R. Şanal
İÇİNDEKİLER
5- Giriş Bölümü
19-1. Bölüm: Kitabın kalbi
67- 2. Bölüm: İslam
97- 3. Bölüm: İyi bir başlangıç şifresi
111-4. Bölüm: Dünya hayatı: Oyun alanı
123- 5. Bölüm: Tanrının yeryüzündeki temsilcisi: İnsan
141-6. Bölüm: Tanrı bize neyi emanet etti?
159- 7. Bölüm: Sana ruhtan sorarlar
185-8. Bölüm: Kademedir?
227- 9. Bölüm: Sonsöz
Din konusunda ilk hatırladığım şey, bir Ramazan gününe ait. 5- 6 yaşlarındaydım. İftar vakti mahallemizdeki caminin minaresine bakar, mahya ışıklarının yanmasını heyecanla beklerdik. İftar zamanını büyüklere iletmek bizim için çok önemliydi. O incecik sesimizle bütün mahalleye yayılır, ”top patladı, top patladı!” diye çığırtkanlık yapardık.
Sonra babaannemin boşluğa takılı bakışları ile tespihinin şıkırtıları arasında mırıldandığı anlamım bilmediğim sözcükleri hatırlıyorum. Tuhaf bir kadındı. Oruç tuttuğu bazı günler iftara yarım saat kala iftarım açar, “niye bozdun orucunu daha yarım saat var?” deyince, “ e canım ne olacak, Mekke’de çoktan iftar olmuştur!” derdi. Annem onun bir çocuğunu kaybettiğini bu yüzden biraz hasta olduğunu söylerdi.
Bir ara dedem öldüğü için taşınmak zorunda kaldığımız o küçük kasabayı hatırlıyorum sonra. Yaklaşık elli metre arayla bir cami vardı ve her camiinin altında en az iki kahve. İnsanlar önce namaza giderler sonra da hemen altlarında bulunan kahvelere inerlerdi. Kahveler tıklım tıklım doluydu.
Yine o kasabada oturduğumuz evin sahiplerinin açtığı Kur’an kursuna katılmıştım. O zamanlar on yaşlarındayım. Annem kız kardeşimle beni o kursa kaydetti. Bir yıl boyunca o kursa devam ettim. Kurs binası hemen bizim evin bahçesinde küçücük bir kulübe idi. Ev sahiplerimiz iki kız kardeşti. Büyük bir zevkle o kursa gittiğimi hatırlıyorum. Ben Kur’an okurken dinleyenler içlenip ağlarlardı. Benim de hoşuma giderdi bu tabii. Orada Kur’anı hatmetmiştim.
O iki kız kardeş bize Kur’anın anlamı ile ilgili hiçbir şey anlatmamışlardı. Anne babalarımız da onlardan böyle bir şey beklemiyorlardı zaten. Orada ne söylendiğiyle ilgilenen pek yok gibiydi. Örneğin annem bize sık sık bazı öğütlerde bulunurdu. “Şöyle şöyle yapmak günahmış!” diye. Biz de ona sorardık “Bunları kim söylüyor sana anne?” diye, o da cevap olarak, “kadınlar” derdi. Kadınlar! Annemin referansı Kur’an değildi “kadınlar” dı.
Ne oluyordu? Kitap, “Yok mu düşünen ” diyordu, ama insanlar düşünmeyi sevmiyordu.
Kur’an sıkı sıkı naylona sarılı vaziyette evimizin bir dolabının üstünde durup duruyordu öylece. Sadece bizim evde değil, her yerde böyleydi.
Kur’an’a dokunmamak için o kadar çok sebep vardı ki, abdest- siz dokunulmazdı, hatta onu belden aşağıya bile tutmamak gerekiyordu.
Düşünme konusu o kadar hor görülüyordu ki, çok düşünen kişinin sonunda kafayı sıyıracağına dair halk deyişleri bile vardı.
Hani bir zamanlar her mahallenin bir delisi vardı ya. Bu deliler için söylenen şeyler bile okumaya ve anlamaya yönelik korkuyu tetikliyordu bizlerin bilincinde. “Biliyor musun bu bizim deli var ya, dört üniversite bitirmiş!”
Bu kısa sohbetten çıkan sonuç okumanın insanı çıldırtacağı olmuyor muydu?
Netice itibarıyla! Ne oluyordu? Değiştirilmek istenen (insan), kendisini değiştirmeye çalışanı (Kur’an) değiştirmiş oluyordu.
Bir ara sekiz dokuz yaşlarında namaza başlamıştım. Büyük bir ciddiyetle namaza giderdim.
Oysa babam düzenli namaz kılmazdı bile. Bir gün camideki adamlardan biri sertçe beni uyardı bir daha kısa pantolonla camiye gelmemem gerektiğini söyledi. Onun ne söylediğinden çok, söyleme biçimi üzmüştü beni. Çünkü çok sert ve yargılayıcıydı. O oldu, orada bir daha namaza gitmedim.
Sonraları anladım ki dini yaşantıya dahil olma girişimim hep sürüp gitmiş.
Ve sonra yeniden anladım ki insanlar bilseler de bilmeseler de zaten hep dini yaşantının içindedirler.
Dini yaşantı derken daha çok hayata bir anlam vermeye çalışmak ve bunun için düşünmeyi kast ediyorum. Ve sizin üstünüzdeki, sizi aşan ve sizi yöneten büyük bir güçle birleşme isteğini.
Sonraları Kur’an’ın “düşünen akıl sahiplerine” indirilmiş bir kitap olduğunu anladığımda, dinle ilgili şahit olduğum örneklerin çoğunun aslında dinin kendisi ile değil, düşünmeyen akıl sahiplerine ait davranışılar olduğunu anladım.
İşte ben bu işe, yani düşünmeye, bir hayli erken başlamıştım.
Ve on sekizli yaşlarda elime geçen bir meal (Kuranın Türkçe anlamı) beni derinden etkiledi.
Bu meal Süleyman Ateş tarafından oluşturulmuştu. Örneğin gayb kelimesinin anlamını açıklarken mor ötesi ışınlar gibi bilimsel referanslara bağlantı kurması bana iyi gelmişti.
z
Sonra İslam kelimesinin anlamı; barış, huzur, kurtuluş, teslimiyet. Ve aslında Tanrı katında tek bir dinin var olduğunu açıkladığı o sayfalar. İbrahim ve İsa peygamberlerin de bir İslam peygamberi olarak anılması.
Ama ben yine de tatmin olmamıştım. Araştırmaya devam ettim. Bu iş benim hayatımın ekseninde yer alıyordu. Kimse beni bu işe mecbur etmiyordu. Ve bunun karşılığında bana kimse belli bir ücret de ödemiyordu.
O zamanlar bunun pek bilincinde değildim ama, şimdi biliyorum ki ben aslında her insanın hayatının en önemli ve öncelikli işini yapıyordum; varoluşunun anlamını aramak.
Bu iş epey zahmetli ve yorucuydu ama sonucu bakımından her şeye değdi.
Şimdi halen de araştırmaya ve düşünmeye devam ediyorum ve bu iş bayağı zevkli bir meslek inanın.
Daha sonra yetmişli yıllarda başlayan bir solculuk rüzgarı. Nerdeyse bütün çevremiz bundan etkileniyordu. Bir gün On
Kasım töreninde bir öğrenci sahneye fırlıyor, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!” diye slogan atıyor, bir diğer sınıf arkadaşımızı bir gün elinde bir tabancayla gazetede çekilmiş fotoğrafını görüyorduk. Meğer Suriye’de kamplarda gerilla eğitimi görmüş falan.
Marks’a göre din bir afyondu ve insanın bastonuydu. Din bir üst yapı kurumundan başka bir şey değildi. Neydi peki alt yapı kurumu? ekonomi. Yani maddi yapı, insanın ne olduğunu ve kim olduğunu belirleyen şey maddi ilişkilerdi.
Marks’m böyle bir sonuca varması bir ölçüde anlaşılabilir. Bu görüşün kolaylıkla kendine taraftar bulması belki de Türk aydınının İslam dini konusundaki bilgisizliği idi.
“Neydi bu Marksizm denilen şey? Tartışalım, düşünelim!” demeye kalktığımda sadece ezbere sloganlarla karşılaşıyordum. Bir süre sonra tartışma ve düşünme yerine sanki bir kutsal imana karşı olup olmadığımız sorgulanıyordu.
Ve eğer sorgusuz sualsiz söylenenleri kabul etmedinizse hemen arkasından bir dışlanma ve aforoz durumuyla karşılaşıyordunuz.
Hatta bu dönemde işler öylesine abartıldı ki, sanki inançsız olmak, dini ve peygamberleri reddetmek bir tür moda oldu. Sanki akıllı olmanın, çağdaş olmanın göstergesi buymuş gibi. Dini hiç incelemeden onun hakkında fikir sahibi olmadan reddetmek saçmalığına düşüldü.
Ben, hayatımın diğer dönemlerinde hep yapa geldiğim bir şeyi yaptım; dışlanmamak, yalnız kalmamak adına körü körüne bu modaya kendimi bırakmadım.
Daha sonra anladım ki bu ezbercilik sadece o döneme ve sadece bizim toplumumuza ait bir hastalık değildi. Bu evrensel bir problemdi. İnsana ait evrensel bir problem.
Çünkü insan genellikle ezbere yaşamayı seviyordu.
Benim Solculukla ilgili sempatizan maceram sadece bir hafta sürdü diyebilirim.
İnsanı sadece beden ve yiyecek düzeyine indirgeyen bir görüşü kabul etmem mümkün olamazdı.
Kültür ve uygarlığı, ilerlemeyi sınıflar arası çatışmanın gücüne bağlayan bir anlayış bana uzaktı açıkçası.
Ya sevgi ne olacaktı? Yardımlaşma, huşu duygusu ve esrime gibi şeyler?
Vahiy denen mekanizma neydi ki? Bu iş nasıl oluyordu?
Sonra Spiritüel bilgilerle tanışma dönemim başladı. Medyum kavramının ne olduğunu orda öğrendim. Medyum, ruhsal dünya ile, “öte alemle” iletişim kuran kişiydi ve bu sırada o kişinin aklının ve bilincinin ötesinde bir düzeyle bir iletişim kurulmuş oluyordu.
Daha sonra “Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri” adında Arnold Toynbee’nin kitabı geçti elime. Orada uygarlıkların bir temel dünya görüşünden oluştuğunu ve bu görüş üzerine mimari, ekonomik ve sosyal hayat gibi üst yapı kuramlarının bina edildiğini anlatıyordu.
Ona göre geçmiş uygarlıklardan bazıları “düşünsel” bazıları ise “dinsel” di.
Dinsel dünya modeli vahiy ya da sezgi kaynaklı bir bilgi temeli üzerine kuruluyordu.
O kitapta “vahiy” yolunun akıl ve deneyden başka tür bir bilgilenme yöntemi olduğunu söylüyordu.
Birçok uygarlığın temelinde bu tür bilginin izleri vardı. Özellikle İslam Uygarlığının.
Evet Peygamber bir medyum değildi ama, vahiy mekanizması başka bir düzlemden bize ulaşan bir bilgiydi. O zaman bu kitap onun “yazcığı” bir kitap değil, ona “yazdırılan” bir kitaptı.
Bu, çok önemliydi, çünkü vahiy insan bilincinin sınırlarının ötesinde bir bilgilenme biçimi olarak karşımıza çıkıyordu.
Bu kitapta uygarlıkların ortaya çıkışı ve son buluşu sürecini inceleyen tarihçilerin bilgi edinme yöntemi olarak vahyi de ele almaları bana çok dikkat çekici gelmişti.
Onlara göre, vahiy yoluyla alınan bilgiler de bir uygarlığın ortaya çıkışma tohum düşünce olarak katkı yapabiliyordu.
Daha sonra karşıma Cari Gustav Jung’un “Psikoloji ve Din” adlı kitabı çıkıverdi! (çünkü ben o kitabı bir kitapçıdan almamıştım, yağmurlu bir günde bir Cağaloğlu kaldırımında kupkuru bir şekilde biraz parçalanmış olarak yerde durup duruyordu.) Orada din bir kurum olarak değil içsel bir deneyim olarak ele alınıyordu. Bu yaşantı kişilerin kendi günlük ve kişisel bilinçlerinin ötesinde bir bağlantının kaçınılmaz sonucuydu.
Bu derin bağlantı, kişi bu bağı reddettikçe varlığını hissettirmek ve sesini duyurmak için baskısını arttırıyor ve hastalık ve sorun olarak karşısına çıkıyordu.
Hangi dine mensup olurlarsa olsunlar bu olgu kişileri sarıp sarmalıyor, etkiliyor ve düşünmeye zorluyordu. Neye? Gougen’in o ünlü tablosunun ismindeki evrensel soruya; kimim, nerden geliyor ve nereye gidiyorum ve ben burada (dünyada) ne yapmalıyım? Ve bunu nasıl yapmalıyım?
Sonra spiritüel araştırmaların derinlerine daldıkça öte dünya dediğimiz boyutla ilgili bilgilerin, Kur’an daki aynı tür bilgilerle nasıl örtüştüğünü gördüm.
Öte dünya titreşim frekansı bu dünyaya göre daha yüksek bir dünya idi ve orada düşünceler burada olduğundan daha hızlı (nerdeyse düşünmekle aynı anda) gerçek oluyordu. Korkulan, suçluluk duyguları, öfkeleriyle ölüp giden insanlar bu duyguların eseri olan fiziksel bir alanda buluyorlardı kendilerini. Hele bir de haksızlık yapmış ya da birini öldürmüşse azap katlanıyordu.
Kur’an’da da aynı şeyler söylenmiyor muydu? Orada da bu dünyada ne yapıp ettiysek onların sonuçlarıyla (her iki dünyada da) karşılaşacağımız belirtilmiyor muydu?
Ve sonunda iş gelip Kuantum Fiziğiyle tanışmaya geldi dayandı. Yaklaşık yirmi yıl süren bu araştırma serüveni sonunda araştırma gemim kuantum limanına yanaştığında, hem dini, hem bilimi, hem spiritüalizmi ve hem de somut hayatımızı bir potada eritecek sırrın içinde buldum kendimi.
Daha sonra Kuantum Düşünce Tekniği konusunda Danışmanlık dönemim başladı. Bir süre sonra sanki birbirlerinden çok farklı gibi gözüken hayatların derin yapıdaki gizemlerine daldıkça ortak bir tablo çıkmaya başladı.
Düşünmek ve araştırmak ihaleye çıkarılacak bir iş değildi. Hele hele insanın kendi temel hayati sorunlarıyla ilgili hazır sloganlarla yaşamak insana yakışmazdı bana göre. Herkes bu mücadeleyi kendisi vermeli ve kendi deneyimlerinden yola çıkarak, akimı kullanıp düşünerek kendi sonucunu çıkartmalıydı.
Yarın öbür gün, “ben bilmiyordum, bana böyle söylenmişti, öyle zannetmiştim!” demenin bir faydası olmaz. Biliyorsunuz ki bir kanun maddesi hakkında bilgisi olmamak kişiyi o kanunun ihlalinden doğan suçtan kurtarmaz.
Oysa Kur’ân/İnsanları hep düşünmeye davet eder.
İşte birkaç Örnek;
Bakara 164. “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yararlı
şeylerle denizde akan gemide, Allah ’ın gökten su indirip de onunla ölmüş olan toprağı canlandırmasında, canlanıp da üzerinde gezinen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz bunların hepsinde AKILLI olan bir ümmet için elbette Allah ’ın birliğine deliller vardır. ”
Aliİmran 118- İşte DÜŞÜNÜRSÜNÜZ diye, size ayet
lerini apaçık bildiriyoruz.
En’Am suresi 151- Allah size DÜŞÜNÜP aklınızı
çalıştırasınız diye bunları emretti.
Enfal suresi 22- Çünkü yeryüzünde gezinenlerin Allah indinde en kötüsü, GERÇEĞİ akıllarına sokmayan sağırlar ve dilsizlerdir.
Yusuf suresi 109- Hala akıllanmayacak mısınız?
Enbiya suresi 67- Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Hala akıllanmayacak mısınız?
Furkan suresi 25- Yoka sen onların çoğunu işitirler veya AKILLARINI kullanırlar mı sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibidirler, hatta gidişçe daha sapıktırlar.
Kasas suresi 60- Size her hangi bir şey verilmişse, sırf dünya hayatının geçici menfaat ve süsüdür. Allah yanındaki ise, hem daha hayırlı, hem daha kalıcıdır. Artık AKLINIZI kullanmayacak mısınız?
Mümin suresi 54- Temiz akıl sahiplerine bir öğüt ve bir uyarı olması için.
Talak suresi 10- ....O halde, ey halis özlü, temiz akıl sahipleri, Allah’tan korkun da korunun! İşte Allah size bir öğüt.
Sad suresi 29- Temiz olanlar ayetlerini DÜŞÜNSÜNLER
diye, biz sana çok mübarek bir kitap indirdik.
Kitapta; özünü temizlemek, düşünmek ve aklını çalıştırmak inanmanın ve islamiyetin nerdeyse temeli olarak sunulmasına rağmen, bunlardan uzak kalınması düşündürücü idi aslında.
Sanki putlara tapmak, inançsızlarla savaş, yanlış inançların tasfiyesi gibi konular, sadece belli bir dönemde yaşandı da öylece bitti gibi algılanıyordu.
Sanki böylece mesele hallolup bitmişti.
Artık Kitabı okumaya, anlamaya, düşünmeye gerek yoktu. Sadece “Evet ben Müslümanım kabul ediyorum!” demek yeterli oluyordu.
Mu acaba?!!!!!
Allah, “La ilahe illallah” sözlerinde ifade bulan bu ikrarı, insanların ezbere söylemesini istemiyordu. Çünkü Tanrıyı gerçekten birlemek aslında tüm dünya hayatının en zirve se- viyesiydi. Ve derin, geniş ve engin bir düşünme süreci gerektiriyordu.
Oysa nerdeyse her sayfada düşünün ve aklınızı çalıştırın yoksa, azaba uğrarsınız diye uyarılardan geçilmiyordu.
Tanrı bunu kendisi için mi istiyordu? Hayır!
Çünkü O’nun bir şeye ihtiyacı yoktu aslında.
Bunu insanın kendi mutluluğu ve esenliği için istiyordu.
Netice itibarıyla ne oluyordu?
İnsanın kafasını çalıştırmasını öğütleyen bir kutsal kitap, sonunda düşünenlerin önüne en büyük engel olarak konuluyordu.
VE BİR GÜN!..
İş hep dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyordu.
Hatta bir gün bir seminer sırasında, insanların hep mutlu olmak umuduyla birilerine ya da bir şeye çok fazla önem verdiklerini, bu yüzden onlar sanki sonsuzmuş gibi, sanki onlar olmazsa kendileri bir hiç olacaklarmış gibi davrandıklarını söyledim.
Her şey geçici ve sınırlıydı. Oysa baki olan bir şey vardı; o da Allah.
İnsanın geçici şeylere yatınm yapması, onlara zamanını enerjisini vermesi bu sebeple sonu hüsranla bitmesi kesin bir ilişki oluyordu. İşte bu durumda insanlar acı çekiyor ve üzülüyorlardı.
Bazen bir insana duyulan bağımlılık ondan ilgi, sevgi ve destek beklemeye dönüşüyor, bunlar elde edilmeyince de öfke kızgınlık ve çaresizlik kısır döngüsüne giriliyordu.
Bazen de mala, güce duyulan gerçek dışı güven onlar herhangi bir şekilde elden gidince büyük yıkıma neden oluyordu
Bunları bu şekilde anlattıktan sonra şöyle devam ettim.
“Bakın işte bu durum insanlığın ortak sorunlarından biridir, evrensel bir meseledir bu.” dedim. Bunu sıklıkla söylüyordum aslında, ama ilk kez o gün bu konuşmaya şöyle devam ettim, “İşte bu bilginin günde en az beş kere insana hatırlatılması gerekiyor.”
Hep hani şu mezar taşlarına yazılan meşhur söz gibi, “Her şey geçici, bir tek Tanrı baki!” demesi gerekiyor ki insan bağımsız ve mutlu bir varlık olsun.”
Tıpkı bir merkette alışveriş yaparken bir ürünün niteliklerine, son kullanma tarihine bakmak ne derece önemliyse hayatta da aynı şeyi yapmak gerekiyordu.
Bunu kendine hatırlatması gerekiyor ki sonunda hüsrana uğramasın.
Hatta bakın şu anda bilmiyorum ama mutlaka Kur’an’da bu konuda bir ayetin olması gerekir. Ve ilave ettim, “Hatta bu ayetin namaz ayeti olması gerekir.” Ben bunu der demez katılımcılardan biri atıldı, “Hocam böyle bir ayet var, hem de Fatiha suresi!”
Ve bana Fatiha suresini okudu ve anlamını açıkladı. Orada öylece kalakaldım. İşte dönmüş dolaşmış ve Kur an’ın özeti olan yedi ayetlik sureye gelip durmuştum.
Huşu ve şaşkınlık içindeydim.
1.BÖLÜM
KİTABIN KALBİ
Fatiha suresi;
1-Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Alemlerin Rabbine Hamdolsun
O Rahman’dır - Rahim’dir.
Ki O Din Gününün sahibidir.
Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.
Bizi dosdoğru yola ilet.
Nimet verdiklerinin yoluna, gazabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.
Bir de bunun üstüne bu surenin Kür’an’ın ilk ayeti olduğunu, üstüne üstlük Fatiha suresinin aynı zamanda Kur’an’m kalbi olduğunu öğrenince kalakaldım öylece.
Yaratan insana öyle bir kıyak yapmıştı ki, koca bir kitabın özetini birkaç cümlede özetley i vermişti.
Buradan yola çıkarak ve bu gözle incelemeye başladığımda her adımda dudağımı uçuklatacak ipuçlarıyla karşılaştım.
Bu ipuçlarını seminerlerimde sık sık paylaşıyordum. Sonra bu araştırma süreci kendi içinde derinleşmeye başladı.
Sanki insanın en köklü ve evrensel sorunları ve onların yanıtlan Kitapta çizilivermişti.
Seminerlerimde tanıştığım, dertlerini, sorunlarını paylaştığım insanları düşündükçe bazı ayetlerin nasıl can alıcı bir noktadan bu sorunların temel nedenlerini ve çözümünü işaret ettiğini anladım.
Bu serüvenin kazanımlarını Kuantum Yaklaşımın bilgeliğiyle harmanlamak ve bunun sonuçlarını paylaşmak için derin bir istek duydum.
İnsanm iç özgürlüğüne ulaşması, mutluluk ve esenliği için bu bağlantıların çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Böylece öncelikle okunup anlaşılsın, üzerinde düşünülsün diye indirilmiş olan bu hâzinenin bir kısmının daha aydınlığa çıkacağına inanıyorum.
Hatta bunun için küçük bir deneme yaptım ve çok iyi bir sonuç aldım.
Bir gün sabaha karşı bir uçak yolculuğundan dönüşte bir tak siye bindim.
Taksici genç bir adamdı. Yol uzundu havadan sudan sohbete başladık. Anladım ki taksici arkadaş dindar biri. Ona “kulluk nedir sence?” diye sordum. Ve sonra ben Fatiha suresinden söz ettim ve birkaç şey söyledim ona. Arabadan inerken bana” Abi valla içimi rahatlattın! Allah senden razı olsun dedi. Sanki yüzü aydınlanmıştı.
“Vay be!” dedim içimden, “ işe yarıyor işte!”
Benim de amacım buydu zaten bu ferahlık duygusunu daha fazla insana yaşatabilmek.
Sonra bir başka gün yine taksiye bindiğimde, yine havaalanından gelirken taksiciyle yine sohbete başladım. Adam işlerinin ne kadar yoğun olduğundan falan söz etti. Günde yirmi saat çalıştığını ve çok yorulduğunu söyledi. Hayat zordu, evde çoluk çocuk ekmek bekliyordu v.s. Birden ona, “Kur an okur musun, mealini?” diye sordum. Önce “Ee tabii okudum!” falan dedi.” Hangi mealler?” diye sorunca, “Abi açıkçası okumadım.” Dedi, “neden?” diye sordum. Sonra bana uzun uzun ne kadar çalıştığını, ne kadar yorulduğunu anlattı. Birden dönüp ona, “Eğer Kur’an’ı okuyup anlamını bilseydin böyle olmazdı!” dedim. Adam şaşırmıştı. “Ne alakası var ki?” gibilerinden yüzüme baktı. Sonra nasıl olup da herkes gibi çok çalışmak zorunda kalışı ile ilgili sebepleri anlamadığıma bu kez öfkelenerek tekrar sıralamaya başladı. Anladım ki anlamak istemiyordu. Bıraktım işin peşini ve sustum.
Neden böyle söylemiştim?
Çünkü biliyordum ki, eğer böyle yapsaydı, eğer Kur’an’ı gerçekten okuyup, düşünüp anlasaydı; aklını kullanacak, hayata güvenecek ve hayatın bolluğuna inanacaktı. O zaman durumuna çaresizce razı gelmeyecek, hayatını iyiye doğru geliştirmek için yeni seçenekler arayacaktı. Yeteneklerini geliştirecek, kendini daha değerli hale getirecekti. O zaman korkuyla hareket etmeyecekti. O zaman güvenle eyleme geçecekti.
Fatiha suresine dönelim;
Surenin ilk cümlesi Allah’a Hamd etmek üzerine kurgulanmış ve hemen arkasından ‘Din gününün sahibidir’ ile devam edilmiş.
Bir kere Kur’an’da Allah neyi kastediyorsa tam da onu ifade edebilecek sözcükleri bulmaya muktedirdir.
Eğer Din Günü dediyse Din Günü demek istemiştir.
Başka bir şey söylemek isteseydi kuşkusuz onu da en güzel şekilde söylerdi.
Kıyamet günü değil, hesap günü değil; “Din Günü!” bu çok önemli.
Ve hemen onun önünde Hamd kelimesi var.
Yani diyor ki; “Bu ayetin gerçek anlamını anladığınızda sevinç ve şükürden nefes almaya vakit bulamayacaksınız.”
Peki “Hamd” ne demek ve bunun Din günüyle ilişkisi ne? Bir kere “Din Günü” belli ki Dinle ilgili bir şey. Bununla ilgili olarak tüm dinler tarihine ve Kur’an’daki bazı ayetlere baktığımızda bir çok ipucu da bulabiliriz.
Aslında çok basit ve düz bir mantık bile bizi ilginç bir sonuca götürür.
Tanrı Dinleri neden getirdi? Neden peygamberler gönderdi? İnsanın mutluluğu, esenliği ve huzuru için değil mi?
Evet öyle! Yoksa birbirini kırsın, öldürsün, sefil ve zelil olsun diye değil.
Fakat şu an manzara hiç de böyle görünmüyor. Aynı Allah’a ve O’nun peygamberlerine inandığını söyleyen insanlar birbirlerini boğazlıyorlar.
Dinler tarihine baktığımızda bir peygambere ve onun takipçilerine savaşarak ya da başka yollarla, engel olamayanlar
Çok ilginç bir yöntem buluyorlar. İnanmış gibi gözükerek, dinin mesajını yavaş yavaş tahrif ediyorlar.
Örneğin İsa’ya en çok karşı çıkan Yahudi aslili bir Romalı olan Saul (Paul) bir süre sonra taktik değiştiriyor ve en hızlı inanmıştan daha hızlı oluyor. Sonra ne yapıyor? Hristiyanları birbirine düşürüyor ve inancın içine Pagan unsurlarını katıyor.
Kadını toplumun dışına itiyor, İsa’yı Tanrılaştırıyor ve dini kurumsallaştırıyor.
Bunun arkasından planın ikinci parçası geliyor, artık dogmalarla bozulmuş dokunulmaz ve tartışılmaz olmuş bir sistemi Roma bir din olarak benimsiyor.
İmparator ve onun yönetimi tartışılmaz bir konuma getiriliyor. Tarınsallaştırılıyor.
İşlem böylece tamamlanıyor ve Hristiyanlık, aklın karşısına dogmalarla çıkan, zulmün, baskının ve işkencenin odağı haline gelen bir din oluyor.
Örneğin kilise daha yeni Galileo’dan özür diliyor, (dilemese komik duruma düşecekti de ondan, aslında zaten komik duruma düşmüştü ya!) Ne demişti Galileo?
Dünyanın döndüğünü söylemişti. Hem de bunu somut bir şekilde kendi yaptığı teleskopla kanıtlayarak.
Peki İslamiyet’te ne olmuştu?
Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’e en çok karşı çıkan, onunla savaşan Emevi sülalesi, sonunda taktik değiştirerek Müslümanlığı kabul ediyor. Sonra bu sülalenin üyelerinden biri olan Yezid, Peygamberin torunlarını bin türlü hile ve yalanla öldürerek Halifeliğini ilan ediyor.
Böylece Emevi hanedanı, aynı Hristiyanlıkta, Kilisenin ve İmparatorun kazandığı bir pozisyona geçiyor, tartışmasız bir otorite kazanıyor.
Çünkü Halife demek Tanrı’nın yeryüzünde O’nu temsil eden yetkilisi demektir.
Halifeye karşı gelmek, Tanrı’ya ve peygambere karşı gelmektir.
Peki Yaratanın buradaki fonksiyonu ne? Bunu görmüyor mu? Hatta bu sonucu ta en başından görmedi mi?
İşte bu mümkün değil. *
Hatta bu konuda birkaç delil var.
Birincisi İsa’nın son akşam yemeğinde havarilerden birisinin onu ele vereceğini ve kalanların da onu reddedeceğini söylemesi.
İkincisi de Peygamberimizin Müslümanlığın geleceği ile ilgili kehanetleri. Onlar, bunları kendilerine bildirilmeden bilebilirler miydi? Tabii ki hayır!
Bu konuyla ilgili kısımları ikinci kitapta daha detaylı bir şekilde inceleyeceğiz.
En başından İnsanın tekamül ve eğitim programının O’nun tarafından yapılmış olması gerekir. Öyle değil mi?
İşte Yaratan Fatiha suresinde, kendi kitabının en başında, bu konunun altını çiziyor.
“Ben” diyor, “Kendi eğitim programınım sahibiyim. Bu işin peşini bırakmış değilim. Bunu sonuçlandıracağım. Bundan
emin olabilirsiniz.”
Yani, “Bütün dinler vasıtasıyla bildirdiğim gerçekleri, bir daha asla tartışmaya ve itiraza meydan vermeyecek şekilde ortaya koyacağım.”
“ Mesajım yanlış anlatıldı ya da yanlış anlaşıldı. Bazen de tahrif edildi. Ben tabii ki bunun böyle olacağını ta başından biliyordum (bilmemem mümkün mü dersiniz?) Çünkü insanlığın idrak kapasitesi henüz o kadardı. Bu iş bir süreç işiydi. Ama ben işin sahibi olarak bunun peşindeyim. Henüz iş bitmiş değildir. Bakın bunu da daha şimdiden bildiriyorum ki haberiniz olsun! ”
İşte din gününün sahibi bu anlama geliyor.
Demek ki bu durumun açığa çıkacağı bir gün var.
Tanrı katında bir gün aslında bir dönemi ifade eder.
Örneğin Tanrı'nın dünyayı altı günde yarattığı söylenir. Buradaki gün bizim bildiğimiz anlamda yirmi dört saat değildir kuşkusuz.
Ayet devam ediyor,
“İşte o zaman siz bu sebeple çok sevinecek ve şükredeceksiniz. Hatta bu şükrünüz, herhangi bir şekilde çektiğiniz acıların sonunda büyük bir sevinç yaşadığınızda hissettiğiniz türden bir sevinç duygusu olacak ki bunun adı belki de hamd sözüyle anlatılmak istenen şeydir.”
İşte bu Fatiha suresi öyle bir sure ki, anlamını tam olarak kavradığımızda tüm dünyaca tam bir yıl bayram ilan edebiliriz.
Çünkü bu Tanrı’nın bir müjdesi ve sözü ki kitabının başında bu müjdeyi veriyor.
Demek ki böyle bir dönem var ve bu kesinlikle gerçek olacak.
Ve hemen arkasından bir uyan.
Ne uyansı bu?
“Yalnız O’na kulluk yapın!”
Eğer kendi gücünüzü reddedip çevrenizde gördüğünüz ve bildiğiniz şeylere onlarda olmayan güçler atfederseniz, köle olursunuz.
Ve sonunuz hüsran olur.
Sonunuz bir kölenin yaşamı olur.
İşte Fatiha suresindeki gazap sözcüğüyle anlatılmak istenen tam da budur.
Nedir o görüp bildiğiniz ve taptığınız Tanrılar?
Bize sevgi, anlayış, korunma, yardım etsinler diye kendilerine kulluk ettiğimiz şeyler.
Bazen bir kişi, bazen atalarımız, bazen para, bazen de bir mevkii, bazen güzellik, bazen de güç.
Ama öncelikle anne ve babamız ve atalarımız.
Aslında Tanrı, tabii ki insanın bir evrimleşme yolunda olduğunu biliyordu. Ona kendisi tarafından verilen üstün niteliklerin fark edilmesi için zamana ihtiyaç duyduğunu biliyordu.
(Bu konuyu da ayrıca insanın yaratılış bölümündeki ayetlerde inceleyeceğiz)
İnsanın bölük bölük ayrılma güdüsünü, yarışma, sahip olma ve insanları “Biz” ve “Onlar” olarak ayırma eğilimini biliyordu.
Evrenin Birliği gerçeğini kavraması için uzunca bir zamana ihtiyaç duyacağını biliyordu.
Fakat O bir yandan başka bir şey daha biliyordu.
Bu yüzden meleklere, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!” demişti.
Çünkü O, Alemlerin Rabbi idi.
“Rab” söze iğü terbiye edici ve öğretici anlamına gelir.
İnsan hayat: gelişigüzel başıboş bir olaylar silsilesi değildir.
Ve hatta kendi kitabında bu sonucu üstüne basa basa duyurmuştur.
Enbiya suresi 105. Ayette;
“Andolsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da, “yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım mirasçı olacaktır.” diye yazmıştık. ”
Ve böylece aynı şeyi Kur’an da da tekrar ediyor.
Ayrıca her peygamber kendisinden sonra gelecek olan diğer peygamberi hem ismen, hem de işaretleri ile birlikte bildirmiştir.
Nasıl? Tabii ki bildirildiği için.
Yani bir okula atanan öğretmen işi bitince görevi devralacak kişiden söz ediyor. Demek ki bir program söz konusu.
O halde eğitimin amacının ne olacağı ve finalde bunun nasıl sonuçlanacağı da bellidir. Her eğitimin bir amacı vardır. Ulaşılmak istenen bir hedef vardır.
İşte bu sure bu konuda hatırlatmada bulunuyor.
Peki bu eğitim programını planlayan ve yürüten kim? Ayet açıkça yanıtlıyor; Allah!
Demek ki bütün olaylarda Tanrı’nın öğretici eli her zaman insanın üzerindedir.
Bu nitelik Yaratanın Rab isminde saklıdır
“Öğreten eğiten ve terbiye eden.”
Bu eğitim iki şekilde yürür. Birincisi Tanrı’nın Rahmet ve sevgi eli, diğeri ise Gazap ve ceza eli, ki ikisi de aslında bir gerçeği öğretmek içindir.
Örneğin bir kavim Tanrı tarafından cezalandınldığmda o
toplumun örneğin hak yasasını öğrenmesi içindir.
Örneğin Yusuf peygamber Mısır’da haksız yere uzun bir süre zindanda tutuklu kalır. Bilindiği gibi çok iyi bir rüya yorumcusudur. Bir keresinde bir rüyasını yorumladığı zindandaki bir kişiye, “ buradan çıkınca Firavunun yardımcısı olacaksın. O zaman lütfen ona benden bahset! ” dediği için Tanrı tarafından bir süre daha orda kalmakla cezalandırılır.
Çünkü o bir insandan medet ummuştur kendisi için. Belki bu herhangi biri için pek büyük bir yanlış sayılmaz. Ama Yusuf bir peygamberdir. Ve o bilgiyi bilen sorumlu kişidir. Dolayısıyla böyle bir hatası (bir daha tekrar edilmemesi için) Rab tarafından gerekli şekilde cezalandırılır.
Sonra ne olur?
Sonra Yusuf tüm Mısır ülkesinin baş veziri olur.
Çünkü yaşadığı sıkıntının nedenini çözmüş, mesajı anlamıştır.
Ve yine Yasin suresinin diğer cümlelerine dönersek, azap O’n- dan başka İlah edinmesi sonucu insanın kendi kendisine yaptığı zulümden başka bir şey değildir.
İşte Hamd kelimesi burada devreye giriyor.
İnsanın yaşadığı tüm acıların, savaşların, azabın ve deneyimlerin olumlu bir anlamı olduğunu keşfedeceğimiz bir ana işaret ediyor.
TANRI'YA KULLUK MU?
İNSANA KÖLELİK Mİ?
Ve tam da bu anda, sahip olduğu Tanrısal niteliklerini fark edip onları kullanmaya başladığında o kişinin hayatının başarı ve mutlulukla dolu olacağını hatırlatıyor.
Buradaki en önemli sözcük “kulluk”, ne demek “yalnız sana kulluk ederiz?”
Demek ki başkalarına da kulluk yapılabiliyor.
Önce Kulluk kavramından başlayalım.
Kulluk, karşılığında bazı değerler elde edeceğinize inanarak sahip olduğunuz bazı değerleri bir kişiye, bir şeye sunmaktır.
Zamanınızı, emeğinizi, yeteneklerinizi, duygularınızı birisine ya da bir şeye sunarak karşılığında güç, güven, bolluk, huzur, bereket, sevgi gibi şeyler almayı umarsınız.
Kimlerden umarsınız bunu?
Atalarınızdan, eşinizden, patronunuzdan, devletten. Padişahtan, çocuğunuzdan, güneşten, topraktan, hatta cinlerden, ruhlardan, tabiat varlıklarından v.s
Ve her kulluk eylemi bir de tapınma eylemiyle bütünleşir.
Bu tapınma özünde , “ben senin benden istediğini yapıyorum, sen de benim istediğimi yap” amacını güder.
Bunu temin etmek için çeşitli ritüeller yapılır. Kurban kesme, adak adama, tütsü yakma, nehirde yıkanma, bazı yemekleri yeme, ya da yememe, fedakarlıklar yapma, saygıyla eğilme, el pençe divan durma v.b gibi.
Buzağıya tapınmaktan, tahtadan şekiller oymaya, insan kurban etmekden, bazı ürünleri sunmaya kadar. Toplu ayinler, toplu dualar, danslar da tapınmanın başka türlerini temsil eder. Tarih bu konuda çok geniş bir örnek skalası sunar bize.
İnsan, tabii ki mutlu ve esenlikli olmak ister ve bunun için uygun gördüğü bir güce teslim olur, kulluk yapar.
Eğer bunu yaparken kendi gücünü yadsıyorsa bu kulluk eylemi köleliğe dönüşür.
Aynı zamanda her kulluk eylemi bir teslimiyet gerektiriyor.
İşte Fatiha suresi bize açık açık söylüyor, “Tanrı dışında kime kulluk ederseniz, o sizi kendisi için kullanacak sonunda köle olacaksınız. Köleliğin sonu ise hüsran ve acıdan başka bir şey değildir. Oysa Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O sizden ona teslim olduğunuz için kendisi adına bir şey istemez. Sadece sizin mutluluğunuzu ve esenliğinizi ister. Çünkü ona kulluk ettikçe kendi yüceliğinizin farkına varınsınız. İşte diğer kulluk ettiğimiz şeylerle Tanrı’ya kulluk etmek arasındaki temel fark budur.”
Dünya tarihinin en etkili kişilerinden biri olan Budha bakın ne demiş; “Acı çekmenin nedeni geçici şeylere bağlanmak ve bunlarla ilgili cehalet içinde olmaktır.”
Burada üzerinde düşünülmesi gereken iki kelime, “bağlanmak” ve cehalet” tir.
Bağlanırsınız çünkü ondan medet umarsınız, yani ona kulluk yapar onu Tanrı edinirsiniz, cahiliz çünkü ihtiyaçlarımızın tüm kaynağının bizim kendi varlığımızda zaten var olduğunu bilmiyoruz Bu kaynaklar sonsuzdur, çünkü Tanrı’dan gelir.
Bütün hayatını insanların neden acı çektiğinin sorusunu çözmeye adamış bir kişinin (hem de hiç de sıradan olmayan bir kişinin) bulduğu büyük gerçeğin Kur’an’ın kalbi olan bir ayetle hemen hemen aynı olması da ayrıca bir mucize değil midir?
Tanrı’ya kulluk etmek aynca O’nun yasalarına uymaktır. Nedir O’nun yasaları? Tabii ki en büyüğü Hak yasası! İnsanları ta başından bu güne birbirine karşılıklı haklarla bağlı olduğu gerçeği.
Nasıl ki bir ülkenin vatandaşı olmak size o ülkenin kanunlarına uyma zorunluluğu getiriyorsa, Tanrı’nın kulu olmak O’nun yasalarına uymayı gerektir.
Bu bize neyi sağlar? E bir ülkenin vatandaşı olmak o ülkede yaşama hakkını vermez mi size? Neden birçok insan gelişmiş ülkelerin vatandaşı olmak için çırpmıyor? Çünkü orada iş var, aş var, özgürlük var. Öyle değil mi?
Peki Tanrı’nın kulu olmak?
İşte bu da size fazlasını sağlar.
Tanrı’ya kul olmak size güç, mutluluk, huzur ve bolluk getirecektir. Çünkü artık siz Tanrı’nın vatandaşısınız.
Bu durumda acı çekmek bir ceza olmaz, sadece yol gösteren bir işaret levhası olur.
Çünkü bize yaptığımız işin sonucu hakkında fikir verir.
Aslında cehaletin panzehiri olan bilgi de işte tam bu noktada ortaya çıkar.
Çünkü acı çekerek sonunda ne yaparsak acı çekmeyeceğimizi öğreniriz.
Tam da işin burasında bir vak’a anlatmak yerinde olacak. Birkaç sorunu için danışmaya gelen biri için çalışma yapıyoruz. İş dönüp dolaşıp bir haksızlığa geliyor (çokça olan bir şeydir bu) Kendisi bize uzun uzun anlatıyor olayı. Tam bir ibret vakası. Dedesi kaptanmış. Gemisiyle yük taşıyor. Bir yerden bir yere buğday taşırken gemi batıyor.
‘Olacak iş değil’, ya da ‘olur böyle şeyler’ mi dememiz lazım. E olur da neden olur acaba?
Sonra ne oluyor? Akabinde daha da garip bir şey oluyor. Malını taşıtan şirket dalgıç tutup batık gemideki buğdayları çıkartmaya yelteniyor. Bir de ne görsünler yük kaybolmuş!
Şirket dava açıyor ve dedeyi mahkum ettiriyor.
Biz dramaya devam ediyoruz. Dedenin ailesinde kendisine haksızlık yapılmış biri olduğu ortaya çıkıyor. Kim olabilir diye araştırırken şöyle bir tablo çıkıyor ortaya, dede bir ara yurt dışında bir kadınla beraber oluyor. Ondan bir çocuğu oluyor. Fakat bir süre sonra o kadını ve çocuğunu bırakıp yurda dönüyor ve onları hiç arayıp sormuyor. Yok farz ediyor onları.
Neden? E kadın yabancı alıp buraya gelse (ailesi) istemeyecek. O da doğru olduğuna inandığı, egosu için uygun olan davranışı yapıyor.
Demek ki bu davranış ego için uygun ama Tanrı’nın yasaları açısından uygun değilmiş zaar.
Bu olayda hem atalara tapma hem de evrensel yasa ihlali var. (zaten genellikle ikisi hep birlikte olurlar.)
Bu yüzden temel sorun, biraz da gözle görülebilen, elle tutulan bir şeye güvenmekle, gözle görülmeyen bir Tanrı’ya (inanmak) arasında farkta yatmaktadır.
Taştan ya da tahtadan oyulmuş bir heykele tapmak bu yüzden daha somuttur.
Taşa dokunur, onu görürsünüz. Atalarınız, yakınlarınız çevreniz orada karşınızda durup dururlar. Siz onlarla yatar onlarla kalkarsınız.
Oysa Tanrı nerededir?
Uzaklarda çoook uzaklarda değil mi?
O zaman “el alem ne der?” kaygısıyla hareket eder, Tanrısal yasaları es geçersiniz.
Bu yüzden Museviler görünmeyen bir Tanrı’ya teslim olmayı bırakıp altın bir buzağıya tapınışlardır. Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem], Kabe’deki çeşitli Tanrıları temsil eden heykellere tapman insanlara, gözle görülmeyen ama her yerde var olan bir Tanrı’dan söz ettiğinde büyük bir tepkiyle karşılaşmıştı.
Onlar babalarını bu putlara taparken bulmuşlardı ve bu putlar somut, elle tutulup gözle görülen Tanrılardı.
Bu konuda Kur’an, Bakara suresi 55. Ayette; “Hatırlayın hani, “Ey Musa, doğrusu Allah’ı kendi gözümüzle görmedikçe sana asla inanmayacağız!” dediğinizde, (işte o an) siz daha (ne oluyor diye) çevrenize bakınıp dururken ceza yıldırımı sizi yakalatmıştı.”
Belki de sorunun kaynağı henüz soyut düşünce melekeleri gelişmemiş insanlığa bu konuda bir eğitim programı uygulamaktı.
İbrahim peygamber’de aynı şeyi yapmıştı. Gözle görülen güç nesnelerinden (aydan güneşten ve yıldızdan) yola çıkarak, gözle görülmeyen bir Tanrı’ya inanmaya vardırmıştı işi.
Oysa soyut düşünce gücü, uğruna emek verdiği, zaman verdiği herhangi bir şeyin kendisine ne kazandıracağını baştan hesap edebilme yeteneğidir.
En temelde her şey geçicidir. Çocuklarınız ölebilir, ya da hayırsız çıkabilir. Malınız elden gider, şöhretiniz lekelenir ya da unutulur gidersiniz. Kas gücünüz zayıflar elden ayaktan düşersiniz. Karınız ya da kocanız sizi terk edebilir ya da ölebilir.
Doğru bildiğiniz bazı şeylerin bir süre sonra yanlış olduğunu öğrenebilirsiniz.
Eğer bütün bunları sanki hep sonsuza kadar sizinle olacaklarını varsayarak bir hayat kurmuşsanız hüsrana uğramak kaçınılmazdır.
Bu durumda ne yapacağız?
Bunları toptan reddedecek, kullanmayacak, tadını çıkarmayacak mıyız?
Bunlara sıkı sıkıya sarılmakla tümüyle reddetmek arasında başka bir yol olamaz mı?
Ashnda yukarda saydığımız her şey bizim hayrımıza olan değerler. Mal da mülk de, aile de, çocuk da, şan da güç de. Buradaki sorun onların kötü ya da iyi oluşunda değil, onlara olduklarından daha fazla değer yükleyip kendi değerimize yabancılaşmaktır. Bu değerleri kullanırken kendimize sürekli şunu hatırlatmalıyız, “Evet bunlar iyi güzel ve benim yaranma! Ama hepsinin bir son kullanma tarihi bir de sının var. Örneğin para tek başına insana dost kazandırmaz. Şöhret güvenlik vermez. Bilgi bir süre sonra faydasız hatta yanlış olabilir.”
Bunu hep hatırlatmamız gerekir kendimize. Ne kadar? Günde en az beş kez.
Ayrıca bütün bunların aslında yokluktan çıkıp geldiklerini ve tekrar yokluğa döneceklerini bilmek gerekir.
İşte ben, tüm danışanlarımda bu temel insanlık yanılgısını gözlemliyordum.
Kimisi annesinden onay ve sevgi alamadığı için bu ihtiyaca bağımlı oluyor ve tüm temel ihtiyaçlarını öteliyordu. Örneğin evlenmiyor, derin bir ilişkiye girmiyor, mesleki açıdan kendini geliştirmiyordu, ya da kendi istediği bir bölüme girmekten vazgeçiyordu, babası öyle istediği için.
Ama netice itibariyle ne oluyordu? Aradan uzun bir süre geçince derin bir kırgınlık ve öfke duygusu kaplıyordu içini. Tam da bu noktada bir danışanın ilginç dramı geldi aklıma.
Şimdiye dek hep en yakın arkadaşlarından kötülük gördüğünü anlatıyordu. Bununla ilgili o kadar çok örnek vardı ki. Hatta biri kocasını elinden almıştı. Kimseye güvenmemek gerektiğini tekrar ediyordu sık sık.
Biraz araştırınca neler ortaya çıkmıyordu ki! Aslında bunun, onun değil annesinin fikri olduğu anlaşıldı. Ama annesinin bir başka düşüncesi daha vardı ve bu onun hayatını karartan bir inanca sebep olmuştu. “İnsanın başına ne gelirse arkadaştan gelir.” Ve sık sık,“ ‘kendinize dul karının dölleri!’dedirtmeyin.” derdi.
Ne olmuştu sonuç olarak? Bu, düşünce kendi kendini gerçekleyen bir kehanete dönüşmüş, en yakınlarının iki yüzlülükleri ve haince davranışlarıyla karşılaşmıştı. Üstüne üstlük bu durumda olup bitenlere karşı çıkamıyor, tepki gösteremiyordu. Neden? E o zaman sorunlar, problemler yaşayan biri olarak görülecek ve insanlar, “Ne olacak işte dul karının dölleri!” diyeceklerdi.
Al sana içinden çıkılmaz bir kilit.
Kırk yıllık hayatını bu düşüncenin esaretinde geçirmişti. Neden?
Çünkü bu inanç üstüne düşünmemişti. Çünkü annesi onun taptığı Tanrısı idi O’nun sevgisini, ilgisini kaybetmemek adına, onun düşüncelerini tartışmaya yanaşmıyordu.
İşin ilginç yanı Vahiy bu konuda da kopyayı veriyordu, Tegabün suresi 15. Ayet, “Sizin malınız mülkünüz ve çocuklarınız, sadece bir sınama ve ayartma aracıdır, halbuki Allah katında muhteşem bir ödül vardır.”
Kimisi atalarının yanlış inançlarını körü körüne izliyor ve sonunda sırf onlara yakın olma ihtiyacı dolayısıyla hasta oluyordu. Çünkü acı çekmek ataları için Tanrıya yakın olmanın şartı gibiydi.
Örneğin şöyle bir vakayla karşılaşabiliyordum. Midesinde bir türlü geçmeyen ağrılar hisseden biriyle bir çalışma yaptım. Bu kişi iyi bir eğitim yapmış, kültürlü akıllı biriydi. Üstelik ilk kitabımı okumuş ve çok etkilendiğini söyleyerek beni aramıştı. Onunla yaptığımız çalışmadan sonra uzun süre görüşmedik. Bir başka vesileyle bir araya geldiğimiz bir gün mide ağrısını sorduğumda, “A biliyor musun ne oldu?” diye söze başladı. “Şenle çalıştığımız o günden hemen sonra benim mide ağrılarım geçti. Daha sonra kendisine saygı duyduğum aklına güvendiğim bir ağabeyime durumu paylaştım, o da bunun üzerine ‘Aşk olsun! Ben de seni akıllı, mantıklı biri bilirdim! Böyle şeylere nasıl inanıyorsun?” dedi. Ve benim mide ağrım tekrar başladı.
Ben o kişinin kendisi için ne derece saygın ve önemli olduğunu sormadım. Ama belliydi ki o kişiyi ataları yerine koymuştu. Onun Tanrısı o kişiydi. Ondan kopmaktansa HASTA OLMAYI SÜRDÜRMEYİ SEÇMİŞTİ.
Bir başka ömek, ilişkiler konusunda sorun yaşayan bir hanımla ilgili, “gerekirse kestirip atmayı bilirim!” diye bir jest yapıyor. Eliyle avucunu yatay duruma getirip şöyle sert bir hareket yapıyor. Hemen bir çalışma yapıyoruz. Bilin bakalım ne oluyor? Babasına büyük bir hayranlık duyduğu ve hiçbir erkeğin babası gibi olamayacağını düşündüğünü anlıyoruz. Babası onun Tanrısı onu gözünde öyle bir büyütmüş kendini öyle bir konuma getirmiş ki, kendini yok seviyesine indirmiş. Ne olmuş sonunda?
Mesela uzam süredir bir ilişkisi yok ve yaşı kırklara dayanmış. Sadece bu kadar mı?
Hayır! Hayatında hep kendini olması gereken başarı düzeyine bir türlü ulaşamayan biri olarak algılıyor. Çabalıyor ama hak ettiği yerde olamıyor.
Ne zaman ki babasını tapma düzeyinden sevgi düzeyine getirecek o zaman her şey yoluna girecek.
Yani tam da Fatiha suresinde söylendiği gibi yalnız O’na kulluk edecek böylece kendi gücünün farkına varacak. Ve bu güç onun mutlu olmasını sağlayacak. Ve o zaman hayatı “dosdoğru yol” olacak.
UYGULAMA BÖLÜMÜ
HAMD İÇİN OLUMLAMA
Şimdi şükrediyorum. Yaşadığım her şey için. Özellikle de başlangıçta kötü sandığım her şey için. Gözyaşlarına, korkularım için.
Onların benim tarafımdan yaratıldığını kabul ediyorum.
Onları kucaklıyorum.
Onlar benim gelişmem ve kendimi fark etmem için kullandığım araçlardı.
Yanlışlarımı ve doğrularımı kucaklıyorum.
Yaptıklarımı ve yapmadıklarımı.
Onlardan gerekli dersi çıkardım.
Şimdi ancak beni gerçekten iyi hissettirecek duygu ve düşünceleri seçiyorum.
Bütün o yaşadıklarım arasından deneyimin özünü ve anlamını alıyor, bilgeliğini alıyor ve ağırlıklarını bırakıyorum.
Yaşadığım her anı kutsuyorum. Bunlar için kendimi kutluyorum.
O, beni her zaman en iyi yerde barındırdı ve en iyi şeklide korudu.
Şimdi ben özümdeki o olağanüstü parlaklığı fark ediyorum.
Gücümü fark ediyorum. Kullanıyorum.
Onlar sayesinde. Geçmişte yaptığım yanlışlar ve deneyimler sayesinde bu anlayışa erdim.
Tanrı’ya teşekkür ediyorum bana bu imkanı verdiği için.
Seçtim özgürce ve seçimlerimin sorumluluğunu yaşadım kahramanca.
İnsan olmanın onurunu yaşadım. Hayatı yalnız başıma, doğru ve yanlışın açık ve net olarak orada olmadığı bir yerde denedim.
Düşe kalka öğrendim. Ağlaya güle.
Kah korktum yerimde çakılı kaldım, kah binlerinden medet umdum, kah başkalarının dümen suyunda yaşadım.
Olsun! onlar benim hayatimdi.
Bütün bunları denemeye hakkım vardı ben de denedim.
Hiçbir bahanenin ve mazeretin arkasına saklanmadan ortaya çıkıp sorumluluğu kabul ediyorum.
Kimseyi kınamıyor, suçlamıyor ve kızmıyorum.
Kucaklıyorum bütün deneyimlerimi.
“Keşke!” demiyorum, “ama!” demiyorum.
Sadece “evet!” diyorum.
HAMD İÇİN İMGELEME
Başlangıçta size kötü gibi gözüken, ama sonra hiç de öyle olmadığını, tam tersine sonunun iyi bittiği bir olay hatırlayın.
O anın içinde olun. Görüntülerini, o anın renklerini ve hareketlerini tek tek gözden geçirin.
Sonra sesleri hatırlayın o anın seslerini.
Sonra da duyguyu hissedin. “İyi ki de böyle olmuş!” duygusunu.
Şimdi de zorlandığınız ve bir şekilde gücünüzü ortaya çıkarmak zorunda kaldığınız ya da bir yeteneğinizi keşfetmek zorunda kaldığınız bir deneyimi hatırlayın.
Belki babanız iflas ettiği için çalışmak zorunda kaldınız ve bu sebeple bir meslek sahibi oldunuz.
Belki sevdiğiniz sizi terk etti ve yalnızlığınızın içinde kendinizi keşfettiniz.
Bunları hatırlayın. O anda ne gördüyseniz onları görün, ne işit- tiyseniz onları işitin.
Ve duyguyu hissedin.
Harika! Kendi kaynaklarınıza başvurduğunuzda nasıl mutlu olduğunuzu hatırlayın.
Duyguyu bedeninizde hissedin. Bedeninizin belli bir noktası1 da odaklayın bu duyguyu.
Bu ouyguya bir renk verin. Bu duyguya bir sayı verin.
Bu rengi ve sayıyı düşünün şimdi.
Harika şimdi yumruğunuzu sıkın. En az on saniye tutun böyle.
İşte oldu. Bu çalışmayı en az yirmi kez tekrar edin.
KUANTUM FİZİĞİNİN KUR'AN'LA NE İLGİSİ VAR?
Kur’an hemen bütün ayetlerde inanan insanlarla inanmayanlar arasında bir ayınm yapar.
Neye inanmak? Allaha, ahrete (öte dünyaya) kıyamet gününe ve öldükten sonra dirileceğimize inanç.
Dikkat ederseniz bütün bunlar gözle görülmeyen elle tutulmayan bir dünyaya işaret eder.
Hatta cennete girmeye hak kazananların inanıp iyi işler yapacak kişiler olacağı söylenir. Bunun altı özenle çizilir.
Nevvton fiziğine bağlı dünya modeli de, evrenin katı, maddi ve birimlere ayrılmış “inşaat blokları” ndan oluştuğunu söyler. Gerçek olan şey aynı zamanda ölçülebilir sayılabilir olmalıdır. Ölçülebilir olan şeyler beş duyumuzla algılanabilir olan şeylerdir.
Dünyayı bu şekilde algılama biçimi onu bir makineye dönüştürdü. İnsan zihin ve bedenden oluşmuş ikili bir yapıya indirgendi.
Madde katı bir şeydi bu dünya modeline göre. Maddenin çekirdeğinde küçük parçacıklar vardı. Bu parçalar tıpkı gezegenler gibi yerçekimi yasası gibi doğal yasalara göre hareket ediyordu.
Ihı sistem kurulmuş saat gibi tıkır tıkır işliyordu.
I hı sistemin işlemesi için bir yaratıcıya ya da bir zekaya ihtiyaç yoktu sonuç olarak.
İnsan da bu durumda, anlamsız ve rastlantısal bir evrende DNA taşıyıcılarından ve onun rastlantısal mutasyonlarından ibaretti.
Sonunda maddeci dünya görüşü şu sonuca ulaşır: Daha çok mal= daha iyi hayat.
19. yüzyılın sonunda fizikçiler maddenin küçücük alemlerini inceleyecek aletler geliştirmeye başladıklarında mesela maddeyi yüzlerce kez büyüten elektron mikroskobunu bulduklarında çok şaşırtıcı bir şey keşfettiler: Newton fiziği orada işlemiyordu. Orada araştırmalarının sonuçlarını önceden tahmin edemedikleri gibi tam olarak açıklayamıyorlardı da.
Ve sonraki yüzyılda gözle görülmeyen dünyayı açıklamak için yeni bir bilimsel anlatım gelişti. Kuantum Mekaniği.
Newton’cu fizik büyük makroskobik nesneleri açıklamada hala aynı başarıyı gösteriyor. Ama atom altı dünyaya yani Kur’an diliyle söylersek , “gayb alemi” ne ait gerçekliği açıklamaya yetmiyor.
Kuantum Teorisinin ortaya çıkardığı şey öylesine dumura uğratıcıdır ki daha çok bilimkurgu filmlerini andırır: parçacıklar (foton parçacıkları) aynı anda iki ya da daha fazla yerde olabilirler.
Örneğin çok kısa bir süre önce yapılan bir deney, bir parçacığın 3000 farklı yerde olabileceğini bulguladı. Aynı nesne bir yerde tespit edilebilen bir parçacık da olabilir, zamana ve mekana yayılmış bir dalga da.
Einstein hiçbir şeyin ışık hızından daha hızlı yol alamayacağını söyledi, oysa kuantum fiziği atom altı parçacıklarının tüm uzamsal mesafeler arasında anlıksal iletişime girebildiğini kanıtladı.
Madde ve atom için geçerli olan aslında insan için de geçerlidir kuşkusuz. Yani insanın kaba maddi varlıktan oluşmuş bir bedeni vardır ve oradaki yasalar belki Newton’cu mantıkla açıklanabilir.
Örneğin insan organizmasının görünen kısmı tamamen maddidir. Bedenin işleyişi sanki bu maddi yasalara uyuyor gibidir. Yani bu açıdan bakınca beden bir makineye benzer.
Fakat bu görüş, insan varoluşunun tümünü açıklayabilecek tutarlılıktan yoksundur. Gözle görülmeyen ve elle tutulmayan gerçeklikler, duygular ve düşünceler de insanın maddi varlığını etkiler.
Çok basit bir örnekle bir limonu hayal ettiğinizde diliniz kamaşır.
Örneğin panik atak, kişiyi fiziksel olarak tamamen etkiler. Terler, kalbi hızla atar, nefes alamaz v.s. Ama ortada bunun için somut bir neden yoktur ashnda.
ATALARA TAPMA VE KUR'AN
Atalara tapma konusunun Kur’an ın en sıkça tekrar ettiği motiflerden biri olduğunu görmek beni ayrıca şaşırttı. Çünkü hemen hemen bütün çalışmalarımda insanların temel sorunlarını irdelerken karşıma atalar çıkıyordu.
Sorunun kaynağı, ya ataların tümüyle reddine, ya da negatif inançlarının sorgusuz sualsiz kabulüne çıkıyordu.
İşte birkaçı:
Enbiya suresi,
52- “Hani bir vakit (İbrahim) babasına ve kavmine, ‘Bu başına toplanıp durduğunuz putlar da neyin nesi?” demişti 53- Dediler ki; “Biz atalarımızı bunlara ibadet eder bulduk. ”
Oysa hayatını kendisinin oluşturduğu düşünce ve inançlarla yöneten bir insan, aklını kullanan ve öyle yaşayan bir insan dosdoğru yolda olacaktı. Dümdüz ve aydınlık bir yol. Orada dert, sıkıntı sorun olmayacak, mutluluk, huzur ve barış olacaktı. İnsan bunu yapabilirdi, yapmalıydı da.
Ama bunun için bir birey olmak. Düşünmek ve tartışmak gerekiyordu. Peygamberler de aynı şeyi yapmamışlar mıydı? Kendilerine yanlış ve yabancı gelen inanç ve davranıştan sorgulamışlar, bunun için yalnızlığa çekilmişlerdi.
Kimi çöllere kaçmıştı, kimi mağaraya sığınmıştı.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] bir deli olarak görülmüştü, Musa bir kanun kaçağı olarak aranıyordu. İbrahim peygamber yakılmaya kalkışıldı bir suçlu olarak.
Onların yolu aslında zor gibi görünen kolay bir yoldu, diğerlerinin yolu ise kolay gibi görünen zor yol.
Biri mağarada Tanrı’nın meleğiyle buluşurken, diğeri ateşten yanmadan çıkmıştı.
öbürü denizi yarıp içinden halkını geçirmişti.
Sanki Allah’ın kullarına gösterdiği sevginin iki yüzü var. Rahman ve Rahim.
Biri sadece kendini korumayla ve günü kurtarmayla ilgilenen ama henüz üstün melekelerini kullanmayan insanlara gösterdiği yüzü, diğeri ise aklını kullanan insana uyguladığı özel muamele.
Sanki o insanlar Tanrı’nın özel muamelesini hak etmiş oluyorlar.
Üstün bir şekilde yardım ediliyorlar.
Sadece korunmak istenenleri koruyor. Ama onlar doğanın yasalarına karşı ayrıcalıklı değil. Onlar çalışmak, mücadele etmek zorunda, zorluk ve sıkıntı çekiyorlar. Sanki Tanrı’nın cennetinden çıkmışlar.
Diğerleri ise huzur ve mutluluk içindeler.
Sim çözmüşler. Tam bağımsız ve özgür bir hayat yaşıyorlar.
Bu içsel durumu Kur’an şöyle tanımlar, “Onlar cennette hiçbir gereksiz söz işitmezler. Sadece şöyle bir söz duyulur,” “selam size!”
I lani uçak havalanırken önce belli seviyelerde bulutların içinden geçerken yağmura, doluya maruz kalıyor ya! Ama belli bir irtifadan sonra işler değişiyor. Orada bambaşka bir dünya var. Bir kere bulut falan yok. Orada güneşi görüyorsunuz aşağıda yağmur kıyamet olsa bile. Yerçekimi azalıyor. Uçak hız kazanıyor. Hatta daha sonra iyice yükselirseniz, örneğin roketle, bu kez orada yer çekiminin tamamen bittiğini görürsünüz. Orada artık bambaşka doğa yasaları geçerlidir. Kendinizi tamamen özgür hissedersiniz.
Kur’an’da cennetten bahsederken sürekli “altlarından ırmaklar akan cennetler” den söz edilir. Aslında cennet belki de bakıldığında ırmak şeklinde bir akışa benzeyen ışıklarla korunan bir esenlik diyarını temsil eder. Neden korunuyor? Oraya girmeye çalışan kötü, geri varlıklardan. Onların düşünsel veya eneıjetik ayartmalarından.
Bir başka ayette de oraya girmeye çalışan cin ve başka tür varlı klan bir ateş alevinin takip ettiği söylenir.
Artık oraya şeytanın ayartmalan giremez.
Neden? ee sen artık bunu hak etmişsin artık! Dünya hayatında açık alanda iken. Yani her türlü ayartma, şaşırtma ve vesveseye açık durumda iken bile sonunda aklını kötü düşüncelere
kapatmışsın.
İyi ile kötü arasında açık ve net bir ayrım olmadığı halde sen hayatı deneyerek, öğrenerek aklını geliştirip iyiyi seçmişsin.
İşte ancak o zaman orada cennette, korunaklı bir yerde esenlikle yaşamak onuruna ulaşırsın.
İşte orada hiç boş söz söylenmez.
Sadece orada “selam size” denir. Yani orada hep barışla ilgili, sevgiyle ilgili sözler söylenir.
77. sayfa Hud suresi 24. Ayet
Bu iki grubun misali, kör ve sağır ile gören ve işitenin misali gibidir. Hiç bunlar bir olur mu? Artık düşünmüyor musunuz?
Önceki bölümlerde söylediğimiz gibi selam sözü yine İslam kelimesiyle aynı kökten gelen bir sözcük.
Huzur, barış ve dinginlik anlamına.
Bu sadece cennette yaşanan bir durum değil aslında. Dünya hayatında da aynı şey geçerli.
Kendi özüyle uyum sağlamış, “nefsini Müslüman etmiş” kişi aynı zamanda bütün dünyayla ve insanlarla da uyum barış içinde olan kişidir.
Sadece bu kadar mı? İşte bu uyum otomatik olarak işlerin
kendiliğinden güzel bir şekilde akıp gitmesini sağlayacaktır.
Onlar başkaları için imkansız görünen şeyleri kolayca yapıverirler. Sanki artık doğal yasalar onlar için işlemez. Ateş yakmaz, su boğmaz. Deniz ortadan ikiye ayrılır. Gökten kudret helvası yağar. Rüzgar onlara ram olur, kuşlarla konuşur, cinlere ve şeytanlara hükmederler.
Bu saydıklarım tabii ki peygamberlerin yaşadığı olağanüstü mucizeler. Peki bu ayrıcalık sadece onlar için mi? Hayır! Sim çözen, görünen dünyanın gerisinde saklı olan dünyanın yasalarını bilen insanlar da aynı ayrıcalık kartına sahip olurlar.
Tanrı aslında onların kişiliğinde bize kopya vermektedir. “Siz de onlar gibi olabilirsiniz!” demektedir.
Hatta belki de biz onlar gibi olmak ZORUNDAYIZ!
İşte Hamd kelimesinin gerisinde yatan sır budur. Hamd, tüm hayatlarımızın gerisinde saklı olağanüstü hayrı fark etmek ve yaşanan her şeyin nasıl bizi Halifelik tahtına doğru iteklediğini fark etmektir.
Daha da ötesi Hamd, O’nun bize verdiği güç ve yetenekleri kullanarak mutlu olmaktır.
O zaman hayatınız bir mücadele, acı ve zorluk senaryosu olmaz. Sihir ve mucizeyle dolu bir cennet hayatı olur.
Bunun için en temel koşul işte yalnız O’na kulluk etmektir. Yani kendi içindeki gücü fark etmek.
Onlar kendi başlarına, hayat sorumluluklarını omuzlamışlardır. Bu başlangıçta çok zor ve zahmetli bir iştir. Biraz da ürkütücüdür. Yalnız kalmak, pusulasız bir şekilde hayatın orta yerinde öylece durmaya benzer.
Buradaki yalnızlık fiziksel anlamda bir yalnızlık değildir. Düşünsel anlamda bir yalnızlıktır.
Dosdoğru yol, “sıratı müstakim”, işte bu anlamda kullanılmıştır.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ilk vahiyden sonra uzun süre tekrar Cebrail Melekle buluşamadığı için kendisinden kuşkulanmış ve intihara kalkışmıştı.
Çünkü gerçekten kendisinin deli olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Böylesine bir yalnızlık ve suçluluk duygusu ile boğuşma cesareti göstermeden kişinin doğru yola girmesine pek imkan yoktur aslında.
Bu suçluluk duygusu beynimizdeki “sürüyle olursan güvendesin!” kodlamasınm baskısına karşı koymaktır.
İnsanın sürü psikolojisine sahip olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmış ashnda.
Leeds Üniversitesi araştırıcıları yüzde beşlik bir azınlığın.
yüzde doksan beşlik bir çoğunluğu etkileyip yönlendirdiğini ortaya koymuşlar.
Bilim adamlarının bu sonuca varmasına neden olan testlerden bin şöyle:
Büyük bir salonda çok sayıda deneğe “kuralsız bir şekilde yürümeleri” söyleniyor. Bunların içinden bir kaçına ise (diğerlerinin bilgisi olmadan) ne şekilde ve hangi hat üzerinde yürüyecekleri önceden bildiriliyor. Ve bir süre sonra, salondaki hemen bütün bireylerin aralarında konuşmaları yasak olmasına rağmen, bu bilinçli hareket edenlerin peşine takıldıkları gözleniyor. Ve tabii yönlendirildiklerinin farkında olmadan.
Grup davranışlarıyla ilgili benzer deneyler, farklı büyüklükteki farklı gruplar üzerinde ve farklı oranlarda “ bilinçli denek” ile yürütülmüş. Ve neticede grup ne kadar kalabalıksa, yönlendirmek için gereken birey oranının o kadar düştüğü ortaya çıkmış. 200 kişiyi aşan gruplan yönlendirmek için yüzde 5 oranında “bilinçli birey” yeterli imiş.
Sonuçlan Animal Behaviour adlı bilimsel bir dergide yayınlanan bu araştırma, İnsanların çoğunun (şimdilik) kendi inisiyatif ve seçimleriyle davranmaktan çok atalarının, ait olduklan grupların yönlendirmelerine göre davrandığını gösteriyor.
Bu konuda sık tekrarlanan bir olay bize bir ipucu verebilir. Koyunların topluca bir uçurumdan aşağı düşmeleri. Gazete haberleri arasında bu olay sık sık karşımıza çıkar.
Bu nasıl oluyor?
E herhalde sürünün başındaki atladığında arkasındakiler de hiç düşünmeden kendilerini boşluğa bırakıveriyorlar.
Hiç şöyle bir şey olmuyor; bir koyun kenara çekilip, “ben niye şimdi aşağıya düşüp öleyim ki? Şöyle bir kenara çekilip durayım!” demiyor.
Neden çünkü koyunların böyle bir refleksi yok.
Ama insan koyun değil. Fakat insanın beyninde koyunun da beyninde olan benzer bir parça var.
Bu parça, “beraber ol güvende olursun” parçası.
Boşuna şöyle bir söz yok dilimizde, “sürüden ayrılanı kurt kapar” evet koyunlar için harika bir koyun sözü, ama bu bir insan atasözü olarak kullanılıyor. Buna ne dersiniz?
İşte Zuhruf suresi 23. Ayette bakın ne diyor, Aynı şekilde senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdikse oranın refah içinde yaşayan tekimi demiştir ki “ Bizler atalarımızı bir din (dünya görüşü) üzerine bulduk; biz de onların izlerine uyarız.” Ve işte yanıt hemen arkasındaki ayette geliyor, De ki; “Ya size, atalarınızın üzerinde bulunduğundan daha doğrusunu ge- tirdimse de mi?” Onlar da, “Biz sizin gönderdiğiniz o şeylere inanmıyoruz” dediler.
Yani şunu demek istiyorlar, “Biz henüz evrimleşmedik, aklımızı kullanamıyoruz. Sadece birlikte hareket etmenin bize verdiği güven duygusuna ihtiyacımız var. Ve bu ihtiyaç bizim bütün davranışlarımızın eksenini oluşturuyor. Bu da bize yeter.”
Cahiliye devrinde kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Bunu yapanlar hiç de üzülmüyorlar, vicdanları sızlamıyordu. Ya şimdi? Şimdi de kız çocukları mal muamelesi görmüyor mu birçok yerde. Kadın aşağılanmıyor mu? Dışlanmıyor mu? İkinci sınıf varlık muamelesi görmüyor mu? Töre cinayetlerini çoğunlukla kızın kendi ağabeysi, kardeşi işlemiyor mu?
Neden? Sorunun yanıtı adında saklı aslında; “Töre Cinayeti!” Töre nedir?
Atalara göre doğru olan şeylerin tümü değil mi? Yani aslında o kişiler diyorlar ki, “Biz atalarımızdan böyle gördük. Ve bunu böyle yaparız.”
Töreye uygun davranmazsa dışlanacak yalnız kalacak kim katlanacak buna? Öyle değil mi!
Ama bu kişiler için yine Kur’an’da gelen bir ayet var ki çok ilgi çekicidir. Bir o kadar da ürkütücüdür.
Tüm dinler, bu yüzden bu hayatın geçiciliği ve ölümden sonra yaşama temeli üzerine kuruludur.
Buna inanmayanlarla inananlar arasında ayrım üzerine kuruludur bütün dinsel inanç sistemi.
İşte Kuantum Fiziği bize görünen dünyanın sadece bir eneıji ve titreşim frekansı olduğunu kanıtlıyor. Ve böylece artık bu konu inanç işi olmaktan çıkıyor, bir bilgi konusu oluyor.
Bunu ya bilir, ya da bilmezsiniz. Ya araştırıp düşünmüşsünüzdür, ya da hiç ilgilenmemişsinizdir.
Yani Tanrı ilk kez kopya veriyor, sırlarını açıklıyor.
Atalara tapma konusunda bir başka ömek olabilecek bir öykü geldi aklıma.
Bir Ortadoğu ülkesinden bize gelmişti danışmanlık için. Çalışmalar sırasında hüngür hüngür ağlıyordu çocuk gibi. Kocası ona kötü davranıyordu, ailesi onu sevmiyordu, oğullarının büyük sorunları vardı....
Özellikle ağlarken abartılı tavrı dikkat çekiciydi.
Aralarda esip savuruyor, herkesi azarlıyordu.
İkinci günün sonunda merkezimizden giderken mutlu, sakin ve huzurluydu. Daha sonra çok güzel haberler gelmeye başladı gittiği ülkeden. Çok değişmişti. Çevresindeki insanlar kuantum tekniğini merak ediyor ve hatta bizi oraya davet ediyordu. Hatta daha sonra Şirince’de düzenlediğimiz “Ruhun Yeniden İn- şaası” adlı seminerimize katıldı. Başlangıçta her şey çok iyi idi. Fakat daha sonra o hanım yava yavaş gerginleşmeye başladı. Ve oradan dönünce merkezimize telefon açıp çok kötü olduğunu geldiğimizden beri uy umadığını söyledi. Ona bir randevu verdik.
Kapıdan içeri girdiğinde yüzündeki ifade beni şaşırttı. Gergin, kızgın telaşlıydı. Karşılıklı oturduğumuzda bir dizi suçlamalarda bulundu. Bana kızdığını söyledi. Ben onun kalbini çok kırmışım, onu rencide etmişim, aslında kimse pek memnun değilmiş bu seminerden. Onu dinlerken birden şu cümle dikkatimi çekti, “Ben şimdi onlara ne diyeceğim, ne anlatacağım onlara?”
“Pardon kim onlar?” dedim. “Ailem, çevrem!” ve sonra ağzından baklayı çıkardı. “Kocam bana telefon etti, sakın onlar seni dinden imandan çıkarmasınlar, aman dikkat et!” dedi.
Birden durumu kavradım. Yine bir “Atalara Tapma” durumu karşısındaydım. O artık düşünmeye başlamış ve bazı eski kabullenişlerinin doğru olmadığını anlamıştı. Bu durum kendisine büyük bir rahatlık ve huzur veriyor, kalbi sevinçle doluyordu. Ve asıl sorun buydu işte. O artık çevresinin ve kendi kültürünün inanışlarından farklı düşünüyordu ve artık onlardan ayrılmak zorundaydı.
Fakat işte şimdi kendini ortada kalmış bir çocuk gibi hissediyordu. Ne de olsa onlarla hayatım geçiriyor, onlarla yaşıyordu.
Hemen kendisine güç ve sevgi kaynağı yüklemesi yaptık. Atalarından özgürleştirdik ve bu arada bütün atalarım onurlandırıp saygıyla önlerinde eğilmesini sağladık.
Bir anda yüzü gözü aydınlandı. Sanki biraz önceki saldırgan ve suçlayıcı kadın gitmiş, yerine sakin, huzurlu biri gelmişti. Herkese öpücükler gönderiyor, teşekkür ediyordu.
Ne yapmıştık ona? İşte Kur’an’daki şu ayete uygun bir çalışma yapmıştık.
Kafinin suresi:
De ki “Ey kafirler!
Kulluk etmem sizin kulluk ettiğinize.
Siz de ibadet etmezsiniz benim ibadet ettiğime
Kul değilim sizin taptığınıza,
Ve ibadet edenlerden değilsiniz benim ibadet ettiğime.
Sizin ibadetiniz size benimki de bana!”
Bu sure tam bir saygı nişanesidir. Başkalarının inançları ile kendinizin inancı arasındaki farkı ortaya koyar, bunu ilan etmiş olursunuz. Ve bu size müthiş bir özgürlük duygusu verir. Ama zordur, zahmetlidir.
ALLAH OLMASAYDI SANA
TAPARDIM!
Bir danışanım görüşmeye başladığında bana şöyle demişti, “Eşim sizin programlarınızı düzenli olarak izliyor. Ben başta pek ilgilenmedim. ‘ Amaaan boş işler bunlar!’ dedim. Sonra yavaş yavaş takip etmeye başladım ve inanın çok değiştim. Şöyle söyeyim size; ben bir odundum, şimdi mobilya oldum.”
Çalışmaya başladığımız ilk andan beri onun duruşundaki katılık dikkatimi çekmişti. Üstüne üstlük çok uzun boyluydu ve bu haliyle bende bir mobilyadan çok sanki bir heykelmiş duygusu uyandırıyordu.
Babası küçük yaşta ölmüştü ve annesi kendi deyişiyle üç küçük çocukla koca bir şehirde öylece kalmıştı.
“Ben” ded:, “ Ailenin babası gibi oldum. Biraz da benzerdim babama. Eve geldiğimde annem, “Hoş geldin evin babası diye karşılardı beni.”
Sanki farkındalık ipliği çözülüyordu bir bir.
Sonra birden yüzü değişti, Hatta bir gün bana bir söz söyledi, çok acaip bir şeydi bu, Ben de bunun üzerine “Sen bunu söylemedin ben de duymadım!” dedim.
“Neydi o söz?” dedim.
Şöyle bir durdu ve “Oğlum seni o kadar seviyorum ki, eğer Allah olmasaydı sana tapardım!” dedi.
Hepimiz öylece donup kaldık. Ne iddialı bir sözdü bu ve aslında bir küfür değil miydi? Ve bu söz aslında bir gerçeği ifade ediyordu. Ve Fatiha suresi aslında, insanların çoğunun kendi uygun buldukları bir kişiyi ya da bir şeyi putlaştırdığına dair tespitinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyordu.
Aslında o kadın, başlangıçta da kendi kocasını Tanrılaştırmıştı. Belki de adamcağız kendisine verilen bu ağır rolü artık kaldırmak istememiş ölüp kurtulmayı istemişti.
Ve deneyimlerim bana her zaman böylece birlerine bağlanmak, sırtını ona dayayıp kendi güçlerini fark etmemeyi seçen insanların sık sık kayıplar (ölümler) yaşadığını göstermişti. Babası, amcası, dedesi her kimse aniden ölüyor ve yine kendileriyle baş başa kalakalıyorlardı.
ATALARA SAYGI VE ÖZGÜRLEŞME İMAJİNASYONU
Gözlerinizi kapatın... Derin derin soluk alın birkaç kez. Gevşeyin. Harika ... Şimdi Atalarınızı ziyarete gideceksiniz. Onları onurlandırmak ve saygılarınızı sunmak için. Onların sevgisini ve duasını almak için. Aynı zamanda onlardan özgür olmak, onlardan aldığınız ağırlık ve yüklerinizden kurtulmak için.
Yüksek, görkemli bir dağ zirvesine çıkıyorsunuz. Yanınızda Yüksek Benliğiniz
Onun rehberliğinde ve desteğinde yapıyorsunuz bu geziyi.
Yukarılara doğru. Kayalıklar ve tepelerin heybetli görüntüsü... Rüzgar uğulduyor... Zirveye doğru geniş bir meydana varıyorsunuz. Orada tüm atalarınız sizi bekliyor. Daire şeklinde dizilmiş büyük taşların önündeler. Sizi bekliyorlar. Onların tam ortasında duruyorsunuz.
Güçlerini ve sevgilerini hissediyorsunuz. Sizi sarıp sarmalamışlar.
Orada olduğunuz için çok mutlular. Saygıyla eğiliyorsunuz önlerinde ve öylece duruyorsunuz. “Sizleri onurlandırıyorum” diyorsunuz.
Sonra size sıkıca sarılıyorlar. Müthiş bir güven duygusu onların bilgeliklerini ve deneyimlerini alıyorsunuz böylece.
“Benim için hayır dua edin!” diyorsunuz.
Sonra onların avuçlarına teker teker onlardan almış olduğunuz ağırlık ve yükleri bırakıyorsunuz. Her bir yük bırakışta hafifliyorsunuz ve özgürleşiyorsunuz.
Bütün size ait olmayan sorumlulukları bırakıyorsunuz. Sırf onlara yakın olmak, onlardan güç almak için aldığınız yükleri ve sorumlulukları. Bıraktıkça hafifliyorsunuz. Kalbinize bir hafiflik doluyor.
Yüksek Benliğiniz tam yanınızda size bakıp gülümsüyor. Ve onaylıyor bu işlemi.
Sonra yine onlara dönüp “sizin kaderinize ve seçimlerinize saygı duyuyorum ve ben kendi kaderimin yolunu izlemek için gidiyorum” deyin.
Sonra yine tüm atalarınıza topluca selam veriyorsunuz. Onlar size, “seni hayata teslim ediyoruz ve seni çok seviyoruz” diyorlar.
Oradan ayrılıp yine geldiğiniz yoldan sevinçle aşağıya iniyorsunuz. Kendi kaderinizi izlemek ve size sunulan hayatı almak için. Yüksek Benliğiniz hemen yanınızda rehberlik yapıyor size.
I.BÖLÜMÜN ÖZETİ
Kur an insanın temel evrensel sorunlarını tespitte ve çözümlerini önermede kilit bir öneme sahiptir.
Fatiha Kitabın özetidir. Ve orada gerçekten yakın olmak için özen gösterilmesi gereken tek varlığın Allah olması gerektiğinin altı çizilmiştir.
Bu sebeple hayatlarını, enerjilerini hatta sahip olduktan şeyleri verip sevgi, güç, anlayış onaylama bekledikleri kişiler bu beklentileri karşılayamazlar.
Bu mesele olmak veya olmamak meselesidir. Ve insanların kaderleri bu konudaki seçimleriyle belirlenir.
Her şeyin geçici Allah’ın kalıcı olduğunu bilmek, neye hangi ölçüde değer vereceğimizi belirler. Geçici olanlar değersiz değillerdir, sadece Allah’ı hayatın merkezine koyduğunuzda gerçek değerleri ortaya çıkar.
Merkezde O’nun olması, O’nu, yarattığı Halifesi olarak kendi gücünüzü, sevginizi kabul etmek demektir.
Oysa sizin önemli sandığınız, güçlü ve değerli sandığınız şeylere verdiğiniz emekler sonunda boşa çıkacaktır.
Ve kendi gücünü reddetmekle kabul etmek arasındaki fark, hayatımızın en temel farkını oluşturur. Bu fark diğer bütün farkları oluşturan farktır.
Mutlu huzurlu bir yaşamla acı sıkıntı ve sorunlarla dolu bir yaşam arasındaki farkı belirler bu tutum.
2. BÖLÜM
İSLAM
Ali İmran 19- Doğrusu Allah katında din, İslam 'dır.
Bakara 136- Deyin ki: “Biz Allah'a iman ettiğimiz gibi, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve bütün Peygamberlere Rablerinden ne verildiyse hepsine iman ettik. O'nun elçilerinden hiç birisinin arasını ayırmayız ve biz ancak O'na boyun eğen Müslümanlarız.
Nisa 125- Özü güzel olarak, yüzünü tertemiz İslam ile Allah 'a teslim etmiş ve Allah'a boyun eğerek, O'nu birleyerek İbrahim dinine uyandan daha dindar kim olabilir? Allah İbrahim 'i dost edinmiştir.
Rum 30- O halde, yüzünüzü Allah ’ı birleyerek dine çevir; Allah ’ın insanları yarattığı fıtrata...Allah 'ın yaratışında bir değişiklik yoktur. Doğru, sabit din işte budur, ama insanların çoğu bilmezler.
Önce İslam sözcüğünün anlamına bakalım.
Sim kökünden geliyor. Huzur, barış anlamına geliyor. Aynı zamanda yumuşaklık anlamına gelen selim, kurtuluş anlamına gelen selamet de bu kökten türemiş.
Yukarıdaki ayetlerde en dikkat çekici olan kelime, fıtrat dır.
Yaratılış, öz, malzeme anlamına gelir.
Demek ki insanın özü, yapılış malzemesi kumaşı İslam üzerinedir.
E bunda da şaşılacak bir şey yok, çünkü insanın yaratıcısı O olduğuna göre malzemesi de kendinden olacaktır. Başka türlü nasıl olabilir ki?
O zaman da İslam, insanın kendi yaratılış malzemesine uygun olan bir şekilde yaşama biçimidir.
İşte bu yüzden Kur’an’da Allah'ın nezdinde dinin İslam olduğu yazılır.
Şimdi biraz daha genişçe bakalım bu sözcüğe.
Latince kökten Yunancaya geçen Psikozis sözcüğü günümüzde ruh sağlığı bozulmuş insanlar için kullanılan psikoz’a dönüşmüş. Psi ruh anlamına geliyor. Psikozis ise, “bölünmüş ruh” demek.
Ne demek bölünmüş ruh?
Parçalanmış, kendi varlığıyla irtibatı kaybetmiş ruh.
Ne oluyor bir ruh kendisiyle irtibatı kaybederse?
Önce bir kaygı ve korku kaplıyor içini sonra da bir boşluk duygusu.
Kendi genelkurmayı ile irtibatı kaybolmuş asker misali ortada öylece kalakalıyor.
Bu kaygı ve korku sebebiyle yalana başvuruyor kolayca ya da başka bir çıkar yolu kalmadığını zannettiği için.
Bakın “Ruhsal Zekamızla Bağlantı Kurmak” adlı kitabın yazan Danah Zohar bu konuda ne diyor!” Ruhsal hastalık, kişinin derindeki merkezi ile ilişkiye geçmedeki problemlerden kaynaklanır. Bazı insanlar bu durumu” varoluşçu hastalık” olarak isimlendirebilir. Jung böyle ruhsal ve varhksal hastalıklarla fazlasıyla ilgiliydi ve “herhangi bir psikonevrozun nihai anlamda, anlamını henüz keşfedememiş, acı çeken bir ruh olarak anlaşılması gerekir” demişti.”
Dr Michael Keamey bu tür ıstırapları “ruh acısı” olarak isimlendirmiştir: “Ruh acısı, bir birey kendisinin en derin parçasından kopanldığında ya da onunla arası açıldığında ortaya çıkar.”
Artık yaşamından ümit kesilmiş ve tedavisi sonlandırılmış hastalarla çalışmalar yapan Keamey ruh acısının, aynı zamanda pek çok fiziksel hastalıkla bağlantılı olan acının nedeni olduğunu savunmaktadır.
Psikolog ve düşünür R.D Laing’ e göre bu tip kişiler “bölünmüş benlik” tir. Nitekim yoga kelimesi bütünleşme anlamına gelir.
Gelelim Kur’an’a, orada da birçok ayette “onların kalplerinde hastalık vardır.” diye söz ettiği bazı insanlar var. Kim bunlar? ruhları bölünmüş olanlar.
O zaman bu durumda, Müslüman olmuş kişinin de kendi ruhsal bütünlüğünü kurmuş kişi olduğu çıkar ortaya.
Ve İslamiyetin gerçek amacı budur.
Çünkü ancak kendi aslıyla temasa geçmiş kişi barış huzur içinde olur ve çevresine barış ve huzur verir.
Bölünmüş kişiliğin belirtisi nedir? Kendi gerçek duygularından haberdar olmayan kişidir. Onun yerine sahte bir benlik duygusunu ve bir maskeyi kullanan kişidir.
Dolayısıyla bölünmüş kişilik kolaylıkla yalan söyler ve iki yüzlüdür.
Bu tip insanlar için Kur’an’da kullanılan sözcük “müşrik” tir.
Müşrik, “şirk koşan” demektir. Yani kendi öz varlığından uzak düşmüş kişi anlamında.
Şirk ise ayrılık ve ikilik anlamına gelir.
Bu da çok mantıklıdır, çünkü kendi içinde bölünmüş kişi çevresini de bölüp ayırarak algılar.
Bakın bu tip insanlar için Kur’an ne diyor?
Bakara suresi 10. Ayetten başlayarak,
Kalplerinde bir hastalık vardır, (işte bölünmüş ruh yine karşımızda) Allah yalancılıklarını daha da arttırmıştır. Yalancılık yaptıkları için onlara elem verici bir azap vardır, (demek ki bölünmüş ruh kaçınılmaz olarak yalan söyler, yalan yaşar. Yalanı kendi merkezinden, gerçek varlığından uzak oluşu ve onu yok saymasından kaynaklanır.)
Onlara “Yeryüzünü fesada vermeyin” denildiği zaman (demek ki bunlar aynı zamanda fesat ve ikilik çıkarırılar), “Biz sadece düzelticileriz” derler.
Dikkat edin! Gerçekten onlar, ortalığı karıştıranlardır. Fakat şuurları olmadığından (burası ilginç, onlara şuursuz diyor, yani farkında değiller.)
Yine onlara “İnsanların iman ettiği gibi iman edin” denildiği zaman, “Ya biz, o ahmakların iman ettikleri gibi mi iman edelim?” derler. Biliniz ki, gerçekten ahmak kendileridir ama bilmezler. (Ahmaklıkları sadece dünyanın görünen yanıyla gerçek olduğunu sanmalarından kaynaklanır. Eğer bir elektron mikroskobuyla maddeye baksalardı belki durum farklı olurdu!)
Bir de iman edenlerle karşılaştıkları zaman “Biz de inandık” derler. Kendi şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise “İnanın biz de sizinle beraberiz, biz sadece dalga geçiyoruz” derler.
Allah, onlarla dalga geçiyor da, azgınlıklar içinde bocalarken kendilerini sürükleyip duruyor.
16-İşte bunlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Ticaretleri karlı olmadığı gibi doğru yolu bulamamışlardır.
(Öyle ya, her seçim bir kazanç elde etmek için yapıhr. Seçimin kazanç yerine kayıp getiriyorsa, boşa koşup boşa yoruluyorsan bu nasıl ticarettir?)
Yunus Emre bu gerçeği harika bir biçimde özetler, “Tüm Yaratılanı bir görmeyen, görünüşte dindar olsa bile hakikatte asidir.”
Bakın Peygamberimizin şu hadisesi İslam (bütünleşmiş kalp) ile ilgili çok önemli bir ipucu verir.
Bu olay güvenilir 6 hadis kitabında nakledilir.
Bir gün Peygambere Cebrail (bilgi meleği) bir kadından söz eder. Kadın ölmüştür ve bu durum haber verilmektedir kendisine Cebrail tarafından.
Kadının cenaze namazının Peygamber tarafından kılınmasını istemektedir Allah.
Çünkü o kadın bir gün çöl sıcağında acıkmış ve susamış bir şekilde ilerlerken uzaktan bir kuyu görür, sevinç ve heyecanla o yöne koşar. Taam bu sırada bir yerden hırıltılar ve nefes sesi gelir. Bir de bakar ki küçük bir köpek yavrusu öylece yere serilmiş zorlukla nefes almaktadır.
Kendi derdini unutan kadın üstünden başından yırttığı kumaş parçalarını bir çomağa iyice sarıp kuyuya sarkıtarak emdirdiği suyu, birkaç sefer yapma pahasına köpeğin ağzına sıkıp boşaltarak, ölümün sınırından yaşama çevirir.
Bu haberi alan Peygamberin kadının cenaze namazını kıldıracak olması herkesi şaşırtır. Bunun üzerine Hz Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] [salla'llâhü aleyhi ve sellem] kendisine bildirilen bu olayı çevresine anlatır ve şöyle devam eder: “Yaptığı bu iyilik, Allah katında öyle değerli görüldü ki, onun tüm günahlarının bağışlandığı, bana apaçık bir vahiyle haber verildi.”
İşte gerçek İslam ahlakı bu!
Ve gerçek İslam ahlakı üzerine kurulmuş bir hayatın doğal olarak da esenlik dolu olması gerekir öyle değil mi? Kavga, savaş, kin, zevksizlik ve yargılama üzerine kurulmaz.
Hazreti Ömer zamanında yaşanmış şu olay İslamiyetin ne denli büyük bir din olduğunu anlatması bakımından çok önemli ipuçları verir bize.
Ömer, Halifeliği döneminde sık sık halkın arasına karışır, kontroller yaparmış.
Ömer, özellikle hak ve adaleti gözetmesi bakımından İslam tarihinde sivrilmiş bir kişidir.
Bir gece bir bahçeden müzik sesleri, kahkahalar gelir. Sessizce oraya yaklaşıp içerisini gözetler. İçerde birkaç kişi şarap içip alem yapmaktadırlar. Bütün bunlar suçtur. Halife buna çok sinirlenir, bu yapılan yanlışa bir son vermek için bahçe duvarını atlayıp içeri girer ve onları suçüstü yakalar. Bu yaptıklarını herkese ilan edeceğini söyler. İçlerinden biri onu uyarır. Peygamberin “hataları yüze vurucu olmayın!” uyarısını hatırlatır ona. Ömer, hemen durumu kavrar bir daha böyle şeyler yapmamalarını tembih ederek oradan uzaklaşır.
İşte o dönemin İslam tarihi bakımından önemi bu davranışta yatmaktadır.
Burada ikinci ilginç nokta adamlardan birinin hiç korkmadan kendi haklanın belirtmesi ve Halifenin de buna saygı göstermesidir.
İşte İslam ahlakı bu!
ALLAH'IN GÜNEŞİ AVRUPA ÜZERİNDE
Bundan bin 400 yıl önce Ortadoğu’da parlayan İslam güneşi, tam yedi yüzyıl dünyayı aydınlattı. Oysa Avrupa o sıralar ortaçağın karanlık örtüsü altında uyuyordu. Uyanmasını sağlayan faktör ise İslam kültürü idi. Ve Avrupa, bugünkü uygarlığını işte bu ışığa borçluydu.
Üstelik bunu belgeleyenlerden biri de bir Alman. “Allah’ın Güneşi Avrupa Üzerinde” adlı kitabın yazan olan bu kadın düşünür, Arap dil ve edebiyatı üzerine eğitim aldıktan sonra, birçok Arap ülkelerinde incelemeler yapmış ve topladığı delillerle söz konusu eserini meydana getirmiştir.
Bu araştırmalara göre örneğin Araplar 10. Yüzyılda ekonomi ve ticaretin tümünü ellerinde bulunduruyorlardı. Arap tacirleri Avrupa’ya tekneler dolusu ipek kumaşlar, pamuk, seramik, cam, baharatlar, türlü kokular, tarçın, kelle ve toz şekeri taşırdı. Bu yüzden Avrupa’nın günlük hayatı renk kazanırken Arap tacirlerinin keseleri dolardı. Araplarla yapılan bu sıkı ticari ilişkiler, Avrupa’da tüccar sınıfının ve zenginliğinin doğmasına yol açmıştı.
12. yüzyılda Avrupa sayılar dünyasına yabancıydı. Bugün bir ilkokul öğrencisinin kolaylıkla yaptığı toplamayı ve çıkarmayı bile bilmiyordu.
Arap matematikçisi Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] ibn Musa El Hamii, Hintlilerin dünya düşünce tarihine en büyük katkısı olan sıfır sayısını, yaptığı çeviriler ve yazdığı kitaplarla Avrupa’nın da tanımasını sağladı.
Araplar 8. Yüzyılda Halife Mansur’un Bağdat’taki sarayına gelen astronom ve matematikçilerden sayılar sarayının anahtarını elde ettiler.
El Harrizmi’nin iki ölümsüz eserinden birincisi, “El Cebr V’al- mukabele” yani “Onarma ve Eşitleme” idi. Bu adın ilk kelimesi olan, o günden bu güne bütün dillerde Algebra bizde ise Cebir şeklinde anıldı.
Durun daha bitmedi!
Astronomi konusunda araştırmalar yapan Musa bin Şakir, Dicle kıyısında özel bir rasathane kurmuştu. Hepsi birer deha olan üç oğlu ile birlikte astronomi konusunda çok geniş araştırmalar yaptı ve teknik aletler geliştirdi.
Musa bin Şakir, astronomide büyük önemi olan Transversaller Teoremi üzerine incelemelerini yazdı.
İkinci oğlu Ahmet, ailenin tutkulu teknikçisi, dahi makine yapımcısı idi. Arap kaynaklan, “Teknikte onun bulduklarını kimse bulamamıştır” demektedir.
Örneğin, yalnızca küçük hayvanların su içebileceği bir yalak, ara vererek sıvı akıtan el yıkama ibrikleri ya da şarap güğümleri, bir kabı boşalır boşalmaz kendiliğinden dolduran cihazlar, rüzgarda sönmeyen kandiller, tarla sulamada suyun belirli bir yüksekliğe eriştiğini düdük çalarak haber veren tertibat, fışkıran suyun boyuna değişen şekiller meydana getirdiği fıskiye ve su oyunları...
Ayrıca Kopemik’ten önce, gece ile gündüzün güneşin hareketi ile değil, yerkürenin kendi etrafında dönmesinden meydana geldiğini ilk defa öne süren El Biruni’yi optikle ilgili buluşlarıyla tanınan İbnulheysem’i sayabiliriz.
Oysa şimdi İslam denilince akla ne geliyor? Uzun sakallı, asık suratlı elinde silah sağa sola ateş eden bir tip, öyle değil mi?
Hatta son günlerde bir Avrupalı karikatürist peygamberimizi biraz böyle bir durumda çizdiği için büyük olaylar çıkmıştı.
İşte Avrupa’nın görmek istediği, aslında göstermek istediği (çünkü kendileri de bal gibi bilirler ya neyse!) İslam tipi bu!
Hatta bu uğurda bilerek ve planlı bir şekilde böylesi insanları piyasaya sürmüş olması da pek ihtimal dışı değildir.
Ee tabii el oğludur yapacak! Sen buna imkan verirsen. Sen dinini gerçek anlamda öğrenmeye zaman ayırmazsan olacağı budur!
Neyse devam edelim.
10. yüzyılda Avrupa’da hekimlik hor görülür ve hastalara ilaç kullanmaktan kaçınmaları öğütlenirdi. Hasta olan bir bakıma ölüme adaylığını koymuş demekti. Oysa aynı tarihte İslam dünyası harikalar yaratıyordu.
O dönemde Avrupa’da hastalar, bakımsız, pis yerlerde ölümlerini beklerken, İslam dünyasında şimdiki koşullan aratmayacak koşullar vardı.
Tertemiz yataklar, sımsıcak odalar, her zaman akan temiz su. İçi kitap dolu kütüphaneler ve şefkatli hemşirelerle dolu bir hastane.
Tıp konusunda dünya durdukça ismi anılacak bazı isimleri de sayalım bu arada. El Razi, İbn- i Sina, İbnülhatip, İbn Hatima, Cerrah Ebülkasım.
Özellikle İbn- i Sina’nın ‘Kanun” isimli kitabı yüzyıllar boyunca doğuda ve batıda tıp dünyasına kaynak eser olarak kalmıştır. Sundhof kanun için, “Tıp tarihinde bütün çağlarda eşi olmayan, kusursuz bir bütündür bu eser.” der.
Ya kitap sayısı?
Kahire’de iki halifenin kurduğu iki kitaplıkta yüzlerce memur iki milyon iki yüz cilt kitabı koruyor, okuyuculara veriyor ve onların bakımı ile uğraşıyordu.
Peki aynı 10. Yüzyılda Avrupa’daki kitapların sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece bir düzine! Evet yanlış okumadınız sadece on iki adet!
İspanya’da gerek mimari, gerek müzik ve gerekse felsefe konusunda parlayan İslam güneşi ile ilgili eserleri anlatmaya geçsek konu çok uzar.
Ama meraklıysanız şöyle bir google’a girip İspanya ve Endülüs maddelerine girin.
Son olarak şunu söyleyerek bu bölümü bitirelim. “ılımlı İslam” yakıştırması bile aslında büyük bir tuzak. Çünkü gizli gizli bunu duyanlara, “aslında İslam tümüyle radikaldir!” demek istiyor. Yani “ılımlının tersi neyse, o gerçek islamdır!” fikrini insanların kafasına sokuyor.
Bu manada İslam güzel ahlaktır. İslamm amacı insanda bu güzel ahlakı oluşturmaktır. Namaz, Oruç, Zekat, Hac gibi disiplinler hep kişiyi bu kıvama getirmek içindir.
Amaç kişiyi mutlu etmektir.
DUYGULARI FARK ETMEK VE İSLAM
Sorumluluk nedir? Bunun İslam’la ne ilgisi var? Ve duyguların fark edilmesi neden bu kadar önemli?
Gerçekten teslim olmak için, barış içinde yaşamak için insanın temel üretimlerinin, duygu, duyu ve eylemlerinin kendi tarafından kontrol ediliyor olması gerek değil midir?
Tabii ki öyle olmalı. Yoksa insan ne yaptığını ve bunu nasıl yaptığını bilemez.
Oysa Tanrı’nın insandan istediği sorumluluğunu almış olmasıdır.
Bunu nasıl başaracağız?
Özellikle kendi duygularımızın farkına vararak.
Sonra duyularımızı (beş duyu) net bir şekilde kullanarak.
Kendi seçimlerimizle kendi deneyimlerimizi yaşayıp,
Bunlardan sonuçlar çıkarmak, gözlemlemek
Bu deneyimlerin sorumluluğunu almak
Bunlarla yeni seçimler yapmak,
Diyeceksiniz “Bunda ilginç olan ne? Ve bunun İslamiyetle ilgisi ne?”
Burada hemen bir hadisi hatırlatmakta yarar var; “Ben günde yetmiş kere tövbe ederim.” diyor peygamberimiz.
Ne demek istiyor? Ben günde en az yetmiş kere bir duygumun, düşüncemin ya da davranışımın bana, benim özüme, fıtratıma uygun olmadığını fark ederim. Demek istiyor.
Demek ki peygamberimiz de aynı yöntemi izliyor.
Şöyle demiyor yani, “Ne demek ben Allah’ın seçtiği bir Peygamberim, benim tövbe etmeme gerek var mı?” demiyor. Zaten bunu diyen kişi peygamber olamaz ya!
Kendine dış bir gözlemci gibi izliyor, gözlemci aslında Tanrısal perspektiftir. Ancak o gözle baktığınızda kendinizi tam olarak görebilirsiniz.
İşte teslim olmak demek bir manada da kendini gerçeğe uydurmak demektir, yoksa gerçeği eğip büküp kendine uydurmak değil.
Böyle yapmak bize ne yarar sağlar?
Ne olacak bütün evren önünde saygıyla eğilir. Çünkü sen Tanrının haıeket halindeki enerjisi olan gerçeğin önünde eğiliyorsun.
O halde duygu düşünce ve eylemlerin sorumluluğunu almak tüm hayatının sorumluluğunu almaktır. Onları kontrol ederek ancak hayatını kontrol edersin.
O zaman her şey yerli yerine oturur.
Oysa kendi benliklerinden kopuk olanlar başkalarının hayatını yaşarlar.
Başkalarının inançlarını, hatta başkalarının duygularını.
Psikologlar tam iki yüz çeşit duygu tespit etmişler. Ortalama bir insanın tanımladığı duygu sayısı en fazla on’dur. Peki geri kalanlar ne oluyor? Toplum tarafından onaylanmayan, yargılanan duygular bastırılıyor.
Duygular kişiyi kendisi yapan eneıjilerdir. Duygu olmazsa düşünce olmaz, düşünce olmazsa akıl çalışmaz.
Duygu akıl fabrikasının hammaddesi gibidir.
Kendi duygularını fark etmeyen kişi bu yüzden birer robota dönüşür. Onun bir çok fikri vardır. Ama duygusu yoktur.
Bu durumda o kişi başkalarının düşüncelerini taşıyan hamala dönüşür.
Aynı zamanda kendi duygularından haberdar olmayan, başkalarının duygularına karşı da empati geliştiremez, duygudaşlık yapamaz.
O zaman kolayca başkalarını üzer, kırar, zarar verir.
Ezberledikleri, doğru kabul ettikleri, tartışıp düşünmeden benimsedikleri inançtan yaşarlar.
Çünkü bütün bunları yaptığımızda kendi ruhsal yanımızla tanışmış olacağız. Kendimizle tanışacağız ve kendimizi tanıyacağız.
Bunu ne için yapmamız gerekiyor özellikle biliyor musunuz? Önce kendi mutluluğumuz için çalışacağız.
Çalışmalarım sırasında şunu gözlemledim ki, duygularının farkında olmayan ve davranışlarının sorumluluğunu almayan kişiler daha çok acı çekiyorlar.
İnsanın kendisiyle arasında mesafe ne kadar açıksa acılan o kadar büyük oluyor. Bir tür cehennemde yaşıyor o kişi. Aslında benim seminerlerimde tüm yapmaya çalıştığım bu açığı kapatmak. Çünkü biliyorum ki o zaman yavaş yavaş kendiliğinden her şey yerli yerine oturacak.
Kendi duygularını fark eden kişi hayatının sonuçlarıyla ilgili farkındalık yaşamaya başlar. Böylece olayları değiştirme gücüne sahip olur.
Hekimlik sınavına girmek üzere olan bir danışanım ağlayarak bir türlü başarılı olmadığını, çalışamadığını anlatıyordu. Bunları anlatırken de sinirleri bozulmuş karşımda hüngür hüngür ağlıyordu. Biraz araştırmayla (bu araştırma tabii ki onun bu sınavla ilgili duygularının ne olduğunu fark etmesi için yapılıyordu) klasik anlamda hekimlik yapmak istemediği, daha çok bütünsel tıp konusuna ilgi duyduğu çıktı ortaya.
Fakat annesi bu konuda onu pek desteklemiyordu. (E tabii annesi nerden bilecekti ki bütünsel tıp denen şeyin ne olduğunu, arada en azından bir kırk yıl zaman farkı vardı. Bu da çok normal değil miydi?) Aslında bu durumlarda hep karşımıza çıkan sorunun temelinde atalardan onay alma ihtiyacı vardı.
Neyse uzatmayalım. Çünkü bu konu da ayrıca çok önemli başka evrensel insanlık sorununa parmak basıyor.
Bunu keşfedip işe oradan devam edince sonunda sınavı kazandı. Şimdi ne yapıyor dersiniz? Önce Rusya’ya gitti bu konuda bilgilerini geliştirmek üzere. Şu anda da özel bir üniversitede bütünsel tıp konusunda keyifli ve verimli çalışmalar yapıyor.
Bir başka danışanım işleriyle ilgili tıkanıklardan şikayet ediyordu. Onun için bir çalışma yaptık. Kendisini büyüten teyzesini uzun zamandır aramıyordu. Neden mi çünkü babası istemiyordu. O da bu yüzden teyzesi ile görüşmeyi kesmişti. Neden görüşmüyordu teyzesi ile? E çünkü teyzesi ailenin onaylamadığı bir evlilik yapmıştı!
Peki teyzesi ile görüşmesi gerektiğini hissetmiyor muydu? Evet çünkü onu küçükken yetiştirmiş, ilgilenmiş ve emek harcamıştı. Ama kendisi bunu fark etmemeyi seçiyordu. Neden? İşte yine bir atalara tapma durumu; çünkü babası istemiyordu onunla görüşmesini.
Sonunda ne oluyordu? İşleri bir türlü yoluna girmiyordu.
Kendisiyle bu sonucu ilk paylaştığımız zaman, “Bunun benim işlerimle ne ilgisi var?” demişti. Eğer duygulan konusundaki hassasiyetini kaybetmemiş olsaydı iki olay arasındaki ilişkiyi kurabilecekti.
Duyular bilgiyi topladığımız beş araçtır. Onların sayesinde dış dünyadan bilgi alırız Görürüz, koklırız, işitiriz, dokunuruz ve tad alırız.
Böylece bilgi toplarız dış dünyadan. Ve bu bilgilere göre davranınz. Ve bu bilgiler sonunda bizim mutlu mu mutsuz mu, güçlü mü güçsüz mü olacağımızı belirler. O kadar önemlidir yani.
Fakat bazen kendi duyulanınızın bize sunduğu bilgilerden bile kuşku duyarız. Bir şekilde küçük yaşlarda kendi duyulanınızdan çıkardığımız sonuçların doğru olmadığına dair deneyimler yaşamışızdır çünkü. Gerçi bu deneyimi de yine başlangıçta zaten kendi duyulanınıza güvenmemeyi seçtiğimiz için yaşarız ya!
Örneğin “emin olmamayı” kendine bir yaşam stratejisi olarak benimseyen insanlar gözleriyle gördükleri, kulaklarıyla duydukları şeyler konusunda bile kuşkulu davranabilirler.
Eğer kendi duyulan sonucunda elde ettiği birinci elden bilgiye göre yaşamını sürdürürse bunun tehlikeli olacağına inanmışsa o zaman kendisinin değil, başkalarının duyularına göre karar verecektir.
“Olabilir mi gerçekten?” diyorsanız. Size “kesinlikle!” diyebilirim.
Bunun çok örneklerini gördüm. Kişi ilkel beynine güvende olmak için, “kuşku duy!” emrini vermişse yapacak bir şey yoktur.
Yaşadığınız olaylarla ilgili sorumluluğu alarak yaklaştığımızda meseleyi çözmek için önemli bir ipucu yakalamış oluruz. İşte o zaman durumu değiştirme şansımız olur.
Oysa insanların çoğu başlarına gelen şeylerden kendileri dışında her şeyi sorumlu tutarlar. Coğrafi koşullardan tutun da, sosyal çevreye, anne babaya, yetişme tarzına, takdiri ilahiye, genlere, şansa, burçlara, yıldızlara bağlayabilir. Ama asla yaşadıklarının kendi seçimlerinin sonuçlan olduğu gerçeğine bağlamaz.
Bu yüzden de bir kurban gibi yaşar.
Oysa bu durum değiştirilebilir.
İşte size bir öneri; Hatırladığınız ilk olaydan başlamak üzere, beş olayı yazın bir kenara. Kısaca olayın kendisini, sonra o sırada ne hissettiğinizi ve ne düşündüğünüzü de not edin.
Bunun için acele etmeyin. Bilinçaltınıza bu konuda emir verin o size detayları hatırlatacaktır. Sonra bütün bu beş olaydaki ortak duygu ve düşünceyi yazın. İşte bu ikisi sizin temel inancınız demektir. Bilin ki temel inancınız neyse hayatınızda hep bu temel inanca uygun olayları bir tekrar olarak yaşayacaksınız.
Temel inancınızı keşfettiğiniz zaman önce bu inancı sorgulayın Neden doğru olduğunu, kime göre ve ne zaman doğru olduğum yazın. Sonra bu inancı başka nasıl değiştirebileceğiniz düşünün (burada inanç derken dini inançları kastetmediğimiz belirtelim)
Eğer her olayda tekrar eden ortak düşünceyi çıkaramıyorsanız (bu genellikle zordur çünkü) o zaman yaşadığınız tekrar eden olaylara b
Bilin ki ne yaşıyorsanız gerçekte ona inandığınız içindir.
Kuantum Alanı sizin neye inanmak istediğinize değil, neye inandığına bakar.
Gerçekte inanç hücresel bellekte kodlanmış olan bilgidir. Çünkü hayatınız boyunca en derin düzeyde düşündüğünüz ve hissettiğiniz şey bedene kayıt olur. Ve evrene yaydığınız enerji, hücresel bellekteki bilgidir. Ve bu bilgi kaçınılmaz olarak gerçeğe dönüşür.
O halde kişinin duygulan ve düşünceleri ile davranıştan arasında ve hayatında tekrar eden olaylar arasında bir bütünlük olursa o kişi tabii ki öncelikle dürüst bir kişi olacaktır.
Sonra da o kişi yalan söylemeyecek, ikiyüzlü davranmayacaktır. O kişi aynı zamanda başkalarının da duygularından haberdar olacağı için davranışlarından başkalarının nasıl etkileneceğini önceden hesap eder.
Dinin amacı da bu değil mi aslında?
Örneğin televizyon programımıza bağlanan bir kişiyi hatırlıyorum. “Ben aslında çok pozitif bir insanım!” diye söze başladı. Ben de bunun üzerine, “Eyvah ben şimdi bunun arkasından ne gelecek tahmin edebiliyorum!” demiştim.
Ne oldu sonunda?
Daha aradan bir dakika geçmeden, ağlayıp sızlanarak hayatının ne kadar kötü olduğunu, ne kadar mutsuz olduğunu sayıp dökmeye başladı. Üstelik hikayesinin içinde tam da kendi hayat sorumluluğundan kaçan bir kişinin belirtileri vardı.
Kendisine eziyetler eden, şiddet uygulayan bir adamla evliliğini bitirmiş, bir işe girip çalışmaya başlamıştı. Bu arada bir çocuğu olmuştu. Çocuğunu yanma almıştı. Çalıştığı için o yokken çocuğuna annesi bakıyordu. O işte öylesine başarılı olmuştu ki, kısa sürede terfi etmiş ve çok iyi maaş almaya başlamıştı. Sonra ne oldu dersiniz?
İşte kırılma noktası şimdi geliyor. Annesi bir gün ona, “Geçen gün mahallede çocuklar torunuma, ‘senin baban yok! ’ dediler, ben de nasıl kahroldum anlatamam.”
O oluyor, kadın işi bırakıyor. Hem parasal imkanlar kısıtlanıyor, hem de zaten olmayan babanın yokluğu bu kez bütün ağırlığı ile omuzlarına daha fazla biniyor.
Aslında burada onun geri adım atmasına neden olan, mahalledeki çocukların sözleri değildi. Belki de öyle bir şey söylenmemişti bile. Anne kendi duygularım yansıtıyordu. Asıl mesele onun kendi olma serüveninde attığı adımdan duyduğu korkuydu.
O bile bile mutsuzluğu seçmişti, ama bunun FARKINDA DEĞİLDİ!
İşte mesele buydu aslında.
FARKINDA OLMAMAK!
Dış dünyadan aldığımız bilgileri aşağıda olduğu gibi kendi filtrelerimizden geçiriyor ve çarpıtıp genelleştirerek işleme sokuyoruz.
İşte onlar gözleri olup da görmeyenler gibi ayetinin
anlamı da bu aslında.
UYGULAMA
Aklına güvendiğiniz arkadaşlarınızdan sık sık geribildirim alın. Kendinizle ilgili, davranışlarınız ve hayatınızla ilgili akıl danışın, sorun. Meşverette (fikir alışverişinde) bulunmak peygamberin sık sık yaptığı bir şeydi.
O zaman gözünüzden kaçan, fark edemediğiniz, ya da bilmediğiniz (her şeyi bilmeniz mümkün değildir zaten, ama biliyor musunuz ki bir çok insan her şeyi bildiğine dair kesin bir bilgiye sahiptirler!)
Sık sık durun ve kendinize, “ben şimdi ne hissediyorum?” diye sorun. Bedeninize odaklanın ve orada neler olup bittiğine bakın. Kaslarınızın gerginliğini kontrol edin.
Bedeninizin duruşuna aynada bakın. Nasıl duruyorsunuz? İzleyin. Boynunuzun duruşuna bakın. Ayaklarınızın yere nasıl bastığınıza bakın. Omuzlarınız nasıl? rahatça bırakılmış mı, yoksa gergin bir şekilde yukarı mı kalkmış? Gözlerinize bakın. Sakin bir şekilde gözlemliyor mu, yoksa koca koca açık mı duruyor? endişeli mi donuk mu? Gün içinde nefes alış verişinizi izleyin. Nereden nefes alıyorsunuz? Ne sıklıkla ve ne derinlikte? Sadece izleyin.
Sonra bir defter alın ve ona bütün düşüncelerinizi yazmayı deneyin. Aklınıza ne gelirse. İkinci gün yeniden üçüncü gün tekrar. Sonra bu yazdıklarınıza bakın. Büyük bir ihtimalle hep benzer düşünceleri tekrar ettiğinizi bulacaksınız. Sonra biraz daha inceleyin bu yazdıklarınızı. Çoğunun sizin değil, size öğretilen düşünceler olduğunu göreceksiniz. Bu düşüncelerinizi oturup sorular sorun, neden, kime göre, hangi koşulla, olmasa ne olur, olsa ne olur gibi.
Örneğin “kadın kısmı akşam karanlık olunca eve gelmeli” fikri üzerine düşünün. Acaba bu cümle kadınların toplum hayatından soyutlandığı, henüz elektriğin de kullanılmadığı bir zamanda söylenmiş olmasın?
Ya da “çok mal haramsız olmaz” fikri üzerine. Bu cümledeki “çok mal” ın ölçüsü ne? Örneğin iki milyar mı? Yüz bin mi? Kime göre çok?
Daha sonra hayatınızı beş olayını yazın. İlk hatırladığınız beş olayı. Ne zaman oldu?, ne oldu? bu olayda ne hissettin? Ve nasıl bir sonuca varmışsın? Yani ne düşünmüşsün?
Ömek verirsek, yedi yaşlarında okula başladığım ilk gün, ayağımdaki ayakkabılar bana göre büyük ve eskiydi, ve ben çok utanmışım, ve şöyle düşünmüşüm, “biz fakiriz!”
Büyük bir ihtimalle böyle bir sonuca varmış olan biri hayatı boyunca kendini fakir hissedecek, zenginlikten kaçacaktır. Kendini zenginliğe ve başarıya taşıyan olanakları ve fırsatları bir bahane bulup reddedecektir.
Bu şekilde temel duygu ve inançlarınızla hayatınız arasındaki ilşkiye bakabileceksiniz demektir.
Durun ve çevrenize bakın. Önce gördüklerinize odaklanın.
Sadece bekin. Renkleri, biçimleri ve hareketleri izleyin. Sonra durun ve çevrenizdeki seslere odaklanın. Onları dinleyin. En küçük sesleri bile ayırt edin.
Bir insanın yüzüne bakın onunla konuşurken. Mimiklerini inceleyin nefes alışını, göz hareketlerini, bedeninin duruşunu onunla kurduğun iletişim boyunca bunların nasıl değiştiğini gözlemleyin.
Kullandığı sözcüklere odaklanın, onları nasıl vurguluyor? Ne diyor? Ama aslında ne demek istiyor?
BU BÖLÜMÜN ÖZETİ
İslam, barış, huzur, teslimiyet dinidir. Savaş, kin ve yargılama değil.
Kendisiyle barışık olan, kendi kaderiyle barışık olur ve kendi kaderiyle barışık olan da Tanrı’yla. Çünkü o zaman kaderini kendi seçimleriyle kendisinin belirlediğini fark eder.
Aksi durumda kişi bölünmüş bir benlik durumu sergiler. Bölünmüş benliğin en önemli özelliği yalancılık ve ikiyüzlülüktür.
Tanrı katında tek din vardır o da İslam dır. Bütün kurumsal örgütlenmeler ve geleneklerden öteye İslam olmak yaratılış amacına uygun yaşamaktır.
Gerçek İslamın yaşandığı dönemlerde insanlar mutlu, huzurlu ve güçlüydüler. Böyle olması da çok doğal. Çünkü nasıl bir ürün kendisini üreten fabrikanın kullanma talimatlarına uygun kullanıldığında iyi çalışıyorsa, insan da kendisini yaratan Tanrının seçtiği dine göre yaşarsa mutlu olur.
Müslümanın en temel iki özelliği dürüstlük ve iyiliktir. Bu da güzel ahlakın temelidir aslında.
Düşünmek, gerçeği araştırmak, yeniliği kabul etmek müslü- manm en temel özelliğidir.
8-İslamiyetin kendisini tanıtmak için zorlama yapmasına gerek yoktur. Çünkü o, zaten doğal olarak insanı güçlü ve mutlu kılacağından insanlar ışığa uçuşan kelebekler misali oraya koşar.
BÖLÜM
İYİ BAŞLANGIÇ ŞİFRESİ
Bismillahirrahmannirrahim.
Rahman ve Rahim olan Allah ’ın adıyla.
Anlamı, “Koruyan Veren ve Var edeni anarak başlarım.” dır. Peygamber de her işe besmeleyle başlamamızı öğütler. Böyle yaptığımızda o işimizin yolunda gideceğini, su gibi kolaylıkla akacağını ilave eder.
Aslında besmele, bir niyet sözcüğüdür. Kendinizle o iş arasında bir titreşimsel uyum yaratma niyetinizi açıklamış olursunuz. Böylece kendinizi tüm alanlarımızda akort etmiş olursunuz. Bu bir tür eneıji çek kontrolüdür.
Yani benim yaptığım işe önce kendi bilincim ve alt bilincim uyumlu mu? ve sonra bu eylem evrensel ilkelerle uyuşuyor mu?
Bir yerde bu iş fiziksel bir akordun kontrolüdür aynı zamanda. Çünkü evren bir titreşim alanıdır. Canlı cansız her şey belli frekanslarda titreşir.
Nasıl bir orkestrada çalan enstrümanlar akortsuz olunca detone sesler çıkartırlar uyumu bozarlarsa, bir işe kalkıştığında evrenle ve kendisiyle uyum içinde olmayan insanın o işinde aksilikler sorunlar çıkar.
Akortsuz sazların,konseri kakafoni’ ye dönüşür, besmelesiz insanın işi de bu sebeple rast gitmez.
Ama nedir gerçek besmele?
Bu, bir fizik yasasıdır ve hem de bu bir gönül yasasıdır.
Rast sözcüğü, dürüst, doğru ve zamanında anlamına gelir.
Bir bakıma her şeyin denk düşmesidir.
Balıkçılar balığa giderken “Haydi rast gele!” denilir onlara.
Yani siz balık “yakalama niyetiyle çıktınız, balıkla buluştursun evren sizi” anlamınaadır bu söz.
Kızılderililer ve Aboıjinler, yani kadim bütüncül uygarlıklar, herhangi bir işe soyunmadan önce öylece orda oturup uyumlanma işlemi yaparlar. Ağaç kesmek, bir geyik vurmak ya da kabileyi ilgilendiren bir karar vermek olsun bunu gerçekleştirdiklerine emin olana kadar beklerler.
Nasıl anlarlar bunu? Bu konuda içinde yaşadıkları kültür zaten kendilerini daha doğuştan her türlü bilgiyle beslemektedir.
Uyumlanmanın en önemli koşulu dürüstlüktür.
Dürüstlük, yapmaya niyet ettiğiniz işle, sizin aranızdaki uyumun adıdır.
Kalbiniz, ruhunuz ve aklınızla o iş uyumlu mu buna bakmak gerekir önce.
Ve o işin zamanı şimdi mi?
Yoksa mesela aslında o anda o işi yapmak istemiyorsunuz da bunun farkında değil misiniz? Gerçekten istemiyor ama yapmak zorunda olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Kendinize ve başkalarına yalan söylemiş olursunuz böylece.
Bu durumda diliniz “bismillah” dese bile bedeniniz “hayır” der.
Ve siz akort edilmemiş olursunuz.
Dürüstlük, öncelikle fiziksel bir armoni yaratır çevremizde.
İnsanlar sizi sevsin diye, eleştirilmemek için, onay almak için ya da saygı görmek adına herhangi bir şey yapıyorsanız, kendinizle uyum içinde değilsiniz demektir. O zaman sevgiyle değil korkuyla hareket ediyorsunuz demektir.
Bir işe sevgiyle başlamak “bismillah” demektir aslında.
Yaptığınız işe kalbinizi koymuyor, sevmeden yapıyorsanız yine akordunuz bozuk demektir. Mesela bazı kadınların yaptığı yemekler özellikle çok lezzetli olur. Aynı tarifi bir başkası alıp yapsa bile o yemek o kadar lezzetli olmaz.
Bazı insanların ektiği ve baktığı çiçekler hızla büyür ve çok güzel görünür.
İşte bütün bunlar o insanın emeğine kattığı sevgiden kaynaklanır.
Sevgiyle bir işe başlamak gerçekte Yaratanın adıyla başlamaktır.
Çünkü Yaratan insanı sevgisinden var etmiştir.
Sevgiyle bir işe başlamak, kendimiz ve diğer şey arasında uyum yaratmak demektir. Çünkü Yaratan bizi ve her şeyi sevgiden var etmiştir.
Eğer bu temel gerçeğe uygun eylemlerde bulunmazsak o zaman hayatta, bedende ve başka insanlarla uyumsuzluk olmaya başlar.
Hastalıklar, acılar ve zorluklar hep kendimiz ve evrensel ilkelerle uyumsuz olduğumuzu gösteren işaretlerdir.
Bunu test etmek istiyorsanız hayatınıza bakın ve karar verin. Ters giden, yolunda gitmeyen her şeye.
Nedir gerçek içsel uyum?
İnsanın kendisiyle uyumu öncelikle kendisini tanımasıyla oluşur.
Çoğu insan kendisini tanımaz. Ya olduklarından iyi ya da olduklarından kötü olduklarını ZAN ederler.
örneğin kendisinin çok pozitif biri olduğunu savunan bir kişi, bir de bakarsınız vesvese kumkuması çıkar. Ya da sevgi dolu olduğunu zanneden biri, soğuk ve mesafeli olduğunu an- layıverir bir gün. Ne zaman ki hayatın aynası bunu ona gösterir, takke düşer kel görünür. Ne olur? Ya eşi başkasını sever, ya da çocuklarıyla bir türlü anlaşamaz.
Yani sizin anlayacağınız. Besmelenin bir kolay uygulanışı vardır, bir de gerçek uygulaması.
İnsanın kendini tam olarak uyumlu hale getirmesi zaten İslam kelimesinin kök anlamında saklı bir gerçeği yaşamasıdır.
İslam; barış, teslimiyet ve huzur anlamına gelen bir sözcüktür. İslam; barış, teslimiyet ve huzur anlamına gelen bir sözcüktür. İslam; barış, teslimiyet ve huzur anlamına gelen bir sözcüktür.
İslam; barış, tcshmijet huzur anlamına gelen bir sözciiklüı.
Dolayısı ile gerçek İslam bu temel uyumun sonucudur.
Zen Budizm’de de benzer bir kavram vardır.
Zen durumu, bir anlamda içsel katmanlarıyla uyum haline gelmek amacını taşır.
Bir Zen Rahibinin en büyük amacı bu duruma ulaşmaktır. Okçuluk, kılıç kullanma, çay pişirme, resim yapma, şiir yazma, dans etmek ve şarkı söylemek gibi hayatın birçok işlevleri sırasında bu uyumu yakalamak harika sonuçlar verir.
Bu uyumu yakalayamadığınız zaman attığınız ok hedefe ulaşmaz, söylediğiniz şarkı tat vermez, savaşta ustalık gösteremezsiniz, yazdığınız şiir kalpleri titretmez.
Bu durum “doğru zamanda doğru yerde olmak” yeteneğini oluşturur.
Örneğin bir Yunus Emre’nin şiirindeki güzellik ve anlamı yaratan fark, işte bu içsel uyumda yatar.
Mevlana Mesnevi’yi yazarken transa geçip sema ediyordu. İşte o zaman evrensel zekayla uyum içine giriyordu.
Picasso’nun resminin bizi bu kadar etkilemesinin sebebi işte bu içsel uyumdur.
İçsel uyum, İslamiyetin kelime anlamında saklı olan sırdır.
Kendi içsel katlarıyla uyum içine giren kişi egosuyla Tanrısal tarafını barıştırmış olur. İşte secde aslında bu barışmanın bedensel anlatımıdır.
O zaman siz evrenin bütünlüğüyle birleşmiş olursunuz.
Ayrıca Tanrı’nın koruyucu ve gözetici niteliğine inanmak anlamına da gelir besmele. O’na inanmak ve O’na sığınmak anlamına.
O’nun sevgisi ve bilgisinin tüm evrenin en küçük parçasının içinde bile var olduğunu fark etmek.
Bu biliş, aynı zamanda size büyük bir güven ve huzur verecektir.
O sizin için bir dünya var etmiştir. Üzerinde rahatça dolaştığınız bir yeryüzü
Dünyanın bu hale gelmesi için ne büyük çalışmalar yapılmıştır! Ne kadar uzun bir süre geçmiş, ne büyük bir yaratım projesi yürütülmüştür?!
Kimin ve ne için?! Bizim için ve O’nun gibi olabilmemiz
için.
Bütün bu işler boş yere, boşu boşuna olmamıştır.
Ya da Yaratan bütün bu projeyi bize eziyet etmek, üzmek ve mutsuz etmek için oluşturmamıştır.
Tersine o her zaman bizi en güzel yerde barındırır ve en iyi şekilde korur.
İşte besmele aynı zamanda bu bilinç halinin ifadesidir.
Yaratan bizim bütün ihtiyaçlarımızı karşılamayı taahhüt etmiştir aynı zamanda bu yolculuğa çıkarken.
O en küçük atomun içinde en büyük galaksinin özünde mevcuttur. O çıkardığımız seste, O aldığımız nefeste mevcuttur. O her yerdedir ve O bir yerdedir.
Dolayısıyla bizi hiç yalnız bırakmaz. Yeri gelince bize peygamberler gönderir.
Yeri gelince adaletini uygular gazabını sergiler. Ama hepsi yine O’nun sevgisi sebebiyledir.
UYUM ÇALIŞMASI
Rahat bir şekilde oturun,
Derin derin soluk alıp verin. Birkaç kere soluğunuzu dinleyin.
Sesini. Havanın akciğerlerinize doluşunu hissedin.
Sonra “Merkezimdeyim!” deyin.
Birkaç kere daha soluk alıp verin. Bedeninizi hissedin şimdi sandalyenin üzerinde oturan bedeninizin ağırlığını.
Sonra çevrenize dikkatle bakın. Gördüğünüz her şeye renklerine, parlaklıklarına.
“Merkezimdeyim.” deyin tekrar.
Sonra da üç kez, “güveniyor ve bırakıyorum.” deyin. Bu sözü önce düşünün sonra sanki bütün bedeninizle söylüyor- muşçasına derinden tekrar edin.
Sanki bütün bedeninizin aşağıya doğru köklendiğini hayal edin. Dünyanın merkezindeki güneşe doğru kökleniyorsunuz. Ve o güneşle kamınızdaki altın sarısı şakra bütünleşiyor.
Hayal edin bunu.
Şimdi, “izin veriyorum!” deyin ve “kabul ediyorum!” diye ilave edin.
“Olanların o şekilde olmasını kabul ediyorum.”
Bu sözün anlamını düşünün. Sonra bunu kalbinizde hissedin.
Sonra “Tanrının beni en güzel şekilde barındırdığını ve en güzel şekilde koruduğunu biliyorum!” deyin.
Tekrar nefes alıp verin. Derinleşin.
“Kabul ediyorum!” deyin.
BÖLÜM
DÜNYA HAYATI:
OYUN ALANI
1-Ankebut suresi 64.ayette “Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Doğrusu ahret hayatı ise, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi ”
Bu ayet, Kuantum Fiziğinin bize sunduğu gerçeklik anlayışının çok açık bir ifadesi.
Önce oyun sözcüğünün ne anlama geldiğine bakalım.
Tabii ki ilk akla gelen çocukların oyunları. Bir kere çocuklar oyundan büyük keyif alırlar. Onları bu oyundan koparmakta zorluk çekersiniz. Sabah bir başlar oynamaya, bıraksanız gece yanlarına kadar devam eder. Hatırlayın çocukluğunuzu o ne neşe, keyif ve heyecandır öyle!
Bu arada çocuk üstünün başının kirlenmesine, düşüp kalkmasına pek aldırmaz. Zamanın nasıl geçtiğini bilmez. Hatta oyuncaklarını kınp dökmeye, içini açıp bakmaya bayılır.
Merak eder çünkü merak oyunun en önemli parçasıdır.
Düşer, kalkar, üstünü kirletir bunları bir hata olarak görmez ve kafasını bunlara takmaz. Bu, oyunun bir parçasıdır çünkü.
Bunu detaylıca yazıyorum çünkü birçok erişkin o günlerini unutmak ve küçümsemek eğilimindedir.
Oysa oyun çocuk için ciddi bir iştir.
Ve oyunun aslında gerçek olmadığını bildiğimiz için ona oyun adını veriyoruz. Zaten oyunu da keyifli kılan budur ya aslında!
Ve aslında biz büyükler de kendi oyunlarımızı oynamaya devam ederiz. Üstelik bunu çok fazla ciddiye alarak.
Ve oyun, aslında öğrenmenin, güçlerini sınamanın, toplumsallaşmanın, denemenin, ve en önemlisi yaratıcılığın en etkili tetikleyicisidir.
(Bu arada insanın yaratıcılığı ile Tanrının Yaratıcılığı arasında bir fark olduğu açıktır. Tanrı yoktan var eder, insan var edilmişleri kombine eder.)
Büyükler oyuna ve denemeye hata yapma korkusu yüzünden son veririler.
Hayatları hep birbirinin tekrarı olan günlerden oluşmuştur. Orada heyecan, öğrenme, ilerleme, keyif ve canlılık yoktur. Çünkü kendini ve hayatı keşfetmek yoktur. Dolayısıyla bolluk yoktur, sağlık yoktur, huzur yoktur.
Sadece güvenlik vardır o da başlangıçta.
Oyun kurma sürecinde çocuklar birbirleriyle hemen kaynaşırlar. O sırada kimin kim olduğu pek önemli değildir. Oyun arkadaşlığı kutsal bir birliktelik duygusu yaratır.
Kuantum Fiziğine göre, atom altı dünyası, bizim ona şekil v -- memizi bekleyen olabilirlilik dalgalarından ibarettir. Gözlemci, gözlediği foton parçacıklarını etkiler ve değiştirir.
Kuantum Alanı, aynı zamanda belirsizlik, sonsuz olasılık alanıdır. Bir benzetme yaparsak deniz kenarında kumdan kaleler yapıyorsak kum taneciği foton parçasına benzer.
Ya da bir heykeltıraş için kil yine bir yaratma malzemesidir.
Bir katılımcı anlatmıştı; annesi ona oyuncalar alıp odasındaki vitrinli dolaba koyarmış. Sonra da tembih edermiş sıkı sıkıya, “sakın kırma dökme, dağıtma!” diye. Oyuncaklar orada, çocuk burada o dönem öylece geçip gitmiş. Sonunda ne mi olmuş? Bana danışmaya geldiğinde yaptığı işten hiç memnun olmadığını, hayat sevincinin kalmadığını söylemişti.
Sesi çok güzeldi. Bir kaset çıkarma girişimi olmuş, birkaç kez sahneye çıkmış ama başarılı olamamıştı. Sanki bir şey onu engelliyordu.
Onu engelleyen şey, kafasını içindeki “oyuncaklara dokunma!” diyen o sesti. Bu ses taa ilkel beynine kazınmış kesin bir emir gibiydi.
Hayatını muhasebecilik yaparak geçirmiş bir başkası mizahi bir dille anlatıyordu. “ İlk işe başladığımda patronum elime bir cetvel verdi ve, “şu kadar santim şurdan şuraya ayıracak ve şuraya yazmaya başlayacaksın!” diye. İşte hayatını o masanın başında o işi yaparak geçirmişti. Tam yirmi yıl elinde cetvel muntazaman kendisine verilen işleri yaparak tüketmişti. Her şeyi programlamıştı. Çalışma saatleri, tatillerini nerde ve nasıl geçireceği hepsi belliydi.
Kendi özel zevklerini ise bir çocuk gibi kaçamak yaşıyordu. Örneğin fotoğraf makinesini eve girerken kapıcıya bırakıyordu tepki alacağından korkarak. Bu işler boş, gereksiz şeylerdi çünkü.
Hayatı böyle geçip gitmişti işte. Emekli olunca ancak kendi zevkleri için zaman ayırmaya başladı. Ama sanki içinde bir şey kendine engel oluyordu. Sebebini bulmak için araştırdığımızda çok ilginç bir sahne canlandı birden. Babası ona oyuncak bir tren almıştı. O da bir süre trenle oynamış sonra da eline bir çekiç alıp vagonların içini görmek istemişti. İşte tam o sırada annesi kapıdan içeri girmiş ve, “hiiii!” diye bir korku sesi çıkarmıştı ağzından. Bu ses, “sen ne yaptın, eyvah!” anlamına gelen bir sesti. Ve o zamandan beri danışanım merak duygusunu tatmin etmenin, denemenin ve öğrenmenin huzur bozucu bir şey olduğu sonucuna varmıştı. İşte ne zaman mutlu olacağı bir işe kalkışsa kendisini engelleyen baskının sebebi buydu.
Yukarıdaki ayetle ilgili açıklamalarda, genellikle dünya hayatının bir eğlence yeri olduğu ve buna kanmamamız gerektiği yönünde bir yorum getirilir.
Eğlence denilince ilk akla gelen, vur patlasın- çal oynasın, nerde akşam orda sabah türünden bir tavırdır.
İşin bu kısmı doğru olabilir. Yani dünyada böyle yaşayan insanlar var gerçekten. Acaba onlar gerçekten, bir çocuğun oyundan aldığı haz anlamında, bu işten haz ve sevinç hissederler mi?
Kesinlikle hayır!
Belki de onlar dünya hayatını çok fazla gerçek zannetmektedirler.
Örneğin hayatı sürekli özel partilerde ve eğlence yerlerinde geçen biri bir süre sonra bir de bakarsınız ki, uyuşturucuyla yakalanmış, ya da bir başka yerde rezalet çıkarmış ve başını belaya sokmuş olarak karşımıza çıkar.
Bu durum eşyanın tabiatına aykırıdır çünkü.
Bunu anlamak çok zor değildir. Sadece, ama sadece eğlenerek mutlu olmaya çalışan insanlara baktığımızda (istersek biz de deneyerek bunu test edebiliriz.) o kişilerin giderek, haz alma eşiklerinin yükseldiğini görürüz. Yani giderek daha çılgınca şeyler yaparak, daha az sevinç duymak gibi bir trajedi yaşamaya başlarlar.
Böylelikle önceleri kendilerine keyif veren bir eğlence bir süre sonra aynı keyfi vermez olur. Çünkü Ruhun kodlamasında üreterek, çalışarak ve keşfederek mutlu olma içgüdüsü vardır.
Gazete sayfalarında gözümüze çarpan çılgınlıklar hep bu açığı kapatmaya yönelik umutsuz çırpınışlardır.
Çünkü bedene ait hazlar sınırlı ve etkisizken, ruha ait hazlar sınırsız ve etkilidirler.
Örneğin en çok sevdiğiniz bir yemeği taş çatlasa üç tabak yersiniz dolu dolu. Ama eğer devam etmek isterseniz, bir süre sonra bu iş bir azaba dönüşür. Sex de böyle bir şeydir. İlk cinsel iştahınızı doyurduktan sonra devam etmek isterseniz, önce tatsızlaşır, daha da devam etmek isterseniz bir azaba dönüşür.
Haz merkezli toplumlarda ve gruplarda farklı tatlar (hem cinsel, hem yemek anlamında) arayışının sebebi budur aslında.
Örneğin Romalılar, güçlerinin doruklarında iken yemek yiyip doyduktan sonra tekrar onları çıkarıp, yine yemeğe devam ediyorlardı.
Oysa ruha ait hazlar farklı bir özellik içerirler. Özellikle de anlayarak ve öğrenerek yaşamak konusundaki her deneyim aldığımız hazzı ve mutluluğumuzu katlar.
İşte bu, bir çocuğun oyundan aldığı eğlence duygusuyla aynıdır.
Kur’an’daki ayetde geçen sözcük anlamıyla baktığımızda buradaki oyun sözcüğü düşük nitelikli bir anlam içeriyor. Doğru, çünkü gerçekten dünya hayatı düşük nitelikli frekanslarla çevrelenmiş olduğumuz bir alandır. Ve aynı zamanda biz evrene çok sınırlı bir pencereden, hatta anahtar deliğinden bakıyoruz.
Eğer bu ayeti sadece birinci anlamıyla ele alırsak. Lüks ve eğlence içinde yaşayan, eğlenen ve hayatın keyfini çıkaran insanların dünya hayatının oyununa kanan kişiler olduğunu düşünürüz.
Bir de bunu diğer bazı ayetlerle birleştirerek sanki böyle insanların cehennemlikler olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Hayatın keyfini çıkarmak, eğlenmek, lüks ve refah içinde yaşamak sadece inanmayan insanlara tanınmış bir ayrıcalıkmış gibi (tuzak mı demeliydim acaba?)
Sanki acı çekmek, fakirlik ve zorluk içinde yaşamak inanmanın bir işareti ve Tanrı tarafından sevilmenin bir şartı gibi görülmeye başlanır.
Böyle olunca insanlar derin düzeyde bir açmazın içine girerler. Hem herkes mutlu ve müreffeh bir hayat yaşamak ister, hem de bir yandan bundan korkar. Çünkü böyle olunca Tanrı tarafından cezalandırılacağını düşünür.
Sanki Tanrı hem dünyanın çeşitli güzel nimetlerini yaratmıştır, hem de sanki “Bunlarla oylanıp eğlenirsen vay senin haline!” demektedir.
Bu durumda insanlar tam bir kıstmlmışlık duygusu içinde yaşarlar.
Belki de Tanrı bu ayetle şöyle demek istiyordur; “Dünyanın keyfini çıkann. Çünkü siz benim çocuklanmsınız ve ben mutlu olmanızı istiyorum. Eğer gerçekten haz ve sevinç verecek şeylerle oynarsanız mutlu olursunuz. Ama bu oyunu çok ciddiye alırsanız ve oyun araçlarınızı çok önemserseniz mutsuz olursunuz.”
Nitekim Bakara Suresi 168’de şöyle deniyor: “Ey insanlar, yeryüzündeki bütün nimetlerimden, temiz ve helal olmak şartıyla yiyin, fakat şeytanın adamlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanımızdır.”
Tanrının dikkatimizi çekmeye çalıştığı şey önce bunların insanı tam olarak mutlu etmeyecek araçlar olduğudur. Ve asıl hazzın oyun için kullandığımız araçlarda değil, oyunun kendisinde saklı olduğunu anlamamızı.
Nitekim buradaki eğlence kelimesinin Arapça karşılığı “düşük nitelikli haz” anlamına gelir.
Oyun deyince hemen rol yapma çağrışımı yapar zihnimiz. Bu yüzden aktörlere “oyuncu” deriz. Aslında “karakter” rolünü oynamak istediğimiz kişiliği yansıtır.
Nitekim bu son günlerde bir sektördeki çok önemli ve güçlü şirketlere “önemli oyuncu” yakıştırması yapılır.
Yunus Suresi 99-100 ayetlerde; “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi top yekûn iman ederlerdi. O halde insanları mümin olsunlar diye sen mi zorlayacaksın?”
100 - “Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değil. Akıllarını güzel bir şekilde kullanmayanları ise O, pislik içinde bırakır.”
Meryem Suresi 70’de - “Sonra biz o cehenneme yaslanmaya en fazla layık olanların kimler olduğunu elbette daha iyi biliriz.”
71 - “İçinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur ve bu, Rabbinin üzerine aldığı kesin bir hükümdür.”
Burada ilk dikkati çeken inanmayan insanlara yönelik tehdit dir. Onlara eğer inanmazlarsa pislik içinde bırakılacağı söylenir. Belli ki bu ayetin üslubundan yansıyan bu korkutma ayeti düzenleyen tarafından özellikle istenmiştir.
Peki sadece bu kadar mı? Daha da fazlası olmalı.
Tanrı insanları sadece cehenneme koymak için mi yaratmıştır? Bir başka ayette eğer bütün insanlar inansalar ve iman etselerdi Allah onları yok edeceği, yerine inanmayan bir nesil getireceği söylenmiştir.
Burada söylenmek istenen şey, dünyanın bir oyun ve eğlence alanı oluşunda yatıyor belki de.
Demek ki Tanrı hayatı deneyen, kendi özüne ve yaratılış amacına uygun olmayan şeyleri deneyen ve böylece kendine zulmeden bir varlık yaratmak istemiş.
Özgür ve seçme şansı olan bir varlık yaratmayı istemiş.
Çünkü ancak özgür bir varlık kendi özüne ve evrenin yasalarına karşı çıkabilir.
Peki bu karşı çıkış ne sağlar?
Deneyerek, yaşayarak ve tabii ki acı çekerek sonunda kendini mutlu edecek seçimleri yapabilen bir varlık olabilmeyi sağlar.
O yüzden Tanrı, sadece korktuğu için inanan bir varlık tipi istemiyor aslında. İyiyi ve kötüyü deneyen. Ve sonunda kendi nzası ve isteğiyle iyiden yana tavır koyan bir varlık istiyor.
O halde bu varlığın yine denemeye ihtiyacı var, yani oynamaya!
f-2
BÖLÜM
TANRININ YERYÜZÜNDEKİ
TEMSİLCİSİ: İNSAN
2- Bakara suresi 30. ayette Hatırlayın ki, Rabbin meleklere “Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım” dediği zaman, melekler “A!.. Biz seni övüp, tespih ve takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek bir mahluk mu yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphesiz ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim” buyurdu.
Başka bir şeye gerek kalmadan sadece bu ayeti anlamak bile, insanın sevinç ve şükürle dolup havalara fırlamasına yeter aslında.
Çünkü insana Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğunu hatırlatıyor.
Acaba niye “hatırlayın!” diye başlamış ayete?
Birincisi bunu söyleyebilmesi için bizim de orada olmamız gerekiyor.
Yaratılışın hemen akabinde olan olaylar sırasında bizim de orada olduğumuzu hatırlatıyor.
Yani aslında hatırlamamızı istediği şey bundan da öte bir şey; Halife olduğumuzu hatırlamamızı istiyor!
Peki hatırlamak bu kadar önemli mi gerçekten?
Evet. Çünkü insanın yeryüzündeki mutluluğu ya da acısı bunu hatırlamasına ya da unutmasına bağlıdır.
Halifeden başlayalım önce. Halef sözcüğünü incelediğimiz zaman. Birisinin tüm sahip olduğu nitelik ve zenginliği ve gücü (her neyse) aynen kullanmaya yetkili kişi anlamına gelir. Bizim selef olduğumuz varlık herhangi biri değildir. Kurukahveci Mehmet Efendi falan değildir. Bizzat bütün alemlerin yaratıcısı olan, hikmet ve kudret sahibi Allah’tır
Bu durumda Tanrı şöyle demek istiyor; “Ben, benim yetenek ve kudretimi kullanma yetkisini sahip olacak bir varlık yaratıyorum ve o varlığın ismi; İnsan’dır!”
İşte ayrıca bu ayetde tüm insanlığın bir hafta bayram ilan etmesini gerektirecek kadar büyük bir müjdedir.
O kadar önemlidir ve o kadar değerlidir.
Peki bu durumda başı ağrıyan bir halife olur mu?
Ya da fakr’ü zaruret içinde yaşayan ve bu durumdan kurtulamayan, şikayet eden, sızlanan.
Bir Halife eğer fakir olmayı seçerse olur, fakirleşir ancak ki zaten öyledir.
Ya da aciz ve zavallı bir Halife olabilir mi?
Eğer olursa, unuttuğu içindir. Neyi? Halife olduğunu!
İnsan bedeninde tam 50 trilyon hücre var. Şu andaki dünya nüfüsünün 10 000 katı eder bu.
Her hücre saniyede yaklaşık 100.000 kimyasal reaksiyondan geçmektedir ve bu süreç vücudun içindeki bütün hücrelerde kendini sürekli olarak tekrarlar.
Beyindeki hücre sayısı ise yaklaşık 15 trilyondur.
Bir tek hücrenin işlem sayısı herhangi bir hacimli tıp kitabını doldurur. Varın siz hesap edin ne kadar bilgiyi depolayabile- ceğimize dair.
Beyin 280 kuantilyondan (280.000.000.000.000.000.000) çok daha fazla bilgi parçacığını depolar.
İşte insanın beyninin işlem hacmi ile ilgili küçük bir ipucu!
Tanrı bunun için Özellikle hatırlayın diye başlamış ayete Nedir bu temel Halife özellikleri?
Başlangıçta akıl şüphesiz. Doğruyu yanlıştan iyiyi kötüden ayırt edebilme yeteneği.
Sadece bu kadar mı hayır?
Tasarlama yeteneği, hayal kurma, niyet etme gücü.
Soyut düşünce niteliği.
Nasıl ki dil, tatlan ayırt etme becerisine sahipse, nasıl ki göz görme becerisiyle yaratılmışsa, akıl da gerçeği fark etme yeteneğiyle yaratılmıştır.
Fakat dilden ve gözden farklı olarak akıl, bir tür cevher gibidir. Ve geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Bir tohum gibi öylesine bir potansiyel olarak orada öylece durur.
Peki nasıl gelişir? Tabii ki, hayatı deneyerek;
Deneme derken neyi kastediyoruz?
Tabii ki yanılmayı.
O yüzden melekler Tanrıya insanın yaratılışı sırasında, “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek bir mahluk mu yaratacaksın?” diye soruyorlar.
Çünkü melekler bunu tam olarak anlayamazlar. Onların yanlış yapma Özgürlükleri yoktur. Onlar Tanrının emrinden kıl kadar ayrılamazlar.
Oysa Tanrının bildiği ama onların bilmediği bir şey var.
Onu da hemen devamındaki iki ayette açıklıyor.
Bakara suresi 31. ayette; “Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra UO ” isimlerin işaret ettiği şeyleri meleklere gösterip “ Haydi iddianızda doğruysanız bana şunları isimleriyle haber verin!” buyurdu.
Ve devamındaki ayette;
dediler ki: “Ey Rabbimiz, seni tenzih ederiz, bizim senin bize bildirdiğinden başka bir şey bilmemiz mümkün değil, şüphesiz ki sen, her şeyi bilensin, hikmet sahibisin. ”
33. ayette: “Allah “Ey Adem! bunlara, onları isimleriyle haber ver” buyurdu. Bu emir üzerine Adem, onları isimleriyle onlara haber verince, Allah “Ben size, gerçekten göklerin ve yerin sırlarını bildiğimi, sizin açıkladıklarınızdan da, gizlediklerinizden de haberim olduğunu söylememiş miydim?” buyurdu.
Ayetlerde geçen, “isimlerin hepsini öğretti” ifadesi kilit bilgidir. Çünkü isim bir varlığın niteliğini açıklar. Buradaki isim ise daha çok kavramlardır. Soyut kavramlar. Soyut bir kavramı anlama yeteneği aklın en önemli niteliğidir.
Bu kavram Platon’un sözünü ettiği İdea denen şeye çok benzer. İdea düşünceden öte bir şeydir. İnsanın bildiği ama meleklerin bilmediği şey, işte akla ait olan bir deneyime anlam verme isimlendirme yeteneğidir. “Şey” lerin isimleriyle ilgili bilgi ta başından insana verilmiştir bu duruma göre. Ve bu bilgi meleklerde
yoktur.
Acaba melekler Tanrı onlara bunu söylemeden insanın kan dökeceği ve nifak çıkaracağını bilirler miydi? Şüphesiz ki hayır. Bunu onlara Tanrı açıklamış olmalı.
Adem’e isimleri söyleterek bu sürecin bir deneme, sınama süreci olduğunu hatırlatıyor. Nedir bu deneme? Hayatı yaşamak. İstediği biçimde. Özgürce. Nasıl yaşamak istiyorsa öyle.
Ama bir yandan da seçtiği deneyimlerin evrensel yasalar karşılığındaki sonuçlarının sorumluluğunu alarak.
İşte meleklerin böylesine bir özgürlükleri yoktu.
Evet Adem bir Halife olarak yaratıldı ama bunun gerçekte nasıl bir şey olduğunu bilmesi için, anlaşılması için bir şeye ihtiyacı vardı. Bu niteliklerin inkarına!
Adem bir Halife idi. Yaratanın halifesi. Üstün niteliklerle donatılmıştı.
Lekesiz, parlak bir ışık gibiydi o zaman. Peki bu kusursuzluğunu nasıl idrak edebilirdi?
Eğer, üzerinde hiçbir başka renk tonu olmayan bir duvara yakından uzun süre bakarsanız bir süre sonra duvarla aranızdaki mesafe konusunda kafanız karışır. Parmağınızı uzatıp duvara değmeye çalışırsanız, görürüsünüz ki duvar tahmin ettiğiniz yerden başlamıyor. Ya daha uzak, ya da daha yakın.
Deneyin bunu.
Ama eğer duvarda küçük bir leke, beyazın dışında başka bir renkte bir çizgi ya da buna benzer bir şey koyarsanız, o zaman kafanız karışmayacak ve kolaylıkla duvarla aranızdaki mesafeyi hesap edeceksiniz. Neden? Çünkü artık bir referansınız var. Bu referans ancak beyazın dışındaki başka bir renkle mümkündür. Eğer beyaz Tanrısallığı temsil ediyorsa, diğer renk karşıtını temsil eder. Yani kötülüğü, yalanı, kibri, şiddeti v.s. Tam da meleklerin itiraz ettiği şeyleri. Onların yapmadıklarını değil, yapamadıklarını.
Halife olmanın bir diğer niteliği sevgidir. Sevgi ve merhamet. Tüm varlıkları kucaklayan bir anlayış ve saygı duygusu.
Bir başka Tanrısal nitelik, ya da Halifelik niteliği (çünkü ikisi de birdir); güçtür. Güç ve kudret. İnsanda tezahür eden kudret. Yapabilme gücüdür.
İstemek, planlamak ve bunu gerçekleştirmek gücü. Herhangi bir konuda irade göstermek.
Bir Halifenin Tanrı’dan aldığı bir diğer nitelik Yaratıcılıktır.
Buradaki yaratıcılık bir şeyi yoktan var etmek değil, yeniden düzenlemektir. Var olan şeylerden yeni kombinasyonlar yapmak. Boyalardan tablo yapmak, betondan inşaat, seslerden müzik eseri meydana getirmek gibi. Ve hayal ederek geleceği oluşturmak.
Ve Halifenin dördüncü temel niteliği Bilgeliktir.
Bu durumda insan, Halifeyse eğer, (öyle olmalı çünkü bunu selef söylüyor) bilme yeteneğine sahiptir. Doğal olarak vardır bu nitelik onda.
Neyi bilmek?
Bu durumda her şeyi tabii.
İnsan her şeyi bilme kapasitesine sahiptir.
Fakat bunu adım adım ortaya çıkartır. Ve bu sonsuza kadar sürer.
Çünkü Tanrı bir yandan da erişilmez olandır.
Nasıl yapar bunu? Yine aynı yere geldik; deneyerek, tecrübe ederek.
Tecrübe etmek, prova etmektir. Prova yapmak ise yanlış yapmaktır.
O zaman buradan şu sonuç çıkar ki, cehennem azabı Halife olmak için yaşanacak doğal sürecin bir ara durağıdır.
Cehenneme konulacağını söyler.
İşte bu yüzden Kitap’a bütün insanların mutlaka insanın Tanrısal niteliğini görmek için şöyle dört bir yanınıza bakmak yeterli. Onun düşünüp tasarladığı şeylere. Evet insanlık tarihinin çoğu savaş ve acılarla geçmiştir ama bir yandan da insan uçakları tasarlayıp uçuran, gökyüzünde uzun mesafelere götüren sonra da onu salimen yere indiren varlıktır. Kendi türüne zulüm yapan, işkence uygulayan aynı insan, şehirler kuran, yazıyı bulan varlıktır.
Auschwitz, Hiroşima, Guantanemo, Engizisyon insan ürünüdür.
Ama aynı zamanda Selimiye, Tac Mahal, Ayasofya ve Çin Şeddi’ de insan tarafından yapılmıştır.
9. senfoniyi yaratan insandır. Hemcinsi için kendini feda eden de.
Bilgisayarlar koca okyanusta seyreden gemiler hep O’un Halifesinin işidir. Ve onlar tam da bir Halife işidir.
Aslında cehennem ateşi, bu durumda tekamül etmekte olan benliğimizin eylemlerinin sonuçlarını fark ettiği zamanki üzüntüsüdür.
Fakat insan bu üzüntüyü kendi varlığında yaşar. Çünkü o boyutta kendisi ile başkası arasındaki duvar kalkmıştır. Birine vurduğu tokadı kendi yanağında hisseder, birine yaptığı haksızlığın kendine yapılmış olduğunu fark eder.
Düşünün ki birine öldürmek kastıyla ok atıyorsunuz ve okun kendi kalbinize doğru yol aldığını görüyorsunuz.
Kâbe
Beyt’i Atik (sözleşme evi)
...
Kur’an Kabe’den Beyt’i Atik olarak söz edilir. Yani sözleşme evi. Sözleşmeyi hatırlatan ev. Neyin sözleşmesi? Tabii ki Tanrıyla. Yine “hatırlayın” ile başlayan o ayete dönüyoruz. Neyi hatırlatıyor Tanrı? Kendisinin tapılacak tek Tanrı olduğunu. Bunu hatırlatmak bize ne kazandıracak? Tabii ki bize Halife olduğumuzu. Kendi hayatımızı kendi seçimlerimiz, tercihlerimiz ve eylemlerimizle her an oluşturmakta olduğumuz gerçeğini hatırlamak.
Fatiha suresinde gösterildiği gibi bu insanın mutluluğu için çok önemli.
O halde Kabe işte bize bunu hatırlatıyor.
Orada ne yapıyoruz?
Bir kere beyazlar giyiyoruz. Hepimiz bir ömek. Tıpkı yaradılış anında olduğu gibi. Sanki tüm dünyevi Unvanlarımızdan, isimlerden, kirlerimizden soyunuyoruz.
Sonra hepimiz yüzümüzü bir yere dönüyoruz. Hacer i Esved’e. O neyi temsil ediyor? O bir tek noktayı. Üzerinde birleşecek, anlaşacak bir tek şeyi. O’nun varlığı ve birliğini.
Her şeyin bir ve tek olduğunu ve O’nun varlığının bir yansımasından ibaret olduğunu, bütün sözlerden öte hatırlatmak için Kabe bu yüzden iyi bir görev görüyor olmalı. Bunun için ziyaret edilmesi isteniyor demek ki.
Bu bir hatırlatıcı oluyor. Bununla ilgili insanın ruhunda bir hatıra var çünkü o canlanıyor.
O zaman kişi hayatında neyin önemli, neyin önemsiz olduğu konusunda hiyerarşiyi tam olarak yerine oturtuyor. Oturtmalı.
Kişi ancak o zaman tam olarak mutlu olur. Çünkü bu durum O’nun kendini gerçekleştirmesine imkan sağlar.
Çünkü eğer her şey Bir ise tekse O’nunla bizim aramızda bir aynhk yok. O ve Biz Biriz.
İşte bu anlayış, bu bilinç birdenbire tüm hırslan, korkulan ortadan kaldınr.
Müthiş bir zenginlik duygusu müthiş bir güç. Ve aynı zamanda küçültür bizi. Küçücük.
Ve bir bakanz ki küçüldükçe büyüyoruz.
O binlerce kalabalığın içinde. Küçücük bir nokta iken. Sanki aynı anda bütün mahşeri kalabalığın toplamı oluruz.
Tıpkı yaradılış anında olduğu gibi.
O simsiyah taş. Yokluğu temsil eder aslında. Var oluşun döl yatağı olan boşluğu.
Varlığımızı ancak o yoklukta tamamen hissedebiliriz.
O yokluk noktası tam gücün, tam yaratıcılığın ve bütünlüğün var olduğu noktadır.
UYGULAMA BÖLÜMÜ
HATIRLAMA UYGULAMASI
Hatırlıyorum ve Kabul ediyorum bir Halife olduğumu. O’nun sevgisinden. O’nun yeryüzündeki temsilcisi olduğumu hatırlıyorum.
Bu sebeple bu gün de bir Halife gibi davranacağım. Yani olduğum gibi.
Halife gibi oturup, Halife gibi kalkacağım.
Bir Halife nasıl düşünürse öyle düşüneceğim.
Hatırlıyorum ve Kabul ediyorum bir Halife olduğumu.
Ve bütün insanların da o gün orada olduklarını hatırlıyorum.
Tıpkı benim gibi bütün insanlar da O’nun yeryüzündeki temsilcileri.
Biliyorum
Bu sebeple kimseye kendimden daha büyük bir önem atfetmeden ve kimseyi hor görüp küçümsemeden yaşamayı seçiyorum.
4
O’nun bana verdiği aklı kullanmayı seçiyorum.
O’nun bana verdiği bilgeliği kullanmayı.
Ve özümdeki sevgiyi açığa çıkarıyorum.
Herkesi O’nun sevdiği gibi sevmek zorunda olduğumu kabul ediyorum.
(Bu kısma direnç göstermeniz çok normaldir. Ama eğer biz Halife isek, ki öyleyiz, zaten bunu yapmak zorundayız. Peki yapmazsak ne olur? Bakın çevrenize pek çok ömek görebilirisiniz. Ve siz de kendi hayatınızda!)
Ve öyle olmak, yani Halife olmak, olduğum gibi olmak beni gerçek mutluluğa götürecek tek seçimdir.
Bu herhangi bir varlığın zaten olduğu şey olmaya karar vermesiyle eştir.
Bir kuşun kuş olması ve bulutun bulut olması gibi.
Ve ben olduğum şey olmayı kabul ettiğimde her şey de benim için en iyi olur.
Çünkü o zaman her şeyle uyum içinde olurum.
Ama ben kendimi reddettiğim zamanlarda oynadığım oyunu da seviyorum.
Bu oyunu oynama hakkını O bana vermişti ya!
Oynadığım oyunu ve bu oyunu oynadığım için kendimi seviyorum.
Eğer bu süreç yaşanmasaydı şimdi bu seçimi bilinçli olarak yapamazdım.
Halife olduğumu kabul etmek kendini kabul etmektir.
Bu sebeple bu gün de hayatımı bir Halifeye yaraşır vakar ve güçle yaşıyorum.
Bu sebeple bu gün de hayatım küçüklü, büyüklü mucizelerle dolu oluyor.
Hayatımın mucizelerle dolu olmasına izin veriyorum.
Kendi hayatımın efendisi olmayı ve kendi düşüncelerimin hayallerimin ve duygularımın efendisi olmayı seçiyorum.
Yol arkadaşlarımı seviyorum. Ve biz onlarla bu yolculuğu yapıyoruz. Ta baştan bu yana onlarla karşılıklı haklarla birbirimize bağlıyız.
Ve yine yolun sonunda onlarla Yüceler Yücesinin önünde durup saygıyla ve sevinçle eğileceğiz. Bunu biliyorum.
Kabul ediyorum Halife olduğumu. Zaten öyleyim
Olsun o halde!
HALİFE İMAJİNASYONU
Rahat bir yere oturun. Üzerinizde rahat giysiler olsun. Sırtınız dik olacak bir şekilde ve ayaklarınız yere basar vaziyette gözlerinizi kapatın.
Derin soluk alıp verin birkaç kez. Her soluk alış- verişinizde gevşediğinizi ve sakinleştiğinizi fark edeceksiniz.
Şimdi zamanın başlangıcındaki o görkemli ana geri dönüyoruz; yaratılış Anma!.
Beyaz, bembeyaz bir ışık!
Büyük çok büyük!
Belli belin iz bir ses var. Hepimiz O’nun huzurundayız.
Binlerce görkemli beyaz ışık. Hafif altın sarısı parlaklığına yakın..
Hepimiz on dayız.
O’nun sevgisi ve bu sevginin verdiği güven içimizi ısıtıyor.
Huzurlu ve mutluyuz.
Bir yandan da tatlı bir telaş var.
Rengarenk, kımıldanıyor her yer.
Hepimizin ayrı bir rengi var. Kendine has.
O, soruyor bize o görkemli sesiyle, “Sizi severek yarattığımı biliyor musunuz?
Ses yankılanıyor boşlukta binlerce renge dönüşüyor.
“Evet!” diyoruz büyük bir huşu ile., (bütün bu evet kısmını gerçekten tekrar etmelisiniz.)”
O, soruyor bize tekrar, “Size kendimden verdiğimi biliyor musunuz? Her sim çözen aklınızı!”
“Evet!” diyoruz.
“Sizi koşulsuz sevdiğimi ve hiçbirinizi diğerinden ayırmadığımı?”
“Evet!” diyoruz.
“Her zaman yanınızda olduğumu?”
“Evet!” diyoruz.
“O zaman bu sözünüzü unutmayın, hep hatırlayın.” diyor.
“Evet!” diyoruz.
“Bunu hatırladığınız sürece her şey güzel olacak emin olun.”
Ve sonra bir yere çekiliyoruz. Dünyaya doğru. O’nun bizim için hazırladığı o harika oyun alanına.
Biraz heyecanlı biraz da tedirginiz.
Çünkü bir belirsizliğe ve boşluğa doğru yola çıkıyoruz.
Oynamak için. Denemek için. Denemek ve öğrenmek için.
Yeminimizi ve sözümüzü hatırlamak için.
Unutup öğrenmek için.
Hatırlayın, O’nun huzurunda iken hissettiğiniz güç ve güven duygusunu hatırlayın.
Ve hiç unutmayın. Kalbinizde O’nun sıcacık sevgisini hep hissedin.
6. BÖLÜM
TANRI BİZE NEYİ EMANET ETTİ?!
O, soruyor bize tekrar, “Size kendimden verdiğimi biliyor musunuz? Her sim çözen aklınızı!”
“Evet!” diyoruz.
“Sizi koşulsuz sevdiğimi ve hiçbirinizi diğerinden ayırmadığımı?”
“Evet!” diyoruz.
“Her zaman yanınızda olduğumu?”
“Evet!” diyoruz.
“O zaman bu sözünüzü unutmayın, hep hatırlayın.” diyor.
“Evet!” diyoruz.
“Bunu hatırladığınız sürece her şey güzel olacak emin olun.”
Ve sonra bir yere çekiliyoruz. Dünyaya doğru. O’nun bizim için hazırladığı o harika oyun alanına.
Biraz heyecanlı biraz da tedirginiz.
Çünkü bir belirsizliğe ve boşluğa doğru yola çıkıyoruz.
Oynamak için. Denemek için. Denemek ve öğrenmek için.
Yeminimizi ve sözümüzü hatırlamak için.
Unutup öğrenmek için.
Hatırlayın, O’nun huzurunda iken hissettiğiniz güç ve güven duygusunu hatırlayın.
Ve hiç unutmayın. Kalbinizde O’nun sıcacık sevgisini hep hissedin.
6. BÖLÜM
TANRI BİZE NEYİ EMANET ETTİ?!
Ahzab Suresi 72. Ayet
4- Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi.
Nedir emanet? Özellikle dağlarda ve denizlerde olmayan bir şey. Yani bizim cansız dediğimiz maddelerde yok.
İkincisi onu insan almış ve yüklenmiş.
Üçüncüsü bu emanet öyle bir şey ki, insan cahilliğinden dolayı onu yanlış kullanıyor. Bu yanlış kullanış onun bilgisizliğinden kaynaklanıyor.
Yanlış kullanma sebebiyle insan zulüm yapmış oluyor, kendine ve başkalarına.
Bu durumda bu emanet tabii ki akıl oluyor. Seçme özgürlüğü. Aklın en önemli niteliği tasarlama gücüdür. İnsan, öncelikle gelecek zamanla ilgili taşanları olan bir varlıktır. Sadece insan geleceği planlar.
Hayvanlar bunu yapamazlar.
Tasarlamak, Tanrısal bir niteliktir. Zihinde geleceğe ait resimler oluşturmak yeteneği emanetin ta kendisidir.
Bu yetenek, bir ışın kılıcı gibi çok güçlü bir silaha benzer. İyi şeyler tasarladığınızda iyi sonuçlar, kötü şeyler tasarladığınızda kötü sonuçlar doğurur.
İnsan böylece bu tasavvur etme yeteneğini kendi aleyhine kullanarak kendine zulmeder. Çünkü hayal ettiği şeylerin gerçekleştiğine dair henüz açık ve net bir farkındalığı yoktur.
İşte ayetteki “çok cahil” sözünün anlamı budur. Henüz o, bu ışın kılıcının gücünü öğrenmekte olan bir çocuk gibidir.
Bir gün bir tanıtım konferansı sonrası yanıma yaklaşan bir A ■ '
kadın şöyle demişti, “Çok doğru söylüyorsunuz. Benim annem sürekli olarak şöyle derdi, ‘Yeter ki bir ev sahibi olayım isterse bir yıl sonra öleyim razıyım!’ bunu o kadar çok tekrar etti ki sayısını hatırlamıyorum. Ve biz ev alıp içine yerleştik tam bir yıl sonra annem öldü.” Ve devam etti. Benim ablam (bu arada yanında duran ablasını gösteriyor) uzun süre çocuğu olmadığı için hep şöyle derdi, ‘Yeter ki bir çocuğum olsun, isterse hasta olsun.’ Ve şimdi benim yeğenim kanser!”
Duyduğum şeyler karşısında donup kaldım. Bu kadın, ailenin “iyi bir şeye ulaşmak için kötü bir şey olmasına razı göstermeliyim.” gibi inanç kalıbının farkına varmıştı.
Tam da ayette söylendiği gibi “Keşke bilselerdi.” Neyi? Düşüncelerin çok güçlü bir gerçek oluşturucusu olduğunu.
Bu sebeple insanlar sonuçlan sebep sanma hastalığına yakalanmıştır.
Bu da sorumluluğunun farkına varmasını engeller.
Hasta olunca bunu kadere, enfeksiyona, çalışmayan hormonlara bağlama eğilimi bundandır.
İşsiz kalınca kötü giden ekonomik duruma düğümlenmek. Yalnız kalınca, “doğru dürüst adam kalmadı ki!” deyip, sevme korkusunun üstünü kapatmak kaçınılmaz olur.
Kötü not alınca, “Hoca bana taktı” diyen öğrenci gibi, mutsuzluğundan anne babasını, fakirliğinden sosyal şartları sorumlu tutar.
Bu hastalık kronikleştikçe iş dönüp dolaşıp şanssızlığa, kadere ve sonunda kaçınılmaz olarak Tanrıya kadar gider.
İyi bir şey yaşadığında bu onun sayesinde olmuştur. Kötü bir
iş gelirse bu Tanrıdandır!
Emanet!
Bu sözcüğü iyi anlayabilmek için bir başka ayeti daha incelemek gerekiyor.
Daha doğrusu iki ayeti birlikte incelemek.
Isra Suresi 44- Yedi gök ile yer ve bütün bunlarda bulunan akıl
O’nu teşbih eder.
Tespih etmek, Tanrıyı anmak anlamına geliyor. Peki dağlar O’nu nasıl anarlar?
Acaba onların dilinden anlasak Allah Allah diye nida ettiklerini mi duyardık?
Bildiğimiz sözcüklerle değil de, belki bir titreşim, bir frekans tutturarak olabilir belki de.
EVRENİN MÜZİĞİ
Ünlü mistik ve adıyla bilinen geometri teoreminin bulucusu Pisagor, evrenin bir müziği olduğunu söylüyordu. Gök cisimlerinin dönüşlerinin ses çıkardığım ve bu sesin armonik bir senfoniye benzediğini açıklıyordu.
Bu senfoniye “kürelerin müziği” adını vermişti.
Hatta müzikte yedili ses sistemi “Pisagor yedili sistemi olarak anılır. Do sesinden bir üst oktavda diğer do sesine kadar olan sıra yedili sistemdir.
Her ses bir titreşim frekansıdır. Örneğin la sesi 444 frekanstır. Ve yedi renk de bu yedi sesin renge dönüşmüş halidir.
Sakın gökler belli bir armoniyle dönüp dururlarken O’nu tespih ediyor olmasınlar? Ya da onların tespihi aslında kendilerine verilen bu ilk salimini sürekli tekrar etmek olmasın?
Ünlü gökbilimci Johannes Kepler kitabı Harmonice Mundi’ de dünyadaki insanların yıldızların müziğini duyabileceğini iddia etmişti.
1957 yılında Alman fizikçi W. O. Schumann dünyanın zemin temel frekansının 7.8 devir/ saniye olduğunu buldu.
Bu haliyle dünya dev bir elektrik devresi gibi davranmaktadır.
Dünya sanki kendisine verilen emri yerine getirmektedir.
7.8 devir/ saniyelik frekans ta sanki onun tespihidir. Bu ses
dünyanın Tanrıyı anarken çıkardığı sestir sanki.
Bir süre önce bilim adamları beynin 40 hz lik salınım yayan bir bölümünü keşfettiler. Bu bölüm “birleştirici düşünüş” dediğimiz bir düşünce biçimini merkezler. Örneğin meditasyon sırasında beynin bu kısımları aktive oluyordu.
Sanki o zaman her şeyi ayn ve farklı gören gözlerimizin yanılgısını düzeltiyordu bu kısım.
Hatta bu kısma araştırıcılar “Tanrı Noktası” adını verdiler.
Demek ki her varlık hangi sebeple yaratılmışsa, bu sebebe uygun bir biçimde varlığını ifade ediyor. Zaten bunun dışına çıkması diye bir şey söz konusu da değil.
Yani zikrediyor.
Aslında zikir, bir varlığın yaratılış amacına uygun eylemdir.
Dünya zikrediyor, evren zikrediyor, isteseler de istemeseler de. Ama insan istemezse zikretmiyor. Daha doğrusu belli bir kısmı zikrediyor, belli bir kısmı bunu yapmıyor.
O zaman “emanet” bu, yani özgürlük ve sorumluluk. Bu ikisi birbirinden ayrılmayacak kadar sıkı sıkıya bağlı. Yanlışı işlemek, dürüstlükten ayrılmak özgürlüğü. Ve bunun sonuçlarına katlanma sorumluluğu.
Ne yapacağız? DNA’lar gibi titreyip sallanacak mıyız? Yıldızlar gibi ses mi çıkaracağız?
Hayır! iyilik yapacağız.
İnsanın zikretmesi eğer iyilik yapmasına sebep olmuyorsa bir işe yaramaz.
Bu özgürlük nasıl gerçekleştirilir?
Tasarlayıp plan yaparak.
Tasan ve hayal gücü. Kurgulama becerisi bir tek insanda var. İnsan beyninde geleceği tasarlayıp kurgulayabiliyor.
Peki zalimlik ve cahillik bunun neresinde?
Tabii ki eğer bir şeyin yapılış amacının dışında kullanırsanız. Zalim olursunuz.
Düşünün ki sizin bir Ferrari’niz var ve bununla kadın ticareti yapıyorsunuz. Ya da onu bir Anadol gibi kullanıyorsunuz. Sadece elli kilometreyi aşmıyorsunuz.
En son teknolojiyle donanmış bir bilgisayarınız var ve bununla çocuk pomosu ticareti yapıyorsunuz. Ya da sadece o gelişmiş bilgisayarınızda toplama çıkarma yapıyorsunuz.
Neden yaparsınız bunu ?
Tabii ki bilmediğinizden! Neyi?
Nasıl kullanacağınızı.
Peki insanın yanlış yaptığı şey ne?
Kurgulama becerisini sadece iyilikte ve güzellikte değil, kötülük ve çirkinlikte de kullanıyor. İşte dağlarda taşlarda bu yok.
Onlar bu emaneti almamışlar. Yani onlar hem özgür değiller, hem de sorumlu değiller.
Aslında emanet bir tür Işın Kılıcı gibidir. Hani şu yıldız savaşlarındaki kılıçlardan. Şöyle salladın mı vrooom! diye ses çıkartan türden bir şey.
Düşünün ki onu bir çocuğun eline verdiniz. Sallıyor öyle gelişi güzel. Tabii ki kesmediği yer bırakmıyor. Siz, “Amanın ne oluyor!” demeye kalmadan her yer dümdüz.
İşte zalimliği bu. Bilmiyor ya! Kırıp döküyor, asıp kesiyor.
Ama öğrenince ne olur?
Haa işte orası çok ilginç!
Yoksa Tanrı bu emaneti onun için mi insana verdi?
Yoksa uygun bulmasa, arzu etmese, sırf insan bunu yüklenmek istedi diye bunu ona verir miydi? Tabii ki hayır!
Bir sorumluluk ve güç, ancak hazır olana verilir.
İnsan da ne yapıyor? Gözüne kestirdiği birine tecavüz ediyor, malını mülkünü elinden alıyor, kandırıp sömürüyor.
Bunu nasıl yapıyor?
Tasarlayıp planlayarak. Yanlış yapma özgürlüğünü kullanarak.
Peki bütün bunları neden yapıyor?
Yani neden çalıyor, aldatıyor, öldürüyor?
Doğru olduğuna inandığı ve bütün bunlardan kendince bir yarar sağladığı için değil mi?
Siz hiçbir insanın bir kötülük yaptığı zaman “evet ben çok kötü bir insanım ve böyle bir eşeklik ettim!” dediğini duydunuz mu?
Zaten bunu söylediği an artık o kötü bir insan olmaktan çıkmıştır bile.
Olsa bile sayısı azdır.
Rüşvet yiyen, “herkes yiyor” der. “Adam öldüren “hak etmişti” der.
Nitekim Bakara suresi 11. Ayette, “Onlara ‘yeryüzünü fesada vermeyin’ denildiği zaman ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler.”
Hitler de Musevileri “Yahudi Çözümü” adı altında sürdürdüğü bir hareket kapsamında toplama kamplarına yığmıştı.
Çünkü o ciddi ciddi Yahudilerın dünyadaki bütün sorunların sebebi olarak görüyordu. Aslında bu o dönemdeki insanların nasıl kendi sorumluluklarından hiç haberdar olmadığını ve kendilerine bir günah keçisi aradığını gösteriyordu.
Hitler sadece bu ortak düşünceyi dile getiren kişiydi o kadar. Nitekim savaş sonrası kurulan mahkemede yargılanan Hitler’in baş yardımcısı Göring, kendi savunmalarını nasıl da mağrur ve kendinden emin bir tavırla yapmıştı?
Sonunda ne oldu? Hem Kendisi, hem Alman Ulusu ve hem de tabii ki Yahudiler ve hatta diğer uluslar acı çektiler.
İşte zulmün daniskası!
Bu “Emanetten” amaç, insanın sonuç olarak özgürlüğünü ve tasarım gücünü iyilikte ve özgürce, öyle yapmak istediği için, kötülük yapabilme şansı olduğu halde artık yapmamayı seçtiği için yapan biri haline gelmesi olmasın?
Yani sonunda Işın Kılıcını iyilikte ve hayırda çok iyi kullanan bir usta yetiştirmek olabilir mi?
İşte Tanrı bunun için Meleklerin ilk yaratılıştaki “ama biz seni överek tespih ediyoruz” itirazları üzerine, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!” demişti.
Demek ki bu sim Melekler de anlamamıştı.
Her bir toplu kıyım ve cinayet sonrası, insanların içinden bir isyan duygusu yükselir, “Tanrı, neden bütün bunlara müsaade
ediyor?”
Yanıt biraz sert ve acımasız gibi gelebilir başlangıçta ama, tamamen Tanrının insana duyduğu büyük saygıdan diyebilirim.
Çünkü insan tamamen özgürdür. Özgürlük insanın tüm alanlarını kapsar. Yapacağı her eylem için özgür olmalıdır. Sadece iyilik yapacağı zaman Tanrı ona izin verecek, kötülük yapacağında bileğinden tutacaksa bunun bir anlamı yoktur.
Bu konuda Tanrının bir sözü ve planı vardır. Tabii ki her istediğini yapacak ve sonunda bu yaptıklarının bedelini ödeyecektir. Fakat bu deneyim sürecinin sonunda Tanrı, insanın artık kötülüğü kendisine zararlı olacağını bildiği için yapmayacağını biliyor. İşte onun için karışmıyor. Belki de asıl insana karışmaması O’na yaraşır bir tavırdır.
İNSANIN ZİKRİ NE?
Bu durumda insanın zikretmesi yaratılış amacına uygun eylemleri oluyor. EYLEM, HAREKET, ÇALIŞMA hepsi aynı şey aslında. İşte o zaman gidip gelerek, çalışıp didinerek, düşünüp taşınarak, çaba gösterip bularak yaşadığında Yaratılış amacına uygun davranmış oluyor.
Tıpkı Mevlana’nın dönen dervişleri gibi evrenle uyum içinde dönüp duruyor. İşte o zaman evrenin gücüyle eşitleniyor.
İşte bu durumda;
İNSANIN ZİKRİ İYİLİK YAPMAKTIR aslında.
Yoksa öylece gözlerini kapatıp belli sözcükleri hep tekrar etmek demek değildir. Haa eğer bu tekrarlar onun iyilik yapmasına yol açacaksa o başka.
Hani o Bektaşi fıkrasında olduğu gibi.
Bir Bektaşi ha bire tespih çekip “Allah Allah!” diyen birine durup, “Ahmet!” diye seslenmiş, Adam dönüp “Efendim!” demiş. Bektaşi yinelemiş, “Ahmet!”
Adam yine “efendim!” diye yanıtlamış. Bu olay böyle üç, beş kere devam edince adam sinirlenmiş, “E be adam ne söyliyeceksen söyle!” “Ya gördün mü!” demiş. “Ben sana şunun şurasında on kere ismini söyledim ne hale geldin. Ya sen? Allah Allah diyorsun sürekli, bir de O’nun halini düşün!”
Peki iyilik ne demek tam olarak? Ve insan ne yaptığında iyi olur?
İşte burada “Yaratılış Misyonu” meselesi devreye giriyor.
Yaratılış Misyonu insana Tanrı tarafindan taa yaratılışta verilen özel yetenek ve özel niteliktir. Bir tür “emanettir” yani!
İşin burasında bir vaka analiziyle durumu açmakta fayda var zannediyorum.
İşlerinin giderek kötüleştiğini, maddi olarak neredeyse sıfırlandığını söyleyen bir danışanımla bir çalışma sürecine girdik.
İlk dikkati çeken öfkesi idi.
Özellikle trafikte ana avrat küfrederek seyahat ediyordu. Daha sonra bizimle çalışmaya gelen eşinin söylediğine göre bu durumlarda sanki bir canavara dönüşüyordu. “O haliyle onu görmek beni üzüyor!” demişti eşi.
İnşaat Mühendisi idi. Kendisi aynı zamanda benim gençlik arkadaşımdı ve gerçekten çok akıllı ve çalışkan biri olarak hatırlıyordum onu.
Çalışmalar sırasında biraz kibirli bir duruşu olduğu gözden kaçmıyordu. Sanki danışmaya gelmişti ama, buna ihtiyacı yok gibi davranıyordu.
Kısa bir araştırmayla öfkesinin aslında babasına olduğunu anladık. Fakat o inkar etti. “Hayır! Ben babama çok saygı duyardım. Çok dürüst ve çalışkan bir insandı” falan dedi. Ben ona insanın aynı anda birbiri ile çelişen iki duyguya sahip olabileceğini bunun doğal olduğunu söyledim. Örneğin bir insan hem korkup aynı anda haz duyabilirdi. Tuhaf ama öyle işte!
O ise itirazını sürdürdü, “Babam bana hiç karışmadı. Yalnızca bir kere ben müzisyen olmak istemiştim onun isteğiyle mühendislik okudum!” Sohbetin burasında ikimizde şöyle bir durduk. “Daha ne olsun!” dedim. “ Zaten meslek seçiminde ve hayatınızın ana çizgisini belirlemede yapacağını yapmış zaten.”
Sonra ona insanların yetenekleri neyse o konuda çalışmaları gerektiğini söyledim. Bununla ilgili birçok ömek verdim. Maslow, Hz Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’ den söz ettim. Her ikisi de çocuğun kabiliyeti neyse o işi yaparsa ancak mutlu olacağını söylediklerini ilave ettim. Ama artık şimdi Kuantum Fiziği sayesinde buna yeni bir şey daha ekleyebilirdik: insanın kendi yetenekli olduğu şeyi meslek olarak icra ediyor olması onun maddi ihtiyaçları için gereken bolluğu da kendine çekecekti. Ve aslında şu andaki işiyle ilgili sorunlarının kaynağı da buydu.
“Ve senin öfkenin sebebi derinlerde bir yerde bu yeteneğini kullanmıyor olmandan dolayı aslında kendine!” dedim.
Bütün bu konuşmalarla birlikte süngüsü düşmeye başladı. Daha doğrusu sahte benliği dağılıp çözülmeye başladı. Yüzündeki o gergin ifade yerini daha kabullenici ve rahat bir duruşa bıraktı. Sonra döküldü tabii. “Lisede okuduğum sıralarda müziğe merak sarmıştım. Bayağı bayağı arkadaşlarla toplanıp çalışıyorduk. Ben de şarkı söylüyordum. Sonra ailemle İtalya’ya bir seyahat yaptık. Orada anflîkatör ve mikrofon almasını istedim babamdan. Biliyorsun o zamanlar Türkiye’de böyle şeyler yok. Babam bunun üzerine “Önce okul, bir koltuğa iki karpuz sığmaz!” dedi kestirip attı. Bizim de müzik maceramız böyle böyle sönüp gitti.”
Ne demektir İYİ?
Bunu bir düşünelim isterseniz.
Biz ne için yapılmışsa bu işi yapılış amacına uygun şekilde yerine getirene İYİ demiyor muyuz?
Örneğin bir kapı yaptıysak rahat bir şekilde açılıp kapanan, yeri gelince kilitlenen (eğer kilitlenmesini istiyorsak) mekanı diğer mekanlardan ayıran bir şey yapıyoruz ve bütün bu fonksiyon-
lan yerine getirsin istiyoruz. Öyle değil mi O zaman bu kapı iyi kapı oluyor.
Aynı şekilde İYİ bir at, koşması gerekiyorsa koşan, bir yük taşıması gerekiyorsa iyi yük taşıyan bir at olmalı değil midir?
İYİ bir elma ağacı, (neyse o elmanın türü) öyle bir elma meyvesi veren bir ağaç olmalı değil midir?
O halde İYİ insan da Yaratılış amacına uygun yaşayan insan değil midir?
Yani imgeleme gücünü önce iyilikte kullanacak, sonra da özel beceri ve yeteneğini kullanarak insanlara güzel ve faydalı şeyler sunan biri olacak.
O zaman hem emaneti iyi kullanmış olarak ve hem de Tanrıyı zikretmiş o.acak ve hem de mutlu biri olacak.
7. BÖLÜM
SANA RUH'TAN SORARLAR
İsra Suresi 85. Ayet “Sana Ruh’tan sorarlar, bil ki O Rab- bimin emridir. Ve bu konuda insana çok az bir bilgi
verilmiştir.”
Musevi din alimleri (Kabalistler) Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’in gerçekten peygamber olup olmadığını sınamak için üç soru sorarlar. Sorulardan biri Kur’an da Ruh diye tabir edilen bir kavramdır. Buradaki Ruh büyük harfle RUH tur. İnsan ruhu anlamına değildir kuşkusuz. Daha farklı, gizli, önemli ve çok kimsenin bilmediği bir şeydir belli ki. Kabalistler onun için bu soruyu ona sormuşlardır.
Araştırmaya Tanrı tarafından verilen yanıtı okuyarak devam edelim, İsra Suresi 85. Ayet “sana Ruh’tan sorarlar, bil ki O Rabbimin eniridir. Ve bu konuda insana çok az bir bilgi verilmiştir.”
Demek ki Rabbin Emrinde olan bir şey söz konusu burada. Sadece bu yanıt bile çok önemli bir ipucu.
Konuyu daha geniş bir düzeyde incelemek için başka bilgilere ihtiyaç var.
İsterseniz biraz gerilere gidelim, çok gerilere Antik Yunana doğru. Platon’un İdealar kavramına bir göz atmamız gerekir. Platon, İdea kavramıyla dünyada gördüğümüz her şeyin özünün aslında bir İdea dünyasında var olduğunu söylemişti.
örneğin dünyada gördüğümüz her türlü güzellik. İşte o güzellik ideasınm bir yansımasıydı. Biz sadece o ideanın soluk bir yansımasını burada izliyorduk.
Ya da buradaki güzellik o dünyadaki İdeadan besleniyordu sürekli.
Platon’un bu kavramı aslında Mısır Uygarlığıyla yakın teması olmuş kişilerden edinmiş olduğu söylenir.
Bir başka iddiaya göre Mısır Kültürü, bu bilgiyi Kadim At- lantis Uygarlığının zenginliklerinden almıştı.
Demek ki bu bilgi, İnsanlık Tarihi kadar eski bir geleneğin ürünü.
Örneğin Anadolu’da yaşamış Tasavvuf insanlarının beslendiği kaynak olan “Işık İnancı” da aynı temele dayanır.
Bakın bir metinde bu konuda ne söylenmiş;
“Alemde bulunan her nesnenin kaynağı kendi kudretinden fışkırıp yayılan Ulu Nurdur/ Işıktır. (Nur- u Kadim).
Nur- u Kadim 'den dağılıp yayılan kudret (ruh-enerji) milyonlarca yıl sürmüş bir yolculuktan sonra, bir yıldızdan, bir yıldıza geçerek güneşe gelmiş ve güneşten yeryüzüne inmiştir. ” (Şimdi buraya dikkat buyurun!)
“İNSANIN TEMELİ, NUR'U KADİMDEN KOPUP GÜNEŞTE TOPLANAN BU KUDRETTİR.
Güneş Nur-u Kadim 'den gelen kudreti yeryüzüne aktarır. Tüm varlıklar, güneş vasıtasıyla nurdan hasıl olmuşlardır. Asılları IŞIKTIR/NURDUR. I
Evrende bulunan her şey parçalara ayrılmış tek bir bütündür.
O Ulu Nurdan (Işık) koparak alemlere yayılmış, evreni oluşturmuş her nesne o yüce varlıktan bir parçadır ve ondan ayrı değildir.
Yuhanna İncili, şöyle başlar;
Başlangıçta söz (kelam) vardı. Söz Tanrıyla birlikteydi ve söz Tanrıydı. Başlangıçta O Tanrıyla birlikteydi. Her şey O ’nun aracılığı ile var oldu, var olan hiçbir şey O ’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık O ’nu alt edemedi.
Söz’den söz edilmişken, yine îslamiyette tüm kainatın Tanrının K.ÜN (OL!) emrinden oluştuğu söylenir. Bu emir de bir “söz” dür aslında.
Ünlü Alevi Ozanı Kaygusuz Abdal’m nefis bir şekilde söylediği gibi
“İnsan Nur-1 Kadim”dir.
Tasavvuf da İnsan-ı Kamil kavramıyla, Tam insanı, ilk yaratılmış bu nurla özdeşleşmiş insanı anlatır.
Hristiyanlıktaki Mesih kavramı benzer görüşün başka bir ifadesidir. Mesih, Tanrının insandaki tecellisidir.
Müslümanlıkta da Allah’ın Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’e, “Ya Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] eğer seni yaratmasaydım Alemi yaratmazdım” dediği söylenir.
Bu sözle de aslında Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’in kendinde bizzat bu Nur’u tümüyle gerçekleştirmiş bir model olduğu ima edilir.
Hayatını Mu Uygarlığım incelemeye adamış olan Albay Churchward, on iki bin yıl önce varolan inanç sisteminde şu ifadeye rastlar;
Büyük Kaynak’tan- gelen insan ruhunun şanlı sonu Tanrıya geri dönüştür. ”
Bu arada şöyle bir soru aklınıza gelebilir. “Tamam da bunu öğrenmek bizim ne işimize yarayacak?”
İşte ben tam da bunun için araştırmayı sürdürmek gerektiğini düşünüyorum. Ve bu araştırmanın sonunda çok önemli bir bilgiye ulaşacağımızı söyleyebilirim.
Gözümüzle gördüğümüz güzellik, ciğerimize dolan hava, kainatın gerisinde saklı matematik, ölçü, düzen ve denge, varoluşun gerisindeki bilgi, hep işte bu ana kaynağın açılımından ibarettir.
Aslında hala bütün bunların bizin hayatımızda ne gibi pratik yararlar sağlayacağı kısmına gelmiş değiliz. Şöyle başlayalım. Siz hiç herhangi bir şeyi yalnız kendisi için mi istersiniz yoksa onun vasıtasıyla bir şeyi yaşamak için mi?
Örneğin araba sahibi olmayı sadece bir arabaya sahip olmak için istemezsiniz değimli? Onunla gezmek, bir yerden bir yere gitmek için istersiniz. Ve sonunda bu isteğinizin gerisindeki nedene doğru bir ölçekleme yaptığınızda, ya özgürlük, ya statü, ya da konfor gibi kavramlara varırsınız.
Yani bir “şey” istersiniz çünkü bir şey “olmak” istersiniz.
Örneğin para istersiniz çünkü zengin “olmak” istersiniz. Sevgili istersiniz’çünkü sevilmek ve sevmek istersiniz ve sonunda mutlu olmak.
Yani hiç kimse herhangi bir şeyi turşusunu kurmak için istemez. Mutlu olmak, güçlü olmak, iyi olmak v.s için ister.
Ve aslında işte bu ilk yaratılan kaynak bu her şeyin özünü içinde bulundurur. Bütün arzu ettiklerimiz kendisine çekildiklerimiz, bu kaynağa çekilmemizdir.
Artık söylemek istediğimizin altını kalın çizgilerle çizmenin zamanı geldi; şeyleri elde etmenin en kısa yolu, onların gerisindeki manayı kendimize çekmektir. Buradaki mana aslında Kaynak’tır
Yani araba aldığınızda özgür hissedecekseniz, aslında başlangıçta kendinizi özgür hissetmeniz gerekiyor ki arabayı kendinize çekesiniz. Bolluğu kendinize çekmeniz için kendinizi zengin hissetmeniz gerekiyor.
Bir danışmanımla uzun bir çalışma sürecine girmiştik. Onunla birçok kuantum çalışması yaptım. Epeyi de mesafe aldık. Bir şirkette genel müdür yardımcısı idi. Fakat bir türlü bacağındaki ağn geçmiyordu. Ta belinden başlayan bir ağrı bütün bacağında sancı yapıyor, uykusunda bile onu rahatsız ediyordu. Gece yanları ağrılar içinde uyanıyordu.
Sonunda ona, “gel sana bir kaynak çalışması yapalım!” dedim. Güç kaynağıyla çalışmamız gerekiyordu. Sırtından omuzlarından elimi tutup bu arada “Güç kaynağını kabul ediyor ve kullanıyorum.” demesini istedim. Sadece beş dakika sürdü. Ve o oldu yaklaşık yedi ay oldu hala ağrı mağn yok ortalıkta.
Ne olmuştu? Ben bu işlemi yaparken hayalimde kaynakla buluştuğumu ve oradan güç kaynağına aracı olduğumu düşündüm. O kadar. Gerçekten işe yaradı.
Bir başka danışanım bir gün yeni bir işe girmek istediğini, ertesi gün de bunun için bir mülakata katılacağını söyledi. Benden randevu istiyordu bu konuda koçluk yapmak üzere. Başvuracağı pozisyon özel bir okulda müdür yardımcılığı göreviydi. “Ee” dedim, “olun o zaman!” “Ama” dedi, (ne zaman biri bana ama dese içim burkulur.) Ben, bu iş için biraz yaşlıyım. Bu tip kurumlar biraz genç eleman arar.” “Sonra” dedim, “Ayrıca benim bu konuda tecrübem pek yok. Ben daha çok spor öğretmenliği yaptım.”
Bunun üzerine ona kafasındaki bu engellerle iş görüşmesine giderse hemen psikolojik olarak teşhis edileceğini ve onu işe almayacaklarını söyledim.
Ne yapmamız gerekiyordu?
Kısa yolda ona ihtiyacı olan güç ve sevgi kaynağını yükledim. (Bu işlemi aşağıdaki bölümde sizlerle paylaşacağım)
Bir yandan karşısına iş’i koydum. İşi temsil eden birini.
Ben enerji verdikçe iş “onun giderek gözünde büyüdüğünü.
güvenilir ve saygın biri haline dönüştüğünü” söyledi.
Bu teknik, bir tür ortak varlık düzeyinde yapılan bir işlemdi. Oysa başlangıçta İşi temsil eden kişi onu zayıf, korkak ve güçsüz olarak görmüştü.
İşlemi yaptık ve seansı öylece bitirdik.
Aradan on beş gün falan geçmişti. Bir gün bana telefon etti. “Hocam, sizi biraz geç aradım. Özür dilerim. Çünkü odama telefonun bağlanmasını bekledim. Çünkü size müjdeyi kendi odamdan vermek istedim, şu anda okulun müdür yardımcısı odasından sizi arıyorum!”
Karşılıklı gülüştük. Yeni işi için onu kutladım. O bana binlerce teşekkür etti.
Ben de ona, “Bu sırrı hayatının her alanında kullanabilirsin” dedim.
Bu çalışma sevgili eşim Işık Elçî’nin Esma ül Hüsna (Tanrının güzel isimleri) çalışmaları sırasında fark ettiği ve oluşturduğu ve sonra birlikte geliştirdiğimiz “Kaynak” çahşmasıydı.
Kaynak çalışmasında en önemli unsur eylemde bulunmaktır. Bu eylem, sadece sizin için özel, sizin yapmanız gereken, daha önce çeşitli bahanelerle pek yapmadığınız eylemlerdir.
Bu eylem, hem onun kaynağını harekete geçirecek hem de bunun devamlı olmasını sağlayacaktı. Hatta bazen bu eylem bir süre hiç eylemde bulunmamak bile olabilir eğer gerekiyorsa!
Bu konuda bir çalışma yaptığımız bir hanımdan söz edeyim. Hayatı hep çalışma ve koşuşturma ile geçmişti. Fakat bunu belli bir negatif çekirdek inancın etkisiyle yapıyordu. Sevilmek ve onaylanmak uğruna. Giderek sırtına bir sürü kambur yüklüyordu. Çevresindekileri pasifıze ediyor, güçsüzleştiriyordu. Ama bir yandan bundan şikayet ediyor, sızlanıyordu. Çünkü kısır döngüsünün farkında değildi.
Ona bir hafta boyunca evde oturmasını, tatile bile gitmeden evde parmağım bile kımıldatmadan dinlenmesini salık verdik. Çünkü onun buna ihtiyacı vardı.
İç sesini dinlemek, kendi kendisiyle baş başa kalmak için gerekliydi bu. Aradığı onay ve sevgi işte orada içerde bir yerde zaten vardı. O da birçok kişinin yaptığını yapıyor ve gördüğü ve bildiği şeylere pek fazla düşkünlük gösteriyordu.
Daha sonra ben de İşık Elçi’den kendim için bir çalışma istediğimde bu kadar şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşacağımı aklımdan geçilmemiştim.
Ben de çoğunlukla yapılan yanlışı yapmış ve kaynağımın ne olduğunu bildiğimi sanmıştım. Bana göre bütün hayatımı değiştirecek olan kaynak “güç” tü. Çok emindim bundan.
Ama kaynağım yaratıcılık çıktı. Ben yine içimden şöyle düşündüm, “Yahu ben yaratıcılığımı kullanıyorum ya! Yazıyorum, yeni bir model oluşturdum. Daha ne olsun!” Ama hayır.
Ne oldu biliyor musunuz? Yaratıcılık kaynağını temsil eden
katılımcıyla el ele tutuştuğumuzda ben, bu kaynağı aktive edici eylemin şarkı söylemek olduğunu hissettim. Birden kalbim küt küt atmaya başladı. Heyecan bastı her yerimi. Bu benim uzun süredir yabancı olduğum bir duyguydu. “Demek” dedim içimden, “işte aradığım bu!”
Sonra hayatımda büyük sıçrama yaptığım bir dönemi hatırladım. Askere gittiğim dönem. Orada orduevinde şarkı söylemiştim. Hiç unutmuyorum. Askerliğimin bitimine iki ay kala, o Erzincan soğuğunda yatmadan önce ayaklarımı yıkarken mutluluktan şarkı söylediğim bir anı hatırladım. “Ee ne var bunda?” diyeceksiniz.
Oysa ben üniversitede okumama rağmen yaş sınırım geçtiğim için, askere bir yoklama kaçağı olarak gitmiştim. Üstelik iki buçuk aylık oğlumu İstanbul’da bırakmıştım. Tam da iyi bir işim vardı ve üstüne üstlük yeni ve güzel bir eve taşınmıştık. Ve ben apar topar askere gitmek zorunda kaldım. Orada tam on dört ay şarkı söyledim. Döndüğümde ne oldu biliyor musunuz? Askerden döner dönmez altı yüz kişinin ayakta alkışladığı harika bir konser verdim. Ve hayatımı tamamen değiştirdim. Tamamen. Şimdi dönüp bakıyorum da bu değişimi tetikleyen eylem benim için şarkı söylemekti.
Fakat daha sonra ne oldu? Eleştiri yağmuru üstüme yağmaya başladı. Yok efendim besteler prosodi kurallarına uygun değilmiş, yok efendim sahnede ne biçim duruyormuşum öyle falan?
Ve ben bir süre sonra hasta oldum. Üzüntüyle yollarda yürürken, Yarabbi ne zaman yaptığımda mutlu olduğum bir şey için birisi (ama değer verdiğim, önemsediğim birisi) omuzuma dokunup, “Aferin sana, seninle gurur duyuyorum!” diyecek diye kendi kendime konuşuyordum. Evet resmen hasta oldum ve bir terapiste gittim.
Neden böyle olmuştu? Yıllar sonra olaylara “Kuantum Yaklaşımı” açısından baktığımda şunu fark ettim; Aslında bana yapılan eleştirileri, ben kendi içimde kendi kendime yaptığım için alıyordum. Ben tetikliyordum bu durumu.
Kaynak çalışmasında birdenbire bir şey hatırladım. Dört beş yaşlarında bir hafta sonu evde kız kardeşimle bağıra çağıra şarkı söylüyorum. Annem, “Susun, başım ağrıyor!” diyor. Birkaç kez bunu tekrar ediyor. Ama biz kaptırmışız, kendimizce müsamere yapıyoruz. Vee sonunda babam öfkeleniyor ve benim popoma bir tokat aşk ediyor. Ve ben o kadar korkuyorum ki altımı ıslatıyorum.
Şimdi diyorsunuz ki, “İşte sonunda gerçek nedeni bulduk!” siz öyle sanın. Eğer böyle olsaydı, hayat sorumluluğumu anneye ve babaya atmış olurdum.
Hayır asıl neden çok daha gerilerde. Geçmiş hayatlarda yaşanan bir olayla ilgili.
Orada verilmiş olan bir karar var. Ve bu karar dolayısıyla büyük bir kayıp oluyor. Birçok insan ölüp gidiyor benim verdiğim bir karardan ötürü. Geçmişte bir zamanlar bir ordu komutanı olarak verdiğim bir karardan ötürü. Daha doğrusu ben öyle zannediyorum.! Öyle ZANnetmek istiyorum. Çünkü meselenin aslı öyle değilmiş. Yani sadece benim verdiğim karardan dolayı değil olup biten olay.
Hala asıl nedene henüz ulaşamadık galiba.
Biraz daha cesaretle aramayı sürdürürsek yakalayabileceğiz sanırım ipin ucunu.
Asıl temel neden ve hem de bütün insanların ortak evrensel nedeni şu aslında; Ben kendimi unutarak kendimi bulma oyunu çerçevesinde bunları yapıyorum . Bütün insanlar gibi herkes gibi. Hepimiz gibi.
Kendisini unutmayan yaratıcılığını aramaya çıkar mı? Yaratıcılığını aramayan onu bulabilir mi? Ve aslında zaten özünde yaratıcı olmayan sonunda onu arar mı?
Secde Suresi 5. Ayette - “gökten yere kadar bütün işleri düzenler, Sonra o işler, sizin sayınıza göre bin yıl kadar süren bir günde O’na yükselir”
Çünkü bir gerçeği ruhsal olarak kavramanın yolu o gerçeğin tersini denemekten geçiyor.
Hah şimdi oldu! Her şey yerli yerine oturdu! Resim tamamlandı. Sorumluluk tümüyle şimdi benim üstümde. İşte şimdi özgürüm!
Ne yapmam gerektiğini biliyorum artık.
Bununla ilgili birkaç ömek sıralayabiliriz.
İnsancıl psikolojinin kurucusu Abraham Maslow, İsrailli göçmen bir ailenin oğlu olarak Amerika’da yaşarken çok dışlandığını ve bu yüzden içine kapalı bir çocukluk yaşadığını anlatır.
O da bu dönemde kendi içinde özel bir dünya yaratmış ve insanlar hakkında bol bol düşünme durumunda kalmıştı. Sonunda Psikoloji bilimine çok özgün katkılarda bulunmasına yol açacak sebep böylece yaratılmış oluyordu.
O, insanlara ve onların davranışlarına dışarıdan bakma şansını yakalamış oluyordu böylece. Yalnız bir çocukluk, onun hakim kültürün ötesine geçmesi için bir fırsat sunuyordu.
Bir başka ömek de modem dünyada bilinçli Hipnozun babası sayılan Milton Ericson’un yaşamıdır.
Ericson küçükken geçirdiği çocuk felci sebebiyle uzun yıllar bedenini saran çelik bir korseyle yaşamak zorunda kalmıştı. Bu durumunun oturduğu yerden insanları izlemek zorunda bırakmıştı onu.
Bir süre sonra insanların niyetleri, davranışları ve kullandıkları sözcükler arasındaki ilişkiyi ve etkiyi fark etti.
Daha sonra bu engeli ona kendi adıyla anılan olağanüstü hip- notik kalıplan keşfetmesine yol açtı.
Böylece her ikisi için de başlangıçta bir engel gibi gözüken bir durum, içinden bir marifet ve bilgelik çıkan bir hazine
sandığına dönüşüyordu.
Peki bu rastlantı mıydı?
Evet. Bir maymunun klavye başına oturup rastgele tuşlara basarak harika bir hikaye yazması ne derece mümkünse o kadar rastlantıydı aslında!
Sonra ben bu kaynaklar meselesi için başka bağlantılar da kurdum. Bu arada 2002 yılında bir meditasyon sırasında yüksek benliğime yapmam gereken işin ne olduğunu ve bunu nasıl yapmam gerektiğini sormuştum Ve yanıt şöyle gelmişti; ben kendimi bir sahnede görüyordum. Bir yandan arp gibi bir enstrüman çalıyor, bir yandan dans ediyor, bir yandan da şarkı söylüyordum.
Bu imgeyi Ağustos ayında gördüm ve ben Eylül ayında İzmir de bir festivale katıldığımda baktım sahnede kocaman kuyruklu bir piyano. “Nedir bu!” dedim.
Özür diler gibi yanıt verdi görevliler, “Şey bu piyanoyu buradan kaldıramadık. Akordu bozulabilir çünkü.” Ve ben o gün'orada harika bir sunum yaptım. Şimdiye kadar yaptığım sunumların en iyisiydi diyebilirim. Ve gerçekten de o festivalin en iyi sunumuydu ayrıca. Neden böyleydi? Çünkü ben iç sesime, yaratılış amacıma ve tekamül kaynağıma uygun olan eylemi yapmıştım.
Nereden nereye geldik. “Sana Ruhtan sorarlar” dan yola çıkıp nerelere geldik.
Peki kaç tane kaynak var?
Altı ana kaynak olduğunu keşfettik;
1-Güç
Güç; karar verme, seçme ve yapabilme iradesini temsil eder. Kaynağı güç olanlar kendileri çok güçlü oldukları halde bunu fark etmeyen kişilerdir. Genellikle çevrelerinde baskıcı, yönlendirici kişiler bulunur. Ve onlara karşı gelmekten, seslerini çıkarmaktan korkarak yetişmişlerdir.
Bilgi
Bu bilgi içsel biliş halidir. Daha çok bilgelik şeklinde tezahür eder. Ama aynı zamanda diğer bütün bilgileri de içerir. İçsel sezgilerinizi de ifade eder. Anlamayı ve bilmeyi kabul ettiğinizde bununla ilgili bir yeteneğinizi ifade ettiğinizde bilgi kaynağınızı harekete geçirmiş olursunuz.
Kaynağı bilgi olanlar okumaya, öğrenmeye, düşünmeye çok yatkın olurlar. Fakat bir yandan öyle bir aile seçerler ki bu aile onları bu konuda pek desteklemez ya da önemsemez.
Bolluk
Yaşamla ilgili her türlü bolluğu ifade eder. Daha çok maddi bolluk anlamındadır. Hakkınız olan bolluğu hayatınıza çekmeniz için yapmanız gereken eylemler vardır. O zaman ancak bol paraya, maddi birikime ulaşırsınız.
Yaratıcılık
Yaratıcılık, yenilik size ait olan henüz ortaya çıkmamış bir farktır.
Yeni çözümler, anlayışlar ve yaklaşımları ifade eder. Aynı zamanda size özel sadece size ait yetenekleri de ifade eder.
Bu yetenek, yemek yapmak da olabilir, şarkı söylemek de.
Güzellik
Yaşamdan zevk alma, şükür ve minnet duygusu, neşe sevinç ve oyunu ifade eder.
Kaynağı güzellik olan kişiler daha çok bunların tersi durumlar içinde kendilerini hapsetmiş gözükürler.
Ciddiyet, görevler sorumluluklar ve kendi içlerindeki çocuğu dışlama gibi sorunlarla boğuşurlar.
Güzellik kaynağını hayata geçirecek bir çok eylem olabilir.
Yürüyüş yapmaktan, oyun oynamaya, kendine hediyeler almaktan bol seyahat etmeye kadar.
Sevgi
Anlayış, sıcaklık, yakınlık, şefkat ve merhameti içeren bir kaynaktır.
Kaynağı sevgi olan kişiler çoğunlukla kendilerine bunun tam tersi ortamlar seçerler. Yani anlayışsızlık, yargılama ve soğuk ortamlar.
Bağlılıktan kuşku duymak, güvenip açılmamak
Bu altı ana kaynak, insanın tekamülü boyunca kendinde fark edip kullanacağı temel niteliklerdir. Bunları birer birer kendinde aktive ederek Tanrısal niteliklerle bezenmiş olacaktır.
İnsanın deneyimleri ve imtihanı işte bu yönde oluyor sonuç olarak. Bu nitelik ve becerilerden hangisini ortaya çıkarmak istiyorsa ona uygun ters koşullar hazırlıyor kendine. Görünüşte ters ama aslında tamı tamına uygun koşullar.
Beden bilincine göre ters, ruhsal bilince göre uygun koşullar.
Tabii ki bunu bilinçli düzeyde yapmıyor. Daha çok ruhsal düzeyde yapıyor. Bütün tekamül planlarını yaptığı Yüksek Benlik düzeyinde.
6 KAYNAĞIN DİZİLİŞİ
SİZİN TEKAMÜL KAYNAĞINIZ NE?
Şu anda hangi tekamül kaynağını harekete geçirmeye ihtiyacınız olduğunu anlamak çok önemlidir.
Eğer bu konuda bir tıkanma olmuşsa bu kez diğer kaynaklar da harekete geçmez. Örneğin sizin kaynağınız sevgi diyelim. Bu kaynağı eğer harekete geçirmediyseniz. Buna bağlı olarak hayatınızda yeteri kadar bolluk olmayacak ve kendinizi güçlü hissetmeyeceksiniz.
Peki nasıl anlayabilirsiniz kaynağınızı?
- En çok neye sahip değilseniz ve neyin açlığını çekiyorsanız işte tekamül kaynağınız odur.
Örneğin, kararsızlık çekiyor ve kararlarınızı hep erteliyorsanız, bu sizin harekete geçirmek durumunda olduğunuz kaynağınızın güç olduğunu gösterir.
Bir zamanlar (özellikle çocuk yaşlarınızda) neyi yapmaktan hoşlanıyor, onu çok iyi yapıyorsanız o tekamül kaynağınızı harekete geçiren eylemdir.
Örneğin, küçük yaşlarda şarkı söylemeyi çok seviyorsanız iyi de bir sesiniz varsa, bu sizin kaynağınızın yaratıcılık olduğunu gösterir.
En çok neyi hayatınızda hiç yapmıyorsanız ve bu yüzden bazı zorluklar çekiyorsanız, bu size tekamül kaynağınızın
ne olduğu konusunda ipucudur.
Örneğin, hiç insanlara sevgiyle sarılmıyor ve onlara sevgi sözcükleri söylemiyorsanız bunu yaptığınızda aynı zamanda kendinize de sevgi vereceğiniz için sevgi kaynağınızı harekete geçirmiş olursunuz.
Anne ve babanızla olan ilişkinizde edindiğiniz temel düşünce size tekamül kaynağınız konusunda ipucu verir.
örneğin, babanız ve anneniz sık sık kavga ediyorsa ve sizden kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda hakem olmanız isteniyorsa, kaynağınız bilgi olabilir.
Konuyu biraz daha açmak için birkaç örneğe ihtiyacımız var. Genç ve ünlü bir mimar hep aynı sorunla boğuşuyordu. Kendine özgün yaratıcılığını ortaya koyarak harika eserler ortaya çıkarıyor ama ya bunlar bir türlü kabul ve onay görmüyordu, ya da hayata geçtiğinde bir şeyler oluyor bu proje öyle tıkanıp kalıyordu.
Son olarak yine böyle bir projeyi yüklenmişti. Bu onun hayatının projesiydi. Ama işin ilginci bu projeye mimar olarak değil yüklenici olarak katılıyordu.
İş, bir süre sonra yine tıkanmıştı. Görünürde bir sürü detaylı engeller hikayesi vardı. Ama özünde projeye sahip çıkmayan kendisi idi. Çünkü o yaratıcılığım reddediyordu.
İşe bile doğru dürüst gitmiyor, uzaktan talimatlarla yürütmeye çalışıyordu. Projenin devlet ayağı, koşullan yerine getirmediği
için sözleşmeyi iptal edeceği uyarısında bulundu.
Belli ki bu kişinin tekamül kaynağı yaratıcılık idi.
Ne olmuştu peki? Kendisi yetişme çağında iken babası iş hayatında başarısızlıklar yaşamış ve annesi ona farkında olmadan evin babası misyonunu yüklemişti.
Çok sık görülen bir durum bu.
O da bu görevi annesi ve babası adına yüklenmişti. Babasına acıyordu, annesini ise kurtarmak istiyordu.
Yine yanlış bir bakış açısından kaynaklanan bir aile ve insanlık dramı çıkıyor karşımıza. “Biraz abart iniyorsunuz?” diye düşünebilirsiniz. Fakat bu yanlış bakış açısının zincirleme reaksiyon gibi yayılan yıkıcı etkisini incelediğimizde tam da bir dram karşısında olduğumuzu söyleyebiliriz.
Çünkü; birincisi baba kendine güven duyulmayan bir erkek ve evin reisi olarak yetersiz görülen biri durumuna düşmüş oluyordu, hem de kendisi kendi hayatını yaşamak ve mutlu olma hakkını kullanmamayı seçmiş oluyordu.
İkincisi oğlu kendi mimar kimliğini bir yana itiyor, sanki babası tarafindan yarım bırakılan işadamlığını kimliğini üstüne giyinip onu yürütmeye çalışıyordu.
Üçüncüsü “çalışıyordu”, çünkü bu konuda pek başarılı olduğu söylenemezdi aslında. İşler gelip gelip hep bir noktada takılıp duruyordu. Artık yorulmuştu. Bu durum onu umutsuzluğa sevk
ediyordu.
Üstelik kendi camiasında bu hem işadamı hem mimar tavrı biraz eleştiri alıyordu. Aslında bütün bunlar kendi içindeki bölünmüşlüğün dışa yansımasından başka bir şey değildi.
Dördüncüsü, annesi de erkek enerj isinden yoksun oluyor bu yüzden kendisini desteksiz ve çaresiz hissediyordu.
Kendi öz varlığını kabul etmesi demek kendi tekamül kaynağını aktive etmesi demekti. Bir mimar olarak yaratıcılığını harekete geçirince aslında diğer her şey hallolacaktı. Yani başarılı olacak ve bolca kazanacaktı. Bu arada hissedeceği mutluluk ve haz da cabası olacaktı. Aslında mutluluk ve haz, istediği diğer her şeyi de kendine çeken bir mıknatıs gibi çalışacaktı ya neyse!
Yapması gereken şey, isteyerek ve güvende olmak amacıyla üstlenmiş olduğu rolü geri iade etmek ve yaratıcılık kaynağını kullanmak olmalıydı.
Onun kaynağını aktive etmek için yapılan birkaç çalışmadan yaklaşık iki ay sonra projeyi yürütecek sağlam bir ortak buldu ve işine dört elle sarıldı. Daha sonra gazetelerden tam da planlanan tarihte, hatta biraz da erken bir tarihte işin bitirileceğine dair haberi okudum.
Kaynak size Tanrı tarafından verilen hediyedir. Ama aynı zamanda o bütün geçmiş hayatlarınızda çalışıp emek verdiğiniz yetenek ve gücünüzdür. Ve ikisi de birdir aslında.
Ama biz ne yapanz?
Hem onu bir kenara saklar, yok farz ederiz, hem de şikayet ederiz olmayan, yerine gelmeyen şeylerden ötürü.
Bir grup seminerinde bu konudan bahsettiğim bir bölümde birden dönüp, “Mesela siz! sesiniz ne kadar güzel bilmem farkında mısınız?” Sonra diğer katılımcılara dönüp şöyle dedim, “Mesela herhangi bir metni hanımefendiden dinlediğinizi düşünün, ‘şu tuzu bana verir misin?’ dese bile sanki onu şiir dinler gibi dinlersiniz öyle değil mi?” Bütün katılımcılar evet anlamında başlarım salladılar. Bunun üzerine o, hepimizi şaşırtan bir itirafta bulundu. “Ben radyodaki çocuk saatinde görev almıştım çocukken. Çok başarılıydım”. “Eee sonra!” dedim. Bunu derken de devamında neyin geleceğini biliyordum. Çok dinlemiştim böyle verilen hediyeleri geri tepme öykülerini, benim de böyle bir hikayem vardı çünkü.
Devam etti, “Ailem izin vermedi. Benim Hukuk ya da Tıp okumamı istediler.”
Gerisini dinlemeye gerek yoktu artık her şey apaçık ortadaydı işte.
“Siz” dedim, “Tanrının size bahşettiği (ya da kendinizin kazandığı) hediyeyi yok saydınız. Ne uğruna ve ne için?
Aileniz için. Değil mi? O zaman pek söyleyecek bir şey kalmıyor geriye. Onların istediği bir hayatı yaşamayı seçerek aslında Tanrıya değil, ailenize tapmış oldunuz. Onları suçlamanıza da gerek yok. Çünkü onlar sadece sizin için iyi olduğuna inandıkları şeyi yapmanızı istediler. Buna uymak ya da uymamak sizin elinizdeydi. Öyle değil mi?
Kaynak ve İnsan
8. BÖLÜM
KADER NEDİR?
Zuhruf suresi 30 - Başına ne musibet geldiyse, kendi ellerinizin yaptıkları sebebiyledir; oysa bir çoğunu da affediyor. ”
İşte insanı derinden ilgilendiren en önemli konulardan biri. Kur’an bu konuya nasıl yaklaşıyor ?
Alın yazısı denen bir şey var mı?
Varsa nedir? Eğer yoksa kader nedir?
Bu konuyu Kur’an ayetleri açısından incelemeden önce şunu belirtmekte yarar var; eğer bir konuda araştırma yapmak istiyorsanız, o konu ile ilgili, bir tek ayete değil bütün ayetlere bakmak gerekir. Örneğin Kur’an’da bir ayetin herhangi bir yerinde “kadınlarınızı dövün!” der. Fakat o konudaki bütün ayetleri taradığınızda ortaya öyle bir şey çıkar ki, kadınları dövmek nerdeyse imkansızlaşır.
Örneğin siz hiç peygamberimizin bir kadını dövdüğüne dair bir hadis duydunuz mu? Bu konuda çok bunalıp kınldığında bile yaptığı şey sadece bir süre biraz o kadından uzak durmak olmuştur.
Yine başka bir yerde “Kafirleri gördüğünüz yerde öldürün!” der. Bu da belli bir dönemde, belki de anlaşmalarım bozmuş olan Mekkeliler için indirilmiş bir hükümdür.
Kader konusunda da durum aynıdır.
O yüzden kader konusunu incelerken konuyla ilgili bütün ayetleri taramak ve onlar üzerine (yine Kur’an’m ruhuna sadık kalarak) düşünmek gerekir.
Ve buradan çıkan sonucu hayat pratiğine uygunluğuyla da test ederek kontrol etmek gerekir.
Nisa suresi 62 - Ya ellerinin yaptığı yüzünden başlarına bir bela geldiği zaman halleri nasıl olacak?”
Zuhruf suresi 30 - Başına ne musibet geldiyse, kendi ellerinizin yaptıkları sebebiyledir; oysa bir çoğunu da affediyor.”
Zümer suresi 70 - Herkes ne iş yaptıysa, karşılığı kendisine ödenmiştir ve O onların ne yaptığım en iyi bilendir.
70- Bir kimse kendi yaptıkları yüzünden azabın pençesine düşmeye görsün!
48- Öyle ki, yaptıkları işlerin kötülükleri karşılarına çıkmış ve alay edip durdukları şeyler kendilerini kuşatmıştır.
Şimdi bu ayetlerden şu anlaşılıyor ki insan kendi kaderini kendi elleriyle yapıp ettikleriyle oluşturur. “Başına ne geliyorsa kendi yüzündendir”. (Buraya dikkat lütfen, “BAŞINA NE GELİYORSA KENDİ YÜZÜNDENDİR!”
İyi ya da kötü. Musibet ve belalar insanın kendi eylemlerinin ve düşüncelerinin sonucu olduğu gibi, nimet ve güzellikler de yine insanın kendisindendir.
Hal böyleyken neden insanların çoğu kaderci?
Hatta neden kaderciliği bir tür dindarlık olarak savunuyor ve sunuyorlar?
Kaderciliğin tevekkülle, Allah’a inançla bir ilişkisi olduğunu düşünüyorlar?
Neden her işten Allah’ı sorumlu tutuyorlar?
Neden iradelerini ve akıllarını kullanmıyorlar?
Bu durumd. t mesela İstanbul’u almak için bin bir çareler düşünen Fatih duıdar biri olmamış mı oluyor?
Niye tevekkel olup yerinde oturmuyor da? Gemileri karadan yürütmeye çalışıyor? Surlan yıkmak için dönemin en son teknolojik buluşu olan toplan geliştirmek için uğraşıp duruyor? Bir deniz savaşı yapmaya giriştiği karşıt güçlere yenilince, “Eh ne yapalım demek ki kader buymuş!” deyip boynunu büküp oturmuyor?
Hatta neden Hazreti Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem], Mekke’li müşriklerle savaşmak için bir toplantı yapıyor da savaş stratejisi konusunda toplantılar yapıp kafa patlatıyor?
Biz ondan daha mı fazla Müslümanız? Ya da onlar bizden daha
az mı Müslüman?
Fatih Sultan Mehmet Müslüman değil mi? Eğer değilse biz onunla niye övünüyoruz bir çağ kapatıp başka bir çağ açan biri olarak?
İşte kader konusunda, belki kafa karışıklığını açıklayabilecek, sanki ilk ayetlerle çelişiyor gözüken, ikinci tarz ayetler.
Ankebut suresi 62- Allah, kullarından dilediğine rızkı keser, dilediği kimse için de kısar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi bilir.
Fatır suresi 2- Allah insanlara her neyi açmışsa, artık onu tutacak, kısacak yoktur. Her neyi de tutup kısarsa, artık onu da onun ardından salacak yoktur. O, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.
Yine Fatır suresi 8- Allah, dilediğini şaşırtır, dilediğini
de doğru yola çıkarır. O halde onlar için üzülerek kendini helak etne (Eimaldi hamdi). O halde canın onlar için üzüntülere dalmasın (Y.N.Ö). Çünkü Allah, onların bütün yaptıklarını bilir.
Zümer suresi 52- Hala, Allahın rızkı dilediğine açtığını ve kıstığını bilmiyorlar mı? Şüphesiz ki bunda iman edecek bir topluluk için ibretler vardır.
Bu ikinci tip ayetler sanki insanın kaderi kendi elinde değilmiş, tümüyle Allah’ın elindeymiş fikrine sevk ediyor gözükmekte. Sanki ilk bölümdekilerie İkinciler birbiriyle çelişiyor gibi.
Oysa biraz dikkatli bir şekilde inceleyip DÜŞÜNDÜĞÜMÜZDE, aslında bir çelişki olmadığı birbirini tamamladığı çıkar ortaya.
Dediğimiz gibi bunun için biraz DÜŞÜNMEK gerekir.
Eğer kaderimiz Allah tarafindan belirleniyorsa, bizim bu konuda hiçbir dahlimiz yoksa, o zaman bir katilin şöyle demeye hakkı olmaz mı? “Ne yapayım Allahım! Bu benim senin tarafindan ahuma çizilen yazımmış.”
O zaman hesap gününde günah sevap tartısında günahları ağır çeken biri şöyle diyemez mi? “Benim yaptığım kötülükler ve yapamadığım iyilikler senin sayende (yüzündendir). O yüzden beni sorumlu tutamazsın ya Rab!”
Hatta peygambere bere karşı çıkan kişiler aynı mantığı
kullanarak Müslümanlığa direnç gösteriyorlardı. Böylece akıllarınca Allah'ı açmaza sokuyorlardı.
Nahl suresi 35 de, Allah’a ortak koşanlar dediler ki; “Eğer Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız, O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O’nun izni olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık. ” Bunlardan öncekiler de böyle yaptılar.
Mü’min suresi 58 de şöyle diyor, “Kör ile gören; intan edip iyi işler yapan kimselerle kötülük yapan bir olmaz. Siz çok az düşünüyorsunuz.
Teğabün suresi 11- Allah ’ın izni olmadan hiçbir musibet değmez. Her kim de Allah ’a iman ederse, O onun kalbine hidayet verir. Allah her şeyi bilir.
İkinci grup, yani kaderin Allah tarafından belirlendiği söylenen ayetlerin hepsinin sonunda çoğunlukla hep benzer ifadeler kullanılır; bilen, güçlü ve hikmet sahibi!
Yani eğer Tanrı birinin rızkını daraltıyor ya da genişletiyorsa bunu o kişi hakkmdaki tüm bilgileri bilerek yapıyor. O kişinin tüm niyet, arzu ve eylemlerini, derin inançlarını bilerek yapıyor. Ve bunu da hiçbir zaman hiçbir kimseye haksızlık yapmadan yapıyor.
Nitekim Zilzal suresi 7 de, “Her kim, zerre kadar bir hayır işlerse onu görecek. Ve 8 de her kim, zerre miktarı kötülük işlerse onu da görecek. ” diyor.
İnsan, kendi düşünce ve eylemlerinin tam olarak farkına varmadığı için, başına bir şey geldiğinde bunun kendisi tarafından oluşturulmuş, Kur’an tabiriyle “KENDİ ELİYLE” yapılmış bir şey olduğunu fark etmiyor.
Peki neden?
Hatırlayın İslam kelimesinin anlamını incelerken, “kendi
özüyle bütünleşmiş” tabirini kullanmıştık.
Ancak kendi özüyle bütünleşen kişi; huzur, barış ve teslimiyet içinde olur. Yani gerçekten Müslüman olur.
Peki kişinin kendiyle bütünleştiği nasıl anlaşılır? Bu neyle ölçülür?
Kendi özüyle buluşan kişi, kendi bilinçaltıyla bağını kuran, orada olup bitenlerin farkında olan kişidir. Ve bunun en önemli işareti DÜRÜSTLÜKTÜR!
Yalan söylememek, gerçeği kendi nefsinden daha çok sevmektir.
Böyle olunca o kişi daha derinde var olan Evrensel Zekanın (Tanrının hareket halindeki zekası) yasalarının farkına varır.
Bu yasaların en önemlisi Hak ve Adalet yasasıdır. Bu konu o kadar önemlidir ki. Allah'ın bir başka adı da bu yüzden Hak! tır.
İnsan eliyle düzenlenmiş bir anayasada insan hayatı ile ilgili her konuda cezai hükümler nasıl madde madde belirtilmişse. Kur’an da da bu evrensel ilkelerin neler olduğu, neredeyse matematik bir kesinlikle belirtilmiştir.
Bu ilkelerden şöyle söz edilir Kur’an’da,
Leyi suresi 8- Ama her kim cimrilik yapar ve kendini ihtiyaçsız görür, 9- Ve en güzel olanı yalanlarsa, 10- Onun da, en zoruna uğramasını kolaylaştırırız.
Bakın burada bir kimsenin zorluklara uğramasının sebeplerinden birini (hepsi bu değil) açıklıyor.
İşte o kimse bu zorluğa uğradığında bunun sebebini anlayacak durumda olmayacağı için. Ona verilecek cevap “Allah istediğini yapar!” dır.
Yani o zaman kişiye ikinci grup ayetlerdeki mantıkla cevap verilir.
Yani ona şöyle demiş oluyoruz böylece, “Evet başına gelen her şey Allah’ın takdiridir.” Ama bu söz, devamını şöyle getirdiğimizde tamamlanmış olur ancak; “Bu sonucu senin ellerinle yapıp ettiklerin hazırladı. Eylemlerinin Allah’ın Evrensel yasaları karşısındaki durumudur bu sonuç.”
Tam da burada Hak yasasına, Dönücülük yasasına ve ortak aile kaderine ömek olabilecek bir örneği anlatmak yararlı olacak sanıyorum.
Genç bir kadın bir seminerimde bazı sorunlarından söz etti. Bu arada da parmak uçlarında egzama türü bir şey vardı bir türlü geçmiyordu. Bir türlü doğru dürüst bir ilişki de yaşayamıyordu. Kendisiyle ilgilenen kişileri reddediyor, sonra da, “Baba bak işte şu çocuk benimle ilgilendi, ben de ona yüz vermedim!” diyordu. Sanki böyle yaparak binlerini bir şeylerden korur gibiydi.
Hikayesini anlatmaya başladığında hemen herkesin yaptığını yaptı. Kendi dramasının içinde yüreği daralmış bir biçimde öylece kalakaldı. Ben ona hep tekrar eden kalıbım sordum. Yani hayatında hep tekrar eden olayların içeriği neydi? Hep şu oluyordu; suçlanıyordu hem de haksız yere ve bu suçlama daha çok kadın erkek ilişkisi sebebiyle oluyordu. Evet işte dra- masının içeriği buydu.
Peki bunun gerisindeki kazancı neydi?
Ortak bilinç düzeyinde bir çalışma yaptık. Biri vardı. Elleri ve ayaklan bağlanmış ve bir yere öylece terk edilmişti. Acı çekmişti, kızgındı. Ve orada yalnız ve unutulmuş bir şekilde ölmüştü. İyi de kimdi bu kişi? Neyle suçlanmıştı? Bunun danışanla ne ilişkisi vardı?
Biraz daha araştınnca Babaannenin konuyla bir şekilde ilişkisi olduğu çıktı ortaya. Ama nasıl bir ilişki bulamadık. Çalışmaya ara verdik. Ben tekrar gelmesi gerektiğini söyledim ona. Bu arada konuyla ilgili bazı bilgiler alabileceğini uyanık olması gerektiğini söyledim. Bir yerlerden bir şekilde konuyla ilgili bilgi gelebilirdi.
Aradan bir süre geçti. Daha önce seminere gelmiş bir yakını arayıp onun durumunun çok kötü olduğunu çevresindeki herkesi sürekli suçladığını, çok sinirli olduğunu söyledi. “Lütfen onunla tekrar görüşün!” diyordu.
İkinci görüşmemiz sırrın aydınlandığı an oldu.
Evet böyle bir şey olmuştu. Köyden bir telefon gelmişti ve aynen bizim çalışmamızda ortaya çıkan duruma benzer bir olaydan söz edilmişti. Babaannesinin komşularından bir kadın başka erkeklerle gezdiğine dair bir suçlamayla karşılaşmıştı. Bunun üzerine kocası evi terk etmiş ve kadın çocuğu
aldınmıştı. Ve çocuk bir bodruma gömülmüştü. Ve bu
dedikoduları yapanların içinde babaannede vardı!
Ortak bilinç düzeyinde oluşturulan babaanne ve iftiraya uğrayan kadın bir araya geldiğinde garip bir şey oldu. Önce ikisi de sanki aralarında bir ilişki yokmuş gibi davrandılar. Bunun üzerine babaanne sevgi kaynağına bağlandı. Yavaş yavaş durum değişti. Babaanne de büyük bir utanç oluştu.
Evet! böyle bir iftira yapılmıştı ve kadın bunu yapanlara beddua etmişti.
Ve bu beddua etkisini göstermiş, sonunda o genç kadının sorun ve sıkıntılarla boğuşmasına yol açmıştı.
KADER VE KUANTUM
Kuantum Fiziği insan kaderi konusunda bir açılım imkanı veriyor mu bize? Bu yeni fizik insan hayatı için çok kritik önem taşıyan kader konusunu açıklamaya yararlı olabilir mi?
Cevap “evet!” dir.
“Fiziğin Taosu” kitabının yazan Fritjof Capra’nm ifade ettiği gibi, “ Kuantum teorisinin can alıcı noktası gözlemcinin atomik fenomenlerin özelliklerini sadece gözlemlemek değil, aynı zamanda bu özellikleri var kılmak için gerekli olduğudur.”
Herhangi bir gözlem ya da ölçüm yapılmadan önce nesne bir olasılık dalgası olarak vardır. Belli bir yeri ve hızı yoktur.
Brian Greene’nin The Fabric of the Cosmos (Kosmosun Dok- susu) adlı kitapta, “Elektronun yerini ölçtüğümüz zaman gerçekliğin nesnel, önceden var olan bir özelliğini ölçmüyoruz. Daha çok, ölçme eylemi ölçülen gerçekliği yaratmada derin bir biçimde iç içedir.”
Artık dış dünya ile gözlemcinin zihni yaratma sürecinde birlikte dans ederler.
İşte bu noktada, “seçim” ve “özgür irade” gibi kelimeler birden bire kuantum olayının bir parçası haline gelirler.
Peki bütün bu sözlerin insan hayatının pratik amaçlan için bir anlamı var mı?
Tabii ki var!
Çünkü o zaman insanın zanları, beklentileri ve korkulan onun hayatının gerçeği olacaktır.
Bakın, Kur’an nerdeyse bir kanun kitabı kesinliğiyle bir liste çıkartıyor acı bir kaderi hak eden bilgisizler için;
Kalem suresi, 10- Tanıma şunlardan hiçbirini; çok yemin eden aşağılığı
(çok yemin ettiğine göre, bir de Allah ’ı anarak yapıyorsa bunu, çoğunlukla yalanını gizlediği içindir)
Gammaz, koğuculukla gezeni.
(İnsanlara iftira atıp, dedikodu yaparak birbirlerine düşürür.
Huzuru ve barışı bozar.)
Hayra mani olan, saldırgan, günah yüklü olanı.
Zorba, üstelik kötülükle tanınmış olanı.
Mal sahibi olmuş ve oğullan var diye,
(Aman dikkat burada her mal sahibi olan, her kalabalık bir ailesi olanı kast etmiyor. Kimi? Cevabını aşağıdaki ayette veriyor.)
Karşılarında ayetlerimiz okunurken; “Eskilerin masalları” dedi
Ve bu kez de, tam olarak anlatabilmek için, kimin hangi sebeple bela ve sıkıntıya maruz bırakıldığını göstermek için anlatıyor o harika uslubuyla.
Kelam suresi 17- Haberiniz olsun ki biz, o bağ sahiplerini belaya uğrattığımız gibi, onlara da bela vermişizdir. (Bir önceki ayetlerdeki Ad ve Semud kavmini kast ediyor.)
Bir istisnada bulunmuyorlardı (yani çok emindiler kendilerinden)
Derken, onlar uyurken Rabbinden bir dolaşan ona dolaşıvermişti. (belki de bir hortumu kast ediyor ya da başka bir şeyi)
Sabaha kadar o bağ, yanarak simsiyah kesilmiş bir hale dönüvermişti.
Derken sabaha yakın birbirlerine seslendiler.
“Haydi, ekininizi biçecekseniz erkenden koşun” dediler
Hemen fırladılar, şöyle fisıldaşıyorlardı;
“Sakın, bu gün aranıza şu yoksullar sokulmasın ” diyorlardı.
Ve engellemeye kadir oldukları halde erkenden gidiverdiler
O bağı gördükleri zaman “herhalde biz yanlış gelmişiz” dediler
“Yok, biz mahrum bırakılmışız. ”
Onların en mutedil olanları; “Ben size, tespih etmeniz gerekmiyor mu, dememiş miydim?” dedi
Dediler ki: “Ey Rabbim! Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler zalimler mişiz. ”
Sonra dönüp kendilerini kınıyorlardı
Dediler ki: “Yazıklar olsun bizlere! Doğrusu bizler azgınlarmışız. ”
“Umulur ki Rabbim bize onun yerine daha hayırlısını verir. Şüphesiz ki biz, bütün teveccühümüzü Rabbimize çeviriyoruz. ”
Yukarda anlatılan hikayedeki kritik cümle “bu gün aranıza şu yoksullar sokulmasın” dır. Bu cümle aynı zamanda belanın sebebini de açıklar.
Demek ki, kendi zenginliklerinden başkalarına da vermemek, paylaşmamak, onları düşünmemek, Tanrı katında bir cezayı gerektiriyor.
Bu durumda aralarından bir kaçı bağlarının başına gelen bu yıkımla kendi davranışları arasında ilişki kuruyor.
Ve böylece Tanrının bu cezadaki amacı yerine geliyor; öğretmek. Kendi yasasını öğretmek. Ve bununla birlikte eğer insan mutlu ve huzurlu yaşamak istiyorsa nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda bilgilendirmek.
Nedir kendi yasası?
Bütünlük. Her şey Bir ve Bütün.
Fakat görünüşte bir ayrılık ve farklılık var gibi.
E o da Allah’ın sınav sorusu işte!
DOLANIKLIK ÖZELLİĞİ VE BÜTÜNLÜK YASASI
Dolanıklık teorisi Kuantum Fiziğinin en gizemli ve en önemli kısımlarından biridir.
Esası, iki foton parçacığının birbirlerinden uzakta olmalarına rağmen birbirlerinden haberdarmış gibi davranmalarıdır.
Diyelim bir foton parçacığını ikiye bölüyoruz ve birini yalıtılmış bir ortamda bir bilgiyle yüklüyoruz. Ya da bir hareketi yapmaya zorluyoruz. Aynı anda yine yalıtılmış bir bölümde tutulan diğer parça da kendiliğinden aynı hareketi yapar.
Fizikçiler bu işin nasıl gerçekleştiğini sordular. Nasıl oluyor da bu iki parça ilişki kuruyordu? Acaba ikisi arasında haberleşmeyi sağlayan bir ağ mı vardı?
Sonunda ortaya çıkan sonuç şaşırtıcıydı. Aslında bütün foton parçacıktan tek bir fotondan ibaretti. Fakat biz onların ayn olduklarını zannediyorduk.
Buradan şöyle bir sonuç çıkabilir miydi; eğer parçacıklar “dolanık” sa zihinler de dolanık (bütün) olabilir miydi? acaba Dr. Dean Radin’in düşündüğü şey tam da buydu. “Entangled Minds” (Dolanık Zihinler) adlı kitabında bu konuda yapılmış deneylere yer verdi.
Labaratuarda bir test yapıldı. İki kişiden bir süre sürekli birbirlerini akılda tutmalarını istendi.
Bundan sonra iki özne ayrıldı ve aralarında hiçbir fiziksel iletişimin mümkün olmadığı iki farklı yere gönderildi. Bilim adamları onları psikolojik olarak birbirlerine bağladı. Radin şöyle diyor: “ Birini dürtükleyince, öteki tepki veriyor mu görmek istedik. Ortaya çıktı ki birini dürtükleyince öteki tepki veriyor. Bu, aynı yerde olmamalarına rağmen iki kişinin hala dolanık (bütün) olduğunun bir kanıtıdır.
Kur’an Allah’ın kendi yasaları bakımından suç teşkil edecek “yasa ihlallerini” sıralamaya devam ediyor.
Maun suresi bu konuda tam bir özet niteliği taşıyor;
O Dini yalanlayanı gördün mü?
İşte yetimi iten odur.
Yoksulu doyurmak için kayırmaz.
Fakat o namaz kılanların vay haline!
Onlar, namazlarında yanılmaktadır.
Onlar gösteriş yaparlar.
Ve en ufak yardıma mani olurlar.
Demek ki yetimi iten, yoksulu doyurmayan, namazı gösteriş için kılanların geleceklerine Yaratan bir kader planı yapıyor. Bu eylemlerinin karşılığını onlara ödetmek üzere.
Bu durumda öyle bir kişi sıkıntıya belaya düştüğü zaman, neden? diye sorduğunda, eğer hazır değilse bunun nedenini anlamaya, ona söylenecek en iyi cevap yine aynı olacaktır, “belayı da iyiliği de veren O’dur.”
Çünkü eğer açıklamayı anlayacak olsaydı eylemi gerçek- leştirmezdi.
Nitekim Hadid suresi 22 de, yeryüzüne ve kendi nefsinize isabet eden hiçbir musibet yoktur ki, biz onu uygulamaya koymadan evvel bir kitap ’ta yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah ’a göre kolaydır.
Evet burada da Tanrı işte kendi yasa kitabından söz ediyor. Yani insanların eylemleri ve onların karşılıklarını belirleyen kitap.
CİMRİLİK
Ali İmran 180-Allah ’ın kendi lütfundan bahşettiği şeyde cimrilik yapanlar, sakın onu kendileri için hayır sanmasınlar! Hayır o onlar için bir şerdir. Yarın kıyamet günü o kıskandıkları mal, boyunlarına tomruk edilip geçirilecek Kaldı ki, göklerin ve yerin mirası hep Allah ’ındır ve Allah, yaptıklarınızın hepsinden haberdardır.
Nisa suresi 29- Ey iman edenler! Kendiliğinden anlaşarak yaptığınız ticaret hariç, mallarınızı haksız bahanelerle yemeyin.
Bir danışanım borçlarından ve ticaret hayatındaki tıkanıklardan şikayet ediyordu. Kendisiyle birkaç çalışma yaptık. Bu arada gitmediği danışman, denemediği teknik kalmamıştı. Bir süre sonra bazı şeyleri henüz çözememiş olduğumuzu fark ettik. Sonunda biraz daha derinlemesine bir çalışma yapmaya karar verdik.
Ticarette yaşadığı bu sorunlar için atalarına kadar gittik. Orada çıkan şey, dedelerinden birinin birine haksızlık yapmış olduğu idi. Sonra tam da bu sırada kendisinin de benzer şeyler yapmış olduğunu fark ettik. Yani bu durum ayan beyan meydana çıkıyordu ortak tür bilinci düzeyine bakınca. Fakat kendisi bunu şiddetle reddetti.
Bunun üzerine ben de çalışmaya ara verdim. “Hocam bitirseydik şu işi!” dedi. Bunun benimle pek ilgisi olmadığım, tamamen kendi farkındalığı ile ilgili olduğunu söyledim. Yine anlamamıştı. Biz de çalışmaya belirsiz bir tarihe kadar ara verdik. Yaklaşık on beş gün sonra tekrar bir araya geldiğimizde biraz süngüsü düşmüş gibiydi. “Evet” diye söze başladı. “Ben alacaklarımı tahsil etme amacıyla onlara biraz sert ve acımasız davrandım. Paramı geri alamayacağım korkusu ile bir baskın gibi mallarım haciz ettirdim. Hatta bunu sadece bir kişiye değil, birkaç kişiye yaptım.” Sonra beni şok eden başka bir şey daha söyledi, “Hatta yurt dışından ithal ettiğim bazı mallan sanki yeniymiş gibi yeni ürün fiyatına sattım.”
Tam bu sırada gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı.
Kendiliğinden. O da ağlıyordu.
Belki de ben o anda bu farkındalık ve pişmanlığın onun hayatını kurtaracak kritik duygu olduğunu hissetmiştim.
ZİRVEDEN EN DİBE DÜŞEN ADAMIN HİKAYESİ
İzmir’de oturduğum yıl seminer için Manisa’ya gitmiş akşam eve dönüyorum.
Daha şehirden çıkmadan yol üstünde bir adam el kaldırıp otobüse bindi. Doğruca yanıma gelip oturdu. Değişik bir adamdı. Her tarafı kıl doluydu bir kere. Saçı sakalı. Elinde kalın bir siyah çanta ve üstünde pardesü vardı.
Yanıma oturur oturmaz konuşmaya başladı. Ve ininceye kadar hiç susmadı yol yaklaşık kırk dakika falandı.
Önce karısıyla kavga ettiğini ve ona, “Benden ne istiyorsun be kadın?” diye sorduğunu ve kapıyı çarpıp çıktığını söyledi. Belli ki tartışmışlardı.
Tıbbi malzemeler pazarladığını söyledi. İzmir’e iş için gidiyordu.
“Bir zamanlar işlerim çok iyi idi” dedi. Adana’da aynı işi yapıyordum. Müthiş kazanıyordum. Para oluk gibi akıyordu. Öyle güçlü ve yıkılmaz hissediyordum ki kendimi! Bir ara, “Beni Allah bile yıkamaz!” dedim.
Sonra birden bire tuhaf bir şey oldu. Bir ihaleyi alamadık. Hâlbuki çok çantada keklik gibiydi bizim için. Çekler dönmeye başladı. Alacaklarımızı alamadık. Hızla eriyordu elimizdekiler. Ve hacizler başladı. Ben her şeye kahrettim. Bir arkadaşım vardı. Onunla Toroslara çıktık. Orada yaşadık tam bir yıl. Bir mağarada. Meyve topluyor, hayvan vuruyorduk. İlkel insanlar gibi yaşıyorduk. Bir gün aramızda kavga ettik. Belli ki artık sıkılmıştık o hayattan ve birbirimizden. Tekrar döndük şehre. İşte ben de şimdi elimde çanta şehir şehir dolaşıyorum böyle.”
Otobüs ne zaman Bornova’ya geldi bilmiyorum. Adam bindiği gibi aniden indi otobüsten. Benim kafamda bin bir düşünce eve vardım.
O olayı düşündükçe hep bir tuhaflık sezerim. Bir kere adam pek oralara ait değil gibiydi. Giyimi, kuşamı daha çok bir Avrupalı gibiydi. Sakalları falan. Sonra hikayeyi anlatışında garip bir rahatlık vardı. Sanki bir başkasının başından geçen bir şeyi anlatıyordu. Öylesine soğukkanlı ve mesafeli bir uslubu vardı.
Fakat hikayesindeki mesaj hiç aklımdan çıkmadı; Ne kadar akıllı olsan, ne kadar başarılı olsan Allah’tan büyük değilsin. Büyüklenmeyecek, böbürlenmeyeceksin.”
Bizim kültürümüzde Hızır karakteri vardır. Aniden ortaya çıkar. Size yardım eder ve aniden kaybolur. Hızır çeşitli kılıklara girebilir. Ama kritik bir anda tam da sizin ihtiyacınız olan mesajı vererek, ve bunu da hiç hissettirmeden yaparak görevini yerine getirir.
O adam Hızır mıydı bilmiyorum. Ama bana çok büyük bir mesaj verdi. Ve bu mesaj resmen aklıma çivi gibi çakıldı.
Ben her zaman, yeri gelince her insanın bir Hızır olabileceğini ve her saatin eşref saat olduğunu düşünürüm.
Bakın büyüklenenler için Kur’an ne diyor;
Araf 146’ da - “Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri, ayetlerimizden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de, ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu tutmazlar, ama sapıklık yolunu görürlerse onu yol edinirler. İşte böyle! Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanlamayı adet edinmişler ve onlardan sürekli gafil avlanmışlardır.”
Ve devam ediyor Kur an hangi davranışların ne gibi sonuçlar doğuracağını açıklamaya.
İşte Tanrı katında büyük bir cezayı gerektiren bir davranış, Nisa suresi 93- Her kim bir mü’mini kasten öldürürse, artık onun cezası ebedi olarak cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanetlemiş ve çok büyük bir azap hazırlamıştır.
Ve sonunda her iki tür ayeti de hem kaderci hem özgürlükçü bir çimento gibi birleştiren kilit ayete geldi sıra;
Enfal suresi 53. Ayet, “Allah bir topluma ihsan ettiği bir nimeti, onlar kendilerindeki nimete eriş sebebini değiştirmedikçe, değiştirecek değildir ve Allah, her şeyi işiten bilendir. ”
Şimdi bu önemli ayeti biraz yakından inceleyelim.
Allah bir topluma nimet veriyor.
Bunu bir sebeple yapıyor.
Bunu o toplumun belli düşünce ve davranışları sebebiyle yapıyor.
Nereden biliyoruz? Çünkü nimete eriş sebebi ONLARA ait, yani o topluma.
Diyor ki Yaratan “Ben ancak bu nimeti size veriş sebebini SİZ değiştirmedikçe BEN bu nimeti sizden kaldırmam.”
Buradan şunu anlıyoruz ki başımıza gelen şeyler bizim seçimlerimiz sonucunda Tanrının takdiri ile olmaktadır.
Biz neyi hak ediyorsak O bize onu veriyor ya da vermiyor. Bu çok açık.
Ama çoğunlukla insanlar kendi düşünce ve duygularının, inançlarının farkında olmadıkları için, bu ilişkiyi fark edemiyorlar.
RUHBİLİMİN DİNLE BULUŞMASI
19. yüzyılda Ingiltere’de başlamış olan Spiritüel araştırma ve incelemeler, Ruhbilim adıyla anılan bir bilgi sistemini insanlık kültürüne kattı.
Bu araştırmayı yapanların bir kısmı da Crookes tüpünün bulucusu William Crookes, Allan Kardec gibi bilginlerdir.
Medyum vasıtasıyla alınan bu bilgiler, ruhsal dünya ile ilgili geniş bilgiler sunar bize. Neredeyse Öte Alemin geniş bir coğrafyası çıkartılmıştır.
Bu bilgiler Kur’an da sözü edilen cehennem tasvirleriyle büyük benzeşmeler gösterir.
İnsanların dünyada yaşarken temel duygulan neyse, öte alemde de aynı duygulan yaşıyorlar. Fakat bu duygular, iyi ya da kötü belki bir kere büyütülmüş bir kere karşılarına çıkıyor.
Çünkü öte alemdeki evrensel yasalarla buradakiler aynı. Orada da Kuantum Fiziği geçerli (hatta orası tamamen kuantum fiziğinin geçerli olduğu bir yer)
Yani insanların düşünceleri gerçek oluyor. Dünyada bu işleyiş daha ağır ve zahmetli, orada (ahirette ise çabuk). Hemen hemen düşünce ile onun sonuçları arasındaki zaman sıfır gibi. Yani düşündüğünüz şey hemen gerçek oluyor.
Rüyalar, aslında bu alemin işleyişi konusunda bize ipucu veriyor.
Orada da duygular sembolik anlatımla karşımıza çıkmıyor mu? Orada da örneğin suçluluk duygusu, pişmemiş bir eti yemek zorunda kalması şeklinde karşımıza çıkıyorsa, eğer içinizde tuttuğunuz bir öfke varsa. Bu öfke sizi sokmak üzere takip eden bir arı ordusu şeklinde karşınıza çıkıyorsa, öte alemde de (ahiret) duygular gerçek bir yaşantı gibi somut olaylar şeklinde sizi rahatsız etmeye devam ediyor.
Azapların en büyüklerinden biri ise katillerin yaşadıkları. Tıpkı yukarıdaki ayette anlatıldığı gibi katiller, öldürdükleri kişilerin gözlerini sürekli üzerlerinde hissediyorlar, ellerindeki kan hiç silinmiyor. Ne kadar yıkasalar çıkmıyor bu leke. Nereye giderlerse gitsinler maktulün sitem dolu bakışını üzerlerinde hissediyorlar. Aslında bu onların vicdan azabı.
Çünkü birisini öldürmek demek bütün insanlığı öldürmek demektir aslında.
Öldüren kişi öldüğünde bütünlük alanının farkına varır.
Ya iyilik, iyi davranışlar, ödüle layık tutumlar neler?
İşte Kur’an’ın açık seçik ayetleri:
Bakara suresi 62. Ayette- Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Nasraniler ve Sabiiler’den her kim Allah’a ve Ahiret gününe gerçekten iman eder ve iyi bir iş yaparsa, elbette bunların Rablerinin katında mükafatları vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar üzülmeyeceklerdir.
İlginç bir ayet. Bir kere özellikle vurgulanan şey, inanıp iyi işler yapmak. Başka bir deyişle iyi bir iş yapmanın aslında inanmanın en temel ve şaşmaz bir ölçüsü olduğu gerçeği.
Burada ilgi çekici olan diğer şey, Tanrı etikete bakmıyor, kimin ne olduğundan çok ne yaptığıyla ilgileniyor. Ona göre hüküm ve değer veriyor ve ona göre bir kader belirliyor. Bu kader de korku ve üzüntünün yaşanmayacağı bir kader oluyor. Yani sevinç ve huzur dolu bir yaşam.
Çünkü Allah’a ve ahiret gününe (dikkat edin her ikisi de gözle görülüp elle tutulan somut şeyler değiller ancak düşünen akıl sahiplerinin ve arınmış temiz bir kalbe sahip olanların bileceği gerçeklikler) inanmanın gerçek ölçüsü iyi işler yapmaktır ve iyilik yapmaktır.
EVRENSEL YASALARA GÖRE İYİ DAVRANIŞLAR
İşte evrensel yasalara göre yapılması gereken davranışlar:
Bakara 177- Yüzlerinizi bir doğu tarafına, bir batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Fakat iyi o kimsedir ki, Allah ’a ahret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, biçarelere, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve malını vermekte, hem namaz kılmakta, hem zekat vermektedir. Bir de sözleştikleri vakit sözlerini yerine getirenlerdir. Hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetli anında sabredip direnenler var ya, işte doğru olanlar bunlardır, işte sakınan tak- valılar bunlardır.
Bakara suresi 83- Bir vakit İsrailoğullarından, “Allah ’tan başkasına tapmayın. Ana babaya, yakınlara, öksüzlere ve biçarelere de iyilikte bulunun. İnsanlara güzel sözler söyleyin, namazı kılın; zekatı verin ” diye kesin söz almıştık Sonra, çok azınız hariç sözünüzden döndünüz; hala da dönüyorsunuz
Bir başka ayet:
Ali İmran Suresi 114- Allah’a inanırlar, ahiret gününe inanırlar, iyiliği emredip kötülükten men ederler ve iyiliklere koşuşurlar. İşte bunlar iyilerdendir.
Ali İmran 134- O takva sahipleri ki; bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, kızdıkları zaman öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Allah da, iyilik yapanları sever.
Yukarıdaki ayetlerde ortaya çıkan gerçekleri alt alta yazarsak .
- Yüzlerini doğuya batıya çevirmek iyilik değil.
Peki nedir iyilik? sonra da bunu sıralıyor.
Allah’a
Ahirete
Meleklere
Bütün kitaplara
Peygamberlere
iman etmek ve sonra sıra somut iyi işlere geliyor.
Öksüzlere
Biçarelere
Yolda kalmışa
Dilenenlere
mallarını seve seve harcayanlar.
Daha sonra;
Sözleşmelerini yerine getirenler
Sıkıntı ve hastalık anında sabredip direnenler
İyilik ve iyi davranışlar konusunda II. kitapta daha geniş bir araştırma yapmak üzere burda bırakıyoruz.
İyilik
Kur’an da müminler için çok sık tekrar edilen motif, “inanıp iyi şeyler yapanlar” dır.
Cennete girmenin de ölçüsü budur, Müslüman olanın da. Çünkü inanan insanın inanmışlığının ölçütü iyilik yapmaktır. Yoksa öyle “ben inanan bir kişiyim!” diye gerim gerim dolaşanlar, bir üretimleri, iyi işleri yoksa kayda geçmiş, bu gururlan boşa olur.
Yolda kalmışa, fakire, yetime, öksüze, muhtaç olana yardım etmek bu bakımdan önemlidir. İnsana bencilliğini aşma imkanı verir. Ya da zaten bu eylemi onun ben boyutundan biz boyutuna geçmiş olduğunun kanıtı olur.
Güçlüye, zengine, itibar ve iktidar sahibine yardım ettiğinizde, onun size bu iyiliğinizin karşılığını fazlasıyla geri vereceğini bilirsiniz. Değerli olan, asıl değerli olan bu iyiliğinize karşılık veremeyecek olan birine yaptığınız yardımdır.
Aslında iyilik, bir insanın kendisini gerçekleştirme biçimidir. Bir ağaç nasıl meyve veriyorsa, insan da iyilik yapar. Yapmalı.
Peki o zaman inanmak ne oluyor bu noktada?
Kur’an bunu da açıkça belirlemiş; Allahın varlığına ve birliğine ve öldükten sonra dirileceğimize inanmak. Ve iyilik ve kötülüğün dönücü olduğuna inanmak. Çünkü bir başkasına iyilik yapmanız, o kişinin de sizin bir parçanız olduğuna inanmanız gerekir. Bunun için de Birlik Bilincine sahip olmanız gerekiyor. Ya da Birlik Bilincine sahip olan kişi iyilik yapar zaten otomatik olarak. Birlik Bilinci, işte “la ilahe illallah” da saklı olan bilgidir.
Yoksa bu kelimeyi hiç düşünmeden öylesine tekrar etmek değil.
Biz bile şu beşer halimizle, bir insanı değerlendirirken, o kişinin söylediğinden çok yaptığına bakıyorsak, Allah her halde kişinin ağzından çıkan sözlerden daha çok yaptıklarına bakma yeteneğine sahiptir, öyle değil mi? Aslında anlamını düşünmeden öylesine bu kelimeyi boş boş tekrar eden, Allah’ın her şeyi hakkıyla işittiğini ve bildiğini bilmeyen biri olduğunu ilan etmiş olmuyor mu? Yani inanmayan biri.
Siz hiç, hiç denemeden sınamadan, “seni seviyorum!” diyen birine inanıyor musunuz?
İşte Allah’da öyle yapıyor.
İnsanların inancını sınıyor bu şekilde.
Darda kalınca, zorda kalınca, sıkıntı ve afet zamanlarında. Savaş sırasında belli olur insanın gerçek inancı.
Bu yüzden kitapta inanan insanların, ya da inandığını söyleyen insanların hep sınandığını söyler.
İyilik, güneş ışığı gibidir. Yakıcıdır. Belli oranda güneş size hayat verir, güçlendirir. Ama belli dozdan sonrası yakıcıdır. Bu sebeple, “merhametten maraz doğar!” denmiştir.
Nasıl güneşten dünyaya gelen ışınlar filtre ediliyor, süzülüy- orsa, iyilik de aynı şekilde yapılmalı.
Karşınızdaki kişi hak etmeden, çaba göstermeden fazladan iyilik yaparsanız, o kişiyi asalak haline getirirsiniz. Onu güçsüz düşürürsünüz. Hatta emin olun bu yüzden o kişi size bir süre sonra düşman kesilecektir.
Çünkü ona fazladan verdiğiniz şeylerin altında ezmiş oldunuz böylece onu.
Bütün insanlar dünyada tekamül etmek için bulunuyorlar. O halde iyilik, insanların tekamüllerine yaptığınız katkıyla ölçülür ve aynı şekilde kötülük de insanların tekamüllerini ne derece engellediğinizle ölçülür.
Bu sebeple Tanrı’nın vahyini çıkar karşılığı değiştirenler, en büyük kötülüğü işlemiş olurlar. Çünkü onlar böylelikle insanların sadece birkaçı değil, binlercesinin ve sadece bir neslin değil nesiller boyunca tüm insanların gerçek bilgiden mahrum edilmesine sebep olurlar.
Bu yüzden de o kişilerin veballeri büyüktür.
İYİLİK KARŞILIK BEKLEMEDEN EN İYİYİ VERMEKTİR.
Kendiniz için uygun görmediğiniz defolu, kırık dökük şeyleri başkalarına vermek marifet değildir aslında. En iyisini vermek gerekir.
Ve bunu yaparken herkese ilan etmeden yapmalı. Hatta bir elin iyilik yaparken öbürü bunu duymamalı bile. O zaman o gerçek iyilik olur.
Çünkü iyiliğin karşılığı o eylemin içinde saklıdır. Bunu fark etmeyen zaten işte o söylenen “inanmayan” sınıfına girer aslında.
Bu yüzden bu bilgiden yoksun olan kişi yaptığı iyiliği ilan ederek bir çıkara dönüştürür, inanan kişi ise bundan hiç kimseye söz etmez bile.
İyilik, aynı zamanda evrensel akışı sağlar. Veren el boş kalmaz yani. Aslında verdikçe alırsınız.
Ben şimdi bildiğim bir çok şeyi başkalarına verdiğim seminerlerde öğrendim desem yalan olmaz. Yıllardır, karşımdaki topluluğa, az çok demeden, iyi kötü demeden, canı gönülden aktarmaya çalıştım bildiklerimi. Bir yandan da herkes bana bir şey öğretti.
Mesela İzmir’de yaşarken sadece iki kişi için Ankara’ya
eğitime gittiğim günü hatırlıyorum. O seminerde Kuantum iyileşme ile ilgili o kadar yeni şey keşfetmiştim ki?
Yerine koyamayacağınız endişesi ile ne kadar sıkı tutarsanız elinizdekiler o kadar kayıp gider, zayi olur.
KADER ÇALIŞMASI
Ailenizde yaşanmış olaylar ortak bilinçaltında sizi de etkileyeceğinden, (ya da siz o aileyi belli bir amaçla seçip geldiğinizden) aşağıdaki maddeleri incelemenizde fayda vardır.
Ailede cinayet var mı?
Cinayet, bir aile hatta bütün bir nesil için silinmesi zor bir ağınlık yaratır.
Bu durumda sanki ailenin diğer fertleri bu günahı ödemek üzere çeşitli hastalık ve sıkıntılar yaşar.
Hatta bir çok intihar vakasının sebebi de bu olabilir.
Şizofreni vakalarının bu sebeple ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Ailede dışlanan, hor görülen, reddedilen biri var mı?
Ailenin kurallarına, yaşam biçimine ters düştüğü için uzaklara gitmiş ya da buna mecbur edilen kişilere yapılan bu haksızlığı ailenin diğer bireyleri karşılamak eğilimindedirler.
Asi bir tutum takınmak ya da böyle birinin sorunlarını çözmeye çalışmak gibi bir misyon yüklenebilirler.
Ailede unutulan, kendisinden hiç söz edilmeyen, yokmuş gibi davranılan biri var mı?
İstenmediği için alman bebekler, kaybolduğu için adından söz edilmeyenler, ölümünde belli bir suçluluk payı taşındığı için gizlenen bireyler buna örnektir.
Bu durumda ailenin diğer bireylerinde kayıplar, iflaslar, mutsuz evlilikler yaşanabilir.
Ailede hasta, özürlü, uzun süre yatalak biri var mı?
Örneğin bir kardeş özürlü olduğu için kalan diğeri ya da diğerleri bunun suçluluğunu taşırlar.
Ailede mal paylaşımında kendisine haksızlık yapılan biri var mı?
Üvey evlat olduğu için, kız çocuk olduğu için ya da ailenin kurallarına uymadığı için mal paylaşımından mahrum bırakılan bireylerin yükü geri kalanların üzerine kalabilir.
O zaman bu kişiler neye ellerini atsalar kurur. Sanki üzerlerinde bir lanet varmış gibi hissederler.
Ailede bir başkasına iftira yoluyla haksızlık yapmış biri var mı?
Bir başkasına iftira ederek onun acı çekmesine yol açan bir atanız sizde suçluluk duygusu ve sonunda suçlanmaya kadar giden bir dinamik oluşturabilir.
Bu durumlarda mutlaka haksızlığa uğramış kişilerden gıyaplarında özür dilemek gerekir. Hatta yapılabiliyorsa bunun için çeşitli iyilikler yapmak da düğümü çözebilir.
Unutulmuş kişileri anmak, onlar için dua etmek tören yapmak, onların iyiliklerinden söz etmek de kilidi çözmeye yarar.
9. BÖLÜM
9. BÖLÜM
Bütün büyük dinler ve mistik öğretilerin tek bir amacı vardı: İnsanın mutluluğu!
Bunun için önerilen yol. Tanrının sözünü etmek değildi sadece, ama daha çok bizzat O’nun yeryüzündeki temsilcisi olduğunu anlamaktı.
Bunun içindi her şey.
Çünkü İnsan O’nun özene bezene yarattığı eseri değil miydi?
Her şey birdi, tekti ve bütündü.
Tabii ki İnsan ve Tanrı da öyle.
Dünya tarihi biraz da bu birliği ayrılığa götürenlerle, birliği savunanlar arasındaki mücadelenin tarihiydi.
Bu yüzden mistik çalışmalar yapanlar, diğerleri tarafından kovuşturmaya uğradılar, suçlandılar hatta öldürüldüler.
Bu çok doğaldı bir yerde. Çünkü insan tekamül ediyordu. Bu tekamül yürüyüşünün bir hayli kısmını katetmiş olanların diğerleri tarafından anlaşılmaması durumu vardı ortada.
Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] savaşmak zorunda kaldı. Hallac-ı Mansur, “Enel Hak! (Ben Hakkım)” dediğinde aynı akibete uğradı. İsa, yargılandı ve mahkum edildi.
Mevlana’yı akıl düzeyinden aşk düzeyine yükselten Şems de bu yüzden öldürüldü.
Bu iki insanın bir araya gelişinden “ Mesnevi” ortaya çıktı.
Mesnevi mistik bilginin şahikası olarak insanlığın kültür dünyasında bir abide gibi yükselir.
Dinin yüzeysel anlamlarından yola çıkarak, emir ve yasaklarını uygulayanlar, dinin özünü yaşayanları bu yüzden pek anlayamadılar.
Bu da, aslında O’nun emanetini almaktı.
Oysa birçok kişinin bu emanetten ödü kopuyordu.
Çünkü o zaman insan öylesine görkemli, öylesine parlak, öylesine renkli oluyorlardı ki!.
Yani tam da aslında olduğu gibi.
Bu durum biraz yalnızlık, biraz dışlanma, biraz da suçlanma demekti onlar için.
Ancak asıl bu emanetten uzak durdukça insan kendine zulmetmiş oluyordu.
Bu yüzden başı dertten kurtulmuyor, hayatı acı ve sorunlarla doluyordu.
Oysa O bize şah damarımızdan daha yakın değil miydi? “Dua ettiğimizde duamıza icabet” etmez miydi?
Onunla bizim aramızda bir tür özel hat vardı aslında. Siz telefonun bir ucundan “Tanrım!” dediğinizde, O diğer uçta “söyle kulum!” diyordu yani.
Tüm sorunlarımız ve sorularımız için O’na danışmamızı bekliyordu. Ama bunun için bizi zorlamıyordu.
Çünkü O bize özgür irade vermişti.
Tüm acılarımız için lazım olan şifa, O’nunla bir olduğumuzu fark ettiğimizde bizi sağlığa kavuşturur.
O zaman öyleydi belki ama zaman değişti.
Şimdi durum farklı. Artık insanlık beyazda. Çoğunluk kendini gerçekleştirme virajına girdi bile. Durum hiç de öyle gözükmese de.
Koşullar birdenbire değişebilir. Bakmayın siz böyle gözüktüğüne. Hiç Komünist rejimin bir günde yıkılacağını düşünebiliyor muyduk? Oysa bir anda oldu her şey. Utanç duvarının üstünde ellerinde balyozlarla gülümseyerek zafer işareti yapan insanları televizyondan görünce şaşkınlıktan ağzımız açık kaldı değil mi?
Onun için bu işler hiç belli olmaz.
Tohum toprağa çoktan düşmüştü vaktiyle. Hayat gerekeni yapmaktaydı gizli gizli. Şimdi artık meyve verme vaktidir.
Meyve, kendini gerçekleştirme tohumunun meyvesidir.
Tüm sorularımızın yanıtı bu birliktelikte yanıtlanmış olur.
Ve tüm ihtiyaçlar giderilir O’nunla birlikte olduğumuzu fark ettiğimizde.
Tüm zayıflıklarımızı O’nun bize sunduğu gücü alıp kullanarak aşabiliriz.
O’nunla birlikteyken gelecekle ilgili kaygılar kaybolur gider..
Bunun için, O’nun Halife olduğumuzu söylediğinde sorduğu soruya verdiğimiz cevabı hatırlamamız yeterli olacaktır.
Evet (Bela) Peki Olsun O halde!
YAZAR HAKKINDA
R.ŞANAL
Kendi araştırmalarını çalışmaları ile birleştirerek özgün bir teknik oluşturan R. Şanal KUANTUM DÜŞÜNCE TEKNİĞİ uygulamaları ile Türkiye’de bir ilke imza attı.
Spiritüel uygulamalar ve Hipnoz konusunda otuz yılı aşkın çalışmaları ile insanın gerçek özgürlüğü için ‘Zihin Teknolojisi’ oluşturma amacını izledi. Almış olduğu spiritüel tüm eğitim ve çalışmaların yanı sıra tiyatro ve müziğe olan ilgisinden ötürü İstanbul Devlet Konservatuarı’nda eğitimini tamamladı. Dağarcığına kattığı tüm çalışma ve eğitimler; ona ortak bir tür bilinç işleyişinin insanı nasıl derinden etkilediğini böylece Kuantum Fiziği ile doğrudan ilişkisini fark etmesini sağladı.
Reenkarnasyon, Ekminezi ve Önceki Yaşamlar en çok ilgisini çeken konuların başında gelirken; kişinin şimdiki hayatını etkileyenin, düşünce kalıplan ve çekirdek inançtan olduğunu keşfettiği için çalışmalarını bu yönde geliştirdi.
Dinler Tarihi ve Tasavvuf konusunda özellikle de Mevlana Celaleddin-i Rumi ve evrensel yaklaşımı hakkında araştırmalar ve çalışmalar yapan R. Şanal, 1980’li yılların sonunda Kuantum Fiziği ile tanıştı.
Kuantumsal yaklaşımın; ‘Bilim ve Ruhsallık , Gerçek ve Düş, Beden ve Zihin, Başkaları ve Biz, Burası ve Orası’ kısacası tüm evrenin birbiriyle olan eşsiz birleşiminin bütünlüğüne odaklandı.
R. Şanal’ın eserleri; ‘Kuantum ve Kur’an’, ‘Kuantum Düşünce Tekniği’, ‘Kuantum Olumlama’, ‘Eşruhumun Eşzamanı’,
‘Kuantum Sıçrama’, ‘Özün Sözü’ kitapları ve ‘Kuantum Yaşam Okulu’ adı altında çıkardığı; ‘Kuantum Olumlama’, Kuantum Düşünce Tekniği ‘1 ve 2’ cd’lerinden oluşmaktadır.
R. Şanal, Kuantum Düşünce Tekniği ile, insan hayatının temelden değişerek, kalıcı ve etkin bir şekilde gelişeceğini söylerken, herkesi yakın bir gelecekte, tüm dünyada fakir, işsiz ve yoksul hiçbir insanın kalmayacağı bir geleceği birlikte hayal etmeye davet ediyor...
KUANTUM DÜŞÜNCE TEKNİĞİ
BİREYSEL
Kişiye özel yapılan bu çalışma tam gün bir çalışmayı içerir. R. Şanal ve Işık Elçi önderliğinde, eğitmenlerinin de desteği ile uygulanan Kuantum Teknikleri doğrultusunda kişinin kendi hayatının efendisi olması ve kendi gücünü yüzde yüz kullanıp hayatının her alanında yaratıcı düşünceyi aktif hale getirmesini amaçlar.
Kişinin, hayatından çıkarmak istediği tüm olumsuz düşünceleri olumluya dönüştürme, bağımlılıklardan arınma, oluşturmak istediği kimlik ve hayatın tümünde bolluk-bereket-sağlık ve huzuru sağlama konularında hızlı ve kalıcı bir çalışma programıdır.
Kişi, sınırla) ıcı, engelleyici düşünce kalıplarını fark edip bunların yerine güçlendirici inançlarını koyduğunda hayatı bu yeni inançlarının doğrultusunda değişmeye başlayacaktır. Onun için en uygun kişi, en uygun imkan en uygun zamanda karşısına çıkacaktır. Yapması gereken şey uzanıp onu almaktır Kendini tanımaya, başkalarını anlamaya, evrensel sistemin işleyişini fark etmekten doğan bilgeliğe ulaşarak beden enerjisini de düzene sokar. Kişiler daha güçlü, canlı ve güzel olurlar. Hayat misyonunu fark edip ona adım adım ulaşmak yönündeki çabalan artar.
Özetle yaşamın temel amacı olan sevinç duygusunu yüreğinde hisseder.
KDT Bireysel çahşmalan; korku ve fobilerin giderilmesinde, alkol, sigara, yemek bağımlılığı konularında, çatışmalarda çözülmesin de, sınav stresinin çözülmesinde, konuşmada ritm bozukluklarının giderilmesinde, strese bağlı performans düşüklüğünün aşılmasında büyük katkı sağlar.
Bel ve boyun fıtıkları, astım, diabet, gastrit, reflü, deri hastalıkları, sedef, egzama, vitiligo, baş ağrısı, migren, ayakta dolaşım bozuklukları, skolyoz, gibi hastalıklarda Kuantum Tekniği iyileşmede çok güçlü destekleyici etki yapar.
HOLİKUANTUM
R.ŞANAL
Az zamanda keyifli ve kahcı öğrenmenin yeni yolu.
Eskimiş yöntemlerle öğrenmeye harcayacağınız zamanı artık istediğiniz şekilde kullanabileceksiniz
Amaç: Çocuğun tüm bilinç düzeyleri ve öğrenme stiline uygun bir şekilde; hızlı, yoğun, kolay ve kalıcı öğrenmesini sağlamak.
Araçlar: Öncelikle çocuk tek başına bir varlık değildir. Ailesinin ve çevresinin ürünüdür. Bu bağlamda öncelikle ailesinden miras aldığı temel düşünce kalıplarının irdelen- mesiyle başlanır Holikuantum sürecine.
Bu kalıplar değiştirilip dönüştürülmeden öğrenme konusundaki motivasyonunun oluşması mümkün olmaz.
Örneğin bir çocuk babasının çaba gösterip, uğraşıp sonunda başarısız olduğunu gözlemlemiş olsun. Ona ders çalışmasını söyleyenlere kafa sallayacak ve hatta bunu yapmamaya çalışacaktır.
Fakat bilinçaltında şöyle bir inancın olduğunu fark etmesi gerekir belki de, “ çalışıp da ne olacak ki sonunda? İşte babamın hali meydanda.”
Ya da bir başkası sınava çok sayıda kişinin gireceğini bu yüzden kendi şansının çok az olduğunu düşünebilir.
Bu sebeple de motivasyonu düşük olacaktır.
Bütün bunlar sadece zihinsel çarpıtmalardır ve yine zihinsel çalışmalarla değiştirilerek çocukta motive olmuş bir yeni durum yaratılabilir.
Bir sonraki adım çocuğun öğrenme stilini ve zeka türünü tespit etmektir. Eğitimin buna göre düzenlenmesi başarıyı garantileyecektir. Oysa şimdi çoğunlukla bu iş çocuğun el yordamıyla kendi öğrenme stilini bulmasına bağlıdır.
Ayrıca herkesin bir zeka türü vardır. Kimisi müzik zekasına sahipken, kimi de sosyal zekaya sahiptir.
Öğrenme süreci herkesin bu farklı zeka türünün bilincinde olarak yapılmalıdır.
Holikuantum modeli işte bu noktaya önem verir.
Bir sonraki süreç anlatımın beynin her bir bölümüne uygun şekilde düzenlenmesidir.
Holikuantum Modeli tamamen özgün ve denenmiş bir model olup R. Şanal tarafından oluşturulmuştur.
Holikuantum Metodu yeni çağın bütüncül (Holisitik) yaklaşımına uygun olarak düzenlenmiştir.
Biz, yeni kavramlardan oluşmuş yeni metotları uygulayan bir kurumuz.
Bu konuda çocukları için, onların gelecekleri ve mutlulukları için bizimle işbirliği yapmak isteyen anne babalarla harika işler çıkaracağımızı biliyoruz.
Farklı olmak ve şaşırtıcı sonuçlar almak için Holikuantum Modelini uygulamak istiyorsanız bizi hemen arayın.
Eğitim başlıklarımız ve içeriklerimiz, bireysel çalışmalarda uygulanan teknikler R. Şanal ve Işık Elçi’nin kendi özgün metodlandır.
KUANTUM KURUMSAL
Kuantum Düşünce, düşünme biçimlerinde yeniden ve temelden yapılanmayı sağlayan teori ve uygulamaları İçerir.
Kuramların ve şirketlerin aklını yeniden oluşturmada İşe yarayan köklü değişimleri tetikler.
Liderlik, üretim, verimlilik, ekip uyumu gibi konularda Kuantum yaklaşımın yarattığı fark kendiliğinden ve şaşırtıcı bir biçimde oluşur.
Kuantum Fiziğinin insan davranışlarına uygulama biçimi olan Kuantum Düşünce, reel planda yaratıcı değişimler meydana getirir.
Kuantum Düşünce, aklı yeniden kurarak hayatı yeniden kurmanın yöntemlerini verir.
Kaos, belirsizlik, risk dönemlerinde değişim için fırsat yaratır. Sürdürülebilir, kalıcı, ekolojik ve insancıl ekonominin temel paradigmalarını sunar.
****
Kuantum Fiziği'nin temel önermeleri, Kur’anda ulaştırılmaya çalışılan mesajla birebir örtüşüyor.
Gözlemciyle gözlenenin dinamik ilişkisi, "dolanıklık" prensibi ve evrenin enerji temelli akıllı yapısı...
Bütün bunlar bazı çarpıcı ayetlerde saklı sırla o kadar örtüşüyor ki!
Örneğin sadece Fatiha Suresi'nin anlamını çözmek, bütün dünyanın bir hafta bayram yapmasına neden olabilir.
Bu kitapta Kuantum ile Kur'an arasındaki ortak noktalardan hareketle değişim ve bütünleşme için meditasyon çalışmaları da bulacaksınız.
Bugün neden dünyanın en fakir ülkelerinin arasında otuz dört tanesi Müslüman ülkesi?
Bunun sebebi elbette Kur'an mesajı olamaz.
Belki de bu ruhu kaybettikçe ve kaybedildiği oranda yol dik, engebeli ve karanlık oluyor.
Vahyin özünde saklı ışığı fark ettiğimizde neler olacağını anlamak için tarihe bakmak yeterli değil mi?
Dünya bir oyun ve eğlence alanı mıdır.