Ana içeriğe atla

  
 
Print Friendly and PDF

el-muhasibi er-riâye… Kalb Hayatı 1



Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

2005

"Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhim derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlenı-i nûr bulursun. İşte o âlemin anahtarı, ma’rifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden lâ ilahe illallah kelime d kudsiye siyle kalbi söyletmek, ruhu işletmektir. ” gerçeğini anlayan kalb-i selim sahiplerine...
el-muhasibi

İÇİNDEKİLER

Özgeçmiş   9

Önsöz   11

Giriş 13

Muhâsıbî’nin Hayatı ve Eserleri (Prof. Dr. Abdulhakim Yüce)  15

Eserleri    27

a.     er-Ri’aye li Hukûkillah 27

b.     Diğer Eserleri  29

Muhasibi ve er-Rı’aye Üzerinde Yapılan Çalışmalar 33

A.     Batıda Yapılan Çalışmalar 33

B.     İslâm Âleminde Yapılan Çalışmalar 35

a.     Arapça Yapılan Çalışmalar 35

b.     Türkçe Yapılan Çalışmalar 35

Muhâsıbî’nin Tesirleri 36

MÜELLİFİN GİRİŞİ
Müellifin Girişi / Allah’ın Hakları  39

Allah’ın Hakkına Riâyet Etme ve Yerme Getirme 43

Takva ve Mahiyeti  45

Sakınmanın (Hazer) Anlamı;  47

Allah’ın Huzuruna Çıkmak İçin Kul Hangi 1 lazırlıkla İşe Başlar?  48

Takvanın İzahı 50

Verâ’ın Anlamı,  52

Kulun Nefsinde Aldannıışlığının Ölçüsü  53

Kulun Bilinesi ve Düşünmesi Gereken İlk Şey 55

Kulun İşlerinde Kendini Hesaba Çekmesi  56

Takva İstemede ve Allah İçin Amellere Uymada İnsanların Derece Farkı  65

Günahta Israrı Terk ettirip Tcvbeye Yönelten Şey  69

Allah’ın Tehdidinden Korkmaya Götüren Şey 73

Israrlı Olan Kişinin Israrından Vazgeçmesi  75

Kalbe Ahiret Düşüncesini Hafifleten Şeyler 77

Himmet ve Gayreti Teksif Etine Yolu  79

Günahta Israrlı Olanların Dereceleri 82

Nefsi Tanımada Kalbin Dikkat Edeceği I lusııslar  89

Dikkatli Olmanın Geleceğe Faydası  9)

Tedbirli Olunacak Yerler   92

Allah Hakkını Sebep ve Vakitleriyle Bilme  98

Kalbî Hatarât Anında Allah Hakkına Riâyet  100

Tedbirli Olup Fiil Anında Nefsi Gemleme 101

Allah Hakkına Riâyet Edenlerin Özellikleri  103

Önce Hangi Farzlardan Başlanmalı?  106

Farzların Yerine Getirilmesinde Hangisine Öncelik Verilmelidir? 112

Yaptığı Ameli İfsad Edecek Yollarla Nafile İbadete Yönelme 116

Vacibi Terk etmeden Nafilelerde Korkulacak I lususlar  118

Oruç Konusunda Karşılaşılan Afetler 120

Faziletli İki Şeyden Birini Tercih Etme Yolu  122

Allah’ın Emrettiği İşlerden İkisi Beraber Ortaya Çıktığında Takınılacak Tavır  126

Allah Hakkına Riâyet Edenlerin Dereceleri 129

Günah İşlemede Israrlı Olanların Dereceleri  133

Ölüme Hazırlanma ve Kasr-ı Emel  138

Ölümün Verdiği Acı ve Sıkıntıyı Anlama Yolu  143

Birinci Bölüm
RİYÂ

Riyanın Özelliği ve Mahiyeti 159

Günahkârı Amelinde İhlâsh Olmaya Teşvik Etme  162

Riya Konusunda Açıklama 164

Riyâ İki Türlüdür  167

Riyanın Oluşması ve Sebep Olan Durumlar 171

Tenkit Edilme Korkusu ve Başkasının Elindekine Göz Dikme  173

Riyâ, Övülme Arzusu ve Tamahkârlığı Kıran Hususlar 176

Amel, Kıyafet ve Benzeri Şeylerle Yapılan Riyâ 180

Bedenle Yapılan Riyâ 181

Kıyafetle Yapılan Riyâ 181

Sözle Riyakârlık 183

Amelle Yapılan Riyâ . 183

Rıyânın Çeşitleri  184

Riyaya Engel Olan Hususlar 185

Riyadan Kaçınmanın Yolu  191

Riya Duygusunu Bertaraf Etmede İhlasın Gücü 194

Şeytandan Sakınma Yolu 203

Şeytandan Sakınırken Hata Yapmak 206

Bâtıl ve Gerçek Arasında Fark 208

Riya Mertebeleri ve Zamanı  209

Riyanın En Küçüğü ve En Büyüğü 214

Riyaya Neden Olan Kötü Ahlâk ve İzahı  224

Riyaset 224

Mübahat (Övünme)  225

Tefahür (Böbürlenme)  226

Hasedleşme  228

Galip Olma Sevdası  228

Nefsinde Müraî Olanın Alâmetleri  230

Müridin, Gizli ve Açık Takınacağı Tavır  231

Kulun Amel Esnasında ve Amelden Sonra Görülmesine Sevinmesi ..232

Riyâ ve Ucbuıı Tenkidi 238

Kul Hangi İşlerde Kesin İhlâslı Olduğunu Söyleyebilir, Hangilerinde Söyleyemez?  241

Amele Başlamadan ve Amel Esnasında Niyetin Durumu 242

Kul Allah Rızâsı İçin Bir Amele Başladıktan Sonra Bu Ameli Artırmak İstese İlk Niyeti Yeterli mi?  245

Niyetin Ne Olduğunun İzahı  246

Amelde Niyeti Korumanın Anlamı  248

Allah Rızâsını Gözetmeden Bir Amele Başladıktan Sonra Pişman Olan Ne Yapmalı? 252

İnsanlar Devam Ettiremez, Dolayısıyla Allah’a Asî Olurlar Endişesiyle Bazı Nafileleri Terk etme 256

Uyulsun Diye Amelleri Açıktan Yapma  258

Arkadaşlarını Amele Teşvik Etmek İçin Bir Şeyler Anlatma  261

Düşman Endişesinden ve Şöhret Korkusundan

Ameli Açıktan Yapmaya Karşı Zayıf Olmak ve Gizli Amel Etmek 266

Riyâ Endişesiyle Ameli Terk etmek 270

Kulun 1 talkın Sevgisinden Dolayı Sevinmesinin Ölçüsü  274

Bazı Günahlarının Halk Tarafından Bilinmesi Durumunda Üzülmenin Ölçüsü 276

Allah Bilse Bile Günahları Halktan Gizleme 277

Utanılması Müstahap Olan ve Mekruh Olan Hususlar 278

Kulun Müslümanların Tenkidinden Hoşlanıp Hoşlanmaması 282

Halk Nazarında Kötü Bir Makama Sahip Olmayı İstememe Konusunda Sadıkların Kalp Durumu 286

Kulun Kalbinde Övgü ve Tenkidin Eşit Olması ve Nefsi veya Rabbi İçin Arzulamasının Farkı  289

Anne-Babayı Razı Etmek ve Âlimlerin İlminden Yararlanmak İçin Riyakârlık 292

Havf ve Hüzünde Halka Karşı Yapmacık Hareketlen Nefyetme 301

Halk Görünce Allah İçin I luşû’lu Olmanın Alâmetleri 304

İki Arkadaşı Olan Adamın Durumu  305

İndeks 307

ÖZGEÇMİŞ

1962 doğumlu olan Abdulhakim Yüce, 1986’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi. İki yıl boyunca, ala­nında araştırma yapmak gayesiyle görev almayıp, özel dersler aldı ve İlmî araştırmalar yaptı. 1988 yılında Atatürk Üniver­sitesi İlahiyat Fakültcsi'nde doktora çalışmalarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde vaizlik görevine başladı. Başkanlı­ğın görevlendirmesiyle, Almanya'nın Köln ve Fransa'nın Paris şehirlerinde belli sürelerle görev yaptı.

1992'de, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin 7 a- savvııj Anabilim Dalına., asistan olarak atandı. Aynı yıl, Razî’nin Mefatîhu’l Gayb Adlı Tefsiri'nin İşarı Yönü (Razî’nin Tefsirinde Tasavvuf adıyla basıldı) adlı tezini bitire­rek, alanında doktor oldu. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üni­versitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalına Yar. Doç. Dr. olarak atandı. 1997'de Doçent, 2003’te Profesör oldu. I lalen bu görevine devam etmektedir. Değişik dergilerde ya­yınlanmış bilimsel makalelerinin yanı sıra şu kitapları yayın­lanmıştır:

1.        Razî’nin Tefsirinde Tasavvuf, İzmir, 1996.

2.        Gece İbadeti, İzmir, 1999.

3.        Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı, İst. 2001.

4.        Tasavvuf ve Bid’at, İst. 2001.

ÖN SÖZ

Bir ilmi cn güzel ve doğru şekilde öğrenmek için, o ilim hakkında erbabınca yazılmış eserleri tetkik etmek cn isabetli yoldur. Şüphesiz tasavvuf için de bu böyledir. Tasavvufa ait, özellikle erken dönem eserlerin büyük bir kısmının Arapça veya Farsça olması, günümüz insanlarının, onlardan yeterince yararlanmasına engel teşkil etmektedir. Yanlış anlaşılmaların önüne geçebilmek için, tasavvuf klasiklerinin Türkçe’ye ka­zandırılması bir zarûret haline gelmiş bulunuyor.

Bu düşünceyle olsa gerek, değerli ilim adamlarımız ta­rafından, KuşeyrTnin Risâle’si, Gazalfnin İhya’s\, Hucvi- rî’nin Keşfu’l-Mahcub’u, Kelâbâzî‘nin Taarrufu, Nesefî’nin İnsan-ı Kâmil'i, Necmüddin Kübra’nın üç risalesi, İbn Hal­dun’un ŞifaH’s-Sâil'i, Serrachn Lı/mTı, Sühreverdî’nin Avârifi, İmam Rabbani ve Cüneyd-i Bağdadî gibi zatların Mektuba?lan vb. tasavvuf klasikleri, Türkçe’ye tercüme edilmişlerdir. Diğerlerinin de zamanla tercüme edilecek­lerine inanmaktayız.

Bu çorbada bir tuzumuzun olması düşüncesiyle biz de Muhasibi’nin er-Ri’aye’sini tercüme etmeye karar verdik. Daha sonra Türkiye’de tasavvuf sahasında çalışan akademisyenlerle yapılan bir toplantıda, toplantı başkanı Prof. Dr. Mustafa Tah­ralı Bey, birkaç tasavvuf klasiğinin tercümesini yapan Prof Dr. Süleyman Uludağ Bey’den, Ebû Talih el-Mekkî’nin Kûtu'l- Kulûb’u ile er-Ri’aye'den birini tercüme etmesinin arzulandığını söyleyince, hem er-Ri’ayeıdn tercümesini bitirmek üzere oldu­ğumuzu söyledik, hem de bu işe girişmekle isabet ettiğimizi anladık.

Araştırmalarımız neticesinde bu eserin ilk defa başka bir dile tercüme edildiği kanaatine vardık. Çünkü tahkik ve neşre­dilmekle birlikte, herhangi bir dile tercüme edildiğine dair bir bilgiye rastlayamadık.

Tercümenin yanı sıra, eserin baş kısmına müellifin kısa bir hâl tercemesini ekleyip eserlerinden de söz etmeye çalıştık.

Eserin orijinal adı er-Ri’aye li Hukûkillah şeklindedir. Bütü­nüyle kalp kaynaklı meselelerden söz ettiği için, Kalp Hayatı adıyla yayınlamayı uygun gördük. Yaptığımız işin öneminin bilinci içinde, tercümede metne bağlı kalarak, elimizden gelen titizliği göstermeye gayret ettik. Ancak, çok başarılı olduğumuz iddiasında değiliz. Yanlışlarımızın ikaz edilmesi, tashihine yar­dımcı olacağı için, teşekkürle karşılanacaktır.

er-Ri’ayc’yi Türkçe’ye çevirme niyetimi kendilerine aktar­dığımda çok sevinen ve her görüşmemizde sorarak teşvikte bulunan hocam Prof. Dr. Osman Türer Bey’e teşekkür borç­luyum.

Cenâb-ı Hak’tan, çalışmanın, İslâm kültürünün temel parçalarından biri olan tasavvufun doğru bir şekilde anlaşılma­sına yardımcı olmasını diliyoruz. Kusur bizden, afv ve muvaf­fakiyet O’adandır.

Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

MUHÂSİBÎ’NİN
HAYATI VE ESERLERİ
(165/781-243/857)

GİRİŞ

MUHÂSİBÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ

Hayatı

Muhâsibî’nin tam adı, Ebû Abdullah Haris b. Esed el- Basrî’dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte kaynaklar, 165/781 tarihinde Basra'da dünyaya geldiğini kay­detmişlerdir.’

Çocukluğunu Basra‘da geçiren Muhasibi, ortamın fikrî ve kültürel birikiminden bir süre yararlandıktan sonra, devrin en önemli ilim merkezi olan Bağdafa göçmüştür. Zengin bir ailenin çocuğu olduğunu, babasının bıraktığı külliyetli mirası, babasının kaderî fikirlerinden ötürü terk edip almamasından öğreniyoruz.    Daha sonra fakir bir hayat geçirmesine neden olan Muhâsibî’nin bu tavrı, onun zühd ve verâ’ının en güzel işaretidir. O, babasından miras bile olsa, şüpheli olanı kabul etmemiştir. Bu olaydan, ilim ehli bir ailede büyüdüğünü an­lamak da mümkündür. Çünkü babası, kaderî fikirleri kabulle­nip savunacak derecede bilgili bir şahıstır.

Muhâsibî’nin, gençliğinde zahirî ilimleri tahsil ettiğini ve bu ilimlerde ileri seviyelere çıktığını, tabakât kitaplarının, onun hakkındaki şu ifadelerinden anlıyoruz: Zahirî ilimlerle bâtınî ilimleri cem’den,  tasavvuf, hadîs ve kelâmda imam   , bilhassa hadîste fevkalâde mahir? bir kimseydi. Bu seviyede âlim ve daha sonra değineceğimiz ve otuza yakını günümüze kadar ulaşan, iki yüzü aşkın eserine rağmen Muhâsibî’den çok söz edilmemiştir. Nitekim hayâtı hakkında bilinenler, yani tarih ve tabakât kitaplarına geçen malûmat, birkaç paragrafı geçme­mektedir. Bunun nedenini, müellifimizin yaşadığı ortamda arayanlar olmuştur. Çünkü Muhâsibî, biri Ahmed b. Hanbe'lin başını çektiği ve Ehlü’l-hadîs olarak bilinen düşün­ce, diğeri de, Vasıl b. Ata‘nın temellerini attığı Mu’tezile olmak üzere, zıt iki fikir cereyanının hükümferma olduğu bir ortam­da yaşadı. Bu dönemde Mu tezile, devlet desteği görmekte ve fikirlerini zora başvurarak yaymaktaydı. Muhâsibî, hadisçilere yakın ve onlarla aynı düşünceleri paylaşıyordu. Ancak, Ahmed b. Hanbel onun kelâmî meselelere dalıp, bu konuda birtakım düşünceler ileri sürmesinden hoşlanmamıştı. Gerekçe de, Muhâsibî’nin Mu’tezile’ye reddiyye yazarken, onların fikirleri­ne uzun uzadıya yer vermesi, böylece bid’atçı fikirlerin ümmet arasında yayılması, şeklinde açıklanıyordu. Nitekim, Ahmed İbn Hanbel’le aralarına soğukluğun girmesinin ve inziva hayâtı yaşamasının nedenlerinden birinin bu olduğu, kaydedilmekte­dir.

Ancak Muhâsibî’nin, tabir yerinde ise, kenarda kalmasının nedeni sadece bu olmamalıdır. Onun yaşadığı asır, hadîslerin rivayet, hıfz, yazma, toplama ve tasnifiyle uğraşılan ve bu iş için meşakkatli yolculuklar yapılan; aynı zamanda bid’at ve uydurma hadîs tehlikesine karşı, şahısların ve sözlerinin çok ince tenkit­lerden geçtiği bir dönemdir. Bu muhaddis ve râvîler, kendi me­totlarından ayrılan ve fıkıh olsun, vaaz olsun veya kelâm olsun, hadîs dışındaki bütün ilimleri ve metotları şiddetle tenkit ederek bid’at damgasını vurmaktaydılar. Sünnetin korunması gayesiyle, nasların zahirine önem veriliyor, hangi sebeple olursa olsun, değerlendirmeler hoş karşılanmıyordu. Kısacası ilim, araştırma ve iyice anlama (fıkıh) değil; hadîs, onun senedi ve metninden ibaretti. Hadîs üzerinde fikir yürütmek, onun sınırlarını aşar. Ehl-i hadîs, bir âlimin herhangi bir konuda araştırma ve içtihada dayalı bir şey söylediğini veya bir kelimemin, Allah’ın sıfatların­dan birinde bir görüş serdettiğini ya da bir nasihatçının nefsin hallerinden birini şerh ve izah ettiğini gördüklerinde, hamiyet ve öfkeleri kabarıyor, yaptığına kızıyor ve kendilerince tenkide medar saydıkları bir vasfını hedefleyerek onu lekelemeye çalışı­yorlardı. Cerh ve ta’dil kitaplarında bu tür olaylar az değildir.

Selefi bakış açısı olarak meşhur olan bu yaklaşımı Muha­sibi aşmak isteyince, şimşekleri üzerine çekti. Çünkü o, nefsin halleri, tezkiyesi ve ayıplarının açıklanması konusunda, çok erken devirlerde söz söyleme ve kitap telif etmeye başlamıştı. Bu konuların, sadece nasların zâhirini değil, tefekkürü bile aşarak, çok ince bir iç gözleme ve daha sonraki dönemlerde çokça sözü edildiği gibi, ilhama ihtiyacı bulunmaktadır. Bu türden bir yaklaşımın selefi bakış açısıyla hoş karşılanmasını beklememek gerekir. Nitekim bu gün bile benzer sıkıntılar yaşanmaktadır.

Diğer taraftan Muhasibi, “11er zahidin zühdü, marifeti, marifeti aklı, aklı da imanının kuvveti ölçüsündedir.”  der ve kalp, akıl ve amel bütünlüğünü vurgulardı. Tasavvufi tavrına rağmen, aklî yaklaşımı terk etmemiş, hatta aklın kullanılmasını savunmuş ve özellikle Mu’tezilc ile olan tanışmalarında, on­ların akılcı metodunu kullanmıştır. Bu da hadisçilerin tepki­sine neden olan hususlardan biridir.

Bu konuda Ebû Zur’e şunları söyler; “Ahmed ve başkaları, tıpkı helâl ve haram konularında şer’î delil olmaksızın sırf içti­hatla söz söylemeyi kabul etmedikleri gibi, sofilerden havatır ve vesveseler üzerinde konuşanları da, bu konudaki sözleri şcr’î bir delile dayanınayıp mücerred görüş ve zevkten kaynaklandı­ğı için, yermişlerdir.”'’

İbn Kesir ise şu değerlendirmeyi yapar: “Ahmed b. I lan- bcl’in Muhâsibî vb. ile görüşmeyi hoş karşılamaması, onların sözlerinde bir nevi nimetlerden uzak durma ve şeriatın isteme­diği çetin riyazet kaideleri, zorluklar ve hakkında hiçbir emir bulunmayan dakik ve zirve seviyedeki muhâsebenin varlığıdır. İşte bu yüzdendir ki, Ebû Zur’a er-Razî, Muhâsibî’nin er- Ri’ayc’sine vâkıf olunca, bu bid’attır, demiş, kitabı getiren adama da, “Sana düşen Malik, Sevrî, Evza’î ve Leys’in kabul ettiklerini kabul etmektir.” diye tembih etmiştir.”  

imam Ahmed b. Hanbel ve hadisçilerin bu tavrından olsa gerek, Muhâsibî 243/857 yılında Bağdat'ta vefat ettiğinde cena­zesine, beklenenden çok az kimse katılmıştı.

Muhâsibî’nin düşünce süreci ile Gazalî'nin düşünce süreci benzer çizgiler taşır; ikisi de tam bir kelâm tahsili aldı, dö­nemlerinin felsefî ve dinî meseleleri konusunda çok iyi teçhiz edilmişlerdi. Kısmen olayların baskısı, ama daha çok kendi iç ahlâkî zorlamaları sonucu, varıp karar kıldıkları netice aynı oldu: Tasavvuf.

Muhâsibî’nin, Gazali nin Münkiz‘ine bir prototip oluştur­muş olan Vesâyâ adlı eseri, kısmen de olsa, hayatının seyrini değiştiren fikrî olayları konu edinir. Onu etkileyen en önemli şey, ümmetin, her biri kurtuluşun kendi tekellerinde olduğu­nu iddia eden çok sayıdaki fırka ve alt fırkalara bölünmüş ol­masıydı. Hayatının büyük bölümünü bu fırkalar arasında sırat- ı müstakimi aramakla geçirdi. Hakikati bilme ve yaşama iddia­sındaki her türlü insanla görüştü, fakat hiçbirinden tatmin olamadı. Birçokları, dünyevî makamlar ve menfaatlerle bu işi yapıyorlardı.

Muhasibi şöyle diyor: “Ben derinliğine tefekkür edip, u- zun uzun düşünerek, hidayete ulaştıracak bilgi aradım. Daha sonra Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün sünneti ve mü’minlerin icmahndan anladım ki, haris olmak insanı körleştirir ve böylece onu hak yolu aramaktan engeller, neticede de batıla düşürür.”    Bu düşünce onu, kendisine Muhasibi adını vermeye neden olan muhasebe yapmaya ve riyazetle birlikte ahlâkî dönüşüme sevk etti. Gördü ki, hak vc kurtuluşa götüren yol Allah korku­sundan (havf), O’nun emirlerine tâbi olmaktan, O’na tam ihlâsla ibadet etmekten ve Resûlü’nün sünnetine tâbi olmaktan geçer.*

Muhâsibî’nin Kelâm İlmindeki Yeri

Muhâsibî’nin hayatını anlatan yazarların ihmal etmediği bir ifade de bir usûl adamı olduğu şeklindedir.  Bağdadî, bura­daki usûl ifadesinin usûlu’d-din olduğunu belirtir.  Usûlu’d- dinden kastedilen ise, günümüz kelâm ilmidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ahmed b. Hanbel, Muhâsibî’yi, kelâm il­miyle ilgilenmesinden, özellikle de Mu'tezile‘ye cevap verirken eserlerine önce onların fikirlerini yazıp sonra da bu fikirleri çürütme yoluna gitmesinden ötürü tenkit etmiştir. İbn Han- bel’e göre Muhasibi, onların fikirlerini eserlerine almakla, yay­gınlaşmasına neden olmaktaydı. “Çünkü.” diyor İbn Hanbel, “Onların yanlış fikirlerini okuyan kimse, bu fikri çürüten ceva­bı okumayabilir veya okusa da anlamayabilir. Böylece yanlış fikir kafasına yerleşmiş olur.”

Daha sonra gelecek olan Gazali, eserlerinden çokça etki­lendiği Muhâsibî’yi destekleyecek ve şöyle diyecektir: “Yanlış da olsa bir fikri inceleyip kaydetmeden çürütmek mümkün değildir.”

Siyasî ve dinî farklılaşmaların Islâm toplumunun bütün­lüğünü tehdit ettiği andan itibaren, onun birliğini koruma fikri, kendini orta yol ya da Hz. Peygamber’in İslâm’ı anlama ve yaşama tarzını esas alma anlamında, Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat olarak adlandırmıştır. Gerçekte bu kavram, vahye ilk muhatap olanların, inanç, ibadet, hukuk vc ahlak gibi bütün alanlarda İslâm’ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktarma yolunun temel alınmasını ifade ediyordu.

Düşünce ekolleri içerisinde geleneğe daha fazla önem veren vc bu yönüyle öne çıkan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir. İnancın aklî esaslarını ortaya koyma, geleneğin dilini bilgi düzleminde tanımlama ve düşünce düzleminde temellendirme onuru daha ziyade bu ekole aittir. İşte Sıfatiyc şeklinde adlandırılan vc Mu­hasibi, İbn Küllâb (240/853) vc Kalânîsî (255/869)’den müteşekkil grup, bu düşüncenin öncülüğünü yapmışlardır. Eş’arî’nin Sün­nîliğe geçişine ışık tutan çizgi bu üç şahsın belirlemiş olduğu çizgidir. Bunlar seleften olmakla birlikte, kelâm ilmiyle uğraşmış ve selef mektebinin akidelerini, kelâmdan elde edilen delillerle savunmuşlardır. Eş’arî’nın hocasıyla fikir ayrılığına düşüp onlara katılmasıyla, onların görüşlerini kelâm metoduyla açıklamasına büyük destek olmuştur.’9

Muhâsibî, Mahiye tu’1-Akl ve Fehmu’l-Kur’ân adlı eser­lerinde, akıl, Kur’ân ve Allah’ın sıfatları, eşyanın yaratılışı gibi kelâmî konuları incelemektedir. Onun tasavvufî tavrına ve itikadî konular dahil bazı meselelerde aklın yetersizliğini be­lirtmesine rağmen, aklî yaklaşımı terk etmemesi, hatta yerine göre aklın kullanılmasını savunması; özellikle Mu’tezile ile tartışmalarında onların yöntemlerini kullanması, Ehl-i hadîs’in tepkisine neden olmuştur.

Kısacası Muhâsibî’nin eserleri incelenince onun Ehl-i hadîs ile Mu’tezile arasında orta yolda bulunduğu, Ehl-i Sünnet ekolünün oluşmasına öncülük eden kişilerden olduğu anlaşılmaktadır.  

Muhâsibî’nin Hadîs İlmindeki Yeri

Zâhirî ilimle, bâtmî ilmi cem’eden, tasavvuf, kelâm ve fı­kıhta imam, bilhassa hadîste fevkalâde mahir olan Muhâsibî, kendi nefsinde sadûk, makbul bir râvî olarak kabul edilir.

Muhâsibî, Bağdat gibi, devrin ilim ve irfan merkezinde neşet ettiği için, geniş bir mürşid ve müderris kitlesinden ya­rarlanma imkânı bulmuştur. Hocaları arasında şu isimler zik­redilmektedir: “Abdullah b. Bekr, Ebû Bekir b. Ebi Şeybe, Ebû

Davud et-Tayalisî, Ilaccac b. Hammad, Halef b. Hişam, Ha- şim b. Kasım, Ishak b. İsa, Muaviye b. Ömer, Osman b. Ebi Şcybe, Ömer b. Talha, Şurcyh b. Yunus, Vckı b. Cerrah, Ya- kup b. İbrahim ve başkaları. Kendisinden ise, Ahmed b. Haşan, Ahmed b. Kasım, Cüneyd-i Bağdadî, Ahmed b. Mesruk, İsmail b. Ishak, Hüseyin b. Hayran vc başkaları rivayette bulunmuş­lardır.

Hadîste imam olmasına rağmen Kütüb-i Sitte‘de rivayeti yoktur. Bunda bilhassa kendisini hadîs rivayetine hasretmeme- sinin yanında, muasırlarından gördüğü muhalefetin tesiri ol­duğu düşünülebilir. Bu sebeplerden ötürü, eserlerinde zik­rettiği ve çoğu Kütüb-ü Sittc’nin bir kısmında farklı senetlerle yer alan hadîslerin, bu kitaplardaki senetlerine adı girmemiş olmalıdır.

Eserlerinde hadîslerle bolca istişhadda bulunan Muhâsibî, haliyle bir hadîsçi gibi hareket etmemişti. O cemiyetin derin denizler halini alan ve içinde çok insanın boğulduğu, az insa­nın kurtulduğu ihtilaflarını müşahede etmiş, insanların dünya­lıklara, riyaya, kibre vb. kötü ahlâklara gark olmuş durumlarını tahlil ederek tedavi yollarını aramıştı.  Bu sebeple O’nun için hadîsin muhtevası önemliydi. Filhakika bu bütün zahid vc sûfîler için ortak bir tutumdur.

Bu açıdan Muhâsibî’nin hadîs rivayetlerini incelediğimiz­de genellikle hadîsleri senetsiz olarak zikrettiğini görürüz. Bu büyük ölçüde yazış gayesinden kaynaklanan bir durumdur. Hadîs şevkinde kullandığı eda sigaları bu durumu gösterecek mahiyettedir. Fakat bu tespit O’nun hadîsleri hep senetsiz rivayet ettiği anlamına gelmemelidir. Özellikle ilk dönemle­rinde yazdığı eserlerde, meselâ Fchmu’l-Kur’ân‘da hadîsleri genellikle senetli vermiştir. Ancak Muhâsibî, daha ziyade sa- habi râvîleri zikretmekle yetinir. Bazen de senedi vermemekle birlikle, ittisal vc inkita’ına işaret eder.

Muhâsibî nadir de olsa, senet tenkitleri yapar.  Kısacası senet konusunda Muhâsibî işin ehli biri olarak karşımıza çıkar.

Muhâsibî’nin rivayet ettiği hadîslerin çok az bir kısmı, laf- zen, meşhur kitaplarda bulunan hadîslerle uyuşmamaktadır. Bu durum, cr-rivaye bi’l-mânânın caiz olması prensibiyle açık­lanabilir. Çünkü Muhâsibi nin dönemi henüz tasnif dönemi­dir. Tasnif döneminden sonra cr-rivaye bi'l-mânâya ihtiyaç kalmamıştır. Bazen rivayet farklılıklarına da işaret etmiştir.

Muhâsibî’nin ulaşılabilen eserlerinde kullanmış olduğu tnerfu 497 hadîsin sıhhat ve zaaf durumunu tesbit etmek kolay değildir. Çoğu senetsizdir ve kendisi Kütüb-ü Sitte’nin müel­liflerinin hepsinden önce yaşamıştır. Dolayısıyla bu hadîslerin meşhur hadîs kitaplarındaki senetlere göre tashih vc tazyifı yerine, bir asıllarının olup olmadığına göre değerlendirilmesi daha uygun olur kanaatindeyiz.

Bu prensibe göre hareket edilirse, tesbit edilen 497 hadîsin 426 tanesinin asılları mevcuttur. Geriye kalan 71 hadîsin bakı- labilen hadîs musannafatında bir asılları bulunmamıştır. Ancak aslı bulunmayan bu hadîslerin tamamına yakınının şahidlcrinin olduğunu belirtmeliyiz. Bu durumda, bunların görmediğimiz veya bize ulaşmayan bir asıllarının olması uzak bir ihtimal değildir.  er-Ri’ayc’dc aslı bulunmayan 31 hadîs vardır. Telif ettiği ilk eser olan Fchmu’l-Kur’ân‘da ise bir tane aslı bulun­mayan hadîs vardır.

Burada şunu düşünmek mümkündür: Muhâsibî, ehl-i hadîs muhitinde bulunurken onların yanında mütedavil olan hadîsleri kullanmıştır.  Zamanla onların muhitinden ayrılıp zahid ve sûfîlerin çevresine dahil olunca, bu sefer onların ya­nında yaygın olan, dikkatlerini, meraklarını teksif ettikleri muhtevadaki hadîsleri kullanır olmuştur. Gerçekten de aslı bulunmayan söz konusu hadîslerin .ilgili oldukları mevzular da bizi böyle düşündürecek mahiyettedir. Bu hadîslerin hemen hepsi zühd, dünya, kibir, riyâ, ihlas havf-recâ, zikir, adâp vb. ahlâk-ı hasene veya seyyi’e ile ilgilidir.

Bu tür hadîsleri kullanmasında terğib, terhîp ve ahlâkla il­gili hadîsler konusunda hadîs âlimlerinin mütesahil tutumları da rol oynamış olmalıdır. Şurası bir vakıadır ki, muhaddisler mezkûr konulardaki hadîslerde, ahkâm hadîslerinde gösterdik­leri titizliği göstermeyip bu konularda zayıf hadîsleri kullan­makta beis görmemişlerdir.    Abdurrahman b. Mehdi ve Ahmed b. HanbcFin sözlü beyanlarının yanında39 Abdullah b. el-Mübarek‘in Kitabu’z-Zühd'de, Buharî’nin el-Edebu’l-Müf- red'de kullandığı hadîsler bunun açık delilleridir. Muhâsibî de bu espriye uygun hareket etmiş olmalıdır.

Muhâsibî ve Dış Tesirler

Tasavvufu bir nevi mistisizm olarak gören ve mistisizmi in­sanlığın mah, ortak tavrı, her dinin özü ve muharrik gücü  şek­linde tavsif eden müsteşrikler, İslâm’la ilgili, özellikle tasavvufu konu edindikleri çalışmalarında bütün gayretlerini, bu müesse­sçin İslâm dışı etkilere borçlu olduğunu kabul ettirmek için harcamışlardır. Bu insanlardan şunun veya bunun insaflı veya objektif olduğunu söylemek, mutlak bir hakikati ifadeden çok, bir nispet vc derecelendirme gösterecektir. Onlardan hiçbirinin tamamen objektif ve art niyetten uzak olduğunu söyleyebilmek, üzülerek belirtelim ki, mümkün olmuyor. İnsanlığın ilim ve tefekkür tarihi bakımından derin bir üzüntü olarak karşımızda duran bu olgu, ne yazık ki, bir gerçektir.

Bu düşüncenin doğru olmadığının en büyük delillerinden birisi de Muhâsibî vc eserleridir. Derin bir tefekkür ve araş­tırma ürünü olan eserlerinde dış tesirin izini bulmak mümkün değildir. Bu eserler tamamıyla, Kur’ân vc hadîsin oluşturduğu genel kültürün ürünleridir. Batılı ilim adamlarının yeterince ilgilerini çekmemesinin nedeni de bu olmalıdır. Nitekim Nicholson, üçü tasavvufla ilgili olmak üzere, İslâm dini ve Müslümanlar hakkında yazmış olduğu dört  kitabında, Muhâ- sibî’den bir defa bile söz etmemiştir. Ancak, İslâm Kültürü adlı eserinde kısa bir paragrafla söz edip geçmektedir.

Diğer yazarların da genel tavrı bu şekildedir. Etraflı bir in­celeme yapmadan Muhâsibî’den çok kısa birkaç cümle ile söz eder ve konuyu şöyle bağlarlar: “Muhâsibî 1 Iıristiyanlıktan etkilenmiştir.” Bu iddialarına delil olarak da, onun bazı eser­lerinde, Hz. İsa'nın bazı sözlerini vc İsrailoğulları' ndan bir iki hikâyeyi aktarmasını gösterirler.

Oysa âyet ve hadîslerde bu tür aktarmalar olduğu gibi, bir­çok Islâm âlimi de benzeri söz ve hikâyeler aktarmışlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd adlı eserinde, Hz. İsa'dan öğütler; I İz. İsa’dan hikmetler ve Hz. İsa’nın zühdü adı altında üç fasıl ayırmıştır. Ama hiç kimse onun Hıristiyanlıktan etki­lendiğini iddia etmemektedir.

Muhâsibî’nin hikmet kavramını kullanması da bu etkilen­meye delil gösterilemez. Çünkü Kur’ân37 ve hadîste    hikmet kavramı kullanılmış; müfcssir ve şarihler bunun üzerinde ge­nişçe durmuşlar ve neticede hikmetin, Allah’ın inâyetiyle olu­şan dinî bilgi ve marifet olduğunu söylemişlerdir.

Öyle ise Muhâsibî’nin, Hıristiyanlıktan etkilendiği iddiası isbatlanması güç ve delilden yoksun bulunmaktadır.

ESERLERİ .

Muhasibi, İslâmî konularda yoğun bir telif döneminin başladığı asırda yaşamıştır. I layatını anlamken kısaca değin­diğimiz gibi, bazı saiklerden ötürü, biraz kenarda durması, onu çok eser vermeye sevk eden sebeplerden biri olmalıdır. Yetmiş beş seneyi aşkın ömrünü verimli bir şekilde değerlendiren müellifimiz, hepsinin adı ve muhtevası bilinmese bile, iki yüz civarında esere imza atmıştır. Hadîs, kelâm ve tasavvufta imam, fıkıhta ise önemli bir yere sahip olan Muhâsibî, en çok tasavvuf konusunda yazmış ve bu arada kelâm ve hadîsle ilgili birçok konuya da temas ederek eserler vermiştir.37

Biz gelecek satırlarda, kaynaklarda adı geçen ve dünyanın değişik kütüphanelerinde el yazması şeklinde bulunan veya tahkik edilerek basılan vc onun imzasını taşıyan eserlerinden, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, muhtevalarına bakarak kısaca tanıtmak istiyoruz.

a.    er-Ri’aye li Hukûkillah:

Muhâsibî’nin, tercümesini yapmaya çalıştığımız bu eseri, 550 sayfayla en hacimli eseridir. İlk defa Margaret Smith tarafından 15 sayfalık mukaddime eklenerek neşredilen (Londra. 1940) eser, daha sonra tahkik edilerek Abdulhalim Mahımıd ve Talıa Abdulbaki Surûr tarafından yayınlandı (Kahire, 1958). Üçüncü defa Abdulkadir Ahmcd Ata tarafından tekrar tahkik edilerek basılmıştır (Kahire, 1970). Ancak Margaret Smith ve Abdulhalim Mahmud ile Abdul­baki Suriîr’un daha önce yapakları neşirden söz etmemesi mani­dardır. Biz tercümemizde bu son neşri kullandık.

' Taşköprüzadc, Mevzuat, 1, 781; Attar, Tezkire, 303; cş-Şa’ranî, et-Tabakat, I, 64; Hücvirî, Kcjfıı'l-Mahcûb, 206; Bağdadî, Tarihu'l-Bağdad, VIII, 211; Şehrisunî, Milel, I, 40.

Hadîslerin kaynağı dipnotlarda verilmiştir, ancak, tertibi bizim alışageldiğimiz şekilde olmadığı için, hadîslerin kaynağı­nı verirken, yeniden gözden geçirdik.

er-Ri’aye, tamamıyla bir tasavvuf ve ahlâk felsefesidir. Do­kuz bölümden oluşan eserin giriş mahiyetindeki birinci bölü­mü, Allah hakkını kavram olarak açıkladıktan sonra, nelerin Allah hakkına dahil olduğunu, âyet ve hadîslerin ışığında sıra­lar.

Eserin en uzun olan (147 sayfa) birinci bölümü riyaya ay­rılmıştır. Riyâ, çeşitleri, gizli olanı açık olanı, kibir ve ucubla karışık olanı, ne zaman ve ne şekilde ortaya çıktığı, en küçüğü ve en büyüğünün özellikleri, riyâdan ötürü nafileleri terk etme, topluluk arasında ve yalnızken riyanın durumu, anne babaya karşı riyâ ve benzeri konular, derinlemesine ele alınmaktadır.

İkinci bölüm, arkadaş ve dostlarla görüşme, bu görüşmeler sırasında başa gelen manevî tehlikeler, nefsin onlarla uygun olmayan şeylere dalması, nefsin özellikleri ve kandırma yolları gibi meseleler ele alınmaktadır. Üçüncü bölüm de yine nefse, özelliklerine ve rağbet ettiği şeylerin izahına ayrılmıştır.

Dördüncü bölüm ucba ayrılmış. Amel, yanlış düşünce, i- lim, dünya malı ve makamları, soy sop ve sayı çokluğuyla yapı­lan ucub, geniş bir şekilde tahlil edilmektedir.

Beşinci bölüm kibri ele almaktadır. Çeşitleri, ortaya çıkış yerleri, riyâdan ileri geleni, dünya malı ve makamları, ilim, soy sop, amelden kaynaklananı, kibri yok etmenin yolu, bid’at ehli ve kâfirlere karşı kibir vb. konular bu bölümde ele alınmakta­dır.

Altıncı bölümde ise, aldanma konusu işlenmektedir. Diğer aldanmaların da sebebi ve neticesi olduğundan, başta Allah ile aldanma konusu ele alınmıştır. Daha sonra rccâ ile aldanmanın farkı, ilim, amel, hadîs ve Kur’ân ezberleme, değişik fırkalarla tartışma, verâ’, uzlet, gazve, hac, gece ibadeti, takva, ihlâs vb. konularla aldanma meselesi, değişik temsillerle izah edilmek­tedir.

Yedinci bölüm haset konusunu ele alır. Hasedin özellikle­ri, haram ve mübah olanı, düşmanlık ve kinden ileri gelen çeşidi, neticede düşmanlık ve kine neden olan türü, hasede sebep olan genel konular, hasedi nefyetme yolu, hasedin bir zulüm olup olmadığı konulan İncelenmektedir.

Son bölüm olan müridlerin te’dibi bölümü ise, ahlâken kendini bir yere kadar düzeltmiş, Allah hakkına riâyet etmede titizlik kazanmış kişilerin, bu durumlarını koruyabilmeleri için dikkat etmeleri gereken hususları konu edinir.

b.    Diğer Eserleri:

1.    Adâbu’n-Nüfus: Takriben 113 sayfa olan bu eserde, ne­fis ve nefsin ahlâkî durumları tahlil edilmekte, nefsin te’dip ve terbiyesi için gerekli tasavvuf! eğitime işaret edilmektedir. Mari­fet, tevessül, dil ve kalple yapılan ameller, ahlâkî özellikler, tevbe, niyet, murâkebe, yakîn, kibir, gaflet, irâde, sıdk, hevâ, riyâ, sabır., gibi konulara değinilmektedir. Basılmıştır. (Beyrut, 1988)

2.    Faslun min Kitabi’l-Azama: Yaklaşık beş varaktan oluşan bu eser, baştan sona kelâmî konulardan söz etmektedir. Yer, gök ve içindekilerin yaratılışı, düzeni, insanın yapısı, Al­lah’ın varlığı ve birliğinin delilleri ve sıfatları gibi konuları in­celer. Yazma, Carullah, nu. 1101.

3.    Fehmu’s-Salât: Salât (namaz) kavramının anlamı, na­mazın şartları, adâbı, erkanı, Allah’ın divanına durma, huşû‘, tazarru', havf, reca, kalbi dünyevî endişelerden temizleme ve Allah’ın büyüklüğünü düşünme, abdest ve şartları ve namazın dışındaki adâb.. gibi konulan inceler. Yazma, Carullah, nu. 1101.

4.   el-Kast ve’r-Rucû’ İlellah: 110 sayfa civarında olan bu eser, Allah’a yöneliş, O’na sığınına, tevbe, nefis muhâscbcsi, verâ’, zühd, takvâ, hikmet, muhabbet, haya.. gibi konuları ince­ler. Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek basılmış­tır. (Kahire, 1980).

5.   Mahiyetu’l-Akl ve Mânâhu ve İhtilafi’n-Nasi fihi: Allah’tan akıl (el-Aklu mınellah), aklın mahiyet, sınırı, Arap­ça’da kullanılışı, ğariza-i aklın mahiyeti, tefekkür, aklın Allah’ı bilme durumu., gibi konulardan söz eder. Önce Ahmet Ateş tarafından tahkik edilmeden neşredilmiştir. (Leydin, 1968). Daha sonra Hüseyin el-Kuvvetli tarafından tahkik edilerek basılmış­tır. (Beyrut, 1971).

6.   el-Mekâsib ve’l-Verâ* ve’ş-Şübühât: 1 ler türlü rızkın ve gücün Allah’a ait olduğu, tevekkül, rızık elde etmek için çalışmak, kesbin meşru şekli, verâ’ ve mahiyeti, selefin yeme ve içmede tavrı gibi konuları işler. Abdulkadir Ahmed Ata tara­fından tahkik edilerek basılmıştır. (Kahire, 1969).

7.   el-Mesâil fi A’mali’l-Kulûb ve’l-Cevarih: Zühd, ameli gizli yapmak, şöhret, nafile ibadetler, gına, vesvese, fakr, şükür, samt, nefis, gaflet, unutkanlık, kibir, haset, al­datma, riyâ, şeytan, evrad, kalp amelleri gibi konuları inceler. Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Kahire 1969).

8.   Kitabu’l-İlm: Bu risalede genel batlarıyla ilim ve çeşit­lerinden söz edilmektedir. Mukaddime ve fihristlerle birlikte 159 sayfadır. Muhammed el-Abid Mezalî tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Tunus, 1975).

9.   Risale tu’l-Müsterşidîn: Sünnete uymanın gerekliliği, niyet, takvâ, nefis muhâsebesi, rızâ, kötü zan, haset, kibir, kalbi bozan şeyler, sıdk, sabır, kanaat, zühd, üns, rızâ vb. konuları inceler. Abdulfettah Ebû Gudde tarafından tahkik edilerek

basılmıştır. (Halep, 1964). Faruk Beşer tarafından Selefi Tasav­vuf adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir. (İstanbul 1990). Ancak baskısı çok düzensizdir. .

10.    Şerhu’l-Ma’rife ve Bezlü’n-Nasiha: Ameli mârifet- Ic yapmak, kimseye vaatte bulunmamak, yalandan sakınmak, linet etmemek, kimseyi küfür ve şirkle suçlamamak, zahir bâtın hiçbir mâsiyete yönelmemek, insanların elindekine göz dikmemek, tevazu sahibi olmak gibi konuları inceler. Yazma, Şehit Ali Paşa, (nu: 1345/9).

11.    el-Vesaya (en-Nesaih): Takvânın delilleri, dinin fe­sada uğraması, hevânın galip gelmesi, malın en büyük fesad sebebi olduğu, kanaat, tevazu, helâl ve mahiyeti, iktisad, cimri­lik, uzlet, şeytanın tuzakları, amelle kibir, kalp ve organların görevleri, aklın şerefi., gibi konuları ele alır. Daha önce I I. Kittcr tarafından (Roma, 1935), sonra da Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Kahire, 1965).

12.    Kitabu’t-Tevehhüm: Bu eser, ölüm sekcrâtı, kabir azabı, ahiret hayatındaki ceza veya mükâfat, Cennet nimetleri, ('ehennem azabı vb. durumların göz önüne getirilmesini ve ona göre hayata yön verilmesini işler. Önce A. J. Arberry tara­lından (Kahire 1937), daha sonra Andrc Roman tarafından tahkik edilerek basılmıştır (Paris, 1978). Abdülaziz Flatip tarafından Ahiret Perdesini Aralarken adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiş­tir. (İstanbul 1995).

13.    Bed’u men Enabe İlellah: Nefs-i emmâre, onun terbiyesi, nefsin hileleri, tevbe edenlerin makamları gibi konu­ları işler. 11. Ritter tarafından basılmıştır. (Roma 1935).

14.    Fehmu’l-Kur’ân ve Mânâhu: er-Ri’ayeden sonra en hacimli eserdir. İki yüz elli sayfa civarındadır. Tamamıyla kelârnî konuları inceler. Kur’ân’ın anlaşılması, üstünlükleri, Kur’ân fıkhı, Allah’ın sıfatları, isimleri, İlâhî irâde, beda, nesli,

Kur’ân’ın mahlûk olup olmadığı, değişik fırkaların görüşleri ve yanlışlıkları gibi konuları etraflıca ele alır. Önce Ahmet Ateş tarafından (Leydin, 1968), daha sonra Hüseyin el-Kuvveti i tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Beyrut, 1971).

15.     Adâbu’n-Nufûs: Adından da anlaşılacağı gibi, nefsin mahiyeti ve onu te’dip etmek için uygulanacak metoddan söz eden yüz sayfa civarında bir eserdir. Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek basılmıştır (Beyrut, 1988).

16.     el-Hubbu Lillahi Tâ’âla ve Meratibu Ehlihi: el- Vcsaya ile bir arada H. Ritter tarafından tahkik edilerek basıl­mıştır (Roma, 1935).

17.     el-Halvetu ve’t-Tevekkülü fi’l-îbadeti ve Dere- câti’l-Abidîn: A. Abdulhalife tarafından tahkik edilerek basıl­mıştır. (Beyrut, 1954).

18.     Vahdu’t-Nizam ve Vahdaniyyetu’l-Lah: 63 sayfa olan bu risâle kelâmla ilgili konuları ele alır. Abdulkadir Ahmed Ata tarafından Müslümanların inançlarıyla ilgili üç risâle adı altında tahkik edilerek neşredilmiştir (Kahire, 1977).

Konuyu kapatmadan önce, Muhâsibî’nin kitaplarını telif ederken takip ettiği metoda da, birkaç cümle ile değinmek istiyoruz. Muhâsibî’nin eserlerinin çoğu bize, ders muhavere­leri halinde, umumiyetle, ismi belirtilmemiş bir talebesinin 'Dedim ki” sözü ile başlayan sorular sorması ve Muhâsibî’nin hoca sıfatıyla “Dedi ki:” ile başlayan cevaplar vermesi şeklinde intikal etmiştir. er-jRTaye’de de metod bu şekildedir.

Ebû Nuaym bu konuda şöyle bir bilgi aktarır: “Cüneyd şöyle dedi: “Haris el-Muhâsibî bizim eve gelir ve “Kalk beraber sahraya çıkalım.” derdi. Ben de ona, “Beni nefsimden emin olduğum bu uzlet halimden ayırıp, afet ve şehvetlerle karşılaşa­cağım yollara mı çıkaracaksın?” derdim. O da, “Sen benimle

gel, korkulacak bir şey yok.” derdi. Beraber çıkardık, sanki yollar bomboştu, hoş olmayan hiçbir şey görmezdik. Onun oturduğu yere vardığımızda bana derdi ki, “Şimdi sorularınr sor!” “Aklıma, soracak bir şey gelmiyor.” deyince, “Nefsine doğan şeylerden sor.” derdi. O zaman sorular peşpeşe gelmeye başlardı. Hepsine anında cevap verirdi. Sonra da evine geçer onları kitap haline getirirdi.”

Bu metod, er-Ri’aye için de uygulanmış olmalıdır. Çünkü tamamı soru ve cevaplardan oluşmaktadır. Fakat soru soranın kim olduğunu tesbıt etine şansına sahip olamadık. Ancak (’üneyd veya o çapta biri olmalıdır, zira sorular, bilen birinin ağzından çıktığını gösterecek şekilde seviyelidir. Soru soranın, cevap veren şahıs, yani Muhâsibî olması da ihtimal dahilinde­dir.

Muhâsibî ve er-Ri’aye Üzerinde Yapılan Çalış­malar

A.    Batıda Yapılan Çalışmalar.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Batılı ilim adamları, Muhâsibî’ye pek eğilmemişler ve eserlerinde ona yeterince yer vermemişlerdir. Batıda ilk defa L. Masignon İlmî bir yaklaşımla Muhâsibî’ye eğilmiş ve La Passıon de Hallaj (Paris, 1975) adlı eserinin birçok yerinde ondan sözetmiştir. Daha sonra kaleme aldığı Essai Sur les Origines... (Paris, 1954) adlı eserinde Muhâ­sibî’ye özel bir bölüm ayırmıştır. Masignon’dan sonra batıda Muhâsibî üzerine yapılan araştırmalardan görebildiğimiz veya haberdar olduklarımızı şöyle sıralayabiliriz:

1.     Margaret Smîth, An Early Mystic of Baghdad, (Londra, 1935). Yazar bu eserinde, Muhâsibî’nin hayatını, fikirlerini, eserlerini ve eserlerinin yazmalarının bulunduğu kütüphanele­ri incelemektedir. Bu çalışma Batılı araştırmacıların Muhâsibî hakkındaki düşüncelerine müsbet yönden etkili olmuştur. Ayrıca yazar, W. Gibb Armağanı içerisinde er-Ri’ayeyi neşret­miştir (Fasikül 8, s. 19-343, Londra, 1940).

2.     Hehnot Ritter, Muhâsibî’nin, Bed’u Men Enabe Ileyhi, (Roma 1935) el-Vesaya (Roma, 1935) ve el-Hubbu Lillahi Te’âlâ (Roma, 1935) adlı eserlerini neşretmiştir.

3.     A. J. Arberry, müellifimizin, Kitabu’t-Tevehhüm adlı eserini tahkik ederek neşretmiştir (Kahire, 1937). Andre Ro­man bu eseri ikinci defa tahkikli bir şekilde neşretmiştir (Paris 1978).

4.     Kermit Schoonver, al-Muhâsibî and his al-Ri’aya, (Müslim World, sayı, 39, s.26-36, Haziran, 1949). Yazar bu maka­lesinde, doktora tezinde Muhâsibî’nin bir risalesini özetle­diğini ve onda Yunan veya Hind tesirine rastlamadığım ifade etmektedir.

5.     J. Van Ess, Die Gedankenıvelt des Harit al-Muhâsibî, adıyla bir çalışma yapmıştır (Bonn, 1961).

6.     R. Arnaldez, al-Muhâsibî, The Encyclopaedıa of İslam. (Leıden-New York, 1993). Ansiklopedinin bu maddesinde Muhâ­sibî’nin hayâtı ve eserleri hakkında çok kısa bir şekilde bilgi verilmiştir.

B.    İslâm Âleminde Yapılan Çalışmalar

a.   Arapça Yapılan Çalışmalar »

Arap aleminde de Muhâsibî üzerine yeterince çalışıldığı söylenemez. Nitekim bazı eserleri henüz bulunmazken, tespit ı'dilenlerin bir kısım henüz neşredilmemiştir. Hayatı, fikirleri vc eserleri üzerinde yapılan ilk kapsamlı çalışma, Abdulhalim Mahmtıd un, al-Mohasibi Un Mystique Musultnan Religieux et Moraliste (Paris, 1940) adlı doktora tezidir. Daha sonra Üstazü’s- Sairîn el-Haris b. Esed el-Muhâsibî (Kahire, 1992) adıyla bir eser kaleme alan A. Mahmud, bu eserin doktora tezi ile irtibâtından söz etmemiştir. Abdulhalim Mahmud, Mevsu’atu’l-Turasi’l- hısaniyye içinde (c. IV. s. 761-784) cr-Ri’ayc’yi tanıtmıştır.

Taba kât, tarih vc klasik tasavvuf kitaplarında Muhâsibî’nin hayâtı, eserleri ve fikirleriyle ilgili verilen bilgileri hesaba kat­mazsak, yukarıda verdiğimiz eserlerinin tahkik vc neşri dışında, Arap âleminde yapılan başka bir çalışmadan haberdâr olamadık.

b.    Türkçe Yapılan Çalışmalar

Ülkemizde Muhâsibî üzerinde yeterince çalışıldığını söy­lemek mümkün olmamakla birlikte, yapılan çalışmaların daha değişik vc muhtevalı olduklarını söylemek isabetsiz olmasa gerek. I laberdâr olduklarımızı şöyle sıralayabiliriz:

1.     I lüscyin Aydın, Mııhâsibî'nin Tasavvuf Felsefesi. Doktora «. .ılışması. Yapılan ilk çalışma olması bakımından önemlidir. Giriş­te kısaca Muhâsibî’nin hayatından söz edilmiştir. (Ankara, 1976).

2.     Abdullah Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadîs. Yazarın doktora çalışması olan eserin üçüncü bölümü, Söyle­nenlerin Işığı Altında el-Muhâsibî, adını taşımakta ve müelli­fimizin hadisçiliği ele alınmaktadır (İstanbul, 1986).

3.   Emrullah İşler, Muhâsibî ve Fehmu’l-Kur’ân'ı, (Ankara, 1979). Yüksek lisans tezi olan bu çalışmada, Muhâsibî’nin hayâ­tı, kısaca, anlatıldıktan sonra, tefsir ilmi açısından Fehmu’l- Kur’ân tahlil edilmektedir.

4.    Şahin Filiz, Muhâsibî, Hayatı, Eserleri ve Fikirleri. Basılmamış yüksek lisans tezi (Konya, 1990). Yazar ayrıca, Muhâsibî ve Bazı Tasavvujî Problemler adıyla bir makâle kaleme almıştır. (S.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, sayı, 4; s.181-187. Konya, 1991).

5.   Nadim Macit, Ehl-i Sünnet Ekolünün Doğuşu. Yazar bu eserinde, Kâlânîsî ve İbn Kullâb ile birlikte Muhâsibî’nin, Ehl-i Sünnet ekolünün doğuşunu hazırlayan kişiler oldukları­nı, kısaca bazı kelâmî konulardaki fikirlerinden örnekler vere­rek, açıklıyor. (Erzurum, 1995).

Muhâsibî’nin Tesirleri

Muhâsibî’nin birçok eserinin günümüze ulaşmış olması, onun asrından itibaren büyük tesirler bırakan, kabul gören ve sevilen bir kimse olduğunu gösterir.

Tasavvuf klasikleri olarak meşhur olan eserlerin hemen tamamında Muhâsibî’nin tesiri açık bir şekilde görülmektedir. Kuşeyrî ve Hucvirî gibi eserlerinde tasavvuf ricalini de incele­yen müellifler, bu bölümlerde Muhâsibî’ye yer ayırdıkları gibi, tasavvufla ilgili konuları incelerken de ondan sık sık söz eder ve alıntılar yaparlar.

Meselâ, Serrac (378/988), vera’, sûfîlerin ilme uyma konu­sundaki âdâbı, sema‘, sıdk, ihlas, kerem ve itibar; Kclâbâzî (380- /990), Allah’ın kelâm sıfatı, şükür, vera’ ve mücahcde; Kuşeyrî (465/1072), vera’, tevekkül, sıdk, fütüvvet, huluk, muhabbet ve sema’; I lucvirî (470/1077), fakr, rızâ, hal, keramet, gaybet- huzur, iman, muhabbet ve sohbet adabı; Sühreverdi (632/1234), kendini tanıma, verâ' vc rızâ konularını işlerken Muhâsibî’den alıntılar yapmışlardır.

Üzerinde Muhâsibî’nin etkisinin en bariz bir şekilde görüldüğü kişi ise Gazalî (505/111 l)’dir. Meselâ, Zahid el- Kevserî, Muhâsibî’nin Gazalî üzerinde etkisinin büyük ol­duğunu ve er-Ri’aye’sini tamamıyla İhya içine yerleştirdiği­ni söyler.

Münavî de şunları söyler: “Et-Temimî anlatıyor: Mu­hâsibî, fıkıhta, tasavvufta, hadîste, kelâmda ve daha başka hususlarda Müslümanların imamıydı. Sayıları iki yüze varan derli toplu ve faydalı eseri vardır. er-Ri’aye adlı eseri, bu konuda sayıları çok olan yazarlar için temel teşkil etmiştir. İlıycîda şöyle denilmektedir: Muhâsibî, muamelât ilminde ümmetin en hayırlısı idi. Nefsin ayıplarını, emellerini, afet­lerini ve ibadetlerin hakikatlerini araştırmada o, herkese öncülük etmiştir.”

Daha önce de belirtildiği gibi Gazalî, Muhâsibî ile Ahmed b. I lanbel arasında cereyan eden tartışmayı el-Münkiz adlı eserine almış ve Muhâsibî’nin haklılığını gösteren cümleler serdetmiştir.  Muhâsibî hakkında doktora çalışması yapan Abdulhalim Mahmud daha da ileri giderek, kendisinden çok sonra gelmesine rağmen Gazalî’nin onun bir talebesi gibi ken­disinden etkilendiğini ifade eder.

Seyyidu’t-Taife olarak bilinen Cüneyd-i Bağdadî (297/- 909)’ nin âdeta Muhâsibî’nin elinde şekillendiği ve meşhur Bağdat Tasavvuf Ekolü’nün en önemli şahıslarından, hatta kurucularından  sayıldığı hesaba katılınca, onun genel tasav­vuf anlayışına ne denli etkili olduğu daha iyi anlaşılır kanaa­tindeyiz.

Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

MÜELLİFİN GİRİŞİ

Bütün sözlerden, istek vc heveslerden önce, Allah’a hamd ederim. Çünkü, Allah’ın hamdı ve zikriyle başlamayan her mühim iş, bereketsiz, neticesiz vc havada kalmaya mahkûm­dur. Hz. Peygamber den de bu şekilde rivayet edilmiştir. I lamd, evvel vc kadîm olan ve daha sonra yok olmayacak Al­lah’a mahsustur. Bu sıfat O’ndan başka hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi, O’ndan başka hiç kimseye de yakışmaz. Çünkü O var ve bir idi; O’nunla beraber hiçbir şey de yoktu. Sonra hiçbir aslî madde olmaksızın eşyayı yaratmaya başladı. Çünkü < J’nunla beraber kadim hiçbir şey yoktu. Dilediği gibi eşyayı yarattı; inşa vc takdir etti. Mahlûktun idaresinde hiçbir ortağı bulunmamaktadır. O’nun dışında her şey, O’nun kulu ve mülküdür. Bizi, kendi fazlı, nimeti ve sayısız kerem vc cömert­liğiyle yarattı. Lâyık olduğu, zatının keremi vc celâlinin izzetine yakışır bir şekilde, O’na hamd olsun. O’ndan hidayet ve yar­dım diler, O’na dayanırız.

Peygamberi olan Hz. Muhammed’e ve âline salât ve selâm olsun.

Ben, sorularına cevap vermeden önce seni, güzelce din­lemeye teşvik etmek istiyorum. Allah’ın hakkına riâyet etme vc onu yerine getirme konusunda vereceğim cevaplara iyice kulak ver! Umulur ki, Allah seni yararlanmaya muvaffak eder. Nitekim Allah kitabında, “Kim, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu şekilde dinlerse bu kendisi için bir öğüt, yani uyarıcı olur.” diye haber vermektedir. Allah bir kulu için bir şey takdir etmişse, o öyle olur ve haber verdiği gibi ona ulaşır. Allah şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki bunda, kalbi olan (tefsir­de: aklı olan denilmiştir) yahut şâhid olarak kulak veren kimse, için bir öğüt vardır.” (Kaf, 50/37). Mücahid “Kalbiyle şâhid olmak.” kişinin kendi nefsiyle konuşup düşünceye dalmaması vc konuşulan şeyin farkında olması, mânâsına geldiğini söyler.

Öyle ise, Allah’ın kitabını, ahkâmından bir hükmü, bir il­mi veya öğüdü dinleyen kişi, kendi nefsiyle, duyduğu şeyin dışında, başka bir şeyle konuşmazsa, dinlediği şeye kalbini şahid kılmış olur. Allah bununla, dinleyene bir öğüt vermeyi dilemektedir. Çünkü Allah böyle buyuruyor, öyle ise doğru­dur. Bununla (güzel dinleme) mü’minlcri vasıflandırarak onla­ra şunu emrediyor: “Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeli­ne uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir.” (Zümer, 39/18). “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, size rahmet edilsin.” (A’raf, 7/204). Her ne kadar bu âyetler, namazda veya hutbe dinlerken takımlması gerekli tavır hakkında nazil olmuş ise de, her hayırlı sözü dinleyenin takınacağı tavır ve edeptir. Allah, Nahle (bir rivayette Ukaz)’de Hz. Peygamberi dinleyen mü’min cinleri de bununla nitelemektedir; “Ona geldiklerinde (birbirlerine): “Susun (dinleyin).” dediler.” (Ahkaf, 46/29). Ko­nuşmayı terk edip, zihni oraya teksif ederek kitabım dinlemeyi emretmektedir. Tâ ki, kulları iyice anlasın.

Bunun aksi olan davranışları ise tenkit etmektedir: “Biz onların, seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli konuşurlarken de o zâlimlerin “Siz büyü­lenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz.” dediklerini gayet iyi biliyoruz.” (İsra, 17/47). Böylccc, kalp huzuruyla, yüce kelâmını dinlemek için susanı övmüş ve kullarına, gereğine uygun anlamaları için, bunu bir terbiye olarak emretmiştir.

Vehb b. Münebbih'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Organların hareketsizliği, gözlerin kapalı olması, can kulağı ve kalp huzuruyla dinlemek vc söyleneni tatbik etmeye az- ınctmek, dinlemenin adabındandır.” Bu Allah’ın hoşuna gi­decek bir dinleme tarzıdır. Organlar, neticede kalbi de uğraş­tıracak vc dinlemekten alıkoyacak herhangi bir şeyle uğraş-' nıayacak, gördüğü şeylerle kalp oyalanmasın diye gözler yu­mulacak, zihin konuşulana teksif edilerek nefisle konuşulma­yacak, konuşulanları tatbik etmek için anlamaya gayret edile­cektir. Çünkü Allah’ın mü’minleri onunla terbiye ettiği ilk şey, ondan bir şeyler dinleme istek ve gayretini ortaya koyma­ları, sonra niyet ve kalp huzuruyla dinlemeleri ve anladıkla­rıyla amel etmeleridir.

Hikmetli söz sahiplerinden birisi şunu demiştir: “Güzel konuşmayı öğrendiğin gibi güzel dinlemeyi de öğren! Nite­kim konuşan sözünü bitirinceye kadar ona söz hakkı vermek, cevap vermede aceleci olmamak, konuşana yüzüyle yönelip ona bakmak, onu anlamak için can kulağıyla dinlemek ve arıladığım ortaya koyacak bir tavır sergilemek, dinlemenin âdâbındandır.”

el-Ğulâbî, Sufyan b. Uyeyne’yi, “İlmin başı güzel dinle­medir. Sonra anlama, sonra hıfzetme, sonra onunla amel etme vc sonra da onu yayma gelir.” derken duyduğunu bize aktar­maktadır.

Bütün bu söylediklerimizi, hikmetli söz söyleyenlerden bir zat şu darb-ı meselle dile getirmektedir: Tohum eken, tohumu­nu getirir vc ondan bir avuç alıp saçar. O tohumun bir kısmı yol üstüne düşer, onu hemen kuşlar kapışırlar. Bir kısmı, üzerinde çok az toprak bulunan bir kayanın üstüne denk gelir. Birazcık nemlenir, kök salar. Kökler sert kayaya varıp geçecek yer bula­mayınca kuruyuverir. Bir kısmı, güzel fakat dikenli bir toprağa düşer bitip boy verince dikenler etrafım sarar ve boğarlar, işe yaramaz hale gelir. Bir kısmı da ne yol, ne kaya, ne de dikenli olan bir toprağa isabet eder. Boy atar ve yararlı hale gelir.

Bu misâlde tohum eken, hikmetli söz söyleyene; tohum, hikmetli, doğru söze; yola düşen tohum, dinlemek istemediği halde dinleyen ve neticede de şeytanın kalbine attığı düşünce­lerle dinlediğini unutana; kayalığa düşen tohum güzelce dinle­yen, fakat onu uygulayacak gayreti taşımayan bir kalbe havale eden ve anladığını ifsad edene, dikenli toprağa düşen tohum, söze kulak verip onu uygulamaya niyetli, fakat kötü duygu ve isteklerin itirazı karşısında boğulan ve dinlediklerini ifşa edip niyetlendiği şeyi yerine getirmeyene; ne yola ne kayalığa ne de dikenli toprağa düşüp, güzel bir toprağa düşen tohum ise, sözü dinleyip onu uygulamaya niyet eden, anlayan, yeri gelince uy­gulamak için sabırlı olup, kötü duygulardan uzaklaşan adama benzetilmiştir.

Ebû Abdullah şöyle der: “Söylenen bu darb-ı mesel, Al­lah’ın sevdiği ve kullarını kendisi ile terbiye ettiği anlamdan ayrılmamıştır. Çünkü O, kullarını dinleme, susma, itaate niyet ve bunun üzerine sabır, gerektiğinde duyduğunu uygulamak ve hem şehvetlerden, hem de itaatten alıkoyacak ve ifsad ede­cek şeylerden kaçınmak ve organlarla onu yerine getirmek üzere edeplendirmiştir.”

Sana vereceğim cevaplan, yukarıda anlatıldığı şekliyle din­le! Eğer bu şekilde dinlersen, Allah, sana vereceğim cevaplar­dan yararlanabilme imkânı verir. Çünkü kul, Allah’ın hoşuna gidecek şekilde dinlerse, Allah sevdiği şekilde anlamayı bahşe­der. Çünkü O, dinleyicinin dinlediği şeyi gayet iyi bilir, irâde ve ilgisinden haberdardır, organlarını da görmektedir. Allah’ın kendisini anlamak istemeyeni ayıpladığını vc onların bu tavrını bildiğini şöyle derken duymadın mı? “Biz, onların seni dinler­ken ne maksatla dinlediklerini ve kendi aralarında fisıldaş- malannt... çok iyi biliriz." (İsrâ, 17/47).

Öyle ise, Allah azze vc ccllc seni görmektedir, gayret ve istek­lerini bilmektedir. Kalbini, sana vereceğim cevaplar ve yazacakla­rınla bakarken vc cevaplarımı dinlerken, Allah’ın hoşuna gidecek şeyler konusunda sağlam tut ki; O’nun izni, yardımı, lütfü ve dilemesiyle, O’na hakkıyla itaat etmeye imkân bulabilesin.

Allah Hakkına Riâyet Etme ve Yerine Getirme

Haris şöyle dedi: “Senin, Allah hakkı ve ona uyma konu­sunda sorduğun şeye gelince; doğrusu sen asrımız insanlarının tümünün yerine getirmeyip zayi ettiği öyle önemli bir şey sor­dun ki, Allah onu korumak için peygamberlerini ve sevdiği insanları görevlendirmiştir. Çünkü onlar, O’nun emrine uy­muş vc vasiyetini korumuşlardır.

Bu konuyla ilgili Hz. Pcygamber’in kızı Hz. Fatıma’nın to­runlarından Mulıammed b. Ali b. Hüseyin'den şu hadîs rivayet edilmiştir; “Onlar, başkalarının korktuğu şeylerden korkmayıp, emniyet içinde yaşadıkları büyük bir varlığa sahiptirler. Başkala­rının ancak ümit edebildikleri fakat kavuşamadıkları şeyleri ekle etmişlerdir. Veçhini onlara göstereceğini va’dettiği hak meclisin- dcdirlcr. Ru’yetve rızâsına nail ederek onları, ikramın son nok- tasına ulaştırmıştır. Ondan daha yüksek hiçbir makam, ikram ve gayenin bulunmadığı o hak meclisinde onlara “Emrime itaat eden, vasiyetimi koruyan ve gıyabımda Benden korkan kullarım, ziyaretçilerim vc mahlûkat arasından seçtiğim kişiler! Sizlere merhaba!” der.14 Çünkü onlara emânet edilen ve Allah’ın yerine getirilmesini emrettiği her şeyi koruyup yerine getirdiler. Nite­kim î İz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Hepiniz çobansınız vc hepiniz emrinize verilenden mes’ulsünüz.”

Öyle ise kullara düşen şey, gerek kendilerinin ve gerekse sorumluluklarını yüklendikleri kimselerin hakkı olarak, Al­lah’ın gerekli kıldığı görevleri yerine getirmektir. Devlet reisi halkından mes’uldür. İster toplumun genelini ilgilendirsin, isterse bir ferdi ilgilendirsin, kendisine düşen görevleri yerine getirmek mecburiyetindedir. Hz. Ömer'in “Allah’ın, Fırat nehri kenarında kaybolan bir oğlağın hesabını benden sorma­sından korkuyorum!” dediğini hiç duymadın mı? Allah, gerek sadece kendilerini ilgilendirsin, gerekse karşılıklı haklar doğur­sun, kulların yüklediği her vecibenin korunmasını ve ona u- yulmasını emretmiştir. İşte bu, kullara yüklenen ve uygulan­ması gereken Allah hakkıdır.

Allah, kendilerine emredilmediği halde, sonradan ortaya çı­kardıkları ve hakkıyla yerine getirmedikleri ruhbanlıktan ötürü İsrailoğullan'ndan bir grubu tenkit ederek şöyle buyurmuştur: "... icat ettikleri ruhbanlığı, biz onlara yazmamıştık. Yalnız Al­lah'ın rızâsını kazanmak için (onu kendileri icat ettiler) fakat ona gereği gibi de uymadılar.” (Hadıd, YIIZl'} Ayette geçen “mâ” harfinin anlamında ihtilâf edilmiştir. Mücâhid; “Onlara bunu, ancak Allah rızâsını arasınlar diye emrettik.” mânâsına geldiğini söylemiştir. Ebû Umâme ve başkaları, “Onlara bunu emretme- miştik, Ancak Allah rızâsını kazanmak için kendileri ortaya çı­kardılar. Allah bunu terk ettikleri için onları tenkit etmiştir.” demişlerdir. Çoğu âlimlerin benimsediği ikinci açıklama doğru­ya daha yakındır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyetin devamında, “...fakat ona gereği gibi uymadılar.” buyurmuştur.

Allah, kendilerine emredilmeyen ve gerekli de olmayan bir husustan ötürü onları tenkit ediyorsa; yerine getirilmesi emredilen ve terkinden ötürü gazap ve ceza gereken bir şeyi terk edenin hâli nice olur? Ki, emredileni yerine getirmek, dünya ve ahirette her hayrın anahtarıdır. Buna takva denilir ki; sahipleri için Cennet hazırlanmış ve bununla âhiret emniyeti gerçekleşecektir. Amellerinin kabul va’di verilmiş, Allah’ın velîleri diye isimlendirilmişler, korku vc üzüntü gününde bü­tün varlıkları sarsacak geçici dehşetin dışında, kendilerinden, korku vc üzüntü kaldırılmış, dünyada zafere ve ibadetleri bi­hakkın yerine getirmeleri için yardıma mazhar olmuş, ken­dilerine, herkese ağır gelen sıkıntılardan kolayca kurtulma imkânı vc hiç ummadıkları yerden rızık verilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kitn Allah'tan korkarsa (Al­lah) bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rıztklandırır.”(Ta\Ai, 65/2-3). “Rabbinizden bir bağışa ve genişli­ği göklerle yer arast kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış bulunan Cennete koşun." (Âl-i İmran, 3/133).

Takva sahipleri dışında hiç kimseye bir yer görebiliyor musun?!

Takvâ ve Mâhiyeti

Allah’ın, sahipleri için Cenneti hazırladığı takvâ şudur: Şirk ve ondan aşağı, Allah’ın nehyettiği her günahtan veya Allah’ın emrettiği herhangi bir mükellefiyeti yerine getirmemekten sa­kınmaktır. Yüce Mevlâ şöyle ferman ediyor: “Sizden önce kitap verilenlere de, size de “Allah'tan korkun." diye tavsiye ettik.” (Nisa, 4/131). Bu, Allah’ın hem öncekilere hem de sonrakilere vasiyetidir. Ayrıca şöyle buyuruyor: “İyi bil ki, Allah'ın velîlerine korku yok­tur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus, 10/62).

1 ladîs-i şerifte ise şunlar rivayet ediliyor: “Kıyamet günü bir münâdî seslenir: “Ey Allah’ın kulları! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.” Bütün insanlar başlarını kal­dırarak, “Biz Allah’ın kullarıyız.” derler. Münâdî “Ayetlerimize inanıp Müslüman olanlar.” ifadesini ekleyince, kâfirler başlan­ın eğerler, tevhid ehlinin başı kaldırılmış olarak kalır. Sonra Münâdî “İman edip takvâ sahibi olanlar.” kaydını ekler. O zaman kibirliler de başlarını eğerler, muttakiler kalır.” Kerim olan Allah, vaad ettiği gibi, onlarda ki korku ve üzüntüyü gi­dermiştir. Çünkü O, kerem sahiplerinin en keremlisidir. Dost­larını terk etmediği gibi, tehlike anında onları düşmanlarına da teslim etmez. Çünkü O; “Muttakiler güvenilir bir makamda­dırlar.” (Duhân, 44/51) buyurmuştur. Çünkü takvanın aslı, Al­lah’tan korkma ve çekinmedir. Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Rabb’inin makamından (insanların hesap vermek üzere dur­dukları yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır.” (Rahman, 55/46). “Ama kim Rabbi’nin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden men ederse, (onun için) gidilecek yer Cennettir,” (Nâziât, 79/40-41). Böylece, her şeyi bilen Allah, havfın takvâdan önce geldiğini de bildirmiş olur.

Araplar, birbirlerine bir şeyden sakınmayı emrettiklerinde, şöyle dedikleri konusunda söz birliği etmişlerdir: Vahşî hayvandan sakın, (yıkılmak üzere olan) duvardan sakın, kuyudan sakın... Yani “Dikkat et ve sakındırdığım şeyden sakın.” demektir.

Allah için ittikânın, O’ndan çekinmenin aslı O’ndan korkmak (havf) olunca, onlara korktukları azabın yerine emni­yet vaad ederek şöyle ferman ediyor: “Takva sahiplen güvenilir bir makamdadır.” (Duhân, 44/51). “Oraya esenlik ve güven içinde giriniz” (Hicr, 15/46). “O halde ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyâmet günü güvenle gelen mi?” (Fussilet, 41/40).

Konuyla ilgili şu haber aktarılmıştır: “Allah, kıyamet günü, ‘İzzet vc Celâlime yemin ederim ki, bugün herhangi bir kulum için iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Kim dünyada ben­den korkmuşsa bugün emniyette olacak, kim de dünyada ben­den emin yaşadıysa, bu gün onu korkutacağım' buyurmuş­tur.”  Bu sözden sonra, Allah hakkındaki düşüncen nedir?

O gün senin kalbin, bunlardan sadece birisi olacaktır. Ya dünyada iken Allah için korkan bir kalptir ki, bugün O’ndan duyduklarından ötürü sevinçten uçmaktadır. Sabra karşı gör­düğü sevaplar, kendisine hulûl eden emniyetten ve rızâ ve emniyetle, kıyamet ehlinin gözü önünde, Allah’tan duyduğu özel iltifattan ötürü, bunu gıpta ve sevinçle dile getirmektedir. Ya da, dünyada gaflet, aldanmışlık ve emniyet içinde bir kalptir ki, bugün korku ve dehşet içindedir. Gaflet ve aldanmışlığının cezasını görünce büyük bir pişmanlık duymaktadır. Allah’ın gazabına uğradığı ve O’nun, kat kat artan azabından kurtula­mayacağı gerçeği içine yerleşmiştir. Vc Allah’ın, kıyamet ehli­nin gözü önünde, şekavet vc hüsranla kuşatılmış bir düşman­lıkla seslenmesi, ona yöneliktir, ona seslenir.

Sakınmanın (Hazer) Anlamı

1 lâris el-Muhâsibî dedi ki: “Kardeşim! Seni ve nefsimi; yüzlerin öne eğildiği, seslerin kısıldığı, zâlimlerin alçaldığı, kibir vc üstünlük taslayanların horlandığı, öncekilerle sonraki­lerin zillet, meskenet ve âlemlerin Rabbi’ne boyun eğerek tes­lim olduğu yerden (makam) sakındırıyorum.

Onları, heybette ve hükmüne iştirakte İkincisi olmayan, tek vc gerçek üstünlük sahibi Allah, oraya toplamıştır. Onları, uzun bir bekleyişten sonra, hükmünü vermek için ayırıp, ken­di nefsine şu yemini ederek toplamıştır: “Dünya hayâtında, kendisine emir ve nehiylcrdc bulunduğum hiçbir kulumu, gizli veya açık, yaptığı her işinden sorguya çekmeden bırakma­yacağım.”

Dikkat et ve hangi bedenle Allah’ın huzuruna çıkacağına, sorgu esnasında, doğru olmaları şartıyla, hangi cevapları vere­ceğine bak! Çünkü O nu ancak doğru olanlar doğrular ve an­cak yalancı olanlar yalanlar.

Allah’ın Huzuruna Çıkmak İçin Kul Hangi Hazırlıkla İşe Başlar?

Senin, bu yer (makam) için yapacağın ilk hazırlık, gizli ve açık olarak, Allah’tan çekinme, yâni takvâ olsun. Tâ ki, mutta- kîlere va’dedilen emniyet, gıpta vc sevincin yerini bulması ânında, kalbi, o makamda, onların kalbiyle beraber emniyette bulunsun.

Allah, onlara ahirette verdiklerinin yanı sıra, onları dünya­da da terk etmemiştir. Öyle ki; kalplerini nurlandırmış, nefisle­rini izzetli kılmış, bununla onları bütün mahlûkattan müstağni kılmış ve onlara, kendine ibadet etme nimetini bahşetmiş, O’ndan korkmalarına rağmen her zaman O’na hüsnüzan bes­lemelerini ve O’na ümitle hemdem olmalarını sağlamıştır. Sonra O’na vc Cennetine büyük bir istek ve arzu taşıma sevi­yesine yükselmişlerdir. Böylcce onları güçlükten, kendisine olan itaat vc bu itaatin doğurduğu sevinçten ötürü, nimet bol­luğuna geçirmiştir. Dünyanın az varlığıyla yüksek bir kanaat mertebesine çıkmışlardır. Bu kanaat içinde güzel bir hayat geçirmelerini ve yardımlara mazhar olmalarını sağlamıştır. İşte bunlar, Allah’ın onlara va’dettiğidir. Onun için şöyle buyur­muştur: “Allah, takvâ sahipleri ve iyilik yapanlarla beraber- dtr. "(Nahl, 16/128)

Allah’ın, yardım ve desteğiyle yanında bulunduğu kişi, zulüm ve terk edilmişliğe (hizlan) uğrar mı? Dolayısıyla on­lar, yaratıkların en izzetlileri, kalpleri en aydınlık, manevî zenginliğe en çok sahip olanları ve en iyi şekilde yaşayanları­dırlar. Onlar, başkalarının sevindiği şeye üzülür, üzüldükleri şeye ise sevinirler. Başkalarının kaçtığı şeyi ister, gaflet ve aldanma ehlinin rağbet ettiği şeyden ise kaçarlar. Çünkü on­ların Allah’la ünsiyetleri O’na münacâtlarının tam olması içindir. Sırlarını O’na tevdi ederler, ihtiyaç anında O’na ko­şarlar. O’nu bir koruyucu ve sığınak olarak seçmişlerdir. Mahlûkata değil, O’na güvenirler. Kendilerini ondan kopara­cak her şeyden ilgiyi keserler. İnsanlar, yaratıklarla içli-dışlı oldukları zaman, onlar mahlûkattan kaçar, O’na sığınırlar. İşte, takvanın getirdiği budur. Çünkü o, amelin esası ve itaa­tin aslıdır. Takvâ, abidlerin ilk uğrağı ve aynı zamanda en yücesidir. Çünkü nafileler ondan sonradır. Onsuz hiçbir nafile kabul olmadığı halde, ilimsiz amel edenlerin bütünü onu kaybetmişlerdir. Hâlbuki; şanı yüce Allah, kitabının bir­çok âyetinde onu emretmektedir. Takvâ ve onu yerine geti­renler çok büyük bir değer elde etmişlerdir. Hem Hz. Pey­gamber, hem de O’ndan sonra günümüze kadar gelen âlimler takvâ konusunda uyarılarda bulunmuş ve onun değerini yü- celtmişlerdir.

Allah’ın kitabında emrettiği şeyin tefsirine gelince: Süneyd b. Davud, Haccac’dan, o Ebû Ca’fer’den, o er-Rebi’den, o da Ebu’l-Aliye’den bize, “İyilik ve takvada yardımlaşınız." (Maide, 5/2) âyeti konusunda şunu rivayet etmektedir: “Birr, size emre­dilen, takvâ ise size yasaklanan şeyleri ihtiva eder.”

Vclid b. Şııca’, Damre b. Recâb. Ebû Seleme’den, o da Yunus b. Ubcyd'den rivayet etmiştir ki; Haşan şöyle dedi: “Abidler Allah’a, nehyedildikleri şeyi terk etmekten daha fazi­letli bir ibadet yapmamışlardır.”

Velid, Ömer b. Hafs b. Sabit el-Ansan‘den, o Süfyan-ı Sevri‘den, o da bir adamdan rivayet etmiştir ki, Haşan: “Allah, takvâ sahipleri ve iyilik yapanlarla beraberdir." (Nahl, 16/128) âyeti hakkında şöyle dedi: “Seni nehyettiği hususlarda Allah’tan kork! Sana gerekli kıldığı şeyleri ise güzelce yerine getir!”

Suneyd b. Davud, Haccac’tan, o da Cüreyc’den rivayet et­miştir ki, Mücahid “Onlara, Önünüzdeki ve arkanızdaki olaylar­dan sakınınız ki; esirgetirsiniz, dendiği zaman, (yüz çevirirler)."

(Yasın, 36/45) âyetinin tefsiri sadedinde şunu söyledi: “Günahlardan (sakının), çünkü günahların terkiyle rahmet gerekli olur”

Ebû Nasr, 1 laccacdan, o da Mansur’dan, o da İbrahim ve­ya Mücahid'in “Rabbinin makamından korkan için iki Cennet vardır.” (Rahman, 55/46) âyeti hakkında şunu dediğini bize ak­tarmıştır: “Kul, günah işlemek ister veya ona yeltenir, sonra Rabbi’nden korkar ve günahı terk eder

Suneyd, Haccac’dan o da İbn Cüreyc'den, Mücahid'in, “...ve göğüslerin gizlediği..” (Mü’min, 40/19) âyeti hakkında “Nefsin konuştukları şeyler.” dediğini bize rivayet etmektedir.

Ubeydullah b. Musa; I lişam b. Urvc'nin, zannederim baba­sından, şu bilgiyi aktardığını bize rivayet etmektedir: “Hz. Ebû Bekir halife seçilince, Allah’a hamd ve senadan sonra “Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım halde beni seçtiniz. Ancak, Kur’ân nazil oldu. Hz. Peygamber bir sünnet bıraktı, öğretildik ve öğrendik. Akıllıların en akıllısının takvâlı kişi, ahmakların en ahmağının ise facir kişi olduğunu biliniz. Yanımda, kuvvetlilerinizin en kuvvetli­si, kendisinden Hak alınıncaya kadar en zayıf, en zayıfınız ise, hakkını alıncaya kadar en güçlü olanınızdır. Ey insanlar! Ben ben­den öncekine uymaktayım, bid’atçı değilim. Güzel olanı yapınca bana yardım edin, saptığım zaman ise beni düzeltin!” dedi.

Takvanın İzahı

Dedim ki;

“Takva nedir?”

Dedi ki;

“Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyden sakınmaktır.”

Dedim ki;

“Neden sakınmaktır?”

Dedi ki:

“Allah Teâlâ’dan sakınmaktır.”

Dedim ki;

“Peki hangi konuda O’ndan sakınmaktır?”

Dedi ki;

“îki konuda: Emrettiklerini kaybedip yerine getirmemek, gizli ve aşikâr haram kılıp nehyettiği şeylere ise abanmak. Bu­nu, iki haslet toplar: Allah’ın emrettiklerim yerine getirmek, nchyettiklerini de terk etmek.

Ayrıca, bir fitne çıkınca Talk b. Hubeyb'in “O’ndan takvâ ile sakının.” dediği; Bekr b. Abdullah el-Muzeni‘nin de, “Bize takvayı izah et!” sözü üzerine, “Takvâ, Allah’tan bir nur üzere, O’ndan sevap ümit ederek, O’na itaatla amel etmendir.” şek­linde cevap verdiği, rivayet edilmektedir.

Takvâ, Allah’tan gelen bir nur ile O’nun sevabını ümit e- derek O’na itaat etmendir.

Takvâ, Allah'tan gelen bir nur ile azabının korkusundan O’na isyan etmeyi terk etmendir.

Takvanın organlardaki hakikati, hakkı yerine getirmek ve günahları terk etmektir. Vicdandaki hakikati ise, farzlarda, ihlâsla Allah’ın irâdesini hakim kılmak; Allah’ın, kullarını teşvik ettiği, ancak, onlara acıdığından ötürü farz kılmadığı namaz ve oruç gibi nafile ve benzeri bütün amellerde ise ağ­lamak vc hüzünle amel etmektir. Kulların, teşvik edildiği ibadetler, ancak takvâ ve irâdeyi O’na has kılmakla kabul olur. Verâ4 da takvâdandır. Çünkü kul Allah’tan ittika edince verâ’a kavuşur.

Verâ'ın Anlamı

Dedim ki;

“Verâ* nedir?”

Dedi ki:

“Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyden uzak durmaktır. Hz. Ömer‘in “Hırsızdan uzak durun, onu gözetlemeyin.” sözü, “Onu yüklerinizin başından kovun, hırsızlık yapıncaya kadar onu gözetlemeyin.” mânâsına gelir. Araplar da, “Deveden uzak dur!” mânâsına “verâ’a” sözünü kullanırlar.

Takvâ, abidlcrin ilk mertebesidir. Onunla, bir üst merte­beyi idrak eder ve onunla amellerini tezkiye ederler. Çünkü Allah, onunla rızâsı istenilmeyen hiçbir ameli kabul etmez. Allah’a yemin ederim ki, takvâ sahiplerinin çoğu takvâ ile ye­tinmemiş, kalp ve bedenle çok gayret sarf ederek bu uğurda can ve mallarını harcamışlardır. Allah sana merhamet etsin! Sen onlara nazaran nerede olduğuna dikkat et!.

Korkarım, asrımız abidlcrinin tümü, bu konuda aldanmış olsunlar. Nefsinde zelil, büründüğü elbisesi içinde dünyayı terk etmiş görünüp, ama değersiz dünyanın yularından tutan; ne kadar namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, gazvelere iştirak eden, gözü yaşlı insan vardır. Bunlar, Allah için kalpten gelme­yen bir doğrulukla, dünyadan el-etek çektiklerini ve zahid olduklarını, abidlcre karşı göstermelik ibadetlerle ortaya koy­mak isterler. Onların ihlâslı oldukları zannedilir. Ancak, gözle­riyle, Allah’ın hoşlanmadığı şeylere bakar, sinirlendiği veya birileriyle samimiyet kurduğu zaman da, diliyle kötü söz söyler ve gıybette bulunur. Diğer organlanyla da benzeri kötülükler işlerler.

Kulun Nefsinde Aldanmışlığının Ölçüsü

Dedim ki;

“Zahirî amelleriyle aldanmış kişi bu aldanmışlığını vc al- danmışlığının ölçüsünü, dünya hayâtındaki sülûkü sırasında, nasıl bilecek?”

Dedi ki;

“Söz konusu abid ve nasik kişi nefsine dönüp, zühd ve ibadet içinde geçirdiği günlerini göz önüne getirir. Acaba için­de, organlarını Allah’ın hoşlanmayıp nehyettiği şeylerden alı­koyduğu ve kendine farz kıldığı şeyleri yerine getirdiği, üze­rinde güneşin doğup batan, bir günü olmuş mudur? Bunu yaparsa her organı itiraz eder. Acaba sabahtan akşama dilini tuttuğu, dolayısıyla Allah ın hoşuna gitmeyen bir söz söyleme­diği, Rabb’i tarafından söylemesi gerekli sözü ihmal etmediği bir günü olmuş mu? Bırak cehalet döneminde, korkarım se­yirdeki dönemde bile, böyle bir gün bulamaz. Bu durum, göz, kulak, ayak vs. organları için de söz konusudur.

Sâlik, sülük döneminde organlarını, Allah’ın yasakların­dan koruduğu böyle bir gün bulsa bile, sonra nefsine dönüp sunu hatırlasın: Acaba o dönemde, taşıdığı şeylerden ötürü, Allah’ın muttalî olmasını istemediğinden, kalbini gözettiği bir gün biliyor mu? Aklının hevâsına bekçilik yaptığı, Allah’ın hoşuna gitmeyen riya gibi duygulardan hiçbirinin kalbine gelmediği, hevâ vc hevesinin veya diğer iç düşmanlarının bütün dürtülerinden emin olduğu, böylece ihlâsla geçirdiği vc gafletle değil, şuurlu bir şekilde kalbini gözettiği bir gün... Korkarım böyle bir gün bulamayacaktır. Korkarım, saydığı­mız ve Allah’ın hoşuna gitmeyen hususlardan korunmuş bir gün bulsa bile, ucb, kibir, haset, düşmanının başına gelene sevinmek, sû-i zan ve benzeri duygulardan arınmış bir gün bulamaz. Çünkü, günümüz abidlerinin bütünü aldanmışlar- dır. Kendimizi, dünyayı terk eden nasiklerden sayıyoruz ama, belki de Allah katında günahkâr fasıklardanız. Böyle olmadı­ğımızı nasıl garanti edebiliriz ki, üzerimizden bir gün geçmez ki, daha önce işlediğimiz günahlara, kibir, haset, düşmanın başına gelene sevinme, sû-i zan, ucb, riyâ vb. gerek zahirî organlarımız, gerekse vicdanımızla işlediğimiz vc daha önce olmayan yeni bir günah işlememiş olalım. Ömrümüzün her gününde dış organlarımız vc kalbimizle, eski günahlarımıza eklediğimiz yeni günahlar işleriz.

Öyle ise, şu iki mertebeden birinde bulunmaktayız: Ya Al­lah katında affedilen ve günahlarından geçilenlerdeniz. Dolayı­sıyla her gün, gece vc gündüz yenilendiği gibi, yeni günahlar işleriz. Bu iş, hesap günü Allah’ın huzurunda, birçok soru ve anlatılamaz meşakkatlerle geçen “makam’da durma süresince devam eder. Ya da düşmanlık edilen ve gazaplananlardanız. Dolayısıyla her gün azabımızı artırıp katlayan vc bizi zillet ve aşağılık bir mertebeye sürükleyen yeni günahlar işleriz. Gü­nahlarımızın her biri ya sorgumuzu veya azabımızı artırır. Çünkü bülûğ çağına erdiğimizde işlediğimiz ilk günahla azaba müstahak olmuşuz. Sonra, Allah’ın affetmesi müstesna, işledi­ğimiz her günah, azabın katlanarak artması demektir. Affedil­miş olsak bile, bülûğ çağına erdiğimizde işlediğimiz ilk günah, Allah’ın huzuruna hesap vermek üzere durmamızı gerektire­cektir. Bu günahtan ve daha sonra işlediğimiz her günahtan sorguya çekileceğiz.

Hâris şöyle devam etti: “Kardeşim! Takvâ aklından çıkma­sın. Çünkü o sermayendir. Bundan sonra yapacağın nafileler ise kârındır. Sermayesini tamamlamadığı halde kârla uğraşan tüccar, akıllı ve maharetli sayılmaz.”

Kulun Bilmesi ve Düşünmesi Gereken İlk Şey

Dedim ki;

“Bana, yapmam gereken ilk emrettiğin şey nedir?”

Dedi ki;

“İler şeyden önce efendisi olan bir kul olduğunu, ondan ittika etmeden kurtuluşun olamayacağını ve takvadan sonra da helakin söz konusu olmayacağım bilmelidir. Niçin yaratıldığını düşün ve hatırla!. Bu fani dünyaya niçin gönderildin? Boş yere yaratılmadığını vc terk edilmeyeceğini bil! Yaratılıp bu dünyaya imtihan olmak için gönderildin. Efendine itaat veya isyan edip etmeyeceğini sınamak, bunun neticesinde de, buradan ya ebedî azap ya da ebedî nimet yurduna nakledilmen için...

Efendi sahibi bir kul olduğunu, niçin yaratıldığını, nelerle karşılaşacağını vc neticede ebedî azap veya ebedî nimet yurdun­dan birine döneceğini bilmen, senin ilk başlaman gereken iştir. Çünkü, nefsini ıslah etmen için bundan başka hiçbir çıkar yol bulunmamaktadır. Onun için anlaman gereken ilk şey, efendisi olan ve ibadet etmesi gereken biri olduğunu bilinendir. Bunu bilince, kulun Rabb’ine vc Efendi’sinc itaat etmeden başka bir yolla kurtulamayacağını anlarsın. Rabb’inin ve Efendi’nin itaati­ne götüren yolun ise, ilim olduğunu, sonra sebep, illet ve yerine uygun bir şekilde emir vc nehiyleriylc amel etmek geldiğini bilirsin. Bunları da ancak, Rabb’inin kitabında ve Peygam­berinin sünnetinde bulabilirsin. Çünkü, taat kurtuluş yoludur. İlim ise bu yola götüren rehberdir. Taatın aslı verâ’, verâ’nın aslı takvâ, takvanın aslı, nefsi hapsetmek, nefsi hapsetmenin aslı da havf vc rccâdır. Nefsi hapsetmeye götüren rehber, Allah’ın kul­larına, kalp ve organlarıyla, amel etme mecburiyetini getirdiği şeyi bilmektir. Nitekim dünya ehli de, önceki tecrübelerden, İlimlerden vc satılan vc satın alınan şeylerin özelliklerinden ha­berdar olmadan, bir işe ve ticari teşebbüse girişmezler.

Kulun İşlerinde Kendini Hesaba Çekmesi

Dedim ki;

“Muhasebe nedir?”

Dedi ki;

“Muhasebe, Allah’ın hoşlanmadığı şeyi, sevdiği şeylerden ayırarak dikkatli ve tedbirli davranmaktır. Birisi gelecekte yapa­cağımız, diğeri de daha önce yaptığımız işleri ilgilendiren, iki tür muhasebe vardır.

Gelecekte işleyeceğimiz amellerimizin muhasebesini yapmaya, hem âyetler, hem hadîs-i şerifler, hem de âlimlerin icma‘1 delâlet etmektedir Âyetlerden şu misâller verilebilir: “Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.” (Al-ı İmran, 3/130). Yani emrettiği şeyleri yerine getirerek ve nchyettiklerinden kaçınarak, Allah’tan korkun! Tefsirciler, birçok âyetin tef­sirinde bu izahları yapmışlardır. “O’ndan sakının ve bilin ki, Allah bağışlayandır, halimdir.” (Bakara, 2/230), “Doğrusu in­sanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.” (Kaf, 50/16). Bu, Allah’ın bizi kendisinden sakındırması, zikrine tenbihatta bulunması ve kalbimizdekine muttali olduğunu göstermesidir. “Ey inananlar Allah yolunda (savaşa) çıktığı­nızda iyi anlayın.” (Nisa, 4/94), “Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâtlar.” (Rum, 30/39) “Nefsini, sabah-akşam, rı­zâsını isteyerek Rabblerine yalvaranlarla beraber tut.” (Kchf, 18/28). Doğruların vicdanını anlatma sadedinde de: “Biz size sırf Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşek­kür beklemiyoruz.” denilmiştir. “Biz bu kitabı sana hak ile indirdik; öyle ise sen de dini yalnız kendisine has kılarak Al­lah’a kulluk et.” (Zümer, 39/2). Tefsirinde, “İçine hiçbir şüp­henin katılmadığı şey.” denilmiştir. “Allah’ın rızâsını ka­zanmak ve ruhlarındaki (iman)ı kökleştirmek için mallarını harcayanlar...” (Bakara, 2/265) Haşan, “Onlardan birisi bir sa­daka vermek istediğinde, dikkat ve tedbirle durumu incelerdi. Şayet Allah için verdiği kanaatine varırsa verirdi. Allah, kendi­sini ilgilendiren her hususta dikkatli olana merhamet etsin!” demiştir. Kul, düşünmeden bir iş yapmaz. Faydalı ise yerine getirir, değilse geciktirir.

Selmân-ı Fârisî, Sa’d’a şu vasiyette bulunmuştur: “Bir işe karar vereceğin veya bir hüküm vereceğin zaman Allah’tan kork!” Haşan, “Sahâbe.-i Kirâm fakih idi. Düşünüp taşınmadan bir işin yapılamayacağını biliyorlardı. Onun için teenni ile hareket ederlerdi.” demiştir. Hz. Alkilin oğlu Muhammed de, “Mü’min teenni ile hareket eden ve Allah için vereceği kararda dikkatli olan kişidir. Gece (gözü kapalı) odun toplayan kişi gibi değildir.” şeklinde izahatta bulunmuştur.

Bu konuda birçok âyet vardır. Allah, söz konusu âyetlerde, kulların, gerek kalp, gerekse diğer organlarla yaptıkları amel­lerde, ihlâsla hareket ettiklerini izah etmektedir.

Konuyla alâkalı şu hadîsleri zikredebiliriz:

“Ameller niyetlere göredir. Herkese kendi niyet ettiği vardır.”47 Bu hadîsi Hz. Ömer rivâyet etmiştir. İbn-i Mes’ud “Kim ne için hicret ederse onun kazancı odur.” demiştir. “Kim sadece bir ip niyet edip savaşa çıkarsa ona o vardır.”48 1 ladîsi Hz. Peygamber’den Ubade b. Sâmit rivayet etmiştir. Ona bir adam, kendisine vasiyette vc ikazda bulunmasını isteyince: “Bir iş yapmak istediğin zaman neticesini iyice düşün!. Şayet neticesi iyi olacaksa yerine getir, şayet zarar olacaksa yapmaktan kaçın!” diye cevap verdi.”44 Bunu da Tavus rivayet etmiştir.    

Lokman, “Mii'min, yapacağı işin neticesini gözetleyerek, pişmanlıktan emin olur.” Hikmetli söz söyleyenlerden birisi ise şöyle diyor: “Şayet sen, aklın, hevâ-i nefse galip olmasını istiyorsan, neticelerini tahmin edinceye dek, arzularını yerine getirmekte acele etme. Çünkü, arzulanan şeyi yapma netice­sinde meydana gelen pişmanlığın kalpteki etkisi, arzunun kalp­te kalmasından daha fazladır.” demiştir.

Şcddâd b. Evs, Hz. Peygamber’den “Akıllı kişi, nefsini he­saba çekip, ölüm sonrası için çalışan kişidir.”    hadîsini rivayet etmiştir. “Dane nefsehu.” ifadesi, nefsini hesaba çekti manası­nadır. Arapça’da “muhasebe” mânâsına gelir. Kur’ân-ı Ke- rim’in “Din gününü yalanlıyorlar.” (Mütaftifîn, 83/11) âyetindeki din günü “muhasebe günü” mânâsına; “Biz mi cezalandırıla­cağız?” (Saffat, 37/53) âyetindeki “medinûn” ifadesi ise, “Hesaba çekilen” mânâsına gelmektedir.

Araplar “Yaptığın gibi muamele görürsün.” derler. Yani o şekilde hesaba çekilirsin. Ayrıca bir hadîs-i şerifte şunlar var: “İyilik yok olmaz, günah unutulmaz, Allah uyumaz, dilediğin gibi ol, yaptığın gibi muamele görürsün.”'’1 Yani o şekilde he­saba çekilirsin. Hz. Ömer bir sözünde, “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin, tartıya konulmadan önce nefsinizi tartın ve büyük hesaba hazırlanın.” derken, Ebû Musa el- Eş’arî’ye yazdığı mektupta da, “Zorlu günün hesabından önce, henüz genişlikte iken, kendini hesaba çek!” şeklinde yazar.

Hz. Ömer, Hz. Ka’b’a, “Allah’ın kitabında bizi nasıl bu­luyorsun?” diye sorunca, Hz. Ka’b, “Göklerin Rabb’ı karşı­sında yeryüzü tanrılarına yazıklar olsun.” şeklinde cevap verir. Hz. Ömer, kamçısıyla dokunarak, “Nefsini hesaba çeken müstesna.” deyince, Hz. Ka’b, “Vallahi ya mü’minlerin emiri, Tevrat'ta bu söylediğim sözle, senin söylediğin ifade arasında bir tek harf olmadan peş peşe gelmektedirler.” diye cevap verir. Bunu bize Yakub b. İbrahim, babasının Zührî'den; onun da Salim b. Abdullah'tan, Hz. Ömer’in Hz. Ka’b’a böy­le sorduğunu bize aktarmaktadır. Bu konuda birçok hadîs vardır.

İşte bu, amellerin geleceğiyle ilgili muhasebedir. Kendisi­ne zarar veren şeyi, fayda verenden ayırmak için, ayak kayma­sına karşı tedbirli olmak demektir. Böylcce, zarar veren şeyi bilinçli bir şekilde terk eder, faydalıyı da bilinçli bir şekilde yapar. Kim acelecilikten kaçınır, bir iş yapmadan tedbirini alır, ilmi rehber edinirse, amel etmeden önce faydalıyı zararlıdan ayırma imkânına sahip olur.

İkinci tür muhasebe ise, geçmişte yapılan işlerin muhase­besidir. Kitap, sünnet ve ümmetin âlimleri bu konuda söz söy­lemişlerdir.

Konuyla ilgili âyetlerden birinde, Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazır­ladığına baksın.” (Haşr, 59/18). Katade ve İbn Cüreyc: “Yarından murat kıyamet günüdür.” demişlerdir. Bu âyette “Gönderdiği­niz.” değil de “Geçen.” ifadesi kullanılmıştır. Âlimler, “Geçen günahlara tevbe edilebilsin diye, geçmişte yapılan amellere bakmak." şeklinde tefsir etmişlerdir.

Bir diğer âyet: “Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 24/31). Allah, kullarına, geçmiş amellerini düşünmelerini, günah olanlarından piş­manlık duyup O’na tevbe etmelerini emretmektedir. Hz. Peygamber, “Ben günde yüz defa Allah’a tevbe ve istiğfar ediyorum"  buyurmuştur. Başka bir âyette: “Takvâya eren­lere, şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarım) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” buyurulmaktadır. (A’raf, 7/201). Mücahid, “Şeytanın vesvese­si, gazaplanmak, anlamına gelir.” demiştir. Abdullah b. Ke­sir, “Müşrikler, mü’minler gibi basiretli ve gerçeği görücü olmadıkları gibi, imanları da onları koruyamamaktadır.” derken, Mücahid, “Onların, şeytanlardan olan dostları, on­ları günaha sürükler.” der.

Kesir b. I lişam, Ca’fer b. Meymun‘dan, Hz. Ömer'in, ge­ce olunca, ayaklarını kamçılayarak, kendi nefsine, “Bu gün Allah için ne yaptın!” diye sorduğunu, bize haber vermektedir.

“Kişi, iş ortağını hesaba çektiğinden daha dikkat ve titizlik­le nefsini hesaba çekmeden, takvâ ehlinden sayılmaz.” diyor, Meymun b. Mihran. Bu söz, geçmiş amellerin muhasebesine işaret etmektedir. Çünkü iki iş ortağr, işin başında değil, hesap- kitap çıkarılacak bir iş yapıldıktan sonra, hesaplaşırlar.

Ebû Dâvûd et-Tayalisî, Abdülaziz el-Macişun‘dan, o da Hişam b. Urve'den, Hz. Aişe'nin, babası Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken kendisine, “Bu günkü insanlar arasında Ö­mer’den daha çok sevdiğim kimse yoktur.” dedi. Sonra “Ne dedim?” diye sordu. Ben de dediğini tekrar edince, “Hayır, Ömer’den daha izzetli kimse yoktur.” şeklinde sözünü değiş­tirdiğini, haber vermektedir. Hz. Ebû Bekir’in, söylediği keli­meyi nasıl da düşünüp değiştirdiğine dikkat et!

Namazda bir kuşun dikkatini dağıtması üzerine, dikkati­nin dağılmasıyla kaybettiği manevî kazancın yerini tutar ümi­diyle pişmanlık duyup, bahçesini Allah yolunda sadaka olarak veren Ebû Talha’nın hareketi dc, diğer bir örnektir.

Abdullah b. Selam, odun yüklenmiş geliyordu. “Ya Eba Yusuf, senin çocukların ve torunların senin yerine bu işi yapa­bilirlerdi!” diyenlere: “Kalbimi denemek istedim. Acaba bu iş hoşuna gidiyor mu, gitmiyor mu?” şeklinde cevap verdi. Bah­çesiyle uğraşırken cuma namazını kaçıran ve Hz. Osman‘a gelip bu bahçeyi Allah için sadaka olarak veren adamın hareket tarzı da, konumuza örnek teşkil eder.

Muhtar b. Fulful, I lasna’dan, geçmiş ve gelecek amellerin muhasebesi sadedinde şunu rivayet eder: “Mü’min, nefsine ha­kim olup, onu Allah için hesaba çeker. Çünkü, dünyada nefsini hesaba çeken kişinin kıyamette hesabı kolay, nefis muhasebesi yapmayanın hesabı ise şiddetli olur.” Sonra muhasebeyi tefsir eder: “Mü’minin karşısına aniden, hoşuna giden bir şey çıkar. Mü’min: “Doğrusu sen çok hoşuma gittin. Üstelik sana ihtiyacım da var. Fakat, hayır. Aramızda engeller var.” der. İşte bu, gelecek amellerin muhasebesidir. Mü’min, aniden bir iş yapar. Sonra nefsine dönerek: “Bununla ne yapmak istiyorsun? Doğrusu bu işi yaparken bir özrüm yoktu. Ve inşaallah, bir daha da yap­mayacağım.” der. Bu da geçmiş amellerle ilgili muhasebedir.”

Diğer işlerde de durum böyledir. Birisi bir işe girişmek iste­se, önce kendi kendine bu işi düşünüp, ölçer biçer, kafasında taslak oluşturur, neticesini gözönüne getirir, “Bitirdiğinde du­rum ne olacak?” sorusuna cevap vermeye çalışır... Bütün bu durumlar istediği bir şekilde kafasında şekillendikten sonra, işe girişir.

İş bittikten sonra, yaptığı bir hata, unuttuğu bir şey olup da yanlış veya eksik yapmış olabilir endişesi içini kaplar. Döner bakar, bir eksik görünce hemen tamamlar ve bozulan tarafını düzeltir.

İşte, Allah işçilerinin, işlerinden önce tedbirli olmaları, zi­hinlerinde yapacakları ameli şekillendirmeleri, amel bittikten sonra nasıl bir şekil alacağını düşünmeleri, evleviyetle gerek­mektedir. Zaten, ölüm gelmeden bütün amelleri bitirmek mümkün de değildir. Hasan‘dan, Allah’ın mü’minin ameli için ölümden başka bir son koymadığı, rivayet edilmiştir. “Sana yakîn gelinceye kadar Rabb’ine ibadet et.” (Hicr, 15/99) âyetinde­ki “yakîn”, “ölüm” manasınadır.

Ömer b. Abdülaziz’e, “Bize biraz zaman ayırsanız.” Deni­lince “Boş zaman bitti. Ancak Allah’ın huzuruna çıkılınca, boş zaman olur!” karşılığını verdi. Dünya işi ile ilgilenenlerin du­rumu da böyledir. Onların boş zamanı, işlerini bitirmelerinden sonradır, işlerini sağlamca yapan, onları ücretle tutan iş sahibi­ne arz etmeden önce, onu tekrar gözden geçirirler ki, iş sahibi­nin istediği ve hoşuna gittiği gibi olsun. Allah’ın işçileri de işin başında tedbirlerini alırlar, bitirdikten sonra da gözden geçirir­ler ki, bunu Yaratıcılarına arz edince nasıl olur? diye düşünür­ler. Razı olur mu? Emrettiği gibi tamamlamışlar mı?

Aralarında ne kadar fark vardır! Bir yaratık bir diğer yaratı­ğı, dünyanın, az, fanî, bin bir dertle elde edilebilen, elde edenin de birçok sıkıntı, üzüntü, ani felâket, hastalık veya ölümle bu­run buruna geldiği mala mukabil kiralamaktadır. Üstelik, veri­len bütün işi yerine getirinceye kadar hesap verdikleri bir dün­ya malıdır bu.

Sadıkların kendisine çalıştığı kişiye gelince, O, büyük bir Melik’tir. Yaptıklarına mukabil ise, bitmeyen, sıkıntısı ve üzüntüsü olmayan, işçileri rahatsızlanmayan, yaşamları ölümle bitmeyen ve onun için hesaba çekilmeyecekleri büyük bir kar­şılık va’detmiştir.

Nasıl oluyor, dünya işiyle uğraşanlara, az, üzüntü ve ra­hatsızlıklarla bulanık, üstelik ölümle neticelenen; sonra arka­sından, çetin bir günde, işlerinden, kazançlarını nasıl elde et­tiklerinden, nasıl harcayıp nerede muhafaza ettiklerinden ve bütün bu işler esnasında, Rab’lerine ibadederinin nasıl oldu­ğundan sorgulanacakları çetin bir sorgulama gelen, az bir dün­ya malı için, işe başlamadan önce tedbir almak ve neticesinin nasıl olacağını düşünmek hafif geliyor da; mü’minlere, büyük bir sevap, emniyetli nimet, ölümsüz bir yaşantı, kerim olan Melik’in rızâsı mukabilinde, rızkları vc ömürleri azalmadığı ve kendileri için takdir edilen şey değişmediği halde, yapacakları .imcilerden önce, tedbir almak ve neticesini düşünmek, ağır geliyor?

Hayret doğrusu! Eğer hcvâ-yı nefse uyma, Yüce Mev­lâ’nın her şeyi gördüğünü unutma ve her şeyin birbirinden ayrıldığı kıyamet günü hakkında inanç zayıflığı yoksa, çok hay­ret edilecek bir durumdur?

Bera b. Azib'ten rivayet edilen hadîse göre, Allah, bu kor­kunç günden sakındırmak için, Yüce Kitabı’nı şu âyetle bitir­miştir; “Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndü­rüleceksiniz, sonra herkese kazandığı tastamam verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir.” (Bakara, 2/281). Her nc kadar, Kur’ân’ın cn son nazil olan âyetinin hangisi olduğunda ihtilaf edilmişse de, bu âyetten almamız gereken çok mühim dersler vardır.

Haşan, Sabit el-Bunanî’den, hastalığının şiddetlendiği bir anda, kendisine vasiyette bulunmasını isteyince, “Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz, sonra herkese kazandığı tastamam verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir.” (Bakara, 2/281) âyetinde geçen günü tavsiye edi­yorum dedi. Bunun üzerine Haşan, “Bu, Allah’ın kitabından bir âyettir. Ama, sanki bu âna kadar duymamış gibiydim.” de­yip, içinde bulunduğu gaflet vc unutkanlıktan ötürü, istircada bulunarak “Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz.” (Bakara, 2/156) dedi.

Bir hadîsi kudside rivayet edildiğine göre, Allah Hz. Mu­sa'ya, “Ya Musa! Kitap, senin döneceğin yeri sana açıklıyor.” buyurdu. Şayet kalın bir gaflet perdesi vc şiddetli bir kalp katı­lığından değilse, bu gerçek karşısında gözler nasıl uyuyabiliyor vc halk, yaşama lezzetini nasıl tadabiliyor? Sadıkların endişesi bundan ötürüdür. Çünkü kitap, döneceğimiz yeri bize izah ederek, “Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah’a döndü­rüleceksiniz.” (Bakara, 2/281). “Rabb’in hakkı için, biz onların hepsine yaptıkları şeylerden, mutlaka soracağız.” (Hicr, 15/92-93) demektedir.

Gaflet, ahiret amelimizle aramıza perde olmuş, kalp kas­veti, Allah’ın tehditlerine rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası, Allah’ın sevap, ceza, emir ve ahkâmına karşı, basiretimizi perdelemiştir. Evet, durum budur. Çünkü kal­bimizi, ahiret düşüncesinden alıkoyarak âtıl bırakmışız. Neti­cede, dünya düşüncesi galebe çalmış, nefsimize hiç eğihnedi- ğimizden onu bize unutturmuştur. Nitekim âyette “Allah’ı unuttuklarından ötürü Allah da onlara nefislerini unutturdu.” (Haşr, 59/19) denilmektedir. Müfessirlcr, bu âyeti, “Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu.” şeklinde tefsir et­mişlerdir.

İlk musibet, kalbi, ahireti zikredip düşünmekten alıkoy­maktır. Bundan sehiv, sonra nisyân, sonra gaflet, arkasından, Allah’ın emirlerini yerine getirmeme, daha sonra da günah işlemekten ileri gelen kalp pası ve katılığı gelir ki, bu son ikisiy­le ahiret düşüncesi perdelenir. Kötülük üzerine kötülük geti­ren amellerden, Allah’a sığınırız.

Allah için olan amelleri hakkıyla yerine getirme ve insanla­rın güçlülük ve zayıflıkları nispetinde, bu amelleri yerine ge­tirmeleri noktasında oluşan ihtilaf hakkında, sorduğun sorulara cevap vermeden önce, sana bu ön bilgileri verdim ki, gönlün, cevabı tam anlamada inşiraha kavuşsun, kalbin incelsin, anlatı­lanları yerine getirme noktasında, haşyet vaki olsun ve söz konusu amellere istekli olmana sebebiyet versin.

Şimdi, Allah için olan amelleri hakkıyla yerine getirine ve insanların, güçlülük vc zayıflıkları nispetinde, bu amelleri yeri­ne getirme noktasında oluşan ihtilaf hakkında, sorduğun soru­lara cevap veriyorum. Böylcce kendi seviyeni görmüş olur ve inşallah ona göre amel edersin.

Takvâ İstemede ve Allah İçin Amellere Uymada İnsanların Derece Farkı

Dedim ki;

“Uymak (riâyet) nedir?

Dedi ki;

“Bil ki, bu konuda insanlar, üç seviyeye ayrılırlar. Bu sevi­yelerin dördüncüsü yoktur.

Bir kısmı, iyilik üzere neş’et etmiş, nefsin hevâ ve hevesi­ne meyil vc arzusu bulunmamaktadır. Ancak, Peygamberlerle Sıddıklarııı bile kaçınamadıkları, bilmeden yapılan zelle türü günahlar istisnadır. Bunlar (böyle bir ayak sürçmesinden) son­ra, tertemiz, şehvetin arız olmadığı, zevklerin onu harama gö­türüp de arkasından günah işletemediği, günah paslarıyla kas­vetin galebe çalamadığı, bir kalbe dönerler.

Böyle birisine, Allah hakkına riâyet etmek gayet kolay, sıkıntısı hafif, nefsin engelleri az ve zayıftır. Çünkü kalbi temizdir. Allah ona yönelmiş, sevmiş ve onu dost edinmiştir.. I )ost, dosta küsüp terk etmez, seven sevdiğini tehlikeye tes­lim etmez.

1 ladîs-i şerifte “I levâ-yı nefse meyletmeyen genç, Rabbi- ııin hoşuna gider.’”'3 buyrulmuşum Yani Allah’ı sevindirir vc katında değeri büyük olur. Çünkü “taaccüp” iki mânâya gelir:

' İbn Mübarek. ez-Ziihd, I 18.

Birincisi: İtaatin çapı nispetinde sevmek, günaha cüret nis­petinde de nefret etmek.

İkincisi: Bir şeyi, olduğundan daha çok görmek. Çünkü çokluk, hayrete düşürür. Eşyayı gerçeğiyle bilmeyen cahil, onu görünce gözünde büyütür. Allah, böyle şeyden münezzehtir. I ler ne kadar bazıları “Benim hoşuma gitti, onlarsa alay ediyor­lar.” şeklinde okumuşlarsa da, bu, bilinmeyen bir şeyi çok gör­me mânâsına gelmemektedir. Dolayısıyla, “Hevâ-yı nefse mey­li olmayan genç Allah’ın hoşuna gider.” sözünün mânâsı, “Al­lah onu sever, ondan razıdır ve yanında yüksek bir mevkiye sahiptir.” şeklindedir.

Şureyh'ten rivayet edilen bir hadîste ise, “Allah’ın ibadeti ve sevgisiyle büyüyen gence yetmiş sıddık sevabı vardır.”  Denilmektedir.

Muaz b. Cebel, Hz. Peygamber den şu hadîsi rivayet et­mektedir: “Allah, 'Ey gençliğini benim için harcayan, şehvetini benim için terk eden genç! Sen yanımda bazı meleklerim gibi­sin’ demektedir.”  Bundan daha temiz kalpli kim olabilir? Veya bulûğ çağına vardıktan bu yana günah işlemeyen, Allah’a itaat ve ibadetle gelişen, O’nun hakkına uymayı adet haline getiren kişiden, yardım ve desteğe kim öncelikli olarak hak kazanabilir? Öyle ise, bu işi kendine adet edinen, bunun zıddı­na asla yanaşmayan kişiye, Allah hakkına riâyet etmek kolay vc güçlüğü azdır. Allah yolunda çalışması ise uzun sürelidir.

ikinci kısım ise, hevâ-yı nefsine uyduktan sonra tövbe eden, cehaletinden dönüp Allah’a yönelen, zamanında işlediği günahlarına pişman olan kimsedir. Allah o kişiye, hiçbir farzı terk etmeme ve geçmişte işlediği hiçbir günaha tekrar dön­meme azim ve gayretini bahşeder. Bu arada nefis, günahtaki geçici zevki göz önüne getirerek onu alışkanlıklarına devam etmeye ikna etmek için mücadele eder. O, nefsini gemlemek için de mücadele eder, gütrhtan doğ'cak azapia korkutur. Düşmanı onu, yapmadığı, doiayısı/‘a . zz^tiuı kaçırdığı gü­nahlara davet eder. O da, günahtaki çirkinliği hatırlatır, Al­lah’ın onu, hoşa gitmeyen şeylerden çekip, Allah’ın rızasına kavuşturacak şeylere yöneltmesinden ötürü, büyük İütufta bulunduğunu hatırlatır... Bıı mücadele sürüp giderken Allah onu tasdik ederek, yardımına koşar, nefsinin değerini düşüre­cek şehvetlerden alıkoyan Bu yardım, Allah’a itaat etmeyi kolaylaştıracak ana kadar sürer. Nitekim Allah bunu vaad etmiştir: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri Biz, elbette yolla­rımıza iletiriz.” (Ankebnt. 29/69) “Hidayet bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve onlara korunmalarını vermiştir.” (Muhaınnıed, 47/17) “Ama kendilerine öğütlenenleri yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi vc daha sağlam olur­du. O zaman elbette kendilerine katımızdan mükâfat verir­dik.” (Nisa, 4/66-67)

Allah bu inşa»'lan doğru yola iletmeyi, gerçeği apaçık gös­termeyi vaad etmiştir. Çünkü O, kerem sahibidir. Kendisinden ıızaklaşanlara bile yaklaşırken, O’na yaklaşmak isteyenlere karşı durumunu sen düşün artık? O’nu sevmek istemeyenleri bile severken, O’nu sevenlere karşı durumu nasıl olur?

Bir diğer hadîste 1 İz. Peygamber, Yüce Allah’ın şöyle fer­man ettiğini haber veriyor: “Ey Ademoğlu! Sen bana dört par­mak yaklaşırsan, ben sana bir karış yaklaşırım. Sen bir karış yaklaşırsan, ben bir zira' yaklaşırım. Sen bir zira’ yaklaşırsan, ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirsen sana koşar adım gelirim.”

Ancak, bu güzel yardım, isteğe anında karşılık verme, des­tek vc direkt olarak hidayete erdirme, günahtan koruma ve himayesine almakla olur. Çok geçmeden Allah, tevbe eden kişiye yardımıyla yönelir, onu nefsine galip getirir, zayıf yanla­rını güçlendirir, şehvetini öldürür. Böylecc akıl, hcvâ-yı nefse baskın çıkar, ilim cehalete galip gelir. Kalbini, Allah korkusu ve üzüntü kaplar. Dünya ile uzun süre oyalanıp sevindiğinden, üzüntüsü de çok olur. Yaptığı günahları her hatırlayışında kalbi titrer, üzüntü ve sıkıntı basar. Zikirden gafil olduğu anda, te­fekkürü dc unutur. O sırada nefis yine mücadeleye başlar. Salih kişilerin gaflet vc unutkanlık anlarında kaçınamadıkları bazı ayak sürçmelerine meyleder. Sonra, günah, kir ve pasın­dan tertemiz bir kalple Allah'a döner. Çünkü normal âdetin­den uzaklaşmıştır. Hemen, emniyette olmadığından vc iyilikte ısrar etmediğinden, ciddi bir korkuya kapılır. Gaflet ve ihmale duçar olmadığı için de, ümit içindedir. Bu insan günaha, Al­lah’ın rahmetine kaçışla cevap veren, azaptan emin oluncaya kadar Allah’a yönelen kişidir.

Hz. Peygamber: “Kul bir günah işler, bu günahı onu Cen­nete götürür!” buyurunca, “Bu nasıl olur?” dediler. O, “Günah işleyip, tevbe ederek ve günahtan kaçarak, gözlerini Allah’ın dergâhına diker. Neticede Cennete girer.”n7 şeklinde cevap verdi.

Said b. Cübeyr, “En abid kişi kimdir?” sorusuna: “Günah işleyip, bu günahı her hatırlayışında daha çok ibadet eden kim­sedir.” cevabını verdi.

Hz. Peygamberden şu hadîs dc rivayet edilmiştir: “En seç­kininiz, değişik fitnelerle karşılaşıp tevbe edendir. I İz. Peygamber, ümmetinin en seçkinlerinin bile ayak sürçmelerinden koru-

57     I leyscnıî, Mccmeu'z-Zct'aid, I. 199.

58      el-Miinavî, Fcyzıı'l-Kadir, III, 468. ııamadıklarını vc Allah’a ait bilgilerinin onları bundan alıkoy­madığını haber vermektedir. Ta ki, bunlar tevbe ve inabeyle Allah’a yönelsinler.

Üçüncü grup ise, günahında ısrarlı, isyan vc nisyânına de­vam eden, hevâ-yı nefsi galip gelmiş vc korkunun zayıf düşür­düğü kimselerdir. Bununla birlikte Allah tarafından, ölümden sonra tekrar diriltileceğim ikrar eder. Günahı, bu düşüncesini perdelemez. Dirildikten sonra sorguya çekileceğini de ikrar eder. Sevap ve günahlarının onu, ebedî Cennet veya Cehen- ncm‘c götüreceğini, Allah’ın dilediği kişilerin dışında kalanla­rın ebedî Cehennem’de kalacaklarını da ikrar eder.

Bu, kalpten iman ettiğinin ikrarıdır. Bu imanla, inkârı u- zaklaştınnış vc Rabbini doğrulamıştır. Kalbi kaplayan günah pası, zikretmeye engel olmaktadır. Ancak bir kıvılcım var, o- mınla ahi ret inancını korumaktadır. Fakat kalbin katılığından vc peş peşe gelen gaflet perdelerinden, bu inanç yer edinme­mektedir. Kalbi dünya işiyle meşgul olduğundan, Allah korku­sunu hatırla yamamakta, düşünmeye vakit bulamamakta ve zikrin tadını tadamaınaktadır.

Zikre nasıl yer olsun ki, dünyanın bin-bir türlü meşgalesi, orda yer edinmek için müsaade istemekte vc gaflet hep galip gelmektedir? Bu insan, gaflette ısrara sebep olan bağları kopar­maya muhtaçtır. Böylccc günahlarından, Allah’a tevbe eder ve kendinden önceki iki arkadaşı olan, hevâ-yı nefse meyletmeden büyüyen vc tevbe ile Yaratıcısına yönelen kişilere katılır.

Günahta Israrı Terk ettirip Tevbeye Yönelten Şey

Dedim ki;

“Kişiyi tevbeye ve günahta ısrardan alıkoymaya sevk eden şey nedir?”

Dedi ki:

“Kalbin ısrarına mâni olan, hata ve günahlardan alıkoyan şey havf vc recâdır. Çünkü Allah, kalbin meylettiği vc nefsin arzuladığı şeylerden nehyetmiş. Ancak bu nehyedilen şeyler insan fıtratına uygun, hoşa giden ve yapıldığında zevk veren hususlardır. Hz. Peygamber de “Cehennem nefsin hoşuna giden şeylerle kuşatılmıştır.”59 buyurmuştur. “Yapanı Cehennem’c gö­türen ameller, nefsin arzuladığı amellerdir.” şeklinde haberler de bize kadar ulaşmıştır, ibn Mcs’ud bu hadîs-i şerifin izahın­da, “Kim perdeyi kaldırırsa arkasındaki şeyle yüz yüze gelir. Yani, nefsin isteklerini yerine getiren, Cehennem’c düşer. Kim, kendisiyle Cehennem arasına perde ve engel olan şeyleri yapmazsa Cehennem’c girmez. Cchcnnem’in perdesini kal­dırmayan, Allah’ın rahmetiyle Cennete girer. Nitekim O da şöyle buyuruyor: “Rabb’inin makamına varmaktan korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak Cennettir.” (Naziat, 79/40-41).

Hz. Peygamberin şu hadîsi de bu mânâdadır: ‘'Allah Cehen­nem'i yarattıktan sonra Hz. Cebrail'i, gidip bakınası için gönderdi. Hz. Cebrail bakıp döndükten sonra, “Senin azametine yemin ederim, Cehen­nem’in bu durumunu duyup oraya girecek hiç kimse olmaz!” dedi. Sonra, nefsin hoşuna giden şeylerle kuşattı ve Hz. Cebrail’e “Git bak!” dedi. Dönüşte Hz, Cebrail “izzetine yemin ederim, korkarım ki, bu haliyle Cehennem’c girmeyecek hiç kimse kalmaz.” dedi. Sonra Allah Cenneti yarattı. Hz. Cebrail’i bakması için gönderdi. Hz. Cebrail “Cenneti duyan herkes oraya girmek ister.” diye yemin etti. Allah onu hoşa gitmeye­cek şeylerle kuşattıktan sonra tekrar Hz. Cebrail’e “Git bak!” dedi. 1 Iz. Cebrail, “İzzet ve Celâline yemin ederim ki, oraya hiç kimse giremez diye korkuyorum.” şeklinde cevap verdi.”   '

Öyle ise kim nefsin hoşuna giden, kalbinin meylettiği, Al­lah’ın hoşlanmadığı şeyleri terk ederse, kendisiyle Cehennem ırasına bir perde germiş ve Cennete girerken Allah’ın himaye­sini kazanmış olur. Allah’ın yapılmasını emrettiği amellerin büyük bir kısmı kalbi bıktırır, organları yorar vc ona ağır gelir. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor: “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.” (Bakara, 2/216) “Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Nisa, 4/19).

Hz. Peygamber dc, “Cennet nefsin hoşuna gitmeyen şey­lerle kuşatılmıştır.”  buyuruyor. Cenneti kuşatan şeylerin nefsin hoşuna gitmeyen fiiller olduğunu haber verdikten sonra, kim, Allah ın emrini yerine getirinceye kadar, nefsini, hoşa gitmeyen bu işleri yapmaya zorlarsa, Cennete girer müjdesini veriyor.

Abdullah b. Mes’ud, “Kim perdeyi aralarsa, gerisinde bu­lunanı elde eder. Yani kim, Allah yolunda zorluklara katlanırsa (2e n nete girer.” demiştir.

Kerim vc Alîm olan Allah, varlıkları ve onlara en yararlı olan şeyleri bilir. Kulunu yaratmadan önce, yaradılışına uyan hususları sevecek, uymayanları ise sevmeyecek bir tabiatta yaratması vc bu zıt hususların da kul tarafından bilinmesi du­rumunda, şehevî duygularının harekete geçeceğini ve nefsinin mücadele edeceğini de bilir. Özellikle, ömrünü, şehevî duygu­ların tatmini için harcayan kimse, acı veren ağır bir ceza konu­lup onunla tehdit edilmeden, bu yaptıklarından vazgeçmez. İyilikleri yapması için de mükâfat vc nimetler konulup va’dcdilıııclidir ki, onu cclbetsin. Allah, insan tabiatını bildiği için, iki durumu da yaratmıştır. Bununla dostlarını yüceltmiş, düşmanlarını da alçaltmıştır. Allah, zayıf ve cahil olan kulun gözünden azap kaybolduğunda ve bu ikisinin pratikte göste- rilmeyip sadece bir bilgi olarak zikredilmesi durumunda, tehdit etme veya verilecek güzel mükâfatlarla ümitlendirme olmadan kalbi, şehevî şeyleri terk etme ve zor şeyleri yapmada müsama­ha göstermeyeceğini de bilir. Bundan ötürü Allah kullarını, hem korkutmuş vc tehdit etmiş, hem de vaatlerde bulunarak ümitlendirmiştir ki, havfve recâ sınırını yakalayabilsinler.

Bu gerçeği anlayıp O’ndan korkanlar hakkında “Rabb’inin makamına varmaktan korkan ve nefsini kötü arzulardan uzak- laştırana gelince, şüphesiz onların bannağt ancak Cennettir.” (Naziat, 79/40-41) buyurarak, Rabb’indcn korkanların nefsini kötülüklerden alıkoyacağını haber vermektedir. Ayrıca “Onlar Rabb’lerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (Ra’d, 13/21) “Onlar, yalnız başına olduklarında Rabb’lerinden korkarlar.” (Enbiya, 21/49) buyurarak, gözle görülmezse bile, azaptan korktuklarını bize bildirmektedir.

I Icm azap vc korku, hem sevap vc ümit, ikisi dc Al­lah’tandır. Böyle olunca, cezaya çarpılmamak vc mükâfat almak için boyun eğer vc ona ibadet ederler. İyiliğe rağbet edip kötü­lükten kaçarak, zillet içinde O’na boyun eğerler. Dünya ehli de böyledir. Kişi korktuğuna boyun eğer ki affetsin. Bir şeyler umduğunda da boyun eğer ki ümit ettiğini elde etsin ve sevgi­sini kazansın. Allah da dostlarını “Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve onlar bize derin saygı duyarlardı.” (Enbiya, 21/90) şeklinde anlatır. I i asan, “Bu sürekli bir korkudur.” derken, Mücahid, “Kalpte olan ezikliktir. Çünkü, görmedikleri sevabı elde etmeyi umunca, kendini, nefsin hoşuna gitmeyecek şeyleri yapmaya zorlar.” mânâsına geldiğini söyler. Ccnâb-ı Hak Kitab'ında onları şöyle anlatır: “îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar.” (Bakara, 2/218). "... artık her kim, Rabbi’ne kavuşmayı umuyorsa, iyi iş

yapsın ve Rabbi’ne ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110). “Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki, Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir.” (Ankebut, 29/5). Ecel, sevap .ııilamında tefsir edilmiştir. Kullar korkunca, günahtan çekinir vc uzaklaşırlar. “İşte bu, makamımdan korkan ve tehditten sa­kınan kimselere aittir.” (İbrahim, 14/14) “Rabb’inin makamına varmaktan korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak Cennettir.” (Naziat, 79/40-41). “Onlar Rabb’lerinden sakınan ve kötü hesaptan kor­kan kimselerdir.” (Ra'd. 13/21).

Allah’ın Tehdidinden Korkmaya Götüren Şey

Dedim ki:

“l lavf ve re caya ne ile varılır”

Dedi ki:

“Mükâfat vc cezanın büyüklüğünü yeterince bilmekle.”

Dedim ki:

“Mükâfat vc cezanın büyüklüğü yeterince nasıl bilinecek?” Dedi ki:

“Azabın şiddetinden korkmak ve büyük sevaplara teşvik etmekle.”

Dedim ki:

“Korkuya nasıl ulaşılır?”

Dedi ki:

“Bu akıbeti düşünmekle mümkün olur. Çünkü Allah, ku­lun gözünden, onu korkutan veya ümitlendiren şey kaybolunca, ancak tefekkür vc hatırlatma ile korkacağını veya ümitleneceğini bilmektedir. Zira gayb, gözle görülmez. Ancak gerçek bir inanç çerçevesinde kalp gözüyle görülür. Kul, gaflet perdesi ve dünya meşgalesiyle ahireti göremez hale gelince, nc korkar nc de ümitvar olur. Ancak, sıradan kişilerin hissettiği kadar bir korku ve ümit duygusu taşıyabilir. Ama bu, Allah’ın hoşuna gitmeyen fiillerden gelen ve hemen verilen lezzetlen bulandıran bir korku olmadığı gibi; nefsinin hoşuna gitmeyen işleri, Allah’ın dilediği şekilde yapmaya kendini zorlayacak bir ümit de değildir. Sözü edilen tarzda bir korku vc ümit, ancak, Allah’ın fazlı ve keremiy­le, Allah’ın kıyamet günündeki dehşetli kızgınlığını hatırlatma ve düşündürme ile mümkün olur.

Cenâb-ı I lak, dostlarının bu şekilde olduğunu bildirmekte­dir: “Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Ra’d, 13/3) “Ayakta dururken, otururken, yanlan üzere yatarken Allah’ı ananlar (şöyle dua ederler:) Rabbımtz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tespih ederiz. Bizi Cehennem azabın­dan koru. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki, biz, “Rabbimize iman edin!” diye seslenen bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı ört, ruhumuzu iyilerle beraber al; ey Rabbi­miz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla va’dettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi perişan etme; şüphesiz Sen, va’dinden caymazsın!” (Âl-i İınran, 3/191-194).

Hz. Peygamber, gecenin geç saatlerinde bu âyetleri okudu ve “Bu âyetleri okuduktan sonra sakalına elini süren fakat oıılan dü­şünmeyene yazıklar olsun!” deyip geceyi ağlayarak namaz kılmakla geçirdi. Kendisine bu işin sebebi sorulunca: “Bana nazil olan bu âyetlerde Allah, şunu haber veriyor: Allah'ın kulları bu âyetleri düşününce, Ce­hennemi girme düşüncesi onlara çok ağır geldi, ondan korktular. Sonra Cehennem ateşine girme ve hesap günü aşağılık bir dereceye düşme tehli­kesinden onları kurtarsın diye, Allah’a yalvarmaya başladılar. Çünkü, ancak O’nun lütfuyla bu aşağılık durumdan kurtulabileceklerini ümit edince, O’na tazarnıyla yalvarıp, bu günün azabından kurtarmasını dilediler.”  cevabını verdi.

Öyle ise havf, azabın büyüklüğünü bilmekle; söz konu­su bilginin yüksek bir seviyeye çıkması korkutma (tehvif) ile; korkutma, ahiret ve hesabı düşünmekle; düşünme, zi­kirle, zikir ise gafletten uyandırma ile meydana gelir. Çünkü Allah, nefsimizi korkutmamız için, bizi azabıyla korkutmak­tadır. Nefsimize ümit vermemiz için de bizi ümitlendîr- nıektedir. Nefsini korkutmak kişiye, Allah tarafından veri­len bir nimettir. I lavf, kişinin bir heyecanı olup ona sahip bir duygu haline gelmedikçe, koıkurmadan meydana gelmiş olur. Allah, emrettiği şekilde korkanın kalbinde, kendisi için bir heyecan meydana getirir. Allah, bir fazilette bulunmak istediği zaman, tckcllüfsüz bir şekilde havfı, mü’nıin kulun kalbine hissettirir. Allah, havfı bu şekliyle kalbine hissettir- ıııczsc kul, kendini zorlayarak korkutmaya çalışmalıdır. Yapmaması durumunda mazur sayılmaz. Çünkü O, âhireti düşünmeyi emretmiştir. Bu da havf ve recâyı gerektirir. Ayrıca, bunu düşünmesi ve ümitle korkuyu hissetmesi için, onu tehdit etmektedir.

Israrlı Olan Kişinin Israrından Vazgeçmesi

Günahta ısrarlı olan kul, kendisini ısrarından vazgcçirıp tevbeye sevk edecek şeye ulaşmak istediğinde, âhireti, ölümün saldırısını, Allah hakkının büyüklüğünü, emre boyun eğme gereğini vc emirlerini yerine getirmeyip nehiylcrini yaptığını düşünerek, nefsini korkutmak vc neticede korkmak için, ken­dine yardım etmelidir.

Dedim ki:

“Söz konusu şefleri düşünmek kadrime ağır gelmektedir. Sebebi nedir?”

Dedi ki:

“Tefekkür, üç sebepten ötürü kalbe ağır gelir. Bazı kişiler­de bu üç sebep bir arada, bazılarında ikisi, bazılarında bir sebep bulunur.

Birincisi: Zikirle ahireti düşünmekten ötürü, dünyaya faz­la önem vermeyen kalbin rahatının kaçması. Çünkü ahireti düşününce, aklını, dünyayı ve dünya işlerini düşünmekten alıkoyan Böylece rahatı kaçar.

İkincisi: Ahireti düşünmek nefse acı verir. Hesabı ve mi­zanı, lehine ve aleyhine olan durumları düşündüğünde keder­lenir. Çünkü tevhid ehli olan kişi bunları düşündüğü zaman, inandığından ötürü, keder ve üzüntüsü artar. Onun için ahireti düşünmek, nefse ağır gelir. Zira keder ve üzüntüye maruz bırakan şey elbette nefse ağır gelir.

Üçüncüsü: Nefis ve düşman, müridin ahireti düşünmek istemesi durumunda, onun bu düşüncesiyle, kendisini, Rabb’in-dcn uzaklaştıracak bütün zevklerden alıkoyacak ve yapması gerekenleri yerine getirmek için, her zorluğu yükleye­cek, bir korku istediğini bilmektedirler.

Onun için nefis, kendisinden, dünya hayâtındaki lezzet­leri terk etmesinin ve hoşuna gitmeyen işleri yapmasının isteneceğini bilince, ahireti düşünmek ona ağır gelmektedir. Düşmanın oyunlarını boşa çıkaran, delillerini çürüten ve isteklerine zıt olan şeylerin isteneceğini bilmektedir. İşte bu üç sebepten ötürü müridlere, ahireti düşünmek ağır gelmek­tedir.

Kalbe Ahiret Düşüncesini Hafifleten Şeyler

Dedim ki:

“Âhireti düşünmeyi hafifleten şey nedir?"

Dedi ki:

“İnayettir”

Dedim ki:

“İnayeti sağlayan nedir5

Dedi ki:

“Tefekkür edenin, tefekkürüyle ekle ettiği dünya ve ahiret menfaatinin vc düşünme neticesinde gafletin gördüğü zararın büyüklüğü nispetinde bu inayet sağlanır.”

Dedim ki.

“Tefekkürle elde edeceği menfaatin büyüklüğünü düşü­nürken, yukarıda sayılan üç sebep kulun karşısına çıkıp tefek­kürü ağırlaştırırsa, onları nc ile defedecek?”

Dedi ki:

“Kul âhireti düşünmek istediğinde söz konusu engellerle karşılaşırsa, her bir engele mukabil şiddetli ahiret azapları ol­duğundan, nefsini tenkit edip azarlayarak şöyle demelidir: “Nazarın, dünyadan alıkonduğu için sıkıldın mı? Ebedî kalaca­ğın Cehennem hapsinde halin ne olacak? Öyle ise ebedî hapis­ten kurtulmak için dünyadaki şu azıcık ağırlığı taşı? Ahircttc kazanman vc kurtulmana mukabil, aklını dünyaya bakmaktan alıkoymak mı seni sıkıyor? Öyle ise, seni yüzüstü ebedî Cc- hennem’e götürecek günahtan alıkoyan tefekkürden sıkılma! Cehcmıem’dcki sonsuz hapisten kork ve sonsuz kurtuluş için geçici olan bu azıcık şeyi yüklen! Azabı düşünmek seni sıkıyor­sa, ya içine girmek sem ne hale getirir? I lâlbuki, düşünmek içine girmekten çok basittir. Öyle ise azabı hatırlamaya katlan ki. ebedî olarak içine girmeyesin!

Dünya lezzetlerini acılaştırır düşüncesiyle, seni Allah’ın azabından kurtaracak şeyleri düşünmekten kaçmana gelince; ahiret lezzetleri sana acılaşınca vc güzelliklerden mahrum kalr.ıca halin ne olur? I hâlbuki, Allah'a inandıktan sonra, dünyada O'na itaat etmedikçe, ahiret nimetlerine kavuşamaz­sın.

Dünyayı itaat nimetiyle geçirmek ve ahiret nimetlerini ka­zanmak, dünya lezzetlerinin bulanıp acılaşmasının bir karşılı­ğıdır. Şayet düşünürsen, dünya lezzetlerinin bir nimet olma­dıklarını, aksine, sonu gelmeyen bir kalp meşgalesi, beraberin­de hiçbir rahatlık olmayan bir hırs vc bitmez bir üzüntü oldu­ğunu anlarsın. İtaat nuru vc nimeti, Allah'a isyanla sökülüp atılınca, kalbi saran zulmet bu işle beraber gelir. Öyle ise, zillet vc üzüntü dünya lezzetlerinde, izzet, zenginlik vc nimet ise, bu lezzetleri Rabb’c itaate dönüştürmektedir. Çünkü Allah için bir lezzeti terk etmek, müridin yanında en lezzetli vc Allah'ın hoşuna gitmeyen bir şeyi işlemekten çok daha fazla kalbe yer­leşen bir şeydir. Çünkü kul, az bir süre aldığı lezzetten sonra uzun bir süre pişmanlık duyar. Hâlbuki, bu lezzeti Allah için terk ettikten sonra, bunu, O’nun rızâsını dilediği için terk etti­ğini her hatırlayışında, gerçekten Allah’ın rızâsına nail olduğu­na büyük bir ümitle inanır. Bu inanç ona öyle bir sevinç ve lezzet verir ki, tesiri ölüme kadar sürer.

Dedim ki:

“Anlattıklarım nasıl düşüneceğimi bilemiyorum. Bunun yolu nedir?”

Dedi ki:

“Akla değil, Allah’a tevekkülle birlikte, gayret vc akıllıca bir» istek bir araya gelince, tefekkürün kapıları açılır. Allah, himmet ve gayretin topladığı yerleri seven vc o türlü yerlere kulak kabartıp dinleyenleri şöyle anlatmaktadır: “Muhakkak ki,

bunda, kalbi olan yahut şahid olarak (zihnini toplayarak dik­katle) kulak veren kimse için bir öğiit vardır.” (Kaf, 50/38). Tef­sirler. bunun “Gaip olmayıp, hazır bulunmak." mânâsına geldi­ğini söylerler. Çünkü himmetin bir kısmı, dünya işlerine ayrı­lınca akıl, ahiret işlerini düşünüp anlayamaz. Himmet bütü­nüyle, ahiret işlerine yönelince, akıl da devreye girer ve Al­lah’ın hoşlandığı şeyleri düşünmekten uzaklaşamaz. Ebu’l- Ali‘ye, “Tefekkür kapısını açacak şey nedir?” diye sorulunca, ümmetin toplanmasıdır. Çünkü kul himmetini toplayınca düşünür, düşününce nazar eder, nazar edince de kalp gözüyle görür.” cevabını vermiştir.

Himmet ve Gayreti Teksif Etme Yolu

Dedim ki: 9 ‘ i limuıct nasıl teksif edilir?”

Dedi ki:

“İki yolla. Birincisi: Düşünmek istediği şeyin dışında or­ganları hiçbir şeyle meşgul etmemektir. Çünkü gözle bakmak, kulakla dinlemek ve elle dokunmak kalbe tesir eder ve onu meşgul eder. Ancak, ne dediğini iyice anlamak için seninle konuşan zatı dinlemek, Kur’ân-ı Kerim vc diğer dinî kitapları anlama gayesiyle incelemek vb. düşünmek istenilen şeye yar­dımcı olan meşgaleler istisnadır. Allah, kendisini dinleyip an­lamaya çalışanları şöyle anlatıyor: “Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar.” (Zümer, 39/18).

İbn Mes’ud, “Muhatapların seni görecekleri bir pozisyon­da onlara hitap et.” demiştir. Bir şeye, ancak ibret almak için bakmalısın. Bu gaye olmadan, organlarını hiçbir dünya işi ile meşgul etme. Tefekküre dalmak istediğin zaman, ister yalnız ol, ister birilcrini dinleme durumunda ol, bütün organlarının dünya ile irtibâtını kes. Aksi takdirde sana tefekkür kapıları kapanır. “Biz onların seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli konuşurlarken de o zalimlerin: “Siz bü­yülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!” dediklerini gayet iyi biliyoruz.” (İsra, 17/47) âyeti, bu konuya işaret ettiği gibi, cinlerin nıü’min olanlarının şu âyetlerde belirtilen tavrı da bir örnektir: “Bir zamanlar, cinlerden bir grubu, Kur’ân dinle­mek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde (birbirlerine) “Susun, (dinleyin).” dediler. (Okuma) bit irilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler.” (Ahkaf, 46/29) Allah, kendi Rcsû- lü’ndcn Kitabı’nı dinlemekten alıkoyacak meşgalelere engel oklukları için bu cinleri övmüştür. Bir diğer âyette: “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun!” (A raf, 7/204) buyura­rak, Kur’ân’ı anlayabilmek için onu dinlerken, konuşmanın terk edilmesini emretmektedir.

İbn Mes’ud'un oğlu İ lanıza şöyle diyor: “Gözle gördüğü şey, kalbini meşgul etmeyene, kulağıyla duyduğu şeyle de Al­lah zikrini unutmayana müjdeler olsun!” Kul, tefekkürden alıkoymasın diye, organlarını meşguliyetten geri çekince, akıl tamamıyla devreye girer ve ondan sonra karşısına çıkan şeyler ona engel olmaz.

İkincisi: Kalbi, asıl düşünmesi gereken şeyin dışında, dün­ya işlerinden herhangi bir mesele ile meşgul olmaktan alıkoy­maktır. 1 Iz. Peygamber konuyla alâkalı şöyle buyuruyor: “I 1er vadide, insanoğlunun kalbinden bir parça vardır. Kalbinin her parçasına ayrı ayrı uyan kişinin, hangi vadide ölüp gideceği Allah’ın umurunda değil!”63 “Şâhid olarak (zihnini toplayarak, dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır.” (Kaf, 50/37) âyeti de, sadece duyduğuna kulak vermesi mânâsına gelmekte­dir.  

Kul, dış organlarını zahirî işlerle uğraşmaktan, içini fuzûlî işleri düşünmekten alıkoyup, kalbini dc sadece düşünmesi gere­ken şeye yöneltince, bütün himmeti toplanmış ve kalp huzuru sağlanmış olur. Dünya işleriyle uğraşanın durumu da böyledir. Ihı iş veya hesap yapmak istediğinde gözü, kulağı, kalbiyle ken­dini işe verir ki, eksik bir nokta bırakmadan işini en mükemmel şekilde vc hesabını en doğru şekilde, yanlışa mahal vermeden yapabilsin. Çünkü kul düşünme anında, organlarını vc kalbini dünya işleriyle uğraşmaktan alıkoyunca gayreti toplanır.

Bütün himmet ve gayretini topladıktan sonra, akla değil, Allah a itimat ederek düşünmeye başlayınca, Allah'ın vergisiyle ona geniş ufuklar açılır. Çünkü kul, himmetini topladıktan sonra, bazen kendine güvenerek aklına dayanır. İşte o zaman nefis vc şeytan düşmanları hemen işe parmak karıştırır ve ves­vese verirler. Bu vesveseyle uğraşırken tefekkür kapıları kapa­nır. I ümmetini topladığı halde, aklına dayanan kişiye tefekkür kapılarının açılmayacağı endişesini taşımaktayız. 1 Iz. Süley­man'dan aktarılan bir tavır buna örnektir: l İz. Süleyman, “Bu gece yüz hanımımla ailevî münasebette bulunacağını, hepsi hamile kalacak ve birer erkek evlât doğuracaklar. Hepsi de Allah yolunda savaşan birer atlı mücahid olacaklar.” dedi. Fa­kat, “İnşallah.” demedi. Dediğini yaptı ama, bir tek hanımı hamile kaldı. O da eksik vücutlu bir çocuk dünyaya getirdi. Hz. Peygamber, “Eğer ‘inşallah' demiş olsaydı, dediği gerçekle­şildi.” buyurdu/4

Cehennem azabının dehşetinden ötürü nefsini korkutarak ahireti düşünen kişide gerçek mânâda vc önüne geçemeyeceği bir korku oluşur, Tıpkı dolu bir tencereyi kaynatmak için bi­riktirilen büyük miktarda yakacağa benzemektedir. Ateşe odunlar atıldıkça alevler büyür ve kaynama devam eder. Kulun

M d-Bulum, Cihâd, 23, Nikâh, 119. Miisncd, II. 229. durumu da böyledir. Allah’ın, kendi üzerindeki hakkını ve bunu yerine getirmediğini bilip, ahiretin dehşetli hallerini ve hesabın çetinliğini düşünerek, korkutma devanı ettikçe, gerçek korku (havf) meydana gelir.

Bu korku oluşunca kalp, günah üzerinde olan ısrarını terk eder, nefis günahtan çekinir, pişmanlık duyar, tevbe eder ve haşyet içinde Allah’a döner. Altında güçlü ateş yanan dolu ten­cere de böyledir. Ateş gürleştikçe tencere içinden bazı şeyleri dışarı atar. Aynen bunun gibi, Allah’ın kendisini tehdit ettiği şeylerle nefsini korkutmaya devam eden kimsenin korkusu dalgalanır, böylece, ısrarla tâbi olduğu şehvet ateşini söndürür. Günahları kökünden söküp atar. Çünkü akıbetinden korkar. Özellikle Kur’ân okuyup, orada geçen dehşetli kıyamet sahne­lerini, zikredilen tehdit ve va’dedilen nimetleri düşündükçe havf, dalga dalga onu sarar. Kur’ân okuyarak yapılan bu tefek­kür en faydalı tefekkürdür.

Günahta Israrlı Olanların Dereceleri

Dedim ki:

“Günahta ısrarlı olanların hepsi bu konuda eşit midir?”

Dedi ki:

“I layır. Günahta ısrarlı olanların değişik dereceleri vardır. Bir kısmının günahı çok, dertleri büyük, ahireti unutturan gaflet perdesi çok kalındır. Bunlar, Allah’ın korkuttuğu husus­ları düşününce, gaflet perdesinin kalınlığı ve kalp kasvetinden ötürü, çabucak korku hali ortaya çıkmaz. Bir kısmının günahı azdır. Gafleti, ona ahiretini unutturmamıştır. Bir kısmı da, günahkâr olmakla birlikte, bazı günahlarından tevbe etmiş, bazılarına da devam etmektedir. Bunların hepsi, korku isteme­de eşittirler.

Dedim ki:

“Bunlar arasındaki farkı izah eder inisin?”

Dedi ki:

“Günahı çok, gafleti büyük, kalbinin katılığı fazla, olan kişi havf mertebesine ulaşmak istediği zaman, düşman (nefîs- şeytan) değişik oyunlarla yolunu keser. Hastalığı müzminleşti­ğinden, ilaçlar ona hemen tesir edemez. Dünyevî hastalıklar da böyledir. Uzun müddet tedavisi ihmal edilen hastalıklara, ilaç çok yavaş tesir eder. Aynen bunun gibi, kalp hastalıkları uzun süre ihmal edilen kişiye, korkutma çok yavaş tesir eder. Bun­dan yararlanan nefis ve şeytan düşmanları engeller çıkarırlar. Uzun bir mücadele gerektiğinden ötürü, onu tembellik ve bıkkınlığa sürükleyerek düşünceden alıkoymak isterler. “Bu senin işin değil, kalbi bu kadar katılaşan birisi, havf makamına çıkamaz. I [eni sen nefsinin esirisin artık!” derler. O da tefek­kürü terk eder, gerçekten yapamayacağına inanır.

Ancak akıllı ve dirayetli olanlar, nefis ve şeytana dönerek, sert bir çıkışla: “Benim günahım vc başıma gelen belâlar, bu zorluk ve sıkıntılardan çok daha büyüktür. Allah’ın lütfuyla olmazsa hiç kimse azaptan kurtulamaz.” der. Böylece bıkkın­lık ve tembelliği gider, nefsini korkutmak üzere tefekküre devam eder. Daha sonra nefsine şunları söyler: “Bu, benim gibilerin makamıdır. Çünkü Allah, kullarından kendine isyan edenleri, gaflet vc sarhoşluktan uyandırmak için korkutur. Günah vc gafleti çok olanları korkuyla tehdit eder. Ancak benim hastalığım çok eskidi vc müzminleşti. Kalbim kaskatı kesildi. Gafletim, zulmet halini aldı. Şayet uzun süre manevî tedaviye devam edersem, Allah’ın izniyle havf makamına çıkarım.”

Günahta ısrarlı olan zat, nefsini korkutarak tefekküre de­vam ederse, nefsi tevbeye boyun eğer.

Günahlarının bir kısmına tevbe edip bir kısmına devam e­den kişi de böyledir. Devam ettiği günahların sayısı kalbini sarar, gaflet uzar, âdetini devam ettirir ve neticede, işlediği bu günah­lardan sonra tevbe edip korku halini istemesi çok zorlaşır. Bu tevbeye boyun cğinceye (bütün günahlardan pişman olup bir daha onlara dönmemeye azmcdinccye) kadar, tefekküre devam etmek zorundadır. O zaman onları korkutmaya muvaffak olur.

Dedim ki:

“Günahlarını tek tek bilmediği halde, bütününden pişman olması yeterli midir?”

Dedi ki:

“I layır, çünkü birçok günahlar var ki, hevâ-yı nefs onları gizler, unutkanlık perdesi onları kapatır. Nefis ve şeytan düş­manları bu durumdan yararlanırlar. Kişi bazı günahlarından tevbe edip bu noktada düşmanlarına galip gelince, düşmanları diğer günahlarını gizleyerek, “Senin hiçbir günahın kalmadı.” derler. I hâlbuki, geçmişte işlediği birçok günahı vardır. Günah olduğunu zannetmediği ileri-geri konuşmalar, hata saymadığı işler, nefsin çıkarı işin içine girdiğinden, zulüm saymadığı haksızlıklar türünden daha birçok günahı varken, bütün gü­nahlardan tevbe ettiğini düşünür. I lâlbuki bilmeden, yukarıda sayılan birçok günaha, ısrarla devam etmektedir. Çünkü korku anında, Allah’a tam itaat halindedir. Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyi yapacak güç vc kuvveti bulunmamaktadır. Dolayısıyla o anda bütün günahlarını hatırlayamaz. Akıllı vc uyanık birisi ise, geçmiş ömründe işlediği birçok günahı olduğunu bilir. Ama kalın gaflet perdesi, haram söz, bozuk inanç cinsinden birçok günahı görmesine engel olur. Hâlbuki, aynı şeyi başkasında, görünce hayret ve dehşetle irkilir.”

Dedim ki:

“Bu durum nc ile bilinir?”

Dedi ki:

“Geçmişte günah işlediği anlan hatırına getirerek ancak söz konusu günahı hatırlayabilir. O anda ne durumda olduğu­nu hatırlar. Yerine getirmediği bir vacip, işlediği bir günah var mı diye geçmiş ömrünü saat saat, gün gün gözden geçirir. Kız­dığı anlarım, sevinçli olduğu zamanları, kalbinden geçen şeyle­ri, organlarıyla irtikap ettiği suçları düşünür. Sevdiklerini, nef­ret ettiklerini, kazandığını vc bunu nerde harcadığını veya bi­riktirdiğini, alacaklılara haklarını verip vermediğini; verdiyse haksızlık yapıp yapmadığını, kendi alacağı olan bir şeyi nasıl aldığını... teker teker gözden geçirmelidir. Kalp ve kafasından geçen şeyleri, ne söyleyip ne dinlediğini, nerelerde dolaştığını, elleriyle yaptığı işleri, başkalarının mal vc namuslarına karşı tavrım, anne-baba ve akrabalarının haklarına riâyet edip etme­diğini, Allah'ın huzuruna tertemiz çıkmak isteyen bir mü’mi­nin titizliği vc kendisinden kısas alınmak üzere hesaba çekilen bir kişinin dikkatiyle kendini hesaba çekmelidir. O güne ka- darki bütün ömrünü, her gün için nasıl sabahlayıp nasıl akşam­ladığını gözden geçirmelidir. Hatta iyilik yaparken bile, kalbin­de ne niyet taşıdığını hatırlamalıdır. Onu bu iyiliği yapmaya sevk eden sebep neydi? Gerek dinî gerekse dünyevî konularda haset vc benzer duygular taşıyor muydu?

İşte böyle hareket ederse kaybedip yerine getirmediği bir­çok Allah hakkını hatırlar. I ler hatırlayışta kalbine ciddi bıT pişmanlık dolar. Geri kalan ömründe, benzeri hataları tekrar­lamamak için, kendisinde bir azim, güç ve kuvvet oluşur. Her bir günahı hatırlayışında pişmanlık ve üzüntüsü artar. Allah’ın ona hiddet vc kırgınlıkla baktığından korkar. Nefsine, bir daha affedilmeyeceği, hüsnükabul görmeyeceği, merhamet edilme­yeceği endişesini fısıldar. Arkasından, bir daha günah işleme- meye azmederek korkunun yanına ümidi yerleştirir. Böylece ümitsizliğe düşmeye engel olur. Nefsine, “Şayet ebediyen affc- dilmeyecek olsaydı kalbine korku girmez, tevbeye yanaşmazdı. Korku ve ümidin bir arada oluşması, kapının hâlâ açık olduğu­nu gösteriyor.” der.

I latırlanan ve yerine getirilmeyen Allah hakları ve işlenen günahların sayısı arttıkça görülecek ki, organların kötülükten koruduğu, akşamlayıncaya kadar dilini koruyup, Allah'ın hoş­nutluğuna sebep olan hiçbir şeyi söylemediği, aynı şekilde kulağı, gözü ve ayaklarıyla bir kötülük yapmadığı hiçbir gün bulunmamaktadır. Aynı şekilde, kalbin; riyâ, kibir, ucub, haset vc benzeri duygulardan arınarak, ihlâsla Allah yolunda ibadetle geçirdiği bir gün dahi bulamayacaktır. Bütün bu yapılanlara bakınca, yaptığı iyiliklerin de boşa gittiğini vc Allah’ın gözün­den düştüğünü düşünür. Böylece ümitsizlik aklını sarhoş eder. Çünkü, Allah’a itaatkâr olduğunu zannediyordu. Geçmiş gün­lerini ve duygularını kontrol edince, dinini mahvettiğini vc üstelik bunun farkında olmadığını görür. Tıpkı, servetini bir sandığa koyup kilitleyen, sandık soyulduğu halde bundan ha­beri olmayıp rahat yaşayan ve sandığı açtığında malın olmadı­ğını gören, neticede kalbi kırılıp fakir olduğunu anlayan, zen­ginin durumuna benzemektedir.

işte, nefsini ve geçmiş günlerini gözden geçirip manen çok fakir olduğunu yakînen gören kişi, çaresiz, büyük kerem sahibi olan Allah'ın zikrine sığınır. Kendisinden çok daha günahkâr ve gaflette yüzen kişilere karşı Allah’ın muamelesini düşünür. Bir an önce rahatlamak vc Allah’ın huzuruna temiz çıkmak için, hatırladığı günahlarından temizlenmeye çalışınca, kalbine korku dolduğunu ve Allah’ın kerem ve cömertlik kapılarının açıldığını hisseder. İşte o zaman ümitle dolar. Allah'ın gerçek bir dostu olduğunu, o anda dostluğuna hükmedildiğini, Allah’a kavuşma­dan önce temizlenip manen süslenmesinin arzulandığını hisse­der. Bu aşamada, Allah ona, hatırladığı her günahtan tevbe etme, yerine getirmediği her vecibeye sarılma, kendilerine haksızlık ve zulmettiği kişilere boyun eğerek özür dileme yoluna gitme, neticede kalb-i selimle Allah’ın huzuruna çıkma azmini verir. Günahlara tekrar dönmeme, bütün mükellefiyetleri yerine ge­tirine, namaz, oruç vc sıla-i rahim gibi kazası gerekenleri kaza ve telafi etme azmini dc verir. Çünkü ilimle uğraşan birçok kişi daha önce, ya cünüplüğün verdiği tembellik veya sarhoşluktan ötürü kılmadığı, şartları veya abdesti tam olmadan kıldığı birçok namazının olduğunu bilmemektedir. İlme daldığından bunları düşünmemektedir bile.

Kul, bütün bun lan öğrenip Allah hakkını, tastamam yeri­ne getirmeye azmedince, nefis vc şeytan düşmanları, bu yüksek mertebeye aklı vc çabasıyla ulaştığını, bundan sonra mağlup olmayacağını fısıldayarak, Allah’a tevekkül etmesine mâni ol­maya çalışırlar. Nitekim “İnşallah.” deyip istisnada bulunma­yan I İz. Süleyman olayı, 1 luneyn Gazvesinde çokluklarına güvenip “Kimse bizi mağlup edemez.” diyen ashabın durumu vc Allah'ın bu iki olayda da muhatapları tenkit etmesi, konu­muza örnek teşkil etmektedir. I luneyn günü, dünya yüzünde kendilerinden daha hayırlı ve Allah’a ibadet eden bir topluluk olmamasına rağmen, Allah'ın kızgınlığını üzerlerine çekmiş ve “...hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti.” (Tevbe, 9/25) tenkidine muhatap olmuşlardı. Böylece onlara yardım edenin vc düşmanlarını mağlup edenin Allah olduğu ve Hz. Peygam­bere bir ikram olarak yardıma ınazhar oldukları bildirilmiştir. Bu konuda birçok örnek vardır.

Eğer akıllı bir kul ise, o anda nefsinin ne kadar zayıf, Allah'ın ne kadar güçlü olduğunu düşünerek hakkını eda etmek için kendisinden yardım dilenir. Korkulu bir kalple “Allah’ım! Sen hatırlatmasaydı!! ben unutmuştum, güç vcrmeseydın zayıf düşmüştüm, sabır vermeseydin bana bık­kınlık gelmişti.” diyerek, O’na sığınmalıdır. Bu şekliyle Al­lah’a yalvarması, yardım dilemede ciddi olduğunu gösterir.

Böylece azmeder, bütün ümidini O’na bağlar. İşte o zaman Allah’ı yakın, merhametli, fazilette bulunan ve duasını kabul eden olarak bulur.

Onun için Allah, ibadete devama azmedilmesin! ve kendi­sine dönülmesini emretmektedir: “Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven.” (Âl-i tmrân, 3/159). Salih kulu Biz. Şuayb'ı, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyleri terk etmeye ve hoşuna gidenleri yapmaya niyet edip, O’ndan yardım isteyerek O’na dayanma isteğiyle nitelemiştir: “(Şuayb) dedi ki: Size yasak ettiğim şeylerde, aksine yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yal­nız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” (Hnd. 11/88)

İşte bu makamda nefis ve şeytan tekrar devreye girer, bu yaptıklarını başarılması çok güç, ulaşılması imkânsız mertebeler olarak gösterir ve nefsine bağlamak isterler: “Sen kendi arzun, aklın, dirayetin, İhlasın, ilmin, manevî gücün ve ciddiyetinle bu makama ulaştın.” diyerek, Allah'ın nimetim unutturmak ve nefsini okşayarak övmek isterler. Eğer gaflete düşer, düşmanla­rına uyar ve kendini beğenirse, nefse itimat eder. İbn Abbas'dan rivayet edilen vc Hz. Süleyman'ın, şahsındaki bazı güzelliklerin hoşuna gitmesiyle günaha düştüğünü ifade eden sözler dc buna bir örnektir, inşallah ilerde bunu genişçe açıklayacağız.

Allah onu gafletinden uyandırdığında, bunun Allah’ın bir lütfü olduğunu vc nefsin herhangi bir müdahalesi olmadığım bilmelidir. Çünkü, nefis korkutularak, mecbur tutularak ve zorlanarak bu işler yapılmıştır. Üstelik bunlar nefsin hoşuna gitmeyen şeylerdir. Hoşuna gitmeyen ve zorla yaptırılan hu­suslar nasıl kendisine mal edilebilir? Kendisini heiâk eden nef­sin arzulandır. Nefsi arzularının aksine yönlendiren ise, onu yaratan Allah'tır. Öyle ise, O’na şükretmeli, O’na güvenmeli,

()’nu övıncli ve O’na hüsnüzan beslemelidir. Çünkü iyilik, fazilet vc kalp rahatlığı O’ndan gelmiştir. Nefis ise, ümitsizlik vermiştir. Öyle ise, tenkit edilmeli, horlanmalı ve ona güve-’ ııilmemclidir. Kul, nefsin daha önce yaptıklarını görünce övül­meye lâyık olmadığını, bunları kendisine hatırlatıp gösteren Allah’ın ise övülmeye lâyık olduğunu anlamıştır. Çünkü Allah, ona geçmiş ömründe yapmış olduğu günahlarına karşı koyma, kendini beğenmişlik duygusunu atma imkânı vermiştir.

Bütün bunları düşününce, gerçek tevbeye muvaffak olur. Allah’a döner, korkar ve bunların nefsinden değil, Allah’tan olduğunu itiraf eder. O zaman da “Şükrederseniz artırırım.” (İbrahim, 11/7) yani itaat etme gücünüzü artırırım, âyetinin mâ­nâsına mazhar olur.

Nefsi Tanımada Kalbin Dikkat Edeceği Hususlar

Dedim ki:

“Bundan sonra, kalbin dikkat edeceği hususlar nelerdir?”

Dedi ki:

“Ömrün geri kalan kısmında da, Allah tarafindan imtihan edileceğini; düşmanın ölmediğini, eski fıtratının değişmediği­ni, bütün güzellik vc oyunları ile dünyanın da değişmediğini bilmelidir.”

Dedim ki:

“Neye dikkat etmelidir?”

Dedi ki:

“Azmini yerine getirip bozmamaya, sözüne sadık kalmaya dikkat etmelidir.’’

Dedim ki:

“Azmini kıracak şeylerin neler olduğunu söyleyin ki, onla­rı bilip dikkat etsin”

Dedi ki:

“Altı noktaya dikkat edip çekinmelidir. Bunlar azmi kıran ve vefasızlığa sebep olan şeylerdir. Bunları terk ederse sözünde durur.

Birincisi: Terk etmeye azmettiği herhangi bir günahı tek­rar işlememeye dikkat etmelidir. Aksi takdirde, bir gaflet anın­da nefis galebe çalar, arzular coşar ve neticede günahı işler. Çünkü kul, nefsinin hoşuna giden bir şeyi, Allah rızâsı için terk eder. Ama daha sonra o işe karşı olan isteği onu geri çevi­rir. Vehb’in, “Arzuları galip gelmeyen ve istekleri onu geri çevirmeye nc müjdeler olsun.” sözünü duymadın mı?

İkincisi: Tevbe ettiği zaman, nefis vc hcvânın gizlediği herhangi bir günahı olabilir. Daha sonra bunu fark edip hatır­ladığında, pişmanlık duymalı ve ona dönmemeye azmetmcli- dir. Böylece nefsin eski âdetine dönmesine, gaflet zamanındaki aldığı lezzetleri hatırlatmasına mâni olmuş olur. Çünkü nefis, isteklerini öne sürmek için hep fırsat kollamaktadır. Dikkatli olan bu noktayı göz önünde bulundurur.

Uçüncüsü: Bazen, geçmişte hiç işlemediği bir günah karşısı­na çıkabilir. Çünkü nefse bazı arzuların kapıları kapatılınca, bunla­rın yerine, sığınıp rahatlayabileceği başka kapılar açmak ister.

Dördüncüsü: Daha önce uymadığı vc yerine getirmediği ama sonra yerine getirme azmini gösterdiği Allah hakkına, gelecekte de riâyet etmeye dikkat etmelidir. Yorgunluk, dünya rahatı, daha önce halk nazarında yüksek olan değerinin sarsıl­ması gibi şeyler ona engel olmamalıdır.

Kişinin değeri, ya daha önce dikkat etmediği halde sonra­dan helâl rızk elde etmeye çalışmasından, ya iyiliği emir vc kötülükten menetmeye başlamasından ya da çevresindekilerin hevâ-yı nefsine uygun gelmeyen ibadetleri yapmasından sarsı­labilir. Bu noktaya da dikkat etmelidir.

Beşincisi: Geçmiş ömründe yapmadığı, nefis vc hcvânın yapmaktan hoşlanmadıkları için de gizli tuttukları vc tevbe anında hatırlamadığı bir Allah hakkı olabilir. Nefsin eski haline dönmesine sebep olabilecek bu Allah hakkı ortaya çıkana ka­tlar, çok dikkatli olmalıdır.

Akıncısı: Daha önce olmadığı halde aile geçimi ve benzeri vecibelerle kişi imtihan edilebilir. Bunlara da dikkat etmeyip sorumluluğunu yerine getirmezse, Allah'ın gazabına müstahak olur.

İşte bu altı şeye itina gösterirse uyanır, uyanıklık hatırla­mayı gerektirir, hatırlama tedbir almayı doğurur, tedbir araş­tırmaya sevk eder, araştırma da Allah’ın sevdiği ve sevmediği şeyleri ortaya çıkarır. Korkuyla hasıl olan bu ayırım kişiyi, ver­diği söze sadık kalmaya götürür."

Dikkatli Olmanın Geleceğe Faydası

Dedim ki:

“İtina vc özen göstermek kişinin geleceğine de tesir eder mi?” Dedi ki:

“Evet”

Dedim ki:

“Peki buna delil nedir?”

Dedi ki:

“Delil şudur: İnsan, genellikle gece uyuduğunda ancak sa­halı namazına yakın, bazen daha sonra uyanabilmektedir. Fakat dünyayla ilgili bir işi ortaya çıkınca, onu kaçırmayıp yerine getirmek endişesiyle erkenden yatar. Ancak erken uyuya madiği gibi gece vakitsiz bir şekilde birçok defa uyanır. Çünkü kalbi o ışc gösterdiği önem vc dikkatle dolmuştur.

İşte, dünya işi için gösterilen bu önem ve dikkat, kişi uyudu­ğu, dolayısıyla aklı devre dışı kaldığı halde, onu sık sık uyandırı- yorsa, uyanık olup aklı başında olduğu halde ahiret işi için neden uyandırmasın? Oysa bu iki iş arasında ne büyük fark vardır! Birisi, fani, az, dert ve hastalıkla dolu, ölümle son bulan, ölümden sonra tadından eser kalmadığı halde, bekletilip hakkında sorguya çeki­len, daha sonra da affa veya azaba götüren bir şeydir. Bütün bun­lara rağmen, ancak takdir edilen kadarına ulaşabilmektedir.

Diğeri ise, fanî olmayan çok büyük bir şeyin peşindedir. Üs­telik sıkıntı, hastalık, hüzün, zorluk vb. hiçbir tatsızlık sebebi ol­madan, ölümle, hesap vc kitapla yüz yüze gelmeden, Allah’ın komşuluğuna sebep olan rızâsını kazandıktan sonra daha da dar­gınlığına mahal kalmayan bir istektir bu. Allah bununla da yetin­meyip onu, rü’yetullah gibi birçok nimetle de nimetlendirir ve kendisine yaklaştırarak “mukarrebbîn”den sayar. Nitekim O şöyle buyuruyor: “Takvâ sahipleri Cennetlerde ve ırmakların kenarla­rında, güçlü, yüce Allah'ın huzurunda hak tneclislerindedirler.” (Kamer, 54/54-55). Bu ne yüce meclistir! Bunlar ne şanlı ziyaret edilen ve ziyaret eden, bakılan ve bakan, karşılayan vc karşılanan­lardır! Allah’a bakarak nimetler içinde yüzmektedirler. Dünya işiyle bu iş arasında ne kadar da fark vardır! Öyle ise dikkat ve önem, ahiret işiyle uğraşanın geleceğine de tesir eder.

Tedbirli Olunacak Yerler

Dedim ki:

“Nerede tedbirli olmalıdır?”

Dedi ki:

“Nefis vc şeytan düşmanları onu bir iş yapmaya çağırdıkla­rında söz konusu işin, Allah’ın hoşuna gidip gitmeyeceğini dü­şünmelidir. Böyle yapınca, bir imtihan unsuru çıkıp nefisle mü- cadde etmek zorunda kalması durumunda, yukarıda geçen altı husustan hiçbiri ona gizli kalmaz. Allah için yapmamaya azmet­tiği herhangi bir günahı işlemeye yeltenirse, nefsini, Allah tara­fından, sözünde durmayan hain olarak nitelendirilir, endişesiyle korkutur. Allah onu, sözünde duran sıddıklardan saysın diye, günah işlememeye teşvik eder. Durum nefsine ağır gelirse, alıirette karşılaşacağı şeyleri hatırlatarak onu korkutur. Sözünde durmayan bir yalancı, tevbe etmeyen, azmini yerme getirmeyen, neticede Allah’ın gazap vc kızgınlığını üzeriniçeken kişi duru­muna düşeceğini hatırlatır. Çünkü mahşer günü, Allah’ın huzu­runda hakkında böyle bir hükmü verilebilir. Ahirettc karşılaşa­cağı azabın acısı, dünyada hemen kavuşabileceği zevklerin tatlılı­ğına galip gelinceye kadar bunları hatırlatmaya devam eder. Ni­tekim dünya işleri için dc durum köyledir. Meselâ kişiye yemek­lerin en güzeli takdim edilir. Ancak herhangi bir sebepten ötürü zararlı olduğu söylenince, hemen geri çekilir. Nefis yemeye zorlayınca, yeme zevkinden sonra çekilecek acı ve sancıları hatır­latır. Böylece, sonradan gelen acı, peşin olan lezzete galip gelir ve nefis de vazgeçer. Ancak kader açısından bakıldığında, yemesi mukadderse yiyecek, değilse yemeyecektir.

Bir günahla karşılaşıp ahiretteki kötü sonucu hatırlayan ki­şi için, söz konusu günahtan doğacak zevk ve lezzetlerin haydi haydi acılaşması gerekmektedir. Çünkü büyük zarar getiren, devamlı olan, gücünün kaldıramayacağı vc sabrcdemeycceği bir akıbetten korkmaktadır. Dolayısıyla, nefsini korkutmazsa ancak Allah’ın affetmesiyle ondan kurtulabilir. Hâlbuki, bazen dikkat etmezse dc dünyevî sıkıntılardan kurtulur. Ama âhiretle ilgili konularda kurtuluş yoktur.

Şayet bir iki günlük sıkıntı, en güzel yemeğin tadını kaçı­rıyorsa, Allah'tan vc cemâline bakmaktan utanmanın yanı sıra, ebedî bir hayat boyu çekilecek azap, elbette günahtaki geçici lezzeti kaçıı malıdır.

Nefsin arzu ve isteklerinin gizlediği, dolayısıyla tevbe a­nında hatırlayamadığı bir günahın farkına varırsa, hemen terk etmeye azmetmeli ve farkına vardırdığı için de Allah’a hamd etmelidir. Daha önce hiç yapmadığı bir günahla karşılaşırsa, ömrünün sonunda akıbetinin şekavetle son bulabileceğini ve bu neticeyi geciktirmenin de imkânsız olduğunu hatırlatıp, nefsini korkutrnahdır. Daha önce ihmal edip sonradan tevbe ederek yapmaya başladığı bir Allah hakkı söz konusu olunca, tekrar eski hale dönüp o hakkı terk etme vc neticede sözünden dönüp, adının Allah yanında hain ve dönek olarak çıkma tehli­kesiyle nefsini korkutrnahdır. Dolayısıyla Allah rızâsını kazan­mak için nefsini o ibadeti yapmaya zorlamalı vc Allah yanında adını vefakâr, sözüne sadık olarak yazdırma yoluna gitmelidir. Çünkü Allah, söz verip cayanları, yalancı vc dönek olarak nite­lendirmektedir: “Onlardan kim de, “Eğer Allah lütu f ve kere­minden bize verirse, mutlaka sadaka (ve zekât) vereceğiz ve elbette biz talihlerden olacağız!” diye Allah’a and içtiler. (Fakat, Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” (Tevbe, 9/75-76). Mücahid, bu sözü söyleyenlerin iki kişi olduk­larını, halkın karşısına çıkıp bu sözü söylediklerini, fakat daha sonra sözlerinde durmadıklarını söylerken; Mâbed b. Sabit “Allah onların sırlarını da fısıltılarını da biliyordu.” (Tevbe, 9/78) âyetini delil göstererek, bu sözü kendi kendilerine söyle­diklerini aktarmaktadır. Cenâb-ı I lak devamında, “Nihayet Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söyledikle­rinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu.” (Tevbe, 9/77) buyurmaktadır. Ver­dikleri sözde durmadıkları için Allah onları dönek ve yalancı olarak nitelendirdi ve ölünceye kadar kalplerine nifak sokarak onlara öyle bir ceza verdi ki, ebedî olarak kurtulamadıkları gibi, tevbe de edemediler.

Bazen de kul sözünde durmaz ama, Allah ona yardım etmek isterse ona herhangi bir ceza vermez. Çünkü o diledi­ğine ceza ve dilediğine mükâfat verme yetkisine sahiptir. Ama kul, Allah cezalandırır düşüncesiyle nefsini korkutmahdır. Daha önce verdiği sözü bozsa bile hemen nefsine baskı yapıp onu geri çevirmeli ve Allah’ın yanında adım sözünde duranlar .ırasında yazdırma!ıdır. “Mü’tninler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi sözünü yerine getirdi.” (Ahzab, 33/23) Sebeb-i nüzûl olarak iki olay anlatılmış­tır. Birisi, Enes b. Malik'in rivayet ettiğidir Amcası Encs b. Nadr Bedir Savaşı'na katılmamıştı. Kendi kendine “Hz. Pey­gamberim katıldığı ilk savaşa katılamadım. Eğer Allah’ın Re­sulü tekrar Kııreyş müşrikleriyle karşılaşırsa neler yapacağımı, Allah gösterecek!” dedi. Uhud Savaşı’na katılan Müslümanlar geri çekilince, Sa’d b. Muaz‘la karşılaştı. Ona “Ya Sa’d! Nere­ye! Doğrusu Uhud tepesinin gerisinden bana Cennet kokula­rı gelmektedir.” diyerek müşrik saflarına daldı. Kılıç, mızrak ve ok darbelerinden seksen küsur yara aldı vc şehit oldu. Onu ancak bacısı parmak uçlarından tanıyabildi. İşte bu olay üze­rine “Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi sözünü yerine getirdi.” (Ahzab, 33/23) âyeti nazil oldu. Yani verdiği söz üzere öldü. “Kimi de beklemektedir.” yani sözüne sadıktır. Bu söz üzerine öleceği günü beklemektedir.

1 iz. Peygamber, şehit olup yüzükoyun yatan Mus’ab b. Umcyrii görünce yukarıdaki âyeti okudu. Mücahit’ten gelen rivayette Hz. Talha'nın, 1 İz. Peygamber in vefatında aynı âyeti okuduğu haber verilmektedir.

Kişi bu âyeti göz önünde tutarak nefsine korku vermeli­dir. Şayet nefis yine de tembellik gösterip Allah hakkına riâyet etmezse, ahiretteki hezimetleri, Allah’ın rızâsını, oradaki üzüntü ve sıkıntılardan uzak zevk ve sevinci, Allah’ın civarın­da geçecek sonsuz güzellikleri vc rü’yctullahı hatırlatıp ümit vererek o ibadeti yaptırma yoluna gitmelidir. İşte o zaman bu sevapların tatlılığı o iyiliği yapma açlığına galip gelecek ve onu yerine getirmeyi nefse hafifletecektir. Dünya işlerinde dc durum böyledir. İşçi, tüccar vb. dünya işleriyle uğraşanlar, karşılığında bir ücret, bir kâr alma garanti veya ümitleri ol­mazsa, hiçbir iş kendilerine kolay gelmez. Alacağı, ücretten ötürü duvar ustasının lezzeti iş yapıp yorulmada, rahatsızlığı ise iş yapmayıp boş kalmasındadır. İş yapmak yorucu vc elem vericidir. Fakat, ücretin Tat ve lezzeti o işi ona sevinçle yap­tırmaktadır. Ücret az ve işveren geciktirse bile, eğer eksiksiz ödese, her ne kadar ücretin azlığı biraz tembellik verebilecek­se dc, geç dc olsa eksiksiz olacağı düşüncesi ona işi kolaylaştı­rır. Diğer taraftan ücret çok olur, işveren emniyetsiz ise, her ne kadar işverenin emniyetsizliği bir tembellik verse de ücre­tin çokluğu işi kolaylaştırır. Ama hem ücret çok hem dc işve­ren güvenli ise, hiçbir ağırlık hissetmeyeceği gibi, aşk ve şevk ile işi görür. Vc Allah’tan daha emniyetli kimse olmadığı gibi Cennet4 ten daha çok hiçbir ücret bulunamaz.

Dünya tüccarı da böyledir. Elde edeceği kârın taç vc lezzeti için, soğuk, sıcak demeden, hırsızları, yırtıcı hayvanlan düşünme­den, büyük zorluklarla uzun yollar aşar. Allah yolunda çalışan işçi ve iş yapan tüccar, bitmez-tükenmez, hiçbir haksızlığa uğramaz, bire en az on bazen bin kat kârın verildiği iş vc ticareti düşününce, her türlü amel vc itaat ona hafif gelmelidir. Ahiret tüccar ve işçisi, dünya tüccar vc işçisi gibi kazanmaz. Çünkü onlar ancak dünyalık bir şeyler kazanıyorlar. Ama Allah diğerleri için, para-pul cinsin­den şeylere razı olmaz. Onlara kazanç olarak, Ccnnefte yakuttan vc zümrütten, üstelik bozulmaz köşkler verir. Toprağı misk ve amberdendir. Ayrıca orda hiçbir üzüntü ve sıkıntı da yoktur. Kalpleri sürekli sevinç vc neşe içindedir.

Kul, nefsin arzularına karşı koyup onunla mücadele ede­rek elde edeceği zevki ve ardından rü’yctullahla nimctlen- dirilme mertebesini düşünüp Allah’ın ondan razı olacağını ve ona bu şekliyle muamele edeceğini de ümit edince, Allah hak­kını yerine getirme kendisine çok hafif gelmeye başlar.

Daha önce olmadığı halde ömrünün sonlarında yapması ge­reken bir vecibe ortaya çıktığında, bu vecibe nefsine ağır gelirse, söz konusu vecibenin ömrün sonlarına bırakılması, Allah’ın rızâ­sını kazanıp saadetle ahirete intikale sebebiyet verebileceğini hatır­latarak, nefsini teşvik etmelidir. Buna rağmen nefsi karşı koymak isterse, bunun son fırsat olduğunu, yapmaması durumunda Ce­hennemlik olarak son nefesini verebileceği gerçeğiyle onu kor- kutmahdır. Mutan ıf ın, “İyiliği yaptığın sırada sana ağır gelir. Ama bitirdikten sonra zorluğu gider sevinci kalır. Allah’ın yanındaki karşılığını gördüğün zaman ise ne çok sevineceksin!” şeklinde sözünü duymadın mı? Yen ne getirdiğinde rızâsını ve vereceği sevabı, yerine getirmediğinde ise kızgınlık ve cezasını hatırlamak o vecibeyi yapma işini oldukça hafifletmektedir.

Kul tövbesiyle yukarıda sayılan altı husustan temizlenin­ce, tevbesi kabul olmuş demektir. Gelecek ömründe Allah hakkına uymada toyluk göstermeyenle, daha önce rahat bir şekilde günahlarına tevbe eden, zorlayarak nefsini korkutma­ya ihtiyaç duymayan, tevbe sırasında hiçbir günahı kendisine gizli kalmayan, bu arada unutma ihtimali olan günahlarının Allah tarafından sayılmayacağından da emin olmayan kişi eşit olmuş olur. Allah’ın, tevbe etmek için kendilerinden imtihan vc zorluğu kaldırarak büyük lütuflarda bulunduğu, Firavun sihirbazları, Hz. Muhammed’in ashabı ve benzerlerinde ol­duğu gibi. Çünkü Allah, apaçık delilleriyle akıllarını hayrete düşürmüş, yardım vc lütuflarmı onlara yöneltmişti. Ancak her ne kadar kolayca tevbe ettilerse de, akılları mârifetullaha uyandı, eriştikleri sevabı anladılar. Yerine getirmeleri gereken

Allah hakkı vc vecibelerin büyüklüğünü de idrak ettiler. Bu marifete rağmen, onları Allah’tan koparacak her şeyi kökün­den söküp ortadan kaldırma imkânına sahip olamadılar. Onun için akıllarıyla Allah’a yöneldiler ve bütün güçleriyle O’na dönüp O’na itimat ettiler.

Evet, zorluk çekmeden ve günahları gizli kalmadan tevbe edenle kendisinde günaha meyil ve teveccüh olmayan kişi eşit­tir. Çünkü o da Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylerden arınmıştır. İki grubun da, geri kalmış ömürlerinde Allah hakkına güzelce uymaları gerekir.

Allah Hakkını Sebep ve Vakitleriyle Bilme

Bütün insanların, sebepleri, vakitleri, illetleri, Allah’ın bunları irâde etmesi ve hangi hususlarda olduklarıyla, Allah hakkını bilmeleri gerekir. Hangilerini öncelikle yapmaları ge­rektiğini dc bilmelidirler. Allah’ın tehir ettiğini öne getirme­den, öne getirdiğini ise geciktirmeden yapmalıdırlar. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'e yaptığı vasiyette “Bil ki! Allah’ın gündüz vaktinde yapılması gereken ve gece kabul etmediği haklan olduğu gibi, gece yapılması gereken vc gündüz kabul etmediği haklan da vardır.” demiştir.

Vakit, haccın hac mevsiminde, namazın kendi vaktinde eda edilmesi demektir.

Sebep, hac için yol emniyetinin olması gibi hususlar de­mektir. Çünkü Allah, hakkının eda edilmesini kullarına gerekli kılmıştır. Dolayısıyla emir edadan öncedir. Emrin önce olması kula, vakit geldiğinde Allah hakkını nasıl yerine getireceğinin bildirilmesi demektir. Bir kısmının bir tek vakti varken bir kısmının iki vakti bulunmaktadır. Çokları iki türlü yerine geti­rebilmektedir: Birisi, kişinin serbest olduğu geniş bir vakittir. Dilerse hemen yapar dilerse geciktirir. Öğle vc ikindi namazla- nnı son vakitlerine kadar geciktirebilirle gibi. Diğeri ise farz olduğunda hemen vaktinde yerine getirmektir. Aksi takdirde kaçırılmış olur.

İrâde, Allah’a halis bir niyetle haklarını yerine getirmektir. Onları gerekli kılan husus, öncelikle Kitap vc Sünnet’tcn delil getirerek ve onları yapmadan önce tedbirini alıp hangisinin daha önemli olduğunu ve hangisinin vaktinin geldiğini, hangi­sinin gelmediğini ve hangisinin ikinci sırada gelip tehir edilme­si gerektiğini bilmektir.

Nelerle ilgili olduğu meselesine gelince, bu haklar, hem kalp hem de dış organlarla ilgilidir.

Acaba Allah hangilerine öncelik vermiştir? Allah öncelikle kendi hakkına, bütün ilişkilerinde, sıkıntı, sevgi ve nefretlerinde; her hayır vc şerrin başlangıcı olan değişik duygularında kalpleriyle riâyet etsinler, sonra da kulak, göz, dil, el ve ayaklarıyla, yeme- içme, yürüme, kısacası yapma veya terk etme şeklindeki bütün davranışlarında uysunlar diye, insanları kul edinmiştir.

Öyle ise kula düşen şey Allah’ın başladığıyla işe başlamak­tır. Önce kalbiyle O’nun haklarım gözetmelidir. Çünkü kişiye ilk önce tesir eden ve diğer organlara da yön veren kalptir. Onun için kişinin kalbi, Allah hakkına riâyet noktasında dur­malıdır ki, O’nun emrettiklerine uysun ve O’na kulluk görevi­ni yerine getirsin. Bu da üç inançla olur: 1. İman edip küfür­den uzaklaşma, 2. Sünnete inanıp bid’attan uzaklaşma, 3. İba­dete inanıp, Allah’ın hoşuna gitmeyen bütün kalbi vc bedenî düşünce ve fiillerden kaçınma.

Dış organlarda uyulacak Allah haklarının toplamı ise şudur: Allah’ın emrettiği hâl ve hareketleri yerine getirmek, yasakladıklarından kaçınmak, sonra da kalbe gelip hayır ve şerre davet eden her duyguda (hatarat) O’nun hakkını gö­zetmektir.

Kalbî Hatarât Anında Allah Hakkına Riâyet

Dedim ki:

“Kalbe hatarâtın gelmesi esnasında, Allah hakkına nasıl uyulacaktır? Bu hatırlar nelerdir?”

Dedi ki:

“Hatırın oluşması esnasında ilim ve tedbirle Allah hakkı gö­zetilir. Çünkü hatarât, her hayır ve şerre götüren kalbî isteklerdir”

Dedim ki:

“Hatırlar nereden başlar ve hangi şekilde gelirler? Bir tek şekilleri mi var, yoksa birden fazla şekle mi sahiptirler”

Dedi ki:

“Ya nefsin hcvâsından ya Allah uyardıktan sonra o kuldan veya düşmandan meydana gelirler. Bu hatırlar üç çeşittir:

1.      Rahman olan Allah’tan bir uyarma şeklinde olur. Hz. Peygamber, birçok kişiden rivayet edilen bir hadîs-i şeriflerin­de şöyle buyuruyor: “Allah kime hayır dilerse kalbine, kendisi­ne nasihat edecek bir ikaz edici verir.”6’’ Nevvas b. Scm’an da Hz. Peygamber’den, "Her mü’minin kalbinde olup ona nasihat eden meleke, gidilen yolun altında ve üstünde bulunan işaretlere benzer. Üst kısımda olan işaretler onu uyarır.”    şeklindeki darb-ı meseli rivayet etmiştir. Hz. Peygamber’in bu sözlerinden, Allah’ın kullarını ikaz ettiğini ve bunu da akıllarına ihtarda bulunarak yaptığını öğreniyoruz. Bazen direkt olarak insan zihnine hatır­lar gelir. Bazen de görevli bir melek vasıtasıyla bu hatırlar veri­lir ve kalp uyarılır. İbn Mcs’ud'dan rivayet edilen hadîs-i şerifte Hz. Peygamber insanın biri melekten diğeri de şeytandan ge­len iki lümmeye  duçar olduğunu açıklamaktadır.

2.     Nefsin emir ve teşvikiyle olur. Allah’ın Peygamberi İsra­il’in (Hz. Yakub) diliyle aktarılan şu âyet konumuza bir delildir: “Belki de nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi (teşvik etti).” (Yusuf, 12/18). Hz. Adem’in çocuklarının olayında: “Ni­hayet nefsi, kardeşini öldürmeye itti de onu öldürdü.” (Maide, 5/30) denilirken, Hz. Yusuf un dilinden de “Doğrusu nefis kötülüğü emredicidir.” (Yûsuf, 12/53) ifadesi aktarılmaktadır.

3.     Şeytanın kötüyü süsleyip güzel göstermesi, vesvese vermesi ve dürtmesi ile olur. Bundan ötürü Allah, Hz. Pey- gamber’e böyle bir durumda kendisine sığınmasını emrederek, “Eğer şeytandan bir fit gelip seni dürterse hemen Allah'a sığın. Çünkü o, işiten ve bilendir.” (A’raf, 7/200) buyurmuştur. Ayrıca şu âyetler de birer delildir: “İnsanların kalbine vesvese sokan şeytanın şerrinden Sana sığınırım.” (Nas. 114/5). “Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi.” (Araf, 7/20), “Fakat (inatları yüzünden) kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi.” (JEn’am, 6/43).

Öyle ise kula düşen, havâtırın hangi cinsten olduğunu an­lamaya yetecek bir ilimle tedbir almasıdır. Bu konuda Kitap ve Sünnet’i kendine rehber olarak seçmelidir. Ancak akılla da tedbirini almazsa faydalı ve zararlıyı ayıramaz. Bir bilge, “Eğer aklın hevâ-yı nefse galip gelmesini istersen, neticesini düşün­meden hoşa giden her işi yapma!” demiştir.

Tedbirli Olup Fiil Anında Nefsi Gemleme

Dedim ki:

“Tedbir (teşehhüt) nasıl olur?”

Dedi ki:

“İşe girişmeden nefsi gemlemek, aceleciliği terk etmek ve sabırlı olmakla olur”

Dedi ki:

“Nefis aceleciliğe yönelirse nasıl gemlenir?”

Dedi ki:

“Allah’ın gözetimi altında olduğunu hatırlatarak, yanlışlık yapması durumunda cezaya çarptırılacağı gerçeğiyle nefsi kor- kutmalıdır. Şayet yola gelmezse ona şöyle hitap etmelidir: “Allah seni görüyor, öyle ise acele etme, sakin ol! Çünkü yarın bu fiilin­den hesaba çekileceksin.” Bununla beraber, güçsüzlüğünü giderip hevâ-yı nefsine galip gelmesi için Allah’tan yardım dilemelidir. Çünkü yaptığı işten ötürü yarın hesaba çekilmek kendisine ağır gelen kişi, dünyada bir işe girişmeden tedbirini alır. Zira yarın bu fiilinden ötürü Allah’ın yardımını almamaktan korkar.

Akıl, ilim vc tedbirle, kalbe gelen havatırın hangisinin fay­dalı, hangisinin zararlı olduğuna bakmalıdır. Aksi takdirde şeyta­nın dürtülerinden, Allah’tan geldiğini zannedebileceği nefsin teşviklerinden veya nefisten geldiğini zannederek iyiliğe götüre­cek Rahmani bir duygudan yüz çevirme tehlikesinden kurtula­maz. Bu, karanlık ve yağmurlu bir gecede çukur ve hendeklerle dolu bir yolda yürüyen kişiye benzer. Feneri yoksa, gözlerinin faydası olmaz. Gözleri görmüyorsa, fenerin faydası olmaz. Aya­ğını koyacağı yeri görmüyorsa, dikkat edemeyeceği için ne fene­rin ne dc gözlerin faydası olur. Bakışlarını göğe çevirip önüne bakmazsa, her ne kadar gözleri sağlam ve feneri güçlü olsa da gözü görmeyen ve feneri olmayan kişi gibidir. Önüne baksa bile feneri yoksa gözleri yok sayılır. Bu misâlde sağlam göz, akıl; fener, ilim; dikkatle bakmak, akılla tedbir alma vc Kitap’la Sün­net’in ışığından faydalanmaya işarettir. Sakınmak isteyen kişi için bu tedbirlerden sonra fazla durmaya gerek yoktur. Bu durumda hatırda en ufak bir isyan görüldü mü, ne olduğu hemen anlaşılır. Çünkü her yönüyle tedbir alınmıştır. Net olarak anlaşılmayan ve tanınmayan bir hatır ortaya çıkınca acele etmeyip onu tanıma

yoluna gitmelidir. Onu tanımadan kesinlikle kabul edip yap­mamalıdır. Bu uzun bir zaman alsa bile... Neticede Allah’ın bu işten razı olup olmadığına bakmak mecburiyetindedir. Bundan . başka da bir yol yoktur.

Allah Hakkına Riâyet Edenlerin Özellikleri

Allah hakkına riâyet edenler farklı mertebelere sahiptirler.

I İcrkes manevî gücüne uygun bir mertebede yer ahr.

Bu mertebenin ilki, ki Allah hakkına riâyette en güçlülerin yer aldığı mertebedir, Allah’ın bütün haklarına inandıktan sonra her duygu ve düşüncede bu haklara riâyet etmektir. Kalbine do­ğan her hatır için Kitap ve Sünnet’ten delil ister. Sadece vicdanın sesi ile kabul etmez. Onu terk edip de bir şey elde ederim ümidiy­le kalbi fikir meydanlarında dolaştırmasına müsaade etmez. Ancak bir delille Allah’ın ona bunu emrettiğini veya bu konuda serbest olduğunu ya da sebep, zaman, illet vc irâdesiyle buna izin verdiği­ni bilmesi durumunda, söz konusu duyguyu bekletmez..

Bazen, sünnete çağırıyor diye bir hatırı kabul eder, hâlbuki o bid’attır. İbadete davet ettiğini zanneder, oysa günahtır; iyili­ğe davet ettiğini düşünür oysa kötülüktür, ibadeti terk ettirerek ilılâsa, kibirle insanlardan uzaklaştırmaya, ucub ve kendini beğenmişlikle ibadetlerinin kabul edileceğine inanmaya; haset­le iyilikte yarışmaya, Müslümanların din ve dünyalarında belâ­lara duçar olmalarını isteyip, mal ve canlarını helâl kılarak Al­lah için gazaplanmaya çağıran duygular gibi. Veya Allah’ı ten­zih etmek için Kaderiyye, teşbihi nefyetmek için Cehmiyye, Cehmiyyeyi reddetmek için Müşebbihe, ahiretteki azabı ka­bullenmek için Mu’tezile, Allah adına gazaplanıp kılıcı kul­lanmayı öne çıkarmak için Hariciyye, kaderi büyütüp imanı eksiklikten tenzih etmek için Mürciye fikrine götüren duygu ve düşünceler gibi.

Bazen bir duygu bütünüyle bid’attır ama sünnet zannedilir. Bid’at ehlinin bid atlarını sünnet zannetmeleri bunun örneğidir. Ehl-i Sünnet’in durumu da böyledir. Düşman gaflet anında, his­settirmeden onları bid’ata çağırma fırsatını hiç kaçırmaz. Eğer böyle olmasaydı, ibadetlerinde ve diğer işlerinde sünnete uyan kimselerin lıiçbir bid’ata düşmemeleri gerekiyordu. Çünkü düş­man onu zühd, nzâ ve tevekkülünde bile bid’ata çağırır. Böylece zühd, rızâ, tevekkül ve benzeri konularda önder olanların yoluna uymayıp bid’ata düşerler. Üstelik bu yaptıklarının sünnet olduğu­na inanırlar. Bazılarının, malı telef etmeyi, anne-baba hakkına uymamayı, ev halkının iaşelerini kazanmayı terk etmeyi, azıksız olarak yolculuğa çıkmayı, Müslümanların başına bir belâ geldi­ğinde bununla sevinmeyi, tedavi olup ilaç kullanmayı haram say­mayı, “Keşke günahlar olmasaydı.” şeklindeki temenniyi terk etmeyi, farz ve sünnetleri terk ederek, güya, Allah’la uğraşmayı, halkın kalbinde geçenlere muttali olma derecesinde gaybî ilimle kalbi aydınlatıp basiret sahibi olma iddiasını zühd saymaları gibi. Bütün bu işlerde delilleri Hz. Peygamber’den rivayet edilen, "Mü’nıin Allah'ın nuruyla bakar.’*'" ve benzeri hadîslerdir.

Zikredilen her grup, Kitap, Sünnet ve kıyastan deliller ge­tirmektedir. Ancak bu delillerin açıklanması konuyu uzatır. Biz hepsinden sakındırmak istiyoruz. Böylece Kitap vc Sünnet ilmiyle tedbirini alan âlim, onları tanır. Kişinin kalbini, amelle ibadet etmenin dışında, Kaderiyyc, Cchimiyye, Mu’tezile, Rafıziyyc ve benzeri düşüncelere sevk eden her duygu böyle­dir. Kul ancak Allah’ın bu konudaki emir veya iznini belirten bir ilim sayesinde bu tür düşüncelerle, Allah’ın sevdiği ve Sün- net’e dayalı işleri ayırabilir. Kalbine gelen menfi bir hatırı veya kalbine perde olan düşünceyi ancak, Allah tarafından, sebeple­ri, illetleri ve vakitleriyle nehyedildiğini ve zemmedildiğini belirten bir ilimle nefyedip giderebilir.

68 el-Tinnizî, Tejsîru Sûre, 19, 16.

Bazen kul, kalbine gelen hayırlı bir hatırı, kötü bir ha­tırdır düşüncesiyle reddeder. Bazen onu sünnete çağırır, kul onun, düşman tarafından süslenen bir bid’at çağrısı olduğu­nu zanneder. Bid’atçının kalbine sünnete götürücü bir hatır gelince onu bid'ate davet eden bir hatır zannetmesi bu dü­şüncemizin delilidir. Düşman, Allah yoluna girmiş olan kişiyi, iyiye vc kötüye götüren hatarâtı reddetmesi için ser­best bırakmaz. Allah böylelerinin mazeretlerini kabul etme­yerek tenkit etmiş ve “(Bunlar) iyi işler yaptıklarını sandık­ları halde, dünya hayâtında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kelıf, 18/104), “Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse, (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?” (Fatır, 35/8) buyurmuştur.

1Iz. I luzeyfe, Allah yolunda ve O’nun rızâsı için savaşıp öldürüldüğü halde hakka ulaşmayı başaramayan kişinin duru­mu sorulunca, “Şu kadar kâfiri öldürse bile CehenncnTi boyla­yacaktır. Ancak Allah rızâsı için savaşıp gerçeği bulabilenler, O’nun yolunda sayılırlar.” cevabını vermiştir.

Gerçeği ve iyiyi bulamayan ile iyi hatırlan, kötü hatır­dırlar düşüncesiyle reddeden kişi aynıdır. Bu ayrımı ancak Kur’ân vc Sünnet ilmiyle yapabilir. Söz konusu ilimle bir duygunun Allah tarafından sevilen kalbî bir hatır olduğunu anlayınca onu kabullenir ve o doğrultuda hareket eder. Ama bunun aksine söz konusu duygunun Allah tarafından sevil­meyen veya Kur’ân, Sünnet ya da ümmetin icmaı ile kötü­lenen bir hatır olduğunu anlayınca onu reddeder ve kalbinin kapılarını ona kapatır.

Bu iki durumdan biri kesinlik kazanmazsa tedbirli ve dik­katli olmalıdır. Bunu değişik yollarla araştırmalı yerine göre daha büyük âlimlere sormalıdır. Bu yolu takip etmezse bilme-

î

yerek dalâlete düşebilir. O zaman da kötüyü, iyi; iyiyi de kötü zannedebilir. Bütün bu tehlikeler atlatıldıktan sonra bile kişi tanı emniyette olamaz.

Yukarıda anlatıldığı şekilde hareket etse kalbinde ve dış organlarında Allah’ın hakkına uymuş olur. Kalbine doğan her duyguyu hemen diline döküp söylemez. Kulağına çarpan her sesi hemen dinlemeye koyulmaz vs.

Nitekim, ibn Omer‘in rivayet ettiğine göre bir gün Hz. Peygamber yolda giderken bir çobanın çaldığı çalgı sesi kulağı­na gelince, hemen parmaklarını kulaklarına sokarak oradan uzaklaşmış, kendisine sesin artık ulaşmadığı haber verilince parmaklarını çekmiştir. Böylece Allah’ın hoşlanmadığı bir sesi duymamaya gayret etmiştir.

Göz, el, ayak vc benzeri organların bütünü için aynı ölçü­ler geçerlidir. Gözün, ani olarak bakmanın dışında, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeye bakmaması gerektiği gibi, elin tutmama­sı, ayağın da o yolda yürümemesi icap etmektedir. Söz konusu işin caiz olduğu ortaya çıkıncaya kadar...

Önce Hangi Farzlardan Başlanmalı

Dedim ki:

“Kalbime gelen ve inanmam gereken ya da dış organlarım­la yapmam icap eden hususlarda tedbirli olduktan sonra, geriye korkutulacak hangi şeyler kalmaktadır? Bunun dışında yap­mam gereken bir şey kalıyor mu?”

Dedi ki:

“Evet, Allah kimisi açık kimisi de üstü kapalı birçok farzlar emretmiştir. Kapalı olanlar sünnetin açıklamalarına muhtaçtır­lar. Bazı farzlar gecikebilecek belli bir vakte bağlıdır. Özürsüz olarak o vakit geçinceye kadar söz konusu farz yerine geti­rilmezse Allah’a isyân edilmiş olur. Bazı farzların iki vakti bu­lunur. İlk vaktinde yapılırsa daha faziletlidir. Ama ikinci vakitte de yapılırsa günaha girilmiş olmaz. Cenâb-ı I lak, farz kılınan şeye haram bir yolla ulaşılmasını caiz görmediği gibi, nafilenin farza tercih edilmesini de caiz görmez. Sana ve diğer mü’min- lere düşen şey her farzı ilk vaktinde yapmak, daha sonra yapa­bilecek bir şeyi onun önüne geçirmemek ve o farzı terk edip kurbiyet için nafileye satılmamaktır.

Dedim ki:

“Bütün bunları nasıl yapacağımı, birkaç farzın vakti bir­den girince önce hangisini yapmam gerektiğini vc hangisi­nin vaktinin geçebileceğini, hangisinin geçmeyeceğini bana izah et.”

Dedi ki:

“İki farz birden gerekli olunca, Kur’ân ve Sünnet’te önce­lik hangisine verilmişse ondan başlamalısın. Meselâ, hem an­nenin hem de babanın ihtiyacı ortaya çıkınca önce annenin ihtiyacını yerine getir. Bu misâli, sözü fazla uzatmak istemedi­ğim için verdim. Diğerlerini buna kıyas et. Kişi annenin isteği­ni önce yerine getirmelidir. Çünkü anneye iyilik yapmak Hz. Peygaınber’in sünnetinde ve ümmetin icmaında babaya iyilik yapmaya takdim edilmiştir. Anne-babası olmayanın akrabaları­nın bir ihtiyacı olup da hepsine el uza ta iniyorsa, en yakın akra­badan başlamalıdır.

Konuyla alâkalı hadîs-i şerifte Hz. Peygamber, “Kime iyi­lik edeyim ya Rcsûlallah?” şeklinde soru soran sahabeye üç defa “Annene, annene, annene.” deyip dördüncüsünde “Baba­na iyilik et. Daha sonra da sırasıyla akrabalarına.” buyurması bunun delilidir.  Yakın akrabalar arasında da en muhtaç olana iyilik etmelidir. Ama hepsine iyilik yapmaya gücün yetiyorsa o zaman önceliği istediğine verebilirsin.

Meselâ birisi, “Çıkmış olduğum yolculuktan sağ salim evime dönersem, eve vardığım ilk günden itibaren bir ay oruç tutmayı adıyorum.” dese ve Ramazan’ın ilk günü evine sağ salim ulaşsa, Ramazan orucunu tutması ve adağı tehir etmesi vacip olur. Bay­ram günü de eve varsa yine o gün tutmayıp tehir etmesi gerekir. Çünkü bayram günü sünnete uyup iftar etmesi evlâdır.

Kişi hacca gidebilecek mal varlığı elde ettiği halde geride bakmakla yükümlü olduğu anne-baba ve aile efradına yetecek mal bırakmıyor vc kendileri de geçimlerini sağlaya iniyorlarsa, onların bakımını hacca tercih etmelidir. Sünnet ve icma-i ümmet bunu gerekli kılmaktadır.

Bir yer ve zamanda birisiyle buluşma sözü veren kimsenin verdiği saat cuma namazına veya herhangi bir farz namazın son vaktine denk geliyorsa, o sözünü yerine getirmeyip cuma veya vakit namazını kılar. Bu durumda verdiği sözünden caymış olmaz. Çünkü normal şartlarda Müslümanlar, söz konusu etmeseler bile namazın terki konusunda sözleşemezlcr. Bu kalben gerekli bir husustur.

Yine meselâ cuma namazının veya herhangi bir vakit na­mazının son vaktinde çocuklar, yapılmaması durumunda ken­dilerini çok zor durumda bırakmayacak bir istekte bulunurlar­sa, sadece şefkat duygularının coşmasıyla onlara el uzatıp na­mazı terk edemez. Namazı tercih etmelidir. Sabah namazı için güneşin doğması, ikindi namazı için batması gibi... 11er farz ibadet için durum böyledir. Ancak çocuklar ve benzerlerinin ciddi bir tehlike ile karşılaşmaları durumunda bazı farzlar terk edilebileceği konusu ihtilaflıdır. Nitekim Hz. Peygamber “Ya­ratıcıya isyan etme konusunda hiçbir varlığa itaat edilmez.”    buyurmuştur.

Maddî durumu hacca gitmeye yeten kimse, alacaklılar ta­rafından, borcunu ödemesi için sıkıştırılıyorsa veya hacca git­mesi durumunda anne-babasını veya akrabalarını rahatsız ede­ceklerse, hacca gitmeyip borcunu ödemesi gerekir. Ayrıca sata­cak malı mülkü varsa onu satar ve hacca gider. Geride kalanlar için de Allah’a hakkıyla tevekkül eder. Böyle bir hareket tarzı, bakmakla yükümlü olduğu kişileri tehlikeye atmak değil, önce­likli olan bir vacibi diğer bir vacibe tercih etmektir. Çünkü Allah, hakları hak sahiplerine verilmesini emretmiştir. Hz. Peygamber de, “Ödeme imkânı olanın borcunu geciktirmesi zulümdür.”7’ demiştir. Alacaklı istiyorsa, kişi anne-babasının, kendi borcunu ödemesine engel olmaya çalışmaları durumun­da, onların sözüne uymaz. Yukarıda sayılan durumların dışında herhangi bir sebepten ötürü, bakmakla yükümlü olanları zor durumda bırakıp hacca giden şahıs yanlış yapmış olur. Çünkü Allah’ın tehir ettiğini, öne almıştır. Oysa ki Allah’ın emrine muhalefet etmekle O’na kurbiyet sağlanamaz.

Kişi, vakti girmiş bir vacibi, henüz vakti girmemiş bir va­cipten önce yapmalıdır. Meselâ hacca gitmek isteyene anne- babası hacca ulaşabileceği son vakte kadar yanlarında kalmala­rını isterlerse veya cuma ve diğer namazların son vakitlerine kadar ihtiyaçlarım gidermesini isterlerse, onların sözünü din­ler. Yakın akrabanın cenaze namazını kılma durumu da hasıl olsa, yine haccı ve namazı son vaktine kadar geciktirir.

Yine meselâ, bin saati belli, diğeri de saati belli olmayan iki buluşma sözü verilmişse, saati belli olana öncelik verilmelidir.

İhmal, uyku veya unutma gibi bir sebepten ötürü namazı kaçıran kişi, ondan sonraki namaz vakti girdiğinde, eğer zaman daralmamışsa, kaçırdığı namazı önce kaza etmeli sonra o vaktin namazını kılmalıdır. Ama vakti yeni giren namazı kılınca kaza­ya kalanı kılamama tehlikesinin olması durumundaki hareket tarzı, ihtilaf konusudur. Ancak birincisinden başlaması gerekti­ği daha kuvvetli bir görüştür.

Vermiş olduğu bir sözü unutup ikinci bir söz verdikten sonra ilkini hatırlarsa, verdiği ilk söze öncelik tanır. Çünkü Allah emrettiği farzları sıraya koymuştur. Öğleden önce sabah namazını, ikindiden önce de öğle namazını yerleştir­miştir. Birçok farzlar böyledir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'e şu vasiyette bulunmuştur: “Allah’a gece yapılacak ibadetler vardır. Onları gündüz kabul etmez. Gündüz ya­pılması gereken ibadetleri de gece kabul etmez.”  Böylece Allah’ın öne aldığını öne, tehir ettiğini de tehir etmesini vasiyet etmiştir.

Bir farzı yerine getirirken, derecesi biraz daha düşük diğer bir farz araya girerse, yapmakta olduğunu bitirmelidir. Meselâ cuma namazına veya son vaktine girmiş sabah namazına başla­dıktan sonra, yakın akrabasının cenaze namazına çağırılsa veya hacda olduğu sırada hemen geri gelmesi için bir mektup alsa, baççını yanda kesmeyip tamamlamalıdır.

Bazen bir vacibi yerine getirmek için bir günah aracı yapı­labiliyor. Meselâ, aile efradına yiyecek temin etmek için haram veya şüpheli yollara girmek; hanımına veya çocuklarına zul­metti diye anne-babaya küsmek bu kabildendir. Bu hareketle­riyle güya aile efradının hakkını korumak istemektedir. Tavrını şöyle tevil edebilir: “Hanımım elimde esir gibidir. Anne- babama saygı duymasını tavsiye etmişim. Hâlbuki hanımıma zulmediliyor.” Veya tam aksine, anne-babasını razı etmek için hanımına baskı yapar. Bunları yapması uygun değil. Aksi halde bir vacibi, bir günah vasıtasıyla yapmış olur. Dolayısıyla Allah onu kabul etmez ve hoşuna gitmez.

Hanımının gönlünü alması için çocuğunu dövmesi, İs­lâm’ın prensiplerini, döverek, söverek benimsetmeye çalışması, anne-babasına saygı göstermek için akrabalarıyla ilişkilerini kesmesi, kendisine necaset bulaşır ve namazına zarar gelir kor­kusuyla, annesine, hanımına veya hizmetçisine kötü söz söyle­yip dövmesi ve bütün bunları Allah için kızmak diye nitelen­dirmesi yanlıştır.

Bir farza başladıktan sonra, daha öncelikli bir farz ortaya çıkarsa ilk başladığım keser diğerini yapmaya başlar. Meselâ ilk vaktinde veya orta vakitte farz bir namaza başladıktan sonra kılmadığı bir kazası olduğunu hatırlarsa, namazı keser, kazayı kılar sonra o vaktin namazını kılar. Bazıları daha sonra da kıla­bilir demişler. Ama bu görüşe uyma! Çünkü bunu, fasid olmuş hacca benzetmişlerdir. Fasid olmuş hac tamamlanır, gelecek sene tekrar edilir. Fakat hacda ihram gerekli olduğu için gele­cek seneye bırakılıyor. Namaz için böyle bir şart yoktur. Anne- babası yanlarında kalmasını istediklerine seferberlik ilan edilse savaşa katılması gerekir. İlk vaktinde namaza başlasa ve gözü önünde bir adam öldürülmeye veya bir kadına tecavüze kalkı­şılırsa, gücü yetmesi vc namaz vaktinin çıkmaması şartıyla, olaya müdahale etmek üzere namazını bozar. Vaktin çıkma korkusu varsa bozup bozmamada ihtilaf edilmiştir.

Nezir orucuna niyetlendikten sonra o günün bayram ol­duğunu öğrense orucunu bozar. Kadın, nezir orucuna niyet- lense veya farz namaza başlasa ve o esnada hayız olsa orucunu veya namazını bozar.

Bazı kişiler nafileleri yerine getirip takvâlı olmak için bir kısım farzları, vacipleri veya helâl malı, helâl olamaz düşüncesiyle, terk eder. Sanatkârlığı, ticareti, miras malını terk eder. Aile efradını aç ve çıplak bırakır. Onlar da ona kızar ve küserler. Hâlbuki, helâl mal elde etmeye gücü yet­mektedir. Kesin bilgisi olmamasına rağmen malına haram karışmıştır zannıyla veya yola çıktığında geride bıraktığı aile efradının başına bir şey gelir de ona küserler korkusuyla, hacca gitmez.

Böylece şeytandan gelen bir vesvese yüzünden farzı terk eder. Emredileni yerine getirme zannıyla farzı terk eder. Büyük bir titizlikle uzun müddet içinde abdest alır. Ama abdestle uğra­şırken bazen namazın vakti çıkar veya mekruh vakit girer, bazen de cemaati kaçırır. İstibra veya boy abdestiyle de böyle uzun boylu uğraşır vc bu tavrın gerekliliğine inanır. Bazı şahıslar da iftitah tekbirlerini tekrarlar dururlar. Bazıları namaza başladıktan sonra, herhangi bir yerinde keser baştan alırlar. Bu uğraş içinde iken namazı ya kaçırır veya da mekruh vakte kaydırır.

Farzların Yerine Getirilmesinde

Hangisine Öncelik Verilmeli?

Bazen, Kitap veya Sünnet’te yapılması gereken bir husus ortaya çıkar. Ancak bir sebepten ötürü onu terk etme gereği bulunmaktadır. Buna rağmen o vacibi yerine getirerek, terk etmeyi gerektiren sebebi görmezlikten gelir. Meselâ akrabası bir evi gasbetmiştir. Ev sahibinin izni olmadan, güya akraba hakkını gözetmek için o eve girer. Ya da gasbedilen o eve dü­ğün yemeğine davet edilmiştir. Ev sahibinden izinsiz olarak düğün yemeğine gider. Veya İslâm’ın yasaklamış olduğu du­rumların bulunduğu düğün yemeğine katılır. Bununla gayesi, Müslüman kardeşinin hakkına riâyet etmektir. Hatta “Ben bir bâtıl için hakkı terk edemem, evlâ olanı yaptım.” diyerek dav­ranışını tevil eder. Hâlbuki, hakkı hak bir yolla yapmalıydı. Bâtıl bir yolla yapmak caiz değildir.

Bazen, bir farzı eda etmeye öyle bir engel çıkar ki, ancak özür sayılması durumunda o haliyle söz konusu farz yerine getirilebilir. Meselâ, sürekli küçük abdestin akması, burnun- kanaması veya ishal olunması... Tam bir abdestle namaz kılacağım diye bu özürlerle namazı kılmayıp kaçırırsa yanlış yapmış olur. Çünkü söz konusu özürlerle, her farz namaz için abdesti tazeleyip kılabileceğine dair icma vardır. Nite­kim Hz. Peygamber müstahade (özürlü) olan kadına bu şekilde hareket etmesini emretmiştir. Hz. Ömer yaralandı­ğında böyle davranmıştı. Kanı aktığı halde namaz kılıyordu. Zeyd b. Sabit, küçük abdesti sürekli aktığı halde abdest alıp namaz kılardı.

Yine meselâ, baş ağrısı ve benzeri bir hastalıktan ötürü secdeye eğilemediği için namazı terk edip iyileşmeyi veya has­talığın hafiflemesini beklemek uygun değildir. Çünkü, nasıl imkân buluyorsa o haliyle kılmak gerektiği hususunda icma vardır. Nitekim Hz. Peygambcr’in ayağı incindiğinde, ayrıca vefatına yakın hastalığında, oturarak namaz kılmış, Hz. Ebû Bekir de yanında durmuştur/7

Bazen kişi bir farzı yerine getirmek için, daha öncelikli bir şeyi terk eder. Seferde veya hastalıkta oruç tutmak gibi.. Oruç­lu olduğundan ötürü ancak oturarak veya yaslanarak namazı kılabilir. Hâlbuki oruç tutmazsa ayakta namaz kılabilecektir. Seferde veya hastalıkta oruç tuttuğundan ötürü sıkıntıya düşer vc ne konuştuğunu bilemez bir hale gelir.

Bazen kul yapılması gereken bir farzı, dünyevî menfaatine aracı yapar. Üstelik cahilliğinden böyle davrandığı halde, kul­luk görevini daha iyi bir şekilde yerine getirdiğini zanneder. Meselâ zekâtını, bakmakla yükümlü olduğu bir fakire veya

7S el-Buhâri, Ezan, 51, 82; Müslim, Salar, 77, 81; Ebû Dâuûd, Salat, 68; Nesei, İma­met, 40, el-Muualla, Cunı’a, 16

114 Kalp Hayatı -1 hizmetçisine, işçisine, çocuğunun süt annesine, hanımının hizmetçisine vb. yaptığı işin ücreti yerine geçecek şekilde ver­mesi gibi. Hâlbuki bunlara kendi malından vermesi gerekmek­tedir. Güya onlara iyilik yapmak için zekât verir. Oysa onlardan öncelikli olan bir fakire vermesi gerekir. Bazen de, dilinden kurtulmak istediği veya teşekkür beklediği birisine verir. Oysa Allah, “..Onlar ki, temizlenerek mallarını hayra verirler. O’nun katında hiç kimsenin mükâfat verilecek bir nimeti yoktur. An­cak en yüce Rabbi için iş yapanların işi müstesna.” (Leyi, 92/18- 19) ve “Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar kat kat artıranlardır.” (Rum, 30/39) buyurmaktadır.

Diğer bir misâl de, ölümünden sonra geride bırakacağı malından fakirlere, yolda kalmışlara vb. muhtaç kişilere veril­mesini vasiyet eden kimsenin vasiyetini yerine getirirken, özel­likle bakmakla yükümlü olduğu, dilinden korktuğu, teşekkür veya karşılık beklediği kimseleri seçerek, daha öncelikli olanları hesaba katmaz. Böylece vasiyet edenin vasiyetini, onun istediği şekilde yerine getirmeyip öleni kandırmış ve işi kendi faydasına uygun yönlendirmiş olur.

Yine meselâ, yapması gereken bir işi, yararı kendine yönelik olduğu için fazlasıyla yapar. Bu arada yapması gereken diğer bazı işleri de aksatır. Dünyalık bir menfaatten ötürü bazen, yapması gereken işi çarçabuk yapar. Meselâ, ailesinin geçimini temin için çalışır ve günler, aylar hatta senelerce yetecek gıda biriktirir. Bir akrabası, komşusu veya yolda kalmış kişi ihtiyacını söylese, ailesi­ne bakmakla yükümlü olduğunu söyler ve muhtaca el uzatmaz. Ya da ailesinin rızkını sağlamak için çalışmasının öncelikli bir farz olduğunu bahane ederek, akrabasının cenazesine katılmaya bile vakit ayırmaz. Ve Hz. Peygamber’in, “Önce bakmakla yükümlü

olduklarından başla.”16 hadîsini kendine delil olarak gösterir. Kendi­lerine yetecek imkanları olmasına rağmen yine onlar için çalışma­yı bir farz olarak iddia eder. Oysa, diğer muhtaçlara cimriliğinden el uzatmamış, cenazeye de tembelliğinden katılmamıştır. Ya da cahil ve işleri karıştıran biridir. Bununla birlikte, aile efradı için çalışmanın gerekliliğinde de ihtilaf vardır.

Bir kısım insanlar da nafile bir işi yapmak için vacibi terk eder. Oysa tam aksine nafileyi terk etme pahasına vacip yapılma­lıdır. Meselâ, hadîs ilmini tahsil etmek için ailesinin rızkını yol­larda harcar, onları aç bırakır, perişan eder. Ya da anne-babasının ihtiyacı olduğu ve izin vermedikleri halde ilim tahsili için, onları öylece bırakır vc gider. Veya uzaklaşması gereken kişilerle, mese­lâ, gıybet ve benzeri hususlardan ötürü onu günaha sokacak kimselerle arkadaş olup hadîs ilmini tahsile gider. Veya ailesini perişan bırakarak ya da anne-babasının rızâsını almadan nafile hacca veya gazveye gider. Ya da anne-babasının rızâsı olmadığı halde hiç uyumadan zikreder. Ya da üzerinde hakkı olanları fakir bırakarak mücahitlere, hacca gidenlere, eşe-dosta malını harcar. Bütün bunları, elindeki mal sadece harcadığı kadar olduğu halde yapsa, Allah’ın koyduğu bir vacibi terk etmiş ve vacip olmayan bir yolda harcamış olur. Üzerinde, yaptığı haksızlıktan ötürü vermesi gereken bir borcu olduğu ve alacaklılar sıkışık olup istedikleri halde, borcunu vermeyip parasını hadîs ilmini tahsil vc benzeri nafileler için kullanması da bunun gibidir.

76 el-Buhâri, Zekât, 18; el-Timıizî, Zekât, 38, Neseî, Zekât, 51; Darimî, Zekât, 21, Sahavî, Makasidu ’I-Hasenc, 7.

Yaptığı Ameli İfsad Edecek Yollarla

Nafile İbadete Yönelmek

Kişi bazen, caiz olmayan bir yolla nafile ibadete yönelir, Allah’a yaklaşmak ister. Elindeki yetkiyi kullanarak, zorbalık, hıyanet, rüşvet, faizli ahş-veriş ve diğer yasaklanan alış­verişler, resim yaparak veya altın-gümüştcn kap-kaçak yapa­rak güya sanat icra etmek, haram oyun aletleri yapmak, silah ve siyah renkli giysiler satmak, erkeklere ipek satmak ve ben­zeri işler ve satışlardan elde ettiği para ile ailesinin geçimini sağlamak, hacca gitmek, gazveye çıkmak, dostlara ikramda bulunmak, konunun misallerini teşkil ederler. Bununla nafile ibadeti kasteder. “Ben bununla Allah rızâsı için, küçük çocuk­lara, akrabalara bakmaktayım.” diyerek, güya kendini haklı çıkarır. Oysa, sayılan işlerin bir kısmında Allah’a isyan etmek­te, bir kısmında ise, en azından kerahet vardır. Bunlardan bir kısmını diğerine tercih etmiştir. Ebu’d-Derda' haram yoldan mal kazanıp haram yolda harcayana, yetimi soyup dul kadını giydirmeye benzetmiştir..

Zalim idareciye gelip helâl olmayan hususlarda ona itaat etmek, yalanlarını tasdik etmek ve onunla oturup kalkmakla zulmüne mâni olduğunu, alacaklıların hakkını aldığını, fakir­lere yardım sağladığını, İdarî görev alarak adaletle hükmetti­ğini, zulme uğrayana yardım ettiğini söyleyerek bununla se­vap kazandığını zanneder. Neticede söz konusu kötü işlere bulaşır, niyeti halis bile olsa yanlışlık yapar ve cahilane hare­ket etmiş olur. Onu Allah’tan uzaklaştıran şeylerle Allah’a yaklaşmaya çalışır. Şayet bu davranışlarından gayesi dünyalık mal elde etmek ise sadece yalan ve yanlış toplamış olur. Elin­de devlet arazisi bulunduğundan ötürü sultana gelerek vaaz eden ve yağcılık yapanın durumu böyle olduğu gibi, yetkilile­rin yanında sözü geçtiğinden veya zengin olduğundan ötürü bid’at ehli kişiye yaklaşmak ve bununla zulme mâni olmak, zayıfa yardım etmek ya da fakirlere para bulup vermek gaye­sini gütmek de bundan farklı değildir.

Kişi bazen, Allah için din kardeşlerini sever. Ama haksız yere onların nefret ettiğinden nefret eder, ilişki kestiklerinden ilişkisini keser, düşmanlık yaptıklarına düşman olur, gıybet ettiklerinin gıybetini yapar vs. Bunu yapmakla Allah için sev­menin hakkını verdiğini hayal eder. Oysa, farkında olmadan Allah’a isyan etmektedir.

Bazen sıcak soğuk demeden nafile oruç tutar, sıkıntıya dü­şer. Neticede anne-babasına, hanımına, çocuklarına veya hiz­metçilerine caiz olmayan sözleri söyler ve davranışlarda bulu­nur. Hâlbuki oruç tutmadığı zaman böyle bir şey yapmamak­tadır. Aynı zamanda bu oruç, elde etmesi gerekli olan geçimliği elde etmesine de engel olmaktadır. Âlimler geçimi sağlamak için çalışmanın vücûbu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Günü­müzde kurralardan nafilelerin peşine düşüp vacibi terk eden bir grup oluşmuştur.

Yemeği çok azaltıp aç kalmak da böyledir. Kendi kanaatin- ce zahitlik yapmaktadır. Bu iş onu, cevaz verilmeyecek derece­de sıkıntıya düşürür ve zayıflatır. Neticede geçimini sağlamak­tan ve Allah tarafından bir farz olarak değil, mendup olarak yüklenen daha öncelikli ibadetleri yapmaktan onu alıkoyan Ya da bakmakla yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağlamayı terk ederek onları aç vc çıplak bırakır. Çalışabildiği halde, ca­hilliğinden gelen bir yanlışlıkla bununla mütevekkil olmayı amaçlar. Evlâ olanı terk etmekle fazilet elde etmek ister. Söz konusu davranışlarından ötürü anne-babası ona kızar ama o aldırmaz. Hâlbuki onların rızâsı ve gözetilmeleri onu, yaptığı işten daha fazla Allah’a yaklaştırır.

Vacibi Terk etmeden Nafilelerde Korkulacak Hususlar

Dedim ki:

“Vacibi terk etmeden, nafileler konusunda korkacağım hususlar ve yapacağım hatalar olur mu?”

Dedi ki:

“Evet. Ancak nafilelerdeki yanlışlıkla günaha girmezsin. Fakat aldanır ve ayıplanırsın.”

Dedim ki:

“Bu konuları yeterince bilmiyorum, izah eder misiniz?”

Dedi ki:

“Gerçekten bazen mürid nafile olan iyiliklerde de alda­nır. Düşman vc nefis daha faziletliden bir alt kademedeki iyiliğe sürüklerler. Bu arada nefis de payını almış ve dinlen­miş olur. Bazen de aralarında yarışan iki iyilikten birini seçer­ken aldatır. Meselâ biri diğerinden faziletli olan iki durum aynı zamanda ortaya çıkarlar. Düşman ve nefis daha aşağı olana sevk ederler. Biri hasta diğeri de sıhhatli olan ve eşit seviyede sevilen iki din kardeşini ziyaret etmek gibi. Sıhhatli olanı ziyaret eder. Hasta olana gitmez. Hâlbuki hasta ziyareti daha faziletlidir. Çünkü hem ziyarettir hem de hasta görmeye gitmedir. Kendi başına işini görebilen kardeşine yardım edip muhtaç olana yardım etmemek din konusunda biri diğerin­den daha çok faydalı olan iki kişiden az faydalı olanı ziyaret etmek de böyledir. Düşman, çekemediğinden ötürü daha faydalısına engel olur. Nefis de alacağı lezzete mâni olur ve onu daha ağır işe koşar düşüncesiyle fazileti çok olandan alı­koyan Çeşitli yemeklerden ötürü zengin din kardeşlerine dua etmek de bunun gibidir. Bu davranışıyla iyilik yapmak, sevap alıp, fakir din kardeşlerine sıla-ı rahimde bulunmak istemek­tedir. I lâlbuki, bunu fakirlere yapması daha uygundur.

Biri fakir diğeri zengin iki cenaze olunca, zenginin cenaze­sine katılmayı tercih etmek de aynı yola çıkar. İbadet vasıtasıyla menfaatini gördüğü birini mükâfatlandırmak ister ve bunun daha faziletli olduğunu düşünür. Veya böyle yapmakla o tür insanların dilinden kurtulmak ister. Ya da bir taktik gereği bu­nu yapar. Söz konusu davranışın kendisi için evlâ olduğunu zanneder. Hâlbuki, Allah tercih edilmeye daha lâyıktır. Fakir olan şahıs evine daha yakın ise veya dinî açıdan daha üstün ise ya da cenazesine katılan kimse yoksa onu tercih etmelidir. Ba­zen fakirin daha faziletli olduğunu bildiği halde nefsine uyar, zenginin cenazesine katılır ve evlâ olanı terk eder. Hâlbuki evlâ olanı yapma sözünü vermişti.

Zaman olur sohbet eden iki ayrı şahısla karşılaşır. Biri diğe­rinden dinî açıdan daha faydalı şeyler söylemektedir. Dolayısıyla onu dinlemek daha uygun iken, az faydalı olan diğerini dinle­meye gider. I lâlbuki evlâ olan fayda ve selâmeti seçmektir.

Daha önce dinlediği bir hadîs-i şerifi, değişik yön ve isnatla­rıyla tekrar dinlemek isterken bir cenazeye katılma, hastayı ziyaret etme, hasta, zayıf, muhtaç veya yabancı olan bir Müslümana yar­dımcı olma gibi bir durum oltaya çıkar; o, hadîs-i şerifi dinlemeyi tercih eder ve bunun daha faziletli olduğunu düşünür. I lâlbuki diğer sayılan hususlardan birini yapmak daha çok sevap getirir. Zaten ilim tahsil etmek ve hadîs dinlemekten gaye bu işleri yerine getirmektir. Bunları yapmadıktan sonra bu ilmi nerede kullana­caktır? Bilmediği veya bir-iki defa dinlemiş olduğu hadîs ona fazladan bir bilgi verecek vc bazı kötü huylarını terk edecek ya da bir iyilik yapmaya sevk edecekse o zaman onu dinlemeğe gitsin. Çünkü böyle bir ilim tahsil etmek daha faziletlidir.

Bazen de bunun tersine, bilmediği ve ihtiyacı olan bir hadîs-i şerif söz konusu olur; bu hadîs ya yerine getirilmesi gereken bir farzdan, ya kaçınılması gereken bir haramdan, ya bir sünnetten veya gelecekte yararlanacağı bir iyilikten söz eder. Bu arada dostlarıyla sohbet edip, mescitte oturma veya yakanda ziyaret ettiği için ziyaret etmemesi kötü karşılanma­yacak bir akraba ziyareti söz konusu olur, o da hadîs dinleme­yi terk eder sayılan işleri yapmaya giderek, “Bildiklerimizle amel edelim.” der. Bu arada, “Hadîs dinlemenin de eski tatlı­lığı kalmadı.” diye ekler. Bu davranış şekli yanlıştır. Farzı, haramı ve sünneti öğreneceği hadîs-i şerifi dinlemeye gitmesi evlâdır.

Biri güzel mânâların olduğu, birtakım insanların konuştu­ğu yer, diğeri de duyguların sükûnet bulduğu, eğlenilecek bir şeyin olmadığı, okuduklarını daha iyi düşünebildiği yer olmak üzere iki yerde namaz kalma imkânı ortaya çıkar. Nefis vc şey­tan onu ilk yerde namaz kılmaya sevk eder. O da, nerde ise yanlışlıklar yapma pahasına, orada namaz kılar vc buranın daha faziletli olduğunu düşünür veya nefsi onu etkiler.

Oruç Konusunda Karşılaşılan Afetler

Kişi bazen nafile oruç tutmayı, bir nevi alışkanlık haline getirdiğinden vücûdu, diğer ibadet ve iyilikleri yapmaya engel olacak şekilde güçten düşmez. Nefis ve şeytan, oruç tutmama­sının daha faziletli olduğunu, çünkü daha çok güç kazanıp yardıma muhtaç olanlara yardımcı olabileceğini, daha çok na­maz kılabileceğini ve geçimi için daha iyi çalışabileceğini fısıl­darlar. Bunun üzerine, ancak, güçlü-kuvvetli bir şahsın oruç karşısında çektiği zorluk kadar zorlandığı halde orucunu bozar. Belki de oruç tutmadığı zaman daha çok güçten düşer.

Bazen de bunun aksine nafile oruç tutar. Ölçüyü kaçırdı­ğından zayıflar, güçten düşer. Öyle ki, cenazelere katılamaz, ilim tahsil edemez, hasta ziyaret edemez vc hatta camiye namaza gidemez bir hale düşer. Kısacası, gündüz oruçlu iken âdeta hiç­bir iyilik yapamaz duruma gelir. O zaman oruç tutmaması evlâ­dır. Ancak her işi yapamayıp bir kısmını yapabiliyorsa oruç tut­ması evlâdır. Çünkü normal şartlarda oruçlu kişi biraz güç kay- • heder. Nitekim oruçlu olmayan bazı şahıslar da her işe koşama- maktadırlar. Orucu bozmak, bu konuda bir aldanmadan ibaret­tir. Ancak, yapması gereken şey oruçtan faziletli ise vc oruçlu olmadığı zaman o işi terk etmiyorsa o zaman oruç tutmaz.

Bazen, biri kaçınabilecek belli bir vakitte yapılabilen, di­ğeri de herhangi bir zamanda yapılabilecek iki faziletli iş ortaya çıkar. Nefis ve şeytan iki işi de yapmaktan hoşlanmadıkların­dan, vakti geçmeyecek olandan başlatmak isterler. Böylece İkincisi kaçırılmış olacaktır. Meselâ cenaze namazına katılmak­la, ölüm döşeğinde olmayan hastayı ziyaret; kaçırılmaması gereken ilim meclisiyle, her zaman buluşulup değişik dinî konuları konuşma imkânı bulunabilen arkadaşların sohbet meclisi gibi... Birincileri terk edip İkincileri yapmak yanlıştır. Erkenden cumaya gitmekle, herhangi bir zamanda yapılabile­cek arkadaş ziyareti veya cumadan sonra yapılabilecek hasta ziyareti dc bunun gibidir. Ancak hasta ölüm döşeğinde ise veya cumadan sonra gitme imkânı yoksa o zaman hastayı ziyaret etmelidir. Ziyaret edilecek arkadaşı aynı zamanda akraba veya komşu ise ona öncelik vermelidir. Aksi takdirde cumaya erken gitme işini terk etmemelidir. Çünkü bu işin tesiri diğer cuma­ya kadar gider.

Veya sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar mescitte oturmak vc vakti geçmeyen arkadaş veya hasta ziyareti bir araya geldiğinde, ziyareti tercih edip vakti geçecek olan mescitte kalma işini terk etmesi dc yanlıştır. Çünkü güneş doğduktan sonra da ziyaretini yapabilir. Ancak güneş doğduk­tan sonra yapması gereken daha önemli bir ışı olur ve ziyarette bulunamayacaksa o zaman düşünsün, din açısından hasta ziya­reti mi yoksa arkadaş ziyareti mi faydalıdır, kararını versin ve

ziyaretini güneş doğmadan yapsın. Çünkü bu durumda ikisi­nin vakti çakışmış oluyor. Dinî açıdan daba faydalı olanı tercih edecektir. Arkadaşı aynı zamanda akraba ise onu ziyarete gider. Hastayı ziyaret daha çok faydalı ise onu tercih eder veya ölüm döşeğinde ise yine onu tercih eder.

Faziletli İki Şeyden Birini Tercih Etme Yolu

Bazen kişi büyük bir sevabı ifsat eder. Nefis ve şeytan kişi­yi, derecesi düşük bir sevabı yapmaya sevk ederler. Meselâ, nefis ve şeytan, namazda çok okumanın daha sevaplı olduğunu söyleyerek namaz kılanı hızlı okumaya sevk ederler. Böylece okuduklarını düşünüp anlayamaz bir duruma gelir. Çünkü nefis düşünmekten hoşlanmaz. Zira düşünüp anlama, Cehen­nemi ve azabı hatırlatır, iştahım kaçırır. Dünyayı vc nefsin ho­şuna giden şeyleri düşünmek daha çok işine gelir. Bu durumda az okuyup çok anlamak kalp inceliği vc korkusu için evlâdır.

Kişi dinç olduğu bir zamanda namaz kılarken nefis onu uyumaya davet eder.‘"Yarın daha dinç bir şekilde kılarsın.” der. O da yorgunluk hissetmediği halde namaz kılmayı bıra­kır. Oysa gece namaz kıldığı zamanlar, gündüz işine ve iba­detine mâni olacak herhangi bir yorgunluk hissetmemekte­dir. Gündüz işine mâni olacak bir yorgunluk meydana geli­yorsa bakılır: Şayet gece ibadetinden efdal olan bir ibadete mâni oluyorsa, mâni olmayacak şekilde gece ibadetini azal­tır. Ama fazileti düşük olan bir işe mâni oluyorsa, gece na­mazını terk edemez. Bir mecliste oturma da böyledir. Orada faydalanacağı şeyler bulunmasına rağmen, nefsi daha düşük bir işi hatırlar ve orayı terk edip kalkar.

Bazen kişi nafile oruç tutar. Bir dostuyla beraber yemek yiyip sevindirmek için orucunu bozar. Oysa dostu, kendisiyle beraber yemek yenmese de üzülmez. Zaten sofra da sadece onun için hazırlanmamaktadır. Ama sofra sadece onun için hazırlandığından veya kendisiyle beraber yemek yenmediğin­den ötürü üzülecek ve söz konusu şahıs da kırılmaması gere- ’ ken bir dost ise, o zaman orucu bozar. Çünkü Bera b. Azib'in rivayet ettiği hadîste Hz. Peygamber, yeminlerin gereğinin yapılmasını emretmiştir.

Zaman olur kişi namaz, oruç ve benzeri ibadetlerini riya vc yapmacıktan kurtulamıyor endişesiyle terk eder. Hâlbuki, Allahu Tcâlâ bunların yapılmasını emretmektedir. Bu yanlıştır. Nefsiyle zor bile olsa mücadele etmelidir. Şayet bu endişesiyle hareket edip ibadetleri terk ederse riyâ korkusu girmediği hiç­bir ibadet kalmaz. Zaten insanlar bu noktadan sorumlu tutul­mamışlardır. Veya alenî yaptığı ibadeti gizli yapmak üzere terk eder. Hâlbuki, gizli yapılmak istenen birçok ibadetin nefsin aldatmasıyla yapılmadığı tecrübeyle sabittir. Ancak gerçekten söz konusu ibadeti gizli yapmaya Allah tarafından verilen üstün bir güce sahipse, o zaman gizli yapsın. Çünkü, gizlisi daha faziletli ve oturaklıdır.

Bazen de etraftakiler “müraî” derler endişesiyle ibadeti terk eder. Meselâ, adam mescitte namaz kılarken diğerleri o­turmaktadırlar veya o, zikirle uğraşırken diğerleri sohbet et­mektedirler ya da o susmakta iken diğerleri caiz olmayan bir şeyle uğraşmaktadırlar. Veya yemek getirilmiştir. O oruçlu, diğerleri ise oruçlu değillerdir. Ya da uyuyan kişilerin yanında nafile namaz kılma aşkı ve şevki içindedir. İşte sayılan ibadetle­ri “müraî” derler endişesiyle terk ederse yanlış yapmış ve bü­yük bir fazileti istememiş olur. Hatta terk etmek riyanın bir neticesidir. İbadetlerine devam etmeli ve diğerlerinin de kendi­si hakkında, Halâsla yapıyor şeklinde düşündükleri kanaatinde olmalıdır. Aksı takdirde sû-ı zan beslemiş olur. Oturanlar sû-i zanda bulunurlar da günah kazanırlar endişesiyle ibadetini terk eder. Böylece nefis onu aldatır vc dinlenmeye çekilir. Diğerleri hakkında da sû-i zanda bulunmuş olur.

Bazen imam arkasında veya yalnız başına farz namazı kılarken, imamın okuduğunu düşünmeyip ahiret işlerinden birini düşünür. Hâlbuki evlâ olanı terk etmiştir. Evlâ olan imamın veya kendisinin okuduğu şeyi düşünüp anlamaya çalışmasıdır. Amir b. Kays bu tür bir davranışı vesveseden saymıştır.

Zaman olur, çok dinç olduğu halde, nefis onu ibadetten alıkoymak için “Az ibadeti devamlı yapmak daha faziletlidir.” der. Bu, dinlenmeye çekilmek için nefsin bir planıdır. Fırsatı ganimet bilip yapabildiği kadar ibadetini yapmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber, “Allah sana bir hayır kapısı açtığı zaman fırsatı hiç kaçırma. Çünkü o kapının ne zaman kapanacağı bilinmez.7S bu­yurmaktadır. Ancak aşırı yorgunluk ve benzeri bir durumdan ötürü terk etmektense, devamlı ama az yapma niyetiyle hareket etmesi daha faziletli olur. Zaten hadîs-i şerifte de, “Allah’ın en çok sevdiği ibadet az bile olsa devamlı olanıdır.”    denilmiştir. Hz. Davud da, “Devam et, yarışı kazanırsın.” derken, başka bir hadîs-i şerifte Efendimiz, “Siz bıkmadıkça Allah bıkmaz.”™ buyurmak­tadır. Hz. Selman, “Yürürken gösteriş yapma. Allah’ın ibadeti­ne nefsine nefret ettirme.” demiştir. Bundan önceki bölümde verdiğimiz misâller gibi, Allah’ın rızâsını kazanayım derken yapılan birçok hata vardır.

Bazen adam, bir ibadetle uğraşıyorken mubah ama fu- zûlî olan bir iş çıkar karşısına. Meselâ, Kur’ân okuyarak veya tespih çeker Allah’ı zikretmekte iken nefis dinlenmeye çe- kilmck için onu sohbete veya mâlâyânî ile uğraşmaya davet eder. O da zikri terk ederek fuzûlî işlerle uğraşır. Veya mes­citte otururken ya da başkalarıyla beraber zikrederken güzel bir manzaraya bakmak veya güzel bir ses dinlemek için bu ibadetinden ayrılır. Bu konuda nefsin isteğini, Allah’a ibade­te tercih etmiş olur. Namaz kılmakta iken, sohbetinden hoşlandığı ve onu dinlerken harama girmediği arkadaşını hatırlar, hemen namazı bırakarak nefsine aldanır ve onun sohbetini dinlemeye gider.

Bazen bir ibadete başlamışken veya başlama hazırlığı içinde iken, nefsi onu herhangi bir günahın tatlı atmosferine davet eder. Meselâ, diliyle zikreden veya öyle olması daha uygun olduğu için konuşmayan kişiyi, kızmış olduğu biri­nin gıybetini etmeye veya hoşuna giden bir şeyler konuşma­ya davet eder. İbadeti bırakır günaha dalar. Ciddi veya şaka, yalan konuşmak veya birilerini alaya almak da bunun gibi­dir. Namaz veya zikirle uğraşıyorkcn caiz olmayan bir şeye bakmak da aynı şeydir. İbadeti bırakır günaha dalar veya ikisini karıştırır.

Bazen ahireti düşünmekte iken bir günah işleme niyeti, is­teği veya düşüncesi içine doğar. O da onu düşünmeye başlar. Böylece kalbini saran ahiret düşüncesi yerini günah düşünce­sine bırakır (Yukarıdan beri sayılan ibadetler nafile ibadetler­dir). Bazen farz bir ibadetle meşgul iken onu bırakır günaha veya mubaha dalarak, biri farzı bırakma diğeri günaha girme olmak üzere, iki defa isyan etmiş olur.

İşte bu sayılanlar kulun kötü davranışlarıdır. Kendisini dü­şünen, Rabbi’nin Kitabı’na, Peygamberi’nin sünnetine uyan kulun bütün gayreti, duygu ve hareketlerinden hangisinin Allah rızâsına uygun, hangisinin aykırı olduğunu ayırmak için nefis muhasebesidir.

Allah’ın Emrettiği İşlerden İkisi Beraber

Ortaya Çıktığında Takınılacak Tavır

Dedim ki:

“Şimdiye kadar sayılan durumların nedenini, daha iyi an­layabilmen için, kısaca açıklar mısınız?”

Dedi ki:

“Allah’ın emrettiği veya mendup olan bir husus belirince Allah’ın sevdiği ve emrettiği şekilde yerine getirinceye kadar büyük gayret göstermelidir. Vacip olan iki şey bir arada olunca, vaciplik derecesi fazla olanı tercih etmelidir. Birinin sınırlı bir zamanı varsa ona öncelik vermelidir. Böylece Allah’ın takdim ettiğini takdim etmiş olur. Bir farzı işlerken, ondan aşağı dere­cede diğer bir farz ortaya çıkarsa, yapmakta olduğunu bırakıp diğerine geçmesin. Çünkü Allah'ın emrettiği bir ibadete başla­dığı halde terk etmesi günahtır. Ama, bir farzı yaparken ondan daha öncelikli diğer bir farz ortaya çıksa eskisini bırakıp yenisi­ne başlamalıdır. Aksi takdirde isyankâr olur. Bu konuda müs­takil bir bölüm yazmıştım. Daha önce anlattıklarımız sebebiyle farzı nafile için terk etmeyeceği gibi, nafileler arasında da en faziletli olanı tercih etmelidir.

Dedim ki:

“İki durumdan hangisinin daha öncelikli ve faziletli oldu­ğunu bilmezse nasıl hareket eder?”

Dedi ki:

“Kalbine hangisi daha hafif gelirse onu yapar. Ama hafiflik hevâ-i nefisten ileri geliyorsa, nefse ağır olandan başlar. Çünkü nefse hafif gelenden başlarsa, onu Allah rızâsı için değil, nefsi memnun etmek için yapma tehlikesi vardır. Ama kalbe hafif gelse ve bu şekilde davranması daha selâmetti ise, kalp kendisi­ne hafif olana daha istekli olacağından, onu yapar. Çünkü işti­yakla Allah’a ibadet etmek, istemeyerek ve zorlanarak yapmak­tan evlâdır. Zira isteksizce yapılan ibadet bıktırabileceği gibi, ibadet dışı şeylerle uğraşma tehlikesi dc söz konusudur. Ama selâmeti az olan kalbi az coşturabilir.

1 lafıf olanı seçerken kalbe mi, nefse mi uyduğunu kestire- miyorsa o zaman ağır olanı yapması bana daha güzel görünü­yor. Çünkü hafifi niye seçtiğini bilmemektedir. Dolayısıyla nefsin isteğine uyulmasından korkulur. Çünkü tecrübeler bunu gösterdiği gibi, nefsin dünyevî arzulara uyanı hafif gör­düğü, ahirete ait hususları da ağır gördüğü bilinmektedir. Allah da şöyle buyuruyor: “.Al lalı in hakkınızda çok hayırlı kılacağı hir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Nisa, 4/19) “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür.” (Âl-ı İınran, 2/216). Bundan ötürü hayrın zorda olduğunu tercih ediyor; hafifte olabileceğinden endişe ediyoruz. Aksi takdirde Allah, “Sevdiğiniz şeyde hayır vardır, sevmediğiniz şeyde kötü­lük vardır." derdi. Ama nefsimizi ve fıtratımızda bize galip olanı bildiğinden, böyle dememektedir. Şüphesiz O bizden daha iyi bilmektedir.

Bundan ötürü, Rabbimizin bizi sakındırdığı gibi, biz de amel edenlerin kolay olandan kaçınmasını tercih ediyoruz.

İkisi kolaylık vc zorluk açısından fark edilmeyecek şekilde aynı iseler ve ancak birini yapmaya başladığında veya bitirdiğinde lıevâ-i nefsin hoşuna gidip gitmediğini anlayacaksa; hangisini yapıyorken kendisine ölüm gelmesini arzu etmektedir, onu araştırsın. Çünkü mü’min olan nefis, isyankâr vc gafil bile olsa, onunla Cehennem‘den kurtulup Cennete gireceği hâlis bir iba­det içinde Allah’la buluşmak ister. Ve çünkü ölüm anında artık dünyaya ait arzuları olamaz; onlar, hayatta olduğu sürecedir.

Şayet nefis biriyle uğraşırken ölümün gelmesinden ürperti duyuyor, diğerinde rahat ise niye ürperdiğini araştırsın. İşte o zaman gizli bir şey kalmaz. “Bu ibadet sana niye hafif geliyor? Oysa o anda ölmekten ürperdim Çünkü, inşallah, neticede Allah’a döneceksin.” denir. Nefis: “Şu şu sebeplerden.” diye cevap verir. İşte o zaman, hangisini yapıyorken ölümün gelmesinden ürperi- yorsa onu tercih etmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Yahudiler biz Allah’ın evlâtlarıyız derler.” (Maidc, 5/18). “Bu iddi­anızda doğruysanız haydi ölümü temenni edin.” (Bakara, 2/94). Yani yaptığı işe tam güvenen kimse o anda Ölmekten korkmaz. Allah, “Şayet benim dostlarım iseniz haydi ölümü isteyin.” dedikten son­ra “Onlar, ellerinin yapıp koyduğu işler (günahlar) sebebiyle, hiçbir, zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/95) diye ekle­mektedir. Yani, yanlarında Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyler ve önceden yapıp tevbe etmedikleri ve şu anda devam ettikleri gü­nahlar olduğundan, ölümü istememektedirler.

İbn Abbas, “Şayet ölümü dileselerdi hemen ölürlerdi.” derken, İbn Cureyc “Ellerinin yapıp gönderdiği.” ifadesinin “Hz. Muhammed’in peygamberliğini bildikleri halde örtbas ettiler.” anlamına geldiğini söyleyerek, yaptıklarının ne oldu­ğunu izah etmiştir. Katade: “Çünkü Allah’ın Resûlü onlara “Sonra görüleni ve görülmeyeni Bilen’e döndürüleceksiniz.” (Tevbe, 9/94) âyetini okudu.” dedikten sonra, “Allah insanoğlu­nu ölümle zelil kılmıştır.” şeklindeki hadîsi rivayet etmiştir. (Yahudiler bu durumda ölümü istemediklerine göre) Mü’mi­nin, Allah’ın hoşuna gitmeyen bir halden ölmekten ürpermesi evleviyetle gerekmektedir. Alimler, “Onunla uğraşırken sana ölümün gelip çatmasını istemediğin her şeyi terk etmelisin.” derler.

Nefsin niye ürperdiğini bilmiyorsa, ürpermediği işi yap­sın. Çünkü, gizlemeye çalışsa bile, ancak bir belâdan ötürü ürperir. İkisini de yaparken ölümün gelmesi onu endişelen- dirmiyorsa, istediğinden başlayabilir. Çünkü artık amel tar­tılmadan önce tartmış, teftiş edilmeden önce teftiş etmiş,

sunulmadan önce sunmuştur. Ölüm, amellerinde netleşme­yen noktalar için abidlcrin mihenk taşıdır. Organların işlerin­de arzu ve isteklerin hedefi gizli kalınca, ölüm onu netleştir­meye yardımcı olur. Çünkü onlar sırları bilmeyen, vicdanın derinliklerinden geçenlerin kendisine gizli kaldığı birisine hazırlanmıyorlar.

Dedim ki:

“Bu açıklamadan sonra, daha iyi anlayabilmem için, daha faziletli ve öncelikli olanları tek tek özetleyebilir misiniz?”

Dedi ki:

“Biri diğerinden öncelikli olan iki vacip aynı zaman dili­mine denk gelse öncelikli olan yapılır. İkisi aynı derecede, fakat birinin vakti geçiyorsa onu önce yapmalıdır.

Bir farzı yapıyorken derecesi daha düşük diğer bir farz orta­ya çıkarsa, ilk başladığını tamamlamalıdır. Ama yeni ortaya çıkan farz daha üstün ise, başlamış olduğu farzı bırakır yenisine başlar. Vacip ile meşgul iken nafile ortaya çıksa, vacibi devam ettirir. Diğer nafile ve faziletli işlerde de izah ettiğim gibi ve vaktin durumuna bakarak, bu ölçüye göre hareket eder.

Allah Hakkına Riâyet Edenlerin Dereceleri

Dedim ki:

“Allah hakkına riâyet eden takvâ sahiplerinin dereceleri bir midir yoksa farklı mıdır?”

Dedi kı:

“Yedi farklı dereceleri vardır.

1.    Allah hakkına riâyette ilk derecedekiler, daha önce dedi­ğim gibi, kalbe duyguların gelmesi esnasında, illet, sebep, vakit, irâde vc vücûb açısından değerlendirenlerdir.

2.  İkinci derecedekilcr, kalp işlerinden olup diğer or­ganların karışmadığı duygular oluştuğunda, kalp Allah’ın hoşuna gitmeyen düşüncelere dalıncaya kadar, riayetten gafil olanlardır. Ancak kalp bu duygulara tam inanmadan uyanırlar, ürperirler ve kalbi söz konusu duygulardan temiz­lerler.

3.  Üçüncü dcrccedekiler, yine kalp işlerinden olup diğer organların karışmadığı duygular oluştuğunda, kalp Allah’ın hoşuna gitmeyen düşüncelere dalıp inanıncaya kadar, riâyet ve murakabeden gafil olanlardır. Kibir, haset, yüz aşıklığı, sû-i zan, bid’atçılık vs. gibi. Sonra uyanır, ürperir Allah’ı zikreder, pişman olur ve tevbe ile bu inançları kalplerinden uzaklaştırır­lar.

4.  Dördüncü derecedekiler, inanç haline gelen ve Allah’ın hoşlanmadığı duygular, diğer organları tarafından pratiğe dö­külmeğe girişildiği sırada uyanabilen ve bu gizli inançtan ötürü korkup pişmanlık duyan gafil kişilerdir. Sonra kalp ve vicdanla­rının ısrarla korudukları bu inançları atarlar.

5.   Beşinci derecedekiler, bir anlık bakış, kulak verme, el uzatma, adım atma vb. şekillerde, Allah’ın hoşuna gitmeyen işe başlayıncaya kadar, murâkabe ve takvadan uzak gafillerdir. Sonra, Allah’ın hoşuna gitmeyen o işi tamamlamadan önce uyanır, ürperir ve korkarlar. Meselâ, hoş olmayan şeye gözle baktıkları anda, Allah’ın onları gördüğünü hatırlayarak onları hesaba çekip kızacağından korkarlar ve bakışı tamamlamadan hemen gözlerini Allah’ın hoşuna gidene çevirirler. Yine Al­lah’ın hoşuna gitmeyen bir sese kulak kabartırlarken, Allah tarafından görüldüklerini hatırlayarak korkarlar ve nefsin ho­şuna giden o sesi dinlemekten kulaklarını alıkoyarlar. Dil, el ve ayakla yapılacak işlerde de aynı yola başvururlar. Bütün bunla­rın aleyhlerine muhafaza edildiğini, “Sen hiçbir işte bulunmaz-

sın, Kur’ân’dan hiçbir şey okumazsın ve siz hiçbir iş yapmazsı­nız ki, ona daldığınız anda Biz üstünüzde şahit olmayalım.” (Yunus, 10/61) âyetinden anlarlar. Allah’ın muttali olması onları korkutur, onları utanmaya, Allah’ı yüceltmeye ve heybet içine girmeye sevk eder. Çünkü, "... ona daldığınız anda.” buyur­maktadır.

Bu âyetin tefsiri sadedinde Hasan-ı Basrî’den şunlar akta­rılmaktadır: “Bir işe başladığın zaman Allah seni görmekte ve ne yaptığını bildiğini haber vermektedir. İşe başlarken ve daha önce bizi görmektedir. Ancak bunu bildiği için utanmayı, O’nun hoşuna gitmeyen şeye dalmamayı beklemektedir. Dal­dıktan sonra, Allah’ın muttali olduğunu hatırlarsa, O’ndan korkarak, hayâ ederek ve O’nu yücelterek, işi sona götürmeden bırakmalıdır. O’nun misli ve benzeri yoktur.”

6.   Altıncı dcrccedekiler, Allah’ın hoşuna gitmeyen işi ya­pıp bitirinceye kadar takvâ ve murâkabeden uzak gafillerdir. Yapıp bitirdikten sonra ürperir, pişman olur ve Allah’a tevbe ederler. Yaptıkları işten ötürü Allah’ı kızdırdıklarını anladıktan sonra bir daha böyle bir hata yapmamak için gayret gösterirler.

7.  Yedinci derecedekiler ise, Allah’ın hoşuna gitmeyen iş­leri yapıp bitirinceye kadar murâkabeden gafil olanlardır. Bir kısmından sonra ürperir tevbe ederler, bazıları ise devam eder­ler. Nefisleri tevbe ile de temizlenmez. Bir işten ötürü Al­lah’tan korkar ve onu bırakırlar, ancak tevbe ile nefsi temizle­mezler.

Meselâ, adam devletin kâtipliğini veya vergi memurluğu­nu yaparken adaletsizlikler yapar. Sonra yaptığından ürperir ve bir daha adaletsizlik yapmamaya niyetlenir. Ancak devlet me­murluğunu bırakmayı düşünmez. Veya adam işlediği günah­larla birlikte çalgı ve şarkı eşliğinde içki içer ya da çalgı ve şarkı eşliğinde içki içer ama başka günah işlemez. Sonra ürperir.

Çalgı çalıp şarkı söylediğinden ötürü pişmanlık duyar ama içki içtiğinden ötürü pişman olmaz ve bu alışkanlığa karşı koymaz. Neredeyse hükmü tevil ederek helâl olduğunu söyleyecek hale gelir. Bazen içki içer ve namazı terk eder. Sonra namazı terk ettiğinden ötürü pişmanlık duyarak namaz vaktine denk gel­meyecek şekilde az içmeye niyetlenir. İçki içmenin haram ol­duğuna inanır, ama tamamıyla bırakma gayretini göstermez.

Yine meselâ adam birisine kızar. Sonra kızdığı şahsın gıy­betini yapar ve hakkında yalan konuşur. Sonra pişmanlık duyar ve onun hakkında yalan konuşmamaya niyetlenir. Ama, o şa­hısta bulunan günahlardan ötürü de gıybetinin yapılamayaca­ğını düşünüp gıybetinden vazgeçmez. Söylediklerinin doğru olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla ne o kızdığı şahsın ne de bir başkasının gıybetini yapmamak üzere terk etmez. Veya o şahsın hem gıybetini yapar hem de küfreder. Sonra küfrettiği için veya anne-babasına dil uzattığı için pişmanlık duyar, fakat yap­tığı gıybete pişmanlık duymaz. Ya da birisine küser ve hakkında konuşur. Hakkında konuştuğu için pişmanlık duyup tevbe eder, ama kininden ötürü küskünlüğe pişmanlık duyup barış­maz, konuşmaz ve selâm vermez.

Meselâ adam, ticarette, faizli alış-veriş yapma, kâr oranın­da yalan söyleme, abartarak malını övme, başkasının malını kö­tüleme vb. helâl olmayan yollara sapar. Sonra faiz ve yalandan ötürü tevbe eder, ama yersiz övme ve kötülemeyi umursamaz.

İşte bütün bu sayılanların bir kısmında Allah hakkını gö­zetip O’nun hoşuna gitmeyen bir kısım davranışlardan ötürü tevbe ederken, bir kısmını umursamaz ve yapmaya devam eder.

Günah İşlemede Israrlı Olanların Dereceleri

Dedim ki:

“Tevbe ederek nefsine galip gelemeyen ve günaha devam edenlerin kaç derecesi vardır.?”

Dedi ki:

“Bunların üç derecesi vardır:

Birinci dcrcccdckilcr, günah işlerler ve gereğine uygun ol­mayan ve tamamlanmayan bir tevbe de arzularlar. Ağlar ve yal­varırlar; Allah’ın ceza ve azabını düşünürler. Böylelikle nefisleri­ni tevbeye razı etmek isterler. Zikir meclislerine katılır, duyduk­ları şeyleri tefekkür ederler. Ya da zikir meclislerine katılmadan tefekküre dalar, ağlar ve tazarruda bulunurlar. Derken bu işten bıkar vc nefsin günahtan aldığı tadı kesecek bir korku vc heyecan atmosferine girmeden tevbe işinden vazgeçerler. Onları gerçek tevbeye götürecek vc nefsi günahtan alıkoyacak zikre devam etmezler. Çünkü nefis ve şeytan, korku atmosferine girmeye çalışan kişiye bıkkınlık verir ve düşünceden alıkoyarlar. Nefis, korku sıkıntısına girmek ve günah lezzetini kaçırmak istemediği için tefekkürü çok ağır görür. O şahıs azimli ve akıllı bir kimse ise, bıkmadan-usanmadan tefekkür vc zikre devam etmeli, neti­cede güçlü bir korkuya kapılıp Allah'ın hoşuna gitmeyen işten vazgeçmeli vc tevbenin engellerini kaldırmalıdır.

İkinci dcrcccdekilcr, Allah korkusunu arzulamaz ve nefisle­rini buna zorlamazlar. Çünkü onlar, yaptıkları işten hoşlanmaz ve üzülürler. Allah’tan bundan kurtarmasını isterler. Söz konusu günaha ömür boyu devam etmeye dc niyetli değiller. Ancak tevbe etmeyi geciktirir ve ona ileri tarihli bir zaman tayin ederler.

Meselâ, “Geçimimi sağlamak için bir maaş veya ticaret ya­pabileceğim bir sermaye elde edince tevbe ederim.”, “Bakmak­la yükümlü olduğum kişiler ölünce tevbe eder ibadetimi yapa­rım. Çünkü onlarla uğraştığımdan buna imkân bulamıyorum.” “Bu bölgeden ayrılınca tevbe ederim. Çünkü bilinen bir kişi­yim. Uğraştığım gayr-i meşru işimi bırakmadığım gibi, halk arasına girmekten dc kendimi alıkoyamam.” vs. Bu gruptakiler günaha devam eder, tevbeye yaklaşmaz ve havfı arzulamazlar.

Üçüncü derecedekilcr, kör, cahil ve Allah’a karşı itaatsiz kişilerdir. Günah işler ve yaptıklarından zevk alırlar. Nefisleri­ne tevbeyi hiç lıatnlaunaz vc korkutmazlar. Çok günahı oldu­ğundan ve haram yediğinden, âdeta her şeyi ve her yönü haram olduğundan, tevbe etmekten ümit kesmiş kişiler veya içinden çıkamayacak kadar hata işleyen kişiler gibi. Bunların bir kısmı yaptıklarını büyük görmez. Basit şeyler olduğunu düşünür, hatta bir kısmını iyilik zanneder. Çünkü daha büyük günahlar işlemektedir. Bunlar tevbe etmeyi akıllarından geçirmedikleri gibi, ileride tevbe ederiz diye de düşünmezler. İşte bunlar Müslümanların en şerirleri ve tevhid ehlinin fasıldandır.

Dedim ki:

“Tevbeyi arzulayan ilk iki gruptakiler, “Daha sonra yapa­nın.” düşüncesini nasıl giderecekler?”

Dedi ki:

“Bunu kaldıracak iki şey vardır:

1.    Ölümün erken vc ansızın gelme endişesi. Tevbe etmek için belirlediği tarihten önce ölüm gelebilir. Böylece, arzula­dıklarını elde etmeden büyük bir hasretle gider. Hem tevbe etme imkânı bulamaz, hem de dünyadan almayı planladıkları­na kavuşamaz. Hem dünya, hem de ahiret menfaatini kaçırır.

2.    Kalbin katılığı, paslanması, mühürlenmesi, hastalanması, ki­litlenmesi gibi tevbeye engel olabilecek bir durumun ortaya çıkması ve ömrün bundan sonra devam etmesi söz konusu olabilir. Böylece günah üzerine günah kazansın diye kendisine mühlet verilir.

Bu endişeyi taşıyınca, ölüm gelip çatmadan, dolayısıyla Allah’ın hoşuna gitmeyen günaha ısrarla devam ettiği bir şekilde onun huzuruna çıkmadan, tevbeye koşar. Veya tevbeye engel olabilecek bir durumun ortaya çıkıp artan gü­nahlara rağmen şaşkınlık içinde hayatının sürmesi endişesini taşıyınca yine tevbeye koşar. Ani ölüm veya kalbin mühür­lenmesi gibi bir durum olmazsa bile, ömrünün uzaması ve neticede bu iki durumdan biriyle karşılaşma korkusu yine bu düşünceyi kaldırır ve tevbeye sevk eder. Çünkü korku ve endişe arttıkça “Daha sonra.” düşüncesi zayıflar. Söz konusu düşünce arttıkça korku ve endişe azalır.

Şeddâd b. Evs, “Sizi ‘daha sonra’ya karşı uyarırım.” (Yani tövbeyi ve ibadeti “Daha sonra yaparım.” demeye karşı sizi uyarırım), derken, Abdulkays kabilesinden birine ölüm anın­da, “Bize ne tavsiye edersin?” diye sorulduğunda yine aynı cevabı vermiştir. İbn Mübarek ise, “Ateşe girenlerin genel feryadı ‘Allah, sonra yaparım düşüncesini kahretsin’ şeklin­dedir.” der.

Bununla birlikte, işi sonraya bırakan üç durumdan biriyle karşılaşır:

1.   Ya tevbe etmek için belirlediği tarihten önce ölüm gelip çatar ve canını alır.

2.   Ya belirlediği tarihe ulaşır ama yine Allah’a isyan etmeğe devam eder. Bu arada Allah’a hıyanet ve sözünde durmama cinsinden birçok şey toplamıştır. Vaad edip verdiği ve işlemeye devam ettiği günah konusunda da yalanlar uydurmuştur. Al­lah’a, belirlediği tarihe ulaştırması durumunda tevbe edeceği sözünü vermişti. Ulaştığı halde günahlarına tevbe etmez. Ver­diği sözünde durmadığı için, hıyaneti ve sözünden cayması artar, günaha ısrarla devam eder.

3.    Ya da tevbeyi ertelediği tarihe ulaşır vc Allah’ın fazlı ile Mevlâ’sına tevbe eder. Şayet ısrarla tevbeyi ertelediği zaman aralığı içinde tevbe ederse, bu hâl ayrılmaması gere­ken en güzel hâl olur. Tevbesiz geçirdiği bu zaman aralığı için de tevbe etse, yine de Allah'ın onu huzurunda durdu­rup ısrarla günah işleyip tevbeyi ertelediği zaman için hesaba çekmesinden kurtulamaz. Tevbesi kabul olmuş ve affedil­miş olarak Allah’a ulaşsa bile, yine ısrarla günah işleyip tevbeyi ertelediği zamanlardan sorguya çekilecektir. Onun durumu kendisine, “Allah’a tevbe et, günahları terk et.” denilen kişinin, “Sen tevbe etmişsin ve tattığım lezzetleri terk etmişsin. Fakat ben şu zamana kadar günah işleyeceğim. Böylece o zamana kadar tevbeyi tehir ettiğim günlerden ötürü, Allah'ın beni sorgulaması vc önünde durdurması gerekmiş olacak!” demesine benzer.

Örnek şunu anlatıyor: Eğer bunu söylerse bu tevbeyi tehir ettiği anlamına gelir. Çünkü eğer nefsi tevbe için belirlediği zamana geldiğinde, zevklerini terk etmede gerçekçi ise, şu an­dan itibaren neden lezzetleri terk etmesin ki. Böylece tevbesiz geçirdiği günlerden sorgulanmamış olur. Çünkü hemen veya belirttiği zaman gelince, zevklerini terk edip onları nefse tat­tırmayacak. Öyle ise, şimdi tevbe edip, günahta ısrar ettiği gün­lerden ötürü gerekecek hesaptan kurtulmayı da kâr olarak ka­zanmalıdır. Eğer durum anlattığım gibi ise bunu nefsine kabul ettirsin.

Bu durumda nasıl hareket edecektir. Korkarım son iki du­rumdan birisi ona galebe çalar.

Sana anlattığım gibi, nefsine, Allah’ın onu hesaba çekeceği tehdidinde bulunan kimse, bu üç durumu düşününce, tevbeyi ertelemez. İsrarla günah işlenen günlere dikkat etsin! Son iki durumdan korkan kişi nasıl böyle yapabilir? Bu halleri bilen

Allah ’ın Haklan (Müellifin Girişi)137 hiçbir akıllı insan tevbeyi ertelemez.! Durumu anlayınca, ani­den ölüm gelir korkusuyla hemen Rabbi’ne tevbe etmeye hazır hale gelir. Çünkü Allah’ın hoşuna gitmeyen işi yapıyorken ölümün aniden gelmeyeceği ve Allah’a kızgın bir halde kavuş­mayacağı garantisi bulunmamaktadır. Allah’ın azabına çarpıl­mak istemeyen ve kendine acıyan hiçbir akıllı kişi bunu yap­maz.

Abdurrahman b Yezid'in, bir adamı irşat ederken söyle­miş olduğu şu sözleri duymadın mı?

Abdurrahman: “Şu an bulunduğun hâl üzerine ölmek is­ter misin?”

Adam: “Hayır!”

Abdurrahman: “Peki ölmek istediğin hâle geçmek için bir şeyler yapıyor musun?”

Adam: “Hayır!”

Abdurrahman: “Peki ölümden sonra memnun kalacağın yerin var mı?”

Adam: “Hayır!”

Abdurrahman: “Ölümün aniden gelmeyeceğine dair ga­rantin var mı?”

Adam: “Hayır!”

Abdurrahman: “Akıllı kimsenin bu duruma razı olacağını İliç zannetmiyorum!”

Allah razı olsun Abdurrahman’dan! Ne doğru söz söylemiş! Ölümün ansızın gelmeyeceğine dair garantisi olmayan kimse, Allah'ın hoşuna gitmeyen durumda kalmaya devam ediyorsa, nasıl akıllı olabilir? Sonra bu adamın tekrar dünyaya gelip Rab- bi’ni razı etmesi de söz konusu değildir. Kaçırdığımız fırsattan ötürü pişman olmayalım diye Allah bize bilgi vermekte vc nasi­hat edip uyarmaktadır. I lani ölüm anında pişman olup tevbe vc

Allah’ın hoşuna gitmeyen durumlardan ayrılmak için geri dön­meyi arzu edenler var ya! O zaman bize cevap verilmez, içinde bulunduğumuz hasretle baş başa bırakılırız; ne pişmanlığımız kabul edilir ne de feryadımıza kulak verilir! Allah şöyle buyuru­yor: “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında “Rabbitn.” der, “Lütfen beni (dünyaya) geri gönder. Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş yapayım.” Hayır! onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecek güne ka­dar (süren bir berzah vardır.)” (Mü’minûn, 23/99-100)

Mücahid berzahın, dünya ve ahiret arasında bir perde ol­duğunu, ölen kişinin kıyamet gününe kadar burada hesaba çekileceğini söyler.

Allah, geri dönüş isteğimizin kabul edilmeyeceğini ve kı­yamete kadar berzahta hesaba çekileceğimizi bize bildirmekte­dir. Cenâb-ı Hak, dünyaya aldanarak ahiret için hazırlık yap­mamak ve aniden ölüm geldiğinde feryat etmemek için bizi uyarmaktadır. Daha henüz tevbeler kabul ediliyor, hatalar af ediliyor ve dualar kabul görüyorken tevbe etmemiz için bizi uyarmaktadır. Bütün bunları, kendisiyle karşılaşmaya hazır ve ölümü gözetlememiz için yapmaktadır.

Ölüme Hazırlanma ve Kasr-i Emel

Dedim ki:

“Ölüme hazırlanma nedir?”

Dedi ki:

“İki türlü hazırlık vardır.

Birincisi: Yapılmadığından ötürü, ölüm anında büyük üzüntü ile pişmanlık duyulacak, bütün hata ve günahlardan tevbe etme işidir. Bunu yapmak vaciptir. Öyle ki, “Şu anda öleceksin.” denilse, kendisinden tevbe etmediğinden ötürü o haliyle Allah’a kavuşmak istemediği tek bir günahı bile olsa, “Tevbe etmem için bana az bir süre tanıyın.” diyecektir. Hâl­buki ruhunu almak için kendisine danışılmayacak ve ölüm aniden gelecektir.

Günahkâr olduğu halde ölüm gelirse, Allah’ın gazabından emin olamaz. Öyle ise, Allah’ı kızdıracak bir işi yapıp dururken ve ölümün gaflet anında ansızın gelmeyeceğinden emin değil­ken, huzuruna çıkmaya nasıl hazır olabilir? 1 loşuna girmeyen bir şeyle Allah’ın huzuruna çıkarız endişesiyle, havf sahibi kimseler, ölüm gelip tevbeye engel olmadan, kabul olmayacak bir pişmanlık duymadan vc hataları affetme kapısı kapanma­dan, hemen tevbeye koşarlar. Gaflet anında ölüm gelir diye kendilerine acıyarak günah işlenen anda tevbe ederler. İşte bu Allah’ın kullarına vacip kıldığı ölüm hazırlığıdır.

İkincisi: Nafiledir. Kalben ve bedenen zirve seviyede gayret göstermek, zarurî ihtiyaçtan fazla inalı mülkü dağıtmak vb. dav­ranışlar buna misâldir. Bu işi, “Şu anda ölüm gelse bundan fazla yapabilecek bir şey yoktur.” denilecek çapta yapmalıdır. Nitekim Mansur b. Zazan bu şekilde hareket etmekteydi. Allah bu hazır­lıktan daha fazlasına lâyıktır. Çünkü hakkı ödenmez, nimetleri­nin karşılığı verilemez ve büyüklüğüne denk bulunamaz. Kişiyi ölüme hazırlamada ve “Sonra yapanın.” Düşüncesini kırmada en etkili şey dünyaya fazla bağlanmamaktır.

Dedim ki:

“Bu nasıl elde edilir?”

Dedi ki:

“Gaflet anında ölüm gelir çatar endişesiyle. Çünkü insan ruhu emanettir. Emanet verenin ne zaman gelip emanetini alacağı bilinmez! Çok yakında gelir diye düşünülürse, dünya bağlılığı vc tûl-i emel kalmaz. Kişi her an ecelinin dolduğunu ve ölümün geleceğini bekler.

Dedim ki:

“Ölüm çabuk gelir.” şuuruna nasıl ulaşılır?”

Dedi ki:

“Ecelin, Allah dışında, hiç kimse tarafından bilinmeyecek şekilde çok gizli olduğuna, bu konuda, hiç kimseye danışılma- yacağına ve ruhun çıkışı anında, daha önce ölenlerin tecrübele­rinden yararlanma imkânının verilmeyeceğine tam bir inançla ulaşılır.”

Dedim ki:

“Peki bu anlayış nasıl elde edilir?”

Dedi ki:

“Ecelin, gizliliğini, ölümün acılığını, ömrün bitişini ve da­ha önce ansızın ölenleri sürekli hatırlayıp düşünmekle bu anla­yış elde edilir.”

Dedim ki:

“Ecelin gizliliğinin nasıl olduğunu izah edin ki, anlayayım”

Dedi ki:

“Kulun ölüm için bildiği kesin bir tarih olmadığını bilmi­yor musun? Bilseydi, ölüm geldiğinde korkar diğer zamanlarda ise emniyette olurdu. Ölüm sadece kışta gelmiyor ki, yazın emniyette olunsun veya ölümler sadece yılın belli bir ayında ya da sadece gece veya sabah saatlerinde veya günün belli bir saa­tinde olmuyor ki, diğer zamanlarda emniyette olunsun. Ayrıca meselâ, “Yirmi yaşın altındakiler ölmez, yukarısında olanlar ölür.” gibi bir yıl sınırı olmadığı gibi, “İç hastalıktan ölüm ol­maz, sadece ateşli hastalıklardan olur.” şeklinde hastalık ayrımı da yapılmamaktadır.

Dolayısıyla madem ki ölümün belli bir zamanı bulunma­maktadır, Allah’ın emrini bilen akıllı insan hiçbir an kendini emniyette hissetmemeli. Çünkü küçükken ölebileceği gibi genç yaşta da ölebilir, eceli daha sonraya da kalabilir. Sadece hastalık veya belli hastalık ölüm sebebi olmayınca hem sağlıklı iken hem de hasta iken ölebilir.

Karada, denizde, şehirde, köyde, yolculukta, evde vb. gibi ayırımlar da yapılmaz.

Kul, kalbinde hiçbir düşünceye yer vermeden, ölümün belli bir vakti, sebebi vc yaşı olmaksızın aniden geldiği düşün­cesini taşıyınca ve Allah’ın azabına uğrayan insanların çokluğu­nu, daha önce kendisinden üstte veya daha gerisinde, yaşlı ve daha genç ölenlerden ibret alınması gerektiğini dc düşününce, ölümün ansızın gelmesine dair anlayışı artar.

Anlayışı artınca dünyaya bağlılığı azalır, bağlılık azalınca kalbi ölümden korkar, kalbi ölümden korkunca onu gözetler, gözetleyince ona hazırlıklı olmaya koşar ve ruhun sahibi onu almadan iyilikler yapmaya gayret eder. “Kim ölümü gözetlerse iyiliklere koşar.” ve “İki şey helâk edicidir. Nefsin isteklerine uyrna vc tûl-i emel. Birincisi Hak’tan ahkoyar, İkincisi ahireti unutturur.” şeklindeki sözler Hz. Alilye aittir. Ne güzel bu­yurmuş!

Meselâ, uzakta bulunan iki kişiden birinin yarın gündüz veya akşam ulaşacak şekilde hızlıca geldiğini, diğerinin dc bir ay veya bir sene sonra geleceğini bilsen, elbette hemen gelene hazırlık yaparsın. Gitmeden yaptığı bir vasiyeti varsa, aniden gelip seni tenkit veya cezalandırmasın diye, hemen yerine geti­rirsin. Bununla birlikte ona hazırlıkta bulunursun. Ona karşı yaptığın bir hata veya işlediğin bir suç varsa, sana kızmasın, tenkit etmesin veya onun yanındaki itibarın sarsılmasın diye, kafa yorup mazeretler bulmaya çalışırsın.

Ka’b b. Maliksin hikâyesi de buna benziyor. Tcbük gazvesine katılmayan Ka’b b. Malik, Hz. Peygambcr’in gel­mek üzere olduğu haberi verilince, “Efcndimiz’in kızgınlı­ğından kurtulmak için mazeretler bulmak gayesiyle kafa yormaya başladım ve çevremde söz sahibi herkese danış­tım.” diyor.

Aynen bunun gibi, Ölümün kendisine hızlıca geldiği gerçeği vc ölüm anında helâka uğrayıp uğramayacağı haberinin kendisi­ne ulaştırılacağı düşüncesi kalbinde ağırlık kazanan kişi, Allah’ı razı etmeye, kabul görecek mazeretler bulmaya vc tertemiz hu­zuruna çıkmak için kalbini ve bedenini temizlemeye başlar.

Bunu bir ev halkı, uzaktan gelen yolcu için yapar. Ev te­mizlenir, süslenir. Böylece gelen yolcuya değer verildiği göste­rilmiş olur. Dünyaya bağlılığı olmayan kişi de, Rabbi’nin hu­zuruna çıkmak, hoşnutluğunu kazanmak ve hüsnükabtıl gör­mek, aynı zamanda O’na kavuşmaya önem verdiğini göstermek için hazır ve tertemizdir.

Kişiyi ölümün ansızın gelişine karşı korkuya sürükleyen şey, anlattığım ve içinde emniyette olduğunu hissetmenin caiz olmadığı, zaman dilimlerinin geçmesidir.

Hz. Lokman oğluna, 'Yavrum! Sana ne zaman gelip çata­cağını bilmediğin şeye hazırlıklı ol!” şeklinde nasihat etmiştir.

Bir büyük zat, “Başkasının elinde olan derdin seni ne za­man saracağı bilinmez.” derken, Hz. Lokman oğluna, “Yav­rum! Tevbeyi geciktirme! Çünkü ölüm meleği ansızın gelir.” demektedir.

Büyüklerden biri yatağına uzanır ve sabaha kadar bir sağa bir sola dönüp durur. Sebebi sorulunca, “Ölüm meleğinin hangi yanım üzerinde iken geleceğini gözetliyordum!” cevabını verir.

Rebi b. Heyscm'e “Geceyi nasıl geçirdin?” denilince, “Günahlara dalmış zayıflar olarak sabahladık. Rızkımızı yiyor, ecelimizi gözetliyoruz.” dedi. Aynı soru Said b. Ebi Saib'e so­rulunca, “I liçbir hazırlığım olmadan ölümü bekledim.” ceva­bını verdi.

Ölümün Verdiği Acı ve Sıkıntıyı Anlama Yolu

Ölümün sevimsizliğini, acı vc sıkıntısını anlamaya sevk eden hususlara gelince: insanoğlu vücûdunun her parçasından acı duyar. Bir yerine bir diken bile batsa ruhunda acısını duyar. Ruh olmasaydı bu acıyı duymazdı. Görmez misin ki, ruh çık­tıktan sonra beden ateşte yakılsa bile acı duymaz?

Vücûd ruhla bu kadar acı duyuyorsa, ruhun her damar, her kıl dibi ve deri parçasından, üst ve alttan, kısacası vücûdun her zerresinden alınıp çıkarılması sırasında ne acılar, ne sıkıntı­lar çekilir. Sorma! Ölümün, kılıç darbesinden, testerenin biç­mesinden vc makasın kesmesinden daha fazla acı verdiği anla­tılır. Çünkü, kılıç darbesi, testerenin biçmesi ve makasın kes­mesi ruhla birlikte olan vücûda acı verir. Ama ruh, doğrudan hedeflendiğinde acı daha fazladır. Çünkü kılıç vc benzeri bir şeyle vurulan kişi, duyu organları ve dili sağlam olduğundan, bağırıp çağırabilir, feryat edebilir.

Ölenin ise sesi soluğu kesilir. Çünkü acı şiddetlenerek had safhaya ulaşmış ve her zerresini kaplamış, bütün güç odaklarını pasifleştirmiş, organlarını kırmıştır; beyni uyuşturmuş ve dilin fonksiyonunu yok etmiştir. Arta kalan bir ses olsa da, ruh alın­dığından ancak hırıltı şeklinde olur. İniltiler ve boğazdan bo­ğuk sesler duyulabilir. Bundan ötürü benzi solar ve vücud yaratıldığı asıl rengine dönüşür, âdeta yüz, toprak gibi olur. Rengi değişir, bütün damarları çekilir, gözleri yukarı dikilir, dili, aslına dönüşerek kasılır, dudakları kurur ve gerilir, erkeğin gider.

Yere yığılıp kalan, damarları, organları ve derisi yok o- lan, her organı parça parça ölen vücûdun halini sorma! Son­ra parmakları morarır, Önce ayakları ve ardından da bacakları buz kesilir. Onu saran sıkıntı vc sekerât; ard arda gelen acı­lar, ruhun parça parça çekilmesinden doğan baygınlıklar... Can boğaza gelince, dünyayı ve etrafındakileri tanımaz olur, pişmanlık ve hasretle yansa bile, artık tevbesi kabul olmaz. I İz. Peygamber de, “Can boğaza gelinceye kadar tevbe kabul edilir.”  buyurmuştur. Mücahid, “İçlerinden birine ölüm gelip çatınca, 'Ben şimdi tevbe ettim.’ diyene (kabul edilecek) tevbe yoktur.” (Nisa, 4/18) âyetinin tefsirinde, “Ölüm meleği­ni görünce.” açıklamasını yapmıştır. Çünkü o anda ölüm meleğinin simasını görür. Evet sıkıntılar ve baygınlıklar toplanınca ölümün ne kadar acı ve ızdırap yüklü olduğunu sorma!

Cabir b. Abdullah'ın, Hz. Peygamber’dcn rivayet ettiği şu hadîs-i şerif konuyu aydınlatmaktadır: “Israiloğullarından bir grup insan, bir mezarlığa uğrarlar. Aralarından birisi, 'Allah’a yalvarsak da, bu ölülerden birim dirikse, biz de bazı şeyler sor­sak’ teklifini yapar. Allah’a dua ederler. Derken saçı sakalı ka­rışmış, alnında secde izi bulunan bir adam mezardan çıkarak, 'Benden ne istiyorsunuz? Ben elli sene önce ölümü tattım, hala acısını içimde hissediyorum’ der.”  Mekhûl de Hz. Peygam­berden, "Ölüm anında bir kulun çektiği acı, yer ve göklerde bulunan canlılara isabet etse hepsi ölür.”  hadîsim aktarmakta­dır. “Ölüm, acısının bir damlası, dünyanın dağlarına damla tılsa, erirler.” sözü dc aktarılmaktadır.

I İz. İbrahim vefat ettiğinde, Allah ona, “Dostum, öl! Dostum, öl! Dostum, ölümü nasıl buldun?” demişti. Hz. İbrahim, “İslak yünün içine sokulup çekilen şiş gibidir.” deyince Allah, “Oysa Biz sana ölümü kolaylaştırdık.” ceva­bını verir. Hz. Musa'nın ruhu Rabbi’ne ulaşınca ona da aynı soruyu sorar. Cevap şudur: “Kendimi canlı olarak kavurma sacının üstüne atılan serçe gibi hissettim. Hemen Ölmez ki, acıyı duymasın, uçamaz ki, kurtulsun.” Başka bir rivayette,, “Kendimi kasap tarafından canlı olarak yüzülen koyun gibi hissettim.” demiştir.

Hz. Peygamber’in vefatı anında, yanında bir su kabı var­dı. Elini suya batırıp mübarek yüzlerine sürerek, “Allah’ım! Ölüm sekerâtını bize kolaylaştır!” diye dua etti. Hz. Fatıma, “Babacığım! Ne acılar çekiyorsun!” diye ağlayınca Hz. Pey­gamber, “Bugünden sonra baban acı çekmeyecektir.” cevabım verdi/4

I İz. İsa, “Ey Havariler! Şu ölüm sekerâtını bize kolaylaştır­ması için Allah’a dua edin! Doğrusu ölümden çok korkuyorum. Bu korku beni âdeta ölümün eşiğine götürüyor.” derken, Ömer b. Rızkullah da şöyle diyor, “Şayet yeminimi bozmaktan kork- masaydım, “Rabb’imin bana göndereceği elçinin yüz hatlarından Allah’ın yanındaki durumumu öğreninceye kadar dünyanın hiçbir şeyiyle sevinmeyeceğim.” diye yemin ederdim.”

İşte bunlar, Allah dostları ve sevdiği kullarıdır. Bir kısmına kolaylaştırdığı halde, ölümün acısından vc sckerâtın ızdırabından kurtulamamışlardır. İyiyi kötüyle karıştıran, yapmayıp kaçırdık­ları iyilik ve ibadetlerin pişmanlık, hasret ve esefi içinde iken ölümün son haddine varan dehşeti ile karşılaşan kişilerin çektiği acıları ise sen düşün! O anda ölüm meleği de çıka gelir!

Miraç hadîsinde, Hz. Peygamber’in ölüm meleğine bu gö­rünme durumunu sorduğu ve şu cevabı aldığı anlatılıyor: “Ben meleklerden olan yardımcılarıma, eceli gelen şahsın ruhunu almalarını emrederim. Ruh, boğaza gelince ona görünür ve ruhunu alırım.” Eğer ölen şahıs Cehennemlik, şaki bir kimse

84 M'scF, Ccnâiz, 6; et-Tirmizî, Cenâiz, 8. ise, ölüm meleğinin yüzünün alacağı şekli sen düşün! Öyle korkunç bir hâl alır kî, sorma! İşte o anda nefis, belâ, sıkıntı ve helakin boyutlarını hisseder. ’’

İkrimc, İbn Abbas'tan şu olayı aktarıyor: “Hz. İbrahim çok kıskanç bir insandı. İçinde ibadet ettiği bir odası vardı. Dışarı çıkınca odayı kilitlerdi. Bir gün yine kilitleyip dışarı çıktı. Dö­nüşte baktı ki, odanın içinde bir adam oturmaktadır. Aralarında şu konuşma geçti:

Hz. İbrahim,

- Seni kim içeri aldı?

Adam,

-Evin sahibi!

Hz. İbrahim,

-Evin sahibi benim!

Adam,

- Senden ve benden daha çok buranın sahibi olan zat beni içeri aldı.

Hz. İbrahim,

-        Sen hangi meleksin?

Adam,

-        Ben ölüm meleğiyim.

Hz. İbrahim,

-      Mü’min bir ruhu aldığın zamanki şeklini bana göstere­bilir misin?

Melek,

-        Elbette! Yüzünü çevir!.

Hz. İbrahim yüzünü çevirdi dönünce karşısında bir deli­kanlı buldu. Siması, elbisesi vc kokusu anlatılmayacak derecede güzeldi. Ona, “Ölüm anında mü’min kişiye sadece bu görüntü' iyilik olarak yeter!” dedi.

Hz. İbrahim,

- Günahkâr bir ruhu aldığın andaki şeklini de gösterebilir misin?

Melek,

- Buna dayanamazsın!

Hz. İbrahim,

- Dayanırım!

Melek,

- Peki, öyle ise yüzünü çevir!

Hz. İbrahim yüzünü çevirdi. Dönünce saçları dağınık, pis kokular saçan, kapkara elbiselere bürünmüş, ağız ve burnun­dan alevler fışkıran bir adamla yüz yüze geldi. Bu korkunç manzara karşısında bayılan Hz. İbrahim kendine geldiğinde melek eski görüntüsüne dönmüştü. Bu durum karşısında Hz. İbrahim, “Ölüm anında günahkâr kişiye sadece bu görüntün azap olarak yeter!” dedi.

Ebû Hüreyre Hz. Peygamberden şu hadîsi naklediyor: “1 Iz. Davud çok kıskançtı. Dışarı çıkınca kapıları kilitlerdi. Bir gün yine kapıları kilitleyip dışarı çıktı. Hanımı Hz. Davud’un odasında oturan bir adanı görünce, “Kim bu adamı içeri aldı? Doğrusu Davud gelirse bu adamın çekeceği vardır.” dedi. Hz. Davud gelip adamı görünce “Kimsin sen?” dedi. Adam: “Kralla­rın korkutamadığı ve engellerin durduramadığı kişiyim.” ceva­bını verdi EIz. Davud: “Vallahi, öyle ise sen ölüm meleğisin!” dedi ve o anda gözden kayboldu.

Bir gün Hz. İsa yolda giderken ölmüş bir insanın kafa tasına rastladı. Ayağıyla dokunarak, “Allah’ın izniyle konuş!” dedi. Kafatası dile gelerek anlatmaya başladı: “Ey Allah’ın ruhu! Ben şu tarihlerde hüküm süren bir kral idim. Saltanat sürdüğüm yer­de, başımda tacım, etrafımda askerlerim, devletimin her yerde hükmümün geçerli olduğu bir sırada ölüm meleği çıka geldi. Bütün uzuvlarım bağlarından koptu ve sonra ruhum çıkıp gitti.”

Keşke sonu ayrılık olan bu saltanat olmasaydı! Keşke sonu yalnızlık olan bu ünsiyet ve alışkanlık olmasaydı! Ya ölüm mele­ğinin yüzü göründüğünde ve ölecek şahıs, meleğin onun canını almak için geldiğini anladığı andaki haline ne dersin? Faltaşı gibi açılmış gözler, hüzünlü bir kalp ve dona kalmış bir vücûd... Nefis boyun eğer ve çıkmak için teslim olur. Ama, ölüm mele­ğinin, “Allah’ın düşmanı! Sana Cehennemi müjdelerim!” veya “Allah’ın dostu! Sana Cenneti müjdelerim!” sözlerinden birini duymadan bedenden ayrılmaz. İşte, Allah tarafından kendilerine akıl verilenler ve onu bilenler bu haykırıştan korkarlar.

Hz. Peygamber, “gideceği yerini bitinceye ve Cennetlik mi Ce­hennemlik mi olduğunu anlayıncaya kadar, sizden hiç kimsenin ruhu kabzedilmez.”"6 buyurmaktadır. Bir diğer hadîste Hz. Peygam­ber şöyle buyuruyor: “Kim Allah’a kavuşmaktan hoşlanırsa, Allah da onun kendisine kavuşmasından hoşlanır. Kim de Allah’a kavuş­maktan hoşlanmazsa, Allah’ta onun kendisine kavuşmasından hoş­lanmaz.” Ashab: “Hiçbirimiz ölümden hoşlanmıyor ama!” dediklerinde şu cevabı verdi: “Hayır bu o demek değildir. Mii’min, daha sonra karşılaşacağı güzellikler kendisine gösterilince, Allah’a ka­vuşmayı diler. Allah da onun kendisine kavuşmasını ister. Kâfir de başına gelecekler gösterilince Allah’a kavuşmak istemez. Allah da onun kendisine kavuşmasından hoşlanmaz.”"'

86      el-Buhârî, Cenâiz, 90; Müslim, Cennet, 65.

87    Müslim, Zikir, 14,18; et-Tinnizî, Cenâiz, 68; Neşet, Cenâiz, 10; Muvafta, Cenâiz, 51; Miisned, 11, 313, 346.

Bir gün Hz. I luzeyfe, gecenin sonlarına doğru kederli bir halde iken Ebû Mes’ud el-Ansari’yc, “Bak bakalım, hangi saat­teyiz.” dedi. Ebû Mes’ud dışarı çıkıp baktı ve “Hava aydınlan-' mış.” dedi. Hz. Huzeyfe: “Neticesi ateşe çıkan sabahtan Allah’a sığınırım!” dedi.

Mcrvan, ölüm hastalığında Hz. Ebû Hüreyrc’yi ziyarete gitmişti. Mervan, “Allah’ım ölüm acısını ona hafiflet!” dedi. Bunu duyan Ebû Hürcyrc “Allah’ım şiddetlendir!” dedi ve ağlamaya başlayarak şunu ekledi: “Allah’a yemin ederim, dün­yaya ağlamıyorum, sizden ayrıldığım için de ağlamıyorum. Ama Allah beni Cennetle mi, yoksa Cehennemde mi müjdele­yecek! Buna ağlıyorum.”

Gece olunca Hz. Muaz “Sabahladık mı?” derdi. Etrafında­kiler “Hayır.” diye cevap verirlerdi. Bunu değişik saatlerde söylerdi. Sabah girince, “Evet sabahladık.” cevabını verirlerdi. O zaman Hz. Muaz “Sonu Cchennem'e çıkan sabahtan Allah’a sığınırım!” derdi.

Son dakikalarını yaşayan Cabir b. Amr‘a, “Bir şey ister mi­sin?” dediler. Cabir, “Hâsan‘1 istiyorum.” dedi. Haşan geldi­ğinde, gözlerini kaldırıp yüzüne baktı vc “Şu anda Cennete veya Cehcnnem'c gitmek üzere sizden ayrılıyorum.” dedi.

Ölüm döşeğinde ağlayan Amr b. Kays’a “Niçin ağlıyor­sun?” dediklerinde, “Ölümden korktuğum için ağlamıyorum. Dünyanıza olan hırsımdan da ağlamıyorum. Ancak dalgalı bir şekilde sabahladım. Bilemiyorum, Cennet veya Cehen- nem'den hangisine gireceğimi düşünüyorum.”

Yine son nefesini vermekte olan Muhammcd b. Vasi, “Ey kardeşlerim! Selâm olsun sizlere, Cehennem'e mi yoksa Al­lah’ın rahmetine mi...?” diyordu.

Bazı kişiler ne mükafat ne de ceza için dirilmeden yok o- lup gitmeyi arzulamalardır. Bunlardan biri olan Ata es-Sülemî, ölüm anında baygınlık geçirdikten sonra ayıldı. Etrafındakiler dua ediyorlardı. “Siz nc yapıyorsunuz?” dedi. “Allah’ın sana sckcrâtı hafifletmesi için dua ediyoruz.” dediler. Ata, “I layır! Bunu yapmayın. İçimdeki yangının boğazıma gelmesini iste­rim. Fakat bir daha da kıyamette dirilmek istemem." dedi.

Cennet veya Cehennem müjdesini beklemekte olan dertli, hüzünlü bir kimsenin kulağına bu iki müjdeden birinin ulaşma­sı anını düşünebiliyor musun? Şayet, “Cehennem’lc müjdelen­din ey Allah’ın düşmanı.” denilse, o anda kalbi Allah’tan tam bir ümitsizlik İçine girecek, zayıflığının onu Allah’ın azabından kurtaramayacağını anlayacak, o anda sesi soluğu kesilecek, hasret içinde geri dönüşü arzulayacak ve şöyle diyecektir: “Nihayet onlardan birine ölütn gelip çattığında, 'Rabbim! Lütfen beni (dünyaya) geri gönder; tâ ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş yapa­yım’ der.” (Mü’minûn, 23/99-100) Ama boşuna, eli zarar etmiş, Allah’tan ümidi kesilmiş, Allah’tan umduğunun dışında şeylerle karşılaşmıştır. Tevbe ve pişmanlığı yüzüne geri çarpılır ve geri dönüş arzusuna perde çekilir. Tâ ki kendisini kızdıranları tenkit etsin ve bu halden sonra bir istekte bulunmasın.

Şayet, Allah’ın kendisinden razı olduğu, kendisine Cennet verildiği vc oraya döndürüleceği şeklinde Cennet müjdesini duysa, kalbindeki sevinci, ümidinin yerine gelişini Allah’a olan hüsnüzannını, büyük korkulardan sonra artık vücûdunun ateşe girmeyeceğine olan kesin inancını, sorma artık! Allah da kita­bında şöyle buyuruyor: "... üzerlerine melekler iner. Onlara “Korkmayın, üzülmeyin, size va’dolunan Cennet’le sevinin!” derler.” (Fussilet, 41/30)

Tefsirde bu olayın ölüm anında geçtiği ifade edilir. Melekler, “Önündeki zorluklardan korkma, geride bıraktıklarına da üzülme. Sana vaad olunan Cennetle seni müjdeliyoruz.” derler.

“Bugün senin rahat edeceğin dinlenme ve zevk-sefa gü­nüdür.” müjdesini Rabb’inin meleklerinden alan kalbe ne mutlu! Zaten o da onun için çalışmaktaydı. Nitekim ibadetle meşgul olan birine, “Ne için ibadet ediyorsun?” denilse, “Ölümün rahat olması için.” cevabını verir.

Hasan-ı Basrî şöyle diyor: “Mü’min ancak Allah’a kavu­şunca rahat bulur. Kimin rahatı Allah’a kavuşmakta ise, o kur­tulmuştur. Ölüm günü onun için sevinç, emniyet, izzet ve şeref günüdür.”

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Allah bir kulundan razı olunca, ölüm meleğine git kulumun ruhunu al getir, onu dünya sıkıntı­sından kurtarayım. Yaptığı amel yeteriidir! Onu imtihan ellim, sevdi­ğim bir tavır ortaya koydu. ” der. Ölüm meleği yanında beş yüz melekle gelir. Her meleğin elinde çeşidi kokular vardır. Her birisi o kişiye deği­şik güzel müjdeler verirler. Ruhunun çıkışına saygı için iki saf olurlar, iblis bu manzarayı görünce, eliyle başına vurup feryat eder. Avanesi, “Efendimiz ne oluyor?” dediklerinde, o adamın gördüğü ikramı gör­müyor musunuz? Siz Herdeydiniz? der. Avanesi, “Kendisiyle çok uğraştık, Jakat adam günahsız!” derler.

Enes b. Malik ve Temim-i Darîye dayandırılarak rivayet edilen bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Allah ölüm meleğine git falan kulumun ruhunu al getir, onu dünya sıkıntısından kurtarayım. Doğrusu oıııı hem yokluk ve hem de varlıkla imtihan ettim, her seferinde sevdiğim bir tavır sergiledi.”"" der.

İbn Mes’ud ise şu hadîsi rivayet ediyor: Hz. Peygamber el­lerini kapının iki yanına koyarak, “Ölüm içindekilerle, Allah düş­manlarına hasretler ve belâlarla geldi. Allah dostlarına ise, sevinç ve gıpta edilecek şeylerle geldi. ” buyurdu/4

KK el-Buhân, Cenâiz, 69; Müslim, Fedail, 1; Nesei, Cenâiz, 121. w et-Tirınizî, Kıyamc, 23 , Miisned, V, 136.

Daha önce ölenlerin şekil ve hallerinden ders almak da ö­lüm düşüncesini kalbe yerleştirir ve dünyaya bağlılığım azaltır. Allah geçmiş asırları bize şöyle anlatmaktadır: “Sen onlardan (geçmiş milletlerden), herhangi birinden (bir varlık emaresi) hissediyor veya onlara ait cılız bir ses işitiyor musun?” (Meryem, 19/98) İbn Abbas, “Onlardan bir ses duyuyor musun? Çünkü ölüm onları susturmuş, his ve seslerini kesmiştir.” Diyor. Baş­ka bir âyette “Onların yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesil­ler yok etmişizdir. Onları hâlâ yola getirmedi mi? Bunda elbette ki, akıl sahipleri için nice ibretler vardır.” (Tâhâ, 20/128) buy- rulmaktadır.

Hz. Ebû Bekir bir hutbesinde, “Nerede o güzel yüzlü nu- ranî şahıslar? Vallahi toprağın altına gömüldüler. Nerede şehir­ler ve surlar inşa edenler? Zaman onlara boyun eğdirdi ve şu anda taşların, tepelerin altında bulunuyorlar.” der.

Bu hadîs-i şerifleri, mürid olan kulun ölümü nasıl dü­şünmesi gerektiğini anlatmak için kaydediyorum ki, böylece, dünya sevgisinden uzaklaşsın; ölümün kendisine danışılmadan, sebepsiz ve vakitsiz geleceğim unutmasın ve kendim emniyette hissetmesin. Sonra ölümün derdini sckcrâtını vc sarsmasını düşünsün ve nebilerin başına gelen sıkıntıları hatırlasın... Ya­nındakilere birlikte ölüm meleğinin, iki müjdeden biriyle gelişini gözetlesin ve daha önce ölenlerin hallerinden ibret alsın...

Örnekler vererek, benzer kişi ve arkadaşların durumlarını göz önüne sererek, meseleyi anlatmanın, kalbe daha çok yer­leştiğini gördüm. Kul, onların toprak altına nasıl serildiklerini, dünyadaki mevki ve saltanatlarını, sonra toprağın onları nasıl mahvedip mezarlarında çürüttüğünü, hanımlarının nasıl dul, çocuklarının öksüz, meclis vc mescitlerinin nasıl bomboş kal­dığını ve izlerinin silindiğini düşünüp karşılaştırmakla ibret alır. Tek tek onları hatırlar, simalarını göz önüne getirir, her birinin nasıl büyüdüğünü, geliştiğini mal-mülk elde ettiğini, harcadığını, dünyaya bağlılığını, ölümü nasıl unuttuğunu veya hatırlatıldığını, kendisiyle kurduğu dostluğu, sevinçlerini, ü­mitlerini, sonra o sağlam dişlerin nasıl döküldüğünü, organla­rın ayrıldığını, güç ve kuvvetin çekilip gittiğini... evet hepsini bir bir göz önünden geçirir. O zaman, ölümün ani gelişi, sıkın­tıları, ruhu kabzeden meleğin görüntüsü, iki müjdenin yaptığı büyük etki ve kalbin onları gözetlemesi, daha önce ölenlerin durumları, nasıl çürüyüp yok oldukları, onu geride bırakıp gittikleri vc kendisinin onların peşinden gideceği gibi gerçek­ler, kalbinde toplanıyor.

Kendisi de onlardan biri gibidir. Onlar öldü o da ölecektir. Nitekim Ebu’d-Derda‘, “Ölüleri hatırladığın zaman kendini onlardan biri say!” derken Hz. Peygamber Abdullah b. Ömer'e, “Dünyada yabancı veya yoldan geçen biri gibi ol ve kendini ölülerden say.” ” buyurmuştur.

İşte o zaman Allah’ın izniyle dünyaya olan bağlılığı azalır, ecelini gözetler, tevbe ile Rabbi’ne kavuşmaya hazırlanır ve arkadaşlarından önce ruhunu almayıp daha sonraya bıraktı­ğından ve böylece onların hallerinden ibret alma, onların başına gelenler kendi başına da gelmesin diye hazırlanma fırsatı verdiğinden ötürü, Allah'a olan hamd vc şükrü artar. İbret alıp uyanması için eceli geri bırakıldığından, ölümün ona bir gaflet anında gelmeyeceği inancı artar. Sonra bunun Rabbi’nden kendisine verilen bir mutluluk olduğunu ümit eder.

İbn Mes’ud, “Saadete eren kişi başkasından ibret alan kim­sedir.” der. Ömer b. Abdülaziz bir hutbesinde şöyle diyor: “Sizler şu anda yok olup gitmiş kişilerin soyundan olduğunuza ve bunu sizden de başkasının miras olarak alacağına bakmaz mısınız? Neticede mirasçıların en hayırlısına döndürülmekte, her gün birinizi sabah veya akşam Allah’a hazırlamakta, bir toprak parçasının üzerine sonra da içine koyulmakta ve hesap vermeye yönelerek bütün sebepleri ortadan kaldırmaktadır. Geride kalan hiçbir şeyin faydasını görmeden kendisi için ya­pıp gönderdiğine çok muhtaç olarak gitmektedir.” Bununla; dinleyenleri ölümü düşünmeye teşvik etmiştir. Kul, anlatmaya çalıştığımız şeyleri düşününce dünyaya bağlılığı azalır, tevbe ile Allah’a kavuşmaya hazırlanır ve Rabbi’nin hoşuna gitmeyen şeylere dönmemek için büyük gayret gösterir.

Dedim ki:

“Sen bana ölüm korkusunu, ecel gizli olduğundan dünya­ya fazla bağlanmamak ve daha önce ölenlerden ibret almak gereğini anlattın. Bunların bir kısmını daha önce dc düşünü­yordum. Fakat kalbime etki etmiyor, etse bile kısa bir süre sonra etkisi kayboluyor.”

Dedi ki:

“Kalbin başka şeylerle meşgul iken, bunları topluca düşü­nüyorsun. Şayet kalbin başka bir şeyle meşgul olmadan doğru­dan bunları düşünürsen etkisi olur. Aniden ölümün gelme korkusuna kapılırsın ve arkasından dünyaya olan bağlılığın azalır.”

Dedim ki:

“Doğrudan kalbe etki edecek bu düşünceyi nasıl elde ede­bilirim?”

Dedi ki:

“Kalbini bütün düşüncelerden temizleyip sadece bunu ele alacaksın, işte o zaman kalbine doğrudan yerleşir. Çünkü içinde başka bir şey yoktur. Çok geçmeden vücûd üzerinde etkisi görü­lür. Allah’ın bize, Hz. Musa'nın annesinin kalbini, çocuğunun düşüncesinden başka bütün düşüncelerden boşaltması anını anlattığı gibi.. “Musa’nın annesinin yüreği bomboş kalıverdi.” • Yani çocuğun düşüncesi dışında her şeyden..“Oğlum!” diye bağırarak “Neredeyse işi ortaya çıkaracaktı.” (Kasas,28/10).

Allah, çocuğun düşüncesi dışında annenin kalbinde hiçbir düşünce kalmayınca, neredeyse durumu ortaya çıkarıp sakını­lan felâketle neticelenen şeye sebebiyet vereceğini bildirmekte­dir. Kalbini, ölüm ve kurtuluşuna neden olacak mutlu son düşüncesi dışında, her şeyden temizleyen kişi nasıl etkilen­mez? Kim böyle yaparsa kalbine üzüntü ve dert hakim olur ve ister istemez ölümün acı tadını duyar. Nitekim Hz. Isa, “Ey I lavariler! Bana sekerâtı kolaylaştırması için Allah’a dua edin. Ölümden çok korktum. Bu korkum âdeta beni ölümün eşiğine götürmektedir.” demişti.

Ölüm düşüncesi kimin kalbine doğrudan yerleşirse dün­yadan soğur, sevinci ve hasedi azalır. Bu sözü Ebu’d-Dcrda da söylemiştir.

RİYÂ

BİRİNCİ BÖLÜM

Riyânın Özelliği ve Mahiyeti

Dedim ki:

“Allah’ı ve zikirlerini gözetmeyi, Allah hakkına riayeti ve onu isteme yolunu, vaciplerden evlâ ve daha faziletli olanı anlattın. Bunlara uymam durumunda, benim için hangi şeyden endişe ediyorsun?”

Dedi ki:

“Ahirette yaptıklarının sevabını alıp götürecek ve tadını bozacak şeylerle bunları ifsad etmenden endişeliyim.”

Dedim ki:

“Öyle ise bu daha büyük bir felâkettir. Gayret edeceğim, sonra da yaptıklarım iptal olup gidecek! Bu nasıl şeydir?”

Dedi ki:

“Allah hakkına riâyet eden muttaki insanın durumu za- manla değişerek neticede halka görünür.

Daha önce mâlâyâni ve caiz olmayan konuşmalara dalı- yorken kendisinde suskunluk görünür. Allah’a isyan edenler­den bir kaçış görünür. Kendilerinden manevî yönden iyilik göreceği kişilerle oturup kalkar. Allah’ın sevdiği ve onu Allah’a yaklaştıracak konuşmalar yapar. Organlarında bir sükûnet, gönlünde korku hasıl olur; vakar ve sakinliği onu yüceltir. Güzel ameller yapar. İşte o zaman nefsi, kullara gösteriş için ortaya çıkan bu durumların onu yüceltmeye, övmeye ve fazi­letli bir kişi olarak görünmeye engel olmadığını anlar. Ayrıca nefis gizlediği durumları açığa vurduğunda da yine övüleceğini vc faziletli görüleceğini anlar. O zaman nefis gizli ve açık yap­tığı her ibadetten ötürü övülüp yüceltilmek ve dünyada büyük görünmek için dinle süslenip rahata kavuşmak ister.

Nefis mücadele edince kul, onu kendi arzu ve istekleri i­çin mücadele ettiğini anlar. Ama bunlar açık olan istekler değil­ler. Yeme, içme, giyinme, evlenme gibi dış organlarla elde edilecek arzular cinsinden değiller. Bu, alenen yapılan iyilikle­rin içinde gizli olan bir arzudur. Nefislerde gizlidir. Helâl ve faziletli şeylerden ayrı ve açık değildir. Hiçbir iyiliğin bulaşma­dığı kötülüklerden açık bir kötülük de değildir. Ancak gizli ve iyiliklerin içine sirayet edip birleşen bir arzudur.

Yapan, zahiren iyilik yapmakta, /Allah’a itaat ediyor gö­rünmektedir. Oysa nefis, arzusunu gizlemiştir. Açıkta görünen ibadetle süslenmek ve kulların nazarında ibadet yapıyor gö­rünmek için, yapmacık yollara başvurmaktadır. Allah’a yaklaş­tıran türden bir ibadet olduğu için de kul nefsini tenkit edip ondan kurtulamıyor da. Çünkü nefis asıl gayesini gizlemiştir. Bunu ancak, nefsin gaye ve mahiyetini bildirecek bir ilimle yapmak mümkündür. Kul ilimle aydınlanmazsa, bu duygu gizli ve örtülü kalmaya devam eder.

Vehb b. Müncbbih şöyle diyor, “Arzuların gizliliği odun içindeki ateşin gizliliğine benzer. Dürtersen açığa çıkar, bıra­kırsan gizli kalır. Riyânın en açığı yalandır. En gizlisi ise entrika ve hiledir.” Yani riyâ gafil olana gizli kalır. İlim vc mârifetle gözetlenince açığa çıkar.

Yarın kıyamette ihlâsla yapılan iyiliklere nc kadar çok ihti­yacı olduğunu bilen kişinin kalbine, güzel bir mükâfat göre­bilmesi için, ciddi bir şekilde riyadan kaçma ve tam bir ihlâsla amel etme endişesi hakim olur. Çünkü Allah için ihlâsla yaptı­ğı amellerin dışında ona hiçbir amelin ulaşamayacağını ve sa­dece onun adına yapılan ve başka arzular bulaşmayanlar hariç, hiçbir amelin kabul edilmeyeceğini bilmektedir.

Bakmaz mısın ki, halk yolculuğa çıkmadığı, köyünde kasa­basında olduğu zaman, alacaklı oldukları dirhem vc dinarlardan vazgeçebilmekte ve değeri düşük paralarla alış veriş yapmakta­dırlar? Hâlbuki, hac yolculuğu gibi uzun bir sefere hazırlanan kişi yanma, en değerli paralardan almaktadır. Çünkü uzun yolda paraya ihtiyaç daha fazla olduğundan, yardım vc şefkat azalmak­tadır. Meselâ, bir bidon su almak isterken paranın geçmeyip yüzüne çarpılmasından vc yiyecek, kiralık bir hayvan vb. insanlar arasında birbirine şefkat ve yardımın ağır bastığı ama ihtiyacın çok olduğu konularda çaresiz kalmaktan korkar. Oysa, bu şahıs memleketinde iken, reddedilmekten ve para değerinin düşüklü­ğünden korkmaz. Çünkü parası geri çevrilince, gidip değiştirme veya diğer bir maldan alma ya da birinden borç alarak, ihtiyacını karşılama imkân ve ümidi içindedir.

İşte kıyamet günü insanların birbirlerinden teberri ederek kaçacaklarım anlayan kişi de bu şekilde davranır. Çünkü o gün anne, gördüğü dehşet verici manzara karşısında terazi kefesin­de ağır gelecek ve iyiliklerini artıracak en ufak bir sevaba ihtiyaç duyar ve çocuğundan bile bir alacağının olmasını ister.

O günün dehşetini ve o günün ihlâsla yapılan iyiliklere o- lan ciddi ihtiyacı anlayan kimse, kıyamet gününün sabah veya akşam gelip onu, ihlâsla yapmadığı bir namazda, oruçta, hu- şû'da, gazvede veya Allah yolunda düşmana saldırı anında ya­kalamasından vc amellerinin boşa gidip iyiliklerin günahlardan daha az bir seviyeye düşmesinden korkar. Şayet dünyada yaptı­ğı amellerinde ihlâslı olsa, iyilikleri günahlarına tercih edilir ve bununla Cennet'e girer. Ama amelleri ihlâssızhktan boşa gi­dince, günahlar tercih edilir. İyilik az vc hafif olur.

İşte o zaman kalbinin hasretten nasıl parçalandığını sor­ma? Akıllı olan bundan korkar! Korkunca da amellerinde riyâ ve kullara karşı yapmacık davranışlardan kaçınma hissi galip gelir. Sadece Allah rızâsını dileyerek hareket eder. Neticede hem ilmi hem dc ameli ihlâslı olur.

Günahkârı Amelinde İhlâslı Olmaya Teşvik Etme

Dedim ki:

“Ihlâs, özellikle abidlerin güçlü olanlarının makamıdır.” Dedi ki:

“Elbette ibadette güçlü kişiler daha çok ihlâslı olabiliyor­lar. Fakat sevap ve günahı karıştıran günahkârlar, özellikle takvâlı kişilerden, daha çok dikkatli ve ihlâslı olmalıdırlar. Çünkü takvâ sahibi kişinin bütün nafileleri yok olsa bile, yerine getirdiği farzlarla kurtulur. Ama, günahkâr olanların nafileleri farz yerine kaim olur. Mücahid'in, “Hz. Peygam­berin bir tek nafilesi vardı. Çünkü affedilmiş bir kimseydi.” diyerek, “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.” (İsra, 17/78) âyetini okuduğunu duymadın mı? Ebû Ümame dc bu nafilenin Efcndimiz’in özelliklerinden olduğunu söylemiştir.

Ebû Hürcyrc, Temim cd-Dari ve Enes b. Malik'in riva­yet ettikleri hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kul, kıyamet günü hesaba çekilir, farzları eksik olursa, nafilesi var mı ona bakın?” denir. Şayet nafilesi varsa onunla farzları tamamla­nır.”

Günahla sevabı karıştıran kişi kıyamet günü, farzları eksik ve günahları yığılmış bir şekilde gelir. Şayet ihlâssızhktan nafi­leleri de yok olmuşsa, perişan olur. Çünkü bunları, farzları tamamlamak ve günahları silmek için yapmıştı.

Takvâ sahibi olan kişi yüksek mertebelere erişmek için ça­ba göstermişti. Nafileleri yok olsa bile, günahlarına galip gele­cek vc neticede Cennet'e götürecek kadar iyilikleri kalır. Nefis ve şeytan ise, hiçbir iyiliğin kalmasını istemezler. Günahkâr kişi bununla ölçülür.

Takvâlı vc güçlü olan kişi durumunun iyi olduğunu ve halkın bu durumda olanlara saygı gösterdiğini görünce, düş­man vc nefis o şahsın güç odaklarını vc galebe noktalarım bozmak için açık kapı keşfetmiş olurlar. O kişi, Allah için bü­tün zevklerini terk etmişti. Bunun üzerine onu riyaya sevk etmek ve amellerini bu yolla yok etmek isterler. Gayeleri, terk ettirmeyi başaramadıkları amellerini boşa çıkarmaktır.

Onu dinde yapmacığa davet ederler. Makamının yüceli­ğinden dem vururlar. Bu makam sevgisi onun yanında, gümüş vc altın sevgisine galebe çalar. Çünkü kul, “Ne takva sahibi insandır.” desinler diye altın ve gümüşü terk eder. Nefis ve şeytan duygularını tatmin için kulu günaha davet ederler. Ne­fis lezzet almak için, şeytan ise haset ve düşmanlığından ötürü, kulun helak olmasını isterler. Kul, onları dinlemeyince, “Senin takvan sana yeter." diyerek nafileleri terk etmeye davet ederler. Yine onları dinlemeyip nafilelerine devam ederse, bu sefer onu bu noktada riyaya düşürmeye çalışırlar. Nafilelerden ötürü dc riyaya düşmeyince yine peşim bırakmazlar.

Nefis, halk arasında övülüp yüceltilmesi için uğraşarak lezzet almak isterken, şeytan düşman ve hasetliğinden ötürü bunu ister. Bu oyuna da gelmeyince, bundan kaçışında bir gösteriş olduğunu söylerler. Nafilelere ısrar ederse riyadan kurtulamayacağını fısıldarlar. Kul, karşı çıkar, ihlâsh bir şekilde ameline devam eder. Riyâya karşı direnir vc yaptıkları işin neti­cesiz kalacağını söylerse onu tartışmaya davet ederler. Onlar, “Sen müraîsin.” derler o ise bunu yalanlar. Böylece onu yap­ması gerekenden alıkoyar, kalbinin ahireti düşünmesine mâni olmaya çalışırlar.

Kalp biraz meşgul olunca, nefis uğraşmanın yorgunluğuna rağmen, düşünme zahmetinden kurtulduğu için keyiflenir. Düşmanın gayesi ise, kul kendini tam kaptırıp kemâl derecesi­ne ulaşmasın diye, Allah’a yaptığı ibadete noksanlık koymak ister. Bu daha önce ilk anne vc babasına yaptığı gibi, kin ve hasedinden ileri gelmektedir.

Allah bizi dikkatli olmaya davet ederek şöyle buyuruyor: “Ey Adem oğullan! Şeytan ana-babantzt Cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin.” (A’raf. 7/27). “O (şeytan) gerçekten saptıncı apaçık bir düşmandır.” (Kasas, 28/15). “..Belki de nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi.” (Yûsuf, 12/18). “Nefis aşın derecede kötülüğü emredicidir.” (Yûsuf, 12/53). Allah bize, nefsin kötülüğü emrettiğini, şeytanın ise dalâlete sürükleyip amelden alıkoyduğunu haber vermektedir.

Riya Konusunda Açıklama

Dedim ki:

“Riya konusunda yeterli bilgim yoktur. Nedir riyâ?”

Dedi ki:

“Evet, bu konuda yeterli bilgin yoktur. Ve bilmediğin şeyden yeterince kaçınamazsın, görmediğin şeyden de sakı- namazsm. Nehyedildikleri şeyleri öğrenip bilinçli bir şekil­de onlardan kaçınmaları için, bilgi sahibi oluncaya kadar, senden önceki müritlerin durumu da böyle idi. Şu hadîs-i şerif buna delâlet etmektedir: “Bir adam Hz. Peygamberce “Kurtuluş neyledir?” dedi. Hz. Peygamber, “Allah’ın sana emrettiği şeyleri insanlar için yapmamalıdır.”  Böylece amelinde kurtuluşun olabilmesi için riyâyı terk etmesini emretmiş oluyor. Başka bir adam, “Birisi kabile tarafgirli­ğinden savaşır, diğeri kendisinden söz edilsin diye savaşır; bunların durumu nedir?”  diye sorar. Bunu soran adam amelini korumak istediğinden, riyâyı ihlâstan ayıracak bir ilim elde etmek istiyor ki, ameline riyâ karışma tehlikesi baş gösterince onu reddedebilsin.

Ebu’d-Derda, “Şeytanın dürtülerini bilmek, kişinin ilim seviyesini gösterir.” der. Yani bir dürtünün ne zaman ve ner- den geldiğim bilmek bir ilimdir. Kul, bu konuda Rabbinden bir ilim olarak sadece O’nun rızâsı için yapılan ihlâslı ve saf amellerin kabul edildiğini, nefis ve şeytanın da onu, amelleri boşa çıkaracak işlere davet ettiğini anlayınca, dikkatli olur ve bilinçli hareket eder. O zaman kendisine bir duygu gelince bunun riyâ olup olmadığını anlar.

Yunus b. Ubeyd bize Hasan-ı Basrî’nin şu sözünü aktarı­yor: “Kul, amelini bozan şeyin ne olduğunu bildiği müddetçe iyilik içindedir.” Kul, anlatmaya çalıştığımız riyâ vb. konularda hiçbir zaman yeterli bilgi ve emniyete sahip olamaz, özellikle riyâ... Çünkü hadîs-i şerifte riyânın, karıncanın hareketinden daha gizli olduğu bildirilmiştir.

Bu derecede gizli olan şey, ancak geniş bir ilim ve engin basiretle fark edilebilir. Aksi taktirde ilimsiz olarak riyâyı gö­zetmenin faydası olmaz. Korku ve endişe ile riyâ gözetlenmeli, mârifet ve basiretle dc teşhis edip karşı konulmalıdır. Kısacası riyâya karşı kesin bilgi elde edemezsin.

Dedim ki:

“Peki nedir riyâ? Plangi ilim onu bildirir? Ta ki, bazı delil­ler elde edelim ve kalbimiz onları anlamak için inşirah bulsun.”

Dedi ki:

“Riyâ kulun, Allah’ın ibadetiyle başkasını kastetmesidir.”

Dedim ki:

“Bunun delili nedir?”

Dedi ki:

“Bıııııın delili Allah’ın şu âyetidir: “Kim (yalntz) dünya ha­yatını ve onun süsünü istemekte ise, onların işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) yap­tıkları da boşa gitmiştir, halen yapmakta oldukları şeyler zaten bâtıldır.” (Hud, 11/15-16) Hz. Muaviye ve Mücahid bunların “mü- raîler” olduğunu söylemişlerdir: Başka bir âyette: “Kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların tuzağı bozulur.” (Farır,35/10) deniliyor. Mücahid bunların riyakâr­lar olduğunu söylemektedir. Diğer bir âyette ise: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz, dolayısıyla sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 76/19) buyuruluyor. Yüce Mevlâ ameliyle dünyayı ve dünya süsünü isteyenin amelinin bu olduğu­nu bildirmektedir. Bu konuda birçok âyet vardır.

Hadîs-i şeriflere gelince

1.    “Melekler bir kulun amelini Allah’a yükseltince onlara, “Benim bu kulum ameliyle beni kastetmem iştir. Ameliyle birlikte Cehennemle atın!” buyurur.4 Burada da dünya ve süsünün arzusu vardır. Bu sadece bu işin ehli olanların yanında geçerlidir.

2.    “Kurtuluş nerdedir?” Sorusuna Efendimiz’in cevabı, “Kulun Allah’a ibadetiyle insanları arzulanıamasıdır.”'* Şeklindedir.

3.    “Amr b. As‘tan: Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim ameliyle riyâ ve gösteriş yaparsa, Allah da onunla ona göre muamelede bulunur.

4.    “Hz. Ebû Hüreyre’dcn rivayet edilen ve üç kişiyi anla­tan hadîs-i şerif: Biri Allah yolunda savaşmış, biri malla sadaka vermiş diğeri de Allah’ın kitabını çokça okumuştur. Allah onla­ra: “Siz yalan söylüyorsunuz. Siz, ‘falan iyi savaşçıdır falan çok

94      İbn Mübarek, ez-Ziihd. 67.

95      el-Buhâri, Tefsiru Sûre, 3; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 3; Neşe», Vesâyâ, 3.

96      el-Bııhâri, Rikak, 36, Ahkam, 9; Müslim, Zühd, 47; el-l’innizt, Nikâh, 11.

cömerttir, falan da âlimdir,’ desinler diye yapıyordunuz.” der. Hz. Peygamber’in “Bunlar ateşe girecek ilk üç kişidir.” dediği de rivayet edilmiştir.

5.    Bir kudsî hadîste de şöyle buyruluyor: “Kulların amelleri­ni boşa çıkaran riya, Allah 'ın ibadetiyle insanların arzulandığı riyâdır,”

Amellerinde doğru vc ihlâslı olanların kalbini ise şöyle an­latıyor: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz. Dolayı­sıyla, sizden tte bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan, 76/9).

Mücahid, bunu dilleriyle değil kalpleriyle söylediklerini bildiriyor. Allah isteyenin rağbet etmesi için bize bunları anlatıyor. Kalbinden yaratıkların övgü ve karşılık bekleme hissini çıkarandan Allah razı olur. Bu konuda birçok hadîs-i şerif de vardır.

Neticede riyanın, amelimizle, Allah’ın dışında birilerini hoş etmemiz veya Allah’ın ibadetiyle yaratıkları kasdetmeme- miz olduğu ortaya çıkmaktadır.

Riyâ İki Türlüdür

Dedim kı:

“Riyâ sadece anlattığın bu şekliyle midir? Yoksa başka şe­killeri de var mı?”

Dedi ki:

“Riyâ bir meyil ve arzudur. Biri ağır biri de hafif olmak üzere ikiye ayrılır, ama ikisi dc riyadır.

Ağır ve büyük riyâ, kulun Allah’ın ibadetiyle kulları arzu­lamasıdır. Bununla Allah kastedilmemektedir. Nitekim Hz. Peygamber: “Allah’a itaatinle kulları arzulama!”  buyurmuş­tur. Yukarıda geçen üç şahsın durumu da buna örnektir. Onlar da Allah’ı değil insanları arzuluyorlardı. Bu ise Allah katında çok kötü bir şeydir. Bir diğer hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Kıyametgünü müratye, yaratıkların başı üzerinden şöyle seslenilir: Ey günahkâr! Ey kandıran şahıs! Senin ibadetlerin boşuna gitti sevapların silindi! Git kimin için amel ettiysen sevabım onlardan İste!” denilir.”9* Üç kişiyi anlattığı hadîs-i şerifte Efendimiz, Hz. Ebû Hüreyre’nin ayağı üzerine bir çizgi çizip, "Ya Eba Hiireyre! Bunlar kıyamet günü Allah’ın Cehennem ateşini onlarla tutuşturacağı ilk kişilerdir.”9'1 buyurdu. Bu Allah katında riyânın en büyüğü­dür.

Şeddâd b. Evs'in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz, "Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu, riyâdır.”M' buyur­maktadır. Yine Şeddâd b. Evs anlatıyor: “Bir gün Hz. Peygam­beri ağlarken gördüm. Sebebini sorunca şu cevabı verdi: "Üm­metim için korktuğum bir iş var: Şirk... Eakat Ümmetim puta, güneşe, aya, taşa vs. tapmayacaktır. Ancak amellerine riyâ sokacaklar. Bu da korktuğum şeylerin en korkuncudur.”'9'

Hafif olan riyaya gelince: Allah’ın ibadetiyle hem Allah’ın sevabını hem de kulları arzulamak, ikisini bir kalpte birleştir­mektir. Bu ikisini birleştirmek riyanın hafif olanıdır. Amele şirk karıştırmak demektir. Çünkü birincisi insanları istemekte, Allah’ı istememektedir. Dolayısıyla İkincisi ameline şirk karış­tırmaktadır. Çünkü ikisinin de övgüsünü beklemektedir.

Hz. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Pey­gamber şöyle buyuruyor: "Allah, ‘Benim hiçbir ortağım olmaz. Kim yaptığı amele başkasını karıştırırsa Ben o amelden beriyim. Kimi

98      İbn Ebi Dünya, es-Sîmnct ve’l-İhlas, adlı eserinde, sahabınin adını vermeden rivayet eder. Değişik lafızlarla bak. el-İrakî, el-Mtığnî, III, 294.

99      el-Tirtnizt, Zühd, 48.

100     et-Tinnizî. Hudûd, 24, Fiten, 59; İbn Mâcc, I Indûd, 12; Miisned, I, 22

101    Miisned, IV, 24, 126.

karıştırmışsa o amel onun içindir.’ diye ferman eder.”UY2 Bununla hem Allah’ın hem dc kulların irâde edildiği bir riyâ çeşidi ol­duğu ortaya çıkmaktadır.

Tavus anlatıyor: Hz. Pcygamber’e bir adam gelip, “Ya Resûlallah, kişi sadaka verir ve buna mukabil, övülmeyi karşılık olarak görmeyi arzularsa, durumu nedir?” diye sordu. Hz. Peygamber, “Kim, Rabbi’ne kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbi’ne ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110) âyeti nazil oluncaya kadar bir şey demedi.

Allah hem halkın hem de Allah’ın övgüsünü isteyen şah­sın sorusuna cevap olarak bu âyeti indirdi.

Mahmud b. Lebid dc Hz. Peygamber den şunu rivayet edi­yor: “Sizin için korktuklarımın en korkuncu küçük şirktir.” “Küçük şirk nedir?” dediler. “Riyâ!” dedi ve devam etti: “Allah kıyamet günü onlara: 'Dünyada yanlarına gittiğiniz kişilerin yanma gidin! Yanlarında bir karşılık bulabilir misiniz?’ der.”U}3

Kasım b. Muheymere'dcn: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah, ‘İçinde hardal tohumu kadar riyâ olan ameli kabul et­mem’ buyurmuştur.”114

Hz. Ömer, Hz. Muaz‘ı ağlarken görünce, “Niye ağlıyor­sun?” dedi. Hz. Muaz, Efcndimiz’in ravzasını göstererek, “Bu ravza sahibinden duyduğum: ‘Riyanın en küçüğü bile şirktir.” sözünden dolayı.’ karşılığını verdi. Başka bir hadîste “Riyanın en azı şirktir.”115 buyuruluyor.

İbn Ebi Muğis, Said b. Museyycbc, “Birimiz iyilik yapar vc ona mukabil övülmeyi vc karşılık görmeyi ister?” deyince, “Sen amelinin boşa gitmesini mi istiyorsun?” diye sordu. “Hayır.” kar­şılığı alınca da, “Oylc ise Allah için yaptığın işi ihlâsla yap!” dedi.        

Bir adam, Ubade b. Samit’e, “Ben kılıcımla Allah yo­lunda savaşıyorum. Bununla hem Allah’ın rızâsını hem de mü’min-Ierin övgüsünü diliyorum.” deyince 1 İz. Ubade, “Sana hiçbir şey yoktur.” karşılığım verdi. Adam üç defa aynı soruyu sordu ve aynı cevabı aldı. Üçüncüsünde şu kud- sî hadîsi de ekledi: “Ben ortaklara hiçbir ihtiyacı olmayanım. Bana ibadet edip bu ibadette başkasını karıştıranın ibadetinden payına düşeni Bana ortak koşulana bırakırım. İhtiyacım yok!”]i](Allah kendilerinden razı olduğu mü’minleri ise onların di­liyle anlatıyor: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz. Dolayısıyla sizden ne bir karşılık ve ne de bir teşekkür bekli­yoruz.” (İnsan, 76/9) Allah’la birlikte kalbe yerleştirmeyi red­dediyorlar.

Dahhak, “Sakın, bu Allah ve sizin için veya bu Allah ve ak­rabalık için demeyin. Çünkü Allah’ın ortağı olmaz.” der.

Hz. Ömer bir adama, bir hatasından ötürü    kırbaçla vur­du ve sonra “İstersen benden kısas alabilirsin.” dedi. Adam, “Hayır, Allah’ın hatırı ve senin hatırın için vazgeçiyorum.” dedi. Hz. Ömer benim için mi vazgeçiyorsun, yoksa Allah için mi bunu belirt!” deyince, adam, “Allah için.” dedi. Hz. Ömer, “İşte şimdi oldu.” karşılığım verdi.

Bu yazılanlar, riyanın büyüğünün, Allah’ın ibadetiyle kul­ların kastedılmcsi; küçüğünün ise, Allah ve insanların beraber kastedihnesi olduğunu göstermektedir.

Riyânın Oluşması ve Sebep Olan Durumlar

Dedim ki:

“Kalpte kök salan riyânın kaynağı ve asıl sebebi nedir? Çünkü eğer kulun kalbinde bu işe sebep olan bir kök, bir to­hum olmasaydı, riyâ yeşerip dallanmaz; düşmanın dürtülerini kabul etmezdi. Aksine düşman, kalpte sevgi ve ilgisi olmayan bir şeye davet etmiş olurdu.”

Dedi ki:

“Evet”

Dedim ki:

“Peki o nedir?”

Dedi ki: ,

“Nefs içinde üç düğüm var: Övülme sevgisi, yerilme kor­kusu ve dünyalık kaybı, insanların elinde olana aşırı ilgi.”

Dedim ki:

“Bunun delili nedir?”

Dedi ki:

“Kişinin kendi vicdanında hissettiği şeyler bunun delilidir. Çünkü Rabbi’ne yaptığı kulluğu başkalarına duyurmak ister. Böylece iyilik, saygı ve ikram görmeyi, övülmeyi ve kendisin­den söz edilmesini umar. Hoşlanmadığı tenkite maruz kalma­mak için, istekli olmadığı halde, ibadet eder.

Dedim ki:

“Bunu vicdanımda hissediyorum. Ancak buna ilimden de­lil istiyorum”

Dedi ki:

Bunun delili Ebû Musa el-Eş’arî’nin rivayet ettiği şu ha­dîs-i şeriftir: “A'rabî'nin biri Hz. Peygatnber’e, "Ey Allah’ın elçisi, bir adam hamiyet için savaşır.” Yani, kendisinin veya taraftarları­nın mağlup olmasından hoşlanmadığı için savaşır. “Bir diğer adam savaştaki kahramanlığının belli olması için savaşır.” Bu ise, kalpteki övülme duygusunun eseridir. “Bir adanı da sena ile kendisinden söz edilsin diye savaşır.”1"" Bu da dillere destan olma isteğinin neticesidir.

İbn Mes’ud da şöyle diyor: “İki cephe savaşa tutuşunca melekler nazil olur vc savaşanların niyetlerine göre, “Falan kendisinden söz edilsin diye savaşıyor, falan da mal-mülk elde etmek için savaşıyor.” diye hepsini kaydederler. Birincisi halkın övgüsünü kazanmaya, İkincisi ise dünyaya olan bağlılığa delil­dir. Hz. Ömer de, “Siz daha sonra meğazi kitaplarında, falan şehit oldu diye söz edersiniz. Hâlbuki o, yükünü gümüşle doldurmuştur.” açıklamasını yapar.

Hz. Peygambcr’den şu hadîs-i şerifler de rivayet edilmiş­tir: “Kim, deve yuları gibi adi bir şey elde etmek için savaşırsa sadece niyetlendiği şeyi elde eder.”1"' “Kim dünya için hicret ederse onu elde eder ve sadece niyetlendiği şey için hicret etmiş olur.”11" “Kim bir şey elde etmek için hicret ederse ona sadece niyetlendiği vardır. 11

Adamın biri, Ümmü Kays adındaki kadınla evlenmek için hicret etmişti. Ona “Ünımü Kays’ın muhaciri.” ismi takıldı. Çünkü sadece evlenmek için hicret etmişti.

Dolayısıyla riyâya vc düşmanın dürtülerini kabule sevk e­den şu üç şeydir: Övülme arzusu, tenkit edilme endişesi, dünya sevgisi ile halkın elindekine göz koyma. Bunlar da övülme arzu­su vc tenkit edilme endişesine indirgenebilir. Çünkü kişi, halkın yanında olana, sırf Allah'a ibadetle değil, övülme vc büyük gö­rülmekle kavuşacağına inanır. Çünkü, ancak o zaman ona malla­rını sunarlar. Gözden düşüp halkın övgüsünü kaybetme endişe-

108     el-Buhârî, İlim, 45; Müslim, İmaret, 150; ef-Tirmizî, Fedailu’l-Cihâd, 16.

109     Nescî, Cihâd, 23; Müsned, V, 315.

110     el-Buhârî, İman, 41, İtk, 6; Müslim, İmaret, 155; Ebû Dâvûd, TalâkJ 1; Neseî, Taharet, 59.

111    aynı yerler.

sinden ve tenkit edilmekten korkar. Neticede bu üç şey övülme arzusuna indirgenmiş olur. Ancak övülme arzusu, kişilerin ka­rakter vc isteklerine göre dallanıp budaklanır.

Tenkit Edilme Korkusu ve Başkasının Elindeki­ne Göz Dikme

Dedim ki:

“Tenkit edilmekten korku nasıl olur?”

Dedi ki:

“Meselâ bir adam düşün ki, hücuma geçmek üzere top­lanan düşmanın karşısına dikilmiş bulunan ve ondan da daha cesaretli olan savaşçıların içinde yer almaktadır. Bu adam aynı safta bulunduğu savaşçıları geçip övgüyü hak edecek kahra­manlıklarda bulunma gücüne sahip değildir. Dolayısıyla, o durumda yanındakilerin kendisi için, “Ne cesaretli, ne kahra­man adam.” demelerinden ümidini keser. Çünkü hepsi aynı dürümdalar, hatta ondan ilerdeler. Bu durumda övgü görme­den safta durmak istemez. Saltan ayrılmak ister, ancak kendisi için “Ne korkak adam!” denilmesinden de çekinir. Neticede savaş saffında kalır ama sevap kazanma gayretiyle değil, korkak­lıkla itham edilmekten çekindiği için kalır. İlk saflara katılma­yıp geri kalan, ama savaştan da kaçmayanların durumu da böy­ledir. Korktukları savaşın, kaybedildiğini gördükleri veya çok ölüm olduğunu müşahede ettikleri için ön safa girmezler, ama korkaklık damgasını yemekten dc çekinirler. Onun için kaç- mayıp geri saflarda yer alırlar.

Veya altın, gümüş vb. dünya malını çokça tasadduk eden bir grubun içinde bulunan bir adam düşün! Nefsini yenip onlar gibi mertçe tasaddukta bulunamaz. Cimrilikle bir şeyler verir ama, övülmekten de ümidini keser. Çünkü bu konuda herkes on(ı geride bırakmıştır.

Ya da bir adam düşün ki, yanındakiler gece veya gündüz uzun uzun namaz kılmaktalar, o ise onlar gibi kılamamaktadır. Tembellikle de itham olunmak istemez. Ama övühnckten de ümidini keser. Çünkü diğerleri ondan üstündür. Tembellikle itham edilip tenkit edilmekten de çekindiği için birkaç rekât kılar.

Ya da, bazı dinî konulan bilmediği halde, “Bu yaşa gelmiş hâlâ şu konuyu öğrenememiş!” denilmesin diye, kimseye de sormayan adam gibi. Bazen tenkit korkusu onu yalan söyleme­ye sürükler. Bilmediği konuda kitap yazdığını iddia eder. Veya cahilane fetva verir. I lâlbuki, sorulan soruya cevap veremeye­ceğini, dolayısıyla bu konuda fetva vermemesi gerektiğini ve “Biliniyorum.” demesinin daha uygun olacağını bilir. Fakat cehaletle itham olunmaktan çekinir.

Tenkit edilmekten korktuğu için helâl mal elde etmeyi, i- yiliği emredip kötülükten menetmeyi bırakan kişiler de böyle­dir. Bu konuda örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Dedim ki:

“Başkasının elinde olana göz dikmek nasıl olur?”

Dedi ki:

“Kendisinden iyilik umduğu, yaptığı amele mukabil bir şeyler verip, el uzatacağını beklediği kişinin onu görmesi ho­şuna gider, iyilik beklediği şahsın, bir kötülüğünü görmesi onu, bir başkasının görmesinden daha çok üzer. İbadet ve taati- ni görmesi ise, çok hoşuna gider. Çünkü ondan bir şeyler bek­lemektedir.

Birisine kârla bir şeyler satan, veya vadeli bir şekilde bir şey satıp buna mukabil övgü bekleyen şahsın, o kişi tarafından bir iyilik yaparken görülmesi çok hoşuna gider. Çünkü verâ sahibi, vefalı, sözünde duran bir şahıs olduğu inancı yerleşir. Bu da ona güvenmeyi sağlar.

Sanatkâr müşterinin, işçi patronun, bir mala veya ticaretha­neye vekil olan kişi mal sahibinin yanında güvenilir görünmek için, riyâkârânc bir şekilde, daha çok verâ sahibi olmaya çalışır.

Dedim ki:

“ikisini iyi anladım. Övülme duygusu, daha çok izaha ih­tiyaç duyulmayacak şekilde açıktır ve nefsin hoşuna gitmekte­dir. Bu üç duygunun riyayı kamçıladığım ve düşmanın dürtü­lerini kabul ettiğini anladım. lJckı bu üç duygunun kaynağı nedir? Çünkü dayanağı olmayan bir şey ortaya çıkıp bu kadar dal-budak salamaz.”

Dedi ki:

“Bu üç duygunun dal-budak salması, nefsin övgü ve iyilik duygusundan aldığı lezzeti ve tenkit edilmekten gelen acı ve üzüntüyü anlamasından kaynaklanır. Bu anlayış büyüdükçe kul bu üç duyguya kendini daha çok kaptırır.

Çünkü insanlar onu övdükçe değeri yükselir, karşılaşanlar ona önce selâm verir, ikramda bulunur, aralarında bulunmaktan şeref duyar, sözünü tasdik eder, lıüsnüzanda bulunur ve öyle ki, yaptığı hatayı iyiye yorarlar. Bir de onun gerçekten iyilik yaptığı­nı düşün! Ayrıca emirlerini yerine getirir, yasakladığı şeylerden uzak dururlar. Ona liderlik verir, hoşuna giden şeylerle onu överler. İşte bu, halkın övgüsünden gelen şeyleri bilmektir.

Tamahkârlığı bilmeye gelince, Rabbi’ne yaptığı ibadetten ötürü halkın kendisine iyilik yaptığı kişi, kendisine hediyeler verildiğini, ihtiyaçlarının giderildiğini, gerektiğinde borç para vermede yarışıldığını ve borcunun ertelendiğini vs. görür ve durumunu anlar

Tenkit edilme endişesi ise şöyle bilinir: Tenkit edilen kişi­nin doğruları yalanlanır, iyilik yapsa sû-i zanla bakılır vs. Bir de gerçekten kötülü^ yaptığım düşün! Şahitliği reddedilir, sözü dinlenmez, bir topluluğa gelse yer verilmez, kendisinden yüz çevrilir, selâm verilmemeye çalışılır, ihtiyaçları karşılanmaz, sohbetinden utanılır, kimse malını vs. ona güvenmez. Nerdeyse başkasının yaptığı hata bile ona yüklenir ve bazen zulmedilir.

Övgü ve tamahkârlığın getirdiği fayda ve tenkit edilmenin sebep olduğu zararı anlayınca, övülmeyi ve tenkit edilmemeyi çok sever ve başkasının elinde bulunana tamah eder. Bu duygu kalbini kaplar. Neticede bu üç duygu onu riyaya sürükler, nefis ve şeytan düşmanlarına teslim olur. Dünyada sağladığı adi men­faatinden ötürü, bütün ibadetlerini riyâ ve gösteriş içinde yapar.

Riyâ, Övülme Arzusu ve Tamahkârlığı Kıran Hu­suslar

Dedim ki:

“Bunları, kalbime ağır gelecek ve bana galip olacaklar kor­kusuna sürükleyecek bir tarzda anlattınız. Siz anlatmadan önce de bunların kötü olduğunu biliyordum; ancak izah ettiğiniz çapta kavrayamamıştım. Bu üç kötü sıfatı kuldan uzaklaştıra­cak, gözünde küçük düşürecek (ve kötü neticelerini göstere­cek) şuura ulaşmanın kolay yolu nedir ki, kul müstağni davran­sın, bu inanca kapılmasın ve neticede riyâya sürükleyen bu haslet zayıflasın?”

Dedi ki:

“Bu iki şeyle mümkün olabilir:

1.      Allah korkusunu ve yardımını azaltan, kişiyi ondan mahrum eden, dünyada kalbinin ıslahına engel olan, ahirette Allah’ın sevabını azaltan ve yukarıda sayılan üç kötü hasletten birine inanması durumunda cezalandırılacağı korkusuna götü­ren şeyi bilmek.

2.      Kullardan beklediği şeyleri, Allah’ın verdiği imkânlarla meşru yoldan elde etmek.

Dünya’da Allah’tan gelen nimetlerden mahrum olmak ve belâlara duçar kalmak kişiyi, Allah’ın nefretine mukabil kullara sevdirir. Allah’a çirkin, kullara güzel gösterir. Allah’tan uzaklaş­tırarak kullara yaklaştırır. Allah’a tenkit ettirerek, kullara övdü­rür. Allah’ın nefretine sebep olup kulların hoşnutluğunu ka­zandırır. Ahirette sevaptan mahrum bırakır, dünyada o amelini ifsat eder. Çok muhtaç olduğu günde sevaplarım iptal eder.

İhlâsla yapıp sevap hanesine yazdıracağı ve neticede gü­nahlarına galip gelecek ve onu Cennefe götürebilecek türden amellerini de siler. Böylece günahlarına galip gelecek ve amel defterine yazılacak bir sevabı olmadığından ateşe atılacaktır. Bu durumdaki bir şahsın hasret ve perişanlığını sorma! Ama, ölümden önce İhlasın önemini, riyanın da zararını kavrayıp ihlâsla amel edenin durumu istisnadır.

Şayet ihlâsla yaptığı amellerin çokluğundan ötürü sevapla­rı galip gelirse, onu Allah’a yaklaştıran ve Cennetteki derecesi­ni yükselten bu sevapların sadece bir kısmı silinir. Ayrıca riya­kârca yaptığı amellerinden ötürü, Allah’ın huzurunda bekleti­lir, hesaba çekilir ve dünyada yaptığı bazı amellerinde başkası­nın övgü, sevgi ve yakınlığını ona tercih ettiğinden ötürü, O’nun kızgınlığına vc civarından uzaklığa maruz kalma sıkıntı vc utancını da yaşar.

Dünyada, kalp kararması, nefsin kötülüğü ve kalbinden ümidin silinmesi, riyâ ile bilinir.

İnsanların övgüsünü kazanmak için harcadığı gayret sa­yılmayacak kadar çok ve dağınıktır. Zira kendileriyle ilişki içine girdiği insanlar da sayılmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla hep­sinin rızâsını alamaz. Çünkü bir kısmını razı edebilmek için, diğer bir kısmını küstürmek gerekir. Ayrıca sû-i zan besler, bazıları da diğerlerinin tenkit ettiği hususları över. Kısacası, kendilerine riyakârlık yaptığı kişilerin rızâsı, diğerlerinin nefre­ti üzerine bina edilir. Kısacası, hepsini razı edemediği için, kalbi paramparçadır vc himmeti dağınıktır.

Bunca gayrete vc dünya ve ahirette yüz çevirdiği Allah rı­zâsına mukabil, onlar ne Allah’ın takdir ettiği ecelini gecikti­rebilirler, ne rızkını artırabilirler, ne hastalık ve belâlarına engel olabilirler ve ne de hoşuna gitmediği bir şeye engel olabilirler.

İnsanların elindekine tamahkârlıkla da, Allah’ın takdir et­tiğinden fazlasına kavuşması mümkün değildir. Yaptığı ameli riyâ ile değil, ihlâsla yapsaydı yine mukadder olana kavuşurdu. Akıllı olan kimse, hiçbir fayda görmeyip dünya ve ahirette zararını göreceği şeye nasıl yönelebilir?!

Tenkit de takdir edilenin dışında onun mertebesini dü­şürmeyeceği gibi, ona bir zarar da veremez. Tenkit edildiği hususlar, şayet ihlâslı olsaydı, övgü olarak kendisine yönelirdi. Bazen de tenkitlerinden çekinerek kendilerine karşı müraî davrandığı kişiler kalplerinden yalancı olduğuna inanırlar.

Tenkit edilme, ömrünün akıbeti, rızkı ve eceli konusun­daki endişeleri, Rahman olan Allah’ın takdir ettiğini asla değiş­tiremez. Herhangi bir belâ giderilmeden ve hoş olmayan her­hangi bir şeye engel olmadan, amelleri boşa gider. Allah’ın takdir etmediği şeyler, asla ona isabet edemez.

Akıllı olan, bu üç şeyin zararlarını, hiçbir fayda getirmeye­ceklerini, Allah’ın takdirinin olup bittiğini, bu üç şeyin aldat­maca olduğunu vc büyük zarar verdiklerini anladıktan sonra, nasıl onlardan kaçınmaz? Doğrusu akıllı olan bunu anlayınca bu üç şeyden kaçınır.

Bu açıklamalara rağmen kendini kaptıran, ancak ahmak bir deli olabilir! Çoğu zaman ahmak olan bile malına, bedenine veya çocuğuna zarar veren, üstelik bir fayda sağlamayan ve zarara da engel olmayan övgüyü reddeder. Hz. Peygamber’den konuyu izah eden şu hadîs rivayet edilmiştir: "Teminı- oğıdlarından bir şair, “Benim övgüm iyilik, tenkidim dc kötülük verir. ”• deyince Hz. Peygamber, “Yalan söyledin. Bu durum ancak Allah’a aittir!” cevabını verdi.  Akıllı olan kul, Allah'ın dışında hiçbir kimsenin övgüsünün iyilik, tenkidinin dc kötülük getirmeye­ceğini anlayınca, onun nazarında Allah’a itaat etme noktasında, övülme vc tenkit edilme aynıdır. Eğer fıtratı onu zorlarsa, akıl ve ilmiyle ona galip gelebilir.

Bunla birlikte, eğer insanların övgüsü fayda, tenkidi de za­rar veriyorsa, övgü ve tenkitten kaçınmak cahillik olur. Çünkü insanlar, Allah’a ibadete mukabil o kişinin övgü istediğini bi­lemezler. Zira niyeti kalptedir ve gizlidir. Böyle bir şey isteyip istemediği bilinmez. Kulların nazarında iş, zahire göredir vc birdir. Hâlbuki Allah’ın katında bir değildir. O kişi zâhiren temizdir. Ama iç âleminde necis vc kalben günahkârdır. İnsan­ların, serbest irâdelerini beyan edip o kişiyi övme veya tenkit etmeye engel olan şeyi kalbinde gizlemektedir. Allah’ın irâde­siyle ihlâsını gizlese, insanlara göre yine aynıdır. Eğer onlar, Allah’ın ibadetine mukabil övgülerini istediğini, ya da ellerinde bulunana tamahkârlık ettiğini veya tenkit edilme korkusunu taşıdığını bilseler, ondan nefret ederler. Üstelik Allah da ona gazaplanır. Hâlbuki bu, kalben inandığı bir şeydir. Hem dün­yada, hem de ahiret günü Allah ın huzurunda, bundan zarar görecektir.

Eğer onların övgüsüyle bir menfaat elde etmiş veya tenkit­leriyle ayıplanmışsa, övgüye ulaşma vc tenkitten kaçınmanın yolunu şaşırmış demektir. Bu nasıl olur ki, ne Allah’tan başka­sının övgüsü fayda, ne de tenkidi zarar verir. Çünkü O’nun mülkünde ortağı ve idaresinde işleri paylaşan kimsesi yoktur.

Nefsini bu yönden düşünen onu küçük görür; zararının büyüklüğünü vc menfaatinin olmadığını hisseder.

Bu bilgiyi elde edenin kalbi, bu tür duygulara ihtiyaç duy­maz ve onlardan kaçınır. Neticede, nefis vc şeytanın ortaya çı­kardığı ve riyâyı gerektiren bütün duygular zayıflar; düşmandan çekinir, kalbine ihlâs yerleşir, ameller saflaşır, kalbi temizlenir; Allah’ın ilgisini çekmeye ehil hale gelir, yardımına mazhar olur, sıkıntıları gider, sadece Yaraücı’sına ve Efendi’sine kendisini vermiş olur; kullarla ilişkisinde fikir dağınıklığından kurtulur, riyâ zilletinden ve halka yalvarmaktan azat olur; şunu memnun edeyim derken bir başkasını kızdırma sıkıntısından kurtulur. Çünkü yaratılmışlarla ilişkinin önemli olmadığını, Allah’la ilişki­sinin dünya ve ahiret saadetini sağladığını anlar.

Amel, Kıyafet ve Benzeri Şeylerle Yapılan Riyâ

Dedim ki:

“Anlatılan hususlar bana kolay geldi. Bunlara inanan kişi­nin ahmaklığı ve Allah’ı anlamadığı ortaya çıktı. Bana bu üç husustan önce, kişinin süslenme ve benzerleriyle yaptığı riyâyı anlat. Bunlar bir tane midir yoksa değişiyor mu?”

Dedi ki:

“Kendisiyle riyâ yapılan ve süslenmeye sebep olan beş şey vardır. Kul bedeniyle, elbisesiyle, sözüyle, ameliyle ve arkadaş ve akraba gibi başkasıyla riyaya girer. Bir kısmı ibadet yoluyla bu beş şeyle riyaya girer. Ehl-i dünya ise, dünya ınetaı olarak bu beş şeyle riyaya girerler. Ancak ehl-i dünyanın riyası daha basittir.

Bedenle Yapılan Riyâ

Kul bedeniyle, din açısından riyaya girer. Meselâ, “Bu adam çok ibadet etmekte, üzüntü ve korku taşımaktadır.” denilsin diye, bedeninin titremesi ve benzinin sararmasıyla riyaya girer. Sesinin kısık olması, gözlerinin çökmesi, dudakların solması da çok oruç tuttuğuna delâlet eder ve bununla da riyaya girer.

Oruçlunun sımasında görülen değişiklikler oruçlu oldu­ğuna işaret edip, onu riyaya sürüklemesin diye Hz. Ebû Hüreyrc’nin rivayet ettiği hadîs-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Biriniz oruç tutunca, başını yağlasın, saçlarını tarasın ve gözlerine sürme çeksin.7,113 İbn Mcs’ud, “Bunun üzerine ashab, başları yağlanmış oruçlulara dönüştüler.” diyor.

Vücudun titremesi, az yemeye ve üzüntü ile sıkıntıya işa­ret etmektedir. Benzin sararması oruca, gece ibadetine ve üzüntüye işarettir. Bu ise Allah’ın kızgınlığını celbeden

Dünya ehli ise şişmanlık, yüz parlaklığı, belin kuvveti ile riyaya girerler. Bu dindeki riyadan daha hafiftir.

Kıyafetle Yapılan Riyâ

Kul, saçların dağınıklığı, gözlerin ferinin kaçması, bıyıkla­rın halkalanması, saçın uzaması veya Biz. Pcygambcr’e uyarak, saçların ayrılması, secde yerinin belli olması, kaba elbise giyme, elbiselerin kollarının sıvanması, yenlerinin kısalığı, ayakkabı dikme, onları dindar şahısların kalıbıyla kesme, elbiseyi süsle­meme ve kendi imkânlarıyla ibadette çektiği sıkıntılarla riyaya girer. Çünkü bu konuda da abidler çeşit çeşittir.

Bazıları hem din hem de dünya konusunda övülmeyi he­defliyorlar. Güzel elbise giyer, fakat kısa tutar, güzel ayakkabı giyer, fakat avamın yaptırdığı şekilde değil; dindarların yap-

113 Ahmed b Hanbel, ez-Zühd, 57. tırdığı gibi yaptırır,... Kısacası hem din hem dünya ehlinin giydiği elbiseleri seçer. Böylece arkadaşlarının, abidlerin, me­liklerin, tüccarların, zenginlerin vs. onu övmesini arzular. Ilâlbuki abidlerin giydiği elbiseler, zenginlerin giydiği elbise­ler gibi değerli olmaz. Hem abid hem de zengin kişilerin elbiselerini bir araya getirerek iki kesimin de övgüsünden pay almak ister.

Bazıları, meliklerin, sultanların ve abidlerin, dindarlık noktasında övgüsünü kazanmaya çalışır. Böylece her grubun yanında üstün görünmek ister. Güzel elbiseler giyer, değerli binekler alır. Dindarlığıyla sultanlara yanaşır, dindarların ihti­yaçları için koşturur, yapmacık hareketlerle ve süs içinde onlar­la oturup kalkar.

Bazıları, saygılı bir şekilde hem hidayet hem de dalâlette olanlara yaklaşırlar. Böylece iki kesimden de ilgi ve övgü bek­lerler.

Her kesimden insana yaklaşmak için, onların sevdiği şeyle onlara yönelirler. İşte bunlar riyakâr ve yapmacık hareket sa­hiplerinin en kötüleridirler.

Onlardan birine daha rahat bir ortam oluşturulsa, alıştığı ortamı ve dinî açıdan bilinegeldiği giyim kuşamını kolay kolay terk edemez. Meselâ, yün ve kaba elbise giyen birine, ince kumaştan yapılmış güzel elbiseler giymesi teklif edilse, halkın onu yolundan ayrılmış, dünyaya meyletmiş sayması endişesin­den ötürü, boynu vurulmuş gibi, bu teklifi tepkiyle karşılar. Onlardan orta halli giyinen, orta halli yaşayan birine güzel elbiseler giymesi söylense, “O da dünyaya meyletti.” denilir diye, boynu vurulmuş gibi üzülür.

Bu orta halli kişiye eski, kaba elbiseler giymesi söylense, bu teklif de ona çok ağır gelir. Çünkü, ehl-i dünyanın onu küçük görmesi, aşağılayıcı gözle bakması endişesine kapılır.

Böylece abidlerin giyim kuşamı ile övülmeyi amaçlar. Daha iyisini dc giymeye yanaşmaz. Çünkü o zaman da dünyaya mey­letti denilmesinden çekinir.

Güzel elbiseleriyle riyâlık yapanlara, kaba yün elbiseler giymeleri söylense yapmazlar. Çünkü meliklerin, sultanların, kadıların ve zenginlerin yanında değerlerinin düşmesinden endişe ederler. Aynı zamanda meliklerin ve sultanların giydiği renkli, süslü, lüks elbiseler de giymezler ki, abidlerin gözün­de değer kaybetmesinler ve yolunu şaşırttı, abidlerin yolunu terk etti demesinler. Bütün bunlar din yoluyla her gruba şirin görünmek içindir.

Dünya ehli ise, kendileri gibi olanların yanında, din yoluyla değil, kendi yollarıyla, güzel elbiseler giyip riyakârlık yaparlar.

Sözle Riyakârlık

I likmetli sözler söyleme, mücadele anında güçlü deliller getirme, hadîs ezberleme, diliyle zikir yaptığını hissettirme, iyiliği emir, kötülüğü nefyetme, konuşurken alçak sesle ko­nuşma, Kur’ân’ı güzel ve hüzünlü bir sesle okuma vs. bütün bunlarla riyakârlık yapar.

Dünya ehli, haklarını müdafaada fesahat, güçlü delil ge­tirmek, güzel ses vc şiir ezberlemek, güzel şiir ve gazel oku­mak, değişik kelimelerle konuşmak vs. ile riyâ yaparlar.

Amelle Riyakârlık

Mütedeyyin olan şahıs, namazının uzunluğu, ta’dil-i er­kâna uygunluğu, rükû’ vc secdeyi uzatması, haşyet içinde ol­ması, hüzünlü okuyuşu, sağ eli sol eli üzerine koyması, ayakla­rının düzeni, rükû’ ve secdedeki pozisyonu, rükûdan kalkarken ellerini kaldırması ve benzeri hususlarla riyâ yapar.

Oruç, gazve, hac, çok susma, vacip ve nafile mal harcama, yemek yedirme, yavaş yürüme, başını öne eğme, gözünü yum­ma, soru sorulunca vakarlı durma vb. hususlarla da riyaya düşer.

Riyanın Çeşitleri

Bazıları bununla din ve dünyayı elde etmek isterler. Dün­ya için koşuşturur onun için konuşurlar. Ehl-i dünyadan birisi muttali olunca adımlarını yavaşlatır, başını eğer. Adam geçince yine eski haline döner.

Meselâ adam, ihtiyacı için acele etmektedir veya oturduğu yerde ya da yürürken etrafı gözetmektedir. Kendisine vakarlı, sakin, haşyetti bir gözle bakmalarını istediği; hafif meşrep, etrafı gözetleyen hoppa biri olarak görmelerini istemediği dün­ya veya din ehlinden birisi onu bu halde görse, hemen kendisi­ne çeki düzen verir, başını eğer ve vakarlı yürür. Etrafa bakın­maktan da vazgeçer. Daha önce üzerinde bulunan bir vakar ve huşû‘ ile konuşur. Bu şahıs ne Allah’ın büyüklüğünden ne de ahiret endişesinden ötürü haşyete kapılmamıştır. Halktan biri­nin onu fark etmesinden ötürü sergilediği bir huşû’dur.

Bazı dindarlar, ilim ve itaat açısından kendilerinden üs­tün olan dindarlarla oturup kalkarak da riyaya düşerler. Çünkü bunu, falan âlimle oturup kalkıyor, beraber dolaşı­yor, denilmesi için yapmaktadır. Beraber bulunmakla da yetinmez, her konuşmasında ondan söz eder vc sevdiğini gösterir.

Sana müraîlerin düştüğü riyâ konularını ana batlarıyla a- çıkladım. Ancak bunlar birbirlerinden farklılıklar arz ederler.

Bazıları bunu yapmakla halktan saygı bekler. Bazıları say­gının yanı sıra övgü vc adının etrafa yayılmasını ister. Bazıları liderlik, şöhret, övülme ve ziyaret edilmeyi arzular. Bazıları

Riya

melik ve sultanların yanında arzularını tatmin etmek ister, yapmacık şehadette bulunur. Bazıları da kendisine güvenilme­si ni ve bu güveni kötüye kullanıp mal ve hukuka tecavüz et- - meyi arzular. Bu sonuncular en kötü fırkadır.

Riyaya Engel Olan Hususlar

Dedim ki:

“Kulun kendini kurtarabilmesi için, riyâya engel olan hu­susları açıklar mısın?”

Dedi ki:

“Riyaya engel olmak ibaresi iki mânâya gelir: Birisi, riyâyı kabul eden vc ona dayanak olan şeyi ortadan kaldırmak. İkinci­si, riyâya çağırıldığında arız olan şeyi kabul etmemektir.”

Dedim ki:

“İkisini de soruyorum. Ancak siz arız olan hususlarla baş­layın.”

Dedi ki:

“Arız olan şey ya düşman olan şeytandan ya da hevâ-i nefsden ileri geliyor. Çünkü, düşmanın üç hatırı bulunmaktadır:

1.     Halkın bu ameliyle onu gördüğünü hatırlatır veya göre­bileceği ümidini verir.

2.     Halkın övgülerini kazanmaya teşvik eder veya tenkitle­rinden kaçınma gayretine girmesini söyler. Bir hatırla, hem halkın bildiğini hem de övgülerini kazandığını bildirir.

3.     Riyâ ile ortaya çıkan durumu kabul etmeye ve ona da­yanmaya çağırır.

En güçlü insan, ilk hatır geldiğinde halkın bilmesine önem vermeyip, Allah’ın bilmesini yeterli gören ve hemen bunu reddeden insandır. İkinci derecede güçlü olan, halkın övgü veya yergisine önem vermeyip reddeden ve Allah’ın övgü veya yergisine önem verendir. Üçüncü derecede olan ise, teşvik ve­ya korku heyecanından sonra, riyânın getirdiği övgü veya yer­giyi kabul etme teklifini reddedendir.

Dedim ki:

“Bu üç hatır anında arız olan şey nasıl reddedilir?”

Dedi ki:

“Üçü bir araya geldiğinde, bilerek ve nefret ederek red­detmelidir. Bilgi vc nefret bir araya gelmezse riyâyı uzaklaş­tıramaz.

Dedim ki:

“Bu nasıl olacak?”

Dedi ki:

“Eğer riyâdan tamamen hoşlanmıyorsa, kalbini sağlam tu­tar, sonra daveti akıllıca reddeder. O zaman bunun, ameli yok eden riyâdan arız olduğunu bilmez, dolayısıyla ona dayanmaz ve onu hatırlamaz. Neticede bu hoşnutsuzluğunu, kalbini sağlam tutmada kullanır. Çünkü riyâ duygusu, övülme ve dünyalık elde etmeye, tenkit edilmeden korkutma vc çekin- dirmeye davetle gelir. O zaman, övülme tatlılığı vc yerilme acılığı kalbi öyle kaplar ki, bunun ameli silip yok ettiğini hatır­latacak duygulara yer kalmaz.

Meselâ kul, sinirlendiğinde yumuşak olmaya niyetlenir. Allah’ın hoşnut olmadığı bir şekilde karşılık vermek istemez. Öfkelenince bu duygu bütün kalbini sarar, sinirlenmeyeceğine dair azmini unutur. Öyle ki kalbinde, o azmini hatırlatabilecek boş bir nokta kalmaz.

Öfke kalbini sardığı gibi, arzularını tatmin etme tatlılığı da kalbine dolar ve Rabbi’nin zikrini unutur. Nitekim, Hz. Cabir şöyle demiştir: “Rıdvan ağacı altında Hz. Peyganıber’le, savaştan kaçmamak üzerine bey’at ettik, ölüm üzerine değil. Htmeyn günü bu bey’atimizi unutmuştuk, “Ağaç altına bey’at edenler!” diye seslenince geri döndük. ”

Kalbin şehvetle dolması ve halkın övgüsüne nazaran öfke, bir darbe gibidir.

Kul, azmini ve daha önce kalbini toparladığında riyaya gösterdiği nefretini unutur. Riyaya meyleder ve içinden ata­maz. Bütün haram işler böyledir.

Ortaya çıkıp riyâ olacağı hatıra gelmeyen her şey böyledir. Onu tanıya mayınca, ilk nefret duygusu kaybolur ve kullanıla­maz. Çünkü onu, kalbini toplayıp konsantre olmak için kul­lanmıştı. Bir şey arız olunca, onu defetmek için kullanacaktı. Tam ihtiyaç olduğu anda vc onu kullanacağı yerde terk etmiş oldu. Çünkü bu nefret kulun ihlâsa azmettiğini, riyaya girme­den ondan kaçındığını gösterir. Yani bu, Rabbi’ne yaptığı bir ibadette ihlâslı olup riyaya düşmeme azmidir. Böylece işi yap­madan riyaya olan nefretini ileri sürmüş ki, işi yaparken onu kullansın. Ancak, Allah'ın hakkını yerine getirmeyi unutarak onu zayi etmiş olur. Bu bilgiyi kaybedince ilk nefretini de u­n utmuş olur.

Bazen hatırlar, arız olan şeyin onu, ameli iptal eden şeye davet ettiğini bilir. Bunun nehyedilen riyâ olduğunu anlar. Ancak hcvânın galip gelmesi vc havfın azlığından ötürü, arzu­ları galip gelir. Onu reddedip nefret edemez.

O zaman ya bildikten sonra onunla uğraşır ya da tevbeyi sonraya bırakıp riyâ ile ameline devam eder. Meselâ adam, sadece halkın hoşuna gitsin diye bir konuşma yapar, bu duru­mun farkına da varır ama, yine de konuşmasını kesmeyip de­vam ettirir. Veya ilim meclisi ya da zikir meclisi gibi bir yere gider. Rabbi’ne yaptığı ibadetle halkın övgüsünü kazanmak ister. Bunu bildiği halde vazgeçmez. Bazen namazda gösteriş duyguları onu sarar, kendisi bunu hisseder ama yine de sürdü­rür. Bir yere gitmeye veya konuşmaya veya bir iş yapmaya baş­lamadan önce riyâ duyguları baş gösterir, o da bunu anlar, bu­na rağmen işe girişir vc nefsini menetmez.

Riyâ arız olduğunda adam bilmiyorsa, riyâya meyletme ve onu kabul etme anındaki ilk hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmış demektir.

Riyâyı bildiği halde hoşnutsuzluğunu ortaya koymayan ki­şi bu bilgisinden ötürü sorumlu olur. Çünkü Allah ona hatır­latmış, uyarmış ve yol göstermiştir. O da ameli silip yok eden riyâyı tanımıştır. Buna rağmen riyâya götürecek yollara mey­letmiş ve bildiği halde kabul etmiştir. Çünkü nefis ve arzulan ona galip gelmiştir. Dolayısıyla bilmek ve hoşnutsuzluk, riyâya götüren şey ortaya çıktığında ayrıldıkları için, herhangi bir yarar sağlamamıştır.

Hasarfdan şu rivayet edilmiştir: “Kul, amelini ifsat edeceği şeyi tanıdığı müddetçe hayır içindedir."

Bazılarına yaptığı iş çok süslü görünür, dolayısıyla isabet ettiğini zanneder. Bazıları da, bildiği halde arzularına mağlup olur.

Nefsin hoşuna giden şeye davet eden duygu ortaya çıktı­ğında, riyâya girmeden onu tanımıyorsa vc hatırlatacak bir şey de yoksa, riyâya kapılır. Bu duygu ortaya çıktığında onu tam­sa, sonra arzularına mağlup ohıp kabul etse, onu nefretle reddedemez. Riyâya davet eden şey ortaya çıktığında, onun riyâ olduğunu anlar ve nefretini ortaya koyarsa ondan kurtu­lur.

Riyâdan nefret ve kabulden kaçınmanın riyâyı ortadan kaldırabileceğine dair rivayetler bulunmaktadır. Zaten mürid bundan fazla olandan sorumlu değildir. Allah da bunun dışın­da bir şey yüklemez.

Riya

Hz. Peygamber’in ashabının şu şikâyeti de buna delildir. Onlar Hz. Peygambere, “Ey Allah’ın elçisi, bazen içimize öyle bir şey doğuyor, onu konuşmaktansa, gökten yere düşüp yırtıcı kuşların . bizi yakalayıp parçalaması veya rüzgârın bizi yüksek bir yerden aşağı atması daha çok hoşumuza gider.” Hz. Peygamber, “Gerçekten bunu hissediyorsanız, işte bu apaçık imandır. ” buyurdu.”

Bu vesvese demek değildir. Bu onların, gelen duyguyu kabul etmemeleri, ondan hoşlanmamaları demektir. O kadar hoşlanmıyorlar ki, yükseklerden düşme vc parçalanma pahası­na bile onu dile getirmiyorlar.

Reddetme ve hoşlanmama kişiyi Allah hakkındaki vesve­seden kurtarıyorsa, riyadaki vesveseden haydi haydi kurtarır. Çünkü büyük ve çok olanı savabilen, küçük vc az olanı daha iyi savar. Her ne kadar riyâ büyük bir şey ise de Allah hakkındaki vesveseden küçüktür.

Ebû Hazım şöyle diyor: “Nefsinde olduğu halde nefsinin hoşlanmadığı şey sana zarar vermez. Çünkü nefis senin düşma­nındır. Ama nefsinde olan şeyden, nefsin razı ise, o şey üzerine nefsi azarla, tenkit et!” Zeyd b. Eşlem de benzerini söylemiştir. İkisi de gerçeği ifade etmişlerdir. Çünkü hoşlanmayıp kaçındığın şeyi reddetmişsin demektir. Geriye şeytanın vesvesesi kalır. Ne­fis, karakteri gereği, mücadele etse de zarar vermez.

Bu mânâda Hz. Peygamber, İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadîslerinde, ashabına şöyle hitap ediyor: “O duyguyu ves­vese seviyesine indiren Allah’a hamd olsun.”IH

Dolayısıyla riyâ ortaya çıktığında kişi onu tamsa, sonra on­dan nefret edip ondan kaçınsa, ondan kurtulur. Ancak nefretin yanı sıra kaçınma da olmalıdır. Çünkü riyâya meyleden bazen

nefret eder vc ondan ayrılmak ister. Kabul etmeye yanaşan ise onu reddetmekten hoşlaıımayandır. Çünkü riyâ iki şeyle kabul edilir: Nefsin onu istemesi ve arzuların galeyana gelmesi (şeh­vet). Bu ikisine zıt iki şey gereklidir. Nefret (hoşnutsuzluk) şehvetin, reddetme (kaçınma) ise arzulamanın zıttıdır. O za­man kul riyâdan kurtulur.

Dedim ki:

“İsteyip arzuladığım şeyden nasıl nefret edebilirim?”

Dedi ki:

“Allah senin karakterine bazı özellikler yerleştirmiştir. Meselâ, sana gelen ve zevk aldığın şeyleri seversin. Bunun aksine hoşlanmadığın ve seninle uyuşmayan şeylerden hoş­lanmazsım O’nu sevmen için ayrıca akıl vermiştir. Sevgi özelliğini uygunlukla yan yana koymuş, nefret duygusunu ise ihtilafla beraber yaratmıştır. Şeytan dünyayı süsler, ahiretten alıkoy ar. Akılla beraber ilim, kitap vc sünnet ver­miş ki, ahireti süsleyip dünyaya dalmaktan alıkoysun, ondan hoşlanmasın. Akıl için ilim, göz için lamba, ışık, güneş vs. mesabesindedir.

İçe bir duygu doğduğunda nefis, onun halk açısından ö­vülme vc yerilme derecesini hemen anlar. Övülme yönünde ise istek ve sevgi duygusu hücuma geçer, yerilme yönünde ise nefretini izhar eder. Bu duygular, düşmanın o duygu hakkın- daki bilgiyi hatırlamasından nefret etmektedir.

Akıllı bir kul ise, ihlâs gibi Allah’ın razı olduğu ve riyâ gibi nefret ettiği şeyleri ve Allah’ın, onun doğduğu günden öleceği güne kadar hâl ve hareketlerini bildiğini hatırlar. Bunu, Al­lah’ın, kalbine yerleştirmiş olduğu ilimle nefsine hatırlatıp uyarması, onu heyecana getirir. Aklıyla meseleye yaklaşınca cehalet karanlığının örtmüş olduğu ahireti ve Allah’ın o gün her şeye nigehban olduğunu hatırlar. Bu durum, gözün lam- badarı yararlanarak kapalı odanın oluşturduğu karanlığın örttü­ğü eşyayı görmeye benzer. Böylece ilimle hareket etmiş olur. İşini sağlam yapan bir kul ise, düşmanın ortaya çıkardığı vc arzuların galeyana getirdiği şeylerle, akıl vc Allah’ın verdiği ilimle mücadele eder.

Riyâdan Kaçınmanın Yolu

Dedim ki:

“Öyle anladım ki, ilim vc reddetme ile bir araya gelen nef­ret riyâyı defeder. Bu iş akıl ve Allah’ın verdiği ilimle, riyanın zararlarını ve ondan kaçınmanın faydalarını hatırlayıp nefsi nehyetmeklc gerçekleşir. Bu ikisi ayrılınca riyâ uzaklaştırıla- mıyor. Bu ikisini nasıl bir araya getirebilirim? Bu bilgi benden nasıl uzaklaşıyor vc onu nasıl elde edebilirini ki, riyâ ortaya çıktığında gitmesin? Riyanın kötülüğünü bildiğim halde nefre­timi nasıl kaybediyorum da kullanamıyorum? Bu seviyeyi nasıl elde edebilirim?”

Dedi ki:

“Bilgi, unutkanlık ve zikirden uzaklaşma ile kaybolur Zi­kir ise, muhasebe ve murakabe yokluğunun yanı sıra ihtimam göstermemekten ötürü kaybolur. İhtimam gösterip sakınırsa uyanır ve hatırlar, hatırlayınca da riyânın ortaya çıkışını anlar.”

Dedim ki:

1

“İhtimam vc sakınma nasıl elde edilir?”

Dedi ki:

“İnayetle..”

Dedim ki:

“İnayet nasıl elde edilir?”

Dedi ki:

“İhlasın, Allah’ın dünyada vereceği kalbî sevaplar vc rızâsı ile Cennefini bahşetme gibi ahiret sevaplarını sağladığını; ri­yanın ise kalp katılığı ve pasını meydana getirdiğini; ihlâslı amele en çok muhtaç olduğu vc Allah’ın gazabına arz olunacağı günde, amelinin yok olmasının doğuracağı zararı idrak etmek ve bilmekle inayet hasıl olur.

Bunlar kalbinde büyük bir yer tutunca inayet hasıl olur. Kendisine inayet gelince, Allah’ın emrine kıyaslayarak ihlâsa önem verir ve riyaya, meyledip Allah’ın emrine karşı gelme işinden kaçınır. İhtimam ve kaçınma duygusu kalbini sarınca onu uyandırır. Uyanınca hatırlar, hatırlayınca da anlar. Bu, hırsız misâline benzer. Hırsız, gece, ev halkı uyurken, adamın evine girer. Eğer adam uyanır, hırsız olduğunu anlar ve dö­vüşmek için dc hazırlığı varsa onu cezalandırır. Karşı koyarsa üstüne gider. I Iırsız da evden bir şey alamadan kaçar. Eğer adam uyanmazsa, hırsız evi soyar, adam farkına bile varmaz. Uyanmayan akıllı insan da böyledir.

Dedim ki:

“Bildiği halde riyâdan nefreti nasıl kaybeder ve nasıl tekrar elde edebilir?”

Dedi ki:

“Nefret kaybolur. Çünkü, riyâ duygusu kalpte uyanınca övülme, acil bir menfaat elde etme vb. hedeflerden ötürü, nefsin şiddetli arzuları galeyana gelir. Bunun tatlılığı kalbe galebe çalar. Zira şehvetin karşısında nefret tutunamaz. Bunu söndüren ve insan tabiatı gereği oluşan sevinç anında red­detme ve nefret duygularını galeyana getiren şey şudur: Akıllı olan kul, aklıyla ahiret gününü biraz düşününce, ihlâslı amele ihtiyacının olduğu bir günde amellerinin boşa gittiğini, ihlâslı amellerin dışındaki amellerin kabul edilmediğini hatırlayıp, o anda Allah’ın onun iç âlemine muttali olduğunu vc hoşuna

Riya

gitmeyen şeyi kabul ettiğini görüp ona kızmasından ve kalbi­nin riyâyı kabul etmekle, kalp kasveti ve pasını tevarüs etme­sinden korkar. İşte bu korku dünya vc ahirette çarpılacağı ceza korkusunu galeyana getirir. Bunu kabul edince, kalbe işlemiş bulunan şehvet heyecanı, eczaya çarpılma acılığına mağlup olur. Neticede aklıyla riyâya karşı koymuş, düşman ve hevâ-i nefsini reddetmiş olur. İşte o zaman ameli halis olur.

Dedim ki:

“Peki her insan bu mücadele ile riyâyı defedebilir mi?”

Dedi ki:

“Müritliğe ilk başladığında bunu yapmalıdır. Çünkü mü­ritliğin başlangıcı vc sonu vardır. Şehvetin güçlülüğü, azmin zayıflığı, ihlâsa alışkanlığın azlığı ve riyâya alışkanlıktan ötürü, başlangıçta güçlü bir ınücahede ve güçlüğe göğüs germek icap eder.

Çünkü zayıf yaratılan insan, çocukluğundan buluğ ça­ğına kadar, sürekli dışarıya karşı yapmacık hareketlerde bu­lunur. Arzuların güçlülüğü vc ihlâsa yabancılığına rağmen, nefsini alıştığı şeyden alıkoyup o tür arzularını kırmak iste­yince, nefis karşı koyar vc zorluk çıkartır. Dolayısıyla nefsim reddedinccyc vc ihlâsı huy haline getirip riyâyı ncfyedinceyc kadar, mücahcdc vc zorluklara göğüs germeye devam etme­lidir. İşte o zaman apaçık bir şekilde Allah tarafından kalbine ihlâsın sevabı yerleşir. Sevdiği şeyden uzun zaman alıkonu­lanca, nefis kırılır, düşman ümitsizliğe düşer, gaflet ve şeh­vet anlarını gözetlemeye koyulur. Hcvâ-i nefsine mukabil gösterdiği mücahcdc vc sabırdan ötürü, Allah da zafer ve yardımla ona yönelir.

İşte o zaman hevâ-i nefsin davetçileri kırılır, arız olan şeyler zayıflar, kalp güçlenir ve azim büyür. Riyâ belirtileri görülünce, fazla bir zorluk çekmeden hızlıca onları reddeder.

Dedim ki:

“Bazen çok zor haller ve fitne verici sebepler ortaya çıkı­yor. Duygular, kulun kendini kurtaramayacağı derecede yo­ğunlaşıyor. Meselâ, büyük bir arzu ve halktan herkesin ulaşa­mayacağı büyük bir iyilik böyledir. O zaman vesveseler ağ gibi kalbi sarar. Bunlar nasıl reddedilir?”

Dedi ki:

“Kul böyle bir şeyle imtihan edilince Allah’ı, O’nun bü­yüklüğünü ve bu büyüklük karşısında mahlûkatın küçüklüğü­nü, bütün iyiliklerin O’ndan geldiğini, yaratıkların iyilik yapma güçlerinin olmadığını hatırlasın. Mahlûkatı küçük görsün. Allah’ın büyüklüğünü hatırladıktan sonra, O’nun her şeye muttali olduğunu da hatırlasın. İşte o zaman, rüzgârın bulutlan gökyüzünden dağıtması vc yine rüzgârın kayalardan tozu alıp götürmesi gibi, duygular dağılıverir.”

Riyâ Duygusunu Bertaraf Etmede İhlâsın Gücü

Dedim ki:

“Arız olan riyâdan hoşlanmayıp kabul etmediğim zaman kalbimde, İhlasın riyaya galip geldiğinin vc nefsin tartışma ve isteklerine karşı daha güçlü olduğunun delili nedir?”

Dedi ki:

“Kulun kalbinde, Allah’a ve kula karşı ilginin eşit olduğu­nu bilmiyor musun? Riyadan hoşlanmayınca, Allah’a olan ilgiye bir de hoşlanmama eklenmiş olur. Dolayısıyla ıkı unsur bir araya gelmiş olur. Nefsin mücadelesi ise bir unsur olarak kalır ve bundan ötürü birincisi galip olur.”

Dedim ki:

“Riyâyı nefyeden hususlar sürat, noksanlık ve fazlalık açı­sından eşit midir?"

Dedi ki:

“Hayır. Bunlar dört kısımdır: Bir kısmı, azminin güçlülü­ğünden ötürü hızlıca riyâyı nefyeder. Bir kısmı, onunla uğraş­maya koyulur. Bir kısmı, gelen hatırı nefyeder. Düşman bu durumu görünce, ameli alıp götüren şeyden ümidini keser. Ama namaz vb. ibadetlerinde eksikliğe neden olarak faziletini düşürme yoluna gider. Onunla muhasamaya tutuşup reddetse, daha ihlâslı ve başarılı olacağını düşünür ve mücadeleye girişir. Ancak bu uğraş onu, meselâ, namazında noksanlık yapmaya götürür. Çünkü onunla mücadele etmekle emrolunmamıştır. O da bunu yapmış ve reddetmiştir. Dolayısıyla mücadelesi mânâsız olduğu gibi, onu namazından veya yapmakta olduğu diğer bir iyilikten alıkoymuş vc kalbini, görevi olmayan bir şeyle meşgul etmiştir.

İkincisi: Mücadele ve delile başvurmadan onu yalanla red­deden kimsedir.

Üçüncüsü: İçinde bulunduğu nefret ve reddetme heyeca­nıyla, yoluna devam eder. Bu durumun yalanlama (mücadele, muhasama vb. şeylerin) yerine geçtiği vc yeterli olduğunu bilir. Dolayısıyla içinde bulunduğu ibadetten alıkonması için ne gelen hatırı kabul eder ne de onun hakkında konuşur. İbadeti­ne devam eder.

Dördüncüsü: Kendisini riyâya götürecek bir hatırdan ha­berdar olmadan önce, bu hatırı gidermesi durumunda, Rabb’in kendisine olan nimetlerinin artacağını bilen kişidir. Kalbinde bu bilgi olduktan sonra, riyâya götüren davetçi ortaya çıktığın­da, kalbi Allah’la meşgul ise, bu iştigal artar. İşinde gevşek dav­randığı bir anda bu duygu belirirse, nefretinden ötürü hemen zikir, fikir vc Allah’la meşgul olmaya başlar. Riyaya davet eden şeye düşmanlığın faydasını görünce, Rabb’in zikrine daha çok sarılır.

Bu konuda Fudayl b. Gazvan'dan şu haber rivayet edil­miştir: Fudayl’a

“Falan şahıs senden söz etti?” dediler.

“Ona bunu emredene çok kızgınım?” dedi.

“Kim ona emrediyor?” dediler.

“Şeytan. Allah’ım onu affet. Onun hakkında Allah’a itaat ettiği için kızgınım.” (Yani şeytan düşmanlık ateşini alevlen­dirmek istedi fakat Fudayl Allah’a itaat etmekle bunu söndür­dü.) Düşman onu bu halde görünce, dürtüleri azalır.

Onu riyâya çağırdıkça kabul etmeyip hayırda ilerlemesin­den hoşlanmaz. Çünkü onun kabul etmeyip reddettiğini, bun­dan razı olmayıp riyâya davetten ibret alarak, hayır ve zikirde ileri gittiğini bilir.

İbrahim et-Teymî'den şöyle dediği nakledilmiştir: “Şey­tan, kulu Allah’a isyân etmeye davet eder, kul ona uymaz. Bundan iyilik çıkar. Sonra başka bir günaha çağırır kul, yine uymaz. Bundan da iyilik doğar. Bunu gören şeytan onu terk eder.” Şu söz de ona aittir: “Şeytan seni tereddütlü görünce senden bir şeyler ümit eder. Zikir, fikir vb. şeylere devam etti­ğini görünce uzaklaşıp gider.”

Yukarda sayılan dört maddenin durumu şuna benzer. Dört adam bir hadîs veya zikir meclisine katılmak isterler. Yolda oyalanma nispetinde meclisi kaçırmaktan korkarlar. Veya cemaatle bir namaza ya da cuma namazına katılmak isterler. Bunlardan biri dalâlet ehlinden bir şahsa uğrar, o şahıs gitme­sine engel olmak için alıkoyup durdurmak ister. Adam tartış­madan kurtulamayacağına inanır ve tartışmaya başlar. Dalâlette olan da tartışmayı sürdürüp yapabildiği kadar onu gideceği meclisten geç bıraktırmaya çalışır.

İkincisi dc o şahsa uğrar. Onu da gideceği yerden alıkoy­mak ister. İkinci şahıs bunu reddeder ama durup düşünmeye başlar. Dalâletteki şahıs İkincisini de durdur ab il d iği kadarıyla durdurmayı kâr sayar.

Üçüncü şahıs yürüyerek veya binekli bir şekilde o şahsa uğrar. Dalâletteki şahıs üçüncüsünü de durdurmak ister. Ama diğer iki arkadaşının başına gelenleri bilmektedir. Dolayısıyla ne durur ne de konuşur; yoluna devam eder.

Dördüncü şahıs, diğer üç arkadaşının başına gelenleri bil­diği halde ona uğrar. Sesini duyunca yürüyor ise koşar; binekli ise bineğini kamçılar. Bunu, onu kızdırmak, gideceği meclise tam olarak ulaşmak vc diğer arkadaşlarının durumuna düşme­mek için yapar. İlk üç şahıs ona düşmanlık ettikçe, o dördün­cüsünü bırakıp onlarla uğraşır. Çünkü dördüncüsü bu çağrı­dan ibret alarak hızlıca iyiliğini artırmaya koşar ve ondan kaçar. İşte ıhlâs sahiplerinin güçlü ve akıllı olanları böyledir.

Dedim ki:

“Bu şahısları, hatır, çağrıda bulunmak üzere, arız olmadan önce ne dunundalar? Arız olmadan önce, onu dikkat içinde bekliyor ve ortaya çıkınca hemen tanıyorlar mı? Yoksa, Allah onlardan düşmanlarını savsın diye, onu düşünmeyip tevekkül ve itaat içinde Allah ile meşgul mü olmaktadırlar?”

Dedi ki:

“Alimler bu konuda birbirinden farklı çok sayıda görüşler ilen sürmüşlerdir. Ancak bunlardan sadece birisi isabetlidir. Basralılardan bir grup şöyle diyor: “Zayıf olanlar ciddi bir ko­rumaya muhtaçtırlar. Güçlü olanlar ise, kendilerini Allah’a ayırmış, O’nun sevgisiyle meşgul olmaktadırlar. Dolayısıyla şeytan onlara ulaşacak yol bulamamaktadır. Çünkü dünya sev­gisini kalplerinden çıkarmış vc ona Allah sevgisi, efendileriyle meşgul olma ve O’na yalvarma ile değiştirmişlerdir. Şeytan onlardan elini çekmek zorunda kalmış, alçalmış vc abidlerin kalbine içki, zina, adam öldürme gibi duygular konusunda kenara çekildiği gibi, kenara çekilmiştir.

Şamlılardan bir grubun görüşü de şöyledir: “İnancından ve tevekkülünün zayıflığından ötürü korunmaya ihtiyacı var­dır. Ama Allah’ın işlerinde ortağı olmadığına, mülkünde O’nun dilemediği bir şeyin ortaya çıkamayacağına, ancak O izin verirse kâr veya zarar göreceğine, şeytanın yaratılmış, zelil vc aşağılanmış bir kul olduğuna, ancak Allah’ın izni ile duygu ve tuzakların ona ulaşabileceğine; Allah'ı bilenin O’nun dışın­da binlerinden çekinmenin utancı ve tevekkül içinde O’na dönmesi gerektiğine, başkasından çekinmenin, yakîn ve tevek­külde eksiklik olduğuna inanan kimseye evlâ olan, Allah’a gü­venmek ve O’na inanmaktır. Çünkü, O’ndan başka ne zarar ne dc fayda veren vardır. Dolayısıyla ister düşman, ister dost O’ndan başka kimseden çekinmez.

İlim ehli bir grup ise, iki görüşün de yanlış olduğunu be­lirtmektedir.

Birinci gruba göre, Allah ile meşgul olmak vc O’nu sevmek, korunması gereken şeyden korunmayı sağladığı gibi, korunma emrine uymayı da sağlar. Çünkü, Allah, “Şeytan sizin amansız düşmanmızdır; siz de onu düşman sayın.” (Fatır, 35/6) buyuruyor. Başka bir âyette, zayıf ve güçlü ayırımı yapmadan, bütün insan­lara hitaben şöyle buyuruyor: “Ey âdetnoğullan! şeytan anne- babanızı Cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belâya dü­şürmesin.” (Araf, 7/27). Devamında, “Çünkü o ve kabilesi, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler.” buyurarak, şeytan ve kabilesinden sakınıp korunmaya teşvik etmiştir. Bir diğer âyette, “Ben senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedim ki, o bir te­mennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzu­lar) katmaya kalkışmasın.” (Hac, 22/52) buyurmaktadır. Onun için Hz. Peygamber, “Benim kalbim buğulanır.”  demişti. I lâlbuki, O’nun şeytanı Müslüman olmuş ve sadece iyilik em­rediyordu. Sonra, Yüce Mevlâ resulüne şöyle hitap etti: “Al­lah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmama­larına dikkat et.” (Maide, 5/49).

Kalbi, Hz. Peygamberden daha fazla Allah ile meşgul olan ve O’nu seven hiç kimse yoktur. Bununla birlikte Allah ona mahlûkatın fitnesine karşı uyanık olmasını emrediyor. Allah, 1 İz. Adem ve Hz. I lavva'ya Ceııncftc, nimetler yurdunda bulunmalarına; düşmanın fakirlik korkusu, ağır bir belâ, istek­lerini engelleme vc bir mükellefiyet yükleme gibi bir yolla onları aldatmayacağı bir durumda olmalarına rağmen -ki, bu durumu Allah şöyle ifadeye koyuyor: “Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır ne de çıplak kalmak. Yine burada sen susuz­luk çekmeyecek, sıcaklığın sıkıntısını çekmeyeceksin.” (Tâhâ, 20/118-119) onlara şunu emrediyor: “Ey Adem! dedik, bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın, sonra yorulur sıkıntı çekersiniz.” (Tâhâ, 20/117). Eğer Allah birilcrini düşmanın elinden emin kılmak vc endişelerini gidermek iste­seydi, bunun Cennet’te Hz. Adem vc Hz. Havva için yapardı. Oysa orada fitne olabilecek veya yasaklanan, bir ağaçtan başka hiçbir şey yoktu.

Kalbinde vc organlarında sayılamayacak kadar fitne unsur­ları ve sayılamayacak kadar aldatıcı dünya nimet ve arzularıyla karşı karşıya bulunan bizlerin hali nasıl olacak? Onlar bir tek şeyle imtihan oldukları halde ayaklarını kaydıran düşmana karşı kim emniyette olabilir ki, burası imtihanların, belâların ve fitnelerin toplandığı bir yerdir. Nitekim Hz. Musa, “Bu şeyta­nın işidir.” (Kasas, 28/15) demişti.

Allah Kur’ân-ı Kcrim’de, birden çok yerde, düşmanla meşgul olmaktan onu sevmekten nehyedip sakındırıyor. Bu emre ve sakındırmaya uymak gerekir. Ondan emin olmak, aldanmak olduğu gibi Allah’ın emrine de uymamak demektir. Ondan emin olan vc emredilene uymayana onun musallat olması kaçınılmazdır. Sonra Allah o şahsı, ceza olsun diye, korumaz da.

Güçlülcrin elinden kurtulamadığı düşmandan nasıl emin olunur? Zayıfların emin olma düşüncesi, Allah’ın, “Ondan sakının ve ona düşman olun.” emrini yerine getirmemekle birlikte, sadece bir aldanmadır. Nitekim, onun için, “Ogerçek­ten saptırıcı apaçık bir düşmandır.” (Kasas. 28/15) buyruhnuştur. Kâfirlere karşı cihad ederken takınılan tavrın, ona karşı da takı- nılması emredilmiştir. “Ey iman edenler! İhtiyatlı davranın.” (Nısâ, 4/71) Hz. Peygamber’e, bir grubun düşmana karşı, bir grubun da namaza duracağı korku namazı emredilmiştir. Bu, Hz. Peygamber’in savaşta Allah’ı unuttuğu mânâsına gelmez, ancak emre bir ittihadın Rabbi’nin emrine uyarak bu namazı kıldırın ıştır.

Kâfirler, gözlerin onları gördüğü, kulakların seslerini işittiği düşmanlardır. Kul kendilerinden gafil olduğunda bir darbe alsa, yaşaması durumunda sevap alır, ölürse şehit olur. Şeytan ise, Allah’ın da bildirdiği gibi, onun seni gördüğü, senin onu gör­mediğin bir düşmandır. “O (şeytan) ve kabilesi sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.” (A’raf, 7/27). Öyleyse onun sana galip gelmesi, senin ona mağlup olmandan daha kolaydır. İbn Muhayriz şeytanı kastederek, “Seni gören vc senin onu

Riya

görmediğin bir avcının seni avlaması an meselesidir!” der. Bu arada, eğer seni gafil avlar da yapmak istediğini yaparsa ya günah alırsın, ya amelin boşa gider ya da yaptığın işin fazileti azalır. ’ Allah yolunda savaşma ya da benzeri bir işle meşgulken, riyâ veya benzeri yasaklanan iki duygu içine girmiş ve ölmüşsen, ya Cehennemi boylarsın ya da Allah seni affeder. Bu iki düşman­dan hangisine daha çok dikkat edilmeli? Görmekte olduğun ve gaflet anında sana saldırsa ya sevap alacağın ya da şehit olacağın düşmana mı, yoksa senin görmeyip, onun seni gördüğü, dürtüsü dokunduğunda ya günah kazanacağın ya da amellerinin iptal olacağı; o durumda Öldüğün zaman ise ya Cehcnnem'e girece­ğin ya da Allah’ın seni affedeceği düşmana mı?

Böylece, “Allah’ın sakındırdığı şeylerden O’na itaat edip, emirlerine uyarak yüz çevirmek Allah ile meşgul olmak de­mektir.” diyenlerin görüşünün yanlış olduğu ortaya çıktı. Al­lah’ın emrini anlayan kimse için bu apaçıktır.

“Allah’ın düşmanından korkmamak ve çekinmemek Allah’a inanma vc O’na tevekkül etme babındandır.” diyen ikinci fırka­nın görüşü dc yanlıştır. Çünkü, Allah’ın dostları şeytandan çeki­nince, Allah’ın izni olmadan zarar veya fayda verebileceğine inandıkları için çekinmemişlerdir. Ancak, Allah’ın izni olmadan zarar veya fayda veremeyeceğine inandıkları halde, Allah’ın em­rine itaat olsun diye çekinmişlerdir. Allah seni koruyunca çe­kinmekte bir sıkıntın olmaz. Çekinmenin terki hizlandandır; devamı ise Allah’ın korumasındandır. Çünkü çekinme devam ettikçe kulun onu kabul etmesine perde çekilir. Öyleyse çekinen kişinin tevekkülü nasıl noksan olabilir? Çekinmek, Allah’ın koruması vc kula olan en büyük nimetidir.

Allah’ın, “Korkun.” dediği şeyden korkmak, nasıl O’nun emrine karşı gelmek oluyor? Çekinmek, Allah’ın hoşuna git­meyen her şeyden kurtulmak demektir. Çünkü, kul Allah’ın,

“Sakının.” dediği şeyden sakınmayınca, Allah’ın hoşuna gitme­yen şeylere meyletmiş olur. Öyleyse sakınmak, Allah’ın, “Sakı­nın.” dediği şeyden sakınmayı terk etmekten sakınmaktır. Aksi takdirde Allah’ın emrini yerine getirmemiş olur. Sakınmanın zıddı, emniyet ve gaflettir. Emniyet vc gaflet ise, Allah’ın emri­ne uymayı terk etmektir. Ancak bununla Allah’ın emrine uyar­lar. Dolayısıyla O’nun emrine uyarak sakınmaları Allah’ın yardımmdandır. Yoksa şeytanın zarar veya fayda verebileceğine inandıklarından değildir. Allah’ın emrettiği gibi itaat ederler.

Hz. Peygambere emredilen korku namazı, O’nun ve mü’minlerin kâfirlere karşı tedbir almaları içindir. Onun için Yüce Allah, “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (Enfâl, 8/60) bu­yurmaktadır. Hz. Peygamber iki zırh giyindi, mü’minler kal­kan aldı ve kendilerini koruyacak bekçiler görevlendirdi. Hen­dek kazıp bir ay şehri müdafaa etti. Bunların hiçbiri ne O’nun ne dc mü’minlerin inancından ve tevekküllerinden bir şey eksiltmedi. Çünkü onlar, ancak Allah’ın takdir ettiği şeyin olabileceğini gayet iyi biliyorlardı. Bütün bu işler onları Allah ile meşgul olmaktan da alıkoymuyordu. Ancak O’nun emrine uymak sevdiği ve irâde ettiği şeyi yapmak için bunları yapıyor­lardı.

Aynen bunun gibi, görmediği vc kâfirlerin tuzaklarından daha yaman tuzak kuran düşmandan sakınan kişinin sakınması, müminlerin, Allah’ın emrine uyup O’na itaat etmesi gibidir. Bu Allah’a tevekküldür. Bu sakınma, Allah’ın dışında şeytanın herhangi bir şeye sahip olduğunu reddetmenin yanı sıra, em­rettiklerini yerine getirmektir. Sakındırdığı şeyden sakınınca, O’na güvenme ve hüsnüzan beslemenin yanı sıra, O’nun dı­şında kimsenin kâr veya zarar veremeyeceğine, yardımının güzel olduğuna, düşmana karşı onu güçlendirdiğine ve fitne­sinden korktuğuna inanmış olur.

Öyleyse, Allah’a inanarak enirine uyan kimsenin inancı ve tevekkülü eksik olmaz. Aksine, kâmil inanca varma iddiasıyla emrine uymayan kimse, zayıf inançlıdır. Bu son görüş, kitap ve sünnete uyanların görüşüdür.

Şeytandan Sakınma Yolu

Dedim ki:

“Şeytandan nasıl sakınılır; saldınya geçeceği zamanı gözetle­yip beklemekle mi, yoksa gözetlemeden sakınmak şeklinde mi?”

Dedi ki:

“Allah’ın emrine uyarak, sakınmaları ile boyun eğen grup, bu konuda ihtilafa düşmüş ve sadece birisi isabetli olan üç görüş ileri sürmüşlerdir. Onlardan bir grup, madem Allah görmediğimiz biriyle mücadele etmemizi istemiş, bizi ondan korkutmuş, bize galip gelmesinin felâket olduğunu bildirmiş ve kalbimizde ondan sakınma dışında ona galip gelecek ve onu durduracak bir şey bulunmamaktadır, öyleyse fitnesini ne za­man ortaya atacağını beklemeliyiz.” derler. Çünkü onunla meşgul olmamak unutkanlığı, unutkanlık, bilmeden dürtüleri­ni kabul etmeyi doğurur. Bu da felâkete götürür.

Bu gruba göre, şeytan ne zaman kötü duyguları uyaracak diye kalp, beklemede olmalıdır. Bunu, gaflet anında yakalanıp o duyguyu kabul etmek vc neticede bilmeden helâk olmak istemedikleri için yapmaktadırlar.

Diğer bir grup bunun yanlış olduğunu ileri sürer vc şöyle der: “Çünkü bu durumda şeytanı gözetlemekle meşgul olmuş oluruz. Hâlbuki bize bu emredilmemiştir. Zaten şeytanın bir isteği dc budur. Aksine kalbimizi sürekli ahiret zikri ve gaflet anında bizi yakalayıp zikrimizi bozması endişesinden ötürü karşılaşabileceğimiz durumlarla meşgul etmeliyiz. Böylece ahiret zikrini terk etmeyeceğimiz gibi, sakındınldığınıız şeyi de unutmamış oluruz. Kalplerinde Allah’ın zikri ve şeytanın ves­veselerini hatırlama gibi birbirine zıt iki durum oluşturur. Ahiretten bir şey hatırladıklarında, bir fitne çıkarıp kalplerinde Allah’ın zikrini izale eder veya Rabb’lerine arzu duyduğu gün­de amellerini iptal edecek şeylere yöneltir endişesiyle, hemen düşmanını da hatırlarlar.”

ilim ehli olup doğru yolda olan bir grup da yukarıdaki iki görüşün yanlış olduğunu söyler ve şöyle derler: “Birinci grup, kalplerinden Allah’ın zikrini çıkarmış, şeytanı hatırlamayı bir ibadet telakki etmişler. Yanlış olarak Allah’ın zikrinden daha çok şeytanın zikrini kalplerine yerleştirmişlerdir. I lâlbuki, biz, zikirden ve amelden gafil olmaktan sakınmakla emrolun- muşuz. Zikir terk edilince, düşman istediğini elde etmiş olur. Zikretmeyen kalbe gelen duyguyu, kalp hemen kabul edebilir. Çünkü, ne ahiret zikrinden neşet eden nura, nc de Allah’la meşgul olmaktan doğan güce sahiptir. Sizler, vesveseleri red­detme konusunda cn zayıf kalpleri ahiret zikrinden boş kimse­lersiniz. Kaldı ki, sizler, şeytanı sürekli gözetmekle ve hatırla­maya devam etmekle emrolunınuş değilsiniz.

İkinci grup da bazı noktalarda birincisine katılmaktadır. Çünkü Allah’ın zikri ile şeytanı hatırlamayı eşit bir seviyede tutarlar. Sanki, bununla emrolunmuşlar gibi...

Ne güçlü ne dc zayıf kimselerin, böyle veya buna yakın bir şey yaptıklarına dair bir bilgiye sahip değiliz.

Çünkü Allah kullarına, kendisine ibadet etmelerini em­retmiştir. Fitne anında ise sakınmayı emretmiştir.

Allah’ın dostları ve kullarından ihlâslı olanlar Rabb’lerinin ve sevdiği şeylerin zikriyle meşgul olup düşmanı hatırlama ve onunla meşgul olmayı terk ederler, kalpleri, gözetmeden vc onunla meşgul olmadan. Allah’ın sakındırdığı şeyden sakınır.

Allah’ın inayetiyle, düşman ve onun çıkaracağı fitne kor­kusundan kurtulmakla, sakınma kalbe yerleşir. Sonra düşmanı anma ve onunla meşgul olmayı terk ettiği halde, bu durum, Allah’ın zikri ile meşgul olmaya engel olmayacağı gibi, düşman kötü duygular ortaya çıkarınca, heyecan ve kın duygusunun coşmasına da engel olmaz.

Bu durum, dünya işlerinde olduğundan daha fazla bulun­maktadır. Bir kimse, uykusu kaçacak endişesiyle uyursa, kalbine hakim olan bu endişeden ötürü, vakitsiz bir zamanda uyanır.

Aynen bunun gibi, düşman endişesinin, Rabbi’nin zikriyle meşgul olan -ki bu zikir aklın fonksiyonlarını iptal etmemek­tedir- kimseyi uyandırması ve hatırlatmada bulunması kaçı­nılmazdır.

Düşmandan sakınmanın, aklî fonksiyonları iptal olmayan (uyanık olan) şahsı uyandırması, eğer Rabbi’nin zikriyle meş­gul olup düşmanla meşgul olmayı terk etmişse, evleviyetle gerçekleşir. Çünkü, sürekli zikir yapmadan, sadece sakınma uyuyanı uykusunda uyandırabilmektedir.

Bir duygu ortaya çıkınca onu hatırlar ve onu daha güçlü bir şekilde reddeder. Çünkü, Allah'la meşgul olan bir kalple onu karşılamış, bu meşguliyetin nuru galip gelmiş, hevâ-ı nefs ölmüş, akıl güçlenmiş, cehalet, ilmin aydınlığıyla uzaklaştırılıp koyulmuş­tur. Dolayısıyla gelen duygu kolaylıkla reddedilir.

Şeytandan gelen duyguları gözetmek için, kalbini bütü­nüyle veya bir kısmıyla boşaltan kişinin durumu ise şuna ben­zer: Adam kirlenmiş bir kuyunun suyunu boşaltmak ister. Kuyu da bir menfezle, akan bir suya bağlıdır. Adam suyu çek­tikçe akıntı yine doldurur. Böylece, suyu çekip bitirmek için günlerini harcar. Ancak bir türlü kuyuyu kurutamaz. Kalbi Allah’la meşgul olan kişi, su akıntısına set çekmiş demektir. Su akınca bu set, kolaylıkla engel olur.

Böylece kuyuyu pislikten temizler, üstelik fazla bir zor­luk da çekmez. Allah’la meşgul olan da, gelen duygulan, Rabbi ile meşgul olan kalp nurunun kuvveti ve azmi kolaylık­la reddeder.

Bu fırka Kur’ân, sünnet ve salihlere uymuştur. Kötü duy­guları defetmekte güçlü, eksiklik ve kandırılmadan uzaktırlar. Düşmanla meşgul olmadan, kalplerine sakınma hakim olmuş­tur. Allah’ın dışında olan herhangi bir şey onları korkutmaz. Sadece O’na itaat eder, O’na tevekkül eder ve O’nun emrine uyarlar. Allah’la meşgul olmaktan uzaklaşmaz, şeytanı hatırla­mak ve onunla uğraşmaktan yüz çevirirler.

Kötü bir duygu baş gösterince uyanıktırlar. Allah’la meşgul olma kuvvetiyle, onu kolaylıkla reddederler. Böy­lece selâmete çıkar, Allah’ın emrine uyar ve istikamete ulaşırlar.

Şeytandan Sakınırken Hata Yapmak

Dedim ki:

“Bir hatırı reddederken hata yapılır mı?”

Dedi ki:

“Sakınma, emniyet vermeyip faydalı olursa hata yapılmaz” Dedim ki:

“Sakınma nasıl emniyet verir?”

Dedi ki:

“Riyadan korunman için seni, ameli terk etmeye davet e- der. Ameli terk etmede ona itaat etmesen, bu ameli boşa çı­karmak için riyâya davet eder. İkisinde de boyun eğmezsen, “Sen riyakârsın, ameli terk et.” der. Öncelikle arzuladığı ameli terk etmeye yönlendirmek ister. Onun sakındırmasına cevap

Riya

vermeyince, ondan emin olma durumu hasıl olur. Sen de on­dan emin olursun. I lâlbuki, onun zarardan sakındırırken, seni amelin sevabından mahrum ettiğini anlayamazsın. Bu amelinle ihlâsı istemiştin, fakat ameli terk ettiğin zaman Allah için ihlâs­la yaptığın bir şey kalmıyor.

Çünkü ihlâs, amel edip riyadan sakınma ve riyayı ame­linden çıkarıp atmandır. O zaman bu amel Allah katında sana ait olur. Zira ihlâs, ameli terk etmen dernek değildir. Müridin görevi amelinde ihlâslı olmaktır. İhlâslı olacağım diye ameli terk ederse Allah’a ihlâslı amel etmemiş, aksine, ameli terk etmiş olur. Meselâ, adam kölesine buğday verip “Bunu al elekten geçirerek arpa, külçür ve benzeri şeylerden ayıkla, temizle.” dese veya külçe gümüş verip “Bunu potada erit saf gümüş haline getir.” dese, o da buğday veya gümüşü, teni iz­leyemem endişesiyle atsa, efendisine iyi bir iş yapmış olur mu?

Kısacası adam, ihlâslı olamam endişesiyle ameli terk edin­ce, ihlâs açısından aldanmış olur. Çünkü ihlâs tahlisten farklı bir şeydir. Tahlis, iyi ile kötüyü, hakla bâtılı ayırmaktadır. İhlâs ise, iyi vc gerçeği, kendilerine benzeyen bütün şeylerden ayrı olmasıdır. Dolayısıyla Allah için yapılan ibadetlerde tahlis şu­dur: Gelen kötü duyguları nefyetme, riyayı kabul etmeme ve ihlâsa inanmadır. O zaman amel riyadan ayrıldıktan ve riyanın kendisiyle karışmasına engel olunduktan sonra halis olmuş olur. Potada eritilip saflaştırıldıktan sonra gümüş, ayıklandıktan sonra buğday da böyledir.

Riyâya girme endişesiyle amelini terk etse bile şeytandan itiraz gelebilir. Yerin dibine de gizlense tamamıyla kurtula­maz. Üstelik amelden de mahrum olmuş olur. Çünkü iyi bir şey konuşmak istese, “Riyâya girmemen için susman gerekir.” der, o da susar. O zaman da, “I laik diyor ki, ihlâsı elde etmek için susuyor! Kaç buradan!” der. Şayet kaçarsa, şu sözlerle karşısına dikilir: “I laik, riyâ ve şehvet endişesiyle kaçtı, di­yor!” Yer altında bir dehlize girse, o zaman da kalbine kaçma ve yalnız kalma zevki dolar. İhlâsı elde etmeye çalışan kişiye halkın saygı gösterdiğini bilmesi, onu ihlâsı aramaya sevk eder. Kısaca ancak, mârifet, hoşnutsuzluk ve kaçınma ile bundan kurtulabilir.

Bâtıl ve Gerçek Arasındaki Fark

Bâtıla ve hakikate çağırma arasında fark vardır. İçinden bir ses, “Sen riyakârsın.” derse, bakacaksın: Eğer, aklın ve amelin açısından bu sesten hoşlanmadığın, karşı koyup reddettiğin halde düşman sürekli dürtüyor ve nefis mücadele ediyorsa, bunun düşmandan gelen batıl bir çağrı olduğunu bileceksin. Gayesi, seni yapmakta olduğun amelinde veya yapmak üzere olduğun iyiliğe başlamaktan alıkoymaktır.

Buna benzer başka bir hatır içine doğsa, nefsine dönersin. Şayet bu konuda azimli, halkın övgüsünü temenni eden bir kalp ve hevâ-ı nefse karşı koymayan bir akılla karşılaşırsa, riyâ­ya inandığından dolayı, bunun Allah’tan bir ikaz olduğunu bilecek, hemen pişman olup istiğfar edeceksin.

Güçlü vc saf bir niyetle ameli iltizam edip nefse karşı ko­yunca vc Allah için ihlâsa sarılınca, halk bilmese bile, Allah’tan lıayâ ettiğin için bu ameli yaptığın açığa çıkmış olur. Çünkü nefsin, halkın övgüsünü almak için boyun eğmiş ve Allah’ın murat ettiği şeyden yüz çevirmiştir. Böylece bu işe dönmemek üzere pişmanlık duyup istiğfar ettikten sonra, nefsinde bu gücü bulursan ameline devam edersin. Eğer kalbinde bu gücü bula­mazsan, ve halkın övgüsü için işe başlamış ise, nefsine Hakk’ın irâdesine değil, halkın övgüsü için boyun eğdirdiğinden ötürü, Allah’tan utanarak ameli terk etmelisin.

Riya

Eğer ilk önce Allah için amele başlamış ve sonra bundan meyletmişsen, bu eğriliğini gider, pişman ol, ilk niyetine geri dön vc Allah'tan utanarak ameline devam et. Çünkü O’nun övgüsünü başkalarının övgüsüyle değiştirdiğini görmektedir. Sanki halk O’ntınla beraber senin vicdanına muttali oluyormuş gibi... Eğer muttali olsalardı, amelinle onların övgüsünü ka­zanma gayretinden ötürü, sana kızmalarından endişe ederdin. Öyleyse ne bir fayda ne de bir zarar getiremeyenlerden değil, sana vc kalbinde geçen bütün gayelere muttali olan Allah’tan utan. Şayet sana muttali olsalardı onlardan daha çok korkardın. Öyle ise ondan daha çok utanmalısın.

Eğer Allah’tan daha çok utanma ve nefsini terbiye etme gayesiyle amelini artırabilirsen artır. Allah rızâsı için yaptığın bir amelden sana riyâ duygusu arız olursa, riyakâr sayılmaz­sın. Ancak bu duygu, güya riyâdan sakındırma gayesiyle “Kurtulmak için ameli terk etmelisin.” der. Bu düşman vc hevâ-ı nefsin vesvesesidir. Seni riyâdan sakındırmak için bir hatır zuhur etse vc amelini, riyaya düşmeme endişesiyle, halis bir şekilde tamamlamanı emretse, bu duygu Allah’ tan gel­miştir.

Riyâ Mertebeleri ve Zaman

Dedim ki:

“Riyâ duygusunun doğduğu zaman ve mertebeler ile bu zaman vc mertebe değişikliklerinden biraz söz eder misin?

Dedi ki:

“Bir riyâ duygusu vardır, onda riyâ olacağına ihtimal ve­rilmeyen bir amelde ortaya çıkar. Ancak bu amelle insanla­rın gözünde büyük görünme vc övgülerini kazanma temen­ni edilir. Savaşa katılma, ilim elde etme, iyilikte bulunup yücelme, sıla-ı rahimde bulunma vc bir şeyler verme gibi...

Bir riyâ duygusu vardır, kişi amele başlamadan önce sadece riyayı düşünür ve halkın övgüsünü bekler, ne bir sevap ne de ihlâs düşünür.

Bir riyâ duygusu vardır, kişi amele başlamadan önce riyayı düşünür; bu amelden sevap beklemez. Ancak hem ihlâsı hem de riyayı hatırlamasına rağmen, gafletle hareket ederek ihlâsa niyetlenmez ve riyadan korkmaz. Zorlanmadan ihlâsı hatırlar ama ona yönelmez.

Bir başka riyâ duygusu vardır, amele başlamadan önce onu kabul edersin, riyâya yönelirsin. Ancak riyâyı hatırlar vc için­den bir sıkıntı duyarsın; bir günahın günah olduğunu bildiğin halde, terk etmeye götürmeyecek bir sıkıntıyla o günahı işle­men gibi... Bu sıkıntı da, günahsız kalmaya olan isteğin doğur­duğu bir sıkıntıdır. Bir günaha alışıp ona devam eden adam gibi. Yaptığı işin neticede helâka götürücü olduğunu bildiğin­den üzülmektedir. Ancak yine dc yapmaktadır. Örneğimizdeki kişi de riyâya bağlamış, onu istemektedir. Ancak ondan kur­tulmak da hoşuna gider.

Fakat hevâ-ı nefsi galip gelmiş, korku ve endişesini alıp gö­türmüş ve nefisle mücadeleyi çok ağır bir iş olarak göstermiştir. Bu son örnekteki şahıs, evvelkilere nazaran daha çok riyâyı kök­ten sökebilir. Bundan ötürü bir sıkıntı vc vehim de duymaz.

Bir duygu vardır, amele başlamadan önce riyâya davet e­der. Ancak Allah’tan bir uyarma duygusu ve sevap gayesi de taşımaktadır. Yani hem Allah rızâsını hem de halkın övgüsünü beklemektedir. (Bazen Allah’ın irâdesini bazen dc halkın övgü­sünü öne çıkarır.)

ikinci bir duygu vardır, riyâya çağırdığını hatırlar, onu ta­nır, hiçbir sıkıntı çekmeden ona bağlanır, aynı zamanda sevap da bekler. Bir başka duygu vardır, riyâyı hatırlatır, Allah’ın irâdesine yönelir. Ama sıkıntı çeker, bundan kurtulmayı vc günah işlememeyi arzular. Allah rızâsı için yapmaya niyetlen­diği amele başlamadan önce üçüncü bir duygu ortaya çıkar, ihlâstan sonra riyâya yönelir, sonra bunsuz amele başlar. Allah için amele başladıktan sonra dördüncü bir duygu vardır ki; riyâyı kabul eder. İhlâsla amele başlamasına rağmen, amelde artırmaya giderek riyâya girer.

Meselâ, niyetlenmediği halde aşırı bir huşû‘ duyar. Hâl­buki riyâ duygusu oluşmadan bunu yapmazdı. Namazda sesini yükseltir veya hüzünlü olur, sesini güzelleştirir veya niyetlen­diğinden daha fazla Kurân okur. Secdeleri, rükûları uzatır, ta'dil-i erkâna daha çok dikkat eder. Rükû’dan sonra ve iki secde arasındaki duruşu uzatması, ellerini kaldırması bir eliyle diğer elini tutuşu da böyledir.

Bir diğer duygu, ihlâsla amele başladıktan sonra belirir. Yaptığı amelle halkın övgüsünü kazanmak ister, ancak amelin­de güzelleştirme vs. gibi bir yola müracaat etmez.

Bir başka duygu, amel bittikten sonra ortaya çıkar. Övgü­lerini kazanmak için bulunduğu durumdan söz eder.

İbn Mes’ud, bir adamın, “Dün gece Bakara sûresini oku­dum.” dediğini duyunca, “Bunu söylemek elde ettiğin sevap­tır.” demiştir. Hz. Peygamber, “Sürekli oruçluyum.” diyen kişiye, “Ne oruçlusun, ne de iftar etmişsin.”11' buyurmuşlardır. Bazıları, adam söylediği için, bazıları da sürekli oruç tutmanın uygun olmamasından Hz. Peygamber, böyle buyurdu demiş­lerdir.

Bir diğer duygu da amelinden söz etmek istemeyen kişide olur ki, amelinden ötürü dışa vuran durumlarla olur. Vücûdun halsizliği, benzin sararması, ses kısıklığı, dudakların kuruması, tükürüğün katılaşması, gözyaşlarının izi, gözlerin süzülmesi,

1,7 Müslim, Siyanı, 196, 197; Ebû Dâvûd. Siyam, 53; Nesei, Siyam, 71, 72; İbn Mâce, Siyam ,28.

halk arasında esneme vs. Adam, yaptığı ibadete işaret olarak, görsünler diye bunu ister vc bundan hoşlanır. Tevbe ve üze­rinde ortaya çıkan hallerden ötürü övülür. Bazen bu duygu, üstü kapalı konuşma ile kendini gösterir. Çünkü, açıkça söyle­diğinde riyakâr zannedilmesi tehlikesi hoşuna gitmez. Yaptığı işi bilmeleri ve övmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla yermeleri değil övmeleri hoşuna gider. Onun için yaptığını açıkça söyle­mez, üstü kapalı söylediğini anlamalarını ve Allah için yapıp güya gizlediği amelinden ötürü övgülerini almayı ümit eder. Açıkça söylememiştir, ancak imalarda bulunmaktan da kendini alamamıştır. Evet, bu duygu böyle ortaya çıkar ve adam onu kabul ederek ona göre davranır.

Bazen nc açıkça ne dc imalı söylemez. Dış görünüşün a- mele işaret etmesi dc hoşuna gitmez. Ancak, halkla karşılaşın­ca, ihlâsla Allah’a yaptığı amelden Ötürü saygı duyma, önce kendisine selâm verilmesi vc tebessümle karşılanma hoşuna gider. Onun nazarında cn iyi arkadaş Rabbi’ne yaptığı ibadet­ten ötürü kendisine saygı gösteren; en adisi ise, ibadetini bildiği halde saygıyı terk edendir. Saygı göstermeyene karşı ciddileşir, onu kınar; saygılı olana ise yakınlık gösterir ve kendisi halkın da bildiği bazı hususlardan ötürü onu yüceltir. Niyeti, onların yanında da bir yer edinme noktasında sabitleşmişti!'.

Bir diğer riyâ duygusu ise, bir şey isteme, selâm verince saygıyla selamın geri çevrilmesi, bir şey alınca ucuza sayılması vb. durumlarda ortaya çıkar. Adam buna meyleder, kendisine bu şekilde davranılması hoşuna gider ve onlardan bunu bekler. Böyle davranmayanı istiskal eder. Böyle davrananın kendisine ikram edeceğini bildiğinden, alış veriş ve benzeri konularda bilerek ona gider ve bu işten hoşlanır. Yaptığı ibadet, iyilik ve salıh hallerinden ötürü ihtiyaçlarını karşılamayanları ahmak sayar. Ve bu düşünce tarzının amellerini yok edip götürdüğüne inanmamaktadır.

Riya

Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah kıyamet günü çok Kur’ân okuyup çok ibadet eden bazı insanlara, “Size eşyanın fiyatı düşürülmedi mi? Önce size selâm verilmedi mi?’ ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı?” buyurur. Başka bir hadîste, “Size herhangi bir sevap yoktur, siz karşılığını yeterince aldı­nız.” denilmiştir.

İbn el-Mübarek, Vehb’den şunu aktarmaktadır: “Seyyah­lardan biri arkadaşlarına şöyle der: “Biz isyana girmeyelim diye ailemizi vc malımızı terk ettik. Oysa ben, mal ve aileleriyle beraber olanlardan daha büyük isyanlara dûçar olacağımızdan korkuyorum. Çünkü biz dindarlığımızdan ötürü şahıslardan saygı beklemekte, ihtiyaçlarımızın karşılanmasını gözetlemek­te, bir şey satın aldığımızda fiyatının düşürülmesini arzula­maktayız. Onun için endişeliyim!” Bunu duyan padişah, bü­yük bir halk topluluğu ile onu ziyarete gelir. Dağlar, ovalar insanlarla dolar. O seyyah, “Bunlar kim?” diye sorusuna “Padi­şah seni görmeye geldi.” cevabını alır. Hemen kendisine ye­mek getirilmesini emreder. Süt vc nohut, diğer bir rivayette zeytinyağı vc ağaç özü getirirler. Avurtlarını şişire şişire, aşırı bir şekilde yer. Padişah, “Nerede sözü ettiğiniz adam?” deyin­ce, “İşte budur.” cevabını verirler. Padişah, “Nasılsın?” der. Seyyah, “İyiyim.” cevabını verir. Padişah, “Bu halde iyi olun­maz.” diyerek çekip gider. O zaman seyyah, “Beni tenkit ede­rek yanımdan ayrılmanı sağlayan Allah’a hamd olsun.” der.

Böylece Allah için amel edenler, işledikleri amel kendileri ile Allah arasında kalsın diye, başkasını aldatır. Gayeleri kıya­met günü üstün olmaktır. Kötülük yapanlar da, salih amel işledikleri hissini vermek için başkasını aldatırlar.

Riyanın En Küçüğü ve En Büyüğü

Dedim ki:

“Riyakârların yaptığı en büyük riyâyı, yani Allah katında riyânın en büyüğünü anlatır mısın?”

Dedi ki:

“Allah katında en büyük riyakâr, kendisi yalancı ve şüphe içinde olmasına rağmen, imanıyla riyakârlık yapandır. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de birden fazla yerde söz ettiği müna­fıklar böyledir. Allah onlar için şöyle buyuruyor: “Onlar sizinle karşılaştıklarında, “İnandık.” derler, kendi başlarına kaldıkla­rında da, size olan kinlerinden dolayı, parmaklarının uçlarını ısırırlar.” (Al-ı İmran, 3/119). “İnsanlardan Öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri setlin hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana (samimî olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, kasımların en yamanıdır. Dönüp gitti mi, yer yüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 2/204-205). “Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın peygamberisin, derler.” (Münafikûn, 63/1). Sonra Allah onları yalanlıyor. Çünkü söyledikleri, gerçekte kalplerinde olan değildir. Allah onların, “Sen peygambersin.” şeklindeki sözlerinde gerçekçi olmadıklarını bilmektedir.

Ayrıca onlar için Allah şöyle buyuruyor: “Namaza ancak üşenerek gelirler.” (Tevbe, 9/54). “Onlar, namaza kalktıkları za­man üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar.” (Nisa, 4/142). Tefsiri, Allah için yapmadıklarından dolayı üşenirler, şeklindedir. “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar na­mazlarını ciddîye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır.” (Mâûn, 107/4-6). İnanmazlar. Ancak başkaları onların farzlara inandıkla­rını ve bu farzları yerine getirdiklerini zannetsin diye yaparlar.

Dedim ki:

“Bunlardan sonra kim gelir?” •

Dedi ki:

“Bunlardan sonra ve bir derece evvel olanlar her ne kadar Allah katında büyük günah ise de, Allah'ı Rabb olarak tanımala­rına ve ibadetlerin kendilerine farz olduğunu bilmelerine rağ­men, farzlarla gösteriş yapanlardır. Meselâ zekâtı ele alalım: İnsanlar, zekâtı vermedi diye tenkit ederler endişesiyle adam, başkasında olan malının zekâtını verdirir. Oysa Allah bilir ki, elinde olsaydı zekât vermeyecekti. Veya başkası zekâtını verme­diğini anlar da onu hesaba çekerler endişesiyle zekâtı verir. Oysa Allah biliyor ki. kulların tenkidinden kaçabilseydi veya adaletine halel gelmesinden korkmasaydı zekât vermez, malına dayanırdı.

1 lac vc oruç da böyledir. Ramazan ayında, orucunu açınca anlayabilecek biri yanında bulunursa, yemek yemez kendini zapteder. Oysa imkân bulsa orucunu yiyecektir. Kalbi, kimse­nin olmadığı, dolayısıyla rahat yemek yiyebileceği, hanımına yaklaşabileceği veya başka bir yasağı ihlal edebileceği bir yer araştırmaktadır.

Bunu, zekât vermediği, oruç tutmadığı, hacca gitmediği halde, farzları terk ettiği için tenkit edilmesin diye, yalan söyle­yip sayılan ibadetleri yaptığını söyleyen kişi takip eder. Namaz­da sadece Allah’ı büyük görür vc sadece onun için namaz kılar. Ama tembellik eder. Onun için sadece halkın tenkit etme kor­kusu onu namaz kılmaya sevk etmektedir. Bununla beraber, sadece Allah'a secde etmektedir. Terk etmesi durumunda rezil vc değersiz olur. Allah bilir ki, çevresi olmasaydı, namaz kıl- mayıp terk edecekti. Onlar olduğu için kılıyor. I latta, tenkit et­mesinler diye abdestsiz kıldığı bile olur. “Allah’ın dışında bir şeye secde et, bütün dünyayı verelim!” denilse yapmaz. Buna rağmen, Allah’ın dışında, rubûbiyyet vc ıılûhiyyet noktasında, binlerine ibadet etmek için değil, sadece tenkitten korunmak için namaz kdar. Gizleyebilse yerine getirmeyeceği diğer farz ve ibadetlerle de riyakârlık yapar. İşte bu farzlarla yapılan riya­dır.

Yine başkaları öğrenir veya akrabaları şikâyet eder en­dişesiyle, sıla-ı rahimde bulunur ve anne-babasına iyilik yapar. Cuma namazına gitmesi de böyledir. Biri ona takılıp beraber gitmezse veya yan çizdiği görülmezse, bir ihtiyacını ona tercih ettiğinden veya inkârdan değil tembellik gösterdiğinden, git­mez. Buna farzlarla riyâ denir. Ancak münafıkların, kalplerinde taşıdıkları yalanlama vc şüphe ile yaptıkları riyâ türünden de­ğildir. Yapılanın haram olduğuna, Allah'ın varlığından bir şüp­he olmadığına ve sözü edilenleri yerine getirmesinin farz oldu­ğuna inanırlar. Ancak tembellik vc ihmalkârlıktan dolayı yap­mazlar. Neticede çevre tenkit eder endişesi veya övülme sevgi­siyle yapmış olurlar.

Bunları, gerekli sünnetlerle riyakârlık yapanlar takip eder. Cemaatle namaz kılmaya gitmek gibi.. Beraberinde kimse ol­mazsa veya kaytarabılsc gitmeyecek.

Bazı vakitlerde bazı namazları terk eder. Başka bir va­kitte bunları Allah için kılabilse kılar. Yanında bilileri ol­mazsa, başka bir işim tercih etme veya tembellikten ötürü terk eder.

Misafirleri ağırlama, Hz. Peygamberin, “Müslümanın Müslüman üzerinde bazı sünnet [hakları/ vardır.”'18 hadîs-i şerifi gereği, yabancı bile olsa hastayı ziyaret etme de böyledir. Cena­zeye eşlik etme, yıkayacak kimse olmayınca, cenazeyi yıkamak da böyledir. Tenkit edilme endişesi olmazsa bunları yapmaya­caktır.

8 el-Buhân, Cenâiz, 2, Selam, 4; ct-Tİnnizî, Edep, l-.İbıı Mâce, Ccnâiz, 1.

Yaptığı ibadeti izhar eden bir grup var ki, verâ’ sahibi gö­rünerek riyakârlık yapar. Mesela, uzun süre hiç konuşmaz, gıybet etmez, gıybet yapanlara engel olur, hainlik yapmaz, e- ınaneti eda eder. Zelle cinsinden bir hata işlese istiğfar eder, pişmanlık ve hüzün izhar eder, haksızlık yaptığı kişiden helâl­lik alır. Oysa Allah bilir ki, yalnız olsaydı bunları yapmazdı. Yalnız kaldığında verâ’ı terk ederek bu titizliği göstermez. İs­tekleri ve şahitliği kabul edilsin, dünyalık elde edebilsin, övül­sün veya tenkitten kurtulsun diye yapar.

Dedim ki:

“Bunlardan sonra kim gelir ?”

Dedi ki:

“Farz ibadetlerde, terki, günah ve eksiklik gerektiren hu­susları mübalâğalı bit şekilde yerine getirmekle riyâ yapanlar gelir.

Meselâ, hafif bir şekilde rükû’ ve secde yapmak ister, veya namazı, iade edilmesini gerektirecek noksanlık sokacak şekilde, hafif kılmak ister, rükû’, secde, iki secde arasındaki oturuş ve rükûdan sonraki duruşu hafif yapıp geciktirmek gibi. Yalnız olsa çok hızlı kılar. Birileri görse, tenkit etmesinler diye, yavaş kılar,

İbn Mes’ud'dan rivayetle Hz. Peygamber’e isnat edilen bir hadîs-i şerifte şu ifadeler bulunuyor: “Başkasının gördüğü yerde namaz kılıp onu eksiksiz eda eden, yalnız kaldığında hızlı kılıyorsa, bununla Allah’ı hafife almış olur.” Bir diğer rivayette, “Kendini hafife almış olur." şeklindedir.'1 JHz. I luzeyfe'den dc benzeri bir hadîs rivayet edilmiştir.

Zekâtı, düşük ayarlı paralardan, kötü hurma ve hububat­tan vermesi de böyledir. Allah’ın, “kötü malı hayır diye verme­yin.” (Bakara, 2/267) buyurmasından ötürü, tenkitten endışelen-

1,1 krş el-Buhârî, Ezan, 64, diği için, açıkça kötü malı vermez. Mücahid ve ‘Ata şöyle de­mişlerdir: “Halk kötü hurma salkımlarını getirir, sadaka için Hz. Peygamber’in mescidine asarlardı. Hz. Peygamber bunu yasaklayarak, “Siz, ancak gözünüz kapalı ise hu türlüsünü alabilirsi­niz.” " buyurdu. “Bir başkasında alacağın olsa ancak gözün kapalı ise kötüsünü alırsın.” denilir. Mücahit, “Onu çarşıları­nızda iyi olana mukabil ancak bir fazlalıkla, başkasından alırsı­nız.” mânâsına geldiğini söyler. İmran b. Hüseyn, “Söz konusu malı pazarda bulursanız, ancak fiyatını düşürerek alırsınız.” der.

Oruçlu iken, gıybetten uzak duranın yanında gıybetten uzak durur. Gıybet orucu hafife alma sayılır. Nazar etme ve yalan söyleme de bunun gibidir.

Dedim ki:

“Bundan sonra hangisi gelir?”

Dedi ki:

“Terki günah olmayan vc ibadete eksiklik vermeyen şeyle­ri tamamlamakla riyakârlık yapanlar gelir. İmama ilk tekbirde yetişmeye çalışma, elleri kaldırma, sağ eli sol elin üstüne koy­ma, başı aşırı eğme, sakin vc htıştTlu olma, ta’dil-i erkâna riâyet etme, yeterli olanı yaptıktan sonra rükû, secde ve okumayı uzatma gibi.. Allah bilir ki, yalnız olsaydı sadece yetecek kada­rını yapar bunun üzerine bir şey eklemezdi. Başkası görünce, amelini güzelleştirir, peşine düştükçe düşer.

Ramazanda uzun süre yalnız kalmak, farzı çokça korudu­ğu için övülsün diye, uzun süre konuşmamak da böyledir. Zekâtta, kefarette, nezirde, anne-babaya iyilikte, sıla-i rahimde ve benzeri hususlarda çok para harcar; pahalı köleler alıp azat eder, nefis yemekler yedirir. Bununla Allah’ı nefsine tercih ettiği için övülmeyi ister. Böyle yapmakla, farzları eda etmede başkasından farklı davranmış, en iyi ve mükemmel malıyla, onları yerine getirmiş olur.

Haçta, çok uzun süre susması, çok korunması, yol arka­daşlarına olduğundan çok yumuşak davranması, hac boyunca çok alçak gönüllü olması da bunun örneğidir. Hâlbuki yalnız olsa, bunların yetecek kadarını yerine getirir, artırmaz. Aşırı verâ’ onu neticede, nasıl olursa olsun farzı yerine getirme nok­tasına getirir. Artık, terk ettiğinde ibadetine bir halel getireme­yeceği hususları yerine getirmeye çaba göstermez.

Bundan sonra, yapılması gereken sünnetleri abartarak ri­yakârlık yapanlar gelir. Herkesten önce cemaate, ilk saffa koşar, imamın hemen arkasında durmaya çalışır vs. Oysa yalnız kalsa, nerde duracağını umursamaz. Tanıyan birinin onu namazda, en faziletli bir hâl vc yerde görmesi gayesiyle gösterdiği gayreti, yalnız kılınca, göstermez. Övülsün diye, misafirlerine gücünün üstünde ikramda bulunması da bu türden bir davranıştır.

Dedim ki:

“Bundan sonra ne gelir?”

Dedi ki:

“Bundan sonra nafile ibadetlerle riyakârlık yapan gelir. O da, hem yapmacık bir şekilde nafileleri yapar hem de verâ’ ve takva sahibi olarak görünür. Bununla, aldatıp günah olan işler yapmak ister.

Her nc kadar, daha önce sözü geçen kimseler daha büyük belâlarla karşı karşıya iseler de, bu kimse, nafilelerle riyakârlık yaptığı için, durumu daha kötüdür. Çünkü, Allah’a itaati, gü­naha ulaşmak için bir basamak olarak kullanmak çok büyük bir çirkinliktir. Bu, emanete hıyanet etmek için vasi tayin edilmeyi isteyen veya tasadduk etmek için zimmetine mal alan ve aldığı mala hıyanet eden veya fuhuş yaptırmak için bir kadınla ev­lenmeyi isteyen ya da yine fuhuş yaptırmak için bir oğlanın bakımını üstlenmek isteyen kişiye benzer.

Bu tip insanlar iki gruba ayrılırlar: 1. Günah ve fuhuş iste­ğinde bulunan fasık kimseler. 2. Fakir ve muhtaçlara ulaştır­mak için vasi tayin edilme; hac ve gazve için kullanmak üzere mal alma isteğinde bulunup sonra ellerine geçirdikleri mal ve emanete hıyanet eden kimseler. İyi görünen kimselerden de bu tip kişiler vardır.

Bazen facir kimseler de iyi görünen kimseler olabilmekte­dirler. Bunlar, ortaya koydukları taatlarıyla, delikanlıları ve kadınları elde etmek isterler. Yün ve kaba elbise giyerler, çok zikir ederler, ilim talep ederler, dindar kişilerle oturup kalkar­lar, zikir meclislerine katılırlar vs. Bütün bunları, kendileri vasi tayin edilsin veya fakirlere dağıtılmak üzere kendisine mal emanet edilsin veya gazveye çıkması ya da malzeme gönderme­si için kendisine gerekli mal ve malzeme verilsin diye yaparlar. Ama niyeti bunlara hıyanet etmektir.

Hacca giden ve ticaret yapan kimselerden de böyle davra­nanlar var. Kaba elbiseler, zikir vb. şeylerle süslenirler ve iyilik­le dindarlık ortaya koyarlar ki, elde etmesi zor olan şeyleri is­temesinde ithamda bulunulmasın veya evlenmek istediği kadın ona güvensin.

Dedim ki:

“Bundan sonra ne gelir?”

Dedi ki:

“Nafilelerle riyakârlık yapan gelir. Nafileleri gösteriş için yapmakla birlikte, verâ’ sahibi görünür ki, işlemekte olduğu bir günah kesintiye uğramasın ve hedefine varabilsin. Hıyanet ettiği mal geri istenir veya gasbettiği maldan ötürü itham edilir endişesiyle kaba giyinir, dindar görünür ve dinî vecibeleri yeri­ne getirir. Bununla, kalplerde itham edilen suçtan ve hakkın; daki söylenti ve zanlardan beri olmak ister. Yapmakta olduğu günahı nafile ibadetler, verâ’, taat ve iyilikle örten de böyledir. Böylece, onun hakkında söylenenlere inanılmaz ve yapılan ithamlar kabul edilmez.

Dedim ki:

“Bundan sonra ne gelir?”

Dedi ki:

“Yaptığı amelle sadece halkın övgüsünü hedefleyen ve bu konuda tekellüfte bulunan müraî kimse gelir. Yalnız başına na­maz kılan kimsenin, cemaatle namaz kılanları görmesi ve kendi­sine, “Ne tembel adam!” denilmesi endişesini taşıması buna örnektir. Veya yanlarında gecelediği kimselerin teheccüde kalk­tıklarını görüp, gece ibadetine kalkmayan biri olduğunu düşün­mesinler vc böyle bilinmesin diye kalkan kimse de aynı durum­dadır. Veya onlar uyuduğu halde, kendilerinden üstün ve gece kaim olduğunu göstermek için, gccc ibadetine kalkar. Oysa yal­nız kaldığı zaman bunu yapmamaktadır. Allah bilir ki, yanında­kiler onu görmez ve yaptığını anlamazlarsa bunu yapmayacak.

Beraber bulunduğu kişilerin (nafile) oruç tuttuklarını gö­rüp oruçla kendisinden üstün olurlar veya ona, kendilerinden eksik biri gözüyle bakarlar endişesiyle, onlarla oruç tutan da böyledir. Oysa yalnız olsaydı, nafile oruç tutmayacak, iftar edecekti.

Gazve, hac vb. diğer ibadetler de böyledir. iyilik ve taat gös­terişi yapar ki, adil bilinsin, şahitliği kabul edilsin, ihtiyaçları yerine getirilsin, iyilik yapılsın, saygı gösterilsin, övülsün, iyilikle şöhret bulsun, iyi söz edilsin veya öne geçirilsin vs. Yaptığı ile sadece halkı gözetmekte, herhangi bir sevap beklememektedir.

Dedim ki:

“Bundan sonra ne gelir?”

Dedi ki:

“Yaptığı amelle hem Allah’ı hem de halkı gözeten müraî gelir. Şayet halkın övgüsü olmazsa o ameli yapmaz. Yalnız kalsa o ameli, sadece Allah rızâsı için yapmaz. Allah’tan gelen sevapla birlikte halktan gelen övgü onu bu işe teşvik eder.”

Dedim ki:

“Bundan sonra ne gelir?”

Dedi ki:

“Sürekli yapıp devam ettiği amele karşı, halkın övgüsünü de isteyen müraî gelir.”

Dedim ki:

“Bundan sonra ne gelir?”

Dedi ki:

“Dünyalık bir menfaat elde etmek için nafile ibadet eden müraî gelir. Meselâ, helâl bir yolla bir kadınla evlenmek iste­yen kimsenin, üzüntü, gözyaşı, ibadet ve insanlara hatırlatma yoluyla bu isteğini ortaya koyması, buna örnektir. Gayesi o kadınla evlenmektir. Ümmü Kays ile evlenmek için hicret eden Arap gibi.”

Dedim ki:

“Bundan sonra ne gelir?”

Dedi ki:

“Kendilerinden bir derece aşağı olan kimselerin yanında, tekellüflü bir şekilde nafilelere sarılan veya yaptığı ile Allah’ın rızâsını kastetmediği zannedilir ve onların gözündeki mertebe­si düşer, kalplerdeki mevkii sarsılır endişesiyle, tekellüflü bir şekilde nafilelere sarılan müraî gelir. Meselâ, adam hızlı yürü-

Riya

mekte veya etrafına bakınmakta ya da bir eğlenceye dalmış bu­lunmaktadır. Biriyle karşılaşınca adımlarını yavaşlatır, huşû‘ içinde gözlerini önüne eğer, sesini alçaltır. Bundan gayesi dik­katsiz davranan, eğlenceye dalan bir kimse olarak bilinmemek­tir.

Bu seçkin kimselerden olduğunu zannedenlerin riyasıdır. Kendisine eksik bir kimse gözüyle bakılmasın diye böyle dav­ranır. Bir şakası veya gülmesi görülünce, dikkatsiz adam de­nilmesin diye hemen istiğfar eder, içini çeker ve üzülür. Bazen günah olmayan şeylerden ötürü dc istiğfar eder, üzülür, içini çeker, pişmanlık duyar. Hâlbuki, yapılan işten ötürü Allah’ın azap etmeyeceğini vc günah olmadığını bilmektedir. Ancak halkın kalbindeki yeri değişmesin, sadece üzüntülü vc inkisar içinde biri olarak bilinsin diye böyle davranır. Onların nazarın­daki mevkii sarsılır diye ürpermekte ya da Allah’tan başkası için üzüntü, istiğfar ve huşû‘ ortaya koymak için kendini zorlamak­tadır. Yalnız başına kalsa, yaptığı için üzüntü duyduğu işi, se­vinç içinde yapar. Başkasının yanında yapma durumu hasıl olunca ürperir. Aklı ve ilmi ona, halka karşı tekellüflü davran­masını söyler. Allah’ın rızâsını hiç gözetmez. Çünkü halkın övgüsüyle birlikte sevap aldığı düşüncesi ona galip gelmiştir.

Dedim ki:

“Bunu kim takip eder?”

Dedi ki:

“Bunu bir ameli yapmadığı halde, yapıyor görünerek riya­kârlık yapan takip eder. Meselâ, adam (nafile) oruç tutan biri olarak bilinmektedir veya benzerleri oruçlu olur ya da oruçlu zannedilir. Bu adam, kendisinden iyilik beklediği veya onu öyle bildiği birisi görür endişesiyle, yemez, içmez. Susuz oldu­ğu halde su içmez, yemeğe davet edilse reddeder. Çünkü oruç­lu bilinmesi hoşuna gider. Oruçlu olmadığının bilinmesinden,

dolayısıyla oruçluların mertebesinden eksik bir gözle bakılma­sından ürperir. Oruçlu olmadığı fark edilince hemen özür beyan eder ki, tembellikten orucu bıraktığı anlaşılmasın veya öyle bilinmesin. Oruç tutmama nedenini, bedeniyle anne- babasına hizmet etme, kardeşlerinin gönlünü alma, üzerindeki hakları yerine getirme vs. şeklinde ya da hastalığını ileri sürerek açıklar.

Riyâya Neden Olan Kötü Ahlâk ve İzahı

Dedim ki:

“Allah katında kötü olup riyâya neden olan ahlâktan biraz söz eder misin?”

Dedi ki:

“Bazı şeyler, başkalarına ihtiyaç duymadan, bizzat kendileri riyâya neden olurlar. İlim, amel, dindarlık ve dünya mal ve mev­kileri bunlardandır. Bazen böbürlenme, kibirden farklıdır. Riyâ açısından böbürlenme, binlerinin kendisinden üstün olması endişesi veya kendisinin üstün olma sevgisi; malın çokluğu veya benzeri dünya işlerinden biri, ilim vc amelden ileri gelir.

İlim sahibiyle, ilimde yarışmak için değil, elde ettiği mevkiye ulaşamama, aldığı övgüyü alamama endişesinde ona haset etmek; kendisinden daha iyi biliyor denilmesin diye, hakkı tavsiye edeni dinlememek veya onunla tartışmak da ki­birden farklıdır. Buradaki endişe, falan ona galebe çaldı veya hata etti denilmesi endişesidir.

Riyaset

Dedim ki:

“Riyaset nedir?”

Dedi ki:

“Riyaset saygı duyulma, başkasına iş yaptırma ve onları küçük görme, sözünün rcddedilmemesi, ilimde başkalarıyla eşit tutulmama, başkasının onun önüne geçirilmeme sevgisi­dir. İkaz edilse reddeder, kendisi ikaz etse çok sert davranır, hatalı olduğunu bilse bile sertliğini sürdürür. Biri ona bir şey öğretse veya ikaz etse hiç etkilenmez ve söylenen şeye kulak vermez. Bütün bunları reisliği zedelenmesin diye yapar.

Mübahat (Övünme)

Dedim ki:

“Övünme nedir, nasıl olmaktadır, neden ileri gelir, zararı nereye kadar gider?”

Dedi ki:

“Mübahat (övünme) ilim ve amelle olur. İlim tahsilini sürdürme, çok ezber sahibi olma, çok kişiden hadîs alma, ister kendisine sorulsun ister başkasına sorulsun, ortaya gelen soru­lara hemen cevap vermeye kalkışma vb. ilimden gelen övün­melerdir. Bunun altında doğruyu bulup üstün olma, yanında­ki nin önüne geçme, diğerlerine daha âlim olduğunu hissettir­me isteği ve sevgisi yatmaktadır. Arkadaşına daha âlim olduğu­nu hissettirmek için hemen hadîs zikreder. Arkadaşı bir hadîs zikretse, onu bildiğini söyler.

Gayesi, övünüp üstünlük taslamaktır.

Zikir meclislerine iştirak etmek, Allah yolunda cihada ka­tılmak, namaz kılmak veya diğer bir iyiliği yapmak suretiyle amelde Övünme meydana gelir.

Başkası namaz kılarsa, kendisinden üstün görünür endişe­siyle hemen namaza kalkar. Kendisi daha faziletli görünsün diye başkasının onunla aynı anda namaza durmasından hoş­lanmaz. Aynı anda namaza dunsalar, diğerleri onun yaptığını övsün diye onlar yorulacak ve neticede namazı terk edecek kadar uzatır. Böylece onlara üstünlük sağladığını düşünür. Bilenin yanında veya beraber namaz kıldığı kişinin gözünde mertebesi yükselir. Yanındakiler kendilerini küçük görür, onu ise faziletli sayarlar.

Savaşta çarpışmak da böyledir. On saftakinin önüne geç­meye, onu geride bırakmaya çalışır. Bütün gücüyle düşmana saldırır. Gayesi üstün vc faziletli görünmektir. O anda öldürül- se, belki de bütün ameli gider, Allah’ın gazabından da emin olamaz. Diğer işler de böyledir.

Dünya ile övünmeye gelince: Bina dikmekle övünür. Yal­nız olsa yapamayacağı harcamaları, başkasının yanında yapar. Bu harcamayı, yakın komşularına, akrabalarına, arkadaşlarına vc kendi seviyesinde olanlara yapar. Kendi nefsine harcadığının kat kat fazlasını başkasına harcar. Bunu, başkası onu geçmesin, o önde görünsün diye yapar.

Dünya malını elde etme konusunda çok gayretlidir. Mal elde etme ve adından söz edilme şerefini elde etmek ister. Hizmetçi, ev mobilyası vb. konularda da aynı tavrı sürdürür.

Tefahür (Böbürlenme)

Dedim ki:

“Tefahür (böbürlenme) nedir?”

Dedi ki:

“Tefahür, hemen bütünüyle mübahatla aynı anlamı taşı­maktadır. Ancak, bazen ikisinin nedeni farklı olabilir. Meselâ bazen ilimle tefahür yapar. İlim tahsil eden arkadaşına, “Kaç kişiden dinledin? Bir şey öğrenebildin mi? Şu konuda görüşün nedir?” şeklinde sorular sorar. Sonra bunu başkasına da anlatır.

Riya

Ondan bir şey duymamışsa bile, “Falan iyi âlim değil.” der. Hâlbuki, onun duyduğu ilmi o duymamıştır, onun seviyesinde de değildir. Sadece kendisiyle iftihar eder.

Dünya ile de tefıhür olur. “Sen fakir bir insansın malın mülkün yoktur. Kazancın nedir? Ne kadar sermayen var? Bu­nu ne zaman kazandın? Benim sermayem çok fazla. Kölelerim senin kadar varlıklıdır!” der.

Amelde de tefıhür yapar. “Sen savaşta atlıların seviyesine çıkamazsın, hamle yapamazsın, yapsan da düzgün bir şey ol­maz. Çünkü korkuyorsun!” der.

Münazara ve tartışmalarda da tefahür yapar. “Sen kaç ha­dîs ezberledin? Kaç âlimle karşılaştın? Falan âlim beni senden üstün görmektedir!” der. Bunları başkasının yanında da söyler. Riyâ, onu kibre yönlendirir. Neticede taşkınlık yapar.

Yaptıkları ve öğrendiklerinin çokluğu bazen tefahürle bir­leşir. Çünkü bazı noktalarda bilgisi daha çoktur. Şöyle demeye başlar: “Şu şu hadîsleri dinledim. Şu gazvelere katıldım. Şu kadar hac yaptım. Şu âlimlere yetiştim. Şu günden bu yana oruçluyum. Seherde kim uyur ki!”

Şayet ilmi ve ameli çok olur, aynı zamanda zeki ise övül­meyi ve övünmeyi istiyor, ama tenkit edilmeyi istemiyorsa, ilim ve amelini dille söylemez, onları gösterir. Böylece hem övünme ve övülmeyi elde eder, hem de hakkında “Müraî, kibirli, övünen, kendini beğenmiş.” gibi sözlerin söylenmesine engel olmuş olur.

Saydıklarımızın bir kısmı, diğerleri ile beraber bulunur. Ama biri diğerinden fazla olabilir. Bundan ötürü Kitap ve Sünnet aralarına fark koymuştur Âyette şöyle denilmektedir: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibaret­tir.” (Hadid, 57/20). Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim dünyayı, sadece çoğaltmak ve övünmek için isterse, kıyamet günü, Allah ona kızmış olarak, O’nunla karşılaşacaktır.”  Hadîsin devamında başka ifadeler de zikredilerek, iki durum birbirinden ayrılmıştır.

Hasetleşme

Dedim ki:

“Peki haset nedir ?”

Dedi ki:

“Hasedi, riyâ vb. teşvik eder. Riyâdan kaynaklanan, hem haset hem de yarışmadır. Kimsenin kendisinden bir üst ma­kama çıkmasını, kimsenin ondan daha çok övülmesini istemez. Kimse ondan üstün olmasın, arkadaşlarının yanında herkes ondan geri görünsün düşüncesiyle, başkasındaki nimetlerin zail olmasını ister. Hz. Ömer, Ebû Umeyye’ye şöyle demişti: “Allah beni vc seni, kadınların farklılaştığı gibi, ilmin farklılaş­tığı zamana bırakmasın!”

Dedim ki:

“Bile bile hakkı nasıl reddediyor?”

Dedi ki:

“Diğerinin doğru olduğuna karar verilip ondan üstün ol­ması hoşuna gitmediği için, hakkı bile bile reddeder. Bundan ötürü ehl-i kitap, aralarındaki taşkınlık ve hasetten ötürü bir­çok fırkaya ayrıldılar.

Galip Olma Sevdası

Dedim ki:

“Galip olma sevdası nedir?”

Riya

Dedi ki:

“Bu da riyâ ve benzerlerinden ileri gelir. Riyâdan ileri ge­leni, münazarada rakibi kendisine galebe çalıp üstün gelir, böylece bunu bilenlerin yanında değeri düşer düşüncesiyle tezahür eder. Kendisi galip gelmeyi, böylece büyük görülmeyi, saygı duyulmayı, övülmeyi, iyilikte bulunmayı ister.

tki kişinin münazaraya tutuştuğu, birinin galip geldiği, mağlup olan daha önce saygı gösterilen, iyilik yapılan biri olma­sına rağmen, mağlubiyetten ötürü halkın ondan uzaklaştığı ve galip gelene yaklaştığı çok görülmüştür. Onun için kendisi isabet edip diğerinin hata etmesini çok ister. Diğeri isabet ederse buna çok üzülür. Bu şeytanın insana kurduğu bir tuzaktır. Münazara ettiği kişinin dediklerini bile tanı anlamaz. Çünkü gayesi red­detme vc şamata çıkarmadır. Allah da kâfirleri bununla tavsif etmiştir: “İnkâr edenler, ‘Ktır’ân’ı dinlemeyin, okunurken gürül­tü yapın, umulur ki, bastırırsınız.’ dediler.” (Fussilet, 41/26).

Dedim ki:

“Peki ihtiyacı olan ilmi sormayarak öğrenmekten nasıl ka­çmıyor?”

Dedi ki:

“Bu da riyâ ve benzerlerinden ileri gelmektedir. Riyâdan ileri geleni şu şekilde olur: Birine bir şeyi sorduğunda, onun kadar bilgi sahibi değildir, denilmesinden korkar. Böylece hak­kı ve helali sorup öğrenmekten kaçınır. 1 lâlbuki ona muhtaç olduğunu da gayet iyi biliyor. Nefsi bu durumu terbiyeli, haya sahibi olduğuna bağlar. Oysa riyakârlığından sormamaktadır. Hayâ olsaydı, Allah’tan haya etmek daha evlâdır. İnsanların onu cahil olarak bilmesinden utanır da Allah’tan utanmaz. Allah’ın onu gerçeği öğrenmeyip terk ettiğine nigehban oldu­ğunu da gayet iyi biliyor.

İşte bu tür huyların bütünü, ucub, kibir ve benzerlerinden ileri gelir. Gelen haberler, riyadan ileri gelen hususları haber vermekte vc riyadan önce onları tenkit etmektedir. Hz. Huzcy- fe Hz. Peygamberden şu hadîsi rivayet ediyor: “İlmi, âlimlere karşı övünmek, cahillere karşı tafra yapmak ve halkın bakışları­nı kendisine çevirmek için öğrenmeyin.”  Ka’b da şöyle diyor: “Bir zaman gelecek, kadınlar değişik olduğu gibi, ilim de deği­şik olacak.”

Nefsinde Muraî Olanın Alâmetleri

“Nefsinde müraî olanın alâmetleri nelerdir?”

Dedi ki:

“Övülmeyi, Allah’a itaat etmeye tercih eder. Tenkitten hiç hoşlanmaz. Tenkit edilecek korkusuyla taati terk eder. Sadece Allah’ın haberdar olduğu bir amel işlese veya ilim tahsil etse, nefsi bununla yetinmez. Neticede başkalarının da bu amel ve ilimden haberdar olmasını arzular. Bunun için didinir. Başkası muttali olunca rahatlar, övgülerinden ötürü sevince boğulur. Onu övenler iyi insan, övmeyenler ise kötü insanlardır.

Başkasının görmeyip sadece Allah’ın muttali olduğu bir iş yapmak nefsine çok ağır gelir. Nefsini zorlaşa yine dc ona bo­yun eğmeğe yanaşmaz.

Babek el-Hurremî’nin Müslümanlarla savaştığı günlerde adamın biri kendi nefsine, “İster misin, hiç kimse duymadan Babek’i öldüresin?” dedi. Nefis karşı çıkarak, “Babek gibi birini öldüreceğim dc kimse duymayacak, mümkün mü?!” cevabını verdi.

Müridin, Gizli ve Açık Takınacağı Tavır

Dedim ki:

“Mürid, amelden önce, amel esnasında ve amelden sonra hangi duyguları taşımalıdır?”

Dedi ki:

“Yaptığı amelin sadece Allah tarafından bilinmesine dikkat etmelidir. Bununla yetinmeli, başkasının bilmesini arzıılama- malıdır. Çünkü, Allah’tan korkanların dışında bununla yetinen çok azdır. Kul, dış organlarıyla veya içten bir amel işlediğinde veya ağlama, üzülme gibi bir durum hasıl olduğunda, halkın nazarında büyük olmasına rağmen, kimse, görmeden onu yapmaktan kaçınır.“Böyle bir fazileti nasıl başkası bilmeyecek!” diye galeyana gelir. “Eğer haberdar olsalardı, yanlarındaki ma­kamın çok yükselirdi!" der. Zavallı adam, Allah katında değeri­nin ne kadar düşeceğini kestirememektedir.

Onun için Allah’ın bilmesiyle yetinmelidir. Başkası muttali olsa bile buna asla sevinmemelidir. Mizacı onu bu sevince sü­rüklese dc bu hoşuna gitmemeli, kalbini ona bağlamamalıdır.

Amelini bitirinceye kadar buna dikkat etmeli ve sonra da açığa çıkmamasına özen göstermelidir. Bir şeyler ortaya çıksa bile, buna karşılık insanlardan iyilik ve saygı beklememelidir. Bütün bunlarla birlikte Allah ın onun bu ameldeki niyetini hoş görmeyip razı olmamasından korkmalıdır. Çünkü, gafletle bu işi yaptığından emin değildir.

Dedim ki:

“Sen bana gizli amelleri açıkladın. Cenaze namazına ka­tılmak, ilim tahsil etmek, cuma günü veya diğer vakitlerde mescitlerde halkın gördüğü yerde nafile namazı kılmak gibi, açık ameller konusunda ne dersin?"

Dedi ki:

“Bu işlerde yine Allah’ın bilinesi ona yetmeli. Başkasının bilmesine önem vermemeli ve onunla sevinmemelidir. Çün­kü bununla Allah’ın sevabını beklemektedir. O da O’nun rızâ ve Cennetidir. Allah’ın rahmetini ve Cennet’ini sağlamayan bir şeyle sevinmek, Allah’ın rahmet ve rızâsını istememeye delâlet eder. Anlattığım bütün hususlara, kalbi ve organlarıyla riâyet etmelidir.

Kulun, Amel Esnasında ve Amelden Sonra Gö­rülmesine Sevinmesi

Dedim ki:

“Amelini bitirdikten sonra buna muttali olunması ve bun­dan kaynaklanan sevinç konusunda ne dersin?”

Dedi ki:

“Bu seviyede muttali olunduktan sonra duyulan sevinç tamamıyla kötü değildir. Çünkü kendisi gizli tutmasına rağ­men, Allah onları muttali kılmış o da buna sevinmiştir. Bu durumun açığa çıkmasını Allah dilemiştir. Bu, çirkini gizleyen, güzeli ise izhar eden Allah’ın nimetine sevinmiştir.

Dedim ki:

“Bunu nimet sayıp, onların övgüsüne sevinirse, Allah’ın taati üzerine yapılan övgüye sevinmiş olmaz mı?”

Dedi ki:

“Hayır. Dediğim gibi o, Allah’ın çirkini gizlemesi güzeli ise izhar etmesi ile sevinmiştir. Çünkü nefis, övülmeyi sever, tenkit edilip kötülüklerinin açığa çıkarılmasından ise nefret eder. Dolaysıyla Allah’ın bir lütfudur, o da buna sevinmiştir, halkın yanındaki makama değil. Asıl nimeti verenin fiiline sevinmiştir.”

Dedim ki:

“Neye sevinmiş oluyor?”

Dedi ki:

“Allah’ın izhar ettiği taate karşı halktan gördüğü sevgi ve övgüye seviniyor. Diğer bazı mü’min olduklarını söyleyenler, muttali oldukları bu tür davranışları riyâ sayarlar. Haset içinde tenkit ederler. Sevinmekle bu tür hasetçi ve sû-i zan sahiple­rinden uzaklaşmış oluyor.

Ayrıca Allah’ın, çirkini gizleyip güzeli izhar etmesini, ahiretteki hale delil olur düşüncesiyle dc sevinir. Nitekim Hz. Peygamber, “Allah, dünyada gizlediğini ahirette de gizler buyurmuştur.”'23 Halkın, taate olan saygılarına da sevinir. Çünkü saygı duyanın, ona uyup aynısını yapması ümit edi­lir.

Bir de, Allah’a olan itaatinden ötürü kendisine saygı gös­terdikleri faziletli gördükleri ve iyilik yaptıkları için sevinir ki, bu uygun olmayan, kerih görülen sevinçtir.

Dedim ki:

“Bu son durum onun geçmişte yaptığı amelini ifsat eder mi? Çünkü bittikten sonra onunla sevinmiştir.”

Dedi ki:

- “I layır. Çünkü ihlâslı, riyasız bir şekilde amel bitmiştir. Sonra bilerek izhar etmemiş, o konuda konuşmamış ve ortaya çıkmasını da temenni etmemiştir. Bu sevinç ona ait bir eksik­liktir, halkın yanında taattan ötürü oluşan makama sevinmek­tir. Bu müraî olanın takıldığı övülme noktasıdır. Dolayısıyla bir eksikliktir ve Allah katında zemmedilir, inşallah ameli boşa çıkarmaz.

™ Müslim, Birr. 71,72.

Ancak ona yakışan, geçmiş amellerinden de endişe etme­sidir. Çünkü hcvâ-ı nefsin galebesiyle fark etmeden riyâ karış­mış olabilir. Halkın muttali olması durumunda ortaya çıkan sevinçten Ötürü korkmalı ve nefsine dönerek şöyle demelidir: Eğer, kalbinde riyâ emaresi olmasaydı, muttali olunduğunda sevinmezdin.” Ameline, onu boşa çıkaracak bir riyâ karışmış olabilir, Allah’tan amelini kabul etmesini dilemelidir. Halkın muttali olmasından ötürü sevindiği için, bc4ki fark etmediği bir şeyler karışmış olabilir endişesiyle, korkmalı vc Allah’ın onu affedeceğini ümit etmelidir. Eğer bir riyâ karışmamışsa, endişe, korku ve yalvarmaları birer ibadet olacağı gibi, sonra yapacağı ameller için dikkatini artırır ve nefsin, halkın muttali olmasına sevinmesine engel olur.

Dedim ki:

“I lenüz yaptığı amel bitmeden muttali olunsa ve o da bu­na sevinse durum nasıl olur?”

Dedi ki:

“Şayet sevinci övülme ve makam sevgisinden ileri geliyor­sa, bu tür bir sevincin amelini boşa çıkarıp çıkarmayacağı tar­tışmalıdır.

Dedim ki:

“Ama Hz. Peygamberden şu hadîs rivayet edilmiştir. Bir adam Hz. Peygamber’e “İbadetlerimi gizliyor, kimsenin bilmesini istemiyorum. Ama birileri muttali olunca, bu durum beni sevindiriyor. ” dedi. Hz. Peygamber ona: “Hem gizlediğin için, hem de ortaya çıktığı için sana iki sevap vardır.  dedi.

Riya

Dedi ki:

“Bu hadîste, amel bittikten sonra veya bitmeden önce şek­linde bir açıklık yoktur. İki durum da mümkündür. Ama amel bitmeden muttali olunmuş olması daha kuvvetlidir. Bu du­rumda ihtilaf vardır. Bir grup âlim, bu sevincin bir zararı ol­madığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü amele, ihlâs ve Allah için azimle başlamıştı. I lasan'dan rivayet edilen şu hadîs de buna delildir: “Burada iki sevinç var. Birincisi Allah için olunca, İkincisi bir zarar vermez.”

Diğer bir grup da, amel bitmeden önce muttali olunur o da sevinirse ameli boşa gider demişlerdir. Çünkü başta göster­diği azmi kırmış, halkın övgüsüne kalbini bağlamış ve amelini ihlâsla bitirmemiştir. Ameller de hatimeleriyle tam olurlar. Hz. Muaviye Hz. Peygamber1 den şu hadîsi rivayet ediyor: “Ameller birer kap gibidirler. Kabın dibi iyi olunca üstü de iyi demektir.”12'' Yani ameller sonlarına göredir.

Şöyle bir hadîs de rivayet edilmiştir: “Amelinde bir an riyâya düşenin, önce yaptığı da boşa gider.”121 Onlara göre bunun bir an­lamı yoktur. Ancak, sormuş olduğun, amel bitmeden önceki sevinci riyâ sayılırsa, bu müstesna. Çünkü, ameliyle bir an riyakârlık yapmış vc önce yaptığını boşa çıkarmıştır. Ancak, geri kalanı, bu düşünce ile devanı ettirmezse, durum değişir.

Hasan'ın hadîsine gelince: Başlangıcı Allah için olunca, ar­kasından gelen duygunun onu yıkmayacağı ifade ediliyor. Diğer hadîste “Zarar vermez.” denilmektedir. Bunun anlamı, “Ameli terk etmeden Allah için devam etmesi durumunda, gelen ani duygunun zarar vermeyeceği, şeklindedir.” denilmiştir.    

Hz. Pcygambcr’den rivayet edilen hadîste ise, soran şahıs, “Daha önce de övülmeyi istiyordum.” dememiştir ki, aleyhin­de delil sayılsın. Niye sevindiğini belirtmediğine göre, bu söz birçok anlama gelebilir.

Dedim ki:

“Sizin görüşünüz nedir?”

Dedi ki:

“Eğer bu duyguyu artırmayacaksa amelin gideceğine kesin gözüyle bakmıyorum. Ancak gitmeyeceğinden de emin deği­lim. Bu konuda ihtilaf olduğu için tevakkuf etmeyi uygun görüyorum. Ama amelini riya ile bitirmesi durumunda bence ameli boşa gider.

Bu gün ise kesin gideceğine inanıyorum. Çünkü ilk a- dımdan itibaren riyâ ile amel etmiş ve onunla bitirmiştir. Sünnet, riyakârın amelini boşa sayar. Bu da amelini riyâ ile bitirmiştir.

Dedim ki:

“Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadîs konusunda ne diyorsunuz?”

Dedi ki:

“Amel edenin sevincine sebep olan hususları anlatmıştım. Eğer nimet, taat veya güç yetirmek için seviniyorsa, iki sevap alır. Biri amelinin diğeri de sevincinin sevabıdır. Sevinci dc Allah’a yapılan taat sayılır, çünkü, gizli yapmasına rağmen açığa çıkmış o da, belki örnek alınır da uyulur düşüncesiyle, sevin­miştir. Hz. Peygamber bu sevinçten de sevap alacağını haber vermiştir.

Şayet sevinci, övgü ve senadan ötürü ise, bu riyâya dal­maktır ve sevap alamaz. Bu konuda kitap vc sünneti tevil etme­ye dc mahal yoktur. Biri bu konuyu sormuş, Hz. Peygamber de cevap vermiştir. Ümmet, kitap vc sünnette, Allah’ın riyaya sevap vereceğine dair bir şeyin olmadığı ve âlimlerden hiç kim­senin böyle düşünmediği konusunda icma etmiştir.

Müraî için en güzel durum, bu konuda tevil yolunu tutup, “Zarar vermez.” diyen Hasan‘111 hadîsini delil olarak gösteren­lerin dediği gibi, başlangıçtaki riyânın affedilmesi ve amelinin sevabının baki kalmasıdır. Biri şöyle diyebilir: “Hem amelinin sevabını alır, hem de riyâ ile sevinmesinin sevabını alır.” Hiç kimse böyle bir şey dememiştir. Allah’ın, riyaya sevap verdiği­ne dair hiçbir delil getirilemez. Ancak, riyâdan önceki amelinin boşa gitmeyeceğine, sevincinin de zarar vermeyeceğine delil getirilebilir. Hz. Peygamber, “Ona iki sevap var.” diyor. Buna göre, onun için cn iyisi, “Sana sevincinin sevabı var, amelin ortaya çıkışı da zarar vermez.” demektir.

“Riyasından ötürü ikinci bir sevap alır. Çünkü bu şahıs ri­yakâr olmuş, sonra mücadele ederek riyâyı defetmiş ve ihlâsa kavuşmuştur. Muttali olunmayanın sevabı daha az kalmıştır. Bu düşünceye göre müraî daha çok sevap almıştır.” şeklindeki bir sözü, hiçbir akıllı Müslüman söylemez.

Abdullah b. Mehdi'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bu hadîs-i şerifte örnek alınma anlamı vardır. Ortaya çıkma seva­bım da alır.” cümlesi, Abdurrahman’ın sözüne delildir. Çünkü onun sevinci, amelinin onlar tarafından bilinmesi nedeniyle olmuştur. Eğer bunu örnek alıp uyarlarsa, onların aldığı sevap kadar o da sevap alır. Nitekim I İz. Peygamber: “Kim güzel bir çığır açarsa, ona uyanların sevabı kadar sevap alır.”  buyur­muştur. Neyin kastedildiğini Allah daha iyi bilir. Ancak kitap ve sünnet, riyâya sevap verildiğine delâlet etmezler. Allah, mü- raîye, îhlâslıdan daha çok sevap vermez.

Abdurrahman b. Mehdi gibi bazı şahıslar, bu konuda tevil yolunu seçmiş ve şöyle demişler: “Adam riyâya düştüğü için pişman olmuştur. Onun için Hz. Peygamber, biri amelinin diğeri de tevbesinin olmak üzere, iki sevap verileceğini belirt­miştir.”

Bunu söyleyen hata etmiştir. Çünkü müraî pişman olunca tevbesinin sevabını alır ama ameli boşa gider. Çünkü riyâ ile yaptığı amel gitmiştir. Bununla birlikte hadîsin Hz. Ebû Hüreyrc’ye ulaşmadığı, -çünkü çoklarına göre Ebû Salih’te mevkuftur- söylenmektedir. Bazıları da Hz. Ebû Hüreyre’ye ulaştırırlar. Allah daha iyi bilir. Eğer hadîs tam olarak korun­muşsa açıkladığımız anlam dışında izahı yapılamaz. Aksi tak­dirde sünnetin tenakuz içinde olduğunu söylemiş ve icma-i ümmetten de çıkmış oluruz.

Amelden sonra muttali olunmuş, o da buna şevinmiş ama niye sevindiğini anlamamış olabilir. Hz. Peygamber bu sevin­cin zarar vermediğini, bunun için biri amele mukabil diğeri de örnek alınır ümidine mukabil iki sevap alacağını haber ver­mektedir. Muttali olanlar onu örnek alıp uyarsa, ayrıca sevap alacaktır. Hz. Peygamber bu sevaptan söz etmiştir, riyanın sevabından değil.

Riyâ ve Ucbun Tenkidi

Dedim ki:

“Ebû Musa’nın Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadîste şu ifadeler var: Bir A’rabî Efendimize gelerek, “Ya Resûlallah. Bir adam soyuna, ırkına arka çıkmak için, biri nc cesaretli adam denilsin diye, bir başkası da adından söz edilsin diye savaşmak­tadır. Bunlardan hangisi Allah yolunda sayılır?” dedi. Hz. Pey­gamber ona, “Kim Allah’ın dininin yücelmesi için savaşırsa, işte o

Allah yolundadır.” cevabını verdi.”12" Biz biliyoruz ki, her mü’rnin Allah’ın dininin yücelmesini ister.”

Dedi ki:

“Bazı âlimler bu konuda tevil yolunu tutmuş vc bunun hadîse zarar vermeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Bize göre bu hatadır. Çünkü kitap ve sünnet bunun aksine delâlet etmek­tedir. Kitap’tan delil şudur: Tavus vc Tabiûn’dan diğer bazı kimselerin rivayet ettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber’e, “Bir şahıs iyi işler yapmaktadır. Ancak bu işe mukabil hem övülmek hem de sevap almak istemektedir.” dedi. Hz. Pey­gamber, şu âyet nazil oluncaya kadar ne cevap vereceğini bilemedi: “Her kim Rabbi’ne kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbi’ne ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110)

Sünnetten de şu deliller bulunmaktadır: 1 İz. Muaz'dan, "Riyanın en aşağı mertebesi şirktir.”12' Hz. Ebû Hüreyre’den, “Amelinde şirk koşana, 'kimin için amel ettiysen sevabını ondan iste’ denilir.” Hz. Ubade b. Samit’ten rivayet edilen kudsî hadîste, Ccnâb-ı I lak, “Ben hiçbir ortağa muhtaç değilim. Kim benim için yaptığı işte başkasını ortak koşarsa, kendi payımı o ortağa bırakırım.” buyurmaktadır. Hz. Ubade b. Samit’in rivayet ettiği diğer bir hadîste, “Bir ip elde etme niyetiyle savaşana sadece niyet ettiği var­dır.”12'" ifadeleri bulunmaktadır. Adam’ın biri bir eşek edin­mek için savaşa katılmıştı, Hz. Peygamber "O, eşeğe sahip olur.” dedi ve ekledi “Çünkü adamın niyet ettiği sadece himardır.” Abdullah b. Mcs’ud da “Kim neyi niyetlenerek hicret ederse ona niyetlendiği şey vardır.” der.

1-8 el-Buhâri, ilim, 45; Müslim, İmaret, 150; el-Tinnizt, Fedaılu’l-Cihâd, 16.

1J) et-Tirmizt, Nüzûr, 9. İlm Mâce, Fiten, 16.

1,0 el-Bııhârî, Bcd’ü’l-Vahiy. 1, İman, 41, Müslim, İmaret, 155, et-Tirmizî, Fedailu’l- Cihâd, 16; Neşet, Taharet, 59.

Her Müslüman, riyâ ile de olsa, mü’minlerin müşriklere galip gelmesini ister. Eğer tevil yolunu seçenlerin dediği gibi olsa, kâfir olmadan hiçbir gazvede müraî olunmaz. Çünkü, küf­rün üstün olmasını istemek küfürdür. Söz konusu tevilin zıddı­na birçok delil sıralanabilir. Soru soranın sorduğu hususlar, kulların aleyhine delil olamaz. Çünkü Hz. Peygamber’e öyle şeyler sorulmuş ki, bunların Allah adına olması caiz değildir. Onun için sorulanın hilafına cevap vererek, Allah katında sahih olanı söylemiştir. Meselâ, “Kim Allah’ın dininin üstün olması için savaşırsa o Allah yolundadır.” buyurmuş, “Senin sorduğun şeyle beraber bir de Allah’ın dininin üstün olması için savaşırsa o Allah yolundadır.” dememiştir. Böylece, “Allah yolunda.” ol­mak, senin saydıkların değildir.” demiş bulunuyor. “Öyle ise sadece İslâm’ın izzeti için savaş!” anlamı açıkça ortaya çıkıyor. Bunun aksini iddia eden delil getirmelidir, ama bulamaz.

Sahabe vc Tabiûn’dan rivayet edilen eserler dc tevilin hilafınadır. İbn Mes’ud'dan şöyle rivayet edilmiştir: “İki ordunun safları çarpışmaya başlayınca melekler nazil olur ve herkesi yerli yerinde yazarlar: Falan mal elde etmek için savaşıyor, falan da Allah rızası için savaşıyor. İşte o vurulur­sa şehittir.” Hz. Ömer şöyle der: “Diğer bazıları, gazveleri­nizde savaşırlar. Ama onlar sadece yüklerinin iki dengini para ile doldurabilirler.” Hz. Ömer, Allah yolunda savaşan adamı soran şahsa, Hz. Peygamberin ayrıca şunu da söyle­diğini bildiriyor: "Sabırla, karşılığını Allah’tan bekleyerek, ileri atılıp geri dönmeyerek savaşırsa Allah yolundadır.” Bir şahabı öldürülmüştü, ctraftakiler, “Ona Cennet var.” deyince, Hz. Peygamber, "Hayır, ona eşek var. Çünkü onun için savaşıyordu.” buyurdu.

Bunlar, söz konusu tevilin yanlış olduğunu bildiriyorlar. Alimler bunun en şiddetli hadîs olduğunu söylüyorlar. Çünkü sadece Allah rızâsı için savaşan Allah yolunda sayılmış, buna her­hangi bir şey ve niyet ilave edilmemiştir. Eğer tevil edildiği gibi olsaydı, riya mubah olur, ameli iptal etmez ve boşa çıkarmazdı. Çünkü her Müslüman mü’ıninlerin galip, kâfirlerin mağlup ol­malarını ister. Onun için savaşta riyâyı mubah görmüşlerdir.

Yine eğer onların yaptığı tevil isabetli olsaydı, diğer işlerde de riyanın caiz olması gerekirdi. Çünkü sadaka veren ve diğer birçok ameli yapan şahıs, savaşta Müslümanların galip olma isteğini hatırladığı kadar, Allah’ı hatırlayıp zikretmez.

Kul Hangi İşlerde Kesin İhlâslı Olduğunu Söyleyebilir, Hangilerinde Söyleyemez?

Dedim ki:

“Kul, riyâ karıştığını bilmediği bir amelinin, ihlâsla yaptı­ğım kesin düşünebilir mi? Yoksa şüphe ve endişe içinde olması mı daha evlâdır?”

Dedi ki:

“Kul, yapacağı işte sadece Allah rızâsını gözettiğini bilme­den ve buna inanmadan amele başlaması caiz değildir. Çünkü, onunla neyi hedeflediğini bilmediği bir amele girişmesi caiz değildir. Bununla sadece Allah'ın rızâsını gözettiğini bilmeli, Öyle başlanmalıdır.

İnsanın, gaflet ve nisyâna düşebileceği bir zaman -ki bu, göz açıp kapayıncaya kadar da olabilir- geçince artık kork­maya başlaması evlâdır. Çünkü, kalbine riyâ, ucub, kibir vb. bir hatır doğmuş, o da onu kabul etmiş ve ardından da hatır- lamayıp unutmuş olabilir. Dolayısıyla korkmalı ve endişe etmelidir.

Dedim ki:

“Amelinde şüphe içinde ise, bu şüpheye rağmen nasıl ümitli olabilir vc Allah’ın rızâsını umabilir?”

Dedi ki:

“Amele ihlâsla başlayıp başlamadığı konusunda şüphe caiz olmaz. Çünkü Allah rızâsını irâde ederek başladığını bilmekte­dir. Ama daha sonra, unuttuğu riyâ vb. bir duygunun, Allah tarafından aleyhine sayılacağı endişe vc şüphesini taşıyabilir. Fakat buna rağmen de ümidini kaybetmez.”

Dedim ki:

“Öyle ise, amelin Allah için olup olmadığı konusunda ü- mit ve korku eşittir. Allah’ın rızâsını beklemesi ise zayıflamış oluyor. Bu durumda yaptığı amelin tadını nasıl alacak?”

Dedi ki:

“Hayır, amel ve ümit fazladır. Çünkü, amele ihlâsla başla­dığını kesin olarak biliyor. Ama riyâya girdiğini kesin bilmiyor, dolayısıyla ihlâs kesin, riyâ ise şüphelidir. Belki riyâ karışmıştır korkusu ise, Allah’ın onu temize çıkarması ümidinden ileri gelmektedir. Çünkü bilmediği şeylerden endişe etmektedir. Bununla, ümidi daha da büyümüş oluyor. Eğer ameline riyâ karışmamış ise, endişe ve korkuları, amelini artırır ve bunlar da ibadete dönüşürler.

Endişesi arttıkça, taatin güzelliği artar, Allah’a olan ümidi çoğalır. İhlâsla başlamış, Allah’ın bildiği ama kendisinin bilme­diği şeylerden endişe içinde bitirmiştir. Bu tavır hem ümidini, hem ibadetten alacağı zevki artırır.

Amele Başlamadan ve Amel Esnasında Niyetin Durumu

Dedim ki:

“İnsanların, Allah’ın rızâsını ve sevgisini istediklerini an rayabil meleri için, bir işe başlamadan önce o işe niyet etmeliler mi? Yoksa işe başlarken yaptıkları niyet yeterli midir? Çünkü, o ameli sadece Allah için yapmaktadır. Siz, Allah için yaptığına tam yakîn getirmeyince başlamamalıdır, demiştiniz.”

Dedi ki:

“Sen bana, kesin olarak Allah için yaptığına inanmasının ca­iz olup olmadığını sormuştun. Amele başlamadan bunun caiz olduğunu söyledim, niyet getirmeyenin müraî olduğunu söyle­medim. Allah için yapılan vc taat adını alan bu amele başlarken var olan niyeti yeterlidir. Niyetlenmezse bile bunu bir taat olarak yapması sevap getirir. Ancak, kabullendiği bir riyâ kafasında geçmemiş olmalıdır. Böyle bir riyâ duygusu olmayınca ilk niyeti üzere kalmış olur ki, bu da ona yeter. Çünkü bu ilk niyetiyle, Allah için ihlâslı olduğunu ortaya koymuş, sadece Allah için taat yapmaya niyetlenmiştir. Ancak, riyâ düşüncesini taşıyan, bu ilk düşüncesinden pişman olup sadece Allah için yaptığına yeniden niyetlenmezse, bu ilk durum yetmez.

11er ne kadar ilk niyet yeterli ise de, müride evlâ olan her amele başladığında tekrar niyetlenmesidir. Bu tavır kalbini daha çok aydınlatır, gafletten uzaklaştırır, gelebilecek riyâ hataratını daha iyi tanır ve onları reddeder. Niyeti olmayan, amelinde sadece Allah’ı zikreder, sevabı hatırlayan ve amel heyecanını duyan gibi olmaz. Çünkü bunları zikretmeyen ve niyetini yenilemeyen gaflet ve yanlışlığa daha yakın olduğu gibi, farkında olmadan riyâyı kabul etmekten de emin olamaz. Onun için her ne kadar bu ilk niyet yeterli ise dc evlâ olan amele başlarken niyeti yenilemektir.

Bununla birlikte, kitap ve sünnette taat olarak isim­lendirilen, hususlarda bu yeterlidir. Meselâ, geçerken rast­ladığı bir cenazeye katılması gibi. Çünkü, niyetlenmezse bile bu bir taattır. Namaz, sadaka vc Kur’ân okuma da böy­ledir.

Ancak, ismen taat olarak zikredilmeyip, kişinin onunla taati kastetmesiyle taat olan hususlar için bu yetmez. Niyeti yenilemelidir. Meselâ, istekte bulunan bir adamın dünyaya ait bir ihtiyacını giderme, davet edildiği bir yemeğe katılma, bir ziyarette bulunma vb. Bunlar hem dünyalık işlerdir hem de Allah rızâsı için yapılabilirler. İsmen belirlenmiş birer taat de değiller. Ancak onlarla, Allah rızâsı kastetmesiyle taat olurlar. İşte bu tür işlerde niyetin yenilenmesi şarttır. O zaman o ame­lin adı onu heyecanlandırır, teşvik eder, onu Allah için yapılan bir taat olarak bilir. Ama adam, bunlarla dünyayı değil, Allah rızâsını kazanmayı âdet edinmişse, bu ilk niyet ona yetebilir. Meselâ, adam halka hizmeti, onların ihtiyaçlarım gidermeyi Allah rızâsını kazanma niyetiyle yapmayı âdet haline getirmiş­se, bu adama ilk niyeti yeteri idi r. Çünkü o işi taat haline çe­virmiştir, niyeti de sürekli budur.

Bununla birlikte dört kişi için ilk niyet yeterlidir: âlim, abid, zorda kalmış ve akraba. Çünkü onlar için bu işleri yap­mak daha kolaydır. Öyle ümit ediyorum ki, onlar için ilk niyet yeterlidir. Çünkü Allah İçin sevdiği âlim ve abid, bir şey istedi­ği zaman yerine getirse, o şahıslara karşı daha önce ve Allah için beslediği sevgi ve ilme veya âlime saygısından veya düş­künlere muhtaçlara ve akrabaya yardım hissinden ileri gelmek­tedir. Riyâ, onlardan karşılık bekleme, tenkit edilme veya sade­ce insan olarak sevme duygu vc endişeleri olmazsa, ilk niyetin onlara yeteceği ümidindeyim.

İki husus var ki onlarda niyet karıştırılabihnektedir. Alim­lerin ilimleriyle mü’mini sevindirmesi ve ona yarar sağlaması. Çünkü sevinç ve yarar ancak ilimle olur. İlim ise muğlaktır ve iltibasa müsaittir. Çünkü ona öğrettiğin ilme mukabil veya verdiğin sevinç için seni övmesini ve saygı göstermesini kas­tetmişsin. Adam, senin öğrettiğin şeyle dinî bir yarar elde ede­ceğini veya bir taate ulaşacağını umuyorsa, seni över veya saygı gösterir. İşte sen onu sevindirirken veya bir şey öğretirken, Allah’ın rızâsını talep ettiğini zannediyorsun ama, onun saygı­sını bekleme gafletine düşüyorsun!

Dedim ki:

“Peki bu iki konuda ihlâs nasıl sağlanır?”

Dedi ki:

- “Ona verdiğin sevinçten ötürü saygı görme değil, sevap almayı hedeflernelisin, öğrettiğin ilimle de bir menfaat değil, onun o ilimle amel etmesini, bundan dolayı da aynı sevabı almayı hedeflernelisin. İkisinde de saygı, yarar vb. şeyler hedef- lenmemelidir.”

Kul Allah Rızâsı İçin Bir Amele Başladıktan

Sonra Bu Ameli Artırmak İstese İlk Niyeti Yeterli mi?

Dedim ki:

“Kul, Allah rızâsı için bir amele başladıktan sonra, kendi­sinde bir dinçlik hissederek o ameli biraz daha artırmak istiyor. Ancak niyeti yenilemiyor. Ama kalben amelini artırmak istiyor. Bu iş, ister taat olarak adlandırılan cinsten olsun ister olmasın, niyetini yenilemeli midir?”

Dedi ki:

“Kabul ettiği bir riyâ duygusu olmadıktan sonra ilk niyet yeterlidir. Birçok iş bu cinstendir. Meselâ, namaza kalkıyor, niyeti birkaç âyetle kılmaktır. Fakat başladıktan sonra kalbine ciddi bir iştah vc istek doğuyor. Nerdeyse Kur’ân’ı baştan sona okuyacak bir hâl alıyor. Secdeye gidiyor, niyeti secdeyi kısa tutmaktır, ancak secdede uzunca bir dua etme isteği beliriyor, o da uzatıyor, vs.”

Dedim ki:

“Taat olarak isimlendirilen bu tür amellerdeki durumu anladım. Peki ya ismen taat olmayanlar için ne dersiniz?”

Dedi ki:

“Onlarda da kalbine bir riyâ gelmezse, ilk niyet yeterlidir. Meselâ, alış-verişte veya başka bir hususta, Allah için bir mü’mine yardımcı olmak istiyor, ama yardım sırasında bu yardımı artırmayı istiyor, ilk niyet ona yeterlidir. Bir mü’minin bir ihtiyacını gider­me veya birine bir hediye gönderme konusu da böyledir.

Fakat, niyeti yenilemek gafletten daha uzak bir hareket ve sevap peşinde olanlar için daha sağlamdır. Çünkü türlü afetler­le karşılaşmak mümkündür. Meselâ, bir hediye vermek ister­ken, ne düşük bir hediye demesinler diye daha değerlisini vermek gibi. O, bu söylenti için daha değerlisini vermiş oluyor. Alış-vcriştc yardımcı olma, ihtiyaç karşılama vb. durumlarda, daha çok saygı göstersinler ve tenkit etmesinler diye, yardımı artırma yoluna gidiyor. İşte bu tür afetlerin arız olma ihtima­linden ötürü, niyetin yenilenmesi bana daha sevimli gelmekte­dir. Ama, kabullendiği bir riyâ duygusu olmadıktan sonra niye­ti yenilemese de, başlangıçtaki niyet yeterlidir.

Niyetin Ne Olduğunun İzahı

Dedim ki:

“Niyet nedir?”

Dedi ki:

“Kulun, bir gaye için bir işi yapma irâdesine niyet denir. Ya Allah için olur ya da bir başkası için olur. Çünkü Hz. Pey­gamber, “Kişiye niyet ettiği vardır.” buyurmuştur. Niyet iki gaye için olur: Bir işi, o iş için yapma veya ahiret ya da dünyaya ait bir fayda için yapma.

Riya

Adam, ücret almak için bir iş yapıyor veya gazveye katılmak istiyor ya da tekbirle başlayıp sonra Kur’ân okuyor, rükû ve sec­de yapıyor sonra başını kaldırıyor. Allah’ın sevabını veya dünya­lık bir şeyi elde etme niyeti o şahıstan bir irâdedir. Allah’ın rızâ­sını kazanmak veya halk tarafından övülmek irâdesiyle namaz kılarsa, onun niyeti bu demektir. Öyle ise, amelde niyetin Allah için olması, sadece Allah’ın sevabını beklemekle olur.

Dedim ki:

“Ben, ihlâslı, namaz kılan, oruç tutan, kısacası Allah’ın bü­tün emirlerine itaat eden biri olmak istiyorum."

Dedi ki:

“Bu iki şekilde olur. Birincisi: İhlâslı olmaya niyetlenmiş, yaptığın her işte sadece Allah’ın rızâsını irâde etmektesin. Gece namaza kalkmaya, gündüz oruç tutmaya, Allah’a isyan etme­meye, karşına çıkan bir günah olursa Allah korkusundan, o günahtan yüz çevirmeye niyetlisin. İşte bu irâde Allah için olan bir niyettir.

İkincisi: İhlâslı olmayı irâde ediyor veya istiyorsun, Ama bunu zayi ediyorsun. Oruç tutmak istiyorsun ama niyetin iftar etmektir. Namaz kılmak istiyorsun ama tembellik gösteriyor­sun veya dünya işlerini namaza tercih ediyorsun, Allah korku­sundan günahları terk etmek istiyorsun ama nefsin tevbeye yanaşmıyor. Bu, bir şeyi sevdiğinin irâdesidir.

Arapların, dillerinde yer verdiği ve Kur’ân’ın söz ettiği ü- çüncü bir irâde vardır. Buna kâde irâdesi denir. Allah, bıkıl­mak üzere olan bir duvar.” (Kehf, 18/77) ifadesini kullanmıştır.

Şair şöyle diyor :

Benden ve siyahlığımdan hayrete düşme

Paramparça olmaya yeltenmiş gömlekten de.

Diğer bîr şair de şöyle diyor :

Mızrak, Nizaroğullarnun göğsünü istiyor

Akıl, oğullarının da kanına rağbet ediyor.

Cenâb-ı I lak, duvarı iradeli olmakla tavsif ediyor. Şair de gömleği yeltenme ile tavsif ediyor. Bu, yıkılmak üzere olan bir duvar, gömlek de çok eski olduğu için paramparça olmak üzere olan bir gömlektir. Meselâ, “Nefsimi helâk etmek (intihar) üzereyim.” diyor. “İntihara niyetleniyorum veya intihar etmek istiyorum.” demiyor.

Dedim ki:

“Kul her işte ve her an niyetini korumalı mı?

Dedi ki:

“Sevabı olmayan işte niyeti korumaya gerek yoktur. Bunda niyet olmaz. Bununla Allah’ın rızâsını irâde eden, hata yapmış, aklanmıştır. Meselâ adam, övünmek için bina yapar, bununla Allah’ın irâde ettiğini iddia ediyor. İhtiyacı olmadığı, ibadet için kuvvet vermediği halde, tekellüflü bir şekilde güzel yemekler yiyor. Bu ve benzeri hususlarda niyeti korumaya gerek yoktur.

Niyeti Korumanın Anlamı

Dedim ki:

“Müridlerin, “Niyetimi koruyamıyor um.” sözlerinin an­lamı nedir?”

Dedi ki:

“Bu iki anlama gelebilir:

Birincisi: Ondan bir şey istenebilir veya sevabı olan bir işe çağrılabilir. O da, söz konusu isteği yerine getirmekte cimrilik eder veya işi yapmakta tembellik gösterir, ona rağbet etmez. Ama bu durum karşısında nefsini tenkit eder. Meselâ, mal sahibidir. Fakat cimrilik göstermekte, Allah yolunda malını

Riya

harcamaya nefsi razı olmamaktadır. Veya namaz kılma konu­sunda tembellik göstermekte ya da istenen bir ihtiyacı yerine getirmekte isteksiz davranmaktadır. Veya orucun açlık ve su- . suzluğuna dayanabilmek için nefsi, yeme vc içmeyi terk etme­ye yanaşmamaktadır. İşte bu durumlar karşısında, “Niyetimi koruyamıyorum.” diyor. Yani nefsim, arzularımı, yememi, içmemi terke yanaşmıyor. Bu sahih ve doğru bir anlamdır.

İkincisi: Nefsi, Allah yolunda mal harcamayı hoş görür veya namaz için ciddi bir dinçlik hisseder, tembellik göster­mez. Aynı şekilde, oruç için yeme ve içmeyi terk eder. Bu ara­da bazı hatarât onu riyâya davet eder, o, “Benim buna niyetim yok.” der. Sanki böyle bir duygu hissetmek istemez. Böyle bir duygu hiç olmamış gibi, kalbini eski safiyetiyle muhafaza eder. Neticede bu tür duygular da diner.

Bu bir yanlışlık ve zayıflıktır. Çünkü kullar, taat etmek ve riyâya kapılmayıp onu nefyetmekle cmrolunmuşlar. Bu durumda olan kişiyi şeytan, her ibadet için riyâ hataratıyla karşı karşıya getirerek, ona bütün ibadetlerini terk ettirmesi mümkündür.

Allah, iblise vesvese verme imkânı verdiğine göre, insan, bu vesveseleri tamamıyla silip atmakla emrolunmamıştır. Riyâ gibi dünyanın çekici süslerini, tamamen yok edip silecek şekil­de, karakter ve huylarını, övgünün sevilmediği, tenkidin ise sevildiği bir derecede, değiştiremezler. İnsanlar, Allah’ın verdi­ği akla göre, ikisini dengede tutmakla emrolunmuşlardır; yara­dılıştan gelen durumları değiştirmekle mükellef değiller, zaten bu mümkün dc değildir. Ancak kul, güçlü bir irâdeye sahip olursa, yaptığı bazı amellerde nefsin dürtüleri sükûn bulur, kötülüğe davet etmezler. Zayıf olanlarda ise, bazı lıataratı orta­ya çıkarırlar. Ancak övülme ve yerilme, tabiatları gereği, eşit olmazlar.

Kullar, hevâ-i nefisleriyle mücadele etmekle emrolun- muşlardır, nefsinde, onu şehvete davet eden garizâlardan bir eser bırakmamak veya şeytanın bütün vesveselerini çıkarıp at­makla emrolunrnamışlardır. Çünkü Allah, akıl vermiş, akla bağlı olan marifet ve ilim nimetini bahşetmiştir. Aklın garizâ- ları yla da imtihan edilmektedirler. Şeytan ise, insanın sevdiği şeyleri hatırlatarak onu tahrik etmektedir.

Allah’ın vermiş olduğu ilim vc marifetle donanmış akılla, bu garizâlarda tahrik edici duygular, şeytanın dürtüleri ve nef­sin tabiatına uygun düşen hususları süslemesine karşı mücade­le etmekle emrolunmuşlardır. İnsana gerekli olan bundan baş­kası değildir. Zaten daha fazlasına gücü de yetmez. Ancak, bu konuda bazıları daha güçlü olabilirler. Onlar da, yaptıkları mücahedeye devam etmekle nefsi, kötüye çağırmaktan alıkoy­muşlar; yoksa tabiatını değiştirmiş değiller. Böylece bu rnüca- hede yapılmadan önce nefsin ortaya çıkardığı hatarattan daha az hataratla karşılaşmaktadırlar.

Kula düşen, mücahcdc ve engellemelerle hevâ-i nefse kar­şı koymaktır. Nefsi melek tabiatlı yapmak üzere mücahcdc etmek, ona düşen bir şey değildir. Nitekim Vehb’den şu ifade­ler rivayet edilmiştir: “İman, yulardan tutup götürendir (kaid), amel, arkadan kamçılayıp sürendir (saik), nefis ise huysuz bir binektir. Kaid tembellik gösterip ihmalkâr davranırsa, nefis yoldan sapar. Saik tembellik gösterir ise, nefis huysuzlaşıp yol almaz. Kaid vc saik yani iman ve amel düzgün olurlarsa nefis, ister istemez müspet anlamda yol alır.

Sen, nefsin hoşuna gitmeyen her şeyi terk edersen, neti­cede dinin bütününü terk edersin. Nefis, hevâyı gözlemekte, hevâ ise aklı beklemektedir. Şayet akıl onu azarlayıp men ederse, o da uslanır; onu kendi halinde serbest bırakırsan kokuşur.”

Ne doğru söylemiş! Çünkü akıl, ilimle bakmaz ve marifetle korunmazsa, nefsin çağırdığı hevâya meyleder, tuzaklara aldanır ve arzuları içinde tepinip durur. Tezekkür ederek, ilimle bakar' vc marifetle korunursa, hevâ-i nefsin çağırdığı şeyin zararlı ol­duğunu anlar, sonunun vehametini görür ve nefsin onu kul­lanmasına engel olur. Bu durum, Allah’ın, yer ve gökteki canlıla­rı ayrı özelliklerde yaratmış olmasından ileri gelmektedir.

Meselâ melekleri, akıl ve basiret sahibi, hevâ, şehvet vc di­ğer canlıları incitecek oyun ve tuzaklardan uzak yaratmıştır. Onun için onlara, hevâ-i nefis ve arzular arız olmaz. Onlar devamlı Allah’a ibadet içindedirler. Hiç yorulmadan O’nu zikrederler. Çünkü onlara fütûr verecek zıtlıklar ve onları te­fekkürden ve dünyayı, zikir ve ibadete tercih etmelerine neden olacak arzular vermemiştir. Hevâ-i nefisle mücadele etmedik­leri, dert çekmedikleri ve yorulmadıkları için, onlara Ccnnefin nimetleri dc verilmemiştir. Azaptan korunarak sürekli ibadet hali üzere bırakılmışlardır.

Hayvanlar, kuşlar ve haşarât ise, şehvetlerle çevrili olarak yaratılmışlardır. Gıdasını bulma, maişetini temin etme, nahoş ve zarar verebilecek şeylerden korunmaya yetecek bir marifet verilmiştir. Emir vc nehiyleri anlayacak, işlerin sonunu değer­lendirecek bir akıl verilmemiştir. Onun için, cinlere ve insanla­ra haram kılınan şeyleri irtikâp etseler dc, onlara ceza terettüp etmez. İstedikleri gibi çiftleşme, insanların mal vc kanlarına tecavüz etme vb. hususlardan ötürü cezalandırılmazlar. Vara­cakları en son yer ise topraktır.

İnsanlar vc cinler ise, emir ve nehiyleri yüklenen ve işlerin neticelerini hesaba katan bir akılla donatılarak yaratılmışlardır. Bu, buluğ çağına erince gerçekleşir. Deli ve bunak gibi, Al­lah’ın, akıllarını giderdiği kimseler müstesnadır. Fıtratlarına uygun olanı sevme, uymayan ve sıkıntı veren şeyden dc nefret etme özelliği de vermiştir. Sonra da kendilerine verdiği akılla, nefsin çağırdığı şeylere karşı, nefsin huylarına rağmen müca- hede etmelerini emretmiştir.

Öyle ise, hangi özelliklerde yaratıldığını vc sonra neyin emredildiğini düşün! Bütün huylarını ve özelliklerini değişti­rip melek gibi olmakla mükellef kılındığını düşünerek tabiatı­nın, yaratılışının tersine dönüşmesini ve düşmanın susup, ves­vese gücünün elinden alınmasını bekleyerek, ibadet vc taattan uzak durma. Üstelik bunu en doğru taat sayma gafletine de düşme. Kendi iddiana göre, ihlâsla amel etmek için ameli terk etmişsin ama, ihlâsla amel etmemişsin.

“Niyetimi koruyamıyorum.” diyenin sözü, “Allah’a iba­det etmek istiyorum, ancak, kalbime gelen hatarâttan ötürü ihlâsla yapamamaktan korkuyorum.” anlamına gelir ki, bu bir zaaftır.

Fakat bu sözü tembellik, cimrilik, isteksizlik ve nefsin taate istekle yanaşmaması anlamında söylüyorsa, bu doğrudur ve caizdir. Ama bu kötü durumlardan ötürü nefsini övmemeli, ona Allah’ın dünya ve ahiretteki sevabım hatırlatmalıdır ki, istekle taate yanaşsın. Bu istek doğunca onunla Allah’ın rızâsını irâde etsin ve kalbine göre riyâ vb. hatarâtı nefyetsin.

Allah Rızâsını Gözetmeden Bir Amele

Başladıktan Sonra Pişman Olan Ne Yapmalı?

Dedim ki:

“Kul bir işe başlıyor, ancak başlarken gayesi Allah rızâsı değildir; halkın övgüsünü kazanma, tenkitlerinden korunma ya da ellerinde bulunan şeyden yararlanmaktır. Sonra, bu niyetin­den ötürü pişmanlık duyuyor, henüz amelini dc bitirmemiştir. Bundan sonra durumu nasıl olacak?”

Dedi ki:

“Her amel geçmişiyle ölçülmez. Eğer, başladığı nafilenin kabul olmasını istiyorsa, ona yeni baştan başlamalıdır. Meselâ, bir sürenin bir kısmım okuduktan sonra durumu anlar, süreyi baştan alır. Ama namaz, oruç, hac, böyle olmazlar. Çünkü insanlar namazda, değişik durumlardadırlar. Bazıları, bu iba­detleri de bırakmalı, demişler. Çünkü boşa gitmiştir. Yeniden başlamalı ve yaptıklarını tekrarlamalıdır.

Dedim ki:

“Neden ihram, iftitah tekbiri ve oruç niyetini özellikle saydın vc onlar bozulur demedin de, geri kalanına bozulur dedin?”

Dedi ki:

“Çünkü iftitah tekbiri, namazın başlangıcı vc girişidir. Ri­yâ da kalpte olan bir keyfiyet olduğu için, iftitah tekbiri, ihram ve orucun niyetini ifsat etmez. Sanki şiirle namaza başlamış, kıblenin dışında bir yöne yönelmiş gibi olur. Onun için iftitah tekbiri fasit olmaz arna, onun dışında kalanlar fasit olurlar.

Bir grup da, “İftitah tekbirini, oruca niyeti ve ihramı da yenilemelidir.” demişler. Çünkü, her ne kadar bununla nama­za giriliyorsa da, Allah rızâsı için yapmamış, halk için yapmıştır. Onun için hepsi fasit olmuştur. Allah rızâsı için yapılan istisna.

Bir başka grup da şöyle demektedir: “İstiğfar edip, namaz, oruç vc hacdan geri kalanı tamamlamalı, geçmiş olan kısmı da saymalıdır. Çünkü ameller, hatimeleriyle değerlendirilir, o da namazını ihlâsla bitirmiştir. Nasıl ki, orucunu, haccını veya na­mazını riyâ ile bilirse boşa gidiyorsa, bu da onun tersidir. Çünkü kul, sadece Allah için tekbir getiriyor, kıbleye yöneliyor, rükû’ ve secde yapıyor. Eğer bunları başkası için yapsa kâfir olur. Allah için namaz kılıp, halkın övgüsünü beklese ve sonra pişman olsa, ihlâsla devam etmek şanıyla, yaptığı da geçcrlidir. Çünkü, siyah- Iık bulaşmış, sonra yıkanarak eski haline döndürülen beyaz bir elbiseye benzer. Aynen bunun gibi, iftitah tekbiri, kıraati, rükû’u ve secdesi hep Allah için olan birer ibadettirler.

Pişman olur, istiğfar eder vc gerisini ihlâsla yapmaya ni­yetlenirse, riyâ zail olur. Allah için yapma haline dönüşür, çünkü ihlâs vasfını almış vc Allah’a has kılınmıştır. Henüz ameli bitirmeden, yapmış olduğu kısım için de halkın övgü­süne karşı istiğna göstermiş, nefsine, onların övgüsüne ka- pılmaması için kızmış, cahillerden olmamak için pişman ol­muş ve ameline başlamadan Allah’ı irâde etmiştir. Ama, ame­lini ihlâsla bitirmişse, dediğimiz gibi, ameller hatimeleriyle değerlendirilir.

Bütün fırkalara göre, namaz hiçbir amele benzemiyor. Ancak hacda, başlangıç için ihram daha kuvvetlidir. Onu bıra­kamaz. Çünkü ondan çıkmak, Allah’ın vacip kıldığı ve sünne­tin öngördüğü şekliyle, ancak tavafla mümkün olmaktadır. Onun için onu tamamlamalı, riyâdan ötürü de pişmanlık duymalıdır. İhram’dan çıkmasına gerek yoktur.

Dedim ki:

“Allah beni setredip, arkadaş, komşu vc tanıdıklara sevdi­rir, onlar da beni övüp senâ etseler, kalbim de onların övgüsü­nü istemediğini ortaya koysa, bu durumun beni aldatan bir mugalata olmasından korkmalı mıyım?”

Dedi ki:

“Bu iki anlama gelir: Birincisi; senin bu konuda gerçekçi olman, onların övgüsüne bel bağlamaman, seni setrettiği için Allah’a şükretmen ve onların övgüsünün sana hiçbir şey sağ­lamayacağını bilmen gerekir. Oysa sen, onların övgüsüne yas­lanmışsın, nefsin bununla rahatlık hissetmekte, sen ise kalbin­de, aldanmaktan hoşlanmamaktasın.

Bu böyledir. Çünkü nefis kulların övgüsünü almayı ba­şarınca, o övgüde bir eksiklik olmadığı sürece, hiçbir şeye aldırmaz. O da bunu başarmıştır. Bu şu örneğe benzer. A­dam, kendisine yetecek imkânlara sahiptir. Ayrıca ona yar­dım eden kimseler dc var. Diyor ki, “Allah’a tevekkül ediyo­rum, rızka pek önem vermiyorum!” Dışardan bakanlar da bu sözünde gerçekçi olduğunu, inanç vc tevekkülünden ileri geldiğini zannederler. Oysa, yeterli imkâna ve yardım eden kimselere sahip olduğu için itminân ve güven içindedir. Nefsi bu durumu ona, inanç ve tevekkül olarak kabul ettir­mektedir.

Dedim ki:

“Bu iki durumun arasını nasıl ayıracağız?”

Dedi ki:

“Öven kimselerin tamamı veya bir kısmının tavrında deği­şiklik olunca, sadece kendilerine hakim olamadığın ve arız olduklarında da reddettiğin bazı hatarât dışında bir şey hisset­miyorsan, onların övgülerine önem vermediğinde sadık oldu­ğuna inanabilirsin. Eğer nefis, onların övgülerine karşı müs­tağni olmasaydı, o övgüler ortadan kalkınca üzüntüde azalma olmazdı.

Tavırlarında değişiklik olunca, üzüntüye kapılıyor, bun­dan dolayı gelen hatarâtı içinden söküp atamıyor ve kalbin onlarla uğraşıyorsa, bu nefsin onların övgüsüne dayandığına vc rağbet ettiğine bir delildir. Eğer öyle olmasaydı, üzülmezdi. Var olabilecek geçici bir üzüntüyü dc Allah’ın vermiş olduğu akılla hemen reddederdi.

Dolayısıyla, elinden alınan şeyi sevmeseydin üzülmez­din. Sadece öyle olmadığın bir şekilde seni zannederler diye, geçici bir üzüntü duyardın. Bu da kalbini meşgul etmezdi. Onların seni zikrettikleri halden dc uzaklaşırdın ki, senin o hale sevindiğine inanmasınlar. Böylece yalandan özür dile­me, yemin etme, sabahlara kadar düşünme zahmetinden dc kurtulurdun. Onların senin günahından haberdâr oldukla­rını bilirsen, Allah’ın bilmesinden çok, onların bilmesine üzülürsün. Neticede, bu suçtan daha büyük özürler ileri sürer, olması gerekenden daha fazla üzüntü ve inkisar du­yarsın ki, onların kalplerinden, zannettikleri veya inandıkları şeyi silcbilesin.

Eğer nefsin, onların övgüsüne dayandığını bilmek isterse, tavırları değişince duyduğun üzüntüye bak. Çünkü bu üzüntü onların övgüsüne dayandığını gösterir. Tavırları değişmiyorsa nefsine, şayet övgü yerine seni tenkit etselerdi, bu duruma üzülüp üzülmeyeceğini sor. Şayet üzülürsen ve kalbine korku hakim olursa, onların övgüsüne dayanmış olduğunu bil. Şayet üzülmezsen, yine de nefsinin samimî olduğuna inanma. Çün­kü, onların tenkidine sebep olmayacak bir derecede üzüntüyü terk edebilir.

Bazen kul, övgüyle birlikte, insanların inandığı bazı şeyleri nefyetmekte gerçekçi olabilir. Ama tenkitle imtihan edilirse, ihlâsını kaybeder. Bu durum çok görülmektedir. Bundan, ön­celikle korkmalıdır. Çünkü kişi, halkın övgüsü kaybolunca üzülüyorsa, ihlâsında yalancı olabilir.

İnsanlar Devam Ettiremez, Dolayısıyla Allah’a Asî Olurlar Endişesiyle Bazı Nafileleri Terk Etme

Dedim ki:

“insanlar devam ettiremez, dolaysıyla Allah’a asî olurlar endişesiyle bazı nafileleri terk etmek mi evlâdır, yoksa devam ettirmek mi?”

Dedi ki:

“Sen bir adamın sana kötülük yapması zannıyla ibadeti terk etme konusunda mugalata yapıyorsun. İki durumu bir araya getirmişsin. O adama kötü zan beslemiş ve seni Allah’a yaklaştıracak şeyi terk etmişsin. Bu arada bazı vecibeleri terk etmişsin. Belki, onları üzerim endişesiyle akrabalarını ziyaret etmekten dc çekiniyorsun. Belki, onda gördüğün bir münkeri, sözünü dinlemez düşüncesiyle, reddetmekten çekinirsin. Sen de durumun böyle olmadığını bilmediğin için, reddetme, en­gel olma görevini yapmamış, ona da sû-i zanda bulunmuş o- hırsun. Ama açıkça fasık olmuş biriyse, bu şekilde düşünmek mümkündür. Emir ve nehyi, fışkıyla birlikte kabul etmiş olur.

İlim sahibi olana bir şey emrettiğin zaman, hemen aksine deliller getirir. Sen dc, kendi düşüncene göre, senin yüzünden Allah’a isyan etmesin diye, birçok nafileyi terk edersin. Eğer, iddianda doğru isen, aldanmış ve sû-i zan etmişsin. Şayet doğ­ru değilsen, nefsini tenkit edilmekten korkutmuşsun. Nefis sana acıdığını ve nasihat etmek istediğini hayâl ettirmiş. I lâl- bukı sen, bu konunun dışında, hiç onlara acımıyorsun. Allah’a isyan ettiklerini bilsen dc onlara kızmazsın. Oysa diğer konu­larda kızıyordun.

Sözü edilen sıfat, halka çok merhametli ve ebdâl olan enbi­yaların sıfatıdır. Kendine bak bakalım, sen dc halka her halinde o derece acıyor musun? Eğer öyle ise, acımayı yanlış kullanıyor­sun. Çünkü sû-i zan seni, taattan alıkoymaktadır. Sen, ona acıya­cağın konuyu, onun hakkında kesin olarak bilmiyorsun. Ancak bu iş, farz ve fazilet cinsinden sana bir eksiklik getirmiyorsa, onlara acıdığın ve şeytan onları aldatmasın diye terk edebilirsin. Ama, onlara acıdığın zaman onlar zaten o işi yapıyorlar, sen de “Bir fitneden ötürü onlardan yüz çevirmem.” diyor ve ne fazilet ne de farzdan bir şeyi terk ediyorsan, düşman sana yapmak iste­diğini yapmış demektir. Hz. Peygamber’den şu olay nakledil­miştir: “Kendisi itikafta iken I İz. Safıyyc Validemiz O’na uğrar. Beraber dışarı çıkarlarken iki kişiyle karşılaşırlar. I lemen Hz. Peygamber, “Bu yanımdaki Safiyye’dir.” der. Adamlar, “Ey Al­lah’ın Resûlü, biz senin hakkında hayırdan başka bir şey mi dü­şünüyoruz?” dediklerinde Hz. Peygamber, “Şeytanın size bir zan vermesinden korkuyorum.”  der. “Siz şüpheye düşmüşsü- nüzdür.” demez.

İbrahim en-Nehaî ve A’meş yolda birlikte yürümek ister­ler. İbrahim der ki, “A’meş, tek gözlüdür.” diyorlar. A’meş “Onlar günah, biz ise sevap kazanıyoruz, bize ne!” cevabını verince, İbrahim, “I lem onların hem dc bizim selâmette kal­mamız daha uygun değil midir.” cevabını verir.

Öyle ise, senin sevabını azaltmayan konularda, onlara acı­manda bir sakınca yoktur. Ama, onların kötülük yaptığını kesin bir şekilde düşünmemelisin. En çok olabilecek şey, tenkitten ve makamın düşmesinden korkmaktır. Akıllı kul bu konuda aldanmaz.

Uyulsun Diye Amelleri Açıktan Yapmak

Dedim ki:

“Bir işi, başkasına örnek olsun diye açıktan yapmak ko­nusunda nc dersin? Yardım istediği zaman, Ensar'dan biri­nin bir kese altın getirmesi, onu görenlerin de yardım etme­ye koşmaları gibi. Nitekim Hz. Peygamber de, “Kim güzel bir çığır açarsa, ona uyanların sevabı kadar sevap alır.”  buyurmuştur. Namaz, hac, oruç, gazaya katılmak vb. ibadet­ler bu cinsten midir?”

Dedi ki:

“Sadaka konusundan örnek olma açısından insanlar birbi­rine yakın düşüncelere sahiptir. Çünkü sadaka, acımak, iyilik yapmak vc düşkünün elinden tutmak demektir. Kul bunu açıkça yapınca, diğerlerini de teşvik eder. Ancak, sadakasıyla Allah’ın rızâsını istemeyip, gizleme endişesi duymadığına, ama “Allah’ın bilmesi ve sevgisiyle yetinmeyip insanların da bundan haberdar olması için izhar etti.” şeklinde anlaşılmasından da hoşlanmadığına, tam kanaati olmadıkça, izhar etmesi uygun olmaz. Aksine, büyük bir sevap kaçırma ve sadece başkasına örnek olma noktasında, az bir sevap alma endişesi içinde sada­kayı izhar etmelidir. Sadece sadaka sevabıyla yetinmemeli, ona bakıp verenlerin alacakları sevap kadar sevap almak için, onları da teşvik etmeli vc örnek olmalıdır.

Sadakada başka bir anlam da var: Sadakayı alacak şahıs, a- çıktan verilmesinden rencide olacaksa, gizli vermek evlâdır. Çünkü mü’mine eziyet vermemek daha faziletlidir. “Başa kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı iptal etmeyiniz.” (Baka­ra, 2/264) âyetinin anlamında ihtilafa düşülmüştür. Bazıları “Ştırda burda, falana sadaka verdim, diye konuşursun, bu da onun kulağına gider ve üzülür. Bu durum sadakanın iptaline neden olur.” demişlerdir. Alimlerin çoğunluğu ise, sadaka verdiğin kişiyi fiilinle rahatsız etmek anlamına geldiği görü­şündeler. Eğer, sadece örnek olması için sadakayı Allah adına izhar etme gücünü kendinde bulamıyorsan, riyâ endişen ol­mazsa da, gizli vermen daha faziletlidir.

Hz. Pcygamber’dcn rivayet edilen şu hadîsi duymadın mı? “Yedi sıtııj var ki, gölgenin olmadığı günde Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenirler.”''2 Diğerlerini saydıktan sonra, “...birisi de, sağ elinin verdiği sadakayı sol elinin duymadığı kimse.” buyurdu. Başka bir

133 Neseî, Kaza, 2; İbn Mâcc. Taharet, 11. hadîste de, “Sol elinden ne kadar çok gizlerse o kadar sevabı fazla olur. Ama, örnek olması için açıktan verme gücünü ken­dinde bulan istisnadır.”  buyurmuştur. Şöyle bir hadîs de rivayet edilmiştir: "Gizli amel, açık amelden yetmiş kat daha fazilet­lidir. ” ama, gücü yeten için de, açıktan yapmak, gizli yapmaktan yetmiş defa daha faziletlidir.

Dedim ki:

“Açıklamaların üzerine kalbimin güç bulduğunu hisset­tim. Bunu istiyor ve Allah’tan daha çok sevap almayı arzulu­yorum. Nefis ise, tartışmak üzere, düşmanın hatarâtından, hevâdan kurtulamıyor. Vicdanın, bu konuda doğru, nefsin ise aldattığını nasıl anlayacağız?”

Dedi ki:

“Nefsine dersin ki, “Eğer, onlar farkına varmadan, onların yaptığı amelden sevap alsan, bunu sadece Allah’ın bilmesiyle yetinir misin?” Eğer, kalbin buna kanaat getirdiğini hissetsen, o zaman sadıktır. Aksi takdirde, aldatmakta, halkın övgüsünü almak amacıyla nefis, bunun açıktan verilmesini istemektedir. Ama fazla sevap almak için, Allah rızâsı hedeflenerek bu işi yaptığın hissini vermektedir.

Dedim ki:

“Peki oruç, namaz, hac ve gaza konusu da böyle midir?”

Dedi ki:

“irâdesi güçlü olup, ameli bitirdikten sonra gelecek hata- ratı reddetme gücüne sahip kimsenin dışında, bunların izhar edilmesini istemiyorum. Zaten genelde de izhar ediniliyor. Bazen düşman böyle yapanın peşine düşer, bir gaflet anını bularak hataratıyla onu yere serer. Ama güçlü insanın, örnek alınsın diye, açıktan yapmasında bir zarar yoktur. İnsanlar, bu

Riya tür ibadetleri alabildiğine gizli tutmakta emrolunmuşlar. Çünkü nefis çok aldatıcı, şeytan ise sürekli pusuda beklemek­tedir.

Bazen adam sesini yükselterek, gece, komşularını uyan­dırmak ister. Eğer adam, güçlü bir azme sahip, halkın övgüsü kendisine hafif gelen, onların bu sesle uyanıp amel etmeleri, Allah’tan beklediği sevaptan daha sevimli gelmeyen bir kimse ise, bunu yapabilir.

Gaza, zaten açıktan yapılan bir iştir. Gösteriş yapmama konusunda güçlü olan kimse, diğerlerine örnek olması için öne atılabilir ve ön safta çarpışabilir. Böylece onları da teşvik etmiş, ileri atılmalarını sağlamış olur. Bu daha faziletli bir iştir. Çün­kü gizli olan bir şey açığa çıkarılmış değildir. Açık olan, açık yapılmıştır. Zaten bu makam açıktan yapma makamıdır. Düş­mana saldırmak vc hamle yapmak kendisine basit gelen, Al­lah’ın riyâyı nefyetme gücü verdiği, orada kendilerine örnek olduğu kişilerce tanınan biri ise, durumunu gizlemeyip açıktan yapması daha cfdaldir. Böylece düşmanla savaşa teşvik etmiş olur. Bununla da Allah yardım eder ve din azız olur.

Arkadaşlarını Amele Teşvik Etmek İçin Bir

Şeyler Anlatma

Dedim ki:

“Kişinin, arkadaşlarını amele teşvik etmek için, onlara bazı şeyler anlatmasına nc dersiniz?”

Dedi ki:

“Geçmişte bu şekilde davranan, Sa’d b. Muaz gibi salih kimseler bulunmuştur. O şöyle diyor. “İslâm’la müşerref oldu­ğum günden beri, kıldığım hiçbir namaz yoktur ki, ondan baş­kasını arzulamış olayım. Hiçbir cenazeye tâbi olmadım ki, ona söylenenin dışında bir şeyi kendime söyleyeyim. Hz. Peygam­berin söylediği her sözü hak olarak bilmişim.” Hz. Ömer de, “İster zengin ister fakir sabahlayayım umurumda değil. Çünkü hangisinin hakkımda hayırlı olduğunu bilmiyorum.” derken, İbn Mes’ud da şunları söylemektedir: “Sabahladığım hâl dışında bir hâlle sabahlamayı temenni etmedim. I loşa gitmeyen iki şey, ölüm ve fakirlik, ne güzel şeylerdir! 1 langisiyle imtihan edilece­ğim umurumda değildir.” Hz. Osman, “Müslüman olduğum günden beri, ne şarkı söyledim, ne bir temennide bulundum, ne dc Hz. Peygamberle bey’at ettikten sonra sağ elimle zekerime dokundum.” derken, Şeddâd b. Evs şunları söyler: “Müslüman olduğum günden beri, şu cümlenin dışında, tenkit edilecek ve yerinde olup olmadığını araştırdığım bir söz söylemedim.." O kölesine, ‘Yemek tepsisini getir, yemek hazırlanıncaya kadar, onunla oyalanalım,.” demişti. Süfyan b. Harb, ölümü yaklaşınca akrabalarına, “Üzerime ağlamayın, ben Müslüman olduktan bu yana, garipscnecek bir iş yapmadım.” dedi.

Hz. Aişc, insanların faziletlilerinden olan Üseyd b. Hudayr’m şöyle dediğini aktarır: “Üç hâl var ki, onların dışın­da da olsam yine aynı hâl üzere bulunurum. Bir cenazeyi takip ettiğim zaman, kendimin de oraya gideceğimi söylerim. Kur’ân okuduğum zaman ve Hz. Peygamberi dinlediğim zaman.” Ömer b. Abdilaziz dc şunları söylemektedir: “Hiçbir zaman, Allah’ın benim için takdir ettiği bir kaza için, “Keşke başka türlü olsaydı.” demedim; hiçbir arzum da, Allah’ın takdir ettiği şeklin dışında ortaya çıkmadı.”

Bu önderler bu şekilde konuşmuş vc hiçbiri, hayır vc baş­kasını ibadete teşvik etmek dışında bir şey düşünmemiştir. Bu, ancak güçlü ve yaptığını, sadece öncülük etsin, başkasına örnek olsun düşüncesiyle yapan, aynı zamanda riyaya girmeyen in­sanların harcıdır. Aksi takdirde, önderlik vasfını yanlış yerde kullanmış olur.

Riya

Çünkü onların yaptığı örnek olmaktadır ve daha köklü­dür. Bir âlim veya halife, yün veya zahitlerin elbiselerinden bir elbise giyse, bir toplumda konuşsa, onları, yaptıkları bir hayra teşvik etse, hemen bundan etkilenir ve boyun eğerler. Çünkü onların imamı vc uyulacak bir mevkidedir. Onun dışında, kimsenin ilim ve faziletle tanımadığı veya çok az kişinin tanıdı­ğı bir şahıs, aynı şeyi yapınca, uyulmadığını vc alaya alındığını görüyoruz.

Öyle ise, önder olmayan kişinin halk içinde bunu yapması uygun değildir. İmanı olanın ise, güçlü bir irâdeye sahip olması şartıyla, yapması normaldir. Meyin un b. Mihran, “Şu çarşıda, izan çözülü (fakir, üstü başı perişan) olup da “Allah’tan başka ilah yoktur.” diyen kimseyi görüyor musun?” der.

Onların, "... bizleri takvâ sahiplerine intanı kıl.” (Fıırkan, 25/74) sözlerini duymadın mı? Yani bize uyulsun. Bu dedikleri üzerine övülmüşler. Çünkü bununla, Allah’a çokça taat edil­mesini istedikleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim Hz. İbrahim de, “Benden sonra gelenler arasında bana bir doğruluk dili nasip et.” (Şuara,26/84) demişti.

Avamdan biri bunu yapsa, alaya alınır. “Çirkin bir davra­nış, riyakâr adam, dünyayı arzulamaktadır, ahmak, deli.” vb. sözler söylerler. Çünkü, onların önderi değildir ve ona bu göz­le bakmamaktadırlar. Güçlü olan kul, onları Allah’a taata teşvik etmek vc uyandırmak istemektedir. Durum böyle olunca, güç­lü bir azme sahip bile olsa, onları günaha teşvik etmiş olur. Onlara amelini ne kadar çok izhar etse veya anlatsa, yine de onların taata karşı ilgileri artmaz.

Öyle ise, mürid olan kula düşen, bu durumu bilmek ve her şeyi Allah’ın vazettiği şekilde, yerli yerine koymaktır.

Bazen kul halka, kendinden söz eder, onlar onu riyakâr­lıkla suçlarlar. Çünkü ona uymazlar. Bazı insanlara, akraba-

lan uymaktadır. Ama yakın komşularına bile bir şey dese veya açıktan bir amel işlese, uymazlar. Bazılarına komşuları da uyar ama, açıktan zikir yaparak veya anlatarak ya da yün elbise giyerek, işi sokağına taşısa, uymazlar veya riyakâr der­ler. Bazısı da var, kendi mahallesi vc sokağı uyar, ama avam halkın yapmadığı bazı şeyleri onlara izhar etse ve anlatsa, uymazlar vc harekete geçmezler. Halktan onu tanımayan bazıları, onu tanıyıp, ilim sahibi abid, faziletli bir kimse olduğunu öğreninceye kadar, ona karşı ileri gider ve sû-i zanda bulunur, alaya alırlar.

İnsanlardan bazıları da var ki, bir şeyi açıktan yaptıkları zaman, halk da onu tanıyınca veya zaten tanıyorsa, yanlarından geçince, “Bu halife çapında bir kimsedir, çok meşhur bir mu- haddîs, halk tarafından bilinen bir müftü gibidir.” diyorlarsa, bu şahıs, -daha önce görmeseler bile- adını duyan herkese önder gibidir, ona boyun eğer vc kendisinden gördükleri hayır­lara uyarlar. Hatta avamdan bazılarının, meşhur âlim, ibadetle temayüz etmiş, fazıl kimselerin, hatalarına bile uyduklarım görmüşüz. Bunların hatalarına bile uyulduğu halde diğerleri­nin doğrularına uyulmuyorsa, hayırları nasıl izhar ederler?

Akıllı mürid, Allah’ın onu halk nazarında nereye koyduğu­nu bilen, buna göre güçlü olduğu zaman, uyulması gayesiyle ne­yi ne ölçüde izhar etmesini hesaplayan, niyeti iyi bile olsa, halkın övgüsüne değer de vermezse, haddini aşmayan kimsedir.

Bu konuda 1 lasan'dan şu sözler rivayet edilmiştir: “Adam var cv halkının imamıdır, adam var mahallesinin imamıdır, adam var genelin imamıdır.” Sünnette, kendi selâmetleri için bazı şahıslara, gizli amel yapmaları tavsiye edilmiştir. Çünkü, gizlilik amel edenleri daha iyi koruduğu gibi, çok hatarâta ma­ruz kalıp, onları kabul etme tehlikesinden de daha uzaktır. Hasan’dan şu sözler aktarılmıştır: “Müslümanlar bilirler ki gizli amel, daha çok korur.” Akıllı müride, nefsini aldatması ve onu deneyecek türden işleri izhar etmesi yakışmaz. Afiyeti iltizam etsin. Onun durumu, boğulmakta olanları kurtarmaya giden, ama onların boynuna sarılmalarıyla kendisi dc boğulan adamın durumuna benzer. Keşke, suda boğulan gibi olsa! Bazı­ları neticede Allah’ın gazabına maruz kalmaktadırlar.

Azmi güçlü olan, riyâyı kabul ettirmek için gelen düşman hataratnıı kolayca geri çeviren, ameli izhar etmesine sadece Allah rızâsı neden olan veya kendisi istemediği halde ameli ortaya çıkan ve kendisinin de ortaya çıkmasına rağmen gizlemeye çalı­şan, onu bu işe Allah ın bilmesine kanaat getirmeme değil, ame­linin sevabıyla yetinmemenin neden olduğu, izhar etmekle baş­kasını da teşvik edip ayrıca sevap almayı gaye edinen kimse, iki kat sevap alır. Kişi, uyulan şeyleri aşıp uyulmayan şeyleri de izhar ederek haddini aşmaması şartıyla, büyük sevap alır.

Alimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, ister önder olsun ister olmasın, amelin gizli olanı daha hayırlıdır, ama açık olan amel, önder olanlar için diğerlerine nazaran daha hayırlı­dır, demişlerdir. Bazıları da, önder olmayanlar için gizli amel, açık amelden hayırlı, önder olanlar için ise, açık amel daha hayırlıdır, demişlerdir. Şayet önder olanlar için açık amel daha hayırlı olmasaydı, Hz. Peygamber ona teşvik etmezdi. Başkala­rının da onlara uyması için, onları teşvik etmiştir. Bu ise ancak alenî yapılan işlerde söz konusudur.

Onları bu incelikten ötürü açık amele teşvik etmiş ve hem kendi yaptıklarının hem dc onlara tâbi olanların sevabı kadar sevap alacaklarını müjdelemiştir. Bu, riyâ için değil daha fazla sevap almaları için, onları gizli amel etmekten, açık amel etme seviyesi­ne çıkarmayı hedeflediğinin delilidir. Onlar daha önce, gizli amel yapana sadece amelinin sevabı olduğunu biliyorlardı. Bu, önderler için açık amelin daha hayırlı olduğunu göstermektedir.

Bir hadîste, “Gizli yapılan amelin açıktan yapılan amelden yetmiş defa, açıktan yapılan amelin de gizli yapılan amelden, uyulması şartıyla, yetmiş defa, bazen dc sayılmayacak derecede, daha faziletli olduğu...” bildirilmiştir.137 Bir başka hadîste dc, “Kim güzel bir çığır açarsa, kıyamete kadar ona uyanların seva­bı kadar sevap alır.”136 ifadeleri bulunmaktadır. Bazen adam bir Çığır açar, kıyamete kadar uyulur.

Düşman Endişesinden ve Şöhret Korkusundan Ameli Açıktan Yapmaya Karşı Zayıf Olmak ve Gizli Amel Etmek

Dedim ki:

“Gizli amelin fazileti, anlattığınız gibi olunca, bizler dc önder olma seviyesinde olmayınca, sadece gizli amel etmemiz gerekir demektir.”

Dedi ki:

“Bu, düşmanın bir galatı ve hilesidir. Çünkü Yüce Allah, hem gizli, hem açık ameli överek şöyle buyurmuştur: “Sada­kaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizleyerek fakir­lere verirseniz, sizin için daha iyidir ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır.” (Bakara, 2/271) “Mallarını gece gündüz, gizli ve açık (Allah yolunda) verenlerin mükâfatı Rabb'leri yanındadır.” (Bakara, 2/274)

Öyle ise, gizlilik açık yapmaktan daha faziletlidir. Açıktan yapmak ise, hiç yapmamak vc boş durmaktan faziletlidir. İm­kân olunca gizli yapmalı, olmayınca, ihlâsla birlikte yapılan açık amel, terk etmekten faziletlidir.    

Riya

Dedim ki:

“Bazı önder şahsiyetler, bilinmekten ve hayırla bile olsa, meşhur olmaktan hoşlanmamışlar. Meselâ, onlardan olan İb­rahim en-Nchaî’nin yanma bir adam girmek için izin istedi. O bu sırada Kur’ân okuyordu. I lemen sayfaları kapattı ve “Bu adam benim her saat Kur’ân okuduğumu bilmesin.” dedi. Yine onlardan olan İbrahim et-Tcymî, şöyle diyor: “Konuşma ho­şuna gidince sus! Sükût hoşuna gidince konuş!” I lasan da, “Onlardan biri, eziyet verici bir şeye rastlaşa, meşhur olur en­dişesiyle, kaldırmaz.” der. Bazılarının ağlaması geldiği halde onu yutar ve bunu gülmeye çevirir. Birisinin yanında ziyaretçi­leri geceleyince, şöhretten endişelendiği için, gece ibadetini terk etmiştir. Bunlara ne dersin?”

Dedi ki:

“Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun, onlar, gerçekten birer önder idiler. I tepsine uyulabilir. Bazıları, diğerlerine nazaran, bazı hallerde daha güçlüdürler. Eğer fazileti soruyorsan, ben sana onu haber vereyim. Faziletli olan, güçlü olup riyâyı nef- yeden ve Allah’ın kendisine açtığı hayır kapısını terk etmeyen­dir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Sana bir hayır kapısı açılınca, onu fırsat bil ve faydalan.”

Aktardığımız hadîsler, güçlü olanları desteklemektedirler. Zayıf olanlar da, amele karşı tembel değiller, ihlâs ve selâmeti istemektedirler. Diğerleri onlardan daha güçlü olmakla bera­ber, Allah’ın bunları da o sevaptan mahrum bırakmayacağını ümit ederim.

İbrahim cn-Nehaî’nin Kur’ân’ı gizlemesine gelince, riva­yet edilir ki, İbn Abbas Kur’ân okurken yanına bir adam girdi. İbn Abbas, “Yarın gel, bugün cüzümü okuyorum.” dedi. Hz.

Osman, “Rabb’imin bana gönderdiği nameye bakmadan üze­rimden bir gün geçmesinden utanırım.” der vc her gün Kur’ân okurdu.  Abdurrahman, Hz. Ömer'in yanına girince, zeval vaktinde namaz kıldığını gördü. Hz. Ömer ona, “Bu benim geceden kalan virdimdir.” dedi. Ebû Cehil’in oğlu İklime, Kur’ân okur, sonra ağlayarak yüzüne sürer vc “Rabb’imin ke­lâmı, Rabb’imin kelâmı!” derdi. Bunu kendisinden rivayet eden, olayı bizzat görmüştür.

İbrahim et-Teymî'nin sözü ise, birisi zayıf diğeri sahih olmak üzere iki anlama gelebilir. Zayıf olanı, kullara verilen emirlere aykırıdır. Her ne kadar bazıları, ihlâsa olan sevgilerin­den ötürü, nefislerine karşı bununla mudarat yapıyorlarsa da, diğer görüş daha kuvvetlidir. Sahih olan anlamı şudur: Ada­mın, şu şu yemekler hoşuma gider, dediği gibi, haram, lağv veya fuzûlî konuşmadan ötürü, nefsi bir lezzet aldığından ko­nuşma hoşuna gidiyorsa, o zaman dediği sahih olur. Kullar da bununla emrolunnıuşlar. Sükût da böyledir. Meselâ, tembel­likten ötürü nefis, zikretmekten veya halkın kendisine olan sevgisi devam etsin düşüncesiyle, gerçeği konuşmaktan kaçar da sükût ederse bu yanlıştır. O zaman konuş, nefsin hoşuna giden sükûtu terk et.

Bu şuna benzer: Her şeyi söyleme, ama her konuda da susma. Nefsin arzuladığı noktayı tespit et ve ona muhalif dav­ran. Çünkü hevâ-i nefs sadece dünyaya davet eder. Öyle ise, hem konuşmanda hem sükûtunda Allah’ın emrine riâyet et. Şayet nefis, konuşma veya sükûtun üzerine halkın övgüsünü bekliyorsa, riyâ ve uçup açısından bunlar hoşuna gidiyorsa, aksini yap, konuşuyorsan sus, susuyorsan konuş.

Eğer, salih amel veya hayırlı konuşma açısından hoşuna gidiyorsa, kullar bunu terk etmekle cmrohinmamışlar. Bu­nun Allah’tan gelen bir nimet olduğunu hatırlayıp, hevâ-i nefsin buna muhalif olduğunu düşünerek, tahdis-i nimet türünden, minnet duyguları içinde bu durumu itiraf etme­lidirler. Ama, halkın övgüsünden ötürü hoşuna gidiyorsa ve başlangıç, kendini beğenme ise, riyâdan ötürü susması evlâ­dır. Ya da, İbrahim’in dediği gibi, durumun aksi, yani susu­yorsa konuşması, konuşuyorsa susması evlâdır. Ama başlan­gıç, Allah için ve ihlâsla olmuş, halkın övgüsünün hoşuna gitmesi daha sonra ortaya çıkmışsa, insanlar bunu terk et­mekle değil, hatarâtı nefyetme ve salih ameli tamamlamakla emrolunmuşlardır.

I lasan'ın sözü ise, bazı zayıf kimseleri teşvik veya kendisi­ni şöhret peşinde koşan biri zannedenleri reddetme gayesine matuftur. Ya da, bazen ihlâsı ortaya koymada zayıf kalan kim­selerden aktarmadır. Bu söz ve aktarma ile halkı ikaz etmesi, ağlama ve eziyet verici şeyleri ortadan kaldırmaktan daha meş­hurdur. Nefsini, vaaz etme ve fütüvvete (fütya) soyundurmuş­um Bu hepsinden daha meşhurdur. Ancak, şöhret istemeye karşı, zahicl davranmaya teşvik vc ikaz etmiştir. Kendinde bul­duğu güçten ötürü, vaaz, zikir ve fütya yolunu tercih etmiştir. Bu cn meşhurudur.

Hz. Peygamber vc ashabı, cenazelere katılıyor, âlimler top­luluk içinde vc mescitlerde nafile kılıyor, ilim vc zikir için topla­nıyorlardı. Alimler, bunu iş edinmişlerdi. Bütün bunlar, alenî amelin onu terk etmekten evlâ olduğunu göstermektedir. İbra­him en-Nehaî, daha meşhur ve daha yüksek başka şeyler de yapmaya güç yetiriyordu. Kendini fe çalığa vermişti, halk da onu meşhur etti. biz. Osman'ın her gün Kur’ân okuduğunu haber vermesi, İbrahim’in Mushaf i gizlemesinden daha faziletlidir.

İbn Abbas, Ashab-ı Sebften söz eden âyetleri (Nisa, 4/47) okuyunca ağlamış ve niye ağladığını soran İkrimc'ye açıklama­larda bulunmuştu.

Öyle ise gizlilik daha faziletlidir. Gizli yapma imkânı bu­lamayanın, ihlâs vc arız olan hataratla mücahedeyle birlikte, aleni yaptığı amel daha evlâdır. Aksi takdirde, düşman hedefine ulaşır ve kul birçok ibadeti zayi eder.

Riyâ Endişesiyle Ameli Terk Etmek

Dedim ki:

“Riyadan ötürü ameli terk edeyim mi, bu daha mı evlâdır?”

Dedi ki:

“Evet. Riyâ hatarâtı üç çeşittir ve üç halde olurlar. Biri amel­den önce olur. Onunla beraber kalp, amelin Allah için yapılacağı­na inanmaz. Bu duyguya itaat edilmez ve kalp Allah’a bağlanma­dan ve bu duygu nefyedilmeden bu haliyle amel yapılmaz.

Hatarâttan İkincisi dc amelden önce olur ama, Allah için yapma duygusu da beraberinde bulunmaktadır. Bu halde ame­le başlanır ve o duygu nefyedilir. Üçüncüsü ise, ihlâsla amele başladıktan sonra ortaya çıkar. Bu nefyedilir ve kul ilk başladığı niyetiyle amelini sürdürür.

Dedim ki:

“Allah emrettiği halde, kulun terk etmesi gereken ameller var mıdır?

Dedi ki:

“Evet. Çünkü ameller iki kısma ayrılır: Oruç, namaz, hac, gaza, cihat, zikir, iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme vb. gene­le hitap eden ameller. Kadılık, hilafet, valilik, müftülük ve hal­ka dua etme görevi gibi özel olan ameller.

Bundan ötürü Hz. Ömer, Übcyy b. Ka’b'ı, “Müslümanla­rın efendisi, Kur’ân okuyanların efendisi.” gibi sözlerle övme­sine rağmen, görevi olmayan bir işte halk kendisine uyunca onu dövmüştü. Hz. Ömer, kalkar vaaz eder ve hutbe okurdu. Ahiret işlerinde harcamak üzere, mal istemek dc bu özel işler­dendir.

Avam halk, bunların terkiyle emrolunmuştur. Çünkü bu işleri, dünyaya meyletmeyen, tamahın onlara etki etmediği güçlü ve havastan kişiler yürütür. Onlara göre Allah korkusu, halkın korkusundan çok öndedir. İlimle elde ettikleri gerçek sabırla, dünyaya karşı sürekli bir zühd içindedirler. Düşmanın güçlü saldırılarını, Allah’ın onlara bahşettiği güçle reddederler.

Kim bunların yolundan şaşarsa, yaptığı amelden ötürü zara­rı menfaatinden çok fazla olur. Aynı zamanda bunları, hilafet vc imareti terk etmeyi vc onu istememeyi emrederken görürüz.

Hz. Peygamber in Abdurrahman b. Scmûre'ye söylediği şu hadîs bunlardandır: “Ey Abdurrahman, valilik isteme, çünkü istersen sana yardım yapılmaz. Ama sen istemeden verilirse yardım görürsün.”'1'9 Ayrıca, “Valilik isteyeni tayin etmeyiz.”"' buyurmuş­tur.

Namaz, oruç, gaza ve benzerlerinin peşine, hem zayıf hem güçlü olanlar düşmüştür.

Bir grup Hz. Pcygamber’den, gazaya katılmak istediklerini belirttikten sonra, harcayacak bir şeyleri olmadığı için ağlamış­lardı. Hz. Peygamber de bu istek ve davranışlarını övmüştü. Ama imarete bu şekilde bakmamış ve şöyle buyurmuştur: “Siz imarete çok hırslısınız. Oysa onu hakkıyla alanın dışında, imaret kı­yamet günü hasret ve pişmanlıktır.”"' Şu söz de O’na aittir. “O

119 el-Buhâri, Ahkam, 5. KcfFaret, 10; Ebû Dâvûd, imaret, 93.

140     d-Buharî, Ahkam, 7; Müslim, İmaret. 14.

141    d-Btıhârî, Ahkam, 7; Neseî, Bey’at, 39; Müsned, II, 448. yüksek mevki ne güzel süt anadır, fakat ondan ayrılmak da memeden fena bir ayrılıştır.”  Ama namaz, oruç vc gazaya gösterdikleri hırsı kötü İçmemiştir.

Hz. Ebû Bekir, Rafı b. Umcyr'c, “İki kişiye bile başkanlık yapma.” demişti. Kendisi halife seçilince Rafı ona, “Bana iki kişiye bile başkan olma demiştin, ama sen bütün ümmet-i Muhammcd’e halife oldun?” deyince şu cevabı verdi, “Evet, sana yine de aynı sözü söylüyorum. Bu işte adil olmayana Al­lah’ın laneti olur. biz. Peygamber vefat edince, arkadaşlarım beni rahat bırakmadılar.” Rafı diyor ki, “Özrünü kabul edince­ye kadar bana özrünü anlattı.”

I İz. Ömer dc, “Kim bu halifeliği, sorumluluğu ile birlikte benden devralır? Ne kadar arzu ediyorum!” diyordu. Çünkü bu konuda Hz. Peygamber şunları söylemişti: "İster on kişiye valilik yapsın, her vali kıyamet günü elleri boynuna bağlı olarak getiri­lir. Ya adaleti onu serbest bırakır ya da zulmü onu o halde terk eder.”    Hz. Ömer bir adamı vali olarak tayin etmişti. Adam “Ey müzminlerin emiri, beni onlara tanıt!” deyince 1 Iz. Ömer, “Otur vc bu görüşümü gizli tut.” cevabını verdi. (Ondan vali­liği geri aldı.)

Hz. Peygamber bir adama valilik vermişti. Adam, “Ya beni vali yap ya da vazgeç.” deyince, “Sen otur!” dedi.114

En çarpıcı örneklerden biri dc Ömer b. Abdilaziz'dir. I la- life seçildiği gün, cübbesini sürükleyerek göz yaşları içinde minbere çıkmıştı.

Kadılık da böyledir. Hz. Peygamber’in şu sözünden ötürü insanlar sürekli bundan korunmuş ve kaçmışlardır. "Kadılık üç

Riya

çeşittir: İkisi ateştedir, biri de Ccnnet'tedir.”^ “Kadılığa tayin edilen, btçaksız boğazlanmış demektir. "I4f

Dünya da böyledir. Yetecek miktarda elde edilmelidir. Fazla­sından nehyedilmiştir. Haram olduğu için değil, ancak ebdâl za­hitler ve Allah ve Allah’ın günlen hakkında bilgi sahibi olanların dışında kimse ondan salim kalmadığı için, böyle denilmiştir.

1 lasan‘dan, bir adamın yiyecek istediği ve bununla yetin­diği, bir diğerinin fazla istediği, fakat fazlasını tasadduk ettiği, bunlardan hangisinin daha iyi yaptığı sorulunca, şu cevabı ver­di: “Oturan daha faziletlidir.” Çünkü dünyayı istemekle birlik­te, selâmette kalmak çok zordur. Onu terk etmek de bir zühddür. Ama Allah’a yakınlık için olması istisnadır. Dünyanın fitnesi ve kalbi meşgul etmesinden ötürü, onu isteyince, Al­lah’tan uzak kalmaktan korkmuşlardır.

Ebu’d-Derda4 şöyle diyor: “Şam mescidinin yolunda durup her gün elli dinar kazanarak onu tasadduk etmek hoşuma gitmez. Ben alışverişe haram demiyorum ama, ticaret ve alış verişin onları Allah’ın zikrinden alıkoymadığı kişilerden olmak istiyorum.” Başka bir zaman da şu sebebi ileri sürmüştür: “Beni zikirden alı­koymasın diye.” İkisi aynı anlama gelir. Şöyle devam ediyor: “Ben Hz. Peyganıber’in bi’setinden önce tüccardım. Müslüman olun­ca, ticaret ve ibadeti beraber yürütmek istedim. Fakat ikisini topla- yamadım, ticareti terk ettim. Kişi zikirden ahkonmadıkça ticaret yapamaz.” Ebu’d-Derda’, “11er gün elli dinar kazanıp onu Allah yolunda tasadduk etmek hoşuma gider vc bu beni zikirden de alıkoymaz vc meşgul etmez.” dememiştir.

Müslümanlar, halife, vali veya kadı olan ya da fütüvvet ve dua göreviyle halkın işlerini gören kimselerin en faziletli kişiler olduğunda icma‘ etmişlerdir.

145     el-Müıuvî, Fcyzıı'l-Kndir, III, 468.

146     el-Tinnizî, Ahkam, 1; İbn Mâcc. Ahkam, 1; Müsned, II, 230.

Bu konuda şu rivayetler aktarılmıştır: “Adil olan imamın bir günlük icraatı, adamın yalnız başına yaptığı altmış yıllık iba­detten daha hayırlıdır.”'27 “Hidayete çağıran kimseye, aldığı sevabın yanı sıra, uyan kimselerin sevabı kadar sevap verilir.”"6 “Adil imam Cennet'e girecek ilk üç sınıftan biridir.”"'1 “Üç kişinin duası reddedilmez. Adil imam bunlardan birisidir.”"9 “Kıyamette bana en yakın oturacaklardan biri de adil imamdır.”"' Hz. Muaz'a şöyle buyurmuştu: “Bir adamın seninle hidayete ermesi dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.”"2

Adil olup hakka isabet ettikçe, kadılık da böyledir. Ebû Büreyde, 1 İz. Peygamberin, adil olup hakka isabet eden kadı­nın Cenneftc olduğunu söylediğini, aktarmaktadır.

Güçlü olan kişinin, selâmette kalıp elde ettiğini tasadduk etmesi şartıyla, dünyayı istemesi konusunda ihtilafa düşül­müştür. Bir grup, terk eden daha zahid ve faziletlidir, derken, başka bir grup, selâmette kalıp tasadduk edince, terk edenden daha faziletlidir, demişlerdir. Çünkü, başkasının elde edeme­diği ameli o elde etmiştir. Sevap alması için namaz ve oruç istendiği gibi, bu da istenir. Selâmette kalmaz endişesiyle de terki istenir.

Kulun Halkın Sevgisinden Dolayı Sevinmesinin Ölçüsü

Dedim ki:

“Halkın kendisini sevmesinden hoşlanmak caiz mi?”

147       et-Tİmtizî, Zühd, 37; Neseî, Kaza, 2.

148       et-Tinnizî, Tefsiru Sûre, 37 ; Mu vat la, Kur’ân, 37

149        el-Bulıârî, Zekât, 16; Müslim, Zekât, 91; Neseî, Kudat. 2.

150        et-Tİrmizî, Cennet, 2, Müsıted, IV, 154; İbtı Mâee, Dua, 11.

151      Müsned, III, 22, 55.

152       el-Buharî, Cihâd, 73; Ebû Dâvûd, Edep, 97; İbtı Mâee, Zühd, 39.

Dedi ki:

“Bizzat bir taat üzerine halkın seni övmesini isteme, sade­ce Allah için yap ve başkasının övgüsünü kabul etme! Ama halk ' nazarında övülen bir taat üzerinde değil de, ayrıca seni sevme­lerini istiyorsan, onlar da Allah’ın seni setretmesinden ötürü, seviyorlarsa bunda bir sakınca yoktur. Çünkü, seni bir taat üzerine seviniyorlar. Ancak senin faziletini öğrenmiş sonra da seni kalpleriyle sevmiş, sana saygı göstermiş, sana hizmet et­mişlerdir. Allah’ın teati üzerine bunu istemen caiz olmaz.

Dedim ki:

“Hz. Peygamber’in şu hadîsine ne dersin?” Adamın biri O’ndan, “Bana öyle bir şey söyle ki, onu yapınca, hem Allah hem de insanlar beni sevsin.” diye istekte bulundu. O da şu cevabı verdi: “Dünyaya karşı zahid ol ki, Allah seni sevsin, dünyanın geçici metaını insanlara bırak ki, onlar da seni sev­sin.” Başka bir sözünde, “Dünyada zahid olsan, hem Allah hem de kullar seni sever.” buyurmuştur.153

Dedi ki:

“Efendimiz, ne doğru söylemiştir! Çünkü, Allah’ın nefret ettiği dünyayı terk etse ve Allah’ı arzularına tercih etse, Allah onu sever. Halkı nefsine tercih eden kişinin, halk tarafından sevilmesine bir engel olamayınca, Allah’ı tercih edenin de O’nun tarafından sevilmesine engel yoktur.

Dünyaya karşı zahid olan, ne kimseye eziyet eder ne de yük olur. Böyle olanı da halk sever. Allah onların kalbine sevdiği kişiyi sevmelerini ilka eder. Adam, “Bana öyle bir şey söyle ki, bununla 1 lakk’ın ve halkın sevgisini isteyeyim.” dememiştir. Hz. Peygam­ber de, “Dünyada zahid ol ve bununla Hakk’ın ve halkın sevgisini iste.” cevabını vermemiştir. Sadece Allah rızâsı için zahid olmasını   söylemiş vc Allah’ın onu seveceğini vc doğruluğundan Ötürü de halka sevdireceğini bildirmiştir. Çünkü ona, sadece Allah’ı arzu­lamasını bildirmiş ve halktan eziyet ve yardımını uzaklaştıracak şeyi haber vermiştir. I İz. Peygamber bu sözü ile onun sevilmesini reddetmemiştir.

Dedim ki:

“Hem Hz. Peygamber hem dc soru soran, halkın sevgisine rağbeti izhar etmemişler midir?”

Dedi ki:

“Allah için sadık olduktan sonra, O’nun katından olan sevgilerine rağbet etmekte bir sakınca yoktur. Görmüyor mu­sun ki, “Dünyaya karşı zahid ol.” denilmiştir? Oysa onların övgüsü rağbet edilecek cn büyük dünyalıktır. Onların övgüsü­ne karşı zahid olmak ise, dünyaya karşı en büyük zühddür. Böylece, halkın övgüsü dahil olmak üzere, dünyadaki her şeye karşı zahid olması istenmiştir. Ancak o zaman Allah onların kalbine, ona karşı sevgi yerleştirir. Bununla birlikte, taate mu­kabil, halkın övgüsünü istemeyi nehyeden haberlerle zıtlaşma­yacak m un katı’ bir hadîstir.

Bazı Günahlarının Halk Tarafından Bilinmesi Durumunda Üzülmenin Ölçüsü

Dedim ki:

“Halkın bazı günahlarıma muttali olması durumunda ü­zülmem doğru olur mu? Çünkü, neredeyse bu durumda ü­zülmeyen kimseyi görmedim?”

Dedi ki:

“Üzülme, tabiî bir hâldir. İnsan tabiatına muhalif bir şey ortaya çıkıp da nefis bunu anlayınca, üzülme ortaya çıkar. Ta­biat, fiil, söz vb. durumlardan, uygun olup muhalif olmayan

Riya

huyların toplamı demektir. Üzülme oraya çıkınca, ya doğru­luk ve ihlâs ya da riyâ vc yalanla beraber olur. O zaman düş­man vc nefis, değerinin düşmesi, şehadetinin kabul edilmeme­si, kendisine karşı iyilik ve saygının kaybolması endişesini ileri sürerler. Bu endişeyi kabul eder ve bundan ötürü üzülürse, üzüntüsünü, dininde eksiklik meydana getirecek bir şekilde kullanmış olur.

Şayet korkusu, Hz. Peygamber’in, “Allah kimi dünyada setretmişse onu ahirette de setreder.”174 hadîsinde ifade edildiği üzere, kıyamet günü setrin kaldırılıp rezil olmasından ileri geliyorsa veya tabiatına aykırı bir şeyle imtihan edildiği için, onunla uğraşıp, aklının Allah’ı unutmasından endişe ediyorsa, ihlâslı vc doğru bir üzüntüdür.

Bu iki durumdan biri yoksa vc tabiatına aykırı olan üzüntü­yü terk ederse, ona bir zarar vermez. Halkın bilmesi değil dc, Allah’ın bilmesi asıl üzüntü vc meşguliyet sebebi ise, bu tercih edilen bir davranıştır. Ama Allah'ın bilmesi değil de halkın bil­mesi onu üzmüş vc meşgul etmişse, işte hüsran bundadır.

Allah Bilse Bile Günahları Halktan Gizlemek

Dedim ki:

“Allah’ın bildiği günahı halktan gizlemenin anlamı nedir?”

Dedi ki:

“Kul için evlâ olan, halk tarafından bilinen hayırların dışında, bir şeyi halkan gizlememektir. Gizlisi de açığı gibi olmalıdır. Hata daha fazla. Hz. Ömer bir adama, “Amelin açık olanına dik­kat et.” dedi. Adam, “Açık olan amel nedir?” deyince ona şu cevabı verdi: “O yaparken birisi seni görünce, uunmadığın ameldir.”  

Ebû Müslim el-Havlanî de şöyle diyor: “Hanımıma yak­laşma ve def-i hacet dışında, halkın muttali olmasından endişe edeceğim bir iş yapmadım!”

Ancak sadık olan bir kimse, bir günah işlemekle imti­han edilince, riyaya girmeksizin utancından, Cenâb-ı Hak’tan aktarılan, günahların açığa çıkarılmasını sevmediği­ne dair sözden vc Müslümanların üzerinde icma ettiği, “Kim günahını söylerse setredilmez.” şeklindeki kaideden ötürü, bunu gizler. Bu Allah katında, Allah’ın setri ile setrolmaktan daha büyüktür.

Müraî olan, verâ’ sahibi olmasından Ötürü övülsün ve Al­lah’tan korkan biri olarak bilinsin diye setr eder. Oysa verâ1 sahibi değildir, halka karşı gösteriş ve riyâ içindedir. Ne Allah’a karşı vcrâ’ı var ne de halktan utanmaktadır.

Utanılması Müstahap Olan ve Mekruh Olan Hususlar

Dedim ki:

“Halk çok utandıklarını söylüyorlar. Riyakâr ve iki yüzlü kim varsa utandığını söyler, sadık olanlar da aynı şekildedir. Bunun zaaf yanı ve hayırlı olanı var mıdır?”

Dedi ki:

“Hz. Peygamber’den aktarıldığı gibi, hayanın tamamı ha­yırdır.”  I layâda zaaf var diyenler, bunu bazı kitaplardan akta­rıyorlar ama ne olduğunu anlayamadım.

Reşid b. Ka’b, İmran b. Hüseyn‘e, “I iikınette zaaf var de­niliyor.” deyince, İmran kızmış ve “Vallahi bugün size hiçbir hadîs aktarmayacağım. Ben size Hz. Peygamber’in sözlerini aktarıyorum sen zaaftan söz ediyorsun. O’ndan olan daima evlâdır. O şöyle diyor: “Hayâ, imandan bir şubedir.”  “Allah, hilim sahibi ve hayâlı kişiyi sever.”

I layâ, güzel tabiatın bir işlevidir. Allah bunu dilediği kul­larına verir. I lem isyankâr hem muti’ bundan yararlanır. Muti’ olan, sıradan her insan olmaktan uzaklaşır; fasık olanın ise, fışkı ve rezilliği bir araya gelmez. Bu konuda şu hadîs rivayet edil­miştir. “Asi olanlar, hayayı terk edip günahları ortaya çıkınca, onların halini değiştirmeyin. Allah, özeli ve geneli peş peşe getirmiştir.”  Hz. Ebû Bekir’in rivayetinde ise şu ifadeler var: “Kötülük yaygınlaşır insanlar da onu değiştirmezlerse, hepsini kapsayan bir azabın gelmesi yakın demektir.”  

Ümmü Seleme, “Aramızda salih kimseler olmasına rağmen helak olur muyuz, ya Rcsulellah?” deyince, Hz. Peygamber, “Evet, kötülük yaygınlaşıp değiştirilmezse.”  cevabını verdi.

Öyle ise hayâ güzel tabiatın bir işlevidir. Düşman haya ile riyâya çağırır. Kul ona itaat edince, riyâya inanır, hayâ ile oyala­nır vc doğru olur. Önce hayâ duygusu kalbine doğar, sonra düşman riyâyı ileri sürer, o da onu kabul eder. Hayâdan riyâya intikal edince, muraî olur.

Bazen hayâ onu, sadece Allah rızâsı için davranmaya yö­neltir, buna ihlâs da eklenir. Şayet bunu hayâdan ötürü yapar veya riyadan değil ihlâstan ötürü terk ederse, hayırdan daha evlâ bir şey olmadığı müddetçe, Hz. Peygamberin şu sözün­den dolayı, bu çok hayırlıdır: “Hayanın tamamı hayırdır vc imandan bir şubedir.”1'1

I laya, ister sıradan bir insanda olsun, ister din veya dünya ile ilgili olsun, fark etmez. Bu şuna benzer: Bir şahıs, iki adama gelerek, birinden borç veya karşılıksız para ister. Birinin kalbinde hiç hayâ yoktur. Nefsi vermeye yanaşmayınca hemen reddeder. Diğerinin nefsi de istenen malı vermeye yanaşmaz, ama hayası, cimrilik gösterip isteyeni reddetmesine engel olur. Reddetme­den duraklar, isteneni yerine getirmeye yönelir, bu sefer şeytan ve nefis yolunu keser ve “istediğini ver ki, ‘ne cimri adam!’ de­mesinler veya seni övsünler ve saygı göstersinler ya da ver ki, daha büyük bir karşılık alasın.” derler. Adam da buna inanır ve verir. Şüphesiz tabiatındaki hayadan ötürü bunu vermiştir.

Başka bir adam da, nefsinin vermeye yanaşmadığı bir şeyi ister, tabiatındaki hayadan ötürü onu reddedemez. O anda riyâ duygusu baş gösterir, hemen reddederek, “Hayır, sadece Allah rızâsı için veririm.” der. Veya, hayâ ile nefsin vermeme isteğini reddedince, hemen Allah’ın sevabım hatırlar ve onu arzular. Eğer hayâ olmasaydı isteyeni reddedecek, Allah için verme niyetinin ortaya çıkmasını beklemeyecekti.

Şayet vermekle, tabiatına hayâ duygusunu yerleştirip onu, sevap istemediği gibi aynı zamanda utanmayan kimsenin tabia­tında yaratmadığı için Allah’a, şükretme niyetini taşıyor ve ihlâsla yapıyorsa -ki, Allah buna lâyıktır- sevap alma niyeti ile vermesi durumunu da artık sen düşün?

Başka biri, bir şeyler istiyor. Bu istek karşısında adamda sahip olamadığı bir hayâ duygusu baş gösteriyor. Verme azmi ile doluyor, riyâ duygusunu kabul etmiyor, ama sevabı da ha­tırlamıyor. Bunun azı şudur: Adam, terğîb veya terhîp için verir, yapar veya terk eder. Eğer, isteyene bu hayâ üzerine ve­rirse veya vermesi uygun olmayan şeyi, bu hayâ üzerine ver­mezse, riyâ karışmadığı müddetçe, bu davranış güzel bir ahlâk­tan gelen bir hayırdır.

Hayâ, Allah rızâsı vc sevabı bir araya getirmek daha fa­ziletlidir. Çünkü hayâ güzel bir haslettir, herkese verilmedi­ği gibi ancak şekî bir kalpten alınır. Bu konuda şu hadîs' rivayet edilmiştir: “Yemenli bir adam, Hz. Peygamber’in yanında bir şey (bir rivayete göre içki) içmek istedi, içerken elbisesiyle gizledi. Bir adam, “Bu nedir?” deyince, Hz. Pey­gamber, “Bu hayadır, Allah onu bazılarına vermiş bazılarına vermemiştir.”

Bu duygu galeyana geldi mi, onunla beraber ya ihlâs veya riyâ olur. Ya da ihlâs veya riyâ olmaksızın, hayâ ile iş yapılır. Her riyakârın hayâ ile oyalanması mümkündür.

Bazı müridler, hayâlı olduklarını zannediyorlar, oysa muraîdirler. Bazı farzları zayi etmekten utanmazlar ama, bazı mubahları terk etmekten utanırlar. Meselâ, halkın nazarında huştT sahibi olarak görülmez vc hafifliğe sebep olur düşüncesiyle bir işte acele etmezler, riyakârâne az gülerler.

Bazen halktan utanarak bir iş yaparlar, ama bu konuda Al­lah utamlmaya daha lâyıktır. Bu, bir hayırdan daha faziletli olan diğer bir hayra benzer. Müslüman bir yaşlıdan, kötü bir hare­ket görüp onu nehyetmek istemesine rağmen, yaşlılığından utanarak vazgeçen adam gibi. Yaşlıdan utanmak vc ona saygı göstermek bir hayırdır. Ama, yaşlıdan utanılsa bile, bu hayır onu, kötülüğü men etmekten alıkoyınamahdır. Yaşlılara ikram, dinden olan güzel bir ahlâktır. Hz. Peygamber, “Müslüman yaşlıya saygı, Allah’a saygı tütündendir.”  buyurmuştur.

Allah rızâsı için yerine getirmek üzere emirleri zayi etme­yip Allah’tan utanmak ise evlâdır. Eğer utanacaksa, Allah’tan utanmayı halktan utanmaya tercih etmelidir.

Sana anlattığını hayayı iyi anla! Çünkü insanlardan bir ço­ğu bunu karıştırmakta ve hayâ üzerine yalan söyleyerek, bunu hayâ saymaktadırlar. Arkasından riya gelmeyen hiçbir hayada beis yoktur. Elbise ve bedeninin kirliliğinden utanma vb. ko­nularda, riyâ olmadıktan sonra bir beis yoktur.

Kulun Müslümanların Tenkidinden

Hoşlanıp Hoşlanmaması

Dedim ki;

“Müslümana, Müslümanların tenkidinden hoşlanmaması yakışmaz mı?”

Dedi ki:

‘Yakışır. Ama hoşlanmamanın çeşitleri var. Bazen, onların tenkidi Allah’ın tenkidine delil olur endişesiyle hoşlanmaz. Çünkü Hz. Peygamber “Siz, Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisi­niz.”  buyurmuştur. Bu durum, tenkit edenler tenkitlerinde zulüm yapmayıp yalan söylemedikleri şartıyladır. Bazen, kalbi­ni etkiler ve Allah’a ibadetle meşgul olmaktan ahkoyarlar diye, hoşuna gitmez. Ya da, Allah’ın helâl kılmadığı bir düşünce veya davranışta bulunur da asî olur düşüncesiyle hoşlanmamaktadır. Ya da bu tenkitleriyle Allah’a asî olurlar diye onlara acımakta ve tenkitlerinden hoşlanmamaktadır.

Bundan daha az olan, mubahtır. O da, tabiatına aykırı ol­duğu için tenkitlerinin onu üzmesi veya ona ağır gelmesi ne­deniyle hoşlanmamasıdır. Duyduğu nahoş sözlerden ötürü üzülmemesi mümkün değildir. Tabiatının gereği olarak, duy­duğu bu tür sözlerden ötürü üzülmesinde bir günah yoktur. Ama üzülmek hoşuna gitmemelidir.

Riya

Onu tenkit ettiklerinde, tabiatının gereği üzülürse, bunda bir sakınca yoktur. Ama, tenkitten hoşlanmıyor, onu verâ sahi­bi görmelerinden hoşlanıyor, dini ile dünyayı kazanıyor ve bundan ötürü tenkitlerinden üzülüyorsa, işte o zaman dininde eksiklik yapmış demektir.

Şayet, Allah’ın taatıyla riyakârlık yapmıyor, bundan ötürü, Allah’ın taatı üzerine övgülerinin tam olma endişesi duymuyor ve kalbi bundan salım kaldığı halde tenkitleri onu üzüyorsa, bir de onlar tenkitlerinde gerçekçi iseler, bu insan hem dininde noksanlık yapmış hem de aldanmıştır. Çünkü birçok insan, dinden gelen övgülerin yok olmasına mukabil sadece üzül­mekle razı olmaz. I latta bu durumu düzeltmek ve tenkidi bertaraf etmek için, daha önce yapmadığı bir ameli yapar. Böy­lece yalan vc yapmacıkla kendini mazur gösterir.

Mü’min, Allah'ın taatına karşı, halkın övgüsünü talep etmez. Ama tenkitlerini de almak istemez vc bunu sevmez. Çünkü bu durumlar kalbi meşgul eder, onu sıkıntıya sokar. Belki dc onu caiz olmayan işlere sürükler vc taatla Müslümanların isyanına neden olur. Oysa taatla, Allah istenir, kullar istenmez. Bu taatla Allah’a isyan etmeme, halkın onu Allah’la meşgul olmaktan alıkoymaması vc dinlerinin selâmette kalması hedeflenir.

Dedim ki:

“Allah’ın taatı üzerine, halkın ne övgüsünü ne dc tenkidini seviyor ikisi arasında üçüncü bir şık yoktur. Tenkitlerini sev­meyince, övgülerini seviyor demektir. Bu nasıl olur?”

Dedi ki:

“Allah'ın taatı üzerine yaptıkları tenkitlere üzülmesi, onla­rın gözünde mertebesinin düşmesi endişesinden veya övgüle­rini sevmesinden ilen gelmiyor. Kalbının meşgul olmasından vc onların, onun yüzünden isyâna girmelerinden ileri geliyor. Böylece, Allah’ın taatı üzerine övgülerini istememiş olur.”

Dedim ki:

“Onunla meşgul olmadıkları ve Allah’a itaat ettikleri için onların övgüsünü seviyor.

Dedi ki:

“Şayet, övgüye olan sevgisi onu meşgul ediyor, kalbindeki meşguliyetin sükûn bulmasını istiyor ve bunlar için halkın övgü ve saygısını seviyorsa, bunun karşılığını almada acele etmiş demektir.

Hoşnutsuzluğu ise, kalbinin tenkitle uğraşmasından ve bunun giderilmesini istemesinden ise, bu selâmeti istemektir. Yoksa, meşguliyete inanıp övgülerini istemediğinden dolayı değil, kendi fıtratıyla mücadele edip, bu fıtratın onu bir gaflet anında mağlup etmesinden hoşlanmadığındandır. Onun için atlattığı her imtihanı, Allah’tan gelen bir nimet saymaktadır.

Dedim ki:

“Övgü de böyledir. Sadece taattan ötürü olanı değil, her türlü övgüyü sevmektedir. Taattan ötürü gelen tenkit sıkıntısı­na katlanmak ve bu konuda fıtratıyla mücadele etmek, bu işin onu meşgul etmesi ve belki de tamamıyla giderememesi nede­niyle övgüyü istemektedir.”

Dedi ki:

“İnsan, fıtraten tenkitten nefret eder. Övgünün yok ol­masında ise, makam sevgisinin verdiği endişeden başka, bir şey yoktur. Övgüyü istemek kalpten gelmiyor. Bunu iyilik ve taat üzerine överler ümidiyle istemektedir. Nefis, her türlü övgüye davet edince, onların onu sadece hayır ve iyilik üzeri­ne öveceklerini bilir.

Dedim ki:

“Allah’tan amelini setretmesini istemesine rağmen övgüyü sevmesine nasıl cevaz veriyorsun?”

Dedi ki:

“Ben ancak, ihlâsla amel yapıldıktan sonra Allah tarafından setredilmc nimetine sevinmelerine cevaz veriyorum. Övme ve tenkit arasında da bir makam vardır.

Dedim ki:

“Nedir o makam?”

Dedi ki:

“Kalplerini, hem övme hem tenkit etme işinden boşaltma­larıdır. Onu tanımayan, tenkit etmeyen ve övmeyen kişinin kalbi gibi veya iyiliğini hatırlamakla birlikte, onu ne öven ne de tenkit eden kimsenin kalbi gibi.

Meşgul olma endişesinden ötürü, onu tenkit etmelerini sevmez. Riyâ korkusu ve makama karşı istiğnasından ötürü övülmeyi de sevmez. Hepsinden uzak olmayı sever. Taat üze­rine, ne övgü ne de sevgileri olsun istemez. Ona bildirmeden tenkit etseler, bu ona kolay gelir. Çünkü bundan ötürü sıkıntı­ya düşmemektedir. Fakat asî olmamaları için onlar adına bunu istemez. Övgüde ise onlar itaatkârdırlar.

Dedim ki:

“Övgü vc tenkit, biri diğerinden önce gelen iki basamak değil midirler?”

Dedi ki:

“Yapma vc terk etme arasında bir basamak yoktur. Çünkü terk, yapmak için ikinci bir fiildir. Fiiller değişiktir. Kul, bazen ne övgü ne tenkit olan üçüncü bir fiil yapar. Böylece bazı kul­lar için kalbini, hem övgü hem tenkitten boşaltmış olur. O kimseyi, ömrü boyunca ne taat üzerine övülen nc tenkit edilen biri olarak görmek hoşuna gider ki, kalbi, ahiretin dışında bir şeyle uğraşmasın. Çünkü, onları günaha sokacak bir şeyin orta­ya çıkmayacağından emin olmadığı gibi, onun yüzünden Al­lah’a asî olmalarını da istememektedir.

Eğer onu tenkit eden kişi, iyi bir insan ise, günahı çoğalır diye, tenkit etmesini istemez. Ayrıca, onları gıybet gibi caiz olmayan bir şekilde zikretmekten korkar. En azından, onu Allah’la meşgul olmaktan alıkoyarlar.

Halk Nazarında Kötü Bir Makama Sahip Olmayı İstememe Konusunda Sadıkların Kalp Durumu

Dedim ki:

“Bu durumda, sadık olanların kalbi nasıl olacaktır?”

Dedi ki:

“Nefsi amel etmeye istekli vc hazır olmalı. Ya da halk arasında yaşadığı sürece, ne övülmesi ne de fazileti aklına gelmemeli, dili bunları konuşmamalı. Sadece, halk naza­rındaki, mertebe vc değere karşı istiğna konuşulabilir. Sa­dece Allah için ibadete istekli vc hazır olmalı, halk için değil.

Dedim ki:

“Siz, kulun, Allah adına ona kızarak tenkit etseler bile, tenkit edilmekten ileri gelen meşguliyetinin kaldırılmasına ve başkasının onu tenkit edip günaha girmemesine sevin­mesine cevaz vermemiş miydiniz? Oysa onu Allah için tenkit ediyor, Allah için ikaz ediyorlar vc gıybetini yapmı­yorlar.”

Dedi ki:

“Setretme perdesi kaldırıldığı için üzülmekte ve Allah ta­rafından, onu ikaz edecek ve ona nasihat edecek birinin gönde­rilmesini istemektedir. Bununla beraber, Allah’ın onu setret- mesini veya setretme perdesini kaldırarak onu başkasının eliyle te’dip etmeyi değil, bizzat, Allah’ın, kalbine nasihat ederek onu uyarmasını arzular.”

Dedim ki:

“Tenkitin ortaya çıkıp omı meşgul etmesinden ve tenkit eden­lerin, caiz olmayan bir şekilde tenkit edip günaha girmelerinden hoşlanmadığına göre, övmelerine sevinmesi neden caiz olmasın?”

Dedi ki:

“Meşguliyetini giderme ve onların taatına sevinme söz konusu olur ve halkın nazarında değer kazanmayı hedefle­mezse caizdir. Amelden sonra veya bitirmeden ya da iki halde dc övseler, bu amel de bizzat kendisinden söz edilen vc yapana “Allah seni affetsin, Allah sana çok sevap versin.” denilen bir amel değilse, bunu bir nimet saymalıdır. Çünkü, çirkini gizle­mekte, güzeli ortaya çıkarmakta, onu halka sevdirmektedir. Allah’a itaat ettikleri uyulma makamında ise, ona uydukları ve kalbini gözetlediği için sevinmektedir.

Ama halkın nazarındaki değeri için scvinmcmclidir. Bu­nunla birlikte, bir gevşeklik ortaya çıkıp onu üzmesin, dolayı­sıyla ona olan övgülerinde bir değişiklik olmasın diye dikkatli olmalıdır. Veya başladığı bir amelden ötürü onu öveceklerine inanır, yaptığı taat üzerine övülme, iyilik görme ve saygı du­yulma adına içinde bir arzu hissederse, hemen çirkinliklerini örten vc güzel yanlarını ortaya çıkaran Rabbi’ne şükredip amelini ihlâsla, sadece O’nun için yaparak bu düşünceyi nef- yetınelidir.

Dedim ki:

“O zaman Abdullah’ın ‘Hak için onu tenkit edenle öven bir olmalı’ şeklindeki sözünün anlamı nedir?”

Dedi ki:

“Bu söz doğrudur. Allah için ihlâs, doğruluk ve herhangi bir fayda veya zarar vermeyen kimsenin övgüsüne karşı istiğna göstermeli ve onun nazarında övenle tenkit eden eşit olmalıdır.

Çünkü insanlar Allah’ın kullarıdırlar. Kendilerine bile bir fayda veya zarar vermeye güçleri yetmeyince başkalarına evleviyetle fayda veya zarar veremezler.

Onun için övgülerine karşı zahid olmalı, tenkitlerine de değer vermemeli vc gözünde eşit olmalıdır. Onu övseler bu bir fayda sağlamaz. Nitekim Hz. Peygambcr’c Temimoğullarının şairi, “Ey Allah’ın Resûlü, benim övgüm bir süs, tenkidim ise uğursuzluktur.” deyince Hz. Peygamber ona, “Yalan söyledin. Bu özellik Allah’ındır.”  cevabını vermişti.

Mü’min, Allah’ın bir olduğuna, O’nun dışında kalan her şeyin dc yaratılmış, terbiyeye ve idare edilen kullar olduğuna inanıp tam anlayınca, Mevlâ’sının mülkünde, O’nun istemedi­ği vc razı olmadığı bir şeyi konuşmaz, kendisine fayda vc zarar vermeyen mahlûkatın korku ve ümidini kalbinden atar, övgü ve yergileri gözünde eşit olur. Çünkü onların seviyesi budur. Ama onun yanında Halık’ın övgü vc tenkidi bir olmaz. Çünkü bütün mülk O’nundur. Yarar ve zarar O’nun eliyle olmakta vc yaratılmaktadır.

Allah’ın övdüğü amele mukabil dünya ve ahirette sevap beklenir ki, bu en büyük menfaattir. Rabbi’nin tenkit ettiği amel ona büyük günah gibi olur, dünya ve ahiret azabından korkar. Çünkü dünya ve ahirctın maliki sadece O’dur. Halkın övdüğü ve yerdiği kimse O’nun yanında eşittir. Çünkü, Al­lah’ın izin verdiği müstesna, fayda veya zarar vermeye kadir değildirler.

Riya

Kulun Kalbinde Övgü ve Tenkidin Eşit Olması ve Nefsi veya Rabbi İçin Arzulamasının Farkı

Dedim ki:

“Eşitlik hangi konularda olacak?"

Dedi ki:

“Meselâ adam, iyiliği emir, kötülüğü ııehyeder. Buna mu­kabil halktan biri onu över. Adam bakar ki, onu öven rızkını artıramıyor, ecelini geciktiremiyor, hastalığını gideremiyor, ahirette de ona sevap sağlayamıyor, dolayısıyla yok gibidir.

Sonra bir başkası onu tenkit ederek, “Sen müraîsin, tekellü- fc giriyorsun.” der. Bakar ki, onun tenkidi rızkını eksiltemiyor, ömrünü azaltamıyor, sağlığını bozamıyor, ahirette dc bundan ötürü bir ceza gelmeyecek. Dolayısıyla tenkidi eşitlenmiş oluyor. Çünkü ne övenin övgüsü ile bir fayda ne dc tenkit edenin tenki­diyle bir zarar ortaya çıkıyor. Kendisi için ikisi eşittir ama Rabbi için eşit değildir. Çünkü öven, Allah’a taat, ona uyma vc taatta bulunanın sevgisiyle över. Tenkit eden ise, hak üzerine tenkit ettiğinden, Allah’a asî olmuş, hakka buğzetmiş, onu sevmemiş- tir. Onun için Rabb’ın nazarında eşit olmazlar.

Dedim ki:

“Bu, benim gibilerin anlayamayacağı ince ve derin bir an­lamdır, övgüyü seven vc tenkitten hoşlanmayan fıtratla bu anlayış nasıl bağdaştırılır? Nasıl bir anlamda eşit diğer anlamda farklı olabiliyorlar?”

Dedi ki:

“Hakkı övenin itaatkâr, tenkit edenin ise Allah’a ve hak ehline asî olduğuna inanırsan bunun bilinen ve var olan bir gerçek olduğunu anlarsın. Sevgi ve nefretin farklı oldukları yani kendi açısından eşit ama Rabbi açısından farklılık arz et­tikleri sabit olmuştur. Çünkü o, ne tenkitten zarar ne dc övgü­den fayda görmüştür.

Dedim ki:

“İkisinin arasını ayırmamı sağlayacak ve fıtratta gördüğüm tenkit ve övgü konusuna delil olacak bir açıklamaya ihtiyacını var.”

Dedi ki:

“Nefsinde bunu eşit gören, nefsin karşı koyması vc düş­manın hataratından ötürü aralarında fark görmeye başlamakta­dır. Ancak bu durumdan hoşlanmaz, hevâ-i nefsi ve düşmanı reddeder. Çünkü ihlâsta güçlenmiş ve yükselmiştir. Hatta ba­zen bu konuda tenkit ediliyor veya övülüyor. Fakat aklın azmi ve İhlasın nuru öyle güçlenmiş ki, yapısında herhangi bir deği­şiklik olmuyor.

Bu güçlü insanın yaradılışı da bazen ona karşı koyar. Fa­kat, doğruluğun kalbine galibiyetinden ötürü, bu tartışma zayıf kalmaktadır. Ama güçlü olmayan kişi, nefis vc düşmanın bu çağrılarına karşı mücadele ederek onları reddetmeli, akıl ve ilmiyle eşitliklerini sağlamalıdır. Eğer yaradılış iki duru­mun farklı olduğunu ileri sürüyor vc tartışıyorsa, güçlü ve galip gelinceye kadar mücadeleyi sürdürmelidir. O zaman sıkıntılar hafifler, yaratılışın bu düşünceleri zayıflar ve kolay­laşırlar.

Allah’ın kendisine verdiği akıl vc Halîk ile mahlûku ayıran ilimle iki durumu eşit görmesi sabit olunca, artık kendisine emredildiği şekliyle ikisi eşit olur. Nefsin tartışması bir zarar vermez. Rabbi için, nefret ve sevgide farklı, kendisi için eşit görmesi durumunda da salim ve sadık olarak kalır.

Dedim ki:

“Senin dediğin seviyeye çıktığını, nasıl anlayacak? Sevgi ve nefret açısında araya koyduğu farkın kendi nefsi için mi yoksa Rabbi için mi olduğunu nasıl anlayacak?”

Dedi ki:

“Bu durumu kalbine arz eder. Eğer, taat üzerine övülen ve , tenkit edilen bir başkası olsaydı, öveni Allah sevince ona karşı sevgisi, tenkit eden, Allah nefret edince, ona karşı nefreti nasıl olacaktı? Kalbi, iki durumda da eşit bir şekilde Allah’a boyun eğmeğe hamledecektir.

Dedim ki:

“Yaratılış, kendi övgüsü ile başkasının övgüsünü, kendisi­ne yapılan tenkit ile başkasına yapılan tenkidi eşit tutmaz.”

Dedi ki:

“Evet, ama bu çok azdır. Ancak, aklı ve ilmiyle din edinir. Başkasını tenkit edenin buğzetmesi gibi buğzetmeli, başkasını övenin sevdiği gibi sevmelidir. Hevâ-i nefsini reddetmeli, ikisi arasındaki farktan hoşlanmamalıdır. Nasıl ki, ikisinin arasım eşit gördüğünden ötürü nefsinin tartışma vc muhalefetinden hoşlanmamıştır.

Aynı şekilde başkasını öven ve tenkit edenle, kendisini tenkit eden ve öven, onun nazarında nefret ve sevgide eşit olmalıdır. İkisi arasına fark koyan nefsin mücadelesinden dc hoşlanmaz. Bunu yapınca, itaatkâr vc asî olanlara sevgi ve nefretiyle Allah’a yaklaşmış olur. Ayrıca, mahlûkatın övgü vc tenkitlerine değer vermemekle dc O’na yaklaşmış olur. Yarımda iki durum eşitlenmiştir. Bu ikisine, hevâ-i nefis açısından karşı koymalardan hoşlanmamak ve onlara da- yaıımamahdır. Nitekim hevâ-i nefsi nehyctmcklc cmrolun- muştur.

Dedim ki:

“İhlâs, benim gibilerin ulaşamayacağı, özel insanlara has bir mertebedir. Ben ise, işleri karıştırıyorum!”

Dedi ki:

“İşleri karıştırandan daha çok ihlâsa ihtiyacı olan hiç kimse yoktur. Çünkü muttaki olanın bütün nafileleri boşa gitse bile o, takvasıyla kurtulur. İşlen karıştıranın ise farzları nafilelerle tamam olur. Nafileleri boşa gidince, farzları eksik kahr. Riyâ­dan tevbe etmiş bir şekilde Allah'ın huzuruna çıkınca, Allah onu affetmezse helâk olur.

Anne-Babayı Razı Etmek ve

Âlimlerin İlminden Yararlanmak İçin Riyakârlık

Dedim ki:

“Dünyalık elde etmek için değil, ilminden yararlanmak i- çin bir âlime karşı riyakârlık caiz mi?

Dedi ki:

“Hayır; bu, işleri karıştırma ve yanılmadır. Çünkü Allah sadece kendisi için iş yapmanı ve O’nu istemeni emretmekte­dir. İlmini artırmak için yaptığın riyâ ise bir hüsran ve cehalet­tir. Sanki, “İlmim artsın da, amelimin gitmesi mühim değil!” diyorsun. Çünkü âlimin seni övmesi için gösterdiğin irâde, Allah’ın seni övmesi için gösterdiğin irâdeye zıttır. Veya yarar­lınsan bile ameline karşı gösterdiğin kötü irâdeden ötürü bir fayda elde edemeyebilirsin.

Riyâdan ötürü ilmin de artmaz. Çünkü, ister riyakâr ol, ister ihlâslı ol, elde edeceğin ilim takdir edilmiştir. Ancak takdir edileni elde edebilirsin. Sonra âlim kişi senin onu kastettiğini bilmez ki, sana fazla ilim versin. Senin onu iste­diğini anlasa sana kızar. Kalbinde gizlediğin kötülükten ötü­rü sen ilim verilmemeye lâyıksın. Allah senin kalbindeki kötülüğü bildikten sonra, sana ilim vereceğinden nasıl emin olabilirsin? Verse bile ceza olarak ondan yararlanmana engel

Riya

olur. Böylece aleyhindeki delilleri artırmış, amelin boşa gitmesi ve nefrete maruz kalmanın yanı sıra, ilimden dc yararlanmamış olursun.

Anne-babanın durumu da böyledir. Onların rızâsını Allah rızâsı için istiyorsun. Allah’ın rızâsında ise riyâyı terk vardır. Sanki sen, “Allah’ın rızâsını O’nun nefretiyle talep ediyorum!” demiş gibi oluyorsun. Bu iki durum zıttır ve muhaldir. Bunu ne vehim, ne de akıl söyler. Bununla sadece Allah’ın kızgınlı­ğını kazanırsın. Sen kalbinde Allah’a taat ettiğini düşünüyor olabilirsin. Ama, sen, nefreti artmış olarak Allah’la karşılaşacak­sın. Çünkü amelinde ihlâsla davranmamışsın.

Allah’tan kork! Çünkü, Allah’ın razı olamadığı bir şeyle anne-babanın rızâsını talep etmen, bir aldatmadır. Kendi iddi­ana göre, onları razı etmekle Allah’ın rızâsını talep etmiş olu­yorsun. Oysa, Allah’ın sevmediği bir şeyle O’nu razı etmek istemişsin.

Dedim ki;

“Bir adam başkasının evinde veya kendi evinde birileri ile geceliyor. Onlar kalkıp gece namazı kılıyorlar. Adam, kendi evinde yalnız iken kılmıyordu. Bir-iki rekât kılıp vitirle bitiri­yordu. Veya kalkıyordu ama namaz kılmıyordu. Onları görün­ce, o da namaz kılma arzusuna kapıldı vc bu iş için kalbine bir sevgi girdi. Daha önce kendi başına yapmadığı için nefsini durdurdu. Onlarla namaza mı kalkmalı yoksa evinde nasıl idiyse öyle mi davranmalı? Bu, gündüz, bir mescitte dc olabi­lir.”

Dedi ki:

“Dünyanın ortaya çıkardığı sebepler meşgul edici, tem­belleştirici vc engelleyicidirler. Ahiret amelinin sebepleri ise harekete geçirici ve amele teşvik edicidirler. Adam evinde iken hanımıyla, çocuklarıyla rahat döşeğinde uyuma arzusu;

yemek yeme, hanımıyla sohbet etme, çocuklarıyla uğraşma, bazı hesaplarla meşgul olma vb. sebepler onu tembelleştirir­ler.

Diğer bir konu da şudur: Evinde kalkması az bile olsa sü­reklidir. Çoğu zaman da devamlılığa güç getirilemiyor. Evin­den başka bir yere gidince, kalkmasına engel olan, onu tembel­leştiren bu sebepler ortadan kalkmış olur. O’nu kalkmaya yö­nelten ve harekete geçiren sebepler ortaya çıkmış olur. Bunlar, onları namaz kılarken görme, namazları harekete geçirme, namazlarıyla onu geçmelerini bir aldanma olarak bilme, yer değişikliğinden, ses ve hareketlerden ötürü uyuyamaına ve uykunun kaçmasını ganimet bilme, uykusuzluğu namazla değerlendirme ya da yer değişikliği problem olmadığı için uyu­yabilecekken, onların, onun kalbini namaz için harekete ge­çirmeleri vb. meşgul edici sebepleri ortadan kaldıran durum­lardır. Ancak bu, kısa bir zaman, bir gece veya bir gündür, kısa zamanda biter.

Devamın azlığından ötürü, nefse hafif gelir. Nefsi onların namazına yönelten yardımcı unsurları bulunca, bunu bir ga­nimet olarak değerlendirir. Sadık bir niyet de belirmiş olabilir.

Bu bazen nefsin bir aldatmacası da olabilir. Nefis, onların kalkmasıyla harekete geçince, Allah’ı istediği vc sadık olduğu vehmini verir. Oysa onların tenkidinden, ona eksik bir gözle bakmalarından, “Bu, gece kalkanlardan değilmiş, bizde onu kalkanlardan zannediyorduk veya bu gece kıldığından daha fazla kıldığını zannediyorduk.” demelerinden ya da onların hareketleriyle harekete geçmeyince onu tembel zannetmele­rinden endişe etmektedir.

Dedim ki;

“Bu iki yönelme ve anlam arasında ne fark var?”

Riya

Dedi ki;

“Aralarında iki fark var. Nefsine şunu sorsun: Şayet yalnız olup, onu meşgul eden sebepler ortadan kalksaydı veya namaz­larından haberdar olup onu görmedikleri bir yerde namaz kıl­dıklarını görse, ama onların kendisinden haberi olmadığı için onlar gibi namaz kılmadı diye tenkitlerinden korkmasaydı veya onları bir duvar veya perdenin arkasından görseydi, namaza kalkar mıydı, kalkmaz mıydı? Eğer nefsi “Evet.” diyorsa, onlar­la namaz kılsın. Ama, “Hayır.” diyorsa, evinde kıldığına bir tek rekât eklemesin.

Oruç da böyledir. Onlar namaz kılmaz ama Kur’ân oku­yup sohbet etseler, onun kalbi bu iş için harekete geçse, daha önce gece namazı kılmadığı halde namaz kılmak istemesi de böyledir.

Yine aynı şekilde, Kur’ân vc okuma vc zikre katılmazsa bi­le uykusu kaçsa, nefsine sorsun, şayet onların görmediği bir yerde olsaydı bu Kur’ân veya vaazı duysaydı veya uykusu kaç- saydı namaz kılacak mıydı? Nefsi “Evet.” diyor ve bu işe gö­nüllü ise namaz kılsın, aksi takdirde daha önce kıldığına bir şey eklemesin.

Dedim ki:

“Onu gördükleri bir yerden onu harekete geçirdikleri zaman, kalbinde kalkmaya bir ilgi ve azim hissetse ama, nefsi zorluğa katlanamayıp “Uyu!” dediği için tembellikten veya içinden gelen bir sesin, “Kalkman uygun olmaz, çünkü evinde kalkmıyordun.” demesinden ötürü kalkmazsa, durum nasıl olur?”

Dedi ki:

“Kalp, sadece, Allah rızâsı için onlarla kalkıp kılmak istiyor, nefis de tembellik vc gevşeklikten ötürü kalkmak istemiyorsa, kalkıp kılsın. “Senin kalkman uygun olmaz.” diyen ses ise, Al-

lah’tan gelebileceği gibi düşmandan da gelebilir. Eğer kalbinde yalnız Allah için kalkmaya ciddi bir istek duyuyor, nefsi de yal­nız başına olsaydı ve onu görmedikleri bir şekilde harekete gc- çirselerdi kalkardı hissini veriyorsa, hemen kalksın. Ama, kal­binde galip duygu kalkmasının uygun olmadığı şeklinde ise, nefsi de onlar onu görmedikleri ama onun onları namaz kılarken gördükleri bir yerde bile olsa veya uykusu kaçsa ya da okuma ve vaaz sesini duysa yine de kalkmak istemediği hissini veriyorsa, kalkmasın, bir tek rekât bile kılmasın.

Dedim ki:

“Ortaya çıkan kılma niyetiyle birlikte onların övgüsünü dc arzulasa nasıl olur?”

Dedi ki:

“Kalbinde galip olan, Allah rızâsı için kalkmaksa, onların övgüsü için kalkmaktan hoşlanmıyor, nefsi ile mücadele ederek bunu reddediyor ve nefsi de eğer onların görmedikleri bir şekil­de uyandın İsa kılmaya “Evet.” diyorsa, onlarla beraber kılsın, onların övgüsü ile ilgili duyguya önem verip terk etmesin.

Bazen kul, başkasının teşvikiyle daha canlı olabiliyor. Cuma namazında olduğu gibi. Meşgul edici sebepler zail oluyor, etra­fında kılanları görüyor, o da canlanıyor. Diğer günlerde ise na­maz kılmıyor. Bu tür bir niyet de ortaya çıkınca yine kılsın. Çünkü o Allah içindir. Gece başkasıyla birlikte olunca da durum böyledir. Ancak başkasıyla birlikte olunca nefis aldatmaya daha yakındır. Öyle ise anlattığım şekliyle nefsini yoklasın.

Dedim ki:

“Ağlayan binleriyle beraber bulunsa, ama ağlaması gelmi­yorsa ve nefsi, ağlayanlar arasında katı kalpli olarak görülmek­ten endişe ediyorsa, düşünce ve tezekkürle kendini ağlamaya zorlasın mı?”

Dedi ki:

“Kalbine şunu sorsun: “Yalnız başına olduğu bir yerden, ağlama seslerini duysaydı, başkaları Allah’ın haşyetinden ağlar­ken, Allah’ın onu katı kalpli olarak görmesinden, onların, on­dan daha çok haşyet içinde olmaları endişe verir miydi?” Çün­kü, onlara nazaran kendi günahlarının çokluğunu daha iyi bilmektedir. Onun için ağlamaya çalışsın. Ama ağlayamıyorsa, ağlamasının önüne geçemeyeceği bir anı beklesin.

Çünkü böyle davranmazsa, nefsin, “Ne katı kalpli adam, rikkati, hüznü, havfı az adam.” demelerinden endişe edip et­mediğinden emin olamaz. Çünkü nefis, kendisine ikram edil­sin diye havfı izhar edebilir. Hz. Lokman’m şu sözünü duyma­dın mı?: “Yavrum, kalbin facir olduğu halde, sana ikram etsin­ler diye insanlara Allah’tan koktuğun gösterisinde bulunma!”

Dedim ki:

“Vccde gelen veya zikir esnasında kulun duyduğu âli nefes ya da bir düşünceden sayha meydana geliyor.”

Dedi kı:

“Bu ikiye ayrılır: Birisi, tekellüfle meydana gelir, içten ko­pan bir coşkudan değil. Gaye, o anda veya kendilerine aktarıl­dıktan sonra duyanların övgüsünü almaktır. Ya da, duyduğu zikirden sonra, “Ne katı kalpli, rikkati az adam.” demesinler diye nara atar. Ya da bir günah işlemiş, şakalaşma veya kahkaha gibi dinde bir eksiklik yapmış, veya onlara bir günahının akta­rıldığını zannederek, bu günahın üzüntüsünden içini çekiyor, nara atıyor hissini vermek, hakkındaki kötü imajı silmek ve değerinin düşmemesi için nara atar. Ya da onları, kendi hak- kındaki düşüncelerle şüpheye düşürmek veya havfınm, rikka­tinin, üzüntüsünün az olmadığını göstermek vc bunun rikkat vc havftan ileri geldiği hissini vermek istemektedir.

İkincisi: Kendisinin düşünmesi, tezekkür etmesi veya başkasından zikir duyması ile hüzünlenebilir, ancak bu hü­zün kalbine galip gelmeyebilir. Bunun üzerine nara atma, iç çekme, inleme gibi hususlara kendini zorlayabilir. Çünkü düşündüğü veya duyduğu husus önemli bir şeydir. Buna rağmen kalbinin, istenen seviyede rikkate gelmediğini gö­rünce, üzüntüsünden ve üzüntüyü kalbine davet etme gaye­siyle nara atar, iç çeker ve inler. Sonra, havf vc hüzünlü bir kalp sahip olduğuna delil olarak görülsün düşüncesi ortaya çıkarak, onu yapmacık hareketlere sürüklemek ister. Bunları nefyeder vc kabul etmezse bundan kurtulur. İş bittikten sonra kabul ederse yine de ameli boşa çıkmaz, ama Rabb’inin taatı üzerine kalbi hakkın övgüsünü sevince bu bir noksanlık olur. Bu hataratı kabul eder ve nara atarak durumu artırırsa sevabı gider. Ama kabul etmekle birlikte, işi olduğu kadarıyla bıraksa bile kendisinden kabul edilme­yeceği endişesini taşıyorum.

İşin bir başka yönü de şudur: Havfı düşündüğünden veya ona ait bazı şeyler duyduğundan ya da ölü bir ceset ve mezar­lık, Allah’ın azabını hatırlatan şey vb. havf ve üzüntü veren bir durumla karşılaştığından ötürü nara atar, inler veya iç çekerse bu aklına galebe çalma şeklinde olacağından, gerçek bir havfla sadece Allah için ortaya çıkmış olur.

Bazen, nara atma veya inleme heyecanı içinde düşman, halkın övgüsünün sevgisini veya ona katı kalpli vc rikkati az adam gözüyle bakarlar düşüncesini kalbine doğurur. Eğer bunu nefyederse ihlâslı olmuş, kabul ederse tasannu’ yapmış olur.

Dedim ki:

“İlk heyecan ve coşku tabii bir şekilde ortaya çıkmasına rağmen, nefis bunu nasıl yapmacığa çevirir ve müraî olur”.

Dedi ki:

“Bitirmeden önce yapmacığa çevirir. Namaz vb. böyledir. Başlar sonra düşman onu riyaya çağırır, o da bu çağrıyı kabul ederek yapmacığa girer. Bundan daha büyük olanı nara atmak, iç çekmek, inlemek, ah vah etmektir. Bunlar, önce havftan ileri gelir vc coşar. Halk için yapmacık davranma durumu söz konusu olunca, bu hareketini artınr, sesini yükseltir, acıklı bir hâl verir, inleme ve iç çekmesi de değişir. Bunun riyâ olup olmadığından şüphe edilmiştir. Çünkü bu artma ve değişiklik, ilk başladığı anla­ra benziyor. Halkın övgüsünü kazanmak için tekellüfe giriyor.

Nara ve iniltisi bitinceye kadar bunu kabul etmez, sonra kalbine, halkın övgüsü duygusu girer de onu kabul ederse, ameli boşa gitmez ama noksan olur.

Ağlama da böyledir. Hatta her işine bu durum sirayet e- dcr. Bazen halk için tekellüfe girer ve yapmacık hareket yapar. Allah rızâsını gözeterek kendini ağlamaya zorlar. Bununla bir­likte riyâ duygusu baş gösterir. O da kabul eder. Bazen hissiya­tına sahip otamadan ağlar, yine riyâ duygusu baş gösterir, o da kabul eder. Ağlama sesi yükselip, hıçkırıklar onu boğar.

Bazen ağlaması üzerine onların övgüsüne inanır, hataratı kabul eder ve ağlamasını artırır. Bu konu da namaz gibi ihtilaflı bir konudur. Başladıktan sonra riyâ duygusu ortaya çıkmakta, o da onu kabul etmektedir. Nefsinde yaptığı değişiklik de böyle­dir, bu sınıfa girer.

Dedim ki;

“Bayılma ve kendinden geçmeye ne dersin?”

Dedi ki;

“Bazen bu da tekellüfle oluyor. Bu yalancıların işidir. O’nu takatten kesen bir havf olmadığı halde kendinden geçer vc kendini yere atar, güya aklı başından gider. Bu bedenin zayıflığından ileri gelir. Ayakta veya oturarak duramadığı için düşer. Aklında ise hiçbir şey yoktur. Havfa delâlet eden işaretlerden ötürü halkın övgüsünü almak için, bir de yapmacık davranışlara girer.

Bazen düşmesiyle ortaya çıkan yapmacık hareketten daha büyük şeyler olur. Nefsi, aklı gitmeden düştüğünü anlayınca, endişeye kapılır. Bu endişe onu gerçekten aklının gittiği inancına sürükler. Hâlbuki bedenen zayıf olduğu için düşmüştür. Nefis, akimın gitmeden düştüğünü anlamala­rından endişe eder. Bu sefer de aklı gerçekten gider. Neti­cede lıavfın şiddetinden değil, riyâ ve tasannudan ötürü tekellüfe girer.

Bazen dc gerçekten aklın gitmesinden ötürü bayılır, ama hemen ayılır. Çünkü, aklı mağlup olmadan bayıldığı zannedilir endişesi içindedir. Şayet aklın mağlubiyetinden bayılırsa, daha yavaş kendinden geçer ve Allah için bayılmış olur. Çünkü havften ötürü kendine hakim olamaz. O anda düşmanı karşısında bulur. Aklın mağlubiyeti olmadığı halde bayıldı demesinler, ona saygıları artsın vc kalbindeki lıavfın güçlü olduğuna inansınlar diye, baygınlık süresini uzun tutmasını söyler.

Aklın mağlubiyetinden ötürü bayılmadığını söylerler endi­şesiyle, zayıflıktan ötürü düştükten sonra, hemen kendini to­parlaması da böyledir. Çünkü mağlubiyetten ileri gelseydi, hemen ayılamazdı.

Ayıldıktan sonra hemen kalkar, beklemez ama acele ile güçlülüğünü ortaya koymaz, gizler. Sesi kısılır, bedeni güçsüz- leşir. Aklın mağlubiyetinden ileri gelmedi demesinler diye böyle davranır. Bunun gibi aklının gitmesinden bayılır, sonra ayılır. Aklının gitmesinden bayıldığına delil olsun ve sû-i zarına neden olmasın diye, zayıflığını izhar eder.

Havf ve Hüzünde Halka Karşı Yapmacık

Hareketleri Nefyetme

Dedim ki:

“Nara atma, iç çekme ve bayılma konularındaki bu yap­macık hareketleri nasıl nefyedccek?”

Dedi ki:

“Nefsi, bıı ameli, halk için tekellüflü bir şekilde yapmayı em­redince, Allah’ın, aklı, bedeni ve kalbine muttali olduğunu ve havfı izhar etmek için, tekellüfe girdiğinden ötürü, ona kazdığını düşünmelidir. Üstelik kalbinde havf olmadığı halde, halk için bunu izhar edip Allah’tan emniyet içine girer. Bu münafıkların ahlâklıdandır. Onlar da Allah için yapmadıkları halde, ibadette tekellüfe girerler. Oysa halk olmazsa hiç yapmazlar. Allah’tan emniyet içinde havflannı izhar ederler. Çünkü onu halk için yapması vc tekellüfte bulunması, Allah’ın gazap ve kızgınlığından emin olduğunu gösterir. Allah için olsaydı veya bu konuda mağlub olsaydı, havf onun kalbini hiç heyecana getirmezdi.

Öyle ise, Allah’ın ona bakışını, Allah’ın sadece kendi havfmdan yapılanları veya havf ortaya çıksın diye girişilen te- kellüfleri ve sadece ona saygının oluşturduğu havfı kabul etti­ğini, hatırlamalıdır.

Sonra, halktan gelen dinî veya dünyevî faydası artmadığı ve övgülerini kazanmadığı halde, Allah’ın rızâsını kazanmayı O’nun kızgınlığına maruz kalma ile değiştirdiğini hatırlamalı­dır. Belki dc, kalbinde Allah’ın hoşuna gitmeyen duygular taşıdığından ötürü Allah, halkın kalbinde ona karşı olan övgü­yü siler, tenkit vc nefret yerleştirir.

Allah’ın kızgınlığından korkup sahih bir şekilde başladığı ve onunla Allah’ın rızâsını vc emniyetini ümit ettiği ameli, O’nun kızgınlığı ile değiştirmek şartıyla girdiği kayıp ve zararı hatırlayınca -ki eğer bu zarar değilse başka zarar yoktur- Allah için olan ve sahip olamadığı heyecanı tckellüfle artırma yoluna gitmez, halkın övgülerini istemez, üzüntüyü artırmaz, baygın­lık süresini uzatmaz, ayıldıktan sonra da zayıflığını izhar etmez.

Yürürken, konuşurken, namaz kılarken veya zikir esnasın­da baş eğmek, inkisar içinde görünmek de böyledir. Oysa, onu inkisara uğratacak, başının eğilmesine neden olacak ve kalbini haşyete sürükleyecek kalbî bir havf duygusu coşmamıştır. Al­lah’ın onu görmesi veya kendisini Allah’a yaklaştırmayan amel­lerinden ötürü kusuruna bakılmaması ve onunla alay edilme­yip hafife alınmaması için, Allah’tan selâmet isteyip O’na karşı nefsini zelil göstermek gayesiyle de tekellüflü bir hayâ atmosfe­rine girmemiştir. Çünkü bunlar münafıkların davranışlarıdır.

Nitekim hadîste dc, “Nifakın huşûundan Allah’a sığının!” denilmiştir. Nifakın huşûunun ne olduğu sorulunca da, “Kalpte huşû olmadığı halde bedenin huşûlu görülmesidir!” cevabı veril­miştir. İstiğfar ve Allah’ın azabından istiazeyi izhar etmek dc böy­ledir. Hz. Ömer, “Kalpte olandan fazla huşûu artırma!” demiştir.

Dedim ki: >

“Bunu nasıl nefycdecck?”

Dedi ki:

“Allah’ın ona baktığını, ona kızgınlığının havfını, halktan ona gelecek şeyin azlığını hatırlayarak bunu nefyedebilir. As­lında halktan, az bile olsa, ne dinî ne dünyevî bir menfaat ona ulaşmaz.

Allah’ın kızgınlığına maruz kalıp, hiçbir dinî veya dünyevî menfaat elde edemeden ahirette bütün amelleri de boşa çıktık­tan sonra, kim onun gönlünü alabilir? Bunu ancak bir kâfir ya da aklını oynatmış ahmak biri ya da Allah’ın gazabına vc ceza­sına aldırmayan inatçı bir facir yapabilir.

Riya

Dedim ki:

“Bazılarını görünce kalbimde bir huşû' coşuyor. Ancak nasıl başladığımı bilmiyorum.”

Dedi ki:

“Başka bir zaman huşûlu olmadığın bir halde iken, halkın nazarı üzerine geldiğinde, nefsin, içinde bulunduğu halde huşû' haline geçmek isterse, dikkatle bak, kalbine doğan nedir? Allah muttali olduğu için mi, âhireti hatırladığın için mi, yoksa başkası seni gördüğünden bir taşanımdan dolayı mı? Eğer Allah içinse devam et. Ancak sıdk içinde huşû’ başladıktan sonra, onların övgüsüne dayanmamaya dikkat et. Onlar muttali oldu diye ilk halinde taşanıma doğru bir gidiş bulursan, Allah’tan utan, O’nun kızgınlığından, yarın sıdk vc ihlâs sahibi olarak seni bilenlerin yanında perdeleri kaldırıp rczil-rüsvay etmesinden çekin.

Vehb’in rivayet ettiği şu sözü duymadın mı: “Hz. Eyyûb’c delil getirip karşı gelmek isteyen üç kişiden biri, “Ya Eyyûb, kulun nefis aldatmasıyla alenî yaptıklarının yok oldu­ğunu, gizli yaptıklarından ötürü de mükâfat aldığını bilmiyor musun!?” Bir başkası da şu sözü söylemiştir: “Allah’ım, hal­kın beni huşû sahibi bilip Senin bana kızmış olmandan Sana sığınırım!”

1 Iz. Ali'nin oğlu Hz. I lasan şöyle dua ederdi: “Allah’ım, halkın gözünde alenî olarak yaptıklarımın süslü, halvette, kendi başıma gizli yaptıklarımın çirkin olmasında sana sığını­rım. Halka karşı riyakârlığımı koruyorum. Muttali olduğun şeyleri kaybediyorum, halka güzel bir imaj vermek istiyorum, Sana karşı en kötü amellerimle rezil olmuşum, iyiliklerimle onlara yaklaşıyorum, kötülüklerimle onlardan kaçıp Sana koşuyorum, kızgınlığın bana helâl olmuştur, gazabın bana gerekli olmuştur, bütün bunlardan beni koru, ey merhametli­lerin en merhametlisi!”

Ahirette nefret edilip rezil olmaktan, Allah katında değeri­nin düşmesinden, yardım dileyince cevap verilmemekten sa­kın! Çünkü Allah’ın nazarında O’nun işlerini hafife alanı Allah da hafife alır.

Vehb b. Münebbih’in rivayet ettiği şu sözü duymadın mı? “Üç kişiden biri Hz. Eyyûb’e “Ya Eyyûb açıktan yaptıklarına dikkat edip gizli yaptıklarına dikkat etmeyen kimselerin, Al­lah’tan bir şey istediklerinde reddedilerek yüzlerinin simsiyah olacağını bilmiyor musun?”

Halk Görünce Allah İçin

Huşûlu Olmanın Alâmetleri

Dedim ki:

“Halk görünce huşû‘ vc havfta sadık kalmanın alâmetleri nedir?”

Dedi ki:

“Halk görmeden önce sadık olan, iki durumdan birisinden bulunur: Ya huşû‘ içindedir. Ya değildir. Bu konuda sadık ol­masının alâmeti şudur: Bütün halk ona muttali olsa, içinde bulunduğu halde bir değişiklik olmaz, huşûlu bulunmadığı halden huşû’ haline geçmez, var olan huşûunda bir artma ol­maz, huşûlu ise, onlar muttali oldu diye bunu gizlemez. (...)

Bununla birlikte kalbine gelen bu zikir onlar görmeden dc gelseydi yine huşû‘ içinde olacağına dair, nefsinde bir boyun eğme hissetmelidir.

İşte bunlar, huşûda sadık olmanın, bu sıdkm kalpten geldi­ğinin, sıdktan sonra halka karşı tasannu1 a meyletmekten çekin­diğinin ve nefsinden gelen çekinmenin kalbine galip geldiğinin alâmetleridir. Böyle olunca huşû‘ ondan geliyor demektir. Sanki, Allah’tan başka kimse ona muttali olmamış gibi huşûuna devam etmektedir. Sanki ondan başka dünyada kimse yoktur. Sadece, zayıf bazı hatırat doğuyor içine. Onlar da kalp tarafından güçlü bir sır, Allah’ı yüceltme ve havf ile reddedilirler.

Böyle olunca, bir taat veya mubah içinde değildir ki, de­ğişsin. Sadece Allah muttali olduğu için ve onun rızâsını ka­zanmak, yanında bulunan bol sevaptan yararlanmak, diğer tarafta güzel bir yaşantı ve nimetler elde etmek gayesiyle başka bir hale intikal eder.

İki Arkadaşı Olan Adamın Durumu

Dedim ki;

“Meselâ iki arkadaşım var. Biri zengin, diğeri ise fakirdir. Gönlüm zengin olanın yardımına daha çok koşuyor, ziyarette onu tercih ediyor, daha çok ona gidiyor vs.”

Dedi ki;

“Allah’ı istemede bu davranış bazen doğru olur, bazen yanlış olur. Doğru olanı şudur: Eğer zengin olan Allah’a daha çok itaatkar ve takvâ sahibi ise veya dinde sana daha çok faydalı oluyorsa ya da kalbin onunla beraber olduğu zaman kendini daha çok salim hissediyorsa veya ondan dinine faydalı olan bir ilim öğreniyorsan ve bu sebeplerden ötürü Allah rızâsı için ona gitmeyi tercih ediyor ve bu gitmede dünyayı talep etmiyorsan, o zaman ona daha çok gitmen, iyilikte tercih etmen evlâdır. Ama fakir olanın bundan kırılacağını ve kendini terk edilmiş olarak düşüneceğini bilirsen ikisini eşit tutarsın.

Aynı şekilde, zenginin evi sana daha yakın olduğu için onunla sık görüşüyorsan ve Allah’a ayandır ki, eğer fakirin de evi yakın olsa ve iyilik, takvâ, akrabalık, yanlarında selâmette kalma ve benzeri hususlarda eşit olsalardı, nefsin fakire gitmeyi tercih etmeyecek idiyse, işte o zaman zengini tercih etmen şüphesiz dünya içindir. Ama sen âlim bir kimse isen, zengin olanın da dinî açıdan fakirden daha zayıf olduğu için, dönmesinden veya ihmalkâr davranmasından endişe ediyor ve bu gaye ile dinde güçlenir ümidiyle ona daha çok gidiyor, iyilikte tercih ediyor ve bununla Allah'ın rızâsını gözetiyorsan, o zaman ona daha çok iyilik yapman ve gitmen evlâdır.

Dedim ki;

“Bende daha çok zengine gitme arzusunu uyandırdın. Ama fakire gitmeye engel olacak bir şey de söylemedin. Bu durumda nefsimin aldatmasından emin olamam. Bunu nasıl anlayacağım?

Dedi ki;

“Fakir bir insanın durumunu nefsine sorarsın. Fakir ve zen­gine gitmeyi gerektirecek sebepler eşit olduğu halde nefsin, zen­gine gitmeyi tercih ediyorsa, onun sadık olmadığını bilmelisin.

Dedim ki;

“İkisine dc gitme sebepleri eşit, ben de ikisine gidiyorsam, yine de endişe etmeli miyim?

Dedi ki;

“Gitme konusunda endişeye gerek yok. Ama zenginin ya­nında, fakirin yanında olandan daha çok ilim ve hikmetten söz ediyor ve huşûlu görünüyorsan, işte buna dikkatli olman gerekir. Buna dikkat ettikten sonra birine daha çok gitmen önemli değil.

İbn-i Scmmak, bir cariyesinc, “Ben Bağdat'a giderken bana hikmet kapıları açılıyor, acaba niye?” diye sorunca; cariye şu cevabı verdi: “Dilini tamahkârlık biliyor (keskinleştiriyor)!” Ne doğru söylemiş. Çünkü kul, zenginin yanında, fakirin yanında konuştuğundan daha çok hayır konuşur, huşuyla görünür vs. Bunu dünyalık bir şey elde etme tamahkârlığı ve ümidiyle yapar.

Bu riyâ kitabının sonudur, Allah’a hamd olsun.

 


Bu blogdaki popüler yayınlar

TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI

Yazının Kaynağı:tıkla   İçindekiler SAHTE HESAPLAR bibliyografya Notlar TWİTTER'DA DEZENFEKTÖR, 'SAHTE HABER' VE ETKİ KAMPANYALARI İçindekiler Seçim Çekirdek Haritası Seçim Çevre Haritası Seçim Sonrası Haritası Rusya'nın En Tanınmış Trol Çiftliğinden Sahte Hesaplar .... 33 Twitter'da Dezenformasyon Kampanyaları: Kronotoplar......... 34 #NODAPL #Wiki Sızıntıları #RuhPişirme #SuriyeAldatmaca #SethZengin YÖNETİCİ ÖZETİ Bu çalışma, 2016 seçim kampanyası sırasında ve sonrasında sahte haberlerin Twitter'da nasıl yayıldığına dair bugüne kadar yapılmış en büyük analizlerden biridir. Bir sosyal medya istihbarat firması olan Graphika'nın araçlarını ve haritalama yöntemlerini kullanarak, 600'den fazla sahte ve komplo haber kaynağına bağlanan 700.000 Twitter hesabından 10 milyondan fazla tweet'i inceliyoruz. En önemlisi, sahte haber ekosisteminin Kasım 2016'dan bu yana nasıl geliştiğini ölçmemize izin vererek, seçimden önce ve sonra sahte ve komplo haberl

FİRARİ GİBİ SEVİYORUM SENİ

  FİRARİ Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin,  Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile. Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,  Kahpelendin de garaz bağladın ahlâka bile... Sana çirkin demedim ben, sana kâfir demedim,  Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin. Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim,  Bu firar aklına nerden, ne zaman esti senin? Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine  Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine  Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek!.. Faruk Nafiz Çamlıbel SEVİYORUM SENİ  Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi  geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,  ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz, telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,  seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi  İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık,  içimde kımıldanan bir şeyler gibi, seviyorum seni.  'Yaşıyoruz çok şükür' der gibi.  Nazım Hikmet  

YEZİDİLİĞİN YOKEDİLMESİ ÜZERİNE BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

  Yezidiliği yoketmek için yapılan sinsi uygulama… Yezidilik yerine EZİDİLİK kullanılarak,   bir kelime değil br topluluk   yok edilmeye çalışılıyor. Ortadoğuda geneli Şafii Kürtler arasında   Yezidiler   bir ayrıcalık gösterirken adlarının   “Ezidi” olarak değişimi   -mesnetsiz uydurmalar ile-   bir topluluk tarihinden koparılmak isteniyor. Lawrensin “Kürtleri Türklerden   koparmak için bir yüzyıl gerekir dediği gibi.” Yezidiler içinde   bir elli sene yeter gibi. Çünkü Yezidiler kapalı toplumdan yeni yeni açılım gösteriyorlar. En son İŞİD in terör faaliyetleri ile Yezidiler ağır yara aldılar. Birde bu hain plan ile 20 sene sonraki yeni nesil tarihinden kopacak ve istenilen hedef ne ise [?]  o olacaktır.   YÖK tezlerinde bile son yıllarda     Yezidilik, dipnotlarda   varken, temel metinlerde   Ezidilik   olarak yazılması ilmi ve araştırma kurallarına uygun değilken o tezler nasıl ilmi kurullardan geçmiş hayret ediyorum… İlk çıkışında İslami bir yapıya sahip iken, kapalı bir to