Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

SİYONİZMİN GİZLİ TARİHİ

 

Ralph Schoenman

Çeviren: Aydın Pesen

İÇİNDEKİLER

Yayınevinin Notu................................................................... 7

Önsöz: Ayaklanma ............................................................. 13

I-       Dört Mit..............................................................................   16

II-      Siyonist Hedefler................................................................   18

III-     Filistin'in Sömürgeleştirilmesi.............................................. 29

IV-      Trajik Sonuçlar..................................................................... 33

V-      Ülkenin Ele Geçirilmesi........................................................ 42

VI-      Siyonizm ve Yahudiler........................................................ 48

VII-      Güvenlik Miti..................................................................... 60

VIII-Blitzkrieg ve Katliam..........................................................   64

IX-      İkinci İşgal.........................................................................   72

X-      İşkencenin Yaygınlığı........................................................... 78

XI-      Cezaevleri............................................................ -.............. 96

XII-      Fetih Stratejisi.................................................................. 103

XIII-Devrim Stratejisi...............................................................   118

Açıklayıcı notlar                           .                                    127

Bu uğurda ölen
yoldaşım ve sevgili dostum
Halit Ahmet Zeki'nin anısına

Hamdi Faraj ve Muhammed Manasra için

Yayınevinin Notu

İsrail son yıllarda Türkiye'nin dış ilişkilerinde her geçen gün daha ağırlıklı bir yer kazanıyor. İki ülke arasında 1967'den beri asgari düzeye indirilmiş olan diplomatik ilişkiler, son yıllarda adım adım geliştirildi, sonunda büyükelçilik düzeyine yükseltilmesi kararlaştırıldı. 28 yıl sonra ilk kez TC hükümetinin bir bakanı, Turizm Bakanı Abdülkadir Ateş, Haziran ayı içinde İsrail'i ziyaret etti. Nihayet, Temmuz Sonunda İsrail devlet başkanı Haim Herzog'un İstanbul'u ziyareti sırasında şatafatlı bir davet düzenlendi.

Üstelik, ilişkilerin yalnızca hükümetler düzeyinde geliştirilmesiy­le yetinilmiyor, Türk toplumunun genel olarak uluslararası Yahudi ce­maatiyle, özel olarak İsrail toplumuyla daha yakın ilişkiler içine girmesi için çabalar harcanıyor. İspanyol Yahudilerinin Osmanlı ülkesine göç edişinin 500. yıldönümü, özellikle Amerika'daki Yahudi lobisiyle Türki­ye'yi birbirine yakınlaştırmanın bir vesilesi olarak kullanılıyor. Başka bir bağlamda iki halk arasında önyargıların azaltılması ve kültürel ilişki­lerin daha sıcak kılınması gibi övgüye değer bir amaca katkıda buluna­bilecek olan böyle bir tarihsel uğrak, bugün diplomasinin hizmetine ko­şuluyor. Bu genel yöneliş çerçevesinde, Mayıs ayı içinde New York'ta düzenlenen "Türk Haftası" dolayısıyla yapılan yürüyüşe Yahudi cemaati büyük bir destek veriyor, yürüyüşten bir gece önce düzenlenen baloda Türkçe şarkıların yanısıra İbranice şarkılar da çalmıyor. Mart ayında Amerika'da düzenlenen Amerikan Yahudi Kongresi toplantısına Turgut Özal uydu yayın aracdığıyla görüntülü olarak hitap ediyor.

İsrail ile Türkiye'yi birbirine yaklaştırmak için gösterilen bu çaba­yı, Türkiye hükümetlerinin son yıllarda içine girmiş olduğu yeni dış po­litika bağlamı içinde ele almak gerekiyor. En azından Körfez Savaşı dö­neminden bu yana, ABD'nin Ortadoğu'da, Balkanlarda. Kafkasya'da ve Orta Asya'da Türkiye'den yeni görevler beklediği, Türk hükümetlerinin ise bu görevleri yerine getirmek üzere dış politikada yeni adımlar attığı herkesin malumu. İsrail ile ilişkilerin sıklaştırılması tam da Türkiye'nin ABD ile ilişkilerinde ve Ortadoğu'ya yönelik politikasında açılan bu ye­ni dönemin bir unsuru. Geçmişte İran Şahı'nm İsrail'le birlikte Arap dünyasındaki anti-emperyalist dinamikler üzerinde oluşturduğu tehdit, bu kez Türkiye ile İsrail tarafından birlikte sağlanacak. İki ülkeyi birbi­rine yaklaştırma çabası, aynı zamanda Orta Asya'da ortak yatırım proje­lerini de içeriyor.

İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkileri karmaşıklaştıran bir boyut var: her iki devlet de, bazı yönlerden paralellikler gösteren ulusal kurtu­luş mücadeleleriyle karşı karşıya. Türkiye Cumhuriyeti için Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bugün artık Filistinlilerin İsrail'e karşı onyıllardır vermekte oldukları mücadeleyle karşılaştırılabilecek derecede önemli bir sorun haline gelmiştir. Filistin mücadelesi, bilindiği gibi, 1987 Ara­lık ayında başlayan İntifada ile kitlesel bir biçime bürünmüştü. Botan'da 1990 baharında başlayan ve günümüzde de sürmekte olan kitlesel müca­delenin, Kürtçe'deki "serhıldan" kelimesinin yanısıra, bir "İntifada" olarak anılıyor olması bir raslantı değil, iki halkın mücadelesinin ortak yanlarının bir ifadesidir. Elbette, Ortadoğu politikasının karmaşık sat­ranç tahtasında, ne İsrail'in Kürt sorununa, ne de Türkiye'nin Filistin so­rununa yaklaşımı bir diğerini tatmin edecek nitelikte. Ama ABD'nin bölgedeki bu iki ayrıcalıklı müttefikinin gelecekte bu sorunlar konusun­da da birbirlerini daha fazla kollamaları beklenebilir. Kürt hareketi için­de İsrail konusunda yer yer ortaya çıkan yanılsamalara da böylece gide­rek daha az yer kalacağı öngörülebilir.

Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinde yeni bir dönemin açılmakta oldu­ğu bugünlerde şu soru eskisinden de büyük bir önem kazanıyor: Türkiye insanı İsrail devletini ve bu devletin vazgeçilmez harcı olan Siyonizmi ne kadar tanıyor? Bu konuda özel bir tavra sahip olan İslamcı hareketi bir an için bir kenara koyarsak, şunu söylemek mümkün: Türkiye solu­nun 601ı yıllarda Filistin kurtuluş mücadelesiyle kurmuş olduğu enter- nasyonalist bağlara rağmen, Türkiye'nin "demokratik" kamuoyunun, so­lun bir bölümü de dahil olmak üzere, İsrail devletinin ve Siyonizmin ge­rici karakteri konusunda yeterli bir bilince sahip olduğu söylenemez. Her ne kadar İntifada'nm doruğuna ulaştığı dönemde İsrail ordusunun ve polisinin Filistinli militanlar üzerinde uyguladığı mezalim kamuo­yunda olumsuz bir izlenimin hakim olmasına yol açtıysa da, televizyon­da görülen kasten kol kırma gibi vahşet dolu imgelerin zamanla bula­nıklaşmasıyla ve günümüzde iki devletin ortak çabasıyla yürütülen pro­pagandanın etkisiyle bu izlenimin silinmesi mümkündür. Önemli olan, İsrail güvenlik güçlerinin tekil uygulamalarının ötesinde, İsrail devleti­nin kuruluş ilkeleri dolayısıyla doğası gereği nasıl yoğun bir gericiliğin taşıyıcısı olduğunu ortaya koyabilmektir. İşte elinizdeki kitap bu açıdan paha biçilmez bir değer taşıyor. 1970'li yılların başında ABD'nin Viet­nam'da işlemekte olduğu insanlık suçlarını yargılayarak haklı bir şöhret edinen Bertrand Russell Vakfı'nm eski genel sekreteri olan, ABD'li dev­rimci Marksist araştırmacı ve militan Ralph Schoenman'ın bu çalışması Türkiyeli okuyucu için İsrail'e ve Ortadoğu'nun sorunlarına bakışta son derecede önemli veriler sunuyor.

Dünyada ve Türkiye'de İsrail'in varlığını ve onyıllardır izlemekte olduğu politikaları haklı göstermek için gerekçe olarak ileri sürülen bü­tün görüşler, Schoenman'ın dikkatli biçimde belgelenmiş çalışmasının ışığında birer efsane olarak teşhir ediliyor. Bu görüşlerden en tehlikelisi, İsrail devletinin, Ortadoğu'nun tutucu krallar ve gözü dönmüş diktatör­ler çölünde bir demokrasi vahası olduğu yolunda, özellikle Körfez Sava- şı'ndan bu yana yayılmakta olan görüş. Schoenman, İsrail'in hukuk dü­zenini, cezaevlerini, mahkemelerini, polisin görülmemiş vahşetteki iş­kence uygulamalarını ayrıntılı biçimde ele alarak, "demokrasi" efsanesi­ni paramparça ediyor. Ama belki de bundan önemlisi, hukuk sisteminin ve uygulamaların ardında yatan devletin yapısı: kitap, politik, hukuki, hatta ekonomik düzeylerde, İsrail devletinin köklü bir ırk ayırımına da­yandığını, Güney Afrika'da bütün dünyanın haklı nefretini kazanmış olan apartheid sisteminden hiçbir farkı olmadığını ortaya koyuyor. Öy­leyse, Güney Afrika ne kadar demokratikse, İsrail de o kadar demokra­tiktir.

"Demokrasi" efsanesi Türkiye'de "demokratik" kamuoyunda yay­gın kabul gören bir başka görüşle de yaygın ilişki içindedir: buna göre, İsrail, ortaçağ kalıntısı sosyo-ekonomik ve politik yapıların hakim oldu­ğu. henüz laikliğin bile marjinal kaldığı Arap dünyası karşısında mo­dernliği, "Batılılığı", ekonomik ve toplumsal gelişmeyi temsil eder. Bu görüşün en ileri ifade biçimi, İsrail’in "tembel" Araplardan devraldığı çölde bir modern uygarlık kurmuş olduğudur. Irk ayırımına dayalı bir toplum düzeninin ne denli modern kabul edilebileceği bir yana, İsrail'in bu düzeni temelde dine dayalı bir ayırımcılıktır ve İsrail bu yüzden laik­likten, en koyu şeriat devleti kadar uzaktır. Öte yandan, İsrail kurulma­dan önce Filistin toplumunun sosyo-ekonomik gelişmişliğini vurgula­yan Schoenman, "tembel” Arap-"çalışkan ve akıllı" Yahudi karşıtlığının da ne denli uydurma bir görüş olduğunu ortaya koyuyor. Elbette, İsrail bugün Ortadoğu'nun ekonomik ve askeri bakımdan en güçlü ülkelerin­den biridir ama aynı zamanda dünya çapında en büyük ekonomik ve as­keri yardımı alan ülke olduğu da bir gerçektir. Bütün dünyaya yayılmış olan Yahudi diasporasıyla ilişkileri göz önüne alınmadan İsrail'in geliş­mesi hiçbir biçimde anlaşılamaz.

İsrail'e bütün dünyada sempatiyle bakılmasına yol açan bir etken de Yahudilerin Nazi Almanyası tarafından sistemli bir soykırıma uğra­tılmış olmasıdır. Schoenman, bu kitapta dehşet verici belgeler aracılı­ğıyla, sözde Yahudi halkının kurtarıcılığına soyunmuş olan Siyonist ha­reketin, Yahudilerin katilleriyle, Nazilerle giriştiği işbirliğini teşhir edi­yor. Almanlar tarafından soykırıma uğratılmış bir halkın kurtuluşunu Arapların Nazi yöntemleriyle zulme tâbi tutulmasında aramanın çelişki­sini göremeyenler, Schoenman'm belgelerini okuduktan sonra hiç ol­mazsa Yahudilerin kurtuluşu ile Siyonizmin amaçlan arasında hiç de düşündükleri türden bir ilişki olmadığım göreceklerdir.

Nihayet, Schoenman, İsrail'in bir Arap denizinde mahsur kalmış bir ada gibi sürekli bir özsavunma konumunda olduğu görüşünün ne ka­dar uydurma olduğunu, Siyonist İsrail'in doğası gereği yayılmacı bir ka­rakter taşıdığını gösteren belgeler aracılığıyla kanıtlıyor. İsrail, Arap ül­keleriyle ilişkilerinde saldırgan taraftır, kendini korumak zorunda kalan bir mazlum değil. Okuyucu, Schoenman'm bu konulan tartıştığı sayfa­larda, Körfez Savaşı'nın ve İrak’m bölünmesinin gerçek dinamiğinin ve bugün Ortadoğu'daki nice başka gelişmenin ipuçlanm bulacaktır.

Türkiye'de, İsrail ve Siyonizm konulannda yapılan herhangi bir tartışma, İslamcı hareketin bu konudaki tavana değinmediği takdirde eksik kalacaktır. Bilindiği gibi İslamcılar, yalnızca Ortadoğu politikası­na değil, Türkiye'nin iç politikasına yönelik olarak yaptıkları bütün tah­lillerde her sorunun ardında, her taşın altında Siyonizmi bulurlar. Siyo­nizm onlar için yeryüzündeki büyük şeytandır. Siyonist İsrail'in çeşitli alanlarda gericiliğin baş destekçisi olduğu doğru olmakla birlikte, her gericiliğin ardında Siyonizmi aramak yanlıştır. Bu indirgemeci ve komplocu yaklaşım, belirtmeye bile gerek yok ki., tarihi yapan esas etke­nin başta sınıflar olmak üzere büyük toplumsal güçler olduğu gerçeğinin üzerini örter.

Daha da önemlisi, İslamcı yorumda Siyonizm eleştirisi bütün bir halka, Yahudi halkına düşmanlığa dönüşür; Siyonizm düşmanlığı ile Rus Çarından Hitler'e bütün gericilerin ortak yanı olan anti-Semitizm (Yahudi düşmanlığı) içiçe geçer, aynılaşır. Oysa doğru tavır, Siyonizm- le mücadele ederken, aynı zamanda, tarih boyunca ağır baskılara ve ayı­rımcılığa maruz kalmış olan Yahudi halkına düşmanlığa yani anti-Semi- tizme karşı durmaktır.

Nihayet, Schoenman'ın elinizdeki kitabı İslamcı hareketin Siyo- nizme ilişkin yaklaşımında var olan büyük çelişkiyi de çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Schoenman'ın gösterdiği gibi, kendi özgül çıkarla­rını izlerken, Siyonizm aynı zamanda, Ortadoğu'da başta ABD olmak üzere emperyalizmin çıkarlarını savunan temel güç rolünü üstlenmiştir. Dolayısıyla, Suudi Krallığı ve benzerleri dolayımıyla ABD emperyaliz­mine bağlı olan ana İslamcı hareketler, Siyonizme saldırırken emperya­lizmle uzlaştıkları için tam bir çelişki içindedirler. Siyonizm sorunu bir dinler ya da ırklar savaşı gibi ele alınamaz. Emperyalist sistemin bir uzantısıdır, Ortadoğu işçilerinin ve köylülerinin toplumsal kurtuluşunun ve Arap Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının çerçevesinde dü­şünülmesi gerekir. Arap işçi ve emekçilerinin düşmanı Yahudi işçi ve emekçileri değil, emperyalizm tarafından desteklenen bir Yahudi hakim sınıf politik hareketi olan Siyonizmdir; Filistinlilerin yanısıra Yahudi iş­çi ve emekçilerini de ezen İsrail devletidir. Siyonizmi acımasızca teşhir eden Schoenman'ın Amerikalı bir Yahudi devrimci Marksist olması, bu açıdan çok anlamlıdır.

İşte, Siyonizm ve İsrail sorunu bir dinler savaşı sorunu olmadığı içindir ki, çözümü, Schoenman'ın da belirttiği gibi, Arapların ve Yahu- dilerin birlikte kardeşçe yaşayacağı laik bir Filistin devletinden geçiyor. İsrail devleti Filistin halkının köleleştirilmesini gerektirdiği için ne ka­dar demokratikleşirse demokratikleşsin bir çözümün parçası olamaz. Onun yerini alması gereken laik Filistin'in mimarları ise ne Arap dünya­sındaki İslami monarşiler, ne de Saddam benzeri gerici diktatörler ola­caktır. Filistin halkının kurtuluşu, Filistinli işçi ve köylülerin kendi mü­cadelelerinin, artık beş yıla yakın bir tarihi olan İntifada'nın bir ürünü olabilir ancak.

Önsöz: Ayaklanma

‘ "Öfke ve nefretten gözleri' dönmüş binlerce genç, üzerlerine yağan ateşe aldırmaksızın, İsrailli işgalcileri taş yağmuruna tutuyordu. Bu, top­lumsal huzursuzluğun ötesinde bir şeydi... Bu, basbayağı bir halk ayak­lanmasının başlangıcıydı."1

Jerusalem Post muhabiri Hirsh Goodman, 1987 Arahk ayı orta­larında Batı Şeria ile Gazze’deki Filistinli gençlerin ayaklanmasını böyle anlatıyordu.

Goodman bu yazısını İsrail yönetimi altındaki tüm Filistinlileri kapsayan 21 Aralık genel grevinden bir gün önce yazmıştı. İsrail’de ya­yınlanan günlük Ha'aretz gazetesi ise grevden, "son iki haftanın kanlı ayaklanmalarından çok daha ciddi boyutlarda, duvarımıza kazman bir yazı" olarak söz ediyordu.2

The Nevv York Times'dan John Kifner, "O gün," diyordu, "hade­melik, ırgatlık, çöpçülük, duvarcılık gibi, İsrail'de ne kadar ayak işi var­sa hepsini yapan koskoca Arap emekçi ordusundan hiç kimse evinden dışarı çıkmadı."3

İsrail, ayaklanmaya tüm saldırganlığıyla karşılık verdi. Savunma Bakanı İzak Rabin silahsız halka karşı tank, zırhlı ve otomatik silahlar kullanılmasını emretmişti.

San Francisco Examiner, Rabin'in açıkça katliam çağrısı yaptı­ğını aktarıyordu. Rabin, ordunun, ellerindeki yirmi ikilik tüfeklerle Fi­listinli gençleri rastgele avlayan keskin nişancılar kullanmasını savunur­ken, "ayaklanmanın elebaşılarını temizlemek için ateş açabilirler" diyor­du.4

Rabin, öncelikle genç erkeklerin, sonra da kuşkulu herkesin top­lanması için evlerin tek tek aranmasını emretti, 27 Aralık'a kadar 2500 Filistinli toplandı; içlerinde oniki yaşında çocuklar bile vardı. Ocak so­nuna gelindiğinde sayı 4000'i bulmuştu ve durmadan da artıyordu.5 "Mi- litanlar"m sınırdışı edilmesi düşünülüyordu. İsrail yüksek güvenlik ha­pishaneleri ile gözaltı merkezleri ağzına kadar doldu. Filistinliler toplu olarak yargılanacaklardı.

Filistinlileri en fazla öfkelendiren, yaralıların askerler tarafından hastanedeki yataklarından alınıp götürülmesi oldu. 1982'de Lübnan'ın işgali sırasında yaygın olarak görülen bu uygulama, Gazze'deki Şifa Hastanesi'ni bir anda direnişin merkezi konumuna getirdi. İnsanlar kitle­ler halinde, yüzlerini bir daha göremeyeceklerinden haklı olarak kork­tukları yaralılarını korumak için hastanenin önünde toplandılar.

Jerusalem Post muhabiri Hirsh Goodman şöyle yazıyordu:

"Ayaklanmaların patladığı Gazze ve Batı Şeria'daki gençler ne bir terörist eğitiminden geçmişler, ne de herhangi bir terörist örgüte üyeler. Ancak onlar, işgalden başka birşey görmeden yetişmiş bir kuşağın insan­larıdırlar."6

İsrailli askerler tarafından kafasına üç kurşun sıkılan Filistinli bir gencin annesine, geri kalan oğullarının gösterilere katılmalarına göz yu­mup yummayacağı sorulduğunda şöyle yanıtlamıştı: "Ömrüm olduğu sürece gençlere mücadeleye devam etmelerini söyleyeceğim. Ne olursa olsun, umurumda değil... Yeter ki yurdumuzu geri alalım."7

Görevinden uzaklaştırılan Belediye Başkanı Reşad Şava aynı duygulan şöyle dile getiriyordu: "Gençler İsrail'in haklannı geri verece­ğinden umutlarını kesmiş dürümdalar. Ayrıca, Arap ülkelerinin hiçbir şey elde edemeyeceklerini hissediyorlar. Dahası, Filistin Kurtuluş Örgü- tü'nün de (FKÖ) herhangi bir başarı gösteremediği duygusu içindeler."8

Los Angeles Times muhabiri Dan Fisher'in bu konuda söyledik­leri daha da dikkate değer:

"Bu yepyeni birlik ruhu, gerek dış gözlemciler, gerekse Gazzeli ol­mayan Filistinlilerin gözünde son derece çarpıcı bir değişimi ortaya koyu­yor. Bu, gençlerle yaşlılar, İsrail'de çalışanlarla çalışmayanlar arasında öteden beri varolan ayırıma dek uzanan bir olgu."9

Zorbalık, Kaba Kuvvet, Dayak

Ayaklanma şiddetlendikçe İsrail kabinesi ile Savunma Bakam İzak Rabin "toplu cezalandırma" uygulamasına geçtiler. Bu, Fransa, Da­nimarka ve Yugoslavya'daki Nazi işgalinin temel taktiklerindendi. Gaz­ze ve Batı Şeria'daki Filistin mülteci kamplarına yiyecek, su ve ilaç ula­şımı engellendi. Birleşmiş Milletler'in Ortadoğu'daki Filistinlilere Yar­dım ve Hayır Servisi (UNRWA) personelinin verdikleri habere göre, BM depolarından süttozu almaya çalışan çocuklar sopayla dövüldü ya da üzerlerine ateş açıldı.

Jerusalem Post'tan bir yazar, Rabin'in politikasını şöyle açıklı­yordu:

"Zorbalık, kaba kuvvet ve dayak esası oluşturuyor. Bu, tutuklamak­tan daha etkileyici olarak görülüyor... (çünkü) o zaman çocuk, askerleri yine taşlayabilir. Halbuki, askerler kolunu kırarsa bir daha taş atamaya­caktır..."10

Ertesi gün ise haber bültenleri Batı Şeria ve Gazze'de askerlerin giriştiği vahşice dayak olaylanndan söz ediyordu. John Kifner'in söyle­dikleri çok çarpıcıydı:

"NABLUS, İsrail İşgali Altındaki Batı Şeria, 22 Ocak: İmad Ömer Ebu Rub, Rafidiya Hastanesindeki yatağında iki kolu alçılı olarak yatar­ken, İsrail askerlerinin Filistin köyü Kabatiye'ye gelişinden sonra olanları şöyle anlattı.

"’Eve hayvanlar gibi bağıra çağıra daldılar.' 22 yaşındaki Bir Zeyt Üniversitesi öğrencisi böyle diyordu. 'Bizi evden alıp götürdüler, başımı­za vurdular, tüfeklerinin dipçikleriyle dövdüler.'

"Daha sonra onu bir inşaat sahasına götürüp kafasına boş bir kova geçirdiler.

"Askerlerden bazıları kollarından sıkı sıkı kavrayıp ellerini bir ka­yaya dayadılar. Öteki iki asker ellerine ağır cisimlerle vurup kemiklerini kırdılar.

"Alınan yaralar, İsrail ordusu ve polisinin Aralık ayı başlarında iş­gal altındaki Batı Şeria ve Gazze şeridinde başlayan protesto eylemlerini bastırmak üzere başvuracağını resmen açıkladığı Filistinlilere yönelik da­yak uygulamalarının sonucudur. Ayrıca, bu protesto eylemleri sırasında İsraillilerin açtığı ateş sonucu ölen Filistinli sayısı otuz sekizdi.

"Ebu Rub'un yanıbaşında yatan, Kabatiyeli lise öğrencisi onyedi ya­şındaki Haşan Arif Kemal de benzer bir olay anlattı."11

İşçi ve Likud partileri liderleri bu uygulamalara karşı dünya ça­pında yükselen seslere hepbir ağızdan karşılık verdiler. Cumhurbaşkanı Haim Herzog'un açıklaması şöyleydi: "Bugün karşımızda iki seçenek var... Ya bu ayaklanmaları bastıracağız, ya da yeni bir Tahran veya Bey­rut olgusuna göz yumacağız."12

John Kifner iseNew York Times'da şöyle diyordu:

"Başbakan tzak Şamir ile Savunma Bakam İzak Rabin, varolan po­litikayı savunmayı sürdürdüler. Her ikisinin de açıkça söylediği, dayak uygulamalarının amacının Filistinliler arasında İsrail ordusu karşısında bir korku yerleştirmek olduğuydu."

Şamir, olaylann "korku engelini yıktığını" söylüyor, "yapmamız gereken, bu engeli yeniden inşa edip bölgedeki Araplar arasında ölüm korkusunu tekrar yerleştirmektir," diyordu.

Ona göre,"askerler daha başlangıçta silaha başvursaydı" ayaklan­ma hiçbir zaman gerçekleşemeyecekti.13

I- Dört Mit

Siyonizmin yapısını -kökenlerini, tarihini ve dinamiklerini- araş­tırmaya kalkışanların her defasında yıldırma ve tehditle karşılaşmaları » rastlantı değildir. Kısa süre önce, Los Angeles'de, KPFK radyosundaki bir oturum sırasında konuşmacılar, Filistin halkıyla dayanışma amacıyla yapacakları bir mitingten söz edince, kaynağı belirsiz telefonlardan bir sürü bomba tehditi aldılar.

ABD'de olsun, Batı Avrupa'da olsun, Siyonizmin yapısına ilişkin bilgi yayınlamak, veya Siyonizmi siyasi bir hareket olarak teşhir edecek olayları analize kalkışmak kolay değildir. Üniversitelerde bile, konuyla ilgili olarak düzenlenen resmi forumlar, toplantılar her defasında bunları susturmaya yönelik kampanyaların başlatılmasına yol açmaktadır. Du­var afişleri daha yapıştırılır yapıştırılmaz yırtılıp indirilmekte, toplantı­lar, engellemek amacıyla gelen genç Siyonist grupların işgaline uğra­maktadır. Kitap teşhir masaları tahrip edilirken, konuşmacıyı anti-Semi- tizm (Yahudi düşmanlığı) ile (hele konuşmacı Yahudi asıllıysa, kendi kendinden nefret etmekle) suçlayan broşürler, makaleler yayınlanmakta­dır. ,

Anti-Siyonistler kin ve iftiradan büyük ölçüde nasiplenmektedir­ler, çünkü Siyonizm ve İsrail devleti hakkmdaki resmi öykülerle bu sö­mürgeci ideoloji ve zorba mekanizmanın barbarca uygulamaları arasın­daki çelişki son derece büyüktür. İnsanlar, Filistinlilerin yüz yıldır yaşa­dıkları zulmü duyup okumak fırsatını bulduklarında şaşkına dönmekte­dirler. Dolayısıyla, Siyonizmin savunucuları, Siyonist hareketin ve onun değerlerini bünyesinde bannduan devletin son derece tehlikeli ve şoven özelliklerine yönelik tutarlı, tarafsız bir değerlendirmeyi engellemek için her türlü şiddete başvurabilmektedirler.

Buradaki garip çelişki şudur: Siyonistlerin -özellikle kendilerine yönelik yayınlarında- yazıp söylediklerini incelediğimizde, ondokuzun- cu yüzyılın son çeyreğinden bu yana geçen süre içinde gerek yaptıkları, gerekse siyasi yelpaze içindeki yerleri konusunda hiçbir kuşkumuz kal­maz.

Bilincin şekillendirilmesi

Toplumumuzda pek çok insanın Siyonizm konusundaki bilincinin şekillenmesinde rol oynayan dört temel mit vardır.

Bunlardan birincisi, "Vatansız halka halksız vatan" mitidir. Bu mit, Filistin'in uzakta, bomboş, ele geçirilmeyi bekleyen bir toprak par­çası olduğu düşüncesini yerleştirmek için daha ilk Siyonistler tarafından ısrarla toplumun dimağına işlenmiştir. Söz konusu düşüncenin hemen ardından gelen de, Filistinlilerin kimliklerinin, milliyetlerinin ve yazılı tarihleri boyunca yaşadıkları vatan parçası üzerindeki meşru haklarının yadsınması olmuştur.

İkinci mit, İsrail demokrasisi mitidir. Gazetelerde, televizyonlar­daki İsrail devleti ile ilgili sayısız yayında onun Ortadoğu'daki tek "ger­çek" demokrasi olduğu savı yinelenir durur. Oysa aslında, ırkçı Güney Afrika devleti ne kadar demokratikse İsrail de o kadar demokratiktir. İs­rail yasalarında, ırksal ve dinsel ölçütlere uymayanların kişisel özgür­lükleri, en temel insani ve hukuki hakları yok sayılmaktadır.

Üçüncüsü, İsrail dış politikasında motor gücün "güvenlik" olduğu mitidir. Siyonistlere göre, devletleri dünyanın dördüncü büyük askeri gücü olmalıdır, zira İsrail ancak çok kısa bir zaman önce ağaçtaki pusu­larından aşağı düşürülebilmiş olan ilkel, kinci Arapların her an varolan tehditlerine karşı kendini savunmak zorunda bırakılmıştır.

Dördüncü mite göre, Siyonizm, Nazi dönemindeki Yahudi Katli­amı kurbanlarının manevi varisidir. Siyonizm hakkmdaki mitlerin en sinsice yayılanı budur. Siyonist hareketin ideologları, Nazi katliamına kurban giden altı milyon Yahudinin kefenlerine bürünmüşlerdir. Bu asılsız savın ardındaki acı ve kaba gerçek ise Siyonist hareketin daha başından Nazizm ile gizli ve aktif bir ortaklığa girmiş olmasıdır.

Pek çok insan için, Yahudi Katliamının korkunç anısını her an ta­ze tutmaya çalışan Siyonist hareketin, Yahudilerin tarihleri boyunca karşılaştıkları en amansız düşmanla böylesine işbirliğine girmiş olması akıl almaz bir iştir. Ne var ki belgeler, ikisi arasında sadece ortak çıkar­lar değil, daha da öteye, aşın şovenizmlerinden kaynaklanan derin bir ideolojik ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.

H- Siyonist Hedefler

Siyonizm, ondokuzuncu ve yirminci yüzyılların klasik sömürgeci ve emperyalist hareketlerinin aksine, hiçbir zaman Filistin'i sömürgeleş­tirmeyi hedeflememiştir. Oysa AvrupalI sömürgecilerin Afrika ve As­ya'da yaptıkları, yerli halkı ucuz işgücü olarak kullanıp, doğal kaynak­lardan elde ettiklerini muazzam kârlara çevirmekti.

Siyonizmi öteki sömürgeci hareketlerden ayıran, ülkeye gelip yer­leşen göçmenlerle ülkesi işgal edilenler arasındaki ilişkidir. Siyonist ha­reketin açıkça ifade edilen hedefi, Filistin halkını sadece sömürmek de­ğil, malından ve yurdundan edip dağıtmaktı. Hedef, yerli halkın yerine yeni gelenleri yerleştirmek, Filistinli çiftçileri, zanaatkârları ve şehirli halkı yerlerinden söküp yeni gelenlerden oluşan yepyeni bir işgücü ya­ratmaktı.

Siyonizm, Filistinlilerin varlığını yadsırken, onların sadece vatan­larından değil, tarihten de silinip atılmaları için gerekli politik ortamı yaratmaya çalıştı. Bu amaçla, varlıkları kabul edildiği durumlarda bile, Filistinliler yan vahşi, göçebe bir halk kalıntısı olarak gösterildi. Ondo­kuzuncu yüzyılın son çeyreğinde başlayıp günümüzde de Joan Peters'in "From Time Immemorial"mdaki (Çok Eskiden Beri) gibi sözde tarihi incelemelerde örnekleri görülen bir süreç boyunca tarihi belgeler çarpı­tıldı.

Siyonist hareket bu kanlı girişiminde kendisine arka çıkacak güç­ler buldu. Bunlar arasında Osmanlı İmparatorluğu, İmparatorluk Alman- yası, Britanya, Fransız sömürgeciliği ve Çarlık Rusyası vardı. Siyonist- lerin Filistin halkına yönelik planları, sonradan OsmanlIların Ermeniler üzerinde yirminci yüzyılın ilk sistemli kitle katliamı uygulamasını ger­çekleştirmelerine de dayanak sağlamıştır.

Filistin Halkına Yönelik Siyonist Planlar

Siyonist hareket en başından itibaren Filistin halkının "Ermenileş- tirilmesi" için çaba gösterdi. Amerikan yerlileri gibi Filistinliler de "lü- zümsuz bir halk" olarak görüldüler. Doğal olarak, bunun ardında yatan mantık, yok etmekti. Nitekim belgeler de sonradan kitle katliamından söz edecekti.

Durum, bu sömürgeci girişimin üzerine "sosyalist" bir cila çek­meye çalışan Siyonist İşçi hareketi için de aynıydı. Hareketin başlıca te- orisyenlerinden biri aynı zamanda Siyonist Parti Ha'Poel Ha Tzair'in (Genç İşçi) kurucularından olan ve Poalei Zion'un (Siyon İşçileri) yan­daşı Aaron David Gordon'du.

Walter Laqueur, "Siyonizmin Tarihi” adlı kitabında Gordon'dan söz ederken, "A.D.Gordon ve yoldaşları her ağacın ve her otun Yahudi 'öncüler' tarafından ekilmesini istiyorlardı," der.14

Gordon, "emeğin fethi" ("Kibbush avodah") diye bir slogan orta­ya attı. Yahudi kapitalistlere ve ülke dışında yaşayan toprak sahibi Türklerin geride bıraktıkları arazileri Filistinlileri oyuna getirerek ele geçiren Rothschild plantasyonculanna çağrıda bulunarak "sadece ve sa­dece Yahudi işçi çalıştırmalarını" istedi. Bunu yapmakta kusur eden Si­yonist girişimcilerin boykot edilmeleri için çalıştı; Arap köylülerinin or­takçılık yapmasına veya ucuza bile olsa çalışmasına göz yuman Roths­child ile çalışan göçmenlere karşı grevler örgütledi.

Böylece "Siyonist İşçiler" Arap işçilerinin kullanımını engelle­mek için işçi hareketinin yöntemlerine başvurdular. Amaçları sömürü değil, düpedüz gasptı.

Filistin Toplumu

Ondokuzuiıcu yüzyıl başında Filistin'de bini aşkın köy vardı. Ku­düs, Hayfa, Gazze, Yafa, Nablus, Akre, Eriha, Ramle, Hebron ve Nasıra gelişmekte olan kentlerdi. Tepelerin yamaçları özenle yapılmış tafaça- larla örtülüydü ve arazi bir baştan bir başa sulama kanallarıyla kaplan­mıştı. Filistin’de yetişen turunçgil, zeytin ve hububatın ünü dünyayı sar­mıştı. Ticaret, el sanatları, tekstil, tarımcılık ve ev tezgâhlarında üretim yaygındı.

Bu konuda, gerek onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda yazıl­mış seyahatnameler, gerekse ondokuzuncu yüzyılda Britanya Filistin Araştırma Fonu'nca yayınlanan üç aylık akademik raporlar birçok bilgi içerir.

Aslına bakılacak olursa, 1840'ta İngiltere, Kudüs'te bir elçilik kur­duğu zaman Lord Palmerston'un "Britanya împaratorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere" bir AvrupalI Yahudi Yerleşim Kolonisi kur­ma fikrini büyük bir öngörüyle ortaya atmasının ardında Filistin toplu- munun yukarda sözü edilen kenetlenmişliği ve sağlamlığı yatıyordu.15

Toplumsal rolünün hayli bilincinde bir köylülüğe sahip olan Filis­tin toplumu, "efendi" olarak anılan feodal toprak sahiplerinin Osmanh İmparatorluğu ile yaptıkları işbirliğinin tüm olumsuz sonuçlarına karşın hem üretken, hem de kültürel bakımdan hayli zengindi. Filistin köylüle­ri ve kent halkı, 1820'lerden itibaren, Filistin toplumuyla bütünleşen ve tam bir kabul gören 20,000 Kudüs Yahudisi'nden başlayarak içiçe yaşa­dıkları Musevilerle geleceğin sömürgecileri arasında gayet net, hissedi­lir bir ayrım yapmışlardı.

Örneğin, bu sömürgeciler 1886'da Peta Tikva'daki köylüleri top­raklarından ayırmaya kalkıştıklarında gayet örgütlü bir direnişle karşı­laşmışlar, ama öte yandan komşu köylerle yerleşim birimlerindeki Ya- hudilere karşı hiçbir hareket olmamıştı. Aynı şekilde, Türk soykırımın­dan kaçan Ermenilere Filistin bağrını açmıştı. Oysa Türklerin desteğini sağlamaya çalışan Vladimir Jabotinsky ile diğer Siyonistler katliamı uğursuzca savunmuşlardı.

Aslında, Balfour Deklarasyonuna kadar (1917) Filistinlilerin Si­yonist yerleşim karşısındaki tavırları akla sığmayacak ölçüde hoşgörü­lüydü. Filistin'de örgütlü bir Yahudi düşmanlığı yoktu. Çarın ya da Po­lonya'daki anti-Semitik hareketin düzenlediği türden katliamlar yoktu. Filistinlilerin (kendilerini yurtlarından atmak için her fırsatta zora baş­vuran) silahlı sömürgecilere karşı tepkilerinde hiçbir ırkçı yaklaşım yok­tu. Hatta, toprağın kendilerinden sürekli olarak çalınması karşısında için için duydukları öfkeyi zaman zaman ayaklanarak dışa vururken bile Ya- hudileri bütün bütün karşılarına almıyorlardı.

İmparatorluklara Yaranma Çabası

1896 yılında Theodor Herzl, Filistin'i Siyonist harekete bağışla­ması yolunda Osmanh İmparatorluğunu ikna etmeye yönelik bir plan ortaya attı:

"Yüce Sultan bize Filistin'i verdiği takdirde biz de buna karşılık Türkiye’nin mali işlerini yoluna koyma görevini üstlenebiliriz. Orada bar­barlara karşı ileri karakol rolü oynayacak bir uygarlık kurmalıyız."16

1905de toplanan Yedinci Dünya Siyonist Kongresi, Filistin halkı­nın Osmanlı împaratorluğu'ndan bağımsızlaşmayı hedefleyen siyasi bir örgütlenme içinde olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Tabii bu sadece Türk yönetimine karşı değil, Siyonist amaçlara karşı da bir tehdit oluş­turuyordu.

Önde gelen Siyonist liderlerden Max Nordau, Kongre'de yaptığı konuşmada Siyonistlerin kaygılarını şu şekilde dile getiriyordu:

"Arap halkının büyük bölümünü etkisi altına almış olan hareket, Fi­listin'de zararlara yol açacak bir yöne kayabilir... Türk hükümeti Filistin ve Suriye'deki hükümranlığını korumak için silah zoruna başvurmak du­rumunda kalabilir... Bu koşullarda Türkiye, Padişahın Filistin ve Suri­ye'deki iktidarına karşı herhangi bir saldırıyı göğüsleyecek ve onu bütün gücüyle savunacak güçlü ve iyi örgütlü bir grubun varlığının önemi konu­sunda ikna edilebilir."17

Öte yandan Kayzer, Ortadoğu'nun kontrolü konusunda İngiltere ve Fransa ile giriştiği rekabetin bir parçası olarak Türkiye ile ittifakın yollarını ararken, Siyonist hareket de İmparatorluk Almanyası nezdinde benzer girişimler içindeydi. Kayzer on yıl boyunca Siyonist liderlerle yaptığı aralıklı pazarlıklarda Osmanlı himayesinde kurulacak bir İsrail devletinin planlarını formüle etmeye çalışmış, böyle bir devletin asal iş­levinin Filistin'deki anti-sömürgeci direnişi yok etmek ve bölgede İmpa­ratorluk Almanyası'nm çıkarlarını güvenceye almak olduğu düşüncesini işlemişti.

Öte yandan, 1914 yılına gelindiğinde, uzun süreden beri Kay- zer'inkine koşut bir çaba içinde olan Dünya Siyonist Örgütü, Osmanlı İmparatorluğu'nun Siyonistlerin de yardımıyla parçalanmasında Britan­ya İmparatorluğunun yardımını sağlama konusunda hayli mesafe katet- mişti. Sonradan Dünya Siyonist Örgütü'nün başkanı olacak olan Haim Weizmann o zamanlar bu konuda kamuoyuna şu önemli açıklamayı yapmıştı:

"Rahatça söyleyebiliriz ki, eğer Filistin İngiltere’nin nüfuz alanına girer de, İngiltere de orada kendisine bağlı bir Yahudi toplumunun oluş­masına olanak sağlarsa, yirmi ya da otuz yıl içinde oraya bir milyon ya da belki daha fazla Yahudi toplarız. Onlar orada ülkeyi kalkındırır, uygarlığı geri getirir ve Süveyş'in savunmasında da etkili bir rol üstlenirler."18

Balfour Deklarasyonu

Weizmann, Siyonist liderlerin aynı sıralarda Osmanlı ve Alman İmparatorluklarından elde etmeye çalıştıklarını İngilizlerden koparmayı başardı. Böylece 2 Kasım 1917'de Balfour Deklarasyonu ilân edildi. Deklarasyonun bir bölümünde şöyle deniliyordu:

"Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için bir vatan kurulmasına sıcak bakmakta ve bu amaca ulaşılmasını kolaylaştırmak için her türlü çabayı göstereceklerini belirtmektedir..."19

Siyonistler, Filistin üzerindeki iddialarını dile getirirken hiçbir ah­laki ölçüt tanımıyorlardı. Zaman oluyor, Filistin'in arasıra göçebelerin gelip konakladığı boş bir toprak parçası olduğunu ileri sürüyor, zaman oluyor, az önce varlığını inkâr ettikleri Filistin halkına boyun eğdirmek­ten söz ediyorlardı. A.D. Gordon, ısrarla yok saydığı Filistinlilerin top­rağı işlemelerinin zorla engellenmesi gerektiğini bizzat defalarca açıkla- j mıştı.

Bu aslında, Yahudi olmayanların Yahudilerin "baba yurdundan" tümüyle kovulması demekti. Benzer bir anlam İngiliz ve Siyonist lider­lerin Filistin halkıyla ilgili planlarının ifadesinde de ortaya çıkıyordu. Balfour Deklarasyonu'ndan önce İngiliz Kraliyet Orduları, İngiltere gü­vencesi altında "kendi kaderlerini tayin" vaadine karşılık İngilizlerin ku­mandasında Türklerle savaşmayı kabul eden Arap liderlerini de yanları­na katarak Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'daki topraklaruun bü­yük bölümünü ele geçirmişlerdi.

Siyonistler ise bir yanda Filistin'in üzerinde kimsenin yaşamadığı bir yer olduğu propagandasını yürütürlerken, öte yanda kendilerini des­tekleyen krallık hükümetleriyle yaptıklan pazarlıklarda Filistinlilere bo­yun eğdirmenin acil gündem maddesi olduğunu açıkça söylüyor, kendi kendilerini de bu işi yapacak olanlar ileri sürüyorlardı.

İngilizlerin buna verdiği karşılık dostçaydı. Öte yandan Balfour Deklarasyonu, Britanya İmparatorluğu tarafından kendilerine "kendi ka­derlerini tayin" hakkı vaat edilen, ancak sonradan topraklan Siyonistlere verilen feodal Arap liderlerinin bu ihanet karşısında geçirdikleri şoku bertaraf etmeyi amaçlayan bir pasaj içeriyordu:

"Filistin'deki Yahudi olmayan halkın yurttaşlık haklarıyla dini hak­larına zarar verecek hiçbir harekette bulunulmayacağı açıkça ifade edil­miş olup..."20                                                  

,-İngilizler yıllar boyu İmparatorluk Almanyası’na karşı yürüttükle­ri savaşta Birleşik Devletler ile İngiltere'deki büyük Yahudi kapitalistle­rin ve banka kuruluşlarının desteğini sağlamak için Siyonist liderleri kullanmışlardı. Şimdi de Weizmann'm açtığı yoldan, Filistin'de Siyo- nistlerin kuracağı sömürgeyi Filistin halkının siyasi denetimi için bir araç olarak kullanmaya hazırlanıyorlardı.

Vatansız halka halksız vatan, aslında Sömürge boyunduruğu altın­da kaynayan bir ülkeydi. Eski Başbakan Balfour, "Filistin'deki Musevi olmayan halkın yurttaşlık haklarıyla dini haklan" (aynen alınmıştır) ko­nusunda kamuoyu önünde oynanan sahtekârlığa karşılık, memurlara verdiği muhtırasında tüm vahşice duygulannı en açık biçimde gözler önüne seriyordu:

"Yanlış veya doğru, iyi veya kötü olabilir, ancak Siyonizm, hem haldeki gereksinimlerden, hem de şu an o eski topraklarda yaşayan 700,000 küsur Arap'm taleplerinden çok daha önemli olan gelecek umut­larından kaynaklanmaktadır."21

Güney Afrika Bağlantısı

Balfour ile Siyonist liderlik arasında Filistin halkının taleplerine ihanet temelinde kurulan gizli dostluğun özel bir boyutu vardır. İngiliz hükümetinin Balfour Deklarasyonumu benimseyip İngilizlerin yöneti­minde Siyonist bir Sömürge kurmayı vaat etmesini sağlayan kişi, Birin­ci Dünya savaşı sırasında İngiliz Savaş Kabinesi'nde Güney Afrika De­legesi olan, Weizmann'm yakın dostu, geleceğin Güney Afrika Başba­kanı General Jan Smuts'du.

Siyonist hareketle Güney Afrika'daki'kolonistler arasındaki ilişki de, tıpkı General Smuts ile Haim Weizmann arasındaki dostluk gibi çok önceden olgunlaşmıştı. Yüzyılın başında büyük bölümü Litvanya'dan gelen geniş bir Yahudi topluluğu Güney Afrika'ya yerleşmişti. Siyonist hareket bu topluluğu Güney Afrika'daki göçmen statülerinden dolayı Si­yonist fikirlere karşı özellikle duyarlı olarak görüyor, bu nedenle de Si­yonist liderler siyasi ve mali destek sağlama amacıyla sık sık Güney Af­rika'ya gidip geliyorlardı.

Güney Afrika Siyonist Federasyonu eski başkanı N. Kirschner,22 Siyonistlerle Güney Afrikalı liderler arasındaki yakın ilişki konusunda olsun, Weizmann ve Herzl gibi Siyonistlerin Güney Afrika'daki farklı ırktan olan kolonistler topluluğu fikriyle özdeşleşmeleri konusunda ol­sun ya da iki hareket arasındaki fiili bir anlatmanın önemi konusunda olsun, gayet canlı örnekler verir.

Haim Weizmann, Siyonizm ile Güney Afrika'daki göçmen ideo­lojisini özdeşleştirirken, siyasi Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'in sömürge ideologu Sir Cecil Rhodes'a eskiden beri duyduğu hayranlığı örnek alıyordu. Herzl kendi siyasi geleceği ile ilgili modelini Rhodes'un başarıları üzerine kurmaktaydı.

"Doğaldır ki Cecil Rhodes ile bendeniz arasında büyük farklılıklar var. Bunların kişisel olanları büyük oranda benim aleyhime; nesnel olan­ları ise önemli ölçüde Siyonist hareketin lehine."25

Herzl, Siyonistlerin Filistinlileri dağıtmayı başarabilmeleri için, Rhodes'un öncülük ettiği yöntemleri kullanmaları gerektiğini savunu­yor, ayrıcalıklı bir sömürge şirketinin tamamlayıcı birimi olarak çalışa­cak ve bu haliyle hem sömürgeci hem de girişimci olarak sömürücü ni­telik taşıyacak bir Yahudi şirketinin kurulmasında ısrar ediyordu:

,                  "Yahudi Şirketi, kısmen büyük bir kâr şirketi modeline göre kurula­

caktır. Adı, Yahudi imtiyaz Şirketi olabilir, ancak egemen bir güce sahip- olması mümkün değildir... En fazla sömürgeci görevler üstlenebilecek- tir."24

"İlkin, toprağın işlenmesi için en yoksul olanlar gidecek. Önceden yapılacak planlamaya uygun olarak yolları, köprüleri, demiryollarını, telgraf şebekelerini inşa edecekler, akarsuları denetim altına alıp kendi meskenlerini kuracaklar. Onların emekleri ticareti, ticaret pazarları yara­tacak, pazarlar da yeni göçmenleri çekecektir."25

1934'den önce büyük bir grup Güney Afrikalı yatırımcı ile büyük sermaye sahibi, Filistin'de toprak alımları yapacak olan Afrika-İsrail Yatırım Ortaklığı'nı kurmuşlardı. Bu şirket 54 yıl sonra bugün hâlâ ayaktadır. Güney Afrikalıların ortaklıkları sürmekte, aktif kıymetler ise İsrail bankası Leumi'nin elinde bulunmaktadır.26

Demir Duvar

Toprakların gayn meskûn olduğu iddiası ile, "var olmayan" sa­kinlerin acımasızca sindirilmesi isteği arasındaki çelişki, Siyonistlerin kendi aralarında yaptıkları strateji tartışmaları sırasında hafifliyordu. Fi­listin'i sömürgeleştirmek için neyin gerekli olduğu konusu, önem bakı­mından propagandanın üstüne çıkıyordu.

Siyonizmin kıdemli ideologlarından olan Vladimir Jabotinsky "Revizyonist Siyonizmin" kurucusu olarak bilinir. Bu, "Siyonist İşçi­ler" in temsil ettikleri liberal ve sosyalist görünümlere tahammülü olma­yan bir akımdır. (Revizyonist Siyonizmin bugünkü temsilcileri Mena- hem Begin ile îzak Şamir'dir.)

Jabotinsky 1923'de bütün Siyonist hareket için bir kilometre taşı sayılabilecek "Demir Duvar" adlı makalesini yayımladığında, Theodor Herzl, Haim Weizmann ve başkalarının daha önceden kabaca formüle ettikleri temel Siyonist öncülleri ilk kez açık bir biçimde ortaya dökmüş oluyordu. Sonraları -sadece adı var olan "sol"dan sözde "sağ"a kadar- Siyonist yazının çeşitli yerlerinde Jabotinsky'nin düşüncelerinden alıntı­lar yapılmıştır. Bunlardan birinde şöyle der Jabotinsky:

"Ne şimdi ne de görünür gelecekte Araplarla bir uzlaşmaya varma­mız söz konusu bile olamaz. Doğuştan kör olanları saymıyoruz, ama tü­müyle iyi niyet sahibi insanlar bile artık anlamışlardır ki, Filistin'in bir Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp Yahudi çoğunluğa ait bir ülke haline geti­rilmesi konusunda Filistinli Araplarla gönül rızasına dayalı bir anlaşma sağlamak kesinlikle olanaksızdır. Herbiriniz sömürgecilik tarihi üzerine az çok bir şeyler biliyorsunuz. Bir ülkenin, o ülkenin yerlisi olan insanla­rın rızası ile sömürgeleştirilebileceğini kanıtlayan tek bir örnek gösterebi­lir misiniz? Böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır. .

"Yerliler, kültürlü olsunlar olmasınlar, sömürgecilere karşı inatla di­reneceklerdir.- (Hernân) Cortez ya da (Francisco) Pizarro'nun silahlı adamları gittikleri yerlerde eşkiyalar gibi davranmışlardı. Kızılderililer sömürgecilerin iyisine de kötüsüne de aynı uzlaşmaz şiddetle direndiler. Bütün yerli halklar mücadeleden geri durmadılar, çünkü nerede, ne za­man, hangi biçimde olursa olsun, sömürge olmak yerli bir halk için kabul edilemez birşeydir.

"Bir yerin yerlisi olan her halk o yeri kendi kutsal ikametgâhı olarak görür; tabii kendisini de oranın gerçek sahibi. Dolayısıyla böyle bir du­rumda yeni bir sahip hiçbir zaman gönül rızasıyla kabul edilmez. Araplar için de durum aynıdır. Şimdi aramızdaki bazı uzlaşma yanlıları, gerçek ve temel hedeflerimizi bir takım gizli formülasyonlarla allayıp pullayıp Araplara yutturabileceğimizi, Arapların da bu oyuna gelecek kadar ser­sem olduklarını söyleyip bizleri ikna etmeye çalışıyorlar. Bense Filistinli

Araplar konusundaki bu görüşü açıkça reddediyorum.

"Onlar da bizimle aynı psikoloji içinde. Onlar da Filistin’e bir Az- tek'in anavatanı Meksika'ya ya da bir Sioux kızılderilisinin yurt bellediği otlaklara bakarkenki içgüdüsel sevgisiyle, coşkusuyla bakıyorlar. Bu du­rumda olan her halk sömürgecilerle kıyasıya mücadele edecektir, ta ki iş­galin ve sömürgeciliğin tehlikelerinden kurtarabildikleri son umut kıvılcı­mı da sönünceye dek. İşte Filistinliler de böyle... Onlar da tüm umut kı­vılcımlarını yitirinceye dek mücadele edeceklerdir.

"Burada önemli olan, bizim sömürge kurmamızı açıklarken ne tür sözcükler seçtiğimiz değildir. Sömürge kurmanın zaten kendi içinde bü­tünsel ve kaçınılmaz bir anlamı vardır ve bunu istisnasız her Musevi ile her Arap pekâlâ bilir. Sömürge kurmanın tek bir amacı vardır. Bu, eşya­nın tabiatmdandır ve bu tabiatı değiştirmek de mümkün değildir. Bugüne kadar sömürge kurma işini Filistinli Arapların rızaları dışında yürütmek gerekmiştir ve bugün de aynı durum geçerlidir.

"Kaldı ki Filistinli olmayan Araplar ile anlaşmak bile aynı türden bir fantazidir, çünkü Bağdat, Mekke ve Şam’daki Arap milliyetçileri için böylesine ciddi bir bedeli ödemeye yanaşmak demek, Filistin'in Arap ka­rakterini korumaktan vazgeçmek demek olacaktır.

"Biz Filistin'e karşılık ne Filistinlilere, ne de öteki Araplara hiçbir- şey veremeyiz. Öyleyse gönül rızasıyla anlaşamayız. Bugün sömürgeleş­tirme faaliyeti, en sınırlandırılmış haliyle bile, yerli halkın iradesine rağ­men sürdürülmek zorundadır. Dolayısıyla bu faaliyet ancak ve ancak yöre halkının hiçbir şekilde kıramayacağı, adına Demir Duvar diyebileceği­miz bir güç kalkanının ardında sürdürülüp geliştirilebilir. İşte bizim Arap politikamız budur. Bunu herhangi başka bir biçimde formüle etmeye kal­kışmak da olsa olsa ikiyüzlülüktür.

"Eğer bu ülkede yerli halkın taleplerine aldırış etmeksizin bir sö­mürge kurmak istiyorsak, onların bunu yönetsel veya fiziksel olarak en­gelleme olanaklarını ortadan kaldıracak kuralları ve savunma koşullarını oluşturabilmek için, ister Balfour Deklarasyonu, ister Manda yoluyla ol­sun, dış güçlere başvurmak zorundayız. Zor, mutlak surette kullanılmalı­dır, hem de bütün şiddetiyle, hiçbir hoşgörü olmaksızın. Bu konuda bizim militaristlerle vejeteryenler arasında pek elle tutulur bir ayrım da yoktur aslında. Birinciler Musevi süngülerinden oluşan bir Demir Duvar'ı yeğ­lerken, ötekiler İngiliz süngülerinden bir Demir Duvar'ı daha uygun gör­mektedirler.

"Bu görüşlerimizin gayrı ahlaki olduğunu savunan beylik yaklaşıma gelince, onlara iddialarının 'tamamen gerçek dışı' olduğunu söyleyerek cevap vereceğim. Bizim ahlakımız budur. Başka bir ahlak da yoktur. Araplar bizi yolumuzdan çevirmek konusunda karşılarına çıkacak en kü­çük umudu dahi ne en tatlı söze, ne de en leziz lokmaya değişeceklerdir, çünkü karşı karşıya olduğumuz basit bir ayaktakımı değil, düpedüz bir halktır, hem de yaşayan bir halk. Ve hiçbir halk da kendi yazgısıyla ilgili böylesi bir sorun karşısında bu denli muazzam boyun eğişlere yanaşmaz; tabii ta ki bütün umutları silininceye dek, ta ki biz Demir Duvar'daki gö­rünür her gediği tıkayıncaya dek."27

Demir Metaforu

Vladimir Jabotinsky'nin bir vakitler Benito Mussolini'den esinle­nerek ortaya atığı "demir çelik gibi zor" biçimindeki fikir ve imge Al­manya'da henüz emekleme çağındaki nasyonal sosyalist hareket tarafın­dan kabul görmüştü. Demir irade konusundaki mistik tapınmanın askeri ve şovenist zaferin hizmetine sokulması, Siyonist, sömürgeci ve faşist ideologları bir araya getirdi. Bunun meşruiyeti ise geçmişin fetih efsane­lerinde aranır oldu.

Örneğin, Cecil B. de Mille'in "Samson ve Delila"sı kadının vefa­sızlığı ve erkek gücünün erdemleri üzerine bir Hollyvvood romansı ol­maktan ötede özellikler de içeriyordu. Film. Vladimir Jabotinsky'nin "Samson" adlı romanından uyarlanmıştı ve kitapta var olan otoriter de­ğerleri aynen perdeye aktarıyordu. Burada avaz avaz haykırılan, İsrailli­lerin Filistin'i ele geçirmek için mutlak surette kaba kuvvete başvurma­ları gerektiğiydi.

'"Halkımıza senden bir mesaj götüreyim mi?' Bu soru üzerine Sam- son bir süre düşündükten sonra ağır ağır şöyle dedi:' İlk söz, demir. Mut­laka demir bulsunlar. Neleri var neleri yoksa versinler demire karşılık... Gümüşlerini, buğdaylarını, zeytinyağ, şarap ve hayvanlarını, hatta karıla- nnı ve kızlarını. Herşey demir için! Dünyada demirden daha'değerli bir- şey olamaz.'"28

Jabotinsky herkesi "yerli halkın sızamayacağı demirden duvar" ve "her sömürge hareketinin demir yasası... silahlı güç" görüşünde birleş­meye çağırıyordu ve bu çağrısı sonraki on yıllar boyunca yerli halkı kurban seçen büyük Siyonist saldırılarda yankısını bulacaktı.

Şu anda İsrail Savunma Bakanı olan İzak Rabin, 1967'de Genel Kurmay Başkam olarak savaşı başlatırken "Demir İrade" terimini kul­lanmıştı. Daha sonra, 1975 ve 1976'daki Başbakanlığı sırasında Batı Şe- ria'da Hayad Barzel, yani "Demir Pençe" politikasını ilân etti. Bu poli­tikanın sonucu, 300,000'i aşkın Filistinli İsrail hapishanelerinde sistemli ve sürekli işkenceye tâbi tutuldu. Yapılan bu işkenceler Londra'da ya­yımlanan Sunday Times gazetesiyle Uluslararası Af Örgütü tarafından gün ışığına çıkarıldı.

Rabin'den sonra Genel Kurmay Başkanı olan Rafael Eytan yine Batı Şeria'da bu kez "Demir Kol", Zro'aa Barzel, uygulamasını başlattı. Bu kez, var olan baskı yöntemlerine adam öldürme de katıldı. 17 Tem­muz 1982'de İsrail Kabinesi, Londra'daki Sunday Times'm "kampları ortadan kaldırmak için ön planlaması titizlikle yapılan askeri operasyo­nun adı Moah Barzel ya da 'Demir Beyin dir" şeklinde açıkladığı planı görüşmek üzere toplandı. Kamplar, Sabra ve Şatila'ydı ve "Şaron ve Be- gin tarafından bilinen" operasyon, "Şaron'un İsrail Kabinesi'nde tartışı­lan daha büyük planının parçasıydı.”29

Savaş sırasında Lübnan'daki Revizyonist Likud Partisi'ni destek­leyen İzak Rabin, şu anda (Kitabın yazıldığı I988'de -Ç.N.) görevde olan Simon Peres in "ulusal birlik" hükümetinde Savunma Bakanı olun­ca, Lübnan ve Batı Şeria'da Egrouf Barzel, "Demir Yumruk" politikası­nı uygulamaya koydu. Bu politika Rabin'in 1987-1988'de Gazze ve Batı Şeria'daki Filistin ayaklanması sırasında başvurduğu yoğun baskı ve toplu cezalandırma uygulamalarına dayanak olarak kabul ettiği politi­kaydı.

Saf Kan Doktrini

Jabotinsky'nin sömürgeci duygularını saf kan doktrinine dayan­dırdığını anımsamak ilginç olacaktır. Jabotinsky bunu "Özerklik Üzeri­ne Mektup"unda dile getirir:

"Bir insanın kendi kanından olmayanlarla kaynaşması mümkün de­ğildir. Kaynaşmak için bedenini değiştirmek, kanıyla onlardan olmak zo- randadır. Dolayısıyla, kaynaşmak imkansızdır. Hiçbir zaman iki milliyetli evliliklere göz yumamayız, çünkü ırksal saflık olmadıkça ulusal bütünlü­ğümüzü korumamız mümkün değildir. İşte bunun için de bu topraklar bi­zim olacak ve insanlarımız burada saf bir ırk olarak varlıklarını sürdüre­cekler."

Jabotinsky sonradan bu düşüncesini daha da açar:

"Milli duygunun kökeni... insanın kanındadır... sadece ve sadece ırksal-psikolojik karakterindedir... İnsanın ruhsal bakışı öncelikle fiziksel yapısı tarafından belirlenir. Bu nedenle biz ruhsal kaynaşmaya inanmıyo­ruz. Bu fiziksel görüş açısından bakıldığında, saf Yahudi kanı taşıyan bir Yahudinin nasıl olup da bir Alman ya da Fransızın ruhsal bakışını benim­seyebildiğim kavramak imkansızdır. Tepeden tırnağa o Alman sıvısıyla dolabilir, ancak ruhsal çekirdeği ilelebet Yahudi kalacaktır."30

Irksal saflık ve kanın mantığı konusundaki şovenist doktrinlerin benimsenmesi sadece Jabotinsky ve revizyonistlerle sınırlı değildir. Li­beral filozof Martin Buber de aynı biçimde kendi Siyonizm görüşünü Avrupa ırkçı doktrini çerçevesine oturtur:                                                   '

"Varlığımızın en derin katmanları kanla belirlenir; en dipteki dü­şüncelerimize ve irademize renk veren odur."31

Peki, bu düşünceler nasıl hayata geçirilecekti?

III- Filistin'in Sömürgeleştirilmesi

1917'de Filistin'de 56,000 Yahudi, 644,000 Filistinli Arap vardı. 1922'de Yahudiler 83,794, Araplar 663,000 oldu. 193 l’de ise Yahudile­rin sayısı 174,616, Araplannki 750,000'di.32

İngiliz Sömürgeciliği ile İşbirliği

İngilizlerle üstü kapalı olarak yapılan ittifak, sonunda Siyonistlere bölgeyi ele geçirmeleri için gereken zemini hazırlamıştı. Filistinli şair ve Marksist analist Hassan Kanafani bu süreci şöyle anlatıyor:

"Kırsal bölgeler için ayrılan büyük çaplı Yahudi sermayesine, em­peryalist İngiliz askeri gücünün varlığına ve yönetim mekanizmasının Si- yonistlerden yana işleyen yoğun baskısına karşın, Siyonistler bölgeye yerleşme konusunda çok önemsiz sonuçlar elde edebildiler. .

"Bununla beraber, kırsal Arap nüfusun statüsünü ciddi biçimde za­rara uğrattılar. Yahudi grupların elindeki kent ve kır alanları 1929'da 300,000 dönümken, 1930'da 1,250,000 dönüme ulaştı. Bölgenin kitle ha­linde sömürgeleştirilmesi ve "Yahudi sorununun" çözümü açısından bu kadar toprak yine de azdı. Ancak, bir milyon dönümün - tarımsal alanla- nn yaklaşık üçte biri - ellerinden alınması Arap köylüleri ile Bedevileri sefaletin kucağına itti.

"1931'e gelindiğinde, 20,000 köylü ailesi Siyonistler tarafından tah­liye edilmişti. Dahası, azgelişmiş dünyada, özellikle de Arap dünyasında, tarımsal yaşam salt bir üretim biçimi değil, buna eşit düzeyde toplumsal, dini ve törensi bir yaşam biçimidir. Dolayısıyla, toprak kaybının yanısıra, sömürgeleşme süreci kırsal Arap toplumunu da tahribata uğratıyordu."33

İngiliz emperyalizmi yöredeki Filistin ekonomisinin istikrarını bozmak için gerekli yollan açtı. Manda Hükümeti, Yahudi sermayesine ayncalık tanıyarak Filistin'deki devlet imtiyazının %90'ını onlara ayırdı. Bu, Siyonistlere ekonomik altyapının (yol projeleri. Ölü Deniz'deki ma­den yatakları, elektrik, limanlar, vs.) denetimini ele geçirme imkanını verdi.

1935'e kadar Siyonistler Filistin'deki toplam 1212 sanayi şirketi­nin 872'sini ellerine geçirdiler. Siyonistlere ait sanayi ithalatı vergiden muaftı. Arap işgücü aleyhine çıkarılan ayırımcı iş yasaları sonucu büyük çapta işsizlik baş gösterdi, iş bulabilenlerinse standartlan önemli ölçüde düştü.

1936 Ayaklanması

Toprak kaybı ve baskılar, Filistinlilerin kendileri için biçilen yaz­gı konusundaki bilinçlerinin yükselmesine, bunun sonucu olarak da 1936'dan 1939'a kadar süren büyük ayaklanmaya yol açtı.

Ayaklanma, itaatsizlik ve silahlı başkaldırı biçimindeydi. Köylü­ler köylerini terkedip dağlardaki silahlı gruplara katıldılar. Çok geçme­den Suriye ve Ürdün'den gelen Arap milliyetçileri de onların yanında yer aldı.

7 Mayıs 1936'da, nüfusun bütün kesimlerini temsilen yüz elli de­legenin katıldığı konferansta vergi ödememe kararı alındı ve hemen ar­dından da tüm Filistin'de genel greve gidildi.

İngilizlerin buna tepkisi anında ve çok sert oldu. Ayaklanmanın başlamasından aşağı yukarı beş ay sonra, 30 Temmuz 1936'da sıkıyöne­tim ilân edildi, hemen peşinden de yaygın ve sınırsız bir baskı uygula­masına girişildi. Genel grevin veya başka bir eylemin hazırlanmasında parmağı olduğundan ya da bunlara sempati duyduğundan kuşkulanılan herkes gözaltına alındı. Ülkenin her yanında evler kundaklandı. 18 Ha­ziran 1936'da Yafa kentinin büyük bölümü İngilizlerce yıkıldı, 6,000 in­san evsiz kaldı. Çevre yerleşme yerlerindeki evler de ortadan kaldırıldı.

İngiltere ayaklanmayı bastırmak için bölgeye çok sayıda asker yolladı (tahminen 20,000). Ne var ki 1937 sonuyla 1938 başlarında İngi­liz güçleri silahlı halk ayaklanmasının kontrolünü ellerinden kaçırmaya başladılar.

Siyonist Polis Gücü

Bu noktada İngilizler kendilerine o güne dek sömürgelerinden hiçbirinde bulmadıkları kadar özgün bir kaynak sağlayan Siyonistlere bel bağlama yolunu seçtiler. Bu kaynak, İngiliz sömürgeciliği ile işbirli­ği yapan, yöre halkına karşı da üst düzeyde seferber durumda olan yerel bir güçtü. Bundan önce pek çok misilleme görevinde bulunmuş olan Si­yonistler, şimdi kitlesel tutuklamaları, suikast ve infazları içeren yoğun­laştırılmış baskı içinde daha da büyük bir rol üstlenmişlerdi. 1938'de 5,000 Filistinli tutuklandı, 2,000'i uzun süreli hapis cezasına çarptırıldı, 148'i asılarak idam edildi, bu arada 5,000'in üzerinde de ev yıkıldı.34

Siyonist güçler İngiliz haber alma servisleriyle bütünleşip zalim İngiliz yönetiminin polis gücünü oluşturdular. İngilizlerin desteklediği silahlı Siyonist güçlerin gözlerden saklanması için bir "Sahte Polis Gü­cü" kuruldu. Bunun bünyesine 2,863 kişi alındı. Ayrıca 12,000 kişi Ha- gana'ya, 3,000 kişi de Jabotinsky'nin Milli Askeri Teşkilat'ına (İrgun) kaydedildi.35 1937 yazında sahte polis gücünün adı "Yahudi Sömürgesi­ni Savunma Gücü" olarak değiştirildi, daha sonra da "Sömürge Polisi" denildi.

Ben Gurion, "Sahte Polis Gücü"nü Hagana'nın eğitimi için ideal bir ortam olarak görüyordu. Bu güçten sorumlu İngiliz subayı Charles Orde Wingate aslında İsrail ordusunun kurucusuydu. Moşe Dayan gibi­lerini terörizm ve suikast konularında eğiten oydu.

1939’da İngilizlerle çalışan Siyonist güçlerin sayısı 1441 l’e yük­seldi. Bunlar Sömürge Polisi çatısı altında tepeden tırnağa silahlı on gruba bölünmüştü. Herbirinin başında bir İngiliz subayı, onun yanında da ikinci komutan olarak Yahudi Ajansı'ndan bir görevli bulunuyordu.

1939 ilkbaharında Siyonist gücün elinde herbiri 8 veya 10 kişiden olu­şan 63 mekanize birlik vardı.  1

Peel Raporu

1936 ayaklanmasının nedenlerini araştırmak üzere 1937'de Lord Peel başkanlığında bir Kraliyet Komisyonu kuruldu. Komisyonun belir­lediği iki ana nedenden birincisi, Filistinlilerin ulusal bağımsızlık isteği, İkincisi de yine Filistinlilerin kendi topraklarında kurulacak Siyonist bir sömürge konusundaki kaygılarıydı. Peel raporundaki analizler alışılma­dık bir içtenlikle bir dizi başka faktörü de ortaya koyuyordu. B unlan şöyle sıralamak mümkün:

1)    Arap milliyetçiliğinin Filistin dışına taşması;

2)    1933'ten sonra artan Yahudi göçü;

3)    İngiltere hükümetinin sessiz desteği sayesinde Siyonistlerin bu ülke kamuoyunu ellerinde tutabilmeleri;

4)     Arapların İngiliz hükümetinin iyi niyeti konusundaki kuşkuları;

5)    Filistinlilerin, topraklarını elden çıkarıp bunların üzerinde çalı­şan Filistinli köylüleri açıkta bırakan, ülke dışında yaşayan toprak sahip­lerinin bu davranışları sonucu arazinin sürekli olarak Yahudilerin eline geçmesi konusunda duydukları kaygı;

6)    Manda hükümetinin Filistinlilerin hükümranlık hakları konu­sundaki niyetinin belirsizliği.

Ulusal hareketi oluşturanlar, kent burjuvazisi, feodal toprak sahip­leri, dini liderler ve işçilerle köylülerin temsilcileriydi.

Bu kesimlerin talepleri şunlardı:

1)    Siyonist yerleşmenin derhal durdurulması;

2)    Toprak mülkiyetinin Araplardan Siyonist göçmenlere geçmesi­nin durdurularak yasaklanması;         '

3)    Kontrolü Filistinlilere verilecek olan demokratik bir hükümetin kurulması.36

Ayaklanmanın Analizi

Hassan Kanafani ayaklanmayı şöyle anlatıyordu: "Ayaklanmanın gerçek nedeni, özünde tarıma dayalı, feodal ve dini kurallarla yönetilen

bir Arap toplumu olan Filistin toplumunun endüstriyel, burjuva ve Ya­hudi (Batıcıl) bir topluma dönüştürülmeye çalışılmasının ardında yatan derin çelişkinin gitgide doruğa ulaşmış olmasıdır... Sömürgeciliğin te­mellerini atıp, sonra da bunu İngiliz mandasından Siyonist sömürge yer­leşimine dönüştürme süreci... 1930'larm ortalarında patlama noktasına vardı ve işte bu noktada Filistin ulusal hareketinin liderleri belli bir si­lahlı mücadele biçimini benimsemek zorunda kaldılar, çünkü çelişkinin böylesine dayattığı bir karar anının ardından liderliklerini başka türlü sürdürebilmeleri mümkün değildi."37

Müftü ile öteki dini liderlerin, feodal toprak sahiplerinin ve yeni doğmuş burjuvazinin işçilerle köylüleri sonuna kadar desteklemekteki yetersizlikleri, Siyonistlerle sömürge rejimine üç yıllık kahramanca mü­cadeleye rağmen ayaklanmayı ezme imkanını verdi. Bunda İngilizler, sömürgeci efendilerine körü körüne bağlı geleneksel Arap rejimlerinin bile bile ihanetinden de destek gördüler.

Filistin ulusal mücadelesi 1918'den beri çeşitli biçimlerde örgütlü silahlı direniş hareketini de yanına katarak sürüyor. Mücadele süreci içinde toplumsal kural-tanımazlık, genel grev, vergi ödememe, kimlik taşımayı reddetme, boykot ve gösteri gibi biçimler de var.

IV-    Trajik Sonuçlar

1947'de 630,000 Yahudi ile 1,300,000 Filistinli Arap vardı. Dola­yısıyla o tarihte Filistin'in Birleşmiş Milletler tarafından bölünmesine kadar nüfusun %31'ini Yahudiler oluşturuyordu.38

Filistin'in bölünmesi konusunda, ileri gelen emperyalist güçlerle Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği'nin desteklediği karar, verimli alanların %54'ünü Siyonistlere veriyordu. Ne var ki, İsrail Devleti'nin kurulmasından önce îrgun ve Hagana, arazinin dörtte üçünü ele geçirip üzerinde yaşayanları tümüyle yerlerinden atmıştı bile.

1948'de Filistinlilere ait köy ve kasabaların sayısı 475'ti. Bunların 385'i yerle bir edilip haritadan silindi. Bugün doksanı hâlâ duruyorsa da topraklan ellerinden alınmış durumda.

Maske Düşüyor

. Filistin'deki yerleşmenin organizasyonundan sorumlu Yahudi

Ajansı Göçmen Dairesi başkanı Joseph Weitz 1940 yılında şöyle yazı­yordu:

"Şu nokta herbirimiz tarafından açıkça bilinmelidir ki, bu topraklar üzerinde iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşa­yacaklarsa biz hedefimize hiçbir zaman varamayacağız demektir. Öyley­se, Arapları buradan uzaklaştırıp komşu ülkelere sürmeliyiz, hem de hep­sini. Tek bir köy, tek bir aşiret kalmamacasına."39

Joseph Weitz, Filistin'in "Yahudileştirilmesinin" pratikteki anla­mını da şöyle açıklıyordu:

"Bazdan, Yahudi olmayan nüfusun, yüksek sayıda bile olsalar, sı­nırlarımız içinde bırakılarak gözetim altında tutulmasının daha güvenli ol­duğuna inanıyorlar. Bazılarıysa bunun tam tersini düşünüyor. Yani, kom­şunun faaliyetlerini gözetim altında tutmanın kiracınınkini tutmaktan da­ha kolay olacağını söylüyorlar. (Ben) bu İkincisini destekliyor ve şunu ekliyorum: ... bundan böyle Yahudi olmayan nüfusu yüzde onbeş ile sı­nırlayıp devletin karakterini Yahudi olarak belirlemeliyiz. Ben bu düşün­ceyi daha 1940'ta benimsemiştim ve bu, günlüğümde de kayıtlıdır."40

Bu politika "Koenig Raporu"nda daha da keskin bir dille belirtili­yordu:

"Galile'yi Araplardan temizlemek için terör, adam öldürme, yıldır­ma,, toprak gaspı, sosyal hizmetlerden men gibi yollara başvurmak zorun­dayız."41

Tel Aviv Belediye Başkanı General Şlom Lahat'ı Yeniden Seçtir­me Komitesi Başkanı Heilburn ise şöyle diyordu: "Filistinliler bu top­raklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürme­liyiz"42

Şunlar da İsrail Başbakanı David Ben Gurion'un Arap İşleri özel danışmanı Uri Lubrani'nin 1960’da söylediği sözler:

"Arap nüfusunu odunculardan ve garsonlardan oluşan küçük bir topluluğa indireceğiz."43

İsrail Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanı Rafael Eytan:

"Açıkça ilân ediyoruz ki Arapların Eretz İsrail'in bir santimetrekare­sini dahi işgal etme haklan yoktur. Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insan­lar, şunu biliniz ki, Adolf Hitler'in gaz odalan bile birer cennet sarayıdır...

Zor, tek yaptıkları ve de tek anlayacakları şeydir. Öyleyse biz de Filistin­liler dört ayakları üstünde sürüne sürüne bize gelinceye kadar zorun en şiddetlisini uygulamayı sürdüreceğiz."44

Eytan, İsrail Parlamentosu ndaki Dış İşleri ve Savunma Komite- si'nin önünde de şöyle diyordu:

"Topraklara yerleşmeyi tamamladığımızda, bütün Arapların yapabi­lecekleri tek şey, şişenin içindeki ilaç yemiş hamamböcekleri gibi panik halinde bir oraya bir buraya koşturmak olacak."45 ,

Ben Gurion ve Nihai Hedef

Siyonizmin bölgedeki amaçları David Ben Gurion'un 13 Ekim 1936'da bir Siyonist toplantısında yaptığı konuşmada açık olarak ortaya konmuştu:

"Uzun vadedeki nihai hedefimizi açıklamayı şimdilik uygun bulmu­yoruz - 'taksim'den yana olan Revizyonistlerden de daha ilerdeyiz bu ko­nuda. O büyük hayalden vazgeçmek- niyetinde değilim. Siyonist taleplerin organik, manevi ve ideolojik parçası olan o nihai hayal hep benimle ol­malı."46               '

'               ■ "Siyonist taleplerin sınırını Yahudi halkı tayin eder ve hiçbir dış et­

ken de bunun önüne geçemez."47

Ben Gurion 1936'da oğluna yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Ül­kenin ancak bir bölümüne sıkışıp kalmış bir Yahudi Devleti, varılacak son nokta değildir. Bu olsa olsa bir başlangıç olur. Eminim ki ülkenin ve bölgenin diğer bölümlerine de yayılmamız engellenemeyecektir."

1938 de Tel Aviv'de, Dünya Siyon İşçileri Konseyi önünde yaptı­ğı konuşmada ise düşüncelerini daha da açıyordu:

"Siyonist talepler, güney Lübnan, güney Suriye, bugünkü Ürdün, Şeria'nm Batısı ile Sina'yı içine almaktadır."48

Ben Gurion Siyonist stratejiyi açıkça şöyle formüle ediyordu:

"Devletin kurulmasıyla birlikte büyük bir güç durumuna geldiği­mizde, taksimi ortadan kaldırıp tüm Filistin'e yayılacağız. Devlet, Siyo­nizmin gerçekleşmesi için bir aşama olacak sadece; görevi de yayılmamız için gerekli zemini hazırlamak olacak. Devlet, düzeni koruyacak - ve tabii lafla değil, makineli silahla."49

Ben Gurion belirlediği stratejik hedefleri 1948 Mayıs'mda Genel Kurmay'a sundu.

"Saldırıya hazır olmalıyız. Amacımız Lübnan'ı, Ürdün’ü ve Suri­ye'yi vurmak. Bunların arasında zayıf olan, Lübnan, çünkü orada yapay bir İslami rejim ayakta ve bu rejimi alaşağı etmek bizim için işten bile de­ğil. Onun yerine bir Hıristiyan Devleti kurduktan sonra Arap Lejyonuna saldırıp Ürdün'ü aradan çıkarırız; Suriye kucağımıza düşer. Oradan da bombardımanı sürdürerek ilerleyip Port Said, İskenderiye ve Sina'yı alı­rız."50

General Yigal Allon Ben Gurion'a "Lidda ve Ramle'deki insanlar ne olacak?" diye sorduğunda - ki bu 50,000 kadar insan demekti - bi- yograficisine göre Ben Gurion elini sallayıp, "Hepsini başka bir yere sü­rün!" diye yanıtlamıştı.51

Bu buyruğu yerine getiren, şimdiki Savunma Bakanı İzak Rabin oldu. Bugün Lidda ve Ramle'de Filistinlilere ait tek taş dahi kalmamış durumda. Bütün bölgede yerleşik olarak Yahudiler yaşıyor.

David Ben Gurion ile ilgili biyografisinde Mihail Bar Zohar, Ben Gurion'un Nasıra'ya ilk gelişini şöyle anlatır: "Ben Gurion hayretle çev­resine bakındı ve sordu: 'Neden bu kadar çok Arap var? Neden sürmedi­niz hepsini?'"

Filistinliler gerçekten de sürüldüler. Birleşmiş Milletler'in Filis­tin'i taksim ettiği 29 Kasım 1947 ile Devlet'in kuruluşunun resmen ilân edildiği 15 Mayıs 1948 arasında Siyonist ordu Filistin'in %75'ini ele ge­çirip 780,000 Filistinliyi zorla ülkeden çıkardı.

Katliam Başlıyor: Deir Yasin

Katliam, köylerin birbiri ardından haritadan silinmesi biçiminde ve sürekliydi. Amaç, insanları can korkusuyla kaçırmaktı.

Hagana komutanı Zvi Ankori olanları şöyle anlatıyor: "Koparıl­mış cinsel organlarla karınları deşilmiş kadınlar gördüm... Düpedüz kat­liamdı."52

Menahem Begin, Deir Yasin'de bizzat yönettiği Nazi benzeri uy­gulamaların tüm Filistin'de yarattığı etkiyi anlatırken oldukça keyifliydi. Lehi ve IZL Komandoları 9 Nisan 1948'de Deir Yasin köyüne saldırıp erkek, kadın, çocuk, 254 kişiyi öldürmüşlerdi.

"Bizim îrgun savaşçıları Arapların gözünde korkulu birer efsaneydi; adlarını duyduklarında tir tir titriyorlardı. Bunlar, İsrail kuvvetlerinin ya­rım düzine taburuna bedeldi. Bütün ülkedeki Araplar... dur durak tanımaz bir paniğe kapılıp can korkusuyla kaçışmaya başladılar. Kitle halindeki bu kaçış çok geçmeden kontrolden çıkıp toplu bir çılgınlığa dönüştü. İsra­il Devleti'nin bugünkü hükümranlık alanı içinde o zan\anlar var olan 800,000 Arap'tan bugün ancak 165,000’i kalmış durumda. Bu gelişmenin siyasi ve ekonomik önemi küçümsenemez."53

Bu programın uygulayıcıları, kısmen Menahem Begin, kısmen de sonradan onun yerine geçen Başbakan îzak Şamir'di. Her ikisi de Loha- mei Henıt Israel (LEHİ), yani İsrail Özgürlük Savaşçıları’nın komuta­nıydılar. Filistinliler kanlı giysileri içinde Kudüs'ün caddelerinde gezdi­rilip kalabalıkların alaylarına maruz bırakılıyor, sonra da ortadan kaybo­luyorlardı.

Görgü Tanıklarının Anlattıkları

Olayların görgü tanıklarınca anlatılanlar Filistin halkının kaderi­nin aynası gibiydi.

"Çatışma sona erip ateş kesildiğinde vakit öğleydi. Herşey susmuş, ama köy teslim olmamıştı. IZL (Îrgun) ve LEHI'ye (Zalim Çete) bağlı dü­zensiz askerler saklandıkları yerlerden çıkıp evlerde temizlik harekatına giriştiler. Üzerlerinde bulunan tüm silahlarla saldırıyor, evlere patlayıcılar atıp içerde buldukları herkesi kadın, çocuk demeden öldürüyorlardı. Ko­mutanlarından hiçbiri bu iğrenç katliamı önleyici hiçbir girişimde bulun­muyordu. Ben kendim öteki birkaç arkadaşla beraber katliamı durdurma­ları için komutanlara yalvardımsa da sonuç alamadım. Bu arada evlerden toplanan yirmibeş kadar erkek bir kamyona bindirilip eski Roma’daki gibi bir "zafer resmi geçidine" götürüldüler, (Kudüs'ün) Mahane Yehuda ve Zikron Yosef mahallelerinde sokak sokak dolaştırıldılar. Bu resmi geçi­din sonunda da Giv'at Şaul ile Deir Yasin arasında bir yerdeki bir taş oca­ğına götürülüp acımasızca öldürüldüler. Daha sonra savaşçılar sağ kalan kadınlarla çocukları kamyona bindirip Mandelbaum Kapısı'na götürdü­ler."54

Katliam söylentileri yayılınca Filistin'deki Uluslararası Kızıl

Haç'm başkanı Jacques de Reynier müdahale girişiminde bulundu. Onun gözlemleri de şöyle:

"... İrgun müfrezesi komutanı beni kabul etmeye pek gönüllü görün­müyordu. Sonunda içeri girdi. Genç, alımlı, çok iyi giyimli bir adamdı. Yalnız, gözlerinde garip bir parıltı vardı... Buz gibi, haince bir parıltı... Ona bakılırsa İrgun köye yirmidört saat önceden gelip hoparlörlerden her­kese evleri boşaltıp teslim olmalarını emretmişti. Bunun için verilen süre onbeş dakikaydı. 'Bu zavallı insanların bazıları ortaya çıkmış ve sonradan Arap sınırına doğru bir yerlerde serbest bırakılmak üzere tutuklanmışlar­dı. Geri kalanlar ise emre uymadıkları için hak ettikleri yazgıyı kendi el­leriyle yazmışlardı. Ama abartmaya mahâl yoktu, topu topu birkaç ölü vardı, onlar da köydeki 'temizlik' biter bitmez gömüleceklerdi. Herhangi bir cesede rastlarsam alıp götürebilirdim, ama yaralı birini kesinlikle bu­lamazdım.’

"Bunları duyunca donakaldım. Kudüs yoluna çıkıp Kızıl Kal­kandan sağladığım ambulans ve kamyonu aldım... Köye ulaştığımda ateş durdu. Çete (İrgun) üyelerinin üzerinde üniformaları ile miğferleri vardı. Hepsi de gençti; hatta bazıları henüz ergenlik çağmdaydı. Kadınıyla, er­keğiyle tepeden tırnağa silahlıydılar: tabancalar, makineli tüfekler, el bombalan... Ellerinde kanlı kılıçlar bile vardı. Genç, güzel bir kız canice bakışlarıyla elindekini gösterdi bana... Kılıcından kanlar damlıyordu... Kız ise bir şeref kupası tutar gibi tutuyordu onu. Bunlar 'temizlik' ekibiy­diler ve görevlerini pek bir titizlikle yerine getirdikleri besbelliydi.

"Evlerden birine girmeyi denedim. Bir anda bir düzine asker san- verdi çevremi. Makineli tüfeklerini üzerime doğrultmuşlardı. Komutan yerimden kımıldamamamı, içerde ölü varsa getirileceğini söyledi. Sonra birden ne olduysa oldu, hayatımda hiç öylesine deliye döndüğümü hatır­lamıyorum, o katillerin suratlarına bu yaptıklarının ne demek olduğunu haykırmaya başladım, aklıma gelen bütün tehditleri savurdum, sonra da hepsini kenara itip eve daldım.

"Girdiğim ilk oda karanlıktı, herşey alt üst olmuştu, ama kimseler yoktu. İkinci odada, kırılmış dökülmüş, içi dışına çıkmış eşyaların ve her türlü pisliğin içinde yatan soğumuş cesetler gördüm. Burada 'temizlik', önce makineli tüfek, sonra da el bombası kullanarak yapılmıştı. Son ola­rak da belli ki bıçak kullanılmıştı. Bir sonraki odada da durum aynıydı. Yalnız, tam çıkarken kulağıma inlemeye benzer bir ses geldi. Her köşeyi aradım, cesetlerin yüzlerini çevirdim... en sonunda küçücük bir ayak bul­dum, hâlâ sıcaktı. El bombasıyla parçalanmış on yaşlarında bir kız çocu- cuğuydu bu, daha ölmemişti... Ne yana baksam aynı korkunç görüntüy­dü... Köydeki dörtyüz kişinin ellisi kaçıp canını kurtarabilmişti. Geri ka­lanı ise planlı bir biçimde, göz kırpmaksızın katledilmişti, çünkü, anladı­ğım kadarıyla, bu çete mükemmel bir disipline sahipti ve sadece emirlere göre hareket ediyordu.

"Deir Yasine ikinci gidişimden sonra büroma döndüğümde sivil gi­yimli, gayet şık iki adam beni bekliyordu. Aşağı yukarı bir saatten fazla­dır oradaydılar. Biri İrgun müfrezesi komutanı, öteki de yaveriydi. Bana imzalatmak istedikleri bir kağıt vardı ellerinde. Kağıtta kendilerinden bü­yük konukseverlik gördüğüm, görevim için gereksindiğim tüm olanakla­rın sağlandığı ve yaptıkları herşey için teşekkür ettiğim yazılıydı. Durak­sadığımı, hatta tartışmaya başladığımı görünce, eğer kendi hayatıma de­ğer veriyorsam hemen imzalamamı söylediler. O anda yapabileceğim tek şey onları hayatımın benim için en ufak bir değer taşımadığına ikna et­mekti."55

Dueima Katliamı

Deir Yasin katliamı, "sağcı" Revizyonist Siyonist yeraltı örgütleri IZL ve LEHI'nın marifetiydi. Bunun yanısıra, ülkenin başka bölgelerin­de de benzer katliamlar gerçekleştirildi. 1948'deki Dueima katliamı, res­mi Siyonist İşçi İsrail ordusu, yani İsrail Savunma Kuvvetleri (Tzeva Hağanah le-Israel veya ZAHAL) tarafından yapılmıştı. Katliamla ilgili belgeler, o korkunç olayda görev almış bir askerin anlattıklarına dayanı­larak, Siyonist İşçiler'in yönettiği Histadrut Genel İşçi Federasyonu'nun İbranice yayımlanan resmi organı Davar'da ortaya çıkmıştı:

"... Araplardan seksen ile yüz arası erkek, kadın ve çocuk öldürdü­ler. Çocukları kafalarına sopalarla vura vura öldürdüler. Bütün evler ce­setlerle doluydu. Önce erkeklerle kadınlar aç susuz evlere tıkıldı. Sonra da kundakçılar tarafından üzerlerine dinamit atıldı.

.                   "Bir komutan askerlerden birine az sonra havaya uçuracağı eve iki

kadın getirmesini emretti... Bir başka asker bir Arap kadınına öldürmeden önce nasıl tecavüz ettiğini gururla anlatıyordu. Yeni bebeği olmuş bir Arap kadınına iki gün boyu ortalık hizmeti yaptırdıktan sonra bebeğiyle birlikte vurdular. 'Kaliteli çocuklar’ diye nitelenen iyi öğrenim görmüş, iyi hâl bilir komutanlar... en aşağılık katillere dönüşmüşlerdi ve bu bir savaş çılgınlığı filan da değildi; sürme ve yok etme yöntemi sonucu böyleydi-

ler. Ne kadar az Arap kalırsa o kadar iyiydi onlar için."56

Deir Yasin katliamının stratejik önemi yıllar boyunca Siyonist li­derler tarafından her fırsatta anlatıldı. Bu liderlerden biri, İzak Şamir ve Nathan Yalin-Mor (Feldman) ile birlikte LEHI'den sorumlu olan El- dad'dı (Scheib). Bu zatın 1967 Temmuz'unda bir toplantıda yaptığı ko­nuşmada söyledikleri 1968 kışında tanınmış fikir gazetesi De'ot'ta ya­yımlandı.

"Şunu hep söylemişimdir: Eğer kurtuluşun simgesi sayılabilecek en derin, en yüce umut Yahudi Tapmağının yeniden inşası ise... o zaman açıktır ki o camilerin (El-Haram, el-Şerif ve el-Aksa) günün birinde şu veya bu şekilde ortadan kalkması gerekecektir. Deir Yasin olmasaydı, bu­gün (1948) İsrail devleti topraklan üzerinde yarım milyon Arap hâlâ yaşı­yor olacaktı. Ve tabii İsrail Devleti de olmayacaktı. Bunu hiç hesaptan çı­karmayıp hep sorumluluklarımızın bilincinde olmamız gerekir. Bütün sa­vaşlar kötüdür.,Bunun başka çıkar yolu yok. Bu ülke ya Eretz İsrail ola­cak ve topraklannda mutlak Yahudi çoğunluğuyla küçük bir Arap azınlı­ğını barındıracak ya da Eretz İsmail olup, Araplardan herhangi bir şekilde kurtulamadığımız takdirde Yahudi göçü yeniden başlayacaktır...”57

Gazze Cinayeti

Katliam programı devletin kurulmasıyla da sona ermedi. 1950’le- rin başlarında Gazze'deki mülteci kamplarıyla köylerde yapılan katliam­lar Meir Har Zion'un günlüğünde yer alır:

"Kuru, geniş nehir yatağı ayın altında parıldıyor. Dağın yamacı bo­yunca dikkatle ilerliyoruz. Birkaç ev görünüyor... Uzakta üç ışık var... Karanlığın içindeki evlerden Arap müziği duyuluyor... Dörder kişilik üç gruba ayrılıyoruz. İki grup güneyimizde kalan büyük mülteci kampına (El Burç) yöneliyor. Öteki grup ise Gazze Vadisi'nin kuzeyindeki düzlükte tek başına duran eve doğru harekete geçiyor. Aydan dökülen pınl pırıl ışık sağnağı altında yeşil tarlalardan, su kanallarından geçerek ilerliyoruz. Az sonra bu sessizlik kurşun vızıltıları, patlamalar ve şu anda uyumakta olanların çığlıklarıyla bozulacak. Hızla hareket edip evlerden birine giri- • yoruz - 'Mann Haatha?' (Arapça 'Kim o?j

"Seslere doğru atılıyoruz. İki Arap korkudan tir tir titreyerek duva­rın dibinde doğruluyorlar. Kaçmaya yeltendiklerinde ateş ediyorum. Ku­lakları yırtan bir feryat kopuyor. Adamlardan biri yere düşerken arkadaşı hâlâ koşmaya devam ediyor. Şimdi çabuk davranmak zorundayız, yitire­cek vakit yok. Araplar şaşkın şaşkın kaçışıp koşuşurken evlere tek tek da­lıp çıkıyoruz. ‘

"Makineli tüfek gürültüsüyle insanların feryatları birbirine karışı­yor. Kampın anacaddesine varıyoruz. Kaçan Arapların oluşturduğu kala­balık büyüyor. Öteki grup karşı yönden saldırıya geçiyor. El bombaları­mızın gümbürtüsü uzaklarda yankılanıyor. Geri çekilme emri alıyoruz. Saldırı bitti."58  '

Kibya ve 101. Komando Birliği

Başbakan Moşe Şaret (1954-55), 1953'te (18 Ekim 1953) Kibya köyünde yapılan katliamı şöyle anlatıyor. Erkek, kadın ve çocukların evlerinde öldürüldükleri bu harekâtı Ariel Şaron bizzat yönetmişti.

"(Kabine toplantısında) Kibya Olayı'na karşı çıkıp bu olayın bizi tüm dünyanın gözünde göz kırpmadan adam öldürebilen kan emici cani- 1er çetesi durumuna düşürdüğünü söyledim... Bu lekenin üzerimizde kala­cağını ve yıllarca da temizlenemeyeceğini belirttim.

"Kibya üzerine bir bildirge yayımlanıp, metni Ben Gurion’un yaz­ması kararlaştırıldı. Gerçekten utanç verici bir iş. Defalarca soruşturdum ve her defasında da olayın nasıl olduğunu insanların öğrenemeyeceği ko­nusunda ciddi teminat aldım."59

Şaret, günlüğüne 1955'te Filistin köylerinde gerçekleştirilen bir katliamı ayrıntılarıyla not etmişti: "Kamuoyu, ordu ve polis serbestçe Arap kanı döküleceği konusunda fikir birliği içindeler. Bu gidişat, dev­leti dünyanın gözünde zalim devlet konumuna sokacaktır."60

Kafr Kasim: Katliam Sürüyor

Kafr Kasim'deki katliam Siyonist yöntemlere uygundu. 1956 Ekim inde, İsrail-Ürdün sınırındaki bir İsrail alayının komutanı olan Al­bay Şadmi, yönetimindeki "azınlık" (Arap) köylerinde bir gecelik soka­ğa çıkma yasağı ilân etti. Bu köyler İsrail sınırlan içinde kalıyordu, do­layısıyla da buralarda yaşayanlar İsrail vatandaşıydı. Şadmi, Sınır Konı- ma Birliği komutanı Binbaşı Melinki'ye yasağın "kesinkes" uygulanma­sını emredip, "uymayanları tutuklamak yetmez, derhal vurun," talimatı­nı verdi. Bu sözlerin arkasından eklediğiyse şu oldu: "Bir adamın ölüsü, tutuklama işleminin çapraşıklıklarından bin kat iyidir."61

"Melinki subayları toplayıp görevlerinin azınlık köylerinde saat 17:00 ile 6:00 arası sokağa çıkma yasağını uygulatmak olduğunu söyle­di. Evinden çıkan ya da herhangi bir şekilde yasağa uymayanlar vurula­caktı. Tutuklama yapılmayacaktı ve eğer o gece birkaç kişi öldürülürse bu daha sonraki gecelerde de yasağın uygulanmasını kolaylaştıracaktı.

"Teğmen Frankanthal 'Yaralıları ne yapacağız?’ diye sorduğunda Melinki'nin cevabı, 'Aldırmayın' oldu.

"Daha sonra kısım liderlerinden biri 'Kadınlarla çocuklar ne ola­cak?' diye sorduğunda Melinki, 'Duygusallık yok' diye karşılık verdi.

"İşlerinden dönmekte olanları ne yapacağız?’ sorusunun cevabı ise

'Komutanın emrine göre onların işi kötü' şeklinde oldu."

Kafr Kasim katliamına katılanların hepsi - bunlar Ariel Şaron'a bağlı 101. Komanda Birliği'nin askerleriydiler - İsrail Ordusu'nda ma­dalyalar ve terfılerle ödüllendirildiler.

İsrail'in 1967 öncesi sınırlan içindeki göçmen yerleşmesini ger­çekleştirmek amacıyla kullanılan toplu kıyım yöntemleri 1967 sonrası işgal edilmiş topraklarda da uygulandı. Eski askeri haber alma şefi ve Enformasyon Bakanı Aharon Yariv, Kudüs'teki İbrani Üniversitesi'ne bağlı Leonard Davis Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde yapılan bir ka­mu seminerinde şöyle demişti:

"700,000 ile 800,000 Arap'ın başka yerlere gönderilmesini sağla­mak üzere bir savaş durumu yaratılmasını savunan görüşler var. Bunlar yaygın görüşler. Bu konuda bildiriler sunuldu, hatta bunun araçları hazır­landı."62

V-     Ülkenin Ele Geçirilmesi

i

Bu canice politika ile yarattığı sonuçların boyutlarını gözden ge­çirmek yerinde olacaktır. Taksimden sonra İsrail işgali altına giren böl­gede aşağı yukarı 950,000 Filistinli Arap vardı. Bu insanlar 500'e yakın köy ile büyük şehirlerde yaşıyorlardı. Bu şehirler, Taberiye, Safed, Na­sıra, Shafa Amr. Akre, Hayfa, Yafa, Lidda, Ramle, Kudüs, Majdal (Aş- kelon), Isdud (Ashdod) ve Beer-şeba'ydı.

Altı aydan az bir süre içinde bu sayı 138,000’e indi (130,000 ile 165,000 arasında değişiyor.) Filistinlilerin büyük bölümü öldürüldü, yerlerinden edildi ya da İsrail Ordusu'na bağlı kasap müfrezelerinin önünden panik halinde kaçtı.63

İsrail hükümeti Filistinlileri Filistin toprağından böylece attıktan sonra bu kez sistemli bir şekilde bu insanların evleriyle mallarını yok et­meye başladı. Böylece 1948 ile 1949 yıllarında yaklaşık 400 köy ile ka­saba haritadan silindi. 1950'lerde bu sayı daha da çoğaldı.

Aşağıdaki tablo İsrail İnsan ve Yurttaş Hakları Ligası Başkanı Is- rael Şahak tarafından "İsrail'de Yok Edilen Arap Köyleri" başlığı altında hazırlandı.64

Filistin Arap Köylerinin Yok Edilmesi

Bölgenin Adı

Köylerin Sayısı '48'den önce

1988

Yok olanlar

Kudüs

• 33

4

29

Beytlehem

7

0

7

Hebron

16

0

16

Yafa

23

0

23

Rainle

31

0

31

Lidda

28

0

28

Jenin

8

4

4

Tulkarm

33

12

21

Hayfa

43

8

35

Akre

52

32

20

Nasıra

26

20

6

Safed

75

7

68

Taberiye

26

3

23

Bisan          

28

0

28

Gazze

46

0

46

TOPLAM

475

90

385

 

Şahak, çok sayıda Arap topluluğu ile "aşiret"ini bulmak mümkün olmadığı için bu listedeki dökümün eksik olduğunu belirtiyor. Örneğin, İsrail resmi kaynakları yerleşik Filistinli toplulukların sayım sonuçlarına göre belirlenen gerçek sayısını az göstermek için kırkdört Bedevi köy ve kasabasını "göçer aşiret" sınıfına koyarlar.

Moşe Dayan İsrail Teklonoji Enstitüsü (Techniyon) öğrencileri önünde yaptığı konuşmada Siyonist yerleşmenin yapısını özetlerken sözlerine sınır koymaya gerek duymuyordu:

"Arapların yaşadığı bu ülkeye geldik ve şimdi burada bir İbrani Ya­hudi devleti kuruyoruz. Arap köylerinin yerini Yahudi köyleri aldı. Sizler bugün o köylerin adını bile bilmiyorsunuz. Kınamıyorum, çünkü artık o coğrafya kitapları yok... Sadece kitaplar değil, o köyler de yok.

"Eski Mahalul şimdi Nahalal oldu. Gevat'ın yerini Jibta aldı. Hani- fas'm adı Sarid, Tel Şamam'ınki de Kafr Yehoşu oldu. Tek bir yeni yer­leşme yeri yoktur ki eski bir Arap köyünün üzerine kurulmuş olmasın."65

"Ülke Dışında Yaşayan" Mal Sahiplerinin Mülkleri

Filistinlilerin gönderilip köy ve kasabalarının talan edilmesinin ardından onlardan kalan çok büyük miktarda mal mülke "Ülke Dışında Yaşayan Mal Sahiplerinin Mülkleriyle İlgili Yasa" (1950) çerçevesinde el kondu.

1947'den önce Yahudiler Filistin'de %6 oranında toprağa sahipti­ler. Devlet resmen kurulduğunda ise, Yahudi Ulusal Fonu tahminlerine göre toprağın %90'ı ele geçirilmişti.

"İsrail topraklarının sadece 300,000 üe 400,000 dönüm arasında ka­lan bölümü İsrail hükümetince Manda rejiminden (İngiliz Mandası) dev­ralınan devlet arazisidir (%2). Yahudi Ulusal Fonu (YUF) ile Yahudi özel mülk sahiplerinin elindeki arazi iki milyon dönümden azdır (%10). Geri kalan topraklar ise (yani, 1949 ateşkes sınırları içinde kalan 20,225,000 dönümün %88'i), çoğu ülkeyi terketmiş olan Arap toprak sahiplerinin ya­sal mülküdür."66

Bu çalıntı mülkün o zamanki - otuz yıl önce- değeri 300 milyon doların üzerindeydi. (Arap Birliği tahminleri bunun on katını bulur.) Doların bugünkü değeriyle hesaplandığında bu miktar dört mislidir.

"Birleşmiş Milletler Mülteci Bürosu tahminlerine göre, İsrail sınır­ları içinde olup Arapların terkettiği meyvalık, ağaçlık, taşınabilir ve taşın­maz malların değeri 118-120 milyon Sterlin tutanndaydı, ki bu da mülteci başına 130 Sterlin (364 Dolar) demekti."67

Filistin mallarının ele geçirilmesi İsrail'i var kılabilmek açısından kaçınılmazdı. 1948 ile 1953 arasında 370 Yahudi kasabası ile yerleşme yeri kuruldu. Bunların üçyüzellisi ülkeyi terk eden mal sahiplerinin top­rakları üzerindeydi. 1954'e kadar İsrail Yahudilerinin %35'i ülkeyi-terk edenlerden ele geçirilen alanlara yerleşmiş, 250,000 kadar yeni gelen göçmen de Filistinlilerin çıkartıldığı kent bölgelerine yerleştirilmişti. Fi­listinliler Yafa, Akre, Lidda, Ramle, Bisan ve Majdal (Aşkelon) gibi tüm kentlerden çıkarılmıştı.

Bu yağma, 385 köy ve kasabanın tamamıyla, diğer 94 kent ve ka­sabaya ait alanların büyük bölümünü, dolayısıyla da tüm İsrail'deki bi­naların %25'ini kapsıyordu. Onbin işyeri ve dükkan Yahudi göçmenlere verilmişti.

1948'den 1953'e kadar - en büyük göç dönemi - ele geçirilen Arap topraklarının İsrail açısından ekonomik önemi son derece belirleyiciydi. Katliam yöntemiyle Filistinlilerden ele geçirilen işlenebilir toprakların miktarı, manda döneminin bitiminde Siyonistlere bağışlanan alanların iki buçuk katıydı.

Filistinlilere ait tüm narenciye alanları ele geçirildi (240,000 dö­nümden fazla). 195l'e gelindiğinde, Araplardan gasp edilen alanlardan elde edilen 1.25 milyon kutu narenciye İsrail'in eline geçmişti. Bu, ülke­nin ihracattan sağladığı altına çevrilebilir döviz kârının %10'u demekti.

1951'de İsrail'e ait zeytinliklerin %95'i ele geçirilmiş olan Filistin topraklarmdaydı. Buralardan elde edilen zeytin İsrail'in narenciye ve el­mastan sonra üçüncü büyük ihraç ürünüydü.

Çıkarılan taşın üçte biri Filistinlilerden ele geçirilen elli iki taş ocağından geliyordu.68

Siyonist mitolojinin söyleminde, eski sahipleri olan Arap aşiretle­rinin ihmal ettiği çırılçıplak alanların Siyonistlerin çalışkanlığı, becerisi ve basireti sayesinde çöl ortasında açan birer bahçeye dönüştüğü savı da vardır. Filistinlilere ait meyvalıklar, fabrikalar, demiryolu araçları, en­düstri, evler ve mallar kanlı işgalin ardından birer birer yağmalandı - bu işgalin fatihi, tayfasını korsanların oluşturduğu Devlet Gemisi'ydi, dire­ğinde de kurukafalı bayrak dalgalanıyordu.

Ülkeyi "Yahudileştirme"

1954 Mayıs’ında, Yahudi Ulusal Fonu'nun bütün aktif varlığı, ye-

ni kurulan Keren Kayameth le-Israel'e (İsrail Daimi Fonu) devredildi.

Yahudi Ulusal Fonu (YUF) ilk arazisini 19O5’te ele geçirmişti. Amacı, "bu topraklara Yahudileri yerleştirmek" üzere toprak kazanmak­tı.69

1961 Kasım'ında YUF ile İsrail hükümeti, Temmuz 1960'da çıka­rılan yasaya dayalı bir sözleşme imzaladılar. Böylece İsrail topraklarının %92'si üzerinde Keren Kayemeth le-Israel ile YUFun himayesinde ka­lıcı bir politika meşruiyet kazanmış oldu. Toprakla her türlü ilişki, mülk sözleşmelerinde yazılı şu koşul tarafından belirleniyordu:

"Kiracı, Yahudi olmak ve toprakta sadece Yahudi işçi çalıştırmayı kabul etmek zorundadır."70

Bu. toprağın Yahudi olmayanlarca kiralanamayacağı ya da asıl ki­racı tarafından kira, satım, ipotek, devir, veraset yoluyla Yahudi olma­yan birine devredilemeyeceği demektir. Yahudi olmayanlar ne toprakta, ne de toprağın işletilmesi ile ilgili başka bir işte çalışamaz. Bu koşullara uyulmadığı takdirde para cezası ve sözleşmenin tazminatsız olarak feshi yoluna gidilir.

Burada özellikle dikkat çekici olan, bu kuralların sadece YUF ta­rafından değil, bizzat devletin yasalarıyla yürürlüğe konmasıdır. Ve bu kurallar hem YUF, hem de tüm devlet arazilerinde geçerlidir.

Yahudi Olmayanlar Başvurmasın

İsrail'de bu devlet arazilerine "ulusal toprak" denir. Bu da "İsrail" toprağı değil, Yahudi toprağı demektir. Yahudi olmayanların çalıştırıl­ması yasaya aykırıdır, yasaya karşı gelmek demektir. Bazı Yahudi çift­lik sahipleri (Ariel Şaron gibi) Yahudi tarım işçilerinin az bulunurluğun­dan, bir de Filistinli işçilere ödenen ücret Yahudilere ödenenin kat be kat altında olduğundan Arap işçi çalıştırmaktadırlar. Oysa bu uygulama yasaya aykırıdır! Nitekim, 1974'de Tarım Bakanı bunu "bir kanser" ola­rak nitelemiştir.71

Araplarla ortakçılık yaparak asıl kiracısı oldukları arazileri onlara kiralayanlar, bu yaptıklarından ötürü suçlanmaktadırlar. Filistinlilerden sağlanan ucuz emek nedeniyle kârların muazzam rakamlara ulaşması sonucu bu uygulamanın yaygınlaşması Tarım Bakanlığı tarafından "ve­ba" olarak nitelendirildi. Yahudi Ajansı Göçmen Dairesi, bu tür uygula­maların gerek yasalara, gerek Yahudi Ajansı kurallarına, gerekse îsrail Devleti'yle YUF arasındaki sözleşmeye aykırı olduğunu ileri sürdü. Ya­hudi olmayanları çalıştırmanın cezası para ve "Özel Fona bağış" biçi­minde oluyor.72

Israel Şahak bu durumu "ırk ayrımıyla mali yozlaşmanın tiksindi­rici karışımı" olarak niteliyor.

Bütün bunların ifade ettiği, İsrail devletinin normal olan herşeye ırkçı bir anlam yüklemesidir. "Halk" demek sadece Yahudiler demektir. "Göçmen" veya "yeni yerleşen" bir kişi ancak Yahudi olabilir. Bir yerle­şim yeri sadece Yahudiler için yerleşim yeridir. Ulusal toprak ise İsrail toprağı değil, Yahudi toprağıdır.

B öylece yasalar, haklar, koruyucu hükümler, çalışma ve mülk edinme yetkisi hep Yahudiler içindir. "İsrail" vatandaşlığı veya milliye­ti, bu sözcüklerin anlamlarının gerektirdiği tüm uygulamalarda sadece Yahudiler için geçerlidir.

Yahudi'nin tanımı tümüyle dini Ortodoks ilkelere dayandığı için, "ana tarafından Yahudi soyundan" olmak, mülkiyet, çalışma ve yasal korunma hakkına sahip olmak için ön koşuldur. Irkçı yasa ve uygulama­lar konusunda bundan daha katışıksız bir örnek bulmak mümkün değil­dir.

Nitekim bu kıstaslarla Batı Şeria'daki (1967'de işgal edilen bölge) toprakların %55'i ile suyun %70'i, nüfusun %6'sının kullanımına veril­mek üzere gasp edildi. Bu oran, 800,000 Filistinliye karşılık sadece 40,000 göçmen demekti. Gazze’de (bu da 1967'de işgal edilen bölge) 2200 göçmene arazinin %40'ı verildi. Yarım milyon Filistinli ise zaten tıkabasa dolu olan kamplarda ve gecekondularda yaşamaya zorlandı. 1967 sonrası işgal bölgelerinde görülen ve tüm dünyanın tepkisini çeken uygulamalar, aslında İsrail devletinin kuruluşundan beri devam edege- len sürecin uzantısından başka birşey değildi.

Zor kullanımı, toprak gaspı ve Yahudi olmayanların çalışmadan men edilmesi, Siyonist kuram ve uygulamaların esasını oluşturur. Theo- dor Herzl bu programı 12 Haziran 1895'te resmen ilân ederken şöyle de mişti:

"Yoksul ahaliyi sımrdışı edeceğiz... ve ülkemizde onlara iş verme­yeceğiz."73

Irkçı Kibbutz'culuk

Gariptir ki, hakkında en fazla aldatıcı hayal üretilen İsrail kurulu­şu, sosyalist anlamda işbirliğinin karşılaştırmalı örneği sayılan Kib- butz’dur.

Israel Şahak'm dediği gibi:

"Irk ayrımının en fazla uygulandığı İsrail örgütü Kibbutz'dur. İsrail­lilerin çoğunluğu Kibbutz'un sadece Filistinlilere karşı değil, uzunca bir süre Yahudi olmayan herkese karşı takındığı ırkçı tavrın bilincindedir­ler."74

Kibbutz'culuk en yoğun olarak, ele geçirilmiş olan Filistin toprak­larında uygulanır. Yahudi olmayanlar Kibbutz üyesi olamazlar. Eğer Hı­ristiyan olan "geçici işçiler" Yahudi kadınlarla ilişki kuracak olurlarsa, Kibbutz üyesi olabilmeleri için Yahudiliğe dönmeleri şart koşulur. Şa- hak şöyle der:

"Din değiştirerek Kibbutz üyeliğine aday olacak Hıristiyanlar, iler­de bir kilisenin ya da haçın önünden geçerken tüküreceklerine dair yemin etmek zorundadırlar."75

Bugün İsrail Devleti olarak tanımlanan alanın %93'ü aşağıdaki kurallar doğrultusunda Yahudi Ulusal Fonu tarafından yönetilir: Top­raktan geçinmek, toprak kiralamak ya da toprakta çalışmak için ana so­yundan en az üç kuşaktır Yahudi kanı taşıdığını kanıtlamak gerekir.

Eğer Birleşik Devletler'de, topraktan geçinmek, toprağı kiraya vermek veya kiralamak, ortaklaşmak; ya da toprağı şu veya bu şekilde işletmek için en az üç kuşak ana soyundan Yahudi olmadığını kanıtla­mak gerekseydi, böyle bir yasanın ırkçı niteliğinden kim kuşku duyabi­lirdi?

VI-    Siyonizm ve Yahudiler

Filistin'in sömürgeleştirilmesi biri dizi yağma yıkım demek ise, bu noktada bir an durup Siyonist hareketin sadece Filistinli kurbanlarına değil (ki buna daha sonra yine döneceğiz), bizzat Yahudilere karşı tavrı­nı da gözden geçirmemiz gerekir.                                                                 

Herzl, Yahudiler hakında şunları yazıyordu:

"Yeni yeni anlamaya ve hoşgörmeye başladığım anti-Semitizme karşı daha serbest bir tavır içindeyim artık. Hepsinin üstünde, anti-Semi- tizmle 'çatışmanın' boşluğu ve yararsızlığını anlamış bulunuyorum.'*76

Siyonistlerin gençlik örgütü Hashomer Hatzair (Genç Muhafız) bir yayınında şöyle diyordu: "Bir Yahudi fiziksel ve ruhsal olarak nor­mal, doğal bir insanın karikatürü gibidir. Toplum içinde bir birey olarak başkaldırır, toplumsal zorunluluklar boyunduruğunu bir yana fırlatır atar, ne düzen tanır, ne disiplin."77

Jabotinsky ise aynı telden çalarak şöyle diyordu: "Yahudi halkı çok kötü bir halktır; komşuları haklı olarak ondan nefret ederler... öy­leyse kurtuluşu topyekün İsrail ülkesine göçmesindedir."78

Siyonizmin kurucuları anti-Semitizmle çatışmayı istemiyorlar, tersine, Yahudileri yaşadıkları ülkelerden ayırmak gibi ortak bir arzuyu paylaştıkları için anti-Semitleri müttefik olarak görüyorlardı. Adım adım, Yahudi nefreti ve anti-Semitizmin değerlerini özümlerken, Siyo­nist hareket anti-Semitleri en güvenilir destekçi ve koruyucu olarak gör­meye başladı.

Theodor Herzl'in şu öneriyle yaklaştığı kişi, Rusya'daki en iğrenç pogromlarm (Yahudi soykırımı) - Kişinev pogromları - mimarı olan Kont Von Plehve'den başkası değildi: "Bir an önce ülkeye (Filistin) ulaşmada bana yardımcı olun, o zaman (Çar yönetimine karşı) ayaklan­ma hemen bitecektir."79

Von Plehve bunu kabul etti ve Siyonist harekete parasal destek sağlama işini üstlendi. Aynı Von Plehve sonradan Herzl'e şu yakınmada bulunacaktır: "Yahudiler devrimci partilere katılıyorlar. Biz göç için ça­lıştığı sürece sizin Siyonist hareketinizi destekledik. Hareketi bana karşı savunmanıza gerek yok. Nasıl olsa ikna olmuş biriyle konuşuyorsu­nuz."80

Herzl ile Weizmann bunun üzerine Filistin’deki Çarlık çıkarlarını güvence altına alıp Doğu Avrupa ve Rusya'yı şu "muzır ve bozguncu Anarşist Bolşevik Yahudilerden" temizlemekte yardımcı olmayı önerdi­ler.

Daha önce belirttiğimiz gibi, Siyonistler aynı öneriyi Osmanlı Pa­dişahına, Alman Kayzerine, Fransız emperyalizmine ve Ingiliz Rajı'na da yapmışlardı.

Siyonizm ve Faşizm

Siyonizmin büyük oranda gizli tutulmuş olan tarihi bir yığın le­keyle doludur.

Mussolini kara gömlekler giyerek kendi Faşist çetelerine benze­meye çalışan Revizyonist Siyonist gençlik hareketi Betar’ın üyelerinden bölükler oluşturdu. Menahem Begin, Betar'm başkanı olduğunda Hitler çetelerinin kahverengi gömleğini tercih etti. Bu üniformayı gerek kendi­si gerek öteki Betar üyeleri tüm miting ve gösterilerde giyip birbirlerini faşist selamıyla selamladılar, toplantıları aynı selamla açıp kapadılar.

Simon Petilura UkraynalI bir faşistti ve 28,000 Yahudi'nin ölü­müyle sonuçlanan 897 ayn pogromu bizzat yönetmişti. Jabotinsky bu Petilura ile dayanışma kurup Kızıl Ordu ile Bolşevik Devrimine karşı mücadelelerinde Petilura'nm karşı-devrimci güçlerine destek olacak bir Yahudi polis gücü kurulmasını önerdi - bunun sonucu devrime destek vermiş işçi, köylü ve aydınlardan pekçoğu öldürüldü.

Nazilerle İşbirliği

Pek doğaldır ki, Avrupa'daki en azılı Yahudi düşmanlarını dost listesine kaydedip en belalı hareket ve rejimleri Filistin'deki Siyonist sö­mürgenin mali ve askeri koruyucuları sırasına koyma stratejisinin içinde Naziler de vardı.

Almanya Siyonist Federasyonu 21 Haziran 1933'de Nazi Parti­sine yolladığı destek muhtırasında şöyle diyordu:

"... Almanların yaşamında şu anda gerçekleşmekte olan ulusal yaşa­mın yeniden doğuşu olgusu... Yahudi ulusal topluluğunda da gerçekleş- melidir.

"Irk ilkesini hayata geçiren yeni (Nazi) devletin temelleri üzerinde kurulacak yapı içersinde bizler de kendi topluluğumuza ayrılacak alanda Babayurdu (Fatherland) için elimizden gelen her türlü verimli faaliyeti sürdürmeyi umuyoruz..."81

Bu politikayı reddetmek şöyle dursun, Dünya Siyonist Örgütü Kongresi 1933'de Hitler'e karşı eylem çağrısını 43'e karşı 240 oyla geri çevirdi. .

Bu kongre sırasında Hitler Dünya Siyonist Örgütü'ne ait Anglo-

Filistin Bankası ile bir ticaret anlaşması ilân ederek, Alman ekonomisi­nin son derece nazik olduğu bir dönemde Nazi rejimine yönelik Yahudi boykotunu kırdı. Bu dönem Kriz'in en yoğun olduğu dönemdi ve insan­lar değersiz Alman Marklarını küfelere doldurup taşıyorlardı. Dünya Si­yonist Örgütü, Yahudi boykotunu kırıp Nazi mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa'daki en büyük dağıtımcısı oldu. Örgüt, Filistin'de Ha'ava- ra bankasını kurdu. Bankanın işlevi büyük miktarlarda Nazi malının alı­nabilmesini sağlayacak parayı Alman-Yahudi burjuvazisinden temin et­mekti.

SS'lerle Kucaklaşma

Bunların sonucu Siyonistler SS Güvenlik Servisi’nden Baron Von Mildenstein'ı Siyonizme destek olarak altı aylık bir ziyaret için Filistin'e getirdiler. Bu ziyaretin sonucunda Hitler'in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels 1934’de Der Angriffe (Hücum) Siyonizmi öven oniki bölüm­lük bir rapor yazdı. Goebbels bununla da kalmayıp bir yüzünde gamalı haç, öteki yüzünde de Siyonist David yıldızı bulunan bir madalyon sipa­riş etti.

1935 Mayıs'ında SS Güvenlik Servisi Başkanı Reinhardt Heyd- rich, Yahudileri "iki kategoriye" ayırdığı bir makale yazdı.

Desteklediği kategoride Siyonistler bulunuyordu: "Kendilerine iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz."82

1937'de İşçi "sosyalist" Siyonist milis örgütü Hagana (Jabo­tinsky'nin kurduğu), Siyonist sömürgeleşmeye katkı olarak Yahudi ser­vetinin yurtdışına çıkarılması iznine karşılık olarak, ajanlarından Feivel Polkes'i Berlin'e, SS Güvenlik Servisi için casusluk yapmaya yolladı. Adolf Eichmann da Hagana’nın konuğu olarak Filistin'e davet edildi. ,

O zaman Feivel Polkes Adolf Eichmann'a şu bilgiyi vermişti:

"Yahudi milliyetçi çevreleri radikal Alman politikasından çok hoş­nut kaldılar, çünkü bu sayede Filistin'deki Yahudi toplumunun gücü öyle­sine artacak ki, görünür bir gelecekte Yahudiler Araplar karşısında sayısal üstünlük sağlayabilecekler."83

Siyonistlerin Nazilerle yaptıkları işbirliğinin örnekleri böylece sü­rer gider. Peki, Siyonist liderlerin Avrupah Yahudilere ihanet konusun­daki bu inanılmaz gönüllülükleri nasıl açıklanacak? İsrail devletini sa­vunurlarken hep ileri sürdükleri gerekçe, böyle bir devletin zulme uğra­yan Yahudiler için bir sığınak olacağıdır.

Oysa Siyonistler Avrupa Yahudilerini kurtarmaya yönelik en kü­çük bir çabayı bile, bırakalım bunun politik amaçlarına uygun olup ol­madığını, tam tersine, tüm hareketlerine yönelik bir tehdit olarak görü­yorlardı. Eğer Avrupa'daki Yahudiler kurtarılırlarsa bulundukları yeri bırakıp başka bir yere göçmeye kalkışacaklar, böylece kurtarma harekâtının da Siyonistlerin Filistin'i ele geçirme projesiyle hiçbir ilgisi olmayacaktı.

Avrupa Yahudilerinin Kurban Edilmesi

1930'lu yıllar boyunca Nazilerle işbirliği yapılabilmesi, zulüm al­tındaki Avrupa Yahudilerine sığınma hakkı sağlamak için Birleşik Dev- letler'le Batı Avrupa'da göçmen yasalarını değiştirme girişimlerine Siyo­nistlerin örgütlü biçimde karşı çıkmaları sayesinde mümkün olmuştur.

Ben Gurion 1938'de İngiltere'deki Siyonist İşçiler toplantısında yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

"Bilsem ki Almanya'daki bütün çocukları kurtarmak için ya hepsini İngiltere'ye nakletmek ya da yarısını Eretz İsrail'e götürmek gerek, ikinci şıkkı seçerim."84

Filistin'i sömürgeleştirmek ve Arapları yok etmek hırsı Siyonist hareketin ölümle burun buruna olan Yahudileri bile kurtarmaya karşı çıkmasına neden oluyordu, çünkü aksi takdirde Filistin'e seçme işgücü götürebilme olanağı yitirilecekti. Bu nedenledir ki Dünya Siyonist Ör­gütü (DSÖ) 1933'den 1935'e kadar göçmen kağıdı alabilmek için başvu­ran Alman Yahudilerinin üçte ikisini geri çevirdi.

Siyonist İşçi Davar gazetesi editörü Berel Katznelson "Siyoniz­min gaddarca ölçütlerini" şöyle açıklıyordu:

"Alman Yahudileri Filistin'de çocuk doğuramayacak kadar yaşlıydı- 1ar, Siyonist bir sömürge oluşturmaya yetecek kadar mesleki bilgileri yoktu, İbranice bilmiyorlardı ve Siyonist değillerdi." .

Böylece Dünya Siyonist Örgütü onca zulüm çeken bu insanları yüzüstü bırakıp onların yerine Birleşik Devletler, İngiltere ve diğer ül­kelerde güvenlik içinde yaşayan Yahudilerden 6000 genç ve eğitimli Si- yonisti Filistin'e yerleştirdi. Daha da kötüsü, DSÖ, Nazi katliamına uğ­rayan Yahudiler için başka bir seçenek aramak şöyle dursun, kaçan Ya- hudilere sığınacak bir yer bulma çabalarına da şiddetle karşı çıktı.

1943'te bile, milyonlarca Avrupa Yahudisi ölüme gitmiş ve hâlâ giderken, Birleşik Devletler Kongresi ancak sorunu "inceleyecek" bir komisyon oluşturulmasını önerebiliyordu. O tarihte Siyonizmin Ameri­ka'daki baş sözcüsü Haham Stephen Wise Kongre'de Yahudileri kurtar­ma tasarısının aleyhinde konuşmak üzere Washington'a gelmişti. Wi- se'm korkusu, yasa çıkacak olursa dikkatlerin Filistin'in sömürgeleştiril- mesinden başka yöne kayacağıydı.

Aynı Haham Wise daha önce 1938'de Amerikan Yahudi Kongre­si'nin lideri olarak yazdığı bir mektupta Yahudilere Amerika'da sığınma hakkı tanıyacak herhangi bir yasa değişikliğine karşı olduklarını da bil­dirmişti. Şöyle demişti o zaman:

"Birkaç hafta önce önde gelen tüm Yahudi örgütlerinin liderlerinin katıldığı toplantıda alınan karara göre, hiçbir Yahudi örgütü şu aşamada göçmen yasalarını herhangi bir şekilde değiştirecek bir tasarıya destek vermeyecektir."85

Sığınma Hakkına Karşı Mücadele

Bütün Siyonist kuruluşlar, İngiliz Parlamentosu’nun 227 üyesinin zor durumda olan Yahudilere Britanya topraklarında sığınma hakkı sağ­lanması yolunda kendi hükümetlerine yaptığı çağrı girişimine karşı şaş­maz bir tavır aldılar. Söz konusu zayıf girişim şöyle hazırlanmıştı:

"Majestelerinin Hükümeti tehlikede bulunan Yahudi ailelere Mauri- tius adası ve öteki bazı bölgelerde yerleşebilmeleri için birkaç yüz göç­men kağıdı çıkarmıştır."86

Ne var ki bu göstermelik önlem dahi Siyonist liderlerin hışmına uğramıştı. 27 Haziran 1943'teki bir Parlamento oturumunda yüzü aşkın parlamenter daha sonra neler yapılabileceğini tartışırlarken bir Siyonist sözcü kalkıp bu önergeye esasta karşı olduklarını, çünkü önergenin Fi­listin'in sömürgeleştirilmesi için gereken hazırlıkları içermediğini söyle­mişti. Bu, geçmiştekiyle tutarlı bir tavırdı. İlk İsrail Cumhurbaşkanı, da­ha önce Balfour Deklarasyonu'nun mimarı, Siyonist lider Haim Weiz- mann, bu Siyonist politikayı son derece açık biçimde dile getiriyordu:

■ "Avrupa'daki altı milyon Yahudi'nin umutlan göçte. Bana sordular: 'Altı milyon Yahudi'yi Filistin'e götürebilir miyiz?’ diye. Cevabım 'Hayır' oldu... O trajedinin derinliklerinden (Filistin’e götürmek için) kurtarmak istediklerim... genç insanlar. Yaşlılar gelip geçicidir. Yazgılarına katlana­caklar ya da kullanamayacaklardır. Onlar tozdur, şu zalim dünyada eko­nomik ve ahlaki toz... Hayata kalacak olan sadece genç dallardır. Bunu böyle kabullenmez zorundalar."87

Siyonistler tarafından sözde Avrupa Yahudilerinin durumunu in­celemek üzere kurulan komitenin başkanı İzak Gruenbaum şöyle diyor­du:

"Bize iki değişik planla gelseler ve deseler ki, Avrupa'daki Yahudi kitleleri mi kurtarmalı, yoksa ülkeyi mi, tercihim hiç duraksamadan va­tandan yana olur. İnsanlarımızın katledilmesinden bu kadar söz ettikçe, ülkenin îbranileştirilmesini güçlendirip geliştirme yolundaki çabalarımı­zın önemi göz ardı ediliyor. Bugün Karen Hayesod’un (Yahudi Birliği) parasıyla gıda satın alıp Lizbon üzerinden göndermek mümkün olsa, böy­le birşeyi yapar mıydık? Hayır. İki kere hayır! ”88

Direnişe İhanet

1944 Temmuz'unda Slovakyalı Yahudi lider Haham Dov Mihail Weissmandel söz konusu "kurtarma örgütleri"nden dolayı suçlanan Si­yonist görevlilere yolladığı mektupta, Auschwitz'de tasfiye edilecekler listesine alman Yahudileri kurtarmak için bir dizi önlem önerdi. İliştirdi­ği ayrıntılı bir demiryolları haritasıyla birlikte, Macar Yahudilerini ölüm fırınlarına götürecek olan trenlerin geçeceği yolların bombalanmasında ısrar ediyordu.

Önerileri arasında, Auschvvitz'deki fırınları havaya uçurmak, 80,000 mahkûma paraşütle cephane yardımı atmak, yine paraşütle tüm imha araçlarını sabote edecek adamlar indirmek ve böylece her gün 13,000 Yahudi'nin yakılmasını durdurmak gibi önlemler vardı.89

Eğer, diyordu Weissmandel, müttefikler "kurtarma örgütlerinden" gelen örgütlü ve toplu talebi geri çevirecek olurlarsa, o zaman Siyonist­ler bütün fonları ve örgütleriyle devreye girip uçaklar sağlamalı, Yahudi gönüllüler bulmalı ve sabotaj işini sonuçlandırmalıdu lar.

Weissmandel yalnız değildi. Otuzlu yılların sonuyla kırklarda Av­rupa'daki Yahudi sözcüleri defalarca yardım çağrılarında bulunmuşlar, toplu kampanyalar, örgütlü direnişler, dost devletleri dayanışmaya zor­layacak gösteriler düzenlemeye çalışmışlardı, ama her defasında da Si­yonistler tarafindan değil sadece suskunlukla karşılanmak, üstüne üstlük İngiltere ve Birleşik Devletler'deki çelimsiz bir takım çabaların yine Si­yonistler tarafından aktif bir biçimde sabote edilişiyle karşı karşıya kal­mışlardı,

İşte Haham Weissmandel'in yürekten gelen çığlığı. Temmuz 1944'te Siyonistlere gönderdiği mektupta şöyle yazmıştı:

"Neden şu ana kadar hiçbir şey yapmadınız? Bu korkunç ihmalin sorumlusu kim? Siz değil misiniz, Yahudi kardeşlerimiz?... Sizler ki dün­yadaki en büyük servet olan özgürlüğe sahipsiniz..."

Bir başka yazısında şöyle diyordu:

"Size şu özel mesajı gönderiyoruz: Dün Almanlar Macaristan'daki Yahudileri sınırdışı etmeye başladılar. Sınırdışı edilenler siyanür gazıyla öldürülmek üzere Auschwitz'e götürülüyorlar. İşte dünden başlamak üze­re Auschwitz'in programı:

"Erkek, kadın, çocuk, yaşlı, bebek, sağlıklı ve hasta ayırmaksızm günde oniki bin Yahudi gaz odasına girecek.

- "Ve siz Filistin'de ve bütün ülkelerdeki kardeşlerimiz, siz bütün Krallıkların elçileri, sizler böylesine büyük bir katliam karşısında nasıl suskun kalabiliyorsunuz?          ,          *

"Her defasında binlercesi alınıp götürülerek öldürülen Yahudilerin sayısı altı milyonu bulmuşken hep susuyorsunuz. Ve şimdi yine onbinler- cesi öldürülür ya da öldürülmeyi beklerken yine suskunsunuz. Parçalan­mış yürekleri size yardım diye haykırıyor ve acımasızlığınıza feryat edi­yor.

"Sizler olanları böylesine soğukkanlı bir suskunlukla seyredebildi- ğinize göre insan değilsiniz ve sizler de katilsiniz, çünkü Yahudi insanla­rının yok edilmesini şu an, şu saat durdurabilecek ya da geciktirebilecek iken kollarınızı bağlamış oturuyor ve hiçbir şey yapmıyorsunuz.

"Sizler, kardeşlerimiz, İsrail oğulları, yoksa aklınızı mı yitirdiniz? Bizleri saran cehennemin farkında değil misiniz? Paralarınızı kimlere saklıyorsunuz? Katillere mi? Yoksa delilere mi? Gerçek hayrı kim işliyor: Huzur ve güven dolu köşelerinizden ortaya topu topu bir iki kuruş atıve- ren sizler mi, yoksa şu cehennemin dibinde kanlarını akıtan bizler mi?"90

Bu yakarışlara ne bir Siyonist lider karşılık verdi, ne de kapitalist

Batı ülkeleri herhangi bir toplama kampını bombaladı.

Macaristan Yahudilerine Karşı Antlaşma

Siyonistlerin ihanetinin sonucu, Siyonist hareketle Nazi Almanya- sı arasındaki bir dizi antlaşma aracılığıyla Macaristan'daki Yahudilerin kurban edilmesi oldu; bu antlaşmalar ilk kez 1953'te günışığına çıktı. Budapeşte'deki Yahudileri Kurtarma Komitesi'nden Dr. Rudolph Kast- ner, Adolf Eichmann ile Macaristan'daki "Yahudi sorununu çözümle­mek" üzere gizli bir antlaşma imzaladı. Antlaşmanın bir maddesine göre geri kalan Macar Yahudilerinin yazgısı konusunda sessizlik sağlanması koşuluyla sadece altı yüz ileri gelen Yahudi'ye yaşam hakkı tanınacaktı.

Hayatta kalanlardan Malchiel Greenwald antlaşmanın varlığını ortaya çıkarıp Kastner'i "Budapeşte'deki yüzbinlerce Yahudi'nin katlin­den sorumlu"91 bir Nazi işbirlikçisi olarak ifşa edince, hakkında, ileri gelenleri arasında Kastner antlaşmasının mimarları da olan İsrail hükü­meti tarafindan dava açıldı.

İsrail mahkemesi söz konusu davada şu hükme vardı:

"İleri gelen Yahudileri kurtarmak uğruna geri kalanı gözden çıkar­mak, Kastner ile Naziler arasında varılan antlaşmanın temel maddesiydi. Bu antlaşmayla ulus iki eşitsiz kampa bölünmüştür. Bir yanda Nazilerin Kastner'e kurtarmayı vaad ettikleri küçük bir seçkin azınlık, öte yanda ise Nazilerin ölüm listesine aldıkları Macar Yahudilerinden oluşan çoğun- luk.”92

Mahkeme bu antlaşmanın yaptırımcı koşulunun ne Kastner'in ne de Siyonist liderlerin Nazilerin Yahudilere karşı alacakları önlemlere karışmamaları şeklinde olduğunu ilân etti. Bu liderler müdahaleden ka­çınmakla kalmayıp, İsrail Mahkemesi'nin deyimiyle "toplu imha işlemi­ne engel olmayacaklarını" da taahhüt etmişlerdi.

"Yahudileri Kurtarma Komitesi'yle Yahudileri imha edenler arasın­daki işbirliği Budapeşte ile Viyana'da somutlaştı. Kastner, SS içinde önemli görevler üstlendi. Nazi SS'i, İmha Bürosu ve Ganimet Bürosu’na ek olarak bir de Kurtarma Bürosu kurmuştu. Bunun başkanlığına Kastner getirildi."93

Yahudileri Değil, Nazileri Kurtarmak

SS Generali Kurt Becher'in savaş suçundan yargılanmasını önle­mek için Kastner'in devreye girdiğinin açıklanması hiç de şaşırtıcı değil­dir. Becher 1944'te Siyonistlerle yapılan görüşmelerin önde gelen sima­larından biriydi. Ayrıca Polonya'da SS Binbaşısı olarak "yirmi dört saat Yahudi imha görevini yerine getiren" Ölüm Müfrezelerinin de üyesiydi. "Becher Polonya ve Rusya’da Yahudi kasabı olarak öne çıkmıştı."94

Heinrich Himmler tarafından tüm Nazi toplama kampları komi­serliğine atanmış bir kişiydi Becher. Peki bu Becher şimdi nerede? Pek çok şirketin başkanı ve İsrail’e buğday satışının başında. Kendi şirketi olan Cologne-Handel Gesselschaft bugün İsrail hükümetiyle iş yapıyor.

Nazizm ile Askeri Antlaşma

11 Ocak 1941'de İzak Şamir (İsrail'in şimdiki -1988, Ç.N.- başba­kanı) Ulusal Askeri Örgüt (UAÖ), yani Siyonist İrgun ile Üçüncü Nazi Hükümeti arasında resmi bir askeri antlaşma önerdi. Bu öneri, savaştan sonra Türkiye'deki Alman Büyükelçiliği dosyalarında ortaya çıkarıldığı için Ankara belgesi olarak bilinegelmiştir. Belgede şunlar yazılı:                                                                                    ,

"Yahudi kitlelerin Avrupa'dan çıkarılması Yahudi sorununun çözü­mü için önkoşuldur, ancak bunun gerçekleşebilmesi bu kitlelerin Yahudi halkının anavatanı olan Filistin'e yerleştirilmesine ve tarihi sınırları içinde bir Yahudi devletinin kurulmasına bağlıdır...

"UAÖ, Alman Reich’ı ile onun yetkililerinin Almanya’daki Siyonist faaliyetler ile Siyonist göç planları konusundaki iyi niyetlerinin bilincinde Olarak şu görüşlere sahiptir:

”1- Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa’da kurulacak Yeni Düzen ile, UAÖ'nün varlığında cisimleşen Yahudi ulusal hedefleri arasın­da ortak çıkarların varlığı mümkündür.

"2- Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği mümkün­dür.

"3- Ulusal ve totaliter temelde tarihi bir Yahudi devletinin Alman Reich'ıyla yapılacak bir antlaşma çerçevesinde kurulması gelecekte Orta­doğu'daki güçlü Alman çıkarları açısından da gereklidir.

"Bu düşüncelerden yola çıkan Filistin'deki UAÖ, İsrail özgürlük ha­reketinin yukarda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman hükümeti tarafın-

dan tanınması koşuluyla, savaşta Almanya'nın yanında aktif olarak yer al­mayı teklif eder."95

Siyonizmin Hıyaneti

Siyonizmin hıyaneti -başka deyişle, Nazi katliamı kurbanları ko­nusundaki ihaneti- Yahudilerin çıkarlarını kurulu düzeninkilerle özdeş­leştirme girişimlerinin sonucuydu. Bugün de Siyonistler kendi devletle­rini Latin Amerika'daki ölüm müfrezelerinden CIA'nm dört kıtadaki gizli faaliyetlerine kadar Amerikan emperyalizminin ortaya çıkardığı yaptırım kurumlarıyla birleştirmiş bulunuyorlar.

Bu çirkin tarihin kökleri anti-Semitizmi halk mücadelesi ve top­lumsal devrim yoluyla yenme olanağını reddeden Siyonizm kurucuları­nın uğradıkları ahlaki bozgunda yatar. Moşes Hess, Theodor Herzl ve Haim Weizmann barikatların yanlış tarafını seçtiler, yani devlet gücü­nün, sınıf egemenliğinin ve sömürü düzeninin yanında yer aldılar. On­lar, zulümden kurtulma ile toplumsal değişimin zorunluluğu arasındaki ilişkiyi koparmaya çalıştılar. Çok iyi anlamışlardı ki, anti-Semitizm to­humlarının ekilmesi de. Yahudilerin gördüğü mezalim de, hep kendileri­nin yardım dilendikleri egemen sınıfın işiydi.

Anti-Semitlerin himayesini ararken çeşitli motifler sergilediler: Bunlar, güç ile özdeşleştirdikleri iktidar olgusuna tapınma ve sürekli olarak yabancı olmayı bir yana bırakıp Yahudi "zayıflığına" ve çaresiz­liğine son verme arzusuydu.

Bu duyarlılık bizzat Yahudi düşmanlarının sahip oldukları değer ve düşünceleri özümlemeye giden kısa bir yoldu. Yahudiler, diye yazı­yordu Siyonistler, disiplinsizdiler, yıkıcıydılar, muhalif ruhluydular, do­layısıyla da karşı karşıya kaldıkları aşağılanmaya layıktılar. Siyonistler hiç sıkılmadan ırkçı Yahudi düşmanlığına hizmet ettiler. Kudrete tap­maları yüzünden Von Plehve'lerin, Himmler'lerin anti-Semitik arzuları­na yandaş oldular. Oysa bu arzular, devrimci hareketlerin saflarını dol­durmuş, yaşadıkları onca acı sonucu en güçlü beyinlerini yerleşik değer­lerin karşısındaki entellektüel safların hizmetine sunmuş, uğradıkları zu­lüm altında kökten değişimlere uğramış kurban bir halkı safdışı bırak­mak, ondan kurtulmaktı.

Siyonist tarihin kirli sırrı, Siyonizmin kendisine yönelik tehlikeyi bizzat Yahudilerde görmesinden başka birşey değildir. Yahudi halkını

zulümden korumak, onları ezen rejimlere karşı direniş örgütlemek de­mekti. Oysa bu rejimler, Filistin halkına bir göçmen kolonisini kabul et­tirmeyi isteyebilecek ve buna gücü yetebilecek toplumsal gücü elinde bulunduran emperyal düzenlere sahiptiler. Dolayısıyla Siyonistler Ya­hudileri uzak bir diyarda sömürgeci olmaya ikna edebilmek için bizzat Yahudilerin ezilmesine ihtiyaç duyuyor, ezenlerin de sözkonusu girişimi himaye etmesini istiyorlardı.

Halbuki Avrupa Yahudileri Filistin'in’ sömürgeleştirilmesine ilgi duyduklarını hiçbir şekilde dile getirmemişlerdi. Siyonizm, doğdukları ülkede kenara itilmeden yaşamak veya daha hoşgörülü olarak bilinen burjuva demokrasilerine göçerek zulümden kaçmak isteyen Yahudiler arasında hep önemsiz bir hareket olarak görüldü. Dolayısıyla da hiçbir zaman Yahudilerin taleplerine cevap veremedi. Ve gerçeğin bütün çıp­laklığıyla ortaya çıktığı an, zulmün imhaya dönüştüğü an oldu. Yahudi­likle gerçek ilişkileri konusunda sınavdan geçmek zamanı geldiğinde de Siyonistler direnişin başını çekmek ya da Yahudileri savunmak şöyle dursun, Nazi ekonomisini boykot etme yolundaki Yahudi çabalarını bal­talamak için ellerinden geleni yaptılar. O zaman bile insan kasaplarının himayesine başvurmaktan çekinmediler, çünkü, birincisi, Üçüncü Reich bir Siyonist sömürgeyi kabul ettirebilecek kadar güçlü görünüyordu, ikinci ve daha önemlisi de, Nazilerin uygulamaları Siyonist varsayımla­ra uygundu.

Nazilerle Siyonistlerin ortak bir yanları vardı. Bu sadece Şamir'in îrgun'ununun Filistin'de "ulusal totaliter temel" üzerinde bir devlet kur­mak yolundaki önerisinde bulmuyordu ifadesini.

Vladimir Jabotinsky "Yahudi Savaş Cephesi" (1940) adlı son ya­pıtında Filistin halkı konusundaki planlarını şöyle anlatıyordu:

"Arapların göçüp gitmesini soğukkanlılıkla tasarlamak için gereken büyük ahlaki otoriteye sahip olduğumuza göre, 900,000'inin olası gidişini üzüntüyle karşılamamıza gerek yok. Herr Hitler son zamanlarda nüfus nakline yaygınlık kazandırıyor."96

Jabotinsky'nin "Yahudi Savaş Cephesi"ndeki dikkate değer bildi­risi Siyonist düşünceyle bu düşüncenin ahlaki iflasının sentezidir. Yahu­dilerin katledilmesi Siyonizme "büyük ahlaki otorite" sağlamıştı. Peki niçin? "Arapların gidişini soğukkanlılıkla tasarlamak" için. Nazilerin Yahudilere yaptıklarından çıkarılan ders, Siyonistlerin de aynı yazgıyı tüm Filistin halkı için çizmeyi hak ettikleri biçimindeydi.

Yedi yıl sonra Siyonistler Nazileri taklit ediyorlardı, onların des­teklerini arıyor, zaman zaman buluyor ve 800,000 insanı Filistin'den sürgün ederek kanayan Filistin'de pek çok yeni Lidice'ler97 yaratıyorlar­dı.

Siyonistler Nazilere de Von Plehve'ye yaklaştıkları ruhla yaklaştı­lar, yani Yahudi düşmanlığının yararlı olduğu yolundaki sapık İnançla. Amaçları birilerini kurtarmak değil, seçilmiş birkaç kişiyi zorla askere alacasına alıp geri kalanları kara yazgılanna terketmekti.

Siyonizm Filistin'i sömürgeleştirmekte kullanabileceği bedenler arıyordu ve Yahudilerin başka yerlere yerleşmesine yol açabilecek her­hangi bir kurtarma işlemindense milyonlarca Yahudi'yi ölü görmeyi ter­cih ediyordu.

Eğer bu dünyada zulmün anlamını, sürekli sığıntı durumunda ol­manın acısını ve iftiranın aşağılayıcılığmı bilmesi gereken bir halk var­sa, o da Yahudilerdir.

Siyonistler acıma yerine başkalarının ezilmesini kutladılar, Yahu- dilere önce ihanet edip sonra da onların onurlarını kırarken bile. Kendi­lerine kurban bir halk seçip fetih planlarını onların üzerinde uyguladılar. Hayatta kalan Yahudileri Filistin halkına karşı yeni bir toplu kıyımla yüz yüze bıraktılar ve bunu yaparken ilkel bir biçimde kendilerini Nazi kıyımının toplu kefenine gizlediler.

VII - Güvenlik Miti

"Güvenlik", Filistin ve Lübnan'daki yığınla sivilin yaygın bir şe­kilde katledilmesini, Filistin ve Arap topraklarının gaspedilmesini, çevre bölgelere yayılıp yeni yerleşme alanları açılmasını, insanların yerinden yurdundan edilmesini ve siyasi tutuklularm sürekli işkence altında tutul­masını gözlerden saklamak için kullanılagelmiş bir slogandır.

"Moşe Şaret'in Özel Günlüğü"nün (Yoman ishi, Maariv, Tel Aviv. 1979) yayımlanması İsrail politikasının motor gücü olan güvenlik mitini yerle bir etti. Moşe Şaret İsrail'in eski başbakanlanndandı (1954­55) ve Yahudi Ajansı na bağlı Siyasi Şube'nin başkanı ve aynı zamanda Dışişleri Bakanı'ydı (1948-56).

Şaret'in günlüğünde İsrail'deki siyasi ve askeri liderlerin İsrail'e Araplardan gelecek bir tehlikeye aslında hiçbir zaman inanmadıkları açıkça görülür. Onlann peşinde oldukları şey, çeşitli manevralarla Arap

devletlerini Siyonistlerin kazanacaklarından emin oldukları askeri çatış­malara zorlamak, böylece İsrail'e Arap rejimlerini istikrarsızlığa sürük­leyip başka alanlar ele geçirme planını gerçekleştirme fırsatı yaratmaktı.

Şaret İsrail'in askeri alandaki kışkırtıcılığının ana motifini şöyle açıklar:

"Filistinli mültecileri dünyanın uzak köşelerine dağılmaya zorlaya­rak Filistinlilerin Filistin üzerindeki... bütün hak iddialarının tasfiyesini sağlamak."98

Şaret günlükleri işçi ve Likud parti liderlerinin çok uzun süreden beri varolan programlarını belgeler niteliktedir: Bu program, "Arap dün­yasını parçalamak, Arap ulusal hareketini yenilgiye uğratmak ve İsra­il’in bölgedeki iktidarı altında kukla rejimler yaratmaktır."99

Şaret, "bölgedeki güç dengesini kökten değiştirerek İsrail'i Orta­doğu'nun en büyük gücü haline getirecek"100 savaşları hazırlayan kabine toplantıları, durum raporları ve politika notlarından örnekler verir.

Şaret'in açıklamalarına göre, İsrail'in 1956 Ekim'inde Mısır'a karşı açtığı savaş İsrail yetkililerinin dediği gibi Nasır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirmesine "tepki" değildi, aslında İsrail yönetimi bu savaşı 1953 sonbaharından, yani Nasır’ın başa geçişinin bir yıl öncesinden beri plan­lıyordu. Şaret İsrail kabinesinin bu savaş için gereken uluslararası koşul­ların üç yıl içinde oluşacağı konusunda görüş birliğine vardığını da nak­leder. Buradaki açık niyet "Gazze bölgesi ile Sina'nın ele geçirilmesiy- di."

İşgalin zamanlaması en üst askeri ve siyasi düzeyde yapıldı. Gaz­ze ile Batı Şeria'nm işgali 1950'lerin başlarında planlandı. 1954'de Da- vid Ben Gurion ile Moşe Dayan Lübnan'daki iç çatışmayı körükleyerek Lübnan'ı parçalamak üzere ayrıntılı bir plan geliştirdiler. Bu, Kral Hüse­yin'in "Kara Eylül" olarak bilinen olayda Filistinlileri katletmesinin ve bunun sonucu Filistinlilerin 1970'de Ürdün'den kovulmasının hemen er­tesinde Lübnan'da örgütlü bir Filistin siyasi varlığının ortaya çıkmasın­dan onaltı yıl öncedir.

Şaret, işgali kolaylaştırmak için "terör ve saldırganlık yaratarak kışkırtma yoluna gidildiğini" anlatır:

"Yok yere yarattığımız onca olayı, düşmanlığı, körüklediğimiz ça­tışmalarda akan kanları, adamlarımızın yasalara aykırı davranışlarını dü­şünüyorum da, bunların hepsi derin felaketlere yol açıp bütün bu olaylar sürecini baştan sona belirledi."101

Şaret, 11 Ekim 1953'te İsrail Cumhurbaşkanı Ben Zvi'nin "her za­manki gibi, Sina'yrele geçirme konusundaki şansımız ile, Mısır'ın bir sorun çıkarmasının bize çölü işgal etmek için ne hoş bir gerekçe verece­ği gibi konulara değindiğini"102 nakleder.

26 Ekim 1953'te Şaret şunları yazıyor:

"1- Ordu, Ürdün ile şu an var olan sının kabul edilmez görüyor; 2- Ordu, Eretz İsrail'in geri kalan bölümünü de ele geçirmek için savaş plan­lıyor."103                                  '

31 Ocak 1954'e kadar Dayan, savaş planlarının anahatlarını belir­lemişti. Şaret bunları şöyle gösteriyor:

"Askerlerimizi Suriye'ye sokup orada bir dizi olup bitti gerçekleştir- meliyiz. Bütün bunlardan çıkan ilginç sonuç, Genel Kurmay Başkanı'nın ne yönde düşündüğüdür."104

Lübnan'ı Yutma

1954 Mayıs'mda Ben Gurion ile Dayan Lübnan'ın yutulması için bir savaş planı yaptılar:

"Dayan'a göre gerekli olan tek şey bir subay bulmamızdır. Bir bin­başı bile olur. Onu... satın alıp... kendisini Marunilerin kurtarıcısı olarak ilân etmeye ikna etmeliyiz.

"Ondan sonra İsrail ordusu Lübnan'a girer, gerekli yerleri işgal eder ve orada İsrail ile dost Hıristiyan bir rejim kurar. Litani’nin güneyindeki bölge tümüyle İsrail'e bağlanır ve herşey böylece yoluna girer.

"Genel Kurmay'm tavsiyesini kabul edecek olsak, Bağdat'tan işaret beklemeden [aynen aslındaki gibi] hemen uygularız."105

Ama oniki gün sonra Dayan planlanan şekliyle Lübnan'ın işgal, ele geçirilme ve parçalanması planını daha da hızlandırmıştı:

"Genel Kurmay kukla olarak hizmet görecek bir subay kiralayıp İs­rail ordusunun onun 'Lübnan’ı Müslüman zorbalardan kurtarmak' yolun­daki çağrısına karşılık veriyormuş gibi görünmesi biçimindeki bir planı destekliyor."106

Demek ki 1982'deki Lübnan savaşının bütün senaryosu daha yir­mi sekiz yıl öncesinden, yani FKÖ'den bile önce, hazırdı.

Başından beri bu eyleme karşı olan Şaret Lübnan işgalinin nasıl ertelendiğini şöyle anlafiyor.

CIA'dan Yeşil Işık

"CIA Mısır’a saldırması için İsrail’e 'yeşil ışık' yaktı. İsrail güvenlik örgütlerinin tüm enerjisi tam bir yıl sonra çıkacak savaşın hazırlıklarına yöneltildi."107

Şaret, İsrail ile Arap ulusal hareketi arasındaki gerçek ilişkiyi Si­yonist yayılmanın da önemli bir parçasını oluşturduğu Birleşik Devlet- ler'in dünyadaki egemenliğine hizmet çerçevesine oturtur:

"... bize uzatılmış bir el var ve nankörlük edecek olursak Tanrı bizi korusun... şimdi... Birleşik Devletler Nasır rejimini devirmekten yana... Ancak şu anda Guatemala’daki solcu Jacobo Arbenz hükümetini (1954) ya da İran’daki Musaddık'ı (1953) devirmede kullandıkları yöntemleri kullanmaya cesaret edemiyorlar... Bu işi İsrail'e yaptırmayı yeğliyorlar.

"... (General) Isser Gazze şeridini işgal planımızı şimdi tamamlama­mızı ciddi ve ısrarlı biçimde öneriyor... Durum değişmiş bulunuyor ve 'harekete geçmenin zamanı’ olduğunu gösteren başka nedenler de var. Bi­rincisi, Şerit’in yanıbaşmda petrol bulunması... bunu savunmak için Ş.e- rit’e hakim olmak şart - bu da tek başına çapraşık mülteciler sorunuyla ba- şetmeye eş değerde."108

Moşe Şaret'in beklentisi yeni bir toplu kıyımdı ve bu da oldu. 17 Şubat 1955'te şöyle yazıyordu Şaret:

"... Tecrit olmuşluğumuzdan ve güvenliğimize yönelik tehlikelerden ötürü feryatlar kopanyoruz, saldırıyı biz başlatıyoruz ve kendimizi kana susamış, kitle katliamı düşkünü caniler olarak tanıtıyoruz."109

Ben Gurion ile Dayan İsrail'in Gazze Şeridi'ni ele geçirmek için bir bahane uydurmasını önerdiler. Şaret'in 27 Mart 1955'teki şahsi de­ğerlendirmesi tam bir kehanetti:

"Gazze Şeridi'nde 200,000 Arap olduğunu varsayalım. Yarısının Hebron tepelerine kaçacağını veya kaçmaya zorlanacağını varsayalım. Kuşkusuz, herşeylerini bırakıp kaçacaklar ve sakin bir çevre bulup yeni­den yerleştikten kısa bir süre sonra da yeniden başkaldıracaklar, yeniden de evsiz barksız kalacaklar. O zamanki öfke, nefret ve acılarını şimdiden kestirmek hiç zor değil.

"... 100,000’i ise Şerit’te bizimle kalacak. Bu durumda onları baskı altında tutmak için nelere başvuracağımızı ve dolayısıyla uluslararası ba- smda hakkımızda ne gibi manşetler atılacağını kestirmek de zor değil, tik defasında şöyle denecektir: tsrail saldırgan tavrıyla Gazze Şeridini ele ge­çirdi. İkincisinde ise: İsrail yeniden Arap mülteci yığınlarının dehşet için­de kaçmasına neden oldu. Nefretleri, işgal sırasında onlara yapacağımız zulüm dolayısıyla yeniden alevlenecek."110

Bir yıl sonra, Dayan'ın birlikleri Gazze Şeridi, Sina, Tiran Boğa- zı'nı işgal edip Süveyş Kanalı boyunca konuşlandırıldılar.

Herzl'den Dayan'a

Moşe Şaret'in ortaya çıkardığı planların geçmişi David Ben Guri- on veya Moşe Dayan'dan önceye uzanır. 1904'de Theodor Herzl, Siyo­nist hareketin üzerinde hak iddia ettiği toprakları "Mısır Nehrinden Fı­rat'a kadar"111 olan bölge olarak tanımlıyordu.

Söz konusu bölge Lübnan ile Ürdün'ün tamamını, Suriye'nin üçte ikisini, Irak'm yarısını, Türkiye'nin bir bölümünü, Kuveyt'in yansını, Suudi Arabistan'ın üçte birini, Sina'yı ve Port Said, İskenderiye ve Kahi­re de içinde olmak üzere Mısır'ı içine alıyordu.

Yahudi Ajansı Filistin resmi temsilcisi Haham Fischmann, Filis­tin'in taksimini (9 Temmuz 1947) planlamakta olan Birleşmiş Milletler Özel Araştırma Komitesi önünde yaptığı konuşmada Herzl'in iddialarını tekrarladı:

"Vaat edilmiş Toprak, Mısır Nehrinden Fırat'a kadar uzanır. Suriye ile Lübnan'ın bazı bölümlerini de kapsar."112

VIII-    Blitzkrieg ve Katliam

Siyonistler Lübnan üzerindeki planlarını İsrail devletinin kurul­masından çok önce yapmaya başlamışlardı. İngilizler 1918'de Siyonist- lerin Litani nehrini de kapsayacak biçimde tüm Lübnan üzerinde hak id­dia ettiklerini öğrendiler. Buna bağlı olarak hazırlanan ve Litani'yi Ya­hudi devletinin kuzey sınırı olarak gösteren 1920 tarihli İngiliz planlan sonradan Fransızların karşı çıkmaları sonucu değiştirildi.

1936'dan önce Siyonistler Lübnan'daki Manini egemenliğini des­teklemeyi önermişlerdi. O zamanki Manini Patriği, Peel Komisyonu'na

Filistin'de kurulacak Siyonist bir devletten yana şehadette bulunmuştu. Ben Gurion, 1937'de Zürih'te Siyonist Dünya İşçileri Partisi toplantısın­da yaptığı konuşmada Lübnan konusundaki Siyonist planlarım şöyle an­lattı:

"Onlar İsrail ülkesinin doğal müttefikidirler. Lübnan'ın yakınlığı Yahudi devleti kurulur kurulmaz sadık müttefiklerimizin sayısını arttıra­cak ve böylece bize yayılma olanağını verecektir..."113

1948'de İsrail Litani'ye kadar olan bölgeyi işgal etti, ama bir yıl sonra baskı altında çekilmek zorunda kaldı. Şaret, Ben Gurion'un 1954'de Lübnan'ı parçalamak üzere Marunileri devreye sokma konusun­daki zamanlamasını şöyle anlatır:

"Şimdi Merkezi Görev budur... Lübnan'da köklü bir değişim yap­mak için zaman ve enerji sağlamalıyız... Dolarlar esirgenmemeli... Eğer bu tarihi fırsatı kaçırırsak kimse bizi bağışlamaz."114

Lübnan'ın 1982'deki işgali, 1968, 1976,1978 ve 1981'deki bir dizi saldırı ve işgalden sonra gerçekleşti. Lübnan'ı parçalama planlan artık Lübnan'ın Filistinli sakinlerini önce katliam, sonra sürgün yoluyla yerle­rinden sökme şeklindeki ana amaçla birleştirilmişti.

İşgal ABD hükümetiyle birlikte planlandı. Maruni Falanjistler planın parçasıydı. "Emin Cemayel'in geçen sonbaharki Washington zi­yareti sırasında Amerikalı görevlilerden biri kendisine işgalin tarihini sordu."115

Daha sonra Ariel Şaron Washington'u ziyaret ettiğinde "Dışişleri Bakanı Alexander Haig işgal için yeşil ışık yaktı."116

"Tatlı Bahar"

Lübnan'ın işgali "Galile'ye Barış" sloganı altında başlatıldı. Al­çakça bir alay! Galile'nin ilk sakinleri orada bin yıl yaşadıktan sonra 1948'de katliamla yerlerinden sökülüp atılmışlardı. Sayda yakınlarında, Ayn El Helve (Tatlı Bahar) dedikleri bir mülteci kampında çadırlarını kurmuşlardı.

Kamp, barındırdığı insanların geldikleri Galile'deki yerleşme böl­gelerine göre bölümlere ayrılmıştı. Bu haliyle Galile'nin küçük bir mo­deli gibi olan Ayn El Helve çadır kenti, içindeki sürgünlerin bir zaman-

lar kendi yurtlarmdayken yaşadıkları köylerin tıpatıp benzeriydi.

1952'de bu insanlara çadırlarının yerine sabit yapılar yapma izni verilmiş ve artık 80,000'e ulaşan sayılarıyla Lübnan'daki en büyük Filis­tin kampı durumuna gelmişlerdi.

îşgal, 6 Haziran 1982 Pazar günü sabah saat 5:30'da yoğun hava • bombardımanı ile birlikte başladı. İsrailliler Ayn El Helve'yi çeyrek dai­re düzeni içinde aralıksız bomba yağmuruna tutup kalbura çevirdiler. Önce hedefin bir çeyrektik bölümü ateş altına almıyor, sonra öteki çey­reğe geçiliyor, gayet sistemli ve amansız bir biçimde bir çeyrek hedef­ten çıkarken öteki çeyrek yeniden hedefe giriyordu. Bombardıman bu şekliyle on gün on gece sürdü. Küme bombalar, sarsma bombaları, yük­sek ısılı yangın bombaları ve beyaz fosfor bombalan kullanıldı'

Daha sonra denizden ve havadan on gün daha sürdürüldü bombar­dıman. Daha sonra da İsrailliler ayakta kalmış ne varsa yerle bir etmek için buldozerlerini getirdiler. Sığınaklar toprakla örtülürken içerde kalan insanlar budozerlere çılgınlar gibi ablan yakınlarının gözleri önünde diri diri gömüldüler. Hayatta kalan Norveçli sağlık görevlileri gördükleri sahneyi şöyle dile getiriyorlardı:

"Her yan ceset kokuyordu. Herşey harap olmuştu."117

500,000'den 50,000'e

Lübnan'ın 1982 yazında işgal edilişinin amacı, katliam ve terör yoluyla tüm Filistinli nüfusun dağıtılmasıydı.

1982'deki işgalden önce Ariel Şaron ile Beşir Cemayel farklı za­manlarda Lübnan'daki Filistinli sayısını 500,000'den 50,000'e indirecek­lerini açıklamışlardı. İşgal gözler önüne çıktıkça bu planlar İsrail ve Batı basınının sayfalarında görünmeye başladı. 26 Eylül 1982'de Ha'aretz şöyle bildiriyordu:

"Uzun vadedeki hedef Beyrut'tan başlayarak Lübnan'daki tüm Filis­tinlilerin kovulmasıydı. Amaç, bir panik yaratarak Lübnan'daki tüm Filis­tinlileri bu ülkede güvenliklerinin kalmadığına ikna etmekti(!)"

Aynı gün Londra gazetesi Sunday Times da şunları yazıyordu:

"Kampları 'temizlemek' üzere titizlikle hazırlanan bu askeri harekâtın adı Moah Barzelya da Demir Beyin'di. Plan, Şaron ve Begin'in ortak planı ile Şaron'un 17 Temmuz'da İsrail Kabinesi'nde görüşülen daha geniş planına benziyordu."

İsrail "blitzkrieg"i Lübnan'ı silip süpürdükçe Beşir Cemayel cesa­retleniyordu. "Filistinliler," diyordu, "lüzumsuz bir halk... Her gerçek Lübnanlı bir Filistinli öldürünceye kadar durulmayacağız"118

İleri gelen bir Lübnanlı ordu doktoru kendi birliğine şunu söylü­yordu: "Yakında Lübnan'da tek bir Filistinli kalmayacak. Onlar yok edilmesi gereken mikroplardır."119

Sabça ve Şatila Katliamları

Filistin'de sonradan yapılan katliamlar, 1947'de başlayıp 1950'lere uzanan nüfusun eritilmesi süreci boyunca gerçekleştirilen Deir Yasin, Dueima, Kibya ve Kafr Kasim'deki masum insanlara yönelik iğrenç kat­liamlara benziyordu.

Batı'da ve İsrail'de yayımlanan haberler İsrail işgalinin canice amacını kuşkuya meydan vermeyecek biçimde gözler önüne seriyordu: Time dergisi, "Şaron'un inisiyatifiyle İsrailliler iki hafta önce kamplara Lübnan güçlerinin girmesini planladılar," diye yazıyordu. Sonradan aynı yazıda bunun çok daha önceden hazırlandığı da açıklık kazanıyordu.

\ "İsrail üst düzey yetkilileri aylar önceden Beşir Cemayel komuta­sındaki Hıristiyan milislerden oluşan Lübnan kuvvetlerinin Batı Bey­rut'un İsrail tarafindan kuşatılmasının ardından Filistinli mülteci kampla­rına girmesini planlamışlardı.

"Pek çok defalar Cemayel İsrail yetkililerine kampları kazıyıp düm­düz tenis sahalarına dönüştüreceğini söylemişti. Bu, İsraillilerin düşünce­sine tamı tamına uyuyordu. Kamplara girdiği bilinen Hıristiyan milisler İsrailliler tarafından eğitilmişlerdi."120

İsrail basım da İsrail planlan konusundaki haberlerinde aynı net­lik içindeydi. 15 Eylül de Ha'aretz, Genel Kurmay Başkanı General Ra- fael Eytan'dan şu alıntıyı yapıyordu: "Dört Filistin kampı da kuşatılıp si­nek uçurulmayacak biçimde dışarıyla bağlantıları kesildi."

Nevv York Times, Time dergisinin haberini doğrularken şöyle di­yordu:

"Şaron, İsrail Parlamentosu'na, Falanjistlerin Genel Kurmayının ve Başkomutanının 15 Eylül'de yüksek rütbeli İsrail generalleri ile iki kere bir araya gelerek kamplara girme işini görüştüklerini ve ertesi gün öğle­den sonra da bu işin gerçekleştiğini söyledi."121

Katil Milisler

Sabra ve Şatila katliamlarından iki ay önce, Jerusalem Post'ta belki de en önemli haber çıktı. Binbaşı Etienne Saqr (kod adı, Ebu Arz) ile uzun bir röportaj yayımlandı. Binbaşı Saqr, "Sedir Muhafızları" ola­rak bilinen birkaç binlik sağcı milis gücünün komutanıydı.

Jerusalem Post, binbaşı Saqr'm Amerikalıların huzurunda "iman tazelemek ve kendi çözüm yolunu anlatmak amacıyla Amerika'ya hare­ket etmek üzere olduğunu" açıklıyordu. "1975'ten bu yana İsrail'in çözü­münü yaymaya çalışıyor... İsrail de ona mümkün olan her türlü maddi desteği sağlıyor."122

Binbaşı Saqr ın söyledikleri sonradan Sabra ve Şatila kamplarında olup dünyayı yerinden oynatacak olan olayların habercisi gibiydi:

"Hakkından gelmemiz gerekenler Filistinliler. On yıl önce 84,000 kişi vardı, şimdi sayı 600,000 ile 700,000 arasında. Altı yıl sonra iki mil­yonu bulacak. Buna göz yumamayız."

Jerusalem Post, "Peki, sizin çözümünüz nedir?" diye sorduğunda Binbaşı Saqr şöyle yanıtlamıştı: "Çok basit. Onları 'kardeş' Suriye smuı- na süreceğiz... Başını geri çeviren, duran ya da geri dönen orada vurula­cak. Gayet iyi düzenlenmiş halkla ilişkiler planlarımız ve siyasi hazırlık­larımız bize bunu yapabilmek için gereken ahlaki imkanı veriyor."

Jerusalem Post, "Peki, bu söylediklerinizi yerine getirebilir misi­niz?" diye sorunca da gözünü bile kırpmadan, "Tabii ki getirebiliriz... Getireceğiz de," diye yanıtlamıştı.

Aynı Binbaşı Saqr 1976'da Tel el Za'atar mülteci kampındaki Fi­listinli katliamında da önemli rol oynamıştı.

Sabra ve Şatila katliamlarının ardından Binbaşı Saqr bir basın toplantısı yapmak üzere Kudüs'e döndü. Toplantıda İsraillilerle birlikte katliamın sorumluluğunu paylaştığını bildirirken şöyle dedi:

"Kimsenin bizi eleştirmeye hakkı yok, görevimizi ve kutsal sorum­luluğumuzu yerine getirdik."123

Kitle katliamının "kredi 'sinde pay sahibi olduğunu iddia ettiği bu toplantıdan ayrıldıktan sonra da Başbakan Menahem Begin ile buluşaca­ğı başka bir toplantıya gitti.

Binbaşı Saqr daha sonra Ayn El Helve'nin yakınında, Sayda'daki Şuraya tesislerinde bulunan İsrail komutanlık karargâhında yeniden or­taya çıktı. Kendisine bağlı milislerin Sayda’da dağıttıkları bildirilerde şunlar yazılıydı:

"Mikroplar yalnızca çürüklerin içinde yaşarlar. Çürümenin topluma yayılmasını önleyelim. Filistinlilerin geride kalan son kalelerini de yıka­lım ve bu zehirli yılanda hayat namına ne varsa ezip yok edelim."

Binbaşı Saqr, Beşir Cemayel'e bağlı milislerin, kötülüğü dillere destan haberalma başkanı Eli Hubeyka'nm yakın iş arkadaşıydı. Hubey- ka ise CIA'nm Beyrut'taki adamı olarak bilinirdi.

Washington Post'tan Jonathan Randal, Hubeyka'nm Beyrut'taki açıklamalarına değinirken bunları "katillerden birine” atfediyordu; sanki Kudüs'teki Binbaşı Saqr'ın açıklamalarının yankısı gibiydi bunlar:

"Pembeli mavili duvarların önünde vurun onlan; akşamın alacaka­ranlığında öldürün. Kaç Filistinli öldürdüğünüzü anlamanın yolu Bey­rut'un altında boydân boya bir çukur oluşturup oluşturmadıklarına bak­maktır... Güzel bir veya iki katliam Filistinlileri Beyrut'tan ve Lübnan'dan sonsuza dek koparacaktır."124

İsrail Ordu Komutanlığı, ileri gelen Lübnanlı subayları da katlia­ma katılacaklar listesine almıştı. Bunlardan biri şu açıklamayı yapmıştı:

"Perşembe günü General Drori beni İsraillilerin milisleri topladıkla­rı havaalanına götürdü. Bana, 'bu işi sizin adamlarınız yapmazsa ben kim­lerin yapacağını biliyorum’ dedi."125

Bunu söylerken düşündüğü kişi Saqr'dı:

"Cemayel’in 1980'de Lübnan Kuvvetlerine kattığı Sedir Muhafızla­rının bir iman şartı gibi belledikleri şey, ilerde hepsi birer terörist olacak olan Filistinli bebek ve çocukların mutlak surette öldürülmesiydi."126

Herbiriniz Birer İntikamcısınız

Lübnan'ın işgali sırasındaki vahşet ile Sabra ve Şatila'daki katli­amların tüyler ürperten korkunçluğu Siyonizmin zalim çehresindeki maskeyi bir kez daha düşürmüştü. Savaşın televizyon ve gazetelerdeki yankıları dünya çapında bir feryada yol açınca İsrail ikiyüzlü bir tavır takınarak resmi bir Soruşturma Komisyonu oluşurdu. İsrail hükümeti kendi soruşturmasını Kahan Komisyonu nun denetiminde yürüttü.

Tahmin edilebileceği gibi, "soruşturma" sonucunda İsraillilerin "Arapların kana susamışlığı" konusuna gereken önemi vermekte ihmalkâr davrandıkları, ancak Sabra ve Şatila katliamlarında doğrudan rolleri olmadığı açıklandı.                                                                                                                    ,

Alman haftalık Der Spiegel dergisi 14 Şubat 1983'te milis katil­lerden biriyle yapılan görüşmeyi yayımladığında görüşülen kişi katliam­da sadece kendi rolünden söz etmekle kalmıyor, doğrudan İsrail katılı­mını da anlatıyordu.

Yazının başlığı "Herbiriniz Birer İntikamcısınız" biçimindeydi ve birinci ağızdan anlatılanlar sanki Nürnberg Duruşmalarından alınmış gibiydi:

"Şahrur Vadisi'nde, yani Beyrut'un güneydoğusundaki bülbüller va­disinde buluştuk. Günlerden Çarşamba'ydı... Eylül'ün onbeşi... Biz Doğu Beyrut'tan, Güney Lübnan'dan ve kuzeydeki Akkar dağlarından aşağı yu­karı üçyüz adamdık... Ben eski başkan Kamil Şamun'un Kaplan Milisle- ri’ndendim.

"Falanj subayları bizi toplayıp buluşma yerine götürdüler. Bize 'özel bir harekât’ için ihtiyaçları olduğunu söylediler... Subaylar bize iyi­nin elçileri olduğumuzu söyleyip duruyorlardı. 'Herbiriniz birer intikam­cısınız'...              '

"Sonra yeşil üniformalı, rütbesiz, bir düzine kadar İsraüli geldi. Yanlarında iskambil kâğıtları vardı ve bütün Yahudilerin yaptığı gibi sert ’h'yı ’kh' olarak söylemek dışında Arapçayı iyi konuşuyorlardı. Filistin kampları olan Sabra ve Şatila'dan söz ediyorlardı. Ne yapacağımızı anla­mıştık ve o anı iple çekiyorduk.

"Yapacağımız işi hiç kimseye anlatmayacağımıza dair yemin ettir­diler. Gece saat 10'da İsraillilerin bize verdiği bir Amerikan askeri kam­yonuna bindik. Aracı havaalanı kulesinin yanma park ettik. Orada, İsrail mevzilerinin hemen yambaşında buna benzer pek çok araç daha park et­mişti.

"Falanj üniformalı İsrailliler de gruba katılmışlardı. Subaylarımız bize 'size eşlik eden İsrailli dostlar işinizi kolaylaştıracak' diyorlardı. Mümkün oldukça ateş etmememizi söylediler. 'Herşey sessizce halledil­, meli...' Başka yoldaşlar da gördük. Onlar işlerini süngü ve bıçakla hallet­mişlerdi. Ara sokaklarda kanlar içinde yatan insanlar vardı. Uyur uyanık kadınlarla çocuklar imdat diye feryat edip bütün kampı ayağa kaldırınca bütün planımızı tehlikeye soktular.

"O sırada gizli buluşma yerimize gelen İsraillileri yine gördüm. Biri

bize kamp girişine doğru çekilmemizi işaret etti. Sonra İsrailliler bütün si­lahlarıyla ateş etmeye başladılar. Bize de ışıldaklarıyla yardımcı oldular.

"Filistinlilere yapılan muameleyi gösteren korkunç tablolarla karşı­laştık. Aralarında kadınların da olduğu birkaçı dar bir geçitte bir iki eşe­ğin ardına sinmişti. Onların işini bitirebilmek için ne yazık ki önce o za­vallı hayvancıkları vurmamız gerekti. Hayvanların acı içinde çırpınışları bana çok dokundu. Korkunç bir şeydi.        r

"Yoldaşlardan biri kadın ve çocuklarla dolu bir eve daldı. Filistinli- 1er feryadı basıp gaz sobalarını devirdiler. O süprüntülerin hepsini cehen­neme yolladık.

"Sabah saat dört civarında benim takım kamyona döndü. Gün ışıdı­ğında yeniden kampa gittik. Cesetlerin üzerinde atladık, tüm görgü tanık­larını vurduk ya da şişledik. Birkaç defadan sonra binlerini öldürmek ko­laylaşıyor.

"Ardından İsrail Ordusuna ait buldozerler geldi. ’Herşeyi toprakla örtün, hiçbir görgü tanığı sağ kalmasın.’ Ama tüm çabalarımıza karşın et­raf hâlâ insan kaynıyordu. Oradan oraya koşturuyorlar, büyük karışıklığa neden oluyorlardı. 'Toprakla örtme' emri fazla ileri gitmiş bir emirdi.

"Açıktı ki güzelim plan başarıya ulaşamamıştı. Binlercesini elimiz­den kaçırmıştık. Şimdi her yerde insanlar katliamdan söz edip Filistinlile­re acıyor. Peki ya bizim çektiğimiz güçlükleri takdir eden kim?.. Düşünün bir kere, ben Şatila'da aç susuz tam yirmidört saat dövüştüm."

Sabra ve Şatila'daki ölü sayısı üç binin üzerindeydi. Toplu mezar­ların çoğu ise hiçbir zaman açılmadı.

Lübnan'ın İmhası

Filistin halkının katledilmesi ve dağıtılması İsrail stratejisinin bir parçasıydı. Bir başka parçası ise İsrail'in çabalarına karşın Ortadoğu'nun finans-kapital merkezi olarak yükselmiş olan Lübnan'ın ekonomik ba­kımdan çökertilmesiydi.

1982'deki İsrail işgalinin ilk aylarında yirmi bin Filistinli ile Lüb­nanlı öldü, yirmibeş bini yaralandı, dörtyüz bini de evsiz kaldı. Sadece Beyrut'a atılan bombaların toplam ağırlığı Hiroşima'yı yerle bir eden atom bombasmınkini kat bekat aşıyordu. Okullar, hastaneler özel hedef seçilmişti.

Lübnan fabrikalarında üretilmiş bütün demiryolu araçlarıyla ağır teçhizat ganimet olarak İsrail'e götürüldü. Hatta BM Yardım ve Hayır Servisi (UNRWA) mesleki eğitim merkezlerine ait torna tezgahları ile küçük çaplı makinelere kadar herşey yağmalandı.

Beyrut'un güneyindeki Lübnan’a ait narenciye ve zeytin üretimi tümüyle felce uğratıldı. İsrail ihraç mallarıyla rekabet halindeki Lübnan ekonomisi böylece yokolmanm eşiğine getirildi. Daha önceki Şeria neh­ri gibi Litani nehrini besleyen kollar da İsrail tarafından yataklarından saptırıldı ve Güney Lübnan tamamen bir İsrail pazarı durumuna sokul­du.

Bu kitabın yazarı 1982'de Batı Beyrut'un bombalanmasını ve ku­şatılmasını yaşadı, İsrail işgali sırasında Ayn El Helve'nin yıkıntıları arasında Filistinlilerle birlikte kaldı, Raşidiye, El Bas, Burç El Cemali, Mie Mie, Burç el Buracna, Sabra ve Şatila'daki Filistin kamplarının ve tıpkı onlar gibi güneydeki Lübnan köyleriyle kentlerinin yakılıp yıkılışı­na tanık oldu.

Sabra ve Şatila katliamlarının İsrail tarafından kabul edildiğine ilişkin beyanların doğruluğu, katliamın son günü kamplarda olan yazar tarafından gözlendi.

Yazar ve Mya Shone, Sabra ve Şatila'daki İsrail tank ve askerleri­ni fotoğraflarla görüntüleyip hayatta kalanlarla dört günden fazla bir sü­re boyunca görüştüler.

IX-    İkinci İşgal

Menahem Begin, Ariel Şaron ve Şimon Peres farklı zamanlarda yaptıkları konuşmalarda "Lübnan'dan alman dersin" Batı Şeria ve Gazze Şeridindeki Filistinlilere de örnek olacağına ve böylece onların da sine­ceğine dair bir inanç dile getirmişlerdi.

Ne var ki bu sindirme 1967'deki işgallerinden beri yirmi bir yıldır zaten sürüyordu. Batı Şeria ve Gazze'deki pek çok insan İsrail'in 1947'den 1967'ye kadar bölgede yarattığı tahribattan geriye kalan mülte­cilerdi.

1967 sonrası işgal bölgelerinde hiçbir Filistinli, askeri hükümetten -alınması pratikte zaten mümkün olmayan- izin kağıdı olmaksızın bir domates bile ekemez. Böyle bir izin olmadıkça patlıcan yetiştiremez. Evini boyayamaz, penceresine cam takamaz, kuyu açamaz. Ayrıca, Fi­listin bayrağı renginde gömlek giyemez, evinde Filistin ulusal şarkıları­nı içeren kaset bulunduramaz.

1967'den bu yana 300,000'den fazla genç İsrail zindanlarında sis­temli işkenceden geçirildi. Uluslararası Af Örgütü nün vardığı sonuca göre dünya üzerindeki hiçbir ülkede resmi ve sürekli işkence İsrail'de olduğu kadar kurumlaşıp belgelerle sabit hale gelmemiştir.

Gazze'nin İsrail tarafından ele geçirilmesinden yirmi bir yıl sonra Los Angeles Times olayın sonuçlarını şöyle anlatır:

"Mısır'dan alman Gazze Şeridinde sadece 2200 Yahudi göçmen ya­şamaktadır, ancak 135 mil karelik alanın %35'ine onlar sahiptir. Çoğu mülteci olan 65O,OOO'den fazla Filistinli ise şeridin ancak yarısına tıkıl- mışlardır ve bu haliyle bölge dünyanın en fazla nüfuş yoğunluğuna sahip alanlarından biridir. Gazze'nin geri kalan bölümleri ise ordu tarafından yasak bölge ilan edilmiştir."127

Yurttaşlık Hakları ve Yasalar

Tutuklama:

İsrail askeri işgali altındaki bütün bölgelerde bir asker ya da polis herhangi bir kimsenin suç işlediğine dair "kuşku uyandıran nedenleri" bulunduğuna inanıyorsa o kimseyi tutuklama hakkına sahiptir. Yasa, as­kerin ya da polisin işlendiğinden veya planlandığından kuşkulandığı su­çun niteliğini tanımlamaz.128

Hükmün kasten belirsiz bırakılmış bu özelliği sayesinde 1967'den beri işgal altında olan topraklarda yaşayan Filistinlilerin, neden tutuk­landıkları ya da gözaltına alındıklarını bilme hakları ellerinden alınmış­tır. Kuşku üzerine tutuklanan bir Filistinli, bir polis memurunun inisiya­tifiyle onsekiz gün gözaltında kalabilir.

Tutuklanan bir Filistinlinin avukatla görüşmesine izin verilmeye­bilir -hemen hiçbir zaman da verilmez. Resmi tüzüğe göre, avukatların müvekkilleriyle görüşüp görüşmeyeceğine karar verme yetkisi cezaevi müdürüne aittir.

Normal olarak cezaevi yetkilileri tutuklunun sorgulama tamam­lanmadan avukatla görüşmesinin "sorgu sürecini aksatacağını"129 şaş­maz bir kuralmışçasına öne sürerler. Hatta bu kural gözaltı süresi bo­yunca da değişmeyebilir. Sonuç olarak, avukatlar tutukluya ancak tutuk­lu itiraf ettikten sonra veya güvenlik güçleri sorgunun bitmesine karar verdikten sonra ulaşabilirler.

İsrail'deki avukatlar bu düzenlemenin, sorgulamanın asıl amacının ne olursa olsun bir itiraf koparmak olmasından kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Bu sonuca varmak için başvurulan yol da, tutukluyu ta­mamen tecrit edip dayanılmaz fiziksel koşullara ve işkenceye maruz bı­rakmaktır.

Tutuklandıktan hemen sonra kişi bir süre aç ve uykusuz bırakılır. Bu süre boyunca ince yöntemler uygulanır. Elleri kelepçeli ve yukarı kalkmış, kafasına da pis bir torba geçirilmiş olarak uzun süre ayakta durmaya zorlanır. Yerlerde sürüklenir, türlü cisimlerle dövülür, tekme­lenir, aniden soyulup buz gibi duşun altına sokulur. Tutuklunun ağzına tükürmek ya da idrar yapmak, tutukluyu kalabalık bir hücrede bir baştan öbür başa emeklemeye zorlamak gibi hakaret ve bedeni aşağılama yön­temleri son derece yaygındır.

Sorgulama, tutuklu itirafta bulunup hakkında buna dayanan bir suçlama yapılıncaya dek bazan aylarca sürebilir. Eğer tutuklu işkence­ye yenilmeyip itirafı kabul etmezse o zaman herhangi bir suç yüklen- meksizin ve mahkemeye çıkarılmaksızm idari olarak tevkif edilir.

İtiraflar:

Baskı altında itirafa zorlanma Filistinli tutuklunun maruz kaldığı en temel muameledir. 1981'e kadar bir tutuklu ancak kendi kişisel itirafı temelinde yargılanabilirdi. Ürdün'de kıdemli bir yargıç olan ve pekçok Filistinlinin savunmasını üstlenmiş olan Vasfi O. Masri şöyle der

"Önüme gelen davaların %90'mda tutuklu ya dövülmüş ya da işken­ceye uğramıştı."130

Pek çok tutuklu işkenceye dayanıp itirafı reddettiği için askeri ya­sada bir değişiklik yapılarak, mahkemelere, sanığa karşı en önemli -ve aslında tek- kanıt olarak, adının başka birinin itirafında geçmiş olmasını kullanma hakkı verilmiştir.

Böylece, eğer suçlunun adı başka birinin itirafında geçiyorsa bu aleyhte bir "kanıt" olarak kabul görürken, suçlunun itirafı mahkemeye sunulduğu takdirde savcının iddiasının doğruluğu kesin kabul edilir. Eğer bir tutuklu herhangi bir suçu kabul etmezse, o zaman haberalma servislerinin yetkilileri mahkemeye gelip sanığın "sözlü" itirafta bulun­muş olduğuna dair tanıklık ederler. Filistinli avukat Muhammed Na'am- ne bu tür iki davayı anlatırken sanıkların sözlü itirafta bulunduklarını reddetmeleri halinde mahkemenin haberalma yetkilisinin tanıklığını esas aldığını söyler.131

Bütün itiraflar İbranice yapılır. Oysa 1967'den beri işgal altında olan topraklardaki Filistinlilerin hiçbiri bu dili bilmez. Tutuklular İbra­nice okuyamadıkları gerekçesiyle imzalamayı reddettiklerinde de kötü muamele görürler. Ramalla'dan Şahada Şalalda şöyle anlatıyor:

"Subay odadan ayrıldıktan sonra sivil giyimli iki kişi geldi. İmzala­yacağım şeyin ne olduğunu bilmek istediğimi söyledim onlara... Birden bana vurmaya başladılar. Bunun üzerine Tamam, tamam, imzalayacağım' dedim."132

Pek çok durumda, tutukluya imzalatılan İbranice metin ile Arap- çası olarak okutulan metin arasında hiçbir ilişki yoktur. Bu tür itirafna- melerin hepsi de aynı biçimde başlamaktadır:

"Ben bir terör örgütü üyesiydim."

Oysa bu sözcükler FKÖ ya da ona bağlı örgütlerden birine üye hiçbir kimsenin kullanmayacağı sözcüklerdir. Bu tür "itiraflar", imzala­yanların okuyamayacakları bir dilde olmasına rağmen, mahkemeler de itirafların "kesin" olduğunu ve davaya konu olan suça isnat ettiğine hük­mederler.

Tutuklanan, sorgulanan ve nihayet mahkemeye çıkarılanların yüz- desi hakkında kesin veriler vermek zordur. Ancak, avukatlardan topla­nan bilgilerin ve Filistinlilerin kendi belgelerinin gösterdiği, sorgu ve iş­kenceye tabi tutulan Filistinlilerin sayısının hayli kabarık olduğudur.

İsrailli avukatların hiç tereddütsüz söyledikleri, onaltı yaşın üze­rindeki erkeklerin çoğunun, hayatlarının herhangi bir döneminde farklı sürelerle sorgulanıp içerde tutuldukları yolundadır. 1980'e kadar İsrail basınında çıkan raporlara göre 1967'den sonra şu veya bu zamanda hap­se atılan Filistinlilerin tahmini sayısı 200,000'i bulur. Son zamanlarda ise avukatlar bu sayıyı 300,000 olarak vermektedirler.

Mahkeme:

Mahkemeye çıkarılanlara çoğunluk "siyasi" suçlar yüklenir. Bu

suçlar şunlar» kapsar: 1) Kamu düzenini bozmak (bu, İsrail yetkililerine yeterince itaat etmemek gibi herhangi bir davranış biçimini de kapsayan son derece belirsiz bir maddedir); 2) Gösteri yapmak; 3) Bildiri dağıt­mak veya slogan yazmak; 4) "Yasadışı" örgüt üyesi olmak. Özellikle hedef alman gruplar, 1967 öncesi İsrail topraklarında bir Filistin siyasi partisi kurmak isteyenler (örneğin bir Yahudi devletini açıkça savunma­yan El Ard (Vatan) gibi) ya da Filistinlilerin temsili örgütleridir (örne­ğin Batı Şeria'daki Ulusal Rehberlik Komitesi (Lijni Komite al Wata- ni)).                                                                                                       ,

İşgal bölgelerinde grev, yürüyüş, gösteri ya da toplantı yapan yı­ğınla genç "Molotofkokteyli imal etmek ve atmakla" suçlanır. Önemli sayıda insan silah bulundurmak, silahlı saldırı ve çeşitli askeri eylem bi­çimleriyle sabotajdan mahkeme önüne çıkarılır. Bu davaların çoğu as­lında İsrail güvenlik güçlerince Filistin ulusal hedeflerine sempati duy­duğuna inanılan herhangi bir örgütü de kapsamına alan "düşmanla iliş­ki" maddesinin ihlali çerçevesinde ele alınır.

İşgalin on yılı boyunca 1967 öncesi İsrail ile 1967'den bu yana iş­gal altında olan bölgelerdeki hükümlülerin %60'ı siyasi suçlardan hü­küm giyen Filistinlilerdi. Tüm siyasi suçlar 1945 tarihli Acil Savunma Yönetmeliği ile 1967 tarihli Devlet Güvenliği, Dış İlişkiler ve Resmi Sırlar Yasası'na girer ve böylece de "güvenlik suçu" niteliğinde sayılır.

Bu tür siyasi suçlarla suçlanan insanlar askeri mahkemelerde yar­gılanırlar. Bu hem 1967 öncesi İsrail'de, hem de sonradan işgal edilen bölgelerde böyledir. Filistinlilerin sivil mahkemelerde yargılanmaları ender görülen bir olgudur.

Acil Savunma Yönetmeliği

Acil Savunma Yönetmeliği'ne göre, askeri bir komutan (şu anda Askeri Vali) kendi kararıyla ve hiçbir adalet organının müdahalesi ol­maksızın:

-    insanları süresiz hapse atabilir

-   1967 öncesi İsrail ile 1967'den beri işgal altında tutulan bölgele­re giriş çıkışı yasaklayabilir

-    herhangi bir kimseyi süresiz olarak sınırdışına çıkarabilir

-   herhangi bir kimseyi oturduğu ev, mahalle, köy ya da kentte göz hapsine alabilir

-    bir kimseyi kendi mülkünü küllanmaktan men edebilir

-    evlerin yıkılmasını emredebilir

-    herhangi bir kimseyi polis gözetimine sokup günde birkaç kere karakola görünmeye mecbur edebilir

-    herhangi bir alanı, bu alan bir aileye ait çiftlik arazisi olsun, meskun bir köy olsun ya da bir mülteci kampı veya aşiret arazisi olsun, kapatıp yasak bölge ilan edebilir

-    bütün haber kanallarına sansür koyabilir, yazıların, bildirilerin, kitapların mutlaka onaydan geçmesini şart koşabilir ya da dağıtımını ya­saklayabilir

-    insanların evlerine zorla girebilir, bütün kütüphaneleri kapatabi­lir ya da el koyabilir

-    on veya daha fazla insanın siyasi tartışma için bir araya gelmesi­ni yasaklayabilir

-    bir örgüte üye olmayı yasaklayabilir

Acil Savunma Yönetmeliğine eklenen askeri hükümler Filistinli varlığını en ince ayrıntısına kadar denetim altında tutmaya yönelikti. Batı Şeria'daki askeri kurallar

-    yazılı izin olmaksızın domates ya da patlıcan ekmeyi yasaklıyor

-    yazılı izin olmaksızın hiçbir meyva ağacının dikilemeyeceğini şart koşuyor

-    bir evin ya da herhangi bir yapının izinsiz hiçbir onarıma tabi tu­tulamayacağını söylüyor

-    içme ya da sulama suyu edinmek üzere kuyu açmayı yasaklıyor­du.

İlk kez İngilizler tarafından Manda yönetiminde Filistinlileri kontrol edebilmek amacıyla yürürlüğe konan Acil Savunma Yönetmeli­ği, 1945'te yine İngilizler tarafından yeniden gözden geçirilip İngiliz as­kerlerine yönelik silahlı İrgun ve Hagana saldırılarını önlemek, bir de Siyonistlerin toprak ele geçirmesine engel olmak amacıyla kullanıldı. 1946'da ise İbrani Hukukçular Birliği şu gerekçeyle Yönetmeliğe karşı çıktı:

"Acil Savunma Yönetmeliği'nin otoriteye sağladığı güç Filistin'de yaşayanları en temel insani haklarından yoksun bırakmıştır. Bu hükümler hukuk ve adaletin temelini hiçe indirmiş, birey özgürlüğü için ciddi bir tehlike oluşturmuş, herhangi bir yargı organının gözetimi olmaksızın key­fi bir rejime taban sağlamıştır."130

Sonradan İsrail devletinde Adalet Bakanı olacak olan ve ileri ge­len yasal otoritelerden biri olan Yakov Şimpşon Şapira şöyle der:

"Filistin'de Acil Savunma Yönetmeliğiyle kurulan rejimin hiçbir uygar ülkede bir benzeri daha yoktur. Nazi Almanyası'nda bile böyle ya­salar yoktu ve Nazilerin Mayadink'teki uygulamaları ile bunlara benzer diğer olaylar aslında yasalara aykırıydı. Ancak işgal altındaki bir ülkede bizdekine benzer bir sistem bulabilirsiniz..."134

Hukuk alanında otorite olan başlıca Siyonistlerin bu değerlendir­melerine karşın Acil Savunma Yönetmeliği İsrail devletinin hukuk siste­mine dahil edildi. Devletin 1948'deki kuruluşundan beri de temel hü­kümleri hiç değişmedi. ,

Buradaki çelişki ortadadır. İsrail'in Adalet Bakanı olan bir kişinin "hiçbir uygar ülkede benzeri görülmemiş” diye nitelediği, Siyonist hu­kukçuların "temel insan haklarını" ayaklar altına aldığını söyleyip kötü­lediği hükümler ülkenin yasası haline getirildi. Yakov Şimpşon Şapi- ra'nın vurguladığı gibi: "Ancak işgal altındaki bir ülkede bizim sistemi­mizin bir eşini bulabilirsiniz..." Filistin halkı 1967 öncesi İsrail'de olsun, Doğu Kudüs'te, Batı Şeria'da veya Gazze Şeridi'nde olsun, işgal altında­ki bir ülkede yaşamaktadır.

X- İşkencenin Yaygınlığı

İsrail hapishanelerindeki işkence uygulamaları bugüne dek çok geniş soruşturmalara konu oldu. 1977'de Londra'da yayımlanan Sunday Times beş ay süren bir araştırma yaptı. Toplanan kanıtlar doğrulandı. Belgelenen işkenceler 1967'den itibaren "on yıllık İsrail işgali sırasında" olmuştu. Sunday Times'ın bu araştırması işkence gören kırkdört Filis­tinlinin durumlarım ortaya koyuyordu. Yedi ayrı merkezdeki uygulama­larda ortaya dökülen: Dört büyük kent olan Nablus, Ramalla, Hebron ve Gazze'deki hapishaneler, Kudüs'teki Rus Sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen sorgu ve gözaltı merkezi, Gazze ile Sarafand'daki özel askeri merkezler.135

Araştırmanın sonuçları gayet somuttu: İsrail sorgulamacıları Arap tutuklulara sürekli olarak kötü muamele ve işkence yapıyor. Tutuklular, başlarına külah geçirilip veya gözleri bağlanıp uzun süre bileklerinden askıya almıyorlar. Çoğunun cinsel organları darbelere maruz bırakılıyor veya başka biçimlerde cinsel suistimale uğratılıyorlar. Pek çoğuna teca­vüz ediliyor, bazılarına da elektrik veriliyor.

Tutuklular özel olarak yapılmış, altmış santimetrekarelik, yüzelli santimetre yüksekliğinde, yere büyük çivilerle tutturulan "dolaplara tıkı­lıyor, "sürekli dayağı" da içeren kötü muamele biçimleri tüm İsrail ha­pishanelerinde ve gözaltı merkezlerinde istisnasız uygulanıyor.

Sunday Times'în vardığı sonuca göre, işkence o kadar yaygın ve sistematik ki, verilen emirleri aşan bir takım "serseri polislerin" marifeti olduğunu söylemek mümkün değil. Aksine, bile bile uygulanan bir poli­tika ve tüm İsrail güvenlik ve haberalma servisleri de bu işin içinde:

-    ABD'deki FBI ve Gizli Servis'in eşiti olan Şin Bet doğrudan başbakana bağlıdır

-                 Askeri Haberalma Dairesi, Savunma Bakam'na bağlıdır

-    Sınır polisi bütün kontrol noktalarını denetler. Bu kontrol nokta­ları sınır boylarında olduğu kadar 1967'den beri işgal altında tutulan topraklarda da vardır

-                 Latam, Özel Görevler Dairesi'ne bağlıdır

-                 Polis birimlerinde askeri nitelikli timler de görevlidir.

1967 Sonrası İşgal Altındaki Topraklarda İşkence Biçimleri

Her gözaltı merkezinde "özel eğilimleri olan" sorgulamacılar var­dır. Kudüs'teki Rus Sitesi'nde (Moskoviya) görev yapan sorgulamacılar "kolları öne uzatarak sandalyeyi havada tutma veya tek ayak üzerinde durma gibi dayanıklılık sınavlarına ya da cinsel organlara tecavüze ba­yılırlar."

Sarafand'daki askeri merkezin özelliği, tutukluları uzun süre göz­leri bağlı tutup üzerlerine köpekleri saldırtmak ya da bileklerinden as­maktır. Ramalla'da gözde olan, "arkadan tecavüz 'dür. Elektrik işkencesi ise hemen her yerde uygulanır.136

Fazi Abdülvahid Nicim 1970 Temmuz’unda tutuklandı. Sara- fand’da işkence gördü, üzerine köpekler salındı. 1973 Temmuz’unda ye­niden tutuklandığında Gazze hapishanesinde dayaktan geçirildi. Züdir el-Dibi 1970 Şubatında tutuklanıp Nablus'da sorguya çekildi. Kamçı­landı, falakaya yatırıldı, hayaları buruldu, üzerine hortumla buzlu su sı­kıldı.                                                                             .

Şahada Şalalda 1969 Ağustos'unda tutuklandı ve Moskoviya'da sorguya alındı. Penisinden içeri tükenmez kalem içi sokuldu. Abid el Şalludi onaltı ay mahkemeye çıkarılmadan içerde tutuldu. Moskoviya'da gözleri bağlı ve elleri kelepçeli durumda, Azınlıklar Dairesi Başkanı, Irak Yahudilerinden Naim Şabo tarafından dövüldü.

Cemil Ebu Gabir 1976 Şubat'ında tutuklandı ve Moskoviya'ya gö­türüldü. Başına, vücuduna ve cinsel organlarına vurularak dövüldü, buz­lu suya yatırıldı. İsam Atıf el Hamuri 1976 Ekim'inde tutuklandı. Heb- ron hapishanesindeki yetkililerin ayarlamasıyla onların adamlarından olan başka bir tutuklu tarafından kendisine tecavüz edildi.137

1969 Şubat ında, Rasmiye Odeh tutuklanıp Moskoviya'ya getiril­di. Babası Yasef ile iki kızkardeşi de sorgulanmak üzere gözaltına alın­dılar. Rasmiye bir odada dövülürken, Yasef Odeh de yandaki odada tu­tuluyordu. Yasef i kızının bulunduğu odaya getirdiklerinde Rasmiye giysileri kan içinde, yerde yatıyordu. Yüzü maviye çalıyordu ve bir gö­zü de simsiyahtı. Yasefin gözünün önünde kızın vajinasına sopa soktu­lar. Sorgulamacılardan biri Yasef Odeh'e kızını "düzmesini" emretti. Yasef reddedince hem onu, hem Rasmiye’yi dövmeye başladılar. Sonra kızın bacaklarını açıp sopayı yeniden soktular. Kızının ağzından, yüzün­den ve vajinasından kanlar boşanırken Yasef Odeh kendinden geçti.138

Sunday Times'da yer alan işkence biçimleri, İsrailli avukatlar Fe- licia Langer ile Lea Tsemel, Filistinli avukatlar Velid Fahum ile Raca Şahada Uluslararası Af Örgütü ve Ulusal Hukukçular Birliği'nin yayım­ladıkları yüzlerce tanık raporu ile bu kitabın yazarının daha önceki ha­pishanelerden derlediği bir dizi belgede belirtilen biçimlere benzemek­tedir.139

Bu belgeler daha 1968'de, yani işgalin başlamasından hemen bir yıl sonra Batı Şeria'da tesbit edildi. Her ne kadar Uluslararası Kızıl Haç Komitesi ilke olarak kamu açıklamaları yapmazsa da, 1968'de bir işken­ce belgesi hazırlamıştı. "Nablus Hapishanesi Raporu"nda varılan sonuç şuydu:

"Bir bölüm tutuklu, askeri polis tarafından sorguları yapılırken iş­kenceden geçirilmişlerdir. Kanıtlara göre, yapılan işkenceler şöyledir: 1. Tutukluyu bayıltıncaya kadar saatlerce ellerinden askıya alıp aynı za­manda da diğer organlarını tek tek germe

2.    Sigara ile dağlama

3.    Cinsel organlara sopayla vurma

4.    Gözleri ve vücudu günlerce bağlı tutma

5.    Köpeklere ısırttırma

6.    Şakaklara, ağıza, göğüse ve hayalara elektrik şoku uygulama."140

Hassan Harb Olayı

Hassan Harb 37 yaşında Filistinli bir aydındı ve tanınmış Arapça günlük gazete El Fecir'de çalışıyordu. 1973'de tutuklandı. İsrail askerleri ile iki sivil polis tarafından evinden alınarak elli gün boyunca alıkondu- ğu Ramalla hapishanesine götürüldü. Bu süre boyunca ne sorgulandı, ne de hakkında herhangi bir suçlama yapıldı. Ailesiyle ve avukatıyla ise hiçbir şekilde görüştürülmedi.141

Ellinci günde Hassan Harb başına bir çuval geçirilerek gizli bir yere götürüldü. Götürüldüğü yerde sürekli olarak dövüldü: "Onbeş daki­ka, yirmi dakika boyunca eli suratımdan kalkmıyordu."

Çırılçıplak soyulup kafasına bir torba geçirilerek dar bir yere so­kulmuştu. Nefesi kesilmeye başladığında gayrete gelip başını "duvara" sürte sürte torbayı çıkarmayı başardıktan sonra altmış santimetrekare ta­banı olan, yüz elli santim yüksekliğinde, dolaba benzer bir yerin içinde olduğunu anlamıştı.

Ne oturabiliyor, ne ayağa kalkabiliyordu. Bulunduğu yerin tabanı betondu ve üzerine düzensiz aralıklarla birer buçuk santimetrelik "kes­kin kenarlı sipsivri" taşlar yerleştirilmişti. Hâssan Harb onların üzerinde durmaya çalışırken büyük acı çekiyordu. Önce biraz bir ayağının üzerin­de duruyor, sonra ayak değiştiriyordu. Kutuya ilk sokuluşunda dört saat kalmıştı.

Daha sonra sipsivri taşların üzerinde diz çöktürüp bir saat sürün- dürmüşlerdi; bir yandan da dört asker tarafından dövülmüştü. Sorgula­madan sonra hücresine geri götürülmüş ve aynı şeyler yeniden ve yeni­den tekrarlanıp durmuştu: Dayak, soyma, süründürerek 60 santimetre karelik köpek kulübesine sokma, sonra yine "dolap". Gece dolapta kalır­ken başka tutuklulann yalvardıklarını işitmişti. "Ah, kamım. Öldürüyor­sunuz beni."

Hassan Harb'ın anlattığı işkence biçimleri dört ayrı insan tarafın­dan doğrulanmıştır. Kudüslü ayakkabıcı Muhammed Ebu Gabir sivri taşlı, köpek kulübeli, benzer bir avludan söz etmişti. Nabluslu işçi Ce­mal Frayta "dolap"ı aynı ölçüleri vererek, ama "buzdolabı" adıyla tarif etmişti. "Üzerinde herbiri çivi gibi, keskin kenarlı küçük tümsekler olan betondan bir zemini vardı."

Nabluslu inşaat firması sahibi Haldun Abdülhak da avluyu ve "betona gömülü sivri taşlardan oluşan" zeminiyle dolabı anlatmıştı. Ab­dülhak, avlunun yan duvarındaki bir kancaya kollarından asılmıştı.

'               81 O- '                              .        '

Beytlehemli fabrikatör Hüsnü Haddad, tabanında keskin çakıl dö­şeli avluda süründürülmüş, bir yandan da tekmelenmişti. Onun girdiği kutunun da "keskin kenarlı, parmak parmak uzantıları olan bir tabanı" vardı.

Hassan Harb iki buçuk yılın sonunda salıverildiğinde, geçen süre içinde ne üzerine herhangi bir suç yüklenmiş, ne de mahkemeye çıkarıl­mıştı. Avukatı Felicia Langer ona yapılan kötü muameleyi İsrail Yüksek Mahkemesi'ne götürmeyi başardı. Mahkemenin oturumunda ne tam bir ifade kabul edilip dinlendi, ne de bir tanık çağrıldı. Mahkeme tüm iş­kence suçlamalarını anında reddetti.

Nadir Afuri Olayı

Nadir Afuri güçlü, hayat dolu bir adamdı. Ürdün halter şampiyo­nuydu. 1980'de beşinci tutukluluğunun ardından salıverildiğinde görmü­yor, işitmiyor, konuşamıyor, yürüyemiyor, hiçbir vücut fonksiyonunu kontrol edemiyordu. 1967'den 1980'e kadar geçen sürenin on buçuk yı­lında Nadir Afuri gözaltında kaldı. Beş tutukluluk dönemi boyunca ya­pılan onca acımasız muamele ve işkenceye karşın İsrail yetkilileri ağ­zından ne bir itiraf alabildiler, ne de mahkeme önüne çıkarılmasını sağ­layacak bir kanıt bulabildiler.142

İlk Tutukluluk - 1967-1971:

"İlk 1967'de tutuklandım, işgalin birinci yılında. Nablus'taki evim­den alıp götürdüler, gözlerimi bağladılar, bir helikopterden sallandırdılar. Buna Nablus yakınındaki Beit Furik ile Salem köylerindeki herkes tanık­tır.

"Sarafand'a getirdiler, en berbat hapishane, askeri hapishane... Batı Şeria veya Gazze'den oraya getirilen ilk kişiydim. Helikopter yere indik­ten sonra beni dışarı itip koşmamı emrettiler Arkamdan silah sesi duy­dum, bana ateş ediyorlardı, koştum.

"Kırmızı, san, yeşil ışıklarla dolu büyük bir odaya soktular. Feryat­lar, dayak sesleri duyuyordum. Bir adam bağırıyordu: İtiraf edeceksin.' Sonra birinin itiraf ettiğini duydum. Çok geçmeden bütün bunların benim gözümü korkutmak için dinlettikleri bir bant kaydı olduğunu anladım.

"Daha sonra sorgulamasının yanma götürüldüm. Yeşil kapılara zin­cirlerle bağladılar. Her kapıda bir makara vardı. Kapıları açıp kollarımı, bacaklarımı ayırıyorlar, sonra makaraları döndürerek geriyorlardı, bayı- lıncaya kadar.            .

"Sandalyenin tepesinde ayağa kaldırdılar, pencereden sarkan zincir­lerle ellerimi bağladılar. Sonra yavaş yavaş sandalyeyi çektiler. Vücudu­mun ağırlığı ellerime bindikçe kaslarım kopacak gibi oluyordu. Korkunç bir acıydı.

"Beş ya da altı adam vardı. Hepsi birden dövüyorlardı. Başıma vur­dular. Sandalyeye zincirlediler. Önce biri dövmeye başlıyor, sonra öteki­lerden biri 'Dur' diyor, bu sefer bir başkası dövmeye devam ediyordu. Böylece sırayla dayak atıyorlardı. Hep o sandalyeye zincirlenmiş olarak kaldım. Bir kez olsun ayağa kalkmama izin verilmedi.

"İşkenceye devam ettiler. Sorgulamacılardan biri sigarasından nefes çekiyor, sigaranın ucu kızarınca yüzüme, göğsüme, cinsel organıma, artık neresi rast gelirse oraya bastırıyordu.

"Birisi penisimden içeri tükenmez içi sokarken ötekiler seyrediyor­lardı. Bir yandan da itiraf etmemi söyleyip duruyorlardı. Penisimden kan gelmeye başlayınca Ramle Cezaevi Hastanesine götürüldüm. Ama he­men ardından sorgulama için yeniden Sarafand'a geri getirildim.

>"Sarafand'da kaldığım on iki buçuk ay boyunca sürekli sorguya çe­kildim. Kimse on iki buçuk ay dayanamaz. Dört kere öteki hapishaneler­deki arkadaşlara öldüğümü resmen bildirmişler.

"Sarafand’daki ilk ay hep gözlerim bağlı, el ve ayaklarım zincirli tu­tuldum. O ilk ayın sonunda ellerimdeki zincirlerle göz bağımı çıkardılar. Ama ayaklarımdaki zincirler on iki buçuk ay boyunca kaldı. Gece gündüz hiç çıkarmadılar. Ayak bileklerimde hâlâ izleri duruyor.

"Program şöyleydi: Önce dayak atıyorlar, sonra sorguya çekiyorlar, en sonunda da hücreye atıyorlardı. Orada biraz dinleniyordum. Sonra ye­niden alıp götürüyorlardı.

"Hücre bir metreye 1:3 metre genişliğinde, 1.3 metre yüksekliğin- deydi. Ben bir-yetmiş metre boyundayım. Dolayısıyla bacaklarımı kamı­ma çekip, oturur halde uyuyordum. Hücrenin penceresi yoktu, eşya olarak ise ihtiyaç kabı ile iki battaniye vardı. Yerdeki keskin taşlar üzerlerine bastıkça ayaklarımı kesiyordu.

"Başka tutuklular da getirmeye başladılar. Hepimize sırtı numaralı askeri giysiler verdiler. Sadece numaramla çağırıyor, adımı hiç kullanmı­yorlardı. Durmadan hakaret ediyorlardı. 'Maniuk (ibne), düzerim seni' di­ye sataşıyorlardı. Dışarda zincire vurulduğumuzda yırtıcı köpekleri geti­rip üzerimize salıyorlardı. Hayvanlar üstümüze atlıyor, giysilerimizi ko­parıyor, ısırıyorlardı.

"Ben gözaltına alındıktan sonra otuzu aşkın insan daha alındı. Hepsi ' - de aynı işkencelerden geçti. Hepsi çektikleri işkenceye yenik düşüp itiraf- nameler yazdılar ve şimdi hepsi ömür boyu hapisteler. Ben hiçbir itirafta bulunmadım. İşkenceden penisim sakatlandı, ancak damla damla idrar ya­pabiliyorum. Sorgulamam bittikten sonra üç buçuk ay yürüyemedim. Ama yine de hiçbirşey söylemedim. On iki buçuk ay boyunca tek kelime laf etmedim."

Nadir Afuri Nablus Cezaevine yollandıktan sonra serbest bırakıl­ması talebiyle açlık grevine başladı. Sadece su ile azıcık tuz kabul eti. On gün içinde salıverileceğine dair kendisine söz verildi. On gün geçip salınmayınca bir hafta daha açlık grevi yaptı. Bu kez Nablus Cezaevi Müdür Yardımcısı salınacağına dair söz verdi. Yirmibeş gün geçip hâlâ birşey çıkmayınca Nadir Afuri yeniden açlık grevi ilan etti.

"O açlık grevinin yirmi ikinci gününde Ramle hapishanesinde bir hücreye tıkıldım. Oranın müdürü Dr. Silvan bir sürü askerle yanıma gel­di. Başıma vura vura dövdüler. Ölecek gibi oldum. Ellerimi zincirle bağ­ladılar, burnumdan içeri zorla boru soktular. Elektrik şoku gibiydi. Sarsıl­maya başladım. Yiyecek boğazıma ulaşınca çılgına döndüm, hiç durma- macasına bağırmaya başladım. Kalçamdan iğne yaptıklarında yatıştım.

"Bu işkenceyle de konuşturamaymca önce Ramle'deki Cezaevi Hastanesine, oradan da yeniden Nablus Cezaevine götürdüler."

Ne zaman başka bir tutukludan içinde onun adı geçen bir itiraf alınsa, Nadir Afuri'yi de hemen sorguya alıyorlardı. Çoğu zaman adını veren bu kişileri tanımıyordu. Ama yine de konuşmuyor, mahkemeye de çıkarılmıyordu.

Nadir Afuri Nablus'ta büyük saygınlık kazanmış, tutukluların da lideri olmuştu. Ne var ki ispiyoncunun biri, Ebu Ard, öteki tutukluları kışkırtmakla suçlayınca Nadir Afuri Tulkarm Hapishanesine yollandı.

Tulkarm'a vardığında Binbaşı Sofer tarafından yüzüne vurularak dövülüp otuz beş tutukluyla birlikte bir hücreye tıkıldı. Bu, Nadir Afuri için bardağı taşıran son damla oldu. Binbaşı Sofer yeniden vurmak için yaklaştığında Nadir Afuri hücrenin demirleri arasından Sofer’in suratına yumruğu yapıştırdı. Sonradan cezaevi müdürü kendisine vurduğunda da Nadir Afuri bu kez bir kültablası kapıp müdürün kafasına indiriverdi. Derhal askerlere haber verildi. Nadir Afuri sonradan olanları şöyle an­lattı:

"Onbeş asker üzerime geldiler, kafama sandalye ile vurdular. Ken­dimi kaybettim. Gömleğimi ağzıma kıstırıp dövmeye devam ettiler. Öğür­meye başladığımda sinir krizine girmiştim. Bunun üzerine iğne yaptılar. Bayılmışım. Kendime geldiğimde koridorda yalnızdım. Gözlerim görmü­yordu.

"Bütün Tulkarm Cezaevi greve gitti. Tutuklular müdürle toplantı yapıp benim durumumu görüştüler. Greve son verirlerse ertesi gün beni salıvereceğine söz verdi. Müdür ertesi gün gelip elimi sıktı ve şöyle dedi: 'Hayatım üzerine yemin ederim ki sen gerçek bir erkeksin.' Bana çorap ve ceket getirdiler, ailemle özel olarak görüşebileceğime de söz verdiler."

Ama Nadir Afuri salınmadı. Yerine, 1971 yılında serbest bırakıla­cağı Bet II hapishanesine gönderildi. Dört yıl boyunca mahkemeye çıka­rılmamıştı ve tüm bu sürenin adı gözaltı olarak kaldı.

Birkaç ay geçmişti ki Nadir Afuri yeniden gözaltına alındı. İkinci tutukluluğu 1971'den 1972'ye, üçüncüsü 1972'den 1973'e kadar sürdü.

Dördüncü Tutukluluk: Kasım 1973 - Kasım 1976

"Hebron, Moskoviya, Ramalla ve Nablus. Bu dört cezaevinin herbi- rinde üçer ay hücreye tıkıldım. Bu süre boyunca sorgulama ve işkence de sürdü.                                                ,

"Hebron’daki sorgulama sırasında dışarda kar yağıyordu. Beni so­yup soğuğa çıkardılar. Zincirlerle bir direğe bağlayıp üzerime buz gibi su­lar döktüler. Sonra çözüp, ısınmam için sobanın yanma getirdiler, ama hemen ardından yine soğuğa ve buzlu suya döndük. Apış arama demir bilyeler koyup hayalarımı sıkıştırdılar. Acısı bütün hücrelerime işledi.

"Sorgulamacılardan Ebu Harun yüzümü buldog suratına çevireceği­ni söyledi. Gayet bilimsel çalışıyordu. İki saat süreyle hızlı darbelerle yü­züme vurdu. Sonra bir ayna getirip 'Bak bakalım şimdi şu suratına' dedi. Gerçekten de buldoğa benzemiştim.

"Nablus'ta sigarayla dağladılar, hayalarıma yine madeni bilye bas­tırdılar -yumurtalarımı demire bastırıp buruyorlardı. Kerpetenle dört di­şim söküldü.

"Üç yıl gözaltında tutuldum. Bu arada intikam olsun diye evimi de dinamitlediler."

Beşinci Tutuklama: Kasım 1978-1980

"Kasım 1978'de yeniden tutuklanıp dosdoğru Hebron'a gönderil­dim. Beni karşılarken sırıtarak şunu dediler: 'Sana kıçından itiraf ettirece­ğiz.' Ben de onlâra kıçımla değil, ağzımla konuştuğumu söyledim.

"İşkencenin bir işe yaramayacağını bildiklerinden önce kibarca ko­nuştular. Sonra sorgulamayı yapacak adamları çağırdılar: Uri, Ebu Harun, Psikiyatrisi Coni, bir parmağı eksik olan ebu Nimer, Ebu Ali Mikha ve Dr Cims.

"Bir direğe zincirleyip devamlı göğsüme vurmaya başladılar. Sonra yine sırt üstü yatırdılar, havaya zıplayıp göğsümün üzerine indiler. Uri bu işi yedi sekiz defa yaptı. Bu bitmez vahşi işkence yedi gün boyu sürdü. Çizmelerinin topuklarıyla tırnaklarımı ezdiler, parmaklarım kırıldı.

"Kar yağıyordu. Üzerime su döktüler. Elime bir kağıt tutuşturup iti- rafnamemi yazmam için iki saat süre tanıdılar. Karşılığında hiçbirşey bil­mediğimi söyledim. Bunun üzerine sandalyeye zincirlediler. Hepsi birden elleriyle ayaklarıyla vurmaya başladılar. Yere düştüm. Başım yerdeydi. Uri'nin havada uçtuğunu gördüm. Karate darbesini başıma indirdi. Bu, ondan sonraki iki yıl boyunca hatırlayacağım en son şeydi.

"Sonradan söylendiğine göre, beni sürükleyerek hücreme götürmüş­ler. Öteki tutuklular bana yemek verip temizlemek, bir yandan öbür yana çevirmek zorunda kalmışlar. İdrarımı tutamıyor, üstüme başıma pisliyor- muşum. Ellerimi oynatamıyor, yürüyemiyormuşum. İşitemiyor, kimseyi tanıyamıyor, sadece dudaklarımı oynatıp ağzıma ne konursa yutuyormu- şum. Başımı bir yandan öbür yana başkaları çeviriyor, ellerimi kollarımı vücudumun altından yine başkaları çekiyormuş. Kilom 47'ye düşmüş.

"İki yıl sonra bir akıl hastanesinde gözlerimi açtım. Kaburgalarımda beş kırık vardı ve yürüyemiyordum."

Nadir Afuri'nin arkadaşları tüm İsrail ile işgal bölgelerinde kamu­oyu yaratmayı başardılar. İsrail yetkilileriyle gazetecileri Nadir Afu­ri'nin "deli numarası yaptığını", mükemmel bir "oyuncu" olduğunu yazı­yorlardı. Ancak ona bakmış olan tutuklular, cezaevinden hastaneye sevk edildikten sonra onu ziyaret etmiş olan gazeteciler ile sempatizanlar ve tedavisinde görev almış olan hastane personeli, durumun tanıklarıydı. Onların sayesinde Nadir Afuri Filistin halkının gözdesi oldu, çektikleri zulmün ve kahramanca direnişlerinin simgesi durumuna yükseldi.

Dr Azmi Şuaybi Olayı

Diş doktoru Azmi Şuaybi Batı Şeria'daki El Bireh İl Meclisinin aktif üyesiydi ve Ulusal Rehberlik Komitesi temsilciliğine de seçilmişti. Dr Şuaybi 1973'ten beri yedi kere tutuklandı, ağır işkencelerden geçti ve cezaevine konuldu. 1980'den 1986'ya kadar El Bireh dışına çıkması ya­saklandığı gibi, akşam saat 6’dan sonra evinden dışarı çıkması da yasak­tı. 1986'da yeniden tutuklandı, ardından da Batı Şeria'dan çıkarıldı.143

Şimdiye kadar hakkında hiçbir silahlı eylem ya da şiddet olayı suçlamasında bulunulmuş değil. Ama Dr Şuaybi İsrail'in işbirliği talep­lerini de reddediyor. İşgale ve göçmen yerleştirmelerine karşı bağımsız bir Filistin devletinden yana yazıları var.

1973'te, yirmibirindeyken ilk kez tutuklandığında Azmi'ye şöyle demişlerdi: "Seni izliyoruz. Üniversitede sınıf birincisiydin. Seni Batı Şeria'da zengin ve nüfuzlu bir adam yapabiliriz. Bizimle birlikte çalış, Köy Demeklerine (işbirlikçi kuruluşlar) katıl. "Bunları reddedince tutuk­lamışlar ve korkunç işkenceler zinciri de böylece başlamıştı. Dr Şuaybi kendisine uygulanan fiziksel ve psikolojik işkence yöntemlerini bir bir anlattı.

"Ağır sopalar kullanıyorlardı. Hareket edemiyeyim diye bacakları­mı sandalyenin ayaklarının arasına sıkıştırmışlardı. Bu halde falakaya ya­tırıp tabanlarıma vurdular. Acı korkunçtu. Ayağa kalkamadım.

"Bazan arkamda dururlardı. Orada birilerinin olup olmadığını farke- demezdim. Sonra, sorgulamam birden bütün gücüyle, elleriyle kulakları­ma vururdu. Birdenbire burnumda, ağzımda, kulaklarımda korkunç bir basınç olurdu -beş dakika boyu süren tiz bir çınlama. Dengemi, işitme du­yumu yitirirdim.

"Beni sürekli dövme işi insan azmanı bir gardiyana aitti. Sorardı: . 'Sen dişçisin. Hangi elinle iş yaparsın? Eğer elini kırarsak bir daha dişçi­lik filan yapamazsın." Sonra da kıracakmışçasına vururdu elime.

"Ellerimi arkadan bağlayıp beni de kancaya astılar. Bacaklarımı açıp hayalarıma sopayla vurdular. Sonra hayalarımı burdular. İnsanın ha­yaları burulurken çektiği acıyı anlatamam. Midene bıçaklar saplanır, bü­tün sinirlerinle duyarsın acıyı. Bayılmak istersin.

"Kış ortasında anadan doğma soyup dışarıya koydular, ellerim ke­lepçeli durumda kancaya asılıydı. Bu şekilde gece 1 l’den giindoğumuna kadar asılı kaldım. Sonra hücreme götürüldüm. Yatıp uyuyamayayım di­ye hücrenin zeminini suyla doldurmuşlardı.

"Onlarla çalışmamı, çalışırsam da bunu ne Kızıl Haç'a he de başka­larına anlatmamamı söylüyorlardı. Ben de şöyle dedim: 'Peki, onlara si­zinle çalışmamı istediğinizi kimseye anlatmamamı söylediğinizi söyleye­ceğim.' İşbirliğini reddettim. Bunun üzerine durup dinlenmeden dayağı sürdürdüler."

1980’de İsrailliler yeni yöntemler uygulamaya koydular. Dr Şuay- bi bu yöntemleri "psikolojik işkence" olarak niteliyor ve bedensel acı­dan daha zor katlanılır olduklarını söylüyor. "İnsanın beyni mahvolu­yor," diyor.

Dr Azmi Şuaybi'ye aşağıdaki yöntem uygulandı:

. Tecrit: "Askerler dahil kimsenin benimle konuşmasına izin yoktu. Hücrem 1.5m x 1.8m x 3m boyutlarındaydı. Bir köşede tuvalet olarak kullanılan leş kokulu bir delik vardı. Yere yakın küçücük bir pencere var­dı. Gökyüzünü göremiyordum. Işık gece gündüz yanıyordu. Okuyacak hiçbirşeyim yoktu. Hiçbir ses duymuyordum. Yemek köşeye bırakılıp, kapı hafifçe aralanıyordu. Ancak lokma lokma alabiliyordum yiyeceğim şeyi.

"Yatak 1 cm kalınlığında plastik bir şilteydi. Her zaman ıslaktı. Haftada sadece bir kere, yatağı havalandırmak için birkaç dakika dışarı çıkabiliyordum. Hiçbir askerin benimle konuşmasına izin yoktu.

"Kafa sağlığımı korumak için küçük portakal kabuğu parçaları bi­riktirip onlardan şekiller yapıyordum. Kendi kendime sorular sorup ce­vaplar veriyordum. Battaniyeden ip çekip bunları örüyordum."

Dolap: "Günler geceler boyu 50 cm'ye 50 cm boyutlarında bir dola- bin içinde iki büklüm, ama ayakta bırakıldım. Çok karanlıktı. Başıma pis bir torba geçirilmişti. Ellerim özel kelepçelerle arkadan bağlanmıştı. Elle­rimi ne şekilde oynatsam kelepçeler kendiliğinden sıkışıyordu. Dolabın içinde hareket etmem imkansızdı. Ayakta uyumak zorundaydım. Her uy­kuya dalışımda ancak bir dakika uyuyabiliyor, hemen ardından boğuluyo­rum sanıp uyanıyordum."

Sorgulamacılar: "Sorgulama ve işkence bir ekip tarafından yürütü­lüyordu. Hepsi de polis veya yüzbaşıydı. İsimleri Gadi, Edi, Sami, Yakob

ve Dany'ydi. Sorgu odası onların krallığıdır, kimse giremez.

"Lübnan'ın 1982'de İsrail tarafından işgali sırasında sorgulama ekibi Lübnan'a gönderilmiş, Batı Şeria'daki hapishanelere yeni bir ekip getiril­mişti. 'Yeni' ekipte eski işkenceciler vardı. Bir tanesi on yıl önce işkence­ciyken şimdi işadamı olmuştu.

"Yüzbaşı Dany Lübnan’dan benim tutukluluğum sırasında döndü. Uzun boylu, otuzbeşinde, yakışıklı bir adamdı. Çok adi idi. Durmadan 'Ananı sikeyim, kızkardeşini sikeyim' diye bağırırdı. İnsanın ağzını zorla açar, içine tükürürdü. 1973'te arkama şişe sokmaya çalışmıştı. Lüb­nan'dan dönüşünde beni görünce, 'Ah, Azmi’de buradaymış' dedi, sonra da Ansar'daki küçük çocukları anlatmaya başladı. '10, 11, 12 yaşlarında çocukları sorguluyorum' diye başlayıp onları nasıl dövdüğünü anlattı."

Dr Azmi Şuaybi 1982'de üç kere tutuklandı. 7 Aralık 1981 ile 16 Ocak 1982 arasında Batı Şeria'daki genel grev ile Bir Zeit Üniversite- si'nin kapatılışı sırasında tecrit hücresine girdi. Lübnan'daki İsrail işgali süresince bu hücrede tutuldu.

"Bir süre önce bana şunu dediler: 'Seni her ay içeri tıkarak muaye­nehanendeki işine engel olacağız. Bilgisayarımız her defasında bir daha ne zaman tutuklanman gerektiğini belirleyecek."'

Dr Azmi Şuaybi 1986’da sınırdışı edildi.

Muhammed Manasça Olayı

■ ..

Muhammed Manasra hem sendikacı, hem de Beytlehem Üniversi­tesi Öğrenci Senatosu sekreteriydi. Şimdi de yazarlık ve gazetecilik ya­pıyor. Üç defa tutuklandı, toplam dört buçuk yıl içerde kaldı, ayrıca iki yıl da göz hapsinde tutuldu. Sorgulaması sırasında kendisine yapılan iş­kence korkunçtu. Bu işkenceler sonucu cinsel fonksiyonlarını ve işitme duyusunu yitirdi. Ayrıca, evde göz hapsi, kent dışına çıkamama gibi ce­zalardan başka kısa süreli gözaltı uygulamalarına da maruz bırakıldı.144

Birinci Tutukluluk:

"1969’da ilk defa tutuklandığım zaman 19 yaşındaydım. Bir grup ta

insanla beraber alınıp Moskoviya'ya (Kudüs'teki Rus Sitesi) götürüldüm. Orada kaldığım altı ay boyunca, katıldığım gösteriler, yayınlar ve örgütler hakkında sorguya çekildim.

"Moskoviya bir vahşet yatağıydı. Giysilerimizi alıp gözlerimizi bağladılar. Ellerimizi kelepçelediler, onumuzu bir arada zincire vurdular. Çırılçıplak soyarlar, ıslatırlar, sonra da başımıza ve cinsel organlarımıza sopayla vururlardı. Sırayla yaparlardı bu işi. Kovaları suyla doldurdukla­rını duyduğumuz zaman büzülürdük, ama ne yapsak dayaktan koruya­mazdık kendimizi.

"Avukat arkadaşım Beşik el Karya 1969'dan beri içerde. Üç gün bo­yunca kafasına sopayla vurmuşlardı. Vurulan yer çürükten yemyeşil ol­muş, beş yıl boyunca da iltihaplı kalmıştı. Şu anda hâlâ Tulkarm cezae­vinde."

İkinci Tutukluluk:

"1971'de yetkililer beni hem FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephe­si), hem de Fetih (FKÖ içindeki Yaser Arafat grubu) üyesi olmakla suçla­dılar. Oysa aynı insan iki ayrı örgüte üye olamaz.

"Güvenlik servisleri tek bir suç dahi yöneltmediler. Bana iki seçe­nek gösterdiler. Yasadışı örgüt üyeliğiyle suçlanıp hapse atılmak ya da gönüllü olarak Amman'a (Ürdün) göç etmek. Onlara, sürgün edilmekten- se ömür boyu hapiste kalmayı tercih ettiğimi söyledim. Birleşik Öğrenci Konseyi üyesi olduğumu itiraf çttim. Bu, bütün öğrenci örgütlerinin kon­seyiydi ve yasadışı ilan edilmişti. Ondan sonraki bir yıl boyunca Ramalla ve Nablus cezaevlerinde sorgulamam sürdü."

Üçüncü Tutukluluk:

”1975'te Deyşe kampındaki evime zorla girip bütün kitaplarıma el koydular. Sonra da Bassa polis karakoluna götürüp iki gün boyunca döv­düler. Soru filan sormadılar. Sorgulamacılardan biri önümde, öteki ar­kamda duruyordu. Arkada duran hiç beklemediğim bir anda iki yandan iki kulağıma avuçlarıyla alkışlar gibi bir darbe indiriveriyordu. Kulakla­rımdan ve ağzımdan kan fışkırıveriyordu o anda. Bu yüzden beynim ze­delendi. Benim işkence gördüğüm yere tutuklulardan birini gözdağı ver-

mek üzere getirdiklerinde adam bayıldı.

"Üç yıl tuttular beni. Önce Hebron ve Ramalla'da, sonra yine Heb- ron'da, sonra Farguna, Beer-Şeba, daha sonra yeniden Hebron ve Beer- Şeba'da kaldım. Açlık grevlerinden sonra "güvenlik gerekçesiyle" nakle­diliyordum oradan oraya."

Hebron Cezaevi'nde işkence:

M. Manasra Hebron'a götürülüp çeşitli işkencelerden geçirilmişti.

"Başaşağı bağlayıp falakaya yatırdılar, odunla ayaklarıma vurdular. Hiç bitmeyecek gibiydi. Ne kadar çok vurdular, tahmin edemezsiniz. Ayaklarım şişmekten davul gibi olmuş, renkleri maviye dönmüştü. İçten içe de kanama vardı.

"Soyup, ellerim başımın üzerinde kalacak şekilde zincirle askıya al ­dılar. Ayaklarımın ancak uçları yere değebiliyordu. Durmadan ayakları­ma vuruyorlardı... Sadece ayaklanma. Bazen yere indirip ayaklarımı pis, leş kokulu soğuk suya sokuyorlardı. O zaman diniyordu acım. Ama sonra yeniden askıya alıyorlardı. Asılı halde uyumak zorunda kalıyordum, elle­rim öylece başımın üstünde. Ondört gün boyunca...

"Maisara Abul Hamdia da benimle beraberdi. Ben bir darbe yemiş­sem, o iki yemiştir. Beni işkence odasına soktuklarında o askıda olurdu, onu soktuklarında da ben. (Maisara sonradan Ürdün'e sürüldü.)

"On dört günün sonunda ikide bir fenalaşıp bayılmaya başladım. Beş numaralı hücreye koydular. 160 cm x 60 cm x 168 cm boyutlarında bir yerdi. Tavanın yüksekliği benim boyum kadardı; uzunluğu da öyleydi ki yattığım zaman bacaklarımı duvara kaldırmak zorunda kalıyordum.

"Duyduğum tek ses anahtarların sesiydi. O sesi duyduğum anda korkudan her yanım ürperiyordu. Orada tam olarak ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Beş günle bir hafta arası birşeydi.

"Beşinci hücreden dördüncüye geçirildiğim gece sabaha kadar döv­düler. Kalın sopalarla başıma, cinsel organlarıma vurdular. Saçımı çekip başımı duvarlara vurdular. Şu anda cinsel organlarımla sürekli sorunum var ve şimdiye kadar gerek o bölgemin, gerekse başımın bir sürü röntge­nini çektirdim.

"Askeri mahkemeye sabahın erken saatinde çıkarıldım. Bütün gün beklettiler. Duruşma filan olmadı. Bunun yerine ünlü sorgulamam Ebu Gazal geldi. Saçımdan kavrayıp savurduğu gibi bütün vücudumla duvara

çarptı beni. Saçlarım koptu. Eğer iki gün içinde itirafta bulunmazsam beni Sarafand ya da ’Akka'ya (1974 ile 1975'te kullanılan gizli bir cezaevi) göndermekle tehdit etti.

"Hücreme koydular ve hep uyudum. Gece miydi, gündüz müydü, iki gün müydü, yoksa on mu, farkında bile değildim. O dönemi hatırla­dıkça hâlâ sırtımdan aşağı soğuk terler boşanıyor, bacaklarım titriyor.

"İki gün sonra on asker hücreme dalıp dövmeye başladılar. Yerde sürükleyerek işkence odasına götürdüler. Arkadaşlarımla yoldaşlarımın itiraf ettiklerini söylediler. 'Onlar kim ise gösterin bana' dedim. Yalan söylediklerini biliyordum çünkü. Beni itirafa zorlamak için getirdikleri insanlar iki tipti: Birinciler bana yapılan işkenceye dayanamayan yufka yürekli, zayıf insanlar, İkinciler de 'asafir' (casus) denilenlerdi.

"Yeni yöntemler uygulamaya başlamışlardı. Kimi zaman dayak, ki­mi zaman sevecen sözler yoluyla çözülmemi sağlayıp itiraf ettireceklerini umuyorlardı. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Fetih ve Komünist Partisi üyesi olmakla suçluyorlardı beni. Bu suçlamalar sık sık değişiyordu, ama değişmeyen bir şey vardı: Her suçlamanın ardından gelen korkunç dayak.

"Beni görmeye iki tane.binbaşı getirdiler. Bu adamlar altı saat boyu Sovyetler Birliğinde Yahudilereyapılanlarla Çin'de ulusal azınlıklar üze­rindeki baskıları anlattılar bana. Beni komünistlikle suçladılar^ çünkü evimde Marksizm ile ilgili kitaplar bulmuşlardı. Onlara, Filistin halkına kendi kaderini tayin hakkı verilmedikçe burada hiçbir zaman barış sağla­namayacağını söyledim. Bunları yazıp imzalamamı istediler, ben de iste­nileni yaptım.

"Kırk altı günlük sorgu ve gözaltından sonra Ramalla'daki askeri mahkemeye gönderildim. Otoriteye karşı eylemde bulunmakla suçladılar. Avukatım Gozi Kfir bu konuda ayrıntı istedi. Buna karşılık mahkemenin verdiği yanıt şu oldu: 'Bu adam bir devrimci ve haindir.’

"Duruşmadan önce avukatımla savcı bir pazarlık yapmışlardı. Eğer mahkemede, uğradığım işkencelerden söz etmezsem hakkımda hiçbir suçlama yapılmaksızın salıverilecektim. Ne var ki yargıç bu anlaşmaya aldırmayıp beş yıl hapis cezası verdi. Üç yılını içerde geçirdim, iki yılın­da da dışarda göz hapsinde tutuldum."

Evde Göz Hapsi ve İl Sınırlan Dışına Çıkma Yasağı:

Şin Bet, Muhammed Manasra'yı hapisten çıktıktan sonra da rahat bırakmadı. Çalıştığı işyerlerinin sahiplerine gidip onu kovmasını söyle­diler. Böylece, tam gün mesaili sendikacı olana kadar Muhammed Ma­nasta dört işten kovuldu.

7 Ocak 1982'de Muhammed Manasra'ya Beytlehem'den ayrılıp 1967 öncesi sınırlar içinde kalan ve aynı zamanda doğduğu köy olan Vadi Fukin'e dönmesi bildirildi. Burada altı ay evde göz hapsine alındı. Hiçbir geliri olmadığı için komşularının yardımıyla geçinmek zorunda kaldı.

Yetkililer ve Köy Derneği (işbirlikçiler) Muhammed Manasra'yı, ailesini ve onlarla ilişkide olan herkesi tehdit ediyorlardı. Defalarca evi­ne saldırıldı, kitapları kağıtları alınıp götürüldü. Ailesinin Batı Şeria'ya geçmesi yasaklandı. Erkek kardeşlerinin çalışma izinleri ellerinden alın­dı. Karısı sanılıp baldızına saldırıda bulunuldu.

Askeri Vali, oğulları Muhammed Manasra'yı ziyarete giden tüm ailelere tehditler gönderdi. Genç erkekler, hakkında soruşturma yapıldı. Bu ziyaretlerden sonra üç ilkokul öğretmeni içeri alınıp sorguya çekildi. "Beni ekonomik, sosyal ve manevi yönden kuşatmaya aldılar."

Muhammed Manasra il sınırı dışına çıkma yasağına rağmen Beyt- lehem’e döndü. Orada hiç değilse karısı bir işe girip çalışabilirdi. "Beni Vadi Fukin'e dönmeye zorlamak için erkek kardeşimle çocuğumu tutuk­ladılar, ama ben yine de Beytlehem'de kaldım."

Sonradan evde göz hapsi uygulaması Beytlehem'e alındı. "Evde uzun süre oturamıyordum. Oraya buraya gidiyordum. O zaman da as­kerler yakalayıp cezaevine götürüyorlardı."

1 Aralık 1982'de yeni bir emirle il sınırları içinde istediği yere gi­debileceğine ilişkin izin çıktı, ancak çalışması hâlâ yasaktı. Hergün As­keri Vali'ye gidip görünmek ve öğleye dek de orada kalmak zorundaydı.

Bir yıl sonunda yasaklar kalktı. Ama bir aydan az bir zaman sonra Askeri Vali altı ay daha il sınırları içinde kalma emri verdi.

Yemden Hapis:

Muhammed Manasra 1983'te sosyoloji öğrenimi görmek üzere Beytlehem Üniversitesi'ne girdi. Çok geçmeden de Öğrenci Senatosu Sekreterliğine seçildi. Kasım 1983'te de ev sahipliğini yaptıkları bir Fi­listin kültür gösterisinin ardından öğrenci örgütünün diğer üyeleriyle birlikte tutuklanıp yeniden cezaevine götürüldü.

Filistinli Gençlere İşkence

Filistinli gençlere sürekli ve düzenli olarak işkence yapılmaktadır. İsrail veya İşgal Bölgesi vatandaşı olmaları bunu değiştirmez. Galileli Hüsam Safiye ile Ziyad Sibe Ziyad, Sabra ve Şatila katliamlarının birin­ci yıldönümünde Filistin bayrağı çektiler diye tutuklandılar. Altı ay son­ra, ne aleyhlerinde bir kanıt, ne de kendilerinden bir itiraf elde edileme- yince beraat edip salıverildiler. Mahkemede bu gençler gözaltı süresince kendilerine yapılan işkenceleri anlattılar.

Üzerlerine soğuk su sıkılıp soğuk odada çırılçıplak bırakılmışlar­dı. Cinsel organları dahil vücutlarının her yerine vurulmuştu. Elektrikli işkenceden geçirilmişlerdi. Ziyad, elleri arkadan bağlı halde iki sorgula­man arasında bir öne bir arkaya savrulmuştu. Yüzüne, ensesine darbeler almıştı. Ama yine de itirafı imzalamayı reddetmişti.145

Hebron'un öldürülen belediye başkanı Fahad Kavasmi'nin oğlu Muaviye Fahad Kavasmi ile kuzeni Hüsami Fayiz Kavasmi, Batı Şeria ile Gazze'deki son ayaklanma sırasında İsrailliler tarafından gözaltına alınan 4000 Filistinli gencin arasındaydılar.

İsrailli sorgulamacılar bu gençlerin üzerine su sıktılar, ayaklarına elektriğe bağlı kıskaçlar takıp akım verdiler. Muaviye yarım saatlik elektrik işkencesi sırasında üç defa bayıldı.146 "Güvenlik" suçlarından zanlı olarak içeri alınanları sürekli olarak savunan avukatların ağız birli­ği halinde ilan ettikleri şey, İsrail ve 1967 sonrası işgal bölgelerindeki askeri mahkemelerin "İsrail haberalma servislerince yürütülen işkence­lere gizlice ortak oldukları ve bunları bilerek sakladıklarıdır."147

Savunma makamının itirafnamenin geçerliliğini çürütmeye kalk­ması ya da işkenceyle ilgili kanıtlar ileri sürmesi halinde, "küçük bir du­ruşma" ya da "Zuta" (İbranicesi) yapılır. İddia makamı itirafnameyi yaz­dırmış olan ordu ya da polis görevlisini çağırtır. Ancak, İsrailli avukat Lea Tsemel'in bu konudaki gözlemi şu: "Bu görevli ifadeyi alır, daha doğrusu tutuklu adına ifadeyi düzenler. Ne var ki bu görevli sorgulama­yı yürüten ya da işkenceyi yapan kişi değildir. Dolayısıyla itirafnamenin tutuklunun kendi isteğiyle kabul edildiğini söyleyecektir."148

Sorgulamacılarla gardiyanlar çok zor tanmabilmektedirler, çünkü ya Ebu Sami, Ebu Cemil gibi Arap isimleri ya da Jacky, Dany, Edi, Orli vb. takma isimler kullanırlar. Tutuklu, kendisine işkence yapan kişiyi mahkemeye getirmeyi başarsa bile, sonuç sıfırdır... Lea Tsemel müvek­kiline işkence yapmış olan sorgulamacının binbir engel aşılarak, bir yı­ğın çabayla mahkeme önüne nasıl çıkarıldığını anlattıktan sonra şunları söyler: "Sanığa şöyle bir baktı ve onu daha önce hiç görmediğini söyle­yiverdi. Bu, davanın kapanmasına yetti."149

Vasfı O. Masri yalnızca beş itirafname hakkında kabul edilemez hükmünün verilmesini sağlamayı başarmıştı -bu başarı gerek İsrail, ge­rekse 1967 sonrası işgal bölgelerinde çalışan avukatlar tarafından takdir­le anılır. Ne var ki bu bile beraati garantileyecek birşey değildir. Söz ko­nusu beşe karşılık daha binlercesi vardır çünkü.

Evde Göz Hapsi ve İl Dışına Çıkma Yasağı

Acil Savunma Yönetmeliği'nin 109 no.lu hükmüne göre, bir aske­ri vali herhangi bir kimseyi istediği bir bölgede yaşamak zorunda bıra­kabilir. İnsanları yaşadıkları ev ya da bölgeye hapsedebilir. Seyahat et­meyi veya başkalarıyla görüşmeyi kısıtlayabilir. Bu tür cezalar altı aylık süreler için verilir, ama süre bitiminde tekrarlanabilir. Bazı durumlarda insanların "bir dahaki bildiriye kadar" cezalandırıldıkları da olmuştur.

Evde göz hapsi, il sınırları dışına çıkma veya seyahat konusunda­ki kısıtlamalarda ne resmi bir suç duyurusu yapılmış, ne de kişi mahke­me önüne çıkarılmıştır. Emri çıkaran Askeri Vali suçun biçimi konusun­da ayrıntılı açıklama yapmak zorunda değildir. Her ne kadar hakkında kısıtlama emri çıkarılmış kişinin bu durumunu Askeri Temyiz Komitesi ya da İsrail Yüksek Mahkemesi'ne götürme hakkı varsa da, mahkeme­nin "güvenlik" gerekçesiyle alınmış bir karara karşı çıkması çok ender görülen birşey olduğu gibi, işkence kurbanlarıyla avukatlarının bir dava hazırlamaları da zordur.

109 no.lu hüküm, 1967'den beri işgal altında olan bölgelerdeki Fi­listinlilere olduğu kadar, İsrail'dekilere karşı da işletilmiştir. Aydınlara, gazetecilere, öğretmenlere, sanatçılara, hukukçulara, sendikacılara, öğ­rencilere ve siyasi kişilere karşı kullanılmıştır. Bu insanların kesinlikle hepsi değilse de çoğu İsrail'in politikasına yönelik eleştirilerinde ve Fi­listin halkının kendi kaderini tayin hakkını savunurken gayet samimi ve sözünü sakınmaz bir tutum içindeydiler. Ocak 1980 ile Mayıs 1982 ara­sında Uluslararası Af Örgütü 77 kişiyi etkileyen 136 kısıtlama emri sap­tamıştır.150 1983 Eylül'ünde Sabra ve Şatila katliamlarının yıldönümün­de meydana gelen olayların ardından 100 kısitlama emri çıkarıldı151 ve bu politika bugüne kadar da sürdü.

XI - Cezaevleri

İsrail cezaevleri aslında siyasi cezaevleridir. Buralarda tutulanlar esas olarak, silahlı ya da silahsız olarak direniş eylemleri planladıkların­dan, yaptıklarından veya yapılmasına yardımcı olduklarından kuşkulanı­lan, bunlarla suçlanan ya da baskı altında bunları yaptıklarını kabul et­tikleri için "suçlu bulunan" Filistinlilerdir. Tam mahkûm sayısını göste­ren istatistikler olmamakla beraber, yüksek-güvenlik cezaevlerinde uzun süreli cezalar çekmekte olan mahkûmların sayısı hiç değişmeden hep 3000 civarında dolaşmaktadır. Neve Tertza'da 30 Filistinli kadın bulun­maktadır; buna Lübnan'dan getirilen kadınlar dahil değildir. Avukatlar her yıl 20,000 Filistinlinin cezaevlerine sokulduğunu tahmin etmekteler.

1967 öncesi sınırlar içinde on cezaevi vardır: Kafar Yona, Ramle Merkez Cezaevi, Şatta, Damun, Mahana Ma'siyahu, Beer-Şeba, Tel Mond (çocuklar için), Nafha, Aşkelon ve Neve Tertza.

1967 sonrası işgal bölgelerindeki cezaevlerinin sayısı dokuzdur: Gazze, Nablus, Ramalla, Beytlehem, Fara'a, Eriha, Tulkarm, Hebron ve Kudüs. Hayfa yakınındaki Yagur (Jalameh) ve Atlit, Tel Aviv'deki Ebu Kebir ve Kudüs'teki Moskoviya (Rus Sitesi) bölgesel tutukevleridir. Bunlardan başka Hayfa, Akre, Kudüs ve Tel Aviv'deki polis merkezleri, devlet sınırları içindeki onsekiz polis istasyonu ve işgal bölgelerindeki ileri polis karakolları, kuşkuluların sorgulanmasında ve işkence altında tutulmasında kullanılmaktadır.152

, Ülke çapındaki askeri tesisler de aynı zamanda birer sorgulama ve işkence merkezi olarak görev yapmaktadırlar. Mahkûmlar bunların için­de en korkunç olanının Armon ha-Ayadon olduğunda birleşiyorlar. Adı­na "Cehennem Sarayı" veya "Akıbet Sarayı" da denilen bu yer Sarafand yakınındaki Mahana Zerfin'de bulunuyor.

Son olarak bir de gölgelik çadırlardan oluşan toplama kampları var. Buralara da 1982 işgali sırasında Lübnan'dan getirilen pek çok Fi­listinli mahkûm ile, şu andaki direniş sırasında toplanan gençler doldu­rulmuş durumda. Bu toplama merkezlerinden Mecido, Ansar II (Gaz- ze'de) ve Dahriye insanlık dışı koşullan ve günlük işkence programla­rıyla ünlüdürler.

Farklı Muameleler

1967 sonrası işgal bölgeleriyle 1967 öncesi İsrail’deki, yani "Yeşil

Hat" üzerindeki Filistinlilerin konulduğu cezaevleri arasında çok fazla fark yoktur. Aşkelon cezaevi, Nafha cezaevi, Beer-Şeba cezaevinin merkez bölümü ve Ramle cezaevinin özel bölümü 1967 öncesi İsrail sı­nırlan içinde olup Batı Şeria ve Gazze'deki 1967 sonrası işgal bölgele­rinden getirilen Filistinlilerin konulduğu büyük toplama merkezleridir. Damun ve Tel Mond Filistinli gençlerin tutulmasında kullanılmaktadır.

Cezaevinin bulunduğu bölgenin cezaevindeki koşullarla fazla ilgi­si yoktur. İsrail cezaevi yetkilileri adi suçlardan yatan kişilerle "güven­lik suçlarından" hüküm giymiş kişiler, yani siyasi suçlular arasında acı­masızca ayırım yapmaktadırlar.

Siyasi suçlu olarak çok az Yahudi, adi suçlu olarak da özellikle iş­gal bölgelerinden çok az Filistinli olduğu için bu bölünme Yahudi mahkûmlarla Filistinli tutuklular arasında fiili bir ayırımın doğmasına yol açmıştır. İki grup arasında ilişki ve haberleşme yasaktır. Ya farklı cezaevlerinde ya,da aynı cezaevinin farklı bölümlerinde tutulurlar.

1967'den sonra işgal edilen bölgeden gelen Filistinli mahkûmlar ile 1967 öncesi İsrail'de yerleşmiş olup İsrail vatandaşı olan Filistinliler ve Dürzilerin oluşturduğu "İsrailli Arap" mahkûmlar arasında da ayırım­lar gözetilir. Batı Şeria ve Gazze'den gelen mahkûmların koşullan 1967 öncesi "İsrail "den olanlarınkinden kat kat beterdir.

1967 öncesi İsrail'den olan mahkûmlardan hepsi olmasa da bazı­larına yatak veya şilte verilir. 1967 öncesi İsrailli mahkûmların %70'i bu "ayncahk"tan yararlanmaktadır. Aynca, iki haftada bir ziyaretçileriyle görüşebilir, ayda iki mektup yollayabilirler. Yazın üç, kışın beş battani­ye hakları vardır.

Avrupa ve Amerika'daki cezaevlerinde bir mahkûma 10.5 metre karelik alan düşerken, Batı Şeria ve Gazze'den gelen Filistinlilerin kal­dıkları cezaevlerinde bu alan bunun onda biri kadardır, yani mahkûm başına 1.5 metre kare.

Kararnamelerle Yönetim

Cezaevi bürokrasisinin ağzından çıkan kendi içinde yasadır. Bu çarkın içine giren bir yurttaş tüm haklarını yitirir ve birdenbire, acıma­sızlıklarından dolayı seçilmiş olan insanların elinde bulunan tamamıyla keyfi bir otoritenin ağına düşer.

Cezaevleri Yasası (1971'de gözden geçirilmiş haliyle) 114 mad­deden oluşur. Bunların içinde mahkûm haklarını tanımlayan tek bir madde ya da alt madde yoktur. Yasa, İçişleri Bakanı nı yasal olarak bağ­layan bir dizi kural içerir, ancak bu kuralları Bakan'ın kendisi kararna­meler yoluyla formüle eder. Ne otoriteye zorunluluklar dayatan hüküm­ler vardır, ne de mahkûmlara en düşük yaşam standardını bile garanti eden bir madde.

İsrail’de 5 m uzunluğunda, 4 m genişliğinde ve 3 m yüksekliğin­deki bir hücreye yirmi mahkûmu tıkmak yasal olarak mümkündür. Bu mekânın içine açık bir ihtiyaç yeri de dahildir. Mahkûmlar bu tür hücre­lerde günde yirmi üç saat bile tutulabilirler.

Kütler Raporu

1978'de Ha'aretz gazetesinde İsrailli gazeteci Yair Kutler'in 1967 öncesi İsrail sınırlan içindeki cezaevlerinin fiziksel koşulları üzerine de­rinlemesine bir incelemesi yayımlandı. Yair Kütler İsrail'deki cezaevi yaşamını "dünya cehennemi" olarak adlandırdıktan sonra her cezaevini ayrıntılı olarak anlatıyordu.153 Söylediği şeyler tüyler ürperticiydi:

Kafar Yona: Üst düzeydeki yetkililer Kafar Yona cezaevine "Kevar Yona" (Yona'nm Mezarı) derler. Kapılarından içeri adımını atan herkesi dehşete düşüren bir toplama merkezidir burası. Tutukluların ağ­zındaki adı ise "Meurat Petanim"dir (Kobra Yuvası).

"Oraya sokulan insanlan mahkemeye çıkana kadar korkunç şeyler bekler." Hücreler soğuk ve nemlidir. Yırtık pırtık, leş gibi yatakların üzerinde bir sürü insan bir arada yatar. Çoğu tutuklu bu yüzden yerde uyur. İğrenç dışkı, ter ve kir kokusu, kilitli, sürgülü, hücrelerin içinden hiç eksik, olmaz. D kanadındaki oniki, onsekiz ve yirmi tutuklunun takıl­dığı üç öda vardır.

Rainle Merkez Cezaevi: İsrail'deki en sıkı cezaevlerinden biri Ramle'dir. Eskiden, önceleri at ahin olarak kullanılmış, daha sonra İngi­lizler zamanında polis merkezine çevrilmiş. Yediyüz tutuklunun üst üste takıştınldığı leş gibi bir yerdir. Pek çok tutuklunun yatağı veya kendine ait küçük te olsa bir köşesi veya birkaç metrekarelik bir alanı bile yok­tur. Çoğu zaman yüz kadar kişi yerde yatmak zorunda kalır. *

Ramle'de yirmibir tane tecrit hücresi (X'ler) vardır. Dış dünyayla ilişkisi bütünüyle kesik olan bu hücrelere hiç gün ışığı girmez. Bütün gün yanan, sallanan bir ampul vardır sadece.

Tecrit hücrelerinden başka zindanlar da vardır Ramle'de. Bunlar 2 m x 80 cm x 2 m büyüklüğündedir. Karanlık, pis ve iğrenç kokuludur­lar. Ne pencere vardır, ne aydınlatma. Ancak kapıdaki küçük bir delik­ten koridordaki ışığı alabilirler.

Tutuklu bir zindana atılmadan önce tamamen soyulur ve yırtık pırtık, ipincecik bir entari giydirilir. Günde ancak bir kere tuvalete git­mesine izin verilir, bunun dışında gece gündüz dişini sıkmak zorunda­dır. Kapıdaki bir delikten idrarını yapabilir. Ne günlük yürüyüşe, ne de duşa izin yoktur.

Sık sık dayak uygulanır. En gözde yöntem "battaniye yöntemi­dir". Bir iki gardiyan mahkûmun başını örtüp bayıltıncaya kadar döver­ler.

Bir tutuklu suskunluğa terkedilmekten kurtulmak için boyun eğ­meyi ve kendisini alçaltmayı bir yaşam biçimi haline getirmeyi öğren­mek zorundadır.

Damun: Damun'da yaşam bir "dünya cehennemidir”. "Yaşam ko­şulları, Tanrı'nın unuttuğu bu yere gelen her ziyaretçiyi dehşete düşüre­cek kadar utanç vericidir." Binalar soğuğu ve nemi çeker. Beş battaniye bile insanı ısıtmaya yetmez. "Çoğu hasta, büyük bölümü de umutsuz du­rumdadır."

Damun'da gençleri barındıran bölümün koşullan daha da kötüdür. O kadar kalabalıktır ki, gençler ancak onbeş günde iki saat kadar kolla­rını bacaklarını uzatabilirler. Kaldı ki, bu imkân da çoğu zaman kullanı­lamaz.

Şatta: Şatta'daki kalabalık fecidir. İğrenç koku ta uzaktan hissedi­lir. Hücreler karanlık, nemli ve soğuktur. Havasızlık boğucudur. Yazın Bet Shean vadisine sıcak çöktüğünde cezaevi cehennem gibi yanar.

Sarafand: "Akıbet Sarayı", Ben Gurion havaalanından beş mil uzakta, Kudüs-Tel Aviv yolunun son kilometrelerinde, dışardan geçen­lerin görebildiği yüksek tel çitin ardındadır. Bu, on mil kare genişliğinde olan Sarafand'ı çevreleyen çittir. Sarafand, İsrail'in en büyük ordu dona­tım ve levazım deposudur. Aynı zamanda Yahudi Ulusal Fonu'nun da 1967 öncesi İsrail ile 1967 sonrası işgal bölgelerindeki yeni yerleşim yerlerinin yapımında kullanılan malzemeyi depolamakta kullandığı yer­dir.

İşgal, yerleşme, sömürgeleştirme ve Filistinlilere uygulanan iş­kence arasındaki şaşmaz ilişki böylece açıklık kazanmaktadır. Sarafand -işkence merkezi- bu bakımlardan tarihi öneme sahiptir.

İkinci Dünya Savaşı'ndan önce inşa edilen Sarafand, İngiltere'nin ana levazım deposu olarak hizmet gördü. 1936'da İngiliz yönetimine ve ülkenin Siyonistler tarafından sömürgeleştirilmesine karşı başlatılan Fi­listin ayaklanması sırasında tutuklanan kişiler için en korkunç kamplar­dan biriydi. İngiliz Mandası'ndan kalma eski binalar İsrail yetkililerince aynen devralınmış, işlevleri hiç değiştirilmeden yeni kuşak Filistinli tu­tuklular için kullanılmaya başlanmıştır. Filistinliler ve Yahudiler tarafın­dan İngilizler döneminde "toplama kampı" olarak bilinen merkez, o günden bu yana gerek özelliklerini, gerekse işlevini aynen korumuştur.

Nafha-Siyasi Cezaevi: Filistinli siyasi tutuklular Savaş Esiri sta­tüsü almadıkları halde esir kampları onlar için inşa edildi. Nafha da için­de yaşayanlar tarafından "siyasi cezaevi" olarak adlandırılmaktadır.

Çölde, Mitzoe Ramon'dan sekiz kilometre uzakta, Beer-Şeba ile Eilat arasındaki yolun ortalarındadır. Korkunç kum fırtınalarının estiği çırılçıplak bir arazide yer alır. Kum herşeyin içine işler. Geceleri feci soğuk, gün boyu ise dayanılmaz derecede sıcak olur. Yılanlar, akrepler hücrelerin içinde cirit atar.

Sıradan bir hücre 6 m.'ye 3 m büyüklüğündedir. Yerde on yatak vardır, başka da yer yoktur. Bir köşede gayet ilkel bir ihtiyaç çukuru bu­lunur. Çukurun tam üstünde duş vardır. Böylece, bir tutuklu tuvalette otururken ötekiler vücutlarını ya da bulaşıklarını onun tepesinden uza­narak yıkamak zorundadırlar. Böyle bir odada, on tutuklu günde yirmi üç saat geçirmek zorundadır. Bütün tutuklular günde yarım saat 5 m'ye 15 m büyüklüğünde beton bir avluda yürüyüşe çıkmak zorundadırlar.

Tutukluların çoğu devamlı çektikleri işkenceden ya da cezaevin- deki acımasız yaşam koşullarından ötürü hastadır.154

İsrail Cezaevlerinde Günlük Uygulamalar

Siyasi tutuklular sık sık yaptıkları açıklamalarda gerek 1967 önce­si İsrail, gerekse 1967 sonrası işgal bölgelerindeki tutukevleriyle ceza- evlerindeki koşulların kendilerini fiziksel ve psikolojik yönden çökert­mek üzere hazırlandığını söylerler.

Dayak: 1967 öncesi İsrail ile işgal bölgelerindeki bütün hapisha­nelerde tutuklulara dayak atılır. Bu, Ramle’de zindanlarda ya da "tecrit hücrelerinde" uygulanır. Bir grup cezaevi görevlisi tutuklunun üstüne çullanıp yumruk, postal ve zindan hücrelerinin yanındaki bir dolapta

sakladıkları tırpan sapından yapılma sopalarla döverler.

Damım hapishanesindeki dayak ise daha ilkel biçimdedir. Avluda herkesin gözü önünde uygulanır. En acımasız gardiyanlar "Posta"dan sorumludurlar. Bu, Ebu Kebir'deki tutukevinden Şatta hapishanesine haftada üç sefer yapan tutuklu nakil aracıdır. Aşkelon ile Beer-Şeba ha­riç, İsrail'deki bütün hapishanelere uğrar. "Posta"nın her yolculuğu feci dayaklarla biter. En ufak bir gerekçeyle Posta muhafızları kurbanı bir sonraki Posta istasyonunda araçtan indiıip "tanınmayacak hale gelince­ye kadar döverler."

Tecrit: Tecrit, yasal bir ceza değildir. Gerçekten de, 1 m'ye 2.5 m'lik hücrelerde günde yirmi üç saat ve de aylarca kalmaya dayanabilen insan çok azdır. Buna rağmen öz saygısını korumaya yönelik en ufak bir söz söylemeye kalkışan her tutuklu soluğu tecrit hücresinde alır.

Çalışma: Cezaevinde çalışma, zorla çalışmadır. "Tutuklulann ha­yatlarını zindan etmeye yarayacak bir yöntem"155 olarak kullanılır. Siya­si tutuklular kasten, İsrail ordusuna çizme, kamuflaj ağı, vb. malzeme imal etme işlerine koşulurlar. Bunları yapmayı reddedenler ise üzerle­rinde kantin için nakit para bulundurma, hücre dışında vakit geçirme, ki­tap, gazete, yazı malzemesi edinebilme gibi "ayrıcalıklar"dan yoksun kalırlar. Bazıları ise tecrit cezasına çarptırılırlar.

Bu çalışmaya karşılık olarak verilen ortalama ücret, saat başına yarım dolardır. Zoraki çalışma fiziksel ve duygusal stresi arttırmakta kullanılır. Aynı zamanda da bir sömürü aracıdır.

Gıda: Cezaevlerinde beslenme yetersizdir ve gıda bütçeleri en az­da tutulur. Et, sebze, meyve tayınlarına çoğunlukla personel tarafından el konur. Yumurta, süt, taze domates ise tutuklular için lüks sayılır.

Sağlık Bakımı: 1975'de Damun'daki bir tutuklu bileklerini ve ba­caklarını kesti. Arkadaşları gardiyan çağırdılar. Üç gardiyan geldi. Has­tabakıcı olanı hücre kapısını açtı, tutukluyu yakaladığı gibi tek kelime söylemeden suratına sopayla defalarca vurdu. Tutuklu yere düşünce de bu kez durmadan tekmelemeye başladı.

Tutuklular elverişsiz binalarda tutulurlar. Yazın bunaltıcı sıcaktan çok çekerler. Kışın ise nem "iliklerine" işler. Ramİe cezaevinde kişin tu- tukluların üçte bilinin dondurucu soğuktan elleri ayakları şişer. Buluna­bilen tek ilaç vazelindir, ama ona da ender olarak izin verilir.

Birkaç aydan fazla içerde kalan tutuklular cezaevinden kalıcı sa­katlıklarla çıkarlar. Işıklandırma koşulları o kadar kötüdür ki tutuklular göz bozukluklarından şikayet ederler. Böbrek rahatsızlıkları ve ülserin

tutuldular arasındaki oranı genel nüfusun beş katıdır.

" Asafir": 1977'den beri tutuklular işkencenin her cezaevinde kü­çük bir grup işbirlikçi tarafından da yürütüldüğünü bildirmektedirler. Bu işbirlikçiler gerçek tutuklu olmayıp öyle görünen jurnalcılardır’. îster iş­birlikçi tutuklular olsun, ister cezaevine yerleştirilmiş jurnalcılar, bu uy­gulama kurumlaştırılmıştır. Her cezaevinde ve tutukevinde işbirlikçiler ya da "asafir" -diğer deyişle "ötücü kuşlar”- için özel odalar ayrılmıştır. ''Asafir” arasında acımasızlıklarından ötürü seçilmiş birçok azılı cani bulunmaktadır. Bir bölümü de siyasi bir geçmişleri olmadığı halde siya­si suçlardan dolayı tutuklananlardan seçilir. Bu sonuncular gördükleri hizmetlere uygun olarak bir takım ayrıcalıklardan yararlanırlar.

İç İçe Olgular

İsrail'in demokratikliği ve insancıllığı konusunda çıkarılan onca safsataya karşılık, gerek burada sayılıp dökülen kanıtlar, gerekse Filis­tin’deki Siyonist sömürgecilik ve iktidar üzerine yapılan tüm araştırma­larda toplanan kanıtlar, yüzeydeki bu görünümü siler süpürür.

Burada incelenen olgular ne tek başına olgulardır, ne de olağanüs­tü koşulların sonucudurlar. Burada sayılmayan olgulardan da temelde bir farklılıkları yoktur. İşkenceciler hastaneden kaçmış akıl hastaları de­ğildir. Emir komuta zincirine göre iş gören İsrail polisiyle güvenlik ser­vislerine bağlı bölümlerin elemanlarıdırlar.

Filistinlilere yapılan muameledeki tek ölçüt, şiddettir. Bu insanlar ister pazara ürün götüren çiftçiler olsun, ister taş atan gençler, ister 1967 öncesi İsrail'in veya 1967 ve sonrasında işgal edilen bölgelerin Filistinli yurttaştan, bu hiç değişmez. İşkence, yasal sistemin temel öğesi, baskı, itirafa giden yol, itiraf da mahkûmiyet için esastır.

Mahkûmlara yapılan muamele iktidardaki partiye göre değişmez. Başbakan Menahem Begin Filistinlileri "iki ayaklı hayvanlar" olarak ta­nımlıyor olabilir, ama Filistinli tutuklunun maruz kaldığı vahşet işçi Ko­alisyon hükümetleri baştayken de aynıdır. Eski başbakan David Ben Gurion'un dediği gibi, "Askeri rejimin varlık amacı, Yahudilerin yerleş­me hakkını her yerde korumaktadır."156

XII-Fetih Stratejisi

1982'de, bir yandan Lübnan'ın işgali ile Beyrut, Sayda ve Sur çev­resindeki kamplarda yaşayan Filistinlilerin katliamı için ileri hazırlıklar tamamlanırken, Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Enformasyon Daire- si'nin yayın organı olan Kivunim'de (Yönler) önemli bir belge yayım­landı. Yazan Oded Yinon eskiden Dışişleri Bakanlığı ile ilişkisi olan bir kimse olup söz konusu yazıda İsrail'de gerek ordu, gerekse haberalma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısını sergilemek­tedir.

"1980’lerde İsrail için bir Strateji" başlıklı yazı Arap devletlerinin kopuşması temelinde İsrail’in bölgede yayılmacı güç olarak sivrilmesi­nin zamanlaması konusunda bir program taslağı içerir. Ortadoğu'daki yoz rejimlerin güçsüzlüklerinden söz ederken Yinon, kasıtsız bir biçim­de, bu rejimlerin halkın gereksinimlerine sırt çevirişlerini ve gerek ken­dilerini, gerekse kendi halklarını emperyalist boyunduruğa karşı savun­maktaki beceriksizliklerini olduğu gibi gözler önüne serer.

Böl-Yönet

Yinon, eski Dışişleri Bakanı (İşçi Partili) Abba Eban'ın Arap Do­ğusu nun bir etnik farklılıklar "mozayiği" olduğu yolundaki düşüncesini yeniden ortaya atar. Buna göre, bölgeye uygun yönetim biçimi, Osmanh İmparatorluğu zamanındaki Millet sistemidir. Bu sistemde yönetim dü­zeni, farklı etnik toplulukların başındaki yerel memurlara dayanıyordu.

"Bu alem, etnik azınlıklarıyla, hizipleriyle, iç bunalımlarıyla Lüb­nan, Arap olmayan İran ve şimdi de Suriye örneklerinde görüldüğü gibi, kendi kendini tüketir bir haldedir ve bu haliyle, yüz yüze bulunduğu te­mel sorunlarla başa çıkmaya muktedir değildir."157

Yinon bunların ardından Arap ulusunun bölük pörçük edilmeyi bekleyen kolay kırılır bir kabuk olduğunu ileri sürer. İsrail, Siyonizmin ortaya çıkışından beril izlediği politikaları sürdürmeli, hizipler ve toplu­luklar arasından taraftarlar bulup bunların İsrail’in çıkarları doğrultusun­da öteki topluluklardan hak talep etmelerini sağlamalıdır. Yinon’a göre bu her zaman mümkündür, çünkü:

"Müslüman Arap alemi, buralarda yaşayan insanların dilek ve arzu­lan hiç dikkate alınmadan yabancılar (1920'lerde Fransız ve tngilizler) ta­rafından bir araya getirilmiş, iskambil kağıtlarından yapılma geçici bir ev gibidir. Keyfi olarak ondokuz devlete bölünmüştür. Herbiri birbirine düş­man azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuştur. Dolayısıyla bugün her Müslüman Arap devleti içten etnik toplumsal çöküntü tehditi altında­dır; bazılarında ise iç savaş kaynaşması başlamıştır bile."158 (Bugün Araplann çoğu, 170 milyonun 118 milyonu, Afrika'da, öncelikle de Mı­sır'da-45 milyon-yaşarlar.)

Seksenlerdeki "yeni" strateji eski emperyalist böl-yönet politikası­dır. Bunun da başarısı herşeye göz dikmiş emperyal bir düzenin emirle­rini harfiyen yerine getirecek yoz despotların sağlama alınmasına bağlı­dır.

"Şu kocaman, kırık dökük dünyada birkaç zengin grup ve bir de dev bir yoksullar kitlesi vardır. Çoğu Arap'ın ortalama yıllık geliri 300 dolar­dır. Lübnan bölündü, ekonomisi parçalanıyor, merkezi otorite yok, bunun yerine beş tane, oldu-bittiyle işbaşına gelmiş mutlak otorite var."159

Lübnan'ın Bölünmesi

Lübnan bir modeldi ve Şaret günlüklerinde belirtildiği gibi İsrail­liler tarafından otuz yıl boyunca bu role hazırlanmıştı. Bu model gerek ‘ Herzl ve Ben Gurion tarafından geliştirilen yayılmacı zorbalığın, gerek­se Şaret günlüklerinin mantıksal uzantısıdır. Lübnan’ın bölünmesi fikri 1919'da ortaya atılmış, 1936'da planlanmış, 1954'de fiilen başlatılmış, 1982'de de tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir.

"Lübnan'ın beş bölgeye bölünmesi Mısır, Suriye, Irak ve Arap yarı­madası dahil bütün Arap alemi için emsaldir ve o yolda da derlenmekte­dir. Sonradan Suriye ve Irak'm da Lübnan'da olduğu gibi etnik ve dini ba­kımdan ayrı ayrı bölgelere bölünmesi İsrail’in uzun vadede Doğu cephe­sindeki birinci hedefidir. Kısa vadedeki hedefi ise bu devletlerin askeri gücünün dağılmasıdır."160

Suriye'nin Parçalanması

"Suriye, etnik ve dini yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan'da

olduğu gibi çeşitli devletlere ayrılacaktır. Böylece kıyıda bir Şii Alevi devleti, Halep bölgesinde Sünni devleti, Şam'da buna düşman başka bir Sünni devleti ve Havran, kuzey Ürdün ve belki bizim Golan'da (Golan Tepeleri 1967'de İsrail tarafından işgal edilmişti) bir Dürzi devleti. Böyle bir devlet uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef bugün artık erişebileceğimiz kadar yakındır."161

Her Arap devleti nasıl parçalanacağı göz önüne alınarak incelenir. Yinon, ordusunda dini azınlık grupların bulunduğu her yerde bir fırsat görür. Suriye bu nedenle seçilmiştir.

"Bugün Suriye ordusunun büyük bölümü Sünni olmakla beraber başlarında Alevi subaylar vardır. Irak ordusu ise Şiidir, ama subayları Sünnidir. Bunun uzun vadedeki önemi büyüktür ve bunun içindir ki ordu­nun sadakati uzun ömürlü olamaz."162

Yinon daha sonra incelemesine devam ederek Lübnan'da, Gü- ney'de Binbaşı Haddad'a, Beyrut çevresinde de Cemayellerin Falanjist­lerine mali destek sağlayarak çıkarılan "iç savaş’Tn Suriye'ye ne şekilde sıçratılabileceğini hesaplamaya girişir.

"İktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suriye'nin temelde Lüb­nan'dan hiç farkı yoktur. Ama bugün Sünni çoğunluk ile iktidardaki Şii Alevi azınlık (nüfusun yalnızca %12'si) arasında sürmekte olan gerçek iç savaş içteki sorunun vahimliğini gözler önüne sermektedir."163

İran'a Saldırı

Amerikan emperyalizminin baş yardakçılarından, 1953'te bir CIA darbesiyle başa getirilen İran Şahı'na karşı başlatılan devrimci başkaldı­rı, tüm Ortadoğu'da devrime giden yolu açmış gibiydi. Bütün bölgede Şii Müslümanların itibarının artması - ki bunlar en yoksul ve yoksun ke­simdi - İsrail ile patronu ABD'nin korkulu rüyası haline gelmekle kal­madı, Amerikan hegemonyasına karşı mücadele bütün etnik gruplar ve uluslar arasında da birden parlayan bir ilgi uyandırdı.

İşte Irak'ın, İran'ın petrol üretiminin ve rafinelerinin bulunduğu güney bölgesi Kuzistan'a yaptığı saldırıya göz yumulmasının ardında yatan nedenler bimlardı. Tıpkı Yinon gibi, İsrail ve ABD'deki planlama­cılar da şunu hesaplıyorlardı:

İran’ın petrolce zengin olan bu bölgesi Arap azınlığın yaşadığı yer olduğuna göre, bölge nispeten kolay bir biçimde İran’dan koparılabilir- di. Irak'tan gelecek bir saldırının bu nedenle Kuzistan'daki Arap azınlık tarafından sempatiyle karşılanacağı tahmin ediliyordu. İran etnik grup­lardan oluşan bir ulustur: 15 milyon İranlı (Farisi), 12 milyon Türk, 6 milyon Arap, 3 milyon Kürt, Beluciler, Türkmenler ve daha küçük mil­liyetler.

"Aşağı yukarı İran’ın nüfusunun yarısını Farsça konuşanlar, öteki yarısını da Türkler oluşturur. Türkiye'nin nüfusunu oluşturanlar ise Türk Sünni Müslüman çoğunluk (%50 civarında) ve iki büyük azınlık, 12 mil­yon Şii Alevi ile 6 milyon Sünni Kürttür. Afganistan'da 5 milyon Şii nü­fusunun üçte birini oluşturur. Sünni Pakistan'daki 15 milyon Şii bu devle­tin varlığı için büyük bir tehdit unsurudur."164

Varsayıma göre, İran, petrol üretilen bölgelerinin işgal yoluyla koparılması sonucu parçalanabilirdi. Şah'm ulusal azınlıkları baskı altın­da tutma politikası Humeyni tarafından da sürdürülmüştü. Humeyni'nin atamış olduğu bölge valisi Amiral Madani eliyle Arap azınlık üzerinde yürütülen baskı, CIA ile İsrail'in Mossad’ını Irak'taki rejimi istilaya kış­kırtma konusunda cesaretlendirmişti.

Uzun sözün kısası, Arap aleminin doğusunda kalan öteki rejimler gibi, iktidardaki askeri oligarşiler ile monarşiler de en güçlü olanın ya­nında yer almaya hazırdılar.

Ancak, İran'ın Kuzistan bölgesindeki rafineri kentleri olan Aba­dan ile Ahvaz'daki petrol işçileri ileri düzeyde politize olmuşlardı. Bu işçiler Musaddık 1952’de Anglo-İran Petrol Şirketi'ni millileştirdiğinde Ulusal Cephe'nin belkemiğini oluşturmuşlardı. Ayrıca, İran Komünist Partisi (Tudeh) petrol işçileri arasında güçlüydü. 1979'da Şah'ı deviren devrimi sonuca ulaştıran, bu işçilerin başlattığı genel grevdi.

Irak'ın saldırısı geri tepti. Arap azınlık bunu devrimin kendisine yönelik bir saldırı olarak gördü. ABD ve İsrail'in politikası şimdi her iki tarafı birden silahlandırıp savaşı elden geldiğince uzatmak, böylece •İran'ın zaferine engel olmaktı.

Yinon bu stratejiyi açıkça belirtiyordu:

"Araplar arasındaki her türlü ayrılık kısa vadede bizim işimize yarar ve tıpkı Suriye ve Lübnan'da olduğu gibi Irak'ı da mezheplere bölme ko­nusundaki daha önemli hedefe gidiş yolumuzu açar."165

Birleşik Devletler ve Suudi Arabistan krallığı (Suriye'ye 10 mil­yar dolarlık yardımı var) İran'a karşı bir silah ambargosu oluşturup Irak'a büyük miktarda silah yardımı yaptılar. Mısır ile Ürdün Irak'ı des­teklediler. Bu arada Sovyetler Birliği ile Birleşik Devletler birlikte Irak'ı silahlandırırken, Sovyet bürokrat liderleri ABD yöneticileriyle nüfuz paylaşımında kendilerine avantaj sağlamak için Arap rejimleri üzerinde­ki etkilerini kullanmaya çalışıyorlardı - ve bütün bunlar da yoksulluk içinde kıvranan Arap halklarının yaşamları pahasına oluyordu.

Hedef Irak

Yinon, bir yanda ABD Irak'ı silahlandırırken öbür yanda İsrail'in Humeyni'ye silah vermesinin ardındaki nedenleri şöyle açıklıyor:

"Irak, bir yandan petrol bakımından zengin, öte yandan da içte bö­lük pörçük bir ülke olarak İsrail için sağlam bir hedef olmaya adaydır. Irak'ın bölünmesi bizim için Suriye'nin bölünmesinden çok daha önemli­dir. Irak, Suriye'den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail için en büyük teh­like Irak'm bu gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak'ı parçalayıp, bize karşı büyük bir cephe oluşturmadan kendi içinde çökmesine neden olacak­tır."166

Siyonistler Irak'm iç savaşta parçalanmasını planlarken ileri hazır­lıklar da yapılır. "İç çatışma ve iç savaşın tohumlan bugün apaçık orta­dadır, özellikle Humeyni'nin İran'da iktidara gelmesinin ardından. Nite­kim Iraklı Şiiler de kendisini doğal liderleri olarak görmektedirler. "*67

Yinon, varolan rejimlerde Arap toplumunun zayıf yanlarından söz ederken, istemiyerek halkın iktidar ve karar mekanizmalannm nasıl dı­şında bırakıldığını söyleyip, Arap rejimlerinin halkı temsilden uzak nite­liklerini, buna bağlı güçsüzlüklerini ve Siyonist yayılmaya karşı korun­mak amacıyla ABD'nin gücü ve nüfuzuna bel bağlamalarının yararsızlı­ğını vurgular. Herşey söylenip yapıldıktan sonra hepsi için de aynı yazgı biçilmektedir. Bunun için de gündemde olan, eğer değil, ne zaman'dır:

"Irak, çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olmasına karşın özde komşularından farklı olmayan bir ülkedir. Nüfusun yüzde atmış be­şinin hiçbir siyasi katılımı yoktur; iktidar yüzde yirmilik bir seçkin taba­kanın elindedir. Ayrıca, kuzeyde büyük bir Kürt azınlık vardır ve iktidar­daki rejim, ordu ve petrol gelirleri güçlü olmasa Irak'm gelecekteki duru-

mu Lübnan'ın geçmişteki durumundan, ya da Suriye'ninkinden farklı ol­maz."168

Irak devletini parçalamak cebir işlemi çözmeye benzemez. İsrail, parçalanmanın ardından kurulacak uydu devletlerin sayısını saptamış, nerelere kurulacaklarını ve kimlerin üzerinde egemen olacaklarını karar­laştırmıştır.

"OsmanlIlar zamanında Suriye'de olduğu gibi bugün Irak'ın etnik ve dini farklılıklara göre bölgelere ayrılması mümkündür. Böylece üç büyük kent olan Basra, Bağdat ve Musul'un çevresinde üç (veya daha fazla) dev­let oluşacak, güneydeki Şii bölgeleri kuzeydeki Sünnilerden ve Kürtler- den ayrılacaktır."169

İsrail, gerek yoksulluğun yarattığı etkilerden, gerekse yabancılaş­mış bir halkı denetim altında tutmak zorunda olan rejimlerin bu yoksul­luktan kaynaklanan istikrarsızlığından azami yarar sağlama arayışmda- dır. Buna bağlı olarak, Siyonistlerin Arap rejimlerini istikrarsızlığa itip bu ülkeleri parçalama arzulan ABD tarafından sıcak karşılansa da, za­manlama ve uygulama yönünden Pentagon'un gözünde ihtiyatı gerektir­mektedir, çünkü Siyonizmin ve ABD emperyalizminin bölgeyi denetim altında tutmak için ihtiyaç duydukları savaşın ve dıştan yönetilen iç bö­lümlerin İran'da - ve şimdi de Batı Şeria ile Gazze'de - olduğu gibi toplu ayaklanmalara yol açma tehlikesi her zaman vardır.

Devrimci değişimin hayaleti İsrail ve Amerikan yöneticilerinin korkulu rüyasıdır. Bu aynı zamanda mücadeleyi sonuna kadar götürecek devrimci bir liderliğin hayati önemini de kuvvetle ortaya koyan bir gö­rünümdür. Örneğin, FKÖ'nün kendi ezilen halkına başvuracak yerde bölgenin baskıcı rejimlerinden medet ummaya kalkışması onu bir çık­mazdan öbürüne savuran bir tutum oldu.

Liderliğin ihmalkârlıkları kaçırılan fırsatlarla orantılıdır. Arap re­jimlerinin kendi ülkelerindeki ulusal azınlıklar üzerinde uyguladıkları baskıyı anlatırken Yinon şunu görür:

"Bu tablo ekonomik tabloyla yan yana getirildiğinde bölgenin tü­münün nasıl iskambilden ev gibi yapılandığını, kendi ciddi sorunlarıyla baş edemez halde olduğunu görürüz."170

İncelenen her ülkede temelde aynı koşullarla karşılaşılır: "İsrail'in doğusundaki tüm Arap devletleri iç çatışmalar dolayısıyla Mağrip'teki- lerden (Kuzey Afrika) daha da parçalanmış, çökmüş ve karışmışlar­dır."171

Mübarek'e Oynanan Oyun

Siyonistlerin "güvenlik" konusuna verdikleri önemin edebiyatını yaparken takındıkları alaycı ve ahlak dışı tavır hiçbir yerde Yinon'un Mısır değerlendirmesindeki kadar şeffaf olamaz. İsrail'in 1967'de Sina, Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepeleri'ni ele geçirmesinin ardından Se­dat'ın ortaya çıkıverişi, ABD'ye. bu en kalabalık nüfuslu Arap ülkesinin, İsrail’in yayılmacılığıyla Amerika'nın hegemonyacı politikasının önünde bir set oluşturmasını engelleme fırsatı verdi. Mısır'ın böylece muhalefet­ten çekilmesi sadece Filisin halkına değil, tüm Arap dünyasına vurulan bir darbe oldu.

Mısır'ın Faruk dönemiyle bile kıyaslanmayacak ölçüde yeniden emperyalizme bağımlı hale gelmesi Mısırlılar arasında büyük tepki ya­rattı. ABD bugüne kadar Mısır'a yardım, örtülü yardım ve borç adı altın­da yaklaşık 3 milyar dolar akıttı. Bu açıdan Mısır İsrail'den sonra ikinci gelmektedir ve bu da Mübarek hükümetinin rolünün önemini ortaya ko­yar. Bununla beraber, yaşam standardı da hızla düştü.

Sedat, sömürgeci İsrail devletini tanıyarak sadece Filistin halkına ihanet etmekle kalmadı, doğudaki Arap ülkelerini de Oded Yinon'un be­lirttiği niyetlere kurban etti.

Bu stratejik analizden çıkan sonuç, Siyonist hareket için herşeyin bir zaman tablosu üzerinde yazılı olduğu, her bölgenin fetih ya da yeni­den fetih için işaretlendiği ve bir fırsat hedefi olarak kabul edildiği, an­cak bu arada uygun bir güçler dengesi anını ve yararlı sonuçlar sağlaya­cak bir savaş durumunu beklediğidir.

"Bugünkü iç siyasal görünümüyle Mısır tam bir ölüdür; hele hele, Müslüman ve Hristiyan alemleri arasındaki gitgide derinleşen uçurumu da göz önüne alırsak, bu daha da doğrudur. Mısır'ı farklı coğrafi bölgelere ayırmak İsrail’in 1980’lerde batı cephesinde güttüğü siyasi hedeftir." 172

Sedaf m Mısır’ı yeniden Faruk dönemindeki yeni-sömürge konu­muna döndürmesine karşılık Sina ödül olarak bu ülkeye geri verilmişti. Ne var ki İsrail'in gözünde bu pek de kalıcı bir durum değildi.

"İsrail uzun vadede, ekonomik açıdan olsun, enerji rezervi olarak

olsun, stratejik öneme sahip olan Sina üzerinde denetimi yeniden sağla- ■ mak için doğrudan veya dolaylı harekete geçmek zorunda kalacakır. Mı­sır içteki sorunları nedeniyle askeri stratejik bir sorun yaratmamaktadır. Dolayısıyla, 1967 savaşı sonrasındaki yerine itilebilir."173

Yinon bundan sonra Lübnan, Suriye ve Irak'ı doğramakta kullan­dığı neşteri bu kez Mısır'a daldırır:

"Mısır birden çok iktidar odağına bölünmüştür. Eğer Mısır parçala­nırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü biçimle­riyle varlıklarını sürdürmeyip Mısır’ı izleyeceklerdir. Yukarı Mısır'da, çok sınırlı güce sahip ve merkezi hükümetten yoksun bir takım zayıf devletle­rin yanıbaşmda kurulacak bir Hristiyan Kopti devlet tasarısı, ancak banş antlaşması ile ertelenebilen, fakat uzun vadede kaçınılmaz görünen bir ta­rihsel gelişmeninin anahtarıdır."174

Öyleyse Camp David, Mısır ve Sudan'ın çözülmesini hazırlamak üzere yapılan taktik bir numaraydı:

"Bugün Müslüman Arap dünyasındaki en parçalanmış devlet olan Sudan birbirine düşman dört gruptan oluşur: Arap olmayan Afrikalılar, Putperestler, Hristiyanlar ve bunların oluşurduğu çoğunluk üzerinde azın­lık egemenliği kurmuş olan Sünni Müslüman Araplar. Öte yandan Mı­sır'da, ülke genelinde çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlara karşılık Yukarı Mısır’da güçlü olan yedi milyonluk Hristiyan azınlık bulunmakta­dır. Bunların hepsi kendi devletlerini kurmak isteyeceklerdir ve bu da Mı­sır'da "ikinci" bir Hristiyan Lübnan gibi birşey olacaktır."175

Mısır, Cemal Abdülnasır'ın Kral Faruk'u devirip Arap dünyasını kendi Arap birliği hayalleriyle yerinden oynattığı yerdir. Ne var ki bu birlik, bütün bölgeyi saracak devrimci bir mücadele yerine, oligarşik re­jimler arasında kurulacak hayali bir federasyona dayanıyordu.

Yarın Suudiler

İsrail'e göre, eğer Nasır’ın Mısır'ı ikinci bir Lübnan gibi "parçala- nabilmişse", Suudi Arabistan daha da az dayanabilecektir, çünkü Mo- narşi’nin günleri sayılıdır.

"Tüm Arap yarımadası iç ve dış baskılar dolayısıyla parçalanmaya

doğal olarak adaydır ve bu son, özellikle S. Arabistan için kaçınılmazdır.

"Bütün Körfez prenslikleri ve Suudi Arabistan, içinde sadece petrol bulunan, kumdan, yıkıldı yıkılacak bir yapı üzerinde kurulmuşlardır. Ku­veyt'te Kuveytliler nüfusun sadece dörtte biridir. Bahreyn'de Şiiler çoğun­luktaysalar da iktidardan yoksundurlar. Birleşik Arap Emirlikleri'nde yine Şiiler çoğunluktadır, ama iktidar Sünnilerin elindedir."176

Öte yandan şu da kuşku götürmez bir gerçektir ki, Arabistan için geçerli olan Körfez için de geçerlidir:

"Umman ve Kuzey Yemen için de durum aynıdır. Marksist [aynen aslındaki gibi] olan Güney Yemen'de bile hatırı sayılır bir Şii azınlık bu­lunmaktadır. Suudi Arabistan'da nüfusun yarısını Mısırlılardan ve Ye­menlilerden oluşan yabancılar oluşturur, ama iktidar Suudi azınlığın elin­dedir."177

Filistin'i İnsansızlaştırma

Yinon en acımasız değerlendirmesini Filistinliler üzerine yapar. Bu insanların kendi ülkelerinde egemenlik sahibi olma arzusundan hiç­bir zaman vazgeçmediklerini üstüne basa basa söyledikten sonra Siyo­nizmin bunu mutlaka kırıp tüm Filistin'i ele geçirmesi gerektiğini savu­nur.

"İsrail'in '67'deki sınırlarıyla bunun berisinde kalanlar, yani ’48’de- kiler, Araplar için hiçbir zaman bir anlam taşımamıştır ve bugün bizim için de bir önemi yoktur.''178

Filistinliler sadece Batı Şeria ve Gazze'den değil, Galile ile 1967 öncesi İsrail'den de atılmalıdır. Tıpkı 1948'de olduğu gibi dağıtılmalıdır­lar.

"Dolayısıyla, nüfusun dağıtılması en yüksek düzeyde iç stratejik amacımızıdtr, aksi takdirde hiçbir sınır dahilinde var olmamız mümkün olmayacaktır. Yahudiye, Samiriye ve Galile bizim ulusal varlığımızın bi­ricik garantisidir ve eğer biz dağlık bölgelerde çoğunluğu elde edemezsek bu ülkeye hiçbir zaman egemen olamayız ve sonunda da Haçlıların duru­muna düşeriz. Onlar bu ülkeyi ellerinden kaçırdılar, çünkü zaten onların değildi, ta başından yabancısıydılar buranın. Bugün ise bizim en yüce ve en temel amacımız ülkeyi demografik, stratejik ve ekonomik bakımdan yeni bir dengeye oturtmaktır."179

(Bugün İsrail'in denetiminde olan bölgelerde yaşayan Filistinlile­rin- yani Gazze Şeridi, Batı Şeria ve 1967 öncesi sömürge bölgeleri - sa­yısı yaklaşık 2.5 milyondur. Filistinliler 5.4 milyon civarındada. Filistin halkının yandan fazlası yurtlarından sürülmüş ve dünyanın dört bir ya­nına dağılmışlardır. Öte yandan önemli sayıda Filistinli de doğudaki Arap ülkelerinde yaşamaktadır ve bu insanlar oralarda her türlü baskı ve ayırıma göğüs germektedirler. Bu ülkelerin genel nüfuslanna göre Filis­tinlilerin oranları. Suriye. Ürdün ve Lübnan'da % 37.8, öteki Arap dev­letlerinde ise % 17.5'tur.)

Ortadaki soru, özellikle İsrail'in bölgedeki tüm stratejisi buna da­yandığına göre, Filistin halkının yaşadıkları topraklardan, yine İsrail'in denetiminde ne şekilde çıkartılacağıdır.

"Doğu cephesindeki hedeflerimizi gerçekleştirmek öncelikle bu iç stratejik hedefin gerçekleşmesine bağlıdır.”180

Ürdün: Kısa Vade

Bunun başarılmasında kullanılacak yöntem titiz bir çalışma ge­rektirir, ki bu da Siyonistlerle Amerikalıların Filistinlilerin Ürdünlüler tarafından temsili konusuna verdikleri önemi açıklamaya yönelik bir başlangıçta.

"Ürdün, uzun vadede değil ama, kısa vadede yakın bir stratejik he­deftir, çünkü kısa vadede (abç) dağılıp Kral Hüseyin'in uzun süren salta­natı sona erdikten sonra ve iktidar Filistinlilere geçtikten sonra bir tehdit unsuru olmaktan çıkacakta."

"Ürdün'ün bugünkü yapısıyla uzun süre var olabilmesi mümkün de­ğildir ve İsrail'in politikası da, savaşta ve barışta, Ürdün'ün bugünkü reji­minin tasfiye edilip iktidarın Filistinli çoğunluğa devredilmesine yönelik olarak işletilmelidir.”181

Ürdün'deki Haşimi Monarşi, çöl ortasındaki çok sınırlı kaynakla­rıyla, Suudi palasına ve ABD-İsrail askeri şemsiyesine bağımlılığıyla hiç de kendi başına egemen değildir. Öte yandan, kamplarda yaşayan Filistinli çoğunluğun üzerinde kurduğu yönetim biçimi, bütün devlet hizmetlerini görenler onlar oldukları halde, alabildiğine zalimcedir. Fi­listinlilerin siyasi söz hakları yoktur ve İsrailliler tarafından Batı Şeria ve Gazze'den bir kez atıldıktan sonra, artık her gün Ürdün polisi tarafın­dan çağrılarak huzursuz edilirler.

Haşimi rejiminin devrilmesi, Jabotinsky'nin 1940'da Hitler'in söz­lerinden alıntılayarak "nüfus transferi" olarak adlandirıldığı şeyle aynı zamana rastlamalıdır.

"Şeria nehrinin doğusundaki rejimi değiştirmek, batısında, Arapla­rın yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki sorunların çözümünü de sağlaya­caktır. İster savaşta, ister barışta, bölgelerden göç ile bölgelerdeki ekono­mi ve doğum-ölüm oranlarındaki durgunluk, nehrin her iki yakasında da ortaya çıkmakta olan değişimin güvencesidir ve bizler de bu süreci en ya­kın gelecekte hızlandırmak için çalışmalıyız.

"Özerklik planı da başka her türlü uzlaşma veya bölgelerin paylaşıl­masında olduğu gibi reddedilmelidir, çünkü... bu ülkede şimdi olduğu gi­bi iki ulusu birbirinden ayırmadan, yani Arapları Ürdün'e, Yahudileri de nehrin batısındaki bölgelere göndermeden var olmayı sürdürmek müm­kün değildir."182

Oded Yinon'un programı, sömürgecilik zamanından beri gözde olan "böl ve yönet" formülünü esas alır. Örneğin, Lübnan ilk kez 1919'da hedef olarak seçilmişti. Savaş kisvesi, bu tertiplerin kısa ya da uzun vadede iyi sonuç vermesi için önkoşul olmuştur. Yeni-sömürgeci- lik, sömürgeci egemenliğinin tercih ettiği yöntemdir, çünkü işgaller, Che Guevara'nm da belirttiği gibi, emperyalizme kaldırabileceğinden fazlasını yüklemektedir.

Özellikle Siyonistler, görece sınırlı nüfusları ile, İsrail'in egemen­liği yolundaki planlarını ancak doğudaki Arap ülkelerinde yeni-sömür- geci tertiplere girerek uygulayabilirler ve bu da emperyalist efendileri­nin desteğiyle olur.

Bu konuda Oded Yinon'un planı, bir zamanlar Herzl'in, Weiz- man'm, Jabotinsky'nin, Ben Gurion'un ve bugün Peres ile Şamir'in izle­dikleri Siyonist planın günümüze ve yakın geleceğe uyarlanmasıdır. Bu­rada Filistinlilere sunulan seçenek "ya bu ya da hiç" biçimindedir, çün­kü Siyonist yöneticilerin asıl tartıştıkları konu, bir işgal planının nasıl ve ne zaman gerçekleştirileceğidir.

Örneğin Moşe Dayan 1956'da Gazze'yi ele geçirdiğinde Ben Gu- rion sinirlenip kendisine şunu söylemişti:

"Gazze'yi insanlarıyla değil, insansız istiyorum; Galile'yi de öyle."

Moşe Dayan ise 1968 Temmuz’unda Golan Tepelerinde Siyonist gençlerle konuşurken şöyle demişti:

"Babalarımız bölünme planında belirtilen sınırlara ulaşmışlardı. Al- tı-Gün Savaşı kuşağı Süveyş, Ürdün ve Golan Tepelerine ulaşmayı başar­dı. Burada bitmiyor. Şu andaki ateşkes hattından sonra yenileri olacak. Bunlar Ürdün'ün ötesine, Lübnan'a, hatta Orta Suriye'ye kadar uzanacak." (London Times, 25 Haziran 1969)

Öte yandan yeni sömürgeci yönetim, Oded Yinon'un da açıkça belirttiği gibi, askeri kudret ile kiralık güçler arasındaki karşılıklı ilişki­ye dayanmaktadır. Arap devletlerini parçalama işi savaş kişvesi altında sürecektir -bu, "blitzkrieg" (yıldırım, ç.n.) saldırılan, bir başka ülkeye ait bir ordu, veya gizli operasyonlar aracılığıyla olabilir. Nihai başan için, satın alınacak ya da ikna edilecek yerel liderlere gereksinim vardır.

Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki, Siyonistler bize sadece ken­di "Mein KampfTarını sergilemekle kalmadılar, aynca yönetimlerinin konum ve devamlılığının mazlum halklar arasından çıkan kötü liderlere de dayandığını kanıtladılar. Siyonizm ile emperyalist efendisinin "böl ve yönet" tertiplerinin sonu yoktur. Eğer, Filistinliler ve Araplar bu fetih planlarına karşı duracaklarsa, toplumun taleplerini pazarlık konusu ya­pan yoz rejimlere son vermeleri gerekecektir. Bunun için de, bu rejimle­rin gerçek yüzünü gözler önüne serecek, Siyonist planları açığa çıkara­cak ve mücadeleyi tüm bölgeye yayacak kararlılıkta bir devrimci lider­lik yaratmak zorundalar.

Dört "Hayır"

Yinon'un düşünceleri ortalamanın çok uzağında değildir. Bu dü­şünceler bugün Şaron ve Begin dönemlerinde Savunma Bakanı olan Moşe Arens ile İşçi Partisi'nce de desteklenmektedir.

İsrail Savunma Bakanlığı'nda görevli yüksek rütbeli subaylardan olan İben Poret, 1982'de Batı Şeria ve Gazze'deki yerleşme alanlarının genişletilmesi konusunda kendisine yöneltilen ahlakçı eleştirilerden çok fazla rahatsız olunca karşılık olarak şöyle demişti:

"Artık şu ikiyüzlülük maskesini çıkarıp atmanın zamanıdır. Geç­mişte olduğu gibi bugün de, bütün Araplar buradan zorla çıkarılmadıkça ne Siyonizm, ne bu topraklardaki yerleşme ne de Yahudi devleti varlığını sürdürebilir."183

İşçi Partisi'nin 1984 siyasi programı İsrail'in ileri gelen günlük gazeteleri Ma'ariv ile Ha'aretz'de tam sayfa olarak yayımlandı. Bu sayfalarda partinin belirlediği "4 Hayır" ilan ediliyordu:

-    Filistin devletine hayır;

-    FKÖ ile pazarlığa hayır;

-    1967'deki sınırlara dönmeye hayır;

-    Yerleşme alanlarının kaldırılmasına hayır.

Bunlara karşılık metnin savunduğu, Batı Şeria ve Gazze'deki yer­leşim yerlerinin sayısının arttırılması, buna paralel olarak da buralara tam destek ve korumanın sağlanmasıydı.

1985'de İsrail Cumhurbaşkanı ve İşçi Partisi'nin ileri gelenlerin­den Haim Herzog, Şaron ile Şamir'in Oded Yinon tarafından da altı çizi­len duygularını şöyle yansıtıyordu:

"Binlerce yıldır bizim halkımızın kutsal saydığı bir ülkeyi tabii ki Filistinlilerle paylaşmaya razı değiliz. Bu ülkeyi Yahudilerle paylaşacak hiç kimse yoktur."184

Camp David'e gelince, Batı Şeria ile Gazze'nin bazı bölümlerinde kurulacak bir Bantustan* dahi bundan sonraki "dağıtım" için sadece bir başlangıçtır. 2.5 milyon Filistinliyi Ürdün'e sürmek ise bir başka geçici önlemdir, çünkü İsrail'in "lebensraum"u (Hitler'in "yaşama alanı" anla­mına gelen ünlü deyişi) Şeria nehriyle sınırlı kalmayacaktır.

"Gelecekteki herhangi bir siyasi durum ya da askeri harekatta şu açıkça bilinmelidir ki, yöredeki Arap sorununun çözümü, ancak onlar îs- , rail'in Şeria Nehri ve ötesine (abç) uzanan güvenli bir sınır içindeki varlı­ğını tanımalarıyla olur, çünkü bu varlık şü girmekte olduğumuz zorlu nükleer çağda hayati ihtiyacımızdır."185

İsrail ve ABD Nüfuzu

Eğer Filistin halkı, örgütlü varlığının İsrail tarafından yok edilme­si tehlikesiyle karşı karşıyaysa, bir gerçeğin altı çizilmelidir. Siyonist devlet, ABD nüfuzunun bölgedeki uzantısından başka biışey değildir.

* Bantustan. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde tamamen siyahlardan oluşan ve sınır­lı özerkliği olan bir bölgedir. Burada, sözcüğün bu anlamından hareketle Batı Şeria ile Gazze'de oluşturulacak bir Filistin özerk bölgesinden söz ediliyor Ç.N.

İsrail'in yok etme planlan, işgalleri ve bölgedeki yayılması hep dünya­daki en büyük emperyalist güç admadır.

İsrail ile ABD arasında zaman zaman başgösteren taktik anlaş­mazlıklar bir yana, yine de baş koruyucusu olmaksızın ayakta kalabile­cek bir tek Siyonist kampanya yoktur. ABD hükümetleri 1949'dan 1983'e kadar İsrail'e askeri yardım, ekonomik yardım, borç, özel bağış, vergiden muaf bonolar ve hediyeler adı altında 92.2 milyar dolar para akıtmışlardır.186

Joseph C. Harsh, 5 Ağustos 1982 tarihli The Christian Science Monitor'da şöyle der:

"Tarihte çok az ülke İsrail’in ABD'ye bağımlılığına eş değer bir ba­ğımlılık yaşamıştır. İsrail'in en önemli silahları ABD'den gelir - bunlar ya hediye olarak verilir, ya da uzun vadeli, düşük faizli borç olarak. Borç olanların da çok azı geri alınır.

"İsrail'in varlığı Washington tarafından sağlama alınmıştır ve paraca da oradan desteklenir. Amerikan silahlan olmasa İsrail, Başkan Reagan'ın vaat etmiş olduğu nicel ve nitel avantajı kaybeder. Ekonomik destek ol­masa İsrail'in itiban yok olur, ekonomisi çöker.

"Başka deyişle, İsrail sadece Washington'un dediklerini yapar. Washington’un sözsüz onayı olmasa hiçbir askeri harekata girmeye cesa­ret edemez. Girdiği zaman ise bütün dünya bunun yine Washington'un sözsüz onayıyla yapıldığını bilir."

İsrail devleti Yahudi halkıyla aynı yer ve zamanda doğmamıştır. Siyonizm, tarihi olarak bir azınlık ideolojisidir. Bir devlet sadece, belli ekonomik ve toplumsal ilişkileri sürdüren bir aygıttır. Bir iktidar meka­nizmasıdır ve amacı da, ne kadar saklanırsa saklansın, itaate zorlamak­tır.

Bugün, apartheid'cı İsrail devletinin sınırları, Hayfa limanına de­mir atmış bir gemiden ibaret kalsaydı bile, böyle bir devletin varlığı in­sanlık için onur kırıcı olurdu. Tıpkı Güney Afrika Cumhuriyeti, Pinoc- het Ş ilişi ya da Amerikan devleti (ulusal gelirin %90'ını elinde tutan % 2'lik azınlığın yönetiminde) gibi, ona karşı da hiçbir vicdani bağlılığı­mız yok.

Kan, Ter ve Gözyaşları

Yaklaşık elli yıl önce bir konuşmacının yanıtlamaya çalıştığı şey, ülkesinin işgali ya da köyleriyle kentlerinin dörtte üçünün boşaltılması değildi. Karşı çıktığı şey, katliam, toplu hapis, toplama kampları veya işkence de değildi. Koskoca bir halkın, toprağı ve mülkü elinden alına­rak bir gecede çadır-kamplarda yaşamaya çalışan çok yoksul mültecilere dönüşmeleri, kaçmaya çalıştıklarında avlanıp her türlü eziyete uğrama­ları değildi karşı çıktığı. Amansız bombalarla, işgal ve oraya buraya sü­rülmeyle geçen kırk yıllık bir mezalim de değildi söylemeye çalıştığı. Bütün yanıt bulmaya çalıştığı şey, topu topu birkaç haftalık aralıklı bombardımandı. Şu unutulmaz nutku çekmişti o zaman:

"Size kan, gözyaşı ve terden başka sunacak birşeyim yok. 'Politika­mız nedir?' diye soruyorsunuz. Ben de diyorum ki, denizde, karada ve ha­vada savaşa devam. Şu kapkara, acılarla yüklü insanlık suçlan listesinin en tepesindeki yerini hiçbir zaman kimselere kaptırmamış olan tiranlığa karşı Tann'nın bizlere verdiği tüm güç ve yeteneklerimizle savaşı sürdür­mek. Politikamız budur."

"Soruyorsunuz, 'Amacımız ne?' diye. Tek sözcükle cevap vereyim: Zafer. Ne pahasına olursa olsun zafer. Tüm bu teröre rağmen zafer. Yol ne kadar çetin ve uzun olursa olsun, zafer. Çünkü zafer olmazsa var ola­mayız. İnanıyorum ki davamızda başarısız olmayacağız ve bunun için de herkesten yardım talep ediyorum."

Ve bir hafta sonra da şunu ilan etti:

"Ne pahasına olursa olsun adamızı savunacağız. Hava alanlarında çarpışacağız. Asla teslim olmayacağız. Hatta, böyle birşeye ufacık bir ih­timal vermiyorsam da, bu ada boyun eğip açlıktan kırılıyor bile olsa, mü­cadeleyi sürdüreceğiz."

Raj'ın, İmparatorluk Rajı’nın başkanı olan Winston Churchill'e bunları söyleten, öte yandan aynı şeyleri Filistinliler için haram sayan nedir? Hiçbir şey. Sadece, toplumumuzdaki bilince renk veren şu her zamanki ırkçılık.

Winston Churchill İngiliz emperyalizminin özellikle Filistin ve Arap dünyasında ateşli bir savunucusuydu. Eğer Churchill’in azgınlık ve saldırganlığa karşı sesini yükseltmeye hakkı varsa, Filistin halkının iş­gale karşı direnmeye, var olmak ve toplumsal adalet için savaşmaya kaç kat hakkı vardu.

XIII- Devrim Stratejisi

Güney Afrika'da altı milyonu aşkın Avrupa kökenli insan yaşar. Afrikaanlar ile İngiliz soyundan olanlar bu ülkede kaç kuşaktır yaşam sürmekteler. Ne var ki, Güney Afrika'daki Siyahlara kendi kaderlerini tayin hakkının verilmesine taraftar olduklarını açıklayanları bir yana bı­raksak bile, çok az insan iki devlet önerisinden yanadır-beyaz Avrupa­lIların oluşturduğu, güvenliği sağlanmış bir devlet ile, ordusu olmayan bir Afrika devleti.

Aslında, Güney Afrika'da ukçı yönetimin korunması için kullanı­lan bu örtüyü geçersiz kılan, tam da Bantustanlar ile getirilen bu tür bir düzen olmuştur.

Benzer şekilde, Cezayir sömürgesi ile Kuzey ve Güney Rodez­ya'daki büyük Avrupalı göçmen toplulukları - bunların çoğu kaç kuşak­tır orada bulunuyorlar - bırakalım oraların mazlum insanlarından gaspe- dilen toprakların üzerinde bir göçmen devleti kurmayı, ayrı bir statü bile edinmemişlerdir.

Tersine, Güney Afrika'da -Cezayir, Zambiya ve Zimbabwe'de ol­duğu gibi- sömürgeleştirilmiş bir halkın kendi kaderini tayin hakkının bir göçmen devletiyle eş tutulamayacağı anlaşılmıştır. Yeni gelenlerin halkı zorla yerinden edip ele geçirilmiş bölge üzerinde hak iddia edebi­leceklerini söylemek abesle iştigaldir.

Peki, madem bütün bunlar evrensel olarak kabul edilen şeylerdir, öyleyse niye iş İsrail'e gelince bu ahlaksızca istisnacılığa sapılır?

Filistin halkından binbir türlü dolapla ırkçı bir İsrail devletini ta­nımasını isteyenler çok iyi bilirler ki, sömürgeleştirilmiş bir halkın hak­ları sömürgecileri kapsamaz.

İsrail'de de, en az Güney Afrika'da olduğu kadar, apartheid'a da­yalı devletin çözülüp, yurttaşlık ve hakların etnik ölçülere göre belirlen­mediği demokratik ve laik bir Filistin’in kurulması adaletin ihtiyaç duy­duğu birşeydir.

Gerçekte, Filistinlilerin insani haklarının sözde savunuculuğunu yapıp bii' yandan da İsrail devletinin kabulü ve tanınmasında İsrar eden­ler, gizliden gizliye de olsa Filistin'deki bir sömürge devletinin bayrak­tarlığını yapmaktadırlar. Taraftarlıkları "her iki" halk için de kendi ka­derini tayin hakkı gibi sahte-sol bir kisveye bürünmüştür. Ne var ki, kendi geleceğini belirleme hakkının bu aldatıcı yorumunun tercümesi İsrail'in affı yolunda üstü kapalı bir çağrıdır.

Pek çok sözde "gerçekçi", ırkçı İsrail'in varoluş "hakkının" Filis­tinliler tarafından tanınmasının, aynı şekilde bir Filistin devletininin ku­rulmasına Siyonistler tarafından izin verileceği günü yakınlaştıracağını söylerler. Ancak, bu rasyonalleştirme çabasının fazla ikna edici bir yanı yoktur, zira Siyonistler kurdukları devletin sözlü olarak kabulüne değil, düpedüz silah zoruna güvenirler.

Filistinlilerin, ülkelerinin zorbaca ele geçirilmesine razı olup, bu­nu böylece meşrulaştırmaları sadece ve sadece Siyonistlerin ekmeğine yağ sürüp, ezilen insanların kırk yıllık inatları sonucu kendi acılarını kendileri yarattıkları yollu iddialarının destek bulmasını sağlayacaktır. İsrail'in en başından beri meşru bir yapıya sahip olduğunun onaylanması demek olacaktır. Ezilenlerin direnme haklarını ta başlangıcından itiba­ren geçersizleştirecek ve Siyonistlerin geçmişte İsrail'e boyun eğip meş­ruiyetini kabul eden Filistinlilerin- sadece bunların -İsrail'le pazarlık hakkına sahip oldukları yolundaki diretmelerine terhel sağlayacaktır. Şeytanın nefesi, onunla düşüp kalkanların sözlerinde hissedilir.

1967'deki sınırlar içinde yaşayan Filistinlilere ne oldu? Yahudile- re ne oldu? Güney Afrika'da ırk ayrımı sona erecek mi, ya da devlet va­roluş hakkını tanıyarak dönüşüme mi uğrayacak? B izler Paraguay ya da Şili halklarının çıkarlarına Stroessner'in, Pinochet'nin meşruiyet iddiala­rını kabul ederek mi hizmet edeceğiz, yoksa kurdukları devletleri onaylayarak mı?

Uluslararası Konferans

Bu sorulara verilebilecek açık cevaplara karşın, bugün yine de İs­rail devletinin yanıbaşında bir Filistin "mini-devlet"inin kurulması ama­cıyla Ortadoğu’da uluslararası bir barış konferansının toplanmasını aktif olarak destekleyen insanların sayısı artıyor.

Örneğin, 10 Ocak 1988'de, Kudüs'te çıkan haftalık Filistin yayın organı El Fecir, Yahudi ve Arap ileri gelenlerinin imzalarını taşıyan bir ilân yayınladı. İlânda "hem İsrail, hem de Filistin'in ulusal haklarını ga­ranti altına alacak" şekilde "İsrail-Filistin çatışmasına barışçı bir çözüm" isteniyordu.

El Fecir'in yazı işleri müdürü Hanna Siniora, 18 Ocak'ta Reuter Ajansı muhabiriyle yaptığı görüşmede böyle bir uluslararası barış kon­feransında İsrail ve Filistin "ulusal haklarının" nasıl garanti altına alına­cağına açıklık getiriyordu.

Siniora, "İsrail, Ürdün ve Filistin devleti arasında Benelux ülkele- rindekine benzer bir birlik" öneriyor, "Batı Şeria, Lüksemburg gibi as­kerden arındırılmalı" diyordu.

"Arafat dahil, Filistinliler özerkliği bağımsızlığa geçişte bir basa­mak olarak kabul edeceklerdir," diyordu Siniora. "Özerklik, sonuçta İs­rail devletiyle FKÖ arasında pazarlığa yol açıp, bu pazarlıkların sonun­da ortaya çıkacak bir Filistin devletiyle sonuçlanacaktır."

Siniora 28 Ocak'ta Washington'da Dışişleri Bakanı George Schultz ile bu öneriyi görüşmek üzere buluştu. Siniora'nm bu görüşmesi FKÖ Başkanı Yaser Arafat'ın İsrail ve ABD ile bir anlaşmaya gitme eğiliminde olduğunu açıklamasından sadece birkaç gün sonra olmuştu. 17 Ocak'ta Associated Press Arafat'ın ilk girişimlerinin haberini geçi­yordu:

"Arafat'a göre, eğer o ülkeler (İsrail ve ABD) Ortadoğu barışı konu­sunda toplanacak uluslararası bir konferansı kabul ederlerse, o da İsrail'in varolma hakkını tanıyacaktır. Beyaz Saray'a göre bu cesaret verici bir işa­rettir..."

"Uydurma" Bir Filistin Devleti

Kennedy ve Johnson yönetimlerinde Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapan George Ball ABD ile İsrail'in uluslararası bir barış konferansına nasıl yaklaşmaları gerektiğini ayrıntılarıyla açıklıyordu. Ball'un yazısının başlığı "İsrail için barış Filistinliler için bir devlete bağlıdır" şeklindeydi ve şöyle diyordu:

"İsrail'in güvenlikle ilgili kaygılan resmi bir antlaşmaya koyulacak tatminkâr ve uygulanabilir önlemlerle giderilebilir. Bu önlemlere dayana­rak, yeni Filistin devletine kendi ordusuna sahip olma hakkı tanınmaz, polis örgütüne verilecek silahların da sayısı ve çeşitleri smırlandmlır.

"Daha da ileri bir önlem olarak antlaşma, bugün Sina'da İsrail'in Mısır'la daha önceden yapmış olduğu barış antlaşması uyarınca çalışır halde bulunan gözetleme noktalarından daha büyük, daha çok sayıda ve daha etkin olanlarının kurulmasını öngörebilir." (Los Angeles Times, 17 Ocak 1988)

Ball açıkça "Batı Şeria'da uydurma bir Filistin devleti" olarak ka­bul ettiği yapılanmanın acil sorunu olduğunu söyler. "Şayet Birleşik

Devletler tarafları bir araya getirmenin yollarını ciddi olarak aramazsa" diye uyarır Ball, "Kutsal Topraklardaki savaş yayılıp şiddetlenecek ve bunun sonucunda da komşu Arap ülkeleri -hatta Mısır bile- er veya geç bu girdabın içine düşeceklerdir."

Aslında bu emperyalist sözcünün bu kadar korktuğu "girdap", bölgedeki Arap kitlelerin, İsrail göçmen-sömürge devletinden, Kör- fez'deki ve Arap Yarımadasındaki feodal şeyhlerden ve ülkesindeki işçi ve köylüleri Kral Faruk zamanında bile olmadığı kadar yoksulluğun içi­ne iten Mısır'daki rejimden kurtulmalarıdır.

Bir Filistin "Bantustan'Tna karşılık ırkçı İsrail'in kendi güvenlik çıkarlarını meşrulaştırmak üzere planlanmış uluslararası bir konferans, böyle bir plana Filistin liderleri de omuz vermedikçe başarıya ulaşamaz.

Böyle bir sonuç FKÖ'nün sırtına Filistin halkını dizginlemek ve kendi kaderini tayin denen şeyi -Ürdün'den Suriye’ye, Mısır'dan Kör­feze- tüm Arap halklarını avucunda tutan vatan-satan rejimlerin hüzün­lü bir kopyasına dönüştürmek gibi hiç de imrenilmeyecek bir görev yük­leyecektir.            _            

Daha birkaç yıl öncesine kadar hiçbir Filistin milliyetçisi, bıraka­lım Filistin davasını -ezici yoksulluğun ve ABD'nin emperyalist boyun­duruğu ile sömürüsünün kol gezdiği- bölgedeki statükonun savunuculu­ğuna dönüştürmeyi, Filistin'in kurtuluşu ve kendi kaderini tayin hakkı için mücadele verilen onca yıla apaçık ihanet etmek gibi bir çabaya or­tak olma cesaretini kendinde bulamazdı.

İki-devletli bir çözümün, daha kolay kabul edilebilir oluşu nede­niyle pratik bir öneri olduğunu savunanlar, en hafif deyişle, C. Wright Mills'in "budala gerçekçiliği" dediği şeyden ötürü suçludurlar.

En "sağ ’mdan kendi kendine öyle diyen "sol' una kadar. Siyonist hareketin hiçbir zaman kendi kaderini tayin yetisine sahip bir Filistin devletini kabul eden bir yanı olmamıştır. Batı Şeria ve Gazze'nin deneti­minden vazgeçmek gibi bir niyet göstermek şöyle dursun, Siyonistler neredeyse -Ben Gurion, Dayan ve Oded Yinon'un açıkça ifade ettikleri gibi- yoğun biçimde Kuveyt'in işgalini tezgâhlamakla meşguller.

Güney Afrika'da veya ABD güdümündeki Siyonist İsrail'de ırk ayırımından vazgeçilip Afrikalıların ve Filistinlilerin haklarının güven­ceye alındığı gün, Kaligula’mn İsa'nın müridlerinden olduğunu, Hitler'in Mars'la kucaklaştığını ve Bull Conner'ın gözlerini İlâhi aleme kaldırıp "We Shall Overcome"ı (Bir Gün Yeneceğiz) söylediğini öğrendiğimiz gün olacak.

Ne var ki bu arada işkence, ölüm ve baskı görenlerin şu "pratik" reformist dostlarının fantezilerini karşılayabilecek takâtlan yok; çünkü bu tür hayallerin bedeli ancak kanla ödeniyor. George Ball'un öngördü­ğü "uydurma Filistin devleti", yoksul Filistinlilerin sırtlarında ve ayrıca­lıklılar adına işletilecektir. Körfez’deki bağımlı şeyhliklerden ve Güney Afrika'nın Bantustanlarından esinlenilerek yaratılmaya çalışılan bu uy­durma bütün'e sarılan Filistinli liderler, acı çeken Filistin'in Çan Kay- Şek'leri, Çombe'leri ve Kral Hüseyin'leri olacaklardır.

Demokratik, Laik bir Filistin İçin

Filistin halkının haklan bu şekilde geliştirilemez.

Alternatif önümüzde, Filistinli kitlelerin başkaldınsındadır. Bu mücadele, Siyonist İsrail devletini çökertip demokratik ve laik bir Filis­tin'in kurulmasını hedefleyecek politik bir stratejiyi beklemektedir. Böy­le bir Filistin ırk ve din ayuımı olmaksızın herkesin eşit haklara sahip olduğu bii' ülke olacaktır.

Bu tür bir program ilk defa 1968’de Arafat'ın Fetih örgütü tarafın­dan geliştirilmişti -ne var ki o günden bu yana geçen zamanda "iki-dev- letli" çözüm uğruna terkedilmiş bulunuyor. Fetih'in hayalindeki demok­ratik Filistin, "içinde Yahudilerle Filistinlilerin ayırım olmaksızın, eşit insanlar olarak var olacakları" bir ülkeydi.

Arafat, önerisini şöyle açıklıyordu:

"Siyonist devlete 'hayır', ama Filistin'deki Yahudilere 'evet' diyor­duk. Şöyle diyorduk onlara: 'Ülkemiz evinizdir, ama bir koşulla -bizimle eşitimiz olarak yaşamaya razıysanız, bize tepeden bakmayacaksanız.'"187

Arafat'ın Fetih örgütü tarafından 1970 Eylül'ünde Filistin sorunu­nu görüşmek üzere toplanan İkinci Dünya Kongresi’ne sunulan bir ra­por. demokratik bir Filistin modelini daha da açık seçik ortaya çıkarır nitelikteydi. (Şurasını belirtmek gerekir ki. rapor bir "mini-devlet" kav­ramını kategorik olarak reddediyordu.)

1970 Fetih raporu şöyle der:

"1948 öncesi Filistin -İngiliz mandası sırasında tanımlandığı haliy­le- kurtarılacak olan bölgedir... Bu aşamada açıktır ki burada sözü edilen yeni Filistin, işgal altındaki Batı Şeria ya da Gazze Şeridi ya da her ikisi birden değildir. Buralar İsrailliler tarafından 1967'den beri işgal altında tutulan yerlerdir. Oysa, Filistinlilerin 1948'de gaspedilip sömürgeleştiri­len anayurdu, en az 1967'de işgal edilen bölge kadar değerli ve önemlidir.

"Ayrıca, yurttaşlarından bir bölümünün küçücük bir köyden bile ol­sa kovulup zorla sürgün edilmesi temeline dayanan ırkçı ve baskıcı İsrail devletinin varlığı, devrim açısından kabul edilemez birşeydir. Bu saldır­gan göçmen devletinin kalıcılığını hedefleyen her türlü düzenleme kabul edilebilir olmaktan uzaktır.   ,

"Filistin'de yaşayan veya oradan zorla sürgün edilen Müslümanlar ve Hıristiyanlar birer Filistin vatandhşı olma hakkını elde edeceklerdir. Bu şu demektir: Tüm Yahudi Filistinliler -yani şimdiki İsrailliler- ırkçı Siyonist şovenizmi reddedip yeni Filistin'de Filistinliler olarak yaşamayı kabul etmeleri koşuluyla eşit haklara sahip olacaklardır. Devrimin belle­diği inanç, bugünkü İsrail Yahudilerinin çoğunluğunun, tutumlarını de­ğiştirip, özellikle devlet mekanizması, ekonomi ve askeri kurumlar çöker­tildikten sonra yeni Filistin'e katılacakları yolundadır.”188

Yahudi İşçi Sınıfına Sesleniş

1970 Fetih raporunun doğru olarak saptadığı gibi. Filistin halkının yürüttüğü mücadelenin geleceği, Yahudi işçi sınıfına seslenen ve onları demokratik, laik bir Filistin için mücadelede Filistinlilere katılmaya ça­ğıran bir siyasi stratejiye bağlıdır.Gerçekten de, Siyonist devletin çatısı altında yaşayan göçmen nüfusun aşağı yukarı %70’i Doğu Yahudilerin- den (çoğunluğu Sefaradlar) oluşmaktadır. Bu insanlar, çoğu gerici re­jimlerle yönetilen yoksul ülkelerden gelmişlerdir.

Doğu Yahudileri yoksuldur. Dolayısıyla onları ekonomik ve poli­tik olarak baskı altında tutmakta kullanılan yöntemler ABD'de ve başka yerlerdeki gettolarda, Latin mahallelerinde ve işçi semtlerinde kullanı­lan yöntemlerdir.

Doğu Yahudileri resmi olarak İsrail yasaları önünde eşittirler. İs­rail'de dokuzuncu sınıftan sonra eğitim özeldir ve çok pahalıdır. Dolayı­sıyla, Doğu Yahudilerinin çok azı yüksek öğrenim görebilir. Bunun so­nucunda da üniversite eğitimi görenlerin %10'u. üniversite mezunlarının da %3'ü Doğu Yahudisidir. Doğal olarak bütün bunların baş nedeni eko­nomik sömürüdür.

Doğu Yahudilerinin siyasi bakımdan temsili de nüfus içftdeki oranlarını yansıtmaktan uzaktır. Knesset'teki (İsrail Parlamentosu) san­dalyelerin sadece altıda birine sahiptirler. Doğu Yahudileri topluluğu­nun liderlerinden olan eski Knesset üyesi Eli Eliakar bu temsil oranının bile ciddiyetten uzak olduğunu söyler. Gerçek olan, Doğulu milletvekil­lerinin "yürekten bağlı oldukları Aşkenaz partileri temsil ettikleri, Do- ğulu-Sefarad topluluğa karşı ise böyle bir gönül bağı içinde bulunma­dıklarıdır." "Bu da," der Eliakar. "İsrail’deki demokrasinin bir karikatür­den başka birşey olmadığını gösterir."

Yine de burada herhangi bir yanlış anlamadan kaçınmak gereki­yor. Doğu Yahudilerinin çoğu Siyonisttir. Dolayısıyla onlardan söz ederken İsraillilerin, tüm emperyalist ve sömürgeci güçlerin yaptığı gibi, onlara yaklaşımlarında böl-yönet politikasına baş vurduklarını belirtme­mek, sözü edilen yanlış anlamalara yol açabilir.

Doğu Yahudilerinin İsrail'deki sosyo-ekonomik konumları çok naziktir. Refah düzeyleri Filistinlilerden olsa olsa biraz daha iyidir. Üs­telik Irak, Fas ya da Yemenli bir Yahudi, önünde sonunda dini kökeni bakımından Yahudi olan bir Araptır. Ahlak, davranış, görenek ve görü­nüm açısından Müslüman ve Hıristiyan kardeşlerinden ayrılan bir yanı yoktur. O da ayırım kurbanıdır. Siyonistler sürekli olarak Doğu Yahudi­leri arasında Filistinlilere karşı ırk temelinde bir nefret yerleştirmeye ça­lışmaktadırlar.

Doğu Yahudisi gençler Lübnan'a, Batı Şeria'ya ya da Gazze'ye sa­vaşmaya gönderildiklerinde İsrail'in savaşçı politikası konusunda gözle­ri açılmaktadır. Savaştan döndüklerinde, giderken geride bıraktıkları kö­tü ekonomik ve sosyal koşullara geri dönmektedirler. İşte, gerek Sefa- radların yaşadığı gecekondu mahallelerinde görülen Kara Panter hareke­tinin, gerekse Sefaradlar arasında görülen radikalleşme eğilimlerinin ge­risinde yatan bu durumdur. Yüzeyin altında açıkça görülen bu öfkedir ve bu yüzden bugün yarın Sefarad topluluğu içinde bir patlama olacak­tır. Bu kaçınılmazdır.

Filistin halkı harekete geçince bu hareket Yahudi işçi sınıfının içinde bulunduğu koşulları da kapsamalıdır. Filistin devrimci liderliğine yakışan, demokratik, laik bir Filistin tablosu içinde Yahudilerle de ilişki kurmaktır. Zamanla Yahudi işçiler de Filistin hareketine olumlu baka­caklardır. Bu bakıştaki ilk aşama, "onlar yapabiliyorlarsa biz de yapabi­liriz" biçiminde olacaktır. İkinci aşamada ise müttefik aramaya başlaya­caklardır. Bu da anti-Siyonist devrimci bir harekete giden yolu açacak­tır.

Devrimci Liderliğin Bunalımı

Geçmişteki büyük devrimci fırsatlara karşın FKÖ liderliği Filis­tin'deki Filistinli ve Yahudi kitleleri Siyonist devlete karşı harekete ge­çirecek bir strateji geliştirmekte yetersiz kaldı.

Ne Yaser Arafat'ın "ılımlı" liderliği ile Halkçı ve Demokratik Cephelerin "ilerici" liderliği, ne de "muhalif’ Fetih isyancılar, Filistin halkı için bölgedeki çürümüş kapitalist rejimlerden bağımsız bir strateji geliştirebildiler.

FKÖ liderleri zaman oldu, emperyalizme ve onun vatan-satan Do­ğulu Arap uydularına yaltaklandılar, zaman oldu zorbalığa kalkıştılar. Her iki durumda da Filistin'de bir "mini-devlet" kurmaya çalışan emper­yalizmin ekmeğine yağ sürülmüş oldu.

Ne var ki -Suriye'den Ürdün'e, Oradan da Mısır'a kadar- bu rejim­ler Filistin devrimini açık ve yaşayan bir tehlike olarak görüyorlar. Filis­tin halkının olağanüstü mücadelesinin -milliyetçi FKÖ liderliği yöneti­minde bile olsa- kendi ezilen halklarına ne yapılması ve kimlerin buna engel oluşturduğu yönünde bir işaret olduğunun farkındalar.

Devrimci bir Filistin liderliği, pek çok insanın yaptığı gibi, İsrail devletinin çökertilmesi için mücadele vermek zorundadır.

Bu liderlik Filistinli kitlelerle bunların Yahudi sınıf müttefikleri­nin harekete geçme sürecini başlatacak bir program geliştirmek zorun­dadır. Filistin halkının -uluslararası katılımın da sağlanacağı- grevler ve gösterilerle harekete geçmesi Yahudi işçiler arasında da yankısını bula­caktır.

Demokratik, laik bir Filistin sözüne sadık bir FKÖ, liderlik yapısı içine göçmen-sömürgeci devlete karşı savaşmış anti-Siyonist Yahudileri de dahil edecektir. Böylece, Yahudi kitleler gerçek sözcülerinin kim ol­duğunu ve sürekli bir savaştan, güvensizlikten ve mahrumiyetten kurtul­ma yollarını onlara kimin gösterebildiğini kendileri göreceklerdir.

Filistin devrimci hareketi ancak Filistin ulusal mücadelesini tüm Ortadoğu'daki işçilerin ve köylülerin mücadelesiyle birleştirip bu yolla kapitalist, emperyalist sultadan kurtulmayı hedefleyen bir strateji geliş­tirmekle güçlenebilir. Yahudilerle Arapların bir arada yaşayabilecekleri demokratik, laik bir Filistin yolunda yapılacak çağrı, Siyonist devleti çökertip yerine sınıfsal ve ulusal baskıya son verecek insancıl bir top­lum kurmaya muktedir toplumsal güçleri birleştirmeye temel oluştura­caktır.

Özgürlüğe giden yolun kestirmesi yoktur; Filistin halkının yüzyıl­lık ızdırabı bunu göstermiştir. Zafere giden yolun kısaltılması ancak gi- « deceği yönü bilen, bunu insanları mücadeleye katarak, kendi adlarına harekete geçirerek ve tehlikeli biçimde yolu tıkayan sahte liderleri kor­kusuzca teşhir ederek o insanlara anlatan bir liderliğin ortaya çıkmasıyla mümkün olacaktır.

Siyonist ve emperyalist planlara Filistinlilerin verdiği karşılık Ce- beliye’de, Sahil Kampı'nda (Beach Camp), Balata’da ve Deyşe’deki taş atan çocuklarda ortaya çıkmaktadır. Çünkü, Jabotinsky'nin de kabul et­mek zorunda kaldığı gibi, bu insanlar bir halktır, yaşayan bir halktır -bir güruh değil, tam tersine dünyanın dördüncü büyük askeri gücüne karşı taşlarla, sapanlarla mücadele veren bilinçli bir halktır.

Onlara olan borcumuz en azından devrimci mücadelelerine göste­receğimiz bağlılıktır ve bu mücadele Akdeniz'den İran Körfezi'ne, Mısır nehrinden Fırat'a, oradan da -Siyonist zalimlerin hep söyledikleri gibi- "daha ötelere" yayılmadıkça hiçbir zaman tamamlanmış sayılmayacak­tır.

Açıklayıcı Notlar

1.     Dan Fisher, Los Angeles Times, 20 Aralık 1987.

2.     age.

3.     John Kifner, New York Times, 22 Aralık 1987.

4.     San Francisco Examiner, 23 Aralık 1987.

5.     Deyşe kampında yazara bizzat söylenmiştir.

6.     Fisher, Los Angeles Times, 20 Aralık 1987.

7.     John Kifner, New York Times, 21 Aralık 1987.

8.     Dan Fisher, Los Angeles Times, 23 Aralık 1987.

9.     Dan Fisher, Los Angeles Times, 20 Aralık 1987.

10.     New York Times, 21 Ocak 1988.

11.     John Kifner, New York Times, 23 Ocak 1988.

12.     John Kifner, New York Times, 27 Ocak 1988.

13.     age.

14.     Walter Laqueur, History of Zionism (Siyonizmin Tarihi), Londra, 1972.

15.  Joy Bonds ve diğerleri, Our Roots Are Stili Alive-The Story of the Pales- tinian People (Köklerimiz Hâlâ Yaşıyor-Filistin Halkının Tarihi), New York: Institute for Independent Social Joumalism, Peoples Press, 1977, s. 13.

lö.Theodor Herzl, The Jewish State (Yahudi Devleti), Londra, 1896.

17.  Hyman Lumer, Zionizm: Its Role in World Politics (Siyonizm: Dünya Poli temational Publishers, 1973.

18.  Haim Weizmann, Trial and Error: The Autobiography of Chaim Weiz- mann (Deneme-Yanılma: Haim Weizmann'm Otobiyografisi), New York, Harpers, 1949, s. 149.

19.  John Norton Moore, ed., The Arab-Israeli Conflict (Arap-tsrail Sorunu), Pri ety of International Law, Princeton University Press, 1977, s. 885,

20.      age.

21.  Alıntı, Harry N. Howard, The King Commission: An American Inquiry in the Middle East (King Komisyonu: Ortadoğu'da Amerikan Araştırması), Beyrut, 1963.

22.  N. Kirschner, "Zionism and the Union of South Africa: Fifty Years of Fri- endship and Understanding," (Siyonizm ve Güney Afrika Birliği: Elli Yıllık

, Dostluk ve Anlaşma), Jewish Affairs, Güney Afrika, Mayıs 1960.

23.     Theodor Herzl, Diaries (Günlükler), Cilt II, s. 793.

24.  Theodor Herzl, The Jewish State: An Attempt at a Modern Solution of the Jewish Question (Yahudi Devleti: Yahudi Sorununa Modern bir Çözüm Girişimi), s. 33. Alıntı, Uri Davis, Israel: An Apartheid State (İsrail: Irkçı Devlet), Londra, Zed Books, Ltd., 1987.

25.     age., s. 28.

26.  "For Love and Money," (Aşk ve Para İçin), Israel: A Survey (İsrail: Bir So nesburg, Güney Afrika, 11 Mayıs 1984, s. 41.

27.  "The Iron Wall" (Demir Duvar) -"O Zheleznoi Stene"- Rassvet, 4 Kasım 1923.

28.  Lenni Brenner, The Iron Wall: Zionist Revisionism From Jabotinsky to Shamir (Demir Duvar: Jabotinsky'den Şamir'e Siyonist Revizyonizrfı), Londra, Zed Books, Ltd., 1984, s. 79.

29.     London Sunday Times, 26 Eylül 1982.

30.  Jabotinsky'nin "Letter on Autonomy"si (Özerklik Üzerine Mektup), 1904. Alıntı, Brenner, The Iron Wall (Demir Duvar), s. 29.

31.     Brenner, The Iron Wall, s. 31.

32.  Sami Hadavi, Bitter Harvest (Hüzünlü Hasat), Delmar, N.Y., The Caravan Books, 1979, s. 43-44.

33.  Hassan Kanafani, "The 1936-1939 Revolt in Palestine" (Filistin'de 1936-193 mokratik Filistin Komitesi.

34.     age., s. 96.

35.     age., s. 39.

36.     age., s. 31.

37.     age.                                           .

38.     Hadavi, s. 43-44.

39.  Joseph Weitz, "A Solution to the Refugee Problem" (Mülteci Sorununa Bir Çözüm), Davar, 29 Eylül 1967. Alıntı, Uri Davis ve Norton Mezvinsky, ed., Documents from Israel, 1967-1973 (İsrail'den Belgeler, 1967-1973), s. 21.

40.     Davis, Israel: An Apartheid State (İsrail: Irkçı Devlet)

41.     El Hemişmar (İsrail Gazetesi), 7 Eylül 1976.

42.  Yazarla görüşmeler sırasında Fevzi el-Asmar ve Salih Baransi'nin alıntıları, Ekim 1983.

43.  Sabri Jiryis, The Arabs in Israel (İsrail'deki Araplar), New York, Monthly Review Press, 1976.

44.  Gad Becker, Yediot Ahronot, 13 Nisan 1983 ve The New York Times, 14 Nisan 1983.

45.     age.                    ,

46.     David Ben Gurion, Memoirs (Anılar), Cilt İD, s. 467.

47.     Ben Gurion'un Anılarında sözü geçen 1937 tarihli bir konuşmasından.

48. David Ben Gurion, "Report to the World Council of Poalei Zion" (Poalei Zio güt- Dünya Konseyine Raporu), Tel Aviv, 1938. Alıntı, Israel Şahak, Jour­nal of Palestine Studies (Filistin Araştırmaları Dergisi), Bahar 1981.

49.     Ben Gurion'un 1938'deki bir konuşmasından.

50. Mihail Bar Zohar, Ben Gurion: A Biography (Ben Gurion: Biyografi), New York, Delacorte, 1978.

51.    Ben Gurion, Temmuz 1948, Bar Zohar alıntısı.

52.    Brenner, The Iron Wali (Demir Duvar)

53.    age., s. 143.

54. Meir Pa'il, Yediot Aharanot, 4 Nisan 1972. Alıntı, David Hirst, The Gun and the Olive Branch (Silah"ve Zeytin Dalı), s. 126-127.

55. Jacques de Reynier, A Jerusaiem un drapeau flottait sur la iigne de feu, (Kudüs'te Ateş Hattında Bir Bayrak Dalgalanıyordu), s. 71-76. Alıntı, Hirst, s. 127-8.

56.    Davar, 9 Haziran 1979.

57. Eldad, "On the Spirit that Was Revealed in the People" (Halkta Zuhur Eden Ruh Üzerine), De'ot, Kış 1968. Davis ve Mezvinsky, s. 186-7.

58. Meir Har Zion, Diary (Günlük), Tel Aviv, Levin-Epstein Ltd., 1969. Alıntı, Livia Rokach, Israel's Sacred Terrorism (İsrail'in Kutsal Terörizmi), Bel- mont, Mass., Arap Amerikan Üniversite Mezunlan Demeği, 1980, s. 68.

59.    Rokach, s. 16.

60.    age.

61. Mahkeme tutanaklanndan: Judgements of the District Court: The Mili- tary Prosecutor vs. Malor Melinki et. al. (Bölge Mahkemesi Kararlan: As­keri Savcı karşısında Malor Melinki ve diğerleri), Rokach, s. 66.

62.    Ha'aretz, 23 Mayıs 1980.

63. Bu sürecin ayrıntılı bir analizi için bkz. Janet Abu Lughod, "The Demograp- hic Transformation of Palestine" (Filistin'in Demografik Dönüşümü), İbra­him Ebu Lughod, ed., The Transformation of Palestine, (Filistin'de Dönü­şüm), Evanston, III., Northwestern University Press, 1971, s. 139-64.

64.     Davis ve Mezvinski, s. 47.

65. Moşe Dayan, 19 Mart 1969, Ha'aretz, 4 Nisan 1969. Ayrıca Davis'te de alıntı olarak.

66. Yahudi Ulusal Fonu, Jewish Villages in Israel (İsrail'deki Yahudi Köyleri), s. xxi. Aktaran: Lehn ve Davis, Yahudi Ulusal Fonu.

67.                  Birleşmiş Milletler tahminleri 1950'lerin sonlannda yapılmıştı. Baruch Kim- merling, Zionism and Economy (Siyonizm ve Ekonomi), s. 100. Alıntı, Da- vis, s. 19. Davis ve Kimmerling kitaplarında "118-120 milyar paund ster- lin'den söz ederler. Bu kitabın yazan orijinal Birleşmiş Milletler raporuna ulaşmayı başaramadı, ancak başka kaynakların titizlikle incelenmesinden sonra denilebilir ki Kimmerling (sonra da Davis) bir baskı hatası yapmışlar­dır. Verilen sayı milyar değil, milyon paund sterlin olmalı.

68. Dan Peretz, Israel and Paiestinian Arabs (İsrail ve Filistinli Araplar), s. 142, Davis, s. 20-21.

69. Walter Lehn, The Jewish National Fund As An Instrument of Discrimi- nation (Ayınm Aracı Olarak Yahudi Ulusal Fonu), alıntı, Zionism and Ra- cism, (Siyonizm ve Irkçılık), Londra, Her Türlü Irk Ayırımının Ortadan Kal­dırılması İçin Uluslararası Organizasyon 1977, s. 80.

70. Yahudi Ulusal Fonu tüzüğü, madde 23, alıntı, Israel Şahak, ed., The Non- Jew in the Jewish State (Yahudi Devletinde Yahudi Olmayanlar), Kudüs, 1975.

71.    Ha'aretz, 13 Aralık 1974.

72.    Ma'ariv, 3 Temmuz 1975.                       '

73. Raphael Patai, ed., The Complete Diaries of Theodor Herzl (Theodor Herzl'inTüm Günlükleri), New York, 1960, s. 88.

74. Israel Şahak, "A Message to the Human Rights Movement in America - Isra- el Today: The Other Apartheid" (Amerika'daki İnsan Hakları Hareketine Mesaj - Bugünkü İsrail: Öteki Irk Ayırımı), Against the Current (Akıntıya Karşı), Ocak-Şubat 1986.

75.    age.

76. Marvin Lovventhal, ed., The Diaries of Theodor Herzl, s. 6. Alıntı, Lenni Brenner, Zionism in the Age of the Dictators (Diktatörler Çağında Siyo­nizm), (Westport, Conn.)

77. Lavrence Hill, 1983, s. 6. "Our Shomer ’Weltanschauung'" Hashomer Hat- zair, Aralık 1936. İlk basımı, 1917, Brenner, Zionism, s. 22.

78.    Brenner, The Iron Wall.

79.    age., s. 14.

80.    age.

81.    Brenner, Zionism, s. 48.

82.    age., s. 85.

83.    age., s. 99.

84.    age., s. 149.

85.    age.

86.        Haham Solomon Schonfeld, İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere Baş Ha­hamı. Faris Yahya, Zionist Relations with Nazi Germany, (Siyonistlerin Nazi Almanyası ile ilişkileri), Beyrut, Lübnan, Filistin Araştırmaları Merke­zi, Ocak 1978, s. 53.

87.Haim Weizmann'm 1937 Temmuz’unda Londra’daki Peel Komisyonu önün­de verdiği tanıklık ifadesini 1937'de Siyonist Kongresi’ne sunuşu, Yahya, s. 55.

88.İzak Gruenbauni Yahudi Kurtarma Komitesi Başkanı'ydı. 1943'teki bir ko­nuşmasından. Age., s. 56.

89.     age., s. 53.

90.     age., s. 59-60.

91.     age., s. 58.

92'. Kudüs Bölge Mahkemesinde 124/53 sayılı Cinayet Davası protokolü ile il­gili olarak verilen 22 Haziran 1955 tarihli karar. Age., s. 58.

93.     age., s. 59.

94.     • Ben Hecht, Perfidy (İhanet), New York, 1961, s. 58-59. Age., s. 60.

95.   "Avrupa’daki Yahudi Sorununun Çözümü ve Ulusal Askeri Örgüt'ün -îrgun Zvai Leumi- Almanya'nın yanında savaşa katılmasıyla ilgili U.A.Ö. öneri­si" Orijinal metnin bulunduğu yer: David Yisraeli, The Palestine Problem in German Politics, 1889-1945 (1889-1945 Alman Politikasında Filistin Sorunu), Ramat Gan, İsrail, Bar İlan "Üniversitesi, 1974, s. 315-317, Bren­ner, Zionism, s. 267.

96.     Brenner, The Iron Wall, s. 107.

97.   Lidice, SS'ler tarafından yerle bir edilen bir Çekoslavak köyüydü. Nazi vahşetinin simgesi olarak kabul edildi ve Nürnberg Mahkemeleri sırasında savaş suçu olarak ilan edildi.

98.     Rokach, s. 5.

99.     age.

100.     age., s. 4.

101.     age., s. 6.

102.     age., s. 14.

103.     age., s. 18.

104.     age., s. 19.

105.     age., s. 29.

106.     age.

107.     age., s. 30.

108.     age., s. 55.

109.     age., s. 45.

110.     age., s. 50.

111.     Herzl, Diaries, Ciltli, 1904, s. 711.

112.Israel Şahak, The Zionist Plan for the Middle East (Ortadoğu Konusunda Siyonist Planı), Belmont, Mass., A.A.U.G., 1982.

113.     Jonathan Randal, Going Ali the Way, New York, Viking, 1983, s. 188.

114.     Başbakan Moşe Şaret'e mektup, 27 Şubat 1954, Rokach, s. 25.

115.     Randal.

116.     age., s. 247.

117.Norveçli sosyal danışman Marianne Helle Möller, alıntı, Ralph Schoenman ve Mya Shone, "Lübnan’da Nihai Bir Çözüme Gidiş mi?", New Society, 19 Ağustos 1982.

118.     Randal.

119.     Şubat 1983'te Binbaşı Saqr tarafından Sayda’da dağıtılan el kitapçığından.

120.     Time Magazine, 4 Ekim 1982.

121.     New York Times, 1 Ekim 1982.

122.     Jerusaiem Post, 23 Temmuz 1982.

123.     Jerusaiem Post, Ekim 1983.

124.     Randal, s. 17.

125.     age.

126.     age. .                   ,

127.     Dan Fisher, Los Angeles Times, 11 Kasım 1987.

128.Lea Tsemel, "Prison Conditions in Israel-An Overview," (İsrail'deki Cezae kış), aktaran Ralph Schoenman ve Mya Shone, Prisoners of Israel: The Treatment of Palestinian Prisoners in Three Jurisdictions (İsrail'in Tu- tuklulan: Üç Yargılama Sırasında Filistinli Tutuklulara Yapılan Muamele) (Princeton, N.J.: Veritas Press, 1984.)        .

129.Ulusal Avukatlar Birliği, Treatment of Palestinians in Israeli-Occupied West Bank and Gaza (İsrail İşgali Altındaki Batı Şeria ve Gazze’de Filis­tinlilere Yapılan Muamele), (New York: 1978), s. 89.

130.     Londra Sunday Times, 19 Haziran 1977.

. 131.Muhammed Na'amneh, Yazarla söyleşi, Doğu Kudüs, 2 Şubat 1983.

132.     Londra Sunday Times, 19 Haziran 1977, s. 18.

133.Arie Bober, ed., The Other Israel: The Radical Case Against Zionism (Öteki İsrail: Siyonizme Karşı Radikal Dava), (New York: Anchor Books, 1972), s. 134.     .

134.Sabri Jiryis, The Arabs in Israel (İsrail'deki Araplar), (New York: Monthly Review Press, 1976), s. 12.

135. Londra Sunday Times, 19 Haziran 1977.

136.1bid., s. 18.

137.    Ibid. (ayrıca yukarıdaki vaka analizleri için alıntı)

138.1bid.

139.    Lea Tsemel, "Political Prisoners in Israel-An Overview" (İsrail’deki Siyasi Tutuklular-Genel bir Bakış), Kudüs, 16 Kasım 1982. Lea Tsemel ve Velid Fahoum, "Nafha is a Political Prison" (Nafha Siyasi bir Cezaevidir), 13 Mayıs 1980 ve bir dizi rapor (Mayıs 1982-Şubat 1983). Felicia Langer, With My Own Eyes (Kendi Gözlerimle), Londra, Ithaca Press, 1975. Feli­cia Langer, These Are My Brothers (Bunlar Benim Kardeşlerim), Londra, Ithaca Press, 1979. Cemil Ala'al - Din ve Melli Lerman, Prisoners and Prisons in Israel (İsrail'de Tutuklular ve Cezaevleri), Londra, İthaca Press, 1978. Velid Fahum, Arapça olarak yayımlanmış iki sosyolojik inceleme ki­tabı. Raja Şahada, Occupier's Law: Israel and the West Bank (İşgalcinin Yasası: İsrail ve Batı Şeria), Washington, D.C., Filistin Araştırmaları Ensti­tüsü, 1985. Ulusal Avukatlar Birliği 1977 Ortadoğu Delegasyonu, Treat- ment of Paiestinians in Israeli-Occupied West Bank and Gaza (İsrail İş­gali Altındaki Batı Şeria ve Gazze'de Filistinlilere Yapılan Muamele), New York, 1978. Uluslararası Af Örgütü, "Rapor", 21 Ekim 1986. Ralph Scho­enman ve Mya Shone, Prisoners of Israel: The Treatment of Palestinian Prisoners in Three Jurisdictions (İsrail’in Tutukluları: Üç Yargılama Sı­rasında Filistinli Tutuklulara Yapılan Muamele), Princeton, N.J., Veritas Press, 1984. (Filistin Sorunu Konulu Birleşmiş Milletler Uluslararası Kon­feransı için kısaltılmış olarak hazırlanmış).

140.    Ulusal Avukatlar Birliği, s. 103.

141.    Durum İncelemesi: Hassan Harb, Ramalla. Londra Sunday Times, s. 19. 142. Durum İncelemesi: Nadir Afuri, Nablus. Schoenman ve Shone, s. 22-26.

143.    Durum Araştırması: Dr. Azmi Şuaybi, El Bireh. Schoenman ve Shone, s. 30-32.

144.    Durum İncelemesi: Muhammed Manasra, Beytlehem. Schoenman ve Sho­ne, s. 33-36.

145.    Al-Fajr Jerusalem Palestinian Weekly, 14 Mart 1984.

146.    Al-Fajr Jerusalem Palestinian VVeekly, 10 Ocak 1988.

147.    Londra, Sunday Times, s. 18.

148.    age.

149.    age.

150.    Amerikan-Arap Irk Ayırımına Karşı Komite, The Bitter Year: Arabs Un- der Israeli Occupation in 1982 (Acılı Yıl: 1982 İsrail İşgali Altında Arap­lar), Washington, D.C., 1983, s. 211.

151.    Al-Fajr Jerusalem Palestinian VVeekly,

152.     Cemil Ala' al-Din ve Melli Lerman, s. 3.

153.     Durum incelemesi: Kütler Raporu, age. s. 34-35.

154.Leah Tsemel ve Velid Fahum, "Nafha Cezaevi Üzerine Raporlar” Mayıs 1982-Şubat_1983, Schoenman ve Shone, s. 47-54.

155.     Cemil Ala' al-Din ve Melli Lerman, s. 26.

156,David Ben Gurion, "Divray ha Knesset," Parlamento Tutanağı 36, s. 217.

Alıntı, Bober, s. 138.

157.Israel Şahak, çevirmen ve ed., The Zionist Plan For the Middle East, Bel- mont, Mass., a.A.U.G., 1982.

158.     age., s. 5.

159.     age.

160.     age., s. 9.

161.     age.

162.     age., s. 5.                                                                      .

163.     age., s. 4.

164.     age., s. 5.

165.     age., s. 9.

166.     age.

167.     age., s. 4.

168.     age.

169.     age., s. 9.

170.      age., s. 5.

171.     age., s. 4.

172.     age., s. 8.                           i

173.      age.

174.     age.

175.     age., s. 4.

176.      age., s. 4 ve s. 9.

177.     age., s. 5.

178.     age., s. 10.

179.      age.

180.     age., s. 10-11.

181.     age., s. 9-10.

182.     age., s. 10.

183.     1sraeli Mirror

184.     Yosi Berlin, Meichuro Shel Ichud, 1985, s. 14.

185.     Şahak, The Zionist Plan.

186.               ABD ile İsrail arasındaki mali ilişkiler konusunda bkz., Muhammed el Ha­vas ve Samir Abed Rabbo, American Aid to Israel: Nature and Impact (İsrail'e Amerikan Yardımı: Yapısı ve Etkisi), Brattleboro, Vt., Amana Bo- oks, 1984.

187. Alıntı, Hart, Alan, Arafat: Terrorist or Peacemaker (Arafat: Terörist ya da Barışçı), (Sidgwick ve Jackson, gözden geçirilmiş baskı), s. 275. Arafat, Hart ile görüşmesini şöyle sürdürür: "Filistin’deki Yahudilerin güvenlik ve selameti için tek bir güvence olduğunu hep söylemişimdir... O da aralarında yaşadıkları Arapların dostluğudur."

188. Alıntı, Documents of the Palestinian Resistance Movement (Filistin Di­reniş Hareketi Belgeleri), Merit broşürü, Pathfinder Press, 1971. Fetih’in tam metni The Militant gazetesinin 16 Ekim 1970 sayısında da yayımlan­mıştı.

 

 

 

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to