydu.
Bu duyarlılık bizzat Yahudi düşmanlarının
sahip oldukları değer ve düşünceleri özümlemeye giden kısa bir yoldu.
Yahudiler, diye yazıyordu Siyonistler, disiplinsizdiler, yıkıcıydılar, muhalif
ruhluydular, dolayısıyla da karşı karşıya kaldıkları aşağılanmaya layıktılar.
Siyonistler hiç sıkılmadan ırkçı Yahudi düşmanlığına hizmet ettiler. Kudrete
tapmaları yüzünden Von Plehve'lerin, Himmler'lerin anti-Semitik arzularına
yandaş oldular. Oysa bu arzular, devrimci hareketlerin saflarını doldurmuş,
yaşadıkları onca acı sonucu en güçlü beyinlerini yerleşik değerlerin
karşısındaki entellektüel safların hizmetine sunmuş, uğradıkları zulüm altında
kökten değişimlere uğramış kurban bir halkı safdışı bırakmak, ondan
kurtulmaktı.
Siyonist tarihin kirli sırrı, Siyonizmin kendisine yönelik tehlikeyi
bizzat Yahudilerde görmesinden başka birşey değildir. Yahudi halkını
zulümden korumak, onları ezen rejimlere
karşı direniş örgütlemek demekti. Oysa bu rejimler, Filistin halkına bir
göçmen kolonisini kabul ettirmeyi isteyebilecek ve buna gücü yetebilecek
toplumsal gücü elinde bulunduran emperyal düzenlere sahiptiler. Dolayısıyla
Siyonistler Yahudileri uzak bir diyarda sömürgeci olmaya ikna edebilmek için
bizzat Yahudilerin ezilmesine ihtiyaç duyuyor, ezenlerin de sözkonusu girişimi
himaye etmesini istiyorlardı.
Halbuki Avrupa Yahudileri Filistin'in’
sömürgeleştirilmesine ilgi duyduklarını hiçbir şekilde dile getirmemişlerdi.
Siyonizm, doğdukları ülkede kenara itilmeden yaşamak veya daha hoşgörülü olarak
bilinen burjuva demokrasilerine göçerek zulümden kaçmak isteyen Yahudiler
arasında hep önemsiz bir hareket olarak görüldü. Dolayısıyla da hiçbir zaman
Yahudilerin taleplerine cevap veremedi. Ve gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya
çıktığı an, zulmün imhaya dönüştüğü an oldu. Yahudilikle gerçek ilişkileri
konusunda sınavdan geçmek zamanı geldiğinde de Siyonistler direnişin başını
çekmek ya da Yahudileri savunmak şöyle dursun, Nazi ekonomisini boykot etme
yolundaki Yahudi çabalarını baltalamak için ellerinden geleni yaptılar. O
zaman bile insan kasaplarının himayesine başvurmaktan çekinmediler, çünkü,
birincisi, Üçüncü Reich bir Siyonist sömürgeyi kabul ettirebilecek kadar güçlü
görünüyordu, ikinci ve daha önemlisi de, Nazilerin uygulamaları Siyonist
varsayımlara uygundu.
Nazilerle Siyonistlerin ortak bir yanları
vardı. Bu sadece Şamir'in îrgun'ununun Filistin'de "ulusal totaliter
temel" üzerinde bir devlet kurmak yolundaki önerisinde bulmuyordu
ifadesini.
Vladimir Jabotinsky "Yahudi Savaş
Cephesi" (1940) adlı son yapıtında Filistin halkı konusundaki planlarını
şöyle anlatıyordu:
"Arapların
göçüp gitmesini soğukkanlılıkla tasarlamak için gereken büyük ahlaki otoriteye
sahip olduğumuza göre, 900,000'inin olası gidişini üzüntüyle karşılamamıza
gerek yok. Herr Hitler son zamanlarda nüfus nakline yaygınlık
kazandırıyor."96
Jabotinsky'nin "Yahudi Savaş Cephesi"ndeki
dikkate değer bildirisi Siyonist düşünceyle bu düşüncenin ahlaki iflasının
sentezidir. Yahudilerin katledilmesi Siyonizme "büyük ahlaki
otorite" sağlamıştı. Peki niçin? "Arapların gidişini
soğukkanlılıkla tasarlamak" için. Nazilerin Yahudilere yaptıklarından çıkarılan
ders, Siyonistlerin de aynı yazgıyı tüm Filistin halkı için çizmeyi hak
ettikleri biçimindeydi.
Yedi yıl sonra Siyonistler Nazileri taklit
ediyorlardı, onların desteklerini arıyor, zaman zaman buluyor ve 800,000
insanı Filistin'den sürgün ederek kanayan Filistin'de pek çok yeni Lidice'ler97
yaratıyorlardı.
Siyonistler Nazilere de Von Plehve'ye
yaklaştıkları ruhla yaklaştılar, yani Yahudi düşmanlığının yararlı olduğu
yolundaki sapık İnançla. Amaçları birilerini kurtarmak değil, seçilmiş birkaç
kişiyi zorla askere alacasına alıp geri kalanları kara yazgılanna terketmekti.
Siyonizm Filistin'i sömürgeleştirmekte
kullanabileceği bedenler arıyordu ve Yahudilerin başka yerlere yerleşmesine yol
açabilecek herhangi bir kurtarma işlemindense milyonlarca Yahudi'yi ölü
görmeyi tercih ediyordu.
Eğer bu dünyada zulmün anlamını, sürekli
sığıntı durumunda olmanın acısını ve iftiranın aşağılayıcılığmı bilmesi
gereken bir halk varsa, o da Yahudilerdir.
"Güvenlik", Filistin ve
Lübnan'daki yığınla sivilin yaygın bir şekilde katledilmesini, Filistin ve
Arap topraklarının gaspedilmesini, çevre bölgelere yayılıp yeni yerleşme
alanları açılmasını, insanların yerinden yurdundan edilmesini ve siyasi
tutuklularm sürekli işkence altında tutulmasını gözlerden saklamak için
kullanılagelmiş bir slogandır.
"Moşe Şaret'in Özel Günlüğü"nün
(Yoman ishi, Maariv, Tel Aviv. 1979) yayımlanması İsrail politikasının motor
gücü olan güvenlik mitini yerle bir etti. Moşe Şaret İsrail'in eski
başbakanlanndandı (195455) ve Yahudi Ajansı na bağlı Siyasi Şube'nin başkanı
ve aynı zamanda Dışişleri Bakanı'ydı (1948-56).
Şaret'in günlüğünde İsrail'deki siyasi ve askeri liderlerin İsrail'e
Araplardan gelecek bir tehlikeye aslında hiçbir zaman inanmadıkları açıkça
görülür. Onlann peşinde oldukları şey, çeşitli manevralarla Arap
devletlerini Siyonistlerin
kazanacaklarından emin oldukları askeri çatışmalara zorlamak, böylece İsrail'e
Arap rejimlerini istikrarsızlığa sürükleyip başka alanlar ele geçirme planını
gerçekleştirme fırsatı yaratmaktı.
Şaret İsrail'in askeri
alandaki kışkırtıcılığının ana motifini şöyle açıklar:
"Filistinli mültecileri dünyanın uzak köşelerine
dağılmaya zorlayarak Filistinlilerin Filistin üzerindeki... bütün hak
iddialarının tasfiyesini sağlamak."98
Şaret günlükleri işçi ve Likud parti
liderlerinin çok uzun süreden beri varolan programlarını belgeler niteliktedir:
Bu program, "Arap dünyasını parçalamak, Arap ulusal hareketini yenilgiye
uğratmak ve İsrail’in bölgedeki iktidarı altında kukla rejimler
yaratmaktır."99
Şaret, "bölgedeki güç dengesini kökten
değiştirerek İsrail'i Ortadoğu'nun en büyük gücü haline getirecek"100
savaşları hazırlayan kabine toplantıları, durum raporları ve politika
notlarından örnekler verir.
Şaret'in açıklamalarına göre, İsrail'in
1956 Ekim'inde Mısır'a karşı açtığı savaş İsrail yetkililerinin dediği gibi
Nasır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirmesine "tepki" değildi, aslında
İsrail yönetimi bu savaşı 1953 sonbaharından, yani Nasır’ın başa geçişinin bir
yıl öncesinden beri planlıyordu. Şaret İsrail kabinesinin bu savaş için
gereken uluslararası koşulların üç yıl içinde oluşacağı konusunda görüş
birliğine vardığını da nakleder. Buradaki açık niyet "Gazze bölgesi ile
Sina'nın ele geçirilmesiy- di."
İşgalin zamanlaması en üst
askeri ve siyasi düzeyde yapıldı. Gazze ile Batı Şeria'nm işgali 1950'lerin
başlarında planlandı. 1954'de Da- vid Ben Gurion ile Moşe Dayan Lübnan'daki iç
çatışmayı körükleyerek Lübnan'ı parçalamak üzere ayrıntılı bir plan
geliştirdiler. Bu, Kral Hüseyin'in "Kara Eylül" olarak bilinen
olayda Filistinlileri katletmesinin ve bunun sonucu Filistinlilerin 1970'de
Ürdün'den kovulmasının hemen ertesinde Lübnan'da örgütlü bir Filistin siyasi
varlığının ortaya çıkmasından onaltı yıl öncedir.
Şaret, işgali
kolaylaştırmak için "terör ve saldırganlık yaratarak kışkırtma yoluna
gidildiğini" anlatır:
"Yok yere
yarattığımız onca olayı, düşmanlığı, körüklediğimiz çatışmalarda akan kanları,
adamlarımızın yasalara aykırı davranışlarını düşünüyorum da, bunların hepsi
derin felaketlere yol açıp bütün bu olaylar sürecini baştan sona
belirledi."101
Şaret, 11 Ekim 1953'te İsrail Cumhurbaşkanı
Ben Zvi'nin "her zamanki gibi, Sina'yrele geçirme konusundaki şansımız
ile, Mısır'ın bir sorun çıkarmasının bize çölü işgal etmek için ne hoş bir
gerekçe vereceği gibi konulara değindiğini"102 nakleder.
26 Ekim 1953'te Şaret şunları yazıyor:
"1- Ordu, Ürdün ile şu an var olan sının kabul
edilmez görüyor; 2- Ordu, Eretz İsrail'in geri kalan bölümünü de ele geçirmek
için savaş planlıyor."103 '
31 Ocak 1954'e kadar
Dayan, savaş planlarının anahatlarını belirlemişti. Şaret bunları şöyle
gösteriyor:
"Askerlerimizi Suriye'ye sokup orada bir dizi
olup bitti gerçekleştir- meliyiz. Bütün bunlardan çıkan ilginç sonuç, Genel
Kurmay Başkanı'nın ne yönde düşündüğüdür."104
1954 Mayıs'mda Ben Gurion
ile Dayan Lübnan'ın yutulması için bir savaş planı yaptılar:
"Dayan'a göre gerekli olan tek şey
bir subay bulmamızdır. Bir binbaşı bile olur. Onu... satın alıp... kendisini
Marunilerin kurtarıcısı olarak ilân etmeye ikna etmeliyiz.
"Ondan sonra İsrail ordusu Lübnan'a
girer, gerekli yerleri işgal eder ve orada İsrail ile dost Hıristiyan bir rejim
kurar. Litani’nin güneyindeki bölge tümüyle İsrail'e bağlanır ve herşey böylece
yoluna girer.
"Genel Kurmay'm tavsiyesini kabul
edecek olsak, Bağdat'tan işaret beklemeden [aynen aslındaki gibi] hemen
uygularız."105
Ama oniki gün sonra Dayan
planlanan şekliyle Lübnan'ın işgal, ele geçirilme ve parçalanması planını daha
da hızlandırmıştı:
"Genel Kurmay kukla olarak hizmet
görecek bir subay kiralayıp İsrail ordusunun onun 'Lübnan’ı Müslüman
zorbalardan kurtarmak' yolundaki çağrısına karşılık veriyormuş gibi görünmesi
biçimindeki bir planı destekliyor."106
Demek ki 1982'deki Lübnan
savaşının bütün senaryosu daha yirmi sekiz yıl öncesinden, yani FKÖ'den bile
önce, hazırdı.
Başından beri bu eyleme
karşı olan Şaret Lübnan işgalinin nasıl ertelendiğini şöyle anlafiyor.
"CIA Mısır’a saldırması için İsrail’e 'yeşil
ışık' yaktı. İsrail güvenlik örgütlerinin tüm enerjisi tam bir yıl sonra
çıkacak savaşın hazırlıklarına yöneltildi."107
Şaret, İsrail ile Arap ulusal
hareketi arasındaki gerçek ilişkiyi Siyonist yayılmanın da önemli bir
parçasını oluşturduğu Birleşik Devlet- ler'in dünyadaki egemenliğine hizmet
çerçevesine oturtur:
"... bize uzatılmış bir el var ve
nankörlük edecek olursak Tanrı bizi korusun... şimdi... Birleşik Devletler
Nasır rejimini devirmekten yana... Ancak şu anda Guatemala’daki solcu Jacobo
Arbenz hükümetini (1954) ya da İran’daki Musaddık'ı (1953) devirmede
kullandıkları yöntemleri kullanmaya cesaret edemiyorlar... Bu işi İsrail'e
yaptırmayı yeğliyorlar.
"... (General) Isser Gazze şeridini işgal
planımızı şimdi tamamlamamızı ciddi ve ısrarlı biçimde öneriyor... Durum
değişmiş bulunuyor ve 'harekete geçmenin zamanı’ olduğunu gösteren başka
nedenler de var. Birincisi, Şerit’in yanıbaşmda petrol bulunması... bunu
savunmak için Ş.e- rit’e hakim olmak şart - bu da tek başına çapraşık
mülteciler sorunuyla ba- şetmeye eş değerde."108
Moşe Şaret'in beklentisi
yeni bir toplu kıyımdı ve bu da oldu. 17 Şubat 1955'te şöyle yazıyordu Şaret:
"... Tecrit olmuşluğumuzdan ve güvenliğimize
yönelik tehlikelerden ötürü feryatlar kopanyoruz, saldırıyı biz başlatıyoruz ve
kendimizi kana susamış, kitle katliamı düşkünü caniler olarak
tanıtıyoruz."109
Ben Gurion ile Dayan
İsrail'in Gazze Şeridi'ni ele geçirmek için bir bahane uydurmasını önerdiler.
Şaret'in 27 Mart 1955'teki şahsi değerlendirmesi tam bir kehanetti:
"Gazze Şeridi'nde 200,000 Arap
olduğunu varsayalım. Yarısının Hebron tepelerine kaçacağını veya kaçmaya
zorlanacağını varsayalım. Kuşkusuz, herşeylerini bırakıp kaçacaklar ve sakin
bir çevre bulup yeniden yerleştikten kısa bir süre sonra da yeniden
başkaldıracaklar, yeniden de evsiz barksız kalacaklar. O zamanki öfke, nefret
ve acılarını şimdiden kestirmek hiç zor değil.
"... 100,000’i ise Şerit’te bizimle kalacak. Bu
durumda onları baskı altında tutmak için nelere başvuracağımızı ve dolayısıyla
uluslararası ba- smda hakkımızda ne gibi manşetler atılacağını kestirmek de zor
değil, tik defasında şöyle denecektir: tsrail saldırgan tavrıyla Gazze Şeridini
ele geçirdi. İkincisinde ise: İsrail yeniden Arap mülteci yığınlarının dehşet
içinde kaçmasına neden oldu. Nefretleri, işgal sırasında onlara yapacağımız
zulüm dolayısıyla yeniden alevlenecek."110
Bir yıl sonra, Dayan'ın birlikleri Gazze
Şeridi, Sina, Tiran Boğa- zı'nı işgal edip Süveyş Kanalı boyunca
konuşlandırıldılar.
Moşe Şaret'in ortaya çıkardığı planların
geçmişi David Ben Guri- on veya Moşe Dayan'dan önceye uzanır. 1904'de Theodor
Herzl, Siyonist hareketin üzerinde hak iddia ettiği toprakları "Mısır
Nehrinden Fırat'a kadar"111 olan bölge olarak tanımlıyordu.
Söz konusu bölge Lübnan ile Ürdün'ün
tamamını, Suriye'nin üçte ikisini, Irak'm yarısını, Türkiye'nin bir bölümünü,
Kuveyt'in yansını, Suudi Arabistan'ın üçte birini, Sina'yı ve Port Said,
İskenderiye ve Kahire de içinde olmak üzere Mısır'ı içine alıyordu.
Yahudi Ajansı Filistin resmi temsilcisi
Haham Fischmann, Filistin'in taksimini (9 Temmuz 1947) planlamakta olan
Birleşmiş Milletler Özel Araştırma Komitesi önünde yaptığı konuşmada Herzl'in
iddialarını tekrarladı:
Siyonistler Lübnan üzerindeki planlarını İsrail devletinin
kurulmasından çok önce yapmaya başlamışlardı. İngilizler 1918'de Siyonist-
lerin Litani nehrini de kapsayacak biçimde tüm Lübnan üzerinde hak iddia
ettiklerini öğrendiler. Buna bağlı olarak hazırlanan ve Litani'yi Yahudi
devletinin kuzey sınırı olarak gösteren 1920 tarihli İngiliz planlan sonradan
Fransızların karşı çıkmaları sonucu değiştirildi.
1936'dan önce Siyonistler Lübnan'daki
Manini egemenliğini desteklemeyi önermişlerdi. O zamanki Manini Patriği, Peel
Komisyonu'na
Filistin'de kurulacak Siyonist bir devletten
yana şehadette bulunmuştu. Ben Gurion, 1937'de Zürih'te Siyonist Dünya İşçileri
Partisi toplantısında yaptığı konuşmada Lübnan konusundaki Siyonist planlarım
şöyle anlattı:
"Onlar İsrail ülkesinin doğal müttefikidirler. Lübnan'ın yakınlığı
Yahudi devleti kurulur kurulmaz sadık müttefiklerimizin sayısını arttıracak ve
böylece bize yayılma olanağını verecektir..."113
1948'de İsrail Litani'ye kadar olan bölgeyi işgal etti, ama
bir yıl sonra baskı altında çekilmek zorunda kaldı. Şaret, Ben Gurion'un
1954'de Lübnan'ı parçalamak üzere Marunileri devreye sokma konusundaki
zamanlamasını şöyle anlatır:
"Şimdi Merkezi Görev budur... Lübnan'da köklü bir değişim yapmak
için zaman ve enerji sağlamalıyız... Dolarlar esirgenmemeli... Eğer bu tarihi
fırsatı kaçırırsak kimse bizi bağışlamaz."114
Lübnan'ın 1982'deki işgali, 1968,
1976,1978 ve 1981'deki bir dizi saldırı ve işgalden sonra gerçekleşti. Lübnan'ı
parçalama planlan artık Lübnan'ın Filistinli sakinlerini önce katliam, sonra
sürgün yoluyla yerlerinden sökme şeklindeki ana amaçla birleştirilmişti.
İşgal ABD hükümetiyle birlikte planlandı.
Maruni Falanjistler planın parçasıydı. "Emin Cemayel'in geçen sonbaharki
Washington ziyareti sırasında Amerikalı görevlilerden biri kendisine işgalin
tarihini sordu."115
Daha sonra Ariel Şaron
Washington'u ziyaret ettiğinde "Dışişleri Bakanı Alexander Haig işgal için
yeşil ışık yaktı."116
Lübnan'ın işgali "Galile'ye
Barış" sloganı altında başlatıldı. Alçakça bir alay! Galile'nin ilk
sakinleri orada bin yıl yaşadıktan sonra 1948'de katliamla yerlerinden sökülüp
atılmışlardı. Sayda yakınlarında, Ayn El Helve (Tatlı Bahar) dedikleri bir
mülteci kampında çadırlarını kurmuşlardı.
Kamp, barındırdığı
insanların geldikleri Galile'deki yerleşme bölgelerine göre bölümlere ayrılmıştı.
Bu haliyle Galile'nin küçük bir modeli gibi olan Ayn El Helve çadır kenti,
içindeki sürgünlerin bir zaman-
lar kendi yurtlarmdayken yaşadıkları köylerin tıpatıp
benzeriydi.
1952'de bu insanlara çadırlarının yerine
sabit yapılar yapma izni verilmiş ve artık 80,000'e ulaşan sayılarıyla
Lübnan'daki en büyük Filistin kampı durumuna gelmişlerdi.
îşgal, 6 Haziran 1982 Pazar günü sabah saat 5:30'da yoğun
hava • bombardımanı ile birlikte başladı. İsrailliler Ayn El Helve'yi çeyrek
daire düzeni içinde aralıksız bomba yağmuruna tutup kalbura çevirdiler. Önce
hedefin bir çeyrektik bölümü ateş altına almıyor, sonra öteki çeyreğe
geçiliyor, gayet sistemli ve amansız bir biçimde bir çeyrek hedeften çıkarken
öteki çeyrek yeniden hedefe giriyordu. Bombardıman bu şekliyle on gün on gece
sürdü. Küme bombalar, sarsma bombaları, yüksek ısılı yangın bombaları ve beyaz
fosfor bombalan kullanıldı'
Daha sonra denizden ve havadan on gün daha
sürdürüldü bombardıman. Daha sonra da İsrailliler ayakta kalmış ne varsa yerle
bir etmek için buldozerlerini getirdiler. Sığınaklar toprakla örtülürken içerde
kalan insanlar budozerlere çılgınlar gibi ablan yakınlarının gözleri önünde
diri diri gömüldüler. Hayatta kalan Norveçli sağlık görevlileri gördükleri
sahneyi şöyle dile getiriyorlardı:
"Her yan ceset kokuyordu. Herşey harap olmuştu."117
Lübnan'ın 1982 yazında işgal edilişinin
amacı, katliam ve terör yoluyla tüm Filistinli nüfusun dağıtılmasıydı.
1982'deki işgalden önce Ariel Şaron ile
Beşir Cemayel farklı zamanlarda Lübnan'daki Filistinli sayısını 500,000'den
50,000'e indireceklerini açıklamışlardı. İşgal gözler önüne çıktıkça bu
planlar İsrail ve Batı basınının sayfalarında görünmeye başladı. 26 Eylül
1982'de Ha'aretz şöyle bildiriyordu:
"Uzun vadedeki hedef Beyrut'tan başlayarak Lübnan'daki
tüm Filistinlilerin kovulmasıydı. Amaç, bir panik yaratarak Lübnan'daki tüm
Filistinlileri bu ülkede güvenliklerinin kalmadığına ikna etmekti(!)"
Aynı gün Londra gazetesi Sunday Times da şunları
yazıyordu:
"Kampları 'temizlemek' üzere titizlikle hazırlanan bu
askeri harekâtın adı Moah Barzelya da Demir Beyin'di. Plan, Şaron ve
Begin'in ortak planı ile Şaron'un 17 Temmuz'da İsrail Kabinesi'nde görüşülen
daha geniş planına benziyordu."
İsrail "blitzkrieg"i Lübnan'ı
silip süpürdükçe Beşir Cemayel cesaretleniyordu. "Filistinliler,"
diyordu, "lüzumsuz bir halk... Her gerçek Lübnanlı bir Filistinli
öldürünceye kadar durulmayacağız"118
İleri gelen bir Lübnanlı
ordu doktoru kendi birliğine şunu söylüyordu: "Yakında Lübnan'da tek bir
Filistinli kalmayacak. Onlar yok edilmesi gereken mikroplardır."119
Filistin'de sonradan yapılan katliamlar,
1947'de başlayıp 1950'lere uzanan nüfusun eritilmesi süreci boyunca
gerçekleştirilen Deir Yasin, Dueima, Kibya ve Kafr Kasim'deki masum insanlara
yönelik iğrenç katliamlara benziyordu.
Batı'da ve İsrail'de yayımlanan haberler
İsrail işgalinin canice amacını kuşkuya meydan vermeyecek biçimde gözler önüne
seriyordu: Time dergisi, "Şaron'un inisiyatifiyle İsrailliler iki
hafta önce kamplara Lübnan güçlerinin girmesini planladılar," diye
yazıyordu. Sonradan aynı yazıda bunun çok daha önceden hazırlandığı da açıklık
kazanıyordu.
\ "İsrail üst düzey yetkilileri aylar
önceden Beşir Cemayel komutasındaki Hıristiyan milislerden oluşan Lübnan
kuvvetlerinin Batı Beyrut'un İsrail tarafindan kuşatılmasının ardından
Filistinli mülteci kamplarına girmesini planlamışlardı.
"Pek çok defalar Cemayel İsrail yetkililerine kampları kazıyıp dümdüz
tenis sahalarına dönüştüreceğini söylemişti. Bu, İsraillilerin düşüncesine
tamı tamına uyuyordu. Kamplara girdiği bilinen Hıristiyan milisler İsrailliler
tarafından eğitilmişlerdi."120
İsrail basım da İsrail planlan konusundaki haberlerinde
aynı netlik içindeydi. 15 Eylül de Ha'aretz, Genel Kurmay Başkanı
General Ra- fael Eytan'dan şu alıntıyı yapıyordu: "Dört Filistin kampı da
kuşatılıp sinek uçurulmayacak biçimde dışarıyla bağlantıları kesildi."
Nevv York Times, Time dergisinin haberini
doğrularken şöyle diyordu:
"Şaron,
İsrail Parlamentosu'na, Falanjistlerin Genel Kurmayının ve Başkomutanının 15
Eylül'de yüksek rütbeli İsrail generalleri ile iki kere bir araya gelerek
kamplara girme işini görüştüklerini ve ertesi gün öğleden sonra da bu işin
gerçekleştiğini söyledi."121
Sabra ve Şatila katliamlarından iki ay
önce, Jerusalem Post'ta belki de en önemli haber çıktı. Binbaşı Etienne
Saqr (kod adı, Ebu Arz) ile uzun bir röportaj yayımlandı. Binbaşı Saqr,
"Sedir Muhafızları" olarak bilinen birkaç binlik sağcı milis gücünün
komutanıydı.
Jerusalem Post, binbaşı Saqr'm
Amerikalıların huzurunda "iman tazelemek ve kendi çözüm yolunu anlatmak
amacıyla Amerika'ya hareket etmek üzere olduğunu" açıklıyordu.
"1975'ten bu yana İsrail'in çözümünü yaymaya çalışıyor... İsrail de ona
mümkün olan her türlü maddi desteği sağlıyor."122
Binbaşı Saqr ın söyledikleri sonradan
Sabra ve Şatila kamplarında olup dünyayı yerinden oynatacak olan olayların
habercisi gibiydi:
"Hakkından gelmemiz gerekenler Filistinliler. On
yıl önce 84,000 kişi vardı, şimdi sayı 600,000 ile 700,000 arasında. Altı yıl
sonra iki milyonu bulacak. Buna göz yumamayız."
Jerusalem Post, "Peki, sizin çözümünüz
nedir?" diye sorduğunda Binbaşı Saqr şöyle yanıtlamıştı: "Çok basit.
Onları 'kardeş' Suriye smuı- na süreceğiz... Başını geri çeviren, duran ya da
geri dönen orada vurulacak. Gayet iyi düzenlenmiş halkla ilişkiler planlarımız
ve siyasi hazırlıklarımız bize bunu yapabilmek için gereken ahlaki imkanı
veriyor."
Jerusalem Post, "Peki, bu söylediklerinizi
yerine getirebilir misiniz?" diye sorunca da gözünü bile kırpmadan,
"Tabii ki getirebiliriz... Getireceğiz de," diye yanıtlamıştı.
Aynı Binbaşı Saqr 1976'da Tel el Za'atar mülteci kampındaki
Filistinli katliamında da önemli rol oynamıştı.
Sabra ve Şatila katliamlarının ardından Binbaşı Saqr bir
basın toplantısı yapmak üzere Kudüs'e döndü. Toplantıda İsraillilerle birlikte
katliamın sorumluluğunu paylaştığını bildirirken şöyle dedi:
"Kimsenin bizi eleştirmeye hakkı yok, görevimizi ve kutsal sorumluluğumuzu
yerine getirdik."123
Kitle katliamının "kredi 'sinde pay
sahibi olduğunu iddia ettiği bu toplantıdan ayrıldıktan sonra da Başbakan
Menahem Begin ile buluşacağı başka bir toplantıya gitti.
Binbaşı Saqr daha sonra Ayn El Helve'nin
yakınında, Sayda'daki Şuraya tesislerinde bulunan İsrail komutanlık
karargâhında yeniden ortaya çıktı. Kendisine bağlı milislerin Sayda’da
dağıttıkları bildirilerde şunlar yazılıydı:
"Mikroplar yalnızca çürüklerin içinde yaşarlar. Çürümenin topluma
yayılmasını önleyelim. Filistinlilerin geride kalan son kalelerini de yıkalım
ve bu zehirli yılanda hayat namına ne varsa ezip yok edelim."
Binbaşı Saqr, Beşir Cemayel'e bağlı
milislerin, kötülüğü dillere destan haberalma başkanı Eli Hubeyka'nm yakın iş
arkadaşıydı. Hubey- ka ise CIA'nm Beyrut'taki adamı olarak bilinirdi.
Washington Post'tan Jonathan
Randal, Hubeyka'nm Beyrut'taki açıklamalarına değinirken bunları
"katillerden birine” atfediyordu; sanki Kudüs'teki Binbaşı Saqr'ın
açıklamalarının yankısı gibiydi bunlar:
"Pembeli mavili duvarların önünde vurun onlan; akşamın alacakaranlığında
öldürün. Kaç Filistinli öldürdüğünüzü anlamanın yolu Beyrut'un altında boydân
boya bir çukur oluşturup oluşturmadıklarına bakmaktır... Güzel bir veya iki
katliam Filistinlileri Beyrut'tan ve Lübnan'dan sonsuza dek koparacaktır."124
İsrail Ordu Komutanlığı, ileri gelen
Lübnanlı subayları da katliama katılacaklar listesine almıştı. Bunlardan biri
şu açıklamayı yapmıştı:
"Perşembe günü General Drori beni İsraillilerin milisleri topladıkları
havaalanına götürdü. Bana, 'bu işi sizin adamlarınız yapmazsa ben kimlerin
yapacağını biliyorum’ dedi."125
Bunu söylerken düşündüğü kişi Saqr'dı:
"Cemayel’in
1980'de Lübnan Kuvvetlerine kattığı Sedir Muhafızlarının bir iman şartı gibi
belledikleri şey, ilerde hepsi birer terörist olacak olan Filistinli bebek ve
çocukların mutlak surette öldürülmesiydi."126
Herbiriniz Birer İntikamcısınız
Lübnan'ın işgali sırasındaki vahşet ile
Sabra ve Şatila'daki katliamların tüyler ürperten korkunçluğu Siyonizmin zalim
çehresindeki maskeyi bir kez daha düşürmüştü. Savaşın televizyon ve
gazetelerdeki yankıları dünya çapında bir feryada yol açınca İsrail ikiyüzlü
bir tavır takınarak resmi bir Soruşturma Komisyonu oluşurdu. İsrail hükümeti
kendi soruşturmasını Kahan Komisyonu nun denetiminde yürüttü.
Tahmin edilebileceği
gibi, "soruşturma" sonucunda İsraillilerin "Arapların kana
susamışlığı" konusuna gereken önemi vermekte ihmalkâr davrandıkları, ancak
Sabra ve Şatila katliamlarında doğrudan rolleri olmadığı açıklandı. ,
Alman haftalık Der Spiegel dergisi 14
Şubat 1983'te milis katillerden biriyle yapılan görüşmeyi yayımladığında
görüşülen kişi katliamda sadece kendi rolünden söz etmekle kalmıyor, doğrudan
İsrail katılımını da anlatıyordu.
Yazının başlığı "Herbiriniz Birer
İntikamcısınız" biçimindeydi ve birinci ağızdan anlatılanlar sanki
Nürnberg Duruşmalarından alınmış gibiydi:
"Şahrur Vadisi'nde, yani Beyrut'un
güneydoğusundaki bülbüller vadisinde buluştuk. Günlerden Çarşamba'ydı...
Eylül'ün onbeşi... Biz Doğu Beyrut'tan, Güney Lübnan'dan ve kuzeydeki Akkar
dağlarından aşağı yukarı üçyüz adamdık... Ben eski başkan Kamil Şamun'un
Kaplan Milisle- ri’ndendim.
"Falanj subayları
bizi toplayıp buluşma yerine götürdüler. Bize 'özel bir harekât’ için
ihtiyaçları olduğunu söylediler... Subaylar bize iyinin elçileri olduğumuzu
söyleyip duruyorlardı. 'Herbiriniz birer intikamcısınız'... '
"Sonra yeşil üniformalı, rütbesiz,
bir düzine kadar İsraüli geldi. Yanlarında iskambil kâğıtları vardı ve bütün
Yahudilerin yaptığı gibi sert ’h'yı ’kh' olarak söylemek dışında Arapçayı iyi
konuşuyorlardı. Filistin kampları olan Sabra ve Şatila'dan söz ediyorlardı. Ne
yapacağımızı anlamıştık ve o anı iple çekiyorduk.
"Yapacağımız işi hiç kimseye
anlatmayacağımıza dair yemin ettirdiler. Gece saat 10'da İsraillilerin bize
verdiği bir Amerikan askeri kamyonuna bindik. Aracı havaalanı kulesinin yanma
park ettik. Orada, İsrail mevzilerinin hemen yambaşında buna benzer pek çok
araç daha park etmişti.
"Falanj
üniformalı İsrailliler de gruba katılmışlardı. Subaylarımız bize 'size eşlik
eden İsrailli dostlar işinizi kolaylaştıracak' diyorlardı. Mümkün oldukça ateş
etmememizi söylediler. 'Herşey sessizce halledil, meli...' Başka yoldaşlar da
gördük. Onlar işlerini süngü ve bıçakla halletmişlerdi. Ara sokaklarda kanlar
içinde yatan insanlar vardı. Uyur uyanık kadınlarla çocuklar imdat diye feryat
edip bütün kampı ayağa kaldırınca bütün planımızı tehlikeye soktular.
"O
sırada gizli buluşma yerimize gelen İsraillileri yine gördüm. Biri
bize kamp girişine doğru çekilmemizi işaret etti. Sonra
İsrailliler bütün silahlarıyla ateş etmeye başladılar. Bize de ışıldaklarıyla
yardımcı oldular.
"Filistinlilere yapılan muameleyi gösteren korkunç
tablolarla karşılaştık. Aralarında kadınların da olduğu birkaçı dar bir
geçitte bir iki eşeğin ardına sinmişti. Onların işini bitirebilmek için ne
yazık ki önce o zavallı hayvancıkları vurmamız gerekti. Hayvanların acı içinde
çırpınışları bana çok dokundu. Korkunç bir şeydi. r
"Yoldaşlardan
biri kadın ve çocuklarla dolu bir eve daldı. Filistinli- 1er feryadı basıp gaz
sobalarını devirdiler. O süprüntülerin hepsini cehenneme yolladık.
"Sabah
saat dört civarında benim takım kamyona döndü. Gün ışıdığında yeniden kampa
gittik. Cesetlerin üzerinde atladık, tüm görgü tanıklarını vurduk ya da
şişledik. Birkaç defadan sonra binlerini öldürmek kolaylaşıyor.
"Ardından
İsrail Ordusuna ait buldozerler geldi. ’Herşeyi toprakla örtün, hiçbir görgü
tanığı sağ kalmasın.’ Ama tüm çabalarımıza karşın etraf hâlâ insan kaynıyordu.
Oradan oraya koşturuyorlar, büyük karışıklığa neden oluyorlardı. 'Toprakla
örtme' emri fazla ileri gitmiş bir emirdi.
"Açıktı
ki güzelim plan başarıya ulaşamamıştı. Binlercesini elimizden kaçırmıştık.
Şimdi her yerde insanlar katliamdan söz edip Filistinlilere acıyor. Peki ya
bizim çektiğimiz güçlükleri takdir eden kim?.. Düşünün bir kere, ben Şatila'da
aç susuz tam yirmidört saat dövüştüm."
Sabra ve Şatila'daki ölü sayısı üç binin
üzerindeydi. Toplu mezarların çoğu ise hiçbir zaman açılmadı.
Filistin halkının katledilmesi ve
dağıtılması İsrail stratejisinin bir parçasıydı. Bir başka parçası ise
İsrail'in çabalarına karşın Ortadoğu'nun finans-kapital merkezi olarak
yükselmiş olan Lübnan'ın ekonomik bakımdan çökertilmesiydi.
1982'deki İsrail işgalinin
ilk aylarında yirmi bin Filistinli ile Lübnanlı öldü, yirmibeş bini yaralandı,
dörtyüz bini de evsiz kaldı. Sadece Beyrut'a atılan bombaların toplam ağırlığı
Hiroşima'yı yerle bir eden atom bombasmınkini kat bekat aşıyordu. Okullar,
hastaneler özel hedef seçilmişti.
Lübnan fabrikalarında üretilmiş bütün demiryolu araçlarıyla
ağır teçhizat ganimet olarak İsrail'e götürüldü. Hatta BM Yardım ve Hayır
Servisi (UNRWA) mesleki eğitim merkezlerine ait torna tezgahları ile küçük
çaplı makinelere kadar herşey yağmalandı.
Beyrut'un güneyindeki Lübnan’a ait narenciye ve zeytin
üretimi tümüyle felce uğratıldı. İsrail ihraç mallarıyla rekabet halindeki
Lübnan ekonomisi böylece yokolmanm eşiğine getirildi. Daha önceki Şeria nehri
gibi Litani nehrini besleyen kollar da İsrail tarafından yataklarından
saptırıldı ve Güney Lübnan tamamen bir İsrail pazarı durumuna sokuldu.
Bu kitabın yazarı 1982'de Batı Beyrut'un bombalanmasını ve
kuşatılmasını yaşadı, İsrail işgali sırasında Ayn El Helve'nin yıkıntıları
arasında Filistinlilerle birlikte kaldı, Raşidiye, El Bas, Burç El Cemali, Mie
Mie, Burç el Buracna, Sabra ve Şatila'daki Filistin kamplarının ve tıpkı onlar
gibi güneydeki Lübnan köyleriyle kentlerinin yakılıp yıkılışına tanık oldu.
Sabra ve Şatila katliamlarının İsrail tarafından kabul
edildiğine ilişkin beyanların doğruluğu, katliamın son günü kamplarda olan
yazar tarafından gözlendi.
Menahem Begin, Ariel Şaron ve Şimon Peres farklı zamanlarda
yaptıkları konuşmalarda "Lübnan'dan alman dersin" Batı Şeria ve Gazze
Şeridindeki Filistinlilere de örnek olacağına ve böylece onların da sineceğine
dair bir inanç dile getirmişlerdi.
Ne var ki bu sindirme 1967'deki işgallerinden beri yirmi
bir yıldır zaten sürüyordu. Batı Şeria ve Gazze'deki pek çok insan İsrail'in
1947'den 1967'ye kadar bölgede yarattığı tahribattan geriye kalan mültecilerdi.
1967 sonrası işgal bölgelerinde hiçbir Filistinli, askeri
hükümetten -alınması pratikte zaten mümkün olmayan- izin kağıdı olmaksızın bir
domates bile ekemez. Böyle bir izin olmadıkça patlıcan yetiştiremez. Evini
boyayamaz, penceresine cam takamaz, kuyu açamaz. Ayrıca, Filistin bayrağı
renginde gömlek giyemez, evinde Filistin ulusal şarkılarını içeren kaset
bulunduramaz.
1967'den bu yana 300,000'den fazla genç
İsrail zindanlarında sistemli işkenceden geçirildi. Uluslararası Af Örgütü nün
vardığı sonuca göre dünya üzerindeki hiçbir ülkede resmi ve sürekli işkence
İsrail'de olduğu kadar kurumlaşıp belgelerle sabit hale gelmemiştir.
Gazze'nin İsrail tarafından ele
geçirilmesinden yirmi bir yıl sonra Los Angeles Times olayın sonuçlarını
şöyle anlatır:
"Mısır'dan alman Gazze Şeridinde sadece 2200 Yahudi göçmen yaşamaktadır,
ancak 135 mil karelik alanın %35'ine onlar sahiptir. Çoğu mülteci olan
65O,OOO'den fazla Filistinli ise şeridin ancak yarısına tıkıl- mışlardır ve bu
haliyle bölge dünyanın en fazla nüfuş yoğunluğuna sahip alanlarından biridir.
Gazze'nin geri kalan bölümleri ise ordu tarafından yasak bölge ilan
edilmiştir."127
Tutuklama:
İsrail askeri işgali altındaki bütün bölgelerde bir asker
ya da polis herhangi bir kimsenin suç işlediğine dair "kuşku uyandıran
nedenleri" bulunduğuna inanıyorsa o kimseyi tutuklama hakkına sahiptir.
Yasa, askerin ya da polisin işlendiğinden veya planlandığından kuşkulandığı suçun
niteliğini tanımlamaz.128
Hükmün kasten belirsiz bırakılmış bu özelliği sayesinde
1967'den beri işgal altında olan topraklarda yaşayan Filistinlilerin, neden
tutuklandıkları ya da gözaltına alındıklarını bilme hakları ellerinden alınmıştır.
Kuşku üzerine tutuklanan bir Filistinli, bir polis memurunun inisiyatifiyle
onsekiz gün gözaltında kalabilir.
Tutuklanan bir Filistinlinin avukatla görüşmesine izin
verilmeyebilir -hemen hiçbir zaman da verilmez. Resmi tüzüğe göre, avukatların
müvekkilleriyle görüşüp görüşmeyeceğine karar verme yetkisi cezaevi müdürüne
aittir.
Normal olarak cezaevi yetkilileri tutuklunun sorgulama
tamamlanmadan avukatla görüşmesinin "sorgu sürecini aksatacağını"129
şaşmaz bir kuralmışçasına öne sürerler. Hatta bu kural gözaltı süresi boyunca
da değişmeyebilir. Sonuç olarak, avukatlar tutukluya ancak tutuklu itiraf
ettikten sonra veya güvenlik güçleri sorgunun bitmesine karar verdikten
sonra ulaşabilirler.
İsrail'deki avukatlar bu düzenlemenin, sorgulamanın asıl
amacının ne olursa olsun bir itiraf koparmak olmasından kaynaklandığını ileri
sürmektedirler. Bu sonuca varmak için başvurulan yol da, tutukluyu tamamen
tecrit edip dayanılmaz fiziksel koşullara ve işkenceye maruz bırakmaktır.
Tutuklandıktan hemen sonra kişi bir süre aç ve uykusuz
bırakılır. Bu süre boyunca ince yöntemler uygulanır. Elleri kelepçeli ve yukarı
kalkmış, kafasına da pis bir torba geçirilmiş olarak uzun süre ayakta durmaya
zorlanır. Yerlerde sürüklenir, türlü cisimlerle dövülür, tekmelenir, aniden
soyulup buz gibi duşun altına sokulur. Tutuklunun ağzına tükürmek ya da idrar
yapmak, tutukluyu kalabalık bir hücrede bir baştan öbür başa emeklemeye
zorlamak gibi hakaret ve bedeni aşağılama yöntemleri son derece yaygındır.
Sorgulama, tutuklu itirafta bulunup
hakkında buna dayanan bir suçlama yapılıncaya dek bazan aylarca sürebilir.
Eğer tutuklu işkenceye yenilmeyip itirafı kabul etmezse o zaman herhangi bir
suç yüklen- meksizin ve mahkemeye çıkarılmaksızm idari olarak tevkif edilir.
Baskı altında itirafa zorlanma Filistinli
tutuklunun maruz kaldığı en temel muameledir. 1981'e kadar bir tutuklu ancak
kendi kişisel itirafı temelinde yargılanabilirdi. Ürdün'de kıdemli bir yargıç
olan ve pekçok Filistinlinin savunmasını üstlenmiş olan Vasfi O. Masri şöyle
der
"Önüme gelen davaların %90'mda tutuklu ya
dövülmüş ya da işkenceye uğramıştı."130
Pek çok tutuklu işkenceye dayanıp itirafı reddettiği için
askeri yasada bir değişiklik yapılarak, mahkemelere, sanığa karşı en önemli
-ve aslında tek- kanıt olarak, adının başka birinin itirafında geçmiş olmasını
kullanma hakkı verilmiştir.
Böylece, eğer suçlunun adı başka birinin itirafında
geçiyorsa bu aleyhte bir "kanıt" olarak kabul görürken, suçlunun
itirafı mahkemeye sunulduğu takdirde savcının iddiasının doğruluğu kesin kabul
edilir. Eğer bir tutuklu herhangi bir suçu kabul etmezse, o zaman haberalma
servislerinin yetkilileri mahkemeye gelip sanığın "sözlü" itirafta
bulunmuş olduğuna dair tanıklık ederler. Filistinli avukat Muhammed Na'am- ne
bu tür iki davayı anlatırken sanıkların sözlü itirafta bulunduklarını
reddetmeleri halinde mahkemenin haberalma yetkilisinin tanıklığını esas
aldığını söyler.131
Bütün itiraflar İbranice yapılır. Oysa
1967'den beri işgal altında olan topraklardaki Filistinlilerin hiçbiri bu dili
bilmez. Tutuklular İbranice okuyamadıkları gerekçesiyle imzalamayı reddettiklerinde
de kötü muamele görürler. Ramalla'dan Şahada Şalalda şöyle anlatıyor:
"Subay odadan ayrıldıktan sonra sivil giyimli iki kişi geldi.
İmzalayacağım şeyin ne olduğunu bilmek istediğimi söyledim onlara... Birden
bana vurmaya başladılar. Bunun üzerine Tamam, tamam, imzalayacağım'
dedim."132
Pek çok durumda, tutukluya imzalatılan
İbranice metin ile Arap- çası olarak okutulan metin arasında hiçbir ilişki
yoktur. Bu tür itirafna- melerin hepsi de aynı biçimde başlamaktadır:
"Ben bir terör örgütü üyesiydim."
Oysa bu sözcükler FKÖ ya da ona bağlı örgütlerden birine
üye hiçbir kimsenin kullanmayacağı sözcüklerdir. Bu tür "itiraflar",
imzalayanların okuyamayacakları bir dilde olmasına rağmen, mahkemeler de
itirafların "kesin" olduğunu ve davaya konu olan suça isnat ettiğine
hükmederler.
Tutuklanan, sorgulanan ve nihayet mahkemeye çıkarılanların
yüz- desi hakkında kesin veriler vermek zordur. Ancak, avukatlardan toplanan
bilgilerin ve Filistinlilerin kendi belgelerinin gösterdiği, sorgu ve işkenceye
tabi tutulan Filistinlilerin sayısının hayli kabarık olduğudur.
İsrailli avukatların hiç tereddütsüz
söyledikleri, onaltı yaşın üzerindeki erkeklerin çoğunun, hayatlarının
herhangi bir döneminde farklı sürelerle sorgulanıp içerde tutuldukları
yolundadır. 1980'e kadar İsrail basınında çıkan raporlara göre 1967'den
sonra şu veya bu zamanda hapse atılan Filistinlilerin tahmini sayısı 200,000'i
bulur. Son zamanlarda ise avukatlar bu sayıyı 300,000 olarak vermektedirler.
Mahkemeye çıkarılanlara
çoğunluk "siyasi" suçlar yüklenir. Bu
suçlar şunlar» kapsar: 1) Kamu düzenini
bozmak (bu, İsrail yetkililerine yeterince itaat etmemek gibi herhangi bir
davranış biçimini de kapsayan son derece belirsiz bir maddedir); 2) Gösteri
yapmak; 3) Bildiri dağıtmak veya slogan yazmak; 4) "Yasadışı" örgüt
üyesi olmak. Özellikle hedef alman gruplar, 1967 öncesi İsrail topraklarında
bir Filistin siyasi partisi kurmak isteyenler (örneğin bir Yahudi devletini
açıkça savunmayan El Ard (Vatan) gibi) ya da Filistinlilerin temsili örgütleridir
(örneğin Batı Şeria'daki Ulusal Rehberlik Komitesi (Lijni Komite al Wata-
ni)). ,
İşgal bölgelerinde grev, yürüyüş, gösteri ya da toplantı
yapan yığınla genç "Molotofkokteyli imal etmek ve atmakla" suçlanır.
Önemli sayıda insan silah bulundurmak, silahlı saldırı ve çeşitli askeri
eylem biçimleriyle sabotajdan mahkeme önüne çıkarılır. Bu davaların çoğu aslında
İsrail güvenlik güçlerince Filistin ulusal hedeflerine sempati duyduğuna
inanılan herhangi bir örgütü de kapsamına alan "düşmanla ilişki"
maddesinin ihlali çerçevesinde ele alınır.
İşgalin on yılı boyunca 1967 öncesi İsrail ile 1967'den bu
yana işgal altında olan bölgelerdeki hükümlülerin %60'ı siyasi suçlardan hüküm
giyen Filistinlilerdi. Tüm siyasi suçlar 1945 tarihli Acil Savunma Yönetmeliği
ile 1967 tarihli Devlet Güvenliği, Dış İlişkiler ve Resmi Sırlar Yasası'na
girer ve böylece de "güvenlik suçu" niteliğinde sayılır.
Bu tür siyasi suçlarla suçlanan insanlar
askeri mahkemelerde yargılanırlar. Bu hem 1967 öncesi İsrail'de, hem de
sonradan işgal edilen bölgelerde böyledir. Filistinlilerin sivil mahkemelerde
yargılanmaları ender görülen bir olgudur.
Acil Savunma Yönetmeliği'ne göre, askeri bir komutan (şu
anda Askeri Vali) kendi kararıyla ve hiçbir adalet organının müdahalesi olmaksızın:
-
insanları süresiz hapse
atabilir
-
1967 öncesi İsrail ile
1967'den beri işgal altında tutulan bölgelere giriş çıkışı yasaklayabilir
-
herhangi bir kimseyi
süresiz olarak sınırdışına çıkarabilir
-
herhangi bir kimseyi
oturduğu ev, mahalle, köy ya da kentte göz hapsine alabilir
-
bir kimseyi kendi mülkünü
küllanmaktan men edebilir
-
evlerin yıkılmasını
emredebilir
-
herhangi bir kimseyi polis
gözetimine sokup günde birkaç kere karakola görünmeye mecbur edebilir
-
herhangi bir alanı, bu alan
bir aileye ait çiftlik arazisi olsun, meskun bir köy olsun ya da bir mülteci
kampı veya aşiret arazisi olsun, kapatıp yasak bölge ilan edebilir
-
bütün haber kanallarına
sansür koyabilir, yazıların, bildirilerin, kitapların mutlaka onaydan geçmesini
şart koşabilir ya da dağıtımını yasaklayabilir
-
insanların evlerine zorla
girebilir, bütün kütüphaneleri kapatabilir ya da el koyabilir
-
on veya daha fazla insanın
siyasi tartışma için bir araya gelmesini yasaklayabilir
-
bir örgüte üye olmayı
yasaklayabilir
Acil Savunma Yönetmeliğine eklenen askeri hükümler
Filistinli varlığını en ince ayrıntısına kadar denetim altında tutmaya
yönelikti. Batı Şeria'daki askeri kurallar
-
yazılı izin olmaksızın
domates ya da patlıcan ekmeyi yasaklıyor
-
yazılı izin olmaksızın
hiçbir meyva ağacının dikilemeyeceğini şart koşuyor
-
bir evin ya da herhangi bir
yapının izinsiz hiçbir onarıma tabi tutulamayacağını söylüyor
-
içme ya da sulama suyu
edinmek üzere kuyu açmayı yasaklıyordu.
İlk kez İngilizler tarafından Manda
yönetiminde Filistinlileri kontrol edebilmek amacıyla yürürlüğe konan Acil
Savunma Yönetmeliği, 1945'te yine İngilizler tarafından yeniden gözden
geçirilip İngiliz askerlerine yönelik silahlı İrgun ve Hagana saldırılarını
önlemek, bir de Siyonistlerin toprak ele geçirmesine engel olmak amacıyla
kullanıldı. 1946'da ise İbrani Hukukçular Birliği şu gerekçeyle Yönetmeliğe
karşı çıktı:
"Acil Savunma Yönetmeliği'nin otoriteye sağladığı güç Filistin'de
yaşayanları en temel insani haklarından yoksun bırakmıştır. Bu hükümler hukuk
ve adaletin temelini hiçe indirmiş, birey özgürlüğü için ciddi bir tehlike
oluşturmuş, herhangi bir yargı organının gözetimi olmaksızın keyfi bir rejime
taban sağlamıştır."130
Sonradan İsrail devletinde Adalet Bakanı olacak olan ve
ileri gelen yasal otoritelerden biri olan Yakov Şimpşon Şapira şöyle der:
"Filistin'de Acil Savunma Yönetmeliğiyle kurulan
rejimin hiçbir uygar ülkede bir benzeri daha yoktur. Nazi Almanyası'nda bile
böyle yasalar yoktu ve Nazilerin Mayadink'teki uygulamaları ile bunlara benzer
diğer olaylar aslında yasalara aykırıydı. Ancak işgal altındaki bir ülkede
bizdekine benzer bir sistem bulabilirsiniz..."134
Hukuk alanında otorite olan başlıca
Siyonistlerin bu değerlendirmelerine karşın Acil Savunma Yönetmeliği İsrail
devletinin hukuk sistemine dahil edildi. Devletin 1948'deki kuruluşundan beri
de temel hükümleri hiç değişmedi. ,
İsrail hapishanelerindeki işkence uygulamaları bugüne dek
çok geniş soruşturmalara konu oldu. 1977'de Londra'da yayımlanan Sunday
Times beş ay süren bir araştırma yaptı. Toplanan kanıtlar doğrulandı.
Belgelenen işkenceler 1967'den itibaren "on yıllık İsrail işgali
sırasında" olmuştu. Sunday Times'ın bu araştırması işkence gören
kırkdört Filistinlinin durumlarım ortaya koyuyordu. Yedi ayrı merkezdeki
uygulamalarda ortaya dökülen: Dört büyük kent olan Nablus, Ramalla, Hebron ve
Gazze'deki hapishaneler, Kudüs'teki Rus Sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen
sorgu ve gözaltı merkezi, Gazze ile Sarafand'daki özel askeri merkezler.135
Araştırmanın sonuçları gayet somuttu: İsrail
sorgulamacıları Arap tutuklulara sürekli olarak kötü muamele ve işkence
yapıyor. Tutuklular, başlarına külah geçirilip veya gözleri bağlanıp uzun süre
bileklerinden askıya almıyorlar. Çoğunun cinsel organları darbelere maruz
bırakılıyor veya başka biçimlerde cinsel suistimale uğratılıyorlar. Pek çoğuna
tecavüz ediliyor, bazılarına da elektrik veriliyor.
Tutuklular özel olarak yapılmış, altmış
santimetrekarelik, yüzelli santimetre yüksekliğinde, yere büyük çivilerle
tutturulan "dolaplara tıkılıyor, "sürekli dayağı" da içeren
kötü muamele biçimleri tüm İsrail hapishanelerinde ve gözaltı merkezlerinde
istisnasız uygulanıyor.
Sunday Times'în vardığı sonuca
göre, işkence o kadar yaygın ve sistematik ki, verilen emirleri aşan bir takım
"serseri polislerin" marifeti olduğunu söylemek mümkün değil. Aksine,
bile bile uygulanan bir politika ve tüm İsrail güvenlik ve haberalma
servisleri de bu işin içinde:
-
ABD'deki FBI ve Gizli
Servis'in eşiti olan Şin Bet doğrudan başbakana bağlıdır
-
Askeri Haberalma Dairesi,
Savunma Bakam'na bağlıdır
-
Sınır polisi bütün kontrol
noktalarını denetler. Bu kontrol noktaları sınır boylarında olduğu kadar
1967'den beri işgal altında tutulan topraklarda da vardır
-
Latam, Özel Görevler
Dairesi'ne bağlıdır
-
Polis birimlerinde askeri
nitelikli timler de görevlidir.
1967 Sonrası İşgal Altındaki Topraklarda İşkence
Biçimleri
Her gözaltı merkezinde "özel eğilimleri olan"
sorgulamacılar vardır. Kudüs'teki Rus Sitesi'nde (Moskoviya) görev yapan
sorgulamacılar "kolları öne uzatarak sandalyeyi havada tutma veya tek ayak
üzerinde durma gibi dayanıklılık sınavlarına ya da cinsel organlara tecavüze bayılırlar."
Sarafand'daki askeri merkezin özelliği, tutukluları uzun
süre gözleri bağlı tutup üzerlerine köpekleri saldırtmak ya da bileklerinden
asmaktır. Ramalla'da gözde olan, "arkadan tecavüz 'dür. Elektrik
işkencesi ise hemen her yerde uygulanır.136
Fazi Abdülvahid Nicim 1970 Temmuz’unda
tutuklandı. Sara- fand’da işkence gördü, üzerine köpekler salındı. 1973
Temmuz’unda yeniden tutuklandığında Gazze hapishanesinde dayaktan geçirildi.
Züdir el-Dibi 1970 Şubatında tutuklanıp Nablus'da sorguya çekildi. Kamçılandı,
falakaya yatırıldı, hayaları buruldu, üzerine hortumla buzlu su sıkıldı. .
Şahada Şalalda 1969 Ağustos'unda tutuklandı ve Moskoviya'da
sorguya alındı. Penisinden içeri tükenmez kalem içi sokuldu. Abid el Şalludi
onaltı ay mahkemeye çıkarılmadan içerde tutuldu. Moskoviya'da gözleri bağlı ve
elleri kelepçeli durumda, Azınlıklar Dairesi Başkanı, Irak Yahudilerinden Naim
Şabo tarafından dövüldü.
Cemil Ebu Gabir 1976 Şubat'ında tutuklandı
ve Moskoviya'ya götürüldü. Başına, vücuduna ve cinsel organlarına vurularak
dövüldü, buzlu suya yatırıldı. İsam Atıf el Hamuri 1976 Ekim'inde tutuklandı.
Heb- ron hapishanesindeki yetkililerin ayarlamasıyla onların adamlarından olan
başka bir tutuklu tarafından kendisine tecavüz edildi.137
1969 Şubat ında, Rasmiye Odeh tutuklanıp
Moskoviya'ya getirildi. Babası Yasef ile iki kızkardeşi de sorgulanmak üzere
gözaltına alındılar. Rasmiye bir odada dövülürken, Yasef Odeh de yandaki odada
tutuluyordu. Yasef i kızının bulunduğu odaya getirdiklerinde Rasmiye giysileri
kan içinde, yerde yatıyordu. Yüzü maviye çalıyordu ve bir gözü de simsiyahtı.
Yasefin gözünün önünde kızın vajinasına sopa soktular. Sorgulamacılardan biri
Yasef Odeh'e kızını "düzmesini" emretti. Yasef reddedince hem onu,
hem Rasmiye’yi dövmeye başladılar. Sonra kızın bacaklarını açıp sopayı yeniden
soktular. Kızının ağzından, yüzünden ve vajinasından kanlar boşanırken Yasef
Odeh kendinden geçti.138
Sunday Times'da yer alan işkence
biçimleri, İsrailli avukatlar Fe- licia Langer ile Lea Tsemel, Filistinli
avukatlar Velid Fahum ile Raca Şahada Uluslararası Af Örgütü ve Ulusal
Hukukçular Birliği'nin yayımladıkları yüzlerce tanık raporu ile bu kitabın
yazarının daha önceki hapishanelerden derlediği bir dizi belgede belirtilen
biçimlere benzemektedir.139
Bu belgeler daha 1968'de, yani işgalin
başlamasından hemen bir yıl sonra Batı Şeria'da tesbit edildi. Her ne kadar
Uluslararası Kızıl Haç Komitesi ilke olarak kamu açıklamaları yapmazsa da,
1968'de bir işkence belgesi hazırlamıştı. "Nablus Hapishanesi
Raporu"nda varılan sonuç şuydu:
"Bir bölüm tutuklu, askeri polis
tarafından sorguları yapılırken işkenceden geçirilmişlerdir. Kanıtlara göre,
yapılan işkenceler şöyledir: 1. Tutukluyu bayıltıncaya kadar saatlerce
ellerinden askıya alıp aynı zamanda da diğer organlarını tek tek germe
2.
Sigara ile dağlama
3.
Cinsel organlara sopayla
vurma
4.
Gözleri ve vücudu günlerce
bağlı tutma
5.
Köpeklere ısırttırma
6.
Şakaklara, ağıza, göğüse ve
hayalara elektrik şoku uygulama."140
Hassan Harb 37 yaşında Filistinli bir aydındı ve tanınmış
Arapça günlük gazete El Fecir'de çalışıyordu. 1973'de tutuklandı. İsrail askerleri
ile iki sivil polis tarafından evinden alınarak elli gün boyunca alıkondu- ğu
Ramalla hapishanesine götürüldü. Bu süre boyunca ne sorgulandı, ne de hakkında
herhangi bir suçlama yapıldı. Ailesiyle ve avukatıyla ise hiçbir şekilde
görüştürülmedi.141
Ellinci günde Hassan Harb başına bir çuval geçirilerek
gizli bir yere götürüldü. Götürüldüğü yerde sürekli olarak dövüldü: "Onbeş
dakika, yirmi dakika boyunca eli suratımdan kalkmıyordu."
Çırılçıplak soyulup kafasına bir torba geçirilerek dar bir
yere sokulmuştu. Nefesi kesilmeye başladığında gayrete gelip başını
"duvara" sürte sürte torbayı çıkarmayı başardıktan sonra altmış
santimetrekare tabanı olan, yüz elli santim yüksekliğinde, dolaba benzer bir
yerin içinde olduğunu anlamıştı.
Ne oturabiliyor, ne ayağa kalkabiliyordu. Bulunduğu yerin
tabanı betondu ve üzerine düzensiz aralıklarla birer buçuk santimetrelik
"keskin kenarlı sipsivri" taşlar yerleştirilmişti. Hâssan Harb
onların üzerinde durmaya çalışırken büyük acı çekiyordu. Önce biraz bir
ayağının üzerinde duruyor, sonra ayak değiştiriyordu. Kutuya ilk sokuluşunda
dört saat kalmıştı.
Daha sonra sipsivri taşların üzerinde diz çöktürüp bir saat
sürün- dürmüşlerdi; bir yandan da dört asker tarafından dövülmüştü. Sorgulamadan
sonra hücresine geri götürülmüş ve aynı şeyler yeniden ve yeniden tekrarlanıp
durmuştu: Dayak, soyma, süründürerek 60 santimetre karelik köpek kulübesine
sokma, sonra yine "dolap". Gece dolapta kalırken başka tutuklulann
yalvardıklarını işitmişti. "Ah, kamım. Öldürüyorsunuz beni."
Hassan Harb'ın anlattığı işkence biçimleri dört ayrı insan
tarafından doğrulanmıştır. Kudüslü ayakkabıcı Muhammed Ebu Gabir sivri taşlı,
köpek kulübeli, benzer bir avludan söz etmişti. Nabluslu işçi Cemal Frayta
"dolap"ı aynı ölçüleri vererek, ama "buzdolabı" adıyla
tarif etmişti. "Üzerinde herbiri çivi gibi, keskin kenarlı küçük tümsekler
olan betondan bir zemini vardı."
Nabluslu inşaat firması sahibi Haldun
Abdülhak da avluyu ve "betona gömülü sivri taşlardan oluşan"
zeminiyle dolabı anlatmıştı. Abdülhak, avlunun yan duvarındaki bir kancaya
kollarından asılmıştı.
' 81 O- ' . '
Beytlehemli fabrikatör Hüsnü Haddad,
tabanında keskin çakıl döşeli avluda süründürülmüş, bir yandan da
tekmelenmişti. Onun girdiği kutunun da "keskin kenarlı, parmak parmak uzantıları
olan bir tabanı" vardı.
Hassan Harb iki buçuk
yılın sonunda salıverildiğinde, geçen süre içinde ne üzerine herhangi bir suç
yüklenmiş, ne de mahkemeye çıkarılmıştı. Avukatı Felicia Langer ona yapılan
kötü muameleyi İsrail Yüksek Mahkemesi'ne götürmeyi başardı. Mahkemenin
oturumunda ne tam bir ifade kabul edilip dinlendi, ne de bir tanık çağrıldı.
Mahkeme tüm işkence suçlamalarını anında reddetti.
Nadir Afuri güçlü, hayat
dolu bir adamdı. Ürdün halter şampiyonuydu. 1980'de beşinci tutukluluğunun
ardından salıverildiğinde görmüyor, işitmiyor, konuşamıyor, yürüyemiyor,
hiçbir vücut fonksiyonunu kontrol edemiyordu. 1967'den 1980'e kadar geçen
sürenin on buçuk yılında Nadir Afuri gözaltında kaldı. Beş tutukluluk dönemi
boyunca yapılan onca acımasız muamele ve işkenceye karşın İsrail yetkilileri
ağzından ne bir itiraf alabildiler, ne de mahkeme önüne çıkarılmasını sağlayacak
bir kanıt bulabildiler.142
"İlk 1967'de tutuklandım, işgalin birinci yılında. Nablus'taki
evimden alıp götürdüler, gözlerimi bağladılar, bir helikopterden
sallandırdılar. Buna Nablus yakınındaki Beit Furik ile Salem köylerindeki
herkes tanıktır.
"Sarafand'a getirdiler, en berbat hapishane, askeri
hapishane... Batı Şeria veya Gazze'den oraya getirilen ilk kişiydim. Helikopter
yere indikten sonra beni dışarı itip koşmamı emrettiler Arkamdan silah sesi
duydum, bana ateş ediyorlardı, koştum.
"Kırmızı, san, yeşil ışıklarla dolu büyük bir odaya soktular. Feryatlar,
dayak sesleri duyuyordum. Bir adam bağırıyordu: İtiraf edeceksin.' Sonra
birinin itiraf ettiğini duydum. Çok geçmeden bütün bunların benim gözümü
korkutmak için dinlettikleri bir bant kaydı olduğunu anladım.
"Daha sonra sorgulamasının yanma götürüldüm. Yeşil
kapılara zincirlerle bağladılar. Her kapıda bir makara vardı. Kapıları açıp
kollarımı, bacaklarımı ayırıyorlar, sonra makaraları döndürerek geriyorlardı,
bayı- lıncaya kadar. .
"Sandalyenin
tepesinde ayağa kaldırdılar, pencereden sarkan zincirlerle ellerimi
bağladılar. Sonra yavaş yavaş sandalyeyi çektiler. Vücudumun ağırlığı ellerime
bindikçe kaslarım kopacak gibi oluyordu. Korkunç bir acıydı.
"Beş
ya da altı adam vardı. Hepsi birden dövüyorlardı. Başıma vurdular. Sandalyeye
zincirlediler. Önce biri dövmeye başlıyor, sonra ötekilerden biri 'Dur' diyor,
bu sefer bir başkası dövmeye devam ediyordu. Böylece sırayla dayak atıyorlardı.
Hep o sandalyeye zincirlenmiş olarak kaldım. Bir kez olsun ayağa kalkmama izin
verilmedi.
"İşkenceye
devam ettiler. Sorgulamacılardan biri sigarasından nefes çekiyor, sigaranın ucu
kızarınca yüzüme, göğsüme, cinsel organıma, artık neresi rast gelirse oraya
bastırıyordu.
"Birisi
penisimden içeri tükenmez içi sokarken ötekiler seyrediyorlardı. Bir yandan da
itiraf etmemi söyleyip duruyorlardı. Penisimden kan gelmeye başlayınca Ramle
Cezaevi Hastanesine götürüldüm. Ama hemen ardından sorgulama için yeniden
Sarafand'a geri getirildim.
"Sarafand’daki
ilk ay hep gözlerim bağlı, el ve ayaklarım zincirli tutuldum. O ilk ayın
sonunda ellerimdeki zincirlerle göz bağımı çıkardılar. Ama ayaklarımdaki
zincirler on iki buçuk ay boyunca kaldı. Gece gündüz hiç çıkarmadılar. Ayak
bileklerimde hâlâ izleri duruyor.
"Program
şöyleydi: Önce dayak atıyorlar, sonra sorguya çekiyorlar, en sonunda da hücreye
atıyorlardı. Orada biraz dinleniyordum. Sonra yeniden alıp götürüyorlardı.
"Hücre
bir metreye 1:3 metre genişliğinde, 1.3 metre yüksekliğin- deydi. Ben
bir-yetmiş metre boyundayım. Dolayısıyla bacaklarımı kamıma çekip, oturur
halde uyuyordum. Hücrenin penceresi yoktu, eşya olarak ise ihtiyaç kabı ile iki
battaniye vardı. Yerdeki keskin taşlar üzerlerine bastıkça ayaklarımı
kesiyordu.
"Başka
tutuklular da getirmeye başladılar. Hepimize sırtı numaralı askeri giysiler
verdiler. Sadece numaramla çağırıyor, adımı hiç kullanmıyorlardı. Durmadan
hakaret ediyorlardı. 'Maniuk (ibne), düzerim seni' diye sataşıyorlardı.
Dışarda zincire vurulduğumuzda yırtıcı köpekleri getirip üzerimize
salıyorlardı. Hayvanlar üstümüze atlıyor, giysilerimizi koparıyor,
ısırıyorlardı.
"Ben gözaltına alındıktan sonra otuzu aşkın insan
daha alındı. Hepsi ' - de aynı işkencelerden geçti. Hepsi çektikleri işkenceye
yenik düşüp itiraf- nameler yazdılar ve şimdi hepsi ömür boyu hapisteler. Ben
hiçbir itirafta bulunmadım. İşkenceden penisim sakatlandı, ancak damla damla
idrar yapabiliyorum. Sorgulamam bittikten sonra üç buçuk ay yürüyemedim. Ama
yine de hiçbirşey söylemedim. On iki buçuk ay boyunca tek kelime laf
etmedim."
Nadir Afuri Nablus Cezaevine yollandıktan
sonra serbest bırakılması talebiyle açlık grevine başladı. Sadece su ile
azıcık tuz kabul eti. On gün içinde salıverileceğine dair kendisine söz
verildi. On gün geçip salınmayınca bir hafta daha açlık grevi yaptı. Bu kez
Nablus Cezaevi Müdür Yardımcısı salınacağına dair söz verdi. Yirmibeş gün geçip
hâlâ birşey çıkmayınca Nadir Afuri yeniden açlık grevi ilan etti.
"O açlık grevinin yirmi ikinci gününde Ramle
hapishanesinde bir hücreye tıkıldım. Oranın müdürü Dr. Silvan bir sürü askerle
yanıma geldi. Başıma vura vura dövdüler. Ölecek gibi oldum. Ellerimi zincirle
bağladılar, burnumdan içeri zorla boru soktular. Elektrik şoku gibiydi. Sarsılmaya
başladım. Yiyecek boğazıma ulaşınca çılgına döndüm, hiç durma- macasına
bağırmaya başladım. Kalçamdan iğne yaptıklarında yatıştım.
"Bu işkenceyle de konuşturamaymca önce Ramle'deki Cezaevi
Hastanesine, oradan da yeniden Nablus Cezaevine götürdüler."
Ne zaman başka bir tutukludan içinde onun adı geçen bir
itiraf alınsa, Nadir Afuri'yi de hemen sorguya alıyorlardı. Çoğu zaman adını
veren bu kişileri tanımıyordu. Ama yine de konuşmuyor, mahkemeye de
çıkarılmıyordu.
Nadir Afuri Nablus'ta büyük saygınlık kazanmış,
tutukluların da lideri olmuştu. Ne var ki ispiyoncunun biri, Ebu Ard, öteki
tutukluları kışkırtmakla suçlayınca Nadir Afuri Tulkarm Hapishanesine yollandı.
Tulkarm'a vardığında Binbaşı Sofer tarafından yüzüne vurularak
dövülüp otuz beş tutukluyla birlikte bir hücreye tıkıldı. Bu, Nadir Afuri için
bardağı taşıran son damla oldu. Binbaşı Sofer yeniden vurmak için yaklaştığında
Nadir Afuri hücrenin demirleri arasından Sofer’in suratına yumruğu yapıştırdı.
Sonradan cezaevi müdürü kendisine vurduğunda da Nadir Afuri bu kez bir
kültablası kapıp müdürün kafasına indiriverdi. Derhal askerlere haber verildi.
Nadir Afuri sonradan olanları şöyle anlattı:
"Onbeş asker üzerime geldiler, kafama sandalye ile
vurdular. Kendimi kaybettim. Gömleğimi ağzıma kıstırıp dövmeye devam ettiler.
Öğürmeye başladığımda sinir krizine girmiştim. Bunun üzerine iğne yaptılar.
Bayılmışım. Kendime geldiğimde koridorda yalnızdım. Gözlerim görmüyordu.
"Bütün Tulkarm Cezaevi greve gitti. Tutuklular müdürle toplantı
yapıp benim durumumu görüştüler. Greve son verirlerse ertesi gün beni
salıvereceğine söz verdi. Müdür ertesi gün gelip elimi sıktı ve şöyle dedi:
'Hayatım üzerine yemin ederim ki sen gerçek bir erkeksin.' Bana çorap ve ceket
getirdiler, ailemle özel olarak görüşebileceğime de söz verdiler."
Ama Nadir Afuri salınmadı. Yerine, 1971
yılında serbest bırakılacağı Bet II hapishanesine gönderildi. Dört yıl boyunca
mahkemeye çıkarılmamıştı ve tüm bu sürenin adı gözaltı olarak kaldı.
Birkaç ay geçmişti ki
Nadir Afuri yeniden gözaltına alındı. İkinci tutukluluğu 1971'den 1972'ye,
üçüncüsü 1972'den 1973'e kadar sürdü.
Dördüncü Tutukluluk: Kasım 1973 - Kasım 1976
"Hebron, Moskoviya, Ramalla ve
Nablus. Bu dört cezaevinin herbi- rinde üçer ay hücreye tıkıldım. Bu süre
boyunca sorgulama ve işkence de sürdü. ■ ,
"Hebron’daki sorgulama sırasında dışarda kar yağıyordu.
Beni soyup soğuğa çıkardılar. Zincirlerle bir direğe bağlayıp üzerime buz gibi
sular döktüler. Sonra çözüp, ısınmam için sobanın yanma getirdiler, ama hemen
ardından yine soğuğa ve buzlu suya döndük. Apış arama demir bilyeler koyup
hayalarımı sıkıştırdılar. Acısı bütün hücrelerime işledi.
"Sorgulamacılardan Ebu Harun yüzümü buldog suratına
çevireceğini söyledi. Gayet bilimsel çalışıyordu. İki saat süreyle hızlı
darbelerle yüzüme vurdu. Sonra bir ayna getirip 'Bak bakalım şimdi şu
suratına' dedi. Gerçekten de buldoğa benzemiştim.
"Nablus'ta sigarayla dağladılar, hayalarıma yine madeni bilye bastırdılar
-yumurtalarımı demire bastırıp buruyorlardı. Kerpetenle dört dişim söküldü.
"Üç yıl gözaltında tutuldum. Bu arada intikam olsun diye evimi de
dinamitlediler."
Beşinci Tutuklama: Kasım 1978-1980
"Kasım 1978'de yeniden tutuklanıp dosdoğru Hebron'a
gönderildim. Beni karşılarken sırıtarak şunu dediler: 'Sana kıçından itiraf
ettireceğiz.' Ben de onlâra kıçımla değil, ağzımla konuştuğumu söyledim.
"İşkencenin bir işe yaramayacağını bildiklerinden önce
kibarca konuştular. Sonra sorgulamayı yapacak adamları çağırdılar: Uri, Ebu
Harun, Psikiyatrisi Coni, bir parmağı eksik olan ebu Nimer, Ebu Ali Mikha ve Dr
Cims.
"Bir direğe zincirleyip devamlı göğsüme vurmaya
başladılar. Sonra yine sırt üstü yatırdılar, havaya zıplayıp göğsümün üzerine
indiler. Uri bu işi yedi sekiz defa yaptı. Bu bitmez vahşi işkence yedi gün
boyu sürdü. Çizmelerinin topuklarıyla tırnaklarımı ezdiler, parmaklarım
kırıldı.
"Kar yağıyordu. Üzerime su döktüler. Elime bir kağıt
tutuşturup iti- rafnamemi yazmam için iki saat süre tanıdılar. Karşılığında
hiçbirşey bilmediğimi söyledim. Bunun üzerine sandalyeye zincirlediler. Hepsi
birden elleriyle ayaklarıyla vurmaya başladılar. Yere düştüm. Başım yerdeydi.
Uri'nin havada uçtuğunu gördüm. Karate darbesini başıma indirdi. Bu, ondan
sonraki iki yıl boyunca hatırlayacağım en son şeydi.
"Sonradan söylendiğine göre, beni sürükleyerek hücreme
götürmüşler. Öteki tutuklular bana yemek verip temizlemek, bir yandan öbür
yana çevirmek zorunda kalmışlar. İdrarımı tutamıyor, üstüme başıma pisliyor-
muşum. Ellerimi oynatamıyor, yürüyemiyormuşum. İşitemiyor, kimseyi tanıyamıyor,
sadece dudaklarımı oynatıp ağzıma ne konursa yutuyormu- şum. Başımı bir yandan
öbür yana başkaları çeviriyor, ellerimi kollarımı vücudumun altından yine
başkaları çekiyormuş. Kilom 47'ye düşmüş.
"İki yıl sonra bir akıl hastanesinde gözlerimi açtım. Kaburgalarımda
beş kırık vardı ve yürüyemiyordum."
Nadir Afuri'nin arkadaşları tüm İsrail ile
işgal bölgelerinde kamuoyu yaratmayı başardılar. İsrail yetkilileriyle
gazetecileri Nadir Afuri'nin "deli numarası yaptığını", mükemmel bir
"oyuncu" olduğunu yazıyorlardı. Ancak ona bakmış olan tutuklular,
cezaevinden hastaneye sevk edildikten sonra onu ziyaret etmiş olan gazeteciler
ile sempatizanlar ve tedavisinde görev almış olan hastane personeli, durumun
tanıklarıydı. Onların sayesinde Nadir Afuri Filistin halkının gözdesi oldu,
çektikleri zulmün ve kahramanca direnişlerinin simgesi durumuna yükseldi.
Diş doktoru Azmi Şuaybi Batı Şeria'daki El Bireh İl
Meclisinin aktif üyesiydi ve Ulusal Rehberlik Komitesi temsilciliğine de
seçilmişti. Dr Şuaybi 1973'ten beri yedi kere tutuklandı, ağır işkencelerden
geçti ve cezaevine konuldu. 1980'den 1986'ya kadar El Bireh dışına çıkması yasaklandığı
gibi, akşam saat 6’dan sonra evinden dışarı çıkması da yasaktı. 1986'da
yeniden tutuklandı, ardından da Batı Şeria'dan çıkarıldı.143
Şimdiye kadar hakkında hiçbir silahlı eylem ya da şiddet
olayı suçlamasında bulunulmuş değil. Ama Dr Şuaybi İsrail'in işbirliği taleplerini
de reddediyor. İşgale ve göçmen yerleştirmelerine karşı bağımsız bir Filistin
devletinden yana yazıları var.
1973'te, yirmibirindeyken ilk kez tutuklandığında Azmi'ye
şöyle demişlerdi: "Seni izliyoruz. Üniversitede sınıf birincisiydin. Seni
Batı Şeria'da zengin ve nüfuzlu bir adam yapabiliriz. Bizimle birlikte çalış,
Köy Demeklerine (işbirlikçi kuruluşlar) katıl. "Bunları reddedince tutuklamışlar
ve korkunç işkenceler zinciri de böylece başlamıştı. Dr Şuaybi kendisine
uygulanan fiziksel ve psikolojik işkence yöntemlerini bir bir anlattı.
"Ağır sopalar kullanıyorlardı. Hareket edemiyeyim diye
bacaklarımı sandalyenin ayaklarının arasına sıkıştırmışlardı. Bu halde
falakaya yatırıp tabanlarıma vurdular. Acı korkunçtu. Ayağa kalkamadım.
"Bazan arkamda dururlardı. Orada birilerinin olup
olmadığını farke- demezdim. Sonra, sorgulamam birden bütün gücüyle, elleriyle
kulaklarıma vururdu. Birdenbire burnumda, ağzımda, kulaklarımda korkunç bir
basınç olurdu -beş dakika boyu süren tiz bir çınlama. Dengemi, işitme duyumu
yitirirdim.
"Beni sürekli dövme işi insan azmanı bir gardiyana aitti.
Sorardı: . 'Sen dişçisin. Hangi elinle iş yaparsın? Eğer elini kırarsak bir
daha dişçilik filan yapamazsın." Sonra da kıracakmışçasına vururdu elime.
"Ellerimi arkadan bağlayıp beni de kancaya astılar.
Bacaklarımı açıp hayalarıma sopayla vurdular. Sonra hayalarımı burdular.
İnsanın hayaları burulurken çektiği acıyı anlatamam. Midene bıçaklar saplanır,
bütün sinirlerinle duyarsın acıyı. Bayılmak istersin.
"Kış ortasında anadan doğma soyup dışarıya koydular,
ellerim kelepçeli durumda kancaya asılıydı. Bu şekilde gece 1 l’den
giindoğumuna kadar asılı kaldım. Sonra hücreme götürüldüm. Yatıp uyuyamayayım
diye hücrenin zeminini suyla doldurmuşlardı.
"Onlarla çalışmamı, çalışırsam da bunu ne Kızıl Haç'a he de başkalarına
anlatmamamı söylüyorlardı. Ben de şöyle dedim: 'Peki, onlara sizinle çalışmamı
istediğinizi kimseye anlatmamamı söylediğinizi söyleyeceğim.' İşbirliğini
reddettim. Bunun üzerine durup dinlenmeden dayağı sürdürdüler."
1980’de İsrailliler yeni yöntemler
uygulamaya koydular. Dr Şuay- bi bu yöntemleri "psikolojik işkence"
olarak niteliyor ve bedensel acıdan daha zor katlanılır olduklarını söylüyor.
"İnsanın beyni mahvoluyor," diyor.
Dr Azmi
Şuaybi'ye aşağıdaki yöntem uygulandı:
. Tecrit: "Askerler dahil
kimsenin benimle konuşmasına izin yoktu. Hücrem 1.5m x 1.8m x 3m
boyutlarındaydı. Bir köşede tuvalet olarak kullanılan leş kokulu bir delik
vardı. Yere yakın küçücük bir pencere vardı. Gökyüzünü göremiyordum. Işık gece
gündüz yanıyordu. Okuyacak hiçbirşeyim yoktu. Hiçbir ses duymuyordum. Yemek
köşeye bırakılıp, kapı hafifçe aralanıyordu. Ancak lokma lokma alabiliyordum
yiyeceğim şeyi.
"Yatak 1 cm kalınlığında plastik bir şilteydi. Her zaman
ıslaktı. Haftada sadece bir kere, yatağı havalandırmak için birkaç dakika
dışarı çıkabiliyordum. Hiçbir askerin benimle konuşmasına izin yoktu.
"Kafa sağlığımı korumak için küçük portakal kabuğu
parçaları biriktirip onlardan şekiller yapıyordum. Kendi kendime sorular sorup
cevaplar veriyordum. Battaniyeden ip çekip bunları örüyordum."
Dolap: "Günler geceler boyu 50 cm'ye 50 cm
boyutlarında bir dola- bin içinde iki büklüm, ama ayakta bırakıldım. Çok
karanlıktı. Başıma pis bir torba geçirilmişti. Ellerim özel kelepçelerle
arkadan bağlanmıştı. Ellerimi ne şekilde oynatsam kelepçeler kendiliğinden
sıkışıyordu. Dolabın içinde hareket etmem imkansızdı. Ayakta uyumak
zorundaydım. Her uykuya dalışımda ancak bir dakika uyuyabiliyor, hemen
ardından boğuluyorum sanıp uyanıyordum."
Sorgulamacılar: "Sorgulama ve
işkence bir ekip tarafından yürütülüyordu. Hepsi de polis veya yüzbaşıydı.
İsimleri Gadi, Edi, Sami, Yakob
ve Dany'ydi. Sorgu odası onların krallığıdır,
kimse giremez.
"Lübnan'ın 1982'de İsrail tarafından işgali sırasında
sorgulama ekibi Lübnan'a gönderilmiş, Batı Şeria'daki hapishanelere yeni bir
ekip getirilmişti. 'Yeni' ekipte eski işkenceciler vardı. Bir tanesi on yıl
önce işkenceciyken şimdi işadamı olmuştu.
"Yüzbaşı Dany Lübnan’dan benim tutukluluğum sırasında döndü. Uzun
boylu, otuzbeşinde, yakışıklı bir adamdı. Çok adi idi. Durmadan 'Ananı sikeyim,
kızkardeşini sikeyim' diye bağırırdı. İnsanın ağzını zorla açar, içine
tükürürdü. 1973'te arkama şişe sokmaya çalışmıştı. Lübnan'dan dönüşünde beni
görünce, 'Ah, Azmi’de buradaymış' dedi, sonra da Ansar'daki küçük çocukları
anlatmaya başladı. '10, 11, 12 yaşlarında çocukları sorguluyorum' diye başlayıp
onları nasıl dövdüğünü anlattı."
Dr Azmi Şuaybi 1982'de üç kere tutuklandı.
7 Aralık 1981 ile 16 Ocak 1982 arasında Batı Şeria'daki genel grev ile Bir Zeit
Üniversite- si'nin kapatılışı sırasında tecrit hücresine girdi. Lübnan'daki
İsrail işgali süresince bu hücrede tutuldu.
"Bir süre önce bana şunu dediler: 'Seni her ay içeri tıkarak muayenehanendeki
işine engel olacağız. Bilgisayarımız her defasında bir daha ne zaman
tutuklanman gerektiğini belirleyecek."'
Dr Azmi Şuaybi 1986’da sınırdışı edildi.
■ ..
Muhammed Manasra hem sendikacı, hem de Beytlehem Üniversitesi Öğrenci
Senatosu sekreteriydi. Şimdi de yazarlık ve gazetecilik yapıyor. Üç defa
tutuklandı, toplam dört buçuk yıl içerde kaldı, ayrıca iki yıl da göz hapsinde
tutuldu. Sorgulaması sırasında kendisine yapılan işkence korkunçtu. Bu
işkenceler sonucu cinsel fonksiyonlarını ve işitme duyusunu yitirdi. Ayrıca,
evde göz hapsi, kent dışına çıkamama gibi cezalardan başka kısa süreli gözaltı
uygulamalarına da maruz bırakıldı.144
"1969’da ilk defa
tutuklandığım zaman 19 yaşındaydım. Bir grup ta
insanla beraber alınıp Moskoviya'ya
(Kudüs'teki Rus Sitesi) götürüldüm. Orada kaldığım altı ay boyunca, katıldığım
gösteriler, yayınlar ve örgütler hakkında sorguya çekildim.
"Moskoviya bir vahşet yatağıydı. Giysilerimizi alıp
gözlerimizi bağladılar. Ellerimizi kelepçelediler, onumuzu bir arada zincire
vurdular. Çırılçıplak soyarlar, ıslatırlar, sonra da başımıza ve cinsel
organlarımıza sopayla vururlardı. Sırayla yaparlardı bu işi. Kovaları suyla
doldurduklarını duyduğumuz zaman büzülürdük, ama ne yapsak dayaktan koruyamazdık
kendimizi.
"Avukat arkadaşım Beşik el Karya 1969'dan beri içerde. Üç gün boyunca
kafasına sopayla vurmuşlardı. Vurulan yer çürükten yemyeşil olmuş, beş yıl
boyunca da iltihaplı kalmıştı. Şu anda hâlâ Tulkarm cezaevinde."
"1971'de yetkililer beni hem FHKC (Filistin Halk
Kurtuluş Cephesi), hem de Fetih (FKÖ içindeki Yaser Arafat grubu) üyesi
olmakla suçladılar. Oysa aynı insan iki ayrı örgüte üye olamaz.
"Güvenlik servisleri tek bir suç dahi yöneltmediler. Bana iki seçenek
gösterdiler. Yasadışı örgüt üyeliğiyle suçlanıp hapse atılmak ya da gönüllü
olarak Amman'a (Ürdün) göç etmek. Onlara, sürgün edilmekten- se ömür boyu
hapiste kalmayı tercih ettiğimi söyledim. Birleşik Öğrenci Konseyi üyesi
olduğumu itiraf çttim. Bu, bütün öğrenci örgütlerinin konseyiydi ve yasadışı
ilan edilmişti. Ondan sonraki bir yıl boyunca Ramalla ve Nablus cezaevlerinde
sorgulamam sürdü."
”1975'te Deyşe kampındaki evime zorla girip bütün kitaplarıma el
koydular. Sonra da Bassa polis karakoluna götürüp iki gün boyunca dövdüler.
Soru filan sormadılar. Sorgulamacılardan biri önümde, öteki arkamda duruyordu.
Arkada duran hiç beklemediğim bir anda iki yandan iki kulağıma avuçlarıyla
alkışlar gibi bir darbe indiriveriyordu. Kulaklarımdan ve ağzımdan kan
fışkırıveriyordu o anda. Bu yüzden beynim zedelendi. Benim işkence gördüğüm
yere tutuklulardan birini gözdağı ver-
mek
üzere getirdiklerinde adam bayıldı.
"Üç yıl tuttular beni. Önce Hebron ve Ramalla'da, sonra yine Heb-
ron'da, sonra Farguna, Beer-Şeba, daha sonra yeniden Hebron ve Beer- Şeba'da
kaldım. Açlık grevlerinden sonra "güvenlik gerekçesiyle" naklediliyordum
oradan oraya."
M.
Manasra Hebron'a götürülüp çeşitli işkencelerden geçirilmişti.
"Başaşağı bağlayıp falakaya yatırdılar, odunla
ayaklarıma vurdular. Hiç bitmeyecek gibiydi. Ne kadar çok vurdular, tahmin
edemezsiniz. Ayaklarım şişmekten davul gibi olmuş, renkleri maviye dönmüştü.
İçten içe de kanama vardı.
"Soyup, ellerim başımın üzerinde kalacak şekilde
zincirle askıya al dılar. Ayaklarımın ancak uçları yere değebiliyordu.
Durmadan ayaklarıma vuruyorlardı... Sadece ayaklanma. Bazen yere indirip
ayaklarımı pis, leş kokulu soğuk suya sokuyorlardı. O zaman diniyordu acım. Ama
sonra yeniden askıya alıyorlardı. Asılı halde uyumak zorunda kalıyordum, ellerim
öylece başımın üstünde. Ondört gün boyunca...
"Maisara Abul Hamdia da benimle beraberdi. Ben bir darbe
yemişsem, o iki yemiştir. Beni işkence odasına soktuklarında o askıda olurdu,
onu soktuklarında da ben. (Maisara sonradan Ürdün'e sürüldü.)
"On dört günün sonunda ikide bir fenalaşıp bayılmaya
başladım. Beş numaralı hücreye koydular. 160 cm x 60 cm x 168 cm boyutlarında
bir yerdi. Tavanın yüksekliği benim boyum kadardı; uzunluğu da öyleydi ki
yattığım zaman bacaklarımı duvara kaldırmak zorunda kalıyordum.
"Duyduğum tek ses anahtarların sesiydi. O sesi duyduğum
anda korkudan her yanım ürperiyordu. Orada tam olarak ne kadar kaldığımı
bilmiyorum. Beş günle bir hafta arası birşeydi.
"Beşinci hücreden dördüncüye geçirildiğim gece sabaha
kadar dövdüler. Kalın sopalarla başıma, cinsel organlarıma vurdular. Saçımı
çekip başımı duvarlara vurdular. Şu anda cinsel organlarımla sürekli sorunum
var ve şimdiye kadar gerek o bölgemin, gerekse başımın bir sürü röntgenini
çektirdim.
"Askeri mahkemeye sabahın erken saatinde çıkarıldım. Bütün gün
beklettiler. Duruşma filan olmadı. Bunun yerine ünlü sorgulamam Ebu Gazal
geldi. Saçımdan kavrayıp savurduğu gibi bütün vücudumla duvara
çarptı beni. Saçlarım koptu.
Eğer iki gün içinde itirafta bulunmazsam beni Sarafand ya da ’Akka'ya (1974 ile
1975'te kullanılan gizli bir cezaevi) göndermekle tehdit etti.
"Hücreme koydular ve hep uyudum. Gece
miydi, gündüz müydü, iki gün müydü, yoksa on mu, farkında bile değildim. O
dönemi hatırladıkça hâlâ sırtımdan aşağı soğuk terler boşanıyor, bacaklarım
titriyor.
"İki gün sonra on asker hücreme dalıp
dövmeye başladılar. Yerde sürükleyerek işkence odasına götürdüler.
Arkadaşlarımla yoldaşlarımın itiraf ettiklerini söylediler. 'Onlar kim ise
gösterin bana' dedim. Yalan söylediklerini biliyordum çünkü. Beni itirafa
zorlamak için getirdikleri insanlar iki tipti: Birinciler bana yapılan
işkenceye dayanamayan yufka yürekli, zayıf insanlar, İkinciler de 'asafir'
(casus) denilenlerdi.
"Yeni yöntemler uygulamaya
başlamışlardı. Kimi zaman dayak, kimi zaman sevecen sözler yoluyla çözülmemi
sağlayıp itiraf ettireceklerini umuyorlardı. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi,
Fetih ve Komünist Partisi üyesi olmakla suçluyorlardı beni. Bu suçlamalar sık
sık değişiyordu, ama değişmeyen bir şey vardı: Her suçlamanın ardından gelen
korkunç dayak.
"Beni görmeye iki tane.binbaşı
getirdiler. Bu adamlar altı saat boyu Sovyetler Birliğinde
Yahudilereyapılanlarla Çin'de ulusal azınlıklar üzerindeki baskıları
anlattılar bana. Beni komünistlikle suçladılar^ çünkü evimde Marksizm ile
ilgili kitaplar bulmuşlardı. Onlara, Filistin halkına kendi kaderini tayin
hakkı verilmedikçe burada hiçbir zaman barış sağlanamayacağını söyledim.
Bunları yazıp imzalamamı istediler, ben de istenileni yaptım.
"Kırk altı günlük sorgu ve
gözaltından sonra Ramalla'daki askeri mahkemeye gönderildim. Otoriteye karşı
eylemde bulunmakla suçladılar. Avukatım Gozi Kfir bu konuda ayrıntı istedi.
Buna karşılık mahkemenin verdiği yanıt şu oldu: 'Bu adam bir devrimci ve
haindir.’
"Duruşmadan önce avukatımla savcı bir pazarlık
yapmışlardı. Eğer mahkemede, uğradığım işkencelerden söz etmezsem hakkımda
hiçbir suçlama yapılmaksızın salıverilecektim. Ne var ki yargıç bu anlaşmaya
aldırmayıp beş yıl hapis cezası verdi. Üç yılını içerde geçirdim, iki yılında
da dışarda göz hapsinde tutuldum."
Evde Göz Hapsi ve İl Sınırlan Dışına Çıkma Yasağı:
Şin Bet, Muhammed Manasra'yı hapisten
çıktıktan sonra da rahat bırakmadı. Çalıştığı işyerlerinin sahiplerine gidip
onu kovmasını söylediler. Böylece, tam gün mesaili sendikacı olana kadar
Muhammed Manasta dört işten kovuldu.
7 Ocak 1982'de Muhammed Manasra'ya
Beytlehem'den ayrılıp 1967 öncesi sınırlar içinde kalan ve aynı zamanda doğduğu
köy olan Vadi Fukin'e dönmesi bildirildi. Burada altı ay evde göz hapsine
alındı. Hiçbir geliri olmadığı için komşularının yardımıyla geçinmek zorunda
kaldı.
Yetkililer ve Köy Derneği (işbirlikçiler)
Muhammed Manasra'yı, ailesini ve onlarla ilişkide olan herkesi tehdit
ediyorlardı. Defalarca evine saldırıldı, kitapları kağıtları alınıp götürüldü.
Ailesinin Batı Şeria'ya geçmesi yasaklandı. Erkek kardeşlerinin çalışma
izinleri ellerinden alındı. Karısı sanılıp baldızına saldırıda bulunuldu.
Askeri Vali, oğulları Muhammed Manasra'yı
ziyarete giden tüm ailelere tehditler gönderdi. Genç erkekler, hakkında
soruşturma yapıldı. Bu ziyaretlerden sonra üç ilkokul öğretmeni içeri alınıp
sorguya çekildi. "Beni ekonomik, sosyal ve manevi yönden kuşatmaya
aldılar."
Muhammed Manasra il sınırı dışına çıkma
yasağına rağmen Beyt- lehem’e döndü. Orada hiç değilse karısı bir işe girip
çalışabilirdi. "Beni Vadi Fukin'e dönmeye zorlamak için erkek kardeşimle
çocuğumu tutukladılar, ama ben yine de Beytlehem'de kaldım."
Sonradan evde göz hapsi uygulaması
Beytlehem'e alındı. "Evde uzun süre oturamıyordum. Oraya buraya
gidiyordum. O zaman da askerler yakalayıp cezaevine götürüyorlardı."
1 Aralık 1982'de yeni bir emirle il
sınırları içinde istediği yere gidebileceğine ilişkin izin çıktı, ancak
çalışması hâlâ yasaktı. Hergün Askeri Vali'ye gidip görünmek ve öğleye dek de
orada kalmak zorundaydı.
Bir yıl sonunda yasaklar kalktı. Ama bir aydan az bir zaman sonra
Askeri Vali altı ay daha il sınırları içinde kalma emri verdi.
Yemden Hapis:
Muhammed Manasra 1983'te sosyoloji öğrenimi görmek
üzere Beytlehem Üniversitesi'ne girdi. Çok geçmeden de Öğrenci Senatosu
Sekreterliğine seçildi. Kasım 1983'te de ev sahipliğini yaptıkları bir Filistin
kültür gösterisinin ardından öğrenci örgütünün diğer üyeleriyle birlikte
tutuklanıp yeniden cezaevine götürüldü.
Filistinli gençlere sürekli ve düzenli olarak işkence
yapılmaktadır. İsrail veya İşgal Bölgesi vatandaşı olmaları bunu değiştirmez.
Galileli Hüsam Safiye ile Ziyad Sibe Ziyad, Sabra ve Şatila katliamlarının
birinci yıldönümünde Filistin bayrağı çektiler diye tutuklandılar. Altı ay sonra,
ne aleyhlerinde bir kanıt, ne de kendilerinden bir itiraf elde edileme- yince
beraat edip salıverildiler. Mahkemede bu gençler gözaltı süresince kendilerine
yapılan işkenceleri anlattılar.
Üzerlerine soğuk su sıkılıp soğuk odada çırılçıplak
bırakılmışlardı. Cinsel organları dahil vücutlarının her yerine vurulmuştu.
Elektrikli işkenceden geçirilmişlerdi. Ziyad, elleri arkadan bağlı halde iki
sorgulaman arasında bir öne bir arkaya savrulmuştu. Yüzüne, ensesine darbeler
almıştı. Ama yine de itirafı imzalamayı reddetmişti.145
Hebron'un öldürülen belediye başkanı Fahad Kavasmi'nin oğlu
Muaviye Fahad Kavasmi ile kuzeni Hüsami Fayiz Kavasmi, Batı Şeria ile
Gazze'deki son ayaklanma sırasında İsrailliler tarafından gözaltına alınan 4000
Filistinli gencin arasındaydılar.
İsrailli sorgulamacılar bu gençlerin üzerine su sıktılar,
ayaklarına elektriğe bağlı kıskaçlar takıp akım verdiler. Muaviye yarım saatlik
elektrik işkencesi sırasında üç defa bayıldı.146
"Güvenlik" suçlarından zanlı olarak içeri alınanları sürekli olarak
savunan avukatların ağız birliği halinde ilan ettikleri şey, İsrail ve 1967
sonrası işgal bölgelerindeki askeri mahkemelerin "İsrail haberalma
servislerince yürütülen işkencelere gizlice ortak oldukları ve bunları bilerek
sakladıklarıdır."147
Savunma makamının itirafnamenin geçerliliğini çürütmeye
kalkması ya da işkenceyle ilgili kanıtlar ileri sürmesi halinde, "küçük
bir duruşma" ya da "Zuta" (İbranicesi) yapılır. İddia makamı
itirafnameyi yazdırmış olan ordu ya da polis görevlisini çağırtır. Ancak,
İsrailli avukat Lea Tsemel'in bu konudaki gözlemi şu: "Bu görevli ifadeyi
alır, daha doğrusu tutuklu adına ifadeyi düzenler. Ne var ki bu görevli
sorgulamayı yürüten ya da işkenceyi yapan kişi değildir. Dolayısıyla
itirafnamenin tutuklunun kendi isteğiyle kabul edildiğini söyleyecektir."148
Sorgulamacılarla gardiyanlar çok zor tanmabilmektedirler,
çünkü ya Ebu Sami, Ebu Cemil gibi Arap isimleri ya da Jacky, Dany, Edi, Orli
vb. takma isimler kullanırlar. Tutuklu, kendisine işkence yapan kişiyi
mahkemeye getirmeyi başarsa bile, sonuç sıfırdır... Lea Tsemel müvekkiline
işkence yapmış olan sorgulamacının binbir engel aşılarak, bir yığın çabayla
mahkeme önüne nasıl çıkarıldığını anlattıktan sonra şunları söyler:
"Sanığa şöyle bir baktı ve onu daha önce hiç görmediğini söyleyiverdi.
Bu, davanın kapanmasına yetti."149
Vasfı O. Masri yalnızca beş itirafname hakkında kabul
edilemez hükmünün verilmesini sağlamayı başarmıştı -bu başarı gerek İsrail, gerekse
1967 sonrası işgal bölgelerinde çalışan avukatlar tarafından takdirle anılır.
Ne var ki bu bile beraati garantileyecek birşey değildir. Söz konusu beşe
karşılık daha binlercesi vardır çünkü.
Evde Göz Hapsi ve İl Dışına Çıkma
Yasağı
Acil Savunma Yönetmeliği'nin 109 no.lu
hükmüne göre, bir askeri vali herhangi bir kimseyi istediği bir bölgede
yaşamak zorunda bırakabilir. İnsanları yaşadıkları ev ya da bölgeye
hapsedebilir. Seyahat etmeyi veya başkalarıyla görüşmeyi kısıtlayabilir. Bu
tür cezalar altı aylık süreler için verilir, ama süre bitiminde
tekrarlanabilir. Bazı durumlarda insanların "bir dahaki bildiriye
kadar" cezalandırıldıkları da olmuştur.
Evde göz hapsi, il sınırları dışına çıkma
veya seyahat konusundaki kısıtlamalarda ne resmi bir suç duyurusu yapılmış, ne
de kişi mahkeme önüne çıkarılmıştır. Emri çıkaran Askeri Vali suçun biçimi
konusunda ayrıntılı açıklama yapmak zorunda değildir. Her ne kadar hakkında
kısıtlama emri çıkarılmış kişinin bu durumunu Askeri Temyiz Komitesi ya da
İsrail Yüksek Mahkemesi'ne götürme hakkı varsa da, mahkemenin
"güvenlik" gerekçesiyle alınmış bir karara karşı çıkması çok ender
görülen birşey olduğu gibi, işkence kurbanlarıyla avukatlarının bir dava
hazırlamaları da zordur.
109 no.lu hüküm, 1967'den beri işgal altında olan bölgelerdeki Filistinlilere
olduğu kadar, İsrail'dekilere karşı da işletilmiştir. Aydınlara, gazetecilere,
öğretmenlere, sanatçılara, hukukçulara, sendikacılara, öğrencilere ve siyasi
kişilere karşı kullanılmıştır. Bu insanların kesinlikle hepsi değilse de çoğu
İsrail'in politikasına yönelik eleştirilerinde ve Filistin halkının kendi
kaderini tayin hakkını savunurken gayet samimi ve sözünü sakınmaz bir tutum
içindeydiler. Ocak 1980 ile Mayıs 1982 arasında Uluslararası Af Örgütü 77
kişiyi etkileyen 136 kısıtlama emri saptamıştır.150 1983 Eylül'ünde
Sabra ve Şatila katliamlarının yıldönümünde meydana gelen olayların ardından
100 kısitlama emri çıkarıldı151 ve bu politika bugüne kadar da
sürdü.
İsrail cezaevleri aslında siyasi
cezaevleridir. Buralarda tutulanlar esas olarak, silahlı ya da silahsız olarak
direniş eylemleri planladıklarından, yaptıklarından veya yapılmasına yardımcı
olduklarından kuşkulanılan, bunlarla suçlanan ya da baskı altında bunları
yaptıklarını kabul ettikleri için "suçlu bulunan" Filistinlilerdir.
Tam mahkûm sayısını gösteren istatistikler olmamakla beraber, yüksek-güvenlik
cezaevlerinde uzun süreli cezalar çekmekte olan mahkûmların sayısı hiç
değişmeden hep 3000 civarında dolaşmaktadır. Neve Tertza'da 30 Filistinli kadın
bulunmaktadır; buna Lübnan'dan getirilen kadınlar dahil değildir. Avukatlar
her yıl 20,000 Filistinlinin cezaevlerine sokulduğunu tahmin etmekteler.
1967 öncesi sınırlar içinde on cezaevi
vardır: Kafar Yona, Ramle Merkez Cezaevi, Şatta, Damun, Mahana Ma'siyahu,
Beer-Şeba, Tel Mond (çocuklar için), Nafha, Aşkelon ve Neve Tertza.
1967 sonrası işgal bölgelerindeki
cezaevlerinin sayısı dokuzdur: Gazze, Nablus, Ramalla, Beytlehem, Fara'a,
Eriha, Tulkarm, Hebron ve Kudüs. Hayfa yakınındaki Yagur (Jalameh) ve Atlit,
Tel Aviv'deki Ebu Kebir ve Kudüs'teki Moskoviya (Rus Sitesi) bölgesel
tutukevleridir. Bunlardan başka Hayfa, Akre, Kudüs ve Tel Aviv'deki polis
merkezleri, devlet sınırları içindeki onsekiz polis istasyonu ve işgal
bölgelerindeki ileri polis karakolları, kuşkuluların sorgulanmasında ve işkence
altında tutulmasında kullanılmaktadır.152
, Ülke çapındaki askeri tesisler de aynı
zamanda birer sorgulama ve işkence merkezi olarak görev yapmaktadırlar.
Mahkûmlar bunların içinde en korkunç olanının Armon ha-Ayadon olduğunda
birleşiyorlar. Adına "Cehennem Sarayı" veya "Akıbet
Sarayı" da denilen bu yer Sarafand yakınındaki Mahana Zerfin'de bulunuyor.
Son olarak bir de gölgelik çadırlardan oluşan toplama kampları var.
Buralara da 1982 işgali sırasında Lübnan'dan getirilen pek çok Filistinli
mahkûm ile, şu andaki direniş sırasında toplanan gençler doldurulmuş durumda.
Bu toplama merkezlerinden Mecido, Ansar II (Gaz- ze'de) ve Dahriye insanlık
dışı koşullan ve günlük işkence programlarıyla ünlüdürler.
Farklı Muameleler
1967 sonrası işgal
bölgeleriyle 1967 öncesi İsrail’deki, yani "Yeşil
Hat" üzerindeki
Filistinlilerin konulduğu cezaevleri arasında çok fazla fark yoktur. Aşkelon
cezaevi, Nafha cezaevi, Beer-Şeba cezaevinin merkez bölümü ve Ramle cezaevinin
özel bölümü 1967 öncesi İsrail sınırlan içinde olup Batı Şeria ve Gazze'deki
1967 sonrası işgal bölgelerinden getirilen Filistinlilerin konulduğu büyük
toplama merkezleridir. Damun ve Tel Mond Filistinli gençlerin tutulmasında
kullanılmaktadır.
Cezaevinin bulunduğu
bölgenin cezaevindeki koşullarla fazla ilgisi yoktur. İsrail cezaevi
yetkilileri adi suçlardan yatan kişilerle "güvenlik suçlarından"
hüküm giymiş kişiler, yani siyasi suçlular arasında acımasızca ayırım
yapmaktadırlar.
Siyasi suçlu olarak çok az
Yahudi, adi suçlu olarak da özellikle işgal bölgelerinden çok az Filistinli
olduğu için bu bölünme Yahudi mahkûmlarla Filistinli tutuklular arasında fiili
bir ayırımın doğmasına yol açmıştır. İki grup arasında ilişki ve haberleşme
yasaktır. Ya farklı cezaevlerinde ya,da aynı cezaevinin farklı bölümlerinde
tutulurlar.
1967'den sonra işgal
edilen bölgeden gelen Filistinli mahkûmlar ile 1967 öncesi İsrail'de yerleşmiş
olup İsrail vatandaşı olan Filistinliler ve Dürzilerin oluşturduğu
"İsrailli Arap" mahkûmlar arasında da ayırımlar gözetilir. Batı
Şeria ve Gazze'den gelen mahkûmların koşullan 1967 öncesi "İsrail
"den olanlarınkinden kat kat beterdir.
1967 öncesi İsrail'den
olan mahkûmlardan hepsi olmasa da bazılarına yatak veya şilte verilir. 1967
öncesi İsrailli mahkûmların %70'i bu "ayncahk"tan yararlanmaktadır.
Aynca, iki haftada bir ziyaretçileriyle görüşebilir, ayda iki mektup
yollayabilirler. Yazın üç, kışın beş battaniye hakları vardır.
Avrupa ve Amerika'daki cezaevlerinde bir mahkûma 10.5
metre karelik alan düşerken, Batı Şeria ve Gazze'den gelen Filistinlilerin kaldıkları
cezaevlerinde bu alan bunun onda biri kadardır, yani mahkûm başına 1.5 metre
kare.
Cezaevi bürokrasisinin ağzından çıkan kendi
içinde yasadır. Bu çarkın içine giren bir yurttaş tüm haklarını yitirir ve
birdenbire, acımasızlıklarından dolayı seçilmiş olan insanların elinde bulunan
tamamıyla keyfi bir otoritenin ağına düşer.
Cezaevleri Yasası (1971'de gözden geçirilmiş haliyle) 114
maddeden oluşur. Bunların içinde mahkûm haklarını tanımlayan tek bir madde ya
da alt madde yoktur. Yasa, İçişleri Bakanı nı yasal olarak bağlayan bir dizi
kural içerir, ancak bu kuralları Bakan'ın kendisi kararnameler yoluyla formüle
eder. Ne otoriteye zorunluluklar dayatan hükümler vardır, ne de mahkûmlara en
düşük yaşam standardını bile garanti eden bir madde.
İsrail’de 5 m uzunluğunda, 4 m genişliğinde ve 3 m
yüksekliğindeki bir hücreye yirmi mahkûmu tıkmak yasal olarak mümkündür. Bu
mekânın içine açık bir ihtiyaç yeri de dahildir. Mahkûmlar bu tür hücrelerde
günde yirmi üç saat bile tutulabilirler.
1978'de Ha'aretz gazetesinde
İsrailli gazeteci Yair Kutler'in 1967 öncesi İsrail sınırlan içindeki
cezaevlerinin fiziksel koşulları üzerine derinlemesine bir incelemesi
yayımlandı. Yair Kütler İsrail'deki cezaevi yaşamını "dünya
cehennemi" olarak adlandırdıktan sonra her cezaevini ayrıntılı olarak
anlatıyordu.153 Söylediği şeyler tüyler ürperticiydi:
Kafar Yona: Üst düzeydeki yetkililer
Kafar Yona cezaevine "Kevar Yona" (Yona'nm Mezarı) derler.
Kapılarından içeri adımını atan herkesi dehşete düşüren bir toplama merkezidir
burası. Tutukluların ağzındaki adı ise "Meurat Petanim"dir (Kobra
Yuvası).
"Oraya sokulan insanlan mahkemeye
çıkana kadar korkunç şeyler bekler." Hücreler soğuk ve nemlidir. Yırtık
pırtık, leş gibi yatakların üzerinde bir sürü insan bir arada yatar. Çoğu
tutuklu bu yüzden yerde uyur. İğrenç dışkı, ter ve kir kokusu, kilitli,
sürgülü, hücrelerin içinden hiç eksik, olmaz. D kanadındaki oniki, onsekiz ve
yirmi tutuklunun takıldığı üç öda vardır.
Rainle Merkez Cezaevi: İsrail'deki
en sıkı cezaevlerinden biri Ramle'dir. Eskiden, önceleri at ahin olarak
kullanılmış, daha sonra İngilizler zamanında polis merkezine çevrilmiş.
Yediyüz tutuklunun üst üste takıştınldığı leş gibi bir yerdir. Pek çok
tutuklunun yatağı veya kendine ait küçük te olsa bir köşesi veya birkaç
metrekarelik bir alanı bile yoktur. Çoğu zaman yüz kadar kişi yerde yatmak
zorunda kalır. *
Ramle'de yirmibir tane tecrit hücresi (X'ler) vardır. Dış dünyayla
ilişkisi bütünüyle kesik olan bu hücrelere hiç gün ışığı girmez. Bütün gün
yanan, sallanan bir ampul vardır sadece.
Tecrit hücrelerinden başka zindanlar da
vardır Ramle'de. Bunlar 2 m x 80 cm x 2 m büyüklüğündedir. Karanlık, pis ve
iğrenç kokuludurlar. Ne pencere vardır, ne aydınlatma. Ancak kapıdaki küçük
bir delikten koridordaki ışığı alabilirler.
Tutuklu bir zindana atılmadan önce tamamen
soyulur ve yırtık pırtık, ipincecik bir entari giydirilir. Günde ancak bir kere
tuvalete gitmesine izin verilir, bunun dışında gece gündüz dişini sıkmak
zorundadır. Kapıdaki bir delikten idrarını yapabilir. Ne günlük yürüyüşe, ne
de duşa izin yoktur.
Sık sık dayak uygulanır. En gözde yöntem
"battaniye yöntemidir". Bir iki gardiyan mahkûmun başını örtüp
bayıltıncaya kadar döverler.
Bir tutuklu suskunluğa terkedilmekten
kurtulmak için boyun eğmeyi ve kendisini alçaltmayı bir yaşam biçimi haline
getirmeyi öğrenmek zorundadır.
Damun: Damun'da yaşam bir
"dünya cehennemidir”. "Yaşam koşulları, Tanrı'nın unuttuğu bu yere
gelen her ziyaretçiyi dehşete düşürecek kadar utanç vericidir." Binalar
soğuğu ve nemi çeker. Beş battaniye bile insanı ısıtmaya yetmez. "Çoğu
hasta, büyük bölümü de umutsuz durumdadır."
Damun'da gençleri barındıran bölümün
koşullan daha da kötüdür. O kadar kalabalıktır ki, gençler ancak onbeş günde
iki saat kadar kollarını bacaklarını uzatabilirler. Kaldı ki, bu imkân da çoğu
zaman kullanılamaz.
Şatta: Şatta'daki kalabalık fecidir.
İğrenç koku ta uzaktan hissedilir. Hücreler karanlık, nemli ve soğuktur.
Havasızlık boğucudur. Yazın Bet Shean vadisine sıcak çöktüğünde cezaevi
cehennem gibi yanar.
Sarafand: "Akıbet Sarayı",
Ben Gurion havaalanından beş mil uzakta, Kudüs-Tel Aviv yolunun son
kilometrelerinde, dışardan geçenlerin görebildiği yüksek tel çitin ardındadır.
Bu, on mil kare genişliğinde olan Sarafand'ı çevreleyen çittir. Sarafand,
İsrail'in en büyük ordu donatım ve levazım deposudur. Aynı zamanda Yahudi
Ulusal Fonu'nun da 1967 öncesi İsrail ile 1967 sonrası işgal bölgelerindeki
yeni yerleşim yerlerinin yapımında kullanılan malzemeyi depolamakta kullandığı
yerdir.
İşgal, yerleşme, sömürgeleştirme ve
Filistinlilere uygulanan işkence arasındaki şaşmaz ilişki böylece açıklık
kazanmaktadır. Sarafand -işkence merkezi- bu bakımlardan tarihi öneme sahiptir.
İkinci Dünya Savaşı'ndan
önce inşa edilen Sarafand, İngiltere'nin ana levazım deposu olarak hizmet
gördü. 1936'da İngiliz yönetimine ve ülkenin Siyonistler tarafından
sömürgeleştirilmesine karşı başlatılan Filistin ayaklanması sırasında
tutuklanan kişiler için en korkunç kamplardan biriydi. İngiliz Mandası'ndan
kalma eski binalar İsrail yetkililerince aynen devralınmış, işlevleri hiç
değiştirilmeden yeni kuşak Filistinli tutuklular için kullanılmaya
başlanmıştır. Filistinliler ve Yahudiler tarafından İngilizler döneminde
"toplama kampı" olarak bilinen merkez, o günden bu yana gerek
özelliklerini, gerekse işlevini aynen korumuştur.
Nafha-Siyasi Cezaevi: Filistinli
siyasi tutuklular Savaş Esiri statüsü almadıkları halde esir kampları onlar
için inşa edildi. Nafha da içinde yaşayanlar tarafından "siyasi
cezaevi" olarak adlandırılmaktadır.
Çölde, Mitzoe Ramon'dan
sekiz kilometre uzakta, Beer-Şeba ile Eilat arasındaki yolun ortalarındadır.
Korkunç kum fırtınalarının estiği çırılçıplak bir arazide yer alır. Kum
herşeyin içine işler. Geceleri feci soğuk, gün boyu ise dayanılmaz derecede
sıcak olur. Yılanlar, akrepler hücrelerin içinde cirit atar.
Sıradan bir hücre 6 m.'ye
3 m büyüklüğündedir. Yerde on yatak vardır, başka da yer yoktur. Bir köşede
gayet ilkel bir ihtiyaç çukuru bulunur. Çukurun tam üstünde duş vardır.
Böylece, bir tutuklu tuvalette otururken ötekiler vücutlarını ya da
bulaşıklarını onun tepesinden uzanarak yıkamak zorundadırlar. Böyle bir odada,
on tutuklu günde yirmi üç saat geçirmek zorundadır. Bütün tutuklular günde yarım
saat 5 m'ye 15 m büyüklüğünde beton bir avluda yürüyüşe çıkmak zorundadırlar.
Tutukluların çoğu devamlı çektikleri işkenceden ya da
cezaevin- deki acımasız yaşam koşullarından ötürü hastadır.154
İsrail
Cezaevlerinde Günlük Uygulamalar
Siyasi tutuklular sık sık yaptıkları
açıklamalarda gerek 1967 öncesi İsrail, gerekse 1967 sonrası işgal
bölgelerindeki tutukevleriyle ceza- evlerindeki koşulların kendilerini fiziksel
ve psikolojik yönden çökertmek üzere hazırlandığını söylerler.
Dayak: 1967 öncesi İsrail ile işgal bölgelerindeki bütün hapishanelerde
tutuklulara dayak atılır. Bu, Ramle’de zindanlarda ya da "tecrit
hücrelerinde" uygulanır. Bir grup cezaevi görevlisi tutuklunun üstüne
çullanıp yumruk, postal ve zindan hücrelerinin yanındaki bir dolapta
sakladıkları tırpan sapından yapılma sopalarla döverler.
Damım hapishanesindeki dayak ise daha ilkel
biçimdedir. Avluda herkesin gözü önünde uygulanır. En acımasız gardiyanlar
"Posta"dan sorumludurlar. Bu, Ebu Kebir'deki tutukevinden Şatta
hapishanesine haftada üç sefer yapan tutuklu nakil aracıdır. Aşkelon ile
Beer-Şeba hariç, İsrail'deki bütün hapishanelere uğrar. "Posta"nın
her yolculuğu feci dayaklarla biter. En ufak bir gerekçeyle Posta muhafızları
kurbanı bir sonraki Posta istasyonunda araçtan indiıip "tanınmayacak hale
gelinceye kadar döverler."
Tecrit: Tecrit, yasal bir ceza
değildir. Gerçekten de, 1 m'ye 2.5 m'lik hücrelerde günde yirmi üç saat ve de
aylarca kalmaya dayanabilen insan çok azdır. Buna rağmen öz saygısını korumaya
yönelik en ufak bir söz söylemeye kalkışan her tutuklu soluğu tecrit hücresinde
alır.
Çalışma: Cezaevinde çalışma, zorla
çalışmadır. "Tutuklulann hayatlarını zindan etmeye yarayacak bir
yöntem"155 olarak kullanılır. Siyasi tutuklular kasten, İsrail
ordusuna çizme, kamuflaj ağı, vb. malzeme imal etme işlerine koşulurlar.
Bunları yapmayı reddedenler ise üzerlerinde kantin için nakit para bulundurma,
hücre dışında vakit geçirme, kitap, gazete, yazı malzemesi edinebilme gibi
"ayrıcalıklar"dan yoksun kalırlar. Bazıları ise tecrit cezasına
çarptırılırlar.
Bu çalışmaya karşılık olarak verilen
ortalama ücret, saat başına yarım dolardır. Zoraki çalışma fiziksel ve duygusal
stresi arttırmakta kullanılır. Aynı zamanda da bir sömürü aracıdır.
Gıda: Cezaevlerinde beslenme
yetersizdir ve gıda bütçeleri en azda tutulur. Et, sebze, meyve tayınlarına
çoğunlukla personel tarafından el konur. Yumurta, süt, taze domates ise
tutuklular için lüks sayılır.
Sağlık Bakımı: 1975'de Damun'daki
bir tutuklu bileklerini ve bacaklarını kesti. Arkadaşları gardiyan çağırdılar.
Üç gardiyan geldi. Hastabakıcı olanı hücre kapısını açtı, tutukluyu yakaladığı
gibi tek kelime söylemeden suratına sopayla defalarca vurdu. Tutuklu yere
düşünce de bu kez durmadan tekmelemeye başladı.
Tutuklular elverişsiz binalarda tutulurlar.
Yazın bunaltıcı sıcaktan çok çekerler. Kışın ise nem "iliklerine"
işler. Ramİe cezaevinde kişin tu- tukluların üçte bilinin dondurucu soğuktan
elleri ayakları şişer. Bulunabilen tek ilaç vazelindir, ama ona da ender
olarak izin verilir.
Birkaç aydan fazla içerde kalan tutuklular
cezaevinden kalıcı sakatlıklarla çıkarlar. Işıklandırma koşulları o kadar
kötüdür ki tutuklular göz bozukluklarından şikayet ederler. Böbrek
rahatsızlıkları ve ülserin
tutuldular arasındaki oranı genel nüfusun
beş katıdır.
" Asafir": 1977'den beri tutuklular
işkencenin her cezaevinde küçük bir grup işbirlikçi tarafından da
yürütüldüğünü bildirmektedirler. Bu işbirlikçiler gerçek tutuklu olmayıp öyle
görünen jurnalcılardır’. îster işbirlikçi tutuklular olsun, ister cezaevine
yerleştirilmiş jurnalcılar, bu uygulama kurumlaştırılmıştır. Her cezaevinde ve
tutukevinde işbirlikçiler ya da "asafir" -diğer deyişle "ötücü
kuşlar”- için özel odalar ayrılmıştır. ''Asafir” arasında acımasızlıklarından
ötürü seçilmiş birçok azılı cani bulunmaktadır. Bir bölümü de siyasi bir
geçmişleri olmadığı halde siyasi suçlardan dolayı tutuklananlardan seçilir. Bu
sonuncular gördükleri hizmetlere uygun olarak bir takım ayrıcalıklardan
yararlanırlar.
İsrail'in demokratikliği
ve insancıllığı konusunda çıkarılan onca safsataya karşılık, gerek burada
sayılıp dökülen kanıtlar, gerekse Filistin’deki Siyonist sömürgecilik ve
iktidar üzerine yapılan tüm araştırmalarda toplanan kanıtlar, yüzeydeki bu
görünümü siler süpürür.
Burada incelenen olgular
ne tek başına olgulardır, ne de olağanüstü koşulların sonucudurlar. Burada
sayılmayan olgulardan da temelde bir farklılıkları yoktur. İşkenceciler
hastaneden kaçmış akıl hastaları değildir. Emir komuta zincirine göre iş gören
İsrail polisiyle güvenlik servislerine bağlı bölümlerin elemanlarıdırlar.
Filistinlilere yapılan
muameledeki tek ölçüt, şiddettir. Bu insanlar ister pazara ürün götüren
çiftçiler olsun, ister taş atan gençler, ister 1967 öncesi İsrail'in veya 1967
ve sonrasında işgal edilen bölgelerin Filistinli yurttaştan, bu hiç değişmez.
İşkence, yasal sistemin temel öğesi, baskı, itirafa giden yol, itiraf da
mahkûmiyet için esastır.
Mahkûmlara yapılan muamele iktidardaki partiye göre
değişmez. Başbakan Menahem Begin Filistinlileri "iki ayaklı
hayvanlar" olarak tanımlıyor olabilir, ama Filistinli tutuklunun maruz
kaldığı vahşet işçi Koalisyon hükümetleri baştayken de aynıdır. Eski başbakan
David Ben Gurion'un dediği gibi, "Askeri rejimin varlık amacı, Yahudilerin
yerleşme hakkını her yerde korumaktadır."156
1982'de, bir yandan Lübnan'ın işgali ile
Beyrut, Sayda ve Sur çevresindeki kamplarda yaşayan Filistinlilerin katliamı
için ileri hazırlıklar tamamlanırken, Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı
Enformasyon Daire- si'nin yayın organı olan Kivunim'de (Yönler) önemli
bir belge yayımlandı. Yazan Oded Yinon eskiden Dışişleri Bakanlığı ile
ilişkisi olan bir kimse olup söz konusu yazıda İsrail'de gerek ordu, gerekse
haberalma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısını sergilemektedir.
"1980’lerde İsrail için bir Strateji" başlıklı yazı Arap
devletlerinin kopuşması temelinde İsrail’in bölgede yayılmacı güç olarak
sivrilmesinin zamanlaması konusunda bir program taslağı içerir. Ortadoğu'daki
yoz rejimlerin güçsüzlüklerinden söz ederken Yinon, kasıtsız bir biçimde, bu
rejimlerin halkın gereksinimlerine sırt çevirişlerini ve gerek kendilerini,
gerekse kendi halklarını emperyalist boyunduruğa karşı savunmaktaki
beceriksizliklerini olduğu gibi gözler önüne serer.
Yinon, eski Dışişleri Bakanı (İşçi Partili)
Abba Eban'ın Arap Doğusu nun bir etnik farklılıklar "mozayiği"
olduğu yolundaki düşüncesini yeniden ortaya atar. Buna göre, bölgeye uygun
yönetim biçimi, Osmanh İmparatorluğu zamanındaki Millet sistemidir. Bu sistemde
yönetim düzeni, farklı etnik toplulukların başındaki yerel memurlara
dayanıyordu.
"Bu alem, etnik azınlıklarıyla, hizipleriyle, iç bunalımlarıyla
Lübnan, Arap olmayan İran ve şimdi de Suriye örneklerinde görüldüğü gibi,
kendi kendini tüketir bir haldedir ve bu haliyle, yüz yüze bulunduğu temel
sorunlarla başa çıkmaya muktedir değildir."157
Yinon bunların ardından
Arap ulusunun bölük pörçük edilmeyi bekleyen kolay kırılır bir kabuk olduğunu
ileri sürer. İsrail, Siyonizmin ortaya çıkışından beril izlediği politikaları
sürdürmeli, hizipler ve topluluklar arasından taraftarlar bulup bunların
İsrail’in çıkarları doğrultusunda öteki topluluklardan hak talep etmelerini
sağlamalıdır. Yinon’a göre bu her zaman mümkündür, çünkü:
"Müslüman Arap alemi, buralarda yaşayan insanların
dilek ve arzulan hiç dikkate alınmadan yabancılar (1920'lerde Fransız ve
tngilizler) tarafından bir araya getirilmiş, iskambil kağıtlarından yapılma
geçici bir ev gibidir. Keyfi olarak ondokuz devlete bölünmüştür. Herbiri birbirine
düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuştur. Dolayısıyla bugün
her Müslüman Arap devleti içten etnik toplumsal çöküntü tehditi altındadır;
bazılarında ise iç savaş kaynaşması başlamıştır bile."158
(Bugün Araplann çoğu, 170 milyonun 118 milyonu, Afrika'da, öncelikle de Mısır'da-45
milyon-yaşarlar.)
Seksenlerdeki
"yeni" strateji eski emperyalist böl-yönet politikasıdır. Bunun da
başarısı herşeye göz dikmiş emperyal bir düzenin emirlerini harfiyen yerine
getirecek yoz despotların sağlama alınmasına bağlıdır.
"Şu kocaman, kırık dökük dünyada birkaç zengin grup ve bir de dev
bir yoksullar kitlesi vardır. Çoğu Arap'ın ortalama yıllık geliri 300 dolardır.
Lübnan bölündü, ekonomisi parçalanıyor, merkezi otorite yok, bunun yerine beş
tane, oldu-bittiyle işbaşına gelmiş mutlak otorite var."159
Lübnan bir modeldi ve Şaret günlüklerinde
belirtildiği gibi İsrailliler tarafından otuz yıl boyunca bu role
hazırlanmıştı. Bu model gerek ‘ Herzl ve Ben Gurion tarafından geliştirilen
yayılmacı zorbalığın, gerekse Şaret günlüklerinin mantıksal uzantısıdır.
Lübnan’ın bölünmesi fikri 1919'da ortaya atılmış, 1936'da planlanmış, 1954'de
fiilen başlatılmış, 1982'de de tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir.
"Lübnan'ın beş bölgeye bölünmesi Mısır, Suriye, Irak ve Arap yarımadası
dahil bütün Arap alemi için emsaldir ve o yolda da derlenmektedir. Sonradan
Suriye ve Irak'm da Lübnan'da olduğu gibi etnik ve dini bakımdan ayrı ayrı
bölgelere bölünmesi İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki birinci hedefidir.
Kısa vadedeki hedefi ise bu devletlerin askeri gücünün dağılmasıdır."160
"Suriye, etnik ve dini yapısına uygun olarak,
bugünkü Lübnan'da
olduğu gibi çeşitli devletlere ayrılacaktır. Böylece kıyıda bir Şii
Alevi devleti, Halep bölgesinde Sünni devleti, Şam'da buna düşman başka bir
Sünni devleti ve Havran, kuzey Ürdün ve belki bizim Golan'da (Golan Tepeleri
1967'de İsrail tarafından işgal edilmişti) bir Dürzi devleti. Böyle bir devlet
uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef bugün
artık erişebileceğimiz kadar yakındır."161
Her Arap devleti nasıl parçalanacağı göz
önüne alınarak incelenir. Yinon, ordusunda dini azınlık grupların bulunduğu her
yerde bir fırsat görür. Suriye bu nedenle seçilmiştir.
"Bugün Suriye ordusunun büyük bölümü Sünni olmakla beraber
başlarında Alevi subaylar vardır. Irak ordusu ise Şiidir, ama subayları
Sünnidir. Bunun uzun vadedeki önemi büyüktür ve bunun içindir ki ordunun
sadakati uzun ömürlü olamaz."162
Yinon daha sonra
incelemesine devam ederek Lübnan'da, Gü- ney'de Binbaşı Haddad'a, Beyrut
çevresinde de Cemayellerin Falanjistlerine mali destek sağlayarak çıkarılan
"iç savaş’Tn Suriye'ye ne şekilde sıçratılabileceğini hesaplamaya girişir.
"İktidardaki güçlü askeri rejim dışında
Suriye'nin temelde Lübnan'dan hiç farkı yoktur. Ama bugün Sünni çoğunluk ile
iktidardaki Şii Alevi azınlık (nüfusun yalnızca %12'si) arasında sürmekte olan
gerçek iç savaş içteki sorunun vahimliğini gözler önüne sermektedir."163
Amerikan emperyalizminin baş
yardakçılarından, 1953'te bir CIA darbesiyle başa getirilen İran Şahı'na karşı
başlatılan devrimci başkaldırı, tüm Ortadoğu'da devrime giden yolu açmış
gibiydi. Bütün bölgede Şii Müslümanların itibarının artması - ki bunlar en
yoksul ve yoksun kesimdi - İsrail ile patronu ABD'nin korkulu rüyası haline
gelmekle kalmadı, Amerikan hegemonyasına karşı mücadele bütün etnik gruplar ve
uluslar arasında da birden parlayan bir ilgi uyandırdı.
İşte Irak'ın, İran'ın petrol üretiminin ve rafinelerinin bulunduğu
güney bölgesi Kuzistan'a yaptığı saldırıya göz yumulmasının ardında yatan
nedenler bimlardı. Tıpkı Yinon gibi, İsrail ve ABD'deki planlamacılar da şunu
hesaplıyorlardı:
İran’ın petrolce zengin
olan bu bölgesi Arap azınlığın yaşadığı yer olduğuna göre, bölge nispeten kolay
bir biçimde İran’dan koparılabilir- di. Irak'tan gelecek bir saldırının bu
nedenle Kuzistan'daki Arap azınlık tarafından sempatiyle karşılanacağı tahmin
ediliyordu. İran etnik gruplardan oluşan bir ulustur: 15 milyon İranlı
(Farisi), 12 milyon Türk, 6 milyon Arap, 3 milyon Kürt, Beluciler, Türkmenler
ve daha küçük milliyetler.
"Aşağı yukarı İran’ın nüfusunun yarısını Farsça konuşanlar, öteki
yarısını da Türkler oluşturur. Türkiye'nin nüfusunu oluşturanlar ise Türk Sünni
Müslüman çoğunluk (%50 civarında) ve iki büyük azınlık, 12 milyon Şii Alevi
ile 6 milyon Sünni Kürttür. Afganistan'da 5 milyon Şii nüfusunun üçte birini
oluşturur. Sünni Pakistan'daki 15 milyon Şii bu devletin varlığı için büyük
bir tehdit unsurudur."164
Varsayıma göre, İran, petrol üretilen
bölgelerinin işgal yoluyla koparılması sonucu parçalanabilirdi. Şah'm ulusal
azınlıkları baskı altında tutma politikası Humeyni tarafından da
sürdürülmüştü. Humeyni'nin atamış olduğu bölge valisi Amiral Madani eliyle Arap
azınlık üzerinde yürütülen baskı, CIA ile İsrail'in Mossad’ını Irak'taki rejimi
istilaya kışkırtma konusunda cesaretlendirmişti.
Uzun sözün kısası, Arap aleminin doğusunda
kalan öteki rejimler gibi, iktidardaki askeri oligarşiler ile monarşiler de en
güçlü olanın yanında yer almaya hazırdılar.
Ancak, İran'ın Kuzistan bölgesindeki
rafineri kentleri olan Abadan ile Ahvaz'daki petrol işçileri ileri düzeyde
politize olmuşlardı. Bu işçiler Musaddık 1952’de Anglo-İran Petrol Şirketi'ni
millileştirdiğinde Ulusal Cephe'nin belkemiğini oluşturmuşlardı. Ayrıca, İran
Komünist Partisi (Tudeh) petrol işçileri arasında güçlüydü. 1979'da Şah'ı
deviren devrimi sonuca ulaştıran, bu işçilerin başlattığı genel grevdi.
Irak'ın saldırısı geri tepti. Arap azınlık bunu devrimin kendisine
yönelik bir saldırı olarak gördü. ABD ve İsrail'in politikası şimdi her iki
tarafı birden silahlandırıp savaşı elden geldiğince uzatmak, böylece •İran'ın
zaferine engel olmaktı.
Yinon bu stratejiyi açıkça belirtiyordu:
"Araplar arasındaki her türlü ayrılık
kısa vadede bizim işimize yarar ve tıpkı Suriye ve Lübnan'da olduğu gibi Irak'ı
da mezheplere bölme konusundaki daha önemli hedefe gidiş yolumuzu açar."165
Birleşik Devletler ve Suudi Arabistan krallığı
(Suriye'ye 10 milyar dolarlık yardımı var) İran'a karşı bir silah ambargosu
oluşturup Irak'a büyük miktarda silah yardımı yaptılar. Mısır ile Ürdün Irak'ı
desteklediler. Bu arada Sovyetler Birliği ile Birleşik Devletler birlikte
Irak'ı silahlandırırken, Sovyet bürokrat liderleri ABD yöneticileriyle nüfuz
paylaşımında kendilerine avantaj sağlamak için Arap rejimleri üzerindeki
etkilerini kullanmaya çalışıyorlardı - ve bütün bunlar da yoksulluk içinde
kıvranan Arap halklarının yaşamları pahasına oluyordu.
Yinon, bir yanda ABD
Irak'ı silahlandırırken öbür yanda İsrail'in Humeyni'ye silah vermesinin
ardındaki nedenleri şöyle açıklıyor:
"Irak, bir yandan petrol bakımından zengin, öte
yandan da içte bölük pörçük bir ülke olarak İsrail için sağlam bir hedef
olmaya adaydır. Irak'ın bölünmesi bizim için Suriye'nin bölünmesinden çok daha
önemlidir. Irak, Suriye'den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail için en büyük
tehlike Irak'm bu gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak'ı parçalayıp, bize karşı
büyük bir cephe oluşturmadan kendi içinde çökmesine neden olacaktır."166 ’
Siyonistler Irak'm iç savaşta
parçalanmasını planlarken ileri hazırlıklar da yapılır. "İç çatışma ve iç
savaşın tohumlan bugün apaçık ortadadır, özellikle Humeyni'nin İran'da
iktidara gelmesinin ardından. Nitekim Iraklı Şiiler de kendisini doğal
liderleri olarak görmektedirler. "*67
Yinon, varolan rejimlerde Arap toplumunun
zayıf yanlarından söz ederken, istemiyerek halkın iktidar ve karar
mekanizmalannm nasıl dışında bırakıldığını söyleyip, Arap rejimlerinin halkı
temsilden uzak niteliklerini, buna bağlı güçsüzlüklerini ve Siyonist yayılmaya
karşı korunmak amacıyla ABD'nin gücü ve nüfuzuna bel bağlamalarının yararsızlığını
vurgular. Herşey söylenip yapıldıktan sonra hepsi için de aynı yazgı
biçilmektedir. Bunun için de gündemde olan, eğer değil, ne zaman'dır:
"Irak,
çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olmasına karşın özde komşularından
farklı olmayan bir ülkedir. Nüfusun yüzde atmış beşinin hiçbir siyasi katılımı
yoktur; iktidar yüzde yirmilik bir seçkin tabakanın elindedir. Ayrıca, kuzeyde
büyük bir Kürt azınlık vardır ve iktidardaki rejim, ordu ve petrol gelirleri
güçlü olmasa Irak'm gelecekteki duru-
mu Lübnan'ın geçmişteki durumundan, ya da
Suriye'ninkinden farklı olmaz."168
Irak devletini parçalamak
cebir işlemi çözmeye benzemez. İsrail, parçalanmanın ardından kurulacak uydu
devletlerin sayısını saptamış, nerelere kurulacaklarını ve kimlerin üzerinde
egemen olacaklarını kararlaştırmıştır.
"OsmanlIlar zamanında Suriye'de olduğu gibi bugün Irak'ın etnik ve
dini farklılıklara göre bölgelere ayrılması mümkündür. Böylece üç büyük kent
olan Basra, Bağdat ve Musul'un çevresinde üç (veya daha fazla) devlet
oluşacak, güneydeki Şii bölgeleri kuzeydeki Sünnilerden ve Kürtler- den
ayrılacaktır."169
İsrail, gerek yoksulluğun
yarattığı etkilerden, gerekse yabancılaşmış bir halkı denetim altında tutmak
zorunda olan rejimlerin bu yoksulluktan kaynaklanan istikrarsızlığından azami
yarar sağlama arayışmda- dır. Buna bağlı olarak, Siyonistlerin Arap rejimlerini
istikrarsızlığa itip bu ülkeleri parçalama arzulan ABD tarafından sıcak
karşılansa da, zamanlama ve uygulama yönünden Pentagon'un gözünde ihtiyatı
gerektirmektedir, çünkü Siyonizmin ve ABD emperyalizminin bölgeyi denetim
altında tutmak için ihtiyaç duydukları savaşın ve dıştan yönetilen iç bölümlerin
İran'da - ve şimdi de Batı Şeria ile Gazze'de - olduğu gibi toplu ayaklanmalara
yol açma tehlikesi her zaman vardır.
Devrimci değişimin
hayaleti İsrail ve Amerikan yöneticilerinin korkulu rüyasıdır. Bu aynı zamanda
mücadeleyi sonuna kadar götürecek devrimci bir liderliğin hayati önemini de
kuvvetle ortaya koyan bir görünümdür. Örneğin, FKÖ'nün kendi ezilen halkına
başvuracak yerde bölgenin baskıcı rejimlerinden medet ummaya kalkışması onu bir
çıkmazdan öbürüne savuran bir tutum oldu.
Liderliğin ihmalkârlıkları
kaçırılan fırsatlarla orantılıdır. Arap rejimlerinin kendi ülkelerindeki
ulusal azınlıklar üzerinde uyguladıkları baskıyı anlatırken Yinon şunu görür:
"Bu tablo ekonomik tabloyla yan yana getirildiğinde bölgenin tümünün
nasıl iskambilden ev gibi yapılandığını, kendi ciddi sorunlarıyla baş edemez
halde olduğunu görürüz."170
İncelenen her ülkede temelde aynı koşullarla karşılaşılır:
"İsrail'in doğusundaki tüm Arap devletleri iç çatışmalar dolayısıyla
Mağrip'teki- lerden (Kuzey Afrika) daha da parçalanmış, çökmüş ve karışmışlardır."171
Siyonistlerin "güvenlik" konusuna
verdikleri önemin edebiyatını yaparken takındıkları alaycı ve ahlak dışı tavır
hiçbir yerde Yinon'un Mısır değerlendirmesindeki kadar şeffaf olamaz. İsrail'in
1967'de Sina, Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepeleri'ni ele geçirmesinin ardından
Sedat'ın ortaya çıkıverişi, ABD'ye. bu en kalabalık nüfuslu Arap ülkesinin,
İsrail’in yayılmacılığıyla Amerika'nın hegemonyacı politikasının önünde bir set
oluşturmasını engelleme fırsatı verdi. Mısır'ın böylece muhalefetten çekilmesi
sadece Filisin halkına değil, tüm Arap dünyasına vurulan bir darbe oldu.
Mısır'ın Faruk dönemiyle bile
kıyaslanmayacak ölçüde yeniden emperyalizme bağımlı hale gelmesi Mısırlılar
arasında büyük tepki yarattı. ABD bugüne kadar Mısır'a yardım, örtülü yardım
ve borç adı altında yaklaşık 3 milyar dolar akıttı. Bu açıdan Mısır İsrail'den
sonra ikinci gelmektedir ve bu da Mübarek hükümetinin rolünün önemini ortaya koyar.
Bununla beraber, yaşam standardı da hızla düştü.
Sedat, sömürgeci İsrail devletini tanıyarak
sadece Filistin halkına ihanet etmekle kalmadı, doğudaki Arap ülkelerini de
Oded Yinon'un belirttiği niyetlere kurban etti.
Bu stratejik analizden çıkan sonuç,
Siyonist hareket için herşeyin bir zaman tablosu üzerinde yazılı olduğu, her
bölgenin fetih ya da yeniden fetih için işaretlendiği ve bir fırsat hedefi
olarak kabul edildiği, ancak bu arada uygun bir güçler dengesi anını ve
yararlı sonuçlar sağlayacak bir savaş durumunu beklediğidir.
"Bugünkü
iç siyasal görünümüyle Mısır tam bir ölüdür; hele hele, Müslüman ve Hristiyan
alemleri arasındaki gitgide derinleşen uçurumu da göz önüne alırsak, bu daha da
doğrudur. Mısır'ı farklı coğrafi bölgelere ayırmak İsrail’in 1980’lerde batı
cephesinde güttüğü siyasi hedeftir." 172
Sedaf m Mısır’ı yeniden
Faruk dönemindeki yeni-sömürge konumuna döndürmesine karşılık Sina ödül olarak
bu ülkeye geri verilmişti. Ne var ki İsrail'in gözünde bu pek de kalıcı bir
durum değildi.
"İsrail uzun vadede, ekonomik açıdan olsun, enerji
rezervi olarak
olsun, stratejik öneme sahip olan Sina üzerinde denetimi yeniden sağla-
■ mak için doğrudan veya dolaylı harekete geçmek zorunda kalacakır. Mısır
içteki sorunları nedeniyle askeri stratejik bir sorun yaratmamaktadır.
Dolayısıyla, 1967 savaşı sonrasındaki yerine itilebilir."173
Yinon bundan sonra Lübnan, Suriye ve Irak'ı
doğramakta kullandığı neşteri bu kez Mısır'a daldırır:
"Mısır
birden çok iktidar odağına bölünmüştür. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan
ve hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü biçimleriyle varlıklarını
sürdürmeyip Mısır’ı izleyeceklerdir. Yukarı Mısır'da, çok sınırlı güce sahip ve
merkezi hükümetten yoksun bir takım zayıf devletlerin yanıbaşmda kurulacak bir
Hristiyan Kopti devlet tasarısı, ancak banş antlaşması ile ertelenebilen, fakat
uzun vadede kaçınılmaz görünen bir tarihsel gelişmeninin anahtarıdır."174
Öyleyse Camp David, Mısır
ve Sudan'ın çözülmesini hazırlamak üzere yapılan taktik bir numaraydı:
"Bugün Müslüman Arap dünyasındaki en parçalanmış devlet olan Sudan
birbirine düşman dört gruptan oluşur: Arap olmayan Afrikalılar, Putperestler,
Hristiyanlar ve bunların oluşurduğu çoğunluk üzerinde azınlık egemenliği
kurmuş olan Sünni Müslüman Araplar. Öte yandan Mısır'da, ülke genelinde
çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlara karşılık Yukarı Mısır’da güçlü olan yedi
milyonluk Hristiyan azınlık bulunmaktadır. Bunların hepsi kendi devletlerini
kurmak isteyeceklerdir ve bu da Mısır'da "ikinci" bir Hristiyan
Lübnan gibi birşey olacaktır."175
Mısır, Cemal Abdülnasır'ın Kral Faruk'u devirip Arap dünyasını kendi
Arap birliği hayalleriyle yerinden oynattığı yerdir. Ne var ki bu birlik, bütün
bölgeyi saracak devrimci bir mücadele yerine, oligarşik rejimler arasında
kurulacak hayali bir federasyona dayanıyordu.
İsrail'e göre, eğer Nasır’ın Mısır'ı ikinci
bir Lübnan gibi "parçala- nabilmişse", Suudi Arabistan daha da az
dayanabilecektir, çünkü Mo- narşi’nin günleri sayılıdır.
"Tüm Arap yarımadası iç ve dış baskılar dolayısıyla parçalanmaya
doğal
olarak adaydır ve bu son, özellikle S. Arabistan için kaçınılmazdır.
"Bütün Körfez prenslikleri ve Suudi Arabistan, içinde sadece petrol
bulunan, kumdan, yıkıldı yıkılacak bir yapı üzerinde kurulmuşlardır. Kuveyt'te
Kuveytliler nüfusun sadece dörtte biridir. Bahreyn'de Şiiler çoğunluktaysalar
da iktidardan yoksundurlar. Birleşik Arap Emirlikleri'nde yine Şiiler
çoğunluktadır, ama iktidar Sünnilerin elindedir."176
Öte yandan şu da kuşku
götürmez bir gerçektir ki, Arabistan için geçerli olan Körfez için de
geçerlidir:
"Umman ve Kuzey Yemen için de durum aynıdır. Marksist [aynen
aslındaki gibi] olan Güney Yemen'de bile hatırı sayılır bir Şii azınlık bulunmaktadır.
Suudi Arabistan'da nüfusun yarısını Mısırlılardan ve Yemenlilerden oluşan
yabancılar oluşturur, ama iktidar Suudi azınlığın elindedir."177
Yinon en acımasız değerlendirmesini
Filistinliler üzerine yapar. Bu insanların kendi ülkelerinde egemenlik sahibi
olma arzusundan hiçbir zaman vazgeçmediklerini üstüne basa basa söyledikten
sonra Siyonizmin bunu mutlaka kırıp tüm Filistin'i ele geçirmesi gerektiğini
savunur.
"İsrail'in
'67'deki sınırlarıyla bunun berisinde kalanlar, yani ’48’de- kiler, Araplar
için hiçbir zaman bir anlam taşımamıştır ve bugün bizim için de bir önemi
yoktur.''178
Filistinliler sadece Batı Şeria ve
Gazze'den değil, Galile ile 1967 öncesi İsrail'den de atılmalıdır. Tıpkı
1948'de olduğu gibi dağıtılmalıdırlar.
"Dolayısıyla, nüfusun dağıtılması en yüksek düzeyde iç
stratejik amacımızıdtr, aksi takdirde hiçbir sınır dahilinde var olmamız mümkün
olmayacaktır. Yahudiye, Samiriye ve Galile bizim ulusal varlığımızın biricik
garantisidir ve eğer biz dağlık bölgelerde çoğunluğu elde edemezsek bu ülkeye
hiçbir zaman egemen olamayız ve sonunda da Haçlıların durumuna düşeriz. Onlar
bu ülkeyi ellerinden kaçırdılar, çünkü zaten onların değildi, ta başından
yabancısıydılar buranın. Bugün ise bizim en yüce ve en temel amacımız ülkeyi
demografik, stratejik ve ekonomik bakımdan yeni bir dengeye oturtmaktır."179
(Bugün İsrail'in denetiminde olan
bölgelerde yaşayan Filistinlilerin- yani Gazze Şeridi, Batı Şeria ve 1967
öncesi sömürge bölgeleri - sayısı yaklaşık 2.5 milyondur. Filistinliler 5.4
milyon civarındada. Filistin halkının yandan fazlası yurtlarından sürülmüş ve
dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Öte yandan önemli sayıda Filistinli
de doğudaki Arap ülkelerinde yaşamaktadır ve bu insanlar oralarda her türlü
baskı ve ayırıma göğüs germektedirler. Bu ülkelerin genel nüfuslanna göre Filistinlilerin
oranları. Suriye. Ürdün ve Lübnan'da % 37.8, öteki Arap devletlerinde ise %
17.5'tur.)
Ortadaki soru, özellikle İsrail'in
bölgedeki tüm stratejisi buna dayandığına göre, Filistin halkının yaşadıkları
topraklardan, yine İsrail'in denetiminde ne şekilde çıkartılacağıdır.
"Doğu cephesindeki hedeflerimizi gerçekleştirmek öncelikle bu iç
stratejik hedefin gerçekleşmesine bağlıdır.”180
Bunun başarılmasında
kullanılacak yöntem titiz bir çalışma gerektirir, ki bu da Siyonistlerle
Amerikalıların Filistinlilerin Ürdünlüler tarafından temsili konusuna
verdikleri önemi açıklamaya yönelik bir başlangıçta.
"Ürdün, uzun vadede değil ama, kısa
vadede yakın bir stratejik hedeftir, çünkü kısa vadede (abç) dağılıp
Kral Hüseyin'in uzun süren saltanatı sona erdikten sonra ve iktidar
Filistinlilere geçtikten sonra bir tehdit unsuru olmaktan çıkacakta."
"Ürdün'ün bugünkü yapısıyla uzun süre var
olabilmesi mümkün değildir ve İsrail'in politikası da, savaşta ve barışta,
Ürdün'ün bugünkü rejiminin tasfiye edilip iktidarın Filistinli çoğunluğa
devredilmesine yönelik olarak işletilmelidir.”181
Ürdün'deki Haşimi Monarşi, çöl ortasındaki çok sınırlı
kaynaklarıyla, Suudi palasına ve ABD-İsrail askeri şemsiyesine bağımlılığıyla
hiç de kendi başına egemen değildir. Öte yandan, kamplarda yaşayan Filistinli
çoğunluğun üzerinde kurduğu yönetim biçimi, bütün devlet hizmetlerini görenler
onlar oldukları halde, alabildiğine zalimcedir. Filistinlilerin siyasi söz
hakları yoktur ve İsrailliler tarafından Batı Şeria ve Gazze'den bir kez
atıldıktan sonra, artık her gün Ürdün polisi tarafından çağrılarak huzursuz
edilirler.
Haşimi rejiminin devrilmesi, Jabotinsky'nin
1940'da Hitler'in sözlerinden alıntılayarak "nüfus transferi" olarak
adlandirıldığı şeyle aynı zamana rastlamalıdır.
"Şeria
nehrinin doğusundaki rejimi değiştirmek, batısında, Arapların yoğun olarak
yaşadığı bölgelerdeki sorunların çözümünü de sağlayacaktır. İster savaşta,
ister barışta, bölgelerden göç ile bölgelerdeki ekonomi ve doğum-ölüm
oranlarındaki durgunluk, nehrin her iki yakasında da ortaya çıkmakta olan
değişimin güvencesidir ve bizler de bu süreci en yakın gelecekte hızlandırmak
için çalışmalıyız.
"Özerklik
planı da başka her türlü uzlaşma veya bölgelerin paylaşılmasında olduğu gibi
reddedilmelidir, çünkü... bu ülkede şimdi olduğu gibi iki ulusu birbirinden
ayırmadan, yani Arapları Ürdün'e, Yahudileri de nehrin batısındaki bölgelere
göndermeden var olmayı sürdürmek mümkün değildir."182
Oded Yinon'un programı,
sömürgecilik zamanından beri gözde olan "böl ve yönet" formülünü esas
alır. Örneğin, Lübnan ilk kez 1919'da hedef olarak seçilmişti. Savaş kisvesi,
bu tertiplerin kısa ya da uzun vadede iyi sonuç vermesi için önkoşul olmuştur.
Yeni-sömürgeci- lik, sömürgeci egemenliğinin tercih ettiği yöntemdir, çünkü
işgaller, Che Guevara'nm da belirttiği gibi, emperyalizme kaldırabileceğinden
fazlasını yüklemektedir.
Özellikle Siyonistler,
görece sınırlı nüfusları ile, İsrail'in egemenliği yolundaki planlarını ancak doğudaki
Arap ülkelerinde yeni-sömür- geci tertiplere girerek uygulayabilirler ve bu da
emperyalist efendilerinin desteğiyle olur.
Bu konuda Oded Yinon'un
planı, bir zamanlar Herzl'in, Weiz- man'm, Jabotinsky'nin, Ben Gurion'un ve
bugün Peres ile Şamir'in izledikleri Siyonist planın günümüze ve yakın
geleceğe uyarlanmasıdır. Burada Filistinlilere sunulan seçenek "ya bu ya
da hiç" biçimindedir, çünkü Siyonist yöneticilerin asıl tartıştıkları
konu, bir işgal planının nasıl ve ne zaman gerçekleştirileceğidir.
Örneğin Moşe Dayan 1956'da
Gazze'yi ele geçirdiğinde Ben Gu- rion sinirlenip kendisine şunu söylemişti:
"Gazze'yi insanlarıyla
değil, insansız istiyorum; Galile'yi de öyle."
Moşe Dayan ise 1968 Temmuz’unda Golan
Tepelerinde Siyonist gençlerle konuşurken şöyle demişti:
"Babalarımız bölünme planında belirtilen sınırlara ulaşmışlardı. Al-
tı-Gün Savaşı kuşağı Süveyş, Ürdün ve Golan Tepelerine ulaşmayı başardı.
Burada bitmiyor. Şu andaki ateşkes hattından sonra yenileri olacak. Bunlar
Ürdün'ün ötesine, Lübnan'a, hatta Orta Suriye'ye kadar uzanacak." (London
Times, 25 Haziran 1969)
Öte yandan yeni sömürgeci
yönetim, Oded Yinon'un da açıkça belirttiği gibi, askeri kudret ile kiralık
güçler arasındaki karşılıklı ilişkiye dayanmaktadır. Arap devletlerini parçalama
işi savaş kişvesi altında sürecektir -bu, "blitzkrieg" (yıldırım,
ç.n.) saldırılan, bir başka ülkeye ait bir ordu, veya gizli operasyonlar
aracılığıyla olabilir. Nihai başan için, satın alınacak ya da ikna edilecek
yerel liderlere gereksinim vardır.
Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki, Siyonistler bize
sadece kendi "Mein KampfTarını sergilemekle kalmadılar, aynca
yönetimlerinin konum ve devamlılığının mazlum halklar arasından çıkan kötü
liderlere de dayandığını kanıtladılar. Siyonizm ile emperyalist efendisinin
"böl ve yönet" tertiplerinin sonu yoktur. Eğer, Filistinliler ve
Araplar bu fetih planlarına karşı duracaklarsa, toplumun taleplerini pazarlık
konusu yapan yoz rejimlere son vermeleri gerekecektir. Bunun için de, bu
rejimlerin gerçek yüzünü gözler önüne serecek, Siyonist planları açığa çıkaracak
ve mücadeleyi tüm bölgeye yayacak kararlılıkta bir devrimci liderlik yaratmak
zorundalar.
Yinon'un düşünceleri ortalamanın çok
uzağında değildir. Bu düşünceler bugün Şaron ve Begin dönemlerinde Savunma
Bakanı olan Moşe Arens ile İşçi Partisi'nce de desteklenmektedir.
İsrail Savunma Bakanlığı'nda görevli yüksek rütbeli subaylardan olan
İben Poret, 1982'de Batı Şeria ve Gazze'deki yerleşme alanlarının
genişletilmesi konusunda kendisine yöneltilen ahlakçı eleştirilerden çok fazla
rahatsız olunca karşılık olarak şöyle demişti:
"Artık şu ikiyüzlülük maskesini çıkarıp atmanın zamanıdır. Geçmişte
olduğu gibi bugün de, bütün Araplar buradan zorla çıkarılmadıkça ne Siyonizm,
ne bu topraklardaki yerleşme ne de Yahudi devleti varlığını sürdürebilir."183
İşçi Partisi'nin 1984
siyasi programı İsrail'in ileri gelen günlük gazeteleri Ma'ariv ile Ha'aretz'de
tam sayfa olarak yayımlandı. Bu sayfalarda partinin belirlediği "4
Hayır" ilan ediliyordu:
-
Filistin devletine hayır;
-
FKÖ ile pazarlığa hayır;
-
1967'deki sınırlara dönmeye
hayır;
-
Yerleşme alanlarının
kaldırılmasına hayır.
Bunlara karşılık metnin
savunduğu, Batı Şeria ve Gazze'deki yerleşim yerlerinin sayısının
arttırılması, buna paralel olarak da buralara tam destek ve korumanın
sağlanmasıydı.
1985'de İsrail
Cumhurbaşkanı ve İşçi Partisi'nin ileri gelenlerinden Haim Herzog, Şaron ile
Şamir'in Oded Yinon tarafından da altı çizilen duygularını şöyle yansıtıyordu:
"Binlerce yıldır bizim halkımızın kutsal saydığı
bir ülkeyi tabii ki Filistinlilerle paylaşmaya razı değiliz. Bu ülkeyi
Yahudilerle paylaşacak hiç kimse yoktur."184
Camp David'e gelince, Batı
Şeria ile Gazze'nin bazı bölümlerinde kurulacak bir Bantustan* dahi bundan
sonraki "dağıtım" için sadece bir başlangıçtır. 2.5 milyon
Filistinliyi Ürdün'e sürmek ise bir başka geçici önlemdir, çünkü İsrail'in
"lebensraum"u (Hitler'in "yaşama alanı" anlamına gelen
ünlü deyişi) Şeria nehriyle sınırlı kalmayacaktır.
"Gelecekteki herhangi bir siyasi durum ya da
askeri harekatta şu açıkça bilinmelidir ki, yöredeki Arap sorununun çözümü,
ancak onlar îs- , rail'in Şeria Nehri ve ötesine (abç) uzanan güvenli
bir sınır içindeki varlığını tanımalarıyla olur, çünkü bu varlık şü girmekte
olduğumuz zorlu nükleer çağda hayati ihtiyacımızdır."185
Eğer Filistin halkı, örgütlü varlığının İsrail
tarafından yok edilmesi tehlikesiyle karşı karşıyaysa, bir gerçeğin altı
çizilmelidir. Siyonist devlet, ABD nüfuzunun bölgedeki uzantısından başka
biışey değildir.
*
Bantustan. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde tamamen siyahlardan oluşan ve sınırlı
özerkliği olan bir bölgedir. Burada, sözcüğün bu anlamından hareketle Batı
Şeria ile Gazze'de oluşturulacak bir Filistin özerk bölgesinden söz ediliyor
Ç.N.
İsrail'in yok etme planlan,
işgalleri ve bölgedeki yayılması hep dünyadaki en büyük emperyalist güç
admadır.
İsrail ile ABD arasında
zaman zaman başgösteren taktik anlaşmazlıklar bir yana, yine de baş koruyucusu
olmaksızın ayakta kalabilecek bir tek Siyonist kampanya yoktur. ABD
hükümetleri 1949'dan 1983'e kadar İsrail'e askeri yardım, ekonomik yardım,
borç, özel bağış, vergiden muaf bonolar ve hediyeler adı altında 92.2 milyar
dolar para akıtmışlardır.186
Joseph C. Harsh, 5
Ağustos 1982 tarihli The Christian Science Monitor'da şöyle der:
"Tarihte çok az ülke İsrail’in ABD'ye
bağımlılığına eş değer bir bağımlılık yaşamıştır. İsrail'in en önemli
silahları ABD'den gelir - bunlar ya hediye olarak verilir, ya da uzun vadeli,
düşük faizli borç olarak. Borç olanların da çok azı geri alınır.
"İsrail'in varlığı Washington
tarafından sağlama alınmıştır ve paraca da oradan desteklenir. Amerikan
silahlan olmasa İsrail, Başkan Reagan'ın vaat etmiş olduğu nicel ve nitel
avantajı kaybeder. Ekonomik destek olmasa İsrail'in itiban yok olur, ekonomisi
çöker.
"Başka deyişle, İsrail sadece Washington'un
dediklerini yapar. Washington’un sözsüz onayı olmasa hiçbir askeri harekata
girmeye cesaret edemez. Girdiği zaman ise bütün dünya bunun yine Washington'un
sözsüz onayıyla yapıldığını bilir."
İsrail devleti Yahudi halkıyla aynı yer ve
zamanda doğmamıştır. Siyonizm, tarihi olarak bir azınlık ideolojisidir. Bir
devlet sadece, belli ekonomik ve toplumsal ilişkileri sürdüren bir aygıttır.
Bir iktidar mekanizmasıdır ve amacı da, ne kadar saklanırsa saklansın, itaate
zorlamaktır.
Bugün, apartheid'cı İsrail devletinin sınırları, Hayfa limanına demir
atmış bir gemiden ibaret kalsaydı bile, böyle bir devletin varlığı insanlık
için onur kırıcı olurdu. Tıpkı Güney Afrika Cumhuriyeti, Pinoc- het Ş ilişi ya
da Amerikan devleti (ulusal gelirin %90'ını elinde tutan % 2'lik azınlığın
yönetiminde) gibi, ona karşı da hiçbir vicdani bağlılığımız yok.
Yaklaşık elli yıl önce bir konuşmacının yanıtlamaya
çalıştığı şey, ülkesinin işgali ya da köyleriyle kentlerinin dörtte üçünün
boşaltılması değildi. Karşı çıktığı şey, katliam, toplu hapis, toplama kampları
veya işkence de değildi. Koskoca bir halkın, toprağı ve mülkü elinden alınarak
bir gecede çadır-kamplarda yaşamaya çalışan çok yoksul mültecilere dönüşmeleri,
kaçmaya çalıştıklarında avlanıp her türlü eziyete uğramaları değildi karşı
çıktığı. Amansız bombalarla, işgal ve oraya buraya sürülmeyle geçen kırk
yıllık bir mezalim de değildi söylemeye çalıştığı. Bütün yanıt bulmaya çalıştığı
şey, topu topu birkaç haftalık aralıklı bombardımandı. Şu unutulmaz nutku
çekmişti o zaman:
"Size kan, gözyaşı ve terden başka sunacak birşeyim
yok. 'Politikamız nedir?' diye soruyorsunuz. Ben de diyorum ki, denizde,
karada ve havada savaşa devam. Şu kapkara, acılarla yüklü insanlık suçlan
listesinin en tepesindeki yerini hiçbir zaman kimselere kaptırmamış olan
tiranlığa karşı Tann'nın bizlere verdiği tüm güç ve yeteneklerimizle savaşı
sürdürmek. Politikamız budur."
"Soruyorsunuz, 'Amacımız ne?' diye. Tek sözcükle cevap vereyim:
Zafer. Ne pahasına olursa olsun zafer. Tüm bu teröre rağmen zafer. Yol ne kadar
çetin ve uzun olursa olsun, zafer. Çünkü zafer olmazsa var olamayız.
İnanıyorum ki davamızda başarısız olmayacağız ve bunun için de herkesten yardım
talep ediyorum."
Ve bir hafta sonra da şunu ilan
etti:
"Ne pahasına olursa olsun adamızı savunacağız. Hava alanlarında
çarpışacağız. Asla teslim olmayacağız. Hatta, böyle birşeye ufacık bir ihtimal
vermiyorsam da, bu ada boyun eğip açlıktan kırılıyor bile olsa, mücadeleyi
sürdüreceğiz."
Raj'ın, İmparatorluk
Rajı’nın başkanı olan Winston Churchill'e bunları söyleten, öte yandan aynı
şeyleri Filistinliler için haram sayan nedir? Hiçbir şey. Sadece,
toplumumuzdaki bilince renk veren şu her zamanki ırkçılık.
Winston Churchill İngiliz emperyalizminin özellikle
Filistin ve Arap dünyasında ateşli bir savunucusuydu. Eğer Churchill’in
azgınlık ve saldırganlığa karşı sesini yükseltmeye hakkı varsa, Filistin
halkının işgale karşı direnmeye, var olmak ve toplumsal adalet için savaşmaya
kaç kat hakkı vardu.
Güney Afrika'da altı
milyonu aşkın Avrupa kökenli insan yaşar. Afrikaanlar ile İngiliz soyundan
olanlar bu ülkede kaç kuşaktır yaşam sürmekteler. Ne var ki, Güney Afrika'daki
Siyahlara kendi kaderlerini tayin hakkının verilmesine taraftar olduklarını
açıklayanları bir yana bıraksak bile, çok az insan iki devlet önerisinden
yanadır-beyaz AvrupalIların oluşturduğu, güvenliği sağlanmış bir devlet ile,
ordusu olmayan bir Afrika devleti.
Aslında, Güney Afrika'da
ukçı yönetimin korunması için kullanılan bu örtüyü geçersiz kılan, tam da
Bantustanlar ile getirilen bu tür bir düzen olmuştur.
Benzer şekilde, Cezayir
sömürgesi ile Kuzey ve Güney Rodezya'daki büyük Avrupalı göçmen toplulukları -
bunların çoğu kaç kuşaktır orada bulunuyorlar - bırakalım oraların mazlum
insanlarından gaspe- dilen toprakların üzerinde bir göçmen devleti kurmayı,
ayrı bir statü bile edinmemişlerdir.
Tersine, Güney Afrika'da
-Cezayir, Zambiya ve Zimbabwe'de olduğu gibi- sömürgeleştirilmiş bir halkın
kendi kaderini tayin hakkının bir göçmen devletiyle eş tutulamayacağı
anlaşılmıştır. Yeni gelenlerin halkı zorla yerinden edip ele geçirilmiş bölge
üzerinde hak iddia edebileceklerini söylemek abesle iştigaldir.
Peki, madem bütün bunlar
evrensel olarak kabul edilen şeylerdir, öyleyse niye iş İsrail'e gelince bu
ahlaksızca istisnacılığa sapılır?
Filistin halkından binbir
türlü dolapla ırkçı bir İsrail devletini tanımasını isteyenler çok iyi
bilirler ki, sömürgeleştirilmiş bir halkın hakları sömürgecileri kapsamaz.
İsrail'de de, en az Güney
Afrika'da olduğu kadar, apartheid'a dayalı devletin çözülüp, yurttaşlık ve
hakların etnik ölçülere göre belirlenmediği demokratik ve laik bir Filistin’in
kurulması adaletin ihtiyaç duyduğu birşeydir.
Gerçekte, Filistinlilerin
insani haklarının sözde savunuculuğunu yapıp bii' yandan da İsrail devletinin
kabulü ve tanınmasında İsrar edenler, gizliden gizliye de olsa Filistin'deki
bir sömürge devletinin bayraktarlığını yapmaktadırlar. Taraftarlıkları
"her iki" halk için de kendi kaderini tayin hakkı gibi sahte-sol bir
kisveye bürünmüştür. Ne var ki, kendi geleceğini belirleme hakkının bu aldatıcı
yorumunun tercümesi İsrail'in affı yolunda üstü kapalı bir çağrıdır.
Pek çok sözde
"gerçekçi", ırkçı İsrail'in varoluş "hakkının" Filistinliler
tarafından tanınmasının, aynı şekilde bir Filistin devletininin kurulmasına
Siyonistler tarafından izin verileceği günü yakınlaştıracağını söylerler.
Ancak, bu rasyonalleştirme çabasının fazla ikna edici bir yanı yoktur, zira
Siyonistler kurdukları devletin sözlü olarak kabulüne değil, düpedüz silah
zoruna güvenirler.
Filistinlilerin,
ülkelerinin zorbaca ele geçirilmesine razı olup, bunu böylece
meşrulaştırmaları sadece ve sadece Siyonistlerin ekmeğine yağ sürüp, ezilen
insanların kırk yıllık inatları sonucu kendi acılarını kendileri yarattıkları
yollu iddialarının destek bulmasını sağlayacaktır. İsrail'in en başından beri
meşru bir yapıya sahip olduğunun onaylanması demek olacaktır. Ezilenlerin
direnme haklarını ta başlangıcından itibaren geçersizleştirecek ve
Siyonistlerin geçmişte İsrail'e boyun eğip meşruiyetini kabul eden
Filistinlilerin- sadece bunların -İsrail'le pazarlık hakkına sahip oldukları
yolundaki diretmelerine terhel sağlayacaktır. Şeytanın nefesi, onunla düşüp
kalkanların sözlerinde hissedilir.
1967'deki sınırlar içinde yaşayan Filistinlilere ne
oldu? Yahudile- re ne oldu? Güney Afrika'da ırk ayrımı sona erecek mi, ya da
devlet varoluş hakkını tanıyarak dönüşüme mi uğrayacak? B izler Paraguay ya da
Şili halklarının çıkarlarına Stroessner'in, Pinochet'nin meşruiyet iddialarını
kabul ederek mi hizmet edeceğiz, yoksa kurdukları devletleri onaylayarak mı?
Bu sorulara verilebilecek
açık cevaplara karşın, bugün yine de İsrail devletinin yanıbaşında bir
Filistin "mini-devlet"inin kurulması amacıyla Ortadoğu’da
uluslararası bir barış konferansının toplanmasını aktif olarak destekleyen
insanların sayısı artıyor.
Örneğin, 10 Ocak 1988'de,
Kudüs'te çıkan haftalık Filistin yayın organı El Fecir, Yahudi ve Arap ileri
gelenlerinin imzalarını taşıyan bir ilân yayınladı. İlânda "hem İsrail,
hem de Filistin'in ulusal haklarını garanti altına alacak" şekilde
"İsrail-Filistin çatışmasına barışçı bir çözüm" isteniyordu.
El Fecir'in yazı işleri müdürü Hanna Siniora, 18
Ocak'ta Reuter Ajansı muhabiriyle yaptığı görüşmede böyle bir uluslararası
barış konferansında İsrail ve Filistin "ulusal haklarının" nasıl
garanti altına alınacağına açıklık getiriyordu.
Siniora, "İsrail, Ürdün ve Filistin
devleti arasında Benelux ülkele- rindekine benzer bir birlik" öneriyor,
"Batı Şeria, Lüksemburg gibi askerden arındırılmalı" diyordu.
"Arafat dahil, Filistinliler özerkliği
bağımsızlığa geçişte bir basamak olarak kabul edeceklerdir," diyordu
Siniora. "Özerklik, sonuçta İsrail devletiyle FKÖ arasında pazarlığa yol
açıp, bu pazarlıkların sonunda ortaya çıkacak bir Filistin devletiyle
sonuçlanacaktır."
Siniora 28 Ocak'ta Washington'da Dışişleri
Bakanı George Schultz ile bu öneriyi görüşmek üzere buluştu. Siniora'nm bu
görüşmesi FKÖ Başkanı Yaser Arafat'ın İsrail ve ABD ile bir anlaşmaya gitme
eğiliminde olduğunu açıklamasından sadece birkaç gün sonra olmuştu. 17 Ocak'ta
Associated Press Arafat'ın ilk girişimlerinin haberini geçiyordu:
"Arafat'a
göre, eğer o ülkeler (İsrail ve ABD) Ortadoğu barışı konusunda toplanacak
uluslararası bir konferansı kabul ederlerse, o da İsrail'in varolma hakkını
tanıyacaktır. Beyaz Saray'a göre bu cesaret verici bir işarettir..."
"Uydurma" Bir Filistin
Devleti
Kennedy ve Johnson yönetimlerinde Dışişleri
Bakan Yardımcısı olarak görev yapan George Ball ABD ile İsrail'in uluslararası
bir barış konferansına nasıl yaklaşmaları gerektiğini ayrıntılarıyla
açıklıyordu. Ball'un yazısının başlığı "İsrail için barış Filistinliler
için bir devlete bağlıdır" şeklindeydi ve şöyle diyordu:
"İsrail'in
güvenlikle ilgili kaygılan resmi bir antlaşmaya koyulacak tatminkâr ve
uygulanabilir önlemlerle giderilebilir. Bu önlemlere dayanarak, yeni Filistin
devletine kendi ordusuna sahip olma hakkı tanınmaz, polis örgütüne verilecek
silahların da sayısı ve çeşitleri smırlandmlır.
"Daha
da ileri bir önlem olarak antlaşma, bugün Sina'da İsrail'in Mısır'la daha
önceden yapmış olduğu barış antlaşması uyarınca çalışır halde bulunan gözetleme
noktalarından daha büyük, daha çok sayıda ve daha etkin olanlarının kurulmasını
öngörebilir." (Los Angeles Times, 17 Ocak 1988)
Ball açıkça "Batı Şeria'da uydurma bir Filistin devleti"
olarak kabul ettiği yapılanmanın acil sorunu olduğunu söyler. "Şayet
Birleşik
Devletler tarafları bir araya getirmenin
yollarını ciddi olarak aramazsa" diye uyarır Ball, "Kutsal
Topraklardaki savaş yayılıp şiddetlenecek ve bunun sonucunda da komşu Arap
ülkeleri -hatta Mısır bile- er veya geç bu girdabın içine düşeceklerdir."
Aslında bu emperyalist sözcünün bu kadar
korktuğu "girdap", bölgedeki Arap kitlelerin, İsrail göçmen-sömürge
devletinden, Kör- fez'deki ve Arap Yarımadasındaki feodal şeyhlerden ve
ülkesindeki işçi ve köylüleri Kral Faruk zamanında bile olmadığı kadar yoksulluğun
içine iten Mısır'daki rejimden kurtulmalarıdır.
Bir Filistin "Bantustan'Tna karşılık
ırkçı İsrail'in kendi güvenlik çıkarlarını meşrulaştırmak üzere planlanmış
uluslararası bir konferans, böyle bir plana Filistin liderleri de omuz
vermedikçe başarıya ulaşamaz.
Böyle bir sonuç
FKÖ'nün sırtına Filistin halkını dizginlemek ve kendi kaderini tayin denen şeyi
-Ürdün'den Suriye’ye, Mısır'dan Körfeze- tüm Arap halklarını avucunda tutan
vatan-satan rejimlerin hüzünlü bir kopyasına dönüştürmek gibi hiç de
imrenilmeyecek bir görev yükleyecektir. _ •
Daha birkaç yıl öncesine kadar hiçbir
Filistin milliyetçisi, bırakalım Filistin davasını -ezici yoksulluğun ve
ABD'nin emperyalist boyunduruğu ile sömürüsünün kol gezdiği- bölgedeki
statükonun savunuculuğuna dönüştürmeyi, Filistin'in kurtuluşu ve kendi
kaderini tayin hakkı için mücadele verilen onca yıla apaçık ihanet etmek gibi
bir çabaya ortak olma cesaretini kendinde bulamazdı.
İki-devletli bir çözümün, daha kolay kabul
edilebilir oluşu nedeniyle pratik bir öneri olduğunu savunanlar, en hafif
deyişle, C. Wright Mills'in "budala gerçekçiliği" dediği şeyden ötürü
suçludurlar.
En "sağ ’mdan kendi kendine öyle diyen
"sol' una kadar. Siyonist hareketin hiçbir zaman kendi kaderini tayin
yetisine sahip bir Filistin devletini kabul eden bir yanı olmamıştır. Batı
Şeria ve Gazze'nin denetiminden vazgeçmek gibi bir niyet göstermek şöyle
dursun, Siyonistler neredeyse -Ben Gurion, Dayan ve Oded Yinon'un açıkça ifade
ettikleri gibi- yoğun biçimde Kuveyt'in işgalini tezgâhlamakla meşguller.
Güney Afrika'da veya ABD güdümündeki
Siyonist İsrail'de ırk ayırımından vazgeçilip Afrikalıların ve Filistinlilerin
haklarının güvenceye alındığı gün, Kaligula’mn İsa'nın müridlerinden olduğunu,
Hitler'in Mars'la kucaklaştığını ve Bull Conner'ın gözlerini İlâhi aleme
kaldırıp "We Shall Overcome"ı (Bir Gün Yeneceğiz) söylediğini
öğrendiğimiz gün olacak.
Ne var ki bu arada işkence, ölüm ve baskı görenlerin
şu "pratik" reformist dostlarının fantezilerini karşılayabilecek
takâtlan yok; çünkü bu tür hayallerin bedeli ancak kanla ödeniyor. George
Ball'un öngördüğü "uydurma Filistin devleti", yoksul Filistinlilerin
sırtlarında ve ayrıcalıklılar adına işletilecektir. Körfez’deki bağımlı
şeyhliklerden ve Güney Afrika'nın Bantustanlarından esinlenilerek yaratılmaya
çalışılan bu uydurma bütün'e sarılan Filistinli liderler, acı çeken
Filistin'in Çan Kay- Şek'leri, Çombe'leri ve Kral Hüseyin'leri olacaklardır.
Demokratik, Laik bir Filistin İçin
Filistin halkının haklan bu şekilde
geliştirilemez.
Alternatif önümüzde,
Filistinli kitlelerin başkaldınsındadır. Bu mücadele, Siyonist İsrail devletini
çökertip demokratik ve laik bir Filistin'in kurulmasını hedefleyecek politik
bir stratejiyi beklemektedir. Böyle bir Filistin ırk ve din ayuımı olmaksızın
herkesin eşit haklara sahip olduğu bii' ülke olacaktır.
Bu tür bir program ilk
defa 1968’de Arafat'ın Fetih örgütü tarafından geliştirilmişti -ne var ki o
günden bu yana geçen zamanda "iki-dev- letli" çözüm uğruna
terkedilmiş bulunuyor. Fetih'in hayalindeki demokratik Filistin, "içinde
Yahudilerle Filistinlilerin ayırım olmaksızın, eşit insanlar olarak var
olacakları" bir ülkeydi.
Arafat, önerisini şöyle açıklıyordu:
"Siyonist devlete 'hayır', ama Filistin'deki
Yahudilere 'evet' diyorduk. Şöyle diyorduk onlara: 'Ülkemiz evinizdir, ama bir
koşulla -bizimle eşitimiz olarak yaşamaya razıysanız, bize tepeden
bakmayacaksanız.'"187
Arafat'ın Fetih örgütü
tarafından 1970 Eylül'ünde Filistin sorununu görüşmek üzere toplanan İkinci
Dünya Kongresi’ne sunulan bir rapor. demokratik bir Filistin modelini daha da
açık seçik ortaya çıkarır nitelikteydi. (Şurasını belirtmek gerekir ki. rapor
bir "mini-devlet" kavramını kategorik olarak reddediyordu.)
1970 Fetih raporu şöyle der:
"1948 öncesi Filistin -İngiliz
mandası sırasında tanımlandığı haliyle- kurtarılacak olan bölgedir... Bu
aşamada açıktır ki burada sözü edilen yeni Filistin, işgal altındaki Batı Şeria
ya da Gazze Şeridi ya da her ikisi birden değildir. Buralar İsrailliler
tarafından 1967'den beri işgal altında tutulan yerlerdir. Oysa, Filistinlilerin
1948'de gaspedilip sömürgeleştirilen anayurdu, en az 1967'de işgal edilen
bölge kadar değerli ve önemlidir.
"Ayrıca, yurttaşlarından bir
bölümünün küçücük bir köyden bile olsa kovulup zorla sürgün edilmesi temeline
dayanan ırkçı ve baskıcı İsrail devletinin varlığı, devrim açısından kabul
edilemez birşeydir. Bu saldırgan göçmen devletinin kalıcılığını hedefleyen her
türlü düzenleme kabul edilebilir olmaktan uzaktır. ,
"Filistin'de yaşayan veya oradan zorla sürgün edilen Müslümanlar
ve Hıristiyanlar birer Filistin vatandhşı olma hakkını elde edeceklerdir. Bu şu
demektir: Tüm Yahudi Filistinliler -yani şimdiki İsrailliler- ırkçı Siyonist
şovenizmi reddedip yeni Filistin'de Filistinliler olarak yaşamayı kabul
etmeleri koşuluyla eşit haklara sahip olacaklardır. Devrimin bellediği inanç,
bugünkü İsrail Yahudilerinin çoğunluğunun, tutumlarını değiştirip, özellikle
devlet mekanizması, ekonomi ve askeri kurumlar çökertildikten sonra yeni
Filistin'e katılacakları yolundadır.”188
1970 Fetih raporunun doğru
olarak saptadığı gibi. Filistin halkının yürüttüğü mücadelenin geleceği, Yahudi
işçi sınıfına seslenen ve onları demokratik, laik bir Filistin için mücadelede
Filistinlilere katılmaya çağıran bir siyasi stratejiye bağlıdır.Gerçekten de,
Siyonist devletin çatısı altında yaşayan göçmen nüfusun aşağı yukarı %70’i Doğu
Yahudilerin- den (çoğunluğu Sefaradlar) oluşmaktadır. Bu insanlar, çoğu gerici
rejimlerle yönetilen yoksul ülkelerden gelmişlerdir.
Doğu Yahudileri yoksuldur.
Dolayısıyla onları ekonomik ve politik olarak baskı altında tutmakta
kullanılan yöntemler ABD'de ve başka yerlerdeki gettolarda, Latin
mahallelerinde ve işçi semtlerinde kullanılan yöntemlerdir.
Doğu Yahudileri resmi
olarak İsrail yasaları önünde eşittirler. İsrail'de dokuzuncu sınıftan sonra
eğitim özeldir ve çok pahalıdır. Dolayısıyla, Doğu Yahudilerinin çok azı
yüksek öğrenim görebilir. Bunun sonucunda da üniversite eğitimi görenlerin
%10'u. üniversite mezunlarının da %3'ü Doğu Yahudisidir. Doğal olarak bütün
bunların baş nedeni ekonomik sömürüdür.
Doğu Yahudilerinin siyasi
bakımdan temsili de nüfus içftdeki oranlarını yansıtmaktan uzaktır.
Knesset'teki (İsrail Parlamentosu) sandalyelerin sadece altıda birine
sahiptirler. Doğu Yahudileri topluluğunun liderlerinden olan eski Knesset
üyesi Eli Eliakar bu temsil oranının bile ciddiyetten uzak olduğunu söyler.
Gerçek olan, Doğulu milletvekillerinin "yürekten bağlı oldukları Aşkenaz
partileri temsil ettikleri, Do- ğulu-Sefarad topluluğa karşı ise böyle bir
gönül bağı içinde bulunmadıklarıdır." "Bu da," der Eliakar.
"İsrail’deki demokrasinin bir karikatürden başka birşey olmadığını
gösterir."
Yine de burada herhangi bir yanlış
anlamadan kaçınmak gerekiyor. Doğu Yahudilerinin çoğu Siyonisttir. Dolayısıyla
onlardan söz ederken İsraillilerin, tüm emperyalist ve sömürgeci güçlerin
yaptığı gibi, onlara yaklaşımlarında böl-yönet politikasına baş vurduklarını
belirtmemek, sözü edilen yanlış anlamalara yol açabilir.
Doğu Yahudilerinin İsrail'deki
sosyo-ekonomik konumları çok naziktir. Refah düzeyleri Filistinlilerden olsa
olsa biraz daha iyidir. Üstelik Irak, Fas ya da Yemenli bir Yahudi, önünde
sonunda dini kökeni bakımından Yahudi olan bir Araptır. Ahlak, davranış,
görenek ve görünüm açısından Müslüman ve Hıristiyan kardeşlerinden ayrılan bir
yanı yoktur. O da ayırım kurbanıdır. Siyonistler sürekli olarak Doğu Yahudileri
arasında Filistinlilere karşı ırk temelinde bir nefret yerleştirmeye çalışmaktadırlar.
Doğu Yahudisi gençler Lübnan'a, Batı
Şeria'ya ya da Gazze'ye savaşmaya gönderildiklerinde İsrail'in savaşçı
politikası konusunda gözleri açılmaktadır. Savaştan döndüklerinde, giderken
geride bıraktıkları kötü ekonomik ve sosyal koşullara geri dönmektedirler.
İşte, gerek Sefa- radların yaşadığı gecekondu mahallelerinde görülen Kara
Panter hareketinin, gerekse Sefaradlar arasında görülen radikalleşme
eğilimlerinin gerisinde yatan bu durumdur. Yüzeyin altında açıkça görülen bu
öfkedir ve bu yüzden bugün yarın Sefarad topluluğu içinde bir patlama olacaktır.
Bu kaçınılmazdır.
Filistin halkı harekete geçince bu hareket
Yahudi işçi sınıfının içinde bulunduğu koşulları da kapsamalıdır. Filistin
devrimci liderliğine yakışan, demokratik, laik bir Filistin tablosu içinde
Yahudilerle de ilişki kurmaktır. Zamanla Yahudi işçiler de Filistin hareketine
olumlu bakacaklardır. Bu bakıştaki ilk aşama, "onlar yapabiliyorlarsa biz
de yapabiliriz" biçiminde olacaktır. İkinci aşamada ise müttefik aramaya
başlayacaklardır. Bu da anti-Siyonist devrimci bir harekete giden yolu açacaktır.
Geçmişteki büyük devrimci
fırsatlara karşın FKÖ liderliği Filistin'deki Filistinli ve Yahudi kitleleri
Siyonist devlete karşı harekete geçirecek bir strateji geliştirmekte yetersiz
kaldı.
Ne Yaser Arafat'ın
"ılımlı" liderliği ile Halkçı ve Demokratik Cephelerin
"ilerici" liderliği, ne de "muhalif’ Fetih isyancılar, Filistin
halkı için bölgedeki çürümüş kapitalist rejimlerden bağımsız bir strateji
geliştirebildiler.
FKÖ liderleri zaman oldu,
emperyalizme ve onun vatan-satan Doğulu Arap uydularına yaltaklandılar, zaman
oldu zorbalığa kalkıştılar. Her iki durumda da Filistin'de bir
"mini-devlet" kurmaya çalışan emperyalizmin ekmeğine yağ sürülmüş
oldu.
Ne var ki -Suriye'den
Ürdün'e, Oradan da Mısır'a kadar- bu rejimler Filistin devrimini açık ve
yaşayan bir tehlike olarak görüyorlar. Filistin halkının olağanüstü
mücadelesinin -milliyetçi FKÖ liderliği yönetiminde bile olsa- kendi ezilen
halklarına ne yapılması ve kimlerin buna engel oluşturduğu yönünde bir işaret
olduğunun farkındalar.
Devrimci bir Filistin
liderliği, pek çok insanın yaptığı gibi, İsrail devletinin çökertilmesi için
mücadele vermek zorundadır.
Bu liderlik Filistinli
kitlelerle bunların Yahudi sınıf müttefiklerinin harekete geçme sürecini
başlatacak bir program geliştirmek zorundadır. Filistin halkının -uluslararası
katılımın da sağlanacağı- grevler ve gösterilerle harekete geçmesi Yahudi
işçiler arasında da yankısını bulacaktır.
Demokratik, laik bir
Filistin sözüne sadık bir FKÖ, liderlik yapısı içine göçmen-sömürgeci devlete
karşı savaşmış anti-Siyonist Yahudileri de dahil edecektir. Böylece, Yahudi
kitleler gerçek sözcülerinin kim olduğunu ve sürekli bir savaştan,
güvensizlikten ve mahrumiyetten kurtulma yollarını onlara kimin
gösterebildiğini kendileri göreceklerdir.
Filistin devrimci hareketi
ancak Filistin ulusal mücadelesini tüm Ortadoğu'daki işçilerin ve köylülerin
mücadelesiyle birleştirip bu yolla kapitalist, emperyalist sultadan kurtulmayı
hedefleyen bir strateji geliştirmekle güçlenebilir. Yahudilerle Arapların bir
arada yaşayabilecekleri demokratik, laik bir Filistin yolunda yapılacak çağrı,
Siyonist devleti çökertip yerine sınıfsal ve ulusal baskıya son verecek
insancıl bir toplum kurmaya muktedir toplumsal güçleri birleştirmeye temel
oluşturacaktır.
Özgürlüğe giden yolun kestirmesi yoktur;
Filistin halkının yüzyıllık ızdırabı bunu göstermiştir. Zafere giden yolun
kısaltılması ancak gi- « deceği yönü bilen, bunu insanları mücadeleye katarak,
kendi adlarına harekete geçirerek ve tehlikeli biçimde yolu tıkayan sahte
liderleri korkusuzca teşhir ederek o insanlara anlatan bir liderliğin ortaya
çıkmasıyla mümkün olacaktır.
Siyonist ve emperyalist
planlara Filistinlilerin verdiği karşılık Ce- beliye’de, Sahil Kampı'nda (Beach
Camp), Balata’da ve Deyşe’deki taş atan çocuklarda ortaya çıkmaktadır. Çünkü,
Jabotinsky'nin de kabul etmek zorunda kaldığı gibi, bu insanlar bir halktır,
yaşayan bir halktır -bir güruh değil, tam tersine dünyanın dördüncü büyük
askeri gücüne karşı taşlarla, sapanlarla mücadele veren bilinçli bir halktır.
Onlara olan borcumuz en
azından devrimci mücadelelerine göstereceğimiz bağlılıktır ve bu mücadele
Akdeniz'den İran Körfezi'ne, Mısır nehrinden Fırat'a, oradan da -Siyonist
zalimlerin hep söyledikleri gibi- "daha ötelere" yayılmadıkça hiçbir
zaman tamamlanmış sayılmayacaktır.
1.
Dan Fisher, Los Angeles
Times, 20 Aralık 1987.
2.
age.
3.
John Kifner, New York
Times, 22 Aralık 1987.
4.
San Francisco Examiner, 23
Aralık 1987.
5.
Deyşe kampında yazara
bizzat söylenmiştir.
6.
Fisher, Los Angeles
Times, 20 Aralık 1987.
7.
John Kifner, New York
Times, 21 Aralık 1987.
8.
Dan Fisher, Los Angeles
Times, 23 Aralık 1987.
9.
Dan Fisher, Los Angeles
Times, 20 Aralık 1987.
10.
New York Times, 21
Ocak 1988.
11.
John Kifner, New York
Times, 23 Ocak 1988.
12.
John Kifner, New York
Times, 27 Ocak 1988.
13.
age.
14.
Walter Laqueur, History
of Zionism (Siyonizmin Tarihi), Londra, 1972.
15.
Joy Bonds ve diğerleri, Our
Roots Are Stili Alive-The Story of the Pales- tinian People (Köklerimiz
Hâlâ Yaşıyor-Filistin Halkının Tarihi), New York: Institute for Independent
Social Joumalism, Peoples Press, 1977, s. 13.
lö.Theodor
Herzl, The Jewish State (Yahudi Devleti), Londra, 1896.
17.
Hyman Lumer, Zionizm:
Its Role in World Politics (Siyonizm: Dünya Poli temational Publishers,
1973.
18.
Haim Weizmann, Trial and
Error: The Autobiography of Chaim Weiz- mann (Deneme-Yanılma: Haim
Weizmann'm Otobiyografisi), New York, Harpers, 1949, s. 149.
19.
John Norton Moore, ed., The
Arab-Israeli Conflict (Arap-tsrail Sorunu), Pri ety of International Law,
Princeton University Press, 1977, s. 885,
20.
age.
21.
Alıntı, Harry N. Howard, The
King Commission: An American Inquiry in the Middle East (King Komisyonu:
Ortadoğu'da Amerikan Araştırması), Beyrut, 1963.
22.
N. Kirschner, "Zionism
and the Union of South Africa: Fifty Years of Fri- endship and
Understanding," (Siyonizm ve Güney Afrika Birliği: Elli Yıllık
,
Dostluk ve Anlaşma), Jewish Affairs, Güney Afrika, Mayıs 1960.
23.
Theodor Herzl, Diaries (Günlükler),
Cilt II, s. 793.
24. Theodor Herzl, The Jewish State: An Attempt at a Modern
Solution of the Jewish Question (Yahudi Devleti: Yahudi Sorununa Modern bir
Çözüm Girişimi), s. 33. Alıntı, Uri Davis, Israel: An Apartheid State (İsrail:
Irkçı Devlet), Londra, Zed Books, Ltd., 1987.
25.
age., s. 28.
26.
"For Love and
Money," (Aşk ve Para İçin), Israel: A Survey (İsrail: Bir So
nesburg, Güney Afrika, 11 Mayıs 1984, s. 41.
27. "The Iron Wall" (Demir Duvar) -"O Zheleznoi
Stene"- Rassvet, 4 Kasım 1923.
28. Lenni Brenner, The Iron Wall: Zionist Revisionism From
Jabotinsky to Shamir (Demir Duvar: Jabotinsky'den Şamir'e Siyonist
Revizyonizrfı), Londra, Zed Books, Ltd., 1984, s. 79.
29.
London Sunday Times, 26
Eylül 1982.
30.
Jabotinsky'nin "Letter
on Autonomy"si (Özerklik Üzerine Mektup), 1904. Alıntı, Brenner, The
Iron Wall (Demir Duvar), s. 29.
31.
Brenner, The Iron Wall, s.
31.
32.
Sami Hadavi, Bitter
Harvest (Hüzünlü Hasat), Delmar, N.Y., The Caravan Books, 1979, s. 43-44.
33.
Hassan Kanafani, "The
1936-1939 Revolt in Palestine" (Filistin'de 1936-193 mokratik Filistin
Komitesi.
34.
age., s. 96.
35.
age., s. 39.
36.
age., s. 31.
37.
age. .
38.
Hadavi, s. 43-44.
39.
Joseph Weitz, "A
Solution to the Refugee Problem" (Mülteci Sorununa Bir Çözüm), Davar, 29
Eylül 1967. Alıntı, Uri Davis ve Norton Mezvinsky, ed., Documents from
Israel, 1967-1973 (İsrail'den Belgeler, 1967-1973), s. 21.
40.
Davis, Israel: An
Apartheid State (İsrail: Irkçı Devlet)
41.
El Hemişmar (İsrail
Gazetesi), 7 Eylül 1976.
42.
Yazarla görüşmeler
sırasında Fevzi el-Asmar ve Salih Baransi'nin alıntıları, Ekim 1983.
43.
Sabri Jiryis, The Arabs
in Israel (İsrail'deki Araplar), New York, Monthly Review Press, 1976.
44.
Gad Becker, Yediot
Ahronot, 13 Nisan 1983 ve The New York Times, 14 Nisan 1983.
45.
age. ,
46.
David Ben Gurion, Memoirs
(Anılar), Cilt İD, s. 467.
47.
Ben Gurion'un Anılarında
sözü geçen 1937 tarihli bir konuşmasından.
48. David Ben Gurion, "Report to the World Council of Poalei
Zion" (Poalei Zio güt- Dünya Konseyine Raporu), Tel Aviv, 1938. Alıntı,
Israel Şahak, Journal of Palestine Studies (Filistin Araştırmaları
Dergisi), Bahar 1981.
49.
Ben Gurion'un 1938'deki bir
konuşmasından.
50.
Mihail Bar Zohar, Ben
Gurion: A Biography (Ben Gurion: Biyografi), New York, Delacorte, 1978.
51.
Ben Gurion, Temmuz 1948,
Bar Zohar alıntısı.
52.
Brenner, The Iron Wali (Demir
Duvar)
53.
age., s. 143.
54.
Meir Pa'il, Yediot
Aharanot, 4 Nisan 1972. Alıntı, David Hirst, The Gun and the Olive
Branch (Silah"ve Zeytin Dalı), s. 126-127.
55.
Jacques de Reynier, A
Jerusaiem un drapeau flottait sur la iigne de feu, (Kudüs'te Ateş Hattında
Bir Bayrak Dalgalanıyordu), s. 71-76. Alıntı, Hirst, s. 127-8.
56.
Davar, 9 Haziran
1979.
57.
Eldad, "On the Spirit
that Was Revealed in the People" (Halkta Zuhur Eden Ruh Üzerine), De'ot,
Kış 1968. Davis ve Mezvinsky, s. 186-7.
58.
Meir Har Zion, Diary (Günlük),
Tel Aviv, Levin-Epstein Ltd., 1969. Alıntı, Livia Rokach, Israel's Sacred
Terrorism (İsrail'in Kutsal Terörizmi), Bel- mont, Mass., Arap Amerikan
Üniversite Mezunlan Demeği, 1980, s. 68.
59.
Rokach, s. 16.
60.
age.
61.
Mahkeme tutanaklanndan: Judgements
of the District Court: The Mili- tary Prosecutor vs. Malor Melinki et. al. (Bölge
Mahkemesi Kararlan: Askeri Savcı karşısında Malor Melinki ve diğerleri),
Rokach, s. 66.
62.
Ha'aretz, 23 Mayıs
1980.
63.
Bu sürecin ayrıntılı bir
analizi için bkz. Janet Abu Lughod, "The Demograp- hic Transformation of
Palestine" (Filistin'in Demografik Dönüşümü), İbrahim Ebu Lughod, ed., The
Transformation of Palestine, (Filistin'de Dönüşüm), Evanston, III.,
Northwestern University Press, 1971, s. 139-64.
64.
Davis ve Mezvinski, s. 47.
65.
Moşe Dayan, 19 Mart 1969, Ha'aretz,
4 Nisan 1969. Ayrıca Davis'te de alıntı olarak.
66.
Yahudi Ulusal Fonu, Jewish
Villages in Israel (İsrail'deki Yahudi Köyleri), s. xxi. Aktaran: Lehn ve
Davis, Yahudi Ulusal Fonu.
67.
Birleşmiş Milletler
tahminleri 1950'lerin sonlannda yapılmıştı. Baruch Kim- merling, Zionism and
Economy (Siyonizm ve Ekonomi), s. 100. Alıntı, Da- vis, s. 19. Davis ve
Kimmerling kitaplarında "118-120 milyar paund ster- lin'den söz ederler.
Bu kitabın yazan orijinal Birleşmiş Milletler raporuna ulaşmayı başaramadı,
ancak başka kaynakların titizlikle incelenmesinden sonra denilebilir ki
Kimmerling (sonra da Davis) bir baskı hatası yapmışlardır. Verilen sayı milyar
değil, milyon paund sterlin olmalı.
68. Dan Peretz, Israel and Paiestinian Arabs (İsrail ve
Filistinli Araplar), s. 142, Davis, s. 20-21.
69. Walter Lehn, The Jewish National Fund As An Instrument of
Discrimi- nation (Ayınm Aracı Olarak Yahudi Ulusal Fonu), alıntı, Zionism
and Ra- cism, (Siyonizm ve Irkçılık), Londra, Her Türlü Irk Ayırımının
Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Organizasyon 1977, s. 80.
70. Yahudi Ulusal Fonu tüzüğü, madde 23, alıntı, Israel Şahak, ed., The
Non- Jew in the Jewish State (Yahudi Devletinde Yahudi Olmayanlar), Kudüs,
1975.
71.
Ha'aretz, 13 Aralık
1974.
72.
Ma'ariv, 3 Temmuz
1975. '
73.
Raphael Patai, ed., The
Complete Diaries of Theodor Herzl (Theodor Herzl'inTüm Günlükleri), New
York, 1960, s. 88.
74. Israel Şahak, "A Message to the Human Rights Movement in
America - Isra- el Today: The Other Apartheid" (Amerika'daki İnsan Hakları
Hareketine Mesaj - Bugünkü İsrail: Öteki Irk Ayırımı), Against the Current (Akıntıya
Karşı), Ocak-Şubat 1986.
75.
age.
76. Marvin Lovventhal, ed., The Diaries of Theodor Herzl, s.
6. Alıntı, Lenni Brenner, Zionism in the Age of the Dictators (Diktatörler
Çağında Siyonizm), (Westport, Conn.)
77. Lavrence Hill, 1983, s. 6. "Our Shomer
’Weltanschauung'" Hashomer Hat- zair, Aralık 1936. İlk basımı, 1917,
Brenner, Zionism, s. 22.
78.
Brenner, The Iron Wall.
79.
age., s. 14.
80.
age.
81.
Brenner, Zionism, s.
48.
82.
age., s. 85.
83.
age., s. 99.
84.
age., s. 149.
85.
age.
86.
Haham Solomon Schonfeld,
İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere Baş Hahamı. Faris Yahya, Zionist Relations
with Nazi Germany, (Siyonistlerin Nazi Almanyası ile ilişkileri), Beyrut,
Lübnan, Filistin Araştırmaları Merkezi, Ocak 1978, s. 53.
87.Haim Weizmann'm 1937 Temmuz’unda Londra’daki Peel Komisyonu önünde
verdiği tanıklık ifadesini 1937'de Siyonist Kongresi’ne sunuşu, Yahya, s. 55.
88.İzak Gruenbauni Yahudi Kurtarma Komitesi Başkanı'ydı. 1943'teki
bir konuşmasından. Age., s. 56.
89.
age., s. 53.
90.
age., s. 59-60.
91.
age., s. 58.
92'. Kudüs Bölge Mahkemesinde 124/53
sayılı Cinayet Davası protokolü ile ilgili olarak verilen 22 Haziran 1955
tarihli karar. Age., s. 58.
93.
age., s. 59.
94.
• Ben Hecht, Perfidy (İhanet),
New York, 1961, s. 58-59. Age., s. 60.
95.
"Avrupa’daki Yahudi
Sorununun Çözümü ve Ulusal Askeri Örgüt'ün -îrgun Zvai Leumi- Almanya'nın
yanında savaşa katılmasıyla ilgili U.A.Ö. önerisi" Orijinal metnin
bulunduğu yer: David Yisraeli, The Palestine Problem in German Politics,
1889-1945 (1889-1945 Alman Politikasında Filistin Sorunu), Ramat Gan,
İsrail, Bar İlan "Üniversitesi, 1974, s. 315-317, Brenner, Zionism, s.
267.
96.
Brenner, The Iron Wall, s.
107.
97.
Lidice, SS'ler tarafından
yerle bir edilen bir Çekoslavak köyüydü. Nazi vahşetinin simgesi olarak kabul
edildi ve Nürnberg Mahkemeleri sırasında savaş suçu olarak ilan edildi.
98.
Rokach, s. 5.
99.
age.
100.
age., s. 4.
101.
age., s. 6.
102.
age., s. 14.
103.
age., s. 18.
104.
age., s. 19.
105.
age., s. 29.
106.
age.
107.
age., s. 30.
108.
age., s. 55.
109.
age., s. 45.
110.
age., s. 50.
111.
Herzl, Diaries, Ciltli,
1904, s. 711.
112.Israel Şahak, The Zionist Plan for the Middle East (Ortadoğu
Konusunda Siyonist Planı), Belmont, Mass., A.A.U.G., 1982.
113.
Jonathan Randal, Going
Ali the Way, New York, Viking, 1983, s. 188.
114.
Başbakan Moşe Şaret'e
mektup, 27 Şubat 1954, Rokach, s. 25.
115.
Randal.
116.
age., s. 247.
117.Norveçli
sosyal danışman Marianne Helle Möller, alıntı, Ralph Schoenman ve Mya Shone,
"Lübnan’da Nihai Bir Çözüme Gidiş mi?", New Society, 19
Ağustos 1982.
118.
Randal.
119.
Şubat 1983'te Binbaşı Saqr
tarafından Sayda’da dağıtılan el kitapçığından.
120.
Time Magazine, 4
Ekim 1982.
121.
New York Times, 1
Ekim 1982.
122.
Jerusaiem Post, 23
Temmuz 1982.
123.
Jerusaiem Post, Ekim
1983.
124.
Randal, s. 17.
125.
age.
126.
age. . ,
127.
Dan Fisher, Los Angeles
Times, 11 Kasım 1987.
128.Lea Tsemel, "Prison Conditions in Israel-An Overview,"
(İsrail'deki Cezae kış), aktaran Ralph Schoenman ve Mya Shone, Prisoners of
Israel: The Treatment of Palestinian Prisoners in Three Jurisdictions (İsrail'in
Tu- tuklulan: Üç Yargılama Sırasında Filistinli Tutuklulara Yapılan Muamele)
(Princeton, N.J.: Veritas Press, 1984.) .
129.Ulusal Avukatlar Birliği, Treatment of Palestinians in
Israeli-Occupied West Bank and Gaza (İsrail İşgali Altındaki Batı Şeria ve
Gazze’de Filistinlilere Yapılan Muamele), (New York: 1978), s. 89.
130.
Londra Sunday Times, 19
Haziran 1977.
. 131.Muhammed Na'amneh, Yazarla söyleşi, Doğu Kudüs, 2 Şubat
1983.
132.
Londra Sunday Times, 19
Haziran 1977, s. 18.
133.Arie
Bober, ed., The Other Israel: The Radical Case Against Zionism (Öteki
İsrail: Siyonizme Karşı Radikal Dava), (New York: Anchor Books, 1972), s. 134. .
134.Sabri Jiryis, The Arabs in Israel (İsrail'deki Araplar),
(New York: Monthly Review Press, 1976), s. 12.
135. Londra Sunday Times, 19 Haziran 1977.
136.1bid., s. 18.
137.
Ibid. (ayrıca yukarıdaki
vaka analizleri için alıntı)
138.1bid.
139.
Lea Tsemel, "Political
Prisoners in Israel-An Overview" (İsrail’deki Siyasi Tutuklular-Genel bir
Bakış), Kudüs, 16 Kasım 1982. Lea Tsemel ve Velid Fahoum, "Nafha is a
Political Prison" (Nafha Siyasi bir Cezaevidir), 13 Mayıs 1980 ve bir dizi
rapor (Mayıs 1982-Şubat 1983). Felicia Langer, With My Own Eyes (Kendi
Gözlerimle), Londra, Ithaca Press, 1975. Felicia Langer, These Are My
Brothers (Bunlar Benim Kardeşlerim), Londra, Ithaca Press, 1979. Cemil
Ala'al - Din ve Melli Lerman, Prisoners and Prisons in Israel (İsrail'de
Tutuklular ve Cezaevleri), Londra, İthaca Press, 1978. Velid Fahum, Arapça
olarak yayımlanmış iki sosyolojik inceleme kitabı. Raja Şahada, Occupier's
Law: Israel and the West Bank (İşgalcinin Yasası: İsrail ve Batı Şeria),
Washington, D.C., Filistin Araştırmaları Enstitüsü, 1985. Ulusal Avukatlar
Birliği 1977 Ortadoğu Delegasyonu, Treat- ment of Paiestinians in Israeli-Occupied
West Bank and Gaza (İsrail İşgali Altındaki Batı Şeria ve Gazze'de
Filistinlilere Yapılan Muamele), New York, 1978. Uluslararası Af Örgütü,
"Rapor", 21 Ekim 1986. Ralph Schoenman ve Mya Shone, Prisoners
of Israel: The Treatment of Palestinian Prisoners in Three Jurisdictions (İsrail’in
Tutukluları: Üç Yargılama Sırasında Filistinli Tutuklulara Yapılan Muamele),
Princeton, N.J., Veritas Press, 1984. (Filistin Sorunu Konulu Birleşmiş
Milletler Uluslararası Konferansı için kısaltılmış olarak hazırlanmış).
140.
Ulusal Avukatlar Birliği,
s. 103.
141.
Durum İncelemesi: Hassan
Harb, Ramalla. Londra Sunday Times, s. 19. 142. Durum İncelemesi: Nadir
Afuri, Nablus. Schoenman ve Shone, s. 22-26.
143.
Durum Araştırması: Dr. Azmi
Şuaybi, El Bireh. Schoenman ve Shone, s. 30-32.
144.
Durum İncelemesi: Muhammed
Manasra, Beytlehem. Schoenman ve Shone, s. 33-36.
145.
Al-Fajr Jerusalem
Palestinian Weekly, 14 Mart 1984.
146.
Al-Fajr Jerusalem
Palestinian VVeekly, 10 Ocak 1988.
147.
Londra, Sunday Times, s.
18.
148.
age.
149.
age.
150.
Amerikan-Arap Irk Ayırımına
Karşı Komite, The Bitter Year: Arabs Un- der Israeli Occupation in 1982 (Acılı
Yıl: 1982 İsrail İşgali Altında Araplar), Washington, D.C., 1983, s. 211.
151.
Al-Fajr Jerusalem
Palestinian VVeekly,
152.
Cemil Ala' al-Din ve Melli
Lerman, s. 3.
153.
Durum incelemesi: Kütler
Raporu, age. s. 34-35.
154.Leah Tsemel ve Velid Fahum, "Nafha Cezaevi Üzerine
Raporlar” Mayıs 1982-Şubat_1983, Schoenman ve Shone, s. 47-54.
155.
Cemil Ala' al-Din ve Melli
Lerman, s. 26.
156,David Ben Gurion, "Divray ha Knesset,"
Parlamento Tutanağı 36, s. 217.
Alıntı, Bober, s. 138.
157.Israel Şahak, çevirmen ve ed., The Zionist Plan For the
Middle East, Bel- mont, Mass., a.A.U.G., 1982.
158.
age., s. 5.
159.
age.
160.
age., s. 9.
161.
age.
162.
age., s. 5. .
163.
age., s. 4.
164.
age., s. 5.
165.
age., s. 9.
166.
age.
167.
age., s. 4.
168.
age.
169.
age., s. 9.
170.
age., s. 5.
171.
age., s. 4.
172.
age., s. 8. i
173.
age.
174.
age.
175.
age., s. 4.
176.
age., s. 4 ve s. 9.
177.
age., s. 5.
178.
age., s. 10.
179.
age.
180.
age., s. 10-11.
181.
age., s. 9-10.
182.
age., s. 10.
183.
1sraeli Mirror
184.
Yosi Berlin, Meichuro
Shel Ichud, 1985, s. 14.
185.
Şahak, The Zionist Plan.
186.
ABD ile İsrail arasındaki mali
ilişkiler konusunda bkz., Muhammed el Havas ve Samir Abed Rabbo, American
Aid to Israel: Nature and Impact (İsrail'e Amerikan Yardımı: Yapısı ve
Etkisi), Brattleboro, Vt., Amana Bo- oks, 1984.
187.
Alıntı, Hart, Alan, Arafat:
Terrorist or Peacemaker (Arafat: Terörist ya da Barışçı), (Sidgwick ve
Jackson, gözden geçirilmiş baskı), s. 275. Arafat, Hart ile görüşmesini şöyle
sürdürür: "Filistin’deki Yahudilerin güvenlik ve selameti için tek bir
güvence olduğunu hep söylemişimdir... O da aralarında yaşadıkları Arapların
dostluğudur."
188.
Alıntı, Documents of the
Palestinian Resistance Movement (Filistin Direniş Hareketi Belgeleri),
Merit broşürü, Pathfinder Press, 1971. Fetih’in tam metni The Militant gazetesinin
16 Ekim 1970 sayısında da yayımlanmıştı.