Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
2005
"Hayvaniyetten
çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhim derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin
geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlenı-i nûr bulursun. İşte o
âlemin anahtarı, ma’rifetullah ve
vahdaniyet sırlarını ifade eden lâ ilahe illallah kelime d kudsiye
siyle kalbi söyletmek, ruhu işletmektir. ” gerçeğini anlayan kalb-i selim
sahiplerine...
el-muhasibi
Özgeçmiş 9
Önsöz 11
Giriş 13
Muhâsıbî’nin Hayatı ve Eserleri (Prof.
Dr. Abdulhakim Yüce) 15
Eserleri 27
a.
er-Ri’aye li
Hukûkillah 27
b.
Diğer Eserleri 29
Muhasibi ve er-Rı’aye
Üzerinde Yapılan Çalışmalar 33
A.
Batıda Yapılan
Çalışmalar 33
B.
İslâm Âleminde
Yapılan Çalışmalar 35
a.
Arapça Yapılan
Çalışmalar 35
b.
Türkçe Yapılan
Çalışmalar 35
Muhâsıbî’nin
Tesirleri 36
MÜELLİFİN
GİRİŞİ
Müellifin Girişi / Allah’ın Hakları 39
Allah’ın Hakkına
Riâyet Etme ve Yerme Getirme 43
Takva ve Mahiyeti 45
Sakınmanın (Hazer)
Anlamı; 47
Allah’ın Huzuruna
Çıkmak İçin Kul Hangi 1 lazırlıkla İşe Başlar? 48
Takvanın İzahı 50
Verâ’ın Anlamı, 52
Kulun Nefsinde
Aldannıışlığının Ölçüsü 53
Kulun Bilinesi ve
Düşünmesi Gereken İlk Şey 55
Kulun İşlerinde
Kendini Hesaba Çekmesi 56
Takva İstemede ve
Allah İçin Amellere Uymada İnsanların Derece Farkı 65
Günahta Israrı Terk
ettirip Tcvbeye Yönelten Şey 69
Allah’ın Tehdidinden
Korkmaya Götüren Şey 73
Israrlı Olan Kişinin
Israrından Vazgeçmesi 75
Kalbe Ahiret
Düşüncesini Hafifleten Şeyler 77
Himmet ve Gayreti
Teksif Etine Yolu 79
Günahta Israrlı Olanların Dereceleri 82
Nefsi Tanımada Kalbin Dikkat Edeceği I
lusııslar 89
Dikkatli Olmanın
Geleceğe Faydası 9)
Tedbirli
Olunacak Yerler 92
Allah Hakkını Sebep
ve Vakitleriyle Bilme 98
Kalbî Hatarât Anında
Allah Hakkına Riâyet 100
Tedbirli Olup Fiil
Anında Nefsi Gemleme 101
Allah Hakkına Riâyet
Edenlerin Özellikleri 103
Önce Hangi Farzlardan
Başlanmalı? 106
Farzların Yerine Getirilmesinde Hangisine Öncelik
Verilmelidir? 112
Yaptığı Ameli İfsad Edecek Yollarla Nafile İbadete
Yönelme 116
Vacibi Terk etmeden Nafilelerde
Korkulacak I lususlar 118
Oruç Konusunda Karşılaşılan Afetler 120
Faziletli İki Şeyden Birini Tercih
Etme Yolu 122
Allah’ın Emrettiği
İşlerden İkisi Beraber Ortaya Çıktığında Takınılacak Tavır 126
Allah Hakkına Riâyet Edenlerin
Dereceleri 129
Günah İşlemede Israrlı Olanların
Dereceleri 133
Ölüme Hazırlanma ve Kasr-ı Emel 138
Ölümün Verdiği Acı ve Sıkıntıyı Anlama
Yolu 143
Birinci Bölüm
RİYÂ
Riyanın Özelliği ve Mahiyeti 159
Günahkârı Amelinde İhlâsh Olmaya
Teşvik Etme 162
Riya Konusunda Açıklama 164
Riyâ İki Türlüdür 167
Riyanın Oluşması ve Sebep Olan
Durumlar 171
Tenkit Edilme Korkusu ve Başkasının
Elindekine Göz Dikme 173
Riyâ, Övülme Arzusu ve Tamahkârlığı
Kıran Hususlar 176
Amel, Kıyafet ve Benzeri Şeylerle
Yapılan Riyâ 180
Bedenle Yapılan Riyâ 181
Kıyafetle Yapılan Riyâ 181
Sözle Riyakârlık 183
Amelle Yapılan Riyâ . 183
Rıyânın Çeşitleri 184
Riyaya Engel Olan Hususlar 185
Riyadan Kaçınmanın Yolu 191
Riya Duygusunu Bertaraf Etmede İhlasın
Gücü 194
Şeytandan Sakınma Yolu 203
Şeytandan Sakınırken Hata Yapmak 206
Bâtıl ve Gerçek Arasında Fark 208
Riya Mertebeleri ve Zamanı 209
Riyanın En Küçüğü ve En Büyüğü 214
Riyaya Neden Olan Kötü Ahlâk ve İzahı 224
Riyaset 224
Mübahat (Övünme) 225
Tefahür (Böbürlenme) 226
Hasedleşme 228
Galip Olma Sevdası 228
Nefsinde Müraî Olanın Alâmetleri 230
Müridin, Gizli ve Açık Takınacağı
Tavır 231
Kulun
Amel Esnasında ve Amelden Sonra Görülmesine Sevinmesi ..232
Riyâ ve Ucbuıı Tenkidi 238
Kul Hangi İşlerde
Kesin İhlâslı Olduğunu Söyleyebilir, Hangilerinde Söyleyemez? 241
Amele Başlamadan ve
Amel Esnasında Niyetin Durumu 242
Kul Allah Rızâsı İçin
Bir Amele Başladıktan Sonra Bu Ameli Artırmak İstese İlk Niyeti Yeterli mi? 245
Niyetin Ne Olduğunun İzahı 246
Amelde Niyeti Korumanın Anlamı 248
Allah Rızâsını
Gözetmeden Bir Amele Başladıktan Sonra Pişman Olan Ne Yapmalı? 252
İnsanlar Devam
Ettiremez, Dolayısıyla Allah’a Asî Olurlar Endişesiyle Bazı Nafileleri Terk
etme 256
Uyulsun Diye Amelleri Açıktan Yapma 258
Arkadaşlarını Amele Teşvik Etmek İçin
Bir Şeyler Anlatma 261
Düşman Endişesinden ve Şöhret Korkusundan
Ameli Açıktan Yapmaya Karşı Zayıf Olmak ve Gizli
Amel Etmek 266
Riyâ Endişesiyle Ameli Terk etmek 270
Kulun 1 talkın Sevgisinden Dolayı
Sevinmesinin Ölçüsü 274
Bazı Günahlarının
Halk Tarafından Bilinmesi Durumunda Üzülmenin Ölçüsü 276
Allah Bilse Bile
Günahları Halktan Gizleme 277
Utanılması Müstahap
Olan ve Mekruh Olan Hususlar 278
Kulun Müslümanların
Tenkidinden Hoşlanıp Hoşlanmaması 282
Halk Nazarında Kötü
Bir Makama Sahip Olmayı İstememe Konusunda Sadıkların Kalp Durumu 286
Kulun Kalbinde Övgü
ve Tenkidin Eşit Olması ve Nefsi veya Rabbi İçin Arzulamasının Farkı 289
Anne-Babayı Razı
Etmek ve Âlimlerin İlminden Yararlanmak İçin Riyakârlık 292
Havf ve Hüzünde Halka
Karşı Yapmacık Hareketlen Nefyetme 301
Halk Görünce Allah
İçin I luşû’lu Olmanın Alâmetleri 304
İki Arkadaşı Olan
Adamın Durumu 305
İndeks 307
1962
doğumlu olan Abdulhakim Yüce, 1986’da Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesini bitirdi. İki yıl boyunca, alanında araştırma yapmak gayesiyle
görev almayıp, özel dersler aldı ve İlmî araştırmalar yaptı. 1988 yılında Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültcsi'nde doktora çalışmalarına ve Diyanet
İşleri Başkanlığı bünyesinde vaizlik görevine başladı. Başkanlığın
görevlendirmesiyle, Almanya'nın Köln ve Fransa'nın Paris şehirlerinde belli
sürelerle görev yaptı.
1992'de,
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin 7 a- savvııj Anabilim
Dalına., asistan olarak atandı. Aynı yıl, Razî’nin Mefatîhu’l Gayb
Adlı Tefsiri'nin İşarı Yönü (Razî’nin Tefsirinde Tasavvuf adıyla basıldı)
adlı tezini bitirerek, alanında doktor oldu. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalına Yar. Doç. Dr. olarak atandı.
1997'de Doçent, 2003’te Profesör oldu. I lalen bu görevine devam etmektedir.
Değişik dergilerde yayınlanmış bilimsel makalelerinin yanı sıra şu kitapları
yayınlanmıştır:
1.
Razî’nin
Tefsirinde Tasavvuf, İzmir, 1996.
2.
Gece İbadeti,
İzmir, 1999.
3.
Şehitlik ve
Şehitlerin Hayatı, İst. 2001.
4.
Tasavvuf ve
Bid’at, İst. 2001.
Bir
ilmi cn güzel ve doğru şekilde öğrenmek için, o ilim hakkında erbabınca
yazılmış eserleri tetkik etmek cn isabetli yoldur. Şüphesiz tasavvuf için de bu
böyledir. Tasavvufa ait, özellikle erken dönem eserlerin büyük bir kısmının
Arapça veya Farsça olması, günümüz insanlarının, onlardan yeterince
yararlanmasına engel teşkil etmektedir. Yanlış anlaşılmaların önüne geçebilmek
için, tasavvuf klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılması bir zarûret haline
gelmiş bulunuyor.
Bu
düşünceyle olsa gerek, değerli ilim adamlarımız tarafından, KuşeyrTnin
Risâle’si, Gazalfnin İhya’s\, Hucvi- rî’nin Keşfu’l-Mahcub’u,
Kelâbâzî‘nin Taarrufu, Nesefî’nin İnsan-ı Kâmil'i,
Necmüddin Kübra’nın üç risalesi, İbn Haldun’un ŞifaH’s-Sâil'i,
Serrachn Lı/mTı, Sühreverdî’nin Avârifi, İmam Rabbani ve Cüneyd-i
Bağdadî gibi zatların Mektuba?lan vb. tasavvuf klasikleri,
Türkçe’ye tercüme edilmişlerdir. Diğerlerinin de zamanla tercüme edileceklerine
inanmaktayız.
Bu
çorbada bir tuzumuzun olması düşüncesiyle biz de Muhasibi’nin er-Ri’aye’sini
tercüme etmeye karar verdik. Daha sonra Türkiye’de tasavvuf sahasında çalışan
akademisyenlerle yapılan bir toplantıda, toplantı başkanı Prof. Dr. Mustafa Tahralı
Bey, birkaç tasavvuf klasiğinin tercümesini yapan Prof Dr. Süleyman Uludağ
Bey’den, Ebû Talih el-Mekkî’nin Kûtu'l- Kulûb’u ile er-Ri’aye'den
birini tercüme etmesinin arzulandığını söyleyince, hem er-Ri’ayeıdn
tercümesini bitirmek üzere olduğumuzu söyledik, hem de bu işe girişmekle
isabet ettiğimizi anladık.
Araştırmalarımız
neticesinde bu eserin ilk defa başka bir dile tercüme edildiği kanaatine
vardık. Çünkü tahkik ve neşredilmekle birlikte, herhangi bir dile tercüme
edildiğine dair bir bilgiye rastlayamadık.
Tercümenin
yanı sıra, eserin baş kısmına müellifin kısa bir hâl tercemesini ekleyip
eserlerinden de söz etmeye çalıştık.
Eserin
orijinal adı er-Ri’aye li Hukûkillah şeklindedir. Bütünüyle kalp
kaynaklı meselelerden söz ettiği için, Kalp Hayatı adıyla
yayınlamayı uygun gördük. Yaptığımız işin öneminin bilinci içinde, tercümede
metne bağlı kalarak, elimizden gelen titizliği göstermeye gayret ettik. Ancak,
çok başarılı olduğumuz iddiasında değiliz. Yanlışlarımızın ikaz edilmesi,
tashihine yardımcı olacağı için, teşekkürle karşılanacaktır.
er-Ri’ayc’yi
Türkçe’ye çevirme niyetimi kendilerine aktardığımda çok sevinen ve her
görüşmemizde sorarak teşvikte bulunan hocam Prof. Dr. Osman Türer Bey’e
teşekkür borçluyum.
Cenâb-ı
Hak’tan, çalışmanın, İslâm kültürünün temel parçalarından biri olan tasavvufun
doğru bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olmasını diliyoruz. Kusur bizden, afv
ve muvaffakiyet O’adandır.
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
MUHÂSİBÎ’NİN
HAYATI VE ESERLERİ
(165/781-243/857)
GİRİŞ
MUHÂSİBÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
Hayatı
Muhâsibî’nin
tam adı, Ebû Abdullah Haris b. Esed el- Basrî’dir. Doğum tarihi kesin olarak
bilinmemekle birlikte kaynaklar, 165/781 tarihinde Basra'da dünyaya geldiğini
kaydetmişlerdir.’
Çocukluğunu
Basra‘da geçiren Muhasibi, ortamın fikrî ve kültürel birikiminden bir süre
yararlandıktan sonra, devrin en önemli ilim merkezi olan Bağdafa göçmüştür.
Zengin bir ailenin çocuğu olduğunu, babasının bıraktığı külliyetli mirası,
babasının kaderî fikirlerinden ötürü terk edip almamasından öğreniyoruz. Daha sonra fakir bir hayat geçirmesine neden
olan Muhâsibî’nin bu tavrı, onun zühd ve verâ’ının en güzel işaretidir. O,
babasından miras bile olsa, şüpheli olanı kabul etmemiştir. Bu olaydan, ilim
ehli bir ailede büyüdüğünü anlamak da mümkündür. Çünkü babası, kaderî
fikirleri kabullenip savunacak derecede bilgili bir şahıstır.
Muhâsibî’nin,
gençliğinde zahirî ilimleri tahsil ettiğini ve bu ilimlerde ileri seviyelere
çıktığını, tabakât kitaplarının, onun hakkındaki şu ifadelerinden anlıyoruz:
Zahirî ilimlerle bâtınî ilimleri cem’den, tasavvuf, hadîs ve kelâmda imam , bilhassa hadîste fevkalâde mahir?
bir kimseydi. Bu seviyede âlim ve daha sonra değineceğimiz ve otuza yakını
günümüze kadar ulaşan, iki yüzü aşkın eserine rağmen Muhâsibî’den çok söz
edilmemiştir. Nitekim hayâtı hakkında bilinenler, yani tarih ve tabakât
kitaplarına geçen malûmat, birkaç paragrafı geçmemektedir. Bunun nedenini,
müellifimizin yaşadığı ortamda arayanlar olmuştur. Çünkü Muhâsibî, biri Ahmed
b. Hanbe'lin başını çektiği ve Ehlü’l-hadîs olarak bilinen düşünce, diğeri de,
Vasıl b. Ata‘nın temellerini attığı Mu’tezile olmak üzere, zıt iki fikir
cereyanının hükümferma olduğu bir ortamda yaşadı. Bu dönemde Mu tezile, devlet
desteği görmekte ve fikirlerini zora başvurarak yaymaktaydı. Muhâsibî,
hadisçilere yakın ve onlarla aynı düşünceleri paylaşıyordu. Ancak, Ahmed b.
Hanbel onun kelâmî meselelere dalıp, bu konuda birtakım düşünceler ileri
sürmesinden hoşlanmamıştı. Gerekçe de, Muhâsibî’nin Mu’tezile’ye reddiyye
yazarken, onların fikirlerine uzun uzadıya yer vermesi, böylece bid’atçı
fikirlerin ümmet arasında yayılması, şeklinde açıklanıyordu. Nitekim, Ahmed İbn
Hanbel’le aralarına soğukluğun girmesinin ve inziva hayâtı yaşamasının
nedenlerinden birinin bu olduğu, kaydedilmektedir.
Ancak
Muhâsibî’nin, tabir yerinde ise, kenarda kalmasının nedeni sadece bu olmamalıdır.
Onun yaşadığı asır, hadîslerin rivayet, hıfz, yazma, toplama ve tasnifiyle
uğraşılan ve bu iş için meşakkatli yolculuklar yapılan; aynı zamanda bid’at ve
uydurma hadîs tehlikesine karşı, şahısların ve sözlerinin çok ince tenkitlerden
geçtiği bir dönemdir. Bu muhaddis ve râvîler, kendi metotlarından ayrılan ve
fıkıh olsun, vaaz olsun veya kelâm olsun, hadîs dışındaki bütün ilimleri ve
metotları şiddetle tenkit ederek bid’at damgasını vurmaktaydılar. Sünnetin
korunması gayesiyle, nasların zahirine önem veriliyor, hangi sebeple olursa
olsun, değerlendirmeler hoş karşılanmıyordu. Kısacası ilim, araştırma ve iyice
anlama (fıkıh) değil; hadîs, onun senedi ve metninden ibaretti. Hadîs üzerinde
fikir yürütmek, onun sınırlarını aşar. Ehl-i hadîs, bir âlimin herhangi bir
konuda araştırma ve içtihada dayalı bir şey söylediğini veya bir kelimemin,
Allah’ın sıfatlarından birinde bir görüş serdettiğini ya da bir nasihatçının
nefsin hallerinden birini şerh ve izah ettiğini gördüklerinde, hamiyet ve
öfkeleri kabarıyor, yaptığına kızıyor ve kendilerince tenkide medar saydıkları
bir vasfını hedefleyerek onu lekelemeye çalışıyorlardı. Cerh ve ta’dil
kitaplarında bu tür olaylar az değildir.
Selefi
bakış açısı olarak meşhur olan bu yaklaşımı Muhasibi aşmak isteyince,
şimşekleri üzerine çekti. Çünkü o, nefsin halleri, tezkiyesi ve ayıplarının
açıklanması konusunda, çok erken devirlerde söz söyleme ve kitap telif etmeye
başlamıştı. Bu konuların, sadece nasların zâhirini değil, tefekkürü bile
aşarak, çok ince bir iç gözleme ve daha sonraki dönemlerde çokça sözü edildiği
gibi, ilhama ihtiyacı bulunmaktadır. Bu türden bir yaklaşımın selefi bakış
açısıyla hoş karşılanmasını beklememek gerekir. Nitekim bu gün bile benzer
sıkıntılar yaşanmaktadır.
Diğer
taraftan Muhasibi, “11er zahidin zühdü, marifeti, marifeti aklı, aklı da
imanının kuvveti ölçüsündedir.” der ve kalp, akıl ve amel bütünlüğünü
vurgulardı. Tasavvufi tavrına rağmen, aklî yaklaşımı terk etmemiş, hatta aklın
kullanılmasını savunmuş ve özellikle Mu’tezilc ile olan tanışmalarında, onların
akılcı metodunu kullanmıştır. Bu da hadisçilerin tepkisine neden olan
hususlardan biridir.
Bu
konuda Ebû Zur’e şunları söyler; “Ahmed ve başkaları, tıpkı helâl ve haram
konularında şer’î delil olmaksızın sırf içtihatla söz söylemeyi kabul
etmedikleri gibi, sofilerden havatır ve vesveseler üzerinde konuşanları da, bu
konudaki sözleri şcr’î bir delile dayanınayıp mücerred görüş ve zevkten
kaynaklandığı için, yermişlerdir.”'’
İbn
Kesir ise şu değerlendirmeyi yapar: “Ahmed b. I lan- bcl’in Muhâsibî vb. ile
görüşmeyi hoş karşılamaması, onların sözlerinde bir nevi nimetlerden uzak durma
ve şeriatın istemediği çetin riyazet kaideleri, zorluklar ve hakkında hiçbir
emir bulunmayan dakik ve zirve seviyedeki muhâsebenin varlığıdır. İşte bu yüzdendir
ki, Ebû Zur’a er-Razî, Muhâsibî’nin er- Ri’ayc’sine vâkıf olunca, bu bid’attır,
demiş, kitabı getiren adama da, “Sana düşen Malik, Sevrî, Evza’î ve Leys’in
kabul ettiklerini kabul etmektir.” diye tembih etmiştir.”
imam
Ahmed b. Hanbel ve hadisçilerin bu tavrından olsa gerek, Muhâsibî 243/857
yılında Bağdat'ta vefat ettiğinde cenazesine, beklenenden çok az kimse
katılmıştı.
Muhâsibî’nin
düşünce süreci ile Gazalî'nin düşünce süreci benzer çizgiler taşır; ikisi de
tam bir kelâm tahsili aldı, dönemlerinin felsefî ve dinî meseleleri konusunda
çok iyi teçhiz edilmişlerdi. Kısmen olayların baskısı, ama daha çok kendi iç
ahlâkî zorlamaları sonucu, varıp karar kıldıkları netice aynı oldu: Tasavvuf.
Muhâsibî’nin,
Gazali nin Münkiz‘ine bir prototip oluşturmuş olan Vesâyâ adlı eseri, kısmen
de olsa, hayatının seyrini değiştiren fikrî olayları konu edinir. Onu etkileyen
en önemli şey, ümmetin, her biri kurtuluşun kendi tekellerinde olduğunu iddia
eden çok sayıdaki fırka ve alt fırkalara bölünmüş olmasıydı. Hayatının büyük
bölümünü bu fırkalar arasında sırat- ı müstakimi aramakla geçirdi. Hakikati
bilme ve yaşama iddiasındaki her türlü insanla görüştü, fakat hiçbirinden
tatmin olamadı. Birçokları, dünyevî makamlar ve menfaatlerle bu işi
yapıyorlardı.
Muhasibi
şöyle diyor: “Ben derinliğine tefekkür edip, u- zun uzun düşünerek, hidayete
ulaştıracak bilgi aradım. Daha sonra Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün sünneti ve
mü’minlerin icmahndan anladım ki, haris olmak insanı körleştirir ve böylece onu
hak yolu aramaktan engeller, neticede de batıla düşürür.” Bu düşünce onu, kendisine Muhasibi
adını vermeye neden olan muhasebe yapmaya ve riyazetle birlikte ahlâkî dönüşüme
sevk etti. Gördü ki, hak vc kurtuluşa götüren yol Allah korkusundan (havf),
O’nun emirlerine tâbi olmaktan, O’na tam ihlâsla ibadet etmekten ve Resûlü’nün
sünnetine tâbi olmaktan geçer.*
Muhâsibî’nin Kelâm İlmindeki Yeri
Muhâsibî’nin
hayatını anlatan yazarların ihmal etmediği bir ifade de bir usûl adamı olduğu
şeklindedir. Bağdadî, buradaki
usûl ifadesinin usûlu’d-din olduğunu belirtir. Usûlu’d- dinden kastedilen ise, günümüz kelâm
ilmidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ahmed b. Hanbel, Muhâsibî’yi, kelâm
ilmiyle ilgilenmesinden, özellikle de Mu'tezile‘ye cevap verirken eserlerine
önce onların fikirlerini yazıp sonra da bu fikirleri çürütme yoluna gitmesinden
ötürü tenkit etmiştir. İbn Han- bel’e göre Muhasibi, onların fikirlerini
eserlerine almakla, yaygınlaşmasına neden olmaktaydı. “Çünkü.” diyor İbn
Hanbel, “Onların yanlış fikirlerini okuyan kimse, bu fikri çürüten cevabı
okumayabilir veya okusa da anlamayabilir. Böylece yanlış fikir kafasına
yerleşmiş olur.”
Daha
sonra gelecek olan Gazali, eserlerinden çokça etkilendiği Muhâsibî’yi
destekleyecek ve şöyle diyecektir: “Yanlış da olsa bir fikri inceleyip
kaydetmeden çürütmek mümkün değildir.”
Siyasî
ve dinî farklılaşmaların Islâm toplumunun bütünlüğünü tehdit ettiği andan
itibaren, onun birliğini koruma fikri, kendini orta yol ya da Hz. Peygamber’in
İslâm’ı anlama ve yaşama tarzını esas alma anlamında, Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat
olarak adlandırmıştır. Gerçekte bu kavram, vahye ilk muhatap olanların, inanç,
ibadet, hukuk vc ahlak gibi bütün alanlarda İslâm’ı bir bütün olarak sonraki
nesillere aktarma yolunun temel alınmasını ifade ediyordu.
Düşünce
ekolleri içerisinde geleneğe daha fazla önem veren vc bu yönüyle öne çıkan
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir. İnancın aklî esaslarını ortaya koyma, geleneğin
dilini bilgi düzleminde tanımlama ve düşünce düzleminde temellendirme onuru
daha ziyade bu ekole aittir. İşte Sıfatiyc şeklinde adlandırılan vc Muhasibi,
İbn Küllâb (240/853) vc Kalânîsî (255/869)’den müteşekkil grup, bu düşüncenin
öncülüğünü yapmışlardır. Eş’arî’nin Sünnîliğe geçişine ışık tutan çizgi bu üç
şahsın belirlemiş olduğu çizgidir. Bunlar seleften olmakla birlikte, kelâm
ilmiyle uğraşmış ve selef mektebinin akidelerini, kelâmdan elde edilen
delillerle savunmuşlardır. Eş’arî’nın hocasıyla fikir ayrılığına düşüp onlara
katılmasıyla, onların görüşlerini kelâm metoduyla açıklamasına büyük destek
olmuştur.’9
Muhâsibî,
Mahiye tu’1-Akl ve Fehmu’l-Kur’ân adlı eserlerinde, akıl, Kur’ân ve Allah’ın
sıfatları, eşyanın yaratılışı gibi kelâmî konuları incelemektedir. Onun
tasavvufî tavrına ve itikadî konular dahil bazı meselelerde aklın
yetersizliğini belirtmesine rağmen, aklî yaklaşımı terk etmemesi, hatta yerine
göre aklın kullanılmasını savunması; özellikle Mu’tezile ile tartışmalarında
onların yöntemlerini kullanması, Ehl-i hadîs’in tepkisine neden olmuştur.
Kısacası
Muhâsibî’nin eserleri incelenince onun Ehl-i hadîs ile Mu’tezile arasında orta
yolda bulunduğu, Ehl-i Sünnet ekolünün oluşmasına öncülük eden kişilerden
olduğu anlaşılmaktadır.
Muhâsibî’nin Hadîs
İlmindeki Yeri
Zâhirî
ilimle, bâtmî ilmi cem’eden, tasavvuf, kelâm ve fıkıhta imam, bilhassa hadîste
fevkalâde mahir olan Muhâsibî, kendi nefsinde sadûk, makbul bir râvî olarak
kabul edilir.
Muhâsibî,
Bağdat gibi, devrin ilim ve irfan merkezinde neşet ettiği için, geniş bir
mürşid ve müderris kitlesinden yararlanma imkânı bulmuştur. Hocaları arasında
şu isimler zikredilmektedir: “Abdullah b. Bekr, Ebû Bekir b. Ebi Şeybe, Ebû
Davud
et-Tayalisî, Ilaccac b. Hammad, Halef b. Hişam, Ha- şim b. Kasım, Ishak b. İsa,
Muaviye b. Ömer, Osman b. Ebi Şcybe, Ömer b. Talha, Şurcyh b. Yunus, Vckı b.
Cerrah, Ya- kup b. İbrahim ve başkaları. Kendisinden ise, Ahmed b. Haşan, Ahmed
b. Kasım, Cüneyd-i Bağdadî, Ahmed b. Mesruk, İsmail b. Ishak, Hüseyin b. Hayran
vc başkaları rivayette bulunmuşlardır.
Hadîste
imam olmasına rağmen Kütüb-i Sitte‘de rivayeti yoktur. Bunda bilhassa kendisini
hadîs rivayetine hasretmeme- sinin yanında, muasırlarından gördüğü muhalefetin
tesiri olduğu düşünülebilir. Bu sebeplerden ötürü, eserlerinde zikrettiği ve
çoğu Kütüb-ü Sittc’nin bir kısmında farklı senetlerle yer alan hadîslerin, bu
kitaplardaki senetlerine adı girmemiş olmalıdır.
Eserlerinde
hadîslerle bolca istişhadda bulunan Muhâsibî, haliyle bir hadîsçi gibi hareket
etmemişti. O cemiyetin derin denizler halini alan ve içinde çok insanın
boğulduğu, az insanın kurtulduğu ihtilaflarını müşahede etmiş, insanların
dünyalıklara, riyaya, kibre vb. kötü ahlâklara gark olmuş durumlarını tahlil
ederek tedavi yollarını aramıştı. Bu sebeple O’nun için hadîsin muhtevası
önemliydi. Filhakika bu bütün zahid vc sûfîler için ortak bir tutumdur.
Bu
açıdan Muhâsibî’nin hadîs rivayetlerini incelediğimizde genellikle hadîsleri
senetsiz olarak zikrettiğini görürüz. Bu büyük ölçüde yazış gayesinden
kaynaklanan bir durumdur. Hadîs şevkinde kullandığı eda sigaları bu durumu
gösterecek mahiyettedir. Fakat bu tespit O’nun hadîsleri hep senetsiz rivayet
ettiği anlamına gelmemelidir. Özellikle ilk dönemlerinde yazdığı eserlerde,
meselâ Fchmu’l-Kur’ân‘da hadîsleri genellikle senetli vermiştir. Ancak
Muhâsibî, daha ziyade sa- habi râvîleri zikretmekle yetinir. Bazen de senedi
vermemekle birlikle, ittisal vc inkita’ına işaret eder.
Muhâsibî
nadir de olsa, senet tenkitleri yapar. Kısacası senet konusunda Muhâsibî işin ehli
biri olarak karşımıza çıkar.
Muhâsibî’nin
rivayet ettiği hadîslerin çok az bir kısmı, laf- zen, meşhur kitaplarda bulunan
hadîslerle uyuşmamaktadır. Bu durum, cr-rivaye bi’l-mânânın caiz olması
prensibiyle açıklanabilir. Çünkü Muhâsibi nin dönemi henüz tasnif dönemidir.
Tasnif döneminden sonra cr-rivaye bi'l-mânâya ihtiyaç kalmamıştır. Bazen
rivayet farklılıklarına da işaret etmiştir.
Muhâsibî’nin
ulaşılabilen eserlerinde kullanmış olduğu tnerfu 497 hadîsin sıhhat ve zaaf
durumunu tesbit etmek kolay değildir. Çoğu senetsizdir ve kendisi Kütüb-ü
Sitte’nin müelliflerinin hepsinden önce yaşamıştır. Dolayısıyla bu hadîslerin
meşhur hadîs kitaplarındaki senetlere göre tashih vc tazyifı yerine, bir
asıllarının olup olmadığına göre değerlendirilmesi daha uygun olur
kanaatindeyiz.
Bu
prensibe göre hareket edilirse, tesbit edilen 497 hadîsin 426 tanesinin
asılları mevcuttur. Geriye kalan 71 hadîsin bakı- labilen hadîs musannafatında
bir asılları bulunmamıştır. Ancak aslı bulunmayan bu hadîslerin tamamına
yakınının şahidlcrinin olduğunu belirtmeliyiz. Bu durumda, bunların
görmediğimiz veya bize ulaşmayan bir asıllarının olması uzak bir ihtimal
değildir. er-Ri’ayc’dc aslı
bulunmayan 31 hadîs vardır. Telif ettiği ilk eser olan Fchmu’l-Kur’ân‘da ise
bir tane aslı bulunmayan hadîs vardır.
Burada
şunu düşünmek mümkündür: Muhâsibî, ehl-i hadîs muhitinde bulunurken onların
yanında mütedavil olan hadîsleri kullanmıştır. Zamanla onların muhitinden ayrılıp zahid ve
sûfîlerin çevresine dahil olunca, bu sefer onların yanında yaygın olan,
dikkatlerini, meraklarını teksif ettikleri muhtevadaki hadîsleri kullanır
olmuştur. Gerçekten de aslı bulunmayan söz konusu hadîslerin .ilgili oldukları
mevzular da bizi böyle düşündürecek mahiyettedir. Bu hadîslerin hemen hepsi
zühd, dünya, kibir, riyâ, ihlas havf-recâ, zikir, adâp vb. ahlâk-ı hasene veya
seyyi’e ile ilgilidir.
Bu
tür hadîsleri kullanmasında terğib, terhîp ve ahlâkla ilgili hadîsler
konusunda hadîs âlimlerinin mütesahil tutumları da rol oynamış olmalıdır.
Şurası bir vakıadır ki, muhaddisler mezkûr konulardaki hadîslerde, ahkâm
hadîslerinde gösterdikleri titizliği göstermeyip bu konularda zayıf hadîsleri
kullanmakta beis görmemişlerdir. Abdurrahman b. Mehdi ve Ahmed b. HanbcFin
sözlü beyanlarının yanında39 Abdullah b. el-Mübarek‘in
Kitabu’z-Zühd'de, Buharî’nin el-Edebu’l-Müf- red'de kullandığı hadîsler bunun
açık delilleridir. Muhâsibî de bu espriye uygun hareket etmiş olmalıdır.
Tasavvufu
bir nevi mistisizm olarak gören ve mistisizmi insanlığın mah, ortak tavrı, her
dinin özü ve muharrik gücü şeklinde tavsif eden müsteşrikler, İslâm’la
ilgili, özellikle tasavvufu konu edindikleri çalışmalarında bütün gayretlerini,
bu müessesçin İslâm dışı etkilere borçlu olduğunu kabul ettirmek için
harcamışlardır. Bu insanlardan şunun veya bunun insaflı veya objektif olduğunu
söylemek, mutlak bir hakikati ifadeden çok, bir nispet vc derecelendirme
gösterecektir. Onlardan hiçbirinin tamamen objektif ve art niyetten uzak
olduğunu söyleyebilmek, üzülerek belirtelim ki, mümkün olmuyor. İnsanlığın ilim
ve tefekkür tarihi bakımından derin bir üzüntü olarak karşımızda duran bu olgu,
ne yazık ki, bir gerçektir.
Bu
düşüncenin doğru olmadığının en büyük delillerinden birisi de Muhâsibî vc
eserleridir. Derin bir tefekkür ve araştırma ürünü olan eserlerinde dış
tesirin izini bulmak mümkün değildir. Bu eserler tamamıyla, Kur’ân vc hadîsin
oluşturduğu genel kültürün ürünleridir. Batılı ilim adamlarının yeterince
ilgilerini çekmemesinin nedeni de bu olmalıdır. Nitekim Nicholson, üçü
tasavvufla ilgili olmak üzere, İslâm dini ve Müslümanlar hakkında yazmış olduğu
dört kitabında, Muhâ-
sibî’den bir defa bile söz etmemiştir. Ancak, İslâm Kültürü adlı eserinde kısa
bir paragrafla söz edip geçmektedir.
Diğer
yazarların da genel tavrı bu şekildedir. Etraflı bir inceleme yapmadan
Muhâsibî’den çok kısa birkaç cümle ile söz eder ve konuyu şöyle bağlarlar:
“Muhâsibî 1 Iıristiyanlıktan etkilenmiştir.” Bu iddialarına delil olarak da,
onun bazı eserlerinde, Hz. İsa'nın bazı sözlerini vc İsrailoğulları' ndan bir
iki hikâyeyi aktarmasını gösterirler.
Oysa
âyet ve hadîslerde bu tür aktarmalar olduğu gibi, birçok Islâm âlimi de
benzeri söz ve hikâyeler aktarmışlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd adlı
eserinde, Hz. İsa'dan öğütler; I İz. İsa’dan hikmetler ve Hz. İsa’nın zühdü adı
altında üç fasıl ayırmıştır. Ama hiç kimse onun Hıristiyanlıktan etkilendiğini
iddia etmemektedir.
Muhâsibî’nin
hikmet kavramını kullanması da bu etkilenmeye delil gösterilemez. Çünkü Kur’ân37
ve hadîste hikmet kavramı kullanılmış; müfcssir ve
şarihler bunun üzerinde genişçe durmuşlar ve neticede hikmetin, Allah’ın
inâyetiyle oluşan dinî bilgi ve marifet olduğunu söylemişlerdir.
Öyle
ise Muhâsibî’nin, Hıristiyanlıktan etkilendiği iddiası isbatlanması güç ve
delilden yoksun bulunmaktadır.
Muhasibi,
İslâmî konularda yoğun bir telif döneminin başladığı asırda yaşamıştır. I
layatını anlamken kısaca değindiğimiz gibi, bazı saiklerden ötürü, biraz
kenarda durması, onu çok eser vermeye sevk eden sebeplerden biri olmalıdır.
Yetmiş beş seneyi aşkın ömrünü verimli bir şekilde değerlendiren müellifimiz,
hepsinin adı ve muhtevası bilinmese bile, iki yüz civarında esere imza
atmıştır. Hadîs, kelâm ve tasavvufta imam, fıkıhta ise önemli bir yere sahip
olan Muhâsibî, en çok tasavvuf konusunda yazmış ve bu arada kelâm ve hadîsle
ilgili birçok konuya da temas ederek eserler vermiştir.37
Biz
gelecek satırlarda, kaynaklarda adı geçen ve dünyanın değişik kütüphanelerinde
el yazması şeklinde bulunan veya tahkik edilerek basılan vc onun imzasını
taşıyan eserlerinden, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, muhtevalarına bakarak
kısaca tanıtmak istiyoruz.
Muhâsibî’nin,
tercümesini yapmaya çalıştığımız bu eseri, 550 sayfayla en hacimli eseridir.
İlk defa Margaret Smith tarafından 15 sayfalık mukaddime eklenerek neşredilen
(Londra. 1940) eser, daha sonra tahkik edilerek Abdulhalim Mahımıd ve Talıa
Abdulbaki Surûr tarafından yayınlandı (Kahire, 1958). Üçüncü defa Abdulkadir
Ahmcd Ata tarafından tekrar tahkik edilerek basılmıştır (Kahire, 1970). Ancak
Margaret Smith ve Abdulhalim Mahmud ile Abdulbaki Suriîr’un daha önce
yapakları neşirden söz etmemesi manidardır. Biz tercümemizde bu son neşri
kullandık.
' Taşköprüzadc, Mevzuat, 1,
781; Attar, Tezkire, 303; cş-Şa’ranî, et-Tabakat, I, 64; Hücvirî,
Kcjfıı'l-Mahcûb, 206; Bağdadî, Tarihu'l-Bağdad, VIII, 211;
Şehrisunî, Milel, I, 40.
Hadîslerin
kaynağı dipnotlarda verilmiştir, ancak, tertibi bizim alışageldiğimiz şekilde
olmadığı için, hadîslerin kaynağını verirken, yeniden gözden geçirdik.
er-Ri’aye,
tamamıyla bir tasavvuf ve ahlâk felsefesidir. Dokuz bölümden oluşan eserin
giriş mahiyetindeki birinci bölümü, Allah hakkını kavram olarak açıkladıktan
sonra, nelerin Allah hakkına dahil olduğunu, âyet ve hadîslerin ışığında sıralar.
Eserin
en uzun olan (147 sayfa) birinci bölümü riyaya ayrılmıştır. Riyâ, çeşitleri,
gizli olanı açık olanı, kibir ve ucubla karışık olanı, ne zaman ve ne şekilde
ortaya çıktığı, en küçüğü ve en büyüğünün özellikleri, riyâdan ötürü nafileleri
terk etme, topluluk arasında ve yalnızken riyanın durumu, anne babaya karşı
riyâ ve benzeri konular, derinlemesine ele alınmaktadır.
İkinci
bölüm, arkadaş ve dostlarla görüşme, bu görüşmeler sırasında başa gelen manevî
tehlikeler, nefsin onlarla uygun olmayan şeylere dalması, nefsin özellikleri ve
kandırma yolları gibi meseleler ele alınmaktadır. Üçüncü bölüm de yine nefse,
özelliklerine ve rağbet ettiği şeylerin izahına ayrılmıştır.
Dördüncü
bölüm ucba ayrılmış. Amel, yanlış düşünce, i- lim, dünya malı ve makamları, soy
sop ve sayı çokluğuyla yapılan ucub, geniş bir şekilde tahlil edilmektedir.
Beşinci
bölüm kibri ele almaktadır. Çeşitleri, ortaya çıkış yerleri, riyâdan ileri
geleni, dünya malı ve makamları, ilim, soy sop, amelden kaynaklananı, kibri yok
etmenin yolu, bid’at ehli ve kâfirlere karşı kibir vb. konular bu bölümde ele
alınmaktadır.
Altıncı
bölümde ise, aldanma konusu işlenmektedir. Diğer aldanmaların da sebebi ve
neticesi olduğundan, başta Allah ile aldanma konusu ele alınmıştır. Daha sonra
rccâ ile aldanmanın farkı, ilim, amel, hadîs ve Kur’ân ezberleme, değişik fırkalarla
tartışma, verâ’, uzlet, gazve, hac, gece ibadeti, takva, ihlâs vb. konularla
aldanma meselesi, değişik temsillerle izah edilmektedir.
Yedinci
bölüm haset konusunu ele alır. Hasedin özellikleri, haram ve mübah olanı,
düşmanlık ve kinden ileri gelen çeşidi, neticede düşmanlık ve kine neden olan
türü, hasede sebep olan genel konular, hasedi nefyetme yolu, hasedin bir zulüm
olup olmadığı konulan İncelenmektedir.
Son
bölüm olan müridlerin te’dibi bölümü ise, ahlâken kendini bir yere kadar
düzeltmiş, Allah hakkına riâyet etmede titizlik kazanmış kişilerin, bu
durumlarını koruyabilmeleri için dikkat etmeleri gereken hususları konu edinir.
1. Adâbu’n-Nüfus: Takriben 113
sayfa olan bu eserde, nefis ve nefsin ahlâkî durumları tahlil edilmekte,
nefsin te’dip ve terbiyesi için gerekli tasavvuf! eğitime işaret edilmektedir.
Marifet, tevessül, dil ve kalple yapılan ameller, ahlâkî özellikler, tevbe,
niyet, murâkebe, yakîn, kibir, gaflet, irâde, sıdk, hevâ, riyâ, sabır., gibi
konulara değinilmektedir. Basılmıştır. (Beyrut, 1988)
2. Faslun min Kitabi’l-Azama: Yaklaşık
beş varaktan oluşan bu eser, baştan sona kelâmî konulardan söz etmektedir. Yer,
gök ve içindekilerin yaratılışı, düzeni, insanın yapısı, Allah’ın varlığı ve
birliğinin delilleri ve sıfatları gibi konuları inceler. Yazma, Carullah, nu.
1101.
3. Fehmu’s-Salât: Salât (namaz)
kavramının anlamı, namazın şartları, adâbı, erkanı, Allah’ın divanına durma,
huşû‘, tazarru', havf, reca, kalbi dünyevî endişelerden temizleme ve Allah’ın
büyüklüğünü düşünme, abdest ve şartları ve namazın dışındaki adâb.. gibi
konulan inceler. Yazma, Carullah, nu. 1101.
4. el-Kast ve’r-Rucû’ İlellah: 110
sayfa civarında olan bu eser, Allah’a yöneliş, O’na sığınına, tevbe, nefis
muhâscbcsi, verâ’, zühd, takvâ, hikmet, muhabbet, haya.. gibi konuları inceler.
Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Kahire, 1980).
5. Mahiyetu’l-Akl ve Mânâhu ve İhtilafi’n-Nasi fihi: Allah’tan
akıl (el-Aklu mınellah), aklın mahiyet, sınırı, Arapça’da kullanılışı,
ğariza-i aklın mahiyeti, tefekkür, aklın Allah’ı bilme durumu., gibi konulardan
söz eder. Önce Ahmet Ateş tarafından tahkik edilmeden neşredilmiştir. (Leydin,
1968). Daha sonra Hüseyin el-Kuvvetli tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Beyrut,
1971).
6. el-Mekâsib ve’l-Verâ* ve’ş-Şübühât: 1
ler türlü rızkın ve gücün Allah’a ait olduğu, tevekkül, rızık elde etmek için
çalışmak, kesbin meşru şekli, verâ’ ve mahiyeti, selefin yeme ve içmede tavrı
gibi konuları işler. Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek basılmıştır.
(Kahire, 1969).
7. el-Mesâil fi A’mali’l-Kulûb ve’l-Cevarih: Zühd,
ameli gizli yapmak, şöhret, nafile ibadetler, gına, vesvese, fakr, şükür, samt,
nefis, gaflet, unutkanlık, kibir, haset, aldatma, riyâ, şeytan, evrad, kalp
amelleri gibi konuları inceler. Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek
basılmıştır. (Kahire 1969).
8. Kitabu’l-İlm: Bu risalede
genel batlarıyla ilim ve çeşitlerinden söz edilmektedir. Mukaddime ve
fihristlerle birlikte 159 sayfadır. Muhammed el-Abid Mezalî tarafından tahkik edilerek
basılmıştır. (Tunus, 1975).
9. Risale tu’l-Müsterşidîn: Sünnete
uymanın gerekliliği, niyet, takvâ, nefis muhâsebesi, rızâ, kötü zan, haset,
kibir, kalbi bozan şeyler, sıdk, sabır, kanaat, zühd, üns, rızâ vb. konuları
inceler. Abdulfettah Ebû Gudde tarafından tahkik edilerek
basılmıştır. (Halep, 1964). Faruk
Beşer tarafından Selefi Tasavvuf adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
(İstanbul 1990). Ancak baskısı çok düzensizdir. .
10. Şerhu’l-Ma’rife ve Bezlü’n-Nasiha: Ameli
mârifet- Ic yapmak, kimseye vaatte bulunmamak, yalandan sakınmak, linet
etmemek, kimseyi küfür ve şirkle suçlamamak, zahir bâtın hiçbir mâsiyete
yönelmemek, insanların elindekine göz dikmemek, tevazu sahibi olmak gibi
konuları inceler. Yazma, Şehit Ali Paşa, (nu: 1345/9).
11. el-Vesaya (en-Nesaih): Takvânın
delilleri, dinin fesada uğraması, hevânın galip gelmesi, malın en büyük fesad
sebebi olduğu, kanaat, tevazu, helâl ve mahiyeti, iktisad, cimrilik, uzlet,
şeytanın tuzakları, amelle kibir, kalp ve organların görevleri, aklın şerefi.,
gibi konuları ele alır. Daha önce I I. Kittcr tarafından (Roma, 1935), sonra da
Abdulkadir Ahmed Ata tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Kahire, 1965).
12. Kitabu’t-Tevehhüm: Bu
eser, ölüm sekcrâtı, kabir azabı, ahiret hayatındaki ceza veya mükâfat, Cennet
nimetleri, ('ehennem azabı vb. durumların göz önüne getirilmesini ve ona göre
hayata yön verilmesini işler. Önce A. J. Arberry taralından (Kahire 1937),
daha sonra Andrc Roman tarafından tahkik edilerek basılmıştır (Paris, 1978).
Abdülaziz Flatip tarafından Ahiret Perdesini Aralarken adıyla Türkçe’ye tercüme
edilmiştir. (İstanbul 1995).
13. Bed’u men Enabe İlellah: Nefs-i
emmâre, onun terbiyesi, nefsin hileleri, tevbe edenlerin makamları gibi konuları
işler. 11. Ritter tarafından basılmıştır. (Roma 1935).
14. Fehmu’l-Kur’ân ve Mânâhu: er-Ri’ayeden
sonra en hacimli eserdir. İki yüz elli sayfa civarındadır. Tamamıyla kelârnî
konuları inceler. Kur’ân’ın anlaşılması, üstünlükleri, Kur’ân fıkhı, Allah’ın
sıfatları, isimleri, İlâhî irâde, beda, nesli,
Kur’ân’ın
mahlûk olup olmadığı, değişik fırkaların görüşleri ve yanlışlıkları gibi
konuları etraflıca ele alır. Önce Ahmet Ateş tarafından (Leydin, 1968), daha
sonra Hüseyin el-Kuvveti i tarafından tahkik edilerek basılmıştır. (Beyrut,
1971).
15. Adâbu’n-Nufûs: Adından da
anlaşılacağı gibi, nefsin mahiyeti ve onu te’dip etmek için uygulanacak
metoddan söz eden yüz sayfa civarında bir eserdir. Abdulkadir Ahmed Ata
tarafından tahkik edilerek basılmıştır (Beyrut, 1988).
16. el-Hubbu Lillahi Tâ’âla ve Meratibu Ehlihi: el-
Vcsaya ile bir arada H. Ritter tarafından tahkik edilerek basılmıştır (Roma,
1935).
17. el-Halvetu ve’t-Tevekkülü fi’l-îbadeti ve Dere-
câti’l-Abidîn: A. Abdulhalife tarafından tahkik
edilerek basılmıştır. (Beyrut, 1954).
18. Vahdu’t-Nizam ve Vahdaniyyetu’l-Lah: 63
sayfa olan bu risâle kelâmla ilgili konuları ele alır. Abdulkadir Ahmed Ata
tarafından Müslümanların inançlarıyla ilgili üç risâle adı altında tahkik
edilerek neşredilmiştir (Kahire, 1977).
Konuyu
kapatmadan önce, Muhâsibî’nin kitaplarını telif ederken takip ettiği metoda da,
birkaç cümle ile değinmek istiyoruz. Muhâsibî’nin eserlerinin çoğu bize, ders
muhavereleri halinde, umumiyetle, ismi belirtilmemiş bir talebesinin 'Dedim
ki” sözü ile başlayan sorular sorması ve Muhâsibî’nin hoca sıfatıyla
“Dedi ki:” ile başlayan cevaplar vermesi şeklinde intikal etmiştir.
er-jRTaye’de de metod bu şekildedir.
Ebû
Nuaym bu konuda şöyle bir bilgi aktarır: “Cüneyd şöyle dedi: “Haris el-Muhâsibî
bizim eve gelir ve “Kalk beraber sahraya çıkalım.” derdi. Ben de ona, “Beni
nefsimden emin olduğum bu uzlet halimden ayırıp, afet ve şehvetlerle karşılaşacağım
yollara mı çıkaracaksın?” derdim. O da, “Sen benimle
gel,
korkulacak bir şey yok.” derdi. Beraber çıkardık, sanki yollar bomboştu, hoş
olmayan hiçbir şey görmezdik. Onun oturduğu yere vardığımızda bana derdi ki,
“Şimdi sorularınr sor!” “Aklıma, soracak bir şey gelmiyor.” deyince, “Nefsine
doğan şeylerden sor.” derdi. O zaman sorular peşpeşe gelmeye başlardı. Hepsine
anında cevap verirdi. Sonra da evine geçer onları kitap haline getirirdi.”
Bu
metod, er-Ri’aye için de uygulanmış olmalıdır. Çünkü tamamı soru ve cevaplardan
oluşmaktadır. Fakat soru soranın kim olduğunu tesbıt etine şansına sahip
olamadık. Ancak (’üneyd veya o çapta biri olmalıdır, zira sorular, bilen
birinin ağzından çıktığını gösterecek şekilde seviyelidir. Soru soranın, cevap
veren şahıs, yani Muhâsibî olması da ihtimal dahilindedir.
Muhâsibî ve er-Ri’aye
Üzerinde Yapılan Çalışmalar
Daha
önce de işaret ettiğimiz gibi, Batılı ilim adamları, Muhâsibî’ye pek
eğilmemişler ve eserlerinde ona yeterince yer vermemişlerdir. Batıda ilk defa
L. Masignon İlmî bir yaklaşımla Muhâsibî’ye eğilmiş ve La Passıon de
Hallaj (Paris, 1975) adlı eserinin birçok yerinde ondan sözetmiştir.
Daha sonra kaleme aldığı Essai Sur les Origines... (Paris, 1954) adlı eserinde
Muhâsibî’ye özel bir bölüm ayırmıştır. Masignon’dan sonra batıda Muhâsibî
üzerine yapılan araştırmalardan görebildiğimiz veya haberdar olduklarımızı
şöyle sıralayabiliriz:
1.
Margaret
Smîth, An Early Mystic of Baghdad, (Londra, 1935). Yazar bu
eserinde, Muhâsibî’nin hayatını, fikirlerini, eserlerini ve eserlerinin
yazmalarının bulunduğu kütüphaneleri incelemektedir. Bu çalışma Batılı
araştırmacıların Muhâsibî hakkındaki düşüncelerine müsbet yönden etkili olmuştur.
Ayrıca yazar, W. Gibb Armağanı içerisinde er-Ri’ayeyi neşretmiştir
(Fasikül 8, s. 19-343, Londra, 1940).
2.
Hehnot Ritter,
Muhâsibî’nin, Bed’u Men Enabe Ileyhi, (Roma 1935) el-Vesaya
(Roma, 1935) ve el-Hubbu Lillahi Te’âlâ (Roma, 1935) adlı
eserlerini neşretmiştir.
3.
A. J. Arberry,
müellifimizin, Kitabu’t-Tevehhüm adlı eserini tahkik ederek
neşretmiştir (Kahire, 1937). Andre Roman bu eseri ikinci defa tahkikli bir
şekilde neşretmiştir (Paris 1978).
4.
Kermit
Schoonver, al-Muhâsibî and his al-Ri’aya, (Müslim World, sayı,
39, s.26-36, Haziran, 1949). Yazar bu makalesinde, doktora tezinde
Muhâsibî’nin bir risalesini özetlediğini ve onda Yunan veya Hind tesirine
rastlamadığım ifade etmektedir.
5.
J. Van Ess, Die
Gedankenıvelt des Harit al-Muhâsibî, adıyla bir çalışma yapmıştır
(Bonn, 1961).
6.
R. Arnaldez, al-Muhâsibî,
The Encyclopaedıa of İslam. (Leıden-New York, 1993). Ansiklopedinin bu
maddesinde Muhâsibî’nin hayâtı ve eserleri hakkında çok kısa bir şekilde bilgi
verilmiştir.
B.
İslâm Âleminde Yapılan Çalışmalar
a. Arapça Yapılan Çalışmalar »
Arap
aleminde de Muhâsibî üzerine yeterince çalışıldığı söylenemez. Nitekim bazı
eserleri henüz bulunmazken, tespit ı'dilenlerin bir kısım henüz
neşredilmemiştir. Hayatı, fikirleri vc eserleri üzerinde yapılan ilk kapsamlı
çalışma, Abdulhalim Mahmtıd un, al-Mohasibi Un Mystique Musultnan
Religieux et Moraliste (Paris, 1940) adlı doktora tezidir. Daha sonra Üstazü’s-
Sairîn el-Haris b. Esed el-Muhâsibî (Kahire, 1992) adıyla bir eser
kaleme alan A. Mahmud, bu eserin doktora tezi ile irtibâtından söz etmemiştir.
Abdulhalim Mahmud, Mevsu’atu’l-Turasi’l- hısaniyye içinde (c. IV.
s. 761-784) cr-Ri’ayc’yi tanıtmıştır.
Taba
kât, tarih vc klasik tasavvuf kitaplarında Muhâsibî’nin hayâtı, eserleri ve
fikirleriyle ilgili verilen bilgileri hesaba katmazsak, yukarıda verdiğimiz
eserlerinin tahkik vc neşri dışında, Arap âleminde yapılan başka bir çalışmadan
haberdâr olamadık.
b. Türkçe Yapılan Çalışmalar
Ülkemizde
Muhâsibî üzerinde yeterince çalışıldığını söylemek mümkün olmamakla birlikte,
yapılan çalışmaların daha değişik vc muhtevalı olduklarını söylemek isabetsiz
olmasa gerek. I laberdâr olduklarımızı şöyle sıralayabiliriz:
1.
I lüscyin
Aydın, Mııhâsibî'nin Tasavvuf Felsefesi. Doktora «. .ılışması.
Yapılan ilk çalışma olması bakımından önemlidir. Girişte kısaca Muhâsibî’nin
hayatından söz edilmiştir. (Ankara, 1976).
2.
Abdullah
Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadîs. Yazarın doktora
çalışması olan eserin üçüncü bölümü, Söylenenlerin Işığı Altında
el-Muhâsibî, adını taşımakta ve müellifimizin hadisçiliği ele
alınmaktadır (İstanbul, 1986).
3.
Emrullah
İşler, Muhâsibî ve Fehmu’l-Kur’ân'ı, (Ankara, 1979). Yüksek
lisans tezi olan bu çalışmada, Muhâsibî’nin hayâtı, kısaca, anlatıldıktan
sonra, tefsir ilmi açısından Fehmu’l- Kur’ân tahlil edilmektedir.
4.
Şahin Filiz, Muhâsibî,
Hayatı, Eserleri ve Fikirleri. Basılmamış yüksek lisans tezi (Konya,
1990). Yazar ayrıca, Muhâsibî ve Bazı Tasavvujî Problemler adıyla
bir makâle kaleme almıştır. (S.Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, sayı, 4; s.181-187.
Konya, 1991).
5.
Nadim Macit, Ehl-i
Sünnet Ekolünün Doğuşu. Yazar bu eserinde, Kâlânîsî ve İbn Kullâb ile
birlikte Muhâsibî’nin, Ehl-i Sünnet ekolünün doğuşunu hazırlayan kişiler
olduklarını, kısaca bazı kelâmî konulardaki fikirlerinden örnekler vererek,
açıklıyor. (Erzurum, 1995).
Muhâsibî’nin
birçok eserinin günümüze ulaşmış olması, onun asrından itibaren büyük tesirler
bırakan, kabul gören ve sevilen bir kimse olduğunu gösterir.
Tasavvuf
klasikleri olarak meşhur olan eserlerin hemen tamamında Muhâsibî’nin tesiri
açık bir şekilde görülmektedir. Kuşeyrî ve Hucvirî gibi eserlerinde tasavvuf
ricalini de inceleyen müellifler, bu bölümlerde Muhâsibî’ye yer ayırdıkları
gibi, tasavvufla ilgili konuları incelerken de ondan sık sık söz eder ve
alıntılar yaparlar.
Meselâ,
Serrac (378/988), vera’, sûfîlerin ilme uyma konusundaki âdâbı, sema‘, sıdk,
ihlas, kerem ve itibar; Kclâbâzî (380- /990), Allah’ın kelâm sıfatı, şükür,
vera’ ve mücahcde; Kuşeyrî (465/1072), vera’, tevekkül, sıdk, fütüvvet, huluk,
muhabbet ve sema’; I lucvirî (470/1077), fakr, rızâ, hal, keramet, gaybet-
huzur, iman, muhabbet ve sohbet adabı; Sühreverdi (632/1234), kendini tanıma,
verâ' vc rızâ konularını işlerken Muhâsibî’den alıntılar yapmışlardır.
Üzerinde
Muhâsibî’nin etkisinin en bariz bir şekilde görüldüğü kişi ise Gazalî (505/111
l)’dir. Meselâ, Zahid el- Kevserî, Muhâsibî’nin Gazalî üzerinde etkisinin büyük
olduğunu ve er-Ri’aye’sini tamamıyla İhya içine yerleştirdiğini söyler.
Münavî
de şunları söyler: “Et-Temimî anlatıyor: Muhâsibî, fıkıhta, tasavvufta,
hadîste, kelâmda ve daha başka hususlarda Müslümanların imamıydı. Sayıları iki
yüze varan derli toplu ve faydalı eseri vardır. er-Ri’aye adlı eseri, bu konuda
sayıları çok olan yazarlar için temel teşkil etmiştir. İlıycîda
şöyle denilmektedir: Muhâsibî, muamelât ilminde ümmetin en hayırlısı idi.
Nefsin ayıplarını, emellerini, afetlerini ve ibadetlerin hakikatlerini
araştırmada o, herkese öncülük etmiştir.” ”
Daha
önce de belirtildiği gibi Gazalî, Muhâsibî ile Ahmed b. I lanbel arasında cereyan
eden tartışmayı el-Münkiz adlı eserine almış ve Muhâsibî’nin haklılığını
gösteren cümleler serdetmiştir. Muhâsibî hakkında doktora çalışması yapan
Abdulhalim Mahmud daha da ileri giderek, kendisinden çok sonra gelmesine rağmen
Gazalî’nin onun bir talebesi gibi kendisinden etkilendiğini ifade eder.
Seyyidu’t-Taife
olarak bilinen Cüneyd-i Bağdadî (297/- 909)’ nin âdeta Muhâsibî’nin elinde
şekillendiği ve meşhur Bağdat Tasavvuf Ekolü’nün en önemli şahıslarından, hatta
kurucularından sayıldığı
hesaba katılınca, onun genel tasavvuf anlayışına ne denli etkili olduğu daha
iyi anlaşılır kanaatindeyiz.
Prof.
Dr. Abdulhakim Yüce
Bütün
sözlerden, istek vc heveslerden önce, Allah’a hamd ederim. Çünkü, Allah’ın
hamdı ve zikriyle başlamayan her mühim iş, bereketsiz, neticesiz vc havada
kalmaya mahkûmdur. Hz. Peygamber den de bu şekilde rivayet edilmiştir. I lamd,
evvel vc kadîm olan ve daha sonra yok olmayacak Allah’a mahsustur. Bu sıfat
O’ndan başka hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi, O’ndan başka hiç kimseye de
yakışmaz. Çünkü O var ve bir idi; O’nunla beraber hiçbir şey de yoktu. Sonra
hiçbir aslî madde olmaksızın eşyayı yaratmaya başladı. Çünkü < J’nunla
beraber kadim hiçbir şey yoktu. Dilediği gibi eşyayı yarattı; inşa vc takdir
etti. Mahlûktun idaresinde hiçbir ortağı bulunmamaktadır. O’nun dışında her
şey, O’nun kulu ve mülküdür. Bizi, kendi fazlı, nimeti ve sayısız kerem vc
cömertliğiyle yarattı. Lâyık olduğu, zatının keremi vc celâlinin izzetine
yakışır bir şekilde, O’na hamd olsun. O’ndan hidayet ve yardım diler, O’na
dayanırız.
Peygamberi
olan Hz. Muhammed’e ve âline salât ve selâm olsun.
Ben,
sorularına cevap vermeden önce seni, güzelce dinlemeye teşvik etmek istiyorum.
Allah’ın hakkına riâyet etme vc onu yerine getirme konusunda vereceğim
cevaplara iyice kulak ver! Umulur ki, Allah seni yararlanmaya muvaffak eder.
Nitekim Allah kitabında, “Kim, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu şekilde dinlerse
bu kendisi için bir öğüt, yani uyarıcı olur.” diye haber vermektedir. Allah bir
kulu için bir şey takdir etmişse, o öyle olur ve haber verdiği gibi ona ulaşır.
Allah şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki bunda, kalbi olan (tefsirde: aklı
olan denilmiştir) yahut şâhid olarak kulak veren kimse, için bir öğüt vardır.”
(Kaf, 50/37). Mücahid “Kalbiyle şâhid olmak.” kişinin kendi nefsiyle konuşup
düşünceye dalmaması vc konuşulan şeyin farkında olması, mânâsına geldiğini
söyler.
Öyle
ise, Allah’ın kitabını, ahkâmından bir hükmü, bir ilmi veya öğüdü dinleyen
kişi, kendi nefsiyle, duyduğu şeyin dışında, başka bir şeyle konuşmazsa,
dinlediği şeye kalbini şahid kılmış olur. Allah bununla, dinleyene bir öğüt
vermeyi dilemektedir. Çünkü Allah böyle buyuruyor, öyle ise doğrudur. Bununla
(güzel dinleme) mü’minlcri vasıflandırarak onlara şunu emrediyor: “Onlar
ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın
kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir.”
(Zümer, 39/18). “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, size
rahmet edilsin.” (A’raf, 7/204). Her ne kadar bu âyetler, namazda veya
hutbe dinlerken takımlması gerekli tavır hakkında nazil olmuş ise de, her
hayırlı sözü dinleyenin takınacağı tavır ve edeptir. Allah, Nahle (bir
rivayette Ukaz)’de Hz. Peygamberi dinleyen mü’min cinleri de bununla
nitelemektedir; “Ona geldiklerinde (birbirlerine): “Susun (dinleyin).”
dediler.” (Ahkaf, 46/29). Konuşmayı terk edip, zihni oraya teksif
ederek kitabım dinlemeyi emretmektedir. Tâ ki, kulları iyice anlasın.
Bunun
aksi olan davranışları ise tenkit etmektedir: “Biz onların, seni
dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli konuşurlarken de o
zâlimlerin “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz.” dediklerini
gayet iyi biliyoruz.” (İsra, 17/47). Böylccc, kalp huzuruyla, yüce
kelâmını dinlemek için susanı övmüş ve kullarına, gereğine uygun anlamaları
için, bunu bir terbiye olarak emretmiştir.
Vehb
b. Münebbih'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Organların hareketsizliği,
gözlerin kapalı olması, can kulağı ve kalp huzuruyla dinlemek vc söyleneni
tatbik etmeye az- ınctmek, dinlemenin adabındandır.” Bu Allah’ın hoşuna gidecek
bir dinleme tarzıdır. Organlar, neticede kalbi de uğraştıracak vc dinlemekten
alıkoyacak herhangi bir şeyle uğraş-' nıayacak, gördüğü şeylerle kalp
oyalanmasın diye gözler yumulacak, zihin konuşulana teksif edilerek nefisle
konuşulmayacak, konuşulanları tatbik etmek için anlamaya gayret edilecektir.
Çünkü Allah’ın mü’minleri onunla terbiye ettiği ilk şey, ondan bir şeyler
dinleme istek ve gayretini ortaya koymaları, sonra niyet ve kalp huzuruyla
dinlemeleri ve anladıklarıyla amel etmeleridir.
Hikmetli
söz sahiplerinden birisi şunu demiştir: “Güzel konuşmayı öğrendiğin gibi güzel
dinlemeyi de öğren! Nitekim konuşan sözünü bitirinceye kadar ona söz hakkı
vermek, cevap vermede aceleci olmamak, konuşana yüzüyle yönelip ona bakmak, onu
anlamak için can kulağıyla dinlemek ve arıladığım ortaya koyacak bir tavır
sergilemek, dinlemenin âdâbındandır.”
el-Ğulâbî,
Sufyan b. Uyeyne’yi, “İlmin başı güzel dinlemedir. Sonra anlama, sonra hıfzetme,
sonra onunla amel etme vc sonra da onu yayma gelir.” derken duyduğunu bize
aktarmaktadır.
Bütün
bu söylediklerimizi, hikmetli söz söyleyenlerden bir zat şu darb-ı meselle dile
getirmektedir: Tohum eken, tohumunu getirir vc ondan bir avuç alıp saçar. O
tohumun bir kısmı yol üstüne düşer, onu hemen kuşlar kapışırlar. Bir kısmı,
üzerinde çok az toprak bulunan bir kayanın üstüne denk gelir. Birazcık
nemlenir, kök salar. Kökler sert kayaya varıp geçecek yer bulamayınca
kuruyuverir. Bir kısmı, güzel fakat dikenli bir toprağa düşer bitip boy verince
dikenler etrafım sarar ve boğarlar, işe yaramaz hale gelir. Bir kısmı da ne
yol, ne kaya, ne de dikenli olan bir toprağa isabet eder. Boy atar ve yararlı
hale gelir.
Bu
misâlde tohum eken, hikmetli söz söyleyene; tohum, hikmetli, doğru söze; yola
düşen tohum, dinlemek istemediği halde dinleyen ve neticede de şeytanın kalbine
attığı düşüncelerle dinlediğini unutana; kayalığa düşen tohum güzelce dinleyen,
fakat onu uygulayacak gayreti taşımayan bir kalbe havale eden ve anladığını
ifsad edene, dikenli toprağa düşen tohum, söze kulak verip onu uygulamaya
niyetli, fakat kötü duygu ve isteklerin itirazı karşısında boğulan ve
dinlediklerini ifşa edip niyetlendiği şeyi yerine getirmeyene; ne yola ne
kayalığa ne de dikenli toprağa düşüp, güzel bir toprağa düşen tohum ise, sözü
dinleyip onu uygulamaya niyet eden, anlayan, yeri gelince uygulamak için
sabırlı olup, kötü duygulardan uzaklaşan adama benzetilmiştir.
Ebû
Abdullah şöyle der: “Söylenen bu darb-ı mesel, Allah’ın sevdiği ve kullarını
kendisi ile terbiye ettiği anlamdan ayrılmamıştır. Çünkü O, kullarını dinleme,
susma, itaate niyet ve bunun üzerine sabır, gerektiğinde duyduğunu uygulamak ve
hem şehvetlerden, hem de itaatten alıkoyacak ve ifsad edecek şeylerden kaçınmak
ve organlarla onu yerine getirmek üzere edeplendirmiştir.”
Sana
vereceğim cevaplan, yukarıda anlatıldığı şekliyle dinle! Eğer bu şekilde
dinlersen, Allah, sana vereceğim cevaplardan yararlanabilme imkânı verir.
Çünkü kul, Allah’ın hoşuna gidecek şekilde dinlerse, Allah sevdiği şekilde
anlamayı bahşeder. Çünkü O, dinleyicinin dinlediği şeyi gayet iyi bilir, irâde
ve ilgisinden haberdardır, organlarını da görmektedir. Allah’ın kendisini
anlamak istemeyeni ayıpladığını vc onların bu tavrını bildiğini şöyle derken
duymadın mı? “Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini ve
kendi aralarında fisıldaş- malannt... çok iyi biliriz." (İsrâ,
17/47).
Öyle
ise, Allah azze vc ccllc seni görmektedir, gayret ve isteklerini bilmektedir.
Kalbini, sana vereceğim cevaplar ve yazacaklarınla bakarken vc cevaplarımı
dinlerken, Allah’ın hoşuna gidecek şeyler konusunda sağlam tut ki; O’nun izni,
yardımı, lütfü ve dilemesiyle, O’na hakkıyla itaat etmeye imkân bulabilesin.
Allah Hakkına Riâyet
Etme ve Yerine Getirme
Haris
şöyle dedi: “Senin, Allah hakkı ve ona uyma konusunda sorduğun şeye gelince;
doğrusu sen asrımız insanlarının tümünün yerine getirmeyip zayi ettiği öyle
önemli bir şey sordun ki, Allah onu korumak için peygamberlerini ve sevdiği
insanları görevlendirmiştir. Çünkü onlar, O’nun emrine uymuş vc vasiyetini
korumuşlardır.
Bu
konuyla ilgili Hz. Pcygamber’in kızı Hz. Fatıma’nın torunlarından Mulıammed b.
Ali b. Hüseyin'den şu hadîs rivayet edilmiştir; “Onlar, başkalarının korktuğu
şeylerden korkmayıp, emniyet içinde yaşadıkları büyük bir varlığa sahiptirler.
Başkalarının ancak ümit edebildikleri fakat kavuşamadıkları şeyleri ekle
etmişlerdir. Veçhini onlara göstereceğini va’dettiği hak meclisin- dcdirlcr.
Ru’yetve rızâsına nail ederek onları, ikramın son nok- tasına ulaştırmıştır.
Ondan daha yüksek hiçbir makam, ikram ve gayenin bulunmadığı o hak meclisinde
onlara “Emrime itaat eden, vasiyetimi koruyan ve gıyabımda Benden korkan
kullarım, ziyaretçilerim vc mahlûkat arasından seçtiğim kişiler! Sizlere merhaba!”
der.14 Çünkü onlara emânet edilen ve Allah’ın yerine getirilmesini
emrettiği her şeyi koruyup yerine getirdiler. Nitekim î İz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: “Hepiniz çobansınız vc hepiniz emrinize verilenden mes’ulsünüz.”
Öyle
ise kullara düşen şey, gerek kendilerinin ve gerekse sorumluluklarını
yüklendikleri kimselerin hakkı olarak, Allah’ın gerekli kıldığı görevleri
yerine getirmektir. Devlet reisi halkından mes’uldür. İster toplumun genelini
ilgilendirsin, isterse bir ferdi ilgilendirsin, kendisine düşen görevleri
yerine getirmek mecburiyetindedir. Hz. Ömer'in “Allah’ın, Fırat nehri kenarında
kaybolan bir oğlağın hesabını benden sormasından korkuyorum!” dediğini hiç
duymadın mı? Allah, gerek sadece kendilerini ilgilendirsin, gerekse karşılıklı
haklar doğursun, kulların yüklediği her vecibenin korunmasını ve ona u-
yulmasını emretmiştir. İşte bu, kullara yüklenen ve uygulanması gereken Allah
hakkıdır.
Allah,
kendilerine emredilmediği halde, sonradan ortaya çıkardıkları ve hakkıyla
yerine getirmedikleri ruhbanlıktan ötürü İsrailoğullan'ndan bir grubu tenkit
ederek şöyle buyurmuştur: "... icat ettikleri ruhbanlığı, biz onlara
yazmamıştık. Yalnız Allah'ın rızâsını kazanmak için (onu kendileri icat
ettiler) fakat ona gereği gibi de uymadılar.” (Hadıd, YIIZl'}
Ayette geçen “mâ” harfinin anlamında ihtilâf edilmiştir. Mücâhid; “Onlara bunu,
ancak Allah rızâsını arasınlar diye emrettik.” mânâsına geldiğini söylemiştir.
Ebû Umâme ve başkaları, “Onlara bunu emretme- miştik, Ancak Allah rızâsını
kazanmak için kendileri ortaya çıkardılar. Allah bunu terk ettikleri için
onları tenkit etmiştir.” demişlerdir. Çoğu âlimlerin benimsediği ikinci
açıklama doğruya daha yakındır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyetin devamında, “...fakat
ona gereği gibi uymadılar.” buyurmuştur.
Allah,
kendilerine emredilmeyen ve gerekli de olmayan bir husustan ötürü onları tenkit
ediyorsa; yerine getirilmesi emredilen ve terkinden ötürü gazap ve ceza gereken
bir şeyi terk edenin hâli nice olur? Ki, emredileni yerine getirmek, dünya ve
ahirette her hayrın anahtarıdır. Buna takva denilir ki; sahipleri için Cennet
hazırlanmış ve bununla âhiret emniyeti gerçekleşecektir. Amellerinin kabul
va’di verilmiş, Allah’ın velîleri diye isimlendirilmişler, korku vc üzüntü
gününde bütün varlıkları sarsacak geçici dehşetin dışında, kendilerinden,
korku vc üzüntü kaldırılmış, dünyada zafere ve ibadetleri bihakkın yerine
getirmeleri için yardıma mazhar olmuş, kendilerine, herkese ağır gelen
sıkıntılardan kolayca kurtulma imkânı vc hiç ummadıkları yerden rızık
verilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kitn Allah'tan
korkarsa (Allah) bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden
rıztklandırır.”(Ta\Ai, 65/2-3). “Rabbinizden bir bağışa ve
genişliği göklerle yer arast kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış
bulunan Cennete koşun." (Âl-i İmran, 3/133).
Takva
sahipleri dışında hiç kimseye bir yer görebiliyor musun?!
Allah’ın,
sahipleri için Cenneti hazırladığı takvâ şudur: Şirk ve ondan aşağı, Allah’ın
nehyettiği her günahtan veya Allah’ın emrettiği herhangi bir mükellefiyeti
yerine getirmemekten sakınmaktır. Yüce Mevlâ şöyle ferman ediyor: “Sizden
önce kitap verilenlere de, size de “Allah'tan korkun." diye tavsiye
ettik.” (Nisa, 4/131). Bu, Allah’ın hem öncekilere hem de sonrakilere
vasiyetidir. Ayrıca şöyle buyuruyor: “İyi bil ki, Allah'ın velîlerine
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus, 10/62).
1
ladîs-i şerifte ise şunlar rivayet ediliyor: “Kıyamet günü bir münâdî seslenir:
“Ey Allah’ın kulları! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz.” Bütün
insanlar başlarını kaldırarak, “Biz Allah’ın kullarıyız.” derler. Münâdî
“Ayetlerimize inanıp Müslüman olanlar.” ifadesini ekleyince, kâfirler başlanın
eğerler, tevhid ehlinin başı kaldırılmış olarak kalır. Sonra Münâdî “İman edip
takvâ sahibi olanlar.” kaydını ekler. O zaman kibirliler de başlarını eğerler,
muttakiler kalır.” Kerim olan Allah, vaad ettiği gibi, onlarda ki korku ve
üzüntüyü gidermiştir. Çünkü O, kerem sahiplerinin en keremlisidir. Dostlarını
terk etmediği gibi, tehlike anında onları düşmanlarına da teslim etmez. Çünkü
O; “Muttakiler güvenilir bir makamdadırlar.” (Duhân, 44/51)
buyurmuştur. Çünkü takvanın aslı, Allah’tan korkma ve çekinmedir. Ayrıca şöyle
buyurmuştur: “Rabb’inin makamından (insanların hesap vermek üzere durdukları
yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır.” (Rahman, 55/46). “Ama
kim Rabbi’nin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden men ederse, (onun
için) gidilecek yer Cennettir,” (Nâziât, 79/40-41). Böylece, her şeyi
bilen Allah, havfın takvâdan önce geldiğini de bildirmiş olur.
Araplar,
birbirlerine bir şeyden sakınmayı emrettiklerinde, şöyle dedikleri konusunda
söz birliği etmişlerdir: Vahşî hayvandan sakın, (yıkılmak üzere olan) duvardan
sakın, kuyudan sakın... Yani “Dikkat et ve sakındırdığım şeyden sakın.”
demektir.
Allah
için ittikânın, O’ndan çekinmenin aslı O’ndan korkmak (havf) olunca, onlara
korktukları azabın yerine emniyet vaad ederek şöyle ferman ediyor: “Takva
sahiplen güvenilir bir makamdadır.” (Duhân, 44/51). “Oraya
esenlik ve güven içinde giriniz” (Hicr, 15/46). “O halde ateşin
içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyâmet günü güvenle gelen mi?”
(Fussilet, 41/40).
Konuyla
ilgili şu haber aktarılmıştır: “Allah, kıyamet günü, ‘İzzet vc Celâlime yemin
ederim ki, bugün herhangi bir kulum için iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim.
Kim dünyada benden korkmuşsa bugün emniyette olacak, kim de dünyada benden
emin yaşadıysa, bu gün onu korkutacağım' buyurmuştur.” Bu sözden sonra, Allah hakkındaki düşüncen
nedir?
O
gün senin kalbin, bunlardan sadece birisi olacaktır. Ya dünyada iken Allah için
korkan bir kalptir ki, bugün O’ndan duyduklarından ötürü sevinçten uçmaktadır.
Sabra karşı gördüğü sevaplar, kendisine hulûl eden emniyetten ve rızâ ve
emniyetle, kıyamet ehlinin gözü önünde, Allah’tan duyduğu özel iltifattan
ötürü, bunu gıpta ve sevinçle dile getirmektedir. Ya da, dünyada gaflet,
aldanmışlık ve emniyet içinde bir kalptir ki, bugün korku ve dehşet içindedir.
Gaflet ve aldanmışlığının cezasını görünce büyük bir pişmanlık duymaktadır.
Allah’ın gazabına uğradığı ve O’nun, kat kat artan azabından kurtulamayacağı
gerçeği içine yerleşmiştir. Vc Allah’ın, kıyamet ehlinin gözü önünde, şekavet
vc hüsranla kuşatılmış bir düşmanlıkla seslenmesi, ona yöneliktir, ona
seslenir.
1
lâris el-Muhâsibî dedi ki: “Kardeşim! Seni ve nefsimi; yüzlerin öne eğildiği,
seslerin kısıldığı, zâlimlerin alçaldığı, kibir vc üstünlük taslayanların
horlandığı, öncekilerle sonrakilerin zillet, meskenet ve âlemlerin Rabbi’ne
boyun eğerek teslim olduğu yerden (makam) sakındırıyorum.
Onları,
heybette ve hükmüne iştirakte İkincisi olmayan, tek vc gerçek üstünlük sahibi
Allah, oraya toplamıştır. Onları, uzun bir bekleyişten sonra, hükmünü vermek
için ayırıp, kendi nefsine şu yemini ederek toplamıştır: “Dünya hayâtında,
kendisine emir ve nehiylcrdc bulunduğum hiçbir kulumu, gizli veya açık, yaptığı
her işinden sorguya çekmeden bırakmayacağım.”
Dikkat
et ve hangi bedenle Allah’ın huzuruna çıkacağına, sorgu esnasında, doğru olmaları
şartıyla, hangi cevapları vereceğine bak! Çünkü O nu ancak doğru olanlar
doğrular ve ancak yalancı olanlar yalanlar.
Allah’ın Huzuruna Çıkmak İçin Kul Hangi
Hazırlıkla İşe Başlar?
Senin,
bu yer (makam) için yapacağın ilk hazırlık, gizli ve açık olarak, Allah’tan
çekinme, yâni takvâ olsun. Tâ ki, mutta- kîlere va’dedilen emniyet, gıpta vc
sevincin yerini bulması ânında, kalbi, o makamda, onların kalbiyle beraber
emniyette bulunsun.
Allah,
onlara ahirette verdiklerinin yanı sıra, onları dünyada da terk etmemiştir.
Öyle ki; kalplerini nurlandırmış, nefislerini izzetli kılmış, bununla onları
bütün mahlûkattan müstağni kılmış ve onlara, kendine ibadet etme nimetini
bahşetmiş, O’ndan korkmalarına rağmen her zaman O’na hüsnüzan beslemelerini ve
O’na ümitle hemdem olmalarını sağlamıştır. Sonra O’na vc Cennetine büyük bir
istek ve arzu taşıma seviyesine yükselmişlerdir. Böylcce onları güçlükten,
kendisine olan itaat vc bu itaatin doğurduğu sevinçten ötürü, nimet bolluğuna
geçirmiştir. Dünyanın az varlığıyla yüksek bir kanaat mertebesine çıkmışlardır.
Bu kanaat içinde güzel bir hayat geçirmelerini ve yardımlara mazhar olmalarını
sağlamıştır. İşte bunlar, Allah’ın onlara va’dettiğidir. Onun için şöyle buyurmuştur:
“Allah, takvâ sahipleri ve iyilik yapanlarla beraber- dtr.
"(Nahl, 16/128)
Allah’ın,
yardım ve desteğiyle yanında bulunduğu kişi, zulüm ve terk edilmişliğe (hizlan)
uğrar mı? Dolayısıyla onlar, yaratıkların en izzetlileri, kalpleri en
aydınlık, manevî zenginliğe en çok sahip olanları ve en iyi şekilde yaşayanlarıdırlar.
Onlar, başkalarının sevindiği şeye üzülür, üzüldükleri şeye ise sevinirler.
Başkalarının kaçtığı şeyi ister, gaflet ve aldanma ehlinin rağbet ettiği şeyden
ise kaçarlar. Çünkü onların Allah’la ünsiyetleri O’na münacâtlarının tam olması
içindir. Sırlarını O’na tevdi ederler, ihtiyaç anında O’na koşarlar. O’nu bir
koruyucu ve sığınak olarak seçmişlerdir. Mahlûkata değil, O’na güvenirler.
Kendilerini ondan koparacak her şeyden ilgiyi keserler. İnsanlar, yaratıklarla
içli-dışlı oldukları zaman, onlar mahlûkattan kaçar, O’na sığınırlar. İşte,
takvanın getirdiği budur. Çünkü o, amelin esası ve itaatin aslıdır. Takvâ,
abidlerin ilk uğrağı ve aynı zamanda en yücesidir. Çünkü nafileler ondan
sonradır. Onsuz hiçbir nafile kabul olmadığı halde, ilimsiz amel edenlerin
bütünü onu kaybetmişlerdir. Hâlbuki; şanı yüce Allah, kitabının birçok
âyetinde onu emretmektedir. Takvâ ve onu yerine getirenler çok büyük bir değer
elde etmişlerdir. Hem Hz. Peygamber, hem de O’ndan sonra günümüze kadar gelen âlimler
takvâ konusunda uyarılarda bulunmuş ve onun değerini yü- celtmişlerdir.
Allah’ın
kitabında emrettiği şeyin tefsirine gelince: Süneyd b. Davud, Haccac’dan, o Ebû
Ca’fer’den, o er-Rebi’den, o da Ebu’l-Aliye’den bize, “İyilik ve takvada
yardımlaşınız." (Maide, 5/2) âyeti konusunda şunu rivayet
etmektedir: “Birr, size emredilen, takvâ ise size yasaklanan şeyleri ihtiva
eder.”
Vclid
b. Şııca’, Damre b. Recâb. Ebû Seleme’den, o da Yunus b. Ubcyd'den rivayet
etmiştir ki; Haşan şöyle dedi: “Abidler Allah’a, nehyedildikleri şeyi terk
etmekten daha faziletli bir ibadet yapmamışlardır.”
Velid,
Ömer b. Hafs b. Sabit el-Ansan‘den, o Süfyan-ı Sevri‘den, o da bir adamdan
rivayet etmiştir ki, Haşan: “Allah, takvâ sahipleri ve iyilik yapanlarla
beraberdir." (Nahl, 16/128) âyeti hakkında şöyle dedi: “Seni
nehyettiği hususlarda Allah’tan kork! Sana gerekli kıldığı şeyleri ise güzelce
yerine getir!”
Suneyd
b. Davud, Haccac’tan, o da Cüreyc’den rivayet etmiştir ki, Mücahid “Onlara,
Önünüzdeki ve arkanızdaki olaylardan sakınınız ki; esirgetirsiniz, dendiği
zaman, (yüz çevirirler)."
(Yasın,
36/45) âyetinin tefsiri sadedinde şunu söyledi: “Günahlardan (sakının), çünkü
günahların terkiyle rahmet gerekli olur”
Ebû
Nasr, 1 laccacdan, o da Mansur’dan, o da İbrahim veya Mücahid'in “Rabbinin
makamından korkan için iki Cennet vardır.” (Rahman, 55/46) âyeti
hakkında şunu dediğini bize aktarmıştır: “Kul, günah işlemek ister veya ona
yeltenir, sonra Rabbi’nden korkar ve günahı terk eder
Suneyd,
Haccac’dan o da İbn Cüreyc'den, Mücahid'in, “...ve göğüslerin
gizlediği..” (Mü’min, 40/19) âyeti hakkında “Nefsin konuştukları
şeyler.” dediğini bize rivayet etmektedir.
Ubeydullah
b. Musa; I lişam b. Urvc'nin, zannederim babasından, şu bilgiyi aktardığını
bize rivayet etmektedir: “Hz. Ebû Bekir halife seçilince, Allah’a hamd ve
senadan sonra “Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım halde beni seçtiniz. Ancak,
Kur’ân nazil oldu. Hz. Peygamber bir sünnet bıraktı, öğretildik ve öğrendik.
Akıllıların en akıllısının takvâlı kişi, ahmakların en ahmağının ise facir kişi
olduğunu biliniz. Yanımda, kuvvetlilerinizin en kuvvetlisi, kendisinden Hak
alınıncaya kadar en zayıf, en zayıfınız ise, hakkını alıncaya kadar en güçlü
olanınızdır. Ey insanlar! Ben benden öncekine uymaktayım, bid’atçı değilim.
Güzel olanı yapınca bana yardım edin, saptığım zaman ise beni düzeltin!” dedi.
Dedim
ki;
“Takva
nedir?”
Dedi
ki;
“Allah’ın
hoşuna gitmeyen şeyden sakınmaktır.”
Dedim
ki;
“Neden
sakınmaktır?”
Dedi
ki:
“Allah
Teâlâ’dan sakınmaktır.”
Dedim
ki;
“Peki
hangi konuda O’ndan sakınmaktır?”
Dedi
ki;
“îki
konuda: Emrettiklerini kaybedip yerine getirmemek, gizli ve aşikâr haram kılıp
nehyettiği şeylere ise abanmak. Bunu, iki haslet toplar: Allah’ın
emrettiklerim yerine getirmek, nchyettiklerini de terk etmek.
Ayrıca,
bir fitne çıkınca Talk b. Hubeyb'in “O’ndan takvâ ile sakının.” dediği; Bekr b.
Abdullah el-Muzeni‘nin de, “Bize takvayı izah et!” sözü üzerine, “Takvâ,
Allah’tan bir nur üzere, O’ndan sevap ümit ederek, O’na itaatla amel etmendir.”
şeklinde cevap verdiği, rivayet edilmektedir.
Takvâ,
Allah’tan gelen bir nur ile O’nun sevabını ümit e- derek O’na itaat etmendir.
Takvâ,
Allah'tan gelen bir nur ile azabının korkusundan O’na isyan etmeyi terk
etmendir.
Takvanın
organlardaki hakikati, hakkı yerine getirmek ve günahları terk etmektir.
Vicdandaki hakikati ise, farzlarda, ihlâsla Allah’ın irâdesini hakim kılmak;
Allah’ın, kullarını teşvik ettiği, ancak, onlara acıdığından ötürü farz
kılmadığı namaz ve oruç gibi nafile ve benzeri bütün amellerde ise ağlamak vc
hüzünle amel etmektir. Kulların, teşvik edildiği ibadetler, ancak takvâ ve
irâdeyi O’na has kılmakla kabul olur. Verâ4 da takvâdandır. Çünkü
kul Allah’tan ittika edince verâ’a kavuşur.
Dedim
ki;
“Verâ*
nedir?”
Dedi
ki:
“Allah’ın
hoşuna gitmeyen şeyden uzak durmaktır. Hz. Ömer‘in “Hırsızdan uzak durun, onu
gözetlemeyin.” sözü, “Onu yüklerinizin başından kovun, hırsızlık yapıncaya
kadar onu gözetlemeyin.” mânâsına gelir. Araplar da, “Deveden uzak dur!”
mânâsına “verâ’a” sözünü kullanırlar.
Takvâ,
abidlcrin ilk mertebesidir. Onunla, bir üst mertebeyi idrak eder ve onunla
amellerini tezkiye ederler. Çünkü Allah, onunla rızâsı istenilmeyen hiçbir
ameli kabul etmez. Allah’a yemin ederim ki, takvâ sahiplerinin çoğu takvâ ile
yetinmemiş, kalp ve bedenle çok gayret sarf ederek bu uğurda can ve mallarını
harcamışlardır. Allah sana merhamet etsin! Sen onlara nazaran nerede olduğuna
dikkat et!.
Korkarım,
asrımız abidlcrinin tümü, bu konuda aldanmış olsunlar. Nefsinde zelil,
büründüğü elbisesi içinde dünyayı terk etmiş görünüp, ama değersiz dünyanın
yularından tutan; ne kadar namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, gazvelere
iştirak eden, gözü yaşlı insan vardır. Bunlar, Allah için kalpten gelmeyen bir
doğrulukla, dünyadan el-etek çektiklerini ve zahid olduklarını, abidlcre karşı
göstermelik ibadetlerle ortaya koymak isterler. Onların ihlâslı oldukları
zannedilir. Ancak, gözleriyle, Allah’ın hoşlanmadığı şeylere bakar,
sinirlendiği veya birileriyle samimiyet kurduğu zaman da, diliyle kötü söz
söyler ve gıybette bulunur. Diğer organlanyla da benzeri kötülükler işlerler.
Kulun Nefsinde Aldanmışlığının Ölçüsü
Dedim
ki;
“Zahirî
amelleriyle aldanmış kişi bu aldanmışlığını vc al- danmışlığının ölçüsünü,
dünya hayâtındaki sülûkü sırasında, nasıl bilecek?”
Dedi
ki;
“Söz
konusu abid ve nasik kişi nefsine dönüp, zühd ve ibadet içinde geçirdiği
günlerini göz önüne getirir. Acaba içinde, organlarını Allah’ın hoşlanmayıp
nehyettiği şeylerden alıkoyduğu ve kendine farz kıldığı şeyleri yerine
getirdiği, üzerinde güneşin doğup batan, bir günü olmuş mudur? Bunu yaparsa
her organı itiraz eder. Acaba sabahtan akşama dilini tuttuğu, dolayısıyla Allah
ın hoşuna gitmeyen bir söz söylemediği, Rabb’i tarafından söylemesi gerekli
sözü ihmal etmediği bir günü olmuş mu? Bırak cehalet döneminde, korkarım seyirdeki
dönemde bile, böyle bir gün bulamaz. Bu durum, göz, kulak, ayak vs. organları
için de söz konusudur.
Sâlik,
sülük döneminde organlarını, Allah’ın yasaklarından koruduğu böyle bir gün
bulsa bile, sonra nefsine dönüp sunu hatırlasın: Acaba o dönemde, taşıdığı
şeylerden ötürü, Allah’ın muttalî olmasını istemediğinden, kalbini gözettiği
bir gün biliyor mu? Aklının hevâsına bekçilik yaptığı, Allah’ın hoşuna gitmeyen
riya gibi duygulardan hiçbirinin kalbine gelmediği, hevâ vc hevesinin veya
diğer iç düşmanlarının bütün dürtülerinden emin olduğu, böylece ihlâsla
geçirdiği vc gafletle değil, şuurlu bir şekilde kalbini gözettiği bir gün...
Korkarım böyle bir gün bulamayacaktır. Korkarım, saydığımız ve Allah’ın hoşuna
gitmeyen hususlardan korunmuş bir gün bulsa bile, ucb, kibir, haset, düşmanının
başına gelene sevinmek, sû-i zan ve benzeri duygulardan arınmış bir gün
bulamaz. Çünkü, günümüz abidlerinin bütünü aldanmışlar- dır. Kendimizi, dünyayı
terk eden nasiklerden sayıyoruz ama, belki de Allah katında günahkâr
fasıklardanız. Böyle olmadığımızı nasıl garanti edebiliriz ki, üzerimizden bir
gün geçmez ki, daha önce işlediğimiz günahlara, kibir, haset, düşmanın başına
gelene sevinme, sû-i zan, ucb, riyâ vb. gerek zahirî organlarımız, gerekse
vicdanımızla işlediğimiz vc daha önce olmayan yeni bir günah işlememiş olalım.
Ömrümüzün her gününde dış organlarımız vc kalbimizle, eski günahlarımıza
eklediğimiz yeni günahlar işleriz.
Öyle
ise, şu iki mertebeden birinde bulunmaktayız: Ya Allah katında affedilen ve
günahlarından geçilenlerdeniz. Dolayısıyla her gün, gece vc gündüz yenilendiği
gibi, yeni günahlar işleriz. Bu iş, hesap günü Allah’ın huzurunda, birçok soru
ve anlatılamaz meşakkatlerle geçen “makam’da durma süresince devam eder. Ya da
düşmanlık edilen ve gazaplananlardanız. Dolayısıyla her gün azabımızı artırıp
katlayan vc bizi zillet ve aşağılık bir mertebeye sürükleyen yeni günahlar
işleriz. Günahlarımızın her biri ya sorgumuzu veya azabımızı artırır. Çünkü
bülûğ çağına erdiğimizde işlediğimiz ilk günahla azaba müstahak olmuşuz. Sonra,
Allah’ın affetmesi müstesna, işlediğimiz her günah, azabın katlanarak artması
demektir. Affedilmiş olsak bile, bülûğ çağına erdiğimizde işlediğimiz ilk
günah, Allah’ın huzuruna hesap vermek üzere durmamızı gerektirecektir. Bu
günahtan ve daha sonra işlediğimiz her günahtan sorguya çekileceğiz.
Hâris
şöyle devam etti: “Kardeşim! Takvâ aklından çıkmasın. Çünkü o sermayendir.
Bundan sonra yapacağın nafileler ise kârındır. Sermayesini tamamlamadığı halde
kârla uğraşan tüccar, akıllı ve maharetli sayılmaz.”
Kulun Bilmesi ve Düşünmesi Gereken İlk Şey
Dedim
ki;
“Bana,
yapmam gereken ilk emrettiğin şey nedir?”
Dedi
ki;
“İler
şeyden önce efendisi olan bir kul olduğunu, ondan ittika etmeden kurtuluşun olamayacağını
ve takvadan sonra da helakin söz konusu olmayacağım bilmelidir. Niçin
yaratıldığını düşün ve hatırla!. Bu fani dünyaya niçin gönderildin? Boş yere
yaratılmadığını vc terk edilmeyeceğini bil! Yaratılıp bu dünyaya imtihan olmak
için gönderildin. Efendine itaat veya isyan edip etmeyeceğini sınamak, bunun
neticesinde de, buradan ya ebedî azap ya da ebedî nimet yurduna nakledilmen için...
Efendi
sahibi bir kul olduğunu, niçin yaratıldığını, nelerle karşılaşacağını vc
neticede ebedî azap veya ebedî nimet yurdundan birine döneceğini bilmen, senin
ilk başlaman gereken iştir. Çünkü, nefsini ıslah etmen için bundan başka hiçbir
çıkar yol bulunmamaktadır. Onun için anlaman gereken ilk şey, efendisi olan ve
ibadet etmesi gereken biri olduğunu bilinendir. Bunu bilince, kulun Rabb’ine vc
Efendi’sinc itaat etmeden başka bir yolla kurtulamayacağını anlarsın. Rabb’inin
ve Efendi’nin itaatine götüren yolun ise, ilim olduğunu, sonra sebep, illet ve
yerine uygun bir şekilde emir vc nehiyleriylc amel etmek geldiğini bilirsin.
Bunları da ancak, Rabb’inin kitabında ve Peygamberinin sünnetinde
bulabilirsin. Çünkü, taat kurtuluş yoludur. İlim ise bu yola götüren rehberdir.
Taatın aslı verâ’, verâ’nın aslı takvâ, takvanın aslı, nefsi hapsetmek, nefsi
hapsetmenin aslı da havf vc rccâdır. Nefsi hapsetmeye götüren rehber, Allah’ın
kullarına, kalp ve organlarıyla, amel etme mecburiyetini getirdiği şeyi
bilmektir. Nitekim dünya ehli de, önceki tecrübelerden, İlimlerden vc satılan
vc satın alınan şeylerin özelliklerinden haberdar olmadan, bir işe ve ticari
teşebbüse girişmezler.
Kulun İşlerinde Kendini Hesaba Çekmesi
Dedim
ki;
“Muhasebe
nedir?”
Dedi
ki;
“Muhasebe,
Allah’ın hoşlanmadığı şeyi, sevdiği şeylerden ayırarak dikkatli ve tedbirli
davranmaktır. Birisi gelecekte yapacağımız, diğeri de daha önce yaptığımız
işleri ilgilendiren, iki tür muhasebe vardır.
Gelecekte
işleyeceğimiz amellerimizin muhasebesini yapmaya, hem âyetler, hem hadîs-i
şerifler, hem de âlimlerin icma‘1 delâlet etmektedir Âyetlerden şu misâller
verilebilir: “Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.” (Al-ı
İmran, 3/130). Yani emrettiği şeyleri yerine getirerek ve nchyettiklerinden
kaçınarak, Allah’tan korkun! Tefsirciler, birçok âyetin tefsirinde bu izahları
yapmışlardır. “O’ndan sakının ve bilin ki, Allah bağışlayandır,
halimdir.” (Bakara, 2/230), “Doğrusu insanı Biz yarattık ve
nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.” (Kaf, 50/16). Bu, Allah’ın bizi
kendisinden sakındırması, zikrine tenbihatta bulunması ve kalbimizdekine
muttali olduğunu göstermesidir. “Ey inananlar Allah yolunda (savaşa)
çıktığınızda iyi anlayın.” (Nisa, 4/94), “Allah’ın rızâsını
isteyerek verdiğiniz zekâtlar.” (Rum, 30/39) “Nefsini,
sabah-akşam, rızâsını isteyerek Rabblerine yalvaranlarla beraber tut.”
(Kchf, 18/28). Doğruların vicdanını anlatma sadedinde de: “Biz size sırf
Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.”
denilmiştir. “Biz bu kitabı sana hak ile indirdik; öyle ise sen de dini
yalnız kendisine has kılarak Allah’a kulluk et.” (Zümer, 39/2).
Tefsirinde, “İçine hiçbir şüphenin katılmadığı şey.” denilmiştir. “Allah’ın
rızâsını kazanmak ve ruhlarındaki (iman)ı kökleştirmek için mallarını
harcayanlar...” (Bakara, 2/265) Haşan, “Onlardan birisi bir sadaka
vermek istediğinde, dikkat ve tedbirle durumu incelerdi. Şayet Allah için
verdiği kanaatine varırsa verirdi. Allah, kendisini ilgilendiren her hususta
dikkatli olana merhamet etsin!” demiştir. Kul, düşünmeden bir iş yapmaz.
Faydalı ise yerine getirir, değilse geciktirir.
Selmân-ı
Fârisî, Sa’d’a şu vasiyette bulunmuştur: “Bir işe karar vereceğin veya bir
hüküm vereceğin zaman Allah’tan kork!” Haşan, “Sahâbe.-i Kirâm fakih idi.
Düşünüp taşınmadan bir işin yapılamayacağını biliyorlardı. Onun için teenni ile
hareket ederlerdi.” demiştir. Hz. Alkilin oğlu Muhammed de, “Mü’min teenni ile
hareket eden ve Allah için vereceği kararda dikkatli olan kişidir. Gece (gözü
kapalı) odun toplayan kişi gibi değildir.” şeklinde izahatta bulunmuştur.
Bu
konuda birçok âyet vardır. Allah, söz konusu âyetlerde, kulların, gerek kalp,
gerekse diğer organlarla yaptıkları amellerde, ihlâsla hareket ettiklerini
izah etmektedir.
Konuyla
alâkalı şu hadîsleri zikredebiliriz:
“Ameller
niyetlere göredir. Herkese kendi niyet ettiği vardır.”47 Bu hadîsi
Hz. Ömer rivâyet etmiştir. İbn-i Mes’ud “Kim ne için hicret ederse onun kazancı
odur.” demiştir. “Kim sadece bir ip niyet edip savaşa çıkarsa ona o vardır.”48
1 ladîsi Hz. Peygamber’den Ubade b. Sâmit rivayet etmiştir. Ona bir adam,
kendisine vasiyette vc ikazda bulunmasını isteyince: “Bir iş yapmak istediğin
zaman neticesini iyice düşün!. Şayet neticesi iyi olacaksa yerine getir, şayet
zarar olacaksa yapmaktan kaçın!” diye cevap verdi.”44 Bunu da Tavus
rivayet etmiştir.
Lokman,
“Mii'min, yapacağı işin neticesini gözetleyerek, pişmanlıktan emin olur.”
Hikmetli söz söyleyenlerden birisi ise şöyle diyor: “Şayet sen, aklın, hevâ-i
nefse galip olmasını istiyorsan, neticelerini tahmin edinceye dek, arzularını
yerine getirmekte acele etme. Çünkü, arzulanan şeyi yapma neticesinde meydana
gelen pişmanlığın kalpteki etkisi, arzunun kalpte kalmasından daha fazladır.”
demiştir.
Şcddâd
b. Evs, Hz. Peygamber’den “Akıllı kişi, nefsini hesaba çekip, ölüm sonrası
için çalışan kişidir.” hadîsini rivayet etmiştir. “Dane nefsehu.”
ifadesi, nefsini hesaba çekti manasınadır. Arapça’da “muhasebe” mânâsına
gelir. Kur’ân-ı Ke- rim’in “Din gününü yalanlıyorlar.”
(Mütaftifîn, 83/11) âyetindeki din günü “muhasebe günü” mânâsına; “Biz mi
cezalandırılacağız?” (Saffat, 37/53) âyetindeki “medinûn” ifadesi ise,
“Hesaba çekilen” mânâsına gelmektedir.
Araplar
“Yaptığın gibi muamele görürsün.” derler. Yani o şekilde hesaba çekilirsin.
Ayrıca bir hadîs-i şerifte şunlar var: “İyilik yok olmaz, günah unutulmaz,
Allah uyumaz, dilediğin gibi ol, yaptığın gibi muamele görürsün.”'’1
Yani o şekilde hesaba çekilirsin. Hz. Ömer bir sözünde, “Hesaba çekilmeden
önce kendinizi hesaba çekin, tartıya konulmadan önce nefsinizi tartın ve büyük
hesaba hazırlanın.” derken, Ebû Musa el- Eş’arî’ye yazdığı mektupta da, “Zorlu
günün hesabından önce, henüz genişlikte iken, kendini hesaba çek!” şeklinde
yazar.
Hz.
Ömer, Hz. Ka’b’a, “Allah’ın kitabında bizi nasıl buluyorsun?” diye sorunca,
Hz. Ka’b, “Göklerin Rabb’ı karşısında yeryüzü tanrılarına yazıklar olsun.”
şeklinde cevap verir. Hz. Ömer, kamçısıyla dokunarak, “Nefsini hesaba çeken
müstesna.” deyince, Hz. Ka’b, “Vallahi ya mü’minlerin emiri, Tevrat'ta bu
söylediğim sözle, senin söylediğin ifade arasında bir tek harf olmadan peş peşe
gelmektedirler.” diye cevap verir. Bunu bize Yakub b. İbrahim, babasının
Zührî'den; onun da Salim b. Abdullah'tan, Hz. Ömer’in Hz. Ka’b’a böyle
sorduğunu bize aktarmaktadır. Bu konuda birçok hadîs vardır.
İşte
bu, amellerin geleceğiyle ilgili muhasebedir. Kendisine zarar veren şeyi,
fayda verenden ayırmak için, ayak kaymasına karşı tedbirli olmak demektir.
Böylcce, zarar veren şeyi bilinçli bir şekilde terk eder, faydalıyı da bilinçli
bir şekilde yapar. Kim acelecilikten kaçınır, bir iş yapmadan tedbirini alır,
ilmi rehber edinirse, amel etmeden önce faydalıyı zararlıdan ayırma imkânına
sahip olur.
İkinci
tür muhasebe ise, geçmişte yapılan işlerin muhasebesidir. Kitap, sünnet ve
ümmetin âlimleri bu konuda söz söylemişlerdir.
Konuyla
ilgili âyetlerden birinde, Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın.” (Haşr,
59/18). Katade ve İbn Cüreyc: “Yarından murat kıyamet günüdür.” demişlerdir. Bu
âyette “Gönderdiğiniz.” değil de “Geçen.” ifadesi kullanılmıştır. Âlimler,
“Geçen günahlara tevbe edilebilsin diye, geçmişte yapılan amellere
bakmak." şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bir
diğer âyet: “Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa
eresiniz.” (Nur, 24/31). Allah, kullarına, geçmiş amellerini
düşünmelerini, günah olanlarından pişmanlık duyup O’na tevbe etmelerini
emretmektedir. Hz. Peygamber, “Ben günde yüz defa Allah’a tevbe ve istiğfar
ediyorum" buyurmuştur.
Başka bir âyette: “Takvâya erenlere, şeytan tarafından bir vesvese
dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarım) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” buyurulmaktadır.
(A’raf, 7/201). Mücahid, “Şeytanın vesvesesi, gazaplanmak, anlamına gelir.”
demiştir. Abdullah b. Kesir, “Müşrikler, mü’minler gibi basiretli ve gerçeği
görücü olmadıkları gibi, imanları da onları koruyamamaktadır.” derken, Mücahid,
“Onların, şeytanlardan olan dostları, onları günaha sürükler.” der.
Kesir
b. I lişam, Ca’fer b. Meymun‘dan, Hz. Ömer'in, gece olunca, ayaklarını
kamçılayarak, kendi nefsine, “Bu gün Allah için ne yaptın!” diye sorduğunu,
bize haber vermektedir.
“Kişi,
iş ortağını hesaba çektiğinden daha dikkat ve titizlikle nefsini hesaba
çekmeden, takvâ ehlinden sayılmaz.” diyor, Meymun b. Mihran. Bu söz, geçmiş
amellerin muhasebesine işaret etmektedir. Çünkü iki iş ortağr, işin başında
değil, hesap- kitap çıkarılacak bir iş yapıldıktan sonra, hesaplaşırlar.
Ebû
Dâvûd et-Tayalisî, Abdülaziz el-Macişun‘dan, o da Hişam b. Urve'den, Hz.
Aişe'nin, babası Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken kendisine, “Bu günkü
insanlar arasında Ömer’den daha çok sevdiğim kimse yoktur.” dedi. Sonra “Ne
dedim?” diye sordu. Ben de dediğini tekrar edince, “Hayır, Ömer’den daha
izzetli kimse yoktur.” şeklinde sözünü değiştirdiğini, haber vermektedir. Hz.
Ebû Bekir’in, söylediği kelimeyi nasıl da düşünüp değiştirdiğine dikkat et!
Namazda
bir kuşun dikkatini dağıtması üzerine, dikkatinin dağılmasıyla kaybettiği
manevî kazancın yerini tutar ümidiyle pişmanlık duyup, bahçesini Allah yolunda
sadaka olarak veren Ebû Talha’nın hareketi dc, diğer bir örnektir.
Abdullah
b. Selam, odun yüklenmiş geliyordu. “Ya Eba Yusuf, senin çocukların ve
torunların senin yerine bu işi yapabilirlerdi!” diyenlere: “Kalbimi denemek
istedim. Acaba bu iş hoşuna gidiyor mu, gitmiyor mu?” şeklinde cevap verdi. Bahçesiyle
uğraşırken cuma namazını kaçıran ve Hz. Osman‘a gelip bu bahçeyi Allah için
sadaka olarak veren adamın hareket tarzı da, konumuza örnek teşkil eder.
Muhtar
b. Fulful, I lasna’dan, geçmiş ve gelecek amellerin muhasebesi sadedinde şunu
rivayet eder: “Mü’min, nefsine hakim olup, onu Allah için hesaba çeker. Çünkü,
dünyada nefsini hesaba çeken kişinin kıyamette hesabı kolay, nefis muhasebesi
yapmayanın hesabı ise şiddetli olur.” Sonra muhasebeyi tefsir eder: “Mü’minin
karşısına aniden, hoşuna giden bir şey çıkar. Mü’min: “Doğrusu sen çok hoşuma gittin.
Üstelik sana ihtiyacım da var. Fakat, hayır. Aramızda engeller var.” der. İşte
bu, gelecek amellerin muhasebesidir. Mü’min, aniden bir iş yapar. Sonra nefsine
dönerek: “Bununla ne yapmak istiyorsun? Doğrusu bu işi yaparken bir özrüm
yoktu. Ve inşaallah, bir daha da yapmayacağım.” der. Bu da geçmiş amellerle
ilgili muhasebedir.”
Diğer
işlerde de durum böyledir. Birisi bir işe girişmek istese, önce kendi kendine
bu işi düşünüp, ölçer biçer, kafasında taslak oluşturur, neticesini gözönüne
getirir, “Bitirdiğinde durum ne olacak?” sorusuna cevap vermeye çalışır...
Bütün bu durumlar istediği bir şekilde kafasında şekillendikten sonra, işe
girişir.
İş
bittikten sonra, yaptığı bir hata, unuttuğu bir şey olup da yanlış veya eksik
yapmış olabilir endişesi içini kaplar. Döner bakar, bir eksik görünce hemen
tamamlar ve bozulan tarafını düzeltir.
İşte,
Allah işçilerinin, işlerinden önce tedbirli olmaları, zihinlerinde yapacakları
ameli şekillendirmeleri, amel bittikten sonra nasıl bir şekil alacağını
düşünmeleri, evleviyetle gerekmektedir. Zaten, ölüm gelmeden bütün amelleri
bitirmek mümkün de değildir. Hasan‘dan, Allah’ın mü’minin ameli için ölümden
başka bir son koymadığı, rivayet edilmiştir. “Sana yakîn gelinceye kadar
Rabb’ine ibadet et.” (Hicr, 15/99) âyetindeki “yakîn”, “ölüm”
manasınadır.
Ömer
b. Abdülaziz’e, “Bize biraz zaman ayırsanız.” Denilince “Boş zaman bitti.
Ancak Allah’ın huzuruna çıkılınca, boş zaman olur!” karşılığını verdi. Dünya
işi ile ilgilenenlerin durumu da böyledir. Onların boş zamanı, işlerini
bitirmelerinden sonradır, işlerini sağlamca yapan, onları ücretle tutan iş
sahibine arz etmeden önce, onu tekrar gözden geçirirler ki, iş sahibinin
istediği ve hoşuna gittiği gibi olsun. Allah’ın işçileri de işin başında
tedbirlerini alırlar, bitirdikten sonra da gözden geçirirler ki, bunu
Yaratıcılarına arz edince nasıl olur? diye düşünürler. Razı olur mu? Emrettiği
gibi tamamlamışlar mı?
Aralarında
ne kadar fark vardır! Bir yaratık bir diğer yaratığı, dünyanın, az, fanî, bin
bir dertle elde edilebilen, elde edenin de birçok sıkıntı, üzüntü, ani felâket,
hastalık veya ölümle burun buruna geldiği mala mukabil kiralamaktadır.
Üstelik, verilen bütün işi yerine getirinceye kadar hesap verdikleri bir dünya
malıdır bu.
Sadıkların
kendisine çalıştığı kişiye gelince, O, büyük bir Melik’tir. Yaptıklarına
mukabil ise, bitmeyen, sıkıntısı ve üzüntüsü olmayan, işçileri
rahatsızlanmayan, yaşamları ölümle bitmeyen ve onun için hesaba
çekilmeyecekleri büyük bir karşılık va’detmiştir.
Nasıl
oluyor, dünya işiyle uğraşanlara, az, üzüntü ve rahatsızlıklarla bulanık,
üstelik ölümle neticelenen; sonra arkasından, çetin bir günde, işlerinden,
kazançlarını nasıl elde ettiklerinden, nasıl harcayıp nerede muhafaza
ettiklerinden ve bütün bu işler esnasında, Rab’lerine ibadederinin nasıl olduğundan
sorgulanacakları çetin bir sorgulama gelen, az bir dünya malı için, işe
başlamadan önce tedbir almak ve neticesinin nasıl olacağını düşünmek hafif
geliyor da; mü’minlere, büyük bir sevap, emniyetli nimet, ölümsüz bir yaşantı,
kerim olan Melik’in rızâsı mukabilinde, rızkları vc ömürleri azalmadığı ve
kendileri için takdir edilen şey değişmediği halde, yapacakları .imcilerden
önce, tedbir almak ve neticesini düşünmek, ağır geliyor?
Hayret
doğrusu! Eğer hcvâ-yı nefse uyma, Yüce Mevlâ’nın her şeyi gördüğünü unutma ve
her şeyin birbirinden ayrıldığı kıyamet günü hakkında inanç zayıflığı yoksa,
çok hayret edilecek bir durumdur?
Bera
b. Azib'ten rivayet edilen hadîse göre, Allah, bu korkunç günden sakındırmak
için, Yüce Kitabı’nı şu âyetle bitirmiştir; “Şu günden sakının ki, o gün
(hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz, sonra herkese kazandığı tastamam
verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir.” (Bakara, 2/281). Her
nc kadar, Kur’ân’ın cn son nazil olan âyetinin hangisi olduğunda ihtilaf
edilmişse de, bu âyetten almamız gereken çok mühim dersler vardır.
Haşan,
Sabit el-Bunanî’den, hastalığının şiddetlendiği bir anda, kendisine vasiyette
bulunmasını isteyince, “Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a
döndürüleceksiniz, sonra herkese kazandığı tastamam verilecek ve onlara hiç
haksızlık edilmeyecektir.” (Bakara, 2/281) âyetinde geçen günü tavsiye
ediyorum dedi. Bunun üzerine Haşan, “Bu, Allah’ın kitabından bir âyettir. Ama,
sanki bu âna kadar duymamış gibiydim.” deyip, içinde bulunduğu gaflet vc
unutkanlıktan ötürü, istircada bulunarak “Biz Allah içiniz ve biz O'na
döneceğiz.” (Bakara, 2/156) dedi.
Bir
hadîsi kudside rivayet edildiğine göre, Allah Hz. Musa'ya, “Ya Musa! Kitap,
senin döneceğin yeri sana açıklıyor.” buyurdu. Şayet kalın bir gaflet perdesi
vc şiddetli bir kalp katılığından değilse, bu gerçek karşısında gözler nasıl
uyuyabiliyor vc halk, yaşama lezzetini nasıl tadabiliyor? Sadıkların endişesi
bundan ötürüdür. Çünkü kitap, döneceğimiz yeri bize izah ederek, “Şu
günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah’a döndürüleceksiniz.”
(Bakara, 2/281). “Rabb’in hakkı için, biz onların hepsine yaptıkları
şeylerden, mutlaka soracağız.” (Hicr, 15/92-93) demektedir.
Gaflet,
ahiret amelimizle aramıza perde olmuş, kalp kasveti, Allah’ın tehditlerine
rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası, Allah’ın sevap, ceza, emir ve
ahkâmına karşı, basiretimizi perdelemiştir. Evet, durum budur. Çünkü kalbimizi,
ahiret düşüncesinden alıkoyarak âtıl bırakmışız. Neticede, dünya düşüncesi
galebe çalmış, nefsimize hiç eğihnedi- ğimizden onu bize unutturmuştur. Nitekim
âyette “Allah’ı unuttuklarından ötürü Allah da onlara nefislerini
unutturdu.” (Haşr, 59/19) denilmektedir. Müfessirlcr, bu âyeti,
“Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu.” şeklinde tefsir etmişlerdir.
İlk
musibet, kalbi, ahireti zikredip düşünmekten alıkoymaktır. Bundan sehiv, sonra
nisyân, sonra gaflet, arkasından, Allah’ın emirlerini yerine getirmeme, daha
sonra da günah işlemekten ileri gelen kalp pası ve katılığı gelir ki, bu son
ikisiyle ahiret düşüncesi perdelenir. Kötülük üzerine kötülük getiren
amellerden, Allah’a sığınırız.
Allah
için olan amelleri hakkıyla yerine getirme ve insanların güçlülük ve
zayıflıkları nispetinde, bu amelleri yerine getirmeleri noktasında oluşan
ihtilaf hakkında, sorduğun sorulara cevap vermeden önce, sana bu ön bilgileri
verdim ki, gönlün, cevabı tam anlamada inşiraha kavuşsun, kalbin incelsin,
anlatılanları yerine getirme noktasında, haşyet vaki olsun ve söz konusu amellere
istekli olmana sebebiyet versin.
Şimdi,
Allah için olan amelleri hakkıyla yerine getirine ve insanların, güçlülük vc
zayıflıkları nispetinde, bu amelleri yerine getirme noktasında oluşan ihtilaf
hakkında, sorduğun sorulara cevap veriyorum. Böylcce kendi seviyeni görmüş
olur ve inşallah ona göre amel edersin.
Takvâ İstemede ve
Allah İçin Amellere Uymada İnsanların Derece Farkı
Dedim
ki;
“Uymak
(riâyet) nedir?
Dedi
ki;
“Bil
ki, bu konuda insanlar, üç seviyeye ayrılırlar. Bu seviyelerin dördüncüsü
yoktur.
Bir
kısmı, iyilik üzere neş’et etmiş, nefsin hevâ ve hevesine meyil vc arzusu
bulunmamaktadır. Ancak, Peygamberlerle Sıddıklarııı bile kaçınamadıkları,
bilmeden yapılan zelle türü günahlar istisnadır. Bunlar (böyle bir ayak
sürçmesinden) sonra, tertemiz, şehvetin arız olmadığı, zevklerin onu harama götürüp
de arkasından günah işletemediği, günah paslarıyla kasvetin galebe çalamadığı,
bir kalbe dönerler.
Böyle
birisine, Allah hakkına riâyet etmek gayet kolay, sıkıntısı hafif, nefsin
engelleri az ve zayıftır. Çünkü kalbi temizdir. Allah ona yönelmiş, sevmiş ve
onu dost edinmiştir.. I )ost, dosta küsüp terk etmez, seven sevdiğini tehlikeye
teslim etmez.
1
ladîs-i şerifte “I levâ-yı nefse meyletmeyen genç, Rabbi- ııin hoşuna gider.’”'3
buyrulmuşum Yani Allah’ı sevindirir vc katında değeri büyük olur. Çünkü
“taaccüp” iki mânâya gelir:
' İbn Mübarek. ez-Ziihd,
I 18.
Birincisi:
İtaatin çapı nispetinde sevmek, günaha cüret nispetinde de nefret etmek.
İkincisi:
Bir şeyi, olduğundan daha çok görmek. Çünkü çokluk, hayrete düşürür. Eşyayı
gerçeğiyle bilmeyen cahil, onu görünce gözünde büyütür. Allah, böyle şeyden
münezzehtir. I ler ne kadar bazıları “Benim hoşuma gitti, onlarsa alay ediyorlar.”
şeklinde okumuşlarsa da, bu, bilinmeyen bir şeyi çok görme mânâsına
gelmemektedir. Dolayısıyla, “Hevâ-yı nefse meyli olmayan genç Allah’ın hoşuna
gider.” sözünün mânâsı, “Allah onu sever, ondan razıdır ve yanında yüksek bir
mevkiye sahiptir.” şeklindedir.
Şureyh'ten
rivayet edilen bir hadîste ise, “Allah’ın ibadeti ve sevgisiyle büyüyen gence
yetmiş sıddık sevabı vardır.” Denilmektedir.
Muaz
b. Cebel, Hz. Peygamber den şu hadîsi rivayet etmektedir: “Allah, 'Ey
gençliğini benim için harcayan, şehvetini benim için terk eden genç! Sen
yanımda bazı meleklerim gibisin’ demektedir.” Bundan daha temiz kalpli kim olabilir? Veya
bulûğ çağına vardıktan bu yana günah işlemeyen, Allah’a itaat ve ibadetle
gelişen, O’nun hakkına uymayı adet haline getiren kişiden, yardım ve desteğe
kim öncelikli olarak hak kazanabilir? Öyle ise, bu işi kendine adet edinen,
bunun zıddına asla yanaşmayan kişiye, Allah hakkına riâyet etmek kolay vc
güçlüğü azdır. Allah yolunda çalışması ise uzun sürelidir.
ikinci
kısım ise, hevâ-yı nefsine uyduktan sonra tövbe eden, cehaletinden dönüp
Allah’a yönelen, zamanında işlediği günahlarına pişman olan kimsedir. Allah o
kişiye, hiçbir farzı terk etmeme ve geçmişte işlediği hiçbir günaha tekrar dönmeme
azim ve gayretini bahşeder. Bu arada nefis, günahtaki geçici zevki göz önüne
getirerek onu alışkanlıklarına devam etmeye ikna etmek için mücadele eder. O,
nefsini gemlemek için de mücadele eder, gütrhtan doğ'cak azapia korkutur.
Düşmanı onu, yapmadığı, doiayısı/‘a . zz^tiuı kaçırdığı günahlara davet eder.
O da, günahtaki çirkinliği hatırlatır, Allah’ın onu, hoşa gitmeyen şeylerden
çekip, Allah’ın rızasına kavuşturacak şeylere yöneltmesinden ötürü, büyük
İütufta bulunduğunu hatırlatır... Bıı mücadele sürüp giderken Allah onu tasdik
ederek, yardımına koşar, nefsinin değerini düşürecek şehvetlerden alıkoyan Bu
yardım, Allah’a itaat etmeyi kolaylaştıracak ana kadar sürer. Nitekim Allah
bunu vaad etmiştir: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri Biz, elbette yollarımıza
iletiriz.” (Ankebnt. 29/69) “Hidayet bulanlara gelince, Allah
onların hidayetlerini artırmış ve onlara korunmalarını vermiştir.”
(Muhaınnıed, 47/17) “Ama kendilerine öğütlenenleri yapsalardı, elbette
kendileri için daha iyi vc daha sağlam olurdu. O zaman elbette kendilerine
katımızdan mükâfat verirdik.” (Nisa, 4/66-67)
Allah
bu inşa»'lan doğru yola iletmeyi, gerçeği apaçık göstermeyi vaad etmiştir.
Çünkü O, kerem sahibidir. Kendisinden ıızaklaşanlara bile yaklaşırken, O’na
yaklaşmak isteyenlere karşı durumunu sen düşün artık? O’nu sevmek istemeyenleri
bile severken, O’nu sevenlere karşı durumu nasıl olur?
Bir
diğer hadîste 1 İz. Peygamber, Yüce Allah’ın şöyle ferman ettiğini haber
veriyor: “Ey Ademoğlu! Sen bana dört parmak yaklaşırsan, ben sana bir karış
yaklaşırım. Sen bir karış yaklaşırsan, ben bir zira' yaklaşırım. Sen bir zira’
yaklaşırsan, ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirsen sana koşar adım
gelirim.”
Ancak,
bu güzel yardım, isteğe anında karşılık verme, destek vc direkt olarak
hidayete erdirme, günahtan koruma ve himayesine almakla olur. Çok geçmeden
Allah, tevbe eden kişiye yardımıyla yönelir, onu nefsine galip getirir, zayıf
yanlarını güçlendirir, şehvetini öldürür. Böylecc akıl, hcvâ-yı nefse baskın
çıkar, ilim cehalete galip gelir. Kalbini, Allah korkusu ve üzüntü kaplar.
Dünya ile uzun süre oyalanıp sevindiğinden, üzüntüsü de çok olur. Yaptığı
günahları her hatırlayışında kalbi titrer, üzüntü ve sıkıntı basar. Zikirden
gafil olduğu anda, tefekkürü dc unutur. O sırada nefis yine mücadeleye başlar.
Salih kişilerin gaflet vc unutkanlık anlarında kaçınamadıkları bazı ayak
sürçmelerine meyleder. Sonra, günah, kir ve pasından tertemiz bir kalple
Allah'a döner. Çünkü normal âdetinden uzaklaşmıştır. Hemen, emniyette
olmadığından vc iyilikte ısrar etmediğinden, ciddi bir korkuya kapılır. Gaflet
ve ihmale duçar olmadığı için de, ümit içindedir. Bu insan günaha, Allah’ın
rahmetine kaçışla cevap veren, azaptan emin oluncaya kadar Allah’a yönelen
kişidir.
Hz.
Peygamber: “Kul bir günah işler, bu günahı onu Cennete götürür!” buyurunca,
“Bu nasıl olur?” dediler. O, “Günah işleyip, tevbe ederek ve günahtan kaçarak,
gözlerini Allah’ın dergâhına diker. Neticede Cennete girer.”n7
şeklinde cevap verdi.
Said
b. Cübeyr, “En abid kişi kimdir?” sorusuna: “Günah işleyip, bu günahı her
hatırlayışında daha çok ibadet eden kimsedir.” cevabını verdi.
Hz.
Peygamberden şu hadîs dc rivayet edilmiştir: “En seçkininiz, değişik
fitnelerle karşılaşıp tevbe edendir. I İz. Peygamber, ümmetinin en
seçkinlerinin bile ayak sürçmelerinden koru-
57
I
leyscnıî, Mccmeu'z-Zct'aid, I. 199.
58
el-Miinavî,
Fcyzıı'l-Kadir, III, 468. ııamadıklarını
vc Allah’a ait bilgilerinin onları bundan alıkoymadığını haber vermektedir. Ta
ki, bunlar tevbe ve inabeyle Allah’a yönelsinler.
Üçüncü
grup ise, günahında ısrarlı, isyan vc nisyânına devam eden, hevâ-yı nefsi
galip gelmiş vc korkunun zayıf düşürdüğü kimselerdir. Bununla birlikte Allah
tarafından, ölümden sonra tekrar diriltileceğim ikrar eder. Günahı, bu
düşüncesini perdelemez. Dirildikten sonra sorguya çekileceğini de ikrar eder.
Sevap ve günahlarının onu, ebedî Cennet veya Cehen- ncm‘c götüreceğini,
Allah’ın dilediği kişilerin dışında kalanların ebedî Cehennem’de kalacaklarını
da ikrar eder.
Bu,
kalpten iman ettiğinin ikrarıdır. Bu imanla, inkârı u- zaklaştınnış vc Rabbini
doğrulamıştır. Kalbi kaplayan günah pası, zikretmeye engel olmaktadır. Ancak
bir kıvılcım var, o- mınla ahi ret inancını korumaktadır. Fakat kalbin
katılığından vc peş peşe gelen gaflet perdelerinden, bu inanç yer edinmemektedir.
Kalbi dünya işiyle meşgul olduğundan, Allah korkusunu hatırla yamamakta,
düşünmeye vakit bulamamakta ve zikrin tadını tadamaınaktadır.
Zikre
nasıl yer olsun ki, dünyanın bin-bir türlü meşgalesi, orda yer edinmek için
müsaade istemekte vc gaflet hep galip gelmektedir? Bu insan, gaflette ısrara
sebep olan bağları koparmaya muhtaçtır. Böylccc günahlarından, Allah’a tevbe
eder ve kendinden önceki iki arkadaşı olan, hevâ-yı nefse meyletmeden büyüyen
vc tevbe ile Yaratıcısına yönelen kişilere katılır.
Günahta Israrı Terk
ettirip Tevbeye Yönelten Şey
Dedim
ki;
“Kişiyi
tevbeye ve günahta ısrardan alıkoymaya sevk eden şey nedir?”
Dedi
ki:
“Kalbin
ısrarına mâni olan, hata ve günahlardan alıkoyan şey havf vc recâdır. Çünkü
Allah, kalbin meylettiği vc nefsin arzuladığı şeylerden nehyetmiş. Ancak bu
nehyedilen şeyler insan fıtratına uygun, hoşa giden ve yapıldığında zevk veren
hususlardır. Hz. Peygamber de “Cehennem nefsin hoşuna giden şeylerle
kuşatılmıştır.”59 buyurmuştur. “Yapanı Cehennem’c götüren
ameller, nefsin arzuladığı amellerdir.” şeklinde haberler de bize kadar
ulaşmıştır, ibn Mcs’ud bu hadîs-i şerifin izahında, “Kim perdeyi kaldırırsa
arkasındaki şeyle yüz yüze gelir. Yani, nefsin isteklerini yerine getiren,
Cehennem’c düşer. Kim, kendisiyle Cehennem arasına perde ve engel olan şeyleri
yapmazsa Cehennem’c girmez. Cchcnnem’in perdesini kaldırmayan, Allah’ın
rahmetiyle Cennete girer. Nitekim O da şöyle buyuruyor: “Rabb’inin
makamına varmaktan korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince,
şüphesiz onların barınağı ancak Cennettir.” (Naziat, 79/40-41).
Hz.
Peygamberin şu hadîsi de bu mânâdadır: ‘'Allah Cehennem'i yarattıktan
sonra Hz. Cebrail'i, gidip bakınası için gönderdi. Hz. Cebrail bakıp döndükten
sonra, “Senin azametine yemin ederim, Cehennem’in bu durumunu duyup oraya
girecek hiç kimse olmaz!” dedi. Sonra, nefsin hoşuna giden şeylerle kuşattı ve
Hz. Cebrail’e “Git bak!” dedi. Dönüşte Hz, Cebrail “izzetine yemin ederim,
korkarım ki, bu haliyle Cehennem’c girmeyecek hiç kimse kalmaz.” dedi. Sonra
Allah Cenneti yarattı. Hz. Cebrail’i bakması için gönderdi. Hz. Cebrail
“Cenneti duyan herkes oraya girmek ister.” diye yemin etti. Allah onu
hoşa gitmeyecek şeylerle kuşattıktan sonra tekrar Hz. Cebrail’e “Git bak!”
dedi. 1 Iz. Cebrail, “İzzet ve Celâline yemin ederim ki, oraya hiç kimse
giremez diye korkuyorum.” şeklinde cevap verdi.” '
Öyle
ise kim nefsin hoşuna giden, kalbinin meylettiği, Allah’ın hoşlanmadığı
şeyleri terk ederse, kendisiyle Cehennem ırasına bir perde germiş ve Cennete
girerken Allah’ın himayesini kazanmış olur. Allah’ın yapılmasını emrettiği
amellerin büyük bir kısmı kalbi bıktırır, organları yorar vc ona ağır gelir. Bu
konuda Allah şöyle buyuruyor: “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir
şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz
de mümkündür.” (Bakara, 2/216) “Allah’ın hakkınızda çok hayırlı
kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Nisa, 4/19).
Hz.
Peygamber dc, “Cennet nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır.” buyuruyor. Cenneti kuşatan şeylerin nefsin
hoşuna gitmeyen fiiller olduğunu haber verdikten sonra, kim, Allah ın emrini
yerine getirinceye kadar, nefsini, hoşa gitmeyen bu işleri yapmaya zorlarsa,
Cennete girer müjdesini veriyor.
Abdullah
b. Mes’ud, “Kim perdeyi aralarsa, gerisinde bulunanı elde eder. Yani kim,
Allah yolunda zorluklara katlanırsa (2e n nete girer.” demiştir.
Kerim
vc Alîm olan Allah, varlıkları ve onlara en yararlı olan şeyleri bilir. Kulunu
yaratmadan önce, yaradılışına uyan hususları sevecek, uymayanları ise
sevmeyecek bir tabiatta yaratması vc bu zıt hususların da kul tarafından
bilinmesi durumunda, şehevî duygularının harekete geçeceğini ve nefsinin
mücadele edeceğini de bilir. Özellikle, ömrünü, şehevî duyguların tatmini için
harcayan kimse, acı veren ağır bir ceza konulup onunla tehdit edilmeden, bu
yaptıklarından vazgeçmez. İyilikleri yapması için de mükâfat vc nimetler
konulup va’dcdilıııclidir ki, onu cclbetsin. Allah, insan tabiatını bildiği
için, iki durumu da yaratmıştır. Bununla dostlarını yüceltmiş, düşmanlarını da
alçaltmıştır. Allah, zayıf ve cahil olan kulun gözünden azap kaybolduğunda ve
bu ikisinin pratikte göste- rilmeyip sadece bir bilgi olarak zikredilmesi
durumunda, tehdit etme veya verilecek güzel mükâfatlarla ümitlendirme olmadan
kalbi, şehevî şeyleri terk etme ve zor şeyleri yapmada müsamaha
göstermeyeceğini de bilir. Bundan ötürü Allah kullarını, hem korkutmuş vc
tehdit etmiş, hem de vaatlerde bulunarak ümitlendirmiştir ki, havfve recâ
sınırını yakalayabilsinler.
Bu
gerçeği anlayıp O’ndan korkanlar hakkında “Rabb’inin makamına varmaktan
korkan ve nefsini kötü arzulardan uzak- laştırana gelince, şüphesiz onların
bannağt ancak Cennettir.” (Naziat, 79/40-41) buyurarak, Rabb’indcn
korkanların nefsini kötülüklerden alıkoyacağını haber vermektedir. Ayrıca “Onlar
Rabb’lerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (Ra’d,
13/21) “Onlar, yalnız başına olduklarında Rabb’lerinden korkarlar.”
(Enbiya, 21/49) buyurarak, gözle görülmezse bile, azaptan korktuklarını bize
bildirmektedir.
I
Icm azap vc korku, hem sevap vc ümit, ikisi dc Allah’tandır. Böyle olunca,
cezaya çarpılmamak vc mükâfat almak için boyun eğer vc ona ibadet ederler.
İyiliğe rağbet edip kötülükten kaçarak, zillet içinde O’na boyun eğerler.
Dünya ehli de böyledir. Kişi korktuğuna boyun eğer ki affetsin. Bir şeyler
umduğunda da boyun eğer ki ümit ettiğini elde etsin ve sevgisini kazansın.
Allah da dostlarını “Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve
korkarak bize dua ederlerdi ve onlar bize derin saygı duyarlardı.”
(Enbiya, 21/90) şeklinde anlatır. I i asan, “Bu sürekli bir korkudur.” derken,
Mücahid, “Kalpte olan ezikliktir. Çünkü, görmedikleri sevabı elde etmeyi
umunca, kendini, nefsin hoşuna gitmeyecek şeyleri yapmaya zorlar.” mânâsına
geldiğini söyler. Ccnâb-ı Hak Kitab'ında onları şöyle anlatır: “îman
edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar
Allah’ın rahmetini umarlar.” (Bakara, 2/218). "... artık her
kim, Rabbi’ne kavuşmayı umuyorsa, iyi iş
yapsın
ve Rabbi’ne ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”
(Kehf, 18/110). “Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki, Allah’ın
tayin ettiği o vakit elbette gelecektir.” (Ankebut, 29/5). Ecel, sevap
.ııilamında tefsir edilmiştir. Kullar korkunca, günahtan çekinir vc
uzaklaşırlar. “İşte bu, makamımdan korkan ve tehditten sakınan kimselere
aittir.” (İbrahim, 14/14) “Rabb’inin makamına varmaktan korkan ve
nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak
Cennettir.” (Naziat, 79/40-41). “Onlar Rabb’lerinden sakınan ve
kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (Ra'd. 13/21).
Allah’ın Tehdidinden
Korkmaya Götüren Şey
Dedim
ki:
“l
lavf ve re caya ne ile varılır”
Dedi
ki:
“Mükâfat
vc cezanın büyüklüğünü yeterince bilmekle.”
Dedim
ki:
“Mükâfat vc cezanın büyüklüğü
yeterince nasıl bilinecek?” Dedi ki:
“Azabın
şiddetinden korkmak ve büyük sevaplara teşvik etmekle.”
Dedim
ki:
“Korkuya
nasıl ulaşılır?”
Dedi
ki:
“Bu
akıbeti düşünmekle mümkün olur. Çünkü Allah, kulun gözünden, onu korkutan veya
ümitlendiren şey kaybolunca, ancak tefekkür vc hatırlatma ile korkacağını veya
ümitleneceğini bilmektedir. Zira gayb, gözle görülmez. Ancak gerçek bir inanç
çerçevesinde kalp gözüyle görülür. Kul, gaflet perdesi ve dünya meşgalesiyle
ahireti göremez hale gelince, nc korkar nc de ümitvar olur. Ancak, sıradan
kişilerin hissettiği kadar bir korku ve ümit duygusu taşıyabilir. Ama bu, Allah’ın
hoşuna gitmeyen fiillerden gelen ve hemen verilen lezzetlen bulandıran bir
korku olmadığı gibi; nefsinin hoşuna gitmeyen işleri, Allah’ın dilediği şekilde
yapmaya kendini zorlayacak bir ümit de değildir. Sözü edilen tarzda bir korku
vc ümit, ancak, Allah’ın fazlı ve keremiyle, Allah’ın kıyamet günündeki
dehşetli kızgınlığını hatırlatma ve düşündürme ile mümkün olur.
Cenâb-ı
I lak, dostlarının bu şekilde olduğunu bildirmektedir: “Şüphesiz bütün
bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Ra’d, 13/3) “Ayakta
dururken, otururken, yanlan üzere yatarken Allah’ı ananlar (şöyle dua ederler:)
Rabbımtz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tespih ederiz. Bizi Cehennem azabından
koru. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki, biz, “Rabbimize iman edin!” diye seslenen bir
davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı ört, ruhumuzu
iyilerle beraber al; ey Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla
va’dettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi perişan etme; şüphesiz Sen,
va’dinden caymazsın!” (Âl-i İınran, 3/191-194).
Hz.
Peygamber, gecenin geç saatlerinde bu âyetleri okudu ve “Bu âyetleri
okuduktan sonra sakalına elini süren fakat oıılan düşünmeyene yazıklar olsun!”
deyip geceyi ağlayarak namaz kılmakla geçirdi. Kendisine bu işin sebebi
sorulunca: “Bana nazil olan bu âyetlerde Allah, şunu haber veriyor: Allah'ın
kulları bu âyetleri düşününce, Cehennemi girme düşüncesi onlara çok ağır
geldi, ondan korktular. Sonra Cehennem ateşine girme ve hesap günü aşağılık bir
dereceye düşme tehlikesinden onları kurtarsın diye, Allah’a yalvarmaya
başladılar. Çünkü, ancak O’nun lütfuyla bu aşağılık durumdan
kurtulabileceklerini ümit edince, O’na tazarnıyla yalvarıp, bu günün azabından
kurtarmasını dilediler.” cevabını verdi.
Öyle
ise havf, azabın büyüklüğünü bilmekle; söz konusu bilginin yüksek bir seviyeye
çıkması korkutma (tehvif) ile; korkutma, ahiret ve hesabı düşünmekle; düşünme,
zikirle, zikir ise gafletten uyandırma ile meydana gelir. Çünkü Allah,
nefsimizi korkutmamız için, bizi azabıyla korkutmaktadır. Nefsimize ümit
vermemiz için de bizi ümitlendîr- nıektedir. Nefsini korkutmak kişiye, Allah
tarafından verilen bir nimettir. I lavf, kişinin bir heyecanı olup ona sahip
bir duygu haline gelmedikçe, koıkurmadan meydana gelmiş olur. Allah, emrettiği
şekilde korkanın kalbinde, kendisi için bir heyecan meydana getirir. Allah, bir
fazilette bulunmak istediği zaman, tckcllüfsüz bir şekilde havfı, mü’nıin kulun
kalbine hissettirir. Allah, havfı bu şekliyle kalbine hissettir- ıııczsc kul,
kendini zorlayarak korkutmaya çalışmalıdır. Yapmaması durumunda mazur sayılmaz.
Çünkü O, âhireti düşünmeyi emretmiştir. Bu da havf ve recâyı gerektirir.
Ayrıca, bunu düşünmesi ve ümitle korkuyu hissetmesi için, onu tehdit
etmektedir.
Israrlı Olan Kişinin Israrından Vazgeçmesi
Günahta
ısrarlı olan kul, kendisini ısrarından vazgcçirıp tevbeye sevk edecek şeye
ulaşmak istediğinde, âhireti, ölümün saldırısını, Allah hakkının büyüklüğünü,
emre boyun eğme gereğini vc emirlerini yerine getirmeyip nehiylcrini yaptığını
düşünerek, nefsini korkutmak vc neticede korkmak için, kendine yardım
etmelidir.
Dedim
ki:
“Söz
konusu şefleri düşünmek kadrime ağır gelmektedir. Sebebi nedir?”
Dedi
ki:
“Tefekkür,
üç sebepten ötürü kalbe ağır gelir. Bazı kişilerde bu üç sebep bir arada,
bazılarında ikisi, bazılarında bir sebep bulunur.
Birincisi:
Zikirle ahireti düşünmekten ötürü, dünyaya fazla önem vermeyen kalbin
rahatının kaçması. Çünkü ahireti düşününce, aklını, dünyayı ve dünya işlerini
düşünmekten alıkoyan Böylece rahatı kaçar.
İkincisi:
Ahireti düşünmek nefse acı verir. Hesabı ve mizanı, lehine ve aleyhine olan
durumları düşündüğünde kederlenir. Çünkü tevhid ehli olan kişi bunları
düşündüğü zaman, inandığından ötürü, keder ve üzüntüsü artar. Onun için ahireti
düşünmek, nefse ağır gelir. Zira keder ve üzüntüye maruz bırakan şey elbette
nefse ağır gelir.
Üçüncüsü:
Nefis ve düşman, müridin ahireti düşünmek istemesi durumunda, onun bu
düşüncesiyle, kendisini, Rabb’in-dcn uzaklaştıracak bütün zevklerden alıkoyacak
ve yapması gerekenleri yerine getirmek için, her zorluğu yükleyecek, bir korku
istediğini bilmektedirler.
Onun
için nefis, kendisinden, dünya hayâtındaki lezzetleri terk etmesinin ve hoşuna
gitmeyen işleri yapmasının isteneceğini bilince, ahireti düşünmek ona ağır
gelmektedir. Düşmanın oyunlarını boşa çıkaran, delillerini çürüten ve
isteklerine zıt olan şeylerin isteneceğini bilmektedir. İşte bu üç sebepten
ötürü müridlere, ahireti düşünmek ağır gelmektedir.
Kalbe Ahiret
Düşüncesini Hafifleten Şeyler
Dedim
ki:
“Âhireti
düşünmeyi hafifleten şey nedir?"
Dedi
ki:
“İnayettir”
Dedim
ki:
“İnayeti
sağlayan nedir5”
Dedi
ki:
“Tefekkür
edenin, tefekkürüyle ekle ettiği dünya ve ahiret menfaatinin vc düşünme
neticesinde gafletin gördüğü zararın büyüklüğü nispetinde bu inayet sağlanır.”
Dedim
ki.
“Tefekkürle
elde edeceği menfaatin büyüklüğünü düşünürken, yukarıda sayılan üç sebep kulun
karşısına çıkıp tefekkürü ağırlaştırırsa, onları nc ile defedecek?”
Dedi
ki:
“Kul
âhireti düşünmek istediğinde söz konusu engellerle karşılaşırsa, her bir engele
mukabil şiddetli ahiret azapları olduğundan, nefsini tenkit edip azarlayarak
şöyle demelidir: “Nazarın, dünyadan alıkonduğu için sıkıldın mı? Ebedî kalacağın
Cehennem hapsinde halin ne olacak? Öyle ise ebedî hapisten kurtulmak için
dünyadaki şu azıcık ağırlığı taşı? Ahircttc kazanman vc kurtulmana mukabil,
aklını dünyaya bakmaktan alıkoymak mı seni sıkıyor? Öyle ise, seni yüzüstü
ebedî Cc- hennem’e götürecek günahtan alıkoyan tefekkürden sıkılma!
Cehcmıem’dcki sonsuz hapisten kork ve sonsuz kurtuluş için geçici olan bu
azıcık şeyi yüklen! Azabı düşünmek seni sıkıyorsa, ya içine girmek sem ne hale
getirir? I lâlbuki, düşünmek içine girmekten çok basittir. Öyle ise azabı
hatırlamaya katlan ki. ebedî olarak içine girmeyesin!
Dünya
lezzetlerini acılaştırır düşüncesiyle, seni Allah’ın azabından kurtaracak
şeyleri düşünmekten kaçmana gelince; ahiret lezzetleri sana acılaşınca vc
güzelliklerden mahrum kalr.ıca halin ne olur? I hâlbuki, Allah'a inandıktan
sonra, dünyada O'na itaat etmedikçe, ahiret nimetlerine kavuşamazsın.
Dünyayı
itaat nimetiyle geçirmek ve ahiret nimetlerini kazanmak, dünya lezzetlerinin
bulanıp acılaşmasının bir karşılığıdır. Şayet düşünürsen, dünya lezzetlerinin
bir nimet olmadıklarını, aksine, sonu gelmeyen bir kalp meşgalesi, beraberinde
hiçbir rahatlık olmayan bir hırs vc bitmez bir üzüntü olduğunu anlarsın. İtaat
nuru vc nimeti, Allah'a isyanla sökülüp atılınca, kalbi saran zulmet bu işle
beraber gelir. Öyle ise, zillet vc üzüntü dünya lezzetlerinde, izzet, zenginlik
vc nimet ise, bu lezzetleri Rabb’c itaate dönüştürmektedir. Çünkü Allah için
bir lezzeti terk etmek, müridin yanında en lezzetli vc Allah'ın hoşuna gitmeyen
bir şeyi işlemekten çok daha fazla kalbe yerleşen bir şeydir. Çünkü kul, az
bir süre aldığı lezzetten sonra uzun bir süre pişmanlık duyar. Hâlbuki, bu
lezzeti Allah için terk ettikten sonra, bunu, O’nun rızâsını dilediği için terk
ettiğini her hatırlayışında, gerçekten Allah’ın rızâsına nail olduğuna büyük
bir ümitle inanır. Bu inanç ona öyle bir sevinç ve lezzet verir ki, tesiri
ölüme kadar sürer.
Dedim
ki:
“Anlattıklarım
nasıl düşüneceğimi bilemiyorum. Bunun yolu nedir?”
Dedi
ki:
“Akla
değil, Allah’a tevekkülle birlikte, gayret vc akıllıca bir» istek bir araya
gelince, tefekkürün kapıları açılır. Allah, himmet ve gayretin topladığı
yerleri seven vc o türlü yerlere kulak kabartıp dinleyenleri şöyle
anlatmaktadır: “Muhakkak ki,
bunda,
kalbi olan yahut şahid olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse
için bir öğiit vardır.” (Kaf, 50/38). Tefsirler. bunun
“Gaip olmayıp, hazır bulunmak." mânâsına geldiğini söylerler. Çünkü
himmetin bir kısmı, dünya işlerine ayrılınca akıl, ahiret işlerini düşünüp
anlayamaz. Himmet bütünüyle, ahiret işlerine yönelince, akıl da devreye girer
ve Allah’ın hoşlandığı şeyleri düşünmekten uzaklaşamaz. Ebu’l- Ali‘ye,
“Tefekkür kapısını açacak şey nedir?” diye sorulunca, ümmetin toplanmasıdır.
Çünkü kul himmetini toplayınca düşünür, düşününce nazar eder, nazar edince de
kalp gözüyle görür.” cevabını vermiştir.
Himmet ve Gayreti Teksif Etme Yolu
Dedim ki: 9 ‘ i limuıct nasıl teksif
edilir?”
Dedi
ki:
“İki
yolla. Birincisi: Düşünmek istediği şeyin dışında organları hiçbir şeyle
meşgul etmemektir. Çünkü gözle bakmak, kulakla dinlemek ve elle dokunmak kalbe
tesir eder ve onu meşgul eder. Ancak, ne dediğini iyice anlamak için seninle
konuşan zatı dinlemek, Kur’ân-ı Kerim vc diğer dinî kitapları anlama gayesiyle
incelemek vb. düşünmek istenilen şeye yardımcı olan meşgaleler istisnadır.
Allah, kendisini dinleyip anlamaya çalışanları şöyle anlatıyor: “Onlar
ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar.” (Zümer, 39/18).
İbn
Mes’ud, “Muhatapların seni görecekleri bir pozisyonda onlara hitap et.”
demiştir. Bir şeye, ancak ibret almak için bakmalısın. Bu gaye olmadan,
organlarını hiçbir dünya işi ile meşgul etme. Tefekküre dalmak istediğin zaman,
ister yalnız ol, ister birilcrini dinleme durumunda ol, bütün organlarının
dünya ile irtibâtını kes. Aksi takdirde sana tefekkür kapıları kapanır. “Biz
onların seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli
konuşurlarken de o zalimlerin: “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına
uymuyorsunuz!” dediklerini gayet iyi biliyoruz.” (İsra, 17/47) âyeti,
bu konuya işaret ettiği gibi, cinlerin nıü’min olanlarının şu âyetlerde
belirtilen tavrı da bir örnektir: “Bir zamanlar, cinlerden bir grubu,
Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde (birbirlerine)
“Susun, (dinleyin).” dediler. (Okuma) bit irilince de uyarıcılar olarak
kavimlerine döndüler.” (Ahkaf, 46/29) Allah, kendi Rcsû- lü’ndcn Kitabı’nı
dinlemekten alıkoyacak meşgalelere engel oklukları için bu cinleri övmüştür.
Bir diğer âyette: “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun!”
(A raf, 7/204) buyurarak, Kur’ân’ı anlayabilmek için onu dinlerken, konuşmanın
terk edilmesini emretmektedir.
İbn
Mes’ud'un oğlu İ lanıza şöyle diyor: “Gözle gördüğü şey, kalbini meşgul
etmeyene, kulağıyla duyduğu şeyle de Allah zikrini unutmayana müjdeler olsun!”
Kul, tefekkürden alıkoymasın diye, organlarını meşguliyetten geri çekince, akıl
tamamıyla devreye girer ve ondan sonra karşısına çıkan şeyler ona engel olmaz.
İkincisi:
Kalbi, asıl düşünmesi gereken şeyin dışında, dünya işlerinden herhangi bir
mesele ile meşgul olmaktan alıkoymaktır. 1 Iz. Peygamber konuyla alâkalı şöyle
buyuruyor: “I 1er vadide, insanoğlunun kalbinden bir parça vardır. Kalbinin her
parçasına ayrı ayrı uyan kişinin, hangi vadide ölüp gideceği Allah’ın umurunda
değil!”63 “Şâhid olarak (zihnini toplayarak, dikkatle) kulak
veren kimse için bir öğüt vardır.” (Kaf, 50/37) âyeti de, sadece
duyduğuna kulak vermesi mânâsına gelmektedir.
Kul,
dış organlarını zahirî işlerle uğraşmaktan, içini fuzûlî işleri düşünmekten
alıkoyup, kalbini dc sadece düşünmesi gereken şeye yöneltince, bütün himmeti
toplanmış ve kalp huzuru sağlanmış olur. Dünya işleriyle uğraşanın durumu da
böyledir. Ihı iş veya hesap yapmak istediğinde gözü, kulağı, kalbiyle kendini
işe verir ki, eksik bir nokta bırakmadan işini en mükemmel şekilde vc hesabını
en doğru şekilde, yanlışa mahal vermeden yapabilsin. Çünkü kul düşünme anında,
organlarını vc kalbini dünya işleriyle uğraşmaktan alıkoyunca gayreti toplanır.
Bütün
himmet ve gayretini topladıktan sonra, akla değil, Allah a itimat ederek
düşünmeye başlayınca, Allah'ın vergisiyle ona geniş ufuklar açılır. Çünkü kul,
himmetini topladıktan sonra, bazen kendine güvenerek aklına dayanır. İşte o
zaman nefis vc şeytan düşmanları hemen işe parmak karıştırır ve vesvese
verirler. Bu vesveseyle uğraşırken tefekkür kapıları kapanır. I ümmetini
topladığı halde, aklına dayanan kişiye tefekkür kapılarının açılmayacağı
endişesini taşımaktayız. 1 Iz. Süleyman'dan aktarılan bir tavır buna örnektir:
l İz. Süleyman, “Bu gece yüz hanımımla ailevî münasebette bulunacağını, hepsi
hamile kalacak ve birer erkek evlât doğuracaklar. Hepsi de Allah yolunda
savaşan birer atlı mücahid olacaklar.” dedi. Fakat, “İnşallah.” demedi.
Dediğini yaptı ama, bir tek hanımı hamile kaldı. O da eksik vücutlu bir çocuk
dünyaya getirdi. Hz. Peygamber, “Eğer ‘inşallah' demiş olsaydı, dediği gerçekleşildi.”
buyurdu/4
Cehennem
azabının dehşetinden ötürü nefsini korkutarak ahireti düşünen kişide gerçek
mânâda vc önüne geçemeyeceği bir korku oluşur, Tıpkı dolu bir tencereyi
kaynatmak için biriktirilen büyük miktarda yakacağa benzemektedir. Ateşe
odunlar atıldıkça alevler büyür ve kaynama devam eder. Kulun
M
d-Bulum, Cihâd, 23, Nikâh, 119. Miisncd, II. 229. durumu da böyledir.
Allah’ın, kendi üzerindeki hakkını ve bunu yerine getirmediğini bilip, ahiretin
dehşetli hallerini ve hesabın çetinliğini düşünerek, korkutma devanı ettikçe,
gerçek korku (havf) meydana gelir.
Bu
korku oluşunca kalp, günah üzerinde olan ısrarını terk eder, nefis günahtan
çekinir, pişmanlık duyar, tevbe eder ve haşyet içinde Allah’a döner. Altında
güçlü ateş yanan dolu tencere de böyledir. Ateş gürleştikçe tencere içinden
bazı şeyleri dışarı atar. Aynen bunun gibi, Allah’ın kendisini tehdit ettiği
şeylerle nefsini korkutmaya devam eden kimsenin korkusu dalgalanır, böylece,
ısrarla tâbi olduğu şehvet ateşini söndürür. Günahları kökünden söküp atar. Çünkü
akıbetinden korkar. Özellikle Kur’ân okuyup, orada geçen dehşetli kıyamet sahnelerini,
zikredilen tehdit ve va’dedilen nimetleri düşündükçe havf, dalga dalga onu
sarar. Kur’ân okuyarak yapılan bu tefekkür en faydalı tefekkürdür.
Günahta Israrlı Olanların
Dereceleri
Dedim
ki:
“Günahta
ısrarlı olanların hepsi bu konuda eşit midir?”
Dedi
ki:
“I
layır. Günahta ısrarlı olanların değişik dereceleri vardır. Bir kısmının günahı
çok, dertleri büyük, ahireti unutturan gaflet perdesi çok kalındır. Bunlar,
Allah’ın korkuttuğu hususları düşününce, gaflet perdesinin kalınlığı ve kalp
kasvetinden ötürü, çabucak korku hali ortaya çıkmaz. Bir kısmının günahı azdır.
Gafleti, ona ahiretini unutturmamıştır. Bir kısmı da, günahkâr olmakla
birlikte, bazı günahlarından tevbe etmiş, bazılarına da devam etmektedir.
Bunların hepsi, korku istemede eşittirler.
Dedim
ki:
“Bunlar
arasındaki farkı izah eder inisin?”
Dedi
ki:
“Günahı
çok, gafleti büyük, kalbinin katılığı fazla, olan kişi havf mertebesine ulaşmak
istediği zaman, düşman (nefîs- şeytan) değişik oyunlarla yolunu keser.
Hastalığı müzminleştiğinden, ilaçlar ona hemen tesir edemez. Dünyevî
hastalıklar da böyledir. Uzun müddet tedavisi ihmal edilen hastalıklara, ilaç
çok yavaş tesir eder. Aynen bunun gibi, kalp hastalıkları uzun süre ihmal
edilen kişiye, korkutma çok yavaş tesir eder. Bundan yararlanan nefis ve
şeytan düşmanları engeller çıkarırlar. Uzun bir mücadele gerektiğinden ötürü,
onu tembellik ve bıkkınlığa sürükleyerek düşünceden alıkoymak isterler. “Bu
senin işin değil, kalbi bu kadar katılaşan birisi, havf makamına çıkamaz. I
[eni sen nefsinin esirisin artık!” derler. O da tefekkürü terk eder, gerçekten
yapamayacağına inanır.
Ancak
akıllı ve dirayetli olanlar, nefis ve şeytana dönerek, sert bir çıkışla: “Benim
günahım vc başıma gelen belâlar, bu zorluk ve sıkıntılardan çok daha büyüktür.
Allah’ın lütfuyla olmazsa hiç kimse azaptan kurtulamaz.” der. Böylece bıkkınlık
ve tembelliği gider, nefsini korkutmak üzere tefekküre devam eder. Daha sonra
nefsine şunları söyler: “Bu, benim gibilerin makamıdır. Çünkü Allah,
kullarından kendine isyan edenleri, gaflet vc sarhoşluktan uyandırmak için
korkutur. Günah vc gafleti çok olanları korkuyla tehdit eder. Ancak benim
hastalığım çok eskidi vc müzminleşti. Kalbim kaskatı kesildi. Gafletim, zulmet
halini aldı. Şayet uzun süre manevî tedaviye devam edersem, Allah’ın izniyle
havf makamına çıkarım.”
Günahta
ısrarlı olan zat, nefsini korkutarak tefekküre devam ederse, nefsi tevbeye
boyun eğer.
Günahlarının
bir kısmına tevbe edip bir kısmına devam eden kişi de böyledir. Devam ettiği
günahların sayısı kalbini sarar, gaflet uzar, âdetini devam ettirir ve
neticede, işlediği bu günahlardan sonra tevbe edip korku halini istemesi çok
zorlaşır. Bu tevbeye boyun cğinceye (bütün günahlardan pişman olup bir daha
onlara dönmemeye azmcdinccye) kadar, tefekküre devam etmek zorundadır. O zaman
onları korkutmaya muvaffak olur.
Dedim
ki:
“Günahlarını
tek tek bilmediği halde, bütününden pişman olması yeterli midir?”
Dedi
ki:
“I
layır, çünkü birçok günahlar var ki, hevâ-yı nefs onları gizler, unutkanlık
perdesi onları kapatır. Nefis ve şeytan düşmanları bu durumdan yararlanırlar.
Kişi bazı günahlarından tevbe edip bu noktada düşmanlarına galip gelince,
düşmanları diğer günahlarını gizleyerek, “Senin hiçbir günahın kalmadı.”
derler. I hâlbuki, geçmişte işlediği birçok günahı vardır. Günah olduğunu
zannetmediği ileri-geri konuşmalar, hata saymadığı işler, nefsin çıkarı işin
içine girdiğinden, zulüm saymadığı haksızlıklar türünden daha birçok günahı varken,
bütün günahlardan tevbe ettiğini düşünür. I lâlbuki bilmeden, yukarıda sayılan
birçok günaha, ısrarla devam etmektedir. Çünkü korku anında, Allah’a tam itaat
halindedir. Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyi yapacak güç vc kuvveti
bulunmamaktadır. Dolayısıyla o anda bütün günahlarını hatırlayamaz. Akıllı vc
uyanık birisi ise, geçmiş ömründe işlediği birçok günahı olduğunu bilir. Ama
kalın gaflet perdesi, haram söz, bozuk inanç cinsinden birçok günahı görmesine
engel olur. Hâlbuki, aynı şeyi başkasında, görünce hayret ve dehşetle irkilir.”
Dedim
ki:
“Bu durum nc ile bilinir?”
Dedi
ki:
“Geçmişte
günah işlediği anlan hatırına getirerek ancak söz konusu günahı hatırlayabilir.
O anda ne durumda olduğunu hatırlar. Yerine getirmediği bir vacip, işlediği
bir günah var mı diye geçmiş ömrünü saat saat, gün gün gözden geçirir. Kızdığı
anlarım, sevinçli olduğu zamanları, kalbinden geçen şeyleri, organlarıyla
irtikap ettiği suçları düşünür. Sevdiklerini, nefret ettiklerini, kazandığını
vc bunu nerde harcadığını veya biriktirdiğini, alacaklılara haklarını verip
vermediğini; verdiyse haksızlık yapıp yapmadığını, kendi alacağı olan bir şeyi
nasıl aldığını... teker teker gözden geçirmelidir. Kalp ve kafasından geçen
şeyleri, ne söyleyip ne dinlediğini, nerelerde dolaştığını, elleriyle yaptığı
işleri, başkalarının mal vc namuslarına karşı tavrım, anne-baba ve
akrabalarının haklarına riâyet edip etmediğini, Allah'ın huzuruna tertemiz
çıkmak isteyen bir mü’minin titizliği vc kendisinden kısas alınmak üzere
hesaba çekilen bir kişinin dikkatiyle kendini hesaba çekmelidir. O güne ka-
darki bütün ömrünü, her gün için nasıl sabahlayıp nasıl akşamladığını gözden
geçirmelidir. Hatta iyilik yaparken bile, kalbinde ne niyet taşıdığını
hatırlamalıdır. Onu bu iyiliği yapmaya sevk eden sebep neydi? Gerek dinî
gerekse dünyevî konularda haset vc benzer duygular taşıyor muydu?
İşte
böyle hareket ederse kaybedip yerine getirmediği birçok Allah hakkını
hatırlar. I ler hatırlayışta kalbine ciddi bıT pişmanlık dolar. Geri kalan
ömründe, benzeri hataları tekrarlamamak için, kendisinde bir azim, güç ve
kuvvet oluşur. Her bir günahı hatırlayışında pişmanlık ve üzüntüsü artar.
Allah’ın ona hiddet vc kırgınlıkla baktığından korkar. Nefsine, bir daha
affedilmeyeceği, hüsnükabul görmeyeceği, merhamet edilmeyeceği endişesini
fısıldar. Arkasından, bir daha günah işleme- meye azmederek korkunun yanına
ümidi yerleştirir. Böylece ümitsizliğe düşmeye engel olur. Nefsine, “Şayet
ebediyen affc- dilmeyecek olsaydı kalbine korku girmez, tevbeye yanaşmazdı. Korku
ve ümidin bir arada oluşması, kapının hâlâ açık olduğunu gösteriyor.” der.
I
latırlanan ve yerine getirilmeyen Allah hakları ve işlenen günahların sayısı
arttıkça görülecek ki, organların kötülükten koruduğu, akşamlayıncaya kadar
dilini koruyup, Allah'ın hoşnutluğuna sebep olan hiçbir şeyi söylemediği, aynı
şekilde kulağı, gözü ve ayaklarıyla bir kötülük yapmadığı hiçbir gün
bulunmamaktadır. Aynı şekilde, kalbin; riyâ, kibir, ucub, haset vc benzeri
duygulardan arınarak, ihlâsla Allah yolunda ibadetle geçirdiği bir gün dahi
bulamayacaktır. Bütün bu yapılanlara bakınca, yaptığı iyiliklerin de boşa
gittiğini vc Allah’ın gözünden düştüğünü düşünür. Böylece ümitsizlik aklını
sarhoş eder. Çünkü, Allah’a itaatkâr olduğunu zannediyordu. Geçmiş günlerini
ve duygularını kontrol edince, dinini mahvettiğini vc üstelik bunun farkında
olmadığını görür. Tıpkı, servetini bir sandığa koyup kilitleyen, sandık
soyulduğu halde bundan haberi olmayıp rahat yaşayan ve sandığı açtığında malın
olmadığını gören, neticede kalbi kırılıp fakir olduğunu anlayan, zenginin
durumuna benzemektedir.
işte,
nefsini ve geçmiş günlerini gözden geçirip manen çok fakir olduğunu yakînen
gören kişi, çaresiz, büyük kerem sahibi olan Allah'ın zikrine sığınır.
Kendisinden çok daha günahkâr ve gaflette yüzen kişilere karşı Allah’ın
muamelesini düşünür. Bir an önce rahatlamak vc Allah’ın huzuruna temiz çıkmak
için, hatırladığı günahlarından temizlenmeye çalışınca, kalbine korku dolduğunu
ve Allah’ın kerem ve cömertlik kapılarının açıldığını hisseder. İşte o zaman
ümitle dolar. Allah'ın gerçek bir dostu olduğunu, o anda dostluğuna
hükmedildiğini, Allah’a kavuşmadan önce temizlenip manen süslenmesinin
arzulandığını hisseder. Bu aşamada, Allah ona, hatırladığı her günahtan tevbe
etme, yerine getirmediği her vecibeye sarılma, kendilerine haksızlık ve
zulmettiği kişilere boyun eğerek özür dileme yoluna gitme, neticede kalb-i
selimle Allah’ın huzuruna çıkma azmini verir. Günahlara tekrar dönmeme, bütün
mükellefiyetleri yerine getirine, namaz, oruç vc sıla-i rahim gibi kazası
gerekenleri kaza ve telafi etme azmini dc verir. Çünkü ilimle uğraşan birçok
kişi daha önce, ya cünüplüğün verdiği tembellik veya sarhoşluktan ötürü
kılmadığı, şartları veya abdesti tam olmadan kıldığı birçok namazının olduğunu
bilmemektedir. İlme daldığından bunları düşünmemektedir bile.
Kul,
bütün bun lan öğrenip Allah hakkını, tastamam yerine getirmeye azmedince,
nefis vc şeytan düşmanları, bu yüksek mertebeye aklı vc çabasıyla ulaştığını,
bundan sonra mağlup olmayacağını fısıldayarak, Allah’a tevekkül etmesine mâni
olmaya çalışırlar. Nitekim “İnşallah.” deyip istisnada bulunmayan I İz.
Süleyman olayı, 1 luneyn Gazvesinde çokluklarına güvenip “Kimse bizi mağlup
edemez.” diyen ashabın durumu vc Allah'ın bu iki olayda da muhatapları tenkit
etmesi, konumuza örnek teşkil etmektedir. I luneyn günü, dünya yüzünde
kendilerinden daha hayırlı ve Allah’a ibadet eden bir topluluk olmamasına
rağmen, Allah'ın kızgınlığını üzerlerine çekmiş ve “...hani çokluğunuz
size kendinizi beğendirmişti.” (Tevbe, 9/25) tenkidine muhatap
olmuşlardı. Böylece onlara yardım edenin vc düşmanlarını mağlup edenin Allah
olduğu ve Hz. Peygambere bir ikram olarak yardıma ınazhar oldukları
bildirilmiştir. Bu konuda birçok örnek vardır.
Eğer
akıllı bir kul ise, o anda nefsinin ne kadar zayıf, Allah'ın ne kadar güçlü
olduğunu düşünerek hakkını eda etmek için kendisinden yardım dilenir. Korkulu
bir kalple “Allah’ım! Sen hatırlatmasaydı!! ben unutmuştum, güç vcrmeseydın
zayıf düşmüştüm, sabır vermeseydin bana bıkkınlık gelmişti.” diyerek, O’na
sığınmalıdır. Bu şekliyle Allah’a yalvarması, yardım dilemede ciddi olduğunu
gösterir.
Böylece
azmeder, bütün ümidini O’na bağlar. İşte o zaman Allah’ı yakın, merhametli,
fazilette bulunan ve duasını kabul eden olarak bulur.
Onun
için Allah, ibadete devama azmedilmesin! ve kendisine dönülmesini
emretmektedir: “Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven.”
(Âl-i tmrân, 3/159). Salih kulu Biz. Şuayb'ı, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeyleri
terk etmeye ve hoşuna gidenleri yapmaya niyet edip, O’ndan yardım isteyerek
O’na dayanma isteğiyle nitelemiştir: “(Şuayb) dedi ki: Size yasak ettiğim
şeylerde, aksine yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün
yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı
iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” (Hnd. 11/88)
İşte
bu makamda nefis ve şeytan tekrar devreye girer, bu yaptıklarını başarılması
çok güç, ulaşılması imkânsız mertebeler olarak gösterir ve nefsine bağlamak
isterler: “Sen kendi arzun, aklın, dirayetin, İhlasın, ilmin, manevî gücün ve
ciddiyetinle bu makama ulaştın.” diyerek, Allah'ın nimetim unutturmak ve
nefsini okşayarak övmek isterler. Eğer gaflete düşer, düşmanlarına uyar ve
kendini beğenirse, nefse itimat eder. İbn Abbas'dan rivayet edilen vc Hz.
Süleyman'ın, şahsındaki bazı güzelliklerin hoşuna gitmesiyle günaha düştüğünü
ifade eden sözler dc buna bir örnektir, inşallah ilerde bunu genişçe
açıklayacağız.
Allah
onu gafletinden uyandırdığında, bunun Allah’ın bir lütfü olduğunu vc nefsin
herhangi bir müdahalesi olmadığım bilmelidir. Çünkü, nefis korkutularak, mecbur
tutularak ve zorlanarak bu işler yapılmıştır. Üstelik bunlar nefsin hoşuna
gitmeyen şeylerdir. Hoşuna gitmeyen ve zorla yaptırılan hususlar nasıl
kendisine mal edilebilir? Kendisini heiâk eden nefsin arzulandır. Nefsi
arzularının aksine yönlendiren ise, onu yaratan Allah'tır. Öyle ise, O’na
şükretmeli, O’na güvenmeli,
()’nu
övıncli ve O’na hüsnüzan beslemelidir. Çünkü iyilik, fazilet vc kalp rahatlığı
O’ndan gelmiştir. Nefis ise, ümitsizlik vermiştir. Öyle ise, tenkit edilmeli,
horlanmalı ve ona güve-’ ııilmemclidir. Kul, nefsin daha önce
yaptıklarını görünce övülmeye lâyık olmadığını, bunları kendisine hatırlatıp
gösteren Allah’ın ise övülmeye lâyık olduğunu anlamıştır. Çünkü Allah, ona
geçmiş ömründe yapmış olduğu günahlarına karşı koyma, kendini beğenmişlik
duygusunu atma imkânı vermiştir.
Bütün
bunları düşününce, gerçek tevbeye muvaffak olur. Allah’a döner, korkar ve
bunların nefsinden değil, Allah’tan olduğunu itiraf eder. O zaman da
“Şükrederseniz artırırım.” (İbrahim, 11/7) yani itaat etme gücünüzü artırırım,
âyetinin mânâsına mazhar olur.
Nefsi Tanımada Kalbin Dikkat Edeceği Hususlar
Dedim
ki:
“Bundan sonra, kalbin dikkat
edeceği hususlar nelerdir?”
Dedi
ki:
“Ömrün
geri kalan kısmında da, Allah tarafindan imtihan edileceğini; düşmanın
ölmediğini, eski fıtratının değişmediğini, bütün güzellik vc oyunları ile
dünyanın da değişmediğini bilmelidir.”
Dedim
ki:
“Neye
dikkat etmelidir?”
Dedi
ki:
“Azmini
yerine getirip bozmamaya, sözüne sadık kalmaya dikkat etmelidir.’’
Dedim
ki:
“Azmini
kıracak şeylerin neler olduğunu söyleyin ki, onları bilip dikkat etsin”
Dedi
ki:
“Altı
noktaya dikkat edip çekinmelidir. Bunlar azmi kıran ve vefasızlığa sebep olan
şeylerdir. Bunları terk ederse sözünde durur.
Birincisi:
Terk etmeye azmettiği herhangi bir günahı tekrar işlememeye dikkat etmelidir.
Aksi takdirde, bir gaflet anında nefis galebe çalar, arzular coşar ve neticede
günahı işler. Çünkü kul, nefsinin hoşuna giden bir şeyi, Allah rızâsı için terk
eder. Ama daha sonra o işe karşı olan isteği onu geri çevirir. Vehb’in,
“Arzuları galip gelmeyen ve istekleri onu geri çevirmeye nc müjdeler olsun.”
sözünü duymadın mı?
İkincisi:
Tevbe ettiği zaman, nefis vc hcvânın gizlediği herhangi bir günahı olabilir.
Daha sonra bunu fark edip hatırladığında, pişmanlık duymalı ve ona dönmemeye
azmetmcli- dir. Böylece nefsin eski âdetine dönmesine, gaflet zamanındaki
aldığı lezzetleri hatırlatmasına mâni olmuş olur. Çünkü nefis, isteklerini öne
sürmek için hep fırsat kollamaktadır. Dikkatli olan bu noktayı göz önünde
bulundurur.
Uçüncüsü:
Bazen, geçmişte hiç işlemediği bir günah karşısına çıkabilir. Çünkü nefse bazı
arzuların kapıları kapatılınca, bunların yerine, sığınıp rahatlayabileceği
başka kapılar açmak ister.
Dördüncüsü:
Daha önce uymadığı vc yerine getirmediği ama sonra yerine getirme azmini
gösterdiği Allah hakkına, gelecekte de riâyet etmeye dikkat etmelidir.
Yorgunluk, dünya rahatı, daha önce halk nazarında yüksek olan değerinin sarsılması
gibi şeyler ona engel olmamalıdır.
Kişinin
değeri, ya daha önce dikkat etmediği halde sonradan helâl rızk elde etmeye
çalışmasından, ya iyiliği emir vc kötülükten menetmeye başlamasından ya da
çevresindekilerin hevâ-yı nefsine uygun gelmeyen ibadetleri yapmasından sarsılabilir.
Bu noktaya da dikkat etmelidir.
Beşincisi:
Geçmiş ömründe yapmadığı, nefis vc hcvânın yapmaktan hoşlanmadıkları için de
gizli tuttukları vc tevbe anında hatırlamadığı bir Allah hakkı olabilir. Nefsin
eski haline dönmesine sebep olabilecek bu Allah hakkı ortaya çıkana katlar,
çok dikkatli olmalıdır.
Akıncısı:
Daha önce olmadığı halde aile geçimi ve benzeri vecibelerle kişi imtihan
edilebilir. Bunlara da dikkat etmeyip sorumluluğunu yerine getirmezse, Allah'ın
gazabına müstahak olur.
İşte
bu altı şeye itina gösterirse uyanır, uyanıklık hatırlamayı gerektirir,
hatırlama tedbir almayı doğurur, tedbir araştırmaya sevk eder, araştırma da
Allah’ın sevdiği ve sevmediği şeyleri ortaya çıkarır. Korkuyla hasıl olan bu
ayırım kişiyi, verdiği söze sadık kalmaya götürür."
Dikkatli Olmanın
Geleceğe Faydası
Dedim
ki:
“İtina vc özen göstermek kişinin
geleceğine de tesir eder mi?” Dedi ki:
“Evet”
Dedim
ki:
“Peki
buna delil nedir?”
Dedi
ki:
“Delil
şudur: İnsan, genellikle gece uyuduğunda ancak sahalı namazına yakın, bazen
daha sonra uyanabilmektedir. Fakat dünyayla ilgili bir işi ortaya çıkınca, onu
kaçırmayıp yerine getirmek endişesiyle erkenden yatar. Ancak erken uyuya madiği
gibi gece vakitsiz bir şekilde birçok defa uyanır. Çünkü kalbi o ışc gösterdiği
önem vc dikkatle dolmuştur.
İşte,
dünya işi için gösterilen bu önem ve dikkat, kişi uyuduğu, dolayısıyla aklı
devre dışı kaldığı halde, onu sık sık uyandırı- yorsa, uyanık olup aklı başında
olduğu halde ahiret işi için neden uyandırmasın? Oysa bu iki iş arasında ne
büyük fark vardır! Birisi, fani, az, dert ve hastalıkla dolu, ölümle son bulan,
ölümden sonra tadından eser kalmadığı halde, bekletilip hakkında sorguya çekilen,
daha sonra da affa veya azaba götüren bir şeydir. Bütün bunlara rağmen, ancak
takdir edilen kadarına ulaşabilmektedir.
Diğeri
ise, fanî olmayan çok büyük bir şeyin peşindedir. Üstelik sıkıntı, hastalık,
hüzün, zorluk vb. hiçbir tatsızlık sebebi olmadan, ölümle, hesap vc kitapla
yüz yüze gelmeden, Allah’ın komşuluğuna sebep olan rızâsını kazandıktan sonra
daha da dargınlığına mahal kalmayan bir istektir bu. Allah bununla da yetinmeyip
onu, rü’yetullah gibi birçok nimetle de nimetlendirir ve kendisine
yaklaştırarak “mukarrebbîn”den sayar. Nitekim O şöyle buyuruyor: “Takvâ
sahipleri Cennetlerde ve ırmakların kenarlarında, güçlü, yüce Allah'ın
huzurunda hak tneclislerindedirler.” (Kamer, 54/54-55). Bu ne yüce
meclistir! Bunlar ne şanlı ziyaret edilen ve ziyaret eden, bakılan ve bakan,
karşılayan vc karşılananlardır! Allah’a bakarak nimetler içinde
yüzmektedirler. Dünya işiyle bu iş arasında ne kadar da fark vardır! Öyle ise
dikkat ve önem, ahiret işiyle uğraşanın geleceğine de tesir eder.
Dedim
ki:
“Nerede
tedbirli olmalıdır?”
Dedi
ki:
“Nefis
vc şeytan düşmanları onu bir iş yapmaya çağırdıklarında söz konusu işin,
Allah’ın hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünmelidir. Böyle yapınca, bir imtihan
unsuru çıkıp nefisle mü- cadde etmek zorunda kalması durumunda, yukarıda geçen
altı husustan hiçbiri ona gizli kalmaz. Allah için yapmamaya azmettiği
herhangi bir günahı işlemeye yeltenirse, nefsini, Allah tarafından, sözünde
durmayan hain olarak nitelendirilir, endişesiyle korkutur. Allah onu, sözünde
duran sıddıklardan saysın diye, günah işlememeye teşvik eder. Durum nefsine
ağır gelirse, alıirette karşılaşacağı şeyleri hatırlatarak onu korkutur.
Sözünde durmayan bir yalancı, tevbe etmeyen, azmini yerme getirmeyen, neticede
Allah’ın gazap vc kızgınlığını üzeriniçeken kişi durumuna düşeceğini
hatırlatır. Çünkü mahşer günü, Allah’ın huzurunda hakkında böyle bir hükmü
verilebilir. Ahirettc karşılaşacağı azabın acısı, dünyada hemen kavuşabileceği
zevklerin tatlılığına galip gelinceye kadar bunları hatırlatmaya devam eder.
Nitekim dünya işleri için dc durum köyledir. Meselâ kişiye yemeklerin en
güzeli takdim edilir. Ancak herhangi bir sebepten ötürü zararlı olduğu
söylenince, hemen geri çekilir. Nefis yemeye zorlayınca, yeme zevkinden sonra
çekilecek acı ve sancıları hatırlatır. Böylece, sonradan gelen acı, peşin olan
lezzete galip gelir ve nefis de vazgeçer. Ancak kader açısından bakıldığında,
yemesi mukadderse yiyecek, değilse yemeyecektir.
Bir
günahla karşılaşıp ahiretteki kötü sonucu hatırlayan kişi için, söz konusu
günahtan doğacak zevk ve lezzetlerin haydi haydi acılaşması gerekmektedir.
Çünkü büyük zarar getiren, devamlı olan, gücünün kaldıramayacağı vc
sabrcdemeycceği bir akıbetten korkmaktadır. Dolayısıyla, nefsini korkutmazsa
ancak Allah’ın affetmesiyle ondan kurtulabilir. Hâlbuki, bazen dikkat etmezse
dc dünyevî sıkıntılardan kurtulur. Ama âhiretle ilgili konularda kurtuluş
yoktur.
Şayet
bir iki günlük sıkıntı, en güzel yemeğin tadını kaçırıyorsa, Allah'tan vc
cemâline bakmaktan utanmanın yanı sıra, ebedî bir hayat boyu çekilecek azap,
elbette günahtaki geçici lezzeti kaçıı malıdır.
Nefsin
arzu ve isteklerinin gizlediği, dolayısıyla tevbe anında hatırlayamadığı bir
günahın farkına varırsa, hemen terk etmeye azmetmeli ve farkına vardırdığı için
de Allah’a hamd etmelidir. Daha önce hiç yapmadığı bir günahla karşılaşırsa,
ömrünün sonunda akıbetinin şekavetle son bulabileceğini ve bu neticeyi
geciktirmenin de imkânsız olduğunu hatırlatıp, nefsini korkutrnahdır. Daha önce
ihmal edip sonradan tevbe ederek yapmaya başladığı bir Allah hakkı söz konusu olunca,
tekrar eski hale dönüp o hakkı terk etme vc neticede sözünden dönüp, adının
Allah yanında hain ve dönek olarak çıkma tehlikesiyle nefsini korkutrnahdır.
Dolayısıyla Allah rızâsını kazanmak için nefsini o ibadeti yapmaya zorlamalı
vc Allah yanında adını vefakâr, sözüne sadık olarak yazdırma yoluna gitmelidir.
Çünkü Allah, söz verip cayanları, yalancı vc dönek olarak nitelendirmektedir: “Onlardan
kim de, “Eğer Allah lütu f ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (ve
zekât) vereceğiz ve elbette biz talihlerden olacağız!” diye Allah’a and
içtiler. (Fakat, Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince onda cimrilik edip
(Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” (Tevbe,
9/75-76). Mücahid, bu sözü söyleyenlerin iki kişi olduklarını, halkın
karşısına çıkıp bu sözü söylediklerini, fakat daha sonra sözlerinde
durmadıklarını söylerken; Mâbed b. Sabit “Allah onların sırlarını da
fısıltılarını da biliyordu.” (Tevbe, 9/78) âyetini delil göstererek, bu
sözü kendi kendilerine söylediklerini aktarmaktadır. Cenâb-ı I lak devamında, “Nihayet
Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı
Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu.”
(Tevbe, 9/77) buyurmaktadır. Verdikleri sözde durmadıkları için Allah onları
dönek ve yalancı olarak nitelendirdi ve ölünceye kadar kalplerine nifak sokarak
onlara öyle bir ceza verdi ki, ebedî olarak kurtulamadıkları gibi, tevbe de
edemediler.
Bazen
de kul sözünde durmaz ama, Allah ona yardım etmek isterse ona herhangi bir ceza
vermez. Çünkü o dilediğine ceza ve dilediğine mükâfat verme yetkisine
sahiptir. Ama kul, Allah cezalandırır düşüncesiyle nefsini korkutmahdır. Daha
önce verdiği sözü bozsa bile hemen nefsine baskı yapıp onu geri çevirmeli ve
Allah’ın yanında adım sözünde duranlar .ırasında yazdırma!ıdır. “Mü’tninler
içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi sözünü
yerine getirdi.” (Ahzab, 33/23) Sebeb-i nüzûl olarak iki olay
anlatılmıştır. Birisi, Enes b. Malik'in rivayet ettiğidir Amcası Encs b. Nadr
Bedir Savaşı'na katılmamıştı. Kendi kendine “Hz. Peygamberim katıldığı ilk
savaşa katılamadım. Eğer Allah’ın Resulü tekrar Kııreyş müşrikleriyle
karşılaşırsa neler yapacağımı, Allah gösterecek!” dedi. Uhud Savaşı’na katılan
Müslümanlar geri çekilince, Sa’d b. Muaz‘la karşılaştı. Ona “Ya Sa’d! Nereye!
Doğrusu Uhud tepesinin gerisinden bana Cennet kokuları gelmektedir.” diyerek
müşrik saflarına daldı. Kılıç, mızrak ve ok darbelerinden seksen küsur yara
aldı vc şehit oldu. Onu ancak bacısı parmak uçlarından tanıyabildi. İşte bu
olay üzerine “Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler
var. İşte onlardan kimi sözünü yerine getirdi.” (Ahzab, 33/23) âyeti
nazil oldu. Yani verdiği söz üzere öldü. “Kimi de beklemektedir.”
yani sözüne sadıktır. Bu söz üzerine öleceği günü beklemektedir.
1
iz. Peygamber, şehit olup yüzükoyun yatan Mus’ab b. Umcyrii görünce yukarıdaki
âyeti okudu. Mücahit’ten gelen rivayette Hz. Talha'nın, 1 İz. Peygamber in
vefatında aynı âyeti okuduğu haber verilmektedir.
Kişi
bu âyeti göz önünde tutarak nefsine korku vermelidir. Şayet nefis yine de
tembellik gösterip Allah hakkına riâyet etmezse, ahiretteki hezimetleri,
Allah’ın rızâsını, oradaki üzüntü ve sıkıntılardan uzak zevk ve sevinci,
Allah’ın civarında geçecek sonsuz güzellikleri vc rü’yctullahı hatırlatıp ümit
vererek o ibadeti yaptırma yoluna gitmelidir. İşte o zaman bu sevapların
tatlılığı o iyiliği yapma açlığına galip gelecek ve onu yerine getirmeyi nefse
hafifletecektir. Dünya işlerinde dc durum böyledir. İşçi, tüccar vb. dünya
işleriyle uğraşanlar, karşılığında bir ücret, bir kâr alma garanti veya
ümitleri olmazsa, hiçbir iş kendilerine kolay gelmez. Alacağı, ücretten ötürü
duvar ustasının lezzeti iş yapıp yorulmada, rahatsızlığı ise iş yapmayıp boş
kalmasındadır. İş yapmak yorucu vc elem vericidir. Fakat, ücretin Tat ve
lezzeti o işi ona sevinçle yaptırmaktadır. Ücret az ve işveren geciktirse
bile, eğer eksiksiz ödese, her ne kadar ücretin azlığı biraz tembellik
verebilecekse dc, geç dc olsa eksiksiz olacağı düşüncesi ona işi kolaylaştırır.
Diğer taraftan ücret çok olur, işveren emniyetsiz ise, her ne kadar işverenin
emniyetsizliği bir tembellik verse de ücretin çokluğu işi kolaylaştırır. Ama
hem ücret çok hem dc işveren güvenli ise, hiçbir ağırlık hissetmeyeceği gibi,
aşk ve şevk ile işi görür. Vc Allah’tan daha emniyetli kimse olmadığı gibi
Cennet4 ten daha çok hiçbir ücret bulunamaz.
Dünya
tüccarı da böyledir. Elde edeceği kârın taç vc lezzeti için, soğuk, sıcak
demeden, hırsızları, yırtıcı hayvanlan düşünmeden, büyük zorluklarla uzun
yollar aşar. Allah yolunda çalışan işçi ve iş yapan tüccar, bitmez-tükenmez,
hiçbir haksızlığa uğramaz, bire en az on bazen bin kat kârın verildiği iş vc
ticareti düşününce, her türlü amel vc itaat ona hafif gelmelidir. Ahiret tüccar
ve işçisi, dünya tüccar vc işçisi gibi kazanmaz. Çünkü onlar ancak dünyalık bir
şeyler kazanıyorlar. Ama Allah diğerleri için, para-pul cinsinden şeylere razı
olmaz. Onlara kazanç olarak, Ccnnefte yakuttan vc zümrütten, üstelik bozulmaz
köşkler verir. Toprağı misk ve amberdendir. Ayrıca orda hiçbir üzüntü ve
sıkıntı da yoktur. Kalpleri sürekli sevinç vc neşe içindedir.
Kul,
nefsin arzularına karşı koyup onunla mücadele ederek elde edeceği zevki ve
ardından rü’yctullahla nimctlen- dirilme mertebesini düşünüp Allah’ın ondan
razı olacağını ve ona bu şekliyle muamele edeceğini de ümit edince, Allah hakkını
yerine getirme kendisine çok hafif gelmeye başlar.
Daha
önce olmadığı halde ömrünün sonlarında yapması gereken bir vecibe ortaya
çıktığında, bu vecibe nefsine ağır gelirse, söz konusu vecibenin ömrün
sonlarına bırakılması, Allah’ın rızâsını kazanıp saadetle ahirete intikale
sebebiyet verebileceğini hatırlatarak, nefsini teşvik etmelidir. Buna rağmen
nefsi karşı koymak isterse, bunun son fırsat olduğunu, yapmaması durumunda Cehennemlik
olarak son nefesini verebileceği gerçeğiyle onu kor- kutmahdır. Mutan ıf ın,
“İyiliği yaptığın sırada sana ağır gelir. Ama bitirdikten sonra zorluğu gider
sevinci kalır. Allah’ın yanındaki karşılığını gördüğün zaman ise ne çok
sevineceksin!” şeklinde sözünü duymadın mı? Yen ne getirdiğinde rızâsını ve
vereceği sevabı, yerine getirmediğinde ise kızgınlık ve cezasını hatırlamak o
vecibeyi yapma işini oldukça hafifletmektedir.
Kul
tövbesiyle yukarıda sayılan altı husustan temizlenince, tevbesi kabul olmuş
demektir. Gelecek ömründe Allah hakkına uymada toyluk göstermeyenle, daha önce
rahat bir şekilde günahlarına tevbe eden, zorlayarak nefsini korkutmaya
ihtiyaç duymayan, tevbe sırasında hiçbir günahı kendisine gizli kalmayan, bu
arada unutma ihtimali olan günahlarının Allah tarafından sayılmayacağından da
emin olmayan kişi eşit olmuş olur. Allah’ın, tevbe etmek için kendilerinden
imtihan vc zorluğu kaldırarak büyük lütuflarda bulunduğu, Firavun sihirbazları,
Hz. Muhammed’in ashabı ve benzerlerinde olduğu gibi. Çünkü Allah, apaçık
delilleriyle akıllarını hayrete düşürmüş, yardım vc lütuflarmı onlara
yöneltmişti. Ancak her ne kadar kolayca tevbe ettilerse de, akılları
mârifetullaha uyandı, eriştikleri sevabı anladılar. Yerine getirmeleri gereken
Allah
hakkı vc vecibelerin büyüklüğünü de idrak ettiler. Bu marifete rağmen, onları
Allah’tan koparacak her şeyi kökünden söküp ortadan kaldırma imkânına sahip
olamadılar. Onun için akıllarıyla Allah’a yöneldiler ve bütün güçleriyle O’na
dönüp O’na itimat ettiler.
Evet,
zorluk çekmeden ve günahları gizli kalmadan tevbe edenle kendisinde günaha
meyil ve teveccüh olmayan kişi eşittir. Çünkü o da Allah’ın hoşuna gitmeyen
şeylerden arınmıştır. İki grubun da, geri kalmış ömürlerinde Allah hakkına
güzelce uymaları gerekir.
Allah Hakkını Sebep
ve Vakitleriyle Bilme
Bütün
insanların, sebepleri, vakitleri, illetleri, Allah’ın bunları irâde etmesi ve
hangi hususlarda olduklarıyla, Allah hakkını bilmeleri gerekir. Hangilerini
öncelikle yapmaları gerektiğini dc bilmelidirler. Allah’ın tehir ettiğini öne
getirmeden, öne getirdiğini ise geciktirmeden yapmalıdırlar. Nitekim Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer'e yaptığı vasiyette “Bil ki! Allah’ın gündüz vaktinde yapılması
gereken ve gece kabul etmediği haklan olduğu gibi, gece yapılması gereken vc
gündüz kabul etmediği haklan da vardır.” demiştir.
Vakit,
haccın hac mevsiminde, namazın kendi vaktinde eda edilmesi demektir.
Sebep,
hac için yol emniyetinin olması gibi hususlar demektir. Çünkü Allah, hakkının
eda edilmesini kullarına gerekli kılmıştır. Dolayısıyla emir edadan öncedir.
Emrin önce olması kula, vakit geldiğinde Allah hakkını nasıl yerine
getireceğinin bildirilmesi demektir. Bir kısmının bir tek vakti varken bir
kısmının iki vakti bulunmaktadır. Çokları iki türlü yerine getirebilmektedir:
Birisi, kişinin serbest olduğu geniş bir vakittir. Dilerse hemen yapar dilerse
geciktirir. Öğle vc ikindi namazla- nnı son vakitlerine kadar geciktirebilirle
gibi. Diğeri ise farz olduğunda hemen vaktinde yerine getirmektir. Aksi
takdirde kaçırılmış olur.
İrâde,
Allah’a halis bir niyetle haklarını yerine getirmektir. Onları gerekli kılan
husus, öncelikle Kitap vc Sünnet’tcn delil getirerek ve onları yapmadan önce
tedbirini alıp hangisinin daha önemli olduğunu ve hangisinin vaktinin
geldiğini, hangisinin gelmediğini ve hangisinin ikinci sırada gelip tehir
edilmesi gerektiğini bilmektir.
Nelerle
ilgili olduğu meselesine gelince, bu haklar, hem kalp hem de dış organlarla
ilgilidir.
Acaba
Allah hangilerine öncelik vermiştir? Allah öncelikle kendi hakkına, bütün
ilişkilerinde, sıkıntı, sevgi ve nefretlerinde; her hayır vc şerrin başlangıcı
olan değişik duygularında kalpleriyle riâyet etsinler, sonra da kulak, göz,
dil, el ve ayaklarıyla, yeme- içme, yürüme, kısacası yapma veya terk etme
şeklindeki bütün davranışlarında uysunlar diye, insanları kul edinmiştir.
Öyle
ise kula düşen şey Allah’ın başladığıyla işe başlamaktır. Önce kalbiyle O’nun
haklarım gözetmelidir. Çünkü kişiye ilk önce tesir eden ve diğer organlara da
yön veren kalptir. Onun için kişinin kalbi, Allah hakkına riâyet noktasında durmalıdır
ki, O’nun emrettiklerine uysun ve O’na kulluk görevini yerine getirsin. Bu da
üç inançla olur: 1. İman edip küfürden uzaklaşma, 2. Sünnete inanıp bid’attan
uzaklaşma, 3. İbadete inanıp, Allah’ın hoşuna gitmeyen bütün kalbi vc bedenî
düşünce ve fiillerden kaçınma.
Dış
organlarda uyulacak Allah haklarının toplamı ise şudur: Allah’ın emrettiği hâl
ve hareketleri yerine getirmek, yasakladıklarından kaçınmak, sonra da kalbe
gelip hayır ve şerre davet eden her duyguda (hatarat) O’nun hakkını gözetmektir.
Kalbî Hatarât Anında
Allah Hakkına Riâyet
Dedim
ki:
“Kalbe
hatarâtın gelmesi esnasında, Allah hakkına nasıl uyulacaktır? Bu hatırlar
nelerdir?”
Dedi
ki:
“Hatırın
oluşması esnasında ilim ve tedbirle Allah hakkı gözetilir. Çünkü hatarât, her
hayır ve şerre götüren kalbî isteklerdir”
Dedim
ki:
“Hatırlar
nereden başlar ve hangi şekilde gelirler? Bir tek şekilleri mi var, yoksa
birden fazla şekle mi sahiptirler”
Dedi
ki:
“Ya
nefsin hcvâsından ya Allah uyardıktan sonra o kuldan veya düşmandan meydana
gelirler. Bu hatırlar üç çeşittir:
1.
Rahman olan
Allah’tan bir uyarma şeklinde olur. Hz. Peygamber, birçok kişiden rivayet
edilen bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Allah kime hayır dilerse
kalbine, kendisine nasihat edecek bir ikaz edici verir.”6’’ Nevvas
b. Scm’an da Hz. Peygamber’den, "Her mü’minin kalbinde olup ona
nasihat eden meleke, gidilen yolun altında ve üstünde bulunan işaretlere
benzer. Üst kısımda olan işaretler onu uyarır.” şeklindeki darb-ı meseli rivayet etmiştir. Hz.
Peygamber’in bu sözlerinden, Allah’ın kullarını ikaz ettiğini ve bunu da
akıllarına ihtarda bulunarak yaptığını öğreniyoruz. Bazen direkt olarak insan
zihnine hatırlar gelir. Bazen de görevli bir melek vasıtasıyla bu hatırlar
verilir ve kalp uyarılır. İbn Mcs’ud'dan rivayet edilen hadîs-i şerifte Hz.
Peygamber insanın biri melekten diğeri de şeytandan gelen iki lümmeye duçar olduğunu açıklamaktadır.
2. Nefsin
emir ve teşvikiyle olur. Allah’ın Peygamberi İsrail’in (Hz. Yakub) diliyle
aktarılan şu âyet konumuza bir delildir: “Belki de nefisleriniz size
(kötü) bir işi güzel gösterdi (teşvik etti).” (Yusuf, 12/18). Hz.
Adem’in çocuklarının olayında: “Nihayet nefsi, kardeşini öldürmeye itti
de onu öldürdü.” (Maide, 5/30) denilirken, Hz. Yusuf un dilinden de “Doğrusu
nefis kötülüğü emredicidir.” (Yûsuf, 12/53) ifadesi aktarılmaktadır.
3. Şeytanın
kötüyü süsleyip güzel göstermesi, vesvese vermesi ve dürtmesi ile olur. Bundan
ötürü Allah, Hz. Pey- gamber’e böyle bir durumda kendisine sığınmasını
emrederek, “Eğer şeytandan bir fit gelip seni dürterse hemen Allah'a
sığın. Çünkü o, işiten ve bilendir.” (A’raf, 7/200) buyurmuştur. Ayrıca
şu âyetler de birer delildir: “İnsanların kalbine vesvese sokan şeytanın
şerrinden Sana sığınırım.” (Nas. 114/5). “Derken şeytan çirkin
yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi.” (Araf,
7/20), “Fakat (inatları yüzünden) kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da
onlara yaptıklarını cazip gösterdi.” (JEn’am, 6/43).
Öyle
ise kula düşen, havâtırın hangi cinsten olduğunu anlamaya yetecek bir ilimle
tedbir almasıdır. Bu konuda Kitap ve Sünnet’i kendine rehber olarak seçmelidir.
Ancak akılla da tedbirini almazsa faydalı ve zararlıyı ayıramaz. Bir bilge, “Eğer
aklın hevâ-yı nefse galip gelmesini istersen, neticesini düşünmeden hoşa giden
her işi yapma!” demiştir.
Tedbirli Olup Fiil
Anında Nefsi Gemleme
Dedim
ki:
“Tedbir
(teşehhüt) nasıl olur?”
Dedi
ki:
“İşe
girişmeden nefsi gemlemek, aceleciliği terk etmek ve sabırlı olmakla olur”
Dedi
ki:
“Nefis
aceleciliğe yönelirse nasıl gemlenir?”
Dedi
ki:
“Allah’ın
gözetimi altında olduğunu hatırlatarak, yanlışlık yapması durumunda cezaya
çarptırılacağı gerçeğiyle nefsi kor- kutmalıdır. Şayet yola gelmezse ona şöyle
hitap etmelidir: “Allah seni görüyor, öyle ise acele etme, sakin ol! Çünkü
yarın bu fiilinden hesaba çekileceksin.” Bununla beraber, güçsüzlüğünü giderip
hevâ-yı nefsine galip gelmesi için Allah’tan yardım dilemelidir. Çünkü yaptığı
işten ötürü yarın hesaba çekilmek kendisine ağır gelen kişi, dünyada bir işe
girişmeden tedbirini alır. Zira yarın bu fiilinden ötürü Allah’ın yardımını
almamaktan korkar.
Akıl,
ilim vc tedbirle, kalbe gelen havatırın hangisinin faydalı, hangisinin zararlı
olduğuna bakmalıdır. Aksi takdirde şeytanın dürtülerinden, Allah’tan geldiğini
zannedebileceği nefsin teşviklerinden veya nefisten geldiğini zannederek
iyiliğe götürecek Rahmani bir duygudan yüz çevirme tehlikesinden kurtulamaz.
Bu, karanlık ve yağmurlu bir gecede çukur ve hendeklerle dolu bir yolda yürüyen
kişiye benzer. Feneri yoksa, gözlerinin faydası olmaz. Gözleri görmüyorsa,
fenerin faydası olmaz. Ayağını koyacağı yeri görmüyorsa, dikkat edemeyeceği
için ne fenerin ne dc gözlerin faydası olur. Bakışlarını göğe çevirip önüne
bakmazsa, her ne kadar gözleri sağlam ve feneri güçlü olsa da gözü görmeyen ve
feneri olmayan kişi gibidir. Önüne baksa bile feneri yoksa gözleri yok sayılır.
Bu misâlde sağlam göz, akıl; fener, ilim; dikkatle bakmak, akılla tedbir alma
vc Kitap’la Sünnet’in ışığından faydalanmaya işarettir. Sakınmak isteyen kişi
için bu tedbirlerden sonra fazla durmaya gerek yoktur. Bu durumda hatırda en
ufak bir isyan görüldü mü, ne olduğu hemen anlaşılır. Çünkü her yönüyle tedbir
alınmıştır. Net olarak anlaşılmayan ve tanınmayan bir hatır ortaya çıkınca
acele etmeyip onu tanıma
yoluna
gitmelidir. Onu tanımadan kesinlikle kabul edip yapmamalıdır. Bu uzun bir
zaman alsa bile... Neticede Allah’ın bu işten razı olup olmadığına bakmak
mecburiyetindedir. Bundan . başka da bir yol yoktur.
Allah Hakkına Riâyet Edenlerin Özellikleri
Allah
hakkına riâyet edenler farklı mertebelere sahiptirler.
I İcrkes manevî gücüne uygun bir
mertebede yer ahr.
Bu
mertebenin ilki, ki Allah hakkına riâyette en güçlülerin yer aldığı mertebedir,
Allah’ın bütün haklarına inandıktan sonra her duygu ve düşüncede bu haklara
riâyet etmektir. Kalbine doğan her hatır için Kitap ve Sünnet’ten delil ister.
Sadece vicdanın sesi ile kabul etmez. Onu terk edip de bir şey elde ederim
ümidiyle kalbi fikir meydanlarında dolaştırmasına müsaade etmez. Ancak bir
delille Allah’ın ona bunu emrettiğini veya bu konuda serbest olduğunu ya da
sebep, zaman, illet vc irâdesiyle buna izin verdiğini bilmesi durumunda, söz
konusu duyguyu bekletmez..
Bazen,
sünnete çağırıyor diye bir hatırı kabul eder, hâlbuki o bid’attır. İbadete
davet ettiğini zanneder, oysa günahtır; iyiliğe davet ettiğini düşünür oysa
kötülüktür, ibadeti terk ettirerek ilılâsa, kibirle insanlardan uzaklaştırmaya,
ucub ve kendini beğenmişlikle ibadetlerinin kabul edileceğine inanmaya; hasetle
iyilikte yarışmaya, Müslümanların din ve dünyalarında belâlara duçar
olmalarını isteyip, mal ve canlarını helâl kılarak Allah için gazaplanmaya
çağıran duygular gibi. Veya Allah’ı tenzih etmek için Kaderiyye, teşbihi
nefyetmek için Cehmiyye, Cehmiyyeyi reddetmek için Müşebbihe, ahiretteki azabı
kabullenmek için Mu’tezile, Allah adına gazaplanıp kılıcı kullanmayı öne
çıkarmak için Hariciyye, kaderi büyütüp imanı eksiklikten tenzih etmek için
Mürciye fikrine götüren duygu ve düşünceler gibi.
Bazen
bir duygu bütünüyle bid’attır ama sünnet zannedilir. Bid’at ehlinin bid
atlarını sünnet zannetmeleri bunun örneğidir. Ehl-i Sünnet’in durumu da
böyledir. Düşman gaflet anında, hissettirmeden onları bid’ata çağırma fırsatını
hiç kaçırmaz. Eğer böyle olmasaydı, ibadetlerinde ve diğer işlerinde sünnete
uyan kimselerin lıiçbir bid’ata düşmemeleri gerekiyordu. Çünkü düşman onu
zühd, nzâ ve tevekkülünde bile bid’ata çağırır. Böylece zühd, rızâ, tevekkül ve
benzeri konularda önder olanların yoluna uymayıp bid’ata düşerler. Üstelik bu
yaptıklarının sünnet olduğuna inanırlar. Bazılarının, malı telef etmeyi,
anne-baba hakkına uymamayı, ev halkının iaşelerini kazanmayı terk etmeyi,
azıksız olarak yolculuğa çıkmayı, Müslümanların başına bir belâ geldiğinde
bununla sevinmeyi, tedavi olup ilaç kullanmayı haram saymayı, “Keşke günahlar
olmasaydı.” şeklindeki temenniyi terk etmeyi, farz ve sünnetleri terk ederek,
güya, Allah’la uğraşmayı, halkın kalbinde geçenlere muttali olma derecesinde
gaybî ilimle kalbi aydınlatıp basiret sahibi olma iddiasını zühd saymaları
gibi. Bütün bu işlerde delilleri Hz. Peygamber’den rivayet edilen, "Mü’nıin
Allah'ın nuruyla bakar.’*'" ve benzeri hadîslerdir.
Zikredilen
her grup, Kitap, Sünnet ve kıyastan deliller getirmektedir. Ancak bu
delillerin açıklanması konuyu uzatır. Biz hepsinden sakındırmak istiyoruz.
Böylece Kitap vc Sünnet ilmiyle tedbirini alan âlim, onları tanır. Kişinin
kalbini, amelle ibadet etmenin dışında, Kaderiyyc, Cchimiyye, Mu’tezile, Rafıziyyc
ve benzeri düşüncelere sevk eden her duygu böyledir. Kul ancak Allah’ın bu
konudaki emir veya iznini belirten bir ilim sayesinde bu tür düşüncelerle,
Allah’ın sevdiği ve Sün- net’e dayalı işleri ayırabilir. Kalbine gelen menfi
bir hatırı veya kalbine perde olan düşünceyi ancak, Allah tarafından, sebepleri,
illetleri ve vakitleriyle nehyedildiğini ve zemmedildiğini belirten bir ilimle
nefyedip giderebilir.
68
el-Tinnizî, Tejsîru Sûre, 19, 16.
Bazen
kul, kalbine gelen hayırlı bir hatırı, kötü bir hatırdır düşüncesiyle
reddeder. Bazen onu sünnete çağırır, kul onun, düşman tarafından süslenen bir
bid’at çağrısı olduğunu zanneder. Bid’atçının kalbine sünnete götürücü bir
hatır gelince onu bid'ate davet eden bir hatır zannetmesi bu düşüncemizin delilidir.
Düşman, Allah yoluna girmiş olan kişiyi, iyiye vc kötüye götüren hatarâtı
reddetmesi için serbest bırakmaz. Allah böylelerinin mazeretlerini kabul etmeyerek
tenkit etmiş ve “(Bunlar) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya
hayâtında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kelıf, 18/104), “Kötü
işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse, (kötülüğü hiç
istemeyen kimseye benzer) mi?” (Fatır, 35/8) buyurmuştur.
1Iz.
I luzeyfe, Allah yolunda ve O’nun rızâsı için savaşıp öldürüldüğü halde hakka
ulaşmayı başaramayan kişinin durumu sorulunca, “Şu kadar kâfiri öldürse bile
CehenncnTi boylayacaktır. Ancak Allah rızâsı için savaşıp gerçeği
bulabilenler, O’nun yolunda sayılırlar.” cevabını vermiştir.
Gerçeği
ve iyiyi bulamayan ile iyi hatırlan, kötü hatırdırlar düşüncesiyle reddeden
kişi aynıdır. Bu ayrımı ancak Kur’ân vc Sünnet ilmiyle yapabilir. Söz konusu
ilimle bir duygunun Allah tarafından sevilen kalbî bir hatır olduğunu anlayınca
onu kabullenir ve o doğrultuda hareket eder. Ama bunun aksine söz konusu
duygunun Allah tarafından sevilmeyen veya Kur’ân, Sünnet ya da ümmetin icmaı
ile kötülenen bir hatır olduğunu anlayınca onu reddeder ve kalbinin kapılarını
ona kapatır.
Bu
iki durumdan biri kesinlik kazanmazsa tedbirli ve dikkatli olmalıdır. Bunu
değişik yollarla araştırmalı yerine göre daha büyük âlimlere sormalıdır. Bu
yolu takip etmezse bilme-
î
yerek
dalâlete düşebilir. O zaman da kötüyü, iyi; iyiyi de kötü zannedebilir. Bütün
bu tehlikeler atlatıldıktan sonra bile kişi tanı emniyette olamaz.
Yukarıda
anlatıldığı şekilde hareket etse kalbinde ve dış organlarında Allah’ın hakkına
uymuş olur. Kalbine doğan her duyguyu hemen diline döküp söylemez. Kulağına
çarpan her sesi hemen dinlemeye koyulmaz vs.
Nitekim,
ibn Omer‘in rivayet ettiğine göre bir gün Hz. Peygamber yolda giderken bir
çobanın çaldığı çalgı sesi kulağına gelince, hemen parmaklarını kulaklarına
sokarak oradan uzaklaşmış, kendisine sesin artık ulaşmadığı haber verilince
parmaklarını çekmiştir. Böylece Allah’ın hoşlanmadığı bir sesi duymamaya gayret
etmiştir. ”
Göz,
el, ayak vc benzeri organların bütünü için aynı ölçüler geçerlidir. Gözün, ani
olarak bakmanın dışında, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeye bakmaması gerektiği
gibi, elin tutmaması, ayağın da o yolda yürümemesi icap etmektedir. Söz konusu
işin caiz olduğu ortaya çıkıncaya kadar...
Önce Hangi Farzlardan Başlanmalı
Dedim
ki:
“Kalbime
gelen ve inanmam gereken ya da dış organlarımla yapmam icap eden hususlarda
tedbirli olduktan sonra, geriye korkutulacak hangi şeyler kalmaktadır? Bunun
dışında yapmam gereken bir şey kalıyor mu?”
Dedi
ki:
“Evet,
Allah kimisi açık kimisi de üstü kapalı birçok farzlar emretmiştir. Kapalı
olanlar sünnetin açıklamalarına muhtaçtırlar. Bazı farzlar gecikebilecek belli
bir vakte bağlıdır. Özürsüz olarak o vakit geçinceye kadar söz konusu farz
yerine getirilmezse Allah’a isyân edilmiş olur. Bazı farzların iki vakti bulunur.
İlk vaktinde yapılırsa daha faziletlidir. Ama ikinci vakitte de yapılırsa
günaha girilmiş olmaz. Cenâb-ı I lak, farz kılınan şeye haram bir yolla
ulaşılmasını caiz görmediği gibi, nafilenin farza tercih edilmesini de caiz
görmez. Sana ve diğer mü’min- lere düşen şey her farzı ilk vaktinde yapmak,
daha sonra yapabilecek bir şeyi onun önüne geçirmemek ve o farzı terk edip
kurbiyet için nafileye satılmamaktır.
Dedim
ki:
“Bütün
bunları nasıl yapacağımı, birkaç farzın vakti birden girince önce hangisini
yapmam gerektiğini vc hangisinin vaktinin geçebileceğini, hangisinin
geçmeyeceğini bana izah et.”
Dedi
ki:
“İki
farz birden gerekli olunca, Kur’ân ve Sünnet’te öncelik hangisine verilmişse
ondan başlamalısın. Meselâ, hem annenin hem de babanın ihtiyacı ortaya çıkınca
önce annenin ihtiyacını yerine getir. Bu misâli, sözü fazla uzatmak istemediğim
için verdim. Diğerlerini buna kıyas et. Kişi annenin isteğini önce yerine
getirmelidir. Çünkü anneye iyilik yapmak Hz. Peygaınber’in sünnetinde ve
ümmetin icmaında babaya iyilik yapmaya takdim edilmiştir. Anne-babası olmayanın
akrabalarının bir ihtiyacı olup da hepsine el uza ta iniyorsa, en yakın akrabadan
başlamalıdır.
Konuyla
alâkalı hadîs-i şerifte Hz. Peygamber, “Kime iyilik edeyim ya Rcsûlallah?”
şeklinde soru soran sahabeye üç defa “Annene, annene, annene.” deyip
dördüncüsünde “Babana iyilik et. Daha sonra da sırasıyla akrabalarına.”
buyurması bunun delilidir. Yakın akrabalar arasında da en muhtaç olana
iyilik etmelidir. Ama hepsine iyilik yapmaya gücün yetiyorsa o zaman önceliği
istediğine verebilirsin.
Meselâ
birisi, “Çıkmış olduğum yolculuktan sağ salim evime dönersem, eve vardığım ilk
günden itibaren bir ay oruç tutmayı adıyorum.” dese ve Ramazan’ın ilk günü
evine sağ salim ulaşsa, Ramazan orucunu tutması ve adağı tehir etmesi vacip
olur. Bayram günü de eve varsa yine o gün tutmayıp tehir etmesi gerekir. Çünkü
bayram günü sünnete uyup iftar etmesi evlâdır.
Kişi
hacca gidebilecek mal varlığı elde ettiği halde geride bakmakla yükümlü olduğu
anne-baba ve aile efradına yetecek mal bırakmıyor vc kendileri de geçimlerini
sağlaya iniyorlarsa, onların bakımını hacca tercih etmelidir. Sünnet ve icma-i
ümmet bunu gerekli kılmaktadır.
Bir
yer ve zamanda birisiyle buluşma sözü veren kimsenin verdiği saat cuma namazına
veya herhangi bir farz namazın son vaktine denk geliyorsa, o sözünü yerine
getirmeyip cuma veya vakit namazını kılar. Bu durumda verdiği sözünden caymış
olmaz. Çünkü normal şartlarda Müslümanlar, söz konusu etmeseler bile namazın
terki konusunda sözleşemezlcr. Bu kalben gerekli bir husustur.
Yine
meselâ cuma namazının veya herhangi bir vakit namazının son vaktinde çocuklar,
yapılmaması durumunda kendilerini çok zor durumda bırakmayacak bir istekte
bulunurlarsa, sadece şefkat duygularının coşmasıyla onlara el uzatıp namazı
terk edemez. Namazı tercih etmelidir. Sabah namazı için güneşin doğması, ikindi
namazı için batması gibi... 11er farz ibadet için durum böyledir. Ancak
çocuklar ve benzerlerinin ciddi bir tehlike ile karşılaşmaları durumunda bazı
farzlar terk edilebileceği konusu ihtilaflıdır. Nitekim Hz. Peygamber “Yaratıcıya
isyan etme konusunda hiçbir varlığa itaat edilmez.” buyurmuştur.
Maddî
durumu hacca gitmeye yeten kimse, alacaklılar tarafından, borcunu ödemesi için
sıkıştırılıyorsa veya hacca gitmesi durumunda anne-babasını veya akrabalarını
rahatsız edeceklerse, hacca gitmeyip borcunu ödemesi gerekir. Ayrıca satacak
malı mülkü varsa onu satar ve hacca gider. Geride kalanlar için de Allah’a
hakkıyla tevekkül eder. Böyle bir hareket tarzı, bakmakla yükümlü olduğu
kişileri tehlikeye atmak değil, öncelikli olan bir vacibi diğer bir vacibe
tercih etmektir. Çünkü Allah, hakları hak sahiplerine verilmesini emretmiştir.
Hz. Peygamber de, “Ödeme imkânı olanın borcunu geciktirmesi zulümdür.”7’
demiştir. Alacaklı istiyorsa, kişi anne-babasının, kendi borcunu ödemesine
engel olmaya çalışmaları durumunda, onların sözüne uymaz. Yukarıda sayılan
durumların dışında herhangi bir sebepten ötürü, bakmakla yükümlü olanları zor
durumda bırakıp hacca giden şahıs yanlış yapmış olur. Çünkü Allah’ın tehir
ettiğini, öne almıştır. Oysa ki Allah’ın emrine muhalefet etmekle O’na kurbiyet
sağlanamaz.
Kişi,
vakti girmiş bir vacibi, henüz vakti girmemiş bir vacipten önce yapmalıdır.
Meselâ hacca gitmek isteyene anne- babası hacca ulaşabileceği son vakte kadar
yanlarında kalmalarını isterlerse veya cuma ve diğer namazların son
vakitlerine kadar ihtiyaçlarım gidermesini isterlerse, onların sözünü dinler.
Yakın akrabanın cenaze namazını kılma durumu da hasıl olsa, yine haccı ve
namazı son vaktine kadar geciktirir.
Yine
meselâ, bin saati belli, diğeri de saati belli olmayan iki buluşma sözü verilmişse,
saati belli olana öncelik verilmelidir.
İhmal,
uyku veya unutma gibi bir sebepten ötürü namazı kaçıran kişi, ondan sonraki
namaz vakti girdiğinde, eğer zaman daralmamışsa, kaçırdığı namazı önce kaza
etmeli sonra o vaktin namazını kılmalıdır. Ama vakti yeni giren namazı kılınca
kazaya kalanı kılamama tehlikesinin olması durumundaki hareket tarzı, ihtilaf
konusudur. Ancak birincisinden başlaması gerektiği daha kuvvetli bir görüştür.
Vermiş
olduğu bir sözü unutup ikinci bir söz verdikten sonra ilkini hatırlarsa,
verdiği ilk söze öncelik tanır. Çünkü Allah emrettiği farzları sıraya
koymuştur. Öğleden önce sabah namazını, ikindiden önce de öğle namazını
yerleştirmiştir. Birçok farzlar böyledir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'e şu
vasiyette bulunmuştur: “Allah’a gece yapılacak ibadetler vardır. Onları gündüz
kabul etmez. Gündüz yapılması gereken ibadetleri de gece kabul etmez.” Böylece Allah’ın öne aldığını öne, tehir
ettiğini de tehir etmesini vasiyet etmiştir.
Bir
farzı yerine getirirken, derecesi biraz daha düşük diğer bir farz araya
girerse, yapmakta olduğunu bitirmelidir. Meselâ cuma namazına veya son vaktine
girmiş sabah namazına başladıktan sonra, yakın akrabasının cenaze namazına
çağırılsa veya hacda olduğu sırada hemen geri gelmesi için bir mektup alsa,
baççını yanda kesmeyip tamamlamalıdır.
Bazen
bir vacibi yerine getirmek için bir günah aracı yapılabiliyor. Meselâ, aile
efradına yiyecek temin etmek için haram veya şüpheli yollara girmek; hanımına
veya çocuklarına zulmetti diye anne-babaya küsmek bu kabildendir. Bu hareketleriyle
güya aile efradının hakkını korumak istemektedir. Tavrını şöyle tevil edebilir:
“Hanımım elimde esir gibidir. Anne- babama saygı duymasını tavsiye etmişim.
Hâlbuki hanımıma zulmediliyor.” Veya tam aksine, anne-babasını razı etmek için
hanımına baskı yapar. Bunları yapması uygun değil. Aksi halde bir vacibi, bir
günah vasıtasıyla yapmış olur. Dolayısıyla Allah onu kabul etmez ve hoşuna
gitmez.
Hanımının
gönlünü alması için çocuğunu dövmesi, İslâm’ın prensiplerini, döverek, söverek
benimsetmeye çalışması, anne-babasına saygı göstermek için akrabalarıyla
ilişkilerini kesmesi, kendisine necaset bulaşır ve namazına zarar gelir korkusuyla,
annesine, hanımına veya hizmetçisine kötü söz söyleyip dövmesi ve bütün bunları
Allah için kızmak diye nitelendirmesi yanlıştır.
Bir
farza başladıktan sonra, daha öncelikli bir farz ortaya çıkarsa ilk başladığım
keser diğerini yapmaya başlar. Meselâ ilk vaktinde veya orta vakitte farz bir
namaza başladıktan sonra kılmadığı bir kazası olduğunu hatırlarsa, namazı
keser, kazayı kılar sonra o vaktin namazını kılar. Bazıları daha sonra da kılabilir
demişler. Ama bu görüşe uyma! Çünkü bunu, fasid olmuş hacca benzetmişlerdir.
Fasid olmuş hac tamamlanır, gelecek sene tekrar edilir. Fakat hacda ihram
gerekli olduğu için gelecek seneye bırakılıyor. Namaz için böyle bir şart
yoktur. Anne- babası yanlarında kalmasını istediklerine seferberlik ilan edilse
savaşa katılması gerekir. İlk vaktinde namaza başlasa ve gözü önünde bir adam
öldürülmeye veya bir kadına tecavüze kalkışılırsa, gücü yetmesi vc namaz
vaktinin çıkmaması şartıyla, olaya müdahale etmek üzere namazını bozar. Vaktin
çıkma korkusu varsa bozup bozmamada ihtilaf edilmiştir.
Nezir
orucuna niyetlendikten sonra o günün bayram olduğunu öğrense orucunu bozar.
Kadın, nezir orucuna niyet- lense veya farz namaza başlasa ve o esnada hayız
olsa orucunu veya namazını bozar.
Bazı
kişiler nafileleri yerine getirip takvâlı olmak için bir kısım farzları,
vacipleri veya helâl malı, helâl olamaz düşüncesiyle, terk eder. Sanatkârlığı,
ticareti, miras malını terk eder. Aile efradını aç ve çıplak bırakır. Onlar da
ona kızar ve küserler. Hâlbuki, helâl mal elde etmeye gücü yetmektedir. Kesin
bilgisi olmamasına rağmen malına haram karışmıştır zannıyla veya yola
çıktığında geride bıraktığı aile efradının başına bir şey gelir de ona küserler
korkusuyla, hacca gitmez.
Böylece
şeytandan gelen bir vesvese yüzünden farzı terk eder. Emredileni yerine getirme
zannıyla farzı terk eder. Büyük bir titizlikle uzun müddet içinde abdest alır.
Ama abdestle uğraşırken bazen namazın vakti çıkar veya mekruh vakit girer,
bazen de cemaati kaçırır. İstibra veya boy abdestiyle de böyle uzun boylu
uğraşır vc bu tavrın gerekliliğine inanır. Bazı şahıslar da iftitah
tekbirlerini tekrarlar dururlar. Bazıları namaza başladıktan sonra, herhangi
bir yerinde keser baştan alırlar. Bu uğraş içinde iken namazı ya kaçırır veya
da mekruh vakte kaydırır.
Farzların Yerine
Getirilmesinde
Hangisine Öncelik
Verilmeli?
Bazen,
Kitap veya Sünnet’te yapılması gereken bir husus ortaya çıkar. Ancak bir
sebepten ötürü onu terk etme gereği bulunmaktadır. Buna rağmen o vacibi yerine
getirerek, terk etmeyi gerektiren sebebi görmezlikten gelir. Meselâ akrabası
bir evi gasbetmiştir. Ev sahibinin izni olmadan, güya akraba hakkını gözetmek
için o eve girer. Ya da gasbedilen o eve düğün yemeğine davet edilmiştir. Ev
sahibinden izinsiz olarak düğün yemeğine gider. Veya İslâm’ın yasaklamış olduğu
durumların bulunduğu düğün yemeğine katılır. Bununla gayesi, Müslüman
kardeşinin hakkına riâyet etmektir. Hatta “Ben bir bâtıl için hakkı terk
edemem, evlâ olanı yaptım.” diyerek davranışını tevil eder. Hâlbuki, hakkı hak
bir yolla yapmalıydı. Bâtıl bir yolla yapmak caiz değildir.
Bazen,
bir farzı eda etmeye öyle bir engel çıkar ki, ancak özür sayılması durumunda o
haliyle söz konusu farz yerine getirilebilir. Meselâ, sürekli küçük abdestin
akması, burnun- kanaması veya ishal olunması... Tam bir abdestle namaz
kılacağım diye bu özürlerle namazı kılmayıp kaçırırsa yanlış yapmış olur. Çünkü
söz konusu özürlerle, her farz namaz için abdesti tazeleyip kılabileceğine dair
icma vardır. Nitekim Hz. Peygamber müstahade (özürlü) olan kadına bu şekilde
hareket etmesini emretmiştir. Hz. Ömer yaralandığında böyle davranmıştı. Kanı aktığı
halde namaz kılıyordu. Zeyd b. Sabit, küçük abdesti sürekli aktığı halde abdest
alıp namaz kılardı.
Yine
meselâ, baş ağrısı ve benzeri bir hastalıktan ötürü secdeye eğilemediği için
namazı terk edip iyileşmeyi veya hastalığın hafiflemesini beklemek uygun
değildir. Çünkü, nasıl imkân buluyorsa o haliyle kılmak gerektiği hususunda
icma vardır. Nitekim Hz. Peygambcr’in ayağı incindiğinde, ayrıca vefatına yakın
hastalığında, oturarak namaz kılmış, Hz. Ebû Bekir de yanında durmuştur/7
Bazen
kişi bir farzı yerine getirmek için, daha öncelikli bir şeyi terk eder. Seferde
veya hastalıkta oruç tutmak gibi.. Oruçlu olduğundan ötürü ancak oturarak veya
yaslanarak namazı kılabilir. Hâlbuki oruç tutmazsa ayakta namaz kılabilecektir.
Seferde veya hastalıkta oruç tuttuğundan ötürü sıkıntıya düşer vc ne
konuştuğunu bilemez bir hale gelir.
Bazen
kul yapılması gereken bir farzı, dünyevî menfaatine aracı yapar. Üstelik
cahilliğinden böyle davrandığı halde, kulluk görevini daha iyi bir şekilde
yerine getirdiğini zanneder. Meselâ zekâtını, bakmakla yükümlü olduğu bir
fakire veya
7S
el-Buhâri, Ezan, 51, 82; Müslim, Salar, 77, 81; Ebû
Dâuûd, Salat, 68; Nesei, İmamet, 40, el-Muualla, Cunı’a, 16
114
Kalp Hayatı -1 hizmetçisine, işçisine, çocuğunun süt
annesine, hanımının hizmetçisine vb. yaptığı işin ücreti yerine geçecek şekilde
vermesi gibi. Hâlbuki bunlara kendi malından vermesi gerekmektedir. Güya
onlara iyilik yapmak için zekât verir. Oysa onlardan öncelikli olan bir fakire
vermesi gerekir. Bazen de, dilinden kurtulmak istediği veya teşekkür beklediği
birisine verir. Oysa Allah, “..Onlar ki, temizlenerek mallarını hayra
verirler. O’nun katında hiç kimsenin mükâfat verilecek bir nimeti yoktur. Ancak
en yüce Rabbi için iş yapanların işi müstesna.” (Leyi, 92/18- 19) ve “Allah’ın
rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler,
evet onlar kat kat artıranlardır.” (Rum, 30/39) buyurmaktadır.
Diğer
bir misâl de, ölümünden sonra geride bırakacağı malından fakirlere, yolda
kalmışlara vb. muhtaç kişilere verilmesini vasiyet eden kimsenin vasiyetini
yerine getirirken, özellikle bakmakla yükümlü olduğu, dilinden korktuğu,
teşekkür veya karşılık beklediği kimseleri seçerek, daha öncelikli olanları
hesaba katmaz. Böylece vasiyet edenin vasiyetini, onun istediği şekilde yerine
getirmeyip öleni kandırmış ve işi kendi faydasına uygun yönlendirmiş olur.
Yine
meselâ, yapması gereken bir işi, yararı kendine yönelik olduğu için fazlasıyla
yapar. Bu arada yapması gereken diğer bazı işleri de aksatır. Dünyalık bir menfaatten
ötürü bazen, yapması gereken işi çarçabuk yapar. Meselâ, ailesinin geçimini
temin için çalışır ve günler, aylar hatta senelerce yetecek gıda biriktirir.
Bir akrabası, komşusu veya yolda kalmış kişi ihtiyacını söylese, ailesine
bakmakla yükümlü olduğunu söyler ve muhtaca el uzatmaz. Ya da ailesinin rızkını
sağlamak için çalışmasının öncelikli bir farz olduğunu bahane ederek,
akrabasının cenazesine katılmaya bile vakit ayırmaz. Ve Hz. Peygamber’in, “Önce
bakmakla yükümlü
olduklarından
başla.”16 hadîsini kendine delil olarak
gösterir. Kendilerine yetecek imkanları olmasına rağmen yine onlar için
çalışmayı bir farz olarak iddia eder. Oysa, diğer muhtaçlara cimriliğinden el
uzatmamış, cenazeye de tembelliğinden katılmamıştır. Ya da cahil ve işleri karıştıran
biridir. Bununla birlikte, aile efradı için çalışmanın gerekliliğinde de
ihtilaf vardır.
Bir
kısım insanlar da nafile bir işi yapmak için vacibi terk eder. Oysa tam aksine
nafileyi terk etme pahasına vacip yapılmalıdır. Meselâ, hadîs ilmini tahsil
etmek için ailesinin rızkını yollarda harcar, onları aç bırakır, perişan eder.
Ya da anne-babasının ihtiyacı olduğu ve izin vermedikleri halde ilim tahsili
için, onları öylece bırakır vc gider. Veya uzaklaşması gereken kişilerle, meselâ,
gıybet ve benzeri hususlardan ötürü onu günaha sokacak kimselerle arkadaş olup
hadîs ilmini tahsile gider. Veya ailesini perişan bırakarak ya da
anne-babasının rızâsını almadan nafile hacca veya gazveye gider. Ya da
anne-babasının rızâsı olmadığı halde hiç uyumadan zikreder. Ya da üzerinde
hakkı olanları fakir bırakarak mücahitlere, hacca gidenlere, eşe-dosta malını
harcar. Bütün bunları, elindeki mal sadece harcadığı kadar olduğu halde yapsa,
Allah’ın koyduğu bir vacibi terk etmiş ve vacip olmayan bir yolda harcamış olur.
Üzerinde, yaptığı haksızlıktan ötürü vermesi gereken bir borcu olduğu ve
alacaklılar sıkışık olup istedikleri halde, borcunu vermeyip parasını hadîs
ilmini tahsil vc benzeri nafileler için kullanması da bunun gibidir.
76
el-Buhâri, Zekât, 18; el-Timıizî, Zekât, 38, Neseî,
Zekât, 51; Darimî, Zekât, 21, Sahavî, Makasidu ’I-Hasenc, 7.
Yaptığı Ameli İfsad
Edecek Yollarla
Nafile İbadete
Yönelmek
Kişi
bazen, caiz olmayan bir yolla nafile ibadete yönelir, Allah’a yaklaşmak ister.
Elindeki yetkiyi kullanarak, zorbalık, hıyanet, rüşvet, faizli ahş-veriş ve
diğer yasaklanan alışverişler, resim yaparak veya altın-gümüştcn kap-kaçak
yaparak güya sanat icra etmek, haram oyun aletleri yapmak, silah ve siyah
renkli giysiler satmak, erkeklere ipek satmak ve benzeri işler ve satışlardan
elde ettiği para ile ailesinin geçimini sağlamak, hacca gitmek, gazveye çıkmak,
dostlara ikramda bulunmak, konunun misallerini teşkil ederler. Bununla nafile
ibadeti kasteder. “Ben bununla Allah rızâsı için, küçük çocuklara, akrabalara
bakmaktayım.” diyerek, güya kendini haklı çıkarır. Oysa, sayılan işlerin bir
kısmında Allah’a isyan etmekte, bir kısmında ise, en azından kerahet vardır.
Bunlardan bir kısmını diğerine tercih etmiştir. Ebu’d-Derda' haram yoldan mal
kazanıp haram yolda harcayana, yetimi soyup dul kadını giydirmeye
benzetmiştir..
Zalim
idareciye gelip helâl olmayan hususlarda ona itaat etmek, yalanlarını tasdik
etmek ve onunla oturup kalkmakla zulmüne mâni olduğunu, alacaklıların hakkını
aldığını, fakirlere yardım sağladığını, İdarî görev alarak adaletle hükmettiğini,
zulme uğrayana yardım ettiğini söyleyerek bununla sevap kazandığını zanneder.
Neticede söz konusu kötü işlere bulaşır, niyeti halis bile olsa yanlışlık yapar
ve cahilane hareket etmiş olur. Onu Allah’tan uzaklaştıran şeylerle Allah’a
yaklaşmaya çalışır. Şayet bu davranışlarından gayesi dünyalık mal elde etmek
ise sadece yalan ve yanlış toplamış olur. Elinde devlet arazisi bulunduğundan
ötürü sultana gelerek vaaz eden ve yağcılık yapanın durumu böyle olduğu gibi,
yetkililerin yanında sözü geçtiğinden veya zengin olduğundan ötürü bid’at ehli
kişiye yaklaşmak ve bununla zulme mâni olmak, zayıfa yardım etmek ya da
fakirlere para bulup vermek gayesini gütmek de bundan farklı değildir.
Kişi
bazen, Allah için din kardeşlerini sever. Ama haksız yere onların nefret
ettiğinden nefret eder, ilişki kestiklerinden ilişkisini keser, düşmanlık
yaptıklarına düşman olur, gıybet ettiklerinin gıybetini yapar vs. Bunu yapmakla
Allah için sevmenin hakkını verdiğini hayal eder. Oysa, farkında olmadan
Allah’a isyan etmektedir.
Bazen
sıcak soğuk demeden nafile oruç tutar, sıkıntıya düşer. Neticede
anne-babasına, hanımına, çocuklarına veya hizmetçilerine caiz olmayan sözleri
söyler ve davranışlarda bulunur. Hâlbuki oruç tutmadığı zaman böyle bir şey
yapmamaktadır. Aynı zamanda bu oruç, elde etmesi gerekli olan geçimliği elde
etmesine de engel olmaktadır. Âlimler geçimi sağlamak için çalışmanın vücûbu
konusunda ihtilaf etmişlerdir. Günümüzde kurralardan nafilelerin peşine düşüp vacibi
terk eden bir grup oluşmuştur.
Yemeği
çok azaltıp aç kalmak da böyledir. Kendi kanaatin- ce zahitlik yapmaktadır. Bu
iş onu, cevaz verilmeyecek derecede sıkıntıya düşürür ve zayıflatır. Neticede
geçimini sağlamaktan ve Allah tarafından bir farz olarak değil, mendup olarak
yüklenen daha öncelikli ibadetleri yapmaktan onu alıkoyan Ya da bakmakla
yükümlü olduğu kimselerin geçimini sağlamayı terk ederek onları aç vc çıplak
bırakır. Çalışabildiği halde, cahilliğinden gelen bir yanlışlıkla bununla
mütevekkil olmayı amaçlar. Evlâ olanı terk etmekle fazilet elde etmek ister.
Söz konusu davranışlarından ötürü anne-babası ona kızar ama o aldırmaz. Hâlbuki
onların rızâsı ve gözetilmeleri onu, yaptığı işten daha fazla Allah’a
yaklaştırır.
Vacibi Terk etmeden Nafilelerde Korkulacak Hususlar
Dedim
ki:
“Vacibi
terk etmeden, nafileler konusunda korkacağım hususlar ve yapacağım hatalar olur
mu?”
Dedi
ki:
“Evet.
Ancak nafilelerdeki yanlışlıkla günaha girmezsin. Fakat aldanır ve
ayıplanırsın.”
Dedim
ki:
“Bu
konuları yeterince bilmiyorum, izah eder misiniz?”
Dedi
ki:
“Gerçekten
bazen mürid nafile olan iyiliklerde de aldanır. Düşman vc nefis daha
faziletliden bir alt kademedeki iyiliğe sürüklerler. Bu arada nefis de payını
almış ve dinlenmiş olur. Bazen de aralarında yarışan iki iyilikten birini
seçerken aldatır. Meselâ biri diğerinden faziletli olan iki durum aynı zamanda
ortaya çıkarlar. Düşman ve nefis daha aşağı olana sevk ederler. Biri hasta
diğeri de sıhhatli olan ve eşit seviyede sevilen iki din kardeşini ziyaret
etmek gibi. Sıhhatli olanı ziyaret eder. Hasta olana gitmez. Hâlbuki hasta
ziyareti daha faziletlidir. Çünkü hem ziyarettir hem de hasta görmeye gitmedir.
Kendi başına işini görebilen kardeşine yardım edip muhtaç olana yardım etmemek
din konusunda biri diğerinden daha çok faydalı olan iki kişiden az faydalı
olanı ziyaret etmek de böyledir. Düşman, çekemediğinden ötürü daha faydalısına
engel olur. Nefis de alacağı lezzete mâni olur ve onu daha ağır işe koşar
düşüncesiyle fazileti çok olandan alıkoyan Çeşitli yemeklerden ötürü zengin
din kardeşlerine dua etmek de bunun gibidir. Bu davranışıyla iyilik yapmak,
sevap alıp, fakir din kardeşlerine sıla-ı rahimde bulunmak istemektedir. I
lâlbuki, bunu fakirlere yapması daha uygundur.
Biri
fakir diğeri zengin iki cenaze olunca, zenginin cenazesine katılmayı tercih
etmek de aynı yola çıkar. İbadet vasıtasıyla menfaatini gördüğü birini
mükâfatlandırmak ister ve bunun daha faziletli olduğunu düşünür. Veya böyle
yapmakla o tür insanların dilinden kurtulmak ister. Ya da bir taktik gereği bunu
yapar. Söz konusu davranışın kendisi için evlâ olduğunu zanneder. Hâlbuki,
Allah tercih edilmeye daha lâyıktır. Fakir olan şahıs evine daha yakın ise veya
dinî açıdan daha üstün ise ya da cenazesine katılan kimse yoksa onu tercih
etmelidir. Bazen fakirin daha faziletli olduğunu bildiği halde nefsine uyar,
zenginin cenazesine katılır ve evlâ olanı terk eder. Hâlbuki evlâ olanı yapma
sözünü vermişti.
Zaman
olur sohbet eden iki ayrı şahısla karşılaşır. Biri diğerinden dinî açıdan daha
faydalı şeyler söylemektedir. Dolayısıyla onu dinlemek daha uygun iken, az
faydalı olan diğerini dinlemeye gider. I lâlbuki evlâ olan fayda ve selâmeti
seçmektir.
Daha
önce dinlediği bir hadîs-i şerifi, değişik yön ve isnatlarıyla tekrar dinlemek
isterken bir cenazeye katılma, hastayı ziyaret etme, hasta, zayıf, muhtaç veya
yabancı olan bir Müslümana yardımcı olma gibi bir durum oltaya çıkar; o,
hadîs-i şerifi dinlemeyi tercih eder ve bunun daha faziletli olduğunu düşünür.
I lâlbuki diğer sayılan hususlardan birini yapmak daha çok sevap getirir. Zaten
ilim tahsil etmek ve hadîs dinlemekten gaye bu işleri yerine getirmektir.
Bunları yapmadıktan sonra bu ilmi nerede kullanacaktır? Bilmediği veya bir-iki
defa dinlemiş olduğu hadîs ona fazladan bir bilgi verecek vc bazı kötü
huylarını terk edecek ya da bir iyilik yapmaya sevk edecekse o zaman onu
dinlemeğe gitsin. Çünkü böyle bir ilim tahsil etmek daha faziletlidir.
Bazen
de bunun tersine, bilmediği ve ihtiyacı olan bir hadîs-i şerif söz konusu olur;
bu hadîs ya yerine getirilmesi gereken bir farzdan, ya kaçınılması gereken bir
haramdan, ya bir sünnetten veya gelecekte yararlanacağı bir iyilikten söz eder.
Bu arada dostlarıyla sohbet edip, mescitte oturma veya yakanda ziyaret ettiği
için ziyaret etmemesi kötü karşılanmayacak bir akraba ziyareti söz konusu
olur, o da hadîs dinlemeyi terk eder sayılan işleri yapmaya giderek,
“Bildiklerimizle amel edelim.” der. Bu arada, “Hadîs dinlemenin de eski tatlılığı
kalmadı.” diye ekler. Bu davranış şekli yanlıştır. Farzı, haramı ve sünneti
öğreneceği hadîs-i şerifi dinlemeye gitmesi evlâdır.
Biri
güzel mânâların olduğu, birtakım insanların konuştuğu yer, diğeri de
duyguların sükûnet bulduğu, eğlenilecek bir şeyin olmadığı, okuduklarını daha
iyi düşünebildiği yer olmak üzere iki yerde namaz kalma imkânı ortaya çıkar.
Nefis vc şeytan onu ilk yerde namaz kılmaya sevk eder. O da, nerde ise
yanlışlıklar yapma pahasına, orada namaz kılar vc buranın daha faziletli
olduğunu düşünür veya nefsi onu etkiler.
Oruç Konusunda Karşılaşılan
Afetler
Kişi
bazen nafile oruç tutmayı, bir nevi alışkanlık haline getirdiğinden vücûdu,
diğer ibadet ve iyilikleri yapmaya engel olacak şekilde güçten düşmez. Nefis ve
şeytan, oruç tutmamasının daha faziletli olduğunu, çünkü daha çok güç kazanıp
yardıma muhtaç olanlara yardımcı olabileceğini, daha çok namaz kılabileceğini
ve geçimi için daha iyi çalışabileceğini fısıldarlar. Bunun üzerine, ancak,
güçlü-kuvvetli bir şahsın oruç karşısında çektiği zorluk kadar zorlandığı halde
orucunu bozar. Belki de oruç tutmadığı zaman daha çok güçten düşer.
Bazen
de bunun aksine nafile oruç tutar. Ölçüyü kaçırdığından zayıflar, güçten
düşer. Öyle ki, cenazelere katılamaz, ilim tahsil edemez, hasta ziyaret edemez
vc hatta camiye namaza gidemez bir hale düşer. Kısacası, gündüz oruçlu iken
âdeta hiçbir iyilik yapamaz duruma gelir. O zaman oruç tutmaması evlâdır.
Ancak her işi yapamayıp bir kısmını yapabiliyorsa oruç tutması evlâdır. Çünkü
normal şartlarda oruçlu kişi biraz güç kay- • heder. Nitekim oruçlu olmayan
bazı şahıslar da her işe koşama- maktadırlar. Orucu bozmak, bu konuda bir
aldanmadan ibarettir. Ancak, yapması gereken şey oruçtan faziletli ise vc
oruçlu olmadığı zaman o işi terk etmiyorsa o zaman oruç tutmaz.
Bazen,
biri kaçınabilecek belli bir vakitte yapılabilen, diğeri de herhangi bir
zamanda yapılabilecek iki faziletli iş ortaya çıkar. Nefis ve şeytan iki işi de
yapmaktan hoşlanmadıklarından, vakti geçmeyecek olandan başlatmak isterler.
Böylece İkincisi kaçırılmış olacaktır. Meselâ cenaze namazına katılmakla, ölüm
döşeğinde olmayan hastayı ziyaret; kaçırılmaması gereken ilim meclisiyle, her
zaman buluşulup değişik dinî konuları konuşma imkânı bulunabilen arkadaşların
sohbet meclisi gibi... Birincileri terk edip İkincileri yapmak yanlıştır. Erkenden
cumaya gitmekle, herhangi bir zamanda yapılabilecek arkadaş ziyareti veya
cumadan sonra yapılabilecek hasta ziyareti dc bunun gibidir. Ancak hasta ölüm
döşeğinde ise veya cumadan sonra gitme imkânı yoksa o zaman hastayı ziyaret
etmelidir. Ziyaret edilecek arkadaşı aynı zamanda akraba veya komşu ise ona
öncelik vermelidir. Aksi takdirde cumaya erken gitme işini terk etmemelidir.
Çünkü bu işin tesiri diğer cumaya kadar gider.
Veya
sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar mescitte oturmak vc vakti geçmeyen
arkadaş veya hasta ziyareti bir araya geldiğinde, ziyareti tercih edip vakti
geçecek olan mescitte kalma işini terk etmesi dc yanlıştır. Çünkü güneş
doğduktan sonra da ziyaretini yapabilir. Ancak güneş doğduktan sonra yapması
gereken daha önemli bir ışı olur ve ziyarette bulunamayacaksa o zaman düşünsün,
din açısından hasta ziyareti mi yoksa arkadaş ziyareti mi faydalıdır, kararını
versin ve
ziyaretini
güneş doğmadan yapsın. Çünkü bu durumda ikisinin vakti çakışmış oluyor. Dinî
açıdan daba faydalı olanı tercih edecektir. Arkadaşı aynı zamanda akraba ise
onu ziyarete gider. Hastayı ziyaret daha çok faydalı ise onu tercih eder veya
ölüm döşeğinde ise yine onu tercih eder.
Faziletli İki Şeyden Birini Tercih Etme Yolu
Bazen
kişi büyük bir sevabı ifsat eder. Nefis ve şeytan kişiyi, derecesi düşük bir
sevabı yapmaya sevk ederler. Meselâ, nefis ve şeytan, namazda çok okumanın daha
sevaplı olduğunu söyleyerek namaz kılanı hızlı okumaya sevk ederler. Böylece
okuduklarını düşünüp anlayamaz bir duruma gelir. Çünkü nefis düşünmekten
hoşlanmaz. Zira düşünüp anlama, Cehennemi ve azabı hatırlatır, iştahım
kaçırır. Dünyayı vc nefsin hoşuna giden şeyleri düşünmek daha çok işine gelir.
Bu durumda az okuyup çok anlamak kalp inceliği vc korkusu için evlâdır.
Kişi
dinç olduğu bir zamanda namaz kılarken nefis onu uyumaya davet
eder.‘"Yarın daha dinç bir şekilde kılarsın.” der. O da yorgunluk
hissetmediği halde namaz kılmayı bırakır. Oysa gece namaz kıldığı zamanlar,
gündüz işine ve ibadetine mâni olacak herhangi bir yorgunluk hissetmemektedir.
Gündüz işine mâni olacak bir yorgunluk meydana geliyorsa bakılır: Şayet gece
ibadetinden efdal olan bir ibadete mâni oluyorsa, mâni olmayacak şekilde gece
ibadetini azaltır. Ama fazileti düşük olan bir işe mâni oluyorsa, gece namazını
terk edemez. Bir mecliste oturma da böyledir. Orada faydalanacağı şeyler
bulunmasına rağmen, nefsi daha düşük bir işi hatırlar ve orayı terk edip
kalkar.
Bazen
kişi nafile oruç tutar. Bir dostuyla beraber yemek yiyip sevindirmek için
orucunu bozar. Oysa dostu, kendisiyle beraber yemek yenmese de üzülmez. Zaten
sofra da sadece onun için hazırlanmamaktadır. Ama sofra sadece onun için
hazırlandığından veya kendisiyle beraber yemek yenmediğinden ötürü üzülecek ve
söz konusu şahıs da kırılmaması gere- ’ ken bir dost ise, o zaman orucu bozar.
Çünkü Bera b. Azib'in rivayet ettiği hadîste Hz. Peygamber, yeminlerin
gereğinin yapılmasını emretmiştir.
Zaman
olur kişi namaz, oruç ve benzeri ibadetlerini riya vc yapmacıktan kurtulamıyor
endişesiyle terk eder. Hâlbuki, Allahu Tcâlâ bunların yapılmasını
emretmektedir. Bu yanlıştır. Nefsiyle zor bile olsa mücadele etmelidir. Şayet
bu endişesiyle hareket edip ibadetleri terk ederse riyâ korkusu girmediği hiçbir
ibadet kalmaz. Zaten insanlar bu noktadan sorumlu tutulmamışlardır. Veya alenî
yaptığı ibadeti gizli yapmak üzere terk eder. Hâlbuki, gizli yapılmak istenen
birçok ibadetin nefsin aldatmasıyla yapılmadığı tecrübeyle sabittir. Ancak
gerçekten söz konusu ibadeti gizli yapmaya Allah tarafından verilen üstün bir
güce sahipse, o zaman gizli yapsın. Çünkü, gizlisi daha faziletli ve
oturaklıdır.
Bazen
de etraftakiler “müraî” derler endişesiyle ibadeti terk eder. Meselâ, adam
mescitte namaz kılarken diğerleri oturmaktadırlar veya o, zikirle uğraşırken
diğerleri sohbet etmektedirler ya da o susmakta iken diğerleri caiz olmayan
bir şeyle uğraşmaktadırlar. Veya yemek getirilmiştir. O oruçlu, diğerleri ise
oruçlu değillerdir. Ya da uyuyan kişilerin yanında nafile namaz kılma aşkı ve
şevki içindedir. İşte sayılan ibadetleri “müraî” derler endişesiyle terk
ederse yanlış yapmış ve büyük bir fazileti istememiş olur. Hatta terk etmek
riyanın bir neticesidir. İbadetlerine devam etmeli ve diğerlerinin de kendisi
hakkında, Halâsla yapıyor şeklinde düşündükleri kanaatinde olmalıdır. Aksı
takdirde sû-ı zan beslemiş olur. Oturanlar sû-i zanda bulunurlar da günah
kazanırlar endişesiyle ibadetini terk eder. Böylece nefis onu aldatır vc
dinlenmeye çekilir. Diğerleri hakkında da sû-i zanda bulunmuş olur.
Bazen
imam arkasında veya yalnız başına farz namazı kılarken, imamın okuduğunu
düşünmeyip ahiret işlerinden birini düşünür. Hâlbuki evlâ olanı terk etmiştir.
Evlâ olan imamın veya kendisinin okuduğu şeyi düşünüp anlamaya çalışmasıdır.
Amir b. Kays bu tür bir davranışı vesveseden saymıştır.
Zaman
olur, çok dinç olduğu halde, nefis onu ibadetten alıkoymak için “Az ibadeti
devamlı yapmak daha faziletlidir.” der. Bu, dinlenmeye çekilmek için nefsin bir
planıdır. Fırsatı ganimet bilip yapabildiği kadar ibadetini yapmalıdır. Nitekim
Hz. Peygamber, “Allah sana bir hayır kapısı açtığı zaman fırsatı hiç
kaçırma. Çünkü o kapının ne zaman kapanacağı bilinmez. ”7S
buyurmaktadır. Ancak aşırı yorgunluk ve benzeri bir durumdan ötürü terk
etmektense, devamlı ama az yapma niyetiyle hareket etmesi daha faziletli olur.
Zaten hadîs-i şerifte de, “Allah’ın en çok sevdiği ibadet az bile olsa
devamlı olanıdır.” denilmiştir. Hz. Davud da, “Devam et,
yarışı kazanırsın.” derken, başka bir hadîs-i şerifte Efendimiz, “Siz
bıkmadıkça Allah bıkmaz.”™ buyurmaktadır. Hz. Selman, “Yürürken
gösteriş yapma. Allah’ın ibadetine nefsine nefret ettirme.” demiştir. Bundan
önceki bölümde verdiğimiz misâller gibi, Allah’ın rızâsını kazanayım derken
yapılan birçok hata vardır.
Bazen
adam, bir ibadetle uğraşıyorken mubah ama fu- zûlî olan bir iş çıkar karşısına.
Meselâ, Kur’ân okuyarak veya tespih çeker Allah’ı zikretmekte iken nefis
dinlenmeye çe- kilmck için onu sohbete veya mâlâyânî ile uğraşmaya davet eder.
O da zikri terk ederek fuzûlî işlerle uğraşır. Veya mescitte otururken ya da
başkalarıyla beraber zikrederken güzel bir manzaraya bakmak veya güzel bir ses
dinlemek için bu ibadetinden ayrılır. Bu konuda nefsin isteğini, Allah’a ibadete
tercih etmiş olur. Namaz kılmakta iken, sohbetinden hoşlandığı ve onu dinlerken
harama girmediği arkadaşını hatırlar, hemen namazı bırakarak nefsine aldanır ve
onun sohbetini dinlemeye gider.
Bazen
bir ibadete başlamışken veya başlama hazırlığı içinde iken, nefsi onu herhangi
bir günahın tatlı atmosferine davet eder. Meselâ, diliyle zikreden veya öyle
olması daha uygun olduğu için konuşmayan kişiyi, kızmış olduğu birinin
gıybetini etmeye veya hoşuna giden bir şeyler konuşmaya davet eder. İbadeti
bırakır günaha dalar. Ciddi veya şaka, yalan konuşmak veya birilerini alaya
almak da bunun gibidir. Namaz veya zikirle uğraşıyorkcn caiz olmayan bir şeye
bakmak da aynı şeydir. İbadeti bırakır günaha dalar veya ikisini karıştırır.
Bazen
ahireti düşünmekte iken bir günah işleme niyeti, isteği veya düşüncesi içine
doğar. O da onu düşünmeye başlar. Böylece kalbini saran ahiret düşüncesi yerini
günah düşüncesine bırakır (Yukarıdan beri sayılan ibadetler nafile ibadetlerdir).
Bazen farz bir ibadetle meşgul iken onu bırakır günaha veya mubaha dalarak,
biri farzı bırakma diğeri günaha girme olmak üzere, iki defa isyan etmiş olur.
İşte
bu sayılanlar kulun kötü davranışlarıdır. Kendisini düşünen, Rabbi’nin
Kitabı’na, Peygamberi’nin sünnetine uyan kulun bütün gayreti, duygu ve
hareketlerinden hangisinin Allah rızâsına uygun, hangisinin aykırı olduğunu
ayırmak için nefis muhasebesidir.
Allah’ın Emrettiği İşlerden İkisi Beraber
Ortaya Çıktığında
Takınılacak Tavır
Dedim
ki:
“Şimdiye
kadar sayılan durumların nedenini, daha iyi anlayabilmen için, kısaca açıklar
mısınız?”
Dedi
ki:
“Allah’ın
emrettiği veya mendup olan bir husus belirince Allah’ın sevdiği ve emrettiği
şekilde yerine getirinceye kadar büyük gayret göstermelidir. Vacip olan iki şey
bir arada olunca, vaciplik derecesi fazla olanı tercih etmelidir. Birinin
sınırlı bir zamanı varsa ona öncelik vermelidir. Böylece Allah’ın takdim
ettiğini takdim etmiş olur. Bir farzı işlerken, ondan aşağı derecede diğer bir
farz ortaya çıkarsa, yapmakta olduğunu bırakıp diğerine geçmesin. Çünkü
Allah'ın emrettiği bir ibadete başladığı halde terk etmesi günahtır. Ama, bir
farzı yaparken ondan daha öncelikli diğer bir farz ortaya çıksa eskisini
bırakıp yenisine başlamalıdır. Aksi takdirde isyankâr olur. Bu konuda müstakil
bir bölüm yazmıştım. Daha önce anlattıklarımız sebebiyle farzı nafile için terk
etmeyeceği gibi, nafileler arasında da en faziletli olanı tercih etmelidir.
Dedim
ki:
“İki
durumdan hangisinin daha öncelikli ve faziletli olduğunu bilmezse nasıl
hareket eder?”
Dedi
ki:
“Kalbine
hangisi daha hafif gelirse onu yapar. Ama hafiflik hevâ-i nefisten ileri
geliyorsa, nefse ağır olandan başlar. Çünkü nefse hafif gelenden başlarsa, onu
Allah rızâsı için değil, nefsi memnun etmek için yapma tehlikesi vardır. Ama
kalbe hafif gelse ve bu şekilde davranması daha selâmetti ise, kalp kendisine
hafif olana daha istekli olacağından, onu yapar. Çünkü iştiyakla Allah’a
ibadet etmek, istemeyerek ve zorlanarak yapmaktan evlâdır. Zira isteksizce
yapılan ibadet bıktırabileceği gibi, ibadet dışı şeylerle uğraşma tehlikesi dc
söz konusudur. Ama selâmeti az olan kalbi az coşturabilir.
1
lafıf olanı seçerken kalbe mi, nefse mi uyduğunu kestire- miyorsa o zaman ağır
olanı yapması bana daha güzel görünüyor. Çünkü hafifi niye seçtiğini
bilmemektedir. Dolayısıyla nefsin isteğine uyulmasından korkulur. Çünkü
tecrübeler bunu gösterdiği gibi, nefsin dünyevî arzulara uyanı hafif gördüğü,
ahirete ait hususları da ağır gördüğü bilinmektedir. Allah da şöyle buyuruyor: “.Al
lalı in hakkınızda çok hayırlı kılacağı hir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.”
(Nisa, 4/19) “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz
mümkündür.” (Âl-ı İınran, 2/216). Bundan ötürü hayrın zorda olduğunu
tercih ediyor; hafifte olabileceğinden endişe ediyoruz. Aksi takdirde Allah,
“Sevdiğiniz şeyde hayır vardır, sevmediğiniz şeyde kötülük vardır." derdi.
Ama nefsimizi ve fıtratımızda bize galip olanı bildiğinden, böyle dememektedir.
Şüphesiz O bizden daha iyi bilmektedir.
Bundan
ötürü, Rabbimizin bizi sakındırdığı gibi, biz de amel edenlerin kolay olandan
kaçınmasını tercih ediyoruz.
İkisi
kolaylık vc zorluk açısından fark edilmeyecek şekilde aynı iseler ve ancak
birini yapmaya başladığında veya bitirdiğinde lıevâ-i nefsin hoşuna gidip
gitmediğini anlayacaksa; hangisini yapıyorken kendisine ölüm gelmesini arzu
etmektedir, onu araştırsın. Çünkü mü’min olan nefis, isyankâr vc gafil bile
olsa, onunla Cehennem‘den kurtulup Cennete gireceği hâlis bir ibadet içinde
Allah’la buluşmak ister. Ve çünkü ölüm anında artık dünyaya ait arzuları
olamaz; onlar, hayatta olduğu sürecedir.
Şayet
nefis biriyle uğraşırken ölümün gelmesinden ürperti duyuyor, diğerinde rahat
ise niye ürperdiğini araştırsın. İşte o zaman gizli bir şey kalmaz. “Bu ibadet
sana niye hafif geliyor? Oysa o anda ölmekten ürperdim Çünkü, inşallah,
neticede Allah’a döneceksin.” denir. Nefis: “Şu şu sebeplerden.” diye cevap
verir. İşte o zaman, hangisini yapıyorken ölümün gelmesinden ürperi- yorsa onu
tercih etmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Yahudiler
biz Allah’ın evlâtlarıyız derler.” (Maidc, 5/18). “Bu iddianızda
doğruysanız haydi ölümü temenni edin.” (Bakara, 2/94). Yani yaptığı işe
tam güvenen kimse o anda Ölmekten korkmaz. Allah, “Şayet benim dostlarım
iseniz haydi ölümü isteyin.” dedikten sonra “Onlar, ellerinin
yapıp koyduğu işler (günahlar) sebebiyle, hiçbir, zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir.”
(Bakara, 2/95) diye eklemektedir. Yani, yanlarında Allah’ın hoşuna gitmeyen
şeyler ve önceden yapıp tevbe etmedikleri ve şu anda devam ettikleri günahlar
olduğundan, ölümü istememektedirler.
İbn
Abbas, “Şayet ölümü dileselerdi hemen ölürlerdi.” derken, İbn Cureyc “Ellerinin
yapıp gönderdiği.” ifadesinin “Hz. Muhammed’in peygamberliğini bildikleri halde
örtbas ettiler.” anlamına geldiğini söyleyerek, yaptıklarının ne olduğunu izah
etmiştir. Katade: “Çünkü Allah’ın Resûlü onlara “Sonra görüleni ve
görülmeyeni Bilen’e döndürüleceksiniz.” (Tevbe, 9/94) âyetini okudu.”
dedikten sonra, “Allah insanoğlunu ölümle zelil kılmıştır.” şeklindeki hadîsi
rivayet etmiştir. (Yahudiler bu durumda ölümü istemediklerine göre) Mü’minin,
Allah’ın hoşuna gitmeyen bir halden ölmekten ürpermesi evleviyetle
gerekmektedir. Alimler, “Onunla uğraşırken sana ölümün gelip çatmasını
istemediğin her şeyi terk etmelisin.” derler.
Nefsin
niye ürperdiğini bilmiyorsa, ürpermediği işi yapsın. Çünkü, gizlemeye çalışsa
bile, ancak bir belâdan ötürü ürperir. İkisini de yaparken ölümün gelmesi onu
endişelen- dirmiyorsa, istediğinden başlayabilir. Çünkü artık amel tartılmadan
önce tartmış, teftiş edilmeden önce teftiş etmiş,
sunulmadan
önce sunmuştur. Ölüm, amellerinde netleşmeyen noktalar için abidlcrin mihenk
taşıdır. Organların işlerinde arzu ve isteklerin hedefi gizli kalınca, ölüm
onu netleştirmeye yardımcı olur. Çünkü onlar sırları bilmeyen, vicdanın
derinliklerinden geçenlerin kendisine gizli kaldığı birisine hazırlanmıyorlar.
Dedim
ki:
“Bu
açıklamadan sonra, daha iyi anlayabilmem için, daha faziletli ve öncelikli
olanları tek tek özetleyebilir misiniz?”
Dedi
ki:
“Biri
diğerinden öncelikli olan iki vacip aynı zaman dilimine denk gelse öncelikli
olan yapılır. İkisi aynı derecede, fakat birinin vakti geçiyorsa onu önce
yapmalıdır.
Bir
farzı yapıyorken derecesi daha düşük diğer bir farz ortaya çıkarsa, ilk
başladığını tamamlamalıdır. Ama yeni ortaya çıkan farz daha üstün ise, başlamış
olduğu farzı bırakır yenisine başlar. Vacip ile meşgul iken nafile ortaya
çıksa, vacibi devam ettirir. Diğer nafile ve faziletli işlerde de izah ettiğim
gibi ve vaktin durumuna bakarak, bu ölçüye göre hareket eder.
Allah Hakkına Riâyet
Edenlerin Dereceleri
Dedim
ki:
“Allah
hakkına riâyet eden takvâ sahiplerinin dereceleri bir midir yoksa farklı
mıdır?”
Dedi
kı:
“Yedi
farklı dereceleri vardır.
1.
Allah hakkına
riâyette ilk derecedekiler, daha önce dediğim gibi, kalbe duyguların gelmesi
esnasında, illet, sebep, vakit, irâde vc vücûb açısından değerlendirenlerdir.
2.
İkinci
derecedekilcr, kalp işlerinden olup diğer organların karışmadığı duygular
oluştuğunda, kalp Allah’ın hoşuna gitmeyen düşüncelere dalıncaya kadar,
riayetten gafil olanlardır. Ancak kalp bu duygulara tam inanmadan uyanırlar,
ürperirler ve kalbi söz konusu duygulardan temizlerler.
3.
Üçüncü
dcrccedekiler, yine kalp işlerinden olup diğer organların karışmadığı duygular
oluştuğunda, kalp Allah’ın hoşuna gitmeyen düşüncelere dalıp inanıncaya kadar,
riâyet ve murakabeden gafil olanlardır. Kibir, haset, yüz aşıklığı, sû-i zan,
bid’atçılık vs. gibi. Sonra uyanır, ürperir Allah’ı zikreder, pişman olur ve
tevbe ile bu inançları kalplerinden uzaklaştırırlar.
4.
Dördüncü
derecedekiler, inanç haline gelen ve Allah’ın hoşlanmadığı duygular, diğer
organları tarafından pratiğe dökülmeğe girişildiği sırada uyanabilen ve bu
gizli inançtan ötürü korkup pişmanlık duyan gafil kişilerdir. Sonra kalp ve
vicdanlarının ısrarla korudukları bu inançları atarlar.
5.
Beşinci
derecedekiler, bir anlık bakış, kulak verme, el uzatma, adım atma vb.
şekillerde, Allah’ın hoşuna gitmeyen işe başlayıncaya kadar, murâkabe ve
takvadan uzak gafillerdir. Sonra, Allah’ın hoşuna gitmeyen o işi tamamlamadan
önce uyanır, ürperir ve korkarlar. Meselâ, hoş olmayan şeye gözle baktıkları anda,
Allah’ın onları gördüğünü hatırlayarak onları hesaba çekip kızacağından
korkarlar ve bakışı tamamlamadan hemen gözlerini Allah’ın hoşuna gidene
çevirirler. Yine Allah’ın hoşuna gitmeyen bir sese kulak kabartırlarken, Allah
tarafından görüldüklerini hatırlayarak korkarlar ve nefsin hoşuna giden o sesi
dinlemekten kulaklarını alıkoyarlar. Dil, el ve ayakla yapılacak işlerde de
aynı yola başvururlar. Bütün bunların aleyhlerine muhafaza edildiğini, “Sen
hiçbir işte bulunmaz-
sın,
Kur’ân’dan hiçbir şey okumazsın ve siz hiçbir iş yapmazsınız ki, ona
daldığınız anda Biz üstünüzde şahit olmayalım.” (Yunus,
10/61) âyetinden anlarlar. Allah’ın muttali olması onları korkutur, onları
utanmaya, Allah’ı yüceltmeye ve heybet içine girmeye sevk eder. Çünkü,
"... ona daldığınız anda.” buyurmaktadır.
Bu
âyetin tefsiri sadedinde Hasan-ı Basrî’den şunlar aktarılmaktadır: “Bir işe
başladığın zaman Allah seni görmekte ve ne yaptığını bildiğini haber
vermektedir. İşe başlarken ve daha önce bizi görmektedir. Ancak bunu bildiği
için utanmayı, O’nun hoşuna gitmeyen şeye dalmamayı beklemektedir. Daldıktan
sonra, Allah’ın muttali olduğunu hatırlarsa, O’ndan korkarak, hayâ ederek ve
O’nu yücelterek, işi sona götürmeden bırakmalıdır. O’nun misli ve benzeri
yoktur.”
6.
Altıncı dcrccedekiler,
Allah’ın hoşuna gitmeyen işi yapıp bitirinceye kadar takvâ ve murâkabeden uzak
gafillerdir. Yapıp bitirdikten sonra ürperir, pişman olur ve Allah’a tevbe
ederler. Yaptıkları işten ötürü Allah’ı kızdırdıklarını anladıktan sonra bir
daha böyle bir hata yapmamak için gayret gösterirler.
7.
Yedinci
derecedekiler ise, Allah’ın hoşuna gitmeyen işleri yapıp bitirinceye kadar
murâkabeden gafil olanlardır. Bir kısmından sonra ürperir tevbe ederler,
bazıları ise devam ederler. Nefisleri tevbe ile de temizlenmez. Bir işten
ötürü Allah’tan korkar ve onu bırakırlar, ancak tevbe ile nefsi temizlemezler.
Meselâ,
adam devletin kâtipliğini veya vergi memurluğunu yaparken adaletsizlikler
yapar. Sonra yaptığından ürperir ve bir daha adaletsizlik yapmamaya niyetlenir.
Ancak devlet memurluğunu bırakmayı düşünmez. Veya adam işlediği günahlarla
birlikte çalgı ve şarkı eşliğinde içki içer ya da çalgı ve şarkı eşliğinde içki
içer ama başka günah işlemez. Sonra ürperir.
Çalgı
çalıp şarkı söylediğinden ötürü pişmanlık duyar ama içki içtiğinden ötürü
pişman olmaz ve bu alışkanlığa karşı koymaz. Neredeyse hükmü tevil ederek helâl
olduğunu söyleyecek hale gelir. Bazen içki içer ve namazı terk eder. Sonra
namazı terk ettiğinden ötürü pişmanlık duyarak namaz vaktine denk gelmeyecek
şekilde az içmeye niyetlenir. İçki içmenin haram olduğuna inanır, ama
tamamıyla bırakma gayretini göstermez.
Yine
meselâ adam birisine kızar. Sonra kızdığı şahsın gıybetini yapar ve hakkında
yalan konuşur. Sonra pişmanlık duyar ve onun hakkında yalan konuşmamaya
niyetlenir. Ama, o şahısta bulunan günahlardan ötürü de gıybetinin
yapılamayacağını düşünüp gıybetinden vazgeçmez. Söylediklerinin doğru olduğunu
ileri sürer. Dolayısıyla ne o kızdığı şahsın ne de bir başkasının gıybetini
yapmamak üzere terk etmez. Veya o şahsın hem gıybetini yapar hem de küfreder.
Sonra küfrettiği için veya anne-babasına dil uzattığı için pişmanlık duyar,
fakat yaptığı gıybete pişmanlık duymaz. Ya da birisine küser ve hakkında
konuşur. Hakkında konuştuğu için pişmanlık duyup tevbe eder, ama kininden ötürü
küskünlüğe pişmanlık duyup barışmaz, konuşmaz ve selâm vermez.
Meselâ
adam, ticarette, faizli alış-veriş yapma, kâr oranında yalan söyleme,
abartarak malını övme, başkasının malını kötüleme vb. helâl olmayan yollara sapar.
Sonra faiz ve yalandan ötürü tevbe eder, ama yersiz övme ve kötülemeyi
umursamaz.
İşte
bütün bu sayılanların bir kısmında Allah hakkını gözetip O’nun hoşuna gitmeyen
bir kısım davranışlardan ötürü tevbe ederken, bir kısmını umursamaz ve yapmaya
devam eder.
Günah İşlemede Israrlı Olanların Dereceleri
Dedim
ki:
“Tevbe
ederek nefsine galip gelemeyen ve günaha devam edenlerin kaç derecesi vardır.?”
Dedi
ki:
“Bunların
üç derecesi vardır:
Birinci
dcrcccdckilcr, günah işlerler ve gereğine uygun olmayan ve tamamlanmayan bir
tevbe de arzularlar. Ağlar ve yalvarırlar; Allah’ın ceza ve azabını
düşünürler. Böylelikle nefislerini tevbeye razı etmek isterler. Zikir
meclislerine katılır, duydukları şeyleri tefekkür ederler. Ya da zikir
meclislerine katılmadan tefekküre dalar, ağlar ve tazarruda bulunurlar. Derken
bu işten bıkar vc nefsin günahtan aldığı tadı kesecek bir korku vc heyecan
atmosferine girmeden tevbe işinden vazgeçerler. Onları gerçek tevbeye götürecek
vc nefsi günahtan alıkoyacak zikre devam etmezler. Çünkü nefis ve şeytan, korku
atmosferine girmeye çalışan kişiye bıkkınlık verir ve düşünceden alıkoyarlar.
Nefis, korku sıkıntısına girmek ve günah lezzetini kaçırmak istemediği için
tefekkürü çok ağır görür. O şahıs azimli ve akıllı bir kimse ise, bıkmadan-usanmadan
tefekkür vc zikre devam etmeli, neticede güçlü bir korkuya kapılıp Allah'ın
hoşuna gitmeyen işten vazgeçmeli vc tevbenin engellerini kaldırmalıdır.
İkinci
dcrcccdekilcr, Allah korkusunu arzulamaz ve nefislerini buna zorlamazlar.
Çünkü onlar, yaptıkları işten hoşlanmaz ve üzülürler. Allah’tan bundan
kurtarmasını isterler. Söz konusu günaha ömür boyu devam etmeye dc niyetli
değiller. Ancak tevbe etmeyi geciktirir ve ona ileri tarihli bir zaman tayin
ederler.
Meselâ,
“Geçimimi sağlamak için bir maaş veya ticaret yapabileceğim bir sermaye elde
edince tevbe ederim.”, “Bakmakla yükümlü olduğum kişiler ölünce tevbe eder
ibadetimi yaparım. Çünkü onlarla uğraştığımdan buna imkân bulamıyorum.” “Bu
bölgeden ayrılınca tevbe ederim. Çünkü bilinen bir kişiyim. Uğraştığım gayr-i
meşru işimi bırakmadığım gibi, halk arasına girmekten dc kendimi alıkoyamam.”
vs. Bu gruptakiler günaha devam eder, tevbeye yaklaşmaz ve havfı arzulamazlar.
Üçüncü
derecedekilcr, kör, cahil ve Allah’a karşı itaatsiz kişilerdir. Günah işler ve
yaptıklarından zevk alırlar. Nefislerine tevbeyi hiç lıatnlaunaz vc
korkutmazlar. Çok günahı olduğundan ve haram yediğinden, âdeta her şeyi ve her
yönü haram olduğundan, tevbe etmekten ümit kesmiş kişiler veya içinden
çıkamayacak kadar hata işleyen kişiler gibi. Bunların bir kısmı yaptıklarını
büyük görmez. Basit şeyler olduğunu düşünür, hatta bir kısmını iyilik zanneder.
Çünkü daha büyük günahlar işlemektedir. Bunlar tevbe etmeyi akıllarından
geçirmedikleri gibi, ileride tevbe ederiz diye de düşünmezler. İşte bunlar
Müslümanların en şerirleri ve tevhid ehlinin fasıldandır.
Dedim
ki:
“Tevbeyi
arzulayan ilk iki gruptakiler, “Daha sonra yapanın.” düşüncesini nasıl
giderecekler?”
Dedi
ki:
“Bunu
kaldıracak iki şey vardır:
1.
Ölümün erken
vc ansızın gelme endişesi. Tevbe etmek için belirlediği tarihten önce ölüm
gelebilir. Böylece, arzuladıklarını elde etmeden büyük bir hasretle gider. Hem
tevbe etme imkânı bulamaz, hem de dünyadan almayı planladıklarına kavuşamaz.
Hem dünya, hem de ahiret menfaatini kaçırır.
2.
Kalbin
katılığı, paslanması, mühürlenmesi, hastalanması, kilitlenmesi gibi tevbeye
engel olabilecek bir durumun ortaya çıkması ve ömrün bundan sonra devam etmesi
söz konusu olabilir. Böylece günah üzerine günah kazansın diye kendisine mühlet
verilir.
Bu
endişeyi taşıyınca, ölüm gelip çatmadan, dolayısıyla Allah’ın hoşuna gitmeyen
günaha ısrarla devam ettiği bir şekilde onun huzuruna çıkmadan, tevbeye koşar.
Veya tevbeye engel olabilecek bir durumun ortaya çıkıp artan günahlara rağmen
şaşkınlık içinde hayatının sürmesi endişesini taşıyınca yine tevbeye koşar. Ani
ölüm veya kalbin mühürlenmesi gibi bir durum olmazsa bile, ömrünün uzaması ve
neticede bu iki durumdan biriyle karşılaşma korkusu yine bu düşünceyi kaldırır
ve tevbeye sevk eder. Çünkü korku ve endişe arttıkça “Daha sonra.” düşüncesi
zayıflar. Söz konusu düşünce arttıkça korku ve endişe azalır.
Şeddâd
b. Evs, “Sizi ‘daha sonra’ya karşı uyarırım.” (Yani tövbeyi ve ibadeti “Daha
sonra yaparım.” demeye karşı sizi uyarırım), derken, Abdulkays kabilesinden
birine ölüm anında, “Bize ne tavsiye edersin?” diye sorulduğunda yine aynı
cevabı vermiştir. İbn Mübarek ise, “Ateşe girenlerin genel feryadı ‘Allah,
sonra yaparım düşüncesini kahretsin’ şeklindedir.” der.
Bununla
birlikte, işi sonraya bırakan üç durumdan biriyle karşılaşır:
1.
Ya tevbe etmek
için belirlediği tarihten önce ölüm gelip çatar ve canını alır.
2.
Ya belirlediği
tarihe ulaşır ama yine Allah’a isyan etmeğe devam eder. Bu arada Allah’a
hıyanet ve sözünde durmama cinsinden birçok şey toplamıştır. Vaad edip verdiği
ve işlemeye devam ettiği günah konusunda da yalanlar uydurmuştur. Allah’a,
belirlediği tarihe ulaştırması durumunda tevbe edeceği sözünü vermişti.
Ulaştığı halde günahlarına tevbe etmez. Verdiği sözünde durmadığı için,
hıyaneti ve sözünden cayması artar, günaha ısrarla devam eder.
3.
Ya da tevbeyi
ertelediği tarihe ulaşır vc Allah’ın fazlı ile Mevlâ’sına tevbe eder. Şayet
ısrarla tevbeyi ertelediği zaman aralığı içinde tevbe ederse, bu hâl
ayrılmaması gereken en güzel hâl olur. Tevbesiz geçirdiği bu zaman aralığı
için de tevbe etse, yine de Allah'ın onu huzurunda durdurup ısrarla günah
işleyip tevbeyi ertelediği zaman için hesaba çekmesinden kurtulamaz. Tevbesi
kabul olmuş ve affedilmiş olarak Allah’a ulaşsa bile, yine ısrarla günah
işleyip tevbeyi ertelediği zamanlardan sorguya çekilecektir. Onun durumu
kendisine, “Allah’a tevbe et, günahları terk et.” denilen kişinin, “Sen tevbe
etmişsin ve tattığım lezzetleri terk etmişsin. Fakat ben şu zamana kadar günah
işleyeceğim. Böylece o zamana kadar tevbeyi tehir ettiğim günlerden ötürü,
Allah'ın beni sorgulaması vc önünde durdurması gerekmiş olacak!” demesine
benzer.
Örnek
şunu anlatıyor: Eğer bunu söylerse bu tevbeyi tehir ettiği anlamına gelir.
Çünkü eğer nefsi tevbe için belirlediği zamana geldiğinde, zevklerini terk
etmede gerçekçi ise, şu andan itibaren neden lezzetleri terk etmesin ki.
Böylece tevbesiz geçirdiği günlerden sorgulanmamış olur. Çünkü hemen veya
belirttiği zaman gelince, zevklerini terk edip onları nefse tattırmayacak.
Öyle ise, şimdi tevbe edip, günahta ısrar ettiği günlerden ötürü gerekecek
hesaptan kurtulmayı da kâr olarak kazanmalıdır. Eğer durum anlattığım gibi ise
bunu nefsine kabul ettirsin.
Bu
durumda nasıl hareket edecektir. Korkarım son iki durumdan birisi ona galebe
çalar.
Sana
anlattığım gibi, nefsine, Allah’ın onu hesaba çekeceği tehdidinde bulunan
kimse, bu üç durumu düşününce, tevbeyi ertelemez. İsrarla günah işlenen günlere
dikkat etsin! Son iki durumdan korkan kişi nasıl böyle yapabilir? Bu halleri
bilen
Allah
’ın Haklan (Müellifin Girişi)137 hiçbir
akıllı insan tevbeyi ertelemez.! Durumu anlayınca, aniden ölüm gelir
korkusuyla hemen Rabbi’ne tevbe etmeye hazır hale gelir. Çünkü Allah’ın hoşuna
gitmeyen işi yapıyorken ölümün aniden gelmeyeceği ve Allah’a kızgın bir halde
kavuşmayacağı garantisi bulunmamaktadır. Allah’ın azabına çarpılmak istemeyen
ve kendine acıyan hiçbir akıllı kişi bunu yapmaz.
Abdurrahman
b Yezid'in, bir adamı irşat ederken söylemiş olduğu şu sözleri duymadın mı?
Abdurrahman:
“Şu an bulunduğun hâl üzerine ölmek ister misin?”
Adam:
“Hayır!”
Abdurrahman:
“Peki ölmek istediğin hâle geçmek için bir şeyler yapıyor musun?”
Adam:
“Hayır!”
Abdurrahman:
“Peki ölümden sonra memnun kalacağın yerin var mı?”
Adam:
“Hayır!”
Abdurrahman:
“Ölümün aniden gelmeyeceğine dair garantin var mı?”
Adam:
“Hayır!”
Abdurrahman:
“Akıllı kimsenin bu duruma razı olacağını İliç zannetmiyorum!”
Allah
razı olsun Abdurrahman’dan! Ne doğru söz söylemiş! Ölümün ansızın gelmeyeceğine
dair garantisi olmayan kimse, Allah'ın hoşuna gitmeyen durumda kalmaya devam
ediyorsa, nasıl akıllı olabilir? Sonra bu adamın tekrar dünyaya gelip Rab-
bi’ni razı etmesi de söz konusu değildir. Kaçırdığımız fırsattan ötürü pişman
olmayalım diye Allah bize bilgi vermekte vc nasihat edip uyarmaktadır. I lani
ölüm anında pişman olup tevbe vc
Allah’ın
hoşuna gitmeyen durumlardan ayrılmak için geri dönmeyi arzu edenler var ya! O
zaman bize cevap verilmez, içinde bulunduğumuz hasretle baş başa bırakılırız;
ne pişmanlığımız kabul edilir ne de feryadımıza kulak verilir! Allah şöyle
buyuruyor: “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında “Rabbitn.”
der, “Lütfen beni (dünyaya) geri gönder. Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş
yapayım.” Hayır! onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların
gerisinde ise, yeniden dirilecek güne kadar (süren bir berzah vardır.)”
(Mü’minûn, 23/99-100)
Mücahid
berzahın, dünya ve ahiret arasında bir perde olduğunu, ölen kişinin kıyamet
gününe kadar burada hesaba çekileceğini söyler.
Allah,
geri dönüş isteğimizin kabul edilmeyeceğini ve kıyamete kadar berzahta hesaba
çekileceğimizi bize bildirmektedir. Cenâb-ı Hak, dünyaya aldanarak ahiret için
hazırlık yapmamak ve aniden ölüm geldiğinde feryat etmemek için bizi
uyarmaktadır. Daha henüz tevbeler kabul ediliyor, hatalar af ediliyor ve dualar
kabul görüyorken tevbe etmemiz için bizi uyarmaktadır. Bütün bunları,
kendisiyle karşılaşmaya hazır ve ölümü gözetlememiz için yapmaktadır.
Ölüme Hazırlanma ve Kasr-i Emel
Dedim
ki:
“Ölüme
hazırlanma nedir?”
Dedi
ki:
“İki
türlü hazırlık vardır.
Birincisi:
Yapılmadığından ötürü, ölüm anında büyük üzüntü ile pişmanlık duyulacak, bütün
hata ve günahlardan tevbe etme işidir. Bunu yapmak vaciptir. Öyle ki, “Şu anda
öleceksin.” denilse, kendisinden tevbe etmediğinden ötürü o haliyle Allah’a
kavuşmak istemediği tek bir günahı bile olsa, “Tevbe etmem için bana az bir
süre tanıyın.” diyecektir. Hâlbuki ruhunu almak için kendisine danışılmayacak
ve ölüm aniden gelecektir.
Günahkâr
olduğu halde ölüm gelirse, Allah’ın gazabından emin olamaz. Öyle ise, Allah’ı
kızdıracak bir işi yapıp dururken ve ölümün gaflet anında ansızın
gelmeyeceğinden emin değilken, huzuruna çıkmaya nasıl hazır olabilir? 1 loşuna
girmeyen bir şeyle Allah’ın huzuruna çıkarız endişesiyle, havf sahibi kimseler,
ölüm gelip tevbeye engel olmadan, kabul olmayacak bir pişmanlık duymadan vc
hataları affetme kapısı kapanmadan, hemen tevbeye koşarlar. Gaflet anında ölüm
gelir diye kendilerine acıyarak günah işlenen anda tevbe ederler. İşte bu
Allah’ın kullarına vacip kıldığı ölüm hazırlığıdır.
İkincisi:
Nafiledir. Kalben ve bedenen zirve seviyede gayret göstermek, zarurî ihtiyaçtan
fazla inalı mülkü dağıtmak vb. davranışlar buna misâldir. Bu işi, “Şu anda
ölüm gelse bundan fazla yapabilecek bir şey yoktur.” denilecek çapta
yapmalıdır. Nitekim Mansur b. Zazan bu şekilde hareket etmekteydi. Allah bu
hazırlıktan daha fazlasına lâyıktır. Çünkü hakkı ödenmez, nimetlerinin
karşılığı verilemez ve büyüklüğüne denk bulunamaz. Kişiyi ölüme hazırlamada ve
“Sonra yapanın.” Düşüncesini kırmada en etkili şey dünyaya fazla
bağlanmamaktır.
Dedim
ki:
“Bu
nasıl elde edilir?”
Dedi
ki:
“Gaflet
anında ölüm gelir çatar endişesiyle. Çünkü insan ruhu emanettir. Emanet verenin
ne zaman gelip emanetini alacağı bilinmez! Çok yakında gelir diye düşünülürse,
dünya bağlılığı vc tûl-i emel kalmaz. Kişi her an ecelinin dolduğunu ve ölümün
geleceğini bekler.
Dedim
ki:
“Ölüm çabuk gelir.” şuuruna nasıl
ulaşılır?”
Dedi
ki:
“Ecelin,
Allah dışında, hiç kimse tarafından bilinmeyecek şekilde çok gizli olduğuna, bu
konuda, hiç kimseye danışılma- yacağına ve ruhun çıkışı anında, daha önce
ölenlerin tecrübelerinden yararlanma imkânının verilmeyeceğine tam bir inançla
ulaşılır.”
Dedim
ki:
“Peki bu anlayış nasıl elde
edilir?”
Dedi
ki:
“Ecelin,
gizliliğini, ölümün acılığını, ömrün bitişini ve daha önce ansızın ölenleri
sürekli hatırlayıp düşünmekle bu anlayış elde edilir.”
Dedim
ki:
“Ecelin
gizliliğinin nasıl olduğunu izah edin ki, anlayayım”
Dedi
ki:
“Kulun
ölüm için bildiği kesin bir tarih olmadığını bilmiyor musun? Bilseydi, ölüm
geldiğinde korkar diğer zamanlarda ise emniyette olurdu. Ölüm sadece kışta
gelmiyor ki, yazın emniyette olunsun veya ölümler sadece yılın belli bir ayında
ya da sadece gece veya sabah saatlerinde veya günün belli bir saatinde olmuyor
ki, diğer zamanlarda emniyette olunsun. Ayrıca meselâ, “Yirmi yaşın
altındakiler ölmez, yukarısında olanlar ölür.” gibi bir yıl sınırı olmadığı
gibi, “İç hastalıktan ölüm olmaz, sadece ateşli hastalıklardan olur.” şeklinde
hastalık ayrımı da yapılmamaktadır.
Dolayısıyla
madem ki ölümün belli bir zamanı bulunmamaktadır, Allah’ın emrini bilen akıllı
insan hiçbir an kendini emniyette hissetmemeli. Çünkü küçükken ölebileceği gibi
genç yaşta da ölebilir, eceli daha sonraya da kalabilir. Sadece hastalık veya belli
hastalık ölüm sebebi olmayınca hem sağlıklı iken hem de hasta iken ölebilir.
Karada,
denizde, şehirde, köyde, yolculukta, evde vb. gibi ayırımlar da yapılmaz.
Kul,
kalbinde hiçbir düşünceye yer vermeden, ölümün belli bir vakti, sebebi vc yaşı
olmaksızın aniden geldiği düşüncesini taşıyınca ve Allah’ın azabına uğrayan
insanların çokluğunu, daha önce kendisinden üstte veya daha gerisinde, yaşlı
ve daha genç ölenlerden ibret alınması gerektiğini dc düşününce, ölümün ansızın
gelmesine dair anlayışı artar.
Anlayışı
artınca dünyaya bağlılığı azalır, bağlılık azalınca kalbi ölümden korkar, kalbi
ölümden korkunca onu gözetler, gözetleyince ona hazırlıklı olmaya koşar ve
ruhun sahibi onu almadan iyilikler yapmaya gayret eder. “Kim ölümü gözetlerse
iyiliklere koşar.” ve “İki şey helâk edicidir. Nefsin isteklerine uyrna vc
tûl-i emel. Birincisi Hak’tan ahkoyar, İkincisi ahireti unutturur.” şeklindeki
sözler Hz. Alilye aittir. Ne güzel buyurmuş!
Meselâ,
uzakta bulunan iki kişiden birinin yarın gündüz veya akşam ulaşacak şekilde
hızlıca geldiğini, diğerinin dc bir ay veya bir sene sonra geleceğini bilsen,
elbette hemen gelene hazırlık yaparsın. Gitmeden yaptığı bir vasiyeti varsa,
aniden gelip seni tenkit veya cezalandırmasın diye, hemen yerine getirirsin.
Bununla birlikte ona hazırlıkta bulunursun. Ona karşı yaptığın bir hata veya
işlediğin bir suç varsa, sana kızmasın, tenkit etmesin veya onun yanındaki
itibarın sarsılmasın diye, kafa yorup mazeretler bulmaya çalışırsın.
Ka’b
b. Maliksin hikâyesi de buna benziyor. Tcbük gazvesine katılmayan Ka’b b.
Malik, Hz. Peygambcr’in gelmek üzere olduğu haberi verilince, “Efcndimiz’in
kızgınlığından kurtulmak için mazeretler bulmak gayesiyle kafa yormaya
başladım ve çevremde söz sahibi herkese danıştım.” diyor.
Aynen
bunun gibi, Ölümün kendisine hızlıca geldiği gerçeği vc ölüm anında helâka
uğrayıp uğramayacağı haberinin kendisine ulaştırılacağı düşüncesi kalbinde
ağırlık kazanan kişi, Allah’ı razı etmeye, kabul görecek mazeretler bulmaya vc
tertemiz huzuruna çıkmak için kalbini ve bedenini temizlemeye başlar.
Bunu
bir ev halkı, uzaktan gelen yolcu için yapar. Ev temizlenir, süslenir. Böylece
gelen yolcuya değer verildiği gösterilmiş olur. Dünyaya bağlılığı olmayan kişi
de, Rabbi’nin huzuruna çıkmak, hoşnutluğunu kazanmak ve hüsnükabtıl görmek,
aynı zamanda O’na kavuşmaya önem verdiğini göstermek için hazır ve tertemizdir.
Kişiyi
ölümün ansızın gelişine karşı korkuya sürükleyen şey, anlattığım ve içinde
emniyette olduğunu hissetmenin caiz olmadığı, zaman dilimlerinin geçmesidir.
Hz.
Lokman oğluna, 'Yavrum! Sana ne zaman gelip çatacağını bilmediğin şeye
hazırlıklı ol!” şeklinde nasihat etmiştir.
Bir
büyük zat, “Başkasının elinde olan derdin seni ne zaman saracağı bilinmez.”
derken, Hz. Lokman oğluna, “Yavrum! Tevbeyi geciktirme! Çünkü ölüm meleği
ansızın gelir.” demektedir.
Büyüklerden
biri yatağına uzanır ve sabaha kadar bir sağa bir sola dönüp durur. Sebebi
sorulunca, “Ölüm meleğinin hangi yanım üzerinde iken geleceğini gözetliyordum!”
cevabını verir.
Rebi
b. Heyscm'e “Geceyi nasıl geçirdin?” denilince, “Günahlara dalmış zayıflar
olarak sabahladık. Rızkımızı yiyor, ecelimizi gözetliyoruz.” dedi. Aynı soru
Said b. Ebi Saib'e sorulunca, “I liçbir hazırlığım olmadan ölümü bekledim.”
cevabını verdi.
Ölümün Verdiği Acı ve Sıkıntıyı Anlama Yolu
Ölümün
sevimsizliğini, acı vc sıkıntısını anlamaya sevk eden hususlara gelince:
insanoğlu vücûdunun her parçasından acı duyar. Bir yerine bir diken bile batsa
ruhunda acısını duyar. Ruh olmasaydı bu acıyı duymazdı. Görmez misin ki, ruh
çıktıktan sonra beden ateşte yakılsa bile acı duymaz?
Vücûd
ruhla bu kadar acı duyuyorsa, ruhun her damar, her kıl dibi ve deri
parçasından, üst ve alttan, kısacası vücûdun her zerresinden alınıp çıkarılması
sırasında ne acılar, ne sıkıntılar çekilir. Sorma! Ölümün, kılıç darbesinden,
testerenin biçmesinden vc makasın kesmesinden daha fazla acı verdiği anlatılır.
Çünkü, kılıç darbesi, testerenin biçmesi ve makasın kesmesi ruhla birlikte
olan vücûda acı verir. Ama ruh, doğrudan hedeflendiğinde acı daha fazladır.
Çünkü kılıç vc benzeri bir şeyle vurulan kişi, duyu organları ve dili sağlam
olduğundan, bağırıp çağırabilir, feryat edebilir.
Ölenin
ise sesi soluğu kesilir. Çünkü acı şiddetlenerek had safhaya ulaşmış ve her
zerresini kaplamış, bütün güç odaklarını pasifleştirmiş, organlarını kırmıştır;
beyni uyuşturmuş ve dilin fonksiyonunu yok etmiştir. Arta kalan bir ses olsa
da, ruh alındığından ancak hırıltı şeklinde olur. İniltiler ve boğazdan boğuk
sesler duyulabilir. Bundan ötürü benzi solar ve vücud yaratıldığı asıl rengine
dönüşür, âdeta yüz, toprak gibi olur. Rengi değişir, bütün damarları çekilir,
gözleri yukarı dikilir, dili, aslına dönüşerek kasılır, dudakları kurur ve
gerilir, erkeğin gider.
Yere
yığılıp kalan, damarları, organları ve derisi yok o- lan, her organı parça
parça ölen vücûdun halini sorma! Sonra parmakları morarır, Önce ayakları ve
ardından da bacakları buz kesilir. Onu saran sıkıntı vc sekerât; ard arda gelen
acılar, ruhun parça parça çekilmesinden doğan baygınlıklar... Can boğaza
gelince, dünyayı ve etrafındakileri tanımaz olur, pişmanlık ve hasretle yansa
bile, artık tevbesi kabul olmaz. I İz. Peygamber de, “Can boğaza gelinceye
kadar tevbe kabul edilir.” buyurmuştur. Mücahid, “İçlerinden birine
ölüm gelip çatınca, 'Ben şimdi tevbe ettim.’ diyene (kabul edilecek) tevbe
yoktur.” (Nisa, 4/18) âyetinin tefsirinde, “Ölüm meleğini görünce.”
açıklamasını yapmıştır. Çünkü o anda ölüm meleğinin simasını görür. Evet
sıkıntılar ve baygınlıklar toplanınca ölümün ne kadar acı ve ızdırap yüklü
olduğunu sorma!
Cabir
b. Abdullah'ın, Hz. Peygamber’dcn rivayet ettiği şu hadîs-i şerif konuyu
aydınlatmaktadır: “Israiloğullarından bir grup insan, bir mezarlığa uğrarlar.
Aralarından birisi, 'Allah’a yalvarsak da, bu ölülerden birim dirikse, biz de bazı
şeyler sorsak’ teklifini yapar. Allah’a dua ederler. Derken saçı sakalı karışmış,
alnında secde izi bulunan bir adam mezardan çıkarak, 'Benden ne istiyorsunuz?
Ben elli sene önce ölümü tattım, hala acısını içimde hissediyorum’ der.” Mekhûl de Hz. Peygamberden, "Ölüm anında
bir kulun çektiği acı, yer ve göklerde bulunan canlılara isabet etse hepsi
ölür.” hadîsim aktarmaktadır.
“Ölüm, acısının bir damlası, dünyanın dağlarına damla tılsa, erirler.” sözü dc
aktarılmaktadır.
I
İz. İbrahim vefat ettiğinde, Allah ona, “Dostum, öl! Dostum, öl! Dostum, ölümü
nasıl buldun?” demişti. Hz. İbrahim, “İslak yünün içine sokulup çekilen şiş
gibidir.” deyince Allah, “Oysa Biz sana ölümü kolaylaştırdık.” cevabını verir.
Hz. Musa'nın ruhu Rabbi’ne ulaşınca ona da aynı soruyu sorar. Cevap şudur:
“Kendimi canlı olarak kavurma sacının üstüne atılan serçe gibi hissettim. Hemen
Ölmez ki, acıyı duymasın, uçamaz ki, kurtulsun.” Başka bir rivayette,, “Kendimi
kasap tarafından canlı olarak yüzülen koyun gibi hissettim.” demiştir.
Hz.
Peygamber’in vefatı anında, yanında bir su kabı vardı. Elini suya batırıp
mübarek yüzlerine sürerek, “Allah’ım! Ölüm sekerâtını bize kolaylaştır!” diye
dua etti. Hz. Fatıma, “Babacığım! Ne acılar çekiyorsun!” diye ağlayınca Hz. Peygamber,
“Bugünden sonra baban acı çekmeyecektir.” cevabım verdi/4
I
İz. İsa, “Ey Havariler! Şu ölüm sekerâtını bize kolaylaştırması için Allah’a
dua edin! Doğrusu ölümden çok korkuyorum. Bu korku beni âdeta ölümün eşiğine
götürüyor.” derken, Ömer b. Rızkullah da şöyle diyor, “Şayet yeminimi bozmaktan
kork- masaydım, “Rabb’imin bana göndereceği elçinin yüz hatlarından Allah’ın
yanındaki durumumu öğreninceye kadar dünyanın hiçbir şeyiyle sevinmeyeceğim.”
diye yemin ederdim.”
İşte
bunlar, Allah dostları ve sevdiği kullarıdır. Bir kısmına kolaylaştırdığı
halde, ölümün acısından vc sckerâtın ızdırabından kurtulamamışlardır. İyiyi
kötüyle karıştıran, yapmayıp kaçırdıkları iyilik ve ibadetlerin pişmanlık,
hasret ve esefi içinde iken ölümün son haddine varan dehşeti ile karşılaşan
kişilerin çektiği acıları ise sen düşün! O anda ölüm meleği de çıka gelir!
Miraç
hadîsinde, Hz. Peygamber’in ölüm meleğine bu görünme durumunu sorduğu ve şu
cevabı aldığı anlatılıyor: “Ben meleklerden olan yardımcılarıma, eceli gelen
şahsın ruhunu almalarını emrederim. Ruh, boğaza gelince ona görünür ve ruhunu
alırım.” Eğer ölen şahıs Cehennemlik, şaki bir kimse
84 M'scF,
Ccnâiz, 6; et-Tirmizî, Cenâiz, 8. ise, ölüm meleğinin yüzünün alacağı
şekli sen düşün! Öyle korkunç bir hâl alır kî, sorma! İşte o anda nefis, belâ,
sıkıntı ve helakin boyutlarını hisseder. ’’
İkrimc,
İbn Abbas'tan şu olayı aktarıyor: “Hz. İbrahim çok kıskanç bir insandı. İçinde
ibadet ettiği bir odası vardı. Dışarı çıkınca odayı kilitlerdi. Bir gün yine
kilitleyip dışarı çıktı. Dönüşte baktı ki, odanın içinde bir adam
oturmaktadır. Aralarında şu konuşma geçti:
Hz.
İbrahim,
-
Seni kim içeri aldı?
Adam,
-Evin
sahibi!
Hz.
İbrahim,
-Evin
sahibi benim!
Adam,
-
Senden ve benden daha çok buranın sahibi olan zat beni içeri aldı.
Hz.
İbrahim,
-
Sen hangi
meleksin?
Adam,
-
Ben ölüm
meleğiyim.
Hz.
İbrahim,
-
Mü’min bir
ruhu aldığın zamanki şeklini bana gösterebilir misin?
Melek,
-
Elbette!
Yüzünü çevir!.
Hz.
İbrahim yüzünü çevirdi dönünce karşısında bir delikanlı buldu. Siması,
elbisesi vc kokusu anlatılmayacak derecede güzeldi. Ona, “Ölüm anında mü’min
kişiye sadece bu görüntü' iyilik olarak yeter!” dedi.
Hz.
İbrahim,
-
Günahkâr bir ruhu aldığın andaki şeklini de gösterebilir misin?
Melek,
-
Buna dayanamazsın!
Hz.
İbrahim,
-
Dayanırım!
Melek,
- Peki, öyle ise yüzünü çevir!
Hz.
İbrahim yüzünü çevirdi. Dönünce saçları dağınık, pis kokular saçan, kapkara
elbiselere bürünmüş, ağız ve burnundan alevler fışkıran bir adamla yüz yüze
geldi. Bu korkunç manzara karşısında bayılan Hz. İbrahim kendine geldiğinde melek
eski görüntüsüne dönmüştü. Bu durum karşısında Hz. İbrahim, “Ölüm anında
günahkâr kişiye sadece bu görüntün azap olarak yeter!” dedi.
Ebû
Hüreyre Hz. Peygamberden şu hadîsi naklediyor: “1 Iz. Davud çok kıskançtı.
Dışarı çıkınca kapıları kilitlerdi. Bir gün yine kapıları kilitleyip dışarı
çıktı. Hanımı Hz. Davud’un odasında oturan bir adanı görünce, “Kim bu adamı
içeri aldı? Doğrusu Davud gelirse bu adamın çekeceği vardır.” dedi. Hz. Davud
gelip adamı görünce “Kimsin sen?” dedi. Adam: “Kralların korkutamadığı ve
engellerin durduramadığı kişiyim.” cevabını verdi EIz. Davud: “Vallahi, öyle
ise sen ölüm meleğisin!” dedi ve o anda gözden kayboldu.
Bir
gün Hz. İsa yolda giderken ölmüş bir insanın kafa tasına rastladı. Ayağıyla
dokunarak, “Allah’ın izniyle konuş!” dedi. Kafatası dile gelerek anlatmaya
başladı: “Ey Allah’ın ruhu! Ben şu tarihlerde hüküm süren bir kral idim.
Saltanat sürdüğüm yerde, başımda tacım, etrafımda askerlerim, devletimin her
yerde hükmümün geçerli olduğu bir sırada ölüm meleği çıka geldi. Bütün
uzuvlarım bağlarından koptu ve sonra ruhum çıkıp gitti.”
Keşke
sonu ayrılık olan bu saltanat olmasaydı! Keşke sonu yalnızlık olan bu ünsiyet
ve alışkanlık olmasaydı! Ya ölüm meleğinin yüzü göründüğünde ve ölecek şahıs,
meleğin onun canını almak için geldiğini anladığı andaki haline ne dersin?
Faltaşı gibi açılmış gözler, hüzünlü bir kalp ve dona kalmış bir vücûd... Nefis
boyun eğer ve çıkmak için teslim olur. Ama, ölüm meleğinin, “Allah’ın düşmanı!
Sana Cehennemi müjdelerim!” veya “Allah’ın dostu! Sana Cenneti müjdelerim!”
sözlerinden birini duymadan bedenden ayrılmaz. İşte, Allah tarafından
kendilerine akıl verilenler ve onu bilenler bu haykırıştan korkarlar.
Hz.
Peygamber, “gideceği yerini bitinceye ve Cennetlik mi Cehennemlik mi
olduğunu anlayıncaya kadar, sizden hiç kimsenin ruhu kabzedilmez.”"6
buyurmaktadır. Bir diğer hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim
Allah’a kavuşmaktan hoşlanırsa, Allah da onun kendisine kavuşmasından hoşlanır.
Kim de Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah’ta onun kendisine kavuşmasından
hoşlanmaz.” Ashab: “Hiçbirimiz ölümden hoşlanmıyor ama!” dediklerinde şu
cevabı verdi: “Hayır bu o demek değildir. Mii’min, daha sonra karşılaşacağı
güzellikler kendisine gösterilince, Allah’a kavuşmayı diler. Allah da onun kendisine
kavuşmasını ister. Kâfir de başına gelecekler gösterilince Allah’a kavuşmak
istemez. Allah da onun kendisine kavuşmasından hoşlanmaz.”"'
86
el-Buhârî,
Cenâiz, 90; Müslim, Cennet, 65.
87
Müslim,
Zikir, 14,18; et-Tinnizî, Cenâiz, 68; Neşet, Cenâiz, 10; Muvafta,
Cenâiz, 51; Miisned, 11, 313, 346.
Bir
gün Hz. I luzeyfe, gecenin sonlarına doğru kederli bir halde iken Ebû Mes’ud
el-Ansari’yc, “Bak bakalım, hangi saatteyiz.” dedi. Ebû Mes’ud dışarı çıkıp
baktı ve “Hava aydınlan-' mış.” dedi. Hz. Huzeyfe: “Neticesi ateşe çıkan
sabahtan Allah’a sığınırım!” dedi.
Mcrvan,
ölüm hastalığında Hz. Ebû Hüreyrc’yi ziyarete gitmişti. Mervan, “Allah’ım ölüm
acısını ona hafiflet!” dedi. Bunu duyan Ebû Hürcyrc “Allah’ım şiddetlendir!”
dedi ve ağlamaya başlayarak şunu ekledi: “Allah’a yemin ederim, dünyaya
ağlamıyorum, sizden ayrıldığım için de ağlamıyorum. Ama Allah beni Cennetle mi,
yoksa Cehennemde mi müjdeleyecek! Buna ağlıyorum.”
Gece
olunca Hz. Muaz “Sabahladık mı?” derdi. Etrafındakiler “Hayır.” diye cevap
verirlerdi. Bunu değişik saatlerde söylerdi. Sabah girince, “Evet sabahladık.”
cevabını verirlerdi. O zaman Hz. Muaz “Sonu Cchennem'e çıkan sabahtan Allah’a
sığınırım!” derdi.
Son
dakikalarını yaşayan Cabir b. Amr‘a, “Bir şey ister misin?” dediler. Cabir,
“Hâsan‘1 istiyorum.” dedi. Haşan geldiğinde, gözlerini kaldırıp yüzüne baktı
vc “Şu anda Cennete veya Cehcnnem'c gitmek üzere sizden ayrılıyorum.” dedi.
Ölüm
döşeğinde ağlayan Amr b. Kays’a “Niçin ağlıyorsun?” dediklerinde, “Ölümden
korktuğum için ağlamıyorum. Dünyanıza olan hırsımdan da ağlamıyorum. Ancak
dalgalı bir şekilde sabahladım. Bilemiyorum, Cennet veya Cehen- nem'den
hangisine gireceğimi düşünüyorum.”
Yine
son nefesini vermekte olan Muhammcd b. Vasi, “Ey kardeşlerim! Selâm olsun
sizlere, Cehennem'e mi yoksa Allah’ın rahmetine mi...?” diyordu.
Bazı
kişiler ne mükafat ne de ceza için dirilmeden yok o- lup gitmeyi
arzulamalardır. Bunlardan biri olan Ata es-Sülemî, ölüm anında baygınlık
geçirdikten sonra ayıldı. Etrafındakiler dua ediyorlardı. “Siz nc yapıyorsunuz?”
dedi. “Allah’ın sana sckcrâtı hafifletmesi için dua ediyoruz.” dediler. Ata, “I
layır! Bunu yapmayın. İçimdeki yangının boğazıma gelmesini isterim. Fakat bir
daha da kıyamette dirilmek istemem." dedi.
Cennet
veya Cehennem müjdesini beklemekte olan dertli, hüzünlü bir kimsenin kulağına
bu iki müjdeden birinin ulaşması anını düşünebiliyor musun? Şayet,
“Cehennem’lc müjdelendin ey Allah’ın düşmanı.” denilse, o anda kalbi Allah’tan
tam bir ümitsizlik İçine girecek, zayıflığının onu Allah’ın azabından
kurtaramayacağını anlayacak, o anda sesi soluğu kesilecek, hasret içinde geri
dönüşü arzulayacak ve şöyle diyecektir: “Nihayet onlardan birine ölütn
gelip çattığında, 'Rabbim! Lütfen beni (dünyaya) geri gönder; tâ ki, boşa
geçirdiğim dünyada iyi iş yapayım’ der.” (Mü’minûn, 23/99-100) Ama
boşuna, eli zarar etmiş, Allah’tan ümidi kesilmiş, Allah’tan umduğunun dışında
şeylerle karşılaşmıştır. Tevbe ve pişmanlığı yüzüne geri çarpılır ve geri dönüş
arzusuna perde çekilir. Tâ ki kendisini kızdıranları tenkit etsin ve bu halden
sonra bir istekte bulunmasın.
Şayet,
Allah’ın kendisinden razı olduğu, kendisine Cennet verildiği vc oraya
döndürüleceği şeklinde Cennet müjdesini duysa, kalbindeki sevinci, ümidinin
yerine gelişini Allah’a olan hüsnüzannını, büyük korkulardan sonra artık
vücûdunun ateşe girmeyeceğine olan kesin inancını, sorma artık! Allah da kitabında
şöyle buyuruyor: "... üzerlerine melekler iner. Onlara “Korkmayın,
üzülmeyin, size va’dolunan Cennet’le sevinin!” derler.” (Fussilet,
41/30)
Tefsirde
bu olayın ölüm anında geçtiği ifade edilir. Melekler, “Önündeki zorluklardan
korkma, geride bıraktıklarına da üzülme. Sana vaad olunan Cennetle seni
müjdeliyoruz.” derler.
“Bugün
senin rahat edeceğin dinlenme ve zevk-sefa günüdür.” müjdesini Rabb’inin meleklerinden
alan kalbe ne mutlu! Zaten o da onun için çalışmaktaydı. Nitekim ibadetle
meşgul olan birine, “Ne için ibadet ediyorsun?” denilse, “Ölümün rahat olması
için.” cevabını verir.
Hasan-ı
Basrî şöyle diyor: “Mü’min ancak Allah’a kavuşunca rahat bulur. Kimin rahatı
Allah’a kavuşmakta ise, o kurtulmuştur. Ölüm günü onun için sevinç, emniyet,
izzet ve şeref günüdür.”
Hz.
Peygamber şöyle buyuruyor: “Allah bir kulundan razı olunca, ölüm meleğine
git kulumun ruhunu al getir, onu dünya sıkıntısından kurtarayım. Yaptığı amel
yeteriidir! Onu imtihan ellim, sevdiğim bir tavır ortaya koydu. ” der. Ölüm
meleği yanında beş yüz melekle gelir. Her meleğin elinde çeşidi kokular vardır.
Her birisi o kişiye değişik güzel müjdeler verirler. Ruhunun çıkışına saygı
için iki saf olurlar, iblis bu manzarayı görünce, eliyle başına vurup feryat
eder. Avanesi, “Efendimiz ne oluyor?” dediklerinde, o adamın gördüğü ikramı görmüyor
musunuz? Siz Herdeydiniz? der. Avanesi, “Kendisiyle çok uğraştık, Jakat adam
günahsız!” derler.
Enes
b. Malik ve Temim-i Darîye dayandırılarak rivayet edilen bir hadîste Hz.
Peygamber şöyle buyuruyor: “Allah ölüm meleğine git falan kulumun ruhunu al
getir, onu dünya sıkıntısından kurtarayım. Doğrusu oıııı hem yokluk ve hem de
varlıkla imtihan ettim, her seferinde sevdiğim bir tavır
sergiledi.”"" der.
İbn
Mes’ud ise şu hadîsi rivayet ediyor: Hz. Peygamber ellerini kapının iki yanına
koyarak, “Ölüm içindekilerle, Allah düşmanlarına hasretler ve belâlarla
geldi. Allah dostlarına ise, sevinç ve gıpta edilecek şeylerle geldi. ”
buyurdu/4
KK
el-Buhân, Cenâiz, 69; Müslim, Fedail, 1; Nesei,
Cenâiz, 121. w et-Tirınizî, Kıyamc, 23 , Miisned, V,
136.
Daha
önce ölenlerin şekil ve hallerinden ders almak da ölüm düşüncesini kalbe
yerleştirir ve dünyaya bağlılığım azaltır. Allah geçmiş asırları bize şöyle
anlatmaktadır: “Sen onlardan (geçmiş milletlerden), herhangi birinden
(bir varlık emaresi) hissediyor veya onlara ait cılız bir ses işitiyor musun?”
(Meryem, 19/98) İbn Abbas, “Onlardan bir ses duyuyor musun? Çünkü ölüm onları
susturmuş, his ve seslerini kesmiştir.” Diyor. Başka bir âyette “Onların
yurtlarında gezip dolaştıkları nice nesiller yok etmişizdir. Onları hâlâ yola
getirmedi mi? Bunda elbette ki, akıl sahipleri için nice ibretler vardır.”
(Tâhâ, 20/128) buy- rulmaktadır.
Hz.
Ebû Bekir bir hutbesinde, “Nerede o güzel yüzlü nu- ranî şahıslar? Vallahi
toprağın altına gömüldüler. Nerede şehirler ve surlar inşa edenler? Zaman
onlara boyun eğdirdi ve şu anda taşların, tepelerin altında bulunuyorlar.” der.
Bu
hadîs-i şerifleri, mürid olan kulun ölümü nasıl düşünmesi gerektiğini anlatmak
için kaydediyorum ki, böylece, dünya sevgisinden uzaklaşsın; ölümün kendisine
danışılmadan, sebepsiz ve vakitsiz geleceğim unutmasın ve kendim emniyette
hissetmesin. Sonra ölümün derdini sckcrâtını vc sarsmasını düşünsün ve
nebilerin başına gelen sıkıntıları hatırlasın... Yanındakilere birlikte ölüm
meleğinin, iki müjdeden biriyle gelişini gözetlesin ve daha önce ölenlerin
hallerinden ibret alsın...
Örnekler
vererek, benzer kişi ve arkadaşların durumlarını göz önüne sererek, meseleyi
anlatmanın, kalbe daha çok yerleştiğini gördüm. Kul, onların toprak altına
nasıl serildiklerini, dünyadaki mevki ve saltanatlarını, sonra toprağın onları
nasıl mahvedip mezarlarında çürüttüğünü, hanımlarının nasıl dul, çocuklarının
öksüz, meclis vc mescitlerinin nasıl bomboş kaldığını ve izlerinin silindiğini
düşünüp karşılaştırmakla ibret alır. Tek tek onları hatırlar, simalarını göz
önüne getirir, her birinin nasıl büyüdüğünü, geliştiğini mal-mülk elde
ettiğini, harcadığını, dünyaya bağlılığını, ölümü nasıl unuttuğunu veya
hatırlatıldığını, kendisiyle kurduğu dostluğu, sevinçlerini, ümitlerini, sonra
o sağlam dişlerin nasıl döküldüğünü, organların ayrıldığını, güç ve kuvvetin
çekilip gittiğini... evet hepsini bir bir göz önünden geçirir. O zaman, ölümün
ani gelişi, sıkıntıları, ruhu kabzeden meleğin görüntüsü, iki müjdenin yaptığı
büyük etki ve kalbin onları gözetlemesi, daha önce ölenlerin durumları, nasıl
çürüyüp yok oldukları, onu geride bırakıp gittikleri vc kendisinin onların
peşinden gideceği gibi gerçekler, kalbinde toplanıyor.
Kendisi
de onlardan biri gibidir. Onlar öldü o da ölecektir. Nitekim Ebu’d-Derda‘,
“Ölüleri hatırladığın zaman kendini onlardan biri say!” derken Hz. Peygamber Abdullah
b. Ömer'e, “Dünyada yabancı veya yoldan geçen biri gibi ol ve kendini ölülerden
say.” ” buyurmuştur.
İşte
o zaman Allah’ın izniyle dünyaya olan bağlılığı azalır, ecelini gözetler, tevbe
ile Rabbi’ne kavuşmaya hazırlanır ve arkadaşlarından önce ruhunu almayıp daha
sonraya bıraktığından ve böylece onların hallerinden ibret alma, onların
başına gelenler kendi başına da gelmesin diye hazırlanma fırsatı verdiğinden
ötürü, Allah'a olan hamd vc şükrü artar. İbret alıp uyanması için eceli geri
bırakıldığından, ölümün ona bir gaflet anında gelmeyeceği inancı artar. Sonra
bunun Rabbi’nden kendisine verilen bir mutluluk olduğunu ümit eder.
İbn
Mes’ud, “Saadete eren kişi başkasından ibret alan kimsedir.” der. Ömer b.
Abdülaziz bir hutbesinde şöyle diyor: “Sizler şu anda yok olup gitmiş kişilerin
soyundan olduğunuza ve bunu sizden de başkasının miras olarak alacağına bakmaz
mısınız? Neticede mirasçıların en hayırlısına döndürülmekte, her gün birinizi
sabah veya akşam Allah’a hazırlamakta, bir toprak parçasının üzerine sonra da
içine koyulmakta ve hesap vermeye yönelerek bütün sebepleri ortadan
kaldırmaktadır. Geride kalan hiçbir şeyin faydasını görmeden kendisi için yapıp
gönderdiğine çok muhtaç olarak gitmektedir.” Bununla; dinleyenleri ölümü
düşünmeye teşvik etmiştir. Kul, anlatmaya çalıştığımız şeyleri düşününce
dünyaya bağlılığı azalır, tevbe ile Allah’a kavuşmaya hazırlanır ve Rabbi’nin
hoşuna gitmeyen şeylere dönmemek için büyük gayret gösterir.
Dedim
ki:
“Sen
bana ölüm korkusunu, ecel gizli olduğundan dünyaya fazla bağlanmamak ve daha
önce ölenlerden ibret almak gereğini anlattın. Bunların bir kısmını daha önce
dc düşünüyordum. Fakat kalbime etki etmiyor, etse bile kısa bir süre sonra
etkisi kayboluyor.”
Dedi
ki:
“Kalbin
başka şeylerle meşgul iken, bunları topluca düşünüyorsun. Şayet kalbin başka
bir şeyle meşgul olmadan doğrudan bunları düşünürsen etkisi olur. Aniden
ölümün gelme korkusuna kapılırsın ve arkasından dünyaya olan bağlılığın
azalır.”
Dedim
ki:
“Doğrudan
kalbe etki edecek bu düşünceyi nasıl elde edebilirim?”
Dedi
ki:
“Kalbini
bütün düşüncelerden temizleyip sadece bunu ele alacaksın, işte o zaman kalbine
doğrudan yerleşir. Çünkü içinde başka bir şey yoktur. Çok geçmeden vücûd
üzerinde etkisi görülür. Allah’ın bize, Hz. Musa'nın annesinin kalbini,
çocuğunun düşüncesinden başka bütün düşüncelerden boşaltması anını anlattığı
gibi.. “Musa’nın annesinin yüreği bomboş kalıverdi.” • Yani
çocuğun düşüncesi dışında her şeyden..“Oğlum!” diye bağırarak “Neredeyse
işi ortaya çıkaracaktı.” (Kasas,28/10).
Allah,
çocuğun düşüncesi dışında annenin kalbinde hiçbir düşünce kalmayınca, neredeyse
durumu ortaya çıkarıp sakınılan felâketle neticelenen şeye sebebiyet
vereceğini bildirmektedir. Kalbini, ölüm ve kurtuluşuna neden olacak mutlu son
düşüncesi dışında, her şeyden temizleyen kişi nasıl etkilenmez? Kim böyle
yaparsa kalbine üzüntü ve dert hakim olur ve ister istemez ölümün acı tadını
duyar. Nitekim Hz. Isa, “Ey I lavariler! Bana sekerâtı kolaylaştırması için
Allah’a dua edin. Ölümden çok korktum. Bu korkum âdeta beni ölümün eşiğine
götürmektedir.” demişti.
Ölüm
düşüncesi kimin kalbine doğrudan yerleşirse dünyadan soğur, sevinci ve hasedi
azalır. Bu sözü Ebu’d-Dcrda da söylemiştir.
RİYÂ
BİRİNCİ BÖLÜM
Dedim
ki:
“Allah’ı
ve zikirlerini gözetmeyi, Allah hakkına riayeti ve onu isteme yolunu,
vaciplerden evlâ ve daha faziletli olanı anlattın. Bunlara uymam durumunda,
benim için hangi şeyden endişe ediyorsun?”
Dedi
ki:
“Ahirette
yaptıklarının sevabını alıp götürecek ve tadını bozacak şeylerle bunları ifsad
etmenden endişeliyim.”
Dedim
ki:
“Öyle
ise bu daha büyük bir felâkettir. Gayret edeceğim, sonra da yaptıklarım iptal
olup gidecek! Bu nasıl şeydir?”
Dedi
ki:
“Allah
hakkına riâyet eden muttaki insanın durumu za- manla değişerek neticede halka
görünür.
Daha
önce mâlâyâni ve caiz olmayan konuşmalara dalı- yorken kendisinde suskunluk
görünür. Allah’a isyan edenlerden bir kaçış görünür. Kendilerinden manevî
yönden iyilik göreceği kişilerle oturup kalkar. Allah’ın sevdiği ve onu Allah’a
yaklaştıracak konuşmalar yapar. Organlarında bir sükûnet, gönlünde korku hasıl
olur; vakar ve sakinliği onu yüceltir. Güzel ameller yapar. İşte o zaman nefsi,
kullara gösteriş için ortaya çıkan bu durumların onu yüceltmeye, övmeye ve faziletli
bir kişi olarak görünmeye engel olmadığını anlar. Ayrıca nefis gizlediği
durumları açığa vurduğunda da yine övüleceğini vc faziletli görüleceğini anlar.
O zaman nefis gizli ve açık yaptığı her ibadetten ötürü övülüp yüceltilmek ve
dünyada büyük görünmek için dinle süslenip rahata kavuşmak ister.
Nefis
mücadele edince kul, onu kendi arzu ve istekleri için mücadele ettiğini anlar.
Ama bunlar açık olan istekler değiller. Yeme, içme, giyinme, evlenme gibi dış
organlarla elde edilecek arzular cinsinden değiller. Bu, alenen yapılan
iyiliklerin içinde gizli olan bir arzudur. Nefislerde gizlidir. Helâl ve
faziletli şeylerden ayrı ve açık değildir. Hiçbir iyiliğin bulaşmadığı
kötülüklerden açık bir kötülük de değildir. Ancak gizli ve iyiliklerin içine
sirayet edip birleşen bir arzudur.
Yapan,
zahiren iyilik yapmakta, /Allah’a itaat ediyor görünmektedir. Oysa nefis,
arzusunu gizlemiştir. Açıkta görünen ibadetle süslenmek ve kulların nazarında
ibadet yapıyor görünmek için, yapmacık yollara başvurmaktadır. Allah’a yaklaştıran
türden bir ibadet olduğu için de kul nefsini tenkit edip ondan kurtulamıyor da.
Çünkü nefis asıl gayesini gizlemiştir. Bunu ancak, nefsin gaye ve mahiyetini
bildirecek bir ilimle yapmak mümkündür. Kul ilimle aydınlanmazsa, bu duygu
gizli ve örtülü kalmaya devam eder.
Vehb
b. Müncbbih şöyle diyor, “Arzuların gizliliği odun içindeki ateşin gizliliğine
benzer. Dürtersen açığa çıkar, bırakırsan gizli kalır. Riyânın en açığı
yalandır. En gizlisi ise entrika ve hiledir.” Yani riyâ gafil olana gizli
kalır. İlim vc mârifetle gözetlenince açığa çıkar.
Yarın
kıyamette ihlâsla yapılan iyiliklere nc kadar çok ihtiyacı olduğunu bilen
kişinin kalbine, güzel bir mükâfat görebilmesi için, ciddi bir şekilde riyadan
kaçma ve tam bir ihlâsla amel etme endişesi hakim olur. Çünkü Allah için
ihlâsla yaptığı amellerin dışında ona hiçbir amelin ulaşamayacağını ve sadece
onun adına yapılan ve başka arzular bulaşmayanlar hariç, hiçbir amelin kabul
edilmeyeceğini bilmektedir.
Bakmaz
mısın ki, halk yolculuğa çıkmadığı, köyünde kasabasında olduğu zaman, alacaklı
oldukları dirhem vc dinarlardan vazgeçebilmekte ve değeri düşük paralarla alış
veriş yapmaktadırlar? Hâlbuki, hac yolculuğu gibi uzun bir sefere hazırlanan
kişi yanma, en değerli paralardan almaktadır. Çünkü uzun yolda paraya ihtiyaç
daha fazla olduğundan, yardım vc şefkat azalmaktadır. Meselâ, bir bidon su
almak isterken paranın geçmeyip yüzüne çarpılmasından vc yiyecek, kiralık bir
hayvan vb. insanlar arasında birbirine şefkat ve yardımın ağır bastığı ama
ihtiyacın çok olduğu konularda çaresiz kalmaktan korkar. Oysa, bu şahıs
memleketinde iken, reddedilmekten ve para değerinin düşüklüğünden korkmaz.
Çünkü parası geri çevrilince, gidip değiştirme veya diğer bir maldan alma ya da
birinden borç alarak, ihtiyacını karşılama imkân ve ümidi içindedir.
İşte
kıyamet günü insanların birbirlerinden teberri ederek kaçacaklarım anlayan kişi
de bu şekilde davranır. Çünkü o gün anne, gördüğü dehşet verici manzara
karşısında terazi kefesinde ağır gelecek ve iyiliklerini artıracak en ufak bir
sevaba ihtiyaç duyar ve çocuğundan bile bir alacağının olmasını ister.
O
günün dehşetini ve o günün ihlâsla yapılan iyiliklere o- lan ciddi ihtiyacı
anlayan kimse, kıyamet gününün sabah veya akşam gelip onu, ihlâsla yapmadığı
bir namazda, oruçta, hu- şû'da, gazvede veya Allah yolunda düşmana saldırı
anında yakalamasından vc amellerinin boşa gidip iyiliklerin günahlardan daha
az bir seviyeye düşmesinden korkar. Şayet dünyada yaptığı amellerinde ihlâslı
olsa, iyilikleri günahlarına tercih edilir ve bununla Cennet'e girer. Ama
amelleri ihlâssızhktan boşa gidince, günahlar tercih edilir. İyilik az vc
hafif olur.
İşte
o zaman kalbinin hasretten nasıl parçalandığını sorma? Akıllı olan bundan
korkar! Korkunca da amellerinde riyâ ve kullara karşı yapmacık davranışlardan
kaçınma hissi galip gelir. Sadece Allah rızâsını dileyerek hareket eder.
Neticede hem ilmi hem dc ameli ihlâslı olur.
Günahkârı Amelinde
İhlâslı Olmaya Teşvik Etme
Dedim
ki:
“Ihlâs, özellikle abidlerin güçlü
olanlarının makamıdır.” Dedi ki:
“Elbette
ibadette güçlü kişiler daha çok ihlâslı olabiliyorlar. Fakat sevap ve günahı
karıştıran günahkârlar, özellikle takvâlı kişilerden, daha çok dikkatli ve
ihlâslı olmalıdırlar. Çünkü takvâ sahibi kişinin bütün nafileleri yok olsa
bile, yerine getirdiği farzlarla kurtulur. Ama, günahkâr olanların nafileleri
farz yerine kaim olur. Mücahid'in, “Hz. Peygamberin bir tek nafilesi vardı.
Çünkü affedilmiş bir kimseydi.” diyerek, “Gecenin bir kısmında uyanarak,
sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.” (İsra, 17/78) âyetini
okuduğunu duymadın mı? Ebû Ümame dc bu nafilenin Efcndimiz’in özelliklerinden
olduğunu söylemiştir.
Ebû
Hürcyrc, Temim cd-Dari ve Enes b. Malik'in rivayet ettikleri hadîste Hz.
Peygamber şöyle buyuruyor: “Kul, kıyamet günü hesaba çekilir, farzları eksik
olursa, nafilesi var mı ona bakın?” denir. Şayet nafilesi varsa onunla farzları
tamamlanır.”
Günahla
sevabı karıştıran kişi kıyamet günü, farzları eksik ve günahları yığılmış bir
şekilde gelir. Şayet ihlâssızhktan nafileleri de yok olmuşsa, perişan olur.
Çünkü bunları, farzları tamamlamak ve günahları silmek için yapmıştı.
Takvâ
sahibi olan kişi yüksek mertebelere erişmek için çaba göstermişti. Nafileleri
yok olsa bile, günahlarına galip gelecek vc neticede Cennet'e götürecek kadar
iyilikleri kalır. Nefis ve şeytan ise, hiçbir iyiliğin kalmasını istemezler.
Günahkâr kişi bununla ölçülür.
Takvâlı
vc güçlü olan kişi durumunun iyi olduğunu ve halkın bu durumda olanlara saygı
gösterdiğini görünce, düşman vc nefis o şahsın güç odaklarını vc galebe
noktalarım bozmak için açık kapı keşfetmiş olurlar. O kişi, Allah için bütün
zevklerini terk etmişti. Bunun üzerine onu riyaya sevk etmek ve amellerini bu
yolla yok etmek isterler. Gayeleri, terk ettirmeyi başaramadıkları amellerini
boşa çıkarmaktır.
Onu
dinde yapmacığa davet ederler. Makamının yüceliğinden dem vururlar. Bu makam
sevgisi onun yanında, gümüş vc altın sevgisine galebe çalar. Çünkü kul, “Ne
takva sahibi insandır.” desinler diye altın ve gümüşü terk eder. Nefis ve
şeytan duygularını tatmin için kulu günaha davet ederler. Nefis lezzet almak
için, şeytan ise haset ve düşmanlığından ötürü, kulun helak olmasını isterler.
Kul, onları dinlemeyince, “Senin takvan sana yeter." diyerek nafileleri
terk etmeye davet ederler. Yine onları dinlemeyip nafilelerine devam ederse, bu
sefer onu bu noktada riyaya düşürmeye çalışırlar. Nafilelerden ötürü dc riyaya
düşmeyince yine peşim bırakmazlar.
Nefis,
halk arasında övülüp yüceltilmesi için uğraşarak lezzet almak isterken, şeytan
düşman ve hasetliğinden ötürü bunu ister. Bu oyuna da gelmeyince, bundan
kaçışında bir gösteriş olduğunu söylerler. Nafilelere ısrar ederse riyadan
kurtulamayacağını fısıldarlar. Kul, karşı çıkar, ihlâsh bir şekilde ameline
devam eder. Riyâya karşı direnir vc yaptıkları işin neticesiz kalacağını
söylerse onu tartışmaya davet ederler. Onlar, “Sen müraîsin.” derler o ise bunu
yalanlar. Böylece onu yapması gerekenden alıkoyar, kalbinin ahireti
düşünmesine mâni olmaya çalışırlar.
Kalp
biraz meşgul olunca, nefis uğraşmanın yorgunluğuna rağmen, düşünme zahmetinden
kurtulduğu için keyiflenir. Düşmanın gayesi ise, kul kendini tam kaptırıp kemâl
derecesine ulaşmasın diye, Allah’a yaptığı ibadete noksanlık koymak ister. Bu
daha önce ilk anne vc babasına yaptığı gibi, kin ve hasedinden ileri
gelmektedir.
Allah
bizi dikkatli olmaya davet ederek şöyle buyuruyor: “Ey Adem oğullan!
Şeytan ana-babantzt Cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belâya
düşürmesin.” (A’raf. 7/27). “O (şeytan) gerçekten saptıncı apaçık
bir düşmandır.” (Kasas, 28/15). “..Belki de nefisleriniz size
(kötü) bir işi güzel gösterdi.” (Yûsuf, 12/18). “Nefis aşın
derecede kötülüğü emredicidir.” (Yûsuf, 12/53). Allah bize, nefsin
kötülüğü emrettiğini, şeytanın ise dalâlete sürükleyip amelden alıkoyduğunu
haber vermektedir.
Dedim
ki:
“Riya
konusunda yeterli bilgim yoktur. Nedir riyâ?”
Dedi
ki:
“Evet,
bu konuda yeterli bilgin yoktur. Ve bilmediğin şeyden yeterince kaçınamazsın,
görmediğin şeyden de sakı- namazsm. Nehyedildikleri şeyleri öğrenip bilinçli
bir şekilde onlardan kaçınmaları için, bilgi sahibi oluncaya kadar, senden
önceki müritlerin durumu da böyle idi. Şu hadîs-i şerif buna delâlet
etmektedir: “Bir adam Hz. Peygamberce “Kurtuluş neyledir?” dedi. Hz. Peygamber,
“Allah’ın sana emrettiği şeyleri insanlar için yapmamalıdır.” Böylece amelinde kurtuluşun olabilmesi için
riyâyı terk etmesini emretmiş oluyor. Başka bir adam, “Birisi kabile tarafgirliğinden
savaşır, diğeri kendisinden söz edilsin diye savaşır; bunların durumu nedir?”
diye sorar. Bunu soran adam
amelini korumak istediğinden, riyâyı ihlâstan ayıracak bir ilim elde etmek
istiyor ki, ameline riyâ karışma tehlikesi baş gösterince onu reddedebilsin.
Ebu’d-Derda,
“Şeytanın dürtülerini bilmek, kişinin ilim seviyesini gösterir.” der. Yani bir
dürtünün ne zaman ve ner- den geldiğim bilmek bir ilimdir. Kul, bu konuda
Rabbinden bir ilim olarak sadece O’nun rızâsı için yapılan ihlâslı ve saf
amellerin kabul edildiğini, nefis ve şeytanın da onu, amelleri boşa çıkaracak
işlere davet ettiğini anlayınca, dikkatli olur ve bilinçli hareket eder. O
zaman kendisine bir duygu gelince bunun riyâ olup olmadığını anlar.
Yunus
b. Ubeyd bize Hasan-ı Basrî’nin şu sözünü aktarıyor: “Kul, amelini bozan şeyin
ne olduğunu bildiği müddetçe iyilik içindedir.” Kul, anlatmaya çalıştığımız
riyâ vb. konularda hiçbir zaman yeterli bilgi ve emniyete sahip olamaz,
özellikle riyâ... Çünkü hadîs-i şerifte riyânın, karıncanın hareketinden daha
gizli olduğu bildirilmiştir.
Bu
derecede gizli olan şey, ancak geniş bir ilim ve engin basiretle fark
edilebilir. Aksi taktirde ilimsiz olarak riyâyı gözetmenin faydası olmaz.
Korku ve endişe ile riyâ gözetlenmeli, mârifet ve basiretle dc teşhis edip
karşı konulmalıdır. Kısacası riyâya karşı kesin bilgi elde edemezsin.
Dedim
ki:
“Peki
nedir riyâ? Plangi ilim onu bildirir? Ta ki, bazı deliller elde edelim ve
kalbimiz onları anlamak için inşirah bulsun.”
Dedi
ki:
“Riyâ
kulun, Allah’ın ibadetiyle başkasını kastetmesidir.”
Dedim
ki:
“Bunun
delili nedir?”
Dedi
ki:
“Bıııııın
delili Allah’ın şu âyetidir: “Kim (yalntz) dünya hayatını ve onun süsünü
istemekte ise, onların işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve
onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan
kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir, halen yapmakta oldukları
şeyler zaten bâtıldır.” (Hud, 11/15-16) Hz. Muaviye ve Mücahid bunların
“mü- raîler” olduğunu söylemişlerdir: Başka bir âyette: “Kötülükleri
tuzak yapanlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların tuzağı bozulur.”
(Farır,35/10) deniliyor. Mücahid bunların riyakârlar olduğunu söylemektedir.
Diğer bir âyette ise: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz,
dolayısıyla sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.”
(İnsan, 76/19) buyuruluyor. Yüce Mevlâ ameliyle dünyayı ve dünya süsünü
isteyenin amelinin bu olduğunu bildirmektedir. Bu konuda birçok âyet vardır.
Hadîs-i
şeriflere gelince
1.
“Melekler bir
kulun amelini Allah’a yükseltince onlara, “Benim bu kulum ameliyle beni
kastetmem iştir. Ameliyle birlikte Cehennemle atın!” buyurur.4
Burada da dünya ve süsünün arzusu vardır. Bu sadece bu işin ehli olanların
yanında geçerlidir.
2.
“Kurtuluş
nerdedir?” Sorusuna Efendimiz’in cevabı, “Kulun Allah’a ibadetiyle insanları
arzulanıamasıdır.”'* Şeklindedir.
3.
“Amr b.
As‘tan: Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim ameliyle riyâ ve gösteriş
yaparsa, Allah da onunla ona göre muamelede bulunur.
4.
“Hz. Ebû
Hüreyre’dcn rivayet edilen ve üç kişiyi anlatan hadîs-i şerif: Biri Allah
yolunda savaşmış, biri malla sadaka vermiş diğeri de Allah’ın kitabını çokça
okumuştur. Allah onlara: “Siz yalan söylüyorsunuz. Siz, ‘falan iyi savaşçıdır
falan çok
94
İbn
Mübarek, ez-Ziihd. 67.
95
el-Buhâri,
Tefsiru Sûre, 3; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 3; Neşe», Vesâyâ, 3.
96
el-Bııhâri,
Rikak, 36, Ahkam, 9; Müslim, Zühd, 47; el-l’innizt, Nikâh, 11.
cömerttir,
falan da âlimdir,’ desinler diye yapıyordunuz.” der. Hz. Peygamber’in “Bunlar
ateşe girecek ilk üç kişidir.” dediği de rivayet edilmiştir.
5.
Bir kudsî
hadîste de şöyle buyruluyor: “Kulların amellerini boşa çıkaran riya, Allah
'ın ibadetiyle insanların arzulandığı riyâdır,”
Amellerinde
doğru vc ihlâslı olanların kalbini ise şöyle anlatıyor: “Biz size Allah
rızâsı için yemek yediriyoruz. Dolayısıyla, sizden tte bir karşılık ne de bir
teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan, 76/9).
Mücahid,
bunu dilleriyle değil kalpleriyle söylediklerini bildiriyor. Allah isteyenin
rağbet etmesi için bize bunları anlatıyor. Kalbinden yaratıkların övgü ve
karşılık bekleme hissini çıkarandan Allah razı olur. Bu konuda birçok hadîs-i
şerif de vardır.
Neticede
riyanın, amelimizle, Allah’ın dışında birilerini hoş etmemiz veya Allah’ın
ibadetiyle yaratıkları kasdetmeme- miz olduğu ortaya çıkmaktadır.
Dedim
kı:
“Riyâ
sadece anlattığın bu şekliyle midir? Yoksa başka şekilleri de var mı?”
Dedi
ki:
“Riyâ
bir meyil ve arzudur. Biri ağır biri de hafif olmak üzere ikiye ayrılır, ama
ikisi dc riyadır.
Ağır
ve büyük riyâ, kulun Allah’ın ibadetiyle kulları
arzulamasıdır. Bununla Allah kastedilmemektedir. Nitekim Hz. Peygamber:
“Allah’a itaatinle kulları arzulama!” buyurmuştur. Yukarıda geçen üç şahsın durumu
da buna örnektir. Onlar da Allah’ı değil insanları arzuluyorlardı. Bu ise Allah
katında çok kötü bir şeydir. Bir diğer hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Kıyametgünü
müratye, yaratıkların başı üzerinden şöyle seslenilir: Ey günahkâr! Ey kandıran
şahıs! Senin ibadetlerin boşuna gitti sevapların silindi! Git kimin için amel
ettiysen sevabım onlardan İste!” denilir.”9* Üç kişiyi anlattığı
hadîs-i şerifte Efendimiz, Hz. Ebû Hüreyre’nin ayağı üzerine bir çizgi çizip, "Ya
Eba Hiireyre! Bunlar kıyamet günü Allah’ın Cehennem ateşini onlarla
tutuşturacağı ilk kişilerdir.”9'1 buyurdu. Bu Allah
katında riyânın en büyüğüdür.
Şeddâd
b. Evs'in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz, "Ümmetim için korktuğum
şeylerin en korkuncu, riyâdır.”M' buyurmaktadır. Yine Şeddâd b.
Evs anlatıyor: “Bir gün Hz. Peygamberi ağlarken gördüm. Sebebini sorunca şu
cevabı verdi: "Ümmetim için korktuğum bir iş var: Şirk... Eakat
Ümmetim puta, güneşe, aya, taşa vs. tapmayacaktır. Ancak amellerine riyâ
sokacaklar. Bu da korktuğum şeylerin en korkuncudur.”'9'
Hafif
olan riyaya gelince: Allah’ın ibadetiyle hem Allah’ın
sevabını hem de kulları arzulamak, ikisini bir kalpte birleştirmektir. Bu
ikisini birleştirmek riyanın hafif olanıdır. Amele şirk karıştırmak demektir.
Çünkü birincisi insanları istemekte, Allah’ı istememektedir. Dolayısıyla
İkincisi ameline şirk karıştırmaktadır. Çünkü ikisinin de övgüsünü
beklemektedir.
Hz.
Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Allah,
‘Benim hiçbir ortağım olmaz. Kim yaptığı amele başkasını karıştırırsa Ben o
amelden beriyim. Kimi
98
İbn
Ebi Dünya, es-Sîmnct ve’l-İhlas, adlı eserinde, sahabınin adını vermeden
rivayet eder. Değişik lafızlarla bak. el-İrakî, el-Mtığnî, III, 294.
99
el-Tirtnizt,
Zühd, 48.
100
et-Tinnizî.
Hudûd, 24, Fiten, 59; İbn Mâcc, I Indûd, 12; Miisned, I, 22
101
Miisned,
IV, 24, 126.
karıştırmışsa
o amel onun içindir.’ diye ferman eder.”UY2
Bununla hem Allah’ın hem dc kulların irâde edildiği bir riyâ çeşidi olduğu
ortaya çıkmaktadır.
Tavus
anlatıyor: Hz. Pcygamber’e bir adam gelip, “Ya Resûlallah, kişi sadaka verir ve
buna mukabil, övülmeyi karşılık olarak görmeyi arzularsa, durumu nedir?” diye
sordu. Hz. Peygamber, “Kim, Rabbi’ne kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve
Rabbi’ne ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110) âyeti
nazil oluncaya kadar bir şey demedi.
Allah
hem halkın hem de Allah’ın övgüsünü isteyen şahsın sorusuna cevap olarak bu
âyeti indirdi.
Mahmud
b. Lebid dc Hz. Peygamber den şunu rivayet ediyor: “Sizin için korktuklarımın
en korkuncu küçük şirktir.” “Küçük şirk nedir?” dediler. “Riyâ!”
dedi ve devam etti: “Allah kıyamet günü onlara: 'Dünyada yanlarına
gittiğiniz kişilerin yanma gidin! Yanlarında bir karşılık bulabilir misiniz?’
der.”U}3
Kasım
b. Muheymere'dcn: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah, ‘İçinde hardal tohumu
kadar riyâ olan ameli kabul etmem’ buyurmuştur.”114
Hz.
Ömer, Hz. Muaz‘ı ağlarken görünce, “Niye ağlıyorsun?” dedi. Hz. Muaz,
Efcndimiz’in ravzasını göstererek, “Bu ravza sahibinden duyduğum: ‘Riyanın en
küçüğü bile şirktir.” sözünden dolayı.’ karşılığını verdi. Başka bir hadîste
“Riyanın en azı şirktir.”11’5 buyuruluyor.
İbn
Ebi Muğis, Said b. Museyycbc, “Birimiz iyilik yapar vc ona mukabil övülmeyi vc karşılık
görmeyi ister?” deyince, “Sen amelinin boşa gitmesini mi istiyorsun?” diye
sordu. “Hayır.” karşılığı alınca da, “Oylc ise Allah için yaptığın işi ihlâsla
yap!” dedi.
Bir
adam, Ubade b. Samit’e, “Ben kılıcımla Allah yolunda savaşıyorum. Bununla hem
Allah’ın rızâsını hem de mü’min-Ierin övgüsünü diliyorum.” deyince 1 İz. Ubade,
“Sana hiçbir şey yoktur.” karşılığım verdi. Adam üç defa aynı soruyu sordu ve
aynı cevabı aldı. Üçüncüsünde şu kud- sî hadîsi de ekledi: “Ben ortaklara
hiçbir ihtiyacı olmayanım. Bana ibadet edip bu ibadette başkasını karıştıranın
ibadetinden payına düşeni Bana ortak koşulana bırakırım. İhtiyacım yok!”]i](’
Allah kendilerinden razı olduğu mü’minleri ise onların diliyle anlatıyor: “Biz
size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz. Dolayısıyla sizden ne bir karşılık ve
ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 76/9) Allah’la birlikte kalbe
yerleştirmeyi reddediyorlar.
Dahhak,
“Sakın, bu Allah ve sizin için veya bu Allah ve akrabalık için demeyin. Çünkü
Allah’ın ortağı olmaz.” der.
Hz.
Ömer bir adama, bir hatasından ötürü
kırbaçla vurdu ve sonra
“İstersen benden kısas alabilirsin.” dedi. Adam, “Hayır, Allah’ın hatırı ve
senin hatırın için vazgeçiyorum.” dedi. Hz. Ömer benim için mi vazgeçiyorsun,
yoksa Allah için mi bunu belirt!” deyince, adam, “Allah için.” dedi. Hz. Ömer,
“İşte şimdi oldu.” karşılığım verdi.
Bu
yazılanlar, riyanın büyüğünün, Allah’ın ibadetiyle kulların kastedılmcsi;
küçüğünün ise, Allah ve insanların beraber kastedihnesi olduğunu
göstermektedir.
Riyânın Oluşması ve Sebep Olan Durumlar
Dedim
ki:
“Kalpte
kök salan riyânın kaynağı ve asıl sebebi nedir? Çünkü eğer kulun kalbinde bu
işe sebep olan bir kök, bir tohum olmasaydı, riyâ yeşerip dallanmaz; düşmanın
dürtülerini kabul etmezdi. Aksine düşman, kalpte sevgi ve ilgisi olmayan bir
şeye davet etmiş olurdu.”
Dedi
ki:
“Evet”
Dedim
ki:
“Peki
o nedir?”
Dedi ki: ,
“Nefs
içinde üç düğüm var: Övülme sevgisi, yerilme korkusu ve dünyalık kaybı,
insanların elinde olana aşırı ilgi.”
Dedim
ki:
“Bunun
delili nedir?”
Dedi
ki:
“Kişinin
kendi vicdanında hissettiği şeyler bunun delilidir. Çünkü Rabbi’ne yaptığı
kulluğu başkalarına duyurmak ister. Böylece iyilik, saygı ve ikram görmeyi,
övülmeyi ve kendisinden söz edilmesini umar. Hoşlanmadığı tenkite maruz kalmamak
için, istekli olmadığı halde, ibadet eder.
Dedim
ki:
“Bunu
vicdanımda hissediyorum. Ancak buna ilimden delil istiyorum”
Dedi ki:
Bunun
delili Ebû Musa el-Eş’arî’nin rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir: “A'rabî'nin
biri Hz. Peygatnber’e, "Ey Allah’ın elçisi, bir adam hamiyet için
savaşır.” Yani, kendisinin veya taraftarlarının mağlup olmasından
hoşlanmadığı için savaşır. “Bir diğer adam savaştaki kahramanlığının belli
olması için savaşır.” Bu ise, kalpteki övülme duygusunun eseridir. “Bir
adanı da sena ile kendisinden söz edilsin diye savaşır.”1""
Bu da dillere destan olma isteğinin neticesidir.
İbn
Mes’ud da şöyle diyor: “İki cephe savaşa tutuşunca melekler nazil olur vc
savaşanların niyetlerine göre, “Falan kendisinden söz edilsin diye savaşıyor,
falan da mal-mülk elde etmek için savaşıyor.” diye hepsini kaydederler.
Birincisi halkın övgüsünü kazanmaya, İkincisi ise dünyaya olan bağlılığa delildir.
Hz. Ömer de, “Siz daha sonra meğazi kitaplarında, falan şehit oldu diye söz
edersiniz. Hâlbuki o, yükünü gümüşle doldurmuştur.” açıklamasını yapar.
Hz.
Peygambcr’den şu hadîs-i şerifler de rivayet edilmiştir: “Kim, deve yuları
gibi adi bir şey elde etmek için savaşırsa sadece niyetlendiği şeyi elde eder.”1"'
“Kim dünya için hicret ederse onu elde eder ve sadece niyetlendiği şey için
hicret etmiş olur.”11" “Kim bir şey elde etmek için hicret
ederse ona sadece niyetlendiği vardır. 11
Adamın
biri, Ümmü Kays adındaki kadınla evlenmek için hicret etmişti. Ona “Ünımü
Kays’ın muhaciri.” ismi takıldı. Çünkü sadece evlenmek için hicret etmişti.
Dolayısıyla
riyâya vc düşmanın dürtülerini kabule sevk eden şu üç şeydir: Övülme arzusu,
tenkit edilme endişesi, dünya sevgisi ile halkın elindekine göz koyma. Bunlar
da övülme arzusu vc tenkit edilme endişesine indirgenebilir. Çünkü kişi,
halkın yanında olana, sırf Allah'a ibadetle değil, övülme vc büyük görülmekle
kavuşacağına inanır. Çünkü, ancak o zaman ona mallarını sunarlar. Gözden düşüp
halkın övgüsünü kaybetme endişe-
108
el-Buhârî,
İlim, 45; Müslim, İmaret, 150; ef-Tirmizî, Fedailu’l-Cihâd, 16.
109
Nescî,
Cihâd, 23; Müsned, V, 315.
110
el-Buhârî,
İman, 41, İtk, 6; Müslim, İmaret, 155; Ebû Dâvûd, TalâkJ 1; Neseî,
Taharet, 59.
111
aynı
yerler.
sinden
ve tenkit edilmekten korkar. Neticede bu üç şey övülme arzusuna indirgenmiş
olur. Ancak övülme arzusu, kişilerin karakter vc isteklerine göre dallanıp
budaklanır.
Tenkit Edilme Korkusu
ve Başkasının Elindekine Göz Dikme
Dedim
ki:
“Tenkit
edilmekten korku nasıl olur?”
Dedi
ki:
“Meselâ
bir adam düşün ki, hücuma geçmek üzere toplanan düşmanın karşısına dikilmiş
bulunan ve ondan da daha cesaretli olan savaşçıların içinde yer almaktadır. Bu
adam aynı safta bulunduğu savaşçıları geçip övgüyü hak edecek kahramanlıklarda
bulunma gücüne sahip değildir. Dolayısıyla, o durumda yanındakilerin kendisi
için, “Ne cesaretli, ne kahraman adam.” demelerinden ümidini keser. Çünkü
hepsi aynı dürümdalar, hatta ondan ilerdeler. Bu durumda övgü görmeden safta
durmak istemez. Saltan ayrılmak ister, ancak kendisi için “Ne korkak adam!”
denilmesinden de çekinir. Neticede savaş saffında kalır ama sevap kazanma
gayretiyle değil, korkaklıkla itham edilmekten çekindiği için kalır. İlk
saflara katılmayıp geri kalan, ama savaştan da kaçmayanların durumu da böyledir.
Korktukları savaşın, kaybedildiğini gördükleri veya çok ölüm olduğunu müşahede
ettikleri için ön safa girmezler, ama korkaklık damgasını yemekten dc
çekinirler. Onun için kaç- mayıp geri saflarda yer alırlar.
Veya
altın, gümüş vb. dünya malını çokça tasadduk eden bir grubun içinde bulunan bir
adam düşün! Nefsini yenip onlar gibi mertçe tasaddukta bulunamaz. Cimrilikle
bir şeyler verir ama, övülmekten de ümidini keser. Çünkü bu konuda herkes on(ı
geride bırakmıştır.
Ya
da bir adam düşün ki, yanındakiler gece veya gündüz uzun uzun namaz
kılmaktalar, o ise onlar gibi kılamamaktadır. Tembellikle de itham olunmak
istemez. Ama övühnckten de ümidini keser. Çünkü diğerleri ondan üstündür.
Tembellikle itham edilip tenkit edilmekten de çekindiği için birkaç rekât
kılar.
Ya
da, bazı dinî konulan bilmediği halde, “Bu yaşa gelmiş hâlâ şu konuyu
öğrenememiş!” denilmesin diye, kimseye de sormayan adam gibi. Bazen tenkit
korkusu onu yalan söylemeye sürükler. Bilmediği konuda kitap yazdığını iddia
eder. Veya cahilane fetva verir. I lâlbuki, sorulan soruya cevap veremeyeceğini,
dolayısıyla bu konuda fetva vermemesi gerektiğini ve “Biliniyorum.” demesinin
daha uygun olacağını bilir. Fakat cehaletle itham olunmaktan çekinir.
Tenkit
edilmekten korktuğu için helâl mal elde etmeyi, i- yiliği emredip kötülükten
menetmeyi bırakan kişiler de böyledir. Bu konuda örnekleri çoğaltmak
mümkündür.
Dedim
ki:
“Başkasının
elinde olana göz dikmek nasıl olur?”
Dedi
ki:
“Kendisinden
iyilik umduğu, yaptığı amele mukabil bir şeyler verip, el uzatacağını beklediği
kişinin onu görmesi hoşuna gider, iyilik beklediği şahsın, bir kötülüğünü
görmesi onu, bir başkasının görmesinden daha çok üzer. İbadet ve taati- ni
görmesi ise, çok hoşuna gider. Çünkü ondan bir şeyler beklemektedir.
Birisine
kârla bir şeyler satan, veya vadeli bir şekilde bir şey satıp buna mukabil övgü
bekleyen şahsın, o kişi tarafından bir iyilik yaparken görülmesi çok hoşuna
gider. Çünkü verâ sahibi, vefalı, sözünde duran bir şahıs olduğu inancı
yerleşir. Bu da ona güvenmeyi sağlar.
Sanatkâr
müşterinin, işçi patronun, bir mala veya ticarethaneye vekil olan kişi mal
sahibinin yanında güvenilir görünmek için, riyâkârânc bir şekilde, daha çok
verâ sahibi olmaya çalışır.
Dedim
ki:
“ikisini
iyi anladım. Övülme duygusu, daha çok izaha ihtiyaç duyulmayacak şekilde
açıktır ve nefsin hoşuna gitmektedir. Bu üç duygunun riyayı kamçıladığım ve
düşmanın dürtülerini kabul ettiğini anladım. lJckı bu üç duygunun
kaynağı nedir? Çünkü dayanağı olmayan bir şey ortaya çıkıp bu kadar dal-budak
salamaz.”
Dedi
ki:
“Bu
üç duygunun dal-budak salması, nefsin övgü ve iyilik duygusundan aldığı lezzeti
ve tenkit edilmekten gelen acı ve üzüntüyü anlamasından kaynaklanır. Bu anlayış
büyüdükçe kul bu üç duyguya kendini daha çok kaptırır.
Çünkü
insanlar onu övdükçe değeri yükselir, karşılaşanlar ona önce selâm verir, ikramda
bulunur, aralarında bulunmaktan şeref duyar, sözünü tasdik eder, lıüsnüzanda
bulunur ve öyle ki, yaptığı hatayı iyiye yorarlar. Bir de onun gerçekten iyilik
yaptığını düşün! Ayrıca emirlerini yerine getirir, yasakladığı şeylerden uzak
dururlar. Ona liderlik verir, hoşuna giden şeylerle onu överler. İşte bu,
halkın övgüsünden gelen şeyleri bilmektir.
Tamahkârlığı
bilmeye gelince, Rabbi’ne yaptığı ibadetten ötürü halkın kendisine iyilik
yaptığı kişi, kendisine hediyeler verildiğini, ihtiyaçlarının giderildiğini,
gerektiğinde borç para vermede yarışıldığını ve borcunun ertelendiğini vs.
görür ve durumunu anlar
Tenkit
edilme endişesi ise şöyle bilinir: Tenkit edilen kişinin doğruları yalanlanır,
iyilik yapsa sû-i zanla bakılır vs. Bir de gerçekten kötülü^ yaptığım düşün!
Şahitliği reddedilir, sözü dinlenmez, bir topluluğa gelse yer verilmez,
kendisinden yüz çevrilir, selâm verilmemeye çalışılır, ihtiyaçları karşılanmaz,
sohbetinden utanılır, kimse malını vs. ona güvenmez. Nerdeyse başkasının
yaptığı hata bile ona yüklenir ve bazen zulmedilir.
Övgü
ve tamahkârlığın getirdiği fayda ve tenkit edilmenin sebep olduğu zararı
anlayınca, övülmeyi ve tenkit edilmemeyi çok sever ve başkasının elinde
bulunana tamah eder. Bu duygu kalbini kaplar. Neticede bu üç duygu onu riyaya
sürükler, nefis ve şeytan düşmanlarına teslim olur. Dünyada sağladığı adi menfaatinden
ötürü, bütün ibadetlerini riyâ ve gösteriş içinde yapar.
Riyâ,
Övülme Arzusu ve Tamahkârlığı Kıran Hususlar
Dedim
ki:
“Bunları,
kalbime ağır gelecek ve bana galip olacaklar korkusuna sürükleyecek bir tarzda
anlattınız. Siz anlatmadan önce de bunların kötü olduğunu biliyordum; ancak
izah ettiğiniz çapta kavrayamamıştım. Bu üç kötü sıfatı kuldan uzaklaştıracak,
gözünde küçük düşürecek (ve kötü neticelerini gösterecek) şuura ulaşmanın
kolay yolu nedir ki, kul müstağni davransın, bu inanca kapılmasın ve neticede
riyâya sürükleyen bu haslet zayıflasın?”
Dedi
ki:
“Bu
iki şeyle mümkün olabilir:
1.
Allah
korkusunu ve yardımını azaltan, kişiyi ondan mahrum eden, dünyada kalbinin
ıslahına engel olan, ahirette Allah’ın sevabını azaltan ve yukarıda sayılan üç
kötü hasletten birine inanması durumunda cezalandırılacağı korkusuna götüren
şeyi bilmek.
2.
Kullardan
beklediği şeyleri, Allah’ın verdiği imkânlarla meşru yoldan elde etmek.
Dünya’da
Allah’tan gelen nimetlerden mahrum olmak ve belâlara duçar kalmak kişiyi,
Allah’ın nefretine mukabil kullara sevdirir. Allah’a çirkin, kullara güzel
gösterir. Allah’tan uzaklaştırarak kullara yaklaştırır. Allah’a tenkit
ettirerek, kullara övdürür. Allah’ın nefretine sebep olup kulların
hoşnutluğunu kazandırır. Ahirette sevaptan mahrum bırakır, dünyada o amelini
ifsat eder. Çok muhtaç olduğu günde sevaplarım iptal eder.
İhlâsla
yapıp sevap hanesine yazdıracağı ve neticede günahlarına galip gelecek ve onu
Cennefe götürebilecek türden amellerini de siler. Böylece günahlarına galip
gelecek ve amel defterine yazılacak bir sevabı olmadığından ateşe atılacaktır.
Bu durumdaki bir şahsın hasret ve perişanlığını sorma! Ama, ölümden önce
İhlasın önemini, riyanın da zararını kavrayıp ihlâsla amel edenin durumu
istisnadır.
Şayet
ihlâsla yaptığı amellerin çokluğundan ötürü sevapları galip gelirse, onu
Allah’a yaklaştıran ve Cennetteki derecesini yükselten bu sevapların sadece
bir kısmı silinir. Ayrıca riyakârca yaptığı amellerinden ötürü, Allah’ın
huzurunda bekletilir, hesaba çekilir ve dünyada yaptığı bazı amellerinde
başkasının övgü, sevgi ve yakınlığını ona tercih ettiğinden ötürü, O’nun
kızgınlığına vc civarından uzaklığa maruz kalma sıkıntı vc utancını da yaşar.
Dünyada,
kalp kararması, nefsin kötülüğü ve kalbinden ümidin silinmesi, riyâ ile
bilinir.
İnsanların
övgüsünü kazanmak için harcadığı gayret sayılmayacak kadar çok ve dağınıktır.
Zira kendileriyle ilişki içine girdiği insanlar da sayılmayacak kadar çoktur.
Dolayısıyla hepsinin rızâsını alamaz. Çünkü bir kısmını razı edebilmek için,
diğer bir kısmını küstürmek gerekir. Ayrıca sû-i zan besler, bazıları da
diğerlerinin tenkit ettiği hususları över. Kısacası, kendilerine riyakârlık
yaptığı kişilerin rızâsı, diğerlerinin nefreti üzerine bina edilir. Kısacası,
hepsini razı edemediği için, kalbi paramparçadır vc himmeti dağınıktır.
Bunca
gayrete vc dünya ve ahirette yüz çevirdiği Allah rızâsına mukabil, onlar ne
Allah’ın takdir ettiği ecelini geciktirebilirler, ne rızkını artırabilirler,
ne hastalık ve belâlarına engel olabilirler ve ne de hoşuna gitmediği bir şeye
engel olabilirler.
İnsanların
elindekine tamahkârlıkla da, Allah’ın takdir ettiğinden fazlasına kavuşması
mümkün değildir. Yaptığı ameli riyâ ile değil, ihlâsla yapsaydı yine mukadder
olana kavuşurdu. Akıllı olan kimse, hiçbir fayda görmeyip dünya ve ahirette
zararını göreceği şeye nasıl yönelebilir?!
Tenkit
de takdir edilenin dışında onun mertebesini düşürmeyeceği gibi, ona bir zarar
da veremez. Tenkit edildiği hususlar, şayet ihlâslı olsaydı, övgü olarak
kendisine yönelirdi. Bazen de tenkitlerinden çekinerek kendilerine karşı müraî
davrandığı kişiler kalplerinden yalancı olduğuna inanırlar.
Tenkit
edilme, ömrünün akıbeti, rızkı ve eceli konusundaki endişeleri, Rahman olan
Allah’ın takdir ettiğini asla değiştiremez. Herhangi bir belâ giderilmeden ve
hoş olmayan herhangi bir şeye engel olmadan, amelleri boşa gider. Allah’ın
takdir etmediği şeyler, asla ona isabet edemez.
Akıllı
olan, bu üç şeyin zararlarını, hiçbir fayda getirmeyeceklerini, Allah’ın
takdirinin olup bittiğini, bu üç şeyin aldatmaca olduğunu vc büyük zarar
verdiklerini anladıktan sonra, nasıl onlardan kaçınmaz? Doğrusu akıllı olan
bunu anlayınca bu üç şeyden kaçınır.
Bu
açıklamalara rağmen kendini kaptıran, ancak ahmak bir deli olabilir! Çoğu zaman
ahmak olan bile malına, bedenine veya çocuğuna zarar veren, üstelik bir fayda
sağlamayan ve zarara da engel olmayan övgüyü reddeder. Hz. Peygamber’den konuyu
izah eden şu hadîs rivayet edilmiştir: "Teminı- oğıdlarından bir şair,
“Benim övgüm iyilik, tenkidim dc kötülük verir. ”• deyince Hz. Peygamber,
“Yalan söyledin. Bu durum ancak Allah’a aittir!” cevabını verdi. Akıllı olan kul, Allah'ın dışında hiçbir
kimsenin övgüsünün iyilik, tenkidinin dc kötülük getirmeyeceğini anlayınca,
onun nazarında Allah’a itaat etme noktasında, övülme vc tenkit edilme aynıdır.
Eğer fıtratı onu zorlarsa, akıl ve ilmiyle ona galip gelebilir.
Bunla
birlikte, eğer insanların övgüsü fayda, tenkidi de zarar veriyorsa, övgü ve
tenkitten kaçınmak cahillik olur. Çünkü insanlar, Allah’a ibadete mukabil o
kişinin övgü istediğini bilemezler. Zira niyeti kalptedir ve gizlidir. Böyle
bir şey isteyip istemediği bilinmez. Kulların nazarında iş, zahire göredir vc
birdir. Hâlbuki Allah’ın katında bir değildir. O kişi zâhiren temizdir. Ama iç
âleminde necis vc kalben günahkârdır. İnsanların, serbest irâdelerini beyan
edip o kişiyi övme veya tenkit etmeye engel olan şeyi kalbinde gizlemektedir.
Allah’ın irâdesiyle ihlâsını gizlese, insanlara göre yine aynıdır. Eğer onlar,
Allah’ın ibadetine mukabil övgülerini istediğini, ya da ellerinde bulunana
tamahkârlık ettiğini veya tenkit edilme korkusunu taşıdığını bilseler, ondan
nefret ederler. Üstelik Allah da ona gazaplanır. Hâlbuki bu, kalben inandığı
bir şeydir. Hem dünyada, hem de ahiret günü Allah ın huzurunda, bundan zarar
görecektir.
Eğer
onların övgüsüyle bir menfaat elde etmiş veya tenkitleriyle ayıplanmışsa,
övgüye ulaşma vc tenkitten kaçınmanın yolunu şaşırmış demektir. Bu nasıl olur
ki, ne Allah’tan başkasının övgüsü fayda, ne de tenkidi zarar verir. Çünkü
O’nun mülkünde ortağı ve idaresinde işleri paylaşan kimsesi yoktur.
Nefsini
bu yönden düşünen onu küçük görür; zararının büyüklüğünü vc menfaatinin olmadığını
hisseder.
Bu
bilgiyi elde edenin kalbi, bu tür duygulara ihtiyaç duymaz ve onlardan
kaçınır. Neticede, nefis vc şeytanın ortaya çıkardığı ve riyâyı gerektiren
bütün duygular zayıflar; düşmandan çekinir, kalbine ihlâs yerleşir, ameller
saflaşır, kalbi temizlenir; Allah’ın ilgisini çekmeye ehil hale gelir,
yardımına mazhar olur, sıkıntıları gider, sadece Yaraücı’sına ve Efendi’sine
kendisini vermiş olur; kullarla ilişkisinde fikir dağınıklığından kurtulur,
riyâ zilletinden ve halka yalvarmaktan azat olur; şunu memnun edeyim derken bir
başkasını kızdırma sıkıntısından kurtulur. Çünkü yaratılmışlarla ilişkinin
önemli olmadığını, Allah’la ilişkisinin dünya ve ahiret saadetini sağladığını
anlar.
Amel, Kıyafet ve
Benzeri Şeylerle Yapılan Riyâ
Dedim
ki:
“Anlatılan
hususlar bana kolay geldi. Bunlara inanan kişinin ahmaklığı ve Allah’ı
anlamadığı ortaya çıktı. Bana bu üç husustan önce, kişinin süslenme ve
benzerleriyle yaptığı riyâyı anlat. Bunlar bir tane midir yoksa değişiyor mu?”
Dedi
ki:
“Kendisiyle
riyâ yapılan ve süslenmeye sebep olan beş şey vardır. Kul bedeniyle,
elbisesiyle, sözüyle, ameliyle ve arkadaş ve akraba gibi başkasıyla riyaya
girer. Bir kısmı ibadet yoluyla bu beş şeyle riyaya girer. Ehl-i dünya ise,
dünya ınetaı olarak bu beş şeyle riyaya girerler. Ancak ehl-i dünyanın riyası
daha basittir.
Kul
bedeniyle, din açısından riyaya girer. Meselâ, “Bu adam çok ibadet etmekte,
üzüntü ve korku taşımaktadır.” denilsin diye, bedeninin titremesi ve benzinin
sararmasıyla riyaya girer. Sesinin kısık olması, gözlerinin çökmesi, dudakların
solması da çok oruç tuttuğuna delâlet eder ve bununla da riyaya girer.
Oruçlunun
sımasında görülen değişiklikler oruçlu olduğuna işaret edip, onu riyaya
sürüklemesin diye Hz. Ebû Hüreyrc’nin rivayet ettiği hadîs-i şerifte Hz.
Peygamber şöyle buyuruyor: “Biriniz oruç tutunca, başını yağlasın, saçlarını
tarasın ve gözlerine sürme çeksin.7,113 İbn Mcs’ud, “Bunun
üzerine ashab, başları yağlanmış oruçlulara dönüştüler.” diyor.
Vücudun
titremesi, az yemeye ve üzüntü ile sıkıntıya işaret etmektedir. Benzin
sararması oruca, gece ibadetine ve üzüntüye işarettir. Bu ise Allah’ın
kızgınlığını celbeden
Dünya
ehli ise şişmanlık, yüz parlaklığı, belin kuvveti ile riyaya girerler. Bu
dindeki riyadan daha hafiftir.
Kul,
saçların dağınıklığı, gözlerin ferinin kaçması, bıyıkların halkalanması, saçın
uzaması veya Biz. Pcygambcr’e uyarak, saçların ayrılması, secde yerinin belli
olması, kaba elbise giyme, elbiselerin kollarının sıvanması, yenlerinin
kısalığı, ayakkabı dikme, onları dindar şahısların kalıbıyla kesme, elbiseyi
süslememe ve kendi imkânlarıyla ibadette çektiği sıkıntılarla riyaya girer.
Çünkü bu konuda da abidler çeşit çeşittir.
Bazıları
hem din hem de dünya konusunda övülmeyi hedefliyorlar. Güzel elbise giyer,
fakat kısa tutar, güzel ayakkabı giyer, fakat avamın yaptırdığı şekilde değil;
dindarların yap-
113
Ahmed b Hanbel, ez-Zühd, 57. tırdığı gibi yaptırır,... Kısacası hem
din hem dünya ehlinin giydiği elbiseleri seçer. Böylece arkadaşlarının,
abidlerin, meliklerin, tüccarların, zenginlerin vs. onu övmesini arzular.
Ilâlbuki abidlerin giydiği elbiseler, zenginlerin giydiği elbiseler gibi
değerli olmaz. Hem abid hem de zengin kişilerin elbiselerini bir araya
getirerek iki kesimin de övgüsünden pay almak ister.
Bazıları,
meliklerin, sultanların ve abidlerin, dindarlık noktasında övgüsünü kazanmaya
çalışır. Böylece her grubun yanında üstün görünmek ister. Güzel elbiseler
giyer, değerli binekler alır. Dindarlığıyla sultanlara yanaşır, dindarların
ihtiyaçları için koşturur, yapmacık hareketlerle ve süs içinde onlarla oturup
kalkar.
Bazıları,
saygılı bir şekilde hem hidayet hem de dalâlette olanlara yaklaşırlar. Böylece
iki kesimden de ilgi ve övgü beklerler.
Her
kesimden insana yaklaşmak için, onların sevdiği şeyle onlara yönelirler. İşte
bunlar riyakâr ve yapmacık hareket sahiplerinin en kötüleridirler.
Onlardan
birine daha rahat bir ortam oluşturulsa, alıştığı ortamı ve dinî açıdan
bilinegeldiği giyim kuşamını kolay kolay terk edemez. Meselâ, yün ve kaba
elbise giyen birine, ince kumaştan yapılmış güzel elbiseler giymesi teklif
edilse, halkın onu yolundan ayrılmış, dünyaya meyletmiş sayması endişesinden
ötürü, boynu vurulmuş gibi, bu teklifi tepkiyle karşılar. Onlardan orta halli giyinen,
orta halli yaşayan birine güzel elbiseler giymesi söylense, “O da dünyaya
meyletti.” denilir diye, boynu vurulmuş gibi üzülür.
Bu
orta halli kişiye eski, kaba elbiseler giymesi söylense, bu teklif de ona çok
ağır gelir. Çünkü, ehl-i dünyanın onu küçük görmesi, aşağılayıcı gözle bakması
endişesine kapılır.
Böylece
abidlerin giyim kuşamı ile övülmeyi amaçlar. Daha iyisini dc giymeye yanaşmaz.
Çünkü o zaman da dünyaya meyletti denilmesinden çekinir.
Güzel
elbiseleriyle riyâlık yapanlara, kaba yün elbiseler giymeleri söylense
yapmazlar. Çünkü meliklerin, sultanların, kadıların ve zenginlerin yanında
değerlerinin düşmesinden endişe ederler. Aynı zamanda meliklerin ve sultanların
giydiği renkli, süslü, lüks elbiseler de giymezler ki, abidlerin gözünde değer
kaybetmesinler ve yolunu şaşırttı, abidlerin yolunu terk etti demesinler. Bütün
bunlar din yoluyla her gruba şirin görünmek içindir.
Dünya
ehli ise, kendileri gibi olanların yanında, din yoluyla değil, kendi
yollarıyla, güzel elbiseler giyip riyakârlık yaparlar.
I
likmetli sözler söyleme, mücadele anında güçlü deliller getirme, hadîs
ezberleme, diliyle zikir yaptığını hissettirme, iyiliği emir, kötülüğü
nefyetme, konuşurken alçak sesle konuşma, Kur’ân’ı güzel ve hüzünlü bir sesle
okuma vs. bütün bunlarla riyakârlık yapar.
Dünya
ehli, haklarını müdafaada fesahat, güçlü delil getirmek, güzel ses vc şiir
ezberlemek, güzel şiir ve gazel okumak, değişik kelimelerle konuşmak vs. ile
riyâ yaparlar.
Mütedeyyin
olan şahıs, namazının uzunluğu, ta’dil-i erkâna uygunluğu, rükû’ vc secdeyi
uzatması, haşyet içinde olması, hüzünlü okuyuşu, sağ eli sol eli üzerine
koyması, ayaklarının düzeni, rükû’ ve secdedeki pozisyonu, rükûdan kalkarken
ellerini kaldırması ve benzeri hususlarla riyâ yapar.
Oruç,
gazve, hac, çok susma, vacip ve nafile mal harcama, yemek yedirme, yavaş
yürüme, başını öne eğme, gözünü yumma, soru sorulunca vakarlı durma vb.
hususlarla da riyaya düşer.
Bazıları
bununla din ve dünyayı elde etmek isterler. Dünya için koşuşturur onun için
konuşurlar. Ehl-i dünyadan birisi muttali olunca adımlarını yavaşlatır, başını
eğer. Adam geçince yine eski haline döner.
Meselâ
adam, ihtiyacı için acele etmektedir veya oturduğu yerde ya da yürürken etrafı
gözetmektedir. Kendisine vakarlı, sakin, haşyetti bir gözle bakmalarını
istediği; hafif meşrep, etrafı gözetleyen hoppa biri olarak görmelerini
istemediği dünya veya din ehlinden birisi onu bu halde görse, hemen kendisine
çeki düzen verir, başını eğer ve vakarlı yürür. Etrafa bakınmaktan da
vazgeçer. Daha önce üzerinde bulunan bir vakar ve huşû‘ ile konuşur. Bu şahıs
ne Allah’ın büyüklüğünden ne de ahiret endişesinden ötürü haşyete
kapılmamıştır. Halktan birinin onu fark etmesinden ötürü sergilediği bir huşû’dur.
Bazı
dindarlar, ilim ve itaat açısından kendilerinden üstün olan dindarlarla oturup
kalkarak da riyaya düşerler. Çünkü bunu, falan âlimle oturup kalkıyor, beraber
dolaşıyor, denilmesi için yapmaktadır. Beraber bulunmakla da yetinmez, her
konuşmasında ondan söz eder vc sevdiğini gösterir.
Sana
müraîlerin düştüğü riyâ konularını ana batlarıyla a- çıkladım. Ancak bunlar
birbirlerinden farklılıklar arz ederler.
Bazıları
bunu yapmakla halktan saygı bekler. Bazıları saygının yanı sıra övgü vc adının
etrafa yayılmasını ister. Bazıları liderlik, şöhret, övülme ve ziyaret edilmeyi
arzular. Bazıları
Riya
melik ve sultanların yanında
arzularını tatmin etmek ister, yapmacık şehadette bulunur. Bazıları da
kendisine güvenilmesi ni ve bu güveni kötüye kullanıp mal ve hukuka tecavüz
et- - meyi arzular. Bu sonuncular en kötü fırkadır.
Dedim ki:
“Kulun
kendini kurtarabilmesi için, riyâya engel olan hususları açıklar mısın?”
Dedi ki:
“Riyaya
engel olmak ibaresi iki mânâya gelir: Birisi, riyâyı kabul eden vc ona dayanak
olan şeyi ortadan kaldırmak. İkincisi, riyâya çağırıldığında arız olan şeyi
kabul etmemektir.”
Dedim
ki:
“İkisini
de soruyorum. Ancak siz arız olan hususlarla başlayın.”
Dedi ki:
“Arız
olan şey ya düşman olan şeytandan ya da hevâ-i nefsden ileri geliyor. Çünkü,
düşmanın üç hatırı bulunmaktadır:
1.
Halkın bu
ameliyle onu gördüğünü hatırlatır veya görebileceği ümidini verir.
2.
Halkın
övgülerini kazanmaya teşvik eder veya tenkitlerinden kaçınma gayretine
girmesini söyler. Bir hatırla, hem halkın bildiğini hem de övgülerini
kazandığını bildirir.
3.
Riyâ ile
ortaya çıkan durumu kabul etmeye ve ona dayanmaya çağırır.
En güçlü insan, ilk hatır
geldiğinde halkın bilmesine önem vermeyip, Allah’ın bilmesini yeterli gören ve
hemen bunu reddeden insandır. İkinci derecede güçlü olan, halkın övgü veya
yergisine önem vermeyip reddeden ve Allah’ın övgü veya yergisine önem verendir.
Üçüncü derecede olan ise, teşvik veya korku heyecanından sonra, riyânın
getirdiği övgü veya yergiyi kabul etme teklifini reddedendir.
Dedim
ki:
“Bu
üç hatır anında arız olan şey nasıl reddedilir?”
Dedi
ki:
“Üçü
bir araya geldiğinde, bilerek ve nefret ederek reddetmelidir. Bilgi vc nefret
bir araya gelmezse riyâyı uzaklaştıramaz.
Dedim
ki:
“Bu
nasıl olacak?”
Dedi
ki:
“Eğer
riyâdan tamamen hoşlanmıyorsa, kalbini sağlam tutar, sonra daveti akıllıca
reddeder. O zaman bunun, ameli yok eden riyâdan arız olduğunu bilmez,
dolayısıyla ona dayanmaz ve onu hatırlamaz. Neticede bu hoşnutsuzluğunu,
kalbini sağlam tutmada kullanır. Çünkü riyâ duygusu, övülme ve dünyalık elde
etmeye, tenkit edilmeden korkutma vc çekin- dirmeye davetle gelir. O zaman,
övülme tatlılığı vc yerilme acılığı kalbi öyle kaplar ki, bunun ameli silip yok
ettiğini hatırlatacak duygulara yer kalmaz.
Meselâ
kul, sinirlendiğinde yumuşak olmaya niyetlenir. Allah’ın hoşnut olmadığı bir
şekilde karşılık vermek istemez. Öfkelenince bu duygu bütün kalbini sarar,
sinirlenmeyeceğine dair azmini unutur. Öyle ki kalbinde, o azmini
hatırlatabilecek boş bir nokta kalmaz.
Öfke
kalbini sardığı gibi, arzularını tatmin etme tatlılığı da kalbine dolar ve
Rabbi’nin zikrini unutur. Nitekim, Hz. Cabir şöyle demiştir: “Rıdvan ağacı
altında Hz. Peyganıber’le, savaştan kaçmamak üzerine bey’at ettik, ölüm üzerine
değil. Htmeyn günü bu bey’atimizi unutmuştuk, “Ağaç altına bey’at edenler!”
diye seslenince geri döndük. ”
Kalbin
şehvetle dolması ve halkın övgüsüne nazaran öfke, bir darbe gibidir.
Kul,
azmini ve daha önce kalbini toparladığında riyaya gösterdiği nefretini unutur.
Riyaya meyleder ve içinden atamaz. Bütün haram işler böyledir.
Ortaya
çıkıp riyâ olacağı hatıra gelmeyen her şey böyledir. Onu tanıya mayınca, ilk
nefret duygusu kaybolur ve kullanılamaz. Çünkü onu, kalbini toplayıp konsantre
olmak için kullanmıştı. Bir şey arız olunca, onu defetmek için kullanacaktı.
Tam ihtiyaç olduğu anda vc onu kullanacağı yerde terk etmiş oldu. Çünkü bu
nefret kulun ihlâsa azmettiğini, riyaya girmeden ondan kaçındığını gösterir.
Yani bu, Rabbi’ne yaptığı bir ibadette ihlâslı olup riyaya düşmeme azmidir.
Böylece işi yapmadan riyaya olan nefretini ileri sürmüş ki, işi yaparken onu
kullansın. Ancak, Allah'ın hakkını yerine getirmeyi unutarak onu zayi etmiş
olur. Bu bilgiyi kaybedince ilk nefretini de un utmuş olur.
Bazen
hatırlar, arız olan şeyin onu, ameli iptal eden şeye davet ettiğini bilir.
Bunun nehyedilen riyâ olduğunu anlar. Ancak hcvânın galip gelmesi vc havfın
azlığından ötürü, arzuları galip gelir. Onu reddedip nefret edemez.
O
zaman ya bildikten sonra onunla uğraşır ya da tevbeyi sonraya bırakıp riyâ ile
ameline devam eder. Meselâ adam, sadece halkın hoşuna gitsin diye bir konuşma
yapar, bu durumun farkına da varır ama, yine de konuşmasını kesmeyip devam
ettirir. Veya ilim meclisi ya da zikir meclisi gibi bir yere gider. Rabbi’ne
yaptığı ibadetle halkın övgüsünü kazanmak ister. Bunu bildiği halde vazgeçmez.
Bazen namazda gösteriş duyguları onu sarar, kendisi bunu hisseder ama yine de
sürdürür. Bir yere gitmeye veya konuşmaya veya bir iş yapmaya başlamadan önce
riyâ duyguları baş gösterir, o da bunu anlar, buna rağmen işe girişir vc
nefsini menetmez.
Riyâ
arız olduğunda adam bilmiyorsa, riyâya meyletme ve onu kabul etme anındaki ilk
hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmış demektir.
Riyâyı
bildiği halde hoşnutsuzluğunu ortaya koymayan kişi bu bilgisinden ötürü
sorumlu olur. Çünkü Allah ona hatırlatmış, uyarmış ve yol göstermiştir. O da
ameli silip yok eden riyâyı tanımıştır. Buna rağmen riyâya götürecek yollara
meyletmiş ve bildiği halde kabul etmiştir. Çünkü nefis ve arzulan ona galip
gelmiştir. Dolayısıyla bilmek ve hoşnutsuzluk, riyâya götüren şey ortaya
çıktığında ayrıldıkları için, herhangi bir yarar sağlamamıştır.
Hasarfdan
şu rivayet edilmiştir: “Kul, amelini ifsat edeceği şeyi tanıdığı müddetçe hayır
içindedir."
Bazılarına
yaptığı iş çok süslü görünür, dolayısıyla isabet ettiğini zanneder. Bazıları
da, bildiği halde arzularına mağlup olur.
Nefsin
hoşuna giden şeye davet eden duygu ortaya çıktığında, riyâya girmeden onu
tanımıyorsa vc hatırlatacak bir şey de yoksa, riyâya kapılır. Bu duygu ortaya
çıktığında onu tamsa, sonra arzularına mağlup ohıp kabul etse, onu nefretle
reddedemez. Riyâya davet eden şey ortaya çıktığında, onun riyâ olduğunu anlar
ve nefretini ortaya koyarsa ondan kurtulur.
Riyâdan
nefret ve kabulden kaçınmanın riyâyı ortadan kaldırabileceğine dair rivayetler
bulunmaktadır. Zaten mürid bundan fazla olandan sorumlu değildir. Allah da
bunun dışında bir şey yüklemez.
Riya
Hz.
Peygamber’in ashabının şu şikâyeti de buna delildir. Onlar Hz. Peygambere, “Ey
Allah’ın elçisi, bazen içimize öyle bir şey doğuyor, onu konuşmaktansa, gökten
yere düşüp yırtıcı kuşların . bizi yakalayıp parçalaması veya rüzgârın bizi
yüksek bir yerden aşağı atması daha çok hoşumuza gider.” Hz. Peygamber, “Gerçekten
bunu hissediyorsanız, işte bu apaçık imandır. ” buyurdu.”
Bu
vesvese demek değildir. Bu onların, gelen duyguyu kabul etmemeleri, ondan
hoşlanmamaları demektir. O kadar hoşlanmıyorlar ki, yükseklerden düşme vc
parçalanma pahasına bile onu dile getirmiyorlar.
Reddetme
ve hoşlanmama kişiyi Allah hakkındaki vesveseden kurtarıyorsa, riyadaki
vesveseden haydi haydi kurtarır. Çünkü büyük ve çok olanı savabilen, küçük vc
az olanı daha iyi savar. Her ne kadar riyâ büyük bir şey ise de Allah
hakkındaki vesveseden küçüktür.
Ebû
Hazım şöyle diyor: “Nefsinde olduğu halde nefsinin hoşlanmadığı şey sana zarar
vermez. Çünkü nefis senin düşmanındır. Ama nefsinde olan şeyden, nefsin razı
ise, o şey üzerine nefsi azarla, tenkit et!” Zeyd b. Eşlem de benzerini
söylemiştir. İkisi de gerçeği ifade etmişlerdir. Çünkü hoşlanmayıp kaçındığın
şeyi reddetmişsin demektir. Geriye şeytanın vesvesesi kalır. Nefis, karakteri
gereği, mücadele etse de zarar vermez.
Bu
mânâda Hz. Peygamber, İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadîslerinde, ashabına
şöyle hitap ediyor: “O duyguyu vesvese seviyesine indiren Allah’a hamd olsun.”IH
Dolayısıyla
riyâ ortaya çıktığında kişi onu tamsa, sonra ondan nefret edip ondan kaçınsa,
ondan kurtulur. Ancak nefretin yanı sıra kaçınma da olmalıdır. Çünkü riyâya
meyleden bazen
nefret
eder vc ondan ayrılmak ister. Kabul etmeye yanaşan ise onu reddetmekten
hoşlaıımayandır. Çünkü riyâ iki şeyle kabul edilir: Nefsin onu istemesi ve
arzuların galeyana gelmesi (şehvet). Bu ikisine zıt iki şey gereklidir. Nefret
(hoşnutsuzluk) şehvetin, reddetme (kaçınma) ise arzulamanın zıttıdır. O zaman
kul riyâdan kurtulur.
Dedim
ki:
“İsteyip
arzuladığım şeyden nasıl nefret edebilirim?”
Dedi
ki:
“Allah
senin karakterine bazı özellikler yerleştirmiştir. Meselâ, sana gelen ve zevk
aldığın şeyleri seversin. Bunun aksine hoşlanmadığın ve seninle uyuşmayan
şeylerden hoşlanmazsım O’nu sevmen için ayrıca akıl vermiştir. Sevgi
özelliğini uygunlukla yan yana koymuş, nefret duygusunu ise ihtilafla beraber
yaratmıştır. Şeytan dünyayı süsler, ahiretten alıkoy ar. Akılla beraber ilim,
kitap vc sünnet vermiş ki, ahireti süsleyip dünyaya dalmaktan alıkoysun, ondan
hoşlanmasın. Akıl için ilim, göz için lamba, ışık, güneş vs. mesabesindedir.
İçe
bir duygu doğduğunda nefis, onun halk açısından övülme vc yerilme derecesini
hemen anlar. Övülme yönünde ise istek ve sevgi duygusu hücuma geçer, yerilme
yönünde ise nefretini izhar eder. Bu duygular, düşmanın o duygu hakkın- daki
bilgiyi hatırlamasından nefret etmektedir.
Akıllı
bir kul ise, ihlâs gibi Allah’ın razı olduğu ve riyâ gibi nefret ettiği şeyleri
ve Allah’ın, onun doğduğu günden öleceği güne kadar hâl ve hareketlerini
bildiğini hatırlar. Bunu, Allah’ın, kalbine yerleştirmiş olduğu ilimle nefsine
hatırlatıp uyarması, onu heyecana getirir. Aklıyla meseleye yaklaşınca cehalet
karanlığının örtmüş olduğu ahireti ve Allah’ın o gün her şeye nigehban olduğunu
hatırlar. Bu durum, gözün lam- badarı yararlanarak kapalı odanın oluşturduğu
karanlığın örttüğü eşyayı görmeye benzer. Böylece ilimle hareket etmiş olur.
İşini sağlam yapan bir kul ise, düşmanın ortaya çıkardığı vc arzuların galeyana
getirdiği şeylerle, akıl vc Allah’ın verdiği ilimle mücadele eder.
Dedim
ki:
“Öyle
anladım ki, ilim vc reddetme ile bir araya gelen nefret riyâyı defeder. Bu iş
akıl ve Allah’ın verdiği ilimle, riyanın zararlarını ve ondan kaçınmanın
faydalarını hatırlayıp nefsi nehyetmeklc gerçekleşir. Bu ikisi ayrılınca riyâ
uzaklaştırıla- mıyor. Bu ikisini nasıl bir araya getirebilirim? Bu bilgi benden
nasıl uzaklaşıyor vc onu nasıl elde edebilirini ki, riyâ ortaya çıktığında
gitmesin? Riyanın kötülüğünü bildiğim halde nefretimi nasıl kaybediyorum da
kullanamıyorum? Bu seviyeyi nasıl elde edebilirim?”
Dedi
ki:
“Bilgi,
unutkanlık ve zikirden uzaklaşma ile kaybolur Zikir ise, muhasebe ve murakabe
yokluğunun yanı sıra ihtimam göstermemekten ötürü kaybolur. İhtimam gösterip
sakınırsa uyanır ve hatırlar, hatırlayınca da riyânın ortaya çıkışını anlar.”
Dedim
ki:
1
“İhtimam
vc sakınma nasıl elde edilir?”
Dedi ki:
“İnayetle..”
Dedim ki:
“İnayet nasıl elde edilir?”
Dedi
ki:
“İhlasın,
Allah’ın dünyada vereceği kalbî sevaplar vc rızâsı ile Cennefini bahşetme gibi
ahiret sevaplarını sağladığını; riyanın ise kalp katılığı ve pasını meydana
getirdiğini; ihlâslı amele en çok muhtaç olduğu vc Allah’ın gazabına arz
olunacağı günde, amelinin yok olmasının doğuracağı zararı idrak etmek ve
bilmekle inayet hasıl olur.
Bunlar
kalbinde büyük bir yer tutunca inayet hasıl olur. Kendisine inayet gelince,
Allah’ın emrine kıyaslayarak ihlâsa önem verir ve riyaya, meyledip Allah’ın
emrine karşı gelme işinden kaçınır. İhtimam ve kaçınma duygusu kalbini sarınca
onu uyandırır. Uyanınca hatırlar, hatırlayınca da anlar. Bu, hırsız misâline
benzer. Hırsız, gece, ev halkı uyurken, adamın evine girer. Eğer adam uyanır,
hırsız olduğunu anlar ve dövüşmek için dc hazırlığı varsa onu cezalandırır.
Karşı koyarsa üstüne gider. I Iırsız da evden bir şey alamadan kaçar. Eğer adam
uyanmazsa, hırsız evi soyar, adam farkına bile varmaz. Uyanmayan akıllı insan
da böyledir.
Dedim
ki:
“Bildiği
halde riyâdan nefreti nasıl kaybeder ve nasıl tekrar elde edebilir?”
Dedi
ki:
“Nefret
kaybolur. Çünkü, riyâ duygusu kalpte uyanınca övülme, acil bir menfaat elde
etme vb. hedeflerden ötürü, nefsin şiddetli arzuları galeyana gelir. Bunun
tatlılığı kalbe galebe çalar. Zira şehvetin karşısında nefret tutunamaz. Bunu
söndüren ve insan tabiatı gereği oluşan sevinç anında reddetme ve nefret
duygularını galeyana getiren şey şudur: Akıllı olan kul, aklıyla ahiret gününü
biraz düşününce, ihlâslı amele ihtiyacının olduğu bir günde amellerinin boşa
gittiğini, ihlâslı amellerin dışındaki amellerin kabul edilmediğini hatırlayıp,
o anda Allah’ın onun iç âlemine muttali olduğunu vc hoşuna
Riya
gitmeyen
şeyi kabul ettiğini görüp ona kızmasından ve kalbinin riyâyı kabul etmekle,
kalp kasveti ve pasını tevarüs etmesinden korkar. İşte bu korku dünya vc
ahirette çarpılacağı ceza korkusunu galeyana getirir. Bunu kabul edince, kalbe
işlemiş bulunan şehvet heyecanı, eczaya çarpılma acılığına mağlup olur.
Neticede aklıyla riyâya karşı koymuş, düşman ve hevâ-i nefsini reddetmiş olur.
İşte o zaman ameli halis olur.
Dedim
ki:
“Peki her insan bu mücadele ile
riyâyı defedebilir mi?”
Dedi
ki:
“Müritliğe
ilk başladığında bunu yapmalıdır. Çünkü müritliğin başlangıcı vc sonu vardır.
Şehvetin güçlülüğü, azmin zayıflığı, ihlâsa alışkanlığın azlığı ve riyâya
alışkanlıktan ötürü, başlangıçta güçlü bir ınücahede ve güçlüğe göğüs germek
icap eder.
Çünkü
zayıf yaratılan insan, çocukluğundan buluğ çağına kadar, sürekli dışarıya
karşı yapmacık hareketlerde bulunur. Arzuların güçlülüğü vc ihlâsa
yabancılığına rağmen, nefsini alıştığı şeyden alıkoyup o tür arzularını kırmak
isteyince, nefis karşı koyar vc zorluk çıkartır. Dolayısıyla nefsim
reddedinccyc vc ihlâsı huy haline getirip riyâyı ncfyedinceyc kadar, mücahcdc
vc zorluklara göğüs germeye devam etmelidir. İşte o zaman apaçık bir şekilde
Allah tarafından kalbine ihlâsın sevabı yerleşir. Sevdiği şeyden uzun zaman
alıkonulanca, nefis kırılır, düşman ümitsizliğe düşer, gaflet ve şehvet
anlarını gözetlemeye koyulur. Hcvâ-i nefsine mukabil gösterdiği mücahcdc vc
sabırdan ötürü, Allah da zafer ve yardımla ona yönelir.
İşte
o zaman hevâ-i nefsin davetçileri kırılır, arız olan şeyler zayıflar, kalp
güçlenir ve azim büyür. Riyâ belirtileri görülünce, fazla bir zorluk çekmeden
hızlıca onları reddeder.
Dedim
ki:
“Bazen
çok zor haller ve fitne verici sebepler ortaya çıkıyor. Duygular, kulun
kendini kurtaramayacağı derecede yoğunlaşıyor. Meselâ, büyük bir arzu ve
halktan herkesin ulaşamayacağı büyük bir iyilik böyledir. O zaman vesveseler
ağ gibi kalbi sarar. Bunlar nasıl reddedilir?”
Dedi
ki:
“Kul
böyle bir şeyle imtihan edilince Allah’ı, O’nun büyüklüğünü ve bu büyüklük
karşısında mahlûkatın küçüklüğünü, bütün iyiliklerin O’ndan geldiğini,
yaratıkların iyilik yapma güçlerinin olmadığını hatırlasın. Mahlûkatı küçük
görsün. Allah’ın büyüklüğünü hatırladıktan sonra, O’nun her şeye muttali
olduğunu da hatırlasın. İşte o zaman, rüzgârın bulutlan gökyüzünden dağıtması
vc yine rüzgârın kayalardan tozu alıp götürmesi gibi, duygular dağılıverir.”
Riyâ Duygusunu
Bertaraf Etmede İhlâsın Gücü
Dedim
ki:
“Arız
olan riyâdan hoşlanmayıp kabul etmediğim zaman kalbimde, İhlasın riyaya galip
geldiğinin vc nefsin tartışma ve isteklerine karşı daha güçlü olduğunun delili
nedir?”
Dedi
ki:
“Kulun
kalbinde, Allah’a ve kula karşı ilginin eşit olduğunu bilmiyor musun? Riyadan
hoşlanmayınca, Allah’a olan ilgiye bir de hoşlanmama eklenmiş olur. Dolayısıyla
ıkı unsur bir araya gelmiş olur. Nefsin mücadelesi ise bir unsur olarak kalır
ve bundan ötürü birincisi galip olur.”
Dedim
ki:
“Riyâyı
nefyeden hususlar sürat, noksanlık ve fazlalık açısından eşit midir?"
Dedi
ki:
“Hayır.
Bunlar dört kısımdır: Bir kısmı, azminin güçlülüğünden ötürü hızlıca riyâyı
nefyeder. Bir kısmı, onunla uğraşmaya koyulur. Bir kısmı, gelen hatırı
nefyeder. Düşman bu durumu görünce, ameli alıp götüren şeyden ümidini keser.
Ama namaz vb. ibadetlerinde eksikliğe neden olarak faziletini düşürme yoluna
gider. Onunla muhasamaya tutuşup reddetse, daha ihlâslı ve başarılı olacağını
düşünür ve mücadeleye girişir. Ancak bu uğraş onu, meselâ, namazında noksanlık
yapmaya götürür. Çünkü onunla mücadele etmekle emrolunmamıştır. O da bunu
yapmış ve reddetmiştir. Dolayısıyla mücadelesi mânâsız olduğu gibi, onu
namazından veya yapmakta olduğu diğer bir iyilikten alıkoymuş vc kalbini,
görevi olmayan bir şeyle meşgul etmiştir.
İkincisi:
Mücadele ve delile başvurmadan onu yalanla reddeden kimsedir.
Üçüncüsü:
İçinde bulunduğu nefret ve reddetme heyecanıyla, yoluna devam eder. Bu durumun
yalanlama (mücadele, muhasama vb. şeylerin) yerine geçtiği vc yeterli olduğunu
bilir. Dolayısıyla içinde bulunduğu ibadetten alıkonması için ne gelen hatırı
kabul eder ne de onun hakkında konuşur. İbadetine devam eder.
Dördüncüsü:
Kendisini riyâya götürecek bir hatırdan haberdar olmadan önce, bu hatırı
gidermesi durumunda, Rabb’in kendisine olan nimetlerinin artacağını bilen
kişidir. Kalbinde bu bilgi olduktan sonra, riyâya götüren davetçi ortaya
çıktığında, kalbi Allah’la meşgul ise, bu iştigal artar. İşinde gevşek davrandığı
bir anda bu duygu belirirse, nefretinden ötürü hemen zikir, fikir vc Allah’la
meşgul olmaya başlar. Riyaya davet eden şeye düşmanlığın faydasını görünce,
Rabb’in zikrine daha çok sarılır.
Bu
konuda Fudayl b. Gazvan'dan şu haber rivayet edilmiştir: Fudayl’a
“Falan
şahıs senden söz etti?” dediler.
“Ona
bunu emredene çok kızgınım?” dedi.
“Kim
ona emrediyor?” dediler.
“Şeytan.
Allah’ım onu affet. Onun hakkında Allah’a itaat ettiği için kızgınım.” (Yani
şeytan düşmanlık ateşini alevlendirmek istedi fakat Fudayl Allah’a itaat
etmekle bunu söndürdü.) Düşman onu bu halde görünce, dürtüleri azalır.
Onu
riyâya çağırdıkça kabul etmeyip hayırda ilerlemesinden hoşlanmaz. Çünkü onun
kabul etmeyip reddettiğini, bundan razı olmayıp riyâya davetten ibret alarak,
hayır ve zikirde ileri gittiğini bilir.
İbrahim
et-Teymî'den şöyle dediği nakledilmiştir: “Şeytan, kulu Allah’a isyân etmeye
davet eder, kul ona uymaz. Bundan iyilik çıkar. Sonra başka bir günaha çağırır
kul, yine uymaz. Bundan da iyilik doğar. Bunu gören şeytan onu terk eder.” Şu
söz de ona aittir: “Şeytan seni tereddütlü görünce senden bir şeyler ümit eder.
Zikir, fikir vb. şeylere devam ettiğini görünce uzaklaşıp gider.”
Yukarda
sayılan dört maddenin durumu şuna benzer. Dört adam bir hadîs veya zikir
meclisine katılmak isterler. Yolda oyalanma nispetinde meclisi kaçırmaktan
korkarlar. Veya cemaatle bir namaza ya da cuma namazına katılmak isterler.
Bunlardan biri dalâlet ehlinden bir şahsa uğrar, o şahıs gitmesine engel olmak
için alıkoyup durdurmak ister. Adam tartışmadan kurtulamayacağına inanır ve
tartışmaya başlar. Dalâlette olan da tartışmayı sürdürüp yapabildiği kadar onu
gideceği meclisten geç bıraktırmaya çalışır.
İkincisi
dc o şahsa uğrar. Onu da gideceği yerden alıkoymak ister. İkinci şahıs bunu
reddeder ama durup düşünmeye başlar. Dalâletteki şahıs İkincisini de durdur ab
il d iği kadarıyla durdurmayı kâr sayar.
Üçüncü
şahıs yürüyerek veya binekli bir şekilde o şahsa uğrar. Dalâletteki şahıs
üçüncüsünü de durdurmak ister. Ama diğer iki arkadaşının başına gelenleri
bilmektedir. Dolayısıyla ne durur ne de konuşur; yoluna devam eder.
Dördüncü
şahıs, diğer üç arkadaşının başına gelenleri bildiği halde ona uğrar. Sesini
duyunca yürüyor ise koşar; binekli ise bineğini kamçılar. Bunu, onu kızdırmak,
gideceği meclise tam olarak ulaşmak vc diğer arkadaşlarının durumuna düşmemek
için yapar. İlk üç şahıs ona düşmanlık ettikçe, o dördüncüsünü bırakıp onlarla
uğraşır. Çünkü dördüncüsü bu çağrıdan ibret alarak hızlıca iyiliğini artırmaya
koşar ve ondan kaçar. İşte ıhlâs sahiplerinin güçlü ve akıllı olanları
böyledir.
Dedim
ki:
“Bu
şahısları, hatır, çağrıda bulunmak üzere, arız olmadan önce ne dunundalar? Arız
olmadan önce, onu dikkat içinde bekliyor ve ortaya çıkınca hemen tanıyorlar mı?
Yoksa, Allah onlardan düşmanlarını savsın diye, onu düşünmeyip tevekkül ve
itaat içinde Allah ile meşgul mü olmaktadırlar?”
Dedi
ki:
“Alimler
bu konuda birbirinden farklı çok sayıda görüşler ilen sürmüşlerdir. Ancak
bunlardan sadece birisi isabetlidir. Basralılardan bir grup şöyle diyor: “Zayıf
olanlar ciddi bir korumaya muhtaçtırlar. Güçlü olanlar ise, kendilerini
Allah’a ayırmış, O’nun sevgisiyle meşgul olmaktadırlar. Dolayısıyla şeytan
onlara ulaşacak yol bulamamaktadır. Çünkü dünya sevgisini kalplerinden
çıkarmış vc ona Allah sevgisi, efendileriyle meşgul olma ve O’na yalvarma ile
değiştirmişlerdir. Şeytan onlardan elini çekmek zorunda kalmış, alçalmış vc
abidlerin kalbine içki, zina, adam öldürme gibi duygular konusunda kenara
çekildiği gibi, kenara çekilmiştir.
Şamlılardan
bir grubun görüşü de şöyledir: “İnancından ve tevekkülünün zayıflığından ötürü
korunmaya ihtiyacı vardır. Ama Allah’ın işlerinde ortağı olmadığına, mülkünde
O’nun dilemediği bir şeyin ortaya çıkamayacağına, ancak O izin verirse kâr veya
zarar göreceğine, şeytanın yaratılmış, zelil vc aşağılanmış bir kul olduğuna,
ancak Allah’ın izni ile duygu ve tuzakların ona ulaşabileceğine; Allah'ı
bilenin O’nun dışında binlerinden çekinmenin utancı ve tevekkül içinde O’na
dönmesi gerektiğine, başkasından çekinmenin, yakîn ve tevekkülde eksiklik
olduğuna inanan kimseye evlâ olan, Allah’a güvenmek ve O’na inanmaktır. Çünkü,
O’ndan başka ne zarar ne dc fayda veren vardır. Dolayısıyla ister düşman, ister
dost O’ndan başka kimseden çekinmez.
İlim
ehli bir grup ise, iki görüşün de yanlış olduğunu belirtmektedir.
Birinci
gruba göre, Allah ile meşgul olmak vc O’nu sevmek, korunması gereken şeyden
korunmayı sağladığı gibi, korunma emrine uymayı da sağlar. Çünkü, Allah, “Şeytan
sizin amansız düşmanmızdır; siz de onu düşman sayın.” (Fatır, 35/6)
buyuruyor. Başka bir âyette, zayıf ve güçlü ayırımı yapmadan, bütün insanlara
hitaben şöyle buyuruyor: “Ey âdetnoğullan! şeytan anne- babanızı
Cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin.”
(Araf, 7/27). Devamında, “Çünkü o ve kabilesi, sizin onları
görmeyeceğiniz yerden sizi görürler.” buyurarak, şeytan ve kabilesinden
sakınıp korunmaya teşvik etmiştir. Bir diğer âyette, “Ben senden önce
hiçbir resul ve nebi göndermedim ki, o bir temennide bulunduğunda, şeytan onun
dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın.” (Hac, 22/52)
buyurmaktadır. Onun için Hz. Peygamber, “Benim kalbim buğulanır.” demişti. I lâlbuki, O’nun şeytanı Müslüman
olmuş ve sadece iyilik emrediyordu. Sonra, Yüce Mevlâ resulüne şöyle hitap
etti: “Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına
dikkat et.” (Maide, 5/49).
Kalbi,
Hz. Peygamberden daha fazla Allah ile meşgul olan ve O’nu seven hiç kimse
yoktur. Bununla birlikte Allah ona mahlûkatın fitnesine karşı uyanık olmasını
emrediyor. Allah, 1 İz. Adem ve Hz. I lavva'ya Ceııncftc, nimetler yurdunda
bulunmalarına; düşmanın fakirlik korkusu, ağır bir belâ, isteklerini engelleme
vc bir mükellefiyet yükleme gibi bir yolla onları aldatmayacağı bir durumda
olmalarına rağmen -ki, bu durumu Allah şöyle ifadeye koyuyor: “Şimdi
burada senin için ne acıkmak vardır ne de çıplak kalmak. Yine burada sen susuzluk
çekmeyecek, sıcaklığın sıkıntısını çekmeyeceksin.” (Tâhâ, 20/118-119) onlara
şunu emrediyor: “Ey Adem! dedik, bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın
sizi Cennet’ten çıkarmasın, sonra yorulur sıkıntı çekersiniz.” (Tâhâ,
20/117). Eğer Allah birilcrini düşmanın elinden emin kılmak vc endişelerini
gidermek isteseydi, bunun Cennet’te Hz. Adem vc Hz. Havva için yapardı. Oysa
orada fitne olabilecek veya yasaklanan, bir ağaçtan başka hiçbir şey yoktu.
Kalbinde
vc organlarında sayılamayacak kadar fitne unsurları ve sayılamayacak kadar
aldatıcı dünya nimet ve arzularıyla karşı karşıya bulunan bizlerin hali nasıl
olacak? Onlar bir tek şeyle imtihan oldukları halde ayaklarını kaydıran düşmana
karşı kim emniyette olabilir ki, burası imtihanların, belâların ve fitnelerin
toplandığı bir yerdir. Nitekim Hz. Musa, “Bu şeytanın işidir.”
(Kasas, 28/15) demişti.
Allah
Kur’ân-ı Kcrim’de, birden çok yerde, düşmanla meşgul olmaktan onu sevmekten
nehyedip sakındırıyor. Bu emre ve sakındırmaya uymak gerekir. Ondan emin olmak,
aldanmak olduğu gibi Allah’ın emrine de uymamak demektir. Ondan emin olan vc
emredilene uymayana onun musallat olması kaçınılmazdır. Sonra Allah o şahsı,
ceza olsun diye, korumaz da.
Güçlülcrin
elinden kurtulamadığı düşmandan nasıl emin olunur? Zayıfların emin olma
düşüncesi, Allah’ın, “Ondan sakının ve ona düşman olun.” emrini
yerine getirmemekle birlikte, sadece bir aldanmadır. Nitekim, onun için, “Ogerçekten
saptırıcı apaçık bir düşmandır.” (Kasas. 28/15) buyruhnuştur. Kâfirlere
karşı cihad ederken takınılan tavrın, ona karşı da takı- nılması emredilmiştir.
“Ey iman edenler! İhtiyatlı davranın.” (Nısâ, 4/71) Hz.
Peygamber’e, bir grubun düşmana karşı, bir grubun da namaza duracağı korku
namazı emredilmiştir. Bu, Hz. Peygamber’in savaşta Allah’ı unuttuğu mânâsına
gelmez, ancak emre bir ittihadın Rabbi’nin emrine uyarak bu namazı kıldırın
ıştır.
Kâfirler,
gözlerin onları gördüğü, kulakların seslerini işittiği düşmanlardır. Kul
kendilerinden gafil olduğunda bir darbe alsa, yaşaması durumunda sevap alır,
ölürse şehit olur. Şeytan ise, Allah’ın da bildirdiği gibi, onun seni gördüğü,
senin onu görmediğin bir düşmandır. “O (şeytan) ve kabilesi sizin onları
göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.” (A’raf, 7/27). Öyleyse onun sana
galip gelmesi, senin ona mağlup olmandan daha kolaydır. İbn Muhayriz şeytanı
kastederek, “Seni gören vc senin onu
Riya
görmediğin
bir avcının seni avlaması an meselesidir!” der. Bu arada, eğer seni gafil avlar
da yapmak istediğini yaparsa ya günah alırsın, ya amelin boşa gider ya da
yaptığın işin fazileti azalır. ’ Allah yolunda savaşma ya da benzeri bir işle
meşgulken, riyâ veya benzeri yasaklanan iki duygu içine girmiş ve ölmüşsen, ya
Cehennemi boylarsın ya da Allah seni affeder. Bu iki düşmandan hangisine daha
çok dikkat edilmeli? Görmekte olduğun ve gaflet anında sana saldırsa ya sevap
alacağın ya da şehit olacağın düşmana mı, yoksa senin görmeyip, onun seni
gördüğü, dürtüsü dokunduğunda ya günah kazanacağın ya da amellerinin iptal
olacağı; o durumda Öldüğün zaman ise ya Cehcnnem'e gireceğin ya da Allah’ın
seni affedeceği düşmana mı?
Böylece,
“Allah’ın sakındırdığı şeylerden O’na itaat edip, emirlerine uyarak yüz
çevirmek Allah ile meşgul olmak demektir.” diyenlerin görüşünün yanlış olduğu
ortaya çıktı. Allah’ın emrini anlayan kimse için bu apaçıktır.
“Allah’ın
düşmanından korkmamak ve çekinmemek Allah’a inanma vc O’na tevekkül etme
babındandır.” diyen ikinci fırkanın görüşü dc yanlıştır. Çünkü, Allah’ın
dostları şeytandan çekinince, Allah’ın izni olmadan zarar veya fayda
verebileceğine inandıkları için çekinmemişlerdir. Ancak, Allah’ın izni olmadan
zarar veya fayda veremeyeceğine inandıkları halde, Allah’ın emrine itaat olsun
diye çekinmişlerdir. Allah seni koruyunca çekinmekte bir sıkıntın olmaz.
Çekinmenin terki hizlandandır; devamı ise Allah’ın korumasındandır. Çünkü
çekinme devam ettikçe kulun onu kabul etmesine perde çekilir. Öyleyse çekinen
kişinin tevekkülü nasıl noksan olabilir? Çekinmek, Allah’ın koruması vc kula
olan en büyük nimetidir.
Allah’ın,
“Korkun.” dediği şeyden korkmak, nasıl O’nun emrine karşı gelmek oluyor?
Çekinmek, Allah’ın hoşuna gitmeyen her şeyden kurtulmak demektir. Çünkü, kul
Allah’ın,
“Sakının.”
dediği şeyden sakınmayınca, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylere meyletmiş olur.
Öyleyse sakınmak, Allah’ın, “Sakının.” dediği şeyden sakınmayı terk etmekten
sakınmaktır. Aksi takdirde Allah’ın emrini yerine getirmemiş olur. Sakınmanın
zıddı, emniyet ve gaflettir. Emniyet vc gaflet ise, Allah’ın emrine uymayı
terk etmektir. Ancak bununla Allah’ın emrine uyarlar. Dolayısıyla O’nun emrine
uyarak sakınmaları Allah’ın yardımmdandır. Yoksa şeytanın zarar veya fayda
verebileceğine inandıklarından değildir. Allah’ın emrettiği gibi itaat ederler.
Hz.
Peygambere emredilen korku namazı, O’nun ve mü’minlerin kâfirlere karşı tedbir
almaları içindir. Onun için Yüce Allah, “Onlara karşı gücünüz yettiği
kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (Enfâl,
8/60) buyurmaktadır. Hz. Peygamber iki zırh giyindi, mü’minler kalkan aldı ve
kendilerini koruyacak bekçiler görevlendirdi. Hendek kazıp bir ay şehri
müdafaa etti. Bunların hiçbiri ne O’nun ne dc mü’minlerin inancından ve
tevekküllerinden bir şey eksiltmedi. Çünkü onlar, ancak Allah’ın takdir ettiği
şeyin olabileceğini gayet iyi biliyorlardı. Bütün bu işler onları Allah ile
meşgul olmaktan da alıkoymuyordu. Ancak O’nun emrine uymak sevdiği ve irâde ettiği
şeyi yapmak için bunları yapıyorlardı.
Aynen
bunun gibi, görmediği vc kâfirlerin tuzaklarından daha yaman tuzak kuran
düşmandan sakınan kişinin sakınması, müminlerin, Allah’ın emrine uyup O’na
itaat etmesi gibidir. Bu Allah’a tevekküldür. Bu sakınma, Allah’ın dışında
şeytanın herhangi bir şeye sahip olduğunu reddetmenin yanı sıra, emrettiklerini
yerine getirmektir. Sakındırdığı şeyden sakınınca, O’na güvenme ve hüsnüzan
beslemenin yanı sıra, O’nun dışında kimsenin kâr veya zarar veremeyeceğine, yardımının
güzel olduğuna, düşmana karşı onu güçlendirdiğine ve fitnesinden korktuğuna
inanmış olur.
Öyleyse,
Allah’a inanarak enirine uyan kimsenin inancı ve tevekkülü eksik olmaz. Aksine,
kâmil inanca varma iddiasıyla emrine uymayan kimse, zayıf inançlıdır. Bu son
görüş, kitap ve sünnete uyanların görüşüdür.
Dedim
ki:
“Şeytandan
nasıl sakınılır; saldınya geçeceği zamanı gözetleyip beklemekle mi, yoksa
gözetlemeden sakınmak şeklinde mi?”
Dedi
ki:
“Allah’ın
emrine uyarak, sakınmaları ile boyun eğen grup, bu konuda ihtilafa düşmüş ve
sadece birisi isabetli olan üç görüş ileri sürmüşlerdir. Onlardan bir grup,
madem Allah görmediğimiz biriyle mücadele etmemizi istemiş, bizi ondan
korkutmuş, bize galip gelmesinin felâket olduğunu bildirmiş ve kalbimizde ondan
sakınma dışında ona galip gelecek ve onu durduracak bir şey bulunmamaktadır,
öyleyse fitnesini ne zaman ortaya atacağını beklemeliyiz.” derler. Çünkü
onunla meşgul olmamak unutkanlığı, unutkanlık, bilmeden dürtülerini kabul
etmeyi doğurur. Bu da felâkete götürür.
Bu
gruba göre, şeytan ne zaman kötü duyguları uyaracak diye kalp, beklemede
olmalıdır. Bunu, gaflet anında yakalanıp o duyguyu kabul etmek vc neticede
bilmeden helâk olmak istemedikleri için yapmaktadırlar.
Diğer
bir grup bunun yanlış olduğunu ileri sürer vc şöyle der: “Çünkü bu durumda
şeytanı gözetlemekle meşgul olmuş oluruz. Hâlbuki bize bu emredilmemiştir.
Zaten şeytanın bir isteği dc budur. Aksine kalbimizi sürekli ahiret zikri ve
gaflet anında bizi yakalayıp zikrimizi bozması endişesinden ötürü
karşılaşabileceğimiz durumlarla meşgul etmeliyiz. Böylece ahiret zikrini terk
etmeyeceğimiz gibi, sakındınldığınıız şeyi de unutmamış oluruz. Kalplerinde
Allah’ın zikri ve şeytanın vesveselerini hatırlama gibi birbirine zıt iki durum
oluşturur. Ahiretten bir şey hatırladıklarında, bir fitne çıkarıp kalplerinde
Allah’ın zikrini izale eder veya Rabb’lerine arzu duyduğu günde amellerini
iptal edecek şeylere yöneltir endişesiyle, hemen düşmanını da hatırlarlar.”
ilim
ehli olup doğru yolda olan bir grup da yukarıdaki iki görüşün yanlış olduğunu
söyler ve şöyle derler: “Birinci grup, kalplerinden Allah’ın zikrini çıkarmış,
şeytanı hatırlamayı bir ibadet telakki etmişler. Yanlış olarak Allah’ın
zikrinden daha çok şeytanın zikrini kalplerine yerleştirmişlerdir. I lâlbuki,
biz, zikirden ve amelden gafil olmaktan sakınmakla emrolun- muşuz. Zikir terk
edilince, düşman istediğini elde etmiş olur. Zikretmeyen kalbe gelen duyguyu,
kalp hemen kabul edebilir. Çünkü, ne ahiret zikrinden neşet eden nura, nc de
Allah’la meşgul olmaktan doğan güce sahiptir. Sizler, vesveseleri reddetme
konusunda cn zayıf kalpleri ahiret zikrinden boş kimselersiniz. Kaldı ki,
sizler, şeytanı sürekli gözetmekle ve hatırlamaya devam etmekle emrolunınuş
değilsiniz.
İkinci
grup da bazı noktalarda birincisine katılmaktadır. Çünkü Allah’ın zikri ile
şeytanı hatırlamayı eşit bir seviyede tutarlar. Sanki, bununla emrolunmuşlar
gibi...
Ne
güçlü ne dc zayıf kimselerin, böyle veya buna yakın bir şey yaptıklarına dair
bir bilgiye sahip değiliz.
Çünkü
Allah kullarına, kendisine ibadet etmelerini emretmiştir. Fitne anında ise
sakınmayı emretmiştir.
Allah’ın
dostları ve kullarından ihlâslı olanlar Rabb’lerinin ve sevdiği şeylerin
zikriyle meşgul olup düşmanı hatırlama ve onunla meşgul olmayı terk ederler,
kalpleri, gözetmeden vc onunla meşgul olmadan. Allah’ın sakındırdığı şeyden
sakınır.
Allah’ın
inayetiyle, düşman ve onun çıkaracağı fitne korkusundan kurtulmakla, sakınma
kalbe yerleşir. Sonra düşmanı anma ve onunla meşgul olmayı terk ettiği halde,
bu durum, Allah’ın zikri ile meşgul olmaya engel olmayacağı gibi, düşman kötü
duygular ortaya çıkarınca, heyecan ve kın duygusunun coşmasına da engel olmaz.
Bu
durum, dünya işlerinde olduğundan daha fazla bulunmaktadır. Bir kimse, uykusu kaçacak
endişesiyle uyursa, kalbine hakim olan bu endişeden ötürü, vakitsiz bir zamanda
uyanır.
Aynen
bunun gibi, düşman endişesinin, Rabbi’nin zikriyle meşgul olan -ki bu zikir
aklın fonksiyonlarını iptal etmemektedir- kimseyi uyandırması ve hatırlatmada
bulunması kaçınılmazdır.
Düşmandan
sakınmanın, aklî fonksiyonları iptal olmayan (uyanık olan) şahsı uyandırması,
eğer Rabbi’nin zikriyle meşgul olup düşmanla meşgul olmayı terk etmişse,
evleviyetle gerçekleşir. Çünkü, sürekli zikir yapmadan, sadece sakınma uyuyanı
uykusunda uyandırabilmektedir.
Bir
duygu ortaya çıkınca onu hatırlar ve onu daha güçlü bir şekilde reddeder.
Çünkü, Allah'la meşgul olan bir kalple onu karşılamış, bu meşguliyetin nuru
galip gelmiş, hevâ-ı nefs ölmüş, akıl güçlenmiş, cehalet, ilmin aydınlığıyla
uzaklaştırılıp koyulmuştur. Dolayısıyla gelen duygu kolaylıkla reddedilir.
Şeytandan
gelen duyguları gözetmek için, kalbini bütünüyle veya bir kısmıyla boşaltan
kişinin durumu ise şuna benzer: Adam kirlenmiş bir kuyunun suyunu boşaltmak
ister. Kuyu da bir menfezle, akan bir suya bağlıdır. Adam suyu çektikçe akıntı
yine doldurur. Böylece, suyu çekip bitirmek için günlerini harcar. Ancak bir
türlü kuyuyu kurutamaz. Kalbi Allah’la meşgul olan kişi, su akıntısına set
çekmiş demektir. Su akınca bu set, kolaylıkla engel olur.
Böylece
kuyuyu pislikten temizler, üstelik fazla bir zorluk da çekmez. Allah’la meşgul
olan da, gelen duygulan, Rabbi ile meşgul olan kalp nurunun kuvveti ve azmi
kolaylıkla reddeder.
Bu
fırka Kur’ân, sünnet ve salihlere uymuştur. Kötü duyguları defetmekte güçlü,
eksiklik ve kandırılmadan uzaktırlar. Düşmanla meşgul olmadan, kalplerine
sakınma hakim olmuştur. Allah’ın dışında olan herhangi bir şey onları
korkutmaz. Sadece O’na itaat eder, O’na tevekkül eder ve O’nun emrine uyarlar.
Allah’la meşgul olmaktan uzaklaşmaz, şeytanı hatırlamak ve onunla uğraşmaktan
yüz çevirirler.
Kötü
bir duygu baş gösterince uyanıktırlar. Allah’la meşgul olma kuvvetiyle, onu
kolaylıkla reddederler. Böylece selâmete çıkar, Allah’ın emrine uyar ve
istikamete ulaşırlar.
Şeytandan Sakınırken
Hata Yapmak
Dedim
ki:
“Bir hatırı reddederken hata
yapılır mı?”
Dedi
ki:
“Sakınma, emniyet vermeyip faydalı
olursa hata yapılmaz” Dedim ki:
“Sakınma nasıl emniyet verir?”
Dedi
ki:
“Riyadan
korunman için seni, ameli terk etmeye davet e- der. Ameli terk etmede ona itaat
etmesen, bu ameli boşa çıkarmak için riyâya davet eder. İkisinde de boyun
eğmezsen, “Sen riyakârsın, ameli terk et.” der. Öncelikle arzuladığı ameli terk
etmeye yönlendirmek ister. Onun sakındırmasına cevap
Riya
vermeyince,
ondan emin olma durumu hasıl olur. Sen de ondan emin olursun. I lâlbuki, onun
zarardan sakındırırken, seni amelin sevabından mahrum ettiğini anlayamazsın. Bu
amelinle ihlâsı istemiştin, fakat ameli terk ettiğin zaman Allah için ihlâsla
yaptığın bir şey kalmıyor.
Çünkü
ihlâs, amel edip riyadan sakınma ve riyayı amelinden çıkarıp atmandır. O zaman
bu amel Allah katında sana ait olur. Zira ihlâs, ameli terk etmen dernek
değildir. Müridin görevi amelinde ihlâslı olmaktır. İhlâslı olacağım diye ameli
terk ederse Allah’a ihlâslı amel etmemiş, aksine, ameli terk etmiş olur.
Meselâ, adam kölesine buğday verip “Bunu al elekten geçirerek arpa, külçür ve
benzeri şeylerden ayıkla, temizle.” dese veya külçe gümüş verip “Bunu potada erit
saf gümüş haline getir.” dese, o da buğday veya gümüşü, teni izleyemem
endişesiyle atsa, efendisine iyi bir iş yapmış olur mu?
Kısacası
adam, ihlâslı olamam endişesiyle ameli terk edince, ihlâs açısından aldanmış
olur. Çünkü ihlâs tahlisten farklı bir şeydir. Tahlis, iyi ile kötüyü, hakla
bâtılı ayırmaktadır. İhlâs ise, iyi vc gerçeği, kendilerine benzeyen bütün
şeylerden ayrı olmasıdır. Dolayısıyla Allah için yapılan ibadetlerde tahlis şudur:
Gelen kötü duyguları nefyetme, riyayı kabul etmeme ve ihlâsa inanmadır. O zaman
amel riyadan ayrıldıktan ve riyanın kendisiyle karışmasına engel olunduktan
sonra halis olmuş olur. Potada eritilip saflaştırıldıktan sonra gümüş,
ayıklandıktan sonra buğday da böyledir.
Riyâya
girme endişesiyle amelini terk etse bile şeytandan itiraz gelebilir. Yerin
dibine de gizlense tamamıyla kurtulamaz. Üstelik amelden de mahrum olmuş olur.
Çünkü iyi bir şey konuşmak istese, “Riyâya girmemen için susman gerekir.” der,
o da susar. O zaman da, “I laik diyor ki, ihlâsı elde etmek için susuyor! Kaç
buradan!” der. Şayet kaçarsa, şu sözlerle karşısına dikilir: “I laik, riyâ ve
şehvet endişesiyle kaçtı, diyor!” Yer altında bir dehlize girse, o zaman da
kalbine kaçma ve yalnız kalma zevki dolar. İhlâsı elde etmeye çalışan kişiye
halkın saygı gösterdiğini bilmesi, onu ihlâsı aramaya sevk eder. Kısaca ancak,
mârifet, hoşnutsuzluk ve kaçınma ile bundan kurtulabilir.
Bâtıl ve Gerçek
Arasındaki Fark
Bâtıla
ve hakikate çağırma arasında fark vardır. İçinden bir ses, “Sen riyakârsın.”
derse, bakacaksın: Eğer, aklın ve amelin açısından bu sesten hoşlanmadığın,
karşı koyup reddettiğin halde düşman sürekli dürtüyor ve nefis mücadele
ediyorsa, bunun düşmandan gelen batıl bir çağrı olduğunu bileceksin. Gayesi,
seni yapmakta olduğun amelinde veya yapmak üzere olduğun iyiliğe başlamaktan
alıkoymaktır.
Buna
benzer başka bir hatır içine doğsa, nefsine dönersin. Şayet bu konuda azimli,
halkın övgüsünü temenni eden bir kalp ve hevâ-ı nefse karşı koymayan bir akılla
karşılaşırsa, riyâya inandığından dolayı, bunun Allah’tan bir ikaz olduğunu
bilecek, hemen pişman olup istiğfar edeceksin.
Güçlü
vc saf bir niyetle ameli iltizam edip nefse karşı koyunca vc Allah için ihlâsa
sarılınca, halk bilmese bile, Allah’tan lıayâ ettiğin için bu ameli yaptığın
açığa çıkmış olur. Çünkü nefsin, halkın övgüsünü almak için boyun eğmiş ve
Allah’ın murat ettiği şeyden yüz çevirmiştir. Böylece bu işe dönmemek üzere
pişmanlık duyup istiğfar ettikten sonra, nefsinde bu gücü bulursan ameline
devam edersin. Eğer kalbinde bu gücü bulamazsan, ve halkın övgüsü için işe
başlamış ise, nefsine Hakk’ın irâdesine değil, halkın övgüsü için boyun
eğdirdiğinden ötürü, Allah’tan utanarak ameli terk etmelisin.
Riya
Eğer
ilk önce Allah için amele başlamış ve sonra bundan meyletmişsen, bu eğriliğini
gider, pişman ol, ilk niyetine geri dön vc Allah'tan utanarak ameline devam et.
Çünkü O’nun övgüsünü başkalarının övgüsüyle değiştirdiğini görmektedir. Sanki
halk O’ntınla beraber senin vicdanına muttali oluyormuş gibi... Eğer muttali
olsalardı, amelinle onların övgüsünü kazanma gayretinden ötürü, sana
kızmalarından endişe ederdin. Öyleyse ne bir fayda ne de bir zarar
getiremeyenlerden değil, sana vc kalbinde geçen bütün gayelere muttali olan
Allah’tan utan. Şayet sana muttali olsalardı onlardan daha çok korkardın. Öyle
ise ondan daha çok utanmalısın.
Eğer
Allah’tan daha çok utanma ve nefsini terbiye etme gayesiyle amelini
artırabilirsen artır. Allah rızâsı için yaptığın bir amelden sana riyâ duygusu
arız olursa, riyakâr sayılmazsın. Ancak bu duygu, güya riyâdan sakındırma
gayesiyle “Kurtulmak için ameli terk etmelisin.” der. Bu düşman vc hevâ-ı
nefsin vesvesesidir. Seni riyâdan sakındırmak için bir hatır zuhur etse vc
amelini, riyaya düşmeme endişesiyle, halis bir şekilde tamamlamanı emretse, bu
duygu Allah’ tan gelmiştir.
Dedim
ki:
“Riyâ
duygusunun doğduğu zaman ve mertebeler ile bu zaman vc mertebe
değişikliklerinden biraz söz eder misin?
Dedi
ki:
“Bir
riyâ duygusu vardır, onda riyâ olacağına ihtimal verilmeyen bir amelde ortaya
çıkar. Ancak bu amelle insanların gözünde büyük görünme vc övgülerini kazanma
temenni edilir. Savaşa katılma, ilim elde etme, iyilikte bulunup yücelme,
sıla-ı rahimde bulunma vc bir şeyler verme gibi...
Bir
riyâ duygusu vardır, kişi amele başlamadan önce sadece riyayı düşünür ve halkın
övgüsünü bekler, ne bir sevap ne de ihlâs düşünür.
Bir
riyâ duygusu vardır, kişi amele başlamadan önce riyayı düşünür; bu amelden
sevap beklemez. Ancak hem ihlâsı hem de riyayı hatırlamasına rağmen, gafletle
hareket ederek ihlâsa niyetlenmez ve riyadan korkmaz. Zorlanmadan ihlâsı
hatırlar ama ona yönelmez.
Bir
başka riyâ duygusu vardır, amele başlamadan önce onu kabul edersin, riyâya
yönelirsin. Ancak riyâyı hatırlar vc içinden bir sıkıntı duyarsın; bir günahın
günah olduğunu bildiğin halde, terk etmeye götürmeyecek bir sıkıntıyla o günahı
işlemen gibi... Bu sıkıntı da, günahsız kalmaya olan isteğin doğurduğu bir
sıkıntıdır. Bir günaha alışıp ona devam eden adam gibi. Yaptığı işin neticede
helâka götürücü olduğunu bildiğinden üzülmektedir. Ancak yine dc yapmaktadır.
Örneğimizdeki kişi de riyâya bağlamış, onu istemektedir. Ancak ondan kurtulmak
da hoşuna gider.
Fakat
hevâ-ı nefsi galip gelmiş, korku ve endişesini alıp götürmüş ve nefisle
mücadeleyi çok ağır bir iş olarak göstermiştir. Bu son örnekteki şahıs,
evvelkilere nazaran daha çok riyâyı kökten sökebilir. Bundan ötürü bir sıkıntı
vc vehim de duymaz.
Bir
duygu vardır, amele başlamadan önce riyâya davet eder. Ancak Allah’tan bir
uyarma duygusu ve sevap gayesi de taşımaktadır. Yani hem Allah rızâsını hem de
halkın övgüsünü beklemektedir. (Bazen Allah’ın irâdesini bazen dc halkın övgüsünü
öne çıkarır.)
ikinci
bir duygu vardır, riyâya çağırdığını hatırlar, onu tanır, hiçbir sıkıntı
çekmeden ona bağlanır, aynı zamanda sevap da bekler. Bir başka duygu vardır,
riyâyı hatırlatır, Allah’ın irâdesine yönelir. Ama sıkıntı çeker, bundan
kurtulmayı vc günah işlememeyi arzular. Allah rızâsı için yapmaya niyetlendiği
amele başlamadan önce üçüncü bir duygu ortaya çıkar, ihlâstan sonra riyâya
yönelir, sonra bunsuz amele başlar. Allah için amele başladıktan sonra dördüncü
bir duygu vardır ki; riyâyı kabul eder. İhlâsla amele başlamasına rağmen,
amelde artırmaya giderek riyâya girer.
Meselâ,
niyetlenmediği halde aşırı bir huşû‘ duyar. Hâlbuki riyâ duygusu oluşmadan
bunu yapmazdı. Namazda sesini yükseltir veya hüzünlü olur, sesini güzelleştirir
veya niyetlendiğinden daha fazla Kurân okur. Secdeleri, rükûları uzatır,
ta'dil-i erkâna daha çok dikkat eder. Rükû’dan sonra ve iki secde arasındaki
duruşu uzatması, ellerini kaldırması bir eliyle diğer elini tutuşu da böyledir.
Bir
diğer duygu, ihlâsla amele başladıktan sonra belirir. Yaptığı amelle halkın
övgüsünü kazanmak ister, ancak amelinde güzelleştirme vs. gibi bir yola
müracaat etmez.
Bir
başka duygu, amel bittikten sonra ortaya çıkar. Övgülerini kazanmak için
bulunduğu durumdan söz eder.
İbn
Mes’ud, bir adamın, “Dün gece Bakara sûresini okudum.” dediğini duyunca, “Bunu
söylemek elde ettiğin sevaptır.” demiştir. Hz. Peygamber, “Sürekli oruçluyum.”
diyen kişiye, “Ne oruçlusun, ne de iftar etmişsin.”11'
buyurmuşlardır. Bazıları, adam söylediği için, bazıları da sürekli oruç
tutmanın uygun olmamasından Hz. Peygamber, böyle buyurdu demişlerdir.
Bir
diğer duygu da amelinden söz etmek istemeyen kişide olur ki, amelinden ötürü
dışa vuran durumlarla olur. Vücûdun halsizliği, benzin sararması, ses
kısıklığı, dudakların kuruması, tükürüğün katılaşması, gözyaşlarının izi,
gözlerin süzülmesi,
1,7
Müslim, Siyanı, 196, 197; Ebû Dâvûd. Siyam, 53; Nesei,
Siyam, 71, 72; İbn Mâce, Siyam ,28.
halk
arasında esneme vs. Adam, yaptığı ibadete işaret olarak, görsünler diye bunu
ister vc bundan hoşlanır. Tevbe ve üzerinde ortaya çıkan hallerden ötürü
övülür. Bazen bu duygu, üstü kapalı konuşma ile kendini gösterir. Çünkü, açıkça
söylediğinde riyakâr zannedilmesi tehlikesi hoşuna gitmez. Yaptığı işi
bilmeleri ve övmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla yermeleri değil övmeleri
hoşuna gider. Onun için yaptığını açıkça söylemez, üstü kapalı söylediğini
anlamalarını ve Allah için yapıp güya gizlediği amelinden ötürü övgülerini
almayı ümit eder. Açıkça söylememiştir, ancak imalarda bulunmaktan da kendini
alamamıştır. Evet, bu duygu böyle ortaya çıkar ve adam onu kabul ederek ona
göre davranır.
Bazen
nc açıkça ne dc imalı söylemez. Dış görünüşün a- mele işaret etmesi dc hoşuna
gitmez. Ancak, halkla karşılaşınca, ihlâsla Allah’a yaptığı amelden Ötürü
saygı duyma, önce kendisine selâm verilmesi vc tebessümle karşılanma hoşuna
gider. Onun nazarında cn iyi arkadaş Rabbi’ne yaptığı ibadetten ötürü
kendisine saygı gösteren; en adisi ise, ibadetini bildiği halde saygıyı terk
edendir. Saygı göstermeyene karşı ciddileşir, onu kınar; saygılı olana ise
yakınlık gösterir ve kendisi halkın da bildiği bazı hususlardan ötürü onu yüceltir.
Niyeti, onların yanında da bir yer edinme noktasında sabitleşmişti!'.
Bir
diğer riyâ duygusu ise, bir şey isteme, selâm verince saygıyla selamın geri
çevrilmesi, bir şey alınca ucuza sayılması vb. durumlarda ortaya çıkar. Adam
buna meyleder, kendisine bu şekilde davranılması hoşuna gider ve onlardan bunu
bekler. Böyle davranmayanı istiskal eder. Böyle davrananın kendisine ikram
edeceğini bildiğinden, alış veriş ve benzeri konularda bilerek ona gider ve bu
işten hoşlanır. Yaptığı ibadet, iyilik ve salıh hallerinden ötürü ihtiyaçlarını
karşılamayanları ahmak sayar. Ve bu düşünce tarzının amellerini yok edip
götürdüğüne inanmamaktadır.
Riya
Hz.
Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah kıyamet günü çok Kur’ân okuyup
çok ibadet eden bazı insanlara, “Size eşyanın fiyatı düşürülmedi mi? Önce size
selâm verilmedi mi?’ ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı?” buyurur. Başka bir
hadîste, “Size herhangi bir sevap yoktur, siz karşılığını yeterince aldınız.”
denilmiştir.
İbn
el-Mübarek, Vehb’den şunu aktarmaktadır: “Seyyahlardan biri arkadaşlarına
şöyle der: “Biz isyana girmeyelim diye ailemizi vc malımızı terk ettik. Oysa
ben, mal ve aileleriyle beraber olanlardan daha büyük isyanlara dûçar
olacağımızdan korkuyorum. Çünkü biz dindarlığımızdan ötürü şahıslardan saygı
beklemekte, ihtiyaçlarımızın karşılanmasını gözetlemekte, bir şey satın
aldığımızda fiyatının düşürülmesini arzulamaktayız. Onun için endişeliyim!”
Bunu duyan padişah, büyük bir halk topluluğu ile onu ziyarete gelir. Dağlar,
ovalar insanlarla dolar. O seyyah, “Bunlar kim?” diye sorusuna “Padişah seni
görmeye geldi.” cevabını alır. Hemen kendisine yemek getirilmesini emreder.
Süt vc nohut, diğer bir rivayette zeytinyağı vc ağaç özü getirirler.
Avurtlarını şişire şişire, aşırı bir şekilde yer. Padişah, “Nerede sözü
ettiğiniz adam?” deyince, “İşte budur.” cevabını verirler. Padişah,
“Nasılsın?” der. Seyyah, “İyiyim.” cevabını verir. Padişah, “Bu halde iyi olunmaz.”
diyerek çekip gider. O zaman seyyah, “Beni tenkit ederek yanımdan ayrılmanı
sağlayan Allah’a hamd olsun.” der.
Böylece
Allah için amel edenler, işledikleri amel kendileri ile Allah arasında kalsın
diye, başkasını aldatır. Gayeleri kıyamet günü üstün olmaktır. Kötülük
yapanlar da, salih amel işledikleri hissini vermek için başkasını aldatırlar.
Riyanın En Küçüğü ve
En Büyüğü
Dedim
ki:
“Riyakârların
yaptığı en büyük riyâyı, yani Allah katında riyânın en büyüğünü anlatır mısın?”
Dedi
ki:
“Allah
katında en büyük riyakâr, kendisi yalancı ve şüphe içinde olmasına rağmen,
imanıyla riyakârlık yapandır. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de birden fazla
yerde söz ettiği münafıklar böyledir. Allah onlar için şöyle buyuruyor: “Onlar
sizinle karşılaştıklarında, “İnandık.” derler, kendi başlarına kaldıklarında
da, size olan kinlerinden dolayı, parmaklarının uçlarını ısırırlar.”
(Al-ı İmran, 3/119). “İnsanlardan Öyleleri vardır ki, dünya hayatı
hakkında söyledikleri setlin hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana
(samimî olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, kasımların en yamanıdır.
Dönüp gitti mi, yer yüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip
nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara,
2/204-205). “Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın peygamberisin, derler.”
(Münafikûn, 63/1). Sonra Allah onları yalanlıyor. Çünkü söyledikleri, gerçekte
kalplerinde olan değildir. Allah onların, “Sen peygambersin.” şeklindeki
sözlerinde gerçekçi olmadıklarını bilmektedir.
Ayrıca
onlar için Allah şöyle buyuruyor: “Namaza ancak üşenerek gelirler.”
(Tevbe, 9/54). “Onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar,
insanlara gösteriş yaparlar.” (Nisa, 4/142). Tefsiri, Allah için
yapmadıklarından dolayı üşenirler, şeklindedir. “Yazıklar olsun o namaz
kılanlara ki, onlar namazlarını ciddîye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır.”
(Mâûn, 107/4-6). İnanmazlar. Ancak başkaları onların farzlara inandıklarını ve
bu farzları yerine getirdiklerini zannetsin diye yaparlar.
Dedim
ki:
“Bunlardan sonra kim gelir?” •
Dedi
ki:
“Bunlardan
sonra ve bir derece evvel olanlar her ne kadar Allah katında büyük günah ise
de, Allah'ı Rabb olarak tanımalarına ve ibadetlerin kendilerine farz olduğunu
bilmelerine rağmen, farzlarla gösteriş yapanlardır. Meselâ zekâtı ele alalım:
İnsanlar, zekâtı vermedi diye tenkit ederler endişesiyle adam, başkasında olan
malının zekâtını verdirir. Oysa Allah bilir ki, elinde olsaydı zekât
vermeyecekti. Veya başkası zekâtını vermediğini anlar da onu hesaba çekerler
endişesiyle zekâtı verir. Oysa Allah biliyor ki. kulların tenkidinden
kaçabilseydi veya adaletine halel gelmesinden korkmasaydı zekât vermez, malına
dayanırdı.
1
lac vc oruç da böyledir. Ramazan ayında, orucunu açınca anlayabilecek biri
yanında bulunursa, yemek yemez kendini zapteder. Oysa imkân bulsa orucunu
yiyecektir. Kalbi, kimsenin olmadığı, dolayısıyla rahat yemek yiyebileceği,
hanımına yaklaşabileceği veya başka bir yasağı ihlal edebileceği bir yer
araştırmaktadır.
Bunu,
zekât vermediği, oruç tutmadığı, hacca gitmediği halde, farzları terk ettiği
için tenkit edilmesin diye, yalan söyleyip sayılan ibadetleri yaptığını söyleyen
kişi takip eder. Namazda sadece Allah’ı büyük görür vc sadece onun için namaz
kılar. Ama tembellik eder. Onun için sadece halkın tenkit etme korkusu onu
namaz kılmaya sevk etmektedir. Bununla beraber, sadece Allah'a secde
etmektedir. Terk etmesi durumunda rezil vc değersiz olur. Allah bilir ki,
çevresi olmasaydı, namaz kıl- mayıp terk edecekti. Onlar olduğu için kılıyor. I
latta, tenkit etmesinler diye abdestsiz kıldığı bile olur. “Allah’ın dışında
bir şeye secde et, bütün dünyayı verelim!” denilse yapmaz. Buna rağmen,
Allah’ın dışında, rubûbiyyet vc ıılûhiyyet noktasında, binlerine ibadet etmek
için değil, sadece tenkitten korunmak için namaz kdar. Gizleyebilse yerine
getirmeyeceği diğer farz ve ibadetlerle de riyakârlık yapar. İşte bu farzlarla yapılan
riyadır.
Yine
başkaları öğrenir veya akrabaları şikâyet eder endişesiyle, sıla-ı rahimde
bulunur ve anne-babasına iyilik yapar. Cuma namazına gitmesi de böyledir. Biri
ona takılıp beraber gitmezse veya yan çizdiği görülmezse, bir ihtiyacını ona tercih
ettiğinden veya inkârdan değil tembellik gösterdiğinden, gitmez. Buna
farzlarla riyâ denir. Ancak münafıkların, kalplerinde taşıdıkları yalanlama vc
şüphe ile yaptıkları riyâ türünden değildir. Yapılanın haram olduğuna,
Allah'ın varlığından bir şüphe olmadığına ve sözü edilenleri yerine
getirmesinin farz olduğuna inanırlar. Ancak tembellik vc ihmalkârlıktan dolayı
yapmazlar. Neticede çevre tenkit eder endişesi veya övülme sevgisiyle yapmış
olurlar.
Bunları,
gerekli sünnetlerle riyakârlık yapanlar takip eder. Cemaatle namaz kılmaya
gitmek gibi.. Beraberinde kimse olmazsa veya kaytarabılsc gitmeyecek.
Bazı
vakitlerde bazı namazları terk eder. Başka bir vakitte bunları Allah için
kılabilse kılar. Yanında bilileri olmazsa, başka bir işim tercih etme veya
tembellikten ötürü terk eder.
Misafirleri
ağırlama, Hz. Peygamberin, “Müslümanın Müslüman üzerinde bazı sünnet
[hakları/ vardır.”'18 hadîs-i şerifi gereği, yabancı bile olsa
hastayı ziyaret etme de böyledir. Cenazeye eşlik etme, yıkayacak kimse olmayınca,
cenazeyi yıkamak da böyledir. Tenkit edilme endişesi olmazsa bunları yapmayacaktır.
”8 el-Buhân,
Cenâiz, 2, Selam, 4; ct-Tİnnizî, Edep, l-.İbıı Mâce, Ccnâiz, 1.
Yaptığı
ibadeti izhar eden bir grup var ki, verâ’ sahibi görünerek riyakârlık yapar.
Mesela, uzun süre hiç konuşmaz, gıybet etmez, gıybet yapanlara engel olur,
hainlik yapmaz, e- ınaneti eda eder. Zelle cinsinden bir hata işlese istiğfar
eder, pişmanlık ve hüzün izhar eder, haksızlık yaptığı kişiden helâllik alır.
Oysa Allah bilir ki, yalnız olsaydı bunları yapmazdı. Yalnız kaldığında verâ’ı
terk ederek bu titizliği göstermez. İstekleri ve şahitliği kabul edilsin,
dünyalık elde edebilsin, övülsün veya tenkitten kurtulsun diye yapar.
Dedim
ki:
“Bunlardan
sonra kim gelir ?”
Dedi
ki:
“Farz
ibadetlerde, terki, günah ve eksiklik gerektiren hususları mübalâğalı bit
şekilde yerine getirmekle riyâ yapanlar gelir.
Meselâ,
hafif bir şekilde rükû’ ve secde yapmak ister, veya namazı, iade edilmesini
gerektirecek noksanlık sokacak şekilde, hafif kılmak ister, rükû’, secde, iki
secde arasındaki oturuş ve rükûdan sonraki duruşu hafif yapıp geciktirmek gibi.
Yalnız olsa çok hızlı kılar. Birileri görse, tenkit etmesinler diye, yavaş
kılar,
İbn
Mes’ud'dan rivayetle Hz. Peygamber’e isnat edilen bir hadîs-i şerifte şu
ifadeler bulunuyor: “Başkasının gördüğü yerde namaz kılıp onu eksiksiz eda
eden, yalnız kaldığında hızlı kılıyorsa, bununla Allah’ı hafife almış olur.”
Bir diğer rivayette, “Kendini hafife almış olur." şeklindedir.'1 JHz.
I luzeyfe'den dc benzeri bir hadîs rivayet edilmiştir.
Zekâtı,
düşük ayarlı paralardan, kötü hurma ve hububattan vermesi de böyledir.
Allah’ın, “kötü malı hayır diye vermeyin.” (Bakara, 2/267) buyurmasından
ötürü, tenkitten endışelen-
1,1
krş el-Buhârî, Ezan, 64, diği
için, açıkça kötü malı vermez. Mücahid ve ‘Ata şöyle demişlerdir: “Halk kötü
hurma salkımlarını getirir, sadaka için Hz. Peygamber’in mescidine asarlardı.
Hz. Peygamber bunu yasaklayarak, “Siz, ancak gözünüz kapalı ise hu türlüsünü
alabilirsiniz.” " buyurdu. “Bir başkasında alacağın olsa
ancak gözün kapalı ise kötüsünü alırsın.” denilir. Mücahit, “Onu çarşılarınızda
iyi olana mukabil ancak bir fazlalıkla, başkasından alırsınız.” mânâsına
geldiğini söyler. İmran b. Hüseyn, “Söz konusu malı pazarda bulursanız, ancak
fiyatını düşürerek alırsınız.” der.
Oruçlu
iken, gıybetten uzak duranın yanında gıybetten uzak durur. Gıybet orucu hafife
alma sayılır. Nazar etme ve yalan söyleme de bunun gibidir.
Dedim
ki:
“Bundan sonra hangisi gelir?”
Dedi
ki:
“Terki
günah olmayan vc ibadete eksiklik vermeyen şeyleri tamamlamakla riyakârlık
yapanlar gelir. İmama ilk tekbirde yetişmeye çalışma, elleri kaldırma, sağ eli
sol elin üstüne koyma, başı aşırı eğme, sakin vc htıştTlu olma, ta’dil-i
erkâna riâyet etme, yeterli olanı yaptıktan sonra rükû, secde ve okumayı uzatma
gibi.. Allah bilir ki, yalnız olsaydı sadece yetecek kadarını yapar bunun
üzerine bir şey eklemezdi. Başkası görünce, amelini güzelleştirir, peşine
düştükçe düşer.
Ramazanda
uzun süre yalnız kalmak, farzı çokça koruduğu için övülsün diye, uzun süre
konuşmamak da böyledir. Zekâtta, kefarette, nezirde, anne-babaya iyilikte,
sıla-i rahimde ve benzeri hususlarda çok para harcar; pahalı köleler alıp azat
eder, nefis yemekler yedirir. Bununla Allah’ı nefsine tercih ettiği için
övülmeyi ister. Böyle yapmakla, farzları eda etmede başkasından farklı
davranmış, en iyi ve mükemmel malıyla, onları yerine getirmiş olur.
Haçta,
çok uzun süre susması, çok korunması, yol arkadaşlarına olduğundan çok yumuşak
davranması, hac boyunca çok alçak gönüllü olması da bunun örneğidir. Hâlbuki
yalnız olsa, bunların yetecek kadarını yerine getirir, artırmaz. Aşırı verâ’
onu neticede, nasıl olursa olsun farzı yerine getirme noktasına getirir.
Artık, terk ettiğinde ibadetine bir halel getiremeyeceği hususları yerine
getirmeye çaba göstermez.
Bundan
sonra, yapılması gereken sünnetleri abartarak riyakârlık yapanlar gelir.
Herkesten önce cemaate, ilk saffa koşar, imamın hemen arkasında durmaya çalışır
vs. Oysa yalnız kalsa, nerde duracağını umursamaz. Tanıyan birinin onu namazda,
en faziletli bir hâl vc yerde görmesi gayesiyle gösterdiği gayreti, yalnız
kılınca, göstermez. Övülsün diye, misafirlerine gücünün üstünde ikramda
bulunması da bu türden bir davranıştır.
Dedim
ki:
“Bundan
sonra ne gelir?”
Dedi
ki:
“Bundan
sonra nafile ibadetlerle riyakârlık yapan gelir. O da, hem yapmacık bir şekilde
nafileleri yapar hem de verâ’ ve takva sahibi olarak görünür. Bununla, aldatıp
günah olan işler yapmak ister.
Her
nc kadar, daha önce sözü geçen kimseler daha büyük belâlarla karşı karşıya
iseler de, bu kimse, nafilelerle riyakârlık yaptığı için, durumu daha kötüdür.
Çünkü, Allah’a itaati, günaha ulaşmak için bir basamak olarak kullanmak çok
büyük bir çirkinliktir. Bu, emanete hıyanet etmek için vasi tayin edilmeyi
isteyen veya tasadduk etmek için zimmetine mal alan ve aldığı mala hıyanet eden
veya fuhuş yaptırmak için bir kadınla evlenmeyi isteyen ya da yine fuhuş
yaptırmak için bir oğlanın bakımını üstlenmek isteyen kişiye benzer.
Bu
tip insanlar iki gruba ayrılırlar: 1. Günah ve fuhuş isteğinde bulunan fasık
kimseler. 2. Fakir ve muhtaçlara ulaştırmak için vasi tayin edilme; hac ve
gazve için kullanmak üzere mal alma isteğinde bulunup sonra ellerine
geçirdikleri mal ve emanete hıyanet eden kimseler. İyi görünen kimselerden de
bu tip kişiler vardır.
Bazen
facir kimseler de iyi görünen kimseler olabilmektedirler. Bunlar, ortaya
koydukları taatlarıyla, delikanlıları ve kadınları elde etmek isterler. Yün ve
kaba elbise giyerler, çok zikir ederler, ilim talep ederler, dindar kişilerle
oturup kalkarlar, zikir meclislerine katılırlar vs. Bütün bunları, kendileri
vasi tayin edilsin veya fakirlere dağıtılmak üzere kendisine mal emanet edilsin
veya gazveye çıkması ya da malzeme göndermesi için kendisine gerekli mal ve
malzeme verilsin diye yaparlar. Ama niyeti bunlara hıyanet etmektir.
Hacca
giden ve ticaret yapan kimselerden de böyle davrananlar var. Kaba elbiseler,
zikir vb. şeylerle süslenirler ve iyilikle dindarlık ortaya koyarlar ki, elde
etmesi zor olan şeyleri istemesinde ithamda bulunulmasın veya evlenmek
istediği kadın ona güvensin.
Dedim
ki:
“Bundan
sonra ne gelir?”
Dedi
ki:
“Nafilelerle
riyakârlık yapan gelir. Nafileleri gösteriş için yapmakla birlikte, verâ’
sahibi görünür ki, işlemekte olduğu bir günah kesintiye uğramasın ve hedefine
varabilsin. Hıyanet ettiği mal geri istenir veya gasbettiği maldan ötürü itham
edilir endişesiyle kaba giyinir, dindar görünür ve dinî vecibeleri yerine
getirir. Bununla, kalplerde itham edilen suçtan ve hakkın; daki söylenti ve
zanlardan beri olmak ister. Yapmakta olduğu günahı nafile ibadetler, verâ’,
taat ve iyilikle örten de böyledir. Böylece, onun hakkında söylenenlere
inanılmaz ve yapılan ithamlar kabul edilmez.
Dedim
ki:
“Bundan
sonra ne gelir?”
Dedi
ki:
“Yaptığı
amelle sadece halkın övgüsünü hedefleyen ve bu konuda tekellüfte bulunan müraî
kimse gelir. Yalnız başına namaz kılan kimsenin, cemaatle namaz kılanları
görmesi ve kendisine, “Ne tembel adam!” denilmesi endişesini taşıması buna
örnektir. Veya yanlarında gecelediği kimselerin teheccüde kalktıklarını görüp,
gece ibadetine kalkmayan biri olduğunu düşünmesinler vc böyle bilinmesin diye
kalkan kimse de aynı durumdadır. Veya onlar uyuduğu halde, kendilerinden üstün
ve gece kaim olduğunu göstermek için, gccc ibadetine kalkar. Oysa yalnız
kaldığı zaman bunu yapmamaktadır. Allah bilir ki, yanındakiler onu görmez ve
yaptığını anlamazlarsa bunu yapmayacak.
Beraber
bulunduğu kişilerin (nafile) oruç tuttuklarını görüp oruçla kendisinden üstün
olurlar veya ona, kendilerinden eksik biri gözüyle bakarlar endişesiyle,
onlarla oruç tutan da böyledir. Oysa yalnız olsaydı, nafile oruç tutmayacak,
iftar edecekti.
Gazve,
hac vb. diğer ibadetler de böyledir. iyilik ve taat gösterişi yapar ki, adil
bilinsin, şahitliği kabul edilsin, ihtiyaçları yerine getirilsin, iyilik
yapılsın, saygı gösterilsin, övülsün, iyilikle şöhret bulsun, iyi söz edilsin
veya öne geçirilsin vs. Yaptığı ile sadece halkı gözetmekte, herhangi bir sevap
beklememektedir.
Dedim
ki:
“Bundan
sonra ne gelir?”
Dedi
ki:
“Yaptığı
amelle hem Allah’ı hem de halkı gözeten müraî gelir. Şayet halkın övgüsü
olmazsa o ameli yapmaz. Yalnız kalsa o ameli, sadece Allah rızâsı için yapmaz.
Allah’tan gelen sevapla birlikte halktan gelen övgü onu bu işe teşvik eder.”
Dedim
ki:
“Bundan
sonra ne gelir?”
Dedi
ki:
“Sürekli
yapıp devam ettiği amele karşı, halkın övgüsünü de isteyen müraî gelir.”
Dedim
ki:
“Bundan
sonra ne gelir?”
Dedi
ki:
“Dünyalık
bir menfaat elde etmek için nafile ibadet eden müraî gelir. Meselâ, helâl bir
yolla bir kadınla evlenmek isteyen kimsenin, üzüntü, gözyaşı, ibadet ve
insanlara hatırlatma yoluyla bu isteğini ortaya koyması, buna örnektir. Gayesi
o kadınla evlenmektir. Ümmü Kays ile evlenmek için hicret eden Arap gibi.”
Dedim
ki:
“Bundan
sonra ne gelir?”
Dedi
ki:
“Kendilerinden
bir derece aşağı olan kimselerin yanında, tekellüflü bir şekilde nafilelere
sarılan veya yaptığı ile Allah’ın rızâsını kastetmediği zannedilir ve onların
gözündeki mertebesi düşer, kalplerdeki mevkii sarsılır endişesiyle, tekellüflü
bir şekilde nafilelere sarılan müraî gelir. Meselâ, adam hızlı yürü-
Riya
mekte
veya etrafına bakınmakta ya da bir eğlenceye dalmış bulunmaktadır. Biriyle
karşılaşınca adımlarını yavaşlatır, huşû‘ içinde gözlerini önüne eğer, sesini
alçaltır. Bundan gayesi dikkatsiz davranan, eğlenceye dalan bir kimse olarak
bilinmemektir.
Bu
seçkin kimselerden olduğunu zannedenlerin riyasıdır. Kendisine eksik bir kimse
gözüyle bakılmasın diye böyle davranır. Bir şakası veya gülmesi görülünce,
dikkatsiz adam denilmesin diye hemen istiğfar eder, içini çeker ve üzülür.
Bazen günah olmayan şeylerden ötürü dc istiğfar eder, üzülür, içini çeker,
pişmanlık duyar. Hâlbuki, yapılan işten ötürü Allah’ın azap etmeyeceğini vc
günah olmadığını bilmektedir. Ancak halkın kalbindeki yeri değişmesin, sadece
üzüntülü vc inkisar içinde biri olarak bilinsin diye böyle davranır. Onların
nazarındaki mevkii sarsılır diye ürpermekte ya da Allah’tan başkası için
üzüntü, istiğfar ve huşû‘ ortaya koymak için kendini zorlamaktadır. Yalnız
başına kalsa, yaptığı için üzüntü duyduğu işi, sevinç içinde yapar. Başkasının
yanında yapma durumu hasıl olunca ürperir. Aklı ve ilmi ona, halka karşı
tekellüflü davranmasını söyler. Allah’ın rızâsını hiç gözetmez. Çünkü halkın
övgüsüyle birlikte sevap aldığı düşüncesi ona galip gelmiştir.
Dedim
ki:
“Bunu
kim takip eder?”
Dedi ki:
“Bunu
bir ameli yapmadığı halde, yapıyor görünerek riyakârlık yapan takip eder.
Meselâ, adam (nafile) oruç tutan biri olarak bilinmektedir veya benzerleri
oruçlu olur ya da oruçlu zannedilir. Bu adam, kendisinden iyilik beklediği veya
onu öyle bildiği birisi görür endişesiyle, yemez, içmez. Susuz olduğu halde su
içmez, yemeğe davet edilse reddeder. Çünkü oruçlu bilinmesi hoşuna gider.
Oruçlu olmadığının bilinmesinden,
dolayısıyla
oruçluların mertebesinden eksik bir gözle bakılmasından ürperir. Oruçlu
olmadığı fark edilince hemen özür beyan eder ki, tembellikten orucu bıraktığı
anlaşılmasın veya öyle bilinmesin. Oruç tutmama nedenini, bedeniyle anne-
babasına hizmet etme, kardeşlerinin gönlünü alma, üzerindeki hakları yerine
getirme vs. şeklinde ya da hastalığını ileri sürerek açıklar.
Riyâya Neden Olan Kötü Ahlâk ve İzahı
Dedim
ki:
“Allah
katında kötü olup riyâya neden olan ahlâktan biraz söz eder misin?”
Dedi
ki:
“Bazı
şeyler, başkalarına ihtiyaç duymadan, bizzat kendileri riyâya neden olurlar.
İlim, amel, dindarlık ve dünya mal ve mevkileri bunlardandır. Bazen
böbürlenme, kibirden farklıdır. Riyâ açısından böbürlenme, binlerinin
kendisinden üstün olması endişesi veya kendisinin üstün olma sevgisi; malın
çokluğu veya benzeri dünya işlerinden biri, ilim vc amelden ileri gelir.
İlim
sahibiyle, ilimde yarışmak için değil, elde ettiği mevkiye ulaşamama, aldığı
övgüyü alamama endişesinde ona haset etmek; kendisinden daha iyi biliyor denilmesin
diye, hakkı tavsiye edeni dinlememek veya onunla tartışmak da kibirden
farklıdır. Buradaki endişe, falan ona galebe çaldı veya hata etti denilmesi
endişesidir.
Dedim
ki:
“Riyaset
nedir?”
Dedi
ki:
“Riyaset
saygı duyulma, başkasına iş yaptırma ve onları küçük görme, sözünün
rcddedilmemesi, ilimde başkalarıyla eşit tutulmama, başkasının onun önüne
geçirilmeme sevgisidir. İkaz edilse reddeder, kendisi ikaz etse çok sert
davranır, hatalı olduğunu bilse bile sertliğini sürdürür. Biri ona bir şey öğretse
veya ikaz etse hiç etkilenmez ve söylenen şeye kulak vermez. Bütün bunları
reisliği zedelenmesin diye yapar.
Dedim
ki:
“Övünme
nedir, nasıl olmaktadır, neden ileri gelir, zararı nereye kadar gider?”
Dedi
ki:
“Mübahat
(övünme) ilim ve amelle olur. İlim tahsilini sürdürme, çok ezber sahibi olma,
çok kişiden hadîs alma, ister kendisine sorulsun ister başkasına sorulsun,
ortaya gelen sorulara hemen cevap vermeye kalkışma vb. ilimden gelen övünmelerdir.
Bunun altında doğruyu bulup üstün olma, yanındaki nin önüne geçme, diğerlerine
daha âlim olduğunu hissettirme isteği ve sevgisi yatmaktadır. Arkadaşına daha
âlim olduğunu hissettirmek için hemen hadîs zikreder. Arkadaşı bir hadîs
zikretse, onu bildiğini söyler.
Gayesi,
övünüp üstünlük taslamaktır.
Zikir
meclislerine iştirak etmek, Allah yolunda cihada katılmak, namaz kılmak veya
diğer bir iyiliği yapmak suretiyle amelde Övünme meydana gelir.
Başkası
namaz kılarsa, kendisinden üstün görünür endişesiyle hemen namaza kalkar.
Kendisi daha faziletli görünsün diye başkasının onunla aynı anda namaza
durmasından hoşlanmaz. Aynı anda namaza dunsalar, diğerleri onun yaptığını
övsün diye onlar yorulacak ve neticede namazı terk edecek kadar uzatır. Böylece
onlara üstünlük sağladığını düşünür. Bilenin yanında veya beraber namaz kıldığı
kişinin gözünde mertebesi yükselir. Yanındakiler kendilerini küçük görür, onu
ise faziletli sayarlar.
Savaşta
çarpışmak da böyledir. On saftakinin önüne geçmeye, onu geride bırakmaya
çalışır. Bütün gücüyle düşmana saldırır. Gayesi üstün vc faziletli görünmektir.
O anda öldürül- se, belki de bütün ameli gider, Allah’ın gazabından da emin
olamaz. Diğer işler de böyledir.
Dünya
ile övünmeye gelince: Bina dikmekle övünür. Yalnız olsa yapamayacağı
harcamaları, başkasının yanında yapar. Bu harcamayı, yakın komşularına,
akrabalarına, arkadaşlarına vc kendi seviyesinde olanlara yapar. Kendi nefsine
harcadığının kat kat fazlasını başkasına harcar. Bunu, başkası onu geçmesin, o
önde görünsün diye yapar.
Dünya
malını elde etme konusunda çok gayretlidir. Mal elde etme ve adından söz edilme
şerefini elde etmek ister. Hizmetçi, ev mobilyası vb. konularda da aynı tavrı
sürdürür.
Dedim
ki:
“Tefahür
(böbürlenme) nedir?”
Dedi
ki:
“Tefahür,
hemen bütünüyle mübahatla aynı anlamı taşımaktadır. Ancak, bazen ikisinin
nedeni farklı olabilir. Meselâ bazen ilimle tefahür yapar. İlim tahsil eden
arkadaşına, “Kaç kişiden dinledin? Bir şey öğrenebildin mi? Şu konuda görüşün
nedir?” şeklinde sorular sorar. Sonra bunu başkasına da anlatır.
Riya
Ondan
bir şey duymamışsa bile, “Falan iyi âlim değil.” der. Hâlbuki, onun duyduğu
ilmi o duymamıştır, onun seviyesinde de değildir. Sadece kendisiyle iftihar
eder.
Dünya
ile de tefıhür olur. “Sen fakir bir insansın malın mülkün yoktur. Kazancın
nedir? Ne kadar sermayen var? Bunu ne zaman kazandın? Benim sermayem çok
fazla. Kölelerim senin kadar varlıklıdır!” der.
Amelde
de tefıhür yapar. “Sen savaşta atlıların seviyesine çıkamazsın, hamle
yapamazsın, yapsan da düzgün bir şey olmaz. Çünkü korkuyorsun!” der.
Münazara
ve tartışmalarda da tefahür yapar. “Sen kaç hadîs ezberledin? Kaç âlimle
karşılaştın? Falan âlim beni senden üstün görmektedir!” der. Bunları başkasının
yanında da söyler. Riyâ, onu kibre yönlendirir. Neticede taşkınlık yapar.
Yaptıkları
ve öğrendiklerinin çokluğu bazen tefahürle birleşir. Çünkü bazı noktalarda
bilgisi daha çoktur. Şöyle demeye başlar: “Şu şu hadîsleri dinledim. Şu
gazvelere katıldım. Şu kadar hac yaptım. Şu âlimlere yetiştim. Şu günden bu
yana oruçluyum. Seherde kim uyur ki!”
Şayet
ilmi ve ameli çok olur, aynı zamanda zeki ise övülmeyi ve övünmeyi istiyor,
ama tenkit edilmeyi istemiyorsa, ilim ve amelini dille söylemez, onları
gösterir. Böylece hem övünme ve övülmeyi elde eder, hem de hakkında “Müraî,
kibirli, övünen, kendini beğenmiş.” gibi sözlerin söylenmesine engel olmuş
olur.
Saydıklarımızın
bir kısmı, diğerleri ile beraber bulunur. Ama biri diğerinden fazla olabilir.
Bundan ötürü Kitap ve Sünnet aralarına fark koymuştur Âyette şöyle
denilmektedir: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs,
aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir.”
(Hadid, 57/20). Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Kim dünyayı, sadece çoğaltmak
ve övünmek için isterse, kıyamet günü, Allah ona kızmış olarak, O’nunla
karşılaşacaktır.” Hadîsin
devamında başka ifadeler de zikredilerek, iki durum birbirinden ayrılmıştır.
Dedim
ki:
“Peki
haset nedir ?”
Dedi
ki:
“Hasedi,
riyâ vb. teşvik eder. Riyâdan kaynaklanan, hem haset hem de yarışmadır. Kimsenin
kendisinden bir üst makama çıkmasını, kimsenin ondan daha çok övülmesini
istemez. Kimse ondan üstün olmasın, arkadaşlarının yanında herkes ondan geri
görünsün düşüncesiyle, başkasındaki nimetlerin zail olmasını ister. Hz. Ömer,
Ebû Umeyye’ye şöyle demişti: “Allah beni vc seni, kadınların farklılaştığı
gibi, ilmin farklılaştığı zamana bırakmasın!”
Dedim
ki:
“Bile
bile hakkı nasıl reddediyor?”
Dedi
ki:
“Diğerinin
doğru olduğuna karar verilip ondan üstün olması hoşuna gitmediği için, hakkı
bile bile reddeder. Bundan ötürü ehl-i kitap, aralarındaki taşkınlık ve
hasetten ötürü birçok fırkaya ayrıldılar.
Dedim
ki:
“Galip
olma sevdası nedir?”
Riya
Dedi
ki:
“Bu
da riyâ ve benzerlerinden ileri gelir. Riyâdan ileri geleni, münazarada rakibi
kendisine galebe çalıp üstün gelir, böylece bunu bilenlerin yanında değeri
düşer düşüncesiyle tezahür eder. Kendisi galip gelmeyi, böylece büyük
görülmeyi, saygı duyulmayı, övülmeyi, iyilikte bulunmayı ister.
tki
kişinin münazaraya tutuştuğu, birinin galip geldiği, mağlup olan daha önce
saygı gösterilen, iyilik yapılan biri olmasına rağmen, mağlubiyetten ötürü
halkın ondan uzaklaştığı ve galip gelene yaklaştığı çok görülmüştür. Onun için
kendisi isabet edip diğerinin hata etmesini çok ister. Diğeri isabet ederse
buna çok üzülür. Bu şeytanın insana kurduğu bir tuzaktır. Münazara ettiği
kişinin dediklerini bile tanı anlamaz. Çünkü gayesi reddetme vc şamata
çıkarmadır. Allah da kâfirleri bununla tavsif etmiştir: “İnkâr edenler,
‘Ktır’ân’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, umulur ki, bastırırsınız.’
dediler.” (Fussilet, 41/26).
Dedim
ki:
“Peki
ihtiyacı olan ilmi sormayarak öğrenmekten nasıl kaçmıyor?”
Dedi
ki:
“Bu
da riyâ ve benzerlerinden ileri gelmektedir. Riyâdan ileri geleni şu şekilde
olur: Birine bir şeyi sorduğunda, onun kadar bilgi sahibi değildir,
denilmesinden korkar. Böylece hakkı ve helali sorup öğrenmekten kaçınır. 1
lâlbuki ona muhtaç olduğunu da gayet iyi biliyor. Nefsi bu durumu terbiyeli,
haya sahibi olduğuna bağlar. Oysa riyakârlığından sormamaktadır. Hayâ olsaydı,
Allah’tan haya etmek daha evlâdır. İnsanların onu cahil olarak bilmesinden
utanır da Allah’tan utanmaz. Allah’ın onu gerçeği öğrenmeyip terk ettiğine
nigehban olduğunu da gayet iyi biliyor.
İşte
bu tür huyların bütünü, ucub, kibir ve benzerlerinden ileri gelir. Gelen
haberler, riyadan ileri gelen hususları haber vermekte vc riyadan önce onları
tenkit etmektedir. Hz. Huzcy- fe Hz. Peygamberden şu hadîsi rivayet ediyor:
“İlmi, âlimlere karşı övünmek, cahillere karşı tafra yapmak ve halkın bakışlarını
kendisine çevirmek için öğrenmeyin.” Ka’b da şöyle diyor: “Bir zaman gelecek,
kadınlar değişik olduğu gibi, ilim de değişik olacak.”
Nefsinde Muraî Olanın
Alâmetleri
“Nefsinde
müraî olanın alâmetleri nelerdir?”
Dedi
ki:
“Övülmeyi,
Allah’a itaat etmeye tercih eder. Tenkitten hiç hoşlanmaz. Tenkit edilecek
korkusuyla taati terk eder. Sadece Allah’ın haberdar olduğu bir amel işlese
veya ilim tahsil etse, nefsi bununla yetinmez. Neticede başkalarının da bu amel
ve ilimden haberdar olmasını arzular. Bunun için didinir. Başkası muttali
olunca rahatlar, övgülerinden ötürü sevince boğulur. Onu övenler iyi insan,
övmeyenler ise kötü insanlardır.
Başkasının
görmeyip sadece Allah’ın muttali olduğu bir iş yapmak nefsine çok ağır gelir.
Nefsini zorlaşa yine dc ona boyun eğmeğe yanaşmaz.
Babek
el-Hurremî’nin Müslümanlarla savaştığı günlerde adamın biri kendi nefsine,
“İster misin, hiç kimse duymadan Babek’i öldüresin?” dedi. Nefis karşı çıkarak,
“Babek gibi birini öldüreceğim dc kimse duymayacak, mümkün mü?!” cevabını
verdi.
Müridin, Gizli ve
Açık Takınacağı Tavır
Dedim
ki:
“Mürid,
amelden önce, amel esnasında ve amelden sonra hangi duyguları taşımalıdır?”
Dedi
ki:
“Yaptığı
amelin sadece Allah tarafından bilinmesine dikkat etmelidir. Bununla yetinmeli,
başkasının bilmesini arzıılama- malıdır. Çünkü, Allah’tan korkanların dışında
bununla yetinen çok azdır. Kul, dış organlarıyla veya içten bir amel
işlediğinde veya ağlama, üzülme gibi bir durum hasıl olduğunda, halkın
nazarında büyük olmasına rağmen, kimse, görmeden onu yapmaktan kaçınır.“Böyle
bir fazileti nasıl başkası bilmeyecek!” diye galeyana gelir. “Eğer haberdar
olsalardı, yanlarındaki makamın çok yükselirdi!" der. Zavallı adam, Allah
katında değerinin ne kadar düşeceğini kestirememektedir.
Onun
için Allah’ın bilmesiyle yetinmelidir. Başkası muttali olsa bile buna asla
sevinmemelidir. Mizacı onu bu sevince sürüklese dc bu hoşuna gitmemeli,
kalbini ona bağlamamalıdır.
Amelini
bitirinceye kadar buna dikkat etmeli ve sonra da açığa çıkmamasına özen
göstermelidir. Bir şeyler ortaya çıksa bile, buna karşılık insanlardan iyilik
ve saygı beklememelidir. Bütün bunlarla birlikte Allah ın onun bu ameldeki
niyetini hoş görmeyip razı olmamasından korkmalıdır. Çünkü, gafletle bu işi
yaptığından emin değildir.
Dedim
ki:
“Sen
bana gizli amelleri açıkladın. Cenaze namazına katılmak, ilim tahsil etmek,
cuma günü veya diğer vakitlerde mescitlerde halkın gördüğü yerde nafile namazı
kılmak gibi, açık ameller konusunda ne dersin?"
Dedi
ki:
“Bu
işlerde yine Allah’ın bilinesi ona yetmeli. Başkasının bilmesine önem vermemeli
ve onunla sevinmemelidir. Çünkü bununla Allah’ın sevabını beklemektedir. O da
O’nun rızâ ve Cennetidir. Allah’ın rahmetini ve Cennet’ini sağlamayan bir şeyle
sevinmek, Allah’ın rahmet ve rızâsını istememeye delâlet eder. Anlattığım bütün
hususlara, kalbi ve organlarıyla riâyet etmelidir.
Kulun, Amel Esnasında
ve Amelden Sonra Görülmesine Sevinmesi
Dedim
ki:
“Amelini
bitirdikten sonra buna muttali olunması ve bundan kaynaklanan sevinç konusunda
ne dersin?”
Dedi
ki:
“Bu
seviyede muttali olunduktan sonra duyulan sevinç tamamıyla kötü değildir. Çünkü
kendisi gizli tutmasına rağmen, Allah onları muttali kılmış o da buna
sevinmiştir. Bu durumun açığa çıkmasını Allah dilemiştir. Bu, çirkini gizleyen,
güzeli ise izhar eden Allah’ın nimetine sevinmiştir.
Dedim
ki:
“Bunu
nimet sayıp, onların övgüsüne sevinirse, Allah’ın taati üzerine yapılan övgüye
sevinmiş olmaz mı?”
Dedi
ki:
“Hayır.
Dediğim gibi o, Allah’ın çirkini gizlemesi güzeli ise izhar etmesi ile
sevinmiştir. Çünkü nefis, övülmeyi sever, tenkit edilip kötülüklerinin açığa
çıkarılmasından ise nefret eder. Dolaysıyla Allah’ın bir lütfudur, o da buna
sevinmiştir, halkın yanındaki makama değil. Asıl nimeti verenin fiiline
sevinmiştir.”
Dedim
ki:
“Neye
sevinmiş oluyor?”
Dedi
ki:
“Allah’ın
izhar ettiği taate karşı halktan gördüğü sevgi ve övgüye seviniyor. Diğer bazı
mü’min olduklarını söyleyenler, muttali oldukları bu tür davranışları riyâ
sayarlar. Haset içinde tenkit ederler. Sevinmekle bu tür hasetçi ve sû-i zan
sahiplerinden uzaklaşmış oluyor.
Ayrıca
Allah’ın, çirkini gizleyip güzeli izhar etmesini, ahiretteki hale delil olur
düşüncesiyle dc sevinir. Nitekim Hz. Peygamber, “Allah, dünyada gizlediğini
ahirette de gizler buyurmuştur.”'23 Halkın, taate olan
saygılarına da sevinir. Çünkü saygı duyanın, ona uyup aynısını yapması ümit edilir.
Bir
de, Allah’a olan itaatinden ötürü kendisine saygı gösterdikleri faziletli
gördükleri ve iyilik yaptıkları için sevinir ki, bu uygun olmayan, kerih
görülen sevinçtir.
Dedim
ki:
“Bu
son durum onun geçmişte yaptığı amelini ifsat eder mi? Çünkü bittikten sonra
onunla sevinmiştir.”
Dedi
ki:
-
“I layır. Çünkü ihlâslı, riyasız bir şekilde amel bitmiştir. Sonra bilerek
izhar etmemiş, o konuda konuşmamış ve ortaya çıkmasını da temenni etmemiştir.
Bu sevinç ona ait bir eksikliktir, halkın yanında taattan ötürü oluşan makama
sevinmektir. Bu müraî olanın takıldığı övülme noktasıdır. Dolayısıyla bir
eksikliktir ve Allah katında zemmedilir, inşallah ameli boşa çıkarmaz.
™ Müslim,
Birr. 71,72.
Ancak
ona yakışan, geçmiş amellerinden de endişe etmesidir. Çünkü hcvâ-ı nefsin
galebesiyle fark etmeden riyâ karışmış olabilir. Halkın muttali olması
durumunda ortaya çıkan sevinçten Ötürü korkmalı ve nefsine dönerek şöyle
demelidir: Eğer, kalbinde riyâ emaresi olmasaydı, muttali olunduğunda
sevinmezdin.” Ameline, onu boşa çıkaracak bir riyâ karışmış olabilir, Allah’tan
amelini kabul etmesini dilemelidir. Halkın muttali olmasından ötürü sevindiği
için, bc4ki fark etmediği bir şeyler karışmış olabilir endişesiyle, korkmalı vc
Allah’ın onu affedeceğini ümit etmelidir. Eğer bir riyâ karışmamışsa, endişe,
korku ve yalvarmaları birer ibadet olacağı gibi, sonra yapacağı ameller için
dikkatini artırır ve nefsin, halkın muttali olmasına sevinmesine engel olur.
Dedim
ki:
“I
lenüz yaptığı amel bitmeden muttali olunsa ve o da buna sevinse durum nasıl
olur?”
Dedi
ki:
“Şayet
sevinci övülme ve makam sevgisinden ileri geliyorsa, bu tür bir sevincin
amelini boşa çıkarıp çıkarmayacağı tartışmalıdır.
Dedim
ki:
“Ama
Hz. Peygamberden şu hadîs rivayet edilmiştir. Bir adam Hz. Peygamber’e “İbadetlerimi
gizliyor, kimsenin bilmesini istemiyorum. Ama birileri muttali olunca, bu durum
beni sevindiriyor. ” dedi. Hz. Peygamber ona: “Hem gizlediğin için, hem
de ortaya çıktığı için sana iki sevap vardır. ” dedi.
Riya
Dedi ki:
“Bu
hadîste, amel bittikten sonra veya bitmeden önce şeklinde bir açıklık yoktur.
İki durum da mümkündür. Ama amel bitmeden muttali olunmuş olması daha
kuvvetlidir. Bu durumda ihtilaf vardır. Bir grup âlim, bu sevincin bir zararı
olmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü amele, ihlâs ve Allah için azimle
başlamıştı. I lasan'dan rivayet edilen şu hadîs de buna delildir: “Burada iki
sevinç var. Birincisi Allah için olunca, İkincisi bir zarar vermez.”
Diğer
bir grup da, amel bitmeden önce muttali olunur o da sevinirse ameli boşa gider
demişlerdir. Çünkü başta gösterdiği azmi kırmış, halkın övgüsüne kalbini
bağlamış ve amelini ihlâsla bitirmemiştir. Ameller de hatimeleriyle tam
olurlar. Hz. Muaviye Hz. Peygamber1 den şu hadîsi rivayet ediyor: “Ameller
birer kap gibidirler. Kabın dibi iyi olunca üstü de iyi demektir.”12''
Yani ameller sonlarına göredir.
Şöyle
bir hadîs de rivayet edilmiştir: “Amelinde bir an riyâya düşenin, önce
yaptığı da boşa gider.”121’ Onlara göre bunun bir anlamı
yoktur. Ancak, sormuş olduğun, amel bitmeden önceki sevinci riyâ sayılırsa, bu
müstesna. Çünkü, ameliyle bir an riyakârlık yapmış vc önce yaptığını boşa
çıkarmıştır. Ancak, geri kalanı, bu düşünce ile devanı ettirmezse, durum
değişir.
Hasan'ın
hadîsine gelince: Başlangıcı Allah için olunca, arkasından gelen duygunun onu
yıkmayacağı ifade ediliyor. Diğer hadîste “Zarar vermez.” denilmektedir. Bunun
anlamı, “Ameli terk etmeden Allah için devam etmesi durumunda, gelen ani duygunun
zarar vermeyeceği, şeklindedir.” denilmiştir.
Hz.
Pcygambcr’den rivayet edilen hadîste ise, soran şahıs, “Daha önce de övülmeyi
istiyordum.” dememiştir ki, aleyhinde delil sayılsın. Niye sevindiğini
belirtmediğine göre, bu söz birçok anlama gelebilir.
Dedim
ki:
“Sizin
görüşünüz nedir?”
Dedi
ki:
“Eğer
bu duyguyu artırmayacaksa amelin gideceğine kesin gözüyle bakmıyorum. Ancak
gitmeyeceğinden de emin değilim. Bu konuda ihtilaf olduğu için tevakkuf etmeyi
uygun görüyorum. Ama amelini riya ile bitirmesi durumunda bence ameli boşa
gider.
Bu
gün ise kesin gideceğine inanıyorum. Çünkü ilk a- dımdan itibaren riyâ ile amel
etmiş ve onunla bitirmiştir. Sünnet, riyakârın amelini boşa sayar. Bu da
amelini riyâ ile bitirmiştir.
Dedim
ki:
“Hz.
Peygamber’den rivayet edilen hadîs konusunda ne diyorsunuz?”
Dedi
ki:
“Amel
edenin sevincine sebep olan hususları anlatmıştım. Eğer nimet, taat veya güç
yetirmek için seviniyorsa, iki sevap alır. Biri amelinin diğeri de sevincinin
sevabıdır. Sevinci dc Allah’a yapılan taat sayılır, çünkü, gizli yapmasına
rağmen açığa çıkmış o da, belki örnek alınır da uyulur düşüncesiyle, sevinmiştir.
Hz. Peygamber bu sevinçten de sevap alacağını haber vermiştir.
Şayet
sevinci, övgü ve senadan ötürü ise, bu riyâya dalmaktır ve sevap alamaz. Bu
konuda kitap vc sünneti tevil etmeye dc mahal yoktur. Biri bu konuyu sormuş,
Hz. Peygamber de cevap vermiştir. Ümmet, kitap vc sünnette, Allah’ın riyaya
sevap vereceğine dair bir şeyin olmadığı ve âlimlerden hiç kimsenin böyle
düşünmediği konusunda icma etmiştir.
Müraî
için en güzel durum, bu konuda tevil yolunu tutup, “Zarar vermez.” diyen
Hasan‘111 hadîsini delil olarak gösterenlerin dediği gibi, başlangıçtaki
riyânın affedilmesi ve amelinin sevabının baki kalmasıdır. Biri şöyle
diyebilir: “Hem amelinin sevabını alır, hem de riyâ ile sevinmesinin sevabını
alır.” Hiç kimse böyle bir şey dememiştir. Allah’ın, riyaya sevap verdiğine
dair hiçbir delil getirilemez. Ancak, riyâdan önceki amelinin boşa
gitmeyeceğine, sevincinin de zarar vermeyeceğine delil getirilebilir. Hz.
Peygamber, “Ona iki sevap var.” diyor. Buna göre, onun için cn iyisi, “Sana
sevincinin sevabı var, amelin ortaya çıkışı da zarar vermez.” demektir.
“Riyasından
ötürü ikinci bir sevap alır. Çünkü bu şahıs riyakâr olmuş, sonra mücadele
ederek riyâyı defetmiş ve ihlâsa kavuşmuştur. Muttali olunmayanın sevabı daha
az kalmıştır. Bu düşünceye göre müraî daha çok sevap almıştır.” şeklindeki bir
sözü, hiçbir akıllı Müslüman söylemez.
Abdullah
b. Mehdi'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bu hadîs-i şerifte örnek alınma
anlamı vardır. Ortaya çıkma sevabım da alır.” cümlesi, Abdurrahman’ın sözüne
delildir. Çünkü onun sevinci, amelinin onlar tarafından bilinmesi nedeniyle
olmuştur. Eğer bunu örnek alıp uyarlarsa, onların aldığı sevap kadar o da sevap
alır. Nitekim I İz. Peygamber: “Kim güzel bir çığır açarsa, ona uyanların
sevabı kadar sevap alır.” buyurmuştur. Neyin kastedildiğini Allah daha
iyi bilir. Ancak kitap ve sünnet, riyâya sevap verildiğine delâlet etmezler.
Allah, mü- raîye, îhlâslıdan daha çok sevap vermez.
Abdurrahman
b. Mehdi gibi bazı şahıslar, bu konuda tevil yolunu seçmiş ve şöyle demişler:
“Adam riyâya düştüğü için pişman olmuştur. Onun için Hz. Peygamber, biri
amelinin diğeri de tevbesinin olmak üzere, iki sevap verileceğini belirtmiştir.”
Bunu
söyleyen hata etmiştir. Çünkü müraî pişman olunca tevbesinin sevabını alır ama
ameli boşa gider. Çünkü riyâ ile yaptığı amel gitmiştir. Bununla birlikte
hadîsin Hz. Ebû Hüreyrc’ye ulaşmadığı, -çünkü çoklarına göre Ebû Salih’te mevkuftur-
söylenmektedir. Bazıları da Hz. Ebû Hüreyre’ye ulaştırırlar. Allah daha iyi
bilir. Eğer hadîs tam olarak korunmuşsa açıkladığımız anlam dışında izahı
yapılamaz. Aksi takdirde sünnetin tenakuz içinde olduğunu söylemiş ve icma-i
ümmetten de çıkmış oluruz.
Amelden
sonra muttali olunmuş, o da buna şevinmiş ama niye sevindiğini anlamamış
olabilir. Hz. Peygamber bu sevincin zarar vermediğini, bunun için biri amele
mukabil diğeri de örnek alınır ümidine mukabil iki sevap alacağını haber vermektedir.
Muttali olanlar onu örnek alıp uyarsa, ayrıca sevap alacaktır. Hz. Peygamber bu
sevaptan söz etmiştir, riyanın sevabından değil.
Dedim
ki:
“Ebû
Musa’nın Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadîste şu ifadeler var: Bir A’rabî
Efendimize gelerek, “Ya Resûlallah. Bir adam soyuna, ırkına arka çıkmak için,
biri nc cesaretli adam denilsin diye, bir başkası da adından söz edilsin diye
savaşmaktadır. Bunlardan hangisi Allah yolunda sayılır?” dedi. Hz. Peygamber
ona, “Kim Allah’ın dininin yücelmesi için savaşırsa, işte o
Allah
yolundadır.” cevabını verdi.”12"
Biz biliyoruz ki, her mü’rnin Allah’ın dininin yücelmesini ister.”
Dedi
ki:
“Bazı
âlimler bu konuda tevil yolunu tutmuş vc bunun hadîse zarar vermeyeceğini ileri
sürmüşlerdir. Bize göre bu hatadır. Çünkü kitap ve sünnet bunun aksine delâlet
etmektedir. Kitap’tan delil şudur: Tavus vc Tabiûn’dan diğer bazı kimselerin
rivayet ettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber’e, “Bir şahıs iyi işler
yapmaktadır. Ancak bu işe mukabil hem övülmek hem de sevap almak istemektedir.”
dedi. Hz. Peygamber, şu âyet nazil oluncaya kadar ne cevap vereceğini
bilemedi: “Her kim Rabbi’ne kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbi’ne
ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110)
Sünnetten
de şu deliller bulunmaktadır: 1 İz. Muaz'dan, "Riyanın en aşağı
mertebesi şirktir.”12' Hz. Ebû Hüreyre’den, “Amelinde şirk
koşana, 'kimin için amel ettiysen sevabını ondan iste’ denilir.” Hz. Ubade
b. Samit’ten rivayet edilen kudsî hadîste, Ccnâb-ı I lak, “Ben hiçbir ortağa
muhtaç değilim. Kim benim için yaptığı işte başkasını ortak koşarsa, kendi
payımı o ortağa bırakırım.” buyurmaktadır. Hz. Ubade b. Samit’in rivayet
ettiği diğer bir hadîste, “Bir ip elde etme niyetiyle savaşana sadece niyet
ettiği vardır.”12'" ifadeleri bulunmaktadır. Adam’ın biri
bir eşek edinmek için savaşa katılmıştı, Hz. Peygamber "O, eşeğe sahip
olur.” dedi ve ekledi “Çünkü adamın niyet ettiği sadece himardır.” Abdullah
b. Mcs’ud da “Kim neyi niyetlenerek hicret ederse ona niyetlendiği şey
vardır.” der.
1-8
el-Buhâri, ilim, 45; Müslim, İmaret, 150; el-Tinnizt,
Fedaılu’l-Cihâd, 16.
1J)
et-Tirmizt, Nüzûr, 9. İlm Mâce, Fiten, 16.
1,0
el-Bııhârî, Bcd’ü’l-Vahiy. 1, İman, 41, Müslim,
İmaret, 155, et-Tirmizî, Fedailu’l- Cihâd, 16; Neşet, Taharet,
59.
Her
Müslüman, riyâ ile de olsa, mü’minlerin müşriklere galip gelmesini ister. Eğer
tevil yolunu seçenlerin dediği gibi olsa, kâfir olmadan hiçbir gazvede müraî
olunmaz. Çünkü, küfrün üstün olmasını istemek küfürdür. Söz konusu tevilin
zıddına birçok delil sıralanabilir. Soru soranın sorduğu hususlar, kulların
aleyhine delil olamaz. Çünkü Hz. Peygamber’e öyle şeyler sorulmuş ki, bunların
Allah adına olması caiz değildir. Onun için sorulanın hilafına cevap vererek,
Allah katında sahih olanı söylemiştir. Meselâ, “Kim Allah’ın dininin üstün
olması için savaşırsa o Allah yolundadır.” buyurmuş, “Senin sorduğun şeyle
beraber bir de Allah’ın dininin üstün olması için savaşırsa o Allah
yolundadır.” dememiştir. Böylece, “Allah yolunda.” olmak, senin saydıkların
değildir.” demiş bulunuyor. “Öyle ise sadece İslâm’ın izzeti için savaş!”
anlamı açıkça ortaya çıkıyor. Bunun aksini iddia eden delil getirmelidir, ama
bulamaz.
Sahabe
vc Tabiûn’dan rivayet edilen eserler dc tevilin hilafınadır. İbn Mes’ud'dan
şöyle rivayet edilmiştir: “İki ordunun safları çarpışmaya başlayınca melekler
nazil olur ve herkesi yerli yerinde yazarlar: Falan mal elde etmek için
savaşıyor, falan da Allah rızası için savaşıyor. İşte o vurulursa şehittir.”
Hz. Ömer şöyle der: “Diğer bazıları, gazvelerinizde savaşırlar. Ama onlar
sadece yüklerinin iki dengini para ile doldurabilirler.” Hz. Ömer, Allah
yolunda savaşan adamı soran şahsa, Hz. Peygamberin ayrıca şunu da söylediğini
bildiriyor: "Sabırla, karşılığını Allah’tan bekleyerek, ileri atılıp
geri dönmeyerek savaşırsa Allah yolundadır.” Bir şahabı öldürülmüştü,
ctraftakiler, “Ona Cennet var.” deyince, Hz. Peygamber, "Hayır, ona
eşek var. Çünkü onun için savaşıyordu.” buyurdu.
Bunlar,
söz konusu tevilin yanlış olduğunu bildiriyorlar. Alimler bunun en şiddetli
hadîs olduğunu söylüyorlar. Çünkü sadece Allah rızâsı için savaşan Allah
yolunda sayılmış, buna herhangi bir şey ve niyet ilave edilmemiştir. Eğer
tevil edildiği gibi olsaydı, riya mubah olur, ameli iptal etmez ve boşa
çıkarmazdı. Çünkü her Müslüman mü’ıninlerin galip, kâfirlerin mağlup olmalarını
ister. Onun için savaşta riyâyı mubah görmüşlerdir.
Yine
eğer onların yaptığı tevil isabetli olsaydı, diğer işlerde de riyanın caiz
olması gerekirdi. Çünkü sadaka veren ve diğer birçok ameli yapan şahıs, savaşta
Müslümanların galip olma isteğini hatırladığı kadar, Allah’ı hatırlayıp
zikretmez.
Kul Hangi İşlerde Kesin İhlâslı Olduğunu
Söyleyebilir, Hangilerinde Söyleyemez?
Dedim
ki:
“Kul,
riyâ karıştığını bilmediği bir amelinin, ihlâsla yaptığım kesin düşünebilir
mi? Yoksa şüphe ve endişe içinde olması mı daha evlâdır?”
Dedi
ki:
“Kul,
yapacağı işte sadece Allah rızâsını gözettiğini bilmeden ve buna inanmadan
amele başlaması caiz değildir. Çünkü, onunla neyi hedeflediğini bilmediği bir
amele girişmesi caiz değildir. Bununla sadece Allah'ın rızâsını gözettiğini
bilmeli, Öyle başlanmalıdır.
İnsanın,
gaflet ve nisyâna düşebileceği bir zaman -ki bu, göz açıp kapayıncaya kadar da
olabilir- geçince artık korkmaya başlaması evlâdır. Çünkü, kalbine riyâ, ucub,
kibir vb. bir hatır doğmuş, o da onu kabul etmiş ve ardından da hatır- lamayıp
unutmuş olabilir. Dolayısıyla korkmalı ve endişe etmelidir.
Dedim
ki:
“Amelinde
şüphe içinde ise, bu şüpheye rağmen nasıl ümitli olabilir vc Allah’ın rızâsını
umabilir?”
Dedi
ki:
“Amele
ihlâsla başlayıp başlamadığı konusunda şüphe caiz olmaz. Çünkü Allah rızâsını
irâde ederek başladığını bilmektedir. Ama daha sonra, unuttuğu riyâ vb. bir
duygunun, Allah tarafından aleyhine sayılacağı endişe vc şüphesini taşıyabilir.
Fakat buna rağmen de ümidini kaybetmez.”
Dedim
ki:
“Öyle
ise, amelin Allah için olup olmadığı konusunda ü- mit ve korku eşittir.
Allah’ın rızâsını beklemesi ise zayıflamış oluyor. Bu durumda yaptığı amelin
tadını nasıl alacak?”
Dedi
ki:
“Hayır,
amel ve ümit fazladır. Çünkü, amele ihlâsla başladığını kesin olarak biliyor.
Ama riyâya girdiğini kesin bilmiyor, dolayısıyla ihlâs kesin, riyâ ise
şüphelidir. Belki riyâ karışmıştır korkusu ise, Allah’ın onu temize çıkarması
ümidinden ileri gelmektedir. Çünkü bilmediği şeylerden endişe etmektedir.
Bununla, ümidi daha da büyümüş oluyor. Eğer ameline riyâ karışmamış ise, endişe
ve korkuları, amelini artırır ve bunlar da ibadete dönüşürler.
Endişesi
arttıkça, taatin güzelliği artar, Allah’a olan ümidi çoğalır. İhlâsla başlamış,
Allah’ın bildiği ama kendisinin bilmediği şeylerden endişe içinde bitirmiştir.
Bu tavır hem ümidini, hem ibadetten alacağı zevki artırır.
Amele Başlamadan ve
Amel Esnasında Niyetin Durumu
Dedim
ki:
“İnsanların,
Allah’ın rızâsını ve sevgisini istediklerini an rayabil meleri için, bir işe
başlamadan önce o işe niyet etmeliler mi? Yoksa işe başlarken yaptıkları niyet
yeterli midir? Çünkü, o ameli sadece Allah için yapmaktadır. Siz, Allah için
yaptığına tam yakîn getirmeyince başlamamalıdır, demiştiniz.”
Dedi
ki:
“Sen
bana, kesin olarak Allah için yaptığına inanmasının caiz olup olmadığını
sormuştun. Amele başlamadan bunun caiz olduğunu söyledim, niyet getirmeyenin
müraî olduğunu söylemedim. Allah için yapılan vc taat adını alan bu amele
başlarken var olan niyeti yeterlidir. Niyetlenmezse bile bunu bir taat olarak
yapması sevap getirir. Ancak, kabullendiği bir riyâ kafasında geçmemiş
olmalıdır. Böyle bir riyâ duygusu olmayınca ilk niyeti üzere kalmış olur ki, bu
da ona yeter. Çünkü bu ilk niyetiyle, Allah için ihlâslı olduğunu ortaya
koymuş, sadece Allah için taat yapmaya niyetlenmiştir. Ancak, riyâ düşüncesini
taşıyan, bu ilk düşüncesinden pişman olup sadece Allah için yaptığına yeniden
niyetlenmezse, bu ilk durum yetmez.
11er
ne kadar ilk niyet yeterli ise de, müride evlâ olan her amele başladığında
tekrar niyetlenmesidir. Bu tavır kalbini daha çok aydınlatır, gafletten
uzaklaştırır, gelebilecek riyâ hataratını daha iyi tanır ve onları reddeder.
Niyeti olmayan, amelinde sadece Allah’ı zikreder, sevabı hatırlayan ve amel
heyecanını duyan gibi olmaz. Çünkü bunları zikretmeyen ve niyetini yenilemeyen
gaflet ve yanlışlığa daha yakın olduğu gibi, farkında olmadan riyâyı kabul
etmekten de emin olamaz. Onun için her ne kadar bu ilk niyet yeterli ise dc
evlâ olan amele başlarken niyeti yenilemektir.
Bununla
birlikte, kitap ve sünnette taat olarak isimlendirilen, hususlarda bu
yeterlidir. Meselâ, geçerken rastladığı bir cenazeye katılması gibi. Çünkü,
niyetlenmezse bile bu bir taattır. Namaz, sadaka vc Kur’ân okuma da böyledir.
Ancak,
ismen taat olarak zikredilmeyip, kişinin onunla taati kastetmesiyle taat olan
hususlar için bu yetmez. Niyeti yenilemelidir. Meselâ, istekte bulunan bir
adamın dünyaya ait bir ihtiyacını giderme, davet edildiği bir yemeğe katılma,
bir ziyarette bulunma vb. Bunlar hem dünyalık işlerdir hem de Allah rızâsı için
yapılabilirler. İsmen belirlenmiş birer taat de değiller. Ancak onlarla, Allah
rızâsı kastetmesiyle taat olurlar. İşte bu tür işlerde niyetin yenilenmesi
şarttır. O zaman o amelin adı onu heyecanlandırır, teşvik eder, onu Allah için
yapılan bir taat olarak bilir. Ama adam, bunlarla dünyayı değil, Allah rızâsını
kazanmayı âdet edinmişse, bu ilk niyet ona yetebilir. Meselâ, adam halka
hizmeti, onların ihtiyaçlarım gidermeyi Allah rızâsını kazanma niyetiyle
yapmayı âdet haline getirmişse, bu adama ilk niyeti yeteri idi r. Çünkü o işi
taat haline çevirmiştir, niyeti de sürekli budur.
Bununla
birlikte dört kişi için ilk niyet yeterlidir: âlim, abid, zorda kalmış ve
akraba. Çünkü onlar için bu işleri yapmak daha kolaydır. Öyle ümit ediyorum
ki, onlar için ilk niyet yeterlidir. Çünkü Allah İçin sevdiği âlim ve abid, bir
şey istediği zaman yerine getirse, o şahıslara karşı daha önce ve Allah için
beslediği sevgi ve ilme veya âlime saygısından veya düşkünlere muhtaçlara ve
akrabaya yardım hissinden ileri gelmektedir. Riyâ, onlardan karşılık bekleme,
tenkit edilme veya sadece insan olarak sevme duygu vc endişeleri olmazsa, ilk
niyetin onlara yeteceği ümidindeyim.
İki
husus var ki onlarda niyet karıştırılabihnektedir. Alimlerin ilimleriyle
mü’mini sevindirmesi ve ona yarar sağlaması. Çünkü sevinç ve yarar ancak ilimle
olur. İlim ise muğlaktır ve iltibasa müsaittir. Çünkü ona öğrettiğin ilme
mukabil veya verdiğin sevinç için seni övmesini ve saygı göstermesini kastetmişsin.
Adam, senin öğrettiğin şeyle dinî bir yarar elde edeceğini veya bir taate
ulaşacağını umuyorsa, seni över veya saygı gösterir. İşte sen onu sevindirirken
veya bir şey öğretirken, Allah’ın rızâsını talep ettiğini zannediyorsun ama,
onun saygısını bekleme gafletine düşüyorsun!
Dedim
ki:
“Peki
bu iki konuda ihlâs nasıl sağlanır?”
Dedi
ki:
-
“Ona verdiğin sevinçten ötürü saygı görme değil, sevap almayı hedeflernelisin,
öğrettiğin ilimle de bir menfaat değil, onun o ilimle amel etmesini, bundan
dolayı da aynı sevabı almayı hedeflernelisin. İkisinde de saygı, yarar vb.
şeyler hedef- lenmemelidir.”
Kul Allah Rızâsı İçin
Bir Amele Başladıktan
Sonra Bu Ameli
Artırmak İstese İlk Niyeti Yeterli mi?
Dedim
ki:
“Kul,
Allah rızâsı için bir amele başladıktan sonra, kendisinde bir dinçlik
hissederek o ameli biraz daha artırmak istiyor. Ancak niyeti yenilemiyor. Ama
kalben amelini artırmak istiyor. Bu iş, ister taat olarak adlandırılan cinsten
olsun ister olmasın, niyetini yenilemeli midir?”
Dedi
ki:
“Kabul
ettiği bir riyâ duygusu olmadıktan sonra ilk niyet yeterlidir. Birçok iş bu
cinstendir. Meselâ, namaza kalkıyor, niyeti birkaç âyetle kılmaktır. Fakat
başladıktan sonra kalbine ciddi bir iştah vc istek doğuyor. Nerdeyse Kur’ân’ı
baştan sona okuyacak bir hâl alıyor. Secdeye gidiyor, niyeti secdeyi kısa
tutmaktır, ancak secdede uzunca bir dua etme isteği beliriyor, o da uzatıyor,
vs.”
Dedim
ki:
“Taat
olarak isimlendirilen bu tür amellerdeki durumu anladım. Peki ya ismen taat
olmayanlar için ne dersiniz?”
Dedi
ki:
“Onlarda
da kalbine bir riyâ gelmezse, ilk niyet yeterlidir. Meselâ, alış-verişte veya
başka bir hususta, Allah için bir mü’mine yardımcı olmak istiyor, ama yardım
sırasında bu yardımı artırmayı istiyor, ilk niyet ona yeterlidir. Bir mü’minin
bir ihtiyacını giderme veya birine bir hediye gönderme konusu da böyledir.
Fakat,
niyeti yenilemek gafletten daha uzak bir hareket ve sevap peşinde olanlar için
daha sağlamdır. Çünkü türlü afetlerle karşılaşmak mümkündür. Meselâ, bir
hediye vermek isterken, ne düşük bir hediye demesinler diye daha değerlisini
vermek gibi. O, bu söylenti için daha değerlisini vermiş oluyor. Alış-vcriştc
yardımcı olma, ihtiyaç karşılama vb. durumlarda, daha çok saygı göstersinler ve
tenkit etmesinler diye, yardımı artırma yoluna gidiyor. İşte bu tür afetlerin
arız olma ihtimalinden ötürü, niyetin yenilenmesi bana daha sevimli gelmektedir.
Ama, kabullendiği bir riyâ duygusu olmadıktan sonra niyeti yenilemese de,
başlangıçtaki niyet yeterlidir.
Dedim
ki:
“Niyet
nedir?”
Dedi
ki:
“Kulun,
bir gaye için bir işi yapma irâdesine niyet denir. Ya Allah için olur ya da bir
başkası için olur. Çünkü Hz. Peygamber, “Kişiye niyet ettiği vardır.”
buyurmuştur. Niyet iki gaye için olur: Bir işi, o iş için yapma veya ahiret ya
da dünyaya ait bir fayda için yapma.
Riya
Adam,
ücret almak için bir iş yapıyor veya gazveye katılmak istiyor ya da tekbirle
başlayıp sonra Kur’ân okuyor, rükû ve secde yapıyor sonra başını kaldırıyor.
Allah’ın sevabını veya dünyalık bir şeyi elde etme niyeti o şahıstan bir
irâdedir. Allah’ın rızâsını kazanmak veya halk tarafından övülmek irâdesiyle
namaz kılarsa, onun niyeti bu demektir. Öyle ise, amelde niyetin Allah için
olması, sadece Allah’ın sevabını beklemekle olur.
Dedim
ki:
“Ben,
ihlâslı, namaz kılan, oruç tutan, kısacası Allah’ın bütün emirlerine itaat
eden biri olmak istiyorum."
Dedi
ki:
“Bu
iki şekilde olur. Birincisi: İhlâslı olmaya niyetlenmiş, yaptığın her işte
sadece Allah’ın rızâsını irâde etmektesin. Gece namaza kalkmaya, gündüz oruç
tutmaya, Allah’a isyan etmemeye, karşına çıkan bir günah olursa Allah
korkusundan, o günahtan yüz çevirmeye niyetlisin. İşte bu irâde Allah için olan
bir niyettir.
İkincisi:
İhlâslı olmayı irâde ediyor veya istiyorsun, Ama bunu zayi ediyorsun. Oruç tutmak
istiyorsun ama niyetin iftar etmektir. Namaz kılmak istiyorsun ama tembellik
gösteriyorsun veya dünya işlerini namaza tercih ediyorsun, Allah korkusundan
günahları terk etmek istiyorsun ama nefsin tevbeye yanaşmıyor. Bu, bir şeyi
sevdiğinin irâdesidir.
Arapların,
dillerinde yer verdiği ve Kur’ân’ın söz ettiği ü- çüncü bir irâde vardır. Buna
kâde irâdesi denir. Allah, bıkılmak üzere olan bir duvar.”
(Kehf, 18/77) ifadesini kullanmıştır.
Şair
şöyle diyor :
Benden
ve siyahlığımdan hayrete düşme
Paramparça
olmaya yeltenmiş gömlekten de.
Diğer
bîr şair de şöyle diyor :
Mızrak,
Nizaroğullarnun göğsünü istiyor
Akıl,
oğullarının da kanına rağbet ediyor.
Cenâb-ı
I lak, duvarı iradeli olmakla tavsif ediyor. Şair de gömleği yeltenme ile
tavsif ediyor. Bu, yıkılmak üzere olan bir duvar, gömlek de çok eski olduğu
için paramparça olmak üzere olan bir gömlektir. Meselâ, “Nefsimi helâk etmek
(intihar) üzereyim.” diyor. “İntihara niyetleniyorum veya intihar etmek
istiyorum.” demiyor.
Dedim
ki:
“Kul
her işte ve her an niyetini korumalı mı?
Dedi
ki:
“Sevabı
olmayan işte niyeti korumaya gerek yoktur. Bunda niyet olmaz. Bununla Allah’ın
rızâsını irâde eden, hata yapmış, aklanmıştır. Meselâ adam, övünmek için bina
yapar, bununla Allah’ın irâde ettiğini iddia ediyor. İhtiyacı olmadığı, ibadet
için kuvvet vermediği halde, tekellüflü bir şekilde güzel yemekler yiyor. Bu ve
benzeri hususlarda niyeti korumaya gerek yoktur.
Dedim
ki:
“Müridlerin,
“Niyetimi koruyamıyor um.” sözlerinin anlamı nedir?”
Dedi
ki:
“Bu
iki anlama gelebilir:
Birincisi:
Ondan bir şey istenebilir veya sevabı olan bir işe çağrılabilir. O da, söz
konusu isteği yerine getirmekte cimrilik eder veya işi yapmakta tembellik
gösterir, ona rağbet etmez. Ama bu durum karşısında nefsini tenkit eder.
Meselâ, mal sahibidir. Fakat cimrilik göstermekte, Allah yolunda malını
Riya
harcamaya
nefsi razı olmamaktadır. Veya namaz kılma konusunda tembellik göstermekte ya
da istenen bir ihtiyacı yerine getirmekte isteksiz davranmaktadır. Veya orucun
açlık ve su- . suzluğuna dayanabilmek için nefsi, yeme vc içmeyi terk etmeye
yanaşmamaktadır. İşte bu durumlar karşısında, “Niyetimi koruyamıyorum.” diyor.
Yani nefsim, arzularımı, yememi, içmemi terke yanaşmıyor. Bu sahih ve doğru bir
anlamdır.
İkincisi:
Nefsi, Allah yolunda mal harcamayı hoş görür veya namaz için ciddi bir dinçlik
hisseder, tembellik göstermez. Aynı şekilde, oruç için yeme ve içmeyi terk
eder. Bu arada bazı hatarât onu riyâya davet eder, o, “Benim buna niyetim
yok.” der. Sanki böyle bir duygu hissetmek istemez. Böyle bir duygu hiç olmamış
gibi, kalbini eski safiyetiyle muhafaza eder. Neticede bu tür duygular da
diner.
Bu
bir yanlışlık ve zayıflıktır. Çünkü kullar, taat etmek ve riyâya kapılmayıp onu
nefyetmekle cmrolunmuşlar. Bu durumda olan kişiyi şeytan, her ibadet için riyâ
hataratıyla karşı karşıya getirerek, ona bütün ibadetlerini terk ettirmesi
mümkündür.
Allah,
iblise vesvese verme imkânı verdiğine göre, insan, bu vesveseleri tamamıyla
silip atmakla emrolunmamıştır. Riyâ gibi dünyanın çekici süslerini, tamamen yok
edip silecek şekilde, karakter ve huylarını, övgünün sevilmediği, tenkidin ise
sevildiği bir derecede, değiştiremezler. İnsanlar, Allah’ın verdiği akla göre,
ikisini dengede tutmakla emrolunmuşlardır; yaradılıştan gelen durumları
değiştirmekle mükellef değiller, zaten bu mümkün dc değildir. Ancak kul, güçlü
bir irâdeye sahip olursa, yaptığı bazı amellerde nefsin dürtüleri sükûn bulur,
kötülüğe davet etmezler. Zayıf olanlarda ise, bazı lıataratı ortaya
çıkarırlar. Ancak övülme ve yerilme, tabiatları gereği, eşit olmazlar.
Kullar,
hevâ-i nefisleriyle mücadele etmekle emrolun- muşlardır, nefsinde, onu şehvete
davet eden garizâlardan bir eser bırakmamak veya şeytanın bütün vesveselerini
çıkarıp atmakla emrolunrnamışlardır. Çünkü Allah, akıl vermiş, akla bağlı olan
marifet ve ilim nimetini bahşetmiştir. Aklın garizâ- ları yla da imtihan
edilmektedirler. Şeytan ise, insanın sevdiği şeyleri hatırlatarak onu tahrik
etmektedir.
Allah’ın
vermiş olduğu ilim vc marifetle donanmış akılla, bu garizâlarda tahrik edici
duygular, şeytanın dürtüleri ve nefsin tabiatına uygun düşen hususları
süslemesine karşı mücadele etmekle emrolunmuşlardır. İnsana gerekli olan
bundan başkası değildir. Zaten daha fazlasına gücü de yetmez. Ancak, bu konuda
bazıları daha güçlü olabilirler. Onlar da, yaptıkları mücahedeye devam etmekle
nefsi, kötüye çağırmaktan alıkoymuşlar; yoksa tabiatını değiştirmiş değiller.
Böylece bu rnüca- hede yapılmadan önce nefsin ortaya çıkardığı hatarattan daha
az hataratla karşılaşmaktadırlar.
Kula
düşen, mücahcdc ve engellemelerle hevâ-i nefse karşı koymaktır. Nefsi melek
tabiatlı yapmak üzere mücahcdc etmek, ona düşen bir şey değildir. Nitekim
Vehb’den şu ifadeler rivayet edilmiştir: “İman, yulardan tutup götürendir
(kaid), amel, arkadan kamçılayıp sürendir (saik), nefis ise huysuz bir
binektir. Kaid tembellik gösterip ihmalkâr davranırsa, nefis yoldan sapar. Saik
tembellik gösterir ise, nefis huysuzlaşıp yol almaz. Kaid vc saik yani iman ve
amel düzgün olurlarsa nefis, ister istemez müspet anlamda yol alır.
Sen,
nefsin hoşuna gitmeyen her şeyi terk edersen, neticede dinin bütününü terk
edersin. Nefis, hevâyı gözlemekte, hevâ ise aklı beklemektedir. Şayet akıl onu
azarlayıp men ederse, o da uslanır; onu kendi halinde serbest bırakırsan
kokuşur.”
Ne
doğru söylemiş! Çünkü akıl, ilimle bakmaz ve marifetle korunmazsa, nefsin
çağırdığı hevâya meyleder, tuzaklara aldanır ve arzuları içinde tepinip durur.
Tezekkür ederek, ilimle bakar' vc marifetle korunursa, hevâ-i nefsin çağırdığı
şeyin zararlı olduğunu anlar, sonunun vehametini görür ve nefsin onu kullanmasına
engel olur. Bu durum, Allah’ın, yer ve gökteki canlıları ayrı özelliklerde
yaratmış olmasından ileri gelmektedir.
Meselâ
melekleri, akıl ve basiret sahibi, hevâ, şehvet vc diğer canlıları incitecek
oyun ve tuzaklardan uzak yaratmıştır. Onun için onlara, hevâ-i nefis ve arzular
arız olmaz. Onlar devamlı Allah’a ibadet içindedirler. Hiç yorulmadan O’nu
zikrederler. Çünkü onlara fütûr verecek zıtlıklar ve onları tefekkürden ve
dünyayı, zikir ve ibadete tercih etmelerine neden olacak arzular vermemiştir.
Hevâ-i nefisle mücadele etmedikleri, dert çekmedikleri ve yorulmadıkları için,
onlara Ccnnefin nimetleri dc verilmemiştir. Azaptan korunarak sürekli ibadet
hali üzere bırakılmışlardır.
Hayvanlar,
kuşlar ve haşarât ise, şehvetlerle çevrili olarak yaratılmışlardır. Gıdasını
bulma, maişetini temin etme, nahoş ve zarar verebilecek şeylerden korunmaya
yetecek bir marifet verilmiştir. Emir vc nehiyleri anlayacak, işlerin sonunu
değerlendirecek bir akıl verilmemiştir. Onun için, cinlere ve insanlara haram
kılınan şeyleri irtikâp etseler dc, onlara ceza terettüp etmez. İstedikleri
gibi çiftleşme, insanların mal vc kanlarına tecavüz etme vb. hususlardan ötürü
cezalandırılmazlar. Varacakları en son yer ise topraktır.
İnsanlar
vc cinler ise, emir ve nehiyleri yüklenen ve işlerin neticelerini hesaba katan
bir akılla donatılarak yaratılmışlardır. Bu, buluğ çağına erince gerçekleşir.
Deli ve bunak gibi, Allah’ın, akıllarını giderdiği kimseler müstesnadır.
Fıtratlarına uygun olanı sevme, uymayan ve sıkıntı veren şeyden dc nefret etme
özelliği de vermiştir. Sonra da kendilerine verdiği akılla, nefsin çağırdığı
şeylere karşı, nefsin huylarına rağmen müca- hede etmelerini emretmiştir.
Öyle
ise, hangi özelliklerde yaratıldığını vc sonra neyin emredildiğini düşün! Bütün
huylarını ve özelliklerini değiştirip melek gibi olmakla mükellef kılındığını
düşünerek tabiatının, yaratılışının tersine dönüşmesini ve düşmanın susup, vesvese
gücünün elinden alınmasını bekleyerek, ibadet vc taattan uzak durma. Üstelik
bunu en doğru taat sayma gafletine de düşme. Kendi iddiana göre, ihlâsla amel
etmek için ameli terk etmişsin ama, ihlâsla amel etmemişsin.
“Niyetimi
koruyamıyorum.” diyenin sözü, “Allah’a ibadet etmek istiyorum, ancak, kalbime
gelen hatarâttan ötürü ihlâsla yapamamaktan korkuyorum.” anlamına gelir ki, bu
bir zaaftır.
Fakat
bu sözü tembellik, cimrilik, isteksizlik ve nefsin taate istekle yanaşmaması
anlamında söylüyorsa, bu doğrudur ve caizdir. Ama bu kötü durumlardan ötürü
nefsini övmemeli, ona Allah’ın dünya ve ahiretteki sevabım hatırlatmalıdır ki,
istekle taate yanaşsın. Bu istek doğunca onunla Allah’ın rızâsını irâde etsin
ve kalbine göre riyâ vb. hatarâtı nefyetsin.
Allah Rızâsını
Gözetmeden Bir Amele
Başladıktan Sonra
Pişman Olan Ne Yapmalı?
Dedim
ki:
“Kul
bir işe başlıyor, ancak başlarken gayesi Allah rızâsı değildir; halkın övgüsünü
kazanma, tenkitlerinden korunma ya da ellerinde bulunan şeyden yararlanmaktır.
Sonra, bu niyetinden ötürü pişmanlık duyuyor, henüz amelini dc bitirmemiştir.
Bundan sonra durumu nasıl olacak?”
Dedi
ki:
“Her
amel geçmişiyle ölçülmez. Eğer, başladığı nafilenin kabul olmasını istiyorsa,
ona yeni baştan başlamalıdır. Meselâ, bir sürenin bir kısmım okuduktan sonra
durumu anlar, süreyi baştan alır. Ama namaz, oruç, hac, böyle olmazlar. Çünkü
insanlar namazda, değişik durumlardadırlar. Bazıları, bu ibadetleri de
bırakmalı, demişler. Çünkü boşa gitmiştir. Yeniden başlamalı ve yaptıklarını
tekrarlamalıdır.
Dedim
ki:
“Neden
ihram, iftitah tekbiri ve oruç niyetini özellikle saydın vc onlar bozulur
demedin de, geri kalanına bozulur dedin?”
Dedi
ki:
“Çünkü
iftitah tekbiri, namazın başlangıcı vc girişidir. Riyâ da kalpte olan bir
keyfiyet olduğu için, iftitah tekbiri, ihram ve orucun niyetini ifsat etmez.
Sanki şiirle namaza başlamış, kıblenin dışında bir yöne yönelmiş gibi olur.
Onun için iftitah tekbiri fasit olmaz arna, onun dışında kalanlar fasit
olurlar.
Bir
grup da, “İftitah tekbirini, oruca niyeti ve ihramı da yenilemelidir.”
demişler. Çünkü, her ne kadar bununla namaza giriliyorsa da, Allah rızâsı için
yapmamış, halk için yapmıştır. Onun için hepsi fasit olmuştur. Allah rızâsı
için yapılan istisna.
Bir
başka grup da şöyle demektedir: “İstiğfar edip, namaz, oruç vc hacdan geri
kalanı tamamlamalı, geçmiş olan kısmı da saymalıdır. Çünkü ameller,
hatimeleriyle değerlendirilir, o da namazını ihlâsla bitirmiştir. Nasıl ki,
orucunu, haccını veya namazını riyâ ile bilirse boşa gidiyorsa, bu da onun
tersidir. Çünkü kul, sadece Allah için tekbir getiriyor, kıbleye yöneliyor,
rükû’ ve secde yapıyor. Eğer bunları başkası için yapsa kâfir olur. Allah için
namaz kılıp, halkın övgüsünü beklese ve sonra pişman olsa, ihlâsla devam etmek
şanıyla, yaptığı da geçcrlidir. Çünkü, siyah- Iık bulaşmış, sonra yıkanarak
eski haline döndürülen beyaz bir elbiseye benzer. Aynen bunun gibi, iftitah
tekbiri, kıraati, rükû’u ve secdesi hep Allah için olan birer ibadettirler.
Pişman
olur, istiğfar eder vc gerisini ihlâsla yapmaya niyetlenirse, riyâ zail olur.
Allah için yapma haline dönüşür, çünkü ihlâs vasfını almış vc Allah’a has
kılınmıştır. Henüz ameli bitirmeden, yapmış olduğu kısım için de halkın övgüsüne
karşı istiğna göstermiş, nefsine, onların övgüsüne ka- pılmaması için kızmış,
cahillerden olmamak için pişman olmuş ve ameline başlamadan Allah’ı irâde
etmiştir. Ama, amelini ihlâsla bitirmişse, dediğimiz gibi, ameller
hatimeleriyle değerlendirilir.
Bütün
fırkalara göre, namaz hiçbir amele benzemiyor. Ancak hacda, başlangıç için
ihram daha kuvvetlidir. Onu bırakamaz. Çünkü ondan çıkmak, Allah’ın vacip
kıldığı ve sünnetin öngördüğü şekliyle, ancak tavafla mümkün olmaktadır. Onun
için onu tamamlamalı, riyâdan ötürü de pişmanlık duymalıdır. İhram’dan
çıkmasına gerek yoktur.
Dedim
ki:
“Allah
beni setredip, arkadaş, komşu vc tanıdıklara sevdirir, onlar da beni övüp senâ
etseler, kalbim de onların övgüsünü istemediğini ortaya koysa, bu durumun beni
aldatan bir mugalata olmasından korkmalı mıyım?”
Dedi
ki:
“Bu
iki anlama gelir: Birincisi; senin bu konuda gerçekçi olman, onların övgüsüne
bel bağlamaman, seni setrettiği için Allah’a şükretmen ve onların övgüsünün
sana hiçbir şey sağlamayacağını bilmen gerekir. Oysa sen, onların övgüsüne yaslanmışsın,
nefsin bununla rahatlık hissetmekte, sen ise kalbinde, aldanmaktan
hoşlanmamaktasın.
Bu
böyledir. Çünkü nefis kulların övgüsünü almayı başarınca, o övgüde bir
eksiklik olmadığı sürece, hiçbir şeye aldırmaz. O da bunu başarmıştır. Bu şu
örneğe benzer. Adam, kendisine yetecek imkânlara sahiptir. Ayrıca ona yardım
eden kimseler dc var. Diyor ki, “Allah’a tevekkül ediyorum, rızka pek önem
vermiyorum!” Dışardan bakanlar da bu sözünde gerçekçi olduğunu, inanç vc
tevekkülünden ileri geldiğini zannederler. Oysa, yeterli imkâna ve yardım eden
kimselere sahip olduğu için itminân ve güven içindedir. Nefsi bu durumu ona,
inanç ve tevekkül olarak kabul ettirmektedir.
Dedim
ki:
“Bu
iki durumun arasını nasıl ayıracağız?”
Dedi
ki:
“Öven
kimselerin tamamı veya bir kısmının tavrında değişiklik olunca, sadece
kendilerine hakim olamadığın ve arız olduklarında da reddettiğin bazı hatarât
dışında bir şey hissetmiyorsan, onların övgülerine önem vermediğinde sadık
olduğuna inanabilirsin. Eğer nefis, onların övgülerine karşı müstağni
olmasaydı, o övgüler ortadan kalkınca üzüntüde azalma olmazdı.
Tavırlarında
değişiklik olunca, üzüntüye kapılıyor, bundan dolayı gelen hatarâtı içinden
söküp atamıyor ve kalbin onlarla uğraşıyorsa, bu nefsin onların övgüsüne
dayandığına vc rağbet ettiğine bir delildir. Eğer öyle olmasaydı, üzülmezdi.
Var olabilecek geçici bir üzüntüyü dc Allah’ın vermiş olduğu akılla hemen
reddederdi.
Dolayısıyla,
elinden alınan şeyi sevmeseydin üzülmezdin. Sadece öyle olmadığın bir şekilde
seni zannederler diye, geçici bir üzüntü duyardın. Bu da kalbini meşgul etmezdi.
Onların seni zikrettikleri halden dc uzaklaşırdın ki, senin o hale sevindiğine
inanmasınlar. Böylece yalandan özür dileme, yemin etme, sabahlara kadar
düşünme zahmetinden dc kurtulurdun. Onların senin günahından haberdâr olduklarını
bilirsen, Allah’ın bilmesinden çok, onların bilmesine üzülürsün. Neticede, bu
suçtan daha büyük özürler ileri sürer, olması gerekenden daha fazla üzüntü ve
inkisar duyarsın ki, onların kalplerinden, zannettikleri veya inandıkları şeyi
silcbilesin.
Eğer
nefsin, onların övgüsüne dayandığını bilmek isterse, tavırları değişince
duyduğun üzüntüye bak. Çünkü bu üzüntü onların övgüsüne dayandığını gösterir.
Tavırları değişmiyorsa nefsine, şayet övgü yerine seni tenkit etselerdi, bu
duruma üzülüp üzülmeyeceğini sor. Şayet üzülürsen ve kalbine korku hakim
olursa, onların övgüsüne dayanmış olduğunu bil. Şayet üzülmezsen, yine de
nefsinin samimî olduğuna inanma. Çünkü, onların tenkidine sebep olmayacak bir
derecede üzüntüyü terk edebilir.
Bazen
kul, övgüyle birlikte, insanların inandığı bazı şeyleri nefyetmekte gerçekçi
olabilir. Ama tenkitle imtihan edilirse, ihlâsını kaybeder. Bu durum çok
görülmektedir. Bundan, öncelikle korkmalıdır. Çünkü kişi, halkın övgüsü
kaybolunca üzülüyorsa, ihlâsında yalancı olabilir.
İnsanlar Devam Ettiremez,
Dolayısıyla Allah’a Asî Olurlar Endişesiyle Bazı Nafileleri Terk Etme
Dedim
ki:
“insanlar
devam ettiremez, dolaysıyla Allah’a asî olurlar endişesiyle bazı nafileleri
terk etmek mi evlâdır, yoksa devam ettirmek mi?”
Dedi
ki:
“Sen
bir adamın sana kötülük yapması zannıyla ibadeti terk etme konusunda mugalata
yapıyorsun. İki durumu bir araya getirmişsin. O adama kötü zan beslemiş ve seni
Allah’a yaklaştıracak şeyi terk etmişsin. Bu arada bazı vecibeleri terk
etmişsin. Belki, onları üzerim endişesiyle akrabalarını ziyaret etmekten dc
çekiniyorsun. Belki, onda gördüğün bir münkeri, sözünü dinlemez düşüncesiyle,
reddetmekten çekinirsin. Sen de durumun böyle olmadığını bilmediğin için,
reddetme, engel olma görevini yapmamış, ona da sû-i zanda bulunmuş o- hırsun.
Ama açıkça fasık olmuş biriyse, bu şekilde düşünmek mümkündür. Emir ve nehyi,
fışkıyla birlikte kabul etmiş olur.
İlim
sahibi olana bir şey emrettiğin zaman, hemen aksine deliller getirir. Sen dc,
kendi düşüncene göre, senin yüzünden Allah’a isyan etmesin diye, birçok
nafileyi terk edersin. Eğer, iddianda doğru isen, aldanmış ve sû-i zan
etmişsin. Şayet doğru değilsen, nefsini tenkit edilmekten korkutmuşsun. Nefis
sana acıdığını ve nasihat etmek istediğini hayâl ettirmiş. I lâl- bukı sen, bu
konunun dışında, hiç onlara acımıyorsun. Allah’a isyan ettiklerini bilsen dc
onlara kızmazsın. Oysa diğer konularda kızıyordun.
Sözü
edilen sıfat, halka çok merhametli ve ebdâl olan enbiyaların sıfatıdır.
Kendine bak bakalım, sen dc halka her halinde o derece acıyor musun? Eğer öyle
ise, acımayı yanlış kullanıyorsun. Çünkü sû-i zan seni, taattan
alıkoymaktadır. Sen, ona acıyacağın konuyu, onun hakkında kesin olarak
bilmiyorsun. Ancak bu iş, farz ve fazilet cinsinden sana bir eksiklik
getirmiyorsa, onlara acıdığın ve şeytan onları aldatmasın diye terk
edebilirsin. Ama, onlara acıdığın zaman onlar zaten o işi yapıyorlar, sen de
“Bir fitneden ötürü onlardan yüz çevirmem.” diyor ve ne fazilet ne de farzdan
bir şeyi terk ediyorsan, düşman sana yapmak istediğini yapmış demektir. Hz.
Peygamber’den şu olay nakledilmiştir: “Kendisi itikafta iken I İz. Safıyyc
Validemiz O’na uğrar. Beraber dışarı çıkarlarken iki kişiyle karşılaşırlar. I
lemen Hz. Peygamber, “Bu yanımdaki Safiyye’dir.” der. Adamlar, “Ey Allah’ın
Resûlü, biz senin hakkında hayırdan başka bir şey mi düşünüyoruz?”
dediklerinde Hz. Peygamber, “Şeytanın size bir zan vermesinden korkuyorum.”
der. “Siz şüpheye düşmüşsü-
nüzdür.” demez.
İbrahim
en-Nehaî ve A’meş yolda birlikte yürümek isterler. İbrahim der ki, “A’meş, tek
gözlüdür.” diyorlar. A’meş “Onlar günah, biz ise sevap kazanıyoruz, bize ne!”
cevabını verince, İbrahim, “I lem onların hem dc bizim selâmette kalmamız daha
uygun değil midir.” cevabını verir.
Öyle
ise, senin sevabını azaltmayan konularda, onlara acımanda bir sakınca yoktur.
Ama, onların kötülük yaptığını kesin bir şekilde düşünmemelisin. En çok
olabilecek şey, tenkitten ve makamın düşmesinden korkmaktır. Akıllı kul bu
konuda aldanmaz.
Uyulsun Diye Amelleri
Açıktan Yapmak
Dedim
ki:
“Bir
işi, başkasına örnek olsun diye açıktan yapmak konusunda nc dersin? Yardım
istediği zaman, Ensar'dan birinin bir kese altın getirmesi, onu görenlerin de
yardım etmeye koşmaları gibi. Nitekim Hz. Peygamber de, “Kim güzel bir çığır
açarsa, ona uyanların sevabı kadar sevap alır.” buyurmuştur. Namaz, hac, oruç, gazaya
katılmak vb. ibadetler bu cinsten midir?”
Dedi
ki:
“Sadaka
konusundan örnek olma açısından insanlar birbirine yakın düşüncelere sahiptir.
Çünkü sadaka, acımak, iyilik yapmak vc düşkünün elinden tutmak demektir. Kul
bunu açıkça yapınca, diğerlerini de teşvik eder. Ancak, sadakasıyla Allah’ın
rızâsını istemeyip, gizleme endişesi duymadığına, ama “Allah’ın bilmesi ve
sevgisiyle yetinmeyip insanların da bundan haberdar olması için izhar etti.”
şeklinde anlaşılmasından da hoşlanmadığına, tam kanaati olmadıkça, izhar etmesi
uygun olmaz. Aksine, büyük bir sevap kaçırma ve sadece başkasına örnek olma
noktasında, az bir sevap alma endişesi içinde sadakayı izhar etmelidir. Sadece
sadaka sevabıyla yetinmemeli, ona bakıp verenlerin alacakları sevap kadar sevap
almak için, onları da teşvik etmeli vc örnek olmalıdır.
Sadakada
başka bir anlam da var: Sadakayı alacak şahıs, a- çıktan verilmesinden rencide
olacaksa, gizli vermek evlâdır. Çünkü mü’mine eziyet vermemek daha
faziletlidir. “Başa kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı iptal
etmeyiniz.” (Bakara, 2/264) âyetinin anlamında ihtilafa düşülmüştür.
Bazıları “Ştırda burda, falana sadaka verdim, diye konuşursun, bu da onun
kulağına gider ve üzülür. Bu durum sadakanın iptaline neden olur.” demişlerdir.
Alimlerin çoğunluğu ise, sadaka verdiğin kişiyi fiilinle rahatsız etmek
anlamına geldiği görüşündeler. Eğer, sadece örnek olması için sadakayı Allah
adına izhar etme gücünü kendinde bulamıyorsan, riyâ endişen olmazsa da, gizli
vermen daha faziletlidir.
Hz.
Pcygamber’dcn rivayet edilen şu hadîsi duymadın mı? “Yedi sıtııj var ki,
gölgenin olmadığı günde Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenirler.”''2
Diğerlerini saydıktan sonra, “...birisi de, sağ elinin verdiği sadakayı sol
elinin duymadığı kimse.” buyurdu. Başka bir
133
Neseî, Kaza, 2; İbn Mâcc. Taharet, 11. hadîste de, “Sol
elinden ne kadar çok gizlerse o kadar sevabı fazla olur. Ama, örnek olması için
açıktan verme gücünü kendinde bulan istisnadır.” buyurmuştur. Şöyle bir hadîs de rivayet
edilmiştir: "Gizli amel, açık amelden yetmiş kat daha faziletlidir. ”
ama, gücü yeten için de, açıktan yapmak, gizli yapmaktan yetmiş defa daha
faziletlidir.
Dedim
ki:
“Açıklamaların
üzerine kalbimin güç bulduğunu hissettim. Bunu istiyor ve Allah’tan daha çok
sevap almayı arzuluyorum. Nefis ise, tartışmak üzere, düşmanın hatarâtından,
hevâdan kurtulamıyor. Vicdanın, bu konuda doğru, nefsin ise aldattığını nasıl
anlayacağız?”
Dedi
ki:
“Nefsine
dersin ki, “Eğer, onlar farkına varmadan, onların yaptığı amelden sevap alsan,
bunu sadece Allah’ın bilmesiyle yetinir misin?” Eğer, kalbin buna kanaat
getirdiğini hissetsen, o zaman sadıktır. Aksi takdirde, aldatmakta, halkın
övgüsünü almak amacıyla nefis, bunun açıktan verilmesini istemektedir. Ama
fazla sevap almak için, Allah rızâsı hedeflenerek bu işi yaptığın hissini
vermektedir.
Dedim
ki:
“Peki
oruç, namaz, hac ve gaza konusu da böyle midir?”
Dedi
ki:
“irâdesi
güçlü olup, ameli bitirdikten sonra gelecek hata- ratı reddetme gücüne sahip
kimsenin dışında, bunların izhar edilmesini istemiyorum. Zaten genelde de izhar
ediniliyor. Bazen düşman böyle yapanın peşine düşer, bir gaflet anını bularak
hataratıyla onu yere serer. Ama güçlü insanın, örnek alınsın diye, açıktan
yapmasında bir zarar yoktur. İnsanlar, bu
Riya tür
ibadetleri alabildiğine gizli tutmakta emrolunmuşlar. Çünkü nefis çok aldatıcı,
şeytan ise sürekli pusuda beklemektedir.
Bazen
adam sesini yükselterek, gece, komşularını uyandırmak ister. Eğer adam, güçlü
bir azme sahip, halkın övgüsü kendisine hafif gelen, onların bu sesle uyanıp
amel etmeleri, Allah’tan beklediği sevaptan daha sevimli gelmeyen bir kimse
ise, bunu yapabilir.
Gaza,
zaten açıktan yapılan bir iştir. Gösteriş yapmama konusunda güçlü olan kimse,
diğerlerine örnek olması için öne atılabilir ve ön safta çarpışabilir. Böylece
onları da teşvik etmiş, ileri atılmalarını sağlamış olur. Bu daha faziletli bir
iştir. Çünkü gizli olan bir şey açığa çıkarılmış değildir. Açık olan, açık
yapılmıştır. Zaten bu makam açıktan yapma makamıdır. Düşmana saldırmak vc
hamle yapmak kendisine basit gelen, Allah’ın riyâyı nefyetme gücü verdiği,
orada kendilerine örnek olduğu kişilerce tanınan biri ise, durumunu gizlemeyip
açıktan yapması daha cfdaldir. Böylece düşmanla savaşa teşvik etmiş olur.
Bununla da Allah yardım eder ve din azız olur.
Arkadaşlarını Amele Teşvik Etmek İçin Bir
Şeyler Anlatma
Dedim
ki:
“Kişinin,
arkadaşlarını amele teşvik etmek için, onlara bazı şeyler anlatmasına nc
dersiniz?”
Dedi
ki:
“Geçmişte
bu şekilde davranan, Sa’d b. Muaz gibi salih kimseler bulunmuştur. O şöyle
diyor. “İslâm’la müşerref olduğum günden beri, kıldığım hiçbir namaz yoktur
ki, ondan başkasını arzulamış olayım. Hiçbir cenazeye tâbi olmadım ki, ona
söylenenin dışında bir şeyi kendime söyleyeyim. Hz. Peygamberin söylediği her
sözü hak olarak bilmişim.” Hz. Ömer de, “İster zengin ister fakir sabahlayayım
umurumda değil. Çünkü hangisinin hakkımda hayırlı olduğunu bilmiyorum.” derken,
İbn Mes’ud da şunları söylemektedir: “Sabahladığım hâl dışında bir hâlle
sabahlamayı temenni etmedim. I loşa gitmeyen iki şey, ölüm ve fakirlik, ne
güzel şeylerdir! 1 langisiyle imtihan edileceğim umurumda değildir.” Hz.
Osman, “Müslüman olduğum günden beri, ne şarkı söyledim, ne bir temennide
bulundum, ne dc Hz. Peygamberle bey’at ettikten sonra sağ elimle zekerime
dokundum.” derken, Şeddâd b. Evs şunları söyler: “Müslüman olduğum günden beri,
şu cümlenin dışında, tenkit edilecek ve yerinde olup olmadığını araştırdığım
bir söz söylemedim.." O kölesine, ‘Yemek tepsisini getir, yemek
hazırlanıncaya kadar, onunla oyalanalım,.” demişti. Süfyan b. Harb, ölümü
yaklaşınca akrabalarına, “Üzerime ağlamayın, ben Müslüman olduktan bu yana,
garipscnecek bir iş yapmadım.” dedi.
Hz.
Aişc, insanların faziletlilerinden olan Üseyd b. Hudayr’m şöyle dediğini
aktarır: “Üç hâl var ki, onların dışında da olsam yine aynı hâl üzere
bulunurum. Bir cenazeyi takip ettiğim zaman, kendimin de oraya gideceğimi
söylerim. Kur’ân okuduğum zaman ve Hz. Peygamberi dinlediğim zaman.” Ömer b.
Abdilaziz dc şunları söylemektedir: “Hiçbir zaman, Allah’ın benim için takdir
ettiği bir kaza için, “Keşke başka türlü olsaydı.” demedim; hiçbir arzum da,
Allah’ın takdir ettiği şeklin dışında ortaya çıkmadı.”
Bu
önderler bu şekilde konuşmuş vc hiçbiri, hayır vc başkasını ibadete teşvik
etmek dışında bir şey düşünmemiştir. Bu, ancak güçlü ve yaptığını, sadece
öncülük etsin, başkasına örnek olsun düşüncesiyle yapan, aynı zamanda riyaya
girmeyen insanların harcıdır. Aksi takdirde, önderlik vasfını yanlış yerde
kullanmış olur.
Riya
Çünkü
onların yaptığı örnek olmaktadır ve daha köklüdür. Bir âlim veya halife, yün
veya zahitlerin elbiselerinden bir elbise giyse, bir toplumda konuşsa, onları,
yaptıkları bir hayra teşvik etse, hemen bundan etkilenir ve boyun eğerler. Çünkü
onların imamı vc uyulacak bir mevkidedir. Onun dışında, kimsenin ilim ve
faziletle tanımadığı veya çok az kişinin tanıdığı bir şahıs, aynı şeyi
yapınca, uyulmadığını vc alaya alındığını görüyoruz.
Öyle
ise, önder olmayan kişinin halk içinde bunu yapması uygun değildir. İmanı
olanın ise, güçlü bir irâdeye sahip olması şartıyla, yapması normaldir. Meyin
un b. Mihran, “Şu çarşıda, izan çözülü (fakir, üstü başı perişan) olup da
“Allah’tan başka ilah yoktur.” diyen kimseyi görüyor musun?” der.
Onların,
"... bizleri takvâ sahiplerine intanı kıl.” (Fıırkan, 25/74)
sözlerini duymadın mı? Yani bize uyulsun. Bu dedikleri üzerine övülmüşler.
Çünkü bununla, Allah’a çokça taat edilmesini istedikleri ortaya çıkmaktadır.
Nitekim Hz. İbrahim de, “Benden sonra gelenler arasında bana bir doğruluk
dili nasip et.” (Şuara,26/84) demişti.
Avamdan
biri bunu yapsa, alaya alınır. “Çirkin bir davranış, riyakâr adam, dünyayı
arzulamaktadır, ahmak, deli.” vb. sözler söylerler. Çünkü, onların önderi
değildir ve ona bu gözle bakmamaktadırlar. Güçlü olan kul, onları Allah’a
taata teşvik etmek vc uyandırmak istemektedir. Durum böyle olunca, güçlü bir
azme sahip bile olsa, onları günaha teşvik etmiş olur. Onlara amelini ne kadar
çok izhar etse veya anlatsa, yine de onların taata karşı ilgileri artmaz.
Öyle
ise, mürid olan kula düşen, bu durumu bilmek ve her şeyi Allah’ın vazettiği
şekilde, yerli yerine koymaktır.
Bazen
kul halka, kendinden söz eder, onlar onu riyakârlıkla suçlarlar. Çünkü ona
uymazlar. Bazı insanlara, akraba-
lan
uymaktadır. Ama yakın komşularına bile bir şey dese veya açıktan bir amel
işlese, uymazlar. Bazılarına komşuları da uyar ama, açıktan zikir yaparak veya
anlatarak ya da yün elbise giyerek, işi sokağına taşısa, uymazlar veya riyakâr
derler. Bazısı da var, kendi mahallesi vc sokağı uyar, ama avam halkın
yapmadığı bazı şeyleri onlara izhar etse ve anlatsa, uymazlar vc harekete
geçmezler. Halktan onu tanımayan bazıları, onu tanıyıp, ilim sahibi abid,
faziletli bir kimse olduğunu öğreninceye kadar, ona karşı ileri gider ve sû-i
zanda bulunur, alaya alırlar.
İnsanlardan
bazıları da var ki, bir şeyi açıktan yaptıkları zaman, halk da onu tanıyınca
veya zaten tanıyorsa, yanlarından geçince, “Bu halife çapında bir kimsedir, çok
meşhur bir mu- haddîs, halk tarafından bilinen bir müftü gibidir.” diyorlarsa,
bu şahıs, -daha önce görmeseler bile- adını duyan herkese önder gibidir, ona
boyun eğer vc kendisinden gördükleri hayırlara uyarlar. Hatta avamdan
bazılarının, meşhur âlim, ibadetle temayüz etmiş, fazıl kimselerin, hatalarına
bile uyduklarım görmüşüz. Bunların hatalarına bile uyulduğu halde diğerlerinin
doğrularına uyulmuyorsa, hayırları nasıl izhar ederler?
Akıllı
mürid, Allah’ın onu halk nazarında nereye koyduğunu bilen, buna göre güçlü
olduğu zaman, uyulması gayesiyle neyi ne ölçüde izhar etmesini hesaplayan,
niyeti iyi bile olsa, halkın övgüsüne değer de vermezse, haddini aşmayan
kimsedir.
Bu
konuda 1 lasan'dan şu sözler rivayet edilmiştir: “Adam var cv halkının
imamıdır, adam var mahallesinin imamıdır, adam var genelin imamıdır.” Sünnette,
kendi selâmetleri için bazı şahıslara, gizli amel yapmaları tavsiye edilmiştir.
Çünkü, gizlilik amel edenleri daha iyi koruduğu gibi, çok hatarâta maruz
kalıp, onları kabul etme tehlikesinden de daha uzaktır. Hasan’dan şu sözler
aktarılmıştır: “Müslümanlar bilirler ki gizli amel, daha çok korur.” Akıllı
müride, nefsini aldatması ve onu deneyecek türden işleri izhar etmesi yakışmaz.
Afiyeti iltizam etsin. Onun durumu, boğulmakta olanları kurtarmaya giden, ama
onların boynuna sarılmalarıyla kendisi dc boğulan adamın durumuna benzer.
Keşke, suda boğulan gibi olsa! Bazıları neticede Allah’ın gazabına maruz
kalmaktadırlar.
Azmi
güçlü olan, riyâyı kabul ettirmek için gelen düşman hataratnıı kolayca geri
çeviren, ameli izhar etmesine sadece Allah rızâsı neden olan veya kendisi
istemediği halde ameli ortaya çıkan ve kendisinin de ortaya çıkmasına rağmen
gizlemeye çalışan, onu bu işe Allah ın bilmesine kanaat getirmeme değil, amelinin
sevabıyla yetinmemenin neden olduğu, izhar etmekle başkasını da teşvik edip
ayrıca sevap almayı gaye edinen kimse, iki kat sevap alır. Kişi, uyulan şeyleri
aşıp uyulmayan şeyleri de izhar ederek haddini aşmaması şartıyla, büyük sevap
alır.
Alimler
bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, ister önder olsun ister olmasın,
amelin gizli olanı daha hayırlıdır, ama açık olan amel, önder olanlar için
diğerlerine nazaran daha hayırlıdır, demişlerdir. Bazıları da, önder
olmayanlar için gizli amel, açık amelden hayırlı, önder olanlar için ise, açık
amel daha hayırlıdır, demişlerdir. Şayet önder olanlar için açık amel daha
hayırlı olmasaydı, Hz. Peygamber ona teşvik etmezdi. Başkalarının da onlara
uyması için, onları teşvik etmiştir. Bu ise ancak alenî yapılan işlerde söz
konusudur.
Onları
bu incelikten ötürü açık amele teşvik etmiş ve hem kendi yaptıklarının hem dc
onlara tâbi olanların sevabı kadar sevap alacaklarını müjdelemiştir. Bu, riyâ
için değil daha fazla sevap almaları için, onları gizli amel etmekten, açık
amel etme seviyesine çıkarmayı hedeflediğinin delilidir. Onlar daha önce,
gizli amel yapana sadece amelinin sevabı olduğunu biliyorlardı. Bu, önderler
için açık amelin daha hayırlı olduğunu göstermektedir.
Bir
hadîste, “Gizli yapılan amelin açıktan yapılan amelden yetmiş defa, açıktan
yapılan amelin de gizli yapılan amelden, uyulması şartıyla, yetmiş defa, bazen
dc sayılmayacak derecede, daha faziletli olduğu...” bildirilmiştir.137
Bir başka hadîste dc, “Kim güzel bir çığır açarsa, kıyamete kadar ona uyanların
sevabı kadar sevap alır.”136 ifadeleri bulunmaktadır. Bazen adam
bir Çığır açar, kıyamete kadar uyulur.
Düşman Endişesinden
ve Şöhret Korkusundan Ameli Açıktan Yapmaya Karşı Zayıf Olmak ve Gizli Amel
Etmek
Dedim
ki:
“Gizli
amelin fazileti, anlattığınız gibi olunca, bizler dc önder olma seviyesinde olmayınca,
sadece gizli amel etmemiz gerekir demektir.”
Dedi
ki:
“Bu,
düşmanın bir galatı ve hilesidir. Çünkü Yüce Allah, hem gizli, hem açık ameli
överek şöyle buyurmuştur: “Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer
onları gizleyerek fakirlere verirseniz, sizin için daha iyidir ve sizin
günahlarınızdan bir kısmını kapatır.” (Bakara, 2/271) “Mallarını
gece gündüz, gizli ve açık (Allah yolunda) verenlerin mükâfatı Rabb'leri
yanındadır.” (Bakara, 2/274)
Öyle
ise, gizlilik açık yapmaktan daha faziletlidir. Açıktan yapmak ise, hiç
yapmamak vc boş durmaktan faziletlidir. İmkân olunca gizli yapmalı, olmayınca,
ihlâsla birlikte yapılan açık amel, terk etmekten faziletlidir.
Riya
Dedim
ki:
“Bazı
önder şahsiyetler, bilinmekten ve hayırla bile olsa, meşhur olmaktan
hoşlanmamışlar. Meselâ, onlardan olan İbrahim en-Nchaî’nin yanma bir adam
girmek için izin istedi. O bu sırada Kur’ân okuyordu. I lemen sayfaları kapattı
ve “Bu adam benim her saat Kur’ân okuduğumu bilmesin.” dedi. Yine onlardan olan
İbrahim et-Tcymî, şöyle diyor: “Konuşma hoşuna gidince sus! Sükût hoşuna
gidince konuş!” I lasan da, “Onlardan biri, eziyet verici bir şeye rastlaşa,
meşhur olur endişesiyle, kaldırmaz.” der. Bazılarının ağlaması geldiği halde
onu yutar ve bunu gülmeye çevirir. Birisinin yanında ziyaretçileri
geceleyince, şöhretten endişelendiği için, gece ibadetini terk etmiştir.
Bunlara ne dersin?”
Dedi
ki:
“Allah’ın
rahmeti üzerlerine olsun, onlar, gerçekten birer önder idiler. I tepsine
uyulabilir. Bazıları, diğerlerine nazaran, bazı hallerde daha güçlüdürler. Eğer
fazileti soruyorsan, ben sana onu haber vereyim. Faziletli olan, güçlü olup
riyâyı nef- yeden ve Allah’ın kendisine açtığı hayır kapısını terk etmeyendir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Sana bir hayır kapısı açılınca, onu
fırsat bil ve faydalan.”
Aktardığımız
hadîsler, güçlü olanları desteklemektedirler. Zayıf olanlar da, amele karşı
tembel değiller, ihlâs ve selâmeti istemektedirler. Diğerleri onlardan daha
güçlü olmakla beraber, Allah’ın bunları da o sevaptan mahrum bırakmayacağını
ümit ederim.
İbrahim
cn-Nehaî’nin Kur’ân’ı gizlemesine gelince, rivayet edilir ki, İbn Abbas Kur’ân
okurken yanına bir adam girdi. İbn Abbas, “Yarın gel, bugün cüzümü okuyorum.”
dedi. Hz.
Osman,
“Rabb’imin bana gönderdiği nameye bakmadan üzerimden bir gün geçmesinden
utanırım.” der vc her gün Kur’ân okurdu. Abdurrahman, Hz. Ömer'in yanına girince, zeval
vaktinde namaz kıldığını gördü. Hz. Ömer ona, “Bu benim geceden kalan
virdimdir.” dedi. Ebû Cehil’in oğlu İklime, Kur’ân okur, sonra ağlayarak yüzüne
sürer vc “Rabb’imin kelâmı, Rabb’imin kelâmı!” derdi. Bunu kendisinden rivayet
eden, olayı bizzat görmüştür.
İbrahim
et-Teymî'nin sözü ise, birisi zayıf diğeri sahih olmak üzere iki anlama
gelebilir. Zayıf olanı, kullara verilen emirlere aykırıdır. Her ne kadar
bazıları, ihlâsa olan sevgilerinden ötürü, nefislerine karşı bununla mudarat
yapıyorlarsa da, diğer görüş daha kuvvetlidir. Sahih olan anlamı şudur: Adamın,
şu şu yemekler hoşuma gider, dediği gibi, haram, lağv veya fuzûlî konuşmadan
ötürü, nefsi bir lezzet aldığından konuşma hoşuna gidiyorsa, o zaman dediği
sahih olur. Kullar da bununla emrolunnıuşlar. Sükût da böyledir. Meselâ, tembellikten
ötürü nefis, zikretmekten veya halkın kendisine olan sevgisi devam etsin
düşüncesiyle, gerçeği konuşmaktan kaçar da sükût ederse bu yanlıştır. O zaman
konuş, nefsin hoşuna giden sükûtu terk et.
Bu
şuna benzer: Her şeyi söyleme, ama her konuda da susma. Nefsin arzuladığı
noktayı tespit et ve ona muhalif davran. Çünkü hevâ-i nefs sadece dünyaya
davet eder. Öyle ise, hem konuşmanda hem sükûtunda Allah’ın emrine riâyet et.
Şayet nefis, konuşma veya sükûtun üzerine halkın övgüsünü bekliyorsa, riyâ ve
uçup açısından bunlar hoşuna gidiyorsa, aksini yap, konuşuyorsan sus,
susuyorsan konuş.
Eğer,
salih amel veya hayırlı konuşma açısından hoşuna gidiyorsa, kullar bunu terk
etmekle cmrohinmamışlar. Bunun Allah’tan gelen bir nimet olduğunu hatırlayıp,
hevâ-i nefsin buna muhalif olduğunu düşünerek, tahdis-i nimet türünden, minnet
duyguları içinde bu durumu itiraf etmelidirler. Ama, halkın övgüsünden ötürü
hoşuna gidiyorsa ve başlangıç, kendini beğenme ise, riyâdan ötürü susması evlâdır.
Ya da, İbrahim’in dediği gibi, durumun aksi, yani susuyorsa konuşması,
konuşuyorsa susması evlâdır. Ama başlangıç, Allah için ve ihlâsla olmuş,
halkın övgüsünün hoşuna gitmesi daha sonra ortaya çıkmışsa, insanlar bunu terk
etmekle değil, hatarâtı nefyetme ve salih ameli tamamlamakla emrolunmuşlardır.
I
lasan'ın sözü ise, bazı zayıf kimseleri teşvik veya kendisini şöhret peşinde
koşan biri zannedenleri reddetme gayesine matuftur. Ya da, bazen ihlâsı ortaya
koymada zayıf kalan kimselerden aktarmadır. Bu söz ve aktarma ile halkı ikaz
etmesi, ağlama ve eziyet verici şeyleri ortadan kaldırmaktan daha meşhurdur.
Nefsini, vaaz etme ve fütüvvete (fütya) soyundurmuşum Bu hepsinden daha
meşhurdur. Ancak, şöhret istemeye karşı, zahicl davranmaya teşvik vc ikaz
etmiştir. Kendinde bulduğu güçten ötürü, vaaz, zikir ve fütya yolunu tercih
etmiştir. Bu cn meşhurudur.
Hz.
Peygamber vc ashabı, cenazelere katılıyor, âlimler topluluk içinde vc
mescitlerde nafile kılıyor, ilim vc zikir için toplanıyorlardı. Alimler, bunu
iş edinmişlerdi. Bütün bunlar, alenî amelin onu terk etmekten evlâ olduğunu
göstermektedir. İbrahim en-Nehaî, daha meşhur ve daha yüksek başka şeyler de
yapmaya güç yetiriyordu. Kendini fe çalığa vermişti, halk da onu meşhur etti.
biz. Osman'ın her gün Kur’ân okuduğunu haber vermesi, İbrahim’in Mushaf i
gizlemesinden daha faziletlidir.
İbn
Abbas, Ashab-ı Sebften söz eden âyetleri (Nisa, 4/47) okuyunca ağlamış ve niye
ağladığını soran İkrimc'ye açıklamalarda bulunmuştu.
Öyle
ise gizlilik daha faziletlidir. Gizli yapma imkânı bulamayanın, ihlâs vc arız
olan hataratla mücahedeyle birlikte, aleni yaptığı amel daha evlâdır. Aksi
takdirde, düşman hedefine ulaşır ve kul birçok ibadeti zayi eder.
Riyâ Endişesiyle Ameli Terk Etmek
Dedim
ki:
“Riyadan
ötürü ameli terk edeyim mi, bu daha mı evlâdır?”
Dedi
ki:
“Evet.
Riyâ hatarâtı üç çeşittir ve üç halde olurlar. Biri amelden önce olur. Onunla
beraber kalp, amelin Allah için yapılacağına inanmaz. Bu duyguya itaat edilmez
ve kalp Allah’a bağlanmadan ve bu duygu nefyedilmeden bu haliyle amel
yapılmaz.
Hatarâttan
İkincisi dc amelden önce olur ama, Allah için yapma duygusu da beraberinde
bulunmaktadır. Bu halde amele başlanır ve o duygu nefyedilir. Üçüncüsü ise,
ihlâsla amele başladıktan sonra ortaya çıkar. Bu nefyedilir ve kul ilk
başladığı niyetiyle amelini sürdürür.
Dedim
ki:
“Allah
emrettiği halde, kulun terk etmesi gereken ameller var mıdır?
Dedi
ki:
“Evet.
Çünkü ameller iki kısma ayrılır: Oruç, namaz, hac, gaza, cihat, zikir, iyiliği
emretme, kötülüğü nehyetme vb. genele hitap eden ameller. Kadılık, hilafet,
valilik, müftülük ve halka dua etme görevi gibi özel olan ameller.
Bundan
ötürü Hz. Ömer, Übcyy b. Ka’b'ı, “Müslümanların efendisi, Kur’ân okuyanların
efendisi.” gibi sözlerle övmesine rağmen, görevi olmayan bir işte halk
kendisine uyunca onu dövmüştü. Hz. Ömer, kalkar vaaz eder ve hutbe okurdu.
Ahiret işlerinde harcamak üzere, mal istemek dc bu özel işlerdendir.
Avam
halk, bunların terkiyle emrolunmuştur. Çünkü bu işleri, dünyaya meyletmeyen,
tamahın onlara etki etmediği güçlü ve havastan kişiler yürütür. Onlara göre
Allah korkusu, halkın korkusundan çok öndedir. İlimle elde ettikleri gerçek
sabırla, dünyaya karşı sürekli bir zühd içindedirler. Düşmanın güçlü
saldırılarını, Allah’ın onlara bahşettiği güçle reddederler.
Kim
bunların yolundan şaşarsa, yaptığı amelden ötürü zararı menfaatinden çok fazla
olur. Aynı zamanda bunları, hilafet vc imareti terk etmeyi vc onu istememeyi
emrederken görürüz.
Hz.
Peygamber in Abdurrahman b. Scmûre'ye söylediği şu hadîs bunlardandır: “Ey
Abdurrahman, valilik isteme, çünkü istersen sana yardım yapılmaz. Ama sen
istemeden verilirse yardım görürsün.”'1'9 Ayrıca, “Valilik
isteyeni tayin etmeyiz.”"' buyurmuştur.
Namaz,
oruç, gaza ve benzerlerinin peşine, hem zayıf hem güçlü olanlar düşmüştür.
Bir
grup Hz. Pcygamber’den, gazaya katılmak istediklerini belirttikten sonra,
harcayacak bir şeyleri olmadığı için ağlamışlardı. Hz. Peygamber de bu istek
ve davranışlarını övmüştü. Ama imarete bu şekilde bakmamış ve şöyle
buyurmuştur: “Siz imarete çok hırslısınız. Oysa onu hakkıyla alanın dışında,
imaret kıyamet günü hasret ve pişmanlıktır.”"' Şu söz de O’na aittir.
“O
119
el-Buhâri, Ahkam, 5. KcfFaret, 10; Ebû Dâvûd, imaret,
93.
140
d-Buharî,
Ahkam, 7; Müslim, İmaret. 14.
141
d-Btıhârî,
Ahkam, 7; Neseî, Bey’at, 39; Müsned, II, 448. yüksek mevki
ne güzel süt anadır, fakat ondan ayrılmak da memeden fena bir ayrılıştır.”
Ama namaz, oruç vc gazaya gösterdikleri hırsı
kötü İçmemiştir.
Hz.
Ebû Bekir, Rafı b. Umcyr'c, “İki kişiye bile başkanlık yapma.” demişti. Kendisi
halife seçilince Rafı ona, “Bana iki kişiye bile başkan olma demiştin, ama sen
bütün ümmet-i Muhammcd’e halife oldun?” deyince şu cevabı verdi, “Evet, sana
yine de aynı sözü söylüyorum. Bu işte adil olmayana Allah’ın laneti olur. biz.
Peygamber vefat edince, arkadaşlarım beni rahat bırakmadılar.” Rafı diyor ki,
“Özrünü kabul edinceye kadar bana özrünü anlattı.”
I
İz. Ömer dc, “Kim bu halifeliği, sorumluluğu ile birlikte benden devralır? Ne
kadar arzu ediyorum!” diyordu. Çünkü bu konuda Hz. Peygamber şunları
söylemişti: "İster on kişiye valilik yapsın, her vali kıyamet günü
elleri boynuna bağlı olarak getirilir. Ya adaleti onu serbest bırakır ya da
zulmü onu o halde terk eder.” Hz. Ömer bir adamı vali olarak tayin etmişti.
Adam “Ey müzminlerin emiri, beni onlara tanıt!” deyince 1 Iz. Ömer, “Otur vc bu
görüşümü gizli tut.” cevabını verdi. (Ondan valiliği geri aldı.)
Hz.
Peygamber bir adama valilik vermişti. Adam, “Ya beni vali yap ya da vazgeç.”
deyince, “Sen otur!” dedi.114
En
çarpıcı örneklerden biri dc Ömer b. Abdilaziz'dir. I la- life seçildiği gün,
cübbesini sürükleyerek göz yaşları içinde minbere çıkmıştı.
Kadılık
da böyledir. Hz. Peygamber’in şu sözünden ötürü insanlar sürekli bundan
korunmuş ve kaçmışlardır. "Kadılık üç
Riya
çeşittir: İkisi ateştedir, biri
de Ccnnet'tedir.”^ “Kadılığa tayin edilen, btçaksız boğazlanmış demektir.
"I4f‘
Dünya
da böyledir. Yetecek miktarda elde edilmelidir. Fazlasından nehyedilmiştir.
Haram olduğu için değil, ancak ebdâl zahitler ve Allah ve Allah’ın günlen
hakkında bilgi sahibi olanların dışında kimse ondan salim kalmadığı için, böyle
denilmiştir.
1
lasan‘dan, bir
adamın yiyecek istediği ve bununla yetindiği, bir diğerinin fazla istediği,
fakat fazlasını tasadduk ettiği, bunlardan hangisinin daha iyi yaptığı
sorulunca, şu cevabı verdi: “Oturan daha faziletlidir.” Çünkü dünyayı
istemekle birlikte, selâmette kalmak çok zordur. Onu terk etmek de bir
zühddür. Ama Allah’a yakınlık için olması istisnadır. Dünyanın fitnesi ve kalbi
meşgul etmesinden ötürü, onu isteyince, Allah’tan uzak kalmaktan
korkmuşlardır.
Ebu’d-Derda4
şöyle diyor: “Şam mescidinin yolunda durup her gün elli dinar kazanarak onu
tasadduk etmek hoşuma gitmez. Ben alışverişe haram demiyorum ama, ticaret ve
alış verişin onları Allah’ın zikrinden alıkoymadığı kişilerden olmak
istiyorum.” Başka bir zaman da şu sebebi ileri sürmüştür: “Beni zikirden alıkoymasın
diye.” İkisi aynı anlama gelir. Şöyle devam ediyor: “Ben Hz. Peyganıber’in
bi’setinden önce tüccardım. Müslüman olunca, ticaret ve ibadeti beraber
yürütmek istedim. Fakat ikisini topla- yamadım, ticareti terk ettim. Kişi
zikirden ahkonmadıkça ticaret yapamaz.” Ebu’d-Derda’, “11er gün elli dinar
kazanıp onu Allah yolunda tasadduk etmek hoşuma gider vc bu beni zikirden de
alıkoymaz vc meşgul etmez.” dememiştir.
Müslümanlar,
halife, vali veya kadı olan ya da fütüvvet ve dua göreviyle halkın işlerini
gören kimselerin en faziletli kişiler olduğunda icma‘ etmişlerdir.
145
el-Müıuvî,
Fcyzıı'l-Kndir, III, 468.
146
el-Tinnizî,
Ahkam, 1; İbn Mâcc. Ahkam, 1; Müsned, II, 230.
Bu
konuda şu rivayetler aktarılmıştır: “Adil olan imamın bir günlük icraatı,
adamın yalnız başına yaptığı altmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır.”'27
“Hidayete çağıran kimseye, aldığı sevabın yanı sıra, uyan kimselerin sevabı
kadar sevap verilir.”"6 “Adil imam Cennet'e girecek ilk üç
sınıftan biridir.”"'1 “Üç kişinin duası reddedilmez. Adil imam
bunlardan birisidir.”"9 “Kıyamette bana en yakın oturacaklardan
biri de adil imamdır.”"' Hz. Muaz'a şöyle buyurmuştu: “Bir adamın
seninle hidayete ermesi dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.”"2
Adil
olup hakka isabet ettikçe, kadılık da böyledir. Ebû Büreyde, 1 İz. Peygamberin,
adil olup hakka isabet eden kadının Cenneftc olduğunu söylediğini,
aktarmaktadır.
Güçlü
olan kişinin, selâmette kalıp elde ettiğini tasadduk etmesi şartıyla, dünyayı
istemesi konusunda ihtilafa düşülmüştür. Bir grup, terk eden daha zahid ve
faziletlidir, derken, başka bir grup, selâmette kalıp tasadduk edince, terk
edenden daha faziletlidir, demişlerdir. Çünkü, başkasının elde edemediği ameli
o elde etmiştir. Sevap alması için namaz ve oruç istendiği gibi, bu da istenir.
Selâmette kalmaz endişesiyle de terki istenir.
Kulun Halkın
Sevgisinden Dolayı Sevinmesinin Ölçüsü
Dedim
ki:
“Halkın kendisini sevmesinden
hoşlanmak caiz mi?”
147
et-Tİmtizî,
Zühd, 37; Neseî, Kaza, 2.
148
et-Tinnizî,
Tefsiru Sûre, 37 ; Mu vat la, Kur’ân, 37
149
el-Bulıârî,
Zekât, 16; Müslim, Zekât, 91; Neseî, Kudat. 2.
150
et-Tİrmizî,
Cennet, 2, Müsıted, IV, 154; İbtı Mâee, Dua, 11.
151
Müsned,
III, 22, 55.
152
el-Buharî,
Cihâd, 73; Ebû Dâvûd, Edep, 97; İbtı Mâee, Zühd, 39.
Dedi
ki:
“Bizzat
bir taat üzerine halkın seni övmesini isteme, sadece Allah için yap ve
başkasının övgüsünü kabul etme! Ama halk ' nazarında övülen bir taat üzerinde
değil de, ayrıca seni sevmelerini istiyorsan, onlar da Allah’ın seni
setretmesinden ötürü, seviyorlarsa bunda bir sakınca yoktur. Çünkü, seni bir
taat üzerine seviniyorlar. Ancak senin faziletini öğrenmiş sonra da seni
kalpleriyle sevmiş, sana saygı göstermiş, sana hizmet etmişlerdir. Allah’ın
teati üzerine bunu istemen caiz olmaz.
Dedim
ki:
“Hz.
Peygamber’in şu hadîsine ne dersin?” Adamın biri O’ndan, “Bana öyle bir şey
söyle ki, onu yapınca, hem Allah hem de insanlar beni sevsin.” diye istekte
bulundu. O da şu cevabı verdi: “Dünyaya karşı zahid ol ki, Allah seni sevsin,
dünyanın geçici metaını insanlara bırak ki, onlar da seni sevsin.” Başka bir
sözünde, “Dünyada zahid olsan, hem Allah hem de kullar seni sever.”
buyurmuştur.153
Dedi
ki:
“Efendimiz,
ne doğru söylemiştir! Çünkü, Allah’ın nefret ettiği dünyayı terk etse ve
Allah’ı arzularına tercih etse, Allah onu sever. Halkı nefsine tercih eden
kişinin, halk tarafından sevilmesine bir engel olamayınca, Allah’ı tercih
edenin de O’nun tarafından sevilmesine engel yoktur.
Dünyaya
karşı zahid olan, ne kimseye eziyet eder ne de yük olur. Böyle olanı da halk
sever. Allah onların kalbine sevdiği kişiyi sevmelerini ilka eder. Adam, “Bana
öyle bir şey söyle ki, bununla 1 lakk’ın ve halkın sevgisini isteyeyim.”
dememiştir. Hz. Peygamber de, “Dünyada zahid ol ve bununla Hakk’ın ve halkın
sevgisini iste.” cevabını vermemiştir. Sadece Allah rızâsı için zahid olmasını söylemiş vc Allah’ın onu seveceğini vc
doğruluğundan Ötürü de halka sevdireceğini bildirmiştir. Çünkü ona, sadece
Allah’ı arzulamasını bildirmiş ve halktan eziyet ve yardımını uzaklaştıracak
şeyi haber vermiştir. I İz. Peygamber bu sözü ile onun sevilmesini
reddetmemiştir.
Dedim
ki:
“Hem
Hz. Peygamber hem dc soru soran, halkın sevgisine rağbeti izhar etmemişler
midir?”
Dedi
ki:
“Allah
için sadık olduktan sonra, O’nun katından olan sevgilerine rağbet etmekte bir
sakınca yoktur. Görmüyor musun ki, “Dünyaya karşı zahid ol.” denilmiştir? Oysa
onların övgüsü rağbet edilecek cn büyük dünyalıktır. Onların övgüsüne karşı
zahid olmak ise, dünyaya karşı en büyük zühddür. Böylece, halkın övgüsü dahil
olmak üzere, dünyadaki her şeye karşı zahid olması istenmiştir. Ancak o zaman
Allah onların kalbine, ona karşı sevgi yerleştirir. Bununla birlikte, taate mukabil,
halkın övgüsünü istemeyi nehyeden haberlerle zıtlaşmayacak m un katı’ bir
hadîstir.
Bazı Günahlarının Halk Tarafından Bilinmesi
Durumunda Üzülmenin Ölçüsü
Dedim
ki:
“Halkın
bazı günahlarıma muttali olması durumunda üzülmem doğru olur mu? Çünkü,
neredeyse bu durumda üzülmeyen kimseyi görmedim?”
Dedi
ki:
“Üzülme,
tabiî bir hâldir. İnsan tabiatına muhalif bir şey ortaya çıkıp da nefis bunu
anlayınca, üzülme ortaya çıkar. Tabiat, fiil, söz vb. durumlardan, uygun olup
muhalif olmayan
Riya
huyların
toplamı demektir. Üzülme oraya çıkınca, ya doğruluk ve ihlâs ya da riyâ vc
yalanla beraber olur. O zaman düşman vc nefis, değerinin düşmesi, şehadetinin
kabul edilmemesi, kendisine karşı iyilik ve saygının kaybolması endişesini
ileri sürerler. Bu endişeyi kabul eder ve bundan ötürü üzülürse, üzüntüsünü,
dininde eksiklik meydana getirecek bir şekilde kullanmış olur.
Şayet
korkusu, Hz. Peygamber’in, “Allah kimi dünyada setretmişse onu ahirette de
setreder.”174 hadîsinde ifade edildiği üzere, kıyamet günü setrin
kaldırılıp rezil olmasından ileri geliyorsa veya tabiatına aykırı bir şeyle
imtihan edildiği için, onunla uğraşıp, aklının Allah’ı unutmasından endişe
ediyorsa, ihlâslı vc doğru bir üzüntüdür.
Bu
iki durumdan biri yoksa vc tabiatına aykırı olan üzüntüyü terk ederse, ona bir
zarar vermez. Halkın bilmesi değil dc, Allah’ın bilmesi asıl üzüntü vc
meşguliyet sebebi ise, bu tercih edilen bir davranıştır. Ama Allah'ın bilmesi
değil de halkın bilmesi onu üzmüş vc meşgul etmişse, işte hüsran bundadır.
Allah Bilse Bile
Günahları Halktan Gizlemek
Dedim
ki:
“Allah’ın
bildiği günahı halktan gizlemenin anlamı nedir?”
Dedi
ki:
“Kul
için evlâ olan, halk tarafından bilinen hayırların dışında, bir şeyi halkan
gizlememektir. Gizlisi de açığı gibi olmalıdır. Hata daha fazla. Hz. Ömer bir
adama, “Amelin açık olanına dikkat et.” dedi. Adam, “Açık olan amel nedir?”
deyince ona şu cevabı verdi: “O yaparken birisi seni görünce, uunmadığın
ameldir.”
Ebû
Müslim el-Havlanî de şöyle diyor: “Hanımıma yaklaşma ve def-i hacet dışında,
halkın muttali olmasından endişe edeceğim bir iş yapmadım!”
Ancak
sadık olan bir kimse, bir günah işlemekle imtihan edilince, riyaya girmeksizin
utancından, Cenâb-ı Hak’tan aktarılan, günahların açığa çıkarılmasını sevmediğine
dair sözden vc Müslümanların üzerinde icma ettiği, “Kim günahını söylerse
setredilmez.” şeklindeki kaideden ötürü, bunu gizler. Bu Allah katında,
Allah’ın setri ile setrolmaktan daha büyüktür.
Müraî
olan, verâ’ sahibi olmasından Ötürü övülsün ve Allah’tan korkan biri olarak
bilinsin diye setr eder. Oysa verâ1 sahibi değildir, halka karşı
gösteriş ve riyâ içindedir. Ne Allah’a karşı vcrâ’ı var ne de halktan
utanmaktadır.
Utanılması Müstahap Olan ve Mekruh Olan Hususlar
Dedim
ki:
“Halk
çok utandıklarını söylüyorlar. Riyakâr ve iki yüzlü kim varsa utandığını
söyler, sadık olanlar da aynı şekildedir. Bunun zaaf yanı ve hayırlı olanı var
mıdır?”
Dedi
ki:
“Hz.
Peygamber’den aktarıldığı gibi, hayanın tamamı hayırdır.” I layâda zaaf var diyenler, bunu bazı
kitaplardan aktarıyorlar ama ne olduğunu anlayamadım.
Reşid
b. Ka’b, İmran b. Hüseyn‘e, “I iikınette zaaf var deniliyor.” deyince, İmran
kızmış ve “Vallahi bugün size hiçbir hadîs aktarmayacağım. Ben size Hz.
Peygamber’in sözlerini aktarıyorum sen zaaftan söz ediyorsun. O’ndan olan daima
evlâdır. O şöyle diyor: “Hayâ, imandan bir şubedir.” “Allah, hilim sahibi ve hayâlı kişiyi sever.”
I
layâ, güzel tabiatın bir işlevidir. Allah bunu dilediği kullarına verir. I lem
isyankâr hem muti’ bundan yararlanır. Muti’ olan, sıradan her insan olmaktan
uzaklaşır; fasık olanın ise, fışkı ve rezilliği bir araya gelmez. Bu konuda şu
hadîs rivayet edilmiştir. “Asi olanlar, hayayı terk edip günahları ortaya
çıkınca, onların halini değiştirmeyin. Allah, özeli ve geneli peş peşe
getirmiştir.” Hz. Ebû
Bekir’in rivayetinde ise şu ifadeler var: “Kötülük yaygınlaşır insanlar da onu
değiştirmezlerse, hepsini kapsayan bir azabın gelmesi yakın demektir.”
Ümmü
Seleme, “Aramızda salih kimseler olmasına rağmen helak olur muyuz, ya
Rcsulellah?” deyince, Hz. Peygamber, “Evet, kötülük yaygınlaşıp
değiştirilmezse.” cevabını
verdi.
Öyle
ise hayâ güzel tabiatın bir işlevidir. Düşman haya ile riyâya çağırır. Kul ona
itaat edince, riyâya inanır, hayâ ile oyalanır vc doğru olur. Önce hayâ
duygusu kalbine doğar, sonra düşman riyâyı ileri sürer, o da onu kabul eder.
Hayâdan riyâya intikal edince, muraî olur.
Bazen
hayâ onu, sadece Allah rızâsı için davranmaya yöneltir, buna ihlâs da eklenir.
Şayet bunu hayâdan ötürü yapar veya riyadan değil ihlâstan ötürü terk ederse,
hayırdan daha evlâ bir şey olmadığı müddetçe, Hz. Peygamberin şu sözünden
dolayı, bu çok hayırlıdır: “Hayanın tamamı hayırdır vc imandan bir şubedir.”1'1’
I
laya, ister sıradan bir insanda olsun, ister din veya dünya ile ilgili olsun,
fark etmez. Bu şuna benzer: Bir şahıs, iki adama gelerek, birinden borç veya
karşılıksız para ister. Birinin kalbinde hiç hayâ yoktur. Nefsi vermeye
yanaşmayınca hemen reddeder. Diğerinin nefsi de istenen malı vermeye yanaşmaz,
ama hayası, cimrilik gösterip isteyeni reddetmesine engel olur. Reddetmeden
duraklar, isteneni yerine getirmeye yönelir, bu sefer şeytan ve nefis yolunu
keser ve “istediğini ver ki, ‘ne cimri adam!’ demesinler veya seni övsünler ve
saygı göstersinler ya da ver ki, daha büyük bir karşılık alasın.” derler. Adam
da buna inanır ve verir. Şüphesiz tabiatındaki hayadan ötürü bunu vermiştir.
Başka
bir adam da, nefsinin vermeye yanaşmadığı bir şeyi ister, tabiatındaki hayadan
ötürü onu reddedemez. O anda riyâ duygusu baş gösterir, hemen reddederek,
“Hayır, sadece Allah rızâsı için veririm.” der. Veya, hayâ ile nefsin vermeme
isteğini reddedince, hemen Allah’ın sevabım hatırlar ve onu arzular. Eğer hayâ
olmasaydı isteyeni reddedecek, Allah için verme niyetinin ortaya çıkmasını
beklemeyecekti.
Şayet
vermekle, tabiatına hayâ duygusunu yerleştirip onu, sevap istemediği gibi aynı
zamanda utanmayan kimsenin tabiatında yaratmadığı için Allah’a, şükretme
niyetini taşıyor ve ihlâsla yapıyorsa -ki, Allah buna lâyıktır- sevap alma
niyeti ile vermesi durumunu da artık sen düşün?
Başka
biri, bir şeyler istiyor. Bu istek karşısında adamda sahip olamadığı bir hayâ
duygusu baş gösteriyor. Verme azmi ile doluyor, riyâ duygusunu kabul etmiyor,
ama sevabı da hatırlamıyor. Bunun azı şudur: Adam, terğîb veya terhîp için
verir, yapar veya terk eder. Eğer, isteyene bu hayâ üzerine verirse veya
vermesi uygun olmayan şeyi, bu hayâ üzerine vermezse, riyâ karışmadığı
müddetçe, bu davranış güzel bir ahlâktan gelen bir hayırdır.
Hayâ,
Allah rızâsı vc sevabı bir araya getirmek daha faziletlidir. Çünkü hayâ güzel
bir haslettir, herkese verilmediği gibi ancak şekî bir kalpten alınır. Bu
konuda şu hadîs' rivayet edilmiştir: “Yemenli bir adam, Hz. Peygamber’in
yanında bir şey (bir rivayete göre içki) içmek istedi, içerken elbisesiyle
gizledi. Bir adam, “Bu nedir?” deyince, Hz. Peygamber, “Bu hayadır, Allah onu
bazılarına vermiş bazılarına vermemiştir.”
Bu
duygu galeyana geldi mi, onunla beraber ya ihlâs veya riyâ olur. Ya da ihlâs
veya riyâ olmaksızın, hayâ ile iş yapılır. Her riyakârın hayâ ile oyalanması
mümkündür.
Bazı
müridler, hayâlı olduklarını zannediyorlar, oysa muraîdirler. Bazı farzları
zayi etmekten utanmazlar ama, bazı mubahları terk etmekten utanırlar. Meselâ,
halkın nazarında huştT sahibi olarak görülmez vc hafifliğe sebep olur
düşüncesiyle bir işte acele etmezler, riyakârâne az gülerler.
Bazen
halktan utanarak bir iş yaparlar, ama bu konuda Allah utamlmaya daha lâyıktır.
Bu, bir hayırdan daha faziletli olan diğer bir hayra benzer. Müslüman bir
yaşlıdan, kötü bir hareket görüp onu nehyetmek istemesine rağmen,
yaşlılığından utanarak vazgeçen adam gibi. Yaşlıdan utanmak vc ona saygı
göstermek bir hayırdır. Ama, yaşlıdan utanılsa bile, bu hayır onu, kötülüğü men
etmekten alıkoyınamahdır. Yaşlılara ikram, dinden olan güzel bir ahlâktır. Hz.
Peygamber, “Müslüman yaşlıya saygı, Allah’a saygı tütündendir.” buyurmuştur.
Allah
rızâsı için yerine getirmek üzere emirleri zayi etmeyip Allah’tan utanmak ise
evlâdır. Eğer utanacaksa, Allah’tan utanmayı halktan utanmaya tercih etmelidir.
Sana
anlattığını hayayı iyi anla! Çünkü insanlardan bir çoğu bunu karıştırmakta ve
hayâ üzerine yalan söyleyerek, bunu hayâ saymaktadırlar. Arkasından riya gelmeyen
hiçbir hayada beis yoktur. Elbise ve bedeninin kirliliğinden utanma vb. konularda,
riyâ olmadıktan sonra bir beis yoktur.
Kulun Müslümanların
Tenkidinden
Hoşlanıp Hoşlanmaması
Dedim
ki;
“Müslümana,
Müslümanların tenkidinden hoşlanmaması yakışmaz mı?”
Dedi
ki:
‘Yakışır.
Ama hoşlanmamanın çeşitleri var. Bazen, onların tenkidi Allah’ın tenkidine
delil olur endişesiyle hoşlanmaz. Çünkü Hz. Peygamber “Siz, Allah’ın
yeryüzündeki şahitlerisiniz.” buyurmuştur. Bu durum, tenkit edenler
tenkitlerinde zulüm yapmayıp yalan söylemedikleri şartıyladır. Bazen, kalbini
etkiler ve Allah’a ibadetle meşgul olmaktan ahkoyarlar diye, hoşuna gitmez. Ya
da, Allah’ın helâl kılmadığı bir düşünce veya davranışta bulunur da asî olur
düşüncesiyle hoşlanmamaktadır. Ya da bu tenkitleriyle Allah’a asî olurlar diye
onlara acımakta ve tenkitlerinden hoşlanmamaktadır.
Bundan
daha az olan, mubahtır. O da, tabiatına aykırı olduğu için tenkitlerinin onu
üzmesi veya ona ağır gelmesi nedeniyle hoşlanmamasıdır. Duyduğu nahoş
sözlerden ötürü üzülmemesi mümkün değildir. Tabiatının gereği olarak, duyduğu
bu tür sözlerden ötürü üzülmesinde bir günah yoktur. Ama üzülmek hoşuna
gitmemelidir.
Riya
Onu
tenkit ettiklerinde, tabiatının gereği üzülürse, bunda bir sakınca yoktur. Ama,
tenkitten hoşlanmıyor, onu verâ sahibi görmelerinden hoşlanıyor, dini ile
dünyayı kazanıyor ve bundan ötürü tenkitlerinden üzülüyorsa, işte o zaman
dininde eksiklik yapmış demektir.
Şayet,
Allah’ın taatıyla riyakârlık yapmıyor, bundan ötürü, Allah’ın taatı üzerine
övgülerinin tam olma endişesi duymuyor ve kalbi bundan salım kaldığı halde
tenkitleri onu üzüyorsa, bir de onlar tenkitlerinde gerçekçi iseler, bu insan
hem dininde noksanlık yapmış hem de aldanmıştır. Çünkü birçok insan, dinden
gelen övgülerin yok olmasına mukabil sadece üzülmekle razı olmaz. I latta bu
durumu düzeltmek ve tenkidi bertaraf etmek için, daha önce yapmadığı bir ameli
yapar. Böylece yalan vc yapmacıkla kendini mazur gösterir.
Mü’min,
Allah'ın taatına karşı, halkın övgüsünü talep etmez. Ama tenkitlerini de almak
istemez vc bunu sevmez. Çünkü bu durumlar kalbi meşgul eder, onu sıkıntıya
sokar. Belki dc onu caiz olmayan işlere sürükler vc taatla Müslümanların
isyanına neden olur. Oysa taatla, Allah istenir, kullar istenmez. Bu taatla
Allah’a isyan etmeme, halkın onu Allah’la meşgul olmaktan alıkoymaması vc
dinlerinin selâmette kalması hedeflenir.
Dedim
ki:
“Allah’ın
taatı üzerine, halkın ne övgüsünü ne dc tenkidini seviyor ikisi arasında üçüncü
bir şık yoktur. Tenkitlerini sevmeyince, övgülerini seviyor demektir. Bu nasıl
olur?”
Dedi
ki:
“Allah'ın
taatı üzerine yaptıkları tenkitlere üzülmesi, onların gözünde mertebesinin
düşmesi endişesinden veya övgülerini sevmesinden ilen gelmiyor. Kalbının
meşgul olmasından vc onların, onun yüzünden isyâna girmelerinden ileri geliyor.
Böylece, Allah’ın taatı üzerine övgülerini istememiş olur.”
Dedim
ki:
“Onunla
meşgul olmadıkları ve Allah’a itaat ettikleri için onların övgüsünü seviyor.
Dedi
ki:
“Şayet,
övgüye olan sevgisi onu meşgul ediyor, kalbindeki meşguliyetin sükûn bulmasını
istiyor ve bunlar için halkın övgü ve saygısını seviyorsa, bunun karşılığını
almada acele etmiş demektir.
Hoşnutsuzluğu
ise, kalbinin tenkitle uğraşmasından ve bunun giderilmesini istemesinden ise,
bu selâmeti istemektir. Yoksa, meşguliyete inanıp övgülerini istemediğinden
dolayı değil, kendi fıtratıyla mücadele edip, bu fıtratın onu bir gaflet anında
mağlup etmesinden hoşlanmadığındandır. Onun için atlattığı her imtihanı,
Allah’tan gelen bir nimet saymaktadır.
Dedim
ki:
“Övgü
de böyledir. Sadece taattan ötürü olanı değil, her türlü övgüyü sevmektedir.
Taattan ötürü gelen tenkit sıkıntısına katlanmak ve bu konuda fıtratıyla
mücadele etmek, bu işin onu meşgul etmesi ve belki de tamamıyla giderememesi
nedeniyle övgüyü istemektedir.”
Dedi
ki:
“İnsan,
fıtraten tenkitten nefret eder. Övgünün yok olmasında ise, makam sevgisinin
verdiği endişeden başka, bir şey yoktur. Övgüyü istemek kalpten gelmiyor. Bunu
iyilik ve taat üzerine överler ümidiyle istemektedir. Nefis, her türlü övgüye
davet edince, onların onu sadece hayır ve iyilik üzerine öveceklerini bilir.
Dedim
ki:
“Allah’tan
amelini setretmesini istemesine rağmen övgüyü sevmesine nasıl cevaz
veriyorsun?”
Dedi
ki:
“Ben
ancak, ihlâsla amel yapıldıktan sonra Allah tarafından setredilmc nimetine
sevinmelerine cevaz veriyorum. Övme ve tenkit arasında da bir makam vardır.
Dedim
ki:
“Nedir
o makam?”
Dedi
ki:
“Kalplerini,
hem övme hem tenkit etme işinden boşaltmalarıdır. Onu tanımayan, tenkit
etmeyen ve övmeyen kişinin kalbi gibi veya iyiliğini hatırlamakla birlikte, onu
ne öven ne de tenkit eden kimsenin kalbi gibi.
Meşgul
olma endişesinden ötürü, onu tenkit etmelerini sevmez. Riyâ korkusu ve makama
karşı istiğnasından ötürü övülmeyi de sevmez. Hepsinden uzak olmayı sever. Taat
üzerine, ne övgü ne de sevgileri olsun istemez. Ona bildirmeden tenkit
etseler, bu ona kolay gelir. Çünkü bundan ötürü sıkıntıya düşmemektedir. Fakat
asî olmamaları için onlar adına bunu istemez. Övgüde ise onlar itaatkârdırlar.
Dedim
ki:
“Övgü
vc tenkit, biri diğerinden önce gelen iki basamak değil midirler?”
Dedi
ki:
“Yapma
vc terk etme arasında bir basamak yoktur. Çünkü terk, yapmak için ikinci bir
fiildir. Fiiller değişiktir. Kul, bazen ne övgü ne tenkit olan üçüncü bir fiil
yapar. Böylece bazı kullar için kalbini, hem övgü hem tenkitten boşaltmış
olur. O kimseyi, ömrü boyunca ne taat üzerine övülen nc tenkit edilen biri
olarak görmek hoşuna gider ki, kalbi, ahiretin dışında bir şeyle uğraşmasın.
Çünkü, onları günaha sokacak bir şeyin ortaya çıkmayacağından emin olmadığı
gibi, onun yüzünden Allah’a asî olmalarını da istememektedir.
Eğer
onu tenkit eden kişi, iyi bir insan ise, günahı çoğalır diye, tenkit etmesini
istemez. Ayrıca, onları gıybet gibi caiz olmayan bir şekilde zikretmekten
korkar. En azından, onu Allah’la meşgul olmaktan alıkoyarlar.
Halk Nazarında Kötü
Bir Makama Sahip Olmayı İstememe Konusunda Sadıkların Kalp Durumu
Dedim
ki:
“Bu
durumda, sadık olanların kalbi nasıl olacaktır?”
Dedi
ki:
“Nefsi
amel etmeye istekli vc hazır olmalı. Ya da halk arasında yaşadığı sürece, ne
övülmesi ne de fazileti aklına gelmemeli, dili bunları konuşmamalı. Sadece,
halk nazarındaki, mertebe vc değere karşı istiğna konuşulabilir. Sadece Allah
için ibadete istekli vc hazır olmalı, halk için değil.
Dedim
ki:
“Siz,
kulun, Allah adına ona kızarak tenkit etseler bile, tenkit edilmekten ileri
gelen meşguliyetinin kaldırılmasına ve başkasının onu tenkit edip günaha
girmemesine sevinmesine cevaz vermemiş miydiniz? Oysa onu Allah için tenkit
ediyor, Allah için ikaz ediyorlar vc gıybetini yapmıyorlar.”
Dedi
ki:
“Setretme
perdesi kaldırıldığı için üzülmekte ve Allah tarafından, onu ikaz edecek ve
ona nasihat edecek birinin gönderilmesini istemektedir. Bununla beraber,
Allah’ın onu setret- mesini veya setretme perdesini kaldırarak onu başkasının
eliyle te’dip etmeyi değil, bizzat, Allah’ın, kalbine nasihat ederek onu
uyarmasını arzular.”
Dedim
ki:
“Tenkitin
ortaya çıkıp omı meşgul etmesinden ve tenkit edenlerin, caiz olmayan bir
şekilde tenkit edip günaha girmelerinden hoşlanmadığına göre, övmelerine
sevinmesi neden caiz olmasın?”
Dedi
ki:
“Meşguliyetini
giderme ve onların taatına sevinme söz konusu olur ve halkın nazarında değer
kazanmayı hedeflemezse caizdir. Amelden sonra veya bitirmeden ya da iki halde
dc övseler, bu amel de bizzat kendisinden söz edilen vc yapana “Allah seni
affetsin, Allah sana çok sevap versin.” denilen bir amel değilse, bunu bir
nimet saymalıdır. Çünkü, çirkini gizlemekte, güzeli ortaya çıkarmakta, onu
halka sevdirmektedir. Allah’a itaat ettikleri uyulma makamında ise, ona
uydukları ve kalbini gözetlediği için sevinmektedir.
Ama
halkın nazarındaki değeri için scvinmcmclidir. Bununla birlikte, bir gevşeklik
ortaya çıkıp onu üzmesin, dolayısıyla ona olan övgülerinde bir değişiklik
olmasın diye dikkatli olmalıdır. Veya başladığı bir amelden ötürü onu
öveceklerine inanır, yaptığı taat üzerine övülme, iyilik görme ve saygı duyulma
adına içinde bir arzu hissederse, hemen çirkinliklerini örten vc güzel
yanlarını ortaya çıkaran Rabbi’ne şükredip amelini ihlâsla, sadece O’nun için
yaparak bu düşünceyi nef- yetınelidir.
Dedim
ki:
“O
zaman Abdullah’ın ‘Hak için onu tenkit edenle öven bir olmalı’ şeklindeki
sözünün anlamı nedir?”
Dedi
ki:
“Bu
söz doğrudur. Allah için ihlâs, doğruluk ve herhangi bir fayda veya zarar
vermeyen kimsenin övgüsüne karşı istiğna göstermeli ve onun nazarında övenle
tenkit eden eşit olmalıdır.
Çünkü
insanlar Allah’ın kullarıdırlar. Kendilerine bile bir fayda veya zarar vermeye
güçleri yetmeyince başkalarına evleviyetle fayda veya zarar veremezler.
Onun
için övgülerine karşı zahid olmalı, tenkitlerine de değer vermemeli vc gözünde
eşit olmalıdır. Onu övseler bu bir fayda sağlamaz. Nitekim Hz. Peygambcr’c
Temimoğullarının şairi, “Ey Allah’ın Resûlü, benim övgüm bir süs, tenkidim ise
uğursuzluktur.” deyince Hz. Peygamber ona, “Yalan söyledin. Bu özellik
Allah’ındır.” cevabını
vermişti.
Mü’min,
Allah’ın bir olduğuna, O’nun dışında kalan her şeyin dc yaratılmış, terbiyeye
ve idare edilen kullar olduğuna inanıp tam anlayınca, Mevlâ’sının mülkünde,
O’nun istemediği vc razı olmadığı bir şeyi konuşmaz, kendisine fayda vc zarar
vermeyen mahlûkatın korku ve ümidini kalbinden atar, övgü ve yergileri gözünde
eşit olur. Çünkü onların seviyesi budur. Ama onun yanında Halık’ın övgü vc
tenkidi bir olmaz. Çünkü bütün mülk O’nundur. Yarar ve zarar O’nun eliyle
olmakta vc yaratılmaktadır.
Allah’ın
övdüğü amele mukabil dünya ve ahirette sevap beklenir ki, bu en büyük
menfaattir. Rabbi’nin tenkit ettiği amel ona büyük günah gibi olur, dünya ve
ahiret azabından korkar. Çünkü dünya ve ahirctın maliki sadece O’dur. Halkın
övdüğü ve yerdiği kimse O’nun yanında eşittir. Çünkü, Allah’ın izin verdiği
müstesna, fayda veya zarar vermeye kadir değildirler.
Riya
Kulun Kalbinde Övgü
ve Tenkidin Eşit Olması ve Nefsi veya Rabbi İçin Arzulamasının Farkı
Dedim
ki:
“Eşitlik
hangi konularda olacak?"
Dedi
ki:
“Meselâ
adam, iyiliği emir, kötülüğü ııehyeder. Buna mukabil halktan biri onu över.
Adam bakar ki, onu öven rızkını artıramıyor, ecelini geciktiremiyor,
hastalığını gideremiyor, ahirette de ona sevap sağlayamıyor, dolayısıyla yok
gibidir.
Sonra
bir başkası onu tenkit ederek, “Sen müraîsin, tekellü- fc giriyorsun.” der.
Bakar ki, onun tenkidi rızkını eksiltemiyor, ömrünü azaltamıyor, sağlığını
bozamıyor, ahirette dc bundan ötürü bir ceza gelmeyecek. Dolayısıyla tenkidi
eşitlenmiş oluyor. Çünkü ne övenin övgüsü ile bir fayda ne dc tenkit edenin
tenkidiyle bir zarar ortaya çıkıyor. Kendisi için ikisi eşittir ama Rabbi için
eşit değildir. Çünkü öven, Allah’a taat, ona uyma vc taatta bulunanın sevgisiyle
över. Tenkit eden ise, hak üzerine tenkit ettiğinden, Allah’a asî olmuş, hakka
buğzetmiş, onu sevmemiş- tir. Onun için Rabb’ın nazarında eşit olmazlar.
Dedim
ki:
“Bu,
benim gibilerin anlayamayacağı ince ve derin bir anlamdır, övgüyü seven vc tenkitten
hoşlanmayan fıtratla bu anlayış nasıl bağdaştırılır? Nasıl bir anlamda eşit
diğer anlamda farklı olabiliyorlar?”
Dedi
ki:
“Hakkı
övenin itaatkâr, tenkit edenin ise Allah’a ve hak ehline asî olduğuna inanırsan
bunun bilinen ve var olan bir gerçek olduğunu anlarsın. Sevgi ve nefretin
farklı oldukları yani kendi açısından eşit ama Rabbi açısından farklılık arz ettikleri
sabit olmuştur. Çünkü o, ne tenkitten zarar ne dc övgüden fayda görmüştür.
Dedim
ki:
“İkisinin
arasını ayırmamı sağlayacak ve fıtratta gördüğüm tenkit ve övgü konusuna delil
olacak bir açıklamaya ihtiyacını var.”
Dedi
ki:
“Nefsinde
bunu eşit gören, nefsin karşı koyması vc düşmanın hataratından ötürü
aralarında fark görmeye başlamaktadır. Ancak bu durumdan hoşlanmaz, hevâ-i
nefsi ve düşmanı reddeder. Çünkü ihlâsta güçlenmiş ve yükselmiştir. Hatta bazen
bu konuda tenkit ediliyor veya övülüyor. Fakat aklın azmi ve İhlasın nuru öyle
güçlenmiş ki, yapısında herhangi bir değişiklik olmuyor.
Bu
güçlü insanın yaradılışı da bazen ona karşı koyar. Fakat, doğruluğun kalbine
galibiyetinden ötürü, bu tartışma zayıf kalmaktadır. Ama güçlü olmayan kişi,
nefis vc düşmanın bu çağrılarına karşı mücadele ederek onları reddetmeli, akıl
ve ilmiyle eşitliklerini sağlamalıdır. Eğer yaradılış iki durumun farklı
olduğunu ileri sürüyor vc tartışıyorsa, güçlü ve galip gelinceye kadar
mücadeleyi sürdürmelidir. O zaman sıkıntılar hafifler, yaratılışın bu
düşünceleri zayıflar ve kolaylaşırlar.
Allah’ın
kendisine verdiği akıl vc Halîk ile mahlûku ayıran ilimle iki durumu eşit
görmesi sabit olunca, artık kendisine emredildiği şekliyle ikisi eşit olur.
Nefsin tartışması bir zarar vermez. Rabbi için, nefret ve sevgide farklı,
kendisi için eşit görmesi durumunda da salim ve sadık olarak kalır.
Dedim
ki:
“Senin
dediğin seviyeye çıktığını, nasıl anlayacak? Sevgi ve nefret açısında araya
koyduğu farkın kendi nefsi için mi yoksa Rabbi için mi olduğunu nasıl
anlayacak?”
Dedi
ki:
“Bu
durumu kalbine arz eder. Eğer, taat üzerine övülen ve , tenkit edilen bir
başkası olsaydı, öveni Allah sevince ona karşı sevgisi, tenkit eden, Allah
nefret edince, ona karşı nefreti nasıl olacaktı? Kalbi, iki durumda da eşit bir
şekilde Allah’a boyun eğmeğe hamledecektir.
Dedim
ki:
“Yaratılış,
kendi övgüsü ile başkasının övgüsünü, kendisine yapılan tenkit ile başkasına
yapılan tenkidi eşit tutmaz.”
Dedi
ki:
“Evet,
ama bu çok azdır. Ancak, aklı ve ilmiyle din edinir. Başkasını tenkit edenin
buğzetmesi gibi buğzetmeli, başkasını övenin sevdiği gibi sevmelidir. Hevâ-i
nefsini reddetmeli, ikisi arasındaki farktan hoşlanmamalıdır. Nasıl ki,
ikisinin arasım eşit gördüğünden ötürü nefsinin tartışma vc muhalefetinden
hoşlanmamıştır.
Aynı
şekilde başkasını öven ve tenkit edenle, kendisini tenkit eden ve öven, onun
nazarında nefret ve sevgide eşit olmalıdır. İkisi arasına fark koyan nefsin
mücadelesinden dc hoşlanmaz. Bunu yapınca, itaatkâr vc asî olanlara sevgi ve
nefretiyle Allah’a yaklaşmış olur. Ayrıca, mahlûkatın övgü vc tenkitlerine
değer vermemekle dc O’na yaklaşmış olur. Yarımda iki durum eşitlenmiştir. Bu
ikisine, hevâ-i nefis açısından karşı koymalardan hoşlanmamak ve onlara da-
yaıımamahdır. Nitekim hevâ-i nefsi nehyctmcklc cmrolun- muştur.
Dedim
ki:
“İhlâs,
benim gibilerin ulaşamayacağı, özel insanlara has bir mertebedir. Ben ise,
işleri karıştırıyorum!”
Dedi
ki:
“İşleri
karıştırandan daha çok ihlâsa ihtiyacı olan hiç kimse yoktur. Çünkü muttaki
olanın bütün nafileleri boşa gitse bile o, takvasıyla kurtulur. İşlen
karıştıranın ise farzları nafilelerle tamam olur. Nafileleri boşa gidince,
farzları eksik kahr. Riyâdan tevbe etmiş bir şekilde Allah'ın huzuruna
çıkınca, Allah onu affetmezse helâk olur.
Âlimlerin İlminden
Yararlanmak İçin Riyakârlık
Dedim
ki:
“Dünyalık
elde etmek için değil, ilminden yararlanmak i- çin bir âlime karşı riyakârlık
caiz mi?
Dedi
ki:
“Hayır;
bu, işleri karıştırma ve yanılmadır. Çünkü Allah sadece kendisi için iş yapmanı
ve O’nu istemeni emretmektedir. İlmini artırmak için yaptığın riyâ ise bir
hüsran ve cehalettir. Sanki, “İlmim artsın da, amelimin gitmesi mühim değil!”
diyorsun. Çünkü âlimin seni övmesi için gösterdiğin irâde, Allah’ın seni övmesi
için gösterdiğin irâdeye zıttır. Veya yararlınsan bile ameline karşı
gösterdiğin kötü irâdeden ötürü bir fayda elde edemeyebilirsin.
Riyâdan
ötürü ilmin de artmaz. Çünkü, ister riyakâr ol, ister ihlâslı ol, elde edeceğin
ilim takdir edilmiştir. Ancak takdir edileni elde edebilirsin. Sonra âlim kişi
senin onu kastettiğini bilmez ki, sana fazla ilim versin. Senin onu istediğini
anlasa sana kızar. Kalbinde gizlediğin kötülükten ötürü sen ilim verilmemeye
lâyıksın. Allah senin kalbindeki kötülüğü bildikten sonra, sana ilim
vereceğinden nasıl emin olabilirsin? Verse bile ceza olarak ondan yararlanmana
engel
Riya
olur.
Böylece aleyhindeki delilleri artırmış, amelin boşa gitmesi ve nefrete maruz
kalmanın yanı sıra, ilimden dc yararlanmamış olursun.
Anne-babanın
durumu da böyledir. Onların rızâsını Allah rızâsı için istiyorsun. Allah’ın
rızâsında ise riyâyı terk vardır. Sanki sen, “Allah’ın rızâsını O’nun nefretiyle
talep ediyorum!” demiş gibi oluyorsun. Bu iki durum zıttır ve muhaldir. Bunu ne
vehim, ne de akıl söyler. Bununla sadece Allah’ın kızgınlığını kazanırsın. Sen
kalbinde Allah’a taat ettiğini düşünüyor olabilirsin. Ama, sen, nefreti artmış
olarak Allah’la karşılaşacaksın. Çünkü amelinde ihlâsla davranmamışsın.
Allah’tan
kork! Çünkü, Allah’ın razı olamadığı bir şeyle anne-babanın rızâsını talep
etmen, bir aldatmadır. Kendi iddiana göre, onları razı etmekle Allah’ın
rızâsını talep etmiş oluyorsun. Oysa, Allah’ın sevmediği bir şeyle O’nu razı
etmek istemişsin.
Dedim
ki;
“Bir
adam başkasının evinde veya kendi evinde birileri ile geceliyor. Onlar kalkıp
gece namazı kılıyorlar. Adam, kendi evinde yalnız iken kılmıyordu. Bir-iki
rekât kılıp vitirle bitiriyordu. Veya kalkıyordu ama namaz kılmıyordu. Onları
görünce, o da namaz kılma arzusuna kapıldı vc bu iş için kalbine bir sevgi
girdi. Daha önce kendi başına yapmadığı için nefsini durdurdu. Onlarla namaza
mı kalkmalı yoksa evinde nasıl idiyse öyle mi davranmalı? Bu, gündüz, bir
mescitte dc olabilir.”
Dedi
ki:
“Dünyanın
ortaya çıkardığı sebepler meşgul edici, tembelleştirici vc engelleyicidirler.
Ahiret amelinin sebepleri ise harekete geçirici ve amele teşvik edicidirler.
Adam evinde iken hanımıyla, çocuklarıyla rahat döşeğinde uyuma arzusu;
yemek
yeme, hanımıyla sohbet etme, çocuklarıyla uğraşma, bazı hesaplarla meşgul olma
vb. sebepler onu tembelleştirirler.
Diğer
bir konu da şudur: Evinde kalkması az bile olsa süreklidir. Çoğu zaman da
devamlılığa güç getirilemiyor. Evinden başka bir yere gidince, kalkmasına
engel olan, onu tembelleştiren bu sebepler ortadan kalkmış olur. O’nu kalkmaya
yönelten ve harekete geçiren sebepler ortaya çıkmış olur. Bunlar, onları namaz
kılarken görme, namazları harekete geçirme, namazlarıyla onu geçmelerini bir
aldanma olarak bilme, yer değişikliğinden, ses ve hareketlerden ötürü
uyuyamaına ve uykunun kaçmasını ganimet bilme, uykusuzluğu namazla
değerlendirme ya da yer değişikliği problem olmadığı için uyuyabilecekken, onların,
onun kalbini namaz için harekete geçirmeleri vb. meşgul edici sebepleri
ortadan kaldıran durumlardır. Ancak bu, kısa bir zaman, bir gece veya bir
gündür, kısa zamanda biter.
Devamın
azlığından ötürü, nefse hafif gelir. Nefsi onların namazına yönelten yardımcı
unsurları bulunca, bunu bir ganimet olarak değerlendirir. Sadık bir niyet de
belirmiş olabilir.
Bu
bazen nefsin bir aldatmacası da olabilir. Nefis, onların kalkmasıyla harekete
geçince, Allah’ı istediği vc sadık olduğu vehmini verir. Oysa onların
tenkidinden, ona eksik bir gözle bakmalarından, “Bu, gece kalkanlardan
değilmiş, bizde onu kalkanlardan zannediyorduk veya bu gece kıldığından daha
fazla kıldığını zannediyorduk.” demelerinden ya da onların hareketleriyle
harekete geçmeyince onu tembel zannetmelerinden endişe etmektedir.
Dedim
ki;
“Bu iki yönelme ve anlam arasında
ne fark var?”
Riya
Dedi
ki;
“Aralarında
iki fark var. Nefsine şunu sorsun: Şayet yalnız olup, onu meşgul eden sebepler
ortadan kalksaydı veya namazlarından haberdar olup onu görmedikleri bir yerde
namaz kıldıklarını görse, ama onların kendisinden haberi olmadığı için onlar
gibi namaz kılmadı diye tenkitlerinden korkmasaydı veya onları bir duvar veya
perdenin arkasından görseydi, namaza kalkar mıydı, kalkmaz mıydı? Eğer nefsi
“Evet.” diyorsa, onlarla namaz kılsın. Ama, “Hayır.” diyorsa, evinde kıldığına
bir tek rekât eklemesin.
Oruç
da böyledir. Onlar namaz kılmaz ama Kur’ân okuyup sohbet etseler, onun kalbi
bu iş için harekete geçse, daha önce gece namazı kılmadığı halde namaz kılmak
istemesi de böyledir.
Yine
aynı şekilde, Kur’ân vc okuma vc zikre katılmazsa bile uykusu kaçsa, nefsine
sorsun, şayet onların görmediği bir yerde olsaydı bu Kur’ân veya vaazı duysaydı
veya uykusu kaç- saydı namaz kılacak mıydı? Nefsi “Evet.” diyor ve bu işe gönüllü
ise namaz kılsın, aksi takdirde daha önce kıldığına bir şey eklemesin.
Dedim
ki:
“Onu
gördükleri bir yerden onu harekete geçirdikleri zaman, kalbinde kalkmaya bir
ilgi ve azim hissetse ama, nefsi zorluğa katlanamayıp “Uyu!” dediği için
tembellikten veya içinden gelen bir sesin, “Kalkman uygun olmaz, çünkü evinde
kalkmıyordun.” demesinden ötürü kalkmazsa, durum nasıl olur?”
Dedi
ki:
“Kalp,
sadece, Allah rızâsı için onlarla kalkıp kılmak istiyor, nefis de tembellik vc
gevşeklikten ötürü kalkmak istemiyorsa, kalkıp kılsın. “Senin kalkman uygun
olmaz.” diyen ses ise, Al-
lah’tan
gelebileceği gibi düşmandan da gelebilir. Eğer kalbinde yalnız Allah için
kalkmaya ciddi bir istek duyuyor, nefsi de yalnız başına olsaydı ve onu
görmedikleri bir şekilde harekete gc- çirselerdi kalkardı hissini veriyorsa,
hemen kalksın. Ama, kalbinde galip duygu kalkmasının uygun olmadığı şeklinde
ise, nefsi de onlar onu görmedikleri ama onun onları namaz kılarken gördükleri
bir yerde bile olsa veya uykusu kaçsa ya da okuma ve vaaz sesini duysa yine de
kalkmak istemediği hissini veriyorsa, kalkmasın, bir tek rekât bile kılmasın.
Dedim
ki:
“Ortaya
çıkan kılma niyetiyle birlikte onların övgüsünü dc arzulasa nasıl olur?”
Dedi
ki:
“Kalbinde
galip olan, Allah rızâsı için kalkmaksa, onların övgüsü için kalkmaktan
hoşlanmıyor, nefsi ile mücadele ederek bunu reddediyor ve nefsi de eğer onların
görmedikleri bir şekilde uyandın İsa kılmaya “Evet.” diyorsa, onlarla beraber
kılsın, onların övgüsü ile ilgili duyguya önem verip terk etmesin.
Bazen
kul, başkasının teşvikiyle daha canlı olabiliyor. Cuma namazında olduğu gibi.
Meşgul edici sebepler zail oluyor, etrafında kılanları görüyor, o da
canlanıyor. Diğer günlerde ise namaz kılmıyor. Bu tür bir niyet de ortaya
çıkınca yine kılsın. Çünkü o Allah içindir. Gece başkasıyla birlikte olunca da
durum böyledir. Ancak başkasıyla birlikte olunca nefis aldatmaya daha yakındır.
Öyle ise anlattığım şekliyle nefsini yoklasın.
Dedim
ki:
“Ağlayan
binleriyle beraber bulunsa, ama ağlaması gelmiyorsa ve nefsi, ağlayanlar
arasında katı kalpli olarak görülmekten endişe ediyorsa, düşünce ve tezekkürle
kendini ağlamaya zorlasın mı?”
Dedi
ki:
“Kalbine
şunu sorsun: “Yalnız başına olduğu bir yerden, ağlama seslerini duysaydı,
başkaları Allah’ın haşyetinden ağlarken, Allah’ın onu katı kalpli olarak
görmesinden, onların, ondan daha çok haşyet içinde olmaları endişe verir
miydi?” Çünkü, onlara nazaran kendi günahlarının çokluğunu daha iyi
bilmektedir. Onun için ağlamaya çalışsın. Ama ağlayamıyorsa, ağlamasının önüne
geçemeyeceği bir anı beklesin.
Çünkü
böyle davranmazsa, nefsin, “Ne katı kalpli adam, rikkati, hüznü, havfı az
adam.” demelerinden endişe edip etmediğinden emin olamaz. Çünkü nefis,
kendisine ikram edilsin diye havfı izhar edebilir. Hz. Lokman’m şu sözünü
duymadın mı?: “Yavrum, kalbin facir olduğu halde, sana ikram etsinler diye
insanlara Allah’tan koktuğun gösterisinde bulunma!”
Dedim
ki:
“Vccde
gelen veya zikir esnasında kulun duyduğu âli nefes ya da bir düşünceden sayha
meydana geliyor.”
Dedi
kı:
“Bu
ikiye ayrılır: Birisi, tekellüfle meydana gelir, içten kopan bir coşkudan
değil. Gaye, o anda veya kendilerine aktarıldıktan sonra duyanların övgüsünü
almaktır. Ya da, duyduğu zikirden sonra, “Ne katı kalpli, rikkati az adam.”
demesinler diye nara atar. Ya da bir günah işlemiş, şakalaşma veya kahkaha gibi
dinde bir eksiklik yapmış, veya onlara bir günahının aktarıldığını zannederek,
bu günahın üzüntüsünden içini çekiyor, nara atıyor hissini vermek, hakkındaki
kötü imajı silmek ve değerinin düşmemesi için nara atar. Ya da onları, kendi
hak- kındaki düşüncelerle şüpheye düşürmek veya havfınm, rikkatinin,
üzüntüsünün az olmadığını göstermek vc bunun rikkat vc havftan ileri geldiği
hissini vermek istemektedir.
İkincisi:
Kendisinin düşünmesi, tezekkür etmesi veya başkasından zikir duyması ile
hüzünlenebilir, ancak bu hüzün kalbine galip gelmeyebilir. Bunun üzerine nara
atma, iç çekme, inleme gibi hususlara kendini zorlayabilir. Çünkü düşündüğü
veya duyduğu husus önemli bir şeydir. Buna rağmen kalbinin, istenen seviyede
rikkate gelmediğini görünce, üzüntüsünden ve üzüntüyü kalbine davet etme gayesiyle
nara atar, iç çeker ve inler. Sonra, havf vc hüzünlü bir kalp sahip olduğuna
delil olarak görülsün düşüncesi ortaya çıkarak, onu yapmacık hareketlere
sürüklemek ister. Bunları nefyeder vc kabul etmezse bundan kurtulur. İş
bittikten sonra kabul ederse yine de ameli boşa çıkmaz, ama Rabb’inin taatı
üzerine kalbi hakkın övgüsünü sevince bu bir noksanlık olur. Bu hataratı kabul
eder ve nara atarak durumu artırırsa sevabı gider. Ama kabul etmekle birlikte,
işi olduğu kadarıyla bıraksa bile kendisinden kabul edilmeyeceği endişesini
taşıyorum.
İşin
bir başka yönü de şudur: Havfı düşündüğünden veya ona ait bazı şeyler
duyduğundan ya da ölü bir ceset ve mezarlık, Allah’ın azabını hatırlatan şey
vb. havf ve üzüntü veren bir durumla karşılaştığından ötürü nara atar, inler
veya iç çekerse bu aklına galebe çalma şeklinde olacağından, gerçek bir havfla
sadece Allah için ortaya çıkmış olur.
Bazen,
nara atma veya inleme heyecanı içinde düşman, halkın övgüsünün sevgisini veya
ona katı kalpli vc rikkati az adam gözüyle bakarlar düşüncesini kalbine
doğurur. Eğer bunu nefyederse ihlâslı olmuş, kabul ederse tasannu’ yapmış olur.
Dedim
ki:
“İlk
heyecan ve coşku tabii bir şekilde ortaya çıkmasına rağmen, nefis bunu nasıl
yapmacığa çevirir ve müraî olur”.
Dedi
ki:
“Bitirmeden
önce yapmacığa çevirir. Namaz vb. böyledir. Başlar sonra düşman onu riyaya
çağırır, o da bu çağrıyı kabul ederek yapmacığa girer. Bundan daha büyük olanı
nara atmak, iç çekmek, inlemek, ah vah etmektir. Bunlar, önce havftan ileri
gelir vc coşar. Halk için yapmacık davranma durumu söz konusu olunca, bu
hareketini artınr, sesini yükseltir, acıklı bir hâl verir, inleme ve iç çekmesi
de değişir. Bunun riyâ olup olmadığından şüphe edilmiştir. Çünkü bu artma ve
değişiklik, ilk başladığı anlara benziyor. Halkın övgüsünü kazanmak için
tekellüfe giriyor.
Nara
ve iniltisi bitinceye kadar bunu kabul etmez, sonra kalbine, halkın övgüsü
duygusu girer de onu kabul ederse, ameli boşa gitmez ama noksan olur.
Ağlama
da böyledir. Hatta her işine bu durum sirayet e- dcr. Bazen halk için tekellüfe
girer ve yapmacık hareket yapar. Allah rızâsını gözeterek kendini ağlamaya
zorlar. Bununla birlikte riyâ duygusu baş gösterir. O da kabul eder. Bazen
hissiyatına sahip otamadan ağlar, yine riyâ duygusu baş gösterir, o da kabul
eder. Ağlama sesi yükselip, hıçkırıklar onu boğar.
Bazen
ağlaması üzerine onların övgüsüne inanır, hataratı kabul eder ve ağlamasını
artırır. Bu konu da namaz gibi ihtilaflı bir konudur. Başladıktan sonra riyâ
duygusu ortaya çıkmakta, o da onu kabul etmektedir. Nefsinde yaptığı değişiklik
de böyledir, bu sınıfa girer.
Dedim
ki;
“Bayılma
ve kendinden geçmeye ne dersin?”
Dedi
ki;
“Bazen
bu da tekellüfle oluyor. Bu yalancıların işidir. O’nu takatten kesen bir havf
olmadığı halde kendinden geçer vc kendini yere atar, güya aklı başından gider.
Bu bedenin zayıflığından ileri gelir. Ayakta veya oturarak duramadığı için
düşer. Aklında ise hiçbir şey yoktur. Havfa delâlet eden işaretlerden ötürü
halkın övgüsünü almak için, bir de yapmacık davranışlara girer.
Bazen
düşmesiyle ortaya çıkan yapmacık hareketten daha büyük şeyler olur. Nefsi, aklı
gitmeden düştüğünü anlayınca, endişeye kapılır. Bu endişe onu gerçekten aklının
gittiği inancına sürükler. Hâlbuki bedenen zayıf olduğu için düşmüştür. Nefis,
akimın gitmeden düştüğünü anlamalarından endişe eder. Bu sefer de aklı
gerçekten gider. Neticede lıavfın şiddetinden değil, riyâ ve tasannudan ötürü
tekellüfe girer.
Bazen
dc gerçekten aklın gitmesinden ötürü bayılır, ama hemen ayılır. Çünkü, aklı
mağlup olmadan bayıldığı zannedilir endişesi içindedir. Şayet aklın
mağlubiyetinden bayılırsa, daha yavaş kendinden geçer ve Allah için bayılmış
olur. Çünkü havften ötürü kendine hakim olamaz. O anda düşmanı karşısında
bulur. Aklın mağlubiyeti olmadığı halde bayıldı demesinler, ona saygıları
artsın vc kalbindeki lıavfın güçlü olduğuna inansınlar diye, baygınlık süresini
uzun tutmasını söyler.
Aklın
mağlubiyetinden ötürü bayılmadığını söylerler endişesiyle, zayıflıktan ötürü
düştükten sonra, hemen kendini toparlaması da böyledir. Çünkü mağlubiyetten
ileri gelseydi, hemen ayılamazdı.
Ayıldıktan
sonra hemen kalkar, beklemez ama acele ile güçlülüğünü ortaya koymaz, gizler.
Sesi kısılır, bedeni güçsüz- leşir. Aklın mağlubiyetinden ileri gelmedi
demesinler diye böyle davranır. Bunun gibi aklının gitmesinden bayılır, sonra
ayılır. Aklının gitmesinden bayıldığına delil olsun ve sû-i zarına neden
olmasın diye, zayıflığını izhar eder.
Havf ve Hüzünde Halka
Karşı Yapmacık
Hareketleri Nefyetme
Dedim
ki:
“Nara
atma, iç çekme ve bayılma konularındaki bu yapmacık hareketleri nasıl
nefyedccek?”
Dedi
ki:
“Nefsi,
bıı ameli, halk için tekellüflü bir şekilde yapmayı emredince, Allah’ın, aklı,
bedeni ve kalbine muttali olduğunu ve havfı izhar etmek için, tekellüfe
girdiğinden ötürü, ona kazdığını düşünmelidir. Üstelik kalbinde havf olmadığı
halde, halk için bunu izhar edip Allah’tan emniyet içine girer. Bu münafıkların
ahlâklıdandır. Onlar da Allah için yapmadıkları halde, ibadette tekellüfe
girerler. Oysa halk olmazsa hiç yapmazlar. Allah’tan emniyet içinde havflannı
izhar ederler. Çünkü onu halk için yapması vc tekellüfte bulunması, Allah’ın
gazap ve kızgınlığından emin olduğunu gösterir. Allah için olsaydı veya bu
konuda mağlub olsaydı, havf onun kalbini hiç heyecana getirmezdi.
Öyle
ise, Allah’ın ona bakışını, Allah’ın sadece kendi havfmdan yapılanları veya
havf ortaya çıksın diye girişilen te- kellüfleri ve sadece ona saygının
oluşturduğu havfı kabul ettiğini, hatırlamalıdır.
Sonra,
halktan gelen dinî veya dünyevî faydası artmadığı ve övgülerini kazanmadığı
halde, Allah’ın rızâsını kazanmayı O’nun kızgınlığına maruz kalma ile
değiştirdiğini hatırlamalıdır. Belki dc, kalbinde Allah’ın hoşuna gitmeyen
duygular taşıdığından ötürü Allah, halkın kalbinde ona karşı olan övgüyü
siler, tenkit vc nefret yerleştirir.
Allah’ın
kızgınlığından korkup sahih bir şekilde başladığı ve onunla Allah’ın rızâsını
vc emniyetini ümit ettiği ameli, O’nun kızgınlığı ile değiştirmek şartıyla
girdiği kayıp ve zararı hatırlayınca -ki eğer bu zarar değilse başka zarar
yoktur- Allah için olan ve sahip olamadığı heyecanı tckellüfle artırma yoluna
gitmez, halkın övgülerini istemez, üzüntüyü artırmaz, baygınlık süresini
uzatmaz, ayıldıktan sonra da zayıflığını izhar etmez.
Yürürken,
konuşurken, namaz kılarken veya zikir esnasında baş eğmek, inkisar içinde
görünmek de böyledir. Oysa, onu inkisara uğratacak, başının eğilmesine neden
olacak ve kalbini haşyete sürükleyecek kalbî bir havf duygusu coşmamıştır. Allah’ın
onu görmesi veya kendisini Allah’a yaklaştırmayan amellerinden ötürü kusuruna
bakılmaması ve onunla alay edilmeyip hafife alınmaması için, Allah’tan selâmet
isteyip O’na karşı nefsini zelil göstermek gayesiyle de tekellüflü bir hayâ
atmosferine girmemiştir. Çünkü bunlar münafıkların davranışlarıdır.
Nitekim
hadîste dc, “Nifakın huşûundan Allah’a sığının!” denilmiştir. Nifakın huşûunun
ne olduğu sorulunca da, “Kalpte huşû olmadığı halde bedenin huşûlu
görülmesidir!” cevabı verilmiştir. İstiğfar ve Allah’ın azabından istiazeyi
izhar etmek dc böyledir. Hz. Ömer, “Kalpte olandan fazla huşûu artırma!”
demiştir.
Dedim ki: >
“Bunu
nasıl nefycdecck?”
Dedi
ki:
“Allah’ın
ona baktığını, ona kızgınlığının havfını, halktan ona gelecek şeyin azlığını
hatırlayarak bunu nefyedebilir. Aslında halktan, az bile olsa, ne dinî ne
dünyevî bir menfaat ona ulaşmaz.
Allah’ın
kızgınlığına maruz kalıp, hiçbir dinî veya dünyevî menfaat elde edemeden
ahirette bütün amelleri de boşa çıktıktan sonra, kim onun gönlünü alabilir?
Bunu ancak bir kâfir ya da aklını oynatmış ahmak biri ya da Allah’ın gazabına
vc cezasına aldırmayan inatçı bir facir yapabilir.
Riya
Dedim
ki:
“Bazılarını
görünce kalbimde bir huşû' coşuyor. Ancak nasıl başladığımı bilmiyorum.”
Dedi
ki:
“Başka
bir zaman huşûlu olmadığın bir halde iken, halkın nazarı üzerine geldiğinde,
nefsin, içinde bulunduğu halde huşû' haline geçmek isterse, dikkatle bak,
kalbine doğan nedir? Allah muttali olduğu için mi, âhireti hatırladığın için
mi, yoksa başkası seni gördüğünden bir taşanımdan dolayı mı? Eğer Allah içinse
devam et. Ancak sıdk içinde huşû’ başladıktan sonra, onların övgüsüne
dayanmamaya dikkat et. Onlar muttali oldu diye ilk halinde taşanıma doğru bir
gidiş bulursan, Allah’tan utan, O’nun kızgınlığından, yarın sıdk vc ihlâs
sahibi olarak seni bilenlerin yanında perdeleri kaldırıp rczil-rüsvay
etmesinden çekin.
Vehb’in
rivayet ettiği şu sözü duymadın mı: “Hz. Eyyûb’c delil getirip karşı gelmek
isteyen üç kişiden biri, “Ya Eyyûb, kulun nefis aldatmasıyla alenî
yaptıklarının yok olduğunu, gizli yaptıklarından ötürü de mükâfat aldığını
bilmiyor musun!?” Bir başkası da şu sözü söylemiştir: “Allah’ım, halkın beni
huşû sahibi bilip Senin bana kızmış olmandan Sana sığınırım!”
1
Iz. Ali'nin oğlu Hz. I lasan şöyle dua ederdi: “Allah’ım, halkın gözünde alenî
olarak yaptıklarımın süslü, halvette, kendi başıma gizli yaptıklarımın çirkin
olmasında sana sığınırım. Halka karşı riyakârlığımı koruyorum. Muttali olduğun
şeyleri kaybediyorum, halka güzel bir imaj vermek istiyorum, Sana karşı en kötü
amellerimle rezil olmuşum, iyiliklerimle onlara yaklaşıyorum, kötülüklerimle
onlardan kaçıp Sana koşuyorum, kızgınlığın bana helâl olmuştur, gazabın bana
gerekli olmuştur, bütün bunlardan beni koru, ey merhametlilerin en
merhametlisi!”
Ahirette
nefret edilip rezil olmaktan, Allah katında değerinin düşmesinden, yardım
dileyince cevap verilmemekten sakın! Çünkü Allah’ın nazarında O’nun işlerini
hafife alanı Allah da hafife alır.
Vehb
b. Münebbih’in rivayet ettiği şu sözü duymadın mı? “Üç kişiden biri Hz. Eyyûb’e
“Ya Eyyûb açıktan yaptıklarına dikkat edip gizli yaptıklarına dikkat etmeyen
kimselerin, Allah’tan bir şey istediklerinde reddedilerek yüzlerinin simsiyah
olacağını bilmiyor musun?”
Huşûlu Olmanın
Alâmetleri
Dedim
ki:
“Halk
görünce huşû‘ vc havfta sadık kalmanın alâmetleri nedir?”
Dedi
ki:
“Halk
görmeden önce sadık olan, iki durumdan birisinden bulunur: Ya huşû‘ içindedir.
Ya değildir. Bu konuda sadık olmasının alâmeti şudur: Bütün halk ona muttali
olsa, içinde bulunduğu halde bir değişiklik olmaz, huşûlu bulunmadığı halden
huşû’ haline geçmez, var olan huşûunda bir artma olmaz, huşûlu ise, onlar
muttali oldu diye bunu gizlemez. (...)
Bununla
birlikte kalbine gelen bu zikir onlar görmeden dc gelseydi yine huşû‘ içinde
olacağına dair, nefsinde bir boyun eğme hissetmelidir.
İşte
bunlar, huşûda sadık olmanın, bu sıdkm kalpten geldiğinin, sıdktan sonra halka
karşı tasannu1 a meyletmekten çekindiğinin ve nefsinden gelen
çekinmenin kalbine galip geldiğinin alâmetleridir. Böyle olunca huşû‘ ondan
geliyor demektir. Sanki, Allah’tan başka kimse ona muttali olmamış gibi huşûuna
devam etmektedir. Sanki ondan başka dünyada kimse yoktur. Sadece, zayıf bazı
hatırat doğuyor içine. Onlar da kalp tarafından güçlü bir sır, Allah’ı yüceltme
ve havf ile reddedilirler.
Böyle
olunca, bir taat veya mubah içinde değildir ki, değişsin. Sadece Allah muttali
olduğu için ve onun rızâsını kazanmak, yanında bulunan bol sevaptan
yararlanmak, diğer tarafta güzel bir yaşantı ve nimetler elde etmek gayesiyle
başka bir hale intikal eder.
İki Arkadaşı Olan Adamın Durumu
Dedim
ki;
“Meselâ
iki arkadaşım var. Biri zengin, diğeri ise fakirdir. Gönlüm zengin olanın
yardımına daha çok koşuyor, ziyarette onu tercih ediyor, daha çok ona gidiyor
vs.”
Dedi
ki;
“Allah’ı
istemede bu davranış bazen doğru olur, bazen yanlış olur. Doğru olanı şudur:
Eğer zengin olan Allah’a daha çok itaatkar ve takvâ sahibi ise veya dinde sana
daha çok faydalı oluyorsa ya da kalbin onunla beraber olduğu zaman kendini daha
çok salim hissediyorsa veya ondan dinine faydalı olan bir ilim öğreniyorsan ve
bu sebeplerden ötürü Allah rızâsı için ona gitmeyi tercih ediyor ve bu gitmede
dünyayı talep etmiyorsan, o zaman ona daha çok gitmen, iyilikte tercih etmen
evlâdır. Ama fakir olanın bundan kırılacağını ve kendini terk edilmiş olarak
düşüneceğini bilirsen ikisini eşit tutarsın.
Aynı
şekilde, zenginin evi sana daha yakın olduğu için onunla sık görüşüyorsan ve
Allah’a ayandır ki, eğer fakirin de evi yakın olsa ve iyilik, takvâ, akrabalık,
yanlarında selâmette kalma ve benzeri hususlarda eşit olsalardı, nefsin fakire
gitmeyi tercih etmeyecek idiyse, işte o zaman zengini tercih etmen şüphesiz
dünya içindir. Ama sen âlim bir kimse isen, zengin olanın da dinî açıdan
fakirden daha zayıf olduğu için, dönmesinden veya ihmalkâr davranmasından
endişe ediyor ve bu gaye ile dinde güçlenir ümidiyle ona daha çok gidiyor,
iyilikte tercih ediyor ve bununla Allah'ın rızâsını gözetiyorsan, o zaman ona
daha çok iyilik yapman ve gitmen evlâdır.
Dedim
ki;
“Bende
daha çok zengine gitme arzusunu uyandırdın. Ama fakire gitmeye engel olacak bir
şey de söylemedin. Bu durumda nefsimin aldatmasından emin olamam. Bunu nasıl
anlayacağım?
Dedi
ki;
“Fakir
bir insanın durumunu nefsine sorarsın. Fakir ve zengine gitmeyi gerektirecek
sebepler eşit olduğu halde nefsin, zengine gitmeyi tercih ediyorsa, onun sadık
olmadığını bilmelisin.
Dedim
ki;
“İkisine
dc gitme sebepleri eşit, ben de ikisine gidiyorsam, yine de endişe etmeli
miyim?
Dedi
ki;
“Gitme
konusunda endişeye gerek yok. Ama zenginin yanında, fakirin yanında olandan
daha çok ilim ve hikmetten söz ediyor ve huşûlu görünüyorsan, işte buna
dikkatli olman gerekir. Buna dikkat ettikten sonra birine daha çok gitmen
önemli değil.
İbn-i
Scmmak, bir cariyesinc, “Ben Bağdat'a giderken bana hikmet kapıları açılıyor,
acaba niye?” diye sorunca; cariye şu cevabı verdi: “Dilini tamahkârlık biliyor
(keskinleştiriyor)!” Ne doğru söylemiş. Çünkü kul, zenginin yanında, fakirin
yanında konuştuğundan daha çok hayır konuşur, huşuyla görünür vs. Bunu dünyalık
bir şey elde etme tamahkârlığı ve ümidiyle yapar.
Bu
riyâ kitabının sonudur, Allah’a hamd olsun.