Mustafa Müftüoğlu
ÇANKAYA'DA KABUS
(3 MAYIS 1944)
Bu kitabı, 1944 olayının çilesini çekip, bugün aramızdan ayrılmış olanların ruhlarına hediye ediyorum.Cümlesine rahmet diler, afv ve mağfiret niyaz ederim.
M. M.
ÖNSÖZ
1944 yılında cereyan eden ve kasden «Irkçılık Turancılık» adı verilen milliyetçilik düşmanı meşhur dava üzerinden otuz yıl geçti.
O günden bugüne, zaman zaman Meclis kürsüsüne kadar götürülen ve sebebleriyle neticesi, günümüzde hala konuşulmakta olan bu meşhur davanın mahiyyeti nedir? Nasıl başlamış, akla hayale gelmeyen ve uzak yakın alakası olmıyan bir safhaya, bazı mes'ul hükümet adamlarınca niçin zorla intikal ettirilmiş, bahusus, bu memleketin öz evladlarına o korkunç işkenceler neden layık görülmüştür?
Bu sualler bir çeyrek asırdanberi devamlı sorulagelmesine rağmen, dava ile alakazı olarak bütün yazılanlar sadece gazete ve dergi sayfalarında kalmış, dolayısiyle milliyetçilik düşmanı bu dava tüm sebep ve neticeleriyle aydınlığa kavuşamamış, bu arada yalnız Sayın Alparslan Türkeş, konuyu «özet olarak» günlük bir İstanbul gazetesine açıklamış ve «Türkeş Konuşuyor>> başlıklı bu yazı serisi, bilahare kitap halinde de neşrolunmuştur.
Ben, milliyetçi eserleri basmak ve yaymak üzere 1944 yılında kurduğum «Müftüoğlu Yayınevi» nin faaliyetleri dolayısiyle olaya karışmış bir kimse olarak, «Irkçılık Turancılık» adı verilen milliyetçilik düşmanı bu dava ile alakalı şu kitabı hazırlarken, yarının gerçek tarihçisine hizmeti bir vazife bildim. Ayrıca bu davanın bir neticesi sayılan <<Öner-yücel Davası» nı da ayrı bir bölüm halinde kitaba ilave ederek, meseleyi mümkün mertebe aydınlatmağa çalıştım.
Bir müddet evvel «Bizim ANADOLU» gazetesinde tefrika edilen bu yazı serisinin neşri sırasında gördüğüm yakın ilgi ve teşvik üzerine, yazdıklarımı tekrar gözden geçirip daha bazı ilaveler yaparak, kitabın, bu meşhur davayı olanca aydınlığıyle gözler önüne serebilmesine bilhassa dikkat ettim. Buna rağmen, bu kitabın elbette bir çok noksanları vardır ve dava ilerde, yayınlanacak vesikalarla daha da vuzuha kavuşacaktır.
Şu Onsözümüzde, bu davaya karışan ve bugün aramızdan ayrılmış olan eski milliyetçileri rahmetle anmayı bir vazife sayarım.
5 Eylül 1973
İstanbul
Mustafa MÜFTÜOGLU
BAŞLARKEN
Türklüğün hür ve müstakil tek yurdu Türkiyemizdeki komünizm faaliyetleri, ikinci Dünya Harbi içinde ve bu harp sonundaki devrede çok vahim bir hal almış ve 12 Mart öncesi hadiselerinin tüm tertipçileri, o yıllarda resmi himayeye mazhar olan bazı azılı komünistlerin gayretiyle, hep bu devrede yetiştirilmişlerdir.
15 Aralık 1946 tarihinde istanbul Örfi idare Kumandanlığınca Dr. Şefik Hüsnü Değmer'in ı evinde yapılan arama sırasında ele geçen ve 1945 yılında Moskova'ya gönderildiği anlaşılan raporun 2 muhteviyatı, keza : 1947 yılında Recep Peker hükümetinin Dahiliye Vekili Şükrü Sökmensüer tarafından bir sözlü soruya cevaben Büyük Millet Meclisi kürsüsünden
I Dr. Şefik Hüsnü Değmer, 1887 yılında Selanik'de doğmuş, 7 Nisan ı959 da sürgün bulunduğu Manisa'da ölmüştür. Yahudi dönmesidir. Türkiye'deki gizli veya aleni bütün komünizm faaliyetlerini hep bu Yahudi dönmesi idare etmiştir.
2 Bu rapor için bkz. :
. A) Necdet Sançar. Gizli Komünist Belgeleri. .Ankara, 1966.
Dr. Fethi Tevetoğlu. Türkiyede Sosyalist ve Komünist Faaliyetleri. I9ıo-ı960. Ankara, ı967.
Aclan Sayılgan. Solun 94 Yılı. I871-ı965, Ankara, ı968.
Yapılan ifşaat ve daha sonraki yıllarda girişilen komünist tevkifatı sırasında ele geçen bazı vesikalar, o yıllardaki legal ve illegal komünizm faaliyetlerinin ne derece korkunç bir hal 'aldığını ve bazı sicilli komünistlerin mes'ul hükumet adamlarınca nasıl himaye edildiğini olanca dehşetiyle ortaya koymaktadır.
Bugün, bunlar ve emsali daha nice vesikalar ışığında olayları daha açık görüyor ve birer hakikat olarak biliyoruz ki :
1939 yılında Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya fakültesinde bir felsefe şubesi açılmış ve bu şubeye, zamanın Maarif Vekili Hasan Ali Yücel tarafından: Behice Boran, Muzaffer Şerif Başoğlu, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Mediha Berkes gibi hüviyetleri ve fikirleri belli şahıslar tayin edilmiştir. Bu sosyalist ve komünist hocalar, gerek çıkardıkları YURT VE DÜNYA ile ADIMLAR mecmualarındaki yazıları, gerek fakülte içindeki faaliyetleriyle pek çok talebenin gizli Türkiye Komünist Partisine girmesini temin etmişlerdir. 1951/1952 komünist tevkifatı, bu profesör ve doçentlerin talebeleri nasıl zehirlediklerini pek açık bir şekilde ortaya koymuştur. Talebelerine ideolojik durumlarına göre not veren ve Sol'un aktif öncüleri olan bu sosyalist ve komünist hocalar, Dil ve Tarih Coğrafya fakültesi ile Hasanoğlan Köy Enstitüsündeki mel'anetlerine, Ankara gençliğinin 27 Aralık 1947 tarihindeki şahlanışına kadar devam edip, bu tarihten sonra üniversite'den kovulmuşlardır. Ki bu kovuluşu Nadir Nadi, «Cumhuriyet» çıazetesinde «Yazık Oluyor.. Başlıklı yazısiyle takbih etmiştir!...
Yukarda adları geçen sosyalist ve komünist hocalarca neşredilen ccvurt ve Dünya>> ile ••Adımlar>> mecmuaları için Dr. Şefik Hüsnü, Moskova'ya gönderdiği malum raporda : ccankara'da çıkan iki Marksist mecmuaya muntazaman rehberlik ettik.>> demektedir. İşte bu, gizli Komünist Partisi rehberliğinde neşrolunan iki Marksist mecmuadan ••Yurt ve Dünya» ya, Hasan Ali Yücel, başında bulunduğu Maarif Vekaletini abone yapmış ve her sayısından yüzlerce adet almak suretiyle bu kızıl dergiye yardımda bulunmuştur.
Hasan Ali Yücel, milliyetçi neşriyata karşı alınacak gerekli tedbirleri tesbit için teşkil olunan hey'ete ihtisası olmadığı halde başkan seçilmiş ve bu hey'et tarafından hazırlanan rapor, bilahare Dahiliye Vekili Hilmi Uran imzasıyla, istanbul örfi idare Kumandanlığına gönderilip, ırkçılık Turancılık Davası dosyasının baştarafına konulmuştur .
1944 yılında Ankara'da Ali Tomurcuk adında biri, komünist mecmualarından topladığı şiirlerle 48 şair adlı bir broşür meydana getirmiş ve bu broşür, Hasan Ali Yücel tarafından .. İlk Öğretim Dergisi» ile mekteplere tavsiye olunmuştur! Maarif Vekilinin tavsiyesini havi dergi, henüz tevzi edilmeden bu tavsiye edilen broşür, komünist propagandası yaptığı gerekçesiyle hükumet tarafından toplatılmış, hatta CHP grubunda da, nasılsa ağır tenkid ve hücumlara maruz kalmıştır! Hasan Ali Yücel, bu durum karşısında ..ilk Öğretim Dergisi " ndeki tavsiye yazısının bulunduğu sayfayı yırttırmış ve dergi, o yırtık haliyle tevzi olunmuştur!. ..
Hasan Ali Yücel, eşine az tesadüf edilir bir gafletle komünistlerin Köy Enstitülerine huicılüne göz yummuş, ilk Öğretim Umum Müdürü ismail Hakkı Tonguç'la beraber Köy Enstitülerinin birer komünist yuvası haline gelmesine sebep olmuştur. Ayyuka çıkan Köy Enstitüleri rezaletinin izahına bu sayfalar müsait değildir . Ancak, bu mekteplerdeki korkunç komünizm faaliyetleri mevzuunda şu kadarını söyleyelim ki: Behice Boran, Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav ve Raci Dincer gibi mahutların sık sık ziyaret ettikleri Hasanoğlan Köy Enstitüsünde, doksan tane gizli komünist hücresinin bulunduğu 1951/1952 komünist tevkifatı sırasında meydana çıkmıştır!...
Hasan Ali Yücel, komünistlik suçu ile Askeri Tıbbıye'den kovulan Hasan Ali Ediz'i de himaye etmiş, kendisine Maarif Matbaasında bir iş verdiği gibi, yaptırdığı tercümelerle de bu siciliiyi beslemiştir!..
Hasan Ali Yücel'in Bakanlığı esnasında Maarif Vekaletince on beş milletten dört yüz doksan altı klasik eser yayınlanmış, tek bir Türk klasiğine rastlanmayan bu seride tam altmışüç Rus klasiği yer almıştır.
Hasan Ali Yücel tarafından himaye edilip, tahsil ve ehliyeti müsait olmadığı halde Devlet Konservatuarı'na öğretmen tayin edilen ve bu himaye dolayısiyle fazlaca şımaran Sabahattin Ali'nin marifetlerini Aclan Sayılgan şöyle anlatıyor :
"Devrin ileri gelenleriyle senli -benli konuşuyor, sol çevrelerle iktidar siyasetçileri arasında haberler getirip götürüyordu. Sovyetler Birliği'nin elçilik binasında verilen resepsiyonlarda «ev sahibi.. Rolü oynamak hoşuna giderdi. Bir gün, Konservatuar bahçesinde çevresindekilere, devrin Başvekilinin Rus elçiliğindeki bir davette, kendisine :
«Sabahattin, senin evine geldik, bizi ağırlamak sana düşer.. Dediğini keyf duyarak anlattığına bizzat şahit oldum.
Kral soytarılan nasıl müsamaha görürlerse, Sabahattin Ali'nin de ayak üstü propaganda yapması tabii karşılanır, bu konuda kendisine müsamaha edilirdi. Okul bahçesinden meyhane köşelerine, oradan Anadolu kulübü salonlarına kadar her yerde açıkça komünizmi öven tek kişi vardı o devirde : Sabahattin Ali... (Amacım, bugün ölmüş olan bir kimsenin arkasından ileri geri konuşmak değil, belli bir devirde özel politik çıkarlar için komünizmin nasıl okşandığı ve bu müsamaha havasından yararlanan kimselerin nice nice gençleri kolaylıkla nasıl zehirlediklerini belirtmektir.) Devrin bir kısım siyasetçileri, Turancılık tevkifatındaki hizmetinden dolayı ona müsamaha gösterir, o da bu müsamahayı sonuna kadar sömürürdü.
Sabahattin, o devrin ileri gelenlerinin sofrasından eksik olmayan, parası bol, çapkınlığıyle şöhret yapmış, altın gözlüklü, beyaz saçlı, bir komünistten çok, saray artığı eskimiş bir aristokratı hatırlatıyordu.
Sabahattin Ali, işin tuhafı, Konservatuarın daha eski öğrencileriyle yüz-göz olmuş bir şekilde münasebetlerini devam ettirir, kendisi hiç bir şekilde ciddiye alınmazdı. Bir takım sululukları çoluğun çocuğun di 1 indeydi!..
Sabahattin Ali konusuna burada son verirken, kişiliğindeki sululuğu izaha yetecek bir olayı anlatmadan edemiyeceğim : Alman yenilgisi hızlanmıştı. Bir gün Konservatuar öğretmenlerinden birini, Okul Müdürünün odasına davet eden Sabahattin Ali, oda penceresinden görünen bir ağacı öğretmen arkadaşına gösterir :
•Kızıl Ordu buraya geldiği zaman, seni bu ağaca asacağı m. Bu ağacı iyi belle! " der.
Sahi, komünistler 1944/1945 de Kızıl Ordu'nun Türkiye'yi işgal etmesini bekliyorlardı" 7.
Hasan Ali Yücel tarafından Pertev Naili Boratav başkanlığındaki bir hey'etle hazırlattınlan ve liselerde okutulan cctürkçe Metinler» adlı ders kitabı bilahare zararlı görülerek tetkik mevzuu olmuş ve bu ders kitabını inceleyen hey'et, hazırladığı on beş sayfalık raporun son kısmında, şu gerçeği sarahatle ortaya koymuştur: "Bu seride bayağı, çirkin yerler, fena telkinler vardır. Her cildinde, millet ve insanlık şefkat, cemiyet ve devlet otoritesine kadar uzatılmış
7 Bkz. : Aclan Sayılgan. A.g.e.
Beceriksiz, dağınık, fakc.t esas düşünce hep sistemli bir hücumun, kötülemenin ve yıkıcı bir ideolojinin eserleri derhal fark edilir." 8.
I) Hasan Ali Yücel, o yıllarda hapishanede bulunan Nazım Hikmet haininin himayesine de göz yummuştur. Ankara'da Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası Şef Muavini olan, aynı Zamanda Devlet Konservatuarında da hocalık yapan Hasan Ferid Alnar, Hasan Ali Yücel'in muvafakatını alarak Çankırı Cezaevinde bulunan Nazım Hikmet'i ziyaretle kendisine Toska'nın tercümesini yaptırmış, ayrıca bazı senaryolar da yazdırmıştır .
Nazım Hikmet, bu çeşit himaye neticesi, Bursa Hapishanesinde yatarken dokuma tezgahları işletmiş, kendisine hususi bir oda verilmiş, karısı serbestçe yanına girip, çıkmış ve Nazım Hikmet'in Memet (Mehmet değil) adlı oğlu o sırada dünyaya gelmiştir .
Yine bu devrede komünistler, ikinci Dünya Harbinin doğurduğu iktisadi sıkıntıları, türeyen vurguncuları, çeşitli yolsuzlukları ve karaborsayı mükemmelen istismar etmeyi bilmişler, "Faşizm ve Vur gunculuk Aleyhine Geniş Cephe Birliğin adiyle giriştikleri harekette, bilhassa üniversite talebeleri arasına sızarak, o yıllarda iktisat fakültesinde asistan olan M i h r i B e lli ll vasıtasıyla çalışmışlar, kurdukları r.ıileri Gençlik Birliği Teşkilatı» ile üç ay içinde, yüz elli militan genç ve beş yüz sempatizan temin edebilmişlerdir. İleride görüleceği gibi, Atsız'ın, birinci açık mektubunda mevzuubahs ettiği Eminönü Halkevi'ndeki hadisenin bu gençler vasıtasiyle ortaya konulduğunu, Dr. Şefik Hüsnü, malum raporu ile efendilerine bildirmekte ve şunları yazmaktadır : " ... Yüz eliisi teşkilatlı gurublara mensup olmak üzere beş yüz kadar genci şiarlarımız etrafında harekete geçirmek imkanı elde edilmiştir. Bunlar Eminönü Halkevinde, faşist profesör ismail Hakkı Baltacı'nın (Baltacıoğlu olacak) verdiği bir konferansı, itirazlar ve makus tezahürlerle ihlal ve dağıtmaya mecbur etmek suretiyle ilk muvaffakiyetlerinden birini elde etmişlerdir...
K) Böylece üniversite içine çengel atan komünistler, diğer taraftan ilim san'at edebiyat kisvesiyle matbuatada sızmışlar ve Ankara'da Behice Boran'la Muzaffer Şerif Başoğlu idaresinde «Yurt ve Dün ya» ile «Adımlar» mecmualarını; İstanbul'da ise : Abidin Dino, Zeki Baştımar, Sabahattin Ali, Hasan İzzet Dinamo, Suat Derviş v.s. Gibi mahutların toplandığı «Yeni Edebiyat» dergisi ile, Sabiha Sertel Zekeriya Sertel çiftinin elindeki günlük "Tan» gazetesini tamamen kontrollerine almışlardır. Bilhassa ..Tan" gazetesiyle yapılan tahrik ve tahribat pek yıkıcı olmuş, gazetenin başmakalelerini Zekeriya Sertel ve bazen de atan.. İmzasıyle Dr. Şefik Hüsnü, agörüşler^ sütunundaki fıkraları Sabiha Sertel. Dış politika yazılarını ise, Sadrettin Celal Antel yazmış; ayrıca büyüklü küçüklü, ünlü ünsüz bu komünistler
Bu gazetede kümelenerek, 4 Aralık 1945 nümayişi ile matbaaları başlarına yıkılıncaya kadar mel'anetlerine devam etmişlerdir .
"Tan.. Gazetesi bu yıkıcı faaliyetine devam ederken, milliyetçilerle de mücadeleye hız vermiş ve gazetede 1 Temmuz 1943 günü başlayıp üç gün devam eden : «Türkçülük Careyanının Menşei ve Mahiyye^ ti,, cctürk Milliyetçiliğinin Esasları, ve cccumhuriyet Devrinde lrkçı Türkçülük Nasıl Doğdu?,, başlıklarıyle yayınlanan bir seri yazıda ; milliyetçiliğe ve milliyetçilere ağır bir dille hücum edilmiştir.
Bu arada, gizli Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından hazırlanan ve üzerinde Faris Erkman adı bulunan ccen Büyük Tehlike,, adlı otuz altı sayfalık bir broşür neşrolunmuştur. Çok sayıda bastırılıp bedava dağıtılan bu broşürde : Milliyetçilik, Milli Türk davasına aykırı bir cereyan olarak ele alınmış, milliyetçiliğe, milliyetçilere ve Dış Türklere hayasızca dil uzatılmıştır .
Gerek «Tan.. Gazetesinin faaliyeti, gerek bu kızıl broşür mevzuunda Dr. Şefik Hüsnü, Moskova'ya gönderdiği mahut raporda : «Tan gazetesinde umu mi siyaset ve cihandaki harp safhaları hakkında gü nü gününe görüşlerimizi takip eden yazılar çıkmasını temine uğraştık. Bazan bunları, bizzat kaleme alarak neşrettik,, ««Daha yaz ibtidasında Türkçülük meselesinin içyüzünü ilmi bir şekilde tahlil ve teşhir eden bir broşür «En Büyük Tehlike» namı altında legal olarak matbuat alemine sürülmüş, bunun büyük akisleri olmuş, üniversite gençliği arasında hareketimizin itibarı fevkalade yükselmiştir., demektedir.
Böylece hulasa edebileceğimiz o günlerin bu derece korkunç komünizm faaliyetleri, devrin Başvekili Şükrü Saraçoğlu'nun : ccbiz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.» tarzındaki kat'i ve resmi beyanına ve bu şekilde, programında Türkçülükten bahseden bir hükgmetin mevcudiyetine rağmen -ne hikmetse yıllar boyu önlenememiş ve yukarıya sıraladığımız muhtelif maddelerde görüldüğü gibi, bazı mes'ul hükumet adamlarınca himaye olunan komünistler, mel'anetlerini gün be gün artırmışlardır.
Birinci BÖLÜM
Olayların Başlangıcı
ATSIZ'IN iki AÇIK MEKTUBU
ATSIZ sabahattin ali DAVASI
3 MAYIS ŞAHLANIŞI VE TEVKİFAT BAŞLARKEN...
Olayların Başlangıcı ve
Birinci Açık Mektup
Bundan evvelki bahisde izahına çalıştığımız ikinci Dünya Harbi içinde ve harp sonu devresindeki korkunç komünizm faaliyetleri, o devir hükumetlerinin misilsiz gafletine rağmen, gerçek milliyetçiler tarafından hassasiyetle takip edilmiş ve «Milli Şef,. Devrinin müsaadesi nisbetinde yayınlanabilen çeşitli dergi, broşür ve kitapla komünistlere karşı konuımaya çalışılmıştır. Bu arada Atsız'ın 4, Başvekile hitaben yazıp yayınladığı iki açık mektupla komünist mel'anetleri, milletin gözleri önüne serilmiş ve işte bu iki açık mektubun neşri, «Irkçılık • Turancılık Davası,, denilen milliyetçilik düşmanı hareketin başlanyıcı olmuştur.
Atsız'ın, sahibi bulunduğu aylık ORHUN mecmuasının15, 1 Mart 1944 tarihli on beşinci sayısının ilk sahifesinde ccbaşvekil Saraçoğlu Şükrü'ye Açık Mektup,, başlığıyle yayınlanan yazı aynen şudur 16 :
«Sayın Başvekil,
Hem Türkçü, hem de Başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız Başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmıyan bir Başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir Türkçü olsaydınız yine yazmağa lüzum görmezdim. Çünkü faydasız kalacak olduktan sonra, sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare makinesinin başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor, onun için size hitap ediyorum.
Millet Meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta: «Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türk çü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve liiakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir,, demiştiniz.
Türk tarihiyle uğraşmış bir münewer olarak söyliyebilirim ki, ne ırkımızın ne devletimizin tarihinde, Türk milliyetçifiği resmi bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığını aniatmağa lüzum yoktur. Fakat aradan bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği halde biz bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı
1 Ekim 1943 de Onuncu sayısıyle tekrar neşrolunan Orhun, 15 ve 16. Sayılanndaki meşhur açık mektuplar dolayısiyle kapatılmış, bilahare 1950 yılmda <Qrkun^ adıyle neşriyatma devam etmiştir.
16 Bu açık mektuplar okunurken, yirmi beş sene evvelki şartlar göz önünde bulundurulmalı, o günlerdeki tek parti ve Milü Şef saltanatı hatırlanmalı, bilahare büyük gürültülere sebep olup zamanla ancak bir kısmı değiştirilebilen kanunlar düşünülmeli ve bu mektuplarm böyle bir devirde yazıldığı unutulmamalıdır. İçindeyiz. Fikirler iş haline geldiği zaman manalanır. Buna ülkü deriz. İş haline gelmiyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir. Yetmiş yıldanberi işlene işlene bugünkü duruma erişen kuvvetli Türkçülüğün artık tatbikat alanında kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir. Jşte bu satırların güttüğü istek size Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak bu günün imkanları nispetinde, iş haline gelmediğini sormak ve Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip yayıldığını anlatmaktır. Bir Başvekile hangi sıfat ve cüretle bu soruyu soruyorsun diyemezsiniz. Halkçı bir hükumetin Başvekili iseniz mensup bulunduğunuz partinin gazeteleri tarafından birçok defa tekrarlandığı gibi rejimimiz demokrat bir rejimse ve siz de birçok defa söylediğiniz gibi halk arasında yetişmiş olmaktaki gururu belirten sözlerinizde samimi iseniz ve eğer Millet Meclisinin azaları hakikaten bizim vekilierimiz iseler, siz de bir Başvekil, halk adamı, demokrat, halkçı ve Türkçü olmak dolayısıyla beni dinlerneğe mecbursunuz. Yok bunlar doğru değil de, birer gösterişten ibaretse, şüphesiz, benim bu hitabım cüretkarliğı da aşan bir küstahlıktır ve bunun ilk karşılığı da aorhun'un.. Susturulmasıdır.
Sayın Başvekil!
Esefle söylerneğe mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmağa devam ederken, bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürümekte, büyümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Halbuki sizin Türkçü ve partinizin altı okundan bir tanesinin de milliyetçilik olmasına göre bunun böyle olmaması icap ederdi. Pek uzun konuşarak esastan ayrılmaktansa örnek vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından size memleketimizin, kanunlarımızın milliyetçiliği ile, sizin torkçülüğünüzle bağdaşması kabil olmıyan olayları göstereceğim :
Bir kaç gün önce Baltacıoğlu ismail Hakkı'nın Eminönü Halkevinde verdiği bir konferansta mühim bir hadise oldu. Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yeralan bu hadiseyi bilmem işittiniz mi? Her halde işitmemiş olacağınız bu vak'ayı ben size kısaca anlatayım : Baltacıoğlu'nun milliyetçilik lehinde söz söyliyeceğini haber alan bazı zümreler (yani solcular, komünistler, yani vatan hainleri) Bu konferansta bir hadise çıkarmağa karar veriyorlar. Konferans günü salonun sol tarafını (dikkatinizi çekerim!) Dolduruyorlar ve konferansçı kürsüye geldiği zaman lüzumundan fazla, dakikalarca süren alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar. Fakat bu nümayiş alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. Herkes bunu terbiyesiz bir sevgi gösterisi sanıyor. Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu hoşa giden bir jest ve teşbih yaptığı zaman herkes gülümsüyor. Fakat sol taraf bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun zaman devam ettiriyor. Yine kimsenin aklına bir şey gelmiyor. Herkes bunu da kıt terbiyetilerin bir gülüşü sanıyor. Fakat biraz sonra, Baltacıoğlu Türk tiyatrosundan bahsettiği sırada yine aynı sol taraftan _bir öksürme başlıyor, çoğalıyor, gürültü halini alıyor. Vine kimse bunun bir komünist nümayişi olduğunun farkında değil. Konferansçı gürültüden dolayı susmağa mecbur kalıyor. Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde iken sol tarafın en arkasından bir nefer katkı-, yar ve öksürenlere doğru : "üniversite gençleri! Din Jemeğe mecbursunuz,. Diye bağırıyor. İşte o zaman salondakiler ilk önceki alkışın daha sonraki kahkahanın ve şimdiki öksürüklerin manasını anlıyor. Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer elbiseli gencin sert ihtarı üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi kavrıyanlardan milliyetçi bir Tıbbıyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere : «Namussuz Komünistler! Milliyetçilik hakkında söz söylendiği için böyle yapıyorsunuz değil mi?" diye haykırıyor. Tabiidir ki, haysiyet ve namusu bir burjuva uydurması diye telakki eden komünistlerden kimse bu tahrike aldırmıyor. Yalnız kendilerine çevrilmiş olan ateşli bakışlar altında sinip susuyorlar. O zaman Baltacıoğlu nümayişçilere bakarak şöyle diyor: «Korktuğum için sustum sanmayın. Sadece acıdığım için sustum... Hatip, konferansına devam ediyor. Kendisine has olan belagatle komünistfiği paçavraya çeviren bir kaç söz söylüyor. Artık bu kadarına dayanamayan ve konferansın bitmek üzere olduğunu sezen Marksist taslakları salonu terketrneğe başlıyorlar. Fakat bunu da nümayiş şeklinde ve kasdi bir gürültü ile yapıyorlar. Salonun dışında halde ikişer, üçer kişilik guruplar halinde toplanan bu gurubun arasında merak dolayısiyle dolaşan milliyetçi bir üniversite genci bu taslaklardan birinin Baltacıoğlu'ya tulumbacı ağzıyla bir küfür savurduktan sonra .....Bize milliyetçilik dolması yutturacaktı» dediğini işitiyor. Bu sırada içeriye resmi kılıklı dört beş polisin geldiğini görünce taslaklar çabucak sokağa fırlayıp kayboluyariar.
Fakat şaşılacak nokta şu ki: Halk Partisi'nin bir mebusu Halk Partisi'nin bir müessesesinde vatan ve millet düşmanları tarafından tahkir olunduğu halde kimsenin kılı kıpırdamıyor. Ne Halkevi, ne polis bir takibat veya tahkikat yapmağa lüzum görmüyor. Aynı gece leyli Tıp Talebe Yurtlarında milliyetçilerle solcular arasında başlıyan münakaşa dövüşe binrnek üzere iken her yerde daima görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle mesele kapanıyor.
Sayın Başvekil!
İşte Türkçülüğün hakim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de, bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele bir çoğunun devlet parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki, devlet bilmeden koynunda yılan besliyor. Kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar... Bu yılanlar yarın birer doktor olup yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk işleri baltalama hareketlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar, bekledikleri kızıl sabahı Türkiye'ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir.
Zaten toplu ve teşkilatlı bir halde daha şimdiden konferanslarda nümayiş yapmaları da bugünden ajanlık etmeğe başladıklarının delilidir. Bu nümayişi yapanların arasında Almanya'ya tahsile gönderilerek komünistlik yaptığı için talebe müfettişi tarafından geri alınan fakat mebus amcalar sayesinde Ankara üniversitesi'ne Doçent olarak giren bir komünistin iki kardeşinin bulunması da bilmem ki, ibretle bakılmağa değmez mi?
Acaba böyle bir vak'a başka ülkelerde olabilir miydi? Rusya'da Marksizme, Almanya ve italya'da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir hareket nasıl karşılık gö• rürdü?
Hatta şu küçük Bulgaristan'da Bulgarlık aleyhinde bir söz veya hareket tasariarnası nasıl karşılanırdı? Herhalde kökünden kazınmak suretiyle karşılanırdı. Yazık ki, Anayasamızla yasak edilmiş olan yabancı fikirleri benimsemiyen ve yarın devlette münewer tabakayı teşkil edecek olan çocuklar milliyetçifiğe karşı geldikleri halde onlara bir şey yapmıyoruz.
İstanbul'da Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar bu kadar değildir. Yine Halkevinde istiklal Marşı çalınırken ayağa kalkınıyan melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek uarabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir^ diyen tarih öğretmeni, bir kız orta okulunda talebesine ..Türk değil misiniz? Allah belanızı versin. Alman veya ingiliz olmadığıma pişmanım» diyen başka bir tarih öğretmeni hep milli şerefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için küstahlığını artırmakta devam eden mikroplardır.
Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda ve durumda değiliz. Vaktiyle başvekil ismet Paşa «Hava tehlikesi vardır, en aşağı SOO uçağımız olmalı " diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulünü koymuş, sizden önceki başvekil Refik Saydam da «devlet teşkilatı a'dan z'ye kadar bozuktur, düzeltmek ister.. Diyerek açık konuşma usulünde bir adım atmıştır. Sizde ihtikarla başa çıkamadığınızı zeytinyağı ticaretiyle uğraşan bazı kimselerin devletin başına bela olduğunu söylemekle bu çığırda devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz. Bunlara bakarak kuvvetle umuyorum ki, sizinle açık konuşmak kabildir. Gerek Reisicumhur ismet inönü gerekse siz nutuklarınızda milletin iş birliğini istememiş mi idiniz? İşte bende sizin samimi sözlerinize bütün milli ve şahsi samimiyetimle cevap vererek iş birliği yapıyor, devlet işlerine yukarıdan baktığınız için ancak aşağıdan görülmesi kabil olan ve sizin nazarınıza ulaşınıyan bazı olayları haber veriyorum.
Sayın Türkçü Başvekil!..
Yukarda anlattıklarımı münferit vak'alar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşıarına : ..Yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz., demek cüretini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasıra gayrimemnunları, gayrı Türkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimi düşünce halinde kalmıyarak hareket haline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde hep aynı teranelerle ahlaka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatine saldırılıyor. Taassubla mücadele ediyormuş gibi gözükerek mukaddesatta eğleniyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzatarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor? Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta gündelik gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazan vatancı, bazan insancı, bazan ilirnci kılıkiarta Türk milletini zehiriernesine niçin müsaade ediyorsunuz? Niçin bu memlekete istiklali çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmi alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerektir. Bu sözlerim, demokrasiyle has tesamüh ile karşılanırsa daha söyliyecek çok sözlerim vardır. O zaman ben size ilmi sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmağa çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri halde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenierin kimler olduğunu söyliyebilirim ve inanın ki, sözlerimi şahitler ve maddi delillerle ispat edebilirim. Fakat bunun için bu önsözümün nasıl karşılanacağını bilmem lazımdır. Bu sözlerimin göreceği karşılık Türkiye'de ciddi bir yazı hüriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükcımete yardım etmesi kabil midir, bunu ortaya koyacak, sizin de hakiki bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemit bir sonuç vererek, daha çok karanlık noktaların aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi takdirde, eski bir tarihi efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki, 700 yıl önce Anadolu'ya gelen 400 arslana karşılık bugün 400 koyun halinde çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir ...
Maltepe ATSIZ
20 Şubat 1944 Pazar
Bu «AÇIK MEKTUP.. Yurdun her tarafında büyük bir alaka ile karşılanmış, yazı bütün çevrelerde günün mevzuu olmuş 17 ve ORHUN dergisi bir anda tükeniverdiğinden bu •AÇIK MEKTUP^ 16'ıncı sayıda tekrar yayınlanmıştır.
17 Ankara'dan Hukuk Fakültesi'nin im3nlı gençleri adına* Cebbar Şenel, Said Bilgiç, Kemal Çetinsoy ve İsfendiyar Banönü imzalarıyla Atsız'a şu telgraf çekilmiştir : corhun'un son sayısında çıkan ve fikirlerimizin gerçekleşmesi uğrunda büyük bir adım teşkil eden açık mektubunuz bizi son derece mütehassis etmiştir. Size ötedenberi güveniyorduk. Fakat son yazınızla en imanlılar arasında olduğunuzu bir kere daha ispat ettiniz. Orhun'un Ankara'da mevcudu kalmamıştır. Bize mümkünse beş yüz adet göndermenizi, değilse, başyazınızı teksir ederek arkadaşlara parasız dağıtmamız. İçin müsaadenizi derin saygılanmızla rica ederiz.^
İkinci Açık Mektup
Nisan 1944 tarihinde On altıncı sayısı neşrofunan ORHUN'un yine ilk sahifesinde Atsız, "Başvekil Saraçoğlu Şükrü'ye ikinci Açık Mektup» başlığıyle bu kere aynen şunları yazıyordu:
«Sayın Başvekil,
Orhun'un Mart sayısında size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük bir efkan umumiyeye tercüman olduğumu bana anlattı. Size gelince, bunu sizin de iyi karşıladığınızı biliyorum.
Orhun'u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş, yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inı;ınırım. Çünkü ben o acı gülümseyişin manasını anlarım. Çünkü gönlünüzün bizimle birlikte çarptığına, yurt meselelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancım vardır.
Orhun'un resmi makamlar tarafından tamamen normal karşılanması da Türkiye'de yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükümetin samimi Türkçülüğünü belirtmek bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir Türk ülkesinde bir Türk hükümeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün davasını haykıran, Türklük düşmanları üzerine resmi bakışları çekmek istiyen Orhun gibi bir dergi ancak Türk düşmanlarının hakim olduğu bir ülkede, mesela çarların veya halefierinin ülkesinde kapatılabilirdi.
Sayın Başvekili
Bizim Anayasamıza göre komünizm Türkiye'de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususi yapısına, ahlaki ve milli temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye'ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi kanun nazarında da haindirler. Hiçbir millet kendi milli yapısına düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz. Hürriyetin ve demokrasinin anayurdu olan ingilterede bile, savaş başlar başlamaz faşist fırkası lağvedilip azaları hapise atıldı. Bütün dünya da, yurt düşmaniarına müsamaha gösteren, hatta onlara mevki ve selahiyet veren tek devlet Türkiyedir. Bu müsamaha devletin kuvvetinden, kendisine güveninden de doğabilir. Fakat, Türkiye'nin en kuvvetli olduğu bir çağda, büyük ve şanlı Fatih'in yaptığı müsamahanın sonradan başımıza ne belalar getirdiği düşünülürse, yurt ve millet düşmaniarına müsamaha göstermekteki büyük tehlike derhal anlaşılır. En sağlam gövdeleri yere vuran şey de küçücük bir kaç mikrobun o gövdede bir köprübaşı kurmasıdır. Derhal temizlenmezlerse zamanla çoğalıp uzviyetin can alacak bir noktasını tahrip ederler. Sonrası yıkım ve ölümdür.
Türkiyede komünistler var mıdır, sorusu bir takımları tarafından sorulabilir. Şunu unutmamalı ki, komünistler hiçbir zaman biz komünistiz diye açıkca kendilerini ortaya vermezler. Onlar halk partisinin çok elastiki olan altı okundan halkçılıqı alarak kendilerini halkçı yurtsever gibi ortaya atarlar. Fakat onların hakiki benliğini anlamak için dahi olrnağa lüzum yoktur. Irk ve aile düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında milliyeti baltalama, yurdumuzdaki aziıkiara aşırı sevgi her şeyi iktisadi gözle görüş onları açığa vuran damgalardır. En büyük düşmanları olan milliyetçilere ırkçılık nok tasından saldırmaları, milliyetçilikte ırkçılığın temel olduğunu bilmelerinden dolayıdır. Temeli yıkılan yapının bir anda çökeceğini de çok iyi kestirmişlerdir.
İşte bu usta komünistler, komünizmin aleyhtarı ve Türkçü Türkiye'de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprübaşlarından Türkiyeyi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Fakat bunlar sınırlardan gelen mert bir düşman olmadıkları için kolayca sezilmezler. Bunlar paraşütle inen bozguncu casuslar gibi ülkemizin üniformasım giymiş olduklarından her Türk bunları seçemez. Onun için bunlar sinsi silahlarıyla birçok Türk'ü vurup milliyetçilikten ayrılabilirler.
Sayın Başvekil!
Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda Maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Bunlar, vatan düşmaniarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekaletinin gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. Maarif Vekaleti Türklük düşmaniarına karşı o kadar gaflet içinde bulunuyor ki, size yazdığım ilk mektupta talebesine atürk değil misiniz? Allah belanızı versin! Alman veya ingiliz olmadığıma pişmanım» diyen bir tarih öğretmeninden bahsettiğim halde şimdiye kadar bu öğretmenin kim olduğunu araştırmak zahmetine bile katlanmadı. Bununla beraber Maarif Vekaletine hak vermemekde elde gelmiyor. Çünkü onun kullandığı memurlar arasında öyleleri var ki, bu zavallı tarih öğretmeni onların yanında vatan kahramanı kadar asil kalıyor. Örnek mi istiyorsunuz? İşte sırasıyla veriyorum :
1 Bugün Marif Vekaletine bağlı Dil Kurumu azasından ve Ankara'daki Devlet Konservatuvarının öğretmenlerinden bir «Sabahattin Ali" vardır. Hemen hemen bütün kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali 1931 yıllarında Konyada 14 ay hapse mahkum edilmişti. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur Atatürk olduğu halde bütun devlet erkanını ve rejimi tehzil eden manzum bir beyanname yazmasıydı. Bazı mısralarını bugünkü bazı mebuslarında bildiği bu beyannamenin tamamını Konyadaki adiiye arşivinden bulup çıkarmak kabildir. Sayın Başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük bir iztırap duyduğum iki mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyor :
İsmet girmedi mi daha kodese?
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?
Maarif vekaletinin sevgili memuru olan bu komünistin, hapise girmesini temenni ettiği ismet, pek kolaylıkla anlıyacağınız gibi, o zamanki başvekil, şimdiki reisicumhur ve hepsinin üstünde inönü zaferlerinin başkumandam ismet inönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalıkta Yunana ilk kurşunu atan Alayın kumandanı Ali Çetinkayadır. Bu heyezanları ya:z,an Sabahattin Ali, bu gün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Ali'nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.
Bugün Ankara'daki Dil Fakültesinde falklor doçenti olan bir Pertev Naili Boratav vardır. Nasıl bir komünist olduğunu bilhassa ben çok iyi bilirim.
1936 da Maarif Vekaleti tarafından Asur ve Sümer dillerini öğrenmek için Almanya'ya gönderilmişti. Fakat daha Türkiye'de iken başladığı komünistliği orada azıttığı için arkadaşları Ziya Karamuk (şimdi Samsun. Lisesi Müdürü). Fazı( Yinal (şimdi Ankara'da arşiv mütehassısı) ve Şükrü Güllüoğlu (şimdi istanbul'da ticaretle meşgul) tarafından kendisine ihtar yapılmış, aldırmayınca resmen şikayet edilmiş ve Maarif Vekaleti tarafından gönderilen müfettiş Reşat Şemsettin (şimdi mebus) tarafından suçu sabit görülerek derhal Türkiye'ye döndürülmüştür. Pertev Naili altı yıl tahsil ettikten sonra doçent olacaktı. Fakat komünizmin faziletine bakınız ki, yarıda kalan iki yıllık bir tahsilden sonra Türkiye'ye dönünce ilk önce Maarif Vekaletinde bir ambar memuru tayin edilmişken bazı mebusların araya girmesiyle falklor doçentliğine getirildi ve dört yıl kazanmış oldu. İlk mektubumda size anlatmış olduğum Eminönü Halkevindeki nümayişte, salonun sol tarafında oturup gürültü çıkaranlar arasında işte bu Pertev Naili Boratav'ın iki tıbbıyeli kardeşi de vardır.
Bugün istanbul üniversitesinin Pedagoji Enstitüsü başında bir profesör Sadrettin Celal vardır. Türkiyede bu kürsüye layık bir çok kimseler varken, onun buraya getirilmesinin sebebi, sırf Maarif Vekili ile arasındaki şahsi dostluktur. Bu Sadrettin Celal 1920 de Moskovadaki enternasyonel komünist kongresine Türkiye mümessiliyim diye giden, 1921 1924 yıllarında isetanbulda •Aydınlık^ diye azgın bir komünist dergisi çıkararak Türk milliyetini baltalamaya çalışan, Lenin'i dahi bir peygamber gibi yutturmaya çabalıyan, Türkiye'de bir sınıf ihtilali yaparak Türk milletini birbirine kırdırmağa uğraşan, bir çok askeri tıbbıyelilerin komünist olarak okuldan kovulmasına sebebiyet veren (şimdi rusçadan yaptığı tercümelerle edebi komünizm yapan Hasan Ali Ediz ve Anadoluda bir kasabada mahpus olan Hikmet Kıvılcım bu tıbbiyelilerdendir), sonunda bu yüzden kendisi de hapise giren bir vatan hainidir. Bir vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde Pedagoji Enstitüsünün başına getirmek şaheser bir çıaflettir.
Açık Mektubun yayınlandığı mecmua
Bugün Ankara'daki Dil Kurumunun azasmdan ve geçen devrenin mebuslarından (evet sayın başvekil: Partinizin mebuslarından) bir Ahmet Cevat vardır. Türkçeyi tıpkı istanbul Rumları şivesiyle konuşan bu dilci de, 1920 yıllarında Rusyaya kaçmış ve orada • Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitasının Harici Bürosu.. Azası olmuştur. Trabzonda 1921 de halk tarafından linç edilen 16. Komünist hakkında Rus komünistlerinden Pavloviç'e yazdığı mektubu, Orhun' un 20 Şubat 1934 tarihli dördüncü sayısında neşretmiştim... Pavloviç'in .. İnkilapçı Türkiye" adı ile 1921 de Moskovada neşrettiği kitabın 119-121 nci sayfalarından alınan bu mektubu tekrar neşrediyorum :
Aziz_ yoldaşım Pavloviç,
28 Kanunusanide Trabzon civarında vahşicesine öldürülerek denize atılmış olan Yoldaş Suphi ile Türkiye Komünist Fırkasının merkezi kornitası azalarından dört kişi ile on iki diğer komünist yoldaşlar hakkında sizinle ciddi görüşmek istiyorum.
Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman maicımat alamadık. Fakat sonra onların Trabzon burjuvazisi tarafından elde edilmiş cellatlar tarafından öldürüldükleri anlaşıldı.
Ta Erzurumdan başlayarak bizim yoldaşlarımız aleyhinde nümayişler başlamıştı. Halka diyorlardı ki: "Rusyadan gelmiş olan komünistler bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapamak için geldiler. Kimsenin almak ve satmak selahiyeti olmıyacaktır. Sonra taharriyata başlanacak, herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah'a inananları hapise alacaklardır. Din, ticaret ve hususi mülkiyet bolşevikler tarafından menedilmiştir."
Nümayişler arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis teşkilatı tarafından komünistler aleyhine tevcih edilmiş cahil şahsiyetler çoktu. Bunlar bizim yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeğe kalkışmışlardı. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyordu. Hükumet ise bolşevikleri himaye rolünü takınınağa çalıştığını göstermek istiyordu. Komünistleri müdafaa için hükümetin tedbir aldığı yalandır. Bizim mevsuk menbalardan aldığımız haberlere göre, polisler ahaliyi dükkaniarı kaparnağa teşvik ettikleri gibi, müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak için de halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir ve kasabada maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşi hücuma Trabzonda uğramışlardır. Bunlar Trabzona gelir gelmez, ahalinin bağırıp çağırmaları ve tahkirleri altında limana sevk edilmişlerdi. Burada onların üzerinde bulunan bir kaç tabaneayı aldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar. Bu motorun arkasında ikinci bir motor da sahilden ayrıldı. Bu motorda silahlı adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize attılar. Ertesi gün her iki motor sahildeydi. Ve bunların tayfası herkese Türk komünistlerinin denizin dibine gittiklerini anlatıyorlardı. Rusya Şuralar Cumhuriyeti mümessili, yoldaşlarımızı istikbal etmek istemiş, fakat vali buna mani olarak mümesssilin evinden çıkmamasını emretmiş, aksi halde halk tarafından parçalanacağını bildirmi_ştir. Rus mümessilinin bu vakayı Moskova ve Ankaraya haber vermesi ve bizim yoldaşların cellatlar elinden alınmasına çalışması lazımdı. Fakat yazık ki, o sırada Trabzondaki Rus mümessili cesur bir adam değildi. Trabzonda bunu bilmeyen yoktur. Motorlar ve sahipleri maigmdur. Bu hadisenin belediye reisi ile Milli Müdafaa Gerniyeti riyaset divanı tarafından yapıldığı söyleniyor. Burada (= Rusyada) ise bu meseleye dair henüz bir karar alınmamıştır. Fakat artık susmak da imkan haricindedir. En iyi ve cesur arkadaşlarımızdan on altı veya on yedisini kaybettik... Bizimle hemfikir olup o cellatların tecziyelerini istemelisiniz. Trabzona gelecek her komünistin öldürülmesine karar verilmiştir. Anadolu burjuvası barbarca yaptığı cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden komünistleri şiddetle takipte devam ediyor. Cellatlar tarafından öldürülmüş olan bizim en değerli yoldaşlarımızı müdafaa etmeği üzerinize alacağınızı ümit ederim. Komünist selamları ve hürmetler.
Ahmet Cevat
Türk Komünist Fırkası
Merkezi Komitasının
Harici Büro Azası.
Görülüyor ki, Giritli Ahmet Cevat, milli ve dini geleneklerine çok bağlı olan Trabzon halkının din ve mukaddesat aleyhine tahrikat yapan on altı komünisti yok etmesini «Anadolu burjuvalarının barb;ırlığı" diye vasıflandırıyor. Bu hareketi Türk polisi ve Milli Müdafaa Cemiyeti (yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyetil yaptırmış diyerek kurtuluş savaşında önderlik eden ve Halk Partisinin başlangıcı olan teşkilatı tahkir ediyor. On altı serseri gebertildi diye yabancı bir devleti Türk işlerine karışmağa kışkırtıyor. Bütün bunları yaptıktan sonra da, yılan gibi Türkiye' ye süzülerek sizin partinize girebiliyor ve geçen devrede mebusluğa kadar yükseliyor. Şimdi de, Türk Dilini yaratacak olan Dil Kurumunda bütün dillerin Türkçeden çıktığını ispata yeltenecek kadar milliyetçilik yapıyor. Biz buna razı değiliz sayın Başvekil. Akıl ve mantık da buna razı değildir. Müstakil Türkiye'yi yaratan ve bu gaza topraklarının altında sıradağlar gibi yatan şehitlerimizin ruhları da buna razı değildir. Siz, demokrat Türkiyenin cidden demokrat olduğuna inandığımız başvekili her halde milletin arzusunu yerine getireceksiniz... Buna inanıyoruz.
Sayın başvekil!
Bu saydıklarım, komünist oldukları müsbet vak'alar ve vesikalarla bilinen kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kabildir. Boğaziçi Lisesi'nin son sınıfında iken arkadaşlarına karşı komünizmin müdafaa ve propagandasını yapan, onların milli mukaddesat diye bildikleri şeyleri tahkir eden, agünün birinde hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz^ diye bağıran ve hükgmete haber verilmekle tehdit olunduğu zaman •ben karakala gidersem on beş dakikada çıkarım ama, siz gfrerseniz kolay kolay çıkamazsınız^ diye mukabil bir tehdit savuran •Doğan Aksoy» nihayet Rusya'ya kaçarken yakalandığı, evrakı arasında Moskova damgalı mektup zarfları bulunduğu, dolabında lenin vesairenin fotoğrafları yakalandığı ve milli mukaddesata karşı olan hareketleri arkadaşlarının şahitliğiyle sabit olduğu halde maalesef mahkum edilmedi. Davasında şahit olarak benim de bulunduğum bu komünistin bilakis lise imtihanlarını vermesine müsaade edildi. Şimdi felsefe talebesi olarak üniversitede bulunuyor. Esefle söylemek icap eder ki, bugün Kars valisi olan babasının nüfuz ve hatırı kullanılarak, mahkum edilmesi gereken bu mikrop, serbest bırakıldı. Sayın başvekil: Bunları gören vatanperver Türk çocuklarının kafasından neler geçtiğini bir lahza düşündünüz mü? Bu çocuklar bazan bana: •testiyi kıranla suyu getiren bir olduktan sonra niçin çalışalım? Niçin yurdumuza bağlı olalım? Diye sordukları zaman, ben makul bir cevap veremedim. Bu cevabı sizden rica ediyorum.
Evet! Komünistler gizli propogandalarla ordumuzun arasına kadar sokulmağa çalışıyorlar. Yine esefle söylüyorum ki, hükumet bir ordu mensubunu komünistliğe bulaşmış gördüğü zaman, ciddileşiyor da, binlerce maarif mensubunu kıpkızıl komünist gördüğü zaman aldırış etmiyor. Maarif Şurasında •aile bir zehirdir.. Diyerek cemiyetimizin temelini yıkmak isteyen bir Sadrettin Celal'i pedagoji profesörlüğünde tutmakla bütün alay kumandanlarını komünistten seçmek arasında ne fark var? Talim hey'eti arasında komünistler kaynaşan Dil Fakültesinde solcu doçentlerin yapacağı zarar iki yedek subay talebesinin komünistliğinden bin kere korkunç değil midir? Daha bir kaç gün önce istanbul Tıbbıyesinde kimya doçenti Halit, asker talebelere hitaben • askerlerden nefret ederim» diye bağırdı. Bu sözün altında bir solcu temayülün açığa vuruluşunu sezmiyor musunuz?
Bu solcuların, artık eski fikirlerinden caymış oldukları da müdafaa makamında söylenebilir. Fakat .. Sözü namus saymak^ hususundaki geleneğimizi .. Burjuva budalalığı, diye gören komünistlerin verdiği söze inanmak, vatan ve millet karşısında en büyük gaflet değil midir? Dün dönenlerin, yarın yine dönmiyeceklerine hangi teminatla inanabiliriz? Onlar samimi olarak dönmüş olsalar bile, vaktiyle işlemiş oldukları suçtan dolayı, hiç olmazsa bugün millet işlerine karışmak hakkından mahrum edilmeli değil mi idiler? Tevbekar olmuş bir fahişe, artık namuslu sayıldığı halde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerin de devlet harimine alınmamaları gerekirdi. Yüz ellilikler de affedildi. Fakat onlara hükumet makinesinde en küçük bir vazife veriliyor mu? Yüz ellilikler acaba komünistlere göre daha mı suçludurlar? Unutmamak lazımdır ki, bu komünistler yurdumuzun içinde kalıp devlette yer işgal ettikçe yarın sınırlarda yurdu korumağa koşacak olan Türk çocukları kendilerini ve cephe gerilerini emniyette saymıyacaklardır. Acaba hangi düşünce ve hangi taktik, vatan çocuklarının bu emniyetsizlik duygusunu gidermekten daha üstün tutulabilir? Fransada olup bitenler, hükumette yer almış komünistlerin bir vatanı nasıl batırdıklarını parlak bir örnek halinde göstermiyor mu? Bu komünistleri ilerde Türkiye için seve seve can verecek Türkçü gençlerin tutabiieceği yerlerden uzaklaştırmak, farzımuhal, bir mesele doğursa bile, bu mesele, Türk oğullarını ıztırap içintle bırakmaktan doğacak milli zaaf kadar tehlikeli olabilir mi?
Sayın Başvekil!
Bütün milliyetçi Türkler sizinle beraberdir. Sizden, tarihimizin bu çetin anında vatan düşmanı komünizmin ezilmesini, bir daha başkaldıramıyacak şekilde ezilmesini istiyorlar. Mevcut kanunlar kafi değilse bu bozguncular ocağının kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız. Kanun, milli vicdanın makesi olursa manası olur. Milli vicdan vatan düşmanlarının tapelenmesini istiyor. Yurtsever Türk çocuklarının gözü önünde kötü bir örnek olan • komünistlere mevki vermek^ usulünü derhal kaldırınız. Yukarıda verdiğim örnekler yarının nesiini yetiştirecek olan maarif sahasının bu mikroplarla nasıl bulaşmış olduğunu gösteriyor.
Haydarpaşa Lisesindeki son hadisede, bu bulaşıklığın görülüp bilinen son delilidir. Bu olaylar karşısında Maarif Vekaletine de büyük bir vazife düşüyor. Bu vazife klasikierin tercümesinden, sanki yabancı dil ve hatta Türkçe öğretimi pek yolunda gidiyormuş da, sıra kendisine gelmiş gibi, bazı liselerde konulan latince ve yunanca derslerinden daha ileri ve üstün bir vazifedir. Bu vazife, Türk maarifini öğretmen olsun, öğrenci olsun, bütün komünistlerden temizlemek vazifesidir. Maarif Vekaleti bir yandan dersine bir gün gelmiyen öğretmenden doktor raporu istiyecek kadar güvensizlik gösterirken, bir yandan kanuniarımızla yasak edilen fikirleri Türkiye'ye sokmağa çalışmış olanlara karşı şaşılacak bir güvf;nle hareket ediyor. Bunun Maarif Vekaletinin kötü niyetine veya kasdi hareketine yoramayız. Çünkü o takdirde Maarif Vekaletinin de vatan ihanetinde ortaklığını kabul etmek icap eder. Bunu, olsa olsa, gaflete verebiliriz. Her ne kadar bir vekilin gafleti mazur görülmezse de, kendisine yapılan ihtarlarla bunu tamir ederek iyi niyetini göstermesi her zaman kabildir. Aksi takdirde vekillik sandalyasının, dilediğine dilediği mevkii vermek için kurulmuş bir lüks sandalyası olarak telakkisi manası çıkar ki, bunu da demokrat ve balkçı Türkiye hükümetine yakıştıramayız. Maarif Vekaleti şimdiye kadar inönü Ansiklopedisiyle ve birçok kitapların ithatıyle Devlet Başkanı'na karşı olan bağlılığını gösterrneğe çalıştı. Bu bağlılığın samimi olduğunu isbat zamanı gelmiştir. Milli Şef'e karşı o hezeyanları yazırı ş olan vatan haini başta olmak üzere, bütün bu saydığım komünistleri hala mühim vazifelerde tutmak bu bağlılıkla tezat teşkil eder. Bağlılığın ispatı için, bunların vazifelerine derhal son verilmesi zaruridir. Hatta, şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri olarak bunları vazitede tutmaktan doğan utancı silebilmek için, bizzat Maarif Vekilinin de o makamdan çekilmesi çok vatanperverane bir jest olurdu.
21 Mart 1944, Maltepe ATSIZ
Bu "İKİNCİ AÇIK MEKTUP.. Da birincisi gibi büyük bir alaka uyandırmış, dergi heyecanla kapışılmış ve yurdun her tarafından gönderilen yüzlerce telgraf ve mektupla Atsız, tebrik edilmiştir.
Daha evvel bir münasebetle yazdığımız gibi 18, 18 Bkz. : Müftüoğlu Mustafa Tatlısu. Milliyetçiliğimizin
Meseleleri ve Kurtuluş Yolumuz. İstanbul, 1970.
Burada tekrar kaydetmek mecburiyetindeyiz ki, Atsız'ın bu iki açık mektubu, Cumhuriyet devri matbuat tarihinde mühim bir yer tutar. 1946 lardan sonra kendini gösteren serbest yazıp söyleme cereyanı içinde birer kahraman (!) Kesiliveren pek çok başmuharrir ve muharrir, bu açık mektupların neşredildiği yıllarda, tek parti devrinin ve Milli Şef'in çılgınca şakşakcılığını yapıp, dalkavukluk edebiyatma şahasarler ilave ederken; Atsız, bu makaleleri yazıp yayıniayabiimiştir ki, bunun mana ve ehemmiyeti büyüktür. Ayrıca bu açık mektuplar, korkunç komünizm faaliyetlerini ve Moskof tehlikesini, o devrin şartları içinde yazılabildiği ve bilineni kadarı ile millete duyurmak ve mes'ul makamları uyarmak bakımından da ayrı bir ehemmiyet taşır.
ATSIZ sabahattin ali DAVASI
Komünistlerin, gördükleri müsamaha ile azgınlıklarını böylesine arttırdıkları bu nazik devrede neşrolunan Atsız'ın iki açık mektubu, muhatabı Başvekil Şükrü Saraçoğlu'ndan çok, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'i meşgul etmiş ve Hasan Ali, hemen ilk iş olarak bütün Maarif teşkilatma gönderdiği 4 Nisan 1944 tarih ve 70/99 sayılı Tamim ile 19 aklı sıra, Orhun dergisi neşriyatının tüm memlekette uyandırdığı büyük alaka ve heyecanı yok etmeye çalışmış, ayrıca Atsız'ın Hususi Boğaziçi Lisesindeki muallimlik vazifesine de derhal son vermiştir 20.
19 Bu Tamim için bkz. : Irkçılık Turancılık. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları. No. : 4. Ankara, 1944.
20 Vazifesine son verilen Atsu;, 7 Nisan 1944 tarihinde Boğaziçi Lisesinden ayrıldığı halde, Hasan .Ali Yücel •Davâm^ adlı kitabında: cancak 3 Mayıs 1944 gürü Ankara'da yapılan nümayiş neticesinde vaki takibattan sonra ödevine son verilmiştir diyerek yalan söylemiştir.
Açık mektupların neşriyle durumu sarsılan Hasan Ali Yücel, hemen dostu Falih Rıfkı Atay'ın yanına koşmuş ve bu iki adam, başbaşa verip hazırladıkları plan sonunda Sabahattin Ali'yi tahrik ve teşvik ederek Atsız aleyhine bir hakaret davası açtırmışlar, Ulus gazetesi Hukuk Müşavirlne de Sabahattin Ali'nin avukatlığını yaptırmışlardır.
Sabahattin Ali, Atsız aleyhine açtığı bu hakaret davasını, Hasan Ali Yücel ve Falih Rıfkı Atay'ın teşvikleriyle açtığını, bilahare Savcıya ve Orhan Şaik Gökyay'a itiraf etmiş ve •Ben yapmayacaktım, fakat Hasan Ali böyle istedi.» demiştir.
Sabahattin Ali'nin Atsız aleyhine açtığı neşren hakaret davası, Ankara üçüncü Asliye Ceza Mahkemesine intikal etmiş ve ilk duruşmanın 26 Nisan 1944 Çarşamba günü saat onda yapılacağı tarafiara tebliğ olunmuştur.
Bu dava dolayısiyle 24 Nisan Pazartesi günü Ankara'ya giden Atsız, Ankara garında kalabalık bir gençlik kütlesi tarafından heyecanla karşıianmış ve Atsız'a gösterilen bu samimi alaka, zamanın idarecilerini faziasiyie ürkütmüştür.
SABAHATTİN ali MAHKEME SALONUNDAN KAÇIYOR!
26 Nisan Çarşamba günü saat onda Atsız-Sabahattin Ali davasına başlanmış ve o gün mahkeme salonu ile bütün koridorlar milliyetçi gençler tarafından tamamen doldurulmuştur. Böyle muazzam bir kalabalık içinde başlayan duruşmaya Hakim Saffet Unan çıkmış, Savcılık Makamını ise, Hadi Tan işgal etmiştir. Hamid Şevket ince, Ferruh Agan ve Rasih Yeğengil adlı avukatlar da Atsız'ı temsilen duruşmada hazır bulunmuşlardır.
Muhakemenin başlayıp henüz hüviyetlerin tesbiti sırasında, koridorlardaki kalabalığın kaynaştığı ve bir anda müthiş bir gürültü ile cam ve kapıların kırıldığı, Sabahattin Ali'nin ise sap sarı bir benizle kendisini birinci kataki duruşma salonundan dışarıya attığı görülmüştür.
Hakim, bu şartlar altında duruşmaya devam edilemeyeceğini bildirerek, muhakemeyi öğleden sonra saat dörde tatil etmiştir.
Öğleden sonra, nisbeten daha geniş olan Ağırceza Mahkemesi Salonunda davaya devam edilmiş ve söz alan Sabahattin Ali : Suçlu, on beş sene evvel geçmiş ve hesabı tarafımdan verilmiş olan bir hadiseyi ele alarak bana hakaret etmiştir. Kendisinin cezalandırılmasını ve ayrıca bana on bin lira tazminat vermesinin karar altına alınmasını istiyorum.^ demiş.
Atsız, ise :
Ben bir vatansever sıfatiyle Türkiye'nin bir uçuruma sürüklendiğini görmekteyim. Bu kabil kimseler birbirlerine dayanarak memleketin yüksek makamlarına tırmanıyorlar. Halbuki bunlar Türkiye'yi sevenlere darbe vurmağa çalışıyorlar. Ben bu vaziyetin önlenmesi için Başvekile, malüm olan açık mektubu yazdım." diyerek, açık mektupların neşrindeki gayeyi ortaya koymuş.
Bilahare söz alan Avukat Hamid Şevket ince :
Bu dava, iki imanın çarpışması davasıdır. Bu dava, milliyetçilikle komünizmin çarpışması davasıdır. Bu davanın kökleri, vicdanlarda ve kafalardadır. Bunu müdafaamızda arzedeceğiz. Davacının kafasında komünizm ateşi vardır. Müvekkilim bu ateşi söndürmek için hamle yapmaktadır. Ceza Kanunundaki sarahate nazaran rica ediyorum, Sabahattin Ali'den
Sorulsun; hiyanetini ispat edelim mi? Dava ilmi ve siyasi bir kanaat davasıdır. Ayrıca, Konya'daki mahkûmiyet dosyasının' da getirilmesini rica ediyorum.• demiş,
O günkü gazete manşetleri
Savcı ise :
•Davacıdan fiilin isbatı yolundaki talebe karşı ne diyeceğinin sorulmasını.^ istemiş.
Daha sonra hakim, ahakarete dair kelimeler VATAN haini kelimelerinden ibaret olduğuna göre, vatan haini olduğunun ispat edilmesini isteyip, istemediği sualinin sorulmasına ve duruşmanın 3 Mayıs 1944 tarihine bırakılmasına^ karar vererek celseyi tatil etmiştir.
Gençler, o günkü duruşmayı müteakip, Atsız'ı aralarına alarak samimi bir hava içinde Gençlik Parkı'na kadar yürümüşler ve orada bir müddet oturarak sohbet etmişlerdir.
Bu davanın ertesi günü, bazı milliyetçi gençler mahkeme safahatı hakkında konuşurlarken, o sırada orada bulunan Sabahattin Ali, milliyetçilerin bu sohbetine müdahale ederek genc1ere hakarete yeltenmişse de, milliyetçi gençler arasında bulunan Osman Yüksel (Serdengeçti) 21 tarafından dövülmüş ve yediği şiddetli bir tokatla da gözlüğü kırılmıştır.
Hadise hemen cürmümeşhut mahkemesine intikal etmiş, yapılan muhakeme sonunda hakim, hakareti karşılıklı görüp, tarafları on ikişer buçuk lira para cezasına ve ayrıca Osman Yükseli, Sabahattin Ali' yi dövdüğünden dolayı üç gün hapse mahkum etmiştir.
21 .Serdengeçti> mecmuası ve yayınları sahibi... 3 Mayıs 1944 milii şahlaruş esnasında, Ankara'da Dil ve tarihcoğrafya Fakültesi Felsefe kısmı son sınıf talebesi idi. Nümayiş dolayısiyle tevkif edildi ve Hasan Ali Yücelin emriyle fakülteden tardolundu. Tahliyesini müteakip fakülteye kayıt için yaptığı bütün müracaatlar neticesiz kaldı. Nihayet Devlet Şılrası karanyla hakkını aldı ve fakülteye kaydolundu. Nisan 1947 de .Serdengeçtik mecmuasını çık^armaya başladı ve bu derginin bir ve ikinci sayılarında ya^yınladığı •Bir Fakültemin içyüzü başlıklı yazısı dolayısiyle tekrar Fakülteden tardedildi, ayrıca Mahkemece de, alh ay iki gün hapis ve iki yüz iki lira para cezasına çarptırıldı.
AVUKAT hamid ŞEVKET'iN BEYANATI
Aynı gün Atsız'ın avukatı Hamid Şevket ince, duruşma safahatının gazetelere yanlış aksettirildiğinden bahisle •Tasviriefkar.. Gazetesi Ankara Temsilcisine şunları söylemiştir:
•Ben Türküm. Eski Ocakcı bir Türküm. Binaenaleyh Türkçüyüm. Bu itibarladır ki, Nihai Atsız'ın yazısını kendi yazım addettim ve davasını kendi davam gibi müdafaa etmek kararını aldım. Ben komünist bir adamın müdafiliğini yapamam. Akideme uygun olmayan bir siyaseti bugüne kadar takip etmedim, bundan sonra da edemem. Duruşma esnasında, Sabahattin Ali, açtığı davanın alelade bir hakaret meselesi telakki edilmesini, bunda siyasi bir mahiyet görülmemesini, şayet Nihai Atsız bu davaya öyle bir renk verirse, bu hem kendisi ve hem de memleket için iyi bir netice vermeyeceğini söylemiştir.
Buna karşı ben, hadiseyi dedikleri gibi dar bir kadro içinde temaşa etmeğe imkan bulunmadığını, bilakis meselenin mazisine, köklerine kadar inme{je mecbur olduğumuzu, iki imanın, iki idealin çarpıştığını ve bu müsaraanın içtimal muhitte yarattığı ve ve yaratacağı intibaları belirtmek mevkiinde bulunduğumuzu ve kendisine vatan hainliği isnat olunan Sabahattin Ali, eğer böyle feci bir itharn altında yaşamak istemiyorsa ve Türklüğün gayesine uygun bir hattı hareket takip ettiğini söyleyen bir vatan çocuğu olduğunu iddia ediyorsa, maznun sıfatiyle biz bunun tam zıddını, yani Sabahattin'in komünistlik yaptığını ve bu itibarla vatan haini olduğunu isbata amadeyiz. Bu talebimize Sabahattin Ali müsaade ederse ve biz de onun komünistfiğini ispat edemezsek Cumhuriyet Mahkemesi karariyle cebinde taşıyacağı
İlamla Türk vatanı içinde geniş bir gururla aramızda yaşamağa hak kazanacaktır, dedim.
Bu sözlerimi binlerce münevver samiin dinlediler. Bilhassa müdafaa esnasında Ankara Cumhuriyet Müddeiumumisi ile muavinleri ve bir çok hakimler duydular. Bu beyanatın hilafının gazetelere aksettirilmesinin manası şudur : Muvaffak olmak için herçibadabad her yalanı irtikap etmek ve o suretle komünistliğe hadim olmak ve efkarı umumiyeyi aldatmaktır.»
Bu beyanatma r::^qmen, Hamid Şevket ince, bir kaç gün sonra Falih Rıfkı Atay'ın iğfaline kapılarak Atsız'ın avukatlığını bırakmış ve 8 Mayıs 1944 günkü «Ulus^ gazetesinde yayınlanan mektubunda, Atsız'ın inkılaplara düşman olduğunu öğrendiğini, bu itibarla avukatlığını bıraktığını yazmışsa da, aslında Hamid Şevket ince, Falih Rıfkı Atay'ın ikazı ile Atsızı müdafa etmekteki tehlikeleri sezmiş ve bu korku saikiyle avukatlıktan çekilmiştir.
Atsız Sabahattin Ali davasına 3 Mayıs 1944 Çarşamba günü devam olunmuş ve o gün Adiiye binasının içi ve dışı muazzam bir gençlik kütlesi tarafından doldurulmuş, kalabalık caddeye taşarak muhakeme sonunu beklerneye başlamıştır. Geniş çapta emniyet tedbirlerinin alındığı o günkü duruşmaya yine Hakim Saffet Unan'la Savcı Hadi Tan çıkmış ve taraflar mahkemede hazır bulunmuşlardır.
Davanın bu ikinci celsesinde, Atsız ve iki avukatının tevsii tahkikat talepleri reddolunmuş, savcı iddianamesini okuyarak : •Atsız'ın hareketine uyan Türk Ceza Kanununun 480 ci maddesinin 3 cü fıkrası ve Matbuat kanununun 47 nci maddesi delaletiyle Türk Ceza kanununun 482 nci maddesinin son fıkrasına tevfikan cezalandırılması^ nı istemiş ve duruşma, müdafaa için 9 Mayıs 1944 tarihine bırakılmıştır. 48
3 MAYIS ŞAHLANIŞI
..3 Mayıs nümayişi., olarak anılan milli şahlanış, işte o gün Atsız Sabahattin Ali davasının ikinci eelsesi günü vuku bulmuş ve mahkeme salonunda, Atsızın konuşmasını heyecanla takip eden gençlerden bir grup, bir anda Atsız'ı alkışlamağa ve «kahrolsun komünistler., şeklinde bağırmaya başlamışlardır. Bu alkış ve «kahrolsun komünistler» sözü aniden koridorları ve caddeyi dolduran kütleye intikal etmiş ve kısa bir zamanda «kahrolsun komünistler» sözüyle her taraf inlemeğe başlamıştır.
Ortalık birden karışmış ve bu arada gençler milli marşlar söyleyerek yürüyüşe geçmişlerdir. Komünizmi ve komünistleri lanetleyen milliyetçilerin feryadı muhite yayılıyor ve halkın da iştirakiyle an be an kalabalıklaşan gençlik kütlesi Ulus Meydanına doğru yürüyordu .. .
Bu ne haldi?...
Halk caddelere yığılmış, esnaf dükkanından fırlamış.. Bu hali, o günün şartları içinde duyulmamış, görülmemiş bu milli hareketi şaşkınlıkla seyrediyordu...
İşte, yıllardanberi yetişmemesi, bu cennet vatana ve büyük davaya sahip çıkmaması için bütün şer kuvvetlerin olanca mel'anetleriyle çalışmasına rağmen, yetişen, aziz vatana ve büyük davaya sahip çıkan gençler, milli bir şuurla yürüyor, Moskof uşaklarını, vatan ve milet hainlerini ve komünizmi lanetliyordu. Bu bir milli şahlanıştı. Şahlanan bu gençler n? Bir makamdan emir almışlardı, ne de bu harek8t şııııun, bunun tertibiydi...
’ Devam eden mili marşlar ve "kahrolsun komünistler» sözü ile Ulus meydanına inen gençler, burada istiklal Marşımızı söylediler ve heyecanlı konuşınalar yaptılar. Bu konuşmalarda komünizmi ve kor.ıiirıistleri tel'in eden milliyetçiler, daha sonra o yıllarda Ulus civarında bulunan Başvekalete gidip Türkçü sandıkları Başvekil lehine tezahüratta bulundular. Dönüp tekrar Adiiye binasına doğru yürümeye başladılar ve bu arada Sabahattin Ali'nin ele geçen kitaplarını yaktılar.
HÜCUM PEK KIYASIYA OLDU
Bu milli şahlanış esnasında, atlı ve motosikletli emniyet kuvvetleri gençler üzerine hücumla onları dağıtmak istedi, ve bu arada yakaradığını otobüslere tıkarak alıp götürdü. Gençler, polisin bu hücumunu ancak istiklal Marşımızı söylerek durdurabildiler.
O günkü idare ve zihniyet, bu milli şahlanışı, bu milli şuur uyanıklığını hoş görmemiş, hazmedernemiş ve polise kat'i emir vermişti. Bu kat'i emirle, polisin, ekserisi yüksek tahsil talebesi olan bu milliyetçi gençik kütlesi üzerine hücumu pek kıyasıya oldu.
Gençleri toplama işine, çekilen fotoğraflardan teşhis edilen talebelerin yakalanmasiyle o gece ve ertesi günü devam edildi. Bugün her biri, millete ve memlekete faydalı birer insan olan, o günün gençleri: Osman Gümrükçüoğlu, Ali Çankaya, Sait Sadi Danişmentgazioğlu, Osman Yüksel, Said Bilgiç, Ahmet Ellezoğlu, Cevdet Savgar vs. Hep yakalandılar.
Böylece miliyetçi gençler yakalanıp Ankara Emniyet müdürlüğünde toplanırken, Atsız da sıkı bir tarassut altına alınmış, tevkif edilmemesine rağmen, polis tarafından devamlı takip edilmiş, hatta gelen mektuplarının dahi kendisine verilmeyip polisce alakonulduğu daha sonraki muhakeme safahatında meydana çıkmıştır.
DARBE-i HÜKÜMET imiş!. ..
Bu arada Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, Ankara valisi Nevzat Tandoğan, ve Ulus gazetesi başmuharriri Falih Rıfkı Atay'dan müteşekkil meşhur çete meseleye el koymuş ve Hasan Ali Yücel hemen Çankaya Köşküne koşarak, Milli Şefine arzu ubudiyye ile, milliyetçiferin harekete geçtiklerini, 3 Mayıs günkü hadiselerin, bir darbe-i hükümetle iktidarı ele geçirmek üzere düzenlendiğini kendisinin ve arkadaşlarının gayretiyle isyanın (!) Hastırıldığını anlatmış ve Milli Şefi de onun bu yalan ve iftiralarına inanmıştır. O derece inanmıştır ki, ihtilalcilerin (!) Müteakip hareketlerini önlemek üzere Çankaya Köşkünün bahçesinde bazı müdafaa tertiplerine tevessül olunduğu dahi şuyu bulmuştur!. ..
Kimseden emir almadan, ecdadından mevrus Moskof düşmanlığıyle ve milli bir şuurla, şu cennet vatanın ve bu asil milletin selameti uğruna, komünizmi ve komünistleri telin için toplanan ve ellerinde basit birer çakı dahi bulunmayan milliyetçi gençlerin 3 Mayıs günkü milli şahlanışı devrin Milli Şefine bir ihtilal ve isyan hareketi olarak anlatan ve döktüğü dillerle Milli Şefini iğfal eden, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'dir! Bu bir hakikattir ve bu hususta Reisicumhur Başyaveri merhum Celal Beyin şahadeti vardır22.
Hasan Ali Yücel, hiç bir hak ve salahiyeti olmadığı halde, polisce yapılan ilk tahkikata da burnunu sakmuş ve usulen gizli yapılması gereken polis soruşturmasında bizzat hazır bulunmuş, sualler sormuş, alınan ifadeleri okumuş, bir polis şefi eda-
22 Bkz. : Atsız'm csıfır-'a Cevap^ bbaşl^h makalesi. •Kür§ad^ dergisi. Sayı: 4-5. Ankara, 1947.
Siyle emirler vermiş ve ilk tahkikata bir darbe-i hükümet şekli vermeyi becermiştir. Bilahare merhum Kenan Öner'le arasındaki dava dolayısiyle yayınladığı .. Oavam" adlı kitabında Hasan Ali Yücel, ilk tah-
Hadiseleri bir açıdan yansıtan kitap
Kikata burnunu soktuğunu masum bir eda ile itiraf etmiştir.
Keza, Falih Rıfkı Atay da, milliyetçiler aleyhindeki harekatın ilk tahkikat safhasında, salahiyet ve hakkı olmamasına rağmen, hazır bulunmuş ve bu hareketini daha sonraki yıllarda, 9 Mayıs 1947 tarihli .. Cumhuriyet» gazetesindeki makalesinde türlü kelime oyunlariyle haklı göstermeye çalışmıştır.
Baslnln TAKINDIGI tavlr
Bu memleketin öz evlatlarının vatan ve millet haini komünistler aleyhine yaptığı yürüyüş, böylece miliyetçilik düşmanları tarafından mecrası değiştirijip bir isyan ve ihtilal şeklini alırken, Falih Rıfkı Atay, 7 Mayıs 1944 tarihli «Ulus.. Gazetesinde anizam Düşmanlığı Yaptırmayız,. Başlıklı yazısıyla 23, tertemiz Türk eviatiarına «Gardistler.., «Troçkistler» demekten utanmamıştır.
Yine Falih Rıfkı Atay, 8 Mayıs günkü Ulus'ta, bu kerre «Niçin üstünde Duruyoruz,. Adlı başmakalesiyle efkarı umumiyyeyi bulandırmağa başlamış, aynı gün Zekeriya Sertel "Tan» gazetesinde «Beşinci Kol" başlıklı yazısiyle Falih Rıfkı Atay'ın yanında yer almış ve Ulus Başmuharririnin uydurduğu «Troçkistler.. Tabirini bu kaşarlanmış komünist de benimseyerek milliyetçilere tecavüze başlamıştır.
Hasan Ali Yücel, Nevzat Tandoğan ve Falih Rıfkı Atay üçlüsünün gayretiyle, hadiseler böyle bambaşka bir safhada inkişaf ederken, Atsız Sabahattin Ali davasının müdafaa günü de gelip çatmış ve duruşma
23 Bir ibret vesikası olan bu yazı için bkz. : Irkçılık Turancılık. Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü Yayınları. Ankara, 1944.
Günü yani 9 Mayıs günkü Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay, « Irkçılık ve Turanalık» başlığıyle bir başmakale yayınlamıştır. Yine aynı gün •Akşam» gazetesinde C.H.P. kalemşörlerinden Necmeddin Sadak : .. On ikiye Beş Kala»; «Son Telgraf,. Gazetesinde Etem izzet Benice, "ideoloji Bahsi üzerinde Fikir Hürriyeti Tanımayız»; «Tanin» gazetesinde ise meşhur Hüseyin Cahit Yalçın, «Gençliğe Maledilmek istenen Bir Hareket Hakkında» başlıklı yazılarıyle Falih Rıfkı Atay'ın açtığı milliyetçilik düşmanı kampanyaya katılmışlardır.
ATSIZ'IN MUDAFAASI
9 Mayıs 1944 Salı günü, Atsız Sabahattin Ali davasına bakılmış ve o günkü duruşmada Atsız'ın avukatları Ferruh Agan'la Rasih Yeğengil, müştereken hazırladıkları müdafaanameyi okumuşlardır. Bilahare kendisine söz verilen Atsız : .. Maalesef kendisine vatandaş denilen bir şahsın açtığı hakaret davasının hesabını vermek üzere karşınızda bulunuyorum. Müdataaya başlarken şunu belirtmek isterim ki, mahkemenizin vereceği kararı lehime çevirmek için kanunun kaçamak yollarını arayacak değilim. Cezalardan, hapislerden ve daha ilerisinden korkan bir insan değilim. Başvekile yazdığım açık mektupları hem milli bir heyecan, hem de milli ve son ucuna vardırılmış bir şuur içinde yazdım. Ankara'ya da her türlü neticelerini göze alarak ve kendimi değil, uğrunda herşeye razı olduğum vatan davasının küçük bir safhası olan bu davayı müdafaa etmek için geldim. Çünkü bu dava, göründüğü gibi, iki şahsın davası değil, iki mefkürenin çarpışmasıdır. Bu dava Türkçülük ile komünizmin, bu milleti hür yaşatmak isteyenlerle bütün mukaddesatı inkar edenlerin davasıdır. Bu dava, iki kişi arasında çıkan basit bir hakaret davası olsaydı, bu alakayı çekmez, günün münakaşa mevzuu olmazdı, diyerek memleketimizdeki komünizm faaliyetleri hakkında geniş açıklamalarda bulunmuş ve Sabahattin Ali için kullandığı avatan haini, tabirine temasla : ugerek mazisiyle ve gerekse haliyle vatanı yıkmak istediği besbelli olan birisine vatan haini dediğim için suçlu olarak karşınızda bulunuyorum. Söze başlarken de bildirdiğim gibi kararı kendi lehime çevirmek için hiç bir kaçamak yolu aramadığıma inanınanızı rica ederim. Şu kadar söyleyebilirim ki, Sabahattin Ali bir komünist olduğu, yani rejimi değiştirmek ve istiklalimizi yok etmek istediği, yani vatan haini olduğu için, Başvekile olan mektubumda bir vatan haininin Maarif Vekaleti tarafından korunduğunu belirtmek üzere bu tabiri kullandım, demiş ve müdafaasını şöyle bitirmiştir :
«Sözlerimin burasında siz belki benim bir talepte bulunmarnı beklersiniz. Ben, büyük bir vicdan huzuru ve inanç sağlamlığıyle, bütün samimiyetimle size herşeyi anlattım. Sizden heraat istemiyorum. Aile ocağıma bir an önce dönmek için çabuk bir karar vermenizi istiyorum...
Bu müdafaadan sonra hakim, karar için celseyi tatil etmiş ve ikinci celsede verilen karar okunmuştur. Bir hayli uzun olan bu kararın son kısmında aynen şöyle denilmektedir.
«Mücerret olarak söylenen .. Vatan haini» tabiri, mahsus madde tayini veya bir fiil isnadı ile hakaret olmayıp namus ve şöhrete taarruz edici sövmekten ibaret bulunmasına göre, Nihai Atsız'ın suçu Türk Ceza Kanunu'nun 482 nci maddesinin son fıkrasına uygun olduğundan altı ay müddetle hapsine ve yüz lira ağır para cezasiyle mahkomiyetine ve hadisede mütecavizin şahsı hakkında müdahilin haksız bir hareketi mesbuk olmadığından mezkor kanunun 485 nci maddesindeki cezayı azaltıcı sebebin mevcut olmadığına, ancak Sabahattin Ali'nin fikirlerine maznunun ötedenberi muarız bulunuşu ve ülküsüne uygun bulmadığı müdahilin eserlerini acı ve hatta hakaret edici mahiyette tenkit etmiş olmasına rağmen müdahilin sükot etmiş olması ve bu kere yazdığı açık mektubu da, bir vazife yaptığına kail olarak neşretmiş olması gibi haller maznun lehine cezayı azaltıcı takdiri sebeplerden kabul edilerek, mürettep cezanın üçte biri indirilerek, dört ay müddetle hepsine ve 66 lira 60 kuruş ağır para cezası alınmasına ve talebe mebni, takdir olunan yüz lira manevi zararın maznundan alınarak davacıya verilmesine ve Adiiye Harç Tarifesi Kanunun 50/7 ve 52 ci maddeleri mucibince 850 kuruş yarım duruşma harcı ile 200 kuruş nisbi harcın tahsiline, infaz ve tecil edilmiş mahkomiyeti olmadığı gelen cevaplarda bildirilmesi itibariyle geçmişteki halinin iyi olduğu taayyün etmesine, ahlaki temayülüne, cezasının tecili ileride suç işlernekten çekinmesine sebep olacağı hakkındaki kanaate mebni Türk Ceza Kanunu'nun 89 cu maddesi mucibince cezaların teciline Temyiz edilebilmek üzere 9.5.1944 tarihinde karar verilmiştir.»
İKİNCİ BÖLÜM
Atsız'ın Tevkifi ve Yurt Sathına
Yayılan Geniş Tevkifat
TAHKİKAT
İŞKENCE
* MAHKEME SAFAHATİ VE SONRASI
Atsız'ın Tevkifi
Böylece Atsız Sabahattin Ali davası bitmiş ve Sabahattin Ali'ye «vatan hainim dediği için dört ay hapse mahkum olan Atsız'ın bu cezası tecil edilmiştir.
Atsız o günkü duruşmayı müteakip istanbul'a dönmek üzere, kaldığı otelde hazırlanırken 3 Mayıs hadiseleri dolayısiyle tevkif edildi. İstanbul'da, Kartal Maltepesindeki evinde yapılan aramada ise, bütün kitapları, notları, evrakı ve eşyası didik didik edilerek alınıp götürüldü.
Tevkifat bir anda bütün memleket sathına yayıldı ve tam bir terör havası içinde milliyetçi avı başladı. Prof. Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, Dr. Hasan Ferid Cansever, Necdet Sançar, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi Özbek, Dr. Fethi Tevetoğlu, Hüseyin Namık Orkun, Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökyay, M. Zeki Sofuoğlu, ismet Tümtürk, Nurullah Barıman gibi milliyetçiler yakalanıp, evlerinde ve işyerlerinde aramalar yapılırken, yüzlerce genç de nezarete alındı. Bir ara bu nezarete alma işi öyle bir hale geldi ki, tanınmış her hangi bir milliyetçiye şu veya bu sebeple mektup yazan ve bu mektubu o milliyetçinin evinde bulunan şahısları dahi yakaladılar.
Ankara'da yapılan ilk tahkikat, Hasan Ali Yücel, Nevzad Tandoğan ve Falih Rıfkı Atay üçlüsünün çalışmaları sonunda ırkçılık Turancılık gayesiyle gizli cemiyet kurmak ve hükumeti devirmek esası üzerine oturtuldu. Kendi arzularına göre hazırladıkları bu ilk tahkikat evrakını, Emniyet Umum Müdürü ile Adiiye Vekaleti Ceza işleri Umum Müdür muavini ve Dahiliye Vekaleti Hukuk Müşavirinden müteşekkil hey'-
Ete tetkik ettirip bir rapor hazırlattılar ve Dahiliye Vekili Hilmi Uran'ın 18 Mayıs 1944 tarihli tezkeresiyle, hazırlanan bu raporu ve Ankara'da nezarette bulunan milliyetçileri İstanbul'a, örfi İdare hudutları içine naklettiler. Ve bu nakil işini de, milliyetçi gençler tarafından yapılması muhtemel herhangi bir protesto hareketinden korkarak, Ankara garından de!)İl, Etimesğut istasyonundan yaptılar.
İstanbul YOLUNDA
Atsız ve arkadaşlarının İstanbul'a nakli mevzuunda, aynı kafilede bulunan Osman Yüksel (Serdengeçti) diyor ki: «Bulunduğumuz odanın kapısı aralandı, dışarısı görünüyor. Şu bizim Ahmed Ellezoğlu değil mi? Ta kendisi. Önünde bir komiser, arkasında iki süngülü adam Ahmed'i götürüyorlar. Her halde şimdi sevkiyat var. Biraz sonra içeri bir komiser muavini girdi :
Hazırlan Osman Bey.
Nereye?
Birinci Şubeye. Orada kalacaksınız.
Benim bir tuhaf halim var. Kim ne derse inanıveririm. Hele hoşuma giden bir şey olursa... Korniser acele ediyor : ccl\itaplarını al, neyin varsa topla, oyalanma diyor. Kitaplarımı alıyorum. Bunlar • Unutulan Köy.. Adlı bir roman, Eflatun'un eserlerinden bir kaçı ve Rus romanlarından çevrilmiş kitaplar. Bilhassa çok sevdiğim Dosteyevski'nin eserleri. Bir de kötü battaniyem var, alıyorum. Ne çamaşır, ne para, ne pul... Birinci Şubeye çıkıyoruz. Bizi bir yere götürüyorlar. Fotoğrafımızı çektiler. Canımızı yakıyorlar, canımız gidiyor, suretlerimiz gölgelerimiz kalıyor, diyorum. Baktım Emniyet'in önünde kapalı bir araba var. Atsız'ı getirdiler ve içeri soktular. Ben de girdim. Susuyoruz... Atsız'a bakıyorum, gülüyor. Otobüsün içi polis ve jandarmalarla dolu. Şöför mahallinde siyasi şube müdürü var. Hami miydi, neydi o herifin adı'? Tuhaf şey? Bu adamlar bizi nereye götürüyorlar? Yahu, istasyona gitmeyecek mi idik? Yanımdaki sivil polis memuruna sormak istiyorum. Sus diyor, sus... Buraları ben hiç görmemiştim. Yoksa bizi bir yere götürüp orada kurşuna dizmesinler! Elimle işaretler yapıyorum: Kurşuna mı? Yanımdakiler mütemadiyen susuyor. Dünyada hiç bir sükcıt, bu kadar korkunç değildir. Ölüm gibi bir sükcıt. Nihayet bir yerde durduk. Baktım, Etimesğut'tayız. Ah! Kurtulmuş gibiyim. Demin bana «sus, diyen polis gülüyor. Soruyorum : Bizi niye istayondan sevketmediniz? O, canım diyor, siz münevver adamlarsınız herkesin içinde süngülü jandarmaların önünde götürmek ayıp değil mi? Sonradan öğrendim ki, bu da yalanmış! İstasyona bizim arkadaşlar gelir, bir taşkınlık yaparlar diye, bizi buradan sevkediyorları ...
Vagonda kimseler yok, hususi galiba. Arkadaşlarımız eski arkadaşlar, bizimle istanbul'a kadar gi decekler. Atsız bir kampartımana ben bir kampartımana yerleştiriliyoruz. Polisler yine yanımızda... Trenin penceresinden uzaklara, ufuklara, Ankara ufuklarına bakıyorum. Ankara, ccgidipte gelmemek, gelipte görmemek var, Allaha ısmarladık ...Ankara bütün hatıralarıyla içimde bir yara gibi kanıyor. Dostlar, arkadaşlar... Biz orada neler yapmadık? Toplantılar, hararetli konuşmalar, buluşmalar...
Milletleri uyandırdık, kıt'alar fethettik. Bayraklar dalgalandırdık, bir hayal olsa da inandık, bir masal olsada dinledik. Tren gidiyor, rüzgarlar esiyor. Gün görmüş bağrı yanık bozkır, gözlerimin önünde alabildiğine uzanıyor. Gönlüm gözlerimden çok ilerde. Onu tutmanın, onu zinciriere vurmanın imkanı var mı?
Biz VATAN haini miyiz?
Küçük Asya'nın sükut eden bozkırı, büyük Asya bozkırlarına, Buhara ellerine, Tibet çöllerine kadar uzanıyor. Şimdi elimizde bir zerresi bile kalmayan eski vataniara ve kendi öz vatanlarında bir menfa hayatı yaşayan mazlumlara selam... Gözyaşlarıyla selam... Sizler, çekiç ve orak altında esir, bizler istiklal ve hilal altında... Tren pencerelerinin camlarındaki ay-yıldızlar, bozkıra, topraklara aksediyor. Toprak ve Bayrak bir arada...
Anadolu toprağı, Türk bayrağı! Siz söyleyin, bizler .. Fesatçımıyız.. , size ihanet edebilirmiyiz?
Ey, meçhul alemierin meçhul sakinleri! Ey, ebedi hayatın ebedi hakimleri! Ey, şu ıssız, şu sessiz, şu çıplak bozkırların; Ey, burada yıllardır sukut eden' sırların ulvi bir ilham ile manasına erenlerı Ey bir karış toprak için dağ gibi can verenler! Siz söyleyin, biz sizin ruhlarınıza ihanet edebilir miyiz? Biz ki, .. Çanakkale» ye •tahtakale»; sizlere .. Budala» diyen hoyratlarla, körlerle, nankörlerle mücadele etmek için ortaya atıldık. Ey, bu topraklar için toprağa düşenler! Siz söyleyin, biz vatan haini miyiz? Diye feryat ederken kolumdan birisi çekti. Baktım, polis... Ne oluyoruz? Cevap yok! Pencereyi kapattı. Bakamaz mışım!
Sağımda polis, solumda jandarma... Müdür; aortanıza alın, pencereden bakmasın» demiş!... Bize vatan içinde vatanı görmek bile haram!... Yasak!. .. Başım önüme düşüyor. Zifiri karanlık içindeyim. Gözlerimi yumuyorum... Keşke şu anda sağır, kör olsaydım. Kesif, dumanlı bir hava bütün varlığımı kaplıyor. Gece yarısı. .. Ses yok! Trenin o değişmeyen gürültüsü... Keskin çığlıklar. Sabah oluyor galiba ...Polis yağmur yağıyor» dedi.
VE istanbul'a MUVASALAT
— Haydi!
— Ne o?
— iniyoruz.
— Burada mı?
Evet!
Burası küçük bir istasyon. Halktan fazla polisler, konıiserler... Ellerinde tabancaları, bize doğru çevirmişler. Ne oluyoruz, eşkiyamı götürüyorsunuz efendiler? Ne yapsınlar, emir almışlar! Hay, emri verenin de, görenin de! Beni bir taksiye, Atsız'ı bir taksiye bindiriyorlar. Yanımızda ki polisler yetmez gibi, iki polis daha... Bir daha, üç oldu. Boğulacağım yahu!... Yüzyüze, dizdizeyiz. Nefeslerimiz birbirimizin ağzına giriyor! Aman ne fena sigara kokuyor, şu adamların nefesleri!. ..
Kapılar iyice muayene edildi ve taksi hareket etti. Adamların arasında kayboldum, dışarı göremiyorum. Gidiyoruz, gidiyoruz... Hafif yağmur yağıyor. Düşünemiyorum... Her halde yine istasyona inmeyeceğiz.
Meçhul bir yerden bizi alıp götürüyorlar. Kendi kendime tekrar soruyorum: Biz ne yaptık? Bu adamlara ne oluyor? Nereye götürüyorlar bizi? Bu nasıl yolculuk?...
O, adını bilmediğim istasyondan hareket edeli yarım saat oldu. Deniz kıyısında bir yerde taksilerimiz durdu. Pendik dediler. Otomobillerimizle birlikte yallah vapurun içine... Mübarek ayaklarımız toprağa basmıyor. İstanbul yakasına geçiyoruz. Yollarda otomobilimiz sıksık durduruluyor. Büyük bir binanın önünde durdu. "in!, dediler indik. Bir adam bizi yukarı çıkardı. Çıkıyoruz... Çıkıyoruz, merdivenler bitmiyor. Nihayet bizi bir kapının önünde durdurdular. Yakasında mülkiye rozeti taşıyan bir zat çıktı. Elimden kitapları aldı! .. Etmeyin, bunları bana bırakın" dedim. •Olmaz, bilahare veririz^ dediler. Bir garip oldum! Kitaplarım... Onlar yanımda olsaydı. Baştan aşağı elbiseleri mi soysalar, böyle müteessir olmazdım... 24
Osman Yüksel (Serdengeçti) nin, nev'i şahsına münhasır üsigbüyle işte bu şekilde cereyan etti, nezarete alınan milliyetçilerin Ankara'dan istanbul'a getirilişi. Ve böylece davanın Ankara'dan istanbul'a, Örfi idare hudutları içine nakledilmesine ve Örfi idarenin de bir Ceza ve Tevkif Evi bulunmasına rağmen, yakalanan milliyetçiler hep istanbul Emniyet Müdürlüğünde (Sanasaryan Hanında) toplandılar ve ihtilatden men edilerek, her biri ayrı ayrı hücrelere kapatıldılar. O yıllarda ordu saflarında bulunan, Dr. Yüzbaşı Hasan Ferid Cansever, Piyade üstteğmen Alparslan Türkeş, Dr. Üstteğmen Fethi Tevetoğlu, Piyade Teğmeni Nurullah Barıman, Topçu Astteğmeni M. Zeki Sofuoğlu ve Ulaştırma Astteğmeni Fazıl Hisarcıkil ise Tophanedeki Askeri Cezaevinde idiler. Ve keza bu milliyetçiler de ihtilattan men edilerek ayrı ayrı hücrelere kapatılmışlardı.
Yeni hadiseler
Tevkif edilen ve nezarete alınanlar arasında, Atsız ın refikası Bedriye Hanım da vardı. Bedriye Atsız, Erenköy Kız Lisesi Tarih Hacası iken 13 Mayıs 1944 tarihinde Hasan Ali Yücel'in emriyle vekalet emrine alınmış, üç gün sonra da, 16 Mayıs Salı günü tevkif edilmiştir. Atsız'ın ve Bedriye Hanımın tevkifleri dolayısiyle o yıllarda henüz dört buçuk yaşında olan •Yağmur.. Adlı
24 Bkz. : Azap Hücrelerinde c Serdengeçti> mecmuası. Sayı : 2. Ses-Işık Matbaası. Eskişehir, 1947. Çocukları, ara-sıra eve gelip giden çamaşırcı kadının elinde kalmış, çocukla meşgul olmak isteyen birkaç gerçek aile dostu ise, etraftaki polislerce eve yaklaştırılmamıştır. Bu dört buçuk yaşındaki yavru, Bedriye ' Hanımın tahliyesine kadar, iki buçuk ay devamlı gözyaşı dökmüş ve «Benim annemle babam vardı, neredeler?.. Diyerek hep anne ve babasını aramıştır.
Bu ıstırabın bir başka çeşidini de, Türkeş ailesi tatmış, Alparslan Türkeş'in tevkifi sırasında henüz dört yaşında olan büyük kızı, arkadaşları tarafından ubu Tu. Ranemın kızıdır, bununla oynamayalım" sözüyle adeta tecrit edilerek, yalnız bırakılmıştır. Ayrıca, bu tevkif hadisesi dolayısiyle Türkeş'in maaşı kesilmiş, başka hiçbir yerden geliri olmayan aile ıstırablı günler geçirmiştir. Ailesinin bu hali ise, Cezaevinin pis, karanlık ve berbat b1r hücresinde çile dolduran Alparslan Türkeş için ayrı bir üzüntü kaynağı olmuştur.
Bu acı ve ıztırap çeşitli tezahürleriyle devam ederken, milliyetçilik düşmanlarının yalan ve iftira kampanyası da hızlanmıştır. Zeki Velidi Togan'ın evinde ele geçen kayak elibesi resmi üniforma (!). Atsız'ın evinden alıp götürdükleri bir bavul not, yabancılardan alınan para (!). Necdet Sançar'ın yazdığı mizahi bir şiir, şifre(!), «Sıhhatinizin iş'arı» şeklinde çekilen bir telgraf, parola (!) Olarak kasden etrafa yayılıyordu. Yeni, yeni tevkiflerin birbirini kovaladığı bu günlerde, 3 Mayıs şahlanışı dolayısiyle yakalanıp nezarete atılan gençlerden, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümü son sınıf talebesi Osman Yüksel (Serdengeçti) ile Siyasal Bilgiler'de okuyan Osman Gümrükçüoğlu ve Ali Çankaya da tard cezasiyle mekteplerinden uzaklaştırılıyorlardı.
O günlerde nezaret altına alınanlardan biri de, eski istanbul Milletvekili ilhan Egemen Darendelioğ-
Lu idi. Darandelioğlu 1944 yılı Mayıs ayı başlarında «Solcu Şairler Antolojisi• adiyle bir broşür yayınlamış, bu broşüründe, edebiyet ve san'at kisvesi altında komünizm propogandası yapan şairleri toplamıştı. Derin bir tetkik mahsülü olan bu broşürün, o yıllarda istanbul Erkek Lisesi son sınıfında bulunan Darendelioğlu tarafından böylesine dikkatle hazırlanmasına inanmak istemeyen ilgililer, o mühim broşürün Darendelioğlu'nca değil de, mevkuf Turancılardan biri tarafından hazırlandığı zehabına kapılmışlar ve broşürü toplayıp Darendelioğlu'nu da nezarete almışlardır. İlhan Darendelioğlu bir müddet sonra serbest bırakılmışsa da, mezuniyet imtihanlarından ikr sine girernemiş ve yukardaki milliyetçiler gibi o da kayba uğramıştır.
Resmi teblig
Tertemiz memleket evlatlarının çetin bir imtihan ve çile devrine girdiği bu günlerde, hadise ile ilgili ilk Resmi Tebliğ neşrolundu. Anadolu Ajansı vasıtasiyle her tarafa yayılan 18 Mayıs 1944 tarihli bu tebliğ aynen şudur :
«Resmi Tebliğ :
Son günlerde hükcımetçe kapatılan Orhun mec:. Muası sahibi Nihai Atsız ile Konservatuar öğretmenlerinden Sabahattin Ali'nin, Ankara'da görülen mah kemesi sırasında Nihai Atsız lehine yapılan taşkınlıklar dolayısiyle nezaret altına alınması zarureti hasıl olan bazı kimseler nezdinde çıkan evrakın verdiği şüphe üzerine Nihai Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Zeki Velidi ile Hasan Ferid Cansever'in istanbulda bulunan evlerinde ve daha bazı yakın arkadaşları nez-
ÇANKAYA'DA KABUS/F. : 5 65
Dinde istanbul örfi idare Komutanlığınca arama_Jar yapılmış ve elde edilen vesikalar tetkik edilmiştir.
Bu vesikaların tetkikinden elde edilen netice ve kanaate göre, Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun tesbit ettiği esaslara aykırı olarak ırkçılık ve Turancılık gayeleri güden ve son zamanlarda faaliyetlerini arttırdıkları, bu yolda tertibat aldıkları ve anlaşmalar imzaladıkları görülen bu kimselerin Teşkilatı Esasiye Kanunu ile .müesses bugünkü rejimimize ve vatandaşlarımızın hakiki milliyetçilik hislerine aykırı umdeleri ve bu umdelere varmak için gizli cemiyetleri, faaliyet programları, teşkilat ve propaganda organları, hatta muhaberelerini gizli tutmağa mahsus şifreleri ve parolaları vardır. Bunlar memleketin muhtelif mıntıkalarında ve bilhassa her çeşit terbiye müesseselerinde masum gençlerin milliyetçilik ve vatanseverlik duygularını istismar ederek genç nesil arasında kendilerine taraftar toplamak ve bu suretle hedeflerine ulaşmak için devamlı ve sistemli bir faaliyet sarfetmekte, zararlı ideolojilerini tahakkuk ettirmek yolunda çalışmaktadır.
Bu mahiyetteki faaliyet, Teşkilatı Esasiye Kanunumuza aykırı ve Türk Ceza Kanunumuza göre suç vasrtlarını haiz olduğundan faailleri hakkında salahiyetli adli merciler tarafından kanuni takibat yapılmak üzere işe el konulmuştur."
İsmet inönü'nün NUTKU
Bu Resmi Tebliğ'in neşrinin hemen ertesi günü devrin Milli Şefi ismet inönü, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı dolayısiyle bir konuşma yaptı. İsmet inönü, bu konuşmada Milli Şefliğine yaraşır bir ega ile, karara bağlanmış değil, henüz mahkemeye dahi
Zamanın Reisicumhuru İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1944 deki nutkuna ait gazete.
İntikal etmemiş olan miliyetçilerle ilgili dava hakkında peşin hükmünü veriyor ve "ırkçı -turancı " olarak andığı milliyetçiler için •Şuursuz ve vicdansız fesatçılar.. Tabirini kullanıyor, «Cumhuriyetin ve Büyük Millet Meclisinin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler.. Den bahsediyor ve mes'ul makamları milliyetçimakamları miliyetçiler aleyhine . Tahrik ve teşvik ederek diyordu ki: ..şuursuz, vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız.»
Devrin Milli Şefi'nin bu konuşmasının mevzuumuzla ilgili kısmını, bir ibret vesikası olarak aynen alıyoruz :
«Türk Milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız. Memleketimizde politika garezleri için uydurulan ırkçılık önderlerinin çok acıklı faciaları hatıralarımızda canlıdır. 1912 senelerinde Rumeli'de tutunmak için tırnaklarıyla kayalara yapışarak son gayretlerini sarf eden Türk erlerine Arnavut Priştineli Hasan ve Derviş Hima ile beraber arkadan hücum tertipleyenlerin Türk ırkçı politikacısı olduğu, Büyük Millet Meclisinde ispat olunmuştur. «Politika icabım diye tefsir etmekte en ufak bir güçlük çekmeyen bu adamlar, sözlerine inanıp daha büyük bir felakete uğradığımız zaman gene cepolitika icabıdır.. Diyerek yeni bir fesad prensibi yaratmakta geri kalmayacaklardır.
Köy Enstitülerinde, her çeşit okullarımızda, mü-' esseselerimizde, Ordumuzda müşterek vatanm ülkülerini Türk çocuklarına, eşit adalet ve şefkat hisleriyle vermeye çalışıyoruz. Onları büyük Cumhuriyet potasında kaynatıp meydana Türk vatanseveri çıkarmaya uğraşıyoruz. Vatandaşlarım emin olabilirler. • ki, muvaffakiyetlerimiz esaslıdır ve gelecek zamanda daha göz alıcı olacaktır.
Türk milliyetçiliği içinde vatan çocuklarının temiz ülkülü ve vatan fikirli olarak birbirine dayanan sağlam bir millet olması, erişilmez ve yanlış bir hayal değildir. Bunun doğru bir fikir ve erişilir bir hedef olduğunu, elle tutulur ve gözle görülür neticeleriyle tamamiyle anlıyoruz. Şimdi insaf ediniz. Türk vatandaşı yetiştirmek için bütün iyi şartları özünde toplamış olan bu feyizli yolu bırakır da, ırkçıların milleti binbir parçaya ayıracak fesatlı ve nifaklı zehirlerine cemiyeti kaptırır mıyız?
Turancılık fikri, yine son zamanların zararlı ve hastalıklı gösterisidir. Bu bakımdan Cumhuriyeti iyi anlamak lazımdır. Milli kurtuluş sona erdiği gün, yalnız Sovyetlerle dostluk ve bütün komşularımız eski düşmanlıklarının bütün hatıralarını canlı olarak zihinlerinde tutuyorlardı. Herkesin kafasında, biraz derman bulursak sergüzeççi, saldırıcı bir siyasete kendimizi kaptıracağımız fikri yaşıyordu. Cumhuriyet kuv-_ vetli bir medeniyet yaşayışının şartlarından bir esaslısını, milletler ailesi içinde bir emniyet havasının mevcut olmasında görmüştür. İmparatorluktan son zamanlarda ayrılmış olan komşularıyla da iyi ve samimi komşuluk şartlarının temin edilmiş olmasını, milletin saadeti için lüzumlu saymıştır. Görülüyor ki, milli politikamız memleket dışında sergüzeşt aramak zihniyetinden tamamen uzaktır. Asıl mühim olan da bunun bir zaruret politikası değil, bir anlayış ve bir inanış politikası olmasıdır. Ancak bu inanışa vardıktan sonradır ki, etrafımızda bulunan milletleri daha yakından tanımak imkanlarını bulduk. Nereden zarar gelir ve nereden zarar gelmez, bunu ayırt etmek için zihinlerimizde ayarlı ölçüler hasıl oldu. İçerde milletin hayrı ve saadeti için çalışma imkanları ve dışarıya karşı milletin emniyet ve müdataası için lazım olan tedbirler, salim ölçülerle gözümüzün önünde belirdi. Ve nihayet asırlar ve asırlar süren köklü düşmanlıklar yerine, yirmi sene gibi kısa bir müddette hürmet ve itimat duygularının uyanmasına imkan verdi.
Turancılar, Türk miletini bütün komşularıyle onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin, bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar, genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.
Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim: ırkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasında gizli fesat tertipleriyle fikirleri memlekette yürür mü? Hele doğudan, batıdan ülkeler gizli Turan cemiyetiyle zaptolunur mu? Bunlar o şeylerdir ki, ancak devletin kanunları ve esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız. Tertipçiler, on yaşında çocuklarımızdan bize kadar derece der.ece, perde perde hepimizi aldatmak iddiasındadırlar.
Vatandaşlarıma ikinci sualimi soruyorum: Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye'nin ırkçı ve Turancı olması lazım geldiğini iddia edenler, hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar? Türk milletine yalnız bela ve felaket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk milletine hiç bir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler. Fesatçılar, yabancılara bilerek mi hizmet ediyorlar? Yabancılar, fesatçıları idare edecek kadar yakından münasebette midirler? Bunları hüküm olarak kestirrnek bugün mümkün değildir. Ama yabancıya hizmet kasdı ve yabancının ilişiği hiç bir zaman meydana çıkmasa dahi hareketlerin, Türk miletine, Türk vatanına zararlı olması ve bunlardan yalnız yabancıların taydalanmış olması söz götürmez bir hakikattir.
Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki, vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz...25.
NUTKUN TESİRLERİ
Devrin Reisicumhuru ve o günkü dikta rejiminin Milli Şefi ismet inönü, Hasan Ali Yücel Nevzad Tandoğan Falih Rıfkı Atay üçlüsünün iğfaline kapılarak ve başta Anayasa olmak üzere, bütün mer'i kanunları çiğneyerek yaptığı bu konuşma ile henüz mahkemenin el koymadığı davaya alenen müdahale etmiş ve bu müdahale, ırkçılık-Turancılık denilen milliyetçilik düşmanı davanın esasını teşkil etmiştir.
Bu gün için birer hakikattir ki :
Maarif Vekili Hasan Ali Yücel tarafından sanki bir vazife imiş gibi, bir araya toplanıp ..ırkçılıkturancılık» adı altında Türk inkııap Tarihi Enstitüsü yayınları arasında dört numara ile neşrolunan matbuat
25 Nutkun tamamı için, Türk İnkilap Tarihi Enstitüsünce yayınlanan Irkçılık Turancılık adlı kitaba bakınız.
Taki milliyetçilik düşmanı makalelerin tümü elbette bu nutkun tesiriyle yazılıp, yayınlanmıştır.
Davanın ilk tahkikat safhasında, milliyetçilere tatbik olunan «Engizasyon Mezalimi» ne rahmet okutan işkenceleri yapanlar, bu gayri kanuni ve gayri insani zgimü, bu memleketin tertemiz eviatiarına reva görenler, kuvvetlerini elbette Milli Şef'lerinin bu nutkundan ve aleni müdahalesinden almışlardır.
Irkçılık Turancılık Davası duruşmalarının başladığı 7 Eylül 1944 Perşembe günü neşrolunan Resmi Tebliğ'de, milliyetçilerin •millete ve vatana karşı hiyanet hareketine teşebbüs ettiklerinden " bahsedenler bu ilhamı elbette ismet inönü'nün nutkundan almışlardır.
Ç) Devlet Reisinin bu nutku ile yaptığı aleni müdahale, mes'ul şahıs ve makamlara o derece tesir etmiştir ki savcı, esas hakkındaki iddianamesinde, yapılan bütün işkence, zulüm ve tertipiere rağmen, tutunacak bir hukuki dal bulamamıştır da. Cankurtaran simidi gibi bu nutka sarılmış ve avukat Kenan Öner'den hak ettiği cevabı almıştır .
Devrin Genel Kurmay Başkanı Kazım Orbay dahi bu nutkun tesirinden kendini kurtaramamış ve Askeri Temyiz Reisi Orgeneral Ali Fuad Erden'i bir gün makamına çağırarak şunları söylemiştir :
«Sayın Milli Şefimiz, Turancıların suçlu olduklarını daha baştan ortaya koydular ve bizleri irşad buyurdular, 19 Mayıs nutuklarında herşeyi açıkladılar. Böyle olduğu halde, Başkanlığınız altında bulunan Askeri Yargıtay nasıl olurda bunlar lehine karar verir.» 27.
Şu birkaç misaile tesir sahasını belirtrneğe çalıştığımız ismet İnönü'nün 19 Mayıs nutku, milliyetçilik düşmanı davanın seyrini belli etmiş ve muradına nail olan Hasan Ali Yücel, Maarif teşkilatma gönderdiği bir tamimle Milli Şefinin nutku hakkında yapılacak çalışmalar için şunları emretmiştir :
1 1944 -45 ders yılının ilk gününde bu nutuk :
İlkokulların son iki sınıflarında öğrencilere okunup anlatılacaktır.
Ortaokullarla, liselerin; öğretmen okullarının, teknik öğretim kurumlarının v.e köy enstitülerinin bütün sınıflarında okunacak, izah edilecektir.
Yüksek okullarla, yüksek teknik kurumlarının, üniversitenin, fakültelerin, köy enstitüsü yüksek kısmının açılış dersinde okunacak ve bu derslere konu olacaktır.
İlkokullarla, ortaokullarda ve diğer bu derecedeki okulların yurtbilgisi derslerinde, lise ve bu derecedekl okulların sosyoloji, tarih ve inkilap tarihi derslerinde öğretim nutukta yazılı esaslara göre yapılacak, metnin muhtelif parçaları üstünde durulacak, öğrencilere nutuktaki fikirler etrafında vazifeler yazdırılacaktır. Yüksek öğretim kurumlarında ahlak, sosyoloji vs. Gibi cemiyete ait derslerle Türk inkılap Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti Rejimi dersleri profesörleri bu nutkun ruhuna göre halkın rahatça okuyabileceği broşürler yazıp, basıtmak üzere resmi yollardan Vekilliğimize göndereceklerdir. Ders yılının sonunda yapılan üniversite haftalarında ve ders yılı içinde verilecek konferanslarda nutkun konularına önemli yerler ayrılacaktır.
Bütün yüksek öğretim kurumlarımızia lise, öğretmen okulu, teknik öğretim enstitüleri ve okulları, köy enstitüleri, ortaokullar ve maarif müdürlükleri (ilkokul öğretmenleri ve öğrencileri yönünden) bu tamimle verilen direktifler üzerine ne gibi işler ve hazırlıklar yaptıklarını ve 1944/45 öğretim yılı içinde neler yapmayı düşündüklerini madde madde, Temmuz 1944 sonuna kadar vekilliğe bildireceklerdir.•
İlk tahkikat VE işkence
Tevkif edilen ve nezaret altına alınan milliyetçilerin sorguları çok feci şartlar altında çeşitli işkencelerle yapılmış ve bu yüzkarası işkence işini, başta Emniyet Umum Müdür muavini Kamuran Çakruh olmak üzere, istanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir, Emniyet Müdürlüğü Birinci Şube şefi Said Koçak ve savcı Kazım Alöç müştereken yürütmüşlerdir. _
Davaya, Milli şefin arzu buyurduğu şekli verebilmek ve mevkuf milliyetçilerden bu arzu buyurulan şekle uygun ifade alabilmek için yukarıdaki ekip tarafından bu memleketin öz eviatiarına yapılan zulüm ve işkence bir kelime ile «korkunç.. Tur. Biz, bir devrin yüzkarası olan bu korkunç zulüm ve işkenceleri birkaç misalla anlatmaya çalışacağız :
"1-MEZARLIK hücresi: istanbul Emniyet Müdürlüğü binası olan Sanasaryan hanının yeraltı katında da hücreler vardı. Burada, zaman zaman borulardan sızan lağım çirkefleri hücrelerin içine dolardı. Ve lağım kokusuna, bir kaç saatlik vazifeleri sırasında nöbetçi polisler bile dayanamazdı.
Bu yeraltı nezarethanesinin koridoru çok dardı. Bir hücrenin kapısı açıldığı zaman karşıki hücreye değerdi. Fakat bu nezarethanenin bir de konforlu (!)
28 Bu Tamim için bkz. : Irkçılık Turancılık. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları. Ankara, 1944. Tarafı vardı. Helası alafranga idi. Ancak, bu alafranga helanın suyu yoktu. Her gün bir büyük teneke su getirilir, yarısı bir günlük pisliği gidermek için helaya dökülürdü. Heladan arta kalan da su küpüne konurdu. Yeraltı nezarethanesinin misafirleri (!) Bu küpten hem su içerler, hem de ellerini yıkarlardı. İşte, vazifeiiierin bir kaç saatlik nöbetlerini dahi güçlükle tuttukları bu nezarethanede bir çok vatandaş suçlarını (!) İtiraf (!) Ettirmek üzere günlerce tutulurlardı. Türk milliyetçilerinden bu yeraltı hücrelerinde misafir (!) Edilen tek kişi : Atsız'dır.
Atsız, sekiz hücrelik bu yeraltı nezarethanesine 12 Temmuz 1944 günü getirildi ve helanın yanındaki 33 numaralı hücreye kapatıldı. Bu hücrede karyola yerine, musaila taşı gibi bir mermer vardı. Bu musaıla taşının üstüne, Birinci Şubedeki eski hücresinden getirdikleri şilteyi koydular.
Hücrenin içinden geçen lağım borusu, 14 Temmuz günü iyice sızmaya başladı. Çirkefler yavaş, yavaş zemini kapladı. Bu yetmiyormuş gibi, 33 numaralı hücrenin yanında bulunan nezarethane helasından sızan çirkef suları da eğri zeminden kayarak kapının altından hücreye daimağa başladılar. Bu feci durum üç gün devam etti. Üçüncü gün nabzı yüz kırka yükselen Atsız, doktor istedi. Üç polisle birlikte gelen bir kadın doktor işi vilkamfre ile halledip (!) Gitti.
Nezarethanein rutubeti müthişti. Atsız, bunu daha ilk gün farkettiği için, ceketini ve pantolonunu çıkarmadan yatıyordu. Duvarda bulunan iri bir çiviye astığı yeleği ile şapkasını 18 Temmuz günü merakla eline aldığı zaman, yeleğinin sırılsıklam olduğunu, şapkanın içinin de küf tutuğunu dehşetle gördü. At•sız, diğer hücrelerde bulunup ağiaşan ve sigara istiyen köylülere dağıtmak için polislerden birisine para vererek sigara ve kibrit aldırmıştı. Polisin sigaraları dağıttıktan sonra, Atsız'a verdiği kibrit, bir müddet sonra rutubetten yanmaz hale gelmişti.
Bir tanıdığı, nerede ve hangi şartlar altında bulunduğunu bilmediği Atsız'a, bir kutu badem ezmesi yollamıştı. Kutu, iki gün baş ucunda durduktan sonra, Atsız, badem ezmelerini sızlanıp duran köylülere dağıtmak istedi. Fakat kutuyu açınca badem ezmelerinin yemyeşil küf tutmuş olduklarını gördü.
18 Temmuz günü Atsız'ın nabzı yükseldi. Bir kere daha doktor istedi, gelenlere lağım çirkeflerini, yeleğini ve şapkasını gösterdikten sonra, sadece :
Burada yaşanır mı?
Dedi. Ve ertesi gün, Birinci Şube nezarethanesindeki eski hücresi olan 12 nurnaraya çıkarıldı.
Atsız, yeraltı nezarethanesinde bu bir haftalık misafirliği (!) Sırasında, sabahları sadece bir bardak çay içmiş, iki kere de birer kap öğle yemeği yemiştir. Sapsarı bir benizle ve Sanasaryan Hanının yüz basamaklı merdivenlerini güç halde çıkarak eski odasına geldikten sonra da hemen ifadesi alınmaya başlanmıştır. Bu, 1944'te bütün milliyetçilere uygulanan bir usuldü. Sanıklar manen ve maddeden çökertildikten sonra ifade vermek zorunda bırakılırlardı29.
2 milliyetçilerin ihtilaltan MEN edilerek KAPATILDIKLARJ hücreler :
Yakalanan ve ekserisi istanbul Emniyet Müdürlüğünde toplanan milliyetçilerin ihtilattan men edile-
29 Bkz. : Necdet Sançar'ın Türk Umumi Efkarına Bildirisi: 2. Başlıklı yazısı. •Milli Yol. Dergisi Sayı: 13. İstanbul, 1962.
Rek ayrı ayrı hücrelere kapatıldığını yukarıda kaydetmiştik. Tatbikine ilk günlerden başlanan ve sorguların bitmesine, hatta duruşmalarda şahitlerin dinlenip yazılı delillerin okunmasına kadar devam eden bu ıstıraplı devrede, milliyetçiler dar, basık, pis ve karanlık hücrelerde günlerini geçirmişlerdir.
Penceresi olmıyan veya küçük bir deliğin pencere vazifesini gördüğü bu hücreleri on beş mumluk bir ampul aydınlatıyordu. Bazan kasden bu ampulun de alınarak, tamamen karanlıkta kalındığı da vakidir. Bu işkence Necdet Sançar'a tatbik olunmuş ve kapatıldığı 5 numaralı penceresiz hücredeki ampul bozulmuş (!). Yerine sağiarnı takılmamış ve bu vaziyette kırk sekiz saat zifiri karanlık içinde bırakılan Necdet Sançar'ın bilahare sorgusu yapılmıştır.
Bu hücrelere kapatılanlara, kafiyen kitap, gazete, kağıt ve kalem verilmemiş, kimseyle görüştürülmemiş, yiyecek temini, bilhassa içecek su, çok güç şartlar altında temin edilebilmiş, el yüz yıkamak için kullanılan tek musluğun suyu da zaman zaman kasden kesilmiştir.
Osman Yüksel (Serdengeçti), bu hücreler hakkında diyor ki : "Bir kat daha çıktık, tavan arasındayız. Yarı aydınlık, yarı karanlık koridorlardan geçiyoruz. Yağmur yağıyor, tavanlar akıyor... Ayaklarımız su içinde. Sağımda, solumda kapıları numaralanmış küçük küçük hücreler var. 13 numaralı hücrenin kapısı açıldı. Fare deliği gibi bir yer, ancak küçük bir karyola sığabiliyor. Kapıyı yüzüme çarpar gibi kapadılar. Tuhaf bir hal!... Memnun gibiyim...
Duvarlara bakıyorum, kapıya bakıyorum. Bir baktığım yere bir daha bakıyorum. Kapıda ne var, duvarlarda ne var? Mendebur küçük bir karyola ve kokmuş bir yatak... Ayakta duracak yer yok. Her yeri bu tahta karyola kaplamış. Yukarıda avuç içi kadar bir delik var. O deliğin hizasında bir elektrik yanıyor. Gözüm elektrikte, mütemadiyen ona bakıyorum. Elek-. Triği yeni görüyormuş gibi. .. Belki Edison bile, elek triği ilk keşfettiği ;ı.aman, bu kadar hayret ve tecessüsle bakmamıştır...
Gözlerim yoruluyor. Nerede olduğumu şimdi hatırlıyor gibiyim. Ama o kelimeler, kızmalar, küfürler yerini bitkin yorgun bir sessizliğe bırakıyor. Başımı önüme eğmiş düşünüyorum... İstanbul, tonu değişmiyen devamlı bir gürültü halinde kulaklarımda uğuh duyar.
DARACIK HÜCREDE iki kişi
Birdenbire kapım açıldı.'Sıçramışım. Baktım bir adam, elinde de yarım ekmek.
Paran var mı? Dedi.
Var.
Parasını verdim, yarım ekmeği aldım. Nereye koyacağımı bilemiyorum, her taraf pis! Nihayet cebime, soktum...
Akşam oluyormuş... Hiç belli değil! Yatağa uza_ nıyorum. Tuhaf bir koku var altını üstüne getirdim. Yine öyle. Bu sefer de kaldırdım attım, karyolanın altına soktum... Kuru tahtaya uzanıyorum. Elektrik öyle yanıyor, uğultu öyle devam ediyor. Bazan "Allah!», "Yarabbi!Iı sesleri duyuluyor. Yine aklım nümayişlere, nutuklara kayıyor. Kızıyorum, kalkıp oturuyorum. Kapıya bir tekme vurasım geliyor... Kendi kendime gülüyor, tekrar uzanıyorum. Gürültüler yavaş yavaş azalıyor. Bundan anlıyorum ki, gece oluyor. Dün gece trende, daha evvelki gece Ankara Emniyetinde... Polisin kulağıma eğilip :
Yarın istanbul'a gideceksiniz galiba...
Dediği zamanlar...
İşte, sabah oluyor. Gürültülerin çağalışından anlıyorum.
Nöbetçi polis kapımı açtı. Ha... Dedim, sorguya çekecekler. Baktım yanında uzun boylu, sarışın, hiç te bize benzemeyen bir adam var. Bana dönerek :
— işte sana bir arkadaş getirdim! Dedi.
Bir arkadaş mı? Arkadaş... Bu kelime bütün hayatımca beni en çok tutan, bana en çok dokunan bir kelime... Hele böyle bir zamanda!...
HEM BULGAR, HEM komünist
Arkadaşım hücreye girdi, karyolanın kenarına oturdu ve polis kapıyı kapadı gitti. Önüne bakıyor. Pejmürde bir adam. Saçları dağınık, bitkin bir hali var. Bir hayli yaşlı. Belli ki, Türk değil! Boyuna susuyor... Susuyor. Dayanamadım. Konuşmak istiyorum. Konuşmadan duramıyorum. Soruyorum :
Sen kimsin, adın ne?
Başını kaldırıyor, bana bakar gibi yapıyor :
— Ben Bulgar, ben komünist! Diyor.
Hoppala!... Al da bozdur... Hem bulgar, hem komünist! Tam arkadaşlık yapacağım bir adam!... Yalnız düşman değil, düşman murabbaı!...
Fakat muhterem okuyucularım, burada, bu kimsesiz, mezar gibi sessiz sedasız yerde insan böyle düşünmüyor... Onun Bulgar, komünist olduğu beni ahikadar etmiyor. Sadece bir insan!...
Onunla daha fazla konuşmak istiyorum. Türkçe bilmiyor, ama ne demek istediğimi anlıyor.
-Adın ne?
Nano Naçef.
Memlekettin, yani yerin, köyün?
Burgaz köy. Marinka üç saat.
Anladım. Vilayetin Burgaz, köyün Marinka, üç saat mesafede değil mi?
Başıyla tasdik etti.
Nasıl, niçin geldin buraya?
Ağlar gibi yaptı :
Ben Rus, ben komünist. Alman miskin ben nümayiş, kaçtı Türkiye...
Bu kelimeleri birleştiriyorum: uben Rus taraftarı komünisttim. Almanlar pis, miskin. Onların aleyhine nümayiş yaptım. Beni takip ettiler. Türkiye'ye kaçtım» demek istiyor. Alman, german kelimelerini sık sık tekrarlıyarak :
Pis be, miskin be, faşist be... Kaşar buldu, germani, hep germani... Bütün yiyecekleri ve kaşar peynirini germanyaya götürdü diyor.
Alman buldu, Yahudi kıh... Dur be, insan be.. Almanlar bir Yahudi buldular mı, hemen kıh, kesiyorlar. Dur be, onlar da insan... Demek istiyor.
Bulgaristandaki Türkleri soruyorum. Almanların Türklere çok iyi muamele yaptıklarını uzun uzun, parça parça kelimeler ve işaretlerle bana anlatıyor. Merak ediyorum şu zavallı bir Bulgar köylüsü komünizmden ne anlıyor? Soruyorum : Bir Allah, bir dünya ve bütün insanlar... Nano bana böyle söylüyor. Ona biraz daha sokuluyorum. Basit, fakat büyük fikir, öyle içten, öyle gönülden söylüyor ki, insana dehşetli tesir yapıyor... Ona dönerek:
Bu komünizm değil... Komünizmde Allah yok, insanlara acıyan Allah yok... Mücadele var, cidal var,
Kan ve kıyamet var. Menfaatler, sınıflar, çatışmalar var.
Diyorum. Nano yüzüme şaşkın şaşkın bakıyor. Belki söylediklerimden bir şey anlamıyor, boyuna: •komünizm var be, Allah var be.. Diyor. Nihayet anlıyorum ki, bu adam ne komünist, ne şu, ne bu... Sadece Rus taraftarı bir Bulgar köylüsü. Rus taraftarlığı ile komünizmi karıştırıyor. Almanlara karşı gelmiş, bunu takip etmişler. Kendisi. Kızı, damadı Türkiye'ye iltica etmiş. Bizimkiler de casus diye yakalamışlar, tutmuş getirmişler. Kim bilir belki de casustur!. ..
Bu sefer o da bana birşeyler sormak istiyor :
Sen adın? Ne için buraya?
Ben talebeyim, adım Osman.
Osman deyince :
Var Surgaz'da çok Osman, Osmanlı.
•diyor. Aklından bazı hatıralar geçirir gibi bir hal alıyor. Öyle ya, Burgaz'ı daha dün terkettik.
Ben de nümayiş yaptım, diyorum. Nano bana çıkışırcasına :
Ne nümayiş? Türk siyaset brava!... İnönü brava, Saraçoğlu brava!. .. Demesin mi! Susuyorum ... Kendi krallarına, Almanları memlekete doldurduğu için : pis be, aptal be!.. Sonra bir sürü Bulgarca küfür.
Artık Almanlar Stalingrad'da bozguna uğraclılar. Romanya'ya kadar çekildiler ve yakında Bulgaristan'ı boşaltacaklar... Nano Naşef, bu günü sabırsızlıkla bekliyor, seviniyor...
Bize ekmek veren sivil polis kapıyı açtı, 300 gram ekmeği bıraktı gitti. Bir işkembe çorbası ısmarladık, fazlasına gücümüz yetmiyor. Bu sirkeli işkembe suyu bize Cennet taamı gibi nefis geliyor!. .. Yarısını ben içiyorum, yarısını Nano...
Yavaş yavaş uğultular, gürültüler diniyor. 1944 Mayısının 28/29 geceleri, Talihin ne garip cilvelert var: Bir Bulgarla, bir komünistle aynı yatakta yatacağız. He rif yatağa uzandı, yatak dar geldi bize... Ben bir kenara büzüldüm. Adama kızmıyorum, kızamıyorum!... Saygısızlığına gülüyorum... O, horul horul uyuyor. Ben bir ona, bir etrafımı çeviren duvarlara bakıyorum. Elektrik yine mütemadiyen yanıyor.. Ses yok.
Hücremda yeni hissetrneğe başladığım gayet pis bir koku var! Koku gittikçe artıyor... Tahammül edemiyorum!... Kapıyı çalıyorum, duyan yok... Bir daha, bir daha çalıyorum... Nihayet nöbetçi polis homurdanarak açıyor :
-Ne o?
— Dışarı çıkacağım.
BERBAT bir KOKU
Hela baştanbaşa pisliklerle dolu, ayak basacak yer yok! Böyle olduğu halde, burada bir saat kaldım. Bulunduğum hücrenin kokusu daha fena... Tekrar hücreme geldim, polis kapıyı kapattı. Bulgar, horul horul uyuyor. Sabaha kadar bu hal devam ediyor. Sabah mı?... Bizim için sabah akşam, gece gündüz yok! Bir vakit biliyoruz : 300 gram kuru ekmeğin geldiği o harikulade akşam üzeri...
Çoktanberi susuzum. Bir kaç defa istedim, getirmediler. Yok diyorlar. Bir daha istedim, nihayet pis bir kovada, üzerinde saman çöpleri yüzen mübarek su geldi. Saman çöplerini üfürerek kovadan suyu içiyorum, hayvan suluyarlar sanki!... Helanın yanında bir musluk var, fakat su nadiren akıyor. «Su geldi! " sözü koridorda, hücrelerde bir çabalama, bir hareket yaratır. Herkes hücrelerin kapısını vurmaya başlar. Çünkü suyun hemen tükenmek ihtimali vardır.
Kokudan dehşetli rahatsızım. Anladım ki, Bulgar kokuyor! Tıpkı bir domuz gibi... Bu, ter, pis, kir kokusuna da benzemeyen bambaşka birşey! Ne yapsam? Allahım, ne yapsam? Şikayet etsem. Kime edeceksin?... Hem Nano anlayacak, zavallının hatırını kırmış olacağım... Kokudan kurtulmak için, gece gündüz sık sık, dışarı çıkıyor, bilhassa geceleri, helada saatlerce kalıyorum. Bunu kimse bilmiyor. Helanın_ küçük bir penceresi var. Bu pencere, dış aleme açılan yegane pencere... Hürriyetsizliği, havasızlığı öyle hissediyorum ki, bir nefeste bütün istanbul'un havasını alacak gibiyim...
Bitmeyen çile
Gündüzleri Nano'nun kokusu; geceleri helanın... Artık bu Bulgar'a da iyice kızıyorum! Hücrenin havasızlığı yetmez gibi, sersem herif, koridordan topladı-. Ğı sigara parçalarını bu daracık yerde içiyor. Bazan birbirimizi göremeyecek hale geliyoruz. Yapma... Etme! Diyemiyorum. Bu kadar hürriyetsizlik içinde deliğe atılmış bir adama bunu söylemek benim için imkansız... Dumandan bunalsam, kokudan ölsem, yine müdahale edemeyeceğim.
Akşamları bize uzatılan işkembe çarbasını yine beraber içiyoruz. Bana :
Sen iyi adam. Sen bizim Bulgari gel. Diyor. Beni Bulgaristana, köyüne davet ediyor.
Tuhaf şey, Nano bu gece gelmedi! Nereye götürdüler zavallıyı?... Şimdi, mühim bir şeymiş _gibi hep onu düşünüyorum: Nano ne oldu?...
Sabahleyin kapımı açan polis, bana yeni bir ar,.,’-.,'•-_ kadaş getirdi. Genç bir adam, fakat ayakta duramıyor. Yüzü gözü kan içinde. Karyolaya da oturamıyor..
Hayret ve dehşet içindeyim! Bu adam kim? Bu ne hal? Gözüm faltaşı gibi açılıyor. Aklım başımdan çıkacakmış gibi! Adama bir şey soramıyorum. Bu anda belki konuşmasını bile unuttum! Soluk soluğa, nefes nefeseyim... 30.
3 ALPARSLAN TÜRKEŞ'iN çilesi
Bugün Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı bulunan Adana Milletvekili Alparslan Türkeş, o_yıl. Larda Erdek'te Piyade üsteğmeni olarak vazife görmekteydi. Atsız'ın evinde yapılan arama sırasında Alparslan Türkeş'in de bazı makale ve mektupları ele geçmiş, bulunan bu yazı ve mektuplar dolayısiyle alakahlar hemen, Türkeş'in evinde arama yapılmasını ve kendisinin de istanbul'a sevkini Erdek'e bildirmişlerdir.
Bir askeri heyet tarafından evinde arama yapılan ve iki sandığa doldurulan beşyüzü mütecaviz kitabiyle beraber istanbul'a sevkedilen Alparslan Türkeş o yıllarda Tophane'de bulunan Askeri Cezaevine alınmış ve ihtilattan men edilerek bir hücreye kapatılmıştır.
Penceresiz dar ve pis olan bu hücrede, sorgusuz sualsiz bekletilen, ifadesinin alınması mevzuunda yaptığı bütün müracaatları cevapsız bırakılan Türkeş'in, nihayet dört ay sonra sorguya çağrılarak ifadesi alınmıştır. Bilahare savcılık makamını işgal eden ilk tahkikat hakimi Kazım Alöç, bu sorgu safhasında
30 Bkz.: Azap Hücrelerinde. • Serdengeçti^ mecmuası. Sayı: 2.
Süret-i haktan görünüp, türlü tertiplerle Türkeş'i mes'ul duruma düşürmek için devamlı gayret sarfetmiştir.
İddianamesinde, Türkeş için : ccatsız'ı gölgede bırakacak derecede lrkçı Turancı ve menfidirn diyen Kazım Alöç, bu düşmanlığını daha sonraki yıllarda da sürdürmüş ve "Türkiyede Komünizm" adı altında hazırlayıp, bilahare "Türkiye'de Komünizm ve !Rkçılık" şekline sokarak bir istanbul gazetesinde yayınladığı yazılarında akla, hayale gelmeyen yalan ve iftiralarla Alparslan Türkeş'i lekelerneye çalışmıştır.
1944 de cereyan eden milliyetçilerin davasını, 1946 yılındaki komünistlerin muhakemesiyle kasden karıştıran, yazılarında yine kasden sıra takip etmeyen Kazım Alöç, zihinleri bulandırarak Alparslan Türkeş'i, dolayısiyle Alparslan Türkeş'in liderliğinde yepyeni bir ruh ve mana kazanan 31 Milliyetçi Hareket Partisi'ni töhmet altında bulundurmak gibi bayağı bir oyuna tevessül etmiştir. 1960 yılındaki •Eminsu» meselesini dahi, Türkeş'in 1942 deki bir mektubuna bağlayan Kazım Alöç'ün bu hareketi, tahkikat hakimi ve savcı olarak katıldığı bu davadaki düşmanca durumuna şahane bir misaldir 32.
31 Bu yepyeni ruh ve mana mevzuunda Alparslan Türkeş diyor ki : .Ben Türk milletini, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiyle, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan yoksun bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum. Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yanşa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramağa çağırıyorum.^ Bkz. : Alparslan Türkeş. Türkiye'nin Meseleleri. İstanbul, 1969.
32 Bkz.: Alparslan Türkeş. 1944 Milliyetçilik Olayı. İstanbul, 1968.
Milliyetçilik düşmanı bu dava dolayısiyle tevkif edilen Alparslan Türkeş, cezaevi hücresinde geçirdi ği günleri şöyle anlatmaktadır :
• Hücremde perişan, üzüntülü ve düşüneeli bir haldeydim, on param yoktu. Fakat memleketimin ve ailemin durumunu düşünmekten başka bir kaygım bu lunmuyordu. Genç bir insanın daracık bir hücrede saatleri ve günleri değil, fakat ayları geçirmesi çok ağır bir işkence idi. Günlerimin çok kısmını hapishanenin taş duvarlarını tekmeleyerek geçirdim.
Zindancılarım lütfediyorlar, koridorlarda nöbet tutan Mehmetçiklerin kendi karavanalarından ayırıp, bana verdikleri yemekiere göz yumuyorlardı.
Dünyanın en anlayışlı, en asil ve kahraman insanları olan Mehmetçikler, çok kısa bir zaman içinde beni de, halimi de iyice anlamışlardı. Onların vazifesi gardiyanlık yapmak, beni gözetlemekti. Fakat onlar bana teselli vermeyi, beni açlıktan ve üzüntüden kurtarmayı kendilerine vazife edinmişlerdi. Sıkıntılarımı gidermek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bana yapılan eziyetlerin sebebini bir türlü kavrayamıyorlar, adeta kahroluyorlardı.
İftihar, minnet ve şükranla burada belirtmeliyim ki, inönü ve terör hükumeti onları gardiyanlık nöbetine sokabilmişti. Fakat hiç birini, vicdansız adam derecesine düşürememişti.
Ne iyi insanlardı, ne iyi insaniardı Allahım... Hele aralarında bir Onbaşı vardı ki adı ve künyesl daima hatırımdadır: Giresun Vilayetinin Alucra ilçesinin Çakmanoz köyünden ismail Taşkın...
Selam sana onbaşım...
İsmail Taşkın, efendi bir adamdı. Tam bir Türk askeriydi. İnsandı. Beş vakit namazını kılan, imanlı üstün haysiyetli bu tertemiz Anadolu ve Karadeniz çocuğu, bana bütün o temiz arkadaşlarından daha üstün bir dikkatle, bir yakınlıkla, bir kardeşlik duygusu ile bağlanmıştı.
Aylarca kapalı kaldığım hücre, çektiğim yarı açlık, ikbal düşkünü sorgucuların ruhi işkenceleri, ailemin nafakası hakkındaki endişelerim, memleketi kendi hava ve heveslerine kurban eden siyasi hegemonyanın arttıkça artan zulmü, nihayet bir gün, son takatımı da yok etti.
Yatağa serildim!...
Hücrenin rutubeti, ışıksızlık, güneş yüzü görernemek, birşey okuyamamak, atalet beni yıpratmıştı.
VE HASTALIK
Çok zayıflamıştım. Dizierirnde derman kalmamıştı. Zafiyet gözlerimi de bozmuştu. Günlerce ateşler içinde en ufak bir tıbbi yardım görmeden yarı aç kıvrandım. İnledim, durdum.
Nihayet, askerlerin her gün ısrarla bildirmeleri üzerine, hücrelerin semtine hiç uğramayan bir doktor ziyaretimize geldi. Nabzımı tuttu. Suratıma bile bakmadı. Çıktı gitti.
Böyle bir muayene ile hastalığımı anlamış olmasına imkan yoktu. Fakat bu doktor bey dışarı çıkınca bir reçete yazmış. Akşama doğru bazı ilaçlar getirdiler, hiç faydasını görmedim. İkinci gelişinde reçetenin faydasızlığını anlamış olacak ki, uzun uzun düşündükten sonra :
Sizi hastahaneye göndermeli, dedi.
Bu zat Merkez Kumandanlığı kadrosundaydı. Bir gün sonra, Merkez Kumandanlığının hakkımda yazdığı tezkere ile ve tabii yalnız siyasi değil, aynı zamanda siyasi sıhhatimiz ile de ilgili bilgilerle der top olarak hastahaneye yollandım.
.. Mahfuzen" gönderilmiştim. Beni kaçırmadan hastahaneye teslim etmek, sanki çok güç bir işmiş gibi, Merkez Komutanlığı ne zahmetlere katlanmıştı. Mesela, sevk evrakımın konduğu zarfın üstüne, kırmızı mürekkeble ve büyük harflerle şunları yazmıştı:
«dikkat! Siyasi SUÇLUDUR. IRKÇI VE TURANCJDIR. BAŞKASI ile TEMAS VE KONUŞMA YAPMASI yasaktlr...
Zarf, bir inzibat yüzbaşısına teslim edildi.
Böyle tehlikeli bir mahigk, bu şekilde takdim edilirse, acaba hastahanede nasıl karşılanırdı?
Haydarpaşa Askeri Hastehanesine vardığımız zaman, orada vazifeli inzibat subayı, zarfın üstündeki kırmızı yazıları görünce, ilk tepkisi şöyle haykırmak oldu :
Ben bu hastayı bu hastahanede yatıramam. Böyle bir adamı burada, nasıl muhafaza edebilirim? Alın, Çengelköydeki mahkumlar hastahanesine götürün...
Beni getiren inzibat subayı :
Merkez Kumandanlığından aldığım emir, tutukluyu size teslim etmekten ibarettir. İkinci bir emir almadan başka turlü davranamam. Ancak buradaki tapibler tarafından yapılacak ikinci bir muayene .sonunda • hastahaneye yatırılmasına lüzum yokturu denilirse, o zaman subayı tekrar Kumandanlığa götürürüm.
Az sonra hastahane doktorları beni sıkı bir muayeneden geçirdiler. Ve «mutlaka hastahanede yatılı olarak tedavisine lüzum vardır^ dediler. Lâkin hastahanenin inzibat yüzbaşısı tekrar eski kararında ısrar etti :
Çengelköy'e sevk edilmelidir. Burada muhafaza edilemez.
Ne gariptir ki, bu yüzbaşı daktariara da sözünü geçirebildi. Hastahanede yatılı olarak tedavi edilmemi kabul eden doktor beyler, beni, kendi hastahanelerinde tedavi etmek istemediler.
Bunun üzerine yüzbaşı, tuhaf bir sevinçle evrakımı beni getirmiş olan inzibat yüzbaşısına iade etti:
Çengelköy'deki mahkumlar hastahanesine gidiniz efendim.
Ben artık dayanamadım. Ağır hasta olmama ve mecalsizliğime rağmen sesimi yükselttim :
Yüzbaşı! Ben mahkum değilim. Üniformarn henüz sırtımda ve rütbem omuzlarımdadır. Mahkumlar hastahanesine gitmeyi reddediyorum. Beni hastahaneye götürünüz.
Asil bir PAŞA
Merkez kumandanlığının inzibat yüzbaşısı Tahsin Bey, son derece hassas, iyi kalpli ve çok temiz bir insandı. Bir an düşündü. Sonra :
Üsteğmenim, dedi. Siz biraz dışarıda istirahat ediniz. Ben hastahanenin Başhekimine gidip durumu arzedeyim. Vereceği karara uyarız. Olmaz mı? Gerekirse geriye döneriz.
Ve hemen Başhekimin odasına girdi.
Aradan on dakika geçmişmiydi? Sanmam, Yüzbaşı Tahsin Bey o kadar kalmadı odada. Kapı tekrar açıldı ve beni çağırdı :
Geliniz üstteğmenim.
Gittim. Başhekimi selamladım. Bu sırada Tahsin Bey, kapıyı açmış ve Başhekim de ayağa kalkıp, güler yüzle elini uzatmıştı :
Hoş geldiniz üstteğmenim.
Bu pek muhterem zatın adını burada hürmetle belirtirim : Sayın Tabip Tuğgeneral Fikri Altan.
Elimi sıktıktan sonra gayet ciddi bir tavırla ve erkek bir sesle :
Oğlum, Türkçülük, Turancılık diye bir suç olamaz, onun için sakın üzülme. Yarın bu dava, size şan ve şeref kazandırmış olacaktır. Biz hepimiz Türkçü, hepimiz Turancıyız. Bu bir siyasi oyundur. Aldırmayınız. Şimdi emir vereceğim, sizi burada alakoyup, tedavi ettireceğim. Her ne ihtiyacınız olursa bana bildirirsiniz.
Evet... Ordumuzun Tuğgeneral rütbesine yükselmiş olan bu aydın insanı, memleketin en değerli, sıhhi tesislerinden birinin başında bulunan bu yüksek uzman, bu Fikri Altan Paşa, bana bu hitapta bulundular.
Gözlerim yaşardı!...
Milli Şef neredeydi? Nerede kalıyordu o 19 Mayıs haykırışıyla? Ve bu harikulade vatansever, bu millete lider olmaya ondan kaç bin kere daha çok layıktı. ..
Aylardan beri ilk defa böyle mert, güzel sözler duyuyordum. O güne kadar gazeteler, dergiler, radyo, Türkçülüğü, Turancılığı ve kendilerine göre uydurdukları ırkçılığı yerin dibine batırmıştı. Karşılaştığım herkes korku ile yüzüme bakıyordu. Bu muhterem General, ömrünü Türk Ordusunun sağlık hizmetinde harcamış olan, çeşitli harplerden gazi olarak çıkmış bulunan bu şuurlu Türk, o günkü hava içerisinde gayet cesur ve mert bir davranış göstermişti.
Odayı tertemiz bir vatanseverlik havası sarmıştı. Ben, bu sözleri işitince yeniden dünyaya gelmiş gibi oluverdim.
Fikri Altan Paşa'nın bana tattırdıkları milli ve insani hazzı henüz içime sindirmeye, İnönü rejiminin kafama indirdiği o kahredici felaket tokmağının sersemliğinden kurtulmaya başlıyordum ki, kapı birden açıldı ve gene hastahanenin o inzibat yüzbaşısı beliriverdi. Soluk soluğa ve acele acele söylendi :
Efendim, yerimiz yoktur. Biz bu suçluyu burada muhafaza edemeyiz!
Paşa, az önce, benimle sadece bir tabib, bir vatansever ve insan hüviyeti ile konuşmuş olan Paşa, o anda en az tabiplik kadar benimsemiş olduğu askerliği ile gürleyiverdi :
Bu makam, vazifeleri hakkında sizden bilgi almaya muhtaç değildir yüzbaşı... Siz, size bu makamdan verilecek emirlerin hudutları içinde hareket etmeyi artık öğrenmelisiniz...
Bu hitap, gayretkeş memuru yıldırımla vurulmuşa döndürdü. Paşa, sanki indirdiği sert darbeyi onun hazınetınesini bekliyormuş gibi, bir an durduktan sonra, vekarını kat kat arttıran bir sükonetle ilave etti :
Arkadaşımız, suçlu değildir. Şerefli, milliyetçi bir Türk subayıdır. Hastahanemizde yatacak, tedavi edilecektir. Ağır hasta odalarından birisini hazırlatınız. Kapısına da sıhhiye erbaş kursunda bulunan onbaşılardan bir posta koyunuz. Böylece hem üsteğınenin hizmetine bakar, hem de Komutanlığın emri yerine gelmiş olur.
Hastahanenin inzibat subayı artık söylecek söz bulamadı. Fakat hiddetinden mi, utandığından mı bilmem, yüzü kızarmıştı.
Sayın Generali hürmetle selamladım. Kuruyan dudaklarımdan çok ılık, bir kaç teşekkür cümlesi döküldü.
Odadan çıktık. Beni hastahaneye yatırmayı başaran o çok değerli inzibat yüzbaşısı Tahsin Bey'le vedalaştık.
HASTAHANEDE tedavi
Askeri hastahanenin her tarafı gibi tertemiz olan güneşli bir odasına götürüldüm. Yatağa girince ilk kazancım, aylardan beri kaybettiğim uykuma kavuşmak oldu.
Bu odada kaldığım müddet içinde, her akşam sayın General Dr. Fikri Altan beni yoklar. Hararetimin yükselip alçalışını gösteren cetvele bakar, çeşitli tahlil raporlarını okur, bazı tavsiyelerde bulunurdu. Ve her gelişinde mutlaka, moralimi yükseltecek iltifatlarla karışık, sorardı :
Yemekleri nasıl buluyorsunuz? Başka her hangi bir arzunuz var mı?
Bu ziyaretler, öteki doktorları ve hastahanedeki hizmet personelini de bir başka hava içine soktu.
Hoyratlıklar son buldu.
Sür'atle iyileşmeye başladım.
Ve bir gün Paşa, hastahane inzibat subayının aklını başından kaçırtacak bir başka lutufta bulundu :
Oğlum, dedi. Burada tek başına canın sıkıldığı muhakkak. Yalnızlıktan daha korkunç manevi işkençe olamaz. Gülerek ilave etti :
Bir yandan işkence, bir yandan tedavi olmaz. Bunun için seni biraz ferahlatmak istiyorum. Umumi koğuşlardan birinde yatak hazırlattım. Yalnız ufak bir tavsiyede bulunacağım: Koğuştaki diğer hastalarla, tutuklu olduğun konu üzerinde konuşmaktan çekin.
Paşa'nın bu kararı, ertesi sabah tatbik edildi.
Umumi koğuşa girince dünyalar benim oldu. Aylarca tek başıma hücrede kaldıktan sonra, tekrar subay arkadaşlar arasına karışmak beni pek sevindirmişti. Daha da sür'atle sıhhate kavuştum.
YİNE CEZAEVİ
Tam yirmi gün sonra Başhekim Paşa beni makamına çağırttı. Son derece üzgün bir hali vardı :
Artık sizi taburcu etmeye çok zorlanmış bulunuyorum. Ne kadar üzüldüğümü her halde sezmiş bulunuyorsunuz. Buradan ayrılırken üstteğmenim size söyleyeceğim son söz şudur :
Bütün kalbirn ve ruhum sizinle ve arkadaşlarınızla beraberdir. Elimdeki bütün imkanları kullanarak size destek olmaya çalışacağım.
Derin bir hürmet ve samimiyetle, heyecanlı bir şekilde :
Paşam, dedim. Sizin gibi muhterem bir insanı tanımak fırsatını bana vermiş olduğu, için, hastalanışımı bile ilahi bir ıotuf sayıyorum. Göstermiş olduğunuz büyüklüğe, iyiliğe ve şefkate teşekkürlerimi sunarım.
Kendisini içten gelen derin bir saygı ve sevgi ile askerce selamlıyarak veda ettim. O, yalnız insan bir tabip, cesur ve şefkatli bir asker değildi. Aynı zamanda şuurlu bir milliyetçi ve Türkçü idi.
Yirmi dört saat sonra ben gene Tophane'de bulunan Askeri Ceza evindeki eski hücreme tıkılmış bulunuyordum .
4 TABUTLUK :
Bu korkunç işkence mahalleri istanbul Emniyet Müdürlüğünün üst katında Yeni Nezarethane denilen kısımdaki 19 ve 20 numaralı hücrelerdir ve bu hücrelerin resmi ağızlarda adı: « Mutena hücrem dir.
• Bu işkence yerleri, içlerine birer insanın sığabiieceği kadar dar hücrelerdi. Adeta, ayağa kaldırılmış birer tabut idiler. Tavanlarında büyük ampuller bulunurdu. Bu ampulerle hücreye sokulanların başları arasındaki mesafe çok azdı. Yani, ampuller misafirlerinin beyinlerini rahatça pişirirdi. Bin beş yüz mumluk sıcaktan uzaklaşmak için çömelmekte mümkün değildi. Çünkü içindekiler kollarından, arkalarındaki halkalara bağlanırlardı.^ 34
Dört buçuk katlı koskoca istanbul Emniyet Müdürlüğü binasının en üst kaltında ve yaz aylarının en sıcak günlerinde mevkuf milliyetçilerden «Bu Vatan Kimin?U şairi Orhan Şaik Gökyay tabutluğa sokulmuş ve beş saat müddetle bu hücrede alakonularak işkence yapılmıştır.
Yine milliyetçilerden Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi Özbek, Hikmet Tanyu ve Osman Yüksel (Serdengeçti) tabutluğa sokulup korkunç işkencelerle inletilmişlerdir.
Bunlardan Reha Oğuz Türkkan'ın bu işkenceler neticesi, gözleri sakatianmış ve tahliyesini müteakip uzun müddet tedavi görmüşse de, atabutluk» hatırası sakatlığın izlerinden kurtulamamıştır.
Rahmetli Hamza Sadi özbek'in bu ıımutena hücre» ye konulması ise bir mesele olmuş, iri-yarı bir Anadolu çocuğu olan merhum, tabutluk denen işkence mahalline çok zor sığmış ve bu haliyle de daha çok işkenceye maruz kalmıştır.
34 Bkz. : Necdet Sançar'ın •Türk Umumi ^Efkârma Bildiri : 1. Başlıklı yazısı. •Milli Yol. Dergisi. Sayı: 12. İstanbul, 1962.
Hikmet Tanyu ise, Kamuran Çukruh tarafından : .. Ulan! Seni köpek gibi gebertirim, sonra da doktordan • ölmüştün diye rapor alırım ■> şeklinde evvela tehdit edilmiş, daha sonra 19 numaralı tabutluk hücresine konularak işkenceye tabi tutulmuştur.
3 Mayıs 194 olaylarını sonraki yıllarda anlatan bir der^^ın kapağı.
Osman Yüksel (Serdengeçti) de, atıldığı «tabutluk" hakkında şunları söylemiştir: «Beni sorguya çektiler. Verdiğim cevaplar hoşlarına gitmemiş olacak ki, polise emrettiler :
Götür bunu tabutluğa!
Dediler. Polis beni alıp götürdü. Bir delik açarak :
— Gir buraya! Dedi.
Nasıl gireyim? Ben buraya nasıl sığarım? Dedim.
Sen girmezsen, biz sokarız!...
Cevabını aldım. Beni bir çuval gibi, bu deliğe tıkdı. Baktım : Tepemde güneş gibi büyükbüyük ampuller yanıyordu. Duvarda zincirler vardı. Terler döküyor dum. Yücel'in aşkına ecel terieri!..... 35.
Sorgusu yapılacak şahıslara gösterilip: «Burayı gör de, ifadeni ona göre ver!" dereesine bir tehdit vasıtası olarak da kullanılan bu «tabutluk.. Larda yapılan korkunç zulüm el'an unutulmamıştır. Bütün dehşetiyle hafızalarda yaşamaktadır. İstikbalin gerçek tarihçisi, fikir ve siyasi tarih yönünden o devri incelerken, elbette bu zulüm, işkence ve vahşet hüc-
Releri önünde duracak ve elbette, kanuni takibattan kurtulan; fakat amme vicdanında mahkum olan failıerini hayır ile anmayacaktır.
— DAYAK VE FALAKA :
Dayak ve falaka ile işkence bilhassa lise ve üniversite talebelerine tatbik olunmuş ve işkence ekibinin arzularına göre ifade vermeyen gençler kıyasıya dövülmüştür.
Necdet Sançar'ın talebesi olan Mehmed Külahlıoğlu, hacası ve Atsız aleyhine ifade vermesi için istanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir tarafından devamlı tazyik edilmiştir. Külahlıoğlu bütün tazyiklere metanetle göğüs gerip, istenilen yalan ifadeyi vermeyince, bir çok defalar feci şekilde dövülmüştür. Bir defasında ağzından burnundan kan gelinceye kadar dövülen Külahlıoğlu, bir başka gün de falakaya yatırılmış ve o gün bizzat Ahmet Demir, eline aldığı, tutma yeri bükük kalın bir sapa ile Külahlıoğlu'nu dövmekten utanmamıştır Bugün kıymetli bir Dahiliye Mütehassısı olan Mehmed Külahlıoğlu, Emniyet Müdürlüğünde öylesine dayak yemiştir ki, körpe vücudu bu zulüm ve işkenceye dayanamayarak tüberküloz olmuş ve uzun yıllar tedavi görmüştür.
Bu dayakla işkenceye Said Bilgiç de maruz kalmış ve Emniyet Müdürü Ahmet Demir tarafından tekme ile dövülmüştür.
AÇ SUSUZ BIRAKMAK :
Bu işkence Prof. Zeki Velidi Togan'a tatbik edilmiş, merhum hoca iki gün aç ve susuz bırakılmış, kapatıldığı hücrenin pisliğiyle de bitlenmiştir. Ayrıca boş bir kağıt, imza muayenesi yapacağız denilerek bu muhterem hacaya imzalatılmış, sonra da arzu edilen ifadeyi vermediği takdirde, bu imzalı boş kağıdı istedikleri şekilde dolduracaklarından bahisle rriuhterem ilim adamı tehdit olunmuştur.
Bir MÜDAHALE
Milliyetçiler kütleler halinde tevkif edilir ve tevkif edilen bu milliyetçilere, yukarıdaki bir kaç misalle anlatmaya çalıştığımız korkunç işkenceler layık görülürken, bütün bu gayrikanuni ve gayriinsani hareketleri adeta protesto edercesine girişilen iki hareketi burada zikretmek mecburiyetindeyiz.
Bu hareketlerden biri, CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal'a aittir ve bu hareketi «pek az insanın bildiğinden.. Bahisle Sarnet Ağaoğlu haber vermektedir.
Diyor ki, Sarnet Ağaoğlu : «Nihai Atsız'ın yazılarıyle başlayan "19 Mayıs tevkifleri» tam terör halini almak istidadını gösterdi. Devrin mutlak başları "Bu insanları asıl gayeleri bizi devirmektir" diyerek, uzaktan yakından Milliyetçi tanınmış herkesin hapisıere atılmasını istedikleri gün karşılarına çıktı. «Ben de Milliyetçiyim, kararınız bu ise evvela beni tevkif ediniz, dedi. Onun derviş tabiatından, mistik zihniyetinden, tecrübelerle pişmiş aldırış etmemezliğinden bu hareketi beklemeyenler önce şaşırdılar, sonra da neticeleri yalnız memleket için değil, şahısları için de çok fena olabilecek kararlarından vazgeçtiler.» 37.
BAŞKA bir MÜDAHALE
İkinci hareket, Refik Şevket ince'nin yaptığı ikazdır. Milliyetçilere tatbik olunan feci işkence hareket-
37 Bkz. : Sarnet Ağaoğlu. Babamın Arkadaşları. Birinci Baskı. Nebioğlu Yayınevi, İstanbul. Leri, polisin bütün tedbirlerine rağmen dışarıdan duyulmuş ve hakikatiere muttali olan Refik Şevket ince, yazdığı hususi bir mektupla durumu Başvekil Şükrü Saraçoğlu'na bildirmiştir.
Saraçoğlu, meseleyi Dahiliye vekihetine intikal ettirmiş ve Dahiliye Vekili, Hilmi Uran, Milliyetçilere yapılan işkence işini bir yazı ile istanbul valiliğinden sormuştur. İşkencenin aslı olmadığına (!) Dair istanbul vilayetinin verdiği cevapla tatmin olmayan Dahiliye Vekili, bu kere, durumun mahallinde tahkikine Emniyet Umum Müdürü Osman Sabri Adal'ı memur etmiştir.
Osman Sabri Adal meseleyi incelemek üzere istanbul'a gelmişse de, işkenceye maruz kalan milliyetçilerden hiç birinin ifadesine müracaat etmemiş ve işkence söylentilerinin aslı esası olmadığına dair! Masa başında hazırladığı raporu, götürüp Dahiliye Vekiline takdim etmiştir 38.
Hilmi Uran bu raporla da tatmin olmamış ve Refik Şevket ince'ye gönderdiği resmi bir yazı ile, işkenceyi kendisine haber verenlerin adlarının bildirilmesini istemiştir. Bu resmi yazıya, hususi bir rnek-
38 1944 yılının Emniyet Umum Müdürü Osman Sabri Adal, 1962 de CHP İzmir Milletvekilidir. Meclisin 3 Mart 1962 günkü eelsesinde Tedbirler Kanunu tasansının müzakeresi esnasında söz alan ve hiç münasebeti yokken, 1944 Irkçılık Turancılık davasını ele alıp, Alparslan Tüxkeş ve Nihai Atsız aleyhinde konuşan Osman Sabri Adal, Atsız'ın bazı mektuplarını Meclis kürsüsünde okumuş, iki gün sonra .ikd^^ gazetesine verdiği beyanatta ise, mevzuu tekrar ele alarak milliyetçileri •maceracılar^ tabiriyle anmış, nereden ve nasıl ele geçirdiği belli olmayan mektupları basma vermiş ve milleti •maceracılara^ karşı uyanık olmağa (!) Davet ederek bu hareketiyle 1944 deki tutumunu teyid etmiştir. Tupla cevap veren Refik Şevket ince, işkenceleri kendisine haber verenlerin adlarını açıklayamayacığını bildirmiş, daha sonra Dahiliye Vekaleti Teftiş Hey'etine intikal eden bu mesele, Refik Şevket ince'nin : «Eğer benim asılsız dedikodu yapan birisi olduğum fikrinde iseniz, beni Mahkemeye veriniz» şeklindeki kat'i cevabiyle, daha ileri gidilmeden kapatılmıştır.
Mevkuf miliyetçilerin sorguları yukarıda görüldüğü şekilde türlü tertipler ve feci işkencelerle yapılmış, sorguların bitmesine rağmen temiz vatan evratlarının çilesi bitmemiş, o pis hücre hayatı ile, öldürücü ihtilattan men kararı devam etmiştir. Bu arada peyderpey bazı tahliyeler olmuş ve neticede .. Irkçılık Turancılık gayesiyle gizli cemiyet kurarak muzır faaliyette bulunmak" suçu, şu yirmi üç milliyetçinin üzerinde toplanmıştır.
1 zeki velidi TOGAN, istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Tarihi Profesörü. 2 HASAN ferid CANSEVER, «Türk Vurdu» mecmuası sahibi, o günlerde yedek doktor Yüzbaşı. 3 hüseyin NiHAL ATSIZ, Hususi Boğaziçi Lisesi Edebiyat Hocası. 4 ALPARSLAN TÜRKEŞ, Erdek'te piyade üstteğmeni. 5 NECDET SANÇAR, Balıkesir lisesi Edebiyat hocası. 6 fethi TEVETOGLU, Samsun'da doktor üsteğmen. 7 ORHAN şaik GÖKYAV, Devlet Konservatuarı müdürü. 8 REHA OGUZ TÜRKKAN, .. Gök Börü, mecmuası sahibi. İstanbul Hukuk Fakültesi doktora talebesi. 9 hüseyin NAMIK ORKUN, Gazi Terbiye Enstitüsü Tarih Hocası. 10 said bilgiç, Ankara Adliyesi hakim namzetlerinden, 11 M. Zeki ÖZGÜR (SOFUOGLU). Yedek astteğmen. 12 ismet TÜMTORK, istanbul Belediyesi müfettişlerinden. 13 hikmet TANYU. Dahiliye vekilıetinde Memur. 14 HAMZA sadi ÖZBEK. Muğla Defterdarlığı tahsilat şefi. 15 MUZAFFER eriş, Yüksek Mühendis Mektebi 4 cü sınıf talebesi. 16 CEBBAR ŞENEL, Adana adliyesi hakim namzetlerinderi. 17 NURULLAH BARIMAN, Yedek Astteğmen. 18 cihad SAVAŞFER. Yüksek Mühendis Mektebi 4 cü sınıf talebesi 19 FAZIL hisarcıklı, Vedek Astteğmen, 20 YUSUF kadıgil. Boğaziçi lisesi talebelerinden. 21 fahiman ALTAN. Yüksek Mühendis Mektebi 4 cü sınıf talebesi. 22 CEMAL OGUZ ÖCAL, Gazi Terbiye Enstitüsü talebesi. 23 saim BAYRAK, Temyiz Mahkemesi Evrak memuru.
Resmi teblig
Irkçılık Turancılık adı verilen milliyetçilik düşmanı davaya, 7 Eylül 1944 Perşembe günü, Tophanede Nusretiye camii yanında şimdi malul Gaziler Vurdu olan binada, 1 numaralı Örfi idare Mahkemesinde başlanmıştır. Gerek mahkeme binasında, gerek civarında çok sıkı emniyet tedbirlerinin alındığı o günkü duruşmada mahkeme heyetinin şu şekilde kurulduğu görülmüştür :
Başkan : Tümgeneral Yusuf Ziya Yazgan, Duruşma Hakimi : Albay Cevdet Erkut, üye : Albay Galip Kaan. Savcılık makamını ise, meşhur Kazım Alöç işgal etmiştir.
Çok sayıda gazeteci ile, milliyetçilerin yakınları tarafından takip edilen duruşmaya saat onda başlanmış, hüviyetlerin tesbitini müteakip Savcı Kazım Alöç tarafından Son Tahkikat Kararı okunmuş ve duruşma 11 Eylül Pazartesi gününe bırakılmıştır.
Savcı Kazım Alöç tarafından okunan Son Tahkikat Kararı, aynı gün yayınlanan bir Resmi Tebliğ ile matbuata da verilmiştir. Mahkemenin henüz el koyduğu bir davanın zanlılarını peşin bir hükümle «millete ve vatana karşı hiyanet hareketine teşebbüs.. Le suçlayan bu ibretamiz tebliğ aynen şudur :
Irrkçılık, Turancılık gayeleriyle gizli cemiyet kurarak, millete ve vatana karşı hiyanet hareketine teşebbüs ettiklerinden dolayı, tahkikatları mevkufen yapılan şahıslar hakkında, alınan son tahkikat kararı umumi efkara, aynile arzolunur.»
O günkü Milliyetçilik düşmanlarının bu memleketin öz eviatiarına ne korkunç bir kin ve ne büyük bir düşmanlıkla saldırdıklarını, milliyetçileri mutlak lekelemek için giriştikleri tertipleri, tertemiz Türk vatanseverlerine karşı kullandıkları lisanı ve feci iş^ kenceler altında zorla alınan düzme ifadelerle davanın ne şekle girdiğini tesbit ve teşhir için bu Son Tahkikat Kararını aynen alıyoruz :
SON tahkikat KARARI
Uteşkilatı Esasiye Kanununun ana vasıflarını ihlale matuf ırkçılık, turancılık gayesiyle gizli cemiyet kurarak faaliyet ve harekete geçtikleri anlaşılan eşhas hakkında Örfi idare Komutanlığınca yapılan tahkikatta :
Bugünkü rejimimize ve vatandaşlarımızın hakiki milliyetçilik hislerine aykırı umdeleri ve bu umdelere varmak için gizli cemiyetleri, faaliyet programları, teşkilat ve propaganda organları, hatta muhaberelerini gizli tutmağa matuf şifre ve parolaları olduğu ; memleketin muhtelif mıntıkalarında ve bilhassa her çeşit terbiye müesseselerinde masum gençlerin milliyetçilik, vatanseverlik duygularını istismar ederek genç nesil arasında kendilerine taraftar toplamak ve bu suretle hükumeti devirerek hedeflerine ulaşmak için devamlı ve sistemli bir faaliyet sarfettikleri ve memlekette zararlı ideolojilerini tahakkuk ettirmek yolunda muhtelif gruplar halinde çalıştıkları anlaşılmıştır.
Memleketin emniyeti aleyhine bu gizli cemiyetleri kendi maksatlarına göre tevcih etmek isteyen yabancı teşekküller de hareketsiz kalmamış ve bu suretle içten beliren fesat ve hiyanet hareketlerinde dış unsurların tesir ve müdahalesi de görünmüştür.
SUÇ VE SUÇLULAR
Bu suretle hükumeti devirmek için cemiyet kurmak, hükümetin, Büyük Millet Meclisinin manevi şahsiyetlerini tahkir, milli menfaatlere muhalif hareket etmek, gayesi devletin Teşkilatı Esasiye Kanunu ile muayyen olan ana vasıflarına muhalif, milli hissiyatı sarsmağa, zayıflatmağa matuf propaganda yaprr:ıaktan suçlu ve mevkuf : istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi doktora talebelerinden Reha Oğuz Türkkan, Lise öğretmenliğinden çıkarılma Nihai Atsız, istanbul üniversitesi Türk tarihi profesörlerinden Zeki Velidi Togan, yedek astteğmen Nurullah Barıman, istanbul Belediye mürakıplarından ismet Tümtürk, yedek astteğmen Zeki Özgür, Yüksek Mühendis Mektebi 4 cü sınıf talebelerinden Cihad Savaşfer, Aydın Maliye Tahsil Şefi Hamza Sadi Özbek, Yüksek Mühendis Mektebi 4 cü sınıf talebelerinden Fehiman Altan, Balıkesir Lisesi Edebiyat öğretmenlerinden Necdet Sançar, Ankara Konservatuar direktörlüğünden vekalet emrinde Orhan Şaik Gökyay, Dahiliye Vekaleti Evrak kalemi memurlarından Hikmet Tanyu, Dr. Üstteğmen Fethi Tevet, Piyade üstteğmen Alparslan Türkeş, halen Adana Adliyesi hakim namzetlerinden Cebbar Şenel, Ankara Adliyesi hakim namzetlerinden Said Bilgiç, Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü pedagoji zümresi talebelerinden Cemal Oğuz öcal, yedek astteğmen Fazıl Hisarcıklı, Yüksek mühendis Mektebi 4 cü sınıf talebelerinden Muzaffer Eriş, Ankara Gazi Ter
Biye Enstitüsü tarih öğretmeni Hüseyin Namık Orkun, yedek tabip yüzbaşı Hasan Ferid Cansever, Temyiz Mahkemesi evrak memurlarından Saim Bayrak, halen boşta Yusuf Kadıgil haklarında yapılan tahkikat neticesinde suçlulardan :
Zeki velidi TOGAN :
1927 senesinde Türkiyeye gelen maznun, istanbul üniversitesi Türk tarihi profesörlüğüne tayin edilmişse de hareketleri şüpheli görüldüğünden 1932 se
Nesinde memleketimizden çıkarılmıştır. Bu tarihten sonra Viyana ve Bonn'da kalan maznun 1938 senesinde memleketimizde tekrar melce bulmuş. Üniversite profesörlüğü gibi yüksek şeref ve itibar kendisinden esirgenmemiştir.
1890 senesinde Sovyet Rusya Başkurdistan eyajetinin Kuzsen kasabasında doğmuştur. Kendi ifadesine nazaran, 1916 senesine kadar tahsil ve muallimlikle meşgul olan maznun, bu tarihten itibaren siyasi faaliyete başlayarak Rusya'da devlet düması yanında teessüs eden Müslümanlar bürosunda Ufa vilayetini temsilen bulunmuş, dört ay sonra, yani 1917 de Sovyet inkılabının başlaması üzerine Başkurdistan'da ve Taşkent'te teşekkül eden kongrelere iştirakle muhtariyet ilanma çalışmış ve Taşkent'te müslümanlar merkez teşkilatının katibi umumisi olmuştur.
Kerenski hükümetini müteakip teşekkül eden Sabit hükumeti sırasındaki karagaşalıklardan istifade ederek Orenburg'da Başkurdistan ve Kazakistan hükumetlerinin teşekkülüne hizmet etmiş ve her iki hükümetin hariciye komiserliklerini idare etmiştir. 1918 senesinde memleketi işgal olunarak tevkif olunan maznun firar edip uzun mücadelelerden sonra arkadaşlarıyle tekrar Başkurdistan ve Kazakistan hükumetlerini kurmuş ve bu iki hükumetin hariciye komiserliklerini idare etmiştir. Nihayet, Türkistan milh birliği azalarıyle 1922 senesi Eylül ayında Taşkent'te akdedilen gizli bir kongrede Türkistan dahilinde mücadeleye nihayet verilmesi ve hariçte bu dava için mücadele edilmesi yeminle kararlaştırılmış, Zeki Velidi Togan'a da Türkistan'ı hariç memleketlerde temsil selahiyeti verilerek bu da bir kumaş parçası üzerine basılan mühürle ifade olunmuştur.
NELER yapmış?
Zeki Velidi Toğan 1923 senesinde bu selahiyetle, iran, Afganistan ve Berlin'de bulunduğunu ifade etmiştir. Bu tahkikatla, üniversiteye yerleştikten sonra gizli siyasi faaliyetine devam ettiği anlaşılan maznunun kendi aralarında Osmanlılar diye andıkiarı milletimizin çoluk, çocuğunu gizlice ifşada kadar varmıştır.
1938 senesinde evvela istanbul'da sırf Türkistanlılara yardım maksadiyle teşekkül eden Gençler Birliğinin başına geçmek istemişse de muvaffak olamamıştır. 1939 senesinde cihan harbiyle infilak eden siyasi buhran esnasında maznunun siyasi ihtirasları da artmış, bir taraftan Türkistan Milli Birliği için çalışırken, diğer taraftan içimize fesat ve nifak sokan fikirleri müsait gördüğü muhitlere, evvela ırkçılık ve turancılığa dair telkinat yaparak Reha Oğuz Türkkan ve hempalariyle temasa geçmiş, Kitap Sevenler Kurumunda yer almış, Bozkurt mecmuasında da neşriyat yapmıştır. Gerek evinde yaptığı gizli toplantılardaki şitahi telkinatı ve gerek dava dosyasına bağlanan Reha Oğuz Türkkan'a hitaben yazılı 20.9.1940 tarihli mektubunda olduğu gibi, memleketimizde fesada müncel bir ırk hareketi yaratmağa çalışmış, bilhassa 16 Birinciteşrin 1940, 30 Birinci teşrin 1940 ve ila... Mektuplarındaki direktiflerle bu mecmua ve Kurumu planlı bir surette idare etmiş ve memleket gençliğine ırkçılığı aşılamağa çalıştığı maznunların müttefikan vaki beyaniariyie tebeyyün etmiştir.
Hatta taraftarlarını Atatürkçü görünmekten tahzire cür'et eden maznun. Bu suretle Atatürk'ün anladığı ve Teşkilatı Esasiye Kanununun tesbit ettiği milliyet mefhumunu reddetmiştir.
Ezcümle Reha Oğuz Türkkan'a yazdığı dava dos^ yasına bağlanan 24.12.1941 tarihli mektubunda : Azizim Oğuz ve Cihad, Bozkurt'un bu nüshasında Atsızın aleyhinde, kendinizi goya Atatürkçü gösterecek bir yazı basılıyormuş diye duydum. Daha basılmamışsa bu yazıyı neşretmemenizi Türkçülük narnma rica ederim. Bunu yapmayınız... Demek cür'etinde bulunmuştur. Ebedi Şefi reddetmek aşikardır ki, onun mahiyet verdiği, canlandırdığı, temsil ettiği milli ruhu, Türkiyedeki milliyeti, teşkilatı esasiyede tayin edilmiş, hudutlandırılmış milliyeti reddetmektir. Zaten bu adamlar kendilerinden evvelki her kıymeti lekeliyen ve red eden bir yoldadırlar.
Gizli cemiyet
Bu gizli telkinlerle iktifa etmeyen Zeki Velidi Togan, 1941 senesinde başlayan Sovyet-Alman harbini müteakip ihtirastan şuurunu kaybetmiştir. Tabiiyetini dahi unutarak Almanya'ya gidip faaliyete geçmek için lazım gelen müsaadeyi istihsal zımnında Ankara'ya gitmişse de, hareketten menedilmiştir. Nihayet 1941 senesi Temmuzunda halen Almanyada bulunan Nuriman Karadağlı, Ahmed Karadağlı ile görüşerek : «Almanya ile birleşip derhal Rusyaya Taarruza geçmeyen ve büyük Türk birliğinin kurulmasına hizmet edecek tarihi fırsatı kaçıran.. Diye tavsit ettiği hükümetimizi devirrneğe matuf gizli bir cemiyet kurmağa karar vermiş ve Nuriman Karadağlı'nın Taksim'de bulunan apartmanında, Başkan Zeki Velidi Togan, Ahmed Karadağlı, Nuriman Karadağlı. Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşfer, Nurullah Barıman, Heybetullah ile toplanarak sarahaten gayelerini yukarıda arzettiğimiz : «Türk birliğinin kurulmasına engel olan ve tarihi fırsatlar kaçıran, hükumetimizi devirrneğe ittifak ettikleri ve hepsi ölünceye kadar bu gaye uğrunda çalışacakianna dair Zeki Velid! Togan'ın önünde Türkistan Bayrağı, Türk Bayrağı, Kur'an ve tabanca üzerine yemin ettikleri ve ayrıca maznunlar arasında bulunan Hamza Sadi Özbek'e Prof. Zeki Velid! Togan'ın yemin ettirdiği anlaşılmıştır.
Gizli cemiyetin ilk faaliyet eseri olmak üzere, hakikatte Almanya'daki Türkistanlı esirleri teşkilatlandırmak ve faaliyetlerinden onları haberdar etmek maksadiyle, zahiren istanbulda, Türkistanlılara Yardım Gerniyeti adı altında bir cemiyet kurmağı kararlaştırdıkları ve bu maksatlarla müteaddit defalar toplandıkları tesbit edilmiştir.
Her ne kadar maznun Zeki Velidi, tahkikattaki ifadesinde : (Dava dosyası say : 131} «1922 senesi Eylül ayında Taşkent'te Türkistan milli birliği adına gizli bir kongre toplandı. Bu kongrede Sovyet galibiyeti tecelli ettiğinden, Türkistan dahilinde mücadeleye nihayet verilerek bu dava için hariçte mücadele yeminle kararlaştırıldı. Ve bana da Türkistan'ın hariç devletler nezdindeki menfaatlerini himaye etmek salahiyeti verildi. 1939 cihan harbi vazifemi hatırlattı. Almanya'ya gitmek istedim. Hukumet müsaade etmedi. Buradaki Türkistanlılar arasında ihtilaflar olduğu için bunları bir araya toplamak ve Rus Alman harbini müteakip parçalanacak Rusyada teşekkül edecek Türkistan hükumetine eleman tedarik etmek maksadiyle Ahmet Karadağlı, Nuriman Karadağlı, Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Barıman, Cihad Savaşfer, Heybetullah ile birlikte, hududu şimali Kafkasyadan başlayıp Seddiçine kadar olan Türkleri Poğu Türk Birliği ismi altında birleştirmek için gizli bir cemiyet kurdum. Ve cemiyet mensubinini Nuruiman hanımın Taksimdeki evinde bu uğurda mücadele edeceklerine dair Türkistan bayrağı, Türk bayrağı, Kur'anı Kerim ve tabanca üzerine yemin ettirdim. Hamza Sadi'ye de Türkistan Birliğine namzet olması için evinde yemin ettirdim. Lahiren Türkistanlılara yardım adı altında teşkil edeceğim Cemiyet, hakikatte Almanya'daki Türk esirlerine yardım ve onları faaliyetimizden uygun bir şekilde teşkilatiandırmak içindi. Fakat hükumet buna müsaade etmedi. Doğu Türk Birliği gizli cemiyetim, yalnız Türkistan'a ait faaliyetimdir." demek suretiyle kaçarnaklı bir cevap verrneğe yeltenmekte ise de, maznunlar arasında bulunan, gizli cemiyetin azalarından Cihad Savaşfer'in bu hususa ait (Dava dosyası say: 56) : .. Zeki Velidi'yi Kitap Sevenler Kurumundan tanırım. Bizimle yakından alakadardır. Bilhassa Reha Oğuz Türkkan'la iyi konuşur. 1941 senesinde bir gün, N urullah Barıman : • Cihad, Zeki Velidi beyterin gizli ve kuvvetli bir teşkilatı var. Biz ona girdik. Bu gün seni de götüreceğiz.. Dedi. Aynı gün Reha Oğuz Türkkan ve Nurullah Barıman'Ja, onların evvelden bildiği Taksim'de Talimhanede bir apartımana gittik. İçeride o gün tanıştığım Nuriman hanım, kocası Ahmed Karadağlı, Heybetullah, Prof. Zeki Velidi Togan ve bir de Hacı diye tanıttıktan ihtiyar vardı. Yemin etmeyenler etsin, dediler.
Prof. Zeki Velidi Togan, Heybetullah'la beni bir odaya aldı. Hazırlanmış bir masa üzerine konulan bayrak, Kur'an ve tabanca üzerine yemin ettirdi. Yemin iki kısımdan ibaretti :
Esir Türk ülkelerinin kurtarılarak Türkiye ile birleştirilip büyük Türk devleti vücuda getirmek için kanımı, canımı, namusum bahasına olsa feda edece^ ği mi,
Eğer bu yeminle bu teşkilata ihanet edersem, teşkilat tarafından öldürülmekliğimi ve Kur'anın dini avakibine razı olduğumuzu söyledik.
Yemini müteakip salonda gayeler üzerinde görüşüldü. Gayelerimiz şunlardı :
Türkiye hükümeti Rusya'dan çekiniyor. Bu sebeble bizim faaliyetimize müzaheret göstermiyecektir. Onun için gayet gizli çalışacağız.
Bugünkü hükümet iyi idare edemiyor. Tarihin en büyük fırsatlarını kaçırıyor. Alman zaferi müsbet bir şekil alınca, derhal ayaklanma ile hükümeti ele alacağız. Bu hususta Nuriman Hanım çok faal görünüyordu.
Teşekkülümüze daima eleman toplayacağız.
Zeki Velidi Togan icabında Almanya'daki teşkilatlarla irtibat edecek ve esirleri teşkilatiandırmak için Almanya'ya gidecekti..,
Şeklindeki ikrarı ve yine maznunlardan Nurullah Barıman'ın (Dava dosyası say: 38): «1941 senesi yazında bir gün Reha, Nuriman Hanımlarda toplanacağız, dedi. Gittik. Prof. Zeki Velidi, Nuriman Hanım, Ahmed Karadağlı, Reha Oğuz Türkkan ve ben vardım. O gün Zeki Velidi Bey'in reisliği altında Türk birliğini tahakkuk ettirecek gizli bir cemiyet kurduk. Bize Türkistan pilavı ikram ettiler. Zeki Velidi Togan, Almanya'daki esirlerin de bize uygun bir şekilde. Teşkilatlandırılacağını ve bunun için de bazı tanıdıklarının faaliyette olduklarını, hükümetimizin harbe girmeşinin lüzumlu ve doğru olacağını söyledikten sonra, hazırlanan bir odaya bizi birer • birer davet etti. Kur'an, Türk ve Türkistan bayrağı, bir de, şimdi pek hatırlamıyorum hançer yahut tabanca üzerine yemin ettik. Yeminde hatırladığıma göre : «Büyük Türk Birliğinin kurulması ve burada kanımızla, canımızla çalışacağımıza ; icap ederse öleceğimize, dairdi. Bir hafta kadar sonra tekrar bir toplantı yapıldı. Gizli cemiyete yeniden tedarik ettiğimiz Cihad Savaşter'le Heybetullah yemin ederek iltihak ettiler. O gün de bize pilav ve çay ikram edildi.
Bundan sonra birçok defalar toplanarak gayeler üzerine görüştük. Hatta bir aralık Zeki Velidi, Türkistan Gençler Birliği'ni de bize iltihak ettirebilmek için, o Birliğe bizi aza olmağa ve birlik reisi Ahmet Can Okay'ı düşürmeğe teşvik etti.» şeklindeki ifadesi.
Ve yine, gayelerini gizlemekle beraber, Reha Oğuz Türkkan'ın : «Cihad Savaşter ve Nurullah Barıman'la birlikte Nuruiman Hanımın evinde Türk birliği üzerinde çalışacaktarına dair bayrak, Kur'an ve tabanca üzerine yemin ettikleri hususunda ikrarı ve bunları tamamen müeyyet tahkikatta amme şahidi olarak yeminle dinlenen Buharalı Hacı Hadi isa'nın : «Atatürk'ün vefatını müteakip Türkiye'ye gelen Zeki Velidi'yi, gayesi yalnız Türkistanlı çocukları akutmak ve muhacirlere yardım etmek olan Türkistan Gençler Birliği'ne iki saatlik muvakkat reis tayin etmiştik. İki saat sonra Ahmed Can Okay reis seçilince, birliği siyasi gayelerine alet edemiyen Zeki Yelidi bize gücendi.
1941 sıralarında bir gün Türkistanlı Nuruiman hanım bana sokularak : •gizli bir cemiyet kurduk, seni de alalım. Gemiyetimize yeminle girilir.. Dedi. Gayelerini sordum, gizledi. İç yüzlerini anlamak için bir gün Nuruiman Hanımın daveti üzerine ralimhane'deki evine gittim. Nuruiman Hanım, Ahmed Karadağlı, Nurullah Barıman, Reha Oğuz'la bir kaç genç
Daha vardı. Benim yanımda konuşmuyorlardı. Zeki Velidi'nin de geleceğini söylediler. Durmadan çıktım. Bilahare Nuruiman Hanımdan Zeki Velidi'nin yemin ettirdiğini işittim... Şeklinde gizli bir gaye ve faaliyete matuf cemiyet teşekkülüne dair şehadeti ve keza Hamza Sadi Özbek'in (Dava dosyası Say : 106) : .. Zeki Velidi'nin evinde yalnız başına bayrak, Kur'an ve tabanca üzerine yemin ettiğini ve yemini müteakip Zeki Velidi Togan tarafından gözlerinden öpüldüğüne.. Dair beyanı.
(Dava dosyası arasında mevcut, Hamza Sadi Özbek tarafından Zeki Velidi'ye hitaben yazılan : (Zeki Velid! Hulasalar Nu :9) 23 Haziran 1941 tarihli mektupta : «Sayın Hocam, vazife saatinin çalması zamanı yaklaşıyor. Belki bu zaman gelmiş ve geçmiştir de. Artık bilfiil çalışacağız. Öyle umuyorum ki, siz de boş durmuyorsunuz. Bir şeyler kararlaştırıyorsunuz. Hep birlikte küçük bir vapur tutarak veyahut tenha bir yerde bir toplantı yapınız. Hükumetimiz bitaraflığını ilan etti. Fakat o bitaraflık hükometindir, bizim değih şeklinde ve yine 15 Aralık 1941, 7 Ocak 1942, 4 Ağustos 1943 tarihli mektupların açık ifadeleri ve bilhassa maznun Reha Oğuz Türkkan'ın tevkif edilerek konulduğu odada, tertip ettikleri bir şifre ile (tafsilatı aşağıda arzolunacaktır) duvara vurma(<, suretiyle vaki konuşmalarında ve ihtiyaçları dolayısiyle ayııı yerde vaki karşılaşmalarında, ihtilattan men'e rağmen Cihad Savaşter'in itiraflarını öğrenip onu, Zeki Velidi ile kurdukları gizli cemiyetin gayelerini saklamağa teşvik ettiği, bu hususa ait Cihad Savaşfer'in, Muzaffer Eriş'in, amme şahidi Hüseyin Yalçınlar'ın ifadeleri ve 9 Temmuz 1944, 20 Haziran 1944 tarihli zabıt varakalariyle maznun Zeki Velidi Togan'ın halen Almanya'da bulunan Nuruiman Karadağlı,
Ahmed Karadağlı, Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşter, Nurullah Barıman, Heybetullah ve bilahare yalnız Zeki Velidi tarafından yemin ettirilmek suretiyle aralarına dahil olan Hamza Sadi Özbek'te birlikte hükümeti devirrneğe matuf gizli cemiyet kurmak suretiyle ittifak ettikleri.
Nihal ATSIZ :
Menfi ruhlu olan bu maznun, 1905 senesinde istanbul'da doğmuştur. Babası Mehmed Nail, Gümüşhane'nin Midi köyünden istanbul'a hicret eden çarkçı kolağası Hüseyin Efendinin oğludur.
Nihai Atsız tahsilini İstanbul'da Kadıköy Sultanisinde ikmal etmiştir. Aynı Mektebin onuncu sınıfında iken Darulfünün imtihanını kazanarak Askeri Tıbbiye Okuluna girmişse de, okulun üçüncü sınıfından : tahkikata kendi sarih ifadesine göre, serkeşlikten", kendi el yazısiyle oğluna yazdığı vasiyetnamesinde ise : «gayritürklerin birleşik hareketlerinden, mektep müdürünün Arnavut, sınıf subayının Çerkes olmasından kovuldum" diyor. Resmi kayıtlara göre, bir çok defa tekerrür eden firar, itaatsizlik ve serkeşliğinden kovulmuştur. Askeri Tıbbiyeden bu şekilde kovulan Atsız'ın bundan sonraki vazife hayatında da, bu serkeşlik ruhu devam etmiştir. Kabataş Lisesinde üç ay muallim muavinliğinden, Seyrisefain idaresinin Mahmud Şevket Paşa gemisi katip muavinliğine giden Nihat Atsız, bilahare Edebiyat Fakültesini ikmalle Darülfünun Türkiyat Enstitüsünde asistanlıqa ulaşmıştır. Bu arada «Atsız Mecmua» adında bir dergi neşretmeye başlayan Nihat Atsız, oğluna yazdığı vasiyetnamesinde : «Atsız Mecmua adında bir dergi çıkardım. Adeta hükümetle uğraşan tek bir insandım. Bu halimden dolayı beni Malatya'ya attılar, diyor.
Malatya'dan Edirne'ye tayin edilen Nihai Atsız, bu defa ..orhun» mecmuasını neşretmişse de, menfiliği sebebiyle hem mecmuasından ve hem de vazifesinden olmuştur. Uzun müddet boşta gezen Nihai Atsız, güç halle sığınabildiği Deniz Gedikli Okulunda da tutunamamıştır. Son zamanlarda, Boğaziçi Lisesinde edebiyat öğretmeni olarak maznunu, gerek neşriyat ve gerek tedris sahalarında çok geniş bir telkin faaliyetinde görüyoruz.
A) Tercümei hali kısaca arzolunan Nihai Atsız'ın maksadı nedir?
Tahkikattaki sarih ikrarına nazaran : .. Ben ırkçılık ve turancılığı yaratacak bir idarenin kurulmasını istiyor ve bunun için çalışıyorum. Bana göre :
1 Irkçılık : Türk ırkının Türkiye'de hakim olmasıdır. Türk, üç batın Türk soyundan geldiğini isbat edene derler. Çerkes, Arnavut, Boşnak, Arap vesair... Lrkla karışmış olanlar Türk değildirler. Türk olmayanlar derhal Türkiye'den atılmalı ve ırkı ile alakalı memleketlere gönderilmelidirler. Hariçte gidecek yeri olmayan Çerkeslerin aileleri dağıtılarak memleketin her tarafında müteferrik hizmetlerde kullanılmalıdır. Devlet idaresinde ve ordu subaylarında bir tek karışık ırktan kalmamalı, hepsi ayrılmalıdır» diyor. Oğluna hitaben yazdığı vasiyetnamesinin üçüncü sahifesinde : «Millet demek, kan demektir. Onun için Türk ırkından gelmeyen insanları Türk tanıma. Türk kanından gelmeyen insanlar bu toprakta doğmuş, Türkçe'den başka dil bilmeyen kimseler olsa dahi, yine onlara inanma. Türkiye'ye en büyük kötülük, Türk kanı taşımayan Türkleşmiş insanlardan gelmiştir. Onları yabancılardan daha kötü bil. Hele bunlar büyük mevkilere geçerse felakettir. Memleketin başına geçerse, kendini ölüme atarak, onu öldürmekten çekinme... Diyor.
Kardeşi Necdet Sançar'a gönderdiği dava dosyası arasında mevcut bir mektubunda :
«Faaliyetimiz programlı olmalıdır. Programlı faaliyet, devamlı faaliyettir. Türk gençliğine propaganda yapmalıyız. Turancılığı aşılamak için şiirle, makale ile, hikaye ile mütemadi telkinatta bulunmalıyız. Uatsız, ve aorhun " mecmualarının ne kadar müessir olduğu malum. Bir defa daha tecrübeli olduğumuz için, evvelkinden daha çok tesirimiz olacaktır. Şimdilik ikimiz yalnızız. İkinci derecede yardımcılarımız talebelerimizdir. Bir şeyi bir defa söylemekle iktifa etmeyelim. Aynı şeyi, ayrı ayrı şekiliere bürüyerek bir kaç defa söyleyelim. Bir yandan Turancılık, bir yandan ırkçılık yaparken; bir yandan da gayritürklerle istihza etmeliyiz. Romancılık diye bir yeni edebi nevi icat ederek, düşmaniarımızia eğlenerek onları gözden düşürelim. Şu halde :
En aşağı üç ayda bir broşür çıkarmalı.
Türk illerinin yarınki sınırlarını gösterir haritaları broşüre koyalım. Muhtelif anketler yapalım ve bunlarda gençlere Turancılık ve ırkçılığa dair sualler soralım. Şatafatlı programa lüzum yoktur. Kuvvetimizi iyi kulanırsak verimli işler başaracağız. Gizli ve bedava broşürlerle, iki yılda muntazaman neşriyat yaparsak, bir zemin hazırlarız, şeklinde planlı propagandasının esaslarını daha beş sene evvel tesbit etmiştir.
2 Turancılık : aben ırkçı ve turancıyım " diyen Nihat Atsız : "Turandaki Türklerin Türkiye ile birleştirilerek büyük bir Türk Birliği kurulması zaruridir. Halen on sekiz milyonluk Türkiye'den karışık ırkları da çıkarırsak az nüfus kalır. Bu kadar az bir nüfusla bugünkü dünyada tutunulamaz. Dış Asya Türkleriyle birleşrnek lazımdır. Turan ırkımızın beşiğidir. Biz harpçi milletiz. Esasen millet için harp zaruridir» diyor.
Bu fikirlerini nasıl propaganda ediyor? Tahkikattaki sarih ikrarında : ..Bu ülküyü talebelerimden başlayarak herkese, her vasıta ile yayarım. Neşriyatım da yalnız bu gayeye matuftur^ diyen Nihai Atsız, temiz öğretmenlik mesleğinin nüfuz ve selahiyetlerinden istifade ederek henüz pek körpe olan dimağlara telkinlerini kolaylıkla vermiştir.
..Türkistan ırkımızın beşiğidir. Türk şehitlerinin ruhu Tanrıdağ'ında bulaşacaklardır. Kürşad (Göktürk' lerden olup az bir kuvvetle Türkleri Çiniiierin elinden kurtaran kahraman) hepimizi orada bekliyor. Turan'a gideceğiz. Bu zor değildir. Zaten ülküler kolay, kolay tahakkuk etmez. Irmaklar gibi kan akıtmak lazımdır^ şeklindeki telkinatıyle de talebelerine Turancılık zihniyetini aşıladığı, ifadelerine müracaat olunan Yusuf Kadıgil, Mehmet Külahlıoğlu, Ali Bayrakçı, Ziya Özkaynak'ın şehadetleri, Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşfer, ismet Tümtürk, Cemal Oğuz Öcal, Hamza Sadi Özbek, Fazıl Hisarcıklı, Fethi Tevet, Alparslan Türkeş'in beyanları, yine kardeşi Necdet Sançar'a hitaben yazdığı 12 Şubat 1939 tarihli mektubunda : .. Turancılık davası sessiz sessiz yürüyor. Bunda muallimlerin büyük rolü vardır. Hele sen, muallim mektebinde bulunduğun için vazifen daha mühimdir. Ben Yurtbilgisi ve Edebiyat derslerinde mümkün olduğu kadar Turancılık ve ırkçılık propagandası yapıyorum^ 18 Nisan 1941 tarihli mektubunda : «Bu se. Ne benim ısrarımla mektepte, kimse sınıfta kalma
Dı. Biraz ikmalli var. Harp yüzünden geçtiklerini anlayarak harbe karşı sempati uyandırmak için böyle düşündüm ve yaptım." 8 Mart 1942 tarihli mektubunda : «Turancılık sahasında en iyi yazıları yazıyorsun. Ben kılıcımı çekineeye kadar sen pala savur. Sonra ikimiz birden savurmağa başlarız, şeklindeki mektupları ile de propaganda ve telkinatı teeyyüt etmektedir.
NİHAL ATSIZ
Faaliyetini yalnız sivil sahaya inhisar ettirmeyen Nihai Atsız Harp Okulu talebelerinden Ali Bayrakçı'nın tahkikatta alınan ifadesinde : «Nihai Atsız daima Türk soyundan olanlar Türkiye'de kalmalıdır. Hükumet ve idare mekanizması yalnız Türk soyundan gelenlere verilmelidir. Turan bizim ülkümüzdür. Türk şehitlerinin ruhu orada Tanrıdağı'nda buluşacak. Kürşad bizi orada bekliyor. Muhakkak Turan'ı almalıyız» derdi. Tabip üstteğmen Fethi Tevet'in : «Nihat Atsız Turan'daki Türklerin Türkiye ile birleştirilmesi zaruridir. Büyük Türk Milleti vücuda getirilmelidir. Hükumet teşkilatı ve organları Türk ırkından olan elemanların elinde kalmalıdır. Çerkes, Arap, Boşnak, Arnavut gibi karışık ırklılara yer verilmemelidir» derdi, şeklindeki ifadelerinden de sarahaten anlaşılmaktadır ki, Nihai Atsız, Teşkilatı Esasiye Kanununun ana vasıflarıyle taayyün eden milliyet mefhumuna aykırı telkinlerle meşgul olmuş ve her türlü siyasi hareketlere kapalı olan orduya da nüfuz etmeğe kalkışmıştır.
Atsız'ın içyüzü ve hareketleri : Bütün milletin miıınetle andığı Atatürk'e karşı Nihai Atsız'ın saygısızlıkları dava dosyasında mevcut itiraf ve vesikalarla sabittir...
Nihai Atsız'a göre hükumetimiz : (Dava dosyası say : 247) ..vekiller karışık ırklıdırlar. Türkü Türkten başkası düşünmeyeceği için ben de bunları tes'
Bit ettim.. Demekte ve aslı astarı olmayan ırk isnatlarında bulunarak bunları muhtelif mektuplarla ve şifahen etrafına yaymaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hakkında : .. Hakiki bir Meclis değildir. İntihapla toplanmamış, tayin ile bu mevkie gelmiştir. (Milli tesanüdü çiğneyerek te) kararları dünyanın hiç bir tarafında görülmemiş bir şekilde ittifakı ara ile veriliyor. İlim adamları Meclis'e sokularak körletiliyor» demekte ve Büyük Millet Meclisi hakkında tasavvur edilemeyecek kadar galiz kelime kullanmaktadır.
Türk miletine : ..Türk milleti şuurunu kaybetmiştir. Şuursuzdur» Hele gençlik : ..Ahlaken düşüktür. Bu itibarla cifedir.». Yirmi bir yıldır, bütün cihanın takdirlerini kazanan, inkılapları yaratan Cumhuriyet rejimine de : "Türkiye'de cumhuriyet rejimi yoktur. Herşey nüfuz gösterilerek karma karışık ediliyor. Mebuslar tayin edildikleri halde, müntehap gösteriliyor. Bunun için yazdığım mektuplarda Türkiye Cumhuriyeti ile alay eder mahiyette kelimeler kullandım.» diyen Nihai Atsız'ın bu ikrarını aşağıda arzedeceğimiz şehadet ve vesaik tamamen teyit etmektedir.
Karısına hitaben yazdığı kendi el yazısı vasiyetnamesinin ikinci sahifesinde: apek iyi biliyorsun ki, cumhuriyet rejimi için en ufak rahatımı bile feda etmem. Okullarda oğlumuza yapılacak cumhuriyet propagandasını bütün varlığın ile önlemelisin. Oğlumuz nerede ve ne şekilde olursa olsun cumhuriyetin pespayelik demek olduğunu öğrenmelidir.»
Kardeşi Necdet Sançar'a hitaben yazdığı 6 ikinciteşrin 1941 tarihli mektupda: «hükometteki gevşeklik veya miskinliğin derecesini anlamak kabil değil. Hakikat şudur : Bizim memlekette tam bir şuursuzluk var. Ruslar Karadenizde gemilerimizi batırmağa başladılar. Bizim şapşallar hala, miskin miskin oturuyorlar.
2 Haziran 1942 tarihli mektubunda, çocuğunun sokağa çıkmadığından bahsederek : •Ne yapalım, imkanı olmuyor. İyi oğlumuzun ahlakını cemiyet bozuyor.^ diyor. Elhasıl, Nihai Atsız'ın dil uzatmadığı hiçbir büyüklük, hiçbir yüksek müessese yoktur. Ne erkan, ne itlak üzere gençlik ve cumhuriyet Atsız'ın tariz ve tecavüzünden masun kalmıştır.
Esasen maznun, bu sözlerini etrafa yaydığını da ikrar etmektedir. (Dava dosyası. Sayf : 248) : »Ben, meclis, cumhuriyet, millet, hükümet hakkındaki isnatlarımı kardeşim Necdet Sançar'a mektuplarımla yazdığım gibi, konuşma sırasında samimi ve yakın bildiğim dostlarıma da, bu arada Dr. Fethi Tevet, Alparslan Türkeş, Ziya Özkaynak ve bir aralık Reha Oğuz Türkkan'a söylemişimdiril şeklindeki ikrarını, suçlular arasında bulunan Cihad Savaşter'in (tahkikat dosyası. Sayf : 58) : «Atsız, benim de hazır bulunduğum meclislerde hükumet erkanının şahsiyetlerini öne sürerek bir takım ırki isnatlarda bulunup söverdi, (ağır hakareti muntazammım bir kelime isnat ederek) hükumet, milleti uçuruma sürüklüyor. Bu hükumeti devirmelidir» dediğini müteaddit defalar işittim. Yine Nurullah Barıman'ın (dava dosyası. Sayf: 87 ve müteakip): «Atsız, hükmete muhalifti. Daima hükumet aleyhinde hakaretamiz kelimeler sarfederdi. Korkaklar, kanı bozuklar, dalkavuklar hükumetine misal, bizim hükumettir, derdi11 Ve yine diğer Reha Oğuz Türkkan'ın (dava dosyası. Sayf: 107) bu ifadeleri teyiden vaki beyanı, suçlular arasında bulunan Cemal Oğuz öcal'ın (dava dosyası. Sayf : 152): uatsız, bana yazdığı mektuplarda ve şitahi temaslarımda, talebelerime Turancılık, gayritürklerle mücadele, hükumet idaresinin Türk soyundan gelen Türklerin elinde bulunması icap ettiğini telkin etmekliğimi söylerdi. Ben şimdiye kadar yazdığım şiirleri bir kitap halinde bastırmak üzere Atsız'a gönderdim. Atsız, bilahare aldığım mektupta, şiirlerimi •Aylı Kurt» remizli yazılarına göre düzelttiğini söyledi. Düzelttiği Şiirlerde mısralardaki Atatürk ve inönü isimlerini tamamen çıkarmış. Bundan, Nihai Atsız'ın, Atatürk ve inönü'ye muarız olduğunu anlıyorum» şeklindeki müteselsilen vaki beyanları da Nihai Atsız'ın ikrarlarını teyit etmekte bulunduğundan, maznunun hükümetin, Büyük Millet Meclisinin, Cumhuriyetin, gençliğin manevi şahsiyetlerini görülmemiş bir küstahlık ve vicdansızlıkla tahkir ettiği sabittir.
ANKARA nümayişi NASIL hazırlanmış?
Nihai Atsız, bazı talebenin profesörlerden Sadreddin Celal'e karşı gösterdikleri müessif hareketleri günü gününe takip ederek bunları mübalağalı bir şekilde Balıkesir'de kardeşi Necdet Sançar'a, en yakın elemanlarından Ankara'da Cemaz Oğuz öcal'a, Erdek'te üsteğmen Alparslan Türkeş'e, Samsun'da Dr. Fethi Tevet'e :
«işte İstanbul Yüksek tahsil gençliğinin Türkçülük faaliyetleri " diye yazmış ve bu vak'alardan tanıdık gençlerin haberdar edilmesini, etrafa yayılmasını işaret etmiştir. Maznunlar arasında bulunan Orhan Şaik Gökyay'ın Ankara'daki mevkiinden bil istifade yaptığı yardım ile «Orhun" mecmuasını neşreden maznun, sırf umumi efkarı, hükumet aleyhine tahrik emeliyle Sayın Başvekilimize hitaben bir açık mektup neşretmiştir.
Ankara'da, Sabahattin Ali tarafından aleyhine neşren hakaretten açılan dava münasebetiyle 24 Nisan 1944 günü Ankara'ya giden Nihai Atsız, kendisinden evvel gelen Reha Oğuz ve hempalarının teşvik ve taraftarlarının propagandası ile toplanan bazı gençler tarafından istasyonda karşılandığı, ilk hamlede Hüseyin Namık Orkun ve Konservatuar Direktörü Orhan Şaik Gökyay ile görüştüğü, kendisini ziyaret edenlere yine Prof. Sadreddin Celal ve Hilmi Ziya hadiselerini tekrarlıyarak: "istanbul gençliği solcu profesör ve talebelere karşı şiddetli bir mücadele açmıştır. Gençlik her zaman kendisini göstermelidir." gibi tahriklere başlamıştır.
Kendisinden evvel Ankara'ya gelen Reha, Kadastro Okulunda gizli bir toplantı tertip etmiş, «Atsız Sabahattin Ali .. Davasında gençliğin Nihai Atsız'a yardım şeklini tesbit etmek istemiş ve tezahürat yapılması fikrini körüklemiştir.
Nümayiş PROGRAMI
2 Mayıs 1944 günü Nihai Atsız, Cemal Oğuz Öcal, Cebbar Şenel. Said Bilgiç bir nümayiş tertibine karar vermişlerdir.
Cebbar Şenel ve Said Bilgiç'in yüksek mektep mümessilleriyle bir toplantı yapmak üzere Dil Tarih Fakültesi talebelerinden arkadaşları Osman Yüksel'i de beraber alarak Samanpazarı'nda toplanmayı kararlaştırarak dağılmışlar, ayni gün öğleden sonra Cebbar Şenel, Said Bilgiç'in idaresinde isimleri tamamen tesbit edilen on beş kadar genç Samanpazarı'nda Set üstündeki parkta toplanarak bir eve gitmişler ve orada gizlice şu esaslar dahilinde nümayişin icrasını tesbit etmişlerdir :
1 Bütün yüksek tahsil talebeleri ikna edilerek bu nümayişe davet ve 3 Mayıs 1944 sabahı okullar muhtelif gruplar halinde Adiiye Sarayının önünde toplanacaklardır. 2 Yaşasın inönü, Yaşasın Türk hakimleri, Yaşasın Türk Milleti, kahrolsun komünistler diye bağırılacak. 3 Hep bir ağızdan istiklal Marşı söylenecek. 4 Bilhassa kız talebeler teşvik edilecek (Zira polisler kızlara dokunamazlarmış) 5 Nümayiş Adiiye Sarayı önünde hitama erecek.
Bu kararı Nihai Atsız'a bildirmek üzere Bayan Nezahat Uran ile birlikte Cebbar Şenel'in Atsız'a gittiği, daima yanınd;:ı bulunan Cemal Oğuz öcal ve ziyaretçilerinden Bayan ülker Kaşlı ile birlikte oturan Nihai Atsız, Cebbar Şenel'i sevinçle karşılayarak : ngel bakalım, anlat, neler kararlaştırdınız?, dediği, maznun Cebbar Şenel'in de eline bir kağıt kalem alarak programı izah edeceği sırada, Bayan ülker Kaşlı'ya dönen Nihai Atsız'ın : «Siz şimdi gayet mahrem bir sırra muttali olacaksınız. Nümayişe iştirak edeceğinize söz verin de, siz de dinleyin, diyerek Bayan ülker Kaşlı'dan mahremiyete riayet edeceğine dair vaad aldıktan sonra, Cebbar Şenel'in izahatını dinleyen maznunun: •Tatbik ederseniz çok iyi bir şey olacak, hayatımın sonuna kadar unutamayacağım ve istanbul'daki gençlere de bildireceğim, şeklinde okşayıcı sözlerle nümayiş yapılmasına yanındakileri iknaa çalıştığı, aynı gece Nihai Atsız ve Cemal Oğuz Öcal'ı evine yemeğe davet eden Hüseyin Namık Orkun, Gazi Terbiye Enstitüsünde öğretmen olmasına ve idarenin muhtemel görülen her türlü talebe nümayişlerini men etmiş bulunmasına rağmen ve bilhassa Cemal Oğuz'un Enstitü'den kaçtığını da bildiği halde : •Cemal, nümayiş nasıl olacak?» diye sorduğu, Cemal Oğuz'un da : •Hocam, bu defaki nümayiş muazzam olacak, binlerce kişiyi iştirak ettireceğiz, demesi üzerine, Hüseyin Namık Orkun'un: «Sabahattin Ali'nin kitapları da yakılacakmış. Bu da iyi bir fikir» diyerek Cemal Oğuz'a bu noktayı da telkin ettiği, 3 Mayıs 1944 sabahı Sabahattin Ali'nin kitaplarından tedarik eden Cemal Oğuz'un bu kitapları Cebbar Şenel'e verdiği, plan mucibince Adiiye Sarayı önünde toplanan kitlenin : «Yaşasın İnönü, Yaşasın Türk hakir.ıleri, Yaşasın Türk Milleti, kahrolsun komünistler.. Diye bağırdıkları, müteakiben maznun Cebbar'ın, Sabahattin Ali'ye ait kitapları yaktığı ve hep bir ağızdan İstiklal marşı söylendikten sonra, ortaya atılan Cemal Oğuz'un : .. Arkadaşlar Ulus Meydanına gideceğiz., deyip Cebbar ile birlikte öne düştüğü, mili marşları söyliyerek Ulus Meydanına gittikleri, mani olmak isteyen polisleri durdurmak maksadiyle tekrar İstiklal Marşma başladıkları, burada elebaşılardan birinin ccbaşvekaletin önüne gidelim.. Demesi üzerine Başvekalet binası önüne gidilerek : «Başvekili , isteriz., diye bağrıştıkları, polisin müdahalesi ile dağıldıkları, maznunlardan Cemal Oğuz, Cebbar Şenel, Said Bilgiç'in ve haklarında ademi takip kararı verilen İstendiyar Barıönü, Osman Yüksel'in birbirini tamamen müeyyit ikrarları, Nihai Atsız'ın müevvel beyanı, aralarında tutulan müvacehe zabıt varakaları, yeminli olarak şahadetlerine müracaat olunan Bayan Nezahat Uran ve ülker Kaşlı'nın şahadetleriyle sabittir.
Muhakemeye tekaddüm eden günlerde Reha tarcıfından tertip olunan Kadastro Okulundaki toplantıda maznun Cemal Oğuz'un, Atsız tarafından kendisine yazılan yukarıda arzettiğimiz Prof. Sadrettin Celal hadisesinden bahseden mektuplarını heyecanla ve toplantıya iştirak edenleri galeyana sevkedecek surette okuyarak, Ankara gençliğini de bu gibi hareketlere alenen teşvik ettiği ve nihayet mahkemeden evvel Samsun'da bulunan Fethi Tevet'e yazdığı dava dosyasına bağlı 21 Nisan 1944 tarihli mektubunda : «Atsız'ın dava için Ankara'ya geldiğinde tezahürat yapacağız... Şeklinde bildirmesiyle iş bu nümayişin Nihai Atsız, Cemal Oğuz Öcal ve Reha Oğuz
Türkkan'ın tahrik ve teşviki, Cebbar Şenel ve Said Bilgiç'in Samanpazarı'nda toplantı tertip ve program tanzim etmesiyle masum gençlerimizin samimi ve milli hislerini alet ederek, emniyeti ihlal edecek şekilde milli menfaatlerimize muhalif hareket ettikleri sabit olmuş bulunmaktadır.
NECDET SANÇAR
Nihai Atsız'ın öz kardeşi olan bu maznun, ilk tahsilini Kadıköy'de, orta ve lise tahsilini istanbul Erkek Lisesi'nde ikmal ederek 1933 senesinde Edebiyat Fakültesinden mezun olmuş, Sivas Muallim Mektebinde, Balıkesir Lisesinde Edebiyat öğretmenliği yapmış, bütün dikkat ve faaliyetini ırkçılık ve turancılık propagandasına hasretmiştir.
Üstteğmen Öğretmen
Dr. Fethi TEVET NECDET SANÇAR
Her sahada kardeşinin sağ kolu olan Necdet, tahkikattaki sarih ikrarında : «Ben ırkçı ve turancıyım. Fikirlerimi arkadaşlarıma, tanıdıklarıma ve talebelerime yerinde anlatırım... Şeklindeki ikrarı ve bunu müeyyet dava dosyasına bağlı kendi el yazısiyle 11.12.1943, 19.2.1943 tarihli mektupları Necdet Sançar'ın daimi ırkçılık tahrikatı altında bulunduklarına dairdir. Balıkesir Lisesi leyli talebelerinden Şeref Özdağ, Said Özgün, Orhan Öker, Ali Vecihi Birler, Bekir Berk, Nazım Yazıcı'nın dava dosyasına bağlanan hal tercüme fişleri ve eski talebelerinden Cavit Büyükakpınar, Azmi Işık, A. Karayel, M. İlkin imzalı mektuplarla daha bir çok okunmayan imzaları havi mektuplar, Necdet'in talebelerine daima ırkçılık ve Turancılık yaptığının bariz delilidir.
ORHAN şaik gökvay
1902 senesinde inebolu'da doğan bu adam, Yüksek Mualim Mektebinde Nihai Atsız'ın sınıf arkadaşıdır. Edirne'de, Malatya'da aynı mekteplerde Nihai Atsız ile birlikte muallimlik yapan Orhan Şaik, 21 Haziran 1939 tarihinde Ankara Devlet Konservatuarı direktörlüğüne tayin edilmiştir.
Irkçılık ve Turancılığın esaslı ve fakat gayet saklı hareket eden elemanlarındandır. Devlet Konservatuarına yerleştikten sonra Nihai Atsız'ın sahibi salahiyet Ankara ajanı olmuştur.
"Orhun" mecmuasının imtiyazını Nihai Atsız'a almağa muvaffak olan maznun bu mecmuada neşredilecek yazıları mecmuanın sarih ilanlarında görüleceği gibi, kontrolüne almış ve çok manidar mektuplarıyla da yapılacak propagandayı esaslı bir şekilde sevk ve idare etmiştir. 20.4.1943 tarihli mektubunda Nihai Atsız'a mecmua Imtiyazının alındığını bildiren ve yazı işleri kontrolünün kendisine bırakılmasını istiyen maznun 5 Mart 1944 tarihli mektubunda : «Açık mektubun hükumet mahatilinde ne tesir yaptığını henüz öğrenemedim. Fakat her halde beğenildiğini zannediyorum. Yalnız herkesin dilinde dolaştığı halde delilleriyle isbat edilerniyecek meselelerden çekin. Her zaman söylediğim gibi, Reha Oğuz ayarında olanlarla bir defa daha broşürleşrnek mevkiinde kalma. Sana yanaşmak isteyenler arasında bu zamana göre Hüseyin Namıklar ve Reha Oğuzlar daima bulunacaktır. Bunlar yarın senin zaafın olacaktır. Karakterleri ve imanları sağlam beş on arkadaş sana kafidir. Mesele, vatan sevgisini ve bu vatanın yalnız Türklere ait olduğunu yayabilmektir. En yakın hadiseler Türkiye'de Türkten gayrisinin dost olmadığını gösteriyor.,
23 Nisan 1944 tarihli mektubunda : «Sen altın yumurttayan tavuğun bütün yumurtalarını almak için onu kesen insana benziyorsun. Onu bu şekilde elden kaçırmak ülküye zarar olmuyor mu? Her taraftan teşvikler görüyorsan, beğeniliyorsan bunların yarısı kendi siyasi ihtiraslarına senden bir faide bulduklarındandır. Bugün inandıkların ve mecmuada yer verdiklerinin arasında kaç tane Reha Oğuz çıkacağını tahmin edemezsin! Sen önde bir bayrak taşıyorsun. Civarına biriken seyirciler arkandan geliyorlar sanıyorsun. Bunların yarıdan çoğu külah peşindedir. Şimdi «Orhun.. Dan mahrum olmakla fikirleri yayacak vasıtayı kaybetmiş oluyorsun... Şeklindeki Nihai Atsız'a vaki telkinleri, Nihai Atsız Sabahattin Ali davasında Ankara nümayişlerinden evvel ve sonra Nihai Atsız'ı evinde misafir ederek onun tahrik ve ırkçı fikirleriyle telkin altında bulundurduğu sabit olmuştur.
Dr. Fethi TEVET
1331 senesinde istanbul'da doğan Fethi "Tevet, Nihai Atsız'ın mecmualarına şiir göndermek suretiyle temasa başlamış ve aralarında sıkı bir münasebet teessüs etmiştir.
Fethi Tevet, Nihai Atsız'la birlikte yürüyen ırkçı ve Turancıdır. Samsun'da karısını sahip göstererek bir dergi neşretmeğe başlamış, bunda tıpkı Nihai Atsız'ın mecmuaları gibi telkinata koyulmuştur.
Bidayette Nihai Atsız ile araları açılan maznunun barışn:ıak için yazdığı 22 Şubat 1939 tarihli mektupta : "Türklük hesabına yapılacak muazzam işler varken ve bunlar da bize düşerken, senden uzak kalarak çalışmaktan geri durmam artık kanıma dokundu ... Diyor.
1943 senesi başlarında Nihai Atsız'la tekrar birleşen maznun, muvazzaf tabip olarak ordu camiasma katıldıktan sonra 1 Mart 1943 tarihli mektubunda küstahça : «Kopuz'un imtiyazını aldık. Mecmua benimdir ve benim idaremdedir. İstediğiniz çıkacak ve olacaktır. Her fedakarlığa katlanıp sert ve sür'atli ilerlemek zorundayız. Azizim, yavaş yavaş pasif yürümekle kalmayalım. Ne yapacaksan yapalım.
Türklük ne vakit kurtulacak? Ya bunu temin edelim, yahut ölelim Ne duruyoruz? Kanım, ailem, babam, her sabah yüzlercesinin kalbini diniediğim Mehmetçikler, ihmalkarl'ık kurbanı Türk halkı bana fedai olmarnı emredecekti, bu daha çok geç olacaktı. Bunu çabuklatan sen olmuşsundur. Rıza Nur'umuz öldükten sonra önümüze düşmek senin vazifendir. Dün bir «Atsıza Yoldaş .. Vardı, bugün bak yolunda kaç kişi varız. Yaşayan senden başka Türkçüler var. Fakat bunlar tarih, dil, edebiyat sahasındaki çalışmalariyle kalacaklar ve daha ileri gidemiyeceklerdir. Hem bunların hemen hepsi alınlarındaki dalkavukluk damgasını silememektedirler... Keza, Kopuz mecmuası için Fethi Tevetoğlu. Tarafından basılmak üzere hazırlanan ve fakat mecmua kapatıldığı için intişar etmeyen «Büyük Atsız Kimdir?» makalesi dava dosyasına bağlıdır.
Maznunun, Nihai Atsız'ın esaslı elemanlarından bulunduğu gerek Nihai Atsız tarafından kendisine yazılan mektuplar ve gerek tahkikattaki (dava dosyası sayf : 258) ifadesinde : "Fethi Tevet'i Atsız Mecmuayı çıkarırken yani 1931 1932 senelerinde yazdığı şiirlerden tanırım. Askeri Tıbbiye'ye girdikten sonra şahsen tanıştık. Benimle aynı fikirdedir. Cumhuriyet, Hükumet, Büyük Millet Meclisi hakkındaki fikirlerimi onunla görüştüm. O da benimle hemfikirdir. Kendisi asker olduğu için muhitindeki genç subaylara ve harbiye stajyerlerine müessir olmağa çalışmaktadır. Fikir sahasında tamamen birleşmiştik. Ben kendisine herhangi bir şekilde hükcımete karşı hareket etmek gibi fikir vermedim. İkimiz de hadiseleri aynı zaviyeden görüyorduk» şeklindeki beyanı, maznunun sarih ikrariyle ırkçılık ve turancılık hareketlerine ordu mensubu olduğu halde ve propaganda yapmak suretiyle siyasi makale neşrederek faaliyet gösterdiği sabittir.
ALPARSLAN TÜRKEŞ
1332 senesinde Kıbrıs'ta Lefkoşe'de doğmuştur. Küçük yaşta asker ocağına iltihak eden Alparslan Türkeş, 1 937/38 senesinde Nihai Atsız'ın pençesine düşmüş ve siyasi faaliyetten tamamen uzak askeri cemaianın temiz havasını bulandırmağa yeltenmiştir.
Atsız'ı gölgede bırakacak derecede ırkçı, turancı ve menfidir.
Tahkikattaki sarih ifadesinde : .. Türkiye'de yalnız Türk soyundan gelenler yaşamalıdır. Bilhassa dev-
ALPARSLAN TÜRKEŞ
Jet mekanizmasına katiyen karışık ırklar getirilmemelidir. Karışıklıklar çıkarsa çok az kalacağımızdan Asyadaki Türklerle birleşmemiz zaruridir» diyor.
Nihai Atsız'a hitaben yazdığı dava dosyasına bağlı 4.4.944 tarihli mektubunda : «Milletin içinde bulunduğu tehlikelerden kurtulması mümkündür. Atsız'ın kılıcından keskin olan kalemi bu işi her halde muvaffakiyetlendirecektir. Kalem kifayet etmezse, o zaman işi silahiara bırakacağız. Türkçülük (yani ırkçılıkturancılık) yolunda ruhumuz, yüreğimiz, kılınçlarımız seninle beraberdir. Ebedi Türk milleti mesut ve şerefli günlere kavuşacak, bütün Türkler bir devlet halinde bir bayrak altında toplanacaklardır» diyen maznun, tahkikatta, bu mektubu hakkında : ccben bu çeşit yazıyı herkese yazarım... Buradaki maksadım sınırdışı Türkleri evvela Atsız'ın Kaleminin yaratacağı muhitle, bu kafi gelmezse o zaman milletçe silaha sarılacağız, diyor.
Nihai Atsız bu maznun hakkında (dava dosyası say : 258) : ccaiparslanı Harp okulunda iken tanıdım. Maltepe Atış Okuluna subay olarak geldi. Ben ona ırkçılık ve turancılık hakkındaki görüşlerimi söyledim. İtimat ettiğim için Meclis, hükumet hakkındaki isnatlarımı da söylemişimdir. O da benim bütün sözlerime iştirak ediyordu. Tamamen turancı ve ırkçıdır. Bana tehlikeli addedilebilecek, yani hükümetin mevcudiyeti ile alakadar elfazı havi mektuplar yazdı. Fikirlerini arkadaşları arasında yaydığım da mektupla bildirmişti.» şeklindeki beyanıyla da maznun subay olduğu halde Teşkilatı Esasiye Kanununun ana vasıflarına muhalif milliyet ve dış emniyeti muhil propaganda yaptığı sabittir.
FAZIL HİSARCIKLI
1933 senesinde Kayseri'de doğmuştur. İlk, orta ve lise tahsilini memleketinde ikmal eden maznun, 1943 senesinde Orman Fakültesinden mezun olarak kısa bir memuriyetten sonra Yedek Subay Okuluna giderek ordu camiasına katılmıştır.
Ordunun tertemiz havasını ırkçılık. Turancılık ve menfi fikirleriyle bulandırmağa çalışan bu maznun da, 1942 senesinde tanıştığı Nihai Atsız'a kısa bir zamanda bağlanarak bidayette neşrettiği mecmualara abone tedarik etmek ve propaganda yapmak suretiyle menfi hareketlerinin esaslı elemanı olmuştur.
Yedek Subay Okulunda Zeki özgür ve hafta tatillerinde Cemal Oğuz öcal ile birleşen maznun, gayelerinin tahakkuku için iş bölümü yaparak teşkilatlı ve planlı bir şekilde çalışmak hususunda onları ikna etmiş ve Nihai Atsız ile Reha Oğuz'un tekrar birleşerek tek cephe ile faaliyetlerinde müessir bir rol oynamıştır.
Tahkikattaki ifadesinde, faaliyetlerini tamamen ketmeden maznun, Nihai Atsız'a hitaben yazdığı dava dosyasına bağlanan 2 Mart 1944 tarihli mektubunda : ..safuoğlu Zeki'nin barışma teklifi hususunda fikrimi soruyorsun. Çok mütehassis oldum. Yedek Subay okulundaki yakın arkadaşlardan dört, beşi ile bu mevzuu üzerinde konuşup mutabık kaldığımızı, Safuoğlu'nun tabii olarak taraftarı bulunduğu bu fikri o toplantıdan sonra daha kuvvetli müdafaa ettiğini biliyorum. Sofuoğlu bizleri de temsil ediyor. Hepimiz elele verip programla ve daha çok daha verimli çalışmalıyız. Anlaşmamız, iş bölümü yapmamız, teşkilatlanmamız lazımdır. " diyen maznun, Nihai Atsız Reha Oğuz Türkkan'ın barışmasını müteakip 1944 senesi Nisan iptidalarında sırf Ankara gençliğini harekette getirmek üzere Ankara'ya giden Reha Oğuz Türkkan'ın Kadastro mektebindeki toplantısına, Zeki Özgür ve Cemal Oğuz'a haber vererek birlikte iştirak etmiş ve Nihai Atsız lehinde yapılacak işlerde faal rol oynamıştır. Bu ve bunu müteakip yapılan gizli toplantılara iştirak eden maznun, daha on kadar arkadaşını da kandırarak imzalattığı 11 Nisan 1944 tarihli mektubunda Nihai Atsız'a : .. Maarif Vekaleti tarafından haksız olarak işten çıkarıldığınız şu günlerde Ankara' daki lise ve üniversiteli Türkçü gençler üzülmemenizi diliyorlar. Hiçbir hadise bizi ülkü yolundan döndüremez. Güz aylarında toplanan Kurultayların engin heyecanını ruhlarımııda yaşatıyoruz,. Demekle tertip ettikleri Kurultay adını verdikleri gizli toplantıları da sarahaten zikretmektedir.
Bu arada fırsat bularak Kayseri'ye giden maznun, orada da genç ve körpe çocuklara telkinlerde bulunmuştur. Yine dava dosyasına bağlı Nihai Atsız'a hitaben yazdığı 17.4.1944 tarihli mektubunda : .. Son hadiseler hepimizi müteessir etti. Bu davanın nasıl insanlara ihtiyacı olduğunu ve nasıl taktik kullanılması gerektiğini ve davanın kazanılması için, davacıların ne kadar sabır, azim, enerji sarfetmesi icabettiğini biliyoruz. Bizler bu yola her şeyi bilerek şuurla çıkmışızdır. Engel olmak isteyenlerin kimler olabileceğini evvelden kestirmişizdir. Bu hususta kıymeti lafa vermediğim için sözümü kesiyorum. Orhan Şaik ve Osman Turan'ın vekalet emrine alınmalarına üzülmekten başka bir şey yapamadım. Başka ne yapabilirdim ki? Allah hepimize sabırl::ır versin. Size dallandırıp, budaklandırdıkları bu kaza geçmiş olsun. İşi biz büyütınediğimiz için size değil, onlara geçmiş olsun. (!)N diyerek teşkilatlı hareket etiklerini ifade etmiş ve aynı mektupta Konya'da, Adana'da, Kayseri' de teşkilata girmelerine ihtimal verdiği bazı kimselere irtibat ve temas vasıtası olarak mecmua ve eserlerinden gönderilmesini rica etmiştir.
Nihai Atsız'ın (dava dosyası sayf: 257) ifadesinde : «Fazıl Hisarcıkir ile gayet iyi tanışırız. Irkçılık ve Turancılık fikir ve faaliyetimiz müşterektirn şeklindeki beyanı; Cemal Oğuz Öcal ve Zeki Özgür'ün bu hususu müeyyet ifadeleriyle maznunun ırkçılık ve Turancılık propaganda ve hareketlerinde bulunduğu sabittir.
REHA OGUZ TÜRKKAN
Tapu ve Kadastro Umum Müdürü Halid Ziya Türkkan'ın oğludur. 1336 senesinde istanbul'da doğmuştur. İlk tahsilini Sen Jorj mektebinde, mütebaki tahsilini sırasıyla Ankara Gazi Lisesinde ve Ankara Hukuk fakültesinde ikmal etmiştir.
A) Faaliyete nasıl başladı?
Ankara Gazi lisesi onuncu sınıfından, yani 1936/ 37 senelerinden itibaren sınıf arkadaşlarına ırkçılık ve Turancılık propagandasına başlıyan maznun, Turandaki Türklerle Türkiye'yi birleştirmek ve yalnız Türk ırkından müteşekkil büyük bir devlet kurmak ve bu gayeye muhalif bulunan ve Türk ırkından olmıyanların elindeki hükümeti devirerek ele almak maksadiyle sınıf arkadaşlarından Cihad Savaşfer, Hikmet Tanyu, Ceyhun Kansu ve Bülent ile anlaşarak «Gürem" adını verdikleri gizli cemiyeti kurdukları, gayelerine ancak ırkçılık ve Turancılık propagandası yaparak beş sene içinde erişeceklerine inanan maznunların sistematik bir şekilde arkadaşlarına telkinata başladıkları, bir müddet sonra maznunlardan Re ha Oğuz Türkka_n 'ın, Ceyhun Kansu'ya usenin aile tarafın çerkesmiş.. Diyerek onu uzaklaştırdığı, bu konuşmadan müteessir olan Bülend'in de ayrılması ile Relıa Oğuz Türkkan, Cilıad Savaşfer ve Hikmet Tanyu'nun birlikte olarak bu uğurda yürümeyi kararlaştırdıkları, 1928 senesinde liseyi ikmal eden maznunların sırf bu maksatla .. Ergenekon,. Mecmuası nı neşrettikleri ve maznun Reha'nın Ankara'da ırkçı ve turancı olarak tanınan Hüseyin Namık Orkun ve çığırın şefi geçinen Nihai Atsız'a giderek, yaşının küçüklüğü sebebiyle, belki kurduğu gizli cemiyete inanmazlar diye : "Biz Atatürk'e ve rejime muhalif bulunan bir şahsın idaresinde ırkçılık ve Turancılığı tahakkuk ettirecek gizli ve kuvvetli bir cemiyete mensubuz, siz de dahil olur musunuz?.. Dediği; Nihai Atsız daima inhisarı altına aldığı şefliği kaçırmak istemediğinden bu fikre yanaşmadığı, her nedense Hüseyin Namık Orkun iltifat ederek : «Mecmuanıza daima yazı veririm» dediği ve bilahare daima telkinatı altında bulundurduğu talebesi amme şahidi Ziya Özkaynak'ı çağırarak rdava dosyası sayf : 282): uziya! Reha Oğuz Türkkan adındaki bir genç .. Ergenekon» adında bir mecmua çıkarıyor. Gayemize uygundur. Ben bu genç ile görüştüm. Sana da adresini vereceğim, git, görüş, anlaş.. Dediği, Reha Oğuz'la iki defa temas eden Ziya özkaynak'ın onun «ırkçı ve Turancı bir hükumet kurmak lazımdır. Bugünkü hükumet hiçbir şey başaramıyor. Biz hükumeti ele almak için gizli bir teşkilat kurduk. Atatürke muhalif bir doktorun idaresindeyiz. Bir çok subaylar cemiyetimize dahildir. Muhafız Alayı ve Sarıkışla subaylarını elde ederek bu kuvvetlerle merkezden ani bir darbeyi hükumet yapacağız. Ecnebi bir hükümetle daima temastayız.
Bize silah ile yardım edecek. Doğru Büyük Millet Meclisine girerek evvela mebusları tevkif edip iktidarı ele alacağız. İşte benim ihtilal için Almcınya' dan getirdiğim zehirli gaz atan tabanca... Diyerek ikı namlulu bir tabanca gösterip; «Sen de gizli cemıyetimize gir" sözü ile karşılaştığı, bu acaib düşünceleri küstahlık telakki eden Ziya Özkaynak'ın, Reha Oğuz Türkkan'a: «senin yaptığın Donkişotluktur!.. Dediği ve hacası Hüseyin Namık'a da vaziyeti anlatarak, böyle bir gizli cemiyete giremeyeceğini bildirdiği, her ne dense fikrinde israr eden Hüseyin Namık Orkun: korkma, bu cemiyete gir. Netice hayırlı olacaktır.. Tarzında ısrarda bulunmuş ise de, Ziya özkaynak'ın girme^ diği, «Ergenekon.. Mecmuasının küstahliğı sebebiyle kapatılması üzerine 10.5.1939 tarihinde «bozkljrt» mecmuasını neşre başlamışlarsa da kısa bir zamanda onun da kapatıldığı.
Kitap SEVENLER KURUMU
Hükumet ve rejime karşı menfiliği bariz bir şekilde mecmualarında tecelli eden Reha Oğuz Türkkan, fesatçı fikirlerini daha iyi maskeleyebilmek gayesiyl'e 1939 senesinde tanınmış şahsiyetlerin samimi alakalarını suistimal ederek, onların nüfuz ve himayesinde merkezi Ankara'da, müessisi kendisi olmak üzere "Kitap Sevenler Kurumu " adındaki cemiyeti vücuda getirdiği, verdiği beyannameye göre, Cemiyetin gayeleri :
Türk inkılabına yarayan altı okun prensiplerini kültür alemimize sokan,
Umumi kültürü yükselten ve ilmi zihniyeti aşılayan,
Münevverde, millete ve gençlikte milletin terakkisi için faydalı duyguların kökleşmesine yarayan,
Çocuklar için tesirli ilmi pedogoji eserlerinin yayımını temin etmek ve bu çeşit eserlerden bir kütüphane vücude getirmek,
Olarak gösterilmişse de, bu gayelerdeki masumiyet ve faidelere ve Kurum'a iyi niyetlerle giren pek maruf ve değerli zevata rağmen, bunların bilgisi dışında olarak maznun Reha Oğuz Türkkan'ın sarih ikrarına nazaran (dava dosyası sayf : 95): «Ben Kitap Sevenler Kurumu'nu ırkçılık ve Turancılık propagandası yapmak ve ugürem, gayelerine uygun bir zemin hazırlamak için ihdas ve nitekim bu gaye ile neşriyata başladım» şeklindeki ikrarı, cemiyeti derhal gayelerine uydurmak ve kalabalık kitleyi kendisine bağlayabilmek için üniversiteliler, liseliler, memurlar, muallimler, serbest meslek kolları diye bir takım propaganda teşkilatı yaparak, kolların başına bu sıralarda tanıştığı ismet Rasin ve Cihad Savaşfer'i getirdiği, istanbul'da bulunan bu elemanlarla, bizzat vücuda getirdiği şifre ile muhabere ederek istanbul'da da bir şube açıp işin mahiyetini bilmeyen bir çok genci bu Kurum'a bağladığı, Nurullah Barıman'ın (dava dosyası sayf: 86). Ureha ile 1939 senesinde Ankara'da tanıştığım zaman beni Kitap Sevenler Kurumu'na götürdü. O gün Turancılık, yani Türk birliğinin kurulması için ne gibi kitaplar neşredileceğini görüştük. Herkes dağıldıktan sonra Reha beni muhtelif kollardan liseler kolu başkanlığına ayırdı ve gayemizin ırkçılık, Turancılık propagandası yapmak olduğunu söyledi. Ben bunun için Bursa'ya da gittim. Mahrem hususatı bize şifre ile bildirdi.» şeklindeki ikrarı,
İs met Tümtürk'ün (dava dosyası sayf: 59): "lrkçılığı ve Turanedığı esaslı şekilde yaymak için teşekkül eden Kitap Sevenler Kurumu'nun hem istanbul şubesi ve hem üniversiteliler Kolu başkanı idim. Reha Oğuz Türkkan ve Nurullah Barıman ile mahrem bazı hususları görüşmek üzere Atatürk'ün yeni harflerle tab olunan nutkundan bir şifre vücuda getirdik ve bu şekilde muhabere ettik» şeklindeki ikrarı,
Hikmet Tanyu ve Hamza Sadi özbek'in bu ikrarları tamamen teyit eden ifadeleri, bilhassa «Gü
REHA OGUZ TÜRKKAN
Remcilerin» remzi olan, Halk Partisinin altı okuna mukabil, bir yay üç okun Kurumun resmi mühürünü teşkil etmesiyle Kitap Sevenler Kurumunun gizli ugürem» cemiyetine vasıta edilerek propagandaya zemin açtığı ve fakat faaliyetinin, parti umdelerini aştığının sezilmesi üzerine, bir taraftan iyi niyetli zevatın ayrılmaları, diğer taraftan Kurum'un Halkevlerine bağlanması üzerine maznun Reha Oğuz Türkkan maksatlarını yalnız ve tamamen gizli faaliyetle elde etmeğe karar vermiştir.
Ugürem» ADLI gizli cemiyet
1940 senesinde Kitap Sevenler Kurumu'nun Halkevlerine ilhakından sonra yalnız gizli faaliyete karar veren maznun Reha Oğuz Türkkan'ın o sıralarda Ankara'da bulunan Nurullah Barıman, Hamza Sadi Özbek ve Hikmet Tanyu'yu evine davet ederek tertip ettiği bir toplantıda : «Artık yapılacak bir iş kalmamıştır. Hükümet gayelerimize uygun hareket etmiyor, fırsat kaçırıyor... Bize de müdahale etti. Cemiyeti lağvetti. Gizli teşkilatla faaliyetimize devamla hükumeti devirmekten başka çare kalmamıştır. Ben programı hazırladım. Gizli cemiyetimiz : «Gürem» dir. Gemiyetimize dört batın Türk olduğunu isbat edenler girer. Merkez Ankara'da olacak, vilayetlerde şubeler kuracağız. Evvelemirde bir mecmua altında toplanalım» diyen Reha Oğuz Türkkan'ın fikirlerini hepsi kabul ederek bu hususlarda ittifak ettikleri, maznun Reha'nın keyfiyeti Cihad Savaşfer'e de bildirerek onun da muvafakatini istihsal ettiği, bidayette bu suretle faaliyete geçen maznunların 1941 senesinde ikinci defa müsaadesini aldıkları «Bozkurt» mecmuası altında toplanarak gizli cemiyetlerini, teşkilat ve gayelerini planlı bir surette tesbit ettikleri, gayelerini :
Gayeleri NE imiş?
Asyadaki esir Türkleri, Türkiye ile birleştirerek saf Türk ırkından müteşekkil bir devlet kurmak.
Bu hususa müsait olmıyan bugünkü Türk hükümetini merkezden ani ve süratli bir hükumet darbesi yaparak kan dökmeksizin yok etmek. Onun yerine ırkçılık ve Turancılığı tahakkuk ettirecek milliyetçi hükumeti kurmak.
Propaganda yaparak gizli cemiyeti Türk ırkından aza ile takviye etmek.
Bütün azalara gayeleri ihtiva eden bir yemin şekli ile merasimle yemin ettirmek, olarak tesbit ettikleri, 1941 senesinde muhtelif idare yerlerinde tabanca, Kur'an ve Türk bayrağı üzerine and içerek dahil olan azalar şunlardır : 1 Kurucu ve şef : Reha Oğuz Türkkan. 2 Yüksek Mühendis Mektebi dördüncü sınıf talebelerinden Muzaffer Eriş, 3 Dahiliye Vekaleti Evrak kalemi memurlarından Hikmet Tanyu, 4 Yüksek Mühendis Mektebi dördüncü sınıf talebelerinden Cihad Savaşfer, 5 Yüksek Mühendis Mektebi dördüncü sınıf talebelerinden Fehiman Altan. 6 Aydın Maliye Tahsil Şefi Hamza Sadi Özbek. 7 Boğaziçi Lisesi talebelerinden Yusuf Kadıgil, 8 Yedek Astteğmen Nurullah Barıman. 9 istanbul Belediye Murakıplarından isınet Tümtürk. 10 Yedek Astteğmen Zeki Özgür'den ibaret oldu.ğu,
Reha Oğuz Türkkan'ın (dava dosyası sayf: 93) : "Türk birliği kurmak gayesiyle Ceyhun Kansu, Cihad Savaşfer, Hikmet Tanyu, Bülent ve ilhan ile anlaşarak bu yolda faaliyette bulunmak üzere ccgürem, adını verdiğimiz gizli cemiyeti kurduk. Bilahare Ceyhun Kansu, Bülent ve ilhan çekildiler. Biz bu maksatla faaliyete geçtik. Ccergenekon, mecmuasını neşrettik. Ben gözümdeki rahatsızlık sebebiyle italya ve Almanya'ya gittiğimde gençlik teşkilatlarıyle temas ettim. Geldikten sonra "Gürem, i Ergenekon mecmuası etrafında topladım. Hüseyin Namık Orkun ve Nihai Atsız'ı da almak istediysem de Hüseyin Namık yalnız yazı verdi.
Ergenekon hükumet tarafından kapatıldı. Bozkurt mecmuasını neşrettik. O da kapatıldı. Kitap Sevenler Kurumu'nu ihdas ettim. Bu suretle ırkçılık ve Turancılığı yayarken yine hükumet müdahale ederek bizi Halkevlerine bağladı. Bundan sonra gizli faaliyete karar vererek Cihad ile benim aramda ötedenberi mevcut ccgürem, i ihya etmeyi düşündüm. Evimde bu sebeple bir toplantı tertip ettim. Nurullah Barıman, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi ve arkadaşı Tahsin Argun geldiler. Teklifi Tahsin Argun'dan gayri diğerleri kabul etti. Hatta Hamza Sadi, bir kısmımızın Türkistan'da ayaklanma çıkarmak üzere oraya gitmesini teklif etti. Bilahare teşkilatımız propagandalarımızia genişledi ve nihayet gizli ittifakımıza Nurullah Barıman, ismet Tümtürk, Cihad Savaşfer, Hamza Sadi Özbek, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Zeki Özgür, Hikmet Tanyu da dahil oldu. Bir çok toplantı yaptık. Ccgürem, e girmek için : a) Türk ırkından olmak, ırkçı ve Turancı fikirlere inanmak ve teşkilatın teklif edeceği vazifeyi kabul etmek. B) Yemin etmek lazımdı. Yemin şeklini Nurullah Barıman'la daktilo ile yazılmış iki sahife halinde tesbit ettik. Bıçak, yahut tabanca, Kur'an ve harita üzerine el koyarak icra edilecekti. Ben Yusuf Kadıgil'e Bozkurt idarehanesinde, Fehiman Altan'a Büyükada'daki evimizde yemin ettirdim. Diğer üyelere Nurullah Barıman ve Cihad Savaşfer yemin ettirmiştir.» şeklindeki ikrarı.
Cihad Savaşfer'in (dava dosyası sayf: 58) .. Reha bana Turandaki Türklerin Türkiye ile birleştirilerek ırka müstenit bir hükmet kurulmasını muhtelif şekillerde anlatarak beni ikna etti. Bidayette aramıza Ceyhun Kansu ve Bülent'i de alarak bir teşkilat kurduk. Gayemiz bu teşkilatı kuvvetlendirip hükumeti devirmek ve Reha'nın şefliği altında Turancılığa müstenit bir hükumet kurmaktı. Reha bir aralık gözündeki rahatsızlık sebebiyel italya ve Almanya'ya gitti. Orada propaganda ve gençlik teşkilatlarını dolaşmış. Gelirken de, yapacağımız ihtilalde kulanılmak üzere zehirli gaz atan iki namlulu bir tabanca getirdi ki, bunu ben gördüm. Neşrettiğimiz Ergenekon mecmuası kapandıktan sonra Bozkurt mecmuasını neşrederek ırkçılık ve Turancılık propagandasına başladık. Bu mecmua da kapatılınca Reha Oğuz Türkkan aynı maksatla Kitap Sevenler Kurumu'nu tesis etti. Bu da kısa bir zamanda Halkevlerine ilhak edilince Reha Oğuz Türkkan, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi özbek, ismet Tümtürk, Nurullah Barıman, bilahare Yüksek Mühendis Mektebindeki sınıf arkadaşlarından Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Boğaziçi Lisesi talebelerinden Yusuf Kadıgil, Turandaki Türkleri kurtarıp Türkiye ile birleştirerek büyük bir Türk devleti vücuda getirmek, bunun başına halis Türk ırkından bir hükumet kurmak, bizim bu fikirlerimize müzahir olmıyacak olan bugünkü hükmeti kan dökmeden merkezden sür'atli ve ani bir hükümet darbesi yaparak devirmek için gizli «Gürem.. Cemiyetini kurduk. Bir çok toplantılar yaptık. Bu cemiyete yeminle giriliyordu. Ben Nurullah Barıman ile birlikte Muzaffer Eriş'e, Reha Oğuz ile birlikte Yusuf Kadıgil ve Fehiman Altan'a bir masa üzerine bayrak, Kur'an, harita ve tabanca konularak yemin ettirdim. Yemini Reha Oğuz Türkkan ile Nurullah Barıman hazırlamış ve daktilo ile yazılmıştı. Aşağı yukarı gayeleri ihtiva etmekte ve yakalanma halinde kat'iyen teşkilatın ele verilmeyeceği yazılı bulunmakta idi.
Gizli cemiyet şimdilik mensubine matbaada iş veriyordu." şeklindeki ikrarı ve bunu teyit eden dava dosyasına bağlı hatıra defterinin birinci sahifesindeki : «Ankara Gazi Lisesi onuncu sınıfında Oğuz'la tanışmaklığım benim bir çok hadiselerde rol oynarnama sebep olduğu gibi, hayatımı yeknesak gidişten kurtardı. Ceyhun'un ayrılmasına çok üzüldüm. Ya o yemin etmenin insanı baştan aşağı titreten büyüleyici tesiri. .." şeklindeki muhtıra.
Ve yine Muzaffer Eriş'in (dava dosyası sayf : 72): «Yüksek Mühendis Mektebinde sınıf arkadaşım Cihad Savaşfer ile iyi ahbaptım. Daima Türkçülük. Ve ırkçılık üzerinde konuşurduk. 1941 senesinde bir gün bana : «Seni de gizli cemiyetimize alıyoruz. Ankara'da bir merkezimiz var. Bizi orası idare ediyor. " dedi. Bir gün birlikte Bozkurt mecmuası idarehanesine gittik. Nurullah Barıman, Cihad Savaşfer ve ben bir masaya oturduk. Bana, gayemizin Asya'daki Türkleri kurtarıp Türkiye ile birleştirerek saf Türk ırkından bir hükumet kurmak ve bu gayeye müzahir olmıyan bugünkü hükumeti, merkezden kan dökmeksizin ani bir hükümet darbesi yaparak elde etmek, yakalanma halinde gayeleri de kat'iyen söylememekliğimi ihtiva eden bir kağıdı Nurullah Barıman kelime kelime okudu. Ben de bir elimi masanın üzerinde hazırlanan bayrak, Kur'an ve otomatik tabanca üzerine koyarak yemin ettim. Şimdilik mecmua idarehanesinde hizmet edebileceğimizi, ilerde hakiki gayeler üzerinde vazife verileceğini söylediler... Şeklindeki ikrarı.
İsmet Tümtürk'ün (dava dosyası sayf: 64) : «Yeryüzünde yirmi milyonluk küçük kütleler artık tutunamaz. Bu sebeble halis Türkleri birleştirmek, Türk ırkından bir devlet kurmak lazımdır. Ben fikirlerimi kuvvetli olduğunu zannettiğim kalemimle ve şifahen yayarım. Reha da benim ile aynı fikirde olduğu için tanıştık. Kitap Sevenler Kurumu'na girdim. Beni, Reha Oğuz Türkkan Kurum'un üniversiteliler Kolu Başkanı tayin etti. Kurum'un gayesini de ırkçılık ve turancılığı yaymak olarak biliyordum. Reha ile aramızda mahrem hususları görüşmek üzere nutkun yeni harflerle basılışını şifre olarak kullanıyorduk. Kurum'un Haklevierine bağlandığını ve eşyaları kaçırmaklığımızı Reha şifre ile bildirdi. Kitap Sevenler Kurum'u dağıldıktan sonra ben, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi özbek, Cihad Savaşfer, Muzaffer Eriş aynı gayeler üzerinde sistematik bir şekilde ırkçılık ve turancılığı yayınağı kararlaştırdık ve çıkardığımız «Bozkurt.. Mecmuası etrafında toplandık. Bir çok defalar toplantılarak yaparak faaliyetlerimiz üzerinde konuştuk.
KURULTAY ANAYASASI
Türkiye ve hariçteki turancıları dağınık vaziyetten kurtarıp birleştirmek ve Rusya'ya karşı icabında harekete geçmek için bir Kurultay Anayasası tanzim ettim. Bundan bir nüsha Nurullah Barıman'a vermiştim. (Dava dosyasına bağlanan Kurultay Anayasasının esasları şudur) :
Türkiye'de turancılık ve ırkçılığı, kat'i zaferine kadar Türklüğü kurtarıp yükseltmek vazifesini Kurultay üzerine almıştır. Bu oluncaya kadar her işte en üstün kurul budur.
Kurultay'a üye olmak için öz Türk olmalı ve Türklük için yapabileceği fedakarlığa hudut bulunmamalıdır.
Gaye için yapılmayacak iş yoktur.
Bir fırsat zuhurunda teşekkül edecek Türkistan birliğine modern bir Anayasa hazırladım ki, arama neticesi üzerimde bulunan Anayasa odur. (Dava dosyasına bağlanan bu Anayasada acayip bir devlet idaresi ihdas ile yanlız ırka kıymet verilmektedir) şeklindeki ikrarı, diğer maznun Nurullah Barıman, Hik met Tanyu, Hamza özbek, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Zeki Sofuoğlu Özgür'ün bu ifadeleri tamamen teyit eden sarih ikrarları, amme şahidi olarak yeminle dinlenen Tahsin Argun ve Ziya Özkaynak'ın şalıadetleri, aralarındaki muhaberat ve bilhassa mevkuf bulunan maznunlardan Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşter ve Muzaffer Eriş'in ihtilattan men kararına rağmen, Cihad Savaşter'in tanzim ve diğer maznunlara gönderrneğe muvaffak olduğu dava dosyasına bağlanan mors alfabesine benzer işaretlerle ve duvarlara vurmak suretiyle yaptıkları muhaberede Reha Oğuz Türkkan'ın bitişik odada bulunan Muzaffer Eriş'in duvarına vurarak (Muzaffer Eriş'in dava dosyası sayf: 176 ifadesine nazaran) :
İşaretlerle MUHABERE!
"Ne şekilde ifade verdin diye sordu. Ben de gizli cemiyet kurduğumuzu, yemin ettiğimizi, hükumeti devirmek istediğimizi söyledim. Canı sıkıldı. Bunları söylemiyeydin, saklasaydın dedi ve müteakiben yine duvarı vurarak : •Bir mektup hazırlıyorum.
Bunu dışarıdaki musluğun altına koyacağım, al oku, sonra Cihad'a aynı şekilde ver.. Dedi. Aldım.. Bu ka!İıtda, ifadeleri tevil edin, değiştirmeye çalışın diye yazıyordu. Ben de bunu okuduktan sonra yerine bıraktım, şeklindeki itirafı ve keza Muzaffer Eriş'le aynı odada kalması sebebiyle mors alfabesine muttali olan, bütün bu görüşmeleri dinleyen diğer bir suçtan mevkuf amme şahidi Hüseyin Yalçınlar'ın şehadeti, bu hususa dair 9.7.1944 tarihli zabıt varakasıyle ınaznunlardan Reha Oğuz Türkkan'ın şeffiği altında on maznunun merkezden ani bir darbe ile hükumeti devirrneğe matuf yeminli gizli cemiyet kurdukları, ırkçılık, turancılık propagandası yaptıkları sabit olmuştur.
Hüseyin NAMIK ORKUN
Gazi Terbiye Enstitüsünde tarih öğretmeni olan bu maznun, ırkçı ve turancılardan olup, etrafa ve bu arada talebesi Ziya Özkaynak, Cemal Oğuz Öcal ve Reha Oğuz Türkkan'a her fırsatta aynı fikirleri telkinden ve bu harekette ön safta faaliyet gösteren Reha Oğuz ile Nihai Atsız arasındaki şahsi anlaşmazlıkları bertaraf etmeği kendisine bir iş edinmekten farig olmamıştır. Tahkikatta «benim gizli cemiyet ile alaka ve malumatım yok, dediği halde, dava dosyasına bağlı olup, Nihai Atsız'a hitaben yazdığı 21.4.1943 tarihli mektubunda :
"Reha, beni çıkardığım broşürden dolayı tehdit ediyor, mahkemeye verecekmiş. Şayet böyle bir şey yaparsa, mahkemede gizli cemiyeti bütün teferruatıyle ortaya döküp rezil edeceğim." diye yazması, ırkçı ve turancı hareketleri ile yakından ilgili olduğunu ve bu hareketi geriden idare ederek nazım rol oynadığının bariz delilidir.
DR. HASAN ferid CANSEVER
1891 senesinde istanbul'da doğmuştur. İfadesine nazaran, 1326 senesinde henüz Tıbbiye taleb.esi iken Türklerin ilmi, içtimai ve iktisadi seviyelerinin yükselmesi ve milli varlıklarını şuurlu bir tarzda hissetmeleri gayesiyle kurulan Türk Ocaklarının uzun müddet katib-i umumifiğini yapmıştır. Ocakların lağvı üzerine uzun bir sükunet devresi geçiren doktor, çok sıkı münasebet tesis ettiği Prof. Zeki Velidi'nin harple başlayan siyasi ihtirasları karşısında kendisini zabt edememiş ve onunla birlikte atürk Vurdu " mecmuasını neşre başlamış ise de, hadiselerin gayelerine engel olacak şekilde cereyanı sebebiyle neşriyatını durdurmuştur.
Yapılan arama neticesi üzerinde taşıdığı cüzdanından ve muayenehanesinde zuhur eden Zeki Velidi Togan'dan aldığını bildirdiği "Tutsak Türk il ve Uluslarının Temsil Komitesi^ ve ««Tutsak Türk ilieri Birliği — Dilekler^ isimlerini taşıyan vesikalar, Zeki Velidi Togan'ın faaliyetlerine bigane kalmadığının delilidir.
Memlekette her yenifiği bir masonluk addeden doktar, bir taraftan uatak» diye tavsif ettiği Nihai Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve arkadaşlarına doğru itidal tavsiye ederek de kontroldan geri kalmamıştır.
ATSIZ REHA OGUZ ihtilafı NE imiş?
Hakikatta paylaşamadıkları şeflik yüzünden, Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan'ın birbirlerine ırki isnatlarda bulunarak içyüzleri hakkında ahesap Ve-
Riyoruz! "• "Hesap Böyle Verilir! " gibi yazılar neşrettikleri sırada, ırkçı ve turancı faaliyetleri planlı bir surette idare edenlerin, yani Zeki Velidi, Hüseyin Na-
İsmet tümtürk HASAN ferid CANSEVER
Mık Orkun, Hasan Ferid Cansever'in son zamanlarda bu iki grubu birleştirmek, bir kuvvet olarak kendilerini hissettirmek lüzumunu duyduklarını görüyoruz.
Maznun Zeki Velidi Togan'ın Reha'ya hitaben yazdığı dava dosyasına bağlı 10.1.1943 tarihli mektubunda : «Azizim Oğuz, Yurt ve Dünya'nın son nüshalarını gördün. Dediklerime bakmadın. Düşmanın eline bir fırsat verdin. Nihai de sana tahsis edilmiş bir risale çıkarıyor. İşte durup dururken bu meseleleri çıkardın. Türkçülerle kat'i suretle münakaşayı kesmeni rica ederim. Düşman çok, onlarla uğraşınız. İşte Pertev Boratav, Adnan vesaire... Çınaraltıcılara da gittim. Dava filan çıkarmamalarını rica ettim.» diyor.
Keza, Hüseyin Namık Orkun'un Atsız'a hitaben yazdığı dava dosyasına bağlı 3 Şubat 1943 tarihli mektubunda : aatsız'ın Reha gibi bir çocuğa cevap vermesini arzu etmiyorum. B.u münakaşalar iyi tesir hasıl etmez. Bu sebepten Reha'nın terbiyesizliğine ve küstahlığına aldırış etmeyin. Düşmanların eline silah verilmemesini istemekteyim. Merhum Rıza Nur Bey bu çocuk hakkında çok iyi teşhis koymuş, ittihatçıların Sadık Efendisi olduğunu yazmıştı.» şeklindeki mektupları, bilhassa barıştırmayı aklına koyan Zeki özgür'ün istanbul'a gelmeden evvel uğradığı Hüseyin Namık Orkun, Prof. Remzi Oğuz Arık'ın öğüt ve tavsiye mektuplarını alarak istanbula geldiği, ilk defa Dr. Hasan Ferid Cansever'i ziyarek ederek Remzi Oğuz Arık tarafından gönderilen mektubu vererek onun da barışmanın elzemliğine dair mütalaasını alıp Zeki Velidi Togan'a gittiği, esasen bu maksat için çırpınan Zeki Velidi Togan'ın : aderhal arkadaşları bizim eve davet ederek toplıyalım.. Deyip 7 Mart 1944 günü Dr. Hasan Ferid Cansever, Nihai Atsız, Mehmed Külahlıoğlu, Necdet Özgelen Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşfer, Muzaffer Eriş, Zeki özgür, ismet Tümtürk, Zeki Velidi Togan'ın Beyazıt'taki evinde toplandıkları, Örfi idare mıntıkasında resmi makamlara maigmat verilmeden yapılan ve saatlerce devam eden bu gizli toplantının Zeki Velidi Togan ve Dr. Hasan Ferid Cansever tarafından idare edildiği, Reha Oğuz Türkkan, Nihai Atsız ve ismet Tümtürk arasındaki münazaa Hasan Ferid Cansever'in "Bozkurt.. Mecmuası imtiyazını üzerine almasiyle hal edilerek, ülküyü aynı ölçüde yayınlamak ve firiksiyonl;ıra sebebiyet vermemek için Zeki Velidi Togan'ın (d yazısiyle, (dava dosyasına bağlı) dört maddelik lıir anlaşma tanzim ve hazır bulunanlar tarafından imza edildiği, maznunların sarih ikrarları, yazılı ve imzalı anlaşmanın mevcudiyeti, hepsini bir arada gösteren fotoğraf ile tesbit edilmiştir.
Saim BAYRAK
Düzce'li 1331 doğumlu olan bu maznunun Ankara'da vuku bulan nümayişleri takip ettikten sonra Samanpazarında Kavaklıdere meyhanesine giderek şarap içip Hüseyin Tavukçu, Hamid Elmas ve Bayram adındaki gençlerin yanına giderek Hüseyin Tavukçunun yakasından tutup : "Sen genç misin? Gençliğini göster, bu gün gençleri poliser yakaladı, bir talebeyi de alçak, namussuz polisler vurdu. Fakat ayın dokuzundaki muhakeme esnasında hepsi cezasını görecek, iki yüz kişi ile beraber isyan çıkaracağım... Dediği, ayrıca sayın Reisicumhurumuza gıyaplarında tecavüzde bulunduğu ve Emniyet kuvvetlerini tahkir ettiği, maznunun müevvelen vaki beyanı, amme şahitlerinden Hüseyin Tavukçu, Harnit Elmas ve Bayram Karagöz'ün şahadetleriyle sabittir.
Hülasa : Dünya yüzünde ve tarih boyunca kimin kaçıncı batında nasıl bir tesalüple hangi eecllerden geldiğini tayine imkan olmadığı gibi; dili, vicdanı ve irfanı ile birbirine kaynamış milli fertleri birbirinden ayırmak ta kabil değildir.
Kökleri pek derin tarihi varlığında olan ve siyasi bir birlik teşkil eden millet içinde hiç bir esasa dayanmayan ırkçılık nazariyesini tatbike kalkmak, hakikatte millete nifak ve tefrika tohumu yaymak değil midir?
Bunlar memlekette hizmetleriyle, liyakatleriyle yer alan her kıymeti lekelemek yolunu tutmuşlardır. Kendi aralarında bile bozuştukları zaman birbirlerine ırki isnatlar yapmaktan çekinmemişlerdir. Bunlar, nifak ve fesadı siyasi bir vasıta olarak kullanıyorlar. Aylı Kurt'ları, ırk nazariyeleri ve hayali futuhatlariyle birer faşist taklitçilerden başka bir şey değildirler.
Irkçılık ve Turancılık gayeleriyle açtıkları müfrit milliyetpervelik bayrağı etrafına görgüsüz, tecrübesiz ve heyecanlı gençleri toplamak ve gitgide genişleyen telkinleriyle taraftarlarını arttırmak, nihayet hükumeti devirerek iktidarı ellerine almak istemişlerdir. Bu suretle milli ve vatani hiyanetleri sabit olan:
İstenen CEZALAR
Prof. Zeki Velidi Togan'ın teşebbüsüyle 1941 senesi Temmuz ayında halen Almanya'dabulunan Bayan Nuriman Karadağlı'nın Taksim'deki apartmanında, Almanyanın yanında harbe girmeyen hükumetimizi ani bir darba ile devirmek üzere hususi merasimle yemin ederek gizli cemiyet kurmak suretiyle ittifak eden ve faaliyetlerine muhtelif şekillerde, yakalanıncaya kadar devam eden maznunlardan Prof. Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşter, Hamza Sadi Özbek, Nurullah Barıman'ın Türk Ceza Kanununun 171 ci maddesinin 2 ci fıkrasına tevfikan,
Aynı maksatlarla hükumeti yine merkezden ani bir darbe ile devirmek için hususi merasimle yemin etmek suretiyle gizli ugürem» adını verdikleri Gerniyeti esaslı bir surette 1941 senesi sonlarında teşkil eden ve faaliyetlerine yakalanıncaya kadar devam eden Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşfer, Muzaffer Eriş, Zeki Özgür, ismet Tamtürk, Hikmet Tanyu, Nurullah Barıman, Fehiman Altan, Hamza Sadi Özbek, Yusuf Kadıgil haklarında Türk Ceza Kanununun 171 ci maddesinin 2 ci fıkrasına tevfikan.
Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun 88 ci maddesinin : ..Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk itlak olunur." şeklindeki ırk tefrikini açıkca reddeden hükmüne rağmen ırkçılık ve turancılık propagandası yaptıkları sabit olan : Prof. Zeki Velidi Togan, Dr. Hasan Ferid Cansever, Hüseyin Namık Orkun, Nihai Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Barıman, Zeki Özgür, Cihad Savaşfer, Muzaffer Eriş, Hamza Sadi Özbek, Necdet Sançar, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Fazıl Hisarcıklı, Saim Bayrak, ismet Tümtürk'ün Ceza Kanununun 142 ci maddesine tevfikan cezalandırılmaları, aynı fiili ordu mensubini bulunduğu halde ordu dahilinde izinsiz mecmua neşrederek ve siyasi makale yazarak işiemek cüretinde bulunan Dr. Üstteğmen Fethi Tevet'le, üstteğmen Alparslan Türkeş'in Askeri Ceza Kanununun 148 ci maddesine tevfikan ve hareketlerinin vahameti sebebiyle ayni kanunun 32 ci maddesi nazara alınarak,
Bu fiili ordu mensupianna karşı işleyen Nihai Atsız hakkında da Askeri Ceza Kanununun 148 ci maddesi nazara alınmak,
Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Cihad Savaşfer, Muzaffer Eriş, Nurullah Barıman, Hamza Sadi özbek, ismet Tümtürk, Zeki Özgür, Hikmet Tanyu'nun aynı kasdi cürmilerle işlenmiş müteaddit fiilıerinden dolayı tayin olunacak cezalarının Türk Ceza Kanunun 70 ci maddesine tevfikan içtimaı,
Nihai Atsız'ın şahadet ve vesaik ile sabit olan hükümetin, Büyük Millet Meclisinin manevi şahsiyetlerini alenen ve çok ağır bir surette tahkirden dolayı Türk Ceza Kanununun 159 cu maddesine tevfikan,
Nümayiş tertip, tanzim ve tatbik ederek hükumet merkezinde dahili ve harici emniyeti ihlal edici hareketlerde bulunmak suretiyle, milli menfaatlere zarar veren maznun Nihai Atsız, Cemal Oğuz öcal, Cebbar Şenel, Said Bilgiç'in Türk Ceza Kanununun 161 ci maddesine tevfikan cezalarının tayini ve bu suretle aynı kasıtlarla müteaddit fiiller işleyen maznun Nihai Atsız hakkında aynı kanunun 70 ci maddesi hükmünün nazara alınması,
.. Sayın Reisicumhurumuzun gıyaplarında tecavüzatat bulunan, devletin emniyet kuvvetlerini tahkir eden diğer maznun Saim Bayrak hakkında Türk Ceza Kanununun 1 58/2, 159, 70 ci maddeleri hükmünün tatbiki suretiyle cezalandırılmalarına, gayri mevkuf maznunlardan Yusuf Kadıgil'in tevkifine, duruşmanın 7/9/1944 tarihine rastlayan Perşembe günü saat onda Komutanlık Bir Numaralı. Örfi idare mahkemesinde yapılmak üzere son tahkikatın açılmasına ve halen Almanya'da bulunan Nuriman Karadağlı, kocası Ahmed Karadağlı ve ikametgahı tesbit edilemeyen Heybetullah haklarındaki davanın tefrikine karar verdim...
İtiraf -ı Zünub
Son tahkikat kararı aynen budur. Fakat ne garip tecellidir ki, ırkçılık Turancılık adı verilen Milliyetçilik düşmanı bu davanın ilk tahkikat hakimliğini yapan, tertemiz memleket eviatiarına o korkunç işkenceleri layık gören çeteye dahil olan ve şu yukarıdaki, bizzat okuduğu uzun iddianamesiyle davaya bambaşka bir şekil veren, hepsinin üstünde bu milleti ve bu memleketi bir kara sevda hummasiyle sevmekten gayrı suçu olmayan gerçek milliyetçilere «Vatan haini .. Diyebilen bu savcı Kazım Alöç, 1967 yılında bir istanbul gazetesinde yayınladığı «ifşa Ediyorum!. ..,. Başlıklı yazı serisinde : «Şunu hemen belirtmek isterim ki, o zaman Nihai Atsız'ın, bahis konusu yazıda sayıp döktüğü komünist sanığı isimler üzerinde, ilgililer durmak lüzumunu göstermedi. Halbuki bir kaç sene sonra bu isimler etrafında çok şeyler tesbit etti.
Mesela : 1946 yılında, Komünist Partisi tahkikatı sırasında «Yurt ve Dünya.. Dergisinin Komünist Partisi kontrolü altında neşriyat yaptığı tesbit edildi. Hatta 1946 yılında Esat Adil Müstecabioğlu ve Dr. Şefik Hüsnü Değmer'in evlerinde, işyerlerinde, partilerinde ve üzerlerinde yapılan aramalar neticesi, elde edilen vesikalar da Sabahattin Ali'nin gizli komünist teşkilatıyla irtibatını ortaya koydu 40, diyerek 1944 deki büyük ve korkunç gafleti kabulle, bu gafletten kimlerin istifade ettiğini itiraf etmiştir.
Sabahattin ali'yi vali lütfi KIRDAR
tahliye etmiş!
Ve yine Kazım Alöç'ün itirafına göre, 1944 de mel'anetleri üzerinde durulmak lüzumu hissedilmeyen bu komünistlerden Sabahattin Ali, bakınız daha sonraki yıllarda da nasıl himaye edilmiştir.
1946 yılında yapılan, gizli komünist partisi tahkikatı sırasında ani olarak yakalanan ve bu ani yakalanış dolayısiyle üzerinde bulunan not defterini saklamaya imkan ve fırsat bulamayan Sabahattin Ali'nin ele geçen bu defteri hakkında Kazım Alöç 1967 de şunları yazıyor :
.. Emniyet Müdürlüğünde üstü aranınca, bu defterin ele geçmesi, Sabahattin Ali'nin sapsarı kesilmesine sebep oldu. Defteri inceledik. İçinde çok önemli notlar vardı ve bu notların neler olduğunu bugün bile açıklamak yerinde olmayacaktır."
Üzerinde böylesine korkunç vesikalar bulunan ve Komünist Partisi ile irtibatı sabit olan bu vatan haininin aynı tahkikat sırasında gördüğü muamele o devrin bir başka yüz karasıdır!. ..
İnanılması GÜÇ OLAN KORKUNÇ bir ifşaall
Inanılması pek güç olan şu korkunç ifşaata bakınız! Savcı Kazım Alöç « ifşa Ediyorum!" başlıklı yazı serisinde diyor ki :
40 Bkz: Kazım Alöç. İfşa Ediyorum! Yeni Gazete 13 Mayıs 1967. Sayı : 865.
«Sabahattin Ali'yi, sabaha karşı uykudan uyandırıp sorguya çekmemizden iki gün sonraydı. Tekrar Emniyet Müdürlüğü siyasi kısmina geldim ve saat dokuz sıralarında nöbetçi memurlara, Sabahattin Ali' yi getirmelerini bildirdim. Hem de :
Tahmin ederim, verdiğimiz direktiflere göre kimse ile temas ettirilmemiştir. Buna azami dikkat etmelisiniz. Diye işin önemini tekrarlamıştım. Memurların cevabı beni şaşırttı :
Efendim, Harndi Bey sizinle bu mevzuda görüşecek... Diyorlardı. Kısa bir süre sonra Harndi Bey geldi ve Sabahattin Ali için söyledikleri, beni büsbütün hayretlere düşürdü :
Efendim, dün akşam Vali bey, Sabahattin Ali'yi tahliye etti! Emniyet Müdürü, zatıalinizle görüşecek.
Sıkı Yönetim Komutanlığının tevkif ettiği bir şahsı, Vali'nin nasıl olup da tahliye edebileceğini bir türlü aklım alınıyordu.
Çok geçmeden Emniyet Müdürü ile karşı karşıyaydık. Şöyle izah ediyordu :
Vali Lütfi Kırdar Bey, dün gece telefon etti ve acele olarak Sabahattin Ali'yi makamına istedi. Gönderdim. Bir müddet sonra da tahliyesini istediler.
Beyefendi bundan Sıkı Yönetim Komutanı'nın haberi var mı?
Kazım Bey, hiç bir şey bilmiyorum.
Telefonla Komutanı aradım. Emniyet Müdürü Ahmet Demir, yardımcısı Alaattin Eriş, ile beraber olduğumuz odada Komutanla aramızda şu konuşma cereyan etti :
Sayın generalim, Sabahattin Ali, Vali Bey tarafından tahliye edilmiştir. Bunun hakkında bir emir veya bilgileriniz var mıdır?
Hayır, böyle bir şeyden haberim yok. O, ne karışmış bu işe?
Her halde bilgi vermeye geleceklerdir sayın Korgeneralim, bir hususu daha belirtmek isterim. Sabahattin Ali'nin Komünist Partisi ile irtibatı memleket için tehlike teşkil edebilecek yönleriyle tesbit edilmiştir.
Kazım, bu mevzu ile hemen alakalanır, seninle görüşürüm.
Emniyet Müdürü ve yardımcısının bu tahliye hakkında bildikleri de benimkinden fazla değildi. Sebebin öğrenilmesini beklemek üzere dağıldık. Ben, Birinci Şube Müdürünün odasında kalmıştım. İki saat kadar çalıştım. Derken kapı vuruldu. İçeriye Sıkı Yönetim Komutanlığı ikinci Şube Müdürü merhum emekli hakim General Cevdet Erkurt ile Komutanlık istihbarat Şube Müdürü Hilmi Ayata ve jandarma müşaviri yarbay Haydar Bey girdi. General Erkurt, o zaman Albay idi.
Vali BEY ile NE KONUŞTUNUZ?
Aynı gün, Hakkı Atıl ziyaretime gelmişti. O tarihte Binbaşıydı. Sonra Kurmay Albaylıktan emekliye ayrıldı. Hakkı Bey ile Müdüriyet'ten beraberce çıktık. Yolda hem sohbet ediyor, hem yan yana yürüyorduk. Sohbet esnasında, farkına varmadan Sirkeci garının önüne gelmiştik Derken yanı başımda biri peyda oldu. Evet, Sabahattin Ali idi.
Efendim, affedersiniz beni Vali Bey tahliye etti... Dedi. Size veda edemedim, acele oldu ... Diye de sözlerine ekliyordu.
Ne tarafa böyle? Diye sordum. Aynı istikamete gidiyormuşuz. Bir dolmuş taksisinin arkasına üçümüz, yan yana bindik. İçimde, zihnimi kurcalayan bir sual vardı. Bir sırasını bulup, sordum :
Vali Bey ile ne konuştunuz, kuzum?
Vali Bey, «Marka Paşa.. Mecmuasının haftalık kazaneını sordu. Ben de bin liraya yakın olduğunu bildirdim. Bunun üzerine, neşriyatınızı Demokrat Parti aleyhine tevcih ederseniz, size haftada bin beş yüz, lira verdiririm ve derhal tahliye ederim... Dediler. Ben de düşünmek için fırsat istedim. Emniyet Müdürlüğüne beni tahliye etmeleri için telefon ettiler ve çıktım... Diye anlattı.» 41.
Kazım Alöç'ün itirafına göre, Sabahattin Ali, o yıllardaki istanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar'ın emriyle işte böyle tahliye edilmiş!...
Garip bir tecelli
Gizli Komünist Partisi ile irtibatı olan ve yakalandığında üzerinde bulunan defterdeki korkunç notların açıklanması memleket menfaatleri bakımından beş yıl evvel zararlı görülen Sabahattin Ali'yi, Demokrat Parti aleyhine neşriyat yapmak şartiyle CHP çıkarları uğruna beslerneyi taahhütle tahliye eden bu istanbul Valisi Dr. Lütfi Kırdar, ne gariptir ki, daha sonraki yıllarda Demokrat Parti'ye girip istanbul milletvekili olmuş, gaafil Demokratlar bu adamı partilerine kabul ettikleri gibi, üstelik kendisini hükümete alarak Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı yapmışlardır. Bilindiği gibi, Yassıada'da ölen bu Lütfi Kırdar'ın cenaze merasimi, türlü hadiselere sebep olmuş ve bu hadiseler dolayısiyle pek çok kimse tevkif edilmiştir!
Bkz : Kazım Alöç'ün adı geçen yazısı.
Vatana ihaneti, yapılan tahkikat sırasında bütün dehşetiyle meydana çıkan Sabahattin Ali'yi böylesine himaye eden Vali Lütfi Kırdar bu akıllara durgunluk veren cesareti nereden ve kimden almıştır?
Başvekil SARAÇOGLU'NUN marifeti
İstanbul valisine bu cesareti ve emri verenler, elbetteki C.H.P. başındakilerdir! Meclis kürsüsünde ..Türkçülük» ten bahseden devrin Başvekili Şükrü Saraçoğlu, 1944/45 komünist tevkifatı sırasında hücre mensubu olarak yakalanan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi hocalarından Muzaffer Şerif Başoğlu'nu, hemşehrilik gayretiyle tahliye ettirmiş 42 ve adının başına bir de «Prof,. Unvanı eklenen Muzaffer Şerif, bu tahliyeden sonra soluğu Amerika'da almıştır. El'an da oradadır. Devrin Başvekili, nasıl böyle bir hemşehrilik gayretiyle Muzaffer Şerif'i tahliye ettirmişse, istanbul Valisi de o günkü partisinin menfaatieri uğruna Sabahattin Ali'yi tahliye etmiş, şu cennet vatanın ve bu asil milletin geleceği düşünülmemiş, azılı komünistler bu derece himaye görmüştür!.
Bu gerçekler milletçe bilinmeli ve milliyetçileri, tertemiz memleket evlatlarını türlü iğrenç tertipjerle suçlayıp onları Engizasyon mezalimine rahmet okutacak işkencelerle inletenlerin, vatan haini komünistleri nasıl bağırlarına bastıkları, bu çeşit himaye ile şımaran komünistlerin mef'anetlerini daha sonraki yıllarda ne derece arttırdıkları, bugün şikayetçi olduğumuz anarşik olayların, o yıllardaki gafletin, dalaletin ve hatta hiyanetin tabii bir neticesi olduğu unutulmamalıdır!...
42 Bkz.: Aclan Sayılgan, İnkar fırtınası. İstanbul, 1962.
Duruşmayla ilgili Birkaç Not
Mahkeme anormal şartlar altında cereyan etmiş ve son tahkikat kararının okunmasını müteakip, ifadelerine müracaat edilen milliyetçiferin hepsi, herşeyden evvel kendilerine isnat olunan uhiyanet-i vataniye .. Suçuna cevap vermişlerdir. Bu mevzuda :
Dr. Hasan Ferid Cansever :
Savcının bu delilsiz namus ve şerefimi tahkir eden, bir insan için iğrenç olan isnatlarını şiddetle reddederim.
Atsız :
-Bu çirkin ittirayı iade:re tenezzül etmiyorum. Çünkü kimin hain, kimin vatanpe--ver olduğunu tarih tayin edecektir. Hatta etmiştir bile...
*
**
Alparslan Türkeş :
Son tahkikat kararında diğer maznunlarla beraber bana da vatan hainliği isnat olunmuştur. Şiddetle reddederim.
*
**
Necdet Sançar:
Kalbi Türklük sevgisiyle dolu olan Necdet Sançar asla vatan haini olamaz. Onun için bu iddiayı yüksek huzurunuıda nefret ve şiddetle reddederim.
*
**
Dr. Fethi Tevetoğlu :
Mahkememiz huzurunda bana da raci görülen bu yersiz ve haksız isnadı ve töhmeti, tarihin adil hükmünü tesbit edecek mahkemenizin huzurunda şiddetle reddederim, demişlerdir.
*
**
Mahkemeterin 29 Eylül 1944 günkü celsesinde, milliyetçiler, kendilerine yapılan korkunç işkenceleri dile getirip bir hukuki mevzu olarak mahkemeye bildirince, savcı Kazım Alöç kıpkırmızı bir yüzle yerinden fırlamış ve :
Ubiz bunları huzurunuza vatan hainleri ve kaatiller olarak getirdik. Bunları Pera Palas Otelinde yatıracak değildik. Onlar müstehak oldukları muameleyi görmüşlerdir. Elbetteki onlara her nev'i zulüm yapılmıştır ve yapılacaktır! "
Demiş, bu sı.rada bütün milliyetçiferin bir anda, hep birden ayağa fırlayıp :
«Biz vatan haini değiliz. Bu sözleri aynen savcıya iade ederiz.»
Sözleriyle protestoda bulundukları görülmüş
Tür. Bilahare söz alan avukat merhum Kenan öner :
«Huzurunuıda mahkeme edilmekte olan vatandaşlar henüz hükümlü olmayıp, sadece sanık durumundadırlar. Savcının bu sözleri söylerneğe hakkı yoktur. Lütfen, savcı Kazım Alöç'ün bu beyanlarının aynen zabıtlara geçirilmesini talep ederim.» .
Demişse de, mahkeme hey'eti bu talebi kaboı etmemiş, dolayısiyle savcının Milli Şefinin 19 Mayıs nutkundan cesaret alarak savurduğu bu ağır itharn zapta geçmemiştir.'
*
**
Mahkeme esnasında milliyetçiferin ifadeleri zabıtlara ekseriya değiştiriferek geçirilmiş, yapılan itirazlar netice vermemiştir. Bilahare verilen istidaları da, duruşma hakimi : «Biz burada çocuk romanı yazmıyoruz, oturun yerinize, sözleriyle kabul etmemiş, direnenleri ise polis kuvvetiyle salondan çıkarmıştır. Bu hal, istidaların Noter vasıtasiyle gönderilmesi yolunda avukatların yaptığı tavsiye ile haledilebilmiş ve ifadelerin doğru şekilleri, bu suretle ancak Noter eliyle dava dosyasına girebilmiştir.
*
**
Mahkeme hey'etinin ilk günlerde kendini gösteren tarafgirane hali bütün duruşmalar boyunca devam etmiş daima milliyetçiler aleyhindeki delillerin toplanmasına bilhassa itina gösterilmiş, sanıkların tevsii tahkikat talepleri devamlı reddolunmuş, gösterilen müdafaa şahitlerinden ekserisinin dinlenmesine ise lüzum görülmemiştir.
*
**
Alparslan Türkeş neşrettiği hatıratında, mahkeme hey'etinin Türk fikir hareketlerine yabancı ve genel kültür yönünden zayıf kimselerden teşekkül ettiğini, duruşma hakiminin, ırkçılık manasma gelen «racizm, kelimesini, bir çocuk hastalığı ıstılahı olan «raşitizm, şeklinde telaffuz ettiğini ve zabıtlara bu şekilde geçirildiğini kayıtla diyor ki : •Türkçülüğün ne olduğunu bilmedikleri gibi, dünya gidişatından da habersiz idiler... 43
*
*:::
Duruşmalar sırasında savcı Kazım Alöç, takındığı tavır ve tutumu dolayısiyle sıksık milliyetçiler tarafından hırpalanmıştır. Atsız, müdataasında sav-
43 Bkz : Alparslan Türkeş, a.g.e. Cının durumuna temasla demiştir ki : «Kazım Alöç'ün Turancılar davasını anlaşılmaz bir taassupla ne kadar yanlış bir zaviyeden gördüğünü, iddialarının ne kadar çürük olduğunu belirtmek, bunun sonunda da mü. Dafaa hakkını gereğince kullanmak için • iddiasının mahiyetini açığa vurup mahkemenin ve bütün dünyanın önüne serrnek icap ediyor.
Tahrif OLUNAN vesikalar
Savcı yerinde duran bu adam, her şeyden önce yazılı vesikaları tahrif etmiştir!...
Ben : "Türkiye'nin dünkü, bugünkü sınırları., diyorum. O bunu! «yarınki sınırlar.. Diye tahrif ediyor.
Ben : «Milli ülkülerin üçüncü merhalesi cihanı kaplamaktır.. Diyorum. Cihanı istilaya kalktığımızı ilan ediyor...
«Ölmüş devlet reisi.. Nden bahsediyorum. «Ölmüş Reisicumhur.. Haline etiriyor.
Ne ben acemi bir lise öğretmeniyim, ne de o benim tahrir vazifelerimi düzelten bir edebiyat öğretmenidir. Taşıdığı soyadı bile yanlış olan öğretmenler benim yazılarımı düzeltemez.
Kazım Alöç yalnız metin tahrifiyle kalmamıştır. Almanlar ve italyanlar aleyhinde manzum ve mensur yazılarım kendisince maigmken ve Almanlar balkanıara inerek Türkiye'ye saidırmaianna muhakkak diye bakıldığı bir zamanda yazılmış olan vasiyetnarnem gözünün önündeyken, hele bu vasiyetnamenin oğluma ait bölümünde Almanlar ve italyanlar da milli düşmanlarımız arasında sayılmışken, bana Faşist taklitçisi diyerek metin tahrifinden daha kötü bir hakikat tahrifine tenezzül etmiştir...
Yüksek bir ÜLKÜ
Kimseden hc;ıksız birşey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın mefahirimizin gönüllü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik veya apartman yapacak değilim...
Kanunlarımızda Turancılığı suç sayan musarrah bir madde olmadığı için şimdiye kadar kanuni takibat yapılmamıştır. Anayasamızda Turancılıktan bahis yoktur. Fakat Anayasamızda ahlaktan da bahis yoktur. Kazım Alöç'ün mantığı ile yürürsek, ahlakı müdafcıa eden insanları da Anayasanın ana vasıflarını bozmakla itharn ederek cezalandırmak icap eder.
Turancılığın yüksek bir ülkü uğrunda can verilecek milli bir fazilet olduğunu ben tesbit ettim. Suç olup olmadığını da mahkemeniz takdir edecektir...
Gerçi Savcı Kazım'ın haykırarak savurduğu bu küfürlerle benim şerefimin safiyeti bulanmaz. Çünkü benim şerefim, bir değil bir kaç yüz Kazım Alöç'ün alçaltamıyacağı kadar yüksektir. Bay Kazım Alöç bu dünyadan şöylece bir gelip geçecektir. Fakat ben, muhteşem anamızın bağrında, yani vatan topraklarında yatarken yarınkı nesiller benim ektiğim tohumun yemişlerini devşireceklerdir...
Sorgularla ilgili Birkaç Örnek
Hakim Sizin Türkçülük hususundaki fikirleriniz nedir?
Dr. Hasan Ferid Cansever
Bir milleti teşkil eden fertlerin milliyetçilik hususunda çok sıkı ve samimi tesanüt bağları ile birbirlerine bağlanmaları sayesinde o milletin yaşıyacağına ve milli varlığın vücut bularak devam edeceğine inanırım. Mesela efendim Mısır'ı düşünelim : Çok eski zamanlardan beri Mısır'da yaşayan bir millet var. Bu Mısır, sonraki asırlar içinde bir çok istilalara uğramış başka milletierin itaatında yaşamış fakat bugün hala orada eski Mısırlılara benziyen bir millet var.
Sonra Çin. Çinliler de, asırlarca Türk pençesi altında kıvrandıkları halde bugün o sahada eskisi gibi bir Çin milleti var. Ve sonra Yahudiler. Bu millet, asırlardan beri vatansız yaşadığı halde bugün dünyanın bir çok yerlerine yayılmış bir Yahudi milleti var. İşte bu, ancak o milletin fertleri arasındaki tesanüt bağının sıkı olşundandır. Yani bir milletin fertleri birbirine sıkı ve samimi tesanüt bağlariyle bağlanırsa o milletin yaşayamaması imkansızdır.
Sözlerimin hülasası şu ki milletin her ferdi diğer fertlerinin zevk, alem ve ıstırablariyle alakadar olarak yaşasınlar. İşte benim, milli tesanütten, Tü.rkçülükten anladığım bu.
Hakim Masonluk hakkında fikirleriniz ve meşguliyetiniz var mı?
Dr. Hasan Ferid Cansever
Var Efendim. Masonluk hareketini takip ettim ve öğrendim.
Hakim Siz Mason musunuz?
Dr. Hasan Ferid Cansever Ne münasebet efendim!... Ben onların eserlerini okuyarak bunu öğrendim.
Hakim Fikirlerini terviç ediyor musunuz?
Dr. Hasan Ferid Cansever Hayır efendim! Onlar beynelmilelci düşünürler, ben milliyetçiyim. Onlar milletin yok edilmesine, ben yaşamasına taraftarım.
*
s:: *
Hakim Siz Turancı mısınız.
Atsız Efendim, milletierin üç ülkü merhalesi vardır. Birinci merhale, istiklaldir. İkincisi, milli birliği kurmak, yani sınırlar dışındaki ırkdaşlarını kurtarmaktır. Üçüncüsü cihanı istiladır. Eğer şimdiye kadar hiç bir millet cihanı işgal edemediyse, bu aynı ülküyle yaşayan başka milletierin mukavemetiyle karşılaşmasındandır. Bu zaten biyolojik bir hadisedir. Bütün nebatlar ve hayvanlar da bunu yapmak için çalışırlar. Yalnız mukavemetle karşılaştıkları için bunu yapamazlar. Ara yerde bazı zayıflar imha olur.
Hakim O halde sizin fikir ve kanaatınız da bütün dış Türkleri bir araya toplayarak bir devlet kurmaktır.
Atsız Evet.
Hakim Cumhuriyet rejimi hakkındaki düşünceniz nedir?
Atsız Bizim Cumhuriyet mi efendim?
Hakim Evet efendim.
Ats ız Evet... Efendim, bu sualin mahkemeyle ilgisini anlayamadım.
Hakim Fikir ve kanaatlarınızı anlamak için soruyorum efendim.
Atsız Efendim, ben mahkemeye ırkçılık ve Turancılık fikirlerinden dolayı geldim. Onun için bu husustaki fikirlerimin niçin sorulduğunu anlayamadım. Fakat benim mahkomiyetimde milli bir menfaat varsa bunları kabul ederim. İddia makamının hakkımdaki bütün fikirlerini de kabul ederim. Hatta, iddia makamının bilmediği daha bazı şeyler var ki, burada onları da söylerdim. Fakat zannetmiyorum ki, benim mahkomiyetimde milli bir menfaat olsun. Bunun için müsaade ederseniz bu suale cevap vermeyeyim.
Savcı Efendim, bunlar mektuplarında var zaten...
Hakim Efendim, biz sizin fikirlerinizi öğrenmek istiyoruz.
Atsız (Biraz durduktan sonra) Kanaatim, hakiki bir Cu!!Lhuriyete taraftarım. Kanaatim budur.
Hakim Şimdiki Cumhuriyet rejimimiz?
Atsız Takdir buyurursunuz ki, klasik bir cumhuriyet değildir. Cumhur, halk demek olduğuna göre, intihabın tek dereceli, mebusların serbest seçilmesi lazımdır. Sonra Fırkaların birden fazla olması ve bunların birbirlerini kontrol etmesi lazımdır. Bunlar olmadığına göre, bugünkü rejim klasik 'mânasiyle . Bir cumhuriyet sayılmaz.
Hakim Komünistlerin muzır faaliyetleri nelerdir?
Atsız Efendim şudur : Devletimizin barışmaz can düşmanı eskiden beri Rusya'dır Eski Rusya mert bir düşmandı. Çünkü görünerek, açıkça gelirdi. Fakat bugün onun varisi olan Rusya, namert bir düşmandır. Çünkü, hem içeriden, hem de dışardan halkımızı yıkarak, kandırarak geliyor.
Hakim Bizdeki faaliyet şeyleri nasıldır?
Atsız Efendim, komünistlik, milliyetleri, vatanları kaldırarak bütün insanları Moskova'ya bağlamak fikridir. Bizde bir vakit orduya nüfuz etmek istediler, muvaffak olamadılar. Sonra maarife başvurdular. Şimdi maarife nüfuz etmeye uğraşıyorlar. Öğretmenleri elde ederek, az zamanda bir gençlik yetiştirmek istiyorlar... Bunu Fransa'da yaptılar ve yirmi beş yılda Fransayı yıktılar.
*
**
Hakim Hazırlık tahkikatında «küçük nüfuslu milletler tehlikeye maruzdur. Onun için ilk fırsatta bütün Türklerin birleşmesi lazımdır." diyorsunuz. Bu fikrinizi biraz izah eder misiniz?
Alparslan Türkeş Efendim, izah edeyim : Bunlar benim istikbale ait temennilerimden ibarettir. Takdir buyurursunuz ki, bir devletin kuvvetini teşkil eden bir çok unsurlar vardır. Bunlardan birisi de, devletin nüfusudur. Bu, Türk birliğine ait temennilerden birisi olabilir. Ben tahkikatta bunu arzettim. Tavzih etmek istiyorum. Bugün nüfusumuz azdır. Bunu çoğaltmak için hemen kalkıp birliğe doğru yürüyelim demedim. Bu da istikbale ait bir meseledir. Ve devletimiz için bir kuvvet teşkil eder.
Hakim Turancılık hakkında fikriniz nedir?
Alparslan Türkeş Benim fikrime göre, Türkiye her şeyden önemlidir. Türkiye benim tasalarımın başında gelir. Memleketimizin ilim, irfan, sanayi, iktisat alanlarında ve her sahada en ileri dereceye ulaşması için çalışmak lazımdır. Turan, yani Türk Birliği, yalnız Asyadakiler değil, bütün Türklerdir. Bütün Türklerin birliğidir. Ruh birliği, gelenek birliği, kültür birliği ve iman birliği!... Yani, benim anlayışıma göre, Turan, yalnız Asyadakileri değil, Bulgaristandaki, Yunanistandaki vesair yerlerdeki Türkleri de içine alan bir mefhumdur.
Hakim Türküm diyenleri kabul ediyor musunuz?
Alparslan Türkeş Evet... Ama Türklüğü kendilerine tamamiyle sindirmiş, temessül etmiş olanları.. Yoksa yalnız ben Türküm demekle bu iş olup bitmez. Mesela, bugün-bir yahudi gelir, Türk olduğunu idia eder. Fakat dili Türkçe değildir. Gelenekleri Türk gelenekleri değildir, her şeyi başkadır. Böylelerine Türk denmez, denemez. Benim kabul edebileeeğim şekil, söylediğim gibi, dili, geleneği ve her şeyi ile Türklüğü benliğine, ruhuna sindirmiş olmaktır.
*
**
Savcı Demin Maarif Vekaletinin tarih kitaplarından bahsettiler. Teşkilatı Esasiye Kanununu tarih kitapları mı temsil eder?
Necdet Sançar Efendim, bana burada yarım saat müsaade etseniz, ırkçılık ve Turancılığın Teşkilatı Esasiyeye aykırı' olmadığını ispat ederim.
Hakim Efendim, onu müdafaanızda yaparsın ız.
Necdet Sançar Efendim şu kadar söyliyeyim : ırkçılık ve Turancılık, Teşkilatı Esasiyede kelime olarak ve ismen mevcut değildir. Fakat devletin resmi neşriyatı, fiili hareketleri, tamamen bunu çıösteriyor. Şemsedin Günaltay'ın, devletin resmi damgasını taşıyan, beş ciltlik "Mufassal Türk Tarihi, ile merhum Rıza Nur Bey'in on ciltlik atürk Tarihi» baştan başa ırkçılık ve Turancılık fikirleriyle doludur. Irkçılık ve Turancılık, Teşkilatı Esasiye'ye aykırı olsaydı, bu kitapların çıkmaması icap ederdi. Hükümetin resmi bir komünistlik neşriyatı var mıdır? Sonra müsaadenizle bir noktaya daha temas edeceğim : Ergeııekon, Bozkurt ve gökbörü gibi mecmualar yıllarca kapaklarının üstünde : "ırkların üstünde Türk ırkı!, düsturuyla çıktılar. Irkçılık böyle büyük bir suç olsaydı bu mecmualara yıllarca müsaade edilir ı:niydi? Bir komünist mecmuası kapağının üstüne «rejimlerin üstüne komünist rejimi, gibi bir şey yazarak çıksa buna izin verilir mi?
Hakim Soyadlarınız neden ayrı?
Necdet Sançar Efendim, bu soyadı meselesi ortaya çıktığı zaman, ben birinci askerliğimi yapıyordum. Ve Çanakkale'de, Ezine'de idim Sıkışık bir zamana rastladı, muhabere edemedik. Atsız ayrı aldı, ben ayrı aldım. Hatta babamızın soyadı da başkadır.
Hakim Sonradan değiştirmeye niyet etmediniz mi?
Necdet Sançar Hayır efendim. Soyadlarımızın ayrı olması, aynı soydan olduğumuzu inkar ettirmez. Onun için bunları sonradan değiştirmeye lüzum görmedik. Esasen asıl aile adımız : Çiftçioğlu'dur. Şimdi kullandıklarımız, takma adların:ıız.
***
Hakim Devam ediniz.
M. Zeki Sofuoğlu Efendim, önce müphem kalan bir noktayı izah edeceğim: Şimdiki hükumet Türk birliği ülküsünü tahakkuk ettiremez,. Sözündeki hükumetten maksadım, Türk devletinin milli ve siyasi bütün unsurlarıyle birlikte şahsiyeti maneviyesidir. Yani, bu gün millet ve devlet olarak Türkiye hudutları dahilindeki Türklük camiası, Türk birliği ülküsünü tahakkuk ettirecek iktidarda değildir. Çünkü uzun asırlardanberi metruk bir vatanımız var. Millet olarak da modern manasiyle canlı bir uzviyet teşkil etmiyoruz. Hükumetimizin Türk birliği davasından daha acil bir takım işler başarması icap eder. Ancak ondan sonradır ki, Türk birliği davasına sıra gelir. Şahsen, modern ve münevver bir milliyetçi sıfatiyle, hiç bir Türk'ün başka bir milletin boyunduruğunda kalmasına tahammülüm yoktur. Bunu kalbirnde bir ülkü olarak tas' ıdım.
Hakim Başka aniatacağınız var mı?
M. Zeki Sofuoğlu "Türk» kelimesinden ne anladığımı anlatmak isterim : Bence, kendisini Türk'ten gayri bir şey hissetmiyen, Türkçe konuşan, Türklüğün ideallerini kendisine gaye edinen insan, Türktür. Başka bir ırk iddiasında bulunanlara, kanun onları Türk saysa da, ben Türk diyemem.
*
**
Hakim iddia makamının hakkınızdaki sözlerine ne diyeceksiniz?
İsmet Tümtürk Efendim, önce şunu söyliyeyim : Benim Türkçülük fikirlerim, en aşağı on seneden beri meydana gelmiştir. Yani üzerimde kimsenin telkin veya tahriki yoktur. Huzurunuıda maznun olarak bulunan arkadaşlarla tanışmadan önce, bu husustaki fikirlerim tebellür etmiş bulunuyordu. Şu noktayı arz edeyim, ben müstakil Türkçüyüm. Yani buradaki guruplardan veya şahsiyetlerden hiç birine tabi filan değilim.
Hakim Türkçülüğünüze Turancılık da dahil mi?
İsmet Tümtürk Kendi anladığım manada Turancılık kanaatiarım da mevcuttur.
Hakim Siz Turancılığı ne manada anlıyorsunuz?
İsmet Tümtürk Türkçülükten ayrı olarak değil; onun bir cephesi olarak bir Turancılık anlıyoru11.
Hakim — Türkçülük hususundaki anlayış ve kanaatiniz nedir?
İsmet Tümtürk Türkçülük, Türk milliyetçiliğinden ayrı bir şey değil, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Bence Türkçülük, Türk milleti ve Türklüğü bu uğurda başka her şeyi feda edecek bir kuvvetle ve tam bir şuurla sevmektedir. Türkçülüğün mehum-ı muhalifi, Türk düşmanlığidır. Türkçülüğün tek ana prensibi vardır : Türk'e fayda.
Mahkomiyet ...
Bozulan Karar ve Sonrası ...
Irkçılık Turancılık Davası yukarıda izah etmiye çalıştığımız şekilde baştan sona kadar anormal şartlar içinde devam etmiş ve nihayet 29 Mart 1945 Perşembe günü verilen kararla, milliyetçilerden bir kaçı hariç, ekserisi on yıla kadar muhtelif hapis ve sürgün cezalarına çarptırılmışlardır.
1. Nu. Lı Örfi idare Mahkemesinin verdiği bu karar milliyetçilerce hemen temyiz edilmiş ve Askeri Temyiz'de yapılan mürafahada sanık müdatilerinden bazıları da hazır bulunmuşlardır.
Askeri Temyiz, 1. Nu. Lı Örfi idare mahkemesinin verdiği kararı, esastan ve usulden bozmuş, her sanık hakkında ayrı ayrı bozma sebepleri göstermiş, mevkufiyet hallerinin devamına lüzum görmemiş ve davaya 2 Nu. Lı örfi idare Mahkemesinde devam edilmesi hususu bozma kararında sarahatle kaydolunmuştur.
Askeri Temyizin bu bozma kararı yıldırım telgrafiyle istanbul'a bildirilmiş ve milliyetçiler bir buçuk yıllık çileli bir hayattan sonra, 26 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmişlerdir.
Irkçılık Turancılık Davasına 26 Ağustos 1946 Perşembe günü Harbiye'deki 2 Nu. Lı örfi idare Mahkemesinde tekrar başlanmış ve Başkan: Tuğgeneral Yaşar Yeniceoğlu, Duruşma Hakimi : General Şevki Mutlugil üye: Yarbay ömer Köprülü'den müteşekkil mahkemede, Savcılık makamını, Hakim Yüzbaşı Mehmed ünlü işgal etmiştir.
Miliyetçilerin gayrimevkuf olarak takip ettikleri bu davaya, ilk muhakeme esnasında Almanya'da olup bu kerre yurda dönmüş bulunan Ahmed Karadağlı ile eşi Nuruiman Karadağlı da katılmışlardır.
Bir çok kimselerin, bu arada istanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar'ın da şahit olarak dinlendiği duruşmalar 31 Mart 1947 tarihine kadar devam etmiş ve o gün verilen 1947/14 Esas ve 1947/3 numaralı Karar ile sanık milliyetçilerin hepsi beraat etmişlerdir.
SERAAT KARARI
Okunması dört saat süren 87 sayfalık bu beraat kararında kanuni, fiili ve vicdani unsurlar geniş bir şekilde tahlil ediliyor, ezcümle; 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ve davaya mebde olan nümayişin, Ankara gençliğinin milli duygularından doğduğu belirtildikten sonra, o tarihte komünistlerin azmağa başlaması, Sabahattin Ali'nin Nihai Atsız aleyhine dava açması gibi sebeplerle heyecanlanan gençliğin komünistlere karşı duyulan kin ve nefreti izhar etmek istediği ve ettiği anlatılıyor «bu nümayiş milli bir ideolojinin milli olmayan bir ideolojiye karşı ifadesinden ibarettir.. Deniliyordu. Bu sebeple Türk Ceza Kanununun 161 ci maddesine uymayan bu fiilden Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz beraat ettikleri gibi, Atsız da beraat ettiriliyordu.
Atsız'ın yakınlarına yazdığı mektuplarla ve söylediği sözlerle hükümetin ve Meclisin manevi şah-
Siyetine hakaret ettiği iddiası ise, mektuplarda aleniyet unsuru bulunmadığından ve şitahi tahkirler de sabit görülmediğinden bu suçtan da Atsız beraat ediyordu.
Uzun bir tahlilden sonra gerekçe hükümde, Zeki Sofuoğlu, Cihad Savaşfer, Muzaffer Eriş ve Nurullah Barıman tarafından polise verilen hazırlık ifadelerinin kıymet ifade etmiyeceği, bu ifadelerin tezat ve mübayenet dolu olduğu, esasen duruşma sırasında, hükumet darbesi kasdının bulunmadığını söyliyerek reddettikleri, Ziya Özkaynak ve Tahsin Argun adlı tanıkların ifadelerinin hakikat olarak kabul edilemeyeceği, bilakis pek çok tanıkların bunun aksine şahadet ettikleri, delillerin de bunu teyid ettiği kabul olunarak Reha Oğuz Türkkan ve arkadaşlarının beraatlerine hükmediliyordu.
Kararda ayrıca, Prof. Zeki Velidi Togan ve Şarki Türkistanlı Ahmed Karadağlı ile karısı Nuruiman Karadağlı tarafından 1941 yılında ettirilen yeminlerin, hükumeti devirrneğe matuf olmadığı, hakiki maksadın, Almanlar eline esir düşen Türkistanlılara yardım etmek, Rusya çökerse, Hatay gibi istiklallerini kazanacak olan Türk topluluklarının kalkınmaları için çalışmak ve tefrikaya düşmeden anlaşmalarını temin için faaliyette bulunmaktan ibaret olduğu dinlenen şahitlerin şahadetiyle sabit olduğu, aksine paliste verilen tek bir ifadeden başka bir şey görülmediği kaydalunuyor ve milli bir gaye uğruna çalışan Prof. Zeki Velidi Togan, Nuruiman Karadağlı, kocası Ahmed Karadağlı ve Reha Oğuz Türkkan'la arkadaşları heraat ediyorlardı.
Suç olmayan bir fikrin, cemiyet haline girmesinin de suç olmayacağını kabul eden mahkeme sanıklar hakkında Türk Ceza Kanununun 141 ci maddesinin
Milliyetçi sanıklar toplu halde.
Tatbikine de mahal görmemiş ve böylece milliyetçilerin cümlesi beraat etmişlerdir.
Mahkemeyi takip eden milliyetçi gençlerin ayakta alkışlarla karşıladığı bu karar, Adli Amirlik tarafından Temyiz edilmişse de, Temyiz, 2 Nu.lı örfi idare Mahkemesinin beraat kararını tasdik etmiş, bu arada Temyiz Başsavcısının tashihi karar talebi de red olunmuştur.
Millete ve vatana karşı ihanetle suçlanan milliyetçiler hakkındaki bu beraat kararı, Milli Şef'le etrafındakileri şaşkına çevirmiş ve bu şaşkınlıkla hemen, Askeri Temyiz Reisi Orgeneral Ali Fuad Erden ile Askeri Temyiz azası Tümgeneral Kemal Alkan ve Tuğgeneral ismail Berkok emekliye sevkedilmişlerdir.
Devrin Milli Şefi kırk yıllık arkadaşı, Askeri Temyiz Reisi Orgeneral Ali Fuad Erden'e ..Turancılık yapanları cezalandırmak yolunu tutmadığı için" küsmüş ve Askeri Temyiz'i ziyareti sırasında, bu kırk yıllık arkadaşım, muhterem Ali Fuad Erden'i görmek lüzumunu hissetmemiştir 44.
Böylece adalet tecelli etmiş ve türlü iğrenç tertiplerle lekelenmek istenen milliyetçiler temize çıkıp bidayetten beri hakları olan beraat kararına kavuşmuşlardı. Fakat bu davaya arzu olunan şekli verebilmek için tertemiz Türk eviatiarına Engizisyon mezalimine rahmet okutan işkenceleri tatbik edenler henüz cezalarını bulmamışlardı... Kemal-i saltanatla makamlarında oturuyorlardı!...
Alakalılar, adalet adına bu adamların yakasına yapışıp ta, onları sanık sandalyasına oturtmayacak mıydı?
Kararı bildiren gazete.
Korkunç işkence faillerinin yakasına Hikmet Tanyu yapıştı. Milli Şef'lerinin emirlerine uygun olarak gayri kanuni ve gayri insani işlere tevessül edenlerin hesap vermesi, muhakeme edilmesi için Devlet şcırasına müracaat etti.
Devlet şorası bu müracaatı inceledi ve meşhur işkence ekibi : Kamuran Çukruh, Ahmet Demir ve Sait Koçak hakkında lüzumu muhakeme kararı aldı. Ayrıca, Genel Kurmay Başkanlığınca da, 1. No.lu Örfi idare Mahkemesi başkan ve azalarıyla meşhur savcı Kazım Alöç'ün muhakemelerine lüzum görüldü.
Böylece kanunsuz tertiplerle milliyetçilere zulmedenlerin yakasına kanun yapıştı. Ancak 1950 seçimleriyle iktidar değişti ve işbaşına gelen Demokrat Parti hükümetinin çıkardığı af kanunundan bu adamlar da istifade etti ve davaian düştü ...
Bu mevzuu 1950 yılında •Büyük Doğu .. Mecmuasındaki bir yazımızda ele almış ve yazımızı şöyle bitirmiştik: .. İnsan bütün bu olanlara, bir de iktidarı kaybetmelerine rağmen, hala serbest serbest dolaşan ve nefislerine hiç bir sual ve hesap tevcih edilmeyen her türlü madde ve mana planının eski zalim ve canilerine bakıyor da, asıl şu suali kendi kendisine soruyor :
Halk Partisinin bu devrifişi ne menem devriliştir ki, gcıya bir azı dişi gibi yerinden sökülüp atıldığı halde, tek damla kan çıkmamış ve gık diyecek kadar olsun, bir acı duymamıştır. O halde diş çekilmemiş, sadece onun üzerine, aynı köke bağlı bir kuran geçirilmiştir; böyle mi?... , 45.
Zamanla vuku bulan hadisat, yukarıdaki kanaatimizi teyid etmiş ve muhalefette iken, «tabutluk.. İş-
45 Bkz. : .Büyük Doğu. Mecmuası, sayı: 25. İstanbul, 1950. Kancilerini istismar ederek meydanlarda nutuk atan Demokrat Partililerin iktidara geldikten sonra 1944 ün işkence ekibi mensuplarını nasıl bağırlarına bas" tıklarını ortaya koymuştur.
1953 yılında, Isparta Milletvekili Said Bilgiç'in 1944 de yapılan Milliyetçilere işkence yapanların hangi vazifelerde bulunduklarına dair verdiği sözlü so,ru önergesini Büyük Millet Meclisinin 7 Mayıs 1953 günkü eelsesinde cevaplandıran zamanın Devlet Bakanı Celal Yardımcı, istanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir'in halen Emekli Sandığı idare Meclisi Azası, Kamuran Çukruh'un Merkez Valisi ve Sait Koçak'ın da iç işleri Bakanlığı Tetkik Kurulunda vazifeli olduklarını açıklıyor ve bazı uyanık Demokrat Parti Milletvekilleri tarafından : «başka yer ve iş yok muydu?" sözle^ riyle protesto ediliyordu!...
Ne kadar hazindir ki, Demokrat Parti iktidarı, zalimleri cezalandırmak şöyle dursun, üstelik böylece taltif ederken; Atsız'ı, evet 1944 deki meşhur açık mektupların sahibi Atsız'ı, Ankara'da verdiği bir konferans dolayısiyle bulunduğu Haydarpaşa Lisesi Edebiyat hocalığından alıp, Süleymaniye Kütüphanesine vermek suretiyle harcıyardul..
Üçüncü bölüm
Öner-Yücel
Davası
Öner-Yücel Davası
1947 yılında Giresun Milletvekili Ahmet Ulus, Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verdiği bir sözlü soru önergesiyle, Dahiliye Vekilinden memleketimizdeki komünizm faaliyetlerini soruyordu.
Bu sözlü soru, Meclis'in 29 Ocak 1947 günkü eelsesinde görüşülmüş ve söz alan Dahiliye Vekili Şükrü Sökmensüer, şayanı dikkat açıklamalarda bulunmuş ve bu arada o yıllarda milletvekili olan Mareşal Fevzi Çakmak'tan da bahisle, Mareşal'ın bilerek veya bilmeyerek komünist faaliyetlerine iştirak ettiğini söylemiştir.
Bu iddia, C.H.P. sinin bilinen oyunlarından biriydi. Dahiliye Vekili Mareşal'ın şahsında, onun sempatizanı olduğu Demokrat Parti'yi çürüterek halk nazarında lekelemek istiyordu.
Mareşal Fevzi Çakmak bu iddiaya cevap verdi. 5 Şubat 1947 günkü gazetelerde yayınlanan bu cevapta Mareşal şunları söylüyordu.
.. Milli Mücadele esnasında Cami Baykut'un italya'da para sarfederek hesabını hükümete vermediği de yazılmıştır. Ben harekatın başına bugüne kadar öyte bir hadiseden haberdar olmuş değilim. Yalnız Avrupa'ya silah mübayaasına giden ve onun hesabını vermiyen iki kişi biliyorum ki, bugün bir tanesi Halk Partisinde nüfuz sahibi bir zattır. Diğeri de ölmüştür. Bunları Divan-ı Harbe sevketmiştim, fakat sonra mebus seçildikleri için haklarındaki takibat durduruldu.
Ben, komünistliği bu memleket için muzır telakki edenlerdenim. Onun için komünistler ordu ve donanmaya sokulmak istedikleri zaman şiddetli hareket ettim. Halk Partisinin mensuplarından bir çok hatırlı zevatın tavassutuna rağmen israr ettim. Fakat onlar Şefik Hüsnü'ye parti kurmak selahiyetini ve otuz dört tane müseccel komünistte de amelenin, işçinin önüne geçerek rehberlik etmek imkanını sağladılar. BEN DAHA iş başlnda iken eski bir milll egitim BAKANI'NIN BU faaliyeti DESTEKLEYEN hareketinden DOLAYI hükümeti ikaz ettim. Kimse KULAK ASMADI VE SONRA DA hamidiye KÖY enstitüsündeki komünist YUVASINDAN bahsettiler.....
HASAN ALİ YÜCEL'İN CEVABI
Mareşal'ın bu cevabının neşrinden üç gün sonrara o yıllarda C.H.P. izmir Milletvekili olan eski Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, 8 Şubat 1947 tarihli Ulus Gazetesinde bir açık mektup yayınladı. Mareşal'a hitaben yazılan bu açık mektupta, 1944 hadiselerinin tertipçilerinden olan Hasan Ali Yücel şunları yazıyordu :
.. Bugün yayınlanan beyanatınız içinde : .. Ben daha işbaşında iken, eski bir Milli Eğitim Bakanı'nın bu faaliyeti destekleyen harekatından dolayı hükumeti resmen habedar ettim, kimse kulak asmadı ve sonra Hamidiye Köy Enstitüsündeki komünistlik yuvasından bahsettiler.. Cümlesinde adı söylenmiyen Bakan'ın ben olduğum, Bay Hikmet Bayur'un, beyanatınızın hemen altında bulunan •Samimiyetsizlikler» yazısında adımın geçmesiyle sarih olarak anlaşılmaktadır.
Olaylarla ilgili bir kompozisyon.
Hepimizin en yüksek ve kutsal vasfımız olan Türk vatandaşı sıfatiyle yine aynı namuslu Türk vatandaşlığı sıfatımıza hitap ederek simden şu noktaları bütün vatandaşlar huzurunda soruyorum :
Beyanatınııda u eski Eğitim Bakanı., dediğiniz hakikaten ben miyim?
Desteklenen komünistler kimlerdir ve nasıl desteklenmiştir?
Bu hususta hükumeti yazı ile mi ikaz ettiniz, sözle ise, kime ne zaman söylediniz?
Bunları sizden soruyorum ve sözünün sahibi. Bir Türk vatandaşı olarak cevabınızı bekliyorum
Hasan Ali beklediği cevabı, Mareşal'dan değil, Prof. Kenan Öner'den aldı.
11 Şubat 1947 tarihli «Yeni Sabaha gazetesinde yayınlanan: .. EVET, O maarif vekili sizsiniz!... • başlıklı ve Prof. Avukat Kenan Öner imzalı yazı aynen şudur :
..sayın Mareşal'e yazmak cür'etinde bulunduğunuz açık mektubun Ulus'tan İstanbul gazetelerine intikal eden kırıntılarını baş döndürücü bir hayretle okudum. Mes'ullerin sail (saldırıcı) mevkiine yükseldiği bir zamanda sizin de aynı taktiği kullanmanızda şaşılacak bir şey olmamakla beraber durup dururken adeta deliye taş atar gibi gösterdiğiniz cür'et, nokta veya sıfırın hakiki kıymetini keşif hususunda gösterdiğiniz dirayetle telif edilir şeylerden olmadığı içindir ki, hayret etmiş bulunuyorum.
Sayın Mareşal'e tevcih buyurduğunuz üç sualden, eski Eğitim Bakanı dediklerinin siz olup olmadığım za ve hükumeti ikaz şeklinin mahiyetine taalluk eden kısmına cevap vermek bana düşmez, düşse de bunları bilmiyorum. Fakat desteklediğiniz komünistlerin kimler olduğuna ve nasıl desteklendiğinize ait olanı hakkındaki merakımızı, daha doğrusu arifane bir tecahül mü, yoksa cahilane bir tearüf mü olduğunu kesdiremediğim tereddüdünüzü ben izale edeceğim :
İstenilen CEVAP
Senelerce millet eğitiminin başında bulunmanız itibariyle herkesten fazla bilmeniz icap eder ki, çok zaman evvel memlekette tesis edilen milliyet cereyanının yanıbaşında bir de komünist heveskar ve taslaklarının faaliyeti şu veya bu surette belirmiş bulunuyordu. Ve sizler tarafından yazılarak Maarif hesabına bastırılan ciltler dolusu kitapları ve üniversite kürsüsünde okuttuğunuz Türk inkılabı dersleri ile gençlikte milliyet ceryanını korkmadan Irkçılık ve Tu. Rancılık derecesine çıkarmağa yardım etmiş, fakat bunun yanıbaşında da Bakanlığınızı, bu gün Şükrü Sökmensüer'in nutkunda istismar edilen insanlarla daldurarak oranın bir komünizmin yatağı haline gelmesine bilerek veya bilmeyerek sebep olmuştunuz.
Bu tezadı siyasi rüzgarların istikametine uymak zaruretiyle de izah edemezsiniz. Çünkü himaye lütfunda bulunduğunuz bu zümre üzerinde de, canının istedikçe, tatbik edilen tazyikin mahiyetini sizlerden fazla onlar biliyorlardı.
Vurdumuz bir ziraat memleketi olduğu için hal ve istikbalinin tasarruf hakkının halelden siyanetine bağlayan Türk milletinin an'ane ve akideleriyle vatanın komünizm cereyanlarına hiç de müsait bir zemin alamıyacağını, belki de kasden, bilmemezlikten gelerek, gizli teşviklerle bu madumu mevcut haline getirerek, millet haklarını başka yollardan çiğnemeğe
»Siz, yalnız komünistleri Bakanlığınızda beslemekle, hücumlara karşı müdafaa etmekle de kalmadınız; telkinlerinizle başlarını belâya soktuğunuz 23 genci işkencelerle ezdirdiniz.
Kenan Önerin, Eski Millî Eğitim Bakanına açık mektubu
Bir sürü hakikatler adalet arşivlerinde bekliyor..
Himaye ettiğiniz zümre kimlerden müteşekkildi?
Ve buna rağmen hâlâ Mareşale sual tevcihi cüretini, vicdanınızda bulmanız hakikaten hayret verici bir şeydir!.
Yol açmak istenildiğini son hadiselerin inkişatından anlamak pekala kabildir.
1944 hadiseleri
Yine pekala bilir ve hatırlarsınız ki, 1944 senesinde Nihai Atsız isminde bir milliyetçi öğretmeı:ıin, Mareşala sorduğunuz bu suali, neşrettiği bir broşürle üç sene evvel açıklamış, fakat bu ifşaatın tesiri altında mevkii müstahkemini tehlikede zanneden zat-ı devletiniz o broşürde de Şükrü Sökmensüer'in nutkunda da ismi geçen Sabahattin Ali'yi bu milliyetçi öğretmen aleyhinde Ankara mahkemesinde bir hakaret davası açtırmağa ve Ulus avukatını kendisine fahri bir vekil tayin ettirmeğe muvaffak ta olmuştunuz.
Taban tabana birbirine muarız bulunan komünist ve milliyetçi zihniyetinin mensuplarından vücude gelen bu iki zümreden birincilerinin himayesini ifade eden bu hareketinizin dağuracağı aksülameli de hatırlamadan, korkar gibi gördünüğünüz komünistlerin freni mevkiinde bulunan memleketin münevver ve milliyetçi gençliğini, açtırdığınız bu dava ile Nihai Atsız'dan fazla müteessir etmiş, açılandan ziyade açan ve açtıranları hırpalamak kabiliyetini taşıyan bu dava ile gençliği ilgi!Endirmiş bulunuyordunuz. Evet, gençlik bir sürü külfet ve zahmetlere katlanarak Ankara'ya geliyor, memleketteki adalet telakkisini öğrenmek, duruşma safahatını yakından takip edebilmek alakasını gösteriyordu.
Muhakeme bitti, kararın tefhimi için bir gün tayin olundu. İşte o gün Ankara'da eski günlerden daha fazla bir kalabalık kendini gösterdi. Bunu en kötü manaya alan hükumet bu gençleri mahkeme salonuna değil, Adiiye binasına da sokmadı. Dakikalar geçtikçe sokağı dolduran gençlik bir tek şey düşünüyordu : Acaba ne karar verildi?.
ANKARA nümayişı
Çok geçmeden Nihai Atsız'ın bu badireden hafif sayılır bir şekilde yakayı kurtardığı anlaşıldı. Ve siz, sayın eski Bakan bu kararın üstünüzde topladığı mes'uliyet ve hicap bulutları altında ne yapacağıı:ı_ızı tayine vakit bulmadan, Adiiye Sarayı önünde biriken gençlik, bu kararın neş'esi altında insiyaki bir halde: «Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın Cumhuriyet Adliyesi, Yaşan Türk Hakimleri, diye bağırarak, minnet ve şükranlarını müşterek bir feryat şeklinde ilan ettiler. Ve bundan sonra, kendileri gibi Türkçü ve milliyetçi sandıkları Saraçoğlu'nun Başbakanlık dairesi önüne giderek orada da aynı sözleri tekrarlarken, siz ve arkadaşlarınızın polise verdiği •Vur! N emri infaz edilirken bu münevver gençlik, istiklal Marşına sığınarak Polisler «Selam durn vaziyetinde iken oradan uzaklaştılar.
Hükümete şükranla dolu bu genç kalplerin feryadı siz ve arkadaşlarınız tarafından hükumet aleyhine bir kıyam şekline sokuldu.
Lüzumsuz müdafaa tedbirleri aldırıldı ve bundan sonra da ele geçen her genç birer ihtilalci unsur farzedilerek partinizin bir türlü elden bırakmak istemediği apolis vazife ve selahiyati Kanunu..nun muazzam bir milletin haklarını hiçe sayan hükümleri sayesinde Ankara zabıtasının ellerine teslim olundu. Hatta bununla da kalmıyarak hadise inünü'ne de böyle gösterildi ve bunun için de •Yaşasın Cumhuriyet» duaları Cumhuriyeti yıkmak şekline istihale ederek telkinatınızın tevlit ettiği imanın tesiri altında verijen direktiflerle yurdun adalet havasını bu zavallılar aleyhine kükretmeğe muvaffak da oldunuz.
İşkence
Bu çok masum ve çok hükümet aleyhindeki te-, zahürler bir suç da olsa Ankara'da vukua gelmiş, sanık denilen gençler orada yakalanmış bulunmasına göre selahiyettar mahkeme Örfi idare hududu haricinde kalan Ankara mahkemesi olduğu halde Anayasanın Adli teminat olarak millete verdiği haklara da ehemmiyet vermeden Türk adalet tarihinde bu havayı yaratanlar için, sizin için ebedi bir hicap te,şkil etmesi icap eden bu hadiseyi Sıkı Yönetimin vazifesi içine sokarak istanbul zabıtasının elbirliği ile tahkikatı istediğiniz şekle koydurdunuz. Bu dava, nutkun tesiri altında kalan Sıkı Yönetim ve zabıtanın iştirakiyle hazırlık veya ilk tahkikat safhasını geçirirken genç, münevver, okumuş ve akutmuş tam yirmi üç sanığı «Mutena hücre .. Veya «Tabutluk» denilen yerlerde bir seneden fazla inim inim iniettikten sonra bunlardan bir çoğunun seneler sürecek ağır hapis cezasiyle mahkomiyetine yol açtınız... Kararın isabetsizliği Askeri Temyiz divanının adalet ve istiklal hisleri sayesinde bu gün tahakkuk etmiş bulunmaktadır.
Fakat bu netice, zavallılara emniyet dairesinde reva görülen zulmün bir tarziyesi mahiyetinde telakki olunsa bile, hadisenin icadından son tahkikata intikaline kadar geçen aylar zarfında istanbul Emniyet dairesinde tatbik edilen hatıra gelmez işkencelerin ıstırabını silecek değildir.
Sayın eski Bakan! Vekaletiniz hesabına yazdırarak bastırılan kitaplar inkılap tarihi ismi ile Oniver-
Site'de okuttuğunuz dersle resmi ve en selahiyetli ağızların irade ettiği nutuklarla memleket gençliğini Türkçülükten başlıyarak ırkçılığa, Turancılığa kadar sürükleyen partiniz ve Bakanlığınız olmuştur.
Millet ve milliyete düşman olduğunu iddia ederek bunları terhip eder gibi görünmek bahanesiyle millete son derece bağlı bulunan Sayın Mareşal'ın da bunlardan biri olduğunu ihsasa yeltenecek kadar ileri giden de yine sizlersiniz. Cami'lerden Sertel'lerden yüzbin kat fazla komünist olan bir adamı himaye edebilmek için bu zavallılar aleyhine icat ettiğiniz hadise yüzünden milliyetçi gençleri işkenceler altında ezen harap eden de yine siz ve siziersiniz.
İddia ediyorum Ki :
Bunlar birer hakikat olarak memleketin adalet arşivinde nöbet beklerden sizin hala Mareşal'a sual tevcihi cüre'tini vicdanınızda bulmanız, komünistlik faaliyetini destekleyen Bakanın kendiniz olup olmadığınızı sormanız, hakikaten hayret vericidir. Madem ki, soruyorsunuz, istediğiniz cevabı ben vererek iddia ediyorum ki :
Siz yalnız komünistleri Bakanlığınııda beslemek, uğradıkları hücumlara karşı onları müdafaa etmekle de kalmadınız. Bakanlığınızın telkinleriyle milliyetçilik belasına başlarını soktuğunuz tam yirmi üç genci ispanyolların engizisyonuna rahmet okutacak işkencelerle ezdirdiniz, harap ettiniz ve hırpalattınız.
Prof, Kenan Öner.
Ağyare yeni bir hücum fırsatı vermemek için bu işkencelerin mahiyet ve dehşetini bu gün de açıklamağa vatana bağlı hislerim müsaade etmiyor. Arkadaşlarınız bundan şüphe ediyariarsa müekkilim beraat ettikten sonra partinizin sekreteri bulunan Memduh Şevket Esendal'a yazdığım taahhütlü mektupla beraber gönderdiğim müdafaanamelerden yalnız birinin işkence kısmını, hatta isterlerse dava dosyası içinde bulunması icabeden bütün müdafaanamelerin birer suretini aldırarak hadisenin vahşet ve şenaatini anlamak iimkanına sahip olabilirler... "
*
**
Yurdun her tarafında misli görülmemiş bir alaka ve heyecan uyandıran Kenan Öner'in bu açık mektubunun neşrinden sonra, Hasan Ali Yücel yine Mareşal'a hitap ediyor ve 22 Şubat 1947 günkü Ulus gazetesinde yayınlanan açık mektubu, aynı gün radyonun haber bülteninde de tekrarlanıyordu. Diyordu ki, bu kerre Hasan Ali Yücel :
İftira imiş! ...
.. Herşeyden önce şu noktada müsterih ve emin olmanızı dilerim ki, sözleriniz arasında isim açıklamadan yaptığınız ağır ittihamı, benim hakkımda ne siz, ne de başka her hangi bir kimse, hiç bir zaman ve hiç bir surette ispata muktedir değildir. Bu iddia, iftira olarak kalacaktır. Müfteriler iftiracı olmaktan kendilerini kurtaramıyacaklardır. Çünkü yirmi beş yıldır yazdığım yazılar ve neşrettiğim ciltlerle kitaplar, uzun müddet millet eğitiminin başında bulunurken söylediğim sözler ve yaptığım hareketler bunun mütevazi, yok olması imkansız delilleridir.
Benim himayelerini vazife edindiğim insanlar sekiz yıla yakın uhdeme emanet edilmiş ve bu gün sayısı otuz dokuz bine varan Türkiye Cumhuriyeti eğitim teşkilatına dahil millet memurlarıyle iki milyonu geçen öğrenci memleket evladıdır.
Ben de insanım, şüphesiz herkes gibi ben de ha^ tadan salim olamam. Fakat şurası da muhakkaktır ki, hınçsız ve kin tutmaz vicdanımla memleketin irfanına hizmetten gayri bir emel gütmedim.
Namımı bu halimin zıddıyle ve milletin gayzına, buğzuna hedef kılacak sözlerle vasıflandırmış olan Avukat Kenan Öner'i mahkemeye vermiş bulunuyorum. İsteğ:m, hakkın meydana çıkmasını görmek ve her partiden, her siyasi mizaçta vatandaş için teziii edilmemesi lazım gelen devlet adamları hakkında asılsız söylentilere onun nasıl kapılmış olduğunu Türk adaletinin huzurunda açıklamaktır.
Hayatımdan kıymetli bildiğim zati haysiyet ve milli şerefim, Türk içtimai heyetinin vicdanını temsil eden Cumhuriyet mahkemesinin emniyetine teslim edilmiştir...
ÖNER YÜCEL DAVASININ İLK GELSESİ
Böylece Kenan Öner Hasan Ali Yücel davası başlamış ve eski Maarif Vekili Hasan Ali, Kenan Öner'le birlikte, Yeni Sabah gazetesi sahibi ve mes' ul yazı işleri müdürü Cemaleddin Saraçoğlu'nu da neşren hakaret suçuyla mahkemeye vermiştir.
O yıllarda günün mevzuu olan ve her eelsesi merakla, heyecanla takip edilen bu davaya, 17 Nisan 1947 Perşembe günü Ankara'da Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesinde bakılmaya başlanmıştır.
O gün saat 14.30 da açılan duruşmaya, Hakim Saffet Unan çıkmış, iddia makamını ise, Abdullah Pulat Gözübüyük işgal etmiştir.
Kenan Öner'in, Cemaleddin Saraçoğlu'nun ve vekili avukat Mahmud Even'in hazır bulunduğu duruşmada Hasan Ali Yücel'i Bülend Nuri Esen temsil etmiştir.
Hüviyetlerin tesbitini müteakip, Bülend Nuri Esen, verdiği istida ile Kenan Öner ve Cemaleddin Saraçağlu'nun cezalandırılmalarını, ayrıca her ikisinden de beşer bin lira tazminat istediklerini bildirmiş, bilahare söz alan Kenan öner; iddialarını ispat edeceğinden bahisle demiştir ki :
İspat edecegim!...
D— Dâvâcının memur sıfat ve salahiyetini haiz olduğu su götürmez bir hakikattir. Ve izah edeceğim vakıaların hepsi, ya icrayı memuriyetine taalluk etmekte, veya nüfusu memuriyetini sui-istimal suretiyle yapıldığı muhakkak bulunmaktadır.
Evvela memurdur, çünkü devlet bütçesinden maaş a1makta, devlet otoritesini temsil etmekte ve hükumet teşkilatından biri olan Milli Eğitim Bakanlığının başında bulunmaktadır.
Sonra, komünistliği iddia olunan şahısları, Milli Eğitim Bakanı sıfatıyla Maarif teşkilatında topladığı gibi, milliyetçiler aleyhinde yapılan işkencelerin icrasına da vazife ve nüfuzu memuriyetini kötü istimal ederek sebep olmuş bulunmaktadır.
Kendisi Maarif Vekili olmasa, bu komünistleri profesör, doçent, öğretmen, umum müdür ve talimterbiye azası şöyle dursun, bir kapıcı olarak da tayin etmesine imkan olmadığı gibi, komünizm telkinatını içinde toplayan bir sürü dergi ve kitapları da okullarda okutamaz, bu muzır ve kanunlara aykırı kitapların yazıcıianna Bakanlık tahsisatından para veremez ve bunları Maarif teşkilatma tavsiye edemezdi.
Kezalik, Milli Eğitim Bakanı olmasa Sabaha!Tin Ali'yi, Nihai Atsız aleyhine dava ikamesine icbar edemez, açtırdığı bu dava dolayısiyle milliyetçilerin hükümet lehindeki tezahüratını bir isyan mahiyetine sokamaz, soksa da kimseyi inandıramaz, hazırlık tahkikatı sırasında zabıta ile teşriki mesai edemez, hadiseyi istediği mecraya sokamaz, hatta yanlarına da giremezdi...
Bu masum vakıanın milli bir ihanet olduğuna bir Cumhurbaşkanını ikna ve iğfal ederek davaya başlanırken ona bu zavallılar aleyhinde nutuklar söyletemez, gazetelerebelki de kasden -yazdırılan milliyetçilik aleyhinde ve dolayısiyle beynelmilelcilik lehindeki yüze yakın makaleleri bir araya toplayarak • kitap şeklinde Maarif hesabına bastırıp dağıtamaz, okul okul dolaşıp memleket öğrenci ve öğretmenle-ı rini milliyetçiler ve Türkçülük aleyhine ve komünistler lehine kışkırtamaz, Maarif Vekili olmak haysiyetiyle devam eden müdahaleleriyle memleket zabıta ve adiiye kuvvetini bu masumlar aleyhine tahrik edemez ve yapıldığını iddia ettiğim işkencelerin icrasını temin edemezdi...
DAVACI mevkiinde AZAMET SATAN
komünist hamisi
Hasan Ali Yücel aleyhine yazdığım, ileride de iddia ve ispat edeceğim fiiller, azami bir müsamaha ile, Türk Ceza Kanununun 141 ve 142 ci maddelerinde yazılı suçlara iştirak ve fer'an zimadhalliği istilzam edeceği kabul olunmasa bile bütün unsuric!Rını ve müşeddit sebepleri ihtiva eden vazifeyi sui-istimalin hududundan olsun dışarı çıkarılamaz... Ne yapabilirim ki, ifşaatım üzerine yapılacak en doğru ve en kanuni şey, bu günün davacısı hakkında teşrii bir tahkikat yapılmasa da, masuniyeti teşriiyesi kaldırılarak aleyhine tahkikat icra etmek ve müddeiyat ve ifşaatımın hilafı tahakkuk ederse beni bir hakaretçi değil, bir iftiracı vaziyetine sokarak layık olduğum cezanın, tatbikine imkan vermekten ibaret olduğu halde yanlış bir telakki ilebu himayedide Bakan davacı mevkiinde azarnet satarken, ömrü memleket hayrına geçmiş bir insan sanık mevkiini işgal etmiş bulunuyor ve bu sebeple de zikri geçen 431 ci maddenin ikinci fıkrasının tatbiki şimdilik gecikmiş oluyor.
İşkence hadisesinin ispatı
İstidlatıma göre, şahsi davacının komünistlik hamiliği iddiasının ispatını önleyemese de, işkence hadisesinin ispatından kendini kurtarmağa çabalıyacağı anlaşılmaktadır. Halbuki ifşaat ve müddeiyetim bir kültür. Amme davacısı da iddianamesinde bunu kabul ederek ikisinden dolayı da aleyhime dava açmış, hep birden 480 ci madde hükmünü istilzam eden bir suç telakki eylemiştir.
Bu iki çeşit iddia birbirinin tamamlayıcısı olduğu gibi, davacının kasdı cürmisi ispata yarayacak müşterek delillerden başka bir şey olmadığı için böyle bir tefrike hukuki ve kanuni cevaz gösterilemez. Zahiren işkence, doğrudan doğruya, memurluk sıfatı ve vazifesine taalluk etmez gibi görünse de, biraz evvel arzettiğim veçhile, bu sahada yapılan her şeyin müsebbibi kendisi olmuş. Milli Eğitim Bakanı olmak ve memuriyet nüfuzunu kötü kullanmak suretiyle bu elim hadiseyi kendisi doğurmuştur.
Hasan Ali Yücel, memleket rejimini alakadar eden bu hareketin dünya efkarında uyandıracağı telakki ve alakadan bir devlet adamı sıfatiyle kendini kurtarmak istese ve şerefi haysiyeti muhasamadan kaçmağa müsait olsa da, isnadın sıhhat ve ademi sıhhatine davas.ını teşmil ettikten ve bunlar icrayı memuriyetine tai!Ok etmekle beraber, kendisi de bir memur sıfatına haiz olduktan sonra kendisinde bu balapervazlıktan rücat hakkı bırakmamış söyliyeceğim hakikatların öldürücü akibetlerinden, muhasamadan kaçmakla kurtulacağını tevehhüm ediyorsa bu işkenceler altında ezilenlerin haklarının aranmasına mani olamıyacağına, gene bu rücu, bi perva tefahür ve cür'etlerin nedamet veren neticesinden uzaklaşmak imkanı da kalmamıştır.
Binaenaleyh dava mevzunun temas ettiği 480 ci maddesiyle 481 ci maddesinin bana verdiği salahile iddialarımı ispata yol açılmasını, hasmım kabul ettiği gibi, Türk içtimai heyetinin vicdanın temsil eden Cumhuriyet mahkemesinin adaletinden dilerim... Demiş, bilahare söz alan, Hasan Ali'nin avukatı,
BÜLENT NURİ ESEN KONUŞUYOR
Bülend Nuri Esen, medeni memleketlerdeki hürriyet telakkileri hakkında uzun izahat vermiş, hadisede 480 ci maddenin ağırlık noktası teşkil ettiğini, yazının müekkilini tamamiyle halkın husumetine maruz bıraktığım, maddei mahsusa tayin suretiyle hakaret edildiğini söylemiş ve «komünist hamisidir» sözünün Türkiye'de bir hakaret sayılacağını izah etmiş, Kenan Öner'in ispat ettiği suçu ispat talebinin tecviz edilemiyeceğini, aksi takdirde mahkemelerin bir skandal yeri halini alacağını anlatmış, Bakanların memur olmaları kabul edilse bile, kanunun Bakan ve milletvekilerine bazı haklar, imtiyazlar ve selahiyetler tanıdığını, dokunulmazlık imtiyazından müekkilinin feragat edemiyeceğini söyliyerek, fiilierin icrayı memuriyete taaiiok ettiği kabul edilse dahi, müekkilinin ancak Yüce Divan da yargılanabileceğini söylemiştir.
Elimden KURTULAMAYACAKTIR!...
Bülend Nuri Esen'in yaptığı bu konuşmadan sonra, tekrar söz alan Kenan Öner :
«Verdikleri konferanstan çok istifade ettik. Fakat bizim davamızia ne alakası var anlayamadık! Konferansın millet hürriyetine taaiiok eden noktalarında müşterek bulunuyoruz. Şu farkla ki, onlar bu mukaddes varlığı yalnız dillerinde dolaştırdıkları halde, biz tahakkuk ettirmek için hayatımızı nezretmiş bulunuyoruz. Bizde şahsi imtiyaz lağvedilmiştir. Bir Hasan Ali Yücel'le, bir temizlik amelesi Hasan arasında fark yoktur. Bir adamın imtiyazlarından istifade ile karşı tarafın mahkomiyetine gidemeyiz. Kendisi milletvekili olduğu için bütün cinayeti yapacak, ne için böyle yaptın diye buna cevap veren mahkum mu edilecek» demiş ve kanunun belirli maddesini izahtan sonra ilave etmiştir:
«istedigim HAKKIN MEYDANA ÇIKMASI diyordu. Şimdi BUNDAN KORKARAK KAÇIYOR MU? Elimden KURTULACAK degildir, BU milletin hakklnı müdafaa edecegim...,
Kenan Öner'in bu sözleri mahkeme salonunu dolduran mahşeri kalabalık üzerinde derin bir heyecan uyandırmış ve bir anda «brava, sesleriyle birlikte sürekli bir alkış tufanı kopuvermiştir.
BU MAHKEME bir TÜRK mahkemesidir.
Hakimin müdahalesiyle sükonetin iadesinden sonra, diğer sanık, Yeni Sabah gazetesi sahibi Cemaleddin Saraçoğlu'nun vekili avukat Mahmud Even söz alarak, bir devlet adamının iki şahsiyeti bulunduğunu, birinin özel benliği, diğerinin de siyasi şahsiyeti olduğunu, Hasan Ali'nin komünistleri himaye eden şahsının siyasi şahsiyet hududuna girdiğini izahla, Bülend Nuri'nin şahısların mutlak surette dokunulmazlığı hakkındaki fikrine iştirak edemeyeceğini, bir devlet adamının siyasi şahsiyeti her zaman tenkit edilebileceği gibi, bir Bakanın vazifesine taallak eden suçlarının merci-i muhakemesi Yüce Divan olduğunun malum bulunduğunu, Haydar Rifat ve Mahmud Esad davalarında Cumhurbaşkanının dahi memur vaziyetinde olduğunun kabul edildiğini bildirdikten sonra :
«Bize, ispat edemezsiniz, iftiracısınız diyen bir şahsın arzusu yerini bulmalı ve isnadatın doğru mu, yalan mı olduğu tahakkuk etmelidir. Müdahil avukatı bir çok yabancı yazıların ve yazarların adlarını saymıştır. Burası her şeyden evvel Türkiye ve mahkeme de bir Türk mahkemesidir. Ecnebi hukukçularının mütealaası ve hatta yabancı mehkemelerin içtihatlariyle hüküm verecek değildir... Demiştir.
SAVCININ mütalaası
Bu arada mütalaası sorulan savcı yardımcısı, evvelden hazırladığı bir kağıdı okumaya başlamış ve Bülent Nuri Esen'in fikirlerine iştirakle onun gibi Batıdan bazı misaller vermiş ve «Sanıklar tarafından yayın yoluyle işlenen hakaret maddelerinin ispatı iddiasının ilmen ve kanunen kabulüne imkan mevcut değildir... Diyerek, Kenan Öner'in iddiaları ispat edeceği yolundaki talebinin reddini istemiştir.
Savcı yardımcısının muhakeme safahatını ve bu arada Kenan öner'in o günkü eelsedeki müdafaasını sanki daha önce öğrenmiş gibi, evvelce hazırladığı bir kağıdı okuması, üstelik bu yazılı mütalayı tereddüt içinde kekeleyerek okuması, gözden kaçmamış ve savcı yardımcısının bu garip hali Hasan Ali Yücel'in Kenan öner aleyhine açtığı dava ile ilgili arzuhalin hazırlanması dolayısiyle yapılan istis. Ari toplantıya bu savcı yardımcısının da iştirak ettiği yolundaki rivayetleri kuvvetlendirmiştir.
Nitekim o günkü celsede söz alan Cemaleddin Saraçoğlu bu duruma temasla :
Ccben kulağı delik bir gazeteciyim. İstanbul'da bulunduğum sırada, bu dava dolayısiyle bazı iştişareler yapıldığını işitmiştim. Bugün savcı yardımcısının elindeki kağıdı böyle ağır ağır okuyuşu bu kanaati kuvvetlendirmektedir... Demiş savcı yardımcısı ise bu iddiayı, elindeki yazıyı zapta kolay geçmesi için ağır ağır okuduğu şeklinde cevaplandırmıştır.
Yine KENAN ÖNER KONUŞUYOR
Savcı yardımcısının mütalaasından sonra tekrar söz alan Kenan Öner :
.._ Hasan Ali Yücel kanun nazarında bir kudsiyet ifade ediyorsa hiç duruşmaya hacet kalmadan mahkcımiyetimize karar vermekle bu iş kısa kesilebilir. Fakat biz Cumhuriyet adalet ve mahkemelerinin bu kadar basit düşünüş ve gayri müsavi ölçülerle millet haklarını tartacığını hatırimıza bile getirmek istemeyiz.
İftira Ml degil Mi?
Türkiye Cumhuriyetinde yabancı ve Faşist bir hükumet hukukçularının mütalaasiyle Türkiye adaletini aviarnağa uğraşmak, fikrimce, memleketimizde faşistliğe yol açmasa bile adli •ve siyasi istiklale son vermekten başka bir mana ifade etmez. Avrupa hukukçularının reyine müracaat etmeden, bizim Ceza kanunumuzda, ceza bakımından memurun ne demek olduğu sarahaten yazılmıştır. Bunlar mevcut olmasa bile, bir izmir saylavının veya eski bir Milli Eğitim Bakanının cezalandırılmasını mahkemeden istiyecek kadar kanun hükümlerini bilmeyenlerden de ğiliz. Bu yolun da zamanı gelecek ve cezai mes'uliyetin hesabı kendisinden sorulacaktır.
İzafe ettiğim fiilierin ispatına yol açılması hakkındaki emelim, bu fiilierin cezayı istilzam etmesi bakımından değil, yalnız kanunun bana vermiş olduğu müdafaa hakkından istifade etmek ve kendinin açtığı adalet yolundan yürüyerek yaptığını ifşa ve iddia eylediğim fiilierin sıhhat ve ademi sıhhatini meydana çıkarmak ve bunun zımnında da bu adamın milet ve memlekete neye mal olduğunu anlatmak gibi milli ve içtimai vazifelerimin ifasını sağlamak içindir. Böyle yapmakla da kendilerinin dava açtıklarını ilan ederken bu isnadın bir iftira olup olmadığı anlaşılacaktır, yolunda ihsas huyurdukları temayül ve medeni cesaretin neticesi olarak, huyurdukları gibi yalancı bir müfteri olduğurnun ispatı arzularının tahakkukuna yardım etmek içindir."
Kenan Öner'in bu konuşmasından sonra, Hasan Ali'nin 22 Şubat tarihli Ulus gazetesinde neşrolunan açık mektubunun celbine, bu açık mektubun radyo ile yayınlanmış olup olmadığını Basın Yayın Umum Müdürlüğünden sorulmasına ve Kenan Öner'in iddi-, alarının ispatı yolundaki talebinin tetkikine karar; verilerek, duruşma 26 Nisan Cumartesi gününe bırakılmıştır.
KENAN ÖNER'İN İNTİSALARI ,
Davanın bu ilk eelsesiyle ilgili intibalarını Kenan Öner bilahare şöyle anlatmıştır:
«Ben bir gün evvel Ankara'ya vasıl olmuş, bir gece islirahattan sonra tam vaktinde yetişebilmak üzere bir otomobil ile Adiiye Sarayına giderek, daha varmadan otomobilden çıkmıştım. Etrafımı caddeyi dolduran gençlik almış, bir alkış tufanı beni çevrelemişti. Bin rica ve israrla el çırpmalarını önledikten sonra, yaya olarak Adiiye kapısına gelebildim.
Bu binanın projesi yapılırken görmüş ve fikrimi bildirmiş olmakla beraber: yapıldıktan sonra ne hal aldığını, odaların mahkemelere ne suretle taksim edildiğini bilmiyor, talebem olduğu için Savcı Kemal Bora'dan başka kimseyi tanımıyordum.
Mathaldeki basarnaklara tırmanırken etrafıma bir göz attım. Koca bir memleket içeri girmiş, iç merdivenlerin üstüne kadar binayı doldurmuştu.
Şapka ve pardesümü vestiyere bırakıp, içeri daldığım zaman, nerede olduğunu o gün öğrendiğimüçüncü Ceza Mahkemesinin koridoruna sıkışan halkın arasında, bir sürü polis ve jandarmanın resmi kıyafetle bu törene iştirak hususunda gösterdiği nazik alakadan dolayı kendilerine teşekkür etmek istedim, fakat sonra caydım. Bu zabıta kuvvet-\ lerinin miktarı sükun ve intizamı temine kafi gelecek miktardan çok fazla olduğu için, bu davanın görülmesinden bazı mehafilin çekindiğini sezer gibi oldum. Gördüğüm manzara bir tehdit manasını ifade ediyor, fakat mahkemeye mi, dinleyicilere mi, yoksa bana mı tevcih edildiğini tabii kavrayamıyordum.«
SALONA ZOR girebildim
İçeı-isi bir koridordan fazla sokak muharebelerini andırır bir çehre gösteriyordu. Kalın tahtalarla vücude gelmiş barikatlar koridora amut vaziyette dizilmiş, arkasına tüfekli, tabanealı jandarma ve polisler, kumandan ve komiserleriyle yerleşmiş, fakat etraf yine meraklı gençlerle dolmuştu. İçeri almak istemediler. Bu hailenin baş aktörü kendim olduğumu güçlükle anlatarak girmek müsaadesini aldım. Toplanma saatini bekledim.
Kapı resmen açılıp da içeri girdiğim zaman, oraya da konulmuş bulunan, fakat önü de, arkası da dolu olan barikattan güçlükle geçerek ilk defa gördüğüm yargıcın temsil ettiği Türk milletini selamladıktan sonra bizlere tahsis edildiği boş olmasından anlaşılan sandalyalardan birine oturdum. Mütecessis nazarlarla baktığım zaman, sardalya kutusu halini almış olan salondaki gençliği ve davaya iştirak eden savcı yardımcısını tetkike koyuldum. Bize tahsis edilen büyük masanın karşı kenarında da bir takım gençler yer almış bulunuyordu. Hiç birini tanımadığım için bunların birer sivil polis olmasından şüphelendim ve birr"'; da kızdım. Kimler olduğunu yanımdakilere sormakla, hakim ve avukat stajyerleri olduğunu anlayınca neş'em yerine gelebildl
İçeride resmi kıyafette bir jandarma veya polis bulunmadığını itiraf etmekle beraber, halka karışmış sivillerin, gençlerin arasına sıkışmış komünist ruhlu insanların olup olmadığından hala şüpheliyim.
Biraz sonra hüviyetlerimizin tesbitine başlanmak suretiyle celse açıldı. Mutena hasmının, mutena vekili sayın profesör, verdiği bir arzuhalle resmen ve alenen muhasama ve mücadeleyi ikinci defa kabul ettiğini ilan eyledi. Yücel, hakkımda dava açmak gibi kısa görüşlükle iftihar eylediği zaman, Hikmet isminde ikinci bir profesörü de tevkil ettiğini bildirmişken, nedense bu ikinci avukat meydanda yoktu. Lütufdidelerinden istiane zorunda kalan haşmetlü bakan hazretlerinin avukatı, hakimler ve savcı yardımcımızl.:ı yaptığı gizli istişarelerle iktifa etmiş ve galiba kendisinin Adiiye Bakanının akrabası olması dolayısiyle meydana çıkmaktan çekinmiş olmalı ki, mevcudiyetleriyle davanın şerefini arttırmadılar.»
Kenan Öner'e ispat Hakkı Veriliyor..
26 Nisan 1947 Cumartesi günkü celsede, Mahkemece istenen, Hasan Ali Yücel'in açık mektubunun neşrolunduğu Ulus gazetesinin gönderildiği görülmüş, bu açık mektubun Radyoda aynen yayınlandığına dair Basın -Yayın Umum Müdürlüğünün cevabi yazısı okunmuş ve sonra Kenan öner'in iddialarının ispatı talebinin Türk Ceza Kanununun 279, 480 ve 481 ci maddelerine uygun olmakla kabulüne, bu husustaki müdafaasının ve göstereceği delillerin tetkikine karar verilmiştir.
Bu karar üzerine Kenan Öner tarafından mahkemeye takdim olunan deliller listesi şudur :
Şükrü Sökmensüer tarafından içişleri Bakanı sıfatiyle Büyük Millet Meclisinde yapılan açıklamada : ukomünistlerin köylere nüfuz ederek köyde şehirden ayrılık, münevver tabakaya düşmanlık ve bilhassa devlete emniyetsizlik hisleri uyandırarak mücadeleci ve mütearrız bir sınıf şuuru yaratmak faaliyetine girişildiği" bildirilmiş bulunmaktadır. Buna göre, köylere nasıl huioı edilmiş ve hangi vasıtalarla böyle bir şuur yaratmağa çalışılmış olduğunun içişleri Bakanlığından sorulması,
Yine bu ifşaat arasında 1940 ve 1941 senelerinde Zonguldak'ta, bilhassa öğrencilerden mürek
Kep komünist gurubu yakalandığı, 1943 de Hamidiye Köy Enstitüsünde bir tahrikat yuvasının meydana çıkarıldığı, 1944 de Akhisar'da yine bir çoğu öğrenci olan otuz kişilik bir gurubun yakalandığı bildirilmektedir. Bunlar ne vasıta ile öğrenilmiş, ne suretle önlenmiştir. Yakalananlar arasında öğretmen varm1dır? Bu faaliyet meydana çıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığına malumat verilmiş ve araca ciddi bir teşebbüste bulunulmuş mudur? Bu cihetlerin de içişleri Bakanlığından sorulması,
«48 Şair» isimli risalenin Bakanlar Hey'etince toplanmasına 1944 senesinde bir karar verilmiş midir? Verilmişse sebebi nedir? Bu cihetin Başbakanlıktan sorulması,
Bu «48 Şair" kitabının neşri sırasında, yani 1944 senesinde, Eğitim Bakanlığı dergilerinin birinde bu kitabın mekteplere tavsiyesi hakkında bir tamim yazılmış mıdır, yazılmış ise bunu ihtiva eden derginin tavsiye yaprağı yırtılarak mı dağıtılmıştır? Bu cihetlerin de tahkik ve tetkik edilerek, neticenin bildirilmesi hususunun Milli Eğitim Bakanlığına yazılması,
Yine bu «48 Şair" adlı risale dolayısiyle 1944 senesi Nisan'ın ilk veya ikinci Salı günü CHP gurubunda Yücel aleyhinde cereyan eden münakaşayı ihtiva eden zabtın bu hususa taaigk eden kısmının suretinin gönderilmesi hususunun mezkur parti umumi katipliğine yazılması,
1947 Milli Eğitim bütçesinin müzakeresı sırasında, Köy Enstitüleri hakkında milletvekili Emin Soysal tarafından ileri sürülen mütalaatı ihtiva eden meclis zaptının meclis riyaset divanından istenilmesi,
1939 senesinde Dil ve Tarih Coğrafya Fa kültesinde açılan felsefe şubesine ilk olarak kimlerin profesör ve doçent olarak tayin edilmiş olduklarının istilamiyle beraber, bu şubeyi idare eden Fransız Lakomb'un komünizm faaliyetinden şikayeti havi yaz dığı raporun da oradan celbi,
Komünist mecmuası olarak tanınan "Yurt ve "Dünya " mecmuasına abone kaydalunmak suretiyle Milli Eğitim Bakanlığınca bu mecmuaya nakdi yardrmda bulunulup, bulunulmadrğının, bulunulınussa miktariyle, ne tarihten, ne tarihe kadar devam ettiğinin Kütüphaneler ve Neşriyat Müdürlüğünce tetkik edilerek, neticesinin bildirilmesi hususunun Milli Eğitim Bakanlığına yazılması,
Hasan Ali'nin oğlu Can Yücel'in komünistliği hakkında zabıta ve Maarif Müfettişliğince bir tahkikat yapılıp yaprlmadrğrnın, yapılmışsa ne netice verdiğinin Milli Eğitim Bakanlığı ile Emniyet Umum Müdürlüğünden sorulmasr,
Can Yücel hakkında 1946 senesinde Maarif Müfettişlerinden Sami Akyol tarafından yapılan tahkikatı havi raporun Milli Eğitim Bakanlığından celbi.
Halil Vedat'la Pertev Naili Boratav'ın müştereken yazdıkları «Halk Şairleri Antolojisi " adlı eserin solculuk mahiyetini haiz olup olmadığı ve muhap rirlerine Maarif bütçesinden para verilip verilmediği. Verilmiş ise miktarı ve böyle bir yardıma layık bulunup bulunmadığı keyfiyetinin Milli Eğitim Bakanlığından sorulmasr,
Mahmudiye Köy Enstitüsünde emniyet teş^ kilatı tarafından yapılan tahkikat neticesi Emniyet Umum Müdürlüğünden istizah edilmekle beraber bu tahkikatr müteakip Müessese Müdürü Rauf ile Eskişehir Maarif Müdürünün terfilerini icap eden sebeplerin de Milli Eğitim Bakanlığından sorulması,
İlk öğretim Umum Müdürü ismail Hakkı Tonguç'la iştirak halinde Köy Enstitülerinde yapılan telkinat hakkında Milli Eğitim Bakanlığınca bir malomat mevcut olup olmadığının, Köy Enstitüleri tale^ belerinin Dil Fakültesi felsefe şubesine sık sık gelip gelmediklerinin ve bu şube öğrencilerinin de Hasanoğlan Köy Enstitüsüne giderek geceleri orada misafir kalıp kalmadıklarının Milli Eğitim Bakanlığından sorulması,
Yeni Milli Eğitim Bakanının vazifeye başlar başlamaz Maarif teşkilatında geniş ölçüde tahkikat yaptırmağa ve bilhassa her Enstitüye bir müfettiş isabet etmek üzere tarama teftişi icrasına lüzum görmesi sebebinin istizahile beraber, bu müfettişler tarafından yapılan tahkikat tezlekelerinin veya suretlerinin Milli Eğitim Bakanlığından celbi,
Bu teftişler üzerine sınıfları tenzil, başka yerlere nakil ve vekalet emrine alınanların kimler olduğunun ve sebebinin neden ibaret bulunduğunun yine Milli Eğitim Bakanlığından istizahı,
Klasikler serisinin durdurulması sebebinin ne olduğunun Milli Eğitim Bakanlığından sorulması,
"Köy Enstitüsü Dergisi " namıyie çıkan nüshaların ve Enstitülerce bu dergilerden ne suretle istifade edilmesi mültezem olduğuna dair ilk Tedrisat Umum Müdürlüğünden 10.1.1945 ve 10.12.1945 tarihinde 6/504 ve 6/24352 numaralarla Enstitülerce yapılan iki tamimin Milli Eğitim Bakanlığından celbi,
Maarif Vekaletince bastırılıp mekteplerde okutulan «Türkçe Metinler" adlı seri hakkında, yeni Bakan tarafından istanbuldaki edebiyat hocalarına yaptırılan tetkikatı havi raporun mezkur Bakanlıktan istenilmesi,
Sabahattin Ali Nihai Atsız davası sırasında, Hasan Ali Yücel'in ihdas ettiği vak'anın mahiyeti ve ' cereyan şekli hakkında mezkgr lise müdürü ile Doçent Ahmet Ellez ve Ali Soylu'nun bulundukları yerden istinabe suretiyle ifadelerinin aldırılması,
Lrkçı ve Turancılık iddiasıyle haklarında yapılan tahkikatın cereyan tarzı hakkında sanıkların şehadetlerine müracaat edilmesi.
Sayın Cumhur Başkanının 19 Mayıs 1944 tarihinde gençliğe hitaben irad buyurdukları nutukta hadiseyi izafe olunan vasıfların tamamen aksi, Sıkı Yönetim mahkemesince yapılan duruşma neticesinde tahakkuk etmiş bulunmasına göre, vak'anın kendilerine yanlış anlatılmış olduğu tahakkuk etmiş bulunduğundan hadiseyi nutukta izah ettikleri veçhile kendilerine kimlerin anlattığının bir ariza ile müşarünileyhten istilamı,
Irkçılık ve Turancılık Davası hakkında istanbul Sıkı Yönetim ikinci mahkemesinden sadır olan hükmün bir suretiyle sanıklardan bazısının kendilerine tatbik olunan muamelenin tesbiti hakkında son oturumların birinde vaki olan talebi reddine dair verilen karar suretinin Sıkı Yönetim Komutanlığından celbi,
Yine bu dava dosyasında bulunması icap eden ve bizzat sanıklar tarafından verilen müdafaanamelerin birer suretinin de mezkgr Komutanlıktan istenmesi,
Ankara Üniversitesindeki komünist profesörlerin tahkikatını yapan müfettiş Sami Akyol ile arkadaşlarının yazdığı rapor suretinin Milli Eğitim Bakanlığından celbi,
İlk Öğretim ve Köy Enstitülerinde son günlerde yapılan değişikliklere mesnet teşkil eden müfettiş raporlarının da mezkcır Bakanlıktan istenmesi,
Milli Talim ve Terbiye azalarının Hasanoğlan veya diğer Köy Enstitülerinde ders verip vermediklerinin, vermişlerse bunların kimler olduklarının ve kendilerine verilen munzam ücretle harcırah miktarının Milli Eğitim Bakanlığından sorulması,
Milli Eğitim Bakanlığının en yüksek makamını işgal eden; mürakebe, teftiş ve tahkik selahiyetini de haiz olan Milli Talim ve Terbiye azalarının, Köy Enstitüsü Müdürlerinin maiyetinde çalışacak kadar fedakarlık göstermelerinin vechi ve resmi icaplarının ne olduğunun da Milli Eğitim Bakanlığından istizah edilmesini hak ve adaletin izharı namına sayın yargıçlığınızdan dilerim.»
Bülend nuri ESEN'iN itiraz!
Kenan Öner'in mahkemeye verdiği bu deliller listesinin okunmasını müteakip, Hasan Ali'nin avukatı Bülend Nuri Esen, hissedilir bir telaş içinde hemen söz istemiş ve şunları söylemiştir :
Cıbu delillerin hey'eti umumiyesinden benim anladığım şudur ki, üstat Kenan Öner, müdafasına yarıyacağını sandığı bir takım delillerin ihzarında ve toplanmasında mahkemeyi adeta kendi hizmetinde; bulundurmak istiyor. Bize hitaben yazmış olduğu açık mektuba bakılırsa üstadın bu delilleri vaktiyle incelemiş olması gerekir. Bunları muhtasar şekilde mahkemeye sunması icap ederdi. Cumhur Başkanına yanlış anlatılan bir noktanın kendisine sorulması hakkında bir beyanları var. Açıklanmış, aleniyete vurulmuş, bir devlet reisinin kanatini ifade eden mahiyet almış bir nutuk hakkında : «Ben bunda aldanmışım. İşin iç yüzü öyle değilmiş de böyleymiş.. Demek hakkı o nutkun sahibi olan Cumhur Başkanına aittir. Bunu sormak, bendenizce kendilerini mecbur olmadığı bir hususta beyana davet etmektir. Sanığın kudsi olan müdafaa hakkına pek tabii olarak hürmetkarız. Yalnız delillerini kendi istihbar vasıtalarına ve imkanlarına uymak suretiyle toplaması lazım geleceği tabiidir. Bu bakımdan mahkeme re'sen lüzum görmedikçe ve bir kararla eelbine kani bulunmadıkça tekmil delillerin kendileri tarafından ibrazı lazım gelir...
SAVCI DA işkence meselesine itiraz
ediyor.
Bülend Nuri Esen'in bu konuşmasından sonra söz alan savcı yardımcısı Abdullah Pulat Gözübüyük :
"Davaya konu olan isnatlardan ve maddelerden jşkenceye müteallik olanları Yücel'in memuriyet görevi ile alakah bulunmadığından reddini; diğer hususların da birer birer mahkemece incelenerek takdire göre müdafaa için lüzumlu olanları tahkikine karar verilmesi.. Ni istemiş, bilahare söz alan Kenar Öner ise bu iddiaları şöyle cevaplandırmıştır:
«Muhterem hasım vekili iddialarımı ispat için icap eden delillerin tarafımdan ibrazı mecburiyetinden bahsederek, mahkemeyi bu işe tavsitimaen dolayı beni muatıp tutuyorlar. Halbuki okunan dilekçemden anlaşılacağı veçhile ikame ettiğim delillerin hepsi kendi ferdi iktidarımla ele geçecek şeyler değildir. Anayasanın dava ikamesinde ve hak talebinde değil, bizzat kendinin lüzum gördüdüğü delilleri serbestçe mahkemeye ikame hususunda herkese verdiği hakla mücehhez bulunuyorum. Maamafih kendilerine tebşir ederim ki, bunların bir kısmı elimde ve yeni Maarif Bakanının teşkil ettiği komisyonlarca yapılan tetkikler, eğitim mekteplerinde okunan kitaplar nezdimdedir. Bunların ibrazıyle de bir sürü hakikatlar meydana çıkmakla beraber, hakikat-i maddenin bütün kemaliyle izharına kafi gelmiyecektir. Mesela dediğim gibi elimde rapor suretleri var. Fakat bir kısmının imzadan mahrum olması dolayısiyle ibraz etsem de böyle bir kağıt parçasına mahkemenin itimadını isteyecek kadar hakkımı sui-istimal eiimden gelmez.
Hakikatler gizlenemez
İddia makamının ifadelerine gelince : Kendileri komünistlere müteallik delillerde müsamahakar bulunmakla beraber bilhassa işkence işinde mahkemenin bana verdiği ispat hakkını önlemek istiyorlar. Bunun böyle olacağı geçen celseye gelmeden önce bence maiomdu. Mahkemenin adalet ve kanuna uygun kararı meydanda durur ve iki cihete de şümul ifade ederken; muhterem savcı yardımcısının bunları birbirinden ayırmak istemesinde bir isabet olmadığı gibi, iddialarının bir. Kül teşkil etmesine bunlardan bir kısmının ispatı hakkına sahip olarak, diğerlerinden mahrumiyetim halinde eski Bakan Hasan Ali'nin, komünistleri ne dereceye kadar himaye ettiğini umumi efkara anlatarak ispat etmek imkanı da bulunmamasına göre, bu talebin hakikati gizlemekten başka bir maksada mahmul olamıyacağı aşikardır. Serdettiğim dava ve hadise ile taaiiok derecesi şimdi aniaşılmak lazım geliyorsa, henüz vakti gelmediğini itiraf etmekle beraber vaziyetten doğan zaruretle matbu broşürümü mahkemenize arzediyorum."
Diyen Kenan öner, istanbul'da Kenan Matbaasında basılmış olan, büyük eb'adda 79 sahifelik Öner ve Yücel Davası adlı broşürü mahkemeye vermiştir 46. ’
Konuşmasını, Nihai Atsız, Orhan Şaik Gökyay, isıııet Tümtürk, Ahmed Soylu, Rükneddin Nasuhioğlu'nun şahit olarak dinlenmesini isteyerek bitiren Kenan öner'den sonra tekrar söz alan Bülend Nuri Esen; ırkçıların ortaya birer kahraman gibi atıldıklarını, ırkçılar ceza görmedilerse kanunda ırkçılık diye bir suç mevcut olmaması yüzünden kurtulduklarını, Avrupa'nın bu günkü hale gelmesine, hanümanların yıkılıp milyonlarca iskeletin dikilmesine ırkçılığın sebep olduğunu söylemiş, Kenan Öner ise bu iddiaya şu cevabı vermiştir :
«Benim ırkçılığı müdafaa ettiğim hakkındaki iddi'a ancak kötü bir maksadın eseri olabilir. Şimdi Yücel vekili tarafından ihsas edilmek, istenen bu yalancı keyfiyet daha evvel de istanbul'da Fransız lisaniyle çıkan "istanbul" gazetesine bile geçmiştir. Ben ırkçılık müdafii olmadığımı kendileriyle beraber aleme de temin edebilirim. Müdafaa ettiğim şey, hak ve hakikattir. Herhangi bir fiilin iyilik veya kötülüğü mem-
46 Kenan Öner, bilahare bu dava ile ilgili olarak . Öner Yücel Davası 2 • adıyle bir kitap daha yayınlamıştır. Gerek ilk kitap, gerek bu 214 sahifelik ikincici kitap, o yıllarda büyük alaka görüp tekrar tekrar basılmıştır. Hasan Ali Yücel ise, bu dava ile alakalı iddia ve müdafaasını •Dâvâm^ adlı 156 sayfalık bir kitapta toplayıp neşretmiş, güzel bir kapakla yayınlanan bu kitap o yıllarda .gülünçlükler, mantıksızlıklar, iftiralar ve yalanlar koleksiyonu^ şeklinde tavsif olunmuştur. Nu bir mahiyet arzetmedikçe beni de, nıahi<emeyi de alakadar etmez.,
Bu konuşmayı müteakip, hakim, Dahiliyet Vekili Şükrü Sökmensüer'in komünistler hakkında Mecliste irat ettiği nutkun getirilmesine, Nihai Atsız ve Orhan Şaik Gökyay'ın şahit olarak dinlenmeleri için istanbul'a talimat yazılmasına, Kenan Öner'in elindeki vesikaları mahkemeye tevdi etmesine karar vererek celseyi kapatmıştır.
Dinlenen şahitler
Mahkemenin 12 Mayıs günkü celsesine, Şükrü, Sökmensüer'in Meclisteki konuşmasiyle ilgili Meclis zaptının okunmasiyle başlanmış, istinabe suretiyle dinlenen şahitlerin ifadeleri okunmuş, bazı şahitler dinlenmiş, Kenan Öner'in geçen celse mahkemeye verdiği müdafasiyle alakalı 27 maddelik deliller listesinin 9, 1O ve 21 numaralarında kayıtlı hususlar müdafaa ile ilgili görülmediğinden bunların reddine (47) diğerlerinin kabulüyle merciinden sorulması için Savcılığa müzekkere yazılmasına karar verilip duruşma 31 Mayıs gününe bırakılmıştır.
Böylece Kenan Öner'in müdafasiyle ilgili delillerin toplanmasına ve tetkikine geçilmiş bu arada ırkçılık Turancılık adı verilen milliyetçilik düşmanı davanın sanıkları başta olmak üzere pek çok kimsenin şehadetine müracaat edilmiştir.
47 Bu maddeler, Hasan Ali'nin oğlu Can Yücel hakkında yapılan zabıta tahkikatı ve Milli Şef (!) İnönü'nün 19 Mayıs 1944 de yaptığı meşhur konuşma ile alakah olup, tetkikine Mahkemece lüzum görülmemiştir.
Orhan Şaik Gökyay, Nihai Atsız, Osman Yüksel (Serdengeçti), Hüseyin Namık Orkun, M. Zeki Sofuoğlu, Adnan ötüken, Hikmet Tanyu, Prof. Zeki Mes'ut Arsan, Said Bilgiç, Necdet Sançar, ismet Tümtürk, Necdet özgelen, Selahaddin Ertürk; Ziya ilhan, Nurullah Barıman, Haluk Karamağaralı, Sururi Ermete, Ziya Karamuk, Rükneddin Nasuhioğlu, Ali Soylu gibi şahitlerin şehadetiyle mühim pek çok hakikatler ortaya serilmiş ve Hasan Ali Yücel'in Maarif teşkilatındaki korkunç tahribatı, bir devrin yüz karası olarak adalet arşivine intikal etmiştir.
Okuyucularımıza bir fikir verebilmek ümidiyle dinlenen bu şahitlerden bazılarının anlattıklarını kısa notlar halinde nakledeceğiz:
ORHAN şaik GÖKYAY dinleniyor
Orhan Şaik Gökyay Milli Eğitim Bakanlığında eskidenberi tanıdığım iki kişi vardır ki, bunlarla fikren temas halindeyim. Bunlar Sabahattin Ali ile Pertev Naili Boratav'dır. İkisi de, komünisttir. Pertev, Fakültede Doçentti, şimdi Profesördür. Sabahattin Ali de konservatuarda öğretmendi. Yazılarından tanıdığım komünistler de Behice Boran, Niyazi Berkes, Adnan Cemgil'dir. Her üçü de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde Doçenttir.
Nazlm hikmet DE himaye edilmiştir
Malum bir komünist olan Nazım Hikmet de Hasan Ali'nin himayesi altındadır. Nazım Hikmet Çankırı Hapishanesinde yatarken, kendisine konservatuar opera tercümeleri yaptırmaktaydı. Adını şimdi hatırlayamadığım, ancak 1940 yılından sonra tercüme ettirildiğini bildiğim bir operanın tercümesi işi Hasan Ferit Alnar'a verilmiş, o da defalarca Çankırı'ya giderek Nazım Hikmet'in yardımına, rey ve fikrine müracaat etmiştir. Nazım Hikmet mahkum olduğu için tercüme ücreti yalnız Ferit Alnar'a verilmiş, o da Nazım'ın hissesini ayırmıştır. Bunları bana bizzat Ferit Alnar anlatmıştır. Bu gibi işleri doğrudan doğruya Bakan yapar. Ferit, böyle tehlikeli bir iştiraki, başlı başına yapamazdı.»
Orhan Şaik Gökyay'ın Nazım Hikmet'le ilgili bu iddiasını, bilahare ifadesine müracaat edilen Hasan Ferit Alnar teyid etmiş ve istanbul'da rejisör bulunduğu zaman bestelediği cıvalova Türküsü» ve cısarı Zeybek, eserlerinin Nazım Hikmet tarafından yazıldığını, eğer mahkum olmasaydı "Toska» yı da Nazım Hikmet'le birlikte hazırlıyacağını söylediğini, bu sözleri duyan Ali Fuad Gebesoy'un Hasan Ali Yücel'le görüşüp gerekli müsaadeyi alması üzerine bir kaç kere Çankırı'ya giderek eseri Nazım Hikmet'le beraber tercüme ettiklerini, bu meseleyi Orhan Şaik'e de anlattığını, Toska'nın tercümesi için sekiz yüz lira aldığını, Nazım Hikmet'in hissesine düşen parayı Ali Fuad Cebesoy'a verdiğini söylemiş, böylece Nazım Hikmet haininin hapishanede gördüğü istisnai muamele ile bu komünistin devlet bütçesinden nasıl beslendiği hakikati olanca dehşetiyle tebellür etmiştir.
Hikmet TANYU'NUN anlattlkları
I\/luhakemenin 31 Mayıs günkü celcesi fasılasız beş saat devam etmiş ve o gün !Rkçılık-Turancılık Davası sanıklarından Hikmet Tanyu şahit olarak dinlenmiştir.
Bu yazı serimizin işkence bahsinde tafsilatıyle yazdığımız gibi, Hikmet Tanyu, tabutluk işkencesine maruz kalan milliyetçilerdendir. İlk tahkikat sırasında evvela tehdit edilen, sonra «tabutluk.. Denilen korkunç işkence mahallinde çok feci şekilde zulme uğrayan Hikmet Tanyu'nun o gün mahkemede anlattıkları büyük alaka uyandırmış ve ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi duruşma safahatıyle ilgili olarak şunları yazmıştır:
«Hasan Ali Yücel Kenan öner davasının, bu gün hemen arasız surette beş saattan fazla süren duruşması, hayli heyecanlı oldu. Kalabalığa gelince, '1-ıer zamankinden fazla idi. Çoğunluğu, Hukuk ve Dil Tarih Fakülteleri öğrencileri teşkil ediyordu. Bu sefer de itilen, kakılan, elbiseleri yırtılan oldu. Zabıtaca esaslı tertibat alınmakla beraber, galiba demokrasi icabatından olarak fazla müdahaleden kaçınıldığından avukatların ve sanıkların dahi mahkeme kapısına varabilmeleri, kalabalığın kendi kendine aldığı tedbirler sayesinde oldu. Bu sırada Kenan Öner'e hem yol verildi, hem de alkışlandı. Bugünkü duruşmada dinlenen bir tanık, bazı işkencelere dair dinleyicilerin tüylerini ürperten iddialarda bulundu...
Gençlerin DURUMU feciydi
Hikmet Tanyu'nun bu tüyler ürperten iddiaları şunlardır:
" Turancılık adı verilen davaya ben de sanık olarak çağrıldım, fakat bir iki ay sonra... Bu itibarla. Ankara'da bulunduğum bu müddet zarfında dönen manevraları ve bunların kimler tarafından tertip edildiğini vazıh olarak öğrendim. 3 Mayıs 1944 te Nihai Atsız Sabahattin Ali davası münasebetiyle Ankara'da milliyetçi gençler. Bir nümayiş yz;pmışlardı. Nümayişte bulunmadım. Bir kısım gençler nezaret altına alındı. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde dört sene okuduğum için içlerinde tanıdıklarını Osman Yüksel ve şair Cemal Oğuz'u görmek için bir kaç defa Ankara Emniyet Müdürlüğü nezarethanesine gittim. Hasan Ali'yi merdivenlerden inerken, gördüm. O sırada gençler, Emniyet Müdürlüğünün canılı kısmında idi. Vaziyetleri feciydi, üzülüyordum. Fakat sonradan bana yapılanlar yanında, bu gördüklerimin hiç mesabesinde olduğunu anladım.
Fakültenin içyüzü :
Dört sene içinde bulunduğum Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin içyüzünü iyi bilirim. Burada gerek, yazıları gerek sözleri, gerek talebeye yaptıkları telkinler, gizli ve yasak kitapları dağıtmak gibi hareketleriyle komünist oldukları aşikar kimseler faaliyette idiler.
Hakim Kimlerdir bunlar?
Hikmet Tanyu Bir aralık komünistlikle itham edilerek, üç hafta nezaret altına alınmış olan, Muzaffer Şerif, doçent Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Boratav ve eski bir Musevi vatandaşı olan Azra Erhat bu arada idi.
Halen Etnografya Müzesinde arkeoloji asistanı olan Haluk Karamağaralı adında bir gençle tanışmıştım. Bu genç, komünistlerin faaliyetini yakından görmek için kendileriyle temasa geçmiş ve hareketlerini esaslı şekilde tesbit etmişti. Sahaaddin Eyer adında halen tarih öğretmeni olan bir gençle birlikte bu hocaları 1943 te Hasan Ali'ye şikayet etmişlerdir. Bakanlıktan gönderilen müfettişlere, bu faaliyet üzerinde geniş bilgi verildiği halde mesele sonradan ört-bas edilmiştir.
Hakim Ört -bas edildiğini nereden biliyorsunuz?
Hikmet Tanyu Bir netice çıkmadı. Bunu, sonradan tekrar yapılan bir şikayet üzerine Askeri Mahkemece tahkikata başlanmasından da anlıyorum. Muzaffer Şerif'le talebeden Nabi Dinçer ve diğer altı yedi genç, derhal tevkif ediliyor. Sonunda bunlar da serbest bırakıldılar. Serbest bırakılmaları, hükgmetin bu gibi hareketlere müsamaha ettiği hissini uyandırdığından, bir kaç yüz gencin komünizme temayülüne sebep olmuştur. Hatta bunlar r.ezaret altında iken, doçent Azra Erhat, bunlar için talebeden para toplamıştır.
Milliyetçiler eziliyor, komünistler
himaye görüyordul
Halbuki milliyetçiler, her hangi bir hareketlerinde şiddetle takbih edilmekte idiler. Mesela Abdülkadir inan milliyetçi bir dergiye makale yazdığı için Hasan Ali'nin hışmına uğramış, profesîhdük ünvanı kaldırılarak kendisine «okutman» ünvanı verilmiştir. Asistan Ahmed Ellezoğlu'nun vazifesine son verilmiştir. Bu işlerle hiçbir ilgisi olmadığı halde doçent Osman Turan Bakanlık emrine alınmıştır. Arif Nihad Asya Malatya Lisesi müdürlüğünden öğretmenliğe nakledilmiştir. Hüseyin Namık, Orhan Şaik gibi değerli şahsiyetler vazifelerinden uzaklaştırılmışlardır.
Milliyetçilerin en basit vak'alar üzerine ezilmesini, solcuların ise en ağır isnatlar karşısında mevkilerinde kalmış olmalarını başka türlü tefsir edemem. Bunlar, behemehal himaye görmüşlerdir. Dil -Tarih'te milliyetçi talebeden Osman Yüksel Fakülteden tardedilmiş, Salahaddin Ertürk, Haluk Karamağaralı komünistlikle mücadele etmeleri sebebiyle bir kaç defa idarece sorguya çekilmişlerdir. Halen vilayet maiyet memuru olan Ali Çanka'ya bir sene müddetle, talebeden Ziya Çoker yine bir sene müddetle, halen Samsun'da vilayet maiyet memuru olan Osman Gümrükçüoğlu milliyetçi bir derginin açtığı ankete cevap verdiği için iki sene müddetle fakülteden tardedilmişlerdir.
3 Mayıs nümayişi dolayısiyle Siyasal Bilgiler Okulu Müdürü Zeki Mesud Alsan derhal istifaya mecbur edilmiştir. Sebebi de: «Bu gençler temiz, milliyetçi gençlerdir. Kabahatlari yoktur, cezalandırmayalım" demesidir.
Söylendiğine göre Hasan Ali: ccen yumuşak Zeki Mesud'a bile diş geçiremiyoruz, demiştir. Buna mukabil Hasanoğlan Köy Enstitüsünde teksir makinesiyle çoğaltılmış komünist beyannameleri elden ele gezdiği halde, bir çok muzır kitaplar talebelerin gözleri ve masaları önünde aşikar durduğu halde kat'iyyen hiçbir harekete geçilmemiştir. Hatta bir kaç genç Emniyet Umum Müdürlüğüne bu halden şikayet etmişlerdir. Şikayet Milli Eğitim Bakanlığına intikal etmiştir. Bu işin organizatörü olan ismail Hakkı Tonguç, ihbarı yapan gençleri çağırmış, yarı tehdit, yarı şaka bir dille: ccsizi gidi Turancılar! Onlar da size Turancı diyor. Bu işi büyütmeyin" diyerek işi kapatmıştır.
Bir ara gençler, sayın Kazım Karabekir'e ve Meclis'e otuz sahifeden fazla bir yazı ile müracaat ederek, Hasanoğlan'daki komünist faaliyetlerini açıklamışlardır. Yeni Milli Eğitim Bakanı'nın gayret ve himnıetiyle bu Fnstitüden kırka yakın hoca değiştirilmiştir.
Resmi teblige UYGUN ifade veriniz!. ..
Hikmet Tanyu ifadesine devamla, 3 Mayıs hadiseleri dolayısiyle 28 Haziran 1944 tarihinde nezarete alındığını, ilk tahkikat sırasında Emniyet Umum Müdür Muavini Kamuran Çukruh tarafından tehdit edildiğini, «Bir kere ok yaydan . Çıkmıştır. Mademki bu adım atılmıştır, geri alınamaz. Resmi Tebliği tasvip eder mahiyette ifade veriniz! " diyen Kamuran Çukruh'un bu telkinatma uygun ifade vermediğinden «tabutlukı> a atıldığını söyleyerek da:ıa evvel temas ettiğimiz korkunç işkenceleri bütün dehşetiyle gözler önüne sermiştir.
BİR ŞEHADET DAHA
Kenan öner tarafından gösterilen müdafaa şahitlerinden biri de: ibrahim Sururi Ermete'dir. İstanbul'da bir istinabe eelsesinde dinlenen bu zat, bildiklerini şöyle anlatmıştır:
" Hasan Ali Yücel'i memleketimizde komünizmin hamisi olarak tanırım. Esat Adil hemşerim olduğu için eskidenberi tanırım. Kendisi, komünizm yolu üzerinde çalıştığını ve bu yolda ideal sahibi olduğunu söylerdi. Memleketimizin içtimal bünyesi bakıınından bu şekildeki düşüncesini doğru bulmuyordum. Onu doğru yola sevk için yalnız ben değil, bütün hemşerileri çalışmışlardır. Buna rağmen Esat Adil tuttuğu kızıl yoldan dönmemiştir. Bir zamanlar Tan gazetesinde de yazılar yazmağa başladı. Ben şah-
Sen bu yolda da kendisine mani olmağa çalıştım. 1945 senesinde izmir Fuarının açık bulunduğu bir günde, Hapishaneler Umum Müdürü kendisine Tan gazetesinde bu yolda yazı yazmamasını ihtar etti. Esat Adil bunu da dinlemedi. Vekalet emrine alındığı sırada, istifa etmesini söyledim. Bidayette «istifa etmiyeceğim, onlar beni tard etsinler^ dediği halde, sonradan istifa ettiğini duyarak kendisine gittim ve «Sen hani mert bir insandın, neden verdiğin sözde durmayarak istifa ettin?^ diye sordum. Esat Adil bana: «Ben Hasan Ali'den maigmat aldım. Kendisi Sabahattin Ali ile görüşmüş ve benim avukatlık yapabilmem için, istifaının lüzumlu olduğunu kararlaştırmışlar. Bunun için, istifa ettim diye cevap verdi. Esat Adil, Hapishane Umum Müdürlüğünde müfettiş olmakla beraber hukuktan da mezundu.
Yine bir münakaşada Esat Adil, Hasan Ali'den bahsederken: «Vekiller içerisinde Yücel gibi dört bakan olsaydı, Rusya ile anlaşabilirdik.» dedi ve Hasan Ali'nin müstakbel Başbakan olduğunu ilave etti. Ben de: «Buna imkan yoktur. İnönü böyle bir seye müsaade etmiyecektiı-» dediğim zaman, Esat Adil: "Hasan Ali bu uğurda muvaffak olacaktır. Hasan Ali hatta icbar etmek mevkiine bile sahiptir» dedi.
Muallim Mi. Müellim Mi?
Bir gün Bandırma'da Gönen otobüsü beklerken, bir aralık Savaştepe Köy Enstitüsünden mezun olduğunu öğrendiğim bir Gönenli ile görüştüm. Kendisine: «Siz muallim mi, yoksa müellim misiniz?, dedim. Bu şahıs: «Ben muallimim, konünist değilim^ cevabını verdi. Bu şahıs bana, Hasan Ali'nin 1943 yılında Enstitüye geldiğini ve bir muallimin Hasan Ali'ye: .. İçimizde komünistler olduğunu gazeteler yazıyor, böyle kimseler varsa qnları temizliyelim.. Demesi üzerine, Yücel'in: •Sen sus!.. Diye cevap verdiğini, başka bir muallim de: «Siz komünistleri himaye ediyorsunuz, deyince onu da susturduğunu söylemiştir.
Reisicumhur KÖŞKÜNDE yenilen
YEMEK
Irkçılık Turancılık davası sanıklarından (!) Olan ve o yıllarda Gümüşhane'de hakim namzedi olarak bulunan Said Bilgiç ise, öner Yücel davasında şu yolda şehadette bulunmuştur:
.. 1944 yılında Hukuk Fakültesi son sınıfında talebe iken Komünistler aleyhine yapılan nümayiş dolayısiyle tevkif edildim. 3 ila 9 Mayıs 1944 arasında devam eden bu tutukluğum sırasında, Ankara Valisi merhum Nevzad Tandoğan'la üç defa konuştum. Bu müddet içinde Hasan Ali Yücel'le Falih Rıfkı Atay'ın dört defa Valiye geldiklerini gördüm. Bir gün Vali, beni: .. Gel bakalım ırkçı, Turancı, darbei hükcımetçi! " diye çağırdı. O zamana kadar böyle bir hitapta bulunmamıştı. Vali, vaziyeti tayinde de delillerin tesbitinde bu iki zattan istifade ettiğini ve Atsız'ın Hitler'e benzemek üzere saçını kaşının üzerine düşürerek resim çektirdiğini söyledi. «Elimizde deliller var... Dedi. Ben: .. Vaziyeti tayinde, Hasan Ali ve Falih Rıfkı ile konuşacağımza aklı başında bir hukukçu ile konuşsaydınız daha iyi ederdiniz... Dedim. Vali, buna karşı: akiminle konuşayım, sarsak Hamid'le mi?» dedi. Bu sözü ile Hamid Şevket ince'yi kastediyordu.
Mevkuf bulunduğum sırada Ankara'ya gelen,
Kazım Alöç, Reisicumhur köşkünde yemek yediklerini ve bu yemekte Hasan Ali'nin de hazır bulunduğunu söylemişti. Bu söz üzerine, Hasan Ali Yücel'in bu işde ve işkencede müessir olduğuna inandım. Hasan Ali Komünisttir. İşkencede amil olmuştur. Köy Enstitülerini Komünist yuvaları haline getirmiştir. Ben, bu kanaatteyim.^
GEL, ENTERESAN MESELELER VAR!...
Yine bu dava dolayısiyle dinlenen Hüseyin Namık Orkun ise şunları söylemiştir:
«Yücel'i 1922 yılından beri tanırım. Kaç senesinde olduğunu hatırlıyamıyorum. Küçükevler'de oturduğum sırada, ailece tanıştığımız Ankara Savcı yardımcılarından Zihni Betil ile Ulus meydanında karşılaşmıştık. Konuşurken: «Haberin var mı? Sabahattin Ali, Nihai Atsız'ı dava etti." dedi. Bilmediğimi, fakat Sabahattin'in böyle bir davaya girişemiyeceğini söyledim. Bunun üzerine, dava arzuhalini verirken orada geçen bir muhavereyi anlattı: Bir arkadaşı Sabahattin Ali'ye: .. Oava açıyorsunuz, ya Nihai Atsız sizin Komünist olduğunuzu ispat ederse ne yaparsınız?, demiş, o da: «Ağabeyim Falih Rıfkı Atay'la vekil Hasan Ali Bey ısrar ediyorlar. Ben bu sebeple dava ediyorum. Yoksa dava etmek aklımdan geçmiyordu... Demiş.
Sabahattin Ali sicilli Komünisttir. Ben, 1944 yılında Ankara Valisi Nevzad'ın yolladığı üç hususi memur tarafından "Türkçüyüm " diye tevkif olunarak Valiye götürüldüm. O sırada da telefon edildi. Vali biriyle konuştu: «Gel, enteresan meseleler var, önümde duruyor." dedi. Önünde duranlar benim evimden alınan bazı vesikalardı. Valinin kiminle konuştuğunu ve muhatabının ve söylediğini tabii bilmiyorum.
Bundan sonra Vali Tandoğan bana: uşimdi buraya bir zat gelecek, seni onunla karşılaştırmak istemiyorum. Aşağıdaki komiser odasına in, Türkçülük hakkında ne düşündüğünü bir kağıda yaz da bana getir... Dedi. Oraya indim, bana üstünde yazı yazılacek bir yer hazırlanırken, pencere önünde dışarı bakıyordum. Bu sırada bir otomobil geldi ve içinden Yücel çıktı, doğru Valinin odasına gitti. O zaman anladım ki, Tandoğan'ın telefonla konuştuğu, Hasan Ali imiş. Biraz sonra bulunduğum odada cereyan eden bir konuşma sırasında serkomiser, Milli Eğitim Bakanı'nın Vali'nin yanında olduğunu söyledi...
C.H.P. meclis GRUP ZAPTINI vermiyor!...
Okuyucularımıza bir fikir verebilmek ümidiyle naklettiğimiz şahitlerin bu şekildeki şehadetleri devam ederken, mahkemece yazılı deliller de toplanmış, bu arada u48 Şair» adlı broşür hakkında C.H.P. Meclis Grubunda cereyan eden konuşmalara ait zabıt mahkemeye gönderilmemiş ve bu zabtı vermemek için, o yıllarda iktidar olan C.H.P. alelacele tüzük tadilatına dahi gitmiştir.
Mahkemenin 14 Haziran günkü eelsesinde bu durumu ele alan Kenan Öner şöyle konuşmuştur:
" Meydana çıkmasından ödleri pathyan bu zaptın gönderilmesi hakkındaki mükerrer eniriniz karşısındaki ileri sürdükleri uydurma bahaneyi, kendi noksan görüşleriyle kanun çerçevesine bürünmek isteyen bu mübarek parti içinde, ekseriyet temin ettikleri Millet Meclisinden kolayca alacakları bir çoğunluk karariyle bu zaptın ihtiv'i! Ettiği lakirdiları Devlet ve Meclis sırrı haline sokarak kanun ve mahkemenin kararının kendilerine tahmil ettiği veeibe ve vazifeden yakalarını kurtarabilmek yolunda yeni bir tecrübe yapılmak suretiyle, birbirini takip eden mezbuhane hareketlerinden birini daha, hem de bu sefer millet ve memleket kanunlarını oyuncak haline getirmek istedikleri aşikar bir şekil almış bulunmaktadır.
ADALET NEREYE sürükleniyor?
Siz, millet hakında tek başına söz söylemek selahiyetine malik olduğunuz halde, devlet teşkilatında ve bütün kanunlarımızda hiçbir sıfatı olmıyan partiler kurul veya gruplarının kendilerinde tahdit edilmez bir selahiyet görmeleri, galatı basiretin en güzel bir örneğidir. Bu sözleri, yalnız memleket adaletinin nereye doğru sürüklenmek istenildiğini, vukuunda evvel açıklamak suretiyle, mahkemenizle beraber beşeriyet efkarını tenvir etmek için söylemiş bulunuyorum.
Muazzam bir kitle halinde karşıma dikilen bu efendiler, mantıklarını o kadar kaybetmiş bulunuyorlar ki, memleket kanunlarını maksatlarına uydurmağa çabalarken, kurtarmak istedikleri Yücel'i yerin dibine soktuklarını; kanun harici bir ceza ile hapse atmak istedikleri beni de göklere yükselttiklerini bir türlü anlayamıyorlar. Ve yine hatırlamıyorlar ki, bu zaptın parti çekmecesinde kapalı kalması kendilerinin hangi siyasi gayeye doğru yürüdüklerini biraz zaman için saklı bulundursalar da, isnadatımın sıhhatini ispat edecek deliller bundan ibaret değildir. Kilometreler uzunluğunda bir zincirin bitmek, tükenmek bilmeyen halkaları haline gelmiş bulunuyor.
Senelerdenberi bizleri bir Moskof ajanı, Mareşal'ı bir komünist olarak millete tanıtınağa uğraşan biçareler asıl kendilerinin tepeden tırnağa kadar komünist ruhiyle çalıştıklarını ve Hasan Ali Yücel kadar, memlekette bir komünist hamisi bulunduğunu açıklamış bulunuyorlar.
BEN MAHKEMEDE NASIL KONUŞULACAGINI
bilirim!
Bu zaptı ortadan kaldırsalar bile, Ankara Üniversitesi kadrosunun reddine dair Meclis Eğitim Komisyonunun kararı ortada dururken mahmilerini bekliyen akibet gecikmeyecektir.
Sayın hakim, millet nazarında sizi de göklere çıkaracak bir fırsat elinize geçmiş bulunuyor. Bu seferki kötü ve elim teşebbüs bana değil, benden ziyade kanunlara tevcih edilmiş bulunuyor. Henüz bu maksatlarına erişmeğe birkaç günlük zaman varken, bu zaptın zabıta kuweti marifetiyle kendilerinden alınmasına karar verilerek muktezasının derhal bu tadilattan evel ifasını memleket kanunlarının şeref ve haysiyeti namına sizden rica ediyorum.»
L<enan Öner'in bu konuşması biter bitmez söz alan savcı yardımcısı, sanığın saded harici konuştuğunu söylemiş, iddia makamının bu ikazını Kenan Öner ise şöyle cevaplandırmıştır:
«Ben mahkemede, nasıl konuşulacağını bilirim. Bunu sizin hocalarımza da ben öğrettim. Mesele, bir memleket meselesi olmasa da, bir masumun mahkomiyetine yol açmaktadır. İdam sehbası önünde bile davamdan vazgeçmiyeceğim... ,
VE SONRASI
Kenan Öner misilsiz bir azim ve irade ile bu davayı sonuna kadar cesaretle müdafaa etmiş ve nihayet muhakemenin 1 Ekim 1947 günkü eelsesinde şahitlerin dinlendiği, yazılı delillerin toplandığı görülerek savcının mütalaasını hazırlaması, Hasan Ali Yücel'in avukatı Bülend Nuri'nin iddiasını bildirmesi için duruşma 11 Ekim Cumartesi gününe bırakılmıştır. 11 Ekim günkü celsede okunan Savcının otuz altı sahifelik iddianamesini, Bülend Nuri Esen'in sözlerini ve mahkemeye tevdi olunan Hasan Ali Yücel'in "Davam" adlı kitabını müdataasında ele alan Kenan öner bu iddialara temasla ezcümle şunları söylemiştir:
«Bütün güzelliğini kabında toplıyarak Hitlerane bir haşmet ve onun «Mayınkamp" ını tanzir eder bir eda ile hakikati, isminden başlıyarak son satırına kadar, tahrif ve tağlite uğraşan .. Oavam" adlı kitapta sayın Bülend'in, ilmin de fevkine çıkan konferanslarını ve Gözübüyük'ün evvela «Ulus" gazetesi sütunlarında tecrübede bulunduktan sonra dünyanın hukuk nazariyelerini alt üst edercesine mahkemede okumak ıcıtfunda bulunduğu Yücel'in müdafaanamesini, kanuni bir zaruretle ve saatlerce dinledim ve okudum. Bu acıyı ve elim zahmeti sizlere de çektirdiğim için hakikaten ıstırap duymaktayım.»
Diyerek konuşmasına başlayan Kenan Öner, 3 Mayıs nümayişine ve ırkçılıkturancılık adı verilen Milliyetçilik düşmanı davaya, Hasan Ali Yücel'in bu dava ile alakasına temasla:
NEDEN?...
«Nümayişin ifade ettiği şey bir takfibi hükumet manasını taşısa bile, bunun Türkçülük, ırkçılık ve turancılıkla alakası nereden anlaşılmış ki, tahkikat ve takibata bu vasıflarla başlanıyor?. Bu fiil bir suç da olsa Ankara gibi idarei örtiye hududu haricinde vukua gelmiş bulunmasına rağmen bu muazzam (!} Suçun ilk ve son tahkikatı neden selahiyettar olan Ankara Ağır Ceza Mahkemesine değil de, ta istanbul'daki Sıkı Yönetim Mahkemesine tevdi ve sanık denilen biçareler, istanbul Emniyet Müdürlüğünün tesis ve senelerden beri istimal ettiği Engizisyon yuvalarına gönderiliyor ve ne için idare-i örfiye mahkemelerinin hususi tevkifhanelerine sevk olunmuyor da, mülki idarenin bir zabıtası olan polis merkezinde son tahkikatın sonuna kadar bırakılıyor?.. Neden, evet neden hadisenin Ankara'ya taaiicık eden hazırlık tahkikatı ikmal edildikten sonra, iş istanbul'a sevk olunduğu halde Ankara'dan Emniyet Umum Müdürlüğünün muavini de istanbul'da yapılan hazırlık, daha doğrusu ilk tahkikatın Emniyet Müdürlüğünce icrası sırasında vazife almak hakkını kendinde görüyor?
Hasan Ali Yücel ve onun iğfaliyle inönü bu hadise ile bu kadar alakadar görünmeseydi şüphesiz pervazlık bu dereceyi bulmazdı. Yücel tahkikata veçhe vermek kudretini şahsında görmese ve buna müsamaha edilmeseydi iş bu kadar çığırından çıkmaz hakikat bu kadar altüst olmazdı. Tazyikler ve işkencelerle ifadeler alınmasaydı Hasan Ali'nin intikamiyle beslenen dağ böyle bir fade doğurmazdı. Görülen ve yapılan işler tabii mecrasını takip etseydi Yücel'in adalet ve vazife hisleriyle telifine imkan olmıyan gayretkeşliğiyle şişen ve şişirilen muazzam dosya, idarei örfiye mahkemesinin beraat karariyle böyle patlamaz ve tahkikatı bu hale getirenler için ebedi bir hicap vesikası adalet arşivinin içine sıkışmazdı!...
Evet bunların hepsi oldu. Çünkü Hasan Ali Yücel kendi meykiini kurtarmak ve komünistleri himaye edebilmek için her şeye baş vuracak bir pervazlık ve cür'et gösterdi. Gösterdiği için de bu davayı meydana getirmiş oldu ...
Demiş ve Yeni Sabah'ta yayınladığı açık mektubundaki iddiayı tekrarlayarak: «Hasan Ali Yücel iddia ettiğim gibi, Milli Eğitim Bakanlığını milliyetle alakası olmıyan komünistlerle doldurmuş ve bunları himaye için memleketin hayatı, istikbal ve kanuniarına da kıymet ve ehemmiyet vermiyerek elinden ne geldiyse yapmıştır. Elde edilen resmi, hususi vesika ve şehadetlerle bu hakikat lüzumundan fazla tevsik ve ispat edilmiştir...
SAVCIVA CEVAP :
.._ Sayın meslektaşım Bülend'in okuduğu iddia kağıdını, davadan ziyade içtimai doktrinlerin münakaşası mahiyetinde gördüğüm için buna cevap vermiyeceğim. Abdullah Gözübüyük'ün lafiarına gelince: müşarünileyhin iddianamesi kendisinden beklediğim şeyler olduğu için üzerimde hiç bir sürpriz tesiri yapmadığını itiraf mecburiyetindeyim. Kendi şahsi mütalaa ve görüşünden ziyade anonim bir faaliyetin mahsülü olması çok muhtemel olan bu yazılarda Hasan Ali Yücel'in aylardanberi yazmağa, bastırmağa uğraştığı beyaz kitabındaki cümlelerin başka kelimelerle tekranndan başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. Davacıdan fazla sanık mevkiinde bulunan Yücel ile müdafiinin mügalatalarını tabii görmek mümkün olsa da, benim haklarımı da içine alan amme hukukunun muhafız ve nigehbanı mevkiinde olan sayın savcının tek taraflı adalet telakkilerini mazur gösterecek bir sebebin kendi tarafından da meydana konulacağını ümit etmek, bana kimsenin haddi değildir gibi geliyor... Mutlaka mahkümiyetimi temin etmek isteyen bu mütalaalarda da, lehimdeki hakikat ve manaların ortadan kaldırılması azminin hakim olduğunu iddia etmek zaruretindeyim.
ÜÇ TARAFLI TECAVÜZ
Sayın Yargıç! Bütün memleketin bir millet davası addettiği bu hadisede, en ağır tarihi ve adli mes'uliyetde sizin vicdanımza yüklenmiş bulunuyor.
Kendini müdafaa zorunda kalan Yücel'in, hatta vekili ile bizzat savcı yardımcısının, fikirde ve maksatta birlik ifade eden yazılarını okumak, zannımca hakikatierin ne hale getirildiğini anlamaya kifayet eder. Bunun neden böyle olduğunu, kimlerin keyif ve arzusunu yerine getirmek için neler yapıldığını, hiç şüphe etmem ki, sizde millet kadar öğrenmiş bulunuyorsunuz.
Aleyhimde birbirini takip eden üç taraflı saldırışlar, sorduğunuz sualı'erin hiç değilse bir çoğunu hükumet tarafından verilen hakikate aykırı cevaplar, tüzük hükmünde tadilat yapacak kadar kendini gösteren kanun dışı sahabetler, bu davayı, ne kadar istila ve ihata etmiş olursa olsun, millet Içinde bütün müddeiyatımdan şüphe edecek kimse kalmadığını en kat'i bir imanla iddia edebilirim. Bana göre milletimin verdiği ve vereceği karar, adli formalitelerin çok fevkinde bir kıymet taşır. Duruşma safhalarının sonu ne olursa olsun ve ne netice verirse versin sayın Yücel ve hamilerinden çok daha yüksek saadet ve muvaffakiyet semalarında uçtuğumu hissediyorum.
Bir KAÇ BEDBAHTIN dalaleti
Dünyanın bütün milletleri fevkinde faziletkar olan bu millet yaşamak, insan gibi bütün haklariyle yaşamak azmindedir. Bir kaç bedbahtın dalaleti yüzünden kendini, hak ve saadetlerini feda edemez. Türk, mütehammil bir millettir; fakat mütereddilerin oyuncağı olmağa bir an tahammül edemez. Başta Yücel ve hamileri olduğu halde oligarşinin saltanatı yerine kıpkızıl bir zihniyetin istibdadını, ne maksatla olursa olsun ikameye çalışanlar, mahkemenin kararı ne olursa olsun, bu toprak üzerinde yaşamak hakkına malik olamazlar. Bir milletin istemediği şeyi zorla kabul ettirmeğe çalışanların istihkakları herhalde yüksek mevkiler, hususi katar ve vagonlar, bir kelime ile alayiş ve ihtişamlar olacak değildir.
ESBAK MÜDÜR VE SABIK vekil
Yücel. Türk yavrularının akidesini, bazan, millet ve memleket için zararlı ideolojileri destekliyebilmek için hakikatleri tağlit ederek milliyetçi gençleri hırpalatan adamdır ve suçu yalnız komünist tanıtılanları himayeden de ibaret değildir. O doğrudan doğruya Türk camiasının varlığını teşkil eden bütün varlıkları piç eden, çöktüren esbak bir müdür ve sabık, bir vekildir.
Sayın hakim, işi ihtilafı, davayı sizin adil vicdanımza bırakarak milletimin sinesine tam bir sükoıı içinde çekiliyorum. Eminim ki vereceğiniz karar adaletin tam bir ifadesi olacaktır.»
KENAN ÖNER'iN zaferi
Böylece dava bitmiş ve duruşma karar için 19 Kasım 1947 tarihine bırakılmıştır. O gün Adiiye Sarayi hinca hinç dolmuş ve dişardaki kalabalık Anafartalar caddesini boydan boya işgal etmiştir.
Geniş emniyet tedbirlerinin alindiği bu duruşmada Kenan Öner, Cemalettin Saraçoğlu ve vekili avukat Mahmud Even bulunmamiştir; Buna mukabil Hasan Ali Yücel vekili Bülend Nuri Esen'le birlikte etrafına tebessümler saçarak gelip davacı mevkiine azametle oturmuştur.
Yüz sahifeden fazla olan ve genç hakim namzetleri tarafından münavebe ile okunan kararı dikkatle dinleyen Hasan Ali karar okundukça ve deliller birer birer tetkik olunup hep Kenan Öner lehine kayit oldukça renkten renge girmiş, iri ter taneleri dökrneğe başlamiş, sik sik vaziyet değiştirmiş ve nihayet Kenan Öner'in yaptiğı itharnlarin delilerle sabit görüldüğü bu itibarla davanin sukutuna karar verildiği okununca felçli ihtiyarlar gibi ayakta salianmiş ve Bülent Nuri Esen'in yardimiyle mahkeme salonunu terkederken titrek bir sesle :
.. _ Ne oldu yahu? Kenan öner beraat etti galiba pek anlayamadim da ... ,
Diyerek söylenmiş, verilen .. Evet!" cevabindan sonra soluğu doğru savcilik odasinda almiştir.
Adiiye Sarayi ile civari «Yaşasin Adalet!" nidasiyle inierken kalabalik geç vakte kadar dağilmamiş ve devamli Hakim Saffet Unan'a tezahüratta bulunmuştur.
Ankarada yayınlanan Akşam gazeteleri o gün haberi manşetle verip hemen kapışılmış, böylece Kenan Öner'in zaferi her tarafta yayılmış ve karar partili partisiz bütün vatan severler tarafından sevinçle karşılanmıştır.
Hasan Ali Yücel o gün geç vakit akşam karanlığından istifade ederek yarananın muavenetiyle Adliye Sarayını sessizce terkederken Kenan öner istanbul'da Nişantaşındaki evinde vazifesini yapmış insanların rahatlığı içinde durmadan çalan teletona cevap veriyor ve bir biri peşi sıra gelen tebrik ve teşekkür telgraflarını tetkikle meşgul oluyordu.
Bu topraklara ebeddiyen sahip olabilmenin şuuru içinde bir üç Mayıs günü kominizmi ve komünistleri tel'in için şahlanan milliyetçi gençliğin bu asil hareketini hazmedemeyip, tertemiz memleket evlatlarının boynuna bir "lrkçı ve Turancı.. Yaftası asarak onları türlü iğrenç, tertiplerle lekelerneye çalışan, bu hayatın baharındaki gençleri korkunç işkencelerle aylarca inim-inim inleten ve hepsinin üstünde bu memleketin öz evlatlarını vatan haini(!!) İlan edenler arasında bulunan Hasan Ali Yücel'in, Öner Yücel davası sonunda ipliği pazara çıkmış, komünistleri nasıl himaye ettiği ve himaye olunan bu komünistlerle Maarif teşkilatında yaptığı korkunç tahribat, hakim karariyle tescil edilmiştir.
Burada, böylece tarnarnladığımız şu kitabımızla biz, milliyetçilik düşmanı bir davayı aydınlatıp, 12 Mart 1971 öncesi boyveren fidanların hangi eller tarafından ne zaman ve nasıl itina ile dikilip büyütüldüğü hakikatını ortaya koyabildikse kendimizi bahtiyar addedeceğiz.
Dördüncü BÖLÜM
E ki er
«TABUTLUKTAN gün IŞIGINA"
(REHA OGUZ TÜRKKAN anlatlıyor)
.. Irkçılık Turancılık" adı verilen milliyetçilik düşmanı davanın mühim siması Reha Oğuz Türkkan, bu dava ile ilgili hatıratını 1955 yılında «Tercüman,. Gazetesinde yayınlamıştır.
«Tabutluktan Gün lşığına, adını taşıyan bu hatırat, neşri sırasında büyük alaka uyandırmış ve yirmi üç snık (!) Arasında en fazla işkenceye maruz kalan R. Oğuz Türkkan'ın anlattıkları o yıllarda hayret ve dehşetle takip edilmiştir.
Bir devre alem olan ve «TABUTLUK" diye anılan meşhur işkence mahalinin bütün hususiyetlerini (!) Tesbit ve teşhir gayesiyle, «Tabutluk,'u sık sık ziyaret etmek mecburiyetinde kalan R. Oğuz Türkkan'ın yazdıklarını kitabımızın bu son kısmında nakletmeyi faydalık bulduk. Diyor ki, R. Oğuz Türkkan :
TEPEMDE AMPULLER yanlyordu...
.. Tevkifimizden aşağı yukarı bir ay sonra 3 Haziran 1945 Cumartesi sabahı, benim ağzımdan uydurulan ifadeleri imza etmiyeceğimi söylediğim için "Tabutluk" denilen deliğe atılmıştım.
İlk hamlede fazla bir acı duymadım. O küçücük delik ışıl ışıl aydınlıkda olduğundan tetkiki zor değil
Di. Ne çare ki, fazla kıpırdayacak halde değildim. İki kolumla tavandan sarktığım için ve ayaklarım da yere değmediğinden, tetkikimi ancak başımı sağa sola çevirmek suretiyle yapabiliyordum.
Tabutluğun uzunluğu benim gibi orta boy bir insanın uzanmış kollarıyle ulaşabileceği kadardı. • biraz daha fazla, çünkü ayaklarım yerden bir karış kadar yukarıda sallandığına göre, hesaba bir karış daha ilave edebilirsinizgenişlik ve enlilik ölçülerine gelince, «tabutluk» tabirinin de ifade ettiği şekilde, dikine oturtulmuş uzun bir sandığın eb'adından farksızdı. Benim gibi zayıfça bir insan ancak sığabiliyordu. Sonraları, iki metreyi aşkın boyu ve iri de endamı olan Hamza adlı bir arkadaşı (Hamza Sadi Özbek olacak) sokmak istemişler, mübarek sığmadığından kapağını kapatamadan işkence etmek zorunda kalmışlar. Tabii Hamza'yı kollarından da asamamışlar, çünkü ayakları yere değmiş, iş bozulmuş.
Bugün bunları şakalı bir üslobla anlatmak kolay oluyor ama, o anda hissettiiderimiz feci idi. Evvela dehşet hissi var. Ne kadar kabadayılık taslarsanız taslayın, bilinmedik bir işkence tarzıyla karşılaşınca yüreğiniz, bir el tarafından sıkıştırılmış gibi sıkılıyor, barsaklarınız takallüs ediyor. Sizin yüreğiniz ve barsağınız öyle olur mu bilmem ama, benim ki oldu.
Bu fiziki ruhi ıztırabtan başka, bir de sırf manevi, daha doğrusu akli ıztırab : Ya dayanamazsam da istediklerini imza edersem? Ya korkağın biriysem? Ya alçaklık edersem korkusu...
Ve nihayet maddi acılar.
İlk hissettiğim, bilek etlerimin ve az sonra da kemiklerimin acı ve ağrıları oldu. Bileklerime geçirilen kelepçevari zincirler vücudumun ağırlığı ile gitgide etime gömülüyor, rahatsızlıktan acıya, acıdan ağrıya kademe kademe geçiyordu. Yavaş yavaş bilek ve bileklerimin birleştiği el kemiklerim sancımaya başladı. Oyluklarımdan fırlayacakmış gibi gerilen omuz ve kol kemiklerim de sıziarnaya ve arkasından şiddetle sancımaya başladı.
Bütün bunlara ilaveten, bir de son derece şiddetli Haziran sıcağının, hava deliği bile olmayan çimento tabutluğun bağucu havası. • Vardı • kelimesi yanlış. Hava yoktu ki! Bu beni öldürebilirdi. Asıl hayati tehlike bu havasızlık ve eritici sıcaklık olmuş olacak ki, kollarımın, etlerimin ve kemiklerimin yara ve acılarına rağmen vücudumu sallandırdım, ayaklarımı tabutluğun iki yan ve arka cidar köşelerine yapıştırdım. Acıdan dişlerimi gıcırdata gıcırdata ve suratımdan bol bol akıp gözlerime, ağzıma bulaşan terleri kafamı iki yana sallayıp silke silke vücudumu öne doğru tam bir kavis halinde gerrneğe gayret ettim. Mesnetsiz olan ayaklarım duvar köşelerinden kaydıkça vücudum olanca şiddetiyle sarkıyor ve bu saderne bileklerime demirleri daha fazla gömdürüyor, omuz oyluklarımı iğne batmış gibi sancıtıyor ve beni acıdan bağırtıyordu. Bu çığlıklara polisler alışmış olacaklar ki, tahkik için kapağı açmıyorlardı bile!
HAVAYI cigerlerime çektim
Bir çok acıtıcı denemelerden sonra muvaffak oldum : Vücudum yarım kavis halinde gerilmiş, böylelikle suratım tahta kapağa dayanmıştı. Kapak rezelerinin bıraktığı aralığa dudaklarımı yaptıştırarak dışarının havasını yanan ciğerlerime şiddetle çektim.
Emniyet binasının en üst katında olduğumuz ve bu kısmın damı her nedense cam olduğu için her taraf sıcaktan kaynıyordu; ama gene de koridorun kaynar havası, tabutluğun bağucu havasızlığından daha iyi idi veya bana öyle geldi...
Ama bu anormal vaziyette uzun müddet durmama imkan yoktu; ayaklarım kaydıkça ve vücudum eski haline düşüp saliandıkça acılarım daha çok şiddetleniyordu.
Birdenbire yeni bir acı, bütün ötekilerini bastırıverdi. Başımın üstünden, örme tel arkasından parlayan şiddetli ışıklar beynimin içini zonklatmaya başlamıştı.
Şimdiye kadar bu şiddetli ışıklı ampullere dikkat etmemiştim. Derdim kafi olduğundan, bu daracık yere neden bu kadar çok aydınlık koyduklarını merak etmeğe ve şaşmağa vaktim olmamıştı. Şimdi beynimin sancısı dikkatimi bu yeni musibete çekti. Nefes mücadelemden vazgeçip başımı dönebildiği kadar kıvırıp, saçlarımı ateş gibi yapan bu acaib ampullere bir göz attım. Derhal gözlerim kanıaştı ve fazla bakamadım. Fakat bu kısa müdet esnasında gördüklerimi ömrüm sürdükçe unutmayacağım.
KORKUNÇ MANZARA
Başınıdan bir iki karış mesafede, üç, belkide dört gayet iri, herbiri sokak ampulü kadar büyük dört ampul yanıyordu. Işıkları mavimtrak beyazdı. Ampulerin içinde, mutad harici, helezoni bir takım « filâman» lar vardı.
Sonradan öğrendiğime göre bunları, o zamanki Polis Müdürü, Nazi Almanya'ya bir seyahati esnasında öğrenip getirtmiş. Mahiyetierini bilmiyorum, fakat tesirlerini pek iyi biliyorum.
Bu müthiş sıcak günde, havasız daracık tabutluk içinde meydana getirdikleri sıcaklığı bir tarafa bırakın. Asıl korkuncu, insanın başında ve beyninde hasıl olan sancıydı. Tarifi zor bir sancı! En şiddetli başağrısıyle bir alakası yok. Ağrı, şakaklar ve alın nahiyesinde değil, kafanın orta ve üst taraflarında. Sanki kızgın şişler beyninize sakuluyor ve içinde aynatllıyormuş gibi. Gözlerim kısılıyor, dişlerim gıcırdıyor ve avcızlm çıktığı kadar bağırıyordum.
Koliarımdan asılı olarak, terden suya batmış gibi sırılsıklam ve inkıtasız çığlıklarla bağırarak sallanıp durdum. Saatler geçti. Zaman oldu, bağırdığırnın bile artık farkında değildim. Belki de sesim kalmamıştı ve açık ağzımdan, takallüs etmiş bağazımdan hırıltıdan başka bir ses çıkmıyordu.
Ne kadar zaman böyle geçirdiğimi ne o zaman, ne de şimdi hatırlayamıyorum. Belki aynı gün, belki de ertesi sabahtı. Kapağı açan polise :
«Beni hakime götür! İmza edeceğim!.. Diye bağırdım. Daha doğrusu bağırdığımı sandım. Sesim öyle boğuk çıkmış olacak ki, herif anlamadı, büyük gayretle ve yutkuna yutkuna cümleyi üç defa tekrar ettim.
Üniformalı polis "Ha!" dedi ve birden o meş'um ampuler söndü. Zincirler çözüldü, yere ıslak çamaşır gibi yıkılıverdim. Başka bir polis su getirdi, suratıma serpti. Zaten baygın değildim, fakat şuurumun tam olduğunu iddia etsem yalan olur.
Halime daha fazla itina göstermeden iki polis kollarıma girdiler ve yarı sürükliyerek, yarı taşıyarak beni Birinci Şube Müdürünün odasına götürdüler.
Aman All ahım!... Dünya varmış! Açık pencereden tatlı bir meltem esiyor, adayı serinletiyordu. Maroken koltukların cennetlik konforunu tam idrak edebilmek için insan meğer böyle bir gün veya beş on saat tabutlukta kollarından asılı sallanmalıymış.
•< İMZALA!» DİYE ELİME TUTUŞTURULAN
hazlr ifade!...
Tabutluk işkencesinden çıkalı yarım saat henüz olmuştu ama, Emniyet Müdürünün odasının serinliği, rahat koltuklar, cana can katan bir bardak su, beni mezbahaya götürülen koyun tevekkülü halinden kurtarmış, aklımı başıma getirmişti.
Emniyet Umum Müdür Muavininin "imzala!, diye elime tutuşturduğu ve güya benim olan • hazıra ifadeyi dikkatle ve gitgide artan bir dehşetle okudum. Emniyet amiri sahte bir lakayd tavırla başkalariyle görüşüyordu. Fakat göz ucu ile beni süzdüğünün farkındaydım.
Daha yarım saat evvel çektiğim azab gözümün önüne geldi. Saçlarımın dibinden terler boşandı. Fakat bunu imza edemezdim. Böyle bir vesikayı tanzim etmek şeytanın aklına gelmezdil Ben bunu •cifademdirn diye gcıya imza edecektim! Hikaye dört başı marnur olarak tertiplenmişti.
Bu mürettep •cifademne göre babamın teşvikiyle gençleri organize etmeğe başlamışım. Bu gençlerle, ırkçı turancı gizli bir cemiyet kurmuşum. Ben bu işleri görürken, aynı gaye yolunda Nihai Atsız da gizli bir cemiyet kuruyor, talebelerini aza yazıyormuş. Onu da, beni de el altından idare eden gizli elebaşılar babam, Prof. Zeki Velidi Togan ve Dr. Hasan Ferid Cansever'miş. Bunların teşvikiyle gizli cemiyetlerimiz birleştirilmiş. Fakat asıl «gizli şef, le hiç karşı karşıya gelmemişim. Ara yerde, Prof. Remzi Oğuz î
Arık vesaire gibi «Anadolucular.. Köprü vazifesi görüyorlarmış.
Nihayet bu sene, bütün bu ırkçı turancı komiteciler son kozumuzu oynamağa karar vermişiz. Evvelce tabancalar üzerine edilen yeminlerle de zaten «herşeye hazır olduğumuzu.. Beyan etmişiz. Prof. Ze'ki Velidi'nin, Dr. Hasan Ferid Cansever'in, Nihai Atsız'ın ve benim de iştirakimizle yaptığımız gizli bir toplantıda, komünizmle mücadele maskesi altında gençliği kışkırtmağa ve bir nümayişle başlayıp işi hükumet darbesine çevirmeğe karar vermişiz. Hükumeti devirdikten sonra Almanlarla • işbirliği.. Yapacak ve turancılık uğrunda Rusyaya hemen ilan-ı harp edecekmişiz...
Üç buçuk sahife tutan bu «ifade.., işe hakikat süsü verecek vak'alarla, tarihlerle ve tırnak içinde makale ve mektup parçalarıyle doluydu. Akla geldik gelmedik her tanıdığırnın ismi de kaydedilmişti.
İmza etmezsem gene Tabutluğa atılacaktım. Etsem, yalnız ben değil, babam ve sayısız kimselerin canını yakacaktım.
Ecel teri dökerek bir çare düşündüm, daha doğrusu düşünrneğe çalıştım. Ne çare! Beynim sanki boşalmış gibiydi. Hiçbir şey düşenemiyor, aptal aptal gözüm, koltuğun kenarında yürüyen sineğe takılıyordu.
Emniyet Umum Müdür Muavini bana dönerek :
•— imza ettin mi?^ dedi.
Yalvarır gibi bir sesle :
«Rica ederim, müsaade edin de ben söyliyeyim daktilonuz yazsın, onu imza edeyim.. Dedim.
Emniyet amirinin zaten esmer olan suratı büsbütün karardı. Kaşlarını çatarak :
«Vaktimizi ziyan ediyorsun. Demin polislere .. İmza edeceğim.. Demişsin, getirdik, sana insan gibi muamele ettik, uzun ediyorsun. İmzala koğuşuna git...
«Bu şekliyle imkan yok ki! ..
Haşin bir hareketle yerinden kalktı, yanıma geldi ve parmağını evirip çevirdiğim kağıda uzatarak :
«imza et!., diye bağırdı.
Cevap vermeden önüme baktım. Bekledi. Ben de bekledim. Plansız bir şekilde, insiyakla hareket ediyordum.
Emniyet Umum Müdür Muavini yanındakilere döndü :
«Doktoru çağır! .. Dedi. Şişman müdür kalktı, dışarı çıktı. Biraz sonra kısa boylu, ihtiyar, kel gibi kafalı ve iri burunlu bir adamla içeri girdi. Şimdi gözümün önüne geliyor da, iran'ın sabık Başvekili Musaddık'a çok benzetiyorum. Yalnız daha çirkini. Emniyetin doktoruymuş.
Emniyet Umum Müdür Muavini sırrtarak :
— Beyi muayene etsene, doktor. Bakalım eziyet ve meşakkate müsait mi?.. Dedi.
MUAYENE neticesi : kalbinde
ARIZA YOK!...
Bu kelimeler, hece ve hece hala kulağımdadır. Daktorun da, alelacele kalbimi dinledikten sonra ağzında geveler gibi konuşmasıyla yaptığı beyanat aynen hafızamda :
«Evet efendim... Kalbinde bir arıza yok!
Bu iğrenç sahne beni öfkelendirmiş, bu sayede de cür'etkarlaştırillıştı. Yaptıklarımın akibetini fazla düşünmeden "ifadem.. Olacak olan kağıdı parça parça edip daktorun suratına fırlattım. Birden hepsi üstüme üşüştü. Kafama, boynuma, sırtıma yumruklar indi. Bir taraftan da Emniyet Umum Müdür Muavini avazı çıktığı kadar bağırıyordu :
«— Götürün d u tabutluğa! Geberinceye kadar bırakın orda da aklı başına gelsin! » .
Sivil ve üniformalı bir sürü polis, gayretlerini isbat için birbirleriyle yarışırcasına beni yumruklayarak ve tekmeleyerek sürüklerneğe başladılar. Suratım çarçabuk kan içinde kaldı. Ve kendimi, gene koliarımdan asılı olarak, her tarafı kapalı beton tabutluğun içinde sallanır buldum.
Nihayet bayılmışım. Kaç saat baygın kaldığımı ne ben biliyorum, ne de başkaları. Gözümü açtığımzaman kendimi yerde, taş döşemelerin üstünde buldum. Bir sivil memur hem suratımı ıslak bezle siliyor, hem de yanındaki üniformalı polisle konuşuyordu :
((iyi ki, kafatası patlamadı... Halkayı çözer çözmez böyle yığılıvereceğini nereden bilirdim! ..
Yüzükoyun serili yattığım taşlar pek rahattı, ayıldığımı belli etmek istemedim. Etrafın ıssızlığından ve karanlık pencerelerden vaktin geceyarısından sonra olduğunu anladım.
Üniformalı polis, vurdum duymaz bir edayla :
•Bunlar yedi canlıdır, bir şey olmaz!, diye felsefe yürüttü.
Hiç unutmıyacağım, çakır gözlü, keskin hatlı bir adam olan sivil, ensemi oğuştururken şöyle cevap verdi :
«Öyle deme, o da bir ananın evladı. Bak ne hale gelmiş! Hayvan olsa acır be! •
Sonra kolumun altına girerek beni doğrulttu ve duvara dayıyarak oturttu. Mecburen gözlerimi açtım. Pestil gibiydim. İkisi de koluma girerek helaya götürdüler, yüzümü gözümü yıkadılar, bir iki saat iskemiede oturttular. Sonra da .. Şimdi biri gelir görür" mazeretiyle beni tekrar deliğe sokup astılar. Fakat o gece işkence ampullerini sık sık söndürdüler.
Ertesi sabah bir komiser geldi, beni çözdürdü ve eski hücreme, 18 Nurnaraya götürüp kapattı. Kapıyı kapamadan günü sormuştum. ..s Haziran Salı günü, bugün .. Dedi. Demek ki, tam üç gün, dört gece «Tabutluk.. Da işkence görmüştüm! "
1944 'den Hatıralar
19 Mayıs'ı takip eden günlerden birinde helaya gitmek üzere bahçeden geçen Dr. Hasan Ferid Cansever'in bahçede ip örmekle meşgul şişmanca bir adam dikkatini çekti. Bu adam, şantajcılar diye isim ' takılan ve muhakemeleri bir vakitler İstanbul gazetelerinde sayfalar dolusu yer işgal edenlerden meşhur Suduri Hersek'tir. Suduri Hersek voleybol meraklısıdır, örmekte olduğu da voleybol ağıdır. Yaradılış itibariyle şüpheci bir zat olan Dr. Cansever, bu Şişmanca adamın büyük bir ciddiyet içinde iplerle niçin uğraşmakta olduğunu merak etti. Ve yanından geçerken yavaşca :
Ne yapıyorsun?
Diye sordu. Suduri Hersek, 19 Mayıs 1944 nutkunu okumuş ve Halk Partisi Milli Şefinin "Turancılar» adı takılan Türk milliyetçileri aleyhinde kullandığı ifadeden dolayı, onlara ağır cezalar verileceğini anlamıştır. Doktoru tanımadığı ve suali soranın da mevkuf milliyetçilerden olduğunu bilmediği için, Hasan Ferid Cansever'e başını bile kaldırmadan şu cevabı verdi :
Turancılar için ip hazırlıyorum!. ..
((ORKUN» dergisi koliaksiyonundan
*
**
Hücreye sığmayan adam!...
Hamza Sadi Özbek'i hücresinden çıkarmışlar :
Efendim sizi biraz müdür bey istiyor.
Sözü ile meşhur tabutlukların bulunduğu yere getirmişler ve Kamuran Çukruh'un verdiği emir gereğince tabutluğa tıkmışlar. İri yarı bir Anadolu efesi olan Hamza Sadi, tabutluğa güç sığmış, tepesindeki beşer yüz mumluk ampuller de yakılınca itiraza başlamış. İtirazlarına rağmen tabutluğun kapısı yüzüne kapatılınca, kapıyı yumruklayarak, bağırmaya başlamışsa da, aldığı emri yerine getiren komiser muavini, bu gibi işlere alışık olmanın verdiği bir rahatlıkla :
İstediğin kadar bağır. Sesin kısılınca susarsın!
Diyerek, Hamza Sadi özbek'i kaderiyle başbaşa bırakıp oradan uzaklaşmıştır.
«ORKUN» dergisi kolleksiyonundan
İhtiyaç meselesi.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci Şubesindeki nezarethanenin 13 numaralı hücresinde ikamet etmekte olduğu sıralarda, bir sabah Orhan Şaik Gökyay ayak yoluna çıkmak için usule uyarak, hücrenin kapısını vurdu. Nöbetçi polis «meşgul.. Diye seslendi. Bir müddet bekleyen Gökyay, kapıyı bir kere daha vurdu, fakat yine meşgul cevabını aldı. Bu defa nöbetçi polis, hela boşalınca kendisine haber vereceğini de söyledi.
Orhan Şaik bekledi, bekledi. Tam iki saat bekledi. Nöbetçi memur, her zaman olduğu gibi ya dalgaya düşmekten, yahut da kitap okumaktan onu unutmuştu. Nihayet sabrı tükenen Gökyay, bir kere daha kapıyı vurdu ve gelen memura nöbetçi komiserini istediğini bildirdi. Nöbetçi :
.. Komiseri ne yapacaksınız?» diye sorunca, şu cevabı verdi :
«— Bir oturak isteyeceğim!..."
«orkunn dergisi kolleksiyonundan
*
**
Mutena Hücre
Haziranın en sıcak bir öğle sonunda, kendileri tarafından : .. Mutena hücreıı, ziyaretçilerince de : ..Tabutluk" diye anılan işkence odasında, bu, elektrik lambaları altında ışıl-ışıl yanan odada, ayakta, beş saat bir şehriayin seyrettim! Burada bir adım ilerisi değil, fakat on dört asır gerisi görünüyordu : Arabistan çölünde, efendileri tarafından kızgın güneş altında taşiara bağlanmış çıplak köleler... Tabii yirminci asır medeniyetinde, hem bir tabiat unsuru olan güneş yerine, onun göz kamaştıran ve kör eden icatlarından biri, elektrik vardı.
İşte istiklal Mücadelesinin kazanıldığı ilk yıldan başlayarak, 11 Mayıs 1944 tarihine kadar, mesleğin çeşitli kademelerinden en geniş teftiş ve mürakabeler görerek Devlet Konservatuvarı Müdürlüğüne, kayırılarak değil, layık olarak getirilmiş öğretmene reva görülen tahkir budur! Vazife hayatı Cumhuriyetle yaşıt ve vatan hizmetinde yorulmuş bir vatandaşın mükatatı budur!... Bu elektrikler altında verilen siyasi terbiye metodunu, bütün kültürü zabıta romanlarından ibaret olup, Erdek'i Trakya'da zannedecek kadar coğrafyayı sevmiyen goya bu Mülkiye mezunu, Siyasal Bilgiler Okulunda öğrenmiş olmasa gerek...
Münevver vatandaşların Türk Kanuniarına bu teshin vasıtlarıyle ısındırıldığından, Anayasanın hala yürürlükte bulunan 73 cü maddesinin bu ışıklar altında okutulduğundan ve ömrünü vatan çocuklarını aydınlatmağa vakfetmiş bir öğretmenin bu yolda tenvir edildiğinden, ben, netsirnde tecrübe ile yeni haberdar oldum.
Uorhan Şaik Gökyay'ın Müdafaanamesinden»
*
:-;: *
Suret • Cevher nazariyesi
Bir gün sonra Valinin huzuruna beni tekrar çıkardılar. Masanın üzerinde yığın yığın fotoğraflar vardı. «Sen nümayişte yoktun ha.. Fotoğrafları göstererek : Bunlar ne? Dedi.
Nümayiş esnasında çekilmiş muhtelif pozlar. Hepsinde de ben varım.. Hayatımda bu kadar ezildiğimi, bu kadar bozulduğumu bilmiyorum. (0 gündenberi fotoğrafiara da, fotoğrafcılara da düşman oldum).
Kan beynime hücum etti. Az kaldı ölecektim. Bereket versin her şeyin komik tarafını bulup yakalamasını bilen mizacım burada da imdadıma yetişti. Esasen hadiseler de gülünçtü.
Demindenberi ağır, kesif bir nazarla beni süzen Cumhuriyet Hükümdarına (Nevzat Tandoğan) a :
Efendim, dedim. Ben felsefe talebesiyim, bu işlerden az çok anlarım. Felsefede bir suretcevher nazariyesi var. Bu kartlarda gördüğünüz benim suretim. Aslım, esasım, cevherim Fakültede idi. Felsefe şubesinde ders dinliyordu. Ben gerçekte nümayişte yoktum. İlk verdiğim ifade doğrudur, sureta vardım.
Tandoğan sür'atle ayağa kalktı. Odada kimse yoktu :
Suratına bir tane aşkedersem, sureti, cevheri görürsün! Çık dışarı...
Çıktım. Gülüyordum. Kapıda beni bekliyen polis:
Galiba seni bırakıyorlar, sevinçlisin! Dedi.
Hakikaten kurtulmuş gibi seviniyorum. Felsefeden öyle bir imtihan verdim ki, sorma... Hani ben de beğendim.
«Serdengeçti» dergisi kolleksiyonundan
*
**
Devrilen çamlar.
Şimdi Emniyet Müdürünün odasındayız. İfademizi alacaklar. Emniyet Müdürü, tam C.H.P. tipinde bir adam! Ense, kulak yerinde. Göbek ha keza... Pür azamet!... Pür hiddet!... Odanın bir tarafında gelip gidiyor. Yumruklarını sıkıyor... Belki bize vurmak istiyor ama, vuramıyor! Fakat vurmakta lazım... Masaya... Masaya vuruyor. Masadaki kalemler, hakkalar Emniyet Müdürünün azametinden tir tir titriyor. Bu durum karşısında sen ne yapıyordun, diyeceksiniz bana. Ben mi? Ben gülmernek için kendimi zor tutuyordum. Hatta gülüyordum bile... Adamın hali görülecek şeydi : Kalaycı körüğü gibi puf, puf ediyor, yerde gökte ne kadar toz varsa hepsi havalanıyor. Kaşlarının sıra ile biri inip, biri çıkıyordu. Yanındaki benim ifademi alacak adama : .. İşte damuzun başı, çete başı bu." diyor, beni gösteriyordu. Bana :
Aksekili, dedi. Doğruyu söylemezsen, sabaha kadar seninle buradayız.
Ben, hiçbir şey duymamış gibi mütemadiyen ona bakıyordum. Bir aralık kendine gelir gibi oldu :
Aptal, aptal yüzüme ne bakıyorsun be? Diye haykırdı. -
Hakikaten aptallaştım. Ne oluyoruz? Bunun nihayeti, talebeler: •Kahrolsun Komünistler» , •Kahrolsun onları himaye edenler.. Dediler. Olmuşu bu! Bu tevkif! Er, bu sorgular!. .. Galiba rüya görüyorum. Veyahut ta ben öyle bir kitap yazmak istiyorum. Bu kitap için siz tam bir tipsiniz. Romanın kahramanı... Size onun için bakıyorum, dedim.
Ne dedi, ne? Roman mı, masal mı? Hükumeti deviriyordunuz be!. ..
O anda bir şey devrildi amma, her halde devrilen ne kavuktu, ne hükumet!... Emniyet Müdürü çam deviriyordul...
"Serdengeçtin dergisi kolleksiyonundan
***
Ali ihsan Paşa
Meşhur Ali ihsan (Sabis) Paşa, bizimle beraber 3 Mayıs 1944 de hapse atılmıştı. 13 numaralı hücrede ben, 14 de Paşa, 12 de Atsız yatıyordu. Yüzlerini gördüğümüz yok ya. Seslerinden anlıyoruz... Kaldığımız hücreler o kadar dardı ki, bir adam ancak sığardı. Elektrik ışığından başka ışık da yok. Aylarca güneş yüzü görmedik. Neyse... Burası sürer, bu bir kitap! Ik mesele...
Helaya nöbetieşe çıkardık. Hücreler dıştan açılırdı. Kapıyı vururduk, polis : •Kaç numara?» diye sorar. Ameşguj, der, bir hayli bekletir, keyfi gelince
Bırakırdı. Koridorlarda yüz yüze hiç gelmezdik. İş ona göre ayarlanmıştı.
Bir gün oldu ki, helada dahi kontrola tabi tutulduk. Helaya girecek, fakat kapıyı kapamayacaktık! Polis, karşımıza geçip bakacaktı! ... Nitekim öyle yapıyordu! Bu durumda yerin dibine geçiyor... Kızarıyor, bozarıyor, fakat birşey diyemiyorduk...
Bir gün Ali ihsan Paşa da çıkmış. Baktık, bir gün bir gürültüdür gitti :
«Ne rezalet bu!... Hangi devirdeyiz? Polise, helaya bakmak emrini kim vermiş? Bu nasıl kanun? Bu nasıl nizam? Memleketin en temiz çocuklarını burada çürütün, bu ne iştir? Gelsin müdürünüz, komiseriniz! ... "
Ha dedik, tamam. Bu Paşa'nın sesi. Yaşa Paşa!. (Tabii içimizden) Kapıya kulak verdim. Benim hücre helanın tam karşısında idi. Anladık ki, bize yapılan Paşa'ya da yapılmış. Tabii Paşa, her zamanki gibi, kapıyı kapamış. Kapının üstü camdı. Polis, oradan kuşbakışı bakmış Paşa'ya!. .. Paşa da donunu çektiği gibi kalkmış. Ve başlamış bağırmağa...
Ne günlerdi o günler Yarabbi!
«Serdengeçti» dergisi koliaksiyonundan
Acaba Doğru mu?
Rus matbuatını yakından takip eden bir dostumuz .. Pravda.. Nın geçen ayki nüshalarından birinde okuduğu şu havadisi bize nakletti :
.,_ ikinci Dünya Harbi içinde Almanlara hizmet maksadı ile ortaya çıkan Türkiye'deki Türkçülük hareketini bastırmağa vesile olan, hatta bu yüzden 47
Kişilik bir listeyi Cumhurreisine sunan, Türkçi.ilük aleyhinde yazılmış bütün yazıları çok güçlükle bir araya toplayarak Eğitim Bakanlığı hesabına güzel ve çok faydalı bir kitap halinde neşrettiren sabık Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e, Moskova uıgm Akademisi bir teşekkürname sunmuştur. Zira, Bay Yücel, bu neşriyatı yaptırmakla Sovyet Rusya'ya en büyük hizmeti yaptı ve Türkiye'deki adamlarımızın ele geçiremeyecekleri Türkçü vesaiki bir araya toplayarak Türk Devleti hesabına bastırdı. Panislavizm, Türkçülüğü söndürmek isteyen bu eseri ve onu ortaya atan, Türk devlet adamını hatırasında daima yaşatacaktır.^
Biz bunu duyduğumuz zaman şaştık!... Kitap işi doğru. Türkçülük aleyhindeki neşriyatı yukarıdan alınan emirlerie toplatmak işi doğru ... Fakat Sayın Bay Yücel, acaba bu yüzden bir teşekkürname almış mıdır? Soruyoruz?......
«ALTIN ışıkn dergisi kolleksiyonundan
***
Besi e Kargayı ...
Moskova'da neşrolunan «Yeni Zamanlar» mecmuasının son nüshasında Türkiye'ye dair bir yazı var : Türk köylüsü açtır, sefildir, yoksuldur, mektepsizdir, ışıksızdır. Türk köylüsü kendisine mütemadiyen zulmeden idare amirlerinin emri altında ezilmektedir. Türk köylüsü mağaralarda, koğuklarda yaşayan dünyanın en iptidal insanıdır. Ve saire...
Rus mecmuasına bu yazıyı ilham eden kimdir, bilir misiniz? Türk muharriri Sabahattin Ali!... Ruslar, Sabahattin Ali'nin kitaplarını okuyarak Türk Köylüsünü yukarıdaki kelimelerle tasvir ediyorlar.
Hiç bir Rus muharriri bize Rus köylüsü hakkında böyle fikir vermedi. Çünkü onlar komünist olmadan Rus olduklarını bilecek kadar münevverdirler.
Sonra Rusyada bu çeşit yazı yazan adamları beslemek için kurulmuş bir Maarif Bakanlığı da yoktur.
•tasvir, gazetesi koliaksiyonundan
*
**
Uçtu, uçtu, kuş uçtu ()
Sevsinler. Kuş gibi uçmuş da Londra'ya konmuş. Rahat dursa iyi. Fakat durur mu? Bu sefer de radyo ile bize yine sesini duyurdu. Diyor ki :
«Bir kuş gibi uçarak Londra'ya geldim. Sizinle konuşmadan, içimi söylemeden duramadım. Beni buraya uçuran sizsiniz!,
Haşa. Biz değiliz. Zira eğer elimizde bir .. Uçurma" imkanı olsaydı, onu herhalde, Londra'dan çok farklı bir başka tarafa uçururduk.
"tasvir"gazetesi kolieksiyonundan
Bir devrin sembolü
Tabutlu klar
3 Mayıs 1944 de milli ruh, Ankara'da emsalsiz bir şekilde tezahür etti : Komünizm aleyhinde büyük ve çoşkun bir nümayiş yapıldı. Bu nüınayiş, belki, birçok Türk'e ağır ıstıraplara maloldu, fakat bizi bir sabah korkunç bir emrivaki ile uyanınaktan kurtardı. Türkçülüğün geçirdiği asıl büyük imtihan, bu tarihten itibaren başlar. Devrin diktatörlük idaresi, manasını tamamen müdrik, fakat neticelerinden gafil olarak Türkçülüğe kara darbesini indirdi. Her türlü devlet vasıtası Türkçülük aleyhinde seferber edildi. Türkçüler işlerinden, mekteplerinden atıldılar. Tevkifler, işkenceler, bütün dünyayı aldatmak için tertipienmiş resmi tebliğler birbirini takip etti. Devrin Devlet Başkanı 19 Mayıs bayramında en iğrenç iftiralar ve yalanlarla dolu meşhur nutkunu verdi.
1944 den sonra Türk diline yeni bir kelime girdi : Tabutluk!
Milliyetçiliğe gösterilen düşmanlığı, milliyetçilere yapılan engizisyon işkencelerini ve bunların şamil olduğu geniş ve derin manaları ihata ve ifade eden bu kelime, o devrin ve şefinin sembolü olmuştur. Tarih boyunca onların bahsi geçtikçe tabutluk, ve tabutluk anıldıkça onlar hatırlanacaklardır.
Dış görünüşü ile tehdiş muvaffak olmuş ve semamıza kanlı bir sessizlik çökmüştü. Bütün komünistler ve milliyetçilik düşmanları bayram sevinci içinde idiler. «Türkçüyüm.. Demek değil, «Türk'üm" demek bile suç sayılıyordu. Milliyetçi cephenin bütün mücahidleri ya hapis, ya tecrit edilmişti. Geride, sadece tecrübesiz, devletinin ve milletinin bekası için şart olan milliyetçiliğe yine kendi devleti tarafından yapılan suikast önünde hakikaten hayrete ve şaşkınlığa düşmüş, milliyetçi olduğu için ağır bir baskı altına alınmış bir gençlik zümresi kaldı. Bu zümre bütün bu hadiselerden evvel daha ziyade bir duygu, bir sezişle katıldığı mücadelenin şuuruna erdi. Düşmanının sadece komünistler olmadığını gördü. Türkçülüğün yeni meselelerinin neler olduğunu, nasıl çalışması lazım geldiğini mukaddes bir azabın tenbih ettiği şuuru ve aklı selimi ile kendi buldu. Hapse atılanların, maddi manevi işkencelere tabi tutulanların çektikleri boşa gitmemişti. Sağlam toprağa atılan tohum, intaş etmiş ve güneşi görmüştü. Türkçülük tarihinde yeni bir devir başlıyordu. Üçer beşer kişilik guruplar teşekkül etti. Bunlar birbirlerini tanımaya ve büyürneğe başladılar. Yurdun her köşesinde kümeleştiler. Bu yeni çalışmaların ilk neticeleri olarak, Ankara'daki bazı komünist üniversite hocaları temizlendi. Ve 1944 ün suçluianna ilk tokat atıldı.
••Türk Milliyetçiler Derneği'nin 24 Temmuz 1952 tarihinde Ankara'da toplanan 1. Nci Ku rultayına sunulan Umumi idare Hey'eti Raporundan.
KÖY enstitüleri VE ismet inönü
Köy Enstitülerini, Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetiisi ve en sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitüsünden yetişen evlatlarımızın muvaffakiyetlerini ömrüm oldukça, yakından candan takip edeceğim.
İsmet inönü
19 Nisan 1945 tarihli Ulus'tan.
***
Köy Enstitülerinden çıkan yeni öğretmenler feyizli işlerine başlamışlar ve kanuna göre kendilerine temin edilen evler ve tarlalarla hayatlarını kurmağa çalışmışlar ve işlerini açmışlardır.
İsmet inönü
18 Nisan 1945 tarihli Ulus'tan.
***
Geçen yıl memlekette 285 Bölge Okulu açıldı. İşlikleri ve programlarıyle bir küçük teknik okulun yerini tutan Bölge Okullarına verdiği önemden ve elde ettiği başarıdan dolayı, ilk öğretim Umum Müdürü Hakkı Tonguç'a teşekkür borçluyum.
İsmet inönü
18 Nisan 1945 tarihli Ulus'tan.
***
Bir Müfettiş Raporu :
Pulur Köy Enstitüsü'nün iç hayatını incelemekle meşgulolduğum sırada bir yandan öğretmenlerle öğrencilerin okudukları kitapları ve dergileri kontrol ediyor, bir yandan ilköğretim Umum Müdürlüğü ile Pulur Köy Enstitüsü arasındaki muhabereleri gösteren kağıtları da gözden geçiriyordum. Her iki incelemelerim bu .. Köy Enstitüsü Dergisi,. Üzerinde çok ciddi durmamı icap ettirdi. Bu dergiler pek çok miktarda, adeta her öğrenciye birer tane isabet edercesine, Enstitülere bol bol dağıtılmıştır.
Bu dergilerdeki yazıları birer, birer inceledim. Bütün bu incelemelerim neticesinde bunların yüzde yirmisi muhtelif konularda, yüzde sekseni ise tarnamiyle rejimimize aleyhtar, milli ahlakımıza, milli duygularımıza külliyen aykırı, milli bünyemizi kemiren ve milli bütünlüğümüzü yıkmak amacını güden bir takım muzır ve menfur yazılar olduğunu hayret ve esefle gördüm.
Bu kadar fena maksatlarla yazılmış, bu derece de kışkırtıcı telkinler yapmak için Dergi'ye konmuş olan bu kabil şiiriere yalnız ve yalnız Sosyalist Partinin bir organı olan ve memleketimizde Komünist propagandası yapan «Gün.. Mecmuasında rastladım ki, çok muzır ve menfur yazılarla dolu olan bu mecmuayı da ilk önce Pulur Köy Enstitüsü'nde tomarlar halinde gördüm.
"Köy Enstitüleri Dergisi,. Adını taşıyan ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü tarafından çıkarıldığı anlaşılan, kitaplarında Milli Eğitim Bakanlığı'nın alametini, remzini taşıyan, yani Bakanlığımızın resmi neşriyatına mahsus olduğunu gösteren alametlerle yayınlanan, Maarif Matbaamızda ve kendi tahsisatımızia basılan öğrencilere mahsus olarak resmi bir dergi halinde çıkarılmış bulunan bu mecmuanın bütün sayılarında maalesef, böyle şiirler vardır.
Milli ahlak ve geleneklerimizin yıkılmasına, milli terbiye ve iffet duygularının baltalanmasına çalışan gayri ahlaki hikayelerln ve ufreudizm., nazariyelerinin de bu dergilerde yer almış olması üzerinde ayrıca durulacak bir meseledir.
Umaarif Vekaleti Baş müfettişlerinden Fethi isfendiyaroğlu'nun 6 Ocak 1947 tarihinde Bakanlığa verdiği resmi Rapor'dan.>>
3 MAYISIN MANASI
3 Mayıs'ın manasına gelince : Tarihimiz içinde bir uyanışın başlangıcı olmak bakımından mühimdir. Batı medeniyetine giriş hareketi olan, fakat, yanlış anlayış ve tatbik ediş yüzünden bir aşağılık duygusunun teşekkülüne sebebiyet veren Tanzimattan beri kendimizi inkarda çok ileri gittik. Hatta, medeniyetlerin ülkelere hiçbir gümrüğe uğramadan gireceğini, garp medeniyetini alırken onun tekniği, sanatı ve ilmi ile birlikte fuhşunu da almamızın zaruri olduğunu söyleyen hatipiere rastladık. 1944 de bu ileri gidişin ne derecelere geldiğini biliyorsunuz. Temiz Anadolu çocukları, Köy Enstitülerinde birer komünist olarak yetişsin diye neler yapıldı. Bunu yapanların çoğu bugün teşhir olunmuştur. Haklarında daha da nice vesikalar ortaya dökülecektir. Bir sabah komünist olarak uyanmamız çıibi korunç bir ihtimali 3 Mayıs 1944 de birkaç bin meçhul milliyetçi gencin yaptığı asil ve şuurlu lıcırcket önledi. Millet kendisine yapılmakta olan suikasdı anladı. Gerçi 3 Mayıs birçok ıstıraplar kaynağıdır. Fakat o ıstıraplardan şuur ve saadet doğmaktadır. İlk zamanlarda küçük gruplar halinde sessizce kutlanan 3 Mayıs bugün kuvvetlenen ve büyüyen şuurlu bir kütlenin bayramı olmaktadır. İleride bir gün siz gençlerin, Gök Türk kıyafetinde olarak büyüklerimizin türbeleri önünde yapacağınız resmi geçitierin heybetini ve ihtişamını tasavvur ediyor musunuz?
Fazilet temelleri üzerine kurulan devletimizin birkaç kara gün geçirmesi onu asla sarsıp deviremez. En güzel şiirlerdeki bir-iki vezin veya kafiye aksaması nasıl o şiirin güzelliğine engel değilse, bir iki çelme de bu devleti mazideki ve ilerideki ululuğundan alıkoyamaz. Bu devlet ve vatan büyüyecektir. Çünkü uğrunda ölmeğe hazır olanlar vardır.
Uatsız'ın 1952 yılında Ankara'da verdiği ccdevletimizin Kuruluşun mevzuundaki konferansından,,,
*****************
Müftüoğlu Mustafa Tatlısu: 1925 yılında Eskişehir’de doğmuştur. «Esma-ül-Hüsna» müellifi merhum. Ali Osman Tatlısu'nun oğludur. 1944’de «Müftüoğlu Yayınevini kurmuş 1947 de «Kızılelma» dergisini yayınlamış, «Büyükdoğu» da yazmış «Volkan» mecmuası yazı işlerini yönetirken mahkûm olmuştur. Milliyetçi ve mücadeleci kalemi ile «Bizim Anadolu» ve «Millî Gazete» lerde tarihî araştırma mahsulü olan kıymetli yazılarına devam etmektedir, 3 eseri yayınlanmıştır.
«Bizim Anadolu» gazetesinde «Kin Din Gibiydi» başlığı altında yayınlanan ve büyük ilgi gören bu eser yeniden gözden geçirilmiş ve bazı ilâvelerle kitap haline getirilmiştir.
Komünizan hareketlerin azgınlaştığı ve resmî himayenin elle tutulur hale geldiği 1944 yılında 3 Mayıs şahlanışı ile milliyetçi yazar ve gençlik gerekenlere tarihî yumruğunu indirmiş ve himayecileri şâşkma döndürmüştür.
Kabuslu günler yaşayıp kendilerini mitralyözle korumaya çalışanlar milliyetçileri tabutluklara tıkmışlar ve yıllarca süren dâvalar; mahkûmiyetlerle millî davayı söndürmeye çalışmışlarsa da şiddet hareketleri milliyetçileri daha da güçlendirmiştir. «3 Mayıs 1944 olayları» — «Irkçılık Turancılık Davası» — «Nihal Atsız Sabahattin Ali Dâvası» — «Kenan Öner Hasan Âli Yücel Davası» bütün ayrıntıları ve belgeleri ile kitabımızda açıklanmıştır.
Unutulmaması gerekli olayları, mücadeleleri, sürükleyici bir üslûpla dile getiren eser tarihî belgeleri topluca sunmaktadır.