Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

TÜRKLER VE TATARLARA DAİR HÂTIRALAR

 

 

 (MEMOİRES SUR LES TURCS ET LES TARTARES AMSTERDAM 1784)

BARON DETOTT

YAZARIN KISA HAYAT HİKAYESİ

Fransa'ya sığınan soylu bir Macar'ın oğlu olan François de Tott 1733 yılında Champagne'da dünyaya gelmiştir. Topçu mühendisi olarak eğitim gördükten sonra İstanbul'a Fransa Elçisi tercümanı olarak geldi (1755). 1767- 1769 yılla­rında Kırım Hanlığı nezdinde Fransa konsoloslu­ğu görevini yaptı. Kırım Giray'ın 1769 yılında başlattığı kış saldırısında gözlemci olarak bulun­du.

İstanbul'a dönüşünde Çanakkale’yi zorlayan Çeşme galibi Rus donanmasına karşı Boğaz'ı tah­kim etti (1770). Yeniden başkente gelerek Top­çu ve Mühendis okullarının kurulmasında önemli roller oynadı (1775). Sultan III. Mustafa'nın ölü­münden sonra Fransa'ya döndü. Fransız hüküme­ti tarafından Doğu Akdeniz iskelelerinin teftişiyle görevlendirildi. Bu fırsattan yararlanarak Dürzîlerin tarihi üzerinde araştırmalar yaptı (1776). 1781'de tümgeneral oldu; Donai'de valilik yap­tı (1787), 1790'da Macaristan'a döndü ve orada öldü (1793)

ESERDE ANLATILAN DÖNEM HAKKINDA HATIRLATMA

Baron de Tott’un İstanbul'a geldiği 1755 yı­lında Osmanlı tahtında Sultan ili. Osman bulu­nuyordu. Bu hükümdarın kısa saltanat dönemin­de önemli olaylar olmamış, yalnız hem maddî, hem manevî yönden Osmanlı imparatorluğumun duraklaması devam etmiştir. Asabî bir mizaca sa­hip olan Sultan III. Osman'ın kısa süreli birçok sadrâzamı olmuş, bunlar arasında Koca Ragıp Paşa çağının gerçekten büyük devlet adamı örne­ğini vermiştir, Onun döneminde Avrupa ülkeleri 7 yıl savaşının altında iken Osmanlı imparatorluğu barış ve huzur dolu yıllar geçirmiştir. Ancak savas sonu Avrupa'da değişen k:ı!ıvvet dengesi Rusya ve Prusya'nın güçlenmesine sebep olmuş, bu­nun acı sonuçları az zaman sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun üzerine çökmüştür.

III. Osman'ın döneminde İstanbul'da birkaç büyük yangın olmuş, Sadrâzam'ın köşkü bile yan­mış, can ve malca büyük kayıplar olmuştu. Bu yangınlardan biri Baron de Tott tarafından eserin­de anlatılmaktadır.

1757 yılında ölen III. Osman'dan sonra tah­ta çıkan Sultan III. Mustafa o ana kadar hayatını saraydaki dairesinde gözaltında geçirmişti. Dış görünüşüne aldananlar onun basiretsiz bir Padi­şah olduğunu sanmışlar, ancak zaman geçip de hükümdarın icraatı ortaya çıkmaya başlayınca herkes yanıldığım anlamıştır III. Mustafa'nın icraaına düşüncelerine ve iyiniyetine dair hususları bu eserin 3. kısmında bulacaksınız.

Sultan III. Mustafa'nın 1757'den 1768'e kadar süren ilk saltanat dönemi Osmanlı İmpara­torluğunun son büyük çağı olarak kabul edilir. Buna rağmen en az 70-80 yıldır imparatorluk bü­yük devlet adamı yetiştirememenin sıkıntılarını çekiyordu. Bir yandan basiretsiz devlet adamları­nın ileri görüşlülükten yoksun siyasetleri, diğer yandan her bakımdan ilerleyen Avrupa devletleri imparatorluğun çöküşünü hızlandıracak, bütün kurumlan eskimiş ve yozlaşmış olan Osmanlı - Türk toplumu kendini yeniliyememenin acısını her yönde duyacaktır.

Baron de Tott işte bu dönemde İstanbul'da bulunmuş, başarısız devlet adamları ile tanışmış, imparatorluğu mahveden yozlaşmış kurumların başıbozuk işleyişine tanık olmuş ve biraz da Türk İslâm aleyhtarı önyargısının da etkisiyle kusurlu gördüğü tarafları acı bir dille tenkit etmekten kaçınmamıştır.

1768 yılında II. Katerina'nın başında bulun­duğu Rusya Lehistan'ı yutmak için son darbeyi vurunca, Orta Avrupa'da dengenin aleyhine bozul­duğunu farkeden Osmanlı devleti Rusya'ya savaş açm:ştır.

Rusya'yı sindirmek için Kırım Hanı'nın Ukraynı'ya saldırması kararlaştırılmış, Kırım Giray kumandasında 100.000 kişilik bir ordu ocak 1769'da Ukrayna'ya girerek yüzbinlerce tutsak ve milyonlarca hayvanla dönmüştü 1767 de Kı­rıma konsolos olarak gelen Baron de Tott bu se­fere katılmış; Kırım ordusunun harekâtını başın­dan sonuna izlemiştir «Hâtıraiar»’ın 2. kısmın­da bu sefer hakkında verdiği ayrıntılar tarihi bel­ge niteliğindedir

1768 yılında Kırım Giray’ın dirayetli yöne­timinden ve cüretli davranışlarından endişe du­yan II. Katerina, Han'a bakan Eflâk voyvodasının Rum hekimini elde etmiş onu zehirleterek öldürt­müştür. Aynı yıl Rus ordusuna karşı geçici ve ba­zen tesadüfi zaferler elde eden Türk ordusunun başına Serdâr-ı ekrem olarak Moldovancı Alı Pa­şa getirilmişti, 1769 yılının sonları Rus üstünlü­ğü ile geçmiştir.

Güçlü bir donanına kurmuş olan il. Katerına Mora'daki Maynot Rumlarını ayaklandırarak 2. cephe açmak maksadıyla 1770 baharında bir Rus filosunu İngiliz amirali Elphinston ve âşığı Orlof Prensi'nin kumandasında Mora'ya göndermişti Önceleri hızla yayılan isyan, sonunda Türk kuv­vetlerinin üstünlüğü karşısında başarısız kaldı Buna rağmen Ruslar Ege Denizi'nde epey korku saldılar. Nihayet Çeşme limanında beceriksizli­ğin bir eseri olarak Türk donanmasını yakmayı başardılar Çanakkale'nin savunmasız kaldığını gören hükümet istihkâmların güçlendirilmesi, ye­ni tabyalar yapılması amacıyla İstanbul'da bulu­nan Baron de Tott'u Çanakkale'ye gönderdi. Da­ha önce sadrazamlık yapmış olup, sonra gözden düşen Moldovancı Ali Paşa o sıralarda Çanakkale muhafızlığı yapıyordu. «Hâtıralar»ın 3. kısmında Baron de Tott'un Çanakkale istihkâmlarındaki ça­lışmaları anlatılmaktadır

Bu sıralarda Tuna boylarında kara savaşlar bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1 ağuştos 1770 tarihinde uzun bir top ateşini takiben başlayan Rus saldırısı sonunda Osmanlı ordusu darmada­ğın oldu; Basarabya'daki Kartal mevkiinde mey­dana gelen bu yenilgiye Kartal bozgunu denir.

Rus topçusunun üstünlüğü Sultan III. Mus­tafa'nın dikkatini çekmiş, modern top yapımı ve topçu yetiştirilmesi için çalışmalar Baron de Tott denetiminde başlatılmıştır.

Baron de Tott, Mühendishâne-i berrî Hümâyûn'un kuruluşunda önemli katkılarda bulunmuş, daha önce Osmanlı devleti hizmetinde bulunan Humbarac: Ahmet Paşa (Comte de Bonneval) ve Obert gibi Fransızların çabalarını sürdürmüştür. «Hâtıralar»ın 3. kısmında ıslâhat hareketlerine ka­tılan Baron de Tott'un sorumsuz ve nemelazım­cı klasik devlet adamları ile yaptığı mücadeleler dile getirilmekte, cehaletin dehşeti gözler önüne serilmektedir.

1774 Kaynarca anlaşması ile son bulan felâ­ketli Rus savaşı sonrasında, Rus hükümetinin Fransız hükümetinden uzmanlarını geri çekmesi için yaptığı başvurma sonunda Baron de Tott İs­tanbul'dan ayrılmak zorunda kaldı.

Eseri okurken yazarın Türkler hakknda ileri sürdüğü düşünceleri sadece İstanbul'da temas ettiği yozlaşmış ve devşirme devlet adamlarından edindiğini unutmayalım; yazar Anadolu ve Rume­li'de yaşayan gerçek Türk rrvMeti ile hemen he­men hiç ilişki kurmamıştır. Nitekim Kırım Türkleri ile daha yakın ilişkiler kurmak fırsatı buldu­ğundan onları övgüyle anlatmıştır.

Baron de Tott'un «Hâtıralar»ını çevirmekle hem Türk tarihi üzerindeki önemli bir belgeyi ta­rihçilerimize kazandırmış, hem de okurlarımıza o çağ Türkiye'si hakkında bir fikir vermiş oluyoruz.

Eseri okurken rasladığımız devlet adamlarıy­la her çağda da karşılaştığımızı farkedeceğiz.

Tarihin milletlere en büyük ibret dersi oldu­ğunu unutmayalım!

Mehmet R. ÜZMEN

BİRİNCİ KISIM

Sultan Mahmud'un ve M, Deleurs[1]’ün ölüm­leri, M. Vergennes'nin İstanbul'daki görevine başlama­sına vesile oldu. Ben de onunla birlikte İstanbul'a gi­decek, Türklerin geleneklerini, devlet şekillerini ince­leyecek, dillerini öğrenecektim. Kral tarafından kira­lanan bir tüccar gemisi ile 1755 nisanının ilk günlerin­de Marsilya'dan yelken açtık ve ters rüzgârlar yüzün­den ancak 18 mayısta Çanakkale Boğazı'ndan içeri gi­rebildik. Boğaz'a girmeden önce Padişah'ın bir karavelası bizi Bozcaada civarında karşıladı, yollanan bir feluka gemimize pruva tarafından bordaladı; gayesi bi­zi tanımaktı; ancak veba salgınından çekindiğimizden hiç bir surette temas kurmadık. M. Vergennes ile İstan­bul'a gelen ve daha önce birçok gezi yapmış olan mü­teveffa babam Türkçe'yi de iyi bildiğinden Türklerin gemiye çıkmalarını önledi ve feluka kumandanına bir­kaç şişe likör armağan etmemizi tavsiye etti. Bu arma­ğanları almak üzere gönderilen muço yanlışlıkla altı şi­şe lavanta esansı getirdi, bu hatâyı tamir etmek üze­re muçoyu geri göndermeye hazırlanırken, babam la­vantaların da aynı işi göreceğini söyleyerek engel oldu. Lavanta şişelerini verdik ve felukadan ayrıldık; fa­kat Türk'ün sabırsızlığı bir müddet sonra dikkatimizi çekti; şişelerden birini aldı, tıpasını çıkardı, bir dikiş­te içini boşalttı ve başı ile bize beğendiğini işaret et­ti. Babam hariç hepimiz birazdan zavallı gemicinin arkası üstü düşeceğini bekliyorduk; halbuki biraz sonra ikinci bir şişe açıldı, yine dibine kadar içildi ve mem­nuniyet işareti verildi ve hepimiz bir şey olmayacağın­dan dolayı rahatladık.

Bir zaman sonra Çanakkale Boğazından içeri gir­dik. İstihkâmları ve Gelibolu'da demir atmış olan Kapdân-ı Deryâ'nın filosunu selâmlamak üzere flamamızı direğe çektik; nihayet 21 mayıs 1755 günü İstanbul li­manına demir attık.

Avrupa'nın doğu ucunda Karadeniz kıyısında ku­rulmuş olan bu şehir Asya'dan Boğaziçi ile ayrılmak­tadır. İki denizi birleştiren bu boğaz Karadeniz'in ku­zeyinde buharlaşamayan fazla suyu güneye doğru akıt­maktadır. Bu yüzden kuzeyden inen şiddetli akıntılar Sarayburnu önünde kırılmakta, akıntının bir kısmı li­manın içine doğru girerek kuzeye yönelmekte ve ye­niden ilk akıntıya karışmaktadır. Bu tabiî olay sayesin­de her gün şehirden dökülen çöpler ve çamurlar hiç bir zaman limanda kalmamaktadır. Deniz, böylece ile­riyi göremeyen cehaletten kendi kendini kurtarmakta ve 80 toplu savaş gemileri tehlikesizce limana girerek karaya yanaşabilmektedir.

Eğer dünyaya hâkim olma ihtirası bir harita üze­rinde incelense ve dünyanın başkenti olarak en uygun bir şehir aransa kuşkusuz İstanbul mevkii itibariyle bu seçime lâyık olur. İstibdadın baskısı şehrin etrafında doksan kilometrelik bir alanda bütün kültür ve sanayi araçlarını kırmasa, iki deniz arasında yerleşmiş bu şe­hir faydalı üretimlerin ve zengin bir ticaretin merkezi de olurdu. Eski surların içine kapanmış İstanbul harap bir şehir manzarası gösterirken, muazzam bir anfiteatırın ortasına yerleşmiş olan denizciler dünyanın her ta­rafından başkentlerine borçlu oldukları ganimetleri getirir gibiydiler.

Limanı kapayan burnun ucunda kurulmuş Padişah'ın sarayına şimdi duvar görevi yapan surları ile es­ki Bizans, kurşun kaplı, altın yaldızlı kubbeler ve niha­yet Divan'ın kulesi ile sonuçlanan geniş bir servi ormanı manzarası arzetmektedir. Koyu renkli bu topluluk, diğer binalara nazaran cüsseleri gayet iri kalan dev ya­pılar serpiştirilmiş manzaranın öteki bölümünden kesin bir ayrılık göstermektedir.

İstanbul'u meydana getiren üçgenin bir kenarı Sarayburnu'ndan Kâğıthane deresine kadar dört bin met­re uzunluğundadır; karşı kıyı yirmi yedi kilometre uzakta Karadeniz ile birleşmek üzere Galata gibi geniş mahal­leleri de içine alarak uzanır gider. Asya kıyısındaki yer­leşme merkezleri Üsküdar'da birleşerek limanın giri­şinden üç kilometre ötede şehre daha başka bir açıdan bakış sağlar. Bu iki şehir arasında durmadan gidip ge­len gemiler Avrupa ile Asya'yı birleşmiş gibi gösterir­ler. Başka gemiler de sabahlan Boğaz kasabalarında oturanları hayatlarını kazanmak üzere İstanbul'a getirir, akşam da evlerine iade eder; sayısız kayık halkın gün­lük işleri için gidip gelir; bu arada şehrin debdebe ve giyecek ihtiyacını karşılamak üzere limana girip çıkan yabancı ve yerli ticaret gemilerini de ilâve etmek ge­rekir. Böylece bu manzaranın göstereceği hareketliliği tahmin etmek mümkün olur.

Ancak ilk göz atışta İstanbul'un uyandırdığı hay­ranlık şehrin içine girince kısa zamanda kaybolmakta­dır. Damların çıkıntısının pek az ışık geçirdiği çakıl taşlı bozuk yollar, temizlikten uzak sokaklar İstanbul'­un tek can sıkıcı tarafları değildir. Diğer uygunsuzluk­ları sırası geldikçe ayrıntıları ile açıklayacağım.

Türk dilini öğrenmeye çalışırken bu milletin ge­lenekleri ve ahlâk yasaları hakkında bir hayli bilgi top­lamam mümkün oldu; zaten benim ilk gayretim de bu hususda oldu ve bütün ısrarlara rağmen daha önce Doğuya gezi yapmış olanların yazılarını bu sebeple okumayı reddettim; o tür yazıların çalışmalarımı kolaylaştıracağına beni çeşitli hatâlara sürükleyeceği ka­naatini muhafaza ettim.

Türkçe öğretmenim ilkince usûl olduğu üzere ba­na yazmayı öğretmeye başladı. Resme olan yatkınlı­ğım başlangıçta önemli ilerlemeler kaydetmeme yar­dımcı oldu; nihayet okumaya başladım ve zorluklar or­taya çıktı; sesli harflerin yazılmaması[2] sıkıntılarım ve göğüslemek zorunda kaldığım zor işin mahiyeti hak­kında bir fikir verir; işin daha zor tarafı Türklerin ken­di lisanlarının fakirliğinden Arapça ve Farsça'dan dil­bilgisi kuralları almaları, bunlardan beş ayrı alfabe ya­ratmaları ve yazarların arzularına göre harf çeşitleri kullanmalarıdır. Bir ömür boyunca ancak iyi okuma­sını öğrendikten sonra kişi kendisine faydalı eserleri ne zaman araştırıp okuyacaktır?

Özellikle bu uygunsuzluk yüzünden Türkler ceha­letin pençesine düşmüşler ve soyut bilimlerde gerile­mişlerdir. Harfleri güzel bir şekilde yazmak ve yazılan­ları çözmekle uğraştıklarından gururları şu çeşit zor­luklara doğru meyletmiştir; çifte anlamlar, harflerin değişik şekilde yazılması eğitimlerini ve edebiyatları­nı sınırlamış ve kötü bir heves zihni yormak için her türlü yolu denemiş, onlara haz vermiş, hayranlıklarını uyandırmıştır.

Aslen Acem olan ve afyon ile rakıya iptilâsı bulu­nan dil öğretmeni ile her gün başbaşa son derece zevklı iki saat geçiriyordum; hâfızamda tuttuğum bütün ke­limeleri kullanmaya gayret sarfederken onun dedikle­rini anlamaya çalışıyordum. Bir seferinde evimde duy­duğu garip kokunun ne olduğunu sordu; ona bir şişe lavanta suyu gösterdim ve feluka kaptanının misali, benden, eğer bir sakıncası yoksa, şişeyi istedi; ancak böylesine tehlikeli bir içkiyi ona her zaman temin edemiyeceğimi belirttim.

Daha fazla kelime öğrenmeye ve onları gerektiği yerlerde kullanmaya olan gayretim sayesinde kısa za­manda pek fena olmayacak bir şekilde derdimi anlat­maya başladım; M. de Vergennes İstanbul'daki yabancı elçileri ve Avrupalı ileri gelenleri bir araya getirecek bir dâvet vereceğini söylediği vakit tercüman olarak görevlendirildiğimi öğrendim. Bu toplantının haberi ba­zı yüksek rütbeli Türklerin fazlasıyla merakını çekti­ğinden katılmak istediklerini bildirdiler, ben de dille­rini daha fazla öğrenmek hevesiyle katılmalarını sağla­mak üzere çabaladım.

Yeni evlenmiş olduğumdan ve kayınbabam ile Türk davetlilerden biri arasında olan dostluk, dil öğrenme gayretime değişik bir fayda da getiriyordu. Toplan­tıya geldiğinde bana “kadınlar” arasında Madam de Tott'u göstermemi rica etti ve daha sonra gözlerini onun en ufak bir hareketinden ayırmadan nereye gider­se gitsin izledi; karım salondan dışarı çıktığı zaman­larda yüzündeki endişeyi gizlemiyordu. Bir taraftan bu endişe, diğer taraftan Türklerin göz ucu ile izledikleri toplantı esnasında bana sordukları sorular, beni eğlen­dirdiği kadar eğitiyordu da.

Bu arada orkestranın çaldığı bir hava ile balo açıldi: dans edenin kim olduğunu sordular; ben, İsveç el­çisi, dedim... Yanımdaki Türk şaşkınlıkla döndü ve sordu: Ne? İsveç elçisi mi? Bâb-ı âli'nin müttefiki bir devletin elçisi!.. Hayır, bu mümkün olamaz... aldanı­yorsunuz, daha dikkatli bakın. Aldanmadığımı, onun gerçekten İsveç elçisi olduğunu söyledim. O zaman ikna olan Türk gözlerini indirdi ve ilk dansın sonuna kadar sesini çıkarmadı, ikinci dans başlayınca yine dans edenin kim olduğu soruldu: Hollanda elçisi oldu­ğunu söyledim... Bu cevap üzerine Türk ağır ağır, bu sefer asla inanmıyacağını belirtti. Fransız elçisinin ih­tişamını ne dereceye kadar büyüttüğümü, fazla önemli olmayan bir elçiyi oynatacak kadar zengin olduğunu ve Hollanda elçisini bu şekilde oynatmak için ona ne ver­diğini merak ettiğini anlattı. O zaman bildiğim bütün Türkçe kelimeleri kullanarak bu elçilerin balonun da­vetlileri olduğunu, narayla tutulmuş oyuncular olmadı­ğını, Fransa elçisinin de dans edeceğini anlatmaya ça­lıştım. Zorlukla ikna edebildim. Bu arada Türk kendi­sine daha ilgi çekici gelen bir olayla meşgul olmaya başladı. Bana dönerek, karınızı göremiyorum, dedi... Ah! işte orada. Fakat bir erkekle konuşuyor, çabuk gi­dip bu konuşmayı kesin. Peki, neden? diye sordum. O zaman daha açık bir şekilde konuşmaya, beni aydınlat­maya çalışıyordu ki, Madam de Tott konuşmasına de­vam ederek oyun salonuna girdi ve kayboldu. Bu du­rumda her türlü saygılı davranışını kaybeden Türk ayağa kalktı, beni sürükledi; itiraz etmeden onu takip ettim; oyun salonuna girip de erkeklerle kadınların yanyana oturup konuştuklarını gördüğünde daha önce hakkımda duyduğu -kuşkuların ne oranda değiştiğini tahmin edemem.

Herkes yemeğe çağrılıp da, dâvetliler ayrı ayrı ma­salara yönelince Türk salonu terketmeye kalkıştı. Daha ciddî bir endişenin onu bu davranışa ittiğini anladım.

Eğlecenin sonunu görmesi için ısrar ettim. Bana, sinir­li bir tavırla, her şey bitti, içmeye başladılar, dedi; bı­rakın gidelim ve eğer bana itimat ederseniz karınızı alıp siz de buradan derhal ayrılın. Sizi anlıyorum, fakat emin olun her şey tahmin etmediğiniz kadar sükûn için­de geçecektir, dedim. Israrlarım sonunda meraklıları­mı masaların etrafında dolaştırdım ve onlara ayrılan masaya oturttum. Onlara cesaret veren birkaç kadeh likörden sonra tamamen ikna oldular; sabaha kadar kaldılar ve ayrılırken, aralarında tertiplenecek böyle bir eğlencenin en azından otuz cinayet ile sonuçlanacağını bana gizlice söylediler.

Öğrenmek fırsatını bulduğum manevî yargılar yeni­lerini öğrenmem hususunda bana yeni ilişkiler kurma­mı sağladı. İstanbul'un fethinden beri her devirde im­paratorluğa şeyhülislâmlar veren Damadzâde ailesinden Murad Molla üzerinde en fazla durduğum kişilerden bi­ri oldu. Sık sık onunla sohbet etme fırsatı bulacak,' hem onun kişiliği hem de milletinin değer yargıları hak­kında kendimi aydınlatmak imkânı elde edecektim.

Tanığı olduğum olayların yürüyüşü hakkında bilgi sahibi olmak için İstanbul'u sık sık harabeye çeviren meşhur yangınları zikretmeden geçemiyeceğiz. Bu tür olaylardan, gelişimizden bir az sonra bu muazzam şeh­rin üçte ikisini yok eden yangını anlatacağım.

Pera semtinde (Beyoğlu) bulunan Fransa elçiliği İstanbul şehrini ve limanını kuşbakışı görür. İlk ateş li­mana ve sarayın duvarlarına yakın bir evden çıktı. Ku­zeyden esen rüzgâr, yangının sarayın duvarlarını ya­layarak yokuşun ortasındaki Sadrâzam'ın sarayına doğ­ru yayılmasına sebep oldu. Padişah hemen olay yerine gitti; ancak ne buyrukları, ne de bu şahane yapıyı kur­tarmak için yapılan çabalar yangının iyice yayılmasına engel olamadı; üstelik yanan sarayın meydana getirdi­ği daha iri alevler bir de rüzgârın etkisiyle daha süratle ilerlemeye başladı. Alevlerin, Aya Sofya'ya geldi­ğinde bu taş yığını önünde duracağı sanılıyordu; bü­tün söndürme tedbirleri hep o yana kaydırılmıştı; her­kes alevlerin ilerleyişinin durdurulacağını umarken, sı­cağın etkisiyle eriyen kurşun kubbe toplanan muhafız­ları ve tulumbacıları dağıttı, yangının işini büsbütün kolaylaştırdı. O andan itibaren artık yangın söndürül­mesi ile değil, rüzgâr yönündeki alanın tahrip edilerek kontrol altına alınması ile meşgul olunuldu. Dehşet havası herkesi kaplamış olmasına rağmen yıkılan alana gelen alevlerin nihayet söneceği umuduyla halk sevini­yordu ki birden doğuya dönen şiddetli rüzgâr yangının diğer yönde en az altı yüz metrelik bir cephe hâlinde yayılmasına sebep oldu. Şehrin merkezine doğru ilerle­yen alevler on üç kola ayrıldı, bir müddet sonra bu kolların kökleri birleşti ve İstanbul bir alev denizine döndü.

O ana kadar yapılan kurtarma çabaları felâketin dehşetini arttırmaktan başka bir işe yaramadı; yangın kollarından biri önünde evleri yıkmağa çalışan bir ye­niçeri bölüğü yanlardan gelen iki ayrı alev kolu içinde kaldı. Alev girdapları arasında kalan bu talihsizlerle aynı kadere mâruz kalan kadınların ve çocukların çığlık­ları yıkılan binaların, yanan tahtaların gürültüsüne, fecî bir sefaletin pençesine düşmemek için mallarını kur­tarmaya çalışan halkın haykırışlarına karışıyor; hepsi birden tasvir edilmesi imkânsız bir dehşet yaratıyor­du.

Tasavvuru daha güç olan şey de yanan evlerin yerine yenileri yapılamadan bir başka yangının daha patlak vermesi ve evsiz kalan halkın büsbütün sefaletin pençesine düşmesidir. O sırada tahtta olan Sultan III. Osman muhtemel yangınlarda söndürme çalışmaları­nın daha kolay yapılmasını sağlamak maksadıyla bazı sokakları genişletmek istedi; ev sahipleri bir araya gelerek babalarından kalan evlerin ve arsaların sokak yapılmasına izin vermiyeceklerini belirttiler. Ödeme ya­pılması gerektiği yerde sadece buyruk veren, fakat üs­tesinden gelinmesi kolay bir direnme karşısında geri­leyen bu hükümet şekli keyfî yönetimlerin ne kadar uygunsuz olduğunun açık bir delilidir.

Yanan komşu evleri kurtarmak bahanesiyle daha kolay yağma yapıldığından ve sırf bu yüzden kundak­lama olayları olduğundan hükümet bu kötü hareketin önüne geçmek üzere yeniçeri subaylarının gelmesine ka­dar yangın söndürülmesini yasaklamış, dolayısıyla yan­gının söndürülmesi uzamıştır. Bu yasa yürürlükten kaldırılmış, tulumbaların sayısı da artırılmıştır; şimdiye kadar sadece mahalle muhtarlıklarında olan tulumba­lara ilâveten askerî birliklerin emrine de tulumbalar sağlanmıştır. İlk işarette bu tulumbaların yangın yerine götürülmesi gerekiyordu: Fakat sonuçta ne oldu? Tu­lumbacılar felâkete uğrayanlardan fidye koparmak için harekete geçer oldular, eğlenmek için biriken halkın üzerine su sıktılar; yangın olaylarına alışan askerler ise zavallı halka kötü muameleye başladılar; halkın sağ­dan soldan yağmaladığı[3] eşya ve gıda malzemesi kurtarılacağına düşüncesizce ateşe atıldı

İlk yangın ihbarında, gerekli gözüken şeyleri em­retmeleri için Sadrâzam'ın ve diğer vezirlerin hemen yangın yerine koşmaları mecbur tutuldu. Padişah bile yangın çıkan yere gitmemezlik etmezdi; eğer alevler yayılmak istidatı gösterirse Padişah'ı hemen oradan uzaklaştırmak üzere her türlü tedbir alınmıştır: gece gündüz eyerli atlar ve gemiler bu maksatla hazır bek­letilir, Yüksek rütbeli subaylar da aynı tedbirleri aldır­mışlarda sık sık meydana gelen bu olaylar yüzünden uykuları hep yarım kalır.

Pazvand adı verilen mahalle ve çarşı bekçileri ge­celeri yangın kollamakla görevlidirler. Ucu demirli so­palarını yere vurarak, «Yangın var!» diye bağırarak ma­hallelerini uyandırırlar, yangının nerede çıktığını belir­tirlerdi. Galata'da olduğu gibi Yeniçeri Ağası'nın sara­yı civarında da inşa edilen bir kule bütün İstanbul'a hâ­kimdi; her iki kulede yangın gözetlemesi için devamlı olarak bir nöbetçi bulundurulurdu. Bizdeki felâket çan­ları görevini yapan davullar vasıtasıyla Boğaza kadar yangın olduğu duyurulur, ilgilenenler yangın yerine ko­şup geldiklerinde genellikle dükkânlarını yanmış veya yağmalanmış bulurlardı.

En kıymetli malları yangından koruma ve yağma­dan kurtarmak maksadıyla esnaf loncaları veya özel ki­şiler tarafından Bedestenler yaptırılmıştır. Aynı zaman­da sokak gibi kullanılan bu yapılar yüksek duvarlarla çevrilmiş, üstleri tuğlalarla örülerek kubbe şeklinde kapatılmıştır. Her bedestende aşağı yukarı aynı çeşit mallar toplanırdı; kuyumcular bedesteni ise ince zevkin ve mükemmeliyetin bir örneğidir, ilerde Türklerin sa­nayii hakkında konuşma fırsatı bulacağız.

Anlattığım felâketten sonra Padişah'ın vezirlerinin sarayı (yenisi yapılıncaya kadar) yangından kurtulmuş sultan hanımlardan birinin sarayına taşındı; o zamana kadar sadece Fransa elçisi ünvanını taşıyan M. Vergennes de Fransa Büyük Elçisi olunca yeni itimatnâmesini sunmak zorunda kaldı.

Bir zamanlar Fransa'da büyükelçi olan Said Efendi şimdi Sadrâzam'dı. Huzuruna kabul edildik; bu ziyaretten sonraki ilk salı günü de Padişah'ın huzuruna kabul edilecektik;[4] ancak o gün gizlice Bâb-ı âli'de[5]  bulunan Padişah, M. Vergennes e haber göndere­rek onu ertesi gün kabul edeceğini bildirdi. Çabuk hid­detlenen, fakat zayıf, sabırlı ve aşın derecede meraklı bir mizaca sahip olan bu hükümdar dönüşümüzde çok garip bir olaya tanık olmamızı sağladı. Padişah, yanında Çuhadar[6] kıyafetine bürünmüş Silâhdar'ı ve Divitdâr'ı[7] olduğu hâlde ulemâ kıyafetinde olarak gözük­tü; bizi geçerken görünce durdu bize baktı, sonra heye­timiz saraydan Atmeydanı'na doğru ilerlerken koşarak yanımıza geldi. Büyük elçinin hizasına gelince yürü­yüşünü yavaşlattı; meydanın sonuna kadar onunla bir­likte gittik; sonra yine koşmaya başlayarak, ilk sıranın başında sokağı baştan başa katetti, sarayının kapıla­rından birinde kayboldu, kıyıda tekrar ortaya çıkarak iskeleden kayıklara binişimize nezaret etti: son kayığın da iskeleden ayrılışına kadar orada kaldı, sonra yine sarayına dönerek, gözden kayboldu.

Padişah'ın Atmeydanı'nda yanımızda gittiği süre­ce, etrafımızda başka meraklıların bulunmasına karşılık hiç kimse onu tanımadı ve mevcudiyetinden dolayı en­dişe duymadı: istibdat yönetimi daima hâkim olmak ve endişe uyandırmak ister.

Padişah'ın huzuruna kabul töreninin ayrıntılarını anlatmıyacağım, zira şimdiye kadar pek çok gezgin bu ayrıntılardan bahsetmiştir; yalnız büyükelçilerin bu çe­şit törenlerde karşılaştıkları aşağılatıcı hareketleri orta­dan kaldırmak gerekmektedir; Türklerin gelenekleri üzerinde edindiğim kanaatlerimi sırası gelince aktara­cağım.

Bu tören sırasında Padişah'ın âdet olduğu üzere Sadrazam'a hitap ederek değil de, doğrudan doğruya M. Vergennes'e hitap etmesi ve tercümanın ifadesine göre gayet iyi niyetle iltifat etmesi dikkati çeken bir noktadır. Padişah'ın bu konuşmasının önceden hazırlan­madığı, içinden gelen lütûfkârlıkla konuştuğu anlaşıl­maktadır.

Sert hükümdarlarda bulunması gerekli enerjiden yoksun olan Sultan III. Osman bu eksiğini devamlı bir sabırsızlık ve hiddet taşkınlıkları ile gidermek yoluna sapmıştı. Efendisinden gördüğü himayeye güvenen genç Silâhdar Paşa ölçüsüz ve korkusuz bir şekilde suiisti­male girişmiş, arka arkaya sebep olduğu olaylar hak­kında genel bir şikâyet uyandırmıştı. Her zaman tahta gayet güç erişen bu şikâyetler, Padişah'ın kıyafet de­ğiştirerek yaptığı geziler sırasında hemen kulağına çalınmıştı; gözdesinin yapıklarından hiddetlenen Padişah Silâhdar'ı saraya çağırtmış, aynı gaye ile Şeyhülislâm'ı da dâvet etmişti. Kapıldığı hiddet o dereceye çıkmıştı ki eline geçirdiği bir gürz ile gözdesinin üzerine yürü­müş, ancak Şeyhülislâm’ın araya girmesi ile vurmak­tan vazgeçmişti. Sultan Osman'ın ilk hareketine engel olmak hiddetini daha da arttırmaktı; nitekim dışarı koğulan vezir, arkadan gelen bir buyruk ile tutuklanmış; elinden devletin mühürleri alınmış, kafası vurularak gümüş bir tepsi içinde ikinci avlu kapısı önünde teşhir edilmişti; bu vesile ile herkes bu Sadrâzamın gördüğü teveccühü de öğrenmişti[8]

O zamana kadar Sadrâzam'ın gördüğü teveccüh­ten fazla bir şey yapamayan ve devlet otoritesini sars­mak için ellerindeki otoriteyi kullanan meşhur şerîat adamları topluluğu olan ulemâ sınıfı, Sadrâzam'ın ölü­mü ile daha tehlikesizce hükmedeceğini sandı. Ulemâ sınıfı Padişah'ın zaafından istifade ederek onu büsbü­tün hiddetlendirdi; Sultan Osman'ın hiddeti Şeyhülis­lâm'ı üzerinde patladı.

Her yerde kanlı veya saçma yasalar yaratan taas­sup Türkiye'de ulemâ sınıfının lehine çalışmıştı; öyle ki mallarına el konulamaz, ölüm ile cezalandıramazlar­dı. (İdam edilmeleri gerektiğinde taştan yapılmış bir havan topu içine yerleştirilerek ezilirlerdi).[9]  Böylesine değişik bir tarzda muamele görmede fazla hoşa gi­decek bir şey yoktur; ancak böylesine korkunç bir ce­za örnekleri pek ender olduğundan ulemâ sınıfına dahil olanlar örnekleri çoğaltmamak için dikkatli davranırlar. Kuşkusuz Şeyhülislâmın cezasız kalacağına dair güven­ci efendisine karşı yüksek perdeden konuşmasına sebep olmuş, bu da Sultan Osman'ı o derece sinirlendir­mişti ki uzun zamandan beri kullanılmadıkları için ölüm havanlarının gömülü oldukları yerden çıkarılması için buyruk vermişti. Bu buyruk çok büyük yankı yarattı. Haklı olarak dehşete kapılan ulemâ sınıfı boyun eğdi ve sadârete çağrılan meşhur Râgıp Paşa muhalefetle karşılaşmadan devleti yönetti.

Râgıp Paşa ikna etme gücü yüksek olan zekâsına mizacının kudretini de eklemişti. Şimdiye kadar hiçbir Sadrâzam mevkiinin meziyetlerini onun kadar iyi kul­lanmamıştır; ustalıkla baştan çıkarmasını, en küstah­ları bile yola getirmesini biliyordu; daima ikiyüzlü, za­lim, fakat her zaman mahir ve kendisine hâkim olarak insanlara değer vermiyor, hayatlarını hiçe sayıyordu.

Bu Sadrâzam vaktiyle Kahire'de paşalık yapmıştı; Memlûk beylerinin kuvvetlerine güvenerek yaptıkları itaatsizlik, ona sadece rüşvetle destek arama yolunu açık tutuyordu; bu arada bazen kaba kuvvet kullanmak­tan da kaçınmıyordu. Bu yüzden imparatorluğun bu bölgesi onun mizacına en az uyan bir yerdi. Padişah onu sadrâzamlığa çağırdığı vakit Divan toplantısında üzerine boşaltılan tabanca mermisinden zorlukla kurtul­muştu. Râgıp Paşa istibdat yönetiminin bütün meziyet­lerine, devlet yönetiminin gerekli bütün bilgilerine sa­hipti; bu meziyetleri Belgrad Anlaşması sırasında bu­lunduğu Mektupçubaşı rütbesinde elde etmişti.[10]

Kimseye faydalı olacağı ümidini bırakmadan bu Sadrazam’ın arka arkaya sahip olduğu rütbeler sonunda birden herkesi arzularına boyun eğecek durumda bul­du ve baskı rejimine olan alışkanlık dolayısıyla kısa zamanda çevresine otoritesini rahatlıkla kabul ettirdi.

Silâhtar Paşa'nın ölümü ile Koca Râgıp Paşa’nın iktidara gelmesi arasında geçen süre içinde Sadâret'te on beş gün bile kalamıyan bir sürü Sadrazam gelip geçti: bu kısa iktidar dönemlerinde sık sık itimâtnâme sunmaktan yorulmuştuk, ancak her yeni Sadrâzam'ın huzuruna çıkmak da o derece gerekliydi. Râgıp Paşa'nın huzurunda alışılagelmiş töreni bitirdikten sonra, Sâdrâzam hâlâ büyükelçi ile dostça görüşmesine de­vam ederken Muzur Ağa odaya girdi, Sadrâzam'ın ku­lağına eğilerek yavaşça bir şey fısıldadı. Sadrâzam cevap olarak elini yatay şekilde hareket ettirdi; sonra yü­zünde sevimli bir tebessüm ile büyük elçi ile konuşma­sına bir süre daha devam etti. Daha sonra dışarı çık­tık, yürüyerek atlarımızın bulunduğu büyük merdivene doğru ilerledik; ilk kapının dışında dizilmiş dokuz kel­le bize Sadrâzam'ın işaretinin anlamının ne olduğunu anlatmış oldu.

Her zaman için büyük bir kolaylıkla yapılacak idam­ları bekletilmeden yapılması ile bize yeni Sadrâzam'ın kararlarında ne kadar çabuk olduğu anlatılmak isten­mişti, lâkin bizde onun vahşetinin ne derecede olduğun­dan başka bir intibâ bırakmamıştı; keyfî yönetimlerin en büyük özelliklerinden biri de daima ezmek, cezalan­dırmada ılımlı davranmamaktır; Râgıp Paşa da bütün iktidar döneminde bu yöntemi uygulamıştır. [11]

Bu Sadrâzam'ın siyasî ilkelerine devletin büyük­leri uymak zorunda kalmışlarsa da halktan bir kadının ona karşı cezasız kalan direnmesi İstanbul'un yaşayışı bakımından bir hayli ilgi çekicidir; Türk yönetiminin bu tarafını da tanımak kanımızca önemlidir.

Başkentin buğday tüketimi Padişah'ın tekelinde idi; buğdayın geldiği eyaletlerde ihtirâ[12] hakkı kurul­muştu. Üretilen buğdayın bir kısmı çok düşük bir fiyat­la Padişah a devredilir, o maksatla kiralanmış gemiler­le şehre getirilerek depo edilirdi. Sonra bu buğday şehrin fırıncılarına Padişah'ın tesbit ettiği fiyattan sa­tılırda. Böyle bir işleyiş tarzının sonunda buğday ihracı yasaklanmış, yasalara aykırı hareket eden memurlar hi­leye kaçmış, depo edildikleri yerlerde iyi korunamayan buğday çürümüş, bu yüzden bozuk ekmek çıkmış ve ar­kasından açlık gelmişti.

İstanbul'u açlık tehdit ediyordu; ekmeğin ağırlığı azalmış, fiyatı çok artmıştı: hattâ bileşimi bile değiş­tirilmişti; bütün ümitler Karadeniz'den gelecek yetmiş buğday yüklü gemideydi: bu gemilerin Boğaz'a girme­den geceleyin tutuldukları bir fırtınada battıkları haberi bütün İstanbul'da büyük bir şaşkınlığa sebep oldu. Bu şaşkınlıktan doğan aşırı olayların dehşetini, günümüzde de benzer olaylar olduğundan, tasavvur etmek mümkün­dür.

Boğaz'ın Karadeniz ağzında Anadolu ve Rumeli kı­yılarında dikilmiş iki muazzam fener gemicilere Boğaz­ın girişini gösterir. Hükümet fenerlerde yakılacak yağı temin eder, fener bekçilerine maaş verirdi; fakat aynı hükümet bütün bu kıyılarda odun kömürü yapılmasına ve yakılmasına izin vererek, fırtınalı zamanlarda gemi­cilerin yanan ateşlerden aldanmasına da göz yumardı; üstelik iki fenerin bekçileri, fırtınanın kıyıya vurduğu ge­mi kalıntılarının ganimetlerini toplamak için ışıkları ay­nı zamanda söndürürlerdi.[13]

Felâketi önlemek için alınan ilk tedbir bütün ülke­nin çiftçilerine bir buyruk göndererek ürünlerini şehre yollamaları oldu. Gelecek için hazırlanan kötü günler şu andaki çıkarlar yüzünden farkedilemiyordu. Üstelik her türlü tahıl ve bitki özleri için de bu buyruk uygufandı; herşeyden faydalanma yolunu arayan cimrilik, yiyecek maddelerine de el atarak insanlara yetmiyecek olan gı­da maddelerinin kalitesini de değiştirdi.

Devamlı olarak aç bir halk topluluğu tarafından kuşatılmış olan fırınlar güvenlikleri için asker çağırıyor­lar, halka kötü pişmiş bir hamur dağıtıyorlardı; fırınların önünde silâh elde bekleşen halk her türlü düzensizlik örneği veriyordu.

Darlık yüzünden pirinç de azalmaya başladığı sıra­da Sadrâzam'ın sert davranışları şehirde ancak sükûneti sağlayabiliyordu ki, halktan ihtiyar bir kadın cesaretle mahallesinin ahalisini ayaklandırdı, büyük bir topluluk­la pirinç satan dükkânların önüne gidildi; yolda bu top­luluğun ne olduğunu soran askerlere hakaret ediliyordu. Yeniçeri ağası kalabalık bir muhafız kıtası ile olay yeri­ne gitti; atılan taşlar yüzünden gerilemek zorunda kal­dı. Sadrâzam olay yerine geldiği vakit, pirinç dükkân­larının kapıları açılmış, yağma başlamıştı: yaşlı kadın Sadrazâm'ın önüne geldi, büyük bir cesaretle onu teh­dit etti, yanındaki kuvvetlere meydan okudu, azimle bir nutuk attı, Sadrâzamı herkese bir parça pirinç verme­ye ikna etti ve ondan sonra topluluğunu dağıttı.

Bu arada, alınan sert tedbirler bir an için düzeni yeniden sağladı; açlık tehlikesi kayboldu, fakat kötü gıdadan doğan hastalıklara veba salgını da karışınca bütün imparatorluk kırıldı.

Bu hastalık üzerine yapılan araştırmalar birbirleri ile zıtlaşan kanılar vermekten öte gidememiştir. Hasta­lığın çıkış yerinin Mısır olduğuna dair bir iddia ortaya atılmış, ancak benim o ülkeye yaptığım ziyaret sırasın­da gözlediğim olaylardan da anlaşılacağı üzere bu iddia da önemini yitirmiştir.

Neticede vebayı muhafaza eden merkez veya onun yayılmasına sebep olan şeyin mahiyeti bulunamamıştır. Her ikisi için İstanbul'un eskicileri ve vebadan ölmüş kimselerin kürklerini saklıyanlar sorumlu tutulmuştur.

Kuşkusuz bu tutum veba tohumunu[14] muhafaza etmek ve yaşatmak için uygun bir ortamdır; hastalık İrinini taşıyanlarda geliştiği ve yayıldığı kesindir. Bu İrinle­rin mayalaştığı mevsimlerde salgınlar daha yaygın ol­maktadır.

Kıtlığı izleyen ilkbaharda vebanın ilk belirtileri gö­rünmeye başladı; yalnız o yıl içinde İstanbul'da yüz el­li bin kişi hastalıktan öldü ve ölüm sayısı o derece art­tı ki, Tanrı'dan bu hastalığı kaldırması için genel duâ yapılması için hükümetçe buyruk çıkarıldı. Edirnekapısı'ndan çıkarılan günlük ceset sayısı 999'u bulana kadar Türklerin hastalığa tevekkül gösterdiklerini kay­detmek yerinde olur.

Başlangıçta hastalığın önemi günlük ölenlerin sa­yısı belirli bir miktara erişinceye kadar ciddiye alın­maz, günlük işler aksamadan yürür ve insanlar arasında temas devam ettiğinden salgın daha süratle yayılır; bu arada en büyük felâketlere ve en yakın tehlikelere olan alışkanlık hastalara en rahat şekilde yardım yapılması­nı sağlar: Türkler en kör bir kader anlayışı içinde bü­yük bir güven duygusuna sahiptirler.

Aynı kader anlayışının aşırılıklarından yoksun olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler başarı oranı nisbeten faz­la olan bir ilâç üzerinde çalışmışlardı, ancak bu ilâç hastalığın ilk etkileri zayıfladıktan sonra tatbik ediliyor­du; buna rağmen bu topluluklardan her biri sadece ken­di topluluğuna uygun gelecek bir tedavi usûlü geliştir­mişti; bu garipliği her topluluğun sahip olduğu ayrı dünya görüşlerine bağlamak gerekir. Bir çok hekimin kabul ettiği bu durumu kuşkuyla karşılamak daha emin bir hareket olur.

Salgın hastalığa karşı bazı tedbirler alan sadece Avrupalılardı; uzun.bir alışkanlık devresi sonunda ted­bir almakta bazen ihmale kaçarlarsa da bu hiç bir zaman tehlikeli olmamaktadır; devamlı şehir içinde kal­malarını gerektirecek önemli işleri olmayanlar, veba salgını sırasında ilkbahardan kış başlangıcına kadar şe­hir dışına çıkarlar. İzmit körfezinin ağzını teşkil eden yerde Marmara denizi ortasında İstanbul'dan yirmi kilometre mesafede bulunan Adalar Fransızların yer­leşme merkezlerinden biri olmuştur; Boğaz'ın Avrupa yakasında Tarabya ve Büyükdere gibi kasabalarda bir zamandan beri büyük elçiler malikâneler kurmuşlardır; Lady Montagu'den beri tanınan Belgrad kasabası şim­di önemini kaybetmiştir.

Veba salgını sırasında her türlü teması kesmek maksadıyla ben de Kefeliköy'e yerleştim: bu köy, ger­çek müminlerin hiddetini çeken davranışlara sahip Murad Molla'nın yazın oturduğu Büyükdere'ye yakındı; beni de memnun eden içkiye düşkünlüğü, öğrenmeye olan gayretim sık sık görüşmemize ve samimî olmamı­za büyük ölçüde yardımcı oldu.

Şeyhülislâm oğlu olarak zenginlik içinde dünyaya gelen ve şu anda Şeyhülislâmlıkla görev yapan bu efendi arzularından başka bir yasa tanımıyordu.

Her an buyruklarını yerine getirmek için hazır bek­leyen bir sürü hizmetkârın ortasında Büyükdere kadı­lığını almış ve orada kendisine bir malikâne edinmişti; hâkimiyetini komşu iki kasabaya da yaymıştı; yaptığı zorbalıkları önlemekten uzak olan hükümet onu şikâ­yete gelenleri geri çeviriyor, üstelik şikâyet edenleri şikâyet ettiklerinden dolayı tehlikeye atıyordu. Başka­larının mallarına el koyma usullerini iyi uyguladığından, harcamalarına orantılı bir sürü kadın elde etmesini bil­mişti; duyduğum erkeklerden içinden hiç biri onun ka­dar çok kadın elde edememişti; Kazasker[15] olduğun­dan beri, içinde karıları, çocukları, uşakları mutfakları, işçileri, korkan komşuları, yanında kaçan alacaklıları olan dokuz eve sahip olmuştu.

Onunla ilk dostluk bağlantılarımı kurduğum sıra­larda Murad Molla Kâbe Mollası[16] unvanını taşıma­sına rağmen büyük bir itibara sahipti; yanına sık sık yüksek rütbeli kişiler girip çıkıyor, o da onlara karşı ölçülü davranıyordu.

Sarayın dış subaylarından, efendisine en fazla yaklaşmak imkânı bulan ve ona her türlü düzensizliğin hesabını vermek zorunda olan Bostancıbaşı Boğaz'da yaptığı kayık gezintilerinden birinde Büyükdere'ye gel­miş Murad Molla ile görüşme yapmak istemişti; Murad Molla'nın adamlarından biri Molla'nın kırlara gezintiye çıktığım söyleyince Bostancıbaşı da onu aramak üzere yollara düşmüştü. O sırada evimde bulunan ve birkaç şişe kiraz şarabı ile meşgul olan Molla'ya haber salınmıştı. Adamı gelerek Bostancıbaşı'nın civar çayırda ol­duğunu haber verdi. Görüşme yapmak için Molla'nın içinde bulunduğu durum beni endişelendirdiğinden uy­gun bir bahane uydurmaya çalıştım. Endişelerimi farkedince, bana tebessüm ederek; iradenin hâl tavır üze­rine nasıl galebe çalacağına tanık olacaksınız, dedi; buna rağmen adamlarının yardımıyla kapıya kadar iler­ledi. Dışarı çıkınca adamlarını itti ve on adım ötedeki camiye girerek Bostancıbaşına namaz kıldığını bildirmelerini istedi; bir müddet sonra Bostancıbaşının bek­lediği yere geldi, onunla sohbet ettikten sonra başından savdı, yanıma gelerek endişelerim için birlikte güldük.

Aşırı davranışlara çok alışmış olan Murad Molla arzularına gem vurulmaktan hoşlanmaz; buna karşılık daha az likör içmesi için yaptığım ısrarlara boyun eğ­di; sadece neşelenecek kadar içiyordu; konuşmaları­mız daha ilgi çekici hâle geldi, kadınlar hakkında daha önce söylediklerimi tartıştım; karılarının Madam de Tott'a yaptıkları ziyaretlerden o konudaki bilgilerim fevkâlâde arttı. Çobanlarının pek değer vermediği bu sürüyü gözlerimle görmek istedim, ansızın toplandık­ları daireye girdim, bütün ağızlardan bir çığlık koptu; bu arada sadece yaşlıların yüzlerini saklamaya çalıştık­larını, daha genç olanlarının yavaş yavaş davrandıkları­nı farkettim.

Elinde bulunan kadınlardan çabuk bıkan Murad Molla, yeni cariyeler kazanmak maksadıyla durmadan sayılarını arttırıyordu. Bir gün köşklerinden birinde oturmuş kahve içerken ona, mademki kader evi yanar­ken Türk'ün içerde kalmasını emretmemektedir, şu hal­de veba salgını sırasında da evini terketmesi gerektiği­ni anlatmaya çalışıyordum; tartışmamız ciddî olmaya başladığı sırada dört yaşlarında ayakları çıplak, kötü giyinmiş bir çocuk içeri girerek elini öptü. Molla çocu­ğu okşayıp bana gösterdikten sonra “babasının kim ol­duğunu sordu. Çocuk heyecanla siz, efendim! dedi... *Ne, ben mi?... Peki adın ne?... Yusuf... Annen kim? Hatice... Ya! demek Hatice... Sonra bana dönerek onu tanımadığını söyledi. Dayanamıyarak sordum; Nasıl olur da çocuklarınızı ve annelerini tanımazsınız? Bütün bunlar size garip geliyorsa, neden ilgileniyorsunuz?

MOLLA

Dedikleriniz pek azını kabul ediyorum; ancak siz de kabul edin ki bana yakıştırmak istediğiniz duygusuz­luk biraz haksızdır. Hayâlimizden doğduğu için duygu­sallığı gururumuz beslemiyor mu? Böyle bir kaynağı arzulayabilir miyim? Kuşkusuz hayır; fakat ben meraklı bir kimseyim, duygularım bu noktada toplanmıştır.

BARON

Aynı durumda olan pek çok kişi olduğunu sanıyo­rum, bu kadar yaygın olmasaydı sizi bağışlayabilirdim, fakat hiç kimseyi, hattâ çocuklarını bile sevmemek en fecî yalnızlık içinde kalmak demektir.

MOLLA

Söyledikleriniz büyük sözlerden başka bir şey de­ğildir, hiç bir şeyi aydınlatmıyor, hiç bir gerçek fikre dayanmıyor; samimî olalım. Bütün insanlar aynı duyuş­lara sahiptir; zevkleri fazla değişmez; ancak önyargı­ları ile âdetleri değişiklikler göstererek manevî duyuşlarını ve maddî davranışlarını etkiler, Birbirine karış­tırmayalım, küçük bir cemiyetin küçük kurallarını, ebe­diyetin ezelî yasaları ile karıştırmak mı istiyorsunuz?

BARON

Böylesine boş ve saçma bir karşılaştırma yapmak­sızın evlât sevgisine inanılacağını mı düşünüyorsunuz?

MOLLA

Daima duyduğumuz şeylere inanmamız ve müm­kün olduğu kadar fazla duymağa çalışmamız gerekir. Fakat bütün hissedilen şeylerin tabiatta olmadığına, hissetmektense hiç sahip olmamaya çalışmaya da inan­mak gerekir. Sırf manevî duygular olduğunu, maddî yapı üzerine etki ederek ona hâkim olduğunu, fakat ona bağlı kalmadığını kabul etmiştik: bu manevî duygulara alışkanlıktan dolayı teslim olunur, sevgi duyulur, bu duyguların bizim için değerli oldukları da vâkidir. Gör­düğünüz gibi -ben sizleri anlıyorum, siz de bizi anla­yın. Bütün zevkleri tatmak kolaylığının ilgisizliğe gö­türdüğünü farketmek için büyük gayretler harcamak ge­rekmez: bu bizim âdetlerimizin kusurudur, onları de­ğiştirmek elimizde değildir, bize yükümlülük vermeden fayda, fayda vermeden de yükümlülükler getirir, her şeyin bir dengesi vardır; ancak meraklı olduğum sü­rece, düşündüğünüz gibi kederli olmayacağım.

Murad Molla'nın meraklarını müsaade edilen sı­nırların ötesinde de aradığını görmek mümkündür; me­tafizik düşüncelerinin doğrulamadığı şeyleri dahi kul­lanmaktan vaz geçmiyordu.

Çevresindeki adamlarından Haydut Mustafa özel­likle dikkatimi çekmişti. Lakâbı daha önce uğraştığı mesleğini belirtiyordu ve o da bununla övünüyordu; efendisi yaptığı suçlarını bana anlatması için ona emir vermişti. Bu rezil herifin bize tablosunu çizdiği cina­yetler ve alçaklıkların anlatılış tarzı, yüz tane kahraman­ca hikâyenin asâleti ve mütevaziliği ile boy ölçüşecek şekildeydi. Hikâyeleri dinlemek için yanımıza gelmiş olan uşaklar sık sık alkış tutuyorlardı; anlatmasını biti­rince Molla bana dönerek, bu namussuz herifin cesur olduğunu kabul edin, demişti. Ben de ona cevaben, suçlarına göz yumarak yasaları hiçe saymak da en az o ka­dar cüret işidir, eğer desteğiniz olmasaydı cezasını bulmuş olurdu, dedim. Molla gayet soğuk bir tavırla, hiç de değil, diye cevap verdi, yasa ona hiçbir şey ya­pamazdı, mesleğim icra ederken hakkında hiçbir taki­bat olmadı, hırsızlıktan vazgeçtikten sonra yasalar ya­kasına yapışamaz. [17]

Efendisi tarafından bir nevi çobanlık görevi yap­tırılan Haydut Mustafa'nın birlikte kaldığı arkadaşı, ku­lübelerinde balta ile öldürülmüş bulundu. Haydut Mus­tafa bu olayı küstahça gelip anlattı. Katil olduğu için pişmanlık duymuş bir hâli vardı; cinayeti çok yeni ol­duğu için övünmekten çekiniyordu. Onun karakterin­den hiç şüphesi olmayan Molla onu daima hizmetinde tuttu, cesaret örnekleri veren bu adamı yanından ayır­madı.

Keklikten çok haydutu olan bir ülkede kara avcılığı yapmanın mahzurlarını görünce deniz avcılığına başla­dım. Karadeniz ağzında Türklerin o zamanlar sahip ol­dukları hisarların uzağında Anadolu kıyısında bir koya kayığımla gidiyordum. Yanıma birkaç genç de alıyor tüfeklerimizle deniz üzerinde rastladığımız kuşları vu­ruyorduk. İki Rum denizci kayığımızı sürüyor, boşalan oltalarımızı yemliyor ve ağlarımızı atıyordu.

Akıntının daha fazla olduğu Anadolu kıyısına doğ­ru giden kuşların peşinden biz de Boğaz'ı katetmek zo­runda kalıyorduk. Bu yüzden Anadolu Hisarı yanından geçiyor, kuşlara ateş ediyorduk. Hisarda görevli bos­tancı subaylarından biri, çubuğunun dumanı ile kendin­den geçmiş bir «hâlde güven içinde mazgalın dibine çömelmişti. Kıyıya yanaşmamız için bize işaret ettiğini gemicilerimiz gösterdi. O zaman ne istediğini sor­dum, sizinle konuşacağım, dedi; ben de konuşacak bir şeyim olmadığını ilâve ettim. Falân yere avlanmaya gi­diyorum, eğer canın gezmek istiyorsa bizimle gel dedim. O zaman bana karşı daha saygılı davranan Türk, gemicilerimden birini istedi; benim attığım tüfek­ten kendilerinin sorumlu tutulacağını sanan gemicile­rim korktuklarını belli edince, onlara emin olmalarını, hiç birini teslim etmeyeceğimi söyledim. Türk'e döne­rek eğer avcılığımızı merak ediyorsa bizimle gelmesini tekrarladım; söyleyiş tarzımdaki kızgınlığı farketmiş olacak ki, soğuk bir tavırla daha sonra bizi arayıp bu­lacağını bildirdi. Yolumuza devam ettik.

Yanımdaki gençlerden sadece biri Türk'ün verdiği cevaptan endişelenmiş görünüyordu; bu ülkenin çocu­ğu olarak dünyaya geldikten sonra, sütle birlikte endişe de emmişti; biz de her zaman ona, bostancılar geliyor diye takılırdık. Nitekim içimizden kimse bostancıların bizi arayacaklarına ihtimal vermiyordu, zaten böyle bir hareketi gerektirecek bir davranışta bulunmamıştık. Bu arada eğleneceğimizi sandığımız balık dolu koya girerken bize doğru gelen sahil muhafaza gemisini gördük.

Bu durum karşısında uğraşa girmeye hazırlandık: böyle bir davranışın çok mahzurlu sonuçları olabilirdi, lâkin her türlü yardımdan o derece uzakta bulunuyor­duk ki, ya yenilmeyi, ya yenmeyi seçecektik. Tereddüt edecek bir durum yoktu. Ben kumandanlığı üzerime aldım; siyasî ve askerî her şey bana aitti. Önce gemici­lere oltaları ve ağları denize atmalarını, böylece karşımızdakilerine iyi niyetimizi belirtmemizi istedim, iki Rum denizciyi de başlarına bir şey gelmeyeceklerine dair ikna etmeye çalışıyordum; silâhlarımızı hazırla­dıktan sonra tüfekçilerime bostancıları hazırlamalarını emrettim. Bu tedbirleri aldıktan sonra Türk gemisinin iyice yanımıza sokulduğunu farkedince üzerlerine git­menin Avrupalı şanına yakışacağına karar verdim. Türklerin de kendilerine göre bir davranış şanları oldu­ğundan gelişim teslim olma anlamında yorumlandı ve kürek çekilmesi durdurularak yaklaşmam beklendi. Ben de hemen manevramı değiştirerek uzaklaşmaya başladım ve yaklaşmamı isteyen çağırıya rağmen uzaklaşmama devam ederken, onun bana yaklaşıp ko­nuşmasını istedim; şimdi geliyoruz, diye cevap verdi­ler; benim geminin kenarı onların pruvasını tam karşı­sındaydı. Üzerimizden geçerek bizi batırmak gayesiyle kürekçilerine emir verdiğini duydum. Eğer ben ve adamlarım hemen tüfeklerimizi doğrultup üzerine nişan almayıp ve eğer kürek çekilmesi için emrine devam ettiği takdirde onu kuş gibi öldüreceğimizi bildirmeseydim kuşkusuz bizi denizin dibine yollayacaktı. Tü­feklerimizin namlularının görüntüsü Türk gemisinin dü­meninin kırılmasına ve kürekleri durmasına sebep ol­du. Aramızdaki mesafeyi fazla kapatmadan gemileri­mizi yaklaştırdık ve konuşmaya başladık,

Bostancı benim Türkçe'yi bilmediğimi sandığın­dan gemicilere hitap ettiği için önceleri kendimi kabul ettirmekte zorluk çektim. Bir Rum'un bir Türk karşı­sındaki aşağılık durumunu görmek için gemicilerimin konuşma tarzına dikkat etmek gerekmektedir. Sonunda benim kendilerinden daha iyi Türkçe bildiğimi söyle­yerek Türk'ün bana hitap etmesini sağladılar.

TÜRK

İstanbul kâfirlerin boyunduruğu altına mı girdi? Ne hakla Boğazın güvenliğini korumakla görevli mu­hafaza gemisine karşı geliyorsunuz?

AVRUPALI

Peki ya siz Padişahı'nızın en iyi dostlarını incit­meye nasıl cüret ediyorsunuz?

TÜRK

Sizi inciten yok; burada avlanmak yasaktır: izin kâğıtlarınızı gösterin.

AVRUPALI

Bir gemi içinde tavşan vurulduğunu nerede gör­dünüz? Ben balık avındayım, o da serbesttir.

TÜRK

Hayır, burada hiç bir şey serbest değildir, gezinti­ler bile, bu konuda elimden uzun bir ferman var.

AVRUPALI

Fermanı gördüğüm takdirde ona uyarım.

TÜRK

Siz okumasını bilemezsiniz.

AVRUPALI

Hem de sizden daha iyi okurum; fakat anladığım kadar sizde böyle ferman yok; siz, boş yere bahane arayan işsiz güçsüz bir adamsınız; kurallara aykırı hiç bir şey yapmadık.

TÜRK

Nasıl! Hünkâr'ın hisarlarına karşı tüfekle ateş et­mediniz mi?

AVRUPALI

Sizin önünüzde ateş ettik; ama önünde çömeldiğiniz kuş yuvasını andıran şeye karşı ateş ettiğimiz doğru değildir; asıl sizin hareketiniz saygı dışıydı; küstah­lığınızı ödeteceğim; Bostancıbaşı dostumdur; size be­nim tarafımdan yüz sopa vurulması için ona rica ede­ceğim.

TÜRK

Niye kızıyorsunuz? Size kötülük mü yaptım?

AVRUPALI

Hayır, ama sizi korkutan tüfeğim sayesinde bir şey yapamadınız.

TÜRK

Hiddete kapılmadan sizin ile konuşmanın imkânı yok mu? Ben kızıyor muyum? Sizin dostunuzum; siz de beni o şekilde görün ve istediniz gibi eğlenin.

Saldırganların geri çekilmesi ile bu macera da bi­terken, olaya tanık olan civar balıkçılar tarafından ha­raretle kutlandık ve karaya çıktığımızda alışılmamış bir itibara hedef olduk. Dönüşümde Bostancı subayını: Bostancıbaşı'na şikâyet etmeyi ihmâl etmedim, benden özür dilemesi içirt emir aldı; sonradan çok iyi dost ol­duk.

O yıl İstanbul'da, Asya'da çok endişe edilen ve Türkler tarafından Sam yeli diye adlandırılan rüzgâr esti: güneydoğudan yavaş yavaş esen bu rüzgâr toprak­lı bir pus havasını da beraberinde sürükler ve bu saye­de aşırı sıcaklığından ziyade gezginleri ve kırlarda otu­ranları rahatsız eder; evlerin içinde bile bu rüzgârın ge­tirdiği havaya tahammül etmek gayet zordur; bu rüz­gârın sürdüğü üç gün boyunca ağzımı duvara dayayıp nefes alarak daha rahat etmeye çalıştım.

Gayet ender olarak esen bu rüzgâr sırasında İstan­bul'un iklimi mevkiinin güzelliğini bir kat arttırır. İs­tanbul'da güney ve kuzey rüzgârlarından başka esinti olmaz; genellikle birbiri arkasından gelen bu değişik rüzgârlar Sarayburnu önünde çekişirler. Kuzey rüzgâr­ları meltem şeklinde eser; güneş batarken dinip, sabahleyin saat on sularında sıcak günlerde ise daha geç esmeye başlar. Kışın ise daha ziyade güney rüzgârları hâkimdir; kuzeyden gelen kar fırtınaları akabinde daima güney yönlü rüzgârlar eser; bu değişim çok anî olur. Bu arada kardan sonra gelen güney rüzgârının İstanbul'da çok şiddetli don olaylarına sebep olan kes­kin bir soğuk getirdiği de vâkîdir; sonra yumuşar, buz­lar çözülür ve bazen gayet sıcak havalar görülür. Daima karla kaplı Uludağ bu olayın açıklamasını mümkün kı­lar. Eteklerinde eski Bursa şehrinin inşa edildiği bu Anadolu dağı İstanbul'un tam güneyinde onunla aynı boylamdadır. Kuzey rüzgârları ile üzerine düşen yeni karlardan sonra esen güney rüzgârı bu karları yalayarak geldiği için İstanbul üzerine dondurucu soğuğunu ta­şır, neden sonra atmosferi soğuk havadan temizledik­ten sonra kendine hâs karakterini gösterir. Bu şehrin coğrafî durumu sık sık meydana gelen fırtınaların, ku­zeybatıdan esen rüzgâr sayesinde bulutların Anadolu üzerine kayması ile birdenbire dinmesini sağlar. Bu yörelerin hava durumu genellikle hep böyledir.

Boğaz'ı serinleten kuzey meltemlerine bir de Anadolu ve Rumeli kıyılarının çeşitli yerlerinin güzellik­leri eklenince imparatorluğun büyükleri yazın sayfiye köşklerine akın ederler. Boğaz kıyısındaki güzel yalılar Padişah'ın yazlık ikâmetine ayrıldığı kadar Boğaziçi'nin süslenmesine de katkıda bulunurlar. Düzgün sıralar hâ­linde dikilmiş bitkiler, itinayla budanmış çitler olmaksı­zın Türklerin tercih ettikleri tabiî ve taze bir çim ile bu yalılar daha fazla gözü okşarlar.

Bunu ne sanat yoksunluğuna, ne de sadeliği kabul eden ince zevke bağlamak mümkün değildir: Türkler tabiati olduğu gibi seyretmeyi daha uygun bulurlar; gölgelerinde dinlendikleri ulu ağaçlar için evlerinin planlarını bile değiştirirler. Evin sahibi kadar eski bir karaağacı kesmemek için bir evin ağacı içine alacak tarzda inşa edildiğini gördüm. Bir arsada ağaçlar na­sıl bitmişse o şekilde muhafaza edilir, evlerin mimarîsi onlara göre saptanır; sıcak bir ülkede ağaçların gölgesi lüzumlu olduğu kadar keyfî yönetimle yönetilen bir ülkede ağaçların büyümesini görmeye ömür yetmediği için gözler önüne serildikleri tarzda ağaçlardan istifade etmek lâzımdır.

Padişah'ın yeğeni Hanım Sultan Boğaziçi'nde sa­hip olduğu sevimli yalısında bütün yazı geçirir; dayısı sık sık onun ziyaretine gelir ve Sultan Osman'ın düşün­celerini üzerinde belirli bir nüfuz sahibi olduğundan sağı solu çekiştirmesine göz yumulur. Henüz genç olup uzun zamandan beri evli olmasına rağmen kocası evlen­diklerinden hemen sonra bir paşalığa tâyin olduğundan onu pek az tanır. Vezirler çıkarları uğruna adamı uzak tutmayı uygun görüyorlardı. Yasalar Hanım Sultan'ın kocasının yanına gitmesine izin vermiyordu.

Avrupa'da Sultan kelimesi üzerinde yürütülen de­ğişik ve yanlış düşünceler yüzünden bu konudaki hâtâları düzeltmek maksadıyla baz; araştırmalar yaptım.

Sultan unvanı taht vârisi Osmanlı prenslerine ve Cengiz hanedânına verilir. Kuşkusuz bu isim Sudan ke­limesinin değişmesinden gelmekte ve Mısır'da kıral an­lamında kullanılmaktadır; ancak ne Türkiye'de ne de Kırım'da asla hükümdarlık otoritesi ifade etmemekte­dir. Kırım Türklerinin hükümdarlarına verilen Han ünvanı İran'da kıral anlamına gelen Şah kelimesi ile eş anlamlı olup, aynı kökten türeyen Padişah kelimesi Bü­yük Kral anlamına gelir ve Osmanlılar tarafından çev­relerindeki güçleri küçümsediklerinden kabul edilmiş­tir.

Sultan unvanını taşıyan kimse tahta her an çıka­bilecek durumdadır; Türklerdeki tahta geçiş, hanedânın en yaşlı üyesine ait olacak şekilde ayarlanmıştır; ancak daha önce bahsettiğimiz gibi taht üzerinde doğ­muş olmak gerekir.

Yirmi yıllık bir saltanat döneminden sonra oğlu olmadan vefat eden Sultan I. Mahmud tahtı dört kar­deşin en büyüğü olan Sultan II. Osman'a bırakmıştı; babaları Sultan III. Ahmet bir ihtilâl sonunda tahttan indirilmişti. Sultan Osman'dan sonra tahta çıkan Sul­tan III. Mustafa, sarayda ölen Şehzade Beyazıt ve şu anda saltanat süren Sultan I. Abdülhâmid hemen he­men aynı yaşta idiler ve eğer I. Abdülhâmid'in salta­natı çok uzun sürseydi. Osmanlı hanedânı sönmek teh­likesi ile karşı karşıya kalacaktı. III. Mustafa'nın salta­natına üçüncü yılında tahtın iki vârisi vardı; bunlar­dan biri Abdülhâmid'den sonra tahta geçmek üzere sarayda muhafaza edilen Şehzâde Selim'dlr. Henüz genç olan bu şehzadenin Osmanlı hanedânını tehdit eden kısırlığı ortadan kaldıracak kadar genç yaşta tahta geçeceği umulmaktadır; hanedânın kesilmesi demekte imparatorluğun dağılması demektir, zira Cen­giz hanedânını Osmanlı tahtına vâris gösteren hiçbir yasa mevcut değildir. Osmanlı hanedânının sönmesi halinde imparatorluk parçalanma tehlikesi ile karşıla­şınca ulemânın Kırım hanlarından birini tahta çağı­racakları muhakkaktır. Büyük bir vahşet yapılarak hanedânın yan kolları daha doğuştan söndürüldüğü için böyle bir durum her zaman mümkündür.

Hanedânın yan kolları derken sarayın içinde mahpus tutulan şehzâdelerin çocuklarından bahsetmi­yorum; taht ile devlet arasında dünyaya gelmiş bu çocuklar ne birine, ne ötekine aittirler. Yalan yolu ile bazen bu çocukları katliamdan kurtarmak mümkün olur.

Padişah'ın vezirler ve devlet büyükleri ile evlen­miş kızlarına ve kız kardeşlerine gelince, onlar kendi saraylarında yaşarlar; dünyaya gelen erkek çocukları anında boğulmalıdır, Bu yasa en alenî ve en fazla uy­gulanan yasadır. Cinayetlerin dehşetini örten hiç bir ör­tü yoktur; devletin çıkarından çok alçak bir endişenin ürünüdür. Bu kederli sultan hanımları hangi maddî zenginlik teselli edebilir?

Bu öldürücü yasadan yalnız kızlar kurtularak, Ha­nım ünvanı ile birlikte Sultan unvanını muhafaza eder­ler; Hanım kelimesi ise refah içinde olan her Osmanlı kadınına takılan bir ünvandır. Sultan - hanımlardan do­ğan her iki cinsten çocuklar bu unvanı muhafaza ederek yaşarlar. Onların asaletlerini belirtecek başka hiç bir unvan yoktur. Padişahlardan birinin kız torunundan dünyaya gelen çocuklar dedeleri tarafından herhangi bir yakınlık görmezler.

Türklerde Sultan unvanını tesbit eden düzen böyledir. Müstebit olmadıkları için daha insanî olan Kırım Türkleri kimseyi boğmazlar; Sultan - hanımlardan dün­yaya gelen oğula babasının adı rütbesi ve Mirza ünvanı verilir.

Oğullarından birinin tahta çıkmasını görecek ka­dar uzun yaşayan cariyelere Valide Sultan denir. O ana kadar sarayın bir köşesinde oğlu ile birlikte yaşayan Valide Sultan artık oğlunun saygısından başka bir şeye lâyık değildir.

Padişah'ın haremi içinde en büyük mevki Başkadın'a aittir; ikinci, üçüncü ve dördüncü kadınlara gö­re daha fazla bir özelliğe sahiptir; ancak böyle tercihli duruma sahip olması gözde olmasını gerektirmez. Sal­tanat süren Padişah tercihlerini, sürgünde iken kendi­sine en fazla yakınlık gösteren kadınları karşılaştırmak suretiyle tesbit eder, istemediklerini de Eski Saraya sürer. Bu dört kadından hiç biri gerçek anlamında zevce değildir, sadece şerîatın izin verdiği dört karıdır.

Yalnızca ağır hastalık olaylarında birkaç hekime verilen izin dışında Padişah'ın haremine girilememezlik yüzünden orası hakkında bir fikir edinebilmek için başka kişilerin haremini görüp oradan fikir yürütmek gerekmektedir.

Kocasına varıncaya kadar herkesin tâbi olduğu sultan - hanımların sarayı dahi padişahın sarayı hak­kında tam bir fikir veremez. Benim yapmak istediğim de, gerçekten aşılmaz olan haremi bizim yaşayışımız­la karşılaştırmak değil, herkesin merakını uyandıracak hususları aydınlatmaktır. Bu maksatla Madam de Tott'un annesi ile birlikte, Sultan Ahmed'in kızı ve o zaman­dan beri saltanat süren padişahların kız kardeşi Esmâ Sultana yaptıkları ziyareti onların ağzından nakledece­ğim.

Sultan I. Mahmud un saltanat döneminde henüz genç olan bu prenses kardeşinin Fransızlara karşı duy­duğu yakınlıktan esinlenerek Avrupalı bir kadın ile gö­rüşme yapmak istemişti. Türkiye'de doğmuş olmasına rağmen kaynanam onun merakını gidermek için yeterli bulunduğundan kızı ile birlikte saraya dâvet edilmiş­ti. Saray dışı işlerle uğraşan kâhya-kadın karım ile an­nesini alıp Hanım - Sultana kadar götürmekle görevliy­di. Bu prensesin sarayına geldiklerinde (yangından sonra Sadrâzam'ın bu sarayda kaldığını söylemiştim) kâhya - kadın, diğer erkeklerden farkı olmayan muha­fızlar tarafından korunan üç kapıyı açtırmış, ellerinde beyaz sopaları ile iç avluyu koruyan hadımların arasından geçirerek yabancılar odası denen bir odaya sok­muştu.

Yanlarına gelen iç kâhya - kadın onları hürmetle karşılamış, yanında getirdiği cariyeler iki kadının so­yunmasına yardım etmiş, Hanım-Sultan’a geldikleri ha­beri verilmişti. Buna rağmen, dinin önyargılarına bağ­lı kalan Hanım - Sultan, görünmeden seyredebilmek maksadıyla konuklarını kafesli bir pencerenin arkasında kabul etmek istiyordu; ancak, Hanım-Sultan görün­mediği takdirde geri döneceğini ısrarla belirten kayna­nam sonunda Hanım - Sultan'ı kararından vazgeçirmişti; o da bir müddet daha izin isteyerek süslenmesini tamamlamıştı. Bir müddet sonra kâhya - kadın ve ca­riyeler tarafından alınan karım ve annesi Hanım-Sultan'ın dairesine götürülmüşler, orada bütün mücevherle­rini takmış, salonunu süsleyen zengin bir sofanın köşesinde oturmuş son derece değerli elbiseler giyinmiş Hanım - Sultan'ı görmüşlerdi. Salonu kaplıyan halılar Lyon kumaşından yapılmış olup, altın ve gümüş tellerle işlenmişti; yine altın telle işli saten kaplı geniş yastık­lar Hanım - Sultan'ın önüne konukların oturması için konmuştu. Aynı anda gayet güzel elbiseler giymiş alt­mış genç kız salona girmiş iki kısma ayırılarak, ellerini kuşakları hizasında kavuşturmuş ve iki sıra hâlinde di­zilmişti.

Karşılıklı iltifatlardan sonra Hanım-Sultan bizim kadınlarımızın istifade ettiği serbestlik hakkında bazı sorular sormuştu. Sonra haremdeki gelenekler ile Av­rupa geleneklerini karşılaştırmış, bir genç kızın evlen­meden önce yüzünü göstermesi hususunda tereddüt etmiş; ancak konuşma ilerleyince bizim geleneklerimi­zin gösterdiği iyi tarafları kabul etmiş ve kişisel duru­mu ile ilgili duygularını açıklayarak on üç yaşında iken bir ihtiyara verilmesini vahşet olarak nitelemiş, bu ih­tiyarın onda iğrenmeden başka bir duygu uyandırma­dığını itiraf etmişti. Nihayet ihtiyarın göçüp gittiğini, ancak şimdi daha mutlu olduğunu söyleyemeyeceğini zira genç denen bir paşa ile evli olmasına rağmen hâlâ kocasının yüzünü görmediğini belirtmiştir.

Hanım Sultan iki Avrupalı kadınla bir müddet da­ha konuştuktan sonra kâhya kadını çağırmış konukları iyi ağırlamasını, bahçede gezdirmesini emretmişti.

Kâhya - kadın yabancı konukları kendi dairesine götürmüş, cariyeler bir yandan hizmet edip, diğer yan­dan sofranın çevresinde hazır beklerlerken hep bera­ber yemeklerini yemişlerdi. Yemek bitip kahveler ikrâm edildikten sonra konuklara çubuk ikrâm edilmiş fakat Avrupalı kadınlar çubuğu reddetmişlerdi; kâhya - kadın da konuklarını bahçede gezdirmek için kendi çubu­ğunu çabucak içip bitirmişti; en son ziyaret edecekleri gayet zarif bir köşkün çevresinde yine bir sürü cariye el pençe divan bekleşiyordu. Son derece zengin bir şekilde döşenmiş ve süslenmiş olan zârif bina bir ha­vuzun önünde inşa edilmişti; her yönde yükselen gül fidanları yüksek duvarları gözden saklıyordu. Çakıl taş­ları ile mozaik gibi döşenmiş dar yollar, âdet olduğu üzere bahçenin yollarını meydana getiriyordu; yuvarlak çiçek tarhlarından saksılardan meydana gelmiş çok değişik renklerin ortaya çıkardığı manzarayı seyretmek üzere bir sofanın köşesine yerleşmişlerdi. Henüz yer­lerine oturmuşlardı ki, arkalarından gelen hadımlar dai­re şeklinde köşkün önüne dizilip Hanım - Sultan'ın mu­sikî takımına yer açmışlardı. On kadar cariyenin uygu­ladığı konserler sırasında yine zengin fakat daha hafif giyimli rakkaseler, zârif ayak figürleri ile danslar yap­mışlardı; başka kişilerin evlerinde rastlanan dansözler topluluğuna kıyasla bu topluluk çok daha kaliteli idi; biraz sonra, eğlencede eksik olan cinsiyetin yerini tut­mak üzere erkek kıyafetinde on iki dansöz daha gelmiş­ti. Bu sözde erkekler diğer cariyelerin havuza atıkları meyveleri kapışmak için birbirleri ile tatlı bir mücade­le yapmaya başlamışlardı. Yine erkek kıyafetlerine bü­rünmüş cariyelerden meydana gelmiş kürekçilerin çek­tikleri kayıklar üzerinde konuklar havuzda gezinti yap­mak fırsatı bulmuşlar; en sonunda yeniden Hanım - Sultan'ın huzuruna çıkarak usûl olduğu üzere vedâlaşmışlar ve geldiklerinde olduğu gibi aynı sırayı izleyerek dışarıya kadar uğurlanmışlardı.

Bu ziyaretin sonunda farkedilen şey hadımların Hanım - Sultan'ın tamamen buyruğunda oldukları, tah­min edildiği gibi onun hareketlerini engellemek olma­dığıdır. Bu yaratıklar Türkiye'de bir ihtişam unsuru ola­rak kullanılmaktadır; bu olay Padişah'ın sarayında ol­duğu gibi hanım - sultanların saraylarında da öyle­dir. Zenginlerin kibri; en fazla birkaç zenci hanım kullanmaya kadar gider; beyaz hadımlar ise yalnızca Padişah'ın buyruğunda olup ilk kapıların muhafazasında görevlidirler: ancak ne kadınlara yakışabilirler, ne de onların en ufak bir hizmetini görürler, buna karşılık zenci haremağaları başta Kızlarağası olmak üzere daha yüksek mevkilerde bulunurlar. Zenci hadımların mizacı daima vahşidir, kişiliklerinde hakarete uğrayan tabiat her fırsatta sert bir şekilde karşılık vermeye haizdir.

Padişah'ın arada sırada yaptırdığı Çırağan[18] eğ­lenceleri hareminin içi hakkında bir fikir vermekten uzaksa da, ayrıntılarının tasviri zevkleri hakkında genel bir fikir verebilir.

Kuşkusuz Esma Sultan’ın bahçesinden çok daha büyük olan haremin bahçesi aynı ince zevkle düzen­lenmiş olup, bu gece eğlenceleri için sahne görevi ya­par; her çeşit saksılar içinde getirilmiş olan tabiî veya sunî çiçekler, değişik renklerde lâmbalardan çıkan renk cümbüşünü daha da arttırırdı. Eğlenceler münasebetiy­le inşa edilmiş mağazalar benzer elbiseler giyinmiş ha­rem kadınları tarafından doldurulmuştu. Hanım - Sul­tanlar kız kardeşler, yeğenler Padişah tarafından eğlencelere dâvet edilmişlerdi; hep birlikte mağazalardan kıymetli taşlar, kumaşlar satın alarak, bunları birbirle­rine armağan ediyorlar; Padişah’ın gözdeleri olmuş ka­dınlara cömertliklerini göstermek fırsatını da kaçır­mıyorlardı. Danslar, musikî ve daha önce bahsettiğim su oyunları gece yarısına -kadar devam ederek, genellikle hüzün ve sıkıntıya terkedilmiş gibi gözüken bu çevre­ye geçici bir neşe dağıtıyordu.

Bütün bu ayrıntılar, amcasının itibarına lâyık olan Hanım - Sultan tarafından Madam de Tott'a nakledil­miştir.

Kayınbiraderim, dostlarına itibar sağlamak ve ken­di işlerini çözümlemek maksadıyla bu Hanım-Sultan'ın kâhyası ile dostluğu ilerletmişti. Hadımların başı da yakınları arasına girmişti; Hanım - Sultan onu birkaç defa kafesli pencerenin arkasından görmüştü; yakışıklı bir delikanlı olduğundan kısa zamanda Sultan-Hamnım'rn teveccühüne lâyık oldu. Bir oğlu ve bir kızı olduğu kocasının yokluğunda teselli bulmak ve mevkii sayesinde temas kurmak imkânı bulduğu kimselerden faydalan­mak istiyordu. Nitekim çevresinde Türk kadınlarına öz­gü kıskançlığın her çeşidini görmek mümkün oluyordu. Görmeyi arzuladığı Madam de Tott'un bizzat kendi el­leri ile saçlarını yapması diğer kadınların hiç hoşuna gitmemişti; Madam de Tott eve döndüğünde sarayın ihtişamından ziyade Hanım - Sultan'ın kendisine yaptı­ğı itiraflardan şaşkına dönmüştü.

0 sıralarda Patrik Kirlo İstanbul Patrikhânesi nin başında bulunuyordu; halkın en aşağı tabakası arasın­da dünyaya gelen bu adam aşırı taassubu ile kendine taraftar sağlamayı bilmiş, kendisini küçümseyen Rum zenginlerini dize getirmişti. Sinod meclisindeki birkaç üyeyi de tarafına çekerek tamamen daldırma yaparak vaftiz etme usûlünü icat etmiş ve uygulamıştı; bu konu yüzünden bütün metropolünde Papayı, Fransa kralını ve Katolik prensleri afaroz etmiş, mezhebindeki insan­ları yeniden vaftiz olmaya çağırmıştı; daima daha sofu olan kadınlar ve kızlar bu kutsal törene katılmak için koşmuşlar, ancak sarfettikleri kötü sözler ile Havarilere karşı günâh işlemişlerdir.

Hakaret etmeden başka bir gayesi olmayan afaroz küstahlığından ayrı olarak, durmadan cemaatinin yobaz­lığını kışkırtan bu patrik, Katoliklere yaptığı eziyetlerin karşılığında Türklere tâviz veriyordu. Üstelik görüşle­rine hizmet etmeyen kilisesinin rahiplerine türlü haka­retler etmekten çekinmiyor, onları dünyalıklarından mahrum ettikten sonra en vahşi zulümlere terkediyordu. Bunlar n arasında Amasya Piskoposu Kaliniko'yu say­mak gerekir; kendisini Sinai Dağı'na süren kararnâmeden kurtulmak, patriğin azledilmesini sağlamak için Hanım - Sultan'ın aracılığını elde etmek üzere bizim mahallemize sığınmış, kayınbiraderimden vardım istemiş­ti. Patrik Kirlo'yu görevinden uzaklaştırarak kurbanını rakibi yapmak arzusundan hareket ederek bu hayırlı işi tamamlamaya karar verdik. Kayınbiraderim Hanım-Sultan'ın aracılığı ve itibarı vasıtasıyla bu meseleyi Padi­şah ile tartışırken, patrik tarafından Kaliniko'yu orta­dan kaldırmak üzere görevlendirilen adamlar bir gece piskoposu evimin yanındaki evden kaçırmak istediler.

Kaliniko'nun güvenliğini sağlamak ve olayların içinde bulunmasını temin etmek maksadıyla onu evimin çatı­sındaki bir odada saklamayı ve yiyecek vermeyi kabul ettim. Kayınbiraderim uzun pazarlıklardan sonra muaz­zam bir servet karşılığında piskoposun bağışlanmasını elde etti.

Kirlo'yu azleden ve yerine Kalinikoyu getiren pa­dişahın Hatt-ı Şerîf-i Sadrâzam olup bitenlerden kuş­kulanmadan eline geçti. Bu kadar anî bir azil kararını doğrulamak için çok sert bir ifadeyle kaleme alınmış Hatt-ı Şerîf patriği isyancı bir zihniyete sahip olmakla suçluyor, onu iyice korkutmak için kesin emirlerle son buluyordu. Bu arada, çok etkili buldukları hayalî tehli­keden sakınmak üzere Bâb-ı âli vezirleri durumu he­men tartışmaya başladılar; sabah erkenden Rum ma­hallelerini kuşatmak üzere yeniçeri birliklerine buyruk verildi; civardaki muhafızlar iki misline çıkarıldı ve daha itina ile sarılan patriklik sarayı hiç bir zorluk çı­karmadan Patrik Kirlo'yu teslim etti; oradan alınan eski patrik bir kömür gemisine bindirilerek şehirden uzak­laştırıldı. Şimdiye kadar hiç bir Rum'un görmediği şe­refsiz şartlar altında cereyan eden olaylarda Padişah'ın iradesine karşı gelmeye kimse cesaret edemediğinden kömürcü gemisi olaysız bir şekilde uzaklaştı.

Şimdi hükümete kalan iş yeni patriği bulup yeri­ne oturtmaktı ve eğer Padişah bu olayın en küçük ay­rıntılarına kadar önceden bilgi sahibi olmasaydı, hükü­met onu nerede bulacağını bilemezdi. Hemen harekete geçirilen Sadrâzam'ın adamları bize gelerek Kaliniko'yu Bâb-ı âli'ye götürmek üzere istediler; umuttan ziya­de endişeye alışmış olan bu zavallı Despoti[19] onu düşmanlarına teslim etmemem için bana yalvarıyordu ki, ona kurtulduğunu ve patrik seçildiğini haber verdim; ama bir türlü onu ikna edemiyordum; ancak muhafız­larının zoru ile itaat etmek mecburiyetinde kaldı, yolda giderken hep cellâtlarının yanında olduğunu sanıyordu, halbuki bir saat sonra patrik ilân edildi.

Aynı gün onun tarafından teşekkür mektubu aldım; bir zaman sonra da ziyaretime gelerek yakında mutlaka ihtiyacı olacağını sandığı için yine kendisini saklama­mı rica etti. O zaman gördüm ki çok kötü bir seçim yapmışız.

Bu arada patrik olması dolayısıyla tertiplendiği tö­renlere katılmak fırsatını ele geçirdim; Patrikhâne'ye gittiğimde beni karşılayan yeni patriğin adamları, pat­riğin kürsüsünün hemen yanındaki bir kişilik yere otur­mamı istediler; biraz sonra törenin başlaması için her şey hazır olunca patrik aşağı indi kendisi için hazırla­nan Sacra Sanctrorum'un karşısındaki koltuğuna otur­du. Orada birkaç keşiş ona patrik elbiselerini giydir­diler, başına mücevherli ve çift haçlı bir taç oturttular.

Ondan sonra patrik sol eline patriklik asâsını, sağ eline de, Baba ile Oğul'un birliğini (Tanrı ile Hz. İsâ) temsil etmek üzere iki kolundan tuttuğu üç kollu bir şamdan aldı. Takdis yaparken de elinin iki orta parma­ğını avucuna büktü, küçük parmağını tek başına bıraka­rak. Ortodoksların Ruhü'l-Kudüs'ü Hz. İsâ ile birleştir­mediklerini belirtti. O zaman Patrik mihraba sokularak üzerinde perde kapatıldı ve o ana kadar kiliseyi derin bir sessizlikle dolduran halk, bizim tiyatrolarımızdaki seyircilerin yaptığı gibi görültücü bir şekilde kaynaşma­ya başladı. Bu kaynaşmanın içinde duyulan saygısız gülüşmelere biraz sonra susturulmaya çalışılan zaval­lıların çığlıkları karıştı. Ayakların altında kalan bunlar­dan biri, etrafında birikmiş kalabalığın yardımı, ile aya­ğa kaldırıldı, kilisenin dibine götürüldü. Bu olay, gürültüyü o derece arttırdı ki, önümüzdeki perdeyi kaldı­ran patrik kalabalığa dönerek gürültüyü kesmeleri için bir konuşma yaptı ve herkese lânet okudu. Fakat bu konuşma ile hafifleyen gürültü törenin diğer kısmında yine artınca bu sefer patriğin konuşmasından daha et­kili bir çare aranmasına sebep oldu.

Patrikliğe bağlı yeniçerilerin sopaları sayesinde, gösterilecek olan İlâhî Sıra gereken kutsal dikkat sağ­lanmak istendi. Sacra Sanctrorum'un yandaki kapıları açıldı dışarı çıkan Diyakoslar Ortodoks geleneklerine ait taşıdıkları eşyaları bir bir götürüp, yüksek sesle ilân ederek ortadaki kapıya bıraktılar.

Bu tören sonunda getirilen patriklik tacı geri çev­rilerek, patriğin zenginliklere karşı gösterdiği küçüm­seme ispat edildi.

Daha sonra yapılan törenlerde dikkati çekecek bir şey olmadı: Patrik ile birlikte kaldığı yere gittik, beni yemeğe alakoydu. Fener mahallesinde yaptığım gezi sırasında, Madam de Tott’a çok bağlı olan ve onu Boğaz'daki sayfiye evlerinde konuk etmeye dâvet eden Bâb-ı âli tercümanını da ziyaret etmek fırsatı buldum. Padişahın tercümanının evinde rastladığım Arkontlar[20] arasında, soydaşları içinde daha zekî ve daha bil­gili olarak Eflâk voyvodasına sadakatle bağlı Manoli Serdar'ı farkettim. Yeni voyvodanın yanında kalarak es­kisine ihanet ederek pek çok çıkar sayılacağı yerde es­kisinin yanında fakirliği tercih etmesi beni özellikle şaşırttı. Her türlü servet teklifi iradesini asla sarsma­mış, eski voyvoda Rakovitçe'yi yeniden yükseltmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Kuşkusuz bu görüş açısından hareket ederek kayınbiraderimin itibarını kul­lanmak üzere benimle yakınlaşmak istemiş, ben de onun kişiliğinde milletinin mizacını ve geleneklerini incelemek fırsatı yakalamıştım. Sayfiye evimin yanına gelip yerleştiği vakit aramızdaki bağ daha da sağlam­laştı. Artık birbirimizde ayrılmaz olup, onun ağzından milletini felâkete sürükleyen şeyin eski Bizans impara­torlarından miras kalan kibir ve taassup olduğunu duy­maktan memnun kalıyordum. Manoli Serdar efendisi Rakovitçe'nin Eflâk voyvodası olduğu zamanlarda edin­diği servetle yaşayışını sürdürüyor, karısı da ihtişa­mından bir türlü vaz geçmiyordu.

Aramızda olan derin samimiyet sayesinde evinin içinde olup bitenleri ve her gün Türkler ile Rumların or­tak geleneklerini gözlemem mümkün oluyordu. Meryemana tasviri önünde gece gündüz yanan kandil ışığında Manoli, köleleri vasıtasıyla soyunup giyiniyordu; bu Rum ile, Türk geleneklerini evlerinin içine sokmaktan hoşlanan diğer zengin Rumlar, öğle yemeğinden sonra, elinde büyük bir yelpaze ile sinekleri kovan bir köle kadının yanı başında kestirmekten hoşlanıyorlardı. Ayak tarafında diz çökmüş olan başka köleler çıplak ayakla­rını yavaşça oğuşturuyorlardı. Kölelerinin en küçük ha­tâsında onlara karşı gayet sert davranarak rahatlığın ölçüsüz olduğu yerde bütün inceliğin kaybolduğunu or­taya koyuyordu.

Madam de Tott'un, Bâb-ı âli tercümanının karısı­na verdiği ziyaret sözünü yerine getirmek gerekiyordu. Birlikte sayfiye evine aittik; ailenin en yaşlı ferdî, ha­yat tecrübesi ile cehaletini ve parlak olmayan zekâsını örten, yabancı dil bilgisi olarak kötü bir İtalyanca'dan başka bir şey bilmeyen yaşlı tercüman idi. Daha az yaşlı olan karısının eski güzelliği heybetli havası ile yer değiştirmişti; evin gerçek hâkemi olarak tevazu ile davranmak isterken, kocasının yüksek mevkiinden ötürü sahip olduğu kibri kolay kolay saklıyamıyordu. İlerde Eflâk voyvodalığına geçip, maalesef kötü bir so­na erişecek olan oğullardan en büyüğü genellikle yumuşak, fakat zayıf bir mizaca sahipti; daha kibirli olan küçük kardeşi, ağabeyinin hayatına mal olacak entrika ve ihtiras dolu karakteri paylaşıyordu; on dokuz yaşın­da dul kalmış büyük kız kardeşleri, ince uzun boyu, da­yanılması mümkün olmayan cinsî cazibesi ile zarif ha­reketlerinin birleştiği bir tevâzuya mâlikti; daha az gü­zel, fakat canlı ve ilgi çekici olan küçüğü komşu Rumlardan biri ile nişanlanmıştı. Bu müstakbel koca bizim­le tanışmak için sabırsızlıkla beklediğinden, henüz gelmiştik ki, içeri giren köleler onun geldiğini haber verdiler, sonra nişanlı kızın üzerine atılarak etekleri ile onun yüzünü örttüler, odadan dışarı çıkardılar. Bütün aile tarafından iyi karşılanan damat adayının içeri gel­diğini ve bize şaşkınlıkla baktığını farkettik. Akşam ye­meğine kadar yanımızda kalmasına izin verdiler, bu sü­re içinde genç kız ortalıklarda gözükmedi.

Yatma vakti geldiğinde yan taraftaki geniş bir odaya götürüldük, odanın ortasında tahta somyesi ve perdeleri olmayan bir yatak konmuştu; fakat yorgan­ların ve yastıkların zarafeti içerdeki sofada gördükleri­mizden çok daha iyiydi. Bu yatak üzerinde pek rahat edemiyeceğimi sanarak iyice tetkik ettim. Pamuk dol­durulmuş, dokuz cm. eninde on beş şilte üst üste kon­muş, en üstteki şiltenin üzerine yatak örtüsü olarak Hint tülü örtülmüştü. Altın tel ile kabartma şeklinde işlenmiş yeşil satenden ikinci bir örtü ilk örtü ile bir­leştirilmişti. Kırmızı satenden benzer işlemeler taşıyan iki büyük yastığın arkasına sırtlık olarak sofadaki yas­tıklardan konmuştu. Alacalı abanoz ve sedeften yapıl­mış sekiz kenarlı bir masa üzerine altı cm. eninde üç ayak boyunda, parmak kalınlığında alevi olan bir mum yerleştirilmişti. Üç porselen tabak içine şekerlemeler, gül reçeli, portakal, ağaçkavunu kabukları yerleştiril­miş, yanına bağa saplı altın bir kaşık, su dolu kristal bir bardak konmuştu. Bize gece ışığı sağlayacak olan mumun uzunluğu, yangınların feci zararlara sebep ol­duğu devirde vaz geçilecek bir ihtiyat tedbiri değildi. Tercümanın evi bu hâliyle bana kötü bir gece hazırlı­yor gibiydi. Yastıkların yerini değiştirerek uyumaya ça­lıştıktan sonra, şafağın ışıklarını ertesi gece bize daha rahat yastıklar sağlayacağı için sevinç içinde karşıla­dık.

Bir gün önceden kararlaştırılan balık avı için Ana­dolu yakasına geçildi; oradaki küçük bir çayır, bir Türk kahvesi, üstü açık öküz arabaları yanımızdaki hanımla­rın pek rahat edemiyeceklerinı ortaya koyuyordu. Balık avı pek verimli olmadı, hanımlar çok yoruldular; çev­remizde dolaşan Türk kadınları soruları ile bizleri çok rahatsız ettiler. Bu gezinti sonunda birkaç kap kaymak ve bir çeşme başından topladığımız tereotu ile döndük.

Eve döndüğümüzde yemeğe davet edilmiş ve çok­tan gelip oturmuş komşu Rum kadınlarını gördük. Mev­sim şartlarından ziyade şöhrete meraklılık yemek yene­cek sofada sırma işlemeli, ağır kırmızı kadifeden elbi­selere bürünmüş bir kalabalığın bizi karşılamasına se­bep olmuştu. Bir yandan elbiselerin ağırlığı, diğer yan­dan havanın sıcaklığı bu hanımların sessiz ve hareket­siz kalmalarını sağlamıştı. Buna rağmen bazı ortak ko­nularda konuşmalar oldu ve yemeğe dâvet edildik. Ye­mek Fransız usûlüne göre hazırlanmıştı, yuvarlak masa, etrafında sandalyeler, kaşıklar, çatallar, kısacası bun­ları kullanmak alışkanlığından başka bir şey eksik de­ğildi. Bu arada bizim geleneklerimizin iyi uygulanması­na çok dikkat sarfediliyor, biz nasıl ingilizlerinkine özel bir ilgi duyuyorsak, Rumlar da bizimkilere öyle bir ilgi duyuyorlardı; yemek esnasında dâvetli kadınlardan bi­rinin parmakları ile zeytini aldığına, sonra çatalına ba­tırarak Fransız usûlüne göre yediğine tanık olduk. Sıh­hate içme şimdi bizde terkedilmiş bir alışkanlık olma­sına rağmen, onu burada Rumların arasında görmek insanın bayağı hoşuna gidiyor. Bizim Rumlar bunu da ihmal etmediler; hattâ erkekler bu hareketi yaparlarken ayağa kalkıyorlar ve şapkalarını çıkarıyorlardı. Zarafet ve temizlikten ziyade karışıklığın hüküm sürdüğü ye­mek sonunda, yemek verilen odanın sofasında oturduk: kahvelerden sonra çubuk ikram edildi. Modadan ko­nuşulduktan sonra, iş dedikoduya döküldü, bu arada dikkatimi çeken şey, her davranışın bizim gelenekleri­mizi taklit etmeye çalıştığı oldu. Biz içerde konuşurken genç kızlar, salonun öteki ucuna takılmış ve kölelerin salladığı salıncaklarda eğleniyorlardı. Kadınlar da salın­caktan istifade etmek istediler, onlardan sonra uzun sakallı adamlar sallandılar; çeşitli oyunlarla o gün so­na erdirildi. Akşama doğru konuklar hava almak mak­sadıyla deniz kıyısındaki iskelenin üzerine çıktılar.

Bir yandan ay parıldamaya başlarken, diğer yan­dan akşamın sessizliği insanı deniz üzerinde dolaşma­ya itiyordu. Ansızın duyulan kürekçilerin sesleri Bostancıbaşı’nın yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Bu kadınların birden dağılmaları yanında kedi gören fare­lerin kaçışması daha yavaştır. Tercümanın karısı ile Madam de Tott'un endişe edecekleri bir şeyleri olmadığı için, yirmi beş çift kürekli gemisi içinde çıka ge­len Osmanlı subayını karşıladılar. Bostancıbaşı birkaç sarhoşu cezalandırmaktan ve fazla neşeli görülen ka­dınları toplamaktan dönüyordu. İskelenin yanından sürtünürcesine geçerken karşılıklı el salladık.

Kaçan Rumların gururu bir özür ararken, Bostancıbaşı'nın bir Rum kadının yalısı önünde sessizce durdu­ğu, içerdeki konuşmaları dinledikten sonra adamlarını pencerelere yolladığı şeklinde bir balıkçının verdiği ha­ber konukların büsbütün telâşa kapılmalarına sebep oldu bu kadarcık haber bile genel bir korkunun yayıl­masına. Rum kadının başına gelenler hakkında çeşitli görüşlerin ileri atılmasına meydan verirken nişanlı genç kızın yanımıza gelmesi ile nişanlısını görür görmez kaçması yine topluluğa eski neşesini kazandırdı.

Konuşmalar, arada sırada Bostancıbaşı'nın hid­detinden kaçan kayıkların gürültüsü ile kesiliyordu. Bostancıbaşı'nın Boğaz'ın bir ucunda tekrar görünüp İstanbul'a doğru giderken herkes rahatladı. O zaman gezinme hürriyetinin yeniden elde edilmesi arzuyu do­ğurdu. Çok az bir zaman zarfında Boğaz'ın suları kayık­larla doldu, kadınların olduğu sandallarda ayrıca mu­sikî icra ediliyordu. Biz de biraz sonra kalabalığa ka­rıştık, yalların önünden geçerken, sahipleri hakkında görüşler ileri sürülüyor, yalılarda oturanlar da bizleri tenkit ediyorlardı; yol boyunca Bostancıbaşı'nın çıkar­ları hakkında bir hayli bilgi sahibi oldum.

Yüz ifadesi ve neşesi özellikle dikkatimi çeken müstakbel damat ile aynı sandala binmiştim; genç adam ondan hoşlandığımı anlayınca bana açılarak sev­gilisini doyasıya temaşa edememesinden yakındı. Çek­tiği sıkıntı bana dokunduğu için ertesi nün nişanlısını göreceğim saatta ona randevu verdim. Onlara görüşme imkânını hazırladığım derecede randevu saatına sadık olan nişanlı geldiğinde onu gözleyen hizmetkârlardan biri çığlık atarak çevirmek istediğimiz dolabı bozdu. Genç kız nişanlısını farkeder farketmez koridorlardan birine doğru koşmaya başladı, hemen arkasından koşa­rak içeri girmeden onu yakaladım ve genç Rum'u yanı­mıza çağırdım. Bu arada koridorun öteki ucunda kaz gibi bağrışan iki canavar kadın koşa koşa bize doğru geliyorlardı; ancak onlar yetişmeden bizim damat ada­yı müstakbel karısından bir öpücük almayı başardı, ondan sonra avımızı yetişen düşmanlarımıza terkettik. Buna rağmen anne ile baba küçük şakamı hoş karşıla­dılar ve o günden itibaren nişanlılar birbirlerini ser­bestçe görme hakkına kavuştular.

Genç kızın eğitimini üzerine almış olan, bir nevi ruhanî lala olan Diako sadece, benim davranışımı kötü karşıladı; hattâ öğrencisinin eğitimine artık devam edemiyeceğini bana inandırmak için hiddetle konuşmak­tan kendini alamadı.

Aynı eğlence, sıkıntı veya sabırsızlık çemberi için­de tercümanın evinde birkaç gün daha kaldık. Nihayet evime gelerek dinlenme imkânı buldum, Orada rastla­dığım Manoli Serdar, kendisi gibi Rakovitçe'nin hizme­tinde olan Rumlardan birinin, Bâb-ı âli tarafından yeni voyvoda seçilen prensin tarafına geçtiğini haber verdi. Beni kuşkulandıran yapmacık hareketleri ile bu kusuru biraz abartıyor gibi geldi bana.

Belki mecburiyet karşısında kalarak onun da ben­zer bir tarafa meyledebileceğim, belki de yolunu izle­mek üzere bulunduğu bir adamı bu kadar ağır hüküm­lerle suçlamamasını, kullandığı ifadeye dikkat etmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bana bakın, dedi, eğer dönersem beni erkeklerin sonuncusu olarak görün, yok eğer böyle kara bir ihanete sapmazsam beni takdir et­mekte devam edin: her ikisi için ona söz verdim ve çok geçmeden sözümü tutmak durumunda kaldım. Ni­tekim birkaç gün sonra, kendi deyişine göre, velinime­ti için bazı teşebbüslerde bulunmak üzere evinden ay­rıldı; ancak velinimetini terkederek yeni voyvodanın hizmetine girdiğini duydum. Teşebbüsü hakkında bana bilgi vermek üzere mektup yazmayı ihmal etmedi ve gayet mütevazı bir şekilde onun hakkında ne düşündü­ğümü sordu. Şeref ve sadakat üzerine yaptığı tenkit­leri ile hatâsını bizzat ağırlaştırmasaydı mevcut şart­ların sonucunda davranışı bağışlanabilirdi. Davranışı hakkında sahip olacağım kanıyı kendisinin bana telkin ettiğini ve kendi ilkelerine sâdık kalmadığı derecede bu kanıya bağlı kalacağımı yazdım.

Bu adam, Türklerin son yaptığı savaş sırasında Eflak voyvodalığına kadar yükselmiştir; bütün meziyet­lerini ortaya dökme fırsatı bu mevki entrikaları için işine yaradı, fakat otoritesinden geçici bir parıltıyı böy­le adamların kibrine satan Padişahın cimriliğinin ya­ratıldığı kısa ömürlü yaratıklar gibi karanlıklar içinde kayboldu gitti.

Önemsiz, fakat garip ve dikkate değer olan bir olayda Sultan Osman'ın rütbesi küçük bir subayın kib­rinden nasıl istifade etmek zorunda kaldığını görece­ğiz.

Ellerinde silâh olarak sopadan başka bir şeyi bu­lunmayan inzibatlar tarafından kovalanan sarhoş bir ye­niçeri subayı yatağanına güvenerek onlarla koyu bir uğ­raşa girişmişti; düşmanlarından birkaçını saf dışı bı­rakmış, diğerlerini yormuş, çevresindeki kuşatma za­yıflamış bir hâlde bir hanın merdivenlerinde dinleni­yordu. Kıyafet değiştirerek şehirde sık sık dolaşan Pa­dişah olayın cereyan ettiği yerden geçerken durumu farketti, suçluya yaklaşarak kimliğini açıkladı, silâhını bırakarak inzibatlara teslim olmasını istedi; ancak din­lendiği yerden doğrulan yeniçeri padişahın kimliğinden etkilenmeden, kimsenin yanına yaklaşmamasını ihtar etti. Sultan Osman ona hangi Orta'dan olduğunu sor­du. Aldığı cevap üzerine Karakullukçu'nun oraya geti­rilmesi için buyruk verdi. Gidip Karakullukçuyu bulup getirdiler. Padişah ona dönerek, bu adamın silâhını al ve Hisar'a götür[21] dedi. Bunun üzerine kemerini çözerek[22] sağ eline alan subay, asînin yanma gelip sol elini uzattı ve yoldaş silâhını ver ve beni izle, dedi.

Bu söz üzerine suçlu yeniçeri büyük bir itaat ile dedik­lerini yerine getirdi.

Boş inançlar endişeden daha fazla otoriteye, istib­dattan daha fazla kudrete sahiptirler.

Sultan III. Osman bir müddet sonra kamu oyuna kurbanı olacağı bir fidye ödeyecektir. Hekimlerin sa­natları bu Hükümdara eski sağlığını kazandırmaya ça­lışırken, siyaset icabı olarak sağlığının durumu halktan gizleniyordu; sonunda hastalığa teslim olarak, harem dairesine çekildi ve her cuma camiye gitmek için kuv­vetini toplamaya çalıştı. Halkla birlikte yapılan bu tö­ren, ordunun ve halkın hoşnutsuzluğunu tahrik etme­den ihmal edilemezdi.

Mutlak otoriteye sahip bir hükümdarı mecburiyet karşısında bırakan bir yasanın mevcudiyeti ilk bakışta uygunsuz görünüyorsa da, hükümdarın devamlı endişe kaynağı olan halkın baskısı altında bu yasanın ister is­temez yürürlükte olduğu hatırlanınca bu tabiî bir olay olur. Sarayının aşılmaz duvarları arkasında tek başına yaşayan Hükümdar'ın ancak halka gözükmesi ile res­men mevcudiyeti onaylanmış olur. Yine bu tedbir ol­maksızın, endişe duyulan veya efendisinin ölümünden sonra birkaç kişi ile devlete hâkim olacak kadar ma­hir bir Vezir'in, her şeyi yoluna koyuncaya kadar du­rumu milletten gizleyebileceği de düşünülebilir.

Sultan Osman bir cuma günü halkın önüne çıkma­dığı için en şiddetli şikâyetlere mâruz kalmaktan kuru­lamayınca ertesi cuma, hastalığının sebep olduğu zafi­yet durumuna rağmen saraya en yakın cami olan Aya Sofya'da cuma namazına katılmak mecburiyetinde kal­dı. Dönüşünde at üstünde zor duran bu Hükümdar, sa­rayın avlularını ayıran kapılarda tamamen bilincini kay­betti; başının üzerine bir şal atıldı, götürüldüğü daire­sinde bir müddet sonra son nefesini verdi.

Sadrâzam, Şeyhülislâm ve devlet büyükleri derhal saraya gelerek Sultan Osman'ın ölümünü teşhis ve Sultan III. Ahmet'ten kalan şehzadelerin en büyüğü olan III. Mustafa'yı yeni Padişah olarak ilân ettiler. Aynı gün sarayın topları Sultan Osman'ın ölümünü açıklar­ken, müezzinler ile tellâllar halka yeni Padişah'ın kim olduğunu söylediler.

Kırım Türklerinde mevcut olan yas Osmanlı Türk­lerinde uygulanmaz. Ölen ataları anma şekli farklı ol­masına karşılık, değişmeyen tek şey ölenlerin mümkün olduğu kadar kısa zamanda toprağa verilmesidir. Ge­nellikle ağır ve ihmalci olan bu milletin yalnız bu ko­nuda faal olduğu göze çarpmaktadır. Atalarına karşı son görevlerini yapmak için ancak beş, altı saat bek­lerler; henüz hayatta olup da, hayat fonksiyonlarının durduğu kimseleri canlı canlı gömmek ihtimali bile on­ları durdurmaz.

Bu garip aceleciliğe ilâve olarak, tabutun taşın­ması sırasında Türkler yine çabuk davranırlar: Müslümanlar, bu törenin sonuna kadar ölenin ruhunu azap içinde olduğunu kabul ederler.

Padişah'ın cenaze töreni diğerlerinden, yüksek rütbeli subayların camiye gelmesi ile farklılık gösterir. Alışılagelen geleneğe göre her Padişah bir cami inşa et­tirir ve ölümünden sonra türbesi onun bahçesine ku­rulur. Kısacası Türk hükümdarları tebaları kadar kısa sürede toprağa verilirler.

Yeni Padişahın babası Sultan III. Ahmed'in ölü­münden beri geçen otuz yıl boyunca III. Mustafa gereği gibi yetişememişti. Bu uzun süre esnasında sarayın içindeki dairesinde hizmetindeki birkaç hadım ve ca­riye ile kapalı kalmış, ondan, sonra tahta geçecek olan diğer şehzâdeler ile arasında fazla bir yaş farkı olmamasından dolayı bir gün tahta geçebilme ihtima­lini daima zayıf görmüştü. Üstelik daha gerçekçi bir endişe onu her zaman meşgul etmişti. İki erkek kardeşi imparatorluğa vâris bırakmamıştı. Halk son saltanat döneminde bu yüzden hoşnutsuzluğunu belirtmişti; bu çeşit yeni endişeler veya yeni şikâyetler hayatına mal olabilirdi. Daha eski devirlerde olsaydı, tahta yakın şehzâdelere korkusuzca uygulanan bir yasanın kurbanı olurdu. Çekingenliği ve tıp eğitimi yapması onu bu ya­sadan korumuştu.

Kardeşleri gibi bu Hükümdar'ın da gayet kısa ba­cakları olup, ancak at üzerinde uzun boylu duruyordu. İçkinin etkisine verilen solukluğu, zayıf gören iri göz­leri, basık burnu hiçbir canlılık ifadesi taşımadığı gibi, kabiliyet eksikliğini işaret ediyordu. Buna rağmen de­ğişiklik hevesi halkı onun lehinde bir davranışa itti. Devlet büyükleri onu zayıf sanıyorlar ve üzerinde hâ­kimiyet kurmak için dalkavukluk ediyorlardı. Millet de onu müsrif, sefahat düşkünü olarak kabul ediyordu ve herkes yanıldı. Bu Padişah'ı onun kişiliğini ortaya ko­yan ortamda göreceğiz; beni şereflendiren iyilikleri sa­yesinde mizacının ince farklarını ortaya çıkarmak fır­satını buldum.

Tahta çıkan bir Osmanlı Padişahı'nın ilk dikkat ettiği şey sakal uzatmaktır.[23] Sultan Mustafa kılıç kuşanmak üzere ilk defa dışarı çıkacağı sırada sakalını siyaha boyatarak bu konuda yeni bir adım attı. Kılıç, kuşanması demek, Türk imparatorlarının taç giymesi, iktidara sahip olması demektir. Bu tören daima, Haliç'in sonundaki, çömlekçiliği ve süt ürünleri ile ünlü Eyüp kasabasının camiinde yapılır. Dokuzuncu gün her şey bu tören için hazırlanmış ve sabahın erken saatlarından itibaren yeniçeriler, tören kıyafetleri içinde saraydan Eyüp Sultan Camiî'ne kadar yollara dizilmişlerdi; ancak hiç birinde silâh yoktu ve elleri kuşaklarında kavuştu­rulmuştu.[24]

Vezirler, yüksek rütbeli subaylar, ulemâ sınıfı ve genellikle mevkileri bakımından hükümete bağlı olan bütün memurlar, Padişah a refakat etmek üzere saba­hın erken saatında saraya gelmişlerdi. Padişah ve mai­yeti yürüyüşe başlayınca biz ve diğer daha az önemli kişiler düzensiz bir şekilde onu izlemeye başladık. Ge­çenlerin hepsi ata binmiş olup, beğin durumuna ve me­ziyetlerine orantılı olarak yayan at uşaklarına sahipti.

Ulemâ sınıfına mensup olanlar sarıklarının iriliği ve atlarının haşalarının sâdeliği ile dikkati çekiyorlar­dı. Fakat yüksek rütbeli subaylar sınıfında yeniçeri Ağası ve maiyeti en zengin görünümü sağlıyordu. Atının etrafındaki bir sürü at uşağından başka, kumandanla­rının sağında ve solunda yayan olarak ilerleyen iki sı­ra Çorbacı vardı[25] Sarı çizmeli, elbiselerinin etekleri kuşaklarına sokulmuş, ellerinde beyaz sopalar ve üze­rinde büyük bir sorguç olan altın kakmalı miğferleri ile bu subaylar tüylerden oluşmuş uzun bir yol teşkil edi­yorlar; bu yolun sonunda da Yeniçeri Ağası görünüyor­du; ancak gerçekten garip olan şey, yeniçeri subayla­rının ortasında Ağa'dan birkaç adım ötede yürüyen Asçıbaşı'nın kıyafeti idi: gümüşten iri çivilerle süslü si­yah meşinden gayet büyük bir gömlek, onun altında da yine meşinden enli bir korse, iri çengelli kuşağının arasına, kabzalar: Aşçıbaşı'nın yüzünü örtecek derece­de büyük iki bıçak yerleştirilmiş, gümüş bir zincire asıl­mış, kaşıklar, taslar ve diğer mutfak eşyaları adamın yürüyüşünü zorlaştırmıştı. Üzerindeki yükler Aşçıbaşı'yı o kadar hareketsiz yapmıştı ki, böyle giyinmesi ge­rektiği her seferinde yanına yardımcı olarak iki yeniçe­ri veriliyordu.

Bâb-ı âli'deki önemli kişilerden biri olan Çavuşbaşı, başlarında devekuşu tüyünden sorguç taşıyan ka­pıcılarının önünde ilerliyordu. Bostancıbaşı da, ellerin­de sopaları, bir örnek kırmızı kumaştan üniformaları ile düzgün bir görünüm sağlayan bostancılarının önünde yürüyordu İmparatorluğun bu yüksek subayları, sokak­ların sağında ve solunda dizilmiş olan yeniçerileri se­lâmlıyorlar, onlar da eğilerek bu selâma cevap veriyor­lardı; ancak, tören alayında yer alan Padişah'ın sarık­lar; geçerken eğilerek selâm vermeleri çok daha saygılı oluyordu. Üzerlerinde sorguçları da olan bu iki sarık, önceleri Padişah'ın ara sıra sarığını değiştirmek arzu­sundan meydana gelmiş, ancak sonraları bir debdebe ve gösteriş aracı olmuştu.

Altın yaldızlı gümüş tepsiler içine yerleştirilmiş ve iki süvarinin sağ ellerinde taşınan bu sarıklar, sağ­da solda dizilmiş yeniçerilere doğru hafifçe eğdiriliyor, yeniçeriler de yedi sekiz defa eğilerek padişahlarının sorgucunu selâmlıyorlardı.

Tasviri zor olduğu kadar seyretmesi ilgi çekici olan bu yürüyüş de, birincisi satenden, ikincisi düz ku­maştan beyazlar giyinmiş Sadrâzam ile Şeyhülislâm, etraflarında adamları, önlerinde seçme atları ve Sadrâ­zamın Şartları[26]  yanyana gidiyorlardı. Sadrâzam'ın yanında, küçük zincirlerle bezenmiş gümüş sopalarını sallıyan Alay-çavuşları bulunuyordu. Kaba bir şekilde yapılmış, fakat gayet zengin döşenmiş kapalı bir araba Şeyhülislâmın arkasından geliyordu. Şeyhülislâm yo­rulduğu takdirde bu arabaya geçecekti.

Onlardan hemen sonra iç muhafızların kumandanları, büyük ve küçük imrahorlar, onların önünde de Padişah’ın küheylânları ilerliyordu, üzerlerinde gayet kıymetli haşalar, alınlarında da balıkçıl kuşu tüyün­den sorguçlar bulunan bu atların ancak başları açıkta kalmıştı: ayrıca belen üzerinde tutturulmuş tuğlar, kal­kan ile örtülmüş kolana bağlı bir kılıç ve gürz taşıyor­lardı. Hayvanların başlarına bağlı yularlardan tutan iki yayan at uşağı tarafından sevkediliyorlardı. Hemen ar­kalarından çapraz bağlanmış kılıçları, ellerinde beyaz sopaları ile iki sıra Haseki[27], altın yaldızlı miğferle­ri ve uzun mızrakları ile Zülüfçüler[28] ilerliyordu. Gü­müş baltalı desteler taşıyan Peykeler, ortalarında Padişah'ın atıyla tek başına ilerlediği, geniş sorguçlu kıy­metli miğferli yay ve sadak taşıyan Solakların[29] ar­kasında yer alıyorlardı. Padişah’ın sorgucu bu muhte­şem alayın üzerinde sallanıyordu. Tuğlar Hükümdar'ı gözlerden saklamadan önce yeniçeriler büyük bir saygı içinde eğildiler; Padişah da sağa ve sola başını hafifçe eğerek selâm vermeğe dikkat ediyordu.

Sayısız Çuhadar Padişah’ın çevresinde ve peşinde ilerliyordu. Bunlar aynı zamanda, Türkler içinde altın­dan boy elbisesi giymiş tek kişi olan ve Padişah'ın kılıcını omuzunda taşıyan Silâhdar Ağa'nın çevresini de sarmışlardı.

Halka para dağıtan ve alayın son ferdi olan Haznedâr Ağa'nın[30] hemen önünde Kızlar Ağası vardı. Padişah'ın dışarıya yaptığı gezilerde daima önünde gi­den Kapıcılar Kâhyası ile Bostancıbaşı, saraya dönüşte ilk avluda inecekleri için yaklaştıklarında adımlarını hızlandırdılar, Hünkâr'ın atı önünde yere kapandılar, sonra onu ikinci avluya götürerek yere inmesine yar­dım ettiler.

Eski efendisini gömen yenisinin tahta geçmesine nezaret eden Koca Râgıp Paşa, Sultan Mustafa'nın ca­hil olmasına rağmen sanıldığı kadar az faal olmadığını ilk farkeden oldu ve Padişah'ın meselelerle uğraşma­ya ihtiyacı olduğunu anladı. Bu Sadrâzam'ın mizacını yenilenmesi hususunda efendisini zalimce kışkırtma­sını ve o yasaların uygulanmasında gayet sert davran­masını işitmek bizler için şaşırtıcı olmadı; bu şekilde Padişah'ın bilgisizliğini yönetmeyi ve aşırı otoritesini halka kabul ettirmeyi hedef tutuyordu.

Bu otoritenin ilk etkileri aşırı bir şiddet ve vahşet ile kendisini gösterdi. Tellâllar yasanın yürürlüğe gir­mesini ilân etmişlerdi ki kıyafet değiştiren Padişah ile irâdesine karşı gelenleri idam etmeye hazır adamları Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere yasak olan renkte elbise giyenleri cezalandırmaya başladı. Merhametli bir Türk'ten aldığı sarı çarıkları giyen zavallı bir Hıris­tiyan Padişah tarafından tutuklandı ve bu özür hayatı­nı kurtarmaya yetmedi. Her yeni gün değişik vahşet manzaraları sunuyordu.

Türkler de yasa kapsamına alınmışlardı, her sos­yal tabakaya göre kullanılacak kürkler tesbit edilmiş, elbise şekilleri ve kadınların saç sekli. sınıflandırılmış­tı. Avrupalılar ancak kendi elbiselerini giyerek bu yasanın kapsamı dışında kalabiliyorlardı. Bu sayede el­çileri, adamlarının kırbaçlanmasını görmek hakaretin­den kurtarmış oluyorlardı.

Bu arada iki kederli olay bu eziyetin tesirini azalt­tı; ancak daha fecî felâketler gören istibdat altında ya­şayan halk, daha önce çektiklerini unutmak fırsatı bu­lur; bu hususta aklıma gelen bir şeyi de söylemeden geçmeyeceğim: İstanbul'da herhangi bir kimseye yaşı sorulursa, daima büyük veba salgını veya kıtlık veya bir isyan veya bir büyük bir yangın yılından bahsedile­rek yaş açıklanır.

Hacıları götüren kervan Şam yolunda iken Padişah'ın donanması da Ege denizinde vergi toplamakla meşguldü. Donanmanın subayları ve levendlerinin bü­yük kısmı karada iken gemideki tutsakların isyan çı­kararak bir kısım gemileri Malta'ya kaçırdıkları haberi ile Mekke yolundaki hacı kervanının çöl Arapları tara­fından saldırıya uğradığı haberi aynı zamanda İstan­bul'a ulaştı. Her iki felâketten yararlanan gurur ve taas­sup artık hiçbir tedbiri umursamaz oldu ve sarayın hayretten donup kalması halkın küstahlığını arttırdı, Padişaha dil uzatmalar, çifte felâketten onu sorumlu tutan sözler sarfedilmeye başladı.

Ortak bir elemin sonucunda kurulu düzeni tehdit eden her şeye karşı hassas olan mahir Sadrâzam Koca Râgıp Paşa bir müddet sonra halkın dikkatini başka bir mesele üzerine çekmek için bir bahane aradı. Hâlâ et­kilerini sürdüren kıtlık ona gerekli bahaneyi sağlıyor­du. Yiyecek getiren gemilerin denizde tehlikelerle kar­şılaşmasını önlemek maksadıyla Anadolu'da deniz tra­fiğine açık bir kanal açmak tâsarısını halk arasında yaydı. Bu iş için, yarı yolda bulunan ve çeşitli ırmaklar­la beslendiği için her zaman tükenmeyen suya sahip olan bir gölden de istifade ederek Sakarya nehri İznik şehrine bağlanacaktı. Bâb-ı âli tercümanı resmî görev­le M. De Vergennese gelerek beni istetti; Bâb-ı âliye giderek bu tasarı hakkındaki düşüncelerim alındı: aynı zamanda bazı vezirler kanalın yapılacağı yerlerde keşif için geziye çıkmışlardı; ancak sadece uyanan hoşnutsuzlukları ortadan kaldırmak için ortaya atılan bu tasa­rı kısa zamanda unutuldu.

Bu mesele dolayısıyla, geldiğimden beri gözle­diğim Türklerin bilgisizliği hakkında bana yeni delil­ler verdi. Bâb-ı âli'ye gelir gelmez, söylediğine göre, bu işlerde çok usta biri olan bir Rum bana takdim edildi. Ona tesviye işlemi hakkında sorular sorduğumda bana bakır bir harita âleti ile çalışacağını bildirdi; bütün gay­retime rağmen bu âleti hayranlıkla seyredenlerden onu tetkik etme fırsatı bulamadım.

Hacı kervanındaki zavallılara gelince onları şehit ilân ettiler ve Malta'dan Fransa krallığının iyiliği sayesinde satın alınıp Türkiye'ye iade edilen Türkler ile Amiral sancağı[31] bir müddet sonra İstanbul'da sükû­neti sağladı.

Bu arada mutlu bir tesadüf sonucu Padişah’ın meşguliyeti tasarruf yasalarından başka bir alana kaydı. Tedavüldeki paralar ile hazine hesaplarının sayımı onu tamamen meşgul etti. Ayrıca hareminin aşırı mas­raflarında kısıntıya gitti, kadınların yıllık harcamaları­nı sınırladı.[32] Yine bu dönem sırasında, Sadrâzam'ın eline geçen Vakıflar idaresini kaybeden Kızlar Ağası'nın görevinin önemi bir hayli azaldı; fakat, bir gözdesi tarafından Padişaha tavsiye edilen ve hükümdar için tehlikeli olan bir borsa oyunu paraların değerini o de­recede düşürdü ki, bugün Türkiye'de faaliyet gösteren kalpazanlar halkın lehine çalışmaktadırlar; hangi çeşit alaşım kullanılırsa kullansınlar, Padişah'ın sikkeleri daima piyasaya sürdükleri paraların değeri altındadır.

Bu düzen sayesinde imparatorluğun gelirleri arta­madı. Eyaletlerde hüküm süren paşalar aynı zamanda çiftçi olduklarından az zarara uğramadılar. Padişah'ın gözü, onların yağmaladığından daha fazla pay kopar­mak üzere daha dikkatli olmuştu.[33] Cezalar birbirini kovalarken, zengin görünme korkusu sadece israfı ön­ledi.

Tedavül sistemi tarafından tahrip olan ticaret, en büyük düzensizlikleri doğuran bir nevi cansızlık içine düştü. Zanaatkârlar iş yapamaz duruma geldi, ihtiyaç­ların karşılanmamasına bir de işsizlik eklenince halk suça itildi. Yağma umudu ve zenginlerden intikâm al­ma duygusu yangınları çoğalttı.

Yangın çıkaranların kullandıkları kundak denilen şey, çam tahtası içine yerleştirilmiş kav ve kükürtlü maddelerden ibaretti. Açık gördükleri kapıların veya pencerelerin içine gizlice koydukları kundağı ateşledik­ten sonra bir yere gidip saklanıyorlardı. Evlerin tah­tadan yapıldığı ve çam yağı ile boyandığı bir şehirde bu kundak bazen en korkunç yangınların çıkmasına ye­tiyordu. Böylece bozguncu yakmak istediği evleri kısa zamanda kül hâline sokuyordu.

Mal sahiplerinin uyanıklığından kaçan ve kundak­çılara yarar sağlayan bu çare, şehirdeki diğer tabiî yan­gın sebepleri ile birleşerek bir müddet sık sık alarm verilmesine sebep olmuş ancak saraydaki kadınlardan birinin gebe kalması üzerine ticaret hayatının yine eski canlılığını kazanması sayesinde kendiliğinden ortadan kaybolmuştu. Benzer fırsatlarda hazırlanan alışagelmiş armağanların bulunmasına başlandı, bütün düşünceler iki saltanat döneminden beri yapılmayan donanmalara[34] eğildi, insanların meşgul olması, süresini bu olayın tayin ettiği geçici bir sükûnet sağladı, üstelik Padişah'ın otoritesi de sağlamlaştı. Nitekim, doğacak çocuğun cinsiyeti ne olursa olsun tahta bir vâris geliyordu. Da­ha neşeli olan Sultan III. Mustafa, etrafı memnun bı­rakacağından emin bir tarzda halk arasına çıktı. Dağıtı­lan bir miktar para halkın kanısını ve teveccühünü çek­meye yetti. Masrafa girmek lütfûnda bulunmak ve bir az da mahirâne davranmak kaydıyla kamu oyunu elde etmek her zaman mümkündü.

Murad Molla'nın bu hususta bazı ziyanları olmuş­tu; halkı gereği gibi idare etmemişti. Onun mevkiinde bulunan bir kimsenin halkı göz önüne alması gerektiği­ni aksi takdirde daha yüksek mevkilere çıkamıyacağını dostları ona hatırlatmıştı; işte bu yüzden ve aynı za­manda efendisinin teveccühünü kazanma arzusundan Murad Molla Büyükdere çayırında halkı heyecana ge­tiren olayla ilgili olarak bir eğlence düzenledi.

Bir milletin alışkanlıkları ve gelenekleri üzerinde gerçek bir manzara sunduğundan bu eğlencenin ayrın­tılarına girmek benim için yararlı olacaktır.

Birbirlerinden kırk adım uzaklığında iki büyük sı­rık arasına bir ip gerilmişti. Bu ip üzerine, uçlarına, ışıkları ile aydınlatılması düşünülen eşyaları gösteren camdan kandiller asılı sicimler bağlanmıştı; Padişah'ın tuğrası, gemisinin resmi, Kur'an'dan alınan bazı keli­melerden ibaret bu şekiller eğlencelerin sürdüğü üç gün boyunca çayırı süsledi; bu arada ip canbazları, Ya­hudi komedyenlerden meydana gelmiş bir topluluk, rakkaseler geceleri geç vakte kadar halkı eğlendiriyor­du. İlgimi en fazla çeken şey, yüksek çubuklar üzerine oturtulmuş, katranlı paçavralar ve çam yağı ile yanan yirmi kadar demir mangalın yaydığı ışık oldu.

Bu hüzünlü şamdanlar, merkezde bulunan oyun­cuları ve Murad Molla'nın çadırları ile seyircileri ay­dınlatmak üzere daire şeklinde dikilmişti. Bu aydınlık dairenin dışında kalan ışıklı yer eğlencelerin mahiye­tini bildiren tabelâ idi.

On adım yüksekliğinde, kara tabanlı kenarı üç adım olan ve üzeri bir perde ile kapalı olan bir nevi kafeste kadın kılığında Yahudi aktörlerden biri yer alıyordu. Genç Türk kıyafetine bürünmüş diğer bir Ya­hudi içerdeki kadına sözde âşıktı; aptal görünüşlü bir uşak, hafifmeşrep görünen kadın kılığında diğer bir Yahudi aktör, aldatılan bir koca ve herkesin gördüğü diğer figüranlar temsili meydana getiren kişilerdi. Ancak önceden tahmin edilemiyen şey temsilin nasıl son bulacağıydı; herşey ortaya serilmiş olup, seyircinin mu­hayyilesine iş bırakılmamıştı; oyun oynanırken ezan se­si duyulursa seyirciler Mekke yönüne dönüyorlardı; tasviri güç olan bu manzaranın daha başka bir şekilde açıklanamıyacağı düşünülürse, sürekli maskaralık ve kısa süreli sofuluk olarak gözler önüne serilen bu ga­rip topluluktan yeterince bahsettiğim anlaşılır.

İki temsil arasında, beceriksiz ip canbazları, ace­mi güreşçiler, kaba maskaralıklar yer alıyordu Her adım­larında, ne de hareketlerinde zarafet olan canbazlardan on iki yaşlarında bir, kız çocuğu, Türkleri karakterize eden meziyetlerinden dolayı takdir topladı; ender raslanan bir hafiflikle dansını bitirdikten sonra, seyirciler­de uyandırdığı hoş düşüncelerin bedelini toplamak maksadıyla defiyle dolaşıyor, Murad Molla'nın yakını olan Türk beğleri beğendiklerini belli etmek için kızın alnına altın paralar yapıştırıyorlardı. Hareketlerinde hiç de olağanüstü bir özellik olmayan bu kızın topla­dığı paraların tutarı on iki keseyi[35] buldu.

Her türlü kuralın dışına çıkıldığı umumî eğlence­ler dışında bu aktörler düğünlere veya özel eğlencelere dâvet edildiklerinde evlerde gerçek meziyetlerini orta­ya koyarlar. Bu değersiz maskaralar yalnızca ya ka­dınlardan, ya da erkeklerden meydana gelmiştir; ka­dınlardan oluşmuş topluluklar haremlerde verdikleri gösterilerde, daha önce diğer topluluklarda bahsettiği­miz gibi ilgi ve saygısızlıkla karşılaşırlar; ancak Türklerin sık sık başvurdukları en yaygın eğlence şekli mu­sikîdir.

Savaş musikîsi olarak çalınan şey muazzam da­vullara vurulan tokmaklar, canlı ve berrak sesli nak­kareler, bunların yanında duyulan cırlak sesli klarnet ve trompetlerdir. Ortaya çıkan ise bütün tonların zor­landığı dehşetli bir havadır.

Oda musikîleri ise aksine çok hoştur; önceleri bi­ze garip gelen yarım tonlardan ibaret teksesli melodi­ler, Türklerin şiddetle etkilendikleri melânkolik bir ha­va taşırlar. Avrupa'dan aldıkları üç telli bir keman ile violedamore, ney, uzun saplı bir nevi mandolin olan madenî telli tambur, kaval ve tef bu orkestranın âlet­leriydi. Musikişinasların bağdaş kurarak odanın bir ucunda, yazılı olmayan melodili veya canlı havalar çalması esnasında dinleyiciler büyük bir sessizlik içinde çabuklarını tüttürürler.

Aşırı bir afyon alışkanlığına tutulan Türkler bir nevi kemik hastalığna yakalanırlar. Devamlı sarhoşluk hâlinde yaşamaktan başka bir şey düşünmeyen bu in­sanları, bilhassa İstanbul'da Tiryakiler Çarşısı denen yerde görmek ilgi çekicidir.

Akşama doğru Süleymaniye Camiî'ne çıkan yol ağızlarında, soluk yüzleri, uzamış boyunları, eğik ka­faları ile acımadan başka bir şey ilham etmeyen bu tir­yakileri farketmek mümkündür.

Caminin inşa edildiği alanı çevreleyen duvar­lardan biri boyunca bir sürü küçük dükkân sıralanmış­tır. Her dükkânın önünde, aralarında geçit olan asma çardakları mevcuttur; bu sayede dükkân sahipleri, geçi­şi rahatsız etmeden müşterilerini ağırlayabilirler. Tir­yakiler yavaş yavaş gelirler ve her zamanki ihtiyaçları olan dozda afyonlarını alırlar. Afyonlar zeytin iriliğinde taneler olarak dağıtılır, içlerinde en fazla alışkın olan­lar bir defada dört tane birden yutarlar, üzerine soğuk su içerek, üç çeyrek veya bir saat sonra gelecek olan hayâl âlemini beklerler; her biri hayâl âlemine dalarken çok değişik, fakat o derecede garip ve eğlendirici hareketler yapar. Bundan sonra olanlar büsbütün ilgi çeki­cidir; evlerine dönerlerken tamamen zihinleri dağınıktır; ancak aklın sağlayamayacağı kadar bir mutluluğun dopdolu neşesi içindedirler. Yanlarından geçenlerin gürültülerine karşı bütünüyle sağır kalırlar; arzuladık­ları, hayâl ettikleri her şeye sahip olmuş gibi bir hâl­leri vardır.

Benzer manzaraları özel evlerde ev sahiplerinin tertiplediği âlemlerde görmek mümkündür. Ulemâ sı­nıfına dahil kişiler bu çeşit âlemlerin baş müşterileri olup, aşırı şarap içerek daha iyi sarhoş olmayı bulma­dan önce bütün dervişler de afyon müpteâsıydılar.

Türkiye'deki bu bir nevi rahip olan dervişler birbirin­den çok farklı iki kısma bölünürler. Aralarındaki fark­lılık kurucularının koydukları kurallardan ileri gelir. Mevlevî dervişleri hoş bir müziğin tatlı nağmeleri ile dönerek, dönmenin sağladığı kutsal bir sarhoşluğa gö­mülürler, bu şekilde dönme alışkanlığı onlara istedikle­ri sarhoşluğu sağlayamazsa, bunu meyhanelerde arar­lar. Tahta tepen adı verilen dervişlerin kuralları daha hüzünlü ve daha vahşidir. Birbirlerinin peşinden tek­kelerinin çevresinde, yüksek sesle Tanrının adını zik­rederek, davulun temposu ile dönerler; bir müddet son­ra davulun temposu o kadar şiddetlenir ki, hepsi ne­fes nefese kalırlar, içlerinden en dayanaksız olanları sonunda kan kusarlar. Çevrelerine her zaman ürkeklik ve hüzün yayarlar ve bu dervişler kurallarının kutsal­lığına o kadar inanmışlardır ki, insanları daima nefret­le, küçümseyerek süzerler.

Türkiye'de kırlarda dolaşan başka dervişler de bu­lunur: onlarla ormanda karşılaşmak az mahzurlu de­ğildir; din kisbesi altında daima işi sofuluğa vururlar.

Bu dervişlerden, genel bilgisizlikten faydalanacak kadar cüretli olanları kendilerini adetâ peygamberleştirirler. Tesadüfen ileri sürdükleri kehanetler gerçek­leşirse Evliyâ olarak kabul edilirler ve büyük itibar gö­rürler; fakat içlerinde, başarısızlıklarından dolayı deli diye adlandırılanlar hiç bir yere sokulmazlar. Bunların arsızlığına karşı hiç bir şey engel olamaz; dillerinden düşürmedikleri Allah kelimesi ile hurafelere inanan halkı sindirirler; bir seferinde Sadrâzam ile gizlice gö­rüşme yaparken ve devletin büyükleri uzakta durur­ken bunlardan biri geldi ve Sadrâzam'ın yanına oturdu. Halkın taassubu en aydın kişileri de kendi kurallarına uydurmaya zorlar; en güçlü Türkler bile bu tip adam­lardan ancak para vererek geçici olarak kurtulurlar, aslında verilen para onları daha can sıkıcı ve daima küs­tah yapmaktan başka bir işe yaramaz.

Türklerin çoğunluğundan daha aydın bir kişi olan Koca Râgıp Paşa belki cehaleti yıkmak, belki de arka­sında edebiyata karşı olan zevkini ispat edecek bir eser bırakmak maksadıyla kendi parasıyla bir halk kü­tüphanesi kurmuştu: o ana kadar bir halk kütüphanesi İstanbul'da mevcut değildi. Sadrâzam o zamana kadar topladığı bin, bin iki yüz kadar Arapça ve Farsça yazma eseri kütüphaneye bağışladı: kitaplar, kubbeli değirmi binanın altında koni şeklinde yerleştirilmiş raflara di­zildi. Bir görevli kütüphanenin yönetimi ile meşgul­dür; halk kütüphaneden ancak belirli saatlar içinde is­tifade edebilirdi, Râgıp Paşa binanın bakımını üzerine almıştı; aslında, okuma ve yazma meziyetini sınırlayan dil zorlukları olduğu müddetçe Türklerin gerçek an­lamda eğitilmeleri mümkün değildir.

Baskı tekniği bu sınırları genişletebilir: İbrahim Efendi adında biri, yazma eserleri çoğaltmaya yarayan bu sanatı Türkiye'ye getirmiştir; hattâ birkaç eser bas­mış, ancak, en fazla alıcısı olanları seçtiği halde basım miktar zayıf kalmıştır. Nitekim daha ilk bakışta bilgin olarak kabul edilenlerin meziyetlerini bir hiç yapan bir sanattan nasıl başarı beklenirdi? Karşı çıkanlar hem dâvâcı hem yargıç oldular; matbaa, düşünceler arasın­da bir bağlantı olmak mükemmelliğine erişemeden nefretle karşılandı; İbrahim Efendi dükkânını kapattı.

Râgıp Paşa da, çeşitli zorluklar, yendiğini iddia ederek gururlanan bu sahte ilimden uzak değildi. Harf­leri çözülmesi mümkün olmayan tarzda okumaktan hoş­lanıyor, her şeyden çok kelimeler üzerinde oyun yap­maktan zevk alıyordu. Ona ait olduğu ileri sürülen bu türde çeşitli yazılara rastladım, ancak kelimeler tama­men eski dile ait olduklarından tercüme etme imkânı bulamadım.

Türkleri kötü bir şekilde etkileyen bütün boş inanç­lardan doğuştan sahip olduğu irade gücü ile kurtulmuş olan bu Sadrâzam en merhametsiz şeylerde bile neşe­lenecek bir taraf’ bulurdu. İslâmiyetin onu alaylarının dışında olmadığı kolayca düşünülebilir. Bir gün bir Avrupalı Bâb-ı âli'ye gelerek, hareketlerle kendisinin Alman olduğunu, fakat İslâm olmak istediğini belirtti. Derdini tam olarak anlamak için birinin yardımına ge­rek olduğu gibi, bir Avrupalının din değiştirmesi için resmî bir tercümana ihtiyaç olduğu hakkında bir yasa maddesi de mevcuttu. Alman elçiliğinde bulunan bir tercüman hemen çağrıldı ve Dantzig'de doğan bu Alman'ın İslâmiyet'e geçmek için İstanbul'a geldiği öğre­nildi. Gerçek sebebi öğrenemeyen Râgıp Paşaya bu açıklama tarzı garip geldi; yeniden sorguya çekilen Müslüman adayı gayet sofucasına Hz. Muhammed'in kendisine göründüğünü ve onu İslâmiyet’e ait bütün lütûflardan faydalanması için buraya çağırdığını itiraf etti. Bunun üzerine Sadrâzam, işte garip bir kaçık! de­di. Hz. Muhammed Dantzig'de ona görünmüş! Hem de bir kâfire! halbuki ben yetmiş yıldır beş vakit namazı­mı kaçırmadan yaparım, bana bir kere olsun görünme­di. Tercüman, ona de ki, cezasız kalmadan beni aldat­mak mümkün değildir; muhakkak anasını, babasını katletti, eğer 'bana gerçeği söylemezse onu asacağım. Bu tehditten dehşete düşen Alman, Dantzig'de bir okul­da öğretmen olduğunu, bir müddet sonra can sıkıcı kuş­kular uyandırmak talihsizliğine uğradığını, eğitimi ken­disine emanet edilen çocukların aileleri tarafından şid­detle tenkit edildiğini, sonunda mahkemenin kendisini cezalandırmak için toplandığını, İstanbul’da böyle bir mesele için bu kadar fazla gürültü çıkarılmadığını öğre­nerek buraya gelmeğe karar verdiğini ve niyetinin Türk çocuklarını eğitmek olduğunu itiraf etti. Sadrâzam çev­resindekilere dönerek, buna kelime-i şehadet getirtin sonra din hakkında bilgiler alması için bir mollanın yanına verin, dedi; İkisi birlikte yaşamak için yaratıl­mışlar, mollaya gönderdiğim bir arkadaştır; ancak ma­halle imamını da yanlarına yollayarak her ikisine bir­den hiç bir dinin yaptıkları şeylere izin vermiyeceğini anlattırın.

Türk imparatorları tarafından cami inşa ettirmek ve vakıf tesislerinin kurulması için paraca yardımda bulunmak geleneği o kadar yaygınlaşmıştı ki İstanbul'­da açık bir alan bulmak son derece zor oluyordu. Sul­tan I. Mahmut Üsküdar'da bir cami inşasına karar vermişti; ansızın ölünce Sultan III. Osman bu camiyi bitirtti. Buna rağmen Sultan III. Mustafa inşa ettirmek istediği cami için İstanbul'da gayet geniş bir arsa bul­du; yıktırılacak evlerin zararını kapatmak için Marmara kıyısında surların hemen bitiminde yeni bir mahalle kurulmasını emretti.

Mimarların bilgisizliği uzun zaman başarısızlıkla denizin dalgalan ile mücadele etti; yerinde yapılmış harcamalarda gerçek tasarruf olduğunu bilen tutumlu­luk sonunda işten vazgeçmek zorunda kaldı. O zamana kadar israf edilen altınlar hiç bir işe yaramadı; yeni masraflarla, bu sefer yalçın kayalıklar üzerinde inşa başladı; bu yeni çare ile teşebbüs başarıya ulaştı ve eser gözler önüne serildi.

Caminin yapılacağı alanda yıktırılan evlerin sa­hipleri yeni evlerde kiracı oldular ve o padişahın salta­nat döneminde bitirilen mâbedin bakıcı olarak dev­let hizmetine alındılar. Bu tasarının uygulanması sıra­sında. evlerin satın alınması, sahiplerinin çıkarı veya dinî hevesleri bakımından Sultan Mustafa'ya hiç de ay­kırı gelmedi, Osmanlı hükümdarları içinde en büyük olan Kanunî Sultan Süleyman benzer bir durumda o ka­dar mutlu olamazdı; Türkiye'de mülkiyet hakkının de­ğeri üzerine bana yeterli fikir verdiği için bu konu üzerinde durdum.

Süleymaniye Camiî'nin yeri tesbit edildiğinde, in­şa yapılacak arsanın tam ortasında evini hiç bir suret­te satmak istemeyen bir Yahudiden başka kimse yok­tu. Çok büyük paralar teklif edilmesine rağmen Yahu­di kararından vazgeçmiyordu. Padişahlarının önünde bütün dünyanın eğilmesine alışmış olan devlet büyük­leri, Yahudinin idama götürülürken evinin yerle bir edilmesini bekliyorlar, bu kararı önceden tasvip ediyor­lardı. Ancak insan ile hükümdarı ayırdedebilen ve kişisel küskünlüklerini otoritelerine dayanarak çözüm­leme yoluna gitmeye hükümdarlara ne mutlu! Ne mut­lu. dâvâlarını adaletin hükmüne bırakan, ve çevresin­dekilerin yargılarına değer vermeyecek kadar büyük bir ruh taşıyan hükümdarlara!

İşte Sultan Süleyman böyle bir insandı; yasayı çağırmak için tahtından indi; şeyhülislâma yolladığı mektubunda şöyle diyordu; bir adam Tanrı adına bir mâbed inşa ettirmek istemektedir; arsanın sahibi olan Müslümanlar böyle bir kutsal göreve katılmak için mülklerini satmaya seve seve razı oldular, ancak bir Yahudi bütün teklifleri reddederek arsasını satmıyor; bu adam nasıl bir ceza hak etmiştir? Şeyhülislâm ce­vabında, hiçbir cezayı haketmemiştir, zira kişiler ara­sında fark olmadan bütün mülkiyetler kutsaldır; böylesine kutsal bir yasayı çiğneyerek Tanrı adına bir mâbed inşa edilmesi doğru olamaz. Yasa, çocuklarına belki ilerde israf edilecek bir arsayı bırakmak isteyen Yahu­di'nin arzusuna uygundu; ancak padişahlara tanınan bir hakka göre hükümdar ihtiyacı olan her evi kiralıyabilirdi. Bu yüzden Yahudi ve mirasçılarını kapsaya­cak bir kontrat yapılması, mülkiyetin korunması ve ancak ondan sonra evin yıkılarak yerine caminin yapılması uygundu. Şeyhülislâm'ın fetvası kelimesi keli­mesine uygulandı.

Cami vakıflarına genellikle mahalle çocuklarının Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmeleri için okullar açılırdı. Bir çok zengin sofu Müslümanlara kıblenin yerini göster­mek bakımından Namazgahlar ve çeşmeler inşa etti­rir. Özellikle taşrada bu çeşit eserlere çok daha sık rastlanır. Dinî inancın aşırılığı bunların sayısını arttır­mıştır; günâhlardan arınarak sevap işlendiği sanıldığın­dan gücü yeten herkes benzer eserler yaptırır.

Yüksek mevkileri işgâl eden kişiler kusurlarını bağışlattırmak için daha pahalı usûllere başvururlar: Padişah'ın teveccühünü kazanmak üzere yapılan ça­balar, açgözlülüğü, ihtirası ve kuşkuyu dâvet eder, bunların sonunda da, genellikle çok yanlış sonuçlara varan türlü tahminler yürütülür. Çabaların içinde en ucuzu olanı Padişaha hoşuna gidecek bir cariye arma­ğan etmek ve bu cariyenin eski efendisinin lehinde nüfuzunu kullanacak kadar hatırşinas olmasını bekle­mektir. Kaynanamda Hünkâr'ı eğlendirmek üzere Esmâ Sultan'a yollanacak Gürcü cariyelerden birini gördüm; benim üzerimde 18 yaşına henüz varmış bir kız görünümü uyandırdı; gayet iri kara gözleri ile her yerde dikkati çekeceğinden emin oldum; ancak göz­lerinde hiç bir canlılık ifadesi olmadığı gibi çektiği sürme fazladan bir güzellik katmıyordu.

Bütün Asya'da son derece meşhur olan ve kul­lanılan bu ecza hakkında tenkitte bulunmak istemiyo­rum: bu, o kadar ince, o kadar uçucu siyah bir tozdur ki, içinde bulunduğu şişenin kapağına takılı pirinçten tele kolaylıkla yapışın Sürmeyi kullanmak için sap gö­revi gören kapağından tutarak teli şişenin kenarlarına değdirmeden çıkarmak gerekir. Bu telin ucu gözün pı­narcığına değdirilir, göz kapakları kapatılarak tel hafif­çe şakaklara doğru çekilir, böylece kirpiklerin içinde meydana gelen siyah çizgiler gözlere, daha önce sahip olmadıkları ve Türklerin zarif bulduğu sert bir görünüm kazandırır.

Asıl işin ilgi çekici tarafı, özellikle yaşlı erkekle­rin de bu süsü uygulamalarıdır. Sürmenin kullanılma­sı çok yaygındır. Ona, görüşü kuvvetlendirme özelliği­nin yakıştırıldığı bir gerçektir; ancak, sürmenin etkisi­nin görüşü tatmin etmediği de bellidir.[36]

Güzellik bakımı veya süsleme ile ilgili her şey bu ülkede büyük bir istekle kabul görür, İstanbullu zen­gin Rumlar bu şarlatanlığın tek sahibidirler. Cildi taze tutmak sanatları, cildin tazeliğini kaybetme ânını hiç bir zaman geriletmemiştir: hattâ bu çabaların Türkiye'­de cild güzelliğinin bozulmasını çabuklaştırdığı iddia edilebilir. Özellikle aşırı derecede kullanılan buhar banyoları, sülime[37] ilâcından daha süratle cildi tah­rip etmektedir.

Buhar banyolarını ayrıntıları ile vererek, etkilerini görmek suretiyle sonuçları üzerinde bir fikir yürütme yapılabilir.

Üstlerinde dama tahtası gibi pencereleri bulunan kubbelerle kapalı, içi mermer döşeli tuğladan yapılmış yanyana iki odacık vardı. Bu odalarla ev arasında, so­yunmak için hazırlanmış olan bir oda bulunurdu. Şasili, keçe geçirilmiş çifte kapılar banyonun birinci ve ikinci kısımlarını kapatırlar. Dışa açılan bir yeraltı deh­lizi ocak görevi yapar. Yeraltı dehlizinin hemen tavanı üzerinde, hamamın tam altına gelen kısımda odunla ısıtılan bir kazan kaynar; kazandan çıkan ve duvarın içine gömülü olarak kubbenin üzerinden havaya açılan borulardan devamlı olarak buhar geçirilir. Yine duvar içine gizli borular bir su- deposundan gelerek hamamın içine musluklar vasıtasıyla soğuk su verirler. Gayet güzel parlatılmış küçük peykeler, yıkanırken oturmak için yapılmış olup, mermere oyulmuş ince su yolları dökülen suların akıp gitmesini sağlar.

Kullanmadan yirmi dört saat önce ısıtılmaya baş­lanan bu özel hamamlar, açıkladığımız sistem sayesin­de öyle bir dereceye ısıtılırlar ki, dış odada tamamen soyunulduktan ve tabandan gelen ısının ayakları yak­maması için kalın nalınlar giyinildikten sonra birinci odaya geçmeden önce iki kapı aralığında ciğerleri ge­nişletmek için uzun zaman beklemek gerekir; bu iş ta­mamlandıktan sonra, aynı tedbiri almadan kazanın bu­lunduğu ikinci odaya da girmek mümkün değildir; dı­şarının havası birinci odaya göre neyse, bunun havası, da ikinciye göre öyledir, içeri ilk girişte elde edilen netice, derinin tamamından dışarı fışkıran terdir; ancak bu sıcağın şiddeti ve neticeleri kadınların bu hamam­larda beş altı saat kalmalarını ve sık sık bu işi yapma­larım önlememektedir.

Özel hamamları olmayanlar umumî hamamlara gi­derler; halk hamamları daima hazır tutulur ve çok kişi­yi alacak tarzda hazırlanır.

Daha zarif ve daha itinalı olan kadınlar bu hamam­ları sırf kendileri için ayırtırlar ve yakın arkadaşları ile giderler: eğlencelerini tamamlamak için yanlarına ye­meklerini almayı ihmal etmezler; daha büyük bir ser­bestliğin, yanî her gün birlikte rahatça konuşabilmenin cazibesi seçilen yerin uygunsuzluğunu telâfi eder.

Tellâk adı verilen hamamcı kadınlar, ellerine ge­çirdikleri şayaktan keselerle deriyi kurutuncaya kadar ovalarlar. Gül yaprakları ile ovulmuş, sonra güneşte kurutulmuş gayet ince bir kil, başı ovalamak üzere sa­bun yerine de kullanılır; bu arada bakır taslarla bol su dökülür. Bu şekilde temizlenen ve kokulandırılan ka­dınların saçları, daha sonra bir sürü örgü hâline geti­rilir.

Milady Montagu'nün bu hamam sefalarını süsle­mek için bahsettiği incileri, pırlantaları, zengin kumaş­ları bulmak mümkün değildir. Hele, bu Lady’ye söyle­dikleri gibi bu hamamlara elbiseleri ile girmiş olabile­ceğini hiç sanmıyorum.[38] Kesin olan bir şey varsa, o da hamamlara sık sık gitmenin derinin gözeneklerini gözle farkedilecek kadar açmasıdır. Yine kasların hu şekilde kuvvetle gevşetilmesi, şekillerini bozarak yaş­lılıktan önce kırışıkların oluşmasına meydan vermek­tedir.

Şehrin bütün mahallelerinde çok sayıda olan bu hamamlara, ayrı saatlarda erkekler de alınır. Kadınla­rın bulunduğu sırada içeri girmek cüretini gösteren bir erkek, tas, nalın ve ıslak peştemal darbelerinden kur­tulsa bile çok şiddetle cezalandırılır. Bir erkek özel­likle namuslarına göz diktiği vakit Türk kadınları çok acımasız olurlar; kadınların bazen başvurdukları dav­ranışların feci sonucunu ürpermeden hatırlamak müm­kün değildir.

Letafetleri para karşılığı satılan ve İstanbul civarında parçalanmış cesetlerine rastladığım kadınlardan bah­setmiyorum. Ücretlerini ödemekten veya onları şehre sokarak tutuklanmaktan çekinen erkeklerin vahşiliğinin neticesi olarak meydana gelen bu cinayetler, ancak hasisliğin veya endişenin yarattığı vahşilikler olarak nitelenebilir. Benim anmak istediğim kadınlar daha yüksek tabakaya dahil olup, dayanılmaz bir kuvvetin etkisinde kalarak kafeslerinden kaçan kadınlardır. Ken­dilerini kabul edecek olanlara verecek daha kıymetli bir şey tasavvur edemediklerinden yanlarına mücev­herlerini de alırlar. Bunları kör eden feci arzuları, yan­larına aldıkları servetin felâketlerine, sebep olacakları­nı düşünmelerine engel olur. Karşılaştıkları alçak in­sanlar, birkaç gün sonra o servete sahip olmak için, devletin de en az şekilde cezalandırdığı cinayetlere başvurmaktan kaçınmazlar. Sık sık bu zavallı kadınların cesetlerinin katillerinin pencereleri önünde, limanda yüzdüğü görülür; bu korkunç örneklerin diğer kadınları korkutacak ve sindirecek derecede olduğu düşünülürse de, onlar bu örneklerden ne çekinirler, ne de ders alır­lar.

Büyük bayramlarda bu çeşit düzensizliklerin daha sık olmasını önlemek maksadıyle hükümet kadınların dışarı çıkmalarını yasaklamıştır.

Saraydan ilân edilen gebeliği kutlamak üzere bü­tün hazırlıklar tamamlanmış, eğlencelere başlamak üzere verilecek işaret bekleniyordu.

Türklerle olan temaslarım esnasında saray içinde olup bitenler hakkında bazı bilgiler edindiğimden bu ayrıntıları buraya aktararak bir daha bu konu üzerine dönemeyeceğim.

Doğum sancılan başlar başlamaz, Sadrâzam, Şey­hülislâm, büyük rütbeli subaylar ve devlet adamları saraya dâvet edildiler ve sofada doğum beklemeye başladılar: sofa adıyla Harem'i Padişah'ın diğer dai­relerinden ayıran ara oda kastedilir[39].

Dörtte bir kalibreli, sofa topları adı verilen on iki küçük top denize doğru çevrili bir şekilde bu odaya yerleştirilmişti. Saray bahçesi denilen servi korusunun ortasında İsveç toplarından oluşmuş bir batarya daha vardı. Ayrıca sarayın duvarlarını, teşkil eden Bizans surlarının dışında Tophane tarafındaki batarya ile çap­razlamasına yerleştirilmiş gayet güçlü ikinci bir batar­ya da ateşe hazırdı.

Doğum olur olmaz, Kızlar Anası kollarında çocuk ile Harem'den dışarı çıktı; dünyaya gelen çocuk bir prensesdi, Kızlar Ağası bebeği sofada bekleyenlere göstererek, onların çocuğun doğumu ve cinsiyeti hak­kında bir bildiri kaleme almalarını sağladı. Ondan son­ra sofada bulunan küçük toplar ateşe başlayarak bah­çedeki topları durumdan haberdâr ettiler, bunlar da ateşe başlayınca Sarayburnu ve Tophane'deki büyük bataryalar salvoları ile haberi şehre yaydılar. Bu sal­volardan sonra Gümrükün, Tersane'nin ve Kızkulesi'nin bataryaları da ateşlendi.

Tellâllar hemen sultanın doğumunu halka yaydı­lar; doğan kıza Tanrının verdiği anlamında Eybedullah adı takıldı. O zamana kadar ancak şehzadelerin doğu­munda yapılan yedi gün karada, üç gün denizde süre­cek olan eğlencelerin başlaması için buyruk verildi; iki saltanat döneminden beri devam eden kısırlıktan sonra bu şekilde yapılmasına karar verilmişti. Eğlence­ler çok masraflı olmasına ve halka çok ağır yükler ge­tirmesine rağmen eğlenmek ihtiyacına karşı duyulan aşırı istek yüzünden herkesi memnun ediyordu; tüccar­lar bile mağzalarını kapamaktan hoşnut oluyorlardı.

Her an insanları baskı altında tutan keyfî yöneti­min bütün araçları, böyle halk için yapılan eğlenceler­de her türlü müsamahayı gösteriyordu. Eski Roma'da Saturnal zamanlarında görülen şeylerin İstanbul'da tek­rarlandığını görmek mümkün oluyordu. Kulların efen­dileri önünde rahat nefes almalarına, neşelenmelerine, hattâ kendi çıkarlarının aleyhine de olsa eğlenmelerine izin veriliyordu; sahnelere yeni aktörler çıkıyor, yaptık­ları gösteriler ile halkı ve aralarına karışmış olan bü­yükleri eğlendiriyor, onları da gülmeye mecbur bırakı­yordu.

Tabiatı icabı neşeyi boğar gibi gözüken bir devlet­in, neşelenmeyi teşvik ettiği sırada kendisinin ortaya çıkamaması kabul edilemez; daima aldatılmaya hazır olan zavallı insanlar, despotlarını gözden kaybedince bunu kendilerine yapılmış lütûf olarak tahayyül ediyor­lar ve bu fırsattan istifade ederek kısa süren mutlu­luktan fazlasıyla yararlanmaya çalışıyorlardı.

Doğuştan neşeli ve gürültücü olan Rumlar bu fırsatlarda neşelenmenin her türlüsünü deniyorlar ve kısa zamanda baskıdan mutluluğa, küçümsenmeden küstahlığa geçiyorlardı.

Şimdi bu yeni tiyatronun dekorlarını inceleyelim ve aktörlerini sahneye koyalım.

Dükkânların önünde ve sokakların iki yanındaki kaldırımlara dikilmiş üç dört adım mesafeli direkler, hem aralarında, hem evlere kemerlerle bağlanmışlardı. Defne dalları ile karış k çeşitli renklerde kıvrık kâğıt­larla süslü bu çatılar, ince bakır yapraklar asılmış be­şik görevi görüyor, rüzgârın en hafif esişinde bile gü­rültüler çıkararak sallanıyorlar ve parlak yüzeyleri, bi­naların cephelerini süsleyen renkli lâmbaların ışıklarını aksettiriyordu. Zenginlerin evleri, evsahibinin önemine veya kibrine göre orantılı olacak şekilde itina ile süs­lenmişti. Bu evlerin önlerindeki sokakların üzerlerine atla geçecek olanları rahatsız etmeyecek yükseklikte, lâmbalarla ve kâğıtlarla süslü beşikler asılırdı; sokaklardaki bu süsler sarayların iç avlularına kadar devam eder, orada aceleyle kurulmuş ve gayet zengin -bir şe­kilde döşenmiş yüzlerce lambanın yine yüzlerce ayna­dan aksederek pırıl pırıl aydınlattığı geniş salonlarda son bulurdu; meraklılar bu salonlara girerler, sahip ol­dukları mevkiye göre evsahibinin iltifatına mazhar olur­lardı. Başka zenginler kapılarının önlerini döşeyerek, geçenleri çağırırlar, evsahibinin buyruğu gereğince kahve veya serinletici içkiler dağıtırlardı.

Sadrâzam ile Yeniçeri Ağasının kapıları özellikle süslemelerinin ihtişamı ile dikkati çekerdi.[40]

Herkesin şiddetle çekindiği o divan salonunu, birkaç günlüğüne en neşeli şekilde süslendiğini hay­ret etmede görmek mümkün değildir.

Döner kandiller üzerine garip şekiller resmedil­miş, bazılarına Tanrı'nın, peygamberlerin adları, Padişah'ın tuğrası veya birkaç beyit yazılmıştı; küçük parçalar hâline getirilmiş aynalardan yansıyan güneş ışıkları, her an salonu doldurup taşıran kalabalığı eğ­lendiriyordu. Yaşları ve mevkileri icabı en ciddî olan­lar bile bu kaba taklitlere karşı en az diğerleri kadar duygusuz değillerdi. Salonu süslemek için Sadrâzam tarafından bin akçeye satın alınmış, bir Avrupalının cam kırıklarından ve koladan yaptığı bir saray gör­düm.

Vezirlerin ve devlet büyüklerinin süslemeler için yaptıkları israf, sarayın ışıklandırılmasını görünce ta­mamen boşa gitmiş gibi bir intiba uyandırıyordu.

Birinci kapı iplere asılmış kandillerle aydınlatılırken, merak yüzünden iki avluyu ayıran kapıya doğru giden kalabalığı oyalamak üzere renkli lâmbalar asıl­mıştı. Bu kapı ile birinci kapı, eski sancakları, büyük baltalan, kalkanları ancak gösterecek kadar aydınlatıl­mıştı; birinci avluya girerken solda kapısı bulunan si­lâh salonu, gerçekten görülmeye değer eski zırhları ve silâhları ihtiva eder.[41] Gayet güzel bir şekilde süs­lenmiş paralar, başlı başına ayrı bir manzara sunmak­tadır. Sayısız lamba kuruşlar, otuz paralık, yüz paralık pullar, altın sikkelerden meydana gelmiş çok değişik şekilleri pırıl pırıl aydınlatıyordu. Meraklıların Darphâ­ne Emini tarafından ayak üstü ağırlandığı tek yerde orasıydı. Her şey şehirde keyfî yönetimin en akla sığ­maz eğlence şekillerine meydanı boş bıraktığını işaret ediyorsa da, sarayın birinci avlusunda rastlanılan ke­derli hava, bu muazzam binanın, geçici olarak kişilere verdiği neşeyi dağıtmak üzere despotluğu hâlâ muha­faza ettiğini göstermekteydi.

Eğer daha fazla sürdüğü takdirde, halkın aşırı ne­şesini, keyfî yönetimi endişelendirecek bir hezeyan krizi olarak kabul etmek mümkün olurdu. Daha önce de söylediğim gibi özellikle Rumlar küstah ve aşırı ne­şeleri ile dikkati çekiyorlardı. Buna karşılık Yahudiler daima ticaret ile meşgul olarak, daima kazanç hırsı ile hareket ederek, lambaların yapım ve satımı ile uğraş­mışlar, ondan sonra büyüklerin kapılarında şaklaban­lık yaparak para toplamışlardı.

Yüksek mevki sahibi pek çok kimse evlerinin önünde halkı eğlendirmek maksadıyla edepsiz komediler oynanmasına izin vermişti. Bu tür gösterilerde gelenek­ler alaya alındığı kadar devlet de gülünç şekle soku­luyordu. Rumlardan ve Yahudilerden meydane gelmiş toplulukların her an devlet memurluklarını temsil ede­rek onları gülünç duruma düşürdüklerini görmek müm­kündü. Bu eğlenceler münasebetiyle Padişah'ın giysi­lerinin ve çevresindeki kişilerin temsil edildiklerine ve hiçbirine saygı gösterilmediğine tanık oldum. Bir Ya­hudi topluluğu bu temsili yapmak cüretini göstermişti; bu taklidin kısa zamanda yasaklanarak küstahlığın da­ha fazla devam etmesine izin verilmedi: ancak Sadrâzam'ın taklitleri temsil edilmeye devam olundu.

Bunların arasında, şiddetli cezalar vererek adalet dağıtan İstanbul efendisi de temsil edildi[42] Tesadü­fen gerçek İstanbul efendisi ile karşılaştıklarında kar­şılıklı olarak gayet ciddî selâmlaştılar sonra topluluk yoluna devam etti. Yeniçeri Ağası'nı taklit eden bir baş­ka topluluk, Ağa günlük seferini yaparken sarayına geldi ve Ağa'nın adamları sanki efendileri varmış gibi gerçek bir saygı gösterdiler. Bu şakalara daha az se­vimli olan maskaralıklar da karıştı. Sözde istihkâm su­bayı olan maskaralar, yanlarına kaldırımcıları da alarak zenginlerin kapılarının önünü sökmeye başladılar; işlerini durdurmaları için epey yüklü bir para koparı­yorlardı. Tulumbacıların gülünç kıyafetlerini giyen baş­ka maskaralar, bahşiş koparmak için değişik usûllerden faydalanıyorlardı; aslında her çeşit baskı ve ceza usûl­leri komedi şekline sokularak oynanıyor ve oyunda ba­şarıya ulaşmak için gerçek hayat mümkün olduğu ka­dar iyi taklit edilmeye çalışılıyordu. Sonunda her şey gittikçe külfetli ve çok uygunsuz olmaya başladı; nihayet eğlencelerin bittiği açıklanarak, sopalar ele alındı ve her şey eski düzenine girdi. [43]

Buna rağmen saray, deniz üzerinde devam edecek olan donanma münasebetiyle üç gün daha serbestliğe izin verdi. [44]

Arka arkaya üç gece sürecek olan donanmalar için deniz kuvvetleri, Cebeciler ve Topçular hazırlık yap­mışlardı. Padişah'ın donanmaları seyredeceği Yalıköşkü'nün[45] önüne rastlayan limana büyük sallar getiril­di ve bunlar Türklerin Hıristiyanlara karşı yenilmeden elde ettikleri deniz savaşlarını hatırlatacak şekilde di­zildi. Çok sayıda kullanılan kestane fişeği, koyu du­manlar ve az ateş, saldırıya uğradığı temsil edilen kar­ton kalelerin surlarını ancak aydınlatabildiği için fi­şekçilerin ustalığı hakkında bazı düşünceler doğdu. Şerefe atılan füze fişekler de şahane başarılar elde edemediler. Bu füzelerin çoğu sehpalarda yanıp tüken­dikten sonra, çevrelerindeki diğer fişekleri tutuştur­madan denizde sönüyorlardı.

Daha hafif olan demet fişekleri daha iyi ayarlan­dığından biraz daha fazla yükselebiliyorlardı; ancak çoğunluğu, meşalelerin iyi yerleştirilememesinden dü­zensiz bir şekilde dağlıyordu; bu çeşit hâtâlara rağ­men donanma fişeklerinin Türkleri bir hayli eğlendirdiğini de ilâve etmek gerekir; bu arada karton kalele­re yapılan saldırıları sözde savunan Avrupalı kadın giy­sileri giyinmiş Rumlar veya Yahudilerin, yılancık top­larının kısa zamanda cephanelerinin tükenmesi sonun­da saldırganların savaş yasası olan kuvvet gösterileri­ne, kâfir oldukları için cevap veremiyerek tepetaklak olmaları genel bir alkış tufanını doğuruyordu,

Hıristiyanları tepelemek Türkler için öylesine bü­yük bir mutluluk kaynağıdır ki, gayet sevimli insanlar olan Sultan Mahmud'un gözdeleri efendilerini eğlen­direbilmek için sarayın içinde tertipledikleri bir gös­teride bundan daha iyi bir konu bulamamışlardı: hattâ işledikleri konu onlara o kadar basit ve olağan gelmiş­ti ki, Avrupalı elçilerden elbiselerini ödünç istemekten bile çekinmemişlerdi. Bu elbiseler daima para karşılı­ğı dayak yemeye hazır olan Yahudilere giydirilmişti. Padişah'ın bütün dalkavukları bu şaklaban Yahudi'nin o gün, şimdiye kadar hiç kazanmadığı parayı elde etti­ğini ısrarla belirtmişlerdir. Yahudiler için bunun bir gelir kaynağı olduğu muhakkaktı, ancak bizim Avrupalıların elbiselerini ödünç vererek daima kendilerini gü­lünç mevkiye koymalarına izin vermeleri uygun muy­du?

Eğlenceler henüz son bulmuştu ki, yeni bir gebe­lik haberi verildi; bu gebelikten Sultan Selim dünyaya geldi; ablası Eybedullah Sultan daha altı aylıkken, göz­de yapılmaktan ziyade parasına tamahen eyaletlerden birinde görevli paşalardan birine nişanlandı. Paşa, böylesine yüce bir bağlılığın şerefinden çok, nişanlısının bakımını sağlamak maksadıyla yılda yüz bin akçe gön­dermek mecburiyetinde olduğunu hissetti.

Melek Paşa bu tarz bir davranışta kendisini daha fazla etkileyen bir sıkıntı buldu. Genç, sevimli bir adam olarak genç yaşında Kapdân-ı Deryâlığa[46] getirilmiş sükûnetle yaşadığı sarayında derinden sevdiği tek karı­sının ihtimamı ile yaşayıp gidiyordu. Efendisinin lütfü ile Vezir[47] rütbesine sahip olmuştu: bir tören arasın­da Padişah'ın altı defa boşanmış kız kardeşlerinden bi­ri tarafından görülünceye kadar mutluluğunu gölgele­yecek hiç bir olay olmamıştı. Melek Paşanın güzel yüzüne hayran olan yaşlı Sultan, kardeşinden onunla evlenmek istediğini açıklamış, o da hemen Melek Pa­şa'yı çağırtarak böyle bir evliliği ona şeref vereceğini belirtmişti. Bu haber Melek Paşayı yıldırımla vurulmuşa döndürdü; ancak başka çare yoktu ve Paşa çok sevgili karısını boşamak zorunda kaldı: zavallı kadın bu olay üzerine fazla yaşamadı; daha cesaretli veya da­ha az duygulu olan Paşa durumu tevekküle karşıladı; itibarı o derecede arttı ki, tehlikeli bir rakipten kurtul­mak isteyen Sadrâzam, Melek Paşa ya uzak bir eyalette beğlerbeğlik verdi, böylece o da yaşlı Sultan'ın baskılarından kurtulmuş oldu. [48]

Sultan III. Mustafa muhasebe memurlarını itina ile kontrol ederek ve devletin gelirinden hırsızlık ya­panların mallarını müsadere ederek maliye ile meşgul olmaya devam ediyordu. Hünkâr birçok hâzineyi[49] doldurmuş olmaktan memnundu, ancak sahip olduğu büyük ihtirası yerine getirebilmek için bu bile ona az görünüyordu; bu maksatla Bağdad beğlerbeğinin serve­tine el atmağa karar verdi. Bu Paşa'nın adetâ bağım­sız hareket etmesi mallarına el konulmasına daha güç­lü bir bahane teşkil ediyordu; ancak bu yargıyı ona bil­dirmek, onu idam etmekten çok daha kolaydı: zengin­lik ve uzaklık savunma için en etkin silâhlardı.

Sultan Mustafa, yenebileceğini ummadığı kulunu gafil avladığı için kendi kendine övünüyordu; görünüş­te bir iltifatnâme götüren, aslında Bağdad kadılarına Paşa'nın kellesinin vurulması ile ilgili bir ferman taşı­yan Kapıcıbaşı Paşa'nın huzuruna çıktı: diğer taraftan İstanbul'dan gelen bütün habercileri kuşkuyla karşıla­yan ve Bizans imparatorlarının haleflerini ve armağan­larını iyi tanıyan Paşa, Kapıcıbaşı huzuruna almadan üstünü arattı, gizli fermanı buldu. Kapıcıbaşı'nın kafa­sını vurdurdu ve Padişah'a cevap olarak bunu yolladı. Diğer teşebbüsler de başarılı olamadı; daha az zengin ve daha yakın eyaletlerin paşaları da benzer çarelere başvurunca, Divana karşı olan direnme yaygınlaştı, hükümeti, cezalandırmak istediği memurlarına karşı cinayet veya zehirlemelere itti. Bu durumda, mümkün olduğu şekilde kıyafet değiştirmiş olan ve yanında idam fermanı taşıyan hükümetin habercisi öldüreceği adamın yanına sokuluyor, özellikle Divan toplantılarını bekliyor, öldürücü darbeyi vurduktan sonra saklı olan fermanı çıkarıyor, böylece kendi canını kurtarıyordu.

İşte parlak, bir adalet diye bahsedilen şey budur; ancak zehir daha az cesaret istediğinden, şimdi tercihen bu yol seçilmektedir.

Halktan topladıkları servetin büyük bir kısmını Bâb-ı âli'nin taleplerine vererek ellerinde kalan az ser­vetle idare etmesini bilen diğer paşalar bir nevi hayat­larını teminat altına alıyorlardı; ancak ölümlerinden sonra servetlerini, ancak işlerini iyi yöneten kişiye ve­ya doğruluğuna inandıkları bir adama emanet ederek muhafaza edebiliyorlardı. Buna rağmen adları gizli ka­lan miras sahipleri, kendi hayatlarını veya hiç olmaz­sa kendi servetlerini kaybetme tehlikesi ile karşı kar­şıya kaldıklarından genellikle ihanet ederler. Bu sebep­lere bir de, şeref ve doğruluk kelimelerinin bir şey ifade etmediği bir ülkede ölen kimsenin mallarına kon­mak gibi tabiî bir eğilimi de ilâve etmek gerekir.

Uzun zamandır Padişah'ın kız kardeşlerinden biri ile evli olan Râgıp Paşa'nın adamları sayesinde dev­let hâzinesinin dolması için Türk hükümetinin miras meseleleri üzerinde nasıl işlemler uyguladığını tasav­vur etmek mümkündür.

Ruhunun canlılığı, mizacının sertliği ve zekâsının inceliği ile tanınan -bu Sadrâzam görevi başında öldü; iktidarda kaldığı sürede mesai arkadaşları bakamından hiç bir kuşkuya meydan vermemişti; ancak servetleri saymak işi yüzünden muhasebecilik yapmak zorunda kalıyorlar. Sultan Mustafa'nın hesapları ile tutarsızlık gösterince de suçlu duruma düşüyorlardı. Bu arada mirasların sayılması işini üzerine alan Padişah'ın nâ­mına mühür vuruluyordu.

Merhum Sadrâzam'ın hazinedârlığı görevini yapan bir Türk ile Sadrâzam'ın bankerliğini yapmış olan bir Ermeni mühürleme işlemi sırasında tutuklandılar, sa­rayın zindanlarında zincire vurulan bu iki zavallıya muhafızlar her an korkulu dakikalar yaşatıyorlardı. Yi­yeceklerini altın karşılığında veriyorlar, en ufak hiz­metleri bile son derece pahalı bir şekilde ödetiyorlardı. En sonunda servetlerini açıkladılar; ancak bizzat Padi­şah tarafından gözden geçirilen hesapları masumiyet­lerini ortaya koydu; bu sonuçtan memnun olmayan aç­gözlülük, bu sefer mevcut olmayan bir meşrut vasiyetin itirafı için adamları sıkıştırmaya başladı.

Bostancıbaşı bu vahşi zorbalık için görevlendiril­di; en iftiracı suçlamalar dinlendi. Adamların elleri al­tında büyük servetler bulunduğu tahmin ediliyor, dai­ma sonuçsuz kalan sorgular sürdürülüyor, gerçekten başka bir şey elde edilemiyordu; ancak Padişah'ın harisliği Ermeni'nin babasının ticaretinden kalan serve­tin pek çoğunu yutmasına sebep oldu. Hazinecibaşı da aynı kadere mâruz kaldı ve büyük işkencelerden sonra hayatını ancak servetinin tamamını vermek sure­tiyle kurtarabildi.

Hiç bir yasa maddesi bu çeşit zorbalıkları yasak­lamadığından, şikâyet etmeye bile fırsat bulunamıyor­du: İşte Padişah'ın uyguladığı adaletin sonucu! [50]

Şimdi de, yazılı yasalara dayanan ve kadılar tara­fından yorumlanan Osmanlı mahkemelerinin adaletini görelim. Ve siz ki, bizim adaletimizin uygunsuzlukla­rından ve kırtasiyeciliğinden haklı olarak şikâyet eden­lersiniz ve bu yüzden Türkiye'deki adaleti tercih ede­ceğinizi söylüyorsunuz şimdi size aşağıda anlatacağım sahneyi dikkatle okuyun ve eğer kabiliyetiniz varsa bi­ze zararı olan aşırılıklarımızı bulun, gidermek için ça­reler teklif edin fakat, eksikliklerimizden dolayı öğünmeyin.

Padişah hem Halife, hem de askeri hükümetin başıdır; sahip olduğu yetkiler Kur'an-ı Kerîm'de yazılı olup, bu kitabın yorumlanması sadece ulemâ sınıfına aittir; her şey Şerîat'e ve Padişaha itaat etmek zorun­dadır. Bu iki güç aynı kaynaktan faydalanır; şimdiden, hakları eşit fakat çıkarları ayrı olan bu iki gücün ara­sında çıkacak olan çatışmaları farketmek mümkündür: karşılıklı olarak birbirlerine zarar vermemek için bir­leştiklerini, birbirlerine hürmet ve kolaylık gösterdik­lerini de ilâve etmek gerekir.

Nitekim Ulemâ sınıfı şerîati keyfine göre yorumla­maya ve halkı Padişaha karşı kışkırtmaya başlarsa, Hünkâr da bir kelime ile Şeyhülislâmı azleder, sürer, hattâ diğer sevmediği adamlarına yaptığı gibi onu or­tadan kaldırabilir. Yasalar ve Padişah, birbirlerinden hem endişe etmelidirler, hem de birbirlerine saygı duymalıdırlar; ancak, hükümdar akılsız değilse, den­geyi kendi lehine bozar, bütün servetini, yüksek rütbe­leri ve kullarının hayatlarını ortaya koyarak kendisini itaat ettirir.

Şimdi hem Padişah'ın tarafından, hem de kadı­ların tarafından iktidarın nasıl kullanıldığını görelim.

Padişah'ın kudreti ne kadar yaygınsa, onu temsil eden memurların kudretlerini sınırlaması o kadar ko­lay olur. Bütün Osmanlı imparatorluğu topraklarındaki paşalar yönettikleri eyaletlerin hem genel velisidirler, hem de paşalıklarının vergi toplayıcısıdırlar; sancakla­rın başına yine beğler ve vergi toplayıcıları tayin eder­ler; onların altlarında başka memurlar bulunur; bu şe­kilde tertip olunan zalim silsilede her alt rütbeli top­laması gereken miktarın iki mislini toplar.

En alttaki vergi toplayıcısı sahip olduğu haklarla her toprak parçasının yıllık gelirini nasıl mahvedecek bir tarzda davranıyorsa, elinde çok daha güçlü silâhları olan eyalet beği daha büyük bir cüret ve kolaylıkla bu işi yapabilir. Her nevi cezayı, hakareti ve yağmayı arttırabilecek tek kişi olarak doymak bilmeyen arzularını yerine getirmeye çalışır, işine geldiği yerde en ufak şeyi bahane ederek mahkeme önüne çıkar ve doymak bilmeyen adamın ayaklarına kapanmış olan zengin adam hiç bir zaman masum olamaz.

Görünüşte sakın bir gözlemci olan hükümdar, zor­balıkla alınan servetin kendi servetine katılacak kadar büyümesini bekler ve zorbayı cezalandırır; Padişah sadece belirli bir mevkide bulunan kişileri gözlüyor gibiyse de servetini kurtarmak için sesizce yaşamaya çalışan zenginleri de gözler, günün birinde onların he­sabını daha kolay görebilmek üzere hepsine bir mevki dağıtır. Artık bu adam da kendisini diğerleri gibi kabul eder, şimdiye kadar topladığı yağma malların büyük bir kısmının elinden gitmesine göz yumar. Yalnızca ulemâ sınıfına mensup olanların servetlerine korkusuzca sahip olabildiklerini daha önce bildirmiştik; Hıristiyan veya Yahudi tebanın durumundan bahsetmiyeceğim. Kendilerine hizmet eden Müslüman hammal tarafından küçümsenen, hakarete uğrayan bu adamlar, kazançlarının büyük kısmını mevki sahibi kimselere kaptırırlar, bu servet doğrudan Padişah'ın ortasında bulunduğu girdaba kapılır gider; bu yüzden devlet tarafından dik­kate alınmazlar.

Bir Avrupalı olarak temin ederim ki. Türklerin gümrüğü diğer milletlerinkine nazaran çok daha yumu­şaktır. Nitekim Fransızlar yüzde üçlük bir ödeme ya­parlar. Bu arada karşılaşmak zorunda oldukları bir sü­rü küçük düşürücü hareketten bahsetmek istemiyorum.

Şimdi yasa kitaplarını inceleyelim ve mahkeme­lerde nasıl yorumlandığına bakalım.

Her şey tanıkların şahitliği ile yargılanmalıdır, islâmiyetin ilk yasası böyle buyurur. Demek ki, yargıç önüne dâvacı ile davalı tanıkları olmadan çıkamazlar: böylece yalancı şehadet olmadan yargılama yapılamaz

Kadının sanatı şaşırtıcı sorgularla iki taraftan hangisi­nin hakkını savunacağına karar vermektir; bu ilk yargı yargılamanın kaderini tayin eder: eğer taraflardan biri inkâr ederse, diğer taraf ispata dâvet edilir; öyle ki, hiç tanımadığım bir adam tarafından kadı önüne çıkarılsam ve ona hiç bir zaman borçlu olmadığım bir pa­ra benden istense, borcumu tasdik eden iki Türk tanı­ğın şehadetleri ile o parayı ödemeye mecbur kalırım. Bana kalan savunma hakkı nedir? Bu takdirde borç aldığımı kabul edecek, ancak borcumu ödediğimi id­dia edeceğim. Eğer kadı satın alınmamışsa, benden tanıklarımı isteyecek: ben de tanıklarımı bulacak, be­nim lehimde şehadet ettikleri için onlara gayet az bir para ödeyecek ve kadıya da dâvayı lehime çözümledi­ği için hakkı olan yüzde onu vereceğim.

Masrafları ödeyen daima dâvayı kazanan taraftır: büyük bir parayı kaybetmek endişesi diğerlerine yapı­lan ödemeleri esirgemez; tanıkları ayartanlar ile yalancı tanıklara uygulanan cezalar pek ender olarak yerine getirilmektedir [51] servetini arttırdıkları kadı onları gözetmek zorundadır.

Bir Osmanlı, komşusunun hakkıyla sahip olduğu bir tarlaya göz dikmişti. Bu Osmanlı önce, bu tarlanın sahibi tarafından kendisine satıldığına dair şehadet edecek olan tankları toplamakla işe başladı; sonra dâ­vaya bakacak olan kadıyı buldu, zorbalığının karşılığı olarak ona 500 kuruş teklif etti. Bu teşebbüsü bile haksız olduğunu göstermeye yeterdi. Bu hareketi ile kadı­yı öfkelendirdi, ancak kadı duygularını belli etmedi, her iki taraf: da dinledi ve tarlanın gerçek sahibinin haklı olduğu için savunmada yetersiz kaldığını görünce: sizin hiç tanığınız yok mu? dedi. Madem ki öyle bende sizin lehinize tanıklık yapan beş yüz tanık var; ortaya kendisini ayartmak için verilen beş yüz kuruşluk keseyi çıkardı ve öteki adamı huzurundan kovdu.

Burada naklettiğimiz olay kadının doğruluğuna şeref sağlamakla birlikte şerîate aynı şeyi sağladığını iddia edemeyiz: şerîat her zaman aynı olup, bütün ka­dılar yukarda anlattığımıza benzemez.

Karışık dâvalarda taraflar tanıklara ilâve olarak Şeyhülislâmın fetvasını da getirirler; ancak, daha ön­ce belirttiğimiz gibi, Şeyhülislâm tarafından verilen bu kararlar kendisine sunulan şekle göre çıkarıldığı için her iki taraf da kendi lehinde bir fetvayı kolaylıkla el­de edebilir.

Dâva kazanılması ile varılan kesin yargı ite iş bit­miş sayılmaz. Kaçınılmaz olan şey masrafların öden­mesidir. Bu arada karşı taraf yeni bir olay çıkarırsa, yeniden savunma yapmak ve yeniden masrafları öde­mek gerekecektir.

Türklerdeki medenî yasanın değerli faydalarından biri de her iki tarafa dâvalarını savunma işini bizzat kendilerine yaptırmasıdır; ancak, yargıların keyfî oldu­ğu bir ülkede bu avantajın ne önemi kalır? Bu yüzden Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar dinî başkanlarına bir nevi medenî yargılama hakkı tanımışlardı; Hıristiyan­ların patriklerine olduğundan çok daha fazla hahamla­rına bağlı olan Yahudiler hariç tutulursa, özellikle zara­ra uğrayan tarafın Türk kadılarına başvurması yaygın hâle gelmiştir; bu sayede hem kazanan taraf, hem de kadı servetlerini arttırma imkânı bulur.

Köleler ile ilgili yasa maddesi, kölelerin iyi mua­mele görmelerini, memnun olunmayan kölelerin satıl­masını emreder; köleler efendilerinin ne lehinde, ne aleyhinde tanıklıkta bulunamazlar.

Gayet zengin Drako adında bir Rum Tarabya'daki yazlık evinde bütün ailesi ve Hıristiyan köleleri ile ya­şıyordu; yanındaki arsaya gemi yapımı maksadıyla bir tersane kuruldu. Türk gemicilerden biri Hıristiyan cariyelerden biri ile arkadaşlık kurdu. Drako köle kızı ya­kaladı, ona kötü muamele etti, kız da intikâm almak için Drako'nun iki yalısını da ateşe verdi. Yaptığı kö­tülüğe bir de yaptığınla övünmeyi de ekledi; bu kötü yaratığın yeni teşebbüslerinden haklı olarak endişe du­yan Drako, geceleyin kızı kaldırdı, başından ebediyen savılması için satmak üzere bir Yahudi'ye götürdü, teslim etti. Bu arada köle kız pencereden Müslüman olduğunu bağırmak fırsatını buldu. Halk toplandı, in­zibatlar geldi, Yahudi'nin evine girildi: kızı Sadrâzam'ın önüne götürdüler, orada da Müslüman olduğunu, Drako'nun onu zorla tuttuğunu, kendisini Hıristiyan yapmak için kötü muamele ettiğini ve bir Müslüman'ı kurtarmak maksadıyla Drako'nun evini yaktığını söy­ledi. Gösterdiği gayretten dolayı takdir edildi, İlâhî Mukedarât'a şükredildi ve Drako iki gün sonra, hâlâ dumanları tüten evi önünde asıldı.

Kuşkusuz, kölelerin efendilerine karşı şehadette bulunamıyacaklarını, kundakçıların ateşte yakılmasını ve dâvâlının da kendisini savunma hakkına sahip ol­masını emreden yasa maddelerine ne olduğu sorula­caktır; bütün bunların hiç biri göz önüne alınmamıştır; bir Hıristiyan'ın Türkiye'de o kadar önemi yoktur.

Bir mâsumun idam edilmesini gördükten sonra suçlulara nasıl muamele edildiğine bakalım. Bu mua­meleyi dehşetle hatırlamamak mümkün değildir, yasa da bu bakımdan suçlulara bazı imkânlar hazırlamıştır. Nitekim, bir katilin idam edilmesine karar veren ya­sa, ölünün en yakınlarına katili bağışlamaları imkâ­nını tanır. Suçluyu suçun işlendiği yere götürürler: cellât görevi yapacak olan aynı zamanda aracılık da yapar, ölünün en yakın akrabası veya karısı ile sonuna kadar bağışlanma işini tartışır. Eğer teklifler kabul edilirse, hükmün bozulması için suçluyu yeniden mah­keme önüne çıkarır. Buna rağmen, akrabasının veya kocasının kanını pazarlık konusu yapmak büyük bir yüz karası sayıldığından pek ender olarak bağışlanma görülür. Ancak bu yasanın mevcudiyetinden dolayı ba­zen aramızda en iğrenç katillerin serbestçe dolaştığı­nı ve suçlarının meyvelerinden faydalandığını gördük.

Mirasa konmakta acele eden genç bir Osmanlı, ba­basını katletmişti; gayet sağlam delillerle mahkeme önüne çıktı ve kafası kesilmek suretiyle idama mahkûm oldu Delikanlının sefahat arkadaşlarından biri yanında büyük bir servetle kadının yanına koştu; orada yargı­nın verilmiş olduğunu öğrendi; ancak ümitsizliğe kapıl­madı, zaten servetin büyüklüğü karşısında gözleri ka­maşmış olan kadıyı sıkıştırdı: kadı ona, arkadaşınızı mahkûm eden suçun delillerinden daha kesin deliller olmadıkça ilk yargımı bozamam, dedi. Arkadaşınızın babasının katili olduğunuzu iddia edin ve iki tanık bu­lun: o andan itibaren arkadaşınız bütün eski haklarına kavuşacak ve sizi bağışlayabilecektir. Baba katili olarak tanınmak pek güven verici bir şey olmadığı için teşebbüs tehlikeliydi. Buna rağmen suçlu, sözde katili bağışladı ve yasa sayesinde hazırlanmış olan bu kor­kunç tertip tam başarıya ulaştı.

Yol kesen haydutların cezalandırılmaları için suç üstü yakalanmaları gerekmektedir. Şerîatin esaslarını tesbit eden peygamber, kuşkusuz geçimini haydutluk­la sağlayan milletini bu madde ile korumak istemiştir. Padişah’ın eyaletlerinde de bu haydutlar büyük zarar­lara sebep vermekte, onlara karşı yürütülen beceriksiz sindirme hareketleri sağa sola dağılmalarından başka bir sonuca varmamaktadır Eğer köylerde cinayet işle­mişlerse, köye giden kadı, suçluları arayacağına köy­lülerden haraç alır. İşte bu yüzdendir ki, köylerde otu­ranlar kadının mevcudiyetinden daha fazla çekindiklerinden olayı bilmemezlikten gelirler. Bizim şehirle­rimizde tecrübesiz işçiler ne ise, Türkiye'de haydutlar da öyledir. Ancak suç üstü yakalandıklarında cezalan­dırılabilirler; yeter derecede zengin olduktan sonra mesleklerini terkederler marifetlerini anlatarak saygı toplarlar, hattâ daha yüksek mevkilere gelerek servet­lerini arttırırlar.

Kaderin buyruğuna itaat etmeyi emreden Kur'an-ı Kerîm'in hükmü ceza hukukuna dahil edilmemişe ben­zemektedir; bu arada bir Müslüman bir sopa darbesi ile bir Hıristiyan'ın kafasına vurarak onu ölümüne sebep olmuşsa, kadı suç âleti olan sopayı dikkatle inceler ve onun ölüme sebebiyet veremiyecek kadar hafif olduğu­na kanaat getirirse. Hıristiyan'ın kaderi ile öldüğünü, hiç kimsenin buna engel olamayacağını ilân edebilir. Ancak bu hükme gerekçe olacak kararı Kur an-ı Kerîm'in hiç bir yerinde bulmak mümkün değildir; üstelik aynı şekilde bir Hıristiyan bir Müslüman'ı katletse, ka­dı hiç bir surette Hıristiyan'ın Tanrının buyruğunu ye­rine getiren bir kimse olduğuna dair bir karar vermez.

Adlî tahkikat, kimlik tesbiti ve daha üst mahkeme­lere başvurma gibi yollardan geçen yargılamaların dı­şında özel kavgalar ve suç üstü yakalanmalarda der­hal mahkemeye gidilir: eğer kavga halkın gözleri önün­de cereyan etmişse ve taraflardan biri çekingen davra­nırken diğeri istekli olursa mahkemeye intikâl daha süratli olur. Adalet sözü her millette kutsal olduğun­dan bu söz edildiği anda kalabalığın kanaati daima adalete gitmeyi reddeden tarafın aleyhinde olur.

Her mahallede bir mahkeme, mahkeme içinde de sabahtan akşama kadar şikâyetleri dinlemeye ve mas­rafları hemen almak için dâvaları hemen bitirmeye ha­zır Kadı ile Naib'i beklerler.

Başkentin erzağı ile ilgili her şey üzerinde hak sahibi olan İstanbul Efendisi'nin adaleti çıkarla daha az ilgili gözükmekte, aslında daha soylu ve ihtişamlı bir gösterişten öteye gitmemektedir. İstanbul Efendisi yiyecek maddelerinin fiyatlarını tesbit eder, bunları ilân eder veya kendisi, ya da Murtasıb denilen adam­ları vasıtasıyla ağırlıkların ve ölçülerin doğruluğunu kontrol ettirir. Tören üniformalarını giymiş elleri sopa­lı dört yeniçerinin arkasında atının üzerinde teftişe çı­kan İstanbul Efendisi'nin yanında adamlarından biri bo­zuk terazileri, diğeri ağırlıkları, üçüncüsü bir çekici ve diğerleri de suçluları cezalandırmak için gerekli araç­ları taşırlar.

Bu topluluğun önünde daima kıyafet değiştirmiş adamlar bulunur, bunlar esnafın hile yapıp yapmadığını anlamak için tezgâhlardan gizlice ekmek alırlar, diğer­lerinin terazilerini ve ağ arlıklarını kontrol ederler.

Kadının önüne çıkarılan ekmek dikkatle tartılırken fırıncı hazır bulundurulur, tartımın sonucunda serbest mi bırakılacağını falakaya mı yatırılacağını, veya dük­kânın kapısına kulağından çivilenmek gibi daha ağır bir cezaya mı çarptırılacağını heyecanla bekler; bu arada dikkati çeken şey, fırının asıl sahibi olan kimsenin, hi­leli tartımlardan dolayı elde ettiği haksız serveti kese­sine doldururken, bütün tehlikelerin ve cezaların fırı­nın ustabaşısına verilmesidir. Ustabaşı patronuna fazla kazanç sağlamayı kendisini mecbur hissederse işin­den olduğu vakit, bu olaydan ders almamış olan çırağı aynı işe devam eder. Bu arada şunu da ilâve etmek gerekir ki, cezalar sık sık hak edilmelerine rağmen o kadar sık uygulanmazlar.

Fırın sahiplerinin İstanbul Efendisi'ne ödedikleri rüşvet önemli bir yekûn tutar; İstanbul Efendisi, bü­yük haksızlıkları ve dolandırıcılıkları önlemeye çalışır­sa da, cebine giren serveti kurutmamak için fırın sa­hiplerine bazı kolaylıklar tanır; ancak seyyar satıcılara karşı İstanbul Efendisi’nin tutumu hiç de böyle değil­dir; bunların terazileri, ağırlıkları en ufak bir hâtada parçalanır ve oyunun sonunda mutlaka hepsi falakadan geçirilir; ancak Türkiye'de zor bir işin içinden nasıl çıkılacağı yaygı bir bilgi olduğundan bu esnaf da kıya­fet değiştirmiş memurları elde etme yoluna gider, da­ha kadıya götürülmeden yolda kurtulmak imkânı bulur.

Yiyecek maddelerinin satışında doğruluktan uzaklaşılmaması için yapılan bu tedbirlere hükümet bir de fiyatların dondurulmasını ekler; fakat bir mala değerinden daha az ödemenin imkânı yoktur; keyfî yöneti­min hâkim olduğu ülkelerde halk kolaylıkla aldatılır. Halkın istediği refah içinde yaşamak değildir, zaten böyle bir yaşayışa alınmamıştır; ancak bazen halk ke­dere ve ümitsizliğe kapılır. O zaman efendisinin tavırını ve mizacını alır, kendisine itaat edilmesini ister ve sefaletinin sebebini yiyecek maddelerinin aşınrı pahalı­lığında görür; o zaman Sadrâzam yiyecek maddelerinin daha ucuza satılmasını emreder ve bu buyruğun yayın­landığı sıralarda kıyafet değiştirerek şehir içinde yap­tığı gezilerde bir fırıncı ustasını astırır. Hiç kimse bu zavallının ne pahasına kurban edildiğini bilmez, aksi­ne herkes ekmeği daha güzel bulur.

İnsanlara gayet az değer verilen bir ülkede toplu­ma pek az yarar dokunan hayvanlara karşı nasıl bu kadar iyi davranıldığı hayret uyandırmaktadır.

Başkentte tüketilen buğday üzerine korkunç bir tekel uygulayan, fırıncılara buğdayı halktan daha ucu­za veren hükümet kumruların beslenmesi için buğdayın belirli bir miktarını bu iş için ayırır. Bu kuşlardan oluş­muş sürüler, Boğazın iki yakasında üstü açık tekneler­de taşınan buğdaya hücum ederler gemicilerin hiç bi­ri bu hayvanların açgözlülüğünü önlemeye kalkışmaz. Hayvanlara sağlanan bu kolaylık onların çok sayıda korkusuzca, hattâ gemicilerle haşır neşir olacak tarz­da kursaklarını doldurmalarını sağlar.

Gezginlerin çoğunun derinlemesine düşünmeden Osmanlıların hayvan sevgisi üzerine fikir yürüttükleri olmuştur.

İstanbul'da çoban cinsî pek çok köpek vardır Şehrin her mahallesinde bu hayvanlara rastlamak müm­kündür; ancak hiç birinin özel bir sahibi yoktur; her bölgenin köpekleri sınırlarını aşan diğer köpek sürü­lerine karşı amansız bir mücadele verirler. Kasap dükkânlarının olmadığı mahallelerde doğan köpekler sokaklara atılan çöplerle yetinmek zorundadırlar; köpekleri okşamaktan büyük zevk alan çocuklar da yiye­cek kaynaklarından biridir.[52]

Türklerin kedileri, koyun karaciğerleri ile besle­mesini de gezginler hayranlıkla kutlamışlardır. Kendi­lerini bu işe adamış dindar kimseler temin ettikleri ci­ğerleri kedilere dağıtırlar, Aslında bu hareket de güver­cin hikâyesi gibi saçma ve gariptir; ancak bir olay di­ğerini haklı çıkarmaz; geleneklerle ilgili her şey şart­lar göz önüne alınarak incelenmeye değer.

Yahudilerde olduğu gibi Türklerde de bazı etler yasaktır; şeriat yenecek etlerin kanlarının akmasını ve yıkanmasını emreder; aynı zamanda hayvanın, ciğerleri karaciğeri, vs. gibi kısımlarının yenmesini men eder. Kasaplar sadece Hıristiyanların işine yarayacak hayvan artıklarını atmak zorundadırlar.

Uzun bir sopa üzerine astıkları ciğerlerini omuz­larında taşıyarak dolaşan ciğerciler, avazları çıktıkları kadar bağırırlar, ama mallarını bedava vermezler: Türk­lerin pek düşkün olmadıkları et tüketiminin bu koca şehirde büyük miktarda koyun ve sığır kesilmesine sebep olması haliyle ciğercilerin sayısını arttırmıştır; bun­ların devamlı alıcıları Hırıstiyanlar ile kedilerine ciğer vermeye düşkün yaşlı kadınlardır.

Hiç bir şey yapmadan refaha kavuşmak isteyen bir Türk’ün yapacağı şey, her gün evden çıktıktan son­ra, tercihan bir tütüncü dükkânına gidip oturmaktır. Orada yedi kalite tütünlerden denemek bahanesiyle bir kaç çubuk içer, bu yetmiyormuş gibi, adamın kaygusuz vekarını seyreden insanların hayranlığın ve yanında el pençe divan duran hizmetkârların saygısını kazanır. Bu durum sürüp giderken kapının önünden geçen ilk ciğer­ci durur, adamı herkesi etrafına toplanış olmasını hay­ranlıkla izler, Efendi'yi neşelendirmek üzere bir kaç söz söyler ve ondan mallarım göstermek iznini kopa­rır. Yoldan geçenler dururlar, yiyecek kokusu alan ke­diler bir anda ciğercinin etrafına toplanırlar, elbisesine asılırlar: ciğerci davetsiz konuklarına bir ziyafet ver­mekte acele eder, bu sahneden hoşnut kalan adamımız ise ciğerlerin parasını öder.

İnsanlar karşılıklı olarak yardımlaşmaya o kadar muhtaçtırdırlar ki, yardımsever faziletler, genellikle ol­duklarından çok daha fazla samimi olmalıdırlar. Bu faziletler, hepimize ortak olan ihtiyaçlara ve felâketle­re bir nevi ilâç görevi yapmaktadır, bununla ilgili ola­rak baskı altındaki toplumlarda çok daha fazla gay­ret ve ihtimam ile uygulanmalıdırlar; ancak baskı reji­mi, eli altında tuttuğu topluluklarda insanlık ve acıma duygularım tahrip etmiştir, kendisi zaten bu duygular­dan yoksun olduğundan baskı altında can çekişen in­şalara baskı yapmak arzusunu aşılar; başkalarına hük­metmek ihtirasıdır ki istibdatı kölelerine borçlu kılar.

Sultan Mahmud'un üç gözdesinin dönemleri sıra­sında Kuşçubaşı[53]  görevi yapan bir Türk kayınbabama çok bağlı idi. Devrin hükümeti gizli araştırmaları için onun zekâsından ve kabiliyetlerinden faydalanıyordu; yine bir iş takibi için geldiği Pera'da[54] benimle ta­nışmak istemiş, ancak işlerinin çoklunu yüzünden faz­la kalamıyacağını, birazdan döneceğini söyleyerek ay­rılmıştı: onunla birlikte merdivenlerin yarısına gelmiş­tim ki, birden yanımdaki hizmetkârlardan birine döne­rek, çabuk bana tuz ve ekmek getirin, dedi. İsteğinin yerine getirilmesi iç;n acele etmesi kadar, isteğinin garipliğine de şaşırmaktan kendimi alamadım, istedik­lerini ona getirdiler: esrarlı bir hava içinde bir lokma ekmeğin üzerine bir tutam tuz koydu ve gayet sofu bir vekar içinde ekmeği yedi, sonra benden ayrılırken, ar­tık bundan böyle onu kendimden saymam gerektiğini ilâve etti. Bu hareketin ne anlama geldiğini ve önemini araştırdım;[55]  Moldovancı Paşa nâmı ile ilerde Sad­râzam olacak bu adamın, bana karsı verdiği yemini bozmaya kalkıştığına tanık olacaktım. Her ne olursa olsun, bu çeşit bir ant içme her zaman dinen yerine getirilmiyorsa da, Türklerin sık sık kapıldıkları intikam duygusunu hafifletmeye yaramaktadır, ilk hareketlerin­de hiç bir zaman hemen hiddete kapamazlar, düello ettiklerini görmedim; ancak fırsatını bulduklarında ra­kiplerini katlederek uyuşamadıkları meseleleri çözüm­lerler. Hakarete uğrayan açıkça bıçağını biler veya ateşli silâhlarını hazırlar; dostlarından bazıları onu sa­kinleştirmeye çalışırken, diğerleri kşkırtır, hattâ cina­yet işlemeye teşvik ederler; ancak, açıkça görülen bu hazırlıklara rağmen cinayeti önlemek için herhangi bir tedbir yoktur Suç işlemeden önce genellikle sarhoş olunur Hiddetine hizmet etmesi maksadıyla Osmanlının cesaretinin derecesini arttırması için şarap içmeye ihtiyacı vardır. O noktaya geldiğinde meyhaneden çı­kar, artık hakaret etmiş olan adam için saldırganın be­ceriksizliğinden başka kurtuluş yolu yoktur. Cinayet iş­lenirse, sopalarından başka silâhları olmayan inzibatlar[56] katilin peşine düşerler; o zaman bunların gerçek­ten kendilerini cesaretle savundukları görülür, suçun ruhlarını yok ettiği söylenir; eğer saldırgan mücadele esnasında ölürse, ölenin arkadaşları ailesini katille uyuşmaya zorlarlar, bu sayede katilin sahip olduğu yüksek itibardan onlar da istifade etmiş olurlar.

İşledikleri cinayetlerden ötürü, Türkler de, Hıristiyanlar da, Yahudiler de aynı şekilde cezalandırılırlar. Bu durumda Bâb-ı âli Ve götürülen suçlu orada kendi­sine verilen hükmü dinler: idamı için hiç bir âlet kul­lanılmaz. Genellikle sokakları dolduran halkın arasın­da ilerlerken kendilerini öldürecek olan cellâtlarla ko­nuşan mahkûmlara rasladım. Mahkûmların sadece el­leri bağlı olup, cellâtlar kemerlerinden tutuyorlardı. Daha önce bahsettiğim, ölenin yakınları ile pazarlık o zaman yapılır. Bazı kimseler, bu çeşit pazarlıklardan bazılarının, idam mahkûmunun sırf hasisliği yüzünden başarısız bittiğini bana nakletmişlerdir. Bu olay ola­ğanlıktan tamamen uzak görünüyorsa da, hayatın bir hiç, servetin her şey olduğu bir yönetimde doğru da olabilir.

Hıristiyanları alçaltmak, Müslümanları yüceltmek geleneği, idam edilen Müslüman'ın başının kolu ara­sına konmasını, Hıristiyan'ınkinin ise bacaklarının ara­sına yerleştirilmesini sağlamıştır.

Türkler de tıpkı bizim yaptığımız gibi, suçlunun yakını olmaktan başka suçlan olmayan masum insan­ların haysiyetlerine leke sürerek, cezanın kapsamını genişletirler. Üstelik, ölünün mezar taşı üzerine adını ve hangi cezadan dolayı idam edildiğini yazarlar; tanı­dığım bir Avrupalı bu mesele yüzünden, kocası saray entrikalarına kurban gitmiş çok saygı değer bir Rum ka­dını tarafından terslenmiştir. Avrupalı dostum, kadının bu cezadan, daha ziyade cezanın infaz şeklinden şikâ­yetçi olacağını sanmıştı. Halbuki kadın, «Onun nasıl ölmesini istiyordunuz? Şunu bilin ki Mösyö, benim ai­lemden hiç kimse bir bakkal[57] gibi ölmemiştir.» Şaş­kına dönen Avrupalı, kadının bütün akrabalarına mut­lu bir son dileyerek yanından ayrılmıştır. Bizim anlayı­şımızda bir hayli farklı olan bu yargı yine istibdat reji­mi ile açıklanabilir. Devlete karşı suç işlemekten ceza­landırılmak, kişinin kendisini devletin içinde kabul et­mesi demektir. Ancak kendi sırası geldiğinde hükmet­mek üzere boyun eğilir, bu köleliğin temelidir, kölele­rin boş yere öğünmeleri için bir gıdadır ve keyfî yö­netim içinde mevcut olacak tek şeref duygusudur.

Sarhoşluğun Türkleri suça itmesine ve şarap içil­mesinin dinen yasaklanmış olmasına rağmen İstanbul'­daki meyhaneler bizim kabarelerimiz kadar yaygındır; hükümet hem bunları korur, hem de haraç alır; mey­hanelere giden Osmanlılar daima sarhoş olurlar; şarap tüketimi devlet hâzinesine bir gelir kazandırdığından, vergi toplama işi Şarap Emini[58] denen bir tahsildara aittir. Bu memur içeri giriş ücretini keser, ancak mey­hanelerin inzibatı ve harcı mahalle âyânlarına bağlanır.

Daha önce belirttiğim gibi, halkın içip de kötü hareketlerde bulunmasını önlemek maksadıyla büyük bayram günlerinde meyhaneler kapatılır. inzibatlar her meyhanenin kapısını mühürlerler; ancak inzibatın gör­memezlikten geldiği alttaki küçük bir kapıdan giriş dai­ma serbesttir; yasadan kaçmak için bir az eğilmek ve keyfince sarhoş olmak mümkündür.

Bu arada üç gün süren Ramazan Bayramı'nda hal­kın sarhoşluğunun bazı kötü olaylara sebep vermemesi için hükümet özel bir dikkat gösterir. Bu bayramdan önceki Arap ayı oruca hasredilir; Ramazan ayı her yıl on bir gün ileri gider. İslâm peygamberinin Hıristiyan'­lardan aldığı sanılan oruç ayında, Hıristiyanlığın ilk za­manlarında olduğu gibi gün doğumundan batımına ka­dar hiç bir yiyecek alınmaz. Ayın hareketlerinin zamanı­nı tesbit ettiği Ramazan ayının, daha uzun ve daha sı­cak günlere sahip yaz mevsimine rastlaması orucu da­ha zor kılar; Ramazan'ın bütün zahmetinin asıl çalışan­lara olduğunu söylemek yanlış olmaz; susuzluğunu gi­dermek için bütün gün boyunca bir bardak sudan mah­rum kaldıktan sonra iftarda kanaatkâr bir yemek, uzun süren namaz ve gün doğmadan yemek yeme gerçekten zordur.

Zengin kimselerde Ramazan apayrı bir manzara gösterir; ikiyüzlülüğün kollarında uyuklayan rehavet, şahane bir yemeğin, musikînin zevki ve orucun verdiği  sıkıntıyı hafifletecek her türlü eğlencenin arzusuyla gözlerini açar.

Şerîatın tesbît ettiği belirli bir zamanın buyruğun­da olan ve bu sürenin bir an önce bitmesini arzulayan Türk, Ramazan ayı boyunca saatları ve dakikaları saymaktan bıkmaz, sahip olduğu bütün saatları çevresin­de bulundurur; bu süre zarfında Cenova, sanayii sa­yesinde Türklerin parasını çok daha fazla çeker. Bu kazançlı ticaretin, saatlarin sürelerini azaltacak yeni bir tekniğe göre hazırlanmış saatlarla çok daha fazla arttırılacağına eminim.

En duyarlıklı saat bile orucun bozulma anını tam olarak tesbit edememektedir; minarelerin şerefelerine çıkan müezzinler güneşin kaybolmasını izlerler ve ilk işaret Aya Sofya Camıî'nden geldikten sonra diğer camilerin müezzinleri ezanı tekrar ederler. Ezan okun­duktan sonra en sofu olanları abdest tazeler, diğerleri ise artık büyük bir ihtiyaç hâline gelmiş tütüne sarılır­lar.

Oruç bozmak için güneşin batmasını gözleyen Türkler, Ramazana girmek için yeni ayın çıkmasını da aynı dikkatle izlerler; yalnız, Bayram'a girerken astro­nomik hesaplara tam bir güven duyarlar. Yirmi sekiz gün süren oruç ayının başlangıcında ayın çıkışını göz­leyecek olan kişiler bu uydunun ilk ışıklarını biraz geç farkederler ve hemen Bâb-ı âli ye giderek durumu bil­dirirler; Bayram'ın başlangıcı olan yeni ayda ise daha az itinalı davranmalarına karşılık top atışları Bayram'ın geldiğini halka duyurur.

Bu arada Türklerde oruç ayından sonra gelen Bayram eğlenceleri, Hıristiyanların Büyük Perhizi'ni iz­leyen kutlamaların debdebesine erişemez: Kurban Bay­ramı ise, Musevîlerin Kuzu kurbanı bayramına pek benzer Birinci Bayram'dan on hafta sonra gelen bu Bayram'da, Padişah, devlet büyükleri ve hâli vakti yerinde olan herkes bir veya birkaç koyunu kurban eder. Bu maksatla koyunların yünleri taranır, boynuzları süsle­nir; ve ilk kurbanın Mekke'de yapılacak ilk kurban saatına getirilmesine dikkat edilir.

Bayram günlerinde büyük ölçüde tüketim yapılır; her Müslüman yeni elbiseler edinir, verir veya alır. Bu zaman zarfında her türlü eğlence açıktır; ancak daima bazı düzensizlikler olur. Meselâ yeni elbiselerini giy­miş ve gayet iyi silâhlanmış adamlar İstanbul'un civar kasabalarına giderek haraç toplamaya kalkışırlar.

İstanbul'a su getiren suyollarının civarları şehir halkının açık hava eğlence merkezleri olmaktadır; an­cak hemen ilâve etmek gerekir ki, bu yerlere koşan ka­labalık, ne suyollarının mimarîsi ile ne de suların gü­zelliği ile ilgilenir, Gezmeye gittiklerinde şarap ve di­ğer neşelendirecek şeyleri götürmeyi asla ihmal etmez; hükümdarların yağmur sularını toplamak ve başkente sevketmek için inşa ettirdikleri tesislerin yanında dai­ma yaptırdıkları eski köşklere yerleşilir.

Jüstinyen devrinde inşa ettirilmiş eski suyolu ne işçilik, ne de zerafet bakımından bir özellik göstermez. Üstelik, kemer ayaklarının biçimi ile havada duran küt­leler yaratmaya çalışarak gözü aldatmak hedefini gü­den mimarının kötü zevkini de yansıtmaktadır. Gotik kemerler karışımı olan bu yapıda ne zerafet, ne de bir üstünlük göremedim, ve bunu Yunanlıların mimarîde geriledikleri dönemin bir eseri olarak kabul ettim.

Türklerin inşa ettikleri suyollarının ise bir başka özelliği vardır: çiziminde hiç bir nisbet, malzeme seçi­minde hiç bir isabet yoktur; yapılan eserin muazzamlığı karşısında şaşkınlığa düşülüyor, ancak beklenildiği gibi mükemmel olmadığı için üzülünüyordu.

Bu gibi hâtâların İstanbul'da inşa edilmiş camiler­de bulunmadığını da ilâve edelim; hattâ Aya Sofya'nın güzelliğini kat kat aşan camilerin bulunduğunu da ek­leyelim[59]; aslında bu eski Rum kilisesi gezginlerin methederek göğe çıkardıkları kadar bir şaheser değil­dir. Eğer bu yabancı gezginler biraz daha fazla mimarî gözle bu esere baksalardı, ön plânda ihmâl edilen ko­lonların, destek olarak kullanmada aşırılığa kaçıldığını hemen farkederlerdi; yine dış kubbenin yayını gözle ölçeselerdi buna tavan görevi yapan düz kubbenin iyi bir işçiliğe sahip olmadığını ve yapıdan bağımsız ola­rak çevreye asılı gibi durduğunu da farkederlerdi; hat­tâ bana bu iç kubbenin gayet ince bir sıva ile bağlan­mış ponza taşından imal edildiğini de söylemişlerdir ki, bu bile o eserin pek hârika olmadığını ispat etmek­tedir. İç süslemesi ise Konstantin'in çağına bir şan ka­tacak düzeyde değildir.[60] Muntazam olmayan bir şekilde dizilmiş bir sürü kolon, kolon tabanlarındaki düzensizlik, yapı maksadında görülen kuralsızlık, zevk­sizlik bunca şöhrete hiç de lâyık değildir; bu eserde takdir edilecek tek husus kullanılan malzemenin bolluğu ve değeridir.

Aya Sofya'nın tavanını süsleyen mozaiklerin gü­zelliğine hiç kimse itiraz edemez; dört büyük sütünün kemer kovanlarının çıkış yerlerinde kornişe dayanmış dört Melek'in kanatlarının uçlarını da farkettim. Türklerin bu kubbeyi alçıyla kapatmak için gösterdikleri inat sonunda bugün o mozaikleri görmek mümkün de­ğildir,

Yedi sekiz milimetre kenarlı küpler hâlinde kopan bu mozaik parçaları Viyana'ya tıraşlanmak üzere gön­derildiğinde, çok parlak ve bir hayli sert değişik renk­li taşlar elde edilmiştir.

Bilinen en iyi süsleme şeklî olan mozaiğe karşı Türklerin duyduğu nefreti anlamak için diğer camileri­nin sadeliğine bakmak yeter.[61] Camilerde süsleme olarak Hz. Muhammed'in dört halifesinin adlarının yazıldığı panolar, vâiz verilen kürsünün arkasına rastla­yan kısımlara yazılmış âyetler görülür. Camilere kabul edilen kadınların ancak kendilerine ayrılmış kısımlar­da bulunabileceğini de ekleyeceğim; Türklerin gele­nekleri bu ayrılığı gerektirmeseydi, içinde mevcut dü­zenin ve sessizliğin Tanrı ya karşı yapılacak ibadetin sınırlarını ve aralıklarını hâtırlatan mâbedlere kadınla­rın alınması, ibadete hasredilen bir yerde saygılı bir sevginin sınır tanımayacağını ispat edecekti.

Çan gürültüsü yerine Arapça belirli bir makamda söylenen ve Tanrı’nın birliğini, Peygamber'in ödevini, namazın ve iyi hareketlerin sonuçlarını anlatan ezan namaz vaktini belirleyen bir işarettir. Her caminin müezzini bu sebeple minareye çıkar. Sütûna benzeyen bu kulelerin içleri boş olup, çapları dört, beş adım ka­dardır; caminin bir köşesinden kubbe hizasına kadar çapı değişmeden yükselen minarenin o seviyede kapı­sı daima Mekke yönünde olan ve döner bir merdiven ile çıkılan, altmış yetmiş cm. genişliğinde bir çıkıntı­sı vardır. Bu çıkıntının üzerinde çapının dörtte biri ka­dar daralan minare, uzunluğunun beşte veya altıda biri kadar daha yukarı çıkar, orada kurşun kaplı sivri bir dam ile son bulur; bu ucun üzerinde uçları, iyice kıvrılmış ve arasında Tanrı’nın adını yazan madenden bir parça olan bir nevi, hilâl vardır. Büyük camilerde birçok mi­nare olduğu gibi, her minarede iki veya üç şerefe bu­lunur; Aya Sofya'dakilerde ise bir şerefe bulunur; mi­nareleri ise daha alçak ve daha az zariftir.[62]

Türklerin hilâle verdikleri önem üzerinde birkaç kelime etmek isterdim; ancak bu simgeyi Padişah'ın topçu kuvvetlerinden bahsederken de yeniden ele ala­cağım. Bu arada, bahsettiğim yangından sonra Sadrazam’ın sarayının yeniden inşası sırasında iki avluyu ayıran kapının üzerindeki kemerde eskiden mevcut olan hilâller yerine mimarın bu sefer Fransa kraliyet arması olan zambak çiçeği şekilleri kullandığını da ilâve edeyim.

Deniz tarafındaki İstanbul surları acınacak durum­dadır: o muazzam surları tutmak için çok sayıda sü­tunun düzgün olmayan bir şekilde ve birçok sıra hâlinde konduğunu görmekteyiz. Direnci yüksek malzeme­den yapılmış surları tutmak için bu kadar kalitesiz mal­zeme kullanılmış olması insanı gerçekten üzmektedir.

Osmanlıların anlamsız kibirleri hakkında bir fi­kir verebilmek için sevdikleri şu darbımeseli burada tekrarlamak yeterlidir:

Hindistan'ın zenginliği

 Avrupa'nın düşüncesi

Osmanlının debdebesi.

Kendileri için iftihar vesilesi olan Padişah'ın kılıç kuşanma töreninin debdebesi bu darbımeseli doğ­rulamaktadır. Ancak. Padişahın denizde gezintiye çı­karken yapılan törende gerçekten etkileyici bir taraf bulunduğunu itiraf etmeliyim. Sahip olduğu kayıkların zerafeti, hafifliği ve zenginliği bizim kayıklarımız ile asla mukayese kabul etmez. Yirmi altı kürekçili kırmızı kumaş kaplı, altın yaldızlı üç fenerli kayığa ancak Hünkâr binebilirdi; her zaman peşinden gelen benzer bir kayık dönüşünde kullanılırdı, saraya mensup çe­şitli subayların bindikleri kayıklar, küreklerin gayet düzgün bir şekilde vurulması ve kayıkların süratleri ile gerçekten seyredilmeye lâyık bir manzara sunmakta­dır.

Veliaht - şehzâde halkın arasına çıkacak yaşa gel­diğinde, ona verilen kayık yirmi altı çift kürekli olup, Hünkâr'ın kayığından mavi rengi ile ayrılır; onun arka­sından yeşil renkli ve yirmi dört çift kürekli kayığı ile Sadrâzam gelirdi. Şeyhülislâm ise dokuz çift kürekçi ile donanmış kayığında törene katılırdı; sahip oldukları mevkiin önemine göre kürek sayısı tesbit edilmiş diğer "saray erkânı ile emirlerine kayık verilen yabancı elçi­lerin küreklerini tek kürekçi çekerdi.

Padişah'ın hanımlarını taşımak için yapılmış ka­yıklar, yirmi dört çift kürekli olup, tamamen beyaza boyanmış ve her tarafı pancurlarla kapalı idi. Bunları kayıklara almak için tülden yapılmış dar bir tünelden faydalanılırdı. Pek ender olarak gezintiye çıktıklarında, kırlık yerde tesbit edilen Harem dairesi de tüllerle kapatılır, karaya çıkışlarında aynı tedbirler alınırdı. Zenci haremağaları bu yolun etrafını çevirirler, yakla­şacak olanları uzaklaştırmak maksadıyla tüfenkli Bos­tancı - Hasekileri de ikinci bir kuşak teşkil ederlerdi. Bu tedbirlerin farkına varmayıp da yaklaşanlar, atış menziline girerlerse yedikleri kurşunla ilk ihtarı almış olurlardı. Koyun gibi yönetilen Padişah'ın hanımları ancak bu şekilde hava almak fırsatını elde ederlerdi.

Bu gezintiler, Padişah'ın hareminde meydana ge­len büyük eğlenceler hakkında kuşkusuz bir fikir ver­mekten uzaktır. Hattâ kadınların bu küçük çayırda sa­rayda olduklarından çok daha mutlu olduğunu da ile­ri sürebiliriz, işte düşüncede yapılacak en önemli devrimlerden biri de budur.

İKİNCİ KISIM

Babam Tekirdağ'da, vatandaşlarının arasında Kont Czaky'nin kollarında hayata gözlerini yumdu. Fransa'da benim hakkımda niyetleri olan Bakan göre­vinden çekilmişti. Destekten yoksun, tanınmamış bir ad, İstanbul'da boşu boşuna geçirilmiş sekiz yıl bana Versailles Sarayında bir başarı şansı tanımıyordu. Şim­diye kadar edindiğim bilgileri hiçe sayan bir görev ola­rak Almanya'da bir sarayın hizmetine yollanmam is­tendi; bu arada Choiseul Dükü Dışişleri Bakanlığı'na gelince beni özel bir görevle Kırım Hanı'nın yanına yollamak istedi. Görev duygum, bu görevin bana ver­diği bütün tasaları ortadan silmeye yetti. Bana öyle bir görev verilmesini ne arzu etmiştim, ne de tahmin et­miştim; fakat bunu bana gösterilen bir teveccüh ola­rak kabul ettim: yeni ödevim bana yeni Bakan'ın hiz­metinde çalışma fırsatı veriyordu.

Gideceğim yere karadan gitmem istendiğinden, hazırlıklarım tamamlanınca 10 temmuz 1767 tarihin­de Paris'ten hareket ettim; Viyana'da sekiz gün kaldıktan sonra Varşova'ya geçtim, orada da altı hafta geçirdikten sonra Kameneç’e vardım.

Yiyecek sıkıntısı, at bulamama ve halkın kötü muamelesi gibi zorluklarla karşılaştığım Lehistan'da, bir an önce gideceğim yere varmak arzusu bu zorluk­lara dayanmamı sağlıyordu. Lehistan postası Kameneç’ten geçmediğinden. Dniester'in karşı kıyısında, Svaniçin yanındaki ilk Türk gümrüğüne kadar Rus atları bulmam beni fazlasıyla memnun etti. Bu nehrin yatağı iki imparatorluğu birbirinden ayırıyordu; Lehistan'a ait kıyıda gezmeğe gelmiş birkaç yeniçeri, arabama bü­yük bir merakla bakarlarken onlara Türkçe hitap etmem bana büyük yakınlık göstermelerine sebep oldu. Nehrin karşı kıyısına geçerken benimle birlikte sala bindiler. Kâtibimin haricinde yanımdaki diğer kişiler onları İs­tanbul'dan tanıdığımı sandılar. Nehri aşarken onları bu konuda aydınlattım. Selâmetle nehrin öteki kıyısına vardığımızda, yeniçeriler, gümrükçünün bana yeterince saygılı davranması için uyarmaya koştular; Hotin'de çok daha rahat edecek bir yer bulmam ihtimaline rağ­men gümrükçünün ısrarlarına dayanamıyarak Hotin'den dört kilometre ötede konuk edilmeye razı oldum. Benimle birlikte karşı kıyıya geçmiş olan Rusları da güm­rükçü ertesi gün beni Hotin'e götürmeleri için, orada kalmaya zorladı. Bu konuda yaptığım bütün teşebbüs­ler gümrükçünün kararını caydırmaya yetmedi; aslında bana konukseverlik yapmak ve en uygun şekilde ağır­lamak için elinden geleni yapmaya çalışıyordu; ama belki de yapmak zorunda kalacağı masraflardan kaçı­nıyordu.

Bize yaptığı masraftan, onun bizi ağırlamakla yü­kümlü olduğunu anladık; gelişimizi haber verdiği Pa­şa, bana çiçek ve meyve yollayarak ertesi gün bizi kar­şılamaktan şeref duyacağını bildirdi.

Türklerle yaşamaya alışmış olmam, bir başkasına gayet zor gelecek olan akşamı bana çekilebilir hâle getirmişti. Bir müddet gümrükçünün köşkünde kaldım; bu köşkte oturan ve Padişah'ın sınırlarında büyük bir gevşeklik içinde yatan bu Türk, otoritesinin gücünden faydalanıyor, ve civarında kendisinden başka önemli kişi olmadığından durumundan çok memnun görünü­yordu. Sohbetimiz sırasında, birkaç gün önce iki Fran­sız'ın Hotin'e geldiklerini, oradan da İstanbul'a hare­ket ettiklerini anlattı. Gümrüğün geliri hakkındaki so­rularımı da cevaplandırdı; gümrüğün kendisi için çok kârlı olmasına karşılık eline düşen zavallılar için çok pahalıya mal olduğunu öğrendim; bu konuda bana söyleyebileceği her şeyi öğrendikten sonra dinlenmek üzere yanından ayrıldım. Bana Hotin'e kadar eşlik ede­cek Paşa'nın adamları gün doğarken beni sarsarak uyandırdılar. Her biri görevinin önemini bana aceleyle bildirerek, şükran duygularımdan faydalanmayı düşünüyordu. Yanımdaki muhafızlara bir miktar para dağıt­tıktan sonra, kalabalık ve gürültücü bir heyetle yola koyuldum ve Hotin civarında bana hazırlanmış olan bir Yahudi kadının evine yerleştim.

Beni korumakla görevli bir subay ile birkaç ye­niçeri kapıda duruyorlardı; kale kumandanının beni ağırlaması için görevlendirdiği adamı tarafından kar­şılandım; ilk olarak bana ihtiyacım olan yiyecek mad­delerini sordu. Kale halkının cebinden çıkacak olan yiyecek maddelerini kabul etmemek için hiç bir şeye ihtiyacım olmadığını belirttim, bu arada adamlarıma gizlice emir vererek bana çarşıdan yiyecek satın al­malarım söyledim. Ancak bana yiyecek satan Yahudi kısa zamanda yakayı ele verdi, dayak yedikten başka sattığı malların parasını ödemek zorunda bırakıldı; ertesi gün de bana gayet bol yiyecek gönderildi.

Benzer sahnelere tanık olmamak için bir an ön­ce Kırım'a hareket etmeyi arzuluyordum; ancak bana hem Paşanın izni, hem de yalnızca onun temin ede­bileceği eşyalar gerekliydi. Bu sebeple vakit geçirme­den Paşa ile görüşme yapmaya çalıştım; zira Türkler o kadar tembel o kadar yavaş insanlardır ki, bir ya­bancıya karşı en büyük nezaketin onu dinlendirmek ol­duğunu sanarlar: nitekim yere ayağımı basar basmaz bana yapılan teklif de bu oldu. Ancak, beni, dinlen­mekten başka hiç bir şeyin yormayacağını kesinlikle belirterek ertesi gün için Paşa'dan buluşma vaadi al­dım. Kalede kalan Paşa kararlaştırılan saatta bana at gönderdi, ayrıca subaylarından pek çoğu bana eşlik edecekti.

Dniester nehrinin sağında kalan dağın hemen eteğinde kurulmuş olan Hotin kalesi nehir üzerine doğ­ru uzanır ve karşı kıyıdaki düzlüğe tamamen hâkim olur. Gerçekte Lehistan toprakları bu kaleye o kadar gü­zel bir görünüm sağlarlar ki, Türk mühendislerinin bu avantajı korumak için bu önemli kalenin savunmasını ve güvenliğini ihmal ettikleri kanısı uyanmaktadır.

Kale kumandanı olan Paşa, daha önce hakkında bilgi edindiğim saygıdeğer bir ihtiyardı; çekingen bir mizaca sahip olduğundan Sadrâzam'ın, aleyhinde bazı teşebbüslerde bulunmasından korkuyordu; bu yüzden Bâb-ı âli 'den izin gelmedikçe bana geçiş izni vermiyeceğinden çekindim. Beklediğim gibi ilk iltifat sözlerin­den sonra bana bunu bildirdi ve burada kaldığım müd­detçe elinden geldiği kadar beni rahat ettireceğine de söz verdi. Bu konuyu onunla tartışarak beni Hotin'de muhafaza ederek beni bekleyen Kırımlıları kızdıracağı­nı, beni beklemeyen Sadrazam'dan izin almasına gerek olmadığını anlatmaya çalıştım. Ertesi gün için ayrılma­ma karar aldık; ona benim dostluğumun kendisine ya­rar sağlayacağını hissettirdiğimden, yanından çıkarken gayet dostça uğurlandım.

Kaldığım eve döndüğümde, bana mihmandarlık edecek olan birinci Çuhadar'ını beni bekler buldum; almak zorunda olduğu tedbirleri gözden geçirdi, sonra geçiş izinlerini imzalatmak ve gerekli olan atları temin etmek maksadıyla yanımdan ayrıldı. Ancak atları temin etmek hususunda gösterilen titizliğe rağmen, ertesi gün akşama doğru hareket edebildik; mihmandarımın zavallı seyislere arada sırada vurmasına rağmen daha hızlı gidemiyorduk. Bu arada, eğer mihmandarım Ali Ağa Prut'u geçmeğe hazırlanmak için mola vermeseydi, daha çok zaman kazanacaktık. Bu maksatla bizi sevim­li bir köye yerleştirdi, bir müddet sonra köy sâkinleri bize yiyecek getirdiler. Aceleyle boşaltılan bir eve yerleştikten sonra, iki koyun kesildi, kızartıldı, afiyet­le yendi; bu sırada mihmandarım, arabamı karşı kıyıya geçirme hazırlıklarını yapmak üzere gitti. .

Gitmesinden istifade ederek, köyün yöneticisi ol­duğunu sandığım yaşlı bir Türke yediklerimizin ücretini verdim; fakat diğer köylüler yanıma gelerek vere­ceğim parayı aralarında bölüştürmezsem, hiç bir şey almayacaklarını ifade ettiler. Paranın tamamını verdi­ğim ihtiyar Türk'ün, yağmacılık yapan dört oğlu oldu­ğunu, hiç vergi vermediğini de ilâve ettiler. Verdiğim parayı iki misline çıkararak hepsine dağıttım; yanımdakilerin her biri yatacak bir yer ararken ben de ara­bamı seçtim ve öyle bir derin bir uyku çektim ki, uyandığımda yola koyulmuştuk bile. Prut'a varmaya dört kilometre vardı, nehrin kıyısına geldiğimiz halde ya­tağının derinliğinden onu farkedemedik, ancak mih­mandarımız bize eliyle işaret edince farkettik.

Prut nehri Hotin Paşalığı ile Boğdan Paşalığını ayırıyordu. Ali Ağa bir gün önceden nehri yüzerek kar­şı kıyıya çıkmış, zorla topladığı üç yüz kadar Boğdanlıyı geceleyin çalıştırarak ağaç kütüklerinden kaba b:r sal yaptırmıştı; bu salın sağlamlığına bir türlü inanamıyordum. Buna rağmen arabamı ve içindekileri fedâ etmeyi göze aldım. Sadece yanımda cüzdanımı alakoyacaktım ve kendi kendime, olması muhakkak olan bir olaydan hem kendimi, hem de yanımdakileri koru­maya karar verdim. Bu arada, böyle güzel bir eser ya­rattığından dolayı iftihar eden mihmandarım, beni ara­baya binmeye dâvet ediyordu; dayanamıyarak sordum: arabamı nehre kadar nasıl indireceksiniz? Bu berbat sal üzerine koyduğunuzda ağırlığı ile hemen dibi boylamıyacak mı? Nasıl mı diye cevap verdi, tabiî ki âlet­lerle, sonra kırbacı ile karşı kıyıdan getirdiği yüz ka­dar Boğdanlıyı göstererek, hiç endişe etmeyin, onların omuzlarında dünyayı bile taşıtırım ve eğer sal batarsa bu adamların hepsi yüzme bilir, onu su üstünde tu­tarlar; eğer bir iğneniz kaybolursa hepsi asılacaktır.

Bu kadar bilgisizlik ve zalimlik karşısında sâkin durmanın imkânı yoktu; buna rağmen soğukkanlılığımı muhafaza ettim ve adamlarımla birlikte ikinci seferde geçeceğ:mi belirttim. Sonra kıyıya oturarak, bana pa­halıya mal olacağını hesap ettiğim manevrayı izlemeye başladım.

Tanrı'nın adının söylenmesinden sonra köylüler çalışmaya başladılar. Atların koşumları çıkarıldı, ara­ba elle itilerek kıyıdaki kayalıkların yanına getirildi, birkaç balta darbesi ile kıyıda hafif bir meyil açıldı. Her an arabamın ağırlığı altında ezilecekleri korkusu­nu duyarak onu salın üzerine oturttuklarını gördüm; araba, salın üzerine ancak köşelemesine sığıyordu; arabanın yuvarlanmaması için dört kişi tekerleklerin önüne yattı. Bu işlemden sonra salın toprağa bağlı olan kısmı çamura on beş, on altı cm. battı, şimdi iş salı nehre itmeye kalıyordu: yüz köylü bu işi de ba­şardı; bir kısmı kıyıdan, bir kısmı yüzerek, büyük kü­reklerle salı karşı kıyıya geçirdiler; orada hazırlanmış olan öküzler bir anda arabamı kıyıya çekti. Bunu gö­rünce derin bir nefes aldım, geri gelen sala adamlarım­la hiç bir endişe duymadan bindim.

Ali Ağa'nın bu işte tam bir başarı sağladığı şüp­hesizdi, ayrılırken köylülere yine para dağıttım; bu ara­da hiç bir hareketimi kaçırmayan mihmandarımın ver­diğim paranın miktarını köylülerden öğrendiğini farkettim.

Bir saat sonra yanımıza geldi, sonra süratle biz­den uzaklaşarak Prut'tan on üç kilometre uzaklıkta öğ­le yemeğini hazırlamak için faaliyete girişti. Kırbacı­nı beni rahat ettirmek için sık sık kullanması haricin­de bir hayli cana yakın bir adam olan Ali Ağa'yı bu âletini daha az kullanması için ikna etmeye çalıştım.

BARON

Prut'u geçerken gösterdiğiniz beceriklilik ve bize karşı daima iyi niyetle davranmanız, eğer bu zavallı Boğdanlıları kırbaçlamasaydımz, veya itaat etmedikle­ri zaman kırbaçlasaydınız, sizden hiç bir şey istememe­me sebep olacaktı.

ALİ AĞA

İtaat etmeden önce veya sonra dayak yemeleri bir şey farkettirmez, hattâ zaman kaybetmemek için önce yapmak daha doğru olur.

BARON

Zaman kaybedileceğini sanmıyorum; iyi niyetle­ri, kuvvetleri ve itaatleri ile imkânsızı başaranları se­bepsiz yere dövmek iyi bir iş midir?

ALİ AĞA

Siz ki, Türkçe'yi biliyorsunuz, İstanbul'da kalma­sınız, Rumları tanımışsınız, Boğdanlıların dayak ye­meden hiç bir şey yapmayacaklarını bilmiyorsunuz. Bü­tün gece onları zorlamasaydım, sabahleyin arabanızın Prut'u geçeceğini mi sanıyordunuz?

BARON

Evet, onları dövmeden de, s:rf dayak yemekten korktukları için aynı şekilde çalışacaklarına eminim; artık ne olduysa oldu, önümüzde aşılacak nehir yok, yolda at buluyoruz, bize gereken şey yiyecektir ve üzerinde durmak istediğim konu da budur; azizim Ali size itiraf edeyim ki, kırbaç zoru ile temin ettiğiniz lokmalar boğazımızda kalıyor; bırakın ücretlerini ödeyeyim, istediğim tek şey budur.

ALİ AĞA

Kuşkusuz hazımsızlık çekmemek için iyi bir çare buldunuz; zira paranızla bir lokma ekmek bile satın ala­mazsınız.

BARON

Hiç merak etmeyin öyle iyi bir fiyat biçeceğim ki, sızın bile temin edemiyeceğiniz kadar iyi yiyeceklere sahip olacağım.

ALİ AĞA

Tekrar ediyorum, bir lokma ekmek bile bulamıyacaksımz. Boğdanlıları iyi tanırım, kırbaçlanmak, ister­ler Zaten size masraf yaptırmamak için emir aldım.

Bu insanlar o masrafları rahat rahat karşılayacak kadar zengindirler, üstelik dayak yeseler bile memnuniyetle bu görevi yerine getirirler.

BARON

Azizim Ali Ağa lütfen teklifimi geri çevirmeyin. Masraflarımın ödenmesinden vazgeçtim, üstelik parala­rı ödendiği takdirde dayak yemek istemiyeceklerdir; bütün sorumluluğu üzerime alıyorum; bırakın yapayım.

ALİ AĞA

Fakat açlıktan öleceğiz.

BARON

Merakımı tatmin için şöyle bir deneme yapmak istiyorum.

ALİ AĞA

Madem ki istiyorsunuz deneyin, böylelikle Boğdanlıları tanımak fırsatını da ele geçirmiş olacaksınız; ancak onları tanıdığınız zaman unutmayın ki akşamle­yin bir çorba içmeden yatmam doğu olmaz; paranızın veya güzel sözlerinizin başarıya ulaşmadığını görünce, benim kendi usulümü kullanmamı haklı bulacaksınız.

BARON

Olsun; mademki anlaştık geceleyeceğimiz köye geldiğimizde sadece papazı bulacağım, bize para kar­şılığında yiyecek vermesini, köy sâkinlerinden uzak bir yerde yatacak yer temin etmesini isteyeceğim.

Yolumuz uzun olduğundan konaklayacağımız yere ancak güneş battıktan sonra vardık.

Verdiği söze sâdık kalan mihmandarım atından indi, dirseğini eyere dayadı, kırbacını dizlerinin üzeri­ne yerleştirdi ve kendisine sağlayacağım eğlenceli sah­neyi seyretmek üzere hazırlandı. Ben, hemen faaliyete geçerek köy papazını sordum; bir iki adım ötede duran adamı gösterdiler, ona yaklaşarak önüne önce yirmi altın koydum, sonra, aşağıya aslına sâdık kalarak ter­cüme ettiğim Türkçe ve Rumca şu konuşmayı yaptım:

BARON (Türkçe)

İşte dostum, ihtiyacımız olan yiyecekleri satın al­mamız için para getirdim; Boğdanlıları severim, onla­rın kötü muamele görmelerine râzı olmuyorum, bana bir koyun ile ekmek vereceğinizi umarım[63], paranın üstü sizde kalsın, benim sağlığıma içersiniz.

BOĞDANLI (Türkçe anlamıyormuş gibi yaparak)

Anlamıyorum.

BARON

Nasıl? Anlamıyor musunuz? Türkçe bilmiyor mu­sunuz?

BOĞDANLI

Yok Türkçe, anlamıyorum.

BARON (Rumca)

O halde Rumca konuşalım; bu parayı alın, bize koyun ve ekmek getirin, sizden istediğim bu kadardır.

BOĞDANLI (yine anlamamazlıktan gelerek ve köyünde yiyecek olmadığını, herkesin açlıktan öldüğünü işaretle anlatmaya çalışarak)

Ekmek yok. fakiriz, hiç bir şey yok.

BARON

Ekmeğiniz de mi yok?

BOĞDANLI

Yok, ekmek, yok.

BARON

Vah zavallılar, sizlere acıyorum; fakat hiç olmazsa dayak yemiyeceksiniz: bu da bir şeydir; aç karnına yatmak her halde çok kötü bir şey olacak; siz namuslu insanların mevcut olduğunun bir delilisiniz.

(Mihmandara dönerek) Görüyor musunuz dostum, pa­ra burada bir işe yaramadı ama hiç olmazsa dayağın da gereksiz olduğunu öğrendik. Bu zavallıların hiç bir şeyleri yok. yarın için daha fazla iştahlı olacağız.

ALI AĞA

Oh. Ben kendi hesabıma üzülüyorum, bu geceyi çok daha iyi geçirebilirdik.

BARON

Bu sizin hatânız; neden bizi böyle berbat bir köyde durdurdunuz? Yiyecek ekmek bile yok! Mecbu­ren oruç tutacaksınız: cezanızı çekin.

ALİ AĞA

Berbat köy mü dediniz? Eğer karanlık olmasaydı gözleriniz kamaşırdı; burası aslında-küçük bir şehir gi­bidir; burada her şey mevcuttur, ördek kızartması bile bulabilirsiniz.

BARON

Dayak atma arzunuzun kabardığını iddia edebili­rim.

ALİ AĞA

Yemin ederim ki hayır, beğim, duyduğum açlığı bastırmak ve size, Boğdanhları daha iyi tanıdığımı is­pat etmek için izin verin ben konuşayım.

BARON

Kırbaç vurduğunuz vakit açlığınız gidecek mi?

ALİ AĞA

Hiç merak etmeyin, eğer on beş dakika içinde mü­kellef bir ziyafete konmazsanız vurduğum bütün darbe­leri bana iade edersiniz.

BARON

Bu takdirde anlaştık, sözü size bırakıyorum; fa­kat asla unutmayın eğer bir masumu döverseniz, onu size iade etmekte tereddüt etmeyeceğim.

ALİ AĞA

İstediğiniz kadar vurun; fakat ben sizi nasıl sükû­netle seyrettim ise siz de bana karışmayın.

BARON

Bak bu doğru: Şimdi sizin yerinize geçiyorum.

ALI AĞA (Verinden kalktı, kırbacını elbisesinin içine koydu, sakin bir şekilde Boğdanlının yanına yak­laştı, omuzuna dostça vurdu.)

Merhaba dostum, nasılsın? Hadi bakalım konuş, dostun Ali Ağa'yı tanımıyor musun? Hadi konuşsana.

BOĞDANLI

Konuşmak yok.

ALİ AĞA

Demek konuşmak bilmiyorsun, bak bu çok şaşır­tıcı! demek ki dostum sen Türkçe bilmiyorsun.

BOĞDANLI

Yok Türkçe!

ALİ AĞA (bir yumrukta papazı yere devirdi, ayağa kalkmaya çalışırken tekmelemeye devam etti.)

Al sana, serseri herif, bu sana Türkçe'yi öğretir.

BOĞDANLI (gayet güzel bir Türkçe ile)

Neden bana vuruyorsunuz? Biliyor musunuz bizler fakir insanlarız, Beğlerimiz bize ancak teneffüs ede­cek kadar hava bırakıyorlar.

ALİ AĞA (Baron'a)

İşte gördüğünüz gibi, ben iyi bir lisan öğretmeni­yim, Türkçe'yi su gibi konuşuyor. Hiç olmazsa şimdi onunla konuşabiliriz. (Boğdanlının omuzuna bastırarak) Şimdi madem ki Türkçe'yi biliyorsun, söyle bakalım ailen, sen, çocukların nasıllar.

BOĞDANLI

İhtiyacımız olan şeyler mevcut olmadığı için ola­bildiği kadar iyiyiz.

ALİ AĞA

Yok canım, şaka ediyorsun; eksiğiniz sadece bir az daha fazla dayak yemek, ama merak etme birazdan o        da olacak. Bana hemen iki koyun, on iki piliç, on iki kumru, yirmi okka ekmek, dört okka tereyağı, tuz, biber, hardal, limon, şarap, salatalık, iyi zeytinyağı lâ­zım, hem de en iyi cinsinden.

BOĞDANLI (Ağlayarak)

Size daha önce söyledim, bizler ekmeği bile ol­mayan zavallılarız: bütün bunları nereden bulalım.

ALİ AĞA (kırbacını çıkarır, Boğdanlıya kaçıncaya kadar vurur)

Seni gidi pis kâfir, hiç bir şeyin yok ha! Bak gö­rürsün sana nasıl Türkçe öğrettim, bir anda zenginleşe­ceksin. (Boğdanlı ortadan kaybolur, Ali Ağa ateşin ya­nına bağdaş kurar) Gördüğünüz gibi benim reçetem daha iyi geldi.

BARON

Dilsizleri konuşturmak için evet, ama yiyecek bul­mak için sanmıyorum; sizin usûlünüzün de benimki gi­bi bir işe yaramadığını görüyorum, bu yüzden galiba vurduğunuz darbeleri size iade etmem gerekecek.

ALİ AĞA

Yiyecek mi dediniz? Hiç merak etmeyin, on beş dakika içinde istediklerim buraya gelmezse bu kırbaç­la bana istediğiniz kadar vurun

Nitekim on beş dakika geçmeden papaz yanına üç kişi daha almış olarak bütün istenenleri fazlasıyla getirdi.

Bu örnekten sonra Ali'nin reçetesinin daha iyi ol­duğunu ve benim insanlık inadımı iyileştirmediğini na­sıl itiraf etmeyiz? Nitekim ben anlaşılmaz, fakat kesin bir yenilgiye uğramıştım: bu, itaat etmem için bana yetti ve inançlarıma rağmen, mihmandarımın beni bes­lemek hususunda gösterdiği usûllere itiraz etmeden yememe baktım.

Üzerinde yol aldığımız toprak bütün dikkatimi çe­kiyordu. Hem zengin bir tarım faaliyeti ve hem de çok çeşitli coğrafî özellikler bakımından ilgi çekici olan manzaraları gördükçe Boğdan’ı bizim Burgonya eya­letine benzetiyordum.

Anlaşmalara dayanarak Bâb-ı âli'nin keyfine göre değişen prenslerle yönetilen bu eyaletlerin baskı reji­mini henüz tanımamaları gerekir. Başlangıçta, Eflâk gibi gayet az bir vergi ile imparatorluğa bağlanan Boğdan o zamanlar sözde bir hürriyete sahipti. Değerli ve­ya hiç olmazsa ünlü kişiler olan prenslerin şahsiyetlerinde Boğdanlılar eski efendilerini buluyorlardı; an­cak çok geçmeden her şey birbiriyle karıştı. Boyundu­ruk altına alınmış halk kendisini bir köle gibi görmeye başladı, kendi arasından çıkan kimselerin sivrilmesine göz yummadı; karşılıklı nefretleri büsbütün köle olma­larını sağladı ve bu görünüş altında Padişah da onları bir koyun sürüsünden ayırdetmedi. Parayı veren prens­liğe yükseldi; her entrikacı haklarının arttığına tanık oldu: ve parayı arttıranın elinde kalan bu zavallı eyalet­ler çok geçmeden en büyük eziyetleri çekmeye mah­kûm oldu.

Prensliklerin açık arttırılması yüzünden çekilmez bir hâle gelen yıllık vergiler, prensliği satın almak için derebeyi tarafından zorla alınan haraçlar, yüzde yirmi beşlik faizler, iktidara göz dikenlerin teşebbüs­lerini önlemek için her gün sarfedilen paralar, bu son­radan görmelerin ihtişamı ve bu kısa iktidar!ı yaratık­ların açgözlü gayretleri, kısa zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun bu iki zengin beldesinin yangın yerine dönmesine sebep oldu. Eflâk ile Boğdan'ın en mâmur devirlerine nazaran şimdi vergi bakımından aşırı ağır yük altında bulunduğu kabul edilirse bu eyaletlerin acı­nacak kaderleri hakkında bir fikir edinme imkânı bulu­nur. Eyaletlerin mahvolmasına çalışan Despotların, insanların sayısı azaldıkça ve toprak verimini kaybet­tikçe isteklerini daha da arttırdıkları farkedilmektedir. Boğdan'ı katederken henüz ekim ayında olmamıza rağmen halktan on birinci verginin alındığına tanık ol­dum.

Gelişimi haber vermek için mihmandarımın sa­bahtan bir ulak yolladığı Yaş kentine yaklaşıyorduk. Bu fırsattan istifade ederek o zaman eyaleti yöneten Prense iltifatlarımı gönderdim. Daha önce İstanbul'da, ahbab olduğum yaşlı Bâb-ı âli tercümanın oğlu şimdi Boğdan prensi idi. Eski tanışıklığımızın bana Boğdan'da yararlı olacağını umarken, benimle karşılaşmak ar­zusunun başkente varmamı çabuklaştıracağını hiç san­mıyordum. Gecenin karanlığında, gayet dar, bozuk ve çamurlu bir yolda zorlukla ilerlerken, şehre dört kilo­metre kala Prens'in gönderdiği bir araba ile karşılaştım. Yolumu tıkamak için öyle bir şekilde gelmişti ki, can sıkıntısından söylenmeye başlamıştım; tam o sırada bana Prens'in iltifatlarını iletmekle görevli bir kâtibin el yordamıyla beni bulduğunu, görevinin mahiyetini bana uzun uzun anlattığını gördüm, eğer kendimi ace­leyle arabaya atmasaydım hâlâ orada kalacaktım; o ise karanlığa aldırmadan durmadan bana iltifat yağdırıyor, kendisini beğendirmeye çalışıyordu. Elimde olmadan. Ah! aziz dostum Ali. senin reçeten ne güzeldir, diye söylendim. Nitekim durumun farkına varan Ali Ağa hemen işe koyulmuş arabayı kol kuvvetiyle geri döndür­meye çalışıyordu, içinde bulunduğum durumun bana sağladığı imkânlardan yararlanarak merakımı çeken konularda kâtibi sorguya çekeceğimi düşündüm; ancak bütün gayretlerim boşuna çıktı; bu karanlıkta arabanın güzelliğini ve şehre girerken bana hazırlanmış olan kar­şılama töreninin ihtişamını göremediğim için yeni ya­kınmalardan başka bir şey elde edemedim.

Sağda, solda görülen ışıklar şehre yaklaştığımızı belli ediyordu; tekerleklerin kalın keresteler üzerinde çıkardığı sesler kâtibe yeni sorular tevcih etmemi ge­rektirdi. Yaş kenti çamurlu bir arâzi üzerine kurulmuş olduğu için bütün sokaklarının yanyana dizilmiş kerestelerle kaplı olduğunu anlattı; son bir yangının şehrin büyük kısmını kül yaptığını, yanan binaların verine ye­nilerinin yapılması için çalışıldığını, ancak evlerin bu sefer değişik bir zevkle inşa edildiğini ilâve etti. Ev­lerin planlarını da ayrıntıları ile bana anlatacağı sırada arabanın sert bir dönüş yaparak, o gece konuk edilece­ğim Misyonerlerin manastırına girdiğini, böylece şim­diye kadar rastladığım en sarsıntılı arabadan ve en can sıkıcı iltifatçıdan kurtulduğumu anladım.

Mükellef bir akşam yemeği bizi bekliyordu; Kral­larının himayesinde Yaş'a yerleşmiş olan İtalyan Mis­yonerler bize güzel yataklar hazırlamışlardı. Yatmadan önce gelişim yüzünden mutlu olan Prens'in yeni ilti­fatlarını kabul ettim; sabahleyin kalkar kalkmaz ilk iş olarak Voyvodayı ziyaret ettim. Zengin haşalı bir at üzerinde bulunan Voyvoda'nın etrafında Çuhadar kıya­fetinde bir sürü at uşağı bulunuyordu. Çevresindeki doğuvârî debdebe ile beni hayran kılmak için büyük dikkat sarfettiğini farkettim. Budala bir kibir içinde şişindiğini görmek beni bir hayli eğlendirirken Ali Ağa çıkagelerek herşeyi berbat etti. Bu Türk’ün köylerde ısladığımız Boğdanlılar ile bir hayli mesafeli olduğunu görmüştüm. Ancak Yaş'a gelince öneminden kaybettiğini ve imtiyazlarını yitirdiğini sanmıştım. Buna rağmen yine aldandığımı anladım: üzerine gayet güzel elbiseler geçirmiş, ciddî bir tavırla ve önemli bir kişi­likle etrafında saygı uyandırmaya devam ediyordu. Gü­nün birinde Sadrâzam olabilecek ve Boğdan Prensleri­ni tâyin edebilecek bir saray adamı olduğundan ken­disini onlardan üstün tutuyordu. Kendisini Prens'in ya­nına götürecek olan imrahorun gelmemiş olmasını ba­hane ederek şehir derebeyine şiddetle çatmaya başla­dı; derebeyi bu gecikmeden kendisinin kabahati olma­dığını geveleyip duruyordu. Ali Ağa hiç çekinmeden, hiç biriniz beş para etmezsiniz, diye söyleniyordu. Mut­lu bir raslantı eseri olarak beklenen heyet çıkageldi; heyet içinde zengin haşalı bir at ve Prens'in dört Cuhadar'ı vardı. Ancak bu at kimin içindi? İkinci derece­de bir Paşa olan Hotin Paşası’nın Çuhadar'ı Ali Ağa için. Ancak unutulmaması gereken bir nokta vardır: Bir Türk ile bir Rum arasında rütbe meselesi yoktur; bi­rincisi her şeydir, İkincisi ise hiç birşey.

Hiç bir zaman aksi öne sürülmeyen bu kurala da­yanan Ali Ağa görülmeye değer bir ihtişam ile hazır­lanan ata bindi, yolda karşılaştığı insanlar durarak onu derin bir saygıyla selâmlıyorlardı. O ise bu saygılı se­lâmlara hafifçe başını eğerek ve tebessüm ederek kar­şılık veriyordu; Yaş sokaklarında attığı her adım çı­karlarına olduğu kadar kişisel vekarına da yararlı olu­yordu; mihmandarım etrafı hayran bırakma ile çıkar­larını birleştirmekle meşgulken ben de yoluma devam edebilmek için yeni bir mihmandar bulmak için im­kânları zorluyordum. Boğdan Prensi bana ancak Boğ­dan sınırlarına kadar bir mihmandar bulabiliyordu; bir ulak aracılığı ile Basarabya Seraskeri'ne bana Boğdan sınırlarına kadar refakat edecek bir mihmandar temin etmesi haberini yolladım.

Bu tedbirleri aldıktan sonra, Prens'in bana yolla­dığı arabaya bindim ve çok sayıda uşağın eşliğinde Prens'in sarayına yollandım. Türklerin uzun törenle­rinden ve Rumların kibirlerinden kaçınmak maksadıyla bir an önce içeri girmek istiyordum.

Kırmızı atlas kaplı iki koltuktan başka dikkati çe­kecek bir şey bulunmayan odada Prens’i kardeşi ile birlikte gördüm. Koltukların önemini kavramakta gecik­medim; ancak onlardan birine oturmam için yapılan ısrarları kesinlikle reddettim. Prens de onun üzerine başka bir koltuğa oturdu; konuşmamızın temelini teşkil eden eski dostluğumuz, şu anda içinde bulunduğu sı­kıntılı durumu bana itiraf etmesine sebep oldu. Kar­deşinin entrikacı sofuluğunun onu gerçekten zalim yap­tığını ve gelecek için ona büyük tehlikeler sunduğunu farkettım. Hareketim için gerekli olan tedbirleri belirle­yerek konuşmamızı bitirdikten sonra Türk geleneklerine göre düzenlenmiş olan törenlere katılmam icap etti. Bunların içinde en fazla saygılı olanı şerbet ikrâm edil­mesi, arkasından da gül suyu ve sarı sabır kokusu su­nulmasıdır. Avrupa'da çok bahsi geçen ve ne olduğu bilinmeyen şerbet şekerle hazırlanmış meyve ezmesinin suda eritilmesinden elde edilmiş olup çok kokulu oldu­ğundan ancak yudum yudum içilebilir; bir defa doldu­rulan sürahi bir haftalık ziyaretlere yetecek kadardır. Kahve ile birlikte getirilen reçelleri hep aynı kaşığı kul­lanarak zevkle tadıyordum. Arka odada uşağıma yapılan ikrâm da benimkinden aşağı kalmamıştı; ancak uşağı­mın iştahı o kadar fazlaydı ki önüne ne getirilirse si­lip süpürmüş, şerbeti bir dikişte boşaltmıştı; Prens'in yanından çıktığımda saray hizmetkârları hâlâ hayran­lıkla uşağımı seyrediyorlardı.

Misyonerlerin yanma döndüğümde daha önceden tanıdığım bazı Rumların beni beklediğini gördüm, iç­lerinden birkaçını yemeğe alakoydum, sonra yapmak zorunda olduğum ziyaretlerde bana eşlik ettiler.

Bataklık bir arâzi üzerine kurulmuş olan Yaş şeh­rinin çevresinde bulunan tepeler her tarafta, şahane sayfiye evleri kurulabilecek kırlık mevkilere sahiptir; Boyarların ve İstanbul'dan Prens'in yanında gelerek, başkent ahalisi en büyük sefaleti çekerken Boğdan'ın iliğini emen Rumların evleri hariç tutulursa, orada bir­kaç koyun sürüsünden başka bir şey görmek mümkün değildir.

Azametli Boyarlar[64] ülkenin büyükleri sayılırlar; ancak, aslında gayet zengin toprak sahipleri ve çok zalim derebeylerinden başka bir şey değillerdir; Prens­lerle pek ender olarak iyi geçinirler, genellikle onlara karşıdırlar ve bütün entrikalarını İstanbul'da çevirirler. Paraları ve şikâyetleri ile İstanbul'a gelirler; Bâb-ı âli'nin düzen uğruna fedâ etmek istediği Boyarların sığın­dığı tek yer Basarabya Seraskerinin yanıdır. Kırımlı Serasker'in himayesi Boyar'ın cezadan kurtulmasını, hattâ bazen yerine dönmesini sağlar, tabiî daima üc­reti ödenmek kaydıyla.

Boyarların çeşitli usûllerle aldıkları vergiler, Prens­'in her yıl ödemeğe mecbur olduğu vergi ve daha ön­ce bahsettiğim çeşitli masraflar Boğdan'ı o kadar sö­mürür ki, topraktan elde edilen zenginlik bunları ancak karşılar. Fâtih Sultan Mehmed zamanında, Rum prens­ler tarafından yönetilmek ve yılda fazla olmayan bir vergi ödemek kaydıyla imparatorluğa bağlanan Eflâk vc Boğdan o zamanlar bu kadar iyi bir pazar durumun­da değillerdi; anlaşmaya imza koyanlar, bu eyaletlerin prenslerinin çok geçmeden bu ülkeleri, haraç mezat satılık duruma getireceklerini tahmin edememişler; üs­telik Padişaha tanınan prensleri değiştirme yetkisinin ilerde sebep olacağı kötü sonuçları da düşünememislerdi. İstediği vakit prensliğe yükselttiği veya azletti­ği kibirli kulları ile Padişah arasında korkunç bir pazar! Nitekim prenslerin değiştirilebilme kuralının mevcu­diyeti bu eyaletlere giderek artan vergiler yüklemiş, buna bağlı olarak ülkenin fakirleşmesi artmıştır. Bu gölge hükümdarlıkların bütün hedefinin her türlü ara­cı kullanarak ülkeyi fakirleştirmek olduğu anlaşılmak­tadır.

Boğdan ve Eflâk eski bir Roma kolonisidirler. Bu­gün bile oralarda bozulmuş bir Latin dili konuşulur bu dile Rumie denir. Romalıların kurumlu boyunduruğu altında yaşamış olan bu talihsiz ülkeler şimdi geçici otoritelere sahip hükümdarların boyunduruğu altında çok daha fazla ezilmektedirler.

Yola koyulmam için her şey hazır olunca, yaptı­ğı hizmetleri mükâfatlandırarak Ali Ağa'dan ayrıldım. Yanıma verilen iki yeniçeri ve bir Rum ile Yaş'tan ay­rıldım. Geçtiğimiz her yerde bu üç kişi Ali Paşa'nın ba­na öğrettiği ilkeleri uyguluyorlardı.

Şimdi katettiğimiz Boğdan’ın bu kısmı, Yaş’a gel­mek için geçtiğimiz yörelerden bana çok daha güzel göründü; fakat Kişenov'a doğru yaklaştıkça arâzin n giderek dağlık olmaya başladığını görüyordum. Gitgide daha geniş boğazlardan inerek nihayet Başarabya'ya vardık. Başarabya ovalarına girer girmez, sağda ve sol­da bulunan tepelerde sayısız hecin devesi gördüm. Yan'mdaki Rum Kırımlılara ait olan bu hayvanların başka­larının topraklarına girerek otlaklar: bitirdiğini, bu yüz­den devamlı anlaşmazlıklar olduğunu anlattı.

İlerledikçe bu hayvanlardan daha çok sayıda gör­meye başladım.

Sınırı henüz aşmıştık ki, bize doğru gelen birkâç atlı farkettik: bun'ar, Başarabya Seraskeri’nin beni kar- şilamak üzere yola çıkardığı on seymendi. Seraskere yolladığım ulak da yanlarındaydı. Bana Serasker'in ce­vabını bildirdi, bu arada tercüman da bana söylemek zorunda olduğu iltifatları sıraladı; bundan sonra önü­müze geçen dört atlı ile birlikte tamamen düz ve gayet sert bir arâzi üzerinde yola koyulduk.

Yeni mihmandarım Lehistan’da doğmuş, din de­ğiştirmiş bir Yahudi idi. Güzel Almanca konuşuyordu ve konuşmayı o kadar seviyordu ki, ona hiç bir soru sormama gerek kalmadan bana bütün geçmişini ayrın­tılarına kadar anlattı. Zayıflığı yüzünden Yedesan ve Canboyluk illerinin ihtirah hakkını Padişah'a kaptıran Kırım Hanı'ndan Nogayların hiç memnun olmadıkları­nı öğrendim; Orkapı'ya varmak için bu iki ilden geçe­cektik. Konuşmamız, Kırımlıların zihin yapısını bana öğreten bir olayla sık sık kesiliyordu.

Sınıra gelirken beni karşılayan heyet gözüktüğün­de Doğuluların yuva kuran ilâhlar gibi tasavvur ettik­leri bir leylek uçarak bize doğru geldi, benim üzerinde daireler çizerek dolaştı ve biz kışlaya varıncaya kadar bizi terketmedi.

Basarabya'yı yöneten Sultan’ın oturduğu bu şehir o.eyaletin başkenti sayılır. Kırım Hanı'nın büyük oğlu olan bu Sultana Serasker (baş kumandan) unvanı ve­rilmişti. Yanımıza bir Mirza[65]  gelerek saygılarını sun­du ve kalmam için hazırlanan yere kadar bana eşlik et­ti. Daha sonra yine bu adamla Sultan'ın [66] huzuruna çıktım. Serasker Sultan 18-20 yaşlarında, uzun boylu, yakışıklı, soylu tavırlı, mütevazı fakat sıkılgan bir genç­ti. Sıkılganlığını ortadan kaldırmak için itina göster­dim; sözde barbar denilen bu sarayda Mirzaların ve Sultan'ın, medenî olarak kabul edilen saraylarda raslanmıyan bir tatlılığa ve sevimliliğe sahip olduklarını tesbit ettim.

Mirzaların göz kamaştırıcı olmaktan uzak, fakat gayet itinalı ve zarif elbiseleri hariç tutulursa Kırım Türklerinin mevcut eşyaları ancak lüzumlu olanlar ara­sından seçilmişti. Camlardaki debdebe sadece Sultan'ın dairesinde vardı; k:ş boyunca bütün pencerelere kâğıt­lar geçiriliyor, yazın bunlar kaldırılıyordu; böylece daha serbestçe nefes almak ve uzaktan görünen Kara­deniz'in mavi dalgalarını seyretmek mümkün oluyordu. Sultan akşam yemeğine beni alakoydu, bu arada büyük bir iştahım olmasına karşılık Dniester'in leziz balıkları­nı bu kadar maharetle pişirebilmek için Kırımlıların fevkalâde aşçılara sahip olduklarını anladım. Şahin ile yapılan avcılığın Sultan'ın hemen hemen tek meşguli­yeti olduğunu ve av seferleri sırasında bütün Mirzala­rın ona eşlik ettiğini öğrendim. Av seferleri için silâh ve yük alınarak yola çıkılıyordu; genellikle bir haftadan fazla süren av seferleri sırasında her akşam karargâh kuruluyordu; bazen bu av seferleri çok daha ciddî sebeplere bahane teşkil ederdi.

Yaş'dan satın aldığım ve yaylı arabaya benzetmek istediğim küçük bir arabayı geceleyin onarmakla vakit geçirdim; Boğdan'dan beri arabamın üzerinde gelen yüklerimi taşımak için küçük bir saman arabası ve­rilmişti; Sultan'ın izni alındıktan sonra beni Bahçesaray'a[67] götürmekle yükümlü bir Mirza ve yay, ok ve kılıç ile silâhlı kırk atlının muhafazasında yola çıktık. Birliklerde mevcut düzen, disiplin ve askerî dehâ azlı­ğına alışmış olduğumdan Kırım Türklerinin bu konular­da daha fazla bilgi sahibi olduğunu sanmıyordum. Basarabya'yı Yedsan'dan ayıran Dniester'i aştıktan sonra haydut çetelerinin faaliyette olduğu bölgeye gelindi­ğinde birliği yöneten subay gayet aydın bir asker gibi tedbirler aldı; arabamdan 200 adım ötede on iki kişi­lik bir manga, arabanın sağında ve solunda dörder ki­şilik ve bizzat subay tarafından kumanda edilen ikinci bir manga, arkadan gelen iki yük arabasının arkasında ise sekiz kişilik üçüncü bir manga ve nihayet altı yüz adım geriden altışar kişilik iki sıra her tarafımızı koru­yordu.

Yol aldığımız ovalar o kadar düzgündü ki, ne ta­rafa bakarsak bakalım ufuk sanki yüz adım ötede gibi gözüküyordu; gözümüzün önünde en ufak bir engebe veya bir ağaç bile yoktu; yol boyunca yanımdaki Kırım atlılarının keskin gözlerinin, daha külahları görünür gö­rünmez farkettiği Nogaylardan başka kimseye rastlama­dık. Nogaylar tek başlarına dolaşıyorlardı; içlerinden sorguya çektiklerimiz bize bahsedilen haydut çeteleri hakkında içimizi rahatlatan cevaplar verdiler. Ovayı kuzey - güney doğrultusunda kesen, sekiz, on kulaç de­rinliğinde, yüz yirmi kilometre uzunluğunda, beş yüz metre eninde, içinde çamurlu bir dere akan ve güney­de Karadeniz ile birleşen küçük göllerle son bulan dere yataklarında yerleşmiş olan ve çadırlarda oturdukların­dan göçebe sayılan Nogayların böyle tek başlarına gez­meleri merakımı çekiyordu. Bu derelerin kıyılarında, kışın çobanlıkla geçinen halkın sürülerini korumak için sundurmalar yapılmıştı. Atların, sığırların ve develerin kalçalarına kızgın demirle ve koyunların postlarına bo­ya ile resmedilen özel bir işaret sahibinin kim olduğunu belirliyordu; ilkbahar gelince bütün bu hayvanlar toplu olarak ovalara çıkarılıyor, yaz sonuna kadar oralarda kalıyordu. Yeni mevsim gelince Nogaylar ovalara çı­karak hayvanlarını topluyorlar ve sundurmalara kapatı­yorlardı. Karşılaştığımız Nogaylar işte hayvanlarını arayan göçebelerdi; fakat işin ilgi çekici tarafı, bu işle meşgul olan Nogay’ın, iki vadi arasında en az kırk elli kilometre genişlik, yüz yirmi kilometre uzunluk olan ge­niş bir ovada nereye gideceğini düşünmeden atını sür­mesidir; kendisine otuz gün yetecek kadar, yani üç dört kilo darı ununu küçük torbasına doldurup yola ko­yulur. Erzağını yanına alan Nogay Türkü atına atlar, gün batımında konaklar, atını köstekler, otlatır, akşam yemeğni yer, uyur, gün doğarken kalkar ve yeniden yola koyulur. Bu arada yolda rastladığı sürülerin işaret­lerine dikkat eder, yolda karşılaştığı diğer Nogaylara bilgileri aktarır, onlardan kendi işine yarayan bilgileri alır, işini tamamlar. Böylesine sabırlı bir halkın günün birinde korkunç bir askerî güç çıkaracağını tasavvur etmek güçtür.

Yolda geçen ilk günümüz, kırk kilometre uzaklık­ta olan bir vadide son bulacaktı. Güneş yavaş yavaş batarken, önümde hüzünlü bir ufuk uzanıyordu; birden arabamın inişe geçtiğini ve sağımda ve solumda vâdinin içinde obaların sıralandığını farkettim; dereyi kö­tü bir köprüden aştık, içlerinden bir tanesinin bana ayırıldığı üç odanın yanında durduk. Arabaların arkaya kondu, yanımdaki muhafız kıtası ise çevreme yerleşti, ilk işim bizim ayrı bir grup teşkil ettiğimiz manzarayı seyretmek oldu; özellikle bizi yalnız bırakmaları dik­katimi çekti, halbuki bir parça dikkate değecek kadar merak uyandıran bir kişi olduğumu sanıyordum. Mirza yiyecek aramak üzere yanımdan ayrılınca bana verilen Türk obasının içini incelemeye başladım. Çatısı kafes şeklinde örülmüş olup, daire şeklinde yapılmış olan obanın tepesi açıktı; dıştan, bütün çadırı örten deve tü­yünden keçe kullanılmıştı, aynı keçeden bir parça d.a duman için hava deliği görevi yapan tepedeki deliğin üstünü örtüyordu. Türklerin oturduğu diğer obalarda da tepedeki bu keçe parçasının, içerden gelen bir so­panın ucuna bayrak gibi asılmış, ve rüzgâr yönüne çev­rilmiş olduğunu farkettim: aynı sopa, ateş söndükten sonra baca deliğini kapatmak için kullanılıyordu.

Özellikle çatıda sağlanan sağlamlık ile zerafetin bir araya getirilmiş olmasını hayranlıkla seyrettim[68]: bağlama işleri için ham deri kullanılmıştı; benden önce gerdek evi olarak kullanılmış obamın hâlâ çeyizlerle süslü olduğunu gördüm.

Çok acıkmıştık; Mirza'nın iki koyun ve bir ten­cere ile geldiğini memnuniyetle gördük. Tencereyi, te­pede birleşen, uçları ayrık üç değneğin ortasına astı­lar. Mutfağımız hazır olunca. Mirza, subay ve birkaç Nogay koyunları kestiler, derisini yüzdüler; parçalara ayrılan etler tencereye doldurulurken, diğer parçaları kızartmak için şişler hazırlandı. Kiçela'da iken yanıma ekmek almayı ihmal etmemiştim: ekmek Nogayların pek itibar etmedikleri bir yiyecek maddesiydi. Aldık­ları gıdaların çeşitlerini öğrenmek için çok meraklanı­yordum. Merakımı açıkladığım Mirza gülümsedi, arzu­mu tatmin edecek her türlü malzemeyi temin etmesi için bir Türk'ü görevlendirdi. Bu adam biraz sonra ya­nında kısrak sütü doldurulmuş bir kap, kızarmış darı unu dolu bir torba, yumurta büyüklüğünde tebeşir sert­liğinde birkaç beyaz peynir ve topluluğun en iyi aş­çısı olduğu söylenen mütevazı giyimli zayıf bir Nogay ile çıkageldi. Aşçının yaptığı işleri dikkatle izliyor­dum; tencerenin dörtte üçünü su ile doldurdu; üzerine iki yüz gram kadar kızarmış darı unu ilâve etti; ten­cereyi ateşin üzerine sürdü, yelek cebinden bir kaşık çıkardı, yenine sildi, tencerenin hep bir yanından ka­rıştırmaya başladı,, sıvı kaynamaya başlayınca peynir topaklarından birini aldı (bu peynir kısrak sütünden ha­zırlanmış olup, tuzlanıp kurutulmuştu) küçük parçalara ayırdı, tencerenin içine attı ve yine aynı yönde karıştır­maya başladı. Bulamaç kabarmaya başladı, o durma­dan karıştırmaya devam ediyordu, sonuna doğru ka­rıştırmayı hızlandırdı, nihayet mayasız ekmek kıva­mına gelince kaşığını çekti, cebine soktu, tencereyi eline boşalttı, ve bana bir lokma hamur ikram etti. Ace­leyle ağzıma attığım hamurun tahmin ettiğimden çok daha fazla lezzetli olduğunu farkettim. Kısrak sütün­den de tattım: eğer daha önce lezzeti hakkında önyar­gıya kapılmasaydım, kuşkusuz bunu daha lezzetli bu­lurdum.[69]

Yemeğimi iştahla yerken bana daha ilgi çekici bir sahne hazırlıyorlardı.

Gelişimden itibaren Nogayların obalarına çekile­rek bana karşı meraklı davranmadıklarını söylemiştim, bu konuda gururumdan fedakârlık yapmaya hazırlanı­yordum ki bize doğru ilerleyen bir topluluk gördüm: Sakinlikleri, ağır hareketleri niyetleri hakkında hiç bir fikir vermiyordu. Bu Nogayları bu tarafa getiren sebe­bin ne olduğunu merak etmekten de geri kalmıyorduk. Obamıza dört yüz adım kala durdular, içlerinden biri Mirza'ya doğru ilerledi ve ona ileri gelenlerinin beni görmek istediklerini, ancak hiç bir surette rahatımızı bozmak istemediklerinden bu görüşmenin beni mem­nun bırakıp bırakmıyacağını, eğer razı olursam en ra­hat nerede bu işi yapabileceğimi sordu. Elçiye bizzat kendim cevap vererek, önderlerin beni istedikleri şe­kilde görebileceklerini, dostlar arasında yer ayırımı yapılamıyacağını bildirdim. Nogay bu hususta aldığı emir üzerinde ısrar etti, bunun üzerine Mirza ayağa kal­karak seyretmek isteyeceklerin ilerleyebileceği yeri işa­ret etti: Biraz sonra meraklılar topluluğu oraya gelip yerleşti. Ben de gelenleri daha yakından inceleyebilmek için onlara doğru ilerledim, iyice yanlarına yak­laştığımda hepsi ayağa kalktı, ve kendisine doğru yö­neldiğim önderleri börkünü çıkaracak ve hafifçe eğile­rek beni selâmladı: daha önce bu selâmlama tarzını Mirza’nın yolladığı elçide de görmüştüm, beni şaşırtan şey Osmanlı Türklerinin başlarını ancak yalnız olduk­larında veya samimî bir ortamda açmalarına karşılık bunların selâm verirken de börklerini çıkarmaları ol­muştur. Bu yüzdendir ki Avrupalı elçiler ve maiyetleri Padişah'ın huzuruna çıktıklarında şapkalarını çıkarmaz­lar; bir Osmanlının karşısına başka türlü çıkmak, mua­şeret kurallarına uymamazlıktır; sırası geldikçe Kırım Türklerinin gelenekleri ile bizim geleneklerimiz ara­sında mevcut önemli ilişkileri açıklayacağım.

Beni görmeye gelen Nogaylar hakkında fazla bilgi edinen hemem onlara gerekli soruları soramamamdan ileri gelmektedir. Her yeni şeyden duyulan tatmin duy­gusu gecemi hoş geçirmeme yardımcı oldu. Akşam ye­meğime de kısa zamanda alıştım, ancak hizmetkârla­rım arasında Kırım mutfağı, her şeyi iyi gösteren aç­lık sebebiyle iyi karşılandı. Adamlarımın şikâyetlerini paylaşarak sıkıntılarını hafiflettim; bu usûlü her seya­hat edene şiddetle tavsiye ederim.

Nogaylar bana ne kadar ilgi çekici gelirlerse gel­sinler, fazla vakit kaybetmemek ve ertesi gün ikinci vâdide konaklayabilmek için sabahleyin alaca karan­lıkta yola koyulduk; deniz üzerinde seyahat edenlerin gördükleri gibi, güneşin ufukta doğuşunu seyrettik. O sabah yolda, Fransa'nın Flandre bölgesinde de raslanan ve her askerin kumandanlarının mezarını yükselt­mek amacıyla bıraktığı topraklarda meydana geldiği söylenen ufak tepelerden başka bir şey görmedik. Bu tepeciklerden Trakya'da da çok vardır; bu kadar çok ku­mandanın âdeta eşit aralıklarda gömülmüş olması bana bir tesadüften ziyade belirli bir amaçla bu işin yapılmış olduğuna dair bir kanaat verdi. Bu yüzden bunların amacını mevcut geleneklerde araştırmaya karar verdim. Türkler hâlen kullandıkları bir geleneğe göre öncü kuvvetler savaşmaya giderken arkadan gelen asıl or­duya işaret bırakmak maksadıyla eşit mesafelerde te­pecikler yaparlar; bence bu eski tepeciklerin amacı budur. Aslında bahsettiğim o tepecikler hâlen yapılanlar­dan daha küçüktür, bunu da yıllarca süren aşınmalara bağlamak mümkündür. Bu eski tepeciklerin yol işaret­lerinden başka bir şey olmadığı yolundaki iddiama karşılık, fetih zihniyetinin, kolaylıkla harap olabilecek işaret noktalarını muhafaza etmek zorunda olduğu öne sürülebilir. Bazı tepeciklerin altında insan kemiklerinin bulunması savaşa giderken ölen kumandanların ve as­kerlerin mezarları olduklarını da ortaya koymaktadır; ancak Flandre'da açılan tepeciklerin pek çoğunda me­zar bulunmamıştır; bunların yol işareti yerine geçtiği iddiasında ısrar edilirse, Ksenofon'un On Binlerin Çekilişi'nde belirttiği çalışmalara da bir açıklama getiril­miş olunur.

Yol boyunca hiç ekili toprak görmedim, zira Nogaylar fazla geçilen yerleri ekmekten kaçınmaktadır­lar: Yol kenarındaki tarlalar yolcuların atlarına otlak olmaktan kurtulamıyacaktır. Ancak bu çeşit tedbirler Kırımlıları böyle bir zarardan kurtarmakla birlikte, tar­laları daha korkunç bir felâkete daima açıktır. Çekirge sürüleri sık sık Nogayların ekinlerine, bilhassa darı tarlalarına hücum ederler, bir anda her şeyi mahve­derler. Çekirge sürüsü yaklaşırken ufuk kararır, güne­şin önünden bulut geçmiş gibi olur. Çiftçi Nogaylar kalabalık iseler, el kol hareketleri ve haykırışlarla ba­zen sürüyü dağıtabilirler, aksi takdirde tarlalar üzerine çöken çekirgeler, 15-20 cm. kalınlığında bir tabaka mevdana getirirler. Uçarken çıkardıkları sese bir da bitkileri yerken çıkardıkları gürültü eklenir. Ateşin etkisi hemen hemen yoktur; başka yerleri mahvetmek üzere havalanan sürü arkasında tamamen imha olunmuş bir bitki örtüsü bırakır.

Karadeniz'i aşmak isterken yok olan çekirge sü­rüleri sayesinde daha yoğun bir tarıma sahip Yunanis­tan ve Anadolu bu felâketten kısmen de olsa sakınmış olur.

Boğaz'ın Rumeli yakasının Karadeniz kıyılarında çekirge ölülerine sık sık rastlamışımdır; bazen o kadar çok çekirge cesedi olur ki bacaklarımız yarı yarıya gö­mülmeden yürümenin imkânı olmaz. Nasıl öldüklerini merak ettiğimden öyle bir anı gözlemeye başladım, ni­hayet onları kıyıya yaklaşırken yakalayan bir fırtınanın nasıl dalgaların içine gömdüğünü gördüm; çekirge ölüleri o kadar berbat bir koku yapıyorlardı ki yanlarına yaklaşmak için birkaç gün beklemek gerekiyordu.

Öğleden önce birinci vadiye vardık; bana yeni at bulmaya giden Mirza’nın yokluğundan istifade ederek, etrafında birkaç kişinin toplandığı bir at ölüsünün ya­nına gittim. Atın derisi güzelce soyulduktan sonra on sekiz yaşlarında bir gencin omuzlarına bu deri kondu, Terzilik yapan bir kadın büyük bir maharetle bu yeni elbisenin sırtını kesti, yaka oyuğunu açtı, omuz başla­rını yaptı. Henüz ıslak olan deriye şekil veren genç, çömelerek diğer parçaların dikilmesini sağladı; netice­de iki saat içinde yepyeni deri bir elbiseye sahip ol­muştu, şimdi sıkı bir talim yaparak bu deriyi tabakla­maktan başka yapacak bir şey kalmıyordu.

Kırım atlarının, sahiplerinin özel işaretleri ile dam­galı olarak ovalarda yayılmış olduklarını söylemiştik; nasıl her ferdin uymak zorunda olduğu genel bir hiz­met anlayışı varsa, topluluğun ortak malı olan bir at sürüsü de vardır. Bu sürü yerleşme merkezlerinden uzakta yetiştirilir. Ancak serbest yaşamaya alışmış olan- bu hayvanları tutmak kolay değildir. Aralarından araba ve binek atlarını seçmenin de ayrı bir zorluk çıkar­dığı anlaşılmaktadır; bu seçim işi genç Nogaylara mü­kemmel bir süvari olmaları için imkân verir. Bu mak­satla, ucunda bir at kafası geçecek kadar büyük bir kemend olan uzun bir sırık kullanırlar. Yuları takılı, çıplak ata binen genç Nogaylar ellerinde bu âletleri ol­duğu hâlde bütün hızları ile sürüye dalarlar, işlerine gelen hayvanı ararlar, büyük bir çeviklikle hayvanı ko­valarlar, atın bütün kurnazlıklarına rağmen ona erişir­ler, yanına yaklaşıp da kulakları hizasına gelince ke­mendi boynuna geçirirler, hemen sonra yavaşlayarak atı ehlî sürünün içine koyarlar.

Bana 80 kadar at lâzımdı; bu işi yapacak ancak altı kişi mevcut olduğundan zevkle seyrettiğim at ya­kalama işi bir hayli vakit aldı; ancak seçilen atlar o ka­dar cinsti ki, konaklayacağımız Ocakof'a vaktinden ön­ce eriştik.

Bug nehrinin sağında ve ağzının yanında yer alan bu kale, nehre doğru inen bir meyilin üzerine kurul­muştur. Kaleyi koruyan tek istihkâm bir hendek ile örtü­lü bir yoldur; kuşbakışı bakıldığında paralelkenar şek­lindedir; Bender ve Hotin'de olduğu gibi, yan yana di­zilmiş bir sürü top, mazgal aralığı görevi yapan iki muazzam tabyaya tesbit edilmiştir.

Oçakof'un yakınlarında yerleşmiş olan birkaç Ya­hudi han işletiyordu. Yine Nogayların topraklarından sayılan Canboyluk eyaletinden geçmemize, yarayacak yiyecek maddelerini ve eşyayı bize tenrvn ettiler. Ertesi sabah Bug nehrini aştık. Ağız kısmında, karşı kıyıya ait ve Kılburnu adı ile anılan ince bir toprak parçası ile daralan bu nehir orada kuzeye doğru uzanan küçük bir göl meydana getirir. Kılburnu'nun ucu ile Oçakof arasında bu gölün mesafesi dört kilometre kadardır: Bug nehrini biz de bu yönde aştık- İki yaka arasında taşıma işini yapan gemiler uygun esen rüzgârdan fay­dalanmak için yelkenliydi, orta kısımlar hariç sığlık olan yerlerde de kullanmak üzere sırık bulunduruyorlar­dı.

Yunusların sıçramasından başka seyredecek bir şey bulamadığımız üç saat süren sıkıntılı deniz yolcu­luğumuz sonunda Kılburnu'ndaki hisarın tam karşısına çıktık; ben hisarı gezerken ev sahiplerimiz arabalarımı karaya çıkarmak ve gerekli atları bulmakla günü bitir­diler. Hisarın gereksizliğinden başka dikkatimi çekecek bir tarafı yoktu. Nitekim nehrin güvenliği için Oçakof'un topları ile çaprazlama ateş maksadıyla konmuş toplarının menzili kısa olduğundan geçidin ortası ateş dışında kalıyordu. Buna karşılık Kılburnu üzerinde kar­şı kıyıda sağlam bir kaya üzerine konmuş batarya neh­rin girişini her türlü gemiye kapatabilirdi; her halde Türkler bu durumu henüz kavrayamamışlardı; ilerde askerî bilgilerinin sınırları hakkında daha önemli be­lirtiler yakalayacağım.

Gün doğumundan bir saat önce yola çıkmak üze­re karar verildi; gittikçe ihtiyacını duyduğum dinlen­meyi uzatabilmek için yaylı araba hâline soktuğumuz arabada seyahat etmeye karar verdim.

Bana eşlik eden muhafız kıtasının kumandanı al­dığım bu tedbirden haberdâr değildi; daha önce açık­ladığım şekilde atlılarını boş arabamın etrafına dizip yola koyulduktan sonra, günün İlk ışıkları ortalığı ay­dınlatınca benim asıl arabada olmadığımı farketti; ne­reye gittiğimi söylemediğim için bana şiddetle çattı ve muhafazam ile yükümlü olan mangası ile yaylı ara­banın etrafını sardı. Bu durumu nakletmemin Kırım Türklerinin anlayışını belirtmesi bakımında olduğu her halde anlaşılmıştır; bunların manevî değerleri daima sağlam fikirlerin tohumunu teşkil etmiştir.

> 

 

Yolumuz bizi Karadeniz'e yaklaştırmıştı; Bazen deniz kıyısından geçmek zorunda kalıyorduk; duyduğu­muz dalgaların sesleri, şimdiye kadar katettiğimiz düm­düz ovalardan sonra bize gerçekten güzel geliyordu. Önümüzde aşacağımız ovalar da yine -çıplaktı; fakat bu yerlerin eskiden ormanlarla kaplı olduğunu, herhangi bir kötü baskınla karşılaşmak istemeyen Nogayların çalılıkları bile söktüklerini bana anlattılar. İki saat için­de yola koyulmaya hazır hâle gelen bu millet için bu tedbir yararlı olmuşsa da, ormanların yokluğu Kırımlı­lara kışın yakacak sıkıntısı vermiştir. Yakacak ihtiyacı­nı gidermek için her aile hayvan sürülerinin tezekleri­ni toplamaya özel bir gayret gösterir. Tezekler kumlu toprak ile yuğrulur, böylece bir nevi yer kömürü elde edilir; ne yazık ki bu yakacak Kırımlıları ısıtmaktan zi­yade dumana boğar.

Hiç bir millet onlar kadar kanaatkârane yaşamaz. Darı ve kımız geleneksel gıda maddeleridir: buna kar­şılık Kırımlılar et yemesini de çok severler; bir Nogay bütün bir koyunu yiyeceğine dair bahse girer ve hazım­sızlığa uğramadan bahsi kazanır. Ancak bu konudaki iştahlarını tasarruf yapmak maksadıyla bastırırlar; kı­sacası satabilecekleri her türlü şeyi kendilerinden esir­gerler. Hayvanlarından biri kaza ile öldüğü vakit ve ancak hayvanın kanını akıtacak kadar vakit buldukları takdirde etiyle kendilerine bir ziyafet çekerler, islamiyetin bu kuralını hasta hayvanlara da uygularlar. Ek yüzden Nogaylar hastalığın bütün devrelerini dikkatle izlerler, satmaktan mahrum kaldıkları hayvanın hiç ol­mazsa etinden yararlanmak için tabiî ölümünden he­men önce keserler.

Balta ve Nogay sınırlama yakın yerlerin panayır­ları onlara sahip oldukları muazzam sürülerin satışını yapma imkânı verir. Bol miktarda ürettikleri buğday Karadeniz üzerinden pazarlara sevkedilir; ticaret mad­deleri arasına iyi ve kaba cins yün ile ham deri ve tav­şan kürkü de girer.

Satılan bu maddeler her yıl Kırımlıların cebine Hollanda veya Venedik düka altını şeklinde yüklü ser­vet sokar; ancak aldıkları bu parayı pek kullanmadık­larından, servetin büyüklüğünün uyandırdığı zenginlik kavramının bir önemi yoktur.

Kıt kanaat geçindiklerinden ellerine geçen servet giderek büyür, gözleri hırs bürüyünce hasislik büsbü­tün artar ve paralarını toprağa gömerler; paralarını sakladıkları yeri açıklayamadan ölen Nogaylarn boşa giden servetleri muazzam meblâğları bulur. Bu davra­nışlarını, günün birinde ülkelerini terketmek zorunda kalırlarsa, servetlerini kaybetme tehlikesi olmadan bı­rakma düşüncesi ile açıklamak belki mümkündür. Za­ten ülkelerinden binlerce kilometre uzakta da olsalar yaşayışlarında bir değişiklik olmayacaktır; onlara ser­vete sahip oldukları düşüncesi bile yeterlidir. Bir Kı­rımlının herhangi bir eşyayı sırf ona bir müddet sahip olmak arzusu ile elde etmeye çalıştığı olağandır. Bir müddet sonra o eşyayı geri vermek zorunda kalsa bile, bir anlık sahip olma ona yeter derecede mutluluk ve­recektir. Kırım Türkleri muhtemel kayıplarını hiç bir zaman hesaplamazlar, kısa süreli kârlara bakarlar.

Orkapı'ya yaklaşırken önümüzde katlanacağımız daha bir kötü konak yeri kalmıştı; tam o sırada beni arayan bir ulak ile karşılaştık. Kırım Hanı'nın bana vermek lütfunda bulunduğu kolaylıklardan faydalan­mam için görevlendirilmişti.

Geceyi, denizin hemen yakınındaki bir bataklığın tek ürünü olan sazlardan yapılmış bir kulübede geçir­dik. Ertesi sabah deniz kıyısını izleyerek bir müddet sonra Kırım yarımadasının batı kıyılarını sağımızda gördük. Üzerinde bulunduğumuz ovadan daha yüksek fakat onun kadar düz olan bu toprak bizim tarafa tatlı bir meyille bağlanmakta olup, üst-tarafı ise Orkapı'nın profilini gösteriyordu. Sabahın erken saatlarında yol alarak, geceleri daima kapalı tutulan kubbeli bir kapıya bağlanan kötü bir köprü vasıtasıyla iç hendeği aştık. Birkaç Türk askerinin himayesinde güçlü bir istihkâm içine yerleştirilmiş topların menzilleri içinde bulunan hatların birinde Rusların ve Kırımlıların mal değişimi yaptıkları küçük bir köy vardı; orada inerek bana tah­sis edilen binaya gittim. Hisarın kumandanı biraz son­ra bana bir tepsi dolusu orman kebabı göndererek ilti­fatlarını esirgemedi. Hisarda görevli yeniçeri birliğinin beni Ortalarına kaydetme dâvetini de geri çevirmedim. Başlangıçta Türklerin Hıristiyan tutsakların çocukların­dan meydana getirdikleri yeniçeri ordusu zamanla da­ha büyük imtiyazlara kavuştuğundan Türkler de çocuk­larını buraya kaydettirmekte bir sakınca görmemişler­dir. Bir yandan imtiyazların, diğer yandan taleplerin artması herkesin güvenliğini bu Ocak altında araması­na sebep olmuştur. Devlet büyükleri de kendilerini Or­talara kaydettirmişlerdir. Padişah bile Yeniçeri Ocağına dahil olmak istediğinde herkes teşkilâtın küstahlığının daha da artacağına emin olmuştu. Kurulu düzeni bu teşkilâtı uzun zaman kendi iç düzensizliklerinden başarıyla korumuştur; ancak kişilerin bağımsızlığı çerçevesinde kuralların bir önemi kalmamıştır. Her yeniçeri mal mülk sahibi olmuş, özel çıkarların korunması için şimdilik eski düzen yerine gelmiş, bu teşkilât efendile­rinin korkulu rüyâsı olmaktan çıkmıştır.

Bu çeşitli meseleler zihnimi meşgul ederken ova­dan gelen Kırımlıların yanında bir grup Avrupalı gör­düm. Bunlar Nogayların ele geçirdiği, Ruslardan kaçan Almanlardı. Bu zavallıların durumu beni derhal onların namına şefaat istemeye itti: hemen Avrupalıları ser­best bıraktılar, ben de bana yollanan orman kebabı do­lu tepsiyi onlara verdim. Yedi erkek, beş kadım ve dört çocuktan meydana gelmiş grubu incelemeye başladım. Felâketler onları yıkmıştı, buna rağmen saadet ümidiy­le gülümsemeye çalışıyorlardı, Almanya'da bir eyalet­te dünyaya gelmiş olan bu insanlar, göçleri doğuran, daima göçmenleri aldatan ve onlara kısa zamanda va­tanlarını arattıran, daha fazla para kazanmak arzusuyla Rusya'ya gelmişlerdi. Yabancı bir ülkede zor durumda kalınca kaçmaktan başka çıkar yol bulamamışlar ve bu­lundukları yerden uzaklaşmak için en kısa yolu seçmiş­lerdi. Bozkırlara gelip de hürriyet havasını içlerine çekmeye hazırlandıkları sırada, onları ilk fırsatta sat­mayı düşünen Nogaylara tutsak düşmüşlerdi. Bu zaval­lıları kurtardığımdan dolayı hayatımdan çok memnun­dum; onları bir an önce Bahçesaray'a güven içinde gö­türmek için her türlü tedbiri aldırdım.

Günün geri kalan kısmını Orkapı istihkâmlarını zi­yarette harcadım. Bu çeşit hiç bir manzara bu kadar etkileyici olamaz; benzerlerinden çok daha büyük olan bu eserde bilginin tabiat ile bu kadar uyum içinde ol­duğunu şimdiye kadar hiç görmemiştim. Bu istihkâ­mın sağlamlığı bir bakışta anlaşılıyordu, istihkâmlar, yarımadayı karaya bağlayan dil üzerinde üç kilometre uzanıyor; sağında ve solundaki deniz, tabya duvarı gö­revi yapıyordu; iç tarafa doğru yaklaşık kırk adım enindeydi. Yapıldığı tarihi gösteren hiç bir işarete rastla­madım; ya, bu Kırımlılardan önce yapılmıştı, ya da Kırımlılar şimdikine nazaran daha bilgili oldukları dö­nemlerde bunu inşa etmişlerdi. Top ve obüslerle do­nanmış sahra istihkâmlarında olduğu gibi bu büyük is­tihkâmlar da kazıklarla bölmelere ayrılmış olsaydı, bü­tün Kırım'ı yüz bin kişilik bir orduya karşı savunması işten bile değildi. Bu hatları yaramayacak olan böyle bir ordu, sonunda su bulamıyacağından kurtuluşu çe­kilişte bulacaktı. Kırım'ın doğu kıyılarına paralel bir şekilde uzanan çok dar bir kara şeridinin başına eriş­mek için, son savaşta Ruslar sığ bir deniz aralığını aş­mak zorunda kalmışlardı. Aynı yol 1736 ve 1737 yılla­rında General Münich tarafından da başarıyla kullanılmıştı; ancak bütün bunlar Kırımlılara gayet az bir kuv­vetle koruyacakları ve düşmanı püskürtecekleri bu dili muhafaza etme fikrini verememişti.

Orkapı'dan hareket ettikten sonra yolların Kırım­lıların Ruslara sattıkları tuzdan meydana gelmiş beya­zımtırak bir kabukla örtülü olduğunu farkettim. Kırım Hanı'nın mülkünden sayılan Orkapı tuzlaları, aralarında çekişen ve açık arttırmayla devlet hâzinesini besleyen Ermeniler ve Yahudiler tarafından işletilmektedir. Ken­di zenginliklerini işletemiyecek kadar beceriksiz olma­ları bir yana, paraya karşı duydukları hırs daima alda­tılmalarına sebep olmaktadır. Tuzlu göllerde oluşan tabiî tuzu saklamak, kurutmak ve toplamak için hiç bir depo yoktur. Bunun sonucunda bir yılın verdiği iyi ürün ertesi yılın verimsizliğini kapatamamakta, yağ­murlar böylesine zengin ve saklanması kolay bir ürünü alıp gitmektedir. Satıcının ve alıcının karşılıklı bilgisiz­likleri onları bağlayan şartları oluşturmaktadır. Bunun sayesinde alıcı satın aldığı atlara çektirdiği arabaları ile tuz göllerine kadar gelip ürünü yüklüyordu; ancak arabalar yüklerinin ağırlığı altında belirli bir noktaya kadar gelmeden önce çökerse bu, bir tazminat mese­lesi oluyordu. Alıcı ve satıcı yollara dökülen malın her iki tarafa da zarar verdiğini ve sürekli savaş hâlinin kârlı bir ticarete temel teşkil edemiyeceğini anlamamış gözükmektedir.

Tuzla bölgesini geçtikten sonra kendimizi, itinalı olmaktan ziyade verimli bir tarım alanı ortasında bul­duk; gözlerimiz şimdiye kadar alışmadığı köy manzara­ları görüyordu. Akşama doğru, bize yeni bir arâziyi müjdeleyen kayalıklarla kaplı küçük bir vâdinin dibin­de kurulmuş bir köye vardık. Nitekim ertesi gün, öğle­ye kadar katetmek zorunda kaldığımız dağlık bir arâziye girdik. Öğlenleyin bizi Bahçesaray’a götürecek lan kayalar arasında açılmış gayet dar bir yoldan inmek için arabamın tekerleklerini frenlememiz gerekti. Bahçesaray'ı gündüz gözü ile seyrettikten sonra alıştığım rahat hayata vedâ etmem gerektiğini anladım. Kırım Hanı nezdinde Fransa konsolosu olan Fornetty on yıl­dan beri oturduğu ve şimdi bana tahsis edilen evinde beni karşıladı. Binanın yapılış tarzı yanımda getirdiğim kalabalık ahaliyi alacak şekilde değildi. Bu uygunsuz­luk özellikle adamlarımı çok rahatsız etti. Uzun bir yo­lun kırıklığının sebep olduğu yorgunluk üzerine bu ga­rip «vâdedilen toprağın» gösterdiği manzara onların büsbütün umudunu kırdı. Neticede ben de itiraf etmek zorundayım ki, yeni evim buraya kadar gelmek için katettiğimiz 4500 kilometrelik yola değmiyordu. Üstü­ne basıldıkça ağırlığın etkisiyle çatırdayan, yağmurdan çürümüş üstü açık bir merdiven, çevik davrananları bü­yük bir salon ve yatak odası olarak kullanılan yan yana iki odadan meydana gelmiş tek bir kata çıkartıyordu. Eskiden at kılı keçesiyle kaplı olan duvarları ve tavan, binanın dış yapısını gösterecek kadar eskimişti. Taba­nın bavulların ağırlığını çekip çekmeyeceği tartışıldı, buna rağmen bu işlemi başarıyla denedik; artık herkes yerleşince yol yorgunluğunu atmak için odalarımıza çe­kildik.

Yol boyunca sürekli olarak karşımıza çıkan deği­şik manzaraları, gezimizin sonuna bir an önce varmak için ancak önümüze çıkan engellerle meşgul olmamız­da yeterince seyredememiştik; fakat şu anda uzun bir süre kalacağımız bir yere varınca tabiî olarak çevremiz­le ilgilenmeye başladık. Nitekim uyanır uyanmaz he­men bu işe koyulduk. Yanıma kâtip olarak ediğim Constillier ile daha önce geçirdiğim hayatım, karşıla­şacağı bütün zorluklara sabırla göğüs gereceği hakkın­da bana yeter derecede teminat veriyordu. İstanbul elçimiz M. de Vergennes tarafından yanıma tercüman kâtip olarak verilen Rusin'in kâtibim ile kurdukları dostluk kısa zamanda neşeli bir arkadaş çifti olmaları­nı sağlamıştı, ben de aralarına katılmaktan büyük mem­nuniyet duydum. Yaş'ta yanıma aldığım bir rahip ile iki Leh Ermenisi misyonerin ve İstanbul'a dönmek zo­runda kalan Fornetty'nin bana aynı şekilde zevk ver­diklerini ne yazık ki söyleyemeyeceğim.

Gelişim hemen Han'ın vezirine iletilmişti; Vezir, durumum uygun olduğu an efendisinin huzuruna çıka­bileceğimi bildirmiş ve Han'ın bana tahsis ettiği Tayın'ı göndermişti. Bu gelenek, mükâfatlandırılmak istenenle­re ihtiyacı olan yiyecek maddelerinin verilmesi şeklin­dedir. Bütün Doğu'da bir şeyler verilerek karşısındakine saygı gösterilir; bu şekilde bir saygı gösterisini kabul etmek zorunda olduğumdan tayınımı Alman kolonisi­nin ihtiyaçlarına tahsis ettim; ancak bu yardım Alman­ların bütün ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamasına rağ­men, adamlarım benim şahsî ihtiyaçlarımı karşılayacak başka kaynaklar göremiyorlardı. Kötü ekmeğe, pirin­ce, koyuna ve cılız kümes hayvanlarına düşen yemeğimiz iştihamızı kaçırıyordu. Dünyanın en verimli top­raklarının, denizin yakınlığının beni tereyağsız, sebzesiz ve balıksız bırakmasını bir türlü kavrayamıyordum; ancak çok geçmeden kerevizin Han'ın bostanlarında nâdide bir bitki olarak yetiştirildiğini, Kırımlıların yağ yayıklamasını[70] ve kıyıda oturanların balık avlamasını ovada oturanlar kadar bilmediklerini öğrendim; bütün bunlara boyun eğmem gerekti. Daha sonra adamlarım bazı sebzeler buldular, ben de İstanbul'dan tohum ge­tirtmeye çalıştım. Bu maksatla şehrin dışında bir ev kiraladım: oraya Almanları yerleştirdim, kendilerine inek temin ettim ve kısa zamanda çiftliğimin ürünlerinden bol miktarda istifade etmek imkânı buldum. Adam­larımdan biri mükemmel bir fırıncı oldu ve nihayet ağız tadı ile yemek yiyebilmek imkânına kavuştuk.

Han'ın huzuruna çıkabilmek için sunmak istedi­ğim armağanların gelmesini bekliyordum; ancak, o za­manlar Kırım tahtında olan Maksud Giray'ın sabırsız­lığı bütün zorlukları ortadan kaldırdı, itimâtnâmemin sunulacağı gün Tören Amiri bir bölük asker ve subay­la evime geldi. Yarısı Kırımlı, yarısı Avrupalı atlı ala­yımız halkın çok ilgisini çekti. Sonuncu avluda attan indikten sonra sarayın girişinde Vezir'in bizi beklediği­ni gördük, onunla birlikte, sofanın bir köşesine yerleş­miş olan Han'ın arzodasına girdik. Tam onun karşısına yerleştirilen bir koltuğa, Han'a saygılarımı sunup itimatnâmemi verdikten sonra oturdum. Beni Kırım Han­lığı'na resmen kabul eden bu törenden sonra Türklerde gelenek hâline gelmiş bir takım ikramları ve kendisini sık sık görmem için Han'ın yaptığı dâveti kabul ettik. Sonraki günlerde resmî hüviyetimle ziyaretler yaptım. Kırımlıların devlet düzeni, örf ve âdetleri hakkında bil­gi edinmek maksadıyla daha sıkı bağlar kurmaya çalış­tım; bu arada, gerçekten bir fikir adamı, dürüstlük ör­neği ve dostluk kurulabilecek bir insan olan Müftü, çok sıkı bağlandığım ve düşüncelerinden fazlasıyla yarar­landığım kişilerden biri oldu.

Bu konularda gerekli dikkati gösterdikten sonra, kış gelmeden evimi düzenliyerek hava olaylarından ko­runmak için tedbirlerimi almaya başladım; bu evi onar­mak ve güçlendirmek onu yeniden inşa etmek kadar zordu. Kasım ayı geldiğinden kaybedecek zamanımızda yoktu. Gerekli planı çizdim, malzemeyi topladım, Kı­rımlıların metodundan ayrılmadan çalışmalara nezaret ettim ve iki bin liralık bir masraftan sonra aralıkta evime yerleştim. Artık bundan sonra Kırım'daki mima­rî tarzını incelemek fırsatını buldum.

Kirişlere dayanan sütun teknesine dik olarak tesbit edilmiş, köşeleri ve açıklıkları belirleyen destekler da­mın yerleştirildiği üst düzlemi teşkil etmektedir. Bina bu şekilde yerleştirildikten sonra, yine birbirine dik, bir adımlık mesafelerle daha ince destekler, dolgu gö­revi yapıyorlar ve binaya bir sepet görünümü vermek için kullanılan fındık dallarının da tutturulmasını sağ­lıyorlardı. Sonra bu bir nevi kalbur şeklindeki binaya harç yapılmış toprak ve kıyılmış saman tatbik edilmek­tedir; daha sonra binanın içine ve dışına, desteklere, kapılara, pencerelere sürülen beyaz boya binaya gayet hoş bir görünüm vermektedir.

Bu çeşit bir inşa tarzının, belki anlatmakla görün­mediği kadar büyük bir sağlamlık verdiğini de ilâve etmek zorundayım. Avrupa köylülerinin evlerinden daha sağlam olduğu da şüphesizdir. Ülkelerimizde, gerek kişisel çıkarları, gerekse sırf iyilik yapmaktan dolayı sahip oldukları tımar topraklarında nüfusu arttırmak için ev inşa ettiren derebeylerin bu yeni inşa tarzını kabul etmelerinde büyük yarar olacağına inanmakta­yım; böylece masrafta önemli kısıntı yapabilecekler, ev­lere sahip olanlara kendi evlerini onarmak imkânını ve­receklerdir.

Kısa zamanda evime yerleştikten sonra şimdi ev eşyalarım ile meşgul olmam gerekiyordu. Baş sofracım iyi bir halıcıydı. Onu doğrama, çilingirlik gibi işlerle görevlendirdim; arada bulduğum fırsatlarda ben de ça­lışmalara iştirak ediyordum.

Maksud Giray beni özel çevresine almıştı: bu çev­re yeğeni Sultan Nureddin, Kaya Mirza adında hanın kardeş çocuklarından bir sultan ile evli Şirin sülâle­sinden bir Mirza. Kadı Lesker ve Maksud'un gözdesi birkaç mirzadan meydana geliyordu.[71] Akşam na­mazından sonra Han'ın yanında toplanıyor ve gece ya­rısına kadar sohbet ediyorduk. Mizacından ziyade kişi­sel hesapları yüzünden kuşkulu olan bu hükümdar etra­fında olup bitenleri anlamakta gösterdiği intikâl sürati­ni, çevresindekilere neşeli anlar geçirmekte de kullanı­yordu; Doğulularda o kadar gözükmeyen bir hevesle edebiyata meraklı olup, her fırsatta bu konu üzerine geliyordu. Kafkasya'da büyümüş olan Sultan Nureddin az konuşuyor, konuştuğunda da hep Kafkaslılardan bahsediyordu; bunun aksine Kadı Lesker çok konuşu­yor ve her şeyden bahsediyordu. Fazla bilgili olmamak­la birlikte, neşeli bir mizaca sahip olmasından bizi eğlendirmek için makamının ciddiyetinden bile feda­kârlık yapıyordu. Kaya Mirza günlük olaylar hakkında bilgi verirken ben de Avrupa hakkında sorulan sorula­ra cevap vermeye çalışıyordum. Bu hanlıkta geçerli olan gelenekler, pek az kimseye Han'ın huzurunda otur­mak imkânı tanıyordu; hanlar doğuştan bu imtiyaza sahip olurlarken babalarına duydukları saygıdan şehza­deler hiç bir zaman hanların önünde oturmazlar. Bu hak aynı zamanda ulemâ sınıfı önderlerine, Divan ve­zirlerine ve yabancı elçilere de uygulanır; bir Hanım- Sultan'ın kocası olmak sıfatıyla huzurda oturabilen Ka­ya Mirza dışında diğer saray erkânı sofanın bir ucunda beklerler ve akşam yemeği saatında çekilirlerdi. Ak­şam yemeği iki yuvarlak masada sunulurdu: genellikle tek başına yiyen Han’a ait olan bu masalardan birine bazen yaşları dolayısıyla başka sovlularda kabul edilir­di. Aynı odada kurulan ikinci sofra Han'ın akşam ye­meğine çağırdığı kimselere tahsis edilirdi. Ben orada Kaya Mirza ve Kadı Lesker ile birlikte yerdim. Maksud Giray, benim ile Kadı arasında her gün ortaya çıkan fi­kir münakaşalarını körüklemekten büyük bir zevk alır­dı; Kadı'nın ise fikirlerinin doğruluğunu savunmaktan ziyade efendisini eğlendirmeye çalıştığını farketmiştim. Durumlarımız o kadar farklıydı ki, Han'ın teveccühünü çekebilmek için aynı araçları kullanamazdık; fakat elimdeki imkânlardan yararlanarak Han'ın teveccühünü kazanmayı da ihmal etmedim. Hava fişeklerini sevdi­ğini ancak fişekçilerinin bu konuyu gereği gibi bilme­diklerinden onu eğlendiremediğini farketmiştim. Ödünç malzeme aldım, hazırlıklarımı tamamladım, adam­larıma gerekli bilgileri verdim ve istediğimi yapabile­cek duruma geldiğime kanaat getirdiğim zaman Han'a doğum günü eğlencelerinde donanma yapma görevini üstüme almak istediğimi bildirdim; şimdiye kadar ça­buk yanan fişekler, kısa menzilli havaî fişekler görmüş olan Han ve çevresindekiler yaptıklarımdan sonra şaş­kınlık içinde kaldılar.

Han'ın, gösterilerimden sonra bana teşekkür eder­ken gösterilerin kısa sürdüğünden dolayı şikâyet ede­ceğini hesaplıyarak gece sohbetlerimizi neşelendirmek maksadıyla bazı elektrik deneyleri yapmaya karar verdiğimi söyledim. Bu deneylerin yarattığı ilk izlenimler o kadar şaşırtıcı oldu ki, zihinlerde büyücü olduğuma dair uyanmaya başlayan inancı kırmak için çok zorluk çektim. Han'ın açıklamalarımı dikkatle dinlediğini farkettim. Statik elektrik denemelerine bizzat katılmak is­tedi; ona karşı uyguladığım elektrik nisbeten zayıf ol­du, ama çevresindekilere efendilerinin takdirini kaza­nacak kadar kuvvetli elektrik verdim.

Ertesi gün bütün şehir yaptığım mucizelerin hikâ­yesi ile çalkalanıyordu; daha sonraki günlerde Han'a yaptığım deneylerde bulunmayanların taleplerini karşı­lamak zorunda kaldım. Birçok kişi gelerek kendilerin­de veya arkadaşlarında elektrik denemelerimi tekrarla­mamı rica ediyordu; deneyleri sağda, solda ballandıra ballandıra anlatanlar genel merakı büsbütün uyandırı­yorlardı. Artık bu ilgiden rahatsız olmaya başlamıştım ki bir gece kapımın önünde yirmiden fazla kandil gör­düm; Rusin'i dışarıya yollayarak ne istediklerini sor­dum. İçlerinden biri kendilerinin Han'ın yanında rehin olarak bulunan Çerkez Mirzaları olduğunu söyleyerek duydukları olayların onları çok etkilediğini, bu deneme­leri görerek bir gün ülkelerine döndüklerinde herkese anlatmak istediklerini belirtti.

Hepsini içeri alarak salonda kabul ettim. Salonda daire şeklinde saygıyla oturduktan sonra, biraz önce Rusin'e söylediklerini bana tekrarladılar. Ben de onlara ve ülkelerine çeşitli övgülerde bulunarak cevap verdim.

Bu durum altında elektrik vereceğim kurbanları seçmek benim için pek kolay oldu. Hazır bulunanların hepsi kendi üzerinde de deney yapılmasını talep edi­yordu; bazen acıdığım bu zavallılar, ıztırap çekerken gülmeye çalışıyorlardı. En sert denemeleri denedikten sonra Çerkez Mirzaları hayatlarından gayet memnun geri yolladım; artık elektrik deneyleri yapmaya da son verdim; kendime daha az eğlendirici fakat daha fayda­lı deneyler bulmaya çalıştım. Üzerimde taşıdığım üni­formam iyice harap olmaya başlamıştı: kendi kend min terzisi olmaya karar verdim. Bu arada iyi cins bir Arap atını Fransız stilinde eyerledim; Kırım Türklerinin kul­landığı koşum takımları biniciyi hayvandan fazla uzak tutuyordu. Bu pek kolay bir iş olmadı, önce kendime gerekli âletleri temin ettim. Eğer kayışlarını hazırladım, bütün parçaları getirttim ve sorıunda kırmızı kadifeden bir eyer ile birbirlerine iyi giden haşa ve koşumları bağ­ladım. Kırım Hanı ile yaptığım ilk gezintide bu atı kul­landım. Bu hükümdar yaptığı bütün gezintilerde beni de yanına almak iyiliğinde bulunduğundan ona Avrupa lıların binicilik usûllerini göstermek fırsatını elde et­miş oldum. Kırımlılar binicinin cesur oturuşundan baş­ka binicilik ilkelerine sahip değillerdi; bazen bu cesur­luk gayet zor hareketler yapmalarına sebep oluyordu; Arap atımın yumuşak hareketleri bütün beğleri hayret içinde bıraktr. Han'ın birinci imrahoru bu atı denemek istedi; ancak alçak eyere biner binmez dengesini sağ­lamak için topuklarını sıkmak zorunda kaldı. Böyle bir biniciye alışmamış olan atım üzerindekini atmaya ça­lışınca etraftan yetişenler imrahoru zorlukla kurtardı­lar.

Han beni doğan ve tazı avı seferlerine de çağır­maktan geri kalmadı. Böyle av seferleri sırasında ya­nında altı yedi atlı bulunuyordu. B.u şekilde civardaki ovalarda at koşturuyorduk; bir yandan av hayvanları­nın bolluğu, diğer yandan avcıların gururları bu av se­ferlerinin çok canlı geçmesini sağlıyordu. Özellikle do­ğan avı Maksud Giray'ın çok ilgisini çekiyordu; alıştı­rılmış doğanları avlarını gayet iyi seçiyorlardı, ama yakalanan avları getirmek için iyi tazılara ihtiyaç vardı. Fransa'dan gelirken ben yanımda bir tane getirmiştim; fakat bu hayvanın o kadar şımarık, o kadar keyfî ha­reketleri vardı ki hiç bir zaman yanıma almamıştım; sırf bu durum yüzünden tazımın çok kıymetli olduğunu sanıyorlardı. Birkaç kişi bu köpekten Han'ı haberdâr etmişti; o da bana serzenişte bulunarak kendisinden bu hayvanı sakladığımı, onu muhakkak denemek istediği­ni belirtti. Köpeğimin iyi disiplinli olmadığını, gelişi gü­zel kuşların üzerine atılacağını, uygunsuz olaylara se­bebiyet vereceğini boşuna anlatmaya çalıştım; o ise bütün bunları bahane olarak kabul ediyordu; sonunda arzusuna uymak zorunda kaldım ve Han'ın bu işten pişman olduğunu gördüm. Hemen emir vererek köpeğimi aldırdım; önceleri davranışları herkese sevimli geldi. Ertesi gün köpeğin denenmesi için her zaman­kinden daha erken başlayacak bir av seferi düzenlendi.

Önceleri atların mevcudiyetinden korkan köpek, daha sonra havaya bırakılan doğanın bir avı yakalamasını seyretti, ikinci doğan da yaralı avı yakaladığı sırada birden ihtirası uyanan köpek, koşarak ava yapıştı. Bir yandan doğan diğer yandan benim köpeğim avı çekiş­tirirken, Han değerli hayvanına bir şeyler olacağı en­dişesi ile kıvranıyordu.

Maksud Giray ve vezirlerinin yanındaki durumum ve evimin yeni düzenli şekli Bahçesaray'daki günlerimi çekilebilir hâle getirmişti; özellikle. Kırımlıların ilk soylu ailesi olmakla övünen Şirin ailesinden Kaya Mir­za ile çok sıkı fıkı olmuştum. Ulu - Hanlık görevi yapan[72] hanedâna mensup bir prenses ile evlenmişti; bu Hanım - Sultan bana iyi niyetlerini göstermek maksa­dıyla fevkalâde güzel işlenmiş bir gece mintanı arma­ğan etmişti. Ancak bu armağan gönderme işinde farkettiğim gizlilik beni şiddetle endişelendi; aslında prenses 70 yasındaydı ve bu türlü bir armağanı ancak akrabası olan bir erkeğe gönderebilirdi; bana bir ayrı­calık tanınarak armağanı kabul etmem istenmişti.

Kırım Ham'nın bir takım garip davranışları olma­sına karşılık, Osmanlıların hurafesi ve sofu alışkan­lıklarına kapılmadan yasalar çerçevesinde kalmasını biliyordu. Bir Yahudi'nin kölesi efendisini bağda öldür­müştü; ölünün en yakın akrabaları tarafından dâvâ açıl­dı. Suçlu yakalanıp mahkemesi devam ederken bazı gayretkeş Müslümanlar, bağışlanmasını sağlamak mak­sadıyla zavallı adamı Müslüman olmaya ikna ettiler. Han tarafından verilen idam kararına, suçlunun islâm olduğu ileri sürülerek karşı çıkıldı. Kırım yasalarına gö­re suçlu, hakarete uğrayan veya mağdur durumda olanın dâvâsını yürüten tarafından öldürülerek cezalandırilirdi. Bu durumda bir Müslüman'ın Yahudilerin eliyle katledilmesinin doğru olmayacağı iddia edildi, ama bü­tün çabalar boşa gitti; Han cevabında, eğer kardeşim suçlu olsaydı onu bile Yahudilerin eline teslim etmek­ten çekinmezdim diye cevap verdi; eğer islâmiyeti seç­mesi samimî ise İlâhî Adalet'in bu yüzden onu mükâ­fatlandırmasını dilerim, ama ben adaleti yerine getir­mekle yükümlüyüm. Buna rağmen, hükmün yirmi dört saat içinde infaz edilmesini gerektiren yasayı işler hâ­le sokmak ve Yahudilerin Sabbat günü için gün batımından itibaren hiç- bir işe girişmemelerinden fayda­lanmak için Müslüman sofular kararın yayınlanmasını cuma öğleden sonraya bıraktırdılar; buna rağmen suç­lu zincire vurularak idamın infaz edileceği kulübeye getirildi; fakat orada da bir engel vardı: Yahudiler kan dökemezlerdi. Bunun üzerine büyük bir para karşılığın­da Yahudilerin görevini üzerine alacak bir kişinin bulun­ması için sokaklarda tellâllar dolaştırıldı. Lâkin en fa­kir halk tabakasından bile bu işi üzerine alan çıkmadı. Bu yeni olay Han'ın mahkemesine intikâl ettirildi. Maksud Giray Yahudilerin suçluyu Tevrat usûllerine göre öldürmelerine izin verdi; suçlu taşlanarak katledildi.

Suçluyu ölenin en yakın akrabasına teslim eden Türk yasası, ölenin kanını savunma hakkını en yakın akrabasına tanıyan Şerîat yasalarından alınmıştır. Tür­kiye'de şikâyetçi tarafın idam hükmünün infazına ne­zaret ettiğini görmüştük; daha gerçekçi olan Kırım ya­sası infaz işini doğrudan dâvâcıya bırakmaktadır. Osmanlılarda cellâtın son darbeyi vurmak için, suçlu ta­rafından teklif edilen paranın dâvâcılar tarafından red­dedilmesini beklediğini biliyoruz; bu arada kocasının kanından para karşılığında vaz geçen kadınlar da gö­rülmemiş değildir. Kırım'da ise kendi eliyle hançeri suçluya saplayacak olan kadın hiç bir teklifi kabul ede­cek durumda değildir; ona intikâm alma hakkını sak­layan yasa başkaca hiç bir duygunun onu etkilemesine göz yummaz. Elinde gümüşten bir balta taşıyan bir yetkili suçluyu infaz hücresine götürür ve idama neza­ret eder.

Kırım kadar hiç bir ülkede âdi suçların o kadar az olduğunu sanmıyoruz; suçluların kolaylıkla kaçabilece­ği bozkırların mevcudiyeti tamah etmeye sebep olabi­lecek şeylere sahip değildir; üstelik her gün çıkış yolu kapanan Kırım yarımadasının coğrafî durumu, cezadan kaçabilme umudunu tamamen yok etmektedir; bu yüz­den başkentin güvenliğini sağlamak için herhangi bir tedbirin alındığını görmedik; sadece Han'ın muhafaza­sı ile yükümlü askerlerden başka bir kuvvet yoktur. Çin stiline göre inşa edilmiş, fakat sonradan Türk stiline göre onarılmış sarayı hâlâ ilk güzelliğini muhafaza et­mektedir. Bu saray şehrin bir ucunda olup, etrafında gayet yüksek kayalıklar vardır; her taraftan akan sular bahçeler ve köşkler arasında dolaşarak çok hoş bir görünüm sağlar. Bu arada sarayın durumundan dolayı manzara olarak sadece çıplak kayalar bulunduğundan, Han sık sık şehrin güzelliğini seyretmek için tepelere çıkmak zorunda kalır.

Kırım ülkesinin uzantısında bulunan Nogay boz­kırlarının deniz seviyesinde olmasına karşılık. Kırım berzahından geçildikten sonra seviye denizden 10-12 metre yükseğe erişmektedir. Bu yüksek ova yarımadanın kuzey yarısını kapladıktan sonra yerini batıdan, doğuya doğru uzanan kayalık ve dağlık bir arâziye bırakmakta sonunda Çadır - Dağı ile son bıkmaktadır. Deniz kıyısının çok yakınında olan bu dağ ikinci dere­ce dağlar arasında sayılabilir; ancak bizim yarımküre­nin haritasına bakıldığında Çadır Dağı'nın, Alp’ler ile Kafkas Dağlarfnı birleştiren sıra dağlar üzerinde bulun­duğunu görmek hemen mümkündür. Nitekim Apenin Dağları'nın bir kolunun Avrupa'yı batıdan doğuya katettikten sonra Almanya'yı İtalya'dan, Lehistan'ı Macaristan'dan ve Eflâk'ı eski Trakya'dan ayırdığını, sonra Karadeniz'e dalarak aynı yönde Kırım'ın güneyinde yük­seldiğini, Karadeniz ile Azak Denizi arasında ancak ge­çilebilecek bir geçit bıraktığını ve Kafkas adı altında Hazar Denizi'ne kadar devam ettiğini, sonra yeniden Tibet'te ortaya çıkarak Asya'nın doğu kıyılarında son bulduğunu izlemek mümkündür.

Bu dağların bir silsile olduğu, görünüşleri, yapı­ları, ihtiva ettikleri fosilleri ve mineralleri bakımından ispat edilmiştir.

Kırım'da ilk göze çarpan şey, bütün dağların et­rafını çeviren kaya tabakalarının gösterdiği benzerlik­tir. Dıştan bakıldığında sivri uçlar gösteren bu kaya­lıklar üzerinde suların aşındırmasını farketmek müm­kündür; yine aralarında denizin aşındırmasına mâruz kalanlar diğerlerinden ayırd edilebilmekte, içlerinde fo­sil istiridye kabuklarına rastlanmaktadır; fakat bu ka­buklar o kadar derin bir şekilde kayanın içine girmiştir ki, ancak bir çekiç yardımıyla bulundukları yerden ko­partabilirler. En iri cinsten olan bu fosillerin Akdeniz kıyılarında bulunmadığın: da ilâve edelim; dikkati çeken bir nokta da Karadeniz'in kuzey kıyılarının istiridyeden mahrum olmasına karşılık güney kıyılarında ancak kü­çük cinselerinin bulunduğudur.

Kayalara yapışan fosillerden, özellikle eti Kızıldeniz'de yaşayan cinslerinkinde leziz olan deniz kestane­leri de vardı. Kırım'ın bu kısnrvndaki küçük vâdilerde tek kabuklu hayvanların fosillerinden tabakalar vardır. Ancak bu fosiller Akdeniz'dekilerden kabukların daha kalın ve daha az açık renkli olmasıyla farkederler; ba­zı vâdilerde o kadar çokturlar ki hemen hemen bitki yetişmesini önlerler; bu kabuklar, yapraklı ve yosunlu sünger taşları ile karışık olup, esas yatak sel çukurla­rının dibinde bulunur.

Bir dağdan ötekine deniz seviyesine göre inceiediğim kayalıkların seviyesi, bütün bu tabakaların yatay olduğunu ortaya koymuştur. Bütün araştırmalarımı böylesine ilgi çekici ve yeni bir olay olan bu mesele üze­rine topladım ve bu düzgünlüğü bozacak herhangi bir şeye rastlamadım.[73]

Bu kayalıkların seviyesinden itibaren çizilecek Kı­rım'ın yüksek topraklarının haritası, Kafkaslara doğru uzanan, birbirlerinden fazla uzak olmayan bir sıra ada görünümü verir.

İlkel coğrafya üzerine yapılan bu araştırmalar, uzun zamandan beri düşünce sisteminin üzerine eğildiği bilgi hâzinesinin ilerlemesine önemli katkılarda bulu­nacaktır. Yeryüzünün ilk durumunu merak eden bilgin­ler, en belirgin izleri izleyerek ve hep aynı seviyeyi ko­rumaya dikkat ederek dünyanın evrenleri hakkında bilgi sahibi olabileceklerdir. Daha yüksek dağlar, onlara daha eskiden sular tarafından terkedilmiş seviyeleri gösterecektir; bu hâtıraların içinde gördüğüm ülkele­rin gözler önüne serdiği manzaralar ile insanlardın ya­şayışları hakkında bilgi vermekle yetinirken, bir Kırım­lının bana verdiği cevabı buraya aktararak artık bu konuda fazla bir şey söylemekten kaçınacağım. Bu adamla birlikte Bahçesaray'ın içinde bulunduğu ovaya açılan boğazlardan birinde geziniyordum. Orada erişil­mesi güç bir kayanın tepesinde, boğazın girişini kapa­yan demir bir halka gördüm. Yanımdaki Kırımlıya bu halkanın ne işe yaradığını sordum. Gayet sakin bir şe­kilde, vaktiyle deniz bu kayalıklara kadar geldiğinde boğazı gemilere kapatmak için kullanılmış olduğunu sanıyorum, dedi. Bu cevap üzerine tamamen şaşırdım ve her gün bu dağlarda denizin kalıntılarını görmekten başka bir bilgiye sahip olmayan bu zekânın bu mese­leyi çözüş tarzına hayran oldum. Yunanlılar ve Roma­lılar her fırsatta İskitlerin manevî değerler felsefesi hakkında övgü dolu sözler söylemişlerdir; fakat dünya­nın evrimleri hakkında bir Kırımlının ortaya koyduğu görüşler ve özellikle muhafaza ettiği sakinliği beni şa­şırtmıştı. Bu adamın durumundan, soydaşlarının dünya­nın evrimini gösteren çeşitli eserlere ilgi göstermedik­lerini ve Çadır Dağı'nın madenlerini işletmeyi ihmal ettiklerini kavradım. Daha bilgili ve kuşkusuz daha ha­ris olan Cenevizliler bu dağın bol miktarda ihtiva et­tiği altını çıkarmaya başlamışlardı. Kırım Hanının bu işletmeden epey pay alacağı, fakat Bâb-ı âli’nin aç­gözlülüğünü uyandırmamak için kârlı bir işin devamın­dan ziyade hiç çalışamamasını tercih ettiğini de san­maktayız. Bu işi yaptırmak için parayla tutulmuş insan­ların ülkeye sokulması mecburiyeti sonunda, orasının bir yasaklar ülkesi hâline gelmesini istemediğinden, Kırım hükümdarları halkın sükûnetini kişisel çıkarları­na tercih etmişlerdir. Bu fiyat karşılığında fakir kalma­nın mutlaka büyük bir şerefi vardır.

Zevkleri, altın yaldızlı kafesler içinde olmaktan ziyade topraktan ileri gelen bir yaşayış tarzına alışmış olarak, Kırımlılar teneffüs ettikleri havadan bile haz duyarlar ve ülkelerinin tabiî güzelliği ile yetinirler.

Kırım göğünün her mevsim gösterdiği kuyruklu yıldızlar ve kuzey fecrinin aklığı atmosferin saflığı hak­kında bilgi vermeye yeter. Bu özelliğini, batıdan gelen nemi ve buharı yutan kuzey bozkırlarına ve Kafkas zirvelerine de bağlıyabiliriz.

Birbirlerini izleyen ılımlı mevsimler, toprağın ve­rimliliği ile de birleşince bitki topluluğu fevkalâde bir şekilde artıyor; kumlu, kara toprağın sunduğu verimli­lik Aşağı Rusya'ya kadar uzanıyordu. Güneşin ısısı, çiftçiye pek fazla bir iş bırakmadan ekilen her tohumu yeşertmeye yetmektedir. Bu iş, saban ile ekilecek top­rağı sürmekten ibarettir. Bir torba içinde karışık hâlde duran kavun, patlıcan, bezelye ve bakla tohumları sa­banı izleyen bir adam tarafından toprağa serpilir. Ser­pilen tohumları örtmeye bile zahmet etmeyip, bunu yağmurun yapmasını beklerler ve çeşitli zamanlarda yetişen ürünü toplarlar.

Kırım topraklarını aynı anda kaplayan ürünlerden özellikle kuşkonmaz, ceviz ve fındık irilikleri ile dikka­ti çeker. Çiçeklerin bolluğu da bir başka özelliktir, tar­laları kaplayan küçük cins lâleler nefis bir manzara sunarlar.

Kırım'daki üzüm yetiştirme tarzı üzümlerin kalite­sini arttırmaya engel olmaktadır dünyanın en elveriş­li topraklarının, üzerinde yaşayan inşaları bağları, vâdilere dikmekte vaz geçiremediğini görmek gerçekten üzücüdür; bağ çubukları, sekiz, on ayak çapında, dört beş ayak derinliğinde çukurlara dikilmektedir. Çukur­ların hemen üzerinde bulunan kayalıklar, asma dalları­na destek görevi yapmakta, güneşin ışınlarında koru­nan üzüm salkımları, devamlı nemli bir toprak ve çuku­ra dolan yağmur suları ile beslenmektedir. Bağ bozu­mundan bir ay kadar önce asma yaprakları toplanır, bağ bozumundan sonra bağ çubukları toprak seviyesin­de kesilir ve bütün k:ş boyunca sular altında kalan bağ­lar, su kuşlarına serbest bir arâzi bırakır.

Kırım’da rastladığım çeşitli kaz cinslerinden en de­ğişik olanı boynu bizimkilerden daha uzun ve tüyleri ki­remit kırmızısı renginde olanıdır. Kırımlılar bu hayva­nın etinin çok tehlikeli olduğunu ileri sürerler. Buna rağmen bu kazın etinden tattım ve onu çok lezzetsiz buldum.

Kırım’da olduğu kadar hiç bir ülkede bıldırcın o kadar çok bulunmaz; yazın her tarafa dağılmış olan bu kuşlar, sonbaharda bir araya gelerek Karadeniz'i aşma­ya, oradan daha sıcak ülkelere göç etmeye hazırlanır­lar. Kuş göçünü belirleyen şartlar hiç değişmez. Ağus­tos sonunda Kırım'da toplanan bıldırcınlar, gün batar­ken kuzeyden hafifçe esen rüzgârı beklerler. Kıyıda toplanarak akşamın altısında veya yedisinde havalanır­lar, bütün gece 200 kilometrelik yolu katederek karsı kıyıya vardıklarında, gerilen ağlara takılarak veya onla­rı bekleyen avcıların eline düşerek epey kayıp verirler.

Kırım'da bol olan akarsular, buna rağmen önemli bir nehir meydana getirmezler ve kıyının yakınlığı bü­tün akarsuların hemen denize kavuşmasına sebep olur. En sıcak günlerde bile suların kaynakları kurumaz; her boğazda kaynayan sular, çayırları sulamaya devam ederken, kayaların arasından akarak pırıl pırıl bir görü­nüm kazanırlar. İtalyan kavağı Kırım'da o kadar boldur ki, daha önce Cenevizlilerin orada bulunduğu bilinme­se bu ağacın Kırım'a özgü olduğuna bile karar verile­bilir.

Uzun zaman sanayii sayesinde egemen bir toplu­luk olan Cenevizliler ticaretlerini Kırım'a kadar uzat­masını bilmişler, ünlü Cengiz Han'ın torunları bu tüc­carların baskısına boyun eğmek zorunda kalmışlardı; nihayet Fâtih Sultan Mehmed Cenevizlilerin boyundu­ruğunu kırarak çok daha yumuşak bir egemenlik kur­muştur.

Bugün Kırım'da hâlâ Kırımlıları Cenevizlilerin boyundurduğu altında tutan zincirlerin kalıntılarına rastla­mak mümkündür. Zulmün bu eserleri, zâlimleri saran endişe ve korkunun da belirtilerini aksettirmektedir. Cenevizlilerden kalan evler daima erişilmesi güç kaya­lıkların tepesindedir. Aynı zamanda kale surları görevi yapan kayalıkların etrafında hendekler açılmış olup, yıkıntılar arasında bile evlerin yapılış tarzları hemen anlaşılmaktadır. Yemlikleri kayalar içine oyulmuş ahır­lar vardır. Kalelerin pek çoğu birbirleri ile bağlantı hâ­linde olup, bunlardan bir kısmı yer altı yolları ile şe­hirlere bağlanmaktadır. Gayet büyük bir salonun orta­sında, şimdi içinde insan kemikleri bulunan, on adım çapında, yedi adım derinliğinde bir havuza rasladım. Kırım'da, daima sarp dağlarda oyulmuş, geçit verme­ye tepelerde kurulmuş bu çeşit sığınakları çok gördüm; bunların, gündüz otlatılan sürülerin geceleyin kapatıldığı yerler olarak kabul ediyorum.

En sarp yerler daima hürriyetin sığınağı veya zul­mün inidir. Kayalıklar, hem ezenleri, hem de ezilenle­ri saran endişeleri dağıtan en elverişli yerler olmuşlar­dır.

Bugün bile Kırım ticaretin merkezi olan Kefe şehrinin eskiden de Cenevizlilerin ticaret merkezi ol­ması kuvvetle mümkündür; ancak Baluklava limanının güzelliği ve birkaç eski yapının kalıntıları. Cenevizli­lerin bu limandan da yararlandıklarını ortaya koymak­tadır. Bu liman şehri Kırım'ın en güney ucunda kurul­muştur; limanın hemen ağzında bulunan iki burun. İs­tanbul Boğazı'ndan ayrıldıktan sonra karşılaşılan ilk kara parçasıdır. Bu limanın civarında, gelişmesine ve güvenliğine katkıda bulunacak şekilde iyi kereste ve­ren ormanlar vardır; tıpkı, eskiden yarımadanın baş­kenti olan Kırım şehrinde görülen mezarlar gibi, bugün tamamen terkedilmiş olan Baluklava limanı eski önemi­ni gösteren kalıntılara sahiptir.

Kırım’da pek önemli sayılmayan şehirler vardır; buna rağmen batı kıyısında sahip olduğu limanı yü­zünden Gözleve ve Kalgay Sultan'ın [74] oturduğu Ahmedşid sayılmaya değer.

Kırım'ın tabiî tarihi hakkında önemli noktalara değindikten sonra, Kırım Türklerinin siyasî durumları ve hükümet ilkeleri üzerine daha dikkatle eğilelim.

Küçük Tataristan diye adlandırılan ülke içine, Kırım yarımadası, Kuban, Çerkezistan'ın bir kısmı ve Rusya imparatorluğu'nu Karadeniz'den ayıran bütün topraklar girer. Boğdan'dan Taganrog'a kadar uzanan bu topraklar 46. ve 44. enlemler arasında bulunup, yüz yirmi, yüz altmış kilometre ene ve dört yüz elli kilo­metre uzunluğa sahiptir. Batıdan doğuya doğru Yetiçokule, Camboyluk, Yedesan ve Basarabya eyaletlerini kapsar. Bugün Bucak diye adlandırılan bu sonuncu eya­lette, köylerde yerleşmiş Türkler yaşarlar; fakat diğer üç eyalette Türkler istedikleri yerde keçe çadırlarını kurarlar.

Nogay olarak adlandırılan ve göçebe sanılan bu topluluklar, ovaları kuzey - güney doğrultusunda kesen vâdilerde yerleşik bir hayat sürerler; tek sıra hâlinde kurulmuş çadırları bazen yüz otuz kilometre uzunlu­ğunu bulan ve çeşitli aşiretlere ait olan köyler meyda­na getirir.

Bu çoban toplulukların sürdükleri sâde ve kanaatkâr hayat nüfus çoğalmasını teşvik ederken, medenî geçinen milletlerde lüks hayatın aşırılıkları ve ihtiyaç­ları nüfusu kökünden keser. Nitekim nüfusun Nogay’larda, Kırım ve Bucak'a nazaran daha fazla olduğu he­men dikkati çekmektedir; ancak Kırım Hanı'mnın topla­yabildiği asker sayısı ile nüfus arasında bir bağıntı kurmak mümkün değildir, ileride bu hükümdarın üç ay­rı ordu kaldırabileceğini göreceğiz; Bizzat kendisinin yönettiği 100.000 kişilik bir ordu, Kalgay'ın yönettiği 60.000 kişilik ve Nureddin'in emrindeki 40.000 kişi­lik ordular. Günlük işlere hiç bir zarar vermeden bu sayının iki misli asker toplamak da mümkündür; bu miktar asker ve Kırım Hanlığı'nın topraklarının yüz öl­çümü gözönüne alınırsa ülkedeki nüfus bizim nüfusu­muzla karşılaştırılabilir.

Milletlerin kudretini değerlendirmenin en emin yolu, ordularını faaliyet hâlinde görmektir; fakat önce bu kuvvetlerin tabiatını, onu bir araya getiren araçları incelemek gerekir. Bu araçlar devlet şekliyle sıkı sıkı­ya bağlı olup, her devletin ilk kaynağı tarihin derin­liklerinde yazılıdır.

Kırım Türklerinin tarihi ise, ancak çevresinde do­lanarak muazzam genişliği hakkında fikir edinilen bir Okyanusa benzer. Nitekim bu milletin ihtişamını onun yakınında olmak talihsizliğine uğrayan topluluklarda görüyoruz; buna rağmen bu topluluklar pek az şey yaz­mışlar veya hiç yazmamışlar. Tarihi, ihtimallerin eline terketmişlerdir; fakat bu ihtimaller o şekilde düzenlen­miştir ki, çevredeki milletlerin vakâyinâmelerine ba­kıldığında Türklerin onların katında en kıdemli yerde olduklarına dair kanaat kuvvetle yerleşmektedir.

Bugün edebiyatçılarımızı şiddetle meşgul eden Atlantis adasının yeri hakkında derinlemesine araştır­malar yaptığımı iddia etmeden şunu söylemek isterim ki, şu anda Tataristan diye adlandırılan kuzeye yö­nelmiş yaylanın, Kafkas sıradağlarının ve Kore yarım­adasına kadar uzanan Tibet dağlarının ve yaylalarının, akarsuların durumlarından dünyanın en yüksek yerleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tek gözlem bile, hâlen Türkler tarafından işgâl edilen bu toprakların Asya'nın ilk keşfedilen yerleri, ilk insanların geliştikler[75] ülkeler olduğunu ortaya koymakta, güney Asya ve Avrupa'ya Got, Ostrogot veya Vizigot adı ile yapılan göçlerin hep buradan geldiklerini ispat etmektedir.

Bu varsayımı güçlendiren coğrafî gözlemlere, Kı­rım Giray'ın bana naklettiği bir Türk geleneği de önem­li destek olmaktadır. Bir müddet sonra bu Hükümdar'ı taııtta görecek, cesaretini, bilgisini, felsefesini ve ölü­münü hayranlıkla izleyeceğiz.

Bu arada Cengiz Han'dan önce Türklerin vakâyinâmelerinde tam anlamıyla ispat edilmiş olaylar; orta­ya çıkarmak gayet zordur; fakat bilinen bir şey varsa o da, Cengiz Han'ın diğer Hanlar tarafından Hanlar Hanı seçildiğidir. Yine bilinen bir şey varsa, Cengiz Han'ın, tarihin şimdiye kadar kaydetmediği genişlik­te bir imparatorluğu yaratacak tasarıları düzenlediği ve uyguladığıdır. Bu fâtihten sonra meydana gelen ve fethedilen ülkeleri istilâ eden göçler bu taşkınlığa se­bep olan nüfus çokluğunu kanıtlamaktadır; bütün bu etkenler bir araya gelince bu hanedânın menşei tarihin karanlıklarına doğru itilmektedir.

Kesintisiz bir silsile Cengiz hanedânın; günümüze kadar getirmiş, bu arada hâlen Kırımlıların tâbi olduğu devlet düzeni de aralıksız devam etmiştir. Buradaki Türklerde, eskiden bizi etkileyen aynı yasalara, aynı düşüncelere raslanmaktadır; eğer bu eski toplulukların kuzey ülkelerine göçlerini, bu kuzeylilerin de bize doğru gelmesini düşünecek olursak en eski geleneklerimizin kaynağı hakkında bir fikir edinmiş oluruz.

Hükümdarı çıkaran sülâlenin dışında Şirin, Mansur, Secud, Argen ve Barun sülâleleri de vardır. Cengiz Han sülâlesi hanları verirken diğer beş büyük aile Hanlığın beş büyük tâbi Beğlerini çıkarır. Beğ ünvanı verilen bu kişiler dalma ailenin en yaşlılar; arasından seçilir ve bu düzen asla değişmez. Ataları Cengiz Han’ın yanında olan bu eski Mirzalar sıralandığımız şekliy­le en yüce soyluları meydana getirirler; sonradan Bey ünvanı tevcih edilmiş ailelerle asla karışmazlar. Mirza Kapıkulu olarak adlandırılan bu aileler ise kendilerini temsil eden bir Beğ'e sahip olurlar, eyaletlerde otura­rak feodal haklar; ellerinde tutarlar. Soyluluk ünvanı verilen en eski aile olarak Kudalakların en yaşlı üyesi diğer metbu ailelerin temsilcilerinin başkanıdır; Han'­ın yanında toplanan bu altı Beğ Kırımlıların Senato’sunu teşkil eder.

Bu heyet ancak olağanüstü durumlarda toplanır; fakat, bütün aile temsilcilerini toplama yetkisine sahip olan Han, bunların uzakta olmasından yetkisini kötüye kullanmasın diye, Şirin Beği daima Han'ın yanında bu­lunur ve diğer beş aileyi temsil eder; Kırım soyluları­nın bu başkanı Han, Kalgay, Nureddîn ve vezirler gibi, gerekli durumlarda Han toplantı yapmayı ihmâl ederse Beğler heyetini toplantıya çağırma hakkına sahiptir. Şirinlerin Kalgaylığı, Beğ'den sonra en yaşlı üyeye ve­rilir; bu durumda Başkan, yanında daima kendisinden sonra gelecek olanı bulundurmuş olur; Han'ın yetkile­rini dengeleyen bu güç daima faaliyet hâlindedir.

Han'ın baskısına karşı bütün güçleri bir araya ge­tiren bu düzen aynı zamanda Hükümdar'ın güvenini ve iktidarın onun elinde olmasına da dikkat sarfeder. Kı­rım derebeyleri, bir binanın sütunları gibi hükümeti destekler; bu binanın sarsılmasına asla izin vermezler. Bu millette Fransa'nın derebeylik devirlerinde görülen karşılıkların hiç birine rastlanmamıştır. Hâlâ ilk sa­fiyetini devam ettiren Kırım devletinde en ufak bir ih­tirasa yer yoktur. Kırım'da büyük derebeyi olmak için yıllar geçerken, Fransa'da doğuştan bu hakka sahip olunuyordu.

Bu düzenin hükümdar ailesi içinde de geçerli ol­duğu, yani Han olarak ailenin en yaşlı üyesinin seçildi­ği sanılmaktadır; ancak Cenevizlilerden önce tahta geçme şekli nasıl olursa olsun, tam o çağda üç Han'ın aynı anda seçildiği ve hanlık hakkına daha fazla sa­hip gibi görünen Mengli Giray'ın Mankup'ta tutsak edildiği bir gerçektir.

İstanbul'un fethini tamamlıyan Fâtih Sultan Mehmed, bu şehri Cenevizlilerden temizledikten sonra, Kırım'ı da bunların elinden kurtarmaya koşmuş, Meng­li Giray'ı serbest bırakmıştı; ancak, hanlığa geçecek olanları Bâb-ı âli'nin seçmesi şartını taşıyan bir anlaş­ma imzaladıktan sonra bu hanın tahta geçmesine izin vermişti. Rumeli topraklarının büyük kısmı tımar ola­rak Cengizoğlu'na verilmişti; Kırım hanlarının Osmanlı hâkimiyetini kabul etmelerini tazmin etmek maksadıy­la zengin topraklar Kırım mülküne geçirilmişti; Cengizoğlu sülâlesinden her Han, İstanbul'da çevireceği entrikalarla Osmanlı tahtına geçebilme umudunu ta­şır.

Kırım'dan Cenevizlileri kovan Sultan II. Mehmed'in Mengli Giray ile yaptığı anlaşmanın hükümlerini te­minat altına almak için aldığı bütün tedbirlere rağmen anlaşmaya imza koyan taraflar, ancak karşılıklı hakla­rını korumak maksadıyla şartlar ileri sürebilmişlerdir; Kırım Cumhuriyetinin hakları tehlikeye sokulmamış, hanların azledilmesi hakkının Padişaha verilmiş olma­sına karşılık Kırım halkının kanunî bağımsızlığına do­kunulmamıştır deniliyordu. Kırımlıların genel hakları, bu topluluğun bağımsızlığı söz konusu edildiğinde her halde iyi anlaşılmamıştı. Zaten hür bir topluluğa hür­sün demek, onu boyunduruk altına almak demektir.

Kırım'da Han ile ona tâbi derebeyleri arasında mükemmel bir denge sağlayan siyasî araçlar, bu den­genin süresini arttırmak için toprakların iyi bir şekilde dağıtılmasına gerek gösterir. Ancak bu dağıtılma da o topraklarda yaşayan halkın yaşayış farklılıklarını göz önüne almak zorundadır.

Kırım ve Basarabya toprakları soylu tımarlılar, hanedân toprakları ve soylu olmayan kişilere ait mülk­lere bölünmüştür. Bunlardan birinciler tahta tâbi ol­madan ve hattâ vergi bile ödemeden irsî olarak geçen haklarla ellerindeki toprakları işletirler. Hükümdar topraklarının gelirlerinin bir kısmı Han'ın hâzinesine girer, o da, mükâfatlandırmak istediği kimselere bu paradan dağıtır. Yedinci göbeğe kadar mirasçı bulunamıyan soylulara ait toprakların mülkiyeti Han'a geçer, aynı şekilde tımar sahibi soyluların toprakları içinde mirasçımız kalan topraklar da Mirza'nın malı olur. Yine bu ilkeler dahilinde Yahudi veya Hıristiyan tebâ yıllık vergisini öder ve bu durum Kırım'da soyluların mülki­yet hakkını önemli şekilde arttırır.

Yine büyük eyaletlerde tımar sahibi olan Mirzalar gerekli miktarda asker çıkarmak zorundadırlar; ilerde yeri geldiğinde bu düzenin nasıl çalıştığını ayrıntıları ile inceliyeceğiz.

Nogaylarda toprak mülkiyeti farklılıklarına rastla­mak mümkün değildir; sadece kendi sürüleri ile ilgile­nen bu çoban topluluklar, toprakları tımar sahiplerine bırakırlar ve komşu aşiretlerin otlaklarına geçmemeye çalışırlar.

Ancak Nögay Mirzaları tebâları ile toprak mülki­yetini paylaşıyorlar ve tarımla uğraşmayı bir nevi zül sayıyorsalar da tarım işiyle uğraşmaz değillerdir. Aşi­retleri ile birlikte kışın vâdilerden birine çekilen Mir­zalar, aşiretlerin kendilerine vermek zorunda oldukları hayvanları ve yiyecek maddelerini alırlar; ekim mevsi­mi geldiğinde tarımcıları ile ovalara çıkarlar, tarım için uygun bir yer seçerler ve elde ettikleri ürünü tebâları ile paylaşırlar.

Tarım çalışmalarını devamlı değiştiren Nogaylar böylece gayet zengin ürün almak imkânına kavuşurlar.

Kırım'da büyük tımar sahiplerinin uyguladıkları angarya çalıştırma hakkı Nogaylar arasında bilinmez; fakat bunlar da Eyalet Beği'ne öşür verirler.

Eyalet hükümetlerinin başında bulunan Sultanlar Serasker ünvanı ile anılırlar ve genel vali olarak hüküm sürerler. Fakat hanlığın en yüce mevkilerinden biri olan Kalgaylık, Han'ın ailesinden en itimada lâyık olana verilir. Kalgay, Bahçesaray'dan on yedi kilometre uzaklıkta bulunan Ahmedşid şehrinde kalır; yaşayışı ta­mamen bir hükümdar yaşayışı gibidir. Vezirleri buyruk­larını yerine getirir; hükmüne tâbî yerler Kefe'ye kadar uzanır.

Eskiden Han'ın irsî halefine verilen Kalgay rüt­besi hâlen Han'ın ölümünde, yerine yenisi geçinceye kadar hanlık görevini yapma yetkisine sahiptir. Han'ın bizzat katılmadığı savaşlarda Kırım ordusuna başku­mandanlık yapan Kalgay, yedinci göbekten mirasçısı bulunmadan ölen Mirzaların mirasını da üzerine geçi­rir.

Hanlığın ikinci derecedeki rütbesi olan Nureddînlik yine bir Sultan tarafından işgal edilir; onun da ve­zirleri vardır, ancak ne bunların ne de Nureddin'in icra yetkisi yoktur. Bahçesaray'dan başka bir yerde bulunamıyan bu küçük saray, Han sarayı çevresi içinde yer alır: buna karşılık eğer herhangi bir olay Nureddîn'in başında bulunduğu kuvvetleri savaşa sürüklerse, Nureddîn ve vezirleri Hükümdar'ın sahip olduğu bü­tün yetkilere kavuşurlar.

Hanlığın üçüncü derecedeki rütbesi, Han soyun­dan gelen prenseslerle evli olan Şirin ailesinden Mir­zalara, Orkapı muhafızı olarak Or-beğ adıyla tevcih edi­lir. Kendilerine vezirlik makamını lâyık görmeyen bu soylular, sultanlara verilen rütbeleri ve dış eyaletlerin valiliklerini kabul ederler; ancak bu uç illeri genellikle tahtta bulunan Han'ın oğulları veya yeğenleri tarafın­dan işgal edilir; bunlar illerindeki askerî kuvvetlerin kumandanlığını yaparlar; Bucak, Yedesan ve Kuban il­lerinin orduları Han'ın. Kalgay'ın veya Nureddin'in buy­ruğunda toplansalar bile Serasker Sultanlarının kuman­dasında hareket ederler.

Camboyluk ordusu bir Kaymakam tarafından yö­netilir. Kaymakam bir Serasker gibi birliklerini esas or­duya kadar götürür; fakat orada kumandanlık yetkileri­ni başkumandana bırakır ve kendisi yine ilinin başına döner ve Kırım berzahının önünde yer alan toprakların güvenliği ile meşgul olur.

Gelirleri illerde kurulmuş olan bazı kurumlardan gelen bu büyük rütbelerden ayrı olarak kadınlara ait iki büyük rütbe daha vardır: Han'ın annesine veya eş­lerinden birine tevcih ettiği Alabeğlik ve kızkardeşlerinden veya kızlarından en büyüğüne verdiği Uluğhanlık rütbeleri. Birçok köy bu prenseslerin yönetiminde olup, tebâları arasında mevcut anlaşmazlıkları, ha­reme en yakın saray kapısında oturan kâhyaları ara­cılığıyla çözmeye çalışırlar.

Türkiye'dekine eş görevlerde bulunan Şeyhülis­lâmın, Sadrâzam'ın ve diğer vezirlerin yetkilerini ay­rıntılarına girmeyeceğim, yalnız şunu ilâve edeyim ki feodal devlet ilkeleri bunların yetkilerinin uygulanma­sında bazı değişiklikler getirmektedir.

Han'ın yıllık geliri ancak 600.000 lirayı bulmak­tadır; bu az gelir Han'ın serbestliğini kısıtlamakta ise de, cömert davranmasına engel olmamaktadır. Han başındaki Mirzalardan kurtulmak için kendi tımarların­dan bir kısmını bu Mirzalara bağışlar.

Buna karşılık ordu toplanması Han'a hiç bir mali yük getirmez. Bütün tımarlar belirli sayıda asker çı­karmak zorundadır. Adlî işlemlerde de Hükümdar'ın bir masrafı olmaz, bütün hanlık dahilinde adalet üc­retsiz olarak dağıtılır.

Kırımlılarda eğitim iyi yazıp okumakla sınırlan­mıştır; ancak Mirzaların eğitimleri iyi denilse bile ne­zaket kurallarını gayet iyi bilirler. Bu, onların devamlı olarak saygı göstermek zorunda oldukları sultanların yanlarında yetişmelerinden ileri gelmektedir.

Bahçesaray'da, günümüze kadar itina ile saklan­mış ve bir ailenin elinde bulunan son derece değerli tarihî bir defter vardır. İlk yazarı tarafından en eski ge­leneklerin yazılmasıyla başlanan bu yazma eserde gü­nümüze kadar gelen olaylar kaleme alınmıştır. Kırım'a gelmem dolayısıyla defterin şimdiki sahibi bana gelip bazı bilgiler isteyince bu değerli defterin mevcudiyeti­ni öğrendim ve bütün gayretlerime rağmen onu elde edemedim. Teklif ettiğim on bin altın bile faydasız kaldı, fazla vakit bulamadığımdan bu defterden bazı kısımları kopya edemedim.

Gazeteler günümüzde Lehistan'da meydana gelen karışıklıkları ve Rusya ile Türkiye arasındaki görüşmeleri fazlasıyla yazdılar. Maksud Giray kendisini bu yangının ortasında görüyor, önemli bir rolü olduğunu kavrıyor, olayların devamından ciddî endişeler duyu­yor, kendisine halef olarak Kırım Giray'ı lâyık bulu­yor ve tahminlerinde pek yanılmıyordu.

Bu arada Balta olayı Padişah'ı Peygamber'in san­cağını açmaya zorladı; Rus elçisi Yedikule'ye kapatıl­dı, Tahta geçen Kırım Giray Padişah ile askerî mese­leleri görüşmek üzere İstanbul'a çağrıldı. Bu haberler Bahçesaray'a Maksud Girav'ın azledilmesi buyruğu ile birlikte geldi. Aynı ulak Bahçesaray'da bir Kaymakam'ın seçilmesini ve ordunun Basarabya'da Kavuşan'da toplanmasını belirten yeni Han'ın 'buyruklarını da getir­mişti. Ben de hemen o yere gitmek, yeni Han'ı orada karşılamak üzere hareket ettim; ancak Han'dan aldığım bir haber beni bu formaliteden kurtardı; Kırım Giray beni şehre girişinde akşam yemeğine dâvet ediyordu.

Bu başlangıç bana gayet sevimli gelmişti; ancak ulaktan aldığım haberler olmasa akşam yemeği hak­kında bazı endişelere kapılacaktım. Ulak samimî ola­rak bana, efendisinin balık sevdiğini ve benim aşçımın balık yemeklerinde usta olduğunu bildiğini anlattı; hemen aşçıma emir vererek Han'ın hoşuna gideceğin­den kuşkum olmayan bir balık yemeğinin hazırlanması­nı istedim.

Han ertesi gün şehre gelecekti; atıma bindim ve şehirden sekiz kilometre ötede onu karşıladım. Yanın­da büyük bir atlı kalabalığı vardı; bana gösterdiği lü­tuf daha önceki güzel davranışlarının bir devamıydı.

Altmış yaşlarında olan Kırım Giray'ın uzun bir boyu, soylu bir duruşu, rahat hareketleri, heybetli bir çehresi, canlı bakışları ve arzusuna göre kâh tatlı bir iyiliğe, kâh sert bir tutuma dönme yeteneği vardı. Sa­vaş hâlinde olunması, yedisi kendi oğlu olan bir sürü Sultan'ın yanında yer almasını gerektirmişti, özellikle dikkatimi bu şehzâdelerden İkincisi olan ve cesaret, iki yayı aynı anda çekebilme gibi kabiliyetlere sahip şehzâde üzerine çektiler. Bu işe çocukluğundan beri çalışmış, dokuz yaşında iken babası gururuyla oynamak isteyerek ona, onun gibi bir ödleğe bir örekeyi tercih edeceğini söylemiştir; bu söze fena hâlde içer­leyen çocuk, babasına doğru bir ok fırlatmış, şans ese­ri ok eyer yatağının tahtasına saplanmıştı. Bu olaydan sonra oğulun babaya gösterdiği derin saygı bunun bir suikast olarak değerlendirilmemesini sağlamıştı.

Han'ın şehre girmesi için gereken hazırlıklar şehir kapısı dışında yapıldı; Han başına mücevher ile süslü iki sorguçlu bir miğfer, arkasına çaprazlama yay ve sadak koydu; yanında muhafız kıtası, başları sorguçlu değerli küheylânları. Peygamberin sancağı, saray er­kânı olduğu halde saraya geldi. Divan salonunda dev­let büyüklerinin saygılarını kabul etti.

Bu tören, benim hazırlattığım akşam yemeği vak­tine kadar sürdü. Rekâbet dolayısıyla diğer Mirzaların aşçıları da kendi sanatlarını göstermeye çalıştılar; an­cak şarap ile hazırlanan soslara karşı bir şey yapamıyorlardı. Etten sonra sofraya sunulan hafif yemekler de az başarı kazanmadı; Fransız mutfağının üstünlüğü sa­yesinde her gün Han'a her öğünde on iki kap yemek yaptırıyordum.

Kırım Giray sadece iyi bir sofrayla yetinmiyordu, her türlü eğlenceye açık bir adamdı. Kalabalık bir or­kestra, maaşla tuttuğu soytarılar, gündüzleyin onu meşgul eden siyasî meselelerden ve savaş hazırlıkla­rından hiç olmazsa geceleri uzak kalmasını sağlıyordu.

Kavuşan bütün hanlığın merkezi hâline gelmiş, buyruklar buradan yayılır olmuş, her taraftan saray adamları buraya akın etmeye başlamıştı. Kırım'da ta­nıdığım ve Han'ın bana karşı gösterdiği teveccühe ta­nık olan yeni Vezirler, Han'dan istemeye cesaret ede­medikleri bir lütufun sağlanması için benim aracılığı­mı rica etmişlerdi. Kırım Giray ilk hanlığı döneminde saltanatını teminat altına almak için mizacının sertliğini göstermek bakımından zalimce bir davranışta bulun­manın faydasını anlamıştı. Bazı sert yasaları çiğner­ken suç üstü yakalanan zavallı bir Kırımlı, Han tarafın­dan idama mahkûm edilmişti. Saraya geldiğim sırada bu zavallıyı idam etmeye hazırlıyorlardı. Sultanlar he­men çevremi sararak bana olayı naklettiler ve Kırım­lıları bu olayın devamından korumam için arabulucu olmamı rica ettiler. Kırım Giray'ın yanına girdim; Hü­kümdar idam hükmünü vermek için sarfettiği gayretin heyecanı içindeydi; öpmek için tuttuğum elini geri çek­meye çalışmasına rağmen bırakmadım. Sert bir tavır takınarak, ne istiyorsunuz? dedi. Suçlunun bağışlanma­sını, dedim. Bundan ne elde edeceksiniz? diye cevap verdi. Size itaatsizlik gösteren bir adamdan hiç bir şey beklenemez; ben asıl sizin ile ilgileniyorum, dedim; bir an için çok sert gözükmek için birazdan zalim bir hükümdar olacaksınız; halbuki daima saygı duyulan ve korkulan bir hükümdar olmanız için iyilikten vazgeç­menize gerek yoktur. Gülümsedi, elini bıraktı; elini öp­tükten sonra, dışarı çıkarak onun namına suçlunun ba­ğışlandığını bildirdim. Bu haberin sağladığı neşe Osmanlı sanatçılarının oynadığı bir komedi ile devam etti. Gösteri boyunca Kırım Giray, yeni duyduğu Moliere tiyatrosu hakkında bana bir sürü sual sordu. Moliere'in komedilerindeki tipler üzerinde tartıştık.

Bizim zihinlerimiz barışçı konular üzerinde dola­şıp dururken Lehistan konfederasyonundan gelen bir elçi onların Han ile birlikte sefere çıkmaya hazır olduk­larını bildirdi. Kırım Hanı Padişah'a Ukrayna'ya bir se­fer düzenlemeye söz vermişti; Lehistan Ukraynası'da bu seferden etkilenebileceği için onlarla önceden bazı noktalar üzerinde görüşme yapmak durumu vardı, an­cak Leh elçisinin yetkileri böyle bir görüşmeye katılma­sını sağlamıyordu. Buna karşılık vakit daralıyordu: Kı­rım Giray benim Hotin’e giderek oraya sığınmış olan Ley soycuları ile onun adına görüşmeler yapmamı isti­yordu; ancak Han'ın tam güvenini kazanmış olmanın verdiği memnunlukla yetinmeyerek, benim gibi tam yetkili bir Kırımlının da bu toplantıya katılmasını iste­dim; hemen birini seçtiler. Leh elçisi rahattan ziyade çabukluk istediğinden ertesi gün akşam Boğdan top­raklarına girdik. Savaş gelmeden önce bile müthiş bir tahrip manzarası ile karşılaştık; -birkaç birliğin bu top­raklardan geçmesi üzerine halkın duyduğu korku b.u fe­lâketi hazırlamıştı. Köylerin boşaltılmış ve tarlaların yakılmış olması, Tuna boylarında bol yiyecek bulaca­ğını uman Osmanlı ordusuna pek bir şey vâdetmiyordu; fakat bu düşüncelerimi açtığım Kırımlı meslekdaşım, Dankowça'ya kadar yokluk[76] çekeceğimizden başka bir şey düşünmüyordu. Krazinski ve Potoski Kontları bi­zi, temsil ettiğimiz Han'a lâyık bir şekilde karşıladılar, ancak meslekdaşımı en fazla memnun eden şey ikrâm edilen nefis Tokay şarapları oldu. Kırımlı meslekdaşımı buraya getirirken kendi arabamı ona vermiştim, ama yüksek koltuktan rahatsız olmuş olacak ki dönüşte, is­tediği gibi yatabileceği bir Türk arabasını tercih etti. Arkamızdaki bir arabada yüklerimiz ve birkaç hizmetkâr geliyordu. Bir az uzun olmasına karşılık daha iyi olduğu söylenen bir yolda ilerliyorduk. Uzun zaman kar yağdık­tan sonra şimdi de keskin bir soğuk vardı; bu soğuktan istifade ederek donmuş bulunan Prut'u geçmemiz ge­rekiyordu. Bir rehberin önderliğinde nehrin kıyısına geldiğimizde akıntının şiddetiyle iri buz parçalarının sürat­le aktığını gördük. Suyun derinliğini blmediğim gibi, akıntının şiddetinden çekiniyordum; rehberimiz bu hu­susta bana teminat vererek ilk olarak benim arabamı nehre sürdü. Arabayı, akıntıya dayanabilecek altı at çekiyordu; nitekim sağ salim karşı kıyıya vardık; hafif olmaları dolayısıyla endişe duyduğum iki arabanın da geçmesini görmek üzere hemen yere indim. Nehrin he­nüz üçte birini geçmişlerdi ki sular onları havaya kal­dırdı. Durmaları için bağırdım; fakat benim uyarım duy­mayan seyisler durmadan atların dizginlerine asılıyor­lardı; her iki araba da devrildi, içindekiler karma ka­rışık bir şekilde akıntıya kapıldılar. Hemen benim se­yisime dönerek atları koşumdan çıkarmasını, Kırımlı meslekdaşım ile hizmetkârlarının yardımına koşmasını emrettim; diğer seyisi soğuktan mahvolmuş bir halde buldum, yakınındaki b;r çukurun içine sürükleyerek üze­rini karla kapladım. Seyisim akıntıyı izlemiş, ilerdeki değirmene doğru bağırarak değirmencilerin dikkatini çekmişti. Ben de oraya geldğimde, değirmencilerin kancalarla adamları sudan çıkarmaya çalıştıklarını gör­düm. Daha önceki yerime döndüğümde yaşlı meslekdaşımı çevrede bulamayınca başına türlü şeyler geldiğini sandım; tam o sırada bana sakin olmamı tavsiye eden sesini duydum, sesin geldiği tarafa döndüğümde buzların arasında, sadece başı arabasının kapı pence­resinin dışında suların içinde gördüm; yapacağı en ufak bir harekette yeniden akıntıya kapılabilirdi. Onun yardımına koşmaktan ve soğuktan donma tehlikesine rağmen diğer adamlarımı kurtarmaktan gayet memnun oldum.

Nitekim don elbiselerini o derece katılaştırmıştı ki, ancak büyük bir ateşin ısısı ile yumuşatıp çıkarabil­dik. Değirmencilerin gayretinin onlara yeteceğini anla­yınca seyisi kurtarmak için harekete geçtim: kar onu iyileştirmişti. Geldiğimizde, yatırdığım çukurdan kalk­maya uğraşıyordu. Değirmenin geniş ateşi onu iyice kendine getirdi; diğerlerinin yanına döndüğümde bütün yüklerimi kurtarılmış olduğunu memnuniyetle gördüm. Durumun gerektirdiği bütün yardımlarımı yaptıktan son­ra, geçirdiği büyük tehlikelere rağmen benim çabala­rıma üzülen meslekdaşımın sözleri beni çok duygulan­dırdı. Elbiseleri kurutmak, arabaları düzenlemek ve yiyecek temin etmek için sarfettiğimız zaman ancak ertesi gün hareket etmemize sebep oldu. Şimdiye ka­dar karşılaştığım yolları bana aratacak kadar berbat yollardan geçerek Botuşan'a bir an önce varmaya çalış­tık. Boğdan'ın en önemli şehirlerinden biri olarak bana anlattıkları bu şehirde ihtiyacımız olan yiyecek madde­lerini alabilecektik; oraya vardığımızda güneş henüz batmamıştı, fakat şehirde bir tek insan yoktu; rehberinin bir Boyar'a ait olduğunu söylediği açık evlerden birine girdik. Bu durumda yine yiyecek maddelerini alamayacaktık; rehberime civardaki manastıra giderek benim nâmıma başrahipten yiyecek istemesini söyle­dim; dönüşünü sabırsızlıkla beklerken evin avlusuna altı atlı bir arabanın girdiğini farkettim: bu evine gir­diğimiz adamdı. Şehre gelirken rehberimi gördüğünü, sorumlu olduğum görevi ve ihtiyaçlarımı ondan öğren­diğini, bunları bana temin etmek için bizzat kendisinin geldiğini belirtti. Böylesine namuslu bir başlangıç bizi fazlasıyle memnun etti; buna rağmen sağlanan yiyecek­ler pek ihtiyaçlarımıza yetecek ölçüde değildi. Ev sa­hibimin önemi ne olursa olsun, onun o havalinin sözü geçen bir adamı olmadığını anladım; pek sağlam bir karaktere sahip olmadığından ileri sürülen bütün teklif­lere boyun eğiyordu. Bu yüzden Boyarların şehir ve kasabaların boşalmasına göz yummak ile ne gibi teh­likelere mâruz kaldıklarını, bu durumu önlemek için otoritelerini kullanmalarının şart olduğunu ona kabul ettirdim. Yedi, sekiz bin nüfuslu olan şehir halkının, birkaç sipahinin kötü hareketlerinden ürkerek adam yolladığım manastırın avlusuna sığındığını ve halk gibi çekingen davranan birçok Boyarın, yaptıkları hareke­tin sonuçlarını farkedemiyerek bu durumu kışkırttıkla­rını anlattı; ben de onlardan biriydim, şimdi beni ikna ettiniz, aynı iyiliği soydaşlarıma da yapınız, dedi. Bu zavallıları evlerine kavuşturmak düşüncesi bir yandan bana haz verirken, diğer yandan açık bir tehlikeyle karşılaşmaktan çekiniyordum; buna rağmen yolumun üstünde olan manastırdan gelen çocuk, kadın sesleri, içeri girmemi sağladı. Önde evsahibi Boyar, kalabalık arasında bana yol açarak diğer Boyarların toplandıkla­rı bir salona girdik. Evsahibimiz üzerinde öyle bir etki bırakmıştım ki, arkadaşlarının da kararlarından dön­mesini istedi; fakat diğerlerinin hakaretleri ile karşılaşınca bu adamın önderleri olmadığını anladım. Bunun üzerine ben de hitabet kabiliyetimi denemek istedim, ancak bunun da bir fayda vermiyeceğini anladım; din­leyicilerim çok gürültücü olup, sükûneti sağlamak için yaptığım çabalar neticesiz kalıyordu. O zaman daha et­kili çarelere başvurdum. Panikten doğan korku düzen­sizliği doğurmuştu, daha gerçek bir korku düzensizliğin önüne geçebilirdi. Konuşmamın tarzını değiştirdim, du­rumu Han'a şikâyet edeceğimi ve bunları yargılaması­nı sağlıyacağımı bildirdim. Koyun gibi Boyarları din­leyen halkı bu cezadan uzak tutacağımı, karşımda dire­nen olursa onu âsi ilân edeceğimi bildirince, önümde boyun eğen ve korkudan titreyen insanlar gördüm. Bo­yarların en gürültücü olanı, madem öyle, bu korkak ka­labalığa siz hitap edin, dedi; siz onları, bizden daha iyi bir şekilde kandırabilirsiniz, üstelik size hayır duâ ederler ve sayenizde bizim iyi niyetimizi de öğrenmiş olurlar. Uzun müddet bu teklife direndim, hattâ geli­şimden beri avluda endişe içinde kıvranan bu halkı görmeseydim bu tehlikeli görevi hiç bir surette kabul etmeyecektim; aynı Boyar, perona doğru ilerleyerek, haydi bu zavallılara bir şeyler söyleyin, diye tekrarladı. Peron üzerinde dişinden tırnağına silâhlı üç yeniçeri vardı. Duruşlarından kendilerini önemli kişiler sandık­larını anladım, ve artık bu maceraya bir son vermek için önce bu askerleri etkileyerek halkı şaşırtmaya ka­rar verdim. Sert bir sesle, burada ne yapıyorsunuz? diye sordum. İçlerinden biri, bu kâfirleri koruyoruz, de­di. Koruyor musunuz? Kime karşı? Hani nerede düş­manları? Padişah mı, yoksa Kırım Hanı mı düşmanla­rı? Eğer böyleyse siz âsi durumuna düşüyor ve bura­daki düzensizliğin sorumlusu oluyorsunuz, dedim. Si­zi cezalandıracağımdan kuşkunuz olmasın. Bu son söz­leri söylemiştim ki, yeniçeriler korkuyla ayana dikildi­ler ve merdivenleri çarçabuk indiler, Yeniçeriler üze­rinde elde ettiğim bu ilk başarı halkın birden sessizli­ğe gömülmesine sebep olmuştu. O zaman ortaya doğ­ru ilerledim ve tam sesimi yükseltip hitabet sanatımı ortaya koyacaktım ki, kalabalığı yaran bir sarhoş küs­tahça bağırmaya başladı: Açlıktan ölürken siz itaatten, sükûnetten bahsediyorsunuz; bize ekmek verin; halk da hiddetle, evet ekmek isteriz, diye bağırmaya başla­dı. Tasarladığım her şeyin yıkıldığını ve böylesine ihtiyatsızca attığım adımdan o kar yol olmadığım gö­rünce elimi cebime daldırdım, bir avuç dolusu çeşitli ülke parası çıkardım, hepsini kalabalığın üzerine doğru fırlatırken, alın, işte size ekmek, arkadaşlar evlerinize dönün orada istediğiniz kadar ekmek bulacaksınız diye haykırdım. Sahne bir anda değişti, herkes paraları kap­mak için üstüste yığılırken, sarhoş kalabalığın arasın­da kaybolmuş, bir yandan hayır duâlar işitilirken, diğer yandan ağır küfürler kulağa çarpıyordu. Bir an önce buradan ayrılma isteğim, beni buraya sürükleyen saçma gayretime eşdeğer olmuştu. Buna rağmen oradan ayrı­lışım gayet şanlı oldu, arabama yol açan halk durma­dan beni alkışlıyordu; ertesi gün herkes evine dönmüş­tü. Nutuklar attığım manastırın kapısında beni bekle­yen meslekdaşım ihtiyatsız hareketimin sonuçlarından az endişelenmiş değildi. Yeniden buluşmaktan mem­nun olarak ertesi gün yola koyulduk ve Boyar'ın temin ettiği yiyecekleri aramızda paylaştık. Boğdan'da hü­küm süren tedhiş havasından etkilenmiş olan köylerde geceleri nâdiren kapalı bir yer bulabiliyorduk. Eflâk da, Han ile buluşmaya giden ve aslında kendi ülkesini yağmalamaktan başka bir işe yaramıyan bazı Osmanlı birlikleri tarafından talan edilmişti. Bazı sipahiler ise Havra'nın yaşlı hahamına ve Ortodoks başpiskoposu­na da kötü muamele etmekten kaçınmamışlardı.

Nihayet bir hayli yorgunluktan ve perhizden sonra Kiçenov'a vardık; fakat kale kumandanı bize iyi bir ziyafet ve temiz yataklar vererek her şeyi unutturdu. Önümüzde artık elli kilometre kadar bir şey kalmıştı, sabahleyin erkenden hareket etmeyi tasarlıyordum, fa­kat sabah uyandığımızda bunun imkânsız olduğunu an­ladım. Bir gün önceki şiddetli soğuktan sonra yağan kar, önümüzde aşacağımız dağ yollarını arabalar için kullanılmaz bir duruma sokmuştu. Buna rağmen, Han ile buluşmamı geciktirmek için anlaşmış gibi görünen bütün aksiliklere boyun eğmek niyetinde değildim; an­cak daha az faal ve daha yorgun olan Kırımlı meslekdaşım yükleri muhafaza etmek üzere kalede kaldı. Bu sefer yolculuğuma bir kızakla başladm. Bu aracın sü­rati beni kısa zaman sonra Kavuşan ovalarına eriştir­di: orada beni yeni engeller bekliyordu. Yolda rastla­dığım bir arabayı biraz zor kullanarak sahibinden almasaydım erimiş olan karlar yoluma devam etmemi imkânsız kılacaktı. Kâtibimle bindiğimiz araba üzerinde yayan olarak yolu tamamlamadığınız için birbirimizi kutlarken arabanın bozulan tekerleklerinden biri biri is­ter istemez yayan yaptı. Han’ın huzuruna çıkmak için, gelmesi birkaç gün geciken meslekdaşımı bekleme­dim. Kavuşana vardığımı ona hemen haber vermişlerdi; o da tam yetkili elçisinin mütevazı halini görmek için önceden yola çıkmıştı. Boğdan üzerine anlattıkların o kadar ilgisini çekti ki, Bâb-ı âli‘yi bu felâketten haber­dâr ederek, durumu düzeltmek üzere bazı buyruklar verdi. Bu felâkete sebep olan olayların incelenmesi Kı­rım Giray'in Sadrâzam Mehmed Emin Paşa nezdinde benim düşüncelerimi aktarmasını sağladı. Saraya gir­meden önce basit işlerde çalışan bu Osmanlı Veziri, Nişancı rütbesinde bulunmuş, entrikaları sayesinde İmparatorluğun birinci makamına yükselmesini bilmiş­tir; aşırı derecede kendini beğenmiş olması, bu savaş sırasında sadrâzamlığa getirilmesini istemesiyle so­nuçlanmıştı; fakat bu konularda gösterdiği bilgisizliği, çok geçmeden, gayet berbat bir seçim yaptığını anlıyan Padişah’ı pişman ettirmişti. Sadrâzam olarak yap­tığı hatâlar Han'ın ileri görüşlü düşüncelerinden kur­tulmamış, Kırım Giray, Sadrâzam'ın beceriksizliğinden ve bilgisizliğinden doğacak sonuçlardan imparatorluğu esirgemek için çaba göstermiştir.

Ukrayna'ya yapılacak sefer İstanbul'da karara bağlandıktan sonra Kırım Beğlerinin kurultayında da kabul edildi ve eyaletlerden asker toplanması için sa­ğa sola buyruklar gönderildi. Her sekiz aileden üç atlı isteniyordu; böylece aynı anda saldırıya geçecek olan üç ordunun teşkil edileceği tasarlanıyordu; Nureddin'in 40.000 kişilik ordusu küçük Don üzerine gidecek, Kalgav'ın 60.000 kişilik ordusu Dniester'in sol yakası bo­yunca ilerleyecek ve Han'ın bizzat yönettiği 100.000 kişilik ordu da doğrudan Ukrayna'ya dalacaktı. Genel buluşma yerinin Tombaşar olarak tesbit edildiği bu büyük ordu içine özellikle Yedesan ve Bucak birlikleri alınmıştı.

Bana bütün, bu ayrıntıları anlatan Kırım Giray bu seferde onu izlemek isteyip istemediğimi sordu. Onun yanında Fransa imparatoru'nun temsilcisi olarak bu­lunmak şerefinin seçim hakkımı elimden aldığını be­lirttim. İlerde çok soğuk günler göreceğimizi, elbisemin bu soğuklara dayanamıyacağını bunun için Kırımlıla­rın kıyafetine bürünmemin daha iyi olacağını ve sekiz gün içinde hareket etmeyi tasarladığını anlattı. Hemen izin alarak yanından kalktım ve eşyalarımı hazırlamak üzere dışarı çıktım, orada beni bekleyen iki hizmetkâr, üzerime Laponya beyaz ayısının kürkünden yapılmış bir manto koydular; hemen geri dönerek Hana teşek­kür etmek istedim; gülümseyerek, size bir Kırım evi armağan ettim, bende de bir eşi var, dedi.

Aynı gün imrahor bana on Kafkas atı göndererek, soğuğa ve az yiyeceğe dayanıklı olmayan Arap atla­rımı bu sefer sırasında kullanmamamı tavsiye etti An­cak gönderilen atların zayıflığı bende pek güven uyan­dırmadı ve verilen tavsiyeye uyamıyacağımı sandım.

Kırım usûlü elbiselerim hazırlanırken, üç deve bul­dum ve ihtiyacım olacağını hesapladığım çadırları te­min ettim. Sökülüp takılmaları gayet kolay olan bu çadırlar hakkında bazı ayrıntılar vermek gerekir: genellik­le çadırlarda oturan Kırımlılar bu sanatı bir hayli ge­liştirmişlerdi. Bütün düşünceleri, onlar için birinci de­recede önemli olan bir eşya üzerinde toplanmıştı. En­dişesizlik gibi bir duyguya asla kendini kaptırmamış olan bir millet bütün çabalarını ve araştırmalarını vü­cudu geliştirecek, avcılık ve savaş kabiliyetlerini arttı­racak eğitimlerde yoğunlaştıracaktır. Kırım Türkleri dinlenmeyi eğlenirken tadarlar, rehavete kapılmadan oturmayı severler; ordugâhları tıpkı evlerine benzer.

Kolayca katlanıp açılabilen bir kafes, 4,5 ayak yüksekliğinde dairesel bir duvar meydana getirir; bir­birinden iki ayak kadar aralık duran bu kafesin iki ucu çadıra girişi sağlar; bu uçlardan birine bağlanmış olan yirmi kadar çubuğun üstünde bulunan kayış halkaya kafesin çıkıntıları tutturularak çatı görevi yaptırılır. Ka­fesin dış çevresine kukuleta şeklinde bir keçe geçiri­lir, kafesin içi de aynı cins keçe ile kaplıdır. Dıştan bir kolanla çadır sıkıca bağlanır, çadırın eteklerine ko­nacak birkaç kürek kar veya toprak rüzgârın içeri gir­mesini engeller, direksiz ve ipsiz olan bu çadırın daha sağlam durmasını sağlar. Çubukların tepede toplan­dığı yerde bulunan bir delik, içerde yakılan ateşin dumanının rahatça dışarı çıkmasını ve dışardaki hava durumu ne olursa olsun içerde rahatça ateş yakılma­sını sağlar.

Kırım Hanı'nın çadırı da bu şekilde yapılmış olup, içi, ateşin etrafında halka şeklinde altmış kişiyi ala­bilecek kadar büyüktür, içten kırmızı bir kumaşla kaplı olan Han çadırının zemininde dairesel bir halı ve bir­kaç yastık bulunur. Hükümdar’ın çadırının çevresinde kurulmuş olan ve subaylar ile hizmetkârlara ait olan on iki çadır 1,5 metre eninde keçe ile kaplıdır.

Artık sefere çıkmak için her şey hazırlanmıştı; Kicela'da Sultan Serasker'in başkanlığında toplanmış olan Basarabya ordusu hareket işaretini bekliyordu. 07 Ocak 1769 tarihinde Kırım Giray yanında sultanları, vezirleri, yüksek rütbeli subayları ve gönüllü Mirzaları ile Kavuşan'dan hareket etti. O gün Dniester nehri aşıldı. Bu maksatla nehir üzerinde, bir gün önce ağır­lıkların geçmesi için yapılmış olan sekiz büyük saldan faydalanıldı. Nitekim karşı kıyıya geçtiğimizde bütün çadırların kurulmuş olduğunu gördük. Han ilk olarak bana ait olan çadırların nerede kurulduğunu öğrenmek istedi; çadırlarımın onun çadırından uzak bir vere ku­rulmuş olduğunu görünce, bir dahaki sefere daha yakı­na kurulmasını buyurdu. Ayrıca Hükümdar sefer sıra­sında yiyecek temini ile uğraşmamamı ve her türlü ihtiyacımın kendisi tarafından karşılanacağını bildirmişti. 8 ocak günü Basarabya birliklerinin geçit tö­renini izledik.

Akşamleyin, Han'ın yakını olan birkaç sultanla onun çadırında bulunurken Vezir içeri girerek Kafkas Türklerinden bir Prens'in geldiğini haber verdi. Prens bir elçi gibi davranarak Kırım Giray'a saygılarını sun­du ve yardım olmak üzere 30.000 kişilik bir kuvvet getirdiğini ilâve etti. Kısa fakat soylu bir nutuk ile gö­revini açıkladı; Kırım Giray sunulan saygıyı büyük bir memnuniyetle kabul ettikten sonra, karşısındaki gene­ralin gururunu kırmadan yolladıkları yardımı kabul etmiyeceğini anlattı. Bunun üzerine elçi ısrar etti ve so­nunda sefere katılma iznini kopardı. Tören bittikten sonra bu Prens'e lâyık olduğu şekilde davranmak isteyen Kırım Giray onu yemeğe alakoydu.

Elçisini böyle soylu bir kimseden seçen Kafkas Türkleri hakkındaki kanılarımız olumlu yönde gelişti Uzun boylu mütenasip vücutlu, soylu çehreli Kafkas Türklerinin yüzünde askerî bir hava vardı. Silâhlarının Avrupa silâhlarını aratmayacak kadar iyi işlenmiş olduğunu ilerde görecektim.

Çok kar yağmasına rağmen soğuklar Dniester’i donduramamıştı, ama çok geçmeden bastıran daha şiddetli soğuklar kıyıda bekleyen Kırım ordusuna geçit verecek şekilde nehri dondurdu. Biz de Tombaşar civa­rında ordugâh kurarak diğer ordunun gelmesini bek­liyorduk. Genellikle yeni fikirler süren ve düşüncesini en etkileyici şekilde ortaya atan Kırım Giray ile gece­lerimi paylaşıyordum. Çevresindekilerin ona temin edemiyecekleri felsefî bir sohbete devamlı ihtiyacı var­dı. Görüşmelerimiz, sık sık onu rahatsız eden sinir il­letine de ilâç gibi etki ediyordu. Bilhassa çeşitli mil­letleri egemenliği altına almış olan boş inançlardan bahsetmekten hoşlanıyor, boş inançların kaynağını bu­lup çıkarmaktan zevk duyuyor, insanlığın işlediği hatâları ve hattâ günahları bunlara bağlıyordu. Bu Hükümdar’ın zekâsını ve meziyetlerini takdir etmek zorundayım: ik­limlerin etkisinden, hürriyetin aşırılığından ve fayda­larından, şeref ilkelerinden, Montesauieu’ye yaraşacak kadar devlet yönetimini ilgilendiren yasalardan ve ilke­lerden bahsettiğini sık sık duymuşumdur.

Birliklerin büyük bir kısmı toplanmıştı; ordunun Balta'da kalacağı sıralarda iaşe temini meselesi Han'ın oraya hareket etmesini gerektirdi. Lehistan sınırı yakı­nındaki ve ilk çatışmaların cereyan ettiği yer olan Balta şehri korkunç bir tahribin izlerini taşıyordu. Bâb-ı âli tarafından bize yardımcı olarak verilen on bin sipahi önceden Baltaya gelmiş, sadece şehri yağmalamakla kalmamış civar köyleri de ateşe vermişti. Kırım Giray boylesine disiplinsiz ve kötü birlikleri kumandası al­tında görmekten üzülüyor, onların cesaretlerinden kuş­ku duyuyor. Padişah'ın onlar hakkında iyi düşüncele­rine saygı gösterdiği için pek sesini çıkartmıyordu. Uzun bir barışın rahatına ve hareketsizliğine alışmış olan bu sipahi birliği, soğuğa dayanacak elbisele­re sahip olmadığından aslında gerçek bir destek ol­maktan çok uzaktı. Kırım Han'ı bunların cesaretlerin­den olduğu kadar bağlı oldukları din ilkelerinden do kuşku duyuyordu. Nitekim bu Tımarlı Arnavutların Kur'an'a mı, yoksa İncile mi bağlı olduklarını kimse bilmezdi. Bir gece Kırımlı elbiselerim içinde Han'ın ya­nından evime dönerken, Balta meydanında arkamda gelen iki sipahinin konuşmalarına tanık oldum: ikiside Rumca konuşuyorlar, hallerinden şikâyet ederek, ilk fırsatta ayaklanmak üzere kutsal Haç üzerine yemin ediyorlardı. Bu garip durumu anlamak arzusuyla adım­larımı yavaşlattım, yetişmelerini bekledim ve İslâm se­lâmını verdim, onlarda gayet sofu bir şekilde karşılık verdiler: sonra onlara Rumca hitap ederek elvedâ kar­deşler, ne siz ne ben Türk değiliz dedim. Bu elvedâ bizleri hemen ayıracak nitelikde değildi. Benimle ta­nışmaktan memnun olduklarını söyleyerek bir Hıris­tiyan'ın nasıl olup da Kırımlı olabileceğini merak et­tiklerini söylediler; ancak kendimi tanıtmaya niyetim olmadığım için bir hikâye uydurdum. Onlar da bana Tı­mar sahibi olabilmek için Müslüman olduklarını açık­ladılar: benim öğrenmek istediğim de buydu.

Bütün ordu toplanmıştı; soluklar o kadar şiddetini arttırmıştı ki Kırımlıların Ukranya'ya girmeleri için önlerinde hiç bir engel kalmamıştı. Kalnay'ın ordusu­nun Sarmatların ülkesine girdiği, Nureddîn'inkinin ise yürüyüş hâlinde olduğuna dair haberler geldi. Yeni ha­berlere göre saldırı tasarısını düzelten Kırım Giray Balta'dan hareket ederek Olmar civarında karargâh kurdu. Kırım’a ait olan bu kasaba da sipahiler tarafın­dan yağmalanmış ve yakılmıştı; hatta Han’ın gözleri önünde yağmalamaya devam ettiler Bu aşırılıklardan sonra, bütün Kırım ordusunun atları karların altında ot bulup yemeğe çalışırken. Han'dan gelip atları için yu­laf istemek küstahlığında bulundular. Han'ın nefretini en şiddetli şekilde göstermesi bile onların tavırlarını değiştirtmedi; fakat Han onları tehdit etmekten kaçındı ve az zaman sonra soğuğun ve sefaletin bunları dize ge­tireceğine dair olan ümitlerini canlandırdı.

Şimdiye kadar hep Han'ın sofrasından yediğim ve yiyeceklerin daima taze olduğunu gördüğüm için sefer sırasında ne gibi şeyler yeneceği hakkında fikir edinememiştim: ancak Olmar karargâhında yiyecek bakımından yoklukla karşılaşınca askerî yemeğin nasıl olduğunu öğrenmek fırsatı buldum, içimde kuşku ol­maksızın fakat iştahla yemeği bekliyordum ki aşçı ça­vuşları gelip sefer sofrası kurdular; bu sofra at derisin­den olup altmış cm. çapında idi; sofrayla birlikte ge­len iki torbadan leziz peksimetler ve füme at eti çıktı; bunların lezzeti hakkında ileri sürdüğümüz övgüler tü­kenmek bilmedi. Onlardan sonra sofraya getirilen hav­yar ve kuru üzüm ziyafeti tamamladı. Han gülümseye­rek. Kırım mutfağını nasıl buldunuz! diye sordu. Düş­manlarınız için dehşet verici bir şey diye cevap ver­dim. Alçak sesle bir şeyler söylediği hizmetkârı bir müddet sonra altın bir tasla geri döndü ve bana ikram etti: şimdi içkimden de tadınız, dedi Kırım Giray. Bu nefis Macar şarabından başka bir şey değildi.

Daha sonraki günlerde ordu Bun nehrine doğru ilerledi, buzlarla kaplı nehri aştıktan sonra Zapof boz­kırlarında ilk ordugâhımızı kurduk. Daha önce bana verilen öğüde kulak asmayarak yanıma aldığım Arap atlarımdan biri iklimin sertliğine dayanamıyarak neh­ri geçerken öldü. Birkaç Nogay yanıma yaklaşıp bu atı benden istedikleri vakit hayvan daha nefes alıyor­du. Ölü bir hayvanı ne yapacaksınız? diye sordum. Ba­kın henüz can vermiş değil, onu bize teslim ederseniz bu beyaz atın nefis etinden istifade etmiş oluruz, diye içlerinden biri cevapladı.

Bu arada soğuklar o kadar şiddetini arttırmış ve katettiğimiz bozkırlar o şekilde kavrulmuşu ki, atlara verecek ot bulunamıyordu, Ukrayna'nın ırmaklarından birinin yanına vardığımızda, sazlarla kaplı kıyısında karargâh kurmaya karar verildi. Sazlardan ısınmak ve atlara yedirmek üzere faydalanacaktık; fakat sadece Lehistan kasabalarında savaşacağını sanmış olan Osmanlı sipahileri yanlarında çadır ve yiyecek almadıklarından hem soğuktan, hem de açlıktan mahvolmuşlar­dı; yakılan ateşe ihtiyatsızca yaklaşarak ısınmaya ça­lışırlarken içlerinden bir çoğu yaralandı; haydutlukla­rı yüzünden doğmuş olan nefret yavaş yavaş yerini acımaya bıraktı. Bu zavallıların yiyecek bulmak için her çadırın kapısında dilendiklerini öğrenen Han, her Mirza'nın kendi paylarına düşe peksimetten onlara da­ğıtmalarını buyurdu.

Toparlanan ordu savaş düzeninde ilerlerken yolda rastladığımız küçük bir tepe, Kırım Giray'da birlik­lerini gözlerinin önünde görme fikrini uyandırdı. Du­rulmasını buyurdu; onunla birlikte tepeye çıktığımda Kırımlıların boz renkli elkiseleri ile beyaz kar üzerinde zorlukla seçildiklerini farkettim. Farklı sancakları ile çeşitli eyaletlerin birliklerini ayırdetmek mümkün olu­yordu, bu arada herhangi bir belirli buyruk olmadan bu ordunun yirmi sıra hâlinde gayet düzgün bir şekilde sıralanmış olduğunu gördüm. Her Sultan Serasker kur­may heyetiyle birlikte alayının önünde bulunuyordu. Ordunun bütününden daha ilerde ve ortada bulunan Hü­kümdar ve kalabalık maiyeti hem göze hoş görünen, hem de tam anlamıyla askerî bir havaya sahipti. Her biri 40 atlıdan meydana gelmiş iki sıra hâlinde yürü­yen 40 bölük, her iki tarafında 20 sancak bulunan b:r cadde görünümü veriyordu. On iki boş at ve kapalı bir kızakla beraber ilerleyen Baş İmrahor, Han'ın ar­kasında gelen atlıların hemen önündeydi. Yanında iki yeşil tuğla Peygamberin sancağı ve hemen onun arka­sında Han'ın muhafız kıtasına dahil edilmiş olan İnat Kazaklarının sancakları Han'ın maiyetinin son grubu idi.

Sahip olduğu hakları ve adı, Rusya'dan göç etme­sine sebep olan şartlarda yatan bu aşiret Kuban böl­gesinde yaşıyordu. Hürriyetinden ziyade sakalını dü­şünen ignace adında bir Kazak, Deli Petro'nun maka­sından kurtulabilmek için aşireti ile birlikte Han'ın ya­nına sığınmıştı. Kırımlılar ignace ile İnat kelimeleri arasında öyle bir ilişki bulmuşlardır ki, ikinci kelime bu Kazakların göç sebeplerini de açıklamış olduğundan dilde yerleşmiştir. Ancak bu Kazaklar Hıristiyanlığın safiyetini muhafaza etmekte o kadar titiz davranmamışlardır; buna rağmen sancaklarında Hıristiyanlık işa­reti bulundurma ve domuz eti yeme imtiyazını koru­muşlardır. İnat atlılarının torbalarında bol bol domuz eti vardı. Osmanlılar Peygamberin sancağına refakat edenlerin bu durumunu görmüş olacaklar ki durmadan şikâyet ediyorlardı; hattâ, Kırımlıların gayet olağan buldukları bu olay karşısında, bazı sofu Müslümanların sanki kutsal şeylere bir hakaret varmış gibi, dişlerinin arasından küfür ettiklerini işittim.

Ordunun geri kalan kısmında öyle dikkati çekecek bir şey görülmüyordu. Her Nogay'ın eyerinin yanında­ki torbada bulunan dört, beş kilo kadar topak hâline getirilmiş kavrulmuş darı unu ordunun en az elli gün­lük yiyecek ihtiyacını garantiliyordu. Yalnız ölmek üzere olan atların Nogaylara verilmesine izin çıkarıl­mıştı. Başkasına muhtaç olmadan atlardan faydalan­mak isteği her Kırımlının yanına en az üç, dört at al­masına sebeb olmuştu; şu anda 300.000 den fazla at vardı.

Kırım Giray ordusunun bu görünüşünden gayet memnun kalmıştı; yanındaki sultanlara ve vezirlere dönerek, ordu içinde en yiğit olanı ayırd edip etmedik­lerini sordu. Maiyetin sessizliği cevabın niteliğim belirtiyordu. Kırım Giray onlara hitap ederek, bu, ne siz, ne benim dedi; savaşa silâhsız katılan "Tott’u görüyor musunuz; yanında bir bıçak bile yok? Bu şakadan son­ra geçit töreni sona erdi ve ordu nehrin kaynağına doğru ilerlemeye başladı. Tasarladığımız yere çok geç vardık; sazlarla kaplı gayet geniş bir açıklığın ortasın­da karargâhımızı kurduk.

Birkaç günden beri Kırım Giray başparmağındaki bir ağrıdan şikâyet ediyordu; parmakta meydana gelen bir iltihap ateş de yapmıştı; ordugâhta hiç cerrah yok­tu. Hemen müdahele etmek zorunda kaldım; gerektiği takdirde kullanmak üzere yanımda taşıdığım neşter takımı güvenini sağlamasına yetti. İltihabı deşince acı­ları dindi, ateşi düştü ve yara birkaç gün içinde ka­buk bağladı.

Zaporov bozkırlarına girdiğimizden beri Han'ın çadırından ayrılmıyor, gece yarısına kadar onunla baş başa sohbet ediyordum. Gece yarısından sonra kürkü­ne sarılarak yastıklardan birine yaslanıyor, hizmetkârlar durmadan ateşi tazelerleyken bana da aynı şekilde dinlenmemi tavsiye ediyordu. Bu hükümdar geceleri üç saat uyumaya alışmıştı, kahve hazırlanırken beş dakika daha fazla uyuma imtiyazına sahiptim. Sonun­da uyanarak, hiç yerimizi değiştirmeden bir gün önce kaldığımız yerden devam ediyorduk.

Han'ın çadırının buz üstünde kurulduğu bilini­yordu fakat gün doğarken ve bütün ordunun harekete hazırladığı sırada ordugâhın tamamının buz tutmuş bir göl üzerinde kurulduğunu ve su almak için açılmış bir sürü deliğin buzu zayıflattığı farkedildi. En son sökül­meyen çadır Han’ın çadırı ‘idi, tam bu sırada emrime verilmiş bir Leh askeri bir çılgın gibi çadıra girdi, ate­şin başına koştu ve elbiselerini çıkarmaya başladı: hemen adamın yanına gittim, dışarı çıkartmak için onu Han'ın vereceği cezayla tahdit etmek istedim; hiç bir şey onu etkilemedi, bana kendisini serbest bırakmam anlamında bir işaret yaptı. Çizmelerini de çıkartmıştı ki, elbiselerinin çatırdamasından Kırım Giray zavallı adamın suya düşmüş olduğunu anladı. İyimserlikle, bu zavallıdan daha ne istiyorsunuz? dedi; ölmek üzere olan insan bağımsız değil midir? Kendisine yardım edecek şerden başka bir şey tanımaz, krallar onun için bir hiçtir; bırakalım istediği gibi davransın. Be­raberce dışarı çıktık, adamlarıma emrederek askere yardımcı olmalarını istedim.

Daima kuzeye doğru ilerleyen ordu, geçtiği yer­ler pek bilinmeyen ingul nehrine yaklaşmaya çalışı­yordu. Elli kilometrelik zorlu bir yürüyüşten sonra ni­hayet bir nehrin kıyısında ordugâh kurmak imkânına kavuştuk. Terkedilmiş evler ve çevresindeki saman yı­ğınları çok makbule geçti.

Artık Ukrayna topraklarına girmiş olduğumuzdan, sefer için gerekli birlikleri tesbit etmek amacıyla bir savaş divanı toplandı. Divan toplantı hâlinde iken çı­kagelen bir ulak ve gözcüler tarafından tutuklanmış bazı esirler, sağ tarafımızda Kalgay Sultan'ın sıkıştır­dığı Zaporov Kazaklarının bu Sultan'a tarafsız kalacak­larına dair söz verdikten sonra Rus hükümetinin or­dularının her türlü yardım isteğini geri çevirdiklerini belirttiler. Tutsaklar ayrıca solumuzda kalan kalede güçlü bir garnizonun yerleşmiş olduğunu da ilâve etti­ler. Bu ayrıntılar Han ve kumandanlarını içinde bulun­dukları durum bakımından iyice aydınlatmış oldu. Gö­nüllülerden meydana gelmiş ordunun üçte birinin bir Sultan ve Mirzalar kumandasında bu gece yarısından sonra nehri aşması, bir sürü kola ayrılarak Ukrayna köylerini yakması, harmanlanmış ekinleri yağmalama­sı, insanları ve hayvanları kaldırması hakkında karar alındı. Bu akın için kullanılacak her askerin esas or­duda iki ortağı bulunacaktı. Böylece herkes ganimetten faydalanacak, paylaşma esnasında tartışma olma­yacak, kişisel çıkarlar, genel çıkarla kaynaşmış ola­cağından gönüllü gidecek olan asker iyi bir seçime tâ­bi tutulmuş olacaktı. Gönüllü birliğine, ordunun geri kalan kısmının ertesi gün ingul'u aşacağı, yavaş adımla Lehistan sınırına doğru ilerleyeceği, Sainte-Elisabeth kalesini sıkıştırarak onları koruyacağı bildirilmişti. Tahrip etmekte gösterdikleri maharet iyi bir yağma ola­cağını müjdelediği için Sipahilere de akıncılar arasına katılmaları teklif edilmişti; ancak soğuktan canları o kadar bezmişti ki hiç biri yürümek dahi istemiyordu. Fakat Serdengeçti denen esas Türklerden meydana gelmiş birlikler Kırım akıncılarını izlediler.

Sultan’ın buyruğundaki birlik hareket etti; bir gün öncesine nazaran daha yumuşak olan soğuk geceleyin öylesine şiddetini azaltmıştı ki buzların çözüleceğinden korkuldu. Sular, nehri örten buzun üstüne çıkmaya baş­ladığından nehri aşmak için hareketimizi öne almamız gerekti. Az zaman sonra bütün ordu hazırdı. Verilen buyrukla nehir boyunca uzanan ordu sarsıldı, böyle seferlere alışmış olan Kırım Türkleri birbirlerinden be­lirli bir mesafe açılarak ve atlarını tırısta sürerek nehri aştılar; fakat duydukları endişeden ağır yürüyen ve ça­tırdayan buzun sesinden ürkerek duran pek çok sipahi gözlerimizin önünde nehrin içine gömüldü. Karşı kıyı­ya geçince durarak birliklerin toparlanmaları için bi­raz fırsat hazırladık. Oğluna götüreceği hazînenin ağırlığı ile buzu kırıp nehirde boğulan bir sipahinin hâ­zinesini çıkarmak için bir İnat Kazağı iki altına anlaş­mıştı. Buzun kırılan yerinden dalan İnat Kazağı uzun müddet su altında kalmış, hayatından endişe edileceği sırada elinde hazine ile d:şarı çıkmıştı; bundan cesa­ret alan sipahiler ölen arkadaşlarının gümüş kabzalı tabancalarını da çıkarmasını istemişler, yine dalan Ka­zak bu isteklerini de yerine getirmiş fazla bir ücret talep etmeden altınlarını almış, elbiselerini giyerek bir­liğine yetişmiştir.

Tasarlanan planın uygulanması maksadıyla ordu, akıncılar tarafından kar üzerinde açılmış izlere kadar ilerledi. Bu izleri takip ederek akıcıların kaz ayağı bi­çiminde yediye ayrıldığı yere kadar geldik, daima sol tarafı izleyerek, yolda gördüğümüz diğer izleri bozma­maya dikkat ederek ilerlemeye devam ettik. Giderek yağmurlu olmaya başlayan hava orduyu Acamka civa­rında konaklamaya mecbur etti. Önce bizleri endişe­lendiren karın çözülmesi sonunda öylesine şiddetli soğuklar bastırdı ki çadırları toplamakta bir hayli zor­luk çektik. Şiddetle esen rüzgârla yüze çarpan ince bir dolu cildi kesiyor, burun deliklerinden kan çıkartıyor, nefesten çıkan buharın bıyıklarda buzlaşması sonunda aşağı doğru çekilen kıllar acı veriyordu. Daha önceki günlerde hastalanmış veya yaralanmış olan sipahiler­den pek çoğu o gün tamamen yok oldular: Kırımlılar bile acı çekiyorlardı, ama içlerinden bir teki bile şikâ­yet etmeye cesaret edemiyordu. Hafif bir rahatsızlık geçirmekte olduğundan yolu kapalı bir arabada aşmak­ta olan Kırım Giray bana Papa hakkında sorular sora­rak neşelenmeye çalışıyor, kendi durumu ile Papa'nınkini karşılaştırıyor, onun yerinde olmadığı için hayıf­lanıyordu. Bu fırsattan yararlanarak şiddetli soğuğun ordusunda yarattığı büyük sıkıntıyı ve uzun bir yürü­yüşün getireceği tehlikeleri açıklamaya çalıştım. Ha­vayı yumuşatamam ama soğuğun şiddetine dayanma­ları için onlara cesaret ilham edebilirim, dedi. Hemen bir at istetti, Doğu Hükümdarlarının kullanması gelenekten olmayan yünden bir şalı başına sardı, soğuğa meydan okurcasına ilerledi: böylece başta kendisi ör­nek olarak diğer Sultanların ve Mirzaların da şalla ör­tünmelerini sağladı. Bu kudret gösterisi şikâyetlerin önüne geçti ama felâketler tablosunu gözler önüne ser­di Nitekim aramızdan her an insan ve at eksiliyordu. Ovalarda tamamen donmuş sürülerden başka bir şeye rastlamıyorduk; bir de Ukrayna'nın yandığını gösteren dumanlar dehşet tablosunu tamamlıyordu. [77]

Çalılık bir âraziye girdikten ve bir miktar ota rast­ladıktan sonra Han ordunun durmasını buyurdu. Çadı­rım büyük bir saman yığınının yanına diktirdi; herkese pay edilen saman, gayet bol olmasına karşılık kısa zamanda tükendi. Yağma arzusunun şiddetini ve dü­zenin korunması için sağlanan sert disiplini bir arada gözler önüne seren bu manzara bizi bir hayli meşgul etti. Akını düzenleyen Sultan'dan gelen bir ulak bize yeni haberler ulaştırdı. Yazdığına göre, büyük bir kö­yün bin iki yüz kişi tutan sakinleri bir manastıra kapan­mışlar, bütün tekliflere rağmen direnmekte devam edince Sultan'ı ucu kükürtlü paçavra sarılmış ve tu­tuşturulmuş oklar atmaya mecbur etmişlerdi; sırf kor­kutmaktan başka maksadı olmayan bu hareket sonun­da ne yazık ki alev kısa zamanda binayı sarmış içerdekilerin hepsi yanarak kül olmuşlardı.

Kırım Giray'da Sultan'ı gibi yancgının fecî sonu­cuna üzülmemezlik edemedi; akına katılan Osmanlı sipahilerinin ellerine geçirdikleri tutsakların kafalarını vurmaları da onu çok sinirlendiriyordu[78]. Önüme bir cellât gibi çıkan her Kırımlıyı hemen asarım, diye söy­lendi.

Durmadan yeni ganimetler ve değişik haberlerle gelen Kırım atlıları yüzünden sabahın üçüne kadar uyanık kaldık. Bu durumda Han'ın çadırına girmeyi en­gellemek söz konusu olamıyacağı için kendi çadırıma çekilerek dinlenmek istedim. Rusin ile Coustillier çadı­rım içinde yarı donmuş bir şekilde açlıktan kıvranı­yorlardı. Onlarla paylaşmak zorunda olduğum yatak sertleşmiş kardan başka bir şey değildi, kürküme sa­rınarak yanlarına yattım ve uykuya daldım; neden sonra Han'ın hizmetkârlarından biri çadırın kapısını açtı, efendisinin bir armağan yolladığını söyledi ve elindeki paketi Rusin'in yanına bıraktı. Açlığın daha uyanık tuttuğu Coustillier armağanın yenecek bir şey olmadığı hakkında kuşku bile duymuyordu: fakat pa­keti incelemek için uzakta olduğundan arkadaşına rica ederek paketi açmasını istedi; soğuk yüzünden yerin­den kımıldamak istemeyen Rusin uzun zaman direndi fakat sonunda ricalara dayanamıyarak, başını kürkün­den çıkartmadan elini uzattı, kıllı bir şey yakaladı, elindekini çadırın tavanına asılı kandilin zayıf ışığına doğru tuttu ve Coustillier'in iştahı kabarmış gözleri önüne kesik bir insan başından başka bir şey göstere­medi. Bu korkunç armağandan fecî şekilde etkilenen dostumuz Rusin yıldırım gibi ayana fırladı elindeki kelleyi çadırdan dışarı fırlattı; her ikisi de soğuğa, aç­lığa ve Kırımlıların şakalarına küfür ediyorlardı.

Ertesi gün soğuk daha da şiddetlenmişti; eldiven­lerimin tavşan kürkünden dublesi olmasına rağmen, ata bininceye kadar soğuğu bütün keskinliği ile hissettim: kan dolaşımını sağlamak için bir hayli uğraşmak zorunda kaldım. Sağımızdaki ufukta yükselen duman­lar ile solumuzda yer alan Sainte-Elizabeth kalesinin gölgeleri yolumuzun doğruluğu hakkında hiç b:r kuş­kuya yer vermiyordu, ilerde dikili bir takım şekillere doğru ilerlemeye devam ettik, bir müddet sonra bun­ların işaret fişeği hazırlıkları olduğunu anladık. Sekiz katlı üçgen iskelelerin içine saman ve çalı çırpı doldu­rulmuştu; kuşkusuz Kırım ordusunun ilk görünüşünde yakılmaya hazırlanmıştı, halbuki tam tersine bunlar Kırım ordusunu Acamka'ya götüren yol işaretleri gö­revi yapmıştı. Sainte-Elizabeth kalesinin yakınında ol­ması dolayısıyla yağmadan kurtulan bu kasaba halkı varını yoğunu alarak kaleye sığınmıştı.

Ordu o kadar kötü bir durumda idi ki kaleden bir çıkış hareketi yapılmasından ciddî şekilde endişe du­yuluyordu: nitekim gece yarısı kaleden çıkacak iki üç bin kişilik bir kuvvet sadece bizi doğramak zahmetine katılacaktı. Artık yol yorgunluğu çekemiyecek bir du­ruma gelen orduyu daha fazla yürütmenin imkânsızlığı bu tehlikeyi daha muhtemel yapıyordu. Bu sonucu gö­ren Kırım Giray Sultanlara ve Mirzalara buyruk vere­rek 300 atlının kaleye saldırmasını, böylelikle onları savunmaya mecbur etmesini istedi. Maddî yorgunluk­larının üstesinden gelmesini bilen bu seçme birlik, kalenin iyice yakınına sokularak bir sürü tutsak aldı; neticede bu askerî hile o şekilde başarıya ulaştı ki, bü­tün ordu olduğu yerde kalarak, yaralarını sardı, ihtiyaç­larını giderdi. Aynı adlı küçük bir ırmağın yanında kurulmuş olan sekiz dokuz yüz ocaklı Acamka kasabası her türlü ürünün yetiştiği, toprağın son derece verimli olduğu bir yerde kurulmuştu. Bu arada gereksiz yere çıkacak bir yangını önlemek maksadıyla askerlerin evlere girmesine engel olundu. Sadece orduya gerekli yakacak ve yiyeceğin alınmasına izin verildi. Han bile çadırında geceliyerek askerlerine örnek oldu. Ertesi gün de süren dinlenme, eksiklerin giderilmesi ve sü­rüler ve tutsaklarla dönen akıncı birliklerin orduya ka­tılmasını beklemek bütün orduya neşe verdi.

Her Kırım birliğinin ve ordusunun ayrı bir toplan­ma kelimesi olduğunu farkettim. Aksaray kelimesi Han'ın çadırını kastediyordu; bu çarenin faydasını an­lamak ne kadar kolaysa, Kırımlıların sahip oldukları şeyleri muhafaza etmek maksadıyla gösterdikleri dikkat, sabır ve çeviklik asıl kayda değer bir olaydır. Bir kişinin eli altında olan her yaştan beş altı tutsak, alt­mış koyun ve yirmi sığır hiç bir şekilde bir endişe kay­nağı olmuyordu. Eyere asılmış bir torba içinde başla­rı dışarda kalan çocuklar, eyerin önünde genç kız, atın terkisinde anne yedek atlardan biri üstünde baba, di­ğerinde oğul, koyun ve sığırlar önde ağır ağır ilerlerken bütün bu sürünün sahibi Kırımlının gözünden hiç bir şey kaçmıyordu. Sürüyü toplamak, sürmek, ihtiyaçlarını karşılamak, hattâ tutsakların rahatı uğruna yayan git­meyi göze almak; onun için hiç bir şeyin önemi yok­tur, ve eğer bu manzaranın sebebi para hırsı ve hak­sızlık olmasaydı gerçekten görülmeye değer olacaktı. Han ile birlikte dışarı çıkarak bu manzarayı seyre ko­yulduk; çadırı etrafında nöbet tutan birliğin subayla­rından biri yanımıza gelerek Nogaylardan birinin şikâ­yeti olduğunu belirtti. Kırım Giray Nonay'ı dinleyece­ğini söyleyince subay, arkasında Nogay ile yeniden ya­nımıza geldi; kürklerimizin benzer olmasından hangi­mize hitap edeceğini şaşıran Nogay sonunda beni ter­cih eder gibi oldu. Tam geri çekilip Nogay'ın şaşkın­lığına son verecek iken Nogay'ın hatâsını düzeltmek isteyen subaya bir el işareti ile engel olan Han arkasını dönerek meydanı bana bıraktı. Nogay'ın bir atı kaybo­lunca o da karşılık hakkını kullandığını tam bilemeden bir başkasından bir at çalmıştı. Yavaşça Han'a, ne ce­vap vereyim? diye sordum. Gülümseyerek nasıl size uygun gelirse öyle cevaplayın, dedi. Hemen çalınan atın iade edilmesini istedim, sonra Nogay'ı ve subayı huzurumdan çıkarıyordum ki kulağıma eğilen Han fa­lakayı unutmamamı söyledi. Ben de hemen Nogay'a döndüm, hak ettiğin sopayı da bağışlıyorum, dedim. Buyruğumu aynen yerine getirmesi için subaya yapılan bir işaret Han'ın davranışımdan alınmadığını kanıtlı­yordu.

Acamka halkını getirtmek maksadıyla ayrılacağı­mız zaman bütün buğday ve ot yığınlarına ateş ve­rildi; ürünlerini ve evlerini alevlerden kurtarmaya ça­lışan halk ister istemez kendisini düşmanının kolları­na attı, Acamka'yı yakma buyruğu o kadar kısa zaman­da uygulandı ki, saman damlı evleri bir anda saran ateş yüzünden biz bile zorlukla çıkabildik. Kül ve eri­yen karların buharı ile kaplanan hava bir müddet güne­şin önünü kapattıysa da çok geçmeden gri bir tabaka hâlinde karı örttü. Aynı şekilde yakılan yüz elli kasaba dumanları Lehistan sınırından 45 kilometre öteye ka­dar varmıştı. Ordu uzun müddet dumanların meyda­na getirdiği loşluk içinde yoluna devam etti, birkaç saat sonra ganimetlerinin yüzde onunu Han'a vermek­ten kaçınan Yedesan Nogaylarının bir kısmının firar ettiklerini anladık. Bütün tehlikeleri göze alarak bozkı­ra kaçmışlardı.

Lehistan Ukrayna'sı sınırına doğru giden yol Or­du'yu Krasnikov'a eriştirdi. Bataklıklı bir sel yatağının yanında kurulmuş olan bu kasaba halkı bir avuç as­kerle sahra istihkâmına benzeyen bir yere çekilmişler direnme göstermeye yeltenmişlerdi; ancak alevlerin yaklaşmasından çekinerek civardaki ormana kaçmışlar oradada ateş etmeye devam etmişlerdi. Onları orman­dan çıkarmak isteyen Kırım Giray sipahilerden geri kalanları saldırıya geçmesini buyurmuştu. Ancak Acamka'daki dinlenme ve soğukların dinmesiyle ye­niden küstahlıklarını kazanmış olan bu kahramanlar daha ilk tüfek atılışında dağıldılar. Arkamızda duran inat Kazakları Han'dan saldırmak için izin istediler. Kendilerine izin verilince hemen yere indiler, ormana girerek direnenlerden kırkını öldürdüler, kaçmayı beccremiyenleri de tutsak olarak geri getirdiler. Kazakla­ra sekiz, dokuz kişiye ve Han'ın çevresindeki Kırımlı­lara da birkaç yaralıya mal olan bu olaylar sırasında Kırım Giray Osmanlı sipahilerinin korkaklığından bah­sederek bunların Osmanlı İmparatorluğumu felâkete götürdüklerini öne sürüyordu. Zihni bu düşüncelerle meşgûlken birden ormandan, elinde kesik bir başla çı­kan Emir soyundan bir sipahi göründü. Emir, elindeki kelleyi Han'ın önüne atarak bütün düşmanlarının da aynı akıbete uğramasını diledi. Fakat Kırım Giray bu kesik başın kendi inat Kazaklarından birine ait olduğu­nu farketti. Emire dönerek, bu adamı nasıl öldürdün? Ölüsünden korkarsın, canlısı ise seni çiğ çiğ yer; beni aldatmak için bir başkasının yardımı olmasa bunun başını bile kesemezdin, dedi. Şaşıran sipahi bu adamın düşman olduğunu, onu kendisinin öldürdüğünü ileri sürdü. Bunun üzerine silâhlarının gözden geçirilmesini isteyen Han'ın buyruğu yerine getirilince, bu silâhların uzun zamandır kullanılmamış olduğu ortaya ç:ktı. Büs­bütün hiddetlenen Han, bu sahte kahramanı gözümün önünden alın diye haykırdı; efendisinin hiddetini azal­tarak, hiç olmazsa zavallıyı ölümden kurtarmak isteyen subaylardan biri kırbacı ile hafifçe sipahiye vurdu. Ancak Türkiye'de sahip olduğu imtiyazlara burada da sahip olduğunu sanan Emir, şahsına yapılan hareketin ödetilmesi için bağırıp çağırmaya başladı. Artık Han'ın hiddetinin önüne kimse geçemezdi; bu alçak herifin başındaki yeşil sarığı kırbaç darbeleriyle parçalayınız, diye buyurdu. Hiç bir özür kabul edemiyecek bir sert­likte söylenen bu buyruk, ölümden daha beter şiddetle uygulandı. Bu ceza, Kırımlılarla akının zahmetini pay­laşmak istemeyen ama onların yolunu gözleyip, elle­rindeki tutsakları ve ganimetleri zorla almaya kalkışan diğer sipahileri de sindirdi.

Han, ertesi sabah bizden yedi kilometre ötede or­manın arkasında kalan küçük Sibilof şehrine saldırmaya karar vermişti; ancak tutsakların verdiği bilgilere dayanarak şehri koruyan garnizonun oldukça güçlü ol­duğunu ve onu sindirmek için topçu kuvvetine gerek olduğunu anlayınca kendisi ordusunun başında Lehis­tan’ın sınır şehri Burky'e yönelirken Sibilof’a birkaç bin gönüllü göndermekle yetindi. Yol boyunca sürekli olarak duyduğumuz Sibilof'un top ateşi akına gönderi­len küçük Kırım birliğinin civar kasabaları yakmasına ve önemli sayıda tutsak almasına engel olamamıştı, Yolumuz üzerinde olan bütün kasabalar da aynı kaderi paylaştılar; köylerin insanlarını tutsak etmeyi Lehistan sınırına dikkat etmekten daha fazla itina gösteren Kı­rım birlikleri aşılmaması gereken topraklara da girmiş­lerdi. Ukrayna halkı ile Lehistan Ukraynası halkını birbirlerine karıştırdıklarını iddia ederek yağmalarına devam eden birlikleri önlemek maksadıyla Han tara­fından konulan şiddetli yasaklar sonunda arzuladığı düzeni sağladı.

Lehistan Cumhuriyetine verilen zararları hafifletmek ve daha fazla ziyana sebep olmamak için Leh köyleri­nin yakınında karargâh kuran Kırım ordusu kendi im­kânları ile ihtiyaçlarını gideriyordu; birkaç sipahî bazı evleri ateşe vermeye cesaret edince hepsi şiddetle ce­zalandırıldı. İlk bakışta akıncıların yirmi bin kadar tut­sak topladığı anlaşılıyordu, ele geçirilen hayvan sü­rüleri ise sayısızdı. Ancak gündüzleri ilerliyebiliyorduk; Kırım askerlerinin davranışlarını kontrol etmek isteyen Han ordunun yedi büyük kol hâlinde ilerlemesini uy­gun bulmuştu. Dinlendiğimiz her kasabada kalacağımız evler tebeşirle işaretleniyordu; böylece Han'ın yakın­larının kalmadığı çadırlara sipahiler yerleşiyordu. Kı­rım Giray kalacağım evin daima onunkine yakın olma­sını buyurmuştu. Bu ayrıcalığın sağladığı avantajdan hakkınca yararlanıyordum, ancak bir gün, herhâlde ka­sabada kendisine lâyık bir ev bulamamış olan bir Alay Beyi[79] yanında yükünü taşıyan iki sipahi ile birlikte evime geldi, Ne istediğini sorduğumda, bana gayet ciddî bir tavırla rahatsız olmamamı söyledi. Sonra ya­nında bulunan iki yastığı bir kerevetin üzerine koydu, kendisi de arasına yerleşti ve çubuğunu istedi. Ona bo­şuna bu evin bana ait olduğunu, ikimizin birden bunu paylaşmasına imkân olmadığını, Han'ın buyruğu gere­ğince onun civarından ayrılamıyacağımı anlatmaya ça­lıştım ileri sürdüğüm hiç bir sebep davranışını etkilemiyordu; rahatını bulduktan sonra yerinden kımıldamaya hiç niyeti yoktu. Silâhdar'a giderek beni bu da­vetsiz konuktan kurtarmasını rica ettim. Silâhdar beni ziyaret etmek bahanesiyle hemen eve geldi; içerde Alay Beyi'ni görünce, ona beni ne kadar zamandır tanı­dığını sordu. Öteki rahatını bozmadan, benimle birlik­te kalarak beni tanıyacağını belirtti. Bunun üzerine Si­lâhdar alaylı bir şekilde geçen sefer ormana yapılan hücumdan önce kendilerini tanımaları gerektiğini söy­ledi; fakat şimdi bu evden hemen çıkıp gitmesinin doğru olacağını yoksa bu davranışını öğrenen Han'ın bunu bahane ederek geçmişteki hoşnutsuzluğunu da ortaya koyacak tedbirlere başvurabileceğini söyledi. Alay Beyi, Han'ın kellemi almak için sahip olduğu hak­kı iyi bilirim, bir kelimesi ile bunu yapabilir, dedi, fa­kat yaşadığım müddetçe buradan ancak ordu gittikten sonra çıkarım. Bu onun son sözü oldu, artık hiç bir şey onu etkileyemezdi. Bu çılgın adama fena hâlde içerleyen Silâhdar yanımızdan ayrılarak durumu Han'a bildirmeye gitti. Bir müddet sonra Han‘ın yanma çağırıldım. Yanına vardığımda Han'ın aldığı tedbirlerin sertliği karşısında titremekten kendimi alamadım. Arnavut sipahilerin disiplinsizliğine ve korkaklığına uzun zamandır hiddetlenen Kırım Giray, Alay Beyi'nin küs­tahlığı karşısında artık bütün kinini boşaltıyordu. Han gazabını bütün sipahilere yaymak istiyordu; onu ancak taraf tutma endişesi önleyebilirdi Eğer bu konu üzerinde tereddüte düşerse, amacı yenmek veya ölmek değil, uyumak veya ölmek olan Alay Beyi’ni kurtarmaya karar vermiştim. Şikâyetimin yanlış bir şekilde ken­disine duyurulduğunu asıl beni dinlemesi gerektiğini ileri sürdüm; sonunda Han'ın Arnavutların gülünç inat­çılığı üzerinde neşelendirmeyi başardım ve benim Alay Beyini o sırada kalabalığın arasına karıştırdım. Artık Han'ın çadırından başka bir yerde oturmamam kaydıyla sipahilere karşı verilen buyruk iptal edildi.

Ukrayna'dan elde ettiği ganimetlerle yüklü olan ordu yürüyüşünü sürülerinkine uydurarak yavaşça sını­ra yaklaşıyordu: mala doymak bilmeyen Kırımlılar ga­nimetlerini arttırmak maksadıyla Han'ın itinalı kontrolundan kaçmaya çalışıyorlardı. Ancak Kırımlıların kah­verengi elbiseleri beyaz karın üzerinde çok uzaktan farkedildiğinden yağma için başvurdukları hileler ne­ticesiz kalıyordu. Buna rağmen bir Leh köyünü arka­dan çevirmek maksadıyla ordudan ayrılan birkaç Nogay'ı yüksek bir yerden geçen Han farketmişti; hemen durulmasını buyurdu ve Silâhdar'ına emir vererek dört Seymen ile köye gitmesini suçüstü yakalayacağı Nogayları huzuruna getirmesini istedi Buyruğu yerine getirmek üzere dört nala olay yerine koşmuş olan Silâhdar biraz sonra elinde çaldığı kumaş ve yün balyaları ile bir Nogay'ı getirdi. Hükümdar  tarafından sor­guya çekilen Nogay suçunu itiraf etti, yasaklamadan haberi olduğunu da kabul etti, kendini haklı çıkaracak hiç bir şey söylemedi, kimsenin ilgisini çekecek bir harekette bulunmadı ve ne gurur, ne de zaaf gösterme­den tutuklanılasını bekledi. Ona verilen cezaya göre, bir atın kuyruğuna bağlanacak can verinceye kadar yerlerde sürüklenecek, beraberinde dolaşan bir tellâl da sucunu bütün orduya haykıracaktı. Han tarafından açıklanan bu hüküm karşısında Nogay sakince atından indi ve kendisini bağlayacak, olan Seymenlere doğru ilerledi; fakat onu bağlamak için ne ip, ne de koşum kayışı bulunamadı. İp gibi bir şeyler aranırken Nogay'ın bağışlanması hususunda Han'a birkaç kelime fısılda­mak istedim. Ancak Kırım Giray bu işi bir an önce bitirmek için yay kirişinden faydalanılmasını buyurdu, yay kirişinin çok kısa olduğu söylendi; bunun üzerine suçlunun başını gerilmiş yaydan sokmasını buyurdu, Nogay hemen başını uzattı, ve kendisini sürükleyecek olan atlıyı izledi; ancak atın tırısına uyamadığından düştü ve boynundaki boyunduruktan kurtuldu. Buna rağmen Han'ın yeni bir buyruğu bu uygunsuzluğu da düzeltti. Yayı elleri ile tutsun, diye emir verdi. Nogay'ı kendi kendisinin cellâdı yapan bu hareket itaatin en duyulmamış bir örneğini vermekteydi; Kırım Hanının buyruklarına körü körüne nasıl itaat edildiği hakkında daha önce duyduklarımız bunun yanında bir hiç ka­lır.[80]

Lehistan'da mevcut düzeninin bozulmaması için Kırım Giray'ın gösterdiği itina halkın dinî inançlarını da kapsıyordu; İsa'nın tasvirini gösteren bir tabloyu parçalayan birkaç Nogay'a kilisenin kapısında yüzer sopa atılmıştı. Kırımlılara, güzel sanatlara ve peygam­berlere saygıyı öğretmeliyiz, diyordu.

Savran şehri, ganimetlerin paylaşılacağı, Basarabya birlikleri dışında diğer bütün birliklerin dağıtıla­cağı yer olarak tesbit edilmişti. Orada bir müddet ka­lınacak ve gelişimizin ertesi günü paylaşma yapılacak­tı; ancak mal tesbitinde yapılan bütün dikkate rağmen bazı hilekârlar ganimetlerinin bir kısmını Hükümdar'ın %10 payından kurtarmışlardı. Buna rağmen Han'ın eli­ne önüne gelene dağıttığı iki bin kadar tutsak geçti.

Ben de ister istemez bu paylaşma işine katıldığımdan Han'ın bu şekilde cömert davranması sonunda bütün zenginliğini yitireceğini fark ettim.

KIRIM GİRAY

Merak etme dostum bana yeter derecede köle ka­lıyor; açgözlülük yaşı geçti; fakat sizi de unutmadım: hareminizden uzakta, bozkırlarda at koşturarak, bizim­le kışın bütün şiddetini göğüsleyerek dolaştıktan son­ra payınızı almanız hakkınızdır; size güzel çehreli altı delikanlı seçeceğim.

BARON

Zaten sizin iyilikleriniz sayesinde hayatımı devam ettiriyorum, fakat kendimde o hakkı hissetmeden bana böyle bir armağan vermeniz doğru olur mu?

KIRIM GİRAY

Sizin şükran duygularınızı pazarlık konusu yap­mak istemiyorum. Ben size köleler veriyorum, onlardan memnun kalacaksınız: Benim bütün istediğim budur.

BARON

Fakat saygıdeğer Hükümdar'ınızı benim durumu­mun büyük bir engel olduğunu farketmiyor mu? Köle­lerin din hepsi Rus'tur; efendim olan Fransa impara­torunun dostu olan bir devletin tebasını bu sıfatla na­sıl alabilirim?

KIRIM GİRAY

Bu düşünce tarzınızın ilkesini bile kabul edemem. Düşmanlık tutsakları ortaya çıkarır, dostluk ise bun­ları alır veya verir; işte sizin anlayışınız böyle olmalı­dır; bunun ötesinde sizin ödevlerinize karışmam; fa­kat yine de anlaşmamızı sağlamak için size altı Rus yerine altı Gürcü delikanlısı vereceğim: böylece her şey düzelecek.

BARON

Pek o kadar kolay olmayacak Hükümdar'ım. Ben­de ortadan kaldırılması bir hayli güç olan bir istihkâm daha var.

KIRIM GİRAY

Hangisi ?

BARON

Dinim.

KIRIM GİRAY

Bu durumda inançlarınca dokunmakdan daima kaçınırım; dinin icaplarına uymak kuşkusuz iyi bir şey­dir; fakat itiraf edin ki zahmet çekiyorsunuz.

BARON

Daha fazlasını söyleyeyim, insanın zaafları sık sık ödevlerimizden uzaklaşmamıza sebep olur; meselâ siz bana karşı ödevlerimi aksatacak davranışlarda bu­lunmadığınız için ben şimdiye kadar ödevlerime bu kadar sadık kaldım; yoksa bana armağan edeceğiniz altı genç kız belki de bütün ilkelerimi bana unuttura­caktı; ve iyi bir araştırma yapılırsa görülür ki, en yüce fazilet gayretleri fenalığa teşviğin cinsi ile yakından ilgilidir.

KIRIM GİRAY

Dediklerinizi çok iyi anlıyorum, bu çeşit baştan çıkarma elimden gelseydi yapmamazlık etmezdim: fa­kat dostum unutmayın ki benim de dinim vardır. Hıristiyanlara erkek köleler vermeme izin verirken dişi köleleri dinlerini değiştirmem için bana bırakır.

BARON

Dinlerini değiştirmek için erkekler size kadınlar­dan daha mı az değerli gözüküyor?

KIRIM GİRAY

Kuşkusuz hayır, bu yüce Peygamberimizin bilge­liği sonucudur. O her şeyi önceden farkedebilmiştir.

BARON

Hükümdar'ım itiraf edeyim ki pek bunun sebebi­ni kavrayamadım ve güzel kızlardan daha fazla hoşlandığınızı düşünmeme izin veriniz.

KIRIM GİRAY

Hiç de değil, yemin ederim ki düşündüğünüz gibi değildir. Nitekim erkekler kölelikte bile doğuştan bağımsızdırlar. Gücünün değerini bilir, manevî kudretlere boyun eğer, sadece Tanrı onun maneviyatı üzerine etki edebilir. Gerek sizde, gerekse bizde bir erkeğin dîn değiştirmesi bir mucize kabul edilir; buna karşılık kadınların manevî inançları dünyada en basit ve en doğal bir şeydir; onlar daima sevgililerinin dinindendirler; evet dostum, aşk en büyük misyonerdir, ortaya çıktığı vakit kadınlar tartışmak bile istemezler.

Ancak kölelik altındaki kadınlar için geçerli olan bu iddia üzerinde daha fazla tartışmak istemedim.

Paylaşmada kendisine düşen kölelerin büyük bir kısmını dağıttıktan ve Nogayları geri yolladıktan son­ra Kırım Hanı Bender üzerine yöneldi. Ordunun mev­cudunun azalması daha süratli bir yürüyüş vâdetmiş olmasına karşılık Han'ın cömertliği bu gayesini önem­li şekilde önleyecek bir engel çıkarmıştı ortaya. Nite­kim şimdiye kadar sadece sefer yükleri ile giden Sul­tanlar ve Mirzalar aldıkları armağanlarla efendilerinin istediği çabukluğu gösteremiyorlardı. Han'ın yerini dol­durmakla mahir olduğu kadar gözü doymak bilmeyen Kadı Leşger en iyi payı almayı başarmıştı. Ganimeti­nin bolluğu arasında onu incelemek merakıyla bir ge­ce ziyaretine gittim.

Yaşı ve ak sakalı ile saygı uyandıran bu büyük Kadı, namaz kıldığı halısının üzerine rehavetle uzan­mış, haris bir bakış ve muzip bir tebessüm ile bir sobanın etrafına toplanmış her iki cinsten kırk kadar kö­lesini süzüyordu. İçeri girdikten sonra, gördüğüm ka­darıyla size bir hayli ganimet getirmiş olan bu başarı­lı savaştan dolayı sizi kutlamak isterim, dedim.

KADI LESGER

Gördüğünüz gibi Han'ımız bana çok iyi davrandı; fakat bildiğiniz gibi bu zenginlikleri ondan gereği gibi yararlanmak üzere alıyoruz, bu da benim için pek zor­dur.

BARON

Han’ın kadınların İslâm yapılması hakkındaki il­kelerini biliyorum, kuşkusuz sizden de bunu bekle­mektedir.

KADI LESGER

Geldiğinizde bu çehrelerden hangisinin daha se­vimli olduğunu araştırıyordum. Siz de bakın bakalım, acaba aynı seçimi yapabilecek miyiz?

BARON

Ben kararımı verdim bile: Şu sıra üzerinde oturan, ince boylu, mütevazı tavırlı, tatlı bakışlı bu güzel kız benim oyumu aldı.

KADI LESGER

Ben oyumu şu yuvarlak ve kırmızı yanaklıya ve­riyorum, hele bir de giyinince pek sevimli olacaktır. Sizin seçtiğiniz ince boylu bana biraz sıska gözüktü.

BARON

Bu durumda size söyleyecek bir sözüm yok, zira bahsettiğiniz kusura sahip olan tek tutsak bu kızdır. Fakat ondan çok daha gençlerini görmekteyim: kaç yaşında bu kızlara din değiştirildiğini, bana söyleyebi­lir misiniz? Gördüğüm kadarı ile kızları kaçırmakta çe­viklik gösteren Nogaylar onlarla evlenmekte aynı ça­bukluğu göstermiyorlar.

KADI LESGER

Hayır, Kırımlılar bu konuda çok itinalı davranır­lar.

BARON

Fakat istedikleri kadar itinalı olsunlar tutsakları­nın yaşlarını öğrenemezler, üstelik sadece bilgi dahi her şeye yeterli değil.

KADI LESGER

Onların da vicdanlarının sesini bastırabilmeleri için güzel bir çareleri var. Bir genç kızın gücü hakkın­da kuşkuya düşerlerse, kızmış gibi yaparlar, onu kor­kuturlar ve kaçmaya zorlarlar; kız koşmaya başlayınca sırtına doğru külâhlarından birini fırlatırlar, eğer kız zayıf ise külâhın çarpmasından yere devrilir. Bu du­rumda zayıflığın körpeliğine verirler, düştüğü için gönlünü almaya çalışırlar ve bu denemeye dayanabi­lecek kadar güçlü olmasını beklerler.

BARON

Bu denemenin yeterli olup olmadığım bilemem, ancak bu durumda dahi denemeyi yapanların iyi ni­yetlerinden emin olabilir miyiz? Bunun üzerine Kadı Lesger bana şöyle cevap verdi: sâde bir millette gele­neklere, medenî olduğu söylenen bir milletteki en sert yasalardan çok daha fazla dikkat gösterilir.

Kadı Lesger'in odasındaki boğucu sıcaktan oldu­ğunu sandığım bir rahatsızlık hissedince izin isteye­rek yanından ayrıldım; ancak böyle bir sıcaktan aşırı bir soğuğa ansızın çıkış üzerime öyle bir ters etki yaptı ki kendimden geçmiş bir hâlde karın üzerine yuvar­landım. Bir müddet o durumda kaldıktan sonra Kadı­nın adamlarından biri beni farkederek efendisini uyar­mıştı. Olayı duyan Kırım Giray adamlarından biri ile, nefes almamı sağlayan «Luce suyu» göndermeseydi ba­na yapılan yardımlar faydasız kalacaktı. Bu tedaviye rağmen evime gidemiyecek kadar bitkin olduğumdan dört Kırımlının yardımıyla götürüldüm; Russin ile Constellier’nin gösterdikleri endişe duygularımı uyar­dığından kısa zamanda kendimi toparladım.

Ertesi gün Bender'e vardık. Şehre henüz varma­mıştık ki, valinin bizi karşılamak için yola çıkmış ol­duğunu gördük. Han'ın önüne geldiğinde kalabalık bir maiyete sahip bu vezir atından indi, Han'a doğru iler­ledi onu saygıyla selâmladıktan sonra, önünde yaya olarak gitmeye başladı; fakat bu saygı gösterisinden sonra atına binme müsaadesini aldı ve kaleden bizi ayıran Dniester nehrine kadar Han'a eşlik etti. Nehrin kıyısına vardığımızda. Paşa'nın nehrin buzlarını kıra­rak büyük zorluklarla sallardan bir köprü inşa ettirmiş olduğunu gördük. Fakat Kırım Hanı'na itibar göster­mek için katlandığı bütün zahmetler boşa çıktı ve Paşa'nın bütün ısrarlarına rağmen Kırım Giray köprüden geçmeyi kabul etmedi. Hemen sonra atını tırısa kaldırarak nehre doğru sürdü ve Paşa'nın da kendisini izle­mesini istedi. Atlarımızın ayakları altında çatırdayan buzlar Paşa'ya köprüsünü arattırıyordu, ama karşı sa­hile ayak bastığımız vakit kurduğu köprünün gerçek­ten lüzumsuzluğunu kavrayabilmişti. Biz buzlar üze­rinde ilerlerken kalenin topları da selâm atışları yapı­yordu; Kırım Giray Bender'e girerken ordunun ve kalenin topları yeri göğü titretiyordu. Paşa'nın evinde istirahata çekilen Kırım Giray bütün birlikleri serbest bıraktı ve Kavuşan'daki evine hareket etti. Oraya var­dığımızda hepimiz sefer yorgunluklarını üzerimizden atacağımız için cidden seviniyorduk.

Bu arada, Osmanlı ordusunun Tuna boylarına doğru hareket ettiği hakkında İstanbul'dan gelen ha­berler Kırımlılara uzun bir barış vâdetmiyordu. Yor­gunluğunu gidermek için tertiplediği eğlenceler ara­sında bile Kırım Giray öngörüşlülüğünü terketmiyerek yeni birliklerin toplanması için buyruklar vermişti; Sadrâzam'ın Hotin'e gitmesini önlemek için kendisinin oraya gitmesini uygun buluyordu. Bu Sadrâzam’a hâ­kim olan bilgisizlik Han gibi güçlü ve bilgili bir adam tarafından önlenmeliydi; daha önce gördüğümüz gibi Han bu Sadrâzam hakkında pek iyi şeyler düşünmü­yordu. Han'a karşı duyduğu hoşnutsuzluğu daha iyi saklamasını bilen Mehmed Emin Paşa aslında çok da­ha tehlikeli bir düşmandı.

Bir sürü meşguliyeti arasında Kırım Giray sağlığı hakkında son derece titiz tutumlara hedef oluyordu. Sabırsızlıkla tahammül ettiği sıkıntılarından birinde olur olmaz ilâçları kullanmamasını kendisine öğütlerken Siropolo adındaki hekim dairesine girdi. Korfu'da doğan mezhep bakımından Ortodoks olan, büyük kim­yacı, Eflâk Prensi'nin başhekimi ve bu Beğ'in Kırım elçisi Siropolo, unvanları sayesinde Han'ın yanına ser­bestçe girip çıkabiliyordu. Bu fırsattan istifade ederek, tadımı gayet hoş olan bir ilâçtan bir damla aldığı tak­dirde hiç bir şikâyeti kalmayacağı hakkında Kırım Giray'ı ikna etti. Bu şartla söylediğinizi kabul ederim, dedi Han; hekim dışarı çıkarak ilâcı hazırlamaya git­ti. Endişemi o şekilde belli etmişim ki farkına varan Kırım Giray tebessüm ederek, ne o dostum, endişe mi ediyorsun? diye sordu. Hem de nasıl, diye hararetle cevap verdim, bu adamın ve kendinizin durumlarını bir düşünün ve haklı olup olmadığıma karar verin. Ne lüzum var düşünmeye, dedi, bir ona bakın, bir de bana, bu kâfirin öyle bir şeye cesaret edebileceğini mi sa­nıyorsun? Hekimin geri gelmesine kadar bütün gay­retimle Han'ı kararından caydırmaya çalıştım. Ertesi için endişelerim daha da arttı. Bitkinliği yüzünden pek halk arasına çıkamayan Han’a gelen ikinci bir kriz, he­kim tarafından iyileşme belirtisi olarak yorumlandı ve kabul ettirildi. Bu arada Kırım Giray hareminden dışarı çıkmıyordu; onun hayatı ve vezirlerinin güvenliği ba­kımından duyduğum endişeyi dile getirmek bakımın­dan vezirlerin Siropolo'ya kendi hayatının Han'ın ha­yatına bağlı olduğunu ihtar etmelerini sağladım. An­cak bu Rum hekim, efendilerinin Han'ın ölümünden zi­yade kimin tahta geçeceği meselesi ile ilgilenecekle­rini iyi bildiğinden yapılan tehditlere aldırış etmiyordu. Artık umudumuzu kaybetmiş bir halde Han'ı bir daha göremiyeceğimi düşünürken kendisiyle konuş­mak üzere beni çağırttığını öğrendim. Haremine girdiğimde, üzüntü ve şaşkınlık yüzünden yanımdan çe­kilmeyi unutan Han'ın kadınlarını gördüm. Kırım Giray'ın yatırıldığı daireye girdim. Divan Efendisi ile bir sürü iş yapmıştı. Etraftaki kâğıtları göstererek, son yaptığım iş bu, dedi, size de son anımı ayırdım. Fakat bir müddet sonra sarfettiğim büyük gayrete rağmen duyduğum acıyı bastıramadığımı farkedince, artık ayrılalım, hassasiyetiniz beni de kedere boğuyor, dedi, halbuki ben son anımda neşeli olmak istiyorum. Son­ra odanın bir köşesinde yer almış olan musikişinasla­ra bir işaret yaparak çalmalarını istedi. Bir saat sonra Kırım Giray'ın melodiler arasında son nefesini verdiğinı öğrendim.[81]  Keder bir anda herkese yayıldı, ve korku öylesine zihinleri sardı ki, bir gün önce tam bir güven içinde uyuyanlar düşmanın kapılarına dayandı­ğını sanıyorlardı.

Toplanan Divan ulaklar gönderip, ara dönemi bir Sultan'ın otoritesini terkederken ve Kırım Giray'ın ce­naze töreni hazırlıkları yapılırken Siropolo Eflâk'a geç­mesi için gerekli olan pasaportu ve posta biletini aldı ve sükûn içinde çekip gitti. Bu arada, Han'ın vücudu mumyalanırken verilen zehir in etkisi ortaya çıktı; fa­kat Kırım sarayının şu anda dikkati tamamen başka şeylere çevrilmiş olduğundan suçlunun izlenmesi ve cezalandırılması meselesi kimseyi meşgul etmedi. Kı­rım Giray'ın cenazesi Kırım'a kara haşalı altı at tara­fından çekilen kapalı bir arabayla yollandı. Cenaze ara­basına eşlik eden elli atlı ve bir sürü Mirza ile bir Sul­tan da matem giysileri taşıyorlardı; bu geleneğin Doğu'da sadece Kırım'da olduğuna dikkati çekerim.

Uzun zamandır çektiğim yorgunluklara, bir de bu olayın durumum üzerine attığı kararsızlık eklenince ye­ni buyruk gelinceye kadar İstanbul'da beklemeye karar verdim. Evimin bir kısmı hâlâ Bahcesaray'da bulunu­yordu, diğer kısmını Russin ile birlikte Kavuşan'da bı­raktım ve kâtibim, bir cerrah, bir uşak ve beni Bahçesaray'a götürmekle görevli Han'ın Başçuhadar'ı ile yo­la çıktım. Hepimiz Kırım kıyafetine bürünmüştük; an­cak bir atı yükleyecek kadar olan eşyalarımızı da Kı­rım usûlü denk yapmıştık. Dolu dizgin gitmemize rağ­men seçtiğimiz dinlenme yerleri yüzünden ilk gün yet­miş kilometre eksik yol aldık. Konaklayacağımız Basarabya köyüne vardığımızda henüz gün batmamıştı; evlerle çevrili bir alanın ortasında durduk. Her evin kapısı önünde evsahiplerinin bize sabit bakışlarla bak­tıklarını farkettim; bu arada Çuhadar da teker teker hepsini süzüyordu. Çuhadara dönerek, nerede kalıyo­ruz, bakıyorum kimse bizimle ilgilenmiyor, dedim. Tam aksine diye cevap verdi, herkes kimi tercih edeceği­mizi bekliyor, hoşunuza giden bir ev olursa sahibini mutlu kılarsınız. Bu konuşma esnasında kapısı önünde yalnız başına duran bir ihtiyarı inceliyordum Saygı uyandıran havası beni etkilediği için onu seçtim ve yaptığımız seçim ilân edilir edilmez hepsi evlerine çe­kildi. Yeni evsahibimin gösterdiği gayret memnuniye­tini belirtiyordu. Beni oldukça tertipli alçak bir odaya aldıktan sonra her ikisinin de yüzleri açık bir şekilde karısı ile kızını getirdi.[82] Birinci kadın leğen ile ib­riği, kızı ise ellerimi yıkadıktan sonra üzerine koyduğu havluyu taşıyordu. Daha önce rehberim tarafından uyarıldığım için bu iyi insanların gösterdiği bütün konukseverliklere rahatlıkla uydum. Kadınlar akşam ye­meğini hazırlarken, beni Mirza sanan, ama rehberim sa­yesinde gerçeği öğrenen ihtiyar yanıma gelerek beni yeterince ağırlayabilmek için gerekli malzemeye sahip olmadığı için özür dilemeye kalktı; cevabım onu ra­hatlattı; etrafımdaki şeyler hakkında bilgi edinmek is­tediğimden onun benimle oturmasını, çubuk ve kahve içmesini temin ettim. Herhangi bir Mirza’nın yapmak­tan kaçınacağı bu küçük tevazu ihtiyarı konuşmaya ha­zır bir hâle getirmişti. Ona, yolcuların tesadüfen hep aynı seçimi yapması hâlinde evsahibini maddeten çö­kertecek olan ve sırf konukseverlik olsun diye yapılan bu geleneğe neden bu kadar bağlı olduklarını sor­dum.

İHTİYAR

Beni tercih etmeniz çok memnuniyet duymama sebep oldu. Konukseverliği daima bir imtiyaz olarak kabul ederiz; aramızdan birisi durmadan bu imtiyaza sahip olursa bizler onu kıskanırız, ama hiç bir surette konukların tercihini etkileyecek bir girişimde bulun­mayız: evlerimizin kapılarına çıkmakta gösterdiğimiz acele bu evlerde oturulduğunu göstermek içindir; ev­lerimizin benzer olması dengeyi sağlar ve şimdi sizi ağırlayabilmem sadece benim talihimden dolayıdır.

BARON

Lütfen söyleyin bana benden başka birisi olsaydı aynı şekilde mi muamele ederdiniz?

İHTİYAR

Eğer yoksul biri olursa, yoksulluğundan dolayı çekingen olduğundan onun önünde ilerlemekten başka bir farklı davranışımız olmaz. Bu durumda ona yar­dım etmek zevki onu ilk defa görene ait olur.

BARON

Hz. Muhammed'in yasası bundan daha iyi bir şe­kilde yerine getirilemez; ancak Osmanlılar Kur'an*ı Ke­rîm e bu kadar bağlı değiller.

İHTİYAR

Biz de konukseverlik göstererek bu kutsal kitaba itaat ettiğimizi iddia etmiyoruz. Müslüman olmadan önce insanız, insanlık törelerimizi tâyin etmiştir, bun­lar şerîatten çok daha eskidir.  

BARON

Buna rağmen bir takım yeni şeylere sahip oldu­ğunuzu görüyorum; meselâ şu dört sütunlu yatak, şu masa, iskemleler Kırımlılara has eşyalar mı, yoksa sa­dece sizde mi bulunurlar?

İHTİYAR

Biz bunlardan başkasını bilmeyiz.

BARON

Boğdanlılarda ve Osmanlılarda bu eşyaların ben­zerlerini görmediğim için bu Avrupa modasının nasıl size geldiğini bayağı merak ediyorum. Sizler Kırım'da­ki kardeşleriniz gibi neden Osmanlı eşyalarını kabul etmediniz?

İHTİYAR

Babalarımızın bilmediği yastıkları da görüyorsu­nuz: fakat Rumeli'de Osmanlıların yanında yetişen sultanlarımız gevşeklik örneği vererek Kırım'da daha fazla bozulmaya sebep oluyorlar.

BARON

Bu ayrımı gayet iyi farkediyorum fakat bu dahi sizin evlerinizde gördüğüm Avrupa sitili eşyaların kay­nağını açıklayamıyor.

İHTİYAR

Öğrenmek istediğiniz kaynağı daha iyi açıklayamam; bu aile eşyaları Avrupa kaynaklı olamaz: biz bu ailenin en büyük dalıyız; asıl sizin eşyalarınız Kırım sitilindedir.

Bu cevap büsbütün merakımı kamçılayınca so­rularımı arttırdım, daha önce bu konuda yürüttüğüm tahminlerin evsahibim tarafından tekrar edilmesini duymaktan çok memnun kaldım. Ayrıca bana Hazar denizi civarındaki ve bu denizin ötesindeki Türk top­luluklarının da aynı törelere sahip olduğunu öğretti. [83]

Tuna kıyısında geceyi geçirmeyi arzuladığımızdan sabahleyin çok erken kalkmamız gerekiyordu. Ayrılış anında evsahibimiz ilkelerine sâdık kalarak vermek is­tediğim küçük armağanı kesinlikle kabul etmedi. İs­mail şehrine vardık; Tuna'nın karşı kıyısına göz attığımda ertesi gün tahammül etmek zorunda kalacağım Osmanlıların küstah kibrini düşünmekten kendimi alakoyamadım. Zaten şimdiden yakınlıklarının etkisini hissetmeye başlamıştım; Kırım Türkleri ile Osmanlılar arasında ticaret deposu olan bu şehirde, Kırımlıların mütevaziliği ve mert basitliği artık görülmüyordu, iyi­liksever evsahiplerini bulmak bundan böyle bir hayâl olmuştu; gözleri paradan başka bir şey görmeyen Yahudilerin hazırladıkları tuzaklara düşmemeye çalışı­yorduk.

Tuna üzerinde yapılan hububat mübadelesine de­po görevi yapan İsmail şehrinde kendisine özgü bir sanayi de gelişmişti: Bizde Türk derisi olarak söylenen keçi derisini özel bir şekilde tabaklıyorlardı. Şehrin civarında deri tabaklanması için hazırlanmış geniş alanlar vardı, önce parşömen gibi hazırlandıktan son­ra deriler yatay olacak şekilde dört sopanın yardımıy­la havada geriliyorlar ve üzerlerine bazı bitki tohum­ları ekiliyordu. Bir müddet sonra deriler mükemmel bir şekilde tabaklanmış oluyor ve istenilen eşyalar imâl ediliyordu.

Karşı kıyıya geçmemiz için nehrin iki kolunu aş­mamız gerekiyordu; gün ağarırken bindiğimiz sal bizi ara yoldaki adaya çıkardı. Bu adayı 16 km. uzunluğun­da bir köşegen boyunca katederek, Türk kalesi Tulça'ya bakan ikinci kolun kıyısına eriştik. Tulça'da bir müddet dinlendikten sonra, seyisimizin dikkatli olma­mızı tavsiye ettiği ormanlık bir yola girdik; rehberimi­zin dediğine göre yolcuları soymaktan zevk alan Pa­şa'nın oğlu ile yaşıtı birkaç Beğ'in bizim gibi Kırım kıyafetindeki beş kişiye aldırmayacaklarım sanıyor­dum. Bu tür haydutluklardan kendimizi kurtulmuş sa­yarken, tam ormanın çıkışında temiz giyimli, iyi bir ata binmiş ve arkasında bir haydut arkadaşı olan bir atlıya rastladık; her ikisi de gayet gülünç bir şekilde silâhlanmıştı: iki tüfenk, üç çift tabanca, ikişer kılıç ve üç dört tane yatağan bu adamların gerçekten en­dişe verici olduğunu gösteriyordu. Bu garip savaş ta­kımlarına ek olarak çekingen insanları korkutmak için küstah bir hava takınmışlardı. Uygun bir mesafeye gel­diğimizde onları selâmladık ve ilk düşmanlıkları se­lâmımızı almamak oldu. Bu hakareti kabul etmekte gösterdiğimiz yumuşaklığın yetmediğini anlayınca, iç­lerinden önderleri gibi gözüken atlı bizi tahrik etmek üzere atını bize doğru sürdü, eline bir tabanca aldı. Bu sefil herifin çekingenliğimizden cesaret alarak bazı teşebbüslerde bulunması sonucu onu öldürmek zorun­da kalmamamız için onu başka türlü başımızdan savma­ya karar verdim. Ben de elime tabancamı aldım, atımı onun üzerine çevirerek ilerlemeye başladım; bu dav­ranıştan ürken haydut hemen yavaşladı. Gülümseye­rek, atınız iyi terbiye edilmişe benziyor, dedim; ama iyi cins bir at ise ateşten korkmaması gerekir, baka­lım öyle mi. Hemen sonra tabancamı atın kulakları hi­zasında ateşledim, haydut ürken hayvanın üzerinde tutunabilmek için silâhlarını yere attı; bizi artık rahat­sız edemiyecek olan haydutu atıyla başbaşa bırakarak geri döndüm.

Dobruca ovalarını aştıktan sonra arâzinin bizi Trakya'dan ayıran dağların eteklerine doğru hafifçe yükseldiğini farkettim; etrafta Balkan dağlarına temel teşkil eden mermer tabakalarına daha sık rastlıyorduk. Balkan dağlarına[84] Kamçısuyu'nun çıktığı boğazdan girdik. Bol sulu kaynaklar tarafından durmadan bes­lenen bu akarsu kayalıkların arasında yılan gibi öylesine dolaşmaktadır ki o boğazın sonuna varıncaya ka­dar bu suyu on yedi defa aşmak gerekmektedir; boğa­zın sonuna geldiğimizde gayet zor yollardan dağa tırmanmaya başladık., Geceyi geçirmek için orta bölge­lerdeki bir köyde konaklayıp dinlenmeye koyulmuştuk ki bir sürü atlının çıkardığı gürültüden irkildik. Bunlar, Kırım Giray’ın yerine Bâb-ı âli tarafından Han seçilen Devlet Giray'ın kardeşi yeni Kalgay Sultan ve maiyeti idi. Beni hâlâ Kavuşan'da sanan bu hükümdar köyde olduğumu haber alır almaz kendisini görmemi rica etti. Osmanlı ordusunun yürüyüş hâlinde olduğu­nu haber verdi; yollarımızın farklı olmasından dolayı üzüldüğünü belirttikten sonra, yeni Han olan kardeşini görmem için Saray şehrine gitmem için yolumu de­ğiştirme hususunda beni ikna etti. O da gitmeye ha­zırlanıyordur, diye ilâve etti; bizimle birlikte gelmeye karar vermekle onarılması imkânsız sandığınız bir kay­bı da size unutturmaya çalışacaktır. Aslında ben de Kırım Giray'ın kolay kolay yerinin tutulamıyacağına inanıyordum; ancak Kırımlıların Rumeli'deki toprakla­rında da nasıl yaşadıklarını anlayarak bu topluluk hakkındaki incelememi tamamlamak istiyordum.

Önümüzde aşılması gereken Balkanların en yük­sek tepeleri vardı; tabiatın gücüyle oldukları yerler­den koparılmış gibi duran kayaları dünyanın oluşumu hakkındaki düşüncelerimizi genişletmek bakımından ilgi ile seyrederken hayran olmamak elimizde değil­di.

Bu dağların yüksek bölgelerine geldiğimizde, yap­rakları ve sapları karın içinde kalan, şaşırtıcı olduğu kadar hoş bir görünüm veren menekşelerden bir örtü gördük. Yolumuza devam ederek Osmanlı ordusunun geçişi için açılan yola vardık. Bu yol doğru İsakçı'ya çıkıyordu. Yol üzerindeki ağaçlar yerden altmış cm. yüksekliğinde kesilmiş olduklarından top bataryalarının geçişine pek elverişli değildi. Sağda ve solda, daima birbirlerini görecek şekilde yapılmış tepecikler bu yo­lun tek işaretleriydiler. Kırkkilise'ye vardıktan sonra bu yolu terkettik. Konak yerinde ihtiyacım olan atları bulamayınca, hanın yönetimi ile meşgul olan Türk, bu gecikmeden dolayı teselli olmamı sağlamak üzere be­ni evine davet etti; bana ağır bir kahve ısmarladıktan sonra çubuk ikram etti ve ikramı tamamlamak üzere çubuğumun üzerine küçük bir sabır ağacı parçası oturt­tu. Bütün bunlar bittikten sonra, şikâyetime sebep olan posta hizmetinin aksamasının hep devlet yüzünden ol­duğunu anlattı. Fakat gevezeliğinden sıkılmaya başla­yınca. konuşması yavaşlar diye onu da benimle bir­likte tütün içmeye çağırdım. Bunun üzerine hemen saatına baktı, parmakları ile hesap yaptıktan sonra, bir az sonra yine geleceğini söyleyerek dışarı çıktı.

Rumeli'ye girip de, Cengizoğullarının tımar ara­zisine ayak basar basmaz Osmanlı imparatorluğumun diğer köşelerine nazaran zengin olduğu kadar garip bir manzara ile karşılaştım. Çeşitli, bol ve temiz ürünler, kır evleri, ölçülü dizilmiş bahçeler, her birinde Ağa'nın evi göze çarpan bir sürü köy her tarafı kaplıyor, te­pelere doğru uzanıyor ve bütünüyle bir Avrupalı anla­yışı taşıyordu.

Karşımızda Han'ın sarayı ile Saray şehri uzanı­yordu. Binaların cepheleri boyunca uzanan ve şehri sa­raydan ayıran meydanla son bulan geniş bir caddeyi izleyerek Han'ın sarayına vardık. Bir çemberin yarı­çapları gibi uzanan yollar kırlık alanlara çıktıklarında yerlerini yine düzgün dikilmiş ağaçlara bırakarak, mer­kezi ortadaki alan olan bir yıldız meydana getiriyorlar­dı. Birinci alanı aşarak İkinciye geldik ve attan indik. Silâhdar tarafından önce ben yandaki dairelerden birine sokuldum. Her zaman olduğu gibi kahve sunulan bir dinlenme anından sonra efendisine geldiğimi haber ve­ren bu subay, bir müddet sonra çıkagelerek beni hu­zura götürmeye hazır olduğunu bildirdi. Devlet Giray'ın oturduğu ayrı dairenin önünde bir şeref avlusu var­dı. Etrafında kalabalık maiyeti ile, tahta çıktığından do­layı bırakmak zorunda olduğu yeni sakalı ile yüklendiği ağır görevlere nazaran daha fazla meşgul oluyormuş gibi gözüktü. Henüz çok genç olan ve belki de zayıf bir karaktere sahip olan bu Han ile yaptığım uzun gö­rüşme sonunda onun tek amacının Sadrâzam’a hoş gö­rünmek olduğu hakkındaki düşüncem ağır basmaya başladı.

Yoluma devam edebilmek üzere Han'ın yanından ayrıldığım vakit çok geç olmuştu. Geceyi sarayda ge­çirme çağırışını kabul ettim; aslında beni ağırlamakla görevli Silâhdar'ın, merak ettiğim hususlarda soraca­ğım sorulara cevap verebilecek bilgiye sahip olduğunu gördüğüm için bu çağırı ayrı bir anlam kazanıyordu. Cengiz Han hanedânına verilen bu tımarın özel kişilere dağıtıldığını, toprak mülkiyetinin verasetle intikal etti­ğini, bu yerlerin Bâb-ı âli'den bağımsız olduğunu ve hattâ dokunulmazlığa sahip olduğunu anlattı. Hanların mülkiyetinde bulunan bu tımarlardan toplanan vergile­re ek olarak Kırım’da üzerlerine aldıkları görevlerin sağladığı kârlar da gelince bu hükümdarlar bir hayli servet sahibi oluyorlardı; ancak bu ayrıcalık sadece Se­lim Giray'ın soyundan gelenlere uygulandığı için diğer sultanlar tımarlarından gelen gelirlerle yetinmek zorun­da kalıyorlardı. [85]

Saray'dan ayrıldım; Saray'a gitmek için yolumu değiştirdiğimden Türk ordusu Pazarcık'ı geçmişti; İs­tanbul yoluna eriştiğimde sadece ordunun geri kalanla­rını görebildim. Birbiri peşinden gelen atlı ve piyade birlikleri subaysız ve disiplinsiz bir şekilde ordunun esas kısmına yetişmeye çalışıyordu. Karşılaştığımız kü­çük birlikler aralarında kavga etmek, sağa sola silâh çekmek, bundan doğan olaylarla eğlenmek, bazı zaval­lı Hıristiyanları katletmek, köylünün ürününü yağmala­mak için toplanmışa benziyordu. Yol boyunca posta ev­lerinin hepsinin yanmış olduğunu görünce Yedikule şatosuna kadar dinlenme fırsatı bulamadık. Oraya va­rınca Beyoğluna gitmek üzere bir kayık kiralamak is­tedim.

Yüklerimi boşaltıp bir kayık aramakla meşgulken bizi seyreden mahallenin haber meraklısı rehberime kim olduğumu sormuştu; o da benim bir Mirza olduğumu söyleyince hemen yanımıza yaklaşan Tük bizi mahalle kahvesine çağırdı; bir müddet orada dinlendikten ve sorulan sorulara kısa cevaplar vererek büsbütün ilgiyi üzerime çektikten sonra hareket etmek üzere ayrıldım. Beyoğlu'na varınca Kırımlıların tuhaf kıyafetlerinden hemen sıyrıldım.

İkinci Kısmın Sonu

üçüncü kısım

Yol boyunca İstanbul'dan ayrılan Osmanlı ordu­sunun sebep olduğu düzensizlikleri görmüştüm; fakat başkente gelince herkesin daha korkunç bir olaya tanık olmaktan dolayı keder içinde olduğunu farkettim ve he­men olayın ayrıntılarını öğrendim.

Nasıl yerleştiği ve sebepleri bilinmeyen eski bir geleneğe göre İmparatorluğun orduları düşmana saldır­mak için toplandığı vakit en tatsız soytarılıkların yer aldığı Alaylar yapılırdı. Bu bütün meslek loncalarının eserlerini halka sunduğu bir nevi festivaldi. Çiftçi sa­banını sürer, dokumacı mekiğini geçirir, marangoz rende yapar ve bütün bu değişik gösteriler gayet zen­gin döşenmiş arabalar üzerinde yapılırken arkadan. Osmanlı ordusuna zafer vermesi için saraydan çıkarılan Sancak-ı Şerîf gelirdi.[86]

Sancak-ı Şerîf adı verilen bu bayrak, birçok sa­vaşta karşılaşılan yenilgilere rağmen şöhretinden kayba uğramışsa da yine de Türkler arasında büyük saygıya sahip olup, güvenlerinin tek dayanağı ve bir­leşmelerinin en kutsal noktasıdır. Her şey bu bayrağın kutsal olduğunu ortaya koymaktadır; yalnızca Emîrler buna dokunma hakkına sahiptirler; Emîrler Sancak-ı Şerîf'in etrafında yer alırlar ve başkanları sancağı ta­şır; sadece Müslümanlar ona bakabilirler, başka eller kutsallığını kirletir, başka gözler bozar; en vahşi bir bağnazlık sancağı kolları arasına almıştır.

Uzun bir barış dönemi bu törenin özellikle teh­likelerini unutturmuştu; Hıristiyanlar ihtiyatsızca Alay'ı görmek için koşuşmuşlar; evlerinin mevkii icabı pen­cerelerini seyircilere kiralayabilen Türkler de bu du­rumdan epey kârlı çıkmışlardı. Sancak-ı Şerîf'in önünde giden Emirlerden biri yüksek sesle kalabalığa bağırmıştı: «Hiç bir kâfir mevcudiyeti ile Peygamber'in kutsal sancağını kirletmeye teşebbüs etmesin; yakının­da bir kâfir görüp de ihbar etmeyen Müslümanlara da lânet olsun!» Bu sözler sarfedildikten sonra evlerini kiralayarak suça katılmış olan Müslümanlar bile gam­mazcı olmuşlar, hiddet bir anda kalabalığı sarmış, her­kes eline geçirdiği silâhı kapmış, en büyük zorbalıklar en fazla takdire lâyık görülmüştü.

Savaş ilân eden Hatt-ı Şerîf, her seferinde oldu­ğu gibi bütün müminleri silâh altına çağırıyor, düşman­la savaşmaları için Peygamber'in sancağı altında top­lanmalarını istiyordu. Ancak bu ikinci seferberlik yo­luyla elde edilen silâhlı birliklerin iyi bir ordu olması için çok şey gerekiyordu: savaştan sonra başıboş ka­lan bu kalabalık bilgisizlik ve açgözlülüğün etkisine kolayca giriyordu. Aslında yeniçerilerin istekleri çok daha aşırı olurdu. Babasının yeniçeri birliklerinin isya­nında harcandığını bilen Padişah'ın, bu birliği şimdi yardımcı bir kuvvet olarak kullanmak istediği sanıl­maktadır

Esasında en fazla uygunsuzluk yaratan gerçek, en az üzerinde düşünülen ve mutlak ileri görüşlülük nok­sanlığını ortaya koyan yiyecek meselesidir. Keyfî yö­netimlerde otoriteden yararlanılarak ihtiyat tedbirlerine gerek bırakılmaması övünülecek bir şey sayılır. Sad­râzam orduya başkumandanlık ediyordu, diğer bü­tün vezirler de onunla birlikte sefere çıkmıştı, hattâ sadâretin bütün vesikaları da orduyla beraber alınmış­tı. başarısızlıktan veya kıtlıktan asla kuşkulanılmıyor­du, güven genel olduğu kadar kördü de.

Bu büyük rütbeli memurlar İstanbul’dan ayrılırken devletin başkentini de yanlarına almış gibi olurlarken her görev için seçilmiş olan Vekiller İstanbul'da kalı­yorlar ve Padişah’ın buyruklarının derhal yerine geti­rilmesi ile meşgul oluyorlardı.

Devletin işbaşında iken gücünün ne olduğunu göreceğiz; devamlı olarak verilecek olan ayrıntılar, olayların desteği olmaksızın yürütülecek belirsiz dü­şüncelerden çok daha sağlam yargılara varmaya yara­yacaktır.

İstanbul'a geleli daha birkaç gün olmuş ve Kı­rım ile Basarabya'da bıraktığım eşyalarımı bir an önce getirtme için teşebbüslere yeni başlamıştım ki. Padi­şah’ın hekimbaşısı geceleyin saat onbirde bana haber yollayarak onu kabul edip edemiyeceğimi sordurdu. Bir yandan bu ziyaretin gizli kalması hususundaki is­teği, diğer yandan bu adamın Padişah'ın yakınlarından biri olması büsbütün merakımı uyandırıyordu. Nihayet hekimin, Sultan Mustafa'nın dönüşümü öğrendiğini, bu maksatla dönüş sebebimi öğrenmek istediğini, eğer şikâyet edeceğim bir kimse varsa ona hemen gerekli cezayı vereceğini bildirmek üzere görevlendirildiğini anladım. Konuşmasına devam eden hekim, Padişah'ın yanından geldiğini, benden çok bahsettiğini, ailemin kökeni hakkında[87] bilgi sahibi olduğunu ve mezi­yetlerimin bu kökenden geldiğini sandığını ilâve etti. Hekime, Yüce Hünkâr'a en derin şükranlarımı iletme­si için rica ettim; Padişah tarafından yapılan bu te­şebbüs her ne kadar şahsıma yapılmış gibi gözüküyor­sa da, orduları seferde olan bir Padişah'ın endişeleri­ne tek başıma hedef olamıyacağımı da gayet iyi an­lıyordum. Nitekim cevabımı ileten elçisi ertesi gün yi­ne o saatlarda ziyaretime geldi; ama bu sefer daha faz­la bilgiliydi. Ancak bu İtalyan hekim henüz Türkçe'yi iyi konuşamadığı için bana soracağı soruları bir kâğıda yazmıştı; ben de cevaplarımı yazılı olarak verdim ve böylece Padişah ile aramda olan bu mektuplaşma ve­zirlerinden habersiz devam ederken, artık benden iste­diği yeni hizmetleri alenen açıklamadan yerine getir­mem imkânsız oldu.

Kişisel çıkarları ile gözü dönmüş olan Mehmed Emin Paşa sadrâzamlık ve başkumandanlık için ge­rekli meziyetlerden hiç birine sahip olamadan ilkini soğukkanlılık ve ikincisini şöhret ile dolduracağına inanırken savaşa başlamadan barış görüşmelerine gir­miş böylece her geçen gün bağnaz Müslümanların gel­mesiyle sayıca şişen ordu imparatorluğun başına en büyük belâ kesilmişti. Yiyecek noksanlığı, bu aç kala­balığın üzerine öken düzensizlik, dağıtımların yerini alan yağma, bundan doğan cinayetler, yönetim kusur­lu olduğu zaman kaçınılmaz bir şekilde otoritenin za­yıf düşmesi, kısacası her şey yenilgileri hazırlıyordu. Ordularına başarıya ulaşması için gerçek bir ilgi gös­teren Padişah Sadrâzam'ını azletti. Mehmed Emin Pa­şa bu buyruğa başkaldırmak cesaretinde bulundu; yanlış siyaseti başarısızlıkla sonuçlandı, ordusu perişan oldu ve dağıldı ve bir müddet sonra daha kesin bir buyruk ile kafası kesilerek sarayın kapısına şu yazıy­la birlikte asıldı: «Hünkâr tarafından buyrulan sefer harekâtına itibar etmediği için...»

Moldovancı Ali Paşa Sadrâzam seçildi; bu yeni Sadrâzam pek mahir olmamakla birlikte daha atılgan gözüktü; o da yenilmekten kurtulamadı; ancak sadrâzamlık gibi yüce fakat o derece tehlikeli bir mevkiyi kaybetmekten başka bir kaybı olmadı.

Generallerin kibirli bilgisizliği diğer subayların beceriksiz gururları ile birleşince, her parçanın yanlış takılmış olduğu top bataryalarını sürükleyen Türk or­dusu her seferinde düşmanın topçu ateşi ile hallaç pa­muğu gibi atılıyordu; buna karşılık Rusların kâfir ol­duklarını söyleyerek intikamlarını almaya çalışıyorlar­dı. Rusların, dayanılması mümkün olmayan top ateşi sayesinde galip geldiklerini, fakat bu ateşi kesip, yiğit insanlar gibi kılıçla Türkleri karşılamaya kalkışırlarsa hepsinin müminlerin kılıç darbeleri altında perişan olacağını ileri sürüyorlardı. Bu budala yobazlardan ba­zıları Rusları kutsal Ramazan ayında saldırmakla bile suçluyordu. Buna rağmen, Rus toplarının atlılarını iş göremez hâle soktuğunu öğrenen Padişah benden de­ğişik top modelleri hakkında bilgi istedi; ben de Av­rupa'da kullanılan top çeşitleri hakkında ona bilgi ve­rebilmek maksadıyla Saint-Remy'nin «Hâtıralarını yol­ladım; Hükümdar'ın bunu incelemek için geziye gittiği vakit bile bu kitabı yanında taşıttığını öğrendim.

Sultan Mustafa’nın malî meseleler üzerinde ön­celeri çok dikkatle durduğunu görmüştük; hiç bir so­nuç vermeyen muazzam servetleri saçtıktan sonra ken­disinden yeni masraflar için para isteyen vezirleri ile pazarlığa oturuyordu; sağladığı fırsatların çevresinde­ki hilekârlara yaradığı söyleniyordu. Aslında bu Hü­kümdar'ın bir anda hâzinesinin tükendiğini, ordusunun dağıldığını, daha ilk karşılaşmada yeneceğini sandığı düşmanının Tuna üzerinde zafere kavuştuğunu ve Yu­nan adalarında onu yeni bir istilâ ile tehdit ettiğini görmesi mümkün değildi.

Faal olması sayesinde her mesele üzerine eğili­yor ve tabiî her yerde yeni suistimaller ile karşılaşı­yor; bu yüzden Vezirlerine hakaret ediyor, fakat adam­larının gerçekten istemesine rağmen bir türlü iyi bir düzen kuramıyordu. Asya'nın bir ucundan gelen yeni birlikler orduya katılmak üzere Boğaz'ı aşıyorlar, İs­tanbul'a gelerek devleti destekleyeceklerine bir sürü talepte bulunuyorlardı. Bu tımarlı gönüllülerin başkanları aldıkları vergilerle savaş giderlerini karşılamaya çalışırlarken, başkente dağılan tepeden tırnağa silâh­lı bu askerler akşam, sabah köşe başlarım tutuyorlar, geçenleri soyuyorlardı. Bunların küstahlığını bastıramıyacak kadar zayıf olan devlet, yararlı sonuçlar ala­madan pazarlık ediyor ve çaresizlik içinde olaylara göz yumuyordu. Başkente gelen bu haydutların arasında Karadenizli olanlar, kendi memleketlerinden pek çok kişinin bulunduğu yeniçeri Orta'sından bazı yeniçeri­lerin Hisara kapatılmış olduğunu öğrenmişlerdi. Dev­let ile yapılan pazarlık sonunda paraları ödenmişti, an­cak bunlar arkadaşlarının serbest bırakılmalarını da is­tiyorlardı. Sadrazam bu isteği ne kabul etti, ne de geri çevirdi; bu durumda bir uyuşmaya gerek görüldü. Bu askerlerin Hisar önüne gitmeleri, kapıya ateş etmele­ri, sözde bu düşmanca davranıştan ürken Hisar kuman­danının da içerdeki yeniçerileri serbest bırakması ka­rarlaştırıldı. Daha önce meydana gelmiş örnekler bu çareyi haklı çıkarabilirler; ancak keyfî yönetimlerin değişmez karakterini ortaya çıkarmaya yaradığı için mutlakiyet rejimlerindeki dikkati çeken bir korkaklık ör­neği olarak kabul edilmelidir

Devletin zayıflığı çığrından çıkmış bir asker top­luluğunun yaptığı aşırılıklara Vezirlerin gözlerini yum­malarını zorlarken, bunlar da imparatorluğun denizde yapmak zorunda kaldığı savaşı gizlemeye çalışıyorlar­dı. Şimdiye kadar hiç bir Rus gemisi İstanbul önünde gözükmemişti, şu halde Rusların gemisi yoktu, ya da tesadüfen bir gemiye sahipseler, Osmanlıların endişe edecek hiç bir şeyleri yoktu, zira Baltık ile Yunan de­nizi arasında herhangi bir bağlantı mevcut değildi. Gözleri önüne açılan haritaların hiç bir ikna özelliği yoktu; Koron'un kuşatıldığı, Mora'nın istilâ edildiği ve düşmanın on iki savaş gemisinin Türk karasularında seyrettiği haberleri geldiği vakit Divan hâlâ böyle bir olayın mümkünlüğü üzerinde ikna olmuş değildi.[88]

Buna rağmen Vezirlerin kararsızlığı bazı deniz kuvvetlerinin hazırlanmasını engel olmamıştı. Otuz sa­vaş gemisinin hemen hazırlanması için faaliyete ge­çildi; böylesine açık bir üstünlük ile kısa zamanda Tu­na'da karşılaşılan yenilgilerin öcünü Yunan denizinde çıkarmak mümkün oldu. Devlet arşivlerinde yapılan bir inceleme sonunda Rusya ile yapılan son savaşta Azak denizinde savaşmak üzere yüz elli hafif kadırga­nın yaptırıldığı öğrenilmiş, fakat bu silâhlanmanın se­beplerinin ne olduğu kesinlikle anlaşılmadığından ve o zamanlar imparatorluğun sınırlarında olan Azak ile Taganrog'un şimdi elden çıktığı unutularak yeni çektir­melerin yaptırılması için buyruk verilmişti.

Bu hazırlıklar iki deniz gücü için gerekli tayfala­rın ve askerlerin başkente akmasını sağladığından başıbozukluk tahammül edilmez bir düzeye erişmişti. Yazlık evinde oturan Fransız elçisi Saint-Priest Kontu gezmelerinden vazgeçemediği için güvenliğini sağla­mak üzere yanında süngü takılmış tüfeğini de bulun­duruyordu. Boğaz'daki Fransız elçiliğinin mevkii bü­tün pencerelerinin denize bakmasını sağlıyordu; bir gün yine yemekten sonra gezmeye çıkıp Tarabya sırt­larına vardığımızda elçilik yönünden gelen silâh ses­leri ile irkildik. Arkamızdan gelen bir adam bir grup başıbozuğun binaya saldırdığını haber verdi. Aceleyle aşağı koşarak saldırganları uzaklaştırmak istedik; an­cak elçiliğe ateş açan gemi bir hayli uzağa gitmişti. Camları paramparça eden on beş kadar mermi delil kabul edilerek hükümet nezdinde şikâyette bulunul­du. Bu maksatla gönderilen bir tercüman Reissülküttap'a olayı anlatınca Reis Efendi: Demek bu kopuk herifler Fransız elçiliğine saldırmak cüretinde bulun­dular? Cezadan kaçabileceklerini sanıyorlarsa çıldır­mış olmaları gerekir! Fransız elçiliğine saldırmak ne demek, yolları üzerinde hiç Yahudi, Ermeni veya Rum evi yok muydu? Bizi sıkıntıya sokacaklarına onlarla meşgul olsaydılar ya! demiştir.

Bir yeniçeri albayı birliği ile Saint-Priest'in yaz­lık evini korumakla görevlendirildi. Aynı zamanda Boğaz'ın Karadeniz ağzına, suçluların gemiyle Varna'ya kaçmaması için asker sevkedildi. Bir müddet sonra suçluların yakalandıkları ve denizde boğuldukları bil­dirildi. Bir seferinde benzer bir olay benim başıma ge­liyordu; Vergennes'in elçiliği sırasında Büyükdere'de yaptırdığı evde otururken, önümüzdeki yoldan geçen yeniçerilerin yüksek sesle yaptıkları şakalar yola bakan odadaki papağan tarafından duyulup tekrarlanıyordu. Papağanın sesini duyan askerler kendileri ile kimin alay ettiğini öğrenmek üzere silâhlarını çekip kapıya dayanmışlardı. Bu sırada içerde nöbet tutan yeniçeri gürültüleri duyunca kapıyı açmış ve kızgın askerlerle karşılaşmıştı; gerçek suçlunun papağan olduğunu an­latmak için akla karayı seçmiş, nihayet papağanı ge­tirerek sözleri tekrarlatmıştı. Askerlere ikram edilen çay ile iş tatlıya bağlanmıştı.

Başkent ve civarı çığrından çıkmış asker sürüleri tarafından istilâ edilmişken tamamen başıboş bırakı­lan eyaletler düzensizlik ve paşaların ağır vergileri al­tında inim inim inliyorlardı. Vezirlerin tek amacı İs­tanbul'un yiyeceğinin temin edilmesi ve askerlerin ma­aşlarının ödenmesiydi. Bu da vergilerin gittikçe daha ağırlaşmasını sağlıyordu. Önceleri tedbirler öylesine kötü alınmıştı ki, halk hem ağır vergilerden hem de vergileri tahsil eden memurların haksızlıklarından bu­nalıyordu.

Osmanlı hükümetini her zaman için, genel ka­rargâhından etrafı tahrip etmesi için buyruk veren kumandanı ile karargâh kurmuş bir orduya benzetmek mümkündür. Nitekim ordusunu Karadeniz'den getirten Sadrâzam, Yunan ve Ege adalarının ürünleri ile geçi­nen İstanbul'un yiyeceksiz kalmaması için Ruslara kar­şı hazırlanan deniz kuvvetinin bir hayli üstün olması­na çalışıyordu. Ancak gemi inşasını zorlayan, gemi­lerin silâhlanmasını sağlayan ve tayfa olmak üzere bir sürü adamın başkente getirilmesine sebep olan şey Rus tecavüzü ise de, her şey bu hazırlıkların bilgisizlik ve kendini beğenme tarafından yönetildiğini ortaya koymaktaydı.

Bordaları yüksek fakat top bataryaları bir hayli alçak olarak yapılan gemiler düşmana bol tahta yığını ve az top ateşinden başka bir şey veremezlerdi. Sıkıcı manevralar, en ufak zorlamada kopan ipler ve maka­ralar, üst güvertedeki dümencinin sözlerine göre dümenin çubuğunu döndürmeye gayret sarfeden otuz ki­şi. Denizcilik ilkelerinden yoksunluk, hareket kabiliyeti olmayan toplar, kalibrelerde eşitsizlik, işte bunlarla yetinebilecek kadar bilgisi olmayan insanlara teslim edilebilecek bu deniz kuvvetinin durumu böyleydi. Bu­na rağmen kumandanlıkları paylaşmak için herkes birbiriyle yarış ediyordu, gemi kumandanlıklarına yapı­lacak atamaları en büyük parayı ödeyene göre yapan Kapdân-ı Deryâ diğer küçük mevkilerin ticaretini de gemi kaptanlarına bırakıyor, böylece baştan sona rüş­vet içine gömülen Osmanlı denizciliği düşmanın yar­dımı olmadan bile mahvolmanın eşiğine geliyordu. O zamana kadar Ege adalarını küçük bir filo ile dolaşarak vergi toplamaya alışmış olan deniz subayları, bu yüz­den hiç bir askerî ilkeye, bu çeşit bir görüşe, sanata veya tecrübeye alışkanlık kazanamamışlardı; sefere hazırlanan donanma hâlâ vergi toplamaya çıkan kü­çük filo görünümünde idi. Sadece Cezayirli Hasan Paşa'nın savaşa gider gibi hazırlandığı dikkati çekiyor­du; yüksek cesareti herkes tarafından bilinen Hasan Paşa, bunun her şeye yeterli olduğunu ve her şeyin yerini tutacağını sanıyordu. Bu arada, gemi küpeşte­sine takılan ve yatay olarak dışarı doğru uzanan bir sürü demir çubuk sayesinde düşman gemilerinin bordalamasını önleyecek bir keşifte bulunmuştu. Her ne kadar bu ayrıntı Hasan Paşa'nın dehâsı hakkında bü­yük bir fikir vermiyorsa da, Türklerin meziyetleri hak­kında bir fikir verdiğimi sanıyorum.

Donanmanın hareket etmesini geciktiren güney rüzgârlarının süresi, donanmayı daha iyi bir duruma getirmeye yarayacağına, tayfaların büsbütün başıboş kalmalarına ve teçhizatlarını tamamlama bahanesiyle kaptanların daha fazla vergi istemelerine sebep oldu. Bu zaman aralığında daha önce iki defa yenilmiş olmasına rağmen kara ordusu şimdiye kadar erişmedi­ği bir sayıya geldi: denizden ve karadan Osmanlı im­paratorluğu'na karşı saldırıya geçen düşmana karşı her tarafta üç misli kuvvetle direniliyor. Bunun da ge­leceği mutlu kılacağı hakkında ümitler besleniyordu.

Askerlerin gitmesiyle başkentin biraz rahat nefes alması ve büyük başarılar uman halkın sevinçli görün­mesi, elçimiz Saint-Priest'i kralın evlenmesi dolayısıyla bir balo vermeye ikna etti. Ayrıca hep Avrupalı­ların yararlandığı balo ve festival hazırlıklarına Türkleri de ortak etmek gibi bir düşüncesi vardı. Balonun verileceği salon hazırlanıp, artık son ayrıntılarla uğra­şırken, deniz ve kara ordusunun yenildiği haberi İstan­bul’da derin bir teessür yaratınca kutlama hazırlıkla­rımız suya düştü. Artık eğlenceyle meşgul olmanın vak­ti geçmişti. Ağır bir endişeye düşmüş Padişah, peri­şan olmuş vezirler ve açlık ile istilâdan çekinen bir başkent: işte bir ay önce kendisini dev gibi sanan bir imparatorluğun bugünkü durumu. Buna rağmen daima beraberinde sürüklediği kibri okşamak ihtiyacını du­yan bilgisizlik bu çifte felâkette, körü körüne itaat edilmesi gereken İlâhî mukadderatın çözülmesi müm­kün olmayan buyruklarını görüyordu. Türkler arasında hiç kimse disiplinsiz bir kalabalığın, düşmanın gay­retlerinden daha fazla bir şekilde milletin mahvına ça­lıştığını kabul etmek istemiyordu. Ancak Kartal'da or­dunun bozguna uğraması sırf disiplin yoksunluğu ile açıklanabilirse, Çeşme'de donanmanın mahvolmasını Amiral ve Kaptanların korkunç bir beceriksizliği ile izah edebiliriz.

Rus filosunu aramak üzere Çanakkale'den çıkan bu donanma Sakız üzerine yol aldıktan sonra Anadolu kıyılarında dolaşmış ve Çeşme limanı civarında yavaş­lamıştı. Bu savaştan önce Türk denizciliği tarafından tanınmayan ve yeni inşa edilmiş olan firkateynler bu uzun hattın uçlarında nöbet tutacaklar ve görünür gö­rünmez düşmanın geldiğini, merkezde dörder demirle tutturulmuş, aralıklı duran otuz ağır kadırgaya bildireceklerdi. Bu dâhiyane pusu böylece hazırlandıktan sonra, daha askerî bir düzen içinde ilerleyen Rus ge­mileri Sakız'ın burnunu döner dönmez ilk Türk gemi­lerini tanımışlar, bunların yelken açmasına fırsat bı­rakmadan Türk hattının merkezine kadar ilerlemişler­di. Bu arada birbirlerinin karşısında bulunan iki ami­ralden Rus Amirali bütün toplarını ateşleyerek Türk Amiral gemisine yaklaşmış onu ateşe verirken kendisi de havaya uçmuştu. O zaman firkateyn amirali olan (ve bana bu ayrıntıları nakleden) Cezayirli Hasan Paşa gemisinin bu patlamadan kurtulduğunu görünce teh­likeden kaçtığını sanmış, ama birden kıç tarafından ateş aldığını ve biraz sonra aynı akıbete uğrayacağını farketmişti. Tayfaları denize atlarken o da tereddüt et­meden atlamış, batan düşman gemisinin bir tahta par­çasına tutunarak gemisinin patlamasından zor sıyrıl­mıştı.

Hesabı sırf karşılıklı kayıplar üzerinden yaparsak, Rusların Türklere saldırmakta tereddüt etmelerini, verdikleri kaybın büyüklüğünde aramak gerekir; ancak askerî bilgileri sadece barutun etkilerini tanımakla sı­nırlı olan Türkler, olanlardan endişeye kapılarak ve sırf havaya uçmaktan çekinerek büyük bir düzensizlik için­de Çeşme limanına dolmaya başladılar; aceleyle kara­ya çıkarılan ve limanı kapatan iki burnun üzerine mon­te edilen top bataryaları kaçakları rahatlattı. Herhalde Ruslar o sırada düşmanın hareketlerini izlemekle meş­guldüler; ve ertesi gün Çeşme'de olup bitenleri gör­mekten 'büyük bir şaşkınlığa düştükleri pek düşünüle­mez. Başarı ihtimali en az olan girişimleri bile denen­meye değer yapan panik havasının Türkleri sarmış ol­duğunu farkettiklerinde limandan içeri iki «ateş ge­misi» (brûlot) göndermekte tereddüt etmediler. Rus gemilerinin görülmesi üzerine zaten bir gün önceki korkularından kurtulmuş olmayan Türkler gemilerini savunmaktan ziyade karaya kaçmakta acele etmişler­di. Ama iki küçük gemiden başka gelen olmadığını farkettiklerinde, bunların kolaylıkla üstesinden gelebi­leceklerini düşünmüşler, gemilerin içindekileri tutsak alıp, gemileri batırmadan İstanbul'a ganimet olarak götürmeye karar vermişlerdi[89]

Bu sırada kolaylıkla limana giren Rus gemicileri dümenlerini bağlamışlar, çengelli çıpalarını Türk gemi­lerine atarak alev girdapları kusmaya başlamışlardı; tamamen Türk gemileri ile dolu olan Çeşme limanı bir anda Osmanlı donanmasını yutan bir volkan ağzına dönmüştü. Bu felâket Osmanlı gururunu fena halde kırmakla birlikte az zaman sonra vezirler daha etkili bir mesele ile uğraşmak zorunda kaldılar: Başkenti açlık tehdit ediyordu. Nitekim, Ege denizini Rus do­nanmasına bırakan Türk donanmasının mahvolması, düşmanın Boğaz'ı zorlamasına, Sarayburnu önüne gel­mesine, şehri topa tutmasına ve Padişah'a istedikleri­ni kabul ettirmesine sebep olabilirdi. Şaşkınlık genel­leşmişti; dehşet, kibrini yıktığı zaman bile daima ken­dini haklı gören cehalet, Padişah'ın Çanakkale istih­kâmlarının savunulmasının bana körü körüne ve­rilmesi hakkında bir buyruk çıkartmasına engel olama­mıştı. Ancak bu görev bana bazı formaliteler tamam­lanmadan verilemiyeceği için bunların bir an önce bi­tirilmesi maksadıyla Bâb-ı âli acele ediyordu; Fransa elçisinden de gerekli müsaade alındıktan sonra Reis Efendi beni yanına çağırarak en süratli şekilde gere­kenin yapılması için ne lâzımsa kendisinden istememi rica etti.

Olayların kaçınılmaz bir şekilde beni sürüklediği durumları daha iyi değerlendirebilmek için sırası geldikçe karşılaştığım Osmanlı devlet büyüklerinin mi­zaçlarının ayrıntılarını vereceğim.

Tahta geçtiğinden beri iktisat ile ilgilenen Padi­şahın biriktirdiği servetin ona hiç bir şan getirmeden süren savaş sırasında yok olduğunu görmüştük. Buna rağmen bu Hükümdar ordularının kötü talihi için ya­nındaki Vezirlerini itham edemiyordu; bu kötü talihi yenmek için onların yetersiz olduğunu bilmekle bir­likte, daha aydın kişileri onların yerine getirmekten yoksundu. Zaten en meziyetli kişiler orduya gereki­yordu, ancak Efendilerinin teveccühünden en fazla ya­rarlanan Vezirler öyle kişileri çevresinden uzakta tut­ması hususunda Padişah'ı çok fazla etkiliyorlardı. Özellikle İsmail Bey kişisel rahatını bozmadan ve zevk­lerinden hiç vazgeçmeden Hükümdar'ım yönetmek, bü­tün meseleleri ayarlamak gibi gayet zor bir sanatta hâ­rikalar yaratıyordu.

Darphâne emini İzzet Bey Efendisi’nin teveccühlerine en fazla sahip olan kişilerden biri olarak kimse­de kin ve kıskançlık uyandırmadan itibarını Sadrâzam'ın bazen vezirlere karşı gösterdiği sert tavırları yu­muşatmakta kullanıyor ve her gün yiyecek dağıttığı fa­kirlerle yakından ilgileniyordu.

İstanbul'da kaymakamlık yapan Melek Paşa sa­hip olduğu bu yüce makamı, Padişah'ın kızkardeşinin onunla evlenmesine sebep olan yakışıklı çehresi sa­yesinde elde etmişti; gözdeler içinde nisbeten daha az itibara sahip olan fakat son savaşta babasının şöhre­tinden yararlanan Defterdâr ihtiraslı olmaktan ziyade faal bir adamdı. Kişilikleri üzerinde ayrıntılara girme­diğim Şeyhülislâm ile diğer Vezirler devlet üzerinde etkili olamıyorlardı.

Çanakkale'nin durumu ve başkenti tehdit eden noktalar üzerinde benimle işbirliği yapacak olan İsma­il Bey görüşmelerimizi gecenin tüllerine bürüyerek hükûmet'in endişesini örtmek istiyordu. Beni özel evinde kabul ettiğinde, buluşmamızı gerektiren meseleden tamamen ayrı bir konu üzerinde meşgul olduğunu farkettim. Zevklerinin en ince ayrıntılarına kadar tatmin edilmesini isteyen bu adam, aynı şekilde öten iki ka­narya bulabilmek için bütün İstanbul'u adamlarına ta­ratmış ancak bir başarı elde edemeyince zevkini başka yollardan tatmin etmeye çalışmıştı.

Çanakkale'nin durumu hakkında ancak benim ka­dar bilgisi vardı, ama daha önce Sadrâzam olan son­ra gözden düşünce Çanakkale Muhâfızlığı'na atanan Moldovancı Ali Paşa'nın mektupları aşılmaz olarak bilinen Çanakkale istihkâmlarının en hafif bir saldırıya bile dayanamıyacak durumda olduğunu kesin bir şe­kilde ortaya koyuyordu; ilk hisarların önünde seyreden Rus kadırgaları rüzgârın elverişli bir şekilde esmesiyle rahatça içeri girebilirler, Sarayburnu önüne gelip Padişah'a istediklerini kabul ettirebilirlerdi.

İşte bu kendini beğenmiş hükümetin durumu böyleydi. Vezirlerin bilgisizliği ile alt kademedekilerin hi­lekârlığı böylesine aşağılatıcı ve en fecî sonuçları ha­zırlayıcı durumu yaratmıştı. İstanbul civarında Çanak­kale örneğine göre yapılan istihkâmları her gün inceleyebilme imkânım sayesinde Çanakkale'ye varınca nasıl bir yol tutacağımı kararlaştırmış oldum. Savaş gemilerini baştan ve kıçtan bağlayarak yan verdirme pek az kolaylık sağlıyordu; donanmaya ulaşmakta ge­ciktiği için yangından kurtulan iki gemi Çanakkale'deki dış istihkâmların önünde bulunduğundan gelişimden önce Rus gemileri tarafından kolaylıkla bertaraf edi­lebilirdi; üstelik tersanede hizmet göremez olarak ni­telenen eski bir kadırgadan başka bir şey yoktu. Buna rağmen Reis Efendi ile bu geminin hemen onarılması­nı, içine gerekli gördüğüm cihazlar ile kereste, kazma. kürek vs. konmasını ve en geç ben Çanakkale'ye var­dığımda onun da orada olmasını kararlaştırdık

Uzun yıllar önce tutsak düşen ve kendisini Malta Şövalyesi olarak tanıttığı için fidye bulmakta zorluk çeken bir Malta korsan gemisi kaptanı zindanda çürü­yüp gidiyordu. Elçi Saint-Priest fırsattan faydalanarak bu zavallıyı kurtarmak istedi. Bu maksatla ateş gemi­leri yapılmasının yararlı olacağını ancak bunun bilgim dışında olduğunu ileri sürerek tutsak korsanın serbest bırakılmasına sağlam bir bahane bulmaya çalıştım; meziyetlerini övdüm, ancak bu adamın yerimi doldu­rabileceğini anlattım. Korsanı bana hazırlanacak ge­miyle göndermeyi vâdettiler, üstelik bahsettiğim me­ziyetlerini gösterebilirse tam anlamıyla hürriyetine ka­vuşacaktı. Aslında o adamın bu konularda büyük bil­gisi olmadığını gayet iyi biliyordum, benim için tah­min edilmesi zor olan, korsanın, benim onun kurtulması hakkında yaptıklarımı öğrenmesi ve bunun sebeplerini araştırmasıydı. İlerde sırf merhamet duygusundan doğan bir imânın nasıl garip bir sonuç verdiğini gö­receğiz.

Bir an önce Çanakkale'ye gitmemi isteyen Padişah'ın acelesi yüzünden işlerime başlayabilmem için gerekli eşyaların hiç birini beklemeden hareket ettim.[90] Hünkâr her şeyin emrime verilmesi için kesin buy­ruk çıkarmıştı. Yanıma bir yetkili verilmesini talep et­miştim; meşhur Canım Hoca'nın[91] torunu Mustafa Bey'i bu işe atadılar; ben de vakit kaybetmeden Ça­nakkale'ye varmak için bir Fransız gemisi kiraladım. Bâb-ı âli'nin yetkilisi benden birkaç saat önce Çanak­kale'ye varmış getirdiği buyruklarla Moldovancı Ali Paşa'nın benim buyruğuma girdiğini belirtince bunun aleyhime dönmesine sebep olmuştu. Daha önce bu adamın tuz ve ekmek hakkı dolayısıyla benimle dostluk anlaşmasına da güven beslemediğimi açıklamak zo­rundayım. Ancak gelen buyruklardan duyduğu endişe ile önünde daima yenik olduğu bir düşmanın mevcu­diyeti hoşnutsuzluğunu gizlemesini sağladı. Bu da ba­na onu sakinleştirmek için zaman kazandırdı. Gururu­nu okşayarak bu sonuca erişmem güç olmadı; Çanak­kale'de bulunduğum süre içinde dikkati çekecek bir anlaşmazlığımız olmadı, öfkesi Bâb-ı âli'ye yazdığı ilk mektuplarda açığa çıktı; ancak şikâyetlerinin fazla akis yapmaması karşısında bu işten vazgeçti.

İlk işim hisarların durumunu incelemek oldu; fa­kat maddî durumda olduğu kadar manevî durumda da hayır olmadığını anlamak için hisarları savunan as­kerlere bakmak yeterliydi. Dehşet havası zihinleri öy­lesine kaplamıştı ki, ilk top atışında bataryaların terkedileceğinden bahsediliyordu.

Her askeri yerleşik yapan devamlı garnizonların mevcudiyeti meşgul olacak başka işleri olan askerle­rin hisarların savunmasına gereği gibi eğilmesine en­gel oluyordu; çıkarları istihkâmların dışında bulunu­yordu. Türklerde sert fakat yerinde uyguanmıyan di­siplin askerleri istihkâmlara kapatmaya mecbur edemi­yordu. Çanakkale tabyalarının inşa sistemi üzerinde yapılan basit bir inceleme askerlerin neden buradan uzak kaldığını açıklığa kavuşturmaktadır. Su hizasında­ki bataryaların üzerinde otuz adım kadar yükselen cı­lız duvarlar Rusların ilk top atışında yıkılarak hem top­ları hem de topçuları ezecek şekildeydi; böyle bir sa­vunma tarzı Türklere düşmanlarının saldırısından da­ha tehlikeli gözüküyordu.

Topların çapı bakımından güçlü bir topçu batar­yası Avrupa ve Asya hisarlarında başlıca bataryaları meydana getiriyordu; menzilleri çaprazlama olmasına karşılık ancak Boğaz'ın girişindeki hisarlara kadar eri­şebiliyordu; muazzam taş güllelerin hizmete sokulma­sındaki güçlük dolayısıyla ilk atıştan sonra fazla güç­lü olmaktan çıkıyorlardı. Tamamen tunçtan yapılmış olan bu batarya muylu ve kundağa sahip olmaksızın, atış esnasında hilâl şeklinde oyulmuş tahta kısımlara ve taştan bloğa dayanarak geri tepmiyordu. Kumların üzerine yatırılmış başka toplar ve havan topları, savun­ma araçlarından ziyade kuşatma artıkları gibi görü­nüyordu. Çanakkale'ye geldiğimde oranın durumu işte bu halde idi; yedi savaş gemisinden (ikisi üç köprü­lü) ve iki firkateynden kurulu Rus filosu, Amiral Elphinston'un söz verdiği başarıyı denemek üzere rüzgâ­rın dönmesini: bekliyordu.

İstanbul'un iki yüz kilometre batısında yer alan Çanakkale Boğazı Ege Adaları ile Marmara Denizi ara­sında olup Truva'dan, Lâpseki'nin tam karşısındaki Ge­libolu'ya kadar uzanır. Yaklaşık elli kilometre uzun­luğunda olan bu kanal boyunca Avrupa ve Asya kıyıları bazen altı, sekiz yüz metre kadar birbirlerine yakla­şırlar. Ege Adaları tarafındaki ağzının onüç kilometre içerisindeki en dar yerine hisarlar inşa edilmiş olup top gülleleri rahatlıkla karşı kıyıya kadar varabilir. Bu savunma noktası uzun yıllar boyu İstanbul'u koruyan tek engel olmuştur. Daima endişeli fakat az bilgili olan Türkler, üç bin metre kadar aralığa sahip ağız kısmında iki hisar daha inşa etmişlerdi: bu mesafeden dolayı atışlar isabetsiz ve savunma yetersiz oluyordu.

Donatımı geciktiği için İstanbul'da kalan bu yüz­den donanma ile gitmeyen ve Çeşme faciasından kur­tulan iki savaş gemisinden bahsetmiştim. Bu iki gemi hisarlar arasında nöbet tutuyordu; fakat dolaştıkları mıntıka o kadar dışardaydı ki kolaylıkla düşman ge­mileri tarafından yok edilebilirlerdi, ilk işim bu gemi­lerin içeri girmelerini, bataryalarını hisarların batar­yalarını destekleyecek ve boğazın girişini kapatacak şekilde bağlanmalarını emretmek oldu. Bu arada yaptığım teftişler sonunda tamamen yetersiz gördüğüm tayfalar ve subaylar bu emri geri almama sebep oldu. Rüzgâr elverişli olmasına rağmen içinde bulun­dukları tehlikeli durumdan kurtulmaları için yine de yeterli değildi. Bu durum gelişimin üçüncü günü son derece vahim oldu.

Boğaz'ın girişindeki Avrupa yakası hisarında bu­lunurken Avrupa kıyısını izleyerek dizi hâlinde gelen Rus filosu Boğaz'ı geçmeye çalışmaktan ziyade iki ge­miyi vurmaya hazırlanır gibiydi. Onlar için bu iş gayet kolay gözüküyordu. Hisarların bütün düşman filosuna sağladıkları tehlikeyi bir firkateyn iki savaş gemisi kar­şısında bile bulamazdı. Bize kalan tek şey olduğumuz­dan daha güçlü görünmekti. Düşman filosunun seyri büyük çaplı topların ateşinden korktuğunu belli edi­yordu; hâlbuki filoya karşı bir kulevrin topundan baş­ka bir şey elimde yoktu; ancak bunun kalibresi de otuz kiloluktu. Türkler bu topu kendi hâline terketmişlerdi; iki kalın meşe kütüğe dayanmış bir şekilde menzili fi­loya tam dikti. Daha küçük kalibreli topların yerleş­tirildiği iki yüz metre uzunluğunda bir burun kulenin topunu gizliyordu. Rus gemileri bu topu ancak burnu dönüp, menziline girdikleri vakit görebilirlerdi. Fakat burun surların burçlarını ve hisarın yanındaki evleri açıkta bıraktığından düşman filosu top ateşine başla­dı; bu ateş onların bakımından faydasız olmakla bir­likte Osmanlıları bu tür savaşlara alıştıracak nitelik­teydi. Ancak ilk salvolardan sonra askerlerin kaçıştığına tanık oldum; bulabildiğim yedi, sekiz askerle elim­deki tek savunma aracı olan kulevrini hazırladım. Ar­tık düşman gemilerinin topun yönüne girmesini bek­lemekten başka çıkar yolum yoktu; topun sabit olması ilk atışımı önde giden firkateyne yapmamı sağladı; fir­kateyn hemen siya etti, arkadan gelen gemi için topu­mu hazırlamıştım; bu arada Rusların top atışı burnun üzerinden aşarak devam ediyordu, nihayet üstümüze sekiz, dokuz yüz gülle attıktan sonra filo dümen kırdı. Attıkları mermilerden bir çoğu havada patlıyordu; pat­lamamış mermilerden bana da getirdiler. Arka arka­ya üç gün aynı düzen ve aynı saatlar içinde devam eden bu saldırı teşebbüsü daha sağlam savunma ted­birleri almamı önlüyordu; düşmanı kıyıdan uzak tuta­cak bir çare tasarladım. Bu maksatla geceleyin Çanak­kale'ye dönünce Venediklilerden alınmış küçük bir to­pu çıkartarak güllelerini kızdırdım, topu doldurttum ve daima beni izleyen topluluğa kızıl güllelerle bir göste­ri yaptım. Bu denemeye tanık olan Paşa ile Türkler şimdiden donanmanın yakılışının intikamının alındığı­nı sanıyorlardı. Geceden, Rusların top ateşine tuttuk­ları burundaki bataryanın yanına ızgaralar, kömür ve körük kuruldu; ancak Türkler verdiğim buyrukları ye­rine getirmekte ne kadar aceleci davranıyorlarsa, Rumlar da yapılan hazırlıklardan Rusları haberdâr etmekte o kadar titiz hareket ediyorlardı; bu yüzden Rus filosu bir daha kıyıya sokulmadı ve Bozcaada kuşatmasına devam etmekle yetindi.

Elime geçen sakin devrede anlaşmazlık vesilesi olan iki gemiyi kurtarmakla beni meşgul eden mese­leden kurtuldum. Her iki hisar civarında toplanan 400 kadar Yahudi ile gemileri kıyıya çektirdim. Böylece bunları akıntının etkisinden kurtardıktan sonra, esen elverişli rüzgârın da yardımı ile gemileri, toplarının yararlı olacağı ikinci istihkâmlara kadar getirttim

Karadeniz'e gelen ve buharlaşmayan fazla sular İstanbul Boğazından geçerek Akdeniz’e gitmek üzere Çanakkale Boğazı’ndan geçerken burada öylesine şid­detli akıntılar meydana getirmektedirler ki, fora yel­ken giden gemiler bile bunları yenmekte büyük zorluk çekerler. Kaptanlar, eğer rüzgâr yeterliyse rotalarını akıntının en az etkili olduğu yerlerden seçmek zorun­daydılar. Bir uçtan bir uca şiddetle giden akıntılar de­nizcilik bakımından zorluklar çıkardığından, akıntıla­rın bilinmemesi büyük tehlikeler doğurmaktadır. Türk gemilerinin kaptanları bana bu hususta büyük bilgi ver­diler, böylece boğazın savunmaya en elverişli nokta­larını tesbit edebildim. Buna göre birinci ve ikinci hi­sarların arasındaki burna yerleştirilen bir batarya ile tam karşı kıyıya konacak ikinci bir bataryanın atış menzilleri çaprazlama olarak ve Türkler boğazı aşma­ya çalışacak filoların öncü ve artçılarını -rahatlıkla to­pa tutabileceklerdi, düşman bordalarından top ateşi açarken mecburen akıntı yönüne dik gelecek ve şiddet­le zorlanacaktı. Bu tedbir ayrıca boğazı aşmak için bü­tün yelkenlerini rüzgârla doldurmuş düşman gemileri­ne karşı güllelerin daha etkili olmasını sağlayacak, yır­tılan yelkenlerle güçsüz kalan gemiler muhtemelen ka­raya oturacaklardı. Daha az önemli olmayan başka bir sebep de bu savunma tedbirini almamı sağladı. Bu bataryalar birinci ve ikinci hisarlar arasındaki tabiî limana hâkim olup sürekli olarak Çanakkale'ye kadar atış imkânı sağlıyorlardı; sırf İstanbul'u korumak is­teyen Türkler bu tedbirin yeterli olduğunu ileri sürü­yorlardı. Rumeli kıyısındaki hisara daha yakın olan De­ğirmen burnu Anadolu yakasındaki iki batarya ile çaprazlama gelebileceğinden orada da bir bataryanın ku­rulması gerekiyordu; bir dördüncü bataryayı da Semos'da yanındaki hisara destek olması bakımından kur­mayı düşündüm.

Ben bu tedbirlerle uğraşır ve işleri yaptırmak için civar köylerin ahalisine çağında bulunurlarken, kuş­kusuz kendisinden bahsettirmek isteyen Moldovancı Ali Paşa Boğaz'ın girişinde Cenevizlilerden kalmış ve çok yüksek ve uzak olduğu için gülleleri ancak bir pa­rabol çizdikten sonra denize düşebilen eski bir hisarın yıkık surlarını onartmak istedi. Moldovancı tasarısın­dan bana da bahsetmişti, savunma için gereksiz ve pa­halı olmasına karşılık bu tasarıyı destekler gibi gözük­tüm; yaptırdığı işleri göstermek için beni o kayalıkla­rın üzerine çıkarmak üzere yaptığı ısrarlara da boyun eğdim. Orada iki, üç yüz duvarcının eski temeller üze­rine 45 cm. kalınlığında cılız surlar inşa ettiğini ve bir sürü doğramacının da garnizon için kışla yaptığını gör­düm; fakat bana çok garip gelen şey Paşa'nın yeni yap­tırdığı surları kireç suyu ile badanalatmakta gösterdiği acele idi. Bu davranışın: görünce bataryasını gizlemek istemediğini düşündüm. Düşman kırk kilometre öte­den bu tabyayı görebilirdi; fakat onun bu endişeden tamamen uzak olduğunu farkettim. Buna rağmen Moldovancı'nın tek gayesi buydu; üstelik Türklerin kor­kusu öylesine fazlaydı ki düşmanı uzaklaştırmak için alınan her tedbir onu yenmekten daha önemli oluyor­du.

Bu manevî tedbirler beni bataryaları yirmi iki ayak kalınlığında kazdırmaya zorladı. Komşu köylerin halkı bir araya gelerek tabya siper koltuklannı toprak ve ça­lı çırpı ile yükseltmeye başlamışlardı; ancak fırtınalar­dan korunmaları için pek az çadır dağıtmıştı. Top­lamadan bıraktıran ürünleri her gün gözleri önünde mahvolan bu zavallılar için devlet hiçbir yakınlık gös­termiyordu.

Saint-Priest Kontu'na İstanbul'a kadar eşlik eden Pontecoulant Baronu Fransa'ya dönerken Osmanlı im­paratorluğu için bu kadar endişe verici şartlar altında beni görmeden gitmemezlik edememişti, aynı zaman­da Çanakkale Boğazı hakkında sağlam bir fikir edin­mek istiyordu. Tabyaların kazıldığı bir anda ziyareti­me gelerek, bunların gücü hakkında bir fikir edinebil­di. Kolaylıkla Osmanlıların maneviyatlarının, disiplin­lerinin bozukluğunu ve kayıtsızlıklarını kavradı. Top menzili dışındaki surlarını beyaza boyatmakla meşgul olan Paşa bana engel olmadan yeter derecede çalış­tığını sanıyor ve benim uygun göreceğim işlerin mas­rafını karşılamak üzere mevcut olan Bâb-ı âlinin yet­kilisi, yararlı olacak masrafları bir kenara bırakarak kendi tahminlerine göre çıkardığı masrafları defteri­ne işliyordu. Kuşkusuz Türklerin maneviyatı mücade­le etmeleri gereken en büyük düşmanları idi; bu da ba­na en büyük endişeyi veriyordu. Pontecoulant Baronu'nun gelişinden faydalanmaya çalıştım; kendisine tasarımı anlattıktan sonra onu Paşa ya Fransa Elçisi­nin müfettişi olarak tanıttım. Güya buraya Çanakkale'­nin durumunu öğrenmeye, gördüklerini Padişaha ve sonra Fransa kıralına nakletmeye gelmişti. Pontecoulant rolünü çok iyi başardı, anlaştığımız şekilde gayet ciddî davrandı ve bu kurnazlık Paşa'ya bir az daha fazla gayret verdi. Bu vezir Pontecoulant’a büyük iti­bar gösterilmesi gerektiğini sandığından. Baron ayrı­lırken, kendisine Türklerde büyük nezaket gösterisi olarak kabul edilen para armağanı teklif etti. Ancak biz aynı görüşte değildik; fakat armağanı geri çevir­mek Paşa'da onu hükümete şikâyet edeceğimiz hak­kında bir düşünce doğuracağından Baron'u armağanı kabul etmesi hususunda ikna ettim, böylelikle yanında getirdiği tayfalar da Fransız inceliğine teşekkürler ederek para almak fırsatı buldular.

Sadece merak yüzünden yapılan ve benim çok işime yarayan bu ziyaret daha sonra Padişah için en büyük endişe kaynağı olmuştu Nitekim dönüşünde kuzey rüzgârları yüzünden Gelibolu yakınlarında karaya çıkmak zorunda kalan Pontecoulant Baronu İstan­bul'a kadar at üstünde seyahat etmişti. Edirnekapısı'nda bulunan gümrük memurları Baronu durdurmuş­lardı: bir yabancıyla karşılaşınca hayrete düşmüşler, kim olduğunu ve nereden geldiğini sormuşlardı; Fransa Beyzâdesi olduğunu[92] ve Çanakkale'den gel­diğini söyleyince, muhafızlar benim döndüğümü san­mışlar başka bir açıklama istemeden onu serbest bıra­karak hemen Sadrâzam’a benim döndüğüm hakkında haber uçurmuşlardı. Bu da vakit kaybetmeden Padi­şaha durumu bildirmişti; zihinlerde şaşkınlık uyan­mış, Çanakkale'nin zorlandığı sanılmış ve Hünkâr hemen Saint – Priest’ e yakın adamlarından birini gön­dererek bilmediği hususlarda bilgi sormuştu; fakat el­çimiz durumu anlatmış, Pontecoulant'ın gözlemlerin­den bahsederek Padişah'ı ve vezirleri sakinleştirmişti.[93]

Yanında kaldığım ve artık bana yeterince güven­le davranan Moldovancı Paşa ile bir akşam sohbet ederken mevcut bulunan Türklerden biri Paşaya onun hakkında bana bazı şeyler söyleyeceği hususundaki sözünü hatırlattı. Bunun üzerine bana dönen Paşa, evet size bu adamı tavsiye ederim, ondan çok yarar­lanabilirsiniz, bombaların atılması hakkında çok de­ğişik tasarıları var dedi. Ona vereceğiniz öğütler kısa zamanda bu konuda bir hayli ilerlemesine yardımcı olacaktır: sebebini çözemediğimiz bir kaza olmasaydı bu Bey'in başarılı bir deneyini seyredebilecektik. Bu nutuk esnasında meziyetli adamı inceliyordum, ve sarığının şeklinden onun müezzin olduğunu anladım.

Kazadan, kurtulduğu için geçmiş olsun dedikten sonra deneyini sordum. Gereken her şeyi yaptığımı sanıyo­rum, dedi, kazanın olmasına rağmen başarılı bir dene­me yapmak için her şeye dikkat ettiğimden eminim. Deneyinizi bütün ayrıntıları ile anlatınız, dedim. Kun­dağı üzerine oturmuş havan topunu denize doğru çe­virdim, barut odasını doldurdum ve tokmakla dövül­müş toprakla sıkıştırdım, sonra bir bombayı da ba­rutla doldurdum. Paşa lâfa karışarak görüyorsunuz çok bilgili, dedi. Devam edin, diye cevap verdim. Bombayı havan topu içine yerleştirdim, diye devam etti, ve sonra ateşledim... Ne, humbara koymadan mı ? diye haykırdım. Ah, sefil adam, cehaletinize kur­ban ettiğiniz adamlardan ilkinin sizin olmasını diler­dim; ve nasıl oluyor da Boğaz'ın savunulması için kul­lanılan havan toplarında humbara olmaksızın bomba atılamıyacağını bilen bir topçu çıkmıyor? O zaman söz alan Paşa, adamının usta bir topçu olması için öğrenecek pek az şeyi olduğunu ileri sürdü ve yine bana onu eğitmem için ricada bulundu. Bunca ah­maklık karşısında boyun eğmeye bir nevi mecbur kal­dığım için ambar muhafızını yolladım, ambarda yap­tırdığım araştırmalar sonunda humbara imâli için gerekli olan ana hammaddelerin bile bulunmadığını tesbit et­tim; buna rağmen Paşa müezzini eğitmem ve onun önünde de bir deneme yapmam için ısrar ediyordu. Aslında onu memnun etmekle elime hiç bir şey geçmiyecek olduğundan bu işle uğraşmama değmiyecektı; takat cahillere havır demekle daima çok şey kay­bedileceğini iyi bildiğimden doğramacımın da yardımıyla onlara iyi bir oyun oynamaya karar verdim; bir kaç humbara yaptırdım, güherçile ve kükürt temin ettim, karışım yaptıktan sonra öğrencimin gözleri önünde humbaraları doldurdum, deneyin başarılı ol­ması için gereken bütün şartları öğrettim; deneyin başansızlığa uğraması hâlinde adamına Topçubaşılığını vermek zorunda olan Moldovancı'nın büyük mem­nuniyet ile karşıladığı başarılı bir deneme yaptım. Bu­na rağmen bu adam, öylesine beceriksizdi ki, bir çok defa benden ders almasına karşılık hâlâ bir humbarayı iyi bir şekilde doldurmasını öğrenememişti; çalış­malardan ümitsizliğe kapılan, ama ihtirasından vaz­geçmeyen öğrencim yine koruyucusuna başvurdu. Be­nim uyguladığım usûlün zorluğunu bahane ederek, be­nim ona humbarasız bomba atışını öğretmem hususun­da efendisini teşvik etti. İşin asıl anlamsız tarafı, Hotin kuşatmasını kaldıran ve sonra Osmanlı ordusuna Serdâr-ı Ekremlik etmiş bir vezir olan Moldovancı Ali Paşa'nın böyle bir teklifi kabul etmekte gösterdiği ah­maklıktır.

Sadece bu olayla bile Osmanlıların nasıl kendi­lerini savunmaktan âciz olduklarını ve zayıflıklarını düşmandan gizlemenin nasıl önemli bir şey olduğunu anlamak mümkündür. Tehlikeli bir casusluğu, yalnızca hafiyelikleri belli olan Rumlardan beklemek yanlış olur. Osmanlı yönetimine boyun eğmeye alışmış olan ve Osmanlılar kadar bilgisiz olan Rumlara ait her şe­ye Osmanlıların vergi koymak hakkı vardı. Fakat Avrupalıların durumumuzu anlamalarından sakınmak gere­kiyordu, donanmanın yakılmasından hemen sonra ko­nan ambargonun esas sebebi buydu. Her milletten bir sürü gemi Çanakkale'de tutuluyor ve uzun zamandan beri Osmanlılar Ege denizinde gezinmekten kaçınıyor­lardı.[94] Hükümetten istediğim bütün gereçler gel­mişti. Artık yeni bir şey beklemezken fora yelken Boğaz'a giren iri bir sayık[95] gördüm. Aynı anda bu ge­minin diğer gemilerin yanına gelip demir atmaktan kaçınarak akıntıyı izlediğini ve iki hisarın arasına girdiğini farkettim. O zaman onun cephane yüklü oldu­ğunu sandım; ambarlara doğru yaklaşıyordu, fakat bi­raz sonra her serenin ucunda çengelli çıpalar olduğunu gördüm. Maltalı korsanın ateş gemisi yapması hakkındaki talebimi hatırlayarak, korsanın bunu reddet­mesiyle hükümetin kendi imkânlarını kullanarak ateş gemisi yapmaya çalışmış olduğunu anladım. Fakat düşmandan 250 km. uzakta çengelli çapaları çıkartan mucidin aklına şaşmamazlık edemedim. Bu arada de­mirleme yerini geçen geminin yelkenlerini toplaması için her iki kıyıdan uyarmak maksadıyla top atıldı; ge­mi hiç bir tepki göstermedi. Anadolu tarafındaki tab­yaya giderek bu ateş gemisini daha yakından izlemek istedim. Bu sefer gülleli bir atış yapıldı; iyice yakınına atılan üçüncü bir güllenin de etkisiz kaldığını farkedince, hasara uğramamasını tembih ederek üzerine ateş edilmesini istemeye karar verdim; topçunun ma­hareti çok şükür sadece burun kısmını parçaladı. Fa­kat bu olayın gemide sebep olduğu kargaşalık sayıkı hemen durdurdu; geminin kaptanını tutuklaması için kıyıya gönderdiğim bir manga asker bir az sonra bu gayretli Osmanlıyı getirdi.

Tek başına düşman filosunu imha edeceğini sanan ve kendisini cahil sofuluğuna adayan bu kızgın adamın yolundan alakonulup bir Hıristiyanın huzuruna çıkarılmasıyla gösterdiği hiddeti tasavvur etmek gere­kir; hepimiz onun gözünde haindik. Ruslarla anlaşıp Çeşme faciasından dolayı gerçek müminlerin intika­mını almaya giden bu adama engel olmuştuk. Etrafımdaki Türklere de bana saygı gösterdikleri için kızıyor­du. Adamı sakinleştirmek için boşuna çaba harcandı; ancak ertesi gün makul davranmaya başladı ve kızgın­lığı geçince benliğini saran bunakça hezeyanı kavraya­bildi.

Bataryaların siperlerini kazması için hükümetin yetkilisinin çevre köylerden topladığı köylüler ile Yahudiler yine de yeterli olmuyordu ve ben de bütün iş­lere nezaret edemiyordum. Elimden her gün işçilerimi alan vebaya rağmen burundaki tabyalar süratle ilerli­yordu.[96] Daima aralarında bulunmam mecburiyeti bu hastalığı benim için tek tehlike yapmıyordu; fakat gerekli temaslardan vazgeçemediğim için ancak işime yararlı olmayanlardan kaçınıyordum; bir fırtına patla­yıp bütün işçiler çadırlara koşarken ben yağmur altın­da kalıyor, böylelikle salgın hastalıktan kurtulduğumu sanıyordum.

Devletin işçilerin sağlığı hususunda hiç ihti­mam sarfetmediğini belirtmiştim, işçiler de devlete lânet ediyorlardı, ben de bu fırsatı kaçırmayarak ken­dimden iyi bahsettirmeye çalıştım; her sabah -beni gö­türen gemiye karpuz ve ekmek yüklüyor, bunları çalış­ma başlamadan önce işçiye dağıtıyordum.

Rumeli yakası hisarında oturan ve o havalinin önderlerinden olan bir Türk yaptırdığım işleri dikkatle izledikten ve hattâ bizzat barut sucuklarını bağlayıp yerleştirdikten sonra, ona yakın olan Değirmen bur­nundaki bataryanın yapılmasını kendisine bırakmamı rica etti, işçilerim hazır, umarım çok iyi iş çıkaracaklardır, siz arada sırada gelip yapılanları denetlersiniz, dedi. Bu Türk'ün gayreti ve dikkati bu işi kabul etmemi sağladı. Ertesi sabahtan itibaren kıyı dal yüklü arabalar ile doldu, yeni mühendis işçilere yapacakları işi öğretiyordu. İtina ile yöntemime bağlı olan hayranım emrinde çalışan işçileri kendi cebinden yedirmeyi de ihmal etmiyordu. Bu tabya yapılanların en iyilerinden biri oldu; bu arada bu Türk'ün gayretine, zekâsına ve özellikle sırf iyilikseverliğinden yaptığı masrafa hay­ret eden Bâb-ı âlinin yetkilisi, hükümeti bundan ha­berdâr ederek ona 300 kuruşluk tazminat verilmesini sağladı. Bu maksatla çağrılan Türk, yetkilinin takdir­lerini gayet soğuk bir şekilde karşıladıktan sonra, ken­disine ödenmek istenen tazminatı kesinlikle reddetti, ücretini aldığı takdirde yapmaya çalıştığı eserin bütün meyvesini kaybetmek istemediğini ve bir Fransız sa­vunma için kendisini fedâ ederken bir Türk'ün serve­tini ve meziyetlerini kullanmamasının büyük bir ayıp olduğunu belirtti. Kendisine ne kadar ısrar edilirse edilsin bu vatansever kararından caymadı; yanlarına geldiğim vakit yetkilinin hayranlığı hâlâ devam edi­yordu. Şaşkınlığını benimle paylaşamamaktan büsbü­tün hayrete düştü; böyle bir servetin reddedileceğini bir türlü anlıyamıyorum, diyordu.[97]

Padişah tarafından Boğaz'ın savunması için çağ­rılan birlikler her taraftan akın akın geliyordu; 15 bini Rumeli'den, diğer 15 bini de Anadolu'dan olmak üze­re 30.000 kişilik bir tümen kuruldu. Tabyaların savun­masından ziyade düzensizliğe sebep olacak bu kala­balığı disiplin altında tutabilmek için Paşa, serkeş askerleri idam ettirmek suretiyle ancak başa çıkabile­ceğini sanıyordu.

Birliklerin disiplinsizliğinden doğan uygunsuzluk­lara ve sıkıntılara rağmen, düşmana hiç olmazsa sayıca bir üstünlük gösterebilmek maksadıyla bizi şiddet­le tehdit eden kaçaklarla uğraşmak zorunda kalıyor­duk, Bana en uygun gelen çare, askerleri evlerinden, uzak tutmak maksadıyla 15 bin Rumeliliyi Anadolu yakasına, 15 bin Anadoluluyu da Rumeli yakasına ge­çirmek olarak gözüktü. Bu tedbirler alındıktan sonra disiplinsizliği cezalandıran sert yönetime karşı gelme­ler önemli ölçüde azaldı; ancak hiç bir şey bu yeniçe­rilerin tabyaları işgal etmemekte gösterdikleri alçaklı­ğı önleyemedi. Ben de bu arada tabyaları daha işler duruma getirmekle meşguldüm, karadan bir saldırıyla karşılaşmamak için önemli tabyaların arkasını siperle çevirtmiştim; diğer zamanlarda, elimizde hiç bulun­mayan top kundağı imâli için kurdurttuğum atölyeleri ziyaret ediyordum.

Uzun zamandır Boğaza giren bir gemi görmemiştik ki, bir sabah ağzına kadar silâhlı Türklerle dolu bir yelkenlinin geldiğini farkettik; bunlar o yelkenlinin sa­hibi yedi Rum'u getiriyorlardı. Diğerlerine komutanlık eder gibi gözüken Türklerden biri karaya çıkar çıkmaz Ruslardan tutsak aldıklarını ve Paşayla görüşmek iste­diğini bildirdi. Hemen Paşa'nın yanına götürülünce bu tutsakların Rus casusu olduğunu açıkladı: anında idam edilmelerine karar verildi; yalnız yelkenlinin sahibi olan Rum bu askere açıkça karşı koyduğundan haka­retinin cezasını bizzat o verecekti. Ben de Paşa'nın yapmak zahmetine katlanmadığı araştırmaları yaparak bu zavallı Rumların aslında balık avlamak için denize açıldıklarını, uzun zamandır bu yeniçerinin baskısına direndiklerini, bu yüzden şimdi intikam duyguları ile casuslukla itham edildiklerini öğrendim. Bu bilgileri Paşa'yâ açıklamaya giderken infazın yapılmış olduğu nu gördüm.

Hisarların durumunu açıklarken sahip oldukları topların ancak yeniden yerleştirilmeleri şartıyla savun­maya elverişli olacakları belirtmiştim. Tanınmış bir nehir Semos aslında küçük bir dere olup, dağlardan inen yağmur suları ile gelişiyor ve Anadolu yakasın­daki hisarın altında denize kavuşuyordu. Hisara siper yastığı görevi yapacak ve civarı bu dere ile koruna­cak olan bir bataryanın yerleştirilmesi bana yararlı gözüktü. Topları Boğaz'ı yan ateşine alan hisarın bir tarafını bu maksatla seçtim. Türkler de bu maksatla oraya 600 kilo ağırlığında mermer gülleler atan bir taş topu yerleştirmişlerdi. Sultan Murat'ın döneminde tunçtan dökülen bu top, tıpkı bir İngiliz tabancası gibi, tayaran odasını ayıran yerden itibaren bir vida ile tut­turulmuş iki kısımdan meydana geliyordu. Kuyruğu iri bir taş parçasına oturtulmuş olan bu topun, mazgal görevi yapan küçük bir kubbenin altında uzun kiriş parçalarına dayandığı görülmekteydi. Bu muazzam to­pu dış istihkâm işlerinde kullanamazdım ve istihkâm­lar bu topun atışlarını gizlemek için yapılmış olduğun­dan, kuşkusuz dünyada tek olan bu topa karşı gösterdiğim ilgisizlikten Türkler şikâyetçi oluyorlardı. Paşa bana bu konuda serzenişte bulundu. Saldırı hâlinde bu topun doldurulma zorluğu yüzünden ancak bir atış yapabileceği hususunda benimle hemfikirdir fakat bu tek atışın öylesine öldürücü ve güllenin menzilinin öy­lesine uzak olduğuna inanılmıştı ki genel kanıya göre bu top tek başına düşman filosunu yok edebilirdi. Sa­vunma tasarısını değiştirmeden tabya siperini taş to­pun ateşine engel olmayacak bir noktada keserek bu önyargıya boyun eğmek benim için ona karşı gelmek­ten daha kolaydı; ancak karar vermeden önce güllesinin etkisini görmek istedim: herkes bu tekliften deh­şete düştü, yaşlılar, şimdiye kadar hiç ateş edilmeme­sine rağmen, bu topun ateşlenmesi hâlinde meydana gelecek sarsıntıdan hisarın ve şehrin yıkılacağını söy­lemeye başladılar. Aslında surlardan bazı taşların düş­mesi muhtemeldi; ancak topun yönünün patlamadan meydana gelecek sarsıntıdan şehri etkilemeyecek bir şekilde olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdiye kadar hiç bir top böylesine endişe verici bir üne sahip olma­mıştı, dost olsun, düşman olsun herkes buna taham­mül etmek zorundaydı. Bir aydır, 150 kilo kadar barut alan topun doldurulmasına çalışılmaktaydı. Topçubaşını seferber ederek yemlemesini hazırlamasını iste­dim. Benim bu buyruğu verdiğimi duyanlar meydana geleceğini sandıkları felâketten korunmak için sağa sola dağıldılar. Paşa bile başka bir yere gitmeye hazır­lanıyordu; uzun ısrarlarım ve hisarın bir ucundaki kü­çük köşküne hiç bir şey olmayacağı yolundaki teminat­larım karşısında yerinde kalmaya razı oldu; kendisini acındırmak için elinden geleni yapan ama kaçmayan tek topçubaşı olduğu için cesaretini ortaya koyan ada­mı topu ateşlemekle görevlendirdim. Topun arkasın­daki iri taşın üstündeyken top ateşlendi: ateşten sonra zelzeleye benzeyen bir sarsıntı oldu. Taş güllenin üç yüz kulaç ötede üç parçaya ayrıldığını, bu parçaların boğazı aşarak karşı kıyıdaki dağlara çarptığını iri kaya parçaları kopardığını ve deniz üzerinde köpükten bir iz bıraktıklarını gördüm. Halkın, Paşa'nın ve topçula­rın esassız endişelerini dağıtan bu deneme bana da böylesine güçlü bir güllenin korkunç etkileri hakkında fikir vermişti; bu yüzden tabya siperine onun yönünde son verdim.

Batarya olacak bir sürü toptan, otuz kiloluk mer­miler atan iri bir kulevrin topu, mazgalına öylesine iyi oturtulmuştu ki, topları sökmek ve taşımak için uygu­lanan çareler yetersiz kaldı. Savaş gemilerinden ihti­yacım olan âletleri istettim; fakat Padişah'ın gemileri öylesine fena donatılmışlardı ki, bütün araştırmalarım sonuç vermedi; o zamanlar Kapdân-ı deryâ yanında filo komutanı olan meşhur Hasan Paşa'ya serzenişte bulunmaktan kendimi alakoymadım. Yüksek cesareti sayesinde gittikçe yükselen bu adam bana, en derin eğitimi gerektiren bilgilerin güçlü bir irade ile yer de­ğiştirebileceğine olan inancını düşünme fırsatı sağla­mıştı. Palangaları, ipleri ne yapacaksınız? diye sordu; emrinizde kollarımız olduktan sonra onları nerede kul­lanacaksınız? Kaldırmak istediğiniz ağırlığı, nereye taşınacağını gösterin gerisini ben yaparım. Ne! dedim, dört bin kilo ağırlığında topu kolla mı kaldıracaksı­nız? Kaç kişi lâzım, bu iş için? Gerekirse beş yüz, di­ye cevap verdi; sayının ne önemi var, yeter ki işimiz olsun. Bu garip tartışmaya tanık olan Paşa'ya döne­rek bakıyorum yiğit Hasan için imkânsız diye bir şey yok; haydi gidip görelim beş yüz kişi elleriyle topu nasıl tutacaklar…

Hasan çareler araştırırken ben de doğramacımı bir Fransız gemisine göndererek altı tayfa ile birlikte ip ve palanga almasını istedim. Paşa ile birlikte kulelerinin yanına geldikten az zaman sonra Hasan ve güçlü arkadaşları çıka geldiler. Bütün gayretlerine rağmen topu kımıldatamıyacaklarını anlayınca Hasan yanımıza gelerek başarısızlığını itiraf etti; onun üzeri­ne bizim tayfalara işaret ederek gerekli araçlarını kurmalarını söyledim. Az zaman sonra dört tayfanın ve araçların yardımı ile top yerinden kaldırılmıştı, şim­di sıra onu kundağına yerleştirmekte idi. Atölyelerde imâl ettirdiğim ve Türklerin kullanılışını bilmediği bir vinç getirttim: Hasan ve adamları iri topun gayet ko­laylıkla, hem de dört kişinin gayretiyle kaldırılarak bir yerden bir yere götürülmesini adetâ hayranlıkla izle­diler.

Hazırladığım kızıl güllelerden çekinen Rus filo­sunun Bozcaada'yı kuşatmaya gittiğini söylemiştik; buna rağmen çekindiği şeyi her an görür gibi elan dehşet duygusu yüzünden, geceleri gözlerine ilişen en ufak bir gölgeyi hemen haber veren gözcüler uyarma topunun ateşlenmesine sebep oluyorlardı. Bu durum­larda ortaya çıkan düzensizlik gerçek tehdit anında nasıl bir panik olacağını yeterince ispatlıyordu. Hem Türkleri devamlı endişeden kurtarmak, hem de onlara düşmanlarını daha iyi gözleyebilmek imkânını verebilmek maksadıyla ilk uyarma işareti verilir verilmez atılmak üzere ateş mermileri hazırlattım. Bu çare umduğumdan çok daha iyi sonuç verdi; düşmanın geldiği tarafa kısa zamanda büyük bir ışık kaynağı yollamak Türkleri sakinleştirmeye yetti; görünmeden düşma­nı görebilmek imkânı geceleri yapılan gözlemeyi de kolaylaştırıyordu.

Çalışmalar son bulmuş, toplar yerleştirilmiş, cep­hanelikler yeterince doldurulmuş olduktan sonra bana kalan iş tabyalara uygun kişileri yerleştirmekti; fakat her şeyden önce çevremdekilere 6,5 m. kalınlığındaki tabya siperlerinin cılız surlardan çok daha iyi bir şe­kilde insanların hayatını garanti altına aldığını kabul ettirmek gerekiyordu: alışkanlık galebe çaldı, her ta­raftan aldığım haberlere göre tabyalara sevkedilen birlikler, düşmanın ilk görünüşünde bulundukları yer­leri terketmek düşüncesiyle sırf buyruğa itaat etmiş olmak için yerlerini alacaklardı. Cehaleti yenmek mak­sadıyla yapılmamış olsa tamamen gülünç kabul edile­cek bir çareye başvurmaya karar verdim. Ertesi gün sabahın onunda bataryaların deneneceğini ilân ettim. Tek başıma tabyalardan birine gittim, aynı anda adam­larım tam karşıdaki bir bataryada, gemim kıyıdan ay­rılır ayrılmaz topları ile beni koruyan tabya siperliğine ateş etmek üzere yerleşiyorlardı. Toplanan kalabalık büyük bir heyecanla denemenin sonucunu bekliyordu; bütün otuz altı kalibrelik gülleler tabya siperliğinde parçalanarak hiç bir zarara sebep olamadı; bu dene­me Türklere benim yerime güvenle geçebileceklerini ispatlıyordu; bu arada denenen tabyayı öncelikle ter­cih ettikleri dikkatimi çekti. Sonunda bütün tabyaların aynı sağlamlıkla inşa edildiği hakkında askerleri ikna edebildik. Boğazın ağzından Nara burnuna kadar ku­rulan bataryalar 30 kilometrelik bir uzunluk içinde düşmanı çarprazlama ateşe tutabileceklerdi. Boğaz'ın savunmasız olduğu anda geçmeye çalışmayan Rusla­rın şimdi bu tasarıdan vazgeçtiklerini sanıyordum. Hi­sarların savunması söz konusu olsa bile Çanakkale'de kalmam İstanbul'a dönmemden daha az yararlı ola­caktı; İstanbul'da özellikle, şimdiye kadar ihmal edil­miş iki önemli mesele olan top kundağı imâli ile top­çu okulu kurulması çalışmalarına katılabilecektim.

Altmıştan fazla Avrupa bandıralı geminin demir atmış olduğu Nara limanından kiraladığım bir Fransız gemisiyle yola çıktıktan sonra İstanbul'a 25 kilomet­re kala rüzgârın ters yöne döndüğünü gördük. Ancak beni bekleyen işlere bir an önce başlamak sabırsızlığı içinde bu engele boyun eğecek durumda değildim; dört kürekçili bir Rum kayığına geçerek az zaman son­ra şehre vardım, ilk işim Hükümete artık başkentin Rus donanmasından çekinecek bir şeyi kalmadığını bildirmek oldu; bu arada hiç bir savunma tedbiri alın­mamış olan Enos Koyu'na[98] düşmanın ufak çaplı da olsa bir çıkartma yapmasını önlemek için gerekli ted­birlerin alınmasını ilâve ettim. Aslında birkaç köyü tahrip etmekten başka bir gayesi olamıyacak bu çı­kartmaların haberi İstanbul'a gelinceye kadar ağızdan ağıza büyütülecek bu yüzden şehirde büyük bir düzen­sizlik başgösterebilecekti. Bu düşüncelerim Padişah'a iletilince o da Silâhtarı'nı üç tuğlu Paşa rütbesine çı­kartarak o kıyıların savunması ile görevlendirdi. Fakat sonradan öğrendiğime göre görevi başına giden bu adam yanında orayı savunmaktan ziyade soymayı dü­şünen birkaç uşak götürmüştü.

Sadrâzama yanında hiç bir birlik olmayan bir ku­mandana güvenmenin doğru olmadığını hâtırlattığım vakit, gayet soğuk bir şekilde; bu onun aleyhine olur, eğer düşman o kıyıya bir çıkartma yaparsa bunu kelle­siyle öder, dedi. Bir devlette böyle bir teminat yeterli görülüyorsa, o devleti savaşın felâketlerinden ancak düşmanlarının ihmali korur.

İşte bu avantaj sayesindedir ki Bâb-ı âli Hasan Paşa'nın ilk başarılarına sahip olabilmiştir. Mekanik güçlere pek itibar etmediğini bahsettiğim Hasan Paşa 4.000 gönüllü ile küçük kayıklarda, topsuz olarak Boz­caada'ya baskın yapmaya ve Rus kuşatmasını kaldır­maya teşebbüs etmişti. Bu tasarı bana çılgınca gel­mişti, nitekim böyle bir tasarıyı ancak bu macerape­restleri boğabilecek bir firkateynin mevcut olmaması, düşman birliklerinin çıkartmalarını farkedemiyecek kadar kuşatma ile meşgul olması, Hasan Paşa ile as­kerlerini görünce telâşa kapılarak geri kaçmaları, ni­hayet askerlerini alan düşman gemilerinin elinde ta­banca Hasan Paşa ve askerlerini görünce hemen de­mir alarak uzaklaşması durumunda kabul etmek gere­kirdi. Bu tasarıya karşı İstanbul'da muhalefet etmek istedim; anca bu konuyu Sadrâzam ile tartıştıktan sonra, bana yine soğuk bir şekilde, Hasan'ın teklifi­nin gülünçlüğünü kabul ediyorum, ama 4.000 macera­cının hayatı pahasına böyle bir zafer teşebbüsünü yap­manın hiç bir sakıncası yoktur, dedi. Bu görüş açısın­dan hareket edilerek Hasan Paşanın tasarısı kabul edildi; Hasan Paşa da böylesine uygunsuz şartlar altında imkânsız olan şeyi başardı.

Beni Padişah'a yakınlaştıran gizli aracılardan yararlanarak bu hükümdara, Çanakkale istihkâmları için daha iyi imâl edilmiş top kundakları ve iyi topçu ihtiyacını duyurttum. Kartal bozgunu sırasında tama­men imha olan veya dağılan Osmanlı ordusunun du­rumu Padişah'a ordusunun yenilgisinde en büyük pa­yın Rus topçusunun süratli atışı olduğunu düşündürt­müştü; şimdiye kadar Türkler tarafından bilinmeyen eğitim tarzından geçirerek öyle topçular yetiştirip ye­tiştirmeyeceğimi sordurttu; cevabım üzerine Sadrâ­zamına ve vezirlerine benimle bu konu üzerinde işbir­liği yapmalarını ve yararlı göreceğim her şeyi temin etmelerini buyurdu.

Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra İs­tanbul'u saran ızdırap havası içinde Padişah tarafın­dan bana tevcih edilen güveni, kıskanacak durumda ol­mayan Osmanlı vezirleri, şimdi hem kendi açgözlülük­lerini, hem de himayelerindekilerin ihtiraslarını ilgilen­diren bu yeni güveni aynı gözle görmüyorlardı; ancak, Sultan Mustafa'nın sertliği, bunların bana karşı, ger­çek müminlerin bir Hıristıyanın buyruğuna giremiyecekleri hususundaki yasayı uygulamalarına izin vermi­yordu. Zaten ilk adım atılmıştı; beni kıskanmaya baş­layan vezirler benim gizli bir hüviyet altında görev yapmamda ısrar etmekten başka bir şey diyemediler. Şimdiye kadar hep Müslümanların bulunduğu görevler başında benim gibi bir Hıristiyanın bulunmasının ayak takımını memnun etmeyeceği gibi, sudan bir bahane uydururak ve Padişah'ın adını kullanarak benim ter­cüman elbisesi giymemi istediler; aslında ne Padişah böyle kısır bir görüşe sahipti, ne de beni Çanakkale is­tihkâmlarında gören halk çok daha az önemli işler ba­şında görmekten hiddete kapılacaktı. Buna rağmen bir an için vezirlerin basit kıskançlığına boyun eğmemin doğru olacağın; düşündüm: bunların zayıf taraflarını biliyordum; Padişah benden yararlanmak istiyordu, vezirler de onun sabırsızlığından ve kendilerinin be­ceriksiz olduğu hakkındaki düşüncelerinden çekiniyorlardı. Yine benim onun üzerindeki nüfuzumdan bazı değişikliklere sebep olmamdan da endişe duyuyorlar­dı; fakat bu endişeleri benim görev başından uzaklaş­tırılmam isteklerini doğruluyorsa da, diğer yandan efendilerini memnun edememek gibi daha tehlikeli bir durum karşısında bulunuyorlardı; her şeyi onların aleyhine çevirebilecek bu silâha sahip olarak, yeni el­bisemin gerektirdiği ciddî havayı takınarak Bâb-ı âli­ye gittim: Sadrâzam'ın benimle görüşmek zorunda ol­duğu konuları büyük bir soğuklukla dinledim. Sadrâ­zam daha ziyade Topçu Okulu ile ilgilenmemi uygun buluyordu. Israrlarındaki canlılığı görünce Padişah'ın ona benim meşgul olacağım konuları seçme hakkını tanımadığını anladım; ertesi gün yaptığımız ikinci gö­rüşme esnasında hiç âdetim olmadığı hâlde takındığım vurdum duymazlık hâli üzerine Sadrâzam rahatı­mın yerinde olup olmadığını veya gayretimi engelliyecek bir durum mu olduğunu sordu. Bunlardan hiç biri değil, diye cevap verdim, bana giydirdiğiniz elbisenin fizikî etkisini denemeye çalışıyorum, beni rahat ol­maya çağırıyor, eğer daha uzun müddet bu elbiseyi taşımam hususunda ısrar edecek olursanız çevrenizdekilerden her hangi birine benzeyeceğim. Bu sözlerim üzerine gülümseyen Sadrâzam, yani elbisemizin faa­liyetinizi kısıtladığınız mı söylemek istiyorsunuz? de­di; her ne ise sizin gayretinizi tanıyan Padişah'ımız bunun azaldığını farkederse hesabını bizden sorar; onun için siz istediğniz gibi giyinin ve en kısa zaman­da Padişahımızın görmeyi arzuladığı serî atış dene­mesini hazırlayın. Ertesi gün Hükümet bana, her ta­rafta eşlik edecek, güvenliğimi sağlıyacak ve izabehaneler ile cephanelikler dahil her yere rahatlıkla gir­memi temin edecek bir topçu subayı gönderdi.

Belgrad anlaşması ile son bulan Rus savaşından Osmanlıların eline geçen iki top bulmuştum, fakat bunları yerlerine oturtmak ve onarmak gerekiyordu; bu yeni çeşit iş için işçileri bizzat yetiştirme zorluğu ya­nında o yıl İstanbul'dan 150.000 kişiyi yok eden ve­banın o sıralarda en şiddetli dönemini yaşaması da ayrı bir zorluk yaratıyordu, işçilerin sürekli olarak ba­şında bulunma mecburiyetimden dolayı hastalıktan kendimi sakınmam için dökümhânelerin sağlam hava­sında kalmayı tercih ediyor ve yapılan işi yönetmek için sadece bastonumun ucundan yararlanıyordum.

Daima ihmal edilen veya nefret edilen işleri ya­pan Yahudiler İstanbul'da domuz kılının kullanıldığı bütün işlere sahiptiler, top fırçası ihtiyacımı yeterin­ce karşıladılar. Her zaman topluluk içinde çalışarak hiç bir şeyin gizli kalmamasına dikkat ediyordum; fakat bunların ters bir durum yaratacağını hiç tahmin etme­miştim. Benim öğrencilerim olarak seçilen 50 Türk topçusuna vereceğim ilk derslere Padişahın da katı­lacağını bildirdiler. Buna rağmen küçük topçu kuvvetimin hazır olduğunu duyan Sadrâzam Kâğıthâne'ye (okulumuz oradaydı) otağını diktirdi, ben de o zaman Padişah yerine vezirlerini kabul edeceğimi anladım. Sabahın erken saatında Hükümetin ileri gelenlerini karşılamak üzere hazırlandım. Topçubaşı benden önce gelmişti, karşılaştığımızda selâmlaştık; herhâlde ba­na hazırladığı küçük ihaneti örtebilmek maksadıyla nezaket gösterilerinde bulunuyordu.

Vezirlerin yürüyüş esnasındaki düzenine göre bü­tün alt rütbeli vezirler Sadrâzam'dan sonra gelirlerdi; önce Başdefterdar'ın geldiğini görünce bir şeyler ha­zırlandığı hakkında bende bazı kuşkular uyandı. Endi­şeli bir tavırla, hazırladığınız toplar nerede diye sor­du. İşte şurada gördüğünüz kalabalığın ortasında, de­dim; nitekim yeni top atış yöntemlerini görmek maksadiyla binlerce kişi sabahtan beri Kâğıthâne'ye gel­mişti. Başdefterdar’ın ilk incelemesi bana hazırlanan oyunu sezinlememe sebep oldu. Domuz kılından ha­zırlanmış top fırçalarını göstererek bunlar nedir? diye sordu. Sorunun nereye varacağını anlamamış gibi davrandım. Top fırçaları, dedim; onu ben de görüyo­rum, size sormak istediğim etrafındakilerine ne oldu­ğu diye cevap verdi.

BARON

Top fırçaları olduğunu söylemiştim.

BAŞDEFTERDAR

Size sormak istediğimi yine anlamamış görünü­yorsunuz. Herhâlde Müslümanın kim olduğunu unut­tunuz; fakat meseleyi daha açık bir şekilde ortaya koymam gerekiyor: bu fırçayı yapmak için kullandığı­nız malzeme nedir?

BARON

Ne demek istediğinizi pek anlıyamıyorum; fakat bunun malzemesinin kim olduğunu bilmek için göz­leriniz yeterlidir sanırım.

BAŞDEFTERDAR

Elbette gayet iyi görüyorum, fakat ne kılı olduğu­nu merak ediyorum.

BARON

Madem ki adlandırmamı istiyorsunuz, bu işe ya­rayan tek şey olan domuz kılından yapılmıştır

BAŞDEFTERDAR

İşte bunları kullanmamıza engel olan sebep.

BARON

Buna rağmen bu meseleyi çözmelisiniz ve eğer bunu kullanmanızı sağlamak için Şeyhülislâmın fetvâsı gerekiyorsa bunu elde etmek için elimden geleni yaparım.

Etrafımızda toplanan halk o ana kadar sessizce homurdanırken birden «Allah bizi bundan korusun!» diye bağırmaya başladı. Başdefterdar bu haykırışlar­dan sarararak kolumdan tuttu ve çok rica ederim, Şeyhül-islâm'ın adını anmayın, dedi. Bunu parçalayıp yok edemezmisiniz? Fakat bunca saçmalığa karşı iyice si­nirlendiğimden bu isteğe aldırmadan sesimi yükselt­tim: Bütün camileriniz domuz kılı ile dolu iken bu fır­çalar için neden bu kadar patırtı ediyorsunuz? Sebebsiz yere sarfetmediğim bu sözler halkın kaynaşmasını ve artık kanlı olayları bekleyen Defterdar'ın korkusunu son haddine çıkardı. Bağırtıları bir misline çıkmış olan kalabalığı karşıma alacak şekilde bir top arabasının üzerine çıktım ve herkesin susmasını istedim. Bu anî hareketimi beklemeyen halk bir an için sustu. Geçici sükûnetten yararlanarak bağırdım: aranızda badanacı var mı? Varsa ortaya çıksın. O zaman bir ihtiyar sesi­ni yükselterek, ben badanacıyım ne istiyorsunuz? de­di. Ben de cevap vererek, eğer iyi bir Müslümansanız, soracağım sorulara doğru cevaplar vermenizi istiyo­rum, dedim. Dehşete kapılan Defterdar bizim konuş­mamız sırasında bir az kendisini toparlamıştı: badana­cıdan yararlanarak bu meselenin içinden sıyrılacağımı tahmin ettiğinden ihtiyarı kolundan tutarak önüme getirdi ve sorularıma doğru cevap vermesini istedi.

BARON, badanacıya

Hiç cami içi boyadınız mı?

BADANACI

Pek çok, hem de en önemlilerini.

BARON

Bu iş için hangi âletlerden yararlandınız?

BADANACI

Bir çok boyalar kullandım.

BARON

Unutmayın ki bir Müslümânsınız ve doğru olmak zorundasınız. Neden dolambaçlar yapıyorsunuz? Boya bir âlet değildir, bir araçtır. Mutlaka fırça kullandınız, fırçalarınız neden yapılmıştı?

BADANACI

Beyaz bir kıldan yapılmışlardı. Biz onları öyle sa­tın alırız, imâl etmeyiz,

BARON

Buna rağmen bu kılın hangi hayvana ait olduğu­nu biliyorsunuz, bunu söyleyin bana.

DEFTERDAR, badanacıya

Evet, gerçeği şöyle; bilmekte yarar var.

BADANACI Defterdar’a sesini yükselterek

Madem bu kadar istiyorsunuz söyleyeceğim, bü­tün fırçalarımız domuz kılındandır

BARON, badanacıya

Çok iyi; ama bu yetmez, fırçalarınızı kullandıktan sonra kıllarına, ne oldu? Caminin boyanması bit­tikten sonra elinizde ne kaldı?

BADANACI

İnanın ki fırçaların sapından başka bir şey kalmı­yor. kıl da duvarlara yapışıyor.

BARON

Gördüğünüz gibi domuz kılı camilerinizin kutsal­lığını bozmadığına göre, düşmanlarınıza karşı kullan­manızda hiç bir sakınca yoktur.

Halk hep bir ağızdan «Allah’a şükür» diye bağır­dı; endişelerinden tamamen kurtulan Defterdar sırtın­daki ağır samur kürkü çıkarttı, yere attı ve büyük bir şevkle fırçalardan birini aldı ve, haydi dostlarım bu yeni icaddan müminlerin selâmeti ve şanı için yararla­nalım diye haykırdı.

Bu sahnenin gülünç sonucu konusuna uygundu. Defterdar hayatından memnun, halk da huzurluydu; eğer zorluklar benim için itici bir güç olmasaydı karşı­laştığım bu yaygın ahmaklık karşısında her şeyi bıra­kıp gitmem işten bile değildi. Daha sonra gelen Sad­râzam ve Vezirler bu ilk denemede dakikada ancak beş atış yapabilen topçuların süratini çok iyi buldular. As­lında bu bile Türkler için yeterliydi. Bana verilen adamlardan daha genç olanlarının çok daha kısa za­manda arzu edilen seviyeye gelebilecekleri hususunda övünmek mümkündür. Denemeleri seyreden Türklerden pek çoğu atışlara katılmak istediler; fakat herkes atıştaki süratin fırçaların kullanılmasında olduğunu sanıyordu.

Sadrâzam'ın ısrarı üzerine hedefe atış yapma­sını emrettim. Topçularım ilk denemeleri olduğundan başarılı olamıyorlardı; her fırsatta kendini gösterme­ye meraklı olan Defterdar topçuların beceriksiz oldu­ğunu söyleyerek yine kürkünü çıkardı bir topun başına geçerek hedefe atış yaptı; fakat topun namlusunu o kadar yukarı tutmuştu ki ilk anda güllenin nereye git­tiğini kime farkedemedi. Bu atışın da başarısız oldu­ğunu gören Sadrâzam benim bir atış yapmamı istedi. Ancak tutturamam hâlinde itibarımın sarsılacağını dü­şünerek teklifi kabule yanaşmıyordum. Bana Kâğıthâne'ye kadar eşlik etmiş olan Fransa kralının tercüma­nı Fransızca olarak niye şansımı denemediğimi sordu. Tercümanın davranışlarından onun da benim yapma­mı istediğini anlayan Sadrâzam büsbütün ısrar etme­ye başladı. Nihayet bir topu doldurtarak hedefe nişan aldım ve topu ateşledim. Herkes gibi ben de güllenin hedefi bulmasına hayret ettim. Etraftan «Maşallah» sesleri yükseliyordu. Bu isabetin bir raslantı olduğunu anlatmaya çalıştığım Sadrâzam bir türlü itirazımı din­lemiyordu. O. sabah yaptığım denemelerden devletin ileri gelenlerinin yeniliklere nasıl karşı çıktıklarını ve halkın benim tarafımı tuttuğunu öğrenmiştim.

Bu ilk denemeden haberdâr edilen Padişah ordu­suna eğitim görmüş topçuların alınması ve bu yeni usûlün yaygınlaşması için gereken her şeyin yapılması maksadıyla buyruk verdi. Bu buyruğun zihniyeti hak­kında hiç bir kuşkuya yer yoktu, ama fermana harfi harfine uyulma yoluna gidildi. 20.000 fişek torbası yapılmak üzere satın alınan ingiliz kumaşından bir sü­rü    balya ise nezaret edenlere güzel yazlık elbise oldu; kötü dökülen 4 kalibrelik elli top, fermanda bahsi geç­miyor diye arabasız olarak hizmete kondu. Bunları Varna'ya götürmek üzere buyruk alan elli topçu top­ları taşıyamadıklarından bir nehir kıyısında kumlara saplayıp terkettiler; Padişah'ın vezirlerinin titizliği is­te böyle bir meyve verdi. Bu hükümdar gayretlerinin ne kadar az başarıya uğradığını öğrenmekte gecikmedi. Orduya başkumandanlık eden Vezir köprü kurmak için bakır kayıklara ve bunları kullanmayı bilen adam­lara ihtiyacı olduğunu bildirince Sultan Mustafa bu işi bana verdi. Ayrıca her yönüyle bizzat ilgilenmemi buyurdu.

Yararlı harcamaların çalındığını uzun tecrübeleri sonunda öğrendiği için, işimin gereği yapacağım har­camaları doğrudan benim almamı sağlamak maksadıy­la Defterdarlığa kesin talimat verdi. Beni çağıran Sad­râzam, ihtiyacını duyduğunuz parayı her talep edişi­nizde zorlukla karşılaşmadan alacaksınız, dedi; şunu da bilin ki, aramızdan hiç birine böyle bir imtiyaz ta­nımayan Hünkârımızın bu davranışından dolayı büyük kıvanç duymalısınız. Bu davranışın değerini bildiğime emin olmalısınız, diye cevap verdim, ama bana tanı­nan bu imtiyazı kullanmak niyetinde değilim, Hün­kârın hizmetinde olmaktan büyük kıvanç duyacağım, ancak devlet parasının yönetimini hiç bir zaman üs­tüme alamam. Köprü imâli meselesini görüşmek üze­re Sadrâzam'ın yanına çağırılmış olan Defterdar ile Reis Efendi bu işi hiç bir sınırlama koymadan yap­mam hususunda beni sıkıştırıyorlardı; fakat ben de sırf harcamalarla meşgul olacak namuslu bir adamın atanması için ısrar ettim. Hiddetle karşılık veren Sad­râzam, namuslu bir adam mı? Nereden bulacağız, ben öyle birini tanımıyorum, dedi. Defterdara dönerek, siz öyle birini tanıyor musunuz? Hayır, efendim diye Defterdar cevapladı. Sonra Reis Efendi'nin tarafına dönen Sadrâzam, peki siz birini gösterebilir misiniz? diye sordu, bu da gülerek ben hırsızlardan başka kimse tanımıyorum, dedi. Sonra bana dönen Sadrâzam, görüyorsunuz ya. imkânsız bir şeyde ısrar ediyorsu­nuz; ne duruma geldiğimizi gördünüz, fakat düzen­sizliğin önüne geçmek için yapılacak bir şey var, o da durmadan kelle vurmak. Başkalarının yasa dışı hare­ketlerine böylesine sert olan vezirlerin bizzat bu olay­lara sebeb olduklarını bildiğimden böyle bir çözüm yoluna şiddetle karşı çıktım. Kendilerinin adamlara başı boş bir şekilde yetkiler verdiklerini, bunların gö­revlerini kötüye kullanmalarına zemin hazırladıklarını örnekler vererek anlatmaya çalıştım. Kanuni Sultan Süleyman'ın önemli görevlerin başında bulunan kişi­leri kontrol etmek maksadıyla başka adamlar tuttuğu­nu, bunlara görevlerinin önemi oranında maaş bağla­dığını hatırlattım. Sonra bana bir defterdar vermelerini, namusluluğunu da benden sormalarını istedim. Konuşmam sırasında birbirlerine bakan vezirlere dö­nen Sadrâzam, bizi bu kadar iyi tanıdığını sanmıyordum, dedi. Harcamaların hesabını tutacak bir memuru ısrarla istemem sonunda Padişaha bu göreve Şamlı Hüseyin Efendiyi atamasını söylemeye karar verdiler. Sadrâzam gülümseyerek ilâve etti, kendisine bu görev için maaş bağlanacaktır, ama kefil olmanızı öğütle­mem.

Fransa'ya giden son Türk elçisinin yanında gö­rev yapan Şamlı Hüseyin Efendi'nin Sadrâzam tara­fından masraflarımı kısıtlamak için seçilmediğini an­ladım. Atölyelerimi tersanede kurdum, bir yandan ka­yıkların iskeletlerinin yapılmasına nezaret ederken, di­ğer yandan her gün bana getirilen bakır levha örnekle­rini inceliyordum; ancak bunlar benim istediğim va­sıflardan çok uzaktı. Aslında bu işçilerin bakırı işle­medeki meziyetleri çok üstündü, kötü iş yapmalarının gerçek sebebini öğrenmeden benim yapılmasını bildi­ğim bir işi yapmalarını istedim; ümitsizliğe kapılan bu zavallılar, kâhyanın yanında konuşmaya cesaret ede­mediklerinden, onları baskı altına alan eziyetten korun­mak maksadıyle gizlice benim merhametime sığın­mak istediler. Bakır levhaların imâli ile meşgul olan kazancıların başkanı ziyaretime gelerek arkadaşlarının bilhassa beceriksiz göründüklerini bildirdi. Bana, sır­rımızın bir kısmını öğrendiniz geri kalanı da ben size açıklayacağım, dedi. Hükümet bizi Mîrî[99] vergisine bağlamak istiyor. Eğer bizi istediğiniz gibi kullanmaya devam ederseniz mahvoluruz; yok, eğer şikâyet eder­seniz şiddetle cezalandırılırız. Kaderimiz sizin ellerinizdedir. Bu iki çıkmaz da can sıkıcıydı; fakat onlara gelecekleri hususunda teminat vermekten kaçınma­dım; bakır kayıkların hafifliğini ileri sürerek deri ile kaplanmaları gerektiğini Hükümete bildirdim. Aslında bu, kazancılardan kurtardığım vergiyi dericilerin üzeri­ne atmak demekti; fakat bu sonuncuların sahip olduk­ları iyi satış imkânları sıkıntılarını bir nebze olsun ha­fifletiyordu.

Tersane alanı içinde kışlaları olan tulumbacı sı­nıfından bir yeniçeri bölüğü meşin boruları dikmekte usta olduklarından, bakır kayıkların dış kaplaması iş­lerinde bana çok yararlı işçiler oluyorlardı. Bu bölü­ğün kumandanı daima yanımda bulunmak üzere buy­ruk almıştı; bu onun için hiç beklenmeyen bir nimet olduğundan bütün iyiniyetini ve gayretini hizmetime adamıştı. Bu işin gerektirdiği çeşitli meselelerle uğ­raşırken, bu bakır kayıklardan meydana gelmiş köprü­lerin topların geçmesine uygun olmadığı yolunda çı­karılan iftiraları yok etmek maksadıyla Padişah dene­me mahiyetinde Kâğıthâne deresi üzerine köprü kur­mam için beni sıkıştırıyordu. Her gün muntazaman ter­saneye gidiyordum, bir sabah bütün dikkatime rağmen buz üstünde kayarak yere düştüm ve sol ayağımı in­cittim. Önce büyük bir uyuşukluk duydum, uşağıma dayanarak yoluma devam etmek istedim, ancak bir kaç adım sonra acılar öylesine arttı ki, şans eseri açık bulduğum tulumbacıların kışlasının arka kapısın­dan zorlukla içeri girebildim. Albay orada yoktu, ama diğer subaylar ve askerler bana yararlı olabilmek için ellerinden geleni yapmakta yarış ettiler; biri kahve, diğeri tütün, ötekisi yiyecek vermek istiyor, ama hiç biri bana gerçekten gerekli olan şeyi tahmin edemi­yordu. Yarı yarıya baygın bir durumda olmama rağ­men böyle hekimlerin yardımı ile, büyük tehlikelere göğüs germeden bu acılara dayanamıyacağımı kestirdim. Bütün gücümü topladım, ayakkabımı ve çorabımı çıkararak ayağımı soğuk suya sokmak istedim; bu ça­reyi düşünmemiş olan yeniçeriler, su koyacak başka kap bulamayınca ortanın kazanını[100] (1) getirdiler. Bu buz banyosu acılarımı dindirebilecek tek çareydi; an­cak acılar öylesine arttı ki, bir sedye bulmaları için yolladığım adamların üç çeyrek saat gecikmeleri sıra­sında bayılmamak için devamlı olarak sirke kokluyor ve yüzüme su serptiriyordum. Başıma gelen kaza kı­sa zamanda duyuldu, Sadrâzam ve Padişah üzüntüleri­ni bildirdiler. Fakat Padişah çok faal bir adam oldu­ğundan bana gerekli olan dinlenmeyi bekliyemiyecek kadar sabırsızlanıyordu. Bir an önce iyileşmem için gerekli olan her şeyin yapılması hakkındaki kesin buyruğu bakır kayıklardan köprüyü görmek için duyduğu sabırsızlığı dile getiriyordu.

Düşüşümün üçüncü günü atölyelerime geldim ve köprü Kâğıthâne deresi üzerinde İmrahor'un köşkünün karşısında kurulmakta gecikmedi. Sultan Mustafa bu yeni teşebbüsün başarısını gözleriyle tanımak istediğinden Arabacıbaşı'na köprüye dört top sürmesini buyurmuştu, bana da haber göndererek sabah namazın­dan sonra Şamlı Hüseyin Efendi ile birlikte köprünün yanında olmamı istemişti. Henüz köprü başına gelmiş­tik ki halkın her gün yararlandığı kayıklara benzeyen üç çift kürekli bir kayığın yaklaşmakta olduğunu farkettik; kıyıya yanaşan kayıktan Odabaşı[101] (1) kıyafetin­de Hünkâr çıktı; yanında yeniçeri kıyafetlerine bürün­müş iki adamı vardı. Ben Hüseyin Efendi ile birlikte köprü üzerinde Padişaha açıklamalarda bulunurken adamları el pençe divan bekliyorlardı. Köprüyü dikkat­le inceledikten sonra, bir çok defa topları geçirtti, bu köprülerin taşınması ve kurulması hakkında derinlemesine bir sürü soru sordu. Daha sonra Hüseyin Efen­di'ye adamlarıma para dağıtması için buyruk verdi; kayığına binmek üzere ayağa kalkan Padişah acelesi yüzünden, tutmasaydık, tehlikeli şekilde düşecekti. Kayığına bindikten sonra ordusuna daha fazla sayıda köprü yapmamı teşvik ederek beni tebrik ederken, Hü­seyin Efendi kuşağından çıkardığı keseyi boşaltmak­la meşguldü.

Bâb-ı âli'nin vezirleri efendileri ile yaptığım bu­luşmayı az kıskançlıkla karşılanmamışlardı; İstanbul için yeni olduğu kadar yararlı bir buluşu halkın seyrine açık bırakmak gibi parlak bir bahane altında Kâğıthâne deresi üzerindeki köprünün yeni bir emre kadar bozul­mamasını dolayısıyla orada çürümesini istediler. Bu­na rağmen köprünün bakımı ile yükümlü işçilerin ihtimamı bu basit kıskançlığın kötü sonuçlarından ese­rimizi korudu; kırk gün boyunca halk köprüyü gezdi, sonunda dereye eski trafiğini sağlama mecburiyeti Vezirleri beni gözden düşürmek için başka bir fırsat kollamaya zorladı.

Ordu için yapılan elli köprünün yanma bunları kullanacak yeter sayıda adam ve bir kumandan veril­mesini Padişah ile kararlaştırmıştık; fakat böylesine önemli bir konu yazılı emirde özellikle ihmal edildi. Bütün gerekli malzeme hazırlandı, orduya doğru yola çıkıldı vs köprü kurma birliğinin başkanı ne bana da­nışmak, ne de köprüler hakkında bilgi edinme tenez­zülünde bulunmadan adamları ile konak yerine gitti

Üst üste yapılan bu sevkiyat Varna limanın tıka­maktan başka bir işe yaramadı ve Serdâr-ı Ekrem Bâb-ı âli 'den ısrarla istediği malzemeyi unuttu gitti.

Üç yıldan beri Babadağı'nda konaklayan Osmanlı ordusu çürümeye terkedilmişti. Kumandanların bilgi­sizliği iaşe ihtiyacını hesaplamaktan uzaktı, üstelik tah­min edilmeyen miktarda gönüllülerin gelmesi yağma ve­ya şikâyet olaylarını öylesine çoğaltmıştı ki, disiplinsiz­lik otoriteye meydan okur hâle gelmişti. Muhafaza et­mek yerine yıkmak sanatında ilerlemiş olan keyfî yöne­tim, cellât nâmı ile ün yapmış Abdi Paşa'ya Yeniçeri Ağa'lığını verdi. İlk iş olarak büyük çukurlar açtırdı, en ufak bir bahanede ve asla yargılama yapmadan katlet­tiği askerleri buralara doldurdu. Abdi Paşa yeni göre­vine geçeli henüz üç ay dolmuştu ki halk arasında do­laşan söylentiler onun otuz bin kişiyi katlettirdiğini öne sürüyordu; Hükümet ise düzeni sağlayacak ve kıtlığı önleyecek etkili bir çare bulduğundan dolayı kendi kendini kutluyordu. Osmanlıların düşmanlarını şaşırt­mak hakkındaki usûlleri de az garip değildir. Bir gece bölüğüne kumandanlık eden Haznedâr kâhyası, aydın­lanmak için uzun sırıkların ucuna konmuş küçük man­gallar içinde reçineli odun yakmıştı.

Osmanlıların bilgisizliği ne derecede olursa ol­sun, ordularına bir seferi topçu birliğinin gerekli olduğu kaçınılmaz bir gerçekti. O zamana kadar kurulmuş olan dökümhanelerden yararlanmak mümkün değildi. Demir dökümünde kullanılan dökümhanelerde yüksek sıcaklıkta ergitilen tunç, haznelerin dibinde soğuyor, kalıplara geldiğinde hamur görünümü alıyordu, böylece imâl edilen toplar daha kusurlu oluyordu. Topları delme makinasında kullanılan reverber tipi bir fırın kullanılmasını teklif ettim. Körük olmadan ergitmek, ergimiş tuncu hemen kalıba akıtmak sonra topları del­mek şekli Türk dökümcülerini güldürdü. Ancak Padişah'ın bana olan güveni tamdı; vezirlerine emir vere­rek benimle bu mesele hakkında görüşmelerini istedi; bunlar ne benim tasarımı baltalamak yolunu seçtiler. Bu yolda yaptıkları ilk hareket, bu projede çalışacak dökümcülerin İstanbul'a çağrılmasını reddetmek ol­du. Benimle tartışan Vezir, öylesine garip şeyler teklif ediyorsunuz ki en usta adamlarımız bile buna imkân­sız gözüyle bakıyorlar; önce bize nasıl başarıya ulaşa­cağınızı ispat edin; istediğiniz yöntemi kullanarak bir top imâl edin, sonra istediğiniz adamları İstanbul'a çağıralım. Böylesine ahmakça bir cevap kuşkusuz beni Türkleri cehaletleriyle başbaşa bırakmaya zorlayabilir­di: teşebbüsün cüretinden gözüm kamaşmıştı, ertesi gün Bâb-ı âli'nin vezirlerinden biriyle yeni dökümhânenin kurulacağı yeri seçmeye gidecektik. Osmanlı Hükümeti nezdinde itibarımı arttırmak için elinden geleni esirgemeyen Fransa elçisi Saint-Priest, Osmanlı ordusuna yeni bir topçu kuvveti kazandırmanın öne­mini kavramış olduğundan çalışmalarımı dikkatle izli­yordu. Vezirle aramda geçen konuşmayı kendisine naklettiğimde Vezir'in işçileri İstanbul'a getirmemek için bulduğu bahaneyi duyunca işi terkedip terketmediğimi sordu. Ama tekliflerini kabul ettiğimi bildirince doğacak sakıncaları belirterek beni vazgeçirmeye ça­lıştı. Bir nevi başarıyı garanti ederek onu ikna edebil­dim. Aslında başarıya ulaşacağımı kendi kendime de garanti etmek zorundaydım; zira şimdiye kadar hiç dökümhâne görmemiştim, sanatlara olan sevgim kim­seyi hoşlandırmayacak konulara eğilmeme engel ol­muştu. Bu mesele üzerinde yaptığım çalışmalar benim için de çok sıkı bir çalışma oldu; yer seçimi işinde bana yardımcı olarak Defterdar ile buluşmaya gittiğim vakit böyle bir tesis için gerekli zeminin durumu ve cinsi hakkında bir hayli bilgi sahibi olmuştum. Ancak işime uygun gelecek yerleri boşuna aradık; her taraf­ta değişik zorlukla karşımıza çıkıyordu. Vezirlerin, denizi kıskançlıklarına müttefik yapmaya çalıştıklarını da farkettim. Beni deniz kıyısına yerleştirmek isteyen vezirlerin bu isteğine karşı çıkarak teşebbüsten vaz­geçebilirdim; fakat inat, yapmış olduğu masrafları en­der olarak terkeder. Yalnız kıyıda kurulacak tesisin daha pahalıya mal olacağını söyledim; Defterdara dalkavuk olmadığımı ispat etmek için de efendisinin servetini harcamak istemezse dökümhâneyi limanın ortasına kuracağımı da belirttim. Şehir Emini masraf­ları ödeyecek, mimar geçinen bir Rum da emirlerimi yerine getirmek üzere işçiler toplayacaktı, ilk tasarı­mı inceleyerek tesisi suların etkisinden kurtarmanın yolunu buldum; fakat işin her safhasında nazarî bilgi­lerle pratiği bir araya getirmem ve aynı anda mimar, duvarcı, taşçı, demirci, çilingir olmam gerekiyordu. Değirmen imâlinde uzman olan bir Rum delme makinaları konusunda bazı bilgiler verebildi. Saint Remi’nin hatıraları ve Ansiklopedi her gün bana değerli bil­giler sunuyordu; kalıpların yapılmasına kadar da bana yararlı olmakta devam ettiler; fakat o noktaya gelince işim yarı kaldı. Kalıp yapımında kullanılan toprağın adı veriliyor, ama bileşimi hakkında hiç bir bilgi veril­miyordu; bu maksatla lüle çamuru, kum ve alçıdan meydana gelen bir karışımı denemeye karar verdim.

Nihayet fırına ateş verilme anı gelip çattığında, içini on beş ton maden ile doldurdum; on üç saat boyunca, hiç kimse bana yardım edemediğinden tek başıma ça­lıştım ve madeni tamamen ergittim, gün doğarken Türkleri şaşırtan ve sevindiren, Saint - Priest'i huzu­ra kavuşturan ve bende dahi hayret uyandıran yirmi top döktüm. O zaman elçiye bunun hayatımda gördü­ğüm ilk top dökümü olduğunu itiraf ettim. Teşebbüsü­mün cüretinden dehşete düştü; nitekim bu teşebbüs bir çoklarına çılgınca gelebilirdi; ama, buna rağmen iradedeki inat ile hareketteki uysallığın en büyük en­gellere bile rahatlıkla direnebilen iki çare olduğunu in­kâr etmek mümkün değildir.

Bana karşı doğrultulan, cehaletten ve kötü niyet­ten doğan bütün saçmalıklar ve iftiralar bir anda kay­boldu. Körük olmadan döküm yapmak imkânı ispat edilmiş oluyor ve delme makinalarının bu yeni işteki başarısı inkâr edilmez bir duruma geliyordu. Hükümet işçilerin gelmesine karşı hiç bir engel çıkarmadı; or­taya çıkardığım durum herkes tarafından beğenildi.

Ben İstanbul'da Türklere daha mükemmel bir topçu kuvveti hazırlamaya çalışırken, Tuna üzerinde faaliyette olan Rus topçusu Sadrâzam'ın benim işleri­me eğilmesine sebep oluyordu; sektirilerek atılan bir­kaç bomba Osmanlı atlılarının dağılmasına sebep ol­duğundan, Bâb-ı âli benden aynı etkiyi yapacak havan topları imâl etmemi ve bunları kullanabilecek topçu­ları yetiştirmemi istedi. Üzerime aldığım işlerin dene­me yeri olarak Okmeydanı[102] seçildi. Her şey hazır olunca, benim hakemlerim olmaya her zaman hazır olan Vezirler ertesi gün için denemelere geleceklerini bildirdiler; ancak Padişah onlara buyruk göndererek görevlerini başında kalmalarını, bizzat kendisinin Okmeydanı'na gelerek gösterilere katılacağını bildirdi. Bana çok geç ulaşan bu haber yüzünden, Padişah'tan önce gelecekleri karşılamak maksadıyla sabahın er­ken saatında kalktım. Bir gün önceden denemelere gerekli olan şeyleri hazırlamıştım; herhangi bir kaza endişesi içinde olmamak gayesiyle bombaları kendim dolduracaktım. Okmeydanı'nı dolduran ve gittikçe bü­yüyen kalabalık beni görür görmez alkışlamaya başla­dı; dikine atılan bombalar görmeye alışmış olan hal­kın benim atışlarım için havan toplarının önündeki alanın boşaltılması gereğini hoş karşılıyamıyacağı ihtimalini düşünerek denemelerin başlaması için Padişah'ın gelmesini bekledim. Nihayet Padişah'ın geldiğini haber verdiler; şehzâde Sultan Selim beni tepeden tırnağa dikkatle süzdü. Bu manzarayı kaçırmak iste­meyen Saint - Priest, Padişah'dan bir müddet önce gelmiş ve Hünkâr'ın köşkünün civarındaki dairelerden birine yerleşmişti.

Bana yardımcı olarak verilen Şehir Emini ile ben bize gösterilen yerde duruyorduk; Hünkâr'ın buyruk vermesini beklerken yanımıza gelen Silâhtar Ağa sek­tirme bombaların atış âmirinin ben olduğunu bildirdi. O zaman, her yaş ve cinsten yirmi bin kişiye varan kalabalığın havan toplarının önünü tamamen açık bıra­kacak tarzda kenara çekilmesi gerektiğini söyledim. Hemen, ellerinde sopaları yirmi kadar Haseki[103] hal­kı geri itmeye başladı; ancak, hemen her en yatay ola­rak atılan sektirme bombaların önünü açacak kadar halkı geriletemediler. Nihayet kırk metre genişliğin­de bir alan açılabildi, ancak arazi üzerinde herhangi bir çıkıntıya çarparak etrafa parça sıçratabilecek olan bombalar benim için bir endişe kaynağı olmaya devam ediyordu; böyle bir durumda halk, cehaletinden doğan kabahati benim üzerime almakta gecikmezdi; buna rağmen kalabalığın ötesinde yere çarparak patlayan bomba beni rahatlattı. Atılan altı bomba, on iki, on üç sekme yaptıktan sonra iki üç kilometre ötede patlı­yordu. Büyük bir dikkatle doldurduğum yedili bir bom­ba atıldıktan sonra kalabalığın orta yerine rastlayan kısımda yere düştü ve yanmaya başladı. Her an kanlı bir kazanın dehşeti içinde yirmi saniye boyunca bom­banın yanmasını seyrettim. Buna rağmen seyircilerden hiç kimse yerinden kımıldamıyordu; bu bombaya da ötekilere olduğu gibi merakla bakıyorlardı; büyük bir şans eseri bomba patlamadı. Daha sonra bomba üze­rinde yaptığım incelemelerde patlamaması için hiç bir sebep bulamamama rağmen büyük bir nefes aldım. De­nemeleri böyle bir gösteri ile bitirdiğimi sanarak bir de beni alkışladılar. Otuz üç milimetrelik bir havan ile atılan bomba, altı yüz kulaç ötede kurulmuş hedef olan çadıra tam isabet kaydetti. Padişah bana giydirmek maksadıyla yanında bir samur kürk getirtmişti; ama Fransa elçisinin de orada olduğunu öğrenince ona vermeden bana verilecek bir kürkün saygısızlık olacağına hükmederek bu törenden vazgeçti. En uygun çare olarak benim kürkü almam için Bâb-ı âliye git­mem kararlaştırıldı; Şehir Emini bana eşlik edecekti. Bu arada benim mükâfatlandırılmamı bekleyen halk, hiç bir tören yapılmadığını, üstelik Bâb-ı âliye sevkedildiğimi görünce cezalandırılacağımı sandı ve bir müddet sonra bu davranışı bayağı haklı buldu.

Gelişimden haberdâr edilen Sadrâzam beni bütün vezirleri ile birlikte Arzodası’nda beklivordu. Orada Padişah'ın memnuniyetinden dolayı kutlamaları ka­bul ettim. Sonra bana samur bir kürk giydirildi ve 200 akçelik bir kese armağan edildi. Bâb-ı âli'den ayrıldı­ğım vakit güneş batmak üzereydi, Beyoğlu'nun kenar mahallelerine geldiğimde karanlık iyice çökmüştü. Güvenliğimi sağlamak üzere her yerde bana eşlik eden biri topçu, diğeri denizci iki subay bir az arkamda kal­dırımdan geliyorlardı. Birden karanlıklar içinden çı­kan, üç beş kişilik bir grup denizci subayına yaklaşa­rak hangi ortadan olduğunu sordular; cevabı üzerine tabancalarını çekince, benim subay da onlara ateş et­ti. Topçu subayı da ateş ederek yardım istemeye başladı; Almanya elçiliğinin kapısındaki altı yeniçeri dı­şarı çıkarak, kimin yardım istediğini araştırmadan ka­ranlık içinde bizimkilere ateş etmeye başladılar. Bize saldıran yamakların silâhlarını doldurmak için ateşe ara verdikleri sırada içimizden hiç biri yaralanmadan benim eve sığındık.

Zaten şahsıma olmayan bir saldırı için hiç şikâ­yette bulunmamama rağmen Beyoğlu'nun asâyişi ile yükümlü olan inzibat âmirliği hemen bana başvurarak suçluları tesbit edersem onları cezalandırabileceklerini bildirdi. Sadrâzam da ertesi gün adam göndererek bir gece önceki saldırı hakkında benden bilgi istedi; Padişah da olayla ilgilenmek iyiliğinde bulundu. Türklerin geleneklerini, Orta anlayışını ve Hükûmet'in kor­kaklığını ortaya çıkaran bu olayların içyüzünü sonra­dan öğrendim.

Bir süre önce yeniçerilerin Lâzlarla dolu olan or­ta ile denizciler arasında bir düşmanlık doğmuştu. Galata'daki meyhanelerden birinde müşteri çekmek için dans eden on üç, on dört yaşındaki bir erkek ço­cuk her iki tarafında hoşuna gitmişti. Sırasıyla her iki taraf çocuğu kaçırmıştı, sonunda Galata'nın sahne ol­duğu bir çatışma doğmuştu. Sürtüşme o dereceye gel­mişti ki, belli başlı camilerden birine sığınan bir tarafı ele geçirmek isteyen diğerleri limandaki gemilerden bi­rinin topunu sökmüşler ve caminin kapısına ateş etmek­ten eşinmemişlerdi. Her sokağın köşesinde barikat kurulmuş, karşılıklı atılan top ve tüfek sesleri Padişah'ın kulaklarında yankılanmıştı. Bütün ulaşım ve ti­caret durmuştu; buna rağmen çatışmanın esas sebep­lerine inmekten kaçınan devlet, insanların harcanma­sını kendisine ilke edindiğinden önce başıbozukların birbirlerini öldürmesini beklemişti. Bu rezilâne durum üç günden beri devam ediyordu; elliden faza insan öl­müştü, Vezir'in yanına çıktığımda tarafların mücade­lesi en kızgın dönemini yaşıyordu. Tuna boylarında öylesine korkaklık, Galata'da ise böylesine cesaret Osmanlıların sadece şapkalardan korktuğunu belli ediyor, dedi. Diğer yeniçeri ortalarının arkadaşlarını korumak maksadıyla işe karışmasından çekiniliyordu. Kavganın sebebi olan kişiyi ortadan kaldırmaya karar verdiler; alanda oğlanın asılması bir an önce onun için kan dökenlerin büyük memnuniyeti ile karşılandı.

Bu gürültü patırdı arasında ben vezirlerle yeni bir topçu birliği kurulması meselesini görüşüyordum. Aslında Türklerin bu maksatla kurulmuş bir birlikleri vardı; ancak Topçu adı altında askere alınmış kırk bin kişilik bir birlik gereksiz olduğu kadar pahalı bir şekilde devletin hâzinesini kemiriyordu. Yeniçeriler gibi disiplinsiz olan bu birlik başkente ve bütün im­paratorluğa yayılmıştı. Her askerin elinde maaşını ala­bilmesi için verilen Esâme denilen bir senet bulunur­du; isteyenler bu senedi bir aracı ile göndererek ma­aşlarını alabilirlerdi, bazıları da esâmelerini satarlardı. Kışlalara sadece yemek yemeğe gidenler çoğunluktay­dı. Sultan Süleyman döneminde büyük bir itina ve ih­tişam ile yapılan yeniçeri kışlalarında o zamanlar ga­yet sert bir disiplin hüküm sürerdi; ancak sonradan bu disiplin terkedilmiş yeniçeri ocağına kayıtlı olanlar 400.000'i bulmuştu, halbuki silâh altında olanlar an­cak 20.000 kadardı. Her üç ayda bir dağıtılan maaş­lar önceleri üç akçe iken sonradan 99 akçeye kadar çıkmıştı. Sadece subayların takdirine bakarak askerî hizmetleri ödeme şekli bu askerî teşkilâtın mahvolma­sına yetmişti. Her şeyi kötüye kullanmaya iten himaye askerî harcamalar için vergiye bağlanmış toprakların da dağıtılmasına sağlamıştı. Türkiye'de itibarda olan adamın hizmetkârlarına mükâfat olarak verdiği bu nes­neler, en gerekli anlarda İmparatorluğun gelir temin edeceği yerleri çok sınırlamıştı. Padişah'ın kendi hâ­zinesi için halktan topladığı vergi göz önüne alınmaz­sa, kayıtlara 500 milyon akçe olarak geçen devlet ge­lirleri aslında 74 milyon akçede kalıyordu. Bu miktar para birliklerin maaşlarına, Deniz kuvvetlerinin bakı­mına ve hesapta olmayan diğer masraflara ayrılmış iken, Sultan Süleyman tarafından, kalabalık atlı bir­liklerinin, top arabaları çekiminde kullanılacak 4.000 atın bakımına, kalelerin onarılmasına, yolların yapımı­na ayrılan 400 milyon akçe, bu işlerle meşgul olanla­rın özel servetlerinden sağlanıyordu; savaş durumun­da ise Padişah, âcil masrafların karşılanması maksadıyla kendi mallarının zararına servetini harcamak zo­rundaydı.

Sultan Mustafa da kendi servetini harcama yolu­na gitmişti; sağladığı 600 milyon akçeyi gerçekten yararlı bir yerde harcamayı düşünüyordu. Kurallarını benim tesbit edeceğim yeni bir topçu birliği kurul­ması ihtiyacını hissediyordu; fakat her şeyden önce toplanan yıllık vergilerin yeni birliğin giderlerini kar­şılaması gerekiyordu. Defterdar yanında çalışan me­murlara dağıtılan ikramiyeyi kaldırarak 100 bin altın­lık bir gelir sağladı. Sonra Bâb-ı âli kurulacak birliğe hangi adın verilmesini tartışmaya başladı. Bu maksat  ile toplantıya çağırılan ulemâ Süratçi adı verilmesini kararlaştırdı. Kaleme aldığım nizâmnâme bir Hatt-ı Hümâyûn ile açıklandı. Yeni birliğin üniforması da tesbit edildi; yapacakları işin gerektirdiği şekilde çe­vik hareket edebilmeleri maksadıyla üniformalarının şeklini verirken, halkın ve yobazlığın gülünç olarak ta­nımlamaması için de büyük dikkat sarfettim; sonunda Kâğıthâne'deki Topçu okulu yanında kışlaları olan al­tı yüz Süratçi'ye Arnavutlarınkine benzeyen üniforma­lar giydirttim. Her ne kadar eğitimleri top kullanmak konularında ise de, Türklerin süngü taşıma alışkanlı­ğını elde etmeleri amacıyla süngü eğitimi de koydur­dum. Bu silâhı iyi kullanan Ruslar tarafından yenilgi­ye uğrayan Osmanlılara bunu kabul ettirmek biraz zor­du. Buna rağmen yapılacak tenkitleri susturmak ve yobazlara kabul ettirmek amacıyla Şeyhülislâmın aracılığını talep etmek gerekti. Yanında Sadrâzam ve diğer vezirler olduğu halde Topçu okuluna ziyarete ge­len Şeyhülislâm eğitimleri gördükten sonra, bana bir tüfenk getirtti en ince ayrıntılarına kadar kullanılışı hak­kında bilgi aldıktan sonra, süngülü tüfeğin İslâm'ın savunmasında hayırla olmasını diledi, buna cevaben önce Süratçiler sonra etrafta birikmiş olan halk «Alla­ha çok şükür!» diyerek bağırdılar.

Yeniçeriler her hafta aksamadan Süratçilere da­ğıtılan maaşları ve düzgün üniformalarını ilgiyle izli­yorlar ve kendilerine de aynı şekilde davranıldığı tak­dirde itaat altına gireceklerini açıkça ilân ediyorlardı Nitekim önceleri sırf Türklerden meydana gelen bu teşkilât uzun zamandır eski kurallarını terketmiş ve nihayet öyle ihmal edilmişti ki, Süratçilerin kuruldu­ğu tarihte Padişah'ın yeniçerilere yirmi yedi aylık bor­cu vardı. Buna rağmen yeniçeri ocağı şimdiye kadar olmamış bir şekilde Padişaha az endişe veriyordu, bu da onun itaat altında olmasından değil, düşmanın savaşı kazanma ihtimalinin fazlalığındandı. Baskıyla yönetilen bir devlette iç karışıklıklar milletin enerjisini ispat eder, eğer iç baskıya karşı çıkaracak enerjisi yoksa, yabancı güçlere karşı ne yapabilir?

Askerî ceza yönetmeliği yürürlüğe konduktan sonra, disiplinden hiç bir fedakârlık yapmadan asker­lere kendimi sevdirmek için çareler aradım; falaka ve pranga yerine görünüşte daha hafif olan fakat düzeni ve itaati sağlayarak bir askerin vazgeçilmez özelliği şeref duygusunu yerleştiren cezalar tasarladım, iki misli nöbet tutma hafif kusurların cezası oldu; daha ağır kusurlarda, görevleri devam etmek şartıyla yaka­larındaki ve kollarındaki sırmalar sökülüyordu ve şimdiye kadar hiç görülmemiş olan kaçma olaylarında suçlu doğrudan kürek cezasına mahkûm oluyordu. Nöbet sisteminin değiştirilmesi ve bir zamanlar Rus ordusunda hizmet görmüş birkaç Kırımlının gösterdik­leri disiplin herkese örnek oldu. Topçu sınıfı olarak yetiştirilen bu birlik her gün eğitim yaparak kısa za­manda dakikada on beş atış yapabilecek duruma eriş­mişti; ancak bu birliğin alaylı davranışları bastıramıyacak kadar güçsüz olduğunu bildiğimden diğer silâh­ları kullanma arzusuna şiddetle karşı çıktım. Zaten esas anlamıyla askerî eğitim bu birlik için gereksizdi, zira görev yapacağı vakit tüfeklerini çatmak zorunda kalıyorlardı.

Sultan Mustafa sık sık eğitimleri görmeye geli­yor, atıştaki sürati görerek memnun oluyor ve daima Topçuların meziyetlerini mükâfatlandırıyordu; ama buyruklarını her zaman benim kanalımla vermeye dik­kat ediyor, bende bu fırsattan yararlanarak vezirlerin gayretini canlandırıyordum; çalışmalarımı destekle­mekle yetinecek olan Sadrâzam ise bütün gayretiyle beni denetlemeye çalışıyordu. Kâğıthâne'ye yaptığı gezilerden birinde önceden haber vermeden ziyareti­me geliyor, her zaman yaptırdığım eğitimin tekrarlan­masını istiyordu. Eğitime nezaret eden subay, buyruk almadan tekrarlıyamayız diye cevap veriyor, Sadrâzam da benim buyruğum yetişmez mi? diye soruyordu. Subay da cevap olarak buyruklarınıza saygımız bü­yüktür, özellikle iç disiplinimizle ilgili olmayan husus­larda; fakat o konuda Hacı Bektaş'tan başkasını tanı­mayız, diyor; bu cevabı alan Sadrâzam gülümsüyor ve hoşnut bir şekilde ayrılıyordu. Bu olay bana o subay tarafından nakledilmiştir.

Bir müddet önce Padişah bana İstanbul Boğazı­nı saldırıya karşı korumak için alınması gereken ted­birlerin neler olduğunu sordurmuştu. Karadeniz ağzının yakınlarında iki hisar yaptırılmasını teklif etmiş­tim; fakat Hükûmet’in Anadolu ve Rumeli kıyılarında iki fener yaptırdığını duyunca bu tasarının itibar gör­mediğini sanmıştım. Savunma tabyaları konusunda çok az bilgi sahibi iki mimar bu işle görevlendirilmiş­ti. Bir müddet sonra Boğaz'ın hemen girişinde, otuz altılık mermilerin menzilinde kötü kuleler ve top ba­taryalarını içine alacak cılız surların yükseldiği görül­dü; hepsi kireçle beyaza boyandıktan sonra Vezirler bu eserin hazır olduğunu Padişaha bildirdiler. Yapım esnasında benim de bulunmamı düşünmüş olan Padi­şah kendisine teslim edilen zabıtta adımı görmeyince sebebini sormuştu. Daima beni uzak tutmak isteyen vezirler, benim o işe katılmam hususunda buyruk al­madıklarını öne sürerek özür dilemişlerdi; ancak onların özürlerini kabul etmeye yanaşmayan Hünkâr, ve­zirlerini aşağılarcasına benim tesisleri denetlememi buyurmuştu. Reis Efendi ile Defterdar beni yeni hi­sarlara götürerek muhafaza edilmeleri veya yıktırılma­ları hakkındaki kararımı Padişah'a bildirmekle görev­lendirilmişlerdi. Bu durum vezirlerin endişelerini uyan­dırmakla birlikte benim için de az sıkıcı değildi, zira ya bana gösterilen güvene ihanet edecek, ya da kaba­hati olmayan insanları fedâ edecektim. Yapılan işi kö­tülersem, yapılmasını buyuranlar, kabahati, ne kadar iyisini yapabilecek, ne de tasarıyı reddedebilecek du­rumda olmayan mimarların üzerine atacaklardı. Bu zavallıları da yanımızda götürdük, hisarlara geldiği­mizde, tesisi beğenmezsem mâruz kalacakları tehlike­yi bana belirtmek istediler; bilgisizlikleri yüzünden bağışlanabileceklerini söylediysem de onları sakinleş­tiremedim. Bu arada iki vezir beni bir an önce karara varmam için sıkıştırıyorlar ve daha şimdiden duvar­cılık işlerini ve asker koğuşlarını beğenmediklerini ileri sürüyorlardı. Bu meselenin önemli olmadığım, asıl meselenin top menzillerinin çakışması olduğunu, geri kalan meselelerin kısa zamanda çözümlenebilece­ğini belirttim. Mimarlardan biri hemen atılarak men­zillerin çakıştığını öne sürdü; ona bu işten anlamadı­ğını, deneme yapıldıktan sonra olumsuz sonuç alınır­sa yapılan tabyaların yıktırılacağını söyledim. Topçu­lara gerekli buyruklar verildikten sonra, burçlardan birine çıktık; işaret verildikten sonra yapılan atışlarda Anadolu ve Rumeli kıyılarından gelen güllelerin iki kı­yıyı ayıran mesafenin ancak üçte birini katettiklerini gözlemledik. Birkaç defa deneme yaptıktan sonra hep aynı sonuca ulaştığımızdan hisarların diğer taraflarını denetlemek gereksiz oldu. Keşif raporu mimarların en­dişelerini dağıtacak şekilde düzenlendi; öğle yemeğin­den sonra İstanbul'a dönmek üzere gemiye bindik ve yolda İstanbul'u savunacak olan hisarları yerleştire­cek yeni yerler aradık, önümüze çıkan karşılıklı iki burun uygun bir mesafede olduklarından bu iş için el­verişli gözüktü. Yeni durum üzerinde tartıştık; vezir­ler elde ettikleri bilgileri Padişah'a ileteceklerini söylediler; fakat bu görüşmemizden altı ay sonraya kadar hiç bir şekilde mesele hakkında söz söylenmedi.

Dökümhâne çalışmaları, yeni Topçu okulundaki günlük işler başka şeyler üzerinde düşünmeme fırsat vermiyordu, ben de artık Boğaz'ın savunması tasarı­sından tamamen ümidimi kestim; hattâ Padişah'ın bi­le bu tasarıdan vazgeçtiğini düşünmeye başlamışken, beni acele olarak Bâb-ı âli ye çağıran hem Sadrâzam'dan, hem de Reis Efendi'den iki dâvet aldım. Oraya vardığımda Divanı toplanmış, vezirleri efendilerinin kızgınlığından endişe eder hâlde buldum. Arada Bâb-ı âli'ye gelerek vezirlerinin ülkeyi yönetimlerine neza­ret eden Padişah, Boğaz'ı savunacak hisarların yapı­mına henüz başlanmamış olduğunu öğrenince hepsini huzura çağırmış ve hemen o işe başlanılmasını buyur­muştu. Vezirler Padişah'ın ithamlarına karşılık buyruk almadıklarını öne sürmüşlerdi. Sonunda ertesi gün inşaata başlanacağına dair söz verdikten sonra onu sakinleştirebilmişlerdi. O gün hisarların yapılacağı yere giderek lâf olsun diye işçilere birkaç kazma vurdurul­du, böylece Padişah'a karşı işe başlanmış havası uyandırılmak isteniyordu. Yapı işine tam anlamıyla baş­layabilmem için esaslı bir ön çalışma yapmam gerek­liydi; ben mevkiye en uygun tasarılar üzerinde çalı­şırken Sadrâzam müneccimlere ilk taşın konması için en iyi günü ve saati tesbit ettiriyordu. Tören günü evlerinden ayrılmak üzereyken Padişah tarafından geldiğini söyleyen, birkaç Çuhadar’ın eşlik ettiği bir Türk beni ziyaret etti. Adamın takındığı ciddî tavır görevinin ne olduğunu bir an önce öğrenmeme engel olu­yordu. O, ağır ağır kahvesini içerken ben sabırsızlanı­yordum. Nihayet koynundan kırmızı atlastan yapılmış bir kese çıkardı, keseyi bana sunarken Padişah'ın ağ­zından bana övgüler yağdırıyordu. Kesenin içinden al­tın işlemeli bir mendile sarılı gümüş menteşelerle tutturulmuş dört abanoz parçasından yapılmış bir inşa­atçı arşını çıktı. Başçuhadar sözüne devam ederek İstanbul'daki bütün işçilerden yararlanabileceğimi be­lirtti; Padişah'ın yolladığı bu arşın sayesinde onlara ceza da verebilecektim. Yeni hisarların yapılacağı ye­re vardığımda kırk kadar temel işçisinin arşınları ile orada beklediğini gördüm; müneccimlerin tesbit etti­ği temel atma töreni saatini beklerken elimdeki arşın­la onlarınkilerini ölçmek istedim, işçilerin başı olan ve kendini mimar olarak tanıtan şahıs, kendi arşını ile kontrol yapılmasını teklif etti. Her şeyden önce onun arşınının kontrol edilmesi gerektiğini söyleyerek koynumdan kırmızı keseyi çıkardım, ve Padişahın yol­ladığı arşını gösterdim. Bunu gören işçiler şaşkınlık içinde on adım gerilediler; yarattığım bu şaşkınlık havasından yararlanarak zalim olmadan sert bir davra­nışla üzerlerinde otorite kurmak maksadıyla benim ar­şına uymayan arşınları kırdırdım. Mimar da dahil hepsinin arşınları kırıldı; yenilerinin yapılması için hemen faaliyete geçildi. Başdefterdar bir elinde saati, diğer elinde müneccimin verdiği ilk taşın konacağı yere gel­di, büyük bir dikkatle söylenen saniyede Allah'ın adı­nı ve taşı koyarak harçla sıvadı.

İlk olarak, toprağı tesviye etmek ve hisarların in­şasında gerekli olacak malzemeyi elde etmek maksa­dıyla arâziyi kazmaktı. Somaki taşlı matrisli bir kaya­dan oluşan temeli kazmak için bin beş yüz Makedon­yalı işçi temin ettim.

Topçu okulu, dökümhane ve yeni tabyalar her gün bunları ayıran yirmi beş kilometrelik mesafeyi katetmeme sebep oluyordu. Padişah Bostancıbaşına buyruk vererek benim için Saray'dan kürekçiler tahsis edilmesini istedi; o tarihten itibaren yelkenlim liman­da Padişah'ın felukasının yanına kondu.

Yeni dökümhânenin ilk çalışmaları, Türklerde ol­mayan ve yeni topçuların hizmetine verilmesi şart olan modern topçu arabalarının imâliydi. Sefer hâlindeki ordudan mektup yazan Sadrâzam durmadan böyle bir yardıma ihtiyaçları olduğunu belirtiyordu; Padişah benden dörtlü 50 parça top ve okulda yetişmiş üç yüz Süratçi istedi. Bu isteğin yerine getirilmesi çalışmala­rıma bir fazlalık yüklemiş oluyordu; yeni tabyalarda alçak bataryaların bitirilmesini bekleyen Padişah'ın sabırsızlığını ortadan kaldırmak için çalışmalara büyük bir gayretle devam ediliyordu. Fakat temel kazılırken karşılaşılan sert kayalar en iyi çelikten yapılmış âlet­leri bile kısa zamanda aşındırıyordu; ama Makedon­yalıların güçlü kolları sayesinde bu zorlukların da kı­sa zamanda üstesinden geldik.

Bir pazar günü kendime ve işçilerime dinlenme iznini uygun gördüm. Makedonyalı işçilerden bir grup Rumelifeneri'ndeki meyhanelerden birine giderek eğ­lenmeye başlamışlardı. Bir ara içlerinden biri dışarı çıkmış, kıyıda Varna'ya silâh taşıyan bir yelkenlinin tayfalarını görmüştü. Tayfalardan biri Makedonyalıya tokat atmış, o da tüfeğini çekerek adamı öldürmüştü. Bunun üzerine diğer tayfalar da kendi silâhlarını ateş­leyerek işçiyi vurmuşlardı; gürültü üzerine olay yerine koşan diğer işçiler ile tayfalar arasında vuruşma ol­muş, dokuz tayfa öldürülmüş diğerleri yelkenliye atla­yarak kaçmayı başarmışlardı. Olayı duyar duymaz ga­yet ciddî bir durum karşısında olduğumuzu anladım. Hemen Kaymakamın yanına çıkarak işçilerim için do­kunulmazlık istedim. Gayet soğuk bir şekilde beni din­leyen Kaymakam, olayın unutulmasını istedi. Talebimde ısrar edince, benim 1.500 Makedonyalı işçinin kendilerini koruma imkânlarının onun bize temin ede­ceği imkânlardan daha iyi olduğunu belirtti.

Hünkâr Tarabya'da yazlık bir evin masrafları hazineye ait olmak üzere bana ayrılmasını buyurmuştu. Yazın o evde otururken, hem İstanbul'a hem de yeni tabyalara aynı mesafede bulunduğumdan işlerimi ta­kıp etmekte zorluk çekmiyordum. Bir gün, safra alma­dan kereste yükleyerek Karadeniz'den yola çıkan bir yelkenlinin Boğaza girdikten sonra güneyden esen rüzgârın etkisiyle Tarabya koyunda karaya oturduğunu gördüm. Kaptanın ve tayfalarının hâline acıyarak tab­ya inşaatından gerekli âletleri ve malzemeyi getirttim, adamlarımın da yardımıyla yelkenliyi kurtardım. Bu davranışımdan dolayı çok memnun kalan kaptan bir dahaki sefer İstanbul'a gelişinde tayfaları ile ziyareti­me gelerek bana kuru üzüm, tereyağ, Karadeniz'in di­ğer ürünlerini ve birçok koyun armağan etmek istedi. Almamak için bütün ısrarlarına rağmen adamların çok üzüldüklerini görünce, bir daha tekerrür etmemek kaydıyla armağanları kabul ettim.

Sadrâzam uzun zamandan beri yeni dökümhâneyi ziyaret etmeyi düşünüyordu; ordudan gelen yeni talepleri karşılamak üzere batarya arabalarının imâli ile meşgulken Sadrâzam'ın geldiğini haber verdiler. Atelyeler tam faaliyet hâlinde olduğu için Sadrâzama her konuda ayrıntılı bilgi vermem mümkün oldu.

Mizacını daha önce çizdiğim bu Sadrâzam, İm­paratorluğun dizginlerini ince ve kurnaz zekâlı Reis Efendiye bırakarak mevkiini koruyabiliyordu. Devleti o kadar kayıtsızlıkla yönetiyordu ki, bir gün onunla İs­tanbul'un fethini ve güçlü İmparatorlukların bile enin­de sonunda çökeceğini konuşurken, bana kötü bir sa­vaşın onları nereye kadar süreceğini sordu. Ben de, karşı kıyıya kadar, dedim. Anadolu kıyısına doğru yü­zünü çevirerek, dostum, orada çok güzel vâdiler var, güzel bir köşk yaptırırız, dedi. Bu cevaptan İsmail Beğ’in, sorumluluğunu doğrudan, paylaşmadığı felâketle­re karşı nasıl davrandığını anlamak mümkündür; ken­disine sorumluluk yükleyebilecek meselelerde doğru­dan Padîşah'dan buyruk almayı uygun görüyor, görev­lerinden ziyade mevkiini muhafaza etmeyi düşünüyor­du. İzzed Bey ile olan ilişkileri onu yükseltmiş, yerin­de kalmasını sağlamıştı; öteki de efendisinin tevec­cühünden memnun bir şekilde entrika çevirmeden ve ihtiras gütmeden, bilgisiz olmasına rağmen yararlı ol­maya çalışıyordu.

Bu gözde ile sıkı bağlarım vardı; efendisi ile benim aramda en önemli araç görevi yapıyor, sohbetle­rimizi ona naklediyordu. Padişah İzzed Bey'in aracılığı ile de benimle temas kuruyordu; görüşleri olağan sı­nırların ötesine ulaşmaya başlayan bu Hükümdar, Sü­veyş Kanalının açılmasıyla iki denizin birleştirilmesi tasarısına büyük bir ilgi duyuyordu. Benim bu konu­daki düşüncelerim ile Mısır'daki görevlilerin düşün­celerim birleştirmeye çalışıyordu; Hâtıralarımın dör­düncü kısmında belirttiğim gibi, bu Padişah daha faz­la yaşayabilseydi, böylesine büyük bir işi başarabile­cek ortamı kolaylıkla bulabilirdi. Görünüşte büyük kâr sağlayacak gibi olan bir konuda hatâya düşerek paranın değer kaybetmesine sebep oldu. Sultan Mustafa'­nın saltanatının ilk dönemlerinde teveccüh sahibi olan ve Darphâne Eminliği'ne getirilen Tahir Ağa adında birisi barış zamanında paraların eritilmesini ve yeni­den basılmasını teklif etmiş ve yapmıştı; ancak bu işlemin gerektirdiği fedâkârlık savaş zamanında kaldırılamıyacak bir yük olmuştu. Hazine tükenmeye baş­lamış, darphâne gece gündüz düşük değerde sikke basmaya devam etmişti. Kötü dökülmüş çelik sikke kalıpları aralıksız çalışma yüzünden bozulmuştu. Sü­rekli olması gereken çalışmayı aksatan, hattâ durdu­ran bu engeli ortadan kaldırmam için bana başvurul­muştu. Yapılan işte meziyetin takdir edilmesi maksa­dıyla bilinmeyen şeyleri biliyormuş gibi davranma ilkesini esas tutarak işe koyuldum ve kısa zaman son­ra sikke kalıplarını istendiği gibi sağlam yaptım. Bu arada kalıpların bozulmasında çıkarları olan işçiler çalışmama bir şey diyemediklerinden, su verme işle­minde kullandığım değişik yönteme dil uzatmaya baş­ladılar: güya ben, Padişahın adını kirletmek için ka­lıpların su verildiği yere sidik döküyormuşum; bu gü­lünç iddiayı etrafa yaydıktan sonra Padişaha resmî şikâyet şeklinde duyurdular. Böylesine saçma bir id­dianın etki yapabileceği elbette düşünülemez; ancak böyle bir iddiayı çürütmek için benim gücümün yet­meyeceğini düşünen Padişah, olayın incelenmesini is­tedi. Resmen cevabım istendi. Ben de, her gün paçav­ralar üzerine Tanrı'nın adının yazıldığını sonra bunla­rın çamura atıldığını, dolayısıyla iftirada bulunanların Padişaha Tanrı'dan daha fazla önem verdiklerini belirterek iftirayı gülünç duruma düşürdüm.

Geçici tedbirlerle yönetimdeki aksaklıkları düzelt­menin yetmediğini gören Padişah, benim yönetimimde kurulacak bir Mühendis Okulu'nda gerekli bilgilerin verilmesini istiyordu. Sultan Süleyman tarafından teş­kil edilen mühendisler topluluğu bu yeniliğe karşı çık­tılar; Hünkâr, mühendis olarak geçinenlerin bundan böyle iki hükümet yetkilisinin nezaretinde tarafımdan sınava tâbi tutulacağını açıkladı. Sınav günü toplanıldığında, sınanacak olan bilginler kadar ben de en­dişeliydim. Zira hem onlara galebe çalmak, hem de onları incitmemek istiyordum. Teşkil edilen kurul önünde işi fazla zorlaştırmadan soru sormaya karar ver­dim; İsmail Bey'in açış konuşmasından sonra söz ba­na bırakıldı. Mühendislere bir üçgenin üç açısının toplamının değerini sordum. Soruyu tekrar etmemi istediler; bir müddet düşündükten sonra içlerinde en cüretli olanı üç açının toplam değerinin üçgene bağlı olduğunu, her üçgen için ayrı değere sahip olacağını söyledi. Böylesine saçma bir cevap alacağımı bilsey­dim bu soruyu hiç sormazdım. Ayağa kalkarak bu so­runun cevabını mühendislere isbat ettim. Ancak şunu da itiraf etmeliyim ki, mühendisler ne kadar cahil iseler, ilime gösterdikleri ilgi o kadar büyüktü. Hepsi ye­ni kurulacak okula yazılmayı kabul etti ve artık oku­lun kurulma çalışmalarına rahatlıkla eğilebildik.

Özellikle donanmaya ait olan yeni okul tersa­nede kuruldu[104];  önceleri okula mevkileri gereği yeni bilgileri öğrenmeleri şart olan kimseler kabul edildi; ak sakallı tecrübeli kaptanların yanında genç öğrenci­ler de bulunduğundan gerek benim, gerekse diğerleri­nin davranışlarına dikkat göstermem şart olmuştu. Dersi her gün Türkçe olarak veriyordum; öğrenciler bunu defterlerine yazıyorlardı, ertesi gün aralarından seçtiğim biri aynı dersi arkadaşlarına tekrar ediyordu. Bu yöntem sayesinde öğrencilerimin dikkatleri arttı­ğından kısa zamanda çok iyi bilgiler öğrendiler; üç ay içinde trigonometrinin dört problemini uygulayabile­cek duruma gelmişlerdi. Aslında mesafe ölçmesini, kerteriz almasını ve rota tâyin etmesini bilen denizciler gerekliydi. 60 yaşındaki öğrencilere daha fazlasını öğretmek gereksizdi. Sultan Mustafa'ya bu eğitimin yeterli olduğunu, pratik yaparak daha fazla tecrübe kazanılacağını, ve bu maksatla iki firkateynin Boğaz ile adalar arasında eğitim gemisi olarak görevlendirilme­sini tavsiye ettim; o da aynı fikirde olduğunu bildir­di.[105] Gemilerin inşası da sağlam ilkelere dayandırılmalıydı:. Benden planlar istendiğinde, temin etmek için bir hayli çaba harcamama rağmen bunlardan sadece kıç tarafın süslenmesinde yararlanıldı.

Yeni dökümhânenin eskisinin çalışmasını engel­lemediği görülmüştü. Topçu kuvvetleri için ayrılan paradan çoğu eski dökümhaneye gidiyor, yararlı bir işe sarfedilecek pek az para bulunuyordu. Eski mühen­disler heyetinin arâzileri bile vardı, yeni okul için teşvikte bile bulunulmuyordu; bütün yeni kuruluşlardan, kalıcı olarak kurulan Süratçi birliği yalnızca kendisine ayrılan fondan gereği gibi yararlanabiliyordu.

Daha iyi korunan deniz kuvvetlerinde görülen aşırı harcamalar kolaylıkla önlenemiyordu; buna rağ­men gemilerin direk takımlarının yapılması adı altın­da hesaplara geçen büyük miktarda masrafı kısmak maksadıyla, sık sık bahsettiğim direkleme cihazını yapmam için hükümet bana görev verdi. Marangozu­mun da yardımıyla tersanede kurdurttuğum direkleme cihazı Kapdân-ı Deryâ'nın küçümsemesine rağmen ba­şarılı oldu.

Hükümet Mühendis okulundaki öğrencileri maddî olarak destekleyeceğine dair bana durmadan ümit veriyor, ama bir türlü dediğini gerçekleştirmiyor­du. Bu konuda yaptığım teşebbüsler sonunda Darphâ­ne Emini'nin aracılığıyla, bir yüzünde Padişah'ın turâsı diğer yüzünde Mühendis okulu ile ilgili bir ibâre olan altın sikkeler bastırıldı. Reis Efendi ilk sınavlara katılmak, benim işaret ettiğim öğrencilere altın zinciri ile o sikkeleri armağan etmek üzere buyruk aldı. Ders­lere olan ilgi birden arttı ve çok geçmeden istendiği an Babadağı'nda konaklayan orduya katılabilecek nite­liklere sahip bir sınıfa sahip oldum. Babadağı'ndaki ordunun hareketsizliğine öylesine alışmıştık ki, vezir­lere askerî işlemler hakkında hiç bir şey sormak gere­ğini duymuyordum. Zaten Tersanemdeki ve okullarda­ki meşguliyetlerim ordunun neler yaptığımı sormama fırsat tanımıyordu. Buna karşılık, Kaymakam olan Ve­zir gayet ciddî bir şekilde Osmanlı ordusunun kalaba­lık olup olmadığını bana sordu. Eğer öğrenmek iste­seydim, bunu benim size sormam gerekirdi, diye ce­vap verdim. Bilmediğini belirtti. Peki nereden öğrene­bilirim? diye sordum. Gazette de Vienne'den dedi. Şaştım kaldım. Bir araya gelmiş bunca budalalık Sul­tan Mustafa'nın ileri görüşlülüğü ile asla bağdaşamazdı. Bu imparatorluk için en talihsiz nokta, sallantılı bir sağlığa sahip olan Sultan Mustafa'nın, tahtı kardeşi Abdülhamid'e bırakarak dünyadan göçüp gitmesidir.

Abdülhamid tahta çıktıktan sonra yayınladığı Hatt-ı Hümâyûn'da, sakınılmasını ve korunmasını iste­diği yerler arasında halefinin temellerini attığı yeni kurumlar da vardı. Bu cümleleri yazdıran zihniyetin sahibi dışarıya yaptığı ilk geziyi Topçu Okuluna ayır­mıştı. Hünkârın gözleri önüne çeşitli topçu eğitimle­rinden örnekler serdim. Özellikle Süratçilerin sekiz dakikadan daha az süre içinde yüz yirmi mermi atma­larına hayran kaldı. Kırk yıllık bir mahpus hayatından sonra çeşitli eğlenceleri tercih etmesi daha akla yakın olan Padişah, düşünülenin aksine askerî manevralara daha büyük bir ilgi duyuyordu. Bu arada tahta geçen Abdülhamid'in harem hayatından uzak kalmak zorunda olduğunu da ilâve edelim. Hastalığını incelemek üze­re bir araya getirilen Türk ve Avrupalı hekimler sonun­da, zihninin başka şeylerle meşgul olmasını sağlamak üzere haremi hatırlatan her şeyden uzak durmasını, başka şeylerle meşgul olmasını öğütlemişlerdi. Hü­kümdar musikî, gezi ve soytarı gösterileri ile kendini avuturken, gözdeleri muazzam bir serveti yutan sava­şa son vermeyi arzuluyorlar, Vezirleri de düşmanın kendileri için utandırıcı olacak barış şartlarını kabul ettireceği günün yaklaşmakta olduğunu hissediyorlar­dı.

Abdülhamid'in göz altında geçirdiği günlerde kendisine büyük yakınlık gösteren basit bir Bostancı, efendisi tahta geçince en önemli gözdesi olmuştu.

Bu küstah gözdenin ilk kurbanı Kaymakam oldu; onun yerine zalimliği ile tanınmış Kuyucu Hasan Paşa ge­tirildi. Daha önce yumuşakbaşlı ve iyiniyetli olarak tanıttığım İzzet Bey de Darphâne Eminliği'nden alına­rak önemsiz bir görev olan Şehir Eminliği'ne getiril­di. Ancak bu makamda da gördüğü itibar düşmanları tarafından unutulmasına engel oldu.

Bir gün bana gayet kederli bir yüzle gelerek, iki gün içinde Dökümhâne'den elli parça top çıkartamazsam Kaymakam tarafından kellesinin vurulacağını açıkladı. Bunun üzerine Kaymakam'a, bana bu buyru­ğu ilettiğini ancak benim sert bir şekilde ondan buy­ruk almayacağımı, gereken bir şey varsa doğrudan Kaymakam'ın bana iletmesini söylediğimi bildirmesi­ni istedim. Böylece o sorumluluktan kurtulurken, ba­na da Kaymakama iyi bir ders verme fırsatı çıkmış oluyordu. Sözlerim Kaymakam'ın kulağına gidince ba­na karşı kötü niyetler beslemeye başlamıştı. Bir gün Dökümhâne'de bulunurken, bana en basit işlerde kul­lanılan çuhadarlardan bir mehteri yollamış hemen Bâb-ı âliye gelmemi istemişti. Mehterin[106] saygısız davranışlarına gerekli cevabı verdikten sonra efendi­sine ne zaman istersem o zaman Bâb-ı âli'ye gelece­ğimi bildirmesini söyledim. Korkudan ne yapacağını şaşıran zavallı çuhadar, ona karşı böyle sert davrandı­ğım efendisine bildirirse ağır şekilde cezalandırılacağını açıklayarak Kaymakam'ın isteğine uymam için yalvardı.

Ertesi gün Kaymakam'ın huzuruna çıkarken, ara­mızda geçebilecek şiddetli tartışmalara tanık olması amacıyla yanıma Bâb-ı âli Tercümanını da almıştım.

Tercüman aracılığı ile başlayan konuşma sırasında Kaymakam benim Türkçe bilip, bilmediğimi sordu; olumlu cevap alınca neden Türkçe konuşmadığımı sor­du. Ben de, şimdiye kadar hiç bir Kaymakam'ın yanın­da ayakta konuşmadığımı o yüzden bu yola başvurdu­ğumu açıkladım. Yanına oturduktan sonra ikram edi­len kahve ve çubuğu içtik; işlerim hakkındaki sorula­rını etraflı bir şekilde cevapladıktan sonra ikimizinde ayrı ayrı görevleri olduğunu, benden istenen şeyler için benim düşüncelerimi ve kanaatlerimi Efendisi'ne iletmekle yetinmesini, belirttim. Yanından ayrıldıktan sonra dışarda konuştuğum Tercüman, Kaymakam'ın kendisini biraz alakoyduktan, sonra, söylediklerimi çok beğendiğini ancak fazla konuştuğumu söylemişti. Dökümhâne'ye geldiğimde hayatından endişe eden İzzed Bey'i yeni durumdan haberdâr ettim ve artık kor­kacak bir şey olmadığını kabul ettirdim.

Bu arada Kaymakam Hasan Paşa hareketlerinde­ki ölçüsüzlüğün kurbanı olmakta gecikmedi; toplanan ulemâ sınıfı azledilmesine karar aldı. Nihayet onu sa­vaş dolayısıyla artan eşkiyalık olaylarını bastırmakla görevlendirerek lâyık olduğu yere getirtmiş oldular.

Kaymakamlık makamına, hiç ummadığı bir an­da İzzed Paşayı getirdiler. Aslında dikkati çeken nok­ta, Şehir Eminliği'nin şimdiye kadar Kaymakamlık makamı için bir basamak olmayışıdır. Yeni görevinin üçüncü günü ziyaretine gittiğimde beni, gözden düş­tüğü devirlerdeki içtenliği ile karşıladı.

Uzun zamandır süregelen barış görüşmeleri Sadrâzam’ın kişisel endişeleri yüzünden aksamıştı. Hükü­met bir an önce barışı sağlaması için onu sıkıştırırken, utanç verici barış şartlarının sorumluluğunun tek ba­şına ona yüklenmesinden endişe ediyordu. Nihayet, Padişah'ın kızkardeşlerinden biri olan karısı kendisine bir mektup göndererek ne pahasına olursa olsun an­laşmayı imzalamasını istedi; bu yaşlı Sadrâzam barış anlaşmasını imzalayıp, İstanbul'a dönerken yolda öldü.

Kaymakamlık görevinde bulunan İzzed Paşa Sad­râzam ünvanı ile devletin mühürlerine sahip oldu. İs­tanbul'da bir araya gelen hükümet bir müddet sonra eski yaşayışına kavuştu. Kurulmasını sağladığım Dökümhâne, Topçu ve Mühendis Okulları artık benim gayretime gerek duymadan da yönetilebilecek bir du­ruma geldiğinden Fransa'ya dönmek üzere Bâb-ı âli­den izin istedim.

DÖRDÜNCÜ KISIM

Osmanlıların mizacını, geleneklerini ve devlet şeklini başkentlerinde inceledikten sonra, Padişah’ın uzak olmasının rejime ne gibi etkilerde bulunduğunu ve eyaletlerde yaşayan kavimleri incelemek amacıyla oralara gezi yapmam gerekiyordu. Doğu Akdeniz'de Fransız ticaret teşekküllerinde, kurallara uymamazlıktan ziyade yasaların zıtlığından doğan yolsuzlukları yerinde tesbit edebilmek maksadıyla hükümet beni Akdeniz iskelelerine yolladı.

Kraliyet firkateyni Athalanteile 2 mayısta yel­ken açtık; Cenova ve Malta ya uğradıktan sonra, görevimin başladığı Girit adasına geldik.

Antik çağın en eski şairlerinden beri tanıdığımız Girit adası ünlü lâbirenti ile hâlâ gezginlerin ilgisini çekmektedir. Güney kıyısına doğru daha sıklaşan dağları Akdeniz'e adetâ geçit vermez bir durumda iken kuzey kıyısı kötü bir toprağın verebileceği tarımı faz­lasıyla sağlar, iklimin uygunluğu sayesinde adalılar elde ettikleri bol ürünler karşılığında orada yetişme­yen buğdayı alırlar. Ticaretlerinin birinci maddesi zey­tinyağı olup, sabun imâli başlıca sanayileridir. Buna rağmen bu sanayii o kadar az gelişme göstermiştir ki tüketicinin yakınlığına rağmen satın aldığımız yağları Marsilya'da sabun yapıp bir kısmını İstanbul'a sevk ederiz. Adanın meskûn olmayan doğu kıyısında raslanan yabanî zeytinliklerin yanısıra, vâdileri gölgelendi­ren ve saçtığı koku ile uyumanın tehlikeli olduğuna inanılan katmerli zakkum ağaçlan da vardır. Kırlar, Malta ve Portekiz portakal ve limonlarına tercih edi­lebilecek kalitede ürünler veren narenciye ağaçları ile kaplıdır. Orada rastlanılan diğer leziz meyveler cins­lerinin en kaliteli olanlarıdır.

Uzun zaman Venediklilerin elinde kalan bu ada Sultan IV. Mehmed zamanında Cumhuriyetin elinden alınmıştı; artık dıştan gelen bir düşmanın saldırılarına dayanamayacak durumda olan kalelerinde Osmanlı yöneticileri oturmaktaydı; halkın bir kısmı dar bo­ğazlarda ve çıplak dağlarda eşkiyalık yaparak bir ne­vi bağımsızlık altında yaşarken, tarımla uğraşanlar ta­mamen boyunduruk altındaydılar.

Osmanlı devletinin paşalık hâlinde ayırdığı üç bölgenin merkez kentleri Kandiye, Hanya ve Retmo idi. Kandiyeli Rumlar yeniçerilerle olan akrabalık bağ­larını ileri sürerek halka eziyet etmekten çekinmezler.

Bütün kuzey kıyısında görülen baskı ve anarşi, düzensizliği doğururken dağlarda yerleşmiş eşkıyalar kendi aralarında belirli bir düzen kurmuşlar, kendileri­ni baskıdan kurtarmışlar ve denizleri bir sürü korsanla doldurmuşlardı. Kendilerine müttefik olarak da komşu Manyot Rumlarını seçmelerdi; karşılıklı olarak yar­dımda bulunuyorlar ve Osmanlıların zayıf durumu bu zorbaların eli altında inleyen insanları kurtarmaya yet­miyordu.

Çıplak dağların pek çoğu eski volkanlardan oluş­muştu, adanın en doğudaki burnunun yakınınca, üzeri lâv tabakası ile örtülü beyaz mermer kayalardan mey­dana gelmiş bir adaya rastladım.

Hanya'dan ayrıldıktan sonra İskenderiye'ye doğ­ru yol alan firkateynimiz bir müddet bu adanın tabiî limanında demir atmıştı. O mevsim esen bati ve ku­zey rüzgârları denizcilere Mısıra kaç günde varacak­larını hesaplamakta yardımcı olur. Mısır kıyılarına yaklaştıkça koyulaşan bir sis duvarı kıyıyı görmemize engel oluyordu. Nihayet ufukta İskenderiye fenerini farkettik ve yeni liman içinde demirledik. Aynı gün Kahire Konsolosumuza bir haberci göndererek gelişi­mi haber verdim ve hükümetten Nil yoluyla başkente gelmemiz için gerekli izni almasını istedim. Kahire konsolos yardımcısı yanında dört tâcir ve bir Memlûk Ağası ile 11 haziran sabahı yanımıza geldiler. Şeyhü'l- beled'in yolladığı gemilerle Kahire'ye dönecektik. Beyler arasında görülmeye başlanan geçimsizlik dolayısıyla Kahire'den yollanan bir birlik yol güvenliğimiz için şart olmuştu.[107] Nil deltasına yakın olan Râşid (Rosete) şehrine gitmek maksadıyla hareket saatimizi, bunaltıcı sıcaktan korunmak gayesiyle ak­şama almıştık. Gün ağarırken Râşid'in minarelerini seçtik; şehri katedip de Nil'in kıyısına vardığımızda deltanın gözlerimize serdiği nefis manzara karşısında hayranlığımızı gizleyemedik.

Akşam üstü Şeyhü'l-beled'in yolladığı felukaya bindim. Bu felukanın kıç tarafında yatak odası ve sa­lon olarak kullanılan iki geniş kamara mevcuttu. Hiz­metkârlar ve mutfak için ayrılmış ikinci bir yelkenli bizimkini izliyor, yemek saatlarında da yanaşıyordu. Deniz tarafından esen rüzgârın etkisiyle Nil'i yavaş yavaş tırmanarak üçüncü gün sonunda Kahire'ye vardık.

Bizi karşılayan konsolosluğa bağlı bir yeniçeri yüklerimizle birlikte heyetimizi Konsolosluğa götürdü­ğünde gece iyice çökmüştü.

Daha önce bahsettiğim, Padişah'ın eski gözdele­rinden İzzet Paşa o sıralar Mısır Beylerbeyi idi. Geli­şimi haber alınca bana iltifatlarını bildirmek nezake­tinde bulundu; Şeyhü'l-beled'den de aynı iyi niyeti gördüm, İzzed Paşanın çağrısı üzerine Kahire kalesi­ne giderken şahsım için büyük bir karşılama töreni hazırlandığını gördüm. Şehir içinde at üzerinde dolaş­mak sadece Beylere ve devlet büyüklerine tanınan bir ayrıcalık olmakla birlikte bana ve maiyetime yedi at ayrılmıştı. İzzed Paşa tarafından karşılandıktan sonra, eski samimiyetimize dayanarak başbaşa görüşmek istediğini bildirdi. Divan salonu boşaltıldıktan sonra bana Beyler arasında başlayan kaynaşmadan bahset­ti. Nitekim bu kaynaşma bir müddet sonra silâhlı is­yan hâline dönüşecek, karşı karşıya gelen taraflar kısa bir çatışmadan sonra dağılacaklar, yenik düşen taraf Yukarı Mısır'a kaçarken, eski Beylerin yerine yeni Memlûk Beyleri seçilecekti.

Düzen geçici olarak huzura kavuşunca, Giza şeh­rinden on altı kilometre uzakta olan piramîdleri ziya­ret maksadıyla o şehre gittim.

Mısır'ın tarihî zenginliklerini bu satırlara sığdıramıyacağımı bildiğimden, gördüklerim hakkındaki ay­rıntıları başka bir eserde toplayacağım.

Afrika'nın doğu köşesinde Akdeniz'den Habeşis­tan'a kadar uzanan Mısır, boydan boya Nil nehri ile sulanır. Kaynakları kesin olarak bilinmeyen bu nehir Habeşistan ve Sudan'ı sulayan nehirlerin sularını ala­rak güneyden kuzeye doğru inerken Kahire'nin on yedi kilometre altından geçer, o noktada iki kola ayrılarak Delta adıyla bilinen büyük adayı oluşturur; bu adanın ucuna kadar olan kısmına Arapça'da Batnel-bakara (öküz karnı) adı verilir.

Kahîre'nin karşısında Nil'in kıyısındaki dağlar Libya ovalarının doğu sınırını teşkil eder. Bu sıra dağ­lar Nil'i izleyerek taşkınlara karşı tabiî bir engel gö­revi yaparlar. Arabistan'a bakan kıyılar daha dağlık olup Kızıldeniz'e kadar uzanırlar ve deniz kıyılarında görülen dağların görünümüne sahip olurlar. Yağmurun hemen düşmediği böyle bir iklimde nehrin peryodik olarak yaptığı taşkınlar ülke tarımı için hayatî önem­dedir. Haziran, temmuz ve ağustos aylarında batı ve kuzeyden esen alize rüzgârları nemli bulutları Mısır'ın üzerinden aşırarak Habeşistan'a götürür, orada düşen yağmur binbir çeşit yoldan Nil'e kavuşur, o da çamur­la yüklediği sularını Mısır'a yollar, Taşıdığı killi top­raktan dolayı bulanık renkte olan Nil suyu içildiğinde en berrak sulardan bile daha hafif ve temiz gelir.

Nil'in sağladığı bereket yüzünden eski Mısırlıla­rın nehre verdikleri kutsal kişilik Müslümanlar döne­minde de az çok muhafaza edilmiştir. Taşkın zaman­larında eski töreleri hatırlatacak kutlama törenleri dü­zenlenir.

Tellâllar her gün nehrin taşkın anlarını halka bil­direrek, suların şehrin merkezine, oradan da sarnıçla­ra alınmasını sağlarlar. Dikilen bir direk üzerinde be­lirli bir seviyeye gelen sular, halkın büyük sevinç gös­terileri arasında açılan kanaldan sarnıçlara dolar.

Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettikten sonra, bu ülkeyi imparatorluğunun bir eyaleti hâline getirmiş ve Osmanlı yasalarını uygulamıştır. Mısır'dan vergi alı­nacak yıllarda Nil'in, o kanalın açılmasını gerektirecek kadar bol taşkın yapması gerekmektedir. Nil'in top­rakların çoğunluğunu susuz bıraktığı dönemlerde, kıt­lığı önlemek maksadıyla eski Mısır hükümdarları çok sayıda kanal inşa ettirmişlerdi; bunlardan en önemli­leri günümüze kadar muhafaza edilmiş, ancak diğerleri bakımsızlıktan iş göremez hâle düşmüşlerdir, bu yüzden Mısır'ın tarıma elverişli topraklarının ancak yarısı bugün tarıma açıktır. Hükümet tarafından büyük bir itina ile korunan kanallardan biri, Fayum ilinde Kahire'ye su sağlayan, diğeri de İskenderiye kanalıdır. İskenderiye kanalı başında görevlendirilen birlik, Bah­riye Araplarının vaktinden önce kanalı açmalarına ve­ya yolunu değiştirmelerine engel olur.

Eski Mısırlılarda, Trajan kanalı olarak bilinen Kahire kanalının açılışında genç bir kızı kurban etmek gibi vahşi bir gelenek vardı. Halife Ömer bu geleneği uygarlaştırarak töreni aynen muhafaza etmiştir; bu tö­ren sırasında topraktan yapılan bir heykel Nil'e atılır. Bu törenden sonra çeşitli eğlenceler ve fişek atışları tertiplenir.

Mısır'ın toprağı o kadar alçaktır ki, eski İsken­deriye'nin kalıntılarında görülen yüksek harabeler ve Pompee sütûnu olmasa yanaşacak yer bulmak büsbü­tün zorlaşırdı; karadan on üç kilometre uzaktan deniz­den bakılacak olunsa, sanki denizden çıkmış gibi du­ran palmiyelerden başka bir şey görülmez. Ancak Nil'in taşkınlarla sebep olan tek şey arâzinin bu düzgünlüğü değildir.

Daha önce belirttiğimiz gibi batı ve kuzeyden esen alize rüzgârları Akdeniz'den gelen nemli havayı Habeşistan'a doğru sürüklerken Nil'in sularını da içe­riye doğru iterek taşkına sebep olurlar. Eylül ayında en yüksek derecesine eriştikten sonra güneye dönen rüzgârlar Nil'in tabiî akşını hızlandırırlar ve aynı za­manda Habeşistan ve Sudan üzerinde birikmiş bulut­ları Fırat’ın kaynaklarına iterek onun da peryodik olarak taşkın yapmasını sağlarlar; nitekim Mısır sulan­dıktan hemen sonra Mezopotamya da Fırat’ın bereke­tine kavuşur. Bu dönemde kalın bulutların Süveyş ber­zahı boyunca Kızıldeniz'i aşarak Suriye üzerinden Ağrı dağında toplandıkları görülür; tam o sırada Basra kör­fezinden esen alize rüzgârları Fırat'ın sularını geri ite­rek Mısır'dakine benzer bir olayla Mezopotamya'nın sulanmasını sağlar.[108]

Mısır'ın Avrupa'ya ve özellikle Türklere sattığı Yemen kahvesi karşılığında verdiği buğdaydan başka pirinç, keten, dabaklamada kullanılan sodalı tuz, ka­laycılıkta kullanılan amonyaklı tuz, boyacılıkta kullanı­lan safran, zamk ve ilâçlar en önemli ticaret madde­leridir. Kahire’de rafine edilen şeker ülke ihtiyacını büyük ölçüde karşıladığı gibi İstanbul’a da nakledilir. Daha gelişmiş bir sanayii dokumacılıktır; yakıcı bir ik­lim altında devamlı olarak beyaz kumaştan elbiselere bürünmek zorunda olan Mısırlıların ihtiyaçlarını kar­şılamak üzere geliştirilen dokumacılık hiç bir yasayla tanzim edilmiş değildir.

Mısır'a dışardan getirilmiş olan bitkiler orada çok daha verimli ve kaliteli olmaktadırlar, meselâ çivit otu Suriye'de olduğundan çok çok daha iyi renk vermektedir. Mısır'da toprağın bereketine, ürünlerin zenginliğine bir de havanın sağlamlığı eklenir. Râşid, Dumyat ve Mansur'daki pirinç üretimi için bulunan durgun sular düşünülürse, Mısır'ın bu tür tarım yapan ülkelerin tamamından apayrı bir havaya sahip olduğu görülür. Zenginlikler hiç bir surette insanın hayatı pa­hasına elde edilmemektedir.

İslâmiyet Mısır'da en fazla yaygın olan dindir; ancak Mısırlılar İslâm kaynaklı olmayan bir sürü ge­leneğe de sahiptirler. Bu geleneklerin uygulanmasın­da, onlar kadar mutaassıp olmayan Türklerden daha az sert davranırlar.

Bir zamanlar Kafkasya'dan getirilip Mısır'da sa­tılan Çerkeş ve Türk çocukları zamanla Memlûk adı altında kendilerini göstermişler, on, on iki bin kişilik topluluk olmalarına rağmen ülkeyi demir elleri ile yö­netmişlerdir.

Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettikten sonra Memlûk beylerinin ayrıcalıklarına dokunmamış, başla­rına Padişaha bağlı bir Paşa getirterek yönetimdeki dengeyi sağlamaya çalışmıştır. Fakat Bâb-ı âlinin gü­cü giderek azalınca Paşalar, Beylerin çatışmasından yararlanarak yönetimlerini sürdürmek istemişlerdir; ancak her defasında zayıf olan tarafı tuttuklarından kendilerine yeni düşmanlar kazanmışlar. Memlûk Bey­leri, Paşaları avuçları içine almışlardı.

Memlûk Beylerini silâha sarılmaya zorlayan ça­tışmalar patlak verdiği zaman halk bir seyirci rahat­lığı içinde olup bitenleri karışmadan seyreder. Her eyaletin valiliğini yapan Bey kendisine ait illere kâ­şif adı verilen yardımcılar yollar. Bütün Mısır'a dağıl­mış olan Memlûklar her ihtilâlde Kahire'ye gelirler; yoklukları sayesinde hürriyetlerine kavuşan halk hiç bir zaman onlardan kurtulmak maksadıyla bir hareke­te girişmemiştir.

İskenderiye'den ayrıldıktan sonra firkateynimiz Mısır kıyılarını izleyerek Dumyat'a kadar geldi, ora­dan Yaffa üzerine dümen kırarak yoluna devam etti. Yaffa'ya gelince kıyıdan sekiz kilometre açıkta demir­ledik. İlk durak olarak Suriye'nin bu limanını seçme­miz benim Ramallah kendine yapacağım ziyaret ile il­giliydi. Filistin'in bu kentine atla gittim. O topraklarda hüküm süren şeyh beni rahatlıkla karşılayabilmek amacıyla o sıralarda çatışma hâlinde olan dört Arap kabilesi arasında mütareke sağlamıştı.

Deniz ile Kudüs dağı arasında kalan yirmi beş kilometrelik mesafe düz ve son derece verimli bir ülkedir. Ticaret pamuk üzerine, sanayi de iplikçiliğe da­yanır.

Haçlı seferlerinden kalan eserleri yok eden İslâ­miyet, kutsal yerlerin hiç birine dokunmamıştı; Hıristiyanlara ait kutsal yerlerin Ortodokslarla Katolikler arasında paylaşılmasını öngören Türk siyaseti, iki mezhebin çatışmasından yararlanmayı düşünmüştü. Bu arada iki mezhebin çatışması tahminlerinin de üs­tüne çıkmıştı; üstelik İspanya’nın Kudüs'e yaptığı malî yardim da Osmanlı hâzinesi için iyi bir gelir kaynağı oluyordu.

Gemiye döndükten sonra yelken açtık ve ertesi sabah Akkra'ya vardık. Akkra şehri geniş bir koyun içinde kurulmuş olup, güney rüzgârlarından Karmel dağı ile korunur. Hospitalier Şövalyeleri'nin kurduğu kilisenin dış duvarları hâlâ durmaktadır. Şeyh Tahir zamanında bollaşan tarım ürünleri sayesinde ticareti­miz gelişmişti; fakat bu şeyhin acıklı sonundan sonra oradaki ticarî hayatımız gerilemeye başlamıştı.

Akkra'dan sonra Fransa'nın Genel Konsolosu'nu görmek üzere Sayda'ya gittim. Bu şehir bir anlamda Suriye ticaretimizin merkezi olmuştu.

(Yazar, Lübnan'da yaşıyan Dürzîler hakkındaki gözlemlerini uzun uzun anlattıktan sonra Kıbrıs, Selânik, Tunus ve Malta'ya yaptığı geziler hakkında kısa bilgiler vermektedir. Hâtıralar'ın bu kısmının Türkleri ilgilendirmediğini göz önüne alarak çevirmedik. Zaten yazar da eserine burada son vermiştir.)



[1] Sultan I. Mahmud nezdindeki Fransız elçisi. (Ç.)

[2] Sesli harfler yazıdaki cümlelerin dışında işaretlerle belirtildiğinden yazarlar bu zahmetten kaçmakta, bütün güçlük okuyanın üzerine gelmektedir; bu yüzden anlamı değişen sessiz harfler üzerine edebî münakaşalar yapılıyordu; ancak Kur’an-ı Kerim üzerinde bu tür münakaşaları önlemek gayesiyle b.u ki­tap hiç bir zaman sesli harfler kullanılmaksızın yazılmıyordu.

[3] Yasa bu çeşit yağmayı, yakmayı yapanı ateşte yak­mak ile cezalandırmıştı; ancak yangınların sıklaşmasından ya­takta ölmek bile mümkürı olmadığından, suçlu olunsa da, olunmasa da ateşte yanma tehlikesi daima vardı; en ağır ceza­lar bile iyi bir düzeni sağlamayı başaramazlar; keyfî yönetim­lerde bulunmayan dikkatli bir gözetim ile ancak düzen sağla­nabilir.

 

[4] Padişah, elçileri Divan’ın sarayda toplandığı gün olan salıdan başka hiç bir gün kabul etmez; arz odasında sadrâ­zam, hazinedâr, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, vs. hazır bu­lunurlar. Sadrâzamın oturduğu yerin üstünde, kapının tam kar­şısında yerden dokuz, on ayak yüksekliğinde kafesli bir pencere arkasında Padişah hazır bulunur; muteber bir inanca göre, ora­da kimseyi hançerlemeden ve kimse tarafından hançerlenmek tehlikesine mâruz kalmadan divan toplantısını izler.

[5] Bu kelime ile Sadrâzamın kaldığı yer, vezirlerin günlük işlerini gördükleri büroların toplamı kastedilir.

[6] Padişah'ı yayan olarak izleyen hizmetkârlar.

[7] Padişah mührünü muhafaza eden yetkili kişi.

[8] İdam fermanında şöyle yazılıyordu: Efendilerinin teveccühünü suiistimal edenlerin akıbeti budur.

[9] Avrupalılardan duyulan bu iddianın gerçekle bir il­gisi yoktur. Şimdiye kadar hiçbir din adamı havan topu içinde idam edilmemiştir. (Ç.)

[10] Mektupçubaşı: Bâb-ı âli'de ikinci derecede bir bakanlıktır.

[11] Keyfî yönetimlerde yüksek bir mevkide uzun zaman kalmak mümkün değildir; kendi hayatını tehlikeye atmadan mevkiinde tutunma ihtirası beslemek mümkün değildi; bu du­rumda başkalarının hayatının ne önemi vardır?

[12] Bu tekelin geliri hâzineye aittir. Defterdar bunun yönetimiyle meşgul olur.

[13] Haksızlığa terkedilen insanlar bir müddet sonra bütün suçları mazur görürler. Bir düzensizlik daima daha büyük bir düzensizliği doğurur; yasalar da o şekilde bir örnek verirlerse bu olay daha çabuk meydana gelir.

[14] Hâtıraların yazıldığı sıralarda mikrop kavramı olma­dığını okuyucuya hatırlatırız (Ç )

[15] Kazasker, veya Kadı-el-asker, askerî birliklerin kadısıdır. Bu makamda iki tane vardır. Anadolu ve Rumeli kazasker­leri; birincisi, İkincisinden daha üstündür. Bu en büyük iki ka­dının her şeye yetkisi vardır: askerî bir hükümette, askerlerden başkası bulunmaz.

[16] Kâbe mollası unvanı, İstanbul Efendisi unvanından önce gelir. Ancak Şeyhülislâm, Kazasker olmak için mutlaka bu rütbelerden geçip, Padişah’ın seçimini beklemek gerekir

[17] Türkiye’de hırsızlar yasaların elinden kurtulup, çal­dıkları mallarla bir mevki satın alırlarsa, meziyetlerini (!/ uy­gulamakta hürdürler.

[18] Türklerin en fazla sevdiği çiçeklerden olan lâle bah­çelerinin aydınlatılması ile yapılan bayrama verilen ad

[19] Rum papazlar sahip oldukları mutlak otoriteyi belirt­mek bakımından bu unvanı taş^r’ar, ancak bu otoriteyi gerçek­te onlara tam anlamıyla Padişah uygular

[20] Zengin Rumların kendilerine verdikleri unvan

[21] Bu Hisar Boğaz’ın Rumeli kıyısında olup, idam edi­lecek yeniçeriler oraya götürülürdü, ölmeden oradan kurtulan olursa, hiç olmazsa korkusunu taşırdı.

[22] 7*8 kg, ağırlığındaki bu bakır kemer ile subavlar, yeniçerileri dövebilirlerdi. Yeniçeriler bu rütbe işaretine çok büyük önem verirlerdi

[23] Sarayda-bulunan şehzadeler yalnızca bıyık bırakırlar Ancak daha yüksek bir mevkie geçme durumu olunca sakal bırakılırdı.

[24] Kırmızı ayakkabı, mavi bol pantalon ve külahları ha­ricinde yeniçeriler istedikleri renkte üniforma diktirebilirlerdi. Yalnız üniformanın biçimi hepsinde aynı olurdu.

[25] Yeniçeri albayları

[26] Gümüş kemerleri dikkati çeken seçme ayak uşakları

[27] Hasekiler, Bostancılar arasında seçilmiş muhafızlar­dır.

[28] Zülüfçüler bir çeşit iç muhafızlar olup, şapkalarının üzerinde şakak hizasında takılmış ve omuzlara kadar inen tuğ­lar taşırlar.

[29] Solaklar. Padişah’ın muhafazasına memurdular. Hün­kârın sağ tarafında olanlar oklarını sol elleriyle atmak zorunday­dılar, muhtemelen adetleri buradan gelmektedir.

[30] Kızlar Ağası, hadımların başı olup, yine zenci olan Haznedar Ağa onun yardımcısıydı; görevi halka para dağıtmak­tı.

[31] Dört köşesinde dört halifesinin adı, ama olarak çift uçlu bir kılıç, sim’i telle işlenmiş Kur’an’dan ayetler taşıyan bu kırmızı bayrağa halk taassupla bağlıydı. Kaybedilmesi umulma­yan bir hiddet doğururdu.

[32] Kadınların yıllık giyim masraflarının bizim paramız­la 250 lira olduğuna dair bana bilgi vermişlerdi. Bu miktar ih­tişamlı bir giyim için asla yetmez

[33] Bu çeşit bir vergilenmeden elde edilen gelir doğrudan Padişah’ın hâzinesine girerdi. Eyalet halkının şikâyetleri Padi­şahın beğlerbeğlerinin gerçek serveti hakkında fikir edinmesini sağlardı. Sefaletten dolayı şikâyet edenler, gebelikle beğlerinin kellesinden başka bir şey elde edemezler ve veni gelen gideni aratırdı.

Türkiye'deki İktisadî sistem, Padişah’ın kendi hâzinesini doldurmak üzere arada sırada sıktığı geniş bir süngere benzer.

[34] Osmanlı prenslerinin doğumu münasebetiyle yanılan eğlenceler; doğan kız ise deniz üzerinde eğlenceler tertip edilirdi; fakat uzun bir kısırlık döneminden sonra doğacak ilk çocuk için alışılagelmişin dışında donanma yapılmasına karar veril­mişti

[35] Türklerde bir kese 500 kuruşa tekabül eder

[36] Bu gelenek halk arasında daha az yaygın olup daha ziyade zenginlerde, vaktinin çoğunu güzelleşmeğe ayıran kimse­lerde görünüyordu; nitekim gayet ince olan bu pudranın, terleme sonunda gayet çirkin bir görünüm verdiği gerçektir. Buna rağmen, daha kalabalık olan ve çalışması ile zenginlere gelir sağ­layan halkın da kendine göre bir takım süslenme usulleri vardı. Bunlardan en yaygın o!anı, kollan, bacakları ve göğsü döğme denilen şekillerle süslemekti. Düğmelerde yazılı olan îsa ve Muhammed adları Hıristiyanlar ile Müslümanları ayırdetmeye yarardı. Bazen aşk sözleri ile ayetlerin de kazıldığı vâki idi.

[37] Sülime, cilde beyazlık ve özellikle parlaklık vermek için kullanılan bir ilâçtır.

[38] Bu Lady’nin mektuplarının son basımında, yazılı olan herşeyin gerçek olduğuna dair bir kayıt konmuştur. Yayınevinin bu iddiasının delillerle kanıtlanmış olması beklenmektedir. An­cak kendisini eğlendiren şeyler hakkında itinalı davranmayan halk bir yana, gerçekleri sevenler, gerçeği savunmaya geçmeden önce onu bütün delileri ile sunmak zorundadırlar.

[39] Özel evlerde bu odaya Mabeyn odası adı verilir; bu kelime tam olarak terdinaz edilirse, ara odası anlamına gelir.

  [40] Sadrâzam ile Yeniçeri Ağasının kapılarına. Paşa Ka­pısı ve Ağa Kapısı denirdi. Kendisinden daha aşağı rütbede bi­riyle konuşanlar falan kapıda hizmet ettim diyerek durumlarını belirtirler. Ancak, Kapu kelimesi tek başına söylendiğinde, yal­nızca; bütün işlerin görüldüğü Sadrâzam’ın sarayı kastedilir.

[41] Silâh mağazasında dikkatimi çeken tek şey bir mancınık olan; ancak Türkler buna öyle az ihtimam gösteriyorlardı ki, bunun bir yığın eski silâhın altında gördüm. Eski silâh de­posu olarak kullanılan yer eski bir Rum kilisesiydi.

[42] İstanbul inzibat âmiri.

[43] Donanmalarda Bedestenler çok güzel bir görünüm kazanırlar. Özellikle kuyumcuları, en güzel parçalarını teşhir ederek gerçek bir takdir kazanmışlar. Her türlü malzemenin sa­tıldığı çarşılar da, bana iyi süslenmiş göründü.

[44] Yazarın istibdat olarak nitelediği rejimde bir çeşit bir hoşgörünün o çağlarda hiç bir ülkede mevcut olmadığını, hattâ çağımızda bile, birkaç ülke dışında zor karşılaşıldığını okuyucuya hatırlatmak isteriz. (Ç.)

[45] Sarayın dışında deniz kıyısında kurulu olan bu köşk­te deniz ile ilgili her türlü törenlerde hazır bulunurlardı; ayrıca Padişah denizde sefere çıktığında veya dönüşünde buraya ge­lirdi.

[46] Denizde seferde iken bu unvan amiral rütbesine eşittir ancak donanma demirliyken bu unvanın öyle bir kapsamı kal­mazdı. Bu görev, iki tuğlu paşalara verilirdi; bazen kubbe altı vezirlerinden üç tuğlu olan paşalar da Kapdân-ı Deryâlığa ge­tirilebilirdi.

[47] Üç tuğlu paşalara Vezir denir. Vezir-i Âzam ise devlet’in mührüne sahip olan kimsedir. Hükûmet’in en yüksek kişisi olduğu için Vezir î Azam diye adlandırılır.

[48] Sultanların kocaları ile İstanbul dışına çıkamıyacaklarını daha önce görmüştük. Sultanlardan doğacak erkek çocuk­ların eli altında tutulmasını isteyen Saray böyle bir çareye başvurmuştu.

[49] Hazine Padişah’ın servetinin toplamına ifade eder. Sayıca bir ifade olarak kullanıldığında 10.000 kese altın toplamı anlamına gelir. Sultan Mustafa bütün servetini paraya çevirerek bunları sandıklara kilitlemekte büyük bir zevk buluyordu. Hattâ Danimarka Sarayı’nın armağan ettiği altın ve gümüş mutfak eşyalarını bile darphanede eritip bastırmıştı.

[50] Yazarın bizde tenkit ettiği adaletsizliğin, kendi ülkesinde, birkaç yıl sonra korkunç bir ihtilâle sebeb olduğunu unutmamak gerekir. (Ç).

[51] Yalancı tanıklara verilen ceza, eşeğe ters olarak otur­tulup şehirde gezdirilmektir; ancak bu tür bir ceza uygulanması­nı hiç görmedim.

[52] Avrupa'da Türk cinsi köpek diye adlandırılan soya Türkiye'de pek rastlayamadık; tıpkı her yeniliğe verilen Türk elbisesi, Türk yatağı adları gibi

[53] Bostancıbaşının doğanlarını idare eden ağa.

[54] Galata'da oturan Fransızların haricinde, elçilerin ve Avrupa tüccarların oturduğu semt. Bu iki mahallede, sayıları elli bine vuran Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yalıudilerde otu­rurdu; ayrıca 300-400 kadar levanten vardı.

[55] Türkler, en büyük nankörlüğün yiyecek vereni unut­mak olduğunu kabul ederler; tuz ve ekmek yiyeceği temsil eder.

[56] Düzeni sağlamak ve halkın güvenliğini temin etmek için devriye gezen inzibatların, kalın ucu reçinelenmiş sopalarından başka silâhları yoktur. Bu silâhtan kaçmak için çevikliğine gü­venen suçlunun, ayaklarına atılan bu sopa onun dürmesine se­bep olur. Ancak sucuların ateşli silâhları varsa, inzibatları yan­larına yaklaştırmazlar.

[57] Bakkalların genellikle yataklarında öldüğü söylenir; en iyi mevkiin zıttı olarak bakallığın söylenmesi âdet olmuş­tur

[58] Hükümet şarap eminliği görevini hiç bir zaman bir Türk’e vermez.

[59] Sultan Ahmed ve Şehzadebaşı camileri çok daha za­rif bir görünüme sahiptirler; altı minareli olan birincisi At Meydanı’ndadır.

[60] Konstantin tarafından inşa ettirilen bu kilisenin, yer sarsıntısından yıkıldığını. Justinyen zamanında yeniden inşa ettirdiğini söylerler. Ancak bu imparatorun Ayasofya’nın yer sarsıntısından yıkılan yan duvarlarını sağlamlaştırdığı anlaşıl­maktadır.

[61] Boron de Tott’un Türk Çini’lerine dikkat etmediği veya dikkat etmek istemediği anlaşılmaktadır. (Ç.)

[62] Istanbul’un ilk alındığı yıllarda yapıları bu minareler, diğer minarelerin zerafeti ve güzelliği karşısında, göze artık hoş gözükmektedir.

[63] Canlı ve iyi kalitede bir koyun ancak bir altın eder.

[64] Boyarlar, zenginliklerinden başka bir ünvanları olma­yan toprak sahipleriydiler; ancak zenginlik herşeyi boyunduruk altına alıyor, en sağlam düzenler bile ona karşı direnemiyorlardı.

[65] Bütün soylulara Mirza denilir; yazımın daha ilerlerin­de Kırım Türklerindeki soyluluk unvanları görülecektir.

[66] Sultan’ın hanedân kanı taşıyan prens olduğunu ha­tırlatırız.

[67] Bahçesaray Kırım Hanlarının başkentidir.

[68] Yazar, Türklerin bu işi yüzyıllardır yaptığını bilmi­yordu (Ç.)

[69] Yazarın kısrak sütü diye bahsettiği şey kımızdır (Ç)

[70] Yazarın Türklerin yayık yağı yapmasını bilmiyor de­mesinde önemli bir yanlışlığa düştüğünü sanıyoruz. (Ç.)

[71] Şirin sülâlesi Kırım Hanlığı’ndaki soylu ailelerin en önde gelenlerindendir.

[72] Ulu - Hanlık. Kırım Hanlığı demektir. (Ç.)

[73] İnsan bilgisi yeryüzünün oluşum ikelerin daha fazla hâkim olduğunda, Kırım’ın gösterdiği düzgünlük oluşum evre­leri sırasında yarım adanın pek etkilemediği gösterecektir. Bu ülkede ver sarsıntısı pek ender olarak görülmüştür, en yük­sek dağlarda bile kratere veya en ufak bir lav izine rastlanma­mıştır

[74] Bu asalet ünvanının ne olduğunu sonra göreceğiz

[75] Henüz büyük göçler teorisinin ve Türklerin bununla olan ilgisinin bilinmediği devirde yazarın böyle bir kanaat var­ması gerçekten ilgi çekicidir (Ç.)

[76] Donkowça, Hotin yakınlarında, savaşın başlamasın­ın beri Leh vatanseverlerinin kaldığı bir köydü.

[77] O gün ordudan 3.000 asker ve 30.000 at telef oldu.

[78] Osmanlı Türkleri düşmanlarının başlarını kesip kumandanlarına sunarlardı halbuki Kirim Türkleri böyle bir şeyden nefret ederler.

[79] Arnavut Sipahilerin Albayı.

[80] Bana eşlik eden ve şu anda College Royal’de öğret­menlik yaparı kâtibim M. Russin de bu inanılmaz olaya tanık olmuştur.

 

[81] Kırırn Giray, Rus Çariçesi Katerina'rıın kiraladığı bu Rum hekim tarafından zehirletilmiştir. (Ç.)

[82] Daha önce bahsettiğim namahrem kavramının Kırım­lı kadınlar tarafından sıkı bir şekilde izlenmediği görülmektedir. Bu topluluktaki gelenek ve törelerin, bizim gelenek ve törele­rimize çok benzediği de farkedilmektedir; nitekim Avrupa milletlerinde görülen düğün tacı ve badem şekeri tıpkı Kırım Türk­lerinde olduğu gibidir. Kırımlılar evlenecek kızları darı ile ör­terler ilk toplulukların geleneklerine göre tarım ürünleri bütün zenginliklerin simgesidir. Bu maksatla evlenecek kızın başı üze­rine yaklaşık 33 cm çapında bir tepsi konur. bunun üzerine yüzü örten ve omuzlara kadar inen bir tül örtülür; bundan sonra tep­si üzerinden darı dökülmeye başlanır; etrafa yayılan darı tane­leri kızın çevresinde gittikçe yükselen bir koni tenkil eder. Darıdan koni, tül sayesinde nefes almayı önlemeden tepsi hizasına gelince genç kızın çeyizi tamamlanmış savılır. Bu gelenek kısa boylular için elverişli değildir; bugün bir kızın değeri ona sarfedilecek darı miktarı ile ölçülür; fakat hesaplarını para olarak yapan Osmanlı Türkleri ile Ermeniler, tül ve tepsi geleneğini muhafaza ederek genç kız üzerine para atarlar ve buna darı serpmek derler. Bizdeki evlilik tacı ve badem şekerleri acaba aynı kaynağa dayanmıyor mu?

[83] Baron de Tott’un bu gözlemi gerçekten çok ilgi çe­kicidir. Basit bir Kırımlı Türk, soydaşlarının nerelerde olduğunu ve nasıl yaşadıklarını gayet güzel bir şekilde biliyor (Ç).

[84] Türkler Trakya dağlarına bu adı verirler; genellikle bu kelime çok yüksek dağları nitelemekte kullanılır.

[85] Geçen yüzyılın sonunda, bu yüzyılın başında salta­nat süren Selim Giray cesareti sayesinde Türk ordusunu Avus­turyalılar, Lehliler ve Ruslar önünde yenilmekten kurtardıktan sonra onu Osmanlı tahtına geçirmek isteyen yeniçerilerin talep­lerini geri revirmiş, bunun üzerine bu Han’ın değerini mükâfat­landırmak isteyen Padişah, Selim Giray’ın oğullarına diğer sul­tanların üstünde bazı haklar vermişti. Üstelik, şimdiye kadar hiç bir Kırım Hanı’na verilmeyen Hacca gitme izni de verilmiş­ti. Selim G:ray Hacı olduktan sonra çocukları ailelerinin lâka­bı olan Çoban sözünü bırakarak Hacı lâkabını aldılar.Kırım’da hüküm süren hükümdarların Giray adını nereden aldıkları da bir merak konusudur. Dillerde dolaşan bir efsaneye göre zamanında tahtı ele geçirmeyi aklına koyan büyük derebeylerinden biri tasarısını gerçekleştirince bütün Cengiz şovun­dan gelen prenslerin katlini buyurmuştur; kargaşalıktan yararla­nan beğlerden biri henüz beşikte olan prenslerden birini kurtar­mış, çocuğu sırrı ile birlikte- doğruluğu ile tanınan Giray adın­da çobana emanet etmişti. Genç prens kırlarda büyürken baba­lığı o!an çoban halkın tahttaki zorbaya karşı kininin iyice bileneceği anı beklivordu. Cengizoğlu 20 yaşına basınca beklenen olay ortaya çıktı. Daima saygı duyulan bir kişi olan yaşlı çoban ih­tilâlcilerin arasına karıştı, prensin kimliğini açıkladı ve zalim hükümdarın öldürülmesinden sonra onu tahta oturttu.

Yaşlı çoban teklif edilen bütün rütbeleri geri çevirdi ve ça­balarının hâtırasını ölümsüzleştirmek maksadıyla adının daima kullanılmasından başka istekte bulunmadı. Sonra yine sürüsü­nün başına döndü; saltanat süren Han Çoban-Giray adını aldı; ondan sonra tahta geçen diğer hanlar da Çoban adını bırakma­dan Giray adını da kulanmaya devam ettiler. Osmanlı tarihçile­ri bu konuda değişik görüşler ileri sürmekledirler; onlar Giray adının Cengiz Han'ın küçük torunlarından biri tarafından ta­şındığını söylemektedirler.

 

 

[86] Hazine dairesinde saklanan bu yeşil ipekten sancak ancak savaş zamanlarında dışarı çıkartılır. Buna rağmen Sul­tan Ahmed’e karşı ayaklanan âsîlere karşı kullanılması söz konu­su edilmiştir. Hazine dairesinde Hz. Muhammed’in kutsal ema­netleri de saklanır. Her yıl bir miktar su içine daldırılrıktan son­ra bu sudan alınan küçük miktarlar şişeler içinde devlet büyük­lerine gönderilir. Bu kutsal suyun çok değerli olduğu ve taşıyanların da büyük bahşiş kopardığı söylenmektedir.

[87] Babasının Macar olduğu, Prens, Ragotzy ile birlikte gittiği; Bâb-ı âli’nin bu prense ve maiyetine sığınma hakkı ver­diği daha önce görülmüştü.

[88] Osmanlıların coğrafya konusunda bilgisizlikleri hak­kında daha belirgin örnekler vardır. Bir Venedik elçisi İstan­bul’a gelirken yolda rasladığı bir Türk amirali ile sohbet yanar­ken bunun, Venedik ile Rusya’nın komşu olup olmadığı hakkındaki yorumuna şaşırmış ve revan olarak. Evet her iki dev­letin arasında Osmanlı İmparatorluğu vardır, demiştir.

[89] Bu hikâye bana Cezayirli Hasan Paşa tarafından nak­ledilmiştir.

[90] Kâinata hükmetmek ümidinden pek kısa zaman sonra mahvolma fikri galebe çaldı. Rusların göründüğü haberi üzerine bütün İstanbul aklını kaybetti, başarıya ulaşmam için toplu dua­lar yapılıyor ve gayretime inanmış olan fakat ne yazık ki şu an için bir şey yapamıyan Padişah da ancak ben hareket ettik­ten sonra rahat nefes alabiliyordu.

[91] Sultan III. Ahmed’i deviren ve halefini de tehdit eden ihtilâl sırasında cesur iltica amiraldi. Asilerin başkanı Divanda bu Amiral tarafından katledilmişti.

[92] Türkler uzun zamandır beni böyle adlandırıyorlardı.

[93] Koca Osmanlı İmparatorluğu Padisahı'nın ve devletinin bir yabancının yardımlanna muhtaç kalması ne kadar acı ne ibret vericidir. (Ç)

[94] Bütün savaş boyunca, Padişahsın hesabına buğdav taşıma işi tarafsız ülke gemileri tarafından yapıldı; Bâb-ı âli’nin Fransızlara tanıdığı ayrıcalık İstanbul'daki Fransız tüccarlarına büyük kazanç sağladı

[95] Aslında denizcilik irin pek elverişli olmayan Karadeniz için inşa edilmiş Türk gemilerine verilen ad.

[96] Tabyalarda çalışan işçilerden bir gün içinde yeba yü­zünden 20 ölüm vakası olmuştu.

[97] Yazar, asıl Türklerle karşılaşmamış olup yalnızca yoz­laşmış Osmanlıları gördüğünden bizim hakkımızda pek iyi bilgilere sahip değildir. (Ç.)

[98] Şimdiki Anzak Koyu (Ç).

[99] Hükümet el ile yapılan ürünlerden vergi ala­rak hem üreticiyi hem de tüketiciyi zarara sokuyordu.

[100] Yeniçerilerin kazanlarına verdikleri önem, bizim sancaklara verdiğimiz önemle karşılaştırılamaz. Kazanlarını düşmana kaptıran ortalar şereflerini kaybetmiş sayılır. Bu ina­nıştan dolayı, yeniçeri albayına Çorbacı, binbaşıya da Aşçıba­şı denir.

[101] Bu askeri rütbe bizdeki yüzbaşıya tekakül eder. Türklerde sarık çeşitten meslekleri ne tâyin eder.

[102] Okmeydanı’nda Padişahlar, ok atışı yaparlardı, her Padişahın attığı ok menzilini, gösteren taşlar dikilmişti. Bu alan­da aynı zamanda Şehzadelerin sünnet düğünleri de yapılırdı.

[103] Hasekiler, bir rıevi seçme bostancılardı; yanlarında kılıç ve Padişah’ın hizmetinde olduklarını belirten beyaz sopalar ta­şırlardı. Hizmetlerini, bostancılar gibi, atla yaparlar, yalnız Padişah'ın gezilerinde ona yaya olarak eşlik ederlerdi.

[104] Mühendishâne-i Bahr-i Hümâyûn. (Ç).

[105] Birkaç  ay uygulanan ve ahlâken iyice bozulmuş olan vezirlere bir az ruh verebilecek olan bu tasarı, Sultan Mus­tafa’nın ölümünden sonra terkedilmiştir

[106] Mehter adıyla müzisvenler bilinmektevse de. Kayma­kamlığa bağlı ve en basit işleri yerine getirmekte kullanılan çuhadarlara da bu ad verilmişti.

[107]Mısır başlarında Beyler bulunan yirmidört İle ay­rılmıştı; Kahire’nin yönetimiyle meşgul olan Bey’e Şehü’l beled (belde prensi) unvanı verilir. Beylerin toplantısında Divan denir ve Divan Padişah adına üç tuğlu bir paşa tarafından yönetilir.

[108] 200 yıl önce yapılan bu meteorolojik tahminlerin doğruluk derecesi, günümüzün bilgileri ışığında incelenebilir (Ç).


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to