(MEMOİRES SUR LES TURCS ET LES TARTARES AMSTERDAM 1784)
YAZARIN KISA HAYAT HİKAYESİ
Fransa'ya sığınan soylu bir Macar'ın oğlu olan
François de Tott 1733 yılında Champagne'da dünyaya gelmiştir. Topçu mühendisi
olarak eğitim gördükten sonra İstanbul'a Fransa Elçisi tercümanı olarak geldi
(1755). 1767- 1769 yıllarında Kırım Hanlığı nezdinde Fransa konsolosluğu
görevini yaptı. Kırım Giray'ın 1769 yılında başlattığı kış saldırısında gözlemci
olarak bulundu.
İstanbul'a dönüşünde Çanakkale’yi zorlayan
Çeşme galibi Rus donanmasına karşı Boğaz'ı tahkim etti (1770). Yeniden
başkente gelerek Topçu ve Mühendis okullarının kurulmasında önemli roller
oynadı (1775). Sultan III. Mustafa'nın ölümünden sonra Fransa'ya döndü.
Fransız hükümeti tarafından Doğu Akdeniz iskelelerinin teftişiyle
görevlendirildi. Bu fırsattan yararlanarak Dürzîlerin tarihi üzerinde
araştırmalar yaptı (1776). 1781'de tümgeneral oldu; Donai'de valilik yaptı
(1787), 1790'da Macaristan'a döndü ve orada öldü (1793)
ESERDE ANLATILAN DÖNEM HAKKINDA HATIRLATMA
Baron de Tott’un İstanbul'a geldiği 1755 yılında
Osmanlı tahtında Sultan ili. Osman bulunuyordu. Bu hükümdarın kısa saltanat
döneminde önemli olaylar olmamış, yalnız hem maddî, hem manevî yönden Osmanlı
imparatorluğumun duraklaması devam etmiştir. Asabî bir mizaca sahip olan
Sultan III. Osman'ın kısa süreli birçok sadrâzamı olmuş, bunlar arasında Koca
Ragıp Paşa çağının gerçekten büyük devlet adamı örneğini vermiştir, Onun
döneminde Avrupa ülkeleri 7 yıl savaşının altında iken Osmanlı imparatorluğu
barış ve huzur dolu yıllar geçirmiştir. Ancak savas sonu Avrupa'da değişen
k:ı!ıvvet dengesi Rusya ve Prusya'nın güçlenmesine sebep olmuş, bunun acı
sonuçları az zaman sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun üzerine çökmüştür.
III. Osman'ın döneminde İstanbul'da birkaç
büyük yangın olmuş, Sadrâzam'ın köşkü bile yanmış, can ve malca büyük kayıplar
olmuştu. Bu yangınlardan biri Baron de Tott tarafından eserinde
anlatılmaktadır.
1757 yılında ölen III. Osman'dan sonra tahta
çıkan Sultan III. Mustafa o ana kadar hayatını saraydaki dairesinde gözaltında
geçirmişti. Dış görünüşüne aldananlar onun basiretsiz bir Padişah olduğunu
sanmışlar, ancak zaman geçip de hükümdarın icraatı ortaya çıkmaya başlayınca
herkes yanıldığım anlamıştır III. Mustafa'nın icraaına düşüncelerine ve
iyiniyetine dair hususları bu eserin 3. kısmında bulacaksınız.
Sultan III. Mustafa'nın 1757'den 1768'e
kadar süren ilk saltanat dönemi Osmanlı İmparatorluğunun son büyük çağı olarak
kabul edilir. Buna rağmen en az 70-80 yıldır imparatorluk büyük devlet adamı
yetiştirememenin sıkıntılarını çekiyordu. Bir yandan basiretsiz devlet adamlarının
ileri görüşlülükten yoksun siyasetleri, diğer yandan her bakımdan ilerleyen
Avrupa devletleri imparatorluğun çöküşünü hızlandıracak, bütün kurumlan eskimiş
ve yozlaşmış olan Osmanlı - Türk toplumu kendini yeniliyememenin acısını her
yönde duyacaktır.
Baron de Tott işte bu dönemde İstanbul'da
bulunmuş, başarısız devlet adamları ile tanışmış, imparatorluğu mahveden
yozlaşmış kurumların başıbozuk işleyişine tanık olmuş ve biraz da Türk İslâm
aleyhtarı önyargısının da etkisiyle kusurlu gördüğü tarafları acı bir dille
tenkit etmekten kaçınmamıştır.
1768 yılında II. Katerina'nın başında bulunduğu
Rusya Lehistan'ı yutmak için son darbeyi vurunca, Orta Avrupa'da dengenin
aleyhine bozulduğunu farkeden Osmanlı devleti Rusya'ya savaş açm:ştır.
Rusya'yı sindirmek için Kırım Hanı'nın
Ukraynı'ya saldırması kararlaştırılmış, Kırım Giray kumandasında 100.000
kişilik bir ordu ocak 1769'da Ukrayna'ya girerek yüzbinlerce tutsak ve
milyonlarca hayvanla dönmüştü 1767 de Kırıma konsolos olarak gelen Baron de
Tott bu sefere katılmış; Kırım ordusunun harekâtını başından sonuna
izlemiştir «Hâtıraiar»’ın 2. kısmında bu sefer hakkında verdiği ayrıntılar
tarihi belge niteliğindedir
1768 yılında Kırım Giray’ın dirayetli yönetiminden
ve cüretli davranışlarından endişe duyan II. Katerina, Han'a bakan Eflâk
voyvodasının Rum hekimini elde etmiş onu zehirleterek öldürtmüştür. Aynı yıl
Rus ordusuna karşı geçici ve bazen tesadüfi zaferler elde eden Türk ordusunun
başına Serdâr-ı ekrem olarak Moldovancı Alı Paşa getirilmişti, 1769 yılının
sonları Rus üstünlüğü ile geçmiştir.
Güçlü bir donanına kurmuş olan il. Katerına
Mora'daki Maynot Rumlarını ayaklandırarak 2. cephe açmak
maksadıyla 1770 baharında bir Rus filosunu İngiliz amirali Elphinston ve âşığı
Orlof Prensi'nin kumandasında Mora'ya göndermişti Önceleri hızla yayılan isyan,
sonunda Türk kuvvetlerinin üstünlüğü karşısında başarısız kaldı Buna rağmen
Ruslar Ege Denizi'nde epey korku saldılar. Nihayet Çeşme limanında beceriksizliğin
bir eseri olarak Türk donanmasını yakmayı başardılar Çanakkale'nin savunmasız
kaldığını gören hükümet istihkâmların güçlendirilmesi, yeni tabyalar yapılması
amacıyla İstanbul'da bulunan Baron de Tott'u Çanakkale'ye gönderdi. Daha önce
sadrazamlık yapmış olup, sonra gözden düşen Moldovancı Ali Paşa o sıralarda
Çanakkale muhafızlığı yapıyordu. «Hâtıralar»ın 3. kısmında Baron de Tott'un
Çanakkale istihkâmlarındaki çalışmaları anlatılmaktadır
Bu sıralarda Tuna boylarında kara savaşlar bütün
şiddetiyle devam ediyordu. 1 ağuştos 1770 tarihinde uzun bir top ateşini
takiben başlayan Rus saldırısı sonunda Osmanlı ordusu darmadağın oldu;
Basarabya'daki Kartal mevkiinde meydana gelen bu yenilgiye Kartal bozgunu
denir.
Rus topçusunun üstünlüğü Sultan III. Mustafa'nın
dikkatini çekmiş, modern top yapımı ve topçu yetiştirilmesi için çalışmalar
Baron de Tott denetiminde başlatılmıştır.
Baron de Tott, Mühendishâne-i berrî
Hümâyûn'un kuruluşunda önemli katkılarda bulunmuş, daha önce Osmanlı devleti
hizmetinde bulunan Humbarac: Ahmet Paşa (Comte de Bonneval) ve Obert gibi
Fransızların çabalarını sürdürmüştür. «Hâtıralar»ın 3. kısmında ıslâhat
hareketlerine katılan Baron de Tott'un sorumsuz ve nemelazımcı klasik devlet
adamları ile yaptığı mücadeleler dile getirilmekte, cehaletin dehşeti gözler
önüne serilmektedir.
1774 Kaynarca anlaşması ile son bulan felâketli
Rus savaşı sonrasında, Rus hükümetinin Fransız hükümetinden uzmanlarını geri
çekmesi için yaptığı başvurma sonunda Baron de Tott İstanbul'dan ayrılmak
zorunda kaldı.
Eseri okurken yazarın Türkler hakknda ileri
sürdüğü düşünceleri sadece İstanbul'da temas ettiği yozlaşmış ve devşirme
devlet adamlarından edindiğini unutmayalım; yazar Anadolu ve Rumeli'de yaşayan
gerçek Türk rrvMeti ile hemen hemen hiç ilişki kurmamıştır. Nitekim Kırım
Türkleri ile daha yakın ilişkiler kurmak fırsatı bulduğundan onları övgüyle
anlatmıştır.
Baron de Tott'un «Hâtıralar»ını çevirmekle
hem Türk tarihi üzerindeki önemli bir belgeyi tarihçilerimize kazandırmış, hem
de okurlarımıza o çağ Türkiye'si hakkında bir fikir vermiş oluyoruz.
Eseri okurken rasladığımız devlet adamlarıyla
her çağda da karşılaştığımızı farkedeceğiz.
Tarihin milletlere en büyük ibret dersi
olduğunu unutmayalım!
BİRİNCİ KISIM
Sultan Mahmud'un ve M, Deleurs[1]’ün ölümleri,
M. Vergennes'nin İstanbul'daki görevine başlamasına vesile oldu. Ben de onunla
birlikte İstanbul'a gidecek, Türklerin geleneklerini, devlet şekillerini inceleyecek,
dillerini öğrenecektim. Kral tarafından kiralanan bir tüccar gemisi ile 1755 nisanının
ilk günlerinde Marsilya'dan yelken açtık ve ters rüzgârlar yüzünden ancak 18
mayısta Çanakkale Boğazı'ndan içeri girebildik. Boğaz'a girmeden önce
Padişah'ın bir karavelası bizi Bozcaada civarında karşıladı, yollanan bir
feluka gemimize pruva tarafından bordaladı; gayesi bizi tanımaktı; ancak veba
salgınından çekindiğimizden hiç bir surette temas kurmadık. M. Vergennes ile
İstanbul'a gelen ve daha önce birçok gezi yapmış olan müteveffa babam Türkçe'yi
de iyi bildiğinden Türklerin gemiye çıkmalarını önledi ve feluka kumandanına
birkaç şişe likör armağan etmemizi tavsiye etti. Bu armağanları almak üzere
gönderilen muço yanlışlıkla altı şişe lavanta esansı getirdi, bu hatâyı tamir
etmek üzere muçoyu geri göndermeye hazırlanırken, babam lavantaların da aynı
işi göreceğini söyleyerek engel oldu. Lavanta şişelerini verdik ve felukadan
ayrıldık; fakat Türk'ün sabırsızlığı bir müddet sonra dikkatimizi çekti;
şişelerden birini aldı, tıpasını çıkardı, bir dikişte içini boşalttı ve başı
ile bize beğendiğini işaret etti. Babam hariç hepimiz birazdan zavallı
gemicinin arkası üstü düşeceğini bekliyorduk; halbuki biraz sonra ikinci bir
şişe açıldı, yine dibine kadar içildi ve memnuniyet işareti verildi ve hepimiz
bir şey olmayacağından dolayı rahatladık.
Bir zaman sonra Çanakkale Boğazından içeri
girdik. İstihkâmları ve Gelibolu'da demir atmış olan Kapdân-ı Deryâ'nın
filosunu selâmlamak üzere flamamızı direğe çektik; nihayet 21 mayıs 1755 günü
İstanbul limanına demir attık.
Avrupa'nın doğu ucunda Karadeniz kıyısında
kurulmuş olan bu şehir Asya'dan Boğaziçi ile ayrılmaktadır. İki denizi
birleştiren bu boğaz Karadeniz'in kuzeyinde buharlaşamayan fazla suyu güneye
doğru akıtmaktadır. Bu yüzden kuzeyden inen şiddetli akıntılar Sarayburnu
önünde kırılmakta, akıntının bir kısmı limanın içine doğru girerek kuzeye
yönelmekte ve yeniden ilk akıntıya karışmaktadır. Bu tabiî olay sayesinde her
gün şehirden dökülen çöpler ve çamurlar hiç bir zaman limanda kalmamaktadır.
Deniz, böylece ileriyi göremeyen cehaletten kendi kendini kurtarmakta ve 80
toplu savaş gemileri tehlikesizce limana girerek karaya yanaşabilmektedir.
Eğer dünyaya hâkim olma ihtirası bir harita
üzerinde incelense ve dünyanın başkenti olarak en uygun bir şehir aransa
kuşkusuz İstanbul mevkii itibariyle bu seçime lâyık olur. İstibdadın baskısı
şehrin etrafında doksan kilometrelik bir alanda bütün kültür ve sanayi
araçlarını kırmasa, iki deniz arasında yerleşmiş bu şehir faydalı üretimlerin
ve zengin bir ticaretin merkezi de olurdu. Eski surların içine kapanmış
İstanbul harap bir şehir manzarası gösterirken, muazzam bir anfiteatırın
ortasına yerleşmiş olan denizciler dünyanın her tarafından başkentlerine
borçlu oldukları ganimetleri getirir gibiydiler.
Limanı kapayan burnun ucunda kurulmuş
Padişah'ın sarayına şimdi duvar görevi yapan surları ile eski Bizans, kurşun
kaplı, altın yaldızlı kubbeler ve nihayet Divan'ın kulesi ile sonuçlanan geniş
bir servi ormanı manzarası arzetmektedir. Koyu renkli bu topluluk, diğer
binalara nazaran cüsseleri gayet iri kalan dev yapılar serpiştirilmiş
manzaranın öteki bölümünden kesin bir ayrılık göstermektedir.
İstanbul'u meydana getiren üçgenin bir
kenarı Sarayburnu'ndan Kâğıthane deresine kadar dört bin metre uzunluğundadır;
karşı kıyı yirmi yedi kilometre uzakta Karadeniz ile birleşmek üzere Galata
gibi geniş mahalleleri de içine alarak uzanır gider. Asya kıyısındaki yerleşme
merkezleri Üsküdar'da birleşerek limanın girişinden üç kilometre ötede şehre daha
başka bir açıdan bakış sağlar. Bu iki şehir arasında durmadan gidip gelen
gemiler Avrupa ile Asya'yı birleşmiş gibi gösterirler. Başka gemiler de
sabahlan Boğaz kasabalarında oturanları hayatlarını kazanmak üzere İstanbul'a
getirir, akşam da evlerine iade eder; sayısız kayık halkın günlük işleri için
gidip gelir; bu arada şehrin debdebe ve giyecek ihtiyacını karşılamak üzere
limana girip çıkan yabancı ve yerli ticaret gemilerini de ilâve etmek gerekir.
Böylece bu manzaranın göstereceği hareketliliği tahmin etmek mümkün olur.
Ancak ilk göz atışta İstanbul'un
uyandırdığı hayranlık şehrin içine girince kısa zamanda kaybolmaktadır.
Damların çıkıntısının pek az ışık geçirdiği çakıl taşlı bozuk yollar,
temizlikten uzak sokaklar İstanbul'un tek can sıkıcı tarafları değildir. Diğer
uygunsuzlukları sırası geldikçe ayrıntıları ile açıklayacağım.
Türk dilini öğrenmeye çalışırken bu
milletin gelenekleri ve ahlâk yasaları hakkında bir hayli bilgi toplamam
mümkün oldu; zaten benim ilk gayretim de bu hususda oldu ve bütün ısrarlara
rağmen daha önce Doğuya gezi yapmış olanların yazılarını bu sebeple okumayı
reddettim; o tür yazıların çalışmalarımı kolaylaştıracağına beni çeşitli
hatâlara sürükleyeceği kanaatini muhafaza ettim.
Türkçe öğretmenim ilkince usûl olduğu üzere
bana yazmayı öğretmeye başladı. Resme olan yatkınlığım başlangıçta önemli
ilerlemeler kaydetmeme yardımcı oldu; nihayet okumaya başladım ve zorluklar ortaya
çıktı; sesli harflerin yazılmaması[2] sıkıntılarım
ve göğüslemek zorunda kaldığım zor işin mahiyeti hakkında bir fikir verir;
işin daha zor tarafı Türklerin kendi lisanlarının fakirliğinden Arapça ve
Farsça'dan dilbilgisi kuralları almaları, bunlardan beş ayrı alfabe yaratmaları
ve yazarların arzularına göre harf çeşitleri kullanmalarıdır. Bir ömür boyunca
ancak iyi okumasını öğrendikten sonra kişi kendisine faydalı eserleri ne zaman
araştırıp okuyacaktır?
Özellikle bu uygunsuzluk yüzünden Türkler
cehaletin pençesine düşmüşler ve soyut bilimlerde gerilemişlerdir. Harfleri
güzel bir şekilde yazmak ve yazılanları çözmekle uğraştıklarından gururları şu
çeşit zorluklara doğru meyletmiştir; çifte anlamlar, harflerin değişik şekilde
yazılması eğitimlerini ve edebiyatlarını sınırlamış ve kötü bir heves zihni
yormak için her türlü
yolu denemiş, onlara haz vermiş, hayranlıklarını uyandırmıştır.
Aslen
Acem olan ve afyon ile rakıya iptilâsı bulunan dil öğretmeni ile her gün
başbaşa son derece zevklı iki saat geçiriyordum; hâfızamda tuttuğum bütün kelimeleri
kullanmaya gayret sarfederken onun dediklerini anlamaya çalışıyordum. Bir
seferinde evimde duyduğu garip kokunun ne olduğunu sordu; ona bir şişe lavanta
suyu gösterdim ve feluka kaptanının misali, benden, eğer bir sakıncası yoksa,
şişeyi istedi; ancak böylesine tehlikeli bir içkiyi ona her zaman temin
edemiyeceğimi belirttim.
Daha
fazla kelime öğrenmeye ve onları gerektiği yerlerde kullanmaya olan gayretim
sayesinde kısa zamanda pek fena olmayacak bir şekilde derdimi anlatmaya
başladım; M. de Vergennes İstanbul'daki yabancı elçileri ve Avrupalı ileri
gelenleri bir araya getirecek bir dâvet vereceğini söylediği vakit tercüman
olarak görevlendirildiğimi öğrendim. Bu toplantının haberi bazı yüksek rütbeli
Türklerin fazlasıyla merakını çektiğinden katılmak istediklerini bildirdiler,
ben de dillerini daha fazla öğrenmek hevesiyle katılmalarını sağlamak üzere
çabaladım.
Yeni
evlenmiş olduğumdan ve kayınbabam ile Türk davetlilerden biri arasında olan
dostluk, dil öğrenme gayretime değişik bir fayda da getiriyordu. Toplantıya
geldiğinde bana “kadınlar” arasında Madam de Tott'u göstermemi rica etti ve
daha sonra
gözlerini onun en ufak bir hareketinden ayırmadan nereye giderse gitsin izledi;
karım salondan dışarı çıktığı zamanlarda yüzündeki endişeyi gizlemiyordu. Bir
taraftan bu endişe, diğer taraftan Türklerin göz ucu ile izledikleri toplantı
esnasında bana sordukları sorular, beni eğlendirdiği kadar eğitiyordu da.
Bu
arada orkestranın çaldığı bir hava ile balo açıldi: dans edenin kim olduğunu
sordular; ben, İsveç elçisi, dedim... Yanımdaki Türk şaşkınlıkla döndü ve
sordu: Ne? İsveç elçisi mi? Bâb-ı âli'nin müttefiki bir devletin elçisi!..
Hayır, bu mümkün olamaz... aldanıyorsunuz, daha dikkatli bakın. Aldanmadığımı,
onun gerçekten İsveç elçisi olduğunu söyledim. O zaman ikna olan Türk gözlerini
indirdi ve ilk dansın sonuna kadar sesini çıkarmadı, ikinci dans başlayınca
yine dans edenin kim olduğu soruldu: Hollanda elçisi olduğunu söyledim... Bu
cevap üzerine Türk ağır ağır, bu sefer asla inanmıyacağını belirtti. Fransız
elçisinin ihtişamını ne dereceye kadar büyüttüğümü, fazla önemli olmayan bir
elçiyi oynatacak kadar zengin olduğunu ve Hollanda elçisini bu şekilde oynatmak
için ona ne verdiğini merak ettiğini anlattı. O zaman bildiğim bütün Türkçe
kelimeleri kullanarak bu elçilerin balonun davetlileri olduğunu, narayla
tutulmuş oyuncular olmadığını, Fransa elçisinin de dans edeceğini anlatmaya çalıştım.
Zorlukla ikna edebildim. Bu arada Türk kendisine daha ilgi çekici gelen bir
olayla meşgul olmaya başladı. Bana dönerek, karınızı göremiyorum, dedi... Ah!
işte orada. Fakat bir erkekle konuşuyor, çabuk gidip bu konuşmayı kesin. Peki,
neden? diye sordum. O zaman daha açık bir şekilde konuşmaya, beni aydınlatmaya
çalışıyordu ki, Madam de Tott konuşmasına devam ederek oyun salonuna girdi ve
kayboldu. Bu durumda her türlü saygılı davranışını kaybeden Türk ayağa kalktı,
beni sürükledi; itiraz etmeden onu takip ettim; oyun salonuna girip de
erkeklerle kadınların yanyana oturup konuştuklarını gördüğünde daha önce hakkımda
duyduğu -kuşkuların ne oranda değiştiğini tahmin edemem.
Herkes
yemeğe çağrılıp da, dâvetliler ayrı ayrı masalara yönelince Türk salonu
terketmeye kalkıştı. Daha ciddî bir endişenin onu bu davranışa ittiğini
anladım.
Eğlecenin
sonunu görmesi için ısrar ettim. Bana, sinirli bir tavırla, her şey bitti,
içmeye başladılar, dedi; bırakın gidelim ve eğer bana itimat ederseniz
karınızı alıp siz de buradan derhal ayrılın. Sizi anlıyorum, fakat emin olun
her şey tahmin etmediğiniz kadar sükûn içinde geçecektir, dedim. Israrlarım sonunda
meraklılarımı masaların etrafında dolaştırdım ve onlara ayrılan masaya
oturttum. Onlara cesaret veren birkaç kadeh likörden sonra tamamen ikna
oldular; sabaha kadar kaldılar ve ayrılırken, aralarında tertiplenecek böyle
bir eğlencenin en azından otuz cinayet ile sonuçlanacağını bana gizlice
söylediler.
Öğrenmek
fırsatını bulduğum manevî yargılar yenilerini öğrenmem hususunda bana yeni
ilişkiler kurmamı sağladı. İstanbul'un fethinden beri her devirde imparatorluğa
şeyhülislâmlar veren Damadzâde ailesinden Murad Molla üzerinde en fazla
durduğum kişilerden biri oldu. Sık sık onunla sohbet etme fırsatı bulacak,'
hem onun kişiliği hem de milletinin değer yargıları hakkında kendimi
aydınlatmak imkânı elde edecektim.
Tanığı
olduğum olayların yürüyüşü hakkında bilgi sahibi olmak için İstanbul'u sık sık
harabeye çeviren meşhur yangınları zikretmeden geçemiyeceğiz. Bu tür
olaylardan, gelişimizden bir az sonra bu muazzam şehrin üçte ikisini yok eden
yangını anlatacağım.
Pera
semtinde (Beyoğlu) bulunan Fransa elçiliği İstanbul şehrini ve limanını
kuşbakışı görür. İlk ateş limana ve sarayın duvarlarına yakın bir evden çıktı.
Kuzeyden esen rüzgâr, yangının sarayın duvarlarını yalayarak yokuşun
ortasındaki Sadrâzam'ın sarayına doğru yayılmasına sebep oldu. Padişah hemen
olay yerine gitti; ancak ne buyrukları, ne de bu şahane yapıyı kurtarmak için
yapılan çabalar yangının iyice yayılmasına engel olamadı; üstelik yanan sarayın
meydana getirdiği daha iri alevler bir de rüzgârın etkisiyle daha süratle
ilerlemeye başladı. Alevlerin, Aya Sofya'ya geldiğinde bu taş yığını önünde
duracağı sanılıyordu; bütün söndürme tedbirleri hep o yana kaydırılmıştı; herkes
alevlerin ilerleyişinin durdurulacağını umarken, sıcağın etkisiyle eriyen
kurşun kubbe toplanan muhafızları ve tulumbacıları dağıttı, yangının işini
büsbütün kolaylaştırdı. O andan itibaren artık yangın söndürülmesi ile değil,
rüzgâr yönündeki alanın tahrip edilerek kontrol altına alınması ile meşgul
olunuldu. Dehşet havası herkesi kaplamış olmasına rağmen yıkılan alana gelen
alevlerin nihayet söneceği umuduyla halk seviniyordu ki birden doğuya dönen
şiddetli rüzgâr yangının diğer yönde en az altı yüz metrelik bir cephe hâlinde
yayılmasına sebep oldu. Şehrin merkezine doğru ilerleyen alevler on üç kola ayrıldı,
bir müddet sonra bu kolların kökleri birleşti ve İstanbul bir alev denizine
döndü.
O ana
kadar yapılan kurtarma çabaları felâketin dehşetini arttırmaktan başka bir işe
yaramadı; yangın kollarından biri önünde evleri yıkmağa çalışan bir yeniçeri
bölüğü yanlardan gelen iki ayrı alev kolu içinde kaldı. Alev girdapları
arasında kalan bu talihsizlerle aynı kadere mâruz kalan kadınların ve
çocukların çığlıkları yıkılan binaların, yanan tahtaların gürültüsüne, fecî
bir sefaletin pençesine düşmemek için mallarını kurtarmaya çalışan halkın
haykırışlarına karışıyor; hepsi birden tasvir edilmesi imkânsız bir dehşet
yaratıyordu.
Tasavvuru
daha güç olan şey de yanan evlerin yerine yenileri yapılamadan bir başka
yangının daha patlak vermesi ve evsiz kalan halkın büsbütün sefaletin pençesine
düşmesidir. O sırada tahtta olan Sultan III. Osman muhtemel yangınlarda
söndürme çalışmalarının daha kolay yapılmasını sağlamak maksadıyla bazı
sokakları genişletmek istedi; ev sahipleri bir araya gelerek babalarından kalan
evlerin ve arsaların sokak yapılmasına izin vermiyeceklerini belirttiler. Ödeme
yapılması gerektiği yerde sadece buyruk veren, fakat üstesinden gelinmesi
kolay bir direnme karşısında gerileyen bu hükümet şekli keyfî yönetimlerin ne
kadar uygunsuz olduğunun açık bir delilidir.
Yanan
komşu evleri kurtarmak bahanesiyle daha kolay yağma yapıldığından ve sırf bu
yüzden kundaklama olayları olduğundan hükümet bu kötü hareketin önüne geçmek
üzere yeniçeri subaylarının gelmesine kadar yangın söndürülmesini yasaklamış,
dolayısıyla yangının söndürülmesi uzamıştır. Bu yasa yürürlükten kaldırılmış,
tulumbaların sayısı da artırılmıştır; şimdiye kadar sadece mahalle
muhtarlıklarında olan tulumbalara ilâveten askerî birliklerin emrine de
tulumbalar sağlanmıştır. İlk işarette bu tulumbaların yangın yerine götürülmesi
gerekiyordu: Fakat sonuçta ne oldu? Tulumbacılar felâkete uğrayanlardan fidye
koparmak için harekete geçer oldular, eğlenmek için biriken halkın üzerine su sıktılar;
yangın olaylarına alışan askerler ise zavallı halka kötü muameleye başladılar;
halkın sağdan soldan yağmaladığı[3] eşya
ve gıda malzemesi kurtarılacağına düşüncesizce ateşe atıldı
İlk
yangın ihbarında, gerekli gözüken şeyleri emretmeleri için Sadrâzam'ın ve
diğer vezirlerin hemen yangın yerine koşmaları mecbur tutuldu. Padişah bile
yangın çıkan yere gitmemezlik etmezdi; eğer alevler yayılmak istidatı
gösterirse Padişah'ı hemen oradan uzaklaştırmak üzere her türlü tedbir
alınmıştır: gece gündüz eyerli atlar ve gemiler bu maksatla hazır bekletilir,
Yüksek rütbeli subaylar da aynı tedbirleri aldırmışlarda sık sık meydana gelen
bu olaylar yüzünden uykuları hep yarım kalır.
Pazvand
adı verilen mahalle ve çarşı bekçileri geceleri yangın kollamakla
görevlidirler. Ucu demirli sopalarını yere vurarak, «Yangın var!» diye
bağırarak mahallelerini uyandırırlar, yangının nerede çıktığını belirtirlerdi.
Galata'da olduğu gibi Yeniçeri Ağası'nın sarayı civarında da inşa edilen bir
kule bütün İstanbul'a hâkimdi; her iki kulede yangın gözetlemesi için devamlı
olarak bir nöbetçi bulundurulurdu. Bizdeki felâket çanları görevini yapan
davullar vasıtasıyla Boğaza kadar yangın olduğu duyurulur, ilgilenenler yangın
yerine koşup geldiklerinde genellikle dükkânlarını yanmış veya yağmalanmış
bulurlardı.
En kıymetli
malları yangından koruma ve yağmadan kurtarmak maksadıyla esnaf loncaları veya
özel kişiler tarafından Bedestenler yaptırılmıştır. Aynı zamanda sokak gibi
kullanılan bu yapılar yüksek duvarlarla çevrilmiş, üstleri tuğlalarla örülerek
kubbe şeklinde kapatılmıştır. Her bedestende aşağı yukarı aynı çeşit mallar
toplanırdı; kuyumcular bedesteni ise ince zevkin ve mükemmeliyetin bir
örneğidir, ilerde Türklerin sanayii hakkında konuşma fırsatı bulacağız.
Anlattığım
felâketten sonra Padişah'ın vezirlerinin sarayı (yenisi yapılıncaya kadar)
yangından kurtulmuş sultan hanımlardan birinin sarayına taşındı; o zamana kadar
sadece Fransa elçisi ünvanını taşıyan M. Vergennes de Fransa Büyük Elçisi
olunca yeni itimatnâmesini sunmak zorunda kaldı.
Bir
zamanlar Fransa'da büyükelçi olan Said Efendi şimdi Sadrâzam'dı. Huzuruna kabul
edildik; bu ziyaretten sonraki ilk salı günü de Padişah'ın huzuruna kabul
edilecektik;[4]
ancak o gün gizlice Bâb-ı âli'de[5] bulunan Padişah, M. Vergennes e haber göndererek
onu ertesi gün kabul edeceğini bildirdi. Çabuk hiddetlenen, fakat zayıf,
sabırlı ve aşın derecede meraklı bir mizaca sahip olan bu hükümdar dönüşümüzde
çok garip bir olaya tanık olmamızı sağladı. Padişah, yanında Çuhadar[6]
kıyafetine bürünmüş Silâhdar'ı ve Divitdâr'ı[7]
olduğu hâlde ulemâ kıyafetinde olarak gözüktü; bizi geçerken görünce durdu
bize baktı, sonra heyetimiz saraydan Atmeydanı'na doğru ilerlerken koşarak
yanımıza geldi. Büyük elçinin hizasına gelince yürüyüşünü yavaşlattı; meydanın
sonuna kadar onunla birlikte gittik; sonra yine koşmaya başlayarak, ilk
sıranın başında sokağı baştan başa katetti, sarayının kapılarından birinde
kayboldu, kıyıda tekrar ortaya çıkarak iskeleden kayıklara binişimize nezaret
etti: son kayığın da iskeleden ayrılışına kadar orada kaldı, sonra yine
sarayına dönerek, gözden kayboldu.
Padişah'ın
Atmeydanı'nda yanımızda gittiği sürece, etrafımızda başka meraklıların
bulunmasına karşılık hiç kimse onu tanımadı ve mevcudiyetinden dolayı endişe
duymadı: istibdat yönetimi daima hâkim olmak ve endişe uyandırmak ister.
Padişah'ın
huzuruna kabul töreninin ayrıntılarını anlatmıyacağım, zira şimdiye kadar pek
çok gezgin bu ayrıntılardan bahsetmiştir; yalnız büyükelçilerin bu çeşit
törenlerde karşılaştıkları aşağılatıcı hareketleri ortadan kaldırmak
gerekmektedir; Türklerin gelenekleri üzerinde edindiğim kanaatlerimi sırası
gelince aktaracağım.
Bu
tören sırasında Padişah'ın âdet olduğu üzere Sadrazam'a hitap ederek değil de,
doğrudan doğruya M. Vergennes'e hitap etmesi ve tercümanın ifadesine göre gayet
iyi niyetle iltifat etmesi dikkati çeken bir noktadır. Padişah'ın bu
konuşmasının önceden hazırlanmadığı, içinden gelen lütûfkârlıkla konuştuğu
anlaşılmaktadır.
Sert
hükümdarlarda bulunması gerekli enerjiden yoksun olan Sultan III. Osman bu
eksiğini devamlı bir sabırsızlık ve hiddet taşkınlıkları ile gidermek yoluna
sapmıştı. Efendisinden gördüğü himayeye güvenen genç Silâhdar Paşa ölçüsüz ve
korkusuz bir şekilde suiistimale girişmiş, arka arkaya sebep olduğu olaylar
hakkında genel bir şikâyet uyandırmıştı. Her zaman tahta gayet güç erişen bu
şikâyetler, Padişah'ın kıyafet değiştirerek yaptığı geziler sırasında hemen
kulağına çalınmıştı; gözdesinin yapıklarından hiddetlenen Padişah Silâhdar'ı
saraya çağırtmış, aynı gaye ile Şeyhülislâm'ı da dâvet etmişti. Kapıldığı
hiddet o dereceye çıkmıştı ki eline geçirdiği bir gürz ile gözdesinin üzerine
yürümüş, ancak Şeyhülislâm’ın araya girmesi ile vurmaktan vazgeçmişti. Sultan
Osman'ın ilk hareketine engel olmak hiddetini daha da arttırmaktı; nitekim
dışarı koğulan vezir, arkadan gelen bir buyruk ile tutuklanmış; elinden
devletin mühürleri alınmış, kafası vurularak gümüş bir tepsi içinde ikinci avlu
kapısı önünde teşhir edilmişti; bu vesile ile herkes bu Sadrâzamın gördüğü
teveccühü de öğrenmişti[8]
O
zamana kadar Sadrâzam'ın gördüğü teveccühten fazla bir şey yapamayan ve devlet
otoritesini sarsmak için ellerindeki otoriteyi kullanan meşhur şerîat adamları
topluluğu olan ulemâ sınıfı, Sadrâzam'ın ölümü ile daha tehlikesizce
hükmedeceğini sandı. Ulemâ sınıfı Padişah'ın zaafından istifade ederek onu
büsbütün hiddetlendirdi; Sultan Osman'ın hiddeti Şeyhülislâm'ı üzerinde
patladı.
Her
yerde kanlı veya saçma yasalar yaratan taassup Türkiye'de ulemâ sınıfının
lehine çalışmıştı; öyle ki mallarına el konulamaz, ölüm ile cezalandıramazlardı.
(İdam edilmeleri gerektiğinde taştan yapılmış bir havan topu içine
yerleştirilerek ezilirlerdi).[9] Böylesine değişik bir tarzda muamele görmede
fazla hoşa gidecek bir şey yoktur; ancak böylesine korkunç bir ceza örnekleri
pek ender olduğundan ulemâ sınıfına dahil olanlar örnekleri çoğaltmamak için
dikkatli davranırlar. Kuşkusuz Şeyhülislâmın cezasız kalacağına dair güvenci
efendisine karşı yüksek perdeden konuşmasına sebep olmuş, bu da Sultan Osman'ı
o derece sinirlendirmişti ki uzun zamandan beri kullanılmadıkları için ölüm
havanlarının gömülü oldukları yerden çıkarılması için buyruk vermişti. Bu
buyruk çok büyük yankı yarattı. Haklı olarak dehşete kapılan ulemâ sınıfı boyun
eğdi ve sadârete çağrılan meşhur Râgıp Paşa muhalefetle karşılaşmadan devleti
yönetti.
Râgıp
Paşa ikna etme gücü yüksek olan zekâsına mizacının kudretini de eklemişti.
Şimdiye kadar hiçbir Sadrâzam mevkiinin meziyetlerini onun kadar iyi kullanmamıştır;
ustalıkla baştan çıkarmasını, en küstahları bile yola getirmesini biliyordu;
daima ikiyüzlü, zalim, fakat her zaman mahir ve kendisine hâkim olarak
insanlara değer vermiyor, hayatlarını hiçe sayıyordu.
Bu
Sadrâzam vaktiyle Kahire'de paşalık yapmıştı; Memlûk beylerinin kuvvetlerine
güvenerek yaptıkları itaatsizlik, ona sadece rüşvetle destek arama yolunu açık
tutuyordu; bu arada bazen kaba kuvvet kullanmaktan da kaçınmıyordu. Bu yüzden
imparatorluğun bu bölgesi onun mizacına en az uyan bir yerdi. Padişah onu
sadrâzamlığa çağırdığı vakit Divan toplantısında üzerine boşaltılan tabanca
mermisinden zorlukla kurtulmuştu. Râgıp Paşa istibdat yönetiminin bütün
meziyetlerine, devlet yönetiminin gerekli bütün bilgilerine sahipti; bu
meziyetleri Belgrad Anlaşması sırasında bulunduğu Mektupçubaşı rütbesinde elde
etmişti.[10]
Kimseye
faydalı olacağı ümidini bırakmadan bu Sadrazam’ın arka arkaya sahip olduğu
rütbeler sonunda birden herkesi arzularına boyun eğecek durumda buldu ve baskı
rejimine olan alışkanlık dolayısıyla kısa zamanda çevresine otoritesini
rahatlıkla kabul ettirdi.
Silâhtar
Paşa'nın ölümü ile Koca Râgıp Paşa’nın iktidara gelmesi arasında geçen süre
içinde Sadâret'te on beş gün bile kalamıyan bir sürü Sadrazam gelip geçti: bu
kısa iktidar dönemlerinde sık sık itimâtnâme sunmaktan yorulmuştuk, ancak her
yeni Sadrâzam'ın huzuruna çıkmak da o derece gerekliydi. Râgıp Paşa'nın
huzurunda alışılagelmiş töreni bitirdikten sonra, Sâdrâzam hâlâ büyükelçi ile
dostça görüşmesine devam ederken Muzur Ağa odaya girdi, Sadrâzam'ın kulağına
eğilerek yavaşça bir şey fısıldadı. Sadrâzam cevap olarak elini yatay şekilde hareket
ettirdi; sonra yüzünde sevimli bir tebessüm ile büyük elçi ile konuşmasına
bir süre daha devam etti. Daha sonra dışarı çıktık, yürüyerek atlarımızın
bulunduğu büyük merdivene doğru ilerledik; ilk kapının dışında dizilmiş dokuz
kelle bize Sadrâzam'ın işaretinin anlamının ne olduğunu anlatmış oldu.
Her
zaman için büyük bir kolaylıkla yapılacak idamları bekletilmeden yapılması ile
bize yeni Sadrâzam'ın kararlarında ne kadar çabuk olduğu anlatılmak istenmişti,
lâkin bizde onun vahşetinin ne derecede olduğundan başka bir intibâ
bırakmamıştı; keyfî yönetimlerin en büyük özelliklerinden biri de daima ezmek,
cezalandırmada ılımlı davranmamaktır; Râgıp Paşa da bütün iktidar döneminde bu
yöntemi uygulamıştır. [11]
Bu
Sadrâzam'ın siyasî ilkelerine devletin büyükleri uymak zorunda kalmışlarsa da
halktan bir kadının ona karşı cezasız kalan direnmesi İstanbul'un yaşayışı
bakımından bir hayli ilgi çekicidir; Türk yönetiminin bu tarafını da tanımak
kanımızca önemlidir.
Başkentin
buğday tüketimi Padişah'ın tekelinde idi; buğdayın geldiği eyaletlerde ihtirâ[12]
hakkı kurulmuştu. Üretilen buğdayın bir kısmı çok düşük bir fiyatla Padişah a
devredilir, o maksatla kiralanmış gemilerle şehre getirilerek depo edilirdi.
Sonra bu buğday şehrin fırıncılarına Padişah'ın tesbit ettiği fiyattan satılırda.
Böyle bir işleyiş tarzının sonunda buğday ihracı yasaklanmış, yasalara aykırı
hareket eden memurlar hileye kaçmış, depo edildikleri yerlerde iyi korunamayan
buğday çürümüş, bu yüzden bozuk ekmek çıkmış ve arkasından açlık gelmişti.
İstanbul'u
açlık tehdit ediyordu; ekmeğin ağırlığı azalmış, fiyatı çok artmıştı: hattâ
bileşimi bile değiştirilmişti; bütün ümitler Karadeniz'den gelecek yetmiş
buğday yüklü gemideydi: bu gemilerin Boğaz'a girmeden geceleyin tutuldukları
bir fırtınada battıkları haberi bütün İstanbul'da büyük bir şaşkınlığa sebep
oldu. Bu şaşkınlıktan doğan aşırı olayların dehşetini, günümüzde de benzer
olaylar olduğundan, tasavvur etmek mümkündür.
Boğaz'ın
Karadeniz ağzında Anadolu ve Rumeli kıyılarında dikilmiş iki muazzam fener
gemicilere Boğazın girişini gösterir. Hükümet fenerlerde yakılacak yağı temin
eder, fener bekçilerine maaş verirdi; fakat aynı hükümet bütün bu kıyılarda
odun kömürü yapılmasına ve yakılmasına izin vererek, fırtınalı zamanlarda gemicilerin
yanan ateşlerden aldanmasına da göz yumardı; üstelik iki fenerin bekçileri,
fırtınanın kıyıya vurduğu gemi kalıntılarının ganimetlerini toplamak için
ışıkları aynı zamanda söndürürlerdi.[13]
Felâketi
önlemek için alınan ilk tedbir bütün ülkenin çiftçilerine bir buyruk göndererek
ürünlerini şehre yollamaları oldu. Gelecek için hazırlanan kötü günler şu
andaki çıkarlar yüzünden farkedilemiyordu. Üstelik her türlü tahıl ve bitki
özleri için de bu buyruk uygufandı; herşeyden faydalanma yolunu arayan
cimrilik, yiyecek maddelerine de el atarak insanlara yetmiyecek olan gıda
maddelerinin kalitesini de değiştirdi.
Devamlı
olarak aç bir halk topluluğu tarafından kuşatılmış olan fırınlar güvenlikleri
için asker çağırıyorlar, halka kötü pişmiş bir hamur dağıtıyorlardı;
fırınların önünde silâh elde bekleşen halk her türlü düzensizlik örneği
veriyordu.
Darlık
yüzünden pirinç de azalmaya başladığı sırada Sadrâzam'ın sert davranışları
şehirde ancak sükûneti sağlayabiliyordu ki, halktan ihtiyar bir kadın cesaretle
mahallesinin ahalisini ayaklandırdı, büyük bir toplulukla pirinç satan
dükkânların önüne gidildi; yolda bu topluluğun ne olduğunu soran askerlere
hakaret ediliyordu. Yeniçeri ağası kalabalık bir muhafız kıtası ile olay yerine
gitti; atılan taşlar yüzünden gerilemek zorunda kaldı. Sadrâzam olay yerine
geldiği vakit, pirinç dükkânlarının kapıları açılmış, yağma başlamıştı: yaşlı
kadın Sadrazâm'ın önüne geldi, büyük bir cesaretle onu tehdit etti, yanındaki
kuvvetlere meydan okudu, azimle bir nutuk attı, Sadrâzamı herkese bir parça
pirinç vermeye ikna etti ve ondan sonra topluluğunu dağıttı.
Bu
arada, alınan sert tedbirler bir an için düzeni yeniden sağladı; açlık
tehlikesi kayboldu, fakat kötü gıdadan doğan hastalıklara veba salgını da
karışınca bütün imparatorluk kırıldı.
Bu
hastalık üzerine yapılan araştırmalar birbirleri ile zıtlaşan kanılar vermekten
öte gidememiştir. Hastalığın çıkış yerinin Mısır olduğuna dair bir iddia
ortaya atılmış, ancak benim o ülkeye yaptığım ziyaret sırasında gözlediğim
olaylardan da anlaşılacağı üzere bu iddia da önemini yitirmiştir.
Neticede
vebayı muhafaza eden merkez veya onun yayılmasına sebep olan şeyin mahiyeti
bulunamamıştır. Her ikisi için İstanbul'un eskicileri ve vebadan ölmüş
kimselerin kürklerini saklıyanlar sorumlu tutulmuştur.
Kuşkusuz
bu tutum veba tohumunu[14]
muhafaza etmek ve yaşatmak için uygun bir ortamdır; hastalık İrinini
taşıyanlarda geliştiği ve yayıldığı kesindir. Bu İrinlerin mayalaştığı
mevsimlerde salgınlar daha yaygın olmaktadır.
Kıtlığı
izleyen ilkbaharda vebanın ilk belirtileri görünmeye başladı; yalnız o yıl
içinde İstanbul'da yüz elli bin kişi hastalıktan öldü ve ölüm sayısı o derece
arttı ki, Tanrı'dan bu hastalığı kaldırması için genel duâ yapılması için
hükümetçe buyruk çıkarıldı. Edirnekapısı'ndan çıkarılan günlük ceset sayısı
999'u bulana kadar Türklerin hastalığa tevekkül gösterdiklerini kaydetmek
yerinde olur.
Başlangıçta
hastalığın önemi günlük ölenlerin sayısı belirli bir miktara erişinceye kadar
ciddiye alınmaz, günlük işler aksamadan yürür ve insanlar arasında temas devam
ettiğinden salgın daha süratle yayılır; bu arada en büyük felâketlere ve en
yakın tehlikelere olan alışkanlık hastalara en rahat şekilde yardım yapılmasını
sağlar: Türkler en kör bir kader anlayışı içinde büyük bir güven duygusuna
sahiptirler.
Aynı
kader anlayışının aşırılıklarından yoksun olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler
başarı oranı nisbeten fazla olan bir ilâç üzerinde çalışmışlardı, ancak bu
ilâç hastalığın ilk etkileri zayıfladıktan sonra tatbik ediliyordu; buna
rağmen bu topluluklardan her biri sadece kendi topluluğuna uygun gelecek bir
tedavi usûlü geliştirmişti; bu garipliği her topluluğun sahip olduğu ayrı
dünya görüşlerine bağlamak gerekir. Bir çok hekimin kabul ettiği bu durumu
kuşkuyla karşılamak daha emin bir hareket olur.
Salgın
hastalığa karşı bazı tedbirler alan sadece Avrupalılardı; uzun.bir alışkanlık
devresi sonunda tedbir almakta bazen ihmale kaçarlarsa da bu hiç bir zaman
tehlikeli olmamaktadır; devamlı şehir içinde kalmalarını gerektirecek önemli
işleri olmayanlar, veba salgını sırasında ilkbahardan kış başlangıcına kadar şehir
dışına çıkarlar. İzmit körfezinin ağzını teşkil eden yerde Marmara denizi
ortasında İstanbul'dan yirmi kilometre mesafede bulunan Adalar Fransızların yerleşme
merkezlerinden biri olmuştur; Boğaz'ın Avrupa yakasında Tarabya ve Büyükdere
gibi kasabalarda bir zamandan beri büyük elçiler malikâneler kurmuşlardır; Lady
Montagu'den beri tanınan Belgrad kasabası şimdi önemini kaybetmiştir.
Veba
salgını sırasında her türlü teması kesmek maksadıyla ben de Kefeliköy'e
yerleştim: bu köy, gerçek müminlerin hiddetini çeken davranışlara sahip Murad
Molla'nın yazın oturduğu Büyükdere'ye yakındı; beni de memnun eden içkiye
düşkünlüğü, öğrenmeye olan gayretim sık sık görüşmemize ve samimî olmamıza
büyük ölçüde yardımcı oldu.
Şeyhülislâm
oğlu olarak zenginlik içinde dünyaya gelen ve şu anda Şeyhülislâmlıkla görev
yapan bu efendi arzularından başka bir yasa tanımıyordu.
Her an
buyruklarını yerine getirmek için hazır bekleyen bir sürü hizmetkârın
ortasında Büyükdere kadılığını almış ve orada kendisine bir malikâne
edinmişti; hâkimiyetini komşu iki kasabaya da yaymıştı; yaptığı zorbalıkları önlemekten
uzak olan hükümet onu şikâyete gelenleri geri çeviriyor, üstelik şikâyet
edenleri şikâyet ettiklerinden dolayı tehlikeye atıyordu. Başkalarının
mallarına el koyma usullerini iyi uyguladığından, harcamalarına orantılı bir
sürü kadın elde etmesini bilmişti; duyduğum erkeklerden içinden hiç biri onun
kadar çok kadın elde edememişti; Kazasker[15] olduğundan
beri, içinde karıları, çocukları, uşakları mutfakları, işçileri, korkan
komşuları, yanında kaçan alacaklıları olan dokuz eve sahip olmuştu.
Onunla
ilk dostluk bağlantılarımı kurduğum sıralarda Murad Molla Kâbe Mollası[16]
unvanını taşımasına rağmen büyük bir itibara sahipti; yanına sık sık yüksek
rütbeli kişiler girip çıkıyor, o da onlara karşı ölçülü davranıyordu.
Sarayın
dış subaylarından, efendisine en fazla yaklaşmak imkânı bulan ve ona her türlü
düzensizliğin hesabını vermek zorunda olan Bostancıbaşı Boğaz'da yaptığı kayık
gezintilerinden birinde Büyükdere'ye gelmiş Murad Molla ile görüşme yapmak
istemişti; Murad Molla'nın adamlarından biri Molla'nın kırlara gezintiye
çıktığım söyleyince Bostancıbaşı da onu aramak üzere yollara düşmüştü. O sırada
evimde bulunan ve birkaç şişe kiraz şarabı ile meşgul olan Molla'ya haber
salınmıştı. Adamı gelerek Bostancıbaşı'nın civar çayırda olduğunu haber verdi.
Görüşme yapmak için Molla'nın içinde bulunduğu durum beni endişelendirdiğinden
uygun bir bahane uydurmaya çalıştım. Endişelerimi farkedince, bana tebessüm
ederek; iradenin hâl tavır üzerine nasıl galebe çalacağına tanık olacaksınız,
dedi; buna rağmen adamlarının yardımıyla kapıya kadar ilerledi. Dışarı çıkınca
adamlarını itti ve on
adım ötedeki camiye girerek Bostancıbaşına namaz kıldığını bildirmelerini
istedi; bir müddet sonra Bostancıbaşının beklediği yere geldi, onunla sohbet
ettikten sonra başından savdı, yanıma gelerek endişelerim için birlikte güldük.
Aşırı
davranışlara çok alışmış olan Murad Molla arzularına gem vurulmaktan hoşlanmaz;
buna karşılık daha az likör içmesi için yaptığım ısrarlara boyun eğdi; sadece
neşelenecek kadar içiyordu; konuşmalarımız daha ilgi çekici hâle geldi,
kadınlar hakkında daha önce söylediklerimi tartıştım; karılarının Madam de
Tott'a yaptıkları ziyaretlerden o konudaki bilgilerim fevkâlâde arttı.
Çobanlarının pek değer vermediği bu sürüyü gözlerimle görmek istedim, ansızın
toplandıkları daireye girdim, bütün ağızlardan bir çığlık koptu; bu arada
sadece yaşlıların yüzlerini saklamaya çalıştıklarını, daha genç olanlarının yavaş
yavaş davrandıklarını farkettim.
Elinde
bulunan kadınlardan çabuk bıkan Murad Molla, yeni cariyeler kazanmak maksadıyla
durmadan sayılarını arttırıyordu. Bir gün köşklerinden birinde oturmuş kahve
içerken ona, mademki kader evi yanarken Türk'ün içerde kalmasını
emretmemektedir, şu halde veba salgını sırasında da evini terketmesi gerektiğini
anlatmaya çalışıyordum; tartışmamız ciddî olmaya başladığı sırada dört
yaşlarında ayakları çıplak, kötü giyinmiş bir çocuk içeri girerek elini öptü.
Molla çocuğu okşayıp bana gösterdikten sonra “babasının kim olduğunu sordu.
Çocuk heyecanla siz, efendim! dedi... *Ne, ben mi?... Peki adın ne?... Yusuf...
Annen kim? Hatice... Ya! demek Hatice... Sonra bana dönerek onu tanımadığını
söyledi. Dayanamıyarak sordum; Nasıl olur da çocuklarınızı ve annelerini
tanımazsınız? Bütün bunlar size garip geliyorsa, neden ilgileniyorsunuz?
MOLLA
Dedikleriniz
pek azını kabul ediyorum; ancak siz de kabul edin ki bana yakıştırmak
istediğiniz duygusuzluk biraz haksızdır. Hayâlimizden doğduğu için duygusallığı
gururumuz beslemiyor mu? Böyle bir kaynağı arzulayabilir miyim? Kuşkusuz hayır;
fakat ben meraklı bir kimseyim, duygularım bu noktada toplanmıştır.
Aynı
durumda olan pek çok kişi olduğunu sanıyorum, bu kadar yaygın olmasaydı sizi
bağışlayabilirdim, fakat hiç kimseyi, hattâ çocuklarını bile sevmemek en fecî yalnızlık
içinde kalmak demektir.
Söyledikleriniz
büyük sözlerden başka bir şey değildir, hiç bir şeyi aydınlatmıyor, hiç bir
gerçek fikre dayanmıyor; samimî olalım. Bütün insanlar aynı duyuşlara sahiptir;
zevkleri fazla değişmez; ancak önyargıları ile âdetleri değişiklikler
göstererek manevî duyuşlarını ve maddî davranışlarını etkiler, Birbirine karıştırmayalım,
küçük bir cemiyetin küçük kurallarını, ebediyetin ezelî yasaları ile
karıştırmak mı istiyorsunuz?
Böylesine
boş ve saçma bir karşılaştırma yapmaksızın evlât sevgisine inanılacağını mı
düşünüyorsunuz?
MOLLA
Daima
duyduğumuz şeylere inanmamız ve mümkün olduğu kadar fazla duymağa çalışmamız
gerekir. Fakat bütün hissedilen şeylerin tabiatta olmadığına, hissetmektense
hiç sahip olmamaya çalışmaya da inanmak gerekir. Sırf manevî duygular
olduğunu, maddî yapı üzerine etki ederek ona hâkim olduğunu, fakat ona bağlı
kalmadığını kabul etmiştik: bu manevî duygulara alışkanlıktan dolayı teslim
olunur, sevgi duyulur, bu duyguların bizim için değerli oldukları da vâkidir.
Gördüğünüz gibi -ben sizleri anlıyorum, siz de bizi anlayın. Bütün zevkleri
tatmak kolaylığının ilgisizliğe götürdüğünü farketmek için büyük gayretler
harcamak gerekmez: bu bizim âdetlerimizin kusurudur, onları değiştirmek
elimizde değildir, bize yükümlülük vermeden fayda, fayda vermeden de
yükümlülükler getirir, her şeyin bir dengesi vardır; ancak meraklı olduğum sürece,
düşündüğünüz gibi kederli olmayacağım.
Murad
Molla'nın meraklarını müsaade edilen sınırların ötesinde de aradığını görmek
mümkündür; metafizik düşüncelerinin doğrulamadığı şeyleri dahi kullanmaktan
vaz geçmiyordu.
Çevresindeki
adamlarından Haydut Mustafa özellikle dikkatimi çekmişti. Lakâbı daha önce
uğraştığı mesleğini belirtiyordu ve o da bununla övünüyordu; efendisi yaptığı
suçlarını bana anlatması için ona emir vermişti. Bu rezil herifin bize
tablosunu çizdiği cinayetler ve alçaklıkların anlatılış tarzı, yüz tane
kahramanca hikâyenin asâleti ve mütevaziliği ile boy ölçüşecek şekildeydi. Hikâyeleri
dinlemek için yanımıza gelmiş olan uşaklar sık sık alkış tutuyorlardı;
anlatmasını bitirince Molla bana dönerek, bu namussuz herifin cesur olduğunu
kabul edin, demişti. Ben de ona cevaben, suçlarına göz yumarak yasaları hiçe
saymak da en az o kadar cüret işidir, eğer desteğiniz olmasaydı cezasını
bulmuş olurdu, dedim. Molla gayet soğuk bir tavırla, hiç de değil, diye cevap
verdi, yasa ona hiçbir şey yapamazdı, mesleğim icra ederken hakkında hiçbir
takibat olmadı, hırsızlıktan vazgeçtikten sonra yasalar yakasına yapışamaz. [17]
Efendisi
tarafından bir nevi çobanlık görevi yaptırılan Haydut Mustafa'nın birlikte
kaldığı arkadaşı, kulübelerinde balta ile öldürülmüş bulundu. Haydut Mustafa
bu olayı küstahça gelip anlattı. Katil olduğu için pişmanlık duymuş bir hâli
vardı; cinayeti çok yeni olduğu için övünmekten çekiniyordu. Onun karakterinden
hiç şüphesi olmayan Molla onu daima hizmetinde tuttu, cesaret örnekleri veren
bu adamı yanından ayırmadı.
Keklikten
çok haydutu olan bir ülkede kara avcılığı yapmanın mahzurlarını görünce deniz
avcılığına başladım. Karadeniz ağzında Türklerin o zamanlar sahip oldukları
hisarların uzağında Anadolu kıyısında bir koya kayığımla gidiyordum. Yanıma
birkaç genç de alıyor tüfeklerimizle deniz üzerinde rastladığımız kuşları vuruyorduk.
İki Rum denizci kayığımızı sürüyor, boşalan oltalarımızı yemliyor ve ağlarımızı
atıyordu.
Akıntının
daha fazla olduğu Anadolu kıyısına doğru giden kuşların peşinden biz de
Boğaz'ı katetmek zorunda kalıyorduk. Bu yüzden Anadolu Hisarı yanından
geçiyor, kuşlara ateş ediyorduk. Hisarda görevli bostancı subaylarından biri,
çubuğunun dumanı ile kendinden geçmiş bir «hâlde güven içinde mazgalın dibine
çömelmişti. Kıyıya yanaşmamız için bize işaret ettiğini gemicilerimiz gösterdi.
O zaman ne istediğini sordum, sizinle konuşacağım, dedi; ben de konuşacak bir
şeyim olmadığını ilâve ettim. Falân yere avlanmaya gidiyorum, eğer canın
gezmek istiyorsa bizimle gel dedim. O zaman bana karşı daha saygılı davranan
Türk, gemicilerimden birini istedi; benim attığım tüfekten kendilerinin
sorumlu tutulacağını sanan gemicilerim korktuklarını belli edince, onlara emin
olmalarını, hiç birini teslim etmeyeceğimi söyledim. Türk'e dönerek eğer
avcılığımızı merak ediyorsa bizimle gelmesini tekrarladım; söyleyiş tarzımdaki
kızgınlığı farketmiş olacak ki, soğuk bir tavırla daha sonra bizi arayıp bulacağını
bildirdi. Yolumuza devam ettik.
Yanımdaki
gençlerden sadece biri Türk'ün verdiği cevaptan endişelenmiş görünüyordu; bu
ülkenin çocuğu olarak dünyaya geldikten sonra, sütle birlikte endişe de emmişti;
biz de her zaman ona, bostancılar geliyor diye takılırdık. Nitekim içimizden
kimse bostancıların bizi arayacaklarına ihtimal vermiyordu, zaten böyle bir
hareketi gerektirecek bir davranışta bulunmamıştık. Bu arada eğleneceğimizi
sandığımız balık dolu koya girerken bize doğru gelen sahil muhafaza gemisini
gördük.
Bu
durum karşısında uğraşa girmeye hazırlandık: böyle bir davranışın çok mahzurlu
sonuçları olabilirdi, lâkin her türlü yardımdan o derece uzakta bulunuyorduk
ki, ya yenilmeyi, ya yenmeyi seçecektik. Tereddüt edecek bir durum yoktu. Ben
kumandanlığı üzerime aldım; siyasî ve askerî her şey bana aitti. Önce gemicilere
oltaları ve ağları denize atmalarını, böylece karşımızdakilerine iyi niyetimizi
belirtmemizi istedim, iki Rum denizciyi de başlarına bir şey gelmeyeceklerine dair
ikna etmeye çalışıyordum; silâhlarımızı hazırladıktan sonra tüfekçilerime
bostancıları hazırlamalarını emrettim. Bu tedbirleri aldıktan sonra Türk gemisinin
iyice yanımıza sokulduğunu farkedince üzerlerine gitmenin Avrupalı şanına
yakışacağına karar verdim. Türklerin de kendilerine göre bir davranış şanları
olduğundan gelişim teslim olma anlamında yorumlandı ve kürek çekilmesi
durdurularak yaklaşmam beklendi. Ben de hemen manevramı değiştirerek
uzaklaşmaya başladım ve yaklaşmamı isteyen çağırıya rağmen uzaklaşmama devam
ederken, onun bana yaklaşıp konuşmasını istedim; şimdi geliyoruz, diye cevap
verdiler; benim geminin kenarı onların pruvasını tam karşısındaydı. Üzerimizden
geçerek bizi batırmak gayesiyle kürekçilerine emir verdiğini duydum. Eğer ben
ve adamlarım hemen tüfeklerimizi doğrultup üzerine nişan almayıp ve eğer kürek
çekilmesi için emrine devam ettiği takdirde onu kuş gibi öldüreceğimizi
bildirmeseydim kuşkusuz bizi denizin dibine yollayacaktı. Tüfeklerimizin
namlularının görüntüsü Türk gemisinin dümeninin kırılmasına ve kürekleri
durmasına sebep oldu. Aramızdaki mesafeyi fazla kapatmadan gemilerimizi
yaklaştırdık ve konuşmaya başladık,
Bostancı
benim Türkçe'yi bilmediğimi sandığından gemicilere hitap ettiği için önceleri
kendimi kabul ettirmekte zorluk çektim. Bir Rum'un bir Türk karşısındaki
aşağılık durumunu görmek için gemicilerimin konuşma tarzına dikkat etmek
gerekmektedir. Sonunda benim kendilerinden daha iyi Türkçe bildiğimi söyleyerek
Türk'ün bana hitap etmesini sağladılar.
İstanbul
kâfirlerin boyunduruğu altına mı girdi? Ne hakla Boğazın güvenliğini korumakla
görevli muhafaza gemisine karşı geliyorsunuz?
AVRUPALI
Peki ya
siz Padişahı'nızın en iyi dostlarını incitmeye nasıl cüret ediyorsunuz?
Sizi
inciten yok; burada avlanmak yasaktır: izin kâğıtlarınızı gösterin.
AVRUPALI
Bir
gemi içinde tavşan vurulduğunu nerede gördünüz? Ben balık avındayım, o da
serbesttir.
Hayır,
burada hiç bir şey serbest değildir, gezintiler bile, bu konuda elimden uzun
bir ferman var.
AVRUPALI
Fermanı
gördüğüm takdirde ona uyarım.
Siz
okumasını bilemezsiniz.
AVRUPALI
Hem de
sizden daha iyi okurum; fakat anladığım kadar sizde böyle ferman yok; siz, boş
yere bahane arayan işsiz güçsüz bir adamsınız; kurallara aykırı hiç bir şey
yapmadık.
TÜRK
Nasıl!
Hünkâr'ın hisarlarına karşı tüfekle ateş etmediniz mi?
AVRUPALI
Sizin
önünüzde ateş ettik; ama önünde çömeldiğiniz kuş yuvasını andıran şeye karşı
ateş ettiğimiz doğru değildir; asıl sizin hareketiniz saygı dışıydı; küstahlığınızı
ödeteceğim; Bostancıbaşı dostumdur; size benim tarafımdan yüz sopa vurulması
için ona rica edeceğim.
Niye
kızıyorsunuz? Size kötülük mü yaptım?
AVRUPALI
Hayır,
ama sizi korkutan tüfeğim sayesinde bir şey yapamadınız.
TÜRK
Hiddete
kapılmadan sizin ile konuşmanın imkânı yok mu? Ben kızıyor muyum? Sizin
dostunuzum; siz de beni o şekilde görün ve istediniz gibi eğlenin.
Saldırganların
geri çekilmesi ile bu macera da biterken, olaya tanık olan civar balıkçılar
tarafından hararetle kutlandık ve karaya çıktığımızda alışılmamış bir itibara
hedef olduk. Dönüşümde Bostancı subayını: Bostancıbaşı'na şikâyet etmeyi ihmâl
etmedim, benden özür dilemesi içirt emir aldı; sonradan çok iyi dost olduk.
O yıl
İstanbul'da, Asya'da çok endişe edilen ve Türkler tarafından Sam yeli diye
adlandırılan rüzgâr esti: güneydoğudan yavaş yavaş esen bu rüzgâr topraklı bir
pus havasını da beraberinde sürükler ve bu sayede aşırı sıcaklığından ziyade
gezginleri ve kırlarda oturanları rahatsız eder; evlerin içinde bile bu
rüzgârın getirdiği havaya tahammül etmek gayet zordur; bu rüzgârın sürdüğü üç
gün boyunca ağzımı duvara dayayıp nefes alarak daha rahat etmeye çalıştım.
Gayet
ender olarak esen bu rüzgâr sırasında İstanbul'un iklimi mevkiinin güzelliğini
bir kat arttırır. İstanbul'da güney ve kuzey rüzgârlarından başka esinti
olmaz; genellikle birbiri arkasından gelen bu değişik rüzgârlar Sarayburnu
önünde çekişirler. Kuzey rüzgârları meltem şeklinde eser; güneş batarken
dinip, sabahleyin saat on sularında sıcak günlerde ise daha geç esmeye başlar.
Kışın ise daha ziyade güney rüzgârları hâkimdir; kuzeyden gelen kar fırtınaları
akabinde daima güney yönlü rüzgârlar eser; bu değişim çok anî olur. Bu arada
kardan sonra gelen güney rüzgârının İstanbul'da çok şiddetli don olaylarına
sebep olan keskin bir soğuk getirdiği de vâkîdir; sonra yumuşar, buzlar
çözülür ve bazen gayet sıcak havalar görülür. Daima karla kaplı Uludağ bu
olayın açıklamasını mümkün kılar. Eteklerinde eski Bursa şehrinin inşa
edildiği bu Anadolu dağı İstanbul'un tam güneyinde onunla aynı boylamdadır.
Kuzey rüzgârları ile üzerine düşen yeni karlardan sonra esen güney rüzgârı bu
karları yalayarak geldiği için İstanbul üzerine dondurucu soğuğunu taşır,
neden sonra atmosferi soğuk havadan temizledikten sonra kendine hâs
karakterini gösterir. Bu şehrin coğrafî durumu sık sık meydana gelen
fırtınaların, kuzeybatıdan esen rüzgâr sayesinde bulutların Anadolu üzerine
kayması ile birdenbire dinmesini sağlar. Bu yörelerin hava durumu genellikle
hep böyledir.
Boğaz'ı
serinleten kuzey meltemlerine bir de Anadolu ve Rumeli kıyılarının çeşitli
yerlerinin güzellikleri eklenince imparatorluğun büyükleri yazın sayfiye
köşklerine akın ederler. Boğaz kıyısındaki güzel yalılar Padişah'ın yazlık
ikâmetine ayrıldığı kadar Boğaziçi'nin süslenmesine de katkıda bulunurlar.
Düzgün sıralar hâlinde dikilmiş bitkiler, itinayla budanmış çitler olmaksızın
Türklerin tercih ettikleri tabiî ve taze bir çim ile bu yalılar daha fazla gözü
okşarlar.
Bunu ne
sanat yoksunluğuna, ne de sadeliği kabul eden ince zevke bağlamak mümkün
değildir: Türkler tabiati olduğu gibi seyretmeyi daha uygun bulurlar;
gölgelerinde dinlendikleri ulu ağaçlar için evlerinin planlarını bile
değiştirirler. Evin sahibi kadar eski bir karaağacı kesmemek için bir evin
ağacı içine alacak tarzda inşa edildiğini gördüm. Bir arsada ağaçlar nasıl
bitmişse o şekilde muhafaza edilir, evlerin mimarîsi onlara göre saptanır;
sıcak bir ülkede ağaçların gölgesi lüzumlu olduğu kadar keyfî yönetimle
yönetilen bir ülkede ağaçların büyümesini görmeye ömür yetmediği için gözler
önüne serildikleri tarzda ağaçlardan istifade etmek lâzımdır.
Padişah'ın
yeğeni Hanım Sultan Boğaziçi'nde sahip olduğu sevimli yalısında bütün yazı geçirir;
dayısı sık sık onun ziyaretine gelir ve Sultan Osman'ın düşüncelerini üzerinde
belirli bir nüfuz sahibi olduğundan sağı solu çekiştirmesine göz yumulur. Henüz
genç olup uzun zamandan beri evli olmasına rağmen kocası evlendiklerinden
hemen sonra bir paşalığa tâyin olduğundan onu pek az tanır. Vezirler çıkarları
uğruna adamı uzak tutmayı uygun görüyorlardı. Yasalar Hanım Sultan'ın kocasının
yanına gitmesine izin vermiyordu.
Avrupa'da
Sultan kelimesi üzerinde yürütülen değişik ve yanlış düşünceler yüzünden bu
konudaki hâtâları düzeltmek maksadıyla baz; araştırmalar yaptım.
Sultan
unvanı taht vârisi Osmanlı prenslerine ve Cengiz hanedânına verilir. Kuşkusuz
bu isim Sudan kelimesinin değişmesinden gelmekte ve Mısır'da kıral anlamında
kullanılmaktadır; ancak ne Türkiye'de ne de Kırım'da asla hükümdarlık otoritesi
ifade etmemektedir. Kırım Türklerinin hükümdarlarına verilen Han ünvanı
İran'da kıral anlamına gelen Şah kelimesi ile eş anlamlı olup, aynı kökten
türeyen Padişah kelimesi Büyük Kral anlamına gelir ve Osmanlılar tarafından
çevrelerindeki güçleri küçümsediklerinden kabul edilmiştir.
Sultan
unvanını taşıyan kimse tahta her an çıkabilecek durumdadır; Türklerdeki tahta
geçiş, hanedânın en yaşlı üyesine ait olacak şekilde ayarlanmıştır; ancak daha
önce bahsettiğimiz gibi taht üzerinde doğmuş olmak gerekir.
Yirmi
yıllık bir saltanat döneminden sonra oğlu olmadan vefat eden Sultan I. Mahmud
tahtı dört kardeşin en büyüğü olan Sultan II. Osman'a bırakmıştı; babaları
Sultan III. Ahmet bir ihtilâl sonunda tahttan indirilmişti. Sultan Osman'dan
sonra tahta çıkan Sultan III. Mustafa, sarayda ölen Şehzade Beyazıt ve şu anda
saltanat süren Sultan I. Abdülhâmid hemen hemen aynı yaşta idiler ve eğer I.
Abdülhâmid'in saltanatı çok uzun sürseydi. Osmanlı hanedânı sönmek tehlikesi
ile karşı karşıya kalacaktı. III. Mustafa'nın saltanatına üçüncü yılında tahtın
iki vârisi vardı; bunlardan biri Abdülhâmid'den sonra tahta geçmek üzere
sarayda muhafaza edilen Şehzâde Selim'dlr. Henüz genç olan bu şehzadenin Osmanlı
hanedânını tehdit eden kısırlığı ortadan kaldıracak kadar genç yaşta tahta
geçeceği umulmaktadır; hanedânın kesilmesi demekte imparatorluğun dağılması
demektir, zira Cengiz hanedânını Osmanlı tahtına vâris gösteren hiçbir yasa
mevcut değildir. Osmanlı hanedânının sönmesi halinde imparatorluk parçalanma
tehlikesi ile karşılaşınca ulemânın Kırım hanlarından birini tahta çağıracakları
muhakkaktır. Büyük bir vahşet yapılarak hanedânın yan kolları daha doğuştan
söndürüldüğü için böyle bir durum her zaman mümkündür.
Hanedânın
yan kolları derken sarayın içinde mahpus tutulan şehzâdelerin çocuklarından
bahsetmiyorum; taht ile devlet arasında dünyaya gelmiş bu çocuklar ne birine,
ne ötekine aittirler. Yalan yolu ile bazen bu çocukları katliamdan kurtarmak
mümkün olur.
Padişah'ın
vezirler ve devlet büyükleri ile evlenmiş kızlarına ve kız kardeşlerine
gelince, onlar kendi saraylarında yaşarlar; dünyaya gelen erkek çocukları
anında boğulmalıdır, Bu yasa en alenî ve en fazla uygulanan yasadır.
Cinayetlerin dehşetini örten hiç bir örtü yoktur; devletin çıkarından çok
alçak bir endişenin ürünüdür. Bu kederli sultan hanımları hangi maddî zenginlik
teselli edebilir?
Bu
öldürücü yasadan yalnız kızlar kurtularak, Hanım ünvanı ile birlikte Sultan
unvanını muhafaza ederler; Hanım kelimesi ise refah içinde olan her Osmanlı
kadınına takılan bir ünvandır. Sultan - hanımlardan doğan her iki cinsten
çocuklar bu unvanı muhafaza ederek yaşarlar. Onların asaletlerini belirtecek
başka hiç bir unvan yoktur. Padişahlardan birinin kız torunundan dünyaya gelen
çocuklar dedeleri tarafından herhangi bir yakınlık görmezler.
Türklerde
Sultan unvanını tesbit eden düzen böyledir. Müstebit olmadıkları için daha insanî
olan Kırım Türkleri kimseyi boğmazlar; Sultan - hanımlardan dünyaya gelen
oğula babasının adı rütbesi ve Mirza ünvanı verilir.
Oğullarından
birinin tahta çıkmasını görecek kadar uzun yaşayan cariyelere Valide Sultan
denir. O ana kadar sarayın bir köşesinde oğlu ile birlikte yaşayan Valide
Sultan artık oğlunun saygısından başka bir şeye lâyık değildir.
Padişah'ın
haremi içinde en büyük mevki Başkadın'a aittir; ikinci, üçüncü ve dördüncü
kadınlara göre daha fazla bir özelliğe sahiptir; ancak böyle tercihli duruma
sahip olması gözde olmasını gerektirmez. Saltanat süren Padişah tercihlerini,
sürgünde iken kendisine en fazla yakınlık gösteren kadınları karşılaştırmak
suretiyle tesbit eder, istemediklerini de Eski Saraya sürer. Bu dört kadından
hiç biri gerçek anlamında zevce değildir, sadece şerîatın izin verdiği dört
karıdır.
Yalnızca
ağır hastalık olaylarında birkaç hekime verilen izin dışında Padişah'ın
haremine girilememezlik yüzünden orası hakkında bir fikir edinebilmek için
başka kişilerin haremini görüp oradan fikir yürütmek gerekmektedir.
Kocasına
varıncaya kadar herkesin tâbi olduğu sultan - hanımların sarayı dahi padişahın
sarayı hakkında tam bir fikir veremez. Benim yapmak istediğim de, gerçekten
aşılmaz olan haremi bizim yaşayışımızla karşılaştırmak değil, herkesin
merakını uyandıracak hususları aydınlatmaktır. Bu maksatla Madam de Tott'un
annesi ile birlikte, Sultan Ahmed'in kızı ve o zamandan beri saltanat süren
padişahların kız kardeşi Esmâ Sultana yaptıkları ziyareti onların ağzından
nakledeceğim.
Sultan
I. Mahmud un saltanat döneminde henüz genç olan bu prenses kardeşinin
Fransızlara karşı duyduğu yakınlıktan esinlenerek Avrupalı bir kadın ile görüşme
yapmak istemişti. Türkiye'de doğmuş olmasına rağmen kaynanam onun merakını
gidermek için yeterli bulunduğundan kızı ile birlikte saraya dâvet edilmişti. Saray
dışı işlerle uğraşan kâhya-kadın karım ile annesini alıp Hanım - Sultana kadar
götürmekle görevliydi. Bu prensesin sarayına geldiklerinde (yangından sonra
Sadrâzam'ın bu sarayda kaldığını söylemiştim) kâhya - kadın, diğer erkeklerden
farkı olmayan muhafızlar tarafından korunan üç kapıyı açtırmış, ellerinde
beyaz sopaları ile iç avluyu koruyan hadımların arasından geçirerek yabancılar
odası denen bir odaya sokmuştu.
Yanlarına
gelen iç kâhya - kadın onları hürmetle karşılamış, yanında getirdiği cariyeler
iki kadının soyunmasına yardım etmiş, Hanım-Sultan’a geldikleri haberi
verilmişti. Buna rağmen, dinin önyargılarına bağlı kalan Hanım - Sultan,
görünmeden seyredebilmek maksadıyla konuklarını kafesli bir pencerenin
arkasında kabul etmek istiyordu; ancak, Hanım-Sultan görünmediği takdirde geri
döneceğini ısrarla belirten kaynanam sonunda Hanım - Sultan'ı kararından
vazgeçirmişti; o da bir müddet daha izin isteyerek süslenmesini tamamlamıştı.
Bir müddet sonra kâhya - kadın ve cariyeler tarafından alınan karım ve annesi
Hanım-Sultan'ın dairesine götürülmüşler, orada bütün mücevherlerini takmış,
salonunu süsleyen zengin bir sofanın köşesinde oturmuş son derece değerli
elbiseler giyinmiş Hanım - Sultan'ı görmüşlerdi. Salonu kaplıyan halılar Lyon
kumaşından yapılmış olup, altın ve gümüş tellerle işlenmişti; yine altın telle
işli saten kaplı geniş yastıklar Hanım - Sultan'ın önüne konukların oturması
için konmuştu. Aynı anda gayet güzel elbiseler giymiş altmış genç kız salona
girmiş iki kısma ayırılarak, ellerini kuşakları hizasında kavuşturmuş ve iki
sıra hâlinde dizilmişti.
Karşılıklı
iltifatlardan sonra Hanım-Sultan bizim kadınlarımızın istifade ettiği
serbestlik hakkında bazı sorular sormuştu. Sonra haremdeki gelenekler ile Avrupa
geleneklerini karşılaştırmış, bir genç kızın evlenmeden önce yüzünü göstermesi
hususunda tereddüt etmiş; ancak konuşma ilerleyince bizim geleneklerimizin
gösterdiği iyi tarafları kabul etmiş ve kişisel durumu ile ilgili duygularını
açıklayarak on üç yaşında iken bir ihtiyara verilmesini vahşet olarak
nitelemiş, bu ihtiyarın onda iğrenmeden başka bir duygu uyandırmadığını
itiraf etmişti. Nihayet ihtiyarın göçüp gittiğini, ancak şimdi daha mutlu
olduğunu söyleyemeyeceğini zira genç denen bir paşa ile evli olmasına rağmen
hâlâ kocasının yüzünü görmediğini belirtmiştir.
Hanım
Sultan iki Avrupalı kadınla bir müddet daha konuştuktan sonra kâhya kadını
çağırmış konukları iyi ağırlamasını, bahçede gezdirmesini emretmişti.
Kâhya -
kadın yabancı konukları kendi dairesine götürmüş, cariyeler bir yandan hizmet
edip, diğer yandan sofranın çevresinde hazır beklerlerken hep beraber
yemeklerini yemişlerdi. Yemek bitip kahveler ikrâm edildikten sonra konuklara
çubuk ikrâm edilmiş fakat Avrupalı kadınlar çubuğu reddetmişlerdi; kâhya - kadın
da konuklarını bahçede gezdirmek için kendi çubuğunu çabucak içip bitirmişti;
en son ziyaret edecekleri gayet zarif bir köşkün çevresinde yine bir sürü
cariye el pençe divan bekleşiyordu. Son derece zengin bir şekilde döşenmiş ve
süslenmiş olan zârif bina bir havuzun önünde inşa edilmişti; her yönde
yükselen gül fidanları yüksek duvarları gözden saklıyordu. Çakıl taşları ile
mozaik gibi döşenmiş dar yollar, âdet olduğu üzere bahçenin yollarını meydana
getiriyordu; yuvarlak çiçek tarhlarından saksılardan meydana gelmiş çok değişik
renklerin ortaya çıkardığı manzarayı seyretmek üzere bir sofanın köşesine
yerleşmişlerdi. Henüz yerlerine oturmuşlardı ki, arkalarından gelen hadımlar
daire şeklinde köşkün önüne dizilip Hanım - Sultan'ın musikî takımına yer
açmışlardı. On kadar cariyenin uyguladığı konserler sırasında yine zengin
fakat daha hafif giyimli rakkaseler, zârif ayak figürleri ile danslar yapmışlardı;
başka kişilerin evlerinde rastlanan dansözler topluluğuna kıyasla bu topluluk
çok daha kaliteli idi; biraz sonra, eğlencede eksik olan cinsiyetin yerini tutmak
üzere erkek kıyafetinde on iki dansöz daha gelmişti. Bu sözde erkekler diğer
cariyelerin havuza atıkları meyveleri kapışmak için birbirleri ile tatlı bir
mücadele yapmaya başlamışlardı. Yine erkek kıyafetlerine bürünmüş
cariyelerden meydana gelmiş kürekçilerin çektikleri kayıklar üzerinde konuklar
havuzda gezinti yapmak fırsatı bulmuşlar; en sonunda yeniden Hanım - Sultan'ın
huzuruna çıkarak usûl olduğu üzere vedâlaşmışlar ve geldiklerinde olduğu gibi
aynı sırayı izleyerek dışarıya kadar uğurlanmışlardı.
Bu
ziyaretin sonunda farkedilen şey hadımların Hanım - Sultan'ın tamamen
buyruğunda oldukları, tahmin edildiği gibi onun hareketlerini engellemek olmadığıdır.
Bu yaratıklar Türkiye'de bir ihtişam unsuru olarak kullanılmaktadır; bu olay
Padişah'ın sarayında olduğu gibi hanım - sultanların saraylarında da öyledir.
Zenginlerin kibri; en fazla birkaç zenci hanım kullanmaya kadar gider; beyaz
hadımlar ise yalnızca Padişah'ın buyruğunda olup ilk kapıların muhafazasında
görevlidirler: ancak ne kadınlara yakışabilirler, ne de onların en ufak bir
hizmetini görürler, buna karşılık zenci haremağaları başta Kızlarağası olmak
üzere daha yüksek mevkilerde bulunurlar. Zenci hadımların mizacı daima
vahşidir, kişiliklerinde hakarete uğrayan tabiat her fırsatta sert bir şekilde
karşılık vermeye haizdir.
Padişah'ın
arada sırada yaptırdığı Çırağan[18] eğlenceleri
hareminin içi hakkında bir fikir vermekten uzaksa da, ayrıntılarının tasviri
zevkleri hakkında genel bir fikir verebilir.
Kuşkusuz
Esma Sultan’ın bahçesinden çok daha büyük olan haremin bahçesi aynı ince zevkle
düzenlenmiş olup, bu gece eğlenceleri için sahne görevi yapar; her çeşit
saksılar içinde getirilmiş olan tabiî veya sunî çiçekler, değişik renklerde
lâmbalardan çıkan renk cümbüşünü daha da arttırırdı. Eğlenceler münasebetiyle
inşa edilmiş mağazalar benzer elbiseler giyinmiş harem kadınları tarafından
doldurulmuştu. Hanım - Sultanlar kız kardeşler, yeğenler Padişah tarafından eğlencelere
dâvet edilmişlerdi; hep birlikte mağazalardan kıymetli taşlar, kumaşlar satın
alarak, bunları birbirlerine armağan ediyorlar; Padişah’ın gözdeleri olmuş kadınlara
cömertliklerini göstermek fırsatını da kaçırmıyorlardı. Danslar, musikî ve
daha önce bahsettiğim su oyunları gece yarısına -kadar devam ederek, genellikle
hüzün ve sıkıntıya terkedilmiş gibi gözüken bu çevreye geçici bir neşe
dağıtıyordu.
Bütün
bu ayrıntılar, amcasının itibarına lâyık olan Hanım - Sultan tarafından Madam
de Tott'a nakledilmiştir.
Kayınbiraderim,
dostlarına itibar sağlamak ve kendi işlerini çözümlemek maksadıyla bu
Hanım-Sultan'ın kâhyası ile dostluğu ilerletmişti. Hadımların başı da yakınları
arasına girmişti; Hanım - Sultan onu birkaç defa kafesli pencerenin arkasından
görmüştü; yakışıklı bir delikanlı olduğundan kısa zamanda Sultan-Hamnım'rn
teveccühüne lâyık oldu. Bir oğlu ve bir kızı olduğu kocasının yokluğunda
teselli bulmak ve mevkii sayesinde temas kurmak imkânı bulduğu kimselerden
faydalanmak istiyordu. Nitekim çevresinde Türk kadınlarına özgü kıskançlığın
her çeşidini görmek mümkün oluyordu. Görmeyi arzuladığı Madam de Tott'un bizzat
kendi elleri ile saçlarını yapması diğer kadınların hiç hoşuna gitmemişti;
Madam de Tott eve döndüğünde sarayın ihtişamından ziyade Hanım - Sultan'ın
kendisine yaptığı itiraflardan şaşkına dönmüştü.
0
sıralarda Patrik Kirlo İstanbul Patrikhânesi nin başında bulunuyordu; halkın en
aşağı tabakası arasında dünyaya gelen bu adam aşırı taassubu ile kendine
taraftar sağlamayı bilmiş, kendisini küçümseyen Rum zenginlerini dize
getirmişti. Sinod meclisindeki birkaç üyeyi de tarafına çekerek tamamen
daldırma yaparak vaftiz etme usûlünü icat etmiş ve uygulamıştı; bu konu
yüzünden bütün metropolünde Papayı, Fransa kralını ve Katolik prensleri afaroz
etmiş, mezhebindeki insanları yeniden vaftiz olmaya çağırmıştı; daima daha
sofu olan kadınlar ve kızlar bu kutsal törene katılmak için koşmuşlar, ancak
sarfettikleri kötü sözler ile Havarilere karşı günâh işlemişlerdir.
Hakaret
etmeden başka bir gayesi olmayan afaroz küstahlığından ayrı olarak, durmadan
cemaatinin yobazlığını kışkırtan bu patrik, Katoliklere yaptığı eziyetlerin
karşılığında Türklere tâviz veriyordu. Üstelik görüşlerine hizmet etmeyen
kilisesinin rahiplerine türlü hakaretler etmekten çekinmiyor, onları
dünyalıklarından mahrum ettikten sonra en vahşi zulümlere terkediyordu. Bunlar
n arasında Amasya Piskoposu Kaliniko'yu saymak gerekir; kendisini Sinai
Dağı'na süren kararnâmeden kurtulmak, patriğin azledilmesini sağlamak için Hanım
- Sultan'ın aracılığını elde etmek üzere bizim mahallemize sığınmış,
kayınbiraderimden vardım istemişti. Patrik Kirlo'yu görevinden uzaklaştırarak
kurbanını rakibi yapmak arzusundan hareket ederek bu hayırlı işi tamamlamaya
karar verdik. Kayınbiraderim Hanım-Sultan'ın aracılığı ve itibarı vasıtasıyla
bu meseleyi Padişah ile tartışırken, patrik tarafından Kaliniko'yu ortadan
kaldırmak üzere görevlendirilen adamlar bir gece piskoposu evimin yanındaki
evden kaçırmak istediler.
Kaliniko'nun
güvenliğini sağlamak ve olayların içinde bulunmasını temin etmek maksadıyla onu
evimin çatısındaki bir odada saklamayı ve yiyecek vermeyi kabul ettim.
Kayınbiraderim uzun pazarlıklardan sonra muazzam bir servet karşılığında
piskoposun bağışlanmasını elde etti.
Kirlo'yu
azleden ve yerine Kalinikoyu getiren padişahın Hatt-ı Şerîf-i Sadrâzam olup
bitenlerden kuşkulanmadan eline geçti. Bu kadar anî bir azil kararını
doğrulamak için çok sert bir ifadeyle kaleme alınmış Hatt-ı Şerîf patriği
isyancı bir zihniyete sahip olmakla suçluyor, onu iyice korkutmak için kesin
emirlerle son buluyordu. Bu arada, çok etkili buldukları hayalî tehlikeden
sakınmak üzere Bâb-ı âli vezirleri durumu hemen tartışmaya başladılar; sabah
erkenden Rum mahallelerini kuşatmak üzere yeniçeri birliklerine buyruk
verildi; civardaki muhafızlar iki misline çıkarıldı ve daha itina ile sarılan
patriklik sarayı hiç bir zorluk çıkarmadan Patrik Kirlo'yu teslim etti; oradan
alınan eski patrik bir kömür gemisine bindirilerek şehirden uzaklaştırıldı.
Şimdiye kadar hiç bir Rum'un görmediği şerefsiz şartlar altında cereyan eden
olaylarda Padişah'ın iradesine karşı gelmeye kimse cesaret edemediğinden
kömürcü gemisi olaysız bir şekilde uzaklaştı.
Şimdi
hükümete kalan iş yeni patriği bulup yerine oturtmaktı ve eğer Padişah bu
olayın en küçük ayrıntılarına kadar önceden bilgi sahibi olmasaydı, hükümet
onu nerede bulacağını bilemezdi. Hemen harekete geçirilen Sadrâzam'ın adamları
bize gelerek Kaliniko'yu Bâb-ı âli'ye götürmek üzere istediler; umuttan ziyade
endişeye alışmış olan bu zavallı Despoti[19] onu
düşmanlarına teslim etmemem için bana yalvarıyordu ki, ona kurtulduğunu ve
patrik seçildiğini haber verdim; ama bir türlü onu ikna edemiyordum; ancak
muhafızlarının zoru ile itaat etmek mecburiyetinde kaldı, yolda giderken hep
cellâtlarının yanında olduğunu sanıyordu, halbuki bir saat sonra patrik ilân
edildi.
Aynı
gün onun tarafından teşekkür mektubu aldım; bir zaman sonra da ziyaretime
gelerek yakında mutlaka ihtiyacı olacağını sandığı için yine kendisini saklamamı
rica etti. O zaman gördüm ki çok kötü bir seçim yapmışız.
Bu
arada patrik olması dolayısıyla tertiplendiği törenlere katılmak fırsatını ele
geçirdim; Patrikhâne'ye gittiğimde beni karşılayan yeni patriğin adamları, patriğin
kürsüsünün hemen yanındaki bir kişilik yere oturmamı istediler; biraz sonra
törenin başlaması için her şey hazır olunca patrik aşağı indi kendisi için
hazırlanan Sacra Sanctrorum'un karşısındaki koltuğuna oturdu. Orada birkaç
keşiş ona patrik elbiselerini giydirdiler, başına mücevherli ve çift haçlı bir
taç oturttular.
Ondan
sonra patrik sol eline patriklik asâsını, sağ eline de, Baba ile Oğul'un
birliğini (Tanrı ile Hz. İsâ) temsil etmek üzere iki kolundan tuttuğu üç kollu
bir şamdan aldı. Takdis yaparken de elinin iki orta parmağını avucuna büktü,
küçük parmağını tek başına bırakarak. Ortodoksların Ruhü'l-Kudüs'ü Hz. İsâ ile
birleştirmediklerini belirtti. O zaman Patrik mihraba sokularak üzerinde perde
kapatıldı ve o ana kadar kiliseyi derin bir sessizlikle dolduran halk, bizim
tiyatrolarımızdaki seyircilerin yaptığı gibi görültücü bir şekilde kaynaşmaya
başladı. Bu kaynaşmanın içinde duyulan saygısız gülüşmelere biraz sonra
susturulmaya çalışılan zavallıların çığlıkları karıştı. Ayakların altında
kalan bunlardan biri, etrafında birikmiş kalabalığın yardımı, ile ayağa
kaldırıldı, kilisenin dibine götürüldü. Bu olay, gürültüyü o derece arttırdı
ki, önümüzdeki perdeyi kaldıran patrik kalabalığa dönerek gürültüyü kesmeleri
için bir konuşma yaptı ve herkese lânet okudu. Fakat bu konuşma ile hafifleyen
gürültü törenin diğer kısmında yine artınca bu sefer patriğin konuşmasından
daha etkili bir çare aranmasına sebep oldu.
Patrikliğe
bağlı yeniçerilerin sopaları sayesinde, gösterilecek olan İlâhî Sıra gereken
kutsal dikkat sağlanmak istendi. Sacra Sanctrorum'un yandaki kapıları açıldı
dışarı çıkan Diyakoslar Ortodoks geleneklerine ait taşıdıkları eşyaları bir bir
götürüp, yüksek sesle ilân ederek ortadaki kapıya bıraktılar.
Bu
tören sonunda getirilen patriklik tacı geri çevrilerek, patriğin zenginliklere
karşı gösterdiği küçümseme ispat edildi.
Daha
sonra yapılan törenlerde dikkati çekecek bir şey olmadı: Patrik ile birlikte
kaldığı yere gittik, beni yemeğe alakoydu. Fener mahallesinde yaptığım gezi
sırasında, Madam de Tott’a çok bağlı olan ve onu Boğaz'daki sayfiye evlerinde
konuk etmeye dâvet eden Bâb-ı âli tercümanını da ziyaret etmek fırsatı buldum.
Padişahın tercümanının evinde rastladığım Arkontlar[20]
arasında, soydaşları içinde daha zekî ve daha bilgili olarak Eflâk voyvodasına
sadakatle bağlı Manoli Serdar'ı farkettim. Yeni voyvodanın yanında kalarak eskisine
ihanet ederek pek çok çıkar sayılacağı yerde eskisinin yanında fakirliği
tercih etmesi beni özellikle şaşırttı. Her türlü servet teklifi iradesini asla
sarsmamış, eski voyvoda Rakovitçe'yi yeniden yükseltmek için elinden gelen her
şeyi yapmıştı. Kuşkusuz bu görüş açısından hareket ederek kayınbiraderimin
itibarını kullanmak üzere benimle yakınlaşmak istemiş, ben de onun kişiliğinde
milletinin mizacını ve geleneklerini incelemek fırsatı yakalamıştım. Sayfiye
evimin yanına gelip yerleştiği vakit aramızdaki bağ daha da sağlamlaştı. Artık
birbirimizde ayrılmaz olup, onun ağzından milletini felâkete sürükleyen şeyin
eski Bizans imparatorlarından miras kalan kibir ve taassup olduğunu duymaktan
memnun kalıyordum. Manoli Serdar efendisi Rakovitçe'nin Eflâk voyvodası olduğu
zamanlarda edindiği servetle yaşayışını sürdürüyor, karısı da ihtişamından
bir türlü vaz geçmiyordu.
Aramızda
olan derin samimiyet sayesinde evinin içinde olup bitenleri ve her gün Türkler
ile Rumların ortak geleneklerini gözlemem mümkün oluyordu. Meryemana tasviri
önünde gece gündüz yanan kandil ışığında Manoli, köleleri vasıtasıyla soyunup
giyiniyordu; bu Rum ile, Türk geleneklerini evlerinin içine sokmaktan hoşlanan
diğer zengin Rumlar, öğle yemeğinden sonra, elinde büyük bir yelpaze ile
sinekleri kovan bir köle kadının yanı başında kestirmekten hoşlanıyorlardı.
Ayak tarafında diz çökmüş olan başka köleler çıplak ayaklarını yavaşça
oğuşturuyorlardı. Kölelerinin en küçük hatâsında onlara karşı gayet sert
davranarak rahatlığın ölçüsüz olduğu yerde bütün inceliğin kaybolduğunu ortaya
koyuyordu.
Madam
de Tott'un, Bâb-ı âli tercümanının karısına verdiği ziyaret sözünü yerine
getirmek gerekiyordu. Birlikte sayfiye evine aittik; ailenin en yaşlı ferdî, hayat
tecrübesi ile cehaletini ve parlak olmayan zekâsını örten, yabancı dil bilgisi
olarak kötü bir İtalyanca'dan başka bir şey bilmeyen yaşlı tercüman idi. Daha
az yaşlı olan karısının eski güzelliği heybetli havası ile yer değiştirmişti;
evin gerçek hâkemi olarak tevazu ile davranmak isterken, kocasının yüksek
mevkiinden ötürü sahip olduğu kibri kolay kolay saklıyamıyordu. İlerde Eflâk
voyvodalığına geçip, maalesef kötü bir sona erişecek olan oğullardan en büyüğü
genellikle yumuşak, fakat zayıf bir mizaca sahipti; daha kibirli olan küçük kardeşi, ağabeyinin
hayatına mal olacak entrika ve ihtiras dolu karakteri paylaşıyordu; on dokuz
yaşında dul kalmış büyük kız kardeşleri, ince uzun boyu, dayanılması mümkün
olmayan cinsî cazibesi ile zarif hareketlerinin birleştiği bir tevâzuya
mâlikti; daha az güzel, fakat canlı ve ilgi çekici olan küçüğü komşu Rumlardan
biri ile nişanlanmıştı. Bu müstakbel koca bizimle tanışmak için sabırsızlıkla
beklediğinden, henüz gelmiştik ki, içeri giren köleler onun geldiğini haber
verdiler, sonra nişanlı kızın üzerine atılarak etekleri ile onun yüzünü
örttüler, odadan dışarı çıkardılar. Bütün aile tarafından iyi karşılanan damat
adayının içeri geldiğini ve bize şaşkınlıkla baktığını farkettik. Akşam yemeğine
kadar yanımızda kalmasına izin verdiler, bu süre içinde genç kız ortalıklarda
gözükmedi.
Yatma
vakti geldiğinde yan taraftaki geniş bir odaya götürüldük, odanın ortasında
tahta somyesi ve perdeleri olmayan bir yatak konmuştu; fakat yorganların ve
yastıkların zarafeti içerdeki sofada gördüklerimizden çok daha iyiydi. Bu yatak
üzerinde pek rahat edemiyeceğimi sanarak iyice tetkik ettim. Pamuk doldurulmuş,
dokuz cm. eninde on beş şilte üst üste konmuş, en üstteki şiltenin üzerine
yatak örtüsü olarak Hint tülü örtülmüştü. Altın tel ile kabartma şeklinde
işlenmiş yeşil satenden ikinci bir örtü ilk örtü ile birleştirilmişti. Kırmızı
satenden benzer işlemeler taşıyan iki büyük yastığın arkasına sırtlık olarak
sofadaki yastıklardan konmuştu. Alacalı abanoz ve sedeften yapılmış sekiz
kenarlı bir masa üzerine altı cm. eninde üç ayak boyunda, parmak kalınlığında
alevi olan bir mum yerleştirilmişti. Üç porselen tabak içine şekerlemeler, gül
reçeli, portakal, ağaçkavunu kabukları yerleştirilmiş, yanına bağa saplı altın
bir kaşık, su dolu kristal bir bardak konmuştu. Bize gece ışığı sağlayacak olan
mumun uzunluğu, yangınların feci zararlara sebep olduğu devirde vaz geçilecek
bir ihtiyat tedbiri değildi. Tercümanın evi bu hâliyle bana kötü bir gece
hazırlıyor gibiydi. Yastıkların yerini değiştirerek uyumaya çalıştıktan
sonra, şafağın ışıklarını ertesi gece bize daha rahat yastıklar sağlayacağı
için sevinç içinde karşıladık.
Bir gün
önceden kararlaştırılan balık avı için Anadolu yakasına geçildi; oradaki küçük
bir çayır, bir Türk kahvesi, üstü açık öküz arabaları yanımızdaki hanımların
pek rahat edemiyeceklerinı ortaya koyuyordu. Balık avı pek verimli olmadı,
hanımlar çok yoruldular; çevremizde dolaşan Türk kadınları soruları ile bizleri
çok rahatsız ettiler. Bu gezinti sonunda birkaç kap kaymak ve bir çeşme
başından topladığımız tereotu ile döndük.
Eve
döndüğümüzde yemeğe davet edilmiş ve çoktan gelip oturmuş komşu Rum
kadınlarını gördük. Mevsim şartlarından ziyade şöhrete meraklılık yemek yenecek
sofada sırma işlemeli, ağır kırmızı kadifeden elbiselere bürünmüş bir
kalabalığın bizi karşılamasına sebep olmuştu. Bir yandan elbiselerin ağırlığı,
diğer yandan havanın sıcaklığı bu hanımların sessiz ve hareketsiz kalmalarını
sağlamıştı. Buna rağmen bazı ortak konularda konuşmalar oldu ve yemeğe dâvet
edildik. Yemek Fransız usûlüne göre hazırlanmıştı, yuvarlak masa, etrafında
sandalyeler, kaşıklar, çatallar, kısacası bunları kullanmak alışkanlığından
başka bir şey eksik değildi. Bu arada bizim geleneklerimizin iyi uygulanmasına
çok dikkat sarfediliyor, biz nasıl ingilizlerinkine özel bir ilgi duyuyorsak,
Rumlar da bizimkilere öyle bir ilgi duyuyorlardı; yemek esnasında dâvetli
kadınlardan birinin parmakları ile zeytini aldığına, sonra çatalına batırarak
Fransız usûlüne göre yediğine tanık olduk. Sıhhate içme şimdi bizde
terkedilmiş bir alışkanlık olmasına rağmen, onu burada Rumların arasında
görmek insanın bayağı hoşuna gidiyor. Bizim Rumlar bunu da ihmal etmediler;
hattâ erkekler bu hareketi yaparlarken ayağa kalkıyorlar ve şapkalarını
çıkarıyorlardı. Zarafet ve temizlikten ziyade karışıklığın hüküm sürdüğü yemek
sonunda, yemek verilen odanın sofasında oturduk: kahvelerden sonra çubuk ikram
edildi. Modadan konuşulduktan sonra, iş dedikoduya döküldü, bu arada dikkatimi
çeken şey, her davranışın bizim geleneklerimizi taklit etmeye çalıştığı oldu.
Biz içerde konuşurken genç kızlar, salonun öteki ucuna takılmış ve kölelerin
salladığı salıncaklarda eğleniyorlardı. Kadınlar da salıncaktan istifade etmek
istediler, onlardan sonra uzun sakallı adamlar sallandılar; çeşitli oyunlarla o
gün sona erdirildi. Akşama doğru konuklar hava almak maksadıyla deniz
kıyısındaki iskelenin üzerine çıktılar.
Bir
yandan ay parıldamaya başlarken, diğer yandan akşamın sessizliği insanı deniz
üzerinde dolaşmaya itiyordu. Ansızın duyulan kürekçilerin sesleri Bostancıbaşı’nın
yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Bu kadınların birden dağılmaları yanında kedi
gören farelerin kaçışması daha yavaştır. Tercümanın karısı ile Madam de
Tott'un endişe edecekleri bir şeyleri olmadığı için, yirmi beş çift kürekli
gemisi içinde çıka gelen Osmanlı subayını karşıladılar. Bostancıbaşı birkaç
sarhoşu cezalandırmaktan ve fazla neşeli görülen kadınları toplamaktan
dönüyordu. İskelenin yanından sürtünürcesine geçerken karşılıklı el salladık.
Kaçan
Rumların gururu bir özür ararken, Bostancıbaşı'nın bir Rum kadının yalısı
önünde sessizce durduğu, içerdeki konuşmaları dinledikten sonra adamlarını
pencerelere yolladığı şeklinde bir balıkçının verdiği haber konukların
büsbütün
telâşa kapılmalarına sebep oldu bu kadarcık haber bile genel bir korkunun yayılmasına. Rum
kadının başına
gelenler hakkında çeşitli görüşlerin ileri atılmasına meydan verirken nişanlı genç kızın yanımıza
gelmesi ile nişanlısını görür görmez kaçması yine topluluğa eski neşesini
kazandırdı.
Konuşmalar,
arada sırada Bostancıbaşı'nın hiddetinden kaçan kayıkların gürültüsü ile
kesiliyordu. Bostancıbaşı'nın Boğaz'ın bir ucunda tekrar görünüp İstanbul'a
doğru giderken herkes rahatladı. O zaman gezinme hürriyetinin yeniden elde
edilmesi arzuyu doğurdu. Çok az bir zaman zarfında Boğaz'ın suları kayıklarla
doldu, kadınların olduğu sandallarda ayrıca musikî icra ediliyordu. Biz de
biraz sonra kalabalığa karıştık, yalların önünden geçerken, sahipleri hakkında
görüşler ileri sürülüyor, yalılarda oturanlar da bizleri tenkit ediyorlardı;
yol boyunca Bostancıbaşı'nın çıkarları hakkında bir hayli bilgi sahibi oldum.
Yüz
ifadesi ve neşesi özellikle dikkatimi çeken müstakbel damat ile aynı sandala
binmiştim; genç adam ondan hoşlandığımı anlayınca bana açılarak sevgilisini
doyasıya temaşa edememesinden yakındı. Çektiği sıkıntı bana dokunduğu için ertesi
nün nişanlısını göreceğim saatta ona randevu verdim. Onlara görüşme imkânını
hazırladığım derecede randevu saatına sadık olan nişanlı geldiğinde onu
gözleyen hizmetkârlardan biri çığlık atarak çevirmek istediğimiz dolabı bozdu.
Genç kız nişanlısını farkeder farketmez koridorlardan birine doğru koşmaya
başladı, hemen arkasından koşarak içeri girmeden onu yakaladım ve genç Rum'u
yanımıza çağırdım. Bu arada koridorun öteki ucunda kaz gibi bağrışan iki
canavar kadın koşa koşa bize doğru geliyorlardı; ancak onlar yetişmeden bizim
damat adayı müstakbel karısından bir öpücük almayı başardı, ondan sonra
avımızı yetişen düşmanlarımıza terkettik. Buna rağmen anne ile baba küçük
şakamı hoş karşıladılar ve o günden itibaren nişanlılar birbirlerini serbestçe
görme hakkına kavuştular.
Genç
kızın eğitimini üzerine almış olan, bir nevi ruhanî lala olan Diako sadece,
benim davranışımı kötü karşıladı; hattâ öğrencisinin eğitimine artık devam
edemiyeceğini bana inandırmak için hiddetle konuşmaktan kendini alamadı.
Aynı
eğlence, sıkıntı veya sabırsızlık çemberi içinde tercümanın evinde birkaç gün
daha kaldık. Nihayet evime gelerek dinlenme imkânı buldum, Orada rastladığım
Manoli Serdar, kendisi gibi Rakovitçe'nin hizmetinde olan Rumlardan birinin,
Bâb-ı âli tarafından yeni voyvoda seçilen prensin tarafına geçtiğini haber
verdi. Beni kuşkulandıran yapmacık hareketleri ile bu kusuru biraz abartıyor
gibi geldi bana.
Belki
mecburiyet karşısında kalarak onun da benzer bir tarafa meyledebileceğim,
belki de yolunu izlemek üzere bulunduğu bir adamı bu kadar ağır hükümlerle
suçlamamasını, kullandığı ifadeye dikkat etmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım.
Bana bakın, dedi, eğer dönersem beni erkeklerin sonuncusu olarak görün, yok
eğer böyle kara bir ihanete sapmazsam beni takdir etmekte devam edin: her
ikisi için ona söz verdim ve çok geçmeden sözümü tutmak durumunda kaldım. Nitekim
birkaç gün sonra, kendi deyişine göre, velinimeti için bazı teşebbüslerde
bulunmak üzere evinden ayrıldı; ancak velinimetini terkederek yeni voyvodanın
hizmetine girdiğini duydum. Teşebbüsü hakkında bana bilgi vermek üzere mektup
yazmayı ihmal etmedi ve gayet mütevazı bir şekilde onun hakkında ne düşündüğümü
sordu. Şeref ve sadakat üzerine yaptığı tenkitleri ile hatâsını bizzat
ağırlaştırmasaydı mevcut şartların sonucunda davranışı bağışlanabilirdi.
Davranışı hakkında sahip olacağım kanıyı kendisinin bana telkin ettiğini ve
kendi ilkelerine sâdık kalmadığı derecede bu kanıya bağlı kalacağımı yazdım.
Bu
adam, Türklerin son yaptığı savaş sırasında Eflak voyvodalığına kadar
yükselmiştir; bütün meziyetlerini ortaya dökme fırsatı bu mevki entrikaları
için işine yaradı, fakat otoritesinden geçici bir parıltıyı böyle adamların
kibrine satan Padişahın cimriliğinin yaratıldığı kısa ömürlü yaratıklar gibi
karanlıklar içinde kayboldu gitti.
Önemsiz,
fakat garip ve dikkate değer olan bir olayda Sultan Osman'ın rütbesi küçük bir
subayın kibrinden nasıl istifade etmek zorunda kaldığını göreceğiz.
Ellerinde
silâh olarak sopadan başka bir şeyi bulunmayan inzibatlar tarafından kovalanan
sarhoş bir yeniçeri subayı yatağanına güvenerek onlarla koyu bir uğraşa
girişmişti; düşmanlarından birkaçını saf dışı bırakmış, diğerlerini yormuş,
çevresindeki kuşatma zayıflamış bir hâlde bir hanın merdivenlerinde dinleniyordu.
Kıyafet değiştirerek şehirde sık sık dolaşan Padişah olayın cereyan ettiği
yerden geçerken durumu farketti, suçluya yaklaşarak kimliğini açıkladı,
silâhını bırakarak inzibatlara teslim olmasını istedi; ancak dinlendiği yerden
doğrulan yeniçeri padişahın kimliğinden etkilenmeden, kimsenin yanına
yaklaşmamasını ihtar etti. Sultan Osman ona hangi Orta'dan olduğunu sordu.
Aldığı cevap üzerine Karakullukçu'nun oraya getirilmesi için buyruk verdi.
Gidip Karakullukçuyu bulup getirdiler. Padişah ona dönerek, bu adamın silâhını
al ve Hisar'a götür[21]
dedi. Bunun üzerine kemerini çözerek[22] sağ
eline alan subay, asînin yanma gelip sol elini uzattı ve yoldaş silâhını ver ve
beni izle, dedi.
Bu söz
üzerine suçlu yeniçeri büyük bir itaat ile dediklerini yerine getirdi.
Boş
inançlar endişeden daha fazla otoriteye, istibdattan daha fazla kudrete
sahiptirler.
Sultan
III. Osman bir müddet sonra kamu oyuna kurbanı olacağı bir fidye ödeyecektir.
Hekimlerin sanatları bu Hükümdara eski sağlığını kazandırmaya çalışırken,
siyaset icabı olarak sağlığının durumu halktan gizleniyordu; sonunda hastalığa
teslim olarak, harem dairesine çekildi ve her cuma camiye gitmek için kuvvetini
toplamaya çalıştı. Halkla birlikte yapılan bu tören, ordunun ve halkın
hoşnutsuzluğunu tahrik etmeden ihmal edilemezdi.
Mutlak
otoriteye sahip bir hükümdarı mecburiyet karşısında bırakan bir yasanın
mevcudiyeti ilk bakışta uygunsuz görünüyorsa da, hükümdarın devamlı endişe
kaynağı olan halkın baskısı altında bu yasanın ister istemez yürürlükte olduğu
hatırlanınca bu tabiî bir olay olur. Sarayının aşılmaz duvarları arkasında tek
başına yaşayan Hükümdar'ın ancak halka gözükmesi ile resmen mevcudiyeti
onaylanmış olur. Yine bu tedbir olmaksızın, endişe duyulan veya efendisinin
ölümünden sonra birkaç kişi ile devlete hâkim olacak kadar mahir bir Vezir'in,
her şeyi yoluna koyuncaya kadar durumu milletten gizleyebileceği de
düşünülebilir.
Sultan
Osman bir cuma günü halkın önüne çıkmadığı için en şiddetli şikâyetlere mâruz
kalmaktan kurulamayınca ertesi cuma, hastalığının sebep olduğu zafiyet
durumuna rağmen saraya en yakın cami olan Aya Sofya'da cuma namazına katılmak
mecburiyetinde kaldı. Dönüşünde at üstünde zor duran bu Hükümdar, sarayın
avlularını ayıran kapılarda tamamen bilincini kaybetti; başının üzerine bir
şal atıldı, götürüldüğü dairesinde bir müddet sonra son nefesini verdi.
Sadrâzam,
Şeyhülislâm ve devlet büyükleri derhal saraya gelerek Sultan Osman'ın ölümünü
teşhis ve Sultan III. Ahmet'ten kalan şehzadelerin en büyüğü olan III. Mustafa'yı
yeni Padişah olarak ilân ettiler. Aynı gün sarayın topları Sultan Osman'ın
ölümünü açıklarken, müezzinler ile tellâllar halka yeni Padişah'ın kim
olduğunu söylediler.
Kırım
Türklerinde mevcut olan yas Osmanlı Türklerinde uygulanmaz. Ölen ataları anma
şekli farklı olmasına karşılık, değişmeyen tek şey ölenlerin mümkün olduğu
kadar kısa zamanda toprağa verilmesidir. Genellikle ağır ve ihmalci olan bu
milletin yalnız bu konuda faal olduğu göze çarpmaktadır. Atalarına karşı son
görevlerini yapmak için ancak beş, altı saat beklerler; henüz hayatta olup da,
hayat fonksiyonlarının durduğu kimseleri canlı canlı gömmek ihtimali bile onları
durdurmaz.
Bu
garip aceleciliğe ilâve olarak, tabutun taşınması sırasında Türkler yine çabuk
davranırlar: Müslümanlar, bu törenin sonuna kadar ölenin ruhunu azap içinde
olduğunu kabul ederler.
Padişah'ın
cenaze töreni diğerlerinden, yüksek rütbeli subayların camiye gelmesi ile
farklılık gösterir. Alışılagelen geleneğe göre her Padişah bir cami inşa ettirir
ve ölümünden sonra türbesi onun bahçesine kurulur. Kısacası Türk hükümdarları
tebaları kadar kısa sürede toprağa verilirler.
Yeni
Padişahın babası Sultan III. Ahmed'in ölümünden beri geçen otuz yıl boyunca
III. Mustafa gereği gibi yetişememişti. Bu uzun süre esnasında sarayın içindeki
dairesinde hizmetindeki birkaç hadım ve cariye ile kapalı kalmış, ondan, sonra
tahta geçecek olan diğer şehzâdeler ile arasında fazla bir yaş farkı
olmamasından dolayı bir gün tahta geçebilme ihtimalini daima zayıf görmüştü.
Üstelik daha gerçekçi bir endişe onu her zaman meşgul etmişti. İki erkek
kardeşi imparatorluğa vâris bırakmamıştı. Halk son saltanat döneminde bu yüzden
hoşnutsuzluğunu belirtmişti; bu çeşit yeni endişeler veya yeni şikâyetler
hayatına mal olabilirdi. Daha eski devirlerde olsaydı, tahta yakın şehzâdelere
korkusuzca uygulanan bir yasanın kurbanı olurdu. Çekingenliği ve tıp eğitimi
yapması onu bu yasadan korumuştu.
Kardeşleri
gibi bu Hükümdar'ın da gayet kısa bacakları olup, ancak at üzerinde uzun boylu
duruyordu. İçkinin etkisine verilen solukluğu, zayıf gören iri gözleri, basık
burnu hiçbir canlılık ifadesi taşımadığı gibi, kabiliyet eksikliğini işaret
ediyordu. Buna rağmen değişiklik hevesi halkı onun lehinde bir davranışa itti.
Devlet büyükleri onu zayıf sanıyorlar ve üzerinde hâkimiyet kurmak için
dalkavukluk ediyorlardı. Millet de onu müsrif, sefahat düşkünü olarak kabul
ediyordu ve herkes yanıldı. Bu Padişah'ı onun kişiliğini ortaya koyan ortamda
göreceğiz; beni şereflendiren iyilikleri sayesinde mizacının ince farklarını
ortaya çıkarmak fırsatını buldum.
Tahta
çıkan bir Osmanlı Padişahı'nın ilk dikkat ettiği şey sakal uzatmaktır.[23] Sultan
Mustafa kılıç kuşanmak üzere ilk defa dışarı çıkacağı sırada sakalını siyaha
boyatarak bu konuda yeni bir adım attı. Kılıç, kuşanması demek, Türk
imparatorlarının taç giymesi, iktidara sahip olması demektir. Bu tören daima,
Haliç'in sonundaki, çömlekçiliği ve süt ürünleri ile ünlü Eyüp kasabasının
camiinde yapılır. Dokuzuncu gün her şey bu tören için hazırlanmış ve sabahın
erken saatlarından itibaren yeniçeriler, tören kıyafetleri içinde saraydan Eyüp
Sultan Camiî'ne kadar yollara dizilmişlerdi; ancak hiç birinde silâh yoktu ve
elleri kuşaklarında kavuşturulmuştu.[24]
Vezirler,
yüksek rütbeli subaylar, ulemâ sınıfı ve genellikle mevkileri bakımından
hükümete bağlı olan bütün memurlar, Padişah a refakat etmek üzere sabahın
erken saatında saraya gelmişlerdi. Padişah ve maiyeti yürüyüşe başlayınca biz
ve diğer daha az önemli kişiler düzensiz bir şekilde onu izlemeye başladık. Geçenlerin
hepsi ata binmiş olup, beğin durumuna ve meziyetlerine orantılı olarak yayan
at uşaklarına sahipti.
Ulemâ
sınıfına mensup olanlar sarıklarının iriliği ve atlarının haşalarının sâdeliği
ile dikkati çekiyorlardı. Fakat yüksek rütbeli subaylar sınıfında yeniçeri
Ağası ve maiyeti en zengin görünümü sağlıyordu. Atının etrafındaki bir sürü at
uşağından başka, kumandanlarının sağında ve solunda yayan olarak ilerleyen iki
sıra Çorbacı vardı[25] Sarı
çizmeli, elbiselerinin etekleri kuşaklarına sokulmuş, ellerinde beyaz sopalar
ve üzerinde büyük bir sorguç olan altın kakmalı miğferleri ile bu subaylar
tüylerden oluşmuş uzun bir yol teşkil ediyorlar; bu yolun sonunda da Yeniçeri
Ağası görünüyordu; ancak gerçekten garip olan şey, yeniçeri subaylarının
ortasında Ağa'dan birkaç adım ötede yürüyen Asçıbaşı'nın kıyafeti idi: gümüşten
iri çivilerle süslü siyah meşinden gayet büyük bir gömlek, onun altında da
yine meşinden enli bir korse, iri çengelli kuşağının arasına, kabzalar:
Aşçıbaşı'nın yüzünü örtecek derecede büyük iki bıçak yerleştirilmiş, gümüş bir
zincire asılmış, kaşıklar, taslar ve diğer mutfak eşyaları adamın yürüyüşünü
zorlaştırmıştı. Üzerindeki yükler Aşçıbaşı'yı o kadar hareketsiz yapmıştı ki,
böyle giyinmesi gerektiği her seferinde yanına yardımcı olarak iki yeniçeri
veriliyordu.
Bâb-ı
âli'deki önemli kişilerden biri olan Çavuşbaşı, başlarında devekuşu tüyünden
sorguç taşıyan kapıcılarının önünde ilerliyordu. Bostancıbaşı da, ellerinde
sopaları, bir örnek kırmızı kumaştan üniformaları ile düzgün bir görünüm sağlayan
bostancılarının önünde yürüyordu İmparatorluğun bu yüksek subayları, sokakların
sağında ve solunda dizilmiş olan yeniçerileri selâmlıyorlar, onlar da eğilerek
bu selâma cevap veriyorlardı; ancak, tören alayında yer alan Padişah'ın sarıklar;
geçerken eğilerek selâm vermeleri çok daha saygılı oluyordu. Üzerlerinde
sorguçları da olan bu iki sarık, önceleri Padişah'ın ara sıra sarığını
değiştirmek arzusundan meydana gelmiş, ancak sonraları bir debdebe ve gösteriş
aracı olmuştu.
Altın
yaldızlı gümüş tepsiler içine yerleştirilmiş ve iki süvarinin sağ ellerinde
taşınan bu sarıklar, sağda solda dizilmiş yeniçerilere doğru hafifçe
eğdiriliyor, yeniçeriler de yedi sekiz defa eğilerek padişahlarının sorgucunu
selâmlıyorlardı.
Tasviri
zor olduğu kadar seyretmesi ilgi çekici olan bu yürüyüş de, birincisi satenden,
ikincisi düz kumaştan beyazlar giyinmiş Sadrâzam ile Şeyhülislâm, etraflarında
adamları, önlerinde seçme atları ve Sadrâzamın Şartları[26] yanyana gidiyorlardı. Sadrâzam'ın yanında,
küçük zincirlerle bezenmiş gümüş sopalarını sallıyan Alay-çavuşları
bulunuyordu. Kaba bir şekilde yapılmış, fakat gayet zengin döşenmiş kapalı bir
araba Şeyhülislâmın arkasından geliyordu. Şeyhülislâm yorulduğu takdirde bu arabaya
geçecekti.
Onlardan
hemen sonra iç muhafızların kumandanları, büyük ve küçük imrahorlar, onların
önünde de Padişah’ın küheylânları ilerliyordu, üzerlerinde gayet kıymetli
haşalar, alınlarında da balıkçıl kuşu tüyünden sorguçlar bulunan bu atların ancak
başları açıkta kalmıştı: ayrıca belen üzerinde tutturulmuş tuğlar, kalkan ile
örtülmüş kolana bağlı bir kılıç ve gürz taşıyorlardı. Hayvanların başlarına
bağlı yularlardan tutan iki yayan at uşağı tarafından sevkediliyorlardı. Hemen
arkalarından çapraz bağlanmış kılıçları, ellerinde beyaz sopaları ile iki sıra
Haseki[27],
altın yaldızlı miğferleri ve uzun mızrakları ile Zülüfçüler[28]
ilerliyordu. Gümüş baltalı desteler taşıyan Peykeler, ortalarında Padişah'ın
atıyla tek başına ilerlediği, geniş sorguçlu kıymetli miğferli yay ve sadak
taşıyan Solakların[29] arkasında
yer alıyorlardı. Padişah’ın sorgucu bu muhteşem alayın üzerinde sallanıyordu.
Tuğlar Hükümdar'ı gözlerden saklamadan önce yeniçeriler büyük bir saygı içinde
eğildiler; Padişah da sağa ve sola başını hafifçe eğerek selâm vermeğe dikkat
ediyordu.
Sayısız
Çuhadar Padişah’ın çevresinde ve peşinde ilerliyordu. Bunlar aynı zamanda,
Türkler içinde altından boy elbisesi giymiş tek kişi olan ve Padişah'ın
kılıcını omuzunda taşıyan Silâhdar Ağa'nın çevresini de sarmışlardı.
Halka
para dağıtan ve alayın son ferdi olan Haznedâr Ağa'nın[30]
hemen önünde Kızlar Ağası vardı. Padişah'ın dışarıya yaptığı gezilerde daima
önünde giden Kapıcılar Kâhyası ile Bostancıbaşı, saraya dönüşte ilk avluda
inecekleri için yaklaştıklarında adımlarını hızlandırdılar, Hünkâr'ın atı
önünde yere kapandılar, sonra onu ikinci avluya götürerek yere inmesine yardım
ettiler.
Eski
efendisini gömen yenisinin tahta geçmesine nezaret eden Koca Râgıp Paşa, Sultan
Mustafa'nın cahil olmasına rağmen sanıldığı kadar az faal olmadığını ilk
farkeden oldu ve Padişah'ın meselelerle uğraşmaya ihtiyacı olduğunu anladı. Bu
Sadrâzam'ın mizacını yenilenmesi hususunda efendisini zalimce kışkırtmasını ve
o yasaların uygulanmasında gayet sert davranmasını işitmek bizler için
şaşırtıcı olmadı; bu şekilde Padişah'ın bilgisizliğini yönetmeyi ve aşırı
otoritesini halka kabul ettirmeyi hedef tutuyordu.
Bu
otoritenin ilk etkileri aşırı bir şiddet ve vahşet ile kendisini gösterdi.
Tellâllar yasanın yürürlüğe girmesini ilân etmişlerdi ki kıyafet değiştiren
Padişah ile irâdesine karşı gelenleri idam etmeye hazır adamları Rumlara,
Ermenilere ve Yahudilere yasak olan renkte elbise giyenleri cezalandırmaya
başladı. Merhametli bir Türk'ten aldığı sarı çarıkları giyen zavallı bir Hıristiyan
Padişah tarafından tutuklandı ve bu özür hayatını kurtarmaya yetmedi. Her yeni
gün değişik vahşet manzaraları sunuyordu.
Türkler
de yasa kapsamına alınmışlardı, her sosyal tabakaya göre kullanılacak kürkler
tesbit edilmiş, elbise şekilleri ve kadınların saç sekli. sınıflandırılmıştı. Avrupalılar
ancak kendi elbiselerini giyerek bu yasanın kapsamı dışında kalabiliyorlardı.
Bu sayede elçileri, adamlarının kırbaçlanmasını görmek hakaretinden kurtarmış
oluyorlardı.
Bu
arada iki kederli olay bu eziyetin tesirini azalttı; ancak daha fecî
felâketler gören istibdat altında yaşayan halk, daha önce çektiklerini unutmak
fırsatı bulur; bu hususta aklıma gelen bir şeyi de söylemeden geçmeyeceğim:
İstanbul'da herhangi bir kimseye yaşı sorulursa, daima büyük veba salgını veya
kıtlık veya bir isyan veya bir büyük bir yangın yılından bahsedilerek yaş
açıklanır.
Hacıları
götüren kervan Şam yolunda iken Padişah'ın donanması da Ege denizinde vergi
toplamakla meşguldü. Donanmanın subayları ve levendlerinin büyük kısmı karada
iken gemideki tutsakların isyan çıkararak bir kısım gemileri Malta'ya
kaçırdıkları haberi ile Mekke yolundaki hacı kervanının çöl Arapları tarafından
saldırıya uğradığı haberi aynı zamanda İstanbul'a ulaştı. Her iki felâketten
yararlanan gurur ve taassup artık hiçbir tedbiri umursamaz oldu ve sarayın
hayretten donup kalması halkın küstahlığını arttırdı, Padişaha dil uzatmalar,
çifte felâketten onu sorumlu tutan sözler sarfedilmeye başladı.
Ortak
bir elemin sonucunda kurulu düzeni tehdit eden her şeye karşı hassas olan mahir
Sadrâzam Koca Râgıp Paşa bir müddet sonra halkın dikkatini başka bir mesele
üzerine çekmek için bir bahane aradı. Hâlâ etkilerini sürdüren kıtlık ona
gerekli bahaneyi sağlıyordu. Yiyecek getiren gemilerin denizde tehlikelerle
karşılaşmasını önlemek maksadıyla Anadolu'da deniz trafiğine açık bir kanal
açmak tâsarısını halk arasında yaydı. Bu iş için, yarı yolda bulunan ve çeşitli
ırmaklarla beslendiği için her zaman tükenmeyen suya sahip olan bir gölden de
istifade ederek Sakarya nehri İznik şehrine bağlanacaktı. Bâb-ı âli tercümanı
resmî görevle M. De Vergennese gelerek beni istetti; Bâb-ı âliye giderek bu
tasarı hakkındaki düşüncelerim alındı: aynı zamanda bazı vezirler kanalın
yapılacağı yerlerde keşif için geziye çıkmışlardı; ancak sadece uyanan
hoşnutsuzlukları ortadan kaldırmak için ortaya atılan bu tasarı kısa zamanda
unutuldu.
Bu
mesele dolayısıyla, geldiğimden beri gözlediğim Türklerin bilgisizliği
hakkında bana yeni deliller verdi. Bâb-ı âli'ye gelir gelmez, söylediğine
göre, bu işlerde çok usta biri olan bir Rum bana takdim edildi. Ona tesviye
işlemi hakkında sorular sorduğumda bana bakır bir harita âleti ile çalışacağını
bildirdi; bütün gayretime rağmen bu âleti hayranlıkla seyredenlerden onu
tetkik etme fırsatı bulamadım.
Hacı
kervanındaki zavallılara gelince onları şehit ilân ettiler ve Malta'dan Fransa
krallığının iyiliği sayesinde satın alınıp Türkiye'ye iade edilen
Türkler ile Amiral sancağı[31] bir
müddet sonra İstanbul'da sükûneti sağladı.
Bu
arada mutlu bir tesadüf sonucu Padişah’ın meşguliyeti tasarruf yasalarından
başka bir alana kaydı. Tedavüldeki paralar ile hazine hesaplarının sayımı onu
tamamen meşgul etti. Ayrıca hareminin aşırı masraflarında kısıntıya gitti,
kadınların yıllık harcamalarını sınırladı.[32] Yine
bu dönem sırasında, Sadrâzam'ın eline geçen Vakıflar idaresini kaybeden Kızlar
Ağası'nın görevinin önemi bir hayli azaldı; fakat, bir gözdesi tarafından
Padişaha tavsiye edilen ve hükümdar için tehlikeli olan bir borsa oyunu
paraların değerini o derecede düşürdü ki, bugün Türkiye'de faaliyet gösteren
kalpazanlar halkın lehine çalışmaktadırlar; hangi çeşit alaşım kullanılırsa
kullansınlar, Padişah'ın sikkeleri daima piyasaya sürdükleri paraların değeri
altındadır.
Bu
düzen sayesinde imparatorluğun gelirleri artamadı. Eyaletlerde hüküm süren
paşalar aynı zamanda çiftçi olduklarından az zarara uğramadılar. Padişah'ın
gözü, onların yağmaladığından daha fazla pay koparmak üzere daha dikkatli
olmuştu.[33]
Cezalar birbirini kovalarken, zengin görünme korkusu sadece israfı önledi.
Tedavül
sistemi tarafından tahrip olan ticaret, en büyük düzensizlikleri doğuran bir
nevi cansızlık içine düştü. Zanaatkârlar iş yapamaz duruma geldi, ihtiyaçların
karşılanmamasına bir de işsizlik eklenince halk suça itildi. Yağma umudu ve
zenginlerden intikâm alma duygusu yangınları çoğalttı.
Yangın
çıkaranların kullandıkları kundak denilen şey, çam tahtası içine yerleştirilmiş
kav ve kükürtlü maddelerden ibaretti. Açık gördükleri kapıların veya pencerelerin
içine gizlice koydukları kundağı ateşledikten sonra bir yere gidip
saklanıyorlardı. Evlerin tahtadan yapıldığı ve çam yağı ile boyandığı bir
şehirde bu kundak bazen en korkunç yangınların çıkmasına yetiyordu. Böylece
bozguncu yakmak istediği evleri kısa zamanda kül hâline sokuyordu.
Mal
sahiplerinin uyanıklığından kaçan ve kundakçılara yarar sağlayan bu çare,
şehirdeki diğer tabiî yangın sebepleri ile birleşerek bir müddet sık sık alarm
verilmesine sebep olmuş ancak saraydaki kadınlardan birinin gebe kalması
üzerine ticaret hayatının yine eski canlılığını kazanması sayesinde
kendiliğinden ortadan kaybolmuştu. Benzer fırsatlarda hazırlanan alışagelmiş
armağanların bulunmasına başlandı, bütün düşünceler iki saltanat döneminden
beri yapılmayan donanmalara[34]
eğildi, insanların meşgul olması, süresini bu olayın tayin ettiği geçici bir
sükûnet sağladı, üstelik Padişah'ın otoritesi de sağlamlaştı. Nitekim, doğacak
çocuğun cinsiyeti ne olursa olsun tahta bir vâris geliyordu. Daha neşeli olan
Sultan III. Mustafa, etrafı memnun bırakacağından emin bir tarzda halk arasına
çıktı. Dağıtılan bir miktar para halkın kanısını ve teveccühünü çekmeye
yetti. Masrafa girmek lütfûnda bulunmak ve bir az da mahirâne davranmak
kaydıyla kamu oyunu elde etmek her zaman mümkündü.
Murad
Molla'nın bu hususta bazı ziyanları olmuştu; halkı gereği gibi idare
etmemişti. Onun mevkiinde bulunan bir kimsenin halkı göz önüne alması gerektiğini
aksi takdirde daha yüksek mevkilere çıkamıyacağını dostları ona hatırlatmıştı;
işte bu yüzden ve aynı zamanda efendisinin teveccühünü kazanma arzusundan
Murad Molla Büyükdere çayırında halkı heyecana getiren olayla ilgili olarak
bir eğlence düzenledi.
Bir
milletin alışkanlıkları ve gelenekleri üzerinde gerçek bir manzara sunduğundan
bu eğlencenin ayrıntılarına girmek benim için yararlı olacaktır.
Birbirlerinden
kırk adım uzaklığında iki büyük sırık arasına bir ip gerilmişti. Bu ip
üzerine, uçlarına, ışıkları ile aydınlatılması düşünülen eşyaları gösteren
camdan kandiller asılı sicimler bağlanmıştı; Padişah'ın tuğrası, gemisinin
resmi, Kur'an'dan alınan bazı kelimelerden ibaret bu şekiller eğlencelerin
sürdüğü üç gün boyunca çayırı süsledi; bu arada ip canbazları, Yahudi
komedyenlerden meydana gelmiş bir topluluk, rakkaseler geceleri geç vakte kadar
halkı eğlendiriyordu. İlgimi en fazla çeken şey, yüksek çubuklar üzerine
oturtulmuş, katranlı paçavralar ve çam yağı ile yanan yirmi kadar demir
mangalın yaydığı ışık oldu.
Bu
hüzünlü şamdanlar, merkezde bulunan oyuncuları ve Murad Molla'nın çadırları
ile seyircileri aydınlatmak üzere daire şeklinde dikilmişti. Bu aydınlık
dairenin dışında kalan ışıklı yer eğlencelerin mahiyetini bildiren tabelâ idi.
On adım
yüksekliğinde, kara tabanlı kenarı üç adım olan ve üzeri bir perde ile kapalı olan
bir nevi kafeste kadın kılığında Yahudi aktörlerden biri yer alıyordu. Genç
Türk kıyafetine bürünmüş diğer bir Yahudi içerdeki kadına sözde âşıktı; aptal
görünüşlü bir uşak, hafifmeşrep görünen kadın kılığında diğer bir Yahudi aktör,
aldatılan bir koca ve herkesin gördüğü diğer figüranlar temsili meydana getiren
kişilerdi. Ancak önceden tahmin edilemiyen şey temsilin nasıl son bulacağıydı;
herşey ortaya serilmiş olup, seyircinin muhayyilesine iş bırakılmamıştı; oyun
oynanırken ezan sesi duyulursa seyirciler Mekke yönüne dönüyorlardı; tasviri
güç olan bu manzaranın daha başka bir şekilde açıklanamıyacağı düşünülürse,
sürekli maskaralık ve kısa süreli sofuluk olarak gözler önüne serilen bu garip
topluluktan yeterince bahsettiğim anlaşılır.
İki
temsil arasında, beceriksiz ip canbazları, acemi güreşçiler, kaba maskaralıklar yer alıyordu Her adımlarında,
ne de hareketlerinde zarafet olan canbazlardan on iki yaşlarında bir, kız
çocuğu, Türkleri karakterize eden meziyetlerinden dolayı takdir topladı; ender
raslanan bir hafiflikle dansını bitirdikten sonra, seyircilerde uyandırdığı
hoş düşüncelerin bedelini toplamak maksadıyla defiyle dolaşıyor, Murad
Molla'nın yakını olan Türk beğleri beğendiklerini belli etmek için kızın alnına
altın paralar yapıştırıyorlardı. Hareketlerinde hiç de olağanüstü bir özellik
olmayan bu kızın topladığı paraların tutarı on iki keseyi[35]
buldu.
Her
türlü kuralın dışına çıkıldığı umumî eğlenceler dışında bu aktörler düğünlere
veya özel eğlencelere dâvet edildiklerinde evlerde gerçek meziyetlerini ortaya
koyarlar. Bu değersiz maskaralar yalnızca ya kadınlardan, ya da erkeklerden
meydana gelmiştir; kadınlardan oluşmuş topluluklar haremlerde verdikleri
gösterilerde, daha önce diğer topluluklarda bahsettiğimiz gibi ilgi ve
saygısızlıkla karşılaşırlar; ancak Türklerin sık sık başvurdukları en yaygın
eğlence şekli musikîdir.
Savaş
musikîsi olarak çalınan şey muazzam davullara vurulan tokmaklar, canlı ve
berrak sesli nakkareler, bunların yanında duyulan cırlak sesli klarnet ve
trompetlerdir. Ortaya çıkan ise bütün tonların zorlandığı dehşetli bir
havadır.
Oda
musikîleri ise aksine çok hoştur; önceleri bize garip gelen yarım tonlardan
ibaret teksesli melodiler, Türklerin şiddetle etkilendikleri melânkolik bir hava
taşırlar. Avrupa'dan aldıkları üç telli bir keman ile violedamore, ney, uzun
saplı bir nevi mandolin olan madenî telli tambur, kaval ve tef bu orkestranın
âletleriydi. Musikişinasların bağdaş kurarak odanın bir ucunda, yazılı olmayan
melodili veya canlı havalar çalması esnasında dinleyiciler büyük bir sessizlik
içinde çabuklarını tüttürürler.
Aşırı
bir afyon alışkanlığına tutulan Türkler bir nevi kemik hastalığna yakalanırlar.
Devamlı sarhoşluk hâlinde yaşamaktan başka bir şey düşünmeyen bu insanları,
bilhassa İstanbul'da Tiryakiler Çarşısı denen yerde görmek ilgi çekicidir.
Akşama
doğru Süleymaniye Camiî'ne çıkan yol ağızlarında, soluk yüzleri, uzamış
boyunları, eğik kafaları ile acımadan başka bir şey ilham etmeyen bu tiryakileri
farketmek mümkündür.
Caminin
inşa edildiği alanı çevreleyen duvarlardan biri boyunca bir sürü küçük dükkân
sıralanmıştır. Her dükkânın önünde, aralarında geçit olan asma çardakları
mevcuttur; bu sayede dükkân sahipleri, geçişi rahatsız etmeden müşterilerini
ağırlayabilirler. Tiryakiler yavaş yavaş gelirler ve her zamanki ihtiyaçları
olan dozda afyonlarını alırlar. Afyonlar zeytin iriliğinde taneler olarak
dağıtılır, içlerinde en fazla alışkın olanlar bir defada dört tane birden
yutarlar, üzerine soğuk su içerek, üç çeyrek veya bir saat sonra gelecek olan
hayâl âlemini beklerler; her biri hayâl âlemine dalarken çok değişik, fakat o
derecede garip ve eğlendirici hareketler yapar. Bundan sonra olanlar büsbütün
ilgi çekicidir; evlerine dönerlerken tamamen zihinleri dağınıktır; ancak aklın
sağlayamayacağı kadar bir mutluluğun dopdolu neşesi içindedirler. Yanlarından
geçenlerin gürültülerine karşı bütünüyle sağır kalırlar; arzuladıkları, hayâl
ettikleri her şeye sahip olmuş gibi bir hâlleri vardır.
Benzer
manzaraları özel evlerde ev sahiplerinin tertiplediği âlemlerde görmek
mümkündür. Ulemâ sınıfına dahil kişiler bu çeşit âlemlerin baş müşterileri
olup, aşırı şarap içerek daha iyi sarhoş olmayı bulmadan önce bütün dervişler
de afyon müpteâsıydılar.
Türkiye'deki
bu bir nevi rahip olan dervişler birbirinden çok farklı iki kısma bölünürler.
Aralarındaki farklılık kurucularının koydukları kurallardan ileri gelir.
Mevlevî dervişleri hoş bir müziğin tatlı nağmeleri ile dönerek, dönmenin
sağladığı kutsal bir sarhoşluğa gömülürler, bu şekilde dönme alışkanlığı
onlara istedikleri sarhoşluğu sağlayamazsa, bunu meyhanelerde ararlar. Tahta
tepen adı verilen dervişlerin kuralları daha hüzünlü ve daha vahşidir. Birbirlerinin
peşinden tekkelerinin çevresinde, yüksek sesle Tanrının adını zikrederek,
davulun temposu ile dönerler; bir müddet sonra davulun temposu o kadar
şiddetlenir ki, hepsi nefes nefese kalırlar, içlerinden en dayanaksız olanları
sonunda kan kusarlar. Çevrelerine her zaman ürkeklik ve hüzün yayarlar ve bu
dervişler kurallarının kutsallığına o kadar inanmışlardır ki, insanları daima
nefretle, küçümseyerek süzerler.
Türkiye'de
kırlarda dolaşan başka dervişler de bulunur: onlarla ormanda karşılaşmak az
mahzurlu değildir; din kisbesi altında daima işi sofuluğa vururlar.
Bu dervişlerden,
genel bilgisizlikten faydalanacak kadar cüretli olanları kendilerini adetâ
peygamberleştirirler. Tesadüfen ileri sürdükleri kehanetler gerçekleşirse
Evliyâ olarak kabul edilirler ve büyük itibar görürler; fakat içlerinde,
başarısızlıklarından dolayı deli diye adlandırılanlar hiç bir yere sokulmazlar.
Bunların arsızlığına karşı hiç bir şey engel olamaz; dillerinden düşürmedikleri
Allah kelimesi ile hurafelere inanan halkı sindirirler; bir seferinde Sadrâzam
ile gizlice görüşme yaparken ve devletin büyükleri uzakta dururken bunlardan
biri geldi ve Sadrâzam'ın yanına oturdu. Halkın taassubu en aydın kişileri de
kendi kurallarına uydurmaya zorlar; en güçlü Türkler bile bu tip adamlardan
ancak para vererek geçici olarak kurtulurlar, aslında verilen para onları daha
can sıkıcı ve daima küstah yapmaktan başka bir işe yaramaz.
Türklerin
çoğunluğundan daha aydın bir kişi olan Koca Râgıp Paşa belki cehaleti yıkmak,
belki de arkasında edebiyata karşı olan zevkini ispat edecek bir eser bırakmak
maksadıyla kendi parasıyla bir halk kütüphanesi kurmuştu: o ana kadar bir halk
kütüphanesi İstanbul'da mevcut değildi. Sadrâzam o zamana kadar topladığı bin,
bin iki yüz kadar Arapça ve Farsça yazma eseri kütüphaneye bağışladı: kitaplar,
kubbeli değirmi binanın altında koni şeklinde yerleştirilmiş raflara dizildi.
Bir görevli kütüphanenin yönetimi ile meşguldür; halk kütüphaneden ancak
belirli saatlar içinde istifade edebilirdi, Râgıp Paşa binanın bakımını
üzerine almıştı; aslında, okuma ve yazma meziyetini sınırlayan dil zorlukları
olduğu müddetçe Türklerin gerçek anlamda eğitilmeleri mümkün değildir.
Baskı
tekniği bu sınırları genişletebilir: İbrahim Efendi adında biri, yazma eserleri
çoğaltmaya yarayan bu sanatı Türkiye'ye getirmiştir; hattâ birkaç eser basmış,
ancak, en fazla alıcısı olanları seçtiği halde basım miktar zayıf kalmıştır.
Nitekim daha ilk bakışta bilgin olarak kabul edilenlerin meziyetlerini bir hiç
yapan bir sanattan nasıl başarı beklenirdi? Karşı çıkanlar hem dâvâcı hem
yargıç oldular; matbaa, düşünceler arasında bir bağlantı olmak mükemmelliğine
erişemeden nefretle karşılandı; İbrahim Efendi dükkânını kapattı.
Râgıp
Paşa da, çeşitli zorluklar, yendiğini iddia ederek gururlanan bu sahte ilimden
uzak değildi. Harfleri çözülmesi mümkün olmayan tarzda okumaktan hoşlanıyor,
her şeyden çok kelimeler üzerinde oyun yapmaktan zevk alıyordu. Ona ait olduğu
ileri sürülen bu türde çeşitli yazılara rastladım, ancak kelimeler tamamen
eski dile ait olduklarından tercüme etme imkânı bulamadım.
Türkleri
kötü bir şekilde etkileyen bütün boş inançlardan doğuştan sahip olduğu irade
gücü ile kurtulmuş olan bu Sadrâzam en merhametsiz şeylerde bile neşelenecek
bir taraf’ bulurdu. İslâmiyetin onu alaylarının dışında olmadığı kolayca
düşünülebilir. Bir gün bir Avrupalı Bâb-ı âli'ye gelerek, hareketlerle
kendisinin Alman olduğunu, fakat İslâm olmak istediğini belirtti. Derdini tam
olarak anlamak için birinin yardımına gerek olduğu gibi, bir Avrupalının din
değiştirmesi için resmî bir tercümana ihtiyaç olduğu hakkında bir yasa maddesi
de mevcuttu. Alman elçiliğinde bulunan bir tercüman hemen çağrıldı ve
Dantzig'de doğan bu Alman'ın İslâmiyet'e geçmek için İstanbul'a geldiği öğrenildi.
Gerçek sebebi öğrenemeyen Râgıp Paşaya bu açıklama tarzı garip geldi; yeniden
sorguya çekilen Müslüman adayı gayet sofucasına Hz. Muhammed'in kendisine
göründüğünü ve onu İslâmiyet’e ait bütün lütûflardan faydalanması için buraya
çağırdığını itiraf etti. Bunun üzerine Sadrâzam, işte garip bir kaçık! dedi.
Hz. Muhammed Dantzig'de ona görünmüş! Hem de bir kâfire! halbuki ben yetmiş
yıldır beş vakit namazımı kaçırmadan yaparım, bana bir kere olsun görünmedi.
Tercüman, ona de ki, cezasız kalmadan beni aldatmak mümkün değildir; muhakkak
anasını, babasını katletti, eğer 'bana gerçeği söylemezse onu asacağım. Bu
tehditten dehşete düşen Alman, Dantzig'de bir okulda öğretmen olduğunu, bir
müddet sonra can sıkıcı kuşkular uyandırmak talihsizliğine uğradığını, eğitimi
kendisine emanet edilen çocukların aileleri tarafından şiddetle tenkit
edildiğini, sonunda mahkemenin kendisini cezalandırmak için toplandığını,
İstanbul’da böyle bir mesele için bu kadar fazla gürültü çıkarılmadığını öğrenerek
buraya gelmeğe karar verdiğini ve niyetinin Türk çocuklarını eğitmek olduğunu
itiraf etti. Sadrâzam çevresindekilere dönerek, buna kelime-i şehadet getirtin
sonra din hakkında bilgiler alması için bir mollanın yanına verin, dedi; İkisi
birlikte yaşamak için yaratılmışlar, mollaya gönderdiğim bir arkadaştır; ancak
mahalle imamını da yanlarına yollayarak her ikisine birden hiç bir dinin
yaptıkları şeylere izin vermiyeceğini anlattırın.
Türk
imparatorları tarafından cami inşa ettirmek ve vakıf tesislerinin kurulması
için paraca yardımda bulunmak geleneği o kadar yaygınlaşmıştı ki İstanbul'da
açık bir alan bulmak son derece zor oluyordu. Sultan I. Mahmut Üsküdar'da bir
cami inşasına karar vermişti; ansızın ölünce Sultan III. Osman bu camiyi
bitirtti. Buna rağmen Sultan III. Mustafa inşa ettirmek istediği cami için
İstanbul'da gayet geniş bir arsa buldu; yıktırılacak evlerin zararını kapatmak
için Marmara kıyısında surların hemen bitiminde yeni bir mahalle kurulmasını
emretti.
Mimarların
bilgisizliği uzun zaman başarısızlıkla denizin dalgalan ile mücadele etti;
yerinde yapılmış harcamalarda gerçek tasarruf olduğunu bilen tutumluluk
sonunda işten vazgeçmek zorunda kaldı. O zamana kadar israf edilen altınlar hiç
bir işe yaramadı; yeni masraflarla, bu sefer yalçın kayalıklar üzerinde inşa
başladı; bu yeni çare ile teşebbüs başarıya ulaştı ve eser gözler önüne
serildi.
Caminin
yapılacağı alanda yıktırılan evlerin sahipleri yeni evlerde kiracı oldular ve
o padişahın saltanat döneminde bitirilen mâbedin bakıcı olarak devlet
hizmetine alındılar. Bu tasarının uygulanması sırasında. evlerin satın
alınması, sahiplerinin çıkarı veya dinî hevesleri bakımından Sultan Mustafa'ya
hiç de aykırı gelmedi, Osmanlı hükümdarları içinde en büyük olan Kanunî Sultan
Süleyman benzer bir durumda o kadar mutlu olamazdı; Türkiye'de mülkiyet
hakkının değeri üzerine bana yeterli fikir verdiği için bu konu üzerinde
durdum.
Süleymaniye
Camiî'nin yeri tesbit edildiğinde, inşa yapılacak arsanın tam ortasında evini
hiç bir surette satmak istemeyen bir Yahudiden başka kimse yoktu. Çok büyük
paralar teklif edilmesine rağmen Yahudi kararından vazgeçmiyordu.
Padişahlarının önünde bütün dünyanın eğilmesine alışmış olan devlet büyükleri,
Yahudinin idama götürülürken evinin yerle bir edilmesini bekliyorlar, bu kararı
önceden tasvip ediyorlardı. Ancak insan ile hükümdarı ayırdedebilen ve kişisel
küskünlüklerini otoritelerine dayanarak çözümleme yoluna gitmeye hükümdarlara
ne mutlu! Ne mutlu. dâvâlarını adaletin hükmüne bırakan, ve çevresindekilerin
yargılarına değer vermeyecek kadar büyük bir ruh taşıyan hükümdarlara!
İşte
Sultan Süleyman böyle bir insandı; yasayı çağırmak için tahtından indi;
şeyhülislâma yolladığı mektubunda şöyle diyordu; bir adam Tanrı adına bir mâbed
inşa ettirmek istemektedir; arsanın sahibi olan Müslümanlar böyle bir kutsal
göreve katılmak için mülklerini satmaya seve seve razı oldular, ancak bir
Yahudi bütün teklifleri reddederek arsasını satmıyor; bu adam nasıl bir ceza
hak etmiştir? Şeyhülislâm cevabında, hiçbir cezayı haketmemiştir, zira kişiler
arasında fark olmadan bütün mülkiyetler kutsaldır; böylesine kutsal bir yasayı
çiğneyerek Tanrı adına bir mâbed inşa edilmesi doğru olamaz. Yasa, çocuklarına
belki ilerde israf edilecek bir arsayı bırakmak isteyen Yahudi'nin arzusuna
uygundu; ancak padişahlara tanınan bir hakka göre hükümdar ihtiyacı olan her
evi kiralıyabilirdi. Bu yüzden Yahudi ve mirasçılarını kapsayacak bir kontrat
yapılması, mülkiyetin korunması ve ancak ondan sonra evin yıkılarak yerine
caminin yapılması uygundu. Şeyhülislâm'ın fetvası kelimesi kelimesine
uygulandı.
Cami
vakıflarına genellikle mahalle çocuklarının Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmeleri için
okullar açılırdı. Bir çok zengin sofu Müslümanlara kıblenin yerini göstermek
bakımından Namazgahlar ve çeşmeler inşa ettirir. Özellikle taşrada bu çeşit
eserlere çok daha sık rastlanır. Dinî inancın aşırılığı bunların sayısını
arttırmıştır; günâhlardan arınarak sevap işlendiği sanıldığından gücü yeten
herkes benzer eserler yaptırır.
Yüksek
mevkileri işgâl eden kişiler kusurlarını bağışlattırmak için daha pahalı
usûllere başvururlar: Padişah'ın teveccühünü kazanmak üzere yapılan çabalar,
açgözlülüğü, ihtirası ve kuşkuyu dâvet eder, bunların sonunda da, genellikle
çok yanlış sonuçlara varan türlü tahminler yürütülür. Çabaların içinde en ucuzu
olanı Padişaha hoşuna gidecek bir cariye armağan etmek ve bu cariyenin eski
efendisinin lehinde nüfuzunu kullanacak kadar hatırşinas olmasını beklemektir.
Kaynanamda Hünkâr'ı eğlendirmek üzere Esmâ Sultan'a yollanacak Gürcü
cariyelerden birini gördüm; benim üzerimde 18 yaşına henüz varmış bir kız
görünümü uyandırdı; gayet iri kara gözleri ile her yerde dikkati çekeceğinden
emin oldum; ancak gözlerinde hiç bir canlılık ifadesi olmadığı gibi çektiği
sürme fazladan bir güzellik katmıyordu.
Bütün
Asya'da son derece meşhur olan ve kullanılan bu ecza hakkında tenkitte
bulunmak istemiyorum: bu, o kadar ince, o kadar uçucu siyah bir tozdur ki,
içinde bulunduğu şişenin kapağına takılı pirinçten tele kolaylıkla yapışın
Sürmeyi kullanmak için sap görevi gören kapağından tutarak teli şişenin
kenarlarına değdirmeden çıkarmak gerekir. Bu telin ucu gözün pınarcığına
değdirilir, göz kapakları kapatılarak tel hafifçe şakaklara doğru çekilir,
böylece kirpiklerin içinde meydana gelen siyah çizgiler gözlere, daha önce
sahip olmadıkları ve Türklerin zarif bulduğu sert bir görünüm kazandırır.
Asıl
işin ilgi çekici tarafı, özellikle yaşlı erkeklerin de bu süsü
uygulamalarıdır. Sürmenin kullanılması çok yaygındır. Ona, görüşü
kuvvetlendirme özelliğinin yakıştırıldığı bir gerçektir; ancak, sürmenin
etkisinin görüşü tatmin etmediği de bellidir.[36]
Güzellik
bakımı veya süsleme ile ilgili her şey bu ülkede büyük bir istekle kabul görür,
İstanbullu zengin Rumlar bu şarlatanlığın tek sahibidirler. Cildi taze tutmak
sanatları, cildin tazeliğini kaybetme ânını hiç bir zaman geriletmemiştir:
hattâ bu çabaların Türkiye'de cild güzelliğinin bozulmasını çabuklaştırdığı
iddia edilebilir. Özellikle aşırı derecede kullanılan buhar banyoları, sülime[37] ilâcından
daha süratle cildi tahrip etmektedir.
Buhar
banyolarını ayrıntıları ile vererek, etkilerini görmek suretiyle sonuçları
üzerinde bir fikir yürütme yapılabilir.
Üstlerinde
dama tahtası gibi pencereleri bulunan kubbelerle kapalı, içi mermer döşeli
tuğladan yapılmış yanyana iki odacık vardı. Bu odalarla ev arasında, soyunmak
için hazırlanmış olan bir oda bulunurdu. Şasili, keçe geçirilmiş çifte kapılar
banyonun birinci ve ikinci kısımlarını kapatırlar. Dışa açılan bir yeraltı dehlizi
ocak görevi yapar. Yeraltı dehlizinin hemen tavanı üzerinde, hamamın tam altına
gelen kısımda odunla ısıtılan bir kazan kaynar; kazandan çıkan ve duvarın içine
gömülü olarak kubbenin üzerinden havaya açılan borulardan devamlı olarak buhar
geçirilir. Yine duvar içine gizli borular bir su- deposundan gelerek hamamın
içine musluklar vasıtasıyla soğuk su verirler. Gayet güzel parlatılmış küçük
peykeler, yıkanırken oturmak için yapılmış olup, mermere oyulmuş ince su
yolları dökülen suların akıp gitmesini sağlar.
Kullanmadan
yirmi dört saat önce ısıtılmaya başlanan bu özel hamamlar, açıkladığımız
sistem sayesinde öyle bir dereceye ısıtılırlar ki, dış odada tamamen
soyunulduktan ve tabandan gelen ısının ayakları yakmaması için kalın nalınlar
giyinildikten sonra birinci odaya geçmeden önce iki kapı aralığında ciğerleri
genişletmek için uzun zaman beklemek gerekir; bu iş tamamlandıktan sonra,
aynı tedbiri almadan kazanın bulunduğu ikinci odaya da girmek mümkün değildir;
dışarının havası birinci odaya göre neyse, bunun havası, da ikinciye göre
öyledir, içeri ilk girişte elde edilen netice, derinin tamamından dışarı
fışkıran terdir; ancak bu sıcağın şiddeti ve neticeleri kadınların bu hamamlarda
beş altı saat kalmalarını ve sık sık bu işi yapmalarım önlememektedir.
Özel
hamamları olmayanlar umumî hamamlara giderler; halk hamamları daima hazır
tutulur ve çok kişiyi alacak tarzda hazırlanır.
Daha
zarif ve daha itinalı olan kadınlar bu hamamları sırf kendileri için
ayırtırlar ve yakın arkadaşları ile giderler: eğlencelerini tamamlamak için
yanlarına yemeklerini almayı ihmal etmezler; daha büyük bir serbestliğin,
yanî her gün birlikte rahatça konuşabilmenin cazibesi seçilen yerin
uygunsuzluğunu telâfi eder.
Tellâk
adı verilen hamamcı kadınlar, ellerine geçirdikleri şayaktan keselerle deriyi
kurutuncaya kadar ovalarlar. Gül yaprakları ile ovulmuş, sonra güneşte
kurutulmuş gayet ince bir kil, başı ovalamak üzere sabun yerine de kullanılır;
bu arada bakır taslarla bol su dökülür. Bu şekilde temizlenen ve kokulandırılan
kadınların saçları, daha sonra bir sürü örgü hâline getirilir.
Milady
Montagu'nün bu hamam sefalarını süslemek için bahsettiği incileri,
pırlantaları, zengin kumaşları bulmak mümkün değildir. Hele, bu Lady’ye söyledikleri
gibi bu hamamlara elbiseleri ile girmiş olabileceğini hiç sanmıyorum.[38] Kesin
olan bir şey varsa, o da hamamlara sık sık gitmenin derinin gözeneklerini gözle
farkedilecek kadar açmasıdır. Yine kasların hu şekilde kuvvetle gevşetilmesi,
şekillerini bozarak yaşlılıktan önce kırışıkların oluşmasına meydan vermektedir.
Şehrin bütün
mahallelerinde çok sayıda olan bu hamamlara, ayrı saatlarda erkekler de alınır.
Kadınların bulunduğu sırada içeri girmek cüretini gösteren bir erkek, tas,
nalın ve ıslak peştemal darbelerinden kurtulsa bile çok şiddetle
cezalandırılır. Bir erkek özellikle namuslarına göz diktiği vakit Türk
kadınları çok acımasız olurlar; kadınların bazen başvurdukları davranışların
feci sonucunu ürpermeden hatırlamak mümkün değildir.
Letafetleri
para karşılığı satılan ve İstanbul civarında parçalanmış cesetlerine
rastladığım kadınlardan bahsetmiyorum. Ücretlerini ödemekten veya onları şehre
sokarak tutuklanmaktan çekinen erkeklerin vahşiliğinin neticesi olarak meydana
gelen bu cinayetler, ancak hasisliğin veya endişenin yarattığı vahşilikler
olarak nitelenebilir. Benim anmak istediğim kadınlar daha yüksek tabakaya dahil
olup, dayanılmaz bir kuvvetin etkisinde kalarak kafeslerinden kaçan
kadınlardır. Kendilerini kabul edecek olanlara verecek daha kıymetli bir şey
tasavvur edemediklerinden yanlarına mücevherlerini de alırlar. Bunları kör
eden feci arzuları, yanlarına aldıkları servetin felâketlerine, sebep
olacaklarını düşünmelerine engel olur. Karşılaştıkları alçak insanlar, birkaç
gün sonra o servete sahip olmak için, devletin de en az şekilde cezalandırdığı
cinayetlere başvurmaktan kaçınmazlar. Sık sık bu zavallı kadınların
cesetlerinin katillerinin pencereleri önünde, limanda yüzdüğü görülür; bu
korkunç örneklerin diğer kadınları korkutacak ve sindirecek derecede olduğu
düşünülürse de, onlar bu örneklerden ne çekinirler, ne de ders alırlar.
Büyük
bayramlarda bu çeşit düzensizliklerin daha sık olmasını önlemek maksadıyle
hükümet kadınların dışarı çıkmalarını yasaklamıştır.
Saraydan
ilân edilen gebeliği kutlamak üzere bütün hazırlıklar tamamlanmış, eğlencelere
başlamak üzere verilecek işaret bekleniyordu.
Türklerle
olan temaslarım esnasında saray içinde olup bitenler hakkında bazı bilgiler
edindiğimden bu ayrıntıları buraya aktararak bir daha bu konu üzerine
dönemeyeceğim.
Doğum
sancılan başlar başlamaz, Sadrâzam, Şeyhülislâm, büyük rütbeli subaylar ve
devlet adamları saraya dâvet edildiler ve sofada doğum beklemeye başladılar:
sofa adıyla Harem'i Padişah'ın diğer dairelerinden ayıran ara oda kastedilir[39].
Dörtte
bir kalibreli, sofa topları adı verilen on iki küçük top denize doğru çevrili
bir şekilde bu odaya yerleştirilmişti. Saray bahçesi denilen servi korusunun
ortasında İsveç toplarından oluşmuş bir batarya daha vardı. Ayrıca sarayın
duvarlarını, teşkil eden Bizans surlarının dışında Tophane tarafındaki batarya
ile çaprazlamasına yerleştirilmiş gayet güçlü ikinci bir batarya da ateşe
hazırdı.
Doğum
olur olmaz, Kızlar Anası kollarında çocuk ile Harem'den dışarı çıktı; dünyaya
gelen çocuk bir prensesdi, Kızlar Ağası bebeği sofada bekleyenlere göstererek,
onların çocuğun doğumu ve cinsiyeti hakkında bir bildiri kaleme almalarını
sağladı. Ondan sonra sofada bulunan küçük toplar ateşe başlayarak bahçedeki
topları durumdan haberdâr ettiler, bunlar da ateşe başlayınca Sarayburnu ve
Tophane'deki büyük bataryalar salvoları ile haberi şehre yaydılar. Bu salvolardan
sonra Gümrükün, Tersane'nin ve Kızkulesi'nin bataryaları da ateşlendi.
Tellâllar
hemen sultanın doğumunu halka yaydılar; doğan kıza Tanrının verdiği anlamında
Eybedullah adı takıldı. O zamana kadar ancak şehzadelerin doğumunda yapılan
yedi gün karada, üç gün denizde sürecek olan eğlencelerin başlaması için
buyruk verildi; iki saltanat döneminden beri devam eden kısırlıktan sonra bu
şekilde yapılmasına karar verilmişti. Eğlenceler çok masraflı olmasına ve
halka çok ağır yükler getirmesine rağmen eğlenmek ihtiyacına karşı duyulan
aşırı istek yüzünden herkesi memnun ediyordu; tüccarlar bile mağzalarını
kapamaktan hoşnut oluyorlardı.
Her an
insanları baskı altında tutan keyfî yönetimin bütün araçları, böyle halk için
yapılan eğlencelerde her türlü müsamahayı gösteriyordu. Eski Roma'da Saturnal
zamanlarında görülen şeylerin İstanbul'da tekrarlandığını görmek mümkün
oluyordu. Kulların efendileri önünde rahat nefes almalarına, neşelenmelerine,
hattâ kendi çıkarlarının aleyhine de olsa eğlenmelerine izin veriliyordu;
sahnelere yeni aktörler çıkıyor, yaptıkları gösteriler ile halkı ve aralarına
karışmış olan büyükleri eğlendiriyor, onları da gülmeye mecbur bırakıyordu.
Tabiatı
icabı neşeyi boğar gibi gözüken bir devletin, neşelenmeyi teşvik ettiği sırada
kendisinin ortaya çıkamaması kabul edilemez; daima aldatılmaya hazır olan
zavallı insanlar, despotlarını gözden kaybedince bunu kendilerine yapılmış
lütûf olarak tahayyül ediyorlar ve bu fırsattan istifade ederek kısa süren
mutluluktan fazlasıyla yararlanmaya çalışıyorlardı.
Doğuştan
neşeli ve gürültücü olan Rumlar bu fırsatlarda neşelenmenin her türlüsünü
deniyorlar ve kısa zamanda baskıdan mutluluğa, küçümsenmeden küstahlığa geçiyorlardı.
Şimdi
bu yeni tiyatronun dekorlarını inceleyelim ve aktörlerini sahneye koyalım.
Dükkânların
önünde ve sokakların iki yanındaki kaldırımlara dikilmiş üç dört adım mesafeli
direkler, hem aralarında, hem evlere kemerlerle bağlanmışlardı. Defne dalları
ile karış k çeşitli renklerde kıvrık kâğıtlarla süslü bu çatılar, ince bakır
yapraklar asılmış beşik görevi görüyor, rüzgârın en hafif esişinde bile gürültüler
çıkararak sallanıyorlar ve parlak yüzeyleri, binaların cephelerini süsleyen
renkli lâmbaların ışıklarını aksettiriyordu. Zenginlerin evleri, evsahibinin
önemine veya kibrine göre orantılı olacak şekilde itina ile süslenmişti. Bu
evlerin önlerindeki sokakların üzerlerine atla geçecek olanları rahatsız
etmeyecek yükseklikte, lâmbalarla ve kâğıtlarla süslü beşikler asılırdı;
sokaklardaki bu süsler sarayların iç avlularına kadar devam eder, orada
aceleyle kurulmuş ve gayet zengin -bir şekilde döşenmiş yüzlerce lambanın yine
yüzlerce aynadan aksederek pırıl pırıl aydınlattığı geniş salonlarda son
bulurdu; meraklılar bu salonlara girerler, sahip oldukları mevkiye göre
evsahibinin iltifatına mazhar olurlardı. Başka zenginler kapılarının önlerini
döşeyerek, geçenleri çağırırlar, evsahibinin buyruğu gereğince kahve veya
serinletici içkiler dağıtırlardı.
Sadrâzam
ile Yeniçeri Ağasının kapıları özellikle süslemelerinin ihtişamı ile dikkati
çekerdi.[40]
Herkesin
şiddetle çekindiği o divan salonunu, birkaç günlüğüne en neşeli şekilde
süslendiğini hayret etmede görmek mümkün değildir.
Döner
kandiller üzerine garip şekiller resmedilmiş, bazılarına Tanrı'nın,
peygamberlerin adları, Padişah'ın tuğrası veya birkaç beyit yazılmıştı; küçük
parçalar hâline getirilmiş aynalardan yansıyan güneş ışıkları, her an salonu
doldurup taşıran kalabalığı eğlendiriyordu. Yaşları ve mevkileri icabı en ciddî olanlar bile bu kaba taklitlere
karşı en az diğerleri
kadar duygusuz değillerdi. Salonu süslemek için Sadrâzam tarafından bin akçeye satın alınmış, bir Avrupalının cam kırıklarından ve koladan yaptığı bir
saray gördüm.
Vezirlerin
ve devlet büyüklerinin süslemeler için yaptıkları israf, sarayın
ışıklandırılmasını görünce tamamen boşa gitmiş gibi bir intiba uyandırıyordu.
Birinci
kapı iplere asılmış kandillerle aydınlatılırken, merak yüzünden iki avluyu
ayıran kapıya doğru giden kalabalığı oyalamak üzere renkli lâmbalar asılmıştı.
Bu kapı ile birinci kapı, eski sancakları, büyük baltalan, kalkanları ancak
gösterecek kadar aydınlatılmıştı; birinci avluya girerken solda kapısı bulunan
silâh salonu, gerçekten görülmeye değer eski zırhları ve silâhları ihtiva
eder.[41]
Gayet güzel bir şekilde süslenmiş paralar, başlı başına ayrı bir manzara
sunmaktadır. Sayısız lamba kuruşlar, otuz paralık, yüz paralık pullar, altın
sikkelerden meydana gelmiş çok değişik şekilleri pırıl pırıl aydınlatıyordu.
Meraklıların Darphâne Emini tarafından ayak üstü ağırlandığı tek yerde
orasıydı. Her şey şehirde keyfî yönetimin en akla sığmaz eğlence şekillerine
meydanı boş bıraktığını işaret ediyorsa da, sarayın birinci avlusunda
rastlanılan kederli hava, bu muazzam binanın, geçici olarak kişilere verdiği
neşeyi dağıtmak üzere despotluğu hâlâ muhafaza ettiğini göstermekteydi.
Eğer
daha fazla sürdüğü takdirde, halkın aşırı neşesini, keyfî yönetimi
endişelendirecek bir hezeyan krizi olarak kabul etmek mümkün olurdu. Daha önce
de söylediğim gibi özellikle Rumlar küstah ve aşırı neşeleri ile dikkati
çekiyorlardı. Buna karşılık Yahudiler daima ticaret ile meşgul olarak, daima
kazanç hırsı ile hareket ederek, lambaların yapım ve satımı ile uğraşmışlar,
ondan sonra büyüklerin kapılarında şaklabanlık yaparak para toplamışlardı.
Yüksek
mevki sahibi pek çok kimse evlerinin önünde halkı eğlendirmek maksadıyla
edepsiz komediler oynanmasına izin vermişti. Bu tür gösterilerde gelenekler
alaya alındığı kadar devlet de gülünç şekle sokuluyordu. Rumlardan ve
Yahudilerden meydane gelmiş toplulukların her an devlet memurluklarını temsil
ederek onları gülünç duruma düşürdüklerini görmek mümkündü. Bu eğlenceler
münasebetiyle Padişah'ın giysilerinin ve çevresindeki kişilerin temsil
edildiklerine ve hiçbirine saygı gösterilmediğine tanık oldum. Bir Yahudi
topluluğu bu temsili yapmak cüretini göstermişti; bu taklidin kısa zamanda
yasaklanarak küstahlığın daha fazla devam etmesine izin verilmedi: ancak
Sadrâzam'ın taklitleri temsil edilmeye devam olundu.
Bunların
arasında, şiddetli cezalar vererek adalet dağıtan İstanbul efendisi de temsil
edildi[42]
Tesadüfen gerçek İstanbul efendisi ile karşılaştıklarında karşılıklı olarak
gayet ciddî selâmlaştılar sonra topluluk yoluna devam etti. Yeniçeri Ağası'nı
taklit eden bir başka topluluk, Ağa günlük seferini yaparken sarayına geldi ve
Ağa'nın adamları sanki efendileri varmış gibi gerçek bir saygı gösterdiler. Bu
şakalara daha az sevimli olan maskaralıklar da karıştı. Sözde istihkâm subayı
olan maskaralar, yanlarına kaldırımcıları da alarak zenginlerin kapılarının
önünü sökmeye başladılar; işlerini durdurmaları için epey yüklü bir para koparıyorlardı.
Tulumbacıların gülünç kıyafetlerini giyen başka maskaralar, bahşiş koparmak
için değişik usûllerden faydalanıyorlardı; aslında her çeşit baskı ve ceza usûlleri
komedi şekline sokularak oynanıyor ve oyunda başarıya ulaşmak için gerçek
hayat mümkün olduğu kadar iyi taklit edilmeye çalışılıyordu. Sonunda her şey
gittikçe külfetli ve çok uygunsuz olmaya başladı; nihayet eğlencelerin bittiği
açıklanarak, sopalar ele alındı ve her şey eski düzenine girdi. [43]
Buna
rağmen saray, deniz üzerinde devam edecek olan donanma münasebetiyle üç gün
daha serbestliğe izin verdi. [44]
Arka arkaya
üç gece sürecek olan donanmalar için deniz kuvvetleri, Cebeciler ve Topçular
hazırlık yapmışlardı. Padişah'ın donanmaları seyredeceği Yalıköşkü'nün[45]
önüne rastlayan limana büyük sallar getirildi ve bunlar Türklerin
Hıristiyanlara karşı yenilmeden elde ettikleri deniz savaşlarını hatırlatacak
şekilde dizildi. Çok sayıda kullanılan kestane fişeği, koyu dumanlar ve az
ateş, saldırıya uğradığı temsil edilen karton kalelerin surlarını ancak
aydınlatabildiği için fişekçilerin ustalığı hakkında bazı düşünceler doğdu.
Şerefe atılan füze fişekler de şahane başarılar elde edemediler. Bu füzelerin
çoğu sehpalarda yanıp tükendikten sonra, çevrelerindeki diğer fişekleri
tutuşturmadan denizde sönüyorlardı.
Daha
hafif olan demet fişekleri daha iyi ayarlandığından biraz daha fazla
yükselebiliyorlardı; ancak çoğunluğu, meşalelerin iyi yerleştirilememesinden düzensiz
bir şekilde dağlıyordu; bu çeşit hâtâlara rağmen donanma fişeklerinin Türkleri
bir hayli eğlendirdiğini de ilâve etmek gerekir; bu arada karton kalelere
yapılan saldırıları sözde savunan Avrupalı kadın giysileri giyinmiş Rumlar
veya Yahudilerin, yılancık toplarının kısa zamanda cephanelerinin tükenmesi
sonunda saldırganların savaş yasası olan kuvvet gösterilerine, kâfir
oldukları için cevap veremiyerek tepetaklak olmaları genel bir alkış tufanını
doğuruyordu,
Hıristiyanları
tepelemek Türkler için öylesine büyük bir mutluluk kaynağıdır ki, gayet
sevimli insanlar olan Sultan Mahmud'un gözdeleri efendilerini eğlendirebilmek
için sarayın içinde tertipledikleri bir gösteride bundan daha iyi bir konu
bulamamışlardı: hattâ işledikleri konu onlara o kadar basit ve olağan gelmişti
ki, Avrupalı elçilerden elbiselerini ödünç istemekten bile çekinmemişlerdi. Bu
elbiseler daima para karşılığı dayak yemeye hazır olan Yahudilere giydirilmişti.
Padişah'ın bütün dalkavukları bu şaklaban Yahudi'nin o gün, şimdiye kadar hiç
kazanmadığı parayı elde ettiğini ısrarla belirtmişlerdir. Yahudiler için bunun
bir gelir kaynağı olduğu muhakkaktı, ancak bizim Avrupalıların elbiselerini
ödünç vererek daima kendilerini gülünç mevkiye koymalarına izin vermeleri
uygun muydu?
Eğlenceler
henüz son bulmuştu ki, yeni bir gebelik haberi verildi; bu gebelikten Sultan
Selim dünyaya geldi; ablası Eybedullah Sultan daha altı aylıkken, gözde
yapılmaktan ziyade parasına tamahen eyaletlerden birinde görevli paşalardan
birine nişanlandı. Paşa, böylesine yüce bir bağlılığın şerefinden çok,
nişanlısının bakımını sağlamak maksadıyla yılda yüz bin akçe göndermek
mecburiyetinde olduğunu hissetti.
Melek
Paşa bu tarz bir davranışta kendisini daha fazla etkileyen bir sıkıntı buldu.
Genç, sevimli bir adam olarak genç yaşında Kapdân-ı Deryâlığa[46]
getirilmiş sükûnetle yaşadığı sarayında derinden sevdiği tek karısının
ihtimamı ile yaşayıp gidiyordu. Efendisinin lütfü ile Vezir[47]
rütbesine sahip olmuştu: bir tören arasında Padişah'ın altı defa boşanmış kız
kardeşlerinden biri tarafından görülünceye kadar mutluluğunu gölgeleyecek hiç
bir olay olmamıştı. Melek Paşanın güzel yüzüne hayran olan yaşlı Sultan,
kardeşinden onunla evlenmek istediğini açıklamış, o da hemen Melek Paşa'yı
çağırtarak böyle bir evliliği ona şeref vereceğini belirtmişti. Bu haber Melek
Paşayı yıldırımla vurulmuşa döndürdü; ancak başka çare yoktu ve Paşa çok
sevgili karısını boşamak zorunda kaldı: zavallı kadın bu olay üzerine fazla
yaşamadı; daha cesaretli veya daha az duygulu olan Paşa durumu tevekküle
karşıladı; itibarı o derecede arttı ki, tehlikeli bir rakipten kurtulmak
isteyen Sadrâzam, Melek Paşa ya uzak bir eyalette beğlerbeğlik verdi, böylece o
da yaşlı Sultan'ın baskılarından kurtulmuş oldu. [48]
Sultan
III. Mustafa muhasebe memurlarını itina ile kontrol ederek ve devletin
gelirinden hırsızlık yapanların mallarını müsadere ederek maliye ile meşgul olmaya
devam ediyordu. Hünkâr birçok hâzineyi[49]
doldurmuş olmaktan memnundu, ancak sahip olduğu büyük ihtirası yerine
getirebilmek için bu bile ona az görünüyordu; bu maksatla Bağdad beğlerbeğinin
servetine el atmağa karar verdi. Bu Paşa'nın adetâ bağımsız hareket etmesi
mallarına el konulmasına daha güçlü bir bahane teşkil ediyordu; ancak bu
yargıyı ona bildirmek, onu idam etmekten çok daha kolaydı: zenginlik ve
uzaklık savunma için en etkin silâhlardı.
Sultan
Mustafa, yenebileceğini ummadığı kulunu gafil avladığı için kendi kendine
övünüyordu; görünüşte bir iltifatnâme götüren, aslında Bağdad kadılarına
Paşa'nın kellesinin vurulması ile ilgili bir ferman taşıyan Kapıcıbaşı
Paşa'nın huzuruna çıktı: diğer taraftan İstanbul'dan gelen bütün habercileri
kuşkuyla karşılayan ve Bizans imparatorlarının haleflerini ve armağanlarını
iyi tanıyan Paşa, Kapıcıbaşı huzuruna almadan üstünü arattı, gizli fermanı
buldu. Kapıcıbaşı'nın kafasını vurdurdu ve Padişah'a cevap olarak bunu
yolladı. Diğer teşebbüsler de başarılı olamadı; daha az zengin ve daha yakın
eyaletlerin paşaları da benzer çarelere başvurunca, Divana karşı olan direnme
yaygınlaştı, hükümeti, cezalandırmak istediği memurlarına karşı cinayet veya
zehirlemelere itti. Bu durumda, mümkün olduğu şekilde kıyafet değiştirmiş olan
ve yanında idam fermanı taşıyan hükümetin habercisi öldüreceği adamın yanına
sokuluyor, özellikle Divan toplantılarını bekliyor, öldürücü darbeyi vurduktan
sonra saklı olan fermanı çıkarıyor, böylece kendi canını kurtarıyordu.
İşte
parlak, bir adalet diye bahsedilen şey budur; ancak zehir daha az cesaret
istediğinden, şimdi tercihen bu yol seçilmektedir.
Halktan
topladıkları servetin büyük bir kısmını Bâb-ı âli'nin taleplerine vererek
ellerinde kalan az servetle idare etmesini bilen diğer paşalar bir nevi hayatlarını
teminat altına alıyorlardı; ancak ölümlerinden sonra servetlerini, ancak
işlerini iyi yöneten kişiye veya doğruluğuna inandıkları bir adama emanet
ederek muhafaza edebiliyorlardı. Buna rağmen adları gizli kalan miras
sahipleri, kendi hayatlarını veya hiç olmazsa kendi servetlerini kaybetme
tehlikesi ile karşı karşıya kaldıklarından genellikle ihanet ederler. Bu sebeplere
bir de, şeref ve doğruluk kelimelerinin bir şey ifade etmediği bir ülkede ölen
kimsenin mallarına konmak gibi tabiî bir eğilimi de ilâve etmek gerekir.
Uzun
zamandır Padişah'ın kız kardeşlerinden biri ile evli olan Râgıp Paşa'nın
adamları sayesinde devlet hâzinesinin dolması için Türk hükümetinin miras
meseleleri üzerinde nasıl işlemler uyguladığını tasavvur etmek mümkündür.
Ruhunun
canlılığı, mizacının sertliği ve zekâsının inceliği ile tanınan -bu Sadrâzam
görevi başında öldü; iktidarda kaldığı sürede mesai arkadaşları bakamından hiç
bir kuşkuya meydan vermemişti; ancak servetleri saymak işi yüzünden
muhasebecilik yapmak zorunda kalıyorlar. Sultan Mustafa'nın hesapları ile
tutarsızlık gösterince de suçlu duruma düşüyorlardı. Bu arada mirasların
sayılması işini üzerine alan Padişah'ın nâmına mühür vuruluyordu.
Merhum
Sadrâzam'ın hazinedârlığı görevini yapan bir Türk ile Sadrâzam'ın bankerliğini
yapmış olan bir Ermeni mühürleme işlemi sırasında tutuklandılar, sarayın
zindanlarında zincire vurulan bu iki zavallıya muhafızlar her an korkulu
dakikalar yaşatıyorlardı. Yiyeceklerini altın karşılığında veriyorlar, en ufak
hizmetleri bile son derece pahalı bir şekilde ödetiyorlardı. En sonunda
servetlerini açıkladılar; ancak bizzat Padişah tarafından gözden geçirilen
hesapları masumiyetlerini ortaya koydu; bu sonuçtan memnun olmayan açgözlülük,
bu sefer mevcut olmayan bir meşrut vasiyetin itirafı için adamları sıkıştırmaya
başladı.
Bostancıbaşı
bu vahşi zorbalık için görevlendirildi; en iftiracı suçlamalar dinlendi.
Adamların elleri altında büyük servetler bulunduğu tahmin ediliyor, daima
sonuçsuz kalan sorgular sürdürülüyor, gerçekten başka bir şey elde
edilemiyordu; ancak Padişah'ın harisliği Ermeni'nin babasının ticaretinden
kalan servetin pek çoğunu yutmasına sebep oldu. Hazinecibaşı da aynı kadere
mâruz kaldı ve büyük işkencelerden sonra hayatını ancak servetinin tamamını
vermek suretiyle kurtarabildi.
Hiç bir
yasa maddesi bu çeşit zorbalıkları yasaklamadığından, şikâyet etmeye bile
fırsat bulunamıyordu: İşte Padişah'ın uyguladığı adaletin sonucu! [50]
Şimdi
de, yazılı yasalara dayanan ve kadılar tarafından yorumlanan Osmanlı
mahkemelerinin adaletini görelim. Ve siz ki, bizim adaletimizin uygunsuzluklarından
ve kırtasiyeciliğinden haklı olarak şikâyet edenlersiniz ve bu yüzden
Türkiye'deki adaleti tercih edeceğinizi söylüyorsunuz şimdi size aşağıda
anlatacağım sahneyi dikkatle okuyun ve eğer kabiliyetiniz varsa bize zararı
olan aşırılıklarımızı bulun, gidermek için çareler teklif edin fakat,
eksikliklerimizden dolayı öğünmeyin.
Padişah
hem Halife, hem de askeri hükümetin başıdır; sahip olduğu yetkiler Kur'an-ı
Kerîm'de yazılı olup, bu kitabın yorumlanması sadece ulemâ sınıfına aittir; her
şey Şerîat'e ve Padişaha itaat etmek zorundadır. Bu iki güç aynı kaynaktan
faydalanır; şimdiden, hakları eşit fakat çıkarları ayrı olan bu iki gücün arasında
çıkacak olan çatışmaları farketmek mümkündür: karşılıklı olarak birbirlerine
zarar vermemek için birleştiklerini, birbirlerine hürmet ve kolaylık gösterdiklerini
de ilâve etmek gerekir.
Nitekim
Ulemâ sınıfı şerîati keyfine göre yorumlamaya ve halkı Padişaha karşı
kışkırtmaya başlarsa, Hünkâr da bir kelime ile Şeyhülislâmı azleder, sürer,
hattâ diğer sevmediği adamlarına yaptığı gibi onu ortadan kaldırabilir.
Yasalar ve Padişah, birbirlerinden hem endişe etmelidirler, hem de birbirlerine
saygı duymalıdırlar; ancak, hükümdar akılsız değilse, dengeyi kendi lehine
bozar, bütün servetini, yüksek rütbeleri ve kullarının hayatlarını ortaya
koyarak kendisini itaat ettirir.
Şimdi
hem Padişah'ın tarafından, hem de kadıların tarafından iktidarın nasıl
kullanıldığını görelim.
Padişah'ın
kudreti ne kadar yaygınsa, onu temsil eden memurların kudretlerini sınırlaması
o kadar kolay olur. Bütün Osmanlı imparatorluğu topraklarındaki paşalar
yönettikleri eyaletlerin hem genel velisidirler, hem de paşalıklarının vergi
toplayıcısıdırlar; sancakların başına yine beğler ve vergi toplayıcıları tayin
ederler; onların altlarında başka memurlar bulunur; bu şekilde tertip olunan
zalim silsilede her alt rütbeli toplaması gereken miktarın iki mislini toplar.
En
alttaki vergi toplayıcısı sahip olduğu haklarla her toprak parçasının yıllık
gelirini nasıl mahvedecek bir tarzda davranıyorsa, elinde çok daha güçlü
silâhları olan eyalet beği daha büyük bir cüret ve kolaylıkla bu işi yapabilir.
Her nevi cezayı, hakareti ve yağmayı arttırabilecek tek kişi olarak doymak
bilmeyen arzularını yerine getirmeye çalışır, işine geldiği yerde en ufak şeyi
bahane ederek mahkeme önüne çıkar ve doymak bilmeyen adamın ayaklarına kapanmış
olan zengin adam hiç bir zaman masum olamaz.
Görünüşte
sakın bir gözlemci olan hükümdar, zorbalıkla alınan servetin kendi servetine
katılacak kadar büyümesini bekler ve zorbayı cezalandırır; Padişah sadece
belirli bir mevkide bulunan kişileri gözlüyor gibiyse de servetini kurtarmak
için sesizce yaşamaya çalışan zenginleri de gözler, günün birinde onların hesabını
daha kolay görebilmek üzere hepsine bir mevki dağıtır. Artık bu adam da
kendisini diğerleri gibi kabul eder, şimdiye kadar topladığı yağma malların
büyük bir kısmının elinden gitmesine göz yumar. Yalnızca ulemâ sınıfına mensup
olanların servetlerine korkusuzca sahip olabildiklerini daha önce bildirmiştik;
Hıristiyan veya Yahudi tebanın durumundan bahsetmiyeceğim. Kendilerine hizmet
eden Müslüman hammal tarafından küçümsenen, hakarete uğrayan bu adamlar,
kazançlarının büyük kısmını mevki sahibi kimselere kaptırırlar, bu servet
doğrudan Padişah'ın ortasında bulunduğu girdaba kapılır gider; bu yüzden devlet
tarafından dikkate alınmazlar.
Bir Avrupalı
olarak temin ederim ki. Türklerin gümrüğü diğer milletlerinkine nazaran çok
daha yumuşaktır. Nitekim Fransızlar yüzde üçlük bir ödeme yaparlar. Bu arada
karşılaşmak zorunda oldukları bir sürü küçük düşürücü hareketten bahsetmek
istemiyorum.
Şimdi
yasa kitaplarını inceleyelim ve mahkemelerde nasıl yorumlandığına bakalım.
Her şey
tanıkların şahitliği ile yargılanmalıdır, islâmiyetin ilk yasası böyle buyurur.
Demek ki, yargıç önüne dâvacı ile davalı tanıkları olmadan çıkamazlar: böylece
yalancı şehadet olmadan yargılama yapılamaz
Kadının
sanatı şaşırtıcı sorgularla iki taraftan hangisinin hakkını savunacağına karar
vermektir; bu ilk yargı yargılamanın kaderini tayin eder: eğer taraflardan biri
inkâr ederse, diğer taraf ispata dâvet edilir; öyle ki, hiç tanımadığım bir
adam tarafından kadı önüne çıkarılsam ve ona hiç bir zaman borçlu olmadığım bir
para benden istense, borcumu tasdik eden iki Türk tanığın şehadetleri ile o
parayı ödemeye mecbur kalırım. Bana kalan savunma hakkı nedir? Bu takdirde borç
aldığımı kabul edecek, ancak borcumu ödediğimi iddia edeceğim. Eğer kadı satın
alınmamışsa, benden tanıklarımı isteyecek: ben de tanıklarımı bulacak, benim
lehimde şehadet ettikleri için onlara gayet az bir para ödeyecek ve kadıya da
dâvayı lehime çözümlediği için hakkı olan yüzde onu vereceğim.
Masrafları
ödeyen daima dâvayı kazanan taraftır: büyük bir parayı kaybetmek endişesi
diğerlerine yapılan ödemeleri esirgemez; tanıkları ayartanlar ile yalancı
tanıklara uygulanan cezalar pek ender olarak yerine getirilmektedir [51]
servetini arttırdıkları kadı onları gözetmek zorundadır.
Bir Osmanlı,
komşusunun hakkıyla sahip olduğu bir tarlaya göz dikmişti. Bu Osmanlı önce, bu
tarlanın sahibi tarafından kendisine satıldığına dair şehadet edecek olan
tankları toplamakla işe başladı; sonra dâvaya bakacak olan kadıyı buldu,
zorbalığının karşılığı olarak ona 500 kuruş teklif etti. Bu teşebbüsü bile haksız
olduğunu göstermeye yeterdi. Bu hareketi ile kadıyı öfkelendirdi, ancak kadı
duygularını belli etmedi, her iki taraf: da dinledi ve tarlanın gerçek sahibinin
haklı olduğu için savunmada yetersiz kaldığını görünce: sizin hiç tanığınız yok
mu? dedi. Madem ki öyle bende sizin lehinize tanıklık yapan beş yüz tanık var;
ortaya kendisini ayartmak için verilen beş yüz kuruşluk keseyi çıkardı ve öteki
adamı huzurundan kovdu.
Burada
naklettiğimiz olay kadının doğruluğuna şeref sağlamakla birlikte şerîate aynı
şeyi sağladığını iddia edemeyiz: şerîat her zaman aynı olup, bütün kadılar
yukarda anlattığımıza benzemez.
Karışık
dâvalarda taraflar tanıklara ilâve olarak Şeyhülislâmın fetvasını da
getirirler; ancak, daha önce belirttiğimiz gibi, Şeyhülislâm tarafından
verilen bu kararlar kendisine sunulan şekle göre çıkarıldığı için her iki taraf
da kendi lehinde bir fetvayı kolaylıkla elde edebilir.
Dâva
kazanılması ile varılan kesin yargı ite iş bitmiş sayılmaz. Kaçınılmaz olan
şey masrafların ödenmesidir. Bu arada karşı taraf yeni bir olay çıkarırsa,
yeniden savunma yapmak ve yeniden masrafları ödemek gerekecektir.
Türklerdeki
medenî yasanın değerli faydalarından biri de her iki tarafa dâvalarını savunma
işini bizzat kendilerine yaptırmasıdır; ancak, yargıların keyfî olduğu bir
ülkede bu
avantajın ne önemi kalır? Bu yüzden Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar dinî başkanlarına
bir nevi medenî yargılama hakkı tanımışlardı; Hıristiyanların patriklerine
olduğundan çok daha fazla hahamlarına bağlı olan Yahudiler hariç tutulursa,
özellikle zarara uğrayan tarafın Türk kadılarına başvurması yaygın hâle
gelmiştir; bu sayede hem kazanan taraf, hem de kadı servetlerini arttırma
imkânı bulur.
Köleler
ile ilgili yasa maddesi, kölelerin iyi muamele görmelerini, memnun olunmayan
kölelerin satılmasını emreder; köleler efendilerinin ne lehinde, ne aleyhinde
tanıklıkta bulunamazlar.
Gayet
zengin Drako adında bir Rum Tarabya'daki yazlık evinde bütün ailesi ve
Hıristiyan köleleri ile yaşıyordu; yanındaki arsaya gemi yapımı maksadıyla bir
tersane kuruldu. Türk gemicilerden biri Hıristiyan cariyelerden biri ile
arkadaşlık kurdu. Drako köle kızı yakaladı, ona kötü muamele etti, kız da
intikâm almak için Drako'nun iki yalısını da ateşe verdi. Yaptığı kötülüğe bir
de yaptığınla övünmeyi de ekledi; bu kötü yaratığın yeni teşebbüslerinden haklı
olarak endişe duyan Drako, geceleyin kızı kaldırdı, başından ebediyen
savılması için satmak üzere bir Yahudi'ye götürdü, teslim etti. Bu arada köle
kız pencereden Müslüman olduğunu bağırmak fırsatını buldu. Halk toplandı, inzibatlar
geldi, Yahudi'nin evine girildi: kızı Sadrâzam'ın önüne götürdüler, orada da
Müslüman olduğunu, Drako'nun onu zorla tuttuğunu, kendisini Hıristiyan yapmak
için kötü muamele ettiğini ve bir Müslüman'ı kurtarmak maksadıyla Drako'nun
evini yaktığını söyledi. Gösterdiği gayretten dolayı takdir edildi, İlâhî
Mukedarât'a şükredildi ve Drako iki gün sonra, hâlâ dumanları tüten evi önünde
asıldı.
Kuşkusuz,
kölelerin efendilerine karşı şehadette bulunamıyacaklarını, kundakçıların
ateşte yakılmasını ve dâvâlının da kendisini savunma hakkına sahip olmasını
emreden yasa maddelerine ne olduğu sorulacaktır; bütün bunların hiç biri göz
önüne alınmamıştır; bir Hıristiyan'ın Türkiye'de o kadar önemi yoktur.
Bir mâsumun
idam edilmesini gördükten sonra suçlulara nasıl muamele edildiğine bakalım. Bu
muameleyi dehşetle hatırlamamak mümkün değildir, yasa da bu bakımdan suçlulara
bazı imkânlar hazırlamıştır. Nitekim, bir katilin idam edilmesine karar veren
yasa, ölünün en yakınlarına katili bağışlamaları imkânını tanır. Suçluyu
suçun işlendiği yere götürürler: cellât görevi yapacak olan aynı zamanda
aracılık da yapar, ölünün en yakın akrabası veya karısı ile sonuna kadar
bağışlanma işini tartışır. Eğer teklifler kabul edilirse, hükmün bozulması için
suçluyu yeniden mahkeme önüne çıkarır. Buna rağmen, akrabasının veya kocasının
kanını pazarlık konusu yapmak büyük bir yüz karası sayıldığından pek ender
olarak bağışlanma görülür. Ancak bu yasanın mevcudiyetinden dolayı bazen
aramızda en iğrenç katillerin serbestçe dolaştığını ve suçlarının
meyvelerinden faydalandığını gördük.
Mirasa
konmakta acele eden genç bir Osmanlı, babasını katletmişti; gayet sağlam
delillerle mahkeme önüne çıktı ve kafası kesilmek suretiyle idama mahkûm oldu
Delikanlının sefahat arkadaşlarından biri yanında büyük bir servetle kadının
yanına koştu; orada yargının verilmiş olduğunu öğrendi; ancak ümitsizliğe
kapılmadı, zaten servetin büyüklüğü karşısında gözleri kamaşmış olan kadıyı
sıkıştırdı: kadı ona, arkadaşınızı mahkûm eden suçun delillerinden daha kesin
deliller olmadıkça ilk yargımı bozamam, dedi. Arkadaşınızın babasının katili
olduğunuzu iddia edin ve iki tanık bulun: o andan itibaren arkadaşınız bütün
eski haklarına kavuşacak ve sizi bağışlayabilecektir. Baba katili olarak
tanınmak pek güven verici bir şey olmadığı için teşebbüs tehlikeliydi. Buna
rağmen suçlu, sözde katili bağışladı ve yasa sayesinde hazırlanmış olan bu korkunç
tertip tam başarıya ulaştı.
Yol
kesen haydutların cezalandırılmaları için suç üstü yakalanmaları gerekmektedir.
Şerîatin esaslarını tesbit eden peygamber, kuşkusuz geçimini haydutlukla sağlayan
milletini bu madde ile korumak istemiştir. Padişah’ın eyaletlerinde de bu
haydutlar büyük zararlara sebep vermekte, onlara karşı yürütülen beceriksiz
sindirme hareketleri sağa sola dağılmalarından başka bir sonuca varmamaktadır
Eğer köylerde cinayet işlemişlerse, köye giden kadı, suçluları arayacağına köylülerden
haraç alır. İşte bu yüzdendir ki, köylerde oturanlar kadının mevcudiyetinden
daha fazla çekindiklerinden olayı bilmemezlikten gelirler. Bizim şehirlerimizde
tecrübesiz işçiler ne ise, Türkiye'de haydutlar da öyledir. Ancak suç üstü
yakalandıklarında cezalandırılabilirler; yeter derecede zengin olduktan sonra mesleklerini
terkederler marifetlerini anlatarak saygı toplarlar, hattâ daha yüksek
mevkilere gelerek servetlerini arttırırlar.
Kaderin
buyruğuna itaat etmeyi emreden Kur'an-ı Kerîm'in hükmü ceza hukukuna dahil
edilmemişe benzemektedir; bu arada bir Müslüman bir sopa darbesi ile bir
Hıristiyan'ın kafasına vurarak onu ölümüne sebep olmuşsa, kadı suç âleti olan
sopayı dikkatle inceler ve onun ölüme sebebiyet veremiyecek kadar hafif olduğuna
kanaat getirirse. Hıristiyan'ın kaderi ile öldüğünü, hiç kimsenin buna engel
olamayacağını ilân edebilir. Ancak bu hükme gerekçe olacak kararı Kur an-ı
Kerîm'in hiç bir yerinde bulmak mümkün değildir; üstelik aynı şekilde bir
Hıristiyan bir Müslüman'ı katletse, kadı hiç bir surette Hıristiyan'ın
Tanrının buyruğunu yerine getiren bir kimse olduğuna dair bir karar vermez.
Adlî
tahkikat, kimlik tesbiti ve daha üst mahkemelere başvurma gibi yollardan geçen
yargılamaların dışında özel kavgalar ve suç üstü yakalanmalarda derhal
mahkemeye gidilir: eğer kavga halkın gözleri önünde cereyan etmişse ve
taraflardan biri çekingen davranırken diğeri istekli olursa mahkemeye intikâl
daha süratli olur. Adalet sözü her millette kutsal olduğundan bu söz edildiği
anda kalabalığın kanaati daima adalete gitmeyi reddeden tarafın aleyhinde olur.
Her
mahallede bir mahkeme,
mahkeme içinde de sabahtan
akşama kadar şikâyetleri dinlemeye ve masrafları hemen almak için dâvaları hemen bitirmeye hazır Kadı ile
Naib'i beklerler.
Başkentin erzağı ile ilgili her şey üzerinde hak sahibi olan
İstanbul Efendisi'nin adaleti çıkarla daha az ilgili gözükmekte, aslında daha
soylu ve ihtişamlı bir gösterişten öteye gitmemektedir. İstanbul Efendisi
yiyecek maddelerinin fiyatlarını tesbit eder, bunları ilân eder veya kendisi,
ya da Murtasıb denilen adamları vasıtasıyla ağırlıkların ve ölçülerin
doğruluğunu kontrol ettirir. Tören üniformalarını giymiş elleri sopalı dört
yeniçerinin arkasında atının üzerinde teftişe çıkan İstanbul Efendisi'nin
yanında adamlarından biri bozuk terazileri, diğeri ağırlıkları, üçüncüsü bir
çekici ve diğerleri de suçluları cezalandırmak için gerekli araçları taşırlar.
Bu
topluluğun önünde daima kıyafet değiştirmiş adamlar bulunur, bunlar esnafın
hile yapıp yapmadığını anlamak için tezgâhlardan gizlice ekmek alırlar, diğerlerinin
terazilerini ve ağ arlıklarını kontrol ederler.
Kadının
önüne çıkarılan ekmek dikkatle tartılırken fırıncı hazır bulundurulur, tartımın
sonucunda serbest mi bırakılacağını falakaya mı yatırılacağını, veya dükkânın
kapısına kulağından çivilenmek gibi daha ağır bir cezaya mı çarptırılacağını
heyecanla bekler; bu arada dikkati çeken şey, fırının asıl sahibi olan kimsenin, hileli tartımlardan
dolayı elde ettiği haksız serveti kesesine doldururken, bütün tehlikelerin ve
cezaların fırının ustabaşısına
verilmesidir. Ustabaşı patronuna fazla kazanç sağlamayı kendisini mecbur
hissederse işinden olduğu vakit, bu olaydan ders almamış olan çırağı aynı işe devam
eder. Bu arada şunu
da ilâve etmek gerekir ki, cezalar sık sık hak edilmelerine rağmen o kadar sık uygulanmazlar.
Fırın
sahiplerinin İstanbul Efendisi'ne ödedikleri rüşvet önemli bir yekûn tutar;
İstanbul Efendisi, büyük haksızlıkları ve dolandırıcılıkları önlemeye çalışırsa
da, cebine giren serveti kurutmamak için fırın sahiplerine bazı kolaylıklar
tanır; ancak seyyar satıcılara karşı İstanbul Efendisi’nin tutumu hiç de böyle
değildir; bunların terazileri, ağırlıkları en ufak bir hâtada parçalanır ve
oyunun sonunda mutlaka hepsi falakadan geçirilir; ancak Türkiye'de zor bir işin
içinden nasıl çıkılacağı yaygı bir bilgi olduğundan bu esnaf da kıyafet
değiştirmiş memurları elde etme yoluna gider, daha kadıya götürülmeden yolda
kurtulmak imkânı bulur.
Yiyecek
maddelerinin satışında doğruluktan uzaklaşılmaması için yapılan bu tedbirlere
hükümet bir de fiyatların dondurulmasını ekler; fakat bir mala değerinden daha
az ödemenin imkânı yoktur; keyfî yönetimin hâkim olduğu ülkelerde halk
kolaylıkla aldatılır. Halkın istediği refah içinde yaşamak değildir, zaten
böyle bir yaşayışa alınmamıştır; ancak bazen halk kedere ve ümitsizliğe
kapılır. O zaman efendisinin tavırını ve mizacını alır, kendisine itaat
edilmesini ister ve sefaletinin sebebini yiyecek maddelerinin aşınrı pahalılığında
görür; o zaman Sadrâzam yiyecek maddelerinin daha ucuza satılmasını emreder ve
bu buyruğun yayınlandığı sıralarda kıyafet değiştirerek şehir içinde yaptığı
gezilerde bir fırıncı ustasını astırır. Hiç kimse bu zavallının ne pahasına
kurban edildiğini bilmez, aksine herkes ekmeği daha güzel bulur.
İnsanlara
gayet az değer verilen bir ülkede
topluma pek az yarar dokunan hayvanlara karşı nasıl bu kadar iyi davranıldığı hayret
uyandırmaktadır.
Başkentte
tüketilen buğday üzerine korkunç bir tekel uygulayan, fırıncılara buğdayı
halktan daha ucuza veren
hükümet kumruların beslenmesi için buğdayın belirli bir miktarını bu iş için
ayırır. Bu kuşlardan oluşmuş sürüler, Boğazın iki yakasında üstü açık teknelerde
taşınan buğdaya hücum ederler gemicilerin hiç biri bu hayvanların
açgözlülüğünü önlemeye kalkışmaz. Hayvanlara sağlanan bu kolaylık onların çok
sayıda korkusuzca, hattâ gemicilerle haşır neşir olacak tarzda kursaklarını doldurmalarını
sağlar.
Gezginlerin
çoğunun derinlemesine düşünmeden Osmanlıların hayvan sevgisi üzerine fikir
yürüttükleri olmuştur.
İstanbul'da
çoban cinsî pek çok köpek vardır Şehrin her mahallesinde bu hayvanlara
rastlamak mümkündür; ancak hiç birinin özel bir sahibi yoktur; her bölgenin
köpekleri sınırlarını aşan diğer köpek sürülerine karşı amansız bir mücadele
verirler. Kasap dükkânlarının olmadığı mahallelerde doğan köpekler sokaklara
atılan çöplerle yetinmek zorundadırlar; köpekleri okşamaktan büyük zevk alan
çocuklar da yiyecek kaynaklarından biridir.[52]
Türklerin
kedileri, koyun karaciğerleri ile beslemesini de gezginler hayranlıkla
kutlamışlardır. Kendilerini bu işe adamış dindar kimseler temin ettikleri ciğerleri
kedilere dağıtırlar, Aslında bu hareket de güvercin hikâyesi gibi saçma ve
gariptir; ancak bir olay diğerini haklı çıkarmaz; geleneklerle ilgili her şey
şartlar göz önüne alınarak incelenmeye değer.
Yahudilerde
olduğu gibi Türklerde de bazı etler yasaktır; şeriat yenecek etlerin kanlarının
akmasını ve yıkanmasını emreder; aynı zamanda hayvanın, ciğerleri karaciğeri,
vs. gibi kısımlarının yenmesini men eder. Kasaplar sadece Hıristiyanların işine
yarayacak hayvan artıklarını atmak zorundadırlar.
Uzun
bir sopa üzerine astıkları ciğerlerini omuzlarında taşıyarak dolaşan
ciğerciler, avazları çıktıkları kadar bağırırlar, ama mallarını bedava
vermezler: Türklerin pek düşkün olmadıkları et tüketiminin bu koca şehirde büyük
miktarda koyun ve sığır kesilmesine sebep olması haliyle ciğercilerin sayısını
arttırmıştır; bunların devamlı alıcıları Hırıstiyanlar ile kedilerine ciğer
vermeye düşkün yaşlı kadınlardır.
Hiç bir
şey yapmadan refaha kavuşmak isteyen bir Türk’ün yapacağı şey, her gün evden
çıktıktan sonra, tercihan bir tütüncü dükkânına gidip oturmaktır. Orada yedi
kalite tütünlerden denemek bahanesiyle bir kaç çubuk içer, bu yetmiyormuş gibi,
adamın kaygusuz vekarını seyreden insanların hayranlığın ve yanında el pençe
divan duran hizmetkârların saygısını kazanır. Bu durum sürüp giderken kapının
önünden geçen ilk ciğerci durur, adamı herkesi etrafına toplanış olmasını hayranlıkla
izler, Efendi'yi neşelendirmek üzere bir kaç söz söyler ve ondan mallarım
göstermek iznini koparır. Yoldan geçenler dururlar, yiyecek kokusu alan kediler
bir anda ciğercinin etrafına toplanırlar, elbisesine asılırlar: ciğerci
davetsiz konuklarına bir ziyafet vermekte acele eder, bu sahneden hoşnut kalan
adamımız ise ciğerlerin parasını öder.
İnsanlar
karşılıklı olarak yardımlaşmaya o kadar muhtaçtırdırlar ki, yardımsever
faziletler, genellikle olduklarından çok daha fazla samimi olmalıdırlar. Bu
faziletler, hepimize ortak olan ihtiyaçlara ve felâketlere bir nevi ilâç
görevi yapmaktadır, bununla ilgili olarak baskı altındaki toplumlarda çok daha
fazla gayret ve ihtimam ile uygulanmalıdırlar; ancak baskı rejimi, eli
altında tuttuğu topluluklarda insanlık ve acıma duygularım tahrip etmiştir,
kendisi zaten bu duygulardan yoksun olduğundan baskı altında can çekişen inşalara
baskı yapmak arzusunu aşılar; başkalarına hükmetmek ihtirasıdır ki istibdatı
kölelerine borçlu kılar.
Sultan
Mahmud'un üç gözdesinin dönemleri sırasında Kuşçubaşı[53] görevi yapan bir Türk kayınbabama çok bağlı
idi. Devrin hükümeti gizli araştırmaları için onun zekâsından ve kabiliyetlerinden
faydalanıyordu; yine bir iş takibi için geldiği Pera'da[54]
benimle tanışmak istemiş, ancak işlerinin çoklunu yüzünden fazla
kalamıyacağını, birazdan döneceğini söyleyerek ayrılmıştı: onunla birlikte
merdivenlerin yarısına gelmiştim ki, birden yanımdaki hizmetkârlardan birine
dönerek, çabuk bana tuz ve ekmek getirin, dedi. İsteğinin yerine getirilmesi
iç;n acele etmesi kadar, isteğinin garipliğine de şaşırmaktan
kendimi alamadım, istediklerini ona getirdiler: esrarlı bir hava içinde bir
lokma ekmeğin üzerine bir tutam tuz koydu ve gayet sofu bir vekar içinde ekmeği
yedi, sonra benden ayrılırken, artık bundan böyle onu kendimden saymam
gerektiğini ilâve etti. Bu hareketin ne anlama geldiğini ve önemini araştırdım;[55] Moldovancı Paşa nâmı ile ilerde Sadrâzam
olacak bu adamın, bana karsı verdiği yemini bozmaya kalkıştığına tanık
olacaktım. Her ne olursa olsun, bu çeşit bir ant içme her zaman dinen yerine
getirilmiyorsa da, Türklerin sık sık kapıldıkları intikam duygusunu
hafifletmeye yaramaktadır, ilk hareketlerinde hiç bir zaman hemen hiddete
kapamazlar, düello ettiklerini görmedim; ancak fırsatını bulduklarında rakiplerini
katlederek uyuşamadıkları meseleleri çözümlerler. Hakarete uğrayan açıkça
bıçağını biler veya ateşli silâhlarını hazırlar; dostlarından bazıları onu sakinleştirmeye
çalışırken, diğerleri kşkırtır, hattâ cinayet işlemeye teşvik ederler; ancak,
açıkça görülen bu hazırlıklara rağmen cinayeti önlemek için herhangi bir tedbir
yoktur Suç işlemeden önce genellikle sarhoş olunur Hiddetine hizmet etmesi
maksadıyla Osmanlının cesaretinin derecesini arttırması için şarap içmeye
ihtiyacı vardır. O noktaya geldiğinde meyhaneden çıkar, artık hakaret etmiş
olan adam için saldırganın beceriksizliğinden başka kurtuluş yolu yoktur.
Cinayet işlenirse, sopalarından başka silâhları olmayan inzibatlar[56]
katilin peşine düşerler; o zaman bunların gerçekten kendilerini cesaretle
savundukları görülür, suçun ruhlarını yok ettiği söylenir; eğer saldırgan
mücadele esnasında ölürse, ölenin arkadaşları ailesini katille uyuşmaya
zorlarlar, bu sayede katilin sahip olduğu yüksek itibardan onlar da istifade
etmiş olurlar.
İşledikleri
cinayetlerden ötürü, Türkler de, Hıristiyanlar da, Yahudiler de aynı şekilde
cezalandırılırlar. Bu durumda Bâb-ı âli Ve götürülen suçlu orada kendisine
verilen hükmü dinler: idamı için hiç bir âlet kullanılmaz. Genellikle
sokakları dolduran halkın arasında ilerlerken kendilerini öldürecek olan
cellâtlarla konuşan mahkûmlara rasladım. Mahkûmların sadece elleri bağlı olup,
cellâtlar kemerlerinden tutuyorlardı. Daha önce bahsettiğim, ölenin yakınları
ile pazarlık o zaman yapılır. Bazı kimseler, bu çeşit pazarlıklardan
bazılarının, idam mahkûmunun sırf hasisliği yüzünden başarısız bittiğini bana
nakletmişlerdir. Bu olay olağanlıktan tamamen uzak görünüyorsa da, hayatın bir
hiç, servetin her şey olduğu bir yönetimde doğru da olabilir.
Hıristiyanları
alçaltmak, Müslümanları yüceltmek geleneği, idam edilen Müslüman'ın başının
kolu arasına konmasını, Hıristiyan'ınkinin ise bacaklarının arasına
yerleştirilmesini sağlamıştır.
Türkler
de tıpkı bizim yaptığımız gibi, suçlunun yakını olmaktan başka suçlan olmayan
masum insanların haysiyetlerine leke sürerek, cezanın kapsamını genişletirler.
Üstelik, ölünün mezar taşı üzerine adını ve hangi cezadan dolayı idam
edildiğini yazarlar; tanıdığım bir Avrupalı bu mesele yüzünden, kocası saray
entrikalarına kurban gitmiş çok saygı değer bir Rum kadını tarafından
terslenmiştir. Avrupalı dostum, kadının bu cezadan, daha ziyade cezanın infaz
şeklinden şikâyetçi olacağını sanmıştı. Halbuki kadın, «Onun nasıl ölmesini
istiyordunuz? Şunu bilin ki Mösyö, benim ailemden hiç kimse bir bakkal[57] gibi
ölmemiştir.» Şaşkına dönen Avrupalı, kadının bütün akrabalarına mutlu bir son
dileyerek yanından ayrılmıştır. Bizim anlayışımızda bir hayli farklı olan bu
yargı yine istibdat rejimi ile açıklanabilir. Devlete karşı suç işlemekten
cezalandırılmak, kişinin kendisini devletin içinde kabul etmesi demektir.
Ancak kendi sırası geldiğinde hükmetmek üzere boyun eğilir, bu köleliğin
temelidir, kölelerin boş yere öğünmeleri için bir gıdadır ve keyfî yönetim
içinde mevcut olacak tek şeref duygusudur.
Sarhoşluğun
Türkleri suça itmesine ve şarap içilmesinin dinen yasaklanmış olmasına rağmen
İstanbul'daki meyhaneler bizim kabarelerimiz kadar yaygındır; hükümet hem
bunları korur, hem de haraç alır; meyhanelere giden Osmanlılar daima sarhoş
olurlar; şarap tüketimi devlet hâzinesine bir gelir kazandırdığından, vergi
toplama işi Şarap Emini[58] denen bir
tahsildara aittir. Bu memur içeri giriş ücretini keser, ancak meyhanelerin
inzibatı ve harcı mahalle âyânlarına bağlanır.
Daha önce belirttiğim gibi, halkın içip de
kötü hareketlerde bulunmasını önlemek maksadıyla büyük bayram günlerinde meyhaneler
kapatılır. inzibatlar her meyhanenin kapısını mühürlerler; ancak inzibatın görmemezlikten
geldiği alttaki küçük bir kapıdan giriş daima serbesttir; yasadan kaçmak için
bir az eğilmek ve keyfince sarhoş olmak mümkündür.
Bu arada üç gün süren Ramazan Bayramı'nda
halkın sarhoşluğunun bazı kötü olaylara sebep vermemesi için hükümet özel bir
dikkat gösterir. Bu bayramdan önceki Arap ayı oruca hasredilir; Ramazan ayı her
yıl on bir gün ileri gider. İslâm peygamberinin Hıristiyan'lardan aldığı
sanılan oruç ayında, Hıristiyanlığın ilk zamanlarında olduğu gibi gün
doğumundan batımına kadar hiç bir yiyecek alınmaz. Ayın hareketlerinin zamanını
tesbit ettiği Ramazan ayının, daha uzun ve daha sıcak günlere sahip yaz
mevsimine rastlaması orucu daha zor kılar; Ramazan'ın bütün zahmetinin asıl
çalışanlara olduğunu söylemek yanlış olmaz; susuzluğunu gidermek için bütün
gün boyunca bir bardak sudan mahrum kaldıktan sonra iftarda kanaatkâr bir
yemek, uzun süren namaz ve gün doğmadan yemek yeme gerçekten zordur.
Zengin kimselerde Ramazan apayrı bir
manzara gösterir; ikiyüzlülüğün kollarında uyuklayan rehavet, şahane bir
yemeğin, musikînin zevki ve orucun verdiği sıkıntıyı hafifletecek
her türlü eğlencenin arzusuyla gözlerini açar.
Şerîatın tesbît ettiği belirli bir zamanın
buyruğunda olan ve bu sürenin bir an önce bitmesini arzulayan Türk, Ramazan
ayı boyunca saatları ve dakikaları saymaktan bıkmaz, sahip olduğu bütün
saatları çevresinde bulundurur; bu süre zarfında Cenova, sanayii sayesinde
Türklerin parasını çok daha fazla çeker. Bu kazançlı ticaretin, saatlarin
sürelerini azaltacak yeni bir tekniğe göre hazırlanmış saatlarla çok daha fazla
arttırılacağına eminim.
En duyarlıklı saat bile orucun bozulma
anını tam olarak tesbit edememektedir; minarelerin şerefelerine çıkan
müezzinler güneşin kaybolmasını izlerler ve ilk işaret Aya Sofya Camıî'nden
geldikten sonra diğer camilerin müezzinleri ezanı tekrar ederler. Ezan okunduktan
sonra en sofu olanları abdest tazeler, diğerleri ise artık büyük bir ihtiyaç
hâline gelmiş tütüne sarılırlar.
Oruç bozmak için güneşin batmasını gözleyen
Türkler, Ramazana girmek için yeni ayın çıkmasını da aynı dikkatle izlerler;
yalnız, Bayram'a girerken astronomik hesaplara tam bir güven duyarlar. Yirmi
sekiz gün süren oruç ayının başlangıcında ayın çıkışını gözleyecek olan
kişiler bu uydunun ilk ışıklarını biraz geç farkederler ve hemen Bâb-ı âli ye
giderek durumu bildirirler; Bayram'ın başlangıcı olan yeni ayda ise daha az
itinalı davranmalarına karşılık top atışları Bayram'ın geldiğini halka duyurur.
Bu arada Türklerde oruç ayından sonra gelen
Bayram eğlenceleri, Hıristiyanların Büyük Perhizi'ni izleyen kutlamaların
debdebesine erişemez: Kurban Bayramı ise, Musevîlerin Kuzu kurbanı bayramına
pek benzer Birinci Bayram'dan on hafta sonra gelen bu Bayram'da, Padişah,
devlet büyükleri ve hâli vakti yerinde olan herkes bir veya birkaç koyunu
kurban eder. Bu maksatla koyunların yünleri taranır, boynuzları süslenir; ve
ilk kurbanın Mekke'de yapılacak ilk kurban saatına getirilmesine dikkat edilir.
Bayram günlerinde büyük ölçüde tüketim
yapılır; her Müslüman yeni elbiseler edinir, verir veya alır. Bu zaman zarfında
her türlü eğlence açıktır; ancak daima bazı düzensizlikler olur. Meselâ yeni
elbiselerini giymiş ve gayet iyi silâhlanmış adamlar İstanbul'un civar
kasabalarına giderek haraç toplamaya kalkışırlar.
İstanbul'a su getiren suyollarının
civarları şehir halkının açık hava eğlence merkezleri olmaktadır; ancak hemen
ilâve etmek gerekir ki, bu yerlere koşan kalabalık, ne suyollarının mimarîsi
ile ne de suların güzelliği ile ilgilenir, Gezmeye gittiklerinde şarap ve diğer
neşelendirecek şeyleri götürmeyi asla ihmal etmez; hükümdarların yağmur
sularını toplamak ve başkente sevketmek için inşa ettirdikleri tesislerin
yanında daima yaptırdıkları eski köşklere yerleşilir.
Jüstinyen devrinde inşa ettirilmiş eski
suyolu ne işçilik, ne de zerafet bakımından bir özellik göstermez. Üstelik,
kemer ayaklarının biçimi ile havada duran kütleler yaratmaya çalışarak gözü
aldatmak hedefini güden mimarının kötü zevkini de yansıtmaktadır. Gotik
kemerler karışımı olan bu yapıda ne zerafet, ne de bir üstünlük göremedim, ve
bunu Yunanlıların mimarîde geriledikleri dönemin bir eseri olarak kabul ettim.
Türklerin inşa ettikleri suyollarının ise
bir başka özelliği vardır: çiziminde hiç bir nisbet, malzeme seçiminde hiç bir
isabet yoktur; yapılan eserin muazzamlığı karşısında şaşkınlığa düşülüyor,
ancak beklenildiği gibi mükemmel olmadığı için üzülünüyordu.
Bu gibi hâtâların İstanbul'da inşa edilmiş
camilerde bulunmadığını da ilâve edelim; hattâ Aya Sofya'nın güzelliğini kat
kat aşan camilerin bulunduğunu da ekleyelim[59]; aslında bu
eski Rum kilisesi gezginlerin methederek göğe çıkardıkları kadar bir şaheser
değildir. Eğer bu yabancı gezginler biraz daha fazla mimarî gözle bu esere baksalardı, ön
plânda ihmâl edilen kolonların, destek olarak kullanmada aşırılığa kaçıldığını
hemen farkederlerdi; yine dış kubbenin yayını gözle ölçeselerdi buna tavan
görevi yapan düz kubbenin iyi bir işçiliğe sahip olmadığını ve yapıdan bağımsız
olarak çevreye asılı gibi durduğunu da farkederlerdi; hattâ bana bu iç
kubbenin gayet ince bir sıva ile bağlanmış ponza taşından imal edildiğini de
söylemişlerdir ki, bu bile o eserin pek hârika olmadığını ispat etmektedir. İç
süslemesi ise Konstantin'in çağına bir şan katacak düzeyde değildir.[60] Muntazam
olmayan bir şekilde dizilmiş bir sürü kolon, kolon tabanlarındaki düzensizlik,
yapı maksadında görülen kuralsızlık, zevksizlik bunca şöhrete hiç de lâyık
değildir; bu eserde takdir edilecek tek husus kullanılan malzemenin bolluğu ve
değeridir.
Aya Sofya'nın tavanını süsleyen mozaiklerin
güzelliğine hiç kimse itiraz edemez; dört büyük sütünün kemer kovanlarının
çıkış yerlerinde kornişe dayanmış dört Melek'in kanatlarının uçlarını da
farkettim. Türklerin bu kubbeyi alçıyla kapatmak için gösterdikleri inat
sonunda bugün o mozaikleri görmek mümkün değildir,
Yedi sekiz milimetre kenarlı küpler hâlinde
kopan bu mozaik parçaları Viyana'ya tıraşlanmak üzere gönderildiğinde, çok parlak
ve bir hayli sert değişik renkli taşlar elde edilmiştir.
Bilinen en iyi süsleme şeklî olan mozaiğe
karşı Türklerin duyduğu nefreti anlamak için diğer camilerinin sadeliğine
bakmak yeter.[61] Camilerde
süsleme olarak Hz. Muhammed'in dört halifesinin adlarının yazıldığı panolar,
vâiz verilen kürsünün arkasına rastlayan kısımlara yazılmış âyetler görülür.
Camilere kabul edilen kadınların ancak kendilerine ayrılmış kısımlarda
bulunabileceğini de ekleyeceğim; Türklerin gelenekleri bu ayrılığı gerektirmeseydi,
içinde mevcut düzenin ve sessizliğin Tanrı ya karşı yapılacak ibadetin
sınırlarını ve aralıklarını hâtırlatan mâbedlere kadınların alınması, ibadete
hasredilen bir yerde saygılı bir sevginin sınır tanımayacağını ispat edecekti.
Çan gürültüsü yerine Arapça belirli bir
makamda söylenen ve Tanrı’nın birliğini, Peygamber'in ödevini, namazın ve iyi
hareketlerin sonuçlarını anlatan ezan namaz vaktini belirleyen bir işarettir.
Her caminin müezzini bu sebeple minareye çıkar. Sütûna benzeyen bu kulelerin içleri
boş olup, çapları dört, beş adım kadardır; caminin bir köşesinden kubbe
hizasına kadar çapı değişmeden yükselen minarenin o seviyede kapısı daima
Mekke yönünde olan ve döner bir merdiven ile çıkılan, altmış yetmiş cm.
genişliğinde bir çıkıntısı vardır. Bu çıkıntının üzerinde çapının dörtte biri
kadar daralan minare, uzunluğunun beşte veya altıda biri kadar daha yukarı
çıkar, orada kurşun kaplı sivri bir dam ile son bulur; bu ucun üzerinde uçları,
iyice kıvrılmış ve arasında Tanrı’nın adını yazan madenden bir parça olan bir
nevi, hilâl vardır. Büyük camilerde birçok minare olduğu gibi, her minarede
iki veya üç şerefe bulunur; Aya Sofya'dakilerde ise bir şerefe bulunur; minareleri
ise daha alçak ve daha az zariftir.[62]
Türklerin hilâle verdikleri önem üzerinde
birkaç kelime etmek isterdim; ancak bu simgeyi Padişah'ın topçu kuvvetlerinden
bahsederken de yeniden ele alacağım. Bu arada, bahsettiğim yangından sonra
Sadrazam’ın sarayının yeniden inşası sırasında iki avluyu ayıran kapının
üzerindeki kemerde eskiden mevcut olan hilâller yerine mimarın bu sefer Fransa
kraliyet arması olan zambak çiçeği şekilleri kullandığını da ilâve edeyim.
Deniz tarafındaki İstanbul surları acınacak
durumdadır: o muazzam surları tutmak için çok sayıda sütunun düzgün olmayan
bir şekilde ve birçok sıra hâlinde konduğunu görmekteyiz. Direnci yüksek
malzemeden yapılmış surları tutmak için bu kadar kalitesiz malzeme
kullanılmış olması insanı gerçekten üzmektedir.
Osmanlıların anlamsız kibirleri hakkında
bir fikir verebilmek için sevdikleri şu darbımeseli burada tekrarlamak
yeterlidir:
Hindistan'ın zenginliği
Avrupa'nın düşüncesi
Osmanlının debdebesi.
Kendileri için iftihar vesilesi olan
Padişah'ın kılıç kuşanma töreninin debdebesi bu darbımeseli doğrulamaktadır.
Ancak. Padişahın denizde gezintiye çıkarken yapılan törende gerçekten
etkileyici bir taraf bulunduğunu itiraf etmeliyim. Sahip olduğu kayıkların
zerafeti, hafifliği ve zenginliği bizim kayıklarımız ile asla mukayese kabul
etmez. Yirmi altı kürekçili kırmızı kumaş kaplı, altın yaldızlı üç fenerli
kayığa ancak Hünkâr binebilirdi; her zaman peşinden gelen benzer bir kayık
dönüşünde kullanılırdı, saraya mensup çeşitli subayların bindikleri kayıklar,
küreklerin gayet düzgün bir şekilde vurulması ve kayıkların süratleri ile
gerçekten seyredilmeye lâyık bir manzara sunmaktadır.
Veliaht - şehzâde halkın arasına çıkacak
yaşa geldiğinde, ona verilen kayık yirmi altı çift kürekli olup, Hünkâr'ın
kayığından mavi rengi ile ayrılır; onun arkasından yeşil renkli ve yirmi dört
çift kürekli kayığı ile Sadrâzam gelirdi. Şeyhülislâm ise dokuz çift kürekçi
ile donanmış kayığında törene katılırdı; sahip oldukları mevkiin önemine göre
kürek sayısı tesbit edilmiş diğer "saray erkânı ile emirlerine kayık
verilen yabancı elçilerin küreklerini tek kürekçi çekerdi.
Padişah'ın hanımlarını taşımak için
yapılmış kayıklar, yirmi dört çift kürekli olup, tamamen beyaza boyanmış ve
her tarafı pancurlarla kapalı idi. Bunları kayıklara almak için tülden yapılmış
dar bir tünelden faydalanılırdı. Pek ender olarak gezintiye çıktıklarında, kırlık
yerde tesbit edilen Harem dairesi de tüllerle kapatılır, karaya çıkışlarında
aynı tedbirler alınırdı. Zenci haremağaları bu yolun etrafını çevirirler, yaklaşacak
olanları uzaklaştırmak maksadıyla tüfenkli Bostancı - Hasekileri de ikinci bir
kuşak teşkil ederlerdi. Bu tedbirlerin farkına varmayıp da yaklaşanlar, atış
menziline girerlerse yedikleri kurşunla ilk ihtarı almış olurlardı. Koyun gibi
yönetilen Padişah'ın hanımları ancak bu şekilde hava almak fırsatını elde
ederlerdi.
Bu gezintiler, Padişah'ın hareminde meydana
gelen büyük eğlenceler hakkında kuşkusuz bir fikir vermekten uzaktır. Hattâ
kadınların bu küçük çayırda sarayda olduklarından çok daha mutlu olduğunu da
ileri sürebiliriz, işte düşüncede yapılacak en önemli devrimlerden biri de
budur.
İKİNCİ KISIM
Babam Tekirdağ'da, vatandaşlarının arasında
Kont Czaky'nin kollarında hayata gözlerini yumdu. Fransa'da benim hakkımda
niyetleri olan Bakan görevinden çekilmişti. Destekten yoksun, tanınmamış bir
ad, İstanbul'da boşu boşuna geçirilmiş sekiz yıl bana Versailles Sarayında bir
başarı şansı tanımıyordu. Şimdiye kadar edindiğim bilgileri hiçe sayan bir
görev olarak Almanya'da bir sarayın hizmetine yollanmam istendi; bu arada
Choiseul Dükü Dışişleri Bakanlığı'na gelince beni özel bir görevle Kırım
Hanı'nın yanına yollamak istedi. Görev duygum, bu görevin bana verdiği bütün
tasaları ortadan silmeye yetti. Bana öyle bir görev verilmesini ne arzu
etmiştim, ne de tahmin etmiştim; fakat bunu bana gösterilen bir teveccüh olarak
kabul ettim: yeni ödevim bana yeni Bakan'ın hizmetinde çalışma fırsatı
veriyordu.
Gideceğim yere karadan gitmem
istendiğinden, hazırlıklarım tamamlanınca 10 temmuz 1767 tarihinde Paris'ten
hareket ettim; Viyana'da sekiz gün kaldıktan sonra Varşova'ya geçtim, orada da
altı hafta geçirdikten sonra Kameneç’e vardım.
Yiyecek sıkıntısı, at bulamama ve halkın
kötü muamelesi gibi zorluklarla karşılaştığım Lehistan'da, bir an önce
gideceğim yere varmak arzusu bu zorluklara dayanmamı sağlıyordu. Lehistan
postası Kameneç’ten geçmediğinden. Dniester'in karşı kıyısında, Svaniçin
yanındaki ilk Türk gümrüğüne kadar Rus atları bulmam beni fazlasıyla memnun
etti. Bu nehrin yatağı iki imparatorluğu birbirinden ayırıyordu; Lehistan'a ait
kıyıda gezmeğe gelmiş birkaç yeniçeri, arabama büyük bir merakla bakarlarken
onlara Türkçe hitap etmem bana büyük yakınlık göstermelerine sebep oldu. Nehrin
karşı kıyısına geçerken benimle birlikte sala bindiler. Kâtibimin haricinde
yanımdaki diğer kişiler onları İstanbul'dan tanıdığımı sandılar. Nehri aşarken
onları bu konuda aydınlattım. Selâmetle nehrin öteki kıyısına vardığımızda,
yeniçeriler, gümrükçünün bana yeterince saygılı davranması için uyarmaya
koştular; Hotin'de çok daha rahat edecek bir yer bulmam ihtimaline rağmen
gümrükçünün ısrarlarına dayanamıyarak Hotin'den dört kilometre ötede konuk
edilmeye razı oldum. Benimle birlikte karşı kıyıya geçmiş olan Rusları da gümrükçü
ertesi gün beni Hotin'e götürmeleri için, orada kalmaya zorladı. Bu konuda
yaptığım bütün teşebbüsler gümrükçünün kararını caydırmaya yetmedi; aslında
bana konukseverlik yapmak ve en uygun şekilde ağırlamak için elinden geleni
yapmaya çalışıyordu; ama belki de yapmak zorunda kalacağı masraflardan kaçınıyordu.
Bize yaptığı masraftan, onun bizi
ağırlamakla yükümlü olduğunu anladık; gelişimizi haber verdiği Paşa, bana
çiçek ve meyve yollayarak ertesi gün bizi karşılamaktan şeref duyacağını
bildirdi.
Türklerle yaşamaya alışmış olmam, bir
başkasına gayet zor gelecek olan akşamı bana çekilebilir hâle getirmişti. Bir
müddet gümrükçünün köşkünde kaldım; bu köşkte oturan ve Padişah'ın sınırlarında
büyük bir gevşeklik içinde yatan bu Türk, otoritesinin gücünden faydalanıyor,
ve civarında kendisinden başka önemli kişi olmadığından durumundan çok memnun
görünüyordu. Sohbetimiz sırasında, birkaç gün önce iki Fransız'ın Hotin'e
geldiklerini, oradan da İstanbul'a hareket ettiklerini anlattı. Gümrüğün
geliri hakkındaki sorularımı da cevaplandırdı; gümrüğün kendisi için çok kârlı
olmasına karşılık eline düşen zavallılar için çok pahalıya mal olduğunu
öğrendim; bu konuda bana söyleyebileceği her şeyi öğrendikten sonra dinlenmek
üzere yanından ayrıldım. Bana Hotin'e kadar eşlik edecek Paşa'nın adamları gün
doğarken beni sarsarak uyandırdılar. Her biri görevinin önemini bana aceleyle
bildirerek, şükran duygularımdan faydalanmayı düşünüyordu. Yanımdaki
muhafızlara bir miktar para dağıttıktan sonra, kalabalık ve gürültücü bir
heyetle yola koyuldum ve Hotin civarında bana hazırlanmış olan bir Yahudi
kadının evine yerleştim.
Beni korumakla görevli bir subay ile birkaç
yeniçeri kapıda duruyorlardı; kale kumandanının beni ağırlaması için
görevlendirdiği adamı tarafından karşılandım; ilk olarak bana ihtiyacım olan
yiyecek maddelerini sordu. Kale halkının cebinden çıkacak olan yiyecek
maddelerini kabul etmemek için hiç bir şeye ihtiyacım olmadığını belirttim, bu
arada adamlarıma gizlice emir vererek bana çarşıdan yiyecek satın almalarım
söyledim. Ancak bana yiyecek satan Yahudi kısa zamanda yakayı ele verdi, dayak
yedikten başka sattığı malların parasını ödemek zorunda bırakıldı; ertesi gün
de bana gayet bol yiyecek gönderildi.
Benzer sahnelere tanık olmamak için bir an
önce Kırım'a hareket etmeyi arzuluyordum; ancak bana hem Paşanın izni, hem de
yalnızca onun temin edebileceği eşyalar gerekliydi. Bu sebeple vakit geçirmeden
Paşa ile görüşme yapmaya çalıştım; zira Türkler o kadar tembel o kadar yavaş
insanlardır ki, bir yabancıya karşı en büyük nezaketin onu dinlendirmek olduğunu
sanarlar: nitekim yere ayağımı basar basmaz bana yapılan teklif de bu oldu.
Ancak, beni, dinlenmekten başka hiç bir şeyin yormayacağını kesinlikle
belirterek ertesi gün için Paşa'dan buluşma vaadi aldım. Kalede kalan Paşa
kararlaştırılan saatta bana at gönderdi, ayrıca subaylarından pek çoğu bana
eşlik edecekti.
Dniester nehrinin sağında kalan dağın hemen
eteğinde kurulmuş olan Hotin kalesi nehir üzerine doğru uzanır ve karşı
kıyıdaki düzlüğe tamamen hâkim olur. Gerçekte Lehistan toprakları bu kaleye o
kadar güzel bir görünüm sağlarlar ki, Türk mühendislerinin bu avantajı korumak
için bu önemli kalenin savunmasını ve güvenliğini ihmal ettikleri kanısı
uyanmaktadır.
Kale kumandanı olan Paşa, daha önce
hakkında bilgi edindiğim saygıdeğer bir ihtiyardı; çekingen bir mizaca sahip
olduğundan Sadrâzam'ın, aleyhinde bazı teşebbüslerde bulunmasından korkuyordu;
bu yüzden Bâb-ı âli 'den izin gelmedikçe bana geçiş izni vermiyeceğinden
çekindim. Beklediğim gibi ilk iltifat sözlerinden sonra bana bunu bildirdi ve
burada kaldığım müddetçe elinden geldiği kadar beni rahat ettireceğine de söz
verdi. Bu konuyu onunla tartışarak beni Hotin'de muhafaza ederek beni bekleyen
Kırımlıları kızdıracağını, beni beklemeyen Sadrazam'dan izin almasına gerek
olmadığını anlatmaya çalıştım. Ertesi gün için ayrılmama karar aldık; ona
benim dostluğumun kendisine yarar sağlayacağını hissettirdiğimden, yanından
çıkarken gayet dostça uğurlandım.
Kaldığım eve döndüğümde, bana mihmandarlık
edecek olan birinci Çuhadar'ını beni bekler buldum; almak zorunda olduğu
tedbirleri gözden geçirdi, sonra geçiş izinlerini imzalatmak ve gerekli
olan atları temin etmek maksadıyla yanımdan ayrıldı. Ancak atları temin etmek
hususunda gösterilen titizliğe rağmen, ertesi gün akşama doğru hareket
edebildik; mihmandarımın zavallı seyislere arada sırada vurmasına rağmen daha
hızlı gidemiyorduk. Bu arada, eğer mihmandarım Ali Ağa Prut'u geçmeğe
hazırlanmak için mola vermeseydi, daha çok zaman kazanacaktık.
Bu maksatla bizi sevimli bir köye
yerleştirdi, bir müddet sonra köy sâkinleri bize yiyecek getirdiler. Aceleyle
boşaltılan bir eve yerleştikten sonra, iki
koyun kesildi, kızartıldı, afiyetle yendi; bu sırada mihmandarım, arabamı karşı kıyıya geçirme
hazırlıklarını yapmak üzere gitti. .
Gitmesinden istifade ederek, köyün
yöneticisi olduğunu sandığım yaşlı bir Türke yediklerimizin
ücretini verdim; fakat diğer köylüler yanıma gelerek vereceğim parayı
aralarında bölüştürmezsem, hiç bir şey almayacaklarını ifade ettiler. Paranın
tamamını verdiğim ihtiyar Türk'ün, yağmacılık yapan dört oğlu olduğunu, hiç
vergi vermediğini de ilâve ettiler. Verdiğim parayı iki misline çıkararak
hepsine dağıttım; yanımdakilerin her biri yatacak bir yer ararken ben de arabamı
seçtim ve öyle bir derin bir uyku çektim ki, uyandığımda yola koyulmuştuk bile.
Prut'a varmaya dört kilometre vardı, nehrin kıyısına geldiğimiz halde yatağının
derinliğinden onu farkedemedik, ancak mihmandarımız bize eliyle işaret edince
farkettik.
Prut nehri Hotin Paşalığı ile Boğdan
Paşalığını ayırıyordu. Ali Ağa bir gün önceden nehri yüzerek karşı kıyıya
çıkmış, zorla topladığı üç yüz kadar Boğdanlıyı geceleyin çalıştırarak ağaç
kütüklerinden kaba b:r sal yaptırmıştı; bu salın sağlamlığına bir
türlü inanamıyordum. Buna rağmen arabamı ve içindekileri fedâ etmeyi göze aldım. Sadece yanımda cüzdanımı
alakoyacaktım ve kendi kendime, olması muhakkak olan bir olaydan hem kendimi,
hem de yanımdakileri korumaya karar verdim. Bu arada, böyle güzel bir eser yarattığından
dolayı iftihar eden mihmandarım, beni arabaya binmeye dâvet ediyordu;
dayanamıyarak sordum: arabamı nehre kadar nasıl indireceksiniz? Bu berbat sal
üzerine koyduğunuzda ağırlığı ile hemen dibi boylamıyacak mı? Nasıl mı diye
cevap verdi, tabiî ki âletlerle, sonra kırbacı ile karşı kıyıdan getirdiği yüz
kadar Boğdanlıyı göstererek, hiç endişe etmeyin, onların omuzlarında dünyayı
bile taşıtırım ve eğer sal batarsa bu adamların hepsi yüzme bilir, onu su
üstünde tutarlar; eğer bir iğneniz kaybolursa hepsi asılacaktır.
Bu kadar bilgisizlik ve zalimlik karşısında
sâkin durmanın imkânı yoktu; buna rağmen soğukkanlılığımı muhafaza ettim ve
adamlarımla birlikte ikinci seferde geçeceğ:mi belirttim. Sonra kıyıya
oturarak, bana pahalıya mal olacağını hesap ettiğim manevrayı izlemeye
başladım.
Tanrı'nın adının söylenmesinden sonra
köylüler çalışmaya başladılar. Atların koşumları çıkarıldı, araba elle
itilerek kıyıdaki kayalıkların yanına getirildi, birkaç balta darbesi ile
kıyıda hafif bir meyil açıldı. Her an arabamın ağırlığı altında ezilecekleri
korkusunu duyarak onu salın üzerine oturttuklarını gördüm; araba, salın
üzerine ancak köşelemesine sığıyordu; arabanın yuvarlanmaması için dört kişi
tekerleklerin önüne yattı. Bu işlemden sonra salın toprağa bağlı olan kısmı
çamura on beş, on altı cm. battı, şimdi iş salı nehre itmeye kalıyordu: yüz
köylü bu işi de başardı; bir kısmı kıyıdan, bir kısmı yüzerek, büyük küreklerle
salı karşı kıyıya geçirdiler; orada hazırlanmış olan öküzler bir anda arabamı
kıyıya çekti. Bunu görünce derin bir nefes aldım, geri gelen sala adamlarımla
hiç bir endişe duymadan bindim.
Ali Ağa'nın bu işte tam bir başarı
sağladığı şüphesizdi, ayrılırken köylülere yine para dağıttım; bu arada hiç
bir hareketimi kaçırmayan mihmandarımın verdiğim paranın miktarını köylülerden
öğrendiğini farkettim.
Bir saat sonra yanımıza geldi, sonra
süratle bizden uzaklaşarak Prut'tan on üç kilometre uzaklıkta öğle yemeğini
hazırlamak için faaliyete girişti. Kırbacını beni rahat ettirmek için sık sık
kullanması haricinde bir hayli cana yakın bir adam olan Ali Ağa'yı bu âletini
daha az kullanması için ikna etmeye çalıştım.
BARON
Prut'u geçerken gösterdiğiniz beceriklilik
ve bize karşı daima iyi niyetle davranmanız, eğer bu zavallı Boğdanlıları
kırbaçlamasaydımz, veya itaat etmedikleri zaman kırbaçlasaydınız, sizden hiç
bir şey istemememe sebep olacaktı.
ALİ AĞA
İtaat etmeden önce veya sonra dayak
yemeleri bir şey farkettirmez, hattâ zaman kaybetmemek için önce yapmak daha
doğru olur.
BARON
Zaman kaybedileceğini sanmıyorum; iyi
niyetleri, kuvvetleri ve itaatleri ile imkânsızı başaranları sebepsiz yere
dövmek iyi bir iş midir?
ALİ AĞA
Siz ki, Türkçe'yi biliyorsunuz, İstanbul'da
kalmasınız, Rumları tanımışsınız, Boğdanlıların dayak yemeden hiç bir şey
yapmayacaklarını bilmiyorsunuz. Bütün gece onları zorlamasaydım, sabahleyin
arabanızın Prut'u geçeceğini mi sanıyordunuz?
BARON
Evet, onları dövmeden de, s:rf dayak
yemekten korktukları için aynı şekilde çalışacaklarına eminim; artık ne olduysa
oldu, önümüzde aşılacak nehir yok, yolda at buluyoruz, bize gereken şey
yiyecektir ve üzerinde durmak istediğim konu da budur; azizim Ali size itiraf
edeyim ki, kırbaç zoru ile temin ettiğiniz lokmalar boğazımızda kalıyor;
bırakın ücretlerini ödeyeyim, istediğim tek şey budur.
ALİ AĞA
Kuşkusuz hazımsızlık çekmemek için iyi bir
çare buldunuz; zira paranızla bir lokma ekmek bile satın alamazsınız.
BARON
Hiç merak etmeyin öyle iyi bir fiyat
biçeceğim ki, sızın bile temin edemiyeceğiniz kadar iyi yiyeceklere sahip
olacağım.
ALİ AĞA
Tekrar ediyorum, bir lokma ekmek bile bulamıyacaksımz.
Boğdanlıları iyi tanırım, kırbaçlanmak, isterler Zaten size masraf yaptırmamak
için emir aldım.
Bu
insanlar o masrafları rahat rahat karşılayacak kadar zengindirler, üstelik
dayak yeseler bile memnuniyetle bu görevi yerine getirirler.
BARON
Azizim Ali Ağa lütfen teklifimi geri
çevirmeyin. Masraflarımın ödenmesinden vazgeçtim, üstelik paraları ödendiği
takdirde dayak yemek istemiyeceklerdir; bütün sorumluluğu üzerime alıyorum;
bırakın yapayım.
ALİ AĞA
Fakat açlıktan öleceğiz.
BARON
Merakımı tatmin için şöyle bir deneme
yapmak istiyorum.
ALİ AĞA
Madem ki istiyorsunuz deneyin, böylelikle
Boğdanlıları tanımak fırsatını da ele geçirmiş olacaksınız; ancak onları
tanıdığınız zaman unutmayın ki akşamleyin bir çorba içmeden yatmam doğu olmaz;
paranızın veya güzel sözlerinizin başarıya ulaşmadığını görünce, benim kendi usulümü
kullanmamı haklı bulacaksınız.
BARON
Olsun; mademki anlaştık geceleyeceğimiz
köye geldiğimizde sadece papazı bulacağım, bize para karşılığında yiyecek
vermesini, köy sâkinlerinden uzak bir yerde yatacak yer temin etmesini isteyeceğim.
Yolumuz uzun olduğundan konaklayacağımız
yere ancak güneş battıktan sonra vardık.
Verdiği söze sâdık kalan mihmandarım
atından indi, dirseğini eyere dayadı, kırbacını dizlerinin üzerine yerleştirdi
ve kendisine sağlayacağım eğlenceli sahneyi seyretmek üzere hazırlandı. Ben,
hemen faaliyete geçerek köy papazını sordum; bir iki adım ötede duran adamı
gösterdiler, ona yaklaşarak önüne önce yirmi altın koydum, sonra, aşağıya
aslına sâdık kalarak tercüme ettiğim Türkçe ve Rumca şu konuşmayı yaptım:
BARON (Türkçe)
İşte dostum, ihtiyacımız olan yiyecekleri
satın almamız için para getirdim; Boğdanlıları severim, onların kötü muamele
görmelerine râzı olmuyorum, bana bir koyun ile ekmek vereceğinizi umarım[63], paranın üstü
sizde kalsın, benim sağlığıma içersiniz.
BOĞDANLI (Türkçe anlamıyormuş gibi yaparak)
Anlamıyorum.
BARON
Nasıl? Anlamıyor musunuz? Türkçe bilmiyor
musunuz?
BOĞDANLI
Yok Türkçe, anlamıyorum.
BARON (Rumca)
O halde Rumca konuşalım; bu parayı alın,
bize koyun ve ekmek getirin, sizden istediğim bu kadardır.
BOĞDANLI
(yine anlamamazlıktan gelerek ve köyünde yiyecek olmadığını, herkesin açlıktan
öldüğünü işaretle anlatmaya çalışarak)
Ekmek yok. fakiriz, hiç bir şey yok.
BARON
Ekmeğiniz de mi yok?
BOĞDANLI
Yok, ekmek, yok.
BARON
Vah zavallılar, sizlere acıyorum; fakat hiç
olmazsa dayak yemiyeceksiniz: bu da bir şeydir; aç karnına yatmak her halde çok
kötü bir şey olacak; siz namuslu insanların mevcut olduğunun bir delilisiniz.
(Mihmandara dönerek) Görüyor musunuz
dostum, para burada bir işe yaramadı ama hiç olmazsa dayağın da gereksiz
olduğunu öğrendik. Bu zavallıların hiç bir şeyleri yok. yarın için daha fazla
iştahlı olacağız.
ALI AĞA
Oh. Ben kendi hesabıma üzülüyorum, bu
geceyi çok daha iyi geçirebilirdik.
BARON
Bu sizin hatânız; neden bizi böyle berbat
bir köyde durdurdunuz? Yiyecek ekmek bile yok! Mecburen oruç tutacaksınız:
cezanızı çekin.
ALİ AĞA
Berbat köy mü dediniz? Eğer karanlık
olmasaydı gözleriniz kamaşırdı; burası aslında-küçük bir şehir gibidir; burada
her şey mevcuttur, ördek kızartması bile bulabilirsiniz.
BARON
Dayak atma arzunuzun kabardığını iddia
edebilirim.
ALİ AĞA
Yemin ederim ki hayır, beğim, duyduğum
açlığı bastırmak ve size, Boğdanhları daha iyi tanıdığımı ispat etmek için
izin verin ben konuşayım.
BARON
Kırbaç vurduğunuz vakit açlığınız gidecek
mi?
ALİ AĞA
Hiç merak etmeyin, eğer on beş dakika
içinde mükellef bir ziyafete konmazsanız vurduğum bütün darbeleri bana iade
edersiniz.
BARON
Bu takdirde anlaştık, sözü size
bırakıyorum; fakat asla unutmayın eğer bir masumu döverseniz, onu size iade
etmekte tereddüt etmeyeceğim.
ALİ AĞA
İstediğiniz kadar vurun; fakat ben sizi
nasıl sükûnetle seyrettim ise siz de bana karışmayın.
BARON
Bak bu doğru: Şimdi sizin yerinize
geçiyorum.
ALI AĞA
(Verinden kalktı, kırbacını elbisesinin içine koydu, sakin bir şekilde
Boğdanlının yanına yaklaştı, omuzuna dostça vurdu.)
Merhaba dostum, nasılsın? Hadi bakalım
konuş, dostun Ali Ağa'yı tanımıyor musun? Hadi konuşsana.
BOĞDANLI
Konuşmak yok.
ALİ AĞA
Demek konuşmak bilmiyorsun, bak bu çok
şaşırtıcı! demek ki dostum sen Türkçe bilmiyorsun.
BOĞDANLI
Yok Türkçe!
ALİ AĞA
(bir yumrukta papazı yere devirdi, ayağa kalkmaya çalışırken tekmelemeye devam
etti.)
Al sana, serseri herif, bu sana Türkçe'yi
öğretir.
BOĞDANLI (gayet güzel bir Türkçe ile)
Neden bana vuruyorsunuz? Biliyor musunuz
bizler fakir insanlarız, Beğlerimiz bize ancak teneffüs edecek kadar hava
bırakıyorlar.
ALİ AĞA (Baron'a)
İşte gördüğünüz gibi, ben iyi bir lisan
öğretmeniyim, Türkçe'yi su gibi konuşuyor. Hiç olmazsa şimdi onunla
konuşabiliriz. (Boğdanlının omuzuna bastırarak) Şimdi madem ki Türkçe'yi
biliyorsun, söyle bakalım ailen, sen, çocukların nasıllar.
BOĞDANLI
İhtiyacımız olan şeyler mevcut olmadığı
için olabildiği kadar iyiyiz.
ALİ AĞA
Yok canım, şaka ediyorsun; eksiğiniz sadece
bir az daha fazla dayak yemek, ama merak etme birazdan o da olacak. Bana hemen iki koyun, on iki piliç, on iki kumru,
yirmi okka ekmek, dört okka tereyağı, tuz, biber, hardal, limon, şarap,
salatalık, iyi zeytinyağı lâzım, hem de en iyi cinsinden.
BOĞDANLI (Ağlayarak)
Size daha önce söyledim, bizler ekmeği bile
olmayan zavallılarız: bütün bunları nereden bulalım.
ALİ AĞA (kırbacını çıkarır, Boğdanlıya kaçıncaya kadar vurur)
Seni gidi pis kâfir, hiç bir şeyin yok ha!
Bak görürsün sana nasıl Türkçe öğrettim, bir anda zenginleşeceksin. (Boğdanlı
ortadan kaybolur, Ali Ağa ateşin yanına bağdaş kurar) Gördüğünüz gibi benim
reçetem daha iyi geldi.
BARON
Dilsizleri konuşturmak için evet, ama
yiyecek bulmak için sanmıyorum; sizin usûlünüzün de benimki gibi bir işe
yaramadığını görüyorum, bu yüzden galiba vurduğunuz darbeleri size iade etmem
gerekecek.
ALİ AĞA
Yiyecek mi dediniz? Hiç merak etmeyin, on
beş dakika içinde istediklerim buraya gelmezse bu kırbaçla bana istediğiniz
kadar vurun
Nitekim on beş dakika geçmeden papaz yanına
üç kişi daha almış olarak bütün istenenleri fazlasıyla getirdi.
Bu örnekten sonra Ali'nin reçetesinin daha
iyi olduğunu ve benim insanlık inadımı iyileştirmediğini nasıl itiraf
etmeyiz? Nitekim ben anlaşılmaz, fakat kesin bir yenilgiye uğramıştım: bu,
itaat etmem için bana yetti ve inançlarıma rağmen, mihmandarımın beni beslemek
hususunda gösterdiği usûllere itiraz etmeden yememe baktım.
Üzerinde yol aldığımız toprak bütün
dikkatimi çekiyordu. Hem zengin bir tarım faaliyeti ve hem de çok çeşitli
coğrafî özellikler bakımından ilgi çekici olan manzaraları gördükçe Boğdan’ı
bizim Burgonya eyaletine benzetiyordum.
Anlaşmalara dayanarak Bâb-ı âli'nin keyfine
göre değişen prenslerle yönetilen bu eyaletlerin baskı rejimini henüz
tanımamaları gerekir. Başlangıçta, Eflâk gibi gayet az bir vergi ile
imparatorluğa bağlanan Boğdan o zamanlar sözde bir hürriyete sahipti. Değerli
veya hiç olmazsa ünlü kişiler olan prenslerin şahsiyetlerinde Boğdanlılar eski
efendilerini buluyorlardı; ancak çok geçmeden her şey birbiriyle karıştı.
Boyunduruk altına alınmış halk kendisini bir köle gibi görmeye başladı, kendi
arasından çıkan kimselerin sivrilmesine göz yummadı; karşılıklı nefretleri
büsbütün köle olmalarını sağladı ve bu görünüş altında Padişah da onları bir
koyun sürüsünden ayırdetmedi. Parayı veren prensliğe yükseldi; her entrikacı
haklarının arttığına tanık oldu: ve parayı arttıranın elinde kalan bu zavallı
eyaletler çok geçmeden en büyük eziyetleri çekmeye mahkûm oldu.
Prensliklerin açık arttırılması yüzünden
çekilmez bir hâle gelen yıllık vergiler, prensliği satın almak için derebeyi
tarafından zorla alınan haraçlar, yüzde yirmi beşlik faizler, iktidara göz
dikenlerin teşebbüslerini önlemek için her gün sarfedilen paralar, bu sonradan
görmelerin ihtişamı ve bu kısa iktidar!ı yaratıkların açgözlü gayretleri, kısa
zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun bu iki zengin beldesinin yangın yerine
dönmesine sebep oldu. Eflâk ile Boğdan'ın en mâmur devirlerine nazaran şimdi
vergi bakımından aşırı ağır yük altında bulunduğu kabul edilirse bu eyaletlerin
acınacak kaderleri hakkında bir fikir edinme imkânı bulunur. Eyaletlerin
mahvolmasına çalışan Despotların, insanların sayısı azaldıkça ve toprak verimini
kaybettikçe isteklerini daha da arttırdıkları farkedilmektedir. Boğdan'ı
katederken henüz ekim ayında olmamıza rağmen halktan on birinci verginin
alındığına tanık oldum.
Gelişimi haber vermek için mihmandarımın sabahtan
bir ulak yolladığı Yaş kentine yaklaşıyorduk. Bu fırsattan istifade ederek o
zaman eyaleti yöneten Prense iltifatlarımı gönderdim. Daha önce İstanbul'da,
ahbab olduğum yaşlı Bâb-ı âli tercümanın oğlu şimdi Boğdan prensi idi. Eski
tanışıklığımızın bana Boğdan'da yararlı olacağını umarken, benimle karşılaşmak
arzusunun başkente varmamı çabuklaştıracağını hiç sanmıyordum. Gecenin
karanlığında, gayet dar, bozuk ve çamurlu bir yolda zorlukla ilerlerken, şehre
dört kilometre kala Prens'in gönderdiği bir araba ile karşılaştım. Yolumu tıkamak
için öyle bir şekilde gelmişti ki, can sıkıntısından söylenmeye başlamıştım;
tam o sırada bana Prens'in iltifatlarını iletmekle görevli bir kâtibin el
yordamıyla beni bulduğunu, görevinin mahiyetini bana uzun uzun anlattığını
gördüm, eğer kendimi aceleyle arabaya atmasaydım hâlâ orada kalacaktım; o ise
karanlığa aldırmadan durmadan bana iltifat yağdırıyor, kendisini beğendirmeye
çalışıyordu. Elimde olmadan. Ah! aziz dostum Ali. senin reçeten ne güzeldir,
diye söylendim. Nitekim durumun farkına varan Ali Ağa hemen işe koyulmuş
arabayı kol kuvvetiyle geri döndürmeye çalışıyordu, içinde bulunduğum durumun
bana sağladığı imkânlardan yararlanarak merakımı çeken konularda kâtibi sorguya
çekeceğimi düşündüm; ancak bütün gayretlerim boşuna çıktı; bu karanlıkta
arabanın güzelliğini ve şehre girerken bana hazırlanmış olan karşılama
töreninin ihtişamını göremediğim için yeni yakınmalardan başka bir şey elde
edemedim.
Sağda, solda görülen ışıklar şehre
yaklaştığımızı belli ediyordu; tekerleklerin kalın keresteler üzerinde
çıkardığı sesler kâtibe yeni sorular tevcih etmemi gerektirdi. Yaş kenti
çamurlu bir arâzi üzerine kurulmuş olduğu için bütün sokaklarının yanyana
dizilmiş kerestelerle kaplı olduğunu anlattı; son bir yangının şehrin büyük
kısmını kül yaptığını, yanan binaların verine yenilerinin yapılması için
çalışıldığını, ancak evlerin bu sefer değişik bir zevkle inşa edildiğini ilâve
etti. Evlerin planlarını da ayrıntıları ile bana anlatacağı sırada arabanın
sert bir dönüş yaparak, o gece konuk edileceğim Misyonerlerin manastırına
girdiğini, böylece şimdiye kadar rastladığım en sarsıntılı arabadan ve en can
sıkıcı iltifatçıdan kurtulduğumu anladım.
Mükellef bir akşam yemeği bizi bekliyordu;
Krallarının himayesinde Yaş'a yerleşmiş olan İtalyan Misyonerler bize güzel
yataklar hazırlamışlardı. Yatmadan önce gelişim yüzünden mutlu olan Prens'in
yeni iltifatlarını kabul ettim; sabahleyin kalkar kalkmaz ilk iş olarak
Voyvodayı ziyaret ettim. Zengin haşalı bir at üzerinde bulunan Voyvoda'nın
etrafında Çuhadar kıyafetinde bir sürü at uşağı bulunuyordu. Çevresindeki
doğuvârî debdebe ile beni hayran kılmak için büyük dikkat sarfettiğini
farkettim. Budala bir kibir içinde şişindiğini görmek beni bir hayli
eğlendirirken Ali Ağa çıkagelerek herşeyi berbat etti. Bu Türk’ün köylerde
ısladığımız Boğdanlılar ile bir hayli mesafeli olduğunu görmüştüm. Ancak Yaş'a
gelince öneminden kaybettiğini ve imtiyazlarını yitirdiğini sanmıştım. Buna rağmen
yine aldandığımı anladım: üzerine gayet güzel elbiseler geçirmiş, ciddî bir tavırla
ve önemli bir kişilikle etrafında saygı uyandırmaya devam ediyordu. Günün
birinde Sadrâzam olabilecek ve Boğdan Prenslerini tâyin edebilecek bir saray
adamı olduğundan kendisini onlardan üstün tutuyordu. Kendisini Prens'in yanına
götürecek olan imrahorun gelmemiş olmasını bahane ederek şehir derebeyine
şiddetle çatmaya başladı; derebeyi bu gecikmeden kendisinin kabahati olmadığını
geveleyip duruyordu. Ali Ağa hiç çekinmeden, hiç biriniz beş para etmezsiniz,
diye söyleniyordu. Mutlu bir raslantı eseri olarak beklenen heyet çıkageldi;
heyet içinde zengin haşalı bir at ve Prens'in dört Cuhadar'ı vardı. Ancak bu at
kimin içindi? İkinci derecede bir Paşa olan Hotin Paşası’nın Çuhadar'ı Ali Ağa
için. Ancak unutulmaması gereken bir nokta vardır: Bir Türk ile bir Rum
arasında rütbe meselesi yoktur; birincisi her şeydir, İkincisi ise hiç birşey.
Hiç bir zaman aksi öne sürülmeyen bu kurala
dayanan Ali Ağa görülmeye değer bir ihtişam ile hazırlanan ata bindi, yolda
karşılaştığı insanlar durarak onu derin bir saygıyla selâmlıyorlardı. O ise bu
saygılı selâmlara hafifçe başını eğerek ve tebessüm ederek karşılık
veriyordu; Yaş sokaklarında attığı her adım çıkarlarına olduğu kadar kişisel
vekarına da yararlı oluyordu; mihmandarım etrafı hayran bırakma ile çıkarlarını
birleştirmekle meşgulken ben de yoluma devam edebilmek için yeni bir mihmandar
bulmak için imkânları zorluyordum. Boğdan Prensi bana ancak Boğdan
sınırlarına kadar bir mihmandar bulabiliyordu; bir ulak aracılığı ile Basarabya
Seraskeri'ne bana Boğdan sınırlarına kadar refakat edecek bir mihmandar temin
etmesi haberini yolladım.
Bu tedbirleri aldıktan sonra, Prens'in bana
yolladığı arabaya bindim ve çok sayıda uşağın eşliğinde Prens'in sarayına
yollandım. Türklerin uzun törenlerinden ve Rumların kibirlerinden kaçınmak
maksadıyla bir an önce içeri girmek istiyordum.
Kırmızı atlas kaplı iki koltuktan başka
dikkati çekecek bir şey bulunmayan odada Prens’i kardeşi ile birlikte gördüm.
Koltukların önemini kavramakta gecikmedim; ancak onlardan birine oturmam için
yapılan ısrarları kesinlikle reddettim. Prens de onun üzerine başka bir koltuğa
oturdu; konuşmamızın temelini teşkil eden eski dostluğumuz, şu anda içinde
bulunduğu sıkıntılı durumu bana itiraf etmesine sebep oldu. Kardeşinin entrikacı
sofuluğunun onu gerçekten zalim yaptığını ve gelecek için ona büyük tehlikeler
sunduğunu farkettım. Hareketim için gerekli olan tedbirleri belirleyerek
konuşmamızı bitirdikten sonra Türk geleneklerine göre düzenlenmiş olan
törenlere katılmam icap etti. Bunların içinde en fazla saygılı olanı şerbet
ikrâm edilmesi, arkasından da gül suyu ve sarı sabır kokusu sunulmasıdır.
Avrupa'da çok bahsi geçen ve ne olduğu bilinmeyen şerbet şekerle hazırlanmış
meyve ezmesinin suda eritilmesinden elde edilmiş olup çok kokulu olduğundan
ancak yudum yudum içilebilir; bir defa doldurulan sürahi bir haftalık
ziyaretlere yetecek kadardır. Kahve ile birlikte getirilen reçelleri hep aynı
kaşığı kullanarak zevkle tadıyordum. Arka odada uşağıma yapılan ikrâm da
benimkinden aşağı kalmamıştı; ancak uşağımın iştahı o kadar fazlaydı ki önüne
ne getirilirse silip süpürmüş, şerbeti bir dikişte boşaltmıştı; Prens'in
yanından çıktığımda saray hizmetkârları hâlâ hayranlıkla uşağımı
seyrediyorlardı.
Misyonerlerin yanma döndüğümde daha önceden
tanıdığım bazı Rumların beni beklediğini gördüm, içlerinden birkaçını yemeğe
alakoydum, sonra yapmak zorunda olduğum ziyaretlerde bana eşlik ettiler.
Bataklık bir arâzi üzerine kurulmuş olan
Yaş şehrinin çevresinde bulunan tepeler her tarafta, şahane sayfiye evleri
kurulabilecek kırlık mevkilere sahiptir; Boyarların ve İstanbul'dan Prens'in
yanında gelerek, başkent ahalisi en büyük sefaleti çekerken Boğdan'ın iliğini
emen Rumların evleri hariç tutulursa, orada birkaç koyun sürüsünden başka bir
şey görmek mümkün değildir.
Azametli Boyarlar[64] ülkenin
büyükleri sayılırlar; ancak, aslında gayet zengin toprak sahipleri ve çok zalim
derebeylerinden başka bir şey değillerdir; Prenslerle pek ender olarak iyi
geçinirler, genellikle onlara karşıdırlar ve bütün entrikalarını İstanbul'da
çevirirler. Paraları ve şikâyetleri ile İstanbul'a gelirler; Bâb-ı âli'nin
düzen uğruna fedâ etmek istediği Boyarların sığındığı tek yer Basarabya
Seraskerinin yanıdır. Kırımlı Serasker'in himayesi Boyar'ın cezadan kurtulmasını,
hattâ bazen yerine dönmesini sağlar, tabiî daima ücreti ödenmek kaydıyla.
Boyarların çeşitli usûllerle aldıkları
vergiler, Prens'in her yıl ödemeğe mecbur olduğu vergi ve daha önce
bahsettiğim çeşitli masraflar Boğdan'ı o kadar sömürür ki, topraktan elde
edilen zenginlik bunları ancak karşılar. Fâtih Sultan Mehmed zamanında, Rum
prensler tarafından yönetilmek ve yılda fazla olmayan bir vergi ödemek
kaydıyla imparatorluğa bağlanan Eflâk vc Boğdan o zamanlar bu kadar iyi bir
pazar durumunda değillerdi; anlaşmaya imza koyanlar, bu eyaletlerin
prenslerinin çok geçmeden bu ülkeleri, haraç mezat satılık duruma
getireceklerini tahmin edememişler; üstelik Padişaha tanınan prensleri
değiştirme yetkisinin ilerde sebep olacağı kötü sonuçları da düşünememislerdi. İstediği
vakit prensliğe yükselttiği veya azlettiği kibirli kulları ile Padişah
arasında korkunç bir pazar! Nitekim prenslerin değiştirilebilme kuralının mevcudiyeti
bu eyaletlere giderek artan vergiler yüklemiş, buna bağlı olarak ülkenin fakirleşmesi
artmıştır. Bu gölge hükümdarlıkların bütün hedefinin her türlü aracı
kullanarak ülkeyi fakirleştirmek olduğu anlaşılmaktadır.
Boğdan ve Eflâk eski bir Roma
kolonisidirler. Bugün bile oralarda bozulmuş bir Latin dili konuşulur bu dile
Rumie denir. Romalıların kurumlu boyunduruğu altında yaşamış olan bu talihsiz
ülkeler şimdi geçici otoritelere sahip hükümdarların boyunduruğu altında çok
daha fazla ezilmektedirler.
Yola koyulmam için her şey hazır olunca,
yaptığı hizmetleri mükâfatlandırarak Ali Ağa'dan ayrıldım. Yanıma verilen iki
yeniçeri ve bir Rum ile Yaş'tan ayrıldım. Geçtiğimiz her yerde bu üç kişi Ali Paşa'nın
bana öğrettiği ilkeleri uyguluyorlardı.
Şimdi katettiğimiz Boğdan’ın bu kısmı,
Yaş’a gelmek için geçtiğimiz yörelerden bana çok daha güzel göründü; fakat
Kişenov'a doğru yaklaştıkça arâzin n giderek dağlık olmaya başladığını
görüyordum. Gitgide daha geniş boğazlardan inerek nihayet Başarabya'ya vardık.
Başarabya ovalarına girer girmez, sağda ve solda bulunan tepelerde sayısız hecin
devesi gördüm. Yan'mdaki Rum Kırımlılara ait olan bu hayvanların başkalarının
topraklarına girerek otlaklar: bitirdiğini, bu yüzden devamlı anlaşmazlıklar
olduğunu anlattı.
İlerledikçe bu hayvanlardan daha çok sayıda
görmeye başladım.
Sınırı henüz aşmıştık ki, bize doğru gelen
birkâç atlı farkettik: bun'ar, Başarabya Seraskeri’nin beni kar- şilamak üzere
yola çıkardığı on seymendi. Seraskere yolladığım ulak da yanlarındaydı. Bana
Serasker'in cevabını bildirdi, bu arada tercüman da bana söylemek zorunda
olduğu iltifatları sıraladı; bundan sonra önümüze geçen dört atlı ile birlikte
tamamen düz ve gayet sert bir arâzi üzerinde yola koyulduk.
Yeni mihmandarım Lehistan’da doğmuş, din değiştirmiş
bir Yahudi idi. Güzel Almanca konuşuyordu ve konuşmayı o kadar seviyordu ki,
ona hiç bir soru sormama gerek kalmadan bana bütün geçmişini ayrıntılarına
kadar anlattı. Zayıflığı yüzünden Yedesan ve Canboyluk illerinin ihtirah
hakkını Padişah'a kaptıran Kırım Hanı'ndan Nogayların hiç memnun olmadıklarını
öğrendim; Orkapı'ya varmak için bu iki ilden geçecektik. Konuşmamız,
Kırımlıların zihin yapısını bana öğreten bir olayla sık sık kesiliyordu.
Sınıra gelirken beni karşılayan heyet
gözüktüğünde Doğuluların yuva kuran ilâhlar gibi tasavvur ettikleri bir
leylek uçarak bize doğru geldi, benim üzerinde daireler çizerek dolaştı ve biz
kışlaya varıncaya kadar bizi terketmedi.
Basarabya'yı yöneten Sultan’ın oturduğu bu
şehir o.eyaletin başkenti sayılır. Kırım Hanı'nın büyük oğlu olan bu Sultana
Serasker (baş kumandan) unvanı verilmişti. Yanımıza bir Mirza[65] gelerek saygılarını sundu ve kalmam için
hazırlanan yere kadar bana eşlik etti. Daha sonra yine bu adamla Sultan'ın [66] huzuruna
çıktım. Serasker Sultan 18-20 yaşlarında, uzun boylu, yakışıklı, soylu tavırlı,
mütevazı fakat sıkılgan bir gençti. Sıkılganlığını ortadan kaldırmak için itina
gösterdim; sözde barbar denilen bu sarayda Mirzaların ve Sultan'ın, medenî olarak
kabul edilen saraylarda raslanmıyan bir tatlılığa ve sevimliliğe sahip
olduklarını tesbit ettim.
Mirzaların göz kamaştırıcı olmaktan uzak,
fakat gayet itinalı ve zarif elbiseleri hariç tutulursa Kırım Türklerinin
mevcut eşyaları ancak lüzumlu olanlar arasından seçilmişti. Camlardaki debdebe
sadece Sultan'ın dairesinde vardı; k:ş boyunca bütün pencerelere kâğıtlar
geçiriliyor, yazın bunlar kaldırılıyordu; böylece daha serbestçe nefes almak ve
uzaktan görünen Karadeniz'in mavi dalgalarını seyretmek mümkün oluyordu.
Sultan akşam yemeğine beni alakoydu, bu arada büyük bir iştahım olmasına
karşılık Dniester'in leziz balıklarını bu kadar maharetle pişirebilmek için
Kırımlıların fevkalâde aşçılara sahip olduklarını anladım. Şahin ile yapılan
avcılığın Sultan'ın hemen hemen tek meşguliyeti olduğunu ve av seferleri
sırasında bütün Mirzaların ona eşlik ettiğini öğrendim. Av seferleri için
silâh ve yük alınarak yola çıkılıyordu; genellikle bir haftadan fazla süren av
seferleri sırasında her akşam karargâh kuruluyordu; bazen bu av seferleri çok
daha ciddî sebeplere bahane teşkil ederdi.
Yaş'dan satın aldığım ve yaylı arabaya
benzetmek istediğim küçük bir arabayı geceleyin onarmakla vakit geçirdim;
Boğdan'dan beri arabamın üzerinde gelen yüklerimi taşımak için küçük bir saman
arabası verilmişti; Sultan'ın izni alındıktan sonra beni Bahçesaray'a[67] götürmekle
yükümlü bir Mirza ve yay, ok ve kılıç ile silâhlı kırk atlının muhafazasında
yola çıktık. Birliklerde mevcut düzen, disiplin ve askerî dehâ azlığına
alışmış olduğumdan Kırım Türklerinin bu konularda daha fazla bilgi sahibi
olduğunu sanmıyordum. Basarabya'yı Yedsan'dan ayıran Dniester'i aştıktan sonra haydut
çetelerinin faaliyette olduğu bölgeye gelindiğinde birliği yöneten subay gayet
aydın bir asker gibi tedbirler aldı; arabamdan 200 adım ötede on iki kişilik
bir manga, arabanın sağında ve solunda dörder kişilik ve bizzat subay
tarafından kumanda edilen ikinci bir manga, arkadan gelen iki yük arabasının
arkasında ise sekiz kişilik üçüncü bir manga ve nihayet altı yüz adım geriden
altışar kişilik iki sıra her tarafımızı koruyordu.
Yol aldığımız ovalar o kadar düzgündü ki,
ne tarafa bakarsak bakalım ufuk sanki yüz adım ötede gibi gözüküyordu;
gözümüzün önünde en ufak bir engebe veya bir ağaç bile yoktu; yol boyunca
yanımdaki Kırım atlılarının keskin gözlerinin, daha külahları görünür görünmez
farkettiği Nogaylardan başka kimseye rastlamadık. Nogaylar tek başlarına
dolaşıyorlardı; içlerinden sorguya çektiklerimiz bize bahsedilen haydut
çeteleri hakkında içimizi rahatlatan cevaplar verdiler. Ovayı kuzey - güney
doğrultusunda kesen, sekiz, on kulaç derinliğinde, yüz yirmi kilometre
uzunluğunda, beş yüz metre eninde, içinde çamurlu bir dere akan ve güneyde
Karadeniz ile birleşen küçük göllerle son bulan dere yataklarında yerleşmiş
olan ve çadırlarda oturduklarından göçebe sayılan Nogayların böyle tek
başlarına gezmeleri merakımı çekiyordu. Bu derelerin kıyılarında, kışın
çobanlıkla geçinen halkın sürülerini korumak için sundurmalar yapılmıştı.
Atların, sığırların ve develerin kalçalarına kızgın demirle ve koyunların
postlarına boya ile resmedilen özel bir işaret sahibinin kim olduğunu
belirliyordu; ilkbahar gelince bütün bu hayvanlar toplu olarak ovalara
çıkarılıyor, yaz sonuna kadar oralarda kalıyordu. Yeni mevsim gelince Nogaylar
ovalara çıkarak hayvanlarını topluyorlar ve sundurmalara kapatıyorlardı.
Karşılaştığımız Nogaylar işte hayvanlarını arayan göçebelerdi; fakat işin ilgi
çekici tarafı, bu işle meşgul olan Nogay’ın, iki vadi arasında en az kırk elli
kilometre genişlik, yüz yirmi kilometre uzunluk olan geniş bir ovada nereye
gideceğini düşünmeden atını sürmesidir; kendisine otuz gün yetecek kadar, yani
üç dört kilo darı ununu küçük torbasına doldurup yola koyulur. Erzağını yanına
alan Nogay Türkü atına atlar, gün batımında konaklar, atını köstekler, otlatır,
akşam yemeğni yer, uyur, gün doğarken kalkar ve yeniden yola koyulur. Bu arada
yolda rastladığı sürülerin işaretlerine dikkat eder, yolda karşılaştığı diğer
Nogaylara bilgileri aktarır, onlardan kendi işine yarayan bilgileri alır, işini
tamamlar. Böylesine sabırlı bir halkın günün birinde korkunç bir askerî güç
çıkaracağını tasavvur etmek güçtür.
Yolda geçen ilk günümüz, kırk kilometre
uzaklıkta olan bir vadide son bulacaktı. Güneş yavaş yavaş batarken, önümde
hüzünlü bir ufuk uzanıyordu; birden arabamın inişe geçtiğini ve sağımda ve
solumda vâdinin içinde obaların sıralandığını farkettim; dereyi kötü bir
köprüden aştık, içlerinden bir tanesinin bana ayırıldığı üç odanın yanında
durduk. Arabaların arkaya kondu, yanımdaki muhafız kıtası ise çevreme yerleşti,
ilk işim bizim ayrı bir grup teşkil ettiğimiz manzarayı seyretmek oldu;
özellikle bizi yalnız bırakmaları dikkatimi çekti, halbuki bir parça dikkate
değecek kadar merak uyandıran bir kişi olduğumu sanıyordum. Mirza yiyecek
aramak üzere yanımdan ayrılınca bana verilen Türk obasının içini incelemeye
başladım. Çatısı kafes şeklinde örülmüş olup, daire şeklinde yapılmış olan
obanın tepesi açıktı; dıştan, bütün çadırı örten deve tüyünden keçe
kullanılmıştı, aynı keçeden bir parça d.a duman için
hava deliği görevi yapan tepedeki deliğin üstünü örtüyordu. Türklerin oturduğu
diğer obalarda da tepedeki bu keçe parçasının, içerden gelen bir sopanın ucuna
bayrak gibi asılmış, ve rüzgâr yönüne çevrilmiş olduğunu farkettim: aynı sopa,
ateş söndükten sonra baca deliğini kapatmak için kullanılıyordu.
Özellikle çatıda sağlanan sağlamlık ile
zerafetin bir araya getirilmiş olmasını hayranlıkla seyrettim[68]: bağlama
işleri için ham deri kullanılmıştı; benden önce gerdek evi olarak kullanılmış
obamın hâlâ çeyizlerle süslü olduğunu gördüm.
Çok acıkmıştık; Mirza'nın iki koyun ve bir
tencere ile geldiğini memnuniyetle gördük. Tencereyi, tepede birleşen, uçları
ayrık üç değneğin ortasına astılar. Mutfağımız hazır olunca. Mirza, subay ve
birkaç Nogay koyunları kestiler, derisini yüzdüler; parçalara ayrılan etler tencereye
doldurulurken, diğer parçaları kızartmak için şişler hazırlandı. Kiçela'da iken
yanıma ekmek almayı ihmal etmemiştim: ekmek Nogayların pek itibar etmedikleri
bir yiyecek maddesiydi. Aldıkları gıdaların çeşitlerini öğrenmek için çok
meraklanıyordum. Merakımı açıkladığım Mirza gülümsedi, arzumu tatmin edecek
her türlü malzemeyi temin etmesi için bir Türk'ü görevlendirdi. Bu adam biraz
sonra yanında kısrak sütü doldurulmuş bir kap, kızarmış darı unu dolu bir
torba, yumurta büyüklüğünde tebeşir sertliğinde birkaç beyaz peynir ve
topluluğun en iyi aşçısı olduğu söylenen mütevazı giyimli zayıf bir Nogay ile
çıkageldi. Aşçının yaptığı işleri dikkatle izliyordum; tencerenin dörtte üçünü
su ile doldurdu; üzerine iki yüz gram kadar kızarmış darı unu ilâve etti; tencereyi
ateşin üzerine sürdü, yelek cebinden bir kaşık çıkardı, yenine sildi,
tencerenin hep bir yanından karıştırmaya başladı,, sıvı kaynamaya başlayınca
peynir topaklarından birini aldı (bu peynir kısrak sütünden hazırlanmış olup,
tuzlanıp kurutulmuştu) küçük parçalara ayırdı, tencerenin içine attı ve yine
aynı yönde karıştırmaya başladı. Bulamaç kabarmaya başladı, o durmadan
karıştırmaya devam ediyordu, sonuna doğru karıştırmayı hızlandırdı, nihayet
mayasız ekmek kıvamına gelince kaşığını çekti, cebine soktu, tencereyi eline
boşalttı, ve bana bir lokma hamur ikram etti. Aceleyle ağzıma attığım hamurun
tahmin ettiğimden çok daha fazla lezzetli olduğunu farkettim. Kısrak sütünden
de tattım: eğer daha önce lezzeti hakkında önyargıya kapılmasaydım, kuşkusuz
bunu daha lezzetli bulurdum.[69]
Yemeğimi iştahla yerken bana daha ilgi
çekici bir sahne hazırlıyorlardı.
Gelişimden itibaren Nogayların obalarına
çekilerek bana karşı meraklı davranmadıklarını söylemiştim, bu konuda
gururumdan fedakârlık yapmaya hazırlanıyordum ki bize doğru ilerleyen bir
topluluk gördüm: Sakinlikleri, ağır hareketleri niyetleri hakkında hiç bir
fikir vermiyordu. Bu Nogayları bu tarafa getiren sebebin ne olduğunu merak
etmekten de geri kalmıyorduk. Obamıza dört yüz adım kala durdular, içlerinden
biri Mirza'ya doğru ilerledi ve ona ileri gelenlerinin beni görmek
istediklerini, ancak hiç bir surette rahatımızı bozmak istemediklerinden bu
görüşmenin beni memnun bırakıp bırakmıyacağını, eğer razı olursam en rahat
nerede bu işi yapabileceğimi sordu. Elçiye bizzat kendim cevap vererek,
önderlerin beni istedikleri şekilde görebileceklerini, dostlar arasında yer
ayırımı yapılamıyacağını bildirdim. Nogay bu hususta aldığı emir üzerinde ısrar
etti, bunun üzerine Mirza ayağa kalkarak seyretmek isteyeceklerin
ilerleyebileceği yeri işaret etti: Biraz sonra meraklılar topluluğu oraya
gelip yerleşti. Ben de gelenleri daha yakından inceleyebilmek için onlara doğru
ilerledim, iyice yanlarına yaklaştığımda hepsi ayağa kalktı, ve kendisine
doğru yöneldiğim önderleri börkünü çıkaracak ve hafifçe eğilerek beni
selâmladı: daha önce bu selâmlama tarzını Mirza’nın yolladığı elçide de
görmüştüm, beni şaşırtan şey Osmanlı Türklerinin başlarını ancak yalnız olduklarında
veya samimî bir ortamda açmalarına karşılık bunların selâm verirken de
börklerini çıkarmaları olmuştur. Bu yüzdendir ki Avrupalı elçiler ve
maiyetleri Padişah'ın huzuruna çıktıklarında şapkalarını çıkarmazlar; bir Osmanlının
karşısına başka türlü çıkmak, muaşeret kurallarına uymamazlıktır; sırası
geldikçe Kırım Türklerinin gelenekleri ile bizim geleneklerimiz arasında
mevcut önemli ilişkileri açıklayacağım.
Beni görmeye gelen Nogaylar hakkında fazla
bilgi edinen hemem onlara gerekli soruları soramamamdan ileri gelmektedir. Her
yeni şeyden duyulan tatmin duygusu gecemi hoş geçirmeme yardımcı oldu. Akşam
yemeğime de kısa zamanda alıştım, ancak hizmetkârlarım arasında Kırım
mutfağı, her şeyi iyi gösteren açlık sebebiyle iyi karşılandı. Adamlarımın
şikâyetlerini paylaşarak sıkıntılarını hafiflettim; bu usûlü her seyahat edene
şiddetle tavsiye ederim.
Nogaylar bana ne kadar ilgi çekici
gelirlerse gelsinler, fazla vakit kaybetmemek ve ertesi gün ikinci vâdide
konaklayabilmek için sabahleyin alaca karanlıkta yola koyulduk; deniz üzerinde
seyahat edenlerin gördükleri gibi, güneşin ufukta doğuşunu seyrettik. O sabah
yolda, Fransa'nın Flandre bölgesinde de raslanan ve her askerin kumandanlarının
mezarını yükseltmek amacıyla bıraktığı topraklarda meydana geldiği söylenen
ufak tepelerden başka bir şey görmedik. Bu tepeciklerden Trakya'da da çok
vardır; bu kadar çok kumandanın âdeta eşit aralıklarda gömülmüş olması bana
bir tesadüften ziyade belirli bir amaçla bu işin yapılmış olduğuna dair bir
kanaat verdi. Bu yüzden bunların amacını mevcut geleneklerde araştırmaya karar
verdim. Türkler hâlen kullandıkları bir geleneğe göre öncü kuvvetler savaşmaya
giderken arkadan gelen asıl orduya işaret bırakmak maksadıyla eşit mesafelerde
tepecikler yaparlar; bence bu eski tepeciklerin amacı budur. Aslında
bahsettiğim o tepecikler hâlen yapılanlardan daha küçüktür, bunu da yıllarca
süren aşınmalara bağlamak mümkündür. Bu eski tepeciklerin yol işaretlerinden
başka bir şey olmadığı yolundaki iddiama karşılık, fetih zihniyetinin,
kolaylıkla harap olabilecek işaret noktalarını muhafaza etmek zorunda olduğu
öne sürülebilir. Bazı tepeciklerin altında insan kemiklerinin bulunması savaşa
giderken ölen kumandanların ve askerlerin mezarları olduklarını da ortaya
koymaktadır; ancak Flandre'da açılan tepeciklerin pek çoğunda mezar
bulunmamıştır; bunların yol işareti yerine geçtiği iddiasında ısrar edilirse,
Ksenofon'un On Binlerin Çekilişi'nde belirttiği çalışmalara da bir açıklama
getirilmiş olunur.
Yol boyunca hiç ekili toprak görmedim, zira
Nogaylar fazla geçilen yerleri ekmekten kaçınmaktadırlar: Yol kenarındaki
tarlalar yolcuların atlarına otlak olmaktan kurtulamıyacaktır. Ancak bu çeşit
tedbirler Kırımlıları böyle bir zarardan kurtarmakla birlikte, tarlaları daha
korkunç bir felâkete daima açıktır. Çekirge sürüleri sık sık Nogayların
ekinlerine, bilhassa darı tarlalarına hücum ederler, bir anda her şeyi mahvederler.
Çekirge sürüsü yaklaşırken ufuk kararır, güneşin önünden bulut geçmiş gibi
olur. Çiftçi Nogaylar kalabalık iseler, el kol hareketleri ve haykırışlarla bazen
sürüyü dağıtabilirler, aksi takdirde tarlalar üzerine çöken çekirgeler, 15-20 cm. kalınlığında bir tabaka mevdana getirirler.
Uçarken çıkardıkları sese bir da bitkileri yerken çıkardıkları gürültü eklenir.
Ateşin etkisi hemen hemen yoktur; başka yerleri mahvetmek üzere havalanan sürü
arkasında tamamen imha olunmuş bir bitki örtüsü bırakır.
Karadeniz'i aşmak isterken yok olan çekirge
sürüleri sayesinde daha yoğun bir tarıma sahip Yunanistan ve Anadolu bu
felâketten kısmen de olsa sakınmış olur.
Boğaz'ın Rumeli yakasının Karadeniz
kıyılarında çekirge ölülerine sık sık rastlamışımdır; bazen o kadar çok çekirge
cesedi olur ki bacaklarımız yarı yarıya gömülmeden yürümenin imkânı olmaz.
Nasıl öldüklerini merak ettiğimden öyle bir anı gözlemeye başladım, nihayet
onları kıyıya yaklaşırken yakalayan bir fırtınanın nasıl dalgaların içine
gömdüğünü gördüm; çekirge ölüleri o kadar berbat bir koku yapıyorlardı ki
yanlarına yaklaşmak için birkaç gün beklemek gerekiyordu.
Öğleden önce birinci vadiye vardık; bana
yeni at bulmaya giden Mirza’nın yokluğundan istifade ederek, etrafında birkaç
kişinin toplandığı bir at ölüsünün yanına gittim. Atın derisi güzelce
soyulduktan sonra on sekiz yaşlarında bir gencin omuzlarına bu deri kondu,
Terzilik yapan bir kadın büyük bir maharetle bu yeni elbisenin sırtını kesti,
yaka oyuğunu açtı, omuz başlarını yaptı. Henüz ıslak olan deriye şekil veren
genç, çömelerek diğer parçaların dikilmesini sağladı; neticede iki saat içinde
yepyeni deri bir elbiseye sahip olmuştu, şimdi sıkı bir talim yaparak bu
deriyi tabaklamaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu.
Kırım atlarının, sahiplerinin özel
işaretleri ile damgalı olarak ovalarda yayılmış olduklarını söylemiştik; nasıl
her ferdin uymak zorunda olduğu genel bir hizmet anlayışı varsa, topluluğun
ortak malı olan bir at sürüsü de vardır. Bu sürü yerleşme merkezlerinden uzakta
yetiştirilir. Ancak serbest yaşamaya alışmış olan- bu hayvanları tutmak kolay
değildir. Aralarından araba ve binek atlarını seçmenin de ayrı bir zorluk çıkardığı
anlaşılmaktadır; bu seçim işi genç Nogaylara mükemmel bir süvari olmaları için
imkân verir. Bu maksatla, ucunda bir at kafası geçecek kadar büyük bir kemend
olan uzun bir sırık kullanırlar. Yuları takılı, çıplak ata binen genç Nogaylar
ellerinde bu âletleri olduğu hâlde bütün hızları ile sürüye dalarlar, işlerine
gelen hayvanı ararlar, büyük bir çeviklikle hayvanı kovalarlar, atın bütün
kurnazlıklarına rağmen ona erişirler, yanına yaklaşıp da kulakları hizasına
gelince kemendi boynuna geçirirler, hemen sonra yavaşlayarak atı ehlî sürünün
içine koyarlar.
Bana 80 kadar at lâzımdı; bu işi yapacak
ancak altı kişi mevcut olduğundan zevkle seyrettiğim at yakalama işi bir hayli
vakit aldı; ancak seçilen atlar o kadar cinsti ki, konaklayacağımız Ocakof'a
vaktinden önce eriştik.
Bug nehrinin sağında ve ağzının yanında yer
alan bu kale, nehre doğru inen bir meyilin üzerine kurulmuştur. Kaleyi koruyan
tek istihkâm bir hendek ile örtülü bir yoldur; kuşbakışı bakıldığında
paralelkenar şeklindedir; Bender ve Hotin'de olduğu gibi, yan yana dizilmiş
bir sürü top, mazgal aralığı görevi yapan iki muazzam tabyaya tesbit
edilmiştir.
Oçakof'un yakınlarında yerleşmiş olan
birkaç Yahudi han işletiyordu. Yine Nogayların topraklarından sayılan Canboyluk
eyaletinden geçmemize, yarayacak yiyecek maddelerini ve eşyayı bize tenrvn
ettiler. Ertesi sabah Bug nehrini aştık. Ağız kısmında, karşı kıyıya ait ve
Kılburnu adı ile anılan ince bir toprak parçası ile daralan bu nehir orada
kuzeye doğru uzanan küçük bir göl meydana getirir. Kılburnu'nun ucu ile Oçakof
arasında bu gölün mesafesi dört kilometre kadardır: Bug nehrini biz de bu yönde
aştık- İki yaka arasında taşıma işini yapan gemiler uygun esen rüzgârdan faydalanmak
için yelkenliydi, orta kısımlar hariç sığlık olan yerlerde de kullanmak üzere
sırık bulunduruyorlardı.
Yunusların sıçramasından başka seyredecek
bir şey bulamadığımız üç saat süren sıkıntılı deniz yolculuğumuz sonunda
Kılburnu'ndaki hisarın tam karşısına çıktık; ben hisarı gezerken ev
sahiplerimiz arabalarımı karaya çıkarmak ve gerekli atları bulmakla günü bitirdiler.
Hisarın gereksizliğinden başka dikkatimi çekecek bir tarafı yoktu. Nitekim
nehrin güvenliği için Oçakof'un topları ile çaprazlama ateş maksadıyla konmuş
toplarının menzili kısa olduğundan geçidin ortası ateş dışında kalıyordu. Buna
karşılık Kılburnu üzerinde karşı kıyıda sağlam bir kaya üzerine konmuş batarya
nehrin girişini her türlü gemiye kapatabilirdi; her halde Türkler bu durumu
henüz kavrayamamışlardı; ilerde askerî bilgilerinin sınırları hakkında daha
önemli belirtiler yakalayacağım.
Gün doğumundan bir saat önce yola çıkmak
üzere karar verildi; gittikçe ihtiyacını duyduğum dinlenmeyi uzatabilmek için
yaylı araba hâline soktuğumuz arabada seyahat etmeye karar verdim.
> |
Yolumuz bizi Karadeniz'e yaklaştırmıştı;
Bazen deniz kıyısından geçmek zorunda kalıyorduk; duyduğumuz dalgaların
sesleri, şimdiye kadar katettiğimiz dümdüz ovalardan sonra bize gerçekten
güzel geliyordu. Önümüzde aşacağımız ovalar da yine -çıplaktı; fakat bu
yerlerin eskiden ormanlarla kaplı olduğunu, herhangi bir kötü baskınla
karşılaşmak istemeyen Nogayların çalılıkları bile söktüklerini bana anlattılar.
İki saat içinde yola koyulmaya hazır hâle gelen bu millet için bu tedbir
yararlı olmuşsa da, ormanların yokluğu Kırımlılara kışın yakacak sıkıntısı
vermiştir. Yakacak ihtiyacını gidermek için her aile hayvan sürülerinin
tezeklerini toplamaya özel bir gayret gösterir. Tezekler kumlu toprak ile
yuğrulur, böylece bir nevi yer kömürü elde edilir; ne yazık ki bu yakacak
Kırımlıları ısıtmaktan ziyade dumana boğar.
Hiç bir millet onlar kadar kanaatkârane
yaşamaz. Darı ve kımız geleneksel gıda maddeleridir: buna karşılık Kırımlılar
et yemesini de çok severler; bir Nogay bütün bir koyunu yiyeceğine dair bahse
girer ve hazımsızlığa uğramadan bahsi kazanır. Ancak bu konudaki iştahlarını
tasarruf yapmak maksadıyla bastırırlar; kısacası satabilecekleri her türlü
şeyi kendilerinden esirgerler. Hayvanlarından biri kaza ile öldüğü vakit ve
ancak hayvanın kanını akıtacak kadar vakit buldukları takdirde etiyle
kendilerine bir ziyafet çekerler, islamiyetin bu kuralını hasta hayvanlara da
uygularlar. Ek yüzden Nogaylar hastalığın bütün devrelerini dikkatle izlerler,
satmaktan mahrum kaldıkları hayvanın hiç olmazsa etinden yararlanmak için
tabiî ölümünden hemen önce keserler.
Balta ve Nogay sınırlama yakın yerlerin
panayırları onlara sahip oldukları muazzam sürülerin satışını yapma imkânı
verir. Bol miktarda ürettikleri buğday Karadeniz üzerinden pazarlara
sevkedilir; ticaret maddeleri arasına iyi ve kaba cins yün ile ham deri ve tavşan
kürkü de girer.
Satılan bu maddeler her yıl Kırımlıların
cebine Hollanda veya Venedik düka altını şeklinde yüklü servet sokar; ancak
aldıkları bu parayı pek kullanmadıklarından, servetin büyüklüğünün uyandırdığı
zenginlik kavramının bir önemi yoktur.
Kıt kanaat geçindiklerinden ellerine geçen
servet giderek büyür, gözleri hırs bürüyünce hasislik büsbütün artar ve
paralarını toprağa gömerler; paralarını sakladıkları yeri açıklayamadan ölen
Nogaylarn boşa giden servetleri muazzam meblâğları bulur. Bu davranışlarını,
günün birinde ülkelerini terketmek zorunda kalırlarsa, servetlerini kaybetme
tehlikesi olmadan bırakma düşüncesi ile açıklamak belki mümkündür. Zaten
ülkelerinden binlerce kilometre uzakta da olsalar yaşayışlarında bir değişiklik
olmayacaktır; onlara servete sahip oldukları düşüncesi bile yeterlidir. Bir Kırımlının
herhangi bir eşyayı sırf ona bir müddet sahip olmak arzusu ile elde etmeye
çalıştığı olağandır. Bir müddet sonra o eşyayı geri vermek zorunda kalsa bile,
bir anlık sahip olma ona yeter derecede mutluluk verecektir. Kırım Türkleri
muhtemel kayıplarını hiç bir zaman hesaplamazlar, kısa süreli kârlara bakarlar.
Orkapı'ya yaklaşırken önümüzde katlanacağımız
daha bir kötü konak yeri kalmıştı; tam o sırada beni arayan bir ulak ile
karşılaştık. Kırım Hanı'nın bana vermek lütfunda bulunduğu kolaylıklardan
faydalanmam için görevlendirilmişti.
Geceyi, denizin hemen yakınındaki bir
bataklığın tek ürünü olan sazlardan yapılmış bir kulübede geçirdik. Ertesi
sabah deniz kıyısını izleyerek bir müddet sonra Kırım yarımadasının batı
kıyılarını sağımızda gördük. Üzerinde bulunduğumuz ovadan daha yüksek fakat
onun kadar düz olan bu toprak bizim tarafa tatlı bir meyille bağlanmakta olup,
üst-tarafı ise Orkapı'nın profilini gösteriyordu. Sabahın erken saatlarında yol
alarak, geceleri daima kapalı tutulan kubbeli bir kapıya bağlanan kötü bir
köprü vasıtasıyla iç hendeği aştık. Birkaç Türk askerinin himayesinde güçlü bir
istihkâm içine yerleştirilmiş topların menzilleri içinde bulunan hatların
birinde Rusların ve Kırımlıların mal değişimi yaptıkları küçük bir köy vardı;
orada inerek bana tahsis edilen binaya gittim. Hisarın kumandanı biraz sonra
bana bir tepsi dolusu orman kebabı göndererek iltifatlarını esirgemedi.
Hisarda görevli yeniçeri birliğinin beni Ortalarına kaydetme dâvetini de geri
çevirmedim. Başlangıçta Türklerin Hıristiyan tutsakların çocuklarından meydana
getirdikleri yeniçeri ordusu zamanla daha büyük imtiyazlara kavuştuğundan
Türkler de çocuklarını buraya kaydettirmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bir
yandan imtiyazların, diğer yandan taleplerin artması herkesin güvenliğini bu
Ocak altında aramasına sebep olmuştur. Devlet büyükleri de kendilerini Ortalara
kaydettirmişlerdir. Padişah bile Yeniçeri Ocağına dahil olmak istediğinde
herkes teşkilâtın küstahlığının daha da artacağına emin olmuştu. Kurulu düzeni
bu teşkilâtı uzun zaman kendi iç düzensizliklerinden başarıyla korumuştur;
ancak kişilerin bağımsızlığı çerçevesinde kuralların bir önemi kalmamıştır. Her
yeniçeri mal mülk sahibi olmuş, özel çıkarların korunması için şimdilik eski
düzen yerine gelmiş, bu teşkilât efendilerinin korkulu rüyâsı olmaktan
çıkmıştır.
Bu çeşitli meseleler zihnimi meşgul ederken
ovadan gelen Kırımlıların yanında bir grup Avrupalı gördüm. Bunlar Nogayların
ele geçirdiği, Ruslardan kaçan Almanlardı. Bu zavallıların durumu beni derhal
onların namına şefaat istemeye itti: hemen Avrupalıları serbest bıraktılar,
ben de bana yollanan orman kebabı dolu tepsiyi onlara verdim. Yedi erkek, beş
kadım ve dört çocuktan meydana gelmiş grubu incelemeye başladım. Felâketler
onları yıkmıştı, buna rağmen saadet ümidiyle gülümsemeye çalışıyorlardı,
Almanya'da bir eyalette dünyaya gelmiş olan bu insanlar, göçleri doğuran,
daima göçmenleri aldatan ve onlara kısa zamanda vatanlarını arattıran, daha
fazla para kazanmak arzusuyla Rusya'ya gelmişlerdi. Yabancı bir ülkede zor
durumda kalınca kaçmaktan başka çıkar yol bulamamışlar ve bulundukları yerden
uzaklaşmak için en kısa yolu seçmişlerdi. Bozkırlara gelip de hürriyet
havasını içlerine çekmeye hazırlandıkları sırada, onları ilk fırsatta satmayı
düşünen Nogaylara tutsak düşmüşlerdi. Bu zavallıları kurtardığımdan dolayı
hayatımdan çok memnundum; onları bir an önce Bahçesaray'a güven içinde götürmek
için her türlü tedbiri aldırdım.
Günün geri kalan kısmını Orkapı
istihkâmlarını ziyarette harcadım. Bu çeşit hiç bir manzara bu kadar
etkileyici olamaz; benzerlerinden çok daha büyük olan bu eserde bilginin tabiat
ile bu kadar uyum içinde olduğunu şimdiye kadar hiç görmemiştim. Bu istihkâmın
sağlamlığı bir bakışta anlaşılıyordu, istihkâmlar, yarımadayı karaya bağlayan
dil üzerinde üç kilometre uzanıyor; sağında ve solundaki deniz, tabya duvarı görevi
yapıyordu; iç tarafa doğru yaklaşık kırk adım enindeydi. Yapıldığı tarihi
gösteren hiç bir işarete rastlamadım; ya, bu Kırımlılardan önce yapılmıştı, ya
da Kırımlılar şimdikine nazaran daha bilgili oldukları dönemlerde bunu inşa
etmişlerdi. Top ve obüslerle donanmış sahra istihkâmlarında olduğu gibi bu
büyük istihkâmlar da kazıklarla bölmelere ayrılmış olsaydı, bütün Kırım'ı yüz
bin kişilik bir orduya karşı savunması işten bile değildi. Bu hatları
yaramayacak olan böyle bir ordu, sonunda su bulamıyacağından kurtuluşu çekilişte
bulacaktı. Kırım'ın doğu kıyılarına paralel bir şekilde uzanan çok dar bir kara
şeridinin başına erişmek için, son savaşta Ruslar sığ bir deniz aralığını aşmak
zorunda kalmışlardı. Aynı yol 1736 ve 1737 yıllarında General Münich
tarafından da başarıyla kullanılmıştı; ancak bütün bunlar Kırımlılara gayet az
bir kuvvetle koruyacakları ve düşmanı püskürtecekleri bu dili muhafaza etme
fikrini verememişti.
Orkapı'dan hareket ettikten sonra yolların
Kırımlıların Ruslara sattıkları tuzdan meydana gelmiş beyazımtırak bir
kabukla örtülü olduğunu farkettim. Kırım Hanı'nın mülkünden sayılan Orkapı
tuzlaları, aralarında çekişen ve açık arttırmayla devlet hâzinesini besleyen
Ermeniler ve Yahudiler tarafından işletilmektedir. Kendi zenginliklerini
işletemiyecek kadar beceriksiz olmaları bir yana, paraya karşı duydukları hırs
daima aldatılmalarına sebep olmaktadır. Tuzlu göllerde oluşan tabiî tuzu
saklamak, kurutmak ve toplamak için hiç bir depo yoktur. Bunun sonucunda bir
yılın verdiği iyi ürün ertesi yılın verimsizliğini kapatamamakta, yağmurlar
böylesine zengin ve saklanması kolay bir ürünü alıp gitmektedir. Satıcının ve
alıcının karşılıklı bilgisizlikleri onları bağlayan şartları oluşturmaktadır.
Bunun sayesinde alıcı satın aldığı atlara çektirdiği arabaları ile tuz
göllerine kadar gelip ürünü yüklüyordu; ancak arabalar yüklerinin ağırlığı
altında belirli bir noktaya kadar gelmeden önce çökerse bu, bir tazminat meselesi
oluyordu. Alıcı ve satıcı yollara dökülen malın her iki tarafa da zarar verdiğini
ve sürekli savaş hâlinin kârlı bir ticarete temel teşkil edemiyeceğini
anlamamış gözükmektedir.
Tuzla bölgesini geçtikten sonra kendimizi,
itinalı olmaktan ziyade verimli bir tarım alanı ortasında bulduk; gözlerimiz
şimdiye kadar alışmadığı köy manzaraları görüyordu. Akşama doğru, bize yeni
bir arâziyi müjdeleyen kayalıklarla kaplı küçük bir vâdinin dibinde kurulmuş
bir köye vardık. Nitekim ertesi gün, öğleye kadar katetmek zorunda kaldığımız
dağlık bir arâziye girdik. Öğlenleyin bizi Bahçesaray’a götürecek olan kayalar
arasında açılmış gayet dar bir yoldan inmek için arabamın tekerleklerini
frenlememiz gerekti. Bahçesaray'ı gündüz gözü ile seyrettikten sonra alıştığım
rahat hayata vedâ etmem gerektiğini anladım. Kırım Hanı nezdinde Fransa
konsolosu olan Fornetty on yıldan beri oturduğu ve şimdi bana tahsis edilen
evinde beni karşıladı. Binanın yapılış tarzı yanımda getirdiğim kalabalık
ahaliyi alacak şekilde değildi. Bu uygunsuzluk özellikle adamlarımı çok
rahatsız etti. Uzun bir yolun kırıklığının sebep olduğu yorgunluk üzerine bu
garip «vâdedilen toprağın» gösterdiği manzara onların büsbütün umudunu kırdı.
Neticede ben de itiraf etmek zorundayım ki, yeni evim buraya kadar gelmek için
katettiğimiz 4500 kilometrelik yola değmiyordu. Üstüne basıldıkça ağırlığın
etkisiyle çatırdayan, yağmurdan çürümüş üstü açık bir merdiven, çevik
davrananları büyük bir salon ve yatak odası olarak kullanılan yan yana iki
odadan meydana gelmiş tek bir kata çıkartıyordu. Eskiden at kılı keçesiyle
kaplı olan duvarları ve tavan, binanın dış yapısını gösterecek kadar eskimişti.
Tabanın bavulların ağırlığını çekip çekmeyeceği tartışıldı, buna rağmen bu
işlemi başarıyla denedik; artık herkes yerleşince yol yorgunluğunu atmak için
odalarımıza çekildik.
Yol boyunca sürekli olarak karşımıza çıkan
değişik manzaraları, gezimizin sonuna bir an önce varmak için ancak önümüze
çıkan engellerle meşgul olmamızda yeterince seyredememiştik; fakat şu anda
uzun bir süre kalacağımız bir yere varınca tabiî olarak çevremizle ilgilenmeye
başladık. Nitekim uyanır uyanmaz hemen bu işe koyulduk. Yanıma kâtip olarak
ediğim Constillier ile daha önce geçirdiğim hayatım, karşılaşacağı bütün
zorluklara sabırla göğüs gereceği hakkında bana yeter derecede teminat
veriyordu. İstanbul elçimiz M. de Vergennes tarafından yanıma tercüman kâtip
olarak verilen Rusin'in kâtibim ile kurdukları dostluk kısa zamanda neşeli bir
arkadaş çifti olmalarını sağlamıştı, ben de aralarına katılmaktan büyük memnuniyet
duydum. Yaş'ta yanıma aldığım bir rahip ile iki Leh Ermenisi misyonerin ve
İstanbul'a dönmek zorunda kalan Fornetty'nin bana aynı şekilde zevk verdiklerini
ne yazık ki söyleyemeyeceğim.
Gelişim hemen Han'ın vezirine iletilmişti;
Vezir, durumum uygun olduğu an efendisinin huzuruna çıkabileceğimi bildirmiş
ve Han'ın bana tahsis ettiği Tayın'ı göndermişti. Bu gelenek,
mükâfatlandırılmak istenenlere ihtiyacı olan yiyecek maddelerinin verilmesi
şeklindedir. Bütün Doğu'da bir şeyler verilerek karşısındakine saygı
gösterilir; bu şekilde bir saygı gösterisini kabul etmek zorunda olduğumdan tayınımı
Alman kolonisinin ihtiyaçlarına tahsis ettim; ancak bu yardım Almanların
bütün ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamasına rağmen, adamlarım benim şahsî
ihtiyaçlarımı karşılayacak başka kaynaklar göremiyorlardı. Kötü ekmeğe, pirince,
koyuna ve cılız kümes hayvanlarına düşen yemeğimiz iştihamızı kaçırıyordu.
Dünyanın en verimli topraklarının, denizin yakınlığının beni tereyağsız,
sebzesiz ve balıksız bırakmasını bir türlü kavrayamıyordum; ancak çok geçmeden
kerevizin Han'ın bostanlarında nâdide bir bitki olarak yetiştirildiğini,
Kırımlıların yağ yayıklamasını[70] ve kıyıda oturanların
balık avlamasını ovada oturanlar kadar bilmediklerini öğrendim; bütün bunlara
boyun eğmem gerekti. Daha sonra adamlarım bazı sebzeler buldular, ben de
İstanbul'dan tohum getirtmeye çalıştım. Bu maksatla şehrin dışında bir ev
kiraladım: oraya Almanları yerleştirdim, kendilerine inek temin ettim ve kısa
zamanda çiftliğimin ürünlerinden bol miktarda istifade etmek imkânı buldum.
Adamlarımdan biri mükemmel bir fırıncı oldu ve nihayet ağız tadı ile yemek
yiyebilmek imkânına kavuştuk.
Han'ın huzuruna çıkabilmek için sunmak
istediğim armağanların gelmesini bekliyordum; ancak, o zamanlar Kırım
tahtında olan Maksud Giray'ın sabırsızlığı bütün zorlukları ortadan kaldırdı,
itimâtnâmemin sunulacağı gün Tören Amiri bir bölük asker ve subayla evime
geldi. Yarısı Kırımlı, yarısı Avrupalı atlı alayımız halkın çok ilgisini
çekti. Sonuncu avluda attan indikten sonra sarayın girişinde Vezir'in bizi
beklediğini gördük, onunla birlikte, sofanın bir köşesine yerleşmiş olan
Han'ın arzodasına girdik. Tam onun karşısına yerleştirilen bir koltuğa, Han'a
saygılarımı sunup itimatnâmemi verdikten sonra oturdum. Beni Kırım Hanlığı'na
resmen kabul eden bu törenden sonra Türklerde gelenek hâline gelmiş bir takım
ikramları ve kendisini sık sık görmem için Han'ın yaptığı dâveti kabul ettik.
Sonraki günlerde resmî hüviyetimle ziyaretler yaptım. Kırımlıların devlet
düzeni, örf ve âdetleri hakkında bilgi edinmek maksadıyla daha sıkı bağlar
kurmaya çalıştım; bu arada, gerçekten bir fikir adamı, dürüstlük örneği ve
dostluk kurulabilecek bir insan olan Müftü, çok sıkı bağlandığım ve
düşüncelerinden fazlasıyla yararlandığım kişilerden biri oldu.
Bu konularda gerekli dikkati gösterdikten
sonra, kış gelmeden evimi düzenliyerek hava olaylarından korunmak için
tedbirlerimi almaya başladım; bu evi onarmak ve güçlendirmek onu yeniden inşa
etmek kadar zordu. Kasım ayı geldiğinden kaybedecek zamanımızda yoktu. Gerekli
planı çizdim, malzemeyi topladım, Kırımlıların metodundan ayrılmadan
çalışmalara nezaret ettim ve iki bin liralık bir masraftan sonra aralıkta evime
yerleştim. Artık bundan sonra Kırım'daki mimarî tarzını
incelemek fırsatını buldum.
Kirişlere dayanan sütun teknesine dik
olarak tesbit edilmiş, köşeleri ve açıklıkları belirleyen destekler damın
yerleştirildiği üst düzlemi teşkil etmektedir. Bina bu şekilde
yerleştirildikten sonra, yine birbirine dik, bir adımlık mesafelerle daha ince
destekler, dolgu görevi yapıyorlar ve binaya bir sepet görünümü vermek için
kullanılan fındık dallarının da tutturulmasını sağlıyorlardı. Sonra bu bir
nevi kalbur şeklindeki binaya harç yapılmış toprak ve kıyılmış saman tatbik
edilmektedir; daha sonra binanın içine ve dışına, desteklere, kapılara,
pencerelere sürülen beyaz boya binaya gayet hoş bir görünüm vermektedir.
Bu çeşit bir inşa tarzının, belki
anlatmakla görünmediği kadar büyük bir sağlamlık verdiğini de ilâve etmek
zorundayım. Avrupa köylülerinin evlerinden daha sağlam olduğu da şüphesizdir.
Ülkelerimizde, gerek kişisel çıkarları, gerekse sırf iyilik yapmaktan dolayı
sahip oldukları tımar topraklarında nüfusu arttırmak için ev inşa ettiren
derebeylerin bu yeni inşa tarzını kabul etmelerinde büyük yarar olacağına
inanmaktayım; böylece masrafta önemli kısıntı yapabilecekler, evlere sahip
olanlara kendi evlerini onarmak imkânını vereceklerdir.
Kısa zamanda evime yerleştikten sonra şimdi
ev eşyalarım ile meşgul olmam gerekiyordu. Baş sofracım iyi bir halıcıydı. Onu
doğrama, çilingirlik gibi işlerle görevlendirdim; arada bulduğum fırsatlarda
ben de çalışmalara iştirak ediyordum.
Maksud Giray beni özel çevresine almıştı:
bu çevre yeğeni Sultan Nureddin, Kaya Mirza adında hanın kardeş çocuklarından
bir sultan ile evli Şirin sülâlesinden bir Mirza. Kadı Lesker ve Maksud'un
gözdesi birkaç mirzadan meydana geliyordu.[71] Akşam namazından
sonra Han'ın yanında toplanıyor ve gece yarısına kadar sohbet ediyorduk.
Mizacından ziyade kişisel hesapları yüzünden kuşkulu olan bu hükümdar etrafında
olup bitenleri anlamakta gösterdiği intikâl süratini, çevresindekilere neşeli
anlar geçirmekte de kullanıyordu; Doğulularda o kadar gözükmeyen bir hevesle
edebiyata meraklı olup, her fırsatta bu konu üzerine geliyordu. Kafkasya'da
büyümüş olan Sultan Nureddin az konuşuyor, konuştuğunda da hep Kafkaslılardan
bahsediyordu; bunun aksine Kadı Lesker çok konuşuyor ve her şeyden
bahsediyordu. Fazla bilgili olmamakla birlikte, neşeli bir mizaca sahip
olmasından bizi eğlendirmek için makamının ciddiyetinden bile fedakârlık
yapıyordu. Kaya Mirza günlük olaylar hakkında bilgi verirken ben de Avrupa
hakkında sorulan sorulara cevap vermeye çalışıyordum. Bu hanlıkta geçerli olan
gelenekler, pek az kimseye Han'ın huzurunda oturmak imkânı tanıyordu; hanlar
doğuştan bu imtiyaza sahip olurlarken babalarına duydukları saygıdan şehzadeler
hiç bir zaman hanların önünde oturmazlar. Bu hak aynı zamanda ulemâ sınıfı
önderlerine, Divan vezirlerine ve yabancı elçilere de uygulanır; bir Hanım-
Sultan'ın kocası olmak sıfatıyla huzurda oturabilen Kaya Mirza dışında diğer
saray erkânı sofanın bir ucunda beklerler ve akşam yemeği saatında
çekilirlerdi. Akşam yemeği iki yuvarlak masada sunulurdu: genellikle tek
başına yiyen Han’a ait olan bu masalardan birine bazen yaşları dolayısıyla
başka sovlularda kabul edilirdi. Aynı odada kurulan ikinci sofra Han'ın akşam
yemeğine çağırdığı kimselere tahsis edilirdi. Ben orada Kaya Mirza ve Kadı
Lesker ile birlikte yerdim. Maksud Giray, benim ile Kadı arasında her gün
ortaya çıkan fikir münakaşalarını körüklemekten büyük bir zevk alırdı;
Kadı'nın ise fikirlerinin doğruluğunu savunmaktan ziyade efendisini
eğlendirmeye çalıştığını farketmiştim. Durumlarımız o kadar farklıydı ki,
Han'ın teveccühünü çekebilmek için aynı araçları kullanamazdık; fakat elimdeki
imkânlardan yararlanarak Han'ın teveccühünü kazanmayı da ihmal etmedim. Hava
fişeklerini sevdiğini ancak fişekçilerinin bu konuyu gereği gibi bilmediklerinden
onu eğlendiremediğini farketmiştim. Ödünç malzeme aldım, hazırlıklarımı
tamamladım, adamlarıma gerekli bilgileri verdim ve istediğimi yapabilecek
duruma geldiğime kanaat getirdiğim zaman Han'a doğum günü eğlencelerinde
donanma yapma görevini üstüme almak istediğimi bildirdim; şimdiye kadar çabuk
yanan fişekler, kısa menzilli havaî fişekler görmüş olan Han ve çevresindekiler
yaptıklarımdan sonra şaşkınlık içinde kaldılar.
Han'ın, gösterilerimden sonra bana teşekkür
ederken gösterilerin kısa sürdüğünden dolayı şikâyet edeceğini hesaplıyarak
gece sohbetlerimizi neşelendirmek maksadıyla bazı elektrik deneyleri yapmaya
karar verdiğimi söyledim. Bu deneylerin yarattığı ilk izlenimler o kadar
şaşırtıcı oldu ki, zihinlerde büyücü olduğuma dair uyanmaya başlayan inancı
kırmak için çok zorluk çektim. Han'ın açıklamalarımı dikkatle dinlediğini
farkettim. Statik elektrik denemelerine bizzat katılmak istedi; ona karşı
uyguladığım elektrik nisbeten zayıf oldu, ama çevresindekilere efendilerinin
takdirini kazanacak kadar kuvvetli elektrik verdim.
Ertesi gün bütün şehir yaptığım mucizelerin
hikâyesi ile çalkalanıyordu; daha sonraki günlerde Han'a yaptığım deneylerde
bulunmayanların taleplerini karşılamak zorunda kaldım. Birçok kişi gelerek
kendilerinde veya arkadaşlarında elektrik denemelerimi tekrarlamamı rica
ediyordu; deneyleri sağda, solda ballandıra ballandıra anlatanlar genel merakı
büsbütün uyandırıyorlardı. Artık bu ilgiden rahatsız olmaya başlamıştım ki bir
gece kapımın önünde yirmiden fazla kandil gördüm; Rusin'i dışarıya yollayarak
ne istediklerini sordum. İçlerinden biri kendilerinin Han'ın yanında rehin
olarak bulunan Çerkez Mirzaları olduğunu söyleyerek duydukları olayların onları
çok etkilediğini, bu denemeleri görerek bir gün ülkelerine döndüklerinde
herkese anlatmak istediklerini belirtti.
Hepsini içeri alarak salonda kabul ettim.
Salonda daire şeklinde saygıyla oturduktan sonra, biraz önce Rusin'e
söylediklerini bana tekrarladılar. Ben de onlara ve ülkelerine çeşitli
övgülerde bulunarak cevap verdim.
Bu durum altında elektrik vereceğim
kurbanları seçmek benim için pek kolay oldu. Hazır bulunanların hepsi kendi
üzerinde de deney yapılmasını talep ediyordu; bazen acıdığım bu zavallılar,
ıztırap çekerken gülmeye çalışıyorlardı. En sert denemeleri denedikten sonra
Çerkez Mirzaları hayatlarından gayet memnun geri yolladım; artık elektrik
deneyleri yapmaya da son verdim; kendime daha az eğlendirici fakat daha faydalı
deneyler bulmaya çalıştım. Üzerimde taşıdığım üniformam iyice harap olmaya
başlamıştı: kendi kend min terzisi olmaya karar verdim. Bu arada iyi cins bir
Arap atını Fransız stilinde eyerledim; Kırım Türklerinin kullandığı koşum
takımları biniciyi hayvandan fazla uzak tutuyordu. Bu pek kolay bir iş olmadı,
önce kendime gerekli âletleri temin ettim. Eğer kayışlarını hazırladım, bütün
parçaları getirttim ve sorıunda kırmızı kadifeden bir eyer ile birbirlerine iyi
giden haşa ve koşumları bağladım. Kırım Hanı ile yaptığım ilk gezintide bu atı
kullandım. Bu hükümdar yaptığı bütün gezintilerde beni de yanına almak
iyiliğinde bulunduğundan ona Avrupa lıların binicilik usûllerini göstermek
fırsatını elde etmiş oldum. Kırımlılar binicinin cesur oturuşundan başka
binicilik ilkelerine sahip değillerdi; bazen bu cesurluk gayet zor hareketler
yapmalarına sebep oluyordu; Arap atımın yumuşak hareketleri bütün beğleri
hayret içinde bıraktr. Han'ın birinci imrahoru bu atı denemek istedi; ancak
alçak eyere biner binmez dengesini sağlamak için topuklarını sıkmak zorunda
kaldı. Böyle bir biniciye alışmamış olan atım üzerindekini atmaya çalışınca
etraftan yetişenler imrahoru zorlukla kurtardılar.
Han beni doğan ve tazı avı seferlerine de
çağırmaktan geri kalmadı. Böyle av seferleri sırasında yanında altı yedi atlı
bulunuyordu. B.u şekilde civardaki ovalarda at koşturuyorduk; bir yandan av
hayvanlarının bolluğu, diğer yandan avcıların gururları bu av seferlerinin çok
canlı geçmesini sağlıyordu. Özellikle doğan avı Maksud Giray'ın çok ilgisini
çekiyordu; alıştırılmış doğanları avlarını gayet iyi seçiyorlardı, ama
yakalanan avları getirmek için iyi tazılara ihtiyaç vardı. Fransa'dan gelirken
ben yanımda bir tane getirmiştim; fakat bu hayvanın o kadar şımarık, o kadar
keyfî hareketleri vardı ki hiç bir zaman yanıma almamıştım; sırf bu durum
yüzünden tazımın çok kıymetli olduğunu sanıyorlardı. Birkaç kişi bu köpekten
Han'ı haberdâr etmişti; o da bana serzenişte bulunarak kendisinden bu hayvanı
sakladığımı, onu muhakkak denemek istediğini belirtti. Köpeğimin iyi
disiplinli olmadığını, gelişi güzel kuşların üzerine atılacağını, uygunsuz
olaylara sebebiyet vereceğini boşuna anlatmaya çalıştım; o ise bütün bunları
bahane olarak kabul ediyordu; sonunda arzusuna uymak zorunda kaldım ve Han'ın
bu işten pişman olduğunu gördüm. Hemen emir vererek köpeğimi aldırdım; önceleri
davranışları herkese sevimli geldi. Ertesi gün köpeğin denenmesi için her zamankinden
daha erken başlayacak bir av seferi düzenlendi.
Önceleri atların mevcudiyetinden korkan
köpek, daha sonra havaya bırakılan doğanın bir avı yakalamasını seyretti,
ikinci doğan da yaralı avı yakaladığı sırada birden ihtirası uyanan köpek,
koşarak ava yapıştı. Bir yandan doğan diğer yandan benim köpeğim avı çekiştirirken,
Han değerli hayvanına bir şeyler olacağı endişesi ile kıvranıyordu.
Maksud Giray ve vezirlerinin yanındaki
durumum ve evimin yeni düzenli şekli Bahçesaray'daki günlerimi çekilebilir hâle
getirmişti; özellikle. Kırımlıların ilk soylu ailesi olmakla övünen Şirin
ailesinden Kaya Mirza ile çok sıkı fıkı olmuştum. Ulu - Hanlık görevi yapan[72] hanedâna
mensup bir prenses ile evlenmişti; bu Hanım - Sultan bana iyi niyetlerini
göstermek maksadıyla fevkalâde güzel işlenmiş bir gece mintanı armağan
etmişti. Ancak bu armağan gönderme işinde farkettiğim gizlilik beni şiddetle
endişelendi; aslında prenses 70 yasındaydı ve bu türlü bir armağanı ancak
akrabası olan bir erkeğe gönderebilirdi; bana bir ayrıcalık tanınarak armağanı
kabul etmem istenmişti.
Kırım Ham'nın bir takım garip davranışları
olmasına karşılık, Osmanlıların hurafesi ve sofu alışkanlıklarına kapılmadan
yasalar çerçevesinde kalmasını biliyordu. Bir Yahudi'nin kölesi efendisini
bağda öldürmüştü; ölünün en yakın akrabaları tarafından dâvâ açıldı. Suçlu
yakalanıp mahkemesi devam ederken bazı gayretkeş Müslümanlar, bağışlanmasını
sağlamak maksadıyla zavallı adamı Müslüman olmaya ikna ettiler. Han tarafından
verilen idam kararına, suçlunun islâm olduğu ileri sürülerek karşı çıkıldı.
Kırım yasalarına göre suçlu, hakarete uğrayan veya mağdur durumda olanın
dâvâsını yürüten tarafından öldürülerek cezalandırilirdi. Bu durumda bir
Müslüman'ın Yahudilerin eliyle katledilmesinin doğru olmayacağı iddia edildi,
ama bütün çabalar boşa gitti; Han cevabında, eğer kardeşim suçlu olsaydı onu
bile Yahudilerin eline teslim etmekten çekinmezdim diye cevap verdi; eğer
islâmiyeti seçmesi samimî ise İlâhî Adalet'in bu yüzden onu mükâfatlandırmasını
dilerim, ama ben adaleti yerine getirmekle yükümlüyüm. Buna rağmen, hükmün
yirmi dört saat içinde infaz edilmesini gerektiren yasayı işler hâle sokmak ve
Yahudilerin Sabbat günü için gün batımından itibaren hiç- bir işe
girişmemelerinden faydalanmak için Müslüman sofular kararın yayınlanmasını
cuma öğleden sonraya bıraktırdılar; buna rağmen suçlu zincire vurularak idamın
infaz edileceği kulübeye getirildi; fakat orada da bir engel vardı: Yahudiler
kan dökemezlerdi. Bunun üzerine büyük bir para karşılığında Yahudilerin
görevini üzerine alacak bir kişinin bulunması için sokaklarda tellâllar
dolaştırıldı. Lâkin en fakir halk tabakasından bile bu işi üzerine alan
çıkmadı. Bu yeni olay Han'ın mahkemesine intikâl ettirildi. Maksud Giray
Yahudilerin suçluyu Tevrat usûllerine göre öldürmelerine izin verdi; suçlu
taşlanarak katledildi.
Suçluyu ölenin en yakın akrabasına teslim
eden Türk yasası, ölenin kanını savunma hakkını en yakın akrabasına tanıyan
Şerîat yasalarından alınmıştır. Türkiye'de şikâyetçi tarafın idam hükmünün
infazına nezaret ettiğini görmüştük; daha gerçekçi olan Kırım yasası infaz
işini doğrudan dâvâcıya bırakmaktadır. Osmanlılarda cellâtın son darbeyi vurmak
için, suçlu tarafından teklif edilen paranın dâvâcılar tarafından reddedilmesini
beklediğini biliyoruz; bu arada kocasının kanından para karşılığında vaz geçen
kadınlar da görülmemiş değildir. Kırım'da ise kendi eliyle hançeri suçluya
saplayacak olan kadın hiç bir teklifi kabul edecek durumda değildir; ona
intikâm alma hakkını saklayan yasa başkaca hiç bir duygunun onu etkilemesine göz
yummaz. Elinde gümüşten bir balta taşıyan bir yetkili suçluyu infaz hücresine
götürür ve idama nezaret eder.
Kırım kadar hiç bir ülkede âdi suçların o
kadar az olduğunu sanmıyoruz; suçluların kolaylıkla kaçabileceği bozkırların
mevcudiyeti tamah etmeye sebep olabilecek şeylere sahip değildir; üstelik her
gün çıkış yolu kapanan Kırım yarımadasının coğrafî durumu, cezadan kaçabilme
umudunu tamamen yok etmektedir; bu yüzden başkentin güvenliğini sağlamak için
herhangi bir tedbirin alındığını görmedik; sadece Han'ın muhafazası ile
yükümlü askerlerden başka bir kuvvet yoktur. Çin stiline göre inşa edilmiş,
fakat sonradan Türk stiline göre onarılmış sarayı hâlâ ilk güzelliğini muhafaza
etmektedir. Bu saray şehrin bir ucunda olup, etrafında gayet yüksek kayalıklar
vardır; her taraftan akan sular bahçeler ve köşkler arasında dolaşarak çok hoş
bir görünüm sağlar. Bu arada sarayın durumundan dolayı manzara olarak sadece çıplak
kayalar bulunduğundan, Han sık sık şehrin güzelliğini seyretmek için tepelere
çıkmak zorunda kalır.
Kırım ülkesinin uzantısında bulunan Nogay
bozkırlarının deniz seviyesinde olmasına karşılık. Kırım berzahından
geçildikten sonra seviye denizden 10-12 metre yükseğe erişmektedir. Bu yüksek
ova yarımadanın kuzey yarısını kapladıktan sonra yerini batıdan, doğuya doğru
uzanan kayalık ve dağlık bir arâziye bırakmakta sonunda Çadır - Dağı ile son
bıkmaktadır. Deniz kıyısının çok yakınında olan bu dağ ikinci derece dağlar
arasında sayılabilir; ancak bizim yarımkürenin haritasına bakıldığında Çadır
Dağı'nın, Alp’ler ile Kafkas Dağlarfnı birleştiren sıra dağlar üzerinde bulunduğunu
görmek hemen mümkündür. Nitekim Apenin Dağları'nın bir kolunun Avrupa'yı
batıdan doğuya katettikten sonra Almanya'yı İtalya'dan, Lehistan'ı
Macaristan'dan ve Eflâk'ı eski Trakya'dan ayırdığını, sonra Karadeniz'e dalarak
aynı yönde Kırım'ın güneyinde yükseldiğini, Karadeniz ile Azak Denizi arasında
ancak geçilebilecek bir geçit bıraktığını ve Kafkas adı altında Hazar
Denizi'ne kadar devam ettiğini, sonra yeniden Tibet'te ortaya çıkarak Asya'nın
doğu kıyılarında son bulduğunu izlemek mümkündür.
Bu dağların bir silsile olduğu,
görünüşleri, yapıları, ihtiva ettikleri fosilleri ve mineralleri bakımından
ispat edilmiştir.
Kırım'da ilk göze çarpan şey, bütün
dağların etrafını çeviren kaya tabakalarının gösterdiği benzerliktir. Dıştan
bakıldığında sivri uçlar gösteren bu kayalıklar üzerinde suların aşındırmasını
farketmek mümkündür; yine aralarında denizin aşındırmasına mâruz kalanlar diğerlerinden
ayırd edilebilmekte, içlerinde fosil istiridye kabuklarına rastlanmaktadır;
fakat bu kabuklar o kadar derin bir şekilde kayanın içine girmiştir ki, ancak
bir çekiç yardımıyla bulundukları yerden kopartabilirler. En iri cinsten olan
bu fosillerin Akdeniz kıyılarında bulunmadığın: da ilâve edelim; dikkati çeken
bir nokta da Karadeniz'in kuzey kıyılarının istiridyeden mahrum olmasına
karşılık güney kıyılarında ancak küçük cinselerinin bulunduğudur.
Kayalara yapışan fosillerden, özellikle eti
Kızıldeniz'de yaşayan cinslerinkinde leziz olan deniz kestaneleri de vardı.
Kırım'ın bu kısnrvndaki küçük vâdilerde tek kabuklu hayvanların fosillerinden
tabakalar vardır. Ancak bu fosiller Akdeniz'dekilerden kabukların daha kalın ve
daha az açık renkli olmasıyla farkederler; bazı vâdilerde o kadar çokturlar ki
hemen hemen bitki yetişmesini önlerler; bu kabuklar, yapraklı ve yosunlu sünger
taşları ile karışık olup, esas yatak sel çukurlarının dibinde bulunur.
Bir dağdan ötekine deniz seviyesine göre
inceiediğim kayalıkların seviyesi, bütün bu tabakaların yatay olduğunu ortaya
koymuştur. Bütün araştırmalarımı böylesine ilgi çekici ve yeni bir olay olan bu
mesele üzerine topladım ve bu düzgünlüğü bozacak herhangi bir şeye
rastlamadım.[73]
Bu kayalıkların seviyesinden itibaren
çizilecek Kırım'ın yüksek topraklarının haritası, Kafkaslara doğru uzanan,
birbirlerinden fazla uzak olmayan bir sıra ada görünümü verir.
İlkel coğrafya üzerine yapılan bu
araştırmalar, uzun zamandan beri düşünce sisteminin üzerine eğildiği bilgi
hâzinesinin ilerlemesine önemli katkılarda bulunacaktır. Yeryüzünün ilk
durumunu merak eden bilginler, en belirgin izleri izleyerek ve hep aynı
seviyeyi korumaya dikkat ederek dünyanın evrenleri hakkında bilgi sahibi
olabileceklerdir. Daha yüksek dağlar, onlara daha eskiden sular tarafından
terkedilmiş seviyeleri gösterecektir; bu hâtıraların içinde gördüğüm ülkelerin
gözler önüne serdiği manzaralar ile insanlardın yaşayışları hakkında bilgi
vermekle yetinirken, bir Kırımlının bana verdiği cevabı buraya aktararak artık
bu konuda fazla bir şey söylemekten kaçınacağım. Bu adamla birlikte
Bahçesaray'ın içinde bulunduğu ovaya açılan boğazlardan birinde geziniyordum.
Orada erişilmesi güç bir kayanın tepesinde, boğazın girişini kapayan demir
bir halka gördüm. Yanımdaki Kırımlıya bu halkanın ne işe yaradığını sordum.
Gayet sakin bir şekilde, vaktiyle deniz bu kayalıklara kadar geldiğinde boğazı
gemilere kapatmak için kullanılmış olduğunu sanıyorum, dedi. Bu cevap üzerine
tamamen şaşırdım ve her gün bu dağlarda denizin kalıntılarını görmekten başka
bir bilgiye sahip olmayan bu zekânın bu meseleyi çözüş tarzına hayran oldum.
Yunanlılar ve Romalılar her fırsatta İskitlerin manevî değerler felsefesi
hakkında övgü dolu sözler söylemişlerdir; fakat dünyanın evrimleri hakkında
bir Kırımlının ortaya koyduğu görüşler ve özellikle muhafaza ettiği sakinliği
beni şaşırtmıştı. Bu adamın durumundan, soydaşlarının dünyanın evrimini
gösteren çeşitli eserlere ilgi göstermediklerini ve Çadır Dağı'nın madenlerini
işletmeyi ihmal ettiklerini kavradım. Daha bilgili ve kuşkusuz daha haris olan
Cenevizliler bu dağın bol miktarda ihtiva ettiği altını çıkarmaya
başlamışlardı. Kırım Hanının bu işletmeden epey pay alacağı, fakat Bâb-ı
âli’nin açgözlülüğünü uyandırmamak için kârlı bir işin devamından ziyade hiç
çalışamamasını tercih ettiğini de sanmaktayız. Bu işi yaptırmak için parayla
tutulmuş insanların ülkeye sokulması mecburiyeti sonunda, orasının bir
yasaklar ülkesi hâline gelmesini istemediğinden, Kırım hükümdarları halkın
sükûnetini kişisel çıkarlarına tercih etmişlerdir. Bu fiyat karşılığında fakir
kalmanın mutlaka büyük bir şerefi vardır.
Zevkleri, altın yaldızlı kafesler içinde
olmaktan ziyade topraktan ileri gelen bir yaşayış tarzına alışmış olarak, Kırımlılar
teneffüs ettikleri havadan bile haz duyarlar ve ülkelerinin tabiî güzelliği ile
yetinirler.
Kırım göğünün her mevsim gösterdiği
kuyruklu yıldızlar ve kuzey fecrinin aklığı atmosferin saflığı hakkında bilgi
vermeye yeter. Bu özelliğini, batıdan gelen nemi ve buharı yutan kuzey
bozkırlarına ve Kafkas zirvelerine de bağlıyabiliriz.
Birbirlerini izleyen ılımlı mevsimler,
toprağın verimliliği ile de birleşince bitki topluluğu fevkalâde bir şekilde
artıyor; kumlu, kara toprağın sunduğu verimlilik Aşağı Rusya'ya kadar
uzanıyordu. Güneşin ısısı, çiftçiye pek fazla bir iş bırakmadan ekilen her
tohumu yeşertmeye yetmektedir. Bu iş, saban ile ekilecek toprağı sürmekten
ibarettir. Bir torba içinde karışık hâlde duran kavun, patlıcan, bezelye ve
bakla tohumları sabanı izleyen bir adam tarafından toprağa serpilir. Serpilen
tohumları örtmeye bile zahmet etmeyip, bunu yağmurun yapmasını beklerler ve
çeşitli zamanlarda yetişen ürünü toplarlar.
Kırım topraklarını aynı anda kaplayan
ürünlerden özellikle kuşkonmaz, ceviz ve fındık irilikleri ile dikkati çeker.
Çiçeklerin bolluğu da bir başka özelliktir, tarlaları kaplayan küçük cins
lâleler nefis bir manzara sunarlar.
Kırım'daki üzüm yetiştirme tarzı üzümlerin
kalitesini arttırmaya engel olmaktadır dünyanın en elverişli topraklarının,
üzerinde yaşayan inşaları bağları, vâdilere dikmekte vaz geçiremediğini görmek
gerçekten üzücüdür; bağ çubukları, sekiz, on ayak çapında, dört beş ayak
derinliğinde çukurlara dikilmektedir. Çukurların hemen üzerinde bulunan
kayalıklar, asma dallarına destek görevi yapmakta, güneşin ışınlarında korunan
üzüm salkımları, devamlı nemli bir toprak ve çukura dolan yağmur suları ile
beslenmektedir. Bağ bozumundan bir ay kadar önce asma yaprakları toplanır, bağ
bozumundan sonra bağ çubukları toprak seviyesinde kesilir ve bütün k:ş boyunca
sular altında kalan bağlar, su kuşlarına serbest bir arâzi bırakır.
Kırım’da rastladığım çeşitli kaz
cinslerinden en değişik olanı boynu bizimkilerden daha uzun ve tüyleri kiremit
kırmızısı renginde olanıdır. Kırımlılar bu hayvanın etinin çok tehlikeli
olduğunu ileri sürerler. Buna rağmen bu kazın etinden tattım ve onu çok
lezzetsiz buldum.
Kırım’da olduğu kadar hiç bir ülkede
bıldırcın o kadar çok bulunmaz; yazın her tarafa dağılmış olan bu kuşlar, sonbaharda
bir araya gelerek Karadeniz'i aşmaya, oradan daha sıcak ülkelere göç etmeye
hazırlanırlar. Kuş göçünü belirleyen şartlar hiç değişmez. Ağustos sonunda
Kırım'da toplanan bıldırcınlar, gün batarken kuzeyden hafifçe esen rüzgârı
beklerler. Kıyıda toplanarak akşamın altısında veya yedisinde havalanırlar,
bütün gece 200 kilometrelik yolu katederek karsı kıyıya vardıklarında, gerilen
ağlara takılarak veya onları bekleyen avcıların eline düşerek epey kayıp
verirler.
Kırım'da bol olan akarsular, buna rağmen
önemli bir nehir meydana getirmezler ve kıyının yakınlığı bütün akarsuların
hemen denize kavuşmasına sebep olur. En sıcak günlerde bile suların kaynakları
kurumaz; her boğazda kaynayan sular, çayırları sulamaya devam ederken,
kayaların arasından akarak pırıl pırıl bir görünüm kazanırlar. İtalyan kavağı
Kırım'da o kadar boldur ki, daha önce Cenevizlilerin orada bulunduğu bilinmese
bu ağacın Kırım'a özgü olduğuna bile karar verilebilir.
Uzun zaman sanayii sayesinde egemen bir
topluluk olan Cenevizliler ticaretlerini Kırım'a kadar uzatmasını bilmişler,
ünlü Cengiz Han'ın torunları bu tüccarların baskısına boyun eğmek zorunda
kalmışlardı; nihayet Fâtih Sultan Mehmed Cenevizlilerin boyunduruğunu kırarak
çok daha yumuşak bir egemenlik kurmuştur.
Bugün Kırım'da hâlâ Kırımlıları
Cenevizlilerin boyundurduğu altında tutan zincirlerin kalıntılarına rastlamak
mümkündür. Zulmün bu eserleri, zâlimleri saran endişe ve korkunun da
belirtilerini aksettirmektedir. Cenevizlilerden kalan evler daima erişilmesi
güç kayalıkların tepesindedir. Aynı zamanda kale surları görevi yapan
kayalıkların etrafında hendekler açılmış olup, yıkıntılar arasında bile evlerin
yapılış tarzları hemen anlaşılmaktadır. Yemlikleri kayalar içine oyulmuş ahırlar
vardır. Kalelerin pek çoğu birbirleri ile bağlantı hâlinde olup, bunlardan bir
kısmı yer altı yolları ile şehirlere bağlanmaktadır. Gayet büyük bir salonun
ortasında, şimdi içinde insan kemikleri bulunan, on adım çapında, yedi adım
derinliğinde bir havuza rasladım. Kırım'da, daima sarp dağlarda oyulmuş, geçit
vermeye tepelerde kurulmuş bu çeşit sığınakları çok gördüm; bunların, gündüz
otlatılan sürülerin geceleyin kapatıldığı yerler olarak kabul ediyorum.
En sarp yerler daima hürriyetin sığınağı
veya zulmün inidir. Kayalıklar, hem ezenleri, hem de ezilenleri saran
endişeleri dağıtan en elverişli yerler olmuşlardır.
Bugün bile Kırım ticaretin merkezi olan
Kefe şehrinin eskiden de Cenevizlilerin ticaret merkezi olması kuvvetle
mümkündür; ancak Baluklava limanının güzelliği ve birkaç eski yapının
kalıntıları. Cenevizlilerin bu limandan da yararlandıklarını ortaya koymaktadır.
Bu liman şehri Kırım'ın en güney ucunda kurulmuştur; limanın hemen ağzında
bulunan iki burun. İstanbul Boğazı'ndan ayrıldıktan sonra karşılaşılan ilk
kara parçasıdır. Bu limanın civarında, gelişmesine ve güvenliğine katkıda
bulunacak şekilde iyi kereste veren ormanlar vardır; tıpkı, eskiden
yarımadanın başkenti olan Kırım şehrinde görülen mezarlar gibi, bugün tamamen
terkedilmiş olan Baluklava limanı eski önemini gösteren kalıntılara sahiptir.
Kırım’da pek önemli sayılmayan şehirler
vardır; buna rağmen batı kıyısında sahip olduğu limanı yüzünden Gözleve ve
Kalgay Sultan'ın [74] oturduğu
Ahmedşid sayılmaya değer.
Kırım'ın tabiî tarihi hakkında önemli
noktalara değindikten sonra, Kırım Türklerinin siyasî durumları ve hükümet
ilkeleri üzerine daha dikkatle eğilelim.
Küçük Tataristan diye adlandırılan ülke
içine, Kırım yarımadası, Kuban, Çerkezistan'ın bir kısmı ve Rusya
imparatorluğu'nu Karadeniz'den ayıran bütün topraklar girer. Boğdan'dan
Taganrog'a kadar uzanan bu topraklar 46. ve 44. enlemler arasında bulunup, yüz
yirmi, yüz altmış kilometre ene ve dört yüz elli kilometre uzunluğa sahiptir.
Batıdan doğuya doğru Yetiçokule, Camboyluk, Yedesan ve Basarabya eyaletlerini
kapsar. Bugün Bucak diye adlandırılan bu sonuncu eyalette, köylerde yerleşmiş
Türkler yaşarlar; fakat diğer üç eyalette Türkler istedikleri yerde keçe
çadırlarını kurarlar.
Nogay olarak adlandırılan ve göçebe sanılan
bu topluluklar, ovaları kuzey - güney doğrultusunda kesen vâdilerde yerleşik
bir hayat sürerler; tek sıra hâlinde kurulmuş çadırları bazen yüz otuz
kilometre uzunluğunu bulan ve çeşitli aşiretlere ait olan köyler meydana
getirir.
Bu çoban toplulukların sürdükleri sâde ve
kanaatkâr hayat nüfus çoğalmasını teşvik ederken, medenî geçinen milletlerde
lüks hayatın aşırılıkları ve ihtiyaçları nüfusu kökünden keser. Nitekim
nüfusun Nogay’larda, Kırım ve Bucak'a nazaran daha fazla olduğu hemen dikkati
çekmektedir; ancak Kırım Hanı'mnın toplayabildiği asker sayısı ile nüfus arasında
bir bağıntı kurmak mümkün değildir, ileride bu hükümdarın üç ayrı ordu
kaldırabileceğini göreceğiz; Bizzat kendisinin yönettiği 100.000 kişilik bir
ordu, Kalgay'ın yönettiği 60.000 kişilik ve Nureddin'in emrindeki 40.000 kişilik
ordular. Günlük işlere hiç bir zarar vermeden bu sayının iki misli asker
toplamak da mümkündür; bu miktar asker ve Kırım Hanlığı'nın topraklarının yüz
ölçümü gözönüne alınırsa ülkedeki nüfus bizim nüfusumuzla karşılaştırılabilir.
Milletlerin kudretini değerlendirmenin en
emin yolu, ordularını faaliyet hâlinde görmektir; fakat önce bu kuvvetlerin
tabiatını, onu bir araya getiren araçları incelemek gerekir. Bu araçlar devlet
şekliyle sıkı sıkıya bağlı olup, her devletin ilk kaynağı tarihin derinliklerinde
yazılıdır.
Kırım Türklerinin tarihi ise, ancak
çevresinde dolanarak muazzam genişliği hakkında fikir edinilen bir Okyanusa
benzer. Nitekim bu milletin ihtişamını onun yakınında olmak talihsizliğine
uğrayan topluluklarda görüyoruz; buna rağmen bu topluluklar pek az şey yazmışlar
veya hiç yazmamışlar. Tarihi, ihtimallerin eline terketmişlerdir; fakat bu
ihtimaller o şekilde düzenlenmiştir ki, çevredeki milletlerin vakâyinâmelerine
bakıldığında Türklerin onların katında en kıdemli yerde olduklarına dair
kanaat kuvvetle yerleşmektedir.
Bugün edebiyatçılarımızı şiddetle meşgul
eden Atlantis adasının yeri hakkında derinlemesine araştırmalar yaptığımı
iddia etmeden şunu söylemek isterim ki, şu anda Tataristan diye adlandırılan
kuzeye yönelmiş yaylanın, Kafkas sıradağlarının ve Kore yarımadasına kadar
uzanan Tibet dağlarının ve yaylalarının, akarsuların durumlarından dünyanın en
yüksek yerleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tek gözlem bile, hâlen Türkler
tarafından işgâl edilen bu toprakların Asya'nın ilk keşfedilen yerleri, ilk
insanların geliştikler[75]
ülkeler olduğunu ortaya koymakta, güney Asya ve Avrupa'ya Got, Ostrogot veya
Vizigot adı ile yapılan göçlerin hep buradan geldiklerini ispat etmektedir.
Bu varsayımı güçlendiren coğrafî
gözlemlere, Kırım Giray'ın bana naklettiği bir Türk geleneği de önemli destek
olmaktadır. Bir müddet sonra bu Hükümdar'ı taııtta görecek, cesaretini,
bilgisini, felsefesini ve ölümünü hayranlıkla izleyeceğiz.
Bu arada Cengiz Han'dan önce Türklerin
vakâyinâmelerinde tam anlamıyla ispat edilmiş olaylar; ortaya çıkarmak gayet
zordur; fakat bilinen bir şey varsa o da, Cengiz Han'ın diğer Hanlar tarafından
Hanlar Hanı seçildiğidir. Yine bilinen bir şey varsa, Cengiz Han'ın, tarihin
şimdiye kadar kaydetmediği genişlikte bir imparatorluğu yaratacak tasarıları
düzenlediği ve uyguladığıdır. Bu fâtihten sonra meydana gelen ve fethedilen
ülkeleri istilâ eden göçler bu taşkınlığa sebep olan nüfus çokluğunu
kanıtlamaktadır; bütün bu etkenler bir araya gelince bu hanedânın menşei
tarihin karanlıklarına doğru itilmektedir.
Kesintisiz bir silsile Cengiz hanedânın;
günümüze kadar getirmiş, bu arada hâlen Kırımlıların tâbi olduğu devlet düzeni
de aralıksız devam etmiştir. Buradaki Türklerde, eskiden bizi etkileyen aynı
yasalara, aynı düşüncelere raslanmaktadır; eğer bu eski toplulukların kuzey
ülkelerine göçlerini, bu kuzeylilerin de bize doğru gelmesini düşünecek olursak
en eski geleneklerimizin kaynağı hakkında bir fikir edinmiş oluruz.
Hükümdarı çıkaran sülâlenin dışında Şirin,
Mansur, Secud, Argen ve Barun sülâleleri de vardır. Cengiz Han sülâlesi hanları
verirken diğer beş büyük aile Hanlığın beş büyük tâbi Beğlerini çıkarır. Beğ
ünvanı verilen bu kişiler dalma ailenin en yaşlılar; arasından seçilir ve bu
düzen asla değişmez. Ataları Cengiz Han’ın yanında olan bu eski Mirzalar
sıralandığımız şekliyle en yüce soyluları meydana getirirler; sonradan Bey
ünvanı tevcih edilmiş ailelerle asla karışmazlar. Mirza Kapıkulu olarak
adlandırılan bu aileler ise kendilerini temsil eden bir Beğ'e sahip olurlar,
eyaletlerde oturarak feodal haklar; ellerinde tutarlar. Soyluluk ünvanı
verilen en eski aile olarak Kudalakların en yaşlı üyesi diğer metbu ailelerin
temsilcilerinin başkanıdır; Han'ın yanında toplanan bu altı Beğ Kırımlıların
Senato’sunu teşkil eder.
Bu heyet ancak olağanüstü durumlarda
toplanır; fakat, bütün aile temsilcilerini toplama yetkisine sahip olan Han,
bunların uzakta olmasından yetkisini kötüye kullanmasın diye, Şirin Beği daima
Han'ın yanında bulunur ve diğer beş aileyi temsil eder; Kırım soylularının bu
başkanı Han, Kalgay, Nureddîn ve vezirler gibi, gerekli durumlarda Han toplantı
yapmayı ihmâl ederse Beğler heyetini toplantıya çağırma hakkına sahiptir.
Şirinlerin Kalgaylığı, Beğ'den sonra en yaşlı üyeye verilir; bu durumda
Başkan, yanında daima kendisinden sonra gelecek olanı bulundurmuş olur; Han'ın
yetkilerini dengeleyen bu güç daima faaliyet hâlindedir.
Han'ın baskısına karşı bütün güçleri bir
araya getiren bu düzen aynı zamanda Hükümdar'ın güvenini ve iktidarın onun
elinde olmasına da dikkat sarfeder. Kırım derebeyleri, bir binanın sütunları
gibi hükümeti destekler; bu binanın sarsılmasına asla izin vermezler. Bu
millette Fransa'nın derebeylik devirlerinde görülen karşılıkların hiç birine
rastlanmamıştır. Hâlâ ilk safiyetini devam ettiren Kırım devletinde en ufak
bir ihtirasa yer yoktur. Kırım'da büyük derebeyi olmak için yıllar geçerken,
Fransa'da doğuştan bu hakka sahip olunuyordu.
Bu düzenin hükümdar ailesi içinde de
geçerli olduğu, yani Han olarak ailenin en yaşlı üyesinin seçildiği
sanılmaktadır; ancak Cenevizlilerden önce tahta geçme şekli nasıl olursa olsun,
tam o çağda üç Han'ın aynı anda seçildiği ve hanlık hakkına daha fazla sahip
gibi görünen Mengli Giray'ın Mankup'ta tutsak edildiği bir gerçektir.
İstanbul'un fethini tamamlıyan Fâtih Sultan
Mehmed, bu şehri Cenevizlilerden temizledikten sonra, Kırım'ı da bunların
elinden kurtarmaya koşmuş, Mengli Giray'ı serbest bırakmıştı; ancak, hanlığa
geçecek olanları Bâb-ı âli'nin seçmesi şartını taşıyan bir anlaşma
imzaladıktan sonra bu hanın tahta geçmesine izin vermişti. Rumeli topraklarının
büyük kısmı tımar olarak Cengizoğlu'na verilmişti; Kırım hanlarının Osmanlı
hâkimiyetini kabul etmelerini tazmin etmek maksadıyla zengin topraklar Kırım
mülküne geçirilmişti; Cengizoğlu sülâlesinden her Han, İstanbul'da çevireceği
entrikalarla Osmanlı tahtına geçebilme umudunu taşır.
Kırım'dan Cenevizlileri kovan Sultan II.
Mehmed'in Mengli Giray ile yaptığı anlaşmanın hükümlerini teminat altına almak
için aldığı bütün tedbirlere rağmen anlaşmaya imza koyan taraflar, ancak
karşılıklı haklarını korumak maksadıyla şartlar ileri sürebilmişlerdir; Kırım
Cumhuriyetinin hakları tehlikeye sokulmamış, hanların azledilmesi hakkının
Padişaha verilmiş olmasına karşılık Kırım halkının kanunî bağımsızlığına dokunulmamıştır
deniliyordu. Kırımlıların genel hakları, bu topluluğun bağımsızlığı söz konusu
edildiğinde her halde iyi anlaşılmamıştı. Zaten hür bir topluluğa hürsün
demek, onu boyunduruk altına almak demektir.
Kırım'da Han ile ona tâbi derebeyleri
arasında mükemmel bir denge sağlayan siyasî araçlar, bu dengenin süresini
arttırmak için toprakların iyi bir şekilde dağıtılmasına gerek gösterir. Ancak
bu dağıtılma da o topraklarda yaşayan halkın yaşayış farklılıklarını göz önüne
almak zorundadır.
Kırım ve Basarabya toprakları soylu
tımarlılar, hanedân toprakları ve soylu olmayan kişilere ait mülklere
bölünmüştür. Bunlardan birinciler tahta tâbi olmadan ve hattâ vergi bile
ödemeden irsî olarak geçen haklarla ellerindeki toprakları işletirler. Hükümdar
topraklarının gelirlerinin bir kısmı Han'ın hâzinesine girer, o da,
mükâfatlandırmak istediği kimselere bu paradan dağıtır. Yedinci göbeğe kadar
mirasçı bulunamıyan soylulara ait toprakların mülkiyeti Han'a geçer, aynı
şekilde tımar sahibi soyluların toprakları içinde mirasçımız kalan topraklar da
Mirza'nın malı olur. Yine bu ilkeler dahilinde Yahudi veya Hıristiyan tebâ
yıllık vergisini öder ve bu durum Kırım'da soyluların mülkiyet hakkını önemli
şekilde arttırır.
Yine büyük eyaletlerde tımar sahibi olan
Mirzalar gerekli miktarda asker çıkarmak zorundadırlar; ilerde yeri geldiğinde
bu düzenin nasıl çalıştığını ayrıntıları ile inceliyeceğiz.
Nogaylarda toprak mülkiyeti farklılıklarına
rastlamak mümkün değildir; sadece kendi sürüleri ile ilgilenen bu çoban
topluluklar, toprakları tımar sahiplerine bırakırlar ve komşu aşiretlerin otlaklarına
geçmemeye çalışırlar.
Ancak Nögay Mirzaları tebâları ile toprak
mülkiyetini paylaşıyorlar ve tarımla uğraşmayı bir nevi zül sayıyorsalar da
tarım işiyle uğraşmaz değillerdir. Aşiretleri ile birlikte kışın vâdilerden
birine çekilen Mirzalar, aşiretlerin kendilerine vermek zorunda oldukları
hayvanları ve yiyecek maddelerini alırlar; ekim mevsimi geldiğinde tarımcıları
ile ovalara çıkarlar, tarım için uygun bir yer seçerler ve elde ettikleri ürünü
tebâları ile paylaşırlar.
Tarım çalışmalarını devamlı değiştiren
Nogaylar böylece gayet zengin ürün almak imkânına kavuşurlar.
Kırım'da büyük tımar sahiplerinin
uyguladıkları angarya çalıştırma hakkı Nogaylar arasında bilinmez; fakat bunlar
da Eyalet Beği'ne öşür verirler.
Eyalet hükümetlerinin başında bulunan
Sultanlar Serasker ünvanı ile anılırlar ve genel vali olarak hüküm sürerler.
Fakat hanlığın en yüce mevkilerinden biri olan Kalgaylık, Han'ın ailesinden en
itimada lâyık olana verilir. Kalgay, Bahçesaray'dan on yedi kilometre uzaklıkta
bulunan Ahmedşid şehrinde kalır; yaşayışı tamamen bir hükümdar yaşayışı
gibidir. Vezirleri buyruklarını yerine getirir; hükmüne tâbî yerler Kefe'ye
kadar uzanır.
Eskiden Han'ın irsî halefine verilen Kalgay
rütbesi hâlen Han'ın ölümünde, yerine yenisi geçinceye kadar hanlık görevini
yapma yetkisine sahiptir. Han'ın bizzat katılmadığı savaşlarda Kırım ordusuna
başkumandanlık yapan Kalgay, yedinci göbekten mirasçısı bulunmadan ölen
Mirzaların mirasını da üzerine geçirir.
Hanlığın ikinci derecedeki rütbesi olan
Nureddînlik yine bir Sultan tarafından işgal edilir; onun da vezirleri vardır,
ancak ne bunların ne de Nureddin'in icra yetkisi yoktur. Bahçesaray'dan başka
bir yerde bulunamıyan bu küçük saray, Han sarayı çevresi içinde yer alır: buna
karşılık eğer herhangi bir olay Nureddîn'in başında bulunduğu kuvvetleri savaşa
sürüklerse, Nureddîn ve vezirleri Hükümdar'ın sahip olduğu bütün yetkilere kavuşurlar.
Hanlığın üçüncü derecedeki rütbesi, Han
soyundan gelen prenseslerle evli olan Şirin ailesinden Mirzalara, Orkapı
muhafızı olarak Or-beğ adıyla tevcih edilir. Kendilerine vezirlik makamını
lâyık görmeyen bu soylular, sultanlara verilen rütbeleri ve dış eyaletlerin
valiliklerini kabul ederler; ancak bu uç illeri genellikle tahtta bulunan
Han'ın oğulları veya yeğenleri tarafından işgal edilir; bunlar illerindeki
askerî kuvvetlerin kumandanlığını yaparlar; Bucak, Yedesan ve Kuban illerinin
orduları Han'ın. Kalgay'ın veya Nureddin'in buyruğunda toplansalar bile
Serasker Sultanlarının kumandasında hareket ederler.
Camboyluk ordusu bir Kaymakam tarafından yönetilir.
Kaymakam bir Serasker gibi birliklerini esas orduya kadar götürür; fakat orada
kumandanlık yetkilerini başkumandana bırakır ve kendisi yine ilinin başına
döner ve Kırım berzahının önünde yer alan toprakların güvenliği ile meşgul
olur.
Gelirleri illerde kurulmuş olan bazı
kurumlardan gelen bu büyük rütbelerden ayrı olarak kadınlara ait iki büyük
rütbe daha vardır: Han'ın annesine veya eşlerinden birine tevcih ettiği
Alabeğlik ve kızkardeşlerinden veya kızlarından en büyüğüne verdiği Uluğhanlık
rütbeleri. Birçok köy bu prenseslerin yönetiminde olup, tebâları arasında
mevcut anlaşmazlıkları, hareme en yakın saray kapısında oturan kâhyaları aracılığıyla
çözmeye çalışırlar.
Türkiye'dekine eş görevlerde bulunan
Şeyhülislâmın, Sadrâzam'ın ve diğer vezirlerin yetkilerini ayrıntılarına
girmeyeceğim, yalnız şunu ilâve edeyim ki feodal devlet ilkeleri bunların
yetkilerinin uygulanmasında bazı değişiklikler getirmektedir.
Han'ın yıllık geliri ancak 600.000 lirayı
bulmaktadır; bu az gelir Han'ın serbestliğini kısıtlamakta ise de, cömert
davranmasına engel olmamaktadır. Han başındaki Mirzalardan kurtulmak için kendi
tımarlarından bir kısmını bu Mirzalara bağışlar.
Buna karşılık ordu toplanması Han'a hiç bir
mali yük getirmez. Bütün tımarlar belirli sayıda asker çıkarmak zorundadır.
Adlî işlemlerde de Hükümdar'ın bir masrafı olmaz, bütün hanlık dahilinde adalet
ücretsiz olarak dağıtılır.
Kırımlılarda eğitim iyi yazıp okumakla
sınırlanmıştır; ancak Mirzaların eğitimleri iyi denilse bile nezaket
kurallarını gayet iyi bilirler. Bu, onların devamlı olarak saygı göstermek
zorunda oldukları sultanların yanlarında yetişmelerinden ileri gelmektedir.
Bahçesaray'da, günümüze kadar itina ile
saklanmış ve bir ailenin elinde bulunan son derece değerli tarihî bir defter
vardır. İlk yazarı tarafından en eski geleneklerin yazılmasıyla başlanan bu
yazma eserde günümüze kadar gelen olaylar kaleme alınmıştır. Kırım'a gelmem
dolayısıyla defterin şimdiki sahibi bana gelip bazı bilgiler isteyince bu
değerli defterin mevcudiyetini öğrendim ve bütün gayretlerime rağmen onu elde
edemedim. Teklif ettiğim on bin altın bile faydasız kaldı, fazla vakit
bulamadığımdan bu defterden bazı kısımları kopya edemedim.
Gazeteler günümüzde Lehistan'da meydana
gelen karışıklıkları ve Rusya ile Türkiye arasındaki görüşmeleri fazlasıyla
yazdılar. Maksud Giray kendisini bu yangının ortasında görüyor, önemli bir rolü
olduğunu kavrıyor, olayların devamından ciddî endişeler duyuyor, kendisine
halef olarak Kırım Giray'ı lâyık buluyor ve tahminlerinde pek yanılmıyordu.
Bu arada Balta olayı Padişah'ı Peygamber'in
sancağını açmaya zorladı; Rus elçisi Yedikule'ye kapatıldı, Tahta geçen Kırım
Giray Padişah ile askerî meseleleri görüşmek üzere İstanbul'a çağrıldı. Bu
haberler Bahçesaray'a Maksud Girav'ın azledilmesi buyruğu ile birlikte geldi.
Aynı ulak Bahçesaray'da bir Kaymakam'ın seçilmesini ve ordunun Basarabya'da
Kavuşan'da toplanmasını belirten yeni Han'ın 'buyruklarını da getirmişti. Ben
de hemen o yere gitmek, yeni Han'ı orada karşılamak üzere hareket ettim; ancak
Han'dan aldığım bir haber beni bu formaliteden kurtardı; Kırım Giray beni şehre
girişinde akşam yemeğine dâvet ediyordu.
Bu başlangıç bana gayet sevimli gelmişti;
ancak ulaktan aldığım haberler olmasa akşam yemeği hakkında bazı endişelere
kapılacaktım. Ulak samimî olarak bana, efendisinin balık sevdiğini ve benim aşçımın
balık yemeklerinde usta olduğunu bildiğini anlattı; hemen aşçıma emir vererek
Han'ın hoşuna gideceğinden kuşkum olmayan bir balık yemeğinin hazırlanmasını
istedim.
Han ertesi gün şehre gelecekti; atıma
bindim ve şehirden sekiz kilometre ötede onu karşıladım. Yanında büyük bir
atlı kalabalığı vardı; bana gösterdiği lütuf daha önceki güzel davranışlarının
bir devamıydı.
Altmış yaşlarında olan Kırım Giray'ın uzun
bir boyu, soylu bir duruşu, rahat hareketleri, heybetli bir çehresi, canlı
bakışları ve arzusuna göre kâh tatlı bir iyiliğe, kâh sert bir tutuma dönme
yeteneği vardı. Savaş hâlinde olunması, yedisi kendi oğlu olan bir sürü Sultan'ın
yanında yer almasını gerektirmişti, özellikle dikkatimi bu şehzâdelerden
İkincisi olan ve cesaret, iki yayı aynı anda çekebilme gibi kabiliyetlere sahip
şehzâde üzerine çektiler. Bu işe çocukluğundan beri çalışmış, dokuz yaşında
iken babası gururuyla oynamak isteyerek ona, onun gibi bir ödleğe bir örekeyi
tercih edeceğini söylemiştir; bu söze fena hâlde içerleyen çocuk, babasına
doğru bir ok fırlatmış, şans eseri ok eyer yatağının tahtasına saplanmıştı. Bu
olaydan sonra oğulun babaya gösterdiği derin saygı bunun bir suikast olarak
değerlendirilmemesini sağlamıştı.
Han'ın şehre girmesi için gereken
hazırlıklar şehir kapısı dışında yapıldı; Han başına mücevher ile süslü iki
sorguçlu bir miğfer, arkasına çaprazlama yay ve sadak koydu; yanında muhafız
kıtası, başları sorguçlu değerli küheylânları. Peygamberin sancağı, saray erkânı
olduğu halde saraya geldi. Divan salonunda devlet büyüklerinin saygılarını
kabul etti.
Bu tören, benim hazırlattığım akşam yemeği
vaktine kadar sürdü. Rekâbet dolayısıyla diğer Mirzaların aşçıları da kendi
sanatlarını göstermeye çalıştılar; ancak şarap ile hazırlanan soslara karşı
bir şey yapamıyorlardı. Etten sonra sofraya sunulan hafif yemekler de az başarı
kazanmadı; Fransız mutfağının üstünlüğü sayesinde her gün Han'a her öğünde on
iki kap yemek yaptırıyordum.
Kırım Giray sadece iyi bir sofrayla
yetinmiyordu, her türlü eğlenceye açık bir adamdı. Kalabalık bir orkestra,
maaşla tuttuğu soytarılar, gündüzleyin onu meşgul eden siyasî meselelerden ve
savaş hazırlıklarından hiç olmazsa geceleri uzak kalmasını sağlıyordu.
Kavuşan bütün hanlığın merkezi hâline
gelmiş, buyruklar buradan yayılır olmuş, her taraftan saray adamları buraya
akın etmeye başlamıştı. Kırım'da tanıdığım ve Han'ın bana karşı gösterdiği
teveccühe tanık olan yeni Vezirler, Han'dan istemeye cesaret edemedikleri bir
lütufun sağlanması için benim aracılığımı rica etmişlerdi. Kırım Giray ilk
hanlığı döneminde saltanatını teminat altına almak için mizacının sertliğini
göstermek bakımından zalimce bir davranışta bulunmanın faydasını anlamıştı.
Bazı sert yasaları çiğnerken suç üstü yakalanan zavallı bir Kırımlı, Han
tarafından idama mahkûm edilmişti. Saraya geldiğim sırada bu zavallıyı idam
etmeye hazırlıyorlardı. Sultanlar hemen çevremi sararak bana olayı naklettiler
ve Kırımlıları bu olayın devamından korumam için arabulucu olmamı rica
ettiler. Kırım Giray'ın yanına girdim; Hükümdar idam hükmünü vermek için
sarfettiği gayretin heyecanı içindeydi; öpmek için tuttuğum elini geri çekmeye
çalışmasına rağmen bırakmadım. Sert bir tavır takınarak, ne istiyorsunuz? dedi.
Suçlunun bağışlanmasını, dedim. Bundan ne elde edeceksiniz? diye cevap verdi.
Size itaatsizlik gösteren bir adamdan hiç bir şey beklenemez; ben asıl sizin
ile ilgileniyorum, dedim; bir an için çok sert gözükmek için birazdan zalim bir
hükümdar olacaksınız; halbuki daima saygı duyulan ve korkulan bir hükümdar olmanız
için iyilikten vazgeçmenize gerek yoktur. Gülümsedi, elini bıraktı; elini öptükten
sonra, dışarı çıkarak onun namına suçlunun bağışlandığını bildirdim. Bu
haberin sağladığı neşe Osmanlı sanatçılarının oynadığı bir komedi ile devam
etti. Gösteri boyunca Kırım Giray, yeni duyduğu Moliere tiyatrosu hakkında bana
bir sürü sual sordu. Moliere'in komedilerindeki tipler üzerinde tartıştık.
Bizim zihinlerimiz barışçı konular üzerinde
dolaşıp dururken Lehistan konfederasyonundan gelen bir elçi onların Han ile
birlikte sefere çıkmaya hazır olduklarını bildirdi. Kırım Hanı Padişah'a
Ukrayna'ya bir sefer düzenlemeye söz vermişti; Lehistan Ukraynası'da bu
seferden etkilenebileceği için onlarla önceden bazı noktalar üzerinde görüşme
yapmak durumu vardı, ancak Leh elçisinin yetkileri böyle bir görüşmeye katılmasını
sağlamıyordu. Buna karşılık vakit daralıyordu: Kırım Giray benim Hotin’e
giderek oraya sığınmış olan Ley soycuları ile onun adına görüşmeler yapmamı
istiyordu; ancak Han'ın tam güvenini kazanmış olmanın verdiği memnunlukla
yetinmeyerek, benim gibi tam yetkili bir Kırımlının da bu toplantıya
katılmasını istedim; hemen birini seçtiler. Leh elçisi rahattan ziyade
çabukluk istediğinden ertesi gün akşam Boğdan topraklarına girdik. Savaş
gelmeden önce bile müthiş bir tahrip manzarası ile karşılaştık; -birkaç birliğin
bu topraklardan geçmesi üzerine halkın duyduğu korku b.u felâketi
hazırlamıştı. Köylerin boşaltılmış ve tarlaların yakılmış olması, Tuna
boylarında bol yiyecek bulacağını uman Osmanlı ordusuna pek bir şey
vâdetmiyordu; fakat bu düşüncelerimi açtığım Kırımlı meslekdaşım, Dankowça'ya
kadar yokluk[76] çekeceğimizden
başka bir şey düşünmüyordu. Krazinski ve Potoski Kontları bizi, temsil
ettiğimiz Han'a lâyık bir şekilde karşıladılar, ancak meslekdaşımı en fazla
memnun eden şey ikrâm edilen nefis Tokay şarapları oldu. Kırımlı meslekdaşımı
buraya getirirken kendi arabamı ona vermiştim, ama yüksek koltuktan rahatsız
olmuş olacak ki dönüşte, istediği gibi yatabileceği bir Türk arabasını tercih
etti. Arkamızdaki bir arabada yüklerimiz ve birkaç hizmetkâr geliyordu. Bir az
uzun olmasına karşılık daha iyi olduğu söylenen bir yolda ilerliyorduk. Uzun
zaman kar yağdıktan sonra şimdi de keskin bir soğuk vardı; bu soğuktan
istifade ederek donmuş bulunan Prut'u geçmemiz gerekiyordu. Bir rehberin
önderliğinde nehrin kıyısına geldiğimizde akıntının şiddetiyle iri buz
parçalarının süratle aktığını gördük. Suyun derinliğini blmediğim gibi,
akıntının şiddetinden çekiniyordum; rehberimiz bu hususta bana teminat vererek
ilk olarak benim arabamı nehre sürdü. Arabayı, akıntıya dayanabilecek altı at
çekiyordu; nitekim sağ salim karşı kıyıya vardık; hafif olmaları dolayısıyla
endişe duyduğum iki arabanın da geçmesini görmek üzere hemen yere indim. Nehrin
henüz üçte birini geçmişlerdi ki sular onları havaya kaldırdı. Durmaları için
bağırdım; fakat benim uyarım duymayan seyisler durmadan atların dizginlerine
asılıyorlardı; her iki araba da devrildi, içindekiler karma karışık bir
şekilde akıntıya kapıldılar. Hemen benim seyisime dönerek atları koşumdan
çıkarmasını, Kırımlı meslekdaşım ile hizmetkârlarının yardımına koşmasını
emrettim; diğer seyisi soğuktan mahvolmuş bir halde buldum, yakınındaki b;r
çukurun içine sürükleyerek üzerini karla kapladım. Seyisim akıntıyı izlemiş,
ilerdeki değirmene doğru bağırarak değirmencilerin dikkatini çekmişti. Ben de
oraya geldğimde, değirmencilerin kancalarla adamları sudan çıkarmaya
çalıştıklarını gördüm. Daha önceki yerime döndüğümde yaşlı meslekdaşımı
çevrede bulamayınca başına türlü şeyler geldiğini sandım; tam o sırada bana
sakin olmamı tavsiye eden sesini duydum, sesin geldiği tarafa döndüğümde
buzların arasında, sadece başı arabasının kapı penceresinin dışında suların içinde
gördüm; yapacağı en ufak bir harekette yeniden akıntıya kapılabilirdi. Onun
yardımına koşmaktan ve soğuktan donma tehlikesine rağmen diğer adamlarımı
kurtarmaktan gayet memnun oldum.
Nitekim don elbiselerini o derece katılaştırmıştı
ki, ancak büyük bir ateşin ısısı ile yumuşatıp çıkarabildik. Değirmencilerin
gayretinin onlara yeteceğini anlayınca seyisi kurtarmak için harekete geçtim:
kar onu iyileştirmişti. Geldiğimizde, yatırdığım çukurdan kalkmaya
uğraşıyordu. Değirmenin geniş ateşi onu iyice kendine getirdi; diğerlerinin
yanına döndüğümde bütün yüklerimi kurtarılmış olduğunu memnuniyetle gördüm.
Durumun gerektirdiği bütün yardımlarımı yaptıktan sonra, geçirdiği büyük
tehlikelere rağmen benim çabalarıma üzülen meslekdaşımın sözleri beni çok
duygulandırdı. Elbiseleri kurutmak, arabaları düzenlemek ve yiyecek temin
etmek için sarfettiğimız zaman ancak ertesi gün hareket etmemize sebep oldu.
Şimdiye kadar karşılaştığım yolları bana aratacak kadar berbat yollardan
geçerek Botuşan'a bir an önce varmaya çalıştık. Boğdan'ın en önemli
şehirlerinden biri olarak bana anlattıkları bu şehirde ihtiyacımız olan yiyecek
maddelerini alabilecektik; oraya vardığımızda güneş henüz batmamıştı, fakat
şehirde bir tek insan yoktu; rehberinin bir Boyar'a ait olduğunu söylediği açık
evlerden birine girdik. Bu durumda yine yiyecek maddelerini alamayacaktık;
rehberime civardaki manastıra giderek benim nâmıma başrahipten yiyecek
istemesini söyledim; dönüşünü sabırsızlıkla beklerken evin avlusuna altı atlı
bir arabanın girdiğini farkettim: bu evine girdiğimiz adamdı. Şehre gelirken
rehberimi gördüğünü, sorumlu olduğum görevi ve ihtiyaçlarımı ondan öğrendiğini,
bunları bana temin etmek için bizzat kendisinin geldiğini belirtti. Böylesine
namuslu bir başlangıç bizi fazlasıyle memnun etti; buna rağmen sağlanan yiyecekler
pek ihtiyaçlarımıza yetecek ölçüde değildi. Ev sahibimin önemi ne olursa
olsun, onun o havalinin sözü geçen bir adamı olmadığını anladım; pek sağlam bir
karaktere sahip olmadığından ileri sürülen bütün tekliflere boyun eğiyordu. Bu
yüzden Boyarların şehir ve kasabaların boşalmasına göz yummak ile ne gibi tehlikelere
mâruz kaldıklarını, bu durumu önlemek için otoritelerini kullanmalarının şart
olduğunu ona kabul ettirdim. Yedi, sekiz bin nüfuslu olan şehir halkının,
birkaç sipahinin kötü hareketlerinden ürkerek adam yolladığım manastırın
avlusuna sığındığını ve halk gibi çekingen davranan birçok Boyarın, yaptıkları
hareketin sonuçlarını farkedemiyerek bu durumu kışkırttıklarını anlattı; ben
de onlardan biriydim, şimdi beni ikna ettiniz, aynı iyiliği soydaşlarıma da
yapınız, dedi. Bu zavallıları evlerine kavuşturmak düşüncesi bir yandan bana
haz verirken, diğer yandan açık bir tehlikeyle karşılaşmaktan çekiniyordum;
buna rağmen yolumun üstünde olan manastırdan gelen çocuk, kadın sesleri, içeri
girmemi sağladı. Önde evsahibi Boyar, kalabalık arasında bana yol açarak diğer
Boyarların toplandıkları bir salona girdik. Evsahibimiz üzerinde öyle bir etki
bırakmıştım ki, arkadaşlarının da kararlarından dönmesini istedi; fakat
diğerlerinin hakaretleri ile karşılaşınca bu adamın önderleri olmadığını anladım.
Bunun üzerine ben de hitabet kabiliyetimi denemek istedim, ancak bunun da bir
fayda vermiyeceğini anladım; dinleyicilerim çok gürültücü olup, sükûneti
sağlamak için yaptığım çabalar neticesiz kalıyordu. O zaman daha etkili
çarelere başvurdum. Panikten doğan korku düzensizliği doğurmuştu, daha gerçek
bir korku düzensizliğin önüne geçebilirdi. Konuşmamın tarzını değiştirdim, durumu
Han'a şikâyet edeceğimi ve bunları yargılamasını sağlıyacağımı bildirdim.
Koyun gibi Boyarları dinleyen halkı bu cezadan uzak tutacağımı, karşımda direnen
olursa onu âsi ilân edeceğimi bildirince, önümde boyun eğen ve korkudan
titreyen insanlar gördüm. Boyarların en gürültücü olanı, madem öyle, bu korkak
kalabalığa siz hitap edin, dedi; siz onları, bizden daha iyi bir şekilde
kandırabilirsiniz, üstelik size hayır duâ ederler ve sayenizde bizim iyi
niyetimizi de öğrenmiş olurlar. Uzun müddet bu teklife direndim, hattâ gelişimden
beri avluda endişe içinde kıvranan bu halkı görmeseydim bu tehlikeli görevi hiç
bir surette kabul etmeyecektim; aynı Boyar, perona doğru ilerleyerek, haydi bu
zavallılara bir şeyler söyleyin, diye tekrarladı. Peron üzerinde dişinden
tırnağına silâhlı üç yeniçeri vardı. Duruşlarından kendilerini önemli kişiler
sandıklarını anladım, ve artık bu maceraya bir son vermek için önce bu
askerleri etkileyerek halkı şaşırtmaya karar verdim. Sert bir sesle, burada ne
yapıyorsunuz? diye sordum. İçlerinden biri, bu kâfirleri koruyoruz, dedi.
Koruyor musunuz? Kime karşı? Hani nerede düşmanları? Padişah mı, yoksa Kırım
Hanı mı düşmanları? Eğer böyleyse siz âsi durumuna düşüyor ve buradaki
düzensizliğin sorumlusu oluyorsunuz, dedim. Sizi cezalandıracağımdan kuşkunuz
olmasın. Bu son sözleri söylemiştim ki, yeniçeriler korkuyla ayana dikildiler
ve merdivenleri çarçabuk indiler, Yeniçeriler üzerinde elde ettiğim bu ilk
başarı halkın birden sessizliğe gömülmesine sebep olmuştu. O zaman ortaya doğru
ilerledim ve tam sesimi yükseltip hitabet sanatımı ortaya koyacaktım ki,
kalabalığı yaran bir sarhoş küstahça bağırmaya başladı: Açlıktan ölürken siz
itaatten, sükûnetten bahsediyorsunuz; bize ekmek verin; halk da hiddetle, evet
ekmek isteriz, diye bağırmaya başladı. Tasarladığım her şeyin yıkıldığını ve
böylesine ihtiyatsızca attığım adımdan o kar yol olmadığım görünce elimi
cebime daldırdım, bir avuç dolusu çeşitli ülke parası çıkardım, hepsini
kalabalığın üzerine doğru fırlatırken, alın, işte size ekmek, arkadaşlar
evlerinize dönün orada istediğiniz kadar ekmek bulacaksınız diye haykırdım.
Sahne bir anda değişti, herkes paraları kapmak için üstüste yığılırken, sarhoş
kalabalığın arasında kaybolmuş, bir yandan hayır duâlar işitilirken, diğer
yandan ağır küfürler kulağa çarpıyordu. Bir an önce buradan ayrılma isteğim,
beni buraya sürükleyen saçma gayretime eşdeğer olmuştu. Buna rağmen oradan ayrılışım
gayet şanlı oldu, arabama yol açan halk durmadan beni alkışlıyordu; ertesi gün
herkes evine dönmüştü. Nutuklar attığım manastırın kapısında beni bekleyen
meslekdaşım ihtiyatsız hareketimin sonuçlarından az endişelenmiş değildi.
Yeniden buluşmaktan memnun olarak ertesi gün yola koyulduk ve Boyar'ın temin
ettiği yiyecekleri aramızda paylaştık. Boğdan'da hüküm süren tedhiş havasından
etkilenmiş olan köylerde geceleri nâdiren kapalı bir yer bulabiliyorduk. Eflâk
da, Han ile buluşmaya giden ve aslında kendi ülkesini yağmalamaktan başka bir
işe yaramıyan bazı Osmanlı birlikleri tarafından talan edilmişti. Bazı
sipahiler ise Havra'nın yaşlı hahamına ve Ortodoks başpiskoposuna da kötü
muamele etmekten kaçınmamışlardı.
Nihayet bir hayli yorgunluktan ve perhizden
sonra Kiçenov'a vardık; fakat kale kumandanı bize iyi bir ziyafet ve temiz
yataklar vererek her şeyi unutturdu. Önümüzde artık elli kilometre kadar bir
şey kalmıştı, sabahleyin erkenden hareket etmeyi tasarlıyordum, fakat sabah
uyandığımızda bunun imkânsız olduğunu anladım. Bir gün önceki şiddetli
soğuktan sonra yağan kar, önümüzde aşacağımız dağ yollarını arabalar için kullanılmaz bir duruma sokmuştu. Buna
rağmen, Han ile buluşmamı geciktirmek için anlaşmış gibi görünen bütün
aksiliklere boyun eğmek niyetinde değildim; ancak daha az faal ve daha yorgun
olan Kırımlı meslekdaşım yükleri muhafaza etmek üzere kalede kaldı. Bu sefer
yolculuğuma bir kızakla başladm. Bu aracın sürati beni kısa zaman sonra
Kavuşan ovalarına eriştirdi: orada beni yeni engeller bekliyordu. Yolda rastladığım
bir arabayı biraz zor kullanarak sahibinden almasaydım erimiş olan karlar
yoluma devam etmemi imkânsız kılacaktı. Kâtibimle bindiğimiz araba üzerinde
yayan olarak yolu tamamlamadığınız için birbirimizi kutlarken arabanın bozulan
tekerleklerinden biri biri ister istemez yayan yaptı. Han’ın huzuruna çıkmak
için, gelmesi birkaç gün geciken meslekdaşımı beklemedim. Kavuşana vardığımı
ona hemen haber vermişlerdi; o da tam yetkili elçisinin mütevazı halini görmek
için önceden yola çıkmıştı. Boğdan üzerine anlattıkların o kadar ilgisini çekti
ki, Bâb-ı âli‘yi bu felâketten haberdâr ederek, durumu düzeltmek üzere bazı
buyruklar verdi. Bu felâkete sebep olan olayların incelenmesi Kırım Giray'in
Sadrâzam Mehmed Emin Paşa nezdinde benim düşüncelerimi aktarmasını sağladı.
Saraya girmeden önce basit işlerde çalışan bu Osmanlı Veziri, Nişancı
rütbesinde bulunmuş, entrikaları sayesinde İmparatorluğun birinci makamına yükselmesini
bilmiştir; aşırı derecede kendini beğenmiş olması, bu savaş sırasında
sadrâzamlığa getirilmesini istemesiyle sonuçlanmıştı; fakat bu konularda
gösterdiği bilgisizliği, çok geçmeden, gayet berbat bir seçim yaptığını anlıyan
Padişah’ı pişman ettirmişti. Sadrâzam olarak yaptığı hatâlar Han'ın ileri görüşlü
düşüncelerinden kurtulmamış, Kırım Giray, Sadrâzam'ın beceriksizliğinden ve
bilgisizliğinden doğacak sonuçlardan imparatorluğu esirgemek için çaba
göstermiştir.
Ukrayna'ya
yapılacak sefer İstanbul'da karara bağlandıktan sonra Kırım Beğlerinin
kurultayında da kabul edildi ve eyaletlerden asker toplanması için sağa sola
buyruklar gönderildi. Her sekiz aileden üç atlı isteniyordu; böylece aynı anda
saldırıya geçecek olan üç ordunun teşkil edileceği tasarlanıyordu; Nureddin'in
40.000 kişilik ordusu küçük Don üzerine gidecek, Kalgav'ın 60.000 kişilik
ordusu Dniester'in sol yakası boyunca ilerleyecek ve Han'ın bizzat yönettiği
100.000 kişilik ordu da doğrudan Ukrayna'ya dalacaktı. Genel buluşma yerinin
Tombaşar olarak tesbit edildiği bu büyük ordu içine özellikle Yedesan ve Bucak
birlikleri alınmıştı.
Bana
bütün, bu ayrıntıları anlatan Kırım Giray bu seferde onu izlemek isteyip
istemediğimi sordu. Onun yanında Fransa imparatoru'nun temsilcisi olarak bulunmak
şerefinin seçim hakkımı elimden aldığını belirttim.
İlerde çok soğuk günler göreceğimizi, elbisemin bu soğuklara dayanamıyacağını
bunun için Kırımlıların kıyafetine bürünmemin daha iyi olacağını ve sekiz gün
içinde hareket etmeyi tasarladığını anlattı. Hemen izin alarak yanından kalktım
ve eşyalarımı hazırlamak üzere dışarı çıktım, orada beni bekleyen iki
hizmetkâr, üzerime Laponya beyaz ayısının kürkünden yapılmış bir manto
koydular; hemen geri dönerek Hana teşekkür etmek istedim; gülümseyerek, size
bir Kırım evi armağan ettim, bende de bir eşi var, dedi.
Aynı
gün imrahor bana on Kafkas atı göndererek, soğuğa ve az yiyeceğe dayanıklı
olmayan Arap atlarımı bu sefer sırasında kullanmamamı tavsiye etti Ancak
gönderilen atların zayıflığı bende pek güven uyandırmadı ve verilen tavsiyeye uyamıyacağımı
sandım.
Kırım
usûlü elbiselerim hazırlanırken, üç deve buldum ve ihtiyacım olacağını hesapladığım çadırları temin ettim. Sökülüp takılmaları gayet kolay olan
bu çadırlar hakkında bazı ayrıntılar vermek
gerekir: genellikle çadırlarda oturan Kırımlılar bu sanatı bir hayli geliştirmişlerdi.
Bütün düşünceleri, onlar için birinci derecede önemli olan bir eşya üzerinde
toplanmıştı. Endişesizlik gibi bir duyguya asla kendini kaptırmamış olan bir
millet bütün çabalarını ve araştırmalarını vücudu geliştirecek, avcılık ve
savaş kabiliyetlerini arttıracak eğitimlerde yoğunlaştıracaktır. Kırım
Türkleri dinlenmeyi eğlenirken tadarlar, rehavete kapılmadan oturmayı severler;
ordugâhları tıpkı evlerine benzer.
Kolayca
katlanıp açılabilen bir kafes, 4,5 ayak yüksekliğinde dairesel bir duvar
meydana getirir; birbirinden iki ayak kadar aralık duran bu kafesin iki ucu
çadıra girişi sağlar; bu uçlardan birine bağlanmış olan yirmi kadar çubuğun
üstünde bulunan kayış halkaya kafesin çıkıntıları tutturularak çatı görevi
yaptırılır. Kafesin dış çevresine kukuleta şeklinde bir keçe geçirilir,
kafesin içi de aynı cins keçe ile kaplıdır. Dıştan bir kolanla çadır sıkıca bağlanır,
çadırın eteklerine konacak birkaç kürek kar veya toprak rüzgârın içeri girmesini
engeller, direksiz ve ipsiz olan bu çadırın daha sağlam durmasını sağlar.
Çubukların tepede toplandığı yerde bulunan bir delik, içerde yakılan ateşin
dumanının rahatça dışarı çıkmasını ve dışardaki hava durumu ne olursa olsun
içerde rahatça ateş yakılmasını sağlar.
Kırım
Hanı'nın çadırı da bu şekilde yapılmış olup, içi, ateşin etrafında halka
şeklinde altmış kişiyi alabilecek kadar büyüktür, içten kırmızı bir kumaşla
kaplı olan Han çadırının zemininde dairesel bir halı ve birkaç yastık bulunur.
Hükümdar’ın çadırının çevresinde kurulmuş olan ve subaylar ile hizmetkârlara
ait olan on iki çadır 1,5 metre eninde keçe ile kaplıdır.
Artık
sefere çıkmak için her şey hazırlanmıştı; Kicela'da Sultan Serasker'in
başkanlığında toplanmış olan Basarabya ordusu hareket işaretini bekliyordu. 07
Ocak 1769 tarihinde Kırım Giray yanında sultanları, vezirleri, yüksek rütbeli
subayları ve gönüllü Mirzaları ile Kavuşan'dan hareket etti. O gün Dniester
nehri aşıldı. Bu maksatla nehir üzerinde, bir gün önce ağırlıkların geçmesi
için yapılmış olan sekiz büyük saldan faydalanıldı. Nitekim karşı kıyıya
geçtiğimizde bütün çadırların kurulmuş olduğunu gördük. Han ilk olarak bana ait
olan çadırların nerede kurulduğunu öğrenmek istedi; çadırlarımın onun
çadırından uzak bir vere kurulmuş olduğunu görünce, bir dahaki sefere daha
yakına kurulmasını buyurdu. Ayrıca Hükümdar sefer sırasında yiyecek temini
ile uğraşmamamı ve her türlü ihtiyacımın kendisi tarafından karşılanacağını
bildirmişti. 8 ocak günü Basarabya birliklerinin geçit törenini izledik.
Akşamleyin,
Han'ın yakını olan birkaç sultanla onun çadırında bulunurken Vezir içeri
girerek Kafkas Türklerinden bir Prens'in geldiğini haber verdi. Prens bir elçi
gibi davranarak Kırım Giray'a saygılarını sundu ve yardım olmak üzere 30.000
kişilik bir kuvvet getirdiğini ilâve etti. Kısa fakat soylu bir nutuk ile görevini
açıkladı; Kırım Giray sunulan saygıyı büyük bir memnuniyetle kabul ettikten
sonra, karşısındaki generalin gururunu kırmadan yolladıkları yardımı kabul
etmiyeceğini anlattı. Bunun üzerine elçi ısrar etti ve sonunda sefere katılma
iznini kopardı. Tören bittikten sonra bu Prens'e lâyık olduğu şekilde davranmak
isteyen Kırım Giray onu yemeğe alakoydu.
Elçisini
böyle soylu bir kimseden seçen Kafkas Türkleri hakkındaki kanılarımız olumlu
yönde gelişti Uzun boylu mütenasip vücutlu, soylu çehreli Kafkas Türklerinin
yüzünde askerî bir hava vardı. Silâhlarının Avrupa silâhlarını aratmayacak
kadar iyi işlenmiş olduğunu ilerde görecektim.
Çok kar
yağmasına rağmen soğuklar Dniester’i donduramamıştı, ama çok geçmeden bastıran
daha şiddetli soğuklar kıyıda bekleyen Kırım ordusuna geçit verecek şekilde
nehri dondurdu. Biz de Tombaşar civarında ordugâh kurarak diğer ordunun gelmesini bekliyorduk. Genellikle yeni
fikirler süren ve düşüncesini en etkileyici şekilde ortaya atan Kırım Giray ile
gecelerimi paylaşıyordum. Çevresindekilerin ona temin edemiyecekleri felsefî
bir sohbete devamlı ihtiyacı vardı. Görüşmelerimiz, sık sık onu rahatsız eden
sinir illetine de ilâç gibi etki ediyordu. Bilhassa çeşitli milletleri
egemenliği altına almış olan boş inançlardan bahsetmekten hoşlanıyor, boş
inançların kaynağını bulup çıkarmaktan zevk duyuyor, insanlığın işlediği
hatâları ve hattâ günahları bunlara bağlıyordu. Bu Hükümdar’ın zekâsını ve
meziyetlerini takdir etmek zorundayım: iklimlerin etkisinden, hürriyetin
aşırılığından ve faydalarından, şeref ilkelerinden, Montesauieu’ye yaraşacak
kadar devlet yönetimini ilgilendiren yasalardan ve ilkelerden bahsettiğini sık
sık duymuşumdur.
Birliklerin büyük bir kısmı
toplanmıştı; ordunun Balta'da kalacağı sıralarda iaşe temini meselesi Han'ın
oraya hareket etmesini gerektirdi. Lehistan sınırı yakınındaki ve ilk
çatışmaların cereyan ettiği yer olan Balta şehri korkunç bir tahribin izlerini
taşıyordu. Bâb-ı âli tarafından bize yardımcı olarak verilen on bin sipahi
önceden Baltaya gelmiş, sadece şehri yağmalamakla kalmamış civar köyleri de
ateşe vermişti. Kırım Giray boylesine disiplinsiz ve kötü birlikleri kumandası
altında görmekten üzülüyor, onların cesaretlerinden kuşku duyuyor. Padişah'ın
onlar hakkında iyi düşüncelerine saygı gösterdiği için pek sesini
çıkartmıyordu. Uzun bir barışın rahatına ve hareketsizliğine alışmış olan bu
sipahi birliği, soğuğa dayanacak elbiselere sahip olmadığından
aslında gerçek bir destek olmaktan çok uzaktı. Kırım Han'ı bunların
cesaretlerinden olduğu kadar bağlı oldukları din ilkelerinden do kuşku
duyuyordu. Nitekim bu Tımarlı Arnavutların Kur'an'a mı, yoksa İncile mi bağlı
olduklarını kimse bilmezdi. Bir gece Kırımlı elbiselerim içinde Han'ın yanından
evime dönerken, Balta meydanında arkamda gelen iki sipahinin konuşmalarına
tanık oldum: ikiside Rumca konuşuyorlar, hallerinden şikâyet ederek, ilk fırsatta
ayaklanmak üzere kutsal Haç üzerine yemin ediyorlardı. Bu garip durumu anlamak
arzusuyla adımlarımı yavaşlattım, yetişmelerini bekledim ve İslâm selâmını
verdim, onlarda gayet sofu bir şekilde karşılık verdiler: sonra onlara Rumca
hitap ederek elvedâ kardeşler, ne siz ne ben Türk değiliz dedim. Bu elvedâ
bizleri hemen ayıracak nitelikde değildi. Benimle tanışmaktan memnun
olduklarını söyleyerek bir Hıristiyan'ın nasıl olup da Kırımlı olabileceğini
merak ettiklerini söylediler; ancak kendimi tanıtmaya niyetim olmadığım için
bir hikâye uydurdum. Onlar da bana Tımar sahibi olabilmek için Müslüman
olduklarını açıkladılar: benim öğrenmek istediğim de buydu.
Bütün ordu toplanmıştı;
soluklar o kadar şiddetini arttırmıştı ki Kırımlıların Ukranya'ya girmeleri
için önlerinde hiç bir engel kalmamıştı. Kalnay'ın ordusunun Sarmatların ülkesine
girdiği, Nureddîn'inkinin ise yürüyüş hâlinde olduğuna dair haberler geldi.
Yeni haberlere göre saldırı tasarısını düzelten Kırım Giray Balta'dan hareket
ederek Olmar civarında karargâh kurdu. Kırım’a ait olan bu kasaba da sipahiler
tarafından yağmalanmış ve yakılmıştı; hatta Han’ın gözleri önünde yağmalamaya
devam ettiler Bu aşırılıklardan sonra, bütün Kırım ordusunun atları karların
altında ot bulup yemeğe çalışırken. Han'dan gelip atları için yulaf istemek
küstahlığında bulundular. Han'ın nefretini en şiddetli şekilde göstermesi bile
onların tavırlarını değiştirtmedi; fakat Han onları tehdit etmekten kaçındı ve
az zaman sonra soğuğun ve sefaletin bunları dize getireceğine dair olan
ümitlerini canlandırdı.
Şimdiye kadar hep Han'ın
sofrasından yediğim ve yiyeceklerin daima taze olduğunu gördüğüm için sefer
sırasında ne gibi şeyler yeneceği hakkında fikir edinememiştim: ancak Olmar
karargâhında yiyecek bakımından yoklukla karşılaşınca askerî yemeğin nasıl
olduğunu öğrenmek fırsatı buldum, içimde kuşku olmaksızın fakat iştahla yemeği
bekliyordum ki aşçı çavuşları gelip sefer sofrası kurdular; bu sofra at
derisinden olup altmış cm. çapında idi; sofrayla birlikte gelen iki torbadan
leziz peksimetler ve füme at eti çıktı; bunların lezzeti hakkında ileri sürdüğümüz
övgüler tükenmek bilmedi. Onlardan sonra sofraya getirilen havyar ve kuru
üzüm ziyafeti tamamladı. Han gülümseyerek. Kırım mutfağını nasıl buldunuz!
diye sordu. Düşmanlarınız için dehşet verici bir şey diye cevap verdim. Alçak
sesle bir şeyler söylediği hizmetkârı bir müddet sonra altın bir tasla geri
döndü ve bana ikram etti: şimdi içkimden de tadınız, dedi Kırım Giray. Bu nefis
Macar şarabından başka bir şey değildi.
Daha sonraki günlerde ordu
Bun nehrine doğru ilerledi, buzlarla kaplı nehri aştıktan sonra Zapof bozkırlarında
ilk ordugâhımızı kurduk. Daha önce bana verilen öğüde kulak asmayarak yanıma
aldığım Arap atlarımdan biri iklimin sertliğine dayanamıyarak nehri geçerken
öldü. Birkaç Nogay yanıma yaklaşıp bu atı benden istedikleri vakit hayvan daha
nefes alıyordu. Ölü bir hayvanı ne yapacaksınız? diye sordum. Bakın henüz can
vermiş değil, onu bize teslim ederseniz bu beyaz atın nefis etinden istifade
etmiş oluruz, diye içlerinden biri cevapladı.
Bu arada soğuklar o kadar
şiddetini arttırmış ve katettiğimiz bozkırlar o şekilde kavrulmuşu ki, atlara
verecek ot bulunamıyordu, Ukrayna'nın ırmaklarından birinin yanına
vardığımızda, sazlarla kaplı kıyısında karargâh kurmaya karar verildi.
Sazlardan ısınmak ve atlara yedirmek üzere faydalanacaktık; fakat sadece
Lehistan kasabalarında savaşacağını sanmış olan Osmanlı sipahileri yanlarında
çadır ve yiyecek almadıklarından hem soğuktan, hem de açlıktan mahvolmuşlardı;
yakılan ateşe ihtiyatsızca yaklaşarak ısınmaya çalışırlarken içlerinden bir
çoğu yaralandı; haydutlukları yüzünden doğmuş olan nefret yavaş yavaş yerini
acımaya bıraktı. Bu zavallıların yiyecek bulmak için her çadırın kapısında
dilendiklerini öğrenen Han, her Mirza'nın kendi paylarına düşe peksimetten
onlara dağıtmalarını buyurdu.
Toparlanan ordu savaş
düzeninde ilerlerken yolda rastladığımız küçük bir tepe, Kırım Giray'da birliklerini
gözlerinin önünde görme fikrini uyandırdı. Durulmasını buyurdu; onunla
birlikte tepeye çıktığımda Kırımlıların boz renkli elkiseleri ile beyaz kar
üzerinde zorlukla seçildiklerini farkettim. Farklı sancakları ile çeşitli
eyaletlerin birliklerini ayırdetmek mümkün oluyordu, bu arada herhangi bir
belirli buyruk olmadan bu ordunun yirmi sıra hâlinde gayet düzgün bir şekilde
sıralanmış olduğunu gördüm. Her Sultan Serasker kurmay heyetiyle birlikte
alayının önünde bulunuyordu. Ordunun bütününden daha ilerde ve ortada bulunan
Hükümdar ve kalabalık maiyeti hem göze hoş görünen, hem de tam anlamıyla
askerî bir havaya sahipti. Her biri 40 atlıdan meydana gelmiş iki sıra hâlinde
yürüyen 40 bölük, her iki tarafında 20 sancak bulunan b:r cadde
görünümü veriyordu. On iki boş at ve kapalı bir kızakla beraber ilerleyen Baş
İmrahor, Han'ın arkasında gelen atlıların hemen önündeydi. Yanında iki yeşil
tuğla Peygamberin sancağı ve hemen onun arkasında Han'ın muhafız kıtasına
dahil edilmiş olan İnat Kazaklarının sancakları Han'ın maiyetinin son grubu idi.
Sahip olduğu hakları ve
adı, Rusya'dan göç etmesine sebep olan şartlarda yatan bu aşiret Kuban bölgesinde
yaşıyordu. Hürriyetinden ziyade sakalını düşünen ignace adında bir Kazak, Deli
Petro'nun makasından kurtulabilmek için aşireti ile birlikte Han'ın yanına
sığınmıştı. Kırımlılar ignace ile İnat kelimeleri arasında öyle bir ilişki
bulmuşlardır ki, ikinci kelime bu Kazakların göç sebeplerini de açıklamış
olduğundan dilde yerleşmiştir. Ancak bu Kazaklar Hıristiyanlığın safiyetini
muhafaza etmekte o kadar titiz davranmamışlardır; buna rağmen sancaklarında
Hıristiyanlık işareti bulundurma ve domuz eti yeme imtiyazını korumuşlardır.
İnat atlılarının torbalarında bol bol domuz eti vardı. Osmanlılar Peygamberin
sancağına refakat edenlerin bu durumunu görmüş olacaklar ki durmadan şikâyet
ediyorlardı; hattâ, Kırımlıların gayet olağan buldukları bu olay karşısında, bazı
sofu Müslümanların sanki kutsal şeylere bir hakaret varmış gibi, dişlerinin
arasından küfür ettiklerini işittim.
Ordunun geri kalan
kısmında öyle dikkati çekecek bir şey görülmüyordu.
Her Nogay'ın eyerinin yanındaki torbada bulunan dört, beş kilo kadar topak
hâline getirilmiş kavrulmuş darı unu ordunun en az elli günlük yiyecek ihtiyacını garantiliyordu. Yalnız ölmek üzere olan atların Nogaylara verilmesine izin çıkarılmıştı. Başkasına muhtaç olmadan atlardan faydalanmak isteği her Kırımlının yanına en az üç, dört at almasına sebeb olmuştu;
şu anda 300.000 den fazla at vardı.
Kırım Giray ordusunun bu
görünüşünden gayet memnun kalmıştı; yanındaki sultanlara ve vezirlere dönerek,
ordu içinde en yiğit olanı ayırd edip etmediklerini sordu. Maiyetin sessizliği
cevabın niteliğim belirtiyordu. Kırım Giray onlara hitap ederek, bu, ne siz, ne
benim dedi; savaşa silâhsız katılan "Tott’u görüyor musunuz; yanında bir
bıçak bile yok? Bu şakadan sonra geçit töreni sona erdi ve ordu nehrin
kaynağına doğru ilerlemeye başladı. Tasarladığımız yere çok geç vardık;
sazlarla kaplı gayet geniş bir açıklığın ortasında karargâhımızı kurduk.
Birkaç günden beri Kırım
Giray başparmağındaki bir ağrıdan şikâyet ediyordu; parmakta meydana gelen bir
iltihap ateş de yapmıştı; ordugâhta hiç cerrah yoktu. Hemen müdahele etmek
zorunda kaldım; gerektiği takdirde kullanmak üzere yanımda taşıdığım neşter
takımı güvenini sağlamasına yetti. İltihabı deşince acıları dindi, ateşi düştü
ve yara birkaç gün içinde kabuk bağladı.
Zaporov bozkırlarına
girdiğimizden beri Han'ın çadırından ayrılmıyor, gece yarısına kadar onunla baş
başa sohbet ediyordum. Gece yarısından sonra kürküne sarılarak yastıklardan
birine yaslanıyor, hizmetkârlar durmadan ateşi tazelerleyken bana da aynı
şekilde dinlenmemi tavsiye ediyordu. Bu hükümdar geceleri üç saat uyumaya alışmıştı,
kahve hazırlanırken beş dakika daha fazla uyuma imtiyazına sahiptim. Sonunda
uyanarak, hiç yerimizi değiştirmeden bir gün önce kaldığımız yerden devam
ediyorduk.
Han'ın çadırının buz
üstünde kurulduğu biliniyordu fakat gün doğarken ve bütün ordunun harekete
hazırladığı sırada ordugâhın tamamının buz tutmuş bir göl üzerinde kurulduğunu
ve su almak için açılmış bir sürü deliğin buzu zayıflattığı farkedildi. En son
sökülmeyen çadır Han’ın çadırı ‘idi, tam bu sırada emrime verilmiş bir Leh
askeri bir çılgın gibi çadıra girdi, ateşin başına koştu ve elbiselerini
çıkarmaya başladı: hemen adamın yanına gittim, dışarı çıkartmak için onu Han'ın
vereceği cezayla tahdit etmek istedim; hiç bir şey onu etkilemedi, bana
kendisini serbest bırakmam anlamında bir işaret yaptı. Çizmelerini de
çıkartmıştı ki, elbiselerinin çatırdamasından Kırım Giray zavallı adamın suya
düşmüş olduğunu anladı. İyimserlikle, bu zavallıdan daha ne istiyorsunuz? dedi;
ölmek üzere olan insan bağımsız değil midir? Kendisine yardım edecek şerden
başka bir şey tanımaz, krallar onun için bir hiçtir; bırakalım istediği gibi
davransın. Beraberce dışarı çıktık, adamlarıma emrederek askere yardımcı
olmalarını istedim.
Daima kuzeye doğru
ilerleyen ordu, geçtiği yerler pek bilinmeyen ingul nehrine yaklaşmaya çalışıyordu.
Elli kilometrelik zorlu bir yürüyüşten sonra nihayet bir nehrin kıyısında
ordugâh kurmak imkânına kavuştuk. Terkedilmiş evler ve çevresindeki saman yığınları
çok makbule geçti.
Artık Ukrayna topraklarına
girmiş olduğumuzdan, sefer için gerekli birlikleri tesbit etmek amacıyla bir
savaş divanı toplandı. Divan toplantı hâlinde iken çıkagelen bir ulak ve
gözcüler tarafından tutuklanmış bazı esirler, sağ tarafımızda Kalgay Sultan'ın
sıkıştırdığı Zaporov Kazaklarının bu Sultan'a tarafsız kalacaklarına dair söz
verdikten sonra Rus hükümetinin ordularının her türlü yardım isteğini geri
çevirdiklerini belirttiler. Tutsaklar ayrıca solumuzda kalan kalede güçlü bir
garnizonun yerleşmiş olduğunu da ilâve ettiler. Bu ayrıntılar Han ve
kumandanlarını içinde bulundukları durum bakımından iyice aydınlatmış oldu. Gönüllülerden
meydana gelmiş ordunun üçte birinin bir Sultan ve Mirzalar kumandasında bu gece
yarısından sonra nehri aşması, bir sürü kola ayrılarak Ukrayna köylerini
yakması, harmanlanmış ekinleri yağmalaması, insanları ve hayvanları kaldırması
hakkında karar alındı. Bu akın için kullanılacak her askerin esas orduda iki
ortağı bulunacaktı. Böylece herkes ganimetten faydalanacak, paylaşma esnasında
tartışma olmayacak, kişisel çıkarlar, genel çıkarla kaynaşmış olacağından
gönüllü gidecek olan asker iyi bir seçime tâbi tutulmuş olacaktı. Gönüllü
birliğine, ordunun geri kalan kısmının ertesi gün ingul'u aşacağı, yavaş adımla
Lehistan sınırına doğru ilerleyeceği, Sainte-Elisabeth kalesini sıkıştırarak
onları koruyacağı bildirilmişti. Tahrip etmekte gösterdikleri maharet iyi bir
yağma olacağını müjdelediği için Sipahilere de akıncılar arasına katılmaları
teklif edilmişti; ancak soğuktan canları o kadar bezmişti ki hiç biri yürümek
dahi istemiyordu. Fakat Serdengeçti denen esas Türklerden meydana gelmiş
birlikler Kırım akıncılarını izlediler.
Sultan’ın buyruğundaki
birlik hareket etti; bir gün öncesine nazaran daha yumuşak olan soğuk geceleyin
öylesine şiddetini azaltmıştı ki buzların çözüleceğinden korkuldu. Sular, nehri
örten buzun üstüne çıkmaya başladığından nehri aşmak için hareketimizi öne
almamız gerekti. Az zaman sonra bütün ordu hazırdı. Verilen buyrukla nehir
boyunca uzanan ordu sarsıldı, böyle seferlere alışmış olan Kırım Türkleri
birbirlerinden belirli bir mesafe açılarak ve atlarını tırısta sürerek nehri
aştılar; fakat duydukları endişeden ağır yürüyen ve çatırdayan buzun sesinden
ürkerek duran pek çok sipahi gözlerimizin önünde nehrin içine gömüldü. Karşı
kıyıya geçince durarak birliklerin toparlanmaları için biraz fırsat
hazırladık. Oğluna götüreceği hazînenin ağırlığı ile buzu kırıp nehirde boğulan
bir sipahinin hâzinesini çıkarmak için bir İnat Kazağı iki altına anlaşmıştı.
Buzun kırılan yerinden dalan İnat Kazağı uzun müddet su altında kalmış,
hayatından endişe edileceği sırada elinde hazine ile d:şarı çıkmıştı; bundan
cesaret alan sipahiler ölen arkadaşlarının gümüş kabzalı tabancalarını da
çıkarmasını istemişler, yine dalan Kazak bu isteklerini de yerine getirmiş fazla
bir ücret talep etmeden altınlarını almış, elbiselerini giyerek birliğine
yetişmiştir.
Tasarlanan planın
uygulanması maksadıyla ordu, akıncılar tarafından kar üzerinde açılmış izlere
kadar ilerledi. Bu izleri takip ederek akıcıların kaz ayağı biçiminde yediye
ayrıldığı yere kadar geldik, daima sol tarafı izleyerek, yolda gördüğümüz diğer
izleri bozmamaya dikkat ederek ilerlemeye devam ettik. Giderek yağmurlu olmaya
başlayan hava orduyu Acamka civarında konaklamaya mecbur etti. Önce bizleri
endişelendiren karın çözülmesi sonunda öylesine şiddetli soğuklar bastırdı ki
çadırları toplamakta bir hayli zorluk çektik. Şiddetle esen rüzgârla yüze
çarpan ince bir dolu cildi kesiyor, burun deliklerinden kan çıkartıyor,
nefesten çıkan buharın bıyıklarda buzlaşması sonunda aşağı doğru çekilen kıllar
acı veriyordu. Daha önceki günlerde hastalanmış veya yaralanmış olan sipahilerden
pek çoğu o gün tamamen yok oldular: Kırımlılar bile acı çekiyorlardı, ama
içlerinden bir teki bile şikâyet etmeye cesaret edemiyordu. Hafif bir
rahatsızlık geçirmekte olduğundan yolu kapalı bir arabada aşmakta olan Kırım
Giray bana Papa hakkında sorular sorarak neşelenmeye çalışıyor, kendi durumu
ile Papa'nınkini karşılaştırıyor, onun yerinde olmadığı için hayıflanıyordu.
Bu fırsattan yararlanarak şiddetli soğuğun ordusunda yarattığı büyük sıkıntıyı
ve uzun bir yürüyüşün getireceği tehlikeleri açıklamaya çalıştım. Havayı
yumuşatamam ama soğuğun şiddetine dayanmaları için onlara cesaret ilham
edebilirim, dedi. Hemen bir at istetti, Doğu Hükümdarlarının kullanması
gelenekten olmayan yünden bir şalı başına sardı, soğuğa meydan okurcasına
ilerledi: böylece başta kendisi örnek olarak diğer Sultanların ve Mirzaların
da şalla örtünmelerini sağladı. Bu kudret gösterisi şikâyetlerin önüne geçti
ama felâketler tablosunu gözler önüne serdi Nitekim aramızdan her an insan ve
at eksiliyordu. Ovalarda tamamen donmuş sürülerden başka bir şeye
rastlamıyorduk; bir de Ukrayna'nın yandığını gösteren dumanlar dehşet tablosunu
tamamlıyordu. [77]
Çalılık bir âraziye
girdikten ve bir miktar ota rastladıktan sonra Han ordunun durmasını buyurdu.
Çadırım büyük bir saman yığınının yanına diktirdi; herkese pay edilen
saman, gayet bol olmasına karşılık kısa zamanda tükendi. Yağma arzusunun
şiddetini ve düzenin korunması için sağlanan sert disiplini bir arada gözler
önüne seren bu manzara bizi bir hayli meşgul etti. Akını düzenleyen Sultan'dan
gelen bir ulak bize yeni haberler ulaştırdı. Yazdığına göre, büyük bir köyün
bin iki yüz kişi tutan sakinleri bir manastıra kapanmışlar, bütün tekliflere
rağmen direnmekte devam edince Sultan'ı ucu kükürtlü paçavra sarılmış ve tutuşturulmuş
oklar atmaya mecbur etmişlerdi; sırf korkutmaktan başka maksadı olmayan bu
hareket sonunda ne yazık ki alev kısa zamanda binayı sarmış içerdekilerin
hepsi yanarak kül olmuşlardı.
Kırım Giray'da Sultan'ı
gibi yancgının fecî sonucuna üzülmemezlik edemedi; akına katılan Osmanlı
sipahilerinin ellerine geçirdikleri tutsakların kafalarını vurmaları da onu çok
sinirlendiriyordu[78].
Önüme bir cellât gibi çıkan her Kırımlıyı hemen asarım, diye söylendi.
Durmadan yeni ganimetler
ve değişik haberlerle gelen Kırım atlıları yüzünden sabahın üçüne kadar uyanık
kaldık. Bu durumda Han'ın çadırına girmeyi engellemek söz konusu olamıyacağı
için kendi çadırıma çekilerek
dinlenmek istedim. Rusin ile Coustillier çadırım içinde yarı donmuş bir
şekilde açlıktan kıvranıyorlardı. Onlarla paylaşmak zorunda olduğum yatak
sertleşmiş kardan başka bir şey değildi, kürküme sarınarak yanlarına yattım ve
uykuya daldım; neden sonra Han'ın hizmetkârlarından biri çadırın kapısını açtı,
efendisinin bir armağan yolladığını söyledi ve elindeki paketi Rusin'in yanına
bıraktı. Açlığın daha uyanık tuttuğu Coustillier armağanın yenecek bir şey
olmadığı hakkında kuşku bile duymuyordu: fakat paketi incelemek için uzakta
olduğundan arkadaşına rica ederek paketi açmasını istedi; soğuk yüzünden yerinden
kımıldamak istemeyen Rusin uzun zaman direndi fakat sonunda ricalara
dayanamıyarak, başını kürkünden çıkartmadan elini uzattı, kıllı bir şey
yakaladı, elindekini çadırın tavanına asılı kandilin zayıf ışığına doğru tuttu
ve Coustillier'in iştahı kabarmış gözleri önüne kesik bir insan başından başka
bir şey gösteremedi. Bu korkunç armağandan fecî şekilde etkilenen dostumuz
Rusin yıldırım gibi ayana fırladı elindeki kelleyi çadırdan dışarı fırlattı;
her ikisi de soğuğa, açlığa ve Kırımlıların şakalarına küfür ediyorlardı.
Ertesi
gün soğuk daha da şiddetlenmişti; eldivenlerimin tavşan kürkünden dublesi
olmasına rağmen, ata bininceye kadar soğuğu bütün keskinliği ile hissettim: kan
dolaşımını sağlamak için bir hayli uğraşmak zorunda kaldım. Sağımızdaki ufukta
yükselen dumanlar ile solumuzda yer alan Sainte-Elizabeth kalesinin gölgeleri
yolumuzun doğruluğu hakkında hiç b:r kuşkuya yer vermiyordu, ilerde
dikili bir takım şekillere doğru ilerlemeye devam ettik, bir müddet sonra bunların
işaret fişeği hazırlıkları olduğunu anladık. Sekiz katlı üçgen iskelelerin
içine saman ve çalı çırpı doldurulmuştu; kuşkusuz Kırım ordusunun ilk görünüşünde
yakılmaya hazırlanmıştı, halbuki tam tersine bunlar Kırım ordusunu Acamka'ya
götüren yol işaretleri görevi yapmıştı. Sainte-Elizabeth kalesinin yakınında
olması dolayısıyla yağmadan kurtulan bu kasaba halkı varını yoğunu alarak
kaleye sığınmıştı.
Ordu o
kadar kötü bir durumda idi ki kaleden bir çıkış hareketi yapılmasından ciddî
şekilde endişe duyuluyordu: nitekim gece yarısı kaleden çıkacak iki üç bin
kişilik bir kuvvet sadece bizi doğramak zahmetine katılacaktı. Artık yol
yorgunluğu çekemiyecek bir duruma gelen orduyu daha fazla yürütmenin
imkânsızlığı bu tehlikeyi daha muhtemel yapıyordu. Bu sonucu gören Kırım Giray
Sultanlara ve Mirzalara buyruk vererek 300 atlının kaleye saldırmasını,
böylelikle onları savunmaya mecbur etmesini istedi. Maddî yorgunluklarının
üstesinden gelmesini bilen bu seçme birlik, kalenin iyice yakınına sokularak
bir sürü tutsak aldı; neticede bu askerî hile o şekilde başarıya ulaştı ki, bütün
ordu olduğu yerde kalarak, yaralarını sardı, ihtiyaçlarını giderdi. Aynı adlı
küçük bir ırmağın yanında kurulmuş olan sekiz dokuz yüz ocaklı Acamka kasabası
her türlü ürünün yetiştiği, toprağın son derece verimli olduğu bir yerde
kurulmuştu. Bu arada gereksiz yere çıkacak bir yangını önlemek maksadıyla
askerlerin evlere girmesine engel olundu. Sadece orduya gerekli yakacak ve
yiyeceğin alınmasına izin verildi. Han bile çadırında geceliyerek askerlerine
örnek oldu. Ertesi gün de süren dinlenme, eksiklerin giderilmesi ve sürüler ve
tutsaklarla dönen akıncı birliklerin orduya katılmasını beklemek bütün orduya
neşe verdi.
Her
Kırım birliğinin ve ordusunun ayrı bir toplanma kelimesi olduğunu farkettim.
Aksaray kelimesi Han'ın çadırını kastediyordu; bu çarenin faydasını anlamak ne
kadar kolaysa, Kırımlıların sahip oldukları şeyleri muhafaza etmek maksadıyla
gösterdikleri dikkat, sabır ve çeviklik asıl kayda değer bir olaydır. Bir
kişinin eli altında olan her yaştan beş altı tutsak, altmış koyun ve yirmi
sığır hiç bir şekilde bir endişe kaynağı olmuyordu. Eyere asılmış bir torba
içinde başları dışarda kalan çocuklar, eyerin önünde genç kız, atın terkisinde
anne yedek atlardan biri üstünde baba, diğerinde oğul, koyun ve sığırlar önde
ağır ağır ilerlerken bütün bu sürünün sahibi Kırımlının gözünden hiç bir şey
kaçmıyordu. Sürüyü toplamak, sürmek, ihtiyaçlarını karşılamak, hattâ
tutsakların rahatı uğruna yayan gitmeyi göze almak; onun için hiç bir şeyin
önemi yoktur, ve eğer bu manzaranın sebebi para hırsı ve haksızlık olmasaydı
gerçekten görülmeye değer olacaktı. Han ile birlikte dışarı çıkarak bu
manzarayı seyre koyulduk; çadırı etrafında nöbet tutan birliğin subaylarından
biri yanımıza gelerek Nogaylardan birinin şikâyeti olduğunu belirtti. Kırım
Giray Nonay'ı dinleyeceğini söyleyince subay, arkasında Nogay ile yeniden yanımıza
geldi; kürklerimizin benzer olmasından hangimize hitap edeceğini şaşıran Nogay
sonunda beni tercih eder gibi oldu. Tam geri çekilip Nogay'ın şaşkınlığına
son verecek iken Nogay'ın hatâsını düzeltmek isteyen subaya bir el işareti ile
engel olan Han arkasını dönerek meydanı bana bıraktı. Nogay'ın bir atı kaybolunca
o da karşılık hakkını kullandığını tam bilemeden bir başkasından bir at
çalmıştı. Yavaşça Han'a, ne cevap vereyim? diye sordum. Gülümseyerek nasıl
size uygun gelirse öyle cevaplayın, dedi. Hemen çalınan atın iade edilmesini
istedim, sonra Nogay'ı ve subayı huzurumdan çıkarıyordum ki kulağıma eğilen Han
falakayı unutmamamı söyledi. Ben de hemen Nogay'a döndüm, hak ettiğin sopayı
da bağışlıyorum, dedim. Buyruğumu aynen yerine getirmesi için subaya yapılan
bir işaret Han'ın davranışımdan alınmadığını kanıtlıyordu.
Acamka
halkını getirtmek maksadıyla ayrılacağımız zaman bütün buğday ve ot yığınlarına ateş verildi;
ürünlerini ve evlerini alevlerden kurtarmaya çalışan halk ister istemez
kendisini düşmanının kollarına attı, Acamka'yı yakma buyruğu o kadar kısa
zamanda uygulandı ki, saman damlı evleri bir anda saran ateş yüzünden biz bile zorlukla çıkabildik. Kül
ve eriyen karların buharı ile kaplanan hava bir müddet güneşin önünü kapattıysa da çok geçmeden gri bir
tabaka hâlinde karı örttü. Aynı şekilde yakılan yüz elli kasaba dumanları
Lehistan sınırından 45 kilometre öteye kadar varmıştı. Ordu uzun müddet
dumanların meydana getirdiği loşluk içinde yoluna devam etti, birkaç saat
sonra ganimetlerinin yüzde onunu Han'a vermekten kaçınan Yedesan Nogaylarının bir kısmının firar ettiklerini
anladık. Bütün tehlikeleri göze alarak bozkıra kaçmışlardı.
Lehistan
Ukrayna'sı sınırına doğru giden yol Ordu'yu Krasnikov'a eriştirdi. Bataklıklı
bir sel yatağının yanında kurulmuş olan bu kasaba halkı bir avuç askerle sahra
istihkâmına benzeyen bir yere çekilmişler direnme göstermeye yeltenmişlerdi;
ancak alevlerin yaklaşmasından çekinerek civardaki ormana kaçmışlar oradada
ateş etmeye devam etmişlerdi. Onları ormandan çıkarmak isteyen Kırım Giray sipahilerden geri kalanları saldırıya geçmesini buyurmuştu. Ancak
Acamka'daki dinlenme ve soğukların dinmesiyle yeniden küstahlıklarını kazanmış
olan bu kahramanlar daha ilk
tüfek atılışında dağıldılar. Arkamızda duran inat Kazakları Han'dan saldırmak için izin istediler. Kendilerine
izin verilince hemen yere indiler, ormana girerek direnenlerden kırkını
öldürdüler, kaçmayı beccremiyenleri de tutsak olarak geri getirdiler. Kazaklara sekiz, dokuz kişiye ve Han'ın çevresindeki
Kırımlılara da birkaç yaralıya mal olan bu olaylar
sırasında Kırım Giray Osmanlı
sipahilerinin korkaklığından bahsederek bunların Osmanlı İmparatorluğumu
felâkete götürdüklerini öne sürüyordu. Zihni bu düşüncelerle meşgûlken birden
ormandan, elinde kesik bir başla çıkan Emir soyundan bir sipahi göründü. Emir,
elindeki kelleyi Han'ın önüne atarak bütün düşmanlarının da aynı akıbete
uğramasını diledi. Fakat Kırım Giray bu kesik başın kendi inat Kazaklarından
birine ait olduğunu farketti. Emire dönerek, bu adamı nasıl öldürdün?
Ölüsünden korkarsın, canlısı ise seni çiğ çiğ yer; beni aldatmak için bir
başkasının yardımı olmasa bunun başını bile kesemezdin, dedi. Şaşıran sipahi bu
adamın düşman olduğunu, onu kendisinin öldürdüğünü ileri sürdü. Bunun üzerine
silâhlarının gözden geçirilmesini isteyen Han'ın buyruğu yerine getirilince, bu
silâhların uzun zamandır kullanılmamış olduğu ortaya ç:ktı. Büsbütün
hiddetlenen Han, bu sahte kahramanı gözümün önünden alın diye haykırdı;
efendisinin hiddetini azaltarak, hiç olmazsa zavallıyı ölümden kurtarmak
isteyen subaylardan biri kırbacı ile hafifçe sipahiye vurdu. Ancak Türkiye'de
sahip olduğu imtiyazlara burada da sahip olduğunu sanan Emir, şahsına yapılan
hareketin ödetilmesi için bağırıp çağırmaya başladı. Artık Han'ın hiddetinin
önüne kimse geçemezdi; bu alçak herifin başındaki yeşil sarığı kırbaç
darbeleriyle parçalayınız, diye buyurdu. Hiç bir özür kabul edemiyecek bir sertlikte
söylenen bu buyruk, ölümden daha beter şiddetle uygulandı. Bu ceza,
Kırımlılarla akının zahmetini paylaşmak istemeyen ama onların yolunu gözleyip,
ellerindeki tutsakları ve ganimetleri zorla almaya kalkışan diğer sipahileri
de sindirdi.
Han,
ertesi sabah bizden yedi kilometre ötede ormanın arkasında kalan küçük Sibilof
şehrine saldırmaya karar vermişti; ancak tutsakların verdiği bilgilere
dayanarak şehri koruyan garnizonun oldukça güçlü olduğunu ve onu sindirmek
için topçu kuvvetine gerek olduğunu anlayınca kendisi ordusunun başında Lehistan’ın
sınır şehri Burky'e yönelirken Sibilof’a birkaç bin gönüllü göndermekle
yetindi. Yol boyunca sürekli olarak duyduğumuz Sibilof'un top ateşi akına gönderilen
küçük Kırım birliğinin civar kasabaları yakmasına ve önemli sayıda tutsak
almasına engel olamamıştı, Yolumuz üzerinde olan bütün kasabalar da aynı kaderi
paylaştılar; köylerin insanlarını tutsak etmeyi Lehistan sınırına dikkat
etmekten daha fazla itina gösteren Kırım birlikleri aşılmaması gereken
topraklara da girmişlerdi. Ukrayna halkı ile Lehistan Ukraynası halkını
birbirlerine karıştırdıklarını iddia ederek yağmalarına devam eden birlikleri
önlemek maksadıyla Han tarafından konulan şiddetli yasaklar sonunda arzuladığı
düzeni sağladı.
Lehistan
Cumhuriyetine verilen zararları hafifletmek ve daha fazla ziyana sebep olmamak
için Leh köylerinin yakınında karargâh kuran Kırım ordusu kendi imkânları ile
ihtiyaçlarını gideriyordu; birkaç sipahî bazı evleri ateşe vermeye cesaret
edince hepsi şiddetle cezalandırıldı. İlk bakışta akıncıların yirmi bin kadar
tutsak topladığı anlaşılıyordu, ele geçirilen hayvan sürüleri ise sayısızdı.
Ancak gündüzleri ilerliyebiliyorduk; Kırım askerlerinin davranışlarını kontrol
etmek isteyen Han ordunun yedi büyük kol hâlinde ilerlemesini uygun bulmuştu.
Dinlendiğimiz her kasabada kalacağımız evler tebeşirle işaretleniyordu; böylece
Han'ın yakınlarının kalmadığı çadırlara sipahiler yerleşiyordu. Kırım Giray
kalacağım evin daima onunkine yakın olmasını buyurmuştu. Bu ayrıcalığın
sağladığı avantajdan hakkınca yararlanıyordum, ancak bir gün, herhâlde kasabada
kendisine lâyık bir ev bulamamış olan bir Alay Beyi[79]
yanında yükünü taşıyan iki sipahi ile birlikte evime geldi, Ne istediğini
sorduğumda, bana gayet ciddî bir tavırla rahatsız olmamamı söyledi. Sonra yanında bulunan iki yastığı bir kerevetin
üzerine koydu, kendisi de arasına yerleşti ve çubuğunu istedi. Ona boşuna bu
evin bana ait olduğunu, ikimizin birden bunu paylaşmasına imkân olmadığını,
Han'ın buyruğu gereğince onun civarından ayrılamıyacağımı anlatmaya çalıştım
ileri sürdüğüm hiç bir sebep davranışını etkilemiyordu; rahatını bulduktan
sonra yerinden kımıldamaya hiç niyeti yoktu. Silâhdar'a giderek beni bu davetsiz
konuktan kurtarmasını rica ettim. Silâhdar beni ziyaret etmek bahanesiyle hemen
eve geldi; içerde Alay Beyi'ni görünce, ona beni ne kadar zamandır tanıdığını
sordu. Öteki rahatını bozmadan, benimle birlikte kalarak beni tanıyacağını
belirtti. Bunun üzerine Silâhdar alaylı bir şekilde geçen sefer ormana yapılan
hücumdan önce kendilerini tanımaları gerektiğini söyledi; fakat şimdi bu evden
hemen çıkıp gitmesinin doğru olacağını yoksa bu davranışını öğrenen Han'ın bunu
bahane ederek geçmişteki hoşnutsuzluğunu da ortaya koyacak tedbirlere
başvurabileceğini söyledi. Alay Beyi, Han'ın kellemi almak için sahip olduğu
hakkı iyi bilirim, bir kelimesi ile bunu yapabilir, dedi, fakat yaşadığım
müddetçe buradan ancak ordu gittikten sonra çıkarım. Bu onun son sözü oldu,
artık hiç bir şey onu etkileyemezdi. Bu çılgın adama fena hâlde içerleyen Silâhdar yanımızdan ayrılarak durumu Han'a
bildirmeye gitti. Bir müddet sonra Han‘ın yanma çağırıldım. Yanına vardığımda
Han'ın aldığı tedbirlerin sertliği karşısında titremekten kendimi alamadım.
Arnavut sipahilerin disiplinsizliğine ve korkaklığına uzun zamandır hiddetlenen
Kırım Giray, Alay Beyi'nin küstahlığı karşısında artık bütün kinini
boşaltıyordu. Han gazabını bütün sipahilere yaymak istiyordu; onu ancak taraf tutma endişesi önleyebilirdi Eğer bu
konu üzerinde tereddüte düşerse, amacı yenmek veya ölmek değil, uyumak veya ölmek olan Alay Beyi’ni kurtarmaya
karar vermiştim. Şikâyetimin yanlış bir şekilde kendisine duyurulduğunu asıl
beni dinlemesi gerektiğini ileri sürdüm; sonunda Han'ın Arnavutların gülünç
inatçılığı üzerinde neşelendirmeyi başardım ve benim Alay Beyini o sırada
kalabalığın arasına karıştırdım. Artık Han'ın çadırından başka bir yerde
oturmamam kaydıyla sipahilere karşı verilen buyruk iptal edildi.
Ukrayna'dan
elde ettiği ganimetlerle yüklü olan ordu yürüyüşünü sürülerinkine uydurarak
yavaşça sınıra yaklaşıyordu: mala doymak bilmeyen Kırımlılar ganimetlerini
arttırmak maksadıyla Han'ın itinalı kontrolundan kaçmaya çalışıyorlardı. Ancak
Kırımlıların kahverengi elbiseleri beyaz karın üzerinde çok uzaktan farkedildiğinden
yağma için başvurdukları hileler neticesiz kalıyordu. Buna rağmen bir Leh
köyünü arkadan çevirmek maksadıyla ordudan ayrılan birkaç Nogay'ı yüksek bir yerden
geçen Han farketmişti; hemen durulmasını buyurdu ve Silâhdar'ına emir vererek dört Seymen ile köye gitmesini
suçüstü yakalayacağı Nogayları huzuruna getirmesini istedi Buyruğu yerine getirmek üzere
dört nala olay yerine koşmuş olan Silâhdar biraz sonra elinde çaldığı kumaş ve yün balyaları ile bir Nogay'ı getirdi. Hükümdar tarafından sorguya çekilen Nogay suçunu itiraf etti, yasaklamadan haberi
olduğunu da kabul etti, kendini haklı çıkaracak hiç bir şey
söylemedi, kimsenin ilgisini
çekecek bir harekette bulunmadı ve ne gurur, ne de zaaf göstermeden
tutuklanılasını bekledi. Ona verilen cezaya göre, bir atın kuyruğuna bağlanacak can verinceye kadar yerlerde
sürüklenecek, beraberinde
dolaşan bir tellâl da sucunu bütün orduya haykıracaktı. Han tarafından açıklanan
bu hüküm karşısında Nogay sakince atından indi ve kendisini bağlayacak, olan Seymenlere doğru ilerledi; fakat onu bağlamak için ne ip, ne
de koşum kayışı bulunamadı. İp gibi bir şeyler aranırken Nogay'ın bağışlanması
hususunda Han'a birkaç kelime fısıldamak istedim. Ancak Kırım Giray bu işi bir
an önce bitirmek için yay kirişinden faydalanılmasını buyurdu, yay kirişinin
çok kısa olduğu söylendi; bunun üzerine suçlunun başını gerilmiş yaydan
sokmasını buyurdu, Nogay hemen başını uzattı, ve kendisini sürükleyecek olan
atlıyı izledi; ancak atın tırısına uyamadığından düştü ve boynundaki
boyunduruktan kurtuldu. Buna rağmen Han'ın yeni bir buyruğu bu uygunsuzluğu da
düzeltti. Yayı elleri ile tutsun, diye emir verdi. Nogay'ı kendi kendisinin
cellâdı yapan bu hareket itaatin en duyulmamış bir örneğini vermekteydi; Kırım
Hanının buyruklarına körü körüne nasıl itaat edildiği hakkında daha önce
duyduklarımız bunun yanında bir hiç kalır.[80]
Lehistan'da
mevcut düzeninin bozulmaması için Kırım Giray'ın gösterdiği itina halkın dinî
inançlarını da kapsıyordu; İsa'nın tasvirini gösteren bir tabloyu parçalayan
birkaç Nogay'a kilisenin kapısında yüzer sopa atılmıştı. Kırımlılara, güzel
sanatlara ve peygamberlere saygıyı öğretmeliyiz, diyordu.
Savran
şehri, ganimetlerin paylaşılacağı, Basarabya birlikleri dışında diğer bütün
birliklerin dağıtılacağı yer olarak tesbit edilmişti. Orada bir müddet kalınacak
ve gelişimizin ertesi günü paylaşma yapılacaktı; ancak mal tesbitinde yapılan
bütün dikkate rağmen bazı hilekârlar ganimetlerinin bir kısmını Hükümdar'ın %10
payından kurtarmışlardı. Buna rağmen Han'ın eline önüne gelene dağıttığı iki
bin kadar tutsak geçti.
Ben de
ister istemez bu paylaşma işine katıldığımdan Han'ın bu şekilde cömert
davranması sonunda bütün zenginliğini yitireceğini fark ettim.
KIRIM
GİRAY
Merak
etme dostum bana yeter derecede köle kalıyor; açgözlülük yaşı geçti; fakat
sizi de unutmadım: hareminizden uzakta, bozkırlarda at koşturarak, bizimle
kışın bütün şiddetini göğüsleyerek dolaştıktan sonra payınızı almanız
hakkınızdır; size güzel çehreli altı delikanlı seçeceğim.
BARON
Zaten
sizin iyilikleriniz sayesinde hayatımı devam ettiriyorum, fakat kendimde o
hakkı hissetmeden bana böyle bir armağan vermeniz doğru olur mu?
KIRIM
GİRAY
Sizin
şükran duygularınızı pazarlık konusu yapmak istemiyorum. Ben size köleler
veriyorum, onlardan memnun kalacaksınız: Benim bütün istediğim budur.
BARON
Fakat
saygıdeğer Hükümdar'ınızı benim durumumun büyük bir engel olduğunu farketmiyor
mu? Kölelerin din hepsi Rus'tur; efendim olan Fransa imparatorunun dostu olan
bir devletin tebasını bu sıfatla nasıl alabilirim?
KIRIM
GİRAY
Bu
düşünce tarzınızın ilkesini bile kabul edemem. Düşmanlık tutsakları ortaya
çıkarır, dostluk ise bunları alır veya verir; işte sizin anlayışınız böyle
olmalıdır; bunun ötesinde sizin ödevlerinize karışmam; fakat yine de
anlaşmamızı sağlamak için size altı Rus yerine altı Gürcü delikanlısı
vereceğim: böylece her şey düzelecek.
BARON
Pek o
kadar kolay olmayacak Hükümdar'ım. Bende ortadan kaldırılması bir hayli güç
olan bir istihkâm daha var.
KIRIM
GİRAY
Hangisi
?
BARON
Dinim.
KIRIM
GİRAY
Bu
durumda inançlarınca dokunmakdan daima kaçınırım; dinin icaplarına uymak
kuşkusuz iyi bir şeydir; fakat itiraf edin ki zahmet çekiyorsunuz.
BARON
Daha
fazlasını söyleyeyim, insanın zaafları sık sık ödevlerimizden uzaklaşmamıza
sebep olur; meselâ siz bana karşı ödevlerimi aksatacak davranışlarda bulunmadığınız
için ben şimdiye kadar ödevlerime bu kadar sadık kaldım; yoksa bana armağan
edeceğiniz altı genç kız belki de bütün ilkelerimi bana unutturacaktı; ve iyi
bir araştırma yapılırsa görülür ki, en yüce fazilet gayretleri fenalığa
teşviğin cinsi ile yakından ilgilidir.
KIRIM
GİRAY
Dediklerinizi
çok iyi anlıyorum, bu çeşit baştan çıkarma elimden gelseydi yapmamazlık
etmezdim: fakat dostum unutmayın ki benim de dinim vardır. Hıristiyanlara
erkek köleler vermeme izin verirken dişi köleleri dinlerini değiştirmem için
bana bırakır.
Dinlerini
değiştirmek için erkekler size kadınlardan daha mı az değerli gözüküyor?
KIRIM
GİRAY
Kuşkusuz
hayır, bu yüce Peygamberimizin bilgeliği sonucudur. O her şeyi önceden
farkedebilmiştir.
BARON
Hükümdar'ım
itiraf edeyim ki pek bunun sebebini kavrayamadım ve güzel kızlardan daha fazla
hoşlandığınızı düşünmeme izin veriniz.
KIRIM
GİRAY
Hiç de
değil, yemin ederim ki düşündüğünüz gibi değildir. Nitekim erkekler kölelikte
bile doğuştan bağımsızdırlar. Gücünün değerini bilir, manevî kudretlere boyun
eğer, sadece Tanrı onun maneviyatı üzerine etki edebilir. Gerek sizde, gerekse
bizde bir erkeğin dîn değiştirmesi bir mucize kabul edilir; buna karşılık
kadınların manevî inançları dünyada en basit ve en doğal bir şeydir; onlar
daima sevgililerinin dinindendirler; evet dostum, aşk en büyük misyonerdir,
ortaya çıktığı vakit kadınlar tartışmak bile istemezler.
Ancak
kölelik altındaki kadınlar için geçerli olan bu iddia üzerinde daha fazla
tartışmak istemedim.
Paylaşmada
kendisine düşen kölelerin büyük bir kısmını dağıttıktan ve Nogayları geri
yolladıktan sonra Kırım Hanı Bender üzerine yöneldi. Ordunun mevcudunun
azalması daha süratli bir yürüyüş vâdetmiş olmasına karşılık Han'ın cömertliği
bu gayesini önemli şekilde önleyecek bir engel çıkarmıştı ortaya. Nitekim
şimdiye kadar sadece sefer yükleri ile giden Sultanlar ve Mirzalar aldıkları
armağanlarla efendilerinin istediği çabukluğu gösteremiyorlardı. Han'ın yerini
doldurmakla mahir olduğu kadar gözü doymak bilmeyen Kadı Leşger en iyi payı
almayı başarmıştı. Ganimetinin bolluğu arasında onu incelemek merakıyla bir gece
ziyaretine gittim.
Yaşı ve
ak sakalı ile saygı uyandıran bu büyük Kadı, namaz kıldığı halısının üzerine
rehavetle uzanmış, haris bir bakış ve muzip bir tebessüm ile bir sobanın
etrafına toplanmış her iki cinsten kırk kadar kölesini süzüyordu. İçeri girdikten
sonra, gördüğüm kadarıyla size bir hayli ganimet getirmiş olan bu başarılı
savaştan dolayı sizi kutlamak isterim, dedim.
KADI
LESGER
Gördüğünüz
gibi Han'ımız bana çok iyi davrandı; fakat bildiğiniz gibi bu zenginlikleri
ondan gereği gibi yararlanmak üzere alıyoruz, bu da benim için pek zordur.
BARON
Han’ın
kadınların İslâm yapılması hakkındaki ilkelerini biliyorum, kuşkusuz sizden de
bunu beklemektedir.
KADI
LESGER
Geldiğinizde
bu çehrelerden hangisinin daha sevimli olduğunu araştırıyordum. Siz de bakın
bakalım, acaba aynı seçimi yapabilecek miyiz?
BARON
Ben
kararımı verdim bile: Şu sıra üzerinde oturan, ince boylu, mütevazı tavırlı,
tatlı bakışlı bu güzel kız benim oyumu aldı.
KADI
LESGER
Ben
oyumu şu yuvarlak ve kırmızı yanaklıya veriyorum, hele bir de giyinince pek
sevimli olacaktır. Sizin seçtiğiniz ince boylu bana biraz sıska gözüktü.
BARON
Bu
durumda size söyleyecek bir sözüm yok, zira bahsettiğiniz kusura sahip olan tek
tutsak bu kızdır. Fakat ondan çok daha gençlerini görmekteyim: kaç yaşında bu
kızlara din değiştirildiğini, bana söyleyebilir misiniz? Gördüğüm kadarı ile
kızları kaçırmakta çeviklik gösteren Nogaylar onlarla evlenmekte aynı çabukluğu
göstermiyorlar.
KADI
LESGER
Hayır,
Kırımlılar bu konuda çok itinalı davranırlar.
BARON
Fakat
istedikleri kadar itinalı olsunlar tutsaklarının yaşlarını öğrenemezler,
üstelik sadece bilgi dahi her şeye yeterli değil.
KADI
LESGER
Onların
da vicdanlarının sesini bastırabilmeleri için güzel bir çareleri var. Bir genç
kızın gücü hakkında kuşkuya düşerlerse, kızmış gibi yaparlar, onu korkuturlar
ve kaçmaya zorlarlar; kız koşmaya başlayınca sırtına doğru külâhlarından birini
fırlatırlar, eğer kız zayıf ise külâhın çarpmasından yere devrilir. Bu durumda
zayıflığın körpeliğine verirler, düştüğü için gönlünü almaya çalışırlar ve bu
denemeye dayanabilecek kadar güçlü olmasını beklerler.
BARON
Bu
denemenin yeterli olup olmadığım bilemem, ancak bu durumda dahi denemeyi
yapanların iyi niyetlerinden emin olabilir miyiz? Bunun üzerine Kadı Lesger
bana şöyle cevap verdi: sâde bir millette geleneklere, medenî olduğu söylenen
bir milletteki en sert yasalardan çok daha fazla dikkat gösterilir.
Kadı
Lesger'in odasındaki boğucu sıcaktan olduğunu sandığım bir rahatsızlık
hissedince izin isteyerek yanından ayrıldım; ancak böyle bir sıcaktan aşırı
bir soğuğa ansızın çıkış üzerime öyle bir ters etki yaptı ki kendimden geçmiş
bir hâlde karın üzerine yuvarlandım. Bir müddet o durumda kaldıktan sonra Kadının
adamlarından biri beni farkederek efendisini uyarmıştı. Olayı duyan Kırım
Giray adamlarından biri ile, nefes almamı sağlayan «Luce suyu» göndermeseydi bana
yapılan yardımlar faydasız kalacaktı. Bu tedaviye rağmen evime gidemiyecek
kadar bitkin olduğumdan dört Kırımlının yardımıyla götürüldüm; Russin ile
Constellier’nin gösterdikleri endişe duygularımı uyardığından kısa zamanda
kendimi toparladım.
Ertesi
gün Bender'e vardık. Şehre henüz varmamıştık ki, valinin bizi karşılamak için
yola çıkmış olduğunu gördük. Han'ın önüne geldiğinde kalabalık bir maiyete
sahip bu vezir atından indi, Han'a doğru ilerledi onu saygıyla selâmladıktan
sonra, önünde yaya olarak gitmeye başladı; fakat bu saygı gösterisinden sonra
atına binme müsaadesini aldı ve kaleden bizi ayıran Dniester nehrine kadar Han'a
eşlik etti. Nehrin kıyısına vardığımızda. Paşa'nın nehrin buzlarını kırarak
büyük zorluklarla sallardan bir köprü inşa ettirmiş olduğunu gördük. Fakat
Kırım Hanı'na itibar göstermek için katlandığı bütün zahmetler boşa çıktı ve
Paşa'nın bütün ısrarlarına rağmen Kırım Giray köprüden geçmeyi kabul etmedi.
Hemen sonra atını tırısa kaldırarak nehre doğru sürdü ve Paşa'nın da kendisini
izlemesini istedi. Atlarımızın ayakları altında çatırdayan buzlar Paşa'ya
köprüsünü arattırıyordu, ama karşı sahile ayak bastığımız vakit kurduğu
köprünün gerçekten lüzumsuzluğunu kavrayabilmişti. Biz buzlar üzerinde
ilerlerken kalenin topları da selâm atışları yapıyordu; Kırım Giray Bender'e
girerken ordunun ve kalenin topları yeri göğü titretiyordu. Paşa'nın evinde istirahata
çekilen Kırım Giray bütün birlikleri serbest bıraktı ve Kavuşan'daki evine
hareket etti. Oraya vardığımızda hepimiz sefer yorgunluklarını üzerimizden
atacağımız için cidden seviniyorduk.
Bu
arada, Osmanlı ordusunun Tuna boylarına doğru hareket ettiği hakkında
İstanbul'dan gelen haberler Kırımlılara uzun bir barış vâdetmiyordu. Yorgunluğunu
gidermek için tertiplediği eğlenceler arasında bile Kırım Giray
öngörüşlülüğünü terketmiyerek yeni birliklerin toplanması için buyruklar
vermişti; Sadrâzam'ın Hotin'e gitmesini önlemek için kendisinin oraya gitmesini
uygun buluyordu. Bu Sadrâzam’a hâkim olan bilgisizlik Han gibi güçlü ve
bilgili bir adam tarafından önlenmeliydi; daha önce gördüğümüz gibi Han bu
Sadrâzam hakkında pek iyi şeyler düşünmüyordu. Han'a karşı duyduğu
hoşnutsuzluğu daha iyi saklamasını bilen Mehmed Emin Paşa aslında çok daha
tehlikeli bir düşmandı.
Bir
sürü meşguliyeti arasında Kırım Giray sağlığı hakkında son derece titiz
tutumlara hedef oluyordu. Sabırsızlıkla tahammül ettiği sıkıntılarından birinde
olur olmaz ilâçları kullanmamasını kendisine öğütlerken Siropolo adındaki hekim
dairesine girdi. Korfu'da doğan mezhep bakımından Ortodoks olan, büyük kimyacı,
Eflâk Prensi'nin başhekimi ve bu Beğ'in Kırım elçisi Siropolo, unvanları sayesinde
Han'ın yanına serbestçe girip çıkabiliyordu. Bu fırsattan istifade ederek,
tadımı gayet hoş olan bir ilâçtan bir damla aldığı takdirde hiç bir şikâyeti
kalmayacağı hakkında Kırım Giray'ı ikna etti. Bu şartla söylediğinizi kabul
ederim, dedi Han; hekim dışarı çıkarak ilâcı hazırlamaya gitti. Endişemi o
şekilde belli etmişim ki farkına varan Kırım Giray tebessüm ederek, ne o
dostum, endişe mi ediyorsun? diye sordu. Hem de nasıl, diye hararetle cevap
verdim, bu adamın ve kendinizin durumlarını bir düşünün ve haklı olup
olmadığıma karar verin. Ne lüzum var düşünmeye, dedi, bir ona bakın, bir de
bana, bu kâfirin öyle bir şeye cesaret edebileceğini mi sanıyorsun? Hekimin
geri gelmesine kadar bütün gayretimle Han'ı kararından caydırmaya çalıştım.
Ertesi için endişelerim daha da arttı. Bitkinliği yüzünden pek halk arasına
çıkamayan Han’a gelen ikinci bir kriz, hekim tarafından iyileşme belirtisi
olarak yorumlandı ve kabul ettirildi. Bu arada Kırım Giray hareminden dışarı
çıkmıyordu; onun hayatı ve vezirlerinin güvenliği bakımından duyduğum endişeyi
dile getirmek bakımından vezirlerin Siropolo'ya kendi hayatının Han'ın hayatına
bağlı olduğunu ihtar etmelerini sağladım. Ancak bu Rum hekim, efendilerinin
Han'ın ölümünden ziyade kimin tahta geçeceği meselesi ile ilgileneceklerini
iyi bildiğinden yapılan tehditlere aldırış etmiyordu. Artık umudumuzu kaybetmiş
bir halde Han'ı bir daha göremiyeceğimi düşünürken kendisiyle konuşmak üzere
beni çağırttığını öğrendim. Haremine girdiğimde, üzüntü ve şaşkınlık yüzünden
yanımdan çekilmeyi unutan Han'ın kadınlarını gördüm. Kırım Giray'ın
yatırıldığı daireye girdim. Divan Efendisi ile bir sürü iş yapmıştı. Etraftaki
kâğıtları göstererek, son yaptığım iş bu, dedi, size de son anımı ayırdım.
Fakat bir müddet sonra sarfettiğim büyük gayrete rağmen duyduğum acıyı
bastıramadığımı farkedince, artık ayrılalım, hassasiyetiniz beni de kedere
boğuyor, dedi, halbuki ben son anımda neşeli olmak istiyorum. Sonra odanın bir
köşesinde yer almış olan musikişinaslara bir işaret yaparak çalmalarını
istedi. Bir saat sonra Kırım Giray'ın melodiler arasında son nefesini verdiğinı
öğrendim.[81] Keder bir anda herkese yayıldı, ve korku
öylesine zihinleri sardı ki, bir gün önce tam bir güven içinde uyuyanlar
düşmanın kapılarına dayandığını sanıyorlardı.
Toplanan
Divan ulaklar gönderip, ara dönemi bir Sultan'ın otoritesini terkederken ve
Kırım Giray'ın cenaze töreni hazırlıkları yapılırken Siropolo Eflâk'a geçmesi
için gerekli olan pasaportu ve posta biletini aldı ve sükûn içinde çekip gitti.
Bu arada, Han'ın vücudu mumyalanırken verilen zehir in etkisi ortaya çıktı; fakat
Kırım sarayının şu anda dikkati tamamen başka şeylere çevrilmiş olduğundan
suçlunun izlenmesi ve cezalandırılması meselesi kimseyi meşgul etmedi. Kırım
Giray'ın cenazesi Kırım'a kara haşalı altı at tarafından çekilen kapalı bir
arabayla yollandı. Cenaze arabasına eşlik eden elli atlı ve bir sürü Mirza ile
bir Sultan da matem giysileri taşıyorlardı; bu geleneğin Doğu'da sadece
Kırım'da olduğuna dikkati çekerim.
Uzun zamandır
çektiğim yorgunluklara, bir de bu olayın durumum üzerine attığı kararsızlık
eklenince yeni buyruk gelinceye kadar İstanbul'da beklemeye karar verdim. Evimin
bir kısmı hâlâ Bahcesaray'da bulunuyordu, diğer kısmını Russin ile birlikte
Kavuşan'da bıraktım ve kâtibim, bir cerrah, bir uşak ve beni Bahçesaray'a
götürmekle görevli Han'ın Başçuhadar'ı ile yola çıktım. Hepimiz Kırım
kıyafetine bürünmüştük; ancak bir atı yükleyecek kadar olan eşyalarımızı da Kırım
usûlü denk yapmıştık. Dolu dizgin gitmemize rağmen seçtiğimiz dinlenme yerleri
yüzünden ilk gün yetmiş kilometre eksik yol aldık. Konaklayacağımız Basarabya
köyüne vardığımızda henüz gün batmamıştı; evlerle çevrili bir alanın ortasında
durduk. Her evin kapısı önünde evsahiplerinin bize sabit bakışlarla baktıklarını
farkettim; bu arada Çuhadar da teker teker hepsini süzüyordu. Çuhadara dönerek,
nerede kalıyoruz, bakıyorum kimse bizimle ilgilenmiyor, dedim. Tam aksine diye
cevap verdi, herkes kimi tercih edeceğimizi bekliyor, hoşunuza giden bir ev
olursa sahibini mutlu kılarsınız. Bu konuşma esnasında kapısı önünde yalnız
başına duran bir ihtiyarı inceliyordum Saygı uyandıran havası beni etkilediği
için onu seçtim ve yaptığımız seçim ilân edilir edilmez hepsi evlerine çekildi.
Yeni evsahibimin gösterdiği gayret memnuniyetini belirtiyordu. Beni oldukça
tertipli alçak bir odaya aldıktan sonra her ikisinin de yüzleri açık bir
şekilde karısı ile kızını getirdi.[82] Birinci kadın
leğen ile ibriği, kızı ise ellerimi yıkadıktan sonra üzerine koyduğu havluyu
taşıyordu. Daha önce rehberim tarafından uyarıldığım için bu iyi insanların
gösterdiği bütün konukseverliklere
rahatlıkla uydum. Kadınlar akşam yemeğini hazırlarken, beni Mirza sanan, ama
rehberim sayesinde gerçeği öğrenen ihtiyar yanıma gelerek beni yeterince
ağırlayabilmek için gerekli malzemeye sahip olmadığı için özür dilemeye kalktı;
cevabım onu rahatlattı; etrafımdaki şeyler hakkında bilgi edinmek istediğimden
onun benimle oturmasını, çubuk ve kahve içmesini temin ettim. Herhangi bir
Mirza’nın yapmaktan kaçınacağı bu küçük tevazu ihtiyarı konuşmaya hazır bir
hâle getirmişti. Ona, yolcuların tesadüfen hep aynı seçimi yapması hâlinde
evsahibini maddeten çökertecek olan ve sırf konukseverlik olsun diye yapılan
bu geleneğe neden bu kadar bağlı olduklarını sordum.
İHTİYAR
Beni
tercih etmeniz çok memnuniyet duymama sebep oldu. Konukseverliği daima bir
imtiyaz olarak kabul ederiz; aramızdan birisi durmadan bu imtiyaza sahip olursa
bizler onu kıskanırız, ama hiç bir surette konukların tercihini etkileyecek bir
girişimde bulunmayız: evlerimizin kapılarına çıkmakta gösterdiğimiz acele bu
evlerde oturulduğunu göstermek içindir; evlerimizin benzer olması dengeyi sağlar
ve şimdi sizi ağırlayabilmem sadece benim talihimden dolayıdır.
BARON
Lütfen
söyleyin bana benden başka birisi olsaydı aynı şekilde mi muamele ederdiniz?
İHTİYAR
Eğer
yoksul biri olursa, yoksulluğundan dolayı çekingen olduğundan onun önünde
ilerlemekten başka bir farklı davranışımız olmaz. Bu durumda ona yardım etmek
zevki onu ilk defa görene ait olur.
BARON
Hz. Muhammed'in
yasası bundan daha iyi bir şekilde yerine getirilemez; ancak Osmanlılar
Kur'an*ı Kerîm e bu kadar bağlı değiller.
İHTİYAR
Biz de konukseverlik göstererek bu kutsal kitaba itaat
ettiğimizi iddia etmiyoruz. Müslüman olmadan önce insanız, insanlık
törelerimizi tâyin etmiştir, bunlar şerîatten çok daha eskidir.
BARON
Buna
rağmen bir takım yeni şeylere sahip olduğunuzu görüyorum; meselâ şu dört
sütunlu yatak, şu masa, iskemleler Kırımlılara has eşyalar mı, yoksa sadece
sizde mi bulunurlar?
İHTİYAR
Biz
bunlardan başkasını bilmeyiz.
BARON
Boğdanlılarda
ve Osmanlılarda bu eşyaların benzerlerini görmediğim için bu Avrupa modasının
nasıl size geldiğini bayağı merak ediyorum. Sizler Kırım'daki kardeşleriniz
gibi neden Osmanlı eşyalarını kabul etmediniz?
İHTİYAR
Babalarımızın
bilmediği yastıkları da görüyorsunuz: fakat Rumeli'de Osmanlıların yanında
yetişen sultanlarımız gevşeklik örneği vererek Kırım'da daha fazla bozulmaya
sebep oluyorlar.
BARON
Bu
ayrımı gayet iyi farkediyorum fakat bu dahi sizin evlerinizde gördüğüm Avrupa
sitili eşyaların kaynağını açıklayamıyor.
İHTİYAR
Öğrenmek
istediğiniz kaynağı daha iyi açıklayamam; bu aile eşyaları Avrupa kaynaklı
olamaz: biz bu ailenin en büyük dalıyız; asıl sizin eşyalarınız Kırım
sitilindedir.
Bu
cevap büsbütün merakımı kamçılayınca sorularımı arttırdım, daha önce bu konuda
yürüttüğüm tahminlerin evsahibim tarafından tekrar edilmesini duymaktan çok
memnun kaldım. Ayrıca bana Hazar denizi civarındaki ve bu denizin ötesindeki
Türk topluluklarının da aynı törelere sahip olduğunu öğretti. [83]
Tuna
kıyısında geceyi geçirmeyi arzuladığımızdan sabahleyin çok erken kalkmamız
gerekiyordu. Ayrılış anında evsahibimiz ilkelerine sâdık kalarak vermek istediğim
küçük armağanı kesinlikle kabul etmedi. İsmail şehrine vardık; Tuna'nın karşı
kıyısına göz attığımda ertesi gün tahammül etmek zorunda kalacağım Osmanlıların
küstah kibrini düşünmekten kendimi alakoyamadım. Zaten şimdiden yakınlıklarının
etkisini hissetmeye başlamıştım; Kırım Türkleri ile Osmanlılar arasında ticaret
deposu olan bu şehirde, Kırımlıların mütevaziliği ve mert basitliği artık
görülmüyordu, iyiliksever evsahiplerini bulmak bundan böyle bir hayâl olmuştu;
gözleri paradan başka bir şey görmeyen Yahudilerin hazırladıkları tuzaklara
düşmemeye çalışıyorduk.
Tuna
üzerinde yapılan hububat mübadelesine depo görevi yapan İsmail şehrinde
kendisine özgü bir sanayi de gelişmişti: Bizde Türk derisi olarak söylenen keçi
derisini özel bir şekilde tabaklıyorlardı. Şehrin civarında deri tabaklanması
için hazırlanmış geniş alanlar vardı, önce parşömen gibi hazırlandıktan sonra
deriler yatay olacak şekilde dört sopanın yardımıyla havada geriliyorlar ve
üzerlerine bazı bitki tohumları ekiliyordu. Bir müddet sonra deriler mükemmel
bir şekilde tabaklanmış oluyor ve istenilen eşyalar imâl ediliyordu.
Karşı
kıyıya geçmemiz için nehrin iki kolunu aşmamız gerekiyordu; gün ağarırken
bindiğimiz sal bizi ara yoldaki adaya çıkardı. Bu adayı 16 km. uzunluğunda bir
köşegen boyunca katederek, Türk kalesi Tulça'ya bakan ikinci kolun kıyısına
eriştik. Tulça'da bir müddet dinlendikten sonra, seyisimizin dikkatli olmamızı
tavsiye ettiği ormanlık bir yola girdik; rehberimizin dediğine göre yolcuları
soymaktan zevk alan Paşa'nın oğlu ile yaşıtı birkaç Beğ'in bizim gibi Kırım
kıyafetindeki beş kişiye aldırmayacaklarım sanıyordum. Bu tür haydutluklardan
kendimizi kurtulmuş sayarken, tam ormanın çıkışında temiz giyimli, iyi bir ata
binmiş ve arkasında bir haydut arkadaşı olan bir atlıya rastladık; her ikisi de
gayet gülünç bir şekilde silâhlanmıştı: iki tüfenk, üç çift tabanca, ikişer
kılıç ve üç dört tane yatağan bu adamların gerçekten endişe verici olduğunu
gösteriyordu. Bu garip savaş takımlarına ek olarak çekingen insanları
korkutmak için küstah bir hava takınmışlardı. Uygun bir mesafeye geldiğimizde
onları selâmladık ve ilk düşmanlıkları selâmımızı almamak oldu. Bu hakareti
kabul etmekte gösterdiğimiz yumuşaklığın yetmediğini anlayınca, içlerinden
önderleri gibi gözüken atlı bizi tahrik etmek üzere atını bize doğru sürdü,
eline bir tabanca aldı. Bu sefil herifin çekingenliğimizden cesaret alarak bazı
teşebbüslerde bulunması sonucu onu öldürmek zorunda kalmamamız için onu başka
türlü başımızdan savmaya karar verdim. Ben de elime tabancamı aldım, atımı
onun üzerine çevirerek ilerlemeye başladım; bu davranıştan ürken haydut hemen
yavaşladı. Gülümseyerek, atınız iyi terbiye edilmişe benziyor, dedim; ama iyi
cins bir at ise ateşten korkmaması gerekir, bakalım öyle mi. Hemen sonra
tabancamı atın kulakları hizasında ateşledim, haydut ürken hayvanın üzerinde
tutunabilmek için silâhlarını yere attı; bizi artık rahatsız edemiyecek olan
haydutu atıyla başbaşa bırakarak geri döndüm.
Dobruca
ovalarını aştıktan sonra arâzinin bizi Trakya'dan ayıran dağların eteklerine
doğru hafifçe yükseldiğini farkettim; etrafta Balkan dağlarına temel teşkil
eden mermer tabakalarına daha sık rastlıyorduk. Balkan dağlarına[84]
Kamçısuyu'nun çıktığı boğazdan girdik. Bol sulu kaynaklar tarafından durmadan
beslenen bu akarsu kayalıkların arasında yılan gibi öylesine dolaşmaktadır ki
o boğazın sonuna varıncaya kadar bu suyu on yedi defa aşmak gerekmektedir;
boğazın sonuna geldiğimizde gayet zor yollardan dağa tırmanmaya başladık.,
Geceyi geçirmek için orta bölgelerdeki bir köyde konaklayıp dinlenmeye
koyulmuştuk ki bir sürü atlının çıkardığı gürültüden irkildik. Bunlar, Kırım
Giray’ın yerine Bâb-ı âli tarafından Han seçilen Devlet Giray'ın kardeşi yeni
Kalgay Sultan ve maiyeti idi. Beni hâlâ Kavuşan'da sanan bu hükümdar köyde
olduğumu haber alır almaz kendisini görmemi rica etti. Osmanlı ordusunun
yürüyüş hâlinde olduğunu haber verdi; yollarımızın farklı olmasından dolayı
üzüldüğünü belirttikten sonra, yeni Han olan kardeşini görmem için Saray
şehrine gitmem için yolumu değiştirme hususunda beni ikna etti. O da gitmeye
hazırlanıyordur, diye ilâve etti; bizimle birlikte gelmeye karar vermekle
onarılması imkânsız sandığınız bir kaybı da size unutturmaya çalışacaktır.
Aslında ben de Kırım Giray'ın kolay kolay yerinin tutulamıyacağına inanıyordum;
ancak Kırımlıların Rumeli'deki topraklarında da nasıl yaşadıklarını anlayarak
bu topluluk hakkındaki incelememi tamamlamak istiyordum.
Önümüzde
aşılması gereken Balkanların en yüksek tepeleri vardı; tabiatın gücüyle
oldukları yerlerden koparılmış gibi duran kayaları dünyanın oluşumu hakkındaki
düşüncelerimizi genişletmek bakımından ilgi ile seyrederken hayran olmamak
elimizde değildi.
Bu
dağların yüksek bölgelerine geldiğimizde, yaprakları ve sapları karın içinde
kalan, şaşırtıcı olduğu kadar hoş bir görünüm veren menekşelerden bir örtü
gördük. Yolumuza devam ederek Osmanlı ordusunun geçişi için açılan yola vardık.
Bu yol doğru İsakçı'ya çıkıyordu. Yol üzerindeki ağaçlar yerden altmış cm.
yüksekliğinde kesilmiş olduklarından top bataryalarının geçişine pek elverişli
değildi. Sağda ve solda, daima birbirlerini görecek şekilde yapılmış tepecikler bu yolun tek işaretleriydiler. Kırkkilise'ye
vardıktan sonra bu yolu terkettik. Konak yerinde ihtiyacım olan atları
bulamayınca, hanın yönetimi ile meşgul olan Türk, bu gecikmeden dolayı teselli
olmamı sağlamak üzere beni evine davet etti; bana ağır bir kahve ısmarladıktan
sonra çubuk ikram etti ve ikramı tamamlamak üzere çubuğumun üzerine küçük bir
sabır ağacı parçası oturttu. Bütün bunlar bittikten sonra, şikâyetime sebep
olan posta hizmetinin aksamasının hep devlet yüzünden olduğunu anlattı. Fakat
gevezeliğinden sıkılmaya başlayınca. konuşması yavaşlar diye onu da benimle
birlikte tütün içmeye çağırdım. Bunun üzerine hemen saatına baktı, parmakları
ile hesap yaptıktan sonra, bir az sonra yine geleceğini söyleyerek dışarı
çıktı.
Rumeli'ye girip de,
Cengizoğullarının tımar arazisine ayak basar basmaz Osmanlı imparatorluğumun
diğer köşelerine nazaran zengin olduğu kadar garip bir manzara ile karşılaştım.
Çeşitli, bol ve temiz ürünler, kır evleri, ölçülü dizilmiş bahçeler, her
birinde Ağa'nın evi göze çarpan bir sürü köy her tarafı kaplıyor, tepelere
doğru uzanıyor ve bütünüyle bir Avrupalı anlayışı taşıyordu.
Karşımızda Han'ın sarayı
ile Saray şehri uzanıyordu. Binaların cepheleri boyunca uzanan ve şehri saraydan
ayıran meydanla son bulan geniş bir caddeyi izleyerek Han'ın sarayına vardık.
Bir çemberin yarıçapları gibi uzanan yollar kırlık alanlara çıktıklarında
yerlerini yine düzgün dikilmiş ağaçlara bırakarak, merkezi ortadaki alan olan
bir yıldız meydana getiriyorlardı. Birinci alanı aşarak İkinciye geldik ve
attan indik. Silâhdar tarafından önce ben yandaki dairelerden birine sokuldum.
Her zaman olduğu gibi kahve sunulan bir dinlenme anından sonra efendisine
geldiğimi haber veren bu subay, bir müddet sonra çıkagelerek beni huzura
götürmeye hazır olduğunu bildirdi. Devlet Giray'ın oturduğu ayrı dairenin
önünde bir şeref avlusu vardı. Etrafında kalabalık maiyeti ile, tahta
çıktığından dolayı bırakmak zorunda olduğu yeni sakalı ile yüklendiği ağır
görevlere nazaran daha fazla meşgul oluyormuş gibi gözüktü. Henüz çok genç olan
ve belki de zayıf bir karaktere sahip olan bu Han ile yaptığım uzun görüşme
sonunda onun tek amacının Sadrâzam’a hoş görünmek olduğu hakkındaki düşüncem
ağır basmaya başladı.
Yoluma devam edebilmek
üzere Han'ın yanından ayrıldığım vakit çok geç olmuştu. Geceyi sarayda geçirme
çağırışını kabul ettim; aslında beni ağırlamakla görevli Silâhdar'ın, merak
ettiğim hususlarda soracağım sorulara cevap verebilecek bilgiye sahip olduğunu
gördüğüm için bu çağırı ayrı bir anlam kazanıyordu. Cengiz Han hanedânına
verilen bu tımarın özel kişilere dağıtıldığını, toprak mülkiyetinin verasetle
intikal ettiğini, bu yerlerin Bâb-ı âli'den bağımsız olduğunu ve hattâ
dokunulmazlığa sahip olduğunu anlattı. Hanların mülkiyetinde bulunan bu
tımarlardan toplanan vergilere ek olarak Kırım’da üzerlerine aldıkları
görevlerin sağladığı kârlar da gelince bu hükümdarlar bir hayli servet sahibi
oluyorlardı; ancak bu ayrıcalık sadece Selim Giray'ın soyundan gelenlere
uygulandığı için diğer sultanlar tımarlarından gelen gelirlerle yetinmek zorunda
kalıyorlardı. [85]
Saray'dan ayrıldım; Saray'a gitmek için yolumu
değiştirdiğimden Türk ordusu Pazarcık'ı geçmişti; İstanbul yoluna eriştiğimde
sadece ordunun geri kalanlarını görebildim. Birbiri peşinden gelen atlı ve
piyade birlikleri subaysız ve disiplinsiz bir şekilde ordunun esas kısmına
yetişmeye çalışıyordu. Karşılaştığımız küçük birlikler aralarında kavga etmek,
sağa sola silâh çekmek, bundan doğan olaylarla eğlenmek, bazı zavallı
Hıristiyanları katletmek, köylünün ürününü yağmalamak için toplanmışa
benziyordu. Yol boyunca posta evlerinin hepsinin yanmış olduğunu görünce
Yedikule şatosuna kadar dinlenme fırsatı bulamadık. Oraya varınca Beyoğluna
gitmek üzere bir kayık kiralamak istedim.
Yüklerimi
boşaltıp bir kayık aramakla meşgulken bizi seyreden mahallenin haber meraklısı
rehberime kim olduğumu sormuştu; o da benim bir Mirza olduğumu söyleyince hemen
yanımıza yaklaşan Tük bizi mahalle kahvesine çağırdı; bir müddet orada
dinlendikten ve sorulan sorulara kısa cevaplar vererek büsbütün ilgiyi üzerime
çektikten sonra hareket etmek üzere ayrıldım. Beyoğlu'na varınca Kırımlıların
tuhaf kıyafetlerinden hemen sıyrıldım.
İkinci Kısmın
Sonu
üçüncü kısım
Yol boyunca
İstanbul'dan ayrılan Osmanlı ordusunun sebep olduğu düzensizlikleri görmüştüm;
fakat başkente gelince herkesin daha korkunç bir olaya tanık olmaktan dolayı
keder içinde olduğunu farkettim ve hemen olayın ayrıntılarını öğrendim.
Nasıl yerleştiği ve sebepleri bilinmeyen eski bir geleneğe göre
İmparatorluğun orduları düşmana saldırmak için toplandığı vakit en tatsız
soytarılıkların yer aldığı Alaylar yapılırdı. Bu bütün meslek loncalarının
eserlerini halka sunduğu bir nevi festivaldi. Çiftçi sabanını sürer, dokumacı
mekiğini geçirir, marangoz rende yapar ve bütün bu değişik gösteriler gayet zengin
döşenmiş arabalar üzerinde yapılırken arkadan. Osmanlı ordusuna zafer vermesi
için saraydan çıkarılan Sancak-ı Şerîf gelirdi.[86]
Sancak-ı Şerîf adı verilen bu bayrak, birçok savaşta karşılaşılan
yenilgilere rağmen şöhretinden kayba
uğramışsa da yine de Türkler arasında büyük saygıya sahip olup, güvenlerinin
tek dayanağı ve birleşmelerinin en kutsal noktasıdır. Her şey bu bayrağın
kutsal olduğunu ortaya koymaktadır; yalnızca Emîrler buna dokunma hakkına
sahiptirler; Emîrler Sancak-ı Şerîf'in etrafında yer alırlar ve başkanları
sancağı taşır; sadece Müslümanlar ona bakabilirler, başka eller kutsallığını
kirletir, başka gözler bozar; en vahşi bir bağnazlık sancağı kolları arasına
almıştır.
Uzun bir barış dönemi bu törenin özellikle
tehlikelerini unutturmuştu; Hıristiyanlar ihtiyatsızca Alay'ı görmek için
koşuşmuşlar; evlerinin mevkii icabı pencerelerini seyircilere kiralayabilen
Türkler de bu durumdan epey kârlı çıkmışlardı. Sancak-ı Şerîf'in önünde giden
Emirlerden biri yüksek sesle kalabalığa bağırmıştı: «Hiç bir kâfir mevcudiyeti
ile Peygamber'in kutsal sancağını kirletmeye teşebbüs etmesin; yakınında bir
kâfir görüp de ihbar etmeyen Müslümanlara da lânet olsun!» Bu sözler
sarfedildikten sonra evlerini kiralayarak suça katılmış olan Müslümanlar bile
gammazcı olmuşlar, hiddet bir anda kalabalığı sarmış, herkes eline geçirdiği
silâhı kapmış, en büyük zorbalıklar en fazla takdire lâyık görülmüştü.
Savaş ilân eden Hatt-ı Şerîf, her seferinde
olduğu gibi bütün müminleri silâh altına çağırıyor, düşmanla savaşmaları için
Peygamber'in sancağı altında toplanmalarını istiyordu. Ancak bu ikinci
seferberlik yoluyla elde edilen silâhlı birliklerin iyi bir ordu olması için
çok şey gerekiyordu: savaştan sonra başıboş kalan bu kalabalık bilgisizlik ve
açgözlülüğün etkisine kolayca giriyordu. Aslında yeniçerilerin istekleri çok
daha aşırı olurdu. Babasının yeniçeri birliklerinin isyanında harcandığını
bilen Padişah'ın, bu birliği şimdi yardımcı bir kuvvet olarak kullanmak
istediği sanılmaktadır
Esasında en fazla uygunsuzluk yaratan
gerçek, en az üzerinde düşünülen ve mutlak ileri görüşlülük noksanlığını
ortaya koyan yiyecek meselesidir. Keyfî yönetimlerde otoriteden yararlanılarak
ihtiyat tedbirlerine gerek bırakılmaması övünülecek bir şey sayılır. Sadrâzam
orduya başkumandanlık ediyordu, diğer bütün vezirler de onunla birlikte sefere
çıkmıştı, hattâ sadâretin bütün vesikaları da orduyla beraber alınmıştı.
başarısızlıktan veya kıtlıktan asla kuşkulanılmıyordu, güven genel olduğu
kadar kördü de.
Bu büyük rütbeli memurlar İstanbul’dan
ayrılırken devletin başkentini de yanlarına almış gibi olurlarken her görev
için seçilmiş olan Vekiller İstanbul'da kalıyorlar ve Padişah’ın buyruklarının
derhal yerine getirilmesi ile meşgul oluyorlardı.
Devletin işbaşında iken gücünün ne olduğunu
göreceğiz; devamlı olarak verilecek olan ayrıntılar, olayların desteği
olmaksızın yürütülecek belirsiz düşüncelerden çok daha sağlam yargılara
varmaya yarayacaktır.
İstanbul'a geleli daha birkaç gün olmuş ve
Kırım ile Basarabya'da bıraktığım eşyalarımı bir an önce getirtme için
teşebbüslere yeni başlamıştım ki. Padişah’ın hekimbaşısı geceleyin saat
onbirde bana haber yollayarak onu kabul edip edemiyeceğimi sordurdu. Bir yandan
bu ziyaretin gizli kalması hususundaki isteği, diğer yandan bu adamın Padişah'ın
yakınlarından biri olması büsbütün merakımı uyandırıyordu. Nihayet hekimin,
Sultan Mustafa'nın dönüşümü öğrendiğini, bu maksatla dönüş sebebimi öğrenmek
istediğini, eğer şikâyet edeceğim bir kimse varsa ona hemen gerekli cezayı
vereceğini bildirmek üzere görevlendirildiğini anladım. Konuşmasına devam eden
hekim, Padişah'ın yanından geldiğini, benden çok bahsettiğini, ailemin kökeni
hakkında[87] bilgi sahibi
olduğunu ve meziyetlerimin bu kökenden geldiğini sandığını ilâve etti. Hekime,
Yüce Hünkâr'a en derin şükranlarımı iletmesi için rica ettim; Padişah
tarafından yapılan bu teşebbüs her ne kadar şahsıma yapılmış gibi gözüküyorsa
da, orduları seferde olan bir Padişah'ın endişelerine tek başıma hedef
olamıyacağımı da gayet iyi anlıyordum. Nitekim cevabımı ileten elçisi ertesi
gün yine o saatlarda ziyaretime geldi; ama bu sefer daha fazla bilgiliydi.
Ancak bu İtalyan hekim henüz Türkçe'yi iyi konuşamadığı için bana soracağı
soruları bir kâğıda yazmıştı; ben de cevaplarımı yazılı olarak verdim ve
böylece Padişah ile aramda olan bu mektuplaşma vezirlerinden habersiz devam
ederken, artık benden istediği yeni hizmetleri alenen açıklamadan yerine getirmem
imkânsız oldu.
Kişisel çıkarları ile gözü dönmüş olan
Mehmed Emin Paşa sadrâzamlık ve başkumandanlık için gerekli meziyetlerden hiç
birine sahip olamadan ilkini soğukkanlılık ve ikincisini şöhret ile
dolduracağına inanırken savaşa başlamadan barış görüşmelerine girmiş böylece
her geçen gün bağnaz Müslümanların gelmesiyle sayıca şişen ordu imparatorluğun
başına en büyük belâ kesilmişti. Yiyecek noksanlığı, bu aç kalabalığın üzerine
öken düzensizlik, dağıtımların yerini alan yağma, bundan doğan cinayetler,
yönetim kusurlu olduğu zaman kaçınılmaz bir şekilde otoritenin zayıf düşmesi,
kısacası her şey yenilgileri hazırlıyordu. Ordularına başarıya ulaşması için
gerçek bir ilgi gösteren Padişah Sadrâzam'ını azletti. Mehmed Emin Paşa bu
buyruğa başkaldırmak cesaretinde bulundu; yanlış siyaseti başarısızlıkla
sonuçlandı, ordusu perişan oldu ve dağıldı ve bir müddet sonra daha kesin bir
buyruk ile kafası kesilerek sarayın kapısına şu yazıyla birlikte asıldı:
«Hünkâr tarafından buyrulan sefer harekâtına itibar etmediği için...»
Moldovancı Ali Paşa Sadrâzam seçildi; bu
yeni Sadrâzam pek mahir olmamakla birlikte daha atılgan gözüktü; o da
yenilmekten kurtulamadı; ancak sadrâzamlık gibi yüce fakat o derece tehlikeli
bir mevkiyi kaybetmekten başka bir kaybı olmadı.
Generallerin kibirli bilgisizliği diğer
subayların beceriksiz gururları ile birleşince, her parçanın yanlış takılmış
olduğu top bataryalarını sürükleyen Türk ordusu her seferinde düşmanın topçu
ateşi ile hallaç pamuğu gibi atılıyordu; buna karşılık Rusların kâfir olduklarını
söyleyerek intikamlarını almaya çalışıyorlardı. Rusların, dayanılması mümkün
olmayan top ateşi sayesinde galip geldiklerini, fakat bu ateşi kesip, yiğit
insanlar gibi kılıçla Türkleri karşılamaya kalkışırlarsa hepsinin müminlerin
kılıç darbeleri altında perişan olacağını ileri sürüyorlardı. Bu budala
yobazlardan bazıları Rusları kutsal Ramazan ayında saldırmakla bile
suçluyordu. Buna rağmen, Rus toplarının atlılarını iş göremez hâle soktuğunu
öğrenen Padişah benden değişik top modelleri hakkında bilgi istedi; ben de Avrupa'da
kullanılan top çeşitleri hakkında ona bilgi verebilmek maksadıyla
Saint-Remy'nin «Hâtıralarını yolladım; Hükümdar'ın bunu incelemek için geziye
gittiği vakit bile bu kitabı yanında taşıttığını öğrendim.
Sultan Mustafa’nın malî meseleler üzerinde
önceleri çok dikkatle durduğunu görmüştük; hiç bir sonuç vermeyen muazzam
servetleri saçtıktan sonra kendisinden yeni masraflar için para isteyen
vezirleri ile pazarlığa oturuyordu; sağladığı fırsatların çevresindeki
hilekârlara yaradığı söyleniyordu. Aslında bu Hükümdar'ın bir anda hâzinesinin
tükendiğini, ordusunun dağıldığını, daha ilk karşılaşmada yeneceğini sandığı
düşmanının Tuna üzerinde zafere kavuştuğunu ve Yunan adalarında onu yeni bir
istilâ ile tehdit ettiğini görmesi mümkün değildi.
Faal olması sayesinde her mesele üzerine
eğiliyor ve tabiî her yerde yeni suistimaller ile karşılaşıyor; bu yüzden
Vezirlerine hakaret ediyor, fakat adamlarının gerçekten istemesine rağmen bir
türlü iyi bir düzen kuramıyordu. Asya'nın bir ucundan gelen yeni birlikler
orduya katılmak üzere Boğaz'ı aşıyorlar, İstanbul'a gelerek devleti
destekleyeceklerine bir sürü talepte bulunuyorlardı. Bu tımarlı gönüllülerin
başkanları aldıkları vergilerle savaş giderlerini karşılamaya çalışırlarken,
başkente dağılan tepeden tırnağa silâhlı bu askerler akşam, sabah köşe
başlarım tutuyorlar, geçenleri soyuyorlardı. Bunların küstahlığını
bastıramıyacak kadar zayıf olan devlet, yararlı sonuçlar alamadan pazarlık
ediyor ve çaresizlik içinde olaylara göz yumuyordu. Başkente gelen bu
haydutların arasında Karadenizli olanlar, kendi memleketlerinden pek çok
kişinin bulunduğu yeniçeri Orta'sından bazı yeniçerilerin Hisara kapatılmış
olduğunu öğrenmişlerdi. Devlet ile yapılan pazarlık sonunda paraları
ödenmişti, ancak bunlar arkadaşlarının serbest bırakılmalarını da istiyorlardı.
Sadrazam bu isteği ne kabul etti, ne de geri çevirdi; bu durumda bir uyuşmaya
gerek görüldü. Bu askerlerin Hisar önüne gitmeleri, kapıya ateş etmeleri,
sözde bu düşmanca davranıştan ürken Hisar kumandanının da içerdeki
yeniçerileri serbest bırakması kararlaştırıldı. Daha önce meydana gelmiş
örnekler bu çareyi haklı çıkarabilirler; ancak keyfî yönetimlerin değişmez
karakterini ortaya çıkarmaya yaradığı için mutlakiyet rejimlerindeki dikkati
çeken bir korkaklık örneği olarak kabul edilmelidir
Devletin zayıflığı çığrından çıkmış bir
asker topluluğunun yaptığı aşırılıklara Vezirlerin gözlerini yummalarını
zorlarken, bunlar da imparatorluğun denizde yapmak zorunda kaldığı savaşı
gizlemeye çalışıyorlardı. Şimdiye kadar hiç bir Rus gemisi İstanbul önünde
gözükmemişti, şu halde Rusların gemisi yoktu, ya da tesadüfen bir gemiye
sahipseler, Osmanlıların endişe edecek hiç bir şeyleri yoktu, zira Baltık ile
Yunan denizi arasında herhangi bir bağlantı mevcut değildi. Gözleri önüne
açılan haritaların hiç bir ikna özelliği yoktu; Koron'un kuşatıldığı, Mora'nın
istilâ edildiği ve düşmanın on iki savaş gemisinin Türk karasularında
seyrettiği haberleri geldiği vakit Divan hâlâ böyle bir olayın mümkünlüğü
üzerinde ikna olmuş değildi.[88]
Buna rağmen Vezirlerin kararsızlığı bazı
deniz kuvvetlerinin hazırlanmasını engel olmamıştı. Otuz savaş gemisinin hemen
hazırlanması için faaliyete geçildi; böylesine açık bir üstünlük ile kısa
zamanda Tuna'da karşılaşılan yenilgilerin öcünü Yunan denizinde çıkarmak
mümkün oldu. Devlet arşivlerinde yapılan bir inceleme sonunda Rusya ile yapılan
son savaşta Azak denizinde savaşmak üzere yüz elli hafif kadırganın yaptırıldığı
öğrenilmiş, fakat bu silâhlanmanın sebeplerinin ne olduğu kesinlikle
anlaşılmadığından ve o zamanlar imparatorluğun sınırlarında olan Azak ile
Taganrog'un şimdi elden çıktığı unutularak yeni çektirmelerin yaptırılması
için buyruk verilmişti.
Bu hazırlıklar iki deniz gücü için gerekli
tayfaların ve askerlerin başkente akmasını sağladığından başıbozukluk tahammül
edilmez bir düzeye erişmişti. Yazlık evinde oturan Fransız elçisi Saint-Priest
Kontu gezmelerinden vazgeçemediği için güvenliğini sağlamak üzere yanında
süngü takılmış tüfeğini de bulunduruyordu. Boğaz'daki Fransız elçiliğinin
mevkii bütün pencerelerinin denize bakmasını sağlıyordu; bir gün yine yemekten
sonra gezmeye çıkıp Tarabya sırtlarına vardığımızda elçilik yönünden gelen
silâh sesleri ile irkildik. Arkamızdan gelen bir adam bir grup başıbozuğun
binaya saldırdığını haber verdi. Aceleyle aşağı koşarak saldırganları
uzaklaştırmak istedik; ancak elçiliğe ateş açan gemi bir hayli uzağa gitmişti.
Camları paramparça eden on beş kadar mermi delil kabul edilerek hükümet
nezdinde şikâyette bulunuldu. Bu maksatla gönderilen bir tercüman
Reissülküttap'a olayı anlatınca Reis Efendi: Demek bu kopuk herifler Fransız
elçiliğine saldırmak cüretinde bulundular? Cezadan kaçabileceklerini sanıyorlarsa
çıldırmış olmaları gerekir! Fransız elçiliğine saldırmak ne demek, yolları
üzerinde hiç Yahudi, Ermeni veya Rum evi yok muydu? Bizi sıkıntıya
sokacaklarına onlarla meşgul olsaydılar ya! demiştir.
Bir yeniçeri albayı birliği ile
Saint-Priest'in yazlık evini korumakla görevlendirildi. Aynı zamanda Boğaz'ın
Karadeniz ağzına, suçluların gemiyle Varna'ya kaçmaması için asker sevkedildi.
Bir müddet sonra suçluların yakalandıkları ve denizde boğuldukları bildirildi.
Bir seferinde benzer bir olay benim başıma geliyordu; Vergennes'in elçiliği
sırasında Büyükdere'de yaptırdığı evde otururken, önümüzdeki yoldan geçen
yeniçerilerin yüksek sesle yaptıkları şakalar yola bakan odadaki papağan
tarafından duyulup tekrarlanıyordu. Papağanın sesini duyan askerler kendileri
ile kimin alay ettiğini öğrenmek üzere silâhlarını çekip kapıya dayanmışlardı.
Bu sırada içerde nöbet tutan yeniçeri gürültüleri duyunca kapıyı açmış ve
kızgın askerlerle karşılaşmıştı; gerçek suçlunun papağan olduğunu anlatmak
için akla karayı seçmiş, nihayet papağanı getirerek sözleri tekrarlatmıştı.
Askerlere ikram edilen çay ile iş tatlıya bağlanmıştı.
Başkent ve civarı çığrından çıkmış asker
sürüleri tarafından istilâ edilmişken tamamen başıboş bırakılan eyaletler
düzensizlik ve paşaların ağır vergileri altında inim inim inliyorlardı.
Vezirlerin tek amacı İstanbul'un yiyeceğinin temin edilmesi ve askerlerin maaşlarının
ödenmesiydi. Bu da vergilerin gittikçe daha ağırlaşmasını sağlıyordu. Önceleri
tedbirler öylesine kötü alınmıştı ki, halk hem ağır vergilerden hem de
vergileri tahsil eden memurların haksızlıklarından bunalıyordu.
Osmanlı hükümetini her zaman için, genel karargâhından
etrafı tahrip etmesi için buyruk veren kumandanı ile karargâh kurmuş bir orduya
benzetmek mümkündür. Nitekim ordusunu Karadeniz'den getirten Sadrâzam, Yunan ve
Ege adalarının ürünleri ile geçinen İstanbul'un yiyeceksiz kalmaması için
Ruslara karşı hazırlanan deniz kuvvetinin bir hayli üstün olmasına
çalışıyordu. Ancak gemi inşasını zorlayan, gemilerin silâhlanmasını sağlayan
ve tayfa olmak üzere bir sürü adamın başkente getirilmesine sebep olan şey Rus
tecavüzü ise de, her şey bu hazırlıkların bilgisizlik ve kendini beğenme
tarafından yönetildiğini ortaya koymaktaydı.
Bordaları yüksek fakat top bataryaları bir hayli
alçak olarak yapılan gemiler düşmana bol tahta yığını ve az top ateşinden başka
bir şey veremezlerdi. Sıkıcı manevralar, en ufak zorlamada kopan ipler ve makaralar,
üst güvertedeki dümencinin sözlerine göre dümenin çubuğunu döndürmeye gayret
sarfeden otuz kişi. Denizcilik ilkelerinden yoksunluk, hareket kabiliyeti
olmayan toplar, kalibrelerde eşitsizlik, işte bunlarla yetinebilecek kadar
bilgisi olmayan insanlara teslim edilebilecek bu deniz kuvvetinin durumu
böyleydi. Buna rağmen kumandanlıkları paylaşmak için herkes birbiriyle yarış
ediyordu, gemi kumandanlıklarına yapılacak atamaları en büyük parayı ödeyene
göre yapan Kapdân-ı Deryâ diğer küçük mevkilerin ticaretini de gemi
kaptanlarına bırakıyor, böylece baştan sona rüşvet içine gömülen Osmanlı
denizciliği düşmanın yardımı olmadan bile mahvolmanın eşiğine geliyordu. O
zamana kadar Ege adalarını küçük bir filo ile dolaşarak vergi toplamaya alışmış
olan deniz subayları, bu yüzden hiç bir askerî ilkeye, bu çeşit bir görüşe,
sanata veya tecrübeye alışkanlık kazanamamışlardı; sefere hazırlanan donanma
hâlâ vergi toplamaya çıkan küçük filo görünümünde idi. Sadece Cezayirli Hasan
Paşa'nın savaşa gider gibi hazırlandığı dikkati çekiyordu; yüksek cesareti
herkes tarafından bilinen Hasan Paşa, bunun her şeye yeterli olduğunu ve her şeyin
yerini tutacağını sanıyordu. Bu arada, gemi küpeştesine takılan ve yatay
olarak dışarı doğru uzanan bir sürü demir çubuk sayesinde düşman gemilerinin bordalamasını
önleyecek bir keşifte bulunmuştu. Her ne kadar bu ayrıntı Hasan Paşa'nın dehâsı
hakkında büyük bir fikir vermiyorsa da, Türklerin meziyetleri hakkında bir
fikir verdiğimi sanıyorum.
Donanmanın hareket etmesini geciktiren
güney rüzgârlarının süresi, donanmayı daha iyi bir duruma getirmeye
yarayacağına, tayfaların büsbütün başıboş kalmalarına ve teçhizatlarını
tamamlama bahanesiyle kaptanların daha fazla vergi istemelerine sebep oldu. Bu
zaman aralığında daha önce iki defa yenilmiş olmasına rağmen kara ordusu
şimdiye kadar erişmediği bir sayıya geldi: denizden ve karadan Osmanlı imparatorluğu'na
karşı saldırıya geçen düşmana karşı her tarafta üç misli kuvvetle direniliyor. Bunun
da geleceği mutlu kılacağı hakkında ümitler besleniyordu.
Askerlerin gitmesiyle başkentin biraz rahat
nefes alması ve büyük başarılar uman halkın sevinçli görünmesi, elçimiz
Saint-Priest'i kralın evlenmesi dolayısıyla bir balo vermeye ikna etti. Ayrıca
hep Avrupalıların yararlandığı balo ve festival hazırlıklarına Türkleri de
ortak etmek gibi bir düşüncesi vardı. Balonun verileceği salon hazırlanıp,
artık son ayrıntılarla uğraşırken, deniz ve kara ordusunun yenildiği haberi
İstanbul’da derin bir teessür yaratınca kutlama hazırlıklarımız suya düştü.
Artık eğlenceyle meşgul olmanın vakti geçmişti. Ağır bir endişeye düşmüş Padişah,
perişan olmuş vezirler ve açlık ile istilâdan çekinen bir başkent: işte bir ay
önce kendisini dev gibi sanan bir imparatorluğun bugünkü durumu. Buna rağmen
daima beraberinde sürüklediği kibri okşamak ihtiyacını duyan bilgisizlik bu
çifte felâkette, körü körüne itaat edilmesi gereken İlâhî mukadderatın
çözülmesi mümkün olmayan buyruklarını görüyordu. Türkler arasında hiç kimse
disiplinsiz bir kalabalığın, düşmanın gayretlerinden daha fazla bir şekilde
milletin mahvına çalıştığını kabul etmek istemiyordu. Ancak Kartal'da ordunun
bozguna uğraması sırf disiplin yoksunluğu ile açıklanabilirse, Çeşme'de
donanmanın mahvolmasını Amiral ve Kaptanların korkunç bir beceriksizliği ile
izah edebiliriz.
Rus filosunu aramak üzere Çanakkale'den
çıkan bu donanma Sakız üzerine yol aldıktan sonra Anadolu kıyılarında dolaşmış
ve Çeşme limanı civarında yavaşlamıştı. Bu savaştan önce Türk denizciliği
tarafından tanınmayan ve yeni inşa edilmiş olan firkateynler bu uzun hattın
uçlarında nöbet tutacaklar ve görünür görünmez düşmanın geldiğini, merkezde
dörder demirle tutturulmuş, aralıklı duran otuz ağır kadırgaya bildireceklerdi.
Bu dâhiyane pusu böylece hazırlandıktan sonra, daha askerî bir düzen içinde
ilerleyen Rus gemileri Sakız'ın burnunu döner dönmez ilk Türk gemilerini
tanımışlar, bunların yelken açmasına fırsat bırakmadan Türk hattının merkezine
kadar ilerlemişlerdi. Bu arada birbirlerinin karşısında bulunan iki amiralden
Rus Amirali bütün toplarını ateşleyerek Türk Amiral gemisine yaklaşmış onu
ateşe verirken kendisi de havaya uçmuştu. O zaman firkateyn amirali olan (ve
bana bu ayrıntıları nakleden) Cezayirli Hasan Paşa gemisinin bu patlamadan
kurtulduğunu görünce tehlikeden kaçtığını sanmış, ama birden kıç tarafından
ateş aldığını ve biraz sonra aynı akıbete uğrayacağını farketmişti. Tayfaları
denize atlarken o da tereddüt etmeden atlamış, batan düşman gemisinin bir
tahta parçasına tutunarak gemisinin patlamasından zor sıyrılmıştı.
Hesabı sırf karşılıklı kayıplar üzerinden
yaparsak, Rusların Türklere saldırmakta tereddüt etmelerini, verdikleri kaybın
büyüklüğünde aramak gerekir; ancak askerî bilgileri sadece barutun etkilerini
tanımakla sınırlı olan Türkler, olanlardan endişeye kapılarak ve sırf havaya
uçmaktan çekinerek büyük bir düzensizlik içinde Çeşme limanına dolmaya
başladılar; aceleyle karaya çıkarılan ve limanı kapatan iki burnun üzerine monte
edilen top bataryaları kaçakları rahatlattı. Herhalde Ruslar o sırada düşmanın
hareketlerini izlemekle meşguldüler; ve ertesi gün Çeşme'de olup bitenleri görmekten
'büyük bir şaşkınlığa düştükleri pek düşünülemez. Başarı ihtimali en az olan
girişimleri bile denenmeye değer yapan panik havasının Türkleri sarmış olduğunu
farkettiklerinde limandan içeri iki «ateş gemisi» (brûlot) göndermekte
tereddüt etmediler. Rus gemilerinin görülmesi üzerine zaten bir gün önceki
korkularından kurtulmuş olmayan Türkler gemilerini savunmaktan ziyade karaya
kaçmakta acele etmişlerdi. Ama iki küçük gemiden başka gelen olmadığını
farkettiklerinde, bunların kolaylıkla üstesinden gelebileceklerini
düşünmüşler, gemilerin içindekileri tutsak alıp, gemileri batırmadan İstanbul'a
ganimet olarak götürmeye karar vermişlerdi[89]
Bu sırada kolaylıkla limana giren Rus
gemicileri dümenlerini bağlamışlar, çengelli çıpalarını Türk gemilerine atarak
alev girdapları kusmaya başlamışlardı; tamamen Türk gemileri ile dolu olan
Çeşme limanı bir anda Osmanlı donanmasını yutan bir volkan ağzına dönmüştü. Bu
felâket Osmanlı gururunu fena halde kırmakla birlikte az zaman sonra vezirler
daha etkili bir mesele ile uğraşmak zorunda kaldılar: Başkenti açlık tehdit
ediyordu. Nitekim, Ege denizini Rus donanmasına bırakan Türk donanmasının
mahvolması, düşmanın Boğaz'ı zorlamasına, Sarayburnu önüne gelmesine, şehri
topa tutmasına ve Padişah'a istediklerini kabul ettirmesine sebep olabilirdi.
Şaşkınlık genelleşmişti; dehşet, kibrini yıktığı zaman bile daima kendini
haklı gören cehalet, Padişah'ın Çanakkale istihkâmlarının savunulmasının bana
körü körüne verilmesi hakkında bir buyruk çıkartmasına engel olamamıştı.
Ancak bu görev bana bazı formaliteler tamamlanmadan verilemiyeceği için
bunların bir an önce bitirilmesi maksadıyla Bâb-ı âli acele ediyordu; Fransa
elçisinden de gerekli müsaade alındıktan sonra Reis Efendi beni yanına
çağırarak en süratli şekilde gerekenin yapılması için ne lâzımsa kendisinden
istememi rica etti.
Olayların kaçınılmaz bir şekilde beni
sürüklediği durumları daha iyi değerlendirebilmek için sırası geldikçe
karşılaştığım Osmanlı devlet büyüklerinin mizaçlarının ayrıntılarını
vereceğim.
Tahta geçtiğinden beri iktisat ile
ilgilenen Padişahın biriktirdiği servetin ona hiç bir şan getirmeden süren
savaş sırasında yok olduğunu görmüştük. Buna rağmen bu Hükümdar ordularının
kötü talihi için yanındaki Vezirlerini itham edemiyordu; bu kötü talihi yenmek
için onların yetersiz olduğunu bilmekle birlikte, daha aydın kişileri onların
yerine getirmekten yoksundu. Zaten en meziyetli kişiler orduya gerekiyordu,
ancak Efendilerinin teveccühünden en fazla yararlanan Vezirler öyle kişileri
çevresinden uzakta tutması hususunda Padişah'ı çok fazla etkiliyorlardı.
Özellikle İsmail Bey kişisel rahatını bozmadan ve zevklerinden hiç vazgeçmeden
Hükümdar'ım yönetmek, bütün meseleleri ayarlamak gibi gayet zor bir sanatta hârikalar
yaratıyordu.
Darphâne emini İzzet Bey Efendisi’nin
teveccühlerine en fazla sahip olan kişilerden biri olarak kimsede kin ve
kıskançlık uyandırmadan itibarını Sadrâzam'ın bazen vezirlere karşı gösterdiği
sert tavırları yumuşatmakta kullanıyor ve her gün yiyecek dağıttığı fakirlerle
yakından ilgileniyordu.
İstanbul'da kaymakamlık yapan Melek Paşa sahip
olduğu bu yüce makamı, Padişah'ın kızkardeşinin onunla evlenmesine sebep olan
yakışıklı çehresi sayesinde elde etmişti; gözdeler içinde nisbeten daha az itibara
sahip olan fakat son savaşta babasının şöhretinden yararlanan Defterdâr
ihtiraslı olmaktan ziyade faal bir adamdı. Kişilikleri üzerinde ayrıntılara
girmediğim Şeyhülislâm ile diğer Vezirler devlet üzerinde etkili olamıyorlardı.
Çanakkale'nin durumu ve başkenti tehdit
eden noktalar üzerinde benimle işbirliği yapacak olan İsmail Bey
görüşmelerimizi gecenin tüllerine bürüyerek hükûmet'in endişesini örtmek
istiyordu. Beni özel evinde kabul ettiğinde, buluşmamızı gerektiren meseleden
tamamen ayrı bir konu üzerinde meşgul olduğunu farkettim. Zevklerinin en ince
ayrıntılarına kadar tatmin edilmesini isteyen bu adam, aynı şekilde öten iki kanarya
bulabilmek için bütün İstanbul'u adamlarına taratmış ancak bir başarı elde
edemeyince zevkini başka yollardan tatmin etmeye çalışmıştı.
Çanakkale'nin durumu hakkında ancak benim
kadar bilgisi vardı, ama daha önce Sadrâzam olan sonra gözden düşünce
Çanakkale Muhâfızlığı'na atanan Moldovancı Ali Paşa'nın mektupları aşılmaz
olarak bilinen Çanakkale istihkâmlarının en hafif bir saldırıya bile
dayanamıyacak durumda olduğunu kesin bir şekilde ortaya koyuyordu; ilk
hisarların önünde seyreden Rus kadırgaları rüzgârın elverişli bir şekilde
esmesiyle rahatça içeri girebilirler, Sarayburnu önüne gelip Padişah'a
istediklerini kabul ettirebilirlerdi.
İşte bu kendini beğenmiş hükümetin durumu
böyleydi. Vezirlerin bilgisizliği ile alt kademedekilerin hilekârlığı
böylesine aşağılatıcı ve en fecî sonuçları hazırlayıcı durumu yaratmıştı.
İstanbul civarında Çanakkale örneğine göre yapılan istihkâmları her gün
inceleyebilme imkânım sayesinde Çanakkale'ye varınca nasıl bir yol tutacağımı
kararlaştırmış oldum. Savaş gemilerini baştan ve kıçtan bağlayarak yan verdirme
pek az kolaylık sağlıyordu; donanmaya ulaşmakta geciktiği için yangından
kurtulan iki gemi Çanakkale'deki dış istihkâmların önünde bulunduğundan
gelişimden önce Rus gemileri tarafından kolaylıkla bertaraf edilebilirdi;
üstelik tersanede hizmet göremez olarak nitelenen eski bir kadırgadan başka
bir şey yoktu. Buna rağmen Reis Efendi ile bu geminin hemen onarılmasını,
içine gerekli gördüğüm cihazlar ile kereste, kazma. kürek vs. konmasını ve en
geç ben Çanakkale'ye vardığımda onun da orada olmasını kararlaştırdık
Uzun yıllar önce tutsak düşen ve kendisini
Malta Şövalyesi olarak tanıttığı için fidye bulmakta zorluk çeken bir Malta
korsan gemisi kaptanı zindanda çürüyüp gidiyordu. Elçi Saint-Priest fırsattan
faydalanarak bu zavallıyı kurtarmak istedi. Bu maksatla ateş gemileri
yapılmasının yararlı olacağını ancak bunun bilgim dışında olduğunu ileri
sürerek tutsak korsanın serbest bırakılmasına sağlam bir bahane bulmaya
çalıştım; meziyetlerini övdüm, ancak bu adamın yerimi doldurabileceğini
anlattım. Korsanı bana hazırlanacak gemiyle göndermeyi vâdettiler, üstelik
bahsettiğim meziyetlerini gösterebilirse tam anlamıyla hürriyetine kavuşacaktı.
Aslında o adamın bu konularda büyük bilgisi olmadığını gayet iyi biliyordum,
benim için tahmin edilmesi zor olan, korsanın, benim onun kurtulması hakkında
yaptıklarımı öğrenmesi ve bunun sebeplerini araştırmasıydı. İlerde sırf
merhamet duygusundan doğan bir imânın nasıl garip bir sonuç verdiğini göreceğiz.
Bir an önce Çanakkale'ye gitmemi isteyen
Padişah'ın acelesi yüzünden işlerime başlayabilmem için gerekli eşyaların hiç
birini beklemeden hareket ettim.[90] Hünkâr her
şeyin emrime verilmesi için kesin buyruk çıkarmıştı. Yanıma bir yetkili
verilmesini talep etmiştim; meşhur Canım Hoca'nın[91] torunu
Mustafa Bey'i bu işe atadılar; ben de vakit kaybetmeden Çanakkale'ye varmak
için bir Fransız gemisi kiraladım. Bâb-ı âli'nin yetkilisi benden birkaç saat
önce Çanakkale'ye varmış getirdiği buyruklarla Moldovancı Ali Paşa'nın benim
buyruğuma girdiğini belirtince bunun aleyhime dönmesine sebep olmuştu. Daha
önce bu adamın tuz ve ekmek hakkı dolayısıyla benimle dostluk anlaşmasına da
güven beslemediğimi açıklamak zorundayım. Ancak gelen buyruklardan duyduğu
endişe ile önünde daima yenik olduğu bir düşmanın mevcudiyeti hoşnutsuzluğunu
gizlemesini sağladı. Bu da bana onu sakinleştirmek için zaman kazandırdı.
Gururunu okşayarak bu sonuca erişmem güç olmadı; Çanakkale'de bulunduğum süre
içinde dikkati çekecek bir anlaşmazlığımız olmadı, öfkesi Bâb-ı âli'ye yazdığı
ilk mektuplarda açığa çıktı; ancak şikâyetlerinin fazla akis yapmaması karşısında
bu işten vazgeçti.
İlk işim hisarların durumunu incelemek
oldu; fakat maddî durumda olduğu kadar manevî durumda da hayır olmadığını
anlamak için hisarları savunan askerlere bakmak yeterliydi. Dehşet havası
zihinleri öylesine kaplamıştı ki, ilk top atışında bataryaların
terkedileceğinden bahsediliyordu.
Her askeri yerleşik yapan devamlı
garnizonların mevcudiyeti meşgul olacak başka işleri olan askerlerin
hisarların savunmasına gereği gibi eğilmesine engel oluyordu; çıkarları
istihkâmların dışında bulunuyordu. Türklerde sert fakat yerinde uyguanmıyan disiplin
askerleri istihkâmlara kapatmaya mecbur edemiyordu. Çanakkale tabyalarının
inşa sistemi üzerinde yapılan basit bir inceleme askerlerin neden buradan uzak
kaldığını açıklığa kavuşturmaktadır. Su hizasındaki bataryaların üzerinde otuz
adım kadar yükselen cılız duvarlar Rusların ilk top atışında yıkılarak hem topları
hem de topçuları ezecek şekildeydi; böyle bir savunma tarzı Türklere
düşmanlarının saldırısından daha tehlikeli gözüküyordu.
Topların çapı bakımından güçlü bir topçu
bataryası Avrupa ve Asya hisarlarında başlıca bataryaları meydana getiriyordu;
menzilleri çaprazlama olmasına karşılık ancak Boğaz'ın girişindeki hisarlara
kadar erişebiliyordu; muazzam taş güllelerin hizmete sokulmasındaki güçlük
dolayısıyla ilk atıştan sonra fazla güçlü olmaktan çıkıyorlardı. Tamamen
tunçtan yapılmış olan bu batarya muylu ve kundağa sahip olmaksızın, atış
esnasında hilâl şeklinde oyulmuş tahta kısımlara ve taştan bloğa dayanarak geri
tepmiyordu. Kumların üzerine yatırılmış başka toplar ve havan topları, savunma
araçlarından ziyade kuşatma artıkları gibi görünüyordu. Çanakkale'ye
geldiğimde oranın durumu işte bu halde idi; yedi savaş gemisinden (ikisi üç
köprülü) ve iki firkateynden kurulu Rus filosu, Amiral Elphinston'un söz
verdiği başarıyı denemek üzere rüzgârın dönmesini: bekliyordu.
İstanbul'un iki yüz kilometre batısında yer
alan Çanakkale Boğazı Ege Adaları ile Marmara Denizi arasında olup Truva'dan,
Lâpseki'nin tam karşısındaki Gelibolu'ya kadar uzanır. Yaklaşık elli kilometre
uzunluğunda olan bu kanal boyunca Avrupa ve Asya kıyıları bazen altı, sekiz
yüz metre kadar birbirlerine yaklaşırlar. Ege Adaları tarafındaki ağzının onüç
kilometre içerisindeki en dar yerine hisarlar inşa edilmiş olup top gülleleri
rahatlıkla karşı kıyıya kadar varabilir. Bu savunma noktası uzun yıllar boyu
İstanbul'u koruyan tek engel olmuştur. Daima endişeli fakat az bilgili olan
Türkler, üç bin metre kadar aralığa sahip ağız kısmında iki hisar daha inşa etmişlerdi:
bu mesafeden dolayı atışlar isabetsiz ve savunma yetersiz oluyordu.
Donatımı geciktiği için İstanbul'da kalan
bu yüzden donanma ile gitmeyen ve Çeşme faciasından kurtulan iki
savaş gemisinden bahsetmiştim. Bu iki gemi hisarlar arasında nöbet
tutuyordu; fakat dolaştıkları mıntıka o kadar
dışardaydı ki kolaylıkla düşman gemileri tarafından yok edilebilirlerdi, ilk
işim bu gemilerin içeri girmelerini, bataryalarını hisarların bataryalarını
destekleyecek ve boğazın girişini kapatacak şekilde bağlanmalarını emretmek
oldu. Bu arada yaptığım teftişler sonunda tamamen yetersiz gördüğüm tayfalar ve
subaylar bu emri geri almama sebep oldu. Rüzgâr elverişli olmasına rağmen
içinde bulundukları tehlikeli durumdan kurtulmaları için yine de yeterli
değildi. Bu durum gelişimin üçüncü günü son derece vahim oldu.
Boğaz'ın girişindeki Avrupa yakası
hisarında bulunurken Avrupa kıyısını izleyerek dizi hâlinde gelen Rus filosu
Boğaz'ı geçmeye çalışmaktan ziyade iki gemiyi vurmaya hazırlanır gibiydi.
Onlar için bu iş gayet kolay gözüküyordu. Hisarların bütün düşman filosuna sağladıkları
tehlikeyi bir firkateyn iki savaş gemisi karşısında bile bulamazdı. Bize kalan
tek şey olduğumuzdan daha güçlü görünmekti. Düşman filosunun seyri büyük çaplı
topların ateşinden korktuğunu belli ediyordu; hâlbuki filoya karşı bir kulevrin
topundan başka bir şey elimde yoktu; ancak bunun kalibresi de otuz kiloluktu.
Türkler bu topu kendi hâline terketmişlerdi; iki kalın meşe kütüğe dayanmış bir
şekilde menzili filoya tam dikti. Daha küçük kalibreli topların yerleştirildiği
iki yüz metre uzunluğunda bir burun kulenin topunu gizliyordu. Rus gemileri bu
topu ancak burnu dönüp, menziline girdikleri vakit görebilirlerdi. Fakat burun
surların burçlarını ve hisarın yanındaki evleri açıkta bıraktığından düşman
filosu top ateşine başladı; bu ateş onların bakımından faydasız olmakla birlikte
Osmanlıları bu tür savaşlara alıştıracak nitelikteydi. Ancak ilk salvolardan
sonra askerlerin kaçıştığına tanık oldum; bulabildiğim yedi, sekiz askerle elimdeki
tek savunma aracı olan kulevrini hazırladım. Artık düşman gemilerinin topun
yönüne girmesini beklemekten başka çıkar yolum yoktu; topun sabit olması ilk
atışımı önde giden firkateyne yapmamı sağladı; firkateyn hemen siya etti,
arkadan gelen gemi için topumu hazırlamıştım; bu arada Rusların top atışı
burnun üzerinden aşarak devam ediyordu, nihayet üstümüze sekiz, dokuz yüz gülle
attıktan sonra filo dümen kırdı. Attıkları mermilerden bir çoğu havada
patlıyordu; patlamamış mermilerden bana da getirdiler. Arka arkaya üç gün
aynı düzen ve aynı saatlar içinde devam eden bu saldırı teşebbüsü daha sağlam
savunma tedbirleri almamı önlüyordu; düşmanı kıyıdan uzak tutacak bir çare
tasarladım. Bu maksatla geceleyin Çanakkale'ye dönünce Venediklilerden alınmış
küçük bir topu çıkartarak güllelerini kızdırdım, topu doldurttum ve daima beni
izleyen topluluğa kızıl güllelerle bir gösteri yaptım. Bu denemeye tanık olan
Paşa ile Türkler şimdiden donanmanın yakılışının intikamının alındığını
sanıyorlardı. Geceden, Rusların top ateşine tuttukları burundaki bataryanın
yanına ızgaralar, kömür ve körük kuruldu; ancak Türkler verdiğim buyrukları yerine
getirmekte ne kadar aceleci davranıyorlarsa, Rumlar da yapılan hazırlıklardan
Rusları haberdâr etmekte o kadar titiz hareket ediyorlardı; bu yüzden Rus
filosu bir daha kıyıya sokulmadı ve Bozcaada kuşatmasına devam etmekle yetindi.
Elime geçen sakin devrede anlaşmazlık
vesilesi olan iki gemiyi kurtarmakla beni meşgul eden meseleden kurtuldum. Her
iki hisar civarında toplanan 400 kadar Yahudi ile gemileri kıyıya çektirdim.
Böylece bunları akıntının etkisinden kurtardıktan sonra, esen elverişli
rüzgârın da yardımı ile gemileri, toplarının yararlı olacağı ikinci
istihkâmlara kadar getirttim
Karadeniz'e gelen ve buharlaşmayan fazla
sular İstanbul Boğazından geçerek Akdeniz’e gitmek üzere Çanakkale Boğazı’ndan
geçerken burada öylesine şiddetli akıntılar meydana getirmektedirler ki, fora
yelken giden gemiler bile bunları yenmekte büyük zorluk çekerler. Kaptanlar, eğer
rüzgâr yeterliyse rotalarını akıntının en az etkili olduğu yerlerden seçmek
zorundaydılar. Bir uçtan bir uca şiddetle giden akıntılar denizcilik
bakımından zorluklar çıkardığından, akıntıların bilinmemesi büyük tehlikeler
doğurmaktadır. Türk gemilerinin kaptanları bana bu hususta büyük bilgi verdiler,
böylece boğazın savunmaya en elverişli noktalarını tesbit edebildim. Buna göre
birinci ve ikinci hisarların arasındaki burna yerleştirilen bir batarya ile
tam karşı kıyıya konacak ikinci bir bataryanın atış menzilleri çaprazlama
olarak ve Türkler boğazı aşmaya çalışacak filoların öncü ve artçılarını
-rahatlıkla topa tutabileceklerdi, düşman bordalarından top ateşi açarken
mecburen akıntı yönüne dik gelecek ve şiddetle zorlanacaktı. Bu tedbir ayrıca
boğazı aşmak için bütün yelkenlerini rüzgârla doldurmuş düşman gemilerine
karşı güllelerin daha etkili olmasını sağlayacak, yırtılan yelkenlerle güçsüz
kalan gemiler muhtemelen karaya oturacaklardı. Daha az önemli olmayan başka
bir sebep de bu savunma tedbirini almamı sağladı. Bu bataryalar birinci ve
ikinci hisarlar arasındaki tabiî limana hâkim olup sürekli olarak Çanakkale'ye
kadar atış imkânı sağlıyorlardı; sırf İstanbul'u korumak isteyen Türkler bu
tedbirin yeterli olduğunu ileri sürüyorlardı. Rumeli kıyısındaki hisara daha
yakın olan Değirmen burnu Anadolu yakasındaki iki batarya ile çaprazlama
gelebileceğinden orada da bir bataryanın kurulması gerekiyordu; bir dördüncü
bataryayı da Semos'da yanındaki hisara destek olması bakımından kurmayı düşündüm.
Ben bu tedbirlerle uğraşır ve işleri
yaptırmak için civar köylerin ahalisine çağında bulunurlarken, kuşkusuz
kendisinden bahsettirmek isteyen Moldovancı Ali Paşa Boğaz'ın girişinde
Cenevizlilerden kalmış ve çok yüksek ve uzak olduğu için gülleleri ancak bir parabol
çizdikten sonra denize düşebilen eski bir hisarın yıkık surlarını onartmak
istedi. Moldovancı tasarısından bana da bahsetmişti, savunma için gereksiz ve
pahalı olmasına karşılık bu tasarıyı destekler gibi gözüktüm; yaptırdığı
işleri göstermek için beni o kayalıkların üzerine çıkarmak üzere yaptığı
ısrarlara da boyun eğdim. Orada iki, üç yüz duvarcının eski temeller üzerine
45 cm. kalınlığında cılız surlar inşa ettiğini ve bir sürü doğramacının da
garnizon için kışla yaptığını gördüm; fakat bana çok garip gelen şey Paşa'nın
yeni yaptırdığı surları kireç suyu ile badanalatmakta gösterdiği acele idi. Bu
davranışın: görünce bataryasını gizlemek istemediğini düşündüm. Düşman kırk
kilometre öteden bu tabyayı görebilirdi; fakat onun bu endişeden tamamen uzak
olduğunu farkettim. Buna rağmen Moldovancı'nın tek gayesi buydu; üstelik
Türklerin korkusu öylesine fazlaydı ki düşmanı uzaklaştırmak için alınan her
tedbir onu yenmekten daha önemli oluyordu.
Bu manevî tedbirler beni bataryaları yirmi
iki ayak kalınlığında kazdırmaya zorladı. Komşu köylerin halkı bir araya
gelerek tabya siper koltuklannı toprak ve çalı çırpı ile yükseltmeye
başlamışlardı; ancak fırtınalardan korunmaları için pek az çadır dağıtmıştı.
Toplamadan bıraktıran ürünleri her gün gözleri önünde mahvolan bu zavallılar
için devlet hiçbir yakınlık göstermiyordu.
Saint-Priest Kontu'na İstanbul'a kadar
eşlik eden Pontecoulant Baronu Fransa'ya dönerken Osmanlı imparatorluğu için
bu kadar endişe verici şartlar altında beni görmeden gitmemezlik edememişti,
aynı zamanda Çanakkale Boğazı hakkında sağlam bir fikir edinmek istiyordu.
Tabyaların kazıldığı bir anda ziyaretime gelerek, bunların gücü hakkında bir
fikir edinebildi. Kolaylıkla Osmanlıların maneviyatlarının, disiplinlerinin
bozukluğunu ve kayıtsızlıklarını kavradı. Top menzili dışındaki surlarını
beyaza boyatmakla meşgul olan Paşa bana engel olmadan yeter derecede çalıştığını
sanıyor ve benim uygun göreceğim işlerin masrafını karşılamak üzere mevcut
olan Bâb-ı âlinin yetkilisi, yararlı olacak masrafları bir kenara bırakarak
kendi tahminlerine göre çıkardığı masrafları defterine işliyordu. Kuşkusuz
Türklerin maneviyatı mücadele etmeleri gereken en büyük düşmanları idi; bu da
bana en büyük endişeyi veriyordu. Pontecoulant Baronu'nun gelişinden
faydalanmaya çalıştım; kendisine tasarımı anlattıktan sonra onu Paşa ya Fransa
Elçisinin müfettişi olarak tanıttım. Güya buraya Çanakkale'nin durumunu
öğrenmeye, gördüklerini Padişaha ve sonra Fransa kıralına nakletmeye gelmişti. Pontecoulant
rolünü çok iyi başardı, anlaştığımız şekilde gayet ciddî davrandı ve bu
kurnazlık Paşa'ya bir az daha fazla gayret verdi. Bu vezir Pontecoulant’a büyük
itibar gösterilmesi gerektiğini sandığından. Baron ayrılırken, kendisine
Türklerde büyük nezaket gösterisi olarak kabul edilen para armağanı teklif
etti. Ancak biz aynı görüşte değildik; fakat armağanı geri çevirmek Paşa'da
onu hükümete şikâyet edeceğimiz hakkında bir düşünce doğuracağından Baron'u
armağanı kabul etmesi hususunda ikna ettim, böylelikle yanında getirdiği
tayfalar da Fransız inceliğine teşekkürler ederek para almak fırsatı buldular.
Sadece merak yüzünden yapılan ve benim çok
işime yarayan bu ziyaret daha sonra Padişah için en büyük endişe kaynağı
olmuştu Nitekim dönüşünde kuzey rüzgârları yüzünden Gelibolu yakınlarında
karaya çıkmak zorunda kalan Pontecoulant Baronu İstanbul'a kadar at üstünde
seyahat etmişti. Edirnekapısı'nda bulunan gümrük memurları Baronu durdurmuşlardı:
bir yabancıyla karşılaşınca hayrete düşmüşler, kim olduğunu ve nereden
geldiğini sormuşlardı; Fransa Beyzâdesi olduğunu[92] ve
Çanakkale'den geldiğini söyleyince, muhafızlar benim döndüğümü sanmışlar
başka bir açıklama istemeden onu serbest bırakarak hemen Sadrâzam’a benim
döndüğüm hakkında haber uçurmuşlardı. Bu da vakit kaybetmeden Padişaha durumu
bildirmişti; zihinlerde şaşkınlık uyanmış, Çanakkale'nin zorlandığı sanılmış
ve Hünkâr hemen Saint – Priest’ e yakın adamlarından birini göndererek
bilmediği hususlarda bilgi sormuştu; fakat elçimiz durumu anlatmış, Pontecoulant'ın
gözlemlerinden bahsederek Padişah'ı ve vezirleri sakinleştirmişti.[93]
Yanında kaldığım ve artık bana yeterince
güvenle davranan Moldovancı Paşa ile bir akşam sohbet ederken mevcut bulunan
Türklerden biri Paşaya onun hakkında bana bazı şeyler söyleyeceği hususundaki
sözünü hatırlattı. Bunun üzerine bana dönen Paşa, evet size bu adamı tavsiye
ederim, ondan çok yararlanabilirsiniz, bombaların atılması hakkında çok değişik
tasarıları var dedi. Ona vereceğiniz öğütler kısa zamanda bu konuda bir hayli
ilerlemesine yardımcı olacaktır: sebebini çözemediğimiz bir kaza olmasaydı bu
Bey'in başarılı bir deneyini seyredebilecektik. Bu nutuk esnasında meziyetli
adamı inceliyordum, ve sarığının şeklinden onun müezzin olduğunu anladım.
Kazadan, kurtulduğu için geçmiş olsun
dedikten sonra deneyini sordum. Gereken her şeyi yaptığımı sanıyorum, dedi,
kazanın olmasına rağmen başarılı bir deneme yapmak için her şeye dikkat
ettiğimden eminim. Deneyinizi bütün ayrıntıları ile anlatınız, dedim. Kundağı
üzerine oturmuş havan topunu denize doğru çevirdim, barut odasını doldurdum ve
tokmakla dövülmüş toprakla sıkıştırdım, sonra bir bombayı da barutla
doldurdum. Paşa lâfa karışarak görüyorsunuz çok bilgili, dedi. Devam edin, diye
cevap verdim. Bombayı havan topu içine yerleştirdim, diye devam etti, ve sonra
ateşledim... Ne, humbara koymadan mı ? diye haykırdım. Ah, sefil adam,
cehaletinize kurban ettiğiniz adamlardan ilkinin sizin olmasını dilerdim; ve
nasıl oluyor da Boğaz'ın savunulması için kullanılan havan toplarında humbara
olmaksızın bomba atılamıyacağını bilen bir topçu çıkmıyor? O zaman söz alan
Paşa, adamının usta bir topçu olması için öğrenecek pek az şeyi olduğunu ileri
sürdü ve yine bana onu eğitmem için ricada bulundu. Bunca ahmaklık karşısında
boyun eğmeye bir nevi mecbur kaldığım için ambar muhafızını yolladım, ambarda
yaptırdığım araştırmalar sonunda humbara imâli için gerekli olan ana hammaddelerin
bile bulunmadığını tesbit ettim; buna rağmen Paşa müezzini eğitmem ve onun
önünde de bir deneme yapmam için ısrar ediyordu. Aslında onu memnun etmekle
elime hiç bir şey geçmiyecek olduğundan bu işle uğraşmama değmiyecektı; takat
cahillere havır demekle daima çok şey kaybedileceğini iyi bildiğimden
doğramacımın da yardımıyla onlara iyi bir oyun oynamaya karar verdim; bir kaç
humbara yaptırdım, güherçile ve kükürt temin ettim, karışım yaptıktan sonra
öğrencimin gözleri önünde humbaraları doldurdum, deneyin başarılı olması için
gereken bütün şartları öğrettim; deneyin başansızlığa uğraması hâlinde adamına
Topçubaşılığını vermek zorunda olan Moldovancı'nın büyük memnuniyet ile
karşıladığı başarılı bir deneme yaptım. Buna rağmen bu adam, öylesine
beceriksizdi ki, bir çok defa benden ders almasına karşılık hâlâ bir humbarayı
iyi bir şekilde doldurmasını öğrenememişti; çalışmalardan ümitsizliğe kapılan,
ama ihtirasından vazgeçmeyen öğrencim yine koruyucusuna başvurdu. Benim
uyguladığım usûlün zorluğunu bahane ederek, benim ona humbarasız bomba atışını
öğretmem hususunda efendisini teşvik etti. İşin asıl anlamsız tarafı, Hotin
kuşatmasını kaldıran ve sonra Osmanlı ordusuna Serdâr-ı Ekremlik etmiş bir
vezir olan Moldovancı Ali Paşa'nın böyle bir teklifi kabul etmekte gösterdiği
ahmaklıktır.
Sadece bu olayla bile Osmanlıların nasıl
kendilerini savunmaktan âciz olduklarını ve zayıflıklarını düşmandan
gizlemenin nasıl önemli bir şey olduğunu anlamak mümkündür. Tehlikeli bir
casusluğu, yalnızca hafiyelikleri belli olan Rumlardan beklemek yanlış olur. Osmanlı
yönetimine boyun eğmeye alışmış olan ve Osmanlılar kadar bilgisiz
olan Rumlara ait her şeye Osmanlıların vergi koymak
hakkı vardı. Fakat Avrupalıların durumumuzu anlamalarından sakınmak gerekiyordu,
donanmanın yakılmasından hemen sonra konan ambargonun esas sebebi buydu. Her
milletten bir sürü gemi Çanakkale'de tutuluyor ve uzun zamandan beri Osmanlılar
Ege denizinde gezinmekten kaçınıyorlardı.[94] Hükümetten
istediğim bütün gereçler gelmişti. Artık yeni bir şey beklemezken fora yelken
Boğaz'a giren iri bir sayık[95] gördüm. Aynı
anda bu geminin diğer gemilerin yanına gelip demir atmaktan kaçınarak akıntıyı
izlediğini ve iki hisarın arasına girdiğini farkettim. O zaman onun cephane
yüklü olduğunu sandım; ambarlara doğru yaklaşıyordu, fakat biraz sonra her
serenin ucunda çengelli çıpalar olduğunu gördüm. Maltalı korsanın ateş gemisi
yapması hakkındaki talebimi hatırlayarak, korsanın bunu reddetmesiyle
hükümetin kendi imkânlarını kullanarak ateş gemisi yapmaya çalışmış olduğunu
anladım. Fakat düşmandan 250 km. uzakta çengelli çapaları çıkartan mucidin
aklına şaşmamazlık edemedim. Bu arada demirleme yerini geçen geminin
yelkenlerini toplaması için her iki kıyıdan uyarmak maksadıyla top atıldı; gemi
hiç bir tepki göstermedi. Anadolu tarafındaki tabyaya giderek bu ateş gemisini
daha yakından izlemek istedim. Bu sefer gülleli bir atış yapıldı; iyice
yakınına atılan üçüncü bir güllenin de etkisiz kaldığını farkedince, hasara
uğramamasını tembih ederek üzerine ateş edilmesini istemeye karar verdim;
topçunun mahareti çok şükür sadece burun kısmını parçaladı. Fakat bu olayın
gemide sebep olduğu kargaşalık sayıkı hemen durdurdu; geminin kaptanını
tutuklaması için kıyıya gönderdiğim bir manga asker bir az sonra bu gayretli Osmanlıyı
getirdi.
Tek başına düşman filosunu imha edeceğini
sanan ve kendisini cahil sofuluğuna adayan bu kızgın adamın yolundan alakonulup
bir Hıristiyanın huzuruna çıkarılmasıyla gösterdiği hiddeti tasavvur etmek gerekir;
hepimiz onun gözünde haindik. Ruslarla anlaşıp Çeşme faciasından dolayı gerçek
müminlerin intikamını almaya giden bu adama engel olmuştuk. Etrafımdaki
Türklere de bana saygı gösterdikleri için kızıyordu. Adamı sakinleştirmek için
boşuna çaba harcandı; ancak ertesi gün makul davranmaya başladı ve kızgınlığı
geçince benliğini saran bunakça hezeyanı kavrayabildi.
Bataryaların siperlerini kazması için
hükümetin yetkilisinin çevre köylerden topladığı köylüler ile Yahudiler yine de
yeterli olmuyordu ve ben de bütün işlere nezaret edemiyordum. Elimden her gün işçilerimi
alan vebaya rağmen burundaki tabyalar süratle ilerliyordu.[96] Daima
aralarında bulunmam mecburiyeti bu hastalığı benim için tek tehlike yapmıyordu;
fakat gerekli temaslardan vazgeçemediğim için ancak işime yararlı olmayanlardan
kaçınıyordum; bir fırtına patlayıp bütün işçiler çadırlara koşarken ben yağmur
altında kalıyor, böylelikle salgın hastalıktan kurtulduğumu sanıyordum.
Devletin işçilerin sağlığı hususunda hiç
ihtimam sarfetmediğini belirtmiştim, işçiler de devlete lânet ediyorlardı, ben
de bu fırsatı kaçırmayarak kendimden iyi bahsettirmeye çalıştım; her sabah
-beni götüren gemiye karpuz ve ekmek yüklüyor, bunları çalışma başlamadan
önce işçiye dağıtıyordum.
Rumeli yakası hisarında oturan ve o
havalinin önderlerinden olan bir Türk yaptırdığım işleri dikkatle izledikten ve
hattâ bizzat barut sucuklarını bağlayıp yerleştirdikten sonra, ona yakın olan
Değirmen burnundaki bataryanın yapılmasını kendisine bırakmamı rica etti,
işçilerim hazır, umarım çok iyi iş çıkaracaklardır, siz arada sırada gelip
yapılanları denetlersiniz, dedi. Bu Türk'ün gayreti ve dikkati bu işi kabul
etmemi sağladı. Ertesi sabahtan itibaren kıyı dal yüklü arabalar ile doldu,
yeni mühendis işçilere yapacakları işi öğretiyordu. İtina ile yöntemime bağlı
olan hayranım emrinde çalışan işçileri kendi cebinden yedirmeyi de ihmal
etmiyordu. Bu tabya yapılanların en iyilerinden biri oldu; bu arada bu Türk'ün
gayretine, zekâsına ve özellikle sırf iyilikseverliğinden yaptığı masrafa hayret
eden Bâb-ı âlinin yetkilisi, hükümeti bundan haberdâr ederek ona 300 kuruşluk
tazminat verilmesini sağladı. Bu maksatla çağrılan Türk, yetkilinin takdirlerini
gayet soğuk bir şekilde karşıladıktan sonra, kendisine ödenmek istenen
tazminatı kesinlikle reddetti, ücretini aldığı takdirde yapmaya çalıştığı
eserin bütün meyvesini kaybetmek istemediğini ve bir Fransız savunma için
kendisini fedâ ederken bir Türk'ün servetini ve meziyetlerini kullanmamasının
büyük bir ayıp olduğunu belirtti. Kendisine ne kadar ısrar edilirse edilsin bu
vatansever kararından caymadı; yanlarına geldiğim vakit yetkilinin hayranlığı
hâlâ devam ediyordu. Şaşkınlığını benimle paylaşamamaktan büsbütün hayrete
düştü; böyle bir servetin reddedileceğini bir türlü anlıyamıyorum, diyordu.[97]
Padişah tarafından Boğaz'ın savunması için
çağrılan birlikler her taraftan akın akın geliyordu; 15 bini Rumeli'den, diğer
15 bini de Anadolu'dan olmak üzere 30.000 kişilik bir tümen kuruldu.
Tabyaların savunmasından ziyade düzensizliğe sebep olacak bu kalabalığı
disiplin altında tutabilmek için Paşa, serkeş askerleri idam ettirmek suretiyle
ancak başa çıkabileceğini sanıyordu.
Birliklerin disiplinsizliğinden doğan
uygunsuzluklara ve sıkıntılara rağmen, düşmana hiç olmazsa sayıca bir üstünlük
gösterebilmek maksadıyla bizi şiddetle tehdit eden kaçaklarla uğraşmak zorunda
kalıyorduk, Bana en uygun gelen çare, askerleri evlerinden, uzak tutmak
maksadıyla 15 bin Rumeliliyi Anadolu yakasına, 15 bin Anadoluluyu da Rumeli
yakasına geçirmek olarak gözüktü. Bu tedbirler alındıktan sonra disiplinsizliği
cezalandıran sert yönetime karşı gelmeler önemli ölçüde azaldı; ancak hiç bir
şey bu yeniçerilerin tabyaları işgal etmemekte gösterdikleri alçaklığı
önleyemedi. Ben de bu arada tabyaları daha işler duruma getirmekle meşguldüm,
karadan bir saldırıyla karşılaşmamak için önemli tabyaların arkasını siperle
çevirtmiştim; diğer zamanlarda, elimizde hiç bulunmayan top kundağı imâli için
kurdurttuğum atölyeleri ziyaret ediyordum.
Uzun zamandır Boğaza giren bir gemi görmemiştik
ki, bir sabah ağzına kadar silâhlı Türklerle dolu bir yelkenlinin geldiğini
farkettik; bunlar o yelkenlinin sahibi yedi Rum'u getiriyorlardı. Diğerlerine
komutanlık eder gibi gözüken Türklerden biri karaya çıkar çıkmaz Ruslardan
tutsak aldıklarını ve Paşayla görüşmek istediğini bildirdi. Hemen Paşa'nın
yanına götürülünce bu tutsakların Rus casusu olduğunu açıkladı: anında idam
edilmelerine karar verildi; yalnız yelkenlinin sahibi olan Rum bu askere açıkça
karşı koyduğundan hakaretinin cezasını bizzat o verecekti. Ben de Paşa'nın
yapmak zahmetine katlanmadığı araştırmaları yaparak bu zavallı Rumların aslında
balık avlamak için denize açıldıklarını, uzun zamandır bu yeniçerinin baskısına
direndiklerini, bu yüzden şimdi intikam duyguları ile casuslukla itham
edildiklerini öğrendim. Bu bilgileri Paşa'yâ açıklamaya giderken infazın
yapılmış olduğu nu gördüm.
Hisarların durumunu açıklarken sahip
oldukları topların ancak yeniden yerleştirilmeleri şartıyla savunmaya
elverişli olacakları belirtmiştim. Tanınmış bir nehir Semos aslında küçük bir
dere olup, dağlardan inen yağmur suları ile gelişiyor ve Anadolu yakasındaki
hisarın altında denize kavuşuyordu. Hisara siper yastığı görevi yapacak ve
civarı bu dere ile korunacak olan bir bataryanın yerleştirilmesi bana yararlı
gözüktü. Topları Boğaz'ı yan ateşine alan hisarın bir tarafını bu maksatla
seçtim. Türkler de bu maksatla oraya 600 kilo ağırlığında mermer gülleler atan
bir taş topu yerleştirmişlerdi. Sultan Murat'ın döneminde tunçtan dökülen bu
top, tıpkı bir İngiliz tabancası gibi, tayaran odasını ayıran yerden itibaren
bir vida ile tutturulmuş iki kısımdan meydana geliyordu. Kuyruğu iri bir taş
parçasına oturtulmuş olan bu topun, mazgal görevi yapan küçük bir kubbenin
altında uzun kiriş parçalarına dayandığı görülmekteydi. Bu muazzam topu dış istihkâm
işlerinde kullanamazdım ve istihkâmlar bu topun atışlarını gizlemek için
yapılmış olduğundan, kuşkusuz dünyada tek olan bu topa karşı gösterdiğim
ilgisizlikten Türkler şikâyetçi oluyorlardı. Paşa bana bu konuda serzenişte
bulundu. Saldırı hâlinde bu topun doldurulma zorluğu yüzünden ancak bir atış
yapabileceği hususunda benimle hemfikirdir fakat bu tek atışın öylesine
öldürücü ve güllenin menzilinin öylesine uzak olduğuna inanılmıştı ki genel
kanıya göre bu top tek başına düşman filosunu yok edebilirdi. Savunma
tasarısını değiştirmeden tabya siperini taş topun ateşine engel olmayacak bir
noktada keserek bu önyargıya boyun eğmek benim için ona karşı gelmekten daha kolaydı;
ancak karar vermeden önce güllesinin etkisini görmek istedim: herkes bu
tekliften dehşete düştü, yaşlılar, şimdiye kadar hiç ateş edilmemesine rağmen,
bu topun ateşlenmesi hâlinde meydana gelecek sarsıntıdan hisarın ve şehrin
yıkılacağını söylemeye başladılar. Aslında surlardan bazı taşların düşmesi
muhtemeldi; ancak topun yönünün patlamadan meydana gelecek sarsıntıdan şehri
etkilemeyecek bir şekilde olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdiye kadar hiç bir
top böylesine endişe verici bir üne sahip olmamıştı, dost olsun, düşman olsun
herkes buna tahammül etmek zorundaydı. Bir aydır, 150 kilo kadar barut alan topun
doldurulmasına çalışılmaktaydı. Topçubaşını seferber ederek yemlemesini
hazırlamasını istedim. Benim bu buyruğu verdiğimi duyanlar meydana geleceğini
sandıkları felâketten korunmak için sağa sola dağıldılar. Paşa bile başka bir
yere gitmeye hazırlanıyordu; uzun ısrarlarım ve hisarın bir ucundaki küçük
köşküne hiç bir şey olmayacağı yolundaki teminatlarım karşısında yerinde
kalmaya razı oldu; kendisini acındırmak için elinden geleni yapan ama kaçmayan
tek topçubaşı olduğu için cesaretini ortaya koyan adamı topu ateşlemekle
görevlendirdim. Topun arkasındaki iri taşın üstündeyken top ateşlendi: ateşten
sonra zelzeleye benzeyen bir sarsıntı oldu. Taş güllenin üç yüz kulaç ötede üç
parçaya ayrıldığını, bu parçaların boğazı aşarak karşı kıyıdaki dağlara
çarptığını iri kaya parçaları kopardığını ve deniz üzerinde köpükten bir iz
bıraktıklarını gördüm. Halkın, Paşa'nın ve topçuların esassız endişelerini
dağıtan bu deneme bana da böylesine güçlü bir güllenin korkunç etkileri
hakkında fikir vermişti; bu yüzden tabya siperine onun yönünde son verdim.
Batarya olacak bir sürü toptan, otuz kiloluk
mermiler atan iri bir kulevrin topu, mazgalına öylesine iyi oturtulmuştu ki,
topları sökmek ve taşımak için uygulanan çareler yetersiz kaldı. Savaş
gemilerinden ihtiyacım olan âletleri istettim; fakat Padişah'ın gemileri
öylesine fena donatılmışlardı ki, bütün araştırmalarım sonuç vermedi; o zamanlar
Kapdân-ı deryâ yanında filo komutanı olan meşhur Hasan Paşa'ya serzenişte
bulunmaktan kendimi alakoymadım. Yüksek cesareti sayesinde gittikçe yükselen bu
adam bana, en derin eğitimi gerektiren bilgilerin güçlü bir irade ile yer değiştirebileceğine
olan inancını düşünme fırsatı sağlamıştı. Palangaları, ipleri ne yapacaksınız?
diye sordu; emrinizde kollarımız olduktan sonra onları nerede kullanacaksınız?
Kaldırmak istediğiniz ağırlığı, nereye taşınacağını gösterin gerisini ben
yaparım. Ne! dedim, dört bin kilo ağırlığında topu kolla mı kaldıracaksınız?
Kaç kişi lâzım, bu iş için? Gerekirse beş yüz, diye cevap verdi; sayının ne
önemi var, yeter ki işimiz olsun. Bu garip tartışmaya tanık olan Paşa'ya dönerek
bakıyorum yiğit Hasan için imkânsız diye bir şey yok; haydi gidip görelim beş
yüz kişi elleriyle topu nasıl tutacaklar…
Hasan çareler araştırırken ben de
doğramacımı bir Fransız gemisine göndererek altı tayfa ile birlikte ip ve
palanga almasını istedim. Paşa ile birlikte kulelerinin yanına geldikten az
zaman sonra Hasan ve güçlü arkadaşları çıka geldiler. Bütün gayretlerine rağmen
topu kımıldatamıyacaklarını anlayınca Hasan yanımıza gelerek başarısızlığını
itiraf etti; onun üzerine bizim tayfalara işaret ederek gerekli araçlarını
kurmalarını söyledim. Az zaman sonra dört tayfanın ve araçların yardımı ile top
yerinden kaldırılmıştı, şimdi sıra onu kundağına yerleştirmekte idi.
Atölyelerde imâl ettirdiğim ve Türklerin kullanılışını bilmediği bir vinç
getirttim: Hasan ve adamları iri topun gayet kolaylıkla, hem de dört kişinin
gayretiyle kaldırılarak bir yerden bir yere götürülmesini adetâ hayranlıkla
izlediler.
Hazırladığım kızıl güllelerden çekinen Rus
filosunun Bozcaada'yı kuşatmaya gittiğini söylemiştik; buna rağmen çekindiği
şeyi her an görür gibi elan dehşet duygusu yüzünden, geceleri gözlerine ilişen
en ufak bir gölgeyi hemen haber veren gözcüler uyarma topunun ateşlenmesine
sebep oluyorlardı. Bu durumlarda ortaya çıkan düzensizlik gerçek tehdit anında
nasıl bir panik olacağını yeterince ispatlıyordu. Hem Türkleri devamlı
endişeden kurtarmak, hem de onlara düşmanlarını daha iyi gözleyebilmek imkânını
verebilmek maksadıyla ilk uyarma işareti verilir verilmez atılmak üzere ateş
mermileri hazırlattım. Bu çare umduğumdan çok daha iyi sonuç verdi; düşmanın
geldiği tarafa kısa zamanda büyük bir ışık kaynağı yollamak Türkleri
sakinleştirmeye yetti; görünmeden düşmanı görebilmek imkânı geceleri yapılan
gözlemeyi de kolaylaştırıyordu.
Çalışmalar son bulmuş, toplar yerleştirilmiş,
cephanelikler yeterince doldurulmuş olduktan sonra bana kalan iş tabyalara
uygun kişileri yerleştirmekti; fakat her şeyden önce çevremdekilere 6,5 m.
kalınlığındaki tabya siperlerinin cılız surlardan çok daha iyi bir şekilde
insanların hayatını garanti altına aldığını kabul ettirmek gerekiyordu:
alışkanlık galebe çaldı, her taraftan aldığım haberlere göre tabyalara
sevkedilen birlikler, düşmanın ilk görünüşünde bulundukları yerleri terketmek
düşüncesiyle sırf buyruğa itaat etmiş olmak için yerlerini alacaklardı.
Cehaleti yenmek maksadıyla yapılmamış olsa tamamen gülünç kabul edilecek bir
çareye başvurmaya karar verdim. Ertesi gün sabahın onunda bataryaların
deneneceğini ilân ettim. Tek başıma tabyalardan birine gittim, aynı anda adamlarım
tam karşıdaki bir bataryada, gemim kıyıdan ayrılır ayrılmaz topları ile beni
koruyan tabya siperliğine ateş etmek üzere yerleşiyorlardı. Toplanan kalabalık
büyük bir heyecanla denemenin sonucunu bekliyordu; bütün otuz altı kalibrelik
gülleler tabya siperliğinde parçalanarak hiç bir zarara sebep olamadı; bu deneme
Türklere benim yerime güvenle geçebileceklerini ispatlıyordu; bu arada denenen
tabyayı öncelikle tercih ettikleri dikkatimi çekti. Sonunda bütün tabyaların
aynı sağlamlıkla inşa edildiği hakkında askerleri ikna edebildik. Boğazın
ağzından Nara burnuna kadar kurulan bataryalar 30 kilometrelik bir uzunluk
içinde düşmanı çarprazlama ateşe tutabileceklerdi. Boğaz'ın savunmasız olduğu
anda geçmeye çalışmayan Rusların şimdi bu tasarıdan vazgeçtiklerini
sanıyordum. Hisarların savunması söz konusu olsa bile Çanakkale'de kalmam
İstanbul'a dönmemden daha az yararlı olacaktı; İstanbul'da özellikle, şimdiye
kadar ihmal edilmiş iki önemli mesele olan top kundağı imâli ile topçu okulu
kurulması çalışmalarına katılabilecektim.
Altmıştan fazla Avrupa bandıralı geminin
demir atmış olduğu Nara limanından kiraladığım bir Fransız gemisiyle yola
çıktıktan sonra İstanbul'a 25 kilometre kala rüzgârın ters yöne döndüğünü
gördük. Ancak beni bekleyen işlere bir an önce başlamak sabırsızlığı içinde bu
engele boyun eğecek durumda değildim; dört kürekçili bir Rum kayığına geçerek
az zaman sonra şehre vardım, ilk işim Hükümete artık başkentin Rus
donanmasından çekinecek bir şeyi kalmadığını bildirmek oldu; bu arada hiç bir
savunma tedbiri alınmamış olan Enos Koyu'na[98] düşmanın ufak
çaplı da olsa bir çıkartma yapmasını önlemek için gerekli tedbirlerin
alınmasını ilâve ettim. Aslında birkaç köyü tahrip etmekten başka bir gayesi
olamıyacak bu çıkartmaların haberi İstanbul'a gelinceye kadar ağızdan ağıza
büyütülecek bu yüzden şehirde büyük bir düzensizlik başgösterebilecekti. Bu
düşüncelerim Padişah'a iletilince o da Silâhtarı'nı üç tuğlu Paşa rütbesine çıkartarak
o kıyıların
savunması ile görevlendirdi. Fakat sonradan öğrendiğime göre görevi başına
giden bu adam yanında orayı savunmaktan ziyade soymayı düşünen birkaç uşak
götürmüştü.
Sadrâzama yanında hiç bir birlik olmayan
bir kumandana güvenmenin doğru olmadığını hâtırlattığım vakit, gayet soğuk bir
şekilde; bu onun aleyhine olur, eğer düşman o kıyıya bir çıkartma yaparsa bunu
kellesiyle öder, dedi. Bir devlette böyle bir teminat yeterli görülüyorsa, o
devleti savaşın felâketlerinden ancak düşmanlarının ihmali korur.
İşte bu avantaj sayesindedir ki Bâb-ı âli
Hasan Paşa'nın ilk başarılarına sahip olabilmiştir. Mekanik güçlere pek itibar
etmediğini bahsettiğim Hasan Paşa 4.000 gönüllü ile küçük kayıklarda, topsuz
olarak Bozcaada'ya baskın yapmaya ve Rus kuşatmasını kaldırmaya teşebbüs
etmişti. Bu tasarı bana çılgınca gelmişti, nitekim böyle bir tasarıyı ancak bu
maceraperestleri boğabilecek bir firkateynin mevcut olmaması, düşman
birliklerinin çıkartmalarını farkedemiyecek kadar kuşatma ile meşgul olması, Hasan
Paşa ile askerlerini görünce telâşa kapılarak geri kaçmaları, nihayet
askerlerini alan düşman gemilerinin elinde tabanca Hasan Paşa ve askerlerini
görünce hemen demir alarak uzaklaşması durumunda kabul etmek gerekirdi. Bu
tasarıya karşı İstanbul'da muhalefet etmek istedim; anca bu konuyu Sadrâzam ile
tartıştıktan sonra, bana yine soğuk bir şekilde, Hasan'ın teklifinin gülünçlüğünü
kabul ediyorum, ama 4.000 maceracının hayatı pahasına böyle bir zafer
teşebbüsünü yapmanın hiç bir sakıncası yoktur, dedi. Bu görüş açısından
hareket edilerek Hasan Paşanın tasarısı kabul edildi; Hasan Paşa da böylesine
uygunsuz şartlar altında imkânsız olan şeyi başardı.
Beni Padişah'a yakınlaştıran gizli
aracılardan yararlanarak bu hükümdara, Çanakkale istihkâmları için daha iyi
imâl edilmiş top kundakları ve iyi topçu ihtiyacını duyurttum. Kartal bozgunu
sırasında tamamen imha olan veya dağılan Osmanlı ordusunun durumu Padişah'a
ordusunun yenilgisinde en büyük payın Rus topçusunun süratli atışı olduğunu
düşündürtmüştü; şimdiye kadar Türkler tarafından bilinmeyen eğitim tarzından
geçirerek öyle topçular yetiştirip yetiştirmeyeceğimi sordurttu; cevabım
üzerine Sadrâzamına ve vezirlerine benimle bu konu üzerinde işbirliği
yapmalarını ve yararlı göreceğim her şeyi temin etmelerini buyurdu.
Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra İstanbul'u
saran ızdırap havası içinde Padişah tarafından bana tevcih edilen güveni,
kıskanacak durumda olmayan Osmanlı vezirleri, şimdi hem kendi açgözlülüklerini,
hem de himayelerindekilerin ihtiraslarını ilgilendiren bu yeni güveni aynı
gözle görmüyorlardı; ancak, Sultan Mustafa'nın sertliği, bunların bana karşı,
gerçek müminlerin bir Hıristıyanın buyruğuna giremiyecekleri hususundaki
yasayı uygulamalarına izin vermiyordu. Zaten ilk adım atılmıştı; beni
kıskanmaya başlayan vezirler benim gizli bir hüviyet altında görev yapmamda
ısrar etmekten başka bir şey diyemediler. Şimdiye kadar hep Müslümanların
bulunduğu görevler başında benim gibi bir Hıristiyanın bulunmasının ayak
takımını memnun etmeyeceği gibi, sudan bir bahane uydururak ve Padişah'ın adını
kullanarak benim tercüman elbisesi giymemi istediler; aslında ne Padişah böyle
kısır bir görüşe sahipti, ne de beni Çanakkale istihkâmlarında gören halk çok
daha az önemli işler başında görmekten hiddete kapılacaktı. Buna rağmen bir an
için vezirlerin basit kıskançlığına boyun eğmemin doğru olacağın; düşündüm: bunların
zayıf taraflarını biliyordum; Padişah benden yararlanmak istiyordu, vezirler de
onun sabırsızlığından ve kendilerinin beceriksiz olduğu hakkındaki düşüncelerinden çekiniyorlardı.
Yine benim onun üzerindeki nüfuzumdan bazı değişikliklere sebep olmamdan da
endişe duyuyorlardı; fakat bu endişeleri benim görev başından uzaklaştırılmam
isteklerini doğruluyorsa da, diğer yandan efendilerini memnun edememek gibi
daha tehlikeli bir durum karşısında bulunuyorlardı; her şeyi onların aleyhine
çevirebilecek bu silâha sahip olarak, yeni elbisemin gerektirdiği ciddî havayı
takınarak Bâb-ı âliye gittim: Sadrâzam'ın benimle görüşmek zorunda olduğu
konuları büyük bir soğuklukla dinledim. Sadrâzam daha ziyade Topçu Okulu ile
ilgilenmemi uygun buluyordu. Israrlarındaki canlılığı görünce Padişah'ın ona
benim meşgul olacağım konuları seçme hakkını tanımadığını anladım; ertesi gün
yaptığımız ikinci görüşme esnasında hiç âdetim olmadığı hâlde takındığım
vurdum duymazlık hâli üzerine Sadrâzam rahatımın yerinde olup olmadığını veya
gayretimi engelliyecek bir durum mu olduğunu sordu. Bunlardan hiç biri değil,
diye cevap verdim, bana giydirdiğiniz elbisenin fizikî etkisini denemeye
çalışıyorum, beni rahat olmaya çağırıyor, eğer daha uzun müddet bu elbiseyi
taşımam hususunda ısrar edecek olursanız çevrenizdekilerden her hangi birine
benzeyeceğim. Bu sözlerim üzerine gülümseyen Sadrâzam, yani elbisemizin faaliyetinizi
kısıtladığınız mı söylemek istiyorsunuz? dedi; her ne ise sizin gayretinizi
tanıyan Padişah'ımız bunun azaldığını farkederse hesabını bizden sorar; onun
için siz istediğniz gibi giyinin ve en kısa zamanda Padişahımızın görmeyi
arzuladığı serî atış denemesini hazırlayın. Ertesi gün Hükümet bana, her tarafta
eşlik edecek, güvenliğimi sağlıyacak ve izabehaneler ile cephanelikler dahil
her yere rahatlıkla girmemi temin edecek bir topçu subayı gönderdi.
Belgrad anlaşması ile son bulan Rus savaşından Osmanlıların eline
geçen iki top bulmuştum, fakat bunları
yerlerine oturtmak ve onarmak gerekiyordu; bu yeni çeşit iş için işçileri
bizzat yetiştirme zorluğu yanında o yıl İstanbul'dan 150.000 kişiyi yok eden
vebanın o sıralarda en şiddetli dönemini yaşaması da ayrı bir zorluk
yaratıyordu, işçilerin sürekli olarak başında bulunma mecburiyetimden dolayı
hastalıktan kendimi sakınmam için dökümhânelerin sağlam havasında kalmayı
tercih ediyor ve yapılan işi yönetmek için sadece bastonumun ucundan
yararlanıyordum.
Daima ihmal edilen veya nefret edilen
işleri yapan Yahudiler İstanbul'da domuz kılının kullanıldığı bütün işlere
sahiptiler, top fırçası ihtiyacımı yeterince karşıladılar. Her zaman topluluk
içinde çalışarak hiç bir şeyin gizli kalmamasına dikkat ediyordum; fakat
bunların ters bir durum yaratacağını hiç tahmin etmemiştim. Benim öğrencilerim
olarak seçilen 50 Türk topçusuna vereceğim ilk derslere Padişahın da katılacağını
bildirdiler. Buna rağmen küçük topçu kuvvetimin hazır olduğunu duyan Sadrâzam
Kâğıthâne'ye (okulumuz oradaydı) otağını diktirdi, ben de o zaman Padişah
yerine vezirlerini kabul edeceğimi anladım. Sabahın erken saatında Hükümetin
ileri gelenlerini karşılamak üzere hazırlandım. Topçubaşı benden önce gelmişti,
karşılaştığımızda selâmlaştık; herhâlde bana hazırladığı küçük ihaneti
örtebilmek maksadıyla nezaket gösterilerinde bulunuyordu.
Vezirlerin yürüyüş esnasındaki düzenine
göre bütün alt rütbeli vezirler Sadrâzam'dan sonra gelirlerdi; önce
Başdefterdar'ın geldiğini görünce bir şeyler hazırlandığı hakkında bende bazı
kuşkular uyandı. Endişeli bir tavırla, hazırladığınız toplar nerede diye sordu.
İşte şurada gördüğünüz kalabalığın ortasında, dedim; nitekim yeni top atış
yöntemlerini görmek maksadiyla binlerce kişi sabahtan beri Kâğıthâne'ye gelmişti.
Başdefterdar’ın ilk incelemesi bana hazırlanan oyunu sezinlememe sebep oldu. Domuz
kılından hazırlanmış top fırçalarını göstererek bunlar nedir? diye sordu.
Sorunun nereye varacağını anlamamış gibi davrandım. Top fırçaları, dedim; onu
ben de görüyorum, size sormak istediğim etrafındakilerine ne olduğu diye
cevap verdi.
BARON
Top
fırçaları olduğunu söylemiştim.
BAŞDEFTERDAR
Size
sormak istediğimi yine anlamamış görünüyorsunuz. Herhâlde Müslümanın kim
olduğunu unuttunuz; fakat meseleyi daha açık bir şekilde ortaya koymam
gerekiyor: bu fırçayı yapmak için kullandığınız malzeme nedir?
BARON
Ne
demek istediğinizi pek anlıyamıyorum; fakat bunun malzemesinin kim olduğunu
bilmek için gözleriniz yeterlidir sanırım.
BAŞDEFTERDAR
Elbette
gayet iyi görüyorum, fakat ne kılı olduğunu merak ediyorum.
Madem
ki adlandırmamı istiyorsunuz, bu işe yarayan tek şey olan domuz kılından
yapılmıştır
BAŞDEFTERDAR
İşte
bunları kullanmamıza engel olan sebep.
BARON
Buna
rağmen bu meseleyi çözmelisiniz ve eğer bunu kullanmanızı sağlamak için
Şeyhülislâmın fetvâsı gerekiyorsa bunu elde etmek için elimden geleni yaparım.
Etrafımızda
toplanan halk o ana kadar sessizce homurdanırken birden «Allah bizi bundan
korusun!» diye bağırmaya başladı. Başdefterdar bu haykırışlardan sarararak
kolumdan tuttu ve çok rica ederim, Şeyhül-islâm'ın adını anmayın, dedi. Bunu
parçalayıp yok edemezmisiniz? Fakat bunca saçmalığa karşı iyice sinirlendiğimden
bu isteğe aldırmadan sesimi yükselttim: Bütün camileriniz domuz kılı ile dolu
iken bu fırçalar için neden bu kadar patırtı ediyorsunuz? Sebebsiz yere
sarfetmediğim bu sözler halkın kaynaşmasını ve artık kanlı olayları bekleyen
Defterdar'ın korkusunu son haddine çıkardı. Bağırtıları bir misline çıkmış olan
kalabalığı karşıma alacak şekilde bir top arabasının üzerine çıktım ve herkesin
susmasını istedim. Bu anî hareketimi beklemeyen halk bir an için sustu. Geçici
sükûnetten yararlanarak bağırdım: aranızda badanacı var mı? Varsa ortaya
çıksın. O zaman bir ihtiyar sesini yükselterek, ben badanacıyım ne
istiyorsunuz? dedi. Ben de cevap vererek, eğer iyi bir Müslümansanız,
soracağım sorulara doğru cevaplar vermenizi istiyorum, dedim. Dehşete kapılan
Defterdar bizim konuşmamız sırasında bir az kendisini toparlamıştı: badanacıdan
yararlanarak bu meselenin içinden sıyrılacağımı tahmin ettiğinden ihtiyarı
kolundan tutarak önüme getirdi ve sorularıma doğru cevap vermesini istedi.
BARON,
badanacıya
Hiç
cami içi boyadınız mı?
BADANACI
Pek
çok, hem de en önemlilerini.
BARON
Bu iş
için hangi âletlerden yararlandınız?
BADANACI
Bir çok
boyalar kullandım.
BARON
Unutmayın
ki bir Müslümânsınız ve doğru olmak zorundasınız. Neden dolambaçlar
yapıyorsunuz? Boya bir âlet değildir, bir araçtır. Mutlaka fırça kullandınız,
fırçalarınız neden yapılmıştı?
BADANACI
Beyaz
bir kıldan yapılmışlardı. Biz onları öyle satın alırız, imâl etmeyiz,
BARON
Buna
rağmen bu kılın hangi hayvana ait olduğunu biliyorsunuz, bunu söyleyin bana.
DEFTERDAR,
badanacıya
Evet,
gerçeği şöyle; bilmekte yarar var.
BADANACI
Defterdar’a sesini yükselterek
Madem
bu kadar istiyorsunuz söyleyeceğim, bütün fırçalarımız domuz kılındandır
BARON,
badanacıya
Çok
iyi; ama bu yetmez, fırçalarınızı kullandıktan sonra kıllarına, ne oldu? Caminin boyanması bittikten sonra elinizde ne kaldı?
BADANACI
İnanın
ki fırçaların sapından başka bir şey kalmıyor. kıl da duvarlara yapışıyor.
BARON
Gördüğünüz
gibi domuz kılı camilerinizin kutsallığını bozmadığına göre, düşmanlarınıza
karşı kullanmanızda hiç bir sakınca yoktur.
Halk
hep bir ağızdan «Allah’a şükür» diye bağırdı; endişelerinden tamamen kurtulan
Defterdar sırtındaki ağır samur kürkü çıkarttı, yere attı ve büyük bir şevkle
fırçalardan birini aldı ve, haydi dostlarım bu yeni icaddan müminlerin selâmeti
ve şanı için yararlanalım diye haykırdı.
Bu
sahnenin gülünç sonucu konusuna uygundu. Defterdar hayatından memnun, halk da
huzurluydu; eğer zorluklar benim için itici bir güç olmasaydı karşılaştığım bu
yaygın ahmaklık karşısında her şeyi bırakıp gitmem işten bile değildi. Daha
sonra gelen Sadrâzam ve Vezirler bu ilk denemede dakikada ancak beş atış
yapabilen topçuların süratini çok iyi buldular. Aslında bu bile Türkler için yeterliydi.
Bana verilen adamlardan daha genç olanlarının çok daha kısa zamanda arzu
edilen seviyeye gelebilecekleri hususunda övünmek mümkündür. Denemeleri
seyreden Türklerden pek çoğu atışlara katılmak istediler; fakat herkes atıştaki
süratin fırçaların kullanılmasında olduğunu sanıyordu.
Sadrâzam'ın
ısrarı üzerine hedefe atış yapmasını emrettim. Topçularım ilk denemeleri
olduğundan başarılı olamıyorlardı; her fırsatta kendini göstermeye meraklı
olan Defterdar topçuların beceriksiz olduğunu söyleyerek yine kürkünü çıkardı
bir topun başına geçerek hedefe atış yaptı; fakat topun namlusunu o kadar
yukarı tutmuştu ki ilk anda güllenin nereye gittiğini kime farkedemedi. Bu atışın
da başarısız olduğunu gören Sadrâzam benim bir atış yapmamı istedi. Ancak
tutturamam hâlinde itibarımın sarsılacağını düşünerek teklifi kabule
yanaşmıyordum. Bana Kâğıthâne'ye kadar eşlik etmiş olan Fransa kralının tercümanı
Fransızca olarak niye şansımı denemediğimi sordu. Tercümanın davranışlarından
onun da benim yapmamı istediğini anlayan Sadrâzam büsbütün ısrar etmeye
başladı. Nihayet bir topu doldurtarak hedefe nişan aldım ve topu ateşledim.
Herkes gibi ben de güllenin hedefi bulmasına hayret ettim. Etraftan «Maşallah»
sesleri yükseliyordu. Bu isabetin bir raslantı olduğunu anlatmaya çalıştığım
Sadrâzam bir türlü itirazımı dinlemiyordu. O. sabah yaptığım denemelerden
devletin ileri gelenlerinin yeniliklere nasıl karşı çıktıklarını ve halkın
benim tarafımı tuttuğunu öğrenmiştim.
Bu ilk denemeden haberdâr edilen Padişah ordusuna eğitim
görmüş topçuların alınması ve bu yeni usûlün yaygınlaşması için gereken her şeyin
yapılması maksadıyla buyruk verdi. Bu buyruğun zihniyeti hakkında hiç bir
kuşkuya yer yoktu, ama fermana harfi harfine uyulma yoluna gidildi. 20.000
fişek torbası yapılmak üzere satın alınan ingiliz kumaşından bir sürü balya ise nezaret edenlere güzel yazlık elbise
oldu; kötü dökülen 4 kalibrelik elli top, fermanda bahsi geçmiyor diye
arabasız olarak hizmete kondu. Bunları Varna'ya götürmek üzere buyruk alan elli
topçu topları taşıyamadıklarından bir nehir kıyısında kumlara saplayıp
terkettiler; Padişah'ın vezirlerinin titizliği iste böyle bir meyve verdi. Bu
hükümdar gayretlerinin ne kadar az başarıya uğradığını öğrenmekte gecikmedi.
Orduya başkumandanlık eden Vezir köprü kurmak için bakır kayıklara ve bunları
kullanmayı bilen adamlara ihtiyacı olduğunu bildirince Sultan Mustafa bu işi
bana verdi. Ayrıca her yönüyle bizzat ilgilenmemi buyurdu.
Yararlı
harcamaların çalındığını uzun tecrübeleri sonunda öğrendiği için, işimin gereği
yapacağım harcamaları doğrudan benim almamı sağlamak maksadıyla Defterdarlığa
kesin talimat verdi. Beni çağıran Sadrâzam, ihtiyacını duyduğunuz parayı her
talep edişinizde zorlukla karşılaşmadan alacaksınız, dedi; şunu da bilin ki,
aramızdan hiç birine böyle bir imtiyaz tanımayan Hünkârımızın bu davranışından
dolayı büyük kıvanç duymalısınız. Bu davranışın değerini bildiğime emin
olmalısınız, diye cevap verdim, ama bana tanınan bu imtiyazı kullanmak
niyetinde değilim, Hünkârın hizmetinde olmaktan büyük kıvanç duyacağım, ancak
devlet parasının yönetimini hiç bir zaman üstüme alamam. Köprü imâli
meselesini görüşmek üzere Sadrâzam'ın yanına çağırılmış olan Defterdar ile
Reis Efendi bu işi hiç bir sınırlama koymadan yapmam hususunda beni
sıkıştırıyorlardı; fakat ben de sırf harcamalarla meşgul olacak namuslu bir
adamın atanması için ısrar ettim. Hiddetle karşılık veren Sadrâzam, namuslu
bir adam mı? Nereden bulacağız, ben öyle birini tanımıyorum, dedi. Defterdara
dönerek, siz öyle birini tanıyor musunuz? Hayır, efendim diye Defterdar cevapladı. Sonra Reis Efendi'nin
tarafına dönen Sadrâzam, peki siz birini gösterebilir misiniz? diye sordu, bu
da gülerek ben hırsızlardan başka kimse tanımıyorum, dedi. Sonra bana dönen
Sadrâzam, görüyorsunuz ya. imkânsız bir şeyde ısrar ediyorsunuz; ne duruma geldiğimizi
gördünüz, fakat düzensizliğin önüne geçmek için yapılacak bir şey var, o da
durmadan kelle vurmak. Başkalarının yasa dışı hareketlerine böylesine sert
olan vezirlerin bizzat bu olaylara sebeb olduklarını bildiğimden böyle bir
çözüm yoluna şiddetle karşı çıktım. Kendilerinin adamlara başı boş bir şekilde
yetkiler verdiklerini, bunların görevlerini kötüye kullanmalarına zemin
hazırladıklarını örnekler vererek anlatmaya çalıştım. Kanuni Sultan Süleyman'ın
önemli görevlerin başında bulunan kişileri kontrol etmek maksadıyla başka
adamlar tuttuğunu, bunlara görevlerinin önemi oranında maaş bağladığını
hatırlattım. Sonra bana bir defterdar vermelerini, namusluluğunu da benden
sormalarını istedim. Konuşmam sırasında birbirlerine bakan vezirlere dönen
Sadrâzam, bizi bu kadar iyi tanıdığını sanmıyordum, dedi. Harcamaların hesabını
tutacak bir memuru ısrarla istemem sonunda Padişaha bu göreve Şamlı Hüseyin
Efendiyi atamasını söylemeye karar verdiler. Sadrâzam gülümseyerek ilâve etti,
kendisine bu görev için maaş bağlanacaktır, ama kefil olmanızı öğütlemem.
Fransa'ya
giden son Türk elçisinin yanında görev yapan Şamlı Hüseyin Efendi'nin Sadrâzam
tarafından masraflarımı kısıtlamak için seçilmediğini anladım. Atölyelerimi
tersanede kurdum, bir yandan kayıkların iskeletlerinin yapılmasına nezaret
ederken, diğer yandan her gün bana getirilen bakır levha örneklerini
inceliyordum; ancak bunlar benim istediğim vasıflardan çok uzaktı. Aslında bu
işçilerin bakırı işlemedeki meziyetleri çok üstündü, kötü iş yapmalarının
gerçek sebebini öğrenmeden benim yapılmasını bildiğim bir işi yapmalarını istedim;
ümitsizliğe kapılan bu zavallılar, kâhyanın yanında konuşmaya cesaret edemediklerinden,
onları baskı altına alan eziyetten korunmak maksadıyle gizlice benim
merhametime sığınmak istediler. Bakır levhaların imâli ile meşgul olan
kazancıların başkanı ziyaretime gelerek arkadaşlarının bilhassa beceriksiz
göründüklerini bildirdi. Bana, sırrımızın bir kısmını öğrendiniz geri kalanı
da ben size açıklayacağım, dedi. Hükümet bizi Mîrî[99]
vergisine bağlamak istiyor. Eğer bizi istediğiniz gibi kullanmaya devam ederseniz
mahvoluruz; yok, eğer şikâyet ederseniz şiddetle cezalandırılırız. Kaderimiz
sizin ellerinizdedir. Bu iki çıkmaz da can sıkıcıydı; fakat onlara gelecekleri
hususunda teminat vermekten kaçınmadım; bakır kayıkların hafifliğini ileri
sürerek deri ile kaplanmaları gerektiğini Hükümete bildirdim. Aslında bu,
kazancılardan kurtardığım vergiyi dericilerin üzerine atmak demekti; fakat bu
sonuncuların sahip oldukları iyi satış imkânları sıkıntılarını bir nebze olsun
hafifletiyordu.
Tersane
alanı içinde kışlaları olan tulumbacı sınıfından bir yeniçeri bölüğü meşin
boruları dikmekte usta olduklarından, bakır kayıkların dış kaplaması işlerinde
bana çok yararlı işçiler oluyorlardı. Bu bölüğün kumandanı daima yanımda
bulunmak üzere buyruk almıştı; bu onun için hiç beklenmeyen bir nimet
olduğundan bütün iyiniyetini ve gayretini hizmetime adamıştı. Bu işin
gerektirdiği çeşitli meselelerle uğraşırken, bu bakır kayıklardan meydana
gelmiş köprülerin topların geçmesine uygun olmadığı yolunda çıkarılan iftiraları
yok etmek maksadıyla Padişah deneme mahiyetinde Kâğıthâne deresi üzerine köprü
kurmam için beni sıkıştırıyordu. Her gün muntazaman tersaneye gidiyordum, bir
sabah bütün dikkatime rağmen buz üstünde kayarak yere düştüm ve sol ayağımı incittim.
Önce büyük bir uyuşukluk duydum, uşağıma dayanarak yoluma devam etmek istedim,
ancak bir kaç adım sonra acılar öylesine arttı ki, şans eseri açık bulduğum
tulumbacıların kışlasının arka kapısından zorlukla içeri girebildim. Albay
orada yoktu, ama diğer subaylar ve askerler bana yararlı olabilmek için
ellerinden geleni yapmakta yarış ettiler; biri kahve, diğeri tütün, ötekisi
yiyecek vermek istiyor, ama hiç biri bana gerçekten gerekli olan şeyi tahmin
edemiyordu. Yarı yarıya baygın bir durumda olmama rağmen böyle hekimlerin
yardımı ile, büyük tehlikelere göğüs germeden bu acılara dayanamıyacağımı
kestirdim. Bütün gücümü topladım, ayakkabımı ve çorabımı çıkararak ayağımı
soğuk suya sokmak istedim; bu çareyi düşünmemiş olan yeniçeriler, su koyacak
başka kap bulamayınca ortanın kazanını[100] (1)
getirdiler. Bu buz banyosu acılarımı dindirebilecek tek çareydi; ancak acılar
öylesine arttı ki, bir sedye bulmaları için yolladığım adamların üç çeyrek saat
gecikmeleri sırasında bayılmamak için devamlı olarak sirke kokluyor ve yüzüme
su serptiriyordum. Başıma gelen kaza kısa zamanda duyuldu, Sadrâzam ve Padişah
üzüntülerini bildirdiler. Fakat Padişah çok faal bir adam olduğundan bana
gerekli olan dinlenmeyi bekliyemiyecek kadar sabırsızlanıyordu. Bir an önce
iyileşmem için gerekli olan her şeyin yapılması hakkındaki kesin buyruğu bakır
kayıklardan köprüyü görmek için duyduğu sabırsızlığı dile getiriyordu.
Düşüşümün
üçüncü günü atölyelerime geldim ve köprü Kâğıthâne deresi üzerinde İmrahor'un
köşkünün karşısında kurulmakta gecikmedi. Sultan Mustafa bu yeni teşebbüsün
başarısını gözleriyle tanımak istediğinden Arabacıbaşı'na köprüye dört top
sürmesini buyurmuştu, bana da haber göndererek sabah namazından sonra Şamlı
Hüseyin Efendi ile birlikte köprünün yanında olmamı istemişti. Henüz köprü
başına gelmiştik ki halkın her gün yararlandığı kayıklara benzeyen üç çift
kürekli bir kayığın yaklaşmakta olduğunu farkettik; kıyıya yanaşan kayıktan
Odabaşı[101]
(1) kıyafetinde Hünkâr çıktı; yanında yeniçeri kıyafetlerine bürünmüş iki
adamı vardı. Ben Hüseyin Efendi ile birlikte köprü üzerinde Padişaha
açıklamalarda bulunurken adamları el pençe divan bekliyorlardı. Köprüyü dikkatle
inceledikten sonra, bir çok defa topları geçirtti, bu köprülerin taşınması ve
kurulması hakkında derinlemesine bir sürü soru sordu. Daha sonra Hüseyin Efendi'ye
adamlarıma para dağıtması için buyruk verdi; kayığına binmek üzere ayağa kalkan
Padişah acelesi yüzünden, tutmasaydık, tehlikeli şekilde düşecekti. Kayığına
bindikten sonra ordusuna daha fazla sayıda köprü yapmamı teşvik ederek beni
tebrik ederken, Hüseyin Efendi kuşağından çıkardığı keseyi boşaltmakla
meşguldü.
Bâb-ı
âli'nin vezirleri efendileri ile yaptığım buluşmayı az kıskançlıkla
karşılanmamışlardı; İstanbul için yeni olduğu kadar yararlı bir buluşu halkın
seyrine açık bırakmak gibi parlak bir bahane altında Kâğıthâne deresi
üzerindeki köprünün yeni bir emre kadar bozulmamasını dolayısıyla orada
çürümesini istediler. Buna rağmen köprünün bakımı ile yükümlü işçilerin ihtimamı
bu basit kıskançlığın kötü sonuçlarından eserimizi korudu; kırk gün boyunca
halk köprüyü gezdi, sonunda dereye eski trafiğini sağlama mecburiyeti Vezirleri
beni gözden düşürmek için başka bir fırsat kollamaya zorladı.
Ordu
için yapılan elli köprünün yanma bunları kullanacak yeter sayıda adam ve bir
kumandan verilmesini Padişah ile kararlaştırmıştık; fakat böylesine önemli bir
konu yazılı emirde özellikle ihmal edildi. Bütün gerekli malzeme hazırlandı,
orduya doğru yola çıkıldı vs köprü kurma birliğinin başkanı ne bana danışmak,
ne de köprüler hakkında bilgi edinme tenezzülünde bulunmadan adamları ile
konak yerine gitti
Üst
üste yapılan bu sevkiyat Varna limanın tıkamaktan başka bir işe yaramadı ve
Serdâr-ı Ekrem Bâb-ı âli 'den ısrarla istediği malzemeyi unuttu gitti.
Üç
yıldan beri Babadağı'nda konaklayan Osmanlı ordusu çürümeye terkedilmişti.
Kumandanların bilgisizliği iaşe ihtiyacını hesaplamaktan uzaktı, üstelik tahmin
edilmeyen miktarda gönüllülerin gelmesi yağma veya şikâyet olaylarını öylesine
çoğaltmıştı ki, disiplinsizlik otoriteye meydan okur hâle gelmişti. Muhafaza
etmek yerine yıkmak sanatında ilerlemiş olan keyfî yönetim, cellât nâmı ile
ün yapmış Abdi Paşa'ya Yeniçeri Ağa'lığını verdi. İlk iş olarak büyük çukurlar
açtırdı, en ufak bir
bahanede ve asla yargılama yapmadan katlettiği askerleri buralara doldurdu.
Abdi Paşa yeni görevine geçeli henüz üç ay dolmuştu ki halk arasında dolaşan
söylentiler onun otuz bin kişiyi katlettirdiğini öne sürüyordu; Hükümet ise
düzeni sağlayacak ve kıtlığı önleyecek etkili bir çare bulduğundan dolayı kendi
kendini kutluyordu. Osmanlıların düşmanlarını şaşırtmak hakkındaki usûlleri de az garip
değildir. Bir gece bölüğüne kumandanlık eden Haznedâr kâhyası, aydınlanmak
için uzun sırıkların ucuna konmuş küçük mangallar içinde reçineli odun
yakmıştı.
Osmanlıların
bilgisizliği ne derecede olursa olsun, ordularına bir seferi topçu birliğinin
gerekli olduğu
kaçınılmaz bir gerçekti. O zamana kadar kurulmuş olan dökümhanelerden yararlanmak mümkün değildi.
Demir dökümünde kullanılan dökümhanelerde yüksek sıcaklıkta ergitilen tunç,
haznelerin dibinde soğuyor, kalıplara geldiğinde hamur görünümü alıyordu,
böylece imâl edilen toplar daha kusurlu oluyordu. Topları delme makinasında
kullanılan reverber tipi bir fırın kullanılmasını teklif ettim. Körük olmadan
ergitmek, ergimiş tuncu hemen kalıba akıtmak sonra topları delmek şekli Türk
dökümcülerini güldürdü. Ancak Padişah'ın bana olan güveni tamdı; vezirlerine
emir vererek benimle bu mesele hakkında görüşmelerini istedi; bunlar ne benim
tasarımı baltalamak yolunu seçtiler. Bu yolda yaptıkları ilk hareket, bu
projede çalışacak dökümcülerin İstanbul'a çağrılmasını reddetmek oldu. Benimle
tartışan Vezir, öylesine garip şeyler teklif ediyorsunuz ki en usta adamlarımız
bile buna imkânsız gözüyle bakıyorlar; önce bize nasıl başarıya ulaşacağınızı
ispat edin; istediğiniz yöntemi kullanarak bir top imâl edin, sonra istediğiniz
adamları İstanbul'a çağıralım. Böylesine ahmakça bir cevap kuşkusuz beni
Türkleri cehaletleriyle başbaşa bırakmaya zorlayabilirdi: teşebbüsün
cüretinden gözüm kamaşmıştı, ertesi gün Bâb-ı âli'nin vezirlerinden biriyle
yeni dökümhânenin kurulacağı yeri seçmeye gidecektik. Osmanlı Hükümeti nezdinde
itibarımı arttırmak için elinden geleni esirgemeyen Fransa elçisi Saint-Priest,
Osmanlı ordusuna yeni bir topçu kuvveti kazandırmanın önemini kavramış
olduğundan çalışmalarımı dikkatle izliyordu. Vezirle aramda geçen konuşmayı
kendisine naklettiğimde Vezir'in işçileri İstanbul'a getirmemek için bulduğu
bahaneyi duyunca işi terkedip terketmediğimi sordu. Ama tekliflerini kabul
ettiğimi bildirince doğacak sakıncaları belirterek beni vazgeçirmeye çalıştı.
Bir nevi başarıyı garanti ederek onu ikna edebildim. Aslında başarıya
ulaşacağımı kendi kendime de garanti etmek zorundaydım; zira şimdiye kadar hiç
dökümhâne görmemiştim, sanatlara olan sevgim kimseyi hoşlandırmayacak konulara
eğilmeme engel olmuştu. Bu mesele üzerinde yaptığım çalışmalar benim için de
çok sıkı bir çalışma oldu; yer seçimi işinde bana yardımcı olarak Defterdar ile
buluşmaya gittiğim vakit böyle bir tesis için gerekli zeminin durumu ve cinsi
hakkında bir hayli bilgi sahibi olmuştum. Ancak işime uygun gelecek yerleri
boşuna aradık; her tarafta değişik zorlukla karşımıza çıkıyordu. Vezirlerin,
denizi kıskançlıklarına müttefik yapmaya çalıştıklarını da farkettim. Beni
deniz kıyısına yerleştirmek isteyen vezirlerin bu isteğine karşı çıkarak
teşebbüsten vazgeçebilirdim; fakat inat, yapmış olduğu masrafları ender
olarak terkeder. Yalnız kıyıda kurulacak tesisin daha pahalıya mal olacağını
söyledim; Defterdara dalkavuk olmadığımı ispat etmek için de efendisinin
servetini harcamak istemezse dökümhâneyi limanın ortasına kuracağımı da belirttim.
Şehir Emini masrafları ödeyecek, mimar geçinen bir Rum da emirlerimi yerine
getirmek üzere işçiler toplayacaktı, ilk tasarımı inceleyerek tesisi suların
etkisinden kurtarmanın yolunu buldum; fakat işin her safhasında nazarî bilgilerle
pratiği bir araya getirmem ve aynı anda mimar, duvarcı, taşçı, demirci,
çilingir olmam gerekiyordu. Değirmen imâlinde uzman olan bir Rum delme
makinaları konusunda bazı bilgiler verebildi. Saint Remi’nin hatıraları ve
Ansiklopedi her gün bana değerli bilgiler sunuyordu; kalıpların yapılmasına kadar
da bana yararlı olmakta devam ettiler; fakat o noktaya gelince işim yarı kaldı.
Kalıp yapımında kullanılan toprağın adı veriliyor, ama bileşimi hakkında hiç
bir bilgi verilmiyordu; bu maksatla lüle çamuru, kum ve alçıdan meydana gelen
bir karışımı denemeye karar verdim.
Nihayet fırına
ateş verilme anı gelip çattığında, içini on beş ton maden ile doldurdum; on üç
saat boyunca, hiç kimse bana yardım edemediğinden tek başıma çalıştım ve
madeni tamamen ergittim, gün doğarken Türkleri şaşırtan ve sevindiren, Saint -
Priest'i huzura kavuşturan ve bende dahi hayret uyandıran yirmi top döktüm. O
zaman elçiye bunun hayatımda gördüğüm ilk top dökümü olduğunu itiraf ettim.
Teşebbüsümün cüretinden dehşete düştü; nitekim bu teşebbüs bir çoklarına
çılgınca gelebilirdi; ama, buna rağmen iradedeki inat ile hareketteki
uysallığın en büyük engellere bile rahatlıkla direnebilen iki çare olduğunu inkâr
etmek mümkün değildir.
Bana
karşı doğrultulan, cehaletten ve kötü niyetten doğan bütün saçmalıklar ve
iftiralar bir anda kayboldu. Körük olmadan döküm yapmak imkânı ispat edilmiş
oluyor ve delme makinalarının bu yeni işteki başarısı inkâr edilmez bir duruma
geliyordu. Hükümet işçilerin gelmesine karşı hiç bir engel çıkarmadı; ortaya
çıkardığım durum herkes tarafından beğenildi.
Ben
İstanbul'da Türklere daha mükemmel bir topçu kuvveti hazırlamaya çalışırken, Tuna
üzerinde faaliyette olan Rus topçusu Sadrâzam'ın benim işlerime eğilmesine
sebep oluyordu; sektirilerek atılan birkaç bomba Osmanlı atlılarının
dağılmasına sebep olduğundan, Bâb-ı âli benden aynı etkiyi yapacak havan
topları imâl etmemi ve bunları kullanabilecek topçuları yetiştirmemi istedi.
Üzerime aldığım işlerin deneme yeri olarak Okmeydanı[102]
seçildi. Her şey hazır olunca, benim hakemlerim olmaya her zaman hazır olan
Vezirler ertesi gün için denemelere geleceklerini bildirdiler; ancak Padişah
onlara buyruk göndererek görevlerini başında kalmalarını, bizzat kendisinin
Okmeydanı'na gelerek gösterilere katılacağını bildirdi. Bana çok geç ulaşan bu
haber yüzünden, Padişah'tan önce gelecekleri karşılamak maksadıyla sabahın erken
saatında kalktım. Bir gün önceden denemelere gerekli olan şeyleri
hazırlamıştım; herhangi bir kaza endişesi içinde olmamak gayesiyle bombaları
kendim dolduracaktım. Okmeydanı'nı dolduran ve gittikçe büyüyen kalabalık beni
görür görmez alkışlamaya başladı; dikine atılan bombalar görmeye alışmış olan
halkın benim atışlarım için havan toplarının önündeki alanın boşaltılması
gereğini hoş karşılıyamıyacağı ihtimalini düşünerek denemelerin başlaması için
Padişah'ın gelmesini bekledim. Nihayet Padişah'ın geldiğini haber verdiler;
şehzâde Sultan Selim beni tepeden tırnağa dikkatle süzdü. Bu manzarayı kaçırmak
istemeyen Saint - Priest, Padişah'dan bir müddet önce gelmiş ve Hünkâr'ın
köşkünün civarındaki dairelerden birine yerleşmişti.
Bana
yardımcı olarak verilen Şehir Emini ile ben bize gösterilen yerde duruyorduk;
Hünkâr'ın buyruk vermesini beklerken yanımıza gelen Silâhtar Ağa sektirme
bombaların atış âmirinin ben olduğunu bildirdi. O zaman, her yaş ve cinsten
yirmi bin kişiye varan kalabalığın havan toplarının önünü tamamen açık bırakacak
tarzda kenara çekilmesi gerektiğini söyledim. Hemen, ellerinde sopaları yirmi
kadar Haseki[103]
halkı geri itmeye başladı; ancak, hemen her en yatay olarak atılan sektirme
bombaların önünü açacak kadar halkı geriletemediler. Nihayet kırk metre
genişliğinde bir alan açılabildi, ancak arazi üzerinde herhangi bir çıkıntıya
çarparak etrafa parça sıçratabilecek olan bombalar benim için bir endişe
kaynağı olmaya devam ediyordu; böyle bir durumda halk, cehaletinden doğan
kabahati benim üzerime almakta gecikmezdi; buna rağmen kalabalığın ötesinde
yere çarparak patlayan bomba beni rahatlattı. Atılan altı bomba, on iki, on üç
sekme yaptıktan sonra iki üç kilometre ötede patlıyordu. Büyük bir dikkatle
doldurduğum yedili bir bomba atıldıktan sonra kalabalığın orta yerine
rastlayan kısımda yere düştü ve yanmaya başladı. Her an kanlı bir kazanın
dehşeti içinde yirmi saniye boyunca bombanın yanmasını seyrettim. Buna rağmen
seyircilerden hiç kimse yerinden kımıldamıyordu; bu bombaya da ötekilere olduğu
gibi merakla bakıyorlardı; büyük bir şans eseri bomba patlamadı. Daha sonra
bomba üzerinde yaptığım incelemelerde patlamaması için hiç bir sebep bulamamama
rağmen büyük bir nefes aldım. Denemeleri böyle bir gösteri ile bitirdiğimi
sanarak bir de beni alkışladılar. Otuz üç milimetrelik bir havan ile atılan
bomba, altı yüz kulaç ötede kurulmuş hedef olan çadıra tam isabet kaydetti. Padişah
bana giydirmek maksadıyla yanında bir samur kürk getirtmişti; ama Fransa
elçisinin de orada olduğunu öğrenince ona vermeden bana verilecek bir kürkün
saygısızlık olacağına hükmederek bu törenden vazgeçti. En uygun çare olarak
benim kürkü almam için Bâb-ı âliye gitmem kararlaştırıldı; Şehir Emini bana
eşlik edecekti. Bu arada benim mükâfatlandırılmamı bekleyen halk, hiç bir tören
yapılmadığını, üstelik Bâb-ı âliye sevkedildiğimi görünce cezalandırılacağımı
sandı ve bir müddet sonra bu davranışı bayağı haklı buldu.
Gelişimden
haberdâr edilen Sadrâzam beni bütün vezirleri ile birlikte Arzodası’nda
beklivordu. Orada Padişah'ın memnuniyetinden dolayı kutlamaları kabul ettim.
Sonra bana samur bir kürk giydirildi ve 200 akçelik bir kese armağan edildi.
Bâb-ı âli'den ayrıldığım vakit güneş batmak üzereydi, Beyoğlu'nun kenar
mahallelerine geldiğimde karanlık iyice çökmüştü. Güvenliğimi sağlamak üzere
her yerde bana eşlik eden biri topçu, diğeri denizci iki subay bir az arkamda
kaldırımdan geliyorlardı. Birden karanlıklar içinden çıkan, üç beş kişilik
bir grup denizci subayına yaklaşarak hangi ortadan olduğunu sordular; cevabı
üzerine tabancalarını çekince, benim subay da onlara ateş etti. Topçu subayı
da ateş ederek yardım istemeye başladı; Almanya elçiliğinin kapısındaki altı
yeniçeri dışarı çıkarak, kimin yardım istediğini araştırmadan karanlık içinde
bizimkilere ateş etmeye başladılar. Bize saldıran yamakların silâhlarını
doldurmak için ateşe ara verdikleri sırada içimizden hiç biri yaralanmadan
benim eve sığındık.
Zaten
şahsıma olmayan bir saldırı için hiç şikâyette bulunmamama rağmen Beyoğlu'nun
asâyişi ile yükümlü olan inzibat âmirliği hemen bana başvurarak suçluları
tesbit edersem onları cezalandırabileceklerini bildirdi. Sadrâzam da ertesi gün
adam göndererek bir gece önceki saldırı hakkında benden bilgi istedi; Padişah
da olayla ilgilenmek iyiliğinde bulundu. Türklerin
geleneklerini, Orta anlayışını ve Hükûmet'in korkaklığını ortaya çıkaran bu
olayların içyüzünü sonradan öğrendim.
Bir süre önce yeniçerilerin
Lâzlarla dolu olan orta ile denizciler arasında bir düşmanlık doğmuştu.
Galata'daki meyhanelerden birinde müşteri çekmek için dans eden on üç, on dört
yaşındaki bir erkek çocuk her iki tarafında hoşuna gitmişti. Sırasıyla her iki
taraf çocuğu kaçırmıştı, sonunda Galata'nın sahne olduğu bir çatışma doğmuştu.
Sürtüşme o dereceye gelmişti ki, belli başlı camilerden birine sığınan bir
tarafı ele geçirmek isteyen diğerleri limandaki gemilerden birinin topunu sökmüşler ve
caminin kapısına ateş etmekten eşinmemişlerdi. Her sokağın köşesinde barikat kurulmuş,
karşılıklı atılan top ve tüfek sesleri Padişah'ın kulaklarında
yankılanmıştı. Bütün ulaşım ve ticaret durmuştu; buna rağmen çatışmanın esas sebeplerine inmekten kaçınan
devlet, insanların harcanmasını kendisine ilke edindiğinden önce
başıbozukların birbirlerini öldürmesini beklemişti. Bu rezilâne durum üç günden beri devam ediyordu; elliden faza
insan ölmüştü, Vezir'in yanına çıktığımda tarafların mücadelesi en kızgın
dönemini yaşıyordu. Tuna boylarında öylesine korkaklık, Galata'da ise böylesine
cesaret Osmanlıların sadece şapkalardan korktuğunu belli ediyor, dedi. Diğer
yeniçeri ortalarının arkadaşlarını korumak maksadıyla işe karışmasından
çekiniliyordu. Kavganın sebebi olan kişiyi ortadan kaldırmaya karar verdiler; alanda oğlanın asılması bir an önce onun için kan dökenlerin büyük memnuniyeti ile karşılandı.
Bu gürültü patırdı
arasında ben vezirlerle yeni bir topçu birliği kurulması meselesini
görüşüyordum. Aslında Türklerin bu maksatla kurulmuş bir birlikleri vardı;
ancak Topçu adı altında askere alınmış kırk bin kişilik bir birlik gereksiz
olduğu kadar pahalı bir şekilde devletin hâzinesini kemiriyordu. Yeniçeriler gibi
disiplinsiz olan bu birlik başkente ve bütün imparatorluğa yayılmıştı. Her
askerin elinde maaşını alabilmesi için verilen Esâme denilen bir senet bulunurdu;
isteyenler bu senedi bir aracı ile göndererek maaşlarını alabilirlerdi,
bazıları da esâmelerini satarlardı. Kışlalara sadece yemek yemeğe gidenler
çoğunluktaydı. Sultan Süleyman döneminde büyük bir itina ve ihtişam ile
yapılan yeniçeri kışlalarında o zamanlar gayet sert bir disiplin hüküm
sürerdi; ancak sonradan bu disiplin terkedilmiş yeniçeri ocağına kayıtlı olanlar
400.000'i bulmuştu, halbuki silâh altında olanlar ancak 20.000 kadardı. Her üç
ayda bir dağıtılan maaşlar önceleri üç akçe iken sonradan 99 akçeye kadar
çıkmıştı. Sadece subayların takdirine bakarak askerî hizmetleri ödeme şekli bu
askerî teşkilâtın mahvolmasına yetmişti. Her şeyi kötüye kullanmaya iten
himaye askerî harcamalar için vergiye bağlanmış toprakların da dağıtılmasına
sağlamıştı. Türkiye'de itibarda olan adamın hizmetkârlarına mükâfat olarak
verdiği bu nesneler, en gerekli anlarda İmparatorluğun gelir temin edeceği
yerleri çok sınırlamıştı. Padişah'ın kendi hâzinesi için halktan topladığı
vergi göz önüne alınmazsa, kayıtlara 500 milyon akçe olarak geçen devlet gelirleri
aslında 74 milyon akçede kalıyordu. Bu miktar para birliklerin maaşlarına, Deniz kuvvetlerinin bakımına
ve hesapta olmayan diğer masraflara ayrılmış iken, Sultan Süleyman tarafından,
kalabalık atlı birliklerinin, top arabaları çekiminde kullanılacak 4.000 atın
bakımına, kalelerin onarılmasına, yolların yapımına ayrılan 400 milyon akçe,
bu işlerle meşgul olanların özel servetlerinden sağlanıyordu; savaş durumunda
ise Padişah, âcil masrafların karşılanması maksadıyla kendi mallarının zararına
servetini harcamak zorundaydı.
Sultan
Mustafa da kendi servetini harcama yoluna gitmişti; sağladığı 600 milyon
akçeyi gerçekten yararlı bir yerde harcamayı düşünüyordu. Kurallarını benim
tesbit edeceğim yeni bir topçu birliği kurulması ihtiyacını hissediyordu;
fakat her şeyden önce toplanan yıllık vergilerin yeni birliğin giderlerini karşılaması
gerekiyordu. Defterdar yanında çalışan memurlara dağıtılan ikramiyeyi
kaldırarak 100 bin altınlık bir gelir sağladı. Sonra Bâb-ı âli kurulacak
birliğe hangi adın verilmesini tartışmaya başladı. Bu maksat ile toplantıya çağırılan ulemâ Süratçi adı
verilmesini kararlaştırdı. Kaleme aldığım nizâmnâme bir Hatt-ı Hümâyûn ile
açıklandı. Yeni birliğin üniforması da tesbit edildi; yapacakları işin gerektirdiği şekilde çevik hareket
edebilmeleri maksadıyla üniformalarının şeklini verirken, halkın ve yobazlığın
gülünç olarak tanımlamaması için de büyük dikkat sarfettim; sonunda
Kâğıthâne'deki Topçu okulu yanında kışlaları olan altı yüz Süratçi'ye Arnavutlarınkine
benzeyen üniformalar giydirttim. Her ne kadar eğitimleri top kullanmak
konularında ise de, Türklerin süngü taşıma alışkanlığını elde etmeleri amacıyla süngü
eğitimi de koydurdum. Bu silâhı iyi kullanan Ruslar tarafından yenilgiye uğrayan Osmanlılara
bunu kabul ettirmek biraz
zordu. Buna rağmen yapılacak tenkitleri susturmak ve yobazlara kabul ettirmek
amacıyla Şeyhülislâmın aracılığını talep etmek gerekti. Yanında Sadrâzam ve
diğer vezirler olduğu halde Topçu okuluna ziyarete gelen Şeyhülislâm
eğitimleri gördükten sonra, bana bir tüfenk getirtti en ince ayrıntılarına
kadar kullanılışı hakkında bilgi aldıktan sonra, süngülü tüfeğin İslâm'ın
savunmasında hayırla olmasını diledi, buna cevaben önce Süratçiler sonra
etrafta birikmiş olan halk «Allaha çok şükür!» diyerek bağırdılar.
Yeniçeriler
her hafta aksamadan Süratçilere dağıtılan maaşları ve düzgün üniformalarını
ilgiyle izliyorlar ve kendilerine de aynı şekilde davranıldığı takdirde itaat
altına gireceklerini açıkça ilân ediyorlardı Nitekim önceleri sırf Türklerden
meydana gelen bu teşkilât uzun zamandır eski kurallarını terketmiş ve nihayet
öyle ihmal edilmişti ki, Süratçilerin kurulduğu tarihte Padişah'ın
yeniçerilere yirmi yedi aylık borcu vardı. Buna rağmen yeniçeri ocağı şimdiye
kadar olmamış bir şekilde Padişaha az endişe veriyordu, bu da onun itaat
altında olmasından değil, düşmanın savaşı kazanma ihtimalinin fazlalığındandı.
Baskıyla yönetilen bir devlette iç karışıklıklar milletin enerjisini ispat
eder, eğer iç baskıya karşı çıkaracak enerjisi yoksa, yabancı güçlere karşı ne
yapabilir?
Askerî
ceza yönetmeliği yürürlüğe konduktan sonra, disiplinden hiç bir fedakârlık
yapmadan askerlere kendimi sevdirmek için çareler aradım; falaka ve pranga
yerine görünüşte daha hafif olan fakat düzeni ve itaati sağlayarak bir askerin
vazgeçilmez özelliği şeref duygusunu yerleştiren cezalar tasarladım, iki misli
nöbet tutma hafif kusurların cezası oldu; daha ağır kusurlarda, görevleri devam
etmek şartıyla yakalarındaki ve kollarındaki sırmalar sökülüyordu ve şimdiye
kadar hiç görülmemiş olan kaçma olaylarında suçlu doğrudan kürek cezasına
mahkûm oluyordu. Nöbet sisteminin değiştirilmesi ve bir zamanlar Rus ordusunda
hizmet görmüş birkaç Kırımlının gösterdikleri disiplin herkese örnek oldu.
Topçu sınıfı olarak yetiştirilen bu birlik her gün eğitim yaparak kısa zamanda
dakikada on beş atış yapabilecek duruma erişmişti; ancak bu birliğin alaylı
davranışları bastıramıyacak kadar güçsüz olduğunu bildiğimden diğer silâhları
kullanma arzusuna şiddetle karşı çıktım. Zaten esas anlamıyla askerî eğitim bu
birlik için gereksizdi, zira görev yapacağı vakit tüfeklerini çatmak zorunda
kalıyorlardı.
Sultan
Mustafa sık sık eğitimleri görmeye geliyor, atıştaki sürati görerek memnun
oluyor ve daima Topçuların meziyetlerini mükâfatlandırıyordu; ama buyruklarını
her zaman benim kanalımla vermeye dikkat ediyor, bende bu fırsattan
yararlanarak vezirlerin gayretini canlandırıyordum; çalışmalarımı desteklemekle
yetinecek olan Sadrâzam ise bütün gayretiyle beni denetlemeye çalışıyordu.
Kâğıthâne'ye yaptığı gezilerden birinde önceden haber vermeden ziyaretime geliyor, her zaman yaptırdığım eğitimin tekrarlanmasını
istiyordu. Eğitime nezaret eden subay, buyruk almadan tekrarlıyamayız diye
cevap veriyor, Sadrâzam da benim buyruğum yetişmez mi? diye soruyordu. Subay da
cevap olarak buyruklarınıza saygımız büyüktür, özellikle iç disiplinimizle
ilgili olmayan hususlarda; fakat o konuda Hacı Bektaş'tan başkasını tanımayız,
diyor; bu cevabı alan Sadrâzam gülümsüyor ve hoşnut bir şekilde ayrılıyordu. Bu
olay bana o subay tarafından nakledilmiştir.
Bir
müddet önce Padişah bana İstanbul Boğazını saldırıya karşı korumak için
alınması gereken tedbirlerin neler olduğunu sordurmuştu. Karadeniz ağzının
yakınlarında iki hisar yaptırılmasını teklif etmiştim; fakat Hükûmet’in
Anadolu ve Rumeli kıyılarında iki fener yaptırdığını duyunca bu tasarının
itibar görmediğini sanmıştım. Savunma tabyaları konusunda çok az bilgi sahibi
iki mimar bu işle görevlendirilmişti. Bir müddet sonra Boğaz'ın hemen girişinde,
otuz altılık mermilerin menzilinde kötü kuleler ve top bataryalarını içine
alacak cılız surların yükseldiği görüldü; hepsi kireçle beyaza boyandıktan
sonra Vezirler bu eserin hazır olduğunu Padişaha bildirdiler. Yapım esnasında
benim de bulunmamı düşünmüş olan Padişah kendisine teslim edilen zabıtta adımı
görmeyince sebebini sormuştu. Daima beni uzak tutmak isteyen vezirler, benim o
işe katılmam hususunda buyruk almadıklarını öne sürerek özür dilemişlerdi;
ancak onların özürlerini kabul etmeye yanaşmayan Hünkâr, vezirlerini
aşağılarcasına benim tesisleri denetlememi buyurmuştu. Reis Efendi ile
Defterdar beni yeni hisarlara götürerek muhafaza edilmeleri veya yıktırılmaları
hakkındaki kararımı Padişah'a bildirmekle görevlendirilmişlerdi. Bu durum
vezirlerin endişelerini uyandırmakla birlikte benim için de az sıkıcı değildi,
zira ya bana gösterilen güvene ihanet edecek, ya da kabahati olmayan insanları
fedâ edecektim. Yapılan işi kötülersem, yapılmasını buyuranlar, kabahati, ne
kadar iyisini yapabilecek, ne de tasarıyı reddedebilecek durumda olmayan
mimarların üzerine atacaklardı. Bu zavallıları da yanımızda götürdük, hisarlara
geldiğimizde, tesisi beğenmezsem mâruz kalacakları tehlikeyi bana belirtmek
istediler; bilgisizlikleri yüzünden bağışlanabileceklerini söylediysem de
onları sakinleştiremedim. Bu arada iki vezir beni bir an önce karara varmam
için sıkıştırıyorlar ve daha şimdiden duvarcılık işlerini ve asker koğuşlarını
beğenmediklerini ileri sürüyorlardı. Bu meselenin önemli olmadığım, asıl
meselenin top menzillerinin çakışması olduğunu, geri kalan meselelerin kısa
zamanda çözümlenebileceğini belirttim. Mimarlardan biri hemen atılarak menzillerin
çakıştığını öne sürdü; ona bu işten anlamadığını, deneme yapıldıktan sonra
olumsuz sonuç alınırsa yapılan tabyaların yıktırılacağını söyledim. Topçulara
gerekli buyruklar verildikten sonra, burçlardan birine çıktık; işaret
verildikten sonra yapılan atışlarda Anadolu ve Rumeli kıyılarından gelen
güllelerin iki kıyıyı ayıran mesafenin ancak üçte birini katettiklerini
gözlemledik. Birkaç defa deneme yaptıktan sonra hep aynı sonuca ulaştığımızdan
hisarların diğer taraflarını denetlemek gereksiz oldu. Keşif raporu mimarların
endişelerini dağıtacak şekilde düzenlendi; öğle yemeğinden sonra İstanbul'a
dönmek üzere gemiye bindik ve yolda İstanbul'u savunacak olan hisarları
yerleştirecek yeni yerler aradık, önümüze çıkan karşılıklı iki burun uygun bir
mesafede olduklarından bu iş için elverişli gözüktü. Yeni durum üzerinde
tartıştık; vezirler elde ettikleri bilgileri Padişah'a ileteceklerini söylediler;
fakat bu görüşmemizden altı ay sonraya kadar hiç bir şekilde mesele hakkında
söz söylenmedi.
Dökümhâne
çalışmaları, yeni Topçu okulundaki günlük işler başka şeyler üzerinde düşünmeme
fırsat vermiyordu, ben de artık Boğaz'ın savunması tasarısından tamamen
ümidimi kestim; hattâ Padişah'ın bile bu tasarıdan vazgeçtiğini düşünmeye
başlamışken, beni acele olarak Bâb-ı âli ye çağıran hem Sadrâzam'dan, hem de
Reis Efendi'den iki dâvet aldım. Oraya vardığımda Divanı toplanmış, vezirleri
efendilerinin kızgınlığından endişe eder hâlde buldum. Arada Bâb-ı âli'ye
gelerek vezirlerinin ülkeyi yönetimlerine nezaret eden Padişah, Boğaz'ı
savunacak hisarların yapımına henüz başlanmamış olduğunu öğrenince hepsini
huzura çağırmış ve hemen o işe başlanılmasını buyurmuştu. Vezirler Padişah'ın
ithamlarına karşılık buyruk almadıklarını öne sürmüşlerdi. Sonunda ertesi gün
inşaata başlanacağına dair söz verdikten sonra onu sakinleştirebilmişlerdi. O
gün hisarların yapılacağı yere giderek lâf olsun diye işçilere birkaç kazma
vurduruldu, böylece Padişah'a karşı işe başlanmış havası uyandırılmak
isteniyordu. Yapı işine tam anlamıyla başlayabilmem için esaslı bir ön çalışma
yapmam gerekliydi; ben mevkiye en uygun tasarılar üzerinde çalışırken
Sadrâzam müneccimlere ilk taşın konması için en iyi günü ve saati tesbit
ettiriyordu. Tören günü evlerinden ayrılmak üzereyken Padişah tarafından
geldiğini söyleyen, birkaç Çuhadar’ın eşlik ettiği bir Türk beni ziyaret etti. Adamın
takındığı ciddî tavır görevinin ne olduğunu bir an önce öğrenmeme engel oluyordu.
O, ağır ağır kahvesini içerken ben sabırsızlanıyordum. Nihayet koynundan kırmızı
atlastan yapılmış bir kese çıkardı, keseyi bana sunarken Padişah'ın ağzından
bana övgüler yağdırıyordu. Kesenin içinden altın işlemeli bir mendile sarılı
gümüş menteşelerle tutturulmuş dört abanoz parçasından yapılmış bir inşaatçı
arşını çıktı. Başçuhadar sözüne devam ederek İstanbul'daki bütün işçilerden
yararlanabileceğimi belirtti; Padişah'ın yolladığı bu arşın sayesinde onlara
ceza da verebilecektim. Yeni hisarların yapılacağı yere vardığımda kırk kadar
temel işçisinin arşınları ile orada beklediğini gördüm; müneccimlerin tesbit
ettiği temel atma töreni saatini beklerken elimdeki arşınla onlarınkilerini
ölçmek istedim, işçilerin başı olan ve kendini mimar olarak tanıtan şahıs,
kendi arşını ile kontrol yapılmasını teklif etti. Her şeyden önce onun
arşınının kontrol edilmesi gerektiğini söyleyerek koynumdan kırmızı keseyi
çıkardım, ve Padişahın yolladığı arşını gösterdim. Bunu gören işçiler
şaşkınlık içinde on adım gerilediler; yarattığım bu şaşkınlık havasından
yararlanarak zalim olmadan sert bir davranışla üzerlerinde otorite kurmak
maksadıyla benim arşına uymayan arşınları kırdırdım. Mimar da dahil hepsinin
arşınları kırıldı; yenilerinin yapılması için hemen faaliyete geçildi.
Başdefterdar bir elinde saati, diğer elinde müneccimin verdiği ilk taşın
konacağı yere geldi, büyük bir dikkatle söylenen saniyede Allah'ın adını ve
taşı koyarak harçla sıvadı.
İlk
olarak, toprağı tesviye etmek ve hisarların inşasında gerekli olacak malzemeyi
elde etmek maksadıyla arâziyi kazmaktı. Somaki taşlı matrisli bir
kayadan oluşan temeli kazmak için bin beş yüz Makedonyalı işçi temin ettim.
Topçu
okulu, dökümhane ve yeni tabyalar her gün bunları ayıran yirmi beş kilometrelik
mesafeyi katetmeme sebep oluyordu. Padişah Bostancıbaşına buyruk vererek benim
için Saray'dan kürekçiler tahsis edilmesini istedi; o tarihten itibaren
yelkenlim limanda Padişah'ın felukasının yanına kondu.
Yeni
dökümhânenin ilk çalışmaları, Türklerde olmayan ve yeni topçuların hizmetine
verilmesi şart olan modern topçu arabalarının imâliydi. Sefer hâlindeki ordudan
mektup yazan Sadrâzam durmadan böyle bir yardıma ihtiyaçları olduğunu belirtiyordu;
Padişah benden dörtlü 50 parça top ve okulda yetişmiş üç yüz Süratçi istedi. Bu
isteğin yerine getirilmesi çalışmalarıma bir fazlalık yüklemiş oluyordu; yeni
tabyalarda alçak bataryaların bitirilmesini bekleyen Padişah'ın sabırsızlığını
ortadan kaldırmak için çalışmalara büyük bir gayretle devam ediliyordu. Fakat
temel kazılırken karşılaşılan sert kayalar en iyi çelikten yapılmış âletleri
bile kısa zamanda aşındırıyordu; ama Makedonyalıların güçlü kolları sayesinde
bu zorlukların da kısa zamanda üstesinden geldik.
Bir
pazar günü kendime ve işçilerime dinlenme iznini uygun gördüm. Makedonyalı
işçilerden bir grup Rumelifeneri'ndeki meyhanelerden birine giderek eğlenmeye
başlamışlardı. Bir ara içlerinden biri dışarı çıkmış, kıyıda Varna'ya silâh
taşıyan bir yelkenlinin tayfalarını görmüştü. Tayfalardan biri Makedonyalıya
tokat atmış, o da tüfeğini çekerek adamı öldürmüştü. Bunun üzerine diğer
tayfalar da kendi silâhlarını ateşleyerek işçiyi vurmuşlardı; gürültü üzerine
olay yerine koşan diğer işçiler ile tayfalar arasında vuruşma olmuş, dokuz
tayfa öldürülmüş diğerleri yelkenliye atlayarak kaçmayı başarmışlardı. Olayı
duyar duymaz gayet ciddî bir durum karşısında olduğumuzu anladım. Hemen
Kaymakamın yanına çıkarak işçilerim için dokunulmazlık istedim. Gayet soğuk
bir şekilde beni dinleyen Kaymakam, olayın unutulmasını istedi. Talebimde
ısrar edince, benim 1.500 Makedonyalı işçinin kendilerini koruma imkânlarının
onun bize temin edeceği imkânlardan daha iyi olduğunu belirtti.
Hünkâr
Tarabya'da yazlık bir evin masrafları hazineye ait olmak üzere bana ayrılmasını
buyurmuştu. Yazın o evde otururken, hem İstanbul'a hem de yeni tabyalara aynı
mesafede bulunduğumdan işlerimi takıp etmekte zorluk çekmiyordum. Bir gün,
safra almadan kereste yükleyerek Karadeniz'den yola çıkan bir yelkenlinin
Boğaza girdikten sonra güneyden esen rüzgârın etkisiyle Tarabya koyunda karaya
oturduğunu gördüm. Kaptanın ve tayfalarının hâline acıyarak tabya inşaatından
gerekli âletleri ve malzemeyi getirttim, adamlarımın da yardımıyla yelkenliyi kurtardım.
Bu davranışımdan dolayı çok memnun kalan kaptan bir dahaki sefer İstanbul'a
gelişinde tayfaları ile ziyaretime gelerek bana kuru üzüm, tereyağ,
Karadeniz'in diğer ürünlerini ve birçok koyun armağan etmek istedi. Almamak
için bütün ısrarlarına rağmen adamların çok üzüldüklerini görünce, bir daha
tekerrür etmemek kaydıyla armağanları kabul ettim.
Sadrâzam
uzun zamandan beri yeni dökümhâneyi ziyaret etmeyi düşünüyordu; ordudan gelen
yeni talepleri karşılamak üzere batarya arabalarının imâli ile meşgulken
Sadrâzam'ın geldiğini haber verdiler. Atelyeler tam faaliyet hâlinde olduğu için
Sadrâzama her konuda ayrıntılı bilgi vermem mümkün oldu.
Mizacını
daha önce çizdiğim bu Sadrâzam, İmparatorluğun dizginlerini ince ve kurnaz
zekâlı Reis Efendiye bırakarak mevkiini koruyabiliyordu. Devleti o kadar
kayıtsızlıkla yönetiyordu ki, bir gün onunla İstanbul'un fethini ve güçlü
İmparatorlukların bile eninde sonunda çökeceğini konuşurken, bana kötü bir savaşın
onları nereye kadar süreceğini sordu. Ben de, karşı kıyıya kadar, dedim.
Anadolu kıyısına doğru yüzünü çevirerek, dostum, orada çok güzel vâdiler var,
güzel bir köşk yaptırırız, dedi. Bu cevaptan İsmail Beğ’in, sorumluluğunu
doğrudan, paylaşmadığı felâketlere karşı nasıl davrandığını anlamak mümkündür;
kendisine sorumluluk yükleyebilecek meselelerde doğrudan Padîşah'dan buyruk almayı
uygun görüyor, görevlerinden ziyade mevkiini muhafaza etmeyi düşünüyordu. İzzed
Bey ile olan ilişkileri onu yükseltmiş, yerinde kalmasını sağlamıştı; öteki de
efendisinin teveccühünden memnun bir şekilde entrika çevirmeden ve ihtiras
gütmeden, bilgisiz olmasına rağmen yararlı olmaya çalışıyordu.
Bu
gözde ile sıkı bağlarım vardı; efendisi ile benim aramda en önemli araç görevi
yapıyor, sohbetlerimizi ona naklediyordu. Padişah İzzed Bey'in aracılığı ile
de benimle temas kuruyordu; görüşleri olağan sınırların ötesine ulaşmaya
başlayan bu Hükümdar, Süveyş Kanalının açılmasıyla iki denizin birleştirilmesi
tasarısına büyük bir ilgi duyuyordu. Benim bu konudaki düşüncelerim ile
Mısır'daki görevlilerin düşüncelerim birleştirmeye çalışıyordu; Hâtıralarımın
dördüncü kısmında belirttiğim gibi, bu Padişah daha fazla yaşayabilseydi,
böylesine büyük bir işi başarabilecek ortamı kolaylıkla bulabilirdi. Görünüşte
büyük kâr sağlayacak gibi olan bir konuda hatâya düşerek paranın değer
kaybetmesine sebep oldu. Sultan Mustafa'nın saltanatının ilk dönemlerinde
teveccüh sahibi olan ve Darphâne Eminliği'ne getirilen Tahir Ağa adında birisi
barış zamanında paraların eritilmesini ve yeniden basılmasını teklif etmiş ve
yapmıştı; ancak bu işlemin gerektirdiği fedâkârlık savaş zamanında
kaldırılamıyacak bir yük olmuştu. Hazine tükenmeye başlamış, darphâne gece
gündüz düşük değerde sikke basmaya devam etmişti. Kötü dökülmüş çelik sikke kalıpları
aralıksız çalışma yüzünden bozulmuştu. Sürekli olması gereken çalışmayı
aksatan, hattâ durduran bu engeli ortadan kaldırmam için bana başvurulmuştu.
Yapılan işte meziyetin takdir edilmesi maksadıyla bilinmeyen şeyleri
biliyormuş gibi davranma ilkesini esas tutarak işe koyuldum ve kısa zaman sonra
sikke kalıplarını istendiği gibi sağlam yaptım. Bu arada kalıpların
bozulmasında çıkarları olan işçiler çalışmama bir şey diyemediklerinden, su
verme işleminde kullandığım değişik yönteme dil uzatmaya başladılar: güya
ben, Padişahın adını kirletmek için kalıpların su verildiği yere sidik
döküyormuşum; bu gülünç iddiayı etrafa yaydıktan sonra Padişaha resmî şikâyet
şeklinde duyurdular. Böylesine saçma bir iddianın etki yapabileceği elbette
düşünülemez; ancak böyle bir iddiayı çürütmek için benim gücümün yetmeyeceğini
düşünen Padişah, olayın incelenmesini istedi. Resmen cevabım istendi. Ben de,
her gün paçavralar üzerine Tanrı'nın adının yazıldığını sonra bunların çamura
atıldığını, dolayısıyla iftirada bulunanların Padişaha Tanrı'dan daha fazla
önem verdiklerini belirterek iftirayı gülünç duruma düşürdüm.
Geçici
tedbirlerle yönetimdeki aksaklıkları düzeltmenin yetmediğini gören Padişah,
benim yönetimimde kurulacak bir Mühendis Okulu'nda gerekli bilgilerin
verilmesini istiyordu. Sultan Süleyman tarafından teşkil edilen mühendisler
topluluğu bu yeniliğe karşı çıktılar; Hünkâr, mühendis olarak geçinenlerin
bundan böyle iki hükümet yetkilisinin nezaretinde tarafımdan sınava tâbi
tutulacağını açıkladı. Sınav günü toplanıldığında, sınanacak olan bilginler
kadar ben de endişeliydim. Zira hem onlara galebe çalmak, hem de onları
incitmemek
istiyordum.
Teşkil edilen kurul önünde işi fazla zorlaştırmadan soru sormaya karar verdim;
İsmail Bey'in açış konuşmasından sonra söz bana bırakıldı. Mühendislere bir
üçgenin üç açısının toplamının değerini sordum. Soruyu tekrar etmemi istediler;
bir müddet düşündükten sonra içlerinde en cüretli olanı üç açının toplam
değerinin üçgene bağlı olduğunu, her üçgen için ayrı değere sahip olacağını
söyledi. Böylesine saçma bir cevap alacağımı bilseydim bu soruyu hiç
sormazdım. Ayağa kalkarak bu sorunun cevabını mühendislere isbat ettim. Ancak
şunu da itiraf etmeliyim ki, mühendisler ne kadar cahil iseler, ilime
gösterdikleri ilgi o kadar büyüktü. Hepsi yeni kurulacak okula yazılmayı kabul
etti ve artık okulun kurulma çalışmalarına rahatlıkla eğilebildik.
Özellikle
donanmaya ait olan yeni okul tersanede kuruldu[104]; önceleri okula mevkileri gereği yeni bilgileri
öğrenmeleri şart olan kimseler kabul edildi; ak sakallı tecrübeli kaptanların
yanında genç öğrenciler de bulunduğundan gerek benim, gerekse diğerlerinin
davranışlarına dikkat göstermem şart olmuştu. Dersi her gün Türkçe olarak
veriyordum; öğrenciler bunu defterlerine yazıyorlardı, ertesi gün aralarından
seçtiğim biri aynı dersi arkadaşlarına tekrar ediyordu. Bu yöntem sayesinde
öğrencilerimin dikkatleri arttığından kısa zamanda çok iyi bilgiler
öğrendiler; üç ay içinde trigonometrinin dört problemini uygulayabilecek
duruma gelmişlerdi. Aslında mesafe ölçmesini, kerteriz almasını ve rota tâyin
etmesini bilen denizciler gerekliydi. 60 yaşındaki öğrencilere daha fazlasını
öğretmek gereksizdi. Sultan Mustafa'ya bu eğitimin yeterli olduğunu, pratik
yaparak daha fazla tecrübe kazanılacağını, ve bu maksatla iki firkateynin Boğaz
ile adalar arasında eğitim gemisi olarak görevlendirilmesini tavsiye ettim; o
da aynı fikirde olduğunu bildirdi.[105] Gemilerin
inşası da sağlam ilkelere dayandırılmalıydı:. Benden planlar istendiğinde, temin
etmek için bir hayli çaba harcamama rağmen bunlardan sadece kıç tarafın
süslenmesinde yararlanıldı.
Yeni
dökümhânenin eskisinin çalışmasını engellemediği görülmüştü. Topçu kuvvetleri
için ayrılan paradan çoğu eski dökümhaneye gidiyor, yararlı bir işe
sarfedilecek pek az para bulunuyordu. Eski mühendisler heyetinin arâzileri
bile vardı, yeni okul için teşvikte bile bulunulmuyordu; bütün yeni
kuruluşlardan, kalıcı olarak kurulan Süratçi birliği yalnızca kendisine ayrılan
fondan gereği gibi yararlanabiliyordu.
Daha
iyi korunan deniz kuvvetlerinde görülen aşırı harcamalar kolaylıkla
önlenemiyordu; buna rağmen gemilerin direk takımlarının yapılması adı altında
hesaplara geçen büyük miktarda masrafı kısmak maksadıyla, sık sık bahsettiğim
direkleme cihazını yapmam için hükümet bana görev verdi. Marangozumun da
yardımıyla tersanede kurdurttuğum direkleme cihazı Kapdân-ı Deryâ'nın
küçümsemesine rağmen başarılı oldu.
Hükümet
Mühendis okulundaki öğrencileri maddî olarak destekleyeceğine dair bana
durmadan ümit veriyor, ama bir türlü dediğini gerçekleştirmiyordu. Bu konuda
yaptığım teşebbüsler sonunda Darphâne Emini'nin aracılığıyla, bir yüzünde
Padişah'ın turâsı diğer yüzünde Mühendis okulu ile ilgili bir ibâre olan altın
sikkeler bastırıldı. Reis Efendi ilk sınavlara katılmak, benim işaret ettiğim
öğrencilere altın zinciri ile o sikkeleri armağan etmek üzere buyruk aldı. Derslere
olan ilgi birden arttı ve çok geçmeden istendiği an Babadağı'nda konaklayan
orduya katılabilecek niteliklere sahip bir sınıfa sahip oldum. Babadağı'ndaki
ordunun hareketsizliğine öylesine alışmıştık ki, vezirlere askerî işlemler
hakkında hiç bir şey sormak gereğini duymuyordum. Zaten Tersanemdeki ve
okullardaki meşguliyetlerim ordunun neler yaptığımı sormama fırsat
tanımıyordu. Buna karşılık, Kaymakam olan Vezir gayet ciddî bir şekilde Osmanlı
ordusunun kalabalık olup olmadığını bana sordu. Eğer öğrenmek isteseydim,
bunu benim size sormam gerekirdi, diye cevap verdim. Bilmediğini belirtti.
Peki nereden öğrenebilirim? diye sordum. Gazette de Vienne'den dedi. Şaştım
kaldım. Bir araya gelmiş bunca budalalık Sultan Mustafa'nın ileri görüşlülüğü
ile asla bağdaşamazdı. Bu imparatorluk için en talihsiz nokta, sallantılı bir
sağlığa sahip olan Sultan Mustafa'nın, tahtı kardeşi Abdülhamid'e bırakarak
dünyadan göçüp gitmesidir.
Abdülhamid
tahta çıktıktan sonra yayınladığı Hatt-ı Hümâyûn'da, sakınılmasını ve
korunmasını istediği yerler arasında halefinin temellerini attığı yeni
kurumlar da vardı. Bu cümleleri yazdıran zihniyetin sahibi dışarıya yaptığı ilk
geziyi Topçu Okuluna ayırmıştı. Hünkârın gözleri önüne çeşitli topçu eğitimlerinden
örnekler serdim. Özellikle Süratçilerin sekiz dakikadan daha az süre içinde yüz
yirmi mermi atmalarına hayran kaldı. Kırk yıllık bir mahpus hayatından sonra
çeşitli eğlenceleri tercih etmesi daha akla yakın olan Padişah, düşünülenin
aksine askerî manevralara daha büyük bir ilgi duyuyordu. Bu arada tahta geçen
Abdülhamid'in harem hayatından uzak kalmak zorunda olduğunu da ilâve edelim.
Hastalığını incelemek üzere bir araya getirilen Türk ve Avrupalı hekimler
sonunda, zihninin başka şeylerle meşgul olmasını sağlamak üzere haremi
hatırlatan her şeyden uzak durmasını, başka şeylerle meşgul olmasını
öğütlemişlerdi. Hükümdar musikî, gezi ve soytarı gösterileri ile kendini
avuturken, gözdeleri muazzam bir serveti yutan savaşa son vermeyi
arzuluyorlar, Vezirleri de düşmanın kendileri için utandırıcı olacak barış
şartlarını kabul ettireceği günün yaklaşmakta olduğunu hissediyorlardı.
Abdülhamid'in
göz altında geçirdiği günlerde kendisine büyük yakınlık gösteren basit bir
Bostancı, efendisi tahta geçince en önemli gözdesi olmuştu.
Bu
küstah gözdenin ilk kurbanı Kaymakam oldu; onun yerine zalimliği ile tanınmış
Kuyucu Hasan Paşa getirildi. Daha önce yumuşakbaşlı ve iyiniyetli olarak
tanıttığım İzzet Bey de Darphâne Eminliği'nden alınarak önemsiz bir görev olan
Şehir Eminliği'ne getirildi. Ancak bu makamda da gördüğü itibar düşmanları
tarafından unutulmasına engel oldu.
Bir gün
bana gayet kederli bir yüzle gelerek, iki gün içinde Dökümhâne'den elli parça
top çıkartamazsam Kaymakam tarafından kellesinin vurulacağını açıkladı. Bunun
üzerine Kaymakam'a, bana bu buyruğu ilettiğini ancak benim sert bir şekilde
ondan buyruk almayacağımı, gereken bir şey varsa doğrudan Kaymakam'ın bana
iletmesini söylediğimi bildirmesini istedim. Böylece o sorumluluktan
kurtulurken, bana da Kaymakama iyi bir ders verme fırsatı çıkmış oluyordu. Sözlerim
Kaymakam'ın kulağına gidince bana karşı kötü niyetler beslemeye başlamıştı.
Bir gün Dökümhâne'de bulunurken, bana en basit işlerde kullanılan
çuhadarlardan bir mehteri yollamış hemen Bâb-ı âliye gelmemi istemişti.
Mehterin[106]
saygısız davranışlarına gerekli cevabı verdikten sonra efendisine ne zaman
istersem o zaman Bâb-ı âli'ye geleceğimi bildirmesini söyledim. Korkudan ne
yapacağını şaşıran zavallı çuhadar, ona karşı böyle sert davrandığım
efendisine bildirirse ağır şekilde cezalandırılacağını açıklayarak Kaymakam'ın
isteğine uymam için yalvardı.
Ertesi
gün Kaymakam'ın huzuruna çıkarken, aramızda geçebilecek şiddetli tartışmalara
tanık olması amacıyla yanıma Bâb-ı âli Tercümanını da almıştım.
Tercüman
aracılığı ile başlayan konuşma sırasında Kaymakam benim Türkçe bilip,
bilmediğimi sordu; olumlu cevap alınca neden Türkçe konuşmadığımı sordu. Ben
de, şimdiye kadar hiç bir Kaymakam'ın yanında ayakta konuşmadığımı o yüzden bu
yola başvurduğumu açıkladım. Yanına oturduktan sonra ikram edilen kahve ve
çubuğu içtik; işlerim hakkındaki sorularını etraflı bir şekilde cevapladıktan
sonra ikimizinde ayrı ayrı görevleri olduğunu, benden istenen şeyler için benim
düşüncelerimi ve kanaatlerimi Efendisi'ne iletmekle yetinmesini, belirttim.
Yanından ayrıldıktan sonra dışarda konuştuğum Tercüman, Kaymakam'ın kendisini
biraz alakoyduktan, sonra, söylediklerimi çok beğendiğini ancak fazla
konuştuğumu söylemişti. Dökümhâne'ye geldiğimde hayatından endişe eden İzzed
Bey'i yeni durumdan haberdâr ettim ve artık korkacak bir şey olmadığını kabul
ettirdim.
Bu
arada Kaymakam Hasan Paşa hareketlerindeki ölçüsüzlüğün kurbanı olmakta
gecikmedi; toplanan ulemâ sınıfı azledilmesine karar aldı. Nihayet onu savaş
dolayısıyla artan eşkiyalık olaylarını bastırmakla görevlendirerek lâyık olduğu
yere getirtmiş oldular.
Kaymakamlık
makamına, hiç ummadığı bir anda İzzed Paşayı getirdiler. Aslında dikkati çeken
nokta, Şehir Eminliği'nin şimdiye kadar Kaymakamlık makamı için bir basamak
olmayışıdır. Yeni görevinin üçüncü günü ziyaretine gittiğimde beni, gözden düştüğü
devirlerdeki içtenliği ile karşıladı.
Uzun
zamandır süregelen barış görüşmeleri Sadrâzam’ın kişisel endişeleri yüzünden
aksamıştı. Hükümet bir an önce barışı sağlaması için onu sıkıştırırken, utanç
verici barış şartlarının sorumluluğunun tek başına ona yüklenmesinden endişe
ediyordu. Nihayet, Padişah'ın kızkardeşlerinden biri olan karısı kendisine bir
mektup göndererek ne pahasına olursa olsun anlaşmayı imzalamasını istedi; bu
yaşlı Sadrâzam barış anlaşmasını imzalayıp, İstanbul'a dönerken yolda öldü.
Kaymakamlık
görevinde bulunan İzzed Paşa Sadrâzam ünvanı ile devletin mühürlerine sahip
oldu. İstanbul'da bir araya gelen hükümet bir müddet sonra eski yaşayışına
kavuştu. Kurulmasını sağladığım Dökümhâne, Topçu ve Mühendis Okulları artık
benim gayretime gerek duymadan da yönetilebilecek bir duruma geldiğinden
Fransa'ya dönmek üzere Bâb-ı âliden izin istedim.
DÖRDÜNCÜ
KISIM
Osmanlıların
mizacını, geleneklerini ve devlet şeklini başkentlerinde inceledikten sonra,
Padişah’ın uzak olmasının rejime ne gibi etkilerde bulunduğunu ve eyaletlerde
yaşayan kavimleri incelemek amacıyla oralara gezi yapmam gerekiyordu. Doğu
Akdeniz'de Fransız ticaret teşekküllerinde, kurallara uymamazlıktan ziyade
yasaların zıtlığından doğan yolsuzlukları yerinde tesbit edebilmek maksadıyla
hükümet beni Akdeniz iskelelerine yolladı.
Kraliyet
firkateyni Athalanteile 2 mayısta yelken açtık; Cenova ve Malta ya uğradıktan
sonra, görevimin başladığı Girit adasına geldik.
Antik
çağın en eski şairlerinden beri tanıdığımız Girit adası ünlü lâbirenti ile hâlâ
gezginlerin ilgisini çekmektedir. Güney kıyısına doğru daha sıklaşan dağları
Akdeniz'e adetâ geçit vermez bir durumda iken kuzey kıyısı kötü bir toprağın
verebileceği tarımı fazlasıyla sağlar, iklimin uygunluğu sayesinde adalılar
elde ettikleri bol ürünler karşılığında orada yetişmeyen buğdayı alırlar.
Ticaretlerinin birinci maddesi zeytinyağı olup, sabun imâli başlıca sanayileridir.
Buna rağmen bu sanayii o kadar az gelişme göstermiştir ki tüketicinin
yakınlığına rağmen satın aldığımız yağları Marsilya'da sabun yapıp bir kısmını
İstanbul'a sevk ederiz. Adanın meskûn olmayan doğu kıyısında raslanan yabanî
zeytinliklerin yanısıra, vâdileri gölgelendiren ve saçtığı koku ile uyumanın
tehlikeli olduğuna inanılan katmerli zakkum ağaçlan da vardır. Kırlar, Malta ve
Portekiz portakal ve limonlarına tercih edilebilecek kalitede ürünler veren
narenciye ağaçları ile kaplıdır. Orada rastlanılan diğer leziz meyveler cinslerinin
en kaliteli olanlarıdır.
Uzun
zaman Venediklilerin elinde kalan bu ada Sultan IV. Mehmed zamanında
Cumhuriyetin elinden alınmıştı; artık dıştan gelen bir düşmanın saldırılarına
dayanamayacak durumda olan kalelerinde Osmanlı yöneticileri oturmaktaydı;
halkın bir kısmı dar boğazlarda ve çıplak dağlarda eşkiyalık yaparak bir nevi
bağımsızlık altında yaşarken, tarımla uğraşanlar tamamen boyunduruk
altındaydılar.
Osmanlı
devletinin paşalık hâlinde ayırdığı üç bölgenin merkez kentleri Kandiye, Hanya
ve Retmo idi. Kandiyeli Rumlar yeniçerilerle olan akrabalık bağlarını ileri
sürerek halka eziyet etmekten çekinmezler.
Bütün
kuzey kıyısında görülen baskı ve anarşi, düzensizliği doğururken dağlarda
yerleşmiş eşkıyalar kendi aralarında belirli bir düzen kurmuşlar, kendilerini
baskıdan kurtarmışlar ve denizleri bir sürü korsanla doldurmuşlardı.
Kendilerine müttefik olarak da komşu Manyot Rumlarını seçmelerdi; karşılıklı
olarak yardımda bulunuyorlar ve Osmanlıların zayıf durumu bu zorbaların eli
altında inleyen insanları kurtarmaya yetmiyordu.
Çıplak
dağların pek çoğu eski volkanlardan oluşmuştu, adanın en doğudaki burnunun
yakınınca, üzeri lâv tabakası ile örtülü beyaz mermer kayalardan meydana gelmiş
bir adaya rastladım.
Hanya'dan
ayrıldıktan sonra İskenderiye'ye doğru yol alan firkateynimiz bir müddet bu
adanın tabiî limanında demir atmıştı. O mevsim esen bati ve kuzey rüzgârları denizcilere
Mısıra kaç günde varacaklarını hesaplamakta yardımcı olur. Mısır kıyılarına
yaklaştıkça koyulaşan bir sis duvarı kıyıyı görmemize engel oluyordu. Nihayet
ufukta İskenderiye fenerini farkettik ve yeni liman içinde demirledik. Aynı gün
Kahire Konsolosumuza bir haberci göndererek gelişimi haber verdim ve
hükümetten Nil yoluyla başkente gelmemiz için gerekli izni almasını istedim.
Kahire konsolos yardımcısı yanında dört tâcir ve bir Memlûk Ağası ile 11
haziran sabahı yanımıza geldiler. Şeyhü'l- beled'in yolladığı gemilerle
Kahire'ye dönecektik. Beyler arasında görülmeye başlanan geçimsizlik
dolayısıyla Kahire'den yollanan bir birlik yol güvenliğimiz için şart olmuştu.[107] Nil
deltasına yakın olan Râşid (Rosete) şehrine gitmek maksadıyla hareket
saatimizi, bunaltıcı sıcaktan korunmak gayesiyle akşama almıştık. Gün
ağarırken Râşid'in minarelerini seçtik; şehri katedip de Nil'in kıyısına
vardığımızda deltanın gözlerimize serdiği nefis manzara karşısında hayranlığımızı
gizleyemedik.
Akşam
üstü Şeyhü'l-beled'in yolladığı felukaya bindim. Bu felukanın kıç tarafında
yatak odası ve salon olarak kullanılan iki geniş kamara mevcuttu. Hizmetkârlar
ve mutfak için ayrılmış ikinci bir yelkenli bizimkini izliyor, yemek
saatlarında da yanaşıyordu. Deniz tarafından esen rüzgârın etkisiyle Nil'i
yavaş yavaş tırmanarak üçüncü gün sonunda Kahire'ye vardık.
Bizi
karşılayan konsolosluğa bağlı bir yeniçeri yüklerimizle birlikte heyetimizi
Konsolosluğa götürdüğünde gece iyice çökmüştü.
Daha
önce bahsettiğim, Padişah'ın eski gözdelerinden İzzet Paşa o sıralar Mısır
Beylerbeyi idi. Gelişimi haber alınca bana iltifatlarını bildirmek nezaketinde
bulundu; Şeyhü'l-beled'den de aynı iyi niyeti gördüm, İzzed Paşanın çağrısı
üzerine Kahire kalesine giderken şahsım için büyük bir karşılama töreni hazırlandığını
gördüm. Şehir içinde at üzerinde dolaşmak sadece Beylere ve devlet büyüklerine
tanınan bir ayrıcalık olmakla birlikte bana ve maiyetime yedi at ayrılmıştı.
İzzed Paşa tarafından karşılandıktan sonra, eski samimiyetimize dayanarak
başbaşa görüşmek istediğini bildirdi. Divan salonu boşaltıldıktan sonra bana
Beyler arasında başlayan kaynaşmadan bahsetti. Nitekim bu kaynaşma bir müddet
sonra silâhlı isyan hâline dönüşecek, karşı karşıya gelen taraflar kısa bir
çatışmadan sonra dağılacaklar, yenik düşen taraf Yukarı Mısır'a kaçarken, eski
Beylerin yerine yeni Memlûk Beyleri seçilecekti.
Düzen
geçici olarak huzura kavuşunca, Giza şehrinden on altı kilometre uzakta olan
piramîdleri ziyaret maksadıyla o şehre gittim.
Mısır'ın
tarihî zenginliklerini bu satırlara sığdıramıyacağımı bildiğimden, gördüklerim
hakkındaki ayrıntıları başka bir eserde toplayacağım.
Afrika'nın
doğu köşesinde Akdeniz'den Habeşistan'a kadar uzanan Mısır, boydan boya Nil
nehri ile sulanır. Kaynakları kesin olarak bilinmeyen bu nehir Habeşistan ve
Sudan'ı sulayan nehirlerin sularını alarak güneyden kuzeye doğru inerken
Kahire'nin on yedi kilometre altından geçer, o noktada iki kola ayrılarak Delta
adıyla bilinen büyük adayı oluşturur; bu adanın ucuna kadar olan kısmına
Arapça'da Batnel-bakara (öküz karnı) adı verilir.
Kahîre'nin
karşısında Nil'in kıyısındaki dağlar Libya ovalarının doğu sınırını teşkil
eder. Bu sıra dağlar Nil'i izleyerek taşkınlara karşı tabiî bir engel görevi
yaparlar. Arabistan'a bakan kıyılar daha dağlık olup Kızıldeniz'e kadar
uzanırlar ve deniz kıyılarında görülen dağların görünümüne sahip olurlar.
Yağmurun hemen düşmediği böyle bir iklimde nehrin peryodik olarak yaptığı
taşkınlar ülke tarımı için hayatî önemdedir. Haziran, temmuz ve ağustos
aylarında batı ve kuzeyden esen alize rüzgârları nemli bulutları Mısır'ın üzerinden
aşırarak Habeşistan'a götürür, orada düşen yağmur binbir çeşit yoldan Nil'e
kavuşur, o da çamurla yüklediği sularını Mısır'a yollar, Taşıdığı killi topraktan
dolayı bulanık renkte olan Nil suyu içildiğinde en berrak sulardan bile daha
hafif ve temiz gelir.
Nil'in
sağladığı bereket yüzünden eski Mısırlıların nehre verdikleri kutsal kişilik
Müslümanlar döneminde de az çok muhafaza edilmiştir. Taşkın zamanlarında eski
töreleri hatırlatacak kutlama törenleri düzenlenir.
Tellâllar
her gün nehrin taşkın anlarını halka bildirerek, suların şehrin merkezine,
oradan da sarnıçlara alınmasını sağlarlar. Dikilen bir direk üzerinde belirli
bir seviyeye gelen sular, halkın büyük sevinç gösterileri arasında açılan
kanaldan sarnıçlara dolar.
Yavuz
Sultan Selim Mısır'ı fethettikten sonra, bu ülkeyi imparatorluğunun bir eyaleti
hâline getirmiş ve Osmanlı yasalarını uygulamıştır. Mısır'dan vergi alınacak
yıllarda Nil'in, o kanalın açılmasını gerektirecek kadar bol taşkın yapması
gerekmektedir. Nil'in toprakların çoğunluğunu susuz bıraktığı dönemlerde, kıtlığı
önlemek maksadıyla eski Mısır hükümdarları çok sayıda kanal inşa ettirmişlerdi;
bunlardan en önemlileri günümüze kadar muhafaza edilmiş, ancak diğerleri
bakımsızlıktan iş göremez hâle düşmüşlerdir, bu yüzden Mısır'ın tarıma
elverişli topraklarının ancak yarısı bugün tarıma açıktır. Hükümet tarafından
büyük bir itina ile korunan kanallardan biri, Fayum ilinde Kahire'ye su
sağlayan, diğeri de İskenderiye kanalıdır. İskenderiye kanalı başında
görevlendirilen birlik, Bahriye Araplarının vaktinden önce kanalı açmalarına
veya yolunu değiştirmelerine engel olur.
Eski
Mısırlılarda, Trajan kanalı olarak bilinen Kahire kanalının açılışında genç bir
kızı kurban etmek gibi vahşi bir gelenek vardı. Halife Ömer bu geleneği
uygarlaştırarak töreni aynen muhafaza etmiştir; bu tören sırasında topraktan
yapılan bir heykel Nil'e atılır. Bu törenden sonra çeşitli eğlenceler ve fişek
atışları tertiplenir.
Mısır'ın
toprağı o kadar alçaktır ki, eski İskenderiye'nin kalıntılarında görülen
yüksek harabeler ve Pompee sütûnu olmasa yanaşacak yer bulmak büsbütün
zorlaşırdı; karadan on üç kilometre uzaktan denizden bakılacak olunsa, sanki
denizden çıkmış gibi duran palmiyelerden başka bir şey görülmez. Ancak Nil'in
taşkınlarla sebep olan tek şey arâzinin bu düzgünlüğü değildir.
Daha
önce belirttiğimiz gibi batı ve kuzeyden esen alize rüzgârları Akdeniz'den
gelen nemli havayı Habeşistan'a doğru sürüklerken Nil'in sularını da içeriye
doğru iterek taşkına sebep olurlar. Eylül ayında en yüksek derecesine
eriştikten sonra güneye dönen rüzgârlar Nil'in tabiî akşını hızlandırırlar ve
aynı zamanda Habeşistan ve Sudan üzerinde birikmiş bulutları Fırat’ın
kaynaklarına iterek onun da peryodik olarak taşkın yapmasını sağlarlar; nitekim
Mısır sulandıktan hemen sonra Mezopotamya da Fırat’ın bereketine kavuşur. Bu
dönemde kalın bulutların Süveyş berzahı boyunca Kızıldeniz'i aşarak Suriye
üzerinden Ağrı dağında toplandıkları görülür; tam o sırada Basra körfezinden
esen alize rüzgârları Fırat'ın sularını geri iterek Mısır'dakine benzer bir
olayla Mezopotamya'nın sulanmasını sağlar.[108]
Mısır'ın
Avrupa'ya ve özellikle Türklere sattığı Yemen kahvesi karşılığında verdiği
buğdaydan başka pirinç, keten, dabaklamada kullanılan sodalı tuz, kalaycılıkta
kullanılan amonyaklı tuz, boyacılıkta kullanılan safran, zamk ve ilâçlar en
önemli ticaret maddeleridir. Kahire’de rafine edilen şeker ülke ihtiyacını
büyük ölçüde karşıladığı gibi İstanbul’a da nakledilir. Daha gelişmiş bir
sanayii dokumacılıktır; yakıcı bir iklim altında devamlı olarak beyaz kumaştan
elbiselere bürünmek zorunda olan Mısırlıların ihtiyaçlarını karşılamak üzere
geliştirilen dokumacılık hiç bir yasayla tanzim edilmiş değildir.
Mısır'a
dışardan getirilmiş olan bitkiler orada çok daha verimli ve kaliteli
olmaktadırlar, meselâ çivit otu Suriye'de olduğundan çok çok daha iyi renk
vermektedir. Mısır'da toprağın bereketine, ürünlerin zenginliğine bir de
havanın sağlamlığı eklenir. Râşid, Dumyat ve Mansur'daki pirinç üretimi için
bulunan durgun sular düşünülürse, Mısır'ın bu tür tarım yapan ülkelerin
tamamından apayrı bir havaya sahip olduğu görülür. Zenginlikler hiç bir surette
insanın hayatı pahasına elde edilmemektedir.
İslâmiyet
Mısır'da en fazla yaygın olan dindir; ancak Mısırlılar İslâm kaynaklı olmayan
bir sürü geleneğe de sahiptirler. Bu geleneklerin uygulanmasında, onlar kadar
mutaassıp olmayan Türklerden daha az sert davranırlar.
Bir
zamanlar Kafkasya'dan getirilip Mısır'da satılan Çerkeş ve Türk çocukları
zamanla Memlûk adı altında kendilerini göstermişler, on, on iki bin kişilik
topluluk olmalarına rağmen ülkeyi demir elleri ile yönetmişlerdir.
Yavuz
Sultan Selim Mısır'ı fethettikten sonra Memlûk beylerinin ayrıcalıklarına
dokunmamış, başlarına Padişaha bağlı bir Paşa getirterek yönetimdeki dengeyi
sağlamaya çalışmıştır. Fakat Bâb-ı âlinin gücü giderek azalınca Paşalar,
Beylerin çatışmasından yararlanarak yönetimlerini sürdürmek istemişlerdir;
ancak her defasında zayıf olan tarafı tuttuklarından kendilerine yeni düşmanlar
kazanmışlar. Memlûk Beyleri, Paşaları avuçları içine almışlardı.
Memlûk
Beylerini silâha sarılmaya zorlayan çatışmalar patlak verdiği zaman halk bir
seyirci rahatlığı içinde olup bitenleri karışmadan seyreder. Her eyaletin
valiliğini yapan Bey kendisine ait illere kâşif adı verilen yardımcılar
yollar. Bütün Mısır'a dağılmış olan Memlûklar her ihtilâlde Kahire'ye
gelirler; yoklukları sayesinde hürriyetlerine kavuşan halk hiç bir zaman
onlardan kurtulmak maksadıyla bir harekete girişmemiştir.
İskenderiye'den
ayrıldıktan sonra firkateynimiz Mısır kıyılarını izleyerek Dumyat'a kadar
geldi, oradan Yaffa üzerine dümen kırarak yoluna devam etti. Yaffa'ya gelince
kıyıdan sekiz kilometre açıkta demirledik. İlk durak olarak Suriye'nin bu
limanını seçmemiz benim Ramallah kendine yapacağım ziyaret ile ilgiliydi.
Filistin'in bu kentine atla gittim. O topraklarda hüküm süren şeyh beni
rahatlıkla karşılayabilmek amacıyla o sıralarda çatışma hâlinde olan dört Arap
kabilesi arasında mütareke sağlamıştı.
Deniz
ile Kudüs dağı arasında kalan yirmi beş kilometrelik mesafe düz ve son derece
verimli bir ülkedir. Ticaret pamuk üzerine, sanayi de iplikçiliğe dayanır.
Haçlı
seferlerinden kalan eserleri yok eden İslâmiyet, kutsal yerlerin hiç birine
dokunmamıştı; Hıristiyanlara ait kutsal yerlerin Ortodokslarla Katolikler
arasında paylaşılmasını öngören Türk siyaseti, iki mezhebin çatışmasından
yararlanmayı düşünmüştü. Bu arada iki mezhebin çatışması tahminlerinin de üstüne
çıkmıştı; üstelik İspanya’nın Kudüs'e yaptığı malî yardim da Osmanlı hâzinesi
için iyi bir gelir kaynağı oluyordu.
Gemiye
döndükten sonra yelken açtık ve ertesi sabah Akkra'ya vardık. Akkra şehri geniş
bir koyun içinde kurulmuş olup, güney rüzgârlarından Karmel dağı ile korunur.
Hospitalier Şövalyeleri'nin kurduğu kilisenin dış duvarları hâlâ durmaktadır.
Şeyh Tahir zamanında bollaşan tarım ürünleri sayesinde ticaretimiz gelişmişti;
fakat bu şeyhin acıklı sonundan sonra oradaki ticarî hayatımız gerilemeye
başlamıştı.
Akkra'dan
sonra Fransa'nın Genel Konsolosu'nu görmek üzere Sayda'ya gittim. Bu şehir bir
anlamda Suriye ticaretimizin merkezi olmuştu.
(Yazar,
Lübnan'da yaşıyan Dürzîler hakkındaki gözlemlerini uzun uzun anlattıktan sonra
Kıbrıs, Selânik, Tunus ve Malta'ya yaptığı geziler hakkında kısa bilgiler
vermektedir. Hâtıralar'ın bu kısmının Türkleri ilgilendirmediğini göz önüne
alarak çevirmedik. Zaten yazar da eserine burada son vermiştir.)
[1] Sultan I. Mahmud
nezdindeki Fransız elçisi. (Ç.)
[2] Sesli harfler yazıdaki
cümlelerin dışında işaretlerle belirtildiğinden yazarlar bu zahmetten kaçmakta,
bütün güçlük okuyanın üzerine gelmektedir; bu yüzden anlamı değişen sessiz
harfler üzerine edebî münakaşalar yapılıyordu; ancak Kur’an-ı Kerim üzerinde bu
tür münakaşaları önlemek gayesiyle b.u kitap hiç bir zaman sesli harfler
kullanılmaksızın yazılmıyordu.
[3]
Yasa bu çeşit yağmayı, yakmayı yapanı ateşte yakmak ile cezalandırmıştı; ancak
yangınların sıklaşmasından yatakta ölmek bile mümkürı olmadığından, suçlu
olunsa da, olunmasa da ateşte yanma tehlikesi daima vardı; en ağır cezalar
bile iyi bir düzeni sağlamayı başaramazlar; keyfî yönetimlerde bulunmayan
dikkatli bir gözetim ile ancak düzen sağlanabilir.
[4]
Padişah, elçileri Divan’ın sarayda toplandığı gün olan salıdan başka hiç bir
gün kabul etmez; arz odasında sadrâzam, hazinedâr, Rumeli ve Anadolu
kazaskerleri, vs. hazır bulunurlar. Sadrâzamın oturduğu yerin üstünde, kapının
tam karşısında yerden dokuz, on ayak yüksekliğinde kafesli bir pencere
arkasında Padişah hazır bulunur; muteber bir inanca göre, orada kimseyi
hançerlemeden ve kimse tarafından hançerlenmek tehlikesine mâruz kalmadan divan
toplantısını izler.
[5] Bu
kelime ile Sadrâzamın kaldığı yer, vezirlerin günlük işlerini gördükleri
büroların toplamı kastedilir.
[6]
Padişah'ı yayan olarak izleyen hizmetkârlar.
[7]
Padişah mührünü muhafaza eden yetkili kişi.
[8]
İdam fermanında şöyle yazılıyordu: Efendilerinin teveccühünü suiistimal
edenlerin akıbeti budur.
[9]
Avrupalılardan duyulan bu iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur. Şimdiye kadar
hiçbir din adamı havan topu içinde idam edilmemiştir. (Ç.)
[10]
Mektupçubaşı: Bâb-ı âli'de ikinci derecede bir bakanlıktır.
[11]
Keyfî yönetimlerde yüksek bir mevkide uzun zaman kalmak mümkün değildir; kendi
hayatını tehlikeye atmadan mevkiinde tutunma ihtirası beslemek mümkün değildi;
bu durumda başkalarının hayatının ne önemi vardır?
[12] Bu tekelin geliri
hâzineye aittir. Defterdar bunun yönetimiyle meşgul olur.
[13]
Haksızlığa terkedilen insanlar bir müddet sonra bütün suçları mazur görürler.
Bir düzensizlik daima daha büyük bir düzensizliği doğurur; yasalar da o şekilde
bir örnek verirlerse bu olay daha çabuk meydana gelir.
[14]
Hâtıraların yazıldığı sıralarda mikrop kavramı olmadığını okuyucuya
hatırlatırız (Ç )
[15] Kazasker, veya
Kadı-el-asker, askerî birliklerin kadısıdır. Bu makamda iki tane vardır.
Anadolu ve Rumeli kazaskerleri; birincisi, İkincisinden daha üstündür. Bu en
büyük iki kadının her şeye yetkisi vardır: askerî bir hükümette, askerlerden
başkası bulunmaz.
[16] Kâbe mollası unvanı,
İstanbul Efendisi unvanından önce gelir. Ancak Şeyhülislâm, Kazasker olmak için
mutlaka bu rütbelerden geçip, Padişah’ın seçimini beklemek gerekir
[17]
Türkiye’de hırsızlar yasaların elinden kurtulup, çaldıkları mallarla bir mevki
satın alırlarsa, meziyetlerini (!/ uygulamakta hürdürler.
[18] Türklerin en fazla
sevdiği çiçeklerden olan lâle bahçelerinin aydınlatılması ile yapılan bayrama
verilen ad
[19] Rum papazlar sahip
oldukları mutlak otoriteyi belirtmek bakımından bu unvanı taş^r’ar, ancak bu
otoriteyi gerçekte onlara tam anlamıyla Padişah uygular
[20] Zengin Rumların
kendilerine verdikleri unvan
[21] Bu Hisar Boğaz’ın
Rumeli kıyısında olup, idam edilecek yeniçeriler oraya götürülürdü, ölmeden
oradan kurtulan olursa, hiç olmazsa korkusunu taşırdı.
[22] 7*8
kg, ağırlığındaki bu bakır kemer ile subavlar, yeniçerileri dövebilirlerdi.
Yeniçeriler bu rütbe işaretine çok büyük önem verirlerdi
[23]
Sarayda-bulunan şehzadeler yalnızca bıyık bırakırlar Ancak daha yüksek bir
mevkie geçme durumu olunca sakal bırakılırdı.
[24]
Kırmızı ayakkabı, mavi bol pantalon ve külahları haricinde yeniçeriler
istedikleri renkte üniforma diktirebilirlerdi. Yalnız üniformanın biçimi
hepsinde aynı olurdu.
[25] Yeniçeri albayları
[26] Gümüş kemerleri
dikkati çeken seçme ayak uşakları
[27]
Hasekiler, Bostancılar arasında seçilmiş muhafızlardır.
[28]
Zülüfçüler bir çeşit iç muhafızlar olup, şapkalarının üzerinde şakak hizasında
takılmış ve omuzlara kadar inen tuğlar taşırlar.
[29]
Solaklar. Padişah’ın muhafazasına memurdular. Hünkârın sağ tarafında olanlar
oklarını sol elleriyle atmak zorundaydılar, muhtemelen adetleri buradan
gelmektedir.
[30]
Kızlar Ağası, hadımların başı olup, yine zenci olan Haznedar Ağa onun
yardımcısıydı; görevi halka para dağıtmaktı.
[31] Dört köşesinde dört
halifesinin adı, ama olarak çift uçlu bir kılıç, sim’i telle işlenmiş
Kur’an’dan ayetler taşıyan bu kırmızı bayrağa halk taassupla bağlıydı.
Kaybedilmesi umulmayan bir hiddet doğururdu.
[32] Kadınların yıllık
giyim masraflarının bizim paramızla 250 lira olduğuna dair bana bilgi
vermişlerdi. Bu miktar ihtişamlı bir giyim için asla yetmez
[33] Bu
çeşit bir vergilenmeden elde edilen gelir doğrudan Padişah’ın hâzinesine
girerdi. Eyalet halkının şikâyetleri Padişahın beğlerbeğlerinin gerçek serveti
hakkında fikir edinmesini sağlardı. Sefaletten dolayı şikâyet edenler,
gebelikle beğlerinin kellesinden başka bir şey elde edemezler ve veni gelen
gideni aratırdı.
Türkiye'deki İktisadî
sistem, Padişah’ın kendi hâzinesini doldurmak üzere arada sırada sıktığı geniş
bir süngere benzer.
[34]
Osmanlı prenslerinin doğumu münasebetiyle yanılan eğlenceler; doğan kız ise
deniz üzerinde eğlenceler tertip edilirdi; fakat uzun bir kısırlık döneminden
sonra doğacak ilk çocuk için alışılagelmişin dışında donanma yapılmasına karar
verilmişti
[35] Türklerde bir kese
500 kuruşa tekabül eder
[36] Bu
gelenek halk arasında daha az yaygın olup daha ziyade zenginlerde, vaktinin
çoğunu güzelleşmeğe ayıran kimselerde görünüyordu; nitekim gayet ince olan bu
pudranın, terleme sonunda gayet çirkin bir görünüm verdiği gerçektir. Buna
rağmen, daha kalabalık olan ve çalışması ile zenginlere gelir sağlayan halkın
da kendine göre bir takım süslenme usulleri vardı. Bunlardan en yaygın o!anı,
kollan, bacakları ve göğsü döğme denilen şekillerle süslemekti. Düğmelerde
yazılı olan îsa ve Muhammed adları Hıristiyanlar ile Müslümanları ayırdetmeye
yarardı. Bazen aşk sözleri ile ayetlerin de kazıldığı vâki idi.
[37] Sülime, cilde
beyazlık ve özellikle parlaklık vermek için kullanılan bir ilâçtır.
[38] Bu
Lady’nin mektuplarının son basımında, yazılı olan herşeyin gerçek olduğuna dair
bir kayıt konmuştur. Yayınevinin bu iddiasının delillerle kanıtlanmış olması
beklenmektedir. Ancak kendisini eğlendiren şeyler hakkında itinalı davranmayan
halk bir yana, gerçekleri sevenler, gerçeği savunmaya geçmeden önce onu bütün
delileri ile sunmak zorundadırlar.
[39]
Özel evlerde bu odaya Mabeyn odası adı verilir; bu kelime tam olarak terdinaz
edilirse, ara odası anlamına gelir.
[40]
Sadrâzam ile Yeniçeri Ağasının kapılarına. Paşa Kapısı ve Ağa Kapısı denirdi.
Kendisinden daha aşağı rütbede biriyle konuşanlar falan kapıda hizmet ettim
diyerek durumlarını belirtirler. Ancak, Kapu kelimesi tek başına söylendiğinde,
yalnızca; bütün işlerin görüldüğü Sadrâzam’ın sarayı kastedilir.
[41]
Silâh mağazasında dikkatimi çeken tek şey bir mancınık olan; ancak Türkler buna
öyle az ihtimam gösteriyorlardı ki, bunun bir yığın eski silâhın altında
gördüm. Eski silâh deposu olarak kullanılan yer eski bir Rum kilisesiydi.
[42] İstanbul inzibat
âmiri.
[43]
Donanmalarda Bedestenler çok güzel bir görünüm kazanırlar. Özellikle
kuyumcuları, en güzel parçalarını teşhir ederek gerçek bir takdir kazanmışlar.
Her türlü malzemenin satıldığı çarşılar da, bana iyi süslenmiş göründü.
[44]
Yazarın istibdat olarak nitelediği rejimde bir çeşit bir hoşgörünün o çağlarda
hiç bir ülkede mevcut olmadığını, hattâ çağımızda bile, birkaç ülke dışında zor
karşılaşıldığını okuyucuya hatırlatmak isteriz. (Ç.)
[45]
Sarayın dışında deniz kıyısında kurulu olan bu köşkte deniz ile ilgili her
türlü törenlerde hazır bulunurlardı; ayrıca Padişah denizde sefere çıktığında
veya dönüşünde buraya gelirdi.
[46]
Denizde seferde iken bu unvan amiral rütbesine eşittir ancak donanma
demirliyken bu unvanın öyle bir kapsamı kalmazdı. Bu görev, iki tuğlu paşalara
verilirdi; bazen kubbe altı vezirlerinden üç tuğlu olan paşalar da Kapdân-ı Deryâlığa
getirilebilirdi.
[47] Üç
tuğlu paşalara Vezir denir. Vezir-i Âzam ise devlet’in mührüne sahip olan
kimsedir. Hükûmet’in en yüksek kişisi olduğu için Vezir î Azam diye
adlandırılır.
[48]
Sultanların kocaları ile İstanbul dışına çıkamıyacaklarını daha önce görmüştük.
Sultanlardan doğacak erkek çocukların eli altında tutulmasını isteyen Saray
böyle bir çareye başvurmuştu.
[49]
Hazine Padişah’ın servetinin toplamına ifade eder. Sayıca bir ifade olarak
kullanıldığında 10.000 kese altın toplamı anlamına gelir. Sultan Mustafa bütün
servetini paraya çevirerek bunları sandıklara kilitlemekte büyük bir zevk
buluyordu. Hattâ Danimarka Sarayı’nın armağan ettiği altın ve gümüş mutfak
eşyalarını bile darphanede eritip bastırmıştı.
[50] Yazarın bizde tenkit
ettiği adaletsizliğin, kendi ülkesinde, birkaç yıl sonra korkunç bir ihtilâle
sebeb olduğunu unutmamak gerekir. (Ç).
[51] Yalancı tanıklara
verilen ceza, eşeğe ters olarak oturtulup şehirde gezdirilmektir; ancak bu tür
bir ceza uygulanmasını hiç görmedim.
[52]
Avrupa'da Türk cinsi köpek diye adlandırılan soya Türkiye'de pek rastlayamadık;
tıpkı her yeniliğe verilen Türk elbisesi, Türk yatağı adları gibi
[53]
Bostancıbaşının doğanlarını idare eden ağa.
[54]
Galata'da oturan Fransızların haricinde, elçilerin ve Avrupa tüccarların
oturduğu semt. Bu iki mahallede, sayıları elli bine vuran Türkler, Ermeniler,
Rumlar ve Yalıudilerde otururdu; ayrıca 300-400 kadar levanten vardı.
[55] Türkler, en büyük nankörlüğün yiyecek vereni unutmak
olduğunu kabul ederler; tuz ve ekmek yiyeceği temsil eder.
[56] Düzeni sağlamak ve
halkın güvenliğini temin etmek için devriye gezen inzibatların, kalın ucu
reçinelenmiş sopalarından başka silâhları yoktur. Bu silâhtan kaçmak için
çevikliğine güvenen suçlunun, ayaklarına atılan bu sopa onun
dürmesine sebep olur. Ancak sucuların ateşli silâhları varsa, inzibatları yanlarına
yaklaştırmazlar.
[57]
Bakkalların genellikle yataklarında öldüğü söylenir; en iyi mevkiin zıttı
olarak bakallığın söylenmesi âdet olmuştur
[58] Hükümet şarap eminliği görevini hiç bir zaman bir Türk’e
vermez.
[59] Sultan Ahmed ve Şehzadebaşı camileri çok daha zarif bir
görünüme sahiptirler; altı minareli olan birincisi At Meydanı’ndadır.
[60] Konstantin tarafından inşa ettirilen bu kilisenin, yer
sarsıntısından yıkıldığını. Justinyen zamanında yeniden inşa ettirdiğini
söylerler. Ancak bu imparatorun Ayasofya’nın yer sarsıntısından yıkılan yan
duvarlarını sağlamlaştırdığı anlaşılmaktadır.
[61] Boron de Tott’un Türk
Çini’lerine dikkat etmediği veya dikkat etmek istemediği anlaşılmaktadır. (Ç.)
[62] Istanbul’un ilk alındığı yıllarda yapıları bu minareler,
diğer minarelerin zerafeti ve güzelliği karşısında, göze artık hoş
gözükmektedir.
[63] Canlı ve iyi kalitede bir koyun ancak bir altın eder.
[64] Boyarlar, zenginliklerinden başka bir ünvanları olmayan
toprak sahipleriydiler; ancak zenginlik herşeyi boyunduruk altına alıyor, en
sağlam düzenler bile ona karşı direnemiyorlardı.
[65] Bütün soylulara Mirza denilir; yazımın daha ilerlerinde
Kırım Türklerindeki soyluluk unvanları görülecektir.
[66] Sultan’ın hanedân kanı taşıyan prens olduğunu hatırlatırız.
[67] Bahçesaray Kırım Hanlarının başkentidir.
[68] Yazar, Türklerin bu
işi yüzyıllardır yaptığını bilmiyordu (Ç.)
[69] Yazarın kısrak sütü
diye bahsettiği şey kımızdır (Ç)
[70] Yazarın Türklerin
yayık yağı yapmasını bilmiyor demesinde önemli bir yanlışlığa düştüğünü
sanıyoruz. (Ç.)
[71] Şirin sülâlesi Kırım Hanlığı’ndaki soylu ailelerin en önde
gelenlerindendir.
[72] Ulu - Hanlık. Kırım
Hanlığı demektir. (Ç.)
[73] İnsan bilgisi
yeryüzünün oluşum ikelerin daha fazla hâkim olduğunda, Kırım’ın gösterdiği
düzgünlük oluşum evreleri sırasında yarım adanın pek etkilemediği gösterecektir.
Bu ülkede ver sarsıntısı pek ender olarak görülmüştür, en yüksek dağlarda bile
kratere veya en ufak bir lav izine rastlanmamıştır
[74] Bu asalet ünvanının
ne olduğunu sonra göreceğiz
[75] Henüz büyük göçler teorisinin ve Türklerin bununla olan
ilgisinin bilinmediği devirde yazarın böyle bir kanaat varması gerçekten ilgi
çekicidir (Ç.)
[76] Donkowça, Hotin yakınlarında, savaşın başlamasının beri Leh
vatanseverlerinin kaldığı bir köydü.
[77] O gün ordudan 3.000
asker ve 30.000 at telef oldu.
[78] Osmanlı Türkleri düşmanlarının başlarını kesip kumandanlarına
sunarlardı halbuki Kirim Türkleri böyle bir şeyden nefret ederler.
[79] Arnavut Sipahilerin Albayı.
[80] Bana eşlik eden ve şu anda College Royal’de öğretmenlik
yaparı kâtibim M. Russin de bu inanılmaz olaya tanık olmuştur.
[81] Kırırn Giray, Rus
Çariçesi Katerina'rıın kiraladığı bu Rum hekim tarafından zehirletilmiştir.
(Ç.)
[82] Daha önce bahsettiğim namahrem kavramının Kırımlı kadınlar
tarafından sıkı bir şekilde izlenmediği görülmektedir. Bu topluluktaki gelenek
ve törelerin, bizim gelenek ve törelerimize çok benzediği de farkedilmektedir;
nitekim Avrupa milletlerinde görülen düğün tacı ve badem şekeri tıpkı Kırım
Türklerinde olduğu gibidir. Kırımlılar evlenecek kızları darı ile örterler
ilk toplulukların geleneklerine göre tarım ürünleri bütün zenginliklerin
simgesidir. Bu maksatla evlenecek kızın başı üzerine yaklaşık 33 cm çapında
bir tepsi konur. bunun üzerine yüzü örten ve omuzlara kadar inen bir tül
örtülür; bundan sonra tepsi üzerinden darı dökülmeye başlanır; etrafa yayılan
darı taneleri kızın çevresinde gittikçe yükselen bir koni tenkil eder. Darıdan
koni, tül sayesinde nefes almayı önlemeden tepsi hizasına gelince genç kızın
çeyizi tamamlanmış savılır. Bu gelenek kısa boylular için elverişli değildir;
bugün bir kızın değeri ona sarfedilecek darı miktarı ile ölçülür; fakat
hesaplarını para olarak yapan Osmanlı Türkleri ile Ermeniler, tül ve tepsi
geleneğini muhafaza ederek genç kız üzerine para atarlar ve buna darı serpmek
derler. Bizdeki evlilik tacı ve badem şekerleri acaba aynı kaynağa dayanmıyor
mu?
[83] Baron de Tott’un bu gözlemi gerçekten çok ilgi çekicidir.
Basit bir Kırımlı Türk, soydaşlarının nerelerde olduğunu ve nasıl yaşadıklarını
gayet güzel bir şekilde biliyor (Ç).
[84] Türkler Trakya dağlarına bu adı verirler; genellikle bu
kelime çok yüksek dağları nitelemekte kullanılır.
[85] Geçen yüzyılın sonunda, bu yüzyılın başında saltanat süren
Selim Giray cesareti sayesinde Türk ordusunu Avusturyalılar, Lehliler
ve Ruslar önünde yenilmekten kurtardıktan sonra onu Osmanlı tahtına geçirmek
isteyen yeniçerilerin taleplerini geri revirmiş, bunun üzerine bu Han’ın
değerini mükâfatlandırmak isteyen Padişah, Selim Giray’ın oğullarına diğer sultanların
üstünde bazı haklar vermişti. Üstelik, şimdiye kadar hiç bir Kırım Hanı’na
verilmeyen Hacca gitme izni de verilmişti. Selim G:ray Hacı
olduktan sonra çocukları ailelerinin lâkabı olan Çoban sözünü bırakarak Hacı
lâkabını aldılar.Kırım’da hüküm süren hükümdarların Giray adını nereden
aldıkları da bir merak konusudur. Dillerde dolaşan bir efsaneye göre zamanında
tahtı ele geçirmeyi aklına koyan büyük derebeylerinden biri tasarısını
gerçekleştirince bütün Cengiz şovundan gelen prenslerin katlini buyurmuştur;
kargaşalıktan yararlanan beğlerden biri henüz beşikte olan prenslerden birini
kurtarmış, çocuğu sırrı ile birlikte- doğruluğu ile tanınan Giray adında
çobana emanet etmişti. Genç prens kırlarda büyürken babalığı o!an çoban halkın
tahttaki zorbaya karşı kininin iyice bileneceği anı beklivordu. Cengizoğlu 20
yaşına basınca beklenen olay ortaya çıktı. Daima saygı duyulan bir kişi olan
yaşlı çoban ihtilâlcilerin arasına karıştı, prensin kimliğini açıkladı ve
zalim hükümdarın öldürülmesinden sonra onu tahta oturttu.
Yaşlı
çoban teklif edilen bütün rütbeleri geri çevirdi ve çabalarının hâtırasını
ölümsüzleştirmek maksadıyla adının daima kullanılmasından başka istekte
bulunmadı. Sonra yine sürüsünün başına döndü; saltanat süren Han Çoban-Giray
adını aldı; ondan sonra tahta geçen diğer hanlar da Çoban adını bırakmadan
Giray adını da kulanmaya devam ettiler. Osmanlı tarihçileri bu konuda değişik
görüşler ileri sürmekledirler; onlar Giray adının Cengiz Han'ın küçük
torunlarından biri tarafından taşındığını söylemektedirler.
[86] Hazine dairesinde saklanan bu yeşil ipekten sancak ancak
savaş zamanlarında dışarı çıkartılır. Buna rağmen Sultan Ahmed’e karşı
ayaklanan âsîlere karşı kullanılması söz konusu edilmiştir. Hazine dairesinde
Hz. Muhammed’in kutsal emanetleri de saklanır. Her yıl bir miktar su içine
daldırılrıktan sonra bu sudan alınan küçük miktarlar şişeler içinde devlet
büyüklerine gönderilir. Bu kutsal suyun çok değerli olduğu ve taşıyanların da
büyük bahşiş kopardığı söylenmektedir.
[87] Babasının Macar olduğu, Prens, Ragotzy ile birlikte gittiği;
Bâb-ı âli’nin bu prense ve maiyetine sığınma hakkı verdiği daha önce
görülmüştü.
[88] Osmanlıların coğrafya konusunda bilgisizlikleri hakkında
daha belirgin örnekler vardır. Bir Venedik elçisi İstanbul’a gelirken yolda
rasladığı bir Türk amirali ile sohbet yanarken bunun, Venedik ile Rusya’nın
komşu olup olmadığı hakkındaki yorumuna şaşırmış ve revan
olarak. Evet
her iki devletin arasında
Osmanlı İmparatorluğu vardır, demiştir.
[89] Bu hikâye bana Cezayirli Hasan Paşa tarafından nakledilmiştir.
[90] Kâinata hükmetmek ümidinden pek kısa zaman sonra mahvolma
fikri galebe çaldı. Rusların göründüğü haberi üzerine bütün İstanbul aklını
kaybetti, başarıya ulaşmam için toplu dualar yapılıyor ve gayretime inanmış
olan fakat ne yazık ki şu an için bir şey yapamıyan Padişah da ancak ben
hareket ettikten sonra rahat nefes alabiliyordu.
[91] Sultan III. Ahmed’i
deviren ve halefini de tehdit eden ihtilâl sırasında cesur iltica amiraldi.
Asilerin başkanı Divanda bu Amiral tarafından katledilmişti.
[92] Türkler uzun zamandır beni böyle adlandırıyorlardı.
[93] Koca Osmanlı İmparatorluğu Padisahı'nın ve devletinin bir
yabancının yardımlanna muhtaç kalması ne kadar acı ne ibret vericidir. (Ç)
[94] Bütün savaş boyunca,
Padişahsın hesabına buğdav taşıma işi tarafsız ülke gemileri tarafından
yapıldı; Bâb-ı âli’nin Fransızlara tanıdığı ayrıcalık İstanbul'daki Fransız
tüccarlarına büyük kazanç sağladı
[95] Aslında denizcilik irin pek elverişli olmayan Karadeniz için
inşa edilmiş Türk gemilerine verilen ad.
[96] Tabyalarda çalışan işçilerden bir gün içinde yeba yüzünden
20 ölüm vakası olmuştu.
[97] Yazar, asıl Türklerle karşılaşmamış olup yalnızca yozlaşmış
Osmanlıları gördüğünden bizim hakkımızda pek iyi bilgilere sahip değildir. (Ç.)
[98] Şimdiki Anzak Koyu
(Ç).
[99] Hükümet el ile
yapılan ürünlerden vergi alarak hem üreticiyi hem de tüketiciyi zarara
sokuyordu.
[100]
Yeniçerilerin kazanlarına verdikleri önem, bizim sancaklara verdiğimiz önemle
karşılaştırılamaz. Kazanlarını düşmana kaptıran ortalar şereflerini kaybetmiş
sayılır. Bu inanıştan dolayı, yeniçeri albayına Çorbacı, binbaşıya da Aşçıbaşı
denir.
[101] Bu
askeri rütbe bizdeki yüzbaşıya tekakül eder. Türklerde sarık çeşitten
meslekleri ne tâyin eder.
[102]
Okmeydanı’nda Padişahlar, ok atışı yaparlardı, her Padişahın attığı ok
menzilini, gösteren taşlar dikilmişti. Bu alanda aynı zamanda Şehzadelerin
sünnet düğünleri de yapılırdı.
[103]
Hasekiler, bir rıevi seçme bostancılardı; yanlarında kılıç ve Padişah’ın hizmetinde olduklarını
belirten beyaz sopalar taşırlardı. Hizmetlerini, bostancılar gibi, atla
yaparlar, yalnız Padişah'ın gezilerinde ona yaya olarak eşlik ederlerdi.
[104]
Mühendishâne-i Bahr-i Hümâyûn. (Ç).
[105]
Birkaç ay uygulanan ve ahlâken iyice
bozulmuş olan vezirlere bir az ruh verebilecek olan bu tasarı, Sultan Mustafa’nın
ölümünden sonra terkedilmiştir
[106]
Mehter adıyla müzisvenler bilinmektevse de. Kaymakamlığa bağlı ve en basit
işleri yerine getirmekte kullanılan çuhadarlara da bu ad verilmişti.
[107]Mısır
başlarında Beyler bulunan yirmidört İle ayrılmıştı; Kahire’nin yönetimiyle
meşgul olan Bey’e Şehü’l beled (belde prensi) unvanı verilir. Beylerin
toplantısında Divan denir ve
Divan Padişah adına üç tuğlu bir paşa tarafından yönetilir.
[108] 200
yıl önce yapılan bu meteorolojik tahminlerin doğruluk derecesi, günümüzün
bilgileri ışığında incelenebilir (Ç).